Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi

Transkript

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Türk Eğitim Bilimleri Dergisi
Bahar 2009, 7(2), 237-
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Bahar 2010, Sayı : 30
Spring 2010, Number: 30
İletişim 2003/18
G. Ü. İ. F. Adına Sahibi
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Rıza AYHAN
M. Naci BOSTANCI
Editör
Cengiz ANIK
Editör Yardımcıları
Umur IŞIK
Ayşe Gül SONCU
Yayın Kurulu
Zülfikar DAMLAPINAR
Sirel GÖLÖNÜ
Ç. Murat HAZAR
Cem YAŞIN
Yayın Kurulu Sekreteryası
Eda Turancı
Danışma Kurulu
Ömer AÇIKGÖZ
Suat ANAR
Nejdet ATABEK
Ümit ATABEK
Bilal ARIK
Nabi AVCI
Burhan AYKAÇ
Aysel AZİZ
Hasan BACANLI
Hamza ÇAKIR
Dilruba ÇATALBAŞ
Yusuf DEVRAN
İhsan ERDOĞAN
Fatma GEÇİKLİ
Suat GEZGİN
Nilgün GÜRKAN
Nurettin GÜZ
Metin IŞIK
Süleman İRVAN
Ahmet KALENDER
Asker KARTARİ
Kurtuluş KAYALI
Metin KAZANCI
Fahrettin KORKMAZ
Hale KÜNÜÇEN
Ahmet TOLUNGÜÇ
Hasan TOPBAŞ
Mustafa YAĞBASAN
Kırıkkale Üniversitesi
Yeditepe Üniversitesi
Anadolu Üniversitesi
Yaşar Üniversitesi
Erciyes Üniversitesi
Başbakanlık
Gazi Üniversitesi
Yeni Yüz Yıl Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Erciyes Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi
Yeditepe Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Erciyes Üniversitesi
Akdeniz Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Başkent Üniversitesi
Başkent Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Fırat Üniversitesi
ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve Türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim Merkezi ve Adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: [email protected]
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
TÜBİTAK/ULAKBİM SBVT tarafından taranmakta ve dizinlenmektedir.
İÇİNDEKİLER
YURDAGÜL BEZİRGAN ARAR - NURİ BİLGİN
Gazetelerde Ötekileştirme Pratikleri: Türk Basını Üzerine Bir İnceleme / 1
Otherıng Practıces in Newspapers: An Analysis on Turkish Press
CANER ARABACI
İletişim Araştırmaları ve Arşiv / 19
Communication Researches and Archive
ŞÜKRÜ BALCI - HÜSAMETTİN AKAR - BÜNYAMİN AYHAN
Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı Çerçevesinde Seçim Dönemlerinde Gazete Okuma Alışkanlıkları ve
Motivasyonlar: Konya Örneği / 51
Newspaper Reading Habits and Motivations During Election Periods Within The Framework of Uses
and Gratifications Perspective: The Case of Konya
HASAN TOPBAŞ
David Easton’un Siyasal Sistem Kuramı Bağlamında Siyasal Katılma:
Erzurum Seçmeni Üzerine Bir Araştırma / 81
Political Participation in Respect to Political System Theory of David Easton:
A Survey on Erzurum Voters
FAHRETTİN KORKMAZ – DERYA TELLAN
Fikri Mülkiyet Haklarının Gelişimini İletişim Teknolojileri Örneğinde Değerlendirmek / 113
Evaluating The Development of Intellectual Property Rights in The Scope of Communication
Technologies
ÖZLEM AŞMAN ALİKILIÇ
Örgüt ve Paydaş İşbirliği Geliştirilmesinde Alternatif Gerçeklik Oyunlarının Kullanılması:
″Lost Experience Örneği″ / 139
Using Alternate Reality Games for Developing Collaboration Between Organizations and Their Publics:
Example of Lost Experience
M. SERDAR ERCİŞ
Pazarlama İletişiminde Motivasyonun Önemi ve Çok Uluslu Alışveriş Merkezi Örneği / 165
The Importance of Motivation in Marketing Communication and An Example for A Multinational
Shopping Center
EMEK ÇAYLI RAHTE
Aile İçi Şiddet ve Medya: Gündüz Kuşağı Televizyonunda Şiddetin Görünürlüğü ve
Yeniden Üretimi / 181
Domestic Violence and The Media: The Representation and Reproduction of Violence Daytime
Television
GÖKHAN UĞUR
Yeni Tayvan Sineması: Hüzün Şehri’ne (Bei Qing Cheng Shi) Genel Bir Bakış / 209
New Taiwan Cinema: An Overview on A City of Sadness (Bei Qing Cheng Shi)
CAVİT YAVUZ - GÖNÜL YÜCE
Öğretim Elemanlarının İletişim Davranışlarına Yönelik Öğrenci Algı ve Beklentileri
(Ordu Üniversitesi Ünye İ.İ.B.F’de Bir Araştırma) / 225
The Student’s Perceptions and Expectatıons Toward Communication Behaviors of Lecturers
(A Pre-Investigaton at Economic and Administrative Faculty of Ordu University)
B. ZAKİR AVŞAR
Siyasal İletişim Bağlamında Bir Biyografi Çalışması: Mehmet Akif Ersoy / 241
A Biographical Study in The Context of Political Communication: Mehmet Akif Ersoy
‘S U N U Ş’
LOGOS OLARAK İLETİŞİMİ TARTIŞMAK
Disiplinimizin karakteri ve bu disiplin kapsamındaki ürünlerin niteliğine
ilişkin olarak, sunuş yazıları bağlamındaki değinmeler, logos kavramı etrafında bizi
sörf yapmaya zorlamıştı.
Akademik metinle diğer metin türleri arasındaki en belirleyici farkın
metodolojik kalıp olduğu genelde kabul görmektedir. Ancak, kabaca modernite
dediğimiz moment, disipliner çalışmalara bazı misyonlar yüklemiş, metodolojik
kalıbı da ‘hikmet-i kendinde menkul’ bir mekanizma haline getirmiştir. Kaçınılmaz
olarak da bu yüzden, hem disiplinlerin bizatihi kendileri hem de metodolojik kalıp
(ya da kalıplar) kimi müzakerelerin konusu haline gelmiştir.
Çıkış arayan bazı kuramcılar ve özellikle sosyal bilimcilere göre (sözgelimi
Herbert Blumer, Symbolic Interactionism: Perspective and Method) disiplinlerin
ayırt edici vasfına ölçüt olarak ‘inspection’, ‘exploration’ ve ‘critic’ kavramları
önerilmiştir. Bilim insanlarının ise misyon yüklenmelerinin ‘tarafsızlık’larına, etiket
kullanmalarının ‘erdem’lerine, kasıtlı tercihlerinin de ‘masumiyet’lerine halel
getireceği vurgulanmıştır.
Bu öneri ve vurgular; bilim olanla bilim olmayan arasına ton farkı
koymaktadır ama renk ayrımı yapmaya imkan tanımamaktadır. Bununla birlikte elde
var olan birikim harmanlandıkça; hasat edilmemiş nice ürünün henüz yeterince
tedavüle sokulmadığı sezinlenmektedir. Bu birikim kanaatimizce, en azından
iletişim bilimi açısından ufuk açıcı bir gizem içermektedir. Örneğin hocası Husserl
ve öğrencisi Gadamer ile birlikte Heidegger, bir kez de bu gözle hasat edilirse,
umudumuz o ki, iletişim bilimini çerçevelemek, -çerçeve işini sakıncalı bulmasına
rağmen- için bir şans ortaya çıkacaktır.
Heidegger’e göre söz, söylem, ifade anlamlarına gelen “logos”u Grekler daha
ziyade; derleyip - toparlama, bir araya getirme, seçip - ayırma, düzenleme - hizaya
sokma, kısacası tanzimat anlamıyla kullanmışlardır. Demek ki dominant olan bu
anlamıyla logos günümüze, ya icat (innovation ve invention anlamlarıyla) ya da
keşif (investigation, discovery ve exploration anlamlarıyla) güzergahı ile tevarüs
etmiştir. Bu düşünce atmosferinde logos, bilhassa bu bağlamıyla tebarüz etmiştir.
Aynı zamanda da bu coğrafyanın diğer en hususi özelliklerinden birisi; Aydınlanma
Dönemi ile birlikte, birbirini sürekli teyit, telin ve tenkit eden pek çok akımı
bünyesinde barındırması, onları da bir araya toplaması ve biriktirmesidir1.
Sonuç olarak ne boyutta ele alınırsa alınsın, Latin ve Grek geleneğinde logos,
bir tür dini ayin gibi, karışıklıktan, kargaşadan, yani ‘kaostan çıkış marifeti’ kabul
edilmiştir. ‘Kaostan çıkış marifeti’ demek son kertede, anlaşılmayan, doğal bir
durumun; anlaşılabilir, sırrına vakıf olunabilir bir gerçekliğe dönüştürülmesi
demektir. Yani kaotik duruma; malumata konu olabilecek bir düzenlilik, anlaşılırlık,
1
Esasen merkantilizm ve ekonomik teraküm, siyasal temerküz ve totalitarizm, demografik yığılma,
ekolojik dizayn, teknolojik terkip ve daha bir takım biçimlerine tanık olduğumuz tezahürler dikkate
alınırsa, bu coğrafyada derleyip toparlama ve biriktirme ile çeki düzen verme ve hizaya sokma işinin
oldukça ‘nev-i şahsa münhasır’ olduğu söylenebilir.
açık ve seçiklik kazandırılarak, onu malum hale getirme ‘marifet’i ifa edilmiş
olacaktır. Böylece, bilim ve düşün camiasının gündeminde hep yer bulmuş olan
gerçek ve hakikat (truth anlamının yanı sıra, correct anlamındaki doğruyu da
kapsayan) kavramlarının yanına, bir de kaos kavramı iliştirilmiştir.
Kaos ve son otuz yıldır pek çok seçkin lisans üstü programlarda ilgi konusu
seçilen kaos bilim, özel olarak üzerinde duracağımız bir konu değil. Ama metin
içinde geçtiği için onun hakkında şu kadarını belirtmek gerekmektedir.
Kaos ve Kaos Bilim
T. Li ve J.A.Yorke isimli iki matematikçi 1975 yılında yazdıkları bir
makalede (“Period three implies chaos”) görüşlerini kaos paradigması olarak
tanıtmışlardır. Onların dışındaki başka pek çok fizikçi, kimyacı, uzay bilimci v.s. de
çalışmalarında kaos tavsifini kullanmıştır.
Kaos paradigması; aksiyomatik bir disiplin olan matematik ile, olgusal
tekabüliyet koşuluna tabi fizik bilimlerini, yani çok farklı çalışma alanlarına sahip
disiplinleri adeta bir kavşakta buluşturmuştur. Esasen uzlaşımsal kurallara tabi
olduğu ve kuramları arasında mantıksal bir bağ bulunduğu için aksiyomatik
disiplinlerde kaosa yer olmaması gerekir. Zira matematiğin sonuçlarını biz tayin
ettiğimiz ve bu yüzden onun kesinlik taşımasını beklediğimiz için, onda kaosa yer
bırakmamış oluyoruz. Fen bilimleri ise kuşkusuz ki doğal olaylara mütekabil
olmaları bakımından kaosa açıktırlar. Fiziksel olaylar bizim onlar için
öngördüğümüz kurallara, yasalara uymak zorunda değillerdir. Ancak kaos bilime
ilişkin çalışmalar bu iki farklı alana da sirayet eden bir özellik taşımaktadır.
Matematikte düzenliliği, periyodikliği, sıralanmayı tanımlayan ‘mod’larla; fen
bilimlerinde doğallığı, düzensizliği, kontrolsüzlüğü tanımlayan ‘türbülans’ın
birbirine karışması, hatta kimi durumlarda birbirlerini takviye ve ikame etmesi, bu
alanlardaki bazı paradigmaların işlerliğini kuşkulu hale getirmiştir.
Kelebek Etkisi isimli filmi hatırlayalım. Filmin kahramanının çocukluğuna
her geri dönüş esnasında müdahil olduğu son derece önemsiz bir olay, ileriki
yaşlarda onun ya da yakınlarının hayatına mal olacak kadar önemli sonuçlara neden
oluyordu. Nitekim Meteorolog E. Lorenz, çok önemsiz, kesinlikle ihmal edilebilir
düzeydeki niceliği görmezden gelmenin çok önemli bir atmosfer olayını anlamayı
nasıl güçleştirdiğini göstermiştir. Bu teorisini de, Hindistan ormanlarında kanat
çırpan kelebeğin yarattığı hava akımının, uygun bir zaman aralığı içinde, Amerika
kıtasında fırtına olarak patlayabileceği örneği ile somutlamaya çalışmıştır. Çok
karmaşık fizik ve matematik kuramlarını basit bir dille anlatan D. Ruelle de
“Rastlantı ve Kaos” isimli kitabında şu örneği kullanmaktadır: Çevresi engelle
kapalı bir dama tahtasının karelerinden birisinin içine bir pire bırakın. Ordan oraya
zıplayan pire, ilk bırakıldığı karenin üzerine mutlaka tekrar geriye dönecektir. Ama
o anı bizim kestirebilmemiz zamansal olarak mümkün olmayabilir. Biraz daha
karmaşıklaştırmak için, numaralandırılmış yüz adet pireyi dama tahtalarının
karelerine dizip bırakalım. Hepsinin de ilk zıpladıkları kare üzerine, tekrar aynı
anda, hep birlikte ne zaman dizileceklerini görebilmemiz mantıksal olarak
mümkündür ama buna bizim tanıklık etmemiz zamansal olarak mümkün değildir.
Gerçekten de bir tavla zarını yuvarlayalım. İstatistiki hesaplara göre 1 ile 6
arasındaki herhangi bir rakamı yakalama ihtimalimiz altıda birdir. Buna göre, altı
kez zarı yuvarlayıp, 1 den 6’ya kadar rakamları birer defa yakalamayı umabiliriz.
Ancak altı atışın altısı da 1 ya da 6 veya 5 olabilir. Üçü 3, ikisi 4, biri 6 olabilir. Yani
çok sayıda ihtimal söz konusudur ve her atışta kaç rakamı ile karşılaşabileceğimizi
kestirmek matematiksel - istatistiksel açıdan oldukça zordur. Tıpkı, hayatımızı ne
kadar planlarsak planlayalım, hayatın bize yaşatmak istediklerini bir biçimde
yaşamak zorunda kaldığımız gibi, büyük ölçüde tesadüflere tabiyiz.
Gerçekten de bu örneklere benzer sonuçları elde eden ilk bilim insanlarından
birisi olan C. Shannon’un çalışmaları iletişim alanı ile ilgilidir. Onun ileti
içeriklerinin nakline ilişkin ölçümler yapmaya çalıştığı eserinde (A Mathematical
Theory of Communication), fizik ile matematiğin birlikte sergiledikleri cümbüşü
gözlemlediğini söyleyebiliriz. Shannon 1940’ların sonlarında ortaya attığı bilgi
teorisinde, belirli bir ileti içeriğinin taşınması esnasında, taşınan ortalama anlamlı
bilginin niceliğinin büyük ölçüde tesadüfi bir nitelik arz ettiğine vurgu yapmaktadır.
Zira parazit adını verdiği etkenler; içeriği, aracı ve kanalı çeşitli biçimlerde
etkilemektedir ve bunu da tam olarak belirlemek ve paraziti bertaraf etmek mümkün
görünmemektedir. Zira aracın kapasitesi, kodlama, kod açımlama, içeriğin simgesel
düzenekle anlamlandırılması ve bu anlamın aktarılması, kanalın niteliği ve özellikle
her aşamada sirayet etmesi mümkün potansiyel, muhtemel ya da mevcut parazitler
yüzünden, ortalama yararlılıkta bilgi aktarma başarısı, programlamalardan daha
fazla tesadüflere bağlıdır. Bunu, teknolojik bir aygıt aracılığı ile gerçekleştirilen
iletişimde olduğu kadar, yüz yüze gerçekleştirilen iletişimde de gözlemlemek
mümkündür.
Kısacası kaos, doğal olayların belirleyici bir ögesidir. Sosyal bilimler söz
konusu olduğunda ise kaos faktörü çok daha belirleyici hale gelmektedir. Çünkü
sosyal bilimler, yüzlerce tür benlik sergileyen bireyle, gene yüzlerce tür benlik
sergileyen başka bir bireyin yüzlercesi ve bir o kadar da grup, kurum, örgüt,
kuruluşlar arasındaki ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel ve psikolojik etkileşimler ve
iletişimlerle ilgilenmektedir. Üstelik bu değişkenlere zaman ve deneyimler, iklim,
coğrafya ve daha pek çok faktörü de eklemek gerekecektir.
Ama bu kaotik ‘türbülans’a karşılık her bir birey için bir yığın ‘mod’
saptamak da mümkündür. Hepimizin normal vücut ısısı 37 derecedir. Zira kaos
teorisine göre her sistem ilk başladığı noktaya geri dönmeye eğilimlidir. Vücut ısısı
yükseldi veya düştü. Bunu dengelersiniz ve sistemi ortalamaya (moda) taşır ve
kaotik durumu sona erdirirsiniz. Zaten hayatımızı da, buna benzer sayısız geri
dönüşlerle güven içinde yaşanılır hale getirebiliriz. Yürüyecek yolumuz, yatacak
yatağımız, çalışacak işimiz, yiyecek ekmeğimiz vardır. Güneş her gün aynı yönden
doğar ve yerçekimi bizi gezegende tutar. Ne kadar kaotik bir tarzla olursa olsun,
eninde sonunda spermin yumurtayı, uygun şartlardaki her seferinde dölleyebiliyor
ve neslimizin bu sayede sürdürülebiliyor olmasının garanti altında bulunması ve
buna benzer pek çok başladığı yere geri dönüşler sayesinde varlığımızı
koruyabiliyoruz.
Yüzlerce benlik gösterisinden bir tanesinin, tüm nüfuz edici faktörleri de
sabitleyerek, yüzlerce benlik gösterisinden tek bir tanesine, başladığı yere tekrar geri
dönmesi mümkün değilmiş gibi görünmekle birlikte; bazı durumlarda yaklaşık
olarak geri dönüşün tekrarlanmasını bireyin iletişim becerisi mümkün
kılabilmektedir. Bu tür yaklaşık geri dönüşlerin iletişimsel olarak mümkün olması
sayesinde birliktelikler, gruplaşmalar, cemaat ve cemiyetler teşekkül etmektedir.
Biri, birisine (kuşkusuz ki buradaki “biri” ve “birisi” kavramlarından sadece
herhangi bir özneyi değil, aynı zamanda simgesel birtakım gerçeklikleri de anlamak
gerekmektedir) bir şeyler anlatmaya çalıştığı, diğeri de onu anlamaya çabaladığı,
yani bu şekilde bir ‘niyet’(intention)2 zuhur ettiği takdirde, yaklaşık geri dönüşleri
yakalamak mümkündür. Bununla birlikte iletişim partnerlerimizle yürüttüğümüz
etkileşim süresince, gözümüzden çok küçük ve önemsiz bir ayrıntı kaçabilir. Bu
basit neden bizde, görmezden gelemeyeceğimiz çok büyük olumlu ya da olumsuz
etkiler yaratıyor olabilir. Biz bunu tesadüfle açıklayıp geçiştirebiliriz. Ama geri
dönüşe (pirenin ilk defa zıpladığı kareye tekrar geri dönüş ihtimalini hatırlayalım)
yaklaşabilmek için önemsiz ayrıntıları (o bize kendini kapatmadan ve biz ona
kendimizi kapatmadan) yakalamak zorundayız.
Demek ki, kaos bilim bize, hayatımızın modlar ve türbülanslarla sürdürülen
bir orkestrasyon olduğunu vaaz etmektedir. Bir sistem ne kadar karmaşıksa, daha
önce bulunduğu duruma en yakın noktaya o kadar geç dönecektir. Bunun için çok
uzun bir zamana ihtiyaç olabilir. Ancak sözgelimi ne denli karmaşık olursa olsun,
genetik kodların bakteriden insana organizmanın değişmez ögeleri olması gibi, doğa
bazı durumlarda bize, anlaşılabilir düzenlilikler sunmaktadır. Kaldı ki doğayı
anlaşılabilir düzenliliklere dönüştürme gibi, biz insan varlıkları, müstesna bir
yeteneğe sahibiz.
Modern Bilimle İlgili Bazı Tersten Okumalar
Husserl tarafından “Avrupa Bilimleri” olarak adlandırılan Grek ve Latin
kökenli (önceki satırlarda dile getirilen Heidegger’in vurguladığı bağlamıyla) Logos
algısının günümüz bilim anlayışları üzerinde oldukça muhkem ve dominant bir
ağırlığı bulunmaktadır.
Oysa Heidegger’e3 göre logos her şeyden önce ‘söz’ anlamına gelmektedir.
Özellikle Platon ve Aristo’da logos bu temel anlamından uzaklaştırılacak biçimde
çok anlamlı olarak tanımlanmış, temel anlamın müspet rehberliğine
başvurulmamıştır. Zaman içinde de logos, “nutuk” demek olan sahih anlamından
kopartılmış, keyfi yorumlarla logosa; akıl, yargı, kavram, tanım, sebep, ilinti gibi
çok çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Hatta bilimsel terminolojileri biçimlendirecek bir
evsafla donatılmıştır.
Ona göre söz anlamındaki logos her şeyden önce, söylenen bir şeyin sözü
edilerek gün yüzüne çıkarılması, açığa vurulması, alenileştirilmesi anlamlarına
gelmektedir. Bir şey hakkında dile getirilen nutuk anlamındaki logos; hakkında
konuşulan her ne ise, o şeyin, konuşana göre ne anlam ifade (yargı anlamı taşıyacak
boyutuyla) ettiğini göstermektedir. Yani söz; konuşanın konuşulanı, konuşulan
aracılığı ile görünür kıldığı bir etkinliktir. Konuşulan ne denli dile getirilebildiyse,
ifade edilebildiyse, konuşma da o kadar sahici olabilmektedir. Konuşmayı
dinleyenin konuşulanı görmesi (anlaması, kavraması, resmetmesi) de büyük ölçüde
2
Husserl’in köşe taşı kavramlarından biri olan ve etkileşim ile iletişim arasındaki farkı gösterme
işlevine sahip niyet kavramı ile ilgili çok önemli çalışmalar için Bkz: Intentions in Communication,
P.Cohen, J. Morgan, end M.E. Pollack, ed. Cambridge, Mass: Bradford Boks, MIT Pres 1990. Ayrıca,
John R. Searle, Intentionality an Essay in the Philosophy of Mind, Cambridge U. Pres, New York,
1983. isimli eser de konuya temel teşkil etmektedir. Ayrıca William Lyons, Approaches to
Intentionality, Oxford U. Pres. New york 1995’e de bakılabilir.
3
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Türkçesi Kaan H. Ökten, Agora kitaplığı, İstanbul, 2008. Sayfa:
33-34-35.
bu sahicilik düzeyine bağlıdır. Söz, bizatihi kendisi ile birlikte sözü edileni de bu
şekilde ifşa etmektedir. Demek ki söz, sözcüklerin sesli olarak beyan edilmesi
aracılığı ile aydınlatılması gerekene ışık4 tutarak, görünmesi gerekenleri görünür
hale getirmektedir. Kısacası, “sayesinde bir şeylerin görünür hale geldiği” bu ”sesli
beyan”, ‘fenomene fon olma’ demektir.
Bir şeyleri ayan beyan kılarak fenomene fon olan logos, bunu; içerdeki ile
dışarıdakini bir araya getirip bütünleştirmek suretiyle gerçekleştirmektedir. Daha
doğrusu dışarıdaki varlıklarla, var olmakta olanlar, var olup bitenler, zihinde
teşekkül edenleri buluşturup birleştirerek; “bir şeyi başka bir şeyle birlikte olarak,
bir şeyi bir şey olarak görünür kılmak”tadır. Bu nedenle logos doğru da
olabilmektedir yanlış da. Bunun anlamı şudur: Logos, bu işlevini ifa ederken, ilgili
olduğu her ne ise, onu ayan beyan kılacağı, bir keşif gerçekleştirebileceği gibi; o
şeyi bir şey olarak görünür kıldığı için onu ört bas da edebilmektedir. Bu durumda
sahiciliğin hakikiliği gündeme getirmesi söz konusu olmaktadır. Görünür kılma
işlevi, görünür kılınacak olanın önüne, onu görünür kılacak şeyi getirmekle mümkün
olduğundan, görünür kılacak şey, görünür kılınacak olanı, olmadığı bir şeymiş gibi
gösterebilmektedir. Bir araya getirme, ilişkilendirme yoluyla görünür kılma işlevine
sahip logosun, bu işlevini, hakikatli bir biçimde ifa etmesi, aklı bir zemin olarak
kullanmayı gerektirmektedir.
Dilthey’in belirlemeleri ve Husserl’in tesbitleri, logosun bu şekilde
anlaşılmadığını, daha doğrusu eksik yorumlandığını ve hatta keyfi “çerçeve”lenmiş
olduğunu gözler önüne sermektedir.
Dilthey5, sosyal bilimler ile diğer disiplinler arasına çok basit, çok net ama
bir o kadar da sert bir çizgi çizmektedir.
Doğa ve doğadaki canlı - cansız her şey açıklanmak için vardır. Dolayısıyla
onlar sadece keşfedilebilirler. İnsan ve toplumla ilgili bilimler ise anlamak için
vardır. Anlamak, ani bir zihinsel aydınlanma sonucu gerçekleşen süreçtir. Doğal
olan varlıklar metodoloji kullanılarak açıklanabilir belki ama sosyal varlıklar
metodoloji ile asla anlaşılamaz.
Doğal olaylara ilişkin süreç, onların geçmişte keşfedilmiş olabileceğini,
bugün de yeniden keşfedileceğini, gelecekte de keşfe konu olabileceklerine işarettir.
Yani bu süreç, takdir ettiğimiz kurala, usule, güzergaha onlar tabi olmadıkları için,
her zaman kesin olarak akledilebildikleri ve akledilebilecekleri iddiasını geçersiz
kılmaktadır. Zira geist, cogito, akıl, mantık ne denirse densin, bunların hepsi
zihinsel aktivitelerle yaratılan imgesel güçlerdir. Varlık, varoluş, fenomen, olgu ne
denirse densin, bunlar da simgesel olarak varedilmeye mahkum gerçekliklerdir.
Elbette kendilerinde saklı bir gerçeklikleri vardır ama bunların varolabilmeleri,
karşılıklı anlaşılmaları ve taşınabilmeleri için simgesel olarak yeniden yaratılmaları
gerekir. Dolayısıyla tüm bu doğal varlıklar, simgesel olarak varolabildikleri kadar
vardırlar.
4
Fenomen teriminin Yunanca kökeni phainomenon, kendisini bilmek anlamına gelen phainesthai
fiilinden gelmektedir ve phaino, güneş ışığı gibi parlaklığı anlatmaktadır. Onun kökü olan pha kendi
kendini ayan beyan etme anlamı taşımaktadır.
5
Ayrıntılı bir inceleme için BKZ: Richard E. Palmer, Hermenötik, Çeviren : İ. Görener, Anka yayınları,
İstanbul, 2002
Sosyal bilimler için elzem olan anlamak; bir zihnin başka bir zihni
kavraması, bir hayatın başka bir hayata vakıf olması demektir. Anlamak, etkileşimle
başlayarak kurulan bir ilişkinin nihayetlenmiş halidir. Anlaşılırlık, deneyimler
aracılığı ile gerçekleşir.
Formül şudur: Deneyim, ifade, anlama. Bu da iletişimsel bir süreçtir. Bu
süreçte bilim insanının sözgelimi bir sosyal olayı, olguyu anlamak istemesi yeterli
değildir. Olay ve olgudan da bir ışığın sızması, onun da kendini gösterecek bir
görüntü sergilemesi gerekir. Yani anlamayı karşılıklı niyet mümkün kılmaktadır.
Zira anlama, deneyimlenmiş değerler üzerinde hareket etmektedir ve esasen
karşılıklı olarak kendini belli eden bu yönelimler, şu veya bu biçimde zihinlerde
teşekkül eden gerçekliklerdir.
Kısacası, hem doğa bilimlerine ilişkin açıklamalar hem de sosyal bilimlere
ilişkin anlamalar son tahlilde zihinsel olarak inşa edilen gerçekliklerdir. Husserl bu
şekilde inşa edilen bilimsel gerçekliklerin kesinlik iddiasına itiraz etmekte ve
itirazını şöyle dile getirmektedir.
Husserl’in6 Avrupa bilimi için yaptığı ilk tespit Platon’un etkisidir. Ona göre
bilim insanları asırlar boyunca, zihinlerindeki teorilere uygun pratikler varetme
çabası içinde olmuştur. Böylece varlıklar dünyasının seyircisi olmaktan öte
geçememişlerdir ve kendi epistemolojik dünyalarından kurtulup, ontolojik dünyaya
adım atma başarısı gösterememişlerdir.
Husserl’in ikinci tespitine göre, evreni tümüyle matematikleştirme
kaygısından doğmuş, Galileo’nun bilim anlayışı, Rönesans düşüncesinin temelini
oluşturmaktadır. Yaşadığımız evren, Galileo’nun tasarımlarına uygun şekilde
matematikleştirilerek idealize edilmiş ölçülü - sayılı evrenle ikame edilmiştir. Buna
göre bütün evren matematizasyonla aynı evrensel ilkelere tabi olacaktır. Tümevarım
yöntemiyle de idealize edilmek üzere tüm bilimsel çalışmalara çeki düzen
verilecektir. Matematik - geometri aynı zamanda tüm diğer disiplinler için yegane
ölçüt, en güvenilir sayısal dayanak olacağı için, kesinlik ve evrensellik garanti altına
da alınmış olacaktır. Böylece nesnel bilgi kuşkuya mahal bırakılmadan üretilmiş
olacaktır.
Matematikleştirilmiş bu idealizasyon, Husserl’e göre, bireyselliği ve gündelik
tekil yaşam deneyimlerini gizlemiştir. Tüme varımın bir hipotez olmaktan çıkartılıp,
fiziksel bir kesinliğe dönüştürülmesi, yaşam dünyasını, ölçüler ve sayılarla idealize
edilmiş bir taslak haline getirmiş, yaşam dünyasının kendini göstermesine izin
vermemiştir.
6
Edmund Husserl “The Crisis of European Sciences and Transcendental Phenomenology”,
Northwestern U. Pres, Evanson, 1989. isimli eserin, (özellikle II. Bölüm) günümüz bilimsel
anlayışlarına egemen epistemik yapının sorgulandığı en çetin ilk eser olduğu söylenebilir. (Ayrıca
Türkçeye çevrilen 1935 tarihli konferans metni olan, Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, Afa
yayınları, 1994’e de bakılabilir.) Fransızca literatürde aynı sorgulama Rene Guenon’un Türkçeye
çevrilen “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” isimli eserinde yapılmıştır. Türk okuru bu
sorgulamayı daha ziyade F. Capra’nın “Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası” isimli eserinden
okumuştur. Ayrıca “Sayı Tapıncı” bölümüyle Armand Mattelart, “Bilgi Toplumunun Tarihi”nde
özellikle Leibniz’deki benzer takdisi işlemekte, “İletişimin Dünyasallaşması”nda da iletişimin
dinselleşmesine değinmektedir.
Bu taslak, Leibniz’in mekanik - teknik evrensel matrisleriyle daha da tahkim
edilmiştir ama Husserl’e göre günümüz biliminin özünü, Descartes’in kartezyen
düalizmi oluşturmaktadır.
Descartes’a göre geleneksel bilgi türlerinden kuşku duyarak işe başlamak
gerekmektedir. İkinci olarak kanıtları apaçık olduğu için sadece matematik sahih
bilgi sunmaktadır. Rakamlaştırarak, parçalara bölerek, dışta tutarak, yok sayarak her
şeyi nicelleştirmek, nicelleştirdikçe de nicelleştirilen nesneleri denetim ve gözetim
altına almak mümkündür. Üçüncüsü matematikte olduğu gibi tüm evrende de tertip,
nizam, intizam ve hiyararşi bulunmaktadır. Doğadaki her şey, basitten karmaşığa,
tikelden tümele, dardan genişe, küçükten büyüğe doğru akledilebilir belirli bir düzen
içermektedir. Ona uygun sistematik bir yapı ile onlara ilişkin doğru ve kesin bilgiler
elde etmek mümkündür. Dördüncüsü, eksiksiz sayım ve sürekli bir test ile doğanın
sırlarına vakıf olmak mümkün olacaktır. Beşincisi, açık seçik olan, maddi dünyaya
ilişkin, kesinliğinden ve doğruluğundan kuşku duyulmayan yararlı bilgi ile zararlı ve
lüzumsuz bilgi birbirinden mutlaka ayrılmalıdır ve sonuncusu, tanrısal kaynaklı ruh
ile bir çuval etten ibaret olan bedenin birbirinden ayrı olması gibi, cogito ile onun
dışında yer alan ‘ten’ birbirinden özenle ayrıştırılmalı ve cogitonun, kendi dışındaki
ten ve tensel tüm zaaflara hakimiyeti tesis edilmelidir.
Avrupa bilimleri için kriz olarak belirlediği bu tespitlerden sonra Husserl
çıkış yolu olarak, fenomenolojiyi kullanarak, yaşam dünyasının anlaşılması
gerektiğini vurgulamaktadır.
Doğal, İmgesel ve Simgesel Gerçeklikler
Bilindiği gibi, bilim insanları bir çerçeve ile bilim yapmak durumundadır.
İçerdiği düzenliliklerle çerçeve, uyumlu düzenliliklerin işletilmesi işine
yaramaktadır. Ancak, onun kuralına uygun düşmeyen durumlar kaos ya da tesadüf
olarak kendilerini açığa vurmaktadır. Yunan ve Grek geleneği, bilginin bir özne ya
da nesne mülkü olmadığı fikrini paylaştığı için, kesin ve doğru bilginin varlığına
inanmışlardır. Kesin ve doğru bilgi belirli bir özne ya da nesne temellükünde
olmadığı için, uygun metod kullanıldığı takdirde, bilginin kendi başına bir mülk
olarak elde edilmesi ve taşınması mümkündür.
İçinde yeşerdiği toprağı kendine mesnet alan Gadamer7 bu inancı
paylaşmamaktadır. Ona göre gerçeğe metod değil sadece diyalektik ulaştırabilir.
Metod araştırmacıya bakış açısı dayattığı için gerçeği görecek güce sahip değildir.
Araştırmacı, amacına uygun olarak; test, ölçüm ve denetimlerle gerçeği
değiştirmekte, dönüştürmektedir. Bu sorgulama ile gerçeğin bir yönü fark edilebilir
belki ama kendisi açığa çıkartılamaz. Gadamere göre metod yerine diyalektik
kullanılmalıdır. Çünkü diyalektik katılıma, karşılıklı açılmaya, deneyime izin
vermektedir. Dolayısıyla gerçeğe ilişkin kesin ve doğru bilgiden değil, gerçek
üzerindeki mutabakattan bahsetmek daha isabetlidir.
Bu tespit ve değerlendirmelerden sonra gözlem terimini ya da bilim yapma
iddiasını kullanmak çelişkili olabilir.
7
Hans – Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem I ve II, Çeviren Hüsamettin Aslan, Paradigma yayınları,
İstanbul, 2009
Bununla birlikte, bizim denetim ve tasarrufumuz dışında, kendi düzenine
göre işleyen, bizim henüz bilemediğimiz ve belki de bilemeyeceğimiz bir
mekanizmanın bulunduğunu kabul etmeliyiz. Aynı zamanda, tüm bu tespit ve
değerlendirmeleri haklı çıkaran, sadece kendi gerçekliğine kendisinin vakıf olduğu
veya gerçekliği kendinde menkul organizmalar sisteminin var olduğunu inkar etmek
de mümkün değildir. Bu gerekçeyle bile olsa, bizim bilim ve (büyük birader gibi
olsa da) gözlem yapma ihtirasımızı gizlememize kanaatimizce gerek yoktur.
Çok açıktır ki buradaki anahtar kavram gerçektir. Gerçek nedir ki, bilim
insanları onun peşinde bu kadar koşmaktadır. Bu konuyla ilgili en taze meyveleri
kanaatimizce Searle’de8 bulmak mümkündür.
Anlamayı, dış dünyaya ilişkin bir gerçekliğin zihnimizdeki tezahürü olarak
tanımladığımıza göre, gerçekliği de bizim onu tasavvur ve temsil edişlerimizden
bağımsız olarak varolan dış dünya olarak kabul edebiliriz. Anlama ile gerçeklik
arasındaki örtüşme, kesin ve doğru bilginin belirlenmesine kriter teşkil ettiğine göre;
bir bilginin doğru ve kesin olabilmesi için hem gerçek nesneye uygun düşmesi hem
de ona ilişkin onun ayırt edici bir niteliğini veya birtakım niteliklerini betimlemesi
gerekir. Bu da özne, nesne, olgu, olay v.s. bir şeyi düşünmek ve düşüncenin,
düşünülene uyması anlamına gelmektedir. Kısacası bu örtüşme, tutarlılık ve
uygunluk kavramlarıyla açıklanabilir: Tutarlılık, bir parçanın, parçası olduğu bütün
içindeki konumu ve bağlantılarının tam olarak fark edilmesini; uygunluk ise
gerçeğin ne olduğu ve ne tür nitelikler taşıdığının anlaşılıp, anlatılmasını
tanımlamaktadır.
Gerçekliğe ilişkin bu belirlemeler, gerçeğin kendisi ile temsiline atıf
yapmaktadır. Demek ki bizim temsil edişlerimizden bağımsız bir gerçeklik vardır.
Buna doğal gerçeklikler diyebiliriz. Bir de temsil edişlerimizle inşa ettiğimiz
gerçekliklere sahibiz. Bunlar da imgesel gerçekliklerdir. Bizim açımızdan belki de
biraz daha önem arz eden sosyal gerçeklikleri ise biz yaratır, inşa eder ve imgesel
gerçekliklerden farklı olarak onları paylaşırız. Sosyal gerçeklikler, uylaşımsal ve
uzlaşımsal olarak var edilmektedir.9 Simgesel olarak yaratılan bu gerçeklikler;
bizatihi bizi de, belirli birtakım kurallara tabi kılarak, onların gerçek bir gerçeklik
olduklarından bizim kuşku duymamıza izin vermezler. İmgesel gerçeklikler henüz
mutabakat sağlanmadığı için etkili değilmiş gibi görünmekle birlikte, uylaşım ve
uzlaşımlarla simgesel gerçeklikler haline gelmektedirler. Demek ki, matematik,
geometri, mantık gibi bazı disiplinler için de söz konusu olmakla birlikte, sosyal
gerçeklikler olarak bizi daha fazla nüfuzu altında bulunduran simgesel gerçeklikler,
gerçekliğini kabullendiğimiz ve hatta kuşku duymadığımız gerçekliklerdir. Onlara
biz ne kadar gerçek demişsek o kadar gerçektirler. Gelenek, görenek, örf, adet,
hukuk; evlilik, para, ticaret, miras, mülkiyet; yargı, yürütme, siyasi parti, dernek,
parlamento, bakanlık, genel müdürlük, atom enerjisi kurumu gibi sosyal hayatta
gerçekliğinden kuşku duymadığımız pek çok kurum, olay ve olgu, bizim iletişimsel
bir materyal aracılığı inşa ettiğimiz simgesel gerçekliklerdir. Sosyal kurumlar ve
diğer oluşumlar, dile muhtaç olduğu ve zorunlu olarak kurucu - düzenleyici
8
9
John R. Searle, “Toplumsal Gerçekliğin İnşası”, Çeviri: M. Macit-F. Özpilavcı, Litera Yayıncılık,
İstanbul, 2005. “Söz Edimleri”, Çeviri: R. L. Ayseven, Ayraç yayınları, Ankara, 2005. “Zihin, Dil ve
Toplum”, Çeviri: A. Tural, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006. “ Bilinç ve Toplum”, Çeviri: M. MacitF. Özpilavcı, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2005.
John L. Austin, “Söylemek ve Yapmak”, Çeviren: R. L. Aysever, Metis yayınları, İstanbul, 2009
kurallara ihtiyaç duyduğu için, daha sonra bunlar, gene birer iletişim materyali
olarak kural haline getirilmektedir. Kural olarak dayatılarak ya herkesin bu kural
üzerinde uylaşması istenmekte ya da kimi zaman müzakerelerle kural üzerinde
herkesin uzlaşması beklenmektedir. Paylaşılmaları düzeyinde de, simgesel
düzeneklerle, her biri simgesel birer gerçekliğe dönüştürülmektedirler.
Simgesel gerçekliklerin en önemli bölümünü teşkil eden sosyal gerçekliklerin
var olabilmeleri için (a)işleve, (b)niyete, (c)faydaya, (d)ideolojik hedefe (e)rasyonel
tercihe ve (f)etik tasarrufa tekabül etmeleri gerekir. Bu gerçeklikler (a)artistik,
(b)estetik, (c)edebi, (d)cazibe, (e)pratikleştirme, (f)eğitim gibi amaçlara ulaşmak,
(g)afet, tehdit ve tehlikeleri bertaraf etmek gibi kaygıları gidermek için imgesel
olarak imal ve simgesel olarak inşa edilmektedirler.
Sosyal gerçeklikler, bizim ona yüklemediğimiz kimi işlevler, misyonlar da
yüklenmiş olabilir. Örneğin para, herhangi bir kağıt parçasıdır. Karşılıklı anlaşıyoruz
ve biz ona bir değer yüklüyoruz. Ürettiklerimizi, eserlerimizi değiş dokuş ederken
ve tedavüle sürerken bize faydalı olsun istiyoruz. Ama bir süre sonra öyle işlevler
yüklenmiş oluyor ki (söz gelimi egemenlik ve boyunduruk ilişkilerindeki tayin edici
rolü, cinayetlere varacak kadar kişilere hırs telkin etmesi v.s.); onun, nev-i şahsına
münhasır hale gelen bu işlevlerini denetim altına almamız bile mümkün olmuyor.
Pek çok sosyal kurum ve örgütlenmelerde bunu görmek mümkündür.
Kısacası, bilim insanlarının bilim yapma işini ifa ederken onlara konu teşkil
edecek gerçeklikleri üç kategoride toplamak mümkündür. Bu kategoriler (1)
imgesel, (2)simgesel ve (3)doğal gerçekliklerdir. İmgesel gerçekliklere ilişkin bilim
yapma işini inspection, exploration ve critic ile sınırlandırabiliriz. Ancak simgesel
ve doğal gerçekliklere ilişkin bilim yapmak için, discover ve revelation
kavramlarıyla tanımlanacak bir iş daha gerçekleştirmek gerekmektedir. Özellikle
doğal gerçekliklerle, daha sonra disfonksiyonel hale gelmiş simgesel gerçeklikleri
revelation ile aşikar kılabiliriz.
Bilim Yapma İşi Olarak Discover ve Revelation
Simgesel ve doğal gerçekliklere ilişkin bilim yapma işi için, inspection,
exploration ve critic kavramlarının yanı sıra discover ve revelation’a da gerek
olduğunu belirtmiştik. Discover yeni bir kavram değil. Revelation, yeni değilse bile
alışılmadık bir kavram. Revelation’ı bu metin bağlamında şimdilik ‘ifşa’ terimi ile
karşılayacağız.
İfşa; örtüyü kaldırıverme, zihnin aniden aydınlanması, bir şeyi ayan beyan
kılma, aşikar hale getirme, gün yüzüne çıkarma gibi sözcük anlamlarının yanı sıra;
araştırmacının araştırma yapma niyetini, daha doğrusu zihnini belirli bir sorunsalın
meşgul etmesini de anlatmaktadır. Gerçekten de bazı cisimlerin su yüzeyinde nasıl
olup da kalabildiği sorunu ile zihni meşgul olmayan bilim erbabının, banyo suyunun
üzerinde tasın kalmasını “buldum, buldum” çığlıklarıyla tarif etmesini
anlayamazdık. Pek çok insanın kafasına elma düşmesine rağmen, bunun çekim
kanuna delalet teşkil ettiğini tek bir tanesinin anlaması mümkün olmazdı. Bilim her
şeyden önce sorunsal ile yapılmaktadır. Bununla birlikte ifşanın bu bağlamdaki
anlamı, araştırmacının sorunsal ile zihnini meşgul etmesini anlatmaktan ibaret bir
anlamla yüklü değildir. Belki de ondan daha fazla, araştırma konusunun kendisini
araştırmacıya teşhir etmesini anlatmaktadır. Yani insanlar suyun kaldırma kuvvetini
bulmak amacıyla banyo yapmazlar. İnanılması güç bir tesadüf (pirelerin dama
tahtalarındaki ilk zıpladıkları karelere hep birlikte tekrar konmuş olma ihtimalini
hatırlayalım) sayesinde elma, belirli bir sorunsalı takıntı haline getirmiş bir kafaya
düşüyor. Yani teşhirin zuhur etmesi sonucunda ifşa gerçekleşmiş olmaktadır.
Tutarlı ve inandırıcı görünmeyen bu iddiayı zihinlerde bir filmle
canlandıracağım ve ayrıca, yurtdışındaki bir araştırmam esnasında bizzat yaşadığım
bir başka örnekle de bunu somutlamaya çalışacağım.
İçgüdü filmini hatırlarsınız: Bir zoolog orangutan ailesi üzerinde gözlemlerde
bulunmaya çalışıyor ama bir türlü onların aile yaşamının şifrelerini çözemiyor. Bir
süre sonra onlarla birlikte yaşamaya başlıyor. Ama hayvanlar onu arasına
almıyorlar. Bebeklerine el bile sürdürtmüyorlar. Belirli bir zaman geçtikten sonra
onun bebeklere dokunmasına izin verilerek ve vücutlarındaki parazitleri ayıklama
lütfu ona bahşedilerek, zoolog, orangutan ailesinin bir üyesi kabul ediliyor, o kadar
ki onları korumak için zoolog cinayeti bile göze alıyor. Mahkumiyeti boyunca ona
bir psikolog yardımcı olmaya çalışıyor ama zoolog, psikolog ile uzun süre
konuşmuyor. Psikolog, kendi kızı olduğu halde orangutan ailesinin bir üyesi
olmasını ve onun bu kadar kendini kapatmasını anlayamadığı gibi, zoolog da,
psikoloğun kendisini patolojik bir vaka olarak görmesini anlayamıyor. Film gayri
ihtiyari olarak, zoolog mu bir bilim adamı, psikolog mu sorusu etrafında gelişiyor?
Kazakistan’ın, Çimkent eyaletine bağlı Türkistan kentinde, bir araştırma
vesilesiyle bulunduğum birkaç aylık süre içinde, hiyerarşik olarak toplumsal
ilişkilere hakim olan “cüz” meselesini anlamaya çalışmıştım. Bölge 250 yıllık bir
süre boyunca Hokand ve Buhara hanlıkları, Çarlık Rusyası ile Sovyetler gibi pek
çok siyasal gücün hakimiyeti altında bulunmuştu. Ancak yerli tarihçilerin bazı haklı
tespitleri bile “cüz” meselesine tatmin edici bir açıklama getiremiyordu. Nihayet,
birkaç öğrencimle birlikte, babadan - dededen “aksakal” adı ile maruf bir aile
büyüğünün evine misafir olduk. Kazak öğrencilerim, ne olursa ve ne şekilde olursa
olsun ikram edilen bir şeyi geri çevirmemem konusunda beni uyarmışlardı. Sofrada
aksakal diye tanıtılan yaşlı adam, eliyle avuçladığı pilavın bir kısmını kendi ağzına
koyduktan sonra kalan kısmını bana uzattı. Yaşlı olduğu için ağzı ve burnundaki
sıvıları pek de kontrol edemiyordu. Parmaklarının üzeri de soğuk ve sıcaktan
çatlamıştı ve eller çok sık yıkanmadığı için çatlakların içi siyah lekelerle dolmuştu.
Ben onun bana uzattığı bu parmakların arasındaki pilavı ağzıma aldım. Yemekten
sonra yaşlı adam, ailesi tarafından bizzat yaşanmış, pek çoğu oldukça mahrem olan
hikayesini anlattı ve neredeyse toplumsal bir tabaka (ama kesinlikle toplumsal
tabaka olmayan) haline getirilmiş “cüz” meselesini, farkında olmadan önemli ölçüde
aydınlattı. Öğrencilerim, güven sınavına tabi tutulduğumu, şayet kirli parmaklar
arasındaki lokmayı yemeseydim, yaşlı adamın benimle asla konuşmayacağını
söylediler.
Gene aynı yörede, Türkiye’den ve diğer Türk dünyasından gelen
öğrencilerle, Kazak öğrencilerin zaman zaman belirli evlerde, topluca bir araya
geldiklerini öğrendim. Öğrencilerim, birkaçına benim de katılabileceğimi söylediler.
Bu toplantılarda, yirmiyi aşkın öğrenci, evin teras gibi düşünülmüş açık alanında
oturuyorlar, geç saatlere kadar sohbet edip eğlendikten sonra, (kimi zaman kız erkek
karışık) hepsi birden bir odaya yan yana uzanıp uyuyorlardı. Yan odada da ev sahibi
ailenin diğer üyeleri kalıyordu. İlk bakışta, yatak kıyafetleri ile, genç kızlarla genç
erkeklerin hep birlikte, adeta kucak kucağa uyumaları, kaygı verici bir rahatsızlığa
yol açıyordu. Oysa bu algı çok yanlıştı. Birbirlerinin en nahoş hallerine tanıklık
ettikleri için, bu toplantılara defalarca katılanlar bir süre sonra birbirlerini kardeş
gibi görmeye başlıyorlardı. Çünkü birbirlerinin en doğal ve en mahrem hallerine
tanık oluyorlardı. Herhangi bir tehdit altında olmamalarına rağmen, duygusal
ilişkilerinde çok titiz davranıyorlardı. Bu toplantıların en önemli sosyal işlevi,
kentleşmenin yol açtığı rekabet, kıskançlık, ihtiras ve bencillik gibi olumsuz kimi
duyguları bastıracak güçte, müthiş bir grup bağlılığı ve dayanışma, birbirine sahip
ve arka çıkma duygusunu, genç kuşaklara telkin etmesiydi. Bir süre sonra
birbirlerini yakın akraba gibi görmeye başlıyorlar, aynı ailenin, sülalenin üyesiymiş
gibi bir mensubiyet bilinci ediniyorlardı.
Kendini teşhir ederek, olgunun araştırmacıya kendini ifşa etmesine daha pek
çok örnek vermek mümkündür. Aslında bu örnekler yeni bir bilim yapma işini de
anlatmıyor. Katılmalı yöntem olarak bilinen sosyolojik çalışmalar neredeyse yüz
yıldır gerçekleştiriliyor. Ancak buradaki vurgu, bunun iletişimsel bir etkinlik ve
süreç olduğu, iletişimin bilgi alma, işleme ve verme tarzı olarak kendini gösterdiği
iddiasıdır. Kendisi de bizatihi araştırma konusu olan iletişim olgusunun, burada,
aynı zamanda bir araştırma tarzı olarak kendini var ettiğine dikkat çekilmeye
çalışılmaktadır. Araştırmacı ile araştırma konusu, iletişim etkinliği ile, karşılıklı
olarak niyetlerini açığa vurdukları için, ifşa adını verdiğimiz, kendini açığa vurma
şeklinde gerçekleşmiş, bilimsel bir çalışma ortaya konulmuş olmaktadır. Daha açık
bir ifade ile burada gayri ihtiyari bir biçimde iletişim, işlemci olarak devreye
girmektedir.
Gerçek’in ya zihnimizde oluşan zihinsel bir durum ya da toplumsal olarak
inşa edilen bir yaratı olduğunu biliyoruz. Zihnimizde var olan imgesel ve bizzat inşa
ettiğimiz simgesel gerçeklikler, iletişimsel eylemlerimizle bilgi elde ettiğimiz,
edebileceğimiz; akledildikleri ve düzenlendikleri için akledebileceğimiz ve
düzenliliklerine vakıf olabileceğimiz; kendilerine bilgi hamledildiği için onlara
ilişkin bilgi edinebileceğimiz ve onlara yeni bilgiler hemledebileceğimiz
gerçekliklerdir. Bunlara epistemolojik gerçeklikler diyebiliriz.
Öte yandan, sahip olduğumuz bilgi ve vukufiyetlerimizin dışında, biz onu
bilmiyor olsak, ona vakıf olmasak da, tasavvur ve temsillerimizin dışında bir
gerçeklik vardır. Bu gerçekliğin doğasına, düzenliliğine ve sırrına vakıf
olamadığımız için bize kaotik gelmektedir. Sırrına vakıf olamadığımız doğal
gerçeklik adını verdiğimiz kaotik durumlara da ontolojik gerçeklikler adını
verebiliriz.
Bu sınıflandırmanın yukarıdaki üç kategori halinde ayırdığımız
gerçekliklerden farkı şudur: Para örneğinde olduğu gibi, bazı durumlarda, bizzat
bizim imal ve inşa; zaman içinde ihya ve ıslah ettiğimiz gerçekliklerimiz bile kaotik
durumlar, biçimler, içerikler kazanabilirler. Bu yüzden onları da kimi durumlarda
ontolojik gerçeklik olarak görmemiz gerekecektir. Bu sınıflandırma ve vurgu
önemlidir. Zira ontolojik gerçekliklerin sırrını sadece ifşa (revelation) yolu ile aşikar
kılabiliriz. İnspection, exploration, critic ve discover usülleri kullanılarak da
epistemolojik gerçekliklerin kendilerini teşhir etmesini sağlayabiliriz.
Bu bağlamda Heidegger’in logos, fenomen ve techne (teknolojinin kökeni)
kavramlarını nasıl anlamlandırdığına geri dönmemiz gerekmektedir. Zira bu
kavramlar; araştırma işi, araştırılan ve ürün konularında bize ışık tutmaktadır.
Bilimler, yaşam dünyaları üzerinden kurulmaktadır. Zira yaşam dünyaları
bilimden önce vardır. Bilim, kendisinden önce zaten var olan bir yaşam dünyasını
yeniden kurmaktadır. Çerçevelemek demek olan bu kurgu, kendini ifşa etmek için
bekleyen yaşam dünyalarının önünü kapatmaktadır. Logos, fenomen ve techne bu
kapatılmayı ortadan kaldırmak için var olmalıdır. Bahisle, bahsi geçenin aşikar
kılınmasını temin edecek bir akıl kullanılarak, onların bir araya getirilmesi işlemini
anlatan logos, esasen, bahsi geçenin gün yüzüne çıkartılmasına vesile olmaktadır.
Nitekim fenomen kavramının ışık-parlaklık, kendini açık-görünür kılma köklerinden
türetilmiş olması bundandır. Dolayısıyla bilim, gizlemek için değil, açığa çıkarmak
için yapılmaktadır. Demek ki, bilgi yapılarıyla kurulan çerçevelerin gizleme işlevini
denetim altına alabilmek için, fenomenin kendini açığa vurmasına ve teşhir etmesine
imkan tanımak gerekmektedir.
Bilimin çalışma konularından olan imgesel ve simgesel gerçeklikler
incelemeye, teste, teftişe ve keşfe tabi tutularak onların kendilerini ayan beyan
kılmalarına aracılık etmek mümkündür. Zira bunların nasıl kuruldukları bilindiği,
içerdikleri kurallarla ilgili malumattar olunduğu için, zikredilen yollardan biri veya
birkaçı kullanılarak, onlara işlenmiş giz örtüsü veya zaman içinde kaplandıkları
peçelerden onları bu yolla kurtararak, onların aşikar kılınmaları mümkündür. Ancak
doğası gereği kaotik ya da zaman içinde kaotik hale gelmiş bir fenomenin sırrına
vakıf olmak için, onun ışık sızdırmasına vesile olmak gerekmektedir. Esasen bu,
şimşek çakması gibi zihne aniden geliveren bir ışık yansımasını andırmaktadır.
Yıldız kayması gibi, fenomenden sızıp kayboluveren ışığı zihnin fark edip
yansıtmasını (reflection) ifşa terimi anlatmaktadır.
Bizim kanaatimize göre bu refleksiyonda mistik ya da metafizik bir yan
aranmamalıdır. Bu sadece, belirli bir etkileşimin, iletişim olarak tezahür etmesi
sürecinden ibarettir. Fenomenin kendini açığa vurma, ifşa niyeti vardır. Logos
fenomeni açığa vurmak, ifşa etmek için çabalamaktadır. Bu karşılıklı niyet, iletişimi
doğurmakta ve bilimsel bir ürün bu yolla zuhur etmektedir.
Bu ürünlerin bir bölümünü teşkil eden techne’ye gelince.
Techne, zenaatkarların hünerlerinin yanı sıra edebi ve artistik eserleri de
anlatmaktadır. Yani bu kavram bir yanıyla epistemi diğer yanıyla çiceklerin aniden
patlayıp kendini gün yüzüne çıkarması gibi zuhur etmeyi (physis) kapsamaktadır.
Zuhur etme, en yüksek derecede açığı çıkma (poiesis) demektir. Demek ki techne
tıpkı ‘discover’de olduğu gibi, üzerindeki örtüden sıyrılıp kurtulma, kendini aşıkar
hale getirme anlamına gelmektedir. Nitekim Grekler de bu anlamda kullanmışlardır.
Ancak zaman içinde techne, varolanı belirleyen, değiştiren, denetleyen; varolanın
üstünü örten haline getirilmiştir. Kuramsal çerçevesine uygun pratikler olarak
teknolojiler; bir meydan okuma, hakimiyet kurma; el altındaki varlıkları amaçlara
uygun olarak tanzim etme, onları sistematize ve kategorize etme ülkülerine aracılık
eden aygıtlar haline getirilmiştir. Enstrümental aygıtlar olarak kabul edilen
teknolojiler, bu kavramın düzene sokma, tertip etme, bir araya getirme anlamından
ibaret bir işlevle çerçevelenmişlerdir. Belirli birtakım parçaların (alet, edavat, araç,
gereç v.s.) derlenip toparlanıp, tertip ve düzene sokulup, sistematik bir mekanizma
kurulması, ona ilişkin bir çerçeveye ihtiyaç doğurmuştur. Bu da, tahkim edilmiş bir
çerçeve içine hapsedilerek, tekil yetenek ve yaratılar demek olan techne’nin, aşikar
kılma anlamının ortadan kaldırılmasına yol açmıştır.
İletişimin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyduğu aracı mekanizma olan medya,
teknolojik aygıtlar halinde üretilirken, sözü edilen bu eksen kaymasına maruz
bırakılmıştır. Medya teknolojileri bu nedenle, iletişim ile birlikte ayrılmaz bir
mütemmim cüz olarak düşünüldükleri takdirde, iletişimin burada dile getirilmeye
çalışılan işlemsel işlevini ifa etmesine imkan verilmeyecektir. Dolayısıyla akademik
bir disiplin olarak ele alındığında iletişim ile medyayı, başka bazı nedenlerin yanı
sıra bu nedenden dolayı da ayrı birer akademik çalışma alanı olarak yapılandırmak
gerekmektedir.
Medyatik bir mekanizma olmaksızın etkileşim ile iletişim süreçlerinin
işlemesi mümkün değildir. Etkileşim sürecinde medyatik mekanizma örtme,
gizleme, perdeleme, maskeleme işlevine de aracılık edebilmektedir. Ancak iletişim
sürecinde medyatik mekanizma ifşa etme, aşikar kılma, açığa çıkarma işlevlerine
aracılık etmek durumundadır. Zira iletişimin olabilmesi ya da sürece iletişim adının
verilebilmesi için karşılıklı niyetin varolması gerekmektedir.
Niyet kavramı bu bağlamda amaç, hedef, vuslat gibi anlamlara gelmemekte,
temayülü anlatmaktadır. Kuşkusuz ki temayül, özne rolünü, hatta öznenin inisiyatif
ve tasarruflarını gündeme getirmektedir. Bu noktada şimdi, daha da tehlikeli bir
dönemeç ortaya çıktı. Yani genelde bilim, özelde iletişim bilimi yapma işine
değinmeye çalışırken, daha zorlu bir girdabın ürkütücü burgularına saplanıyoruz.
Öznenin yaptıkları eninde sonunda belirli bir takım tercihlerden ibaret olduğuna
göre, nasıl bir mazeret beyan edilerek, bu işe meşruiyet tesis edilecektir?
Cengiz ANIK
GAZETELERDE ÖTEKİLEŞTİRME PRATİKLERİ:
Türk Basını Üzerine Bir İnceleme
Yurdagül BEZİRGAN ARAR
Nuri BİLGİN
ÖZET
Birey ve grupların ‘farklılık’ karşısındaki tepkileri, rekabet, işbirliği, tolerans, birlikte
yaşama yönünde olabileceği gibi, düşmanlık, dışlama şeklinde de olabilir. Bu ikinci tepkiler,
çoğu kez gruplar arası ilişkilerde ötekileştirme eğiliminin bir göstergesi olarak gözlenir.
Çatışma içinde bulunan gruplar, kendi grup kimliklerini (iç grup) olumlu imajlarla temsil


Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü, Dr.
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Prof. Dr.
ederken; diğer grubu (dış grup) olumsuz imajlarla temsil eder. Günlük konuşmalar yanında
medya metinlerinde de gözlenen ötekileştirme, böylece kimlik inşa etme sürecinin önemli bir
parçası haline gelir.
Bu çalışmada, ötekileştirme eğilimi gruplar arası ilişkiler bağlamında, Türk basınından 4
ulusal gazetenin 1979-2005 yılları arasındaki nüshaları üzerinde yapılmış bir araştırmanın
(Bezirgan Arar, 2009) sonuçlarına dayanarak ortaya konulmaktadır. Türk basınının dönem
boyunca ötekileştirme eğiliminin seyri ve bu eğilimin dayandığı akıl yürütme tarzları, haber
metinleri üzerine odaklanarak örneklendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ötekileştirme, Ötekileştirme Stilleri, Dışlama, Kategorizasyon, Türk
Basını.
OTHERING PRACTICES IN NEWSPAPERS:
An Analysis on Turkish Press
ABSTRACT
Individuals and groups react to ‘difference’ with competition, agreement, tolerance, inclusion
or exclusion. Some of these reactions indicate the othering tendency more. Groups who are in
conflict with each other, represent their own group identities (in group) with positive images,
but on the contrary, represent the other group identities (out group) with negative images.
Thus the othering which is observed both in daily conversations and media texts, becomes an
important part of idendity construction process.
In this study, othering tendency is displayed in the context of intergroup relations and
examined by the findings of a research (Bezirgan Arar, 2009) which covers 4 newspapers
from Turkish Press including 1979-2005 period. Othering tendency of Turkish Press and its
implication forms are probed by focusing on news texts.
Keywords: Othering, Othering Styles, Categorization, Exclusion, Turkish Pres.
Giriş
İnsanın içinde bulunduğu kültürel dünyayı oluşturan kişiler, nesneler, olaylar
ve durumlar, bir takım sosyal anlamlarla yüklüdür ve bu anlamda sosyal birer
gerçeklik olarak inşa edilmişlerdir. Sosyal dünyamızın dokusunu oluşturan tüm bu
şeyler, ne saydamdır, ne de çıplak brüt verilerdir; anlaşılmak için belirli algı ve
yorum ızgaralarından geçirilerek anlamlandırılmaları gerekir.
İnsanın dünyayı anlamlandırma konusunda en önemli etkinliği
kategorizasyondur. Kategorizasyon, insanın fiziksel ve sosyal çevresini kategoriler
halinde bölümlemesi ve çevredeki çeşitli öğeleri bu kategorilere yerleştirme etkinliği
ve sürecidir. Bu süreçte çok çeşitli insan, eşya ve olay kategorileri kullanılabilir;
örneğin insanlar, meslek, yaş, cinsiyet, gelir düzeyi, yerleşim yeri gibi çeşitli
kriterlere göre gruplandırılabildiği gibi aidiyet kriterine göre, ‘biz’ ve ‘onlar’ veya iç
grup (in-group) ve dış grup (out-group) şeklinde de kategorilendirilebilir.
Sosyal psikologlar (Bruner, Goodnow ve Austin, 1956)1 bu konudaki ilk
çalışmalardan itibaren kategorilendirmenin çeşitli işlevleri olduğunu vurgulamıştır:
Çevrenin karmaşıklığını azaltmak: (her bir öğeyi tek tek ve tekil özelliklerinde
kavramak yerine kategoriler halinde algılamak); yeni şeyleri mevcut
kategorilerimizden hareketle tanımak; davranış ve eylemlerimizi yönlendirmek;
kategorilerimizi pekiştirmek; olay, kişi veya nesne sınıflarını düzenlemek ve
birbiriyle ilişkilendirmek gibi.
1
Leyens, J P (1983), Sommes-nous tous des psychologues?, Bruxelles: Pierre Mardaga, s. 11-13’den
alıntı.
Kategorizasyon öncelikle bilişsel temelli bir insan etkinliğidir; pratikte son
derece hayati bir rol oynar; çevremizdeki şeylerden, belirli bir açıdan benzer ve
farklı olanları toplamayı sağlar; bu sayede anlamlı, açıklanabilir ve öngörülebilir bir
dünya temsili oluşturulur. Bunu yaparken çevreden gelen enformasyonları ayıklar,
süzgeçten geçirir, uyaranlar arasındaki bazı benzerlikleri abartıp bazı farklılıkları da
görmezden gelerek gerçekliği basitleştiririz (Fiske ve Taylor, 1991). Dil
pratiklerimiz de kategorilendirici bir özelliktedir. Karşılaştığımız uyaranları “bu
nedir/kimdir?” sorularıyla karşılar ve kategorileri belirten sözcükler sayesinde tasnif
ederiz, yani bir kategoriye sokarız. Sapir-Whorf Hipotezi’yle vurgulandığı gibi
(Jandt, 1998: 129), dilin kategorileri, algı ve düşüncelerimizi de etkiler.
İki kategori arasındaki kontrast belirgin olduğu ölçüde, kategorilendirme de
etkili olur; bu nedenle çoğu kez, kategoriler arası fark abartılarak kontrast da artırılır
(Doise, 2003: 254). Bu Tajfel’in ilk çalışmalarının da bir örneğidir; çeşitli nesneler,
farklı kategoriler halinde gruplandırıldığında, yukarıdaki örneğe benzer bir şekilde,
aynı kategorideki nesneler, birbirinden fiziksel olarak farklı da olsalar, benzer olarak
algılanırlar.
Gruplar Arası İlişkilerde Kategorizasyon ve Ötekileştirme
Sosyal gruplara ilişkin kategoriler söz konusu olduğunda, aidiyet grubu ile
dış grupların kontrast haline sokulması, gruplar arası farklılığın büyütülmesi ve iç ve
dış grupların üyelerinin ortak bir paydada (insanlık) birleşememesi sonucunu
doğurmaktadır. Üstelik grup aidiyeti salt kognitif bir ayırmaya tekabül etmemekte;
aidiyet vasıtasıyla öz-saygıyı yükseltme ihtiyacı nedeniyle, duygusal bir renge
boyanmaktadır. Bu ihtiyaç, ait olunan grubun, olumlu özelliklerle yüklenmesine; dış
grubunsa olumsuz olarak nitelenmesine yol açmaktadır.
Belirli bir grubun üyelerinin, salt bu gruba aidiyetleri dolayısıyla bir başka grup
tarafından farklı bir gözle görülmesi ve dolayısıyla olumsuzlanması, ötekileştirme
olgusunun temelidir. Kuşkusuz, farklı olanlarla ilişkilerimiz geniş bir yelpaze
oluşturur. Bu ilişkiler işbirliği ve birlikte yaşama yönünde gelişebildiği gibi,
yabancılık, rekabet, dışlama, düşmanlık gibi biçimler de alabilir. Bu ilişki çeşitliliği
dikkate alınarak denilebilir ki her ötekileştirmenin temelinde bir kategorilendirme
vardır, ama her kategorilendirmenin sonucu ötekileştirme değildir.
Gerçekte, insanları içine yerleştirdiğimiz kategorilerin çeşitliliği ve çokluğu
dikkate alınırsa, farklı olanlarla ilişki, sosyal yaşamın en belirgin çizgilerindendir.
Bu farklılık, bir takım boyutlarda saptanan eşitsizlik durumundan ayırt edilerek ve
daha derinleştirilerek ‘başkalık’ (alterite) anlamında alındığında, bir tür karşıtlık
ilişkisini çağrıştırır. Ancak her tür karşıtlık, ötekileştirmeye yol açmadığı gibi, karşıt
olanların birbirini tamamlaması ve bir arada bulunması da mümkündür. Bu nedenle
ötekileştirmeyi, esas olarak sosyal dışlamayla karakterize etmek daha doğru
görünmektedir.
Anlam ölçümüyle ilgilenen sosyal psikologların vurguladığı üzere, insan
zihninin çeşitli kişi, şey veya durumları iki uçlu sıfatlara göre, yani iki karşıt kutup
arasına yerleştirerek kavrama eğiliminde olduğu dikkate alınırsa, başkalık, aynılığın
öteki yüzüdür. Kişi veya grupların kendilerini tanımlama tarzı, “negatif tanımlama”
yolundan, ne ya da kim olmadıklarını belirtmekten geçmektedir. Buna göre, insan
zihninde biz, ‘onlar’a; burası ‘başka yer’e, beriki ‘öteki’ne göre kurgulanmaktadır.
Bu açıdan baktığımızda, bir grubun ötekileştirilmesi, bir kimlik tanımına hizmet
etmesi ve bu anlamda da meşrulaştırılmış bir dışlama durumunda netlik
kazanmaktadır.
Öte yandan günümüzde, küreselleşmenin baskısı, modernleşmedeki
aşırılıklar veya başarısızlıklar, büyük ideolojilerin yıkılması gibi çeşitli nedenlerle
kolektif kimlik arayışlarının artışı, etnik ve dinsel nitelikli kökensel toplulukları ve
cemaat tipi örgütlenmeleri ön plana çıkarmaktadır. Bu sürecin uzantısında, gruplar
arası ilişkiler çok daha çatışmalı bir hale gelmektedir. Zira ‘özsel’ iddiaları
nedeniyle birbirine göre antagonist konumlarda bulunan ve kaynakları yetersiz
toplumlarda çıkarları çelişen bu tür topluluk veya örgütlerin birbiriyle uzlaşması son
derece problematiktir. Gerçek çatışmalar teorisinin öngördüğü üzere, ortak bir proje
yokluğunda bu tür gruplar, birbirini ötekileştirmeye eğilimli olacaktır. Bu eğilimi
telafi edecek ve bir bakıma insan ilişkilerinde entropiyi dengeleyecek psiko-sosyal
mekanizmalar, normatif ve hukuksal çerçeveler bulunmadığında, söz konusu eğilim,
sadece bir yatkınlık olmaktan çıkarak eyleme dönüşecektir.
Nitekim çıkar çatışması içinde bulunan gruplar, çoğu kez kendilerine ve
diğerine karşı farklı bir tutum izleme; kendine hoşgörülü, diğerine karşı anlayışsız
davranma; ilişkilerinde birbirinin imajını bozma, kişi veya grubun tekil özelliklerini
silme, değersizleştirme, ayrımcılık yapma eğilimindedir. Aidiyet grubu üyeleri özsel
olarak iyi, diğerleri ise özsel olarak kötü sayılır. Vinsonneau’ya göre (2002: 205) bu,
ontolojikleştirme yaklaşımıdır; iç grupta arzu edilmeyen, dış grupta ise arzu edilen
davranışlar tesadüfe bağlanır. “Eş zamanlı olarak grup üyelerinin aşırı yüceltilmesi
dış grubunkilerin ise yerilmesi, iyi ve kötünün, sosyal aktörlerin tözüne
yerleştirilmesi sağlanır”.
Farklıklara karşı olumsuz yaklaşımlar, tarih boyunca hemen her toplumda
görülmüştür. Bu genellik, ötekileştirmenin araçsal niteliğiyle ilgilidir. Çünkü
dışlama ve ayrımcılık tepkileri, bedava olgular olmayıp grupların çıkarına hizmet
etmektedir. İki grubun ilişkisinde iktidar veya güçlü konumda bulunan taraf,
dışladığı grubu kaynaklardan mahrum etme ve bunu meşrulaştırma imkânına
kavuşmaktadır. Üstelik her dışlama, grup içi sosyal bağı da pekiştirmektedir.
Dışlananlar, kötü, tehlikeli veya ‘riskli’ olduğuna göre, her dışlama aidiyet grubunun
arındığı hissine ve üyelerinin güvenlik duygusuna hizmet etmektedir. Nitekim
günümüzde de pek çok ülkede, özellikle seçimler arifesinde ortak düşmanlar
yaratarak, sosyal bağın tesisi yoluna gidilmekte; bir iç grup, yani ‘biz’ oluşturmak
için biz’in negatif garantisi gibi işlev görecek bir dış grup, yani ‘onlar’
kurgulanmaktadır; heterofobi beslenmektedir. Bu, muhayyel bir karşıt inşası, kısaca
ötekinin icadıdır.
Ötekileştirmenin Zihinsel Patikaları
Ötekileştirme, bir dış grup (out group) hakkında olumsuz bir sosyal temsil
geliştirmek; yani bu grubun aleyhinde, aidiyet grubumuzdan farklılaştırıcı bir takım
tutum, kanaat, inanç, imaj ve anlamlar, önyargı ve stereotipler oluşturmaktır. Bunlar,
günlük konuşmalar içerisinde ve kitle iletişim kanallarında şekillenirler. Dolayısıyla
çeşitli grupların ötekileştirilmesinde, medya önemli bir rol oynar. Bu bakımdan
medyada ötekileştirme pratiklerinin incelenmesi (Gitlin, 1980; Chomsky, 1993;
Brookes, 1995, Myers ve ark., 1996, vb.), iletişim sorunlarıyla ilgilenen
araştırmacılar kadar, kamusal yaşamın aktörleri için de büyük önem taşımaktadır.
Kişi ve grupların birbirine ilişkin algı ve beklentilerinin şekillenmesinde, kitle
iletişim araçlarından her birinin etkililiği ve payı, muhakkak ki birbirinden oldukça
farklıdır. Bu açıdan bakıldığında, radyo ve televizyona kıyasla, tarihsel olarak daha
eski olması ve alıcısının daha aktif bir katılımını gerektirmesi bakımından yazılı
basının, somut bir deyişle gazetelerin ağırlıklı bir rolü vardır. Gazeteler alıcıyı
ilgilendirme/çekme, yalın fikirler oluşturma, eyleme itme boyutlarında, diğer bazı
iletişim araçlarına göre güçlü bir konumda bulunmaktadır (Moles, 1974).
Yöntem
Bu teorik çerçevede düzenlenen araştırmamız, Bezirgan-Arar (2009)
tarafından Türk basınından bazı gazetelerin haber başlıklarındaki ötekileştirmeler
konusunda yapılan bir çalışmanın arşivinin, yani veri kütüğünün farklı bir açıdan
analizine dayanmaktadır. Bu veri kütüğü, Türk basınından seçilmiş farklı
yönelimlerden 4 ulusal gazetenin 1979 ile 2005 yılları arasındaki haber
başlıklarından oluşmaktadır. Analiz için oluşturulan örneklemde, yayın sürelerindeki
farklılıklar nedeniyle Cumhuriyet, Hürriyet, Tercüman ve Zaman’ın oluşturduğu bu
4 gazeteden, ilk ikisinin söz konusu dönemin tümü boyunca; Tercüman’ın 1991’e
kadar, Zaman’ın ise 1987’den itibaren yayınlanan sayıları dikkate alınmıştır.
Örneklem, her gazeteden haftada bir günün nüshası (Çarşamba) seçilerek tesadüfî
olarak oluşturulmuştur. Böylece Cumhuriyet gazetesinden 1.625, Hürriyet
gazetesinden 1.592, Tercüman gazetesinden 740 ve Zaman gazetesinden 1.292
nüsha örnekleme dahil edilmiştir. Bu sayılar, 4 gazete için toplam 4.368 haftaya
tekabül etmektedir.
Araştırmanın haber başlıklarına odaklanması, rastlantısal veya keyfi bir
tutumun ifadesi değildir. Gazetelerin etkisi, büyük oranda ilk sayfa haberlerinin ve
manşetlerinin etkisidir. Zira haber manşetleri, gazeteler için bir tür vitrin işlevi
gördüğü ölçüde, bir haberde en çok kafa yorulan ifadelerden oluşur. Gazeteler için
Goffman anlamında bir ‘cephe görüntüsü’ sunan manşetler, haberin çekiciliğinin
artırılması, okuyucuların dikkatinin odaklaştırılması, ‘öncelik etkisi’ (primacy effect)
yaratılması, hedeflere ilişkin izlenim oluşumu ve yönetimi (impression
management) bakımından büyük önem taşır ve özenle düzenlenir.
Gazetelerde haberlerin işlenmesi, haberlere konu olan kişi veya grupların,
olay veya durumların birebir yansıtılmasına indirgenemez. Gazeteci, bunların bir
kopyasını çıkarmak, yeniden üretmekten ziyade, belirli bir koda ve birtakım
tekniklere göre haber üretmektedir (Bilgin, 1978). Gazete haberlerinde anlatılanlar,
brüt ve yalın gerçeklik değil; inşa edilmiş bir gerçekliktir. Haberleştirme, bir inşa
etkinliğidir. Bu etkinlik, her şeyden önce anlatımda ve dilde kendini gösterir.
Araştırmamızda ilk olarak, De Vito’nun tipolojisine uygun olarak, gazetecilerin akıl
yürütme ve argümantasyon süreci üstünde durulmuş ve çeşitli muhakeme stilleri
örneklenmiştir.
Bulgular
Gazetelerde ilk sayfada yer alan ve manşetten verilen haberler, genelde
betimsel bir stilden ziyade değerlendirici (evaluatif) stilde verilir. Bu normatif stilde,
haber konusu kişi veya grubun, olay veya durumun çağın ve toplumun anlayışına
uygun kriterlere göre yargılanması söz konusudur. Her yargı bir argüman temelinde
oluşturulur. Argümanlar belirli bir düşünceye, olaya, sonuca veya gelişmeye inanma
sebeplerinden oluşur; bu sebeplerden hareketle bir sonuca varma süreci, akıl
yürütmedir. İletişim olgularında gözlenen akıl yürütme tipleri (De Vito, 1993: 330334), gazetecilerin pratiğine de uyarlanabilir ve bunları örneklerle şöyle sıralamak
mümkündür:
 Tümevarım yoluyla sonuç çıkarma: Bu akıl yürütme tarzında, mevcut
öğeleri veya seçenekleri gözden geçirmeden genel bir sonuca varmak söz
konusudur. Ancak pratikte 1-2 kenti görülen bir bölge veya ülke hakkında yargıya
varmak gibi, gazeteler de bazen bir iki örnekten hareketle iddialarda bulunmakta;
yeterli örnek olmadan, istisnalar dikkate alınmadan ve farklı olayları kapsayan bir
çeşitlilik sağlamadan dar bir yelpaze içinde sonuca varmaktadırlar. Örneğin;
- “Dinslaken’de 9 yaşındaki Türk çocuğunu kaçıran Almanlar, Kaya ailesine
telefon etti ‘Çocuğu öldürdük.’...”; “ Yabancı düşmanlığı vahşete dönüştü” (T, 14
Temmuz 1982).
- “Her 24 dakikada bir cinayet işleniyor, Amerikalı artık sokağa çıkamıyor,
kapısına kilit üstüne kilit vuruyor, tek başına gezmekten kaçınıyor”; “Amerikan
toplumu bunalım geçiriyor” (H, 1 Nisan 1981).
 Analoji yoluyla sonuca varma: Bu tip akıl yürütmede, benzerleri kıyasla
sonuç çıkarma söz konusudur ve bu mantıksal bir kanıt sağlamaktan ziyade, bir fikir
geliştirmeye yöneliktir. Bunun için ya aynı tür öğeler (gıdalar, arabalar, kişiler,
ülkeler) ya da farklı sınıftan öğeler karşılaştırılır. Örneğin;
- (PKK için) “Ermeni gibi vuruyorlar“ (Z, 27 Ekim 1993).
- “Miloseviç’ten Saddam taktiği...” (Z, 14 Ekim 1998).
- “Şaron’a Hitler benzetmesi...” (C, 3 Nisan 2002).
 Nedensel akıl yürütme: Burada bir nedenden hareketle sonuca varma
(bazen de tersi) söz konusudur. Pratikte gazeteler, çoğu kez, bir sonucu bir nedene
bağlarken, diğer nedenlerden ileri gelme ihtimalini dikkate almamakta veya
nedensel bir bağ yerine zamansal bir ardışıklık olma ihtimalini hesaplamamaktadır.
Örneğin;
- “Etme, Bulma dünyasıdır bu… Ermenilerle Fransa’nın başı dertte” (H, 18
Kasım 1981).
- “Fena azdılar… ‘Metris gafleti’ yıkıcı ve bölücü örgütlere cesaret verdi” (H,
30 Mart 1988).
 Bir takım işaret veya göstergelerden hareketle akıl yürütme: Burada
gazetecinin tıpkı hekimler gibi, bir duruma eşlik eden, onunla birlikte gözlenen
işaretlere bakarak sonuç çıkarması söz konusudur. Ancak pratikte çoğu kez,
incelenen durumun başka göstergelerinin bulunup bulunmadığı kontrol
edilmemekte, çelişkili işaretler olup olmadığına bakılmamaktadır. Örneğin;
- “Stohos Gazetesi’nin Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı bütçesiyle
hazırlayıp tüm birliklere ve dünya kamuoyuna dağıttığı Megali İdea haritasında
‘Milli uyanış hayal değil’ yazılı!... Yunan basını hezeyanlarını sürdürüyor” (Z, 2
Eylül 1992).
- “Dört kentte Türklere ait ev ve işyerleri yine kundaklandı... Naziler top
yekûn saldırıya geçti” (C, 9 Haziran 1993).
- “Pakistan, Afganistan, İran ve Suriye’deki uyuşturucu üretimi ve tüketimi
endişe verici boyutlara ulaştı... İslam ülkeleri uyuşturucu batağı” (C, 10 Ağustos
1994).
 Tümdengelim yoluyla sonuç çıkarma: Bu tip akıl yürütmede genel bir
kuraldan veya bir olgudan sonuç çıkarma söz konusudur ve bu, mantıksal bir akıl
yürütme tarzıdır. Örneğin;
- “Kiliseden sinsi tuzak.. İşte münafıkça taktikleri… İslâmi değerlere saygılı
görünerek Müslümanlara Hıristiyanlığı telkin edecekler” (Z, 9 Haziran 1993).
- “Avrupa’da hortlayan hastalık: Nazizm...” (C, 3 Mayıs 2000).
- “Global kapitalizm, ülkelerin kültürel değerlerine ve siyasetlerine de
saldırıyor...” (C, 9 Eylül 1998).
Tüm bu akıl yürütme tarzları, kurallarına dikkat edilmediği ve gerekleri
yerine getirilmediğinde hatalı sonuçlara götürür. Gazeteciler, zaman darlığı ve çaba
tasarrufuna giderek sıradan insanların günlük çıkarımlarında sıklıkla görülen
zihinsel kestirmelere başvurur. Böylece, çeşitli ikna biçimlerinde ortak olan ve
aşağıda sıralanan ‘hatalı argüman’ kullanımları görülür (Ruggiero, 1990):

Etiketleme: Gazetenin bir gruba veya ideolojiye pejoratif bir etiket
yapıştırmasını belirtir. Bununla alıcı kitle, argümanları incelemeden grubu mahkûm
etmeye sevk edilir. Örneğin;
- “Freudçuluk çağdışı” (Z, 1 Temmuz 1992).
- “Faşist terör tırmanıyor” (C, 6 Mayıs 1998).
- “Irkçı İngilizler, Alpay’ı astılar“ (H, 15 Ekim 2003).

Cazip genelleştirmeler: Okur kitlesinin önem verdiği şeylerle
(demokrasi, kuzey Amerikan yaşam tarzı, din kardeşliği gibi) çağrışıma sokulan bir
fikrin kabul ettirilmesi çabasıdır. Örneğin;
- “Batı Sevr’i hortlatıyor… Avrupa ‘Türkiye toprakları’ üzerinde
Ermenilerden sonra..” (T, 14 Eylül 1988).
- (Danimarka için)”...Dine hakaret özgürlük olamaz” (Z, 21 Aralık 2005).
- “Üniversitelerde MHP kadrolaşması...” (C, 12 Temmuz 2000).

Fikir transferi: Bir fikrin, kitlece onaylanan bir şeye veya
onaylanmayan bir şeye bağlanmasını ifade etmektedir. Örneğin;
- (Onaylanan fikir, demokrat
demokrasizede” (Z, 1 Temmuz 1992).
gelenek
çizgisinde)
“İmam-hatipliler
- (Onaylanmayan önerinin tehlikesine işaret etme) “İSKİ’nin sürgün kampı
‘Nazi kampı’na döndü” (C, 12 Şubat 1997).

Onaylatma: Gazetecinin, kendi görüşünü belirtirken bir uzmanın veya
kişinin otoritesine referansta bulunmasını ifade eder. Burada bir mercîye onaylatma,
alıcı kitlenin sevdiği birini referans gösterme söz konusudur. Örneğin;
- “Carter’ın danışmanı Dr. Paul Henze: Terörü Sovyetler Birliği destekliyor”
(T, 6 Ekim 1982).
- “Uluslararası Terörizm Sempozyumu’na katılan yerli ve yabancı ilim
adamları aynı noktada birleştiler: ‘Ermeni terörünü de Rusya destekliyor” (T, 18
Nisan 1984).
- “Batı’dan demokrasi dersi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, RP’nin
kapatılmasında Türkiye’yi haklı buldu” (C, 1 Ağustos 2001).

Sıradan insanlarla özdeşleşme: Gazetecinin alıcı kitlesiyle
özdeşleşmesini, gazeteci ve söyleminin, halkın içinden çıktığı duygusunun
yaratılmasını belirtir. Örneğin;
- (Ermeni terör örgütü ASALA’nın eyleminin ardından) “Gazap ve infial
doluyuz... Kanınız tarihe miras kalmayacak... Milletimizden kopartılan altı
evladımızı, toprağa verdik” (T, 11 Ağustos 1982).
- “Kahreden çaresizlik! Köylüler baskına gelen eşkıyaya karşı direnmek,
karşı koymak istiyorlardı ama…” (T, 8 Temmuz 1987).

Seçici argümantasyon: Gazetecinin olayları doğallığından çıkarması ve
hatta kanıtları tahrif pahasına da olsa kendi görüşünü destekleyen örnekleri, taraflı
kanıt ve argümanları seçmesini ifade eder. Örneğin;
- “(K. Çocukevi’nde üşüyen bir grup çocuk resmiyle birlikte) ‘Adil düzen’
çocukları üşütüyor” (C, 1 Aralık 1993).
- “NATO’da İslam korkusu… İspanyol parlamenter: Batı demokrasiyi değil,
İslam karşıtı baskıcı rejimleri destekliyor” (Z, 19 Mayıs 1993).

Sürükleme etkisine başvurma: Gazetecinin söyleminde, herkesin
böyle yaptığını, akıllı insanların böyle düşündüğünü ileri sürerek bir fikri kabul veya
ret ettirmeye uğraşmasıdır. Örneğin;
- “Terör ve şeriatın gölgeleyemediği törenlere tüm yurtta halk coşkuyla
katıldı... Cumhuriyet sevinci” (C, 30 Ekim 1996).
- “Dünya Papandreu ile alay ediyor… Yunanistan Başbakanı’nın ‘zırva’larına
cevap bile vermeyeceğiz" (H, 3 Mart 1982).
Ötekileştirmenin etkili yollarından birisi de metaforlar kullanmaktır. Bu
yaygın dil pratiğinde, daha önce farklı bir bağlamda kullanılmış bir terimi, bir başka
bağlamda kullanmak söz konusudur. Gittikçe ‘uslanan’ haşarı bir genç veya
bilgeleşen bir politikacı için ‘törpülenme’ deyiminin (aynı şekilde günlük yaşamda o
anda hatırlanamayan tırnak törpüsü yerine ‘eye’ denilmesi), ihaneti belirtmek için
‘hançer’ (Fransız meclisinin 1915 olaylarıyla ilgili kararının basının manşetlerinde
‘Fransız hançeri’ olarak ifade edilmesi), seçim zaferini ifade etmek için ‘süpürge’
(“sandıkta rakiplerini sildi süpürdü” gibi) sözcüğünün kullanımı gibi. Analojik
ikame yoluyla bir şeyden diğerine anlam transferi yapan metafor, bir başkası yerine
kullanılan bir sözcük veya soyut bir sözcük yerine kullanılan somut bir sözcüktür.
Günlük dilde metaforların sıklıkla kullanılması, onları ikna mesajlarının da önemli
bir öğesi haline getirmektedir. Örneğin;
- “PKK, posta trenine filmlerdeki Kızılderililer gibi saldırdı” (H, 4 Eylül
1991).
- “Osmanlı’yı içerden yıkmaya çalışan dış güçler, misyoner okullarını çok
iyi kullandılar. Misyoner okulları bağrımızdaki hançer ” (Z., 3 Ağustos 1994).
- “RP’nin kültür terörü” (C, 2 Kasım 1994).
- “ Kuzey Irak çıbanbaşı ” (Z, 3 Mayıs 1995).
- (Sırp katliamı hakkında) “Kan çiçekleri” (H, 30 Ağustos 1995).
Ötekileştirme Tarz ve Pratikleri
Zihinsel ve işlemsel yollarını gözden geçirdiğimiz ötekileştirme olgusu,
somut olarak gazetelerin pratiğinde çeşitli biçimlere bürünmektedir. Dış grup
üyelerini bir araya toplayarak kategorilendirmek, zorunlu olarak dile başvurmayı ve
etiketlemeyi içermektedir. Dış gruplar hakkında kullanılan etiketler, gruplar
arasındaki ilişkilere göre ‘basit adlandırma’ ile ‘düşmanlık derecesinde damgalama’
arasında farklı düzeylerde bulunmaktadır. Ayrımcılığa yol açacak ölçüde
etiketlendirme, bir tür damgalama şeklini alır. Moscovici’nin ifadesiyle (2002: 27),
“acı, azap ve aşağılanma üreten damgalama, kişinin insan olma niteliğini kısmen
veya tümden yadsır; çünkü damgalılar onları soyutlayan, diğerleriyle temaslarını
engelleyen, onları ayrı bir türe koyan farklı bir ontolojik düzleme sokulur”.
Literatürde araştırmacıların, inceledikleri metin ve alanlara göre farklı
ötekileştirme pratiklerine başvurdukları gözlenmektedir (Bar-Tal, 1989 ve 1990;
Oren ve Bar-Tal, 2005; Volpato ve Cantone, 2005). Yukarıda yöntem bölümünde
kapsamı ve özellikleri belirtilen 5.249 haberlik gazete örneklemi üzerinde daha önce
yapılan bir araştırmada (Bezirgan Arar ve Bilgin, 2009) 16 ötekileştirme tarzı
saptanmıştır. Söz konusu gazetelerin, uzun bir zaman diliminde ötekileştirme
eğilimlerine bakıldığında, Cumhuriyet’te 27 yıl için 842, Hürriyet’te yine 27 yıl için
826, Tercüman’da 12 yıl için 474 ve Zaman gazetesinde 18 yıl için 862 sayılarına
ulaşılmaktadır. Bir gazetenin ötekileştirme eğilimi yıldan yıla aynı şekilde
seyretmemekte; bazı yıllar güçlenirken bazı yıllar zayıflamaktadır. Öte yandan
gazetelerin farklı ötekileştirme tarzları kullandıkları gözlenmektedir. Nitekim
Bezirgan Arar ve Bilgin (2009), gazete haberlerinde 16 farklı ötekileştirme tarzı
saptamıştır.
- İnsanlık dışına atma/insanlıkta alçaltma
- Olumsuz özellikler atfetme
- Sosyal dışlama
- Siyasal etiketleme
- Gruplar arası kıyaslama
- Başat grubun temel özelliklerinin ve törelerinin yokluğu
- Dış grubun sayısal önemini abartma
- Grubu kendisinde mahkûm etme
- Dış grubu soyutlama, yalnız veya zayıf gösterme
- Etik dışı ve yasadışı davranışla suçlama
- Evrensel değerlerden yoksunluğu vurgulama
- Tehdit kaynağı olarak gösterme
- Bir olayın faili olarak suçlama
- Düşman görülen bir grupla ilişkilendirme
- Grubu kendi üyesine kötületme
- İç grubun mağduriyeti üzerinden ötekileştirme.
Gazetelerin ötekileştirme eğilimini yıllık ortalama değerler üzerinden ifade
ettiğimiz zaman, yıl başına (her hafta bir gazete nüshası hesabıyla 52 hafta başına)
Hürriyet’in 31; Cumhuriyet’in 31; Tercüman’ın 40; Zaman’ın ise yıllık ortalama 48
ötekileştirmede bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sayılar, yukarıda da belirtildiği gibi
incelenen dönem boyunca yıllara göre değişiklik göstermektedir. Zira, gazetelerin
ötekileştirme pratikleri, konjonktürdeki gelişmelerden etkilenmektedir. Bu durum,
yukarıda söz ettiğimiz gerçek çatışmalar teorisinin öngörülerine uygundur.
Gazeteler, hedef kişi veya gruplarla ilişkilerindeki değişmelere paralel olarak,
bunlara karşı tutum ve yaklaşımlarını değiştirmektedir. Aynı şekilde, gazetenin
iktidar organlarıyla ilişkileri de zamanla değişmekte ve bu değişikliğe göre,
işbirliğine girilen gruplar kadar, hedef alınan gruplar da farklılaşmaktadır.
Grafik-1, dört gazetenin ötekileştirme sayılarının incelenen dönemler
boyunca değişimini karşılaştırmalı olarak göstermektedir. Türkiye’nin 1979-2005
yılları arasındaki politik, kültürel, toplumsal iklimindeki değişimlerin bulduğu
yansımaya bağlı olarak gazetelerin ötekileştirme eğilimleri açısından hayli hareketli
bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Grafikteki eğriler yakından incelendiğinde;
Cumhuriyet gazetesinin ötekileştirme eğiliminin, 1979 ile 1992 arasında en
düşük düzeyde olduğu; ancak bu tarihten sonra Türkiye’de toplumsal ve siyasal
dokuda yaşanan dönüşümün etkisiyle ve bu bağlamda gazetenin çeşitli gruplara
ilişkin yaklaşımındaki sertleşmeye paralel olarak hızla artamaya başladığı
görülmektedir. Öyle ki 1990’ların başından itibaren, aidiyet bağı kurduğu gruplar ve
değerlere karşı tehdit olarak gördüğü gruplara üslubunu sertleştirmeye başladığı
açıkça fark edilen gazete, başlangıçta diğerlerine oranla ötekileştirme eğilimi en
düşük gazete olmaktan çıkıp, bu eğilimin en çok güç kazandığı gazeteye
dönüşmektedir. Öte yandan bu değişiklik, gazetenin habercilik anlayışındaki bir
dönüşüme de işaret etmektedir. Tehdit algısı belirdiği anda, bu algının yoğunluğuna
bağlı olarak habercilik standartlarından ödün verme eğilimi yükselmektedir. Yani
habercilik standartları ile ötekileştirme eğilimi arasında ters orantılı bir grafik vardır.
Hürriyet gazetesinin ötekileştirme eğilimi, 27 yıl boyunca oldukça istikrarlı
bir seyir izlemektedir. Bu durum gazetenin, ideolojik planda merkezi bir konumda
bulunması ile ilişkilendirilebilir. Genel olarak Hürriyet gazetesinin üslubu ve haber
dili Cumhuriyet gazetesine oranla daha popülist ve yargılayıcı görünmektedir.
Cumhuriyet gazetesinin 1990’lar sonrasında belli gruplara ilişkin söyleminde
belirginleşen bu dil ve üslup, Hürriyet gazetesinde çok farklı Öteki tanımlarında
kendini gösterebilmektedir. Çoğu haberde gazetenin öncelikle hem ulusal/milli
(kimi zaman etnik) hem de düzene dair hassasiyetlerinin yüksek olduğu
görülmektedir. Ancak bu hassasiyetler genel olarak oldukça farklı yelpazedeki bir
aktörler grubunu hedef almakta; konjonktürel değişimlerden çok fazla
etkilenmemektedir. Bir anlamda ötekileştirilen farklı gruplar birbirini ikâme
etmektedir; böylelikle gazetenin ötekileştirme oranları istikrarlı bir sonucu
yansıtmaktadır.
Tercüman gazetesinin başlangıçta diğer iki gazeteye kıyasla daha yüksek
oranda ötekileştirme yaptığı ve 1990’ların sonuna doğru bu eğilimin zayıfladığı
gözlenmektedir. Tercüman gazetesinin politik duruşu ve dünya görüşü, ötekileştirme
eğiliminin 1979’da yüksek, 1980-81’de düşük ve 1983’ten sonra yine yüksek
olmasını açıklayıcı bir faktör olarak değerlendirilebilir. Söz konusu dönem Türkiye
için oldukça çalkantılıdır ve Tercüman özellikle iç çatışma ve anarşi yıllarının hayli
politize olmuş gazetelerinden biridir. Öte yandan gazetenin milliyetçi-mukaddesatçı
ideolojisi, kimi gruplar karşısında sadece politik ya da etnik değil; dinî hassasiyetler
planında da tavır alışını anlaşılır kılmaktadır.
Zaman gazetesi yayın hayatının ilk yıllarında, 1995’e kadar yüksek oranda
ötekileştirme yapan bir gazete olarak görülmekte ve ideolojik angajmanı
(commitment) yüksek bir gazete manzarası çizmektedir. Ancak daha sonraki
yıllarda, bu duruşundan uzaklaşmakta ve ötekileştirme eğilimi daha mutedil bir
düzeye gelmektedir. Bu değişimde, gazetenin zaman içersinde içyapısında ve bunun
gazetecilik pratiğine yansımasında etkili olan çeşitli dinamikler etkilidir. Gazete,
1987’de yayınlanmaya başladığında, ana akım medyaya ve onun temsil ettiği
sisteme/düzene karşı muhalif/alternatif bir söylem üretme iddiasıyla ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle sistemle olan çatışması ve ek olarak muhafazakâr İslamcı
eğilimleri, ötekileştirme pratiklerinin asıl kaynağını oluşturmuştur. Öte yandan,
grafikte görüleceği gibi Zaman gazetesinin 1990’ların ortalarından itibaren
ötekileştirme oranlarındaki düşüş aynı yıllarda Cumhuriyet gazetesinin ötekileştirme
oranlarındaki artışla ters orantılıdır. Bu, iki gazetenin ve aidiyet grupları ile olan
ilişkilerinin Türkiye’deki politik koşullardan farklı ve ters yönde etkilendiklerini
göstermektedir.
Belirtilmesi gereken bir diğer nokta da, gazetelerin ötekileştirme eğiliminde
zaman içinde gözlenen değişimin, ötekileştirilen kişi ve grupların farklılaşmasıyla
paralel geliştiğidir. Bezirgan Arar (2009) tarafından bu konuda yapılan analiz,
gazetelerin öncelikli ötekilerinin zamanla değiştiğini ortaya koymaktadır.
Gazetelerin hangi grupları ötekileştirdiği daha ayrıntılı bir araştırmada ele alınacak
olmakla birlikte kısaca şu bulgulardan söz edilebilir: Tüm dönem boyunca
bakıldığında, Hürriyet gazetesinin öncelikli ötekileri dışta Yunanistan, içeride PKK,
düzen bozucu gruplar ve bir dönem Refah Partisi’dir. Cumhuriyet gazetesi için
başlangıçta ideolojik sağ gruplar, daha sonra ise dışta Amerika içeride irticai
gruplar ve laiklik karşıtları; Tercüman gazetesi için yine başlangıçta ideolojik sol
gruplar ve daha sonra ASALA, PKK ve diğer terör örgütleri; Zaman gazetesi için ise
başlangıçta Amerika ve Batı dünyası daha sonra ise yerleşik sistemin kurum ve
uygulamalarıdır.
Sonuç ve Değerlendirme
Gazetecilik mesleğinin tarafsızlık, objektiflik, dürüstlük, saydamlık gibi
ilkeleri yücelten deontolojisi, ötekileştirme eğilimlerine karşı koruyucu bir kalkan
görevi görmektedir. Ancak pratikte gazeteler çoğu kez, çeşitli işlevleri yanı sıra,
kolektif kimlikleri inşa etmenin de etkili bir aracı olarak belirmektedir. Çünkü
gruplar arası bir takım gerilim ve çatışma durumlarında, kutuplaşan gruplara olan
mesafelerine göre onlar’a karşı biz’in, dış gruplara karşı iç grubun ya da aidiyet
grubunun kontrastını arttırarak kolektif kimlik oluşumuna hizmet etmektedir. Kitle
iletişimi planındaki önemleri nedeniyle gazeteler, kimlikleri tanımlamanın,
tasarlamanın ve korumanın; benzerleri veya benzer sayılanları bir arada tutarken
biz’den olmayanı dışlamanın, öteki olarak konumlamanın ve bunu pekiştirip,
yeniden-üretmenin kitlesel uygulayıcıları olarak görünmektedir.
Meslek etiğinin çerçevesinin dışına taşarak, toplumdaki çeşitli gruplarla
farklı aidiyet kriterlerine (din, dil, etni, kültür vs.) göre kimlik özdeşliği kurmaları
halinde gazeteler, aidiyet grubu için tehdit olarak gördükleri dış gruplara, birtakım
tarihsel, konjonktürel, ideolojik değerleri, önyargı ve stereotipleri de devreye
sokarak yaklaşmakta ve çeşitli akıl yürütme biçimleri kullanarak
ötekileştirmektedirler. Ötekinin farklılığını ve tehdit potansiyelini habercilik pratiği
aracılığıyla hem üretip icat etmekte, hem de pekiştirerek yeniden-üretmektedirler.
Dolayısıyla biz/öteki ilişkilerini üretici, şekillendirici veya pekiştirici bir rol
oynayarak toplumsal gruplar arasındaki ilişkileri meşrulaştırıcı bir işlev
görmektedirler. Gazetelerin ötekileştirme eğilimleri ve ötekileştirdikleri gruplar,
beslendikleri ideolojik arka plana ve aidiyet bağı kurdukları gruplara, iç ve dış
konjonktüre, yerleşik iktidara yakınlık ya da muhaliflik konumlarına göre
farklılaşmakta; değişip dönüşebilmektedir. Nitekim bu saptama çalışmanın bulguları
tarafından da desteklenmektedir. Gazeteler ideolojik ayrışmalara rağmen kimi
zaman ortak grupları hedef almakta; kimi zaman da ötekileştirdikleri aktörler
konusunda ayrışmakta, çatışmaktadırlar. Grafikte ters yönde görülen bazı
dalgalanmalar, ötekiler arasındaki kutuplaşmalarla da ilgilidir. Gazeteler ulusal
hassasiyetlere aykırı grupları ötekileştirmede çoğu kez uzlaşırken; politik ve dinsel
aidiyetleri öne çıkarmayı tercih ettiklerinde, birbiriyle çatışan ötekileştirme örnekleri
verebilmektedirler.
Gazetelerin ötekileştirme eğilimleri, etik planda habercilik ilke ve
kurallarıyla çatışmaktadır. Esas olarak habercilik, gerçekleşmiş olay ve olguları
metine dönüştürme pratiğidir ve bu pratik, dil aracılığıyla somutlaşan bir etkinliktir.
Dildeki çok anlamlılık ve esneklik, pek çok durumda, daha önce de belirtildiği gibi
haberlerin betimsel olmaktan çok değerlendirici tarzda verilmesine zemin
hazırlamakta; böylece bazı grupların kınanması, ayıplanması, aşağılanması veya
mahkum edilmesini içeren bir yargı şeklinde tezahür etmektedir. Ötekileştirmenin
zemini, çeşitli argümanlar temelinde akıl yürütmekle ve yargılamakla örülmektedir.
Kuşkusuz, gazetelerin tüm haberlerinde aynı ölçüde ötekileştirme yaptıkları
söylenemez. Gazetecilik ve haber pratiği bir bütün olarak alındığında, ağırlıklı
olarak ötekileştirme etkinliğinden uzak olduğu açıkça görülmektedir. Genel olarak
ilk sayfadan iç sayfalara; manşet haberlerden ikincil haberlere doğru gittikçe
ötekileştirme eğilimi zayıflamaktadır.
Ötekileştirici tarz ve pratikler genel olarak, gazetelerin bağlandıkları
profesyonel meslek kodlarına (‘nesnel’, ‘tarafsız’ dolayısıyla ‘önyargısız’
davranmak) aykırı bir eğilime işaret etmektedir. Ancak pratikte, kimlik siyasetleri ve
gruplar arası ilişkiler, pek çok durumda gazetelerin meslek etiğiyle bağlarından
daha başat ve etkili görünmektedir. Grafik-1, konjonktürel değişimlerin, gazetelerin
habere konu olan aktörlere yaklaşımlarını hayli etkilediğini ve buna bağlı olarak
habercilik anlayışlarını da (mesafeli veya iç içelik, yanlılık veya yansızlık) belirgin
şekilde kırılganlaştırdığını ortaya koymaktadır. Bu kırılganlık yani grafikteki iniş
çıkışlar da gazetelerin bir gruba aidiyeti ya da bir grubu temsiliyeti, mesleki ilkelere
bağlılığın önüne koyduklarının bir işareti sayılabilir. Evrensel kodlarla, meslek
ilkelerine bağlanması gereken habercilik pratiği, önyargıların batağına saplandığı
ölçüde bu deontolojik kodlardan uzaklaşmaktadır. Kaldı ki, mesleğin bazı rutinleri
de bu önyargıları habercilik dil ve pratiklerine içsel hale getirmektedir. Bu
bağlamda, basının önyargısız bir dil geliştirmesi azami bir çabaya bağlı
görünmektedir.
KAYNAKÇA
Bar-Tal, D (1989) Delegitimization: The Extreme Case of Stereotyping, D Bar-Tal,
C F Grauman, A Kruglanski ve W Stroebe (Eds.), Streotyping and
Prejudice, New York: Springer-Verlag, s. 169-188.
Bar-Tal, D (1990) Causes and Consequences of Delegitimization: Models of
Conflict and Ethnocentrism, Journal of Social Issues, 46 (1), s. 65 – 81.
Bezirgan Arar, Y (2009) Sosyo-Politik Bağlama Göre Türk Basınının “Öteki”leri,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Bezirgan Arar, Y ve Bilgin, N (2009) Gazete Haber Başlıklarında Öteki’nin İnşası,
Kültür ve İletişim, 12 (2), s. 133-157.
Bilgin, N (1978) Haberlerin İşlenmesi, Psikoloji Dergisi, n.2, s. 9-17.
Brookes, H J (1995) ‘Suit, Tie and A Touch of Juju’ The Ideological Construction of
Africa: A Critical Discourse Analysis of News on Africa in the British
Press, Discourse and Society, 6 (4), s. 461-494.
Bruner, J, Goodnow, J ve Austin, A (1956) A Study of Thinking, New York: Wiley.
Chomsky, N (1993) Medya Gerçeği, A Yılmaz (Çev.), İstanbul: Tüm Zamanlar
Yayıncılık.
De Vito, J A (1993) Essentials of Human Communication, New York: Harper
Collins.
Doise, D (2003) Les Relations Entre Groupes, La Psychologie Sociale, S Moscovici
(Ed.), Paris: PUF, s. 253–274.
Fiske, S T ve Taylor, S E (1991) Social Cognition, Reading: Addison-Vesley.
Gitlin, T (1980) The Whole World is Watching: Mass Media in the Making and
Unmaking of the New Left, Berkeley: Universitiy of California Press.
Halsam, N, Loughnan, S, Reynolds, C ve Wilson, S (2007) Dehumanization: A New
Perspective, Social Personality and Psychology Compass, 1 (1), s. 409-422.
Jandt, F E (1998) Intercultural Communication: An Introduction, London: Sage
Publications.
Leyens, J Ph, Paladino, M P, Rodriguez-Torres, R, Vaes, J, Demoulin, S ve
Rodriguez-Perez, A (2000) The Emotional Side of Prejudice: The
Attribution of Secondary Emotions to In Groups And Out Groups,
Personality and Social Psychology Review, 4 (2), s. 186–197.
Moles, A A (1974) Television and Forward Planning in Culture, Education and
Culture, n. 25, s. 33-40.
Moscovici, S (2002) Pensée Stigmatique et Pensée Symbolique. Deux Formes
Elementaires de la Pensée Sociale, Les Formes de la Pensée Sociale, Paris:
PUF, s. 21-53.
Myers, G, Klak, T, ve Koehl, T (1996) The Inscription of Difference: New Coverage
of the Conflicts in Rwanda and Bosnia, Political Geography, n. 15. s. 2146.
Oren, N, Bar-Tal, D (2005) La Delégitimation: Un Obstacle au Processus De Paix,
M Sanchez-Mazas ve L Licata (Eds.), L’Autre: Regards Psycho-Sociaux,
Grenoble: PUG, s. 175-210.
Ruggiero, V R (1990) The Art of Thinking: A Guide to Critical and Creative
Thought, New York: HarperCollins.
Vaes, J, Paladino, M P, Castelli, L, Leyens, J Ph ve Giovanazzi, A (2003) On The
Behavioral Consequences of Infrahumanization: The Implicit Role of
Uniquely Human Emotions In Intergroup Relations, Journal of Personality
and Social Psychology, 85 (6), s. 1016-1034.
Vinsonneau, G (2002) L’Identite Culturelle, Paris: Armand Colin, U Collection.
Volpato, C ve Cantone A (2005) Un Tout-Autre: Le Colonisé. Une Etude de
Delégitimation dans la Presse Fasciste, M Sanchez-Mazas ve L Licata,
(Eds.), L’Autre: Regards Psycho-Sociaux, Grenoble: PUG, s. 211- 240.
İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI VE ARŞİV
Caner ARABACI*
ÖZET
İletişim alanında geçmişe dönük araştırmalarda arşivlerden yararlanma oranının artırılması
gerekmektedir. Özellikle basın tarihi düşünüldüğünde bu konuda zengin malzeme
bulunmaktadır. Basın koleksiyonları yanında arşiv malzemelerinin incelenmesi,
araştırmacıların alana katkısını artıracaktır. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
bünyesindeki Osmanlı Arşivi ve Cumhuriyet Arşivi göz ardı edilemeyecek mahiyettedir. Bu
arşivlerde gazete, sansür, matbuat, muzır neşriyat ve basın gibi bazı kelimeler üzerinden
yapılan tarama, değerlendirilebilecek belge çokluğunu göstermiştir. Basının tarihi seyri,
ekonomik, siyasi ilişkileri, gelişimi açısından arşive yönelik belge ve bilgilerin
değerlendirilmesi gerekmektedir. Tarihçiler yanında bu konuda iletişim fakültelerine de
önemli görevler düşmektedir.
Anahtar Kelimeler: T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi,
gazete, matbuat, sansür, muzır neşriyat.
COMMUNICATION RESEARCHES AND ARCHIVE
ABSTRACT
In communication field the rate of usage of archives for retroactive researches should be
increased. There are rich materials especially for the history of press in archives. Beside
press collection, searching of materials in archives will increase contribution of researchers.
Ottoman Archive and Republic Archive which are under Republic of Turkey Prime Ministry
General Directorate of State Archives are remarkable. In these archives scanning for the
words like newspaper, censorship, newsprinting, prejudicial publications and press shows
that there are many remarkable documents. It is necessary to assess the informations and
documents in archives for the motion of history of press, its economic and politic relations
and its progress. Beside the historians, faculties of communication also have important duties
in this subject.
Keywords: Republic of Turkey Prime Ministry Ottoman Archive, Republic of Turkey Prime
Ministry Republic Archive, newspaper, newsprinting, censorship, prejudicial publications.
Giriş
İnsanoğlunun temel ihtiyaçlarından birisi, bilgiye ulaşmadır. Bilgininin,
tatmin edici, kalıcı olabilmesi; doğru olması ile mümkündür. Onun için bilgiye
ulaşma, doğru bilgiyi elde etme sorunu ile iç içedir. İnsanlık, doğru bilgiyi elde etme
hedefinden tarih boyunca vazgeçmediği gibi gelecekte de bunu göz ardı
edemeyecektir.
İletişim araştırmalarında, bilgiye ulaşmanın birçok yolu bulunmaktadır.
Bunlardan en çok kullanılanı, elektronik kaynaklar yanında gazete-dergi
koleksiyonları, hatıratlar, günlükler, kaynak şahıslardır. Habercilikte, elde edilen
bilginin doğruluğunu test etme veya elde edilenleri başka kaynaklardan doğrulama
gibi bir yöntem bulunmaktadır. Bilginin doğrusuna ulaşma, yanlışın altında
*
Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü, Yrd. Doç. Dr.
kalmama, başkalarını yanıltarak güven yitirmeme gibi birçok haklı nedene dayanan
bu tavır; iletişim araştırmaları için de vazgeçilmez olmak durumundadır.
Basın koleksiyonlarından elde edilen bilginin, hatıratlarla beslenmesi,
günlükler veya kaynak şahısların yazıya geçmemiş bilgilerinin yok olmaktan
kurtarılarak olayların anlamlandırılması; araştırmaların seviyesini, güvenilirliğini
artıracaktır. Bu tür araştırmalara, arşiv kaynaklarının eklenmesi, büyük katkı
sağlayacaktır. Basın arşivleri, devletin değişik kurumlarının arşivleri, özel arşivler
gibi birçok belgelikler, ilgilenilen dönemin çok yönlü aydınlatılmasında
vazgeçilmez öneme sahiptir.
Bir arkeolog için, toprak altında, höyüklerde gizlenen bilgi hazineleri ne ise;
iletişim araştırmacıları için değişik arşiv kaynakları ondan daha ileri önemdedir.
Arkeolog, bulgularını; bilgi birikimi, anlayış kabiliyeti, eserin sahibi olan toplum ve
değerleri gibi unsurları ilişkiye geçirerek anlamlandırmaya çalışırken; iletişim
araştırmacısı, yazılı belgelerle doğruda daha şanslı irtibata geçecektir. Elbette, satır
aralarını okumak, kelimelerin gerisinde gizlenen anlamları çözmek, birinde değinilip
açıklanmayan gerçeklere ulaşmada arkeoloğa göre daha çok isabet kaydetme şansına
sahiptir.
ARŞİVİN ÖNEMİ
Arşivler, bir devlet, kurum veya kişilerin; geçmişleri, yaptıkları işler,
çalışmaları vb. konularda yazılı malzemelerini saklayan belgelikleridir. Tarih
boyunca insanın sahip olduğu “şuurlu hafızasının” temeli, insanlık arihine eklenen
her şey, insanı tanımaya, insan tabiatını daha iyi anlamaya vesile olan delillerdir.
Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili geçmişteki belgeler, günümüzde karşılaşacağımız
aynı tür sorunların çözümünde bize yardımcı olacaktır (Delmas, 1991: 1-11).
Hele “enformasyon çağı”nda hem bilgiye olan açlık, hem ona ulaşmada
hızlılık, verimlilik artmaktadır (Mykland, 1992: 10).
Toplumda, araştırılan konunun gerisine doğru gidildiği zaman belgelikler,
vazgeçilmez olmaktadır. Genelde önemini vurgulamak için arşiv; “geçmiş ile bugün
arasında irtibat kurar, ülkenin tapusu, milletin hüviyet vesikası hatta milletin bir nevi
hatıratıdır. Milletin bütün varlığı, hakları ve özellikleri ile onu geçmişinden bugüne,
bugününden yarına bağlayan temel dayanağı, en değerli kültür ve tarih hazinesidir”
denilir (www.bsm.gov.tr/sunu/docs/Personel). Fakat bu hazine, paradan daha önemli
değerleri saklamaktadır. Bunlar, “devletin ve fertlerin hakları, milletlerarası
ilişkilerle ilgili belgeler”dir. Arşiv, bunları sadece korumaz, aynı zamanda onların
ait olduğu devrin örf ve adetlerini, sosyal yapısını, müesseselerini ve bunlar
arasındaki münasebetleri ortaya koyar. Şüphesiz bir milletin “en değerli hazinesi ve
devlet varlığının hafızası” sayılan arşiv, “devletin, kişilerin haklarını milletlerarası
münasebetleri belgeler ve korur, bir konuyu aydınlatmaya, düzenlemeye ve tesbite
yarar, ait olduğu devrin örf ve âdetlerini, içtimaî yapısını, müesseselerini ve
aralarındaki bağlantı ve münasebetleri belirtir, ilmî araştırmalara imkân sağlar”
(Binark, 1980: 11).
Muhtevanın genişlemesi, arşiv türlerinin de artması anlamına gelmektedir.
Devlet, şehir, bucak (nahiye), noter, dinî, özel, hastane, ekonomik, kartografik,
ikonografik, folklor, odyo-vizüel, günlük kullanılan arşivler gibi dünyadaki arşiv
türlerine benzer arşivler, ülkemizde de kurulmuştur (Koşay, 1936: 5; Binark, 1980:
10). Ağırlığı resmî olan bu arşivlerden bazıları şunlardır; Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı (BOA)2,
Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı (BCA)3 başta olmak üzere birçok resmî arşiv
bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi,
Maarif Nezareti Arşivi, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi4, Deniz Müzesi
Arşivi, Maliye Nezareti Arşivi, ATASE Arşivi5, Harbiye ve Tophane Nezaretleri
Arşivi, İstanbul Belediyesi Arşivi, Sıhhiye Nezareti Arşivi gibi arşivlerin
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü kurulmuşken varlığını açıklamak
zor gözükmektedir6.
2
3
4
5
6
Dünyanın en büyük arşivlerinden olan Osmanlı Arşivi’nde; 150 milyon civarında belgenin 60
milyonu tasnif edilmiş, 3726 katalog hazırlanarak hizmete sunulmuş bulunmaktadır. Bu arşiv, insanlık
tarihinin en büyük iki devletinden birisi olan Osmanlı’nın Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında 600 yıla
yakın süren hâkimiyetinin sonucu olarak, yerinde kurulan devletleri her yönüyle ilgilendirmektedir.
Onun için aralarında Rusya’nın da bulunduğu 20 devletle arşiv işbirliği protokolleri imzalanmıştır
(Özkul, 2000: 30, 47).
Osmanlı Arşivi’nin belki en önemli özelliği, zenginliğidir.Türkiye kadar, bağımsız devlet olmuş 50’yi
aşkın Orta ve Yakındoğu, Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika, Kafkasya, Orta Asya ve Arap ülke ve
toplumlarının kültür, iktisat ve siyaset tarihlerinin gün ışığına çıkarılmasında vazgeçilmezdir.
Uluslararası hakların ispatı, korunması, insan hakları konusunda gerektiğinde hakuki belge olması
bakımından önemlidir. Bugün dünyada; 20’si Arap, 15’i Balkan ve Avrupa, 5’i Kafkas, 7’si Türkistan
Türk Devleti, 2’si Kıbrıs, İsrail ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere 50’yi aşkın ülke ve topluluk,
Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu coğrafya üstünde yer almaktadır. Osmanlı Arşivi, bu devletleri ve
bu devletlerle yoğun ilişkisi olan devletleri yakından ilgilendirmektedir. Bunların bir kısmının adları,
önemi vurgulamak üzere anılabilir: Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek,
Hırvatistan, Makedonya, Slovenya, Romanya, Slovakya (Uyvar), Macaristan, Moldova, Ukrayna,
Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Güney Kıbrıs, Kuzey Kıbrıs, Rusya'nın güney toprakları, Polonya
(himaye, Lehistan), İtalya (güneydoğu kıyıları Otranto ve çevresi), Arnavutluk, Belarus (himaye),
Litvanya (himaye), Letonya (himaye), Kosova, Voyvodina (Banat), Irak, Suriye, İsrail, Filistin,
Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt, İran
(batı toprakları), Lübnan, Mısır, Libya (Trablusgarp), Tunus, Cezayir, Sudan (Nübye), Eritre (Habeş),
Cibuti, Somali (Zeyla), Kenya (sahil kesimi), Tanzanya (sahilleri), Çad (kuzey bölgeleri, Reşade),
Nijer (bir kısmı, Kavar), Mozambik (kuzey toprakları), Fas (himaye), Batı Sahra (himaye), Moritanya
(himaye), Mali (Osmanlı Gat kazası), Senegal, Gambiya, Gine Bissau, Gine, Etiyopya (bir kısmı:
Habeş).. Yalnız bazı saldırgan ülkeler, arşiv ve kütüphane tahribinin; toplum hafızası, bütünlük
şuurunu yok etme anlamına geldiğini iyi bildiği için belgelikleri yok etmeye yönelmektedir. 1992’de
Saraybosna’daki kütüphane tahribi bu anlamdadır. Sırplar, çoğu tek nüsha olan 5300 cilt el yazması,
300 bin Osmanlı dönemi belgesi, 50 bin cilt seçilmiş kitabın bulunduğu Şarkiyat Enstitüsü’nü topa
tutarak (17 Mayıs 1992), “Bosna tarihini mahvetmek” istemişlerdir. Yine Sırplar, Kosova’da arşiv
belgelerini, Kosova tarihini saklayan belgeleri taşıyıp götürmüşlerdir. 1931 yılında İstanbul’dan,
kilosu 3 kuruş on paraya tam 50 ton arşiv belgesinin Bulgaristan’a satılması, bunlardan farklı
değerlendirilebilir. 54 çuvalı geri alınan bu belgeler, Bulgaristan’da tasnif edilmiş, Kril Metodiyev
Kütüphanesi’de birinci derecede koruma altına alınmış, toplam 4 milyon Osmanlı belgesidir (Özkul,
2000: 8, 9, 49). Her zaman böyle olmamaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında Trabzon’un Rus işgaline
uğrama tehlikesi karşısında Vali Cemal Nazmi Bey, Trabzon Vilâyet Arşivini denkleyip, Samsun’a
göndermiş, işgal tehlikesi geçince tekrar Trabzon’a getirtmiştir. Zor şartlarda korunan 500 yıllık
Trabzon Vilâyet Arşivi, 19882’de imha edilmiştir. Aynı şekilde Konya Vilâyet Arşivi de 1987’de 76
kamyona yüklenerek SEKA’ya gönderilerek yok edilmiştir (Bkz. Küçükdağ, 1998: 228-229).
Millî Mücadele’den günümüze T.C. ile ilgili belgeleri bulundurmaktadır. Önceki düzenlemelerin
üzerine 1976’da Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı kurulmuş, 1984’te Başbakanlığa bağlı Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı iki daire başkanlığından birisi olarak örgütlenmiştir (Özkul,
2000: 3).
Taşınmaz mal rejimi ile ilgili yasal düzenlemeler, tapu sicillerinin asılları ile ilgili bu genel müdürlük
arşivinde 22.250 cilt Tapu Zabıt Defteri, 271 bin cilt Tapu Senedi, 320 bin cilt Tapu Kütüğü ayrıca
Standart Kadastral Pafta, Nirengi Noktası Koordinatları harita ve hava fotoğraflarından zengin bir
koleksiyon bulunmaktadır. Burada kurum, iki yüz civarında defterin transkripsiyonunu yaptırıp
bilgisayara girişini sağlamıştır (Bkz. Yeşilyılmaz, 1998: 364-366).
Kırım Harbi yıllarından günümüze ordu arşivi olarak önemli bilgi ve belgeleri içeren bir arşivdir.
Tarih-i Harp Şubesi olarak 1916’da İstanbul’da kurulmuştur. 19 koleksiyonda sekiz milyon belgeyi
barındırmaktadır. Tasnifi tamamlanmıştır (Geniş bilgi için bkz. Yüceer, 1998: 353-361).
Bütün Türkiye Arşivleri için geçerli olacak bir çalışma, saklama, belgeleri çoğaltma ve okuyucuya
sunma yeknesaklığını temin etmek için N. Göyünç, 1998 I. Millî Arşiv Şûrası’nda bir Devlet Arşiv
Konseyi kurulmasını teklif eder, Arşiv Kanununun çıkarılması gerektiğini belirtir. Böylece millî bir
arşiv siyaseti ortaya konarak, bütün arşivler bir araya getirilecektir. Değilse yalnız iki birime hakim bir
kurumdan bütün Türkiye’yi kapsayacak kararlar beklenemeyecektir (Göyünç, 1998: 20).
Bir de bunların dışında normalde bir merkezde toplanması gerektiği halde
genel müdürlükler, bölge müdürlükleri, il müdürlükleri elinde yığınla arşivlik
malzemenin bulunduğunu ve onların arşiv ortamında olmadığını düşünmek
gerekmektedir7. Yalnız sayılan arşivler içinde basın arşivlerinin olmaması dikkat
çekicidir. İletişim araştırmaları açısından bir eksiklik gözükmese de aslında önemli
bir durumdur. Basın koleksiyonlarının bulunduğu başta Ankara, İzmir’deki Millî
Kütüphaneler olmak üzere birçok kütüphane ve dokümantasyon merkezinin
bulunması, basın alanındaki eksiklik açısından bir tesellidir. Günümüzden geriye
doğru iki yüz yıllık basın arşivinin bazı ülkelerde elektronik ortamda okunabiliyor
olması araştırıcılar için bir kazançtır8. Aslında basına dönük ülkemizde de benzeri
çalışmaların yapılması zor olmasa gerektir.
Devletlerin kültür politikalarını, arşivsiz yürütmeleri mümkün değildir. Bir
büyük bilim adamı, arşivin önemine vurgu yaparken, “Türk devletinin devamlılığını
sağlayan temel kuruluşlardan biri”, “Millî tarih ve kültürün gerçek kaynağı”, “Türk
Milletinin hafızası”,”Millî anıtlarımızın en belagatlısı”, “Bütün sosyal ve insanî
bilim dallarının ana kaynağı”, “Yüzyıllarca kader birliği yaptığımız milletlerle,
sonra bütün medeni dünya milletleri ile bilgi ve düşünce alışverişine ve kaynaşmaya
götürebilecek, en sağlam ve en zengin kaynaktır” der (İnalcık, 1985: 31). Uluslar
arası üne sahip İnalcık’ın, T.C. Başbakanına şöyle söylediği anlatılır: ‘Bana Osmanlı
Arşivini verin, size bir Kültür İmparatorluğu kurayım..’ (Yavuz, 2008). İnalcık, bu
cümleyi şöyle söylediğini anlatır: “Bana arşivi verin Osmanlı İmparatorluğunu
yeniden kurayım, derken bunu kastediyorum. Millî Türk devleti ancak bir kültür
birliğinin merkezi olabilir..” (İnalcık, 1985: 37). Aynı bilim adamı bir başka yerde
bu görüşmeyi şöyle nakleder: “Bana bu arşivi verin, size Osmanlı İmparatorluğu’nu
bir kültür imparatorluğu olarak yeniden kurayım.” (İnalcık, 1988: XXXIV).
Kültürel etkinin yayıldığı alanın genişliği, devlet yıkıldıktan sonra yerine
kurulan devletlerin çokluğu ve onların kendi tarihleri ile ilgili bilgi edinebilmek için
Osmanlı Arşivine ihtiyaç duymaları bu sözleri söyletmektedir. Değilse zaten gerçeğe
en yakın şekilde geçmişi, yaşanan devre anlatabilmenin yolu belgelere dayanmak,
“bununla da kalmayarak, onları birbirleri ile karşılaştırıp, eleştirmek, doğruları ile
eğrilerini ayırmak, sonra da sonuca varmaktır.” Tabi bu işlemleri yaparken
“şüphecilik de elden bırakılmamalıdır” (Göyünç, 1985: 53). Belge-bilgi
değerlendirmesinde, şüpheci yaklaşım gereklidir. Belge karşılaştırmaları, bilgi
denetimi vazgeçilmezdir. Ayrıca, insan olarak araştırıcının durduğu yer, bakış tarzı,
algı-kavrama düzeyi dâhil birçok “masum” etken, gerçeğin olduğundan farklı
anlaşılmasına sebep olabilmektedir. Onun için; “göreceli olduğu bilinen gerçeğe
daha çok yaklaşmak için çaba göstermek zorunludur” (Alemdar, 2001: 260).
7
8
Taşrada Osmanlı devrinde Vilâyet, Vakıflar İdaresi, Tapu ve Kadastro, Özel İdare, Maarif Müdürlüğü,
Nüfus, Müftülük, Tekke Arşivleri bulunmaktadır. Cumhuriyet devrinde taşra arşivleri ise Millî Eğitim
Müdürlüğü, Belediye, Vilâyet, Sosyal Sigortalar Kurumu, Okullar, Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu Müdürlükleri, Üniversitelere ait arşivler olarak tasnif etmek mümkündür. Yalnız
bunların arşiv eğitimi almış görevlileri bulunmamaktadır. Onun için Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü’nün taşrada il, ilçe müdürlükleri şeklinde açılımının profesyonel anlamda
gerçekleştirilmesi gerekmektedir (Bkz. Küçükdağ, 1998: 228-245).
İngiliz ve Amerikan gazetelerinin 200 yıllık arşivi, bir arama motoru tarafından internet
kullanıcılarının hizmetine sunulmuştur. Böylece, Google News Archive Search, sadece Amerika ve
İngiliz basının 200 yıllık arşivini, araştırma yapılabilecek şekilde hizmete sunmakta, yaklaşık 3300
yayın ve 40 milyon dokümana ulaşmak mümkün olmaktadır (Bk.Anf News Agency).
İLETİŞİM-ARŞİV
Gerçeğe daha çok yaklaşmak için başvuru vazgeçilmezlerinden birisi elbette
arşivdir. İletişim alanının sorunlarına, onların köklerine iz sürmek için
kaçınılmazdır.
Şu halde, insanlık tarihi kadar eski, bilimsel çalışma alanı olarak da bir o
kadar yeni olan iletişim; insanı, toplumu ilgilendiren arşive ne kadar ilgisiz
kalabilir? Bu soruya şunun da eklenmesi gerekmektedir; iletişim alanında
araştırmacılar, arşivlerden ne kadar yararlanmaktadırlar?
İletişim toplum belleğinden hareket eder. Belleğini,
yaşadığı coğrafyadaki birikimini yitiren toplumların kaybı
Bunların ardından kimlik, hürriyet, güç kaybı da gelir. Bu
tarihle irtibatı iyi kurması, tarihte yol almada arşivi
gerekmektedir.
yani tarih bilgisini,
bu kadarla kalmaz.
bağlamda iletişimin
iyi değerlendirmesi
Bu konuda yayınlanmış eserler9, kurum arşivlerini kullanarak yazılmış
makaleler bulunmaktadır10. Elbette bu tür çalışmaların çoğalması gerekmektedir.
Çünkü basın yayın organlarını birer zihin çeldirici olarak kullanmaya yatkın olan
güçler, sadece içinde yaşanılan zamanı değil geleceği de yanıltmayı, yönlendirmeyi
düşünmekte tahminleri aşan düzeyde hırslı davranabilmektedirler.
LOWRY ÖRNEĞİ
Burada arşiv, iletişim tarihi ve siyasi gelişmelerin kesiştiği bir örneğin
verilmesi yerinde olacaktır. Bilindiği üzere yakın tarihte, Amerikalı örgütlerin,
Ermeni, Rum, Bulgar ayrılıkçılarını yetiştirme, koruma, kollama gibi hizmetleri
olmuştur. Bu faaliyetler içinde biri çok önemlidir. Zira günümüz dünyasında
canlandırılan, “Türk aleyhtarlığının temel taşlarından biri Morgenthau’nun
kitabı”dır. Henry Morgenthau, 1913–16 arasında İstanbul’da ABD Büyükelçiliği
yapan, 26 aylık bir görevden sonra Amerika’da, Büyükelçi Morgenthau’nun
Öyküsü’nü (Ambassador Morgentau’s Story) kaleme alan Yahudi asıllı bir
emlakçidir. Devlet başkanına yakın olduğu için, zengin emlakçilikten büyükelçiliğe
sıçrayan Morgentau’nun hatıratı, önce 120 bin basan Amerika’nın tanınmış
dergilerinden The World’s Work’te tefrika edilir. Ardından toplam tirajı 2.630.256
olan bir düzineyi aşkın gazetede bazı bölümleri yayımlanır. Sonra kitap haline
getirilip “etkili bir reklâm”la piyasaya sürülür. Yayınlandığı ay 22.233 adet satılan
kitap, tesirini göstermiştir. Film hakkı için Hollywood’dan 25.000 dolarlık bir teklif
de alır (Lowry, 1991: 2-5).
Kitap, Büyükelçinin çalışmaları ile birlikte dünya çapında, Ermeni soykırım
iddialarının temel kaynaklarından birisi olmuştur. İngiliz tarihçi Arnold Toynbe,
Alman Protestan papazı Johannes Lepsisus, İngiliz Lord Bryce gibi üç önemli
9
10
Bazıları için bkz. Nesimi Yazıcı, 1983, Takvim-i Vekayi “Belgeler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi yayını, Ankara; Hamza Çakır, 2002, Osmanlıda Basın İktidar İlişkileri, Siyasal Kitabevi
yayını, Ankara. Yurt dışı arşiv vb. yerlerden faydalanılarak hazırlananlar için bkz. Cavit Orhan
Tütengil, 1985, “Yeni Osmanlılar”dan Bu Yana İngiltere’de Türk Gazeteciliği (1867-1967), Belge
Yayınları, İstanbul; Muammer Göçmen, 1995, İsviçre’de Jöntürk Basını ve Türk Siyasal Hayatına
Etkileri, Kitabevi yayını, İstanbul.
Bkz. Korkmaz Alemdar (2001) İletişim ve Tarih, Ümit yayıncılık, Ankara. Bu eserin, s. 99-200
arasında Anadolu Ajansı (1920-1980), kendi arşivindeki malzemelerden faydalanılarak
anlatılmaktadır. Bu açıdan Devlet Arşivlerine katılmayan kurum arşivleri, dönem ve kurumlarla ilgili
önemli bilgileri içermektedir.
Ermeni iddiacısının da kaynağıdır. Savaş zamanı, yalnız İstanbul ve çevresinde
kalabilen ABD Büyükelçisinin yazdıkları ne kadar doğrudur? Gerçeği ne kadar
yansıtmaktadır?
Bir başka Amerikalı araştırmacı, Büyükelçisinin kitabının yanlışlarını ortaya
çıkartır. Amerikan arşiv ve kütüphanelerinden karşılaştırmalı olarak durumu
inceleyip, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası’nı yazan Lowry,
gerçeğe ulaşır. Tespit çarpıcıdır: Büyükelçi, kitabı kendisi yazmamıştır. Kitabın
gerçek yazarı, Burton J. Hendrick adlı meşhur bir gazetecidir. Zira Morgenthau’nun
belgeleri arasında, gazeteci ile anlaşmalarını, kitap kârından ona ayırdığı payları da
bulmuştur. Daha ötesi, belge, bilgi olarak Türkiye aleyhinde sunulan bilgiler de
sahtedir. Çünkü savaşta Anadolu’yu, doğusunu görmeyen elçi, elçilikteki Ermeni
memurlar ile Amerikan misyonerlerinden, dünyayı yanılttığı “belgeleri” temin
etmiştir. Türkiye’de hâla tekrar edilen soykırımı iddiasının kökeni olan Talât Paşa
ile ilgili kısımlarda, Paşayı töhmet altında bırakan delil çarpıcıdır11. Bakan, sigorta
şirketlerinden “Ermeni poliçe sahiplerinin tam listesini” istemekle suçlanmaktadır.
Böylece, ölen ve geride varisleri kalmayan Ermenilerin mal varlıklarını, devlet
bütçesine geçirecek soykırımcı Türk devlet adamının; kana susamışlığı, aç
gözlülüğü ortaya çıkarılmaktadır. Hâlbuki Büyükelçinin, o tarihe ait günlükleri, aile
mektupları, resmî yazışmalarında böyle bir görüşme ve konuşma yoktur.. Tam
tersine bir Ermeni tarafından şehit edilen Osmanlı devlet adamı, ölmüş Ermeni
parasına göz dikmediği gibi poliçe sahiplerini korumak, onların ileride doğabilecek
taleplerini karşılatmak üzere şirkete tedbirler aldırmıştır. Wilson’a yakın, emlak
zengini Büyükelçi, Başkanın ve Dışişleri Bakanının isteği ile bu kitabı meydana
getirtmiştir. Böylece Başkanın, savaş politikasına destek vererek, Türk-Alman
aleyhtarı hava ile onun elini güçlendirecektir (Lowry, 1991: 5-6, 41-43).
BİR DOLAYLI FAYDALANMA ÖRNEĞİ
Bârika dergisi, ilk sayısını, 1 Şubat 324 (1908) tarihinde yayınlamıştır.
Konya’da çıkarılan bir yayın organıdır. 1908-1912 arasında önce dergi sonra gazete
olarak çıkan yayın organının, tam bir koleksiyonu bulunmamaktadır. Bundan dolayı,
Anadolu’daki Meşrutiyet basını hakkında bilgi veren Bârika’nın, yayın seyri
hakkında bilgi eksiklikleri bulunmaktadır. Derginin Haziran 1909’dan sonra
kapandığı tahmin edilmektedir. Zira aynı yıl içinde bir süre aradan sonra aynı adla
gazete olarak çıkmıştır. Kapanışını; tam koleksiyonu, yazarlarından hatırat
bulunamadığı için netleştirmek mümkün olmamıştır. Ama Başbakanlık Osmanlı
Arşivi’nde, sahibinin 1909 sonlarında (03.11.1909), bir ilin (liva) Yazı İşleri
Müdürlüğüne atanmak için müracaatı ile ilgili belge bulunmaktadır (BOA FK:
DH.MUİ., D.N: 97/-1, G.N: 7, 19/L /1327 Hicrî). Belge tarihi, derginin kapanışına
dair fikir vermektedir. Çünkü sahibi, başvuruda, Konya merkezi konusunda ısrarcı
11
Bu kadar kasıtlı bir siyasi bürokratın yazdıklarının, Türkiye’de de hâlâ bazı yazarlarca muteber kabul
edilmesi şaşırtıcıdır. Bir Amerikalı araştırmacının, iddialarını tek tek çürüttüğü Amerikan
Büyükelçisinin eserine gazetecilerimizden atıfta bulunanlar vardır (Bkz. Ayşe Hür, Ermeni mallarını
kimler aldı?, Taraf, 02.03.2008, ,http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar =12&yz=370, 19 Nis 2008.
Hür, sahteciliği yıllar önce ispatlanmış elçiyi kaynak göstererek tarihe göndermelerde bulunur: “Talat
Paşa, işi Ermenilerin Amerikan sigorta şirketlerindeki paralarını istemeye kadar götürmüştür. Çünkü
Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau anılarında Talat’ın “Keşke Amerikan hayat sigortası
şirketlerine başvursaydınız da Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini bize göndermelerini
sağlasaydınız. Nasıl olsa hepsi öldü şimdi, parayı alacak mirasçıları da yok. Tabii ki bunun tümü
devlete kalır. Hükümet şimdi yasal olarak mirasçı durumundadır yapar mıydınız bunu?” dediğini
anlatır).
değildir. “Liva tahrirat müdürlüklerinden birine” atanmayı istemektedir. Buradan
çıkarım yapmak gerekirse durum, Konya merkezindeki günlük takip gerektiren
basın işinin sona erdiğini göstermektedir.
1. Arşivde İletişim Malzemesi
Bir fikir vermek amacıyla iki önemli arşivde iletişimle ilgili tarama
yapılmıştır. Sayısal veriler üzerinden yapılan taramaya, bu alana henüz girmemiş
olan katalog verileri dâhil değildir. Taramada kullanılan anahtar kelimeler; “gazete,
sansür, matbuat, muzır neşriyat, muzır, neşriyat, basın” sözcükleridir.
Tüm fonlardan yapılan taramada (20 Mayıs 2008 tarihi itibariyle), “gazete”
ile ilgili olarak BOA’nde 3 bin kayıt bulunurken BCA’nde 2145 kayıt çıkmıştır.
“Sansür” kelimesi ile ilgili BOA’ndeki 666 kayıta karşılık BCA’nde 26 kayıt
bulunmuştur. Aynı şekilde “Matbuat” hakkında, BOA’nde 3.165; BCA’nde 165
kayda rastlanılmıştır. “Muzır neşriyat”, BOA’nde 691, BCA’nde 3 defa
geçmektedir. Kelimeler ayrı ayrı tarandığında “muzır” BOA’nde 4814, “neşriyat”
ise 4525, BCA’nde ise sadece 167 kayıtta gözükmektedir. “Basın” kelimesi,
BOA’nde 6412, BCA’nde 629 kayıtta geçmektedir. Burada, anahtar kelimelerin
çoğunluğu tarama amacına uygun veriler sağlarken, “muzır, basın” sözcükleri,
aranılanın dışındaki konularda da kayıt verdiği için kayıt rakamlarının yüksekliği
yanıltıcı olmamalıdır. Buradan sırayla, anahtar kelimelerle ilgili tarama örneklerine
geçmek uygun olacaktır.
2. Gazete
2.1. BOA’nde Gazete
Gazete, kelimesi ile ilgili BOA’ndeki kaydın 3 bin olması ilgi çekicidir. Zira
gazete kaydı sadece Osmanlı Devleti sınırları içindeki gazetelerle ilgili belgeleri
içermemektedir. Şaşırtıcı bir şekilde Rus, Alman, Macar, Fransız vb. milletlerle
ilgili yayın organları hakkında bilgileri içermektedir. Yabancı ülke basını ile ilgili
tezler hazırlanabilecek miktarda belge çokluğu, Osmanlı Devleti’nin dış ilişkileri ile
de ilgilidir. Yurt dışına gönderilen temsilciler, bulundukları ülkedeki yayınları
kaynak göstererek devleti bilgilendirmişlerdir.
Gazete kaydının geçtiği belge içeriklerinden bazıları şöyledir:
“Alınan çağrı üzerine Amerika'da Saint Louis şehrinde toplanan Basın
Konferansı'na Osmanlı gazeteleri adına katılmaya izin verilmesi dileği” (DN.55,
GN.16, FK. Y..PRK.AZJ), “Matbuat İdaresi'nce resmen tebliğ edilmedikçe devlet
sırlarını ifşa eden gazetelerin ve muhbirlerin cezalandırılması” (DN.55, GN.18, FK.
Y..PRK.AZJ), “Branko ve arkadaşlarının Devlet-i Aliyye aleyhine yazılar yazdıkları
Serbest Türkistan gazetesinin para ile susturulmaya çalışılmasının siyaseten yanlış
olduğu” (DN.56, GN.5, FK. Y..PRK.AZJ), “Times gazetesi muhabirinin ihtiyaç
içinde bulunduğundan bahisle padişahtan yardım talebi” (DN.56, GN.51, FK.
Y..PRK.AZJ), “Gazetelerdeki neşriyatın Rusya tarafından tanzim edildiği” (Resmi
irade, GN.15220, FK. Y..MRZ.d..), “Tuna gazetesi” (GN.2, FK. YB..04.d.. vd.),
Çeşitli yer ve şahıslara gönderilen Arapça, Farsça yazılı “Takvim-i Vekayi
gazetelerinin adedleriyle daire-i hümayuna Seraskerlik müntesiblerine Asakir-i
Mansure ve Humbarahane alaylarıyla darphane esnafının , ekabir-i enderuna,
Ermeni ve Rum patrik, rahib ve zimmilerine ve Bursa, İzmid, İzmir, Midilli, Aydın,
Tarsus, Sakız, Kengiri, Trabzon, Canik, Bolu, Karaman, Ankara, Selanik,
Kayseriye, Saruhan, Balıkesir, Kütahya, Isparta, Eskişehir, Kıbrıs, Teke,
Kastamonu, Menteşe, Haleb, Diyarbekir, Maraş ve Adana vali, mütesellim, muhassıl
ve voyvodalarına ve diğer mahal ve zevata gönderilen Takvim-i Vakayi miktarlarıyla
sair bazı ilgili umur, muamelat, kuyudat ve meşruhatı havi Takvim-i Vekayi
Gazetesi Defteri GN.7080, FK.MAD. d..), “Mevaliden Vakainüvist Esad Efendi'nin
nezareti tahtında Dersaadet'de tesis olunan Takvim-i Vakayi matbaasının makineleri
ve tezgahları ile teferruatının mübayaası ile tanzimi ile küşadını ve zat-ı şahaneye
tahsis olunan oda ile nazır, tercüme, memurin, müstahdemin odalarının tefrişini ve
mezkur matbaada kendi namıyla intişar eden muayyen miktar gazete bedelatının
Darbhane'den tahsili ile Mansura Hazinesine teslimini ve kitab ve saire tab’ ve
temsilinden hasıl olan mebaliğden her ay memur, ketebe, hademe maaşat ve ücuratı
ile matbaa mesarifatının tesviyesinden sonra kalan hasılatının mukataat hazinesine
yatırılmasını ve lüzumu kadar memurin ve müstahdeminin tayinine mütedair
muharrer malumatı ve icab eden makamlara takdim kılınan ilmuhaberlerin
kayıtlarını ihtiva eden Takvim-i Vakayi Matbaası'nın Tesis ve Küşadı Defteri”
(GN.8257,FK. MAD.d..), “La Turguie gazetesine arsa verilmesi gibi hususlar ile
1295 senesi 107-707 sıra numarasında kayıtlı muhtelif mali işlere ait evrak kayıd
defteri” (DN.8671, FK.MAD.d..), “Ecnebi gazetelerin abone bedelatına vesair
muhtelif umur ve hususat hk. kayıtları muhtevi maliyenin evrak-ı varide kayıt defteri
(GN.8703, Fk.MAD.d..), Rum patriği maaşı, Seddü'l-Bahir'den İstanbul'a ve oradan
Aleksinaç ve Rusçuk'a olan telgraf tellerinin arttırılması, Journal Costantinople
gazetesinin hükümetçe satın alınması .. kayıtlarını ihtiva eden kuyud-ı ilmuhaber
defteri” (GN.10575, FK.MAD.d..), “Bazı ecnebi matbuatından iktibas olunan gazete
maktularından 24x37 ebadında bir deftere yapıştırılmış olan ve "Suret-i Nutuk" diye
başlayarak "Yüz Kızarması" hakkında bir fıkra ile nihayet bulan "Hikayat ve
Makalat-ı Müntehibe" isimli defter” (GN.12602, FK.MAD.d..), “İzmir'de çıkan
Empercial gazetesi tab ve müessisine maaş itasına ve emsali hususata dair gelen
mazbata, tahrirat, inha ve sair muharreratın .. kayıt defteri” (GN.12905,
FK.MAD.d..), “Faris Efendi'nin tab ettiği Arabi gazetesinden Arabistan
eyaletine gönderilenlerin esmanı (bedel) vb. kayıtları muhtevi evrak hulasa kayıt
defteri” (GN.13221, FK.MAD.d..), “Bükreş'de intişar eden gazete muharririne
şehri otuz Macar altunu itası” vb. çeşitli evrak kayıt defteri (GN.13900,
FK.MAD.d..), “Tercüman-ı Efkar, Vakit gazetesine verilen bir senelik ilan
bedeline, Takvim-i Vekayi'in bir senelik masarif-i tabiyesine ve emsali ..
muameleleri havi evrak kayıt defteri” (GN.14225, 14264, FK.MAD.d..), “Journal
de Constantinople gazetesini Hükümet-i Seniyye'ye terk etmesi üzerine Mösyö
Tukes'e tahsis olan maaşın mahdumuna tahsisi istirhamı ..muamelelerini havi
evrak kayıt defteri” (GN.14306, FK.MAD.d..), “Takvim-i Vekayi'nin yevmi
neşrine başlandığından badema Türkçe gazetelere ilan ve ücret verilmemesine
dair ..evrak kayıt defteri” (GN.14312.MAD.d..). Gazetelere verilen ilanlarla ilgili
kayıtların tutulduğu defterlerin arşivde bulunması ve çokluğu, basın-iktidar
ilişkisinin, özellikle mali boyutları yönünden önemli bir kaynaktır. Bunlar, üzerinde
ayrıca bir araştırmanın yapılması ufuk açıcı olacaktır.
Siyasi içerikli gazetelerle ilgili belgeler yönünden de arşiv zengin bir
malzeme deposu durumundadır:
“Atina'da münteşir Patrik gazetesinin vermiş olduğu haberlere nazaran,
Anadolu'daki isyan hareketi ve Mustafa Kemal'in faaliyetleri, yeni bir mebuslar
meclisinin Ankara'da toplanacağı..” (DN.64,GN.42,FK. DH.EUM.AYŞ.),
“Atina'dan gelen Yunan gazetelerinden San Remo Konferansı'nda Türkiye'nin
parçalanması hakkında verilen kararlarla alakalı telgrafnamelerin tercümesinin
takdimi” (DN.64,GN.43,FK. DH.EUM.AYŞ.), “Loryan gazetesinden naklen
Neopatris gazetesinde veliahd-ı saltanat Yusuf İzzeddin Efendi'ye hitaben
dercedilen mektubun tercümesinin takdimi (DN.89,GN.60,FK. DH.EUM.THR.),
“Galata Gümrüğü'nde el konulan günlük defterinin kendisine iadesini isteyen
gazeteci Leonard Fişer'in Fransızca mektubunun takdimiyle icabının icrası
hakkında” (DN.31/1, GN.24, FK. DH.MUİ.), “Gazeteci Balak'ın ailesine Mansure
Hazinesi'nden muhassas bin kuruş maaşın verilmesine dair İstefanaki mühürlü
arzuhal” (25/R /1153 (Hicrî), DN.85, GN.4222, FK. C..MF..), “Avrupa ahval-i
umumiyesi hakkında Avrupa gazetelerinden iktibas olunan havadis” (28/Ra /1160
(Hicrî), DN.55,GN.2737,FK. C..HR..), “Nemçede çıkarılan Rumca gazetenin ve
Rusya'dan getirilen ve Horlaka denilen müskiratın men-i ithali” (08/B /1198 (Hicrî),
DN.77,GN.3806,FK. C..HR..), “Hamburg ve Frankfurd taraflarından
gazetelerin yalan havadis neşrettikleri hakkında” (19/Za /1212 (Hicrî),
DN.142,GN.5900,FK. HAT), “Fransızlar'ın Akka'dan Ariş'e kaçtığına ve
mağlubiyetlerine aid emirnameyi aldığına, ittifak maddesi hakkındaki emirnamenin
de vasıl olup yazıldığı gibi hareket edildiğine, gazete havadis tercümelerinin
takdimine dair” (01/Ra /1214 (Hicrî), DN.140, GN.5833, FK.HAT), “Monitor isimli
Fransız resmi gazetesinden alınan havadis olup, Fransa şura meclisinin Napolyon'u
imparatorluk tahtından iskat hakkında verdiği karardan ve neşrettiği
beyannamelerden bahistir” (29/Z /1229 (Hicrî), DN.1284, GN.49816,FK.HAT),
“Beç'ten gelen gazete evrakında görülen havadisin tercümesi olup Aleksandır
İpsilanti başına topladığı askerle Eflak'ta zulmetmekte ve Rusya'nın kendisine arka
olduğunu işaa etmekte ise de Rusya'nın kendisine muavenet etmediği ve rütbesini
refedip Rusya'dan tard ettiğini Devlet-i aliyye'ye bildirmesi için Nemçe elçisine
tenbih olunduğu hakkında” (24/C /1236 (Hicrî), DN.1143, GN.45465/E, FK.HAT).
2.2. BCA’nde Gazete
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki “gazete” kelimesi ile ilgili 2415
kayıttan bazıları şöyledir:
“Daily Express gazetesinin Musul meselesi ile ilgili Cumhurbaşkanlığı
makamına yönelttiği sorular” (18/10/1925, D.A1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 1.3..9.),
“Siirt Mebusu Mahmut'un, Başbakan İsmet İnönü'nün Sivas'ta söyleyeceği nutuk
hakkında, gazetelere verilmek üzere istediği kısa özet” (27/8/1930, D.A1, FK.
30..1.0.0, Yer No: 1.6..17.), “Kıbrıs Söz gazetesinin yardım isteği” (21/5/1927,
D.A5, FK. 30..1.0.0, Yer No: 10.59..6.), “Başvekil Adnan Menderes'in, İstanbul
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek'e yazmış olduğu teşekkür telgrafı”
(21/7/1950, D.A5, FK. 30..1.0.0, Yer No: 10.60..1.), “Başbakan Şükrü
Saraçoğlu'nun, Maarif Şurasında irticalen sunduğu nutukla ilgili olarak, Ulus
gazetesinde yazılan yazı” (22/2/1943, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 11.63..7.),
“Başbakan Recep Peker'in, yedek subayların diploma töreninde verdiği demeç
hakkında, Ulus gazetesinde çıkan yazı” (20/10/1946, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No:
11.66..1.), “Başbakan Recep Peker'in, Türk Gazeteciler toplantısındaki konuşmaları”
(30/11/1946, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 11.68..1.), “New York Times gazetesi
Muhabiri Danell'in, Amerikan yardımı ile ilgili demeci” (17/4/1947, D.A6, FK.
30..1.0.0, Yer No: 12.70..5.), “Yeni İstanbul gazetesinin 2.yıldönümü münasebetiyle
Başbakanın beyanatı” (30/11/1951, D.A6, FK. 30..1.0.0, Yer No: 13.76..9.), “Vakit
gazetesi Muhabiri Celal Salih Güney'in yardım isteği” (11/4/1939, D.A7, FK.
30..1.0.0, Yer No: 17.94..10.), “Anadolu gazetesi Sahibi ve Tunceli Milletvekili
Haydar R. Öktem'in yardım isteği” (27/4/1939, D.A7, FK. 30..1.0.0, Yer No:
17.94..13.), “Sıkıyönetim Komutanı General Ali Rıza'ya gazetelerde arzu
edilmeyen yayınları denetlemesi hususunda verilen emir” (18/7/1941, D.A7, FK.
30..1.0.0, Yer No: 17.96..10.), “Kıbrıs'ta çıkan İstiklâl isimli günlük gazete için
sahibi M. Necati Özkan'ın yardım talebi” (9/3/1950, D.A7, FK. 30..1.0.0, Yer No:
17.98..3.), “Tevhid-i Efkar gazetesinin neşriyatına dikkat edilmesi hususunda
yazışma” (2/10/1924, D.B1, FK. 30..1.0.0, Yer No: 40.237..4.), “Hasılatı İstanbul
Gazeteciler Cemiyetinin muhtaç üyelerine tahsis edilmek üzere, Marmara'da
yapmayı kararlaştırdıkları tenezzüh gezisinin, Savarona yatı ile yapılmasına izin
verilemeyeceği” (20/8/1946, D.B2, FK. 30..1.0.0, Yer No: 40.241..2.), “Atom
Gazetesi sahibi Talat Sümer'in gazetesini yeniden çıkarmak için maddi yardım
isteği” (27/7/1950, D.B2, FK. 30..1.0.0, Yer No: 41.242..8.), “Mason Olmak İsteyen
Milletvekilleri başlığı altında Ulus gazetesinde çıkan yazı hakkında, Yozgat
Milletvekili Yusuf Karslıoğlu'nun mektubu” (29/1/1951, D.D3, FK. 30..1.0.0, Yer
No: 50.301..2.), “Gazete muhabiri olup, Türkiye ve Avusturya arasında kurulacak
ticari münasebete zemin hazırlamak isteyen Oskar Pöffel'in Başbakan'la görüşme
isteği” (25/5/1946, D.E4, FK. 30..1.0.0, Yer No: 60.368..6.), “Yeni Türkiye
gazetesinin kapatılması” (27/7/1946, D.E5, FK. 30..1.0.0, Yer No: 65.402..6.),
“Türkiye'de bulunan bütün resmi ve özel okullarla kitabevlerinin ve yayınlanmakta
olan gazete ve mecmuaların adlarını gösteren listeler” (1/10/1951, D.F1, FK.
30..1.0.0, Yer No: 95.596..1.), “Ermenice Nor Lur gazetesinde çıkan ve Ermenilerin
Sovyet Ermenistana göçlerinin haklı olduğunu, Türkiye'de iyi muamele
görmediklerini yazan makalenin tercümesi” (1/2/1946, D.F1, FK. 30..1.0.0, Yer No:
101.623..4.), “İstanbul'da çıkan Rumca Apoyevmatini ve Metapolitefsis
gazetelerinde yayınlanan yazıların tercümeleri” (13/5/1946, D.F1, FK. 30..1.0.0, Yer
No: 101.623..10M).
3. Sansür
3.1. BOA’nde Sansür
Sansür kelimesi, hakkında kopan fırtınaya rağmen, arşiv kaydı az
sayılabilecek olan bir kavramdır. Yalnız dönemler, sansür çalışanları, maaşları,
ödüllendirilmeleri ile ilgili zengin bilgi bulunmaktadır. Sansörlerin, ileride
görüleceği gibi, bazen sınırı aşarak üst makamlarla ilgili işlemlerde bile sansür
uygulamaları üzerine cezalandırılmaları, yabancı dilde yayınların kontrolü için
sansör görevlendirilmesi dâhil iletişim tarihine çalışanlar için önemli bilgiler
bulunmaktadır.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’deki 666 kayıttan bazı örnekler şöyledir:
“İkyoyadi Efendi, Mihalaki Haralambos Efendi oğlu, Kayseri doğumlu,
Matbuat-ı Dahiliye Kaleminde Rumca Gazeteler Sansür Memuru” (29/Z /1277
Hicrî/08.07.1861 Miladî, DN.14, GN.17, FK.DH.SAİD.MEM.), “Sırbistan'da redif
askerinin seferber olması gazetelerin politik haberlerine sansür konulması ..” (26/Z
/1302 Hicrî/05.10.1885 M., DN.183, GN.117, FK.Y..A..HUS.), “Matbuat
İdaresi'nce sansür usulünün icrası için görevlendirilen memurlara Hazine-i
Celile'den verilen meblağ muntazaman ödenmediğinden, belirtilen meblağın
Hariciye Nezareti'nce gazetelere verilen paradan karşılanmasının taleb edildiği”
(17/Z /1304 (Hicrî), DN.1444, GN.70, FK.DH.MKT.), “Dersaadet'te neşrolunan
İngilizce ve Fransızca gazetelerin müsveddelerini tedkik için Matbuat-ı Ecnebiye
Kalemi'nce görevlendirilen memurların maaş ve masrafları için sansür tahsisatından
meblağ ayrılması ve bunun Bank-ı Osmani tarafından tahsil edilmesi” (08/R /1306
(Hicrî), DN.1563, GN.92, FK: DH.MKT.), “Gazetelerin sansürden sonra havadis
beklemeleri ve çıkan vukuatları kontrol ettirmeksizin yayınlamaları sansür usulünü
ihlal ettiğinden, bunun bir esasa oturtulması için gerekli tedbirlerin alınması” (01/Z
/1305 (Hicrî), DN.1520, GN.68, FK.DH.MKT.), “Matbaalarda basılan gazetelerin
Türkçe Gazeteler Müfettişi'ne gönderilerek muayene edildikten sonra dağıtımına
geçilmesi şeklindeki sansür kararının uygulanmasının kabulü” (15/Z /1305 (Hicrî),
DN.1525, GN.3, FK.DH.MKT.), “Gazetelerin erkenden sansür edilebilmeleri için
tab işlemlerinin öğleden sonra yapılması talebi” (22/M /1306 (Hicrî), DN.1547,
GN.109, FK: DH.MKT.), “Ahmed Arifi Bey'in Matbuat Müdüriyeti'ne tayini ve
sansür usulünun ıslahı” (04/Ra /1306 (Hicrî), DN.36, GN.10, FK: Y..MTV.),
“Mizan gazetesinin sansür kanunnamesine aykırı hareketinden dolayı tamamıyla
kapatılması hakkında” (05/Ca /1306 (Hicrî), DN.46, GN.10, FK: Y..A..RES.),
“Sansür memurları aleyhindeki neşriyatından dolayı geçici olarak kapatılan ve
müdürü tarafından asılsız haber yayınlanmayacağı taahhüt edilen Moniteur Oriental
gazetesinin neşrine müsaade edilmesi talebi” (12/C/1306 (Hicrî), DN.1393, GN.115,
FK: DH.MKT.), “Matbuat-ı Dahiliye Müdürü Ahmed Arif Bey ile Sansür Memuru
Hıfzı Bey'in Osmani nişanı ile taltifi” (19/Ş /1306 (Hicrî), DN.15, GN.64, FK:
Y..PRK.BŞK.), “Mektubi Kalemi hulefasından olup Türkçe gazetelerin sansür
memurluğuna atanan Fuad Bey'in uygunsuz hal, harekat ve tehditlerine muhatap
olan Matbuat Müdürü Arifi'nin şikayeti” (29/L /1309 (Hicrî), DN.5, GN.36, FK:
Y..PRK.DH..), “Mısır'da tabolunan ve Hilafet aleyhinde neşriyat yapan gazetelere
abone olunarak birer nüshalarının celbiyle gözden geçirilmesi, Dersaadet'te
neşredilen Arabi, Farsi ve Musevi gazetelerin sansürü işinde muvakkat memur
istihdamına başlanıldığı halde henüz kendilerine birşey tahsis edilmemiş olduğundan
gereğinin biran evvel yapılması” (03/S /1307 (Hicrî), DN.1661, GN.129, FK:
DH.MKT.), “Avrupa'dan gelen telgrafları sansürden geçirmeden abonelerine
ulaştıran Konstantinopol ve Oryantal telgraf acentelerinin bu tür işlemlerine karşı
önlem alınması” (10/R /1307 (Hicrî), DN.173, GN.30, FK: HR.HMŞ.İŞO.),
“Yazıları sansür memurunun çıkarttığı muzır kısımlarıyla yayınlayan
Tercüman-ı Hakikat gazetesinin cezalandırılması” (18/C /1307 (Hicrî), DN.1696,
GN.98, FK: DH.MKT.), “Sansür memuru tarafından çıkarılan bir metni,
muharrirlerinden Tahir Bey'in emriyle yayınlayan Servet gazetesinin bir müddet
kapatılmasının teklif edildiği” (19/B /1307 (Hicrî), DN.1707, GN.67, FK:
DH.MKT.), “Nezaretler ve sair merkez dairelerince gazetelere yazdırtılan
makalelerin sansür memurlarınca çıkartılmasının önüne geçmek için bu kabil
makalelerin Daire-i Matbuat vasıtasıyla bildirilmesi gereği” (27/S /1308 (Hicrî),
DN.1769, GN.98, FK: DH.MKT.), “Almanca gazete ve kitapların tercüme ve
sansürü için Roma Sefareti eski kâtibinin görevlendirilmesi” (25/Ra/1308 (Hicrî),
DN.13, GN.88, FK: Y..PRK.HR..), “Beyoğlu, Galata, İstanbul ve Üsküdar'da
sahneye konulacak piyeslerin kimler tarafından nasıl sansür edilip oynanılacağına
dair bir nizamname hazırlanmasının Maarif Nezareti ile Şura-yı Devlet Riyaseti'ne
bildirildiği” (25/Ra/1308 (Hicrî), DN.1782, GN.11, FK: DH.MKT.), “Levant Herald
gazetesi imtiyaz sahibi Withcer'in, sansür usulünün mutazarrır olduğundan bahisle
fazla para istemesi meselesinin Hariciye Mektubcusu Münir Bey tarafından
halledilmesinin münasib olacağı” (01/C /1308 (Hicrî), DN.243, GN.1, FK:
Y..A...HUS.), “Beyrut'ta çıkan el-Fevaid adlı gazetede Papalık hakkında hakaretvari
tabirler kullanıldığından sansür edilmesi” (18/C /1308 (Hicrî), DN.20, GN.38, FK:
Y..PRK.BŞK.), “Rusya'da sansür memurlarından birinin Kur'an-ı Kerim'den on
sekiz ayetin tayy ve ihracını emrettiğinden oradaki Müslümanlar arasında hasıl olan
heyecan” (18/C /1308 (Hicrî), DN.243, GN.61, FK: Y..A...HUS.), “Gazetelerin,
sansür memurlarının kontrolünden sonra nafia işleri hakkında yazı yazabilecekleri”
(15/Z /1308 (Hicrî), DN.1851, GN.69, FK: DH.MKT.), “Beyoğlu'ndaki Fransız
tiyatrosunda oynayacak Ali Baba adlı muzır oyunun oynatılmaması. Tiyartrolarda
oynatılacak oyunların sansürü vazifesinin Zabtiye Nezareti'ne tevdii” (17/Ca/1309
(Hicrî), DN.24, GN.63, FK: Y..PRK.BŞK.), “Polis tarafından yasaklanan Ali Baba
adlı oyunun oynanamamasından dolayı Fransız Tiyatrosu'nun zarar ettiğine dair
yazıyı sansür memurlarına göstermeden yayınlayan Neo Logos gazetesinin benzeri
ikinci bir hareketinde kapatılacağı” (22/Ca/1309 (Hicrî), DN.5, GN.8, FK:
Y..PRK.DH.), “Rum Tiyatrosu Sansürlüğü'ne, Ceyb-i Hümayun Ruzname
Mütercimi Milyakas Efendi'nin münasib mikdar maaş tahsisi ile icra-yı memuriyeti”
(14/C /1309 (Hicrî), DN.1260, GN.98969, FK: İ..DH.), “Edirne'de yayınlanan
Ceride gazetesinin, Hristiyan Bulgaristan, Bosna ve Hersek hakkında yalan yanlış
yayın yaptığı ve bunun sansürünün yapılamadığının anlaşılmasıyla bu gazetenin
bundan sonraki yazılarının kontrol altında tutulması için gerekenin yapılması” (16/C
/1309 (Hicrî), DN.1912, GN.68, FK: DH.MKT.), “Matbuat-ı ecnebiyeye ait İzmir'de
basılan ve neşredilen muhtelif lisanlardaki gazete dergi ve kitapların mütalaa ve
tedkiki için müteaddid lisana aşina sansür memuru istihdamı ve maaşının mal
sandığından karşılanması hususunda gereğinin yapılması” (26/C /1309 (Hicrî),
DN.1915, GN.58, FK: DH.MKT.), “Dersaadet'te çeşitli dillerde tab ve neşredilmekte
olan ve ajanslara gelen haber evraklarının sansür memurlarınca inceleneceği” (15/L
/1309 (Hicrî), DN.1948, GN.59, FK: DH.MKT.), “Tiyatrolar için beş nefer sansür
memurunun tayini ve tiyatrolar için teftiş vazifesine Zabtiye Nezareti'nce dikkat ve
itina olunması” (05/Za/1309 (Hicrî), DN.1278, GN.100523, FK: İ..DH.), “Sadrazam
Cevat Paşa'nın rahatsızlığına biaen iki gün Babıali'ye gidememiş olduğu hakkındaki
havadisi gazetelerden çıkartan sansür memuru Hıfzı Bey'in bu hareketi vekalet
makamını tahfiften başka bir şey olmadığından memuriyetten azli” (28/Za/1309
(Hicrî), DN.261, GN.153, FK: Y..A...HUS.), “Matbuat-ı Ecnebiye Kalemi Sansür
Memuru Yervant Handanyan Efendi'nin sicil dosyası” (06/R /1310 (Hicrî), DN.2,
GN.21, FK: HR.SAİD.), “Matbuat-ı Ecnebiyye Kalemi Sansür Memuru Ganati
Efendi'nin taltifi” (19/Za/1310 (Hicrî), DN.22, GN. 1310/Za-109, FK: İ..TAL).
3.2. BCA’nde Sansür
Sansürle ilgili BCA’de sadece 26 adet kayıt geçmektedir. Dönem itibariyle
1920’den günümüze belgelerin bulunduğu BCA’nde Millî Mücadele, Cumhuriye
öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri aydınlatacak belgeler vardır. Savaş döneminin
uygulamaları olarak mektuptan, telgraflara, yabancı-yerli basılı evraktan haberleşme
malzemelerinin tümüne varıncaya kadar yasal bir sansür uygulamasının Cumhuriyet
başlarında, tek parti döneminde de devam ettiği görülmektedir. Sansür görevlileri,
sadece sıradan vatandaşın iletişim araçlarını kontrolden geçirmemektedir.
Milletvekillerinin bazen bakanların mektuplarını da sansürden geçirmektedir. 1923
Mayıs’ında Bayındırlık ve Adalet Bakanlarının mektuplarını sansür eden iki
görevlinin işine son verildiğinin arşiv belgeleri arasında yer alması ilginçtir. “Güç
bende” demeye başlayan ve devlet erkini insanlar üzerinde bir baskı aracı olarak
kullanmaya alışan insanların, hatırlatılmazsa nerede duracaklarını bilemedikleri
anlaşılmaktadır. 24 Temmuz 1908’de fiili bir durum olarak gerçekleşen sansürün
kaldırılması olayının, bayram olarak kutlanması kararının 1948’de alındığı bilgisinin
de yer aldığı arşiv kayıtlarından bazıları şunlardır:
“İstanbul ile haberleşmenin yasaklanması, İstanbul'dan gelecek resmi
evrakın iadesi, posta ve telgraf haberleşmesinin sansüre tabi olmak şartı ile serbest
bırakılması” (6/5/1920, S.2, FK: 30..18.1.1, YN: 1.1..2.), “Sahillerdeki sansür
merkezlerine Türkçe ve Fransızca dillerindeki mektupların kabulü ve diğer dillerde
yazılmış mektupların iadesi” (20/7/1920, S.83, D.53-13, FK: 30..18.1.1, YN:
1.5..5.), “Sansür Yönetmeliği'ne üç madde eklenmesi” (16/8/1920, S.164, D.53-14,
FK: 30..18.1.1, YN: 1.9..6.), “Yurtiçinden yurtdışına gidecek ve yurtdışından
yurtiçine gelecek mektupların büyük merkezlerde sansür edilmesi” (28/10/1920,
S.292, D.53-15, FK: 30..18.1.1, YN: 1.16..8.), “Şark Cephesi mıntıkasındaki
tüccarlara gelen Almanca ve İngilizce ticari kataloglarla, İranlı tüccarlara gelen
Farsça, Azeri ve Gürcü mültecilere gelen Rusça mektupların sansürden geçirilmesi”
(5/7/1921, S.1044, D.53-18, FK: 30..18.1.1, YN: 3.29..15.), “İzmit'le İstanbul
arasında doğrudan doğruya telgraf haberleşmesi yapılamayacağı, ancak sansür
edilmek kaydıyla Anadolu'dan gelecek mektup ve telgrafların posta ile İstanbul'a
gönderilebileceği” (10/7/1921, S.1054, D.167-2, FK: 30..18.1.1, YN: 3.30..5.),
“Harp bölgelerinde iç ve dış haberlere askeri sansür konulabileceği dikkate alınarak
ticari haberleşmelerin geciktirilmemesi” (21/12/1921, S.1273, D.53-19, FK:
30..18.1.1, YN: 4.41..13.), “Şark-ı Karib Amerika Muavenet Heyetleri adına Avrupa
ve Amerika'dan gelen gazete ve dergilerin sansürden sonra Anadolu'ya girebileceği”
(20/2/1922, S.1410, D.86-10, FK: 30..18.1.1, YN: 4.49..6.), “İstanbul merkez
telgrafhanesindeki İngiliz sansürünün kaldırıldığı ve bu sansürün sadece matbuata
ait telgraf ve mektuplar için uygulanacağı” (16/11/1922, S., D.16711, FK:
30..10.0.0, YN: 159.115..11.), “İstanbul'daki Anadolu Sansür memurlarına,
Müdafaa-i Milliye Vekaleti'nin örtülü ödeneğinden verilecek miktarın Dr. Adnan'a
gönderilmesi” (31/12/1922, S.2115, D.53-20, FK: 30..18.1.1, YN: 6.42..15.),
“Mebusların yazışmalarının sansüre tabi edilmeyeceğine dair” (23/2/1922, S.,
D.517, FK: 30..10.0.0, YN: 4.23..17.), “Nafia ve Adliye vekillerinin mektuplarını
sansür eden iki görevlinin işine son verildiği” (17/5/1923, S., D.537, FK:
30..10.0.0, YN: 55.369..7.), “Barışın yapılmasından dolayı Genelkurmay ile ilgili
haberleşmelerde sansürün kalktığı, basındaki sansürün ise İstanbul'un tahliyesine
kadar devam edeceği” (31/7/1923, S., D.538, FK: 30..10.0.0, YN: 55.369..8.),
“Devletin genel siyasetini ve bilhassa dış siyasetini ilgilendiren haberlerin
basılmadan önce sansür edilmesi” (12/7/1921, S., D.856, FK: 30..10.0.0, YN:
83.545..6.), “Hariciye Vekaleti'nin haberleşmesinde sansüre uğramaması için özel
işaret kullanılmasının uygun olduğu” (10/8/1940, S., D.1168, FK: 30..10.0.0, YN:
130.933..12.), “Türkiye'de sansürün kaldırılmasının yıl dönümü olan 24 Temmuz
gününün, Gazeteciler Bayramı olarak kutlanması hakkında” (24/7/1948, DN.F11,
FK: 30..1.0.0, YN: 101.628..2.).
4. Matbuat
4.1. BOA’nde Matbuat
Osmanlı devrinde gazetelere,”basın” yerine toplu ad olarak, “matbuat”
denildiği için BOA’nde bu kelime de ayrıca anahtar sözcük olarak kullanılmıştır.
3165 kayıttan bazı örnekler şunlardır:
“Matbuat İdaresi'nce resmen tebliğ edilmedikçe devlet sırlarını ifşa eden
gazetelerin ve muhbirlerin cezalandırılması” (DN.55, GN.18, FK: Y..PRK.AZJ.),
“Yunan matbuatının serbest olduğu ve hükümetin emrinde olmadığı cihetle
istediklerini yazabilecekleri hakkında Sovienir nam Yunan gazetesinde Devlet-i
Aliyye aleyhine intişar eden makaleden dolayı Rusya elçisine şikayet edilerek onun
tarafından Yunanistan'a yazılan mektuba cevaben Zografo'dan Rusya elçisine gelen
mektubun tercümesi” (29/Z /1249 (Hicrî), DN.960, GN. 41185/R, FK: HAT),
“Fransa'daki karışıklıklar ve matbuat hürriyetinin tehdidi .. Avusturya
İmpatatorunun mutad hediyelerden başka Ahmed Paşa'ya verdiği hediyeler vesaire
hakkında Beç Maslahatgüzarı Mavroyani'den Sadaret'e ariza” (29/Z /1250 (Hicrî),
DN.1040, GN. 43060, FK: HAT), “İkbal gazetesinin Saltanat-ı Seniyye'ye dokunup
makalat neşrinden dolayı bir ay müddetle tatil edilmesine rağmen ilk çıkan nüshada
tatiline dair yazdığı makalede hükümeti istihzasından dolayı ilgası hakkında
Hariciye Nezareti Matbuat Odası'nın tezkiresi” (13/L /1253 (Hicrî), DN.2, GN. 5,
FK: HSD.CB.), “Takvim ve Tabhane'nin Maarif-i Umumiye Nezareti'ne ilhakı ile
Takvim-i Vekayi'ye derc edilecek ilanların Matbuat Müdürlüğü'ne gönderildiği”
(20/Ş /1278 (Hicrî), DN.401, GN. 81, FK: A.}MKT.NZD.), “Matbuat İdaresi ile
Takvim-i Vakayi İdaresi'nin birleştirilip Matbuat Nezareti'ne dönüştürülerek Lütfü
Efendi'nin rütbe-i evvel sınıf-ı sanisi tevcihi ile tayini” (19/S /1281 (Hicrî), DN.306,
GN. 99, FK: A.}MKT.MHM.), “Matbuat Nezareti'nin yeniden Maarif Nezareti'ne
bağlanmasına Meclis-i Vala tarafından karar verildiği” (15/C /1281 (Hicrî), DN.318,
GN. 4, FK: A.}MKT.MHM.), “Matbuat Nezareti'nin lağvıyla Maarif Nezareti'ne
ilhakına ve Lütfi Efendi'nin emekliliğine dair” (23/Za/1281 (Hicrî), DN.535, GN.
37169, FK: İ..DH..), “Matbuat Müdürü Ohannes Efendi ile refakatinde bulunanlara
rütbe verilmesi” (05/Ra/1283 (Hicrî), DN.220, GN. 12817, FK: İ..HR..), “Midilli
ahalisinden Kondobulos'un bir gazete neşretmek için istidada bulunması üzerine;
hakkında tahkikat yapılarak matbuat nizamnamesine uyacağına dair bir senet
alınarak ruhsat verilmesi” (15/Ca/1289 (Hicrî), DN.2, GN. 160, FK: MF.MKT.),
“Ermenice olarak çıkardığı Eğlence gazetesini Türkçe olarak da çıkarmak için ruhsat
isteyen Artin Sıvacıyan'ın Matbuat Nizamnamesi'ne uymak şartıyla böyle bir gazete
yayınlamasında sakınca olmadığı” (30/B /1289 (Hicrî), DN.5, GN. 142, FK:
MF.MKT.), “Sirac isimli bir gazete çıkarması için, Matbuat Nizamnamesi'nce
kendisine ruhsat verilmesi uygun görülen Mehmed Tevfik Efendi'nin ruhsat
senedinin verilmesi” (04/Ş /1289 (Hicrî), DN.5, GN. 167, FK: MF.MKT.),
“Beyrut'ta Müşerref adlı bir gazete tab etmek üzere matbaa açmak için ruhsat isteyen
Hatar el-Dahdah adlı kişi hakkında Matbaa ve Matbuat Nizamnamesi ahkamınca
muamele olunması” (29/Ş /1290 (Hicrî), DN.14, GN. 88, FK: MF.MKT.), “Matbuat
Nizamnamesi çıkıncaya kadar yeni gazete çıkarılamacağı” (06/L /1290 (Hicrî),
DN.469, GN. 13, FK: A.}MKT.MHM.), “Çocuklara mahsus Hoca isminde bir
gazete çıkarmak isteyen Mekteb-i Tıbbiye İdadisi öğrencisi Kandıralı Mehmed
Raşid Efendi'nin talebi hakkında Matbuat Nizamnamesi'ne göre gerekenin
yapılması” (19/L /1290 (Hicrî), DN.15, GN. 78, FK: MF.MKT).
4.2. BCA’nde Matbuat
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi kayıtlarında, “matbuat”la ilgili 165 kayıt
bulunmaktadır. Buradaki Millî Mücadele’den itibaren, basını değişik yönlerden
ilgilendiren belgelerin önemli bir kısmı, Matbuat Genel Müdürlüğünün tayin ve
nakilleri ile ilgilidir. “Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi”nin, Basın
Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğüne nasıl evrildiğini takibe almak mümkündür.
Bu arada basının yurt içi ve dışında temsili, kontrolü hakkında önemli belgeler
bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Karahisar'daki İkaz Matbaası'nın Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i
Umumiyesi'nce satınalınarak Ankara'ya getirilmesi” (10/10/1920, S.283, D.146-2,
FK.30..18.1.1, YN.1.15..19.), “Anadolu halkını ülkenin kurtuluşu için uyandırmak
ve aydınlatmak için memurlardan yararlanılması ve Matbuat ve İstihbarat Umum
Müdürlüğü'nce köylere kadar ulaşarak yazılar ve beyannameler bastırılması”
(17/11/1920, S.379, D.38-10, FK.30..18.1.1, YN.1.20..16.), “TBMM Matbuat ve
İstihbarat Genel Müdürlüğü Komisyonu'na Selahaddin (Mersin), Ali Şükrü
(Trabzon) ve Basri (Karesi) beylerin seçildiği” (8/4/1921, S., D.851, FK.30..10.0.0,
YN.83.545..1.), “Matbuat Müdüriyeti'nce düzenlenen günlük haberlerin telgraf
şeklinde Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği'ne değil Bakanlar Kurulu
üyelerine gönderilmesi” (9/1/1923, S.2161, D.85-7, FK.30..18.1.1, YN.6.45..1.),
“İstiklâl Mahkemesi'nin adilane hareket edeceği kanaatinde olduklarına dair, Türk
Matbuat Cemiyeti Başkanı Halit Ziya'nın telgrafı” (12/12/1923, S., D.842,
FK.30..10.0.0, YN.9.54..49.), “Matbuat Umum Müdürlüğünde görevli Zekeriya'nın
(Sertel) görevden alınması” (13/11/1923, S.6/178, D., FK.30..11.1.0, YN.1.15..19.),
“Bütün gazetelerin Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğü'nce incelendiği ve
Matbuat Kanunu'na aykırı görülenlerin Başbakanlık ve Dahiliye Vekaleti'ne
bildirileceği” (29/12/1923, S., D.8519, FK.30..10.0.0, YN.83.545..20.), “İsmet
Paşa'nın, İstanbul Matbuat Cemiyeti'ne para verilmesi isteği” (12/4/1924, S.,
D.8530, FK.30..10.0.0, YN.83.546..9.), İstanbul'da teşkil edilen Matbuat-ı Umumiye
Heyeti karşılığında, Anadolu matbuatını teşmil etmek için bir heyet kurulması”
(8/10/1924, D.B1, FK.30..1.0.0., YN.40.237..10.), “Matbuat Umum Müdürlüğü'nce
İstanbul'da yayımlanacak Fransızca Echo de Turquie, İngilizce Echo of Turkey
gazetelerinin basımı için gerekli malzeme ile basım işinin pazarlıkla temini”
(3/6/1925, S.2004, D.85-19, FK.30..18.1.1, YN.14.33..16.), “Matbuat Umum
Müdürlüğü tarafından yayınlanan Ecnebi Matbuatı Hulasaları adlı yayının Yeni
Gün Matbaası'na bastırılması” (10/3/1926, S.3298, D.85-25, FK.30..18.1.1,
YN.18.17..16.), Kolonya'da (Colonia/Köln-Almanya) açılacak olan Uluslararası
Matbuat Konferansı'na Türkiye'yi temsilen Yunus Nadi'nin gönderileceği”
(31/7/1927, S., D.4129, FK.30..10.0.0, YN.229.543..9.), “Kolonya'da açılacak
Beynelmilel Matbuat Sergisi'ne Muğla Milletvekili Yunus Nadi'nin başkanlığında
Falih Rıfkı, Necmeddin Sadık, Haydar Rüşdü ve Hakkı Tarık'ın gönderilmeleri”
(22/4/1928, S.6480, D., FK.30..18.1.1, YN.28.24..15.), “Köln'de açılan Beynelmilel
Matbuat Sergisi'ndeki Türkiye'ye ait pavyonun masraflarını karşılamak üzere
Temsilcimiz Yunus Nadi'ye ödenek verilmesi” (5/8/1928, S.6963, D.186-13,
FK.30..18.1.1, YN.30.48..17.), “Devletin emniyetini ihlal edecek surette muzır
neşriyatta bulunduğu anlaşılan Hronika gazetesinin, Matbuat Kanunu'nun 23.
maddesi gereğince basımının durdurulması” (3/3/1929, S.7729, D., FK.30..18.1.2,
YN.2.16..39.), “Türkçe matbuata prim verilmesi hakkında Giresun Mebusu Hakkı
Tarık Bey'in kanun teklifi” (8/6/1929, S., D.4113, FK.30..10.0.0, YN.3.17..23.),
“Vakit gazetesi görevlilerinden Bedii'nin Giresun Milletvekili ve Matbuat Cemiyeti
Reisi Hakkı Tarık'ı tabancayla yaraladığı” (18/1/1930, S., D.597, FK.30..10.0.0,
YN.5.25..5.), “Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Matbuat Genel Müdürlüğü'nün mali
yılbaşından itibaren bütçesi ile beraber İçişleri Bakanlığı'na devri” (15/6/1931, S.,
D.85116, FK.30..10.0.0, YN.83.550..14.), “İstanbul matbuatını takip etmek üzere
7. derece memurluğa Kadınhanı Kaymakamı İbrahim'in tayini” (9/4/1932, S.8575,
D., FK.30..11.1.0., YN.70.11..6.), “Matbuat Umum Müdürlüğü'nce yayınlanmakta
olan Ayın Tarihi ve La Turquie Kemalist mecmualarının pazarlıkla Devlet
Matbaası'nda bastırılması” (14/7/1934, S.2/998, D.85-52, FK.30..18.1.2,
YN.46.49..18.), “Yugoslavya Kralı'nın Sofya'yı ziyaretleri sebebiyle Türk
basınında Yugoslavya aleyhinde haber yayınlanmamasına dair Matbuat Genel
Müdürlüğü'nün
tamimi”
(3/10/1934,
S.,
D.432196,
FK.30..10.0.0,
YN.252.697..28.), “Matbuat Kanunu'na muhafeletten hakkında dava açılan Siirt
Milletvekili Mahmut Soydan öldüğünden açılan dava dosyasının kapatılması”
(24/12/1936, S., D.759, FK.30..10.0.0, YN.9.52..13.), Halkevlerine Matbuat
Cemiyeti almanağının gönderildiği” (1/4/1936, S., D.1.BÜRO, FK.490..1.0.0,
YN.3.12..16.), “Gümrük tarifesinin 328/A pozisyonundan ithal edilecek kağıdın
Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından dağıtılması” (9/11/1937, S.2/7627, D.,
FK.30..18.1.2, YN.80.91..15.), “Balkan ülkelerinde incelemelerde bulunacak olan
Matbuat Umum Müdürlüğü Müşavirlerinden Server İskit'e döviz verilmesi”
(3/8/1939, S.2/11813, D.238-517, FK.30..18.1.2, YN.88.83..8.), Paris-Orient
gazetesi Sahibi Dr. Lütfi'nin Paris’te Matbuat Mümessilliği teşkili ile bu vazifeye
tayini” (11/4/1939, D.A25, FK.30..1.0.0., YN.33.195..3.), “Tenzilatlı tarife ile ithal
edilecek matbaa kağıdına ait tevziatın, Matbuat Umum Müdürlüğü'nce yapılması,
gazete ve mecmuaların kurdukları istihlak kooperatiflerinin bir müessese
sayılması” (17/6/1941, S.2/1606, D., FK.30..18.1.2, YN.95.52..1.), “İngiltere
hükümetinin daveti üzerine Hindistan'a gidecek olan Matbuat heyetine mensup
Burhan Belge, Muvaffak Menemencioğlu ve Burhan Felek'e siyasi pasaport
verilmesi” (9/1/1943, S.2/19293, D.112-252, FK.30..18.1.2, YN.100.110..19.),
“Romanya Sefareti Matbuat Ateşesi Profesör Dr. Aurel Decei'nin Romen Tarihini
ilgilendiren belgeler üzerinde Başbakanlık Arşivi'nde araştırmayapma izni isteği”
(21/4/1945, S., D.18253, FK.30..10.0.0, YN.19.107..23.), “Romanya ve
Macaristan'da yayınlanan bilumum matbuatın yurda sokulmasının ve dağıtılmasının
yasaklanması” (20/12/1951, S.3/14103, D.52-242, FK.30..18.1.2, YN.127.91..13.).
5. Muzır Neşriyat
5.1. BOA’nde Muzır Neşriyat
BOA’ndeki kayıtlarda “muzır neşriyat”la ilgili 691 belge bulunmaktadır.
Belge içeriklerinde, yurt içinde yayını zaralı bulunduğu için kapatılanlar olduğu gibi,
yurt dışında yayınlanan ama yurda sokulması sakıncalı görülenler de bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin, bölücülük, iç fitne karşısındaki hassasiyeti ile ilişkili olan
“muzır neşriyat” tavrı engellemede çok başarılı değildir. Zira “muzır” olanlar,
yabancı elçilik mensupları, ülke içinde dağıtım yapma hakkına sahip yabancı posta
teşkilatları gibi bir çok vasıta bularak yine yurda girebilmişlerdir. “Muzır neşriyat”la
ilgili kayıtlardan bazıları şöyledir:
“Yayın politikası devlet yanlısı olması dolayısiyle bahse konu gazeteye
istediği onayın verildiği, ancak muzır bir neşriyatta bulunması halinde gazetenin
kapatılacağı” (10/N /1204 (Hicrî), DN.1319, GN.32, FK.DH.MKT.), “Muzır
neşriyattan dolayı kapatılan Telgrafos adlı Rumca gazetenin tab'ı Pasaport Odası
Memurlarından Hristo Foridiye verildiğinde açılması” (12/Ca/1271 (Hicrî), DN.100,
GN.48, FK.HR.MKT.), “Yunanistan'da basılan ve muzır neşriyatta bulundukları
tespit edilen İsto, Etnikon Minoma, Ura, Mernos, Melon, Meraya adlı gazetelerin
Memalik-i Şahane'ye duhullerinin meni” (09/L /1294 (Hicrî), DN.1322, GN.53,
FK.DH.MKT.), “Constantinpol Messager adlı gazetenin Levant Herald adıyla
neşrine müsaade edilmesi ve muzır neşriyat yapıldığı takdirde kapatılacağının ihtar
edilmesine dair mesul müdüründen teminat alınması hakkında” (28/R /1296 (Hicrî),
DN.160, GN.112, FK: Y..A...HUS.), Muzır neşriyatta bulunan Levant Herald
gazetesinin muvakkaten tatil edildiği” (09/S /1306 (Hicrî), DN.218, GN.34, FK:
Y..A...HUS.), “Yayın hayatına yeni başlayan Teessüf isimli gazetenin, zabıtanın
teftişinden kurtulmak maksadıyle, Paris'de basılıyormuş gibi gösterilme ihtimali
olduğu ve bu gibi zihinlerde karışıklık doğurabilecek muzır neşriyatın engellenmesi
gerektiği” (06/R /1297 (Hicrî), DN.1295/-1, GN.101848, FK: İ..DH..), “Avrupa'da
muzır neşriyatta bulunan gazetelerin idhal edilmemesinin ilgililere tebliğ edildiği,
ecnebi postahanelere geldikleri takdirde müsadere edilmesi vesaire hakkında”
(24/Za/1297 (Hicrî), DN.165, GN.153, FK: Y..A...HUS.), “Moniteur de Commerce
gazetesinin muzır neşriyatından dolayı lağvedildiği” (04/Ş /1298 (Hicrî), DN.4,
GN.28, FK: Y..PRK.TKM.), “Muzır neşriyatta bulunan Ali Şefkati'ye yardımdan
vazgeçmesini sabık Hidiv İsmail Paşa'ya tebliğ için, Roma Safareti'nden gönderilen
memuru, İsmail Paşa kabul ederek bu mevzuyla alakasını inkar için ne gibi
ifadelerde bulunduğuna dair” (08/Ş /1298 (Hicrî), DN.168, GN.9, FK:
Y..A…HUS.), “İstikbal gazetesi sahibi Ali Şefkati'nin sabık Hidiv İsmail Paşa'nın
yanında bulunduğuna ve İstikbal ve Mütenebbih gazetelerinin neşr sebeblerinin
tahkiki ve muzır neşriyattan meni lüzumuna dair” (18/S /1301 (Hicrî), DN.175,
GN.88, FK: Y..A...HUS.), “Vakit gazetesinin muzır neşriyatı hakkında Saffet
Paşa'nın tezkiresi” (27/N /1298 (Hicrî), DN.43, GN.144, FK: Y..EE.), “Et-Takdim
gazetesi sahib-i imtiyazının bir daha muzır neşriyatta bulunmayacağına dair
senet verdiği takdirde kapatma cezasının kaldırılması hakkında Suriye
Vilayeti'nden mütalaa istenmesi” (26/Z /1298 (Hicrî), DN.1338, GN.21, FK:
DH.MKT.), “Gelibolu sancağında satılmak üzere götürülen Protestan kitaplar muzır
neşriyattan olmadığından neşredilmesinde sakınca bulunmadığı” (29/C /1299
(Hicrî), DN.1338, GN.104, FK: DH.MKT.), “İttihat gazetesi muharriri İbrahim,
Londra'da muzır neşriyatta bulunacak olursa cezalandırılacağı hakkında”
(07/Ra/1302 (Hicrî), DN.180, GN.71, FK: Y..A...HUS.), “Cezayir-i Bahr-ı Sefid
Vilayeti (12 Adaları da içine alan idari birim) istinaf ve bidayet azalarının bir yanlış
yorum nedeniyle Türkçe bilmediklerinden dolayı mahkemelere kabul edilmeyişleri
ve bu konuda Efimeris gazetesinin muzır neşriyatı” (29/Ca/1303 (Hicrî), DN.31,
GN.83, FK: Y..PRK.ASK.), “Filibe'de basılan Filipo Polis gazetesinin muzır
neşriyatından dolayı Nemçe Postası'yla Edirne'ye girişine mani olunması” (10/N
/1303 (Hicrî), DN.1350, GN.41, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyatı dolayısıyla tatil
ettirilmiş olan El-Zaman gazetesinin tekrar açılması için sahibi Aleksan Tarafyan'ın
yapacağı müracaat hakkında Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın tahriratı” (02/Z /1303
(Hicrî), DN.130, GN.60, FK: Y..EE.), “Muzır neşriyatta bulunan Politische Volks
Platej gazetesiyle (Peşte) Allgemeine Zeitung gazetesinin (Münih) Memalik-i
Şahane'ye idhalinin meni” (09/Ra/1304 (Hicrî), DN.1389, GN.108, FK: DH.MKT.),
“Muzır neşriyat yapan üç Ermeninin sürgün edileceği yerin tespiti” (17/C /1304
(Hicrî), DN.2, GN.12, FK: Y..PRK.DH..), “Paris'te basılan Constituionel gazetesinin
muzır neşriyatına binaen memlekete idhalinin yasaklandığı” (16/L /1304 (Hicrî),
DN.1430, GN.49, FK: DH.MKT.), “Nineteenth Tennory nam gazetenin muzır
neşriyatına binaen Memalik-i Şahane'ye idhalinin meni” (26/Ca/1305 (Hicrî),
DN.1484, GN.44, FK: DH.MKT.), “Ülkeye muzır neşriyatın sokulmaması için
Ecnebi Postaları ile gelen şüpheli zarfların açılması” (11/N /1305 (Hicrî),
DN.1509, GN.40, FK: DH.MKT.), “Ermenileri iğfal etmek üzere Bulgaristan ve
Romanya gibi ülkelerden ecnebi matbuatı vasıtasıyla ülkeye sokulan muzır
evrak ve neşriyatın red ve tekzibiyle sair tedbirlerin alınması ve Romanya'da tesis
olunan bir cemiyetin abone bedellerinin, Anadolu'da ihtilal çıkarmak üzere,
dağıtılmakta olduğu yolundaki ihbarın tahkiki” (06/L /1305 (Hicrî), DN.1512,
GN.109, FK: DH.MKT.), “Paris'de yayınlanan ve neşriyatı muzır bulunan Siecle
gazetesinin memlekete giriş ve dağıtımına getirilen muvakkat yasak uyarınca lazım
gelen muamelatın icrası” (15/Z /1305 (Hicrî), DN.1535, GN.11, FK: DH.MKT.),
“Muzır neşriyatta bulunan Svoboda adlı Bulgar gazetesinin tercümesinin takdimi ve
yurda sokulmasının yasaklanması” (14/Ra/1306 (Hicrî), DN.36, GN.28, FK:
Y..MTV.), “Nius Aristofanis ismiyle Atina'da neşrolunan mizah gazetesinin muzır
neşriyatı sebebiyle girişinin yasaklandığı” (28/Ra/1306 (Hicrî), DN.1570, GN.32,
FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyatı havi bazı gazetelerin Anadolu'nun içlerine kadar
ecnebi postalarıyla sokulduğu görüldüğünden, ecnebi postaları kaldırılmadıkça bu
gibi neşriyatın men-i idhalinin kabil olamayacağının anlaşıldığı ve yasağın
muhafazası için dikkatli olunması hususunun tebliği” (05/R /1306 (Hicrî), DN.1572,
GN.64, FK: DH.MKT.), “Rum lisanıyla İzmir'de neşredilmekte olan Armonia adlı
gazetenin, neşriyatındaki muzırrat nedeniyle üç ay müddetle kapatıldığı” (07/R
/1306 (Hicrî), DN.1573, GN.62, FK: DH.MKT.), “İngiltere'de tab olunan Glasko
Herald gazetesinin muzır neşriyatı havi bir nüshasının Osmanlı topraklarına
sokulmasının yasaklandığı” (22/R /1306 (Hicrî), DN.1578, GN.106, FK:
DH.MKT.), “Mısır'daki muzır neşriyat yapan gazetelerin desteğinin Suriye'de
bulunan yabancılar olduğu” (03/B /1306 (Hicrî), DN.4, GN.59, FK: Y..PRK.MK..),
“Atina'da neşredilen Messager d'Athenes gazetesinin muzır neşriyatına binaen
idhalinin yasaklandığı” (25/Za/1306 (Hicrî), DN.1641, GN.123, FK: DH.MKT.),
“Londra'da tab ve neşr olunan Echo ve Manchesther Guardian gazetelerinin muzır
neşriyata devam etmeleri nedeni ile ülkeye sokulmaması” (04/M /1307 (Hicrî),
DN.1652, GN.141, FK: DH.MKT.), “Muzır neşriyat yapan Figaro gazetesinin ele
geçirilen bir nüshasının takdimi ve Memalik-i Şahane'ye ithalinin yasaklanması”
(17/Ra/1307 (Hicrî), DN.41, GN.19, FK: Y..MTV.), “Beyrut'ta ruhsatsız olarak
yayınlanan el-Neşretü'l-Usbuiyye gazetesinin muzır neşriyatından dolayı ruhsat
alıncaya kadar kapatılması” (29/R /1307 (Hicrî), DN.1684, GN.35, FK: DH.MKT.),
“Muzır neşriyatta bulunmayacaklarına dair müdürü tarafından teminat verilen La
France nam gazetenin, Memalik-i Şahane'ye girişindeki yasağın kalkmasının
istendiği” (09/Ca/1307 (Hicrî), DN.1686, GN.67, FK: DH.MKT.), “Mithat Paşa ve
yakınlarının Londra ve Paris'te Genç Osmanlılar adı altında komiteler kurarak
zararlı risaleler yayınladıkları ve muzır neşriyatın bundan sonra da devam
edeceğinden, bu hususta alınacak tedbirlerin acilen icrası” (09/Ca/1307 (Hicrî),
DN.338, GN.21916, FK: İ..HR..), “Avrupa matbuatının muzır neşriyatının meni
için, bunlara sebep olan halleri ortadan kaldırmak gerektiği, mesela bozuk
yolların tamiri, donanmanın Haliç'te muattal bir halde bırakılmaması,
adliyenin ıslahı ve Kürt asi kabilelerinin terbiyesi gibi ıslahata teşebbüs olunması
icap edeceği mütalaası” (17/C /1307 (Hicrî), DN.233, GN.36, FK: Y..A...HUS.).
5.2. BCA’nde Muzır Neşriyat
Cumhuriyet Arşivi’nde “Muzır Neşriyat” ile ilgili yalnız üç kayıt
bulunmaktadır. Birisi kanun tasarısı, ikisi iki Yunan gazetesinin ülkeye girişinin
yasaklanması ile ilgili olan kayıtlar şöyledir:
“Gençleri muzır neşriyattan koruma kanun tasarısı” (4/5/1927, D.,
FK.30..18.1.1., YN:24.28..20.), “Devletin emniyetini ihlal edecek surette muzır
neşriyatta bulunduğu anlaşılan Hronika gazetesinin, Matbuat Kanunu'nun 23.
maddesi gereğince basımının durdurulması” (3/3/1929, S.7729, D., FK.30..18.1.2.,
YN:2.16..39.), “Atina'da çıkan Politiya gazetesinin muzır neşriyatından dolayı
Türkiye'ye girmesinin yasaklanması” (3/4/1929, S.7850, D.86-95, FK.30..18.1.2.,
YN:2.20..18.).
6. Neşriyat
6.1. BOA’nde Neşriyat
BOA’nde “neşriyat” kelimesi, 4525 ayrı kayıtta geçmektedir. İçinde basına
karşı, “havuç”un da “sopa”nın da bulunduğu bu kayıtların bazıları, Türkiye’de
basının doğuşundan bir hayli eskidir. Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk Türkçe
gazete olarak bilinen Vekayi-i Mısrıyye’den (1828) seksen, ilk yabancı dilde
(Fransızca-1795) çıkan (İskit, 1939, 7) gazeteden de yarım asır önce devletin,
yabancı basını takip ettiğine dair arşiv belgeleri bulunmaktadır. 01.01.1748 tarihli
bir belgeye göre, “Rusya İmparatoriçesi (nin) yüz bin askerle Devlet-i Aliyye
üzerine hareket edeceği, Kolonya'da çıkan ve kapu kethüdasına gönderilen
gazetelerde yazılmakta”dır. Yine aynı belgeye göre, “bu gazete imparatoriçenin
talimatıyla intişar” eylemektedir. “Eflak voyvodasından gelen tahrirat”ın adresi
bellidir: (29/Z /1160 Hicrî/01.01.1748 M., DN.88, GN.4381, FK: C..HR). Bu tür
belgelerden, Osmanlı siyasetçilerinin, kendi ülkesinde gazetelerin çıkmasından
onlarca yıl önce yabancı basını takip ettiklerini, bu gazeteleri Türkçeye çevirterek
onlardan haber aldıklarını ve onları sakladıklarını öğreniyoruz. Bu tür gelişmeler,
onlarca yıl sonra ilk resmî gazetenin devlet başkanı emri ve ad koyması ile
çıkmasını yönlendirmiş olmalıdır. Neşriyat kavramı ile ilgili kayıtlardan bazıları, bir
çok konuda fikir verecek mahiyettedir:
“Umum Avrupa ahval-i siyasiyesine ve hususi ile Osmanlı Rus
muharebesine dair Avrupa gazeteleri neşriyatından alınan tercüme hülasası” (09/Ş
/1205 (Hicrî/13.4.1791 M.), DN.36, GN.1795, FK: C..HR.), “Fransalı'nın Mısır
hakkındaki niyyat-ı fasidesini havi gazete neşriyatı ile Fransa'da sefirimiz Seyyid Ali
Efendi'den gelen tahrirat” (04/Za/1212 (Hicrî), DN.267, GN.15594, FK: HAT),
“Mısır'da beylerin fena hareketlerine karşı Fransa Hükümeti'nin oraya asker çıkarıp
istila niyetine aid gazetelerde vaki neşriyat üzerine” (09/M/1213 (Hicrî), DN.141,
GN.5870, FK: HAT), “Gazeteci Edvard'ın, Devlet-i Aliyye menfaatlerie uygun
neşriyat yapmak için gazete çıkarmasına izin verilmesi” (24/C /1260 (Hicrî),
DN.5, GN.35, FK: HR.MKT.), “Paris'de Litan gazetesini çıkaranlardan Mösyö
Balifo'nun Devlet-i Aliyye lehinde neşriyat yapması için tarafına para
gönderdilmesi hakkındaki şukkasının (yazı) gönderildiği” (11/M /1265 (Hicrî),
DN.23, GN.17, FK: HR.MKT.), “Rum reayası mazhar oldukları refah ve asayişten
memnun oldukları cihetle Yunan gazetelerinin garazkarane neşriyatından müteessir
olmayıp evvelce Yunanistan'a kaçmış olanların avdet edecekleri (ni) .. havi Rumeli
Mutasarrıfı Ragıb Paşa'dan gelen tahrirat” (25/S /1265 (Hicrî), DN.100, GN.4997,
FK: C..DH..), “Uncu esnafından Hacı Halil Ağa'nın tedarik ettiği bir kaç matbaa
makinası ile zararsız kitap ve neşriyat basacağından, kendisine Takvimhane-i
Amire'ce bir senet verilmesi” (28/S /1267 (Hicrî), DN.28, GN.30, FK: A.}AMD.),
“Nişan verilmek üzere isimleri deftere kaydedilenlerin hepsine nişan verilmesinin
uygun olmayacağı, bu şahısların arasında devlete karşı neşriyat yapan
gazetecilerin de bulunduğu” (19/Z /1270 (Hicrî), DN.85, GN.28, FK: HR.MKT.),
“Prens nam Fransız gazetesinin Osmanlı Devleti aleyhinde bazı neşriyatından dolayı
açılan dava için yapılan masarifat” (24/C /1275 (Hicrî), DN.164, GN.8789, FK:
İ..HR.), “Edeb ve emniyeti bozacak neşriyatta bulunan gazetecilerle zabtiye
nizamına muhalif hareket edenlerin cezalandırılması” (10/R /1279 (Hicrî), DN.242,
GN.44, FK: A.}MKT.MHM.), “Rusların ordularını seferber ettikleri hakkındaki
tamimimize karşı; Jurnal de Saint Petersburg, Gazette ve Nouvelle Presse
gazetesinin bir güna neşriyatta bulunmadıkları hakkında Adolf Berti imzalı mektup”
(28/Za/1283 (Hicrî), DN.42, GN.78, FK: Y..EE..), “Girid'de yeni bir gazete
çıkarıldığı ve bir nüshasının gönderildiği, bu gazetenin çıkması ile Girid'deki ihtilal
ateşinin söneceği, doğrular yazılarak asayiş ve emniyetin sağlanacağı umudunun
taşındığı ve neşriyattan dolayı memnunuluk duyulduğu” (23/B /1285 (Hicrî),
DN.426, GN.14, FK: A.}MKT.MHM.), “Havass Telgraf Ajansı'nın neşriyatı
lehimizde olup, yalnız İstanbul'da bulunan muhabirin kolaylıklar görmediği
hakkındaki şikayetleri olduğundan, nezd-i Devlet-i Aliyye'de muhabere kolaylıkları
gösterilmesine dair Sadık Paşa'nın Hariciyeye mektubu” (11/Za/1293 (Hicrî),
DN.44, GN.60, FK: Y..EE..), “Osmanlı Devleti lehine kamuoyu oluşturmak
maksadıyla yapılacak neşriyat için, Paris Sefareti vasıtasıyla gazete muharriri John
Mayer'e verilecek para” (02/M /1294 (Hicrî), DN.272, GN.16473, FK: İ..HR..),
“Rusya'nın Balkanlar'a asker, erzak, mühimmat sevketmesi ve başlatacağı askerî
harekât, Osmanlının Plevne muzafferiyetine dair çıkan neşriyat hakkında
sefaretlerden gelen malûmat” (12/Ş /1294 (Hicrî), DN.1, GN.60, FK: Y..PRK.HR).
6.2. BCA’nde Neşriyat
BCA’nde “neşriyat” kelimesi ile ilgili 167 kayıt gözükmektedir. Bunlardan
bazıları:
“Trabzon Rumlarının, orduya yapacakları yardımın kendi arzularıyla olduğu
hakkında neşriyat yapmaları gerektiği” (24/8/1920, D.94B1, FK.30..10.0.0.,
YN.109.724..1.), “Hrıstiyan azınlığa zulmediliyor şeklindeki neşriyatı çürütmek ve
Yunan mezalimini dünyaya duyurmak için gerekli bilgi ve belgelerin gönderilmesi”
(7/6/1922, FK.51..00.0.0., YN.7.63..37.), “Tevhid-i Efkar gazetesinin neşriyatına
dikkat edilmesi hususunda yazışma” (2/10/1924, S., D.B1, FK.30..1.0.0.,
YN.40.237..4.), “Tevhid-i Efkar gazetesinin Vasıf Bey aleyhindeki neşriyatı ile ilgili
olarak ne düşündüğünün Mustafa Kemal Paşa tarafından İsmet Paşa'ya sorulduğu”
(1/9/1924, D.15, FK.30..10.0.0., YN.1.1..5.), “Ahlak dışı neşriyatın piyasadan
kaldırılmasına dair sözleşmenin tasdiki hakkında kanun tasarısı” (6/5/1926, S.3560,
D., FK.30..18.1.1., YN.19.30..19.), “Memleket menfaatlerini gözeten Millî Ticaret
gazetesine bütün Ticaret Odaları ile iktisadi kuruluşların abone olmalarının
sağlanması ve bu tür neşriyatın sürekliliğine yardımcı olunması gerektiği”
(13/9/1926, D.M55, FK.230..0.0.0., YN.149.54..4.), “İstanbul'da yayımlanan Yeni
Kafkas dergisinin zararlı neşriyat yapması sebebiyle kapatılması” (29/9/1927,
S.5664, D.86-87, FK.30..18.1.1., YN.26.54..13.), “Türkiye aleyhine neşriyatta
bulunmayacağını taahhüt eden Patris gazetesine ait yasaklama kararının
kaldırılması” (23/9/1928, S.7147, D.86-90, FK.30..18.1.1., YN.30.58..1.), “Türkiye
Cumhuriyeti hakkında Avrupa'da bir nüsha yayınlayacak olan Exportateur
gazetesinin neşriyatını 10.1.1929'da yaptığından gazete mümessiline verilen 1000
liranın bu yılki bütçeden ödenmesi” (13/2/1929, S.7686, D.247-51, FK.30..18.1.2.,
YN.2.15..36.), “Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanı aleyhinde neşriyatta
bulunan Kahire'de çıkan El Feth, Müsavat ve Seda-yı Hak gazeteleri hakkında, Mısır
hükümeti tarafından kanuni takibat yapıldığı” (6/1/1929, D.43912, FK.30..10.0.0.,
YN.266.795..12.), “Devletin emniyetini ihlal edecek surette muzır neşriyatta
bulunduğu anlaşılan Hronika gazetesinin, Matbuat Kanunu'nun 23. maddesi
gereğince basımının durdurulması” (3/3/1929, S.7729, D., FK.30..18.1.2.,
YN.2.16..39.), “Komşu ve dost hükümetler aleyhine neşriyatta bulunan Yeni Kafkas,
Otlu Yurt, Bildiriş ve Azeri Türk adlı gazete ve dergilerin kapatılması” (17/8/1931,
S.11631, D.86-112, FK.30..18.1.2., YN.22.59..13.), “Memleketimiz hakkında
propaganda neşriyatı yapan Daily Telegraph gazetesine verilecek para” (1/8/1934,
D.42289, FK.30..10.0.0., YN.234.579..14.), “Radyo neşriyatının Radyo Şirketi'nin
feshinden sonra da bakanlıklararası komisyon tarafından yürütülmesi” (28/6/1938,
D.1104, FK.30..10.0.0., YN.129.929..4.),
“Türk-Alman Hususi Anlaşması
gereğince Cumhuriyet Halk Partisi neşriyat htiyacını karşılamak üzere Ulus
Müessesesi'nce Almanya'dan getirtilecek kağıtlara ayrılan ödenek” (13/11/1940,
D.7956, FK.30..10.0.0., YN.79.524..10.), “Görevine son verilen Ankara Radyosu
Neşriyat Şefi Ekrem Reşit Rey'in tekrar eski görevine tayini” (11/3/1940, S.2/13029,
D.85-66, FK.30..18.1.2., YN.90.23..10.), “Devletin dış siyasetine aykırı neşriyatta
bulunduğu için kapatılan Turkische Post gazetesinin tekrar yayınına izin verilmesi”
(20/4/1940, S.2/13347, D.85-70, FK.30..18.1.2., YN.90.39..7.), “II. Dünya Savaşı
esnasında muharip taraflar ve bilhassa Sovyetler aleyhinde yapılan neşriyatın
engellenmesi için Refik Saydam'ın Müsteşar'a gönderdiği yazı” (18/7/1941, S.,
D.A20, FK.30..1.0.0., YN.30.179..1.), “Ankara Radyosu programlarından olan ve
her akşam yayınlanan Radyo Gazetesi'nin neşriyatı” (4/8/1944, D.1109,
FK.30..10.0.0., YN.129.929..9.), “İstanbul'da çıkmakta olan Nor Lur adındaki
Ermenice gazetenin tandansı ve neşriyatı hakkında rapor ve gazetede çıkan bazı
yazıların tercümesi” (2/4/1946, S., D.F11, FK.30..1.0.0., YN.101.623..6.),
“Komünizm propogandası yapan solcu neşriyat hakkında, gereken tedbirleri
tesbit etmek üzere CHP Komisyonu'nun görevlendirilmesi” (8/6/1948, S., D.C1,
FK.30..1.0.0., YN.42.252..1.), “Radyo neşriyatının sevimli ve seviyeli bir hale
getirilmesi için yapılması lazımgelen hususlar” (8/9/1953, S., D.F19, FK.30..1.0.0.,
YN.106.664..1.), “Akis mecmuasının Ajans Türk hakkında yaptığı maksatlı
neşriyata cevap” (28/1/1956, D.S2, FK.30..1.0.0., YN.131.849..3.), “Köylü gazetesi
sahibi ve neşriyat müdürü Tarık Mümtaz Göztepe'nin basmayı düşündüğü Köye
Candan Selamlar ve Öz Yürekten Kelamlar adlı kitabı hakkında” (28/3/1957, D.S2,
FK.30..1.0.0., YN.131.850..5).
7. BCA’nde BASIN
BOA’nde “basın” kelimesinin taranmasına gerek görülmemiştir. BCA’nde
“basın” hakkında 629 kayıt bulunmaktadır. Yalnız aynı kelime ile yapılan tarama
sağlıklı sonuç vermemiştir. Çünkü kayıtların bir kısmı, gerçekten basın ile ilgili iken
bir kısmında “s” yerine “ş” harfinin de görülmesi üzerine alan dışı olanlar da
belirtilen rakam içine girmiştir. Buna rağmen kayıt sayısı azdır. Azlıkta, matbuat
yerine, “basın”ın 1930’lu yıllardan sonra kabul görmesinin, ardından “medya”
kavramının yaygın kullanılmasının etkisi bulunmaktadır. Netice itibariyle tarama,
basınla ilgili siyasi, ekonomik yönelişleri, devir devir dışarı ile de ilgili değişim
sürecini gözler önüne serecek önemdedir. Seçilen kayıtlardan bazıları şöyledir:
“İstanbul'da ilan edilmiş olan sıkıyönetimin devam etmesi ancak basına
uygulanan sansürün kaldırılması” (7/10/1923, S.2816, D.106-17, FK.30..18.1.1.,
YN.7.35..19.), “Ajanslar ve basın tarafından yabancı ülkelerle yapılacak
haberleşmelerde telgraf ücretlerine yüzde elli indirim uygulanması” (10/9/1924,
S.876, D.168-19, FK.30..18.1.1., YN.11.43..12.), “Merkezi İstanbul'da bulunan
Türkiye Mahdut Mesuliyetli Basın İstihlak Kooperatifi Şirketi'nin esas
sözleşmesinin tasdiki” (12/9/1938, S.2/9577, D.179, FK.30..18.1.2., YN.84.81..16.),
“Matbuat Umum Müdürlüğünce hazırlanan Basın Kartı Tüzüğü'nün yürürlüğe
konulması” (4/3/1942, S.2/17485, D., FK.30..18.1.2., YN.97.125..12.), “Resmi daire
ve kuruluşlara ait ilanların Türk Basın Birliği'nce yayınlanması” (29/4/1943,
S.2/19828, D., FK.30..18.1.2., YN.101.29..14.), “Tenzilatlı tarife ile ithal edilecek
2465 ton gazete ve matbaa kağıdına ait dağıtımın 2/20066 sayılı Kn.ye göre
Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nce yapılması” (21/6/1944, S.3/1040, D.7694, FK.30..18.1.2., YN.105.42..4.), “Türk Basın Birliği ile Esnaf Odalarının
kırtasiye ihtiyaçlarının Devlet Kırtasiye ve Matbua İdaresinden verilmesi”
(15/11/1944, S.3/1809, D.76-102, FK.30..18.1.2., YN.107.80..13.), “CHP Meclis
Grubu'nun, 21 Aralık 1944 tarihinde verdiği karar üzerine grupça vazifelendirilen
komisyonun hazırladığı basın konusundaki raporu” (21/12/1944, D.C1,
FK.30..1.0.0., YN.42.249..3.), “Basın ve Yayın Umum Müdürü Selim Sarper'e
ortaelçi derecesi verilmesi” (10/3/1944, S.18537, D., FK.30..11.1.0.,YN.166.8..1.),
“Gazete ve mecmualarda çıkacak ilanların Basın Birliği eliyle yayını hakkında
kanun tasarısı” (24/3/1945, S.3/2321, D.71222, FK.30..18.1.2., YN.107.106..14.),
“Dışarıdan gelmiş ve gelecek filmlere Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nce
elkonulup dağıtım ve satışını kontrol etmesine dair K/603 sayılı Kararın yürürlüğe
konması” (20/8/1945, S.3/2993, D.75, FK.30..18.1.2., YN.109.51..6.), “1945 yılı
bütçe kanununun 18. maddesi gereğince tenzilatlı vergiyle idhal edilecek basım
kağıdının dağıtımının Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nce yapılması” (5/12/1945,
S.3/3380, D.7694, FK.30..18.1.2., YN.109.70..13.), “Basın rejimi ve basın teşkilatı
konularında inceleme yapmak için Avrupa ülkelerine gönderilecek Hüseyin Cahit
Yalçın'a yevmiye ve yolluk verilmesi” (7/2/1946, S.3/3710, D., FK.30..18.1.2.,
YN.110..19.), “Britanya'nın Orta Şark Siyaseti hakkında Londra Basın
Ataşeliği'nin rapor özeti” (29/5/1946, D.F11, FK.30..1.0.0., YN.101.623..12.),
“Basın işlerinde çalışan sanatkarların, istismarlarının önlenmesi için Türk Basın
Teknisyenleri
Birliği'ne
üye
olmaları”
(31/7/1946,
D.F11,
FK.30..1.0.0.,YN.101.624..7.), “İtalyan Basın Kanunu” (8/2/1948, D.S,
FK.30..1.0.0.,YN.128.832..5.), “Fransız, Belçika ve İsviçre basın mevzuatı ile
Türk Basını'nın karşılaştırılması” (D.S, FK.30..1.0.0.,YN.128.834..13.), “Kamu
özel ve tüzel kuruluşları ile belediye veya özel idarelerce verilecek ilan ve
reklamların basına verilme şeklinin tesbiti” (13/9/1950, S.3/11793, D.8-12,
FK.30..18.1.2., YN.123.70..10.), “Paris'te Dr. Refik Nevzat tarafından yayınlanan
Haraç Mezat Satıyoruz Hesap Başına ve Siyaseti Hazırai Meşume adlı Arap harfli
broşürlerin Türkiye'ye sokulmasının yasaklanması” (11/4/1951, S.3/12869, D.52226, FK.30..18.1.2., YN.125.29..20.), “Merkezi Ankara olmak üzere Türkiye Basın
ve Yayın Türk Anonim Ortaklığı'nın kurulmasına izin verilmesi” (27/6/1951,
S.3/13307, D.9-468, FK.30..18.1.2., YN.126.51..17).
SONUÇ
İletişim araştırmalarında, arşivin özel bir yerinin bulunduğu açıktır.
Gelişmeleri, bunların sosyal, siyasal boyutlarını değerlendirebilmek için, devlet
arşivleri başta olmak üzere belgelikleri göz ardı etmek, bilgiyi reddetmekle aynı
olacaktır. Zaman itibariyle geriye doğru gidildikçe, belgeliklerin önemi artmaktadır.
Dünya çapında büyük ve onlarca devletin, toplumun da geçmişinin aydınlatılması
için zorunlu başvuru yeri olan Osmanlı Arşivi, iletişim araştırmaları açısından ilgi
çekici malzemelere sahiptir. Sıradan sayılabilecek bir tarama, bunu gözler önüne
sermeye yetmektedir. Basınla ilgili yasal düzenlemelerden, sansür vb. denetim
uygulamalarına, yasaklara, ekonomik denetim çabalarına, uluslar arası ilişkilere
varıncaya kadar araştırılmayı bekleyen belgelerin çokluğu dikkat çekicidir. Elbette
bu alanda yapılmış araştırmalar bulunmaktadır. Ama daha fazlasının yapılması
gerektiği de açıktır.
Basın tarihimizin ilk yüz yılı, Osmanlı paleografyası ile yazılı
koleksiyonlardan oluşmaktadır. Millî tarihimizin de bin yılında bu durum vardır.
İletişim tarihini geçmişten geleceğe bir süreç olarak değerlendirdiğimizde 1928
öncesine kayıtsız kalmamız mümkün değildir. Onun için iletişim fakültelerinde
geçmişe dönük araştırmaları yapabilecek donanımda araştırmacıların yetiştirilmesini
sağlayacak alt yapı çalışmalarının yapılması gerekmektedir. Türkiye’nin asırlık,
bitmeyen sorunu olarak dayatılan, aleyhte korkunç propagandalarla şişirilen konular
(soykırımı iddiası gibi) bulunmaktadır. Bunun için Ermenice, Rumca, İbranice bilen
genç araştırmacıların iletişim araştırmalarına katkıda bulunması acil ihtiyaç
durumundadır.
Sosyal düşünce, sosyal gelişmeler, her zaman ekonomik ve teknolojik
gelişmelerin öncüsü durumundadır. Toplum bütünlüğü, gelişmesi açısından da
iletişim araştırmalarının özel bir önemi bulunmaktadır. Düşüncedeki değişim ve
gelişmelerin, uygulamalarla at başı paralel gidişi değerlendirilerek, belgeler ışığında
ortaya konmalıdır. Bunun için dönemlik, dar araştırmaların birbirini takip etmesi
yeni açılımları sağlayacaktır.
KAYNAKÇA
Alemdar, Korkmaz (2001) İletişim ve Tarih, Ankara: Ümit Yayıncılık.
Binark, İsmet (1980) Arşiv ve Arşivcilik Bilgileri, Ankara: T.C. Başbakanlık
Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı Yayını.
Bulgaristan’a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv Çalışmaları, Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara 1993.
Çakır, Hamza (2002) Osmanlıda Basın İktidar İlişkileri, Ankara: Siyasal Kitabevi
Yayını.
Delmas, B., (1991) Arşivler, Ankara: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı Yayını.
Göçmen, Muammer (1995) İsviçre’de Jöntürk Basını ve Türk Siyasal Hayatına
Etkileri, İstanbul: Kitabevi Yayını.
Göyünç, Nejat (1985) Osmanlı Araştırmalarında Arşivlerin Yeri, Osmanlı Arşivleri
ve Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul, Mayıs 1985, s. 53-60.
Göyünç, Nejat, (1998) Devlet veya Millî Arşiv Kurulu Lüzumu ve Teşkili
Hakkında, I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998
Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını,
Ankara, s. 15-20.
İnalcık, Halil (1985) Osmanlı Arşivlerinin Türk ve Dünya Tarihi İçin Önemi (A.
Konuşma Metni), Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı Araştırmaları
Sempozyumu, İstanbul, Mayıs 1985, s. 31-37.
İnalcık, Halil (1998) Prof Dr. Halil İnalcık’ın Konuşması, I. Millî Arşiv Şûrası
(Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s.XXXIII-XXXIX.
İskit, Server R. (1939) Türkiye’de Matbuat Rejimleri, İstanbul: Matbuat Umum
Müdürlüğü Yayını.
Koşay, Hâmit (1936) Arşiv Nedir?, İstanbul: Ankara Halkevi Neşriyatı.
Küçükdağ, Yusuf (1998) Mahallî Arşivlerin Kurulması, I. Millî Arşiv Şûrası
(Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s. 223-256.
Lowry, Heath W. (1991) Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası, Çev.
Belkıs Torfilli, İstanbul: İsis Yayını.
Mykland, Liv (1992) Arşivcilikte Bütünlük ve Muhafaza Arşivistin Kimliği ve
Uzmanlık, XII. Milletlerarası Arşiv Kongresi 6-11 Eylül 1992, Montreal,
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi
Daire Başkanlığı yayını, Ankara, s. 1-12.
Özkul, İsa (2000) Türk Arşivleri Bugünü ve Geleceği, Ankara: T.C. Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını.
Tütengil, Cavit Orhan (1985) “Yeni Osmanlılar”dan Bu Yana İngiltere’de Türk
Gazeteciliği (1867-1967), İstanbul: Belge Yayınları.
Yavuz,
Hilmi
(2008) Osmanlı
Arşivleri
(1), Ocak 27,
2008,
http://www.hilmiyavuz.net/zaman-gazetesi/2008/01/27/osmanli-arsivleri-1/,
6 May 2008.
Yazıcı, Nesimi (1983) Takvim-i Vekayi “Belgeler”, Ankara: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi yayını.
Yeşilyılmaz, Yavuz (1998) İmparatorluktan Günümüze Yaşayan Arşivlerimiz ve
Bilgi ve Belgelerde Bilgisayar Uygulamaları, I. Millî Arşiv Şûrası
(Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan 1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, s.363-367.
Yüceer, Nâsır (1998) Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE)
Başkanlığı Arşivi (Tasnif, Bakım-Onarım, Yararlanmaya Sunma,
Kopyalama), I. Millî Arşiv Şûrası (Tebliğler-Tartışmalar) 20-21 Nisan
1998 Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayını,
Ankara, s. 353-361.
KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMI
ÇERÇEVESİNDE SEÇİM DÖNEMLERİNDE GAZETE
OKUMA ALIŞKANLIKLARI VE MOTİVASYONLAR:
KONYA ÖRNEĞİ
Şükrü BALCI Hüsamettin AKAR Bünyamin AYHAN
ÖZET
İnsanların gerek yakın çevrelerinde gerekse uzak coğrafyalarda olup bitenler hakkında bilgi sahibi
olmalarını sağlayan en eski kitle iletişim araçlarının başında gazeteler gelmektedir. Gerek kamuoyunun
oluşmasında, gerekse de toplumsal yaşam hakkında insanların bilgilenmesi, eğlenmesi ve meraklarını
gidermede gazeteler, gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak önemini günümüzde de devam
ettirmektedir. Özellikle partiler ya da adaylar arasında kıyasıya mücadelelerin yaşandığı ve dolayısıyla
insanların enformasyona olan ilgilerinin arttığı bir süreç olarak seçim dönemlerinde de gazeteler
insanların tercih ettiği bir araçtır. İşte bu çalışmada 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde insanların gazete
okuma alışkanlıkları ve motivasyonları incelenmiştir. Konya merkezde yaşayan 948 katılımcıdan elde
edilen verilere göre; insanların gazete okumalarında etkili olan 4 motivasyon belirlenmiştir. Bunlar önem
sırasına göre; rehberlik, boş zamanları değerlendirme-kaçış, bilgi arama- kolaylık ve eğlencerahatlama’dır. Çalışmada seçim dönemlerinde gazete okuma süresine etki eden değişkenler olarak; yaş,
aylık gelir, günlük televizyon izleme süresi, haftalık gazete okuma sıklığı ve gazete okuma motivasyonları
tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Gazete, okuyucu, seçimler, kullanımlar ve doyumlar.
NEWSPAPER READING HABITS AND MOTIVATIONS DURING ELECTION PERIODS WITHIN
THE FRAMEWORK OF USES AND GRATIFICATIONS PERSPECTIVE: THE CASE OF KONYA
ABSTRACT
Newspapers are the oldest mass media that inform ate people about their close environment and far away
geographies as well. Whether in the formation of public opinion or in the process of informing,
entertaining and communicating in social life, newspapers are maintaining their importance as an
essential part of our everyday lives. Particularly during election periods when candidates and parties are
engaged in fierce competition and hence information need of the people is much increased, newspapers
are the preferred media for many. This study explored newspaper reading habits and motivations of the
people during the March 20, 2009 municipal elections. According to the data obtained from 948
participants living in Konya city center, four motivations have been found as effective on the newspaper
reading habits. These were, in order of importance, guidance, leisure-escape, information seekingconvenience, and entertainment-relaxation. The independent variables that were found to affect the
newspaper reading time were, age, income, daily television watching time, newspaper reading frequency
per week, and motivators of newspaper reading.
Keywords: Newspaper, reader, elections, uses and gratifications.
GİRİŞ
Demokrasi ile idare edilen ülkelerde basın, demokrasinin gelişme düzeyini
gösteren araçların başında gelmektedir. Haber ve bilgilendirme ile başlayan
fonksiyonları zamanla çoğalan basın; toplumun vazgeçilmez unsurlarından biri



Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Yrd. Doç. Dr.
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Arş. Gör.
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Doç. Dr.
olmuştur. Öyle ki basın; bilginin ve haberin fikir, kültür ve bilgi formlarında
üretilmesine ve dağıtımına karışır. Kaynaktan hedef kitleye, bir izleyici kitlesinden
diğerine ve toplumdaki herkese iletişim kanalları hazırlar. Yine bu araçlar, toplumun
kurumlarını teşkil edenlere ve bazı insanları diğerlerine anlatmak için işlev görür.
Bu kanallar sadece fiziksel kanallar değildir. Halk üzerinde büyük oranda etkili
olduğu kabul edilen bu araçlar; zorlama olmadan hedef kitlenin kuruma izleyici,
okuyucu veya dinleyici olarak gönüllü katılımını sağlar (Güz, 1996: 982).
Bireylerin gerek yakın çevrelerinde gerekse dünyada olup bitenlerden
haberdar olması, ürün ve hizmetlere ilişkin bilgi edinmesi, çevreyi gözlemlemesi,
boş zamanlarını değerlendirmesi, eğlenmesi ve rahatlaması gibi işlevleri kitle
iletişim araçları sağlamaktadır. Bireyler kitle iletişim araçlarını kullanarak bir takım
gereksinimlerini karşılamakta; medyadan elde ettiği doyumlarla psikolojik olarak
rahatlamakta ve gerginlikleri azaltmaktadır (Bayram, 2008: 322).
Kitle iletişim araştırmalarında kullanım ve doyumlar yaklaşımı olarak
adlandırılan bu bakış açısının temel aldığı çok önemli bir nokta; kitle iletişim
araçları kullanımının, bireysel hedef kitle üyeleri tarafından kontrol edildiğidir
(Morrison, 1979: 83). Bir başka anlatımla kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının
özünü oluşturan aktif izleyici (Rubin, 1993: 99), sunulan içerikleri kendi amaçlarına
yönelik seçer ve kullanır (Rosengren 2003: 21; McQuail 1994: 318). Bu anlamda
kitle iletişim araçları içeriğini seçme işi, içeriğin kaynağına değil, alıcıya
dayanmaktadır (Rubin ve Windahl, 1986: 184; Katz vd., 1995: 164-165). Yaklaşım;
“medyanın insanlara ne yaptığı sorusu yerine, insanların medya ile ne yaptığı”
yönünde bir araştırma sorunsalına kayılmasında aktif rol oynamıştır (Severin ve
Tankard 1984: 250; Rubin, 1986: 285).
Psikolojik etki kuramları arasında sayılan kullanımlar ve doyumlar
paradigmasının (Küçükkurt vd., 2009: 38) dayandığı beş çağdaş varsayımı Rubin
(2002), şu şekilde ifade etmektedir: İlk olarak, bir bireyin medya tercihi ve tüm
diğer iletişim davranışları hedefe yönelik, dürtüsel ve kasıtlıdır. Bir başka anlatımla
hedef kitle tüketeceği medyayı kendisi seçmektedir. İkinci olarak medyanın hedef
kitlesi, iletişim araçlarının seçimini başlatan etkin birer iletişimcidir. Bu aşamada
bireyler, kendi ihtiyaç ve arzularını tatmin etme çabasıyla medya seçiminde
bulunurlar. Üçüncü olarak çevre, bireysel eğilimler ve kişilerarası etkileşimler gibi
çeşitli psikolojik ve sosyal faktörler, iletişim davranışına yol gösterir ya da aracılık
eder. Dördüncü olarak, medyanın kişilerarası etkileşim gibi işlevsel alternatifleri;
seçim, dikkat ve bireyin ihtiyaçlarını ve isteklerini tatmin etme kullanımı için
mevcut bulunmakta ve bunlar için rekabet halinde olmaktadır. Beşinci olarak medya
seçim sürecinde bireyler, genellikle (her zaman değil) medyadan daha etkili
olabilmektedir (aktaran Brubaker, 2005: 13-14). Bunların yanında kişilik özellikleri,
sosyal roller ve tecrübeler ya da belirli koşullarda ortaya çıkan değişikliklerle
belirlenen kişi tiplerinin de; benzer kitle iletişim araçları kullanımı örüntülerini
sergilemeleri beklenmektedir (Morrison, 1979: 83).
Öte yandan insanlar siyasi ihtiyaçlarını karşılamak için de medyaya
yönelebilmektedirler. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı siyasi ilgiyi iki şekilde ele
almaktadır. İlk olarak, hedef kitle doğası gereği genellikle siyasi olarak görülen
medya içeriğine yönelmektedir. İkinci olarak kullanımlar ve doyumlar araştırmaları
daha önceki medya etkileri perspektifinden doğan bıkkınlıktan ortaya çıkmıştır;
birçok medya etkisi siyasidir ve etki incelemeleri siyasi bir içerik kazanabilmektedir.
Vatandaşların çoğunun siyasete ilgi duymadığını iddia eden genel yaklaşımlarına
rağmen, haberlerin bir hedef kitlesi mevcuttur. İnsanların kamusal olaylara ilgi
göstermeleri durumunda bu siyasi bilgi arayışının arkasındaki dürtülere ya da aranan
tatminlere bakılması gerekmektedir (aktaran Brubaker, 2005: 20). Söz konusu bakış
açısından hareketle bu araştırma; Konya örneğinde insanların seçim dönemlerinde
gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarını belirlemeyi ve gazete okuma
süresine etki eden temel değişkenlerin neler olduğunu tespit etmeyi amaçlamaktadır.
1. Gazeteler ve Siyasal Etkiler
Geçirdiğimiz son yüz yıl değerlendirildiğinde, gazetenin etkileri konusunu
ele alan geniş bir literatür bulunmaktadır. Araştırmalar siyasal bilgilenme (Choi ve
Becker, 1987; Chaffee vd., 1994; Scheufele ve Nisbet, 2002), siyasi konularda
konuşma (McLeod vd., 1996; Sotirovic ve McLeod, 2001; Ball-Rokeach vd., 2001;
Nah vd., 2006) ve siyasi katılım (Shah vd., 2001; Kim ve Ball-Rokeach, 2006) gibi
politik alanın farklı yönlerine eğilerek, insanların medyaya maruz kalmalarıyla
oluşan davranış örüntülerini açıklamaya çalışmışlardır.
Gazeteler siyasal bilgilenmenin önemli bir kaynağıdır (Weaver ve
Buddenbaum, 1979: 3, Chaffee ve Kanihan, 1997: 423) ve gazete okumak, siyasal
bilgilenmeyi kolaylaştırır. Çalışmalar göstermiştir ki; gazete okuma siyasal
bilgilenmede diğer medyalara, özellikle televizyona, göre daha güvenilir bir yoldur
(Kim ve Kim, 2007: 344). Televizyon daha çok adaylara ilişkin bilgi sunarken;
gazeteler siyasal partiler ve bunlar arasındaki farklılıklara yönelik bilgiler
vermektedir (Chaffee ve Frank, 1996: 48). Choi ve Becker (1987:267) yaptıkları
araştırmayla, gazete okuyucularının siyasi kampanyalar, adaylar ya da siyasi
konuların ayrımı noktasında, televizyon izleyicilerinden daha fazla bilgi elde etme
ve saklama eğiliminde olduklarını ortaya koymuşlardır.
Kamusal politikalar hakkında bilgi edinmek amacıyla gazete okuyan insanlar,
daha çok siyasal bilgilenmekte ve dolayısıyla daha çok siyasi katılım
göstermektedirler. Buna karşılık eğlence amaçlı televizyon izleme ile siyasal
bilgilenme ve siyasal katılım arasında negatif yönde bir ilişki bulunmaktadır. Bir
başka anlatımla eğlence amacıyla televizyon karşısına geçen insanlar, siyasi
konularda daha az bilgiye sahip olmakta ve daha az siyasi katılım sergilemektedirler
(Sotirovic ve McLeod, 2001: 286). Araştırmalarda televizyon izlemenin, insanların
siyasi katılımını negatif yönde etkileyen ya da dikkate değer herhangi bir değişikliğe
sebep olmayan bir faktör olduğu ortaya konurken; gazete okumanın, siyasi katılım
noktasında insanlar üzerine pozitif yönde etki eden bir faktör olduğu sonucuna
ulaşılmıştır (Kim ve Kim, 2007: 345). Ayrıca politik soruların cevapları için
televizyona daha az bağımlı olarak tanımlanan insanlar, bu konuda gazetelere daha
fazla güvenmektedirler (Becker ve Whitney, 1978: 1; Miller vd, 1988: 14-15).
Weaver ve Buddenbaum (1979: 3), televizyonun topluma ilişkin daha genel
bir gözlem yapma olanağı sağlamasına karşın; gazete okumanın özel bilgi elde etme,
bir konu hakkında derinlemesine bilgi sağlama ve seçim zamanlarında rehberlik
fonksiyonu yerine getirme bakımından önemli bir ayrıcalığa sahip olduğunu ifade
etmektedir. Bir diğer çalışmada Weaver ve Mauro (1978: 88-89), insanların
gazeteleri, daha çok destekleyici bilgi bulma, gözlemleme ve eğlence fonksiyonu
için okuduklarını bildirmektedir.
Geçmişte yapılmış araştırmalar, yaş ve eğitim değişkenleri ile gazete okuma
alışkanlığı arasında ilişki olduğunu göstermiştir. Yüksek eğitimli (Chafetz vd., 1998:
481) ve yaşlı insanlar (Chaffee ve Wilson, 1985; Pecchioni vd., 2005: 230) daha
fazla gazete okumaktadırlar ve televizyona karşı daha az bağımlılık
göstermektedirler (Becker ve Whitney, 1978: 10). McLeod ve arkadaşları,
demografik değişkenler (yaş, cinsiyet, eğitim, gelir) ve gazete okuma ile farklı tip
siyasi katılımlar arasında pozitif bir ilişki olduğu sonucuna ulaşmışlardır (aktaran
McLeod vd., 1999: 317). Yüksek statüdeki insanlar, muhtemelen daha fazla bir
siyasi farkındalık, daha çok siyasi yetenek, daha fazla siyasi kaynak ve daha fazla
siyasi duyarlılık içerisindedirler (Vedlitz ve Veblen, 1980: 36).
Viswanath ve arkadaşları (1990: 906) yaptıkları araştırmada yerel ya da
ulusal gazetelere abone olma ile siyasi katılım arasında pozitif bir ilişki olduğu
sonucuna ulaşırken; McLeod ve arkadaşları ise, kamusal konu ve sorunlara maruz
kalmanın ve gazete ile televizyonun eğlenceli içeriğini tüketmenin yerel siyasi
katılımı önemli derecede etkilediğini ortaya koymuşlardır (aktaran McLeod vd.,
1999: 318).
Bazı araştırmalar da ise, gazete okumanın insanları, siyasi konularda diğer
insanlarla konuşma noktasında cesaretlendirdiği sonucuna ulaşmıştır (Sotirovic ve
McLeod, 2001: 279; Ball-Rokeach vd., 2001: 419; Nah vd., 2006: 235).
Gazete okurları, televizyon izleyicilerine oranla siyaset, ekonomi, ülke
sorunları ve ülke gündemi hakkında daha fazla bilgi arayan (Güneş, 1996: 821) ve
dolayısıyla son tahlilde oy verme olasılığı daha yüksek insanlardan oluşmaktadır
(Johnson-Cartee ve Copeland, 1991: 200-201, 207; Kinsey, 1999: 119). Öyle ki,
Kalender (2003: 31), Konya ilinde yaptığı bir alan araştırmasında insanların
partilerin politikalarını öğrenmede ve adayların gündem konuları hakkındaki
pozisyonlarını algılamalarında bu araçlardan önemli ölçüde yararlandıkları sonucuna
ulaşmıştır. Söz konusu kişiler, aynı zamanda oluşmuş kanaatlerini rahatlıkla
çevrelerindeki insanlara da taşıyabilirler. Kalender‘e (2003: 35) göre gazeteler, oy
verme karar sürecinde, ikinci derecede önemli gözlenen bir kitle iletişim aracıdır.
Araştırmada insanların seçim dönemlerinde kampanya ve konulara ilgi düzeyi ile
gazete yayınlarını önemli bulma dereceleri karşılaştırılmış ve insanların
kampanyalara ve konulara ilgi düzeyi arttıkça gazete yayınlarına verdikleri önemin
de arttığı görülmüştür.
2. Gazete Okuma Alışkanlıkları ve Motivasyonlarına İlişkin
Araştırmalar
Yapılan çoğu araştırma, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı perspektifinden
medyanın genel etkilerini ele alırken; Blumler ve McQuail (1969), medyanın siyasi
içeriğinden insanların elde ettiği sekiz doyumu ortaya koymuşlardır. Buna göre
insanlar oy verme rehberliği, tutumlarını pekiştirme, çevreyi gözlemleme, heyecan
bulma ve gelecekle ilgili tahminde bulunabilmek, yabancılaşma, partizanlık ve
rahatlamak için medyayı kullanmaktadırlar (aktaran Becker, 1976: 28). Oy
kılavuzluğu bağlamında medyaya yönelen insanlar, oy verme kararında kendilerine
yardımcı olacak siyasi içeriklerle daha çok ilgilenmektedirler. İnsanlar medyayı
gözetim için kullanırken, haberlere, bilgilere ve de olaylara başvurmaktadır (Becker,
1976: 28). Heyecan arayanlar; siyasete bir spor ya da oyun gibi yaklaşmakta ve
siyasi sürecin çatışmalarından ve belirsizliklerinden keyif almaktadırlar. Öyle ki;
vatandaşlar bir seçim kampanyasını bir at yarışını takip eder gibi izleyerek, eğlence
motivasyonlarını da tatmin edebilmektedirler. Bu yüzden eğlence motivasyonu
insanların siyasi kampanyaları takip etmeleri için önemli bir sebep olarak ortaya
çıkmaktadır (Ohr ve Schrott, 2001: 423). Son olarak, gelecekte oraya çıkacak
kişilerarası iletişim ve tartışma durumlarının beklentisi içerisinde olan kişiler ise, bu
tür durumlara hazırlıklı olma çabasıyla medyaya yönelmektedirler (Tan, 1980: 242).
Becker (1979) ise söz konusu motivasyonları biraz daha sadeleştirerek;
gözetim, oy rehberliği, siyasal destek, iletişim yararı ve heyecan olmak üzere 5
kategoride toplamıştır (aktaran, Inoue, 2001: 34).
Yapılan bir diğer araştırmada ise Kim ve Kim (2007: 343), insanların
özellikle seçim dönemlerinde medyanın siyasal içeriğini kullanma sebeplerini;
bilgilenme ve oy verme gibi özel politik davranışlara uyum sağlama (rehberlik),
sosyo politik çevrenin izlenmesi (gözlemleme), diğer insanlarla konuşacak bir şeyler
bulabilmek (sosyal fayda) ve son olarak da siyasi dedikodular, eğlendirici kampanya
materyalleri ya da seçimle ilgili yarış haberleriyle rahatlamak (eğlence) şeklinde
sıralamışlardır.
McLeod ve arkadaşları (1982: 7) 1976 ABD Başkanlık Seçimleri sırasında
yaptıkları araştırmada insanları medya kullanmaya yönelten üç motivasyonunun
varlığına işaret etmektedirler. Öncelikle insanlar çevreyi gözetlemek ve oy
tercihlerine yardımcı olması için medyaya yönelmektedirler. İkincisi heyecan
arayanlar ve siyasetin mücadele arenasından keyif alanlar için medya çeşitli
alternatifler sunmaktadır. Yazarların iletişimsel fayda olarak adlandırdıkları üçüncü
faktör ise; bilgilenme ve siyasi konularda tartışmada materyal sağlamak için
insanların medyayı kullandığını ortaya koymaktadır.
Berelson (2000: 145-148) insanların gazete okumalarında etkili birçok
faktörün olduğuna işaret etmektedir. Söz konusu faktörlerden biri; insanlar için
gazetenin kamu işleri hakkında önemli bilgi ve yorum kaynağı olmasıdır. Bazıları
için ise gazete, günlük yaşantı için bir araç olarak görülmektedir. Öyle ki; gazeteler
günlük yaşantıya dolaysız bir yoldan yardımcı olmaktadır. Okuyucuyu yakın
dünyasından alıp uzaklaştırmak, okuyucusunu günlük bireysel dertler yerine soluk
alacak bir boş zamana kavuşturmak bakımından da gazeteler işe yarayabilmektedir.
Bir başka faktör olarak sosyal bir prestij için de gazetelerin kullanıldığı
görülmektedir. Yine yazara göre sosyal temas açısından da gazetenin önemli bir
işlevi yerine getirdiği göz ardı edilmemelidir.
Towers’ın (1985: 25) telefonla anket tekniğini kullanarak ulaştığı 543
yetişkinden elde ettiği verilere bakıldığında; eğlence, gözetim ve etkileşim insanların
gazete okurken elde etmeye çalıştıkları başlıca doyum kategorileridir.
Lain (1986: 71) ABD’nin Ohio Eyaleti’nde 1980’li yılların başında 400 kişi
üzerinde yaptığı araştırmada gazete okumada etkili 3 faktör tespit etmiştir. Söz
konusu faktörler önem sırasına göre; gözetim, arkadaşlık ve uyarım’dır.
Benzer bir diğer çalışma da yine ABD’de Thorson ve arkadaşları (2003: 13)
tarafından yürütülmüştür. Yazarlar 376 katılımcıdan elde ettikleri verilerle insanların
seçim döneminde medyaya yönelmelerinde etkili üç motivasyon belirlemişlerdir.
Bunlar çevreyi gözlemleme, etkileşim ve eğlencedir.
Öte yandan Türkiye’deki literatür incelendiğinde ise kullanımlar ve doyumlar
perspektifinden seçim dönemlerinde insanların gazete okuma alışkanlıkları ve
motivasyonlarını ölçmeye çalışan herhangi bir araştırmaya rastlanmamaktadır.
Bunun yanında insanların normal zamanda gazete okuma motivasyonlarını tespit
etmeye yönelik iki çalışmadan söz edilebilir. Söz konusu çalışmalardan birincisi
Koçak ve Kaya (2004: 1005-1006) tarafından Konya’da 1043 üniversite öğrencisi
üzerinde yapılan araştırmadır. Bu çalışmada yazarlar, üniversite öğrencilerinin
gazete okumalarında etkili 4 motivasyon tespit etmişlerdir. Söz konusu
motivasyonlar önem sırasına göre rahatlama/ eğlence, bilgilenme/ kişisel ilgi, sosyal
etkileşim/ medya kullanımı ve faydadır.
Diğer bir araştırma ise Bayram (2007: 161) tarafından Eskişehir’de basılı
gazete okuyucularının gazete okuma davranışlarını ve doyumlarını ortaya koymak
amacıyla yapılmıştır. Çalışmada gazete okuma nedeniyle elde edilen doyumlar
arasında enformasyon edinme, eğlence, boş zaman değerlendirme ve kendini
gerçekleştirme motivasyonlarının ön plana çıktığı görülmektedir. Araştırmaya
katılan 925 kişinin gazetelerinde sıklıkla takip ettiklerini belirttikleri bölümler
arasında; dünya haberleri, eğitim haberleri, sağlık haberleri ve köşe yazıları başta
gelmektedir. En az okunan bölümler ise sırasıyla; reklamlar, küçük ilanlar ve moda
haberleri olarak belirlenmiştir. Yine okuyucuları daha çok tatmin eden basın türüne
bakıldığında, katılımcıların yaklaşık yarısı, ulusal basından daha fazla tatmin
olduklarını ifade etmektedirler.
Yukarıdaki literatür taraması ışığında, bu çalışmada aşağıda sıralanan 6
araştırma sorusuna yanıtlar aranmaya çalışılacaktır:
Araştırma Sorusu 1: Katılımcıların seçim döneminde haftalık gazete okuma
alışkanlıkları nasıldır?
Araştırma Sorusu 2: Seçim dönemlerinde katılımcıların en çok okudukları
gazete bölümleri hangileridir?
Araştırma Sorusu 3: Katılımcıları seçim döneminde gazete okumaya yönelten
motivasyonlar nelerdir?
Araştırma Sorusu 4: Gazete okuma motivasyonlarına verilen önem,
demografik değişkenlere göre farklılık gösteriyor mu?
Araştırma Sorusu 5: Gazete okuma motivasyonları arasında ne tür bir ilişki
vardır?
Araştırma Sorusu 6: Seçim döneminde gazete okuma süresine etki eden
değişkenler nelerdir?
3. YÖNTEM
3.1. Araştırmanın Uygulanması ve Örneklem
İnsanların seçim dönemlerinde gazete okuma motivasyon ve davranışlarını
belirlemek amacıyla 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri öncesi Konya’nın üç merkez
ilçesi Selçuklu, Karatay ve Meram’da bir saha araştırması gerçekleştirilmiştir.
Örneklem seçiminde amaçlı örneklem esas alınmıştır. Çalışmanın esas amacı seçim
döneminde seçme yaşına ulaşmış (18 yaş ve üzeri) insanların gazete okuma
alışkanlıklarını ve motivasyonlarını belirlemek olduğundan, haftada bir günden daha
az ya da hiç gazete okumayanlar örneklem dışında tutulmuştur. Bu noktada insanlara
öncelikle gazete (yerel ya da ulusal) okuyup okumadıkları sorulmuş, eğer cevap
okuyorum yönünde ise, anket uygulamasına devam edilmiştir. Araştırmada
katılımcılara yüz yüze anket uygulanmış, ön inceleme sonucunda 948 anket analiz
için uygun görülmüştür.
3.2. Veri Toplama Araçları
Katılımcıların seçim döneminde gazete okuma davranışları ve
motivasyonlarını belirlemek amacıyla 3 bölümden oluşan anket formu
hazırlanmıştır. İlk aşamada gazete okuma motivasyonlarını belirlemeye çalışan,
kullanımlar ve doyumlar ifadelerinden oluşan 5’li likert tipinde 32 maddelik bir
ölçek bulunmaktadır. Ölçek, daha önceki araştırmalarda (Becker, 1976; Erdoğan,
1977; McLeod vd., 1982; Blood vd., 1983; Lain, 1986; Schlagheck, 1997; Sanders,
1997; Abdulrahim, 1999; Park, 2002; Koçak ve Kaya, 2004; Quezada, 2004; Zhang,
2005; Kim ve Kim, 2007) kullanılan gazete okuma motivasyonları temel alınarak ve
yer yer değişiklikler yapılarak uygulamaya hazır hale getirilmiştir. Bu ölçekte
Tamamen Katılmıyorum (1), Katılmıyorum (2), Kararsızım (3), Katılıyorum (4) ve
Tamamen Katılıyorum (5) aralıklarında cevaplar alınmıştır. Soru formunun ikinci
bölümünde katılımcıların gazete okuma davranışları ile siyasal tutum ve
davranışlarını keşfetmeye yönelik sorular yer almaktadır. Soru kâğıdının son bölümü
ise, görüşülen kişilerin sosyo-demografik özelliklerini ortaya koyacak sorulardan
meydana gelmektedir.
3.3. Verilerin Analizi ve Kullanılan Testler
Alan araştırması 10-27 Mart 2009 tarihleri arasında katılımcılarla yüz yüze
görüşme yoluyla gerçekleştirilmiştir. Elde edilen veriler, SPSS 17.0 istatistik
programı kullanılarak elektronik ortamda işlenmiştir. Verilerin analizinde sırasıyla;
ankete katılanların demografik özellikleriyle gazete okumaya ilişkin bazı
davranışlarını ortaya koymak amacıyla frekans dağılımları gibi betimleyici istatistik
teknikleri esas alınmıştır. Haftalık gazete okuma davranışının demografik özelliklere
göre farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya koymak için Ki-Kare Testine
başvurulmuştur. Araştırmanın temel amaçlarından olan gazete okuma
motivasyonlarının alt boyutlarının belirlenmesinde, keşfedici faktör analizi
(Exploratory Factor Analysis) kullanılmıştır. Faktör analizi sonucu elde edilen
gruplar değişken olarak kaydedilip, demografik özelliklerle olan ilişkisi Bağımsız
Örneklem T-testi (Independent Samples T-Test) ve Tek Yönlü Varyans Analizi
(ANOVA) aracılığıyla test edilmiştir. Çoklu karşılaştırmalarda Tukey testi esas
alınmıştır. Faktörler arası ilişkinin gücünü ve yönünü ortaya koymak amacıyla
Korelasyon Analizi’ne; seçim dönemlerinde gazete okumanın başlıca belirleyici
değişkenlerini tespit etmek için de Doğrusal Regresyon Analizi’ne başvurulmuştur.
4. BULGULAR
4.1. Katılımcıların Bazı Özellikleri
Katılımcıların demografik özellikleri, gazete okuma alışkanlıkları ile siyasal
kampanya ve konulara ilgilerine ilişkin bazı bulgular şu şekildedir:
 Ankete katılanların cinsiyet bakımından yüzde 61.3’ü erkek, yüzde
38.7’si kadındır. Oranlar cinsiyet bakımından karşılaştırmanın yapılabileceği bir
düzeydedir. Medeni duruma göre katılımcıların yüzde 64.7’si evli, yüzde 35.3’ü ise
bekârdır. Araştırmanın on sekiz yaş ve üzeri insanla yapıldığı düşünüldüğünde, evli
oranın bu kadar yüksek bulunması gayet doğaldır.
 Yaş dağılımının betimleyici istatistikleri incelendiğinde en düşük 18, en
yüksek 71 yaşında katılımcılarla görüşüldüğü ortaya çıkmaktadır. Anket sorularını
cevaplayanların yaş ortalaması 34.29, dağılımın standart sapması ise 10.74 olarak
hesaplanmıştır. Katılımcıların yaşı kategorilendirildiğinde ise; katılımcıların yüzde
36.2’si 18-28, yüzde 35.2’si 29-39, yüzde 18.7’si 40-50, yüzde 7.1’i 51-61 ve yüzde
2’si 61 ve üzeri yaş grubunda yer almaktadır. Yaş sorusuna 8 kişi (% 0.8) cevap
vermemiştir.
 Eğitim durumu açısından katılımcıların yüzde 1.7’si okur-yazar
olduğunu ifade ederken; yüzde 13’ü ilkokul, yüzde 14.3’ü ortaokul, yüzde 36.8’i
lise, yüzde 30.1’i üniversite ve yüzde 3.4’ü lisansüstü eğitime sahip olduklarını ifade
etmişlerdir. Katılımcıların yüzde 0.7’si (7 kişi) bu soruyu cevapsız bırakmıştır.
Oranlara bakıldığında katılımcılar arasında lise ve üniversite eğitimi almış kişiler
ağırlığı oluşturmaktadır.
 Mesleğe göre katılımcıların yüzde 10.1’i işçi, yüzde 16.4’ü memur,
yüzde 17.6’sı esnaf, yüzde 19.4’ü serbest meslek, yüzde 8.8’i emekli, yüzde 1.9’u
sanayici-tüccar, yüzde 13.7’si ev hanımı ve yüzde 11.9’u öğrencidir.
 Katılımcıların ailelerinin aylık toplam gelirlerine ilişkin betimleyici
istatistik sonuçlarına bakıldığında, en düşük 250 TL, en yüksek 10000 TL gelire
sahip oldukları göze çarpmaktadır. Bu sonuçlara göre aylık gelirle ilgili soruya
cevap veren katılımcıların ortalama aylık geliri 1513 TL’dir. Aylık gelir
kategorilendirildiğinde ise; katılımcıların yüzde 5’i 500 TL’den az, yüzde 38’i 5011000 TL, yüzde 23.4’ü 1001-1500 TL, yüzde 13.1’i 1501-2000, yüzde 3.5’i 20012500 TL, yüzde 3.9’u 2501-3000 TL ve yüzde 5.9’u 3001 TL ve üzerinde gelire
sahiptir. Katılımcıların yüzde 7.3’ü bu soruya cevap vermemiştir.
 Katılımcılardan 1 ile 10 puan arasında değişen bir skala (1= hiç
ilgilenmem, 10= çok ilgiliyim) üzerinde seçim döneminde siyasal kampanya ve
konulara ilgi düzeylerinin ne olduğu sorulmuştur. Araştırmaya katılanların verdiği
cevaplar, söz konusu kişilerin siyasal kampanya ve konularla orta düzeyde ( X =
5.08) ilgilendiklerine işaret etmektedir.
 Gazete okuma süresinin betimleyici istatistik sonuçları incelendiğinde
ise; katılımcıların en düşük 10 dakika, en fazla da 330 dakika gazete okuduğunu
ortaya koymaktadır. Araştırmaya katılan kişilerin ortalama gazete okuma süresi ise
59 dakikadır. Gazete okuma süresinin standart sapması 43 dakika olarak
bulunmuştur.
4.2. Gazete Okuma Sıklığı
Araştırmaya katılan insanların yüzde 27.8’i her gün gazete okuduğunu ifade
ederken; yüzde 17.6’sı hafta 5-6 gün, yüzde 26.2’si haftada 3-4 gün ve yüzde 28.3’ü
haftada 1-2 gün gazete okuduklarını bildirmişlerdir. Katılımcıların yüzde 1.9’u (18
kişi) ise bu soruya yanıt vermemiştir. Sonuçların da açıkça ortaya koyduğu gibi;
araştırmaya katılanların üçte bire yakın bir kısmı, her gün gazete okumaktadır.
Gazete okuma sıklığının demografik değişkenlere göre dağılımı Tablo 1’de
gösterilmektedir.
Tablo 1. Gazete Okuma Sıklığının Demografik Özelliklere Göre Dağılımı
Her gün
Düzenli
%
CİNSİYET
Erkek
30.4
Haftada Haftada Haftada
5–6 Gün 3–4 Gün 1–2 Gün
%
%
%
X²= 9.13; sd.= 3; p< .05
18.4
26.1
25.1
Kadın
YAŞ
18-28 Yaş
29-39 Yaş
40-50 Yaş
51-61 Yaş
62 Yaş ve üzeri
EĞİTİM
Okur-yazar
İlkokul
Ortaokul
Lise
Üniversite
Lisansüstü+
MESLEK
İşçi
Memur
Esnaf
Serbest Meslek
Emekli
Sanayici-Tüccar
Ev Hanımı
Öğrenci
TOPLAM
23.9
25.7
29.8
28.2
26.2
42.1
18.8
24.2
26.5
26.5
32.5
28.1
21.3
27.6
36.4
28.9
28.0
55.6
18.1
26.4
27.8
16.4
26.4
33.3
X²= 10.23; sd.= 12; p> .05
17.3
29.6
27.5
17.0
23.1
30.1
17.8
29.3
24.7
21.5
21.5
30.8
21.1
10.5
26.3
X²= 27.52; sd.= 15; p< .05
25.0
25.0
31.3
10.8
23.3
41.7
15.9
22.7
34.8
17.8
27.4
28.3
19.3
27.5
20.7
28.1
25.0
18.8
X²= 62.13; sd.= 21; p< .001
28.7
27.7
22.3
17.1
32.9
22.4
17.0
20.6
26.1
15.6
29.4
26.1
22.0
23.2
26.8
11.1
11.1
22.2
11.0
20.5
50.4
19.1
29.1
25.5
17.6
26.2
28.3
Seçim dönemi gibi siyasal enformasyonun yoğun bir şekilde dolaşıma
sokulduğu bir zamanda gazete, erkekler tarafından daha çok okunan bir kitle iletişim
aracı konumundadır. Bu anlamda araştırmaya katılan erkeklerin yüzde 30.4’ü her
gün gazete okuduklarını ifade ederken; bu oran kadınlar için yüzde 23.9’dur.
Haftada 1-2 gün gazete okuma kategorisinde ise erkeklerin oranı yüzde 25.1,
kadınların oranı ise yüzde 33.3’tür. Söz konusu çapraz tablonun ki-kare analiz
sonuçları da incelenmiş ve bu farklılaşmanın anlamlı olduğu ortaya konmuştur (X²=
9.13, p< .05). Katılımcıların yaşı ile haftalık gazete okuma sıklığı arasındaki çapraz
tablo sonuçları incelendiğinde; her gün gazete okuma kategorisinde 62 yaş ve üzeri
katılımcıların, haftada 5-6 gün gazete okumada 51-61 yaş aralığındaki insanların,
haftada 3-4 gün gazete okumada 18-28 yaş aralığındaki katılımcıların ve haftada 1-2
gün gazete okumada 51-61 yaş aralığındaki bireylerin üstünlüğü bulunmaktadır. Bu
sonuçların da açıkça ortaya koyduğu gibi yaşlı insanlar arasında günlük düzenli
gazete okuma alışkanlığı daha fazladır. Öyle ki; 62 ve üzeri yaş grubundaki
katılımcıların yüzde 42.1 gibi yarıya yakın bir kısmı, günlük düzenli olarak gazete
okumaktadır.
Eğitim durumuna göre okur-yazarların yüzde 18.8’i, ilkokul diplomasına
sahiplerin yüzde 24.2’si, ortaokul mezunlarının yüzde 26.5’i, yine lise eğitimlilerin
26.5’i, üniversite mezunu olanların yüzde 32.5’i ve lisansüstü eğitime sahip
olanların yüzde 28.1’i her gün gazete okuduklarını ifade etmişlerdir. Bu sonuçlara
göre araştırmaya katılanların eğitim düzeyi arttıkça, günlük gazete okuma sıklığı da
artmaktadır. Her gün gazete okuma kategorisinde üniversite mezunları, haftada 5-6
gün gazete okumada lisansüstü eğitim almış olanlar, haftada 3-4 gün gazete
okumada yine üniversite mezunları ve haftada 1-2 gün gazete okumada ise ilkokul
diplomasına sahip olan katılımcılar daha çok ön plana çıkmaktadır. Söz konusu
çapraz tablonun ki-kare analiz sonuçları da incelenmiş ve bu farklılaşmanın anlamlı
olduğu bulunmuştur (X²= 27.52, p< .05).
Katılımcıların bağlı bulunduğu meslek kategorisine göre haftalık gazete
okuma sıklığı anlamlı bir şekilde farklılık göstermektedir (X²= 62.13, p< .001).
Araştırmaya katılanların mesleklerine göre sanayici-tüccarların yüzde 55.6’sı,
esnafların yüzde 36.4’ü, serbest meslek sahibi olanların yüzde 28.9’u, memurların
yüzde 27.6’sı, öğrencilerin yüzde 26.4’ü, işçilerin yüzde 21.3’ü ve ev hanımlarının
yüzde 18.1’i günlük gazete okuma alışkanlığına sahip olduklarını dile getirmişlerdir.
Sonuçların da gösterdiği gibi; sanayici-tüccar ve esnaf kesimi, her gün gazete
okumada diğer meslek kategorilerine göre daha çok ön plana çıkmaktadır. Burada
dikkati çeken bir diğer nokta ise; diğer meslek kategorileri ile karşılaştırıldığında ev
hanımlarının günlük gazete okuma alışkanlığı açısından düşük oranlara sahip
olmalarıdır. Öte yandan haftada 5-6 gün gazete okuma alışkanlığı kategorisinde
emekli olanların, haftada 3-4 gün gazete okumada memurların ve haftada 1-2 gün
gazete okumada ise ev hanımlarının üstünlüğü görülmektedir.
4.3. Gazetedeki Bölümlerin Okunma Oranları
Gazetelerde yer alan bölümlerin okunma sıklığı incelendiğinde aritmetik
ortalama değerleri açısından en çok okunan bölümlerin arasında; gazetelerin vitrin
sayfası olarak değerlendirilen birinci sayfada yer alan haberler, asayiş/ suç haberleri,
dini haberler, siyaset haberleri ve Konya ile ilgili gelişmeleri yansıtan haberler ilk
beş sırada yer almaktadır. Spor haberleri, magazin haberleri ve tanıtım/ reklamlar
katılımcıların daha az ilgi gösterdikleri gazete bölümleri olarak dikkat çekmektedir.
Tablo 2. Gazetedeki Bölümlerin Okunma Sıklığı
Güncel Olaylar
(1. Sayfa)
Asayiş
Haberleri
Dini Haberler
Siyaset
Haberleri
Konya
Haberleri
Sağlık
Haberleri
Köşe Yazıları
Bulmacalar
Dış Haberler
Ekonomi
Haberleri
Kültür-Sanat
Haberleri
Spor Haberleri
Magazin
Haberleri
TanıtımReklamlar
Hiç
Okumam
%
Ara-Sıra
Okurum
%
Çoğunlukla
Okurum
%
Mutlaka
Okurum
%
6.4
10.4
29.7
12.3
28.1
11.9
X
SD
53.6
3.30
0.89
32.1
27.5
2.74
0.99
31.4
29.1
27.6
2.72
0.99
14.3
28.5
31.9
25.3
2.68
1.00
14.1
33.7
23.7
28.5
2.66
1.03
12.5
36.3
26.0
25.2
2.63
0.99
19.2
24.3
14.7
27.8
25.8
38.5
30.6
23.5
31.9
22.5
26.4
14.8
2.56
2.52
2.46
1.03
1.12
0.91
19.7
35.0
26.4
19.0
2.44
1.01
18.9
39.0
25.2
16.9
2.40
0.97
34.3
21.3
17.3
21.4
2.37
1.20
36.2
31.6
18.5
13.7
2.09
1.04
38.8
34.6
17.4
9.2
1.97
0.96
Tablo 2’de yer alan bölümler içerisinde güncel olaylar (yüzde 83.3), asayiş
haberleri (yüzde 59.6), dini haberleri (yüzde 56.7), siyaset haberleri (yüzde 57.2),
Konya ile ilgili gelişmeler (yüzde 52.2), sağlık haberleri (yüzde 51.2) ve köşe
yazıları (yüzde 53.1) büyük çoğunlukla mutlaka okunan gazete bölümleri olarak ön
plana çıkmaktadır. Öte yandan dış haberler (yüzde 38.5), ekonomi haberleri (yüzde
35.0) ve kültür- sanat haberleri (yüzde 39.0) ara sıra takip edilen bölümlerdir.
Ayrıca, araştırmaya katılanların yüzde 38.8’i tanıtım- reklamları, yüzde 36.2’si
magazin haberlerini ve yüzde 34.3’ü spor haberlerini hiç okumadıklarını
belirtmişlerdir.
4.4. Gazete Okuma Motivasyonları
Araştırmaya
katılanlardan
seçim
dönemlerinde
gazete
okuma
motivasyonlarını tespit etmek amacıyla hazırlanan likert tipi 30 maddeye verilen
yanıtlar doğrultusunda faktör analizi uygulanmış; öz değer (evigen value) ve yamaç
eğrisi grafiği (scree plot) incelemesi sonucunda 4 faktör grubunun ele alınabileceği
görülmüştür. Ölçekte yer alan ifadelerin faktör yüklemesi, aritmetik ortalama ve
standart sapma değerleri Tablo 3’de ele alınmaktadır.
Tablo 3. Seçim Döneminde Gazete Okuma Motivasyonlarına Yönelik Faktör
Analizi Sonuçları (Principal Component Analysis, Varimax Rotation, N= 948)
Seçim Dönemlerinde Gazete Okuyorum Çünkü…
1. Faktör: Rehberlik
Gazete oy kararımı vermede bana yardımcı olduğu
için
Bir adayın seçilmesi durumunda ne yapacağını
görmeme yardımcı oluyor
Adayın kişisel özellikleri konusunda yargıya
varmamı sağladığı için
Gazete önemli konular hakkında belli bir tutuma
sahip olmamı sağlıyor
Tarafsız bir bakış açılarına ulaşmak/ görmek için
Seçim döneminde parti/ adayların faaliyetlerini
takip etmek için
Desteklediğim adayın güçlü yönlerini bana
hatırlattığı için
Aradığım özel siyasal bilgileri/ yazıları bulmak için
Kamuoyu araştırmaları sonuçlarını okumak için
Siyasi konular ve adaylar hakkında konuşacak bir
şeyler sunduğu için
Gazeteler olayların perde arkasını gösterir
Kendi siyasi fikrime yakın yazılar/ görüşler
bulabildiğim için
2. Faktör: Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış
Konuşacak birisi olmadığında bana arkadaşlık yaptığı
için
Kendimi daha az yalnız hissetmemi sağladığı için
Ev, okul, iş ve arkadaş çevremdeki dertlerimi
unutturduğu için
Beni sıkan insanlardan kurtulmamı sağladığı için
Günlük rutin işlerimden bir an olsun
uzaklaşabilmek için
X
SD
Faktör
Yüklemesi
2.58
1.29
.775
2.99
1.21
.759
2.90
1.21
.753
3.21
1.22
.656
2.86
1.25
.633
3.36
1.22
.625
2.88
1.25
.621
3.33
1.19
.507
3.32
1.21
.465
3.13
1.18
.441
3.02
1.27
.419
3.25
1.28
.415
2.57
1.26
.809
2.40
1.19
.807
2.28
1.16
.781
2.39
1.25
.758
2.96
1.23
.620
Sıkıldığımda vakit geçirmek için
3.03
1.31
.583
4.05
0.91
.777
3.91
1.02
.714
3.84
1.02
.699
3.64
1.11
.551
Kolayca bilgi elde edebilmek için
Haberleri derinlemesine ve ayrıntılı bir şekilde
sunduğu için
Gazeteler diğer insanların düşüncelerini öğrenme
yoludur
4. Faktör: Eğlence ve Rahatlama
3.67
1.10
.523
3.27
1.19
.523
3.39
1.14
.521
Gazete okumak hoşuma gidiyor
3.63
1.13
.813
Gazete okumak eğlendirici bir iştir
3.37
1.15
.774
Rahatlamama yardımcı olduğu için
3.02
1.25
.623
Köşe yazılarını okumayı seviyorum
3.50
1.21
.611
Gazete okumak zamanı iyi değerlendirmektir
3.63
1.16
.502
3. Faktör: Bilgi Arama/ Kolaylık
Dünyada ve ülkemde neler olup bittiğini
öğrenebilmek için
Gündemdeki önemli konuları/ meseleleri takip
etmek için
Yaşadığım şehirdeki gelişme/ olayları takip
edebilmek için
Farklı tür yazılar arasından seçim yapabiliyorum
Faktör gruplarının sınıflandırılma ve değerlendirilmesinde Varimax
rotasyonlu tablo dikkate alınmıştır. Faktör analizine tabii tutulan maddelerin
özdeğeri 1’den daha büyük ve minimum yükleme büyüklüğü olarak 0.40 kriteri
kullanılmıştır. Faktör analizine dâhil edilen 30 maddenin güvenilirlik oranı
(Cronbach’s alpha) .919 olarak bulunmuş olup; söz konusu değer kabul edilebilir
sınırlar içinde ve yüksek derecede güvenilirliğe sahip olduğu ifade edilmektedir
(Özdamar, 1999: 522). Faktör analizinde Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) örnekleme
değeri 0.924; Barlett’s testi sonucu 11740.7 değeri ve p< .0001 düzeyinde
gerçekleşmiştir. Elde edilen sonuçlar; bulguların yüksek derecede gerçekleştiğini ve
kabul edilebilir sınırlar içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Analiz sonucunda
ortaya çıkan dört faktör, katılımcıların seçim döneminde gazete okuma
motivasyonlarındaki toplam varyansın yüzde 52.5’ini açıklamaktadır (bakınız, Tablo
4). Ayrıca, bu faktör boyutları değişken olarak kaydedilmiş ve demografik
değişkenlerle olan ilişkileri de analiz edilmiştir.
Tablo 4. Faktör Özdeğerleri, Açıklanan Varyansları ve Güvenilirliği
Özdeğer
(Eigenvalu
e)
Açıklanan
Varyans
(%)
Güvenilirlik
(α)
Rehberlik
9.12
16.62
.889
Boş Zamanları Değerlendirme/
Kaçış
3.22
13.39
.848
Bilgi Arama/ Kolaylık
2.07
13.35
.799
Eğlence ve Rahatlama
1.33
9.16
.800
52.53
.919
FAKTÖRLER
TOPLAM
KMO Measure of Sampling Adequacy: .924; Barlett’s Test of Sphericity:
X2= 11740,7; df= 435; p= .000
Seçim dönemlerinde insanları gazete okumaya yönelten ilk ve en önemli
motivasyon Rehberlik’tir. Bu ilk faktörün özdeğeri 9.12; güvenilirlik derecesi ise
.889 gibi oldukça yüksek bir orana sahiptir. Faktörün tanımladığı fark yüzdesi de
(açıklanan varyans) 16.6 olarak belirlenmiştir. Rehberlik faktörünü oluşturan
maddeler incelendiğinde; seçim dönemlerinde insanlar; oy kararını vermelerine
yardımcı olmada, adayın performansı ve kişisel özellikleri hakkında yargıya
varmada, tarafsız bakış açılarına ulaşmada, parti-adayların faaliyetlerini takip
etmede, desteklenen adayın güçlü yönlerini görmede, özel siyasal bilgi ve yazılara
ulaşmada, kamuoyu araştırmaları sonuçlarını takip etmede, siyasal içerikli
konuşacak sohbet konuları bulmada ve kişinin kendi siyasi fikirlerine yakın yazılar/
görüşler edinmede gazeteleri bir araç olarak görmekte ve kullanmaktadırlar.
Demografik değişkenler açısından Rehberlik faktörü incelendiğinde,
cinsiyetin anlamlı bir farklılaşma meydana getirmediği ortaya çıkmaktadır (t= 0.577;
sd.= 931; p> .05). Bir başka anlatımla gazete okumada Rehberlik faktörüne
verdikleri önem bakımından erkekler ( X = 3.08) ve kadınlar ( X = 3.05) birbirine
yakın değerlere sahiptirler. Katılımcıların yaşı (F= 2.17; sd.= 4; p> .05), eğitimi (F=
1.23; sd.= 6; p> .05) ve aylık geliri (F= 0.62; sd.= 6; p> .05) ile Rehberlik faktörü
arasında anlamlı bir farklılaşma tespit edilememiştir.
Faktör analizi sonucunda ortaya çıkan ikinci motivasyon Boş Zamanları
Değerlendirme/ Kaçış’tır. Bu faktörü oluşturan maddeler; insanların konuşacak
birisi olmadığında kendilerine arkadaşlık etmede, yalnızlığı gidermede, günlük rutin
işlerden bir an olsun uzaklaşmada, ve bunun yanında ev, okul, iş ve arkadaş
çevresindeki dertleri unutmak amacıyla gazete okuduklarına işaret etmektedir. Boş
Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörü tek başına toplam varyansın yüzde
13.3’ünü açıklarken; faktörün güvenilirlik (Cronbach’s α = .848) ve özdeğeri
(Eigenvalue= 3.22) tatmin edici düzeydedir.
Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörü ile demografik değişkenler
arasındaki ilişki incelendiğinde, cinsiyetin anlamlı bir farklılaşma meydana
getirmediği(t= 0.171; sd.= 931; p> .05) ortaya çıkmaktadır. Cinsiyetle olduğu gibi
yaş (F= 0.46; sd.= 4; p> .05) eğitim düzeyi (F= 1.63; sd.= 6; p> .05) ve gelir (F=
1.77; sd.= 6; p> .05) ile de Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörü arasında
anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır.
Üçüncü faktör Bilgi Arama/ Kolaylık olarak adlandırılmıştır. Söz konusu
faktör çatısı altında 6 madde yer almıştır. Bunlar; “dünyada ve ülkemde neler olup
bittiğini öğrenebilmek için”, “gündemdeki önemli konuları takip etmek için”,
“yaşadığım şehirdeki gelişmeleri takip etmek için”, “farklı tür yazılar arasından
seçim yapabiliyorum”, “kolay bilgi elde etmek için”, “haberleri derinlemesine ve
ayrıntılı bir şekilde sunduğu için” ve “gazeteler diğer insanların düşüncelerini
öğrenme yoludur” şeklindeki ifadelerdir. Söz konusu bu maddeler, diğer faktörleri
oluşturan maddelerle karşılaştırıldığında; yüksek aritmetik ortalama değerlerine ve
düşük standart sapma değerlerine sahiptir. Bir başka ifadeyle, bilgi arama ve
kolaylık faktörüne daha çok önem veren katılımcılar, örneklem içerisinde homojen
bir dağılım sergilemektedir. Faktör toplam varyansın
açıklamaktadır. Güvenilirlik değeri .799, özdeğer ise 2.07’dir.
yüzde
13.3’ünü
Cinsiyet ile Bilgi Arama/ Kolaylık faktörü arasında anlamlı bir ilişki
bulunmaktadır (t= 2.17; sd.= 931; p< .05). Özellikle seçim döneminde erkekler
( X = 3.72) gazeteyi bilgi arama/ kolaylık amaçlı okuma bakımından kadınlara
( X = 3.62) nazaran daha yüksek değerlere sahiptir. Katılımcıların yaşı, Bilgi
Arama/ Kolaylık faktörüne verilen önem bakımından anlamlı bir farklılaşmaya
neden olmaktadır (F= 2.63; sd.= 4; p< .05). Tukey testi sonuçlarına göre bilgi arama/
kolaylık motivasyonu doğrultusunda en çok gazete okuyanlar 61 yaş ve üzeri
bireylerken; bilgilenme amaçlı en az gazete okuyanlar 29-39 yaş aralığındaki
katılımcılardır. Katılımcıların eğitim düzeyi (F= 0.44; sd.= 6; p> .05) ve geliri (F=
0.86; sd.= 6; p> .05) ile de Bilgi Arama/ Kolaylık faktörü arasında anlamlı bir
ilişkinin izlerine rastlanmamıştır.
Dördüncü ve son faktör “Eğlence ve Rahatlama” olarak ele alınmıştır. Bu
faktörü oluşturan maddeler incelendiğinde; insanların seçim dönemi gibi oldukça
hareketli günlerin yaşandığı ve bilgiye olan talebin arttığı bir dönemde bile
eğlenmek, rahatlamak ve zamanı iyi değerlendirebilmek için gazete okuyabildiği
ortaya çıkmaktadır. Eğlence ve Rahatlama Faktörü, yüksek güvenilirlik değeriyle
(Cronbach’s α= .800) toplam varyansın yüzde 9.1’ini açıklamaktadır. Faktörün
özdeğeri ise 1.33’dür.
Eğlence ve Rahatlama faktörü ile demografik değişkenler arasındaki ilişkiye
bakıldığında; cinsiyetin anlamlı bir farklılaşma meydana getirmediği anlaşılmaktadır
(t= -1.22; sd.= 931; p> .05). Katılımcıların eğitim düzeyi ile Eğlence ve Rahatlama
faktörü arasında ise anlamlı farklılaşma bulunmaktadır (F= 2.49; sd.= 6; p< .01).
Betimleyici istatistikler ve çoklu karşılaştırma tablosu incelendiğinde, farklılaşmanın
ilkokul mezunları ile üniversite eğitimine sahip insanlar arasında yaşandığı ortaya
çıkmaktadır. Buna göre ilkokul eğitimi almış katılımcılar; üniversite mezunlarına
göre seçim döneminde Eğlence ve Rahatlama amacıyla daha fazla gazete
okumaktadırlar. Öte yandan katılımcıların yaşı (F= 0.57; sd= 4; p> .05) ve aylık
geliri (F= 0.98; sd= 6; p> .05) ile Eğlence ve Rahatlama faktörü arasında anlamlı bir
ilişki söz konusu değildir.
Boş Zamanları
Değerlendirme/
Kaçış
Bilgi Arama/
Kolaylık
Eğlence ve
Rahatlama
Tablo 5. Gazete Okuma Motivasyonları Arasındaki Korelasyon Analizi Bulguları
(Pearson r)
Rehberlik
1
.415**
.624**
.502**
Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış
.415**
1
.198**
.419**
Bilgi Arama/ Kolaylık
.624**
.198**
1
.509**
Rehberlik
FAKTÖRLER ARASI KORELASYON
ANALİZİ
Eğlence ve Rahatlama
.502**
.419**
.509**
1
Aritmetik Ortalama
3.07
2.61
3.68
3.43
Standart Sapma
.83
.93
.72
.88
Not: **p< .01
Diğer taraftan faktörler arası ilişkinin düzeyini tanımlamak açısından korelasyon
analizi sonuçları incelendiğinde; en güçlü ilişkinin Rehberlik ve Bilgi Arama/ Kolaylık
faktörleri arasında yaşandığı dikkat çekmektedir (r= .624, p< .01). Diğer bir ifadeyle
seçim dönemlerinde kendilerine rehberlik etmesi için gazete okuyan insanlar, aynı
zamanda bilgi arama/ kolaylık amacıyla da gazete ile zaman geçirmektedirler. Bilgi
Arama/ Kolaylık ile Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış faktörleri arasında ise, nispeten
düşük düzeyde pozitif anlamlı ilişkinin varlığından söz edilebilir (r= .198, p< .01). Öyle
ki; seçim dönemlerinde bilgi arama amaçlı gazeteye yönelen insanlar, bu aracı sosyal kaçış
mekanizması olarak daha az görmekte ve kullanmaktadırlar.
4.5. Seçim Döneminde Gazete Okuma Süresine Etki Eden Değişkenler
Seçim döneminde insanların gazete okuma sürelerine etki eden değişkenleri
belirlemek amacıyla doğrusal regresyon analizine başvurulmuştur. Analize tabii tutulan
ilk grup bağımsız değişken içerisinde cinsiyet, yaş, aylık gelir durumu, eğitim ve
meslek gibi sosyo demografik değişkenler yer almaktadır. Medya davranışları çatısı
altında verilen günlük televizyon izleme süresi ve haftalık gazete okuma sıklığı bir
başka bağımsız değişkenler grubunu oluşturmaktadır. Diğer bağımsız değişkenler
olarak ise; rehberlik, boş zamanları değerlendirme/ sosyal kaçış, bilgi arama/
kolaylık ve eğlence/ rahatlama gibi gazete okuma motivasyonları analize dâhil
edilmiştir. Regresyon analizinde katılımcıların cinsiyet, eğitim durumu, mesleği ve
haftalık gazete okuma sıklıkları “dummy” değişken haline dönüştürülmüş ve
“erkekler”, “ilkokul” mezunu olanlar, “ev hanımları” ve “haftada 3-4 gün” gazete
okuyanlar referans alınmıştır. Seçim döneminde gazete okuma süresine etki eden
değişkenleri gösteren doğrusal regresyon analizi sonuçları Tablo 6’da
gösterilmektedir.
Seçim döneminde gazete okuma süresine etki eden faktörler içerisinde ilk
grupta cinsiyet, yaş, gelir, eğitim durumu ve meslek gibi değişkenler bulunmaktadır.
Söz konusu değişkenler içerisinde katılımcıların yaşı ve aylık ortalama geliri modele
anlamlı katkıda bulunmaktadır. Katılımcıların yaşı arttıkça günlük gazete okuma
süresi 0.4 dakika artmaktadır. Benzer şekilde insanların aylık ortalama geliri arttıkça
günlük olarak gazete ile geçirdikleri zaman da artış göstermektedir. Bu grup
içerisinde yer alan kişilerin cinsiyeti, eğitim düzeyi ve mesleği ile gazete okuma
süresi arasında anlamlı bir ilişki ortaya çıkmamaktadır.
Günlük televizyon izleme süresi ve haftalık gazete okuma sıklığı modele
anlamlı katkı sağlayan iki değişken konumundadır. Günlük televizyon izleme süresi
arttıkça gazete okuma süresi de artmaktadır. Bu anlamda kitle iletişim araçlarının
kullanımın birbirini etkilediği sonucuna ulaşmak mümkündür. Yine her gün düzenli
gazete okuyan katılımcılar, haftada 3-4 gün gazete okuyanlara göre, bir günde gazete
ile daha fazla zaman harcamaktadırlar. Seçim dönemlerinde siyasal kampanya ve
konulara ilgi düzeyi ele günlük gazete okuma süresi arasında anlamlı bir ilişki
bulunamamıştır.
Tablo 6. Seçim Döneminde Gazete Okuma Süresine Etki Eden Değişkenlerin
Doğrusal (Linear) Regresyon Analizi
Sabit (Constant) Gazete Okuma Süresi
Sosyo-Demografik Özellikler
Cinsiyeta
Yaş
Gelir
Okur –yazarb
Ortaokulb
Liseb
Üniversiteb
Lisansüstü+b
İşçic
Memurc
Esnaf c
Serbest Meslekc
Emeklic
Sanayici-Tüccarc
Öğrencic
Medya Davranışları
Günlük TV İzleme Süresi
Haftada 1-2 günd
Haftada 5-6 günd
Her gün düzenlid
Siyasal Kampanya ve Konulara İlgi Düzeyi
Gazete Okuma Motivasyonları
Rehberlik
Boş Zamanları Değerlendirme/ Kaçış
Bilgi Arama/ Kolaylık
Eğlence ve Rahatlama
R²= .162 Adjusted R² = .137
a
B
-18.578
Beta
t
-1.383
Sig.
.167
.514
.464
.004
-4.915
-2.040
1.853
4.906
-6.619
-6.941
-.456
-.220
3.131
-10.090
-9.622
4.395
.006
.112
.113
-.015
-.016
.020
.051
-.027
-.046
-.004
-.002
.028
-.065
-.029
.031
.138
2.204
3.067
-.424
-.349
.350
.821
-.662
-.960
-.068
-.034
.497
-1.260
-.778
.592
.890
.028
.002
.672
.727
.727
.412
.508
.337
.946
.973
.620
.208
.437
.554
.036
-5.274
7.069
10.795
.276
.111
-.052
.061
.111
.016
3.144
-1.287
1.546
2.648
.463
.002
.198
.123
.008
.643
6.603
-1.423
-2.226
9.984
.125
2.582
.010
-.030 -.764
.445
-.037 -.792
.429
.200
4.638
.000
F= 6.28; sd.= 24; p= .000
Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “erkekler” referans
alınmıştır.
b
Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “ilkokul” referans alınmıştır.
c
Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “ev hanımı” referans
alınmıştır.
d
Değişkenler dummy değişkene dönüştürülmüş, “haftada 3-4 gün” referans
alınmıştır.
Doğrusal regresyon analizine dâhil edilen gazete okuma motivasyonları
arasında rehberlik ve eğlence/ rahatlama motivasyonlarının gazete okuma süresiyle
anlamlı ilişki gösterdiği dikkat çekmektedir. Rehberlik faktörüne verilen önem bir
birim arttıkça, gazete okuma süresi de 6.6 dakika artmaktadır. Ayrıca Eğlence ve
Rahatlama faktörüne verilen önem, gazete okuma süresini 9.9 dakika arttırmaktadır.
Sonuç olarak regresyon analiziyle ortaya konulan modelin anlamlı bir ilişki
gösterdiği görülmektedir (F= 6.28; sd.= 24; p< .001). Model gazete okuma süresini
etkileyen faktörlerle ilgili toplam varyansın yüzde 16’sını açıklamaktadır (R2= .162).
Bir başka ifade ile bu değişkenlerle gazete okuma süresini etkileyen faktörlerin %
16’sı açıklanabilmektedir. Geriye açıklanamayan yüzde 84’lük bir kısım
bulunmaktadır. Bu sonuçlar; gazete okuma süresini etkileyen faktörleri daha fazla
açıklayabilmek için, başka değişkenlerin dikkate alınması ve test edilmesi
gerektiğini ortaya koymaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ
Bu araştırma 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri öncesi Konya’da gazete
okuyucularının gazete okuma davranışlarını belirlemek, seçim döneminde insanların
gazete okumadan elde ettikleri doyumları ortaya koymak ve bu doyum
kategorilerinin demografik değişkenlerle ilişkisini tespit etmek amacıyla
tasarlanmıştır.
Araştırma sonuçları incelendiğinde öncelikle katılımcıların günlük ortalama
gazete okuma süresinin yaklaşık bir saat olduğu anlaşılmaktadır. En çok okunan
bölümlerin arasında ise; gazetelerin vitrin sayfası olarak değerlendirilen birinci
sayfada yer alan haberler, asayiş/ suç haberleri, dini haberler, siyaset haberleri ve
Konya ile ilgili gelişmeleri yansıtan haberler ilk beş sırada yer almaktadır. Spor
haberleri, magazin haberleri ve tanıtım/ reklamlar, bireyler tarafından daha az ilgi
duyulan gazete bölümleri olarak ön plana çıkmaktadır.
Çalışmanın bulguları, insanların seçim döneminde gazete okumalarında etkili
dört motivasyonun varlığına işaret etmektedir. Bunlar önem sırasına göre; rehberlik,
boş zamanları değerlendirme/ kaçış, bilgi arama/ kolaylık ve eğlence/ rahatlamadır.
Seçim dönemleri gibi siyasal enformasyonun yoğun bir şekilde dolaşıma sokulduğu
bir dönemde insanlar öncelikle gazeteyi oy kararlarının şekillenmesinde kendilerine
rehberlik etmesi için okumaktadırlar. Özellikle okuyucular seçim döneminde
gazetelerin; aday ve partilerin vaatlerinin daha iyi anlaşılmasına ve geleceği ilişkin
çıkarımlarda bulunmaya yardım ettiğine inanmaktadırlar. Bunun yanında bilhassa
seçim dönemlerinde gazeteler, özel siyasal bilgilere ulaşmada, kamuoyu
araştırmaları sonuçlarını takip etmede ve insanların belli siyasal tutum
edinmelerinde işlevsel olabilmektedir.
Partiler ya da adaylar arasında kıyasıya mücadelelerin yaşandığı ve
dolayısıyla insanların enformasyona olan ilgilerinin arttığı bir süreç olarak seçim
dönemlerinde bile gazeteler bireyler için önemli bir boş zamanları değerlendirme ve
sosyal kaçış ortamıdır. Öyle ki gazeteler; insanlara, konuşacak birisi olmadığında
arkadaşlık etmekte ve kendilerini daha az yalnız hissetmelerini sağlamaktadır. Yine
gazeteler ev, okul, iş ve arkadaş çevresinde sıkılan insanlar için adeta sığınılan bir
liman konumundadır.
Özellikle seçim dönemlerinde gazeteler, derinlemesine bilgi arayan insanlar
için önemli bir kitle iletişim aracı konumundadır. İnsanlar, seçim dönemlerinde bir
taraftan ülkelerinde ve yaşadıkları coğrafyada olup bitenleri öğrenmek için gazete
sayfalarını karıştırırken; diğer taraftan siyaset arenasında parti ve adayların
faaliyetlerini takip etmek, siyaset arenasında meydana gelen gelişmeleri daha
ayrıntılı irdelemek ve diğer insanların düşüncelerini öğrenmek amacıyla gazete
okuyabilmektedirler.
Aynı zamanda gazeteler insanlara farklı tür yazılar arasında seçim yapma
kolaylığı da sunmaktadır. Seçim döneminde gazeteler erkekler tarafından bilgi
arama amaçlı olarak daha çok talep edilmekte ve kullanılmaktadır. Türkiye özelinde
siyasete duyulan ilgi ve katılım açısından erkeklerin daha çok ön planda oldukları
göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir sonucun ortaya çıkması gayet doğaldır.
Yine genç nesile göre, yaşlı insanlar arasında bilgi arama amaçlı gazete okuma
alışkanlığı daha çok görülmektedir.
Yapılan araştırma, gazete okumanın insanlar için eğlence ve rahatlama
kaynağı olduğu sonucunu da ortaya koymuştur. Bir başka anlatımla insanlar
eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ve rahatlamak için gazetelerden
faydalanmaktadırlar. Çünkü gazeteler; yorucu iş temposu içinde bedensel ve zihinsel
yorgunluk yaşayan insanları rahatlatmak ve yorgunluklarını üzerlerinden atmak için
birçok alternatif sunmaktadır. Eğitim düzeyi açısından ilkokul eğitimi almış
katılımcılar; üniversite mezunlarına göre seçim döneminde eğlence ve rahatlama
amacıyla daha fazla gazeteye yönelmektedirler.
Seçim dönemlerinde gazete okuma süresine etki eden değişkenler arasında
yaş, aylık gelir, günlük televizyon izleme süresi, haftalık gazete okuma sıklığı ve
gazete okuma motivasyonları temel belirleyicilerdir. İnsanların yaşı arttıkça günlük
gazete okuma süreleri de artmaktadır. Benzer şekilde insanların aylık ortalama geliri
arttıkça günlük olarak gazete ile geçirdikleri zamanda da bir artış yaşanmaktadır.
Öte yandan günlük televizyon izleme süresi ve haftalık gazete okuma sıklığı, gazete
okuma süresine pozitif yönde katkı sağlayan iki bağımsız değişken konumundadır.
Sonuç olarak bu araştırma ülkemizde seçim dönemlerinde insanların gazete
okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarını tespit etmeye yönelik girişimlerden birini
oluşturmaktadır. Şüphesiz bu konuda ülkenin farklı bölgelerinde yapılacak yeni
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Böylelikle farklı bölgelerdeki insanların seçim
dönemlerinde gazete okuma alışkanlıkları ve motivasyonlarındaki farklılıklar daha
iyi ortaya konabilecek ve karşılaştırmalar yapılabilme imkânı ortaya çıkacaktır. Yine
bu araştırma, seçme yaşına ulaşmış insanlar üzerinde yürütülmüştür. Gelecekteki
araştırmalar daha geniş bir örneklemeye giderek, 18 yaşından küçük insanları da
hedef alabilirler.
KAYNAKÇA
Abdulrahim, Masoud (1999). Newspaper Readership and Credibility in Kuwait: An
Analysis of Uses and Gratifications Theory, Unpublished Doctoral
Dissertation, School of Journalism Southern Illinois University Carbondale,
UMI Dissertation Information Service.
Ball-Rokeach, Sandra J.; Kim, Yong-Chan ve Matei, Sorin (2001). Storytelling
Neighborhood: Paths to Belonging in Diverse Urban Environments,
Communication Research, 28 (4), 392-428.
Bayram, Fatih (2007). Bireylerin Gazete Okuma Alışkanlıkları: Kullanımlar ve
Doyumlar Yaklaşımına Göre Okuyucu Davranışları, Tercihleri ve
Nedenleri Üzerine Bir Uygulama, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Eskişehir:
Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Bayram, Fatih (2008). Gazete Okurlarının Okuma Motivasyonları ve Doyumları
Üzerine Bir Kullanımlar ve Doyumlar Araştırması, Anadolu Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (1), 321-336.
Becker, Lee B. (1976). Two Test of Media Gratifications: Watergate and the 1974
Election, Journalism Quarterly, 53 (1), 28-33.
Becker, Lee B. ve Whitney, D. Charles (1978). The Effects of Media Dependencies
on Audience Assessment of Government, Paper Presented at the Annual
Meeting of the Association for Education in Journalism, August 13-16,
Washington, 1-27.
Berelson, Bernard (2000). Gazetesiz Kalmak Ne Demektir?, Ünsal Oskay (Çev.),
Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş, İstanbul: Der Yayınları, ss. 135-156.
Blood, R. Warwick; Keir, Gerald J. ve Kang, Namjun (1983). Newspaper Use and
Gratification in Hawaii, Newspaper Research Journal, 4 (4), 43-52.
Brubaker, Jennifer (2005). The Role of the Internet in Agenda Setting: A Synthesized
Uses and Gratifications and Agenda Setting Model, Unpublished Doctoral
Dissertation, College of Communication and Information of Kent State
University, UMI Dissertation Information Service.
Chafetz, Paul K., Holmes, Helen vd. (1998). Older Adults and the News Media:
Utilization, Opinions, and Preferred Reference Terms, The Gerontologist,
38 (4), 481-489.
Chaffee, Steven H. ve Kanihan, Stacey Frank (1997). Learning about Politics from
the Mass Media, Political Communication, 14 (4), 421-430.
Chaffee, Steven H.; Zhao, Xinshu ve Leshner, Gleen (1994). Political Knowledge
and the Campaign Media of 1992, Communication Research, 21 (3), 305324.
Chaffee, Steven ve Frank, Stacey (1996). How Americans Get Political Information:
Print Versus Broadcast News, Annals of the American Academy of Political
and Social Science, 546, 48-58.
Chaffee, Steven ve Wilson, Donna (1975). Adult Life Cycle Changes in Mass Media
Use, Presented at the Meeting of the Association for Education in
Journalism, Ottawa, Ontario, August.
Choi, Hyeon Cheol ve Becker, Samuel L. (1987). Media Use, Issue/Image
Discriminations, and Voting, Communication Research, 14 (3), 267-290.
Erdoğan, İrfan (1977). Television and Newspaper Uses and Gratifications of
Foreign Graduate Students at the University of Pittsburgh: Some
Correlates, Unpublished Doctoral Dissertation, University of Pittsburgh,
UMI Dissertation Information Service.
Güneş, Sadık (1996). Medya ve Siyasal Bilgilenme, Yeni Türkiye Dergisi Medya
Özel Sayısı, 2 (11), 803-825.
Güz, Nurettin (1996).Türk Basınında Gündem Oluşturma, Yeni Türkiye Dergisi
Medya Özel Sayısı, 2 (12), 982-997.
Inoue, Yasuhiro (2001). Selective Exposure, Uses and Gratifications of a Cyber
Election Campaign: Presidential Election 2000, Unpublished Doctoral
Dissertation, Michigan State University, UMI Dissertation Information
Service.
Johnson-Cartee, Karen S. ve Copeland, Gary A. (1991). Negative Political
Advertising: Coming of Age, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates
Publishers.
Kalender, Ahmet (2003). Seçmenin Karar Sürecinde İletişim Araç ve Yöntemlerinin
Önemi Üzerine Bir Araştırma, Selçuk İletişim, 2 (4), 30-41.
Katz, Elihu; Blumler, Jay G. ve Gurevitch, Michael (1995). Utilization of Mass
Communication by the İndividual, Oliver Boyd-Barrett and Chris Newbold
(Eds.), Approaches to Media: A Reader, London: Arnold Published, pp.
164-173.
Kim, Kyun Soo ve Kim, Yong-Chan (2007). New and Old Media Uses and Political
Engagement among Korean Adolescents, Asian Journal of Communication,
17 (4), 342-361.
Kim, Yong-Chan ve Ball-Rokeach, Sandra J. (2006). Community Storytelling
Network, Neighborhood Context, and Cvic Engagement: A Multilevel
Approach, Human Communication Research, 32 (4), 411-439.
Kinsey, Dennis (1999). Political Consulting: Bridging the Academic and Practical
Perspective, Bruce I. Newman (Ed.), Handbook of Political Marketing,
London: Sage Publications, Inc., pp. 113-127.
Koçak, Abdullah ve Yalçın Kaya, Ahmet (2004). Information and More: Uses and
Gratifications of Print Newspapers among University Students in Turkey,
2nd International Symposium, Communication in the Millennium: A
Dialogue Between Turkish American Scholars, Vol II, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi, pp. 1099-1107.
Küçükkurt, Mehmet; Hazar Ç. Murat vd. (2009). Kullanımlar ve Doyumlar
Yaklaşımı Perspektifinden Üniversite Öğrencilerinin Medyaya Bakışı,
Selçuk İletişim, 6 (1), 37-50.
Lain, Laurence B. (1986). Steps Toward A Comprehensive Model of Newspaper
Readership, Journalism Quarterly, 63 (1), 69-74.
McLeod, Jack M.; Bybee, Carl R. ve Durall Jean A. (1982). Evaluating Media
Performance by Gratifications Sought and Received, Journalism Quarterly,
59 (1), 3-12.
McLeod, Jack M.; Daily, Katie vd. (1996). Community Integration, Local Media
Use, and Democratic Processes, Communication Research, 23 (2), 179-209.
McLeod, Jack M.; Scheufele, Dietram A. ve Moy, Patricia (1999). Community,
Communication, and Participation: The Role of Mass Media and
Interpersonal Discussion in Local Political Participation, Political
Communication, 16 (3), 315-336.
McQuail, Denis (1994). Mass Communication Theory: An Introduction, London:
Sage Publications.
Miller, M. Mark; Singletary, Michael W. ve Chen Shu-Ling (1988). The Roper
Question and Television vs. Newspapers as Sources of News, Journalism
Quarterly, 65 (1), 12-19.
Morrison, Andrew J. (1979). Mass Media Use by Adults, American Behavioral
Scientist, 23 (1), 71-93.
Nah, Seungahn; Veenstra, Aaron S. ve Shah, Dhavan V. (2006). The Internet and
Anti-War Activism: A Case Study of Information, Expression, and Action,
Journal of Computer-Mediated Communication, 12 (1), 230-247.
Ohr, Dieter ve Schrott, Peter R. (2001). Campaigns and Information Seeking:
Evidence from a German State Election, European Journal of
Communication, 16 (4), 419-449.
Özdamar, Kazım (1999). Paket Programlar İle İstatistiksel Veri Analizi, Eskişehir:
Kaan Kitabevi.
Park, Jaeyung (2002). Online Journalism: How Journalists and Their Audience
Perceive the Journalist Role, Newsworthiness and Public Dialogue,
Unpublished Doctoral Dissertation, University of Missouri-Columbia, UMI
Dissertation Information Service.
Pecchioni, Loretta L.; Wright, Kevin B. ve Nussbaum, Jon F. (2005). Life-Span
Communication, Mahwah, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates.
Quezada, Robert G. (2004). Reading the College Newspaper: A Readership Survey
of the Daily Titan, Unpublished Master of Arts Dissertation, California
State University, UMI Dissertation Information Service.
Rosengren, Karl Erik (2003). Communication: An Introduction, London: Sage
Publications.
Rubin, Alan M. (1986). Uses, Gratifications and Media Effects Research, Jennings
Bryant and Dolf Zillmann (Eds.), Perspectives on Media Effects, New
Jersey: Lawrence Erlbaum Associates Publishers, pp. 281-301.
Rubin, Alan M. (1993). Audience Activity and Media Use, Communication
Monographs, 60 (1), 98-105.
Rubin, Alan M. ve Windahl, Sven (1986). The Uses and Dependency Model of
Mass Communication, Critical Studies in Mass Communication, 3 (2), 184199.
Sanders, Jeannette A. (1997). Combining Expectancy- Value and Uses and
Gratifications Theory to Predict Consumption Attitudes and Behaviors
among Egyptian Faculty Members, Unpublished Doctoral Dissertation, The
Florida State University, UMI Dissertation Information Service.
Scheufele, Dietram A. ve Nisbet, Matthew C. (2002). Being a Citizen Online: New
Opportunities and Dead Ends, Press/ Politics, 7 (3), 55-75.
Schlagheck, Carol A. (1997). Newspaper Readership Choices among Young Adults,
Unpublished Doctoral Dissertation, The Graduate College of Bowling
Green State University, UMI Dissertation Information Service.
Severin, Werner J. ve Tankard James W. (1984). Communication Theories: Origins,
Methods and Uses, New York: Hastings House Publishers.
Shah, Dhavan V.; Kwak, Nojin ve Holbert, R. Lance (2001). “Connecting” and
“Disconnecting” With Civic Life: Patterns of Internet Use and The
Production of Social Capital, Political Communication, 18 (2), 141-162.
Sotirovic, Mira ve McLeod, Jack M. (2001). Values, Communication Behavior, and
Political Participation, Political Communication, 18 (3), 273-300.
Tan, Alexis S. (1980). Mass Media Use, Issue Knowledge and Political
Involvement, Public Opinion Quarterly, 44 (2), 241-248.
Thorson, Esther; Jin, Yan ve Beaudoin, Christopher E. (2003). When Uses and
Gratifications Meet the Knowledge Gap: The Impact of Media Motives and
Demographics on Political Activity, Paper Presented at The Annual
Meeting of the International Communication Association, May 27, San
Diego, pp. 1-24.
Towers, Wayne M. (1985). Weekday and Sunday Readership Seen Through Uses
and Gratifications, Newspaper Research Journal, 6 (3), 20-32.
Vedlitz, Arnold ve Veblen Eric P. (1980). Voting and Contacting: Two Forms of
Political Participation in a Suburban Community, Urban Affairs Review, 16
(1), 31-48.
Viswanath, Kasisomayajula; Finnegan Jr, John R. vd. (1990). Community Ties in a
Rural Midwest Community and Use of Newspapers and Cable Television,
Journalism Quarterly, 67 (4), 899-911.
Weaver, David H. ve Mauro, John B. (1978). Newspaper Readership Patterns,
Journalism Quarterly, 55 (1), 84-92.
Weaver, David H. ve Buddenbaum, Judith M. (1979). Newspapers and Television:
A Review of Research on Uses and Effects, ANPA News Research Report,
19, 1-15.
Zhang, Jueman (2005). Uses and Gratifications of Non-Journalists‘ Political Blogs,
Unpublished Master of Arts Dissertation, The Faculty of the Graduate
School University of Missouri-Columbia, UMI Dissertation Information
Service.
DAVID EASTON’UN SİYASAL SİSTEM
KURAMI BAĞLAMINDA SİYASAL KATILMA:
ERZURUM SEÇMENİ ÜZERİNE BİR
ARAŞTIRMA
Hasan TOPBAŞ
12
ÖZET
Toplumsal yaşam içerisinde vatandaşlar çeşitli amaçlar doğrultusunda ve çeşitli şekillerde siyasetle
ilgilenmekte ve siyasal sisteme siyasal katılma yoluyla girdi sağlamaktadır. Seçmenlerin, siyasal karar
mercilerini etkilemeye yönelik davranış ve eylem türlerini içeren siyasal katılma “kişinin otonom olarak
yaptığı tercihler ve verdiği kararlar sonucunda siyasal karar mevkilerine gelecek olanları veya bu
mevkileri ellerinde bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem ve davranışlar” olarak
tanımlanmaktadır. Ancak bu siyasal katılma türleri veya düzeyleri siyasal sistemden sisteme değişiklik
göstermektedir.
Sistem analizi içerisinde bireyler siyasal olmayan rollerden siyasal rollere geçişi ancak siyasal katılma
yoluyla gerçekleştirebilirler. Vatandaşlar, toplumsal ve bireysel isteklerini, beklentilerini ve umutlarını,
ancak siyasal katılma yoluyla siyasal sisteme göndermektedir. Siyasal sistem, bu siyasal katılma girdileri
doğrultusunda karar almakta ve eyleme geçmektedir. Aksi takdirde siyasal sistem, toplum için bağlayıcı
karar alma ve eyleme geçme gereği görmeyecektir. Çünkü siyasal katılma girdileri siyasal sistemin aldığı
karar ve gerçekleştirdikleri eylemlerin hem varlık nedeni hem de hammaddesidir.
Bu keşif çalışması, siyasal sistem kuramı bağlamında Erzurum seçmeninin siyasal olmayan rollerinden
siyasal rollere geçerek hangi tür ve sıklıkta siyasal sisteme katıldıklarını analiz etmektedir. Ayrıca
çalışmamızda, siyasal katılma türleri ile Erzurum seçmeninin sosyo-ekonomik ve sosyo kültürel
değişkenleri arasındaki ilişkileri de incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: David Easton, Siyasal Sistem Kuramı, Siyasal Katılma
POLITICAL PARTICIPATION IN RESPECT TO POLITICAL SYSTEM THEORY OF DAVID
EASTON: A SURVEY ON ERZURUM VOTERS
ABSTRACT
In social life, citizens deal with politics for various purposes and in various ways, and provide inputs to
political system through political participation. Political participation, including the types and
behaviours of voters, directed to affecting the decision-makers is defined as “the behaviours and
activities realizde to affect those to come to pasitions to give political decisions or those holding these
positions as a result of preferences decisions one makes autonomously ” however, these political
participation types or levels change from one political system to another.
Individuals can realize the transfer from nonpolitical roles to political ones only by political
participation. Citizens can only address their socialand individual wishes, expectations and hopes to
political system only through political participation. The political system makes decisions an puts them
into action within the context of these political participation inputs. Otherwise, political system won’t see
the necessity of taking enforcing decisions and putting tehm ınto operation. This is because, political
participation inputs are the exıstence reason and now material of the decisions and the operations of the
political system.
This survey analysis in what types an how often Erzurum voters participate the political system by
transferring from nonpolitical roles to political ones withing the context of political system theory.
In addition, the study brings forword the political participation types, and the relations between socioeconomic and socio- cultural variables of the voters.
Keywords: David Easton, Theory Of Political System, Political Participation.
GİRİŞ
İnsanların en temel özelliği onun toplumsal ve siyasal bir varlık olmasıdır.
Dünyaya gelişiyle birlikte kendisinde var olan refah, mutluluk ve güven içinde
yaşama ihtiyacı bireyi diğer bireylerle bir araya gelerek toplum adı verilen bütün
içerisinde, ortak amaç ve ihtiyaçlarını gerçekleştirme durumu ile karşı karşıya
bırakmaktadır. Dolayısıyla doğasından kaynaklanan bir gereklilikle toplumsal
yaşama dâhil olan birey, oluşan bu yapı içerisinde diğer bireylerle çeşitli ve sayısız
ilişkiler kurmakta ve böylelikle doğumuyla başlayan ve yaşamı boyu devam eden bir
12
Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Arş.Gör.Dr.
etkileşim süreci içerisinde yerini almaktadır. İnsanoğlunun toplu halde yaşamaya
başlamasıyla birlikte söz konusu toplumsal bütün içerisinde düzenin temini, ortak
amaçların gerçekleştirilmesi için iş bölümü ve kurumsallaşmanın sağlanması gibi
pek çok sorun ile karşı karşıya kalmakta, bu durum ise, siyaset olgusunun ortaya
çıkmasına neden olmaktadır.
Siyasetin, karmaşık bir yapıya sahip olması neticesinde günümüzde, siyasal
analizlerin yapılmasında diğer bilimlerin verilerinden de büyük oranda
yararlanılmaktadır. Özellikle psikoloji biliminin insan davranışına özgü tespit ettiği
kuralların siyasal davranışlarında açıklanmasında da kullanılmaya başlanması ile
birlikte siyaset çok yönlü bir olgu olarak, gerek bireylerin ve gerekse sistemlerin ilgi
alanına girdiği görülmektedir. Başlangıçta sadece yönetici ve yönetim şekline ait
olgularla açıklanan siyaset, uygulama sürecinde ise topluma ve bireye olan geniş
etkisi nedeniyle çok farklı boyutlarda incelenmesi kaçılmaz hale gelmiştir.
Oluşturduğu bu etki nedeniyle siyasetin, siyasal hayatta bireyleri ilgilendiren
sorunları, sorunların oluşturduğu ortamı, toplumsal yaşam ve yapıyı, toplumsal
ilişkileri, siyasal yapı ve kişileri, siyasal yaşamda aktif olmaya çalışan grup ve
örgütleri, siyasal sistemin işleyiş ve kararlarını, sistemlerin değişim ve gelişimini,
kısaca birey hayatını kuşatan hemen hemen her konuyu kendisine çalışma alanı
olarak seçtiği görülmektedir (Çam, 1995: 37-38).
Siyasal davranışta her davranış gibi insana özgü bir niteliğe sahiptir. Siyasal
sistem ve sağladığı siyasal hakların muhatabı insan olması nedeniyle, siyasal
davranışların toplum içinde gerçekleşerek bir anlama ve değere sahip olması
nedeniyle siyasal katılımın irdelendiği her çalışma “toplumcu” ve “bireyci”
yaklaşımın verilerinin kullanılması söz konusu olmaktadır.
Psikolojik (bireyci) yaklaşım, siyasal davranışı, bireysel nitelikler ve değerler
sisteminden hareket ederek açıklamakta ve bu iki unsurun seçmen davranışının
temel belirleyicileri olduğunu kabul etmektedir. Bu yaklaşıma göre, seçmen
davranışı, seçmenlerin bir uyarıcıya verecekleri tepki ve davranışın, seçmenlerin dış
dünyayı algılayışına, yorumlayışına bağlı olmakta ve seçmenler psikolojik baskılar
altında seçimini yapmakta ve bu baskılar korku, bencillik, otoriterlik, saldırganlık
gibi içgüdüsel tepkiler şeklinde davranışlara yansımaktadır (Gülmen, 1979: 4-5).
Seçmen davranışlarına yön veren psikolojik etkilerin yanı sıra toplumsal
etkenlerde bulunmakta ve bunlar kurumsal ve olgusal nitelikli olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sosyolojik yaklaşım seçmenlerden daha ziyade, ortak çıkarları bulunan
bireylerin oluşturduğu grupları inceleme alanı olarak seçmektedir.
Siyasal davranışın sistem bütünlüğü içerisinde açıklanması noktasında David
Easton’un “Sistem Analizi Yaklaşımı” ön plana çıkmaktadır. Siyasal sistem, genel
toplum bütünü içerisinde otoriter yöntemle değer ve varlık dağıtan daha önce
belirlenmiş roller ve roller arası ilişkilerden oluşan bir öğeler dizisi olarak karşımıza
çıkmaktadır (Easton, 1965a: 77). Siyasal sistem her şeyden önce özünde iktidar
fenomeni bulunan bir örgütlenme biçimi (Uysal Sezer, 1984: 10) olması, siyasal
sisteme onu toplumdaki diğer iktidar ve otorite ilişkilerinden ayıran, bir kapsam ve
emredicilik kazandırmaktadır. Emredicilik siyasal sistemin yaşaması için,
gereksinim duyduğu düzenliliği, bütünlüğü ve sürekliliği ortaya çıkarmakta, bu
nedenle söz konusu emredicilik siyasal sistemin, sürekliliğini sağlamak için, sistem
değerlerinin topluma kabul ettirilmesi yönünde güç kullanma yetkisi de vermektedir.
Siyasal katılma noktasında siyasal sistemler arasında yoğunluk ve biçim
açısından önemli farklar bulunmaktadır (Turan, 1986: 30). Siyasal rekabete dayanan
sistemlerde toplum üyelerinin siyasal sürece etkin bir biçimde katılmaları genellikle
siyasal kültürü oluşturan değerlerden kaynaklanmaktadır. Katılma konusunda
sistemler değişik anlayış ve uygulamalara yönelmişlerse de katılmasız bir siyasal
sistem ve süreç bulunmamaktadır.
Bu sebeple bireylerin siyasal katılma davranışlarındaki değişim ve gelişim
toplumsal alt sistemlerin değişmesine ve gelişmesine sebep olacak bu değişim ve
gelişim de toplumsal sisteme de yansıyacaktır. Siyasal sistem ile etkin bir "siyasal
katılma" arasındaki ilişki halkın siyasal katılımının basitçe sandığa giderek oy
kullanması veya temel vatandaşlık görevlerini yerine getirmesiyle değil, siyasetin
etkin öznesi haline gelmesi, yani kamusal kararların alınmasına etkin siyasal katılımı
sağlayan eylemlilik aracılığıyla gerçekleşecek, böylelikle de siyasal sistem bir
değişim ve gelişim gösterecektir.
Bu açıklamalar doğrultusunda, çalışmamızda siyasal katılma bir siyasal eylem
olarak kabul edilmekte ve toplumun üyesi ile o toplumdaki siyasal otorite arasındaki
bir bağ olarak ele alınmaktadır.
Çalışma,
 Seçmenler siyasal sistemin dinamik bir yapıya kavuşması, siyasal
sistemin uygulayacağı politikaların belirlenmesine ve etkilenmesine
yönelik olarak siyasal sisteme, siyasal katılma yoluyla girdi
sağlamaktadır.
 Seçmenlerin siyasal sisteme katılma düzey ve biçimleri, seçmenlerin
sosyo ekonomik ve sosyo-kültürel değişkenlere göre değişiklik
göstermektedir; temel varsayımları üzerine oturtulmakta ve seçmenler
siyasal sistemin sağlıklı işlemesi için siyasal otoritelere ne tür siyasal
gidiler vermektedir? Bu girdiler hangi değişkenlere göre faklılık
göstermektedir? sorusuna da cevap aramaktadır.
1- DAVİD EASTON’UN SİYASAL SİSTEM KURAMI
David Easton siyasal teori alanında, ikinci dünya savaşı sonrasındaki
çalışmalar arasında çok önemli yeri olan bir teoriysen, gelişmesinde Easton’un
büyük katkısı bulunan “sistem analizi” de son zamanların, bu alanda ortaya konmuş
en kapsamlı modeli olarak kabul edilmektedir. (Saybaşılı; 1985: 23–24). Bu açıdan
David Easton’ın siyasal sistem kuramı çok yönden ele alınmış eleştirilmiş, lehinde
ve aleyhinde birçok eser yayınlanmıştır13
13
Easton’ın siyasal sistem kuramı hakkında eleştiriler çok çeşitli olup, araştırmacılar özel ilgi alanlarına
göre, bazı noktalara ağırlık vermiş, diğer bazı noktalar üzerinde durmamışlardır. Tekeli bu eleştirileri
sistemleştirerek, üç başlık altında toplamıştır (Tekeli, 1976: 271–336). Bunlardan birincisi, Easton’ın
çalışmalarını, ya tümü ya da ortaya attığı bazı problemler açısından doğrudan doğruya inceleme
konusu yapanlardır. Bu tür çalışmalarda ayırıcı özellik, tamamıyla kavramsal bir çalışma getirmiş
olmasıdır. (Michel, 1970: 117–131; Reading, 1972: 258-267; Gross, 1967: 156-158 ve Magid, 1955:
201-205). İkinci grup eleştiri ise, Easton’a uygulamacılar tarafından yöneltilmiştir (Tekeli, 1976:274).
Üçüncü grup eleştiri ise Easton’ın kuramının çoğu zaman metaorik veya metodoljik incelemeler
sırasında kurama benzeyen ve benzemeyen “genel, analitik, ampirik” kuramlar mukayese edilerek
incelendiği ve çoğu zaman inceleyenin, incelediği bütün kuramları birleştirdiğini düşündüğü bir
kavram çerçevesinde bu mukayesenin yapıldığı türden eleştirilerdir (Grego, 1968: 425–489 ve
Campbell, 1971: 21–40).
David Easton siyasal sistem kuramını geliştirirken Max Weber ve Talcott
Parsons geleneğinden önemli ölçüde etkilenmekle birlikte, yapısal - işlevsel
yaklaşımdan farklı bir sistem yaklaşımı ile siyasal olayı açıklamaya yöneldiği
görülmektedir (Kalaycıoğlu, 1984: 46).
Easton'a göre yapısal - işlevsel yaklaşımın geliştirmiş olduğu kavramlar
siyasal sistemi incelemek için yeterli değildir. Üstelik yapısal-işlevselci yaklaşımın
temel kavramı olan “işlev” bir teorinin temelini oluşturamaz. Her sistemin işlemesi
için bazı işlevlerin yerine getirilmesi koşulu, (asgari olarak gerekli olduğundan),
siyasal sistem için de gerekli varlık koşuludur. Sistem terimi bazı asgari işlevlerin
yerine getirildiğini zaten belirtmekte ve tanım itibarıyla bunu varsaymaktadır. Kaldı
ki, işlev kesinlik içeren bir terim değildir ve onun görgül olarak uygulanması çok
zordur. İşlev kavramının ortaya çıkmış olduğu ilk alan olan antropolojide inceleme
birimleri basit, tecrit edilmiş ve toplumsal dengeden sapışları kendiliğinden
düzenlenen bir özel denge durumu içindedirler. Çağdaş veya modern, karmaşık
siyasal sistemlere uygulandığında işlev tanımını büyük ölçüde genişletmek ve
soyutlaştırmak gereklidir. Bu tür bir uygulama, işlev kavramını çok büyük ölçüde
soyut bir hale sokacaktır ki neden-sonuç ilişkilerini onun aracılığıyla
inceleyebilmemiz olanaksızlaşacaktır veya güçleşecektir. Bu durum ise sorun
çözmekten çok sorun yaratmaktadır. Dolayısıyla, Easton doğrudan doğruya siyasal
sistemin ayakta kalması için gerekli ve yeterli olan işlevlerin neler olduğunu
araştırmamaktadır (Easton, 1965a: 105-120).
Easton'un çeşitli yazılarında ortaya koyduğu ve yanıtını aradığı temel sorun
veya kendisine göre siyasal teorinin temel sorunu, nasıl olup da istikrar ve
değişimlerle dolu bir dünyada herhangi bir siyasal sistemin varlığını ısrarla
sürdürebildiği sorunudur. Bu sorunun yanıtı siyasal sistemlerin yaşam süreçlerini de,
onları sürdüren tepki biçimlerini de açığa çıkaracaktır. Dolayısıyla siyasal teorinin
temel sorunu bu süreçleri ve söz konusu tepkilerin doğası ve koşullarını
incelemektir. Bu sorun analiz edilip ortaya konmadan, siyasal sistemin varlığını
devam ettirmesinde önemli roller üstlenen “işlevler” de anlaşılamayacaktır (Easton,
1965b: 17–18). Easton, bu sorunun cevabını bulmaya çalışırken bazı varsayımlarda
bulunmaktadır. Easton’ın bu aşamada çözmeye çalıştığı şey, sistem ile çevresinin
ilişkileridir (Tekeli, 1976: 117). Easton öncelikle, siyasal sistemin çevre içinde
konumlu olan, çevre tarafından etkilenen ve çevreyi tepkileriyle etkileyen bir nitelik
olduğunu kabul etmekte ve Şekil-1 de bu süreç ifadelendirilmektedir (Easton,1965b:
75).
Şekil- 1: Siyasal Sistemin Akım Modeli
Toplum
İçi Çevre
Siyasal Sistem
O
Ç
E
TALEPLER
V
DESTEK
R
Haber Geri
Beslemesi
T
Taleplerin
R
Çıktı
İ
Karar ve
Eylemler
Çıktılara
Dönüşümü
E
Toplum
Dışı
Çevre
Ç
O
T
E
E
V
R
E
L
Haber Geri
Beslemesi
E
R
Geri besleme döngüsü
Easton’un siyasal sisteme ilk olarak yaklaşımında, siyasal sistemi kapalı kutu
olarak kabul etmekte ve siyasal sistemin içinde ne olup bittiğine ilgi
göstermemektedir (Easton, 1965b: 78). Easton bu noktada çözümlemeye çalıştığı
şey, siyasal sistem ile çevresinin ilişkileridir. Easton “siyasal sistem analizi” ile
siyasal yaşamın içerisine gömüldüğü, etkilere açık, sosyal sistemlerce çevrelenerek
sınırlarının belli ve karşılıklı ilişkilerin yoğun olarak yaşandığı bur durumu
ifadelendirmektedir (Easton, 1965b: 25). Siyasal Sistemin Akım Modeli siyasal
sistemin geniş kapsamını göstermektedir. Şekil-1’den de anlaşılacağı üzere, siyasal
sistem bir toplumsal sistemin içerisinde bulunmakta ve bu toplumsal sistem de bir
dış çevrenin içine oturtulmaktadır. Aynı zamanda, siyasal sistem içsel çevre ile
dışsal çevre arasındaki “alışveriş” ya da etkiler akışı da, çift yönlü olarak
gerçekleşmektedir. Bu durumlarda siyasal sistemdeki canlılığın, geride kalan
toplumsal sistemler üzerinde önemli sonuçlar ortaya çıkartabileceği gibi tam tersi bir
durumda söz konusu olabilmektedir.
Herhangi bir siyasal sistemin değişim göstermeden varlığını sürdürebilmesi
için, ya siyasal sistemin çevreden gelen etkilere muhatap olmaması ya çevrede hiçbir
değişikliğin olmaması, ya da siyasal sistemin bu çevresel etkilere kapalı bir sistem
olması gerekmektedir. Oysaki siyasal sistem, açık bir sistemdir ve çevresinde de
sürekli değişiklikler meydana gelmekte, siyasal sistem, toplumun tümü için
değerlerin otoriter dağıtımı amacıyla karar alabilecek ve bunları uygulayabilecek
gücü elinde tutabilecek şekilde gerektiğinde değişebilecektir. Siyasal sistem
içerisinde gelişen bu süreç, sistemin varlığını sürdürebilmesi için bir gerekliliktir.
Çevreden gelen ve sistemde değişikliği öngören etkiler, sisteme yönelik bir baskı
aracı olarak kabul edilmekte ve siyasal sistem söz konusu baskıya rağmen varlığını
sürdürmek amacıyla “baskıya cevap verebilme kapasitesi” ve “baskıyı kontrol altına
alma süreci” ni devreye sokmaktadır (Tekeli, 1976: 163)
Siyasal sistemin temel değişkenleri üzerindeki “gerilimlerle başa çıkabilme
kapasitesi” onun varlığını sürdürebilmesi için sahip olması gereken temel
özelliklerden birisidir. Bu kapasitenin kullanılıp kullanılmaması bir siyasal sistemin
varlığını sürdürüp sürdürememesiyle yakından ilgilidir. Dolayısıyla söz konusu
kapasite var olmakla birlikte onun kullanımı olmayabilir. Kullanımın söz konusu
olabilmesi için gerilim olasılığı içeren koşulların çevreden siyasal sisteme iletilmesi
veya ulaştırılması gerekmektedir (Kalaycıoğlu, 1984: 50). Çevre, bilindiği gibi çok
karmaşık bir yapı olduğu için ondan gelecek etkiler de aynı derecede çeşitli ve
karmaşık olacaktır. Çevreden gelecek olan her bir etki ayrı ve kendine özgü bir
biçimde ele alınır ve bu etkilerin teker teker özgül sonuçları siyasal sistem içinde
incelenmeye çalışılırsa, kimsenin başaramayacağı karmaşıklıkta bir çözümleme
sorunu ortaya çıkacaktır. Onun için çevrenin etkilerini sistematik olarak
inceleyebileceğimiz bir biçime dönüştürmemiz, bu çok sayıda etkiyi bazı genel
başlıklar altında toplayabilmemiz zorunludur. Dolayısıyla, çevreden kaynaklanan
çok sayıda etkiyi az sayıda gösterge haline dönüştürmek onları incelenebilir kılmak
için kaçınılmazdır (Easton, 1965b: 25)
Bu doğrultuda incelenen siyasal sistemle çevresinin ilişkilerini iki öğe
sağlamaktadır. Bunlar çevreden gelen ve sisteme itici güç veren girdiler (input) ile
sistemin girdilere cevap şeklinde çevreye gönderdiği tepkiyi ifadelendiren çıktılardır
(output) (Easton, 1965a:108). Çıktılar çevrede bir tepkime yaratarak yeni girdilerin
doğmasına yol açmakta, siyasal sistem ise bunlara yeni çıktılar ile cevap
vermektedir. Siyasal sistem diğer sistemlerden gelen etkiler, bunlar için çıktıları,
siyasal sistem için ise girdileri simgelemektedir (Easton, 1965b: 25). Aynı şekilde,
siyasal sistemin çıktıları da diğer sistemler için birer girdi olarak
değerlendirilmektedir (Easton; 1965a: 109). Bu sibernetik devre ilkesine uygun
olarak sürüp gitmekte ve ne başlangıcı nede sonu olmayan sürekli bir akış halinde
devam edipgitmektedir (Duverger, 1986: 351). İşte “girdiler” ve “çıktılar” siyasal
sistemle çevresi arasında bu etkileşimi açıklayabilmek ve karmaşıklığı sadeleştirerek
incelenebilir veya siyasal çözümleme yapılabilir hale getirmektedir.
Siyasal sistem bir bütünü oluşturan, birbiriyle bağlantılı bir örgütler dizisi
olması nedeniyle sistem otoritelerinin almış olduğu kararlar bir boşluk
oluşturmamaktadır. Toplumun çeşitli kesimlerinde meydana gelen gereksinimler,
istekler, sorunlar ve siyasal sistem otoritelerinin bunları algılamaları, kendi düşünce
ve eğilimleri, kısa ve uzun dönemli amaçları, siyasal kararların alınmasında etkili
olmaktadır. Bu noktada siyasal süreç, toplumdan ve sistemin kendisinden gelen
isteklerin, sistem tarafından kararlara dönüştürülmesi ve uygulanması olarak
karşımıza çıkmakta ve bu olay bir girdi-çıktı sürecini oluşturmaktadır. Talepler
siyasal sisteme girmekte, sistem kendi içinde bu talepleri işleme tabi tutmakta ve
sonuçta siyasal kararlar olarak çevreye ulaşmaktadır (Turan, 1986: 19).
Siyasal sistem analizinde, gerek girdi ve gerekse çıktı kavramları bir
soyutlamayı ifade etmektedir. Bu soyutlama bireyin siyasal olmayan rollerden
siyasal olan bir role geçişini ifade etmektedir ki, bu aslında bireylerin siyasal sisteme
katılma anlamı taşımaktadır (Kalaycıoğlu, 1984; 58).
Siyasal sistemi herhangi bir yolla değiştiren veya etkileyen sistem dışı her
türlü olayı içeren girdiler ikiye ayrılarak incelenmektedir (Easton, 1965b: 27).
Bunlar; “talep (demand) girdisi” olarak ifade edilen ve siyasal sistemin otoritelerine
yönelik gerilim yaratıcı unsurlar ile siyasal sistem üyelerinin sisteme yönelik
tutumlarını içeren “destek (support) girdi”leridir.
Talep girdisi, çevrede oluşan değişiklikleri siyasal sisteme ulaştırarak, sistemi
bir eyleme yönelten ve böylece sistemin varlığını sürdürmesini sağlayan temel bir
etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Talepler incelenirken başlıca iki perspektif göz
önünde bulundurulmaktadır. Birinci olarak, talepler çevrede meydana gelen bazı
değişiklikleri siyasal sisteme ilettiklerinden, siyasal sistemin davranışları üzerinde
etkili olduğu, ikincisi ise, taleplerin siyasal sistem üzerinde bir baskı oluşturdukları
ve dolayısıyla siyasal sistemin varlığını tehdit ettikleri için, siyasal sistemin varlığını
sürdürebilmek üzere talepleri ne şekilde minimize etmeye çalıştığı yaklaşımdır
(Tekeli; 1976:184).
“Talep girdisi” belli bir konuya ilişkin olarak siyasal otoritelerce emredici bir
değer dağıtımı yapılıp yapılmaması hususunu ifade etmektedir (Easton, 1965b: 38).
Başka bir ifadeyle “talep girdisi”, belli bir konuda siyasi otoriteye ilişkin bir tahsisin
yapılıp yapılmaması hakkında ileri sürülen bir fikir veya düşünce olarak da
tanımlanmaktadır. Böylece bir düşünce ne derece geniş çaplı veya özgül olursa
olsun, siyasi otoriteye ilişkin bir bölüşümün yapılması veya yapılmaması gerektiğine
işaret edecek biçimde ifade edildiği zaman talep haline dönüşmektedir (Kalaycıoğlu,
1984; 54).
“Talep girdisi” toplumsal isteklerin, beklentilerin, umutların belli öneriler
olarak sistemin otoritelerine yöneltilip, onların karar almaları ve eyleme
geçmelerinin istenmesini yansıtmaktadır. Easton için “talep girdileri” mutlaka açık
olarak belirtilmesi gereken ifadeler değil aynı zamanda örtülü (zımni) olarak da
ifade edilen girdilerdir. Örneğin belirli bir adaya oy vermek, belirli bir rejim karşıtı
örgüte üye olmaya karar vermek de örtülü olarak taleplerin iletilmesi anlamına
gelmektedir. Çünkü yukarıda ifade edilen davranış türleri mutlaka talep belirtme
anlamına gelmemektedir (Kalaycıoğlu, 1984: 54)
“Talep girdileri” siyasal sisteme yönelmiş olan çok sayıda etkiyi özet bir
biçime indirgeyerek algılamamızı sağlamaktadır. “Talep girdileri” etrafında oluşan
rekabet ve çatışmalar en basit veya ilkelinden en gelişmişine kadar tüm siyasal
sistemlerde siyasetin özünü oluşturmaktadır. Talepler, siyasal sistem için bir
enformasyon girdisi olması nedeniyle siyasal sistem analizinin temel “bağımlı
değişkeni”dir. Bu noktada “talep girdilerinin” “sıfıra” yaklaştığı bir siyasal sistem
çözülme durumuyla karşı karşıya kalacaktır (Tekeli; 1976: 185). Çünkü siyasal
sistem kendisine yönelik “talep girdisi” olmadığı takdirde toplum ve bireyler için
bağlayıcı kararlar alması için sebep ve gerekte görmeyecek siyasal sistemin
faaliyette bulunması anlamsızlaşacaktır. “Talep girdileri” siyasal sistemin ürettiği,
kararlar ye eylemlerin hem varlık sebebi hem de hammaddesidir. Nasıl hammadde
olmaksızın bir fabrika üretimde bulunamazsa, talep olmaksızın da siyasal sistemler
çıktı oluşturamazlar ve faaliyette bulunamazlar. Siyasal sistemde “çıktı”ların
oluşmasına bir şeyin teşvik ve tahrik etmesi gerekmektedir. İşte bu kaynak “talep
girdisidir”. “Talep girdileri” farklı, çatışan talepler otoritelere toplumsal sorunların
neler olduğunu göstermekte aksi takdirde ise bu sorunların otoriteler tarafından
algılanabilmesi imkânsız hale gelmektedir (Easton, 1965b: 40). Talep mevcut
olmadığı takdirde siyasal bir sistemin hâkim üyeleri (otorite) hangi problemlere
hangi enerjilerini yönelteceklerini kestirmekte zorlanmaktadır. Hangi sebeple olursa
olsun (bu sebepler toplumun güvenliği, hâkim sınıfın iktidarını koruması,
bürokrasinin devamı, kamu hizmetleri) herhangi bir eyleme geçebilmek için
bireylerin yöneticilerin dikkatini bu sorunlara çekmesi gerekmektedir (Easton,
1965b: 49).
Talep ve destek girdisi dışında siyasal sisteme yönelik iki tür girdiden de söz
etmek mümkündür. Bunlardan ilki sistemin kaynak gereksinimleri ile ilgilidir.
Kaynak gereksinmesi, siyasal sistemin işlevlerini yerine getirebilmesi kontrol ettiği,
edebildiği ve edebileceği kaynakların varlığı ve büyüklüğüne bağlıdır (Grumm:
1973: 235-249)
İkinci girdi tür ise “siyasal katılmadır”. Siyasal katılma olgusunda sistemler
arasında yoğunluk ve biçimi açısından önemli farklar bulunmaktadır (Turan; 1986b:
30). Siyasal rekabete dayanan sistemlerde toplum üyelerinin siyasal sürece etkin bir
biçimde katılmaları genellikle siyasal kültürü oluşturan değerlerden
kaynaklanmaktadır. Katılma konusunda sistemler değişik anlayış ve uygulamalara
yönelmişlerse de katılmasız bir siyasal sistem ve süreç bulunmamaktadır.
2. SİYASAL SİSTEMLERDE SİYASAL KATILMA
Günümüzün en yaygın toplumsal-siyasal örgütlenme biçimi olan ulus
devletlerin özünü oluşturan ilkelerden bir tanesi, siyasal iktidarın gücünü
yönetilenlerden almasıdır. Siyasal iktidarın ilahi kaynaklara dayandığı düşüncesinin
bırakılarak, yönetilenlerin rızasına dayandırılması uzun bir siyasal değişim süreci
sonunda ortaya çıkmıştır. Sanayi devriminden sonra, yönetimden etkilenenler,
giderek toplum adına uyulması zorunlu kararlar alma işlemine katılmak isteği
göstermişler ve birçok toplumda uzun hatta zaman zaman kanlı çatışmalar meydana
gelmiş, sonuçta yönetilenler siyasal sürece katılım hakkına sahip oldukları anlayışı
gelişmiş ve yerleşmiştir. Bütün, modern siyasal toplumlarda siyasal katılma veri
olarak benimsenmekten öteye, iyi vatandaşın katılımcı bir vatandaş olduğu
düşüncesi yerleştiği görülmektedir. (Turan, 1987: 67).
Geniş halk kitlelerinin pek çok ülkede sandık başına giderek oy kullandığı
çağımızda, siyasal katılma olayının da, özellikle 1960’lı yıllardan beri siyasal bilim
uzmanlarınca artan bir ilgi ile izlendiği görülmektedir.
Siyasal katılma olayına iki yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşımlardan
birincisi, siyasal katılmayı modernleşmenin bir sonucu veya siyasal gelişmenin bir
göstergesi olarak ele alan yaklaşımdır (Weiner, 1971: 159-200). İkinci yaklaşım ise,
siyasal katılmaya kişisel çözümleme düzeyinde yaklaşan ve kişiyi oy vermeye,
sorunlarını siyasal otoritelere yansıtmaya, siyasal gösterilerde bulunmaya neden olan
koşulları araştıran yaklaşımdır (Verba, Nie ve Kim, 1978). Bu iki yaklaşımı
bağdaştırmaya yönelik çabalar kullandıkları veriler ve bağlamlar dolayısıyla sınırlı
kalmaktadır. Kaldı ki, bu alanda güvenirliliği yüksek, uzun süreli gözleme dayalı
verilere sahip olmamamız, özellikle siyasal değişim gibi ancak süreç olarak ifade
edilebilecek siyasal olaylarla siyasal katılma arasındaki bağı gerektiği gibi
incelenmesinde ciddi zorluklar çıkarmaktadır. Bu pratik veya teknik engellerin yanı
sıra değişik yaklaşımlar kullanan bilim adamlarının siyasal katılmayı
kavramsallaştırmaları da farklılıklar göstermektedir. Ayrıca, siyasal katılmanın
kabul edilen tanımları ile bu tanımların içselleştirilmesi arasında da ciddi ayrılıklar
ortaya çıkmaktadır. Lerner, “The Passing Of The Tradiotional Society”(1958) adlı
eserindeki ortaya sürdüğü varsayımlarında sürekli olarak siyasal katılmaya atıfta
bulunmakta, ölçümlerini ise tamamıyla oy vermeye dayandırmaktadır. Keza Karl
Deutch da “Social Mobilization And Political Developmant” (1966: 384–405) adlı
makalesinde de siyasal katılmanın bağımlı değişkeni olarak toplam oy verme
istatistiklerini incelemektedir. Türkiye üzerindeki çalışmalar arasında da şüphesiz en
önemlileri olan Deniz Baykal’ın “Siyasal Katılma” (1970) ve Ergun Özbudun’un
“Toplumsal Değişme ve Siyasal Katılma”( 1975) adlı eserleri de büyük ölçüde oy
verme istatistiklerine dayanmaktadır.
Siyasal katılma kavramı, gerek 1920'lerden sonra, davranışçı akımın
yaygınlaşmasının etkisi (Dahl, 1969: 69), gerek modernleşme sürecinin siyasal
katılma üzerindeki etkileri paralelinde modern-geleneksel toplumların
karşılaştırılmasında bir ölçü olarak kullanılması (Huntington, 1968: 32-36) ve
gerekse liberal demokrasiye yöneltilen eleştiriler nedeniyle, 20. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren birçok araştırmanın14 konusu olmuş, ancak üzerinde düşünce
birliği sağlanmış bir tanıma da henüz ulaşılamamıştır. Bu durumun nedeni olarak
siyasal katılmanın çok yönlü bir olgu olması paralelinde farklı yaklaşımlar
çerçevesinde açıklanması ve hangi eylemlerin siyasal katılma olarak ele alınacağının
sınırının net olarak çizilememesi gösterilmektedir.
Çeşitli alanlardan derlenmiş olan siyasal katılma kavramı, siyasal tercihin
yaşamın her anında kendini ortaya koyması anlamında, siyasal etkileşimi anlatmak
amacıyla kullanılmaktadır (Anık, 2000: 161). Araştırmacılar arasında hukuka aykırı
eylemlerin, istenilen sonucu sağlayamayan "başarısız" etkileme girişimlerinin ve
irade dışı katılma eylemlerinin siyasal katılma sayılıp sayılmayacağı konusunda da
görüş birliği bulunmamaktadır (Özbudun, 1975: 2). Katılmaya dair ortak bir tanımın
olmamasının diğer bir nedeni de, katılmanın daha çok uygulamaya yönelik
olmasıdır. Ulusal, yerel ya da çalışma yaşamı gibi farklı alan ve düzeylerde çeşitli
katılma uygulamalarının varlığı her düzey ve alanın kendi amacına uygun tanımlar
yapmasına neden olmaktadır (Uysal Sezer, 1984: 2). Ayrıca toplumların sosyoekonomik gelişme düzeylerinin farklı olması ve demokrasilerin uygulama farklılığı
da ortak bir tanım yapılmasının önündeki engellerdendir.
Siyasal katılma kavramının tanımları etrafında farklı yaklaşımların olması, bu
konuda ortak bir tanıma ulaşılamaması, kavramın zihinlerde yeteri kadar
berraklaşması bakımından yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan birçok tanımın
ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır.
McClosky (1972:252) siyasal katılmayı, "yöneticilerin ve yönetilenlerin
doğrudan ya da dolaylı olarak kamusal politikaların nasıl oluşturulacağının
belirlenmesinde toplum üyelerinin gönüllü olarak yaptığı faaliyetler" olarak
tanımlamaktadır. Weiner (1971:164)'ise siyasal katılmayı, "yerel veya ulusal bütün
düzeylerdeki siyasal liderlerin tercihlerini meşru veya gayri meşru yöntemler
kullanarak etkilemeyi amaçlayan, başarılı ya da başarısız örgütlü ya da örgütsüz,
sürekli ya da süreksiz olarak yapılan bütün eylemler" şeklinde tanımlamaktadır.
Mılbrath ve Goel'de (1977:2) “vatandaşların devlet yönetimini etkileme veya
desteklemek için yaptıkları eylemlerin siyasal katılmayı” ifade ettiğini
belirtmektedir. Parry, Moyser ve Day (1992: 16) ise siyasal katılmanın kamu
politikalarının formülasyonu ve uygulanmasında rol almayı içerdiğini belirtilerek,
"kamu temsilcileri ve memurları tarafından alınan kararları etkilemeyi amaçlayan
vatandaşların eylemi" olarak tanımlamaktadır. Başka bir tanımda ise siyasal katılma,
14
1960-1980 yılları arasındaki donemde yapılmış Türkiye ve dünyadaki bazı çalışmalar su şekilde
sıralanabilir. Deutsch (1961), Frey (1963), Dahl (1963), Bulutay ve Yıldırım (1968), Nie, Bıngham,
Prewıtt (1969), Pızzorno (1970), Baykal (1970), Verba, Nie, Kım (1971), Weıner (1971), Ozankaya
(1971), Verba, Nie (1972), Cornelıus (1973), Sencer (1974), Karaesmen (1975), Karpat (1975),
Kongar (1975), Mardin (1975), Özbudun (1975,A,B), Vergin (1977), Tekeli vc Gökçeli (1977), Ergil
(1980).
"kimlerin yöneteceğini ya da onların nasıl yöneteceklerini etkilemek niyetiyle
sergilenen bireysel davranışlar" olarak tanımlanmaktadır (Hague, Harrop ve Breslın,
1992: 156). Siyasal katılımın bir davranış olmanın ötesinde normatif bir karakter de
kazandığına değinen Birch (1993: 81); “Siyasal katılımın kötü bir şey olduğunu
düşünen çok az insan vardır. Pek çok kişi, katılımı Batılı demokratik sistemlerin
başarısında önemli bir unsur olarak görmekte ve bireylerin genel katılım düzeyinden
ve biçiminden de demokrasinin kalitesini ve belki de etkinliğini arttıracağı
kanısındadır.” şeklinde değerlendirmede bulunmaktadır.
Yabancı araştırmacılar yanında yerli araştırmacılar da siyasal katılma
kavramı üzerinde değerlendirmeler yaparak çeşitli tanımlamalarda bulunmuşlardır.
Özbudun (1975: 4) siyasal katılmayı, "vatandaşların, merkezi veya yöresel devlet
organlarının personelini yahut kararlarını etkilemek üzere kendilerince ya da
başkalarınca tasarlanmış, hukuki veya hukuk dışı başarılı veya başarısız eylemlere
girişmeleri" şeklinde tanımlamaktadır. Daver (1993: 203) siyasal katılmayı, bireyin
siyasal sistem karşısındaki durumunu, tutumunu ve davranışlarını gösteren bir
kavram olarak ifade etmektedir. Katılım basit bir meraktan, yoğun bir eyleme kadar
uzanan geniş bir tutum ve faaliyet alanını kapsamaktadır. Kışlalı (1983:186)'da
siyasal katılmayı "vatandaşların, devletin çeşitli düzeylerdeki karar ve
uygulamalarını etkileme eylemleri" olarak tanımlamakta, Eroğul (1991: 17) ise
siyasal katılımı devlet yönetimine katılma ile eş görmektedir. Tokgöz ise (1979:
297) "oy vermeyi de içerecek şekilde kampanyalarda çalışma, siyasal tartışmalara
girme, siyaset adamlarıyla ilişki kurma ve benzeri şekildeki pek çok davranışsal
faaliyeti" siyasal katılma olarak ifadelendirmektedir.
Kısaca bu tanımlardan yola çıkarak siyasal katılmaya "kişinin otonom olarak
yaptığı tercihler ve verdiği kararlar sonucunda, siyasal karar mevkilerine gelecek
olanları veya bu mevkileri ellerinde bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem
ve faaliyetler" Kalaycıoğlu (1983: 10) şeklinde bir tanımlamak mümkündür.
Siyasal katılmada birey ile sistem değerleri ve süreçlerinin bütünleşmesi
amaçlandığı için bu iki unsur arasında değer ve görüş birliğinin oluşturduğu bir
uyum, birey davranışlarında siyasal sürecin devamı ve işlerliği için uygunluk,
devamlılık ve yaygınlık kazanacaktır. Bu sebeple bireyin siyasal katılımı, bireyin
beklentilerini, taleplerini, tutum ve değerlerini ve bunların geliştirip şekillendirdiği
biçimde sisteme ve eyleme yönelişini kapsayan bir bütün (Uysal Sezer, 1984: 4)
olarak karşımıza çıkacaktır.
Siyasal katılmanın yaygın olarak görülen iki tür uygulama biçimi
bulunmaktadır (Turan, 1986: 68-73). Bunlardan birincisi “oy kullanma”dır. Hemen
her demokratik toplumda bireyler, siyasal tercihlerini, öncelikle oy verme
davranışıyla ortaya koymaktadır. İkinci ve etkili biçimi olduğu için daha fazla
önemsenen siyasal katılma ise, siyasal sistemde görev alan kişilerle ilişki
kurulmasıdır. İkinci tür siyasal katılma, yönetilenlerin çağdaş demokratik siyasal
sistemler için öngörülen denge ve denetim mekanizması işlevini yerine
getirmektedir (Anık, 2000: 161). Yani siyasal katılmanın, tanımına uygun olan bu
ikinci tür, seçmenin “oy” teveccühüne mazhar olmuş siyasi kişi, kurum, program
veya kadroların “vekâlet” ettikleri süre içinde “azil” ya da teveccühten mahrum
bırakma tehdidiyle onların denetim altında tutulması anlamına gelmektedir (Anık,
2000: 161).
Hangi boyutta ve nasıl bir niteliğe sahip olursa olsun bireylerin siyasal
katılmalarında belli bir amaç bulunmaktadır. Bu amaçları gerçekleştirme yönünde
"Genellikle dört çeşit güdü insanları siyasete katılmaya sevk etmektedir. Bunlar
kişisel bağlılık, dayanışma, çıkar ve vatandaşlık duygusudur (Özbudun, 1975: 6).
Bu güdülerle harekete geçen bireylerin siyasal katılımdan beklentileri ise;
çıkarlarını koruma, sosyal dayanışma ve uyum, grubuyla hareket etme, dünyayı
anlama, psikolojik tatminsizliklerin ikame edilmesi ve itibar görme, takdir edilme
ihtiyaçları olarak karşımıza çıkmaktadır (Yücekök; 1987: 28).
Siyasal katılmayı ifade eden tanımları büyük ölçüde genişletmek ve daha
birçok tanım yapmak olanaklıdır. Gerek burada ele alınan gerekse alınmayan
araştırmacıların tanımları değerlendirildiğinde; "siyasal eylem" yörüngesinde
farklılaşmalar oluşmaktadır. Özellikle eylemin "içeriği" ve "niteliği" noktalarında bir
ayrım söz konusudur. Nitekim McClosky, Weiner, Milbrath, Pizzorno, Nie ve Verba
siyasal katılmanın vurgusunu içeriğine vererek "ne için" katılımda bulunduğunu ön
plana çıkarmaktadır. Özbudun, Kalaycıoğlu, Kapani ve Tokgöz ise -"ne için"e de
cevap vermekle birlikte- "ne tür eylemler" sorusunu yanıtlarken eylemin "niteliğini"
de ön plana çıkmaktadır. Ayrıca tanımların bir kısmı dar kapsam içerisinde sadece
davranış (eylem) boyutunu öne çıkartırken, bir kısmı ise daha geniş anlamda siyasal
ilgi, bilgi ve tutumları da siyasal katılma kavramın içine almaktadır.
Siyasal katılma kavramı üzerine yapılan tanımlardan yola çıkarak, siyasal
katılmanın üç önemli özelliği ön plana çıkmaktadır:
1. Tutumlar ya da eğilimler her zaman eylemi ifade etmemesine rağmen,
siyasal katılım eylemleri değil tutumları da içermelidir. (Huntington ve
Nelson 1976: 4-6). Dolayısıyla siyasal katılımda “fiili eylem” önem
taşımaktadır.
2. Katılımcıların siyasal eylemi geçici, belirli zamanları kapsayan ve
genellikle diğer sosyal rollerle karşılaştırıldığında ikincil gelmektedir.
3. Siyasal katılım sadece hükümet kararlarını etkilemek için gerçekleştirilir.
Dolayısıyla herhangi bir özel şirketin yönetimini etkilemek için yapılan
bir grev, ne şekilde olursa olsun siyasal katılım sayılamaz. "Siyasal
katılım toplumsal sorunların çözülmesinde bir konsensüs oluşturması
bakımından, hem demokratik yapılanma hem de bireyler açısından
büyük önem taşımaktadır" (Akarlı ve Ben-Dor, 1975: 33).
Son analizde ise, tanımlama şekli ne olursa olsun siyasal katılmanın halk
tarafından yönetim formülünde ifadesini bulan demokratik yönetimin hem ilkesi
hem de demokrasiyi sürdürme aracı olarak; karar alma, alınan kararları etkileme ve
uygulama amaçları ile belirli bir ortamda, farklı düzey ve biçimlerde gerçekleşen,
bireylerin tutum ve davranışları ile ilgili bir süreçtir.
3. NİCEL ARAŞTIRMA
Siyasal katılma bağlamında, Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki en büyük seçmen
kitlesine sahip Erzurum ili- merkez ilçelerinde yaşayan seçmen kitlesinin, hangi tür
siyasal katılma biçimlerini hangi düzeyde yaptıklarına ilişkin görüşlerini tespit
etmek ve faktör analizi ile siyasal katılma biçimlerinin tipolojisini çıkartarak bunlara
etki eden bio-fizyolojik ve sosyo-ekonomik faktörlerin (etkenlerin) etkisini ortaya
koymak amaçlanmaktadır.
3.1 Araştırma Evreni (Nüfus) ve Örneklemi
Araştırma, Doğu Anadolu Bölgesindeki tek Büyükşehir belediyesi olma
özelliği olan ve 452 bin 333 seçmen sayısına sahip Erzurum ili merkez ilçelerinde
tesadüfî örneklem yöntemi ile 15- 29 Nisan 2009 tarihleri arasında 578 seçmen
üzerinde gerçekleştirilmiştir. Örneklem tespiti yapılırken, 29 Mart 2009 Genel
Mahalli İdareler Yerel Seçimlerde siyasi partilerin aldıkları oylar ve merkez
ilçelerinin seçmen sayıları göz önünde bulundurulmuştur. Yapılan örneklem
testinden sonra örneklemin dağılımı belirlenmiştir.
Bu bağlamda; Erzurum ili merkez ilçelerinde 29 Mart 2009 Genel Mahalli
İdareler Yerel Seçimlerinde siyasi partilerin aldıkları oy oranları ve örneklemdeki
temsilleri aşağıdaki Tablo-1 de gösterilmektedir.
Tablo-1: 29 Mart 2009 Genel Mahalli İdareler Yerel Seçimlerinde Siyasi
Partilerin Almış Oldukları Oy Oranlarına Göre Örneklem Testi
PARTİLER
29 Mart 2009 Genel Mahalli İdareler
Yerel Seçimlerinde Siyasi Partilerin
Almış Oldukları Oy Oranları (%)
Ak Parti
MHP
CHP
SP
DİĞER
TOPLAM
56,8
33,9
1,1
5,8
2,4
100
Örneklem
Temsili
(%)
58,3
33,0
1,6
6,6
0,5
100
3.2 Uygulama ve Veri Toplama Aracı
Araştırmada, araştırmanın varsayımlarına ve seçilen örnekleme uygun olarak
belirlenen hipotezleri test etmek amacıyla, siyasal otoriteler tarafından alınan
kararları etkilemeyi amaçlayan seçmenlerin doğrudan ve ya dolaylı olarak yaptığı
basit meraktan yoğun bir eyleme kadar uzanan geniş bir tutum ve faaliyet alanını
kapsayan siyasal katılma faaliyetlerinden oluşan 22 maddelik siyasal katılım skalası
oluşturulmuştur. Oluşturulan bu siyasal katılma faaliyetleri katılma derecelerine
göre 5 noktalı Likert tipi ölçek ölçek [hiçbir zaman, (1), çok seyrek (2), ara sıra (3),
genellikle (4) ve her zaman (5) kullanılmıştır. Daha sonra bu 22 maddeden oluşan
siyasal katılma skalası faktör analizine tabi tutularak faktörlerin diğer değişkenler
(yaş, eğitim, meslek, gelir düzeyi ve cinsiyet) ile ilişkileri analiz edilmiştir.
3.3 Veri Analizi
Aynı şekilde seçmenlerin siyasal sistemin işlevselliği ve siyasal otoritelerin
alacağı kararları etkilemesi açısından siyasal katılma faktörleri 22 maddelik siyasal
katılma skalası üzerinde Açıklayıcı Faktör Analizi (Exploratory Factor Analysis) ile
incelenmiştir. Faktör analizi sonucunda oluşturulan siyasal katılma faktörleri ile
seçmenlerin bio-fizyolojik ve sosyo-ekonomik durumları (demografik özellikler) Ttesti, tekyönlü varyans analizi (ANOVA) test edilmiştir.
3.4 Araştırmanın Bulguları
Araştırmaya katılan 578 seçmenin (deneğin) sosyo-demografik özelliklerinin
belirlenmesi amacıyla, Erzurum mücavir alanı içerisinde ikamet ettikleri ilçe,
cinsiyet, yaş, meslek, aylık gelir ve eğitim durumları ve ideolojik kimliklerine
yönelik sorular sorulmuştur ve elde edilen bulgular aşağıda özetlenmiştir.
3.4.1 Araştırmaya Katılanların Sosyo-Demografik Özellikleri
Araştırmaya katılanların cinsiyetleri açısından değerlendirildiğinde
araştırmaya katılan deneklerin yüzde 66,1’i erkek, yüzde 33,9’u ise kadınlar
oluşturmaktadır. Yaş açısından incelendiğinde seçmenlerin yüzde 20,2 si 18-24;
yüzde 32,5 i 25-30; yüzde 26,6’sı 31-35; yüzde 12,3’ü 36-40; yüzde 5,9’u 41-50 ve
% 2,4’ü ise 51 yaş ve üstü yaş aralığında yer aldığı görülmektedir.
Araştırmaya katılan seçmenler meslekleri açısından incelendiğinde; yüzde
10,7’si işçi, yüzde 22,3’ü memur; yüzde 14’ü esnaf; yüzde 10,7’si serbest meslek;
yüzde 8,1’i emekli; yüzde 12,1’i ev hanımı; yüzde 10,2’si öğrenci ve yüzde 11,8’i
ise işsiz olarak yaşamını sürdürmektedir. Araştırmaya katılan seçmenlerin meslek
grupları açısından değerlendiğimizde meslek gruplarının hemen hemen hepsinin de
belirli oranda araştırmanın örnekleminde temsil edildiği görülmektedir.
Ailenin aylık ortalama gelirler seviyeleri incelendiğinde, araştırmaya katılan
seçmenlerin yüzde 29.8’i 0-750 TL; 751-1500 TL yüzde 27,9; 1501-2500 TL
arasındakiler yüzde 30,8; 2501 -4000 TL arasında olanlar yüzde 7,8 ve 4001 TL ve
üzerinde aylık gelire ise yüzde 3,8’dir. Bu veriler incelendiğinde ise Erzurum
seçmenini genelde 0-2500 TL arasında gelire sahip olduğu söylenebilir.
Araştırmaya katılan seçmenler eğitim seviyeleri açısından incelendiğinde;
yüzde 2,8’unun okuryazar; yüzde 7,6’sının ilkokul; yüzde 11,2’sinin ortaokul; yüzde
34,4’ünün lise; yüzde 38,9’unun üniversite ve yüzde 4,3’ünün ise master ve doktora
eğitimi aldığı görülmektedir. Bu veriler doğrultusunda araştırmaya katılan
deneklerin büyük çoğunluğunun yüksek öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır.
Ayrıca araştırmaya katılan seçmenler ideolojik olarak kendilerini nasıl
tanımladıkları incelendiğinde ise yüzde 6,4’ü Kemalist Atatürkçü; yüzde 31,7’si
Milliyetçi; yüzde 25,1’i İslamcı, yüzde 16,1’i sosyal demokrat; yüzde 15,6’sı sağcı;
yüzde 2,2 si liberal ve yüzde 2,9’u ise solcu olarak tanımlamaktadır. Araştırma
verilerine göre Erzurum seçmeninin oy tercihlerinden de anlaşılacağı üzere
milliyetçi ve İslamcı kimliklerinin ön palana çıktığı görülmektedir.
3.4.2 Seçmenlerin Siyasal Katılmalarına İlişkin Faktör Analizi
Araştırmamıza katılan Erzurum seçmeninin siyasal katılmalarını incelemek
amacıyla soru formumuzda yer alan ve çeşitli siyasal katılma faaliyetlerini içeren 22
maddelik siyasal katılma skalası, seçmenleri siyasal katılma faktörlerinin
belirlenebilmesi amacıyla faktör analizine tabi tutulmuştur. Faktör yapısının ortaya
çıkartılmasında, bütün değişkenleri maksimum varyansı açıklaması beklenen Temel
Bileşenler Metodu (Principal Compenents) kullanılmıştır. Kullanılan ölçeğin
güvenilirlik katsayısının ise Cronbach’s Alpha 0,9235 olarak gerçekleşmiştir.
Faktör analizinin güvenilirliği konusunda; örneklem uygunluk ölçütü olarak
hesaplanan Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) değeri 0,925 ve küresellik sınama testi
olarak kabul edilen Barlett’s Test of Sphericity: 11273,393 (sig= 0,000) ile anlamlı
bulunmuştur. Bu iki test, üzerinde çalışılan örneklemin büyüklüğünün ve verilerin
faktör analizi için uygun olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Özdeğeri 1’den büyük olan ve faktör yükü 0,5 ve üzeri değişkenler faktör
boyutlarını yorumlamada kullanılmıştır. Faktör analizi, kullanıcılar için toplam
varyansın yüzde 88,334 açıklayan 5 faktör boyutunun ortaya çıkmasıyla
sonuçlanmıştır. Rotasyona uğramış (Varimax) bileşen matrisi incelendiğinde
faktörlere atanan değişkenler ve faktör yükleri Tablo-2 deki gibidir
Tablo- 2: Siyasal Katılma Faktörüne İlişkin Rotasyonlu (Varimax) Temel
Bileşen Matrisi
FAKTÖRLERE ATANAN DEĞİŞKENLER
FAKTÖRLER
1
2
3
4
5
,975
Genel Seçimlerde oy kullanma
,970
Yerel Seçimlerde oy kullanma
,915
Bir siyasi partiye üye olma
,887
Bir siyasi partide görev alma
,903
Bir siyasi partinin veya adayın seçim kampanyasında yer alma
,896
Siyasetle ilgili bir sivil toplum kuruluşuna üye olma
,812
Basında güncel siyaset ile ilgili çıkan haberleri izleme
Siyasal içerikli panel, sempozyum, konferanslara dinleyici olarak
,745
katılma
,937
Bir protesto gösterisine katılarak hükümeti protesto etmek
Desteklediğim siyasi parti/adaya diğer seçmenlerin oy vermelerini
,913
sağlamak için ikna etme
,932
Güncel siyasal anketlere görüş belirtme
Gazetede yer alan siyasal haberler ya da köşe yazılarıyla ilgili olarak
,928
mektup, faks, internet aracılığı kişisel düşünceleri aktarma
,953
Propaganda amaçlı bildiri, gazete, dergi vb. dağıtma, afiş yapıştırma
,890
Siyasi konuları diğer vatandaşlar ile tartışma
,839
İmza kampanyasına imza verme
,959
Bir parti / aday rozeti / amblemi taşıma / arabaya asma
,792
Televizyonda yayınlanan siyasal içerikli programları seyretme
Beğenilen bir uygulama için devlet yetkililerine takdir mektubu
,824
yazma
Herhangi bir toplumsal konuda, bilgi istemek amacı ile yetkililere
,817
dilekçe ile başvurma
Kamusal konularda şikâyetleri/beğenileri bildirmek için devlet
,765
yetkililerini ziyaret eden bir grup içinde bulunma
,961
Siyasal mitinglere katılma
,900
Siyasi konularda bilgi sahibi olarak bilgileri çevreme aktarma
41,1116,30 9,86 8,74 7,17
Eingenvalues (Özdeğer)
26,4122,9717,6212,648,86
Açıklanan Varyans
0,96 0,95 0,98 0,93 0,90
Cronbahc’s Alfa
Extraction Method: Principal Component Analysis. Rotation Method:
Varimax with Kaiser Normalization. a Rotation converged in 6 iterations.
Faktör analizi sonuçlarına göre araştırmaya katılan Erzurum seçmeninin
siyasal sistemin daha sağlıklı işlemesi için girdi sağlaması açısından siyasal katılma
biçimlerine ilişkin ilk ve en güçlü faktörün “Siyasal Eylem” olduğu görülmüştür. Bu
faktörü açıklayan ve yükü 0,5 üzerinde olan 7 (Bir protesto gösterisine katılarak
hükümeti protesto etme, Güncel anketlerde görüş belirtme, Gazetede yer alan
haberler ya da köşe yazılarıyla ilgili olarak mektup, faks, internet aracılığı kişisel
düşünceleri aktarma, İmza kampanyasına imza verme, Beğenilen bir uygulama için
devlet yetkililerine takdir mektubu yazma, Herhangi bir toplumsal konuda, bilgi
istemek amacı ile yetkililere dilekçe ile başvurma ve Kamusal konularda
şikâyetleri/beğenileri bildirmek için devlet yetkililerini ziyaret eden bir grup içinde
bulunma) siyasal eylem (item) tespit edilmiştir. Siyasal eylem faktörü toplam
varyansın yüzde 26,41 açıklamakta ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası ise
0,96 ve özdeğeri ise 41,11 olarak belirlenmiştir.
Siyasal katılmaya ilişkin ikinci faktör, seçmenlerin siyasal konulara ilgilerini
ifadelendiren “Siyasal ilgi” faktörü olarak tanımlanmıştır. Siyasal ilgi faktörü toplam
varyans içindeki payı yüzde 22,972 ve güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası
0,95 ve özdeğeri ise 16,30’dur. Siyasal ilgi faktörüne ilişkin olarak atanan
değişkenler dikkate alındığında bu gruptaki değişkenlerin genellikle seçmenlerin
siyasal konulara ilgisini gösteren, kitle iletişim araçlarında siyasal konularda çıkan
haberleri izleme, siyasal içerikli panel konferans ve sempozyumları dinleme ile
siyasal konular ile ilgili seçmenlere bilgi aktarma ve onları oy verme konularında
ikna etme gibi siyasal ilgilerini gösteren aktiviteleri içerdiği görülmektedir.
Siyasal katılmaya ilişkin üçüncü faktör, seçmenlerin siyasal katılma
biçimlerinde seçim dönemlerindeki siyasal kampanyalara katılım eylemlerini içeren
“siyasal kampanya Aktiviteleri” olarak tanımlanmıştır. Siyasal kampanya aktiviteleri
toplam varyans içindeki payı yüzde 17,622, özdeğeri 9,86 ve güvenilirlik katsayısı
Cronbach’s Alphası ise 0,98’dir. Siyasal katılma davranışları içerisinde siyasal
kampanya aktiviteleri faktörüne atanan değişkenler dikkate alındığında bu gruptaki
değişkenlerin genellikle, bir siyasi parti veya adayın seçim kampanyalarında görev
alma şeklindeki katılma davranışlarını içerdiği görülmektedir. Bu bağlamda bir
siyasal parti veya adayın seçim kampanyalarında görev alma eylemlerine ilişkin
olarak üçüncü siyasal katılım faktörü ise siyasal kampanya olarak ifadelendirilmiştir.
Siyasal katılmaya ilişkin dördüncü faktör, seçmenlerin siyasal katılma
biçimlerinde siyasal parti veya sivil toplum kuruluşlarına üye olarak katılan
seçmenleri ifadelendiren “siyasal üyeler” faktörü olarak tanımlanmıştır. Siyasal
üyelerin toplam varyans içindeki payı yüzde 12,646 iken özdeğeri 8,74 ve
güvenilirlik katsayısı Cronbach’s Alphası ise 0,96’dır. Siyasal katılma davranışları
içerisinde siyasal üyelik faktörüne atanan değişkenler dikkate alındığında bu
gruptaki değişkenlerin genellikle, siyasal partilerde üye olarak veya görev alarak
siyasal katılma davranışlarında bulunan seçmenler ile siyaset ile ilgili herhangi bir
sivil toplum kuruluşuna üye olan seçmenleri içerdiği görülmektedir.
Siyasal katılmaya ilişkin beşinci ve son faktör, seçmenlerin siyasal katılma
biçimlerinde yerel veya genel seçimlerde oy kullanan seçmenleri ifadelendiren “salt
oy kullananlar” faktörü olarak tanımlanmıştır. Salt oy kullanarak siyasal katılma
faktörünün toplam varyans içindeki payı yüzde 8,680 ve güvenilirlik katsayısı
Cronbach’s Alphası 0,94 ve özdeğeri ise 7,17 olarak belirlenmiştir. Siyasal katılma
davranışları içerisinde salt oy kullanma faktörüne ilişkin olarak atanan değişkenler
dikkate alındığında bu gruptaki değişkenlerin genel ve yerel seçimlerde oy
kullanarak siyasal sisteme katıldıkları görülmektedir.
3.4.3 Siyasal Katılmanın Toplumsal Algılanmasına İlişkin Faktörlerin
Bazı Değişkenlerle İlişkisi
Araştırmamızın bu bölümünde faktör analizi sonucunda ortaya koyduğumuz,
Siyasal Eylem, Siyasal İlgi, Siyasal Kampanya Aktiviteleri, Siyasal Üyelik ve Salt
Oy Kullanma faktörlerinin ortalamaları üzerinden yaş, eğitim, meslek, aylık gelir ve
siyasal kimlikleri arasında anlamlı farkın olup olmadığını ortaya koymak için Tek
Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) ile test edilirken, değişken boyutunun iki olması
nedeniyle cinsiyet değişkeni bağımsız t testi ile analiz edilmiştir. Bu değişkenler ile
faktörler arasındaki ilişkiyi belirten tablolar aşağıda sunulmuştur.
Tablo-3: Siyasal Katılma Faktörlerinin Cinsiyet İle İlişkisi T Testi Sonuçları
Değişken/
Siyasal
Katılma
Faktörleri
Cinsiyet
Siyasal Eylem Siyasal İlgi
(Faktör 1)
(Faktör 2)
T
değeri
p
T
p
değeri
2,20
0,00 5,05
Siyasal
Kampanya
Aktiviteleri
(Faktör 3)
T değeri p
0,00 -6,72
0,50
Siyasal
Üyelik
(Faktör 4)
Salt Oy
Kullanma
(Faktör 5)
T
p
değeri
T
p
değeri
1,80
0,07 2,29
0,02
Siyasal katılma faktörlerinin cinsiyet değişkeni arasındaki anlamlı farklılık
ilişkisi “bağımsız t testi” ile analiz edilmiştir.
Siyasal katılma bağlamında, cinsiyet rollerinin yol açtığı baskı, kadının daha
az veya pasif olarak siyasal katılma davranışı sergilemesine yol açmaktadır.
Sanayileşmiş çağdaş toplumlarda dahi kadınların oy kullanma hakları yakın
geçmişte tanınmış ve birçok toplumda uzun yıllar siyaset erkeklerin egemenliğinde
sürdürülmüştür. Ancak bu anlayışın, özellikle gelişmiş Batı medeniyetlerinde yavaş
yavaş çözülmeye başladığı görülse de, yine de toplumsal hayatta kadınların siyasete
duydukları ilgi ve katılım düzeyleri erkeklere oranla daha azdır. Bugüne kadar
yapılan hemen hemen bütün çalışmalar erkeklerin kadınlara oranla daha çok
siyasetle ilgilendiklerini (oy verme, siyasal kampanya faaliyetlerine katılma, parti
üyeliği vb.) ortaya koymaktadır. (Carr vd. 1974: 260; Milbrath ve Goel, 1977: 135;
Kalaycıoğlu, 1984: 115; Tekeli, 1982: 129; Baykal, 1970: 63; Kışlalı, 1993: 144).
Özellikle çocuk doğurma ve annelik işlevinin kadında oluşu, onu ev işlerine
yönlendirmekte ve böylece de siyasal olayların kadının ilgi alanı dışına çıkması da
doğallaşmaktadır. Bu durum kadının siyasal katılımının erkeğine oranla daha az
olması gibi beklenen sonucu doğurmaktadır.
Erzurum seçmeninin siyasal katılma faktörleri ile ilgili cinsiyete ilişkin
bulgularda bu görüşler ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Çünkü araştırma bulgularına
göre Erzurum seçmeninin siyasal sisteme “siyasal eylem”, “siyasal ilgi” ve “salt oy
kullanma” biçiminde/düzeyinde katılmaları, cinsiyetlerine göre değişmekte (p<0,05)
ve cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmaktadır.
Erzurum’da siyasal sisteme erkekler “siyasal üye”, “siyasal ilgi” ve “salt oy
kullanma” biçiminde kadınlara oranla daha fazla katıldıkları ve siyasal sistem için
girdi sağladıkları görülmektedir. “Siyasal kampanya aktiviteleri” ve “siyasal üyelik”
faktörleri açısından yapılan incelemelerde ise cinsiyet temelinde anlamlı bir
farklılığın olmadığı görülmektedir. ” (p>0,05)
Tablo-4: Siyasal Katılma Faktörlerinin Diğer Değişkenler İle İlişkileri
Değişkenler
/Siyasal Katılma
Faktörleri
Siyasal eylem
(Faktör 1)
SD
F
p
Siyasal İlgi
(Faktör 2)
SD
F
p
Siyasal Kampanya
Siyasal
Aktiviteleri
Üyelik
(Faktör 3)
(Faktör 4)
SD
F
p SD F
p
Salt Oy
Kullanma
(Faktör 5)
SD F
p
Yaş
5
5,70 0,00
5 0,76 0,10
5
8,08
0,00
5 1,44 0,20
5
1,4 0,19
Eğitim
Düzeyi
5
6,88 ,000
6 3,24 0,00
6
1,96
0,10
6 0,70 0,64
6 1,69 0,12
Meslek
7 30,71 0,00
7 15,30 0,00
7
32,66
0,00
7 9,98 0,00
7 1,19 0,30
Aylık Gelir
4 15,06 0,00
4 6,56 0,00
4
8,92
0,00
4 3,86 0,00
4 0,53 0,71
6
6 1,73 0,11
6
1,08
0,37
6 11.6 0,00
6 1,29 0,25
Siyasal Kimlik
1,29 0,39
(ANOVA ) Testi Sonuçları
Çalışmamız açısından elde edilen önemli bulgulardan bir diğeri de, siyasal
katılma faktörlerinin, seçmenler düzeyindeki sosyo- ekonomik ve sosyo-kültürel
farklılıklara göre değişiklik gösterip göstermediğini ve hangi gruplar arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılıkların olduğunu ortaya koymasıdır.
Bu verilere ulaşmak amacıyla, siyasal sisteme “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”,
“siyasal kampanya aktiviteleri”, “siyasal üyelik” ve “salt oy verme” faktörleri
doğrultusunda girdi veren seçmenlerin, eğitim düzeyi, meslek grupları, aylık gelir,
yaş ve siyasal kimlik değişkenleri ile analizleri yapılmış ve siyasal katılma açısından
önemli bulgulara ulaşılmıştır.
Cinsiyet rolleri gibi bireyin denetimi dışında belirlenen ve siyasal katılma
üzerinde etkili olan bir diğer faktör de bireyin “yaşı”dır. Yaş gruplarını "gençlik",
"orta yaş" ve "yaşlılık" olarak kategorileştirdiğimiz zaman siyasal katılma farkları
daha anlamlı olarak ortaya konulabilmektedir.
"Gençlik" kategorisindeki insanın gerek enerji, gerekse zaman olarak siyasal
eyleme elverişli bir durumda bulunması ve ayrıca, aile yükümlülüğü, kariyer
oluşturan düzenli bir meslek uğraşısı gibi bağlarının bulunmaması nedenleriyle
gösteri yürüyüşü, seçim kampanyaları faaliyeti gibi bol enerji ve zaman
gerektirebilecek siyasal eylemlere "orta yaş" ve "yaşlı" kategorilerine oranla daha
kolay gerçekleştirebilecekleri varsayılmaktadır.
Erzurum seçmeni üzerine yaptığımız araştırmada ise, siyasal sisteme “siyasal
eylem” ve “siyasal kampanya aktiviteleri” biçiminde/düzeyinde katılan seçmenlerin
yaş gruplarına göre değiştiği ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı farklılıkların
olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Özellikle 26-30 ve 35-40 yaş arasındaki orta yaş
seçmenlerin, 18-25 yaş arasındaki gençlere ve 41-50 yaş arasındaki orta yaş üstü
gruplara göre, “siyasal eylem ve “siyasal kampanya aktiviteleri” faktörleri
düzeyinde daha fazla katıldıkları gözlemlenmiştir. Araştırma verilerine göre,
“siyasal eylem” ve “siyasal kampanya aktiviteleri” faktörleri düzeyinde katılım genç
ve yaşlı gruptaki seçmenlerde düşük, orta yaş grubundaki seçmenlerde ise yüksektir.
Yaş ile siyasal katılma düzeyi arasındaki ilişkiye yönelik araştırma bulguları,
“siyasal eylem” ve “siyasal kampanya aktiviteleri” faktörleri düzeyinde de farklılık
göstermektedir. Genç, orta yaş ve ihtiyarlıkta insanların ihtiyaçları, beklentileri ve
toplumsal hayattaki pozisyonları farklılık gösterir. Sıkça iş arayan, yer değiştiren
gençler toplumsal hayatta daha statik bir görüntü sergileyen orta yaş ve üstü
kategorilere göre daha dinamik bir hayat tarzına sahiptirler. Koruyacakları bir
statüleri olmadığı gibi toplum içerisinde saygın bir yer arayışı içerisindedirler. Buna
karşılık orta yaş ve üstü gruplarda yer alan insanların yerleşmiş bir hayatı, belli bir
statü ve meslekleri vardır ve hayattan beklentileri mevcut durumu koruma, en
azından daha da kötüye gitmesini engelleme yönündedir.
Araştırma sonucunda elde edilen bu bulgular, her ne kadar çelişik gibi
görünse de, siyasal katılma biçimleri ve yaş arasındaki diğer araştırma bulguları ile
uyum göstermektedir.
Eğitim, siyasal değerlerin aktarılmasında başvurulan en önemli araçlardan
biridir. Toplumsallaşma hem bilgi, hem değer yapılarının aktarımı ile ilgili
olduğundan, eğitim gören bireyler siyasal katılmanın istenilen bir davranış olduğuna
inanmakta, siyasal sistem hakkında daha çok bilgiye sahip olmaları nedeniyle de,
siyasal faaliyetlerde bulunmak için kendisini daha yetenekli ya da hazırlıklı
görebilmektedir (Turan, 1986: 77). Bu nedenle eğitim düzeyinin yükselmesi ile
siyasal katılımın artacağı varsayımı genel kabul görmektedir.
Erzurum seçmeninin siyasal katılma faaliyetleri üzerine yaptığımız bu
araştırmada ise, siyasal sisteme “siyasal eylem” faktörü düzeyinde katılmada eğitim
düzeyleri açısından anlamlı bir farklılık bulunmaktadır. Araştırma bulgularına göre,
lise, üniversite ve master/doktora mezunu seçmenler, ilkokul mezunu seçmenlere
oranla, daha fazla “siyasal eylem” aktiviteleri içerisinde yer almaktadırlar. Araştırma
neticesinde elde ettiğimiz bu bulgu, yukarıda bahsi geçen genel varsayım ile uyum
sağlamaktadır. Kısaca seçmenlerin eğitim düzeyleri arttıkça, siyasal sisteme daha
fazla “siyasal eylemci olarak katılmaktadır. Bu bulgu aynı zamanda Almond ve
Verba’nın beş ayrı ülkede yaptıkları ve elde ettikleri “eğitim seviyesi yüksek olanlar,
daha düşük olanlara göre siyasete ve siyasi konulara daha çok ilgi göstermektedir”
sonucu ile de örtüşmektedir.
Ancak, araştırmamızdan çıkan sonuçlara göre, seçmenlerin siyasal sisteme
“siyasal ilgi”, siyasal kampanya aktiviteleri”, siyasal üyelik”, “salt oy kullanma”
faktörleri düzeyinde katılmada, seçmenlerin eğitim seviyeleri açısından istatistiksel
düzeyde anlamlı bir farklılık görülmemektedir.
Yaş, cinsiyet ve eğitimde olduğu gibi, “gelir” ile siyasal katılma arasında da
bir ilişki söz konusudur. Yapılan araştırmalar gelir ile siyasal katılma arasında
doğrusal bir ilişkinin varlığını ortaya koymaktadır (Milbrath ve Goel, 1977: 120;
Baykal, 1970: 38). Lipset, yüksek gelir grubundaki bireylerin yüksek, düşük gelir
grubundakilerin ise düşük düzeyde oy vermeye katıldığını ortaya koymaktadır
(Lipset, 1986: 204).
Erzurum seçmeni, siyasal sisteme katılma biçimleri ile aylık gelir arasındaki
ilişkiyi incelediğimizde ise, “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya
aktiviteleri” ve “siyasal üyelik” faktörleri düzeyinde katılmada seçmenlerin gelir
düzeylerine göre değişmekte ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
görülmektedir. Gelir düzeyi yüksek gruplar daha düşük gelir seviyesindekilere
oranla daha fazla siyasal katılım sağlamaktadırlar.
Meslek grupları açısından da siyasal katılma eylemlerine katılım
farklılaşmaktadır. “Siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri” ve
“siyasal üyelik” faktörleri düzeyinde; serbest meslek sahipleri, memurlar, esnaflar ve
işçiler, ev hanımı, öğrenciler ve işsizlere oranla daha fazla siyasal sisteme girdi
vermektedir.
Meslekleri birbirlerine göre ve toplum nazarındaki meslek gruplarının sahip
olduğu saygınlık/itibara göre bir sınıflandırmada meslek gruplarının yüksek veya
düşük statüleri göz önünde bulundurulmasını gereklidir. Ancak saygınlık/itibar
esasına dayanan bir sınıflandırma –anlamlı olsa da- nihayetinde mesleğin siyasal
katılma üzerindeki etkisini bütünüyle açıklayamamaktadır.
Mesleği icabı hükümet kararlarından etkilenildiği varsayılan, toplum
nazarında biraz daha saygın olduğu düşünülen, siyasetle ilgilenen bireyleri bir araya
getirerek etkileşimi sağlayan ve görev icabı zorunlu olarak bazı siyasi roller oynayan
meslek grupları siyasete daha fazla ilgi göstermekte ve siyasal sisteme daha fazla
“siyasal eylem”, “siyasal ilgi”, “siyasal kampanya aktiviteleri” ve “siyasal üyelik”
biçiminde girdi sağlamaktadır.
Seçmenlerin siyasal kimlikleri ile siyasal katılma faktörleri arasındaki ilişki
incelendiğinde ise, seçmenlerin siyasal kimlikleri ile “siyasal eylem”, “siyasal ilgi”,
“siyasal kampanya aktiviteleri” ve “ salt oy verme” faktörleri arasında anlamlı bir
farklılığın olmadığı görülmezken, siyasal kimlik ile “ siyasal üyelik” faktörü
arasında anlamlı bir ilişki görülmektedir. Seçmenlerin siyasal partilere üyelik
faktörü, seçmenlerin Kemalist Atatürkçü, Milliyetçi, İslamcı, sosyal demokrat,
sağcı, liberal ve solcu tanımlamalarına göre değişmektedir.
SONUÇ
Siyasal Sistem Teorisi Bağlamında Siyasal Katılma (Erzurum Seçmeni
Üzerine Bir Araştırma)” isimli bu keşif çalışmasında, “Siyasal Sistem Kuramı”
üzerindeki teorik incelemelerden sonra siyasal sistemi herhangi bir yolla değiştiren
veya etkileyen sistem dışı olayları içeren “siyasal katılma faktörleri” analiz edilmeye
çalışılmıştır. Çalışmanın teorik kısmındaki varsayımlar doğrultusunda oluşturulan
soru/sorunlar, Erzurum il ve merkez ilçelerinde 578 denekle yapılan alan araştırması
doğrultusunda test edilerek cevapları aranmıştır.
Siyasal katılma kavramı, sistem kavramı analizlerine bağlı olarak toplumların
kolektif amaçlarını belirlemek ve gerçekleştirmek üzere geliştirdikleri bir örgütler
dizisidir. Ayrıca siyasal sistem, aralarında karşılıklı ilişkisi içerisinde bulunan çok
sayıda unsurlardan meydana gelmiş karmaşık bir bütün olarak ifade edilmekte ve
toplum üyelerinden gelen girdiler (inputs) ve siyasal otoritelerden gelen çıktılarla
(outputs) varlığını devam ettirmektedir.
Siyasal katılma kavramını ortaya koyma noktasında, tanımsal ve kurumsal
çeşitlilik nedeniyle, kavram tanımlama çabaları temel özellikler bakımından iki ana
yaklaşım ile ele alınıp incelenmektedir. Bunlar; (1) siyasal katılmayı, siyasal
gelişimin ve modernleşmenin bir göstergesi olarak ele alan yaklaşımdır. Bu
yaklaşıma göre; siyasal katılma, modernleşmenin ve siyasal gelişmenin bir
göstergesidir ve siyasal katılmada belirleyici ölçüt “oy verme”dir. (2) İkinci
yaklaşımda ise esas olan seçmen davranışı olmakla birlikte, davranışa kaynaklık
eden değişkenlerin öncelikli olarak ele alınıp belirlenmesi gerektiği öne
sürülmektedir. Bu yaklaşıma göre incelenmesi gereken; bireyi oy verme ve siyasal
taleplerini siyasal otoritelere aktarmak için gerekli siyasal katılma eylemlerinin ve
bireyi bu eylemlere yönelten değişkenlerin neler olduğudur.
Çalışmamızda, siyasal katılma kavramını tanımlamada ikinci yaklaşım
benimsenmiş ve “kişinin otonom olarak yaptığı tercihler ve verdiği kararlar
sonucunda siyasal karar mevkilerine gelecek olanları veya bu mevkileri ellerinde
bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem ve faaliyetler” siyasal katılma
olarak değerlendirilmiştir.
Bu keşif araştırmasında, siyasal katılma konusunda –yukarıda bahsi geçenbugüne dek yapılmış yerli ve yabancı araştırmaların bulguları ve değerlendirmeleri
de göz önünde bulundurularak; seçmenin siyasal karar mercilerini etkilemeye
yönelik davranış ve eylem türleri, bu amaca yönelik olarak tasarlanan alan
araştırması ile değerlendirilmiştir. Erzurum ölçeğinde, siyasal karar mercilerini
(otorite) etkilemeye yönelik siyasal katılma türlerini/düzeylerini ortaya koyabilmek
amacıyla tasarlanan 22 maddelik “siyasal katılma skalası” faktör analizine tabi
tutulmuş ve siyasal katılma biçimleri sınıflandırılmıştır. 22 maddelik ölçüm skalası
üzerinde yapılan faktör analizi, toplam varyansın yüzde 88,334’ünü açıklayan 5
faktör boyutunun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Aşağıdaki tabloda araştırmamız özelinde ortaya çıkan siyasal katılma
faktörleri ve her bir faktörün siyasal sisteme sağlamış oldukları girdiler
özetlenmiştir.
Tablo-5: Siyasal Katılma Faktörleri Ve Siyasal Sisteme Sağlamış Oldukları
Girdiler
Siyasal Katılma
Düzeyi
Katılma aktiviteleri
(Girdiler)
SİYASAL EYLEM
Protesto: (Hükümet siyasalarına karşı fiili
harekette bulunma)
Takdir: (Hükümet siyasalarına karşı olumlu görüş
bildirme/tebrik ziyaretlerine katılma)
Anket/imza kampanyalarına katılma/dilekçe
yazma
Gazetecilere siyasi görüş bildirme
SİYASAL İLGİ
Dışadönük Bilgi Taşıma
(Oy verme ve tercihler konusunda diğer seçmenleri
iknaya çalışma, gerektiğine tartışma)
İçedönük Bilgi Toplama
(Siyasete ilişkin gelişmeler konusunda kitle iletişim
araçlarını yakından takip etme)
SİYASAL KAMPANYA
AKTİVİTELERİ
Fiili Katılım (Bir parti ya da adayın seçim
kampanyasında yer alma, bildiri dağıtma, afiş
asma)
Sembolik Katılım (Bir siyasi parti ya da adaya
ilişkin rozet, amblem taşıma)
SİYASAL ÜYELİK
Aktif Üye (Parti merkezli siyasal davranışlar: Bir
partiye üye olma, partide görev alma)
Pasif Üye (Fikir merkezli siyasal davranışlar: sivil
toplum kuruluşlarına üyelik/gönüllülük)
SALT OY VERME
Oy Kullanma (Genel ya da yerel seçimlerde oy
kullanma, halkoylamalarına katılma)
Çalışmamızda “siyasal katılma ve eylem düzeyleri”, faktör boyutları
ortalamaları ve değişkenlerin özellikleri dikkate alınarak; Siyasal Eylem, Siyasal
İlgi, Siyasal Kampanya Aktiviteleri, Siyasal Üyelik, Salt Oy Kullananlar şeklinde
sınıflandırılmıştır
Öncül araştırmalarla kısmen uyum içerisinde olsa da çalışmamız açısından
“siyasal katılma eylem ve düzeyleri” 5 faktörlü bir yapının oluşumuna işaret
etmektedir. Erzurum seçmeninin, siyasal sisteme girdi vermesi yönünde ilk olarak
gerçekleştirdikleri siyasal katılma faktörü “Siyasal Eylem”dir. Erzurum seçmeni
açısından, protesto, anketlere görüş bildirme, gazetelerin köşe yazılarına
düşüncelerini aktarma, imza verme, devlet yetkilerine takdir mektubu yazma, bilgi
istemek amacıyla dilekçe yazma, şikâyetleri ve beğenileri bildirmek amacıyla
otoriteleri ziyaret eden grup içinde bulunma gibi “Siyasal Eylemler” sisteme girdi
vermesi açısından öncelikli olarak başvurdukları siyasal katılma biçimini
oluşturmaktadır (yüzde 26,41). Erzurum seçmeni, siyasal sisteme ikinci olarak
“Siyasal İlgi” düzeyinde katılmaktadır. Kitle iletişim araçlarından siyasal gündemi
takip etme, siyasal içerikli panel, sempozyum ve konferanslara katılma, siyasi
konular ile ilgili olarak diğer seçmenlerle iletişime geçme (yüzde 22,97) biçiminde
ortaya çıktığı görülmektedir. Üçüncü tip siyasal katılmacılar ise, özellikle seçim
dönemlerinde biraz daha önem kazanan ve seçim kampanyalarında yerle alma
propaganda amaçlı bildiri afiş asma, partinin imgelerini taşıma, mitinglere katılma
gibi eylemleri içeren “Siyasal Kampanya Aktiviteleri”dir (yüzde 17,62). “Siyasal
Üyelik” ve “Salt Oy Kullanma” ise sırasıyla dördüncü ve beşinci siyasal katılma
faktörlerini oluşturmaktadır.
Siyasal sistemin karar ve eylemlerini etkilemek amacıyla girişilen siyasal
katılma davranışları da siyasal eylem, siyasal ilgi, siyasal kampanya aktiviteleri,
siyasal üyelik ve salt oy verme düzeyinde girdi sağlamaktadır. Siyasal sistemin,
vatandaşların siyasal katılma düzey ve etkinliklerini dikkate almaları siyasal sistemin
demokratikleşmesi, sağlıklı bir şekilde işlemesi ve enerjilerini hangi konulara sarf
edeceklerinin öğrenilmesi açısından çok önemlidir. Çünkü bireylerin siyasal katılma
davranışlarındaki değişim ve gelişim toplumsal alt sistemlerin değişmesine ve
gelişmesine de kaynaklık edecektir. Siyasal sistem ile etkin bir "siyasal katılma"
arasındaki ilişki, halkın siyasal katılımının basitçe sandığa giderek oy kullanması
veya temel vatandaşlık görevlerini yerine getirmesiyle ölçülmemelidir. Halkın
siyasetin etkin öznesi haline gelmesi, kamusal kararların alınmasında aktif rol
oynaması, siyasal katılımı sağlayan “eylemler” aracılığıyla gerçekleşecek ve
böylelikle de siyasal sistem demokratikleşme, eksiklerini giderme yolunda ilerleme
gösterebilecektir.
KAYNAKÇA
ANIK, Cengiz. (2000) Siyasal İkna, Vadi Yayınları, Ankara.
BAYKAL Deniz. (1970) Siyasal Katılma: Bir Davranış İncelemesi, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 302, Ankara.
BIRCH, Anthony. (1993) The Concepts and Theories of Modern Democracy,
Routledge, London.
CAMPBELL, Angus, Gerald GURİN, Warren MİLLER E. (1954) The Voter
Decides, Peterson and Company, New York.
CARR, Robert K. Vd. (1974) American Democracy, The Dryden Pres, IIinois.
ÇAM, Esat. (1995) Siyaset Bilimine Giriş, Der yayınları, İstanbul.
DAHL, Robert. (1969) The Behavioral Approach in Political Science: Epitaph for a
Monument to a Succesful Protest, Behavioralism in Political Science,
Heinz EULAU (Ed.),Atherton Press, New York.
DEUTSCH, Karl W. (1966) Social Mobilization and Political Development”,(Ed.)
Finkle, Jason L, Gable, Richard W., Political Development and Social
Change, John Wiley and Sons New York.
DUVERGER, Maurice. (1986) Siyaset Sosyolojisi, Siyasal Bilimin Öğeleri, Çev
Şirin Tekeli, İkinci Basım, Varlık Yayınları, İstanbul.
EASTON, David. ( 1965b) A Framework For Political Analysis, Englewood Cliffs, ,
Prentice-Hall, New Jersey.
EASTON, David. (1965a) A System Analysis Of Political Life, Jhon Wiley And
Sons, New York.
EROĞUL, Cem. ( 1991) Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge Yayınevi,
Ankara.
GREGO, James. (1968) Political Science And Functuonal Analysis” APRS, Vol: 62
No:2
GROSS, Bertram. (1967) Review of Easton’s Analysis of Political System, APRS,
Vol 61.
GRUMM, Jhon G. (1973) The Lelislative System As An Economic Model, SAGE
Publications Ltd New York.
GÜLMEN, Yüksel. ( 1979) Türk Seçmen Davranışı: 1960–1970, İstanbul,
İstanbul Üniversitesi No:2531, İktisat Fakültesi No: 430, İstanbul.
HAGUE, Rod, HARROP Martin, BRESLIN, Shaun. (1992) Comparative Political
Goverment, V. Wright (Ed.), McMillan Press Ltd.
HUNTİNGTON, Samuel. (1968) Political Order in Changing Societies, New Haven
and London, Yale University Press, London.
KALAYCIOĞLU, Ersin. (1984) Çağdaş Siyaset Bilim, Teori, Olgu ve Süreçler,
Osman Akçay Matbaası, İstanbul.
KALAYCIOĞLU, Ersin. (1983)
Karşılaştırmalı Siyasal Katılmana, Siyasal
Eylemin Kökenleri Üzerıne Bir İnceleme, İstanbul Üniversitesi SBF
Yayınları, İstanbul.
KIŞLALI, Ahmet Taner. (1994) Siyaset Bilimi, , İmge Yayınevi, İstanbul.
LERNER, Daniel. (1958) The Passing of Traditional Society, The Free Pres of
Glencoe Collier-Macmillan Limited, London.
LİPSET, Martin S. (1986) Siyasal İnsan, Çev. Mete Tunçay, , Teori Yayınları,
Ankara.
MAGID, Henry. (1955) “A Critique Of Easton On The Moral Foundation Of
Theoretical Research In Politic Science” Ethics, Vol:65, No:65.
McCLOSKY, Herbert.( 1972) “Political Participation”, International Encyclopedia
of Social Sciences, David L. SILLS (Ed.), McMillan and Frre Press,
Reprint Edition, C: 12, New York.
MIBRATH, Lester W, GOEL, Madan. L. (1977) Political Participation ; How and
Why Do People, Get Involved in Politics ?, Rand Mc Nally College
Publishing Company, Chicogo.
MİCHEL, Evans. (1970) Notes, On David Easton’s Model Of The Political System,
Journal Of Commenweath Political Studies, Vol:8.
ÖZBUDUN, Ergün. (1975) Türkiye’de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, Ankara
Üniversitesi Hukuk. Fakültesi Yayınları No: 363, Ankara.
PARRY, Geraint., MOYSER, George, DAY, Neil. (1992) Political Participation and
Democracy in Britain, Cambridge University Press, Cambridge.
READING, Reid. (1972) Is Easton’s System Persistence Framework Useful ?,
Resarch Notes, Journal Of Politics , Vol 34 No:1
ROSE, Richard, HARVE Mossawir. (1974) Voting And Election:A Functional
Analysis, Levis Bowmanve G R Boynton (Der) Political Behavior And
Public Opinion:Comparative Analysis, Englewood Cliffs, Prentice-Hall,
New Jersey.
SAYBAŞILI, Kemali. (1985) Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, Birey Toplum
Yayınları, Ankara
TEKELİ, Şirin. ( 1976) “Davit Easton’un Siyaset Teorisine Katkısı Üzerine Bir
İnceleme” İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, İstanbul.
TEKELİ, Şirin. (1972)
İstanbul.
Kadın ve Siyasal-Toplumsal Hayat, Birim Yayınları,
TOKGÖZ, Oya. (1979) Siyasal Haberleşme ve Kadın, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi, Yayını No: 429, Ankara.
TURAN, İlter. (1987) Siyasal Demokrasi, Siyasal Katılma, Baskı Grupları ve
Sendikalar, Türkiye Denizciler Sendikası, İstanbul.
TURAN, İlter. (1986) Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, Der Yayınları 3. Basım,
İstanbul.
UYSAL SEZER, Birkan. (1984) Siyasal Katılma ve Katılma Davranışına Ailenin
Etkisi: İki Çimento Fabrikası Örneğinde Bir Deneme, TODAİ Yayınları,
No:209, Sevinç Matbaası, Ankara.
VERBA Sidney, NORMAN Nie, JAE-ON Kim. (1978) Participation And Political
Aquality: A Seven Nation Comprasion, Cambridge Üniversity Pres,
London.
WEİNER, Myron. (1971) Political Particition: Crisis of the political Process, Crises
and Sequences in Political Development, Ed. Leonard Binder, Sidney
Verba, James S. Coleman, v.d. Princeton University Pres, New Jersey.
YÜCEKOK, Ahmet. (1987) Siyaset’in Toplumsal Tabanı (Siyaset Sosyolojisi),
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları No:565, Ankara.
FİKRİ MÜLKİYET HAKLARININ GELİŞİMİNİ
İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ ÖRNEĞİNDE
DEĞERLENDİRMEK
Prof. Dr. Fahrettin KORKMAZ*
Derya TELLAN*
ÖZET
Enformasyonun şirketler için birincil üretim faktörü haline gelmeye başlaması ve ‘hizmetler
ekonomisi’nden ‘enformasyon ekonomisi’ne doğru dönüşüm yaşanması, fikri mülkiyet konusunun dünya
ticaretinin odağına yerleşmesine neden olmuştur. Yeni iletişim teknolojileri zihinsel üretime bağlı
nesnelerin doğasını ve kapsamını hızla dönüştürmektedir. Ağ temelli ve sayısal teknolojiler, fikri
özgünlüğün dağınık özellik kazandığı yeni bir dönemi şekillendirme ve eserleri kolayca dağıtabilme
potansiyeline sahiptirler. Bu bağlamda, fikri mülkiyet hakları nosyonu, hakların kapsamına ilişkin
karmaşık soruları gündeme getirmektedir. Bu makale, fikri mülkiyet haklarının teorik ve uygulamalı
meselelerini kapsayan, tarihsel süreç içerisinde biçimlenen ve konuya ilişkin genel saptamalarda bulunan
değerlendirmeleri tartışmaktadır. Tartışmalar göstermektedir ki, dünya ticaretinde enformatik içerik
sektörünün uluslararası rekabet üstünlüğünün yeni unsuru olarak anlam kazanması, iletişim
teknolojilerinde fikri mülkiyet haklarına yoğunlaşılması sürecini de beraberinde getirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Fikri Mülkiyet Hakları, Enformasyon Ekonomisi, Yeni İletişim Teknolojileri, Sayısal
Dönüşüm
EVALUATING THE DEVELOPMENT OF INTELLECTUAL PROPERTY RIGHTS IN THE
SCOPE OF COMMUNICATION TECHNOLOGIES
ABSTRACT
Becoming the information to be the primary factor of production in the companies and living
transformation from ‘service economy’ toward to ‘information economy’, have moved the issue of
intellectual property into sharp focus of world trade. New communication technologies have changed the
nature and the scope of intellectual objects rapidly. Network based and digitalized technologies have the
potential to shape a new era of decentralized creativity, and make it so much easier to accomplish the
distribution of creative material. In this context, the notion of intellectual property rights, make many
complex questions about the extent and precise nature of the rights a current issue. This article discusses
the perspectives, comprising theoretical and practical issues of intellectual property rights, that are
shaped in the historical process and providing general determinations on this theme. Discussions indicate
that achieving the sector of informatics a meaning as new competition superiority factor in the world
trade carry the process that concentrate the intellectual rights of communication technologies.
Keywords: Intellectual Property Rights, Information Economy, New Communication Technologies,
Digital Transformation
Giriş
Sahip olmanın, bir mal ya da hizmetin değerini belirlemenin, piyasa fiyatını
oluşturmanın yansıması olan ‘mülkiyet’ kavramı, çalışma ilişkilerinin tarihsel süreci
içerisinde farklı anlamlar taşıyan; doğası gereği sürekli değişkenlik gösteren ve
kapsamlılığını hukukla meşrulaştıran bir içeriğe sahiptir. İnsan zihninin ve bilişsel
*
*
Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Prof. Dr.
Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Yrd. Doç. Dr.
süreçlerinin bir uzantısı olarak ortaya çıkan ve özünü oluşturan fikirlerle birlikte
somut ya da soyut üretimin ekonomik değerinin korunması anlamına gelen ‘fikri
mülkiyet’ (Intellectual Property - IP) ise, son çeyrek yüzyıllık zaman diliminde
dünya geneline hakim olan küreselleşme tartışmalarına ve pratiğine bağlı olarak
gelişen bir yapı içindedir. Fikri mülkiyet mevcut hukuki sistem ve kurumsal
yapılanmalar çerçevesinde günlük yaşamda –özellikle uluslararası ve/veya çok
taraflı ticaret anlaşmaları bağlamında– kilit bir kavram olarak yer bulmaktadır. Fikri
mülkiyetin hukuki yollardan korunması doğrultusunda gelişen ekonomik, ticari ve
politik örgütlenmeler, temelde özgün fikrin üretime dönüşmesi ve fiziksel olarak
ortaya çıkan somut materyallerin korunması ekseninde işlerlik kazanmaktadır
(Moore, 2008: 105-106). Patent (patent), telif hakları (copyrights), ticari markalar
(trademarks) ve diğer tüm biçimleriyle fikri mülkiyet hakları, enformasyon
sahibinin korunması ve kullanım özgürlüğü kazanması bağlamında geçici –ve
görece kuvvetli– bir tekel oluşturmakta; mülkiyetin niteliği, dağıtımı ve paylaşımı
konularını ise ön plana çıkarmaktadır.
Günümüzde sanayileşmiş ülkelerde neredeyse tüm mal ve hizmetler ‘ticari
marka’ koruması altında pazarlanmaktadır. Bu türden bir koruma, endüstriyel
tasarımdan içecek, kozmetik gibi ürünlerin formüllerinin gizlenmesine değin
uzanmaktadır (Garmon, 2002: 1148). Geleneksel Anglo-Amerikan fikri mülkiyet
anlayışının temelinde telif hakkı, patent ve ticari sırların (trade secrets) korunması
yer alırken; geniş anlamıyla telif haklarının korunması başlığının altında ise
edebiyat, müzik, sanat, fotoğraf ve sinematografik eserlerin yanı sıra harita, mimari
çalışma ve bilgisayar yazılımları gibi unsurların da bulunduğu görülmektedir. Patent
korumasının kapsamınaysa, yeni ve kullanışlı süreçler ile makine ve üretim/işleyiş
yapılarının icat edilmesi ya da bulunması –ki bu bağlamda icadı ya da buluşu yapan
kişinin bu konuda kullanma, satma ve yönetme hakkı kazanması söz konusudur–
girmektedir. Ticari sırlar denildiğinde, formüller, modeller/kalıplar, cihazlar,
donanımlar ya da bir işletmenin kullandığı enformasyonun listesi akla gelmektedir.
Ticari sırlar, sahibi tarafından kamuya açıklanıncaya değin korunmakta; bilginin
kamuyla paylaşımı ile birlikte sırrın korunmasının gerekliliği ortadan kalkmaktadır.
Bu bağlamda, kanunlar ve kültürel uygulamalar ekseninde özgün düşünceye sahip
olanların ya da mucitlerin ürettikleri üzerinde kontrolü ‘nasıl’ sürdürecekleri
sorunsalı, özellikle çokuluslu işletmeler bağlamında gündeme gelmektedir (Garmon,
2002: 1145).
Tarihsel gelişmelerin ve ekonomik uygulamaların açıkça gösterdiği gibi fikri
mülkiyet hakları, içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılın temel hukuki formülasyonu
olarak anlam kazanmaktadır. Fikri mülkiyet haklarının ardalanındaki hukuki
prensiplerin iletişim teknolojileri özelinde incelendiği bu makalede, fikri mülkiyet
haklarının hukuki niteliğini açıklayan kuramsal yaklaşımlar ile hakların tarihsel
gelişimi analiz edilmekte ve fikri mülkiyetin iletişim hizmetleri alanında ne düzeyde
etkili olduğu tartışılmaktadır. Gerek teorik gerekçelendirmeler gerekse uygulama
bağlamında karşılaşılan çeşitlilik, fikri mülkiyet hakları konusunun ‘koruma’
(protect), ‘kontrol’ (control) ve ‘erişim hakkı’ (right to access) çerçevesinde ele
alınmasını zaruri kılmaktadır. Fikri mülkiyet haklarının gözetildiği bir ortamda yeni,
üretken ve ekonomik değere sahip olan fikirlerin rekabette belirleyici unsur haline
geldiği; bireylerin enformasyona erişim ve bu enformasyonu pratik ya da ticari
bilgiye dönüştürme haklarının da gelişmekte olan ülkeler bağlamında önemli bir
savunuya dönüştüğü görülmektedir. Tartışmalardan da anlaşılabileceği üzere,
iletişim teknolojileri ile bu teknolojilerin açığa çıkardığı mal ve hizmetlere ilişkin
hukuki düzenlemelerin altyapısını fikri mülkiyet hakları literatürü doldurmaktadır.
I. Fikri Mülkiyet Hukuku: Kapsamı, Niteliği ve Sınırlılıkları
Modern çağda, düşünsel faaliyet ile bu faaliyetin içeriğe taşınması sonucu
açığa çıkan tüm ürünlerin ‘mülkiyet’ ve ‘enformasyonun kontrolü’ ekseninde
değerlendirilmeye başlaması, fikri mülkiyet hukukunun ‘hukukun sosyal bağlamı’
çerçevesinde ele alındığı bir yaklaşım tarzı geliştirilmesini gerekli kılmıştır. Fikri
mülkiyet hukukunda, nihai ürünün (i) bireysel veya kurumsal üretim sonucu ortaya
çıktığı, (ii) sosyal bir fayda (katlanılmak zorunda olunan maliyet sonucunda ulaşılan
fayda) sağladığı ve (iii) yazarın/mucidin/icadı yapanın kişiliğini yansıttığı ileri
sürülebilmektedir. Temelde ‘enformasyon’, bireyin kendini ifade etme çabası olarak
ortaya çıkmakla birlikte, günümüzde sosyal fayda sağlayan ekonomik bir güç olma
özelliği ile de önem kazanmış durumdadır. Bu doğrultuda fikri mülkiyet haklarının,
serbest pazar ekonomisinin işlerlik kazanmasında önemli bir etken olarak, toplumsal
tüketim nesnesi haline gelen ürünlerin açığa çıkmasında inovatif düşüncenin
ekonomik, sosyal ve faydacı kazanımlar bakımından teşvikini sağladığı
belirtilmektedir (Breakey, 2009: 329).
Fikri mülkiyet haklarının gelişimi kapsamında iki tür mülkiyet hakkından söz
etmek mümkündür: Endüstriyel ve sanatsal mülkiyet. Endüstriyel mülkiyet
(industrial property), endüstriyel ve ticari değer üretimine işaret etmekte; sanatsal
mülkiyet (artistic property) ise kitap, sanat objeleri, film çalışmaları ve müzik
kayıtları gibi sanatsal ve edebi eserleri içermektedir. Başlangıçta fikri mülkiyet
hakkı, sanatçıyla –bu kapsamda ilk akla gelenler ressam, heykeltıraş, yazar ve
müzisyenlerdir– bağlantılı olarak gelişmiş; fikri mülkiyet sanatsal üretimin ve
sanatçının mental birikiminin doğal uzantısı olarak görülmüştür. Zaman içerisinde
gelişen endüstriyel mülkiyeti koruma yolları arasında ise patent, ticari marka, hizmet
markası, ticari isimler ile haksız rekabete ve olumsuz eylemlere karşı kabul edilmiş
olan yasa, yönetmelik ve tüzük gibi hukuki metinler sıralanabilecektir.
Tarih boyunca, fikri mülkiyet hakları ve bununla ilişkili haklar, çoğunlukla
kültürel değerlere yansımıştır. Fikri üretimle ilişkili olarak ‘mülkiyet hakkı’nın
kökenleri, sanayileşmenin yükselişi ve basılı kitle iletişim araçlarının
yaygınlaşmasına dayandırılabilecektir. Sözlü kültürde, kurumsal bir yapının hakim
olması ve ‘mülkiyet’in açıkça belirlenmesinin ve ispatının güçlüğüne karşın; basılı
materyaller, sahiplenilmesi ve üzerinde hak iddia edilmesi bağlamında özünde bir
farklılığa maruz kalmıştır. Kitle iletişim ortamında basılı ürünlerinin yaygınlık
kazandığı XIX. yüzyıla değin geçen süre içerisinde, yazılı ürüne/enformasyona
erişimin kontrolü ve bu enformasyona ilişkin fikri mülkiyet hakkının kullanımı
konusunda önemli bir girişime rastlanmazken; sanatsal/edebi ürünlerin mülkiyeti
hukuk konusu olmamıştır. 1800’lerin ikinci çeyreğinden itibaren edebi ve sanatsal
eserlerin gerek niceliksel üretim hacmi gerekse pazarlaması ve dağıtımı kolaylaşmış;
bu kolaylaşmanın motive edici unsuru ise basım teknolojilerinin yaygınlaşması ve
üretim maliyetlerinin görece ucuzlaması olmuştur. Basım temelli kitle iletişim
teknolojilerinin gelişimi ile yazarların ve yayımcılarının fikri mülkiyet hakları
konusu da gündeme gelmiştir. Fikri mülkiyet haklarının gerek yazarın gerekse
yayımcının ekonomik çıkarlarını koruması ve desteklemesi bağlamında yöndeşmesi
oldukça ilgi çekicidir. Kitle iletişiminin yaygınlaşmasıyla birlikte fikri mülkiyet
sadece eser sahibinin değil, eseri toplumla buluşturan (kitleselleştiren) kişiyle de
bağlantılı bir hukuki anlama kavuşmuştur.
Fikri mülkiyet haklarının hukuki niteliğini çözümlemek amacıyla geliştirilen
teoriler ise konunun hukuk zeminindeki değişimine işaret etmektedir. Dünya
genelindeki sanayileşme sonrasında, hukuk kurallarının dönüşümüne paralel olarak,
fikri mülkiyet alanındaki sorunların farklı dönemlerde yeniden gündeme geldiği ve
farklı niteliklerinin ön plana çıkarıldığı gözlemlenmektedir. Başlangıçta ‘doğal
hukuk ekolü’nün etkisinde biçimlenen fikri mülkiyet, bireyin sahip olduğu
varlıklardaki mülkiyet hakkına benzer biçimde tanımlanmış; eser/ürün sahibinin
üçüncü kişilere karşı bu hakkını öne sürebilmesine ve hatta üçüncü kişilerin kendi
fikri mülkiyetindeki ürünlerden yararlanmalarının engellenebilmesine dahi imkan
tanınmıştır. Ancak somut varlık mülkiyetinin süresiz korunmasına karşın, fikri
ürünler mülkiyetinin belirli süreliğine korunması ve fikri mülkiyetin önemli bir
parçasının manevi haklardan oluşmasına karşın manevi hakların her türden ticari
işleme rağmen eser sahibi ile mündemiç olması, geleneksel mülkiyet tanımının
ötesine geçilmesini de zorunlu kılmıştır. Fikri mülkiyetin ‘sosyolojik hukuk ekolü’
içerisinden tanımlanmasıyla birlikte, eserin sahibi dışındaki özel ya da tüzel
şahısların yetkilendirilme ve müdahale imkanları açığa çıkmış; eser sahibinin
topluma karşı sorumluluklar ve yükümlülükler bakımından sınırlandırılmış haklar ile
ilişkilendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Fikir sahibinin ve eserin sosyal, kültürel ve
etnografik ortamdan soyutlanamayacak olması nedeniyle, eser sahibinin fikri
mülkiyet hakkı üzerindeki yetkilerinin sınırlandırılması gerektiği ifade edilmiştir.
Sosyal varlık olarak bireyin tarihsel ve kültürel birikimden hareketle kendi özgün
düşüncesini esere döktüğünü ifade eden sosyolojik yaklaşımda, fikri mülkiyet
hukuku sınırlandırılmış haklar bütünü şeklinde tanımlanmıştır.
Fikri mülkiyet haklarının sanayileşmeye bağlı gelişim gösterdiği XIX.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren ise hukuki niteliğinin temelinde gerek felsefi
gerekse uygulamaya dayanan unsurlar yer almaya başlamıştır. Yasaların ve sosyal
prensiplerin, yüzyıllar boyunca gelişerek anlam kazanan kültürel değerlerden,
toplumsal yargılardan ve ahlaki normlardan bağımsız bir içerikte ortaya çıkması
beklenemeyecektir. Bu nedenledir ki, fikri mülkiyet haklarının sorunsuz bir biçimde,
dünya genelinde ve sosyal gelişmelerden bağımsız bir pratikte kabulü ve
uygulanması mümkün olmamıştır. Sanayileşme ve ticari emtialaşma süreci, hukuk
doktrininde fikri mülkiyetin farklı yetkiler doğuran tek bir hak olduğu, anlaşmalara
konu olan yetkilerin belirli bir süre ile sınırlandırılmış olduğu ve eser sahibinin
yaşamının sona ermesini müteakiben bir bütün olarak mirasçılarına devredileceği
yaklaşımının benimsenmesine neden olmuştur. ‘Liberal hukuk ekolü’nün yansıması
olarak anlam kazanan bu yorumda, fikri mülkiyet hukukunun kesinlik içerisinde
sunumuna ve fikri mülkiyetle ilgili hukuki karar mekanizmalarının siyasetten,
toplumdan ve ahlaki normlardan soyutlanmasına yönelik eleştirel bir tavır
sergilenmekte; fikri mülkiyetin fikir sahibi, eser ve toplumsal koşullar çerçevesinde
gerçeklik kazandığı vurgulanmaktadır.
Toplumların kültürel farklılıkları ve bireylerin değer yargılarındaki
çeşitlilikler, kimi zaman uluslararası düzeyde yasal düzenlemeler geliştirmenin
önündeki en önemli engel olurken; kimi zaman da ekonomik bölgeselleşme ve
globalleşme eğilimine hizmet eden ve uluslararası hukukun oluşumunu destekleyen
bir içerik kazanmaktadır. Ancak fikri mülkiyet hakları alanında yakın zamana değin
genellikle yerel koşulların dikkate alındığı görülmektedir. Küreselleşme eğiliminin
ivme kazandığı son çeyrek yüzyıllık dönemde ise ulusal hukuk normlarını geri plana
iten daha genel kabullere yönelindiği gözlemlenmektedir. Özellikle, sanayileşmiş
(industrial) ve sanayi ötesi hizmetler sektörü temelinde örgütlenmiş (postindustrial)
ülkeler ile gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkeler arasındaki hammadde ve işgücü
ticareti temelinde yapılandırılmış olan ekonomik ilişkiler, fikri mülkiyet hakları
konusunun gündeme gelmesiyle birlikte derin bir kırılma ile karşı karşıya kalmıştır.
Fikri mülkiyet haklarının dünya ekonomisinin zengin ve fakir ülkeleri arasındaki
ticari zenginliklerin bölüşümünde eşitsizliğe yol açtığı (Kuzey-Güney ayrımı olarak
da nitelenen ülkeler arası servet dağılımı dengesizliğine neden olduğu), tüm
kalkınma çabalarına rağmen ekonomik, siyasal ve sayısal uçurumu yeniden ürettiği
iddiaları sıklıkla ifade edilmektedir (Garmon, 2002). Sanayileşmiş ülkeler, yüksek
koruma standartlarında bir fikrî haklar sistemini savunurken; gelişmekte olan ülkeler
kendi koşullarına uygun düzenlemeler yapılmasını tercih etmektedirler.
Sanayileşmiş Kuzey, fikrî haklar sisteminin ekonomik büyümeyi hızlandırdığı,
yabancı yatırımlara yön verdiği ve yoksulluğu azalttığı görüşünü ileri sürerken;
dünya nüfusunun % 80’den fazlasını barındıran Güney ise yeterli teknik kapasite ve
insan gücü bulunmadığı sürece bu sistemin, buluşların artmasına çok az etkisi
olduğunu ve yabancı sermaye yatırımlarını doğrudan etkilemediğini iddia
etmektedir. Uluslararası alanda yapılan bu tartışmalarda fikrî mülkiyet hakları
sisteminin ancak ülkeler arası eşit koruma standartlarıyla korunabileceği; buna
karşın haklara ulusal ölçekte bazı istisnaların tanınması gerekliliği ifade
edilmektedir (DPT, 2007: 2). Fikri mülkiyet haklarının katı savunucuları ise bu
tartışmaları, ticari markanın yeni ürünlerin geliştirilmesi ve ürün kalitesinin
artırılması açısından ülkelere sağlayacağı faydalar bağlamında yanıtlama yoluna
gitmektedirler: “Fikri mülkiyet hakları yönünden zayıf olan ülkelerde bilgi
üretiminin kontrolü yüksek sermaye maliyetlerine katlanma gücüne sahip olan
şirketlerin elindedir. Bunun en önemli nedeni de zayıf bir fikri mülkiyet hakkına
sahip olanların dış yatırımlara açık olmama eğilimidir. Bunun tersi durumda, fikri
mülkiyet haklarının güçlü olması halinde yüksek AR-GE yatırımlarında bulunan
şirketlerin pazara girişleri ruhsat/lisans karşılığında gerçekleşmektedir” (Nicholson,
2007: 28). Ancak bu yanıt, uluslararası hukuki sistemin sanayileşmiş ülkeler lehine
işlerlik kazanması arayışından öte bir anlam ifade etmemektedir. Öyle ki, azgelişmiş
ülkeler açısından konuyu değerlendirme yoluna gidenler, fikri mülkiyet hakları
sayesinde tekelci çıkarların korunduğunu ve belirli markalar dışında, reklam ile ürün
farklılaştırma çabalarına yeterince kaynak ayıramayan işletmelerin ekonomik
rekabet olanaklarının ortadan kaldırıldığını dile getirmektedirler: “Fikri mülkiyet
hakları konusundaki literatür, fikri mülkiyet haklarının korunması yönünde ve karşıtı
fikirler arasında gidip gelmektedir. 1990’ların başında ekonomi teorisyenleri, bu tür
politikaların Güney üzerindeki olumsuz etkilerini ön plana çıkarmışlardır.
Yenilikleri (innovations) açığa çıkarmanın teşvik edici unsurları ile tekel piyasa
gücünün buluşçulara sağladıklarına ilişkin fayda-maliyet mekanizmasını inceleyerek
fikri mülkiyet haklarının korunmasının statik refah etkilerini ortaya koymuşlardır…
Tüm çalışmalar, Kuzey’den sonra patent politikası benimseyen Güney’in genellikle
kaybettiğini, Kuzey ülkelerinin ise her zaman kazanan olduğunu göstermiştir”
(Naghavi, 2007: 56).
Teknolojik gelişmelerle birlikte başlangıçtaki endüstriyel ve sanatsal
mülkiyet ayrımı da bulanıklaşmıştır. Sanatsal mülkiyet, ekonomik ve ticari değeri
bulunmayan ya da çok sınırlı olan eserleri de içine alırken; bazı bilimsel fikir ve
önermeler de kimi yönleri ile fikri mülkiyet hakları kapsamına dahil olmaktadır.
Fikir ve önermelerin temel sosyal, politik ve ekonomik gelişme ve dönüşümlere yol
açması önemli bir kriteri açığa çıkarmaktadır. Nitekim AR-GE ile yeni fikirler öne
sürme yeteneği, bireyin özgürlükleri bağlamında Batı dünyasındaki hukukun köşe
taşları arasında yer almaktadır. Günümüzde, ekonomik haklar, bilimsel olarak
üretilen içerik ve süreçler, fikri mülkiyet haklarının kapsamını ve odak noktasını
oluşturmaktadır:
“Ekonomistlerin aksine, teknolojik ilerleme üzerine çalışan sosyologlar ve
tarihçiler, firmalar arası rekabet unsurunu kabul etmekle beraber, teknik
ilerlemenin sosyal ve mesleki yanlarını vurgulama eğilimindedirler. Bu
sürecin anahtar aktörleri, geniş bir teknik ve bilimsel bilgi temeline sahip
uygulama yönelimli bilim adamları veya mühendislerdir. Rekabet ya da
yarışma, aynı zamanda, fikirler ve yaklaşımlar arasındadır. Bazı fikirler ve
yaklaşımlar ise diğerlerinden daha etkili ve verimlidir. Aslında teknolojik
ilerlemeye ilişkin bu iki ayrı yaklaşım birbirini tamamlamaktadır. Her biri,
resmin bir parçasını oluşturmaktadır” (Nelson, 1989’dan aktaran Yüksel,
2001a: 103).
Birçok yenilik formunun, teknolojik ve ekonomik ilerlemenin esas bileşeni
olması nedeniyle, ekonomik bakımdan ‘ileri’/‘gelişmiş’/‘kalkınmış’ şeklinde
adlandırılan ülkeler, ‘güçlü koruma’yı tercih etmektedirler. Yenilikçi çalışmaların
ekonomik değere sahip olmasına karşın, rakip şirketlerin gözünde kopyalama ve
satmanın araştırmaya kıyasla çekici hale gelmesi, sektörde sıçrama yapma beklentisi
içindeki şirket açısından potansiyel kârın paylaşılması ve rakiplere üstünlük
sağlayamama riskini açığa çıkarmaktadır. Bu tür bir riskin ortadan kaldırılması ve
muhtemel sorunların önüne geçilmesi, fikri mülkiyet hakları girişimini güçlendirici
bir unsur olarak karşımıza çıkarmaktadır. Fikri mülkiyet hakları sayesinde inovatif
gelişimi açığa çıkaran şirket veya birey, geniş haklarla donatılmakta ve sağlanan
kısa dönemli tekel hakları sayesinde mucit ya da eser sahibinin katlanmak zorunda
kaldığı maliyetlerin karşılanması mümkün olmaktadır (Garmon, 2002: 1149).
“Sanayileşmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğunun, hali hazırda minimum seviyede de
olsa en azından bir veri koruma mevzuatı bulunmaktadır. Diğer ülkelerde de benzeri
uygulamalara rastlanmakla birlikte ABD, sadece ulusal seviyedeki bir sınırlı koruma
ile dikkate değerdir. Mevcut birçok yasal uygulama, uluslararası organların –ki bu
organlar arasında Avrupa Konseyi, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Teşkilatı) ile Avrupa Birliği sıralanabilecektir– çabaları ile ortaya çıkmış
bulunmaktadır. Mahremiyetin Korunmasına Dair İlkeler (The Guidelines for the
Protection of Privacy) ile Kişisel Verilerin Sınır Ötesi Akışı (Trans-border Flows of
Personal Data) prensipleri 1980 yılında OECD tarafından tavsiye niteliğinde
geliştirilmiş ve uluslararası haklar literatürü üzerinde çok etkili olmuştur. Her ikisi
de benimsenmeleri durumunda ulusların veri koruma ve mahremiyet kanunlarının
esasını oluşturmaktadır ve Birleşmiş Milletler’in haklar alanındaki ana fikrinin
gelişimine de önemli katkıları bulunmuştur” (Muir ve Oppenheim, 2002: 476).
Fikri mülkiyet hakları konusunun en önemli çıkmazını yeni iletişim
teknolojileri oluşturmaktadır. Geleneksel kitle iletişim araçları olarak sıralanan
televizyon, radyo, gazete, dergi ve film ile karşılaştırıldığında internet, eşzamansız
iletişim olanaklılığı, simetriğe yaklaşan enformasyon akış tarzı ile içerik üzerinde
dönüşüme imkan tanırlığı ve ağ temelli yapısı sayesinde enformasyonun mülkiyeti
konusunda yeni tartışma kapıları açılmasına neden olmuştur: “Geleneksel medyada,
içerik bir kez şimdiki zaman penceresinden geçmekte ve ardından uygulamaya
gitmektedir. Klasik kitle iletişim aracının içeriğine tekrar ulaşılmak istenildiğinde,
kitle iletişim aracı sisteminden bağımsız bir ortamda bulunulan arşive erişmek
gerekmektedir. İnternetle birlikte, geçen süre zarfında aracın kendi bünyesinde içerik
depolamak mümkün hale gelmiş ve diğer pek çok veri deposuna erişim de söz
konusu olmuştur” (Danowski ve Park, 2009: 341-342). İnternet’in tüm dünyada
yaygınlık kazanmasına paralel ‘açık kaynak hareketi’ (open source movement)
gündeme gelirken, ağ üzerinde erişimin serbest olduğu çeşitli formatlardaki –yazı,
ses, görüntü ve bunların bileşeni olan– verilerin telif hakkı (copyright) bağlamında
kontrolü ise adeta imkansız hale gelmiştir (Mahon, 2000: 185). Açık kaynak
hareketinin bir parçası olarak yazılım, en az iki kullanıcının kendi arasında veri
paylaşımını olanaklı kılmakta, kullanıcılar genellikle bir hizmet sağlayıcısına ihtiyaç
duymaksızın doğrudan bağlantı kurabilmekte ve çoğu zaman da yasal olmayan
yollara başvurularak ağ üzerindeki kullanıcılar tarafından çeşitli müdahalelerde
bulunulabilmektedir. Günümüz ağdaşları (netizens) –enformasyon temelli yeni
kültürün yurttaşları– her türden veri, enformasyon, bilgi, haber ve içeriğe serbest
erişebilmenin mümkün olduğu bir sayısal ortam arayışı içerisindeki bireylerdir. Bu
çerçevede bireylerin, internetten yasadışı erişim ve korsan (izinsiz) veri indirmeye
yönelmenin yanı sıra, düzenli-izinsiz enformasyon erişimine yöneldikleri de
görülmektedir. Çokuluslu işletmelerin ve internet üzerinden hizmet sunan
perakendeci kuruluşların faaliyetlerini yürütürken bir kısım illegal enformasyonun
serbest dolaşımına göz yumduklarına, fikri mülkiyet sahibinin izini olmaksızın
enformasyon alışverişinde bulunanlara platform sağladıklarına ve lisanssız program
paylaşımı ile deneme sürümlerine (trial version, beta version) izin verdiklerine
ilişkin örneklere rastlanmaktadır. Sözgelimi ağ esaslı hizmet sunan kitap ve müzik
perakendecisi ‘Amazon.com’, masaüstü elektrik-elektronik donanımı üreticisi
‘Hewlett-Packard (hp.com)’, bilişim ve iletişim cihazları üreticisi ‘Dell (dell.com)’,
ağ üzerinden görsel içerik paylaşımını organize eden ‘Youtube.com’ gibi şirketler
tüketicilerin alışveriş sıklığını artırmak, müşteri memnuniyetlerini yükseltmek,
erişim kaynaklarını çeşitlendirmek ve tüketimi görsel uyarıcılarla yüksek düzeyde
güdülemek gibi amaçları sıralayarak özellikle program yazılımlarının, müzik
eserlerinin ve kitap-dergi gibi basılı ürünlerin elektronik kopyalarının geçici süreli
erişimine imkan sağlamaktadırlar. Bu türden uygulamalar sayısal ağlar üzerinden
fikri mülkiyet haklarının korunması sorunsalını ve enformasyon düzeni içerisinde
‘enformasyonun serbest akışı’ argümanlarının yeniden tartışılmasını gündeme
getirmektedir.
II.
Tarihsel Gelişim ve Fikri Mülkiyet Hakları Konusundaki Yeni
Eğilimler
Eserlere ilişkin telif hakkı, kökeni, Latince ‘copia’ sözcüğüne dayanan
İngilizce ‘copyright’ olarak ifade edilen kavramla karşılanmaktadır. Kavram,
edebiyat ve sanat eserleri gibi insanın zihinsel üretiminin bir sonucu olarak ortaya
çıkarılan ürünleri kapsamakta ve orijinal eseri kopyalama hakkına, kopyalanmış
nüshaya sahip olma hakkına ve eseri kopyalamaktan alıkoyma yetkisine işaret
etmektedir (Yüksel, 2001a: 89-90). Tarih boyunca ‘atıf’ ve ‘kopyalama’ konuları
yönetsel bir iletişim sürecine işaret etmiştir. “XV. yüzyılda sistemli bir patentleme
anlayışının geliştirildiği bilinmekte; XVI. ve XVII. yüzyıl Avrupası’nın birçok
bölgesinde icat ve buluşların tekel haklarının korunması yönünde hükümdarların ve
ulus devletlerin çeşitli uygulamalarına rastlanmaktadır. İngiltere’de patentlerin
garanti altına alınması, 1624 Kartel Kanunu’na değin uzanmaktadır. Fransa ve
ABD’de ilk patent yasalarının kabul edilmesi ise 1791 ve 1793 yıllarına
rastlamaktadır” (Greasley ve Oxley, 2007: 341). Sanayileşme sürecinde basılı kitle
iletişim araçlarının insan yaşamına dahil olması ile birlikte, günümüzde telif
haklarının atası sayılabilecek olan formel kural dizilerinin oluşmaya başladığı
gözlenmektedir. Konuya ilişkin yasalara ve uygulamalara farklı disiplinler içinden
bakıldığında farklı çıkarsamalarda bulunmak mümkündür. Siyaset bilimi, erken
dönemlerdeki matbaacı birliklerine ilişkin düzenlemeleri –Londra Kağıtçılar Birliği
buna örnek olarak gösterilebilecektir– sansür bağlamında ele alırken; ekonomik
açıdan rasyonel kurallar (1709’da kabul edilen English Statute of Anne, öğrenmeyi
teşvik etmek için getirilmiştir; 1787 tarihli ABD Anayasası’nın telif hakkı
hükümleri, bilim ve faydalı sanatların ilerlemesini desteklemenin önemine işaret
etmiştir) fikri mülkiyet temelindeki üretim için teşvik edicilik noktasında ön plana
çıkmaktadır (Kretschmer, 2005: 231). Statute of Anne –kısaca ‘Copyright Act 1709’
ya da “An Act for the Encouragement of Learning” olarak ifade edilmektedir–, basılı
kitapların kopyalanması, yazarları ya da bu kopyaların satıcıları bağlamında
korunması hususunda İngiltere’nin ilk telif hakkı yasasıdır ve 10 Nisan 1710
tarihinde yürürlüğe girmiştir. İsmini Kraliçe Anne’den alan yasa, 1557’de I.
Mary’nin hükümranlığı sırasında desteklenen Kağıtçılar Birliği’nin –Worshipful
Company of Stationers and Newspaper Makers ya da Stationers’ Company olarak da
bilinmektedir– sahip olduğu tekeli ortadan kaldırmıştır. 1709 Yasası, çalışmalarının
yeniden basılması konusunda basımcılardan ziyade yazarların kendilerini
yetkilendirmiştir. Telif haklarının yıllar bazında belirlenmesinin yanı sıra
basımevlerini, basılan her bir kitabın 9 kopyasını Kraliyet Kütüphanesi, Oxford,
Cambridge, St. Andrews, Glasgow, Aberdeen ve Edinburgh üniversite kütüphaneleri
ile Edinburgh’daki Sion College ve Faculty of Advocates kütüphanelerine
göndermelerini de karara bağlamıştır. Bu karar ulusal bilimsel bilgi birikimi ile fikri
mülkiyet hakları arasındaki bağı da açıkça ortaya koymaktadır. İrlanda’nın 1801’de
İngiltere’nin egemenliğine girmesiyle birlikte kitap teslim edilecek kütüphanelerin
sayısı artmış, listeye Dublin’deki Trinity College ve King’s Inns eklenmiştir. Bu
yasa, 1842 Telif Hakkı Yasası’nın ‘Birinci Kesimi’ ile yürürlükten kaldırılmıştır.
İngiltere’de halen yürürlükte olan telif hakkı yasası ise 1988’de yürürlüğe girmiş
bulunan Copyright, Designs and Patents Act’dir.
Bilgi, doğası itibariyle ‘birincil kaynak’ olma özelliğini taşımaktadır. “Teorik
olarak ifade edilecek olursa, mevcut bilginin kullanım potansiyeli sınırsızdır ve
ancak geçerliliğini yitirdiğinde tükenmektedir. Bu nedenle herhangi bir buluşun bir
birey tarafından kullanımı, diğerleri açısından erişilirliğini azaltmayacak ya da
artırmayacaktır” (Pugatch, 2004: 16). Bu bağlamda, bilgiye ve bilginin paylaşımına
ilişkin olarak ilk akla gelen, bilginin ekonomik bir kullanım değeri bulunduğu ve
üretime katkısı olduğu yönündedir. Nitekim icat veya toplumsal hayata kazandırılan
yenilikler bağlamında, yeniliği getirenin mülkiyet haklarının (ownership rights)
korunmasını esas alan ve böylece yeniliklerin önünü açan fikri mülkiyet hakları
(intellectual property rights), uluslararası kanunlar çerçevesinde işlerlik kazanmaya
başlamıştır. Telif hakkı, patent, marka, haksız rekabet (unfair competition) ve gizli
bilgi (confidential information) kanunlarının içinde yer aldığı bu hukuki bütünlüğün
–temelde telif hakları yasalarının– modern anlamdaki kökleri, 1886 yılında
İsviçre’nin Bern kentinde imzalanan Bern Sözleşmesi’ne (Berne Convention for the
Protection of Literary and Artistic Works) dayanmaktadır. Bu sözleşme, telif
haklarına ilişkin ilk uluslararası anlaşmadır. Victor Hugo’nun üyesi olduğu
Association Littéraire et Artistique Internationale’nin teşvikiyle geliştirilen Bern
Sözleşmesi, Anglo-Sakson kökeni olan ve konuyu sadece ekonomik açılardan ele
alan ‘telif hakkı’ (copyright) kavramına tezat oluşturan Fransız ‘yazarın hakkı’
(droit d'auteur) anlayışından etkilenmiştir. Sözleşme kapsamında, özgün bir çalışma
için telif hakları, çalışmanın beyan edilmesi ya da duyurulması ile birlikte
otomatikman yürürlüğe girmektedir. Yazarların telif hakkı için herhangi bir kayıt ya
da başvuru işlemi yapmasına gerek yoktur. Sözleşmeyi imzalayan ülkelerde, yabancı
yazarlar da yerli yazarların telif hakkı taşıyan materyallerine sağlanan tüm haklardan
yararlanma imtiyazına sahiptirler. Bern Sözleşmesi öncesinde her ülke kendi ulusal
telif hakkı yasaları çerçevesinde kendi sınırları içerisinde üretilmiş olan ürünleri
koruma altına almaktaydı. Bu nedenle, bir İngiliz tarafından İngiltere’de basılan bir
çalışma, bu ülke sınırları içerisinde telif haklarına sahipken; Fransa’nın herhangi bir
yerinde kopyalanabilmekte ve basılmaktaydı. Aynı şekilde Fransa’da basılan bir eser
de Fransız ulusal yasaları ile korunurken; İngiltere ya da İtalya’da serbestçe
basılabilmekteydi. Bern Sözleşmesi, diğer türlerdeki fikri mülkiyet haklarının
(patent, marka, endüstriyel tasarım vd.) uluslararası entegrasyonu çerçevesini ortaya
çıkaran Sınai Mülkiyetin Korunması Üzerine Paris Sözleşmesi (Paris Convention
for the Protection of Industrial Property)’nin (1883) attığı adımları takip etmiştir.
Paris Sözleşmesi’ne benzer bir tarzda Bern Sözleşmesi de yönetsel meseleleri ortaya
koymak ve tartışmak üzere bir ‘idari büro’ oluşturmuştur. 1893 yılında bu küçük
bürolar birleşmiş ve Bern’de konumlanan United International Bureau for the
Protection of Intellectual Property (yaygın olarak kullanılan Fransızca kısaltmasıyla
BIRPI) adını almıştır. 1960 yılında BIRPI, BM ve diğer kurumlara yakın olmak
amacıyla Cenevre’ye taşınmıştır. 1967 yılında Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’ne
(World Intellectual Property Organization - WIPO) dönüşen yapılanma, 1974’den
itibaren BM’nin örgütlenmesine dahil olan bir alt kurum özelliği sergilemektedir.
Bern Sözleşmesi, 1896’da Paris’te, 1908’de de Berlin’de gözden geçirilmiş; 1914’de
Bern’de ek hükümleriyle tamamlanmıştır. 1928 yılında Roma’da, 1948’de
Brüksel’de, 1967’de Stockholm’de ve 1971’de de Paris’te yeniden düzenlenmesinin
ardından sözleşme son halini kazanmış ve 1979 yılında onaylanmıştır. İngiltere,
sözleşmeyi 1887’de imzalamakla birlikte 100 yıl sonrasındaki Telif Hakkı, Tasarım
ve Patent Yasası’na (Copyright, Designs and Patents Act - 1988) değin anlaşmanın
büyük bir bölümünü uygulamamıştır. Amerika Birleşik Devletleri ise, kendi telif
hakları yasasında temel değişikliklere gereksinim duyuncaya değin sözleşmenin bir
parçası olmayı reddetmiştir. Bu durum ise, 1952 yılında kabul edilen Evrensel Telif
Hakkı Sözleşmesi (Universal Copyright Convention)’nde Birleşik Devletler’in
isteklerinin yerine getirilmesine öncülük etmiştir. Ancak, 1 Mart 1989’da Bern
Konvansiyonu Uygulama Yasası’nın (Berne Convention Implementation Act of
1988) yürürlüğe girmesiyle ABD, Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi’nden vazgeçmiş
ve Bern Sözleşmesi’nin tarafı olmuştur. 2008 sonu itibariyle Bern Sözleşmesi’ne
taraf olan 164 ülke bulunmaktadır. Türkiye, sözleşmeye 1951 yılında taraf olmuş ve
1948 yılında Brüksel’de güncelleştirilen metin çerçevesinde hazırlanan 5846 sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu 1 Ocak 1952 tarihinden itibaren yürürlüğe
koymuştur.
Bern Sözleşmesi, edebiyat, bilim ve sanat alanlarında gerçekleştirilen tüm
üretimleri ve ürünleri, yazarlarından yana hükme bağlamakta; pratikte kurum ve
kuruluşlar da üründen dolayı hak sahibi olabilmektedir. Bu bağlamda, çeviriler,
çoğaltmalar, kamu paylaşımı ve uyarlamalar, yazarın yaşından türetilerek ve yazarın
ölümünü izleyen en az 50 yıllık bir süre de dahil edilerek –Amerika Birleşik
Devletleri ve AB’de 70 yıllık ek bir süre tanınmakta, bu anlayış çerçevesinde telif
hakkı süresi 120 yıla çıkmaktadır– eserin sahibinin kontrolü altında kalmaktadır.
Ancak kullanıcı hakları ya da özgürlükleri sözleşmede bağımsız olarak
kavramsallaştırılmadığından, Bern Sözleşmesi kapsamında yürütülen çalışmalar
özgün ve bağımsız olup; ortak bir kültürel zemine dayanmamaktadır (Kretschmer,
2005: 232). Bern Sözleşmesi’ni izleyen süreçte, telif hakkı yasasının
değerlendirilmesi aşamasında, teknolojik perspektiften bakışın benimsenmesi
yönünde yeni kapıların açıldığı gözlenmektedir. Uzunca bir dönem telif hakkının
tamamı sorgulanmaksızın sahibine gittiği içindir ki, gramofon, radyo, televizyon, ses
kayıt cihazları, görüntü kayıtlama teknolojileri, fotokopi makineleri, uydular,
kablolu yayıncılık donanımları ile bilgisayar ve internet ağlarının insan yaşamına
dahil olması sonrasında, teknolojik olarak öngörüde bulunulmamış olan tüm etkinlik
sahaları ile buluşların da koruma altına alındığı ve mülkiyet sahibi ile varislerinin,
destekçilerinin, ortaklarının ve hatta rakiplerinin dahil edildiği kapsamlı bir fikri
mülkiyet rejimi talebi açığa çıkmıştır.
Bern Sözleşmesi’nin Kıta Avrupası ile Anglo-Amerikan hukuk
düzenlemeleri arasındaki uçurumu uzlaştıramaması nedeniyle, fikir ve sanat
eserlerinin dünya genelinde korunmasını sağlamak amacıyla, 1952 yılında
UNESCO’nun gözetiminde Cenevre’de toplanan bir konferans sonucunda ‘Evrensel
Telif Hakkı Sözleşmesi’ imzalanmıştır. Sözleşme ile hedeflenen hukuk, ekonomi,
siyasal rejim ve kültürel gelişim alanlarında farklılıklar sergileyen ülkelerin, fikri
mülkiyet alanındaki standartlar etrafında birleştirilmesidir. 1967 yılında Bern
Sözleşmesi’nin ilkelerini günün koşullarına uyarlamak ve Bern Sözleşmesi ile
Evrensel Telif Hakkı Sözleşmesi arasında hukuki ilke ve yaptırım farklılıklarını
gidermek amacıyla Stockholm’de bir araya gelen devletler ise Birleşmiş Milletler
bünyesinde uzman bir kuruluş olarak Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün (WIPO)
kurulmasına karar vermişlerdir. WIPO’nun amacı, dünya genelinde gerek sınai
mülkiyet gerekse telif haklarını kapsayacak şekilde fikri mülkiyetin korunmasını
geliştirmek ve fikri mülkiyet hakları alanında farklı çok taraflı anlaşmalara katılan
ülkeler arasında idari ve denetsel işbirliğini sağlamaktır (Yüksel, 2001b: 248).
Ayrıca WIPO, gelişmekte olan ülkelerin ulusal ihtiyaçlarına ve dünya ticaretindeki
gereksinimlerine uygun fikri mülkiyet sistemleri oluşturmalarına yardımcı olmakta
ve ülkeler arasındaki ticari uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla da hakemlik
mekanizması kurmaktadır.
WIPO’nun enformasyon teknolojisi ve internetten kaynaklanan ve Bern
Sözleşmesi’nde dile getirilmeyen konulara ilişkin Telif Hakları Anlaşması (The
World Intellectual Property Organization Copyright Treaty) 20 Aralık 1996
tarihinde kabul edilmiştir. Bu anlaşmanın ‘Giriş’ bölümünde, anlaşmayı kabul eden
tarafların, (i) edebiyat ve sanat eserleri sahiplerinin haklarının mümkün olduğunca
etkili ve aynı tarzda korunmasını devam ettirmeyi ve geliştirmeyi isteyerek, (ii) yeni
uluslararası kuralların sunulması ve yeni ekonomik, toplumsal, kültürel ve
teknolojik gelişmelerin oluşturduğu sorulara yeterli çözümlerin sağlanması amacıyla
mevcut belirli kuralların yorumlarına açıklık getirilmesi ihtiyacını bilerek, (iii)
edebiyat ve sanat eserlerinin yaratılması ve kullanımına ilişkin bilgi ve iletişim
teknolojilerinin gelişim ve birleşiminin güçlü etkisini dikkate alarak, (iv) edebiyat ve
sanat alanındaki yaratıcılığın özendirilmesinde telif haklarının korunmasının
ehemmiyetini vurgulayarak, (v) Bern Sözleşmesi’nde yansıtıldığı üzere, eser
sahiplerinin hakları ile daha büyük kamu çıkarları arasında, özellikle eğitim,
araştırma ve bilgiye erişim konularında, dengenin sürdürülmesi ihtiyacını görerek
anlaştıkları ifade edilmiştir. Bern Sözleşmesi –ki burada ifade edilen 24 Temmuz
1971 tarihli Paris Metni versiyonudur– dışındaki antlaşmalarla bağlantısı
bulunmayan WIPO Telif Hakları Anlaşması, diğer sözleşmelerin bağlayıcı
hükümlerini de olumsuz yönde etkilememektedir. ‘Telif hakkının korunması’ ile
kastedilen, düşünce, yöntem, uygulama esasları ya da matematiksel kavramlar değil,
bütün bunların ötesinde ifade ve yorumların korunmasıdır. Örneğin Anlaşma’nın 4.
Maddesi’nde, bilgisayar programlarının, Bern Sözleşmesi’nin 2. maddesi
kapsamında edebi eser olarak korunduğu; öngörülen korumanın, hangi koşul ya da
biçimle ifade edilirse edilsin bilgisayar programlarına da uygulanacağı hükme
bağlanmıştır. Yine söz konusu Anlaşma’nın 5. Maddesi, içeriğinin seçimi ya da
düzenlenmesi fikri bir özgünlük taşıyan veri veya veri tabanlarının yaratıcı düşünce
olarak korunmasını garanti altına alırken; bu korumanın, derleme içindeki veri ya da
materyaller üzerindeki mevcut telif haklarını olumsuz etkilemeyeceği ve veri ya da
materyaller için genişletilmeyeceğini vurgulamıştır. Anlaşma’nın 6. Maddesi
‘yayma hakkı’na, 7. Maddesi ise ‘kiralama hakkı’na ilişkindir15.
Günümüzde kitle iletişim araçlarının her türlü enformasyonu hızlı ve çeşitli
formatlarda yayma olanakları göz önünde bulundurulduğunda WIPO Anlaşması’nın
8. Maddesi’nin bu koşulları çeşitli kurallara bağladığı görülmektedir. Bu madde
çerçevesinde “edebiyat ve sanat eserleri sahipleri, eserlerinin telli ya da telsiz
ortamda, toplum üyelerinin kendileri tarafından seçilen bir yer ve zamanda bu
eserlerden kişisel olarak yararlanacak biçimde topluma iletilmesine izin verme
hususunda münhasıran hak sahibidir” ifadesi açık bir hüküm olarak karşımıza
çıkmaktadır. Benzer bir şekilde, Anlaşma’nın 9. Maddesi, fotografik eserlerle ilgili
15
MADDE 6 - Yayma Hakkı
(1) Edebiyat ve sanat eserlerinin sahipleri, eserlerinin özgün nüshaları ya da kopyalarının satılması ya da
sahipliğinin el değiştirmesi yoluyla topluma sunulmasına izin verme hususunda münhasıran hak
sahibidir.
(2) Bu Anlaşmadaki hiçbir hüküm, Âkit Tarafların (1) inci paragrafta öngörülen eser sahibinin izni ile
eserin özgün nüshası ya da kopyası üzerindeki sahipliğin, ilk satışı ya da el değiştirmesinden sonra,
son bulması koşullarını düzenleme yetkisini etkilemeyecektir.
MADDE 7 - Kiralama Hakkı
(1) (i) Bilgisayar programlarının,
(ii) Sinema eserlerinin ve
(iii) Âkit Tarafların ulusal yasalarında tanımlandığı şekliyle fonogramlara tespit edilmiş eserlerin,
sahipleri, eserlerinin özgün nüshaları ya da kopyalarının toplumda ticari nitelikte kamuya
kiralanmasına izin verme hususunda münhasıran hak sahibidir.
(2) Aşağıdaki hallerde;
(i) Bilgisayar programları ile ilgili olarak, programın kendisi kiralamanın ana unsurunu
oluşturmadığında ve
(ii) Sinema eserleri ile ilgili olarak, bu gibi ticari kiralama ile eserler üzerindeki münhasır çoğaltma
hakkına maddi şekilde zarar vermeyen geniş miktarda kopyalanmasına yol açmadığında (1) inci
paragraf uygulanmaz.
(3) (1)inci paragraf hükümlerine rağmen, 15 Nisan 1994 tarihinde, fonogramların içerdiği eserlerin
kopyalarının kiralanması karşılığında eser sahiplerine hakkaniyetli bir ücret sistemi uygulayan ve
uygulamakta olan Âkit bir taraf, fonogramların içerdiği eserlerin ticari olarak kiralanması, eser
sahiplerinin münhasır çoğaltma hakkına maddi şekilde zarar vermedikçe, bu sistemi muhafaza
edebilir.
olup; 10. Madde, ‘Sınırlamalar ve İstisnalar’ başlıklıdır. Bu başlık altında “(1) Akit
Taraflar, ulusal mevzuatlarında, bu Anlaşma ile edebiyat ve sanat eserleri
sahiplerine tanınan haklarda, eserin olağan kullanımını engellemeyecek ve eser
sahibinin meşru haklarına zarar vermeyecek bazı özel durumlarda, sınırlamalar ya da
istisnalar sağlayabilir. (2) Akit Taraflar, Bern Sözleşmesi’ni uyguladıkları sırada,
eserin olağan kullanımını engellemeyecek ve eser sahibinin meşru yararlarına zarar
vermeyecek bazı özel durumlar için haklara getirilen sınırlamalar ya da istisnalar
öngörebilir” açıklaması yer almaktadır.
1996 yılında WIPO çatısı altında internet hukukuna ilişkin kabul edilen bir
diğer anlaşma ise Bern Sözleşmesi çerçevesinde yer alan ve 20 Aralık 1996’da
Cenevre’de imzalanan WIPO İcraalar ve Fonogramlar Anlaşması (WIPO
Performances and Phonograms Treaty)’dır. Anlaşmaya taraf olan ülkeler, “icracı
sanatçıların ve fonogram yapımcılarının haklarının mümkün olduğunca etkili ve
düzenli olarak korunmasını devam ettirmeyi ve geliştirmeyi istediklerini; ekonomik,
sosyal, kültürel ve teknolojik gelişimin oluşturduğu sorunlara, yeterli çözümler
öngörmek amacıyla mevcut belirli bazı kuralların yorumlarına açıklık getirilmesi
gereksinimi duyduklarını; icra ve fonogramların yaratılması ve kullanımına ilişkin
iletişim teknolojileri ve haberleşmenin yaklaşım ve gelişimindeki güçlü etkiyi
bildiklerini ve icracı sanatçılar ve fonogram yapımcılarının hakları ile özellikle
eğitim, araştırma ve bilgiye erişim ile ilgili geniş kamu yararı arasındaki dengeyi
koruma gereksinimini ifade ettiklerini” bildirmişlerdir. Anlaşmanın II. Bölümü
icracı sanatçıların haklarını konu edinmekte ve 5. Madde icracı sanatçıların manevi
haklarının, 6. Madde ise icracı sanatçıların tespit edilmemiş icralarına ilişkin mali
haklarının hangi koşullarda korunacağını hükme bağlamaktadır. Takip eden
maddelerde ise icracıların çoğaltma, yayma, kiralama ve umuma iletim
konularındaki fikri mülkiyetleri değerlendirilmiştir16.
Gerek Telif Hakları Anlaşması gerekse İcraalar ve Fonogramlar Anlaşması,
telif hakkına ilişkin yasa yapımı sürecinde teknolojik refleks bağlamındaki örnekler
16
(1)
(2)
(1)
(2)
MADDE 7 - Çoğaltma Hakkı
İcracılar, herhangi bir şekil veya yöntemle, tespit edilmiş icraların doğrudan ya da dolaylı olarak
çoğaltılmasına münhasıran izin verme hakkından faydalanacaktır.
MADDE 8 - Yayma Hakkı
İcracı sanatçılar, fonogramlar üzerine tespit edilmiş olan icralarının aslı veya kopyalarını satış veya
başka bir şekilde hak sahipliğini devretmek yoluyla topluma sunulmasına münhasıran izin verme
hakkından faydalanacaklardır.
Bu Andlaşmadaki hiç bir hüküm, Akit Tarafların sanatçının izni ile tespit edilmiş olan icrasının
özgün nüshası ya da kopyası üzerindeki sahipliğin ilk satışı ya da başka bir şekilde hak sahipliğinin
devrinden sonra, (1) inci paragrafta öngörülen hakkın tükenmesine ilişkin muhtemel şartları
belirleme yetkisine halel getirmez.
MADDE 9 - Kiralama Hakkı
İcracı sanatçılar, fonogramlar üzerine tespit edilen icralarının asıl ya da kopyalarının sanatçının
verdiği yetki ile ya da bu yetkiye uygun olarak dağıtılmasından sonra dahi, Akit Tarafların ulusal
yasaları ile belirlendiği şekilde topluma ticari olarak kiralanması hususunda münhasıran izin verme
hakkından faydalanacaklardır.
(1) inci paragraf hükümlerine rağmen, 15 Nisan 1994 tarihinde, fonogramların içerdiği eserlerin
kopyalarının kiralanması karşılığında eser sahiplerine hakkaniyetle bir ücret sistemi uygulayan veya
uygulamakta olan Akit bir taraf, fonogramların içerdiği eserlerin ticari olarak kiralanması, eser
sahiplerinin münhasır çoğaltma hakkına maddi şekilde zarar vermedikçe, bu sistemi muhafaza
edebilir.
MADDE 10 - Tespit Edilmiş İcraları Umuma İletim Hakkı
Gerçek kişilerin seçtikleri yer ve zamanda erişim sağlayabilecekleri şekilde, icracılar fonogramlarda
tespit edilmiş icralarının aslı ya da çoğaltılmış nüshalarını telli veya telsiz araçlarla topluma
iletilmesine münhasıran izin verme hakkından faydalanacaklardır.
olarak sunulabilecektir. Bu kapsamda teknolojik refleksin en basit göstergesi olarak
Netscape’s Navigator ağ tarayıcısını irdeleyebiliriz. Netscape’in piyasa kullanımına
sunulduğu 1994 yılında dijital dosyalar için MPEG sıkıştırma kodu henüz üretim
aşamasında idi. Yine bu dönem itibariyle az sayıda kişinin internetin ‘ne için
kullanılacağı’ ve ‘nasıl bir gelişim seyri izleyeceği’ konusunda fikri olduğu ifade
edilebilecektir. Bu çerçevede Bern Sözleşmesi ve tam telif hakkı formuna bağlı
olarak enformasyon kontrolü en hızlı çözüm seçeneği olarak görülmüştür. WIPO
Telif Hakkı Anlaşması’nın 8. Maddesi uyarınca teknolojik olarak öngörülmemiş
olan bu türden internet uygulamalarının kamunun erişimine açık olduğu ve
bireylerin kendilerinin seçecekleri bir zaman aralığında bu çalışmalara
erişebilecekleri ifade edilmiştir (Kretschmer, 2005). İlave olarak kopyalama koruma
ölçümlerini atlatma ve enformasyon yönetim sürecini bozmanın yasadışı olduğu da
ortaya konulmuştur. WIPO Anlaşmalarını tamamlayan Birleşik Devletler Sayısal
Milenyum Telif Hakkı Yasası (Digital Millennium Copyright Act, DMCA - 1998)
ise salt tecimsel rakipleri değil aynı zamanda tüketicileri de koruyan bir kapsama
sahip çıkmıştır. 2001 yılındaki Enformasyon Toplumu Kararnamesi’nin ulusal
kanunlara dönük Avrupa karşılıkları da benzer bir şekilde kanuna itaatsizlik
cezalarını artırmıştır. Özetle, sayısal telif haklarının üçlü ayağını oluşturan bu
yasalar, global ölçekte genişletilmiş benzeri olmayan haklar, teknolojik kısıtlılıklar
ve yaptırımlar bağlamında tüketicilerden çok üreticilerin korunması yönünde
şekillenmektedir.
WIPO Telif Hakları Anlaşması ile WIPO İcraalar ve Fonogramlar Anlaşması,
içerdikleri çerçeve düzenlemelerin uygulanmasına ilişkin hükümlere yer
vermemekte; bu anlaşmaları kabul eden ülkelerin, iç hukuk düzenlemelerinde gerekyeter koşulunu sağlayarak, var olan telif hakları korumalarının anlaşma
hükümleriyle uyumlu hale getirilmesini öngörmektedir. Bu kapsamda Avrupa
Birliği 16 Mart 2000 tarih ve 278/EC kodlu Konsey Kararı ile WIPO
Anlaşmaları’nın ilgili AB Direktifleriyle uyumlu olduğu ifade edilmiş ve AB üyesi
ülkelerin ulusal kanunlarını anlaşma hükümleri doğrultusunda gözden geçirecekleri
konusunda teminat verilmiştir. Yine 22 Mayıs 2001 tarih ve 29/EC kodlu
enformasyon toplumunda telif hakları ve ilgili hakların uyumlaştırılması konulu
direktifte, telif haklarına yönelik tüm eylem, hak ve muafiyetlerin, rekabet açısından
belirleyici olduğu düşünülen ‘sayısal haklar yönetimi’ ve ‘teknolojik önlemler’
konulu hükümler bağlamında yeniden yapılandırılması gerektiği bildirilmiştir.
III. Fikri Mülkiyet Haklarını Yeni İletişim Teknolojileri Bağlamında
Değerlendirmek
Fikri mülkiyet hukukundaki son dönem gelişmeler, konunun ticaret ve
teknoloji ile ilişkisine vurgu yapan bir içeriğin açığa çıkmasına neden olmuştur.
1990’lı yıllardan itibaren küresel ekonomide malların ve hizmetlerin olduğu kadar
fikirlerin de mülkiyeti olduğu sıklıkla vurgulanmaya başlamış; eser ya da icat
sahipleri kadar –hatta çoğu zaman onlardan da fazla olmak üzere– çokuluslu
işletmeler de hukuki gelişim sürecine doğrudan müdahil olmuşlardır. 1970’lerin
ikinci yarısından itibaren dünya ekonomisinde mamul mallar üretiminin ve
ticaretinin başat rolünü yitirmeye başlaması ve hizmetler sektörünün güç kazanması,
dünya ekonomisine yön vermeye başlayan çokuluslu işletmelerin rekabet
üstünlüğünü fikri haklarda araması ile sonuçlanmıştır. Özellikle, gelişmekte olan
ülkelerle yapılan anlaşmalar çerçevesinde fikri mülkiyet meselelerinin masaya
yatırılması, uluslararası üretim, ticaret ve dağıtım mekanizmasının işlerliğini
hızlandırma ve sorunsuz kılma çabalarının da bir uzantısıdır: “II. Dünya Savaşı ve
kolonyalizmin çöküşünün ardından ortaya çıkan dünya ölçeğinde yeniden yapılanma
sürecinde, uluslararası ekonominin yeniden düzenlenmesi konusunda önerilerde
bulunacak bir mekanizma olarak Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması
(General Agreement on Tariffs and Trade - GATT) geliştirilmiştir” (Manion, 2005:
78). Sanayileşmiş ülkelerin, diğer ülkelerle olan ticari ilişkilerinde karşı karşıya
kaldıkları sorunları çözümlemek amacıyla tüm ulus devletleri ‘çeşitli kurallara
bağlama’ çabası, GATT çerçevesinde belli periyotlarla yürütülen çok taraflı
görüşmelerde gündeme gelmiş ve gerek mallar ticareti gerekse insan kaynakları
(işgücü) hareketliliği denetim altına alınmıştır. Enformasyon akışının ve ticaretinin
hizmetler sektörü içerisinde egemen olmaya başladığı 1990’lı yıllardan itibaren ise,
fikri mülkiyet korumasının belirli bir standarda bağlanmadığı ülkelerle ticari
ilişkilerin düzenlenmesi konusunda kurumsal mekanizmalar geliştirmenin
zorunluluğuna vurgu yapılmaya başlanmıştır. 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret
Örgütü (World Trade Organization – WTO), global mal ve hizmetlerin akışı
üzerinde uluslararası bir kontrol mekanizması oluşturmuş; bununla beraber,
sanayileşmiş ülkelerin elinde dengesiz bir güç odağı olduğu şeklindeki eleştirilere
maruz kalmıştır. Yeni dönemdeki uluslararası hukuk sürecinin bir parçası olan ve 15
Nisan 1994 tarihinde Fas’ın Marakeş kentinde imzalanan GATT Uruguay Round
Sonuç Belgesi kapsamında yer alan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ise
uluslararası hizmet ticaretine ilişkin temel kavram, kural ve ilkeleri ortaya koyan ilk
çok taraflı anlaşma olma özelliğini taşımaktadır. GATS’da uluslararası hizmetler
ticareti, (i) profesyonel hizmetler, (ii) iletişim hizmetleri, (iii) mühendislik ve
müteahhitlik hizmetleri, (iv) dağıtım hizmetleri, (v) eğitim hizmetleri, (vi) çevre
hizmetleri, (vii) mali hizmetler, (viii) sağlık hizmetleri ve sosyal hizmetler, (ix)
kültürel hizmetler, (x) turizm ve seyahat ile ilgili hizmetler, (xi) ulaştırma hizmetleri
ve (xii) diğer hizmetler (enerji dağıtımı gibi) olarak belirlenmiştir (GİB, 2009: 14).
Uruguay Round’un bir diğer sonucu olarak açığa çıkan Ticaretle Bağlantılı Fikri
Mülkiyet Hakları Anlaşması (The Agreement on Trade-Related Aspects of
Intellectual Property Rights - TRIPS) da Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün (World
Intellectual Property Organization - WIPO) değil de Dünya Ticaret Örgütü (WTO)
sisteminin bir parçası olarak 1 Ocak 1995’den itibaren yürürlüğe girmiştir (Manion,
2005: 79). TRIPS, özgün çalışmalar bağlamında birey ya da kurumlara dönük fikri
mülkiyet haklarının ticari boyutları ile ilgilidir ve belirli bir süre içerisinde yasal
olmayan yollarla fikrin sahibinin mağdur olmasını önlemeyi hedeflemektedir
(Rikowski, 2003: 141). TRIPS Anlaşması’yla, mevcut uluslararası kurallara önemli
ilaveler getirilmiştir. Anlaşma, telif hakları sahiplerine kendi haklarının ticari olarak
kiralanmasını yasaklama ve bu hakları istedikleri gibi kullanma yetkisi vermektedir.
TRIPS, fikri haklar literatüründeki uluslararası yükümlülüklerin ulusal
düzeyde etkili biçimde uygulanmasını sağlamak amacıyla tasarlanmış; gelişen ve
yenilenen teknolojiler sayesinde hız kazanan sahtecilik, korsanlık, yasadışı
kopyacılık ve çoğaltmacılık, tıpkı ya da sahte üretim, fikir taklitçiliği ve bilgi
hırsızlığı gibi suçlara karşı bir önlem geliştirilmesi çabasını sergilemiştir. TRIPS
Anlaşması fikri mülkiyetin korunması açısından üç önemli sonuç doğurmuştur.
Bunlardan ilki, fikri mülkiyetin korunmasına yönelik uluslararası bağlayıcı
standartlar açığa çıkarmasıdır. Gerek Bern Sözleşmesi gerekse Evrensel Telif Hakkı
Sözleşmesi fikri mülkiyet konusunda çok sayıda standart içermekle birlikte,
hükümlerin taraf devletlerin ulusal hukuk düzenlemelerine eklemlenmesi ve
bağlayıcı kurallar kapsamında ulusal hukukun yeniden düzenlenmesi TRIPS
Anlaşması sonrasında yükümlülük haline gelmiştir. İkinci olarak, fikri mülkiyetin
kapsamını genişletmiş ve dağınık, ülkelere göre farklılıklar gösteren ve fikri
mülkiyet türlerine göre çeşitlilikler içeren hukuk mevzuatını tümleştirmiştir. Üçüncü
olarak da fikri mülkiyet hukuku ile ticaret hukukunun ayrımcılık ve borçlar
hukukunun bağlayıcılıkla ilgili hükümlerini güncel gelişmeler çerçevesinde tek bir
çatı altında ve uluslararası ölçekte toplamıştır. “Sonuç olarak, daha önceki
sözleşmeler, ulusal egemenlik ilkesini, devletlerin kendi politik, ekonomik, sosyal
ve kültürel sistemini seçme hakkına sahip olduğunu daha çok gözetirken; TRIPS
ayrımcılık yapmama ilkesine vurgu yaparak, ulusal egemenlik ilkesini bir ölçüde
sınırlamakta, daha bağlayıcı ve emredici bir düzenin temellerini atmaktadır”
(Yüksel, 2001b: 261).
TRIPS Anlaşması sonrasındaki dönemde fikri mülkiyet ve telif hakları
konusunun sıklıkla gündeme gelmesini sağlayan unsurlar, enformasyon iletim süreci
olarak internet teknolojisi ile sayısal depolama teknolojileri olmuştur. Eserlerin
basılı ya da klasik görsel-işitsel (audio-visual) basit formattan sayısal formata
dönüştürülmesinin ardından çok düşük sabit maliyetlerle ve neredeyse hiçbir kalite
kaybına uğramaksızın kopyalanmaları mümkün hale gelmiş; hızlı çoğaltma sürecini
takiben sayısal kopyalar enformasyon ağları üzerinden illegal paylaşıma açılmaya
başlamıştır. 1990’lı yıllar boyunca yazılım sektörünün hızla büyümesi ve farklı
kodlama programlarını birbirine dönüştürecek yeni kodaçımlama programları
geliştirmesiyle birlikte başta müzik sektörü olmak üzere, edebiyat, sinema, görsel
tasarım alanlarında çok sayıda yasadışı kopyalama-çoğaltma ve izinsiz erişim örneği
yaşanmış ve dava konusu olmuştur. Enformasyon iletim ağlarının gerek kablo
gerekse uydu aktarım teknolojileri aracılığıyla dünya ölçeğinde yaygınlık
kazanması, enformasyona erişimi zamansal ölçekte hızlandırır ve mekansal ölçekte
kolaylaştırırken; fikri mülkiyet ihlallerinin ve sayısal olarak depolanmış verilerin
kötü amaçlı kullanımının da yaygınlaşmasına neden olmuştur. Başlangıçtaki askeri
amaçlılığını zamanla üniversite-sanayi işbirliğine destek sağlayan araştırma ağına
dönüştüren internet, 2000’li yıllarda ise hızla ‘ticari enformasyon otobanı’ şeklinde
bir görünüm kazanmıştır. Küreselleşme politikalarının en önemli göstergesi olarak
kabul edilen internetin özgün eserler temelinde gelişim göstermesi beklenmişse de,
“sayısal ağlara reprodüksiyon eserler hakim olmuş ve üretilen özgün eserin tek bir
sayısal kopyası birkaç saat içerisinde binlerce kopyaya dönüşerek kitlelerin
kullanımına sunulmuştur” (Peters, 1998: 10). Bu durum fikri mülkiyetin ihlalinin
hangi boyutlara ulaşabildiğinin açık bir göstergesidir.
İnternetin dünya ölçeğinde yaygınlaşması sürecinde, ülkeler, ABD tarafından
başlangıçta uygulanan ‘askeri-akademik araştırmaları destekleme rol modeli’nin
aksine ‘kamu kuruluşları-hizmetler sektörü temelli ticari model’e sahip çıkmışlardır.
Gelişim çizgisindeki farklılaşmanın temel nedeni, dünya ekonomisinin 1990’lı
yıllardan itibaren hizmetler sektörü odaklı yeni bir birikim rejimine geçmesi ve yeni
dönemde uluslararası ticarete yön veren çokuluslu işletmelerin aynı zamanda
iletişim teknolojileri ve ağ hizmetleri sunucusu şirketler (Cisco, Sun Microsystems,
Novell, Network Systems vd.) olmalarıdır. Bu dönemde ABD’de, internet kullanıcı
sayısının kısa sürede artış göstermesi, internete ekonomik destek sağlayan ve
yatırımcı konumunda olan işletme sayısının fazla olması ve internetin diğer kitle
iletişim ortamlarına kıyasla karşılıklı etkileşime imkan tanıması nedeniyle pazarlama
ve reklamcılık sektörlerince sahiplenilmesi; yeni model olarak açığa çıkan ticari
amaçlı örgütlenmenin benimsenmesini ve uluslararası düzeyde yaygınlaşmasını
kolaylaştırmıştır. Örneğin ABD olması ise, ABD merkezli çokuluslu şirketlerin
altyapı, erişim sağlama, kapasite kullanımı, ağ içeriği üretimi, e-ticaret gibi
konularda tartışılmaz bir üstünlüğe kavuşmasını sağlamıştır. 2000 yılında dünya
genelinde 360 milyon kullanıcının yararlandığı internet hizmetleri –ki bu
kullanıcıların % 29.9’u Kuzey Amerika ülkelerinden bağlanmakta idi–, 2005 yılında
1 milyar kullanıcıyı aşmış; 2009 yılı itibariyle ise 1 milyar 750 milyon kullanıcı
düzeyine erişmiştir. Halen internet kullanıcılarının % 42.6’sı Asya, % 24.1’i
Avrupa, % 14.6’sı Kuzey Amerika, % 10.3’ü Orta ve Güney Amerika, % 3.9’u
Afrika, % 3.3’ü Ortadoğu ve % 1.2’si de Avustralya ve Okyanusya ülkelerinden
sayısal ağa dahil olmaktadırlar. Dünya genelinde ise toplam nüfusun ancak %
25.6’sının internet hizmetlerinden yararlandığı tahmin edilmektedir (IWS, 2010).
Özellikle son on yıllık dönemde internetin ticaret temelinde örgütlenmesi hızlanmış,
pop-up’lar, promosyonlar, ‘dot.com’ olarak adlandırılan ticari siteler ve internet
üzerinden alışverişler sıradan hale gelmiştir. Halen Google, Yahoo, Lycos, Altavista
gibi arama motorları temelde reklam gelirlerinden ve sponsorlu linklerden para
kazanmaktadır.
Gerek internetin gerekse her türden ağ temelli veri paylaşım hizmetinin fikri
mülkiyet sürecine hızla dahil edilmesinin temelinde, çokuluslu işletmelerin sahip
oldukları rekabet üstünlüklerinden yararlanma çabası yatmaktadır. Çokuluslu
işletmeler, iletişim teknolojileri donanımına ve içeriğine ilişkin egemenliklerini,
ulusal pazarları düzenleyen hukuki kontrol rejimlerini zayıflatarak perçinlemek
istemektedirler. Pek çok ülkede fikri mülkiyet düzenlemesinin birbirinden farklı
olması ya da mevzuatların boşluklar içermesi ile yasal takip uygulamalarının ‘çok
sıkı’dan ‘çok gevşek’e doğru çeşitlenen bir yelpaze üzerinde –mekansal ve zamansal
bakımdan– çeşitlilikler göstermesi, çokuluslu işletmelerin ekonomik kayıplara
uğramasına neden olmaktadır. Bu kapsamda çokuluslu işletmeler, özellikle ‘içerik
çoğaltımı ve çeşitlendirilmesi’ nedeniyle maruz kaldıkları ekonomik kayıpları
GATS, TRIPS, WIPO Anlaşmaları gibi hukuki düzenlemelerin getirdiği
kazanımlarla gidermeye çalışmaktadırlar. Kuzey’in ticaret fazlası verdiği enformatik
içerik sektörünü, uluslararası rekabet üstünlüğündeki yeni etkinlik sahasına
dönüştürme çabası, internet hizmetlerinde fikri mülkiyetin gözetimi sürecini de
beraberinde getirmiştir: “Hizmetler sektörü ABD ekonomisinde dış ticaret fazlası
veren tek sektör konumundadır. Üstelik ABD’nin hizmetler sektöründeki fazlası,
fikri mülkiyet hakları (patent, markalar, telif hakları, korsan üretim/tüketim)
konusunda uluslararası koruma yasalarının zayıf olması nedeniyle gizilgücünün çok
altında seyretmektedir” (Geray, 2002: 70-71).
İnternette fikri mülkiyetin gündemini ise açık kodlu erişim, ünlü marka ve
kişilerin isimlerinin usulsüz biçimde ‘etki alanı adlandırma’ (domain name)
sistemine dahil edilmesi, bilgisayar programlarının tersine mühendislik yoluyla
yeniden üretilmesinin kopyalama olup olmadığı gibi konular oluşturmaktadır.
İnternet hizmet sağlayıcıları, sunucuların mevcut protokollerde işlemlerin
güvenliğini sağlayacak ve bilginin izinsiz kullanımını önleyecek standartlarda
koruyucu mekanizmalarla donatılması konusunda çalışmalar yürütmektedirler. Fikri
mülkiyetin aşırı korumacı ve katı bir hukuk sistemi içerisinde betimlenmesinin
internetin gelişimine zarar vereceği görüşü ile ılımlı düzeydeki korumanın internet
üzerinden pazarlaması ve dağıtımı yapılan eserlere ilişkin hakların ihlali ile
sonuçlandığı görüşü arasındaki keskin karşıtlık, konu hakkında uzlaşıya varılmasını
güçleştirmektedir. Yine internetin suç örgütlerinin propagandasını ve toplumsal suç
unsurlarının yaygınlaşmasını teşvik eden içeriğe sahip olduğu yorumu ile
sansürlemenin getireceği iletişim hakkına yönelik engellemelerin demokrasiye zıt
unsurlar sergilediği yorumu da, sorunun giderilmesi için kapsamlı bir hukuk
platformuna gereksinim duyulduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu platformun oluşturulmasına yönelik en önemli katkı ise Avrupa’dan
gelmiştir. Yaklaşık 5 yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan “Avrupa
Konseyi Siber Suç Sözleşmesi”, 23 Kasım 2001 tarihinde Budapeşte’de, 26 Avrupa
ülkesi ile ABD, Japonya, Kanada ve Güney Afrika dahil toplam 30 ülke tarafından
imzalanmış ve yürürlüğe girmiştir. Sayısal ağlar üzerinden gerçekleştirilen
sibernetik suçlar hakkındaki ilk uluslararası belge olarak kabul edilen bu sözleşme
henüz Türkiye tarafından imzalanmamıştır. Sözleşmenin hedefleri (i) yeni
teknolojilerin kullanımı ile ilgili suçlara ait ortak tanımların oluşturulması, (ii) siber
suçların nasıl soruşturulacağının belirlenmesi (veriyi saklama, trafik verilerini
arama, toplama ve el koyma ile iletişim yetkisi) ve (iii) uluslararası işbirliği için
yöntemlerin tanımlanması şeklinde sıralanmıştır. Sözleşmenin 10. Maddesi ile fikri
mülkiyet haklarının korunmasına yönelik açık bir hüküm getirilmiştir17. Siber
suçların arasında fikri mülkiyet hakkının ihlali ile ilgili suçların tanımlanmış ve
konuyla ilgili yaptırımların geliştirilmeye başlanması olması, önümüzdeki dönemde
her türden kitlesel iletişimin fikri mülkiyet hakları gözetilerek yeniden
çerçevelendirileceğinin de göstergesidir.
Sonuç
Günümüzde yeni iletişim teknolojilerinin tüm dünyada yaygınlık kazanması
ve dünyanın farklı bölgelerinden bireylerin, günlük yaşamlarında hiçbir zaman bir
araya gelmedikleri diğer bireylerle fikir, görüş ve yorumlarını paylaşmaları
noktasında ‘mülkiyetin tanımlanması’ giderek güçleşmektedir. Bu bağlamda, hemen
her dönem ekonomik değerlendirilmeye koşut gelişim gösteren fikri mülkiyet
hakları, değişen ve dönüşen üretim-dağıtım-tüketim sürecine bağlı olarak sürekli
yeniden uyumlandırılmaya maruz kalmıştır. Fikri mülkiyet hakları, temelde inovatif
ve bağımsız etkinlik ile enformasyondan ‘gelir elde etme hakkı’nı korumayı amaç
17
MADDE 10 - Telif Haklarının ve Benzer Hakların İhlaline İlişkin Suçlar
Taraflardan her biri, kendi yasalarında tanımlandığı şekliyle telif haklarının ihlali fiilinin, Edebi
ve Sanatsal Eserlerin Korunmasına Yönelik Bern Konvansiyonu çerçevesindeki 24 Temmuz 1971
tarihli Paris Yasası, Fikri Mülkiyet Haklarının Ticari Yönlerine İlişkin Sözleşme ve WIPO Telif
Hakları Anlaşması uyarınca, kasıtlı olarak, ticari ölçekte ve bir bilgisayar sistemi aracılığıyla
yapıldığında, kendi ulusal mevzuatı kapsamında cezaî bir suç olarak tanımlanması için gerekli
olabilecek yasama işlemlerini ve diğer işlemleri yapacaktır.
Sözü geçen Konvansiyonlar çerçevesinde verilen ahlakî haklar bu hükme tabi değildir.
Taraflardan her biri, kendi yasalarında tanımlandığı şekliyle telif haklarına benzer hakların
ihlali fiilinin, Roma’da imza edilen Oyuncuların, Fonograf Yapımcılarının ve Yayım
Kuruluşlarının Korunması Hakkında Konvansiyon (Roma Konvansiyonu), Fikri Mülkiyet
Haklarının Ticari Yönlerine İlişkin Sözleşme ve WIPO Oyunculuk ve Fonograflar Anlaşması
uyarınca, kasıtlı olarak, ticari ölçekte ve bir bilgisayar sistemi aracılığıyla yapıldığında, kendi
ulusal mevzuatı kapsamında cezaî bir suç olarak tanımlanması için gerekli olabilecek yasama
işlemlerini ve diğer işlemleri yapacaktır.
Taraflardan herhangi biri, belirli durumlarda işbu maddedeki paragraf l ve 2 çerçevesinde cezaî
yükümlülük ihdas etmeme hakkını, bu konuda başka yasal yolların bulunması ve bu hakkın saklı
tutulmasının söz konusu Tarafın işbu maddedeki paragraf l ve 2′de belirtilen uluslararası
belgelerdeki uluslararası yükümlülüklerin dışına çıkmasına sebep olmaması şartıyla, saklı tutar.
edinmiştir. Öyle ki, fikri mülkiyet hakları, yeni bilgi (new knowledge) ve fikirlerin, –
yetkisiz olarak kullanımını önlemek için– yayılımı ve ticarileşmesinin kontrolünü
yasal düzlemde yetkilendirmektedir (Garmon, 2002: 1147).
Fikri eserlerin kullanılmasının neden olacağı toplumsal fayda ile eserin
yaygınlaşma sürecinde mülkiyet sahiplerinin ne düzeyde gözetilebileceği gibi
unsurlara ilişkin tartışmaların temelinde ekonomik ve siyasal gelişmelerin
bulunduğu açıktır. Fikri mülkiyet hakları konusunda süregelen eleştirilerin arka
planında nihai ürün ya da fikrin oluşumundaki etmenlerin göz ardı edildiği iddiası
yer almaktadır. Fikri ürünler üzerindeki mülkiyet hakkına karşı çıkanlar ürünün
sadece eser sahibinin kendisinden kaynaklanmadığını vurgulamaktadırlar: “Her
sanatçı ya da düşünür, tıpkı toprağı işleyen bir çiftçinin, doğa tarafından kendisine
bahşedilen toprağa ve kendinden önce o toprağı işlemiş olanlara dayanması gibi,
doğanın sunduğu olanaklara ve kendinden önce yaratmış olanların fikirlerine
dayanmaktadır” (Yüksel, 2001a: 91). Özellikle iletişim teknolojilerinin kitlesel
ölçekte işlediği çağımızda, yenilikçi fikre dayanan ürünlerin kamusal ve özel
çıkarların bir arada gözetildiği bağlamda ele alınması, üreten zihni motive etme –ki
burada özel mülkiyetin (private property) korunması söz konusudur– ve diğer
zihinsel üretimlere öncülük etme ile fikirlerin birikimli bir şekilde ilerlemesinin
önünü açma amaçlarının hayata geçirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
KAYNAKÇA
Breakey, H. (2009) “Liberalism and Intellectual Property Rights”, Politics,
Philosopy & Economics, 8 (3), p. 329-349.
Danowski, J. A. ve Park, D. W. (2009) “Networks of the Dead or Alive in
Cyberspace: Public Intellectuals in the Mass and Internet Media”, New
Media & Society, 11 (3), p. 337-356.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) (2007) “Fikri Mülkiyet Hakları”, Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Dokuzuncu Kalkınma Planı 2007-2013, Ankara.
Garmon, C. W. (2002) “Intellectual Property Rights: Protecting the Creation of New
Knowledge Across Cultural Boundaries”, American Behavioral Scientist,
45 (7), p. 1145–1158.
Gelir İdaresi Başkanlığı (GİB) (2009) GATT Bilgilendirme Rehberi, Ankara: Gelir
İdaresi Başkanlığı GATT Müdürlüğü Yayınları.
Geray, H. (2002) İletişim ve Teknoloji, Ankara: Ütopya.
Greasley, D. ve Oxley, L. (2007) “Patenting, Intellectual Property Rights and
Sectoral Outputs in Industrial Revolution Britain, 1780–1851”, Journal of
Econometrics, No: 139, p. 340–354.
IWS
(2010)
“World
Internet
Usage
and
Population
Statistics”,
http://www.internetworldstats.com/stats.htm [Erişim Tarihi: 24.02.2010].
Kretschmer, M. (2005) “Trends in Global Copyright”, Global Media and
Communication, 1 (2), p. 231-237.
Mahon, B. (2000) “The Intellectual Property Industries and the New Tech World”,
Business Information Review, 17 (4), p. 185-190.
Manion, H. K. (2005) “A Global Perspective on Intellectual Property Rights: A
Social Work View”, International Social Work, 48 (1), p. 77-87.
Moore,
A. D. (2008) “Personality-Based, Rule-Utilitarian, and Lockean
Justifications of Intellectual Property”, p. 105-130, in The Handbook of
Information and Computer Ethics, (eds.) Kenneth E. Himma ve Herman T.
Tavani, New Jersey: John Wiley & Sons.
Muir, A. ve Oppenheim, C. (2002) “National Information Policy Developments
Worldwide IV: Copyright, Freedom of Information and Data Protection”,
Journal of Information Science, 28 (6), p. 467-481.
Naghavi, A. (2007) “Strategic Intellectual Property Rights Policy and North-South
Technology Transfer”, Review of World Economics, 143 (1), p. 55-78.
Nicholson, M. W. (2007) “The Impact of Industry Characteristics and IPR Policy on
Foreign Direct Investment”, Review of World Economics, 143 (1), p. 27-54.
Peters, M. (1998) “The Challenge of Copyright in the Digital Age”, Economic
Perspectives, Vol. 3 No: 3, p. 9-13.
Pugatch, M. P. (2004) Political Economy of Intellectual Property Rights: New
Horizons in Intellectual Property. Cheltenham: Edward Elgar Publishing.
Rikowski, R. (2003) “TRIPS Into the Unknown: Libraries and the WTO Agreement
on Trade-Related Aspects of Intellectual Property Rights”, IFLA Journal,
29 (2), p. 141-151.
Yüksel, M. (2001a) “Fikri Mülkiyete İlişkin Felsefi Tartışmalar”, Kültür ve İletişim,
Kış, 4 (1), s. 87-108.
Yüksel, M. (2001b) Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye, Ankara: Siyasal
Kitabevi Yayınları.
ÖRGÜT VE PAYDAŞ İŞBİRLİĞİ GELİŞTİRİLMESİNDE
ALTERNATİF GERÇEKLİK OYUNLARININ
KULLANILMASI: ″LOST EXPERIENCE ÖRNEĞİ″
Özlem AŞMAN ALİKILIÇ*
ÖZET
Alternatif gerçeklik oyunlarını (AGO) yeni bir kitle iletişim aracı olarak tanımlamak söz konusu
olduğunda; oyuncularını gerçekliğin ötesine taşıyan ve birbirleriyle işbirliğine sokan yeni nesil bir oyun
türü olduğu söylenebilir. Çoklu medya uygulamaları içinde yakınsama teknolojileri ile bütünleştirilmiş
AGO’ların en önemli özelliklerinden biri işbirliği geliştirmesidir. İşbirliğine olanak sağlaması gibi güçlü
özelliği sayesinde, örgütler ve paydaşları arasında da bir işbirliği aracı olarak kullanılabilirler. Medya
bölümlendirmesinin ve bütünleşik iletişim çalışmalarının önem kazanmasıyla, örgütler, kamular ve
paydaşlar ana akım medyadan giderek daha bölümlendirilmiş medya ortamlarına kaymaya
*
Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü, Yrd. Doç. Dr.
başlamışlardır. Dolayısıyla, halkla ilişkiler ve pazarlama iletişimi uzmanlarının iletişim planlarını, yeni
yakınsama teknolojilerine adapte etmeleri gerekmektedir.
Bu çalışma, AGO’ları örgütlere paydaşlarıyla işbirliğine girebilmek için önemli bir destek aracı
olabileceğinden bahsetmektedir. Ayrıca, AGO’ların iki yönlü simetrik iletişim yöntemi ve işbirliği modeli
olduğunu, ve bunu da yeni iletişim teknolojileri üzerinden gerçekleştirdiğini savunmaktadır. AGO’ları
değerlendirmek için, dünyanın en ses getiren dizi fenomeni, Lost dizisi için tasarlanmış, “Lost Deneyimi”
adlı alternatif gerçeklik oyununu gözlemlemiştir. Çalışmada “Lost Deneyimi” adlı oyunun işbirliği
yarattığına dair önerme, Whittington’un “İşbirliği Modeli” üzerinden sorgulanmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Alternatif Gerçeklik Oyunları, Lost Deneyimi Oyunu, AGO, Halkla İlişkiler, İşbirliği
Modeli, Çift Yönlü Simetrik İletişim Modeli, Halkla İlişkilerde Mükemmel Yaklaşım.
USING ALTERNATE REALITY GAMES FOR DEVELOPING COLLABORATION BETWEEN
ORGANIZATIONS AND THEIR PUBLICS: EXAMPLE OF LOST EXPERIENCE
ABSTRACT
When describing Alternate reality games as new medium, it can be one of the best designed collaborative
experiences which blur the lines of reality. Through a powerful new medium which is applied with
converged multimedia applications, Alternate Reality Games (ARG) would become a collaborative tool
between the organizations and their publics. As the forces of media segmentation and the need for
integrated communications; publics are shifting away from main stream media; public relations
professionals and marketing communications specialists should adopt their communications plans into
new and converged technologies.
This paper presents ARGs as new medium technique that can also be a supportive matterial to help
organizations to collaborate with their publics. Paper also claims that ARGs can be very effective two –
way symmetrical communication model for organizations to build mutual engagement and collaboration
with their publics. Paper indicates one of the best ARG example of Lost serial “Lost Experience” and
examine this ARG as a collaborative instance according the Whittington’s “Model of Collaboration”.
Keywords: Alternate Reality Games, ARG, Lost Experience, Public Relations, Model of Collaboration,
Two –Way Symmetrical Communications Model, Excellence Approach in Public Relations
GİRİŞ
Halkla ilişkiler uygulayıcıları, internet ve Web 2.0 teknolojilerinden, giderek
daha yoğun faydalanmaya başlamışlardır. Özellikle örgütsel amaçlara yönelik iç ve
dış halkla ilişkiler etkinlikleri planlanmasında, sosyal sorumluluk projeleri
kapsamındaki faaliyetlerin planlanmasında web teknolojilerinden faydalanmaları
giderek artmaktadır (Mishra, 2006: 358). Bunun yanı sıra, örgütler mesajlarını
paydaşlarına iletmek için, geleneksel medyadan çok daha güvenilir buldukları
iddiasıyla, başka internet ortamlarına yani, sosyal medya ortamlarına (Web 2.0
ortamları); örneğin bloglar, sosyal paylaşım siteleri, forum ve haber gruplarına, v.b.
doğru yönelmeye başlamışlardır (Steyn, vd., 2010: 87).
Pek çok kurum kurumsal iletişim çalışmaları kapsamında, interneti web sitesi
kurmanın da ötesinde, internetten, kendisi ve markası hakkında sohbet ortamları
yaratmak, paydaşlarını dinlemek, dinledikten sonra bu sohbet ortamlarına katılmak,
geri bildirim almak, aldığı geri bildirimler ışığında, gerektiğinde düzeltici ve
önleyici faaliyetler tasarlamak, müşteri ilişkilerini etkin yönetebilmek, yeni ürün ve
hizmetleri konusunda fikirler almak, herhangi bir vaka konusunda kamuoyu
oluşturmak, v.b. gibi birçok amaç için yararlanabileceğini farketmiştir.
İnternet ortamlarının Web 1.0’dan Web 2.0’a geçmesiyle tüketici tarafından
üretilen (yaratılan) içerikler (User / Consumer Generated Content), bu ortamların
çok önemli bir güç haline dönüşmesine yol açmıştır. “Tüketici Güdümlü İçerik” diye
de adlandırılabilen bu kavram; tüketiciler tarafından üretilip birbirleri arasında
serbest dolaşıma sahip içeriklerdir. Bu içerikler; içerikleri üretenler hakkında,
ürünler, markalar, hizmetler hakkında, kişiler hakkında yaratılan, başlatılan,
dolaştırılan ve kullanılan, yeni ve gelişen internet kaynaklarını ifade etmektedir
(Alikılıç ve Onat, 2007: 5). İnteraktif ve çift yönlü iletişimin gerçekleşebildiği,
zaman ve mekân sınırının ortadan kalkıp sınırsız sayıdaki mesaj ve içeriğin tüketici
yani kullanıcı tarafından üretilip yine kendi aralarında tüketildiği bu mecra, ister
istemez halkla ilişkiler mesleği açısından kurum ve markalar için farklı strateji ve
taktikler geliştirmesini mümkün kılmıştır.
Geçmişte kontrolü sadece geleneksel kitle iletişim araçlarına bırakılan
mesajlar ve içerikler, bunların kontrollü yayılması ve kontrollü geri bildirim gibi
özellikler; sosyal medyanın ise bunun tam tersi özelliklere sahip olmasıyla, yer
değiştirmiş ve kişilerin eline geçmiştir. Sosyal medya üzerinde yeni online (çevrim
içi) gruplar oluşmuş ve örgütler için bu gruplar önemli bir paydaş türü olarak ele
alınmaya başlanmıştır.
Sosyal ağlar, bloglar, forum ve haber paylaşım grupları, kullanıcılar
tarafından üretilen video ve fotoğraf siteleri, hızlı mesaj servisleri, şikayet ve
inceleme siteleri, Pod-Cast uygulamaları, sanal yaşam siteleri, interaktif oyun siteleri
gibi pek çok Web 2.0 platformu; halkla ilişkiler uygulayıcıları için yeni paydaşlar
anlamına gelmektedir. Gerek kurumsal iletişim politikaları çerçevesinde, gerekse
pazarlama yönelimli halkla ilişkiler (MPR) politikaları çerçevesinde sosyal medya
kullanıcılarıyla etkileşime girerek çift yönlü işbirliğinin sağlanması, çift yönlü
simetrik halkla ilişkiler modelinin tanımı ve özellikleri ile örtüşmektedir.
Yukarıda da değinildiği gibi Facebook, Myspace gibi sosyal ağlar, kurumsal
ve şahıs blogları, Twitter gibi mikro bloglar, Youtube, Flickr gibi kullanıcı
tarafından üretilen içeriklerin paylaşıldığı siteler, Msn gibi hızlı mesajlaşma
servisleri, Imvu ve Second Life gibi sanal yaşam siteleri, interaktif online oyunlar,
v.b. sosyal medya araçların; çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin sağladığı
özellikleri barındırdıkları söylenebilir.
Bu çalışmada, sosyal medya platformlarının çift yönlü simetrik iletişim
modeli açısından mükemmel halkla ilişkiler yaklaşımına uymasından yola
çıkılmıştır. Mükemmel halkla ilişkiler yaklaşımındaki temel özellik olan “işbirliği”
konusunun (Grunig, 2000: 25; Marsh, 2008: 237; Kelly vd. 2010: 183; Grunig vd.
1995: 164), sosyal medyanın yeni platformlarından biri olan, Alternatif Gerçeklik
Oyunları (Alternate Reality Games: ARG) ile de örtüştüğü söylenebilir. Dolayısıyla
bu çalışmada öncelikle, alternatif gerçeklik oyunlarını (AGO’ları) okuyucuya
tanıtmak, bu oyunların paydaşlarla işbirliğinin sağlanması amacına nasıl hizmet
edebildiğini, çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modeli ve mükemmel halkla ilişkiler
yaklaşımının temel özelliği olan “işbirliği” açısından tartışmaya açmak ve son olarak
da bu konuda, kurumsal olarak planlanan ve dünya genelinde büyük yankı uyandıran
bir AGO örneği üzerinden, nasıl işbirliği sağlanabileceği açıklanmaya çalışılacaktır.
Çalışmada ilk olarak halkla ilişkiler modellerine kısaca değinilerek, bugün
gelinen son nokta; “halkla ilişkiler modellerinde mükemmellik yaklaşımı ve işbirliği
vurgusu”, tarihsel ilişkiler ışığında kısaca değerlendirilecek, daha sonra çift yönlü
simetrik halkla ilişkiler modelinden mükemmel halkla ilişkiler vurgusuna ve
işbirliğinin önemine değinilecektir.
İkinci bölümde “Alternatif Gerçeklik Oyunları” tanıtılarak, bu oyunlarla
örgüt ve paydaş; kurumsallaşmış markalar ve paydaşları arasında nasıl işbirliği
kurulduğu, bu oyunlarla çift yönlü simetrik iletişim arasındaki paralellikler
vurgulanarak, işbirliğinin nasıl sürdürülebileceği tartışılacaktır. Ayrıca,
Whittington’un (2003) geliştirdiği “İşbirliği – Etkileşim Modeli” tanıtılarak, işbirliği
katmanları detaylandırılacaktır.
Üçüncü bölümde dünyada ve Türkiye’de büyük ses getiren ve AGO
otoritelerince, en işbirlikçi alternatif oyunlardan biri olarak adlandırılan “Lost
Experience” (Kim vd., 2008; Irwin, 2007; McGonigal, 2007) adlı AGO
incelenecektir. “Lost Experience”ın örgüt – paydaş işbirliğini geliştiren bir çalışma
olup olmadığının değerlendirilebilmesi için, Whittington’un orjinal “İşbirliği –
Etkileşim Modeli”, AGO örneği ve paydaşları kapsamında geliştirilerek
uyarlanmıştır. Bu çalışmada, AGO’lar ile işbirliğinin sağlanabileceği sorgulanmıştır.
“Lost Experience” ile ilgili incelenen ve elde edilen veriler sistematik bir şekilde,
sınıflandırılarak, Whittington’un “İşbirliği – Etkileşim Modeli” ne uyarlanmıştır.
Son bölümde,
tabloda yer alan bilgilerden yola çıkılarak, genel
değerlendirme yapılmış ve söz konusu oyuna yönelik genel bir önermeye varılmıştır.
İncelenen örnek çalışma kapsamında, özellikle halkla ilişkiler uygulayıcılarına
yapılan çeşitli önerilerin de bulunduğu bu bölümle çalışma sonlanmıştır.
1. Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımı ve İşbirliği Modeli
Bilindiği gibi, kabul edilebilir halkla ilişkiler çalışmalarına yönelik ilk model,
“Basın Ajansı / Publicity Modeli”, 19. yüzyılda basın ajansları çalışanlarının, halkla
ilişkiler daha doğrusu propaganda faaliyetlerini yürüttüğünden ve siyasal
kampanyalar ve şovlar için manüplasyon tekniğini uygulamalarından yola çıkılarak
bu ismini almıştır (Peltekoğlu, 2001: 70 ve Seitel, 2007).
Daha sonra, yirminci yüzyıl başlarında, büyük şirketlerin ve hükümete ait
kurumların başlarına, yaptıkları haberlerle iş açan ajans ve basın mensuplarına
oluşan tepkilere dayanarak, bu dönem, ikinci halkla ilişkiler modelini tanımlamıştır
(J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 310). “Kamuoyu Bilgilendirme Modeli” ismi
verilen bu modelde, basın ajansları yoluyla yapılan iletişim tek yönlüdür, kitle
iletişim araçlarıyla iletilen mesajlar kontrollü, mesaj doğru olsa da çoğu zaman eksik
verildiği için, sonuçlar açısından dengesizdir (Kelly, vd. 2010: 191).
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları döneminde hükümetlerin halkla ilişkiler
çalışmalarından faydalandığı görülmektedir. Bu tarihsel dönem, üçüncü halkla
ilişkiler modeli olan “Çift Yönlü Asimetrik Model”i işaret etmektedir. Edward L.
Bernays, kamuoyunun önemini vurgulaması açısından halkla ilişkilerde çift yönlü
iletişim sürecini irdeleyen kişi olmuştur (Rotman, 1995: 13; Seitel, 2007). Ancak bu
dönemde, geri bildirimler sonrası herhangi bir örgütsel tutum değişikliğinden asla
bahsedilmemektedir (Kelly, vd., 2010: 191).
Son model olan çift yönlü simetrik model, kamuları motive veya ikna edecek
mesajları anlamayı ve iletişimi kolaylaştırmak için, asıl hedefinin ikna etmek değil;
anlamak olduğunu savunur. Burada tamamen denge unsuru bulunmaktadır (Kelly,
vd. 2010: 191). İki yönlü simetrik modelin uygulamaya girmesiyle, halkla ilişkilerde
araştırma ve sonuçları her zamankinden daha önemli hale gelmiştir (Peltekoğlu,
2001: 95, J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005). Simetrik model, diyaloğa dayalıdır;
örgütle kamuları arasındaki ilişki süreçlerini ifade etmektedir.
Bilim insanları halkla ilişkiler tarihindeki evreleri değerlendirerek dört
modele indirgemiş olsalar da, günümüzde bu dört modeli tarihsel evrelerden
bağımsız düşünüp uygulayan örgütler olduğu da bilinmektedir (Wilcox ve Cameron,
2009, J.Grunig, 1984; J.E. Grunig ve L. Grunig, 2005; Peltekoğlu, 2001). Ancak
bazı bilimsel çalışmalar göstermiştir ki; bu dört modelin uygulanışı, uygulama
alanlarının içinde bulunduğu kültürlere göre değişmektedir. Örneğin Avrupa
ülkelerinde yaygın olarak kullanıldığı anlaşılan bir halkla ilişkiler modeli, Asya
ülkesinde farklılık göstermektedir (Sharpe, 1992: 104; Grunig, vd., 1995: 163).
Hatta bu durum örgütün içinde bulunduğu pazar ortamı ve şartlarına bile
değişmektedir şeklinde görüşler de bulunmaktadır (Anderson, 1989: 413).
Düşük maliyetler, kolay erişim, uygulama kolaylığı ve ulaşılabilir paydaş
ortamları gibi özellikler; paydaşlarıyla işbirliklerini sürdürebilmek amacıyla online
platformları halkla ilişkiler uygulayıcıları için önemli hale getirmiş hatta diğer
günlük meslek aktiviteleriyle diğer mecralar kadar eşit kullandıklarını belirtilmiştir
(Kelleher, 2001: 304 ve Mishra, 2006). Mishra çalışmasında Kent ve Taylor’un
yapmış oldukları araştırmaya değinerek, örgütlerin özellikle webi kullanarak,
paydaşlarıyla ilişkilerini inşa etmede büyük fayda gördüklerini aktarmıştır (akt.
Mishra, 2006: 359-360). Taylor bir başka çalışmasında ise, halkla ilişkilerde diyalog
modelini ortaya atarak, eğer internet ve web siteleri interaktif olurlarsa, bu araçlar,
örgüt ve paydaş diyaloglarının sürdürülebilmesi için mükemmel bir halkla ilişkiler
aracı olurlar şeklinde açıklamıştır (Taylor, 2000: 304). Diyaloğa dayalı iletişimi
mükemmel iletişim şekli olarak ifade eden yazarlar, bu idealin hem örgüte hem de
paydaşlarına birbirleriyle sohbet ortamları yaratarak iletişim kurmalarına ve
topluluklar oluşturmalarına imkan tanıyacağını vurgulamaktadırlar (Taylor, 2000:
256 ; Kent ve Taylor, 1998: 329).
1.1. Çift Yönlü Simetrik İletişim Modelinden Mükemmel Halkla İlişkiler
Yaklaşımına Geçiş
Günümüzde örgütlerin diğer halkla ilişkiler modelleriyle yetinebildikleri
gözlemlense de, çift yönlü simetrik modelin; halkla ilişkiler programları içindeki en
iyi model olduğu öne sürülmektedir (J. E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 314, 343;
Seitel, 2007: 49; Wilcox ve Cameron, 2009: 53; Lattimore, vd., 2009: 54). Örgütler,
daha az mükemmel olan iki modeli; basın ajansı ve kamuoyu modelini, mükemmel
olarak adlandırılan çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinden daha çok
kullansalar da (J. E. Grunig ve L. Grunig, 2005: 326), günümüz kitle iletişim
teknolojilerinin halkla ilişkiler uygulamalarına kazandırmış olduğu yeni mecralar ve
bunların doğasında bulunan etkileşim ve işbirliği özellikleri; ister istemez çift yönlü
simetrik halkla ilişkiler modelinin kullanımını öne çıkartmaktadır.
Çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modelini mükemmel model olarak
tanımlayan bazı araştırmacılar; bunun en önemli sebeplerinden birinin örgüt ve
paydaş arasında ya da marka ile paydaşları arasındaki işbirliğinin sağlanması ve
uzun vadede sürdürülebilmesine olanak tanıması olduğunu vurgulamaktadırlar
(Grunig, 2000: 25; Marsh, 2008: 237; Kelly, vd., 2010: 183; Grunig, vd., 1995:
164).
L.A. Grunig, Dozier ve J.E. Grunig’in ortak yaptıkları “Mükemmellik
Çalışması”, çift yönlü simetrik iletişim modeline işbirliğinin dahil edilmesini
önermektedir (L.A. Grunig, Dozier, J.E. Grunig, 1994). Yazarlar aynı çalışmada,
işbirliğinin halkla ilişkiler uygulayıcıları açısından da vurgulanması gerekliliğinde
hemfikirler. Grunig, mükemmel halkla ilişkiler modeli ve işbirliği sürecini idealist
halkla ilişkiler yaklaşımı olarak adlandırmıştır (Grunig, 2000: 30). Bu yaklaşım,
halkla ilişkiler çalışmalarında örgütler ve paydaşlarıyla işbirliği sağlanarak
yönetilecektir.
1.2. Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımında İşbirliği Vurgusu
Spicer çalışmasında, simetrik modelden bahsederken “konsensus” konusunu
vurgulamış, hatta bu vurgunun aslının ‘işbirliği deneyimi’ olduğunu dile getirmiştir
(Spicer, 1997: 202). Denge unsurunu da işbirliği süreci içine dahil eden Spicer,
işbirliği ve denge unsuru olmadan halkla ilişkilerden söz etmenin yanlış olacağını
ifade etmiştir. Çift yönlü simetri, halkla ilişkilercilerin örgüt içinde ve örgüt dışında
paydaşlarını dinlemeleri ve dinledikten sonra geri bildirim sürecini işletmeleri
anlamına da gelmektedir. Burada açıklanmak istenen denge unsuru budur (Grunig,
2000: 34).
İşbirliği; mevcut bir anlam ya da konu üzerinde ortak bir anlaşma yoluyla
yapılan birlik, tarafların karşılıklı olarak girdikleri etkileşim sonucu ortaya çıkan bir
olgudur (Whittington, 2003). İşbirliği aslında “birlikte çalışma” nın daha aktif bir
şeklidir. Bilgi, beceri ve değerlerin, aktif çalışarak karşılıklı etkileşimde
bulunmasıdır (Whittington, 2003: 15). Conrad da işbirliği sürecini “karşılıklı kabul
görecek bir sonuca ulaşmak için bütün tarafların büyük miktarda zaman ve enerji
harcaması” olarak tanımlamıştır (Conrad, 1985). Gray, işbirliğini müzakere ile
varılan bir durumun yavaş yavaş ortaya çıkışı” olarak tanımlayarak, “müzakere”
kavramını da halkla ilişkilerle bağlamıştır (Gray, 1989). Müzakere ile ilgili olarak
genellikle çelişkili amaçlar ya da konuları paylaşan “taraflar”dan bahsetmek gerekir
(Kennedy, 2004: 8) ki bu “taraflar” halkla ilişkilere uyarlandığında, tarafların örgüt
ve paydaş grupları şeklinde oluştuğu gözlemlenebilir. Keza, müzakere her iki
”tarafın”da işbirliği yaparak kazanım elde etme süreçleridir (Kennedy, 2004: 8).
Arabuluculuk ise, yansız bir üçüncü ”taraf”ın müzakere sürecine katılımıyla ortaya
çıkar (Keltner, 1987; Cremin, 2007). Tüm bu tanımlar ve açıklamalar üzerinden yola
çıkıldığında, halkla ilişkilerin örgütün kamuları ve paydaşlarıyla, müzakerelerle bir
çözüme ulaşmak ya da kamularıyla çeşitli işbirliği süreçlerine girmek yoluyla çeşitli
çözümler icad etmek ve eğer müzakerelerde başarılı olamayınca arabuluculuk
görevini üstlenerek; çeşitli rollere büründüğü söylenebilir. Bu şekil, bir anlamda
“Mükemmel Halkla İlişkiler” yaklaşımına işaret etmektedir (Kelly, vd., 2010: 183;
Marsh, 2008: 237).
1.3. İşbirliği Modeli
“İşbirliğinin Geliştirilmesi” kapsamında, Whittington, “A Model of
Collaboration” adlı çalışmasında bir işbirliği – etkileşim modeli geliştirmiştir. Bu
model iki aşamalı bir modeldir. İlk aşamada, işbirliğine katılan anahtar katılımcıları
tanımlamakta ve süreç içinde gözden geçirmektedir (Figür 1.). İkinci aşamada (Figür
2.) ise ilk aşamada tanımlanan işbirliğine giren katılımcıların işbirliği sürecindeki,
etkileşim ve bağlarını incelemektedir (Whittington, 2003: 39).
Modelin 1. Aşaması: Katmanların Belirlenmesi
Modelin ilk aşaması, işbirliğine katılan beş temel katılımcı çeşidini belirler.
Bu beş katılımcı çeşidi katman halinde sıralanmaktadır. Modelde katılımcıların
katman halinde gösterilme nedeni, her bir katmanın sırasıyla bazı dinamiklere ve
özelliklere sahip olmaları ve birbirlerinden etkilenerek, birbirlerinin özelliklerinden
alarak oluşmalarıdır. Bu beş katılımcı çeşidi, Whittington tarafından; hizmet
kullanıcıları ve hizmet sağlayıcılar katmanı, kişisel katman, profesyonel katman,
takımsal katman ve örgütsel katman olarak sıralanmıştır (Whittington, 2003: 40).
Figür.1
Figür.2
İşbirliği Modeli, Beş Katman
İşbirliği Modeli, İşbirliği – Etkileşim Katmanı
(Kaynak: Whittington, 2003: 41)
(Kaynak: Whittington, 2003: 46)
Figür 1’de gösterilen model, bir akış şeklinde yerleşmiş kompleks bir
sistemin mevcut katılımcılardan oluşmaktadır. İşbirliğinde olan katılımcılar
üzerindeki oklar, hepsinin hem kendi aralarında hem de sürece etki eden diğer
katılımcılarla işbirliği halinde olduğunun birer göstergesidirler. Tek bir kopuşun ya
da sistemden ayrılışın görülmemesi de, uzun süreli işbirliği kanıtıdır. Katılımcıların
temsil edildiği dairelerin eşit olması da aralarında bir hiyerarşinin olmadığını
vurgulamaktadır. Bu durum tüm katılımcıların eşit durumda, eşit özellik ve eşit
kaynaklara sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Sadece işbirliği süreci içinde,
simetrik ve eşit iletişimi sürdürdükleri söylenebilir.
Hizmet sağlayıcılar, hizmet kullanıcıları katmanı: Örgüt – paydaş işbirliği
oluşturulmasında gereken hizmeti sağlayan kişilerden oluşmaktadır. İşbirliği
sağlanması ile ilgili konularda destek veren, işi yürüten kişilerin, bir başka değişle
hizmeti sağlayan birey ve grupları içermektedir. Kişisel katman: Bu katman, kişisel
özelliklerin işbirliklerin ilerilemesine getireceği olumlu katkıları belirler. Her
bireyde mevcut olan yetenek, deneyim, hız, özel ilgi alanları, teknolojik yeterlilik,
v.b. gibi kişisel özellikler bireylerin işbirliği içinde birbirleri arasında, örgüte ilişkin
ya da organize edilecek olan faaliyetlerde farklı görevler üstlenmesine sebep olabilir.
Profesyonel Katman: İşbirliğine girilecek olan paydaş grupları çok çeşitli
profesyonel ortamlardan, bir başka deyişle farklı meslek ortamlarından olabilir.
Profesyonel yönelimlerine göre yapmış oldukları her katkı, işbirliği sürecine de
olumlu katkılar yapacaktır. Takımsal Katman:Takımlar, takım ruhunun oluşması,
işbirliği oluşturulmasında son derece önem taşır. Paydaş grupların işbirliğine
sokulabilmesi için, örgütlerin bir şekilde paydaşları arasında takım ruhu
yaratabilmesi gerekir. Takımların oluşturulması işbirliği için anahtar ögelerdir
(Miller, vd., 2001). Örgütsel Katman: Örgütlerin işbirliği sürecinde önemli rolleri
vardır. Örgütlerin paydaşlarla işbirliğini sağlamak için desteği şarttır. Bunun için de
örgütsel katılım şarttır. İşbirliği sürecinde örgütlerin buna istekli olması için
işbirliğinin her aşamasında paydaşlarına ve katmandaki diğer ögelere desteği
sürdürmelidir.
Modelin 2. Aşaması: İşbirliği - Etkileşim Katmanı
Modelin birinci aşamasında, işbirliği sürecindeki katılımcılar belirlendikten
sonra, modelin ikinci aşamasına geçilir (Figür 2). İkinci aşamada katılımcılar
arasındaki işbirliği süreci değerlendirilir. Bu durumda birinci aşamadaki beş
katmandan oluşan katılımcılar; birbirleriyle ve en son olarak da tüm katmanlar
birbirleriyle etkileşim ve işbirliğine girerler. Birinci aşamadaki katmanlar, etkileşim
formuna geçerler: Hizmet kullanıcıları ve hizmet çalışanların’dan – kullanıcılar ve
çalışanlar arasına, kişisel’den – kişilerarası’na, profesyonel’den – profesyoneller
arası’na, takımsal’dan – takımlar arası’na ve örgütsel’den – örgütler arası’na
geçerler. İkinci aşamada gerçek işbirliği ve etkileşimden bahsetmek mümkündür.
Modelden de anlaşılabileceği gibi modelin ikinci aşaması; beş katmanın hem kendi
içinde hem de birbirleriyle; tüm ögelerinin, tüm paydaşların kendi içlerinde ve
ayrıca paydaş gruplarının birbirleriyle etkileşim ve işbirliğinde bulunmasıyla
mümkündür.
2. Alternatif Gerçeklik Oyunları (AGO) ile İşbirliği Geliştirilmesi
Çift yönlü simetrik iletişim modeli üzerinden, örgütlerin paydaşlarıyla
işbirliği kurarak ve bu işbirliğini sürdürerek, onlara kendi ortamlarını kontrol
etmelerine yardım edecek içerikler sunabileceklerine yukarıda değinilmişti. Bu
duruma en uygun örneklerden birinin, günümüz Web 2.0 ve yakınsama
(convergence) teknolojilerinin olanak tanıdığı yeni medyum; “Alternatif Gerçeklik
Oyunları” olduğu söylenebilir (Alternate Reality Games – ARG). Günümüzde
örgütlerin ve markaların, kamu ve paydaş grupları ile çift yönlü simetrik iletişim
kurma yöntemi olarak alternatif gerçeklik oyunlarını (AGO’ları) kullanmaya
başladıkları gözlemlenebilir (Kim, vd., 2008).
Alternatif gerçeklik oyunları yeni nesil dijitial oyun türlerinden biridir.
Oyunların basit bir eğlendirme aracı olmasının çok ötesinde bir anlam yüklendiği,
oyunların örgütler ve paydaşlarıyla iletişim kurarak işbirliğinin sağlanması amacıyla
kullanıldığı yeni bir mecra haline gelmiştir (McGonigal, 2007). Bu oyun türü
oyuncularının dijital dünyanın içindeki oyun faaliyetleriyle, gerçek dünyadaki bir
takım deneyimlerini karıştırarak edindikleri oyun deneyimidir. Öyle ki zaman zaman
gerçek dünya ve dijital dünya arasındaki netlik bulanıklaşmaya başlayıp oyuncuları
her iki dünya arasına gidip geldikleri bir işbirliği içine katmaktadırlar. Alternatif
gerçeklik oyunları (dünyada genel kabul edilmiş kısaltma ismi ARG; Türkçe
kısaltması olarak AGO önerilebilir), kurum tarafından sosyal medya platformlarında
paylaşılan planlı bilgilerle, gerçek dünyada organize edilen birtakım etkinlikleri
kaynaştırarak, paydaş grupları örgüt ve marka ile etkileşime geçirerek, işbirliğine
girmelerini sağlamktadır (McGonigal, 2007). Aynı amaç için biraraya gelen kişiler
işbirliği yaparak oyunun genel senaryosu içinde yer alan bir çok bulmacayı çözerek,
olay örgüsünü genişletirler. Russell, Ito, Richmond ve Tuters (2008) çalışmalarında
bu durumdan “medya yakınsaması (media convergence) ve ağlarla (networkler)
katılım” şeklinde bahsetmektedirler (Russell, vd., 2008: 54). Yeni ve eski medyanın
birlikte kullanılmasıyla oluşan medya yakınsama kültürünün; bilginin paylaşımının
ve katılımcılığın artmasına yol açtığı söylenebilir. Toplumlar arası, coğrafyalar arası
sınırları ortadan kaldıran sanal ve dijital ortamlar gün geçtikçe örgütlerin, ürün ve
markaların medya tercihlerinde önemli roller almaya başlamışlardır.
AGO’lar, örgüt – paydaşları arasında işbirliği kurulması ve bu işbirliğinin
sürekli tutulması amacıyla dijital oyunların bir başka boyuta geçmiş halidir.
Markalar, logolar, web siteleri, şirket isimleri, çalışan isimleri, toplantılar,
konferansları, iş başvuruları, müşteri ilişkileri hatları, filmler, kitaplar, müzik
grupları, şarkılar, ürün geliştirme, elektronik postalar, bulmacalar, defineler v.b. bir
çok ana başlığı içinde barındırmaktadırlar (Russell, vd., 2008: 65). AGO’lar
yapıldığı tarihten bu yana, temsil ettiği kurumlar ve markalar adına olumlu
gelişmeler sağlamıştır. Özellikle kurumsal marka / kurumsallaşmış marka – hedef
kitle arasında işbirliği kurulması anlamında oldukça olumlu sonuçlar veren bu tip
oyunlar, sadece oyun ve eğlence sektörüne değil tüketiciler için de önemli bir ilgi
alanı da oluşturmuşlardır. Figür 3., alternatif gerçeklik oyunlarında içiçe geçmiş
boyutları göstermektedir.
Figür 3. Alternatif Gerçeklik Oyunları
(Kaynak: Szulborkski, 2005; Dena, 2008)
2.1. Alternatif Gerçeklik Oyunlarının Çift Yönlü Simetrik Model ve
İşbirliği Kapsamında Değerlendirilmesi
Örgütsel anlamda bakıldığında, Web 2.0 teknolojilerinin sunduğu en önemli
katkılardan biri de, örgüt ve paydaş grupları arasındaki sınırları ortadan
kaldırmasıdır. Öyle ki, kişiler günlük iletişimlerini, kişisel hikayelerini, fikirlerini,
üretmiş oldukları amatör eserlerini bu platformlarda özgürce birbirleriyle ve
örgütlerle paylaşabilmektedirler. Örgütler, sosyal medyayı dinlemekte, gerektiğinde
ortamdaki iletişim ve etkileşime dahil olmakta ve sohbet etmekte ve çeşitli
formlarda geri bildirim elde etmektedir. Dolayısıyla bu durumda, “basın ajansı ve
kamuoyu bilgilendirme modellerini” sosyal medya ve alternatif gerçeklik
oyunlarıyla birlikte düşünmek oldukça zordur. Web 2.0 teknolojileriyle yapılan
iletişimde bilgi ve paylaşım akışı çift yönlüdür. Dolayısıyla bu noktada çift yönlü
iletişimden bahsetmek daha doğru olabilir. Bireylerin Web 2.0’ın mevcut
platformlarında hem bilgi / konu / olay üreten hem ürettiklerini birbirleriyle
paylaşan ve aynı zamanda da tüketen konumunda olması “türetici” kavramını ortaya
çıkartmıştır (producer + consumer = prosumer) (Çankaya, 2010).
Henry Jenkins, popüler dosya transfer portalı Napster’ın paylaşım kültürünü
ateşlemesinin ardından iki yaklaşımın ortaya çıktığını öne sürmüş özellikle bazı
endüstrilerin bu iki yaklaşımda taraf olduklarını belirtmiştir. Jenkins’e göre bir kısım
örgütler paydaşları ve ürünleri arasındaki bu paylaşım kültürüne çeşitli
sınırlandırmalar getirilmesi gerektiğini vurgularlarken; diğer örgütler paydaşlarının
katılımcı kültüre bilakis daha çok müdahil olmalarını ve birbirleriyle daha çok
iletişime geçerek ve paylaşarak içerik yaratmalarını ve bu yolla kurumsal
tanıtımlarının yapma taraftarıdırlar. Jenkins (2006), örgütlerin türeticilerle işbirliği
kurarak ve bu işbirliğini uzun vadede sürdürerek tanıtımlarını yapabileceklerini
savunmaktadırlar. Jenkins bu durumu “yasak yanlısı” ve “işbirliği yanlısı –
işbirlikçi” olarak iki modele indirgemiştir (Jenkins, 2006: 201).
Jenkins kitabında ilk modelin bir şekilde geçerliliğini yitirmek zorunda
olduğunu çünkü, katılımın ve işbirliğinin öneminin şirketlerce keşfedilmesiyle,
ikinci modeli uygulayan şirketlerin özellikle pazarlama ve halkla ilişkiler
faaliyetlerinde önemli başarılar elde ettikleri görüşünü savunmaktadır. Savını daha
da ileriye götürerek, halkla ilişkiler uzmanlarının işbirlikçi modelin izinden giden
kampanyalar tasarlayarak, geleneksel medyayı ve yeni medya uygulamalarını
kullanmayı tercih edeceklerini belirtmiştir (Jenkins, 2006: 201).
Jenkins’in işbirlikçi modelinin, halkla ilişkiler modellerinden çift yönlü
simetrik iletişim modeli ile örtüştüğü söylenebilir. J. Grunig bir çalışmasında,
medyanın kullanıcılarını “iletişim sürecine zihnen katılmaya” ve daha çok bilgi
edinme ihtiyaçlarını, “konuyu başkalarıyla tartışma ihtiyaçlarını” keşfetmeye
yöneltecek bir sunum biçimi kullanabileceği konusundan bahsetmiştir (J.E. Grunig
ve L. Grunig, 2005: 343).
2.2. Alternatif Gerçeklik Oyunları ile Örgüt ve Paydaş İşbirliği
Geliştirilmesi:
Bugüne kadar yapılmış en başarılı AGO çalışmalarından biri, Steven
Spielberg’in filmi “Artificial Intelligence (AI) – Yapay Zeka” adlı filminin halkla
ilişkiler çalışmaları kapsamında, 2001 yılında ortaya konan “The Beast – Canavar”
adlı AGO’dur. Gizem ve cinayet unsurları üzerinden tasarlanan gerçeklik oyunu,
milyonlarca
kişinin
oluşturduğu
tartışma
grubu
üzerinden
de
(http://www.cloudmakers.org/) devam etmiştir. Oyun geleneksel medyada uzun
süreli haber olmuş ve büyük koveraj sağlamıştır (Kim, vd., 2008: 38). 2004 yılında
Microsoft firması, yeni bir ürününü tanıtmak için tasarladığı “I Love Bees – Arıları
Severim” adlı alternatif gerçeklik oyunuyla milyonlarca kişiye ulaşarak
paydaşlarıyla işbirliği sağlamıştır.
AGO’lar zaman zaman evrensel sorunlara çözüm bulabilmek için
paydaşlardan fikir almak ve hatta farkındalık ve kamuoyu yaratmak amaçlarıyla
(crowdsourcing) da kullanılmaktadır (McGonigal, 2007). “World Without Oil” adlı
gerçek dünyaya ait, evrensel bir politik soruna dikkat çeken oyun oldukça ses
getirmiştir (Olsen, 2007; McGonigal, 2007). Kamu yararına organize edilen son
derece ciddi bir plan üzerinden hazırlanan oyun; gerçek dünya için çok ciddi bir
sorun olan petrol rezervlerinin bitmesi konusunu kamuoyuna farklı bir şekilde
sunmuştur. Oyun, düzenlendiği 2007 yılının sonunda yüzbinlerce katılımcı sayısına
ulaşmıştır (http://www.worldwithoutoil.org/metaabout.htm).
Türkiye’de AGO uygulamaları henüz yenidir. Ülker, halkla ilişkiler amaçlı
olmasa da, bütünleşik pazarlama iletişimi çalışmaları kapsamında, Coco Star adlı alt
markası için hazırlamış olduğu bir AGO çalışması tasarlamıştır. Ülker gibi
geleneksel bir kurumu sosyal medya ve yeni online paydaşlarla buluşturması ve
onlarla aralarında etkileşim ve işbirliğinin sürdürülmesi konusunda önemlidir. Bu
çalışma (www.yamangezginkayboldu.com) incelendiğinde, Ülker tarafından belirli
bir plan çerçevesinde verilen ipuçlarıyla, etkileşim ve işbirliğinin artırıldığı, yapılan
paydaş yorumlarından da anlaşılabilir (Çankaya, http://www.nuricankaya.com/
default.asp?blog_ay=5&blog_yil=2008).
Alternatif Gerçeklik Oyunlarını tasarlayan uzmanlara göre başarılı bir
AGO’da iki önemli özelliğin olması gerekmektedir (McGonigal, 2007; Irwin, 2007;
Kim, vd., 2008). Bunlardan birincisi; oyun bütününün ilgi uyandıran bir hikaye
düzenine sahip olması, diğeri de işbirlikçi bir oyun düzenine sahip olmasıdır. Bu
özelliklere ilave olarak oyun hikaye planının, web siteleri, elektronik posta
mesajları, telefon aramaları, doğrudan mektup gibi çoklu medya kanallarıyla
paydaşlarına anlatılması ve mesajların iletilmesi söz konusudur. İkinci önemli
özellik; oyunların doğasında var olan “işbirliği” konusudur. Oyun oynayıcılar, kendi
fikir ve tutumlarını web ortamında inşa ederlerken, birbirleriyle işbirliğine girerek,
örgütlerin planlı bir şekilde yavaş yavaş ortaya sürdükleri ipuçlarını takip
ederlerken, her bir aşamada biraz daha ilerleyip örgüt ile etkileşimlerini sürdürürler.
AGO’ları diğer oyunlardan ayıran bir diğer özellik de, paylaşımcı
olmalarıdır. Oyun oynayıcıların, örgütlerin, markaların birbirleriyle etkileşimde
bulunduğu ve işbirliğine girdikleri, katılımcı deneyimler sunmaları da bir başka ayırt
edici özelliğidir. Katılımda gönüllük esas olduğu için, katılımcılar senaryonun içine
kendilerini gönüllü olarak ilişkilendirirler. İnteraktif olma özelliği de AGO’ları,
işbirliği ve etkileşim konusunda önemli bir araç haline getirmektedir.
3. Örgüt ve Paydaş İşbirliği Geliştirilmesinde “Lost Experence Örneği”
Çalışmada, “Mükemmel halkla ilişkiler Yaklaşımı”nda önerilen işbirliği
vurgusu, örgüt ve paydaş işbirliği geliştirilmesi kapsamında “Lost Experience” adlı
alternatif gerçeklik oyunu üzerinden incelenecektir. Bu oyun, senaryosu ve global
uygulanabilirliği açısından en iyi örneklerden biri olarak gösterilmektedir
(McGonigal, 2007; Irwin, 2007; Kim, vd., 2008; Russell, vd., 2008).
“Lost Experience”, bugüne kadar tasarlanmış en iyi oyunlardan biri olarak
adlandırılmaktadır. En iyi oyun olarak adlandırılmasının en önemli sebebi, iletişim,
etkileşim ve işbirliğini, hem kendi oluşturduğu yeni paydaşlar arasında, hem kurum
çalışanları ve paydaşlar arasında, hem de kurum – paydaş arasında sağlaması
sebebiyledir (Kim vd., 2008; Irwin, 2007; McGonigal, 2007). “Lost Experience
örneği, AGO’lar ile örgüt ve paydaş işbirliği geliştirilmesi konusunda başarılı bir
çalışmadır” yargısı üzerinden gidilerek seçilen monografik bir örnektir.
3.1. Lost Experience Oyunu Genel Bilgiler
İlk kez 24 Nisan 2006 yılında ABC şirketinin tüm kanallarında duyurulan
oyun, Mayıs 2006’da resmi olarak serinin yayınlandığı tüm ülkelerde başlamıştır
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Lost_Experience). ABC Prodüksiyon tarafından
hazırlatılan “Lost Experience” adlı oyunu çalışmada özetlemek amacıyla, oyundaki
aşamalar derlenerek aşağıdaki sistematiğe dönüştürülmüştür:
1. Aşama: Hedef Kitle ile Tanışma: 2006 yılında yapımcı ABC Prodüksiyon,
ilk olarak kendi resmi sitesinde AGO kampanyasını duyurmuştur. Kendi web
sitesinde bilgisayarlara indirilebilecek fotoğraflar, duvar kağıtları, oyuncu bilgi ve
fotoğrafları, dizi bölümlerinden parçalar, tartışma / forum grupları eklemiştir
(http://abc.go.com/shows/lost). Sitenin içine yerleştirilen dikkat çekici küçük bir
görsele tıklanınca, web sitesi kişiyi bir anda oyunun içine katıp etkileşim ve işbirliği
sürecini başlatacak olan yere, yani bir başka web siteye yönlendirmektedir.
2. Aşama: Hedef Kitle ile Etkileşimin Başlatılması: Sonra, oyun için özel
tasarlanmış kurgu web siteleri yayınlamaya başlamıştır. Dizide bahsi geçen Hanso
Vakfı’nın kurgu web sitesine yönlendirilen oyuncu, site içinde dolaşırken oyun
kapsamında çeşitli sayısal ve görsel verilere (ipuçlarına) ulaşabilmektedir. Oyun
çok önceden bittiği için bugün kapalı olan sitede oyuncular, bu vakfın ve vakfa ait
şirketlerin hakkında bilgi toplayarak, dizi hakkında eksik kalan noktaları da
tamamlamış olmaktadırlar.
3. Aşama: Hedef Kitle ile Bütünleştirilmesi: Bu aşamada Lost’un yapımcı
şirketi tarafından hazırlanan diğer web sitesi - dizinin temelini oluşturan uçak kazası
ile ilgilidir. Oceanic Hava Yolları’nın web sitesi oldukça gerçekçi bir şekilde
kurgulanmıştır. Sitede gerçeklik ve kurgu arasında izleyiciyi gelgitlere sürükleyen
bir diğer uygulama da, düşen uçağın oturma planının bulunması ve karakterlerin
hangi koltukta oturduğunun tıklandığında görülmesidir. Çeşitli ipuçları burada da
görülmektedir.
Lost’un AGO’su, kendi içinde çeşitli evrelerden oluşmaktadır. Dizinin ilk altı
haftalık yayını bittikten sonra, Hanso Vakfı’nın web sitesi bilgisayar korsanları
tarafından ele geçirilmiş ve hedef kitle yeni ipuçlarıyla başka sitelere
yönlendirimektedir
(http://stophanso.rachelblake.com/). Böylelikle ilgililerin
oyundan sıkılarak işbirliğini bırakmaları da engellenmiştir
4. Aşama: Dizi Oyuncuları - Paydaş Bütünleştirilmesi: Dizide yer alan bazı
karakterler için viral çalışmalar tasarlanmıştır. Dizi karakterlerinden Charlie,
kardeşiyle birlikte “Driveshaft” adlı kurgu bir müzik grubunun üyesidir. AGO
kapsamında, “Driveshaft” için sanal bir web sitesi tasarlanmıştır
(http://www.driveshaftband.com/Bootlegs.htm). Dizinin başlangıcı uçak kazası ile
olduğu için, Driveshaft’ın web sitesi, Charlie’nin ölüm tarihinde “yas” ilan etmiştir.
Sitede Charlie karakterinin adada söylediği bazı şarkıların MP3 formatları, şarkı
sözleri, özel fotoğrafları ve grubun hayatta olan diğer üyelerinin görselleri de
konulmuştur (www.bigumigu.com/haber.asp?hid=2773 ).
Dizideki bir başka karakter olan yazar Gary’nin kitabı da Google arama
motoruna eklenmiştir. Kişiler arama motoruna kitabın adını (Bad Twin) veya
Gary’nin tam ismini yazdıklarında, dünyanın en büyük internet kitapçısı Amazon’da
kitabın satıldığını görebilmektedir, hatta kitabın nasıl satın alınabileceğine dair
linkler de vardır (http://www.amazon.com/gp/product/1401302769/ qid=11477076
70/sr=2-1/ref=pd_bbs_b_2_1/102-36827610700107?s=books&v=glance&n=283155). Kitabın arka kapak görselinde, yazarın
uçak kazasında hayatını kaybettiği yazmaktadır. Amazon’un sitesi tıklanıp Gary’nin
kitabına ulaşıldığında, kurgu karakterin ölmeden önce kitabının tanıtımı için
Youtube’a yerleştirilmiş gerçek röpörtaj videolarına da rastlanmaktadır
(http://lostpedia.wikia.com/wiki/Gary_Troup).
AGO kampanyasının belirli aralıklarla sürdürülen resmi evrelerinin
üçüncüsü, online boyuttan offline’a yani çevrim dışı boyuta taşınmıştır. 2006 yılında
Comic Konferansı’nda Lost dizisi oyuncularının bazıları, organize edilen Lost
Panel’inde fanatikleri ile buluşmuştur. Gerçek dünyada düzenlen bu panelde, sanal
oyunun içindeki gazeteci karakter aniden ortaya çıkarak, oyuncularla konuşmuş ve
tüm bildiklerini www.hansoexposed.com ’da açıklayacağını beyan etmiştir. Şu anda
artık yayında olmayan bu siteye girenler, çıkan açıklama videoları ve Podcast’i
izliyerek başka gizem ve ipuçlarına kavuşmuşlardır. AGO’nun tertiplendiği
dönemde sitede yer alan videolar Youtube, Daily Motion, v.s. gibi video sitelerinde,
forum ve haber gruplarında, viral olarak da paylaşılmıştır.
5. Aşama: Örgüt – Marka – Paydaş İşbirliğinin Geliştirilmesi: Dizinin
reklam kuşağında Hanso Vakfı’nın ilanları yayınlanırken, ilanlarda yer alan irtibat
telefonlarına gerçek hayatta da ulaşılacak oyuncularla anlaşılmıştır. Hatta ABC
şirketi, bu irtibat numaralarını gerçek reklamlarda yayınlatarak, reklamların
yayınlandığı ülkelere göre yerel telefon numaraları yerleştirmiş ve telefonda o ülke
dilini konuşan kişileri de görevlendirmiştir.
Lost’un yapımcı şirketinin Lost’un AGO uygulaması kapsamında, örgüt –
marka – paydaş işbirliğinin geliştirilmesi amacıyla yapmış olduğu bir başka
çalışması da, Wikipedia’dan esinlenerek oluşturulan “Lostpedia”dır. Kurgu karakter
ve olaylar hakkında detaylı bilgilerin yerleştirildiği, isteyenlerin konuyla ilgili veri
girişi yapabildikleri sanal Lost kütüphanesi de yürürlüğe konularak, işbirliği
geleneksel medya ve geleneksel olmayan medya üzerinden sürdürülmeye
çalışılmıştır.
6. Aşama: AGO ve Bütünleşik Medya / Yakınsama: “Lost Experience”
oyunu esnasında kişinin her yönlendirildiği sitede yer alan ipuçları, gazete ve
televizyon ilanlarında başka ipuçlarına yöneltmiştir. Bu noktada farklı mecraların
bütünleşik olarak kullanıldığı söylenebilir. Örneğin, gazetelere gizli kodlar içeren
ilanlar verilmiş, artık yayından kaldırılmış olan www.hansocareers.com ’da Hanso
Vakfı için verilen iş ilanları, gazete ve televizyonlarda da yer almıştır.
Lost dizisi için periyodik olarak çıkartılan Lost dergisi de oyun ve paydaşları
arasında işbirliği yaratılmasında katkıda bulunan mecralardan biridir. Derginin arka
kapağına, dizide karakterlerden birinin yerken görüntülendiği “Apollo Bar” adlı
çikolatanın reklamı verilmiştir. Dizide yer alan kurgu çikolata markası için kurgu
reklam, gerçek bir derginin kapağında yer alırken, çikolata hayranları için gerçek bir
web sitesi tasarlanarak, satış geliştirme taktiklerinden de faydalanılmıştır. Oyunun
finalinde, şifrelerin oyuncuları sürüklediği bir web adresi ve adrese konulan Podcast
bildiri, oyunun ve dizinin yapımcısı olan ABC şirketinin resmi web sitesinde
yayınlanmıştır.
3.2. Lost Experience Oyununun İşbirliği Modeli’ne Uyarlanması
Çalışmanın genel önermesi kapsamında, seçilen “Lost Experience”ın örgüt –
paydaş işbirliğini kılan mükemmel yaklaşımı temsil edip etmediğinin
değerlendirilebilmesi için, Whittington’un (2003) geliştirdiği “İşbirliği – Etkileşim
Modeli” model olarak alınmıştır. Bu model orjinalinden alınırken, değerlendirme
kapsamına alınan AGO örneği ve paydaşları kapsamında geliştirilmiştir.
Whittington’un işbirliği modeli; aslında bakım hizmetleri sektörü için
geliştirilmiş, bakım hizmetleri sektöründe ve paydaşları arasındaki işbirliğini
modelleştiren ve çalışma sınırlarını teorik bir perspektiften oluşturan bir çalışmadır.
Ancak modeli iki aşamaya yayarak, ilk aşamada işbirliği sürecine katılanları
kategorize etmesi ve daha sonra ikinci aşamada süreç içindeki etkileşimleri
incelemesi açısından, AGO oyunları ile örgüt – paydaş işbirliği geliştirmesine de
adapte edilebileceği düşünülmüştür.
Bu örnek çalışma kapsamında, Kasım 2009 – Mart 2010 tarihleri arasında
“Lost Experience” adlı AGO ile ilgili veriler toplanırken, ABC Prodüksiyon
şirketinin ana web sitesi ve Lost serisi için hazırlatılan site içerikleri, AGO oyunu
“Lost Experience” için oluşturulmuş forum ve haber grupları, ABC şirketi
tarafından işbirliğinin sağlanması ve geliştirilmesi amacıyla oluşturmuş olduğu
gözlemlenen ABC web siteleri, yabancı basında çıkan haberler ve oyuncu yorumları,
yorumlara ABC ve Lost ekibi tarafından verilen cevaplar incelenmiştir. Oyunun
tamamının ABC şirketi, Lost’un yapım ekibi ve teknik destek ekibi tarafından
tasarlandığı, dizi fanatikleri ile sürekli işbirliği halinde olunduğu ve örgüt – paydaş
işbirliğinin sürdürülmesi amacına yönelik tasarlandığı kayıtları; incelenen pek çok
kaynakta görülebilmektedir (Sepinwall, 2010; Landweber, 2010; Lachonis, 2007a;
Lachonis, 2007b; http://wapedia.mobi/tr/The_Lost_Experience).
Lost Experience AGO’su, yukarıda açıklanan sistematik aşamalardan yola
çıkıldığında, Whittington’un (2003) geliştirdiği “İşbirliği – Etkileşim Modeli”
üzerinden aşağıdaki tablolaştırılabilir:
KATMANL
AR
HİZMET
SAĞLAYICI
LAR
KATMANI
KİŞİSEL
KATMAN
PROFESYO
NEL
KATMAN
TAKIMSAL
KATMAN
ÖRGÜTSEL
KATMAN
1. AŞAMA
KATMANLARIN
BELİRLENMESİ
2. AŞAMA
KATMANLARIN İŞBİRLİĞİ
Oyunun başlangıcından bitişine kadar, hizmet
Lost Experience
sağlayıcıların birbirleriyle işbirliği içinde olduğu
AGO’sunu hazırlayan
anlaşılmaktadır. Tekniksel ve mantıksal olarak ne
Oyun Kurucu Ekibi,
senaryo aksamıştır ne de oyunun oynanması. Bu durum,
Oyun hizmet sağlayıcı
hizmet sağlayıcıların birbirleriyle uyum ve işbirliği içinde
tüm tedarikçiler
çalıştıklarının önemli bir göstergesidir.
Lost Experience oyununun takipçileri, oyunun oynandığı
tüm evrelerde faal olarak görülmektedirler. Birbirleriyle
forum ve haber gruplarında, wikilerde, video paylaşım
Lost Experience
sitelerinde sürekli etkileşim halindedirler. Sürekli olarak
AGO'sunu oynayan, takip marka hakkında konuşmakta ve oyunun şifrelerini
eden tüm paydaşlar
çözmek için işbirliğinde bulunmaktadırlar.
Oyunun takipçilerinin oluşturduğu ve şifrelerin izlerinden
takip ettikleri web siteler incelendiğinde, profesyonel ilgi
Oyunun takipçilerinin
alanlarına göre katkıda bulundukları gözlemlenmiştir.
kendi profesyonel ilgi
Bilgisayar programcısı, program yazılımlarının içersine
alanlarına göre, oyuna
saklanan şifreyi çözerek diğerleriyle paylaşırken, bir
katkıda bulunan
başka konuda uzmanlaşmış bir takipçi, kendi uzmanlık
profesyoneller
alanıyla ilgili katkılarda bulunmaktadır.
Lostpedia adındaki Wiki çalışması, Lost Experience
AGO'sunun takımsal katman boyutunun ne denli güçlü
Oyun ve dizi
olduğunun kanıtlarındnn biridir. Dünyanın dört bir
takipçilerinin bir araya
yanından yüzbinlerce kişinin veri girişinde bulunması,
gelerek oyunun
Apollo çikolatalarının satış promosyonu için herkesin
ilerlemesine yaptıkları
çikolatayı yedikten sonra fotoğrafını çekip internete
katkılarla oluşan ve oyun yüklemesi ve birbirleriyle iletişimi sürdürerek şifre
süresince gelişen
çözme konusunda takım çalışmasına girmesi gibi
takımlar
örnekler; takımsal katmanın varlığına işaret etmektedir.
Oyunun yaptıran ve
Hem Lost dizisinin hem de Lost Experience’in yapımcısı
yürülüğe koyan, oyunun
olan ABC şirketi oyun süresince, hem diziyi hem oyunu
işbirliği yaratcağını
her türlü mecrada başarılı bir şekilde yönetmiştir. Oyunla
düşünen örgüt: ABC
Prodüksiyon Şirketi
diziyi senkronlu bir şekilde yönetebilmek, her ikisi
arasında parallelliği sürdürürken, oyun adına önemli
açıklamaları resmi web sitesinden, fanatiklerin
birbirleriyle haberleştiği forumlar üzerinden yaparak,
örgütsel anlamda olayın tamamına hakim ve tüm
paydaşlarla işbirliği içinde olduğunu göstermiştir. ABC
şirketi, oyunu dizinin içinde ve dışında kurgulanmasını
sağlayan en önemli kaynaktır.
Tablo 1: Lost Experience AGO’sunun İşbirliği – Etkileşim Modeli
Kapsamında Değerlendirilmesi
Tablodan da görülebleceği gibi model, oyuna uyarlandığında, öncelikli
olarak birinci aşamadaki katmanlar belirlenmiştir. Hizmet sağlayıcılar, kişisel,
profesyonel, takımsal ve örgütsel katmanlar; oyun aşamaları göz önüne alınarak
belirlenmiştir. ikinci aşamada, oyun aşamalarındaki her alt süreç ve belirlenen tüm
katmanların birbirleriyle işbirliği kapsamında değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme
katmanların işbirliği sütununda incelenebilir.
SONUÇ
Tüm dünyada yarattığı fanatik kitleyi saatlerce televizyonun başına kilitleyen
yapımcı şirket ABC, Lost fanatiklerinin daha çok sır, daha çok enformasyon, daha
fazla bilinmeyen, daha fazla heyecan ve daha fazla etkileşim isteğiyle karşı karşı
kaldığında, bu talebe destek vermek için çok özel bir oyun tasarlatmıştır. Bu oyunu
diğer oyunlardan ayıran en önemli özellik olan gizem, sır, ipuçları ve bilmeceler de
Lost dizisinin genel temasına son derece uygundur. Dolayısıyla, Lost Experience
adlı AGO’nun, dizisinden sonra ikinci bir fenomen haline dönüştüğü söylenebilir.
Lost’un yapımcısı ABC Prodüksiyon, dizi yayına girmeden önce başlayan ve
yayın süresince devam eden çeşitli kampanyalarla, paydaşları ile etkileşim sürecini
hiç kopartmamış, serinin başarısında bu yolla büyük avantaj sağlamıştır. Serinin her
sezonunda viral pazarlama iletişimi kampanyalarıyla da işbirliği sürecini sürekli
olarak desteklemişlerdir. ABC şirketinin Lost için oluşturduğu resmi web sitesi içine
yerleştirdiği işbirliği uygulamasının ne derece geri bildirime dayalı olduğu ve
yapılan yorumlara, kurumsal anlamda ne gibi cevaplar verildiği, ABC Social adlı
uygulamadan anlaşılabilir. ABC şirketinin Lost için oluşturduğu; örgüt – dizi
oyuncuları – teknik ekip – oyun tasarlayıcıları – fanatikler gibi paydaş gruplarla
kurumsal işbirliğini sağladığı ”ABC Social” adlı uygulama, önemli bir geri bildirim
ve işbirliği aracı olarak da gözlemlenmiştir (http://abc.go.com/shows/lost/episodecommentary)
Örgütler ve paydaşları arasındaki işbirliğini geliştirdiği düşünülen “Lost
Experience”, oynandığı dönemde büyük yankı uyandırmış ve yüksek oranda medya
koverajı sağlamıştır. Oyun hakkında forumlar, tartışma grupları kurulmuş, kişiler,
tartışma ve ilgi gruplarına dönüşmüş, hem kendi aralarında hem de diğer
katmanlarla işbirliği ve etkileşim haline geçmiştir (Mittel, 2006).
Bunun kurumsal anlamda örgüte de çeşitli faydaları dokunmuştur. “Grey’s
Anatomy, Desperate Housewifes, Flash Forward, Lost” gibi önemli dizileri
bünyesinde barındıran ABC Prodüksiyon şirketi, özellikle Lost dizisi sayesinde,
itibarını ve istikrarını sağlamlaştırmıştır. Nihai hedef gözetildiğinde, kuruma sadece
itibar değil, oyun sayesinde yaratılan publicity ve kurumsal itibarla, kurumun dış
pazarlarda Lost adlı serinin ihracat kapasitesini de artırarak, ABC şirketine yüksek
kar da getirmiştir (Sepinwall, 2010; Landweber, 2010; Lachonis, 2007a; Lachonis,
2007b; http://wapedia.mobi/tr/The_Lost_Experience).
Web tabanlı yeni teknolojik platformlar (Web 2.0 ve Web 3.0 gibi) örgütler
ve markaları için yepyeni medya uygulamaları sunmaktadır. Mecra çeşitliliğinin ve
bölümlendirmenin arttığı söylenebilir. Bilgisayar oyunları da yeni platformlarla
gelişmiş ve farklı boyut ve özelliklere bürünmüştür. Alternatif gerçeklik oyunları
buna en güzel örneklerden biridir. Örgüt ve paydaşları arasındaki sınırların birbirine
geçmesi gibi, alternatif gerçeklik oyunlarında da gerçek dünya ve sanal dünya
sınırları birbirinin içine geçmiştir.
“Lost Deneyimi”nin markaya ve yapımcı şirketin üreteceği diğer ürünlerine
yüksek sadakat yaratabileceği dışında, çift yönlü simetrik iletişim ve mükemmel
halkla ilişkiler yaklaşımındaki işbirliği vurgusu açısından, başarı sağladığı net olarak
görülebilir. Tablo 1’deki analizden de anlaşılacağı gibi, oyunun her katmanın kendi
aralarında ve katmanların kendi aralarında da varolan etkileşim ve işbirliğinden söz
etmek mümkündür. Oyun süresince, eski ve yeni medyanın bütünleşik olarak
kullanıldığı gözlemlenebilir. Oyunların kompleks içerikleri ve hikayeleri çoklu
medya ortamlarını kullanmayı gerekli kılmaktadır. Çoklu web sitelerinin
tasarlanması ve bunlara trafik çekilmesi, telefonun bir mecra olarak kullanılması,
elektronik posta, sinema filmi, televizyon reklamı, gazete ilanları, dizi senaryosuna
gizlenmiş şifreler, konferanslar, paneller, afiş ve posterler, doğrudan posta, üç
boyutlu kutular veya sır dolu posta kutuları, fiziksel lokasyonlar gibi bir çok mecra;
işbirliği yaratmak için kullanılmaktadır.
Lost Experience adlı oyunun tüm süreçlerine bakıldığında, oyun çift yönlü
simetrik iletişim izleri üzerinden gitmektedir. Oyunun ilk duyurumu, sonlandırılması
ve arada geçen tüm aktif süreçte, örgütsel olarak ABC prodüksiyon şirketinin yer
aldığı ve sosyal medyada oyun hakkındaki tüm sohbet ortamlarda bulunduğu
gözlemlenebilmektedir. Oyun kurucuları, örgüt, örgüt çalışanları, dizi çalışanları
çeşitli sohbet ortamlarında (çevrim içi – çevrim dışı farkı gözetmeksizin)
paydaşlarıyla buluşmakta ve onların forumlardaki talep ve sorularına yönelik yeni
çözümler ve gizemler ortaya çıkarmaktadır. Dizi senaristleri, oyundaki gizemleri ve
çözülemeyen gariplikleri, diziye taşıyarak birtakım ipuçlarını dizi üzerinden de
vermektedirler. Bu sebeple, AGO’lar planlı bir süreç içinde dikkatle dizayn
edildiklerinde, çift yönlü simetrik iletişimi sağlayan bir uygulama olarak
düşünülebilirler.
J. Grunig’in “Mükemmel Halkla İlişkiler Yaklaşımı”nda savunduğu çift
yönlü simetrik iletişim ve işbirliği vurgusu; tüm örgütlerin temel felsefesi olmalıdır.
Bu felsefeden yola çıkan örgütler, halkla ilişkiler çalışmaları planlarken, her zaman
paydaşlarıyla işbirliği yapabilecekleri etkinlikler planlamalıdırlar (Grunig, 2000:
25-27). Bilindiği gibi çift yönlü simetrik model, bir örgüt ve stratejik paydaşları
arasında karşılıklı anlayış ve eşgüdüm önermektedir. Bu yaklaşımın bir üst evresi
olan mükemmel halkla ilişkiler modeli ise, örgüt ve paydaş işbirliğini önermektedir.
Öncelikle anlayış konusu, örgütlerin paydaşlarını anlayabilmesi, paydaşların da
örgütlerin hangi amaçla neyi, nasıl yaptıklarını anlayabilmesi açısından son derece
önemlidir. Çift yönlü simetrik iletişimin temel amaçlarından biri taraflar arasında
denge unsurunun sağlanmasıdır (Kelly, v.d., 2010: 191). Denge ve karşılıklı
anlayıştan kasıt, örgütlerin paydaşlarından gelen tüm talepleri karşılayacağı
anlamına gelmemelidir. Çift yönlü simetrik iletişim modelinde, simetri; dengedir; bu
dengeden de anlatılmak istenen; diyaloglar kurularak müzakere süreçlerinin
başlatılması ve bu bağlamda tarafların ilgili konularda ortak anlayışa varmalarıdır
(Kelly, v.d., 2010: 191).
Sosyal medya platformlarının etkileşimli, işbirlikçi olmasından yola çıkarak;
halkla ilişkiler uzmanlarının yöneticilerini, mükemmel halkla ilişkiler çalışmaları
kapsamında, paydaşlarıyla işbirliğine girmekten korkmayan, bunu sürdürebilen
örgütlerin başarılı olabileceği konusunda ikna etmeleri gerektiği söylenebilir.
Günümüzde internet teknolojilerinin toplumlara kazandırmış olduğu AGO’lar
gibi yeni platformlar sadece bireyleri değil, kurumları da bu ortamlara çekmeyi
başarmışlardır. Etkileşim ve işbirliğine girebilmenin birinci şartı, öncelikle
kurumların bu platformlara girmesi, girdikten sonra dinlemeye başlaması, daha
sonra dinlediklerinden kendisine paylar çıkartarak gerekli geri bildirim ve tepkileri
vermesidir. Elbette ki, çift yönlü simetrik iletişim bu tür bir dengeyi
gerektirmektedir. Sosyal medya platformlarında örgütün denge unsurunu da
koruyabilmesi gerekir. Ne sohbet ortamlarına çok fazla ve doğrudan girmesi, ne de
bu ortamlardan çok uzak kalması doğrudur. Lost Experience için bir oyun tasarlatan
ABC şirketinin bu diyaloglardaki dengeyi başarıyla koruduğu gözlemlenebilir.
Öncelikli olarak dijital platformlardaki sohbet ortamlarını dengeyi bozmadan takip
ettiği, gerektiğinde resmi web sitesi üzerinden ve gerektiğinde resmi forum sitesinde
ve fanatiklerin yer aldığı forumlarda sohbetlere katıldığını ve hatta paydaşların
oyunla ilgili yardıma ihtiyaç duyduklarını farkettiği anda, oyun sürecinde çeşitli
yardımlarda bulunduğu gözlemlenebilir. Örgütlerin halkla ilişkiler konusunda
alacakları bu tür stratejik kararlar, giderek yaygınlaşan paylaşım kültürü sebebiyle
de olabilir.
Sadece örgütlerin değil, özellikle halkla ilişkiler profesyonellerinin yeni
mecralara ve bu mecraların oluşturduğu yeni kültürlere kısa sürede adapte olmaları
beklenmelidir. Paylaşım kültürü bu kültürlerin başını çekmektedir. Örgütler
paydaşlarıyla olan ilişkilerini paylaşım kültürü temelinde gözden geçirmeli ve yeni
strateji ve taktiklerini paylaşım kültürünü özümseyerek oluşturmalıdır. Paylaşım
kültürüyle işbirliğinin önemi de giderek artmaktadır. Bugün artık paydaşlarıyla en
fazla işbirliğine giden örgütler, halkla ilişkiler amaçlarını daha iyi gerçekleştirmekte
ve paydaşlarıyla daha yakın ilişkiler kurabilmektedirler.
KAYNAKÇA
Alikılıç, Ö ve Onat, F (2007) Bir Halkla İlişkiler Aracı Olarak Kurumsal Bloglar,
Yaşar Üniversitesi Elektronik Dergisi, Vol. 2: İzmir, s.8.
Anderson, G (1989) A Global Look at Public Relations, B. Cantor (Der.), Experts in
Action: Inside Public Relations, 2nd ed., New York: Longman, s.412-422.
Çankaya, M. N (2010) Dijital Pazarlama Trendleri 2010, DVD, MediaCat ve
DijitalAge Dergileri Yayını, Infinity Teknoloji, İstanbul.
Conrad, C (1985) Strategic Organizational Communication: Cultures, Situations,
and Adaptation, New York: Holt, Rinehart & Winston.
Cremin, H (2007) Peer Mediation, Buckingham, GBR: Open University Press.
Dena, C (2008) Emerging Participatory Culture Practices: Player – Created Liers
in Alternate Reality Games, Convergence 14:1, s.41 – 57.
Gray, B (1989) Collaborating: Finding Common Ground for Multiparty Problems,
San Francisco: Jossey – Bass.
Grunig, J. E (1984) Organizations, Environments, and Models of Public Relations,
Public Relations Research & Education, 1(1), s.6-29.
Grunig, J. E, Grunig L, Sriramesh, K, Huang, Y. H ve Lyra, A (1995) Models of
Public Relations in an International Setting, Journal of Public Relations
Research, 7 (3), s.163-186.
Grunig, J. E (2000) Collectivism, Collaboration, and Societal Corporatism as Core
Professional Values in Public Relations, Journal of Public Relations
Research, Vol. 12: 1, s.23- 48.
Grunig J. E ve Grunig, L (2005) Halkla İlişkiler ve İletişim Modelleri, James E.
Grunig (Der.), Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik,
Tribeca İletişim Danışmanlık, İstanbul: Rota Yayınları, s.307-348.
Grunig, L, Dozier, D.M ve Grunig, J.E (1994). IABC Excellence in Public Relations
and Comunication Management, Phase 2: Qualitative Study, Initial
Analysis: Cases of Excellence, San Francisco: IABC Research Foundation.
Jenkins, H (2006) Convergence Culture, New York: New York University Press.
Kelleher, T (2001) Public Relations Roles and Media Choice, Journal of Public
Relations Research, 13(4), s.303–320.
Kelly, K.S , Laskin, A.V ve Rosenstein, G.A (2010) Investor Relations: Two-Way
Symmetrical Practice, Journal of Public Relations Research, 22:2, s.182208.
Keltner, J. W. (1987) Mediation: Toward a Civilized System of Dispute Resolution,
Annandale, VA: Speech Communication Association.
Kennedy, G. (2004) Essential Negotiation. Princeton, NJ, USA: Bloomberg Press.
Kent, M. L ve Taylor, M (1998) Building Dialogic Relationships Through the
WorldWideWeb (Special issue: Technology and the corporate citizen),
Public Relations Review, 24(3), s.321–334.
Kim, J.Y, Allen J.P ve Lee, E (2008) Alternate Reality Gaming, Communications of
the ACM, February, Vol.51, No:2.
Lattimore, D, Baskin, O, Heiman, S.T ve Toth, E.L (2009) Public Relations: The
Profession and the Practice, 3rd ed., NY USA: McGraw Hill International
Edition.
Marsh, C (2008) Postmodernism, Symmetry, and Cash Value: An Isocratean Model
for Practitioners, Public Relations Review, Vol. 34, s.237-243.
Miller, C, Freeman, M ve Ross. N (2001) Interprofessional Practice in Health and
Social Care: Challenging the Shared Learning Agenda, London: Arnold.
Mishra, K.E (2006) Help or Hype: Symbolic or Behavioral Communication During
Hurricane Katrina, Public Relations Review, Vol. 32, s.358-366.
Peltekoğlu, Balta. F (2001) Halkla İlişkiler Nedir, 2. Baskı, İstanbul: Beta.
Rotman, M. B (1995) Public Relations Careers, Illinois, USA: VGM Career
Horizons.
Russel, A, Ito, M, Richmond, T ve Tuters, M (2008) Culture: Media Convergence
and Networked Participation, Kazys Varnelis (Der.), Networked Publics,
MA, USA: MIT Press.
Seitel, F. P (2007) The Practice of Public of Public Relations, 10th edit. NJ USA:
Pearson Prentice Hall.
Sharpe, M.L (1992) The Impact of Social and Cultural Conditioning on Global
Public Relations, Public Relations Review, Vol.18, s.103-107.
Spicer, C (1997) Organizational Publlic Relations: A Political Perspective, Mahwah,
NJ: Lawrance Erlbaum Associates, Inc.
Steyn, P, Sangari, E.S, Pitt, L, Parent, M ve Berthon, P (2010) The Social Media
Release as a Public Relations Tool: Intentions to Use Among B2B
Bloggers, Public Relations Review, 36, s.87-89.
Szulborkski, D (2005) This is Not a Game: A Guide to Alternate Reality Gaming.
Pennsylvania: New Fiction Pub.
Taylor, M (2000) Public Relations as Relationship Management: A Relational
Approach to the Study and Practice of Public Relations, Public Relations
Review, Vol. 26, Issue.2, s.255-256.
Whittington, C (2003) Model of Collaboration, Jenny Weinstein, Colin Whittington,
Tony Leiba (Der.), Collaboration in Social Work Practice, Philadelphia,
USA: Jessica Kingsley Publishers.
Wilcox, D. L ve Cameron, G. T (2009) Public Relations: Strategies and Tactics, 9th
edit, USA: Pearson.
ABC
Arg
Social, Commentary,
(Erişim: Mayıs 2010)
http://abc.go.com/shows/lost/episode-commentary.
Dosyası
(2007)
Lost
Experience,
http://www.bigumigu.com/haber.asp?hid=2773 . (Erişim: Mart 2010)
BadTwin,
http://www.amazon.com/gp/product/1401302769/qid=1147707670/sr=21/ref=pd_bbs_b_2_1/102-36827610700107?s=books&v=glance&n=283155. (Erişim: Mart 2010)
Çankaya, N http://www.nuricankaya.com/default.asp?blog_ay=5&blog_yil=2008 .
(Erişim: Ocak 2010)
Irwin, M.J (2007) Q & A with Alternate Reality Games Director Elan Lee, Wired
Magazine,
Issue
15.06,
http://wired.com/gaming/virtualworlds/magazine/15-06/st_arg3 . (Erişim:
Kasım 2009)
Lachonis, J (2007a) Interviews Lost’s Damon Lindelof and Carlton Cuse, Part.1,
Buddy Tv, http://www.buddytv.com/articles/lost/buddytv-interviews-lostsdamon-4766.aspx . (Erişim: Mart 2010)
Lachonis, J (2007b) Interviews Lost’s Damon Lindelof and Carlton Cuse, Part.2,
Buddy Tv, http://www.buddytv.com/articles/lost/more/buddytv-interviewslosts-damon-4762.aspx . (Erişim: Mart 2010)
Landweber, M (2010) Alternate Realities on Fringe, Lost and Flashforward,
Popmatters,
http://www.popmatters.com/pm/post/123553-alternaterealities-on-fringe-lost-and-flashforward/ . (Erişim: Mayıs 2010)
Lost Experience, http://wapedia.mobi/tr/The_Lost_Experience .(Erişim: Nisan 2010)
McGonigal, J (2007) Unlock Hidden TV Show Plots with Alternate Reality Games,
Interview with Jane McGonigal, Wired Magazine, Issue 15.06.
http://www.wired.com/gaming/virtualworlds/magazine715-06/st_arg2.
(Erişim: Ocak 2010)
Mittell,
J
(2006)
Lost
in
an
Alternate
Reality,
Flow
TV,
http://flowtv.org/2006/06/lost-in-an-alternate-reality/ . (Erişim: Mart 2010)
Olsen,
S (2007) Provacative Politics in Virtual Games, Cnet
www.news.com/Provocative-politics-in-virtual-games/21001043_36171089.html?tag=item . (Erişim: Aralık 2009)
News,
Sepinwall, A (2010) Exclusive Interview: Lost Producers Damon Lindelof and
carlton Cuse Talk “Across the Seal”, http://www.hitfix.com/blogs/whatsalan-watching/posts/exclusive-interview-lost-producers-damon-lindelofand-carlton-cuse-talk-across-the-sea . (Erişim T: Mayıs 2010)
World Without Oil, About,
(Erişim:Ocak 2010)
http://www.worldwithoutoil.org/metaabout.htm .
http://www.cloudmakers.org/ . Erişim: Aralık 2009)
www.hansocareers.com . (Erişim: Mart 2010)
www.hansoexposed.com . (Erişim: Mart 2010)
http://lostpedia.wikia.com/wiki/Gary_Troup . (Erişim: Mart 2010)
http://stophanso.rachelblake.com/ . (Erişim:Mart 2010)
http://www.driveshaftband.com/Bootlegs.htm . (Erişim: Mart 2010)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Lost_Experience . (Erişim: Mart 2010)
http://wapedia.mobi/tr/Find_815 . (Erişim: Mayıs 2010)
www.yamangezginkayboldu.com . (Erişim: Ocak 2010)
PAZARLAMA İLETİŞİMİNDE MOTİVASYONUN ÖNEMİ VE
ÇOK ULUSLU ALIŞVERİŞ MERKEZİ ÖRNEĞİ
M. Serdar ERCİŞ*
ÖZET
Günümüzde İşletmeler daha etkin ve daha verimli iş olanakları oluşturabilmenin yollarını aramakta ve
bu konuyla ilgili çeşitli yönetim kuramları geliştirmektedirler. Geliştirilen bu kuramlar ile insanların
motivasyonunu en iyi şekilde gerçekleştirebilme yolları ortaya konmaya çalışılmaktadır. Bu değişim
*
Atatürk Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Yrd. Doç. Dr.
ortamı, yönetimleri olduğu kadar iş görenleri de etkilemekte ve işletmeler pazarlama iletişimi
çalışmalarında daha etkin iş gören motivasyonu sağlamanın gereğini hissetmektedirler. Bu çalışmada,
Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve
satış elemanı olarak çalışan iş görenlerin, mesleklerine ilişkin motivasyon düzeyleri bütünleşik pazarlama
iletişimi değişkenleri açısından incelenmiştir. Araştırmada veriler anket yöntemi ile elde edilmiş ve anket
formunda toplam 24 sorudan oluşan “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği” uygulanmıştır. Anket
sonucunda elde edilen veriler, SPSS 13 paket programı kullanılarak analiz edilmiştir. Elde edilen
sonuçlar aritmetik ortalama, standart sapma, yüzdesel oranlar ve t testi ile değerlendirilmiş ve
işgörenlerin motivasyonlarının sağlanmasında içsel motivasyonun (X=4.29), dışsal motivasyon ve
olumsuz motivasyon boyutlarına göre daha etkin olduğu gözlenmiştir.
Anahtar kelimeler: Pazarlama İletişimi, Motivasyon
THE IMPORTANCE OF MOTIVATION IN MARKETING COMMUNICATION AND AN
EXAMPLE FOR A MULTINATIONAL SHOPPING CENTER
ABSTRACT
Nowadays, the companies are looking for ways to create mor effective and more productive business
opportunities and develop several management theories regarding this issue. These developed theories
are aimed to introduce ways to motivate people in the best way. This change environment affects the
management and employees as well, and the companies feel the need to provide more effective employer
motivation in marketing communication works. In this study, the motivation level of employees working in
public relations, or marketing and salesmen in a shopping center regarding their profession, and factors
motivating employees and also forming motivation problems for them were investigated from integrated
marketing communication variables point of view.
In the study, the data were obtained by a survey method and a survey questionnaire form “Sources and
Problems Scale of Motivation”, which includes total 24 questions. The data obtained as the result of the
survey were analyzed using the package software SPSS and the results were evaluated as average,
standard deviation and percentage ratios through t test. According to the analyse results, internal
motivation (X=4.29) was observed to be more effective in provifin motivation for the employees than
dimensions of external motivation and negative motivation.
Keywords: Marketing Communications, Motivation
1.
Giriş
İşletmelerde yönetimin temel görevlerinden birisi, örgütü oluşturan bireylerin
amaçları ile örgütün amaçlarının etkin ve verimli bir şekilde uyumunun
gerçekleşmesini sağlamaktır (Nicholson, 2003: 57-67). Bu bağlamda etkinlik ve
verimlilik sadece modern teknolojiyle sağlanmamakta, bunun yanında insan
davranışları da etkinlik ve verimlilik açısından önemli bir faktör olmaktadır (Draft,
2004: 4). Çünkü işletmelerdeki başarı ancak, örgütün fiziksel ve finansal kaynakları
ile insan gücünün uygun bir bileşimi ile sağlanmakta ve belirlenen amaçlara
ulaşmak için iş görenlerin motive olma yönündeki istekliliği önem taşımaktadır
(Selçuk, 1996). Bu nedenle işletmeler ve işletme yöneticileri için ve aynı zamanda
işgörenler için motivasyon kavramı oldukça önemlidir. Motivasyon bir örgütte yer
alan insan davranışlarını önemli ölçüde etkilemekte ve yönlendirmektedir. Bununla
beraber bir faktör olarak örgütsel davranışı önemli ölçüde etkilemektedir (Yüksel,
2005: 2). Bu araştırmada, Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir
alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan iş
görenlerin, mesleklerine ilişkin motivasyon düzeyleri ve aynı zamanda iş görenleri
motive eden ve motivasyon sorunu oluşturan faktörler bütünleşik pazarlama iletişimi
değişkenleri açısından ele alınmıştır.
2. Pazarlama İletişimi ve Pazarlama İletişiminde Motivasyon
2.1. Pazarlama İletişimi
Pazarlama, hedef tüketici, müşteri ve toplumun istek ve gereksinimlerini
tatmin ederek kâr sağlayacak pazarlama bileşenlerinin (ürün / hizmet, fiyat, dağıtım
ve tutundurma) planlanması, yönetimi ve denetimi çabalarıdır (Stone, 1994: 25). Bu
tanımdan hareketle, en genel anlamıyla pazarlama; mal ve hizmetlerin, planlanarak
yapılmış bir takım organizasyonlar aracılığı ile üreticilerden tüketicilere aktarıldığı
süreçtir (Bozkurt, 2004: 15). Bu sürecin bir yanını oluşturan üreticiler ile diğer
yanını oluşturan tüketiciler arasındaki karşılıklı ilişki, pazarlama iletişiminin
temelini teşkil eder. Pazarlama iletişimi mal ve hizmetlerin tüketiciler tarafından
fark edilip satın alınmasına ve satış sonrası tüketici memnuniyetinin sağlanmasına
kadar olan süreçtir. Pazarlama İletişimi için yapılan birçok tanım vardır. Bunlardan
birkaçı şöyledir;
Shimp’e göre pazarlama iletişimi, “Hedef tüketicileri ürün, hizmet ya da
kurum hakkında bilgilendirmeyi, onların tutum ve davranışlarını güçlendiren, veya
değiştirmeyi ve amaçlanan yeni bir tutum ve davranışı oluşturmayı hedefleyen
iletişim çalışmalarıdır” (Shimp, 2003: 30-41).
Altın pazarlama iletişimini, “Hedef kitlede arzu edilen tepkiyi uyandırma
amacıyla uyarıcılar sunmak, mevcut işletme mesajlarını değiştirmek ve iletişim
olanakları yaratmak amacıyla, kurulu iletişim kanalları aracılığıyla, pazardan
mesajları alma, açıklama ve o doğrultuda hareket etme sürecidir” (Altın, 2005: 2627) şeklinde tanımlamaktadır.
Bir başka tanımda Duran Pazarlama iletişimini, “Bir kuruluşun var oluşuyla
ürün ve hizmetleriyle ilişkide bulunduğu ve bulunacağı kesimlere neler vaat ettiğini,
neler sağlayabileceğini anlatmasını sağlayacak iletişim çabalarının tümüdür“(Duran,
2006: 25) şeklinde ifade etmektedir. Bu çerçevede, Pazarlama iletişimi pazarlama
karması elemanlarının birbirleriyle ve organizasyonun bütün yönetimsel kararlarıyla
olan ilişkisini ve bu ilişkinin tüketici ve potansiyel tüketiciler ile olan sürecini
kapsamaktadır (Jenkins, 2002: 18-22).
2.2. Motivasyon Kavramı
Motivasyon çalışanları, işverenleri, yöneticileri ve liderleri ilgilendiren bir
konudur (Kanbur, 2005: 166). Bunun doğal sonucu olarak insanların örgütlü olarak
yaşamaya başlamalarından itibaren daha etkin ve daha verimli örgütler
oluşturabilmenin yolları aranmış ve çalışanların bu süreçte daha fazla nasıl motive
olabileceği konuları üzerinde durulmuştur (Hanks, 2006: 99).
Arzovaya göre motivasyon, “örgütün ve bireylerin ihtiyaçlarını tatminle
sonuçlanacak bir iş ortamı meydana getirerek bireyin harekete geçmesi için
etkilenmesi ve isteklendirilmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır (Arzova, 2001: 2021). Motivasyon kavramının özünü güdü oluşturur. Güdü, bireyi bir harekette
bulunmaya ya da bir hareket yolunu diğerine tercih etmeye itecek şekilde etkileyen
sürücü kuvvet ve faktörlere denir (Oktay ve Gül, 2003: 403). Motivasyonda
yararlanılan özendirici araçların etkinliğinin aynı zamanda işletmeleri yönetenlerin
anlayış ve davranışlarına da bağlı olduğu söylenebilir (Bayo ve Goldon, 2004: 105).
İşletmeyi yönetenlerin başarısı; yönettikleri örgütte çalışanların ekonomik ve sosyopsikolojik yapılarını yakından tanımalarına ve işgörenlerinin çoğunluğu tarafından
benimsenen bir politika izlemesine bağlıdır (Uçkun ve Pelit, 2003: 54). İşletmenin
merkezî, işgörenlere kapalı ve geleneksel yönetim anlayışı içinde yönetilmesi ile
merkezî olmayan, yetki ve sorumlulukların alt basamaklara dağıtıldığı, iş görenlere
açık ve çağdaş bir yönetim anlayışının sunulduğu yönetim anlayışı arasında önemli
farklar vardır. Merkezî ve geleneksel yönetim anlayışı içinde motivasyon politikası
büyük ölçüde ekonomik araçların kullanılmasına ve sıkı bir denetime tabii olmasına
dayanır. Oysa merkezî olmayan modern yönetim anlayışı ile yönetilen işletmelerde,
ekonomik araçlar kadar psiko-sosyal ve yönetsel araçlara da eşit ölçüde yer verilir.
Uzun dönemde bu yönetim politikasının, motivasyon konusunda daha başarılı
olduğu söylenebilir (Doğan, 2003, 33-39).
2.3. Pazarlama İletişiminde Motivasyon
İşgörenler müşterilerin ilk kontak noktası oluşturmaktadır. Bu temas
sırasında da firmaya ilişkin ilk müşteri algılarının oluştuğunu söylemek mümkündür
(Lundy ve Alon, 2003: 96). Pazarlama sürecinde iş görenlerle müşteriler arasındaki
iletişimi ifade eden pazarlama iletişimi, hizmeti sunan iş görenin müşteriye hizmet
verirken onunla iyi iletişim kurmasını, bu konuda beceri ve ustalık göstermesini
ifade etmektedir. Aynı zamanda pazarlama iletişimi işletmenin tüketicilere iyi
hizmet vermesini sağlamak amacıyla iş görenleri bilgilendirme, eğitme ve motive
etme faaliyetlerini de koordine etmektedir. (Chang and Chang, 2007: 266). Çünkü İş
görenlerin müşterilerin istek ve beklentilerini karşılayabilmeleri için;
bilgilendirilmeye, eğitilmeye, geliştirilmeye, ödüllendirilmeye ve motivasyona
ihtiyaçları vardır (Doukakis and Kitchen, 2004: 421). Verilen hizmetin kalitesi,
büyük ölçüde hizmeti sunan iş görenin tutum ve davranışlarına bağlıdır (Varinli,
2006: 108). Çalıştığı örgüt ile sürekli sorunlar yaşayan, morali bozuk, kendini
güvende hissetmeyen çalışanların dış müşterilere kaliteli hizmet sunması mümkün
değildir. Bu nedenle işletmeler, rekabet üstünlüğü sağlamak için, dış müşteriler ve
rakipler kadar müşteriye hizmet sunan iş görenlerin istek ve ihtiyaçları üzerine
odaklanmaktadırlar. Çünkü müşteri üzerinde olumlu bir imaj oluşturabilmek için
önce iş görenler üzerinde olumlu bir imaj oluşturulması gerekmektedir (Lings, 2004:
405).
Başarılı bir pazarlama iletişimi süreci ve pazarlama yönlülük için içsel ve
dışsal pazarlamanın bir bütünlük içinde çalışması bir zorunluluktur. (Conduit and
Mavondo, 2001: 11). Pazarlama iletişim sürecinde işgören motivasyonu açısından,
çalışanların iç müşteri olmaları ve içsel ürünlerin hem alıcısı hemde satıcısı olmaları
önemlidir (Caruana and Calleya, 1998: 108). Bu nedenle içsel pazarlama iş
tatminiyle ilişkilidir. İş tatmini de örgütsel bağlılığı açıklayan önemli faktörlerden
biridir (Schweiger and Denis 2007: 110). Görüldüğü gibi, pazarlama iletişiminin en
önemli sonuçlarından birisi iş görenlerin motivasyonlarını ve iş tatminini
artırmasıdır (Tansuhaj vd., 1991). İş tatmini de, dönüşüm içinde, örgütsel bağlılığı
yükseltmekte ve iş performansını, verimliliği artırmakta aynı zamanda personel
devir hızını düşürmektedir (Porter, 2004: 664).
3. Araştırmanın Amacı
Bu çalışmanın amacı iş görenlerin, mesleklerine ilişkin motivasyon
düzeylerini aynı zamanda iş görenleri motive eden ve motivasyon sorunu oluşturan
faktörleri, bütünleşik pazarlama iletişimi değişkenleri açısından belirlemektir. Bu
amaç çerçevesinde çalışmada, iş görenlerin mesleki motivasyonlarına ilişkin
tutumlarını belirleyerek, işveren, yönetici ve iş görenlerin hareket tarzlarına ve iş
akışına yardımcı olmak, böylece bireysel ve örgütsel düzeyde verimliliğin
arttırılmasına katkıda bulunmak hedeflenmiştir.
3.1. Araştırma Evreni, Örnekleme Hacmi ve Yöntemi
Araştırmanın kütlesini Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir
alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 170 iş
gören oluşturmaktadır. Araştırma ile ilgili verilerin toplanmasında iş görenlere yüz
yüze anket yöntemi uygulanmıştır. Anket çalışması alışveriş merkezinde
gerçekleştirilmiş ve anket formu ana kütleyi oluşturan iş görenlerin tümüne bir
örnekleme yapılmadan tam sayım yöntemiyle uygulanmıştır. Yapılan ön
değerlendirme sonucu 31 anket cevaplayıcıların isteksizliği, eksik ve hatalı dolum
gibi nedenlerle analize alınmamış ve toplam 139 anket değerlendirmeye tabi
tutulmuştur. Anket sorularına ilişkin bir pilot çalışma yapılarak anket formunda
eksik ve anlaşılmayan sorular tespit edilmiştir. Gereken düzeltmeler yapılarak
ankete son şekli verilmiştir. Ankette yer alan sorular iki bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde cevaplayıcılara ait demografik bilgiler yer almaktadır. İkinci
bölümde toplam 24 sorudan oluşan “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği
(MKS)” kullanılmıştır. Anket uygulanmadan önce cevaplayıcılara anket soruları ile
ilgili açıklayıcı bilgiler verilmiştir. Anketin cevaplandırılması toplam 30 dakika
almıştır.
3.2. Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği (MKS Ölçeği)
Toplam 24 sorudan oluşan “Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği” ilk
kez 1978 yılında New York’ta, Nunnaly tarafından kullanılmış ve sonrada Schunk
(1996) tarafından geliştirilmiştir. Ölçek güvenirliğinin Cronbach Alfa ölçüt olarak
en düşük 0,7 alındığında yeterli olduğu belirtilmiştir (Nunnaly, 1978: 15-35) ve
(Schunk, 1996:40).
Ölçek 2004 yılında Acat ve Yenilmez tarafından 913 eğitim fakültesi
öğrencisine uygulanmış ve ölçeğin IC tutarlılık Cronbach alfa katsayısı 0,89 olarak
bildirilmiştir. Buna ilaveten benzer ölçek Acat ve Köseoğlu tarafından 2006 yılında
39 işgörene uygulanmış ve ölçeğin IC tutarlılık Cronbach alfa katsayısı 0,82 olarak
bildirilmiştir. Yaptığımız araştırmada ise ölçek 139 iş görene uygulanmış ve ölçeğin
IC tutarlılık Cronbach alfa katsayısı 0,86 olarak bulunmuştur. Ölçek içsel
motivasyon, olumsuz motivasyon ve dışsal motivasyon olmak üzere toplam 3 alt
boyuttadır. İçsel motivasyon alt ölçeği 11, olumsuz motivasyon alt ölçeği 8 ve dışsal
motivasyon alt ölçeği 5 maddeyi içermektedir. Ölçekteki 1., 2., 3., 4., 6., 7., 8., 9.,
10., 23., ve 24., maddeler içsel motivasyonu (Kişisel öğrenme motivasyonu; işletme
içi faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilemesi), 13.,14.,15.,17., ve
20., maddeler dışsal motivasyonu (çevre motivasyonu; çevre faktörlerinin
motivasyonu olumlu yönde etkilemesi), 5.,11.,12.,16.,18.,19.,21., ve 22., maddeler
olumsuz motivasyonu (motivasyonda sorun oluşturan faktörler) ifade etmektedir.
Cevaplayıcılardan sorulara “Hiç Katılmıyorum, Katılmıyorum, Kararsızım,
Katılıyorum, Kesinlikle Katılıyorum” seçeneklerinden bir tanesini işaretleyerek
cevap vermeleri istenmiştir. İçsel ve Dışsal motivasyon alt ölçeğini oluşturan
maddelerde “Hiç Katılmıyorum” yanıtına 1, “Katılmıyorum” yanıtına 2,
“Kararsızım” yanıtına 3, “Katılıyorum” yanıtına 4, “Kesinlikle Katılıyorum”
yanıtına 5 puan verilmiştir. Olumsuz motivasyon alt ölçeğini oluşturan maddelerde
“Hiç Katılmıyorum” yanıtına 5, “Katılmıyorum” yanıtına 4, “Kararsızım” yanıtına
3, “Katılıyorum” yanıtına 2, “Kesinlikle Katılıyorum” yanıtına 1 puan verilmiştir.
3.3. Veri Analizi
Anket sonucunda elde edilen veriler, SPSS 13 paket programı kullanılarak
analiz edilmiştir. Verilerin analizi aritmetik ortalama, standart sapma ve yüzdesel
oranları hesaplanarak, faktörler arasında anlamlı farklar oluşup oluşmadığı bağımsız
örnekler T testi ile karşılaştırılmıştır ve istatistiksel anlamlılığın belirlenmesinde alfa
(a) yanılma düzeyi p
0,05 olarak alınmıştır.
3.4. Bulgular ve Yorumlar
3.5. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
Halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 170 iş görenin
Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine ilişkin 24 soruya verdikleri cevapların
aritmetik ortalamaları ve standart sapmaları tablo 1’de verilmiştir.
Tablo 1. İçsel Motivasyon Değerleri
Genel
Bayan
Erkek
İçsel Motivasyon MKS Ölçeği
Ortalamaları
X
SP
X
SP
X
SP
1
4.57
1.20
4.63
1.21
4.51
1.19
4.65
1.28
4.67
1.25
4.63
1.31
3.75
0.90
3.77
0.90
3.73
0.90
3.98
0.92
3.95
0.91
4.01
0.93
4.51
1.01
4.52
0.97
4.50
1.04
4.26
0.95
4.24
0.92
4.28
0.98
4.23
0.93
4.25
0.93
4.21
0.93
4.41
0.99
4.48
0.99
4.34
0.99
4.25
0.93
4.19
0.93
4.31
0.93
4.31
0.97
4.29
0.98
4.33
0.96
4.27
0.95
4.25
0.97
4.29
0.93
2
3
4
6
7
8
9
10
23
24
İşimi ilgi duyduğum için seçtim
İşim ile ilgili bilgileri öğrenmeyi
içtenlikle isteyerek yapıyorum
İşim toplumda kabul görmemi
sağlayacak
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenirsem kendimi bulmuş
olacağım
İşim ile ilgili aldığım iş eğitimi
insanlarla iletişimde bana
yardımcı olur
İşim ile ilgili aldığım eğitim iş
kaynaklarına daha kolay
ulaşmamı sağlıyor
İşim kariyerim açısından
yükselmemi sağlayacak
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenmem beni ve ailemi mutlu
eder
İşim ile ilgili kazandığım beceriler
arkadaşlarım arasında bana
saygınlık kazandırıyor
İşimle ilgili eğitim almamın
yaşam kalitemi artıracağına
inanıyorum
Gelecekte işimin vazgeçilmez bir
meslek olacağına inanıyorum
Genel X Ortalama = 4.29
Dışsal Motivasyon MKS Ölçeği Ortalamaları
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenmede işini severek yapan ve
13
4.66 1.30
beni motive edebilecek bir kişi ile
çalışmam istekliliğimi artırır.
İşimin Çekici olması ve ilgi
14
4.66 1.32
çekmesi önemlidir.
Birlikte eğitim aldığım gurubun
15
4.60 1.25
istekliliği beni etkiler
İş sürecinin beklentilerime uygun
17 olması öğrenme konusundaki
4.53 1.12
istekliliğimi artırır.
Öğrendiğim bilgi ve becerileri
20 kullanacağımı bilmek beni daha
4.38 0.99
da motive ediyor
Genel X Ortalama = 3.63
Olumsuz Motivasyon MKS Ölçeği Ortalamaları
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenmek bir yetenek ve deneyim
5
3.77 0.91
işidir. Ancak bunun bende çok
sınırlı olduğunu düşünüyorum
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
11 öğrenmeyişimin nedeni yeterli
3.71 0.90
çaba göstermememdir
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenemiyorum Çünkü bunları
12 öğrenmeye çabalarken
3.81 0.91
gerginleşiyorum ve
unutkanlaşıyorum
İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenmeye karşı bir dirence sahip
16 olduğumu ve bunu hiçbir zaman
3.85 0.91
tam olarak öğrenemeyeceğimi
düşünüyorum
Öğrenmem gerekenler konusunda
benden beklenenler çok yüksek,
18
3.74 0.90
bu durum beni olumsuz yönde
etkiliyor
Hata yapma korkusu öğrenmemi
19
3.73 0.90
olumsuz yönde etkiliyor
Benimki öğrenmek değil sadece
21
3.76 0.91
bazı şeyleri ezberlemek
İletişim kurduğum insanların
22 yarattığı baskı öğrenmemi
3.70 1.26
etkiliyor
Genel X Ortalama = 3.76
4.69
1.29
4.63
1.31
4.68
1.35
4.64
1.29
4.64
1.24
4.36
1.26
4.59
1.15
4.46
1.09
4.34
0.98
4.42
1.00
3.75
0.90
3.76
0.92
3.72
0.90
3.70
0.90
3.80
0.91
3.82
0.91
3.87
0.92
3.83
0.90
3.75
0.90
3.73
0.90
3.70
0.90
3.76
0.90
3.79
1.21
3.73
1.39
3.70
1.32
3.70
1.2
Tablo 1’de görüldüğü gibi İçsel Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve
Sorunları Ölçeği genel ortalaması X=4.29 değerini alırken, Dışsal Motivasyon,
Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeği genel ortalaması X=3.63 ve Olumsuz
Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları ölçeği genel ortalaması X=3.76
değerlerini almıştır. İçsel Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
Ölçeğine göre, en yüksek ortalamaya sahip olan maddeler sırasıyla; 2. madde
(X=4.65) “İşim ile ilgili bilgileri öğrenmeyi içtenlikle isteyerek yapıyorum “,1.
madde (X=4.57) “İşimi ilgi duyduğum için seçtim”, 6. madde (X=4.51) “İşim ile
ilgili aldığım iş eğitimi insanlarla iletişimde bana yardımcı olur “ maddeleridir. İçsel
Motivasyon MKS Ölçeğine göre, en düşük ortalamaya sahip olan madde, 3. madde
(X=3.75) “İşim toplumda kabul görmemi sağlayacak” olmuştur. Dışsal Motivasyon,
Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en yüksek ortalamaya sahip
olan maddeler sırasıyla; 13. madde (X=4.66) “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenmede işini severek yapan ve beni motive edebilecek bir kişi ile çalışmam
istekliliğimi artırır.”, 14. madde (X=4.66) “İşimin Çekici olması ve ilgi çekmesi
önemlidir”, 15. madde (X=4.60) “Birlikte eğitim aldığım gurubun istekliliği beni
etkiler” maddeleridir. Dışsal Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
Ölçeğine göre, en düşük ortalamaya sahip olan madde, 20. madde (X=4.38)
“Öğrendiğim bilgi ve becerileri kullanacağımı bilmek beni daha da motive ediyor”
olmuştur. Olumsuz Motivasyon, Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre,
en yüksek ortalamaya sahip olan maddeler sırasıyla; 16. madde (X=3.85) “İşim ile
ilgili bilgi ve becerileri öğrenmeye karşı bir dirence sahip olduğumu ve bunu hiçbir
zaman tam olarak öğrenemeyeceğimi düşünüyorum”, 12. madde (X=3.81) “İşim ile
ilgili bilgi ve becerileri öğrenemiyorum Çünkü bunları öğrenmeye çabalarken
gerginleşiyorum ve unutkanlaşıyorum” maddeleridir. 5. madde (X=3.77) “İşim ile
ilgili bilgi ve becerileri öğrenmek bir yetenek ve deneyim işidir. Ancak bunun bende
çok sınırlı olduğunu düşünüyorum” maddeleridir. Dışsal Motivasyon, Motivasyon
Kaynakları ve Sorunları Ölçeğine göre, en düşük ortalamaya sahip olan madde, 22.
madde (X=3.70) “İletişim kurduğum insanların yarattığı baskı öğrenmemi etkiliyor”
olmuştur. Bu sonuca göre; İş görenler üzerinde içsel motivasyon yada kişisel
öğrenme motivasyonu diğer motivasyon boyutlarına nazaran daha etkindir. Diğer bir
deyişle, kişisel öğrenme diğer motivasyon boyutlarına göre iş gören motivasyonunu
olumlu yönde daha fazla etkilemektedir. Analiz sonuçlarından, aynı zamanda İş
görenlerin motivasyonu üzerinde dışsal motivasyon yada çevre motivasyonununda
etkin olduğu ve çevre faktörlerinin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediği
görülmektedir. Olumsuz motivasyonun veya motivasyonda sorun oluşturan
faktörlerin iş görenlerin motivasyonu üzerinde en az etkin olduğu görülmektedir.
3.6. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunlarının Cinsiyetlerine
Göre Farklılaşma Durumları
Tablo 2’de İş görenlerin cinsiyetleri İle Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması yer almaktadır.
Tablo 2. İş görenlerin cinsiyetleri İle MKS Ölçeğindeki faktörlerinin
karşılaştırılması
Aritmetik
Standart
Ortalama
Sapma
85
33.01
5.12
54
31.20
5.01
85
44.78
6.41
54
46.12
6.10
85
22.54
4.54
54
23.19
4.32
Maddeler
Cinsiyet
t
df
p
n
Dışsal
Erkek
912
137
.44
Motivasyon
Bayan
Erkek
1190
137
.05*
İçsel Motivasyon
Bayan
Motivasyonsuzluk
Erkek
(Amotiv)
Bayan
641
137
22
*P<0.05
İş görenlerin cinsiyetleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “içsel
motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız
örnekler T testi sonucuna göre bayan iş görenlerin “içsel motivasyon” faktörü
ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur.
3.7. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunlarının Eğitim
Düzeylerine Göre Farklılaşma Durumları
Tablo 3’de İş görenlerin Eğitim Düzeyleri İle Motivasyon Kaynakları ve
Sorunları Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması yer almaktadır.
Tablo 3. İş görenlerin Eğitim Düzeyleri İle MKS Ölçeğindeki
Faktörlerinin Karşılaştırılması
Maddeler
Eğitim
Dışsal
Erkek
t
df
11
13
42
7
Aritmetik
Standart
Ortalama
Sapma
85
37.10
5.4
54
34.60
5.2
85
41.11
4.9
54
42.97
4.41
85
21.87
2.87
54
21.01
2.63
p
n
.05*
Motivasyon
Bayan
İçsel
Erkek
13
13
90
7
126
Motivasyon
Bayan
Motivasyonsuz
Erkek
luk
(Amotiv)
Bayan
43
13
0
7
61
*P<0.05
İş görenlerin Eğitim Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “Dışsal
motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız
örnekler T testi sonucuna göre bayan iş görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü
ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur.
3.8. İş görenlerin Motivasyon Kaynakları ve Sorunlarının Gelir
Düzeylerine Göre Farklılaşma Durumları
Tablo 4’de İş görenlerin Gelir Düzeyleri İle Motivasyon Kaynakları ve
Sorunları Ölçeğindeki faktörlerinin karşılaştırılması yer almaktadır.
Tablo 4. İş görenlerin Gelir Düzeyleri İle MKS Faktörlerinin
Karşılaştırılması
Maddeler
Eğitim
t
df
p
n
Dışsal
Motivasyon
Erkek
Bayan
Erkek
Bayan
Erkek
Bayan
942
137
.05*
720
137
98
562
137
44
85
54
85
54
85
54
İçsel Motivasyon
Motivasyonsuzluk
(Amotiv)
*P<0.05
Aritmetik
Ortalama
71.1
69.24
58.71
51.11
46.66
44.30
Standart
Sapma
6.1
5.9
4.7
4.4
4.1
3.8
İş görenlerin Gelir Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “Dışsal
motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız
örnekler T testi sonucuna göre bayan iş görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü
ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur.
SONUÇ
Araştırmadan iş görenlerin motivasyonunda hem işletme içi faktörlerin ve
hemde işletme dışı faktörlerin önemli olduğu ve bu faktörlerin iş gören
motivasyonunu olumlu yönde etkilediği sonucu elde edilmiştir.
Bu çalışmada, Erzurum İl merkezinde faaliyet gösteren çok uluslu bir
alışveriş merkezinde halkla ilişkiler, pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 139 iş
göreni olumlu yönde motive eden ve motivasyon sorunu oluşturan faktörler çeşitli
değişkenler açısından belirlenmeye çalışılmıştır. Bu amaçla halkla ilişkiler,
pazarlama ve satış elemanı olarak çalışan 85 erkek ve 54 bayan toplam 139 iş görene
“Motivasyon Kaynakları ve Sorunları Ölçeği” uygulanmıştır. Ölçek soruları yapılan
iç tutarlılık testi ile incelenmiş ve iç tutarlılığının orijinali ile benzer düzeyde olduğu
belirlenmiştir.
Çalışmada, iş görenlerin motivasyonlarının sağlanmasında motivasyon
boyutları içinde içsel motivasyonun (X=4.29) en etkin olduğu gözlenmiştir. Bu
sonuç iş görenlerin motivasyonunda, işletme içi faktörlerin önemli olduğunu ve bu
faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. Yine
bulgulara göre, İş görenler işletme içi faktörler içinde motivasyonlarına ilişkin en
çok ”İşim ile ilgili bilgileri öğrenmeyi içtenlikle isteyerek yapıyorum, İşimi ilgi
duyduğum için seçtim ve İşim ile ilgili aldığım iş eğitimi insanlarla iletişimde bana
yardımcı olur” maddelerinden ve en az “ İşim toplumda kabul görmemi sağlayacak”
maddesinden etkilenmektedirler. Araştırmadan elde edilen başka bir bulgu, iş
görenlerin motivasyonunda, işletme dışı faktörlerinde işletme içi faktörleri gibi
önemli olduğunu ve bu faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde
etkilediğini göstermektedir. İş görenler işletme dışı faktörler içinde
motivasyonlarına ilişkin en çok “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmede işini
severek yapan ve beni motive edebilecek bir kişi ile çalışmam istekliliğimi artırır”,
“İşimin Çekici olması ve ilgi çekmesi önemlidir” ve “Birlikte eğitim aldığım
gurubun istekliliği beni etkiler “ maddelerinden ve en az ”Öğrendiğim bilgi ve
becerileri kullanacağımı bilmek beni daha da motive ediyor” maddesinden
etkilenmektedirler. Araştırmadan elde edilen başka bir bulguya göre, iş görenlerin
motivasyonunda, işletme dışı faktörlerinde işletme içi faktörleri gibi önemli
olduğunu ve bu faktörlerin iş gören motivasyonunu olumlu yönde etkilediğini
göstermektedir. İş görenler işletme dışı faktörler içinde motivasyonlarına ilişkin en
çok “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri öğrenmede işini severek yapan ve beni motive
edebilecek bir kişi ile çalışmam istekliliğimi artırır”, “İşimin Çekici olması ve ilgi
çekmesi önemlidir” ve “Birlikte eğitim aldığım gurubun istekliliği beni etkiler“
maddelerinden ve en az ”Öğrendiğim bilgi ve becerileri kullanacağımı bilmek beni
daha da motive ediyor” maddesinden etkilenmektedirler. Bununla beraber iş
görenlerin motivasyonunu olumsuz olarak “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenmeye karşı bir dirence sahip olduğumu ve bunu hiçbir zaman tam olarak
öğrenemeyeceğimi düşünüyorum” ve “İşim ile ilgili bilgi ve becerileri
öğrenemiyorum Çünkü bunları öğrenmeye çabalarken gerginleşiyorum ve
unutkanlaşıyorum“ maddeleri etkilemektedir.
Araştırmada, İş görenlerin cinsiyetleri ile Motivasyon Kaynakları ve
Sorunları ölçeğindeki faktörler bağımsız karşılaştırılmış ve içsel motivasyon
faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bağımsız örnekler T
testi sonucuna göre, bayan iş görenlerin “içsel motivasyon” faktörü ortalamaları
erkek iş görenlere nazaran daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle erkek iş görenlerin
içsel motivasyon düzeylerini bayanların içsel motivasyon düzeylerine ulaştırma
açısından motivasyon istekliliğini artırıcı öğrenme ortamı oluşturulmasına daha fazla
önem verilmeli, bu amaçla iş görenlerin profesyonel uzmanlardan yardım almalarına
önem verilmelidir. Ayrıca iş görenlerin meslekleri ile ilgili uygulama yapmalarının
eğitim motivasyonlarının istenilen düzeyde korunmasına katkı sağlayacağı açıktır.
Yine iş görenlerin Eğitim Düzeyleri ile Motivasyon Kaynakları ve Sorunları
ölçeğindeki faktörler bağımsız örnekler T test ile karşılaştırıldığında “Dışsal
motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bayan iş
görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha
yüksek bulunmuştur. Aynı şekilde iş görenlerin Gelir Düzeyleri ile Motivasyon
Kaynakları ve Sorunları ölçeğindeki faktörler karşılaştırıldığında “Dışsal
motivasyon” faktöründe istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlenmiştir. Bayan iş
görenlerin “Dışsal motivasyon” faktörü ortalamaları erkek iş görenlere nazaran daha
yüksek bulunmuştur.
Ryan ve Stiller (1991) Iş görenlerin motivasyon istekliliği açısından içsel
motivasyonun yüksek olması gerektiğini belirtmiştir. Çünkü içsel motivasyon
yaratıcı ve yüksek kalitede öğrenmeye yol açmaktadır. Araştırmada elde edilen
bulgular Ryan ve Stiller’in içsel motivasyon açısından savundukları bu tezi
doğrulamaktadır. Bununla beraber araştırmanın bazı sınırlılıkları mevcuttur.
Araştırma sadece bir iş merkezi üzerinde yapılmıştır, çalışmaya katılan deneklerin
sayısı kısıtlıdır, araştırmanın alanda ilk kez yapılması nedeniyle, elde edilen sonuçlar
diğer alanlarda yapılan araştırma sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Elde edilen
bulguların yapılacak diğer araştırmalarla desteklenmesi önem arz etmektedir.
KAYNAKLAR
Altın, Ömer. (2005) Pazarlama İletişiminin Modern Yüzü, Değişim Yayınları,
Sakarya. 26-27
Arzova, Burak S. (2001) Motivasyon Artırmada En Önemli Pay Yöneticilerindir,
Ekopol: Ekonomi, Politika, Kültür ve Sanat Dergisi, Sayı:9, Ocak-Mart, 2021.
Bayo-Morıones, Alberto, Galdon-Sanchez, Jose E. ve Güell, Maia. (2004) Is
Seniority-Based PayUsed As A Motivation Device? Evidence From Plant
Level Data, IZADiscussion Paper Series, Discussion Paper No:1321,
September.105
Bozkurt, İzzet. (2004) İletişim Odaklı Pazarlama, Tüketiciden Müşteri Yaratmak,
İstanbul: Mediacat Kitapları, 3. Baskı.
Caruana, A. and P. Calleya. (1998) The Effect of Internal Marketing on
Organizational Commitment among Retail Bank Managers, International
Journal of Bank Marketing, 16(3), 108-116.
Chang, C. S. and H-H Chang . (2007) Effect of Marketing on Nurse Job Satisfaction
and Organizational Commitment: Example of Medical Centers in Southern
Taiwan, Journal of Nursing Research, 15(4), 265-274.
Conduit, J. and F. T. Mavondo. (2002) How Critical Is Internal Customer
Orientation to Market Orientation?, Journal of Business Research, 51, 1124.
Doğan, Selen. (2003) Çalışanların Verimliliğinin Arttırılmasında Ergonomi ve
Önemi”, Standard, Yıl:4-2, Sayı:496, 33-39
Doukakis, I. P and P. J. Kitchen. (2004) Internal Marketing in UK Banks:
Conceptual
Legitimacy or Window Dressing, The Internal Journal
of Bank Marketing, 22(6), 421-452.
Draft, Richard L. (2004) Management, 3th Edition, The Dryden Pres, Orlando,4 Stone,
Bob.
(1994) Successful Direct Marketing Methods. 5.Baskı. USA:
Bob Stone,25
Duran, Mustafa. (2006) Pazarlama ve Akılda Kalanlar, Göksel Yayınları, 25
Hanks, Kurt. (2006) İnsanları Motive Etme Sanatı, Çev: Can İkizler, Alfa Yayınlar, I.
Baskı, Temmuz, 99
Jenkins, M. and P. P. Thomlinson. (2002) Organisational Commitment And Job
Satisfaction As Predictors of Employee Turnover Intentions, Management
Research News, 15(10), 18-22.
Kanbur, Engin. (2005) Toplam Kalite Yönetimi Uygulayan İşletmelerde İş gören
Motivasyonunu Etkileyen Faktörler ve Ampirik Bir Araştırma, Balıkesir
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi,37
Lings, I. N. (2004) Internal Market Orientation: Construct and Consequences,
Journal of Business Research, 57, 405-413.
Lundy, Olive et Alan Cowling. (2003) Strategic Human Resourc Management,
International Thomson Business Pres, Boston, 96
Nicholson, Nigel. (2003) How to Motivate Your Problem People, Harvard Business
Review, January, 57-67.
Nunnally, J. (1978) Psyhometric Theory, New York: Mc Graw- Hill, 15-35
Porter, L. W. R. M Steers, R. T. Mowday ve P. V. Boulian. (2004). Organizational
Commitment, Job Satisfaction, and Turnover among Psychiatric
Technicians, Journal of Applied Psychology, 59 (5), 603-609.
Oktay, Ercan ve Gül, Hasan. (2003) Çalışanların Duygusal Bağlılıklarının
Sağlanmasında Conger ve Kanungo’nun Karizmatik Lider Özelliklerinin
Etkileri Üzerine Karaman ve Aksaray Emniyet Müdürlüklerinde Yapılan
Bir Araştırma”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
Sayı: 10, 403-427.
Ryan, R. M. & Stiller, J. (1991) The social contexts of internalization: Parent and
teacher influences on autonomy, motivation and learning. In P.R. Pintrich
& M.L. Maehr (Eds.), Advances in motivation and achievement: Vol. 7.
Goals and self-regulatory processes (pp. 115-149). Greenwich, CT: JAI
Press.
Schunk, D. (1996) Motivation in Education: Theory, Research and Applications.
Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall, 40 Selçuk, Z. (1996). Eğitim
Psikolojisi (4. Baskı). Ankara: Atlas Kitabevi.
Shimp, Terence. (2003) Marketing Communications, USA: The Dryden Press, 3041
Schweiger, D.M. and A.S. Denis. (1991) Communication with Employes following
a Manager: A Longitudinal Field Experiment, Academy of Management
Journal, 34, 110-135.
Tansuhaj, P. D. Randall and J. McCullough. (1991) Applying The Internal
Marketing Concept within Large Organizations: As Applied to a Credit
Union, Journal of Professional Services Marketing, 6(2), 193-202.
Uçkun,
Gazi ve Pelit, Elbeyi. (2003) Hizmet İşletmelerinde İş gören
Motivasyonunun Önemi ve Verimliliğe Etkisi”, Standard, Yıl:42, Sayı:493,
49-54.
Varinli, İnci. (2006) Pazarlamada Yeni Yaklaşımlar, Ankara, Detay Yayıncılık.
Yüksel, Öznur. (2005) Örgüt Kuramlarındaki Gelişmelerin İnsan Kaynakları
Yönetimine Etkileri, AİD, C. 30, S. 2, Haziran,
AİLE İÇİ ŞİDDET VE MEDYA: GÜNDÜZ KUŞAĞI
TELEVİZYONUNDA ŞİDDETİN GÖRÜNÜRLÜĞÜ VE
YENİDEN ÜRETİMİ
Emek ÇAYLI RAHTE*
ÖZET
*
Hacettepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi, İletişim Bilimleri Bölümü, Dr.
Gündüz kuşağında yayınlanan “kadın programları”, izleyici ve katılımcılar olarak kadınlara
ulaşabilme ve seslenebilme olanağını kullanabilme, kadın sorunlarına temas etme ve kadının
kamusal görünürlüğü açısından erkek-egemen içeriklere bir müdahale olanağı olarak
düşünülebilir. Ancak görünürlük elde etmenin ötesinde, görünürlüğün nasıl bir söylem içinde inşa
edildiği, üzerinde durulması gereken esas noktadır. “Kadın programı” kategorisine giren
yayınlar, kadını geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri içinde temsil ederken, cinsiyet ayrımcılığına
ve ev içi şiddet sorunlarına karşı eleştirel bir duruş sergileyerek, alternatifler önerme, ele alınan
meseleyi kişisel-özel sınırlamasının ötesinde sosyo-politik düzlemde tartışma gibi bir yönelim içine
girememektedir. Bu haliyle, müzakere ettiklerini, çözüm yollarını aradıklarını iddia ettikleri
sorunları üçüncü sayfa ya da magazin haberi formatında sunmanın dışına nadiren
çıkabilmektedirler. Özel hayatın gizliliği ve kişilik hakları, tıpkı adli haberlerde olduğu gibi
yeterince korunmamakta, pazarlanmakta, ataerkil bir kadınlık anlatısı sunulmaktadır. Çalışmada,
gündüz kuşağında şiddetin hem sorunsallaştırıldığı hem de yeniden üretildiğini imleyen söylemsel
unsurlar analiz edilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Aile içi şiddet, medya, gündüz kuşağı televizyonu, kadın programları, metin
analizi
DOMESTIC VIOLENCE AND THE MEDIA: THE REPRESENTATION AND
REPRODUCTION OF VIOLENCE DAYTIME TELEVISION
ABSTRACT
Being able to reach and address women as participants and audiences, to serve public
participation of women and to handle women’s issues, women’s programs of daytime TV can be
seen as an alternative to male-dominated contents. But it is also crucial to deal with how these
programs cover the visibility of women’s issues. The programs which are categorized as women’s
programs typically represent women within the limits of traditional gender roles. They do not
position themselves critically against the sexual discrimination and domestic violence, and also
they do not propose alternatives against them, discuss the matters on the sociopolitical ground. The
current women’s programs can rarely go beyond tabloid format or as page three news which is
prevalent in the media generally. The rights of privacy and the personal rights are not protected
sufficiently. Further the grievances are being marketed and a patriarchal narration is dominated.
Through textual analysis, this paper analyses how, in the daytime TV, violence is both
problematized and reproduced.
Keywords: Domestic violence, media, daytime television, women’s programs, textual analysis
Giriş
Başkalarının acılarına tanıklık etmekten zevk almak anlamında Almancadaki
‘schadenfreude’ kavramı ve başka yaşamları “dikizleme” (voyeurism) arzusu
anlamında ‘scopophilia’18, şiddetin seyirlik hale gelmesinin ardındaki psikolojik
süreçler hakkında fikir vermektedir. Her iki teriminin işaret ettiği duygulanımlardan
beslenerek medyada şiddet, dramatikleştirme ve kişiselleştirme yoluyla
sunulmaktadır. Televizyondaki biçimiyle seyirlik şiddet, izleyici talebi gibi
gerekçelerle meşrulaştırılarak metalaşma ve sansasyonelleşme unsurlarıyla birlikte,
farklı program türleri dolayımıyla medya içeriklerine sirayet etmektedir.
Gündüz kuşağının önemli bir kısmını oluşturan ve genel kabulde “kadın
programları” olarak anılan yayınların, şiddet söyleminin yeniden üretimindeki
rolünü ve aile içi şiddeti nasıl bir söylemle ele aldığını anlamayı amaçlayan bu
çalışmada, hem aile içi şiddetin televizyondaki görünümlerine dair genel bir
değerlendirme yapılmakta, hem de üzerine sıkça konuşulan kadın programlarına
yöneltilen eleştirilere ve süregelen tartışmalara kapsamlı bir analizle katkı
sunulmaktadır.
Televizyonda şiddet, kadın programlarının genel nitelikleri ve aile içi şiddeti
nasıl çerçevelediklerinin tartışıldığı kuramsal kısmı takiben ikinci kısımda metin
18
Freud, izlemekten duyulan derin zevki 'scopophilia' diye tanımlamış, bunun bir 'temel içgüdü'
olduğunu söylemiştir (Lochrie, 1999).
çözümlemesine yer verilmektedir. TRT, ATV ve Show TV’de gündüz kuşağında
yayınlanan üç kadın programının, Mayıs 2007’de, rastlantısal olarak seçilmiş birer
haftalık kayıtlarından elde edilen konuşma metinleri analiz edilmektedir.
Programlarda kimi konular bir gün, kimi konular bir haftaya yayılacak şekilde ele
alındığı için, her bir programın birer haftalık kaydının incelemesi uygun
bulunmuştur. 3 kadın programı, her biri kendi alanlarının temsil edici örnekleri
oldukları kabulüyle incelenmiştir. ATV’de yayınlanan İtirazım Var, tecimsel
yayıncılıkla örtüşen yüksek reyting, sansasyonellik ve düşük bütçeyle yüksek kar
elde etme anlayışına paralel olarak, yayın kuşağındaki diğer kadın programlarına
göre farklı bir formatı olması nedeniyle araştırmaya dahil edilmiştir. Show TV’de
yayınlanan Serap Ezgü ile Biz Bize, “geleneksel gündüz kuşağı talk show19”
formatının klasik örneklerinden biri olarak; Ademler ve Havvalar ise kamu hizmeti
yayıncılığı iddiası taşıyan TRT’de yayınlanmasından yola çıkarak eğitici ve
bilgilendirici olmayı hedefleyen bir yayıncılık ilkesine sahip olduğu varsayılarak
incelenmiştir.
Çalışmada incelenen programların yayınlandığı kanallarda gündüz kuşağının
2010 yılı yayın döneminde nasıl düzenlendiğine bakıldığında, önceleri öğle
kuşağında yer alan içeriklerin sabah kuşağına kaydığı görülmektedir. Sabah
kuşağındaki programların öğle kuşağında yayınlanan “kadın tartışma
programları”ndan en büyük farkları, stüdyo izleyicisinin katılımın olmaması ya da
sınırlı tutulmasıdır. Ancak ortaklaştıkları nokta, sorunlar ele alınırken tarafların,
birbirlerini yargılamak, suçlamak, hakaret etmek gibi biçimlerle şiddet söyleminin
üretimine katılmalarıdır. Bu da, metin analizi yapılan programların ve elde edilen
bulguların, yayın saatleri ve formatları değişen gündüz kuşağı programlarına ilişkin
süregelen tartışmalar açısından güncelliğini koruduğunu ve korumaya da devam
edeceğini göstermektedir. Makalenin ilerleyen kısımlarında 2007’den 2010’a geçen
süre zarfında gündüz kuşağında, üretilen şiddet söylemi başta olmak üzere bir
değişiklik olup olmadığı, ya da ne gibi farklılıklar olduğuna ilişkin daha detaylı
değerlendirmelere, örnekler üzerinden yer verilmektedir.
I. Aile İçi Şiddet, Medya ve Gündüz Kuşağı Televizyonu
Aile İçi Şiddet: Tanımlamalar ve Düzenlemeler
Şiddet sadece öldürme, yaralama, tecavüz, dayak gibi fiziksel güç kullanımı
ve hasarla sonuçlanan bir eylem değil, başta toplusal cinsiyet rollerinin belirlediği
normlar olmak üzere yargılama ve rıza göstermeyi de içeren ve etkilerinin doğrudan
gözlenemeyebildiği her tür baskı mekanizmasıdır. İster fiziksel güç kullanarak
(fiziksel şiddet), ister duygusal tehdit (psikolojik/duygusal şiddet) aracılığıyla,
kişinin iradesini ve ifadesini yok sayan tutum ve davranışlar şiddet olarak
tanımlanmaktadır. Şiddet türleri içinde ekonomik şiddet ise başta işsizlik
sorunundan kaynaklı olmak üzere, gelecek güvencesi olmayan, yarınından korku
duyan insanın yaşadığı gerilimin ürünüdür (Çelik, 2000; Köker, 2000).
19
Geleneksel “gündüz kuşağı talk showları”nın ayırt edici özellikleri: konu-yönelimli (issue oriented)
olmaları, ele alınan konuların ev içi ve/veya kişisel sorunlardan seçilmesi, sunucu ve uzmanların
otoritesi etrafında kurulmaları, sunucu ve uzmanların konuklar ve izleyiciler arasında aracı
konumunda olmaları, seyircilerin aktif katılımı, kadın izleyiciler için yapılmaları ve katılımcıların da
%80 oranında kadınlardan oluşmasıdır (Shattuc, 1997).
Aile içi şiddet ise aile üyelerinin birbirlerine yönelttiği, eşleri, çocukları ama
en çok da kadınları tehdit eden, göz dağı veren, sözlü baskı, korkutma ve
engellemelerden (sözlü şiddet/duygusal şiddet) manipülasyona, itme, dayak atma,
yaralama ve öldürmeden (fiziksel şiddet) tecavüze, tacize (cinsel şiddet), şiddete dair
yapılan tanımların tüm yönlerini içermektedir. Aile İçi Şiddeti Önleme Projesi
(Domestic Abuse Intervention Project20) aile içi şiddetin içeriğini genişleterek,
şiddet tanımında en sık başvurulan kaynak olmuştur: Duygusal istismar (kadını
aşağılamak, suçlu hissettirmek); ekonomik istismar (kadının iş bulmasına ya da
çalışmasına engel olmak, aile bütçesi konusunda kadını bilgilendirmemek, eğer ev
kadınıysa giderler için yeterli parayı vermemek); izole etme (kadının tüm
hareketlerini kontrol etmek, kıskançlığı kullanarak kadının her hareketine karışmak);
çocukları kullanmak (iyi bir anne olmamakla suçlamak, anneyi çocuktan ayırmakla,
çocukları alıp gitmekle tehdit etmek) ve “erkek üstünlüğü”nü kullanmak (erkeğin
kadının zekasını küçümsemesi, ona hizmetçi gibi davranması ve önemli kararları
almada fikrini sormaması) (Muehlenhard ve Kimes, 1999). Aile içi şiddet sadece
kadın, erkek ve çocukların dahil olduğu heteroseksüel ilişkiler ağında değil gay ve
lezbiyen birlikteliklerinde de yaşanan bir sorundur. Dolayısıyla aile içi şiddet genel
olarak bir iktidar ve kontrol meselesidir (Davis, 1998).
Aile içi şiddet çoğu zaman açık değil üstü kapalı bir şekilde seyretmekte,
etkileri uzun vadede anlaşılabilmektedir. “Aile içi şiddet” ifadesi kamusal ve özel
alanda yaşanan şiddeti birbirinden bağımsız iki farklı şiddet türü olarak kabul etmek
gibi yorumlanmamalıdır. Ev içinde şiddet yaşayan bir kadın, bunun izlerini
bulunduğu kamusal ortamlara da taşımaktadır. Şiddet yaşayan kişinin güvensizlik ve
korku hissi ev içinden, kadının tüm kamusal etkinliklerine kadar sirayet etmektedir.
Aile içi şiddeti ayrı bir kategori olarak sorunsallaştırmanın önde gelen ereklerinden
biri ise “özel alana”, “hane içine” hapsedilerek önemsizleştirilen bir meselenin
ciddiyetinin kabul edilmesini ve çözüm önerilerinin geliştirilmesini sağlamaktır.
Aile içi şiddet, dışarıda yaşanan şiddete göre daha yaygındır, kişinin en yakınından
gelen şiddet aynı zamanda, en savunmasız, hazırlıksız olunan anlarda yaşanan,
adlandırılması zor olan şiddettir.
30 yıl öncesine kadar uluslararası jargonda “aile içi şiddet” , “eşe, partnere
tecavüz” gibi kavram ve kavrayışlar olmadığı gibi şiddet sadece “yabancı”dan gelen
ve sonuçları fiziksel olarak görülebilen davranışlarla sınırlı kalmıştır. Bu sınırın
aşılması ilkin “çocuk istismarı”nın 1960’larda ciddi bir toplumsal problem olarak
gündeme gelmesiyle söz konusu olmuştur (Muehlenhard ve Kimes, 1999). “Kocanın
karısına tecavüz etmesi, cinsel ilişkiye zorlaması” gibi bir suçun kabulüne gelinceye
kadar kadınlar, yasaların erkeklere sunduğu olanaklar nedeniyle bu konudaki
mağduriyetlerini keşfedememiş, dile getirememişlerdir. 17. yüzyıl İngilteresinde
yasalar tecavüzü “erkeğin malına saldırı” olarak yorumlamış, evlilik kadının
cinselliğini erkeğinin kullanımına ve denetimine sunması demek olduğu için
kocaların eşlerine cinsel şiddet uygulamakla suçlanamayacağını bildirmiştir.
İngiltere’deki bu düzenlemeler Amerika’daki tecavüz yasalarını da etkilemiştir.
Charlene Muehlenhard ve Leigh Kimes (1999) 17. yüzyıldaki bu tablonun 70’lere
kadar çok da değişmediğini, psikologlar ve sosyologların aile içi şiddete çok ilgi
20
1981’de Amerika’da geliştirilen proje, aile içi şiddete ilişkin düzenlemeler ve toplumsal farkındalık
açısından farklı disiplinleri kapsayan ve bir eylemlilik planı içeren ilk program olarak kabul
edilmektedir. Ayrıntılı bilgi için projenin web sitesine bakılabilir, www.duluth-model.org
göstermediğini ve cinsiyetçi bir yaklaşım içinde olduğunu örneklerle anlatır.
1964’de karılarına şiddet uygulayanlar üzerine yapılan bir araştırma, şiddete uğrayan
kadınların “agresif, erkeksi, frijit, mazoşist” eğilimleri olan kadınlar olduğunu öne
sürmüş, 1971 yılının bir araştırması ise kadınlık rollerinden sapma yaşayanların
şiddete davetiye çıkardıkları sonucuna ulaşmıştır. 1970’lerde hız kazanan feminist
hareketler ise bu bakış açılarında köklü değişiklikler yaşanmasında etkili
olmuşlardır. Amerika’da 1972 yılında ilk kadın sığınma evi açılmıştır. 1974’te
İngiltere’de kadınların kocaları tarafından maruz bırakıldıkları cinsel istismarı konu
edinen Scream Quietly or the Neighbours Will Hear adlı kitap yayınlanmıştır.
Amerika’da yayınlanan 1976 tarihli Battered Wives “koca dayağı”nın erkeğin
patriarkal tahakkümünü sürdürme aracı olduğunu söylemiş, özetle bu yıllarda
yapılan pek çok yayın, aile içi şiddetin en çok karşılaşılan ve en az fark edilen
toplumsal sorun olduğunu yazmıştır. Bugün “evlilik içi tecavüz” (marital rape)
Amerika’da 50 eyalette suçtur.
British Medical Association’ın (İngiliz Tabibler Birliği) açıklamasına göre
İngiltere’de her 4 kadından 1’i bir erkek yakınının şiddetine maruz kalmakta,
haftada ortalama 2 kadın eski ilişkisi ya da yeni erkek partneri tarafından
öldürülmektedir. (Wilcox, 2006). Dünya genelinde her 4 kadından 1’i ve her 6
erkekten 1'i yaşamlarının bir döneminde aile içi şiddete uğramaktadır (Council of
Europe, 2002; BMA 1998; British Home Office Research Study, 1999).
Türkiye’de “aile içi şiddet” kavramının kullanılışı ve konuya karşı
hassasiyetlerin artışı 1990’ların başından itibarendir. TC. Başbakanlık Aile ve
Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün 1994 yılında tamamladığı, 4287 görüşme
üzerinden yapılan “Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları” araştırmasının sonuçlarına
göre fiziksel şiddete ailelerin %34'ünde, sözlü şiddete ise %53'ünde
rastlanmaktadır21. Çocuklara yönelik fiziksel şiddete rastlanma oranı da %46'dır.
Anne babaların geçmişteki dayak deneyimi (%70) şiddeti bugüne taşımaktadır.
Dayağın şiddeti ve sıklığından çok varlığının önem taşıdığı görülmektedir. Aile
büyüdükçe şiddet artmaktadır. Özellikle kayınvalide ile anlaşmazlıklardan doğan
sorunlar geleneksel gelin-kaynana ikilemini yaratırken, eşler arasında da çatışmaya
yol açmaktadır. Hamilelik döneminde de fiziksel ve sözlü şiddetin sürdüğü,
sıklığının da azalmadığı anlaşılmaktadır. Bu dönemde cinsel şiddetin de devam
ettiği görülmektedir. Ailelerde cinsel şiddet ve tacize rastlanma oranı %9' dur.
Şiddete maruz kalanların %80'i yapacak fazla bir şey olmadığına inanmaktadırlar.
Bu durum çaresizliğin kabulü anlamına gelmekte ve şiddete maruz kalanın pasif
tutumuna yol açmaktadır. Eşlerden birinin alkol kullanıyor olması aile içi şiddeti
artırmaktadır. Eşlerin daha iyi eğitim görmüş olması ise aile içindeki şiddeti
azaltmaktadır.
Türkiye’de kadına yönelik şiddet sorunun bilimsel verilere dayanılarak
anlaşılması açısından en yeni ve kapsamlı araştırmalardan biri Boğaziçi Üniversitesi
Öğretim Üyesi Yeşim Arat ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşe Gül Altınay
TÜBİTAK desteğiyle yürüttükleri Kasım 2007 tarihli "Türkiye'de Kadına Yönelik
Şiddet" araştırmasıdır. Araştırma 18 ay sürmüş 56 ilde 1800 kadınla görüşülmüştür.
Araştırmanın sonucuna göre, her 3 kadından biri, kocasından çok kazanan kadınların
3'te 2'si fiziksel şiddet görmektedir. Ailelerin onayıyla evlenen kadınların yüzde 28'i,
21
www.aile.gov.tr
görücü usulüyle evlenenlerin de yüzde 37'si en az 1 kez fiziksel şiddete maruz
kalmaktadır22. Bu araştırma şiddetin sadece düşük eğitim ve gelir düzeyindekilerin
sorunu olmadığını ortaya koymaktadır.
Aile içi şiddete ilişkin siyasalar geliştirilmesi, hukuki düzenlemelerin
ihtiyaçları karşılayacak düzeye gelmesi, yasaların uygulanmasında karşılaşılan
güçlüklerin aşılması ve şiddete maruz kalan kadın ve çocukların yararlanabileceği
sığınma evlerinin etkili biçimde kullanılabilmesi gerek Türkiye’de gerekse
uluslararası düzlemde, henüz aşılamamış sorunlar olarak çözüm beklemektedir.
Bunların yanı sıra aile içi şiddet konusunda duyarlılık ve bilinçlenme çabalarının
çocukları da içeren eğitim kampanyalarıyla desteklenmesi gerektiği
düşünülmektedir. Paula Wilcox’un (2006) çocukların aile içi şiddete bakışları ile
ilgili saptaması önemli bir şeye işaret etmektedir. Çocuklar dayağın yanlış ve kötü
bir şeyi cezalandırmak için başvurulan bir yöntem olduğunu düşündükleri için
annelerine babaları tarafından uygulanan şiddeti “babanın annenin kötü davranışını
cezalandırması” olarak yorumlayabilmektedir. Kanada bu konuda eğitsel
çalışmalarıyla örnek ülkelerden biridir. Eğitim Bakanlıklarının da içinde olduğu,
ilkokul ve ortaokul çocuklarını kapsayan, medyadaki şiddet, cinsel şiddet ve ev
içinde yaşanan şiddet konusunda çocukları bilgilendiren eğitici programlar 90’ların
başlarında hayata geçirilmiştir (Summers ve Hoffman, 2002).
Hukuksal düzenlemeler ve şiddete maruz kalmış kişiler için aktif olması
gereken kurum ve kuruluşların yanı sıra insanların hayatı birlikte paylaştıkları yakın
çevrelerinin de pozitif desteği ve farkındalığı hayati önemdedir. Bu da toplumsal
cinsiyet kavrayışı olan, geleneksel cinsiyet rollerini ve yargıları sorgulayan bir
yurttaşlık bilgisinin gerekliliği anlamına gelmektedir. Şiddete maruz kalmış kişiler
öncelikle bunu yakın çevreleriyle paylaşmaktadır. Yakın çevrenin basmakalıp
yargılardan, cinsiyetçi yaklaşımlardan arınabilmiş olması, mağduriyet yaşayanların
doğru yönlendirilmesi açısından önemlidir. Türkiye’de aile içi şiddet vakalarında en
çok yaşanan sorun, yakın çevreden kaynaklı, bir yanlış bilinç halinin ürünü olan,
Wilcox’un (2006) ifadesiyle “negatif destek”tir. Negatif destek, dayakçı koca’ya
evini terk eden karısının adresini vererek iyilik yaptığını sanan yakın arkadaş ile
örneklenebilir. Ya da “baba evine” giden kadının babası ya da erkek kardeşinin,
şiddet uygulayan kocayı eve çağırarak “karından özür dile sonra da al götür evine”
demesindeki kutsal evlilik kurumunu ve aile birliğini koruma niyetinde de, şiddete
uğrayan kadın açısından negatif sonuçlanabilecek bir destek söz konusudur.
Gündüz Kuşağı Televizyonda Şiddet/ Seyirlik Şiddetin Sürekliliği
Jib Fowles (1999), mağara duvarlarındaki av sahneleri yoluyla, Roma
Kolezyumunda insanların vahşi hayvanlarla dövüşerek hayatta kalma mücadelesine,
gladyatör dövüşlerine ve infazlara tanıklık etme hazzıyla ve de çizgi romanlardaki
dehşet anlatılarıyla seyirlik şiddetin sürekliliğini dile getirir. Fowles, şiddeti izleme
arzusunun altında şiddeti bastırma ihtiyacının yattığı yorumuna da yer vererek, bir
nevi tarihsel ve psikolojik analizle şiddetin nasıl anlaşılabileceğinin örneğini verir.
Ancak süreklilik ve insan doğasına içkin olma vurgusu toplumsal bir mesele olarak
şiddetin eleştirel çözümlemesi açısından yeterli olmamaktadır. Şiddetin mikro
düzeyde, gündelik yaşam pratiklerinde tezahürüne ilişkin çözümlemeler,
22
www.ucansupurge.org
sorunsallaştırılarak sosyal ve siyasal düzlemde kapsamlı biçimde ele alınması
açısından elzemdir. Medyada şiddetin incelenmesinin önemi de buradan
kaynaklanmaktadır. Şiddetin eleştirel analizi, sorunun sınıfsal temelini göz önünde
bulundurmayı ve meselenin ekonomik, siyasal ve toplumsal arka planını ihmal
etmeyen bir bakış açısını gerektirmektedir. Öte yandan medyanın kendisinin
sorunsallaştırılması, gündelik yaşamda sürekli maruz olunan bir görüntüler
dünyasında üretilen söylemler, bu söylemlerin içerisindeki örtük ya da açık ideolojik
örüntüler, sürekli akış içinde olan metinleri üreten ve tüketenlerin dahil olduğu bir
“yeniden üretim” mekanizmasını anlamak açısından bir başka eleştirel çözümleme
olanağıdır.
Seyretme eylemini kolaylaştıran ve yaygınlaştıran, şiddeti de gündelik
yaşamın olağan bir parçasına dönüştüren televizyon, hareketli görüntüyü, gelişmiş
ses ve resim teknolojilerini kullanma ve “şimdi ve burada” hissettirebilme
ayrıcalığıyla, şiddeti zengin bir görsel-işitsel şölen atmosferinde sunmaktadır. Bu da
şiddetin sürekliliğine eşlik eden normalleştirme ve kayıtsızlaştırmayı beraberinde
getirmektedir. Şiddetin medyada yer alış biçimlerine ilişkin genel bir değerlendirme
yapıldığında, ilk olarak iş yeri, aile ortamı ve sokakta farklı biçimlere bürünerek
şiddetin gündelik hayatta sıklıkla kendine yer bulduğunu göz ardı eden bir
marjinalleştirme söyleminin medyada ağırlık kazandığından söz edilebilir. Medyada
şiddet söylemine dair iki temel sorun saptanabilir: Birincisi ağırlıkla fiziksel şiddet
vakaları olmak üzere, şiddetin sorunlu bir anlatı ile medya da yer bulması; ikincisi
ise gündelik yaşamda sıklıkla deneyimlenen ancak medyada yer vermeye değer
görülmeyen “sıradan şiddet”23 olaylarının önemsizleştirilmesi ve kamu vicdanında
yer bulmaması.
Birinci sorunun işaret ettiği noktada şiddet içeriklerinin haber dilinde üçüncü
sayfa formatı ile sınırlandırılarak, dramatizasyon ve sansasyonelleştirme unsurları
ile bezeli biçimde temsil edildiği görülmektedir. Yaygın medya anlatısı, şiddeti alt
sınıfa dair örneklerle hikayeleştirirken işsizlik, yoksulluk gibi etkenlerle, çevresinde
“şiddet eğilimli” olarak tanınan kişilere vurgu yaparak marjinalleştirmekte; öte
yandan “aşık koca”, “işsiz sevgili” gibi betimlemelerle gerekçelendirerek
meşrulaştırıcı bir dille sunmaktadır. Tıpkı namus gerekçesiyle işlenen cinayetler ve
“neftret suçları”nın haber medyasında veriliş biçimlerinde olduğu gibi. Özetle şiddet
ya “normal olmayan” kişilerden kaynaklanmaktadır ya da şiddeti eylemini
meşrulaştırıcı sebepleri olan görece “normal” kişilerden. Örneğin Gülseren
Adaklı’nın (2000) “Reality Show’larda Kadına Yönelik Şiddeti” araştırmasına göre,
realty show’larda, bir tutarlılık arz etmemekle birlikte, fiziksel bir şiddet söz konusu
olduğunda “saldırgan kişilik özellikleri”, “alkol bağımlılığı” gibi nedenler ilk sırada
gelmektedir. Bir yandan da kimi vakalarda saldırgana dair bir masumiyet
betimlenirken, bu betimlemenin en tipik ifadelerinden biri “bir anlık öfke”
olmaktadır. İster “normal olmayan”, ister “normal” ama “geçerli” sebepleri olan
kişilerden kaynaklansın, neticede medyaya yansıyan şiddet öyküleri “olağandışı” ve
dolayısıyla da “marjinal” olanı temsil etmekte, toplumsal düzlemde “sıradan
şiddet”e karşı takınılan kayıtsızlaştırıcı tutum medyada ifade bulmaktadır.
23
‘Sıradan şiddet’ ifadesi, Türkiye’de siyasal tartışmalarda sıkça kullanılan “sıradan faşizm”
kavramından yola çıkarak bu metinde tercih edilmiştir. Sıradan faşizm, devletler, siyasetin resmi
kurumları eliyle yurttaşlara uygulanan planlı politikaların ötesinde gündelik hayatta, mikro iktidar
alanlarında tezahür eden faşizm olarak tanımlanabilir.
İkinci sorunun işaret ettiği noktada fiziksel şiddet, hatta öldürme ile
sonuçlanan yoğun şiddet vakaları ya da kimi cinsel taciz vakaları dışındaki “sıradan
şiddet” olaylarının medyada kendine yer bulamadığının altı çizilebilir. Gündüz
kuşağının önemi tam da bu noktada ön plana çıkmaktadır. Şiddet hikayeleri
marjinalleştirilmeden, sıradan insanın deneyimleme biçimleriyle sunulmaktadır.
Gündüz kuşağında şiddetin sunumuna ilişkin sorunlar ise şiddetin olağanlaştırılması
ve kişiselleştirilmesi olarak belirlenebilir. Programlara sorunlarının çözülmesi
talebiyle katılanların mağduriyetlerinin aşırı vurgulanmasına eşlik eden ağlama,
yakınma, yardım isteme gibi davranışlarının yarattığı dramatizasyon ortamı,
izleyicinin sürekli tanık olduğu duygusal hezeyanlar karşısında tepkisizleşmesi,
gerçeklik duygusunu yitirmesi ve kayıtsızlaşması ihtimalini beraberinde
getirmektedir. Gündüz kuşağı, mağduriyetlerin ve mağduriyetlere gösterilen
duyarlılıkların sömürüldüğü mecralara dönüşmektedir. Aynı zamanda bu duygusal
buhran ortamının gerek stüdyodaki gerekse televizyon karşısındaki izleyicilerde,
hatta bizzat programın mutfağında çalışanlarda, psikolojik rahatsızlıklara yol açtığı
izleyici şikayetlerinden ve yapılan görüşmelerden anlaşılmaktadır24.
Kadın Programları ve Şiddet /Farkındalık Yaratma ve Yeniden Üretme
“Kadın programı” öncelikle televizyon kanallarının kullandıkları bir
kategoridir. Bu kategoriye sabah ve gündüz kuşağındaki eğlence, tartışma ve
konuşma programları dahildir. Programlar sınıflandırılırken bir cinsiyet kategorisi
olarak “kadının” vurgulanması ve “kadın programı” gibi bir türleştirmeye gidilmesi
hem olumlu hem de olumsuz yönüyle değerlendirilebilir. Olumsuz yönü medyanın
genelinin erkek izleyiciye yönelik tasarlanması ve arta kalan alanların kadınlar (ve
çocuklar) için düzenlenmesi anlayışıdır. Önüne “kadın” tanımı getirilerek sunulan
seçeneklerle kadınlar eğlence, trajedi, güzellik, mutfak, aile, ev ekonomisi gibi belli
temaların içine ve klişelere sıkıştırılmaktadır. Olumlu yönü ise ayrı bir kadın
kategorisinin aynı zamanda kadına yönelik bir pozitif ayrımcılık yönünde
evrilebilmesi potansiyelidir.
Erkek-egemen içeriklere bir müdahale olarak kadınlara ayrı saatler, ayrı
programlar, kadın dilinin, söyleminin ve dünyasının görünür hale geldiği ayrıcalıklı
programlardan söz etmek için bu anlamda “kadın programları”nın “kadına yönelik
programlar” olarak uyarlanması ve “yeni” bir söz söyleyebilme potansiyeli taşıması
beklenmektedir. Bugünkü haliyle “kadın programı” kategorisine giren programlar,
kadını geleneksel “kadın olma halleri” ve kadınlık rolleri içinden yakalamayı
hedeflemekte ve “yeni” olanı sunmak gibi bir arayış içine girememektedirler. Var
olan kadın programları, kadınların gerçek sorunlarının üçüncü sayfa ya da magazin
haberi formatında sunulmasının ötesine geçememiştir. Özellikle haber içeriğinde
yaygın olan, kadının kurban olarak yer bulması, kadın programları ile de
sürdürülmektedir. Kadının özel hayatının gizliliği ve kişilik hakları, tıpkı adli
haberlerde olduğu gibi yeterince korunmamakta, pazarlanmakta, ataerkil bir kadınlık
anlatısı sunulmaktadır. Bu anlatı içinde feminizm yabancı bir kavramdır. Kadınların
gündelik hayat deneyimleri, farklı yönleriyle kadın programlarına yansıtılmamakta,
24
Kadın programlarının stüdyo katılımcıları, konukları, yapımcıları, yönetmenleri ve sunucuları ile
yapılan görüşmelere ilişkin bkz. Çaylı Rahte E. (2009), Kamusallık, Mahremiyet, Medya: Kadın
Tartışma Programları Üzerine Etnografik Bir İnceleme, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara
programa katılmanın ilk şartlarından biri, yaşamın herhangi bir yerine bir trajedi
hikâyesinin sirayet etmesi olmaktadır. Eser Köker (2007) özellikle sabah
kuşağındaki kadın programlarında, kadınların özel yaşamlarında karşılaştıkları
sorunlar tartışılsa da, kadınlar için, birer yurttaş olarak, içinde yaşadıkları iktidar
örgütlenmesi hakkında sınırlı bir enformasyon aktarımının söz konusu olduğunu
hatırlatmaktadır.
Küresel Medya İzleme Projesi (Global Media Monitoring Project) tarafından
2005 yılında gerçekleştiren bir araştırmaya göre kadınlar erkeklere oranla medyada
iki kat daha fazla mağdur olarak gösterilmektedir. Ayrıca uzman (% 83) ya da tanık
(% 70) olarak çoğunlukla erkeklere başvurulurken; kadınlar daha çok kişisel
deneyimleriyle medyada görünmektedirler (Mater ve Çalışlar, 2007: 175). Yine aynı
çalışma kapsamında tek bir günde 13.000 televizyon, radyo ve gazete haberi
taranarak gerçekleştirilen bir araştırmanın sonuçları erkeklerin temsil oranının % 79,
kadınların ise % 21 olduğu bilgisini vermektedir (Alankuş, 2007: 37). Mine Gencel
Bek’in 2006 yılında gerçekleştirdiği Medya ve Toplumsal Katılım Araştırması,
Türkiye’deki günlük gazetelerde kadınların temsil oranının yüksek olmasına rağmen
yer alış biçimlerinin tartışmalı olduğunu ortaya koymaktadır. Araştırmaya göre
kadınlar en çok görüntüleri, güzellikleri ya da mağduriyetleri ile gazetelerde yer
almaktadır. Hükümet, bürokrasi, siyasal parti, yerel yönetim haberlerinde kadınların
temsil oranı düşüktür25.
“Kadın programları” kategorisi ise ilk bakışta, medyada kadına ayrıcalıklı
bir temsil olanağı sunulması gibi düşünülebilse de programların kadına, kadın
sorunlarına bakışı ve kadınların programlarda yer alış biçimleri açısından, bu
programlarda, medyanın genelinde var olan cinsiyetçi, reyting odaklı anlayışın
ötesine geçmenin mümkün olmadığı, çalışmada yapılan metin analizlerinden de
anlaşılmaktadır. Çalışmada ele alınan “gündüz kuşağı tartışma programları”nı
benzer saatlerde yayınlanan diğer kadın programlarından ya da sabah kuşağındaki
kadın programlarından ayıran temel özellik “sıradan” kişilerin konuk olması,
şarkıcıların canlı performansları ve eğlenceyle bezenmemiş olmaları, stüdyodaki
izleyici kitlenin görüşlerine yer verme sıklığı ve bir tartışma ortamı sağlama
iddiasıdır.
Türkiye’de 1990’ların sonlarına doğru Ayşe Özgün’ün (Ayşe Özgün Show ve
daha sonraları Ayşe Özgün Her Gün adını alacak programlar) ve ardından 2000’lerin
başlarında
Bozkurt’un
(ünlü
kişilerin
–politikacılar,
sanatçılar-yaşam
deneyimlerinin, özel hayatlarının masaya yatırıldığı Kadının Penceresi, Yasemin’in
Penceresi gibi programlardan sonra “sıradan” kadınların sorunlarını ele alan
Kadının Sesi) programları “gündüz kuşağı tartışma programları” formatının ilk
örnekleri kabul edilebilir26. Bu programların ayırt edici yönü “sıradan” kişilerin
yaşamlarına, ailede, evlilikte yaşanan sorunlara, aile içi şiddete yer vermesi ve
izleyicinin diğer programlarda olduğundan daha etkin konumda olmasıdır.
25
26
www.britishcouncil.org/tr
Kadınlara yönelik programların ilk isimlerinden Ayşe Özgün ile 16. 06. 2007 tarihinde yapılan
görüşmede, Özgün televizyon programcılığında ilk yola çıktığında ABD’de talk show’un yaratıcısı
Phil Donahue’dan etkilendiğini söylemiştir. “Eğrisiyle Doğrusuyla” adını verdiği TRT’de yayınlanan
ilk programı kadınlardan büyük ilgi görmüş ancak bir süre sonra yönetim tarafından “televizyon
eğitim aracı değil eğlence aracıdır” gerekçesiyle yayından kaldırılmıştır. TRT’de yaptığı ilk
programlarda katılan izleyicilerin konuşmaya çok zor ikna olduklarını anlatan Özgün, toplumsal
sorunlara eğilen programlarının C, D, E grubunu hedeflediğini, AB’nin hiçbir zaman hedef kitlesi
olmamasına rağmen bu gruptan da ilgi gördüğünü belirtmiştir (Çaylı Rahte, 2009).
İzleyiciler Çelik’in ifade ettiği gibi (2000: 138) programın hedeflediği gerçeklik
duygusunun, kendiliğindenliğin ve içtenliğin yaratılmasında rol oynasalar da,
izleyicilerin davranış serbestisi oldukça sınırlıdır. Varlık nedenleri talk show’lardaki
gibi programa canlılık katmanın ötesinde, belirlenmiş ve sınırlanmış rolleri gereği,
yorumları ve kendi hikayeleriyle anlatı üretimine aktif olarak katılmaktır. Ancak bu
aktif katılım da yapım sorumluları ve izleyici koordinatörleri tarafından kesin ve net
biçimde çizilen sınırlar dahilinde olmaktadır.
Kadın programlarının şiddetle ilişkisini kurarken feminist hareketlerin “özel
alan politiktir” söylemine ve politik olanın, ev içi alandaki iktidardan beslenen tüm
problemleri içerecek biçimde genişletildiği kabulüne dayanılabilir. Bu politik
zeminden hareketle, kadın programlarında şiddetin, özel alana dair olanın kamusal
alanda görünür kılınması gereksinimine dayanarak hem sorunsallaştırılması hem de
yeniden üretimine katkıda bulunulması çalışmanın temel savıdır. İlk bakışta ev içine
özgü olanın politize edilmesi, görünür hale getirilmesi arayışı içerisinde meşruiyet
kazanabileceği beklenen bir türsel özelliğe sahip olan kadın programları yola çıkış
itibariyle aile içi şiddet kategorisinde geçen -sözel, ekonomik, duygusal, fiziksel- her
tür şiddeti konu edinerek, bir duyarlılık oluşmasını sağlama, farkındalık yaratma
şansını elinde bulundursa da temel soru gündüz kuşağı kadın programlarında,
medyaya sirayet eden cinsiyetçi yaklaşımların özel yaşamın gizliliği, yansızlık gibi
gerekçelerle dışarıda tuttuğu bir alana ne derece müdahale edilebildiğidir.
Kadın programlarında şiddetin yeniden üretimi, medya endüstrisinin talepleri
gereği şiddetin, toplumsal bir sorunu çözmek için bir araç olarak
değerlendirilmesinden uzaklaşılıp, izlenilir olmanın amacına dönüştürülmesi ve
bireyselliğe indirgenmesi şeklinde özetlenebilir. Kadın programlarının şiddet ile
problemli ilişkiselliği stüdyoda üretilen şiddet söyleminin yanı sıra, şiddetin
programa katılan kişilerin günlük yaşamına sirayet etmesi olarak da düşünülmelidir.
2006 yılına kadar kadın programları, programa katılan kişilerin program sonrası
şiddete maruz kalmaları sorunu ile karşı karşıya kalmıştır27. Bu durum kadın
programlarının sıkça şikayet almasına neden olmuştur. RTÜK’e kadın programlarını
şikayet edenler çoğunlukla duygusal şiddete maruz kalmanın yarattığı depresyon
haline göndermede bulunmuşlardır. RTÜK’ün talebi üzerine Türk Psikolojik
Danışma ve Rehberlik Derneği (Türk PDR-DER) tarafından hazırlanan bir rapora
göre, şiddet içerikli programlar gibi, kadın ve aile eksenli yapımlar da çocukların ve
gençlerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. PDR-Der kendilerine
27
-Nisan 2005. “Kadının Sesi” programına katılan bir aile kurşun yağmuruna tutulmuştu. Berdel usulü
evlendirdikleri kızları damatları tarafından “namus” gerekçesiyle öldürülen aile programa katılmış,
damadın babası telefonla bağlanarak aileyle küfürleşmişti. Daha sonra damadın babası “dünürlerinin”
de içinde bulunduğu otomobile ateş açmış kendi damadının ve bir polis memurunun ölümüne yol
açmıştı.
-Mayıs 2005. “Kadının Sesi” programına katılan bir kadın, memleketine döndüğünde otogarda 14
yaşındaki oğlu tarafından öldürülmüştü.
-Mayıs 2005. “Kadının Sesi” programına çıkan işsiz koca, yediği dayaklar nedeniyle çocuklarıyla
birlikte evini terk eden karısına barış çağrısında bulunmuş, eşi tarafından reddedilen adam, karısını
sokak ortasında öldürmüştü.
-Kasım 2005. yılında “Ayşe Özgün İle Her Gün” programına katılan evli ve 2 çocuk annesi bir kadın,
gençliğinde sık sık babasının tecavüzüne uğradığını anlatmıştı. Programa peruk ve gözlükle çıkan
kadın daha önce başka programlara da benzer şekilde çıkıp ailesinden şikayetçi olmuştu. Ardından
yaşadığı yeri bulan baba tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Babaya verilen müebbet hapis cezası
ise “ağır tahrik indirimi ve iyi halden 15 yıla indirilmişti.
-Kasım 2005. Serap Ezgü’nün programına katılan bir aile tarafından reşit olmayan kızlarını
alıkoymakla suçlanan evli ve iki çocuk babası bir genç, programdan sonra kızı ailesine teslim etmiş ve
“ölümümden Serap Ezgü sorumludur” notu bırakarak intihar etmişti.
gönderilen aile, kadın ve şiddet eksenli programlarla ilgili bir rapor hazırlayarak
2006 yılında RTÜK’e sunmuştur. Rapora göre, aile ve kadın eksenli programlarda
toplumun yoksulluk durumunun ve duygularının kötüye kullanıldığı, aile içi
olumsuz ilişkilerin teşhir edilerek çocukların ve gençlerin ruh sağlığının olumsuz
etkilenmesine neden olunduğu belirtilmektedir. Raporda, bu tür programlarda
kadının küçük düşürüldüğü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin güçlendirildiği de ifade
edilmektedir28. Ancak rapora eklenmesi gereken bir husus da hem programa
katılanların hem de programı izleyen yetişkinlerin, özellikle de kadınların psikolojik
açıdan olumsuz etkileniyor olmalarıdır. RTÜK’ün 2006 yılında izleyicilerin kadın
programları konusundaki tutumlarını belirlemeye yönelik araştırmasında kadın
programlarını beğenmediğini söyleyen izleyicilerin gerekçeleri arasında,
programların psikolojik açıdan rahatsız edici olmaları da yer almaktadır29.
2010 yılı itibariyle, geçmiş deneyimler, kadın programlarına yöneltilen
eleştiriler ve izleyici ilgisinin düşmesi gibi nedenlerle gündüz kuşağı programlarında
“tartışma” formatı neredeyse terk edilmiştir. 2010 yılının tüm kanallarındaki kadın
programlarının genel bir değerlendirilmesi yapılacak olursa: “Evlendirme
programları”nın devam ettiği (ya da “izdivaç programları” olarak da
adlandırılabilir), el becerisi, “püf noktaları” hakkında bilgilendirme ve yemek
bölümlerinin yer aldığı magazin-eğlence içerikli programların hemen hemen tüm
kanallarda sabah ve öğle kuşaklarında yer aldığı söylenebilir. Daha çok kayıpların
bulunması ya da suçluların cezalandırılması gibi içerikleri olan programlarda
(örneğin ATV’nin sabah kuşağında yayınlanan “Müge Anlı İle Tatlı Sert”) ise
“tartışma” değil “çözüm sunma” amacı ön planda tutulmaktadır. Genel olarak, bu
araştırmada konusunu oluşturan ve kadın sorunlarını “tartışma” iddiası taşıyan
programların sayıca azaldığı, ya da var olan programların bir bölümünü oluşturacak
şekilde varlıklarını sürdürdüğü görülmektedir. Makalenin ikinci kısmındaki metin
çözümlemeleri üzerinden incelenen programların yer aldığı TRT, ATV ve Show
TV’de gündüz kuşağının, 2007 yılı ile karşılaştırıldığında, 2010 yılında daha farklı
formatlarla ve yer değiştirmelerle yeniden düzenlendiği görülmektedir. Sıradan
kişilerin aile içinde yaşadıkları sorunları masaya yatırma işlevi, ATV (Müge Anlı İle
Tatlı Sert) ve Show TV’de (Sabahın Sedası) saat 9:00-12:00 arasını kapsayacak
biçimde sabah kuşağı programlarına kaymıştır. Sabahın Sedası programının tanıtım
metninde “müzik ve eğlencenin yanı sıra sağlıklı yaşam ve astroloji köşelerinin yer
alacağı, gündem yaratacak toplumsal konuların masaya yatırılacağı, ayrılık
noktasına gelen çiftlerin, aralarında dargınlık olan anne, baba ve çocukların bir araya
getirilmeye çalışılacağı” belirtilmektedir.30 Öğleden sonra kuşağında ATV Esra
Erol’da Evlen Benimle, Show TV Deryalı Günler ve Yemekteyiz, TRT ise Çeyiz
Show adlı programlara yer vermektedir. Bu programlar, öğleden sonraları, “izleyici
tartışma programı” formatının terk edilerek, yerlerini bilgi-beceri geliştirme, ünlü
konuklar ağırlama ve evlilik temalı yayınların aldığının göstergesidir. Gündüz
kuşağında şiddet söyleminin üretildiği mecralar, özellikle sabah kuşağında
yayınlanan programlarda yoğunlaşmaktadır.
28
29
30
www.ucansupurge.org (11. 10.2006)
www.rtuk.org.tr
http://www.showtvnet.com/eglence/sabahin-sedasi/
Yapılan izleme çalışmaları ve stüdyodaki katılımcı gözlemlerden yola
çıkarak kadın programlarında şiddetin üretilmesinde kamera önü ve kamera arkası
olmak üzere 2 ayrı kategori oluşturulmuştur:
Kategori 1-Kamera Önü:
Şiddet söyleminin üretildiği 4 farklı konumdan söz edilebilir.
1.
Sunucular: Programın sunucusunun programı yönetmek, konuyu
irdelemek, sorumlu kişileri uyarmak ve izleyici ilgisini canlı tutmak için
tansiyonu yükseltmesi, sert bir karakter sergilemesi ve yargılayıcı bir
tutum takınması. Kurma ve konumlandırma ediminin kendisinin şiddet
olduğunu söyleyen Derrida’ya dayanarak (aktaran Çelik, 2000)
sunucuların bu anlamda şiddetin üreticisi oldukları söylenebilir.
2.
Konuklar: Programa öz-hikâyeleriyle katılan konukların şiddet
dolayımlı deneyimlerinin seyirlik hale getirilmesi, dramatize edilmesi.
3.
İzleyiciler: Stüdyo izleyicilerinin stüdyoda bulunan, telefon ile yayına
katılan ya da yayında bulunmayan kişilere yönelik yargılayıcı ve
cezalandırıcı bir tutum içinde olmaları.
4.
Dolaylı katılımcılar: Telefon ile yayına bağlanan izleyici ya da
programda ele alınan meselenin tarafı konumunda olan kişilerin
kendilerini savunma, yorum yapma amacıyla sanık ya da tanık
kimliğine bürünmeleri.
Kategori 2- Kamera Arkası:
1.
Yapımcılar: Programın yapımcılarının programın dinamizminin
artırılması yönünde müdahaleleri ve “adrenalin talepleri”.
2.
Prodüksiyon ekibi: Program koordinatörleri, senaristler ve cast
sorumlularının dâhil olduğu bu grup, ele alınacak konunun tartışma
biçimini belirleyerek, gerek programa çıkacak konuklara verilen
taktikler, gerekse canlı yayın bağlantıları öncesi telefonla arayan
kişilerle kurulan diyaloglarda şiddetin üretimine katkıda bulunurlar.
İkinci kategoride, medyanın tecimselliği ve kar amacını merkeze alan bir
yayıncılık anlayışının, şiddet içeriğinin üretimine, izlenirliği olduğu ve talep
gördüğü gerekçesiyle katkıda bulunması göz önünde bulundurulmalıdır. Medya
profesyonelleri kendi öznel bakış açıları gereği şiddeti onaylamasalar ve hatta
medya içeriklerinde kullanmayı tercih etmeseler de, meslekte hayatta kalabilmek
için kendilerini onaylamadıkları bir şeyin üreticisi konumunda bulduklarını
söylerler. Dolayısıyla mesleki duyarlılıkları olsa da bunu politik bir eleştiriye
dönüştürememeleri temel sorundur. İş güvencesi sorunu, sendikalaşma haklarından
yoksunluk da bunda pay sahibidir. Köker’in (2000) yılında yaptığı ve yönetmen,
senarist ve reklam metni yazarlarından oluşan 10 medya çalışanı ile görüştüğü
araştırmasında, özellikle habercilikte şiddetin normalleştirilerek seyirlik bir gösteri
haline geldiğine inanan medya çalışanlarının şiddet gösteriminin reyting almada
neredeyse tek yol olmasından rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır. Yakın bir
zamanda gerçekleştirilen bir başka çalışmada da (Çaylı Rahte, 2009) medya
profesyonelleri ile yapılan görüşmelerde aynı rahatsızlık dile getirilmiştir. Ancak
medya çalışanlarının rahatsızlıklarının, oluşumuna katkıda bulundukları içeriklerin
iyileşmesi yönünde bir etkisinin olmadığı, söz konusu reyting olduğunda, daha iyi
ve “alternatif” olanı ortaya koyma konusunda –çoğunlukla bireysel düzeyde kalan
bir takım çabalar olsa da- çok yol kat edilemediği ortadadır.
II. Kadın Programlarında
Çözümlemesi
Şiddetin
Söylemsel
Üretimi:
Metin
Kadın Programlarında İçerik Ve Yeniden Üretim Açısından Şiddete
İlişkin Bulgular
1. Sözel/ Duygusal Şiddet:
a. Kişisel Saldırı Ve Hakaret
İtirzım Var programında sorunların masaya yatırılıp tartışılmasının ötesinde,
sorunlara neden olanlara kişisel düzeyde saldırı, tenkit ve yeri geldiğinde aşağılama
ön plandadır. Katılımcıların saldırgan tutumlarının bilerek ve tercihen olduğunu, jüri
üyelerinden birinin şu sözleri açıklamaktadır: “Biz size niye babaanneye verdiniz
diye saldırmıyoruz. Niye sevgini vermedin diye saldırıyoruz”.
b. Suçlama- Sorgulama-Yargılama
Çocukları kullanarak bir kadını iyi annelik yapmamakla suçlamak ve kadını
çocuklarından ayırmakla tehdit etmek aile içi şiddetin kapsamına girmektedir
(Muehlenhard ve Kimes, 1999). İtirazım Var’da özellikle boşanmış ve ikinci
evliliğini yapmış anneye yönelik yoğun bir suçlama ve yargılama olduğu göze
çarpmaktadır. Anne, özellikle annelik görevlerini yerine getirememe, iyi bir eş
olamamakla suçlanmaktadır hem kendi kızı, kayınvalidesi, eski eşi, hem jüri üyeleri
ve sunucu, hem de telefona bağlanan diğer kadınlar tarafından. Jüri üyelerinden biri
anneyi “yeni bir koca bulmayı beceren ama iyi bir anne olmayı beceremeyen bir
kadın” olmakla suçlamaktadır. Programda anne iyi bir anne olmadığına
inandırılmakta ve sonunda suç kabul ettirilmektedir.
Serap Ezgü İle Biz Bize programında hem 24 yaşındaki kızını görmesine
kayınvalidesi tarafından engel olunan, hem de 17 yaşındaki kızının imam nikahına
razı olarak evden kaçması sorununu bir arada yaşayan bir anne –Nevin Hanımstüdyo konuğudur. Kocası hasta olduğu için evin ve çocuklarının tüm
sorumluluklarıyla tek başına ilgilenmekte bununla birlikte kızlarından kaynaklı
sorunlar yaşamaktadır. Sunucu evden kaçan genç kızı ayıplamaktadır. Bir izleyici
ise kendi kızından verdiği örnek üzerinden evden kaçan genç kıza “beyinsiz”
yakıştırmasını yapmaktadır. Stüdyodaki diğer izleyiciler ise anne ve babayı
suçlamaktadır. Baba evde etkili ve faal olmamasına vurgu yapılarak pasif olmakla
itham edilmektedir. Hatta “niye yaşıyor ki böyle bir baba?” gibi bir soru ile de karşı
karşıya bırakılmaktadır. Özel yaşamlarına dair detayları, eksik ve zayıf yönleri
ortaya konan konuklara karşı “bilgiyi ele geçirenin” iktidarı konumundan
seslenilmektedir.
Aynı programda bir diğer örnekte 11 yıldır, eski eşi ile birlikte yaşayan
oğlunu hiç aramayan bir anne, stüdyodaki eski eş Ecabettin Bey tarafından oğlunu
aramaya, onunla ilgilenmeye davet edilmektedir. Konu, 9-10 Mayıs 2007
tarihlerinde olmak üzere, iki gün işlenmiştir. Ecabettin Bey’in verdiği bilgilere göre
eski eş yeni bir evlilik yapmıştır. Burada konunun ele alınışında temel sorunlardan
biri karşılaşılan durumun arka planı, evli çift arasında geçmişte yaşanan problemler
hakkında net bilgi sahibi olunmaksızın, sadece Ecabettin Bey’in beyanlarına
dayanarak annenin yargılanması, “her neredeyse ortaya çıkmaya” çağrılmasıdır.
Programın uzman psikiyatristi de hiç tanımadığı bir anne hakkında fizyolojik
nedenlerle –beyindeki annelik merkezinde hasar- annelik yetisini yitirmiş birisi
olduğunu ima eden bir tanı koymaktadır. En çarpıcı noktalardan biri ise çocuğuna
sahip çıkmaya çağrılan annenin kardeşlerinin, yani çocuğun teyzesi ve dayısının da
etiketlenmekten paylarını almalarıdır. Ecabettin Bey oğlunun dayısını aradığını ve
dayısının “ben seni tanımıyorum” cevabını verdiğini, teyzenin ise kendisine “sen
psikopat adamsın. Çocuğu bana evlatlık ver” dediğini öne sürmüştür. Bu beyana
dayanarak programın uzman psikiyatristi “Demek ki bu sağlıksızlık ailede var.
Genetik. Teyzede de var. Hepsinde” diyerek bir ailenin üyelerini, gıyaplarında,
genetik olarak hasta ilan etmiştir. Annesi tarafından hiç aranmamış 11 yaşındaki
çocuk da telefonla programa bağlanarak olayların içine çekilmiştir. Üstelik annesi
için yazdığı özel mektuplar da defalarca VTR’lerle gösterilmekte, hatta sunucu
yazılanlardan birini “dokunaklı” bir müzik eşliğinde okumakta, stüdyodaki
izleyicilerin ağlarken çekilen yakın plan görüntüleri de yaratılan duygusal tabloyu
tamamlamaktadır.
Benzer bir olayda bir anne, üç çocuğunu ve eşini bırakıp giden kızını
aramaktadır. Annenin ağlamaları ve ağıtları yakın planda uzun uzun
gösterilmektedir. Anne kızının ortada hiçbir neden yokken “yuvasını” terk edip
gittiğini, tertemiz bir damadı olduğunu, evliliğinde sorun olmadığını söylemektedir.
Sunucu ise annenin ve damadının söylediklerine dayanarak evini terk eden genç
kadın hakkında yorumlarda bulunmaktadır:
Sunucu: Normal bir insan bunu yapamaz. Hani? Evde dayak var mı? Yok.
Çapkınlık var mı? Yok. Kumar yok. Para sıkıntısı yok.
Aşağıdaki örnekte sunucu, alt-orta sınıf, geleneksel/muhafazakar toplumsal
çevrelerde “boşanma”nın görece yaygın olmadığı ve olağan kabul edilmediğini göz
önünde bulundurmadan, “baba evi”nin, çevrenin, eşin ve eşin ailesinin, evliliği
sürdürme yönündeki olası baskılarını hesaba katmadan yorum yapmaktadır. Bunun
da ötesinde sunucu “bu adam iyi bir adam” diyerek, taraf tuttuğu kişiye, sanki onu
yıllardır tanırmış gibi ve söz konusu evliliğe, yaşananların detaylarına tanıkmış gibi
davranmaktadır:
Sunucu:...(evi terk eden kadının telefonla yayına bağlanan kocasını kast
ederek) Bu adam iyi bir adam hanımlar!...Bazı kadınlar da huzur azmanı oluyorlar
hakikaten. 3 tane nur topu gibi çocuğun var. Kocan o kadar durumu düzeltmiş, evini
almışsın. Daha ne ister insan. Bir sorun varsa oturur konuşursun. Olmasa da
boşanırsın... var mı böyle şey!
c. Tehdit
Aile içi şiddet tanımlarında duygusal, sözlü ve psikolojik şiddet kategorisinde
ele alınan tehdit, incelenen programlarda çok sık karşılaşılmamakla birlikte örnek
verilebilecek somutlukta yaşanmıştır. İtirazım Var’da canlı yayına telefonla
bağlanan kadın kocası tarafından şu sözlerle tehdit edilir:
Stüdyo konuğu (eşine yönelik): Sema sana dikkatli konuş diyorum. Akşam
eve geleceğim. Eğer kızımı kabul etmezsen ben ne yapacağımı yarın stüdyoda
göstereceğim...
Sema dikkatli konuş...eğer aynı tavrı takınırsan akşam seni evde görmek
istemiyorum diyorum.
2. Mağduriyete Övgü ve Fiziksel Şiddet:
İzlenen beş günlük bölümlerde yoğun bir sözlü şiddet ortamına tanık
olunmuşsa da fiziksel şiddete de stüdyodaki konukların aktardıkları deneyimler
üzerinden bir değinme olmuştur. İtirazım Var’da Filiz Hanım stüdyoda yanında
duran eski eşi tarafında dayak yediğini söylediğinde hem karşı taraf reddetmiş hem
de sunucu ve jüri tarafından gerekli tepki gösterilmemiştir. Hatta sunucu “başka
yerlere gidiyor program” diyerek iki tarafın karşılıklı atışmasını da bastırmak
amacıyla konuyu kapatmıştır. Bir jüri üyesi de aynı programda iki kez, stüdyodaki
anne ve babanın “iyi bir sopayı hak ettiğinin” üstüne basarak dayağı onaylayan bir
söylem içine girmiştir.
Telefonla bağlanan bir kadın izleyici 31 yaşında ayrıldığı “beyinden” evliliği
süresince dayak yediğini, kocasının alkolik olduğunu söylemiştir. Ancak stüdyodaki
sunucu ve jüri üyeleri dayak yeme bilgisi üzerinde hiç durmamış, bilakis kadının 6
çocuğuna tek başına bakarken yaşadığı çilekeş hayata övgülerde bulunmaktan öte
bir tepkileri olmamıştır. Elbette tek başına ayakları üzerinde duran bir kadının
hikayesi önemli bir kadınlık başarısıdır. Ancak burada söz konusu olan izleyici
kadının “Ben de alırdım bir koca yaşardım hayatımı, verirdim çocuklarımı. Şimdi
hastalıklarla uğraşıyorum... Çocuklarım yesin diye aç kalıyordum. Açlıktan
bayıldığım zamanlar oldu” sözündeki dramatizasyona ve mağduriyete sığınarak
kendine taraftar bulma durumudur. Burada güçlü ve başı dik bir kadınla değil acılar
çekmiş, kendini çocuklarına adamış ve trajik bir hayat yaşamış “mağdur”la
özdeşleşim vardır. Hatta kadının konuşması sırasında jüri üyelerinden biri ağlamış
ve telefondaki anneye şöyle demiştir: “Sevgili ablacığım senin vücudundan akan ter
Kabe suyudur. Senin ellerinden öpüyorum. Annelik budur işte. Sen kocaya gittin”
(stüdyodaki anneyi kast etmektedir). Stüdyodaki anne Filiz Hanım herkesin
olanaklarının farklı olduğunu, kendisinin farklı deneyimler yaşadığını anlatırken
sunucu, Filiz Hanım’a, telefonla bağlanan anne gibi olamadığını öne sürerek şu
sözleri sarf etmiştir: “ ‘Örnek bir anneymişsiniz. Sizin yaptığınızı ben yapamamışım’
diyeceğinize saçmalıyorsunuz!”. Jüri üyelerinden biri ise kendi yakınının,
boşandıktan sonra çocuğu 18 yıl gösterilmediği için her gün ağladığını Filiz
Hanım’ın ise çok rahat bir anne olduğunu söyleyerek, yeterince ağlamayan, acıları
ile yaşamayan annenin çocuğu için yeterince mücadele etmeyen, sorumsuz bir anne
olabileceği bağlantısını kurmuştur. Sürekli eleştirilen, “yeni kocasıyla gününü gün
etmekle” suçlanan stüdyodaki anne ise ayrıldığı kocasından dayak yediğini
söyledikten ve daha “ezik”, “çaresiz” bir tablo çizdikten sonra jüri tarafından
“kadıncağız” , “terk edilmiş, aldatılmış, çaresiz kadın” olarak adlandırılmaya ve
daha çok destek görmeye başlamıştır.
Serap Ezgü İle Biz Bize’de cep telefonuna gelen mesaj yüzünden annesi ve
ağabeyi tarafından sözel şiddete uğrayan, babasından tokat yiyen 17 yaşındaki genç
kız evden kaçmıştır ve 4 gündür haber alınamıyordur. Burada baba hem yapılana
aslında “dayak” denemeyeceğini de söyleyerek yaptığı şeyi savunmakta hem de
“elim kopsaydı da vurmasaydım” diyerek pişmanlık duyduğunu ifade etmektedir.
Dayak konusunda sunucu, uzman ve ebeveynler çelişkili yorumlar yapmaktadır.
Sunucu bir yandan dayağı ayıplarken diğer yandan “Tabi ki dayağa, şiddete karşıyız
ama 2 tokat atıldı diye kızın evini terk etmesi de doğru bir şey değil...Kızlar da biraz
akıllarını başlarına alsınlar. Mutlu yuvalarını bırakmasınlar...” sözleriyle “meşru
dayağın” tanımını yapmış olmaktadır. Sunucu hem kızlarının gururlarının kırıldığını
söyleyerek dayağı eleştirmekte hem de fiziksel şiddet eylemini “kabul
edilebilir/kabul edilemez” olarak ikiye ayırmış ve derecelendirme yapmış
olmaktadır. Üstelik “evden kaçma” davranışında bulunan bir kişi, onu bu harekete
sevk eden nedenler detaylı anlaşılmadan, genellemeci bir perspektifle
eleştirildiğinde meselenin toplumsal özü kaçırılmakta ve şiddet de
öznelleştirilmektedir. “Güvenlik”, “dışarıdan gelen tehdit” gibi gerekçelerle şiddetin
meşrulaştırılması aile içi şiddetle de sınırlı olamayan bir sorundur. Karısını döven
eş, kız kardeşini döven ağabey, sivil demokratik toplumun yurttaşlık hakkına
dayanarak gösteri yapan eylemcileri döven polis gibi örneklerde de “ama” aile
başlayan ve şiddeti haklılaştıran söylemlerle karşılaşılmaktadır. “Meşru şiddet”in
sınırı belirsiz ve bulanıktır. Ayrıca Serap Ezgü’nün dayak atan babaya “kızınız
ağladı mı?” diye sorması da konunun eksenini kaydırmakta, dramatizasyon
unsurunu ön plana çıkarmaktadır.
Bir başka örnekte ise çocuklarını görmesine izin verilmeyen bir anne -Emel
Hanım-, kimi zaman eski eşi, kimi zamansa eski eşinin ailesi ile yaşayan çocuklarını
görebilme talebiyle programa çıkmıştır. Eski eş cinayet nedeniyle hapis yatıp
çıkmıştır, şiddet eğilimleri vardır ve işsizdir. Genç kadının verdiği bilgilere göre eski
eşin ailesi ve kardeşleri de alkol sorunları olan, şiddet eğilimli kişilerdir. Burada
kadın programları vesilesiyle daha önce de yaşanan ölüm olayları bir kez daha akla
gelmektedir. Programa çıkan kişilerin güvenliği tehlikeye girebilmekte, aile
içerisinde yaşanan ve aslında toplumun çeşitli kurumlarınca çözüm yolları aranması
gereken riskli konular, koşullar olgunlaşmadan kamusallaşmakta ve kamusallaşırken
sadece stüdyoda bulunan konuklar değil konu ile ilgili herkes yargılanmaktadır. Bu
da sorunları daha da içinden çıkılmaz bir yere taşıyabilmektedir. Yukarıdaki örnekte
beyanlara göre suç işleme eğilimli olduğu anlaşılan eski eş ve aileden televizyon
aracılığıyla hesap sorulması özellikle stüdyodaki konuğun güvenliği için bir tehdit
oluşturabilmektedir. Telefona bağlanan eski kayınpederin tavrı aşağıdaki
konuşmalarda geçtiği gibiyken durumun vahameti daha da anlaşılır olmaktadır:
Sunucu: Oğlunuzun cinayet sebebiyle hapse girdiği doğru mu?
Eski kayınpeder: Tabi. Girdi.
Sunucu: Bu az bir şey mi yani?
Eski kayınpeder: Olabilir. İnsanlık hali.
Ademler ve Havvalar’da ise programın uzmanı fiziksel şiddetin tehlikeli ve
yanlış olduğunu “Şiddet gösterme dışında da öfkemizi gösterebiliriz” sözleriyle dile
getirir. Ancak şiddeti eleştirirken başka bir şiddet türünü onaylayan bir örnek anlatır:
Konuk kadın: Başkasına zarar vermeden nasıl dışa atılır ki öfke?
Uzman: Mario Puzo’nun Baba filminde bir sahne vardır. Bir şey istiyor,
yapmıyorlar. Baba “peki” diyor. Gidiyor. Dediğini yapmayan kişinin en sevdiği
atının başını kesip yatağının içine koyuyor. Hiç kimseye zarar vermiyor...Yöntemler
çok önemli (Sunucu bu arada “at ne oluyor” deyip gülmektedir).
3. Mizahlaştırma:
İtirazım Var programın kurmaca yapısı, en ciddi konular konuşulurken ve
tansiyonun en yüksek olduğu anlarda katılımcıların esprili tonlarda konuşmaları,
arka planda stüdyodaki izleyicilerin sürekli gülerken görülmeleri, konukların
rollerini oynarken bazı hatalar yapmaları örneklerinin sıkça yaşanmasına neden
olmuştur. Bu da izleyiciler açısından ciddi toplumsal sorunlar karşısında
kayıtsızlaşma ve kadın programları açısından ise genel bir inandırıcılık yitirme riski
anlamına gelmektedir. Programda hakim olan suçlamacı ve kişisel saldırılara izin
veren tavır, mizah unsurları ile bezenerek yoğun biçimde sergilenmektedir.
Ademler ve Havvalar’da “öfke” konusunun ele alındığı 18 Mayıs 2007
tarihli programda sunucu öfkenin bir tür psikolojik şiddet olduğunu ve bunun
fiziksel şiddetle de sonuçlanabileceğini söyleyerek şiddet eleştirisi getirmektedir.
Aynı konu hakkında söz alan genç erkek izleyicilerden biri oldukça cinsiyetçi ve
şiddeti onaylayan bir üslupla konuşmaktadır:
İzleyici erkek : Erkeği öfkelendiren tek şey kadın çenesi “dır dır dır”.
Ayşenur Yazıcı: Peki ne yapmalı?
İzleyici erkek: Ne yapacaksın. En kötü ihtimalle döveceksin (stüdyodan
tepkiler gelir). Yok tabi biz öyle yapmayız...Ne yaparsan durmuyor onların çenesi...
Ayşenur Yazıcı: Niye ama bir şeyler yapabilenler nasıl yapıyor. Tamam
dediğinde zaten kapatıyor o çeneyi (İzleyicinin tarzına karşı kızgın ama
yine
de gülen yüzlü bir ifade ile söyler)
İzleyici erkek: Yok o dayak yiyenler kapatıyor çeneyi (salonda gülüşme
sesleri. Sunucunun tepkisi ise: “Ay aşkolsun”)
İzleyici gülerek ve biraz da dalga geçerek konuşmakta ama verdiği mesajın
da arkasında durmaktadır. Kadına dayağı öven bu sözlere yeterli ve ciddi bir tepki
ya da karşı yorum gelmemiştir.
Değerlendirme:
Yapılan metin çözümlemesinde, her üç programda da hem ele alınan konular
hem de konuları müzakere ediş biçimi bakımından şiddetin önemli bir yer işgal
ettiği ortaya çıkmaktadır. Ancak programlarda şiddetin yer alış biçimleri ve
yoğunluğu farklılıklar göstermektedir.
Şiddetin en yoğun biçimleri İtirazım Var programında açığa çıkmaktadır.
Sunucular, programın jüri üyeleri, konuklar ve telefonla bağlananların birbirlerine
yönelttiği kişisel saldırı ve hakarete bir de mizahlaştırma unsuru eklenince
programın başlı başına şiddeti üreten ve olağanlaştıran bir mecraya dönüştüğü
görülmektedir. Programında tüm katılımcılar –sunucu, jüri üyeleri, konuklarbirbirleri ile yüksek sesle, sert tonda tartışmakta, gerilimin yükseldiği anlara kişisel
saldırılar eşlik etmektedir. Konuşmanın yanı sıra dinlemede de problemler olduğu
görülmektedir. Taraflar sürekli birbirlerinin sözünü kesmektedirler. Gerçekte
yaşanabilecek olaylardan yola çıkılarak senaryolaştırma ve canlandırma yöntemi
kullanılması ve konukların “gerçek kişiler” olmaması tüm katılımcıların daha
acımasız ve saldırgan bir tutum takınmaktan çekinmemelerine neden olmaktadır. Bu
durumda kadın programlarına “gerçek” hikayeleriyle katılan “gerçek” kişilerin,
aileleri ve yakın çevrelerinden gelecek tehditler nedeniyle hayatlarının tehlikeye
atılması karşısında canlandırmaya başvurulması, oyuncuların kullanılması gibi bir
seçeneğin de ne kadar sağlıklı olabildiği tartışmalı hale gelmektedir.
Serap Ezgü İle Biz Bize programı “İtirazım Var”daki kadar çok kişisel saldırı
ve hakaret içeren bir şiddet söylemine yer vermemekle birlikte burada da yargılama,
suçlama ve sorgulamanın yoğun yaşandığı gözlenmektedir. Gerek stüdyodaki
gerekse ekran başındaki izleyiciler açısından, trajedilere tanıklık sırasında
konukların ve stüdyodaki izleyicilerin ağlarken ve ağıtlar yakarken görüntülenmesi
ve ağlama sahnelerinin hiç kesintiye uğramaksızın izleyiciye sunulmasından
kaynaklı yoğun bir duygusal şiddete maruz kalma söz konusudur. Ayrıca stüdyodaki
izleyicilerin ve telefonla bağlananların, ele alınan konu hakkında yorumları
esnasında, özellikle stüdyodaki konuğu ya da konu olan kişiyi hedef alan, kişisel
saldırı ve hakaret düzeyinde konuşmalar olduğu da gözlenmiştir. Serap Ezgü İle
Bize Bize programında “Suçlama-Sorgulama-Yargılama” hem stüdyodaki konuklara
hem de programa konu olan kişilere yönelik olarak hiç de azımsanmayacak
derecededir. Konukların ve izleyicilerin ağlama nöbetleri de duygusal şiddet
kategorisinde düşünüldüğünde hem katılımcıların hem de izleyicilerin, şiddetin
çeşitli görünümleri ile karşı karşıya oldukları söylenebilir. Programa ağırlıklı olarak
evden kaçan, yıllarca göremedikleri çocuklarından, yakınlarından haber alabilmek
için katılan konuklar özellikle stüdyodaki izleyiciler tarafından “kötü ebeveyn
olmakla”, “kötü evlatlar yetiştirmekle” ve benzeri eksikliklerle itham edilmekte,
yargılanmakta ve suçlamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu da zaten duygusal
travmalar içinde programa çıkan konuklar ve benzer sorunları yaşayan ekran
başındaki izleyiciler için psikolojik şiddete maruz bırakılma anlamına gelmektedir.
Sunucu da benzer yargılamalara, yaptığı yorumlarla eşlik etmekte, daha yapıcı
eleştiriler konusunda izleyicilere örnek olmamakta, olumlu bir yaklaşım için
yönlendirici olamamaktadır. Programın uzmanları da hem programa başından
itibaren değil, en erken program başladıktan yarım saat sonra iştirak etmekte hem de
yargılama ve etiketleme konusunda sunucu ve izleyicilerden geri kalmamaktadır.
Ademler ve Havvalar diğer iki programa göre şiddet söyleminin üretimine en
alt düzeyde yer verme yönüyle daha olumlu bir atmosferde geçmektedir. Diğer iki
programda sıkça görülen “başkasının sözünü kesme”, “susturma”, “kişiliğe yönelik
hakarete varan değerlendirmeler” ve yargılamalara ilişkin bulgulara rastlanmamıştır.
Burada en çok rastlanan, katılımcıların ele aldıkları konuya kimi zaman
muhafazakar ve cinsiyetçi bir yerden yaklaşmaları, kimi zaman ise geleneksel
ataerkil normlara karşı çıkan bir söylemin içinden konuşmaları sonucu ortaya çıkan
çelişkili tablodur.
Tüm programlarda şiddet söyleminin yanı sıra cinsiyetçi bakış açılarının da
tüm katılımcılarda hakim olduğu söylenebilir. Aile içi şiddetin ciddi bir sorun olarak
kabul edilip tüm toplumda bir farkındalık yaratılmasının önündeki en büyük engel
geleneksel toplumsal normlar ve gündelik hayatta kurulan tüm ilişkilere, üretilen
söylemlere ve tutumlara işlemiş olan cinsiyetçi bakış açısıdır. Bu perspektifin kadın
programlarında ya da genel olarak televizyonda aniden ve radikal biçimde kırılması
olanaksızdır. Sorun, geçerliliği olan cinsiyetçi ve gelenekçi perspektiflerin, sadece
medyanın geneli için değil, toplumun tüm kurumlarında canlı tutulmasıdır. Bununla
birlikte medya, özellikle kadınları hedef alan baskıcı, yargılayıcı muhafazakar
söylemin ne kadar yaygın olduğunu anlayabilmek bakımından zengin örnekler
sunmaktadır.
Burada incelenen ve 2005-2007 yılları arasında uzun bir dönem, neredeyse
tüm ulusal televizyon kanallarında öğleden sonra kuşağını kaplayan izleyici katılımlı
programların içerdiği karşılıklı suçlama ve hakarete dönüşen tartışma ortamı 2010
yılı itibariyle sabah kuşağında sürmektedir. Örneğin 11 Şubat 2010 tarihli Müge Anlı
İle Tatlı Sert (ATV, 09:00) programında, 24 gündür kayıp olan bir genç kızın annesi
stüdyoda konuktur. Anne sürekli ağlamaktadır. Genç kız canlı yayına telefonla
bağlanarak annesine ve eşinin ailesine suçlamalarda bulunur. Eşinin dayak yediğini
söyler. Anne, kendisinin suçu olmadığını ifade ederek kızını görmek istediğini
söyler. Sunucu ise genç kıza “sen ne biçim bir evlatsın ki anneni böyle
ağlatıyorsun…Allah kimseye böyle evlat vermesin…Sen bir buçuk aylık kocanın
peşine takılıp, anneni niye ağlatıyorsun” gibi sözler sarf ederek sert bir tonda
eleştiride bulunmaktadır. Ayrıca “nasıl sopalıksınız” diyerek de fiziksel şiddetin
normalleştirildiği bir söylem içinden konuşmaktadır. Dolayısıyla şiddet söylemi,
ağırlıklı olarak sabah kuşağında, çalışmada incelenen örneklere benzer biçimde,
üretilmeye devam etmektedir.
Genel Değerlendirme ve Sonuç
Ortaya çıkan genel tablo göstermektedir ki psikolojik süreçlerin
(schadenfreud, scopophilia.) yanı sıra, ekonomik (üretim ilişkileri, üretim biçimleri
vb.), toplumsal (işsizlik, geleneksel toplumsal cinsiyet normları, her türlü ayrımcılık
vd.) ve siyasal (şiddete ilişkin geliştirilen siyasalar, hukuki düzenlemeler vb.)
kökenlere inmek, şiddetin eleştirel analizi açısından önem taşımaktadır. Medya
sektörünün kârı merkeze alan talepleri, izlenirlik oranları üzerinden oluşturulan
“programın başarısını ölçme kriterleri”, medya çalışanlarının iş güvencesinden
yoksun olmalarından kaynaklı endüstriye uyumlanma eğilimleri,
cinsiyetçi
yapılanmaların sektördeki tüm çalışma ortamlarına sirayet etmiş olması, çalışanların
geleneksel patriarkal normları onaylayan bakış açıları ve hedef kitleye uyma
zorunluluğu gibi etkenlerin ortaya çıkan ürünün niteliğini belirlediği de, göz önünde
bulundurulması gereken bir diğer noktadır.
Aile içi şiddet gibi yaygın olarak yaşanan ve dile getirilmesi, fark edilmesi
için başta kadın örgütleri olmak üzere uzun yıllar süren bir mücadele vermeyi
gerektiren konularda kadın programları “söyleme kışkırtan31” ve görünür hale
getiren bir anlatı ile katkıda bulunmuştur denebilir. Ancak kadın programlarının
şiddet konusunda katkısı sadece bununla kalmamakta, kendileri bilfiil şiddet
söyleminin üretildiği, şiddetin kimi durumlarda önemsizleştirildiği ve
sansasyonelleştirildiği arenalara dönüşerek şiddeti yeniden üretmektedirler.
Metin analizinden elde edilen verilerin genel bir değerlendirilmesi
yapıldığında, gündüz kuşağı programlarında izleyicilere öğütler ve bilgilendirici
mesajlar verildiği, özellikle anne-baba rollerine yönelik öğütlerin ağırlık kazandığı
31
Michel Foucault’dan yola çıkarak kullanılan bu kavram, görünür hale gelenin aynı zamanda iktidarın
denetimine daha açık hale gelen olduğunu imler. Kadın programları, bu anlamda, “görünür-duyulur”
hale gelen aile içi sorunların alanını, geleneksel ve cinsiyetçi değerlendirmelerin hakim kılınması ile
denetim altında tutma olanağı olarak da değerlendirilebilir.
görülmektedir. Ancak özellikle, verilen öğütlerde ve katılımcıların
yorumlamalarında cinsiyetçi söylemlerin, kimi karşıt değerlendirmelere rağmen
ağırlık kazandığı görülmektedir. Programlarda farklı yoğunluklarda olmakla birlikte
sözel şiddete kişisel saldırı, suçlama, yargılama gibi biçimlerle, katılımcılar arasında
oldukça sık başvurulmaktadır. Kimi konuşmalarda gerek konukların kendi
aktardıkları “dayak yeme, dayak atma deneyimleri”, gerekse stüdyodaki
izleyicilerin, sunucu ve jürilerin ifadeleri nedeniyle fiziksel şiddet
normalleştirilmekte, hatta bazı programlarda mizah unsuru haline getirilmektedir.
Konukların, stüdyodaki izleyicilerin ve telefonla bağlananların ağlamalarına salık
veren ortam ve ağlayanların yakın plan çekimlerle vurgulanması, ortaya çıkan şiddet
tablosunu, yarattığı trajik atmosferle tamamlamaktadır.
Tüm bu veriler ve değerlendirmeler ışığında gündüz kuşağı televizyonunda
aile içi şiddete ilişkin saptamalar ve öneriler şöyle özetlenebilir:
Kadın programlarının şiddetle ilişkisi 2 eksenlidir:
1. Kişisel saldırı, hakaret, suçlama, sorgulama, yargılama, mağduriyete övgü
ve cinsiyetçi yaklaşımlarla şiddetin yeniden üretimine katkıda bulunan bir
anlatının kadın programlarında hakim olması.
2. Şiddeti yeniden üreten bir söylemin yanı sıra konukların aktardıkları
deneyimler ve ele alınan konular üzerinden aile içi şiddetin konuşulur
olması, görünür kılınması.
Birinci eksenin daha ağır basması göstermektedir ki kadın programlarında
şiddete ilişkin bazı ilkelerin belirlenmesi, belirlenen bu ilkelerin hayata geçirilmesi
konusunda tüm medya profesyonellerinin duyarlılık içinde hareket etmesi elzemdir.
Burada önerilebilecek ilkeler şunlardır:
-Medya profesyonelleri ile akademisyenler ve STK’ların irtibat halinde
olmasını sağlayacak, enformasyon akışını kolaylaştıracak bir iletişim platformunun
hayata geçirilmesi.
-Programları hazırlayan ve sunanların, işin mutfağında olanların, aile içi
şiddet ve toplumsal cinsiyet konusunda çeşitli seminerler ve eğitim programları ile
bilgilendirilmeleri.
-Programlara katılan uzmanların kadın ve aile sorunları alanında
uzmanlaşmış, aile içi şiddet konusunda duyarlılık sahibi kişiler olmalarına özen
gösterilmesi.
- İzleyicilerin aile içi şiddet ve hukuki hakları hakkında bilgi sahibi olmaları
için gündüz kuşağının eğitici ve öğretici yönde kullanılması.
-Programlara katılan konukların sorunlarının, yayın öncesi ve sonrası,
uzmanlar eşliğinde detaylı olarak ele alınması, konuklara yol gösterici çözüm
önerileri sunulması, bilinçlilik düzeylerinin yükseltilmesi.
-Canlı yayın sırasında katılımcıların ağlama, hakaret etme, yargılayıcı sözler
sarf etme gibi hem yayına katılanların, hem de ekran başındaki izleyicilerin ruh
sağlığını olumsuz
özendirilmemeleri.
yönde
etkileyecek
tutum
ve
davranışlar
sergilemeye
- “Hassas konular” –aile içi meseleler- ele alınırken, konukların
güvenliklerini tehdit edebilecek ya da stüdyoda bulunmayan kişilere cevap hakkı
doğuracak, üçüncü kişilere hakaret, suçlama niteliğinde bir seslenişin olmaması
konusunda duyarlılık gösterilmesi.
-Katılımcıların nasıl bir sosyal ve kültürel arka planı olduğunu iyi tespit
ederek, “töre”, “namus” gerekçesiyle yaşamını tehdit edecek bir konuma
getirilmesinin önüne geçmek, bunun için gerekirse konuğu programa hiç
çıkarmayıp, ilgili kurum ve kuruluşlara yönlendirmek.
KAYNAKÇA
Adaklı, G (2000) Reality Showlarda Kadına Yönelik Şiddet ve Kadın İmgesi,
Televizyon Kadın ve Şiddet, Nur Betül Çelik (Der.), Ankara: KİV
Yayınları, s. 111-136.
Cooper, C A (1996) Violence on Television, New York: University Press of
America.
Çaylı Rahte, E (2009) Kamusallık, Mahremiyet, Medya: Kadın Tartışma
Programları Üzerine Etnografik Bir İnceleme, Yayımlanmamış Doktora
Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Çelik, N B (2000) Talk Show’larda Kadına Yönelik Şiddet ve Kadın İmgesi,
Televizyon Kadın ve Şiddet, Nur Betül Çelik (Der.), Ankara: KİV
Yayınları.
Davis, R L (1999) Domestic Violence: Facts and Fallacies, London: Praeger.
Foucault, M (2003) Cinselliğin Tarihi, İstanbul: Ayrıntı.
Fowles, J (1999) The Case for Television Violence, London: Sage Publications.
Köker, E (2007) Kadınların Medyadaki Hak İhlalleriyle Baş Etme Stratejileri, Kadın
Odaklı Habercilik. Sevda Alankuş (Der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı
Yayınları, s. 117-148.
Köker, E (2000) Medya Çalışanlarının Cinsel Şiddeti Yorumlama Biçimleri,
Televizyon Kadın ve Şiddet, Nur Betül Çelik (Der.), Ankara: Dünya Kitle İletişimi
Araştırma Vakfı Yayınları, s. 317-352.
Lochrie,
K (1999) Covert Operations: The Medieval
Philadelphia: University of Pennsylvania Press.
Uses
of Secrecy,
Mater, N ve Çalışlar, İ (2007) “Medyadaki Durumu Tersine Çevirmek.” Kadın
Odaklı Habercilik, Sevda Alankuş (Der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı
Yayınları.
Muehlenhard, C L ve Leigh, A K (1999) The Social Construction of Violence: The
Case of Sexual and Domestic Violence, Personality and Social Psychology
Review, 3(3), s. 234-245.
Shattuc, J M (1997) The Talking Cure: TV Talk Shows and Women, New York:
Routledge.
Summers, R W ve Hoffman, A M (2002) Domestic Violence: A Global View,
London: Greenwood Press.
Wilcox, P (2006) Communities, Care and Domestic Violence, Critical Social Policy,
26(4), s. 722-747.
YENİ TAYVAN SİNEMASI: HÜZÜN ŞEHRİ’NE (BEİ QİNG
CHENG SHİ) GENEL BİR BAKIŞ
Gökhan UĞUR*
ÖZET
Modernleşme kimileri için kolonyalist faaliyetlerin meşrulaştırma yöntemlerinden biridir. Yine de genel
olarak baktığımızda her ulusun kendine has bir modernleşme tecrübesine sahip olduğu görülmektedir.
Batılı kimi değerler benimsenirken, her ülke özgün niteliklerini modernleşme sürecine dâhil etmektedir.
Yüzyıllar boyunca gerek Batılı gerekse Doğulu ülkelerin hakimiyeti altında bulunmuş Tayvan da kendine
has bir modernleşme yolu çizmiştir. Bu özgün modernleşmenin en net yansıması Yeni Tayvan
Sineması’nda görülmektedir. 1980’li yıllardan itibaren ortaya çıkan genç Tayvanlı yönetmenler bu
ülkenin çalkantılı ve sıkıntılı siyasi tarihini mercek altına almış, modernleşmenin doğurduğu kimi
sorunları modern bir anlatım diliyle işlemiştir. Bu yönetmenler içinde en tanınmış olanı ise adını Hüzün
Şehri (Bei Qing Cheng Shi) filmiyle duyurmuş olan Hou Hsiao-Hsien’ dir. Bu filmde yönetmen Tayvan’ın
siyasi tarihinde bir dönüm noktası olan 28 Şubat Vakıası’na değinmiştir. Hüzün Şehri filmi Tayvan’ın
siyasi tarihinden bir kesiti bizlere filmin karakterlerine yüklediği anlamlar üzerinden verir. Film Tayvan
tarihinin en kanlı dönemini şiddet içerikli görüntüleri yansıtmadan ancak daima bu görüntülerin
kıyısında durarak özetler.
Anahtar Kelimeler: Modernleşme, Tayvan, Yeni Tayvan Sineması, Hou Hsiao-Hsien.
NEW TAIWAN CINEMA: AN OVERVIEW ON A CITY OF SADNESS (BEİ
QİNG CHENG SHİ)
ABSTRACT
For some people modernism is a tool for legitimizing colonial activities. Nevertheless it is generally
seemed that every single nation has its own unique modernisation experience. Every single country
incorporates its own unique qualifications into the process of modernisation while accepting some
Western values. Taiwan, which has been under hegemony of both Western and Asian countries,
determined its unique modernisation too. The clearest reflection of this unique modernisation can be seen
in New Taiwan Cinema. Young Taiwanese directors, who started showing up after 1980’s, focused on the
country’s tempestuous and gloomy political history, and they discussed the subject of problems of
modernisation through using modern narrative techniques. The most distinguished one among these
directors is Hou Hsiao-Hsien, who gained his fame after directing A City of Sadness. In that film the
director mentioned 28th February event, which is a turning point in Taiwan political history. A City of
Sadness shows us an episode of Taiwan political history via ascribing meanings to its characters. The
film summarizes the bloodiest period of Taiwan without reflecting violent scenes, but always staying on
the brink of them.
Keywords: Modernisation, Taiwan, New Taiwan Cinema, Hou Hsiao-Hsien.
Giriş
1980’lerin başından itibaren Tayvanlı yönetmenler daha önceki ürünlerle
karşılaştırıldığında nitelik açısından olgun ürünler vermeye başladılar. Pek çokları
için bu durum Tayvan’daki ekonomik ve siyasal değişikliklerle açıklanabilen bir
*
Beykent Üniversitesi, Yard. Doç. Dr.
durumdur. Ancak böylesine bir yaklaşım yine de bu dönemi tam olarak açıklamaya
yetmemektedir ve bizce bu dönemi anlayabilmek için modernizm kavramının
Tayvan’da aldığı şekli iyice kavramak gerekmektedir. Çünkü 1980’lerden bu yana
Tayvanlı film yönetmenlerinin ürettiği filmler bizim bugün “modern” olarak
nitelediğimiz kalıplar içerisinde yer alırken aynı zamanda Tayvan’a özgü unsurlar da
taşımaktadır. Bu sebeplerden dolayı modern-geleneksel veya modern ürüngeleneksel ürün kavramlarının açıklık kazanması son dönem Tayvan Sineması’nı
kapsamlı bir şekilde anlamamızı da sağlar.
Yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı bu çalışmanın ilk bölümünde
modernizm kavramı üzerinde durulup bu kavram yine aynı bölümde Tayvan
bağlamında ele alınacaktır. Aslında Tayvan’ın da edilgen bir şekilde parçası olduğu
sömürgecilik tarihi ile modernizm arasında bazıları tarafından bir bağlantı kurulmak
istenmektedir. Daha çok sömürgecilik faaliyetlerini meşru bir zemine oturtabilmek
için çabalayan bu kesimin iddialarının aksine modernizm dünyada farklı şekiller
almaktadır. Bütün bunları ilk bölümde ele alacağız.
Bu çalışmanın konusu temel olarak Tayvan Sineması olduğundan ikinci
bölümde Tayvan Sineması hakkında genel bilgiler vermeye çalışacağız. Tayvan
sinemanın doğuşundan 1980’lere kadar kendisine ait bir sinema dili geliştiremeyip
daha çok başka ülkelerden beslenmiştir. Bunun için ikinci bölüm içerisinde ilk
dönem Tayvan sineması hakkında kısaca bilgi verip daha sonra Yeni Tayvan
Sineması’nın göze batan eserleri üzerinde duracağız.
İkinci bölümde Tayvan Sinemasının özelliklerini genel olarak ele alırken,
üçüncü bölümde ise daha dar anlamda bu sinemayı Hou Hsiao-Hsien’in Hüzün Şehri
(Bei Qing Cheng Shi) bağlamında değerlendirmeye çalışacağız. Bu yönetmeni ve
filmi seçmek bize kendine has bir doğaya sahip olan Tayvan modernizmini
anlamamamızda kolaylık sağlayacaktır.
I. Modernizm, Türleri ve Tayvan
Julius Pratt’ın Amerika’nın kolonyal deneyimini anlattığı çalışmasında
“Emperyalizm” kelimesinin bazı insanlar tarafından kötü çağrışımlarla algılanmak
istendiğini çünkü bu kavramın “çürümüş kapitalizmin” sonucunda ortaya çıktığını
belirtir (Pratt, 1951:2). Pratt’a göre ilkel ve aptal (retarted) toplumların insanları,
örneği Filipinlerde görüldüğü gibi, ilk başta gelişmiş ülkelerin varlığını kabul
etmeseler de zaman içerisinde batılı ülkelere boyun eğişin onlara neler
kazandırdığını fark edip bu ülkeler tarafından yönetilmeye razı olmuşlardır.
Böylesine bir yöneten-yönetilen ilişkisi onlara bir yönetim ve korunma imkânı
sağlarken, modern dünyada da kendi ayakları üzerinde kalmayı öğretmiştir (Pratt,
1951:2). Pratt aslında tüm kolonyal ülkelerin kendi eylemlerini meşru kılmak için
öne sürdüğü bu görüşlerin temeli olarak Darwin’in 1859 da yazdığı Türlerin
Kökeni’ni (The Origins of Species) gösterir. Darwin’in biyolojinin sınırları içerisinde
dile getirdiği “en güçlü olanın yaşaması” ve “hayatı devam ettirmek için mücadele”
gibi kavramları sosyolojinin sınırları içinde kullanır. Eğer var olmak için bireyler
arasındaki bu amansız mücadele hayatta kalmakla ve en iyi olanın egemenliği ile
sonuçlanıyorsa, o halde ırklar ve uluslararasındaki mücadele de aynı sonuçları
doğuracaktır. Bu yüzden acımasız uluslararası mücadele “gelişim” adına onaylanmış
olur (Pratt, 1951, syf:23).
Darwin’in kitabını 1859 yılında yazdığı ve hemen ardından da “Sosyal
Darwinizm” akımının ortaya çıktığı göz önüne alınırsa aslında tarih yorumlamasının
zamansal evrim olarak algılanışının oldukça yeni olduğunu ve bunun dünya tarihinin
egemen olan Batılı yorum anlayışının yükselişe geçtiği dönemle çakıştığını
söyleyebiliriz. (Mingalo, 1998:35). Mingalo’ya göre Dawin’in teorisinden önce
insanlar arasındaki farklılıkların insanın bulunduğu her yerde var olduğu kabul
edilmekteydi ve bilinen coğrafi sınırların ötesi ise barbar bölgesiydi (Mingalo,
1998:35). Buna ek olarak Mingalo, Batı’da mekânsal sınırlar tarihsel evrim süreci
içinde algılanmaya başlandığında kültürel farklılıkların da en tepede Batının yer
aldığı kültürel hiyerarşi olarak algılanmaya başlandığını ileri sürmektedir. Böyle bir
dönüşümle birlikte artık asıl soru “ilkel” ve “Doğu” içerisinde olanın insan olup
olmadığı değil, bu insanların şimdiki zamandan ve medeniyetten ne kadar uzakta
olup olmadıklarıdır. Böylece 19. yüzyıldaki Sosyal Darwinizm teorisiyle birlikte
ötekinin algılanışı değişmiş ve “Batılı Olmayanlar” değişmesi mümkün olmayan bir
zamanda geri kalmışlık durumuna indirgenmiştir (Shu-mei Shih, 2004:18). Bütün
bunlardan dolayı Batı kendisinden olmayan topluluklara kendi seviyesine çıkmak
için uğraşması gereken insanlar gözüyle bakarken, modernizmi ve onun sahip
olduğu nitelikleri de bu toplulukların önüne birer hedef olarak koyar. Onların
gözünde batılı olmayan topluluklar zamansal olarak kültürel evrimi
tamamlayamamış topluluklardır ve gerekirse bu topluluklara yol göstermek
amacıyla müdahale edilebilir.
Bütün bunlara rağmen dünyayı yukarıda anlatılan biçimde algılamak bu
dünyaya fazlasıyla batı merkezci bir anlam yüklemek manasına gelmektedir. King’e
göre günümüz modernitesini anlayabilmek için modern olanı küresel manada göz
önünde bulundurmak ve modernizmi sadece endüstrileşmek, şehirleşmek manasında
anlayan Avrupa merkezci algılamalardan kaçınmak zorundayız. Böylelikle
moderniteyi farklı özelliklere sahip ve her coğrafyaya göre değişebilen bir süreç
olarak görmek mümkün olabilir ve dahası eğer modernizm geçmişle bağların
koparılması ise böyle bir süreç ilk olarak batıdan önce doğuda sömürgecilik
faaliyetleriyle gerçekleşmiştir; bunun için kavramı yukarıdaki gibi anlamak pek de
doğru sayılmaz (King, 1995:114). Konuya modernist sanat açısından bakacak
olursak Willians’a göre yabancılaşan bir şehirdeki yalıtılmış ve izole olmuş insan…
vs. gibi konulara geleneksel kültür ürünlerinde de rastlanabildiği için bu konular her
zaman modernist yazının temel öğeleri olarak görülmemelidir. Williams için
sanattaki modernizmi gerçekten ortaya çıkaran şey onun formda yaptığı yeniliklerdir
ve yeni formlara ilgi “insanların görsel ve dilsel yabancılığı sürekli olarak fark ettiği
sosyal ve kültürel alandaki değişikliklerden kaynaklanır” (Williams, 1989:33-46).
Yirminci yüzyıl boyunca insanların yaşadığı ve gelişmiş medya araçlarıyla fitili
ateşlenen sosyal değişiklikler, iki dünya savaşından ve politik değişikliklerden
dolayı katlanılmak zorunda olunan göçler kafa karışıklığını, belirsizliği ve daha
önceden dilsel ve kültürel olarak alışılmış olanın yıkılmasına sebep oldu, ki bütün bu
sonuçlar temsil krizini doğurdu. Bu atmosfer modernist form arayışlarının
gerçekleştiği zemini oluşturmaktadır (Chiu, 2005:57).
Chiu’ya göre eğer modernizm yukarıda özetlemeye çalıştığımız atmosferde
ortaya çıkan bir “değişim girdabı içerisinde yaşamak”, “zaman ve mekan sıkışmasını
tecrübe etmek”, katı olan her şeyin buharlaştığı bir şehirde yaşamak ise bu
moderniteyi Tayvan bağlamında konuşabiliriz. Tayvan 1950’lerin sonu ve
1960’ların başında Batılıların anladığı modernite kavramından çok uzak bir ülkedir
(Chiu, 2005:57). Ama yine de bu ülkeye daha yakından bakarsak sanıldığından çok
daha fazla çeşitliliği ve farklılığı bir arada barındırdığı görülür. 1960’ların Tayvan’ı
Vietnam Savaşı’ndan dönüp tatilini burada geçiren Amerikan askerlerinin, Mandarin
diyalektini konuşan Çinli göçmenlerin, elli yıllık Japon hakimiyetinden dolayı
Japonca konuşan yaşlı kuşağın bulunduğu (Chiang Kai-Shenk hükümetin baskıcı
rejimine rağmen) çok canlı ve etkileyici bir ülkedir (Chiu, 2005:57). Böylelikle
başkent Taipei aynı zamanda çok kültürlülüğün de yaşandığı bir şehirdi. Bu kadar
canlı bir sosyal hayatın olduğu Tayvan’da 60’lar boyunca popüler kültür ürünlerinin
tüketimi de gözle görülür farklılaşmalar göstermeye başladı. 1950’lerde görülmeye
başlayan Tayvan filmleri, üretim ve gösterim açısından ele alındığında aynen
Tayvan toplumu gibi canlı ve hareketliydi (Chiu, 2005:58). Hong Kong’ta üretilen
veya Çince’nin değişik diyalektlerinden oluşan filmler Tayvan’da ilgiyle
izlenmekteydi. Bütün bunlara ek olarak 1962’de Tayvan’da televizyonun yayın
hayatına girmesi insanların hayatı algılamasını ve dünya ile olan ilişkilerini
değiştirdi (Chiu, 2005:58). Gözle görülen bütün bu değişikliklerle birlikte Tayvan
daha sonradan “Asya mucizesi” olarak adlandırılacak ekonomik büyümeyi de hızla
gerçekleştirmekteydi. Sosyal hayatta meydana gelen tüm bu değişiklikler bireyi
kendine ve içinde yaşadığı topluma yönelik yeni fikirleri ve farklı görüşleri çıkarma
eğilimine itti. Modernizm en yalın ve genel ifadesiyle geçmişin gözden geçirilmesi
ve bireyin/toplumun geleneksel dönemlerde kendini bağlı hissettiği kurumların
sorgulanması ise Tayvan 1960’lardan itibaren önceleri yavaş ve derinden şimdilerde
ise açıktan böyle bir hesaplaşma içerisine girmiştir.
Tayvan’ın ünlü akademisyeni Liao Ping-hui karmaşık Tayvan tarihini
anlamak için dört farklı modernitenin ayırdına varmamız gerektiğini belirtmektedir.
Bu modernite çeşitleri: Tekil modernite, alternatif modernite, çoğulcu modernite ve
baskıcı modernitedir. Tekil modernite modernizmin sadece belli bir türünü onun
meşru tek türü olarak tanımlanırken, çoğulcu modernite farklı kültür akışlarının
birleşmesinden ve baskıcı modernite ise muhalif seslerin bastırılması için otoriter
yönetimler tarafından dayatılmasından doğar. Alternatif modernite ise egemen
modernitenin belli bir ülke içinde yaşanan, o ülkeye özgün yeniden üretimini içerir
(Liao, 1995:29-30). Tayvan için bunun anlamı ise Batı’da ya da Çin’de gerçekleşen
modernizmden ayrılıp özgün bir modernizmin inşası demektir. Tayvan’da da çok
yoğun olarak endüstrileşme, şehirleşme ve yüksek teknolojinin yaygın kullanımı söz
konusuyken Liao’ya göre Batılı modernizm için temel olan bu öğeler Tayvan için
temel değildir. Bunlara ek olarak, Çin İç Savaşı’nda Tayvan’ın istemeden de olsa bir
şekilde bu savaşa taraf olması ve iki milyon Çinlinin adaya gelmesi, Soğuk Savaş
boyunca Tayvan’ın Amerika ile olan ilişkileri ve elli yıllık Japon egemenliğinin
doğurduğu bağ Tayvan modernizmini kendine has bir yola sokmuştur.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Tayvan’ın sahip olduğu farklı tarihi süreç ve
dinamikler bu ülkenin modernizm hareketini Batı’dan ve Çin’den farklı bir yere
taşımıştır. Bu farklı istikamete gidiş Tayvan halkında son zamanlarda yoğun olarak
tartışılan köken sorununu da doğurdu. Uzun yıllar boyunca son derece katı bir
şekilde uygulanan örfi idarenin 1987’de kalkmasıyla birlikte Tayvan geçmişle
karşılaştırılamayacak bir şekilde özgür bir tartışma ortamına kavuşmuş oldu. Bu
tartışma ve eleştiri ortamının sanat dünyasındaki en güçlü yansıması ise uzun yıllar
Hong Kong’dan ve Çin’den beslenen, genellikle kung-fu ve melodrama dayanan
Tayvan Sineması’nda yaşandı. 1980’lerin başından itibaren Tayvan’da görülen ve
Batılı neo-klasik sinema ekolünün özelliklerini barındırsa da bunu kendine has
kültür öğeleriyle donatarak özgün üslubuna kavuşan bu sinemaya Yeni Tayvan
Sineması denilmektedir (Kellner, 1998:101) . Genel olarak Tayvan Sineması’nın ve
özelde ise Tayvan’a özgü modernizmin sanat alanındaki yansımalarıyla ortaya çıkan
Yeni Tayvan Sineması’nın ayrıntılarına ise bir sonraki bölümde yer vereceğiz.
II. Tayvan Sineması
Hsiung-Ping’e göre Tayvan film endüstrisinin kökleri KMT Ulusalcı
hükümetiyle beraber çalışan belgesel ve belgesel haber film üreticilerine uzanır
(Chiao, 1991:155). İlk başlarda Tayvan’da konulu film endüstrisinden bahsetmek
pek de mümkün değildir. Film üretimi Zirai Eğitim Film Birliği (Agricultural
Education Motion Picture Corporation), Çin Film Stüdyosu, Tayvan Film Stüdyosu
olmak üzere üç ayrı devlet odaklı stüdyo tarafından kontrol edilmekteydi ve her üç
stüdyo da konulu olmayan filmler üzerine yoğunlaşmaktaydı. Üretilen bu filmler
sadece gizli propaganda ve eğitim amaçlıydı. Bu olguyu yıkmak için Tayvan
stüdyoları 1955 yılında kendilerine sağlanmaya başlanan Amerikan mâli yardımını
kullanmaya ve Hong Kong film endüstrisiyle birlikte çalışmaya başladı. Bu
birlikteliğin sonunda ortaya çıkan ürünler ise geleneksel değerlerin taşıyıcısı olarak
ayrı bir önem atfedilen kadının, toplumdaki konumunu vurgulayan Hong Kong aile
melodramlarıyla aynı çizgi üzerinde yer alan filmler olmuştur (Chiao, 1991:155).
1963 yılına gelindiğinde ise Merkezi Film Birliği’nin (Central Motion Picture
Corporation) Mandarin diyalektinde (anakara Çin’den gelen göçmenlerin kullandığı
diyalekt) ürettiği filmleri görmekteyiz. Bu günlük hayatın melodramını yansıtan
filmler geleceğe bakışları açısından iyimser olan ve eğlence ile basit siyasal öğeleri
birleştiren filmlerdi. Sahip oldukları bu özelliklerden dolayı halkın oldukça ilgisini
çekmiş, güneydoğu Asya’da çok büyük bir ihracat başarısı elde etmiş ve 1968
yılında senelik 230 konulu film üretme başarısı elde etmiştir. Denilebilir ki, 60’lar
Tayvan’ın nitelik açısından olmasa da nicelik olarak hayli üretken olduğu bir
dönemdir.
Niteliksel olarak yetkin yapıtların verilmesi için bir yirmi sene beklemek
gerekecektir. 1980’li yıllarda Tayvan’da gerçekleşen ekonomik patlama beraberinde
entelektüel açıdan kültürel bilinçlenmeyi getirmiştir. Bu dönem içerisinde gelir
seviyesinin artmasıyla beraber yurt dışında –özellikle Batı’da- eğitim görmüş otuzlu
yaşlarındaki genç yönetmenlerin de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu genç
yönetmenlerin ilgilendiği asıl konular ise bir dönem önceki Tayvan sinemasıyla
karşılaştırıldığında oldukça farklıdır. Bu yönetmenler izleyiciye günlük sorunlarını
unutturmaya yönelik (escapist) film türlerinden ziyade kırsal alana yoğunlaşan,
günlük yaşamın gerçekliğini vurgulamaya çalışan, dış dünyada gerçekleşen olayları
anlamaya koyulmuş ve en genel çerçevede belli bir ulusal kimlik yaratma gayreti
içerisinde olan filmler sunarlar. Yip’e göre daha sonradan Yeni Tayvan Sineması
olarak adlandırılacak bu sinema akımı 70’lerde ortaya çıkan ve “köklere dönüş”
olarak özetlenen kültürel milliyetçiliğin bir sonucudur (Yip, 2003:809). Adada 70’li
yıllarda başlayan hızlı değişim ve buna ek olarak Chiang Kai-Shek’in 1975 yılında
ölümü üzerine Amerika ve Japonya ile yaşanan siyasi krizlerin doğurduğu
yalıtılmışlık duygusu Tayvan’da yerel ve eski olana tekrardan sarılma ve kökleri
araştırma duygusunu doğurmuştur (Teksoy, 2005:492; Yip, 2003:809). Yeni Tayvan
Sineması olarak adlandırılan yeni sinema hareketi bu köklere dönüş eğiliminin
sinemadaki yansıması olmuştur. Bu dönemin başladığını ve üretken bir döneme
girildiğini -en azından belli bir süre için- müjdeleyen ilk filmler ise 1982 yapımı
Zamanımızda (Guang Yin De Gu Shi) ve 1983 yapımı Sandviç Adam’dır (Er Zi De
La Wan Ou).
Üç kısa filmden oluşan Sandviç Adam 60’lardaki ekonomik gelişim ve bunun
nelere mal olduğunu bizlere göstermeye çalışır (Kellner, 1998:103). Bu film eleştirel
gerçekçiliği modernist estetik teknikleriyle birleştirdiği için kendini farklı bir yere
konumlandırır. Filmin Hou Hsiao-Hsien tarafından yönetilen ve başrolünü yine
Hsiao-Hsien’nin oynadığı ilk bölümü 1962 yılında geçer ve köyden kente göçmüş
fakir insanların hayatını yansıtır. İlk bölümü oluşturan bu filmde geçimini sağlamak
için palyaço kıyafetiyle çalışmak zorunda olan ve sürekli bunun ezikliğini yaşayan
bir babanın kendi ailesiyle ve toplumla olan ilişkisi yalın ve samimi bir dille anlatılır
(Kellner, 1998:104). Bu film Hou Hsiao-Hsien’nin kendi sanatsal duruşunun bütün
özelliklerini barındırmaktadır. Kullandığı sabit kamera ve çevreyi bize mümkün
olduğunca iyi yansıtmak için başvurduğu
genel çekimler Hsiao-Hsien’nin
filmlerinin sahip olduğu tipik özelliklerdir (Kellner, 1998:104). Vikie’nin Şapkası
(Vikie’s Hat) adlı Zeng Zhuan-Xiang tarafından yönetilen bir sonraki bölüm ise
1960’larda Japon ürünleri ve satış teknikleri Tayvan ekonomisini kontrol etmeye
başladığında Tayvan’da yaşanan değişikliklerden bahsetmektedir. Zhuan-Xiang
burada filmin iki kahramanının bir ürünü satabilmek için harcadığı enerjiyi
göstererek Tayvan’da ekonomik büyümenin nasıl sağlandığını ama bunun ayrıca
nelere mal olduğunu vurgular (Kellner, 1998:104). Filmin en tartışmalı bölümü ise
üçüncü bölümdür. Wan Jen’in yönettiği Elmanın Tadı (A Taste of Apple) adlı bu
bölüm Amerikan kültürünün özelliklerini Tayvan kültürüyle karşılaştırmalı olarak
verir. Bu bölümde asıl tartışmaya sebep olan kısım ise filmin sonunda yer alır:
Yaralanmış olan adamın ailesi Amerika’dan ithal edilmiş bir elmanın tadını
çıkarmaktadır. Bu sahne daha sonradan artan yoğun eleştirilerden sonra filmden
çıkarılmıştır (Kellner, 1998:103-104).
Üçüncü bölümün yönetmeni Wan Jen’in 1986’da çektiği Süper Yurttaş
(Chao Ji Shi Min) ve 1987’de çektiği Kıyıya Elveda (Xi Bie Hai An) ise başkent
Taipei’nin yer altı dünyasını karamsar bir şekilde yansıtır. Aynen Scorsese’nin Taksi
Şoförü (Taxi Driver) filminde bir taksi şoförünün hayatını anlatırken bizlere New
York’un karanlık yüzünü göstermesinde olduğu gibi, Süper Yurttaş filminde Wan
Jen uzun zamandır kız kardeşinden haber alamayan bir adamın onu arama sürecini
yansıtırken aslında bizlere Taipei’nin farklı bir yüzünü göstermek istemektedir.
Böylelikle izleyici sahte marka saatler satan sokak satıcılarını, hayat kadınlarını ve
Taipei’nin kenar mahallelerini görmüş olur (Kellner, 1998:111). Kıyıya Elveda’da
ise Wan Jen aşık olduğu bir fahişenin sözleşmesini çalıştığı genelevden almaya
uğraşırken hem yeraltı örgütleriyle hem de polisle başı derde giren bir adamın
öyküsünü çok yoğun bir ahlâkî tavır takınarak verir. Filmin sonunda adamın aşık
olduğu kadın yakalandığı kanser hastalığından dolayı bir kumsalda can verirken, Jen
suç dünyasının tehlikeli yüzünün ve adanın her tarafını sarmış olan bu tehlikeli
yapılanmanın altını çizer (Kellner, 1998:112).
Yönetmen Lu Kang-ping’in 1985 yapımı filmi Bir Kentin Efsanesi (Myth of a
City) ise çalıştığı anaokulundaki son gününde hayatın sıradanlığından bunalan bir
servis şoförünün başından geçenleri anlatır. Şoför bir anlık kararla okulun ahçısı,
genç bir öğretmen ve servis görevlisiyle birlikte bir kumsala doğru otobüsü sürmeye
başlar. Filmin kahramanı uzun zamandır aradığı asıl mutluluğu Tayvan’da marjinal
konumuna indirgenmiş kişilerle (asıl yerli halk, bir grup motosikletli grup.. vs)
birlikte olarak bulur (Kellner, 1998:112). Tayvan’daki yerli Tayvan halkının durumu
ile Amerikan yerlileri arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Her iki etnik grup da
kendilerine ait olan toprakların egemenliğini dışarıdan gelen, sayıca ve maddi
imkânlar açısından kendilerinden çok daha güçlü olan diğer uluslara kaptırmışlardır.
Bu filmde kahramanın hayatının en mutlu anlarından birini yerli Tayvanlılar ile
birlikte geçirmesi ise Yeni Tayvan Sinemasının temsil ettiği “köklere dönüş” tavrını
nasıl ele aldığını bizlere gösterir. Lu Kang-Ping’in bir sonraki filmi İki Sanatçı’da
(Two Artists) da yine yerli Tayvanlıların toplumdan nasıl dışlandıklarını, marjinal ve
istenmeyen gruplar haline geldiklerini yansıtır (Kellner, 1998:112).
Hou Hsiao-Hsien ile birlikte sahip oldu üslup açısından en özgün
yönetmenlerden biri de Edward Yang’tır. Yang kırsal alana değil kentsel alana
yoğunlaşmayı tercih etmiş ve yeni gelişmekte olan toplumsal yapının hayatın her
alanına nasıl egemen olduğunu filmlerinde incelemiştir. Teksoy’a göre Yang O Gün
Kumsalda (Haitan de Yitian) adlı filmde Çin anlatım kalıplarını kırmış ve yer yer
Antonioni etkisi taşıyan başarılı bir çalışma yapmıştır (Teksoy, 2005:492). Film sık
sık yapılan geriye dönüşlerle yıllar sonra karşılaşan iki arkadaşın öyküsünü anlatır.
Kullandığı boy planları ve tabiatı öne çıkarması açısından yeni bir anlatım tarzı
sergileyen Yang, Teksoy için tragedyaya yakın bir duruş sergilemektedir. Aynı
yaklaşımını 1985 yapımı Taipei Öyküsü (Qingmei Zhuma) filminde de sürdüren
Yang, bu filminde genç bir çiftin yaşamına eğilerek evlilik ve meslek sorunlarını
işledi. Kellner’in “benim bu güne kadar incelediğim filmler içinde en özgün ve
modernist olanı” dediği (Kellner, 1998:113) Teröristler (Kong Bu Fen Zi) adlı bir
sonraki filmde ise Taipei’de yaşayan ve bir şekilde bir araya gelen üç kişinin hayatı,
kent yaşamının insanı her şeye nasıl yabancılaştırdığı vurgulanarak, anlatılır. Yang
kentleşme ve kuşak çatışması sorunlarını bundan sonraki filmlerinde de işledi. En
son olarak bireyler arası yabancılaşma kavramlarını ele aldığı Bir İki (Yi Yi) (2000)
filmi ise Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştır (Teksoy,
2005:493).
1980’lerden itibaren üretilen kayda değer diğer filmlere ise kısaca değinecek
olursak en önemlileri arasında Chang Yi’nin Çin toplumunda kadının yerini eleştirel
bir biçimde ele aldığı iki filmleri Jade Love (Yu Qing Sao-1984) ve Kueimei-Bir
Kadın (Wo Zhe Yang Guo Le Yi Sheng-1985); Ang Lee’nin melezleşmiş ve
postmodernleşmiş kimlikleri Çinli-Tayvanlı ve diyasporik kimlikler açısından
incelediği filmleri Yaşama Sanatı (Tui Shou-1992), Düğün Ziyafeti (Xi Yan-1993) ve
Tatlı Tuzlu (Yin Shi Nan Nu-1995) gibi filmleri sayabiliriz (Kellner, 1998:112-113).
III. Hou Hsiao-Hsien ve Hüzün Şehri (Bei Qing Chen Shi)
Şu anda Tayvan’ın önde gelen yönetmenlerinden biri sayılan Hou HsiaoHsien 1947 yılında Çin’de doğdu ve Tayvan’da büyüdü. 1949 yılından beri
Tayvan’da yaşaması sebebiyle denilebilir ki, Hsiao-Hsien adanın son elli senede
gerçekleştirdiği hızlı değişime tanık oldu ama O kendi yaşıtları diğer yönetmenler
gibi yurt dışında değil Tayvan’da eğitim gördü. 1973 yılından başlayarak ülkenin o
zaman için ünlü olarak anılan yönetmenlerine çıraklık yaparak meslekî hayatına
başlayan Hsiao-Hsien bu yüzden sinema sanatında daha geleneksel bir yolu takip
etti (Yip, 2003:809). İlk üç filmi ticarî kaygılar güden ve pek de önemli olmayan
yönetmenin asıl önemli ilk filmi Sandviç Adam’ın içinde yer alan Çocuğun Büyük
Oyuncağı (Son’s Big Doll) adlı epizot olmuştur. Hou kendisinden önceki kuşağın
aksine oldukça ağır ve dolambaçlı öyküler işledi. Hüzün Şehri filminde çokça
kullanılan ve Hou’nun en belirgin bir diğer özelliği ise O’nun şiddeti hiç bir zaman
doğrudan kameraya yansıtmaması olmuştur. Onun filmlerinde şiddet birden patlak
verir, izleyiciye ne olduğu konusunda düşünme fırsatı verilmez ama kamera şiddetin
daima dışında yer alır, adeta şiddetin içinde değil de çevresinde gibidir. Bütün bu
dolaylı ve dolambaçlı anlatım tercihinden dolayı, Stanbrook için Hou, söyleyeceği
pek çok şeyi olan ama bunları izleyiciye aktarırken hiç de kolaya kaçmayan bir
yönetmendir (Stanbrook, 1990:120). Hüzün Şehri 1989 yılında gösterildikten ve
Venedik Film Festivali’nden en iyi film ödülünü alarak tüm dünyanın ilgisini
çektikten sonra film hakkında çıkan pek çok makalede film içerisindeki karmaşık
aile yapısını açıklayabilmek için Lin ailesinin aile ağacına yer verilmesi bu filmin
kendisini ne denli zor kıldığını belirtmesi açısından önemlidir (Cinemaspace,
Online). Tayvan halkı bütün bunlara rağmen filme büyük ilgi gösterdi ve örfi
idarenin kaldırılmasından sonra 28 Şubat Vakası’na ilk defa değinen bu filmi
Tayvan nüfusunun yarısı izledi.
Hüzün Şehri geniş bir ailenin 1945-1949 yılları arasındaki hayatından bir
kesit sunar. Film çok genel olarak Lin ailesinin dört erkek kardeşini ve babasını
konu alır. En büyük erkek kardeş Japonlar adayı Çinlilere devrettikten sonra
işlettiği Japon tarzı barın adını “Küçük Şanghay” adıyla değiştirerek işletmeye
devam etmektedir. İkinci kardeş ise Tayvan halkının belli bir bölümü Japonya
egemenliği zamanında askere alındığı için II. Dünya Savaşı süresince Filipinlerde
bir harekatta kaybolmuştur ancak karısı bir gün gelecek umuduyla kocasının
kliniğini hâlâ işletmektedir. Üçüncü kardeş ise Şanghay yer altı dünyası ile iç içedir
ve bu suç örgütleri ile uyuşturucu işine girer. Ancak en büyük ağabeyleri bunu
öğrenince bulduğu uyuşturucuları imha eder. Bunun üzerine ise Şanghaylı mafya
üyeleri KMT hükümeti içerisinde yer alan bağlantılarını kullanarak üçüncü kardeşi
tutuklatır. İçeride işkence gören adam artık tamamen aklını kaçırmış ve başkalarının
yardımı olmaksızın yaşayamaz hale gelmiştir. Dördüncü ve filmin ana karakteri olan
Wen-Ching ise küçük yaştan beri sağırdır ve hemen hemen hiç konuşamamakta,
insanlarla yazı yoluyla iletişim kurmaya çalışmaktadır (bu türden bir iletişim
yöntemi filmde çok önemli bir yer tutan dil olgusuna vurgu yapmaktadır). Filmin
açılışında yer alan iyimser bakışa rağmen zamanla ailenin parçalanmasına sebep
olacak 28 Şubat Vakası’nın ardında en küçük kardeş Wen-Ching ve bazı arkadaşları
tutuklanır. Hapishaneden çıkmasının ardından en iyi arkadaşı Hinoe, KMT
Hükümeti karşıtı cephede yer alır ve dağa çıkarak orada muhalif komün hayatını
tesis eder. İlk başlarda Hinoe’ye katılmayı düşünen Wen-Ching daha sonradan
Hinoe’nin kız kardeşi Hinomi’yi bu kargaşa ortamında korumaya karar verir ve daha
sonra onunla evlenir. Hinoe’nin dağdaki muhalif hayatının peşine düşen KMT
askerleri onu yakalar ve öldürür. Çok geçmeden Wen-Ching de hükümet tarafından
yakalanır. Filmin akıllarda en çok kalan ve en dramatik anlarından biride son
sahnedir. Hou bu son sahnede, kendi meşhur durağan kamerasını bu kez bütün
yıkımlara rağmen hayatlarını olağan akışında devam ettirmeye çalışan Lin Ailesinin
yemek sofrasına çevirir. Sofrada sadece yaşlı baba ve akıl hastası üçüncü kardeş
bulunmaktadır.
Filmde en göze batan bir diğer özellik ise yazıya atfedilen önemdir
(Cinemaspace, Online). Film boyunca gösterilmeyen pek çok olay, gerek WenChing’in zorunlu iletişim yöntemine, gerekse izleyiciyi adeta sessiz sinema
dönemine götüren ara-yazıya (intertitle) dayanarak anlatılır. Aslında burada
Hou’nun yazıya verdiği önemi kavrayabilmek için Tayvan tarihinin ve dil-ideoloji
ikilisinin iyice kavranması gerekmektedir. Price Tayvan’daki kültürler arası iletişimi
araştırdığı çalışmasında Sino-Japon Savaşı’ndan sonra Japonya’ya devredilen
Tayvan’da yapılan ilk değişikliğin Japon değerlerinin iyice yerleşmesi için
başvurulan Japonca’nın toplumun her alanına sokulması olduğunu belirtir (Price,
2004:8). Ayrıca okullarda belli bir süre için Japonca eğitimi müfredatın %70’ ini
kapsamıştır. Zamanla Japonca, yayın hayatına da egemen olmuş ve bankalardan
parklara kadar her yerde varlığını hissettirmiştir (Hsiau, 2000: 34-36). Japonya’nın
adadan çekilmesini coşku ile kutlayan ada halkı, Chiang Kai-Shek hükümetinin
uyguladığı aşırı milliyetçi tavır karşısında bir kez daha baskı altında tutulmuştur
(Price, 2004:8). KMT hükümetinin kendi kültürel değerlerini ada halkına tamamen
yerleştirmek için gerçekleştirdiği ve Beyaz Terör (White Terror) olarak
adlandırılacak 10.000’e yakın Tayvanlı entelektüelin idam edilmesiyle sonuçlanan
olaydan sonra, sağ kalmayı başaran halk bu sefer bildiği tek dil olan Japonca’yı da
konuşamamanın zorluğuyla karşı karşıya kalmış ve adeta bir gün içinde okuma
yazma bilmeyen kitlelere indirgenmiştir (Hsiau, 1997: 305). Denilebilir ki, KMT
hükümeti de aynen Japonlar gibi eğer bir kültür değiştirilmek isteniyorsa işe önce
dilden başlanılması gerektiğini hemen kavramış ve politik birlik sağlamak için dil
birliğini temin etmeye çabalamışlardır. Hou’nun film boyunca tarihi olayları
“yazarak” yansıtmaya çalışması da bu sefer öze dönüş hareketi içindeki Tayvan
halkının Çin ve Japon dönemlerindekinin aksi yönünde bir yazısal ve kültürel birlik
eğilimi olarak yorumlanabilir. Bütün bunlara ek olarak, film boyunca kadın
kahraman Hinomi’nin günlüğüne kendi günlük yaşamına ve sosyal olaylara dair
yazdığı yazılar onun dilinden dış-ses olarak verilir. Tarih boyunca değişik ülkelerin
eline geçen, onların istilasına uğrayan ve Portekizliler tarafından Farmosa (güzel)
olarak adlandırılarak kadınsı bir anlam bulan Tayvan imajının zihinlerdeki resmi
zaten son derece feminendir. Bizler tarihi sürece Hinomi’nin kaleminden ve
sesinden tanık olduğumuz için aslında bu yazı ve ses Tayvan’nın kendi öz yazısı ve
sesidir.
Filmde yer alan bir diğer ilgi çekici husus ise ara-yazılara sıklıkla
başvurulması olmaktadır. Filmdeki ilk ara-yazı Wen-Ching’in Hinome ile ilk kez
iletişime geçti zaman gösterilir. Burada Hou, Wen-Ching’in sözlerini altyazı olarak
vermekten ziyade ara-yazıyı kullanmayı tercih etmiştir ve böylelikle izleyiciyi
görmekten ziyade okumaya zorlamaktadır (Cinemaspace, Online). Bu ara-yazıların
film içerisinde sahip olduğu yer açısından en önemli nokta ise hepsinin geçmiş
zamana ait ifadeler olmasıdır. Bu sebepten dolayı Nornes ve Yueh-Yu bu filmi
inceledikleri çalışmalarında (Cinemaspace, Online) bu durumu son derece çarpıcı bir
şekilde yorumlarlar. Onlara göre ara-yazıların geçmiş zaman kipinde kullanılmaları
aslında Hou’nun mit yaratma kaygısından kaynaklanır çünkü mitin yazımı bir
ulusun kendi soyağacını ortaya koymasında hayatî öneme sahiptir ve dahası Hou
film içerisinde sadece Tayvan tarihini inşa etmekle uğraşmamış ayrıca Tayvan’ın
doğal sınırlarına da vurgu yapmıştır. Bu durum ise ulus bilincine kavuşmakta olan
bir ülkenin tarihî bilinçlenmesinden sonra gelmekte olan ikinci önemli noktaya,
coğrafi sınırların tayin edilmesine denk düşmektedir. Kayıp iki kardeşin coğrafi
sınırları Filipinlerden Şanghay’a kadar uzanan bir alanı kapsamaktadır. Lin ailesinin
oğullarının kaybolduğu bölgeler aynı zamanda Tayvan’ın fiziki yerini temsil
etmektedir (Cinemaspace, Online).
Film içerisinde yazı ile birlikte göze çarpan diğer önemli kullanım ise
fotoğraftır. Fotoğraf da aynen yazı gibi geçmişin belgelenmesi ve inşası için önemli
bir araç olarak kullanılmaktadır (Cinemaspace, Online). Böyle bir işlevin en güçlü
şekilde kullanıldığı kısım ise Wenching’in Japon bir öğretmenin adadan ayrılmadan
önce hatıra olarak öğrencileri ile çektirdiği fotoğraf sahnesinde görülür. Hou,
Rayns’a verdiği mülakatta ada halkının Japon hakimiyeti boyunca eğitimde pek çok
alanda cesaretlendirildiğini ama asla politik eğitim verilmediğini belirtmektedir
(Cinemaspace, Online). Ancak Hou tarafından kullanılan kareler bu kez adada
politik eğitimi yasaklayan Japonların adadan ayrılmadan önce çektirdikleri
fotoğrafın resmini bizlere sunarak yıllarca yasaklanan politik tavrı kurar. Yine de
denilebilir ki, filmde Japonların yansıtılması belli bir olumlu anlam içermektedir.
Filmin en başında Hinome’nin Japon arkadaşının adadan ayrılmadan önce
Hinome’yi ziyaret edip O’na hediyeler vermesi aslında Japonlar ve Tayvanlılar
arasında güçlü bir bağın olduğunu da vurgular. Filmdeki en duygusal anlardan biri
ise Wenching’in kendi ailesinin fotoğrafını çektiği sahnedir. Bu fotoğrafta kendi
kaçınılmaz sonlarının gelmekte olduğunun farkında olan Wenching’in çekirdek
ailesinin varlığını belgelemek için kendi kayboluşundan kısa bir süre önce
resmedilen kaygılı yüzünü görürüz. Wenching ve Hinome’nin kaygılı yüz
ifadelerine karşılık bebeklerinin gülen suratı karenin dramatik etkisini daha da
arttırmaktadır.
Tayvan tarihi boyunca sürekli işgal edilen ve kaynaklarından faydalanılan bir
ülke olmuştur. 1517 yılında Portekizler tarafından keşfedildiğinde farmosa (güzel)
olarak adlandırılan Tayvan 1624 yılında Hollanda, 1683 yılında Çin, 1895 yılında
Japon, 1945 yılından bu yana yine Çin egemenliği altında bulunmaktadır (Teksoy,
2005:491). Ada 1683 yılında Çin egemenliğine geçene kadar Hollandalı
sömürgeciler için hammadde kaynağı olmaktan öteye gidememiş ancak Çin
egemenliği boyunca adaya bu sefer de üç milyona yakın Çinli göç etmiştir. Bu
dönem aynı zamanda Tayvan halkının acı dolu asimilasyon döneminin de
başlangıcını göstermektedir. 1895 yılında Sino-Japon Savaşından sonra Japonya
egemenliğine geçen Tayvan’da, Japonlaştırma politikaları çerçevesinde Japonca
resmi dil olmuştur (Teksoy, 2005:491). Bütün bu tarihi gerçeklerden dolayıdır ki,
Tayvan aslında sürekli şahit olan, etrafında olan olayları gören, izleyen, bunları not
alan ama kesinlikle gidişata yön veremeyen bir ülkedir. Tayvan’ın yüzlerce yıllık
tarih sonucunda istemeden de olsa edindiği bu konum ile filmin ana karakteri
Whenching arasında bir benzerlik vardır. Whenching’te küçük yaştan beri
konuşamadığı için sürekli gören, izleyen, etrafındaki olayları not alan ama edilgen
kişiliğinden dolayı gidişata yön veremeyen bir kişidir. Dolayısıyla Whenching
karakteri Tayvan’ı temsil etmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hinomi’nin
filmde kullanılan dış sesi Tayvan’ın öz sesi iken, buna ek olarak Whenching’in
toplumdaki konumu ve eylemleri Tayvan’ın tarihi süreç içerisindeki konumuna
tekabül etmektedir.
Sonuç
Kimi yorumculara göre Sosyal Darwinizm’in uygulamaya konulmasıyla
ötekinin algılanışı değişmiş ve Batılı olmayanlar değişmesi mümkün olmayan bir
zamanda geri kalmışlığa indirgenmiştir. Bundan dolayı, Batı diğer topluluklara
kendi seviyesine çıkmak için sürekli çabalaması gerektiğini söylerken, modernizmi
de bu toplulukların önüne birer hedef olarak koyar. Onlar için Batılı olmayan
topluluklar kültürel evrimlerini tamamlayamamıştır ve gerekirse bu topluluklara yol
göstermek amacıyla müdahale edilmelidir.
Ancak ne var ki, her bir birey gibi her bir ulus da yürüdüğü yolların
toplamıdır. Dolayısıyla modernleşme sürecini tecrübe etmiş ülkelere baktığımızda
yukarıda tasvir edilen tablodan farklı olarak bambaşka bir durum görmekteyiz. Tek
boyutlu, alternatifi olmayan bir modernleşmeden ziyade her ülkenin sahip olduğu
kendine özgü niteliklerle şekillenen ve kendine has bir boyut kazanan farklı
modernleşmelere tanık olmaktayız. Bunlara ek olarak, modernleşme, en nihayetinde,
bir toplumun kendini değişim girdabına atması, geçmişin gözden geçirilmesi ve
bireyin/toplumun geleneksel dönemlerde kendini bağlı hissettiği kurumların
sorgulanması ise bu değişim sürecinde farklılaşan toplumsal yapının doğurduğu
yeni sorunlar ancak farklı sanatsal formlarla ifade edilebilir.
Tayvan tarihi ve sanatı yukarıda varılan yargıların çok net bir sağlamasını
içermektedir. Tayvan’ın sahip olduğu farklı tarihi süreç ve dinamikler bu ülkenin
modernizm hareketini Batı’dan ve Çin’den farklı bir yere taşımıştır. 1950’li yıllarda
Batılı değerler açsından bakıldığında modern olmaktan çok uzak olan Tayvan
1960’lı yıllardan itibaren hızlı bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmiştir. 1980’li
yıllara gelindiğinde ise Tayvan’da baş gösteren toplumsal sorunların en çok
sinemada tartışıldığı görülmektedir. Ancak ortaya çıkan bu yeni sinema toplumsal
problemleri çok daha gerçekçi bir dil ile sorgulamayı tercih etmiştir. Çalışmamız
boyunca Yeni Tayvan Sineması olarak adlandırılan bu yeni akımın en belirgin
örnekleri genel olarak sunulmuştur. Daha özelde ise Hou Hsiao-Hsien’in Hüzün
Şehri filmi ele alınmıştır. Kullandığı sinema teknikleriyle modern olarak
nitelendirilecek bir üslup bulmayı başaran Hou, Hüzün Şehri adlı filminde daha önce
üzerinde akıl yürütülmesi yasak olan bir konuya, 28 Şubat Vakıası’na değinmiş ve
bu yöntemle de geçmişle hesaplaşma yolunu tercih etmiştir. Hou, bu filminde sahip
olduğu ağır dilden ve ana karakterin son derece edilgen olmasından dolayı kimi
Tayvanlı eleştirmenler tarafından yoğun bir şekilde eleştiriye maruz kalmış olsa da
hâlâ Edward Yang ve Ang Lee ile birlikte Tayvan’ın en tanınmış yönetmenlerinden
birini temsil etmektedir.
KAYNAKÇA
Chiao, H., P., (1991), “The Distinct Taiwanies and Hong Kong Cinemas”, s.155165, içinde Bery, C., 1991, Perspectives on Chinese Cinema, British Film
İnstitute: Londra.
Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention
in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69.
Hsiau, A-Chin, (2000), “Contemporary Taiwanese Cultural Nationalism”, London:
Routledge, içinde Price, G., (2004), “Crossing and Code-Switching:
Intercultural Communication In Taiwan, Essex Üniversitesi Dil ve
Linguistik Bölümü Master Tezi.
Kellner, D., (Aralık 1998), “New Taiwan Cinema in the 80s”, Jump Cut Dergisi,
c.42, s.101-115.
King, A., D., (1995), “The Times and Spaces of Modernity (Or Who Needs
Postmodernism?)” Global Modernities. Ed. Mike Featherstone, Scott Lash
and Roland Robertson. Londra: Sage,. 108-39, içinde Chiu, K., (Ocak
2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in
Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69.
Liao, Chao-yang, (1995), “Pathos of the Chinese: a response to Chen Zhao-ying
with a note on the constructedness of culture and the problem of national
identity”, Chung Wai Literary Monthly c:23.10, s.102-26, içinde Chiu, K.,
(Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of Intervention
in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69.
Mignolo, W. D., (1998), “Globalization, Civilization Processes, and the Relocation
of Languages and Cultures” The Cultures of Globalization. (eds) Fredric
Jameson ve Masao Miyoshi, 1998, Durham: Duke UP, s.32-53, içinde
Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous Translation: Taiwanese Tactics of
Intervention in Transnational Cultural Flows” Concentric Dergisi, c.31,
s.47-69.
Pratt, J.W, (1951), American’s Colonial Experiment: How The United States
Gained, Governed, and In Part Gave Away A Colonial Empire, New York:
Prentice Hall.
Price, G., (2004), “Crossing and Code-Switching: Intercultural Communication In
Taiwan”, Essex Üniversitesi Dil ve Linguistik Bölümü Master Tezi.
Shih, Shu-mei, (2004), “Global Literature and the Technologies of Recognition”
PMLA c.119.1 s.16-30, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous
Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural
Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69,
Stanbrook, A., (Bahar 1990), “The Worlds of Hou Hsiao-Hsien”, Side&Sound
Dergisi, c.59, International Film Quaterly, s.120-126.
Teksoy, R., (2005), “Tayvan Sineması”, s.491-495, içinde Teksoy, R., 2005, Sinema
Tarihi, İstanbul: Oğlak Bilimsel Yayınları.
Williams, Raymond, (1989), The Politics of Modernism: Against the New
Conformists. London: Verso, içinde Chiu, K., (Ocak 2005) “Treacherous
Translation: Taiwanese Tactics of Intervention in Transnational Cultural
Flows” Concentric Dergisi, c.31, s.47-69,
Yip, J., (20039, “Tayvan Yeni Sineması”, s.809-811, içinde Smith, G., N., (2003),
Dünya Sinema Tarihi, Ahmet Fethi (Çev), İstanbul: Kabalcı Yayınları.
On-line Kaynaklar
Norne, A., M., ve Yueh-yu Y., (1998), “Narrating National Sadness: Cinematic
Mapping and Hypertextual Dispersion
http://cinemaspace.berkeley.edu/Papers/CityOfSadness/index.html (Erişim
20 Ocak 2010)
ÖĞRETİM ELEMANLARININ İLETİŞİM DAVRANIŞLARINA
YÖNELİK ÖĞRENCİ ALGI VE BEKLENTİLERİ (ORDU
ÜNİVERSİTESİ ÜNYE İ.İ.B.F’DE BİR ARAŞTIRMA)
Cavit YAVUZ*
Gönül YÜCE**
ÖZET
Öğretim elemanlarının iletişim davranışlarına ilişkin öğrenci algı ve beklentilerini belirlemek amacıyla
yapılan bu çalışmada, genel tarama modeli kullanılmıştır. Çalışma, öğretim elemanlarının kullandıkları
iletişim biçimlerinin neler olduğunun belirlenerek öğretim elemanları için öğrenme ve öğretme
süreçlerinde etkili bir iletişim kurmada bazı ipuçları sağlaması açısından önem taşımaktadır.
Araştırmanın evrenini 2008-2009 öğretim yılında Ordu üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesinde eğitim alan öğrenci ve örneklemini evrenden tesadüfi örneklem yöntemiyle seçilmiş 200
öğrenci oluşturmaktadır. Beşli likert tipi maddelerden oluşan ölçekle elde edilen veriler; SPSS
programıyla aritmetik ortalama, t testi ve ANOVA testi teknikleri kullanılarak çözümlenmiştir.
Araştırmanın bulgularına göre yükseköğretim kurumunda öğrenim görmekte olan öğrencilerin, öğretim
elemanlarının iletişim biçimlerine ilişkin algılarında cinsiyet, sınıf, bölüm ve bölümden memnun olup
olmama değişkenlerine göre sözlü, sözsüz ve yazılı iletişim boyutlarında anlamlı fark bulunurken dinleme
boyutuna göre anlamlı bir farklılık yoktur. Ayrıca ilgili değişkenler ile öğrenci beklenti ve boyutları
arasında da bir farklılık yoktur.
Anahtar Kelimeler: İletişim davranışları, öğrenci algı ve beklentileri
THE STUDENTS’ PERCEPTIONS AND EXPECTATIONS TOWARD COMMUNICATION
BEHAVIORS OF LECTURERS (A PRE-INVESTIGATON AT ECONOMIC AND
ADMINISTRATIVE FACULTY OF ORDU UNIVERSITY)
ABSTRACT
In this study, in which descriptive scanning model was used, it was aimed to determin the students’
perceptions and expectations toward communication skills and behaviors of lecturers working. The study
focuses on the respect of providing some clues in establishing an efficient communication for the
academic staff during learning and teaching period determining what types of communication used by the
academic staff are.This study consist of students attending Economic and Administrative faculty of Ordu
University during 2008-2009 academic year and a sample of 200 students were selected randomly. Data,
which was collected through questionnaires, was analyzed and interpreted by descriptive statistics,
ANOVA and t test metods. Acording to the findings, the university student towards the types of
communicatin of the lecturers in the university according to the students gender, class, department,
studing department pleasure or not variables there is a significant difference between the perceptions of
verbal, nonverbal and written communication dimension. But there is no any significant difference
according to listening communication dimension. Also, there is no any significant difference between the
expectations of the university student.
Keywords: Communication behaviors, , students perception and expectations
GİRİŞ
İnsanlar, başkalarıyla birlikte olabilmek, onları anlayabilmek, kendilerini
anlatabilmek ve etkilemek amacıyla kısaca toplumsallaşabilmek için iletişim
kurarlar. Kişiler, kendileri ve başkalarıyla iletişime girerek aynı zamanda
kişiliklerini de tanımlama imkanını elde ederler (Williams, 1979: 282). İletişim,
bireylerin hem maddi hem de maddi olmayan gereksinimlerinin tümüyle ilişkilidir.
İnsanlar sadece maddi ihtiyaçlarının karşılanmasıyla tatmin olmazlar. İletişim
gereksinimi, insanın diğer insanlarla etkileşime girerek yaşamını zenginleştirme
çabalarını anlatır (Taşçı ve Eroğlu, 2008: 27).
Kişiler arası ilişkilerde ve toplumsal bütün alanlarda etkileşimde en önemli
faktörlerden birisi olarak karşımıza çıkan iletişim eylemi, öncelikle dilin iyi
*
Ordu Üniversitesi, Ordu Meslek Yüksekokulu, Yrd. Doç. Dr.
**
Ordu Üniversitesi, Ünye İ.İ.B.F, İşletme Bölümü, Arş. Gör.
kullanılması, sözlü ve yazılı ifade yeteneğinin ve bunların yanında beden dilinin
kullanılmasıyla etkin bir şekilde gerçekleşecektir. Öğretim elemanlarının sınıf
ortamında bu iletişim biçimlerini ifade edildiği gibi etkin kullanmaları daha verimli
bir sonucun ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
İletişim sözcüğü Latince kökenli “communication” sözcüğünün karşılığı olup
dilimize Fransızca’dan geçmiştir. Yakın zamanlara kadar sadece haberleşmede
kullanılan
bu sözcük, haberleşmeyi de içine alan daha geniş kapsamlı bir ileti alışverişi haline
gelmiştir (Yatkın, 2003: 42).
İletişim, iletilmek istenen mesajın ilgili herkes tarafından anlaşılması
amacıyla bilgi, fikir ya da düşüncelerin, yazı, konuşma ve görsel yöntemlerle veya
bunların bir arada kullanılmasıyla iletilmesi, alınması veya değiştirilmesi olarak
tanımlanabilir (Sillars, 1995: 1).
Oskay’a göre iletişim “Birbirlerine ortamlarındaki nesneler, olaylar, olgularla
ilgili değişimleri haber veren, bunlara ilişkin bilgilerini birbirlerine aktaran, aynı
olgular, nesneler, sorunlar karşısında benzer yaşam deneyimlerinden kaynaklanan,
benzer duygular taşıyıp bunları birbirlerine ifade eden insanların oluşturduğu
topluluk ya da toplum yaşamı içinde gerçekleştirilen tutum, yargı, düşünce ve duygu
bildirişimleri”dir (2001: 9).
Üstün Dökmen yapılan çeşitli tanımlardan sonra şöyle bir ortak tanım önerisi
geliştirmiştir: “İletişim, katılanların bilgi/sembol üreterek birbirlerine ilettikleri ve
bu iletileri anlamaya, yorumlamaya çalıştıkları bir süreçtir” (1994: 321).
İletişimin en önemli unsurlarından birisi karşılıklı birlikteliği esas almasıdır.
İletişim tek yönlü kurulan bir ilişki olmaktan öte karşılıklı etkileşime ve beraberliğe
dayanmalıdır. Eğer iletişim karşılıklı olmayıp tek taraflı bir şekilde gerçekleşirse,
gücü ya da yetkiyi elinde bulunduran taraf isteklerini gerçekleştirecek, diğer tarafı
baskı altında tutacaktır (Cüceloğlu, 1999). Öğretim elemanları sınıfta genel olarak
tek taraflı iletişim kurmayı tercih ediyorsa, sorunların çözümünün mümkün
olmayacağı gibi yeni sorunların da yaşanmasına neden olacaktır. Böyle bir ilişkide
öğretim elemanı ile öğrenci arasında aşılamayacak bir mesafe ve yabancılaşma
yaşanacaktır.
Yapılan araştırmalarda; eğitim sürecinde eğitim işlevini yerine getiren
öğreticinin öğrenciye olan yakınlığı önemli bir öğretim iletişimi değişkeni olarak
ortaya çıkmıştır (Butland ve Bebe, 1992). Aynı şekilde pozitif olan öğretmen
davranışları öğrencilerin daha iyi güdülenmesini sağlamaktadır (Frymier, 1993,
Mcdowel, 1993, Blatt ve Benz, 1993).
Yine yapılan bir araştırmada, öğreticinin sözsüz iletişim özelliklerinin,
sınıftaki etkileşimi ve öğrencilerin sözel olarak anlatılanları daha iyi anlamalarını
kolaylaştırdığı görülmüştür (Klinzing ve Jackson, 1987).
Frymier (1993), sözsüz iletişimin özelliklerinden biri olan gülümsemenin,
duruşun, çeşitli jest ve mimiklerin, kendine özen göstermenin, öğrencinin konulara
dikkatini vermesinde birinci derecede önemli olduğunu, anlatılan konunun ise ikinci
planda kaldığını ifade etmiştir.
Mcdowell’de (1993), yaptığı araştırma sonucunda, öğretici konumundaki
eğitmenlerin sözel ve sözel olmayan iletişim biçimlerini kullanmalarının öğrenciler
üzerinde olumlu etkiler gösterdiğini ortaya çıkarmıştır.
Sensenbaug’un yaptığı bir çalışmada öğrenciler; etkili öğretmen davranışları
ile ilgili olarak kararlı olmak, öğrenci görüşlerine ilgi duymak, öğrenciyi hakir
görmemek, onların sözünü kesmemek, onlara değer vermek gibi unsurları dile
getirmişlerdir (Akt., Ergin ve Geçer, 1999: 2). Öğretmenin sınıf içerisinde
öğrencinin değerlerine saygı göstermesi, öğrencinin öğretmenini daha çekici ve
etkileyici bulmasına sebep olmaktadır (Ergin, 1995:60).
Timothy ve arkadaşlarının çalışmasında, öğrencilerin duyuşsal öğrenmeleri
ile eğiticilerin yakınlığının ve kullandıkları davranış yöntemleri arasında olumlu bir
ilişkinin olduğu tespit edilmiştir (1986).
Yapılan çalışmalar, öğreticinin yakınlığı ile öğrencinin öğrenmesi arasında
anlamlı bir ilişkinin olduğunu bize göstermektedir. Çalışmalar neticesinde öğrenci
ile öğretici arasındaki sözlü ve sözsüz iletişim özelliklerinin öğrenmeyi olumlu ya da
olumsuz etkilediği anlaşılmaktadır.
Sınıf İçi Etkili İletişim
İletişim bireyler, kümeler ve toplumlar arasında söz, yazı, görüntü, el-kol
hareketleri ve simgeler aracılığıyla düşünce, dilek ve duyguların karşılıklı
iletilmesini sağlayan bir iletişim sürecidir. Eğitimde de amaç olumlu davranış
değişikliklerini sağlayabilmektir. Bu değişim ancak yaşanılan iletişim süreciyle
gerçekleşir. Sınıfta öğretim elemanı, sosyal ve fiziksel çevresini kasıtlı bir biçimde
etkilemek için iletişim kurar. Öğretim elemanı sahip olduğu bilgi, beceri ve
tutumları öğrencileriyle paylaşarak öğrenmenin ve davranış değişikliğinin
gerçekleşmesine yardımcı olur. Öğrenme ve öğretme sürecinde çoğunlukla kaynak
konumunda olan öğretim elemanı önemli rol oynar. Öğretim elemanı, öğrencilere
mesajı ulaştıran bir kaynak olarak iletişime yön veren ve böylelikle davranışların
kazanılmasını sağlamaya çalışan kişidir.
Bunların yanı sıra, öğreticinin kişilik özelliklerinin öğretim ve eğitimde
önemli bir etken olduğu bilinen bir gerçektir. Sınıfta sosyal, yaratıcı ve sıcak bir
havanın oluşmasında, öğrenmenin yetersiz veya yeterli olmasında öğreticinin
kişiliğinin önemli bir rolü vardır. Ayrıca öğretici öğrencilerin karakter gelişimi için
model konumundadır. Öğreticinin fiziksel yapısı, uyum ve yaratma yeteneği,
konuşma biçimi, yüz ifadesi tertipli oluşu vb. kişilik özellikleri önemlidir. Öğreten
pozisyonundaki öğretim elemanlarının sahip oldukları nitelikler, öğrenen
konumundaki öğrencilerin davranışlarını doğrudan etkileyecektir (Açıkgöz,1996:
12).
Sınıf yönetimi ve öğrenci davranışları üzerinde etkili olan önemli
değişkenlerden biri de öğreticinin kullandığı öğretim yöntem ve teknikleridir.
Öğreticinin kullandığı öğretim yöntem ve teknikleri ne kadar çok etkili ise o kadar
aktif olarak öğrenmeye katılırlar.
Köktaş’a (2003: 1) göre, sınıf yönetimi, eğitim yönetimi hiyerarşisinin en
önemli basamağıdır. Sınıf yönetimi, öğretimin amaçlarına ulaşmasında, öğrenme ve
öğretme ortamının oluşturulmasına yardımcı olan etkinlikler olarak tanımlanabilir.
Öğrencilerle yüz yüze iletişimin gerçekleştiği bir yer olan sınıf ortamında eğitim
yönetiminin kalitesi büyük ölçüde sınıf yönetiminin iyi olmasına bağlıdır. Öğretim
elemanı sınıfı bir orkestra şefi gibi yönetebilmelidir. Sınıf yönetimi sırasında
öğretim elemanın tavır ve davranışları eğitimi ve eğitimin kalitesini etkileyecektir.
Etkili sınıf yönetiminin olmadığı bir sınıfta öğrenciler istenmeyen davranışları
sergilemektedir. Sınıfta istenmeyen davranışların sergilenmemesi için önlem almak,
davranış ortaya çıktıktan sonra onunla baş etmekten daha kolaydır. Bunun için
öğretim elemanı öncelikle sorunun ne olduğunu öğrencilerle görüşerek anlamalı ve
daha sonra soruna çözüm yolları arayarak etkili bir sınıf yönetimi ve verimli bir
öğretim ortamı oluşturmalıdır. Verimli bir öğretim ortamı oluşturulabilmesi için
sınıf yerleşiminin önemi büyüktür. Kullanılan metot ve tekniklere göre sınıf
yerleşim düzeni yapılabilir (Yeşilyurt ve Çankaya, 2008: 276-277).
Sınıf içinde etkili öğrenme öğretme süreçlerinin sağlanabilmesi uygun
yöntemlerin seçilip kullanılmasıyla gerçekleşmektedir. Öğretim elemanlarının
sınıfta kullanabileceği pek çok öğretim yöntem ve teknikleri bulunmaktadır. Önemli
olan bu yöntemler içinde öğretim elemanlarının, kendi kişiliğine, öğrencilerin
özelliklerine, konu alanına uygun düşen yöntem ve teknikleri, tanımaları,
seçebilmeleri ve kullanabilmeleridir (Çatalbaş, 1999: 1).
Mükemmel sınıf yönetimi, öğrencinin üç alandaki davranışına etkide
bulunmaya çalışmaktadır. Bunlar (Taşpınar, 2005: 197):
 Öğrencinin dikkatinin sağlanması,
 Motivasyonun sağlanması,
 Öğrencide öz denetim oluşturmak.
Öncelikle yapılması gereken öğrencinin dikkatinin derse çekilebilmesidir.
Uygulamada bunun tam anlamıyla sağlanmasının mümkün olduğunu söylemek
zordur. Buna karşın maksimum dikkati sağlamaya çalışmak, öğretim elemanının
etkinliği açısından önemlidir.
Anlatım gibi tek yönlü iletişime dayanan klasik yöntemler öğretmen ya da
öğreten merkezli (otokratik) yöntemler olarak tanımlanmaktadır. Bu tür yöntemlerde
tekdüze bilgilerin ve becerilerin verilmesi üzerinde durulmaktadır. Klasik
yöntemlerin tatmin edici olmayan sonuçlarını ortadan kaldırmak için çağdaş
yöntemler geliştirilmiştir. Dikkatin daha çok bireysel ve grup çalışmaları üzerinde
yoğunlaştığı öğrenen merkezli modern yöntemlerde öğrenciler yaratıcılığa, problem
çözmeye, kendi fikirlerini geliştirmeye ve bu fikirlerini ortaya koymaya
güdülendirilmektedir (Küçükahmet, 1995: 36).
Öğretim elemanının rolü, öğrencinin katılımını sağlamak, doğrudan bilgi
vermek yerine bilgi kaynağına nasıl ulaşılabileceği konusunda yardım etmek,
öğrenciye rehberlik yapmak ve öğrenciyi sürekli güdülemektir. Modern öğrenme
yöntemlerinden biri de bireysel öğretim yöntemleridir (Çatalbaş, 1999: 1).
Sosyal bir kurum olan eğitimi, toplumun ihtiyacı şekillendirmektedir. Bundan
dolayı, eğitim problemleri her toplumda benzerlik gösterse de bunların çözüm
yollarının her toplumun bünyesine göre oluşturulması ve toplumun eğitim değerleri,
yöntemleri ve konularının toplumun dinamiklerini oluşturan faktörlere göre
belirlenmesi tavsiye edilmektedir.
Eğitimin temel işlevi toplumsal yaşamın ürünü olan kültürü yeni kuşaklara
aktarmaktır. Öyle ise, eğitim hem kökeni, hem de işlevi bakımından toplumsal bir
olgudur. Eğitimin içeriğinin toplumdan topluma farklılık ve çeşitlilik göstermesi, her
toplumun kendi coğrafyasında ürettiği sosyal, siyasal ve ekonomik değerlerinin yani
kültürünün farklılığından ileri gelmektedir (Aslan, 2001: 16).
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın temel amacı; Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesinde görev yapmakta olan öğretim elemanlarının iletişim
davranışlarına ilişkin öğrencilerin algı ve beklentilerini cinsiyet, okuduğu sınıf,
öğrenim gördüğü program ve öğrenim gördüğü programdan memnuniyeti
düzeylerini belirlemektir.
Yöntem
Betimsel bir çalışma olan bu araştırmada tarama türünde bir model
kullanılmıştır. Betimsel modelle, mevcut durum araştırıldığından dolayı (Özdamar
vd. 1999: 7), Ünye İ.İ.B.F’de görev yapmakta olan öğretim elemanlarının iletişim
davranışlarına ilişkin, öğrencilerin algı ve beklentileri bu çalışmanın modelini
oluşturmaktadır. Araştırmada veriler, uzman görüşlerine dayalı olarak araştırmacılar
tarafından araştırmanın amacına göre anketle elde edilmiştir. Araştırmanın evrenini,
2008-2009 öğretim yılında Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi’nde öğrenim görmekte olan 611 işletme ve iktisat bölümü öğrencileri
oluşturmaktadır. Kayıtlı bulunan 611 öğrenciden tesadüfi örnekleme yöntemi ile
seçilen 200 öğrenci araştırmanın örneklemini meydana getirmektedir.
Veri Toplama Aracı
Araştırmanın verilerini toplamak için kullanılan anket formu demografik
özellikler ile öğrencilerin algı ve beklentilerini içeren iki sütundan oluşan 42
maddelik bir ankettir. Söz konusu anket uygulanmadan önce Ordu Üniversitesi’nde
ki öğretim elemanlarının görüşleri de alınmıştır. Var olan ortak ifadeleri belirli
boyutlarda toplamak amacıyla faktör analizi yapılmıştır. Faktör analizi Ordu
Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde okuyan 611 öğrenciye
anket ve envanter uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Faktör analizinin uygulandığı
grup Ünye İ.İ.B.F İşletme ve İktisat bölümlerinde 1., 2., 3., ve 4. sınıfta okuyan
öğrencilerinden oluşmaktadır. Faktör analizi sonuçlarına göre “Öğretim
elemanlarının iletişim davranışlarını ölçme” anketinin orijinali 42 maddeden
oluşurken hesaplamalar sonucunda 40 maddeye indirilmiştir. Söz konusu anket dört
boyut (sözlü, sözsüz, yazılı ve dinleme iletişim biçimleri) altında toplanmıştır. .
Bu araştırmada ölçeklerin güvenilirliğinin saptanmasında Cronbach α değeri
kullanılmıştır. Öğrencilerin algı düzeylerini ölçmek için hazırlanan soruların
Cronbach α güvenilirlik katsayısı 0.8952; beklenti düzeylerini belirlemek amacıyla
hazırlanan soruların Cronbach α güvenilirlik katsayısı ise 0.8403 olarak
bulunmuştur. Görüleceği üzere değişkenlerin her birinin ayrı ayrı güvenilirlik
analizleri yapılmış ve güvenilirlikleri 0.80 ve 0.90 arasında bulunmuştur.
Bu çalışmada kullanılan Öğretim Elemanlarını İletişim Biçimleri Envanteri
adlı araç Samsa’dan alınmıştır. Anket için faktör analizi yapılmış ve birbirleriyle
yüksek ilişkili olan maddeler ankete alınmıştır. Faktör analizi sonucunda seçilen
maddelerin, anketin %67,6’sını temsil ettiği görülmüştür. Öğrenciler anket sorularını
4 puanlı bir derece kullanarak (4) her zaman, (3) çoğunlukla, (2) ara sıra, (1) hiçbir
zaman şeklinde yanıtlanmıştır. Madde bazındaki değerlendirmelerde envanterdeki
ifadelerin orijinal şekli korunmuş, toplam puanlar hesaplanmış, tersine ifadeler ise
yeniden kodlanmış ve sonra puanlanmıştır. Kısacası ankette bulunan olumlu ifadeler
yukarıdaki gibi puanlanırken anketteki olumsuz ifadeler tersten yani (1) her zaman,
(2) çoğunlukla, (3) ara sıra, (4) hiçbir zaman şeklinde puanlanmıştır.
İstatistiksel Yöntemler
Araştırmanın bilgi toplama aracıyla derlenen verilerin istatistiksel
çözümlenmesi SPSS paket programı kullanılarak yapılmıştır. Ankete katılanların
kişisel bilgilerini ve ilgili değişkenlerini (cinsiyet, sınıf, bölüm ve bölümden
memnuniyet durumu) istatistiksel olarak ifade edebilmek için “tanımlayıcı istatistik
teknikleri” nin yanı sıra “t-testi”, “Tek Yönlü ANOVA” ve “Tukey testi”
kullanılmıştır.
Olumsuz yapıdaki maddelere ait veriler çözümleme aşamasında ters
çevrilerek hesaplamalara dahil edilmiştir. Olumlu maddeler için katılma derecesi
dörtten başlayarak puanlama yapılırken, olumsuz maddeler için birden başlayarak
puanlama yapılmıştır.
Bulgular ve Yorumlar
Bu bölümde, araştırma sonunda ölçülen verilerin analiz edilmesiyle elde
edilen bulgular ve bu bulgulara ilişkin yorumlar bulunmaktadır.
Öğretim elemanlarının iletişim davranışlarına ilişkin öğrencilerin algı ve
beklentilerinin ölçüldüğü anket formlarından elde edilen verilerin değerlendirilmesi
sonucunda ortaya çıkan bulgulara göre; araştırmaya katılan 200 öğrenciye ait
demografik özellikler Tablo 1’deki gibidir.
Tablo 1. Öğrencilerin Demografik Özellikleri
Cinsiyet
N
%
Kız
127
0,64
Erkek
73
0,36
İşletme
64
0,32
İktisat
136
0,68
1.Sınıf
77
0,39
2.Sınıf
65
0,32
3.Sınıf
32
0,16
4.Sınıf
26
0,13
Bölüm
Sınıf
Tablo 1’e göre; araştırmaya katılan öğrencilerin %64’ü kız, %36’sı erkektir.
Öğrencilerin eğitim-öğretime devam ettikleri bölümlere göre, %32 oranında işletme,
%68 oranında iktisat olarak dağıldığı görülmektedir. Öğrencilerin %39’u birinci
sınıf, %32’si ikinci sınıf, %16’sı üçüncü sınıf ve %13’ü dördüncü sınıfa devam
etmektedirler. Dolayısıyla, araştırmaya katılımın sınıflar itibari azalan oranlı olduğu
söylenebilir.
Demografik Özelliklerin Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları
Üzerine Etkisi
Öğrencilerin, öğretim elamanlarının iletişim biçimlerine ilişkin algılamalarını
cinsiyet, sınıf, bölüm ve bölümden memnuniyet derecesine göre farklılık
göstermedikleri ölçülmüştür. Buna ilişkin bulguları elde etmek için t testi ve Tek
Yönlü ANOVA uygulanmıştır.
Cinsiyetin Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi
Cinsiyetin öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları üzerine etkisi olup
olmadığı t testi ile araştırılmış ve sonuçlar Tablo 2’de verilmiştir.
Tablo 2. Cinsiyetin İletişim Biçimlerinin Boyutlarına Etkisi
Algı
Sözlü
Sözsüz
Yazılı
Dinleme
Beklenti
Cinsiyet
Ort
F
t
Sig.
Ort
F
t
Sig.
Bayan
Erkek
Bayan
Erkek
Bayan
Erkek
Bayan
Erkek
2,0659
2,1569
1,8425
2,0160
2,7437
2,6481
2,5928
2,6012
,591
1,271
,205
,126
-,003
,998
,857
2,418
,017
1,056
,668
,505
4,164
1,498
,136
2,435
,836
,404
3,567
-,109
,914
2,0642
2,0643
3,1827
3,1589
3,7240
3,6906
1,5534
1,6027
7,956
1,217
,225
p<0,05
H0: Cinsiyetin, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir
ilişki yoktur.
H1: Cinsiyetin, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir
ilişki vardır.
Tabloyu incelediğimizde, algılama ve beklentiye ait anlamlılık seviyelerinde
öğrencilerin sözsüz iletişim boyutu 0,05’ten küçük iken sözlü, yazılı ve dinleme
boyutlarının büyük olduğu görülmektedir. Sonuç olarak, kişinin cinsiyetinin bayan
ya da erkek olması öğrenci algılama ve sözsüz iletişim boyutunda anlamlı bir etki
yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır.
Erkek öğrencilerin ortalaması (2.0160) bayanlardan daha yüksek olduğundan, erkek
öğrencilerin
öğretim
elemanlarının
sözsüz
iletişimini
daha
olumlu
değerlendirdiklerini söylemek mümkündür.
Sınıfın Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi
Sınıfın öğrenci algı ve beklenti ile boyutları üzerindeki etkisi ANOVA testi
ile incelenmiş ve çıkan sonuçlar aşağıda Tablo 3’de verilmiştir.
Tablo 3. Sınıfın İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi
ANOVA
Sözlü
Algılanan
Beklenen
F
Sig.
F
Sig.
3,116
,027
,427
,734
Sözsüz
2,093
,102
1,003
,275
Yazılı
1,373
,252
,797
,497
Dinleme
5,863
,001
1,961
,121
p<0,05
H0: Sınıfın, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir
ilişkisi yoktur.
H1: Sınıfın, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir
ilişkisi vardır.
Tabloda yer alan ANOVA testi sonuçları; sınıfın öğrenci algı ile sözlü ve
dinleme boyutları arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu ve p<0,05 olduğu için
H0’ın kabul olduğunu gösterirken sınıf değişkeninin sözsüz ve yazılı iletişim
boyutları arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığı da görülmektedir (p>0,05 ). Farklı
sınıf düzeylerinde ders veren öğretim elemanlarının sözlü ve dinleme iletişim
biçimlerinin birbirine yakın ancak sözsüz ve yazılı iletişim biçimlerinin birbirinden
farklı olduğu çıkarımı yapılabilir. Bu benzerlik veya farklılık öğretim elemanlarının
her gruba ilişkin iletişim biçimi oluşturup oluşturmamalarıyla ilgilidir.
Sınıfın beklenti ve boyutları üzerindeki etkisine baktığımızda ise anlamlılık
seviyeleri % 0,05’ ten büyük olduğu için H0’ın kabul olduğunu, sınıfın öğrenci
beklenti ve boyutları ile anlamlı bir farklılığın olmadığını gösterir. Öğrenci
beklentilerinin farklı sınıf düzeylerinde benzer çıkmış olması öğretim elemanlarının
iletişim biçimleri ve davranış tarzlarının bilindiğini göstermektedir.
Bölümün Öğrenci Algı ve Beklentileri ile Boyutları Üzerine Etkisi
Öğrenim gördükleri bölümün öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları
arasında ilişkisi olup olmadığı t testi ile araştırılmış ve sonuçlar Tablo 4’te
verilmiştir.
Tablo 4. Bölümün İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi
Algılanan
Sözlü
Sözsüz
Yazılı
Dinleme
Bölüm
Ort
İşletme
2,1676
İktisat
2,0668
İşletme
2,0729
İktisat
1,8272
İşletme
2,7257
İktisat
2,7014
İşletme
2,6077
İktisat
2,5903
p<0,05
Beklenen
F
,013
t
Sig.
Ort
1,364
,174
2,0517
F
t
Sig.
4,158
-,642
,522
1,471
-1,849
,066
,012
-1,036
,302
5,680
-,940
,348
2,0701
,484
3,362
,001
3,1281
3,1956
4,191
,368
,713
3,6825
3,7253
,365
,218
,828
1,5446
1,5840
H0: Bölümün, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir
ilişki yoktur.
H1: Bölümün, öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir
ilişki vardır.
Tablo 4’ü incelediğimizde, algılamaya ait anlamlılık seviyelerinde
öğrencilerin sözsüz iletişim boyutu 0,05’ten küçük iken sözlü, yazılı ve dinleme
boyutlarının büyük olduğu görülmektedir. Bölümün beklenti ve boyutları üzerindeki
etkisine baktığımızda ise anlamlılık seviyelerinin 0,05’ten büyük olduğu
görülmektedir. İşletme bölümünün ortalaması (2,0729) iktisat bölümünden daha
yüksek olduğundan, işletme bölümü öğrencilerinin öğretim elemanlarının sözsüz
iletişimini daha olumlu değerlendirdiklerini söylemek mümkündür.
İlgili bölümlerdeki öğretim elemanları öğrencilerle benzer eğitim
süreçlerinden geçerek benzer davranış biçimleri sergileyebilecekleri için iletişim
biçimlerini algılamaları da benzerdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, öğrenim görülen bölümün işletme ya da iktisat
olması öğrenci algılama boyutlarında sözsüz iletişim üzerinde anlamlı bir etki
yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır.
Öğrencilerin, Öğrenim Gördükleri Programdan Memnuniyet
Derecelerinin İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi
Öğrencilerin iletişim biçimi boyutlarına ilişkin algı ve beklentilerinin
öğrenim görmekte oldukları programdan memnuniyet derecesi üzerindeki etkisi
ANOVA testi ile incelenmiş ve çıkan sonuçlar aşağıda Tablo 5’te verilmiştir.
Tablo 5. Öğrencilerin, Öğrenim Gördükleri Programdan Memnuniyet
Derecelerinin İletişim Biçimleri ve Boyutları Üzerine Etkisi
ANOVA
Algılanan
Beklenen
F
Sig.
F
Sig.
Sözlü
3,977
,020
,544
,581
Sözsüz
8,367
,000
2,939
,055
Yazılı
5,708
,004
,014
,986
Dinleme
2,533
,082
,217
,805
p<0,05
H0: Öğrencilerin, öğrenim gördükleri programdan memnuniyet derecelerinin,
öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki yoktur.
H1: Öğrencilerin, öğrenim gördükleri programdan memnuniyet derecelerinin,
öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları arasında anlamlı bir ilişki vardır.
Tablo 5’te yer alan ANOVA testi sonuçları; öğrencilerin öğrenim gördükleri
programdan memnuniyet derecelerinin, algılanan iletişim biçimleri boyutlarından
sözlü, sözsüz ve yazılı boyutları ile anlamlı bir ilişkinin olduğunu ve sonuç olarak
H1’in kabul olduğunu göstermektedir. Dinleme boyutunda ise anlamlılık seviyesi
0,05’ten büyük olduğu için H0 kabul edilir ve öğrencilerin öğrenim gördükleri
bölümden memnuniyet derecesi ile algılanan dinleme boyutu arasında anlamlı bir
ilişkinin olmadığını söyleyebiliriz. Bu anlamda genel olarak öğrencilerin, öğretim
elemanlarının ders anlatımlarını düşük bir motivasyonla takip ederek, öğretim
elemanlarının iletişim öğelerini algılayamadıklarını söyleyebiliriz.
Öğrencilerin öğrenim gördükleri programla ilgili memnuniyet derecelerinin
beklenti ve boyutları üzerindeki etkisine baktığımızda ise anlamlılık seviyeleri
0,05’ten büyük olduğu için H0’ın kabul olduğunu ve bu değişkenin öğrenci beklenti
ve boyutları ile anlamlı bir ilişkisinin olmadığını gösterir.
Sonuç olarak öğrenciler bölümden memnun olsalar da olmasalar da öğretim
elemanlarının iletişim biçimlerine ilişkin beklentileri değişmemektedir. Bu da
öğretim elemanlarının, öğrencilere karşı iletişim davranışlarının gelişmiş ve
öğrencilerin beklentilerinden haberdar olduklarını göstermektedir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme ve İktisat
bölümü öğrencilerinin, öğretim elemanlarının iletişim biçimlerine ilişkin algı ve
beklentilerini ölçmek ve etkili iletişim kurmaları konusu üzerine çalışılan bu
araştırmada elde edilen sonuçlar kısaca şöyledir.
Cinsiyetin öğrenci algı ve beklentileriyle boyutları üzerine etkisi t testi ile
incelenmiştir. Sonuçta, kişinin cinsiyetinin bayan ya da erkek olması öğrenci
algılama ve sözsüz iletişim boyutunda anlamlı bir etki yaratırken öğrenci beklenti ve
boyutları üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır. Kız ve erkek öğrencilerin
gereksinimleri, boş vakitlerini değerlendirme biçimleri ve iletişimde kullandıkları
dilin aynı olduğu görülmektedir. Üniversite çağındaki kız ve erkek öğrencilerin
öğretim elemanları ile aynı derecede iletişim kurma gereği duymaları bu farksızlığı
yaratan nedenlerden biri olabilir.
Sınıfın öğrenci algı ve beklenti ile boyutları üzerinde etkisi ANOVA testi ile
incelenmiş, sınıfın öğrenci algı ile sözlü ve dinleme boyutları arasında anlamlı bir
ilişkinin olduğunu, sözsüz ve yazılı iletişim boyutları arasında ise anlamlı bir
ilişkinin olmadığı görülmüştür. Sınıf değişkeni ile öğrencilerin beklentileri arasında
da anlamlı bir farklılık yoktur.
Öğrenim gördükleri bölümün öğrenci algı ve beklentileri ile boyutları
arasında ilişkisi olup olmadığı t testi ile araştırılmıştır. Öğrenim görülen bölümün
işletme ya da iktisat olması öğrenci algılama boyutlarında sözsüz iletişim üzerinde
anlamlı bir etki yaratırken öğrenci beklenti ve boyutları üzerinde herhangi bir etki
yaratmamaktadır.
Öğrencilerin iletişim biçimi boyutlarına ilişkin algı ve beklentilerinin
öğrenim görmekte oldukları programdan memnuniyet derecesi üzerindeki etkisi
ANOVA testi ile incelenmiştir. Memnuniyet değişkeninin ile algılanan iletişim
biçimleri boyutları arasında genel olarak anlamlı bir ilişki varken beklenti düzeyinde
anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmüştür.
Sonuç olarak ankete cevap veren öğrencilerin algı ve beklenti düzeyleri
arasında çok büyük farklılıkların olmaması, öğrencilerin öğretim elemanlarının
iletişim davranışları ile ilgili benzer değerlendirmeler olduğunu göstermektedir.
İletişim, anlatılan dersin öğrenciler tarafından anlaşılabilecek düzeyde olması
açısından önemlidir. Dolaylı yollarla anlatım, uzun ve karmaşık cümleler öğrencinin
dinleme isteğini olumsuz etkileyeceği için iletişimin kalitesi de düşecektir. Bu
anlamda öğretim elemanları, öğrencilerin ilgisini çekecek bir anlatım biçimi ile
yoruma yer bırakmadan konuyu aktaracak yapıda olmaları gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Aslan, A K (2001) Eğitimin Toplumsal Temelleri, Balıkesir Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 5, 16-30.
Açıkgöz, Ü K (1996) Etkili Öğrenme ve Öğretme, İzmir: Kanyılmaz Matbaası.
Blatt, S J ve Benz C (1993) “The Relationship of Communicaiton Competency to
Perceived Teacher Effectiveness” Paper Presented at the Joint Meeting of
the Southern States Communication Association ant the Central States
Communication Association, Lexington, KY, April, 14-18. Eric (Education
Resources Information Center) No: ED360370
Butland, M J ve Beebe S A (1992) “A Study of the Application of Implicit
Communication Theory to Teacher Imediacy and Student Learning”, Paper
Presented at the Annual Meeting of the International Communication
Association , 42nd, Miami, FL, May, 20-25. Eric No: ED346532
Cüceloğlu, D (1999) Yeniden İnsan İnsana, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Çatalbaş, G Ç (1999) Sosyal Bilgiler Öğretiminde Programlı Öğretim Yöntemi
Uygulaması, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 6.
Dökmen, Ü (1994) İletişim Çatışmaları ve Empati, İstanbul: Sistem Yayıncılık.
Ergin, A ve Geçer A (1999) Öğrenci Algılarına Göre Öğretim Elemanlarının
İletişim Biçimleri, A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt: 32, Sayı 1.,
1-28
Ergin, A (1995) Öğretim Teknolojisi İletişim, Ankara: Pagem Yayınları.
Frymier, A B (1993) “The Impact of Teacher Immediacy on Students Motivation
over the Course of a Semester”, Paper Presented at the Annual Meeting of
the Speech
Communication Association, 79th, Miami Beach, FL,
November, 18-21. Eric No: ED367020
Klinzing, H G ve Jackson J (1987) “Training Teachers in Nonverbal Sensitivity
and Nonverbal Behavior”, International Journal of Educaitonal Research,
11 (5), 21-29
Köktaş, K Ş (2003) Sınıf Yönetimi, Adana: Nobel Yayınları.
Küçükahmet, L (199) Öğretim İlke ve Yöntemleri, Ankara: Gazi Kitabevi.
Mc Dowell, E E (1993) “An Explatory Study of GTA’s Attitudes Toward Aspects of
Teaching and Teaching Style”, Paper Presented at the Annual Meeting of
the Speech Communication Association, 79th, Miami Beach, FL,
November 18-21. Eric No: ED370147
Oskay, Ü (2001) İletişimin ABC’si, İstanbul: Der Yayınları.
Özdamar vd. (1999) Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yayınları No: 1081.
Sansa S (2005) Öğrencilerin Yüksek Öğretim Kurumlarında Görev Yapmakta Olan
Öğretim Elemanlarının İletişim Biçimlerine İlişkin Algı ve Beklentileri ve
Pamukkale Üniversitesi Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli.
Sıllars, S ( 1995) İletişim, Ankara: M.E.B. Yayınları, No: 2916.
Taşçı, D ve Eroğlu E (2008). “Kurumsal İletişim Kalitesinin Oluşmasında
Yöneticilerin Geri Bildirim Verme Becerilerinin Etkisi”, Selçuk
Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (5), 26-34
Taşpınar, M (2005) Kuramdan Uygulamaya Öğretim Yöntemleri, 2.Baskı, Ankara:
Nobel Basımevi.
Tımothy, G P, Kearney, P, McCroskey, J C ve Richmond, V P (1986) “Power in
the Classroom VI:Verbal Control Strategie, Nonverbal Immediacy and
Affective Learning”, Communication Education, Vol: 35, 43-55, Eric No:
ED258300
Williams, R (1979) İletişim Kavram ve Modelleri, Eskişehir: İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları, No: 214-14.
Yatkın, A (2003) Halkla İlişkiler ve İletişim, Ankara: Nobel Yayınları.
Yeşilyurt, E ve Çankaya, İ (2008)
“Sınıf Yönetimi Açısından Öğretmen
Niteliklerinin Belirlenmesi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 7/23, 274295.
İNTERNET KAYNAKLARI
http://www.donusumkonagi.net/makale.asp?id=5473&baslik=etkili_sinif_yoneti
i_ve_Aktif_ogrenme, (Erişim: 25.12.2008)
www.fırat.edu.tr, (Erişim: 23.02.2009)
http://www.sayistay.gov.tr/yayin/dergi/icerik/der52m2.pdf, (Erişim: 25.12.2008)
http://www.idealdusunce.com/index.php/yazarlar/sait-dogan, (Erişim: 28.12.2008)
www.istatistikanaliz.com/gecerlilik_analiz.asp, (Erişim: 28.12.2008)
SİYASAL İLETİŞİM BAĞLAMINDA BİR BİYOGRAFİ
ÇALIŞMASI: MEHMET AKİF ERSOY
B. Zakir AVŞAR*
ÖZET
Bu çalışmada, bir fikir, kültür adamı, şair olarak temayüz etmiş olan Türk İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet
Akif Ersoy’un siyasal düşünceleri ve aktif siyasi hayatı ve Milli Mücadele’nin siyasal iletişimine katkıları
ele alınmaktadır.
*
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü, Prof. Dr.
Mehmet Akif Ersoy’un siyasi anlayışının şekillenmesinde etkili olan kişiler, olaylar; İslamcı fikir ve
siyaset anlayışının içeriği, özgürlükçü yaklaşımı, II. Abdülhamit yönetimine karşıtlığı ve İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile ilişkileri, II. Meşrutiyet sonrası çalışmalarıyla fikir, kültür hayatına katkıları; özellikle Milli
Mücadele sürecindeki pozisyonu üzerinde durulmakta; Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal’in
Mehmet Akif Ersoy’a bakışı, Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücadele’nin siyasal iletişimine katkıları, I.
Büyük Millet Meclisi’ne seçilmesi ve Meclis üyeliği döneminde Meclis içi ve dışındaki faaliyetleri konu
edilmektedir.
Çalışmada, geniş bir literatür taramasına gidilmiş, Mehmet Akif Ersoy hakkında yapılan pek çok
çalışmadan; notlarda ve kaynakça da gösterildiği üzere yararlanılmış; ayrıca birinci elden kaynaklar
olarak TBMM I. Dönem zabıtları ve I. Dönem Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un TBMM özlük
dosyası incelenerek faydalanılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Mehmet Akif Ersoy, İslam Şairi, Siyasal İletişim, Siyasal Hayat, Milli Mücadele
A BIOGRAPHICAL STUDY IN THE CONTEXT OF POLITICAL COMMUNICATION:
MEHMET AKİF ERSOY
ABSTRACT
In this study, the political opinions and active political life of Mehmet Akif Ersoy, who is the poet of
Turkish National Anthem and who distinguish oneself as an intellectual, a man of culture and a poet -and
his contribution to the political communication of Independence War have been explored.
The people and incidents having influence on shaping the political approach of Mehmet Akif Ersoy, the
content of his Islamic thought and politics, his liberal approach, his opposition to Second Abdulhamid
Administration, his relations with the Committee of Union and Progress and his contribution to
intellectual and cultural life by the studies after Second Constitutional Monarchy have been emphasized.
Besides, the attention has been given particularly to his role and position in the independence war;
Mehmet Ersoy from the point of view of Mustafa Kemal, the leader of Independence War, election of him
as a member of parliament in the 1st Turkish Grand National Assembly, and his activities in and out of
the National Assembly.
In this article; a rich literature was reviewed, many studies and resources about the life of Mehmet Akif
were used as quoted in footnotes; moreover, as a first hand document the official records of the First
Period of the Turkish Grand National Assembly and personal files of Mehmet Akif Ersoy in the Grand
National Assembly were examined.
Key Words: Mehmet Akif Ersoy, Islamic Poet, Political Communication, Political Life, Independence
War
Giriş
Mehmet Akif Ersoy, (D:1873- Ö:1936) II. Abdülhamit Dönemi, I. ve II.
Meşrutiyetin ilânı, İttihat ve Terakki’nin kuruluşu ve iktidara gelişi, imparatorluğun
çöküşü, Balkan harpleri, Birinci Dünya Savaşı, Sevr’in, Mondros’un imzalanması,
Millî Mücadele, Lozan, Cumhuriyetin ilânı, batılılaşma ve modernleşme çabaları
gibi pek çok önemli gelişmenin ve olayın içinde yaşamış, canlı tanığı olmuş, hatta
yön verenler arasında bulunmuştur.
Akif’i hakkında biyografik eserlerden birini yazan Erişirgil; Akif için Safahat
şairliğinden politika şairliğine geçtiğine dair benzetmeyi aktarırken; Onun
Muhammed Abduh’un kitaplarını okuduktan sonra şu sözleri sıklıkla tekrarladığını
nakleder: “Allah’a sığınırım: şu siyasetten, siyaset sözünden, siyasetin manasından,
siyaset sözünün ağızdan çıkan her harfinden, siyaset namına zihnimden geçen her
hayalden, siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden yahut siyaseti öğreten
yahut siyasetle aklını bozan, yahut siyasetle alıklaşan herkesten, siyaset kelimesinin
kökünden ve bu köklerinden gelen iştiraklerin hepsinden Allah’a sığınırım.” (1986:
133).
Kuşkusuz ki, Akif’in bu sözleri “siyaset” kelimesinin pratikte çağrıştırdığı
pragmatizm ile onun idealist ve ahlâkî duruşu arasındaki derin çelişkiden
kaynaklanmaktadır.
Nitekim, I. Meclis’teki milletvekilliği sona erdikten sonra döndüğü
İstanbul’da kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne alan Fatin Hoca’nın32 “Bundan
sonra ne yapacaksın?” sorusuna yukarıdaki cümleleri Arapçasıyla tekrarını yaparak:
“Herhâlde siyaset değil.” cevabını vermiştir (Erişirgil, 1986: 133).
Akif’in siyaset sözcüğüne yüklediği bu negatif anlam göz önüne alındığı
zaman onun siyasi hayatını aslında fikir ve mücadele hayatı olarak görmenin veya
fikir ve mücadele hayatı ekseninde izah etmenin çok daha anlamlı olacağı da açıktır.
Elbette ki, Akif, siyasetin içinde olduğunu kabul ettiği dönemler yaşamış;
siyasi olduğunu düşündüğü görevler üstlenmiştir. Ölümünden beş ay önce Beyoğlu
Mısır Apartmanı’ndaki evinde, hasta yatağında yazdırdığı kendi hayat
(otobiyoğrafya) notlarında “… Balkan Harbi’nden sonra Ziraat Nezareti’ndeki
memuriyetimle Dar-ül Fünün’dan istifa ederek çekildim. Umumi Harpte (1914-1918
I. Cihan) Teşkilat-ı Mahsusa namına (Türk Millî İstihbarat Teşkilatı) Almanya’ya,
daha sonra siyasi vazifelerle Medine ve Necid’e gittim. Siyasi hayatla alakam bu
vazifelerdedir. İstiklâl Harbi devresinde Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Mebusu
idim.” (Kabaklı, 1975: 27) sözleriyle siyasi hayatını özetlerken kısaca bunları dese
de, kuşkusuz ki, Onun “siyasi” hayatını fikir, mücadele ve sanat hayatından ayırmak
çok da kolay değildir. Çünkü, Mehmet Akif Ersoy’u bu türden siyasi görevler
almasına, üstlenmesine neden olan amiller bakımından değerlendirmek ve siyasi
hayatını bu çerçevede ele almak doğru, yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Mehmet Akif Ersoy’un fikir, siyaset, kültür ve edebiyat dünyasındaki
temayüzü 1908 yılından itibarendir. O zamanki pek çok münevver gibi, İstibdadın
yani II. Abdülhamit idaresinin ciddi muhalifleri arasında yer alan Mehmet Akif33,
II. Meşrutiyet’in ilânına kadar pek ortalıkta görünmeyen, baskı ve sansür dolayısıyla
edebi yönü, kıymeti henüz tam bilinmeyen bir insan olmakla birlikte, Meşrutiyet ile
birlikte başlayan özgürlük ortamında yayınlanmaya başlayan Sırat-ı Müstakim’in,
sonrasında da Sebilürreşad’ın34 başyazarı olarak yazı ve şiirleriyle ve özellikle de bu
dönemin önemli fikir akımları arasında bulunan İslâmcılık akımının büyük ve güçlü
bir temsilcisi olarak bilinip, tanınır (Parlatır, 2009: 425).
Akif’in İslâmcılığı gelenekten kaynaklanan taassup içeren bir İslâmcılık
değil; modernist bir İslâmcılıktır. “Sadr-ı İslâma dönmek” yani İslâmiyet’i temel ve
asli özellikleri ile yeniden ortaya koyarak, Kur’an’dan ve Asr-ı saadet’ten ilham
alarak bugüne seslenmek, hakikatin üzerinde dine bulaştırılmış bid’at ve hurafeleri
temizlemektir. Bunları reform, değiştirme gibi hareketlere ihtiyaç duymadan
yapmaktır. Akif, bu düşüncesi ile diğerlerine benzemeyen bir tezi gündeme
getirmiştir. Bu görüş, din konusunda tavır sergileyen hiç kimsenin ve topluluğun
32
33
34
Mehmet Akif, 1018 mısradan oluşan tek bir şiir olan Süleymaniye Kürsüsünde şiirini ‘kardeşim’
dediği arkadaşı Fatin Hoca’ya (Fatin Gökmen) ithaf etmiştir.
Akademisyen ve yazar Nuri Sağlam tarafından yapılan, Mehmed Akif ve II. Meşrutiyet tarihine dair
“yeniden yorumlanmasını gerekli kılacak araştırma” olarak takdim edilen çalışmasında, II.
Abdülhamid'in hal' fetvasını bizzat Mehmet Akif'in yazdığı ve dolayısıyla İttihat-Terakki Cemiyeti ile
Akif'in ilişkisinin Teşkilat-ı Mahsusa ile sınırlı kalmayıp II. Meşrutiyetten önceye dayandığı
iddialarında bulunmaktadır. Bu iddiaları destekleyecek, doğrulayacak veriler veya ifadeler başka
yazarlarca kullanılmadığı için burada bir yeni iddia olarak kısaca zikredilmiştir. Bkz. Zaman Gazetesi,
II. Abdülhamid'in hal' fetvasını Akif mi yazdı?, 01-11-2009.
Sırat-ı Müstakim Eşref Edip ve Ebulula Mardin ortaklığında, Akif’in başyazarlığında 1908’de
çıkmaya başlamış; 1912 yılında Mardin’in ayrılmasıyla birlikte Eşref Edip derginin adını
Sebilürreşad’a çevirmiştir. Akif’in bu dergi ile ilişkisi kapatıldığı 5 Mart 1925 yılına kadar aralıksız
sürmüştür. Bu konuda ciddi bir inceleme olarak bkz: Hasan Duman; Mehmet Akif ve Bir Mecmuanın
Anatomisi, Millî Kültür Dergisi, Aralık 1986, S:55, sf. 78-95.
fikriyle örtüşmüyordu. Ayrıca, Akif’in medreseleri ve devrin din âlimi olarak bilinen
kişilerini eleştirmesi, yedi yüz yıl önce yazılmış eserlerin bugünün ihtiyacına cevap
veremeyeceği şeklindeki görüşleri de eklenince onu “reformist”likle suçlayan kimi
aydınlar da olmuştur (Şeker, 2009: 454).
Akif’in İslâmcılık anlayışının gelişmesinde iki önemli ismin etkisi büyüktür:
Cemalettin Afganî35 ve Muhammed Abduh36. Türkiye’de Afganî ve Abduh’un bir
anlamda mütercimi gibi çalışan Akif’in, dinî metinleri yorumlarken sıklıkla
sosyolojik tahlillere müracaat etmesi mezkûr ekolün iki isminden güçlü bir şekilde
etkilendiğini göstermektedir (İdben, 2009: 283).
Akif’in “Mısır’ın muhteşem üstadı” olarak tanımladığı ve övdüğü Abduh’da
İslâm Birliği mefkuresinin esasları şu şekildedir: İslâm dininde, bu dinin
menşeindeki orijinal şartlarına dönerek bir reform yapmak, Arap dilinin
yenileştirilmesi, hükümete karşı halkın haklarının tespiti, Batı medeniyet âlemine
karşı İslâm ülkelerinin birleştirilmesidir (Tansel, 1991: 55). Mehmet Akif’in, Asr-ı
saadet’e, İslâm’ın klasik çağına dönüş arzusu, düşüncelerinden etkilendiği
Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’taki gibi, o zamanın koşullarına dönmeyi
değil, o zamanın ruhunu kavramayı salık verir. Bu ruh, İslâm’ın ana yola çıkarak,
çağın bilimsel gerçeklerini kavrayıp, o İslâmî esini çağa taşımak olarak kendini
göstermektedir. Yani, “Kur’an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz
İslâm’ı”. Akif’in ruhta, İslâm’ın uygarlık yaratan yüzünü ön plana çıkarıp Batı
uygarlığının bilimsel başarılarıyla onu birleştirme anlayışı İslâm modernizminde sık
sık karşılaşılan bir söylem türüdür (Aydın, 2009: 328). Kısacası, Akif’in İslâmcılık
anlayışı, İslâm’ın kaynağından doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğrenilenin de
süratle hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır.
Keza, Akif’e göre İslâm, Osmanlı Müslüman toplumunun öz düşüncesiydi.
Diğer fikir akımları olan, Türkçülük ve Batıcılık gibi çıkış noktası Batılı bir fikir
değildi. Osmanlı devletinin gerilemesi ve Osmanlı toplumunun çağa ayak
uyduramamasının nedeni hem halkın hem de aydınların dini doğru anlatacak
kaynaklardan kopmalarıyla ortaya çıkmıştı.
Bilindiği üzere, Mehmet Akif’in doğup büyüdüğü dönem II. Abdülhamit’in
tahtta olduğu dönemdir ve bu dönemin en önemli devlet politikası da zaten
İslâmcılık olmuştur (Şeker; 2009: 454). Banarlı’da Akif’in İslâmcılık yönünü
değerlendirirken şunları kaydeder: “Kuvvetli bir dinî terbiye gören, İstanbul’un Fâtih semti gibi, o
35
36
Cemalettin Afganî (1838, ?-1897 İstanbul), Afganistan doğumlu, modern İslâmcı, bilgin, politikacı ve
gazeteci. Bir süre Afganistan’da başvezirlik yaptı. İstanbul, Mısır, Hindistan, ABD, İngiltere, Fransa
ve Rusya’da bulundu. Düşünceleri yüzünden birçok ülkede barınamadı. İngiliz sömürgeciliğine
karşıydı. 1882′de Abdülhamit’in çağrısıyla İstanbul’a geldi ve ölünceye kadar İstanbul’da kaldı. İslâm
dünyasının halife çevresinde birleşip emperyalist baskılardan kurtulabileceği görüşündeydi. Başlıca
eserleri “Tetimmet-ül Beyan”, “Makalatı Cemaliye”dir.
Muhammed Abduh, 1849 yılında Mısır’da doğmuştur. Babası Abduh Hayrullah olup bir Türkmen
ailesine bağlıdır. 1872’de Mısır’a gelmiş olan Afgânî ile tanışmış onun sohbetlerinden istifade
etmiştir. Serbest düşüncesi ve yeni fikirleriyle tanınan Abduh gazetelerde içtimaî ahlâkî konularda
yazmaya başlamıştır. 1882 yılında başlayan Arabi ayaklanmasının bastırılması sonucu İngilizler
tarafından üç yıl Beyrut’a sürülmüştür. Abduh, bu isyandan sonra Paris’e giderek üstadı Afganî ile bir
araya gelmiş ve Urvetü’l-Vüskâ adlı bir dernek kurmuş ve aynı adda bir dergi çıkararak derneğin
fikirlerini yaymışlardır. Daha sonra mali imkânsızlık sebebiyle gazete kapatılmak zorunda kalınmış,
Afganî İran’a ve Abduh’ta Beyrut’a dönmüştür. 1885’te Beyrut’a geldikten sonra siyasetten el
çekmiştir. Orada bilim ve eğitimle meşgul olarak yaşamıştır. Beyrut’ta camii dersleri yanında,
Sultaniye Mektebinde de ders vermiştir. Beyrut’taki ilmî çalışmaları sırasında din derslerini
Risâletü’t-Tevhîd adıyla yayınlamış ve Şerif Radiyyî’nin Nehcü’l-Belağa’sını şerh etmiştir. Hayatının
son dönemlerinde Mısır müftüsü iken, kendi tabiriyle “hastalar yuvası” olan Ezher’i ıslah etmeye
uğraştı. 56 yaşında iken İskenderiye’de 1905 yılında vefat etmiştir.
zamanın en millî ve muhafazakâr bir semtinde, temiz bir Türk-Osmanlı ailesinin çocuğu olarak yetişen Akif'in, bu ilk
muhitinden aldığı sağlam terbiye, şairin mektep hayatiyle bütünlenerek, ona bütün hayatınca yurdunun, Müslümanlığın
ve insanlığın iyiliği için çalışan bir büyük insan siması verdi. Akif, -kalben Türk milletinin siyasî ve idarî iktidarı altında
yücelmesini istediği- büyük bir İslâm birliği için çalışıyor, bu samimî ideal ona hem Türkiye’yi, hem de İslâm dünyasını
kurtarıp yaşatacak tek çare gibi görünüyordu.”(1979:, C:II. ).
1. II. Meşrutiyetin İlânı ve Mehmet Akif Bey
İstibdad yönetimine karşı, gizli bir ihtilalci örgüt şeklinde çalışan İttihat ve
Terakki Cemiyeti, 1908'de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra açıktan üye kaydına
başlamıştı. Bu cemiyet memlekete bir Hürriyet-i Meşrua (şeraite uygun hürriyet)
getireceğini, felakette olan vatanı kurtaracağını; orduyu, yönetimi, eğitimi ve
medreseleri ıslah edeceğini vaat ediyordu. Ülkenin çok kötü olan durumu karşısında,
henüz gücü ve kabiliyeti belli olmamakla beraber, hemen hemen bütün aydınlarla
birlikte, din âlimleri ve tekke şeyhleri de Cemiyet-i bir ümit olarak görmekte ve
desteklemekte idiler. II. Meşrutiyet ilân edildiğinde Akif, Umur-ı Baytariye Dairesi
Müdür Muavini idi. Meşrutiyetin ilânından kısa bir süre sonra, (4 gün sonra)
rasathane müdürü Fatin Hoca (Gökmen) Akif'i on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve
Terakki Cemiyetine üye yaptı. Fakat Akif, cemiyete üye olurken edilmesi gereken
yemindeki "Cemiyetin bütün emirlerine, kayıtsız şartsız itaat" ibaresini kabul
etmeyerek, "Cemiyetin yalnız doğru bulduğu, makul olan isteklerini yapacağına"
yemin etmiştir. İttihat ve Terakki'nin yemini onun için değiştirilmiştir (Kuntay,
1986: 68). Ne var ki, Akif’in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisi çok uzun
sürmemiştir. Bu konuda araştırmacılar arasında genel bir yorum birliği vardır ve
kimse Akif’i İttihatçı gibi görmez (Arslanbenzer, 2007: 12). Cemiyette (dernekte)
yer alan Akif, İttihat ve Terakki fırkalaştığı (partileştiği) zaman girmez.
Sezai Karakoç’un ifadeleriyle, 1908-1918 yılları arası Akif’in “Mütefekkir
Akif” dönemi olarak geçer daha çok (Karakoç, 1968: 26). Önce Sırat-ı Müstakim
sonra isim değişikliği ile yoluna devam eden Sebilürreşad dergisinde bir yandan
şiirleri, makaleleri ile diğer yandan büyük modernist İslâmcılardan çeviriler ile ve
verdiği derslerle milleti irşad, ama özellikle de aydınları bilinçlendirme çabası içinde
yoğunlaşmıştır.
Sırat-ı Müstakim ilk çıktığında büyük ilgi görmüş, neredeyse dergi bütün
İslâm âlemine dağıtılmış; Kırım’dan Kazan’a; Balkanlar’dan Hindistan’a kadar
bütün Müslümanlar okuyarak, İstanbul’dan haberdar olabilmişlerdir. Sırat-ı
Müstakim’de, Eşref Edip’in eserinde zikrettiği isimlerden başka; Ömer Ferid (Kam),
Said Halim Paşa, M. Şemseddin (Günaltay), Bursalı Mehmet Tahir, Ebulûlâ Mardin,
Halil Halid, İsmail Hakkı, Midhat Cemal (Kuntay), Muallim Feyzi Bey de yazmıştır.
Eşref Edip’e göre Mehmet Akif, siyasi mücadelelere, siyasi dedikodulara
karşıdır. Bu gibi hareketler toplumu altüst etmektedir. Onun için Sırat-ı
Müstakim’de siyasi didişmelere ve dedikodulara yer verilmez. Eşref Edip, Akif’in
“Millet böyle siyaset kavgalarından böyle fayda görmez, daha ziyade tezebzüp ve
teşettüte uğrar, Allah bilir ama yakında büyük bir fitne kopacağından korkuyorum.”
dediğini nakleder. Nitekim 31 Mart hadisesi yaşanır ve Akif’in korktuğu fitne ortaya
çıkar. Meşrutiyetin ilânından hemen sonra yayın hayatına başlayan Sırat-ı Müstakim
dergisi gazetenin matbaasını basan isyancılar tarafından tahrip edilmiş, gazetenin
dizilen yazıları ise matbaada asiler tarafından çevreye saçılmıştır. 31 Mart’la
hürriyet de tehlikeye düşmüştür. Akif, bu yaşanan durumdan çok etkilenir. Ortalık
sakinleşince “görünüşte dinî, gerçekte ise siyasi ve irticai olan o hadise-i hile”
hakkında Sırat-ı Müstakim de uzun bir makale yayınlamıştır. Bazı Mısır ve Hint
basınının yanlış inanç ve değerlendirmelerine karşı da gerçekleri açıklamıştır
(aktaran: Karaer, 2009).
Mehmet Akif Ersoy Sırat-ı Müstakim’de tercümeler de yaparak
yayınlattırıyordu. Bunların başında Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh’un
eserleri geliyordu. Akif; Şeyh Şibli, Ferid Vecdi, Abdülaziz Çaviş gibi çağdaş İslâm
düşünürlerinden de çeviriler yaparak yayınlamıştır.
Akif, Afganî ve Abduh’dan ve diğerlerinden yaptığı çevirilerin yanında bir
de, Said Halim Paşa’nın Fransızca yazdığı “İslâmlaşmak” adlı eserini tercüme
ederek Sebilürreşad’da yayınlarken, yine Said Halim Paşa’nın Malta’da kaleme
aldığı “İslâm’da Teşkilatı Siyasiye” isimli eserini de Ankara’da tercüme ederek,
daha sonra Ankara’ya taşınan Sebilürreşad’da tefrika etmiştir (Çifçigüzeli, 2009:
509).
Mehmet Akif’in İttihat ve Terakki ile ilişkisi son derece sınırlı bir çerçevede
yürümüş; Cemiyet’in Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Kulübü’nde Arapça dersleri
vermiştir (Tansel, 199: 55).
Bu dönemde Akif’in başta da belirttiğimiz gibi “siyaset hayatı” içinde
saydığı diğer önemli görevleri Teşkilat-ı Mahsusa adına irşad amaçlı Berlin, Necid
seyahatleridir.
I. Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya, Türk
milletinin gönlünü hoş etmek maksadıyla Müslüman esirleri el üstünde tutarak,
bunlar için bulundukları kamplarda camiler, okullar açıp imamlar, hatipler, vaizler,
öğretmenler getirtmiş ve bunları propaganda edebilmek için Türkiye’nin de
yakından görmesini istemiştir. Bu amaçla gelen davet üzerine Harbiye Nezareti’ne
bağlı Teşkilat-ı Mahsusa da Mehmet Akif’i 1914’de Berlin’e göndermiş (Tansel;
1991:76); Akif, Tunuslu Şeyh Salih ile birlikte farkında olmadan Osmanlı ile
savaşan Müslüman esirlerle konuşup onlara yanlış cephede savaştıklarını anlatırken
(TBMM; 2004:8), bu dönemde yaşadıklarını, gördüklerini “Berlin Hatıraları” adlı
manzumesinde (1914 sonunda başlayan bu geziyi 18 Mart 1915 günü bitirmiştir.)
kaleme almış ve bu hatıraları önce Sebilürreşad’da aralıklı zamanlarda tefrika
etmiştir. Mehmet Akif Bey, Almanların Wundsdorf’da Müslüman esirler için inşa
ettikleri camide çok heyecanlı vaazlar vermiş; plaklara kaydedilen bu vaazlar
Müslüman askerlerin bulunduğu cephelerde hoparlörlerle tekrar tekrar dinletilmiştir.
Bu vaazları dinleyen askerler arasından fırsatını bulunca saf değiştirenler olmuştur.
Akif’in bu konuşmalarının bir kısmı Almanca’ya da çevrilmiş ve Alman
gazetelerinde yayınlanmıştır (aktaran: Yıldırım, 2007: 118). Rus ordusundan esir
alınan bu askerlerden “Asya Taburu” adı verilen birlikler toplanmış, bu taburlar
İngilizlerle çarpışmak üzere Irak Cephesi’ne gönderilmiştir (Kutlu, 2004: 366).
Mehmet Akif Bey’in Teşkilat-ı Mahsusa adına yaptığı bir diğer önemli
“siyasi görev” ise Necid seyahatidir. Şerif Hüseyin’in kendisini “Arap Memleketleri
Kralı” olarak ilân etmesi üzerine İngilizler ve müttefikleri kendisini yalnızca Hicaz
kralı olarak tanımışlar (3 Ocak 1917) ancak Necid Kralı İbn-i Reşid, Şerif Hüseyin
kuvvetlerine katılmayı reddetmiş ve Osmanlı’ya bağlılığını açıklamıştı, Akif’in
görevi ise İbn-i Reşid ile bazı siyasi meseleleri değerlendirmekti (Tansel, 1991: 82).
Bu seyahatte Tunuslu Şeyh Salih, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Bey, Enver
Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey’ler de bulunuyordu (TBMM, 2004: 8). İslâm Birliği
idealini yüreğinde yaşayan, yaşatan Akif açısından bu seyahat muazzam bir eserin
ortaya çıkmasına vesile olmuş ve “Necid Çöllerinden Medine”ye şiirini kaleme
almıştır ve bu şiir ilk olarak 4 Temmuz 1918’de yayınlanmıştır.
Necid seyahati esnasında Mehmet Akif Bey’in en büyük endişesi Çanakkale
Savaşlarının seyri idi. Uzun yolculukları boyunca her fırsatını buldukça, diğer
arkadaşlarına sezdirmeden Eşref Sencer Bey’e: “Müttefikler Çanakkale’ye
saldırırlarsa ne olur?” diye sorar, aynı endişeyi duyan Eşref Sencer Bey de
Mehmet Akif’e moral verme ihtiyacı hissedermiş: “Merak buyurmayın aziz üstadım,
İtalyanlar gibi onları da perişan ederiz.”. Bu sözlerden tatmin olmayan Akif Bey,
“Ah ne bileyim bu hınzırlar İtalyanlar’a benzer mi?” Necid seyahati hep bu üzüntü
ve tedirginlikle geçen Akif Bey, “Çanakkale direnişinin ilk gününden itibaren Türk
ordusunun düşmana çok ağır kayıplar verdirdiği” haberini Eşref Sencer Bey’den
aldığında büyük bir mutluluk duyar ve “Çanakkale” şiirini yazmaya başlar (TBMM,
2004: 9).
Aslında Mehmet Akif, İslâmcı olduğu kadar o dönemin pek çok aydını gibi
milliyetçidir (Kara; 2007:138). Onun vatan ve millet konularındaki bu duyarlılığının
birkaç önemli sebebi vardır. Birincisi, o günün şartlarında esaret altında bulunmayan
tek İslâm topluluğunun ve ülkesinin Osmanlı İmparatorluğu olması, diğer İslâm
toplumlarının sömürge olmaları veya esaret altında bulunmaları; ikincisi İslâm
birliği idealinin tahakkuku açısından Türkiye’nin oynayacağı önemli roldür. Ortaylı,
Akif’in kelimelerinin tefsirinde özellikle “Hindistan’da İngilizler, en kalabalık
nüfusun bulunduğu Endonezya’da Hollandalılar vardı, ve iki okyanusun arasındaki
Rusya’da ekserisi Türk halklarından olmak üzere Müslümanların hepsi yapancı
bayrak altındaydı. Birinci Dünya Harbi’ne bunlar o yabancı ülkelerin askerleri
olarak katılıyordu.” sözleriyle (2004) İslâm âleminin o günkü şartlarını ve Akif’in
içinde bulunduğu psikolojiyi anlatır. Kabaklı ise, Akif’in görüşlerinin temelini
oluşturan millet ülküsü ve İslâmlık ülküsüne dikkat çekerken, “Çünkü Akif, Türk
milletinin öncü ve kurtarıcısı olduğuna inanır ve Türklük yıkılırsa İslâmlık da
sönecektir.” derken; Akif’e ümmetçi denilmesini doğru bulmaz ve onun dine bağlı
bir milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu, sadece ırkçılığa karşı durduğunu belirtir
(1985: 116).
Yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay da yine bu konuya değinirken, Akif’in,
İslâm Âlemine bin yıldır hizmet edenin Türk milletinden başka bir millet olmadığını
bildiğini ve Türk milletinin başında olduğu Osmanlı devlet şemsiyesinin bütün
dünya Müslümanları için gerekli olduğunu düşündüğünü belirterek, “Kendisine
‘Üstad! Seni Türkçü görüyoruz.’ diyenlere ‘Ne zannediyorsun hiçbir kavmin Türk’e
baş olmasına tahammül edemem.’ diyordu. O, kavmiyetçi değildi ama onun
milliyetçiliği, başında Türk milleti olmak kaydıyla milyonlarca Müslüman’ı ihata
etmek şeklindeydi.” (1966: 224) der.
Akif, milliyetçilik ile kavmiyetçiliği birbirinden ayırmış, Türklerin başında
bulunduğu İslâm ülkesini ve milletini her daim savunmuş; ayrılıkçı akımları
körüklediklerini düşündüğü ittihatçılara karşı çok sert eleştiriler yöneltmiştir.
Ülkenin parçalanmasının, zaafa uğramasının ve özellikle de Balkan savaşlarının ve
Osmanlı’nın Dünya Harbi’ne girişinin müsebbibleri ve sorumluları olarak gördüğü
ittihatçıların üç lideri Enver, Talat ve Cemal paşalara karşı da yine şiirleriyle,
dizeleriyle, yazılarıyla, konuşmalarıyla çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Akif’in ırkçı
Arnavutlara ve Arnavut kökenli merhum babasına seslendiği “Fatih Kürsüsünde”
adlı şiirinde: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor?
Kalk, baba, kabrinden kalk!/ Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş.../ Arnavutluk
yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!”
Akif Bey’in Necid seyahati esnasında, kendisine Mekke Emiri Şerif Hüseyin
Paşa’nın hususi daveti ulaşmış; o da bu davete icabet ederek iki aylığına Lübnan’a
giderek Alaiye’de kalmıştır. Mehmet Akif, bu seyahat esnasında yeni kurulan şer-i
mahkemelerin Bab-ı Meşihat’tan ayrılmasıyla kurulan Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye
Cemiyeti’ne37 haberi olmaksızın başkâtip olarak tayin edilmiş ve İstanbul’a dönünce
bu görevine başlamıştır.
İttihat ve Terakki ile yollarını ittihatçıların benimsediği Türkçülük,
Turancılık eksenli siyasete itiraz ettiği için ayıran ve Ziya Gökalp’e de
Sebilürreşad’ın bir kısım yazarlarının38 imzasını taşıyan, milliyet-medeniyet
tartışmalarını zararlı bulduklarını belirten bir mektup göndererek; tartışma
taraflarının bir büyük salonda bir araya gelerek konuşmalarını ve bu konuya nokta
koymalarını isteyen ama mektuba cevap alamayan (Edip, 1938: 591), bu nedenle de
Ziya Gökalp ile arası açılan Akif’in, (Arslanbenzer; 2007: 14) ittihatçılarla son bir
teması olarak yakın dostu Mithat Cemal Kuntay şu anekdotu aktarır: “Akif’in İttihat
ve Terakki ile son ve ufak bir teması daha oldu: Ziya Gökalp ile anlaşmasını temin
için Akif’i Talat Paşa, Harb-i Umumide bir gün, Babıali’ye davet ediyor.
Sadrazamla şairin ne konuştuklarını bilmiyorum. Yalnız bu mülakat bitince Talat
Paşa Akif’in arkasından şaşıyordu: Zerre kadar değişmemiş; hâlâ Edirne’de
bıraktığım Akif.” (Kuntay; 1990: 71-72.). Mehmet Akif ile Talat Paşa’nın tanışıklığı
ve dostlukları Akif’in Edirne’de hükümet baytarı olarak çalıştığı döneme dayanır.
Talat Paşa ise o dönemde Edirne’de bir okulda Türkçe öğretmeni idi. Arslanbenzer,
Talat Paşa’nın bu konuşmada Akif’ten Ziya Gökalp ile uzlaşmalarını istediğini;
Akif’in ise bu isteğe şu cevabı verdiğini kaydetmektedir: “Sen bizi bunun için mi
çağırdın? Anlaşmak ne demektir? Bizim şahsi bir gayemiz, emelimiz mi var? Bizi
simsar mı zannettin? Teessüf ederim.” (2007: 14).
Mehmet Akif’in İttihat ve Terakki yönetimiyle anlaşmazlığı elbette ki,
Cemiyet’in benimsediği ideolojik çizgi ile uyuşmamasından neşet etse de, ortalığı
kasıp kavuran yokluk, yoksulluk, karaborsacılık, harp zenginlerinin türemesi gibi
Akif’in asla tahammül edemeyeceği ahlâkî çözülme ile daha da ileri boyutlara
ulaşmıştır. Harp döneminde, bir gün dergi idarehanesinde evden getirdiği kuru
fasulyeyi bir arkadaşı ile yerken gelen ve “nazırının yazılarında o kadar ileriye
gitmemesi ricasını” ileten Dahiliye Nezareti’nden bir görevliye, “Nazırına söyle
kendilerini düzeltsinler, bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı
yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam.”(Düzdağ, 1991: XXXV) cevabı
37
38
Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye, 25 Ağustos 1918 tarihinde Şeyhülislâmlık dairesine bağlı olarak kurulmuş,
“Yüksek İslâm Şurası” benzeri bir dinî teşkilat. Bir başkan, dokuz üye, bir de kâtipten oluşmuş;
1918’den, 1922’ye kadar faaliyette bulunmuştur. Teşkilat bünyesinde her biri üç üyeden oluşan
kelâm, fıkıh ve ahlâk komisyonları bulunmaktadır. Teşkilatın görevi; devlet içinde ve İslâm
dünyasında ortaya çıkabilecek dinî sorunlara çözüm bulmak, halkı dinî konularda irşattır. Millî
Mücadele’nin manevi boyutunun kuvvetlendirilmesinde, yardım ve destek sağlanmasında etkili
olduğu söylenebilir. Bkz: Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, Dâr’ül Hikmet-il
İslâmiye, İstanbul, 1973.
Bu mektup dolayısıyla Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad etrafında toplananlar arasında ikilik çıkmış;
bu kimselerden bir kısmı basın özgürlüğünden yararlanarak, İslâm ülkelerinin geriliğinden,
Müslümanlığın hurafelerle bozularak tehlikeye düştüğünden bahisle Türk milliyetçiliğini; diğer bir
kısmı ise İslâm birliğini tutuyordu. “Milliyetçiler, Müslümanlığın Kur’an bakımından ve sünnet
ölçüsü ile yeni baştan gözden geçirilmesi ve Türkçülük cereyanı ile bağdaştırılmasını istiyorlardı.” (A.
Adıvar; Tarih Boyunca İlim ve Din, c:II., Remzi Kitabevi Yayını, İstanbul, 1944., sf. 149 vd., aktaran
Tansel; 1991:59).
Akif’in bu türden telkinlere ve tesirlere kapalı, haksızla uyuşmaz, doğrularını sonuna
kadar savunan yapısını ortaya koymaktadır.
İttihat ve Terakki yönetimi, her ne kadar böylesine tehdit, tenbih, telkin
yöntemleri ile Akif’i susturamamış olsa da, o dönemde de siyasi, ekonomik ve mali
kontrol yöntemlerinin medya üzerinde etkisini gösteren bir örnek olarak
düşünülecek yöntemlerle Sebilürreşad’ın yayınına ara vermesine yol açacak
tedbirler ortaya koymuştur.
Mehmet Akif’in Necid seyahatinden dönüşünde yayınlanan Berlin
Hatıraları’nın altıncı bölümünün çıktığı 25 Kasım 1915 tarihli 352. sayıdan sonra
dergi 11 Mayıs 1916 tarihine kadar “kâğıt kıtlığı ve parasızlıkla” izah edilen
sebeplerle yayınını altı ay durdurmuş; mamafih, 26 Ekim 1916 tarihinde 360.
sayıdan sonra yine durmuş ve 4 Temmuz 1918’e kadar hiç yayınlanmamıştır. Tekrar
çıktığında ise bu kesintinin sebebini açıklamaz iken “tatil olması hasebiyle”
çıkamadığı ve “sansürün ilgası üzerine” tekrar yayınlanabildiği yazılmıştır
(Düzdağ, 1991: XXXIII). Eşref Edip de bu kapatılma hadisesine 30 Ekim 1924
tarihli Dergi’de değinirken şunları kaydetmektedir: “…(İttihatçıların arasındaki
bazı aydınların dinde reform peşinde olduklarını, bunları aralarında yaptıkları
toplantılarda konuşup henüz açığa vurmadıklarını yazdıktan sonra) Biz kararlardan
daha o vakit haberdar oluyorduk. Fakat bunları mevzu bahs etmenin imkânı var
mıydı? O zaman 20. asırda dinden bahs olunamaz esbab-ı mucibesiyle iki sene
Sebilürreşad sedd-ü bend edilmişti.” (aktaran: Düzdağ, 1991:XXXV). Bu durum da
Akif ile İttihat ve Terakki ilişkilerinin almış olduğu boyutu göstermesi bakımından
büyük önem taşımaktadır. İstibdat yönetimine karşı özgürlük yolunda İttihat ve
Terakki ile birlikte hareket etmekten çekinmeyen Akif, İttihat ve Terakki’nin
yönetim döneminde ne gariptir ki, yine istediği gibi yazma, konuşma özgürlüğünün
sınırlanması ile karşı karşıya gelmiştir.
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin, istibdad döneminden sonra bir umut olarak
belirmesine rağmen kısa sürede bu umutları tüketmesine üzülen, baskıcı düşünce ve
yönetim şekline muhalif olan Mehmet Akif Bey’in çeşitli resmî görev kabul
etmesini, Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Berlin’e ve Necid’e gitmesini, devleti
ve hükümeti birbirinden ayrı görebilen vatanseverliğinin bir gereği olarak
değerlendirmek lazımdır. Kaldı ki, daha önce de belirtildiği üzere Fırka’ya üye
olmadığı gibi, Teşkilat-ı Mahsusa’da fırkanın bir siyasi uzantısı değildi ve Harbiye
Nezareti’ne bağlı kamusal bir kuruluş olarak görev yapmaktaydı.
2. Mondros Ateşkes Antlaşması Sonrası Mehmet Akif Bey
Mondros Ateşkes Antlaşması (Mondros Mütarekesi), I. Dünya Savaşı
sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında; İngiltere Devleti temsilcisi
Amiral Calthrope ile Osmanlı Devleti temsilcisi Bahriye Nazırı Rauf Bey'in
başkanlıklarında süren heyetler arası görüşmelerden sonra Limni adasının Mondros
Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır.
Mondros hükümleri gerçekte Osmanlı Devleti’ni fiilen ortadan kaldırmakta;
bir ateşkesten çok kayıtsız şartsız bir teslim belgesi niteliği taşımaktaydı. Yaklaşık
sekiz yıl süren savaştan sonra, Osmanlı Devleti yenilmiş, orduları dağılmış, morali
çökmüş, büyük insan kayıplarına uğramış, kaynakları tükenmiş, galiplerin kendisi
hakkında vereceği karara boyun eğen bir görünümdeydi. Antlaşma ile birlikte de,
Ordu tamamıyla dağılıyor, silah, cephane ve ulaşım yolları ile tüm haberleşme
araçları ve liman, tersaneler İtilaf Devletleri'nin denetimine bırakılıyordu. İtilaf
Devletleri'ne, 7. maddeye dayanarak, gerekli gördüklerinde ülkenin herhangi bir
yerini işgal hakkı tanınıyor, Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurulması için
imkân hazırlanıyordu. İtilaf Devletleri, özellikle İngiltere, savaştan yenik çıkmış
olan Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'a ise Osmanlı Devleti'ne uyguladıkları
paylaşma politikasını izlemiyorlardı. Çünkü Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'ın
topraklarına ateşkes imzaladıkları tarihte İtilaf Devletleri askerleri girmiş; fakat
Osmanlı Devleti ateşkes imzaladığı tarihte ülke sınırları içine düşman askeri
girememişti. İngiltere’de, Mondros'un imzalanmasından sonra İstanbul işgal edilip,
padişah elde edilince Türk Milleti'nin esir olacağına dair bir kanaat vardı. Lloyd
George'un planı, Yunanistan'ı yeter derecede güçlendirmek ve Güney Kafkasya'da
Rusya ile Osmanlı Devleti arasında kalmış olan hükümetlere yardım edip, Osmanlı
Devleti'ni doğudan ve batıdan istila ve baskı altına almaktı. Avrupa'nın “hasta
adamı” ölmüş ve mirasını paylaşmak birinci derecede İngiltere'nin sonra Fransa ve
diğerlerinin eline kalmıştı. Rusya Bolşevik İhtilali ile birlikte savaştan çekilmiş
olduğu için Doğu Sorunu’nu İngiltere ve Fransa diledikleri gibi çözebileceklerdi.
Avrupa'yı, millî sınırlara bakmaksızın bölen İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti'nin
topraklarını yağma edebilecek şekilde ele geçirmişlerdi. Yüz yıllardır güneye inmek
isteyen Rusya'nın Balkanlar üzerinden Boğazlara ve Kafkasya üzerinden ise
İskenderun ve Basra Körfezlerine ilerleyişinin ve buraları ele geçirmesinin Osmanlı
Devleti tarafından durdurulamayacağını gören İngiltere, 1. Dünya Savaşı sonunda,
kendi politikasını uygulama imkânı yakaladığından Kafkasya'daki Rus ilerleyişini
durdurmak için Ermenistan ve Balkanlar'da ilerleyen Rus tehlikesine karşı da Ege
Denizi'ne egemen, Batı Anadolu'yu hatta Kıbrıs'ı da içine alan güçlü bir Yunanistan
yaratmak ve İngiltere'nin desteğinde bu devletleri Rusya'ya karşı tampon olarak
kullanmak, bu sayede İngiltere'nin sömürge yollarının güvenliğini sağlamak
istiyordu. Dolayısıyla Mondros Ateşkes Antlaşması bu politikanın ürünü olarak
İngiltere temsilcisi Amiral Calthrope'un adeta dikte ettirdiği şekilde kabul edilmişti.
Ülkenin yıllardan beri savaş içinde olmasının yarattığı zafiyetler, büyük
toprak kayıpları, insan kayıpları Mehmet Akif Bey gibi, aldığı her nefeste adeta
memleketi soluyan bir insan için gerçekten ağır bir atmosfer oluşturuyordu. Bir
şeyler yapmak, bu zilletten çıkmak lazımdı. O sırada, ülkenin kurtuluşuna dair
birtakım görüşler ileri sürülüyor ve özellikle mandacı, himayeci anlayışlar yüksek
sesle konuşup örgütlenip kamuoyunu ikna etmeye uğraşıyorlardı.
Mütarekeden sonra yeni bir dönemin başlamasını, İngilizlerin dostluğunun
elde edilmesi ile mümkün gören Hürriyet ve İtilâf yandaşı İstanbul basını içindeki
Türkçe İstanbul ve Alemdâr gazeteleri yıkıcı bir yayın çizgisi içinde olmuştur.
İstanbul’un İttihat ve Terakki yanlısı gazeteleri ise bu dönemde Amerikan
Mandasını savunmuşlardır.
Üstelik İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali ile manda tartışmaları artarak
devam etmiştir. Mehmet Akif Bey manda ve himaye tartışmalarının
gerçekleşeceğine imkân ve ihtimal vermemekle birlikte Anadolu’da başlayan millî
mukavemet hareketine zarar vereceği endişesi içinde olmuştur: “...Türklerin 25
asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş oldukları tarihen müspet bir hakikattir.
Hâlbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski zamandan başlayan bir
millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahîldir. Tarih de gösteriyor ki Türk,
istiklâlsiz yaşayamamıştır.” diyecektir (Akandere, 2009: 672).
Keza İstanbul’da Mehmet Akif’i haklı çıkaran adımlar atılmaya başlanmış ve
bazı İtilâfçı gazeteler Anadolu’da başlayan millî hareketi bir İttihatçı teşebbüsü
olarak kamuoyuna tanıtmaya başlamıştır. Bir defasında Sebilürreşad idarehanesinde
bir sohbet esnasında orada bulunanlardan birinin “Millî Mücadele hareketinin bir
İttihatçılık eseri olduğunu” söylemesine büyük tepki göstermiş ve bu sözü söyleyene
dönerek “Hayır; artık buna da İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna
herkes elbirliği ile sarılmalıdır.” demişti (Fergan, 1938: 675). Mehmet Akif, bu
hareketin hiçbir şekilde İttihatçı teşebbüsü olmadığını; herkesin el birliği ile
Anadolu’da filizlenmeye başlayan mücadeleye destek vermesi gerektiğini
düşünmektedir.
Enginün, Mehmet Akif’in vatan ve millet sevgisini şu sözlerle aktarır: “Türk
Milleti’nin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını hiç
çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerleri vardır. Mesela
hürriyet ve istiklâl, Türk Milleti’nin en yüce ve en kutsal değerleri arasındadır. Bu
değerler hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir.
Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize
miras kalan mukaddes bir toprak parçasıdır. Bundan dolayı vatan, millet
unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan bir coğrafya, millet ise bir insan
topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve istiklâl gibi; hak,
hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında
gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını
seven her insan, vatanını kurtarmak için varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı
olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır.”(1987: 2).
1919 yılında İstanbul’da yaşayan her Müslüman Türk gibi Mehmet Akif Bey
de büyük bir üzüntü, ıstırap içindeydi. Mondros Ateşkes Antlaşması gerekçe
gösterilerek ülkenin çeşitli bölgelerinde başlayan işgaller üzerine Sebilürreşad bütün
yazıları ile halka sabır, ümit ve cesaret aşılama çabası içine girmişti. Hatta öyle ki,
derginin bazı yazılarının işgal kuvvetlerince yapılan sansürden geçmemesi
dolayısıyla yarı yarıya boş çıktığı görülüyordu (Düzdag, 1991:XXXVIII).
Akif’in çok sevdiği Said Halim Paşa’nın da aralarında bulunduğu pek çok
eski bakan, devlet adamı, subay “savaş ve tehcir suçlusu” olarak tutuklanmış; örfi
idare Divan-ı Harbı’nde idamla yargılanmışlar ve Malta adasına sürülmüşlerdi.
İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edildiği 16 Mart 1920
günü ve sonrası günlerde gerçekleşen olayları izlerken büyük bir üzüntü duyan
Mehmet Akif Bey, bazı kişilerin Anadolu’da başlamış olan Millî Mücadele’ye
saldırmalarına da hiç tahammül edemiyor ve bu kanaatte olanlara ciddi tepkiler
duyuyordu. Türk vatanının işgalcilerin elinde olmasına Akif’in teessürünü şu
dizelerinde görmek mümkündür: “Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor
şimdi!/ Nasıl yerlere geçmez insan/ Şu mezarlık ki uzanmış gidiyor, ey yolcu!/
Nerede başladı yükselmeye, bak, nerde ucu,/ Bu hicran-ı müebbed, bu ne hüsran-ı
mübin…/ Ezilir ruh-ı sema, parçalanır kalb-i zemin” dizelerinde bu sıkıntılar vardır
(Kısıklı, 2009: 203).
Mehmet Akif Bey, Mondros Ateşkes Antlaşması ile dayatılan bu çok ağır
şartlardan kurtulup ülkenin bağımsız, milletin özgür olabilmesi için bir kıvılcımın
yeterli olacağına inanıyordu. Akif”in beklediği bu kıvılcım ülkenin her yerinde
işgallerle ve ilhaklara karşı kurulan Müdafa-i Hukuk ve Muhafaza-i Hukuk
cemiyetleri ile ortaya konulmuş; Batı Trakya’da,Batı Anadolu’da, Doğu
Karadeniz’de ve Doğu Anadolu’da peşpeşe millî mücadele örgütlenmeleri
kurulmaya başlamış; Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesiyle birlikte adeta bu
kıvılcımlar bir kor ateşe dönüşmüş; Türkiye’nin her yanında şuurlu bir millî uyanış
ve özgürlük heyecanı başlamıştı.
Vatansever bir Müslüman olan Akif, bu zilletten çıkışta yine herkesin üzerine
düşeni yapmasını zaruri görmekte, o günlerde kamuoyunda hissedilen karamsarlığı
içine sindirememekte, ümitsizliğin İslâmda hiçbir şekilde yeri olmadığını ifadeyle:
“Hayata atılan insanın karşısına çıkacak ilk engel ümitsizliktir. Bu bakımdan
başarılı bir hayat için lazım olan ilk ve en mühim unsur da ümittir. İnsana muhtaç
olduğu ümidi, en güzel şekilde temin eden imandır, İslâm imanıdır. Öyle ise imanlı
insan ümitsizliğe düşmemelidir.” demektedir. Ayrıca Mehmet Akif, ümitsizliğin
toplumda telafisi mümkün olmayan bir çözülme yaratabileceğinden de endişe
etmektedir. “Korkaklar utanç içinde ölürler.” diyen Mehmet Akif, “Başınıza gelen
her kötülükten ders alınız. Nefsinizi terbiye ediniz. Her kötülük bir hatanın
sonucudur… İyi biliniz ki, düşmanlarla mücadelede korkak davranmak ve teslimiyeti
kabul etmek, utanç içinde ölmek demektir. Saldıranın, saldırısından kendisini
korunmayı başaranın hayatı aziz ve değerlidir. Bu nedenle millî ve dinî birliğinizi
korumakta asla kusur etmeyiniz.” demektedir. Ülkenin kurtuluşu için tek çıkar
yolun; ümitsizlikten kurtulup, Millî Mücadele’ye yönelmek olduğunu gören Mehmet
Akif, “Ey Müslümanlar! Sizde ruhtan, histen eser yok mu? Ne zamana kadar bu
aşağılanmaya tahammül edeceksiniz? O aşağılayıcı hayat, sahibini dünyada sefil,
ahirette rezil eder. İman demek, taarruza, tecavüze, hakarete tahammül etmek, din
düşmanlarının ezici baskısına boyun eğmek değildir. İman demek onurla yaşamak,
onurla ölmek demektir” sözleriyle, Anadolu’da başlayan Mustafa Kemal Paşa
önderliğindeki Millî Mücadele hareketini desteklediğini açıkça ortaya koymaktadır
(Kısıklı, 2009: 204-205).
Mehmet Akif Bey 1920 Ocak ayında39 yakın dostu Hasan Basri Çantay’ın
daveti üzerine Millî Mücadele’nin başladığı şehirlerden biri olan Balıkesir’e gelerek
burada 23 Ocak 1920 Cuma günü Zağanos Paşa Camii’nde çok bilinen vaazını
vermiş ve milleti Millî Mücadele’ye destek istemiştir.
Mehmet Akif’in Balıkesir ziyareti, haftada bir defa yayınlanan vilayetin resmî
gazetesi Karesi’nin 26 Ocak 1920 tarihli nüshasında “teşrif” başlığı adı altında kısa
bir haber olarak yer almıştır: “Sebilü’r-Reşat Ceride-i İslâmiyesi muharriri Dârü’l
Hikmeti’l- İslâmiye azasından Mehmet Akif Bey Efendi hazretleriyle Sebilü’r- Reşat
müdür ve sahibi Eşref Edib Bey şehrimize teşrif buyurmuşlardır.”(Yiğit; 2009:836).
Aynı günlerde İzmir’e Doğru Gazetesi, ziyarete geniş yer ayırmış ve Akif’in
gelişini, konuşmasını, temaslarını mufassal olarak vermiştir. Akif’i Balıkesir’e davet
eden Hasan Basri Çantay da bölgede “Ses” adıyla bir gazete çıkarıyordu. Fakat
Akif’in geldiği tarihte bu gazete İngiltere’nin baskısıyla İstanbul Hükümeti
tarafından 13 Mart 1919 tarihinde kapatılmıştı.
39
Bu konuda birçok kaynakta 1920 Şubat ayının ilk haftası olarak kayıt düşülmekle birlikte, bu konuda
ciddi araştırmalardan birini yapan Yücel Yiğit dönemin Balıkesir basınını ve resmî kayıtlarını
incelemesiyle ulaştığı bilgilerden 20-21 Ocak 1920 tarihlerinde bu ziyaretin gerçekleştiği iddiasını
ileri sürmektedir. (Bkz: Yücel Yiğit; İki hatip Bir Kent: Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif
Balıkesir’de; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını, 2009. sf:835).
Çantay, o günleri şöyle anlatmaktadır: “Yunanlıların İzmir’imizi işgalini
müteakip Balıkesir’de başlayan millî hareketlerde de Akif’i yanımızda bulduk. O
zaman Akif İstanbul hükümetinin Darülhikme a’zasından idi. O, millî hareketi duyar
duymaz Balıkesir’e koşmuş, (Zağnos Mehmed) Paşa Camiinin kürsüsünde verdiği
celadetli hitabesinde ‘Ey Balıkesirliler, güzel yurdunuzu çiğnetmeyiniz, müdafaanız
meşru’dur, sebat ediniz, yürüyünüz….’ demiştir. Bu hitabenin memlekette yaptığı
te’sir pek büyüktür. O zaman -hatırımda kaldığına göre (İzmir’e Doğru) gazetesinde
de aynen intişar eden hitabe yüzünden- Akif, İstanbul hükümetince me’muriyetten
azledilmişti…” (1966: 23).
Erişirgil de, Eşref Edip’ten naklen bu ziyareti anlatırken şunları söyler: “Bir
gün Sebilürreşad Mecmuası idarehanesine geldi. Çok heyecanlıydı. Yanına gelen
Eşref Edip’e: Haydı hazırlan, demişti gidiyoruz. Eşref Edip: nereye? diye sorunca
top ve tüfeğin patladığı yere, artık burada duramıyorum, diye cevap verdi.”(1986:
335).
Eşref Edip de bu olayı şu şekilde anlatır: “ …Bütün fikirler hercü merc
olmuştu. Türlü türlü cereyanlar ortalığı kaplamış, hele İzmir’in işgali (15 Mayıs
1919) büsbütün ye’si attırmıştı. Bütün ümitsizlikler içinde üstad bir an füture
düşmedi. O, bu milletin istiklâlsiz kalacağını hatırına bile getirmiyordu. Ayvalık’ta,
Karesi’de başlayan harekatı milliyenin mutlaka büyüyeceğine, bütün memlekete
yayılacağına imanı vardı. O taraflarda bir avuç kahramanın müdafaası, bu güzel
topraklar için canlarını siper etmesi üstad üzerinde büyük tesir husule getirmişti. Bir
gün baktım, idarehaneye çok heyecanlı geldi:- Haydi hazırlan, gidiyoruz, dedi. Nereye? - Harekatı milliyenin başladığı cepheye. Artık burada duramıyorum.
Ferdası (ertesi günü) hareket ettik. Balıkesir’e gelip de oradaki Millî Müdafaayı
görünce üstad çok heyecana geldi. - Zafer yolu bu yoldur, dedi. Üstadı aralarında
gören Balıkesirliler çok sevindiler, halk Zağanos Paşa Camii’ne toplandı. Öyle
cemaat doldu ki ayakta duracak yer kalmadı. Herkes üstadı dinlemek istiyordu….”
(1938: 51-53)
Mehmet Akif’in Bey’in şehirlerine geldiğini haber alan Balıkesirliler,
Zağanos Paşa Camiine adeta akın ederek, ondan bir konuşma yapmasını istediler.
Bu talebi kıramayan Mehmet Akif, 23 Ocak 1920 tarihinde Cuma namazından sonra
Zağanos Paşa Camii’nde halka bir vaaz verdi.
Millî Mücadele tarihimiz bakımından kamuoyu oluşmasında büyük bir
katkısı bulunan bu konuşmasına 30 Ekim 1918 tarihinde İstanbul’da yazdığı
“Alınlar Terlemeli” şiiriyle başlayan Mehmet Akif Bey, sürekli birlik ve beraberlik
üzerinde durup, mücadelenin Allah’ın rızası için, milletin selameti için olduğunu
söyleyerek, adeta bu büyük kalabalığı coşturdu. Halktan büyük bir kısmı ağlamaya
başladı.
Mehmet Akif, bu vaazdan sonra birkaç gün daha Balıkesir’de kalarak Hasan
Basri Bey’in misafir olmuş ve Balıkesir’deki okulları, Millî Mücadele’ye destek
verenleri ve şehrin ileri gelenlerini ziyaret etmiştir. Balıkesir’den dönüş tarihi kesin
olarak belirlenemeyen Mehmet Akif, Balıkesir’e gitmek için kâtibi bulunduğu
Dârü’l Hikmeti’l- İslâmiye’den izin almadığı gerekçesiyle ama gerçekte Kuvâ-yi
Milliye’yi öven, destekleyen vaaz ve sözleri sebebiyle Damat Ferit Hükümeti
tarafından 3 Mayıs 1920 tarihinde görevinden alındı (Yiğit, 2009: 837).
3. Millî Mücadele Dönemi ve Burdur Mebusu Mehmet Akif Bey
Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktıktan sonra 2122 Haziran 1919 tarihinde Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak, vatanın ve milletin
tehlikede olduğunu, İstanbul Hükümeti ve Padişahın elinin kolunun bağlı
bulunduğunu, bu tehdit ve tehlikeden ancak milletin azim ve kararlılığı ile
kurtulunabileceğini belirtmiş; 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum Kongresi’ni
toplamış, 4 Eylül 1919’da ise Sivas Kongresi’ni gerçekleştirmiştir. Bu gelişmelerin
İstanbul Hükümeti’ni ve işgalci İtilaf Devletlerini rahatsız ettiği muhakkaktır. Zira
Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında tutuklama kararı çıkarılmış; kongreler yasak
edilmiştir. 16 Mart 1920 günü ise İstanbul’da son Osmanlı Meclis-i Mebusan
basılarak dağıtılmış; İstanbul’da millî mücadele taraftarları için hayat artık
neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
Diğer yandan Millî Mücadele’nin Anadolu’da gördüğü desteği kırmak,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarını halktan koparmak için bir yandan ittihatçılık
suçlamaları, diğer yandan dinsizlik ithamları ile kara propaganda faaliyetleri
sürdürülmüş; 11 Nisan 1920 günü İstanbul Hükümeti Şeyhülislâm Dürri Zade
imzasıyla bir fetva yayınlamış, bu fetva ile Mustafa Kemal ve arkadaşlarının halifesultana karşı isyan ettikleri kamuoyuna duyurulmuştur.
BMM (Büyük Millet Meclisi)’nin açılışına kadar görev yapan Heyet-i
Temsiliye Dürri Zade’nin bu fetvasına karşı hemen Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi)
Efendi'nin 22 Nisan 1920 tarihinde yayınlanan fetvası ile karşılık verdi.40 Bu
fetvanın 5.maddesinde "Bu suretle aslında (Halife-Sultan) istemediği hâlde düşman
devletlerinin zoru ve kandırılması ile, olaylara ve gerçeğe uymayarak çıkarılan
fetvalar Müslümanlar için şeriatçe dinlenmemesi" gerektiği belirtildi (Semiz,
www…).
Hatta Anadolu’da başlatılan millî duruşa karşı bu türden iddialardan ötürü,
Sivas Kongresi’nin açılışı esnasında katılan delegelerin yeminleri de sorun olmuş;
delegeler “İttihatçılık/ fırkacılık (particilik) yapmayacaklarına, sadece vatanın ve
milletin kurtuluşu için çalışacaklarına” dair, yemin etmek zorunda kalmışlardır.
Uzun tartışmalar ve alt komisyon çalışmaları neticesinde üzerinde uzlaşılan yemin
metni şöyledir: “Saadet ve selâmet-i vatan ve milletten başka kongrede hiç bir
maksad-ı şahsî takip etmeyeceğime; vatanın bugün duçar olduğu mesâib ve felaketin
müsebbibi bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ihyasına çalışmayacağıma ve
mevcut fırak-ı siyasiyeden hiç birisinin âmâl-i siyasiyesine hadim olmayacağıma
vallahi, billahi." (İğdemir, 1969: 5-22).
Tam da bu günlerde, Mustafa Kemal Paşa da Ankara’da 66 ilden seçilip
gelen milletvekilleri ile birlikte, Son Meclis-i Mebusan üyelerinden Ankara’ya
gelebilenlerin katılımıyla 23 Nisan 1920 günü açılan Büyük Millet Meclisi’nin
açılışını gerçekleştirmiş ve Meclis’in açılış beyannamesinde, birlik ve beraberlik
ruhunu öne çıkarmıştır.
Mehmet Akif Ersoy’un İstanbul’dan Ankara’ya geçme kararında kuşkusuz
ki, Balıkesir ziyareti ve Zağanos Paşa Camii’ndeki vaazı neticesinde resmî
vazifesinden çıkarılması, özgürlüğünün tehdit altında olması gibi hususlar etkili
olduğu gibi, Büyük Millet Meclisi’nin açılış beyannamesindeki millî birlik ve
40
Bu fetva 22 Nisan 1920 (02 Şaban 1338) günü Sivas'ta çıkan "Irade-i Milliye" gazetesinde yayınlandı.
Ayrıca bak. Uluğ, A.g.e., s.203-207. Fetvanın altında birçok il ve ilçe müftüsü ile din adamlarının
imzası vardır.
beraberlik ruhu vurgusunun da etkisi vardır. Ancak tam o günlerde Anadolu’dan
bizzat Mustafa Kemal Paşa’dan Akif’in Millî Mücadele’ye katılması yolunda bir de
davet vardır. Kimliği hatırlanmayan, yürüyüşünden asker olduğu yolunda bir kanaat
oluşturan bir zat/ bir subay ile Çengelköy’deki evinde yarım saat konuşan Mehmet
Akif’in önce düşünceli bir hâl aldığı akabinde, konuyu sadece damadı Ömer Rıza
Doğrul ve yakın arkadaşı Eşref Edip ile paylaştığı ve onlara “Artık burada duracak
zaman değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkın aydınlatılmasına
ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar… Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket
ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla,
Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel. Şeyhülislâmlık makamındakilerle de görüş,
harekât-ı milliye aleyhinde bir harekette bulunmasınlar.” (Edip, 1938: 139) dediği
bilinir.
Eşref Edip, daha sonraki yıllarda; Atatürk’ün isteğiyle İstanbul’a gelen o
günlerde Trabzon mebusu seçilmiş bulunan Ali Şükrü Bey’in millî hareketin manevi
cephesini kuvvetlendirmek amacıyla Mehmet Akif’i Ankara’ya davet ettiğini
doğrulamıştır. Akif de Sebilürreşad’da “Bu gün icma-ı ümmet Anadolu’dadır.”
diyerek zaten tüm varlığıyla Anadolu’daki Millî Mücadele’den yana tavrını
koymuştur (Uçman, 1986: 51).
Haklarında halife sultana isyan ettikleri gerekçesiyle idam fetvası çıkarılan,
tutuklanmaları konusunda bütün vilayetlere emirnameler gönderilen Mustafa Kemal
ve arkadaşları hakkında çıkarılan çeşitli dedikoduların, ittihatçı ve dine karşı
suçlamalarının Millî Mücadele’yi zaafa düşürebileceği endişesi zaten Mehmet Akif
Bey tarafından da paylaşıldığı için her ortamda bunların telaffuzuna dahi karşı
çıkmış; böyle bir davetin millî mücadelenin manevi yönünü kuvvetlendirmesi
gerekçesine dayandırılması Anadolu’da yapacağı çok iş olduğu noktasında bir
duygunun kendisinde de gelişmesine elbette ki etkili olmuştur.
Mehmet Akif, Anadolu’ya Üsküdar semtindeki Özbekler Tekkesi üzerinden
geçtiği bilinir. Özbekler Tekkesi, İstanbul’un işgal edildiği günlerde Millî
Mücadele’ye katılmak isteyen gönüllülerin Anadolu’ya geçirilmesinde önemli bir
merkez olmuştur. Mehmet Akif, tekkenin Millî Mücadele’ye taraftar şeyhi Ata
Efendi ile 1920 Nisan’ında buluşmuş; bu sırada İtalyan polisi ve birkaç İngiliz
subayı tarafından tekke basılmış, ancak şeyhin aldığı tedbirler sayesinde kimse
yakalanmamıştır. Tekkeden ayrılan Mehmet Akif, aileden bir hatıra olarak yanına
aldığı oğlu Emin ve yol arkadaşı Ali Şükrü Bey ile Üsküdar Karacaahmet
Mezarlığı’nda buluştuktan sonra Anadolu’ya hareket etmiştir. Mehmet Akif,
kendisine Çal köyüne kadar eşlik eden Şeyh Ata Efendi’ye dönerek: “Ne mutlu sana
şeyhim… Kurtuluş savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmet inan ki, hiçbir zaman
unutulmayacak ve milleti istiklâle kavuşturacak yıldızlar arasında adın daima
hürmetle anılacak. Bu mazhariyetine ve seni bekleyen şerefli istikbaline
imreniyorum.” (Kısıklı, 2009: 206) demiştir.
Mehmet Akif’in beraberinde Anadolu’ya götürdüğü oğlu Emin Ersoy ise
yıllar sonra bu seyahati anlatırken: “Bir Nisan sabahı babam beni pek erken
uyandırdı. Kalabalık olan evimizde bir fevkaladelik, garip bir heyecan vardı…
Çabucak hazırlandık.(…) Kısıklı üzerinden derhâl hareket ettik. Fayton ikindiye
kadar bizi Alemdağ arkalarında bir çiftliğe götürdü. O günlerde bizim geçtiğimiz
yollar pek tehlikeliydi. İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul eden bazı vatansızlar
yolları kesiyor, Millî Mücadele’ye menfaat temin edebilecek herhangi bir teşebbüse
mani olmaya ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlardı. Çiftlikte silahlı insanlar
dikkatimi çekti. (…) Geceyi o civar köylerinin birinde köy muhtarının misafiri olarak
geçirdik. Ertesi gün sabah erken hareket ettik. O gün bütün gün yol aldık. İzmit ile
Adapazarı arasında bir köye geldik. Orada Kuva-yı Milliye’ye cephane götüren
kalabalık bir kafileye rastladık ve onlara katıldık… Kafilemiz Geyve Boğazı’na
yaklaşırken bir köyde konakladık ve orada Kuşçubaşı’nın oğlu Eşref Bey ile
birleştik. Tehlikeli mıntıka geçildikten sonra biz (Mehmet Akif, ben, Ali Şükrü Bey,
Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey) kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinden dekovil ile
Eskişehir’e geldik… Atatürk Ankara’daydı. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi
ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.” (Emin Ersoy’dan aktaran:
Kısıklı, 2009: 207) der.
Emin Ersoy’un hatırladığı bu ilk karşılaşma, görüşme Ankara’ya geldiği ilk
gün olan 24 Nisan 1920 günü gerçekleşmiş; Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif
Bey’e hitaben: “Tren öğleye doğru Ankara’ya vasıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve
ben yaylı bir arabadan Millet Meclisinin önünde indik. Babam bana sen burada otur
diyerek, Meclisin bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı
ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu Gözübüyük zade Ziya Hoca var idi, daha
tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvela Ali Şükrü Bey’in elini sıkarak hoş geldiniz
diyen Atatürk oldu; bilahare şaire iltifat etti.”- sizi bekliyorum efendim, tam
zamanında geldiniz, şimdi görüşme kabil olmayacak ben size gelirim.”(Akandere,
2009: 674) sözleriyle Anadolu’ya gelişinden memnuniyetini belirtmiştir.
Gerçekten de Mehmet Akif’in Ankara’ya gelişi başta Mustafa Kemal Paşa
olmak üzere, Millî Mücadelenin önderlerinde büyük bir mutluluk yaratmış; özellikle
Akif’in İslâmcı yönü öne çıkarılarak, kendisinin Millî Mücadele içinde yer aldığı
hususunun halka her türlü vasıta ile duyurulması yoluna gidilmiştir. Akif’in
Ankara’ya intikali 28 Nisan 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde şu
cümlelerle duyurulmuştur: “Pek hassas ve ulvî İslâm şairi Mehmet Akif Bey dahi
İstanbul’dan çıkarak birkaç gün evvel Ankara’ya muvassalat eylemiştir. İlhamât-i
şâiranesinin menba-ı asîli bilhassa hakimiyet-i diniyye ve gayret-i vatananiyyesinde
olan bu güzide İslâm Şairi, aynı zamanda erbab-ı ilim ve hikmetin en ileri
gelenlerinden bir şahsiyet-i mümtazdırlar da. Milletin giriştiği mücadele-i
vatanperverâne İslâm şâiri Mehmet Akif Beyin himmet-i hamiyyetkârından pek çok
feyiz ve kuvvet alacaktır. Şâir-i hakîm-i İslâm’ın önümüzdeki Cuma günü halka bir
mev’ıza irad buyuracağını memnuniyetle haber aldık.”( aktaran: Akandere, 2009:
674).
Mehmet Akif Ersoy da kendisiyle yapılan bir söyleşide, Anadolu’ya geçişi ile
ilgili olarak: “İstanbul’dan mücadele aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.
Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik… O zaman
Adapazarı’nda karışıklıklar vardı. Kenarından geçtik. Kâh öküz arabalarıyla, kâh
beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık. Ankara… Ya Rabbi, ne
heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya
günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla yeise düşmedik. Zaten
başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız
büyüktü.” (Yıldırım, 2007: 154) demektedir.
Mehmet Akif Ankara’ya geldikten sonra aslen Burdurlu olan41 Tophane-i
Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı olan eşi İsmet Hanımefendi’nin
memleketi olan Burdur’dan Milletvekili seçilmiştir. Ancak Burdur milletvekili
seçilmesinde kendisinin bu türden bir ilişkisinin etkisi var mıdır, tam olarak bir şey
söylemek durumunda değiliz, fakat; Onun hemen milletvekili seçilmesinde, Burdur
Livası BMM azası Miralay İsmail Bey’in istifa etmesi, bu istifanın kabulü ve
Mustafa Kemal Paşa’nın Konya 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay’a çektiği
şifre telgrafla onun yerine Mehmet Akif’in milletvekili yapılmasını istemesi rol
oynamıştır42. Mehmet Akif’in Burdur milletvekilliği, 5 Haziran 1920 tarihinde
Mazbataları İnceleme Komisyonu’ndan gelen sonuçların ilk BMM tarafından kabul
edilmesi ile kesinleşmiştir. Meclisin 3 Temmuz 1920 tarihli oturumunda Mehmet
Akif’in Burdur’dan sonra, Biga’dan da milletvekili seçildiği anlaşılmış, 14 Temmuz
1920 günü Meclis Başkanlığı Mehmet Akif’e bir yazı yazarak, Burdur ya da Biga
Milletvekilliklerinden birisini tercih etmesi istenmiştir. Mehmet Akif tercihini
Burdur’dan yana kullandığı hususunda Meclis Başkanlığına gönderdiği cevabi
yazının43 sonucunu almadan, 15 Temmuz 1920 günü mecliste bazı milletvekilleri ile
birlikte yemin etmiştir. Mehmet Akif Bey’in Burdur Mebusluğu’nu tercihine dair
cevabi yazısı ise bu yeminden daha sonra 18 Temmuz günü Meclis Başkanlığınca
kabul edilmiştir.
Akif’in Millî Mücadele dönemi çalışmaları üzerine araştırmalar yapan Çevik,
Mustafa Kemal Paşa’nın söz konusu şifre telgrafından da Akif’in Anadolu’ya Büyük
Millet Meclisi’nde görevlendirilmek üzere davet edildiğini ifade eder (2009: 859).
Esasen, kronolojik gelişmelere bakıldığında da bu görüşte isabet vardır. Zira
Balıkesir ziyareti ve hutbesi sebebiyle görevden alındığı tarih 3 Mayıs 1920 olarak
kayıtlarda yer almakla birlikte bu kararın tebliğ tarihi olarak düşünülmelidir. Bu
türden işlemlerin yapılabilmesi için karardan önce teftiş, rapor, ifade vb. birtakım ön
süreçler vardır ki, Mehmet Akif ve Ankara’ya 24 Nisan’da ulaşmış; 28 Nisan’da
Hakimiyet’i Milliye Gazetesinde Ankara’da olduğu duyurulmuş ve 29 Nisan günü
Mustafa Kemal Paşa tarafından Burdur Mebusu seçilmesi için söz konusu şifre
41
Bu konuda elimize tesadüfen Bornova 9. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin bir veraset-intikal davası kararı
geçmiştir. Anılan Mahkeme’nin 1995/803 İsmet Hanım’ın amcası Celalettin Bey’e ait Burdur’daki
çeşitli emlâkin mirasçıları arasında paylaşımı hususu konu edilmektedir.
42
Mustafa Kemal’in Konya Vali Vekili Fahrettin (Altay) Paşa’ya gönderdiği, istifa eden Burdur
milletvekilinin yerine Mehmet Akif Bey’in seçilmesi konusunda yardımcı olmasını istediği telgrafı
aynen şöyledir:
“ Şifre Telgraf:
Konya’da 12. Kolordu Komutanı Fahrettin (Altay) Beyefendi’ye;
Ankara 29. 04. 1336 (1920)
İstifasında isabet bulunan Burdur Livası BMM azası Miralay İsmail Beyefendi’nin yerine Burdur
Livası BMM azalığına Ankara’da bulunan Şair Mehmet Akif Beyefendi’nin seçilmesinin temin ve
neticesinin yazı ile bildirilmesini rica ederim” Bkz: Fethi Tevetoğlu; “Gazi Mustafa Kemal- Şair
Mehmet Akif”, Türk Yurdu Dergisi, Akif Özel Sayısı, Aralık 1987., Enver Behnan Şapolyo, Mustafa
Kemal ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara, 1944, s.281.
43
Mehmet Akif Bey, sadece bir yerden milletvekili olabileceği Meclis Başkanlığı tarafından kendisine
bildirilince Mehmet Akif 17 Temmuz 1920’de Meclis başkanlığına verdiği cevabi yazıda; Burdur
sancağı azalığını tercih ettiğini ve bu nedenle Biga azalığından istifa ettiğini bildirmiştir. Akif’in
Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderdiği bu yazı şöyledir: “Büyük Millet Meclisi Riyaset-i
celilesine 14-VII-1336 tarih ve 270 numaralı emirname-i riyâsetpenâhileri cevâbıdır. Evvelce Burdur
Livasından intihâb edilmiş ve livâ-yı mezkûre giderek müntehib ve müvekkillerime temasta bulunmuş
olduğumdan, Burdur livası âzâlığını tercihan Biga âzâlığından istifa ettiğimi arz ile te’yid-i hürmet
eylerim efendim. 17 Temmuz 1336 B.M.M. Burdur livası azasından Mehmed Akif” Bkz: TBMM ZC,
Devre 1. C.2, s.335.
telgraf emri çekilmiştir. Yani Mehmet Akif Bey’in, bir yerde gelişmeleri görerek,
kestirerek Anadolu’ya geçtiğini söylemek lazımdır.
Mehmet Akif’in Ankara’ya ayak bastığı günlerde henüz düzenli ordu
aşamasına geçmemiş olan Ankara Hükümeti, varlığını ortadan kaldırmaya ve millî
hareketi yok etmeye yönelik iç ayaklanmaları bastırmakla meşguldür. İslâmcı
kimliği, Sebilürreşad’ın başmuharriri olması, İttihatçılara karşı mesafesi gibi
Anadolu insanında o günlerde önemli etki yaratacak özellikleri sebebiyle oluşturulan
“Nasihat Heyetleri” içinde Mehmet Akif Bey de görevlendirilmiştir. BMM, 7 Mayıs
1920 tarihinde oluşturduğu ilk “İrşad Heyeti”nde görev alan Mehmet Akif Bey,
Hakimiyet-i Milliye’de de duyurulduğu üzere, vatandaşların Millî Mücadele
hareketi konusunda bilgilendirilmesi ve desteklerinin alınması amacıyla önce
Ankara Hacı Bayram Camii’nde, sonra da Anadolu’nun işgal görmemiş bölgelerinde
vaazlarına başlamıştır.
Mehmet Akif, ilk ziyaretini Eskişehir’e gerçekleştirmiş, ardından halkın
daveti üzerine seçim çevresi olan Burdur’a geçmiş, büyük bir ilgi ve sevgi ile
karşılanmış ve Burdurlulara bir konuşma yapmıştır. Oğlu Emin Ersoy, Mehmet
Akif’in Burdur’da yaptığı konuşma ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Millî
Mücadele’nin muazzam bir cihad olduğuna halkı o kadar yakından ikna etti ki, bu
vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu’nun
birçok vilayetlerinde, kazalarında hatta nahiyelerinde, camilerde, medreselerde,
meydanlarda insan kitlelerine hitap etti. O çok samimi konuşuyor, doğruyu
söylüyordu… Onu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle
vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allah’a emanet ederek cepheye koşuyordu.
Babamı ilk defa Burdur’da hükümet konağında üç yüz, dört yüz kişiyi aşkın bir
cemaate hitap ederken gördüm… İzmir havalisinden sızan kara haberleri,
vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, kirli çizmeler altında çiğnenen
tarihî ve ilahi mabetlerimizi öyle yanık bir dille ifade ediyor, bu fecayiin yürekler
acısı sonuçlarını öyle acı bir dille tarif ediyordu ki, ben de dinleyiciler arasında
sıkışmıştım. O muazzam kalabalık derin bir sessizliğe gömülmüştü. Lakin öyle bir
sessizlik, öyle bir hava idi ki, bu; kasırgalar koparacak ruhların, kellesini koltuğuna
almaya niyet eden başların son ve kesin kararından doğuyordu.”
Burdur’da bir hafta kadar kalan Mehmet Akif’in sonraki durağı AfyonSandıklı olmuştur. Emin Ersoy, Sandıklı’dan da Dinar’a geçtiklerini ve burada üç
gün kaldıklarını, sonrasında Antalya’ya giderek, babasının yakın arkadaşı Antalya
Mebusu Hacı Süleyman Efendi’nin misafiri olduklarını söyler.
Mehmet Akif, Ankara’ya döndükten sonra “İrşad Heyeti” ile birlikte 25
Mayıs 1920 günü Konya’ya gitmiştir. Konya’ya gönderilen Antalya Mebusu
Hamdullah Suphi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Konya Mebusu Refik Bey'lerle
birlikte Mehmet Akif Bey’in başkanlığında oluşan bu İrşad Heyeti’nin görevi, I.
ve II. Bozkır İsyanları’ndan sonra Konya’da Dürrizade fetvasının etkisiyle yeniden
baş gösteren isyan tehlikesi karşısında halkı aydınlatmaktır. Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Ankara Heyet-i Merkeziyesi karar defterinin 5 no.lu
kararında "Heyet-i İrşadiye riyasetini ifa etmekte olan şair Mehmet Akif Bey'e mesarif-ı zaruriyesini tesfıye etmek üzere- ikiyüz liranın itasına karar verildi." 2
Mayıs 1336 (1920), (altı imza) denmektedir Ankara Hükümeti isyanlara karşı iki yol
izlemekteydi. Birinci yöntemde isyancılara "nasihat" heyeti göndermekte; eğer böyle
bir heyetin gönderilmesi mümkün olmaz ya da isyancılar "nasihat" heyetini
dinlemez ve isyanlarını sürdürürlerse ikinci yönteme yani askerî kuvvet sevk etme
yoluna gitmekteydi. (Semiz, www. )
Emin Ersoy, Mehmet Akif Bey’in Konya’daki çalışmalarını “Babam
Konya’da Kuva-yı Milliye’yi takviye edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, bu
uğurda milletin gönlünde heyecan yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi.
Konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak
veriyorlardı.” sözleriyle anlatır.
Mehmet Akif, Konya’dan tekrar Ankara’ya döndükten sonra Eşref Edip’in
Kastamonu’ya geldiği ve burada yaptığı bazı konuşmaların Vali Cemal Bey’e yanlış
aksettirilmesinden ötürü sıkıntıya girdiği ve Sinop’a sürgün edildiği haberini aldı.
Akif, olayı haber alır almaz dönemin Dahiliye Vekili Adnan (Adıvar) Bey'e
giderek konu ile ilgili bilgi ister. Adnan Bey, sürgün olayının valinin bir
evhamından kaynaklandığını Eşref Edip'in serbest bırakılması için gerekli
telgrafın çekildiğini söylemiştir. Bunun üzerine Akif 4 Ekim 1920'de
B.M.M. ne başvurarak Kastamonu'ya gitmek için izin ister. Meclis
zabıtlarından ise Akif in "Propaganda" için Kastamonu'ya gönderildiği
yazılıdır 44. Başkan, 7 Ekim 1920'de Akif’i 1,5 ay izinli saydıklarını
bildirerek divanın bu kararını onaylamış, Meclis kabul etmiştir. Mehmet
Akif 19 Ekim 1920 tarihinde yaylı bir araba ile Kastamonu'ya geldi. Burada
Müdafaa-i Hukuk ve Gençler Mahfeli tarafından sevgi ile karşılanır (Semiz,
www).
O dönemde Kastamonu'da yayınlanan Açıksöz gazetesi 21 Teşrinievvel
(Ekim) 1336 (1920) tarihli nüshasında Akif’in Kastamonu'ya gelişini okuyucularına
şu şekilde duyurur. "Büyük İslâm Şairi Edibi a'zam Mehmet Akif Beyefendi iki gün
evvel şehrimize gelmiştir. Sebilürreşad’daki yazıları ve sair asarı bergüzidesiyle
İslâm âleminin yegâne şairi olarak tanınan Mehmet Akif Beyefendiye gazetemiz
namına beyanı hoş âmadi eyleriz." Açıksöz gazetesi 22 Teşrinisani 1336 tarihli
nüshasında da "Sebilürreşad ceride-i İslâmiyesi Kastamonu'muz şerefine ilk
nüshasını şehrimizde neşredecektir." haberini verir (Semiz, www…). Sebilürreşad
bir süre burada yayımlandı45.
Mehmet Akif, Kastamonu ve kazalarında dolaşarak halka vaazlar verdi.
Bunların en bilineni ise Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazdır.
44
Konu ile ilgili Matbuat ve İstihbarat Müdürlüğünün yazısı şöyledir. "B.M.M. Riyaset-i Celilesine,
Burdur Mebusu Mehmet Âkif Bey'in berâ-yı irşad Kastamonu havalisine izâm edilmesi mücih-i
fevaid görülmüş, mumaileyh müftehî-i azimet bulunmuş olduğundan kendisine me'züniyet i'tasiyle
keyfiyetin heyet-i idareye tebliği istirham olunur, efendim.
4 Teşrinievvel 1336, Matbuat ve İstihbarat Müdir-i Umûmîsi Galip
Bahtiyar"47
45
İlk çıkan 464 numaralı nüshada Eşref Edip'in şu sözleri dikkat çekiyor. "İngilizler İstanbul'u işgal ile
zulüm ve tazyiklerini arttırdılar. Maddi, manevî bütün hürriyeti islâmiyeyi selbettiler. Her şeyi
tahakküm ve iradeleri altına aldılar. Bunun üzerine müslümanlığı ve müslümanların hukukunu
müdafaa hususunda hiçbir tesir altında kalmayarak daima istiklâli efkârını muhafaza etmiş bulunan
Sebilürreşad'm İstanbul'da intişarına imkân kalmadı. Onun için inayeti hakla risalemiz bugünden
itibaren Anadolu'da neşretmeye başlıyoruz. Kastamonu'da bulunduğumuz müddetçe Sebilürreşad
burada intişar edecektir." Sebilürreşad, No.464, 25 Teşrinisani 336, nakleden Fergan, 1936:140-141.
bkz. Semiz, www…
Mehmet Âkif, Nasrullah Camii kürsüsündeki vaazında önce Kur'ân-ı
Kerîm'deki Âl-i İmran, Tevbe, Bakara ve Mâide sûrelerinden bazı âyetler okuyarak
ana hatlarıyla şu hususlar üzerinde durur:
— Düşmandan asla dost olmaz, düşman hiçbir zaman "mahrem-i esrar"
kabul edilemez. Türk milleti arasında öteden beri yaygın olan "İngiliz adaleti",
"Fransız hamiyeti", "Alman dehâsı", ' 'İtalyan terakkiyâtı "gibi sloganlar itibâr
edilmemesi gereken, gerçek dışı sözlerdir. Mehmet Akif'e göre: "Avrupalıların
ilimleri, irfanları, medeniyetleri, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir.
Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki
terakkîleriyle ölçmek kat'iyyen doğru değildir".
— Sık sık vicdan hürriyetinden bahseden batılılar aslında dünyanın en
mutaassıp cemaatidir. Bu yüzden, çocukları doğar doğmaz dinî ve millî telkinatla
büyütülen, bilhassa Müslümanlara karşı büyük bir düşmanlık hissiyle yetiştirilen bir
Hıristiyanın bir şarklıyı, hele bir Müslümanı sevmesine imkân ye ihtimal yoktur.
— Müslümanların en büyük düşmanı fitne, fesat, nifak ve şikaktır; bunlar
yüzünden Emevîler 'den başlayarak Abbasîler, Endülüslüler, Gazneliler ve
Selçuklular saltanatlarını, Osmanlılar da eski büyüklüklerini kaybetmişlerdir.
Avrupa medeniyetine ulaşabilmek için yapılacak tek şey, ilk önce, aramıza sokulan
fitne ve fesatları ortadan kaldırarak baş başa verip çalışmaktır.
— Düşmanın bizden istediği, herhangi bir vilâyet veya sancak değil,
doğrudan doğruya başımız, boynumuz, hayatımız, saltanatımız, devletimiz,
hilâfetimiz, dinimiz ve imânımızdır. Bu yüzden, artık aklımızı başımıza almanın
zamanı gelmiştir; çünkü artık "çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz
yoktur!'' (Uçman, 1986: 54).
Dinleyenleri ağlatan bu etkili ve duygulu vaazda Akif, Sevr’in öldürücü
maddelerini bir bir açıklayarak, ”Sevr paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından
yırtmaya başladılar. Bize düşen vazife Anadolu’muzun başka cihetlerindeki
düşmanları denize dökmek, o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır.” dedikten
sonra şunları söyledi: “Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle
yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının
derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygusuna
düştüğü zaman yıkılır...… Ey cemaati müslimin! Düşmanlarımızın bu gün bizden
istedikleri, ne filan vilayet, ne filan sancaktır; doğrudan doğruya başımızdır,
boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir…”(Sebilürreşad, S: 464, 25 Kasım 1920).
Mehmet Akif Bey’in vaazlarının içeriğinde genel olarak değinilen temalar
ana hatlarıyla din kardeşliğinin, birlik ve beraberliğin önemi; tefrikadan-ikilikten
kaçınılması, vatan ve millet kavramları, vatanın ve milletin selameti için
mücadelenin önemi, güzel ahlâk sahibi olmak, iman ve amel birlikteliğinin
gerekliliği, bilimin önemi, cehaletle mücadele, eğitim konuları, modernleşme,
çağdaşlaşma, temizliğe riayet konuları, ayet ve hadislerle, İslâm büyüklerinden, Hz.
Peygamber ve sahabelerinden, Hz. Ömer’den örneklerle insanların anlayacağı dille,
bazen de kendi mısralarıyla veya başka güzel şiirlerle yalın ve sade bir şekilde
işlenmektedir.
Çok küçük yaşlarından itibaren iyi bir İslâmi eğitim ve terbiye sistemi ile
yetişmiş olan Akif’in bu zor ve sıkıntılı günlerde halkı derleyip toparlamak,
insanlarımızın millî ve manevi duygularını canlı tutmak bakımından vermiş olduğu
vaaz ve hutbelerin büyük bir rol ve fonksiyonunun olduğu açıktır.
Bu vaazlar, bir yandan Sebilürreşad’da basılarak, Anadolu’nun bütün
vilayetleri ile, sancak ve kazalardaki mutasarrıflara, kaymakam ve müftülere
iletilirken, diğer taraftan Anadolu’nun bütün camilerinde ve yapılan toplantılarda
yüksek sesle okunup gazetelerde yayımlanarak etkisinin artırılması yoluna
gidilmiştir. Yine bu vaazlar risale ve kitap şeklinde basılarak bütün cephelere
dağıtıldı, köylere varıncaya kadar her yere gönderilmiştir46.
Diğer taraftan Mehmet Akif Bey’in Burdur Milletvekili olarak BMM
içindeki faaliyetlerinden tutanaklara yansıyan konuşmaları, açıklamaları oldukça
azdır. Gizli oturumlarda bir kez, diğer oturumlarda da pek önemsiz konularda birkaç
kez söz aldığı görülmektedir.
Onun BMM zabıtlarındaki en uzun konuşması, gizli oturumda, Londra
Konferansı dolayısıyla Sadrazam Tevfik Paşa ile yapılan görüşmelerin
değerlendirilmesi ve İstanbul Hükümeti’ne verilecek nihai cevap tartışılırken yaptığı
konuşmadır. Daha önceki gizli oturumlarda Londra’ya Ankara Hükümeti’ni
temsilen bir hey’et gönderilmesi tartışılmış ve karara bağlanmıştı. Daha sonra da
İstanbul Hükümeti’ne, Meclis Divan-ı Riyeseti adına Hamdullah Suphi Bey’in
kaleme aldığı bir beyanname gönderilmesi gündeme gelmişti. İşte bunlar
tartışılırken Mehmet Akif Bey de basılıp meclis üyelerine dağıtılan kendi
beyannamesini, söz alıp meclis kürsüsünden okumuştur. Özetle, İstanbul Hükümeti
ile uzlaşmak suretiyle “BMM’nin meşruiyetinin de tescilinin temin edileceği” gibi
cümleleri de içeren bu konuşmaya Mustafa Kemal Paşa açıkça karşı çıkmış ve
BMM’nin meşru olduğunu Padişahın esaret altında bulunduğunu ve İstanbul’dan
alacağı bir meşruiyet olamayacağını söylemiştir47 Bu konuşma metninde de
46
47
Mehmet Akif Bey’in Millî Mücadele dönemindeki vaazları ile ilgili bir kaynak olarak “Hasan
Boşnakoğlu, İstiklâl Marşı Şairimizin İstiklâl Harbindeki Vaazları, İstanbul, 1981.” kitabına
bakılabilir. Ayrıca bu konuda çok nitelikli makaleler de vardır, örneğin: Abdullah Uçman, Mehmet
Akif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri, Millî Kültür Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel
Sayısı, Aralık 1986.
“1- Sevr muahedenamesi hakkında İstanbul’da Tevfik Paşa’ya çekilen telgraf.
REİS-(İkinci Reis Vekili Hasan Fehmi Beyefendi)- Mevzuun müzakeresine başlıyoruz. Söz Heyet-i
Vekile
Reis Fevzi Paşa Hazretlerinin. Buyurun efendim.
FEVZİ PAŞA( Heyet-i Vekile Reisi) (Kozan)- Efendim, İstanbul ile muhaberenin neticesini arz
etmiştim. Bunun üzerine Heyet-i Aliyeniz cevap vermek için bir karar ittihaz buyurmuştu. Üç, dört
gündür bunun tehiri İstanbul münasebatında bazı teşevvüşata sebebiyet veriyor. Rica ederim cevap
verilsin de İstanbul’la hesabımız kesilsin.
MEHMET AKİF BEY (Burdur)- Efendiler, İstanbul’la aramızdaki suı tefehhümün kalkması bu ikiliğin
bertaraf edilmesi için Meclisi Aliniz karar verdi. İstanbul’a bir telgraf yazılacaktı ve bu da Meclis
tarafından yazılacaktı ve son cevap olacaktı.
HAMDULLAH SUPHİ BEY (Antalya)- Beyefendi yazmışlar, geldiler burada okudular.
MEHMET AKİF BEY (Burdur)- Sadi; Şarkın en hakim şairi der ki: “İnsan daima doğru söylemelidir.
Her söylediği doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her vakit söylememelidir.” Bendeniz o telgraf
müsveddesinde bugün söylenilmesi muvafık olmayacak birçok hakikatler gördüm. İcabeden yerlerde
gayet şedit bir lisanla ifade edilmiş. Eğer maksat itilafın temini ise bu lisan tahfif edilmelidir. Daha
itilafcuyane yazılmalıdır. Biz metalibimizi bir lisanı mutedil ile, bir üslubu leyin ile ifade edersek ve
onlar kabul etmezlerse o zaman mesuliyet ve vebal onların omuzlarına gider, kabul ederlerse iş bitmiş
olur. Bendeniz bir şey karaladım. Müsaade buyurursanız okuyayım: ( Ankara ile İstanbul arasında
cereyan eden muhaberattan İstanbul’un henüz gerek kendi vaziyetini, gerek Anadolu’nun vaziyetini
layıkıyle ihata edemediği kanaati hasıl oluyor. Milletin beratı idamından başka bir şey olmayan Sevr
muahedenamesini İstanbul’a kabul ettiren esbabın burada mevzubahis edilmesini münasip
görmüyoruz. Ancak milletin istiklâli o muahedenamenin birkaç maddesinin tadil ve tebdiliyle temin
olunamayıp, büsbütün ortadan kalkmasına mütevekkıf bulmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi
kabul edenlerin bugün konferansta lazım gelen vak-ü tesiri haiz olamayacakları pek tabidir.
Mütarekeden beri devam eden ve inayeti Hak’la hayat ve istiklâlimizin halasına kadar devamı
muhakkak olan mücahede-i milliye sayesinde bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait
vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvvayı Devlet için bir vecibei hayatiye iken, İstanbul’un hakayiki
ahvale göz yumarak ruhtan ziyade şekil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman, geçmiş
vakayii tahlil ile uğraşacak zaman değildir. Ecnebiler Devletimizin bütün varlığını payimal etmişler,
en tabii hukukunu çiğnemekten sıkılmamışlardır. Bu tecavüzlere diğer taraflardan evvel maruz kalan
ve el’an ecnebi tahakkümü altında baş bile kaldıramayan İstanbul’un bu ahvali göz önünde tutarak
ona göre bir vaziyet ittihaz etmesi zaruri iken, makus bir istikamet alması cidden mucibi teessüftür.
İstanbul nazarında henüz resmen asi telakki edilen Anadolu bugün istiklâli için, Makamı Hilafet ve
Saltanatın tahlisi için canla başla uğraşıyor, düşmanların muhacematına göğüs geriyor, bu yolda
kanını döküyor. Binaenaleyh bugün söz sahibi ancak kendisi olmak icabedeceğini itiraf ve kabul
etmek ve aradaki sui tefehhümü bertaraf ederek B.M.M.’ne tefvizi umur eylemek kendisinin ve bütün
memleketin selameti namına İstanbul için en mütekaddim ve en mütehattim bir vazifedir. Bugün
İnayeti Hakla millet vahdetini temin etmiş, meşru Meclis ve Hükumetini teşki ile ordularını tanzim
eylemiş, her türlü müdahalatı ecnebiyeden azade olarak tenfizi ahkâm ve kazada bulunmuş iken,
bütün bu şeraitten tamamiyle mahrum bulunan İstanbul’un hâlâ eşkal ve merasim ile uğraşması
menafi millet ve maslahatı ümmetle katiyen kabili telif değildir. Bugün İstanbul’un uhdei hamiyetine
düşen en mühim vazife derhâl B.M.M. nin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas göndermek
hakkının münhasıran bu Meclis’e ait olduğunu ilân etmektir. Bunun hilafında hareket milletin
hâlasına set çekmek, tefrika ve inkisama badi olmak, Makamı Hilafet ve Saltanatı ( papalık ) gibi
kuvva-yı maddiyeden mahrum ve gayrimeşru bir şekle sokarak ecnebilerin amaline bazice derekesine
indirmek demektir. Buna ise Şeraiti garrayı İslâmiyenin katiyen müsadesi yoktur. Kaldı ki
Müslümanlık nazarında pek büyük bir mevkii dinisi olan Makamı Muallayı Hilafeti vaz’ı meşruundan
çıkarmaya hiçbir ferdin, hatta o makamı işgal eden Zatı Şahanenin bile salahiyeti olamaz. İradei
Şahane maslahatı ümmet üzerine ibtina ederse muteber ve muta olur. Evet, zatı Şahanenin arzuyu zati
ve emri hususileri başkadır; Ümmetin emini olmak haysiyetiyle deruhte buyurdukları emaneti
Hilafetten mütehassıl şahsiyeti maneviyenin iradesi başkadır. Binaenaleyh bugün Zatı Şahane bütün
amali hususiyelerinden tecerrüt etmek ve o, deruhte buyurdukları emaneti kübradan mütehassıl
şahsiyeti maneviye namına maslahatı Ümmet muktezası veçhile iradatı aliyede bulunmak mecburiyeti
şeriyesindedirler. Maslahatı Ümmetin muktezası ise (icmaı ümmet) mahiyetinde olan ve bir kuvvei
maddiyeye istinad eden B. M. Meclisi, evet ancak bu Meclis izhar etmek mevkiinde bulunuyor.
Malumdur ki dini İslâmın kıyam ve bekası için zaruri olan teçhizi cüyuş, seddi sugur, tenfizi ahkâm ve
kaza şeraiti esasiyesini bilkülliye iptal ile Makamı manayı Hilafeti mühmel bir hâle koyan (Sevr)
muahedenamesini kabule cevazı şer’i yoktur. Şayet İstanbul’u böyle gayrimeşru bir vaziyete sokan
sebep cebrü ikrah ise bugün o sebebin zail olduğu iddia olunamaz. Binaenaleyh ecnebilerin cebrü
ikrahıyle bütün şeraiti esasiyei şeriyesinden tecrit edilen Makamı Hilafet ve Saltanat için o şeraiti
temin eden B. M. M.’ni derhâl Makamı Celili Hilafetin kuvvei müeyyidesi olarak tasdik ve bu
Meclisin icmai ümmet mahiyetinde olan mukarreratını kabul ile kendi vaz’ı meşruunu iktisap etmek
bir vazifei şeriye olduktan başka beynelmüslimin büyük bir mevkii ihtiramı bulunan Hanedanı Ali
Osmanın ilelebet bu mevkii mümtazı muhafaza edebilmesi için de elzemdir. Gerek Zatı Şahanenin,
gerek bütün Cihanı İslâmın malumu olmalıdır ki B. M. Meclisince bugün Makamı Hilafet ve
Saltanatın hâlasını ve milletimizin istiklâli tamını temin etmekten başka hiçbir gaye mutasavver
değildir ve bunun böyle olduğunu her milletvekili ferden feda yemin ile teyit etmiştir. Onun için bugün
İstanbul’un manasız vesveselerle nazarı ecanipte milletin vahdetini kesredecek gayrimeşru bir tavır
takınmasına B. M. Meclisi son derece müteessiftir. Artık bu gayrimeşru vaziyete bir an evvel hatime
vermek; bu zavallı, bu fedakâr milletin mukadderatını idare etmekte bulunan B. M. Meclisiyle tevhidi
mesai etmek, aynı gayenin husulüne elbirliğiyle çalışmak dinî, vatanî, millî vazaifin akdemidir.
Binaenaleyh gayemizin husulünden sonra aramızda hâlli pek kolay olan mesaili dahiliyeye ait bir
takım noktai nazar ihtilaflarının bugün katiyen mevzu bahsedilmemesini ve yalnız dinü milletin menafi
aliyesi düşünülerek derhâl B. M. Meclisinin meşruiyetini kabul ve intihap ettiği murahhasların tasdik
edilmesini, bu suretle aradaki ikiliğin kaldırılarak Kur’an’ın ve sünneti Resulün emri veçhile Devlet
ve milletimizin ecanibe karşı yekpare bir bünyanı marsus hâlinde tecelli ettirilmesini selameti dinü
devlet namına son defa olarak temenni ederiz. İşbu kararımız Tevfik Paşa’ya aynen tebliğ olunmak
üzere Heyeti Vekileye tevdi olundu.) Mehmet Akif’in bu konuşmasından sonra yedi meb’us söz alarak
bu beyannamenin, katıldıkları ve katılmadıkları yanlarını ve kendi görüşlerini dile getirdiler. En sonra
Mustafa Kemal paşa söz almış ve kısaca şunları söylemiştir:
“ MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİ (Ankara)- ... Malumu alileri Meclis Riyasetinden ve Heyeti
Vekile Riyasetinden çekilen telgraflara cevaben Tevfik Paşadan gelen en son telgraftan takip edilmiş
olan meşru hususatın, makul ve kati hususatın hiç biri kabul edilmedikten maada, bizi bir de tarih ve
vicdan muvacehesinde itham ediyor. (…) Efendiler Burdur Mebusu Akif Bey biraderimizin yazmış
olduğu şeyde bazı mühim tadilat yapılması lüzumunu görmekteyim ve bu hususatı arzedebilmek için o
takriri ele alayım. Baş tarafta Sevr muahedesinin bazı maddelerini kabul etmektense, Sevr
muahedesinin heyeti umumiyesini tadil etmek lazımdır, diyor. Bunu bugün B. M. Meclisinin
beyannamesinde zikretmek diplomatik bir hatadır. Biz Sevr muahedesini kabul etmediğimizi ilân ettik
ve bu azimde bulunduğumuzu birbirimize söylüyoruz. (…) Sonra mesela ikinci sayfasında (…bugün
lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvayı devlet için
bir vecibeyi hayatiye iken İstanbul’un hakayiki ahvale göz yumarak...) deniyor. Vaziyet böyle değildir
efendiler. Elhamdülillah bizim vaziyetimiz iyidir. Muztar vaziyette değiliz, koşma vaziyetinde de
değiliz. Henüz bize yapılan teklifin ciddiyetine emniyet yoktur. Biz koşmuyoruz, fakat bazı
hukukumuzu dünyaya ilân etmek için gidiyoruz. (…) Sonra burada deniliyor ki bu meclis meşrudur.
Sonra burada deniliyor ki, ( Bugün İstanbul’un uhtei hamiyetine düşen en mühim vazife derhâl Büyük
görüleceği üzere, Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif Bey’in önerisine karşı
çıkmakla, tenkit etmekle birlikte kendisinden bahsederken çok samimi ve özenli
davranmakta; “Burdur Mebusu Akif Bey biraderimizin…” diye hitap etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Mehmet Akif Bey’in teklifine, tartışmalar sonunda bu
şekilde ayrıntılı değerlendirme ve tahliller yaparak cevap vermesi, ona duyduğu
saygının ve onu önemsemesinin bir göstergesidir. Oturum sonunda Reis önce
müzakerelerin kâfi olup olmadığını sonra da İstanbul’a bir cevap yazılmamasını
oylamış ve oylama sonucunda cevap yazılmaması kararı çıkmıştır.
Mehmet Akif Bey’in BMM zabıtlarına yansıyan diğer konuşmalarından birisi
de Bütçe görüşmelerinde Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiye bütçesi ele
alınırken Sebilürreşad’a yardım yapılmasına ilişkin iddia ve değerlendirmeler
üzerindedir ki, bu konu doğrudan kendisini de ilgilendirdiği ve bir yerde onuruna
dokunduğu için konuşma ihtiyacı hissettiği anlaşılmaktadır. Burada çok sert sözler
sarf etmiştir48.
BMM’nin iç çalışmalarında neredeyse suskun, dilsiz hâle gelen Akif Bey’in
bu hâli ile ilgili yakın dostu Mithat Cemal Kuntay şunları söyler: “..Zaten onun
politikacı tarafı hiç yoktur….Nasıl ki Büyük Millet Meclisi’ndeki meb’usluğu 4
(doğrusu 3 sene kadar olacak) senelik bir sükuttur. Zabıtlarda iki üç kelimesi var;
bunlar bile çok defa edattır; bazen de bir nükte: Bütçe müzakeresinde, mazbata
muharriri, Arap harflerinin muzipliği olarak “me’murin” kelimesini “me’mureyn”
Millet Meclisinin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas gönderme hakkının münhasıran bu
Meclise ait olduğunu ilân etmektedir…) Efendiler bu Meclis meşrudur ve bunun meşruiyetini kimseye
tasdik ettirmek lazım değildir. İkincisi; bu meşru Meclis, meşru ve salahiyattar olan murahhaslarını
göndermiştir. Bu heyetin Avrupaca tanınması için Tevfik Paşaya ricaya ihtiyacımız yoktur.
Binaenaleyh böyle bir şeyi beyannamemizde söylemek, giden heyeti murahhasamızın kıymetini sıfıra
indirmek demektir. Sonra efendiler; makamı Hilafet ve Saltanatın tabiri sırasında Papalık
kullanılmıştır. Makamı Hilafet ve Saltanatın Papalık kelimesiyle heyetimiz tarafından ifade
olunmasına ve bu kelimenin kullanılmasına bendeniz şahsen taraftar olamam. Yine altıncı sayfada
bazı izahat vardır. (Sevr muahedesini kabul etmeye cevazı şer’i yoktur.) deniliyor. (Edilirse makamı
muallayı Hilafeti mühmel bir hâle getirir.) deniyor. Hâlbuki Sevr muahedesi kabul edilmiş ve makamı
hilafeti mühmel bırakmıştır. Malumu alinizdir ki efendiler, Şurayı Saltanatta Sevr muahedesini Zatı
Şahane bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir. Binaenaleyh vaki bir şeydir. Eğer bu vaki gibi
kabul edilirse, zaten Makamı Hilafet ihmal edilmiştir. Hâlbuki biz bunu itiraf etmek istemiyoruz. (…)
Sonra yedinci sayfasında yine Zatı Şahaneden B. M. Meclisinin tasdiki talebediliyor. Evvelki başka
bir manada idi, bu da başka bir manadadır. Hâlbuki efendiler biz Zatı Şahane, İstanbul’da düşman
süngüsü altında iradesini istimale gayri muktedir, yani esirdir, dedik. Binaenaleyh bizim Meclisimizi
bir esir tasdik edemez. Bu da doğru değildir. Olsa olsa o zat Meclisi kabul ettiğini ve tanıdığını –
dikkatle yazılmak lazım geleceğine dair bir fikir vermek için söylüyorum, tanımak başkadır, tasdik
etmek başkadır. Çünkü herkes tanıyabilir- ilân etmesini (…) Sonra efendiler, sekizinci sayfasında
(bugün şöyle böyle anlaşalım ve bunun husulünden sonra aramızda pek kolay olan idarei dahiliyeyi...)
Şimdi efendiler, iki şahıs konuşmuyor. Bir milletle bir şahıs konuşmuyor. Öyle pazarlık olmaz
zannederim. Azmü imanımızda bir tereddüt ve teşevvüş olduğunu bugünden ilân etmiş oluyoruz.
Binaenaleyh kimse ile pazarlığımız yoktur. Meşruiyet üzerinde bulunuyoruz. Akıl ve mantık üzerinde
bulunuyoruz. Bunlardan sarfı nazar etmek doğru bir şey olamaz. Sonra, son sahifesinde bazı ifadeler
var. Şöyle böyle olursa mevcut olan ikilik bertaraf edilmiş olur. Bu da tabii siyasi bir ifade değildir
efendiler. Biz ikilikten bahsetmedik ve etmeyiz efendiler. Biz vahdeti tamme hâlindeyiz. İkilik iddia
eden onlardır. Onu biz iddia etmekle sarahaten onların vaziyetini kabul etmiş oluyoruz. Bu tabiri
yazmakla onların vaziyetini tasdik etmiş oluruz. İkilik yoktur. Vahdet vardır ve bu vahdeti tanımayan
hâli delalette bulunanlar vardır. Binaenaleyh görülüyor ki, bu gibi icrai hususatta teferruata girişmek
doğru değildir. Bir defa zaman meselesi çok mühim bir tesir yapıyor. Bendeniz yeni bir teklif arzetmek
istiyorum. Meclisi Alinin tebellür eden kararı ne ise Tevfik Paşa’ya son yazdığı telgrafa cevaben iki
üç madde olarak sureti münasibede ve kısaca yazmakla Meclisi Ali vazifesini ifa ederse, zannederim
çok güzel olur. Yoksa şimdi bu yazılmış olanları bu heyete tevdi edersek doğru olmaz. Bu esas
kararlar tespit edilir ve Heyeti Vekileye tevdi edilirse, Heyeti Vekile sureti münasibede tebliğ eder
efendim.”(TBMM Gizli Görüşme Zabıtları,Türkiye İş Bankası Yayını, C.1, 8 Şubat 1921(1337)
Ankara, 1985, sf. 410-416.
48
Mehmet Akif’in zabıtlara geçen bu tek tartışmasıdır.
diye okuyacak, Akif oturduğu yerden haykıracak: “memureyn olsa şekerle besleriz.”
(1990: 117).
Meclis zabıtlarına geçmiş oylama ve yoklama listelerine göre, Mehmet Akif,
Birinci BMM’nin açık celselerdeki toplam 232 oylama ve yoklamasından 132’sinde
bulunmamıştır.
Katıldığı 100 oylamada ise; 81 kabul, 11 ret ve 8 çekimser oy kullanmıştır.
Gizli celselerde ise verilen 6 oylama listesinin 4’ünde yoktur. 2’sine katılmış
ve kabul oyu kullanmıştır.
Burdur Mebusu Mehmet Akif Bey, Ankara’da bulunduğu zamanlarda genel
olarak düzenli bir şekilde Meclis görüşmelerine katılmıştır.
Çoğu oylamada bulunmamasının ve BMM zabıtlarında fazla bir
konuşmasının, tartışmalara katkısının bulunmamasının nedeni, kendisini Ankara’ya
davet sebebi olarak gördüğümüz kamuoyundaki etkisi, “İslâm şairi” ve
“Sebilürreşad’ın başmuharriri” sıfatlarıyla millet nezdindeki itibarı ve hüsnü kabulü
dolayısıyla BMM tarafından kendisine verilen Meclis dışında irşad görevlerine
ağırlık vermesinden kaynaklanmaktadır.
Milletvekili olduğu Burdur seçim çevresinden gelen vatandaş başvuruları ve
talepleri karşısında dahi sıkılıp, bu istekleri yetkili makamlara iletmekten imtina
eden, hatta bunları “ayıp” olarak değerlendiren Mehmet Akif Bey’in o günlerini ve
siyaset anlayışını Hasan Basri Çantay şöyle anlatır: “ O, kendini daire müdürlerine
ne diye prezante edecekti? Ayıp değil miydi! Bu, kendi kendine zat-ü zaman vermek
değil mi idi? Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi. Bir gün Burdur’un kaza
olması hakkında ez kaza kuvvetli bir teklif gelip çattı! Akif’i görmeli idiniz! O, dairei intihabiyyesini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti? Bu vaziyet karşısında seyirci
kalabilir miydi? Üstad istifaya kıyam etti, güç hâl ile vazgeçirdik. Kendisini seven
bütün arkadaşları o hadisede adeta birer Burdur meb’usu kesildiler, kazadan da
kurtulduk.” (1966: 35).
Bilindiği üzere, I. Meclis’te siyasi partiler yoktu. Ülkenin dört bir yanından
gelen milletvekilleri ise amaçları bir olmakla birlikte çok değişik dünya görüşlerine
sahipti. Tek Mustafa Kemal Paşa, işlerin daha seri yürütülmesi amacıyla 10 Mayıs
1921’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (I. Grup) adıyla gayri resmî
bir kuruluş oluşturmuştu. Mehmet Akif başlangıçta bu grup içerisinde iken,
sonradan Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in altı arkadaşıyla Temmuz
1922’de örgütlü çalışmalarına başlayan II. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubuna (II. Grup) yakın durmuş; ancak bu grubun da bir üyesi olmamıştır. İkinci
Grup içinde yakın arkadaşlarının özellikle de İstanbul’dan Ankara’ya birlikte geçtiği
Ali Şükrü Bey’in bulunması ikinci gruba yakınlığı intibaı kuvvetlendirse de zaten
siyasetten hoşlanmadığı için doğrudan bu grup içine de girmemiştir. İki grup içinde
de yakın arkadaşları olan Akif Bey’in bazen 1. Grup, bazen II. Grup paralelinde oy
kullandığı görülmektedir. Akif Bey’in her türlü siyasi ayrımcılığı, çekişmeyi
eleştirdiği, maksadın dışına çıkılmamasını istediği ve BMM çatısı altında en önemli
gayenin vatanın kurtuluşu olduğu hususu üzerinde durduğu da bilinen bir gerçektir.
Çetin’in dediği gibi, Mehmet Akif’in kendi tercihlerini kendisi belirleyen
ilkeliliği, grup davranışlarına sığmayan, hatta tahammül edemeyen kişiliği, manevi
değerlerle örülü yaşama tarzı, hayatının birçok döneminde olduğu gibi bu dönemde
de bir kez daha ait olduğu yerde değil de herkesin görmek istediği yere
yerleştirilmesine; yanlış bir şekilde muhalif ve daha muhafazakâr milletvekillerinin
olduğu II. Grup içinde değerlendirilmesine yol açmıştır (2003: 108).
Milletvekilliği boyunca Meclis Millî Eğitim ve İrşad Komisyonlarında görev
almış; II. Toplantı Yılı’nda Millî Eğitim Komisyonu başkanlığını, III. Toplantı
Yılı’nda İrşad Komisyonu kâtipliğini yapmıştır. Millî Eğitim Komisyonu’ndaki
(Maarif Encümeni) görevinden sağlık nedenlerini ileri sürerek 9 Aralık 1922’de
istifa etmiştir (TBMM ZC, I.Devre; C.25:408). Fakat Millî Eğitim Komisyonu’ndan
istifa etmesine rağmen 8 Mart 1923 tarihinde yine İrşad Encümeni’ne (Komisyonu)
seçilmiştir.
TBMM Özlük dosyasında kendisi ile ilgili “kısa olumluk”ta şunlar
kaydedilmiştir:
“TBMM Birinci Döneminde Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un kısa
olumluğudur.
Adı Soyadı
Mehmet Akif
Ersoy
Eserleri
Babasının
ve anasının
adı
Fatih Müderrislerinden Buharalı
İpeklizade Mehmet
Tahir Efendi,
Annesi Buharalı bir
hanım
İstanbul
İlim rutbesi
Doğum
Yeri
Doğum
Tarihi
1873
Öğrenimi
Medrese, mülkiye
idadisi ve baytar
mektebi
Bildiği
yabancı
diller
Neden
uzmanlığı
olduğu
Arapça, Farsça,
Fransızca
Seçimden evvelki
mesleki ve işi gücü
Milletvekilliği
zamanında evli olup
olmadığı ve kaç
çocuğu bulunduğu
Osmanlı Meclis-i
Mebusanında
milletvekilliği varsa
seçim yerleri
Öldü ise ölüm tarihi
7 cilt safahat, Necid
Çöllerinden Medineye,
Elvabı Tabiat ve İstiklâl
Marşı ve mecmualarda
birçok şiirleri
……………………
Sebilürreşad Başmuharriri
Evli bir çocuk
(Damadı Ömer Rıza Doğrul)
………………….
29 Aralık 1936’da
İstanbul’da vefat etmiştir.
Edebiyat
Hayatının türlü değişikliklerine ait tamamlayıcı bilgiler
İlk tahsilini Fatih Müderrislerinden pederi Mehmet Tahir Efendi’den
okumuş, Mülkiye İdadisi’ni de bitirerek Baytar Mektebine devam etmiş ve Baytar
Mektebini de birincilikle bitirerek Orman ve Maadin Nezaretine memur olmuştur.
Edebiyata merakı olan bu zat Edebiyat-ı Cedide’ye intisap ederek Servet-i
Fünun, Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad)’ta ve sair mecmualarda yazı yazmağa
başlamış. (Darülhikmeülİslâmiye) Cemiyetine girerek başkâtipliğine tayin edilmiş
ve kendisini Arabistan ve Almanya’ya göndermişlerdir.
Büyük Harpten sonra Sebilürreşad Başmuharrirliğini yaparken Anadolu’ya
geçerek Birinci BMM’ne Burdur Milletvekili olarak katılmıştır.”
Mehmet Akif Bey, Millî Mücadele’nin başarısına; bu başarıya da Mustafa
Kemal Paşa ile gidileceğine kesinlikle inanmış bir insandır. Mücadele’ye ve o
hareketin önderi Mustafa Kemal’e inanmış ve güvenmiş idi. Bu konudaki hükmü,
onu en yakından tanımış kişilerin ifadelerinden açıkça görmekteyiz. Mithat Cemal
diyor ki: “O, ömründe bir tek defa bir saadete vukuundan evvel inandı: istiklâl
zaferine. Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın, Kim bilir belki yarın , belki
yarından da yakın. -Bu sefer nasıl inandın? dedim, -Başımızdaki adamı (Mustafa
Kemal) kim görse inanırdı! dedi.”(Kuntay, 1990: 204).
Yakın arkadaşı Baytar Şefik de o günleri şu cümlelerle anlatır: “Sakarya
muharebesinin en heyecanlı bir gecesi. Top sesleri Ankara’dan işitiliyor. Akif Beyin
Taceddin Dergâhı yanındaki evinin bahçesinde oturuyoruz. Meb’uslar, Ankaralı
komşular, hayli kalabalık. Ledel’icap Ankara’dan uzaklaşmak için herkes tetikte.
Fena bir haber gelirse hemen hareket edilecek. Üstad endişe gösterenleri teskin
ediyor: - Telaşa mahal görmüyorum. Evvel Allah, ona (Mustafa Kemal’e), onun
askerliğine güvenilir. Ordumuz inşallah galebe çalacak, buna imanım vardır.”
(Edip, 1938: 97).
10-24 Temmuz 1921 tarihleri arasındaki muharebelerde, Afyon ve Kütahya
gibi şehirlerin düşman eline geçmesi üzerine, BMM’nin 23-30 Temmuz 1921 tarihli
gizli oturumlarında Meclis’in Ankara’dan Kayseri’ye taşınması gündeme gelmiş;
Ancak Mehmet Akif, Hasan Basri gibi birçok milletvekili bu fikre kesin olarak karşı
çıkmışlardır. Ailesini Eşref Edip ile birlikte Kayseri’ye gönderen Akif, “Benim
öldüğüm yerde oğlum da ölsün” diyerek, oğlu Emin’i Ankara’da alıkoymuştur.
Eşref Edip’e “ Sen klişeyi al (Sebilürreşad’ın) Kayseri’ye git, dergiyi orda çıkar.
Arkamızdaki Müslümanlar yeise düşmesinler. Sakarya inşallah düşmana mezar
olacaktır.” (Yıldırım, 2007: 253) demiştir.
Büyük taarruzun beklendiği bir süreçte, 24 Temmuz 1922 tarihli BMM
oturumunda ordunun manevi kuvvetini artırmak, moral vermek amacıyla
milletvekillerinden oluşan heyetlerin cepheye gitmesi yolunda alınan karar
çerçevesinde Ali Fuat başkanlığında teşkil edilen ve Mehmet Akif Bey’in de içinde
bulunduğu heyetin Batı Cephesi’nde I. ve II. Orduları, kolordu ve tümenleri ziyareti
kararlaştırılmış; 1 Ağustos 1922 günü sabah erkenden otomobillerle bu ziyaretler
için yola çıkılmıştır (Semiz- Akandere, 2002:54). Ali Fuat Cebesoy Paşa o seyahati
anlatırken: “TBMM’nin 29 Temmuz 1922 tarihli oturumunda Erzurum Milletvekili
Şahin Efendi’nin kurban bayramını kutlamak üzere Batı Cephesi’ne bir kurul
gönderilmesi önerisi görüşülmüştü. Benim başkanlığım altında Karesi Milletvekili
Abdülgaffur Hoca, Budur Milletvekili şair Mehmet Akif, Kayseri Milletvekili Atıf
Beyler’den oluşan bir heyet seçilmişti. Gerçek bir vatansever ve dini bütün bir
Müslüman olan Mehmet Akif, sevdiğim, saydığım yakın bir arkadaşımdı…
Cephedeki görevimiz dört beş gün içinde sona ermişti. Kumandan, subay ve asker
arkadaşlarımız arasında geçen bu kısa zamanın sevincini asla unutamam. (…)
Allah’ım bize zafer günlerini göster diye dualar etmiştim. Ordularımızın morali çok
yüksekti. Hatırladıkça bu gün bile duyguyla titrerim. Tören düzeninde dizilmiş bir
tümenin kıtalarını denetliyorduk. Hepsi aslanlar gibiydi. Mehmet Akif kendinden
geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı’nın dizeleri dökülüyordu…
Beni solumdan izleyen Akif Bey’e döndüm. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Bu coşkulu
görüntü karşısında kendisini tutamıyordu. ‘Akif Bey, siz ağlıyorsunuz.’ dedim. ‘Ne
yapayım sevincimi bastıramıyorum.’ cevabını verdikten sonra ekledi, ‘ama sizin de
gözleriniz yaşlı paşam.’. Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok duygulanmıştım.
Gözlerimde biriken sevinç gözyaşlarıydı. … ” (Cebesoy, 193-185) sözleriyle Akif’e
olan saygı ve sevgisini ifade eder.
BMM Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak görev yapan Necmettin Sahir Sılan
tarafından I. Meclis Üyelerine yönelik 1921-1923 yılları arasında yapılan tek
soruluk bir anket vardır. Bu anketin sorusu şöyledir: “Kazanılacak olan millî istiklâl
mücahedemizin feyizkâr ve semeradar olması neye mütevakkıftır? ( Kazanılacak
olan millî mücadelenin bolluk getirici (aynı zamanda bilgi ışığı taşıyıcı) ve verimli
olması neye bağlıdır?” Bu soruya Mehmet Akif Bey, diğer vekillerin pek çoğunun
aksine çok kısa bir cevap vermiştir: “Nasıl dört İngiliz dünyayı oynatmakta
hayrettir/bunun elbette vardır bir sırrı derler. İngiliz der ki:/ “sefil evladı (sıradan/
alçak evlatları) şayet ırkımın cür’etli şeylerse/ Necib evladı (soylu/ asil çocukları)
onlardan ceridir (cesurdur) elli kat belki” (TBMM; 2004:85). Mehmet Akif Bey, bu
kısa cevabıyla da milletçe birlik ve beraberliğin her kademede tesis edilmesinin,
bütün yüreklerin aynı şekilde ve heyecanla atmasının güçlü bir devlet olabilmek
açısından ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek ister.
Kuşkusuz ki, Mehmet Akif Bey’in Millî Mücadele dönemindeki en büyük
hizmetlerinden birisi de İstiklâl Marşı’dır. Mehmet Akif Bey bakımından bu marşı
yazmak siyasi bir görev olmamakla beraber, İstiklâl Marşı’nın yazdırılma amacı
milletin birlik ve beraberlik ruhunu pekiştirecek, ortak heyecanı dile getirecek bir
esas olması bakımından bu konuyu da İstiklâl Marşı’nın BMM’deki kabulü ortamı
itibariyle kısaca ele almakta yarar bulunmaktadır.
O günleri hatırlayanlardan eski Dahiliye Vekillerinden (İçişleri Bakanı)
Şükrü Sökmensüer’in İsmet Bey’in yaveri olduğu zamanlara tesadüf eden şu
hatırası istiklâl marşı fikrinin nasıl doğduğunu anlamamız için önemlidir: “1920
sonlarına doğru Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) İsmet Bey
(İnönü) Maarif vekili rahmetli Rıza Nur Bey’i makamında ziyarete gitmişti. Ben de
başyaveri olarak yanında idim. Sayın İnönü millî heyecanı koruyacak ve millî azım
ve manevi alanda besleyecek zinde tutacak hâlde, Marseyyaz örneğinde (Fransız
millî marşı) bir marşın hazırlanması için teklif yapmıştı” (Çetin:2003:13) der. Bu
görüşmenin neticesinde Mehmet Akif’in Kastamonu’da bulunduğu günlerde
Ankara’da Maarif Vekaleti bir millî marş güfte ve beste yarışması açar. 7 Kasım
1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesindeki: “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatineMaarif Vekaletinden bildirilmiştir.”başlıklı bir ilânda, “Millî Marş’ın, Maarif
Vekaletince kurulan edebi bir heyet tarafından yarışmaya katılan eserler arasından
23 Aralık 1920’de seçileceği; yarışmayı kazanan eserin yazarına 500 lira, bestesi
için de 1000 lira nakdi mükafat verileceği” duyurulur. Millî Marş yarışmasına 724
şiir katılmış fakat hiçbiri Millî Marş olmaya layık görülmemiştir. Rıza Nur’dan
sonra Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Bey de dahil olmak üzere herkes, neden
Mehmet Akif Bey’in bu yarışmaya katılmadığını merak ettikleri için yakın arkadaşı
Hasan Basri Çantay’ı devreye sokarak, Akif’in bu yarışmaya katılması için ikna
etmesini isterler (Uğur, 1994:30). Mehmet Akif Bey yarışmaya, herhangi bir parasal
mükâfat veya ikramiyeyi kabul etmeyeceğini kesin bir dille ifade etmek suretiyle
katılabileceğini belirtince; Hamdullah Suphi Bey bir tezkere yazarak, şartları istediği
gibi hâlledebileceklerini belirtir. Mehmet Akif Bey istediği şartların oluşması
üzerine İstiklâl Marşı’nı yazar. İstiklâl Marşı, Meclis kürsüsünde ilk defa 1 Mart
1921 günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından okunur; Çantay o günleri
anlatırken: “Meb’usların alkışlarından meclisin tavanları sarsılıyordu……Üstad ise
mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.”
der (Çantay, 1966). Marşın resmen kabulü ise Meclis’in 12 Mart 1337(1921) tarihli
oturumunda gerçekleşmiştir. Mehmet Akif’in şiirinin İstiklâl Marşı olarak kabulüne
ilişkin birçok takrir verilmiştir. En sonunda “bütün meclisin ve halkın takdirlerini
celbeden Mehmet Akif Beyin şiirinin tercihen kabulünü teklif eden” Karesi mebusu
Hasan Basri Bey’in takriri reye konularak kabul edilmiş, diğer mebuslar tarafından
“milletin ruhuna tercüman olan ve meclisin kabulü ile resmî bir mahiyet iktisab eden
İstiklâl marşının ayakta dinlenmek üzere, Maarif Vekili tarafından bir def’a daha
meclis kürsüsünden okunması” teklif edilmiştir. Bütün üyeler ayağa kalkarak
Hamdullah Suphi Bey’in okuduğu İstiklâl Marşı’nı bir kere daha büyük bir vecd ve
heyecan içinde dinlemişler 12 Mart 1337 Cumartesi, saat: 17.45) fakat bütün bu
olaylar yaşanırken Mehmet Akif ise heyecan ve mahcubiyetinden Mecliste
duramamış salondan ayrılmıştır. Marş okunurken Mustafa Kemal Paşa ise, sıraların
önünde ayakta dinlemiş ve durmadan alkışlamıştır (Uğur, 1994: 38).
Mustafa Sagir adlı İngiliz casusunun faaliyetlerinin ortaya çıkmasında da
Mehmet Akif Bey’in rolü olduğu iddia edilir. Oğlu Emin Ersoy’un anlattıklarına
göre, Hindistan adına İslâm âlemi ile ilişkileri tanzim maksadıyla Ankara Hükümeti
nezdinde elçi olarak gönderilen bu zat adına Mehmet Akif Bey’in adresine gelen
postalardan birinin zarfının kazara yırtılması, yırtılan bu büyükçe zarfta bulunan
kâğıtların yazılı olmaması üzerine doğan kuşkulu ortam yapılan tahkikat neticesinde
Mustafa Kemal Paşa’ya suikast amaçlayan bir İngiliz planını ortaya koyar. Kısa bir
süre zarfında yargılanan ve idama mahkum edilen Mustafa Sagir, İngiliz
Hükümetinin bütün girişimlerine rağmen Ankara’da asılır (Yıldırım, 2007: 208209).
Mehmet Akif Bey’in çok üzüldüğü ve siyasetten iyice soğuduğu hadiseler
arasında Trabzon Mebusu ve Anadolu’ya geçerken yol arkadaşı olan Ali Şükrü
Bey’in 27 Mart 1923 günü Muhafız Tabur Komutanı Topal Osman tarafından
öldürülmesi de yer alır (Yıldırım, 2007: 291-292).
Mehmet Akif Bey’in içinde bulunduğu ilk Meclis, 1 Nisan 1923 tarihinde
seçim kararı alır. Meclisin son toplantısı 21 Mayıs’ta yapılır ve dağılır.
Mehmet Akif Bey, tekrar milletvekili seçilmeyi düşünmez ve istemez.
Yönetimin kendisinden bir şey beklemediğini de görünce ailesiyle birlikte Mayıs ayı
içinde İstanbul’a göçer. İstanbul’a giderken yanında Millî Mücadele’den iki hatıra
vardır: İstiklâl madalyası ve mebuslara verilen mavzer tüfeği… Kendisinden de aziz
milletimiz için yazdığı, kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklâl Marşı kalır…
Mebusluğunun bitiminden sonra en büyük arzusu gıyaben pek sevdiği
Mehmed Cavid Beyin memleketi olan Balıkesir’in Burhaniye ilçesinin Pelit köyüne
yerleşmek ve orada arkadaşları Mehmed Cavid Bey, Hasan Basri Bey ile denize
nazır, sakin ve asude evinde çok sevdiği milletine şiirler yazmaktı. Ne var ki,
kendisini çok sevindiren bu hülya, Mehmed Cavid Bey’in 2. Dönem BMM’ne
mebus seçilmesiyle sona erer (Çantay, 1966: 34). Dolayısıyla bu isteği de tahakkuk
etmez.
İstanbul’da Beylerbeyi’nde bir ev tutan Mehmet Akif Bey’in o günlerdeki
hâlet-i ruhiyesi yakın dostu Mithat Cemal’in şu cümlelerine yansır: “Bir kenarda
olmak, kimseye çarpmamak için az mevcut olmak istiyordu. Kımıldadıkça başkasının
yerini almak istiyormuş gibi çekingen bir hâli vardı. Dertlerini kendi emziriyor,
kendi büyütüp yetiştiriyor, bir kadın gibi gizli ağlamayı biliyordu.”(Çetin,
2003:108).
Ayvazoğlu’nun sözleriyle, “Akif, Ankara’ya gitmiş, Millî Mücadeleye
katılmış, milletvekili olmuştur, ama bu onun hayat tarzı ve ahlâkının tabii bir
sonucudur. Fakat, Meclis’te az konuşan hatta hiç konuşmayan milletvekillerinden
biridir. 1923 yılında Birinci Meclis feshedildikten sonra İstanbul’a dönüyor ve
herhangi bir muhalefetin içinde kesinlikle yer almıyor. Muhalif olsa bile
muhalefetini açıkça göstermektense susmayı ve gidip inzivaya çekilmeyi tercih
ediyor.” (2007: 84).
Bazı aydınlar ve yayın organlarında aleyhinde yayınlar yapılması ve ayrıca
siyasi çekişmelerin millî mücadele ruhunu gölgelercesine ileri boyutlara ulaşması
Akif’i çok üzüyordu. Buna ek olarak işsizdi ve parasızdı. 1923 yılı Ekim ayında
Abbas Hilmi Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti, 1924 baharında döndü. 1923–
1925 arası kışları Mısır’da geçiren baharda dönen Akif Bey, 1926’dan itibaren
gittiği Mısır’dan Türkiye’ye uzun zaman dönmedi. Mısır hayatı bilim ve inziva
içinde geçmiştir. 1936 yılında girerken bir yandan yakalandığı siroz hastalığı, diğer
yandan sıla hasreti Akif Bey’in İstanbul’a dönmesine yol açmıştır. İstanbul’da
Prenses Emine Abbas Halim’in Maçka’daki apartmanında birkaç gün dinlenen
Mehmet Akif Bey, daha sonra tevdi edilmek üzere Nişantaşı’ndaki Sağlık Yurdu’na
yerleştirilmiş; burada bir ay kadar kalmıştır. Fakat, tedavisinin imkânsızlığı
nedeniyle doktor tavsiyesiyle eve çıkarılmış; 27 Aralık 1936 gecesi hayata veda
etmiştir.
Hayatı boyunca İslâm Birliği mefkûresine bağlı kalan, Türk edebiyatına, fikir
hayatına büyük katkıları olan, Millî Mücadelenin kahramanlarından, büyük
vatansever Mehmet Akif’in cenazesini sessiz sakin kaldırılmasına Türk gençliği
müsaade etmez. Mısır’dan yurda son dönüşünde rıhtımda indiği beyaz vapur’dan
karşılayanlar arasında bulunan ve vefat anına kadar kendisiyle yakından ilgilenen
Türkçü- Turancı fikirleri ve aksiyoner hayatıyla bilinen merhum Dr. Fethi Tevetoğlu
(O günlerde askerî tıbbiye öğrencisidir.) hastabakıcıdan vefat haberini almasından
itibaren bütün arkadaşlarını durumdan haberdar eder. Tevetoğlu’nun haber verdiği
11 genç Akif Bey’i Mısır apartmanından Beyazıt Camii’ne otomobile koymaksızın
omuzlarında götürüp musallada yerleştirmişlerken birden bire on binlerce kalabalık
toplanır. Akif’in cenazesi Tıp Talebe Yurdu’ndan getirilen bayrağın da sarılmasıyla
içi kadar dışı da değerlenen cenaze on binlerin omuzlarında cenaze arabasına
konulmaksızın Edirnekapı şehitliğine kadar taşınır. Burada da cenazeyi diğer
fanilerden ayıracak bir şey daha olur, vurgunu olduğu bayrağa sarılarak cenaze
toprağa indirilir ve fatihalarla, kendi yazdığı İstiklâl Marşı ile ebediyete uğurlanır
(Tevetoğlu, 1986: 6-8).
Sonuç
Merhum Mehmet Akif Ersoy’un hayatının önemli bir bölümü, her ne kadar
“siyaset” sözcüğüne olumsuz bir anlam yükleyen bir insan olsa ve Abduh’dan
nakille, sıklıkla “Siyasetten Allah’a sığınan” bir insan olmayı telaffuz etse de,
siyaset içinde geçmiştir. Ancak siyaset hayatı, ilkelerle örülmüş çelik bir zırh gibi,
kimsenin delip geçemeyeceği, kendisini vicdanen rahatsız edecek gelişmelere ve
fiillere sürükleyemeyeceği ölçüler içinde olmuştur. İslâm Birliği fikrini savunan bir
münevver olmasına rağmen, bu fikrin önemli uygulayıcılarından birisi olan II.
Abdülhamit’e karşı olmuş; özgürlük için mücadele etmiştir. Özgürlüğün olmadığı
bir ortamda hiç bir şeyin olmayacağını, İslâmın bile yaşamayacağını düşünmüştür.
Özgürlük mücadelesinde ittihatçılarla işbirliğine girmiş, hatta Cemiyet’e üye olmuş,
cemiyet üyeliğine kabulde edilmesi gereken mutad yemini değiştirtmiştir. İttihat ve
Terakki’nin her türlü emirlerine ve kurallarına değil, sadece vicdanen, ahlâken
uygun bulacağı emir ve kurallarına uyacağını söyleyebilmiştir. İttihat ve Terakki’nin
fırkalaştığı dönemde fırkadan uzak durmuş; siyaset kurumuna da bu aşamada büyük
bir tepki ve eleştirel gözle bakmaya başlamıştır. Parti yöneticilerinin ve siyaset
yapanların yolsuzluk, suiistimal ve yetersizliklerini her zaman eleştirmiş, bu sebeple
de sıklıkla zor ve güç zamanlar yaşamıştır. Baş eğmez yapısı, Sebilürreşad
dergisinin bile gerek parasızlık gerek kâğıtsızlık ve gerekse sansür gibi sebeplerle
kapatılmasına yol açmıştır. Yüksek ahlâk sahibi bir insan olan Mehmet Akif Bey,
hiçbir şekilde maddi çıkarlarla ayartılabilecek bir adam olmamış; hatta, maddi
imkânlarının genişlemesini “hizmet için vesile” addeden ve bu gerekçelerle hırsızlık,
yolsuzluk ve suiistimallerini meşrulaştıranlardan nefret etmiştir. Güçlülerle kavga
ederken korkak olmamış, düşünce ve görüşlerini her platformda, her şartta ve
gerekli tonda ifade edebilmiştir.
İdeolojik olarak İslâmcı olduğu gibi ahlâkî olarak da “asr-ı saadet”
dönemindeki bir Müslüman gibi sade, temiz yaşamayı, o heyecan ve şevk ile
çalışmayı ilke edinmiştir. Kısa sayılabilecek ömrü hep mücadele ile geçmiş, vaktini
iyi kullanan bir insan olarak fikir, sanat, bilim ve siyaset alanında eserler bırakan bir
insan olmuştur. Türk siyasal düşünce hayatının en önemli ürünlerinden birisi olan
Sırat-ı Müstakim ve sonrasında Sebilürreşad nihayetinde Akif’in çalışmalarının,
entelektüel birikiminin bir tezahürüdür.
Milletin refahı ve geleceği, vatanın kurtuluşu için kendisinden yarar umulan
görevleri hiç tereddütsüz kabul etmiş; İttihat ve Terakki yöneticileri ile ideolojik ve
fikri sorunlarının fiili tecavüze dönüştüğü, Sebilürreşad’ın yayınına ket vurmaya
gittiği bir süreçte dahi millî vazife olarak kendisine önerilen Berlin ve Necid
görevlerini yerine getirmiştir.
İslâm Birliği idealinin ancak hür ve bağımsız bir İslâm ülkesi olan Osmanlı
ve sonrasında Türkiye ile tezahür edeceğine inanmış; bu sebeple çağının diğer pek
çok aydını gibi davranmamış, her türlü pesimist anlayışı reddetmiş, manda ve
himaye taraftarlarını aşağılamış; “Küçük Ağa” olmuş, kürsülerden, cami
minberlerinden dalga dalga kulaklara, oradan da vicdanlara uzanan vaaz ve
nasihatleriyle kurtuluşun ancak mücadele ile olacağını haykırmıştır.
Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa tarafından başlatılan harekete, ilk anından
itibaren inanmış, bu hareketin gelişmesi için büyük bir aşkla, şevkle, heyecanla
çalışmış; meşhur Balıkesir ziyaretini ve Zağanos Paşa Camii’deki vaazını
sonuçlarını kestirebildiği hâlde gerçekleştirmiştir.
Anadolu’ya geçerken, kendisinden beklenenleri de, kendisinin
yapabileceklerini de çok iyi bilen, değerlendirebilen bir anlayış ve teslimiyet içinde;
Millî Mücadelenin başarısına yürekten inanarak ve her safhasında bu inancını
muhafaza ederek hareket etmiştir.
Mebusluk döneminde parlamento içi faaliyetlerden ziyade günün şartlarından
ötürü, kendisinin mücadeleye yararının kamuoyu oluşturma ve ikna yollarıyla
olacağını kavramış; bu sebepledir ki, özellikle İrşad heyetlerinde çok başarılı
neticelere ulaşılmasına vesile olmuştur. Nitekim Ankara’da bulunduğu günlerde de
büyük bir ciddiyet ve titizlikle BMM oturumlarına iştirak etmiş, oylamalarda
bulunmuştur. BMM içinde çok fazla konuşmasının bulunmamasının esas nedeni de
zaten düşüncelerini, görüşlerini bir yandan vaazları ve sohbetleri ile diğer yandan
yazıları ile kamuoyu ile paylaşabilme imkânına sahip olmasında aramak lazımdır.
Siyaset anlayışında her türlü nifak ve bölücülüğe karşı olmak şiarı olmuş;
Anadolu’da BMM içinde bulunmalarının en birinci nedeninin ülkenin ve halkın
içinde bulunduğu şartlardan özgür, bağımsız günlere taşımak olduğu bilinci içinde
davranmış; bu sebepledir ki, siyasi çekişmelerin tarafı olmak yerine sürekli fayda
üreten bir tarzı benimsemiştir. BMM içinde hem I. Grup ile hem II. Grup ile iyi
ilişkilerinin olması, her ikisinde de çok sevdiği dostlarının bulunması ve
oylamalarda grup taassubu ile değil, o anda vicdani ve akli olarak uygun gördüğü
tarafa oy kullanması onun bu anlayışının sonucudur.
Akif için önemli olan insanın vatanını sevmesi ve çalışmasıdır. Nitekim,
bunu BMM üyelerine yapılan ankete verdiği cevapta çok veciz bir şekilde ortaya
koymuştur. Vatanını sevmeyen, onun için çalışmayan bir insanın Akif nazarında
hiçbir önemi yoktur.
Müspet bilimler öğrenimi gören bir İslâmcı olarak, Müslümanların çağın
gereklerini iyi bilmeleri gerektiğini, her türlü bid’at ve hurafeden sıyrılarak; bilimle,
fenle, çalışarak, ataleti yenerek başarılı olacaklarını ve özgürlüklerini
kazanacaklarını söylemiş, yazmıştır.
Çok iyi Arapça ve Farsça bildiği gibi, çok iyi bildiği Fransızca ile Batı
kaynaklarını takip edebilen; Batı’yı yakından takip edebilen bir insanın kuşkusuz ki,
körü körüne Batı karşıtı olması da mümkün değildi, onun “tek dişi kalmış canavar”
olarak nitelediği “medeniyet”; Doğu’yu sömürgeleştirmek isteyen, istilacı,
köleleştirici zihniyeti temsil eden insanlık dışı bir yapıdır. Nitekim, Berlin Hatıraları,
Akif’in Batının bütün yönlerini nasıl gördüğünü, anladığını ve anlattığını gösteren
bir vesikadır. O kesinlikle insanlar için en iyi olanı, insanî olanı istemektedir. Temiz,
güzel, içinde vicdan taşıyan, Müslümanların geleceği açısından iyi olan her şeye
kaynağı, menbaı neresi olursa olsun açıktır. Ama içinde insanlık olmayan her şeyi
mutlaka eleştirir, kuşku ile irdeler.
Kısacası, Mehmet Akif Ersoy, yüreği vatan için, milleti için çarpan, özgürlük
ve bağımsızlığı vazgeçilmez olarak gören, yüksek ahlâklı, çalışkan, bilgili bir fikir,
bilim, kültür, sanat adamı olarak yaşamış; bu üstün özelliklerini siyaset hayatına da
taşımıştır.
KAYNAKÇA
Abdülkadiroğlu, Abdulkerim ve N. Abdülkadiroğlu (1987); Mehmed Akif Ersoy’un
Makaleleri- ( Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmuaları’nda Çıkan),
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 796, 1. Baskı.
Akandere, Osman (2009); Oğlu Emin Ersoy’un Anlatımlarıyla Mehmet Akif
Ersoy’un Millî Mücadele’ye Katılması ve Bazı Hususiyetleri, I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını.
Albayrak, Sadık (1973); Son Devrin İslâm Akademisi, Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye,
İstanbul.
Arslanbenzer, Hakan (2007); Şairin Düşünür Olarak Portresi, Akif’ten Asım’a,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.
Aydın, Hasan (2009); Mehmet Akif Ersoy’un Şiirsel Söyleminde Doğu’nun Geri
Kalmışlığının Felsefi Çözümlemesi, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy
Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Ayvazoğlu, Beşir (2007); (Beşir Ayvazoğlu ile Söyleşi) Şairin Düşünür Olarak
Portresi, Akif’ten Asım’a, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.
Banarlı, Nihat Sami (1979); Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 2 cilt, İstanbul.
Boşnakoğlu, Hasan (1981); İstiklâl Marşı Şairimizin İstiklâl Harbindeki Vaazları,
İstanbul.
Canatar, Kadir (2008); “Mehmet Akif’in “Şark” ve “Garp” İmgesi”, Hece, Aylık
Edebiyat Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133.
Çantay; Hasan Basri (1966); Akifname, İstanbul: Ahmed Sait Matbaası.
Çetin, Mehmet (2003); İstiklâl Marşı ve Mehmet Akif Ersoy; Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayını.
Çevik, Zeki (2002); Millî Mücadele’de “Müdafaa-i Hukuk’tan Halk Fırkası’na”
Geçiş (1918-1923), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.
Çevik. Zeki (2009); I. Meclis’te Bir Meb’us: Mehmet Akif (Ersoy) Bey; I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur: Mehmet Akif
Ersoy Üniversitesi Yayını.
Çiftçigüzeli, Mehmet Cemal (2009); Mehmet Akif: Sırat-ı Müstakim ve
Sebilrürreşat, I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Duman, Hasan (1986); Mehmet Akif ve Bir Mecmuanın Anatomisi, Millî Kültür
Dergisi, Aralık S.
Düzdağ, Ertuğrul (1991); Safahat – Eski ve Yeni Harflerle Tenkidli Neşir, İstanbul:
İz Yayınları.
Enginün, İnci (1987); “Çanakkale Zaferi’nin Edebiyata Aksi”, Türklük Araştırmaları
Dergisi, S.2.
Erişirgil, Emin (1986); İslâmcı Bir Şairin Romanı, İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Ersoy, Mehmet Akif (1919); “Manda Meselesi”, Sebilürreşad, 21 Ağustos 1335
(1919), No 437-438.
Fergan, Eşref Edip (1938); Mehmet Akif, İstanbul.
İdben, Emir İçhem (2009); İnsancıl Dünya Görüşü Açısından Mehmet Akif Ersoy, I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını.
İğdemir, Uluğ (1969); Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayını.
İlgürel, Mücteba (1999); Millî Mücadelede Balıkesir Kongreleri, Ankara: Atatürk
Kültür Merkezi Yayını.
“İslâm Şâiri Akif Bey” (1920); Hakimiyet-i Millîye, 28 Nisan 1336 (1920), No 25.
Kabaklı, Ahmet (1975); Mehmet Akif, 100 Büyük Edip 100 Büyük Şair Dizisi,
İstanbul: Toker Yayınları.
Kara, İsmail (2007); (İsmail Kara ile Söyleşi) Akif’ten Asım’a; Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayını.
Karaer, Nihat (2009); Mehmet Akif ve II. Meşrutiyet, I. Uluslararası Mehmet Akif
Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Karakoç, Sezai (1968); Mehmet Akif, İstanbul: Yağmur Yayınları.
Kısıklı, Emine (2009); Millî Mücadele’de Kamuoyu Oluşumunda Mehmet Akif; I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Yayını.
Kuntay, Mithat Cemal (1990); Mehmet Akif, Hayatı Seciyesi Sanatı,
Türkiye İş Bankası Yayını.
Ankara:
Kutlu, Sacit (2004); Didar-ı Hürriyet (Kartpstallarla II. Meşrutiyet) 1908-1913,
İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayını.
Mehmet Akif’in Yazılarından Seçmeler (2006), Bilim ve Aklın Aydınlığında
Eğitim, Mehmet Akif Özel Sayısı, Sayı:73.
Mehmet Akif ve Safahat (1986); İstanbul: Tercüman Aile ve Kültür Kitaplığı,
İstanbul.
Müstecaplıoğlu, Esat Adil (1937); Mehmet Akif (Ferdî ve İçtimai KarakteriVatanperverliği- Milliyetçiliği- Şairliği), İstanbul: Ülkü Basımevi.
Okay Orhan (2008); “Mehmet Akif’in Karakteri ve sanatı” Hece, Aylık Edebiyat
Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133.
Ortaylı, İlber (2004); Mehmet Akif Sempozyumu, TBMM, Ankara. (Konuşma
metni)
Parlatır, İsmail (2009); İkinci Meşrutiyet Dönemi Fikir Hareketleri İçinde Mehmet
Akif; I. Uluslar arası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet
Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Semiz, Yaşar; Millî Mücadele ve Mehmet Akif,
www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdengi/s7/17/pdf (erişim tarihi: 15.03.2010)
Semiz, Yaşar - Osman Akandere (2002) ; Millî Mücadele’de Mehmet Akif (Ersoy)
Bey’in Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.XVIII, Sayı:54.
Şapolyo, Enver Behnan (1944); Mustafa Kemal ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara.
Şeker, Kadir (2009); Mehmet Akif’te Doğu Batı Düşüncesi, I. Uluslararası Mehmet
Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Tansel, Fevziye Abdullah (1991); Mehmet Akif Ersoy – Hayatı ve Eserleri, İstanbul:
Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayınları.
TBMM GCZ (Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları), Türkiye İş
Bankası Kültür Yay.,c. I, Ankara 1985.
TBMM ZC (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi),TBMM Basımevi, c. 2,
Ankara 1981, 3. Basılış.
TBMM ZC, TBMM Matbaası, c. 8, Ankara 1945, 2. basılış.
TBMM ZC, TBMM Matbaası, c. 9, Ankara 1954, 2. basılış.
TBMM ZC, I.Devre; c.25.
TBMM (2004); İlk Meclis (I.Dönem Milletvekilleri Gelecekten Bekledikleri)
Anketi, Ankara: TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayını.
Tevetoğlu, Fethi (1986); Bayrağa Sardığım Yüce Şair, Millî Kültür Dergisi Mehmet
Akif Özel Sayısı, Aralık, 1986.
Tevetoğlu, Fethi (1987); “Gazi Mustafa Kemal- Şair Mehmet Akif”, Türk Yurdu
Dergisi, Akif Özel Sayısı, Aralık 1987.
Timurtaş, Faruk K.(1987); Mehmet Akif ve Cemiyetimiz, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları:758.
Topçu, Nurettin (1970); Mehmet Akif, İstanbul: Hareket Yayınları.
Uçman, Abdullah (1986); Mehmet Akif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri,
Millî Kültür Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel Sayısı, Aralık S.
Uğur, Mücteba (1994); Hasan Basri Çantay; Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayını.
Uyguner, Muzaffer (1991), Mehmet Akif Ersoy, Ankara: Bilgi Yayınları.
Yiğit, Yücel (2009); İki hatip Bir Kent: Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif
Balıkesir’de; I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Burdur
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yayını.
Yiğit, Yücel (2008);“Mehmet Akif’in Balıkesir Hitabesi”, Hece, Aylık Edebiyat
Dergisi, (Mehmet Akif özel sayısı), yıl:12, sayı:133.
Yıldırım, Tahsin (1985); Millî Mücadele’de Mehmet Akif, İstanbul: Selis Yayınları.
Yazı Teslim Kuralları
1. Dergiye gönderilen makaleler başka bir yerde yayınlanmamış veya
değerlendirmeye alınmamış olmalıdır.
2. Makalelerde yazı tipi “Times New Roman 12 punto” ve satır aralığı “1.5
satır” olmalıdır. Sayfa yapısı soldan 4, diğer taraflardan 3 cm boşluk bırakılmalıdır.
Renkli grafik, şekil ve tablo kullanılmamalıdır.
3. Makalelerin 150-200 sözcük civarında İngilizce ve Türkçe özetleri de
yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özetlere Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler
eklenmelidir.
4. Çalışmalarda şu sıranın takip edilmesi uygun olacaktır: Başlık, Özet,
Anahtar Sözcükler, Yabancı Dildeki Başlık, Abstract, Key Words, Giriş, Yöntem,
Ana Metin, Bulgular, Tartışma, Sonuç ve Kaynakça.
5. Gönderilen basılı kopyalarda kapak sayfası olmalı, kapak sayfasında
yazar ismi ya da isimleri, adresler, e-mail ve telefonları bulunmalıdır. Bu bilgiler
makaleye ait kapakta bulunmamalıdır. Yazılı kopyalar hakeme isimsiz gönderileceği
için makalenin iç sayfalarında değil, makaleye iliştirilecek kapak sayfasında yer
almalıdır.
6. Makalelerin kaynakça ile birlikte 20 sayfayı geçmemesi tavsiye edilir.
7. Basılı kopyalar A4 boyutunda dijital kopyalar “Word” formatında
olmalıdır.
8. Dergiye gönderilen makaleler 2 basılı ve 1 dijital kopya olmalı ve
“İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Bişkek
Caddesi 81.Sokak No:9 06510 Emek/Ankara” adresine posta yoluyla
gönderilmelidir.
9. Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı düzeltmeler
yapmaları
istenebilir.
Makalenin
düzeltilmeden
yayınlanmasına
veya
yayınlanmamasına karar verilebilir. Makaleyi Hakemlerden birisi yayınlanmasına
ikincisi yayınlanmamasına karar verdiği takdirde makale üçüncü bir hakeme
gönderilir. Makaleye ilişkin raporlar ve makale metni makale yazarına iade edilmez.
10. Yazının yayımlanması konusunda son karar yayın kuruluna aittir.
11. Yasal ve etik her türlü sorumluluk makale yazarlarına aittir.
Kaynakların Düzenlenmesi
1- Kaynakçada, sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve
yazar soyadına göre alfabetik sıralama izlenmelidir.
2- Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine
göre eskiden yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda yapılan çalışmalar
için “a”, “b”, “c,” ibareleri kullanılmalıdır ve bunlar metin içinde yapılan
göndermelerde de aynı olmalıdır.
Kaynakça ve Alıntı Kuralları
Metin içi kaynak örnekleri:
(Duran, 2003), (Tas, 2005: 16), (Hemdi, 2004; Kimy, 2001)
Günay’a göre (2005), (Vert ve Hale, 2005: 71), (Lazersfeld vd., 1944: 23).
Kaynakça örnekleri:
Tek Yazarlı Dergide Makale
Varis, T (1984) International Flow of TV Programmes, Journal of
Communication, 34(1), s.143-152.
İki Yazarlı Dergide Makale
McCombs, M E ve Shaw D L (1972) The Agenda-Setting Function of Mass Media,
The Public Opinion Quarterly, 36, (2), s.176-187.
Tek Yazarlı Kitap
McQuail, D (1987) Mass Communication Theory: An Introduction, Beverly Hills,
CA: Sage Pulication Inc.
İki Yazarlı Kitap
Perelman, C ve Olbrechts-Tyteca, L (1971) The New Rhetoric, Notre Dame:
University of Notre Dame Pres.
İkiden Çok Yazarlı Kitap
Lazarsfeld, P F, Berolson, B ve Gaudet, H (1944) The People Choice, London:
Colombia University Press.
Editörlü Kitapta Bölüm
Schramm, W (1992) Haberleşme Nasıl İşler, Ünsal Oskay (Der.), Kitle Haberleşme
Teorilerine Giriş, İstanbul: Derya Yayınları, s.95-134.
Çeviri Kitap
Mattelart, A ve Mattelart M (1995) İletişim Kuramları Tarihi, M Zıllıoğlu (Çev.),
İstanbul: İletişim.
İnternet
Elçi, O (1991) Futbol, Business Journal, s.11-12. (Erişim: EBSCO Masterfile
database, 2 Mayıs 1999)
Mel, H (2005) Vücudun dili olmaz, http://www.dnr.org/hra.htm. (Erişim: 12 Mayıs
2005)
Türkiye İstatistik Kurumu (2001) Zenginlik indeksleri. http://www.trkist..tr/hra.htm.
(Erişim: 1 Mart 2002)