2013-10 Kizilbas 31

Transkript

2013-10 Kizilbas 31
kızılbaş
Ek im 2013 - S a yı 31
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
bacaklarını kestiler!
ip atıp boğdular
sonra da boğazını kestiler
işkencedir! - cinayettir!
- mankurtlaşan veya celladına aşık aleviler dr. hüseyin demirtaş
- Gülo’dan bu güne Ermenilere ne oldu? Aram Ararat
- ԱՐՄԻՆ Թ. ՎԵԳՆԵՐԻ ԽԶՄԱԼՅԱՆԱԿԱՆ ՄԵԿՆԱԲԱՆՈՒՄԸ
ՑՆՑՈՒՄ Է ԳԵՐՄԱՆԻԱՅԻ ԲԱԶՄԱԶԳ ՀԱՆԴԻՍԱՏԵՍԻՆ
- Reform Paketi Prof. Dr. Taner Akçam
- ‘’Ben Kürd Milliyetçisi Değilim!’’ Dr. İsmail Beşikçi
- KÜRT TARİH YAZIMINDA İNKARCI Hovsep Hayreni
- Kan Akıtma Yoluyla İbadetin Din’deki Yeri: Kurban İlhan Arsel
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
kayseti temsilciliği
a. rıza ülger
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 ekim 2013 sayı: 31
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.
dünya ve avrupa için:
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29
bankleitzahl 350 500 00
IBAN: DE05 3505 0000 0300 2323 29
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger
Sayfa 06 - mankurtlaşan veya celladına aşık aleviler ...dr. hüseyin demirtaş
Sayfa 08 - YOL`dan DüŞen Mezar Kazıcıları.. ............. Adnan Cangüde
Sayfa 09 - Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla .... E. YILDIRIM
Sayfa 10 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar -9 DEMOKRASi:
........................................................................ A. Haydar Kanlı
Sayfa 11 - Gülo’dan bu güne Ermenilere ne oldu? .................... Aram Ararat
Sayfa 13 - ezilen halklar ve melek-i tavus’un başına gelenler
................................................................... Müslim Korkmaz
Sayfa 14 - Pomakların var olduğunu önce Pomaklara anlatmalıyız…
............................................................................. A. Murat Yılmam
Sayfa 15 - Süryanilerin ilk okulu açılıyor
Sayfa 15 - BASINA VE KAMUOYUNA
Sayfa 16 - ԱՐՄԻՆ Թ. ՎԵԳՆԵՐԻ ԽԶՄԱԼՅԱՆԱԿԱՆ
ՄԵԿՆԱԲԱՆՈՒՄԸ ՑՆՑՈՒՄ Է ԳԵՐՄԱՆԻԱՅԻ ԲԱԶՄԱԶԳ
ՀԱՆԴԻՍԱՏԵՍԻՆ
Sayfa 18 - Reform Paketi .................................... Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 19 - GERİ DÖNÜP BAKTIĞIMDA ............................. Mahmut Alınak
Sayfa 20 - “Nice paketler gördüm boştular!” ................. Fikret Başkaya
Sayfa 22 - Binboğada Kızılbaş olmak ............................................... Ali Ülger
Sayfa 23 - ‘’Ben Kürd Milliyetçisi Değilim!’’ ............. Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 24 - CAMİİ - CEMEVİ PROJESİ, DEVLETİN KENDİ ALEVİSİNİ YARATMA OYUNUDUR- ................... Mustafa Karabudak
Sayfa 28 - KİMDİR BU HEMŞİNLİLER .............................. Evrim Kepenek
Sayfa 30 - KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN ... Sultan Kılıç
Sayfa 32 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 2. Bölüm ................... Hovsep Hayreni
Sayfa 39 - KARADENİZ, KARADENİZ OLALI BÖYLE BİR
KARANLIK YAŞAMAMIŞTIR ............... Tamer ÇİLİNGİR
Sayfa 40 - Japon gazetecilerden ilanlı uyarı
Sayfa 41 - “Hoşana’nın Son Sözü”
Sayfa 42 - KURTİYEK Jİ DÎROKA ÊZDÎTİYÊ Û HİNEK GEHDARİYÊN
Lİ SER CÎH-WARÊN ÊZDİYÊN KU Lİ BAKURÊ
KURDİSTANÊ DİMAN ............................................. Kemal Tolan
Sayfa 50 - Habusi/İkizdemir köyü (Elazığ Merkez’e bağlı köy)
Sayfa 51 - Rum soykırımı .............................................................. Serdar Kaya
Sayfa 52 - Kan Akıtma Yoluyla İbadetin Din’deki Yeri: Kurban.
............................................................................... İlhan Arsel
Sayfa 61 - BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜĞE Mİ, YOK EDİCİLİĞE Mİ?
......................................................................................... Ahmet Önal
Sayfa 63 - SARESUR ................................................................ Sait Çiya
Sayfa 64 - Seçme şiirler
kızılbaş dergisi ankara temsilciliği
selanik cad. no: 23 / 20 kat 5
kızılay / ankara
tel: 0 506 818 66 55
[email protected]
İlahi Heq!
Sen mi yarattın beni?
Sordun mu bana yaratmadan önce,
Gelip gördük imar ettiğin alemi,
Kanrevan içinde…
Hiç te sevmedim,
Hiç fark ettin mi sen?
Mülkünde ki mahlukatını,
Bir uçtan bir uca…
Kuşların, atların, itlerin
Anadilinden konuşup anlaşıyorlar,
En çok ta bu hoşuma gitti…
Be hey ulu üretici!
Peki şu insan mahlukatına,
Niye bölücülük yaptın?
Her adımda başka dil başka din,
İnsan mahlukatların anlaşamıyorlar…
Peki sen ulu üretici,
Sen hepsini anlıyor musun?
Başına bela etmişsin,
Ayıkla ayıklaya bilirsen,
Midyat’ta ki pirincin taşını…
Ha bir de kara kaplı defterin varmış,
Kim yazar kim okur onu?
Anlaşılan başın belalı senin…
Mülkünün bir ucundan diğer ucuna,
Güllerin hep aynı kokar da,
Şol insan mahlukatın niye bin bir
türdendir?
Yoksa onların ustası sen değil misin?
Bana sormadan beni üretmişsin,
Bana sormadan beni çalacakmışsın,
Bu dünyanda seninle barışık olmadım,
Öbür tarafını da istemem…
Gün gelip devran dönende,
Ben de çeker giderim,
Kızılbaşlı turnalar ile,
Senin mülkünde…
-kızılbaş eli-
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
ile
görmek
Ali Ülger
Siyaset kazanı kaynatılıyor, hükümet paket hazırladı. Beklentisi ve güveni olanlar da sabırsız ve bol ümitleriyle hükümet
paketini beklediler. Devletin
aracı olan hükümet, devletin
ihtiyacına uygum bir paket
açıkladı. Aklı salim olanlar
devlet paketinin boş olduğunu
biliyorlardı. Ne yazık ki devlete
güvenen ve beklentisi olanlar
hayali sükuta uğradılar. Başta
beyaz Kürtler, Beyaz Aleviler
ve diğer toplumsal kesimler
bekledikleri piyango çıkmadı!..
Bu paketten çıkmayan beklentilerini, devletin gelecek paketlerine havale ettiler CC. Allah
muratlarını vere derim. “Sorun
ve problemleri üreten yönetenler ile hiç bir problem demokratik olarak çözülemez” Devletin üretmiş olduğu toplumsal
sorunların devlet eliyle çözüleceğine umut bağlayan beyazların, devletin hükümdarlığının
dışına çıkmaları özgürleşmesi
asla mümkün olamaz. Ermeni
soykırımı demokratik siyaset
ile çözülmeden, Kürt milli meselesi çözülemez. Kızılbaş-Alevi meselesi çözülemez. Azınlığa düşürülmüş toplumsal
Alevilerin kendi adlarına kendilerini temsil etme istemlerine
kendi öz siyasal açık örgütlenmelerine karşı olmalarıdır. Peki
bu ortaklığın, bu benzerliğin
aslı nedir? Bunun iyi anlaşılıp
açık eleştirilmesi gerekiyor.
Tüm bu devlet ve beyaz örgütlenmelerin Kızılbaş-Alevileri
kapı kulu maraba olarak kullandılar. Kızılbaş-Alevilerin
kendi öz siyasal örgütlenmeleri
elbette işlerine gelmez. Özgün
sorunlarımızın ve ortak toplumsal sorunlarımızın çözümkesimlerin demokratik talepleri lerine yönelik kendimizi yetkin
çözülemez. Din vicdan hürriye- kılıp kendi adımıza ve kenditi sağlanamaz!..
miz için siyaset yürütmeden
hiç bir sorunumuzun çözüleToplumu oluşturan en küçük
meyeceğine 600 yıllık Osmanlı
kesimden en büyük kesime ka- tarihi, 90 yıllık TC. tarihi buna
dar herkes kendi yakın tarihiyle açık kanıt degil mi ?
açık yüzleşmeyi yapmadan; Ortak toplumsal meselelerimizin
***
çözümünde olduğu gibi özgün
sorunlarımızın çözümünde de
Devletin Cami-Cemevi-Aşevi
sağlıklı demokratik adımların
projesini Gülen Cemaati ile
atılması geliştirilmesi kanımCumhuriyetçi Eğitim Merkezi
ca mümkün değildir. Her bir
İzzettin Hoca Efendi aracılığıykesim kendi sorunlarına sahip
la yeniden gündeme sürdüğü
çıkarak temsil etmek istedikleri Türkleştirme ile devlet ümmeti
kesimden yetki alarak siyaset
Müslüman yapma siyasetidir.
alanına çıkmalıdır. Bizim de
Bu devlet siyasetine açık destek
içinde bulunduğumuz Kızılbaş- sunanlar oldu. Karşı çıkanAlevi kesiminin açık temsilcisi lar da oldu. Destek sunanları
ne yazık ki yoktur. Kızılbaşanlarız. Karşı çıkanlardan bir
Alevilerin siyasal yoğunluğu
kısmının yaptığı siyaseti anlaittihatçı-ırkçı faşizan CHP
mak insani normlar dahilinde
ağırlıklı bir tercihi vardır.
mümkün mü?
Diğer yandan da beyaz Kürt
hareketine Kürt milli duygularının altında küçük bir tercih
vardır. Devletin irili ufaklı
sağlı sollu yasal ve yasa dışı
teşkilatlarında da KızılbaşAlevi evlatları vardır... Tüm bu
teşkilatların ortak bir siyasette
ayniyetlikleri vardır. Kızılbaş-
Burada bir öyküyü kısaca aktarmak isterim. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Cemevi!..
yıllar önce yasal kuruluşunu
gerçekleştirir. Kendine küçük
bir lokal tutar. Lokalin karşısında sahipsiz bir arsanın boş
olduğunu öğrenirler. Bağlı oldukları belediyeye başvururlar
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
boş arsayı kendilerine verilmesini isterler. Birçok görüşme ile
boş arsayı belediye söz verir ve
arsayı kendilerine verirler. 850
bin TL. karşılığında.. Gel olur
git olur bu arsaya inşaat başlatmak için seçimler öncesi CHP
ile görüşmeler yapılır. CHP’den
inşaatın yapılması için para
istenir. Sözler alınır sözler verilir. Dönemin seçimleri yaklaşır.
CHP gelir ve temel atar. Direkleri diker giderler. Seçimlerde
CHP desteklenir. Seçimler
biter. CHP’den ne gelen olur ne
de soran olur. Dernek yöneticileri CHP’ye gidip gelmekte yolları eskitirler. Hiç bir faaliyet
yapmaz CHP! Dernek yöneticileri önce Alevi mütahit ararlar
inşaatı yaptırmak için. Hiçbir
Alevi mütahit işi almaz. Dernek yöneticileri başka mütahitlere de gider gelirler hep elleri
boş dönerler. Bu durumu Gülen
cemaati duyar ve derneğe gelir
tanışıp öneri yaparlar. İnşaatı yapabileceklerini söylerler.
Dernek yönetimi tartar düşünür
ve inşaatın mütahitliğini Fetullah cemaatine vermeyi uygun
görürler. Hukuki olarak sözleşme sefasına gelince arsa tapusu
gündeme gelir. Arsanın henüz
tapusu alınmamıştır tez elden
yöneticiler belediyeye giderler
tapularını isterler. Belediye arsanın fiyatının 2,5 milyon olduğunu söylerler. Yöneticiler kara
kara düşünerek lokale gelirler.
Cemaat firmasıyla durumu
görüşürler. Cemaat yeniden bir
öneri yapar ve 2,5 milyonu biz
ödeyelim siz bize aylık olarak
geri ödersiniz derler. Cemaat
belediyeye 2,5 milyonu öder
tapu alınır sözleşme şartname imzalanır ve inşaatı yapıp
bitirirler.
Şimdi bu derneğin bu cemevinini genel merkez başkanlığını
yapan sayın Kemal Bülbül’ün
siyaseti Sayın Kemal Kılıçtaroğlu siyasetinden daha ilkel ve
daha zararlı degil mi? Kılıçtaroğlu devletin siyasetini açık
işletiyor. İsteyen katılır destekler istemeyenler de uzak durur.
Peki Sayın Kemal Bülbül’ün ve
şubesinin siyasetinin CHP siyasetinden ne eksiği var? Hatta
fazlası bile var!... Kemal Bülbül
ve işbirlikçi tarikatı kalkmış
Fetullah hoca efendi ile İzzettin
hoca efendinin devlet siyasetine
karşı olduklarını bağırıp çağırıyorlar aybe loo........
Arif olan anlar CC. Allah biz
kafir Kızılbaşları CHP ve beyaz(!) Kemal Bülbül siyasetlerinden korusun.
***
Seçimler yaklaşırken AleviBektaşi dernek vakıf yazarçizer zavatımız işbaşındalar.
CHP’den nasıl vekil ve belediye başkanı oluruz siyaseti
işletiyorlar. Gün yaklaştıkça
aktörleri birer birer göreceğiz.
Diğer yandan da beyaz Kürt
partisinde Tırk-Kürt kardeşliği
ve İslam birliği siyasetinde de
aktörler göreceğiz!...
***
Yenilenmemizin yeniden yapılanmamızın önünde duran en
büyük engel bu kirletilmiş maraba ruhlu düşkünlerim. Saflaşıp paklanmak bu güruhla açık
hesaplaşmak ile mümkündür.
Gelin canlar bir olalım sloganı
günümüzde sahtekarlığın ta
kendisidir. Günümüzün çağırısı saf olalım başı dik olalım
işbirlikçi kınalı kekliklerimiz
ile ayrı duralım olmalıdır.
Can Cana Saygılarım ile
yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen
herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mankurtlaşan
veya celladına aşık aleviler
Mankurtlaşma ve mankurt bugün için
Türkiye’de ki bazı Alevi kişi ve gurubların da davranış biçimi haline gelmiştir. Alevilerden bir bölümü artık başına yaş deve derisi geçirilen mankurtlar
gibi, her gün geçmişine sövmekte, onu
inkar etmekte ve mensup olduğu topluluğa karşı akla hayale gelmez ihanet
ve kumpaslar içine girebilmektedir.
Aleviler, Türkiye’de sözde birinci sınıf
vatandaştır, eşit ve özgürdürler ama
onlara bugüne kadar yapılan muamele bir mankurta yapılanlardan sadece
nitelik olarak farklıdır. Mankurtun
başına yaş deve derisi geçirilip güneşin altına elleri bağlı bırakılmıştır.
Buna karşılık Alevilerin başına deve
derisi ğeçirilmez ama onu kendi kendine düşman etmek için hiçbir fiziki
ve psikolojik işkecenin yapılmasından
çekinilmez.
Hafızadaki “Kınalı Keklik”
Şöyle ki, hizmet almadığı halde, Alevilerin ödedigi vergi ile Diyanet İşleri Bakanlığı’nın imam - hatip, müftü,
vaiz, müezzin gibi on binlerce personeli finanse edilir. Alevi Çocuğuna,
yabancısı oldugu bir mezhebin din
dersi okullarda zorunlu olarak okutulur. Alevinin ceminde, darında şiirlerini okuduğu, nefeslerini söylediği
Şah ismail tarih derslerinde düşman
olarak belletilir.
Devlet televizyonunda yapılan İnanç
Dünyası proğramında, bu ülkede Aleviler hiç yaşamıyormuş gibi davranılır
ve yok sayılırlar. Yine Ramazan gelir;
sokakta, çarşıda, pazarda oruç terörü
estirilir. Oruç tutmayan Alevilere her
fırsatta gözdağı verilmekle kalmaz,
bazı seneler bir iki Alevi bu teröre
kurban gider.
dr. hüseyin demirtaş
Örneğin Malatya, Bolu ve Van’ daki
üniversitelerde olduğu gibi, oruç tutmadığı için Alevi öğrenciler döve
döve öldürülür.
İşkence psikolojik olanla sınırlı kalmaz. Hasbelkader bir devlet kurumunda memur olan bir Alevi, ağzıyla kuşta tutsa ondan daha vasat yeteneklere
sahip Sünni Kökenlililer hep yükselirken, o sittin sene memur olarak, tabii
onuda kalabilirse öylece emekliye ayrılır. Durum özel sektörde de bundan
pek farklı değildir. Aynı şekilde Sünni
esnafın yoğun olduğu yerde dükkan
açan bir Alevinin de palazlanmasına
izin verilmez. Bu kişinin derhal Alevi
olduğu ortalığa yayılarak müşterilerinin ondan kaçması sağlanır. Hele bir
de bir Alevi kasap dükkanı açmışsa,
işte ozaman “ yandı gülüm keten helva!” Alevi kasap bir gram et satamadan kısa sürede kepenk indirir.
Bazılarını saymadığımız tüm bu işkencelere dayanamayarak zamanla pes
eden, bilincini kaybeden ve geçmişini
unutan Alevilere biz “Mankurtlaştırılan Aleviler”diyoruz. Aslında Alevi
toplumu mankurta ve mankurtlaşmaya yabancı değildir.
Alevilikte, toplumuna yabancılaşanları ve ona karşı ihanet içine girenleri açıklamak için “Kınalı Keklik”
deyimi kullanılır. Kınalı keklikler de
avcı tarafından yakalandığında, hemcinslerinin avlanmasında güzel sesiyle
kullanılırlar. Diğer kekliklerin yoğun
olduğu bölğeye getirilen kınalı keklik. güzel güzel öterek hemcinslerinin
sese kulak vererek yanına gelmesini
ve yakalanmasını sağlar. Alevinin kollektif hafızasında, kınalı kekliklerin
sayısı çokçadır. Sivas’ta Alevi toplumunun içinden çıktığı halde Osmanlı
tarafında yüksek makama getirilince
Alevilerin yedi büyük ozanlarından
biri olan Pir Sultan
Abdal’ı astıran Hızır Paşa, kınalı kekliklerin atası sayılır.
Demokrat Parti Sonrası
Bilindiği üzere Cumhuriyet öncesi
Aleviler kırsal kesimlerde toplu halde
ve Sünni toplumunda yalıtılmış olarak
yaşadıklarından, aralarından çok az
mankurtlaşanlar çıkıyordu. Aleviler
1950’ lilerden sonra kabuklarını kırarak şehirlere göçünce, Alevi insanı üzerindeki daha önceki toplumsal
kontrol kalkıp Sünni toplum ve devletle doğrudan temasa geçilmeye başlayınca iş değişti.
Köyünde, kasabasında oturup duran
bir Alevinin kimseye pek zararı yoktu.
Ama Alevilerde şehirde göçüp mevcut
pastadan pay isteyince, Türkiye’de hemen her şeye sahip olan Sünni kitle
tedirgin oldu.
Bu nedenle Alevilerin mümkünse
tekrar geldikleri yerlere geri gönderilmesi, bu olmadığı takdirde ise mankurtlaştırılarak etkisizleştirilmeleri
gündeme geldi.
Tüm karşı mekanizmalar derhal fali-
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yete sokuldu. Bu hummalı çalışmanın
meyveleri kısa zamanda alınmaya ve
Aleviler içinde mankurt rolünü oynamak isteyenlerin oranı da hızla artmaya başladı.
Günümüzde, Aleviler arasında mankurtlaşma çeşitli şekillerde yaşanıyor,
kimi Alevi tamamen mankurtlaşıp
geçmişini unutarak içinden geldiği
topluma topyekün savaş açarken; bazıları da hala toplumun içinde hatta
önder Pozisyonlarında oldukları halde
Alevi karşıtlarının menfaatlerine hizmet ederler. Bunların içinde anlı şanlı
dedeler ve Alevi derneklerinin başkanları bile vardır.
Üçüncü kesimdeki bunlar Alevi toplumu içinde en büyük grubu oluşturur, geleneğe zaman içinde yabancılaştıkları, Sünni probağandanın aşırı
etkisinde kaldıkları, devletçileştikleri
ve büyük ölçüde Alevi-Bektaşiye has
duyarlılıklarını da yitirdiklerinden
her şekilde kullanılmaya ve manipüle
edilmeye hazır eğitimsiz halk yığınlarından oluşur.
Etrafına dikkatli bakan herkes Aleviler arasında her türden mankurta
tesadüf etmekle güçlük çekmez. Zira
Aleviler Türkiye’de en az yüzde 10
oranında bir kitleyi oluşturduğundan,
üzerlerinden binbir çeşit oyun oynanmakta, itaatkar ve sürü bir topluluk
olarak kalmaları, haklarını aramalarının engellemesi için sayısız dolap çevrilmektedir.
Nitekim Alevilere karşı hazırlanan,
bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde uzun
süredir uygulamaya sokulan planlar meyvelerini Batı ve Orta Anadolu Alevileri arasında bol bol veriyor.
Buna en güzel örnek Kütahya Alevileri gösterilebilir. Bu ildeki Aleviler arasında artık devletin gönderdiği imam
köyüne kasabasına bir hizmet olarak
algılayanlara rastlandığı gibi, Sivas’ta
yakılan kardeşlerine sevinenleri, Gazi
Mahallesi’nde öldürülenlerin yanında
değil de polis ve devletin yanında saf
tutanları görmek çok zor değil.
MHP’li Aleviler
Asıl tehlikeli olan ise bu bölge Alevileri arasında yaşanan milliyetçileşme
veya bir çeşit faşisleşme eğilimi. Gerçi
milliyetcilik sadece Batı Anadolu Alevileri ile sınırlı değil. Zira Amasya’da
MHP’li bir Alevi yine Alevilerin oylarıyla belediye başkanı seçilebildi.
Ama asıl vahim olanı, Batı Anadolu
Alevilerinin Doğu Alevileri ile arasına ağır ağır duvarları gittikçe kalınlaşan bir sınır çekmeye başlaması....
Bunu batıdaki kentlerden hangisine gidilse görebilmek mümkün. Zira
bazı Aleviler Tunçeli, Sivas, Maraş,
Malatya, Erzincan Alevilerini kendinden saymamakta, onların önemli bir
bölümünü Kürt olması nedeniyle dışlamakta ve artık kendi kimlik tanımı
içinde onlara yer vermemektedir. Ben,
batı kentlerinde ve Almanya’da Doğulu Alevilerin ve bunların İstambul
ve Ankara gibi metropollerde yaşayanlarının, “Onlar bizden değil. Namaz kılmıyor, oruç tutmuyorlar. İçki
içiyorlar ve gusül aptesti almıyorla.
PKK, DHKP-C gibi bölücü (!) örgütleri destekliyorlar. Sadece nefes söylemekle, Alevi olunmaz” denilerek aşağılandıklarını bazı Alevilerin ağzında
defalarca duydum. Burada Aleviligin
temel felsefi direklerinden biri olan
“72 millete aynı gözle bakmak” ilkesinin unutulduğu açıkça anlaşılıyor.
Hitler’in Yahudi Ayırımı
Ayrıca batılı Aleviler arasında dikkatimi Çeken bir diğer nokta da, aşırı devletçi olmaları ve devlet deyince akan suların durması... Müzmin
bir devlet fetişimi ve tapıcılığı var.
Genelde devletle hükümeti karıştırıyorlar ve devletten ne gelirse kubul
etmeye hazır görünüyorlar. Devlet
ne yaparsa iyidir gibi bir anlayış geliştirmişler. Sanki devlet ve hükümet
Cumhuriyet’in ilk yıllarında gibi Sünnilere ve Alevilere eşit mesafedeymiş
gibi. Bu korkudan mı yoksa sevgiden
mi kaynaklanıyor tam tespit edebilmiş
değilim. Belki yıllar içinde dozu git-
tikçe artan asimilasyon politikalarının
bir sonucudur bu.
Böylesine yanlış bir devlet algılaması nedeniyle devletin Alevilere karşı
yanlış ve çarpık uygulamalarını dile
ğetirenler de , öne sürdüğü fikirler
üzerinde hiç düşünülmeksizin hemen
bölücü ve devlet düşmanı olarak damgalanıyor. Sanırım bu da Batı Anadoluda en büyük Problemlerden birisi.
Halbuki farklı kökenlerine ve bölge
bölge değişen uygulamalarına karşın
Aleviler ğenelde bir bütün . Hemde
öyle bir bütün ki, Aleviler kendi aralarında ne kadar bölünürse bölünsün
bir Alevi ister Kürt ister Türk kökenli
olsun, Sünnilerin çoğunluğu ve Alevilere karşı olan güç odakları tarafından bir vücut olarak görülüyor, Yani
bir Aleviye kızan veya onun hakkında kötü söz söylemek isteyen bir kişi,
Aleviler arasında ayrım yapmıyor. Hedef aldımı hepsini alıyor.
Aynı 1980 öncesi Maraş, Çorum ve
Malatya’da; daha yakın zamanda Sivas ve İstambul Gazi Mahallesi’nde
yaşananlar gibi. Burada Alevilere can
kırımı uygulayanlar, kurşun sıkarken
hiç Türk ,Kürt; doğulu batılı diye ayırmadı.
Ölenlerin içinde belki Sünnilerle iyi
ilişki içinde olan hatta camiye giden ve
Ramazan’da Oruç tutanlar vardı. Ama
sıra Alevileri öldürmeye geldiğinde
bunların hiç biri sonucu değiştirmediği gibi, kimse aralarındaki farkları
dikkate bile almadı. Hitler döneminde
Almanya’da da böyle olmuştu. Bir çok
Yahudi yüzyıllarca önce Hıristiyan olduğu ve Almanlaştığı halde , kökenleri
didik didik edilmiş ve yahudi oldukları anlaşılınca yakılmak üzere toplama
kamplarına gönderilmekten kurtulamamıştı.
Bu da gösteriyor ki Alevi kimliğini
terk ederek egemen Sünni çevrelere ve
devlete yaranabilmek mümkün değil.
Çünkü Batı Anadoluda’da bir çok Alevi köyünde olduğu gibi Sünni köylerde bile bulunmayan görkemde Camiler
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yapmakla, şu anda büyük oranda Sünni anlayışın eğemen olduğu bir devlete
ve önyargıların esaretinden henüz tam
olarak kurtulamamış Sünni kitleye
yaranmak mümkün görünmüyor. Bir
Alevi olarak Sünnilerden daha çok namaz kılmak, oruç tukmak, kraldan çok
kralcı kesilmek ve yaranmak için kendi ğeçmişine beş vakit küfretmek akıl
karı olamaz. Zira mevcut Sünni egemen toplum ve devlet; kendilerine ne
kadar yaklaşırsa yaklışsınlar Alevileri
kabullenmeye, icine almaya ve hiçbir
şeyi paylaşmaya yanaşmıyor. Tarihi
önyargılar, mevcut güç ve menfaat
ilişkileri buna engel. Bu nedenle Alevilere, birlik ve bütünlüğü aralarındaki tüm ekonomik, bölgesel, toplumsal
ve kültürel farklılıklara rağmen korumak dışında başka bir yol kalmıyor.
Zaten Aleviye karşı yapılan her plan,
onun birlik ve bütünlüğü parçalamak
ve ufak lokmalara ayırarak yutmalarını daha da kolaylaştırmayı hedefliyor.
Tam bu nedenlerden dolayı kimliksizleştirme, kitle olarak anlamını yitirme
ve yutulmaya karşı Alevilerin önünde
birlik ve bütünlük içinde olmak, bir ve
iri olmak dışında seçenek kalmıyor.
Gönüllü Mankurtlaşanlar
Eğer bu yol tutulmaz ve Aleviler sudan
sebeplerle amip gibi sürekli bölünürlerse, egemen güçlerin zafer şarkıları
söylemeye başlamasının zamanı gelip
çatmıştır. demektir. Bu gerçekliğinde
de Türkiye’deki Alevilerin kelle sayısının 15 veya 25 milyon olması hiç bir
şeyi değiştirmeyecek, sayıların artık
bir anlam ve önemi kalmayaçak. Çükü
Çoban tek, sürü binlerce ama orada
sürünün degil çobanın sözü geçiyor!
Sonsöz: Gönüllü mankurtlaşanlar ne
kendilerini ne de ait oldukları topluluğu kurtara bilirler.
................................
Dr. Hüseyin Demirtaş’ın bu yazı,
Kızılbaş Dergisi’in birinci
Sayısında da yayınlanmıştır
Ocak 2011 sayı 01 Ankara
YOL`dan DüŞen Mezar Kazıcıları..
Adnan Cang ü de r
Kimsenin beklemediği ama içten içe bilinen ve görünen asimilenin sinsi
ayak sesleri içimizde yürüyor. Kim derdiki asimile kendini bu kadar sert
ve haince dayatacak ve içimizdeki Hınzır paşalar bu kadar çabuk ortaya çıkacak. Ebu Sufyanın oğulları boş durmuyor Ibni Mülcem oluyor Şimr oluyor
ve ne Hasanımız kalıyor nede Hüseyinimiz.
Zehirli eller ve kanlı kılıçlar canlarımızı alıyor alıyor.
Daha düne kadar en çok ben inanırım, en büyük Alevi benim diyenler üç
beş kuruşa tav olup satılmışlar, renkli sandalye ve koltuklara gömülmüş,
gömüldükleri koltuklarda çürümüşler. 70-80 yıllık yaşamlarında nice katliam, nice ölüm ve nice ihanetleri yaşayan insanlar şimdi ayni ihaneti ve
katliamları hiç acımadan vahşice ve hayasızca kendi toplumuna ve halkına
yapıyor.
Eyyyy para sen nelere kadirsin ne cennetler alır ne hurilerı satarsın. Hiçmi
satın alamayacağın insanlar yok?
Ankaranın her metrekaresinde bir Alevinin, İlericinin ve Devrimcinin kanı
yerde iken nasıl olurda gider kanlı elleri tutar ve önünde eğilerek öpersin,
bilmezmisin yeni doğmuş bebelerin ahı var o ellerde.
Fettullah Gülen ve İzzettin Doğan bu gün var yarın yok; Muaviye torunlarına kardeş olmak sanamı düştü, hiç mi düşünmedin İmam Hüseyini, Hallacı Mansuru, Seyit Nesimiyi, Sivası, Gaziyi, Maraşı ve Dersimde kesilen
Pirlerini,Mürşitlerini..
Anadolu Alevi Kızılbaş inancımızı, Yol‘umuzu ve Erkan‘imizi yok etmek için
binbir hile ve yalan dolan ile her türlü laneti düşünen, ölümümüze bayram
yapan ve şeker dağıtan, mezarımızı kazanların tarafında olmak ve eline
kürek alıp üstümüze mezar toprağını atmak sanamı kaldı devşirilmiş Tur.
Boşuna bunca yıl demediler Pirler siyasete karışmasın, Pirler politika yapmasın sadece inanç işlerine baksınlar diye, hangi Pir ve Mürşit siyaset yapmıyorsa ve bunun mücadelesini vermiyorsa geleceği yer asimile mezarının
kör çukurudur bu böyle biline vede yazıla.
Ebu Sufyanın, Yezidin torunları her türlü siyaseti yapacak ama benim Pirim yapmayacak yok böyle bir şey, kabul etmiyoruz, zaman Pir‘ lerimizin
Mürşitler‘ imizin siyaset meydanına çıkma PİR SULTAN ABDAL’ın sözünü
yerine getirme zamanıdır ve hatta geç dahi kalınmıştır.
Hızır Paşa bizi berdar etmeden,
Açılın kapılar Şah'a gidelim,
Siyaset günleri gelip çatmadan,
Açılın kapılar Şah'a gidelim.
Avrupanın yüz karası, ihanetin içimizdeki zehirli hançeri, boynumuza asılan urgan, Sivasın kor ateşi ve sırtımıza giren yağlı kurşun sensin artık. Ankarada camii gölgesinde neyi alıp neyi satacaksın? Yol ve Erkan düşkünü?
Bu Devlet; adına lanet Osmanlının torunlarının devletidir, bilmezmisin?
Adına lanet Osmanlıda oyun çoktur bilirsin, bilirsinde katillerle düşer kalkarsın ve şimdide aynı oyunu sen bize oynarsın.
Avrupalı Aleviler derhal gerekeni yerine getirmeli ve içimizde öyle yada
böyle uzaktan yada yakından Fettullah Gülen ve Izzettin Doğan ile beraber
çalışan, iş yapan ve çalışmalar yürüten bütün ama bütün herkesi teşhir edip
acilen kendilerinden uzaklaştırmalıdır.
Mezar kazıcılarını kendi kazdıkları mezarlarına gömelim.
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Korkaklar
Zafer Anıtı
Dikemez,
Hele Sen Asla..
Erdal YILDIRIM
Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet,
tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı
nefret suçları ifadesine tamamen zıt
bir karakterli, kendi inancı dışındaki
herkese ve her inanca, her farklılığa
düşman birinden Alevi ve Alevilik
inancıyla ilgili çözümler beklemek,
beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.
Alevi toplumu içinde yüzlerce yıldan
bu yana egemenlerden, zalimlerden
yana olmuş, Pir Sultan Abdal'ın itlerinin oturmadığı haram sofrasına oturup
Hızır Paşalığa soyunan, ihanetçiliği,
Reyberliği seçen, Aleviliği islamiyete, müslümanlığa yamamaya çalışan,
bunun için de her türlü entrikayı deneyen, isimlerinin başında "profesör",
"dede" gibi çeşitli ünvanları olan;
muhtemelen demokratik - yasal haklar değilse bile, hiç değilse Diyanette
bir daire başkanlığı, belki bir müdürlük, veya daha önce olduğu gibi örtülü
ödenekten bir miktar para, ya da bazı
'dede' kılıklılara maaş vs gibi çeşitli
rant beklentileri olanlar vardı. Fakat
onlar bile hayalleriyle baş başa kaldılar. Yardım, hizmet ve işbirlikçiliklerinin karşılığını alamadıkları bir hayal
kırıklığı yaşadılar.
Alevilerin, Alevi toplumunun yıllardır
beklentileri belliydi. Bu hükümetten
de, Başbakan'dan da, paketten de bir
beklentileri yoktu. Sözde Alevi açılımları öncesinde ve sırasında Alevilerin "eşit yurttaşlık" temelinde talep
ettikleri, ortaklaştırdıkları ve maddeler halinde sundukları çözümlerin
görülmezden gelinmesi, Alevilerin
ve Aleviliğin yok sayılması, asimilas-
yonun giderek güçlendirilmesi, kendi
Alevisini yaratma çabasındaki iktidarın ve bazı Fethullah yandaşlarının
"Cami - Cemevi" projesi böyle bir beklenti içinde olmamak için fazlasıyla
yeterliydi..
Zira bu iktidardakilerin zihniyetini bilen, karakterlerini ve neye - kime hizmet ettiklerini iyi tahlil eden, Aleviliği
Hz. Ali'yi sevmeye indirgeyen, takiyyecilikte sınır tanımayan Başbakanı
iyi tanıyan Aleviler de, Alevi örgütleri
de bu paketin "boş" hatta "bomboş"
olacağını biliyorlardı. Ve görüldü ki,
pakette inançlarla ilgili çıka çıka yıllardır fiilen ortada olmayan başörtüsü
ve türban yasağının kamu kuruluşlarında serbestliği kararı çıktı.
Alevilikle ilgili tek ifade, Cemevlerinin ibadet yeri sayılması, Zorunlu Din
Derslerinin kaldırılması, Madımak'ın
Utanç Müzesi olması gibi temel istem
ve sorunlar ortada dururken, Alevilerin Serçeşme kabul ettiği dergâha
dahi ücret karşılığı girerken, Nevşehir
Üniversitesi isminin 'Hacı Bektaş Üniversitesi' olarak değiştirilecek olması
Alevilerle alay etmekten başka bir şey
değildir.
Bir yandan Mısır'daki Esma'ya dünya
televizyonları önünde gözyaşı dökme
resitalleri sunan, Suriye'de El Kaide,
El Nusra gibi selefi, insan düşmanı
katiller sürüsüne eğitim, lojistik ve askeri destek sağlayan, bu grupları ülke
içinde eğitip, örgütleyen, bu gruplara
her türlü yardımda bulunup Suriye'ye
gönderen, Suriye'de taraf olup iç savaşı körükleyen; diğer yandan geçim amaçlı kaçakçılık yapan 34 Kürt
çocuğuna savaş uçaklarıyla saldırıp
katledilmeleri emrini veren Erdoğan
ve AKP iktidarından "Kürt sorunu",
"Ana Dilde Eğitim", "Barış" gibi çözümler beklemek büyük bir hayalcilikten başka bir şey olamazdı .
Bu gerçekliğin kısmen farkına varan
Kürt Hareketi ve kimi Kürt politikacılar da sadece belli beklentiler içindeydiler. O 'özel' beklenti dışında paketten hiçbir beklentilerinin olmadığını
beyan da etmişlerdi. Zaten binlerce
seçilmiş Kürt siyasetçiyi zindanlara
tıkayan ve hergün yaptığı konuşmalarla, verdiği emirlerle içerideki siyasetçilerin tahliye edilmesini engelleyen,
barışa düşman Erdoğan'ın Kürt sorunu
için herhangi bir çözümü olmazdı.
En temel ve can alıcı sorunlardan birisi olan "Ana dilde eğitim" de pakette yer almadı. Ama "özel okullarda
"farklı dil ve lehçelerde eğitim" yapılabileceği, yıllardır fiili olarak ortadan
kalkmış olan "x, q, w" harflerini kullanmanın suç olmayacağı "klavyelere
özgürlük" şeklinde mizahi bir formülasyon ile açıklandı. Tek olumlu, ama
yüzeysel
değişikliksabahları okullarda okunan
öğrenci andının" kaldırılmasıdır.
Başbakan uzun tekrarlarla sürdürdüğü
konuşmasında kendi psikolojisini öneçıkaran, ruh halini yansıtan bir ifade
kullandı. Bu ifade son derece doğru
bir tespiti içeriyordu. Aylarca "bugün,
yarın, öbür gün, gelecek hafta açıklanacak, çok önemli ve tüm toplumu
memnun edecek demokratikleşme kararları olacak" denilerek gizemli bir
hale dönüştürülen bu pakette bir kez
bile "ALEVİ" ve "KÜRT" sözcüğü
kullanılmamıştı.
Bu tam bir korkaklığın dışa yansımasından başka bir şey değildi. Ben burada Başbakana soruyorum. Bu ülkenin
en temel ve en önemli iki sorunu olan
Alevi ve Kürt sorunlarını teğet geçen,
bu sözcükleri kullanmaktan özenle
kaçınan bir kişiden daha büyük korkak
olabilir mi?
Yanıtı da biz verelim..
Evet, Sayın Başbakan: "Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtı dikemezler, hele
sen asla."
01 Ekim 20013
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kavram
Bin KIRIM
Yanilsamalar -9
DEMOKRASi:
"Halkın kendi kendini yönetme biçimidir" dense de tarihin derinlik
lerinden günümüze tüm yasanmisliklarda tam tersi görülegelmiştir. Atina
Demokrasisi(!) ilk ve temel demokrasi
sayıldığından didiklemeye oradan başlayalım.
Atina Demokrasisinde soylu erkekler oy verme, seçme ve seçilme
hakkına sahiplerdi. Kadınlar ve köleler
vatandaş sayılmazlardı.
Damasip oglu Demokritos
çağının en akıllı insani olduğu halde,
yine de çağının; özgür insanlar için olduğuna, kölelerin köle olarak kalmaları
gerektigine inaniyor ve şöyle diyordu
"Kendi ellerinden ve ayaklarından faydalandığın gibi kölelerden faydalan"
Demokritos eşitlikten yanaydı, ama egemenligin "toplumun en üst
tabakalarına", Yunan şehirlerinde zenginlerle iktidar sahiplerine karşı ayaklanan "tayfalara" geçmesine karşıyd.
O´na göre, yalnız atomlar aleminde degil, devlette de baş yer güclülerin olmalıydı.
Bütün zengin köleciler böyle
düşünüyorlardı. Ve elbette ki Damasip
oglu Demokritos da.
İnsanlık tarihinde belkide en
çok bu kavram üzerinde durulmuş, en
çok bu kavram tartışılmış, en çok bu
kavramın içi boşaltılmıştır. Eştirdikleri en dizginsiz zulüm tufanlarında bile
egemenler hep bu kavramın ardına saklanmışlardır .
"Köleler kardeşlerimizdir "sloganıyla çıkış yapan Hıristiyanlık, köleleri arkasına alarak Roma´yı yıkmış.
Ve fakat köleleik sistemini ve köleciligi
kaldırmamıştır.
Elde ettigi güç oranında saldırganlaşarak tüm dünyayı esir almaya, esarete boyun egmeyenleri kılıçtan
geçirmeye devam etmiştir.
Tarihte Cadı Avı diye bilinen
ve yaklaşik yediyüzyıl süren vahşet de
gene Hıristiyanlığın eseridir. Yüzbinlerin diri diri yakıldığı bu kesit belkide
tarihin en kara, en yüzkızartıcı sayfasıdır.
A. Haydar Kanlı
Savunularının temeli olan kulluktaki eşitlik bile eşitlik degildi. Ruhban sınıfının ayrıcalıklı tasarruf hakkı
hayatin her alanında göze batıyordu.
Keza; İslam da eşitlik ve kardeşlik sloganlarıyla çıkmıştı tarih sahnesine. Ne ki; daha ilk adımda Muhammed Bedevi göçerlere yerlerini
göstermişti. "Gücü yeten (karınlarını
doyurmaya) dört ve hatta daha fazla
karı alabilir, gücü yetmeyen oruc tutsun" derdi
İslam devletinin savaşlardan
edindigi ganimetlerin beşte dördünü
çeşitli payelerle kendine alan Muhammed, beşte birini de savaşta yer alan
askerlerine pay ederdi. Aman ne ala demokrasi ...
Örnegin Sosyal Demokrasi
miyadını ikinci enternasyonalde doldurdugu halde hala dillerde pelesenk
olmaktan kurtulamamıştır. Alman sosyal demokratı Karl Kautzki, ikinci enternasyonalde "önce Almanya Rusya´ya
karşı savaşı kazansın sonra geregine
bakarız" der ve sosyal demokrasinin
sisteme yedeklenmesinin sosyalemperyalist teorisinin temellerini atar.
Burjuva demokrasisi ne kadar genel, eşit ve gizli oy sistemleriyle,
parti çoğulluğuyla, parti içi demokrasisiyle yürütülürse yürütülsün, sermaye
ilişkilerine dayalı bir sınıf egemenliğibiçimidir ve bununla yogrulur, temsililik oluşturan mekanizmalar içerisinde
de burjuva ilişkiler örgütlenir ve yeniden üretilir. Çok partililik ve parlamento burjuva sınıf egemenligine daha
geniş bir temel kazandırdığı gibi, temsililik özelligi, emekçi sınıfların siyasal
yaşama dogrudan katılmalarını, kararlarını kendilerinin almalarını önler.
Bu nedenledir ki burjuva demokrasisi
azınlığın çoğunluk üzerindeki baskı
aracından başka bir şey degildir.
Demokrasi en çok da ulusdevletler süreci ile dillendirilmiştir. Bir
avuc azınlığın burjuva egemenligi olmaktan öteye gidemeyen ulus devletler
kavramın içini boşaltarak amaclarına
arac edinegelmişlerdir.
Paris Komünü ile başlayan sürec daha başından kesintiye ugratılmış,
sermayenin kanlı diktatörlügüne dönüştürülmüştür.
1878 Berlin Kongresi ile başlayan süreci 1913 ve sonrasında soykırım
ve talanlarla sürdüren Türk´lerin dilinde pelesenk olan demokrasi ise aslının
zıttı bir işlev üstlenmiştir. Kemal; süreci devraldığı 1919 Pontus Rum kırımiyla ise koyulur ve sırasıyla Koçgiri,
Zilan, Dersim kırımlarıyla sürdürür.
Adına Cumhuriyet dedigi sistemi bir
darbe yoluyla ele geçiren ve Osmanlının kesintisiz devamı niteliginde kalan
Kemal; bir parlamento konuşması sırasında rakiplerini dize getirmek icin
"beyler; mütefiklerin, Ermeni ve Rum
mal varlıklarının akibetini ögrenmelerini istemezsiniz sanırım, beni desteklemek zorundasınız" diyerek Cumhuriyetin ne kadar cumhuriyet olduğunu
itiraf eder bir anlamda.
Sonuc yerine;
İnsan, insanlaşma sürecinde
zigzaglar çizerek yürüyegelmiş, kimi
zaman yüzyıllarlık derin uykulara dalmıştır. Yeniden uyandığında gecikmeli
de olsa yaralarını hızla sarmaya, gelişimine hız katmaya çalışmıştır. Dönemsel geri bakışlar (geçmişe özenmeler)
onu daha mükemmele erme yolundan
görece alıkoysa da genel olarak bir akar
su gibi büyük ve görkemli insanlık deryasına dogru akışını tümüyle engelleyememiştir.
Demokrasinin olmazsa olmazı; insanlığın insanlaşması, Din, Dil,
Irk, Cins, Renk ve Sınıf ayrımı gözetmeksizin tüm insanlığı eşit ve özgür
koşullarda buluşturacak bir düzendir.
Binyıllarlık bu yoldaki ilerleyişte önüne çıkacak tüm engelleri aşmasının
biricik aracı insan olma bilincini kendinde, ailesinde, toplumda geliştirmek
ve yaşatmak ödeviyle yükümlüdür insanlık.
Köle sahibi bir demokrat olmayacağı gibi, karısını veya çocuğunu
döven bir aydın müsveddesi de hiç bir
zaman gerçek bir aydın olamaz.
Gerek aile içi, gerekse örgüt,
parti, devlet içi demokrasilerde de seffaflık kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Çoğunluga karşı azınlığın, azınlık
içinde bireyin haklarını tanımayan, korumayan hiç bir toplum ve toplulukta
demokrasiden söz edilemez .
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gülo’dan
bu güne
Ermenilere
ne oldu?
çıkmışlardı. Nerede bir Ermeni görseler hemen serdest edip ya öldürüyorlar,
ya da sürgüne tabi tutuyorlardı. Ermenilerden arda kalan mal ve mülklerine
el koyup kendilerine savaş ganimeti
sayarlardı. Bu çetelerin en acımasızı
ve en belalısı Heci Musa’nın çetesiydi.
Heci Musa Serhat ülkesine Ermenilere, yaptığı katliamlarla nam salmıştı.
Aslında sadece Ermeniler değil bütün
bölge halkı Heci Musa’nın elinde helak olmuştu.
Aram Ararat
Payizi bir yağmur yağıyordu, kapkara
giyitler içinde bir genç kız yürüyordu,
yağmur mu yağıyor genç kız mı ağlıyor beli değil. Kızın sağ üst kaşı yarılmış durmadan kanıyordu, kaşında
damlayan kan, göz yaşlarıyla karışıyor
al yanağına dökülüyordu. Göz altıları
morarmıştı, alt dudağı patlamış, dudağıyla birlikte çenesi durmadan titriyordu. Giyitleri üstünde parçalanmış
lime lime olmuştu. Koyu laciverte çalan iri gözlerinde hüzün ve kederden
başka hiç bir eser kalmamıştı. Başak
sarısı saçları tiftiklenmiş, dağınık bir
halde yüzüne dökülmüş ve önünü zor
görebiliyordu. Kızcağız tanınmaz bir
halde, per perişan kendini ayaklarının
üstünde zar zor durabiliyordu...
İri yarı iki adam kızın koluna girmiş,
kah yerde sürükleyerek kah sırtlarına alarak cebren, gün ortasında Bilican Dağına doğru götürüyorlardı. Hiç
bir insan oğlu bu adamlara müdahale
etme cesareti bulmuyordu kendinde...
Az sonra yağmur kara dönüşecekti.
İşte şimdi kar yağıyordu. Ağır ağır,
lapa lapa ve usulca. Karla birlikte
elem yağıyordu, hüzün yağıyordu, keder yağıyordu. Binlerce, milyonlarca
kar tanesi ardı ardına ve peş peşe gökyüzünde süzülerek, kadife yumuşaklığında, hafifçe yeryüzüne konuyordu.
Ne tuhaf, kar genç kızı üşütmüyordu;
tam tersine kızı ısıtıyordu. Kar onu sarıp sarmalıyor, ta uzak diyarlara çok
sevdiği anneannesinin yanına götürüyordu. Anneannesi, aklına düşünce
hemen eğildi, sağ ayak bileğinde, anneannesinden ona hatıra kalma halhala
dokundu. Halhal her zamanki gibi yerinde duruyordu. Bin bir umutla başını
kaldırdı ve gökyüzüne baktı… Derken
bakışları Bilican Dağının doruklarına
takıldı. Doruklar dumanlıydı, doruklar karanlıktı, doruklar ürkütücüydü
ve doruklar…
Bu doruklar, bu dağlar asi ve soyluydu: Hep fukaradan yana tavır almışlardı tarih boyunca. Şaha, padişaha,
krallara bilcümle zulümkârlara karşı
isyan eden asileri, Öz evlatları gibi
saklamış ve korumuşlardı. Başı dara
düşenlere kucak açardı, vermezdi onları kimselere. Sonra komitacıların ve
firarilerin anayurduydu.
Gelin görün ki şimdi bir zavallı Ermeni kızını koruyamıyordu...
Genç kız Ermeni papazın kardeşi
Kaspart’ın kızı Gülo’ydu. Gülo (Gülizer) ince narin ve çok güzel bir kızdı.
İri gözleri koyu laciverte çalıyor, kirpikleri uzun ve kıvrım kıvrımdı, altın
sarısı saçları topuğuna değerdi. Zaman
zaman saçlarını iki örgü haline getirip beline bırakıyorudu. Yanakları al
aldı, en ufak bir tebesümle şirin gamzeleri çukurlaşıyordu. Biçimli burnun
hemen altında tatlı ağzındaki dişleri
apaktı. Sokağa, çarşı pazara çıktığın
da hiç bir insanoğlu bu kızın güzelliğinın karşısında kayıtsız kalamazdı. O
denli alımlı ve o denli güzel bir kızdı.
Bu destani güzelliğin ardında derin
bir hüzün ve derin bir keder vardı...
Heci Musa perxingin(şomine) yanında
usulca oturdu, önündeki tütün tabağında kalın bir sigara sardı, muhtar
çakmağını şalvarın cebinden çıkardı,
sigarasına götürdü, bir çaktı tutuşmadı, bir daha çaktı çakmak yalım tuttu, sonra sigarasını yaktı. Ağız dolusu
bir nefes aldıktan sonra cepkenin sağ
cebinden köstek saatini çıkartı, uzun
uzun saatine baka kaldı. Az sonra
kapı aralandı bir yanaşma içeri girdi,
duyulur duyulmaz bir sesle "muştumu
isterim ağam muştumu Gülo’yu getirdiler" dedi. Yanaşmanın sesi Heci
Musa’yı derin hayallerden çekip aldı.
Yüzüne hınzır bir gülümseme oturdu,
takma dişleri keyifle apaklandı, tatlı
tatlı sakallarını kaşıdı. "Tandırlığa,
hemen tandırlığa götürün" diye bağırdı. Gülo’yu tandırlığa götürdüler.
Bir koyun kestiler, koyunu yüzdüler
ve Gülo’yu anadan üryan soydular.
Gülo’yu koyun postuna soktular. Sabaha kadar Gülo koyun postunun içinde kaldı...
Her akşam gün geceye kavuştuktan
sonra Heci Musa Gülo’nun odasına geçiyordu. Kendisiyle evlenmesi için sabaha kadar ona yalvarıyor, Gülo’nun
ayaklarına kapanıyor, Gülo’dan medet
umuyordu. Sadece Gülo onu kabul etsin diye akla hayale gelmeyen vaatlerde bulunuyordu. Fakat bir türlü Gülo
onu kabul etmiyordu. Gülo onu kabul
etmedikçe saldırganlaşıyordu.
Vakit tenhaydı, sağır ve dilsizdi. Zülüm pusudaydı, devran zalimlerin
devranıydı, herkes güçlüden yana taraftı. Kimsenin umurunda değildi hak
hukuk adalet...
Gülo’ya saldırıyor, ağzını burnunu
kan içinde bırakana kadar onu dövüyordu. Bazen hızını alamıyor Gülo’yu
en ağır işkencelerden geçiriyor, kan
revan içinde bıraktığı kızın ayaklarına
kapanıp, it gibi ağlıyordu.
Son bir kaç aydan beri Jön Türkler, ve
Hamidiye çeteleri Ermenilerin avına
Nihayet Gülo’nun onu kabul etmeyeceğini anlayınca kızın ırzına geçip,
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
onun saçlarını usturaya vurup ve tırnaklarını tek tek kerpetenle söküyor.
Kızcağız bu anıyı şöyle ağıtlaştırmıştı.
Wayé wayé wayé wayé
Berf dibare tevî bayé
Heci musa min nekuje ez gune me
tu Kurmanci ez Fıle me
Tu seré min bidî ber guzana
Goşté min bidî ber kerpitana
Ez seré xwe nadim li ser balgîya
Mislimana
Wayé wayé wayé wayé.
Gülo’nun bu destanlaşan ağıdı ilkin
Serhat ülkesinin, Kürt dengbêjleri, o
muazzam bitmez tükenmez, kadim bir
çeşme gibi oluk oluk çağlaya, mühteşem billur sesleriyle biçimlendirdiler.
Sonra Ermeni ustalar ve zanatkarları,
çekiç vurdukları her taşı ve oydukları
her kayayı Gülo’nun hüzünlü yüzünü
ve acılarını tasvir ettiler.
Sonbaharın uzun ve mehtaplı gecelerinde bereketi bir ırmak gibi akan baş
döndürücü acem şairlerin, mısralarında vücut buldu bu ağıt. Bu ağıtımsı
destan kurdistan’da boy verdi oradan
Acemistan’a, Uruz’a kadar yayıldı.
Çöl Arabistan’da arap hikayecilerine
hikaye oldu.
Her ana kızına beddua okurken "akıbetin Ermeni kızı Gülo’nun akıbeti olsun " diyorlardı.
Gülo acıydı, Gülo kederdi, Gülo bin
yılların hüznüydü. Çaresizliğin en çaresiziydi, hem kadındı hem de (gavurdu) gayrimüslimdi.
Koca bir dramdı gülo..
Bin sekiz yüzlerin son çeyreğinde başlayan ve bin dokuz yüzlerin ilk çeyreğine kadar devam eden Ermeni, soykırımının kısacık bir hikayesiydi Gülo.
Bu kadim topraklar, bu nehirler, bu
kayalar, bu dağlar ve taşlar ne acılara
ne katliamlara ne trajedilere tanık olmuşlar. Ne dramatik hikayeler yaşamış
Anatolya’da ve Mezopotamya’da. Bir
zamanlar Kilikya’da, Kapadokya’da,
Çukurova’da, Toroslarda, Amanoslarda, Serhat’ta, Amed’te ve ülkenin dört
bir tarafında yaşayan milyonlarca Ermenilere ne oldu hiç merak etiniz mi?.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ezilen halklar ve
melek-i tavus’un
başına gelenler
lic yoluyla, zorla müslümanlastirmanin failleri oldugu ortadadir. Melek-I
Tavus’un hile ve tertip sonucu kötülüklerin kaynagi oldugu yalanini ARAPLAR yaydi, Türkler savundu…
Müslim Korkmaz
Melek-i Tavus , Icerisinde cesitli gazlar bulunduran bir ates topundan olusmustur. Bu ates topundaki hidrojen ve
oksijen gazlarinin birlesiminden, su
meydana gelir.
(Ben din söylemlerinin siyasette refarans alinmasini sevmem. Dini duygularim da o oranda pek güclü degildir.
Ama insanoglunun terimler ve lakaplardan hareket ederek varliklarin degerlerini nasil ters yüz ettiklerini belirtmek bakimindan bu yaziyi yazma
geregi duydum)
1-Melek-i Tavus, bir melek midir?
- Evet. (Adem peygamber ve Ademogullari tarafindan §eytan lakabi takilarak kötülüklerin basi olarak gösterildi)
2- Adem bir melek midir?
- Evet. (Ademogullari tarafindan cenette kalmasi uygun görüldü ve Ademogullarinin atasi ilan edildi)
3- Alevi-Kizilbas Kürdler, Soradan
zorla Müslümanlastirilan tüm Kürdler,
Ezidiler, Ermeniler, Süryaniler ve nice
halklar, Mezopotomya'nin kadim halklarindan midir? Bu halklar en köklü,
esitlikci, insani ve demokratik inanca
dayanan cok eski bir inanc kaynagindan geliyorlar mi?
- Evet! (Bu halklar, Arap ve Türk Islam
alemi tarafindan kuyruklu yaratiklar,
katli vacip gavurlar ve terorist olarak
tanitildilar. Bu halklarin bir kismina
zorla Islamligi dayatip eski inanclarindan kopardilar.)
***
4- Türkler, Orta Asya'yi cöle cevirdikten sonra, göcebe olarak gelip,
Anadolu'yu Mezopotamya'yi, Kuzey
Afrika'yi ve Balkan ülkelerini istila
ettiler mi?
-Evet! (Tüm Dünya bunlari Barbar
Türkler olarak tanidi…)
Bu kötülüklere ragmen, yukardaki
tesbitleri tarihsel, bilimsel ve sosyolojik olarak ele alacak olursak, Melek-i
Tavus'un herhangi bir kötülügünü bilimsel olarak tesbit eden olmus mudur?
Herhangi bir delil sunabiliyor muyuz?
Hayir...(Havva'ya elma yedirttigi söylenir. Öyle bile olsa burda bir zor ve
baski söz konusu degildir).
GELELIM ESAS MESELEYE:
Oysa Adem ve Ademogullarinin yalandan tutun, diktatörlük, soykirim, hirsizlik, sömürü ve tecavüze kadar varan
kabarik bir suc dosyasi mevcuttur.
Alevilere yapilan asagilayici iftiralar,
Kürdlerin Kuyruklu, terorist oldugu
söylemleri, ayaklari yere degmeyen,
bilimsel hicbir degeri olmayan büyük
bir yalan degil midir? - Evet!...
Oysa, Orta Asya göcmenleri ve Balkan
Devsirmeleri olan bu Cakma Türkler,
soykirima ugrattiklari Ermeni, Süryani, Pontus, Kürd-Alevi vs… halklarin
katilleridir.
Barbarlik ve Soykirimci yaftalari, naletli bir madalya olarak tescil edilmis
ve boyunlarinda hala asili durmaktadir.
Bu barbarlar gibi , Araplarin da, cihat
yoluyla katlettikleri nice Alevi Kizilbas –Kürt katliamlari mevcuttur.Ki-
Yine bu ates topunda sicaklik vardir.
Sicakligin tersi olan sogukluk da olduguna göre , cevresinde olusan atmosferde hava da vardir.
Bu ates topunun dis kisminin soguyup
sönmesi sonucu toprak olusur.Topraktan olusan tüm canlilar, evrim gecirerek bu günkü hallerine ulastilar.
Demek ki , su, hava ve topragin kaynagi atestir.Melek-I Tavus da atesin
kendisidir.
Eski inanc ve dinlerde, günese ve atese tapmanin nedeni budur. Özellikle
Aleviler ve bazi inanc gruplari, bu gün
hala atesi kutsal olarak görürler.
Simdi gelelim yapilan haksizligin kaynagina:
a-Melek-i Tavus atestir, Adem ise atesin küllerinden olusan topraktir. Adem
topraktan olusmustur.Adem'i, kendisini olusturan atesten üstünlügünü, yani
Adem’I, Melek-I Tavus’a üstünlügünü
kim uydurdu?
Cevap : Ademogullari uydurdu.
b-Türklerin büyük kardes, Kürdlerin
ise Türklerin hizmetli kücük kardesi
oldugu yalanini kimler uydurdu?
Bu kardesligin bilimsel ve biyolojik bir
verisi de yoktur. Bunu savunanlar büyük bir yalan söylemiyorlar mi?
Adem'in Melek-i Tavus'a üstünlügü yalanini uyduran Ademogullari, bu yalan
aliskanliklarini, ezilen halklar üzerinde de uygularken eskiden oldugu gibi ,
simdi de uyduruk lakaplar ve terimler
üzerinden yapiyorlar.
Sonuc olarak Kürdler ve Türkler kardestir diyenler, Kürd Halki'na karsi
büyük bir yalan söylüyorlar, suc isliyorlar.
- 24 Mart 2013
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pomakların var
olduğunu önce
Pomaklara
anlatmalıyız…
zen hepsi ile aynı anda güreş tutmalısınız. En zoru ise hiç mola verme şansınız yok. Bir güreşin ardından, hemen
yağlanıp diğerine başlamak zorundasınız. Bu arada güreşmekten fırsat bulup
Pomak olmayanlara da Pomaklar vardır diye haykıracaksınız. O haykırmalarınızdan bıkacaklar ve sizden vebali
gibi kaçacaklar. Bir de bununla yüzleşmek zorundasınız onca güreş yorgunluğa rağmen.
A. Murat Yılmam
Bütün anlatma mücadelesini koskocaman bir Pomak halkının ölüm sessizliğinin içinde gerçekleştireceksiniz.
Sessizliğin içinde sadece sizin sesiniz
duyulacak kulaklarınızda. Kendi sesinden başka ses duymayan bir hücre
mahkumu gibi. Yapayanlız ve kimliğinin bilinmeyenleri ile boğulmuş bir
ruh ve beden içinde.
Uzun yıllar boyunca Pomak olduğunu
bilmeden yaşamayı anlatmak ne kadar
mümkün? Ne olduğunu tam olarak bilemeden yaşamanın verdiği ağırlığın,
zihinde ve bedende yarattığı travmayı nasıl tarif edebilirim? Başkalarının
dilinden Pomak olduğunu öğrenince
düşülen şaşkınlığa benzer şaşkınlık
yaşamış mıdır dostlarım?
Başkalarının bildiği Pomak olduğum
gerçeğini ben neden bilemedim uzun
yıllar. Kendi öz babasının,” biz Pomak
değiliz Kuman Kıpçak Türküyüz” deyip konuyu kestirip atmasının manasını uzunca yıllar çözememenin yarattığı
karmaşayı nasıl kelimelere dökerim?.
Özellikle Pomak olmayanlara ve özellikle asimilasyon denilen şeytani uygulamaya maruz kalmamış olanlara
nasıl anlatabilirim?
Pomak olmayanlara, Pomak olamamayı ve sonrasında Pomak olupta ne olduğunu anlatmanın zorlukları ile yağlı
güreşe tutuşmak mı gerekirdi?
Pomak olduğunun bilincine vardıktan
sonra, asimile olmuş Pomaklara, Pomak olduklarını anlatmak ise en çetin yağlı güreş müsabakaları gibi. Er
meydanına inip. Pomak olmadıklarına
inandırılmış Pomaklar ile tek tek. ba-
Elimiz mahkum tabiri caizse, Pomak
olduğumuzu ve Pomakların kim olduğunu durmadan anlatmak zorundayız.
lara anlatmalıyız.
Her ne kadar zor ve hileler ile dolu bir
yağlı güreş olacak olsa da yılmadan
anlatmalıyız. Anlatmak yetmiyor. En
önelişi ise yazılı bir anlatımımız da
olmalı.Tarihimizi ve tüm değerlerimizi yazılı hale getirmeliyiz. Ayrıca,
Pomaklığımıza ait her şeyi görsel kayıt
altına da almalıyız.
Pomaklar olarak bu konuda epeyce yol
kat ettik. Pomak Enstitüsünü kurduk.
Pomaknews agency üzerinden kültürel
ve tarihsel değerlerimizi kayıt altına
almaya başladık. Sosyal medya da kurduğumuz gruplar ile Pomaklara ulaşıp,
onların sahip olduğu bilgileri kayıt altına almaya başladık. Pomak alfabesini var ettik. Pomak Hora Derneğimizi
kurduk. Pomakça konuşulmasının yaygınlaşması için çabalıyoruz.
Bir Pomak dünyası oluşmaya başladı
ama yetmiyor.
Hatta durakta otabus bekleyenlere
bile anlatmalıyız. Hastahane de sıra
beklerken. sizinle karşılıklı, yan yana
oturanlara dahi anlatmak zorundayız.
O kadar bilinmiyor ki Pomaklar, çok
ama çok olmamıza rağmen. Avrupanın
göbeğinde yaşıyoruz ama Pomaklar
hakkında ciddi bir fikir sahibi olan bir
Avrupalıya hemen hemen hiç rastlamadım. Pomaklar hakkında en bilenin bilgi düzeyi, “sanırım bir şeyler duymuştum” seviyesinden daha fazla değil. Ne
acı dolu bir hal Pomaklar için.
Daha çok ama daha çok değerimizi
acilen kayıt altına almak zorundayız.
Yaşlılarımız bu dünyadan göç etmeden önce, bildiklerini ses ya da görüntülü kayıt cihazlarına anlattırmalıyız.
Artık her telefon, hem ses kaydı, hem
de görüntü kaydı yapıyor. Teknik sorun da yok artık. Üşenmeyin ve kaydedin her değerimizi. Pesnalarımızı,
Pomakça tekerlemelerimizi, çocuk
oyunlarımızı,yemeklerimizi,el işlerimizi, halk oyunlarımızı. Çok hızlı yok
oluyor ve asimile oluyor değerlerimiz.
Varsınız, ama aynı zaman da yoksunuz.
Aynı zamanda başkaları tarafından
başka bir şey olarak tarif edilmişsiniz.
Kökensel olarak ait olmadığınız başka
bir şey.
Elimizi çabuk tutmalıyız.
Pomakların var olduğunu önce Pomak-
Yaptığımız kayıtları Pomakların kendi kurumları olan Pomaknews, Pomak
Enstitüsü, Pomak Hora Derneği ve diğer sosyal guruplarımızda paylaşmalıyız. Bu paylaşımlarımız arşivlenecek
ve kayıt altına alınıp derlenecek.
Bütün dünyanın Pomaklar hakkında daha çok bilgi sahibi olmasını, bu
paylaşımlarımız ile gerçekleştireceğiz.
Sesimiz de var, aklımız da var.Yetişmiş
insanlarımız da var. Pomak olmanın ve
değerlerinin ne kadar güzel olduğunun
bilincinde olan mücadele arkadaşlarımız da var. Bütün malzemeler hazır.
Sadece kaçamak yapmaya kaldı iş.
Haydi gelin hep beraber dünyanın en
güzel Pomak kaçamağını yapalım.
Kaynak:http://pomaknews.com/?p=9132
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Süryanilerin ilk okulu açılıyor
'Asli unsur' sayıldıkları için 1928'den bu
yana okul açamayan Süryaniler, kazandıkları davanın ardından 'Cumhuriyet'in
ilk Süryani okulu'nu kurmaya hazırlanıyor.
Süryanilerin ilk okulu açılıyor Mardin
merkezde bulunan Süryani Kırklar Kilisesi nde 1928 yılına kadar idadi okulu
vardı. Lozan la birlikte Süryani okulları
kapatıldı.
Haber: AYÇA ÖRER - [email protected] / Arşivi
Süryanilerin anadilde eğitim için açtıkları davanın sonuçlanması ve eğitim
hakkının kabul edilmesiyle beraber okul açma çalışmaları başladı.
‘Demokratikleşme Paketi’ anadilde
eğitimin önünü açarken, Süryanilerin
okul mücadelesi geçen yıl başlamış ve
mahkemeye taşınmıştı. Süryanilerin yaşadığı süreci Beyoğlu Süryani Kadim
Meryemana Kilisesi Vakfı Başkanı Sait
Susin’den dinledik:
“Lozan’ın ardından yapılan yorum hatasıyla azınlık sayılmadık. Lozan Antlaşması ‘gayrimüslim ekaliyetler’ der. Biz
de bu ekaliyetlere giriyoruz. Lozan’da
‘Azınlıklar okul kurabilir, eğitim yapabilir’ diye yazar. Ancak yönetmeliklerde bu hak Ermeni, Rum ve Musevilere
tanınıyor, Süryaniler dışarıda bırakılıyordu.”
İlk kez 6 Haziran 2012’de Milli Eğitim
Müdürlüğü’ne verilen bir dilekçeyle
Milli Eğitim müfredatına ek olarak ayrıca Süryanice öğretecek bir anaokulu
isteyen cemaate “Süryani topluluğuna
mensup vatandaşlarımız, Lozan Barış
Antlaşması’nda azınlıklar arasında sayılmayıp asli unsur olarak kabul edildiğinden” gerekçeli bir ret yanıtı verilmişti. Bu cevabın üzerine Azınlık Özel
Öğretim Kurumları’na itiraz ettiklerini
ve süreci beklerken zaman kaybı yaşamamak için mahkemeye de başvurduklarını anlatan Susin, mahkemenin
verdiği lehte kararla yolun açıldığını
vurguluyor:
“İlk toplantıda mahkeme lehimize karar verdi. Bunun peşinden de çok güzel
bir şey olur. Kamu kurumları normalde
kaybettikleri davaları temyiz ederler.
Ama bu konu temyize gitmedi. Şu anda
okul önünde bir engel kalmadı.”
Yeşilköy’de olabilir
Susin, okulu cemaatin yoğun olduğu
Bakırköy-Yeşilköy civarında açmayı düşündüklerini söylüyor:
“Bizim ilk defa açacağımız ilkokul o
civardaki okulların kalitesinde olmalı.
Dört başı mamur bir okul açmak istiyoruz. Çeşitli okullarda çalışan eğitmenlerimizi çağırdık. Yönetim kurulumuzdan
ekip oluşturduk. Eğitim konusunda uzman cemaat üyelerimizle toplanacaklar.
Azınlık okullarından bilgiler alınacak.
Hedefimiz 2014-2015 öğretim yılına yetişmek.”
Mardin heyecanlı: Hocalar hazır
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
açıkladığı ‘Demokratikleşme Paketi’nde anadilde eğitime imkân verilmesi,
özellikle Süryanilerin yoğun olduğu
Mardin’de sevinçle karşılandı. Okul
açılması için Mardin İl Milli Eğitim
Müdürlüğü’ne başvuran Süryaniler taleplerinin kabul edilmesini bekliyor.
Midyat Süryani Cemaati ve Kiliseleri
Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Anto
Nuay, hazırlıklarını şöyle anlattı:
“Bizim için çok iyi olacak. Yalnız öğretmenlerin kilise ve manastırlarımızda
eğitim görmüş olmaları lazım. Başka
okullardan olursa bunun masrafını kaldıramayız. Devlet bize yardım ederse
çok daha memnun oluruz. Bizim eğitilmiş hocalarımız, okumuş eğitmenlerimiz var, onların bu derslere girmesini
istiyoruz.”
Midyat Süryani Kiliseleri Papazı İshak
Ergün de 1928 yılından bu yana okul
açamadıklarını hatırlattı: “Süryanice
tarihi, binlerce yıldır kullanılan, bilinmesi gereken bir dildir. Cemaat olarak
burada kendi imkânlarımız dahilinde
kiliselerde, manastırlarda dualarımızı
ve ayinlerimizi Süryanice çocuklarımıza öğretiyoruz.”
Mardin Artuklu Üniversitesi (MAÜ)
Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü
Süryani Dili ve Kültürü Anabilim Dalı
Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sait Toprak ise 12 öğrenci ile yüksek lisansa başladıklarını belirterek, “Birçok Süryani
derneğinin bizimle görüşmeleri oldu.
Öğrencilerimizden 5’i Süryaniceyi çok
iyi biliyor. Diğer öğrencilerimiz de başlangıç düzeyinde Süryaniceyi verebilecek durumda. Süryanice ders kitabının
hazırlanması konusunda bir ekip kurularak böyle bir çalışmanın yapılabileceğini kendilerine söyledim. Bu çok uzun
bir zaman almaz” dedi.(radikal gazetesi)
Presseerklärung der Stiftung des
Klosters Mor Gabriel
BASINA
VE KAMUOYUNA
Bugün Sayın Başbakanımız tarafından bizzat açıklanan “Demokratikleşme Paketi” kapsamında Mor
Gabriel Manastırı arazilerinin Manastır Vakfına iade edileceği ifade
edilmiştir.
2008 yılında bu yana devam eden
hukuk süreci ve bu süreç kapsamında açılan birçok dava söz konusu
olmuştur. Bu zorlu süreç içerisinde
hem Süryani halkı, hem de gerek
Türkiye’den ve gerekse de uluslararası toplumdan çok sayıda sivil
toplum kuruluşu, platform, aktivist
ve aydın insan bizlerden desteğini
esirgememiştir. Aradan geçen zorlu 5 yıl içerisinde hukuk sürecinin
yanı sıra; Mor Gabriel Manastırı
Vakfı’nın sorununun idari yollardan
da çözüme kavuşturulması istenilmiştir.
Gelinen noktada bu taleplere kulak
verildiği ve Mor Gabriel Manastırı
Vakıfının mallarının nihayet kendisine iade edileceği sonucuna ulaşılmıştır.
Vakfımız nezdinde bu mutlu günü
yaratan sonuçtan ötürü her şeyden
önce Sayın Başbakanımıza teşekkür ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Ayrıca bu süreçte emeği geçen ve
bizi destekleyen herkese, sorunumuzun çözümünde katkısı olan her
kesime, sorunumuza ilgi gösteren
tüm medya kuruluşu ve basın mensuplarına teşekkürlerimizi takdim
ediyor, açıklanan bu demokratikleşme paketinin yakın zamanda hayata
geçirilmesini ve ülkemize hayırlara
vesile olmasını diliyoruz.
Saygılarımızla.
Midyat Süryani Deyrulumur
Mor Gabriel Manastırı Vakfı
http://www.morgabriel.org/
haber138.html
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ԱՐՄԻՆ Թ. ՎԵԳՆԵՐԻ ԽԶՄԱԼՅԱՆԱԿԱՆ ՄԵԿՆԱԲԱՆՈՒՄԸ
ՑՆՑՈՒՄ Է ԳԵՐՄԱՆԻԱՅԻ ԲԱԶՄԱԶԳ ՀԱՆԴԻՍԱՏԵՍԻՆ
Հայոց ցեղասպանության 100-ամյակին ընդառաջ և Հայաստանի ու Արցախի
Հանրապետությունների քաղաքական արդի զարգացումների համատեքստում
<<ՀԱՄԱՅՆՔ>> 01.10.2013
Սեպտեմբերի 25-ին Գերմանիայի Բոխում
քաղաքում ցուցադրվեց Սարդարապատ շարժման
և Նախախորհրդարանի հիմնադիր անդամ,
ռեժիսոր Տիգրան Խզմալ յանի «Արմին Թ. Վեգներ:
Ցեղասպանության լուսանկարիչըե փաստագրական
ֆիլմը: Ֆիլմի ներկայացման ու Արմին Թ.
Վեգները, Կայսերական Գերմանիան և Հայոց
ցեղասպանությունը թեման գերմանացի և այլազգի
մտավորականների հետ Բոխում համալսարանական
քաղաքում քննարկելու համար անվանի ռեժիսորին
Բոխում էին հրավիրել <<Քվերենբուրգ գրադարանի
ընկերներ>> (Համալսարանական կենտրոնի
գրադարան) կազմակերպությունը, <<Արմին
Թ. Վեգներ ընկերությունը>> և Գերմանիայի
<<Հայ Ակադեմիականների Միություն-1860>>
գիտամշակութային միությունը: Ֆիլմի ցուցադրման
համար իր դահլիճը սիրով տրամադրել էր Բոխումի
պատմության կենտրոնական արխիվը: Խզմալ յանի
այս ֆիլմը արդեն թարգմանվել է բազում լեզուներով:
Այն 2012 թ. Եվրոպայի Հայկական Համագումարի
կողմից (պատասխանատու` Ժիրայր Քաջավյան)
թարգմանվեց նաև գերմաներենի և ցուցադրվեց
Քյոլնում և Մայնի Ֆրանկֆուրտում: Այնպես որ ֆիլմն
արդեն մեծ արձագանք էր գտել Գերմանիայում,
որի վառ ապացույցն էր Բոխումի լեցուն դահլիճը:
Բոխում կատարած հայ մտավորականի այցին և
քաղաքային արխիվի փաստագրական ֆիլմերի
դահլիճում ֆիլմի ցուցադրմանն ու քննարկմանը
լայնորեն արձագանքեցին քաղաքային ու մարզային
թերթերը (Westdeutsche Allgemeine Zeitung, WAZ
19.09.2013, 25.09.2013; Ruhr Nachrichten 24.09.2013
և այլն), ինչպես նաև Բոխումի ռադիոն (Radio Bochum -98.5, 25.09.2013) և համացանցային
բազմաթիվ լրատվամիջոցներ: Ցուցադրմանն ու
դրան հաջորդող քննարկմանը ներկա էին Բոխումի
և Հյուսիս-Հռենոսյան Վեստֆալիայի զանազան
քաղաքներից ժամանած հայ, գերմանացի, լեհ,
ռուս, պարսիկ, ասորի, պաղեստինցի արաբ, քուրդ,
լազ, դերսիմցի և հրեա մտավորականներ, ինչպես
նաև հյուրեր Հայաստանից և Բելգիայից: Երեկոյի
բացումը կատարեց Արմին Թ. Վեգներ ընկերության
նախագահ Ուլրիխ Քլանը:
Ֆիլմն ավելին քան հուզիչ է: Այն պատմում է
գերմանացի զինվորական բուժաշխատող, լիրիկ,
գրող-հրապարակախոս և լուսանկարիչ Արմին
Թ. Վեգների մասին: Հայոց Ցեղասպանության
ականատեսն ու հայ ժողովրդի իրավունքների
պաշտպանը չնայած Օսմանյան կայսրության
արգելքներին, վտանգելով իր կյանքը, լուսանկարում
է հայ ժողովրդի դաժան ոչնչացման տեսարանները և
ինչպես ինքն է գրում, <<ուզում է իր լուսանկարներով
գոնե ինչ որ չափով օգտակար լինել հայ ազգին>>:
Ֆիլմը պատմում է, թե ինչն էր առաջին
համաշխարհային պատերազմի իրական
պատճառը: 20-րդ դարի սկիզբը բնորոշվում է
գիտության թռիչքներով և տեխնիկական նոր
նվաճումներով: Այս ամենը պահանջում էր
նոր վառելիքի աղբյուրներ: Օսմանյան նավթը
Գերմանիա ներմուծելու համար Գերմանիային
հարկավոր էր Բեռլին-Բաղդադ երկաթուղին, որն
էլ կառուցելու համար հարկավոր էին հարյուր
հազարավոր բանվորներ, գերադասելի էին հայերը:
Այն Օսմանյան կայսրության ամենաաշխատունակ
և գյուղատնտեսապես զարգացած ազգն էր:
Գերմանիան ծրագրում է ճամբարների կառուցում
բանվորների և նրանց ընտանիքների համար:
Օսմանյան կայսրությունն ընդունում է Գերմանիայի
այս առաջարկն իհարկե այլ նպատակներով: Մեծ
Բրիտանիան մտահոգվելով գերմանա-թուրքական
համատեղ գործունեությունից դադարեցնում է
թուրքերի նկատմամբ իր ջերմ քաղաքականությունն
ու սկսում է աջակցել Սերբիայի, Հունաստանի
և Բուլղարիայի ազատագրմանը: Օսմանյան
կայսրությունը իր ողջ չարությունը թափում է երկրի
քրիստոնեական փոքրամասնությունների՝ առաջին
հերթին հայերի վրա: Թուրքերն օգտագործում
են առաջին համաշխարհային պատերազմը,
ինչպես նաև Գերմանիայի կողմից մշակված
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
հայերի տեղահանման պլանները, բայց ոչ թէ
Գերմանիայի մեծ երազանքը կատարելու, այլ հայերի
զանգվածային կոտորածը կազմակերպելու համար:
Հայերի տեղահանումները վերածվում են դաժան
ցեղասպանության: Ցեղասպանություն, որը մինչ
այսօր Թուրքիայի, ԱՄՆ-ի և այլոց կողմից դեռ չի
ճանաչվել:
Ֆիլմը ցուցադրում է Արմին Թ. Վեգների
լուսանկարները, որոնք այս ցեղասպանության
անհերքելի փաստարկներն են: Ֆիլմում ընթերցվում
են նաև գերմանացի գործչի հայտնի բաց նամակն
ամերիկյան նախագահին, թեմային առնչվող
նրա գրական աշխատանքները... Ռեժիսորի
գնահատմամբ Արմին Թ. Վեգների գործունեությունն
անգնահատելի է հայ ժողովրդի համար:
«Արմին Թ. Վեգները փրկեց Գերմանիայի և ողջ
աշխարհի պատիվը: Ես ստեղծել եմ այս ֆիլմը ոչ թե
հայերի այլ Գերմանիայի և ողջ աշխարհի համար:
Արմին Թ. Վեգները, Ֆրանց Վերֆելը, Յոհաննես
Լեփսիուսը փրկեցին իրենց սերունդըե- ասում է
Տիգրան Խզմալ յանը ֆիլմի ցուցադրումից հետո:
Ֆիլմում հնչում է Արամ Խաչատրյանի հանրահայտ
երաժշտությունը: Այս առումով ռեժիսորն
ասում է- «Արամ Խաչատրյանի երաժշտությունը
պատասխանն է հայերի, որ հայերը վերապրեցին:ե
Ֆիլմից հետո հյուրերը վայելեցին Կոմիտասի
«Կռունկըե Հայաստանի Հանրապետությունից
ժամանած ջութակահարուհի և երգչուհի Անի
Պիվազյանի փայլուն կատարմամբ:
-Սա այն տխուր մեղեդին էր, որը հայոց
ցեղասպանության զոհերն ու վերապրողները
հաճախ երգում էին,- դահլիճին մեկնաբանում է
Խզմալ յանը:
Ֆիլմը իրոք ցնցեց հյուրերին: Շատերը չէին
կարողանում զսպել արցունքները: Ազդվելով
ֆիլմում ներկայացվող սահմռկեցուցիչ
տեսարաններից, գերմանահայ ներկաներից ոչ ոք
ֆիլմից հետո չկարողացավ ստանձնել թարգմանչի
գործը: Հյուրերը ստիպված էին ռեժիսորի հետ
քննարկումներները վարել անգլերենով :
«Ես չեմ ընդունում գերմանական մեղք
հասկացությունը,-ասում է ռեժիտորը, սա մեծ
հոգեբանական խնդիր է: Սա բարոյական խնդիր է:
Դա շատ ցավագին է ընդունվում գերմանացիների
կողմից, որովհետև նրանք գիտակցում են իրենց
դերը: Ես նախընտրում եմ խոսել ոչ թե գերմանական
մեղքի մասին, այլ այն մարդկանց, ովքեր փրկեցին
Գերմանիայի պատիվըե:
Տիգրան Խզմալ յանը խոսեց նաև Ադրբեջանի
կողմից իրականացված բարբարոտության մասին:
«Գենոցիդը կրկնվեց այն պարզ պատճառով, որ
մենք հայ ենք: Մինչ այդ ես չէի հասկանում, թէ
ինչ է հայ լինելը: Հասկացա, որ ես էլ կարող էի
սպանվելե: Այն հարցին, թե կգա արդյոք այդ օրը,
երբ աշխարհի հեռուստատեսությունը կցուցադրի
Վեգների մասին ֆիլմը, ռեժիսորը պատասխանեց`
«Այդ օրը եկել է: Կառավարությունը կորցրել է
մենաշնորհը տեղեկատվության վրա: Մենք անցնում
ենք հեռուստատեսային դարից համացանցային
դար: Նայում են այն, ինչ ուզում են և այնտեղ, որտեղ
ուզում են: Ֆիլմն ապրում է իր սեփական կյանքով:ե
Տխուր երեկոն ավարտվեց լավատեսական
նոտայով. Անի Պիվազյանը գերմաներենով
կատարեց Շտրաուսի «Mein Herr Marquisե-ը: Այս
շնորհակալական կատարումը նվիրվեց Վեգների
հիշատակին:
Սեպտեմբերի 27-ին Տ. Խզմալ յանի երկու այլ
ֆիլմեր`<<Արարատ-73>> և <<Շախմատը կամ
արքայի մահը>> ցուցադրվեցին Համբուրուրգում,
որոնց ցուցադրումը համատեղ կազմակերպել էին
<<Կիլիկիա>> Հայ երիտասարդական միությունն
ու Համբուրգի Հայ համայնքը: Ֆիլմերի դիտումից
հետո հանդիսատեսները սկայպի կապով մտերմիկ
զրույց ունեցան այս օրերին Փարիզում գտնվող
կինոռեժիսորի հետ:
Այժմ Տիգրան Խզմալ յանը պատրաստում է
իր հաջորդ «Թագուհիներ հայոցե ֆիլմը, որը
կներկայացնի հայ կանանց կերպարները
պատմության մեջ: Այս առիթով նա պատմաբան
Ազատ Օրդուխանյանի ուղեկցությամբ այցելեց
Քյոլնի Սուրբ Պանթալիոն եկեղեցում ննջող,
ազգությամբ հայ, 10-րդ դարի Գերմանայի
թագուհի Թեոֆանուի գերեզմանը, ով իր
իմաստուն քաղաքականությամբ մեծ դեր է
խաղացել Գերմանիայի և առհասարակ Եվրոպայի
պատմության մեջ:
Այն հարցին, թե որն է իր նկարահանած ֆիլմերից
իր համար ամենահարազատը, նա պատասխանեց,«Այն ինչ հիմա եմ անում: Կանայք ցանկացած
ազգի մեջ վերնախավ են: Բայց, քանի որ մենք
յուրահատուկ ազգ ենք, մեր կանայք եզակի երևույթ
ենե:
Ֆիլմը պատրաստ կլինի արդեն 2013-ի վերջին:
Հավանական է Տիգրան Խզմալ յանի այցը Գերմանիա
2014 թվականին, այս անգամ, բնականաբար, հայ
կնոջը մեծարող իր նոր ֆիլմով:
Զինա Գյուրջյան-Վայլլանտ
Բախում, Գերմանիա
http://www.haynews.am
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Reform
Paketi
bundan sonra yapılması gereken reformlar için bir altyapı hazırlıyor. Yani
geriye dönüşü olmayan, yeni bir yolun başlangıcında gibiyiz.
Buraya kadar aktardığım fikirlerin
tümü, şu veya bu şekilde dile getirildi.
Açıklanan paket üzerine tartışma yapmanın çok sıkıcı bir tarafı var. Sonuçta, söylenecekleri aşağı yukarı tahmin
edebileceğimiz bir tartışma. MHP ve
CHP gibi “eskisi gibi kalsın” diyen
sınırlı bir kesim dışında, büyük çoğunluk açısından sorun, yarısı dolu
su bardağının nasıl tanımlanacağı
ile ilgili.
Hükümete yakın çevreler için paket
büyük bir sevinç kaynağı ve “sessiz
bir devrim”; uzak duranlar için, kısmi bir hayalkırıklığı. Hatta “göz boyama operasyonu” olarak gören, burun kıvırıp, dudak bükenler de var.
Bir de paketin içeriğinden bağımsız,
ilan edildiği koşullar nedeniyle kısmi
bir tedirginlik yarattığından söz edebiliriz. Hükümetin özellikle Gezi Parkı politikaları ve daha sonra gündeme
gelen polis şiddeti, insanları sütten
ağzı yanmış olma tedirginliğine itti.
Bu nedenle, yoğurdu üflemeye çağrı
yapıp, büyük bir kuşku ile, “hele bir
uygulamaya bakalım”, diyenlerimiz
de az değil.
Bana göre de paket biraz “geç kalmış”
bazı düzenlemeler; ve bazıları Cengiz
Aktar’ın güzel tanımıyla “demokratikleşmekten ziyade eziyetten kurtulma” tedbirleri.
Özellikle Alevilere yönelik hiçbir
düzenlemenin olmaması ve yerel yönetimler konusunun es geçilmesi,
hükümetin gerçek sıkıntılarının nerede yattığını göstermesi bakımından
önemli.
Pakette iki ayrı gölge daha görmek
mümkün. Birincisi, hükümetin alttan
gelen bir dalganın farkında olarak ve
belki de buna tepki olarak reformları
ilan etmek zorunda kalmış olması...
Yani istenerek atılmış bir adımdan
çok, kerhen kabul edilmek zorunda
kalınmışlık sözkonusu gibi.
İkinci gölge ise yaklaşan seçimler.
Açıklanan tedbirlerin Sünni-Türk ço-
Pek yapılmayan ise pakete tarihî bir
perspektif içinde bakmak.
Prof. Dr. Taner Akçam
ğunluğun kabul etmekte zorlanmayacağı hususlardan oluşturulduğunu
tahmin etmek zor değil. Bu nedenle
de seçimlerden önce Sünni-Türklerin “hassasiyetleri” dikkate alınarak
başka bir reform paketinin açıklanmayacağını da söylemek mümkün.
Bu da hükümetin reform yapmak ile
oy kaybetmek arasında tersten bir
irtibat kurduğu anlamına geliyor. Bu
bir kanaate değil de bir bilgiye dayanıyorsa, ortada kendi başına kaygı verici
bir durum var demektir.
Ve fakat tüm bu kuşkulara rağmen
reform paketine derin anlam yüklemek de mümkün. Kendi adıma, andın
kaldırılması, türban özgürlüğü gibi
sembolik değişimlere böyle bir anlam
yüklemek isterim. Toplumsal değişimin en derin ve en önemli göstergeleri bunlar.
Bana göre paket, geleceğe yönelik
büyük değişim hamlesi olmaktan çok
bir nevi mıntıka temizliği gibi. Sanki
Kendisinden epey etkilendiğim Alman
sosyolog Norbert Elias toplumların
değişimlerinin anlaşılması için onları
en az yüzer yıllık evrelerde ele alabilecek modellerin gerekli olduğunu
söyler.
Burada böyle bir model kurma şansım
yok ama ilan edilen reform paketine
böylesine uzun bir perspektif içinden
bakmam mümkün.
Acaba son düzenlemelere, OsmanlıTürk tarihinin reformlarla macerası açısından bakarsak ne tür sonuçlar elde ederiz?
İlk söyleyebileceğim, ortada makûs bir
talihin sözkonusu olduğu. OsmanlıTürk toplumu 18. yüzyılın sonlarından
itibaren kendisini reform edemediği
için çöktü. 1839 Tanzimat ve 1856
Islahat bilinenleri ama bir de 1895
Ekim, 1914 Şubat Ermeni ve 1913
Arap reformları gibi bazı reformlar
var ki, özellikle bu son üç reform bugünü anlamak için çok önemli.
Galiba reform paketinin anlamı,
Türkün reformlarla ilgili makûs talihini değiştirip değiştiremeyeceğinde yatıyor. Buna yakından bakmak
isterim. Kaynak: Taraf
[email protected]
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Nice
paketler
gördüm
boştular!”
AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir
kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir
gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri
demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor. Son paket daha ilan edilmeden
“tartışma” konusu oldu ama pakette ne
olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu
var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir
şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi.
Bir de paketin kapalı kapılar ardında
hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda
hazırlanmıştı yani polisin eseriydi.
Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir
şey yoktu. Tabii paket polis tarafından
değil de anlı şanlı hukuk profesörleri,
“konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En
gerici yasaların ve anayasaların daima
bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır.
1982 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu
adamları, kadınları neden profesör
yapıyorlar sanıyorsunuz. Yalanı ve
yanlışı sıradan birine söyletseniz pek
inandırıcı olmaz ama isminin önünde
çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar. Artık o
aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü...
Böyle bir zamanda böyle bir paketin,
başlıca üç amaçla ilân edildiğini söylemek mümkün: Kürtleri oyalamak;
Fikret Başkaya
gelecek dönemdeki seçimleri kazanmayı garantilemek ve Gezi Parkı
Direnişi sonrasında dış dünyada bozulan Türkiye imajını tamir etmek.
Aslında Gezi Parkı Direnişi gerçek
durumu dosta düşmana gösterdiği
için bir “düzeltme” işlevi gördü. Zira
dışarıda AKP’nin nasıl da demokrasi
ve özgürlük aşkıyla yanıp-tutuştuğu,
İslam’la demokrasiyi ve laikliği nasıl “bağdaştırdığı”, velhasıl “ılımlı
İslam’ın” başarılı bir örneğini ürettiği
yaygın bir tevâtür halini almıştı. Artık Türkiye Müslüman dünya için bir
model olabilirdi... Bu amaçla yalan
endüstrisi de etkin bir şekilde devreye sokulmuştu. “Davulun sesi uzaktan
hoş gelir” denmiştir. Aslında AKP’nin
başlıca iki amacı vardı: Ranta el koymak, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi
yağmalamak ki, bu alanda “müthiş bir
performans” ortaya koydukları kesin
ve toplumu ve rejimi adım adım İslami bir temel üzerinde yeniden inşa
etmek. Bu amaçla da sınırlı laik işleyişi etkisizleştirmek ve demokrasinin
sınırlı temelini aşındırmak, Müslüman
Kardeşler Örgütü [İhvan-ı Müslimin]
modelinde bir Türkiye yaratmak ve
Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni konjonktürde yeni temeller üzerinde ihya
etmek... Tabii gönüllerinde yatan nihai
hedef Hilafeti ihya etmektir... Aslında
AKP’nin bu tür hezeyanları, “aç tavuğun rüyasında kendini darı ambarında
görmesi” kadar abesti. Abes olduğu,
önce Arap dünyasındaki kalkışmalar
ve ardından da Gezi Parkı Direnişiyle
tescillendi. Aslında pre-modern saplantılara ve hezeyanlara sahip bir siyasi kadronun her şeyle ilgileri olabilirdi
ama demokrasi ve özgürlüklerle asla...
Eğer durum böyleyse nasıl oluyor da
insanlar bu iktidardan demokrasi bek-
leme aymazlığına saplanıyor? Bu tür
yanılgılar demokrasinin ne olduğunun, ne olması gerektiğinin bilinmemesiyle ilgili. İnsanlar siyasi partiler
var, seçimler yapılıyor diye Türkiye’de
demokrasi olduğunu sanıyor. Oysa
tam tersi doğrudur. Verili durumda
seçimler demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır.
Bu sayede oligarşik yönetim ayakta
kalabiliyor, sömürü, yağma ve talanın
sürüp gitmesi mümkün hale geliyor,
velhasıl rejim “meşruiyet” kazanıyor.
Oysa demokrasinin bilinen bir tanımı
var: Demokrasi halkın özyönetimi demek, halkın kendi kendini yönettiği,
siyasal sürecin öznesi olduğu durum
demek. Bizde ve dünyanın başka yerlerinde siyasi partilerin ve seçimlerin
varlığı demokrasinin gerçekleşmesi olarak kabul ediliyor. Bu vesileyle
daha önce defaten yazdığımı bir daha
hatırlatmak iyi bir fikir olabilir. Zira
siyasi partiler, seçimler ve seçimler
sonucundu oluşan hükümetler demek
olan “temsilî demokrasi” bidayette
gerçek demokrasinin önünü kesmek
üzere peydahlanmıştı. Böylesi bir manipülasyon sayesinde oligarşinin iktidarı güvence altına alınmış, devamlılığı sağlanmıştı. O gün bu gündür de
“garp cephesinde yeni bir şey yok”.
Bir şey daha: içinde bulunduğumuz
neoliberal gericilik çağında, temsili
demokrasi artık külliyen bir sirk oyununa dönüşmüş durumda. Siyasi partiler şirketleşmiş bulunuyor. Elbette
devletlerin bile şirketleştiği bir dünyada bu durum şaşırtıcı değildir. Bu
yüzden paketin açıklanmasının tam
bir satış şovuna dönüştürülmesi de şaşırtıcı değildi...
Başbakan demokrasiye gönderme yaparken, ısrarla Adnan Menderes’in ve
Turgut Özal’ın mirasçısı ve sürdürücüsü olduğunu hatırlatıyor. Bu tür bir
manipülasyonla da kendini ve partisini demokratik gelenek içinde göstermek istiyor. Adnan Menderes, Aydın
ovasının en büyük toprak ağalarından
biriydi. 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin sahibiydi. 1930 yılında kısa, Serbest Cumhuriyet Fırkası
[SCF] denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yurt gezisine
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çıkıp halkın nabzını bizzat tutmak isteyen Mustafa Kemal, Aydın’a uğradığında, Adnan Menderes’le de tanışmış
ve onu mebus yapmaya karar vermişti.
O tarihten sonra Adnan Menderes 30
yıl boyunca mebus olarak yola devam
edecekti. Bu otuz yılın son on yılında
da başbakandı. 1945 yılında Meclis
gündemine gelen “Çiftçiyi topraklandırma kanunu tasarısına” karşı çıktı,
üç arkadaşıyla birlikte ünlü “Dörtlü Takrir”i verdiler. Partiden ihraç
edildiler ve Demokrat Parti’yi [DP]
kurdular. 1950 seçimlerinde DP oyların %52’sini aldığı halde meclisteki
sandalyelerin 415’ine veya %83’üne
sahipti. Ana muhalefet partisi CHP
oyların %39. 45’ini almasına rağmen
sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti...
Oyların %4,76’sını alan bağımsızlar
da sadece 2 milletvekili, Millet Partisi de oyların % 3.11’ini aldığı halde
sadece 1 milletvekili çıkarabilmişti...
Aslında bu durum bu gün de az çok
geçerli. Bu dünyada toprak ağalarının
demokrasi aşkıyla yanıp tutuştuğu pek
görülmüş bir şey değildir. Menderes
iktidara gelir gelmez baskıcı yöntemlere başvurmaya başladı ve giderek
baskının dozunu artırdı, tam bir tek
adam rejimi kurdu. 1957’den sonra
durum daha vahim bir hal aldı. Artık
Türkiye’de tipik bir dikta rejimi geçerliydi. İstediği her yasayı çıkarabilecek
Meclis çoğunluğuna sahipti. Anayasayı istediği gibi by-pass edebiliyordu.
Basın ve üniversite üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuştu. Bardağı taşıran son damla herhalde ünlü “ Tahkikat Komisyonu’ydu”. Yasanın ilk
maddesi şöyleydi: “TBMM Tahkikat
Komisyonu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü
Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarda Cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askeri
adli amirlere tanınmış tüm hak ve yetkilerine sahiptir” deniyordu. Velhasıl
katıksız bir dikta rejimiydi söz konusu
olan. Elbette Adnan Menderes’in asılması yanlıştı ama bu onu demokrasi
kahramanı yapmazdı.
Turgut Özal’a gelince, Turgut Özal
Dünya Bankası’nın ve IMF’nin adamıydı ve ünlü “24 Ocak Kararlarının”
mimarıydı. Amerikancı askeri cunta
yönetiminin başbakan yardımcısıydı.
Cuntanın işlediği cinayetlerden, idamlardan, işkencelerden, sürgünlerden,
velhasıl tüm insanlık suçlarından, anti-demokratik uygulamalardan sorumludur. ABD desteğiyle ANAP’ı kurdu
ve ilk seçimlerde başbakan oldu. Daha
sonra da “sivil cumhurbaşkanı” sayılıp yere göğe konmayacaktı... 12 Eylül
devlet terör rejiminin mimarlarından
biri olan Turgut Özal’ın demokrasinin “timsâli“ sayılması, Türkiye’ye
özgü bir garâbettir... Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın demokrasinin timsâli, demokrasi ve özgürlük kahramanı saydığı iki şahsiyet işte böyleydi. Aslında
Adnan Menderes bireysel yaşam tarzı
itibariyle de “muhafazakâr” olduğunu söyleyen bir partinin pek de örnek
alabileceği bir şahsiyet değildi. Eğer
durum böyleyse demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından ilgisi olmayan bu
iki şahsiyet nasıl olup da demokrasinin timsâli sayılabiliyorlar? Bu sonunun cevabını her halde Türkiye’deki
siyasi kültürün ‘azgelişmişliğiyle”,
tarih bilgisi ve bilinci zaafıyla açıklamak gerekecektir...
O halde demokrasi sorununa nasıl
yaklaşmalı?
Demokrasinin vazgeçilmezi olan hak
ve özgürlerin nasıl kazanıldığı, kazanılıp-kazanılmadığı, bu bakımdan
kritik bir öneme sahiptir. Bir hak ve
özgürlük eğer ona ihtiyacı olan insanların, kitlelerin doğrudan iradesinin
eseriyse, o haklar ve özgürlükler, artık bir özgürleşme, kurtuluş, velhasıl
bir emansipasyon unsurudurlar. Bu
da demektir ki, özgürleştirici hak ve
özgürlükler kazanılmış haklar ve özgürlüklerdir. Bir de verilen veya izinli
diyebileceğimiz haklar ve özgürlükler
söz konusudur ki, bu durumda haklar ve özgürlükler egemenler cephesi,
mülk sahibi sınıflar veya yönetici politik sınıf tarafından, onlar istedikleri
zaman, istedikleri kadar ve istedikleri
şekilde “bahşedilirler”. Doğası gereği,
verilen-izinli hakların bir özgürleşme,
bir emansipasyon unsuru sayılmaları
mümkün değildir. İşte bizdeki ve başka yerlerdeki demokrasi zaafı geçerli
“demokrasi pratiğinin” verilen-izinli
haklar ve özgürlüklere dayanmasından kaynaklanıyor. Elbette kazanılan
ve verilen-izinli haklar özgürlükler
ayrımı her zaman bu kadar net olmayabilir. Kitle eylemi ve zorlaması belirli oranlarda egemenler cephesini
taviz vermeye zorlasa da bu söylediğim durumda fazla değişiklik yapmaz.
Kitleler eğer kendi kaderlerini kendileri tayin etmek üzere sahneye çıkıyor
ve kararlı bir dayatmayla bir takım
haklar ve özgürlükler elde ediyorlarsa,
orada özgürleştirici, kurtuluşun yolunu açan ve realize eden [emansipatris]
bir durum söz konusu demektir.
Bu bakımdan Türkiye’deki reel demokrasi pratiğinin gerçek demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Tüm kritik tarihsel anlarda ve kavşaklarda kitleler
sürecin dışında kaldılar. Dolayısıyla
verilen-izinli hakların ve özgürlüklerin içi boştu. Bizdeki demokrasi pratiği, mülk sahibi egemen sınıfların,
bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliydi. Mesela Cumhuriyetin
kuruluşunda halk kitlelerinin bir dahli
olmamıştı, mesela ilk İş Kanunu’nun
çıkmasında işçilerin iradesi sürece dahil olmamıştı. Seçme ve seçilme hakkı
kitlelerin bir kazanımı değildi. Zamanı geldiğinde ve gerekli görüldüğünde
demokrasi ve özgürlük düşmanı cephe
tarafından ihsan edilmişti. Dolayısıyla verilmiş-izinli haklar kategorisine
dahildi. Kadınlar seçme ve seçilme
hakkı için elbette mücadele ettiler ama
bu o hakkın verilmiş-izinli hak olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Aynı şey
çok partili sisteme geçiş için de söz
konusuydu. Bu durum temsili demokraside mündemiç zaafla birleştiğinde,
bizdeki demokrasi pratiği de tam bir
aldatma, oyalama operasyonu niteliği
kazandı. İçi boş, iğdiş haklar ve özgürlükler söz konusu olunca, reel olarak
ve son tahlilde bir polis devleti ve/
veya örtülü asker-polis diktatörlüğü
olan, demokrasiymiş gibi sunulabildi.
Verilmiş-izinli haklar temelinde yol
alan süreç insanlarda yurttaş bilincinin gelişmesini de engelledi. Topluma
misafir-mülteci- sığıntı bilincinin ortalaması tuhaf bir “bilinç”, anlayış ve
davranış kalıbı hakim oldu. İşte bu tür
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bilinç de egemenler cephesinin işini
kolaylaştırdı, manipülasyon yapmalarını kolaylaştırdı.
Bir önemli husus da demokrasinin sosyal eşitliği varsaymasıdır. Zira sosyal
eşitlik olmadan demokrasi mümkün
değildir. Şimdilerde demokratik denilen ve başkalarına da örnek gösterilen
rejimler aslında oligarşik rejimlerdir ve oligarşinin iktidar olduğu yerde demokrasiden söz etmek abestir...
Başka türlü söylersek, kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz. Onun son dönemdeki versiyon olan neoliberalizm
ise demokrasinin açıkça inkârıdır.
Kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz
zira her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmeye, azdırmaya
mahkûmdur. Toplumsal eşitsizliklerin
sürekli derinleştiği, bir ortamda hâlâ
demokrasiden söz edilebilir mi? Dolayısıyla kapitalizmi sorun etmeyenin
ağzına demokrasi yakışmaz. Geçerli
olan bir “oy sandığı demokrasisidir”
ve gerçek demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur.
İnsanlar kitap yazdığı için hapiste, öğrenciler bir hak ve özgürlük talebinde
bulunduğu için hapiste, on binlerce
oy alarak milletvekili seçilen milletvekilleri hapiste, gazeteciler hapiste,
avukatlar, yazarlar hapiste.Artık basın
özgürlüğünün esamisi bile okunmuyor. Öyle bir terörle mücadele kanunu
yürürlükte ki, istendiğinde o kanuna
dayanarak herkesi kodese tıkmak gayet mümkün. İşte %10 seçim barajı 31
yıldır yerli yerinde duruyor. Seçim ve
siyasi partiler kanunları 12 Eylül’den
beri yürürlükte ve her iktidar kendi
ihtiyacına göre değiştirmeye devam
ediyor. YÖK tam bir karabasan gibi
akademinin tepesine çöreklenmeye
devam ediyor. Ve Tayyip Erdoğan paketinde bunlara dair tek kelime yok ve
ona “demokrasi paketi” diyorlar.
Uzun lâfın kısası artık tartışma zeminini değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır. Aksi halde içi boş daha nice yeni
paketleri bekleme aymazlığından kurtulmak mümkün olmayacak.
Kaynak:
http://www.ozguruniversite.org
Binboğada Kızılbaş olmak
Al i Ü lge r
Kartal olmaktır, derler yaşlılar.
Şöyleki Kartal dağların doruklarında Yaşar ve kimseye minnet
etmez. Binboğadaki Kızılbaşlarda öyle yapmışlar saz çalıp
deyişler söyleyip geleneklerini
sürdürmüşler, nesilden nesile
aktarmışlar. Kardeş sofrasına
oturmuşlar Ermeni tecritinde
Ermenilere sahip çıkıp kendi
aralarında barındırmışlar, devlete
vermemişler okadarki birbirine
bağlanmışlarki mezarları yan
yana, kardeşleşmenin güzel bir
örneği, Binboğadaki Kızılbaşlar
her türlü gericiliğe karşı bir tutum içinde olmuştur. Dünden bu
güne çok bedeller vermişler.
Yaşlı bir amcanın dediği gibi
“biz ne çok öldürüldük” diyor. Ve
ekliyor “biz yaşamak için geldik
buralara, yaşamak için 20-30 gün
yürüyerek kaçakçılığa Suriye
gidip geldik. Sınırda kurşunlandık yaralandık, öldürüldük bile.
yaşamak için bir lokma ekmek
için ölümüzü sınırda bıraktık.”
İnsan karnını doyurmak için çalışır, geçimini sağlamak için bizse
yaşamak için çalıştık. Sistem bize
karşı biz kendine düşman olarak
gördü ve katliam yaptı sürgünler
yaptı atalarımız bundan dağları
yurt eyledi, sırtını dağları yasladı. Bu bizim tek değil ötekilerin
genel kaderi, ama artık birşeyler
değişmeli, ötekilerin sesi yükselmeli birlik olunmalı yeniden
bir dünya yaratılmalı, ve insana,
doğaya ve insanca olan herşeyde
dair yeni bir dünya kurulmalı.
Bize dayatılan kokuşmuş bir
düzendir kendi kendini bitiren
bir sistemdir tektir, “bu bitmeli"
diyor yaşlı amca. Ve Binboğadaki Kızılbaşlar çok ağır bedeller
ödemişler ve halende ödüyorlar
bunun bitmesi için umutla dirençle sisteme minnet etmiyorlar "hep
bir ağızdan güneş doğduğu sürece bizim umudumuz bitmeyecek"
diyorlar.
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
''Ben Kürd
politikaları ve bu politikalar çerçevesinde yerinden edilen, etnik temizliğe
tabi tutulan bir halk… Köylerin yakılmasını, yıkılmasını, temel geçim
kaynaklarının tahribini, milyonlarca
insanın yerini yurdunu terke zorlanmasını… bu politikalar çerçevesinde
değerlendirmek gerekir.
Milliyetçisi
Değilim!''
Dr. İsmail Beşikçi
Televizyonlarda cereyan eden tartışmalarda, basın mensupları, asker kökenli ve çeşitli sivil toplum örgütlerinde çalışan tartışmacılar yanında bazen
bir iki Kürd de görülüyor. Konuşmaların, tartışmaların bir yerinde milliyetçilik gündeme geliyor. Panele katılan
Türkler, “Milliyetçiliğe karşıyım, milliyetçiliğin iyisi olmaz. Her türlü milliyetçilik kötüdür” şeklinde bir görüş
ortaya atıyor. Panele katılan Kürdler
de, genel olarak, “ben Kürdüm ama
Kürd milliyetçisi değilim, milliyetçiliğe karşıyım” diyor. “Bölücü” olmadığını vurgulamaya çalışıyor.
Bu düşüncenin, bu tutumun biraz irdelenmesi gerektiği kanısındayım. Türk
milliyetçiliğine karşı olmak anlaşılır
bir durumdur. Çünkü Türk milliyetçiliği çoğu zaman ırkçılığı içermektedir. Örneğin, Kemalist ideolojiyi
içselleştirenler Kürtlere hiçbir hakhukuk tanımak taraflısı değildirler.
Kemalistler, Kürtlere, Türk olmaktan,
Türklüğü benimsemekten başka bir
hak tanımayı düşünmemektedirler. Bu
ideolojiye sahip olanlar, Kürdleri, dilleriyle, kültürleriyle, tarihleriyle ortadan kaldırabilmek için, Kürtlere, köle
muamelesini sürdürebilmesi için, her
yolun mubah olduğunu düşünmektedirler. Bu milliyetçiliğin ana politikası
asimilasyondur. Asimilasyon için de,
devletin, okul, din, basın gibi ideolojik baskı araçları, karakol, mahkeme,
hapishane gibi zorlayıcı baskı araçları,
etkin bir şekilde kullanılıyor. Asimile
olmamakta direnenlere karşı yerinden etme, etnik temizlik de, yaygın
ve yoğun olarak gündeme getiriliyor,
kullanılıyor. Bütün bunların yetmediği zaman, fiili imha da var. Böyle bir
milliyetçiliğe, ırkçılığa, elbette karşı
durmak, böyle bir anlayışla mücadele etmek gerekir. Kürd milliyetçiliği
derken, kastedilen, düşünülen nedir
acaba? Acaba, Türkleri, Arapları,
Farsları asimile etmek isteyen, bunun
için planlar, projeler geliştirmiş, gerekli mekanizmalarını, ideolojik baskı
araçlarını zorlayıcı baskı araçlarını
kurmuş bir Kürd yapısı mı var?
“Ben Kürdüm ama Kürd milliyetçisi
değilim” diyen kişi, nasıl düşünüyor,
nasıl hissediyor? Bu kişi kafasında
milliyetçi bir Kürd tahayyül ediyor.
Bu kişinin, diyelim A kişinin tahayyül
ettiği Kürd, diyelim B kişi, neler düşünüyor, nasıl bir tutum sergiliyor da,
A kişi ona milliyetçi diyor, kendisinin,
onun yani B kişinin düşüncelerine ve
tutumlarına karşı olduğunu söylüyor.
Bu konuyu irdelemek için Kürt toplumunun ve Kürdistan’ın koşullarına
bakmak gerekir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya, Fransa ve onların Ortadoğu’da
işbirliği yaptığı Arap, Fars ve Türk yönetimleri tarafından, bölünmüş, parçalanmış be paylaşılmış bir coğrafya,
bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış
bir halk. Ortadoğu’da, 40 milyonu
aşkın nüfusu olan, ama, küçücük bir
siyasal statüsü olamayan bir halk. Birleşmiş Miletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, İslam Konferansı, NATO
gibi, uluslar arası örgütlerde, hak, hukuk, özgürlük denildiği zaman hiç adı
geçmeyen, “terör”, “uluslar arası terör”, “mafya” denildiği zaman adı ilk
planda anılan bir halk…
Türkiye’de, 20 milyondan fazla bir nüfus, temel hakları, insan olduğu için
sahip olduğu hakları, Kürd toplumu olmaktan doğan hakları gasbedilmiş bir
halk. Anadili adı yasaklanmış, doğduğu, büyüdüğü yörelerin isimleri değiştirilmiş, Kürdçe olanlar yasaklanmış
bir halk… Dili kültürü inkar edilen,
çocuğuna Kürdçe isimler veremeyen,
Q, W, X, Ê harfleriyle hala sorunları
olan bir halk… Anadili Kürtçeyle eğitim alamayan bir halk… Asimilasyon
Kürdlere yapılan bu baskılar elbette
ırkçı baskılardır. Asimilasyon politikalar, ırkçı politikalardır. Kürd milliyetçilinin gelişiminde bu baskı politikalarının, uygulamaların çok büyük
rolü vardır. Baskı, inkar, imha, asimilasyon politikaları pek çok Kürd’ün
milli bilince ulaşmasını sağlamıştır.
Bu durum karşısında bütün Kürdlerin,
düşüncesi, tutumu, eylemi, kanımca
birbirine benzerdir. Gasbedilmiş Kürd
haklarını, Kürdlerin doğal haklarını
kazanmak için mücadele etmek. Bu da
milliyetçiliktir, milli bilince ulaşmış
bütün Kürtlerde görülen bir durumdur. Kaldı ki Kürd sorunu, bundan
önce insani bir sorundur, bir vicdan
sorunudur. Kürdlerde, “Ne mutlu Kürdüm diyene”, “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyene rastlanmaz. Kürdlerde,
“Türkleri asimile edelim, Türk dilini,
Türk kültürünü ortadan kaldıralım”
diyene rastlanmaz. Kürdlerde, “Kürd,
öğün, çalı, güven” diyen birine, “Yüksel Kürd, yüksekliğin senin için hududu yoktur” diyen birine rastlanmaz.
Kürdlerde, “Türkleri etnik temizliğe tabi tutalım, Türkleri yerlerinden
yurtlarından sürelim” diyene rastlanmaz. Kürdlerde, “Kürdler üstün bir
ırktır, başka halkları bu arada Türkleri
de yönetme hakkına sahiptir” diyene
rastlanmaz.
Bütün bunların ötesinde, Kürdlerin, Kürd aydınlarının baskı, zulüm
altındaki halkı, Kürdçeyi baskıdan
kurtarmaya çalışmasının, bunun için
çaba sarfetmesinin kimseye, Türklere, Araplara, Farslara bir zararı yok
ki… Halbuki, Türklerin, Arapların,
Farsların, Kürtleri, Kürdçeyi yok etmek, asimile etmek için uyguladıkları
politikaların, Kürdlere de aynı zaman
bu halklara da çok büyük zararı var.
Mehmet Bayrak, Şark Islahat Planı’nın
Kürtlere vurulmuş bir kelepçe olduğunu vurguluyor. Bu şüphesiz öyledir. Ama bu kelepçe sadece Kürtlere
vurulmuyor, aynı zamanda, Türklere,
Türkiye’ye de vurulmuş bir kelepçe
oluyor…
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye’nin, inkarcı, imhacı, ırkçı ve
asimilasyoncu politikalarının Kürdlerde milli bilincin uyanmasında büyük rol oynadığını ifade etmiştik. Bu
durum karşısında, “Kürdüm ama Kürt
milliyetçisi değilim” diyen A kişi de,
Kürd milliyetçisi olarak tasavvur edilen B kişi de, aşağı yukarı benzer talepleri dile getirir. Bu taleplerin dile
getirilmesi de çok doğaldır. Bu da
milliyetçiliktir. Kürtlerde yaşanması
gereken de budur. Kaldı ki bunlar milliyetçilikten önce insani bir durumdur, vicdani bir durumdur. O zaman,
“Ben Kürdüm ama Kürt milliyetçisi
değilim” sözü ne anlama geliyor? Bu
klişe bir sözdür. Bilgi yüklü bir düşünceyi ifade etmek için kullanılan
bir söz değildir. Tutum sergilemek için
kullanılan bir sözdür, slogandır. Bunu
söyleyen kişi, devletten ve Türk aydınlarından onay almak isteyen, bu onaya
ihtiyaç duyan bir kişidir. Devletten ve
Türk aydınlarından onay almak ihtiyacını duyması çoğu Kürd aydınlarının
önemli bir özelliğidir.
Devletten gelebilecek bir baskıdan,
kuşku duymak, korkmak gerekir. Çünkü resmi görüşe aykırı görüşler, resmi
görüşe eleştiriler sürdüğünüz zaman,
devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla
karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu kuşku,
bu korku, anlaşılabilir bir durumdur.
Ama Kürd aydınlarının çoğu, Türk
aydınlarından da korkuyor. Hatta Türk
aydınlarından, devletten korktuğundan daha çok korkuyor. Bu, normal
bir durum değildir. Kürd aydınları,
Türk aydınları tarafından, milliyetçilik yapmakla suçlanmaktan korkuyor.
Aslında milliyetçi olan, hatta ırkçı
tavırlar sergileyen Türk aydınlarıdır,
Türk aydınlarının önemli bir kısmıdır.
Çünkü, inkarcı, imhacı, asimilasyoncu düşünce ve eylemle, Kemalizmle
bağını koparamamıştır. “Kürdüm ama
Kürd milliyetçisi değilim” diyen Kürd
aydınını, Türk aydınının kötü bir kopyası gibidir.
Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir
icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir
bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan
kanun, diğer katliamların “Jenosid
olmadığı” anlamına gelmez.
Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin
tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp
atmak” için kanunlar hazırladılar.
Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler.
Kara ve hava harekâtı planladılar.
Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk
yetiştirme yurtlarına yerleştirerek
kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek
için program hazırlayıp uyguladılar
Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50
bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60
bini toplu katledildi, telef edildi. 20
-30 bin insan sürgüne gönderildi.
Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen,
olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür.
İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi,
1977 yılında hazırlamış olması, ilk
kez “Dersim jenosidi” kavramı ile
tanımlaması dikkate değerdir.
“Jenosit/soykırım”
kavramının
1990’lardan sonra, Kürd ve Türk
çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi
ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak
bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi”
haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz.
“Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan
okumasını göstermesi bakımından da
son derece önemli bir olgudur. Öte
yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının
araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin,
Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu,
bilimsel düşünce sürecine darbeler
vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki
dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Araştırmada, kanunla ilgili meclis
görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının,
Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl
algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir.
Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar),
yerel(otokton) halkları yok etmeye
koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki,
özel olarak da Dersim'deki jenosid
uygulamaları, çeşitli kaynaklardan
yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır.
Kritik edilmesi dileğiyle!
İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla...
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
-CAMİİ - CEMEVİ PROJESİ, DEVLETİN
KENDİ ALEVİSİNİ YARATMA OYUNUDURBugünkü camii-cemevi projesi Osmanlıdan günümüze süre gelen bir asimilasyon politikasıdır. Kardeşliğe ve topluma
hizmet eden bir proje değildir. Alevileri
camiye götürmek camiye alıştırma projesidir.
Osmanlıda oyun çok derler, bu da o
oyunlardan biridir. Yoksa Alevilere
düşman bir zihniyet yüzyıllardır Alevileri katleden, Pirsultan’ı asan, onbinlerce Aleviyi katledip kuyulara dolduran,
yakın tarihimizde bile Alevileri yakanAlevi inancıyla dalga geçen cemevimize cümbüş evi diyenler bu gün neden
cemevi yapmak için proje üretirler?
Bunların diğer taraftan yol arkadaşı
olan kendini sözde aleviyim diyenlerde
bu güne kadar tüm yaşanan olumsuzluklara ses çıkarmayan Alevilik adına hiç
bir şey yapmayan insanlık katledilirken
tek cümle bile etmemişlerdir. Daha dün
Alevilerin evleri işaretlendiğinde sessiz
kalanlar, Bu gün niçin böyle bir göreve
soyunduklarını sormak lazım. İşte asıl
sorgulanması gereken zihniyet budur.
Çünkü biz geçmişten günümüze devletin tavrını biliyoruz. “Astılar, kestiler,
toplu katlettiler ve yaktılar ” bitiremediler! Şimdi yozlaştırma politikalarını
uyguluyorlar. Tarihe baktığımızda da
böyle olmuştur. Alevileri bir türlü ortadan kaldıramayan Osmanlı sonunda
asimilasyon politikasına başvurmuştur.
Sultan II. Mahmut 1826’da O döneme
kadar bitiremedikleri Alevileri sonunda asimile etme yoluna gitmişlerdir.
Hacı Bektaş postnişi Hamdullah çelebiyi yargılayıp Amasya ya sürdükten
sonra Hacı Bektaş Dergâhı’na postnişin olarak Nakşibendi Şeyhleri atamış.
Türbenin yanındaki o camii, onların
döneminde yapmıştır. Alevilerin geleneğinde olmayan bir şeydir bu. 500 yıl
sonra dergâhımıza cami yaptırılması
bizi asimile etmek amaçlıdır. Yani, Serçeşme’mizin tam içine, ortasına zorla
yapılmış bir camidir o. Şimdide yapılanlar aynısıdır yüzyıllardır boyun eğmemiş bir halkı kirli oyunlarıyla kendine benzetmek.
Dünden bugüne dostumuzuda düşmanımızıda bilmek zorundayız. Kim ne demiş, bunlar kimlermiş.
Projenin mimarı İzzettin Dogan Tarih
boyunca babasından bu düzene yadigardır. Derin devletin besleyip büyütüp
kullandığı kişiliktir. Hepimiz biliyoruz
künyesini uzun uzun anlatmaya gerek
yok
Diğer isimler ilk defa duyduğumu şahıs-
Mustafa Karabudak
lardır sözde projenin finansmanı ve ayrıca alevler adına söz hakkı olan kurum
ve kurum yöneticileri.
İŞADAMLARI: HÜSEYIN SARUHAN, BAYRAM TARCAN, ŞABAN
BAŞDURAK, HÜSEYIN YÖRÜK,
Hüseyin Saruhan: “Amacımız toplumsal kardeşliğe sağlam bir tuğla
koymak.” ifadelerini kullanıyor. Saruhan, “Cami-cemevi projesi çok cesur
bir adım. Bunun günümüzün önemli
âlimlerinden biri olan Fethullah Gülen
Hocaefendi’nin tavsiye ve işareti ile yapılması da çok önemli.” dedi.
Bayram Tarcan: “Bu projenin finansmanını Sünni kardeşlerimizle el ele vererek üstlendik. Proje, aslında ne kadar
çok ortak yanımız olduğunu iki kesime
de gösterecek.” diyor.
Şaban Başdurak: “Yıllardır bu toplumda
çıkarılmak istenen kavgayı engellemeye
yönelik en somut adım. Proje kardeşliğimizin çimentosu olacak.”
Hüseyin Yörük: cami ve cemevinin
aynı kampüste olmasının Türk halkının engin hoşgörüsünü de yansıttığını
aktardı. Yörük, “Biz istiyoruz ki Sünni
kardeşlerimizle beraber önyargıların ve
kavganın olmadığı bir toplum düzeni
tesis edelim. Bu proje bizi birbirimize
yaklaştıracak en önemli adımlardan biridir.” dedi.
İşadamı Adnan Polat: bu projeden bağımsız hareket eden İçinde cami ve
cemevi bulunan bir külliyeyi İzmir’e
kazandırmak için izmirde çalışmalar
yürütüyor.
İzmir’de Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’yla görüşen Polat,
Kocaoğlu’ndan içinde cami ve cemevi bulunan bir büyük ibadet ve kültür
kompleksi yapmak için 10 dönümlük
yer istedi. Başkan Kocaoğlu da konuya
ılımlı yaklaşarak, Polat’a “Sayın Başkan, yer bulunur, konuyu Valimiz Mustafa Cahit Kıraç’a iletelim seve seve
yardımcı oluruz” dedi.
Konuyla ilgili soruyu cevaplandıran
Vali Kıraç ise, “Adnan Polat’ın projesi
güzel bir düşünce. Yer bulmak için destek veririz, projeyi destekleriz” dedi.
Adnan Polat ise, düşündüğü projenin
mimarisinin Osmanlı mimarisine uygun olacağını belirtti ve İzmir’e böyle
bir eseri kazandırmak istediğini dile
getirdi.
Polat sözlerine şöyle devam etti: “Sayın
Başkanım, içinde Kuran kursları verilen, cemevi derslikleri olan özel bir yapıt yapmak istiyorum. Özellikle İzmir’e
yatırımlarımız çok olduğu için bu eseri
de bu bölgeye yapmayı arzu ediyorum.
Böyle büyük bir tesisin projesi de özel
olmalı. Bunun için ünlü bir mimara Osmanlı mimarisine uygun çok özel bir
proje hazırlattım. Yer tahsisi yapıldığı
anda hemen inşaata başlayacağız” dedi.
Tüccarlar bunu söylerken devletin Alevileride boş durmayıp, görevlerini yerine getirme yarışına girdiler.
‘Baba Mansur’ soyundan gelen Alevi
kanat önderlerinden Seyit Derviş Tur:
Cami-Cemevi Kültür Merkezi AleviSünni kardeşliğini pekiştiren bir projedir. Protesto için sokağa çıkan canlarımız eski siyasetçilerdir. Çoğu şimdi
derneklerimizin, federasyonlarımızın,
vakıf larımızın başına geçtiler. Bunlar,
Alevilerin bugüne kadar gelen hükümetlerle olsun bugünkü hükümetle olsun barışık olmasını istemezler.
‘Türkmen Alevi Bektaşi Derneği Genel
Başkanı Özdemir Özdemir: “Fethullah
Hoca’nın uzattığı samimi, dost eli, düşman eli değil. Protestolarla geri çevrilmemeli. İzzetin Hoca, samimi bir insan
olduğu için Alevi kardeşlerimiz için uygun görüp, uygulamak istemiş.
Aydos Dernekler Federasyonu Başkanı Nurikan Akdemir: İnsanların ortak
paydalarını bir arada yaşayabildiği,
aynı yerde insanların birbirine, kimliğine saygı gösterdiği bu projeye destek
veriyoruz. Sünni kesimde de Alevilik
üzerine bazı algılar vardı. Onları da
yıkmış olacak. Onlar da Aleviliğin ibadet şeklini, İslam’ın bir yorum farkıyla
ibadet yaptığını görecekler.
Hacı Bektaşi Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı Başkanı Kemal
Kaya: Cemevlerinin statü kazanması
konusunda bir adım bu. Arkadaşların
neye itiraz ettiğini anlayabilsem... Belki sermayesine itiraz ediyorlardır ama
susamışsınız, suya ihtiyacınız var, suya
birisi kova sallamış, içmemezlik yapar
mısınız?
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevi dedesi Celal Abbas Bektaşoğlu:
Senelerdir zıtlaşıldı, ne geçti elimize,
hangi tarafın eline ne geçti? Protestocular marjinal gruplar. Suyu bulandırmak
istiyorlar.
Yandaş medyada her zaman ki görevini üstlenip. Sanki alevi Sünni çatışması
varmış gibi bir tablo çizerek yapılacak
olan bu asimilasyon oyununu kardeşlik
projesi olarak vermeye çalışıp katkı sunan iş adamı ve Aleviler adına açıklama
yapan sözde alevi kanaat önderlerini
konuşturdu. Hep bir ağızdan, Devleti
aklar bir şekilde sanki halklar arası savaş varmış gibi “Toplumsal barışa tuğla
koyuyoruz.” Diyorlar.
Süreç böyle işlerken CHP’de boş durmamış her zamanki tarihi misyonunu
yerine getirmiştir. Devletin asimilasyon politikasına karşı direnen halkın
yanında olmayıp, düzene yedeklenmiştir. Alevilerin oyuyla o koltukta oturan
CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:
“Cami-cemevi projesini nasıl değerlendirirsiniz” sorusuna “Dini siyasette
kullanmak, dine yapılacak en büyük
kötülüktür. Allah ile kulun arasına kimsenin girmediği öngörülen dinde araya
birilerinin girip dine yön vermelerini
doğru bulmuyoruz. Herkesin inancına
saygılıyız. Çatışarak çatışma kültürüyle
doğruları bulamayız” diyerek garip ve
anlaşılmaz bir iki cümleyle geçiştirmiştir.
Kendisinin temel atma törenine davet edildiğini ama parti adına Sinan
Aygün’ün katıldığını belirtmiştir.
Alevilerin bir bölümü tarafından tepkiyle karşılanan Cami-Cemevi Kültür
Merkezi projesine CHP’li milletvekilleride destekler açıklamalar yapmıştır..
CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan
Toprak: Herkesin projeye sahip çıkması
gerektiğini belirterek, “Toplumun her
kesimi bu temele birer tuğla koymalıdır. Proje, tüm topluma mal olmalıdır.”
dedi.
CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt:
Projeyi çok olumlu bulduğunu söyleyip.
Öğüt, “Keşke bu projenin örnekleri her
yerde olsa. Bunun bir barış ve kardeşlik
projesi olduğunu iyi anlatmak lazım.”
diye konuştu.
Temel atma törenine katılan CHP Ankara Milletvekili Sinan Aygün ise projeyle
“Cemevi ibadethane mi?” tartışmasının
son bulduğunu, cemevinin ibadethane olarak tescillendiğini söyledi. Aygün, törene CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu’nun bilgisi dahilinde katıldığını da belirtti.
Bu projenin İzmir ayağınında olduğunu
biliyoruz. İzmir Büyükşehir Belediye
Başkanı Aziz Kocaoğlu’da katkılarını
sunmak için kollarını sıvamıştır. Ken-
disini ziyarete gelen Adnan Polat’a her
türlü destek sunacakları sözünü vermişti yer bulunur, konuyu Valimiz Mustafa
Cahit Kıraç’a iletelim seve seve yardımcı oluruz” demiştir.
Konuyla ilgili soruyu cevaplandıran
Vali Kıraç ise, “Adnan Polat’ın projesi
güzel bir düşünce. Yer bulmak için destek veririz, projeyi destekleriz”.açıklamasını yapmıştır.
İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi’nde
AKP ve CHP’lilerin oyları ile geçen
Çiğli’de bulunan 2009’dan beri faaliyette olduğunu Evka-2 Cemevinin
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz
Kocaoğlu’nun onayından geçmesiye
Cem Vakfı’na verilmesi devredileceği
basına yansımıştır. Bu Kaygılardan dolayı
“Devletin Alevisi Olmayacağız” Şiarıyla Hükümetin Cami-Cemevi-Aşevi
projesi kapsamında Çiğli Evka-2’deki
Cemevi’nin Cem Vakfı’na bağışlanmasına karşı çıkan aleviler Konak
Meydanı’nda buluşarak cemevinin Alevi Bektaşi Federasyonu Çiğli Bileşenleri ve Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür
Vakfı Çiğli Şubesi’ne verilmesini istedi.
İzmir’deki Aleviler Çiğli’de yapılması
planlanan Cami-Cemevi projesine karşı çıktı. Ankara Tuzluçayır’da temelleri
atılan ve büyük tepkiler çeken projenin
bir asimilasyon projesi olduğunu ifade
eden Aleviler, yaptıkları basın açıklaması ile yapılması planlanan projeye
tepki gösterdiler. Çiğli ilçesi Kasaplar
Meydanı’nda bir araya gelen Alevi Bektaşi Federasyonu ve Hacı Bektaşi Veli
Anadolu Kültür Vakfı’nın Çiğli Şubesi
üyeleri yaptıkları açıklamada devletin
Alevisi olmayacaklarının, inançların siyasi ranta dönüştürülmesine engel olacaklarını söylediler.
Günümüz Hızır Paşaları ve Ali babalarının bu oyununu Mamak halkı Bozmuş
anında ref leks göstererek karşı çıkmış,
Tuzluçayır mücadeleci geleneğini bir
kez daha göstermiştir.
Projenin bir aldatmaca olduğunu aleviler bu gibi ayak oyununa gelmemsi
gerektiğini belirten olumlu tepkiler her
yerde yükselmiş. Kişisel ve kurumsal
anlamda yapılan açıklamalarla devletin
kirli yüzü teşhir edilmiştir.
-“Devlet eliyle, cemaatler eliyle Alevilere bir kefen biçme politikasıdır”
Okmeydanı’nda bulunan Hacı Bektaş
Veli Anadolu Kültür Vakfı Okmeydanı
Cem Evi’nde basın toplantısı düzenleyen Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Doğan Demir, Hubyar Sultan Alevi
Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu,
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Okmeydanı Cem Evi Başkanı Zeynel
Şahin ile yönetim kurulu üyesi Vedat
Kara ve Alevi Kültür Dernekleri Genel
Sekreter Yardımcısı Timuçin Gültekin
‘Cami Cemevi Aşevi Projesi’ne tepki
gösterdi. Alevi Kültür Dernekleri Genel
Başkanı Doğan Demir, “Cem Vakfı’nın
Onursal Başkanı İzzettin Doğan’ın,
Fethullah Gülen ile daha önce birlikte
organize ettiği Ankara’da birincisi yapılmak istenen cami ve cemevi projesinin ortak yapılma projesiyle ilgili basın
açıklaması yapıyoruz. Bu pazar günü
Ankara’da 5 dönümlük bir kapalı alanda
bir tarafında cami, bir tarafında cemevi
arasına da cemevi projesinin temel dayanağının aslında bir kardeşlik projesi
olmadığını, buradan çıkan sonuç tamamen Alevileri asimile etmek olduğunu,
Türkiye’de yaşayan 20 milyon Alevi bunun farkında. Alevilerin ibadet yerleri
olarak cemevlerinin kabul edilmediği
sürece cami ve cemevi projesini bir arada yapmanın çok doğru olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz” dedi.
***
-Hübyar Sultan Alevi Kültür Derneği
(HSAKD) Genel Başkanı Ali Kenanoğlu: cem evlerini caminin eklentisi
yapma yönündeki tüm yaklaşımları ve
projeleri reddettiklerini belirtti.
-Hacı Bektaş Postnişini Ulusoy: Amaç
Alevilerin Asimilasyonu Eşitlik olmadan kardeşliğin olmayacağını, girişiminin iyi niyetli olmadığını, bir asimilasyon projesi olduğunu belirten Ulusoy,
iki inanç mabedinin yan yana olması
kardeşliği sağlamada yetersiz kalacağının altını çizdi.
-Hacı Bektaşi Veli Vakfı Genel Başkanı
Ercan Geçmez: Alevi geleneğinde cami
yoktur. Hacıbektaş Dergâhı’nda vardır
fakat o da Osmanlı tarafından zorla yapılmıştır. Proje asimilasyon programıdır.
-ABF (Alevi ve Bektaşi Federasyonu)
İzmir Bölge Sorumlusu Mustafa Aslan:
“Alevi toplumu üzerinde yüzyıllardan
bu yana süre gelen asimilasyon ve yok
etme politikaları bugün hala devam etmektedir. Bu çirkin ve kabul görmez
politika, şimdilerde de barış ve kardeşlik söylemleriyle uygulanmaya çalışılan
cami+cemevi+aşevi projeleriyle kendini göstermiştir. Bu ülkede İzzettin
Doğan’ın ve Fettullah Gülen’in barıştan
ve kardeşlikten söz edecek erdeme sahip kişiler değildirler” ifadelerini kullandı.
***
TÜRKİYE, AVRUPA, KUZEY AMERİKA VE AVUSTRALYA’DAKİ ALEVİ ÖRGÜTLERİNDEN TÜRKİYE
VE DÜNYA KAMUOYUNA ORTAK
AÇIKLAMA
AKP hükümetinin “demokrasi paketi”
adı altında hazırlamakta olduğu yeni
yasal düzenlemeler arasında Alevi toplumunu yakından ilgilendiren maddeler
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bulunduğuna dair Türkiye basınında
haberler çıkmaktadır. Basında “İkinci Alevi Açılımı” olarak lanse edilen,
fakat hazırlanmalarında Alevi örgütlerinin hiç bir dahli olmayan bu düzenlemeler basından öğrenebildiğimiz
kadarıyla “inanç ve kültür merkezi”
olarak cemevlerine yasal statü verilmesi ve Alevi dedelerine maaş bağlanması
gibi maddeler içermektedir. Türkiye’de
ve Türkiye dışında yaşayan Alevi toplumunun meşru temsilcileri olarak bizler,
toplumumuzun ortak taleplerinin çok
uzağında kalan, hatta taleplerimizle çelişen bu düzenlemelerin nihai hedef olarak Aleviliği Sünni/müteşerri İslam’da
anlaşıldığı şekliyle “tarikat,” cemevlerini yine Sünni/müteşerri İslam’daki
manasıyla “tekke,” dedeleri de “devlet
memuru” mertebesine indirgemeyi hedef lediğine inanıyoruz. Bir takım şahıs
ve cemaatlerin, AKP hükümetinin bu
asimilasyoncu vizyonuna paralel gündeme getirdiği “cami-cemevi kompleksi” türü kurguların toplumumuz için
hiçbir anlam ve hüküm taşımadığının,
bu tür oldu bittilerin Alevilere tepeden
bakan, Alevilere rağmen Aleviliği tanımlamaya çalışan kaba ve dayatmacı
bir zihniyetin ürünleri ve kabul edilemez olduğunu bu basın bildirisi ile ilan
ediyoruz.
Alevilik, kendine has öğretileri, kurumları ve ritüelleri olan özgün ve kadim bir inanç sistemidir. Tarihsel olarak
tasavvufî akımlarla yakın ilişkisi olsa
da Sünni/müteşerri İslam’da anlaşıldığı
şekliyle klasik bir tarikat değildir. Aleviler, ritüelleri arasında ibadet-ayin ayrımı yapmazlar ve tüm dini ritüellerini
cemevlerinde ifa ederler. Bu nedenledir
ki Alevilik klasik anlamda bir tarikat
olmadığı gibi, cemevleri de yaygın kullanılan manada “tekke” değildir. Cemevleri Alevilerin “ibadethanesidir” ve
her inanç grubu gibi Alevilerin de ibadet mekanlarını devlet ve mahalle baskısından uzak, özgürce tanzim etme ve
kullanma hakkı vardır.
Alevilik’teki dedelik kurumu da yine
Sünni/müteşerri İslam’ın ulemalık kurumundan farklı olarak talip ile bağlı
olduğu ocak arasında varolan manevi
irtibat temelinde işler. Alevi inancına
göre dedenin vereceği hizmet, dedenin
veya devletin değil, tümüyle talibin
inisiyatifine bağlıdır; yani bir dede ancak taliplerinin talebi ve daveti üzerine
inanç önderliği görevini yerine getirebilir. Bu önemli inançsal farklılık göz
önüne alındığında ve üzerine Alevilerin
hakim dini ve siyasi güç odaklarıyla
yaşadığı çatışmalı tarih eklendiğinde,
dedelerin cami imamları gibi devlet tarafından maaşa bağlanması önerisinin
ne kadar uygunsuz, Alevi öğretisine ve
tarihine nasıl külliyen aykırı olduğu kolaylıkla görülecektir.
Uzun bir tarihsel süreç ve organik gelişme sonucu ortaya çıkmış Alevi öğreti ve kurumlarına dışarıdan müdahele
etmeye, bunları toplum mühendisliği
yöntemleriyle deforme etmeye veya değiştirmeye çalışmak hiçbir kişi veya
grubun haddi ve gücü dahilinde değildir. Her inanç sistemi gibi Alevilik de
sadece ve yalnızca bu inanca ve kültüre
mensup insanların kollektif olarak şekillendirdiği ve şekillendirebileceği bir
alandır. Başta devlet olmak üzere, Alevi
olmayan tüm kurum ve kişilerin bu özel
inanç alanına saygı duymaları ve bu alanın dışında kalmaya özen göstermeleri
gerektiğinin altını kalın çizgilerle çiziyoruz.
Şu bilinmelidir ki Alevilerin politik
platformdaki tek meşru temsilcileri, bu
toplumun kendi içinden çıkmış örgütleridir. Kürt sorununun çözüm sürecinde
ve sözde yeniden başlatılan Alevilik
açılımı bağlamında, hükümetin, diğer
bazı siyasi aktörlerin ve kimi analistlerin bu gerçeği görmezden gelerek Alevilere adeta haklarında keyfi tasarrufta
bulunulabilecek pasif objeler muamelesi yapması asla kabul edilemez. Örgütlü
bir toplum olarak Alevilerin vazgeçilmez hedefi demokratik-laik bir sistemde eşit vatandaşlar olarak yaşamaktır.
Bu hedefimize ulaşmamızı sağlayacak,
olmazsa olmaz taleplerimiz daha önce
farklı mecralarda da defalarca dile getirildiği gibi şunlardır:
1) Cemevlerimiz derhal “ibadethane”
olarak yasal statü kazanmalıdır. Cemevlerinin “ibadethane” dışında, tekke
veya inanç merkezi gibi başka bir kategori altında tanınması ve ona uygun
muamele görmesi kabul edilemez.
2) Alevi köylerine ve mahallelerine zorla cami yapımından vazgeçilmelidir.
Bu bağlamda, çeşitli kamu hizmetlerini
cami yapımı şartına bağlamak suretiyle
bazı Alevi köylerinde yaratılan yapay
cami taleplerinin demokrasi ve ahlakla
çelişen “zorlamalar” olduğu bilinmelidir. Bu tip dolaylı baskılara derhal son
verilmelidir.
3) Sünni/müteşerri İslam’ın normatif liği fikri üzerine kurulu ve Sünni ilahiyatı eğitimi almış kişilerce verilen zorunlu ve seçmeli ek din dersleri Alevilerin
din ve vicdan özgürlüğünü açıkça ihlal
etmektedir. Bu dersler derhal kaldırılmalıdır. Devlet din eğitiminden elini
tümüyle çekmeli, bu işlev aileler ve sivil toplum örgütleri tarafından yerine
getirilmelidir.
4) Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Tarafsız devlet ilkesine uygun
olarak her inanç grubu kendi içinde
örgütlenip, kendi kaynaklarıyla ve ken-
di tercihlerine göre inanç hizmetlerini
tanzim etmeli ve yürütmelidir.
5) Nüfus cüzdanlarından din hanesi
kaldırılmalıdır. İnsanların inançlarına
göre bu veya başka yöntemlerle fişlenmesi engellenmeli, kamu hizmetlerinin
eşit vatandaşlık temelinde sunulması
sağlanmalıdır.
6) Devlet tüm açık ve gizli asimilasyoncu politika ve uygulamalarına derhal
son vermelidir.
7) Aleviliğe ve Alevilere yönelik aşağılayıcı ifadeler, hakaret, tehdit ve saldırılar, nefret suçları kapsamına alınıp ağır
şekilde cezalandırılmalıdır.
Ders kitapları, sözlükler, ansiklopediler ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca önerilen yardımcı kitaplardaki Aleviliği ve
Alevileri aşağılayan tanım ve ifadeler
düzeltilmeli veya çıkarılmalı, ikisinin
de mümkün olmadığı durumlarda bu
yayınların kullanımına son verilmelidir.
9) Dersim, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi
katliamlarından dolayı devlet Alevi toplumundan resmen özür dilemeli ve bu
Alevi katliamları ile ilgili olarak meclis
araştırma komisyonları kurulmalıdır.
10) Mahallelere, caddelere, sokaklara
ve diğer kamu projelerine “Yavuz Sultan Selim” gibi Alevileri rencide edici
isimler verilmesinden vazgeçilmelidir.
Mevcut bu tür isimler değiştirilmelidir.
11) Madımak, utanç müzesi olmalıdır.
12) Başta Hacı Bektaş Veli Dergâhı olmak üzere devlet tarafından el konulan
tüm Alevi-Bektaşi vakıf ları Alevi-Bektaşi toplumuna iade edilmelidir.
Bu haklı taleplerimizin tümü karşılanana kadar mücadelemizin artan bir
kararlılık ve örgütlülükle devam edeceğinden hiç kimsenin en ufak şüphesi olmaması gerektiğini, vazgeçilmez hedefimiz olan eşit yurttaşlığa er ya da geç
ulaşacağımıza dair inancımızın tam ve
sarsılmaz olduğunu Türkiye ve dünya
kamuoyuna saygıyla duyururuz.
Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu
ve Bileşenleri Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve Bileşenleri (
Almanya, Fransa, İsviçre, Avusturya,
Hollanda, Belçika, İsveç, İngiltere, Danimarka, Romanya, Norveç, İtalya Alevi Birlikleri Federasyonları)
Avustralya Alevi Bektaşi Federasyonu
Amerika Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kanada Alevi Kültür Merkezi.
***
BASINA ve KAMUOYUNA
Alevi Kurumlarının çağrısı üzerine yapılan mürşit, pir, dede, ana toplantısı
SONUÇ BİLDİRGESİ) Mürşitler, pirler, dedeler, analar olarak Alevi Kurumlarının Çağrısı üzerine “Yol Cümleden
Uludur” diyerek Ankara’da toplandık.
Tarih boyunca, devletler ve iktidarlar,
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aleviliği asimile etmek ve Alevileri
yok etmek için türlü oyun, hile, haksızlık, baskı, zulüm ve katliamlara başvurmuştur. Alevi Toplumu bunların acısını
çekmiş ama bunlara karşı durmasını da
direnmesini de bilmiştir. Lakin, kimi
zamanlarda Alevilerin içinden çıkan
iktidarlarla/Devletle işbirliği yapan ve
ne yaptığını bilmeyen kişi ve kurumlar
Aleviliğin asimile edilmesine hizmet
etmiştir. “Cami, Cemevi İç, İçe Projesi” asimilasyon yoluyla toplumları,
inançları kirletmek, onlara saygısızlık
yapmak, nasıl inanmaları gerektiğini
toplum mühendisliği yoluyla yeniden
inşa etmektir. Cem Vakfı’nın üstlendiği
misyon, bu hükümetin sahte açılımlarla, çalıştaylarla başta Aleviler olmak
üzere toplumun her kesimini hızla tek
tipleştirme çalışmasıdır. Her iki inanç
açısından da bu projenin bir meşruiyeti ve hakkaniyeti yoktur. Arsasından,
imar projesine, temelinden, harcına kadar yöntemi korsan zihniyeti gayrı meşrudur!
Alevi Sorunu, büyük bir siyasi sorundur,
yapay tartışmalarla, anti demokratik
yöntemlerle çözülemez. AKP Hükümeti
sorunun çözümü için samimi bir yaklaşım içinde değildir. Alevi Toplumunun
sorunlarını anayasal ve yasal düzlemde
çözmek yerine, kendine göre bir Alevilik tanımı yaparak Aleviliği bitirmek
istiyor. AKP Hükümetinin “Demokrasi
paketi” Türkiye’nin demokratikleşme
ihtiyacını karşılayacak kadar gerçekçi
ve açık değildir. Hükümetin demokrasi
paketinden bizim için hak ve özgürlükler, adalet ve toplumsal barış çıkmaz,
ancak bizim için yine demokrasi mücadelesi çıkar. Hükümetin “Barış ve
kardeşlik” projesi olarak öne sürdüğü
proje toplumumuz üzerinde bir politik
deneme amacı taşıyor. Bu tür çalışmalar
Türkiye toplumunun, Türkiye’deki etnik ve inançsal kimliklerin demokratik
ihtiyaçlarını karşılamak yerine toplumu
çatışmaya sürükleyecektir. AKP Hükümeti toplumumuzun haklı beklentilerini karşılamak yerine etnik, inançsal
ve kültürel asimilasyon çalışması yapıyor. Alevilerin anayasadan beklentileri
açıktır. AKP Hükümetinin bu talepleri
karşılamaktan kaçındığı ve demokratik
çözüm bulmak istemediği ortadadır. Bu
nedenle uluslar arası sözleşmelerden
ve inancımızın, yolumuzun meşruiyetinden, hakkaniyetinden kaynaklanan
demokrasi ve eşit yurttaşlık mücadelemize devam edeceğiz.
Alevi Toplumunu Laik, Demokratik
Türkiye için eşit ve özgür koşullarda bir
arada yaşama uğruna demokrasi mücadelesine ve yolumuza sahip çıkmaya çağırıyoruz. Mürşit, pir, dede ve ana olarak bir araya geldiğimiz bu toplantıda
ifade edilen düşünceler ışığında AKP
Hükümeti ve devletin geleneksel aklı
tarafından karanlığa itilmeye çalışıldığımızı görüyoruz. Alevi toplumunu ve
örgütlü Alevi kurumlarını hak almanın
meşru demokratik anlayışı ile birliğini, beraberliğini güçlendirmeye çağırıyoruz. Yol Cümleden uludur. Yol için
birlik tarihi sorumluluktur. Yolumuzu
var eden ve bu güne getiren ulularımız,
velilerimiz, aşıklarımız, sadıklarımız,
ermişlerimiz, dervişlerimiz bize hakkı,
adaleti, eşitliği, özgürlüğü ve toplumsal
birliği miras bıraktılar. Bu miras ışığında Türkiye’nin ötekileştirilmiş tüm
kesimleri, etnik ve inançsal kimlikleri
ile bir arada yaşamak ve birbirlerimizin
haklarına saygılı olmak inancımızın temelini oluşturur. Çağdaş dünyanın ve
günümüz Türkiye’sinin vazgeçilmez
ihtiyacı hak ve özgürlüklerin güvence
altına alındığı Laiklik ve demokrasinin
yaşam bulduğu, toplumsal barış ve eşit
yurttaşlık koşullarının sağlandığı demokrasidir.
(22 Eylül 2013)
Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini
(Veliyettin Hürrem Ulusoy)
Alevi Bektaşi Federasyonu (34 Dernek)
Alevi Kültür Dernekleri (106 Şube)
Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri (75
Şube)
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (Ve Bağlı 12 Federasyon, 250 AKM)
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı
(43 Şube)
İngiltere Alevi Kültür Derneği
Avustralya Alevi Kültür Derneği
Şahkulu Sultan Vakfı
Garip Dede Dergahı (Celal Fırat Dede)
Hubyar Sultan Alevi kültür Derneği
Sultan Gazi Pir Sultan Abdal Cemevi
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı
***
Bir Tepkide “Mimarlar Odası Ankara
Şubesi’nden” geldi
‘Cami-Cemevi inşaatını mühürleyin’
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Mamak
Belediyesi’nden Cami- Cemevi inşaatının mühürlemesini istedi. Proje için
ruhsatın Gençlik Merkezi olarak alındığını belirten Şube Sekreteri Tezcan
Karakuş Candan, “Minareyi çalmışlar
ancak kılıfı yanlış uydurmuşlar. Acilen
inşaat mühürlenmeli” dedi.
Mamak Belediyesi’ne gönderilen yazıda, Tuzluçayır-Kartaltepe’de yapımına
başlanan Cami-Cemevi projesinin, belediye tarafından verilen ruhsatın kullanma amacına uygun olmadığı ifade
edildi. Yazıda, projenin gerçekleşeceği
2 parsele ilişkin düzenlenen Mamak Belediyesi tarafından 06 Eylül 2013 tarih
ve 549 sayılı yapı ruhsatının kullanma
amacının “kültürel tesis alanı” olduğuna dikkat çekildi.
12 Temmuz 2013 tarihli Ankara Büyükşehir Belediye Meclisince onaylanan
nazım imar planında da anılan parselin
kullanımının “kültürel tesis alanı”nda
kaldığı tespit edildiği, yapı ruhsatının
ise Gençlik Merkezi olarak verildiği
belirtilen yazıda, buna karşın inşaatına
başlanılan yapının cami-cemevi olduğu kaydedildi. Yazıda, “Cami-cemevi
yapısının kültürel tesis alanında yer
almaması gerektiği açıktır. Bu nedenle
Belediyenizce inşaatın mühürlenmesini
ve Kurumumuza bilgi verilmesini talep
ederiz” denildi.
‘MİNARENİN KILIFI YANLIŞ’
Mimarlar Odası Ankara Şube Sekreter Üyesi Tezcan Karakuş Candan,
Mamak Belediyesi’nin inşaatı mühürlemesi gerektiğini belirterek, şunları
söyledi:“Ruhsat gençlik merkezi olarak
verilmiş, ama herkes biliyor ki orada
halkın da istemediği bir Cami ve cemevi yapılıyor. Acilen inşaatın mühürlenmesi gerekiyor. Ruhsat geçersiz.
Minareyi çalmışlar ancak kılıfı yanlış
uydurmuşlar. Toplumun hassas olduğu
inançlar konusunda, halkın katılımı olmalı. İnançlar teknik bir inşaat sorunu
olarak görülemez. Belediye, ruhsata uygun olmayan her inşaatı mühürlemekle
görevlidir. Ruhsat cami ve cemevi inşaatı için uygun değildir. Belediyeye yazı
yazdık. Yerinde de tespit gerçekleştireceğiz.”
***
Sadece Alevilerin değil toplumdaki duyarlı halkın, Emek örgütlerinin,
Devrimcilerin, tepkisi Devletin kirli
oyununu bozacaktır. Tepkiler ayakta ve
sokakta devlet şunu bilmelidir ki. İstediği kadar şiddet uygulasın bu proje hayata geçmeyecektir.
Amacınızı biliyoruz. Ankara’da başka bir yerde arsamı bulamadınız
Tuzluçayır’ı seçtiniz. Güya bir taşla iki
kuş vuracaktınız.
Birincisi Yıllardır Tuzluçayır üzerinde
oynadığınız oyunlara bir yenisini katmak, “halkı yozlaştırmaya çalışmak”
İkincisi de : Tuzluçayır halkının nabzını
ölçmekti. Sanırım cevabınızı aldınız.
Camii cemevi temel atma vesilesiyle.
Devrimci ruhun devrimci geleneğin
Tuzluçayır halkında olduğunu bir kez
daha görmüş oldunuz.
Bundan sonrada eylemlikler ve tepkiler
giderek artacaktır. Bir kişi dahi kalsa
Mamak halkı bu ucube eserinize izsin
vermeyecektir. Güya Alevilerin iyiliğini düşünüp yapmaya çalıştığınız binanızın inşaatına “bir tuğla koymayıp”, “taş
atacaktır.”
Mamak halkı soruyor: 3 tane Toma, 1
tane Akrep ve en az 100 tane çevik kuvvet polisinizle ne zamana kadar bekleyeceksiniz…..?
04.10.2013
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KİMDİR BU HEMŞİNLİLER
“Hamşen (Hemşin) Yer İsimleri” kitabının yazarı Erivan Üniversitesi profesörlerinden Lusine Sahakyan araştırmalarından hareketle Hemşin’i anlattı.
Evrim Kepenek / Bianet
“Şu Lazlar’ın termuni Hemşinli yemez oni, Hemşinli’nin her zaman bal
dolidur kovani” türkü böyle başlıyor
ama bilmiyoruz, gerçekten öyle mi?
Hemşinliler kimdir? Nerelerde yaşarlar? Ne yer ne içerler?
“Karadeniz’in en gizemli halklarından biri Hemşinlilerdir” demek çok
mu iddialı olur?
Hiç sanmıyorum.
Çünkü Hemşinlileri anlatan tarihlerine ışık tutan araştırmalar ne yazık ki
çok fazla değil.
Kuşkusuz, kendisini Hemşinli olarak
tanımlayanların üzerinde düşünmesi
gereken mevzulardan biri de bu. Hatta
bölgede kültür ve halk bilim araştırmaları yapanların da görevlerinden biri
dersem ukalalık mı yapmış olurum?
UNESCO’nun kaybolmaya yüz tutmuş
diller arasında gösterdiği Hemşince,
kayıt altına alınmayı, sonraki kuşaklara aktarılmayı hak edecek derecede
güzel ve değerli, tüm diller gibi.
Peki tüm Hemşinliler Hemşince konuşuyor mu?
Hemşinliler, kendilerini Ermeni olarak mı Türk olarak mı tanımlıyor?
Yoksa, kendilerini sadece Hemşinli
olarak mı tanımlıyorlar?
İşte bu soruların yanıtlarını aramak
için Ermenistan’dan Türkiye’ye gelen
bir halk bilim araştırmacıyla tanıştıracağım sizi: Erivan Üniversitesi profesörlerinden Lusine Sahakyan.
2010, 2011 ve 2012 yıllarının yaz aylarının tamamını bölgede geçiren Sahakyan, Hemşince duaları, ezgileri
kaydetti. Eski yer isimlerinin kök yapı-
larını inceledi. Araştırmalarının sonucunu, “Hamşen (Hemşin) Yer İsimleri”
isimli kitapla okuyucuları ile paylaştı.
Hemsin Sahakyan gözlemlerini de,
“Geçmiş ve Günümüzde Önemli bir
Kavşak: Hemşin” ismiyle belgesele aktardı. Belgesel, 2 Aralık 2012′de
Hollywood’da “PREMIERE at 15th
Annual Arpa International Film Festivalinde “Hakikati görmek ve onu söyleyebilme cesareti olduğu” referansı ile
Armin T. Wegner ismiyle İnsanseverlik baş ödülünü kazandı. Sahakyan’la
Hemşin üzerine yapmış olduğu araştırmalar üzerine konuştuk.
Hemşinlilerle ilgili kısa bir tarihsel
bilgi aktarır mısınız?
Bildiğimiz gibi XVIII. asırda Hamşen
Ermeni nüfusunun İslamlaştırılması
sonrasında Hemşinlilerin bir bölümü
asıl Hamşen’i (günümüzde Rize’nin
Çamlıhemşin, Hemşin ve Çayeli ilçelerinin bir bölümünü kapsıyor) terk
ederek Hopa ve Borçka ilçelerine
(Artvin’e) yerleşmişler, diğer kısmı geleneksel bölgelerde kalmış. Hıristiyanlığını koruyan kesim ise Karadeniz’in
güney-doğusuna dağılmış, devamında
da yani XVIII. asrın sonunda ve XIX.
asrın başında kuzey-doğu sahilleri
(Rusya) ve Doğu Ermenistan’a göçmüşler.
Peki, Hemşinlilerle ilgili araştırma
yaparken kimlerle görüştünüz? Nerelere gittiniz?
Aralarında aydınlar ve köylülerin de
bulunduğu çok sayıda Hemşinliyle
görüştüm. Artvin’in Hopa İlçesi, Kemalpaşa (Makriyal) beldesinde ve Ardahan İli’ndeki Bilbilan Yaylası’nda
diyalektoloji alanında saha çalışması
yapma olanağı da buldum. Buralarda,
yaşlı Hemşinlilerden (Hamşentsi) Ermenicenin Hamşen lehçesinde söylenmiş, asırların derinliklerinden gelen,
yöreye özgü ezgiler, öykü ve masallar
kaydettim.
İlk gözlemleriniz neler?
Söz konusu ilçelerdeki Hem­şin­lilerin
bir bölümü, çevrelerinde konuşma dili
olarak Ermenice’nin Hamşen lehçesinin korunuyor olmasından etkilenerek,
Ermeni kökenli oldukları gerçeğini
kabulleniyor. Bu kabullenişin kaynağında, Hopa ve Borçka ilçelerinde
Hemşinliler arasında Marksist ve ateist
fikirlerin yaygın olması, Türk İslam etkisine karşı yerel kültürünü savunma
işlevi de gördüğünü düşünüyorum.
“Hafızadan silemediler”
Peki, kendilerini Türk veya sadece
Hemşinli olarak tanımlayanlar yok
mu?
Kendilerini Türk olarak kabul eden,
kökenleri hakkında kendi aralarında
konuşmaktan ısrarla kaçınan ve en
makul ihtimalle kendilerini Homşetsi
(Hemşinli)diye adlandıranlar mevcut.
Ardaşen’in Oce köyüne, Rize’nin Çamlıhemşin ve Çayeli ilçelerine de gittim.
Hemşinlilerin etnografik, demografik
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve folklorik malzemelerini, kendi dilinde günümüze kadar muhafaza edilmiş çok sayıda Ermenice kelimeleri,
yer isimlerini, hatta duaları kaydettim.
Ardeşen’in Oce köyünde ve Rize’nin
Çamlıhemşin İlçesine bağlı Makrevis,
Kuşiva, Tap (yeni Çat), Yeğnovit (Elevit) köylerinde, Gito (Kito) ve Cerovit/
Crhovit (Ambarlı) yaylasında ve Çayeli
ilçesine bağlı Senoz vadisinde bulunan
Cutinç köyünde saha çalışmalarında
bulundum. Rize’de yaşayan ve geçmişte zorla İslamlaştırılıp Türkleştirilen
Hemşinlilerin genç kuşakları, atalarının ana dili Ermenice ve Ermenice’nin
Hamşen lehçesini unutmuşlar hatta
Ermeni kimliğini kaybetmişler. Ancak, yaşadıkları yerleşim birimleri için
hâlâ büyüklerinden kalan Ermenice
eski yer isimleri ile mikro yer adlarını,
bitkilerin, ağaçların isimleri ve günlük
yaşama ilişkin kelimeleri kullanmayı
sürdürüyorlar. Bunlar, dilbilim tarihi,
diyalektoloji açısından çok değerli ve
önemli dil belgeleridir.
Bildiğim kadarıyla sadece Hopalılar
anadilleri olan Hemşinceyi konuşabiliyor…
Hopalı Hemşinliler’den farklı olarak,
ana dilini unutarak Türkçeyi benimseyen Rizeli Hemşinliler için durum
tamamen farklı. Çünkü burada Türkleşmenin izleri çok daha derin. Aralarında Ermeni kökenlerini inkâr etmeyenler bulunmakla birlikte, artık
kendilerini tamamen Türk sayanlar da
var. Türk boylarından gelmiş olduğu
fikri de bu bölgede bir hayli yaygın.
Marksist ideolojiye yatkın olanlara
az da olsa burada da rastladık. Ancak
kendilerini Türk değil, sadece Hemşinli sayanların mevcudiyetini de unutmamak gerekir.
“Hamşen (Hemşin) Yer İsimleri”
isimli kitabınıza gelecek olursak.
Kitap üzerinde bir yıldan fazla çalıştım. Üç dilde, Ermenice, Türkçe ve
Rusça olarak yayınlandı. Kitabımda
etimoloji incelemeler saha çalışmaları
esnasında kaydettiğim Hamşen mikro
yer isimlerinin bir kısmını sunuyorum.
Umarım yakın zamanda Hamsen’e ilişkin daha büyük araştırmamı bitirip
saha çalışmaları sırasında topladığım
tüm bilgilerle yayınlarım. İlk defa olarak bu kitapta bilim dünyasına sunulan
yüz kadar mikro yer ismi, yukarıda
belirtilen bölgelerde kaydedildi. Kelime deformasyondan dolayı ilk bakışta
yabancı, hatta anlamsız olduğu düşünülen yer adları da mevcut, bunlar aslında ses ayrılıklarına rağmen, yerel
şive veya farklı söyleyiş şekilleri ile
örtülü Ermenice kelimelerdir. Kelimeanlamsal incelenmesi sonucunda bu
yer isimlerinin Ermenice kökenli oldukları, içlerinde arkaik ve daha yakın
dönem Ermenice kökler bulundurdukları, Ermenicenin Hamşen lehçesine
özgü telaffuz şekillerini korudukları
ve Türkçedeki ses uyumunun belirli
etkisi altında kaldıkları tespit edildi.
Ermeni dil biliminin en büyük uzmanlarından Hraçya Acaryan Hemşinlilerin kullandığı dili, Ermeni lehçelerinin
batı grubuna mensup Hamşen lehçesinin özgün şivelerinden sayıyor. Hraçya
Acaryan, Hemşinlilerin konuştukları
dili tarif ederken “içinde Grabar, yani
Eski Ermenicede kullanılmış olan ve
hiçbir lehçede rastlanmayan çok nadir
kelimeler barındırdığını”vurgular.
Ermenice kelimeler neden değişime
maruz kaldı?
Bölgeye sonradan yerleşen Türk boyları da yeni yer adlarını ya beraberlerinde getirmiş ya da mevcut olan bu adları kendi dil özelliklerine göre yeniden
düzenlemişler. İleriki asırlarda ise Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti iktidarları, Rize Kazası’na
bağlı köylerin adlarını, bazı istisnalar
hariç, bütünüyle değiştirmiş. 15 Aralık 1913’de Vilayet Umûmî Meclisince
hazırlanan Rize kazası ve nahiyeleriyle
ilgili eski ve değiştirilmiş adların listesi Türkiye Başbakanlık Arşivi’nde bulunuyor. Bu arada, Hamşen nahiyesinin
adı da değiştirilmiş. 5 Ocak 1916’da ise
Enver Paşa’nın ülkede Ermeni, Rum,
Bulgar ve diğer gayri-müslimlere ait
yer isimlerinin değiştirilmesine ilişkin
emri üzerine 3 Temmuz 1916, Trabzon
Valiliği, Samsun’dan Artvin’e uzanan
bölgedeki köylerin eski ve yeni adlarını içeren 23 sayfalık bir liste hazırlamış. Hamşen Ermenileri etnolojisinin
en değerli uzmanlarından, Trabzon’un
Küşana Köyü doğumlu ünlü etnograffolklorcu B. Torlakyan, zamanında
konuyla ilgili olarak “Hamşen yöresinde ve ardından da Pontus’ta Hamşen
Ermenilerinin kurmuş veya ikamet
etmiş oldukları tüm bölgeye yayılan
dağınık yerleşim birimlerinin adları
Türk hükümetlerince ya tamamen değiştirilmiş, ya da öylesine tahrif edilmiş ki, buralarda Ermenilikten en ufak
bir iz dâhi kalmamıştır” diye yazmış.
Bununla beraber, yapmış olduğumuz
kayıtlardan anlaşıldığı üzere yönetimler, bütün gayretlerine rağmen, asırların derinliğinden gelen yer isimlerini,
özellikle de mikro yer adlarını Çamlıhemşin, Hemşin ve Ardaşen ilçeleri
sakinlerinin hafızasından bütünüyle
silmeyi başaramamışlar.
ALTIN ARAYICILARI MANASTIRA ZARAR VERDİ
Çamlıhemşin’e bağlı Gito (Kito) yaylasında Hemşinli yaşlı bir ninenin ağzından eski bir dua kaydettim. Duanın kelimeleri yerel lehçe etkisiyle ve
bence gizli kodlar gibiydi, ancak duayı
okurken nine çok belirgin bir şeklide
“tsavı dani, surbı dani” (“ağrını alsın,
İlya götürsün”) sözlerini dedi. Ben çok
şaşırmış ve heyecanlanmıştım. Ermenilerle meskûn olan Yeğnovit / Elevit
(Yaylaköy) köyüne gittik. Günümüzde yazlık sayfiye (yayla) merkezine
dönüşmüş durumdadır. Ermeni kaynaklarındaki bilgilere göre Yeğnovit,
XV.-XVI. yüzyıllara kadar ruhanî
kültür ve Ermeni yazım merkezlerinden biri olarak ünlüydü. Khaçik hor/
Khaçekar manastırın yıkıntıları, Elevit Köyü’nden öteye, Cagat (yani Çakat-alın) Dağı istikametinde bulunan
yüksek bir tepe üzerinde bulunmaktadır. Yerleşim yerinden 45 dakika yürüyerek tepeyi tırmandık ve acı manzarayı gördük. Manastırın sadece temeli
kalmıştı. Sağa sola dağılmış kesilmiş
taşlar ve otların örtmüş olduğu çeşme
yalağı veya Hemşinlilerin diliyle avzon (Erm. avazan/havuz). Yer yer kazılmış çukurlar da bulunuyordu. Yerel
halkın anlattığına göre değişik yerlerden gelenler altın aramak maksadıyla
manastır ve çevresine zarar vermişler.
Temellerinden kalanın ölçütlerinden,
Khaçik Hor manastırının hayli büyük
bir yapı olduğu anlaşılmaktadır.
Kaynak:
http://bianet.org/biamag/
egitim/150379-kimdir-bu-hemsinliler
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN
Hrant Dink’i izliyorum, Bülent Arınlı’nın video kaydından. Tuzla’da bir
kampı geziyor adım adım. İstanbul yakınlarındaki, yetim Ermeni çocukların
barındırıldığı Tuzla kampını; Kamp
Armen’i adımlıyor Hrant Dink. Çocukluğunu geziyor, sabırsızlıkla, özlemle, kırılmışlıkla, haklılığın kazandırdığı dimdik öfkeyle. Çocukluğunu
geziyor, şu yapıları yedi yaşındaki çocuklar olarak yükselttik, mimarların
eseri değil, çocukların eseri. Çocukların emekleri, yetişkinlerin emeğinden
daha değerlidir, diyor. Havuzun başına geliyor, o çocukluk günlerine gidiyor hüzünlü gözleri. Acıları damıttığı
mahzun güzel gözleri sulara dalıyor.
En çok da bu havuzun çevresinde mutlu zamanlarımız yaşanırdı, diyor.
Köy Enstitüleri de benzer yapıda ve
işlevdeydiler. Çocuklar tarafından yapılıyordu binalar. Bahçesi çocuklar
tarafından ağaçlandırılıyor, tarlaları
çocuklar tarafından işleniyordu. Çocuklar, Köy Enstitüleri’nde hem okuyor
hem de tam bir çiftçi gibi uygulamalı
olarak üretiyorlardı. Buradaki çocukların tümü, öksüz ya da yetim değildi.
Ermeni de değildiler; ama düzeni sorgulayan, düşünce üreten öğretmenler
olarak Anadolu’ya gideceklerdi. Bu da,
sömürüsünü yürütmek isteyen düzenin
yetkililerinin işine gelmiyordu.
Aynı güç, Köy Enstitüleri’ni, tekerine
taş koyduğu için kapatan güç, Tuzla’daki yetim Ermeni çocukların barındırıldığı Kamp Armen’i kapatıyor. İslami
cemaatlerden birinin yetimhanesi olsaydı, maddi ve manevi tüm desteklerini verirlerdi. İşin en katlanılmaz, en
kabullenilmez yanı da bedel ödenmeksizin, mülkün gasp edilmesidir. Ermeni Vakfı, o mülkü, parayla satın almış,
tapulamış. Siz tutuyorsunuz, ben bu
mülkü Ermeni Vakfı’ndan alıyorum,
ilk sahibine veriyorum, diyorsunuz.
Para ödeseniz dahi, mülk sahibinin
rızası olmaksızın yapamazsınız. Kaldı ki parası ödenerek, tapusu alınmış
vakıf arazisini, bedelini ödemeksizin
vakfın elinden alarak, ilk sahibini şaşırtıyorsunuz. Sattığı mülkün, yeniden
bedelsiz olarak kendisine hediye edilmesine şaşırmasın da ne yapsın, mül-
Tuzla’daki Ermeni çocukların barındığı Kamp Armen’e gelir. 16 Ocak 1983
diktanın, yetim çocuklara sahip çıkıldığı, devleti masraftan kurtardığı için
minnet duyması gerekirken yaptığına
bakar mısınız? Parayla alınmış tapulu
bir araziye el koyarak, başkasına hediye etmek. Pes! Yo, bu hafif kalır, ne
diyelim? Ne diyorduk, Hrant Dink, bu
yetimhaneden hiç kopamaz, çocuk kollarıyla, çocuk yüreğiyle yapımında çalıştığı yetimhanesinden uzaklaşamaz.
Kendinden çok başkalarını düşünen,
öteki çocukları hep koruyup kollayan
kişiliği o zamandan fark ettirir Hrant’ı.
Sultan Kılıç
kün ilk sahibi. Hrant Dink’in deyişiyle:
“Gökten bir arsa düştü eski sahibinin
kucağına.”
Tuzla’daki öksüz yetim Ermeni çocukların barınağı olacak Kamp Armen,
1960’tan sonra Ermeni Vakfı’nca satın
alınır. Yetişkinlerin yanı sıra daha çok
çocukların küçücük elleriyle yapılır,
binalar ve bahçeler. Gedikpaşa’dan
Tuzla’ya gönderilen otuz yetim Ermeni
çocuk, ilk işçileridir Kamp Armen’in.
Kurucusu ve müdürü Hrant Küçükgüzelyan, 12 Eylül diktasının postalından, süngüsünden nasibini alır,
sekiz buçuk ay hapsedilir. Hrant Küçükgüzelyan, hapisten çıkınca, canını Marsilya’ya atar. Türkiye’sinden,
Kamp Armen’de yetiştirdiği yetim çocuklarından uzakta, Marsilya’da ölür.
16 Ocak 1983’te Ermeni yetim çocukların “kırlangıçların” yuvaları, hiçbir
bedel ödemeksizin ellerinden alınarak
ilk sahibine, babalarının hayrına hediye edilir. Gerekçeye bakar mısınız,
Kamp Armen’de Ermeni militan yetiştiriliyormuş. Tüm militanlar, Hrant
Dink gibi insansever ve yurtseverse,
can kurban böyle militana. Ama asıl
sorun da burada ya, Hrant Dink gibi
yurdunu, insanını seven, sömürenleri sorgulayan, düzenlerini sürdürmek
isteyenlerin tekerine taş koyanların;
adam gibi adamların yetişmesi. Asıl
sorun bu, Köy Enstitüleri’nde olduğu
gibi.
1954 doğumlu Hrant Dink, 1963’te
2003 yılında Bülent Arınlı’nın çektiği “Kırlangıcın Yuvası” adlı belgeselde Hrant Dink, gasp edilen Kamp
Armen’i içi titreyerek dolaşırken şunları söylüyor: “Mesela çocukların yaptığı resimler çok değerlidir. Tuzla’daki
Kamp Armen’de çocuklar, bir eser, bir
cennet yaratmışlar. Mimari değeri yok,
mimarlar yapmadı. Çocuklar yaptı.”
Bunları söylerken Hrant’ın dudakları
titriyor, o mahzun gözleri tüm dünyaya
isyan ediyor. Azınlıklara karşı açılan
bu acımasız savaşa isyanını şöyle sürdürüyor: “O yaratılan kuruluşun, bir
devamlılığı olmuş olsaydı, bir işe yarasaydı, yine bu kadar gam yemeyecektim. Sonuçta, insanlık bir devamlılıktır. Bir insanın yarattığından, başka bir
insan yararlanabilir. Hani yine öksüz
yetim çocuklar veya yaşlılar yararlanabilseydi. Yok, bu da yok, öyle harabe
olarak bıraktılar.” Bu da kasıtlı inadı
gayet net bir şekilde açıklıyor. Biz,
kırlangıçların yuvasını dağıtırız, mı
diyorlar? Ayağınızı denk alın kırlangıçlar, bir daha bu ülkede yuva muva
yapmaya kalkışmayın, yoksa dağıtırız,
mı demeye getiriyorlar?
Hrant Dink anlatmayı sürdürüyor:“
12 Eylül darbesinin ardından, Ermeni
vakıf mülkiyeti olduğu gerekçesiyle
çocukların elinden alınıyor Kamp Armen. Benim elimden aldılar, bunu yaptılar. Ben ölmedim, bu toplum ölmedi!”
Ölmedi de neden hiç sesi çıkmıyor, uğruna canını verdiğin bu sevgili halkının Hrant? Özgürlüğe ve barışa tutkun
derecesinde sevdiğin Türkiye halkının
üzerine ölü toprağı mı attılar? Yoksa
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye halkının ses tellerini mi aldılar Hrant?
Anadolu halkının güzel inanışlarından
biri, güvercinlere zarar verenlerin iflah
olmayacağıdır. Halkın, bir diğer güzel
inanışı da kırlangıç yuvasını bozanın,
iflah olmayacağıdır. Allah korkusu
olan, gerçek inançlı kişiler, güvercin
ve kırlangıçlara asla zarar veremezler.
Zarar verenlerin başlarına büyük felaketler geleceğine inanırlar.
Hrant Dink, barıştan yana Türkiye
sevdalısı bir beyaz güvercindi, vurdular. Bahar dalını kırdılar. Tuzla’daki
yetim Ermeni çocukların, “kırlangıçların” yuvası Kamp Armen’i dağıttılar. Orada öyle harabe, yıkık dökük
bekliyor “kırlangıçların yuvası.” Bu
haksızlıkları, bu zulmü, bu kıyımları
yapanlar kul katında da Allah katında
da lanetlenmeyecekler mi? Bunlardan
hesap sorulmayacak mı?
Hrant, bu belgeselde yine konuşuyor:
“Benim elimden alıyorlar, bunu yaptılar. Biz onu parayla satın almışken,
bize bir kuruş para da iade etmediler.
Ben ölmedim, bu toplum ölmedi. Hayatta verdiğim bir mücadele varsa, o
da bu kampı geri almak. Ve kampı yeniden bir cennet mekâna çevirmektir.”
Tamam, düzenin koruduğu, kolladığı,
sırtını sıvazlayıp aferin dediği tetikçileri anladık da. Hrant’ın güvendiği
toplum nerede? Hrant’ın baş koyduğu
Armen Kampı’nı geri alma mücadelesine neden sahip çıkılmıyor? Hrant’ı,
tetikçiler öldürdü; şimdi bir de o çok
sevdiği, güvendiği Türkiye halkı mı öldürecek? Mahzun bakışlı, barış güvercini Hrant’ın kırlangıçlarının yuvasını
kurtarmak için parmağınız kıpırdamayacak mı? Kırlangıçların yuvasını
dağıtanlar iflah olmazmış, duymuşsunuzdur. Güvercinlere kıyanlar da.
Bunları yazarken Garabet Orunöz’ün
çektiği bir video kaydını izliyorum.
Kamp Armen’de büyümüş ve hayata
atılmış yetişkinler, hep birlikte o günleri anıyorlar. Hrant Dink, her zamanki
acıyı bal eyleyen coşkusuyla, çocukluğunu anlatıyor. Kamp kurucusu Hrant
Küçükgüzelyan’ın, çocuklara uyguladığı tuvalet eğitimini anlatıyor. Öyle-
sine mutlu görünüyor ki Hrant Dink,
o anda Kamp Armen’de, çocukluğunu
yaşıyor, coşkuyla anlatıyor.
Garabet Orunöz’den, elektronik postayla bir mektup alıyorum. Malatyalı
Garabet Orunöz de dört yaşındayken
annesini kaybeden ve Tuzla’daki Ermeni çocukların barındığı Armen
Kampı’nda barınan çocuklardan biridir. Hrant Dink, Garabet Orunöz’den
beş altı yaş büyüktür ve ona ağabeylik
etmektedir. Garabet Orunöz’ün, elektronik postayla bana gönderdiği harika
mektubunu aynen aktarıyorum: Kırlangıcın yuvası darmadağındır. Hani
yuvası yıkılan kırlangıcın da öf kelendiği olur ya!!! Çıkar, çıkabildiği kadar
yükseklere, koyverir kendini yere; çakılırcasına, hızla. İşte o pikeler, kırlangıcın isyanıdır.
Sonra bir kenara sessizce çekilir kırlangıç. Altı ay olan ömrünün kalanını değerlendirir. Soyunun devamını
sağlayacak yeni yavrularını, bu zalim
dünyaya getireceği yuvasını inşa eder.
Bu ülkede kırlangıç değil de güvercin
olsam, diyesim geliyor. En azından,
kırlangıçtan daha uzundur ömrü, güvercinin. Tabi şehir canavarları, kırlangıçların yuvasını yıktığı gibi, güvercinleri de vuruyor ya.
Artık, güvercinlerin başı, üç yüz altmış derece dönüyor. İnsan kılığına
girmiş canavarların olabileceğini de
düşünüyor güvercinler. Bana dokunmazlar, demiyor artık hiçbir güvercin.
Garabet Orunöz
Anadolu halkının güzel inanışlarından
biri, güvercinlere kıymamak; bir diğeri de kırlangıçların yuvasını bozmamaktır. Barış güvercini Hrant Dink’e
kurşun atan, o bahar dalını yerle bir
eden hoyrat ellerin sahipleri, Anadolu
insanı değil miydi? Öyleyse inançsız
mıydılar?
Kırlangıçların, öksüz yetim kırlangıçların yuvasını bozan, Anadolu insanının seçtiği yönetim değil miydi? 12
Eylül diktasını, Anadolu halkı seçmemişti, tamam. Ya sonraki yönetimler,
hâlâ mı diktanın postalı ve süngünün
korkusuyla siniyoruz? Hrant Dink’in
haklı bir isteği vardı. Hayattaki tek
mücadelesinin, Kamp Armen’i, gerçek sahipleri olan, öksüz yetim Ermeni
çocuklarına geri kazandırmak olduğunu söylerdi. Daha ben ölmedim, dedi
öldürdüler. Daha bu toplum ölmedi,
dedi. Bu toplum ölmediyse?
Hiç değilse, kıyılmaması gerekirken
kıyılan güvercinin ruhu, huzur bulsun.
Kırlangıcın, yüzyılların hüznünü damıtmış o mahzun güzel gözleri, artık
hüzünlü bakmasın. Kırlangıçların yuvası kurtarılmadıkça, Hrant’ın, o insanın içini acıtan bakışları, hep gözlerinizin önünde olacak. O bakışlar sizi
hep sorgulayacak.
Hrant; sakin, inançlı, yürekli, kararlı
sürdürüyor konuşmasını: “Dünkü haksızlık, dünde kalsın; bugün haksızlık
yapmayalım, demeyi kabul edemem.
Biz, dün de vardık; bugün de yaşıyoruz. Dünkü haksızlık dünde kaldıyı,
kabul edemem. Bizim farkımıza varmaları gerekiyor. Bu devletin, bu toplumun, bizi desteklemesi lâzım. İnsan
onurunu yüceltecek bir amaç için, burayı mutlaka alacağız.”
Dünkü haksızlık, dünde kalmamalı.
Dünkü haksızlığı yapanlardan hesap
sorularak, hak geri alınmalı. İnsanım,
onurluyum, diyen herkesin de kırlangıcın yuvasını kurtararak, kırlangıca
vermek için, çaba göstermesi gerekiyor. İnsanlık onuruna sahip çıkacak,
insanlık onurunu kurtaracak onurlu
insanlar aranıyor. Çok geç olmadan,
hem de hemen şimdi.
[email protected]
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 VE ÖNCESİ:
KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 2. Bölüm
Nuri Dersimi'nin Ermeni Meselesine
hükümranların gözlüğüyle bakışı ve
tepe takla ettiği 1915 tablosu
“Ermenilere soykırım yapılmadı, asıl
onlar soykırım yaptı” diyen Türkler
bu konuda yalnız değil; Halaçoğlu'nun
Kürt versiyonu olarak anılmayı hak
eden isimler var. Girişte belirttiğim
gibi bunların öncülerinden biri, Kürt
ulusal hareketinin pek itibar ettiği eski
figürlerden Nuri Dersimi'dir. O Türk
ordu ve istihbaratı ile Kürt hareketleri arasında ikili oynadığı [1] yıllardan
sonra Dersim soykırımına girişilirken
kaçıp gittiği Suriye'de Ermenilerin
1915 hatırasına yazdıkları kitaplarla
tanışır. Türk devletinin insanlık suçlarını ortaya koyan bu tanıklıklarda
Kürtlerin de rollerine değiniliyor olması kendisini kızdırır. Buna karşı
etkili bir savunma ihtiyacıyla “Hatıratım” isimli kitabının içine “Ermeni Meselesi” başlıklı özel bir bölüm
katar. Orada bir dizi hayali vahşet
tablosu çizdikten sonra, kaynağının,
aslında bildiğimiz dezinformasyon
oyunları ile Türk genelkurmay daireleri olduğunu da açık eden şöyle bir
bilanço verir:
Hovsep Hayreni
“Gerek bizzat gördüğüm ve gerekse
bazı Kürt subayları aracılığıyla temin
ettiğim, gerekse bazı Türk harbiyesiyle ilgili dairelerdeki dosyalardan
öğrendiğim ve aldığım bilgi üzerine
ve özellikle Cemal Paşa'nın anılarında açıklanan yazı ve istatistiklerden,
savaşın başlangıcı olan 1914 yılından
1919 yılı sonuna kadar Kürdistan'da
yapılan zararın büyük çoğunluğu
Kürtlerden olmak üzere 1,5 milyon insan mağdur olmuştur. Bu zararın çoğu
Ermeniler tarafından bilfiil işlenmiş
olan cinayetlerden ve katliamlardan
ileri geldiği kesin olarak anlaşılmıştı”!.. [2]
“zayiat” ve “zayi” olarak geçiyor, ki
bunlarla kastedilen can kayıplarıdır.
Sonraki sayfalarda daha açık iddia
etmek üzere; “Erzurum, Van, Bitlis
ve diğer doğu illerinin Ruslar tarafından istilası sırasında (...) Ermeniler tarafından bu bölgede sakin olan
Kürtlerden öldürülen ve miktarı 1,5
milyonu aşan katliam”dan dem vurur
[3]. Bunlardan bizim anladığımız, Ermeni halkının 1,5 milyon kurbanlarını
aynı rakamlı karşı suçlamayla eşitleme gayretkeşliğidir. Şunu da unutmayalım; Ermeni halkının verdiği o
kadar kurban doğudan batıya bütün
Osmanlı vilayetlerinde devlet gücüyle
topyekün hedeflenmesinin sonucudur.
Kürtler ise yalnızca doğunun çatışmalı yerlerinde sayıları birkaç bini
geçmeyen Ermeni gönüllü grupları
tarafından öyle muazzam ölçüde katledilmiş varsayılıyor. Acaba o yıllarda
bahsini ettiği üç vilayetin toplam Kürt
nüfusu ne kadardı? Cephelere giden ve
dönmeyenleri de düşünün. Bu hesapla
savaştan sonra bölgedeki Kürt varlığı
nasıl açıklanabilir? Üstelik yazar, Ermeni tehcirinin o katliamlara karşılık
yapıldığını ve ölen Ermenilerin daha
önemsiz sayıda (600 bin) olduğunu
savunuyor. Bu noktaya tekrar dönmek
üzere, Ermeni sorununun daha önceki
süreçlerine dair yazdıklarını görelim:
Yazarın eski dilde olan kitabı günümüz Türkçesine çevrilirken bazı
kelimelerin karşılıkları pek isabetli verilmemiş. Yukardaki “zarar” ve
“mağdur” sözcükleri orijinal metinde
“Hatıratım” kitabının “Ermeni Meselesi” bölümünde Dersimi, öncelikle doğu vilayetlerindeki Ermenilerin
Kürt derebeyleri tarafından mağdur
edilmelerine dair şikayetleri sorgulu-
yor. Öyle bir olgunun varlığını örtülü
şekilde inkar ederek, gerek Ermeniler,
gerekse yabancılar tarafından dile getirilmesini “Kürtlere karşı cephe oluşturma” maksadına yoruyor. Ayrıca
“19. asır başlarında II Sultan Mahmut
Han, Ermeniler hesabına doğuda Kürdistan derebeylerine şiddetli darbeler
vurmuş ve Ermenileri memnun etmek
istemişti” diyerek, Osmanlı devletinin
kendi çıkarları gereğince yaptığı askeri seferleri bile Ermeni istekleriyle
açıklamaya çalışıyor. Bu konuya daha
önce değinmiştim. Dönemin Ermeni
Patrikliği'nin itaatsiz Kürt beylerine
karşı Osmanlı saldırganlığını desteklemiş olduğu acı bir gerçektir. Doğudaki Ermeni halkının eski beylik
düzeninden çektiği bütün sıkıntılara
rağmen, devletin kanlı operasyonlarına arka çıkılması tasvip edilemez
bir tutumdur. Fakat devletin yüzbinlik ordu gücüyle Ermeniler hesabına
hareket ettiğini varsaymak bütünüyle
akla ziyan bir yorum. Yazar devamında “İşte bu gibi nedenlerle Kürtler de
Ermenilere karşı savunma durumunu
almaya mecbur kalmış ve korunma
tedbirleri düşünmeye başlamışlardı.
İşte o andan itibaren Kürtlerle Ermeniler arasındaki dostluk ve sevgi bağları sarsılmaya yüz tutmuştu.” diyor.
Kürtler için “korunma tedbirleri” diye
bahsettiği şey, eski beyliklerin yitirilmesinden sonra devletin göz yumduğu
zorbalıklarla yeni feodal tahakküm
çabaları ve özellikle Abdülhamit zamanında Ermeni ulusal taleplerine
karşı devletle ittifak tazeleyerek kıyıcı
roller oynama durumudur. Bunu biraz
aşağıda “Kürtlerin cehaletleri yüzünden aldanarak, Ermenilere karşı ancak
kendini savunma kabilinden saldırmaları” şeklinde mazur göstermeye çalışıyor. Daha sonra bu tanımıyla çelişecek şekilde “kanlı sultanlara hizmet
eden asalak aşiret liderleri”nden söz
ediyor, fakat bu defa da onları Kürt
milletinden ayrı tutmaya özen gösteriyor. [4] Nihayet olaylardan sözetmeye
başladığında bu türden bir somut örnek zikretmiyor ve aslında kanlı sultanlara hizmet edenleri de “Ermeni
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
saldırganlığına karşı meşru savunma”
konumunda değerlendirdiği anlaşılıyor. Aşağıda bunun örneklerini görmek mümkün.
Yaptığı değerlendirmelerde sık sık Ermeni partilerinin Kürtlere karşı kindarlığından söz eden Dersimi, buna bir
örnek olarak “Ermeni Taşnaklar'dan
yazar Rafi, Kürtler aleyhinde kitap
yayınlamıştır. Hand, Gayzer, Celalettin vb. gibi Ermeni basını Kürtler
aleyhinde zehirler saçmaktadır” diyor
[5]. Raffi'nin ölüm tarihi 1888. Taşnak
partisi bundan iki yıl sonra kurulmuş.
Yazarın düşüncelerinin partiyi kuranlara ve sonrakilere etki yapması bir
yana, kendisinin Taşnaklı olması imkansız. Cümlenin kuruluşundan (bu
belki günümüz Türkçesine çevirenin
hatasıdır) Ermeni basın organları gibi
okunan isimler ise Raffi'nin eserlerinden bazılarıdır. Onlarda “Kürtler aleyhinde zehirler” saçıldığını söylemek
de ancak içeriğinden bihaber önyargılı
duyumlara dayalı konuşmakla mümkündür. Kürtlerle en çok ilgili olan
Celalettin isimli kısa romanını alalım
mesela: Orada 1877-78 Osmanlı-Rus
savaşının başlarındaki gerçek olaylardan bir kesit sunuluyor. Savaşın başında Osmanlı Şeyhülislamı “gâvurlara
karşı Cihad” ilan etmiş, Van Gölü'nün
doğusunda Kürtlerin lideri Şeyh Celalettin de bu çağrıya uyarak kendi
güçleriyle Bayazıd'a doğru dalga dalga akınlar yapmış; yolları üzerinde
bulunan Ağbak'ın 24 Ermeni köyünü
15 gün boyunca talan etmiş, sakinlerini kılıçtan geçirip bir kısmını da esir
almışlar. Kurtulanlar ise kaçıp İran
tarafına sığınmış. İşte onlardan alınan
bilgiler temelinde yazılan bir roman.
Eğer orada Şeyh Celalettin, Ali Xan ve
oğulları gibi İslami fanatizmle katliam
ve işkenceler yapan kötü kahramanlar
Kürt ise, onlara baskın verip yaralıları
kurtaran romanın iyi kahramanı Mısto
da Ezidi inancından bir Kürt'tür. Saldırı dalgası Parteğimeos Vank'a (manastır) ve yanındaki köye ulaşırken
manastır rahibi Yeğiazar Vartabed'i
uyarıp korunmaları için yardımcı olan
Omar (Ömer) Ağa da Kürt'tür. [6] Öte
yandan Raffi'nin eserlerinde çıkarcı,
sömürücü, devlete yaltaklanan Ermeni tiplerin eleştirisi de eksik değil.
Kürtlerin toplum olarak geri yönlerine, soygun-talan gibi yaygın alışkanlıklarına ilişkin “yabani”, “haydut
karakterli” gibi hoş olmayan bazı ge-
nellemeleri dışında, yaptığı kınamaların adresleri bellidir. Ama zaten asıl
rahatsızlık nedeni o somut rollerin ortaya konması oluyor. Bu açıdan bakıldığında Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin
insanlık suçlarını konu eden bir anlatım için “Türkler aleyhinde zehirler
saçıyor” demek ile yukarıda söylenenin bir farkı yok. Dersimi daha ilerde
1915'in tanıklığını yapan kitaplara da
çatarak aynı suçlamayı yapıyor. İsmini
ve yazarını belirtmediği 1959 tarihli
bir kitap için şöyle yazmış: “Diyarbekirli Cemilpaşazade Mustafa Bey'in
milis kumandanlığı sıfatiyle Ermenilere yaptığı zulümden söz edilerek,
Kürtlerin Ermenilere karşı sözde reva
gördükleri katliamdan gerçek dışı bir
tarzda zehirler saçılmakta” [7]. Oysa
Diyarbekir'de yapılan katliamlar çok
açıktır. Bahsi geçen milis kumandanı
dahil bir çok şahsiyetin oynadığı rolü
1919 tarihli Tomas Mıgırdiçyan'ın raporu dışında Naci Kutlay gibi Kürt aydınları da ortaya koymaktadır.
Aynı yerde Nuri Dersimi, Ermeni halkının ulusal-demokratik mücadelesini
ve reform taleplerini de suçlayıcı bir
dille konu ediyor. Daha 1862 Zeytun
isyanından başlayarak bütün Ermeni
halk hareketlerini Rusların teşvikiyle
açıklıyor. Esas hedefinin de Kürtler
olduğunu ileri sürüyor. “1877-1878
Rus ve Türk savaşı esnasında gerek
Rusya'da, gerekse doğu illerinde bulunan Ermeniler, Kürtlere çok büyük
saldırıda bulunmuşlardır” diyor. Bu
hiç inandırıcı bir iddia değil. Osmanlı bölümündeki Ermeniler içinden
Rus ordusunu kurtarıcı olarak gören
ve destek çıkanlar olmuşsa da, bunların özel olarak Kürtleri hedefleme
niyeti ve büyük saldırı yapacak güçleri olmamıştır herhalde. Devamında
“Bulgarlar bağımsızlıklarını kazandıktan sonra artık Ermeniler tam bir
bağımsızlık için İstanbul Patrikhanesi vasıtasıyla açıktan açığa çalışmaya
başlamışlardı. Hatta Bulgar bağımsızlığından sonra Ermeniler hakkında bir özel maddeyi de Ayastefanos
Anlaşması'na ilave etmeyi Ruslar aracılığıyla sağlamışlardı. Bu madde
Berlin Anlaşması'ndan ithal olunmuştu” diyor. Bu da abartılı ve yanlış bir
yansıtmadır. Gerçekte Ermenilerin
Ayastefanos Anlaşmasına konmasını
istedikleri şey, doğu vilayetlerindeki Ermeni halkının güvenlik sorunu
başta olmak üzere mağduriyet koşul-
larını giderici reformlar ve Müslüman
halklarla eşit olarak yerel yönetimlerde temsil edilmelerini sağlayacak bir
özerklikti. Nuri Dersimi bu konularda
o kadar üstünkörü kalem oynatmış ki,
Ayastefanos ile Berlin anlaşmalarının
sıralamasını da birbirine karıştırmış.
Birincisi olan Ayastefanos'ta Osmanlı
devletinin muhatabı yalnızca Rusya
olup, reform uygulama alanında onun
bir süre asker bulundurarak garantörlük yapması sözkonusuydu. Bu önlem
Osmanlı yönetimini gecikmeden reform adımlarını atmaya mecbur edebilirdi. Fakat İngiltere ve Avusturya'nın
Balkanlar üzerindeki çıkarları hesabına itiraz ettikleri o anlaşma Rusya'nın
oluruyla geçersiz sayılıp aynı yıl
Berlin Kongresi'nde altı büyük devletin (İngiltere, Rusya, Avusturya,
Almanya, Fransa, İtalya) taraf olduğu
yeni bir anlaşma imzalanınca durum
değişti. Rusya başka tavizler yanında Erzurum, Bayezid ve Alaşgerd'deki askeri güçlerini hemen çekecek,
aşağı yukarı aynı muhtevada kaleme
alınan Ermenilere ilişkin reformların
uygulanmasını ise artık hiç bir yaptırım şartı olmadan altı büyük devlet
ortaklaşa denetleyecekti. Böylece görünüşte Ermenilere “hamilik” yapan
devletler bayağı çoğalmış oluyor, fakat
gerçekte sorun uluslararası diplomasinin basit bir oyun kartı haline geliyor
ve Osmanlı devleti sözde yükümlü olduğu reformları istediği kadar savsaklama şansına kavuşuyordu. Yani sonuçta ortaya çıkan durum hiç de öyle
Dersimi'nin yansıttığı gibi, Ermenilere
bağımsızlık yolunu açacak türden değil, tam tersiydi. Ama kendisi, o gevşek reform sözleşmesinin Ermeni halkı tarafından zorlanmasını dahi haksız
bularak Abdülhamit'in ayak diremesini olumluyor: “Ermenilerin kendilerinden sayıca çok fazla olan Kürtleri
yönetimleri altına alacak şekilde bir
Ermenistan'ın kurulması konusunda
ısrar etmeleri üzerine, Rusya'nın zorlamasıyla Avrupa devletleri tarafından
1880'de Babıali'ye Ermeni reformu
konusunda bir nota verilmiş, fakat Abdülhamit Avrupa devletlerini susturmayı başarmıştı” diyor.
Ona göre 1894-96 arası 300 bine varan Ermeni kırımları da sözkonusu
değildir. Veya sonunda Ermeniler
katledilmişse kendi tahrik etmeleri
sonucu olmuş sayılır. Bunu “Ermeni
ihtilalcileri Van, Muş, Kıği dağlarında
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
fedailer oluşturarak, karşılıklı sevgi
ile bir arada yaşamakta olan iki unsuru birbirlerinin kanına susamışçasına birbirleri aleyhine davranmaya
kışkırtmış, Kürdistan'ı kana boyamışlardı (...) Fakat Ermenilerin azınlıkta
bulunmalarından dolayı Kürtler galip
gelmişlerdi” diye savunur [8]. Böyle
bir savunmayı o kırımların örgütleyicisi olan Abdülhamit bile yapamamıştır zamanında. Ermenilerin Kürtler
gibi yaygın silahlı güçlere ve bir kaç
yer dışında savaşçı geleneğe de sahip
olmadıklarını hatırlatmak gerekir.
Öyle zayıf bir konumdayken Kürtlere
ve devlete savaş açar gibi saldırmış olmalarına inanmak mümkün mü? Gerçi
buna da “Ermeni milliyetçileri, Batılı
devletlerin dikkatini çekip müdahalesini sağlamak için mahsus kışkırtıcı
hareketler yaparak kendi halklarının
kıyımına sebep olmuşlardır” şeklinde
kılıf uydurmaya çalışanlar var. Ama
olgulara bakılınca mızrak çuvala sığmıyor.
Nuri Dersimi, 1908 Meşrutiyet ilanından sonraki Ermeni hareketini ve
demokratik taleplerini de aynı şekilde
suçlamaya devam ediyor. Doğuda Ermenilerle Kürtler arasındaki arazi meselelerinin incelenmesi için İttihat ve
Terakki'nin göstermelik bir komisyon
kurmuş olmasını dahi tepkiyle karşılıyor. “Sonuç olarak bu politikalar
terk edildi, ancak meşrutiyet idaresinden bir hayli hak elde eden Ermeniler,
sürekli ve hatta açıkça çalışmalarına
devam etmekten asla vazgeçmiyorlardı” diye ekliyor. Oysa meşrutiyetin ilk
başta yarattığı iyimserliğe rağmen elde
edilen önemli hiç bir kazanım olmamıştı. Mücadelenin devamını “aşırılık” gibi gösteren yukardaki sözler dönemin Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın
tutumunu andırıyor. Aynı mantıkla
bugün de Kürtlere “Bir çok hak tanındı, daha ne istiyorsunuz?” denildiğini hatırlatmakta yarar var. Hepsi
bu değil. Dersimi, o yılların Türk basınından izlediği biçimiyle adım adım
Ermenileri suçlamaya devam ediyor.
Adana'daki 1909 Ermeni katliamı için
“Anlatıldığına göre olay Adana Ermeni Patriği Mosyö Muşakın'ın emriyle
Ermeniler tarafından başlatılmıştı”
diyor. Burada ismini anmadan referans verdiği kaynak, olayın sorumluluğunu Ermenilere yıkma çabasındaki
Cemal Paşa'nın yazdıklarıdır. Sonra
Abdülhamit'ten beri yüzüstü kalan
reform taleplerinin yeniden yükseltilmesini Ruslarla anlaşmalı gizli bağımsızlık planlarının sahneye konulması
şeklinde yorumlayarak şöyle devam
ediyor: “Nihayet 22 Mayıs 1913'te
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Ermeni
reformu için Türkiye'den şiddetli isteklerde bulunmuştu. Bundan cesaret
alan Ermeniler aynı tarihte İstanbul'da
çok büyük milliyetçi gösteriler düzenlediler ve Ermeni alfabesinin bilmem
kaçıncı yıl dönümünü kutladılar.” [9]
Bu yaklaşımla Dersimi bir bakıma Talat Paşa'yı bile geride bırakmıştır. Zira
milliyetçiliğin paravanı gibi gösterdiği kutlamalar, Ermeni kültür tarihinin
büyük dönüm noktalarıyla ilgili olup,
devlet adamlarının da katıldığı yasal
bir zeminde gerçekleşmiştir. Ne olduğunu anlamak için Pars Tuğlacı'nın o
yıla ait basın derlemelerinden şu haberi okumak yeterli: “Ermeni harflerinin
icadının 1500. ve Ermeni matbaacılığının 400. yıldönümü [10] dolayısiyle
Dersaadet-Kumkapı Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi'nde,
Gedikpaşa'da, Pera'daki Petits Champs
Tiyatrosu'nda, Taksim Bahçesi'nde
(Jardin), Kadıköy'de düzenlenen ve
20 bine yakın kişinin izlediği parlak
kutlama törenlerinde önemli devlet
adamları ve görevlileri, yalnız hazır
bulunmakla kalmayıp, Ermeni alfabesi anısına halka açık yerlerde düşünce
ve duygularını sözle dile getirerek törenlere katıldılar. (24-26 Ekim 1913)”
[11]. Haberin devamında törenlere katılan devlet erkânından isimler sayılıyor, ki bunlar arasında Dahiliye Nazırı
Talat Bey'in kendisi de var. O bile kutlamaları “milliyetçilik”le suçlamaya
ve önlemeye çalışmamış, ama kırk yıl
sonra olayı hatırlayan Dersimi tam bir
siyasi gösteri gibi ve bayağı çekemezlik içinde yansıtıyor.
Bundan sonra tekrar Ermenilerin talep
ettiği reformlara değinen yazar, bunları “Kürdistan'da haksız üstünlük” çabası olarak tanıtır. 1914'te hükümetin
aşağı yukarı aynı muhtevasıyla kabul
etmek zorunda kaldığı 1895 tarihli
memorandumun maddelerini aktardıktan sonra; “İşte bu projeye göre
Kürt bölgeleri tamamiyle Ermenilerin
idaresi altına giriyordu. Kürt milleti
de Ermenilere esir olacaktı” diye yansıtır [12]. Ermenilerle Kürtlerin içiçe
yaşadıkları yerlerde her ikisinin de
yararlanacağı dengeli bir özerklik ye-
rine Kürt beylerinin fiili imtiyazlarını sürdürecekleri eski sistemden yana
konuşur.
Oysa o ümmetçi sistem içinde Kürtlerin ulusal-kültürel haklarına dair
birşey yoktu. “Esaret” diye tanımladığı reform planı ise eğitimin milli dillerde yürütülmesini, dolayısıyla Kürt
okullarının da açılmasını öngörüyordu. Reform kapsamına giren altı şark
vilayetinde Türkçenin yanısıra Ermenice ve Kürtçenin de resmi dil olarak
işlev kazanması, devlet daireleri ve
mahkemelerde kullanılması mümkün
olacaktı. Yerel idare meclislerinin başlangıç olarak eşit sayıda Müslüman ve
Hristiyan üyelerden oluşması öngörülüyordu. Zamanla nüfus sayımlarının
gösterdiği reel oranlar dikkate alınacaktı. Polis ve jandarma kuvvetleri
ile mahkeme heyetleri de eşit ağırlıklı
oluşturulacaktı. Vali, mutasarrıf ve
kaymakamların seçiminde ayrım yapılmayacak, bu yetkililer hangi dinden
olursa yardımcıları diğer dinden olacaktı. Reform kapsamındaki altı vilayet (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir,
Harput, Sivas) bir büyük eyalete çevrilecek, bunun başına ise yerli Hristiyan
yada Avrupalı bir genel vali getirilecekti. Sonradan Trabzon da ilave edilerek yedi vilayetten iki eyalet düzenlenip başlarına birer Avrupalı genel
müfettiş tayini benimsenmişti.
Bu formülün yeterince adil olmadığı
söylenebilir. Eşit sayılar yerine nüfus oranları ölçüsünde temsil, ayrıca
dinsel olmaktan çok ulusal aidiyetlere
göre bileşim veya dinsel açıdan heterodoks (Kızılbaş, Ezidi vb) cemaatleri
de dikkate alan bir yaklaşım gibi pek
çok noktadan tartışma yürütülebilir
ve yürütülmesi de gerekirdi. Fakat
belirtmekte yarar var ki, bu reformları gündeme getiren esas olgu yada
en yakıcı sorun, o zamana kadar yüzde yüz Müslümanlardan oluşan yerel
idare koşullarında Hristiyan halkların çok mağdur olmasıydı. Özellikle
Ermeni köylüsünün Müslüman ağalar
ve beyler elinde çektiği sıkıntı, maruz
kaldığı zorbalık ve haksızlıklar reform
taleplerini en baştan bir güvenlik ihtiyacı olarak gündeme getirmişti. Abdülhamit döneminde bu talepler savsaklandığı gibi, kırımlar ve göçe sevk
edici koşullarla Ermeni nüfus daha da
azaltılmış, ayrıca idari sınırlar Müslüman ağırlığını pekiştirecek yönde
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tekrar tekrar değişime uğratılmıştı. Bütün bunlar dikkate alındığında
Hristiyanlar lehine pozitif ayrımcılık
yapmayı gerektiren bir durum olduğu
inkar edilemez. Özerk bölgenin başına
Avrupalı Hristiyan bir genel vali/müfettiş getirilmesi de bu aşırı güvensiz
ortam nedeniyle düşünülmüş bir formül olmalıdır.
Bu formülleri şekillendiren Ermeni
ulusal öncüleri değildir. Reform talebi
Ermeni halkından gelmesine rağmen
onun kapsam ve biçimini belirleyen
komisyonlarda Ermeni temsilci bile
bulunmamıştır. Daha en baştan Berlin
Anlaşması'nda yer verilen ifadelerle
sorunun “Ermenileri Kürt ve Çerkezlerden korumak” şeklinde konulması
büyük bir talihsizlik olmuştur. Bunu
tercih eden Osmanlı ve Batılı müzakereciler Ermeni halkının şikayetlerini önemser gibi gözükürken, aslında devletin sorumluluğunu gizlemiş
ve sözkonusu toplulukları daha fazla
Ermenilere karşı körüklemiş oluyorlardı. Nitekim onu izleyen yıllarda
Abdülhamit Kürtleri “bakın Ermeniler size karşı tedbir istiyor” diye kışkırtacak ve geliştirdiği tepkileri de
reform yapmamak için kullanacaktı.
Ermeni-Kürt ilişkilerini inceleyen bütün önemli Ermeni araştırmacılar bu
yaklaşımı Avrupalıların ortak olduğu
bir oyun olarak eleştirir. [13]
Sorunun o şekilde konmasına Ermeni kurumlarının itirazı olmamışsa bu
da bir zaaf ve oyuna gelme sayılır.
1860'lardan itibaren doğu vilayetlerinden İstanbul'daki Patriklik ve Ermeni
Milli Meclisi'ne gelen sayısız şikayet
içinde Kürt ve Çerkes grupların fiili
saldırıları önemli bir yer tutmasına
rağmen, bunlar devletin düzeninden
kaynaklı ve onun gözyumması ile devam eden şeyler olduğuna göre; güvenlik sorununun tek tek fail gruplara
işaret edilmeden, “millet-i hakime”
(Müslüman kesim) karşısında dezavantajlı Hristiyan unsurların korunma
ihtiyacı olarak formüle edilmesi doğru olurdu. Böyle bir yaklaşım “kanun
önünde eşitlik” getirdiği söylenen
Tanzimat ve İslahat düzenlemelerinin
kağıt üzerinde kalmasına da ciddi bir
itiraz teşkil ederdi. Yerel yönetimlerde
hemen hiç yeri olmayan Hristiyanların adil ölçülerde temsil edilmelerini
istemek bu durumda daha net anlaşılır
ve ihtilaflı gruplara karşı tersinden ha-
kimiyet kurma gibi yanlış yorumlara
pek imkan vermezdi. Buna ilaveten
reformların somut bir tasarıya dönüştürülmesinde çeşitli kimlikleri kendi
önerileriyle katılmaya teşvik etmek
gerekirdi. Doğu vilayetlerinde Ermeni nüfusuyla aşağı yukarı eşit (kimi
yerde daha fazla, kimi yerde daha az,
fakat genellikle ilk iki sırayı paylaşır durumda) ağırlığı olan Kürtlerin,
oluşturulacak bir özerklik içinde kendilerini görmeleri çok önemliydi. Bunun olmadığı durumda, reform projesi
her ne kadar “Ermenistan” adında bir
özerklik önermese de, işin rengini
öyle göstermek ve Kürtleri o projeye
karşı çevirmek kolaydı.
İşte Nuri Dersimi'nin sonradan durumu değerlendirirken bile yaptığı şey, o
dönem reformları önlemek için Kürtler
arasında pompalanan havayı gerçekliğin yerine geçirmek oluyor. Böylece o
“Kürt bölgeleri tamamiyle Ermenilerin idaresi altına giriyordu” derken, iki
türlü yanıltmaya başvurmuştur. Birincisi o bölgelerin aynı zamanda Ermeni bölgeleri oluşunu yadsıma; ikincisi
projenin öngördüğü dengeli Müslüman-Hristiyan temsiliyetini dikkatten
kaçırma durumudur. Önceki yüzyıllar
zarfında Kürt beyliklerinin daha yoğun Ermeni nüfus üzerindeki tahakkümünü sorun etmezken, onun tersine
bir tahakküm getirmeyen yeni projeyi
“Kürtler için esaret” diye nitelemesi
gerçekten çok ilginç. Öngörülen muhtevasıyla sağlanacak özerkliğin, hiç
değilse getireceği demokratik haklar
bakımından yalnız Ermeniler için değil, Kürtler için de önceki durumdan
daha iyi olacağı; feodal beylerinin
sahip olduğu avantajları bir parça kısıtlamaya karşılık halkının ulusal-kültürel haklardan yararlanarak gelişmesine imkan sağlayacağı açıktı. Özerk
bölgede Türkçenin yanında resmi dil
statüsü hem Ermenice, hem de Kürtçe
için yenilik olacaktı. Anadilde eğitime
gelince, bu Ermenice için zaten onyıllardan beri mevcut ve iyi kötü her bölgede sayıları artan okulları ile işlerlik
halindeyken, asıl o güne kadar mevcut
olmayan Kürtçe eğitim için yepyeni bir başlangıç anlamına geliyordu.
Üzerinden yüz yıl geçti; o günkü reform planının havaya uçurulmasından
sonra Kürtler öyle bir başlangıç şansına bir daha hiç erişemedi ve halen
de (son 30 yıllık silahlı mücadelenin
ardından “barış ve çözüm süreci” diye
umutlandırıldığı aylardan sonra bile)
anadilde eğitim için zar ağlatılıyor.
1895 ve 1914'ün sabote edilmiş reform
projelerinde açıkça yeri olan Kürtçe
eğitim hakkı, 2013'ün şu kasvetli günlerinde hükümetin hokus-pokus açacağı “demokratikleşme paketi”nden
yine çıkmayacak gözüküyor.
Aslında bu paradoksu bütün olumsuz
yargılarına rağmen Nuri Dersimi'nin
kendisi de görmüştür. Öyle ki, “Kürt
milleti Ermenilere esir olacaktı” dedikten hemen sonraki paragrafında şu
fikri yürütmekten kendini alamıyor:
“Şayet sözkonusu bu proje uygulansaydı, Kürtler hakkında bir taraftan da
hayırlı olurdu kanaatindeyim. Çünkü
bu projenin 16. faslının 1.2.3. bentlerinde zikr edildiği üzere öncelikle
eğitim milli dil üzerinde yürütüleceği
için, başlangıçta bu maddeye istinaden Kürt okulları kurulacak ve büyük
önem taşıyan Kürt kültürü günden
güne gelişecek ve felaketimizin büyük
nedeni olan cehalet bir derecede ortadan kalkacaktı”. Hatta özerk bölgenin
Rus nüfuzuna girme ihtimali için de
öyle kötü konuşmazken, şu cümlesiyle asıl karşıtlık noktasını göstermiş
oluyor: “Diğer taraftan Kürdistan'da
azınlıkta bulunan Ermenilere karşı da
doğal olarak kültür konusunda ilerlemekte olan Kürt milleti, ilmi, edebi ve
coğrafi noktalara dayanarak öz vatanlarını korumayı, savunmayı başaracaktı” [14]
İşte bütün mesele!.. Yazar demokratik
anlamda her iki halk için yararlı olacak hakları birlikte daha da genişletme
ve ortak vatanlarında özgürce beraber
yaşama koşullarını geliştirme anlayışı
yerine, inkarcı ve hasmane sözleriyle
asıl kendi üstünlük arayışını ortaya
koyuyor. “Kürdistan'da azınlıkta bulunan Ermeniler” vurgusu “Ermenilerin
haksız üstünlük kurmak istedikleri”
fikrini vermek içindir. “Kürdistan mı,
Ermenistan mı?” tartışmasında iki tarafın da kendine yontucu davranmış
olduğunu söyleyebiliriz. Ama eğer
salt o günkü demografik dengelere
değil, tarihsel gerçeklik ve yakın dönemlerin zora dayalı değişim boyutlarına da bakarsak, Ermenilerin o alanı
Batı Ermenistan saymaları, Kürtlerin
Kuzey Kürdistan saymalarından daha
geçerli dayanaklara sahipti. Osmanlı
hakimiyetinin başlarında Ermeni nüfusun mutlak çoğunluğa sahip oldu-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğu sancaklar, kazalar hiç az değildi.
Doğu bölgelerine ait 16. yüzyıl tahrir
defterlerinin dökümü yapıldıkça bu
durum net olarak görülüyor. Bölgede
devletin İslam unsurunu kayıran politikaları, Kürt beyliklerinin sahip olduğu avantajlar ve bir dizi mağdur edici
olaylar sonucu Ermeni halkı zorunlu
göç etme, din değiştirme ve kimlik yitimiyle azalırken, Kürt nüfusu güneyden kuzeye doğru daha fazla yayılma
ve onların yerini doldurma durumunda olmuştur. Göçebe aşiretlerin tarım
alanlarını gaspederek yerleşik Ermeni
köylülerini yerinden etmeleri de eksik
olmamıştır. Bu erken değişimler bir
yana, en son reform meselesi gündeme
geldikten sonra ilgili alanda Ermeni
halkını eritmek için yapılanlar ve sonuçları da büyüktür. İstanbul Ermeni
Patrikhanesi'nin verileriyle 1882'de
Osmanlı Ermenilerinin toplam nüfusu 2.660.000 olup, bunun 1.630.000'i
Vilayet-i Sitte (altı doğu vilayeti)
içinde yaşıyordu. Aynı Patrikhane'nin
1912 yılı sayımında ise bu altı vilayetin Ermeni nüfusu 1.018.000'e düşmüş,
yani 30 yılda 612.000 azalma olmuştu.
Bu durum özellikle 1894-96 kırımları, din değiştirmeler ve sonraki yıllar
boyu kalanları göçe zorlayıcı aleyhte
uygulamaların ürünüydü. [15]
“Ermenilerin azınlık olduğu”ndan
bahsedilirken dikkatten kaçırılan şu
durumu da belirtmek gerekir. Ümmete
dayalı Osmanlı sisteminde bütün Müslümanlar tek bir millet gibi ele alınıyor ve nüfus sayımlarında blok olarak
Müslüman kategorisi her yerde çoğunluk oluşturuyordu. Hristiyan halklar
ise hem etnik, hem de mezhepsel aidiyetlerine göre ayrı ayrı tasnif edilerek
sayıldıkları için en ağırlıklı oldukları
vilayetlerde bile “azınlık” görünmeye
mahkum oluyorlardı. İşte Ermeni halkının tarihsel anavatanı olan bölgede o
güne kadar eritilmiş haliyle bile azımsanmayacak olan yoğunluğu, öyle bir
istatistik sistemine ek olarak rakamlar
üzerinde oynama yoluyla da resmiyette kuşa çevrilmekteydi. “Azınlık”
sayılan Ermeniler karşısında “çoğunluk” görünen Müslümanları Kürt,
Türk, Çerkez, Arap ve diğer etnik
gruplarıyla ayrı ayrı saysalar, hiç biri
kendi başına salt çoğunluk olmayacağı için, yalnızca göreceli çokluk-azlık
durumlarından sözetmek mümkün
olabilecekti. Dolayısıyla o karmaşık
yapıya uygun bir düzenleme gerekir-
di. Ermenistan ve Kürdistan coğrafyalarının artık fazlasıyla iç içe geçmiş
olduğunu gözeten ortak bir özerklik
ve ardından da federatif bağımsızlık
amacı güdülebilirdi. N. Dersimi sözkonusu süreç için böyle makul fikirler
yürütmezken, Batı Ermenistan'ı yutup
hazmedecek bir Kürdistan tasavvuru
yapmıştır. Kürt halkının eğitim yoluyla gelişmesini bile bu perspektifle
önemsediği anlaşılıyor.
Nihayet reform hikayesini büsbütün
sona erdiren savaş dönemine gelince,
yazarın kanıtlamaya çalıştığı şey, bu
defa reform projesi yerine artık doğrudan Rus ordusuna dayalı olarak, yine
“Ermenilerin Kürtleri tasfiye etme
girişimleri” oluyor. Konunun başında
kısaca değindiğimiz bu süreçle ilgili
çizdiği tabloya daha yakından bakalım:
“1914 yılında Dünya Savaşı başlamıştı. Ben doğu cephesinde Erzincan'da
görevliydim. Olup bitenlerle yakından ilgilenmeyi kendime görev saymıştım. Kürtler'in Ermeniler'e karşı
gösterdiği iyilik dolu hizmetlerine
karşı Ermeniler'in Kürtler'e karşı reva
gördükleri zulümden sözedelim” diye
bir giriş yaptıktan sonra kendi gözlem
alanının çok uzağındaki Bitlis taraflarından “Ermeni mezalimi” tasvirlerini -bizzat görmüş veya yakından
duymuş gibi- sayıp döküyor. Sonra
nispeten yakın bulunduğu yörelere gelerek şöyle sürdürüyor: “1915'te Ruslar
Pasinler'i işgal edince Muş, Gumgum
(Varto), Gêxi (Kiğı), Palu bölgelerindeki Ermeniler, açık olarak isyan ettiler ve çeteler halinde Kürt köylerine
saldırmaya başladılar.” [16]
Bu iddia kesinlikle gerçek dışıdır.
Ermenilerin anılan yerlerde hiç bir
isyan hareketi olmamıştır. Kıği ve
Palu çevrelerinde yaşanan gelişmeleri bu bölgelere ait Ermenice kaynaklardan ayrıntılı şekilde incelemiş biri
olarak biliyorum ki, bir tek Kıği'nin
Xups köyü dışında tehcire karşı direniş gösteren bile olamamıştır. Muş'ta,
Varto'da yine isyan yoktur. Bölgede
bulunan Taşnak liderleri pasif bir bekleyiş içinde kalır. Ancak Muş şehri
askeri ablukaya alınıp tutuklama ve
katliamlar başlatılınca bazı mahallelerde silahlı direniş gösterilir. Bunlar
da ima edildiği gibi 1915'in ilk aylarında değil, Mayıs ve Haziran ayların-
da yaşanmıştır. Muş ovasının Ermeni
köyleri çoğunlukla ateşe verilmek
suretiyle sakinleri katledilir. Ruslar
burayı ele geçirdiklerinde bir tek Ermeni bulamazlar. Ama o sıralar Türk
ordusunun bir subayı olarak soykırım
mekanizmasının içinde bulunan Baytar Nuri, sonra da Türk özel harp cihazının yalanlarıyla haşır neşir olarak
hazırladığı inkarcı tarih tezinin Kürt
versiyonunu şöyle sürdürüyor: “Savaş devam ettiği sürece Ermeni silahlı
güçleri Kürtlere, Kürt köylerine, kadın
ve kızlarına merhametsizce saldırarak
yüzbinlerce Kürd'ün kanının dökülmesine neden oldular. Bu savaş esnasında Ermeniler'in Kürdistan bölgesinde işledikleri suçlar haddini aşmış ve
bir çok Kürt ocağı sönmüş ve bu vahşi
zulümlerden evlatlarını kaybeden anneler, kocalarını ölmüş gören gelinler
karalar giyinmişlerdi. Babaları Ermeniler tarafından öldürülen binlerce
öksüz Kürt yavrusu harabe damların
duvarları önünde aç ve çıplak dilenmiş
ve açlıktan ölmüşlerdi. Bu zulüm 1917
yılı 18 Aralık tarihinde Erzincan'da
Rus ordusuyla Osmanlı ordusu arasındaki anlaşma imzalanıncaya kadar bütün şiddetiyle devam etti...” [17]
Nasıl oluyor da 1915 yaz aylarından
sonra Ermeni nefesinin bile kalmadığı
yerlerde Kürtlere karşı aralıksız “Ermeni vahşeti” sürüyor? Bunun gerçeğe
ve mantığa aykırılığını bizim söylememize gerek yok, kendisinin “Kürdistan
Tarihinde Dersim” isimli diğer kitabında o yıllara dair yazdıkları daha
farklıdır ve kendi kendini tekzip eder.
Gerçi Ermeni halkının imhasını orada
da pek konu etmemiş, ama hiç değilse
katliam ve tehcirden kaçan Ermenilerin Dersim'e sığınmalarını, sonra Erzincan'daki Rus ve Ermeni güçleriyle
Dersimli Kürtlerin ittifak arayışlarını
anlatırken gerçeğe yakın bir tablo çizmiştir. Ermeni gönüllü birlikleri orada hiç de “Kürtlere saldıran caniler”
değil, hatta Dersim açısından kendi
ifadesiyle “kardeş” güçlerdir. Rusların çekilmesi ardından Erzincan'daki
Ermeni güçlerinin Kürt köylerine saldırma hikayesi bile o kitapta çok şaibeli, esasen Dersim'i kendi tarafına
çekmek isteyen Türk tarafının yaydığı bir tehlike söylentisi olarak geçer.
Seyit Rıza'nın bu şekilde dolduruşa
getirilip Erzincan ve Erzurum'a kadar
Türk kumandanı Deli Halit eşliğinde
sefere sürüklenmesini de hayıflanacak
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir durum olarak ve “derin acı” duyduğunu belirterek anlatır.[18]
Evet, orada “keşke dost ve kardeş Ermenilerle Dersim Kürtleri anlaşabilse
ve ortak düşmanları olan Türk devletinden bağımsızlıklarını kazanabilselerdi” havası hakim.“Hatıratım” kitabındaki özel bölümde ise tam tersi.
Öyle ki burada uydurduğu yalanlara
Seyit Rıza'yı da ortak ederek, onun
Erzincan'dan bir vahşet tablosunu
“hüngür hüngür ağlayarak anlattığı”nı
söylüyor. Devamla Kars yönünde çekilmeye devam eden Ermenilerin daha
ne vahşetler yaptıklarına dair, hiç bir
yer ve şahıs ismi, hiç bir kaynak belirtmeden tüyler ürpertici sahneler
döktürüyor ve yine “yüzbinlerce Kürdü yaktıklarını” öne sürüyor. “1918 yılının son aylarında Kürdistan'da dehşetli bir açlık baş göstermişti. Bu da
Ermeniler'in yaptıkları zulümlerden
ileri geliyordu. Ermeni zulmü Kürdistanı her türlü tarımcılık faaliyetinden
yoksun bırakmış, memleketi harabeye
çevirmişti. İşte bu nedenle 1919 yılının ilk baharında güçten düşen birçok
Kürt açlıktan öldü” diyerek, 1915'te
Ermeni çiftçi ve zanaatçısının yok
edilmesinden beri yaşanan genel ekonomik çöküntünün vebalini yine tam
tersi iddialarla Ermenilere yüklüyor.
[19]
Ermenilere yapılanı bir yerde güç bela
ifade edebilen yazar, basite aldığı bu
olguda ise Kürtlerin bir sorumluluğu
bulunmadığına vurgu yapıyor: “Savaş
sırasında Türkiye Hükümeti 1915'de
bir kanun yayınladı ve bu kanuna
göre Ermenilerin Mezopotamya'ya
göçettirilerek savaşın sonuna kadar
orada iskan edileceklerini bildirdi.
Sonuç olarak bu kanun, Ermenilerin katliamını öngören gizli emirlerle uygulamaya kondu. Adana-Halep
üzerinden Mezopotamya'ya gönderilmelerine karar verilen Ermeniler, yollarda Türk teşkilatı tarafından imha
edildiler.” diye özetliyor. Yollarda
imha işinin özellikle Kürtlere havale
edilmiş olduğunu gözardı etmek için
tehcir güzergâhlarının yalnız Kilikya tarafındaki küçük bir bölümünü
sözkonusu edip, Batı Ermenistan ve
Kürdistan içinden geçen çok sayıdaki
ana arterlerini ve daha kanlı olan bölümlerini dikkatten kaçırıyor. Neden
yalnızca Türk teşkilatı dediğine açıklık getirmek ister gibi“Çünkü” diyor
“İttihat ve Terakki Cemiyeti mülkiye
memuruna bu konuda gerekli talimatı
vererek haricen de Ermeni katliamını
Kürtlere yükleyecek yüzbin türlü hile
ve yalanlara başvurmaktan da geri
durmamıştı.” [20]
Hemen sonra Ermeni sürgünlerini de,
kırımlarını da dengelemek, hatta kat
be kat onlara fark atmak üzere şöyle
hayali mukayeseler yapıyor: “Rus istilası esnasında Ermeni zulüm ve cinayetlerinden kurtulmak için Diyarbekir
üzerinden Halep ve Adana yoluyla
Konya'ya ve Erzurum-Erzincan'dan
Sivas'a sığınmış olan zavallı Kürt
göçmenlerinin gösterdikleri manzara,
Ermeni göçünden daha az kötü değildi. Fakat dünya kamuoyu bu konuda
Kürtler için hiçbir şey yazmadı. Tersine Kürtler'in aleyhinde raporlar verildi. Kürtlerin felaket ve sefaletini edebi
bir dille tasvir etme gereğini Alman ve
Amerikan misyonerleri vicdanlarında
hissetmediler. Doğu Anadolu illerinden 1,5 milyon Ermeni göç ettirildiğini ve bunlardan 600.000 Ermeninin
yollarda katliama maruz kaldığını yazan Avrupa barbarları Erzurum, Van,
Bitlis ve diğer doğu illerinin Ruslar
tarafından istilası sırasında yukarda
belirtildiği üzere Ermeniler tarafından
bu bölgede sakin olan Kürtlerden öldürülen ve miktarı 1,5 milyonu aşan
katliamdan bir nebze olsun söz etmediler” diyor.
İşi bir de böyle serzenişe dökünce daha
inandırıcı olacağını sanmıştır. Fakat
gerçekten de bir tuhaflık yok mu bu
işte? Ermenilerin iki buçuk katı katledilmiş varsayılan Kürtler için neden
hiç bir yerli yabancı gözlemci birşey
yazıp çizmemiş? Peki ya kendileri?
Onlar da eğitim düzeyinin düşüklüğünden dolayı yazamamış denebilir
mi? Böyle denilip geçilemeyeceğini,
zira o gün değilse bir kuşak sonra yetişenlerin pekala yazabilecek olduğunu
yazarın kendisi de aklından geçirmiş
olmalı ki; daha geçerli (!) bir başka gerekçe gösteriyor: “Şimdiye kadar Kürt
aydınları tarafından Ermeni zulmü
hakkında bir kitap yada broşür yayınlanmadı ve yazılmak istenmedi. Çünkü özellikle Ermenilerden zulüm gördüklerinden şikayet etmek, ağlamak
ve sızlanmak için yazılar yazmak, yayınlar yapmak onların yaradılışlarına
aykırı bir davranış olur. Böyle bir şeyi
kendilerini aşağılayacağını düşüne-
rek, tenezül etmemişlerdir”!..
Bu da son derece enteresan. Böylece
sözkonusu boşluğu bir “yüce gönüllülük” nişanesi olarak gösterip Ermenilerin yazılı hafızalarını ise “düşkünlük” anlamında yeriyor. Halbuki
Kürtlerin “yaradılışına aykırı” dediği
şeyi, kendisi uyduruk ve mesnetsiz
biçimlerde olsun pekâlâ yapabilmiştir. Ermeni tanıklıkları için “kendini
acındırma” veya “kin-nefret dökme”
dediği durumda kendi yaptığının nasıl birşey olduğunu hiç sorguladığı da
olmamıştır. Buna rağmen şu tip uyarılarla “kardeşlik ve birlik” isteğinden
dem vurması ise kitabın en samimiyetsiz yönünü oluşturuyor:
“Ermeni aydınları bugüne kadar Erzurum'un, Bitlis'in. Van'ın, Diyarbekir'in, Elaziz'in, Dersim'in Ermenistan
olabileceği hayalinden vaçgeçtiklerini
ispat ettikleri takdirde vatandaşları ve
ırkdaşları olan Kürtlerle dostça bir hayat geçirmeye başlamış olurlar kanaatindeyim. Aksi takdirde arada bulunan
bu nefretin devamı her iki unsurun gelecekte felaketine yol açacaktır. Üzücü
durumların ortaya çıkmasını önlemek
için öncelikle Kürtler aleyhine yazılmış olan gerek eski ve gerekse yeni kitap ve yayınların Ermeni aydınları tarafından yakılmak suretiyle tamamen
ortadan kaldırılması ve bizzat Türkler
tarafından her iki kardeş unsurun arasına saçılmış olan bu uğursuz ayrılık
tohumundan ötürü bir unutkanlık perdesi çekilmesi gerekmektedir... Dileğimiz her iki kardeş ve mağdur unsur
arasında gerçek ve samimi bir ittifak
kurularak, geçmişin tamamen unutulmasına çalışmak; her iki milletin yeni
nesillerinin ruhuna birlik ve kardeşlik
hissini perçinlemekten ibarettir” [21]
Kürt siyasi çevrelerinde halen oldukça
itibar edilen bu tarihsel figür ile İttihatçı Türk geleneğinin zihniyet parametrelerindeki çakışmalar kolayca
farkedilebilir. Soykırımdaki kollektif
sorumluluk paylarıyla yüzleşmeyi
asla istemeyenler Ermeni halkının kayıtlı belleğine ateş püskürüyor, inkara
sığınıyor, karşı suçlama için yalanlar
üretiyor ve en sonu çıkış yolu olarak
da “karşılıklı topyekün unutma”yı dayatıyorlar. Bugün de böyle tehditvari
yaklaşımlarla kardeşlik-dostluk lafı
edenler var. Eğer ki öyle daha iyi kardeş olunuyorsa, kendilerine karşı ya-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
pılan onca inkarcılık ve haksızlıkları
sineye çekerek Kürtler de Türklerle
“bin yıllık kardeşlik”lerini pek güzel
yeniden yaşayabilir, tadını çıkarabilirler demektir. Ama görüldüğü gibi öyle
olmuyor. Vicdani olmayan yaklaşımlar sonuçta kulağa hoş gelen temennilerle de bitse gönülleri kazanamıyor.
Dersimi son sözlerinde samimi olsaydı, adını andığı yörelerde Ermeni
halkının binlerce yıllık mirasına saygılı bir üslupla konuşur, artık oralarda
Ermeni varlığının kalmamış olmasına dair üzüntü belirtir, oraların tekrar Ermenistan olabileceği hayalinin
zaten gerçekleşmeyeceğini bilerek o
hayalden “vazgeçtiklerini ispatlama”
gibi inadına duyguları örseleyici ültimatomlar vermez, tersine soykırım
öncesi karışık nüfuslarıyla Ermeniler
ve Kürtlerin ortak vatanı olan o yörelerde bir gün yeniden beraber yaşama
arzusunu dile getirirdi. Yine “Kürtler
aleyhine yazılmış” dediği kitap ve yayınların bizzat Ermeni aydınları eliyle
yakılmasını (!) istemek yerine, “gerçekten haksızlığa varan veya genelleştirici olan ithamların özeleştirisini
yapsınlar” gibi nispeten aklı başında
çağrılar yapmaya çalışırdı. Ama zaten
öyle birşeye yüzünün tutması için önceki sayfalar boyunca Ermeniler aleyhine kendi yaptığı muazzam iftiraları
yapmamış olması ve az-çok vicdani
bir muhasebe yürütmesi gerekirdi. İşte
o taktirde bahsedeceği kardeşlik ve
birlik duygularının samimi olarak algılanma ve karşılık bulma şansı olabilirdi. 20/09/2013
[1] Nuri Dersimi'nin yaşam öyküsü,
içinde bulunduğu kurum ve çevreler,
1. Dünya savaşındaki asker konumu
ve İttihatçılarla yakınlığı, sonra bir
yanda Türk ordu ve istihbaratı, diğer
yanda Koçgiri ve Dersim Kızılbaş
Kürtleri ile eşzamanlı ilişkileri, tutukluluk, mahkümiyet, serbest bırakılma
ve iki defa Ermenilerden boşalmış
manastır çiftliklerinin kendisine
hediye edilmesi, 1926 Dersim-Koçan
direnişini kanla bastıran harekatın
içinde binbaşı olarak bulunup aynı
zamanda direnişçilere yardımcı olma
hikayesi, 1937-38 Dersim soykırımı
arifesinde Suriye'ye çıkış, “Dersim
Generali Seyid Rıza” adına sahte
bildiri yayınlama gibi dikkat çekici
durumları ve çok yerde kendi kendini
ele veren çelişkili anlatımları dikkate
alındığında, ikili oynamış bir kişilik
olduğuna kanaat getirmemek mümkün
değil. Onun yazdığı iki kitap içindeki
çelişkileri, kaçamak, şüpheli ve açık
verici yönleri irdeleyen Sait Çiya,
yazılı ve sözlü başka kaynaklarla
karşılaştırmalı olarak büyük ölçüde deşifre etmiş; “Baytar Nuri'nin
Örtülü İtirafları” başlıklı yazısında
ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. (Bkz:
Kızılbaş Dergisi, Ağustos 2011, sayı
5, sayfa 20-27)
[2] M. Nuri Dersimi, Hatıratım, Doz
Basım-Yayın-1997, s. 47
[3] M. Nuri Dersimi, age, s. 65
[4] M. Nuri Dersimi, age, s. 38-40
[5] M. Nuri Dersimi, age, s. 41
[6] Raffi, “Yergeri Liyagadar Joğovadzo, Çorrort Hador, Vibagner”
(Toplu Eserleri, Dördüncü Cilt, Kısa
Romanlar), Yerevan, 1984
[7] M. Nuri Dersimi, age, s. 67
[8] M. Nuri Dersimi, age, s. 48
[9] M. Nuri Dersimi, age, s. 50-51
[10] Ermeni alfabesinin icadı miladi
takvimle 405, Ermeni matbaacılığının
ilk eseri de 1512 yılına aittir. Birinin
1500'ncü, diğerinin 400'ncü yıldönümlerinin 1913'te birlikte kutlanması
muhtemelen hazırlık çalışmalarının
zaman alması sonucudur.
[11] Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca Batı
Ermenileri, Cilt 3, 1891-1922, Pars
Yayınları, 2004, s. 601
[12] M. Nuri Dersimi, age, s. 57
[13] Vahan Bayburtyan, Kırderı,
Haygagan Hartsı yev Hay Kırdagan
Haraperutyunnerı Badmagan Luysi
Nerko (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan-2008, s. 123-125
[14] M. Nuri Dersimi, age, s. 58
[15] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay
Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari Verçin Karortum” (19.
Yüzyıl Son Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu ve Ermeni
Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan,
1967, s. 202
[16] M. Nuri Dersimi, age, s. 43-44
[17] M. Nuri Dersimi, age, s. 43-44
[18] M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel yayınları, 1994,
s.80-84
[19] M. Nuri Dersimi, Hatıratım, s.46
[20] M. Nuri Dersimi, age, s. 64
[21] M. Nuri Dersimi, age, 65-66
tel: 0212-243 13 63 [email protected]
temsilkarina ewropa: [email protected]
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KARADENİZ, KARADENİZ OLALI
BÖYLE BİR KARANLIK YAŞAMAMIŞTIR
Tamer ÇİLİNGİR
testo gösterilerinde gençlerin Nazım
Hikmet’in dizelerinden pankart yaptıklarını bildiren haberi ”Palikarya
dünyaya Nazım Hikmet’le seslendi”
başlığıyla verir.
1906′da başlayan 1919′da ise soykırıma dönüşen Pontos Rumlarına yönelik katliamlar, Hitler’e esin kaynağı
olacak örneklerle doludur. Öyle ki
İstanbul’dan Rize’ye kadar ki kıyı şeridinde ve bu kıyı şeridinin iç kesimlerinde neredeyse Pontos Rumlarının
kanıyla sulanmamış tek bir köy yoktur.
Anadolu’nun onurlu, namuslu biliminsanları, araştırmacılar nerdeyse üzerinen bir asır geçmiş olan bu soykırıma
dair artık seslerini çıkarmalıdırlar.
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti resmi tarihçileri dışındaki tüm kaynaklar
özellikle 1919 ile 1923 yılları arasında
Karadeniz’de 300 ile 350 bin Pontos
Rum’unun katledildiğini; bir soykırımı
yapıldığını söylemektedir.
tehcir Soruyoruz;
1919 yılına kadar
Amasya’da bulunan 603 kiliseye, 518
Pontos Rum okuluna ne olmuştur?
Niksar’da bulunan 135 kiliseye, 106
Pontos Rum okuluna ne olmuştur?
Trabzon’da bulunan 127 kiliseye, 106
Pontos Rum okuluna ne olmuştur?
Tokat’ta bulunan 182 kiliseye, 152
Pontos Rum okuluna ne olmuştur?
Maçka’da bulunan 53 kiliseye, 45 Pontos Rum okuluna ne olmuştur?
Şebinkarahisar’da bulunan 74 kiliseye,
55 Pontos Rum okuluna ne olmuştur?
Sinop’tan Bafra’ya, Samsun’dan Giresun’a kadarki bölgedeki yüzlerce kiliseye ve Pontos Rum okullarına ne olmuştur?
Bu rakamları biz uydurmadık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı olarak
varlığını devam ettiren Patrikhanenin
kayıtlarında var bu sayılar. Devletin
resmi belgeleridir. Sadece bu veriler
takip edilerek yapılacak bilimsel araştırmalarla resmi tarihin yalanları deşifre edilebilecekken, bu tür bilimsel
çalışmalara izin verilmemekte, devletin arşivleri araştırmacılara yasaklanarak, yalan hikayelerle bu yaşananlar
yaşanmamış gibi gösterilmeye devam
edilmektedir. Bu tür araştırmalara girişenler tehdit edilmekte, Pontos Rum
Soykırımı’na ilişkin söz edenler, ”Yunan ajanlığı” ile, ”emperyalistlerin
maşası” olmakla, ”vatan hainliği” ile
suçlanmaktadır.
Ülkemizde ilk kez Türkçeye çevirilen Dido Sotiriyu’nun ”Benden Selam
Anadolu’ya” adlı romanı hakkında çevirmen Atilla Tokatlı hakkında 1970
yılında ”Türklüğe hakaret ettiği” iddiasıyla dava açılmıştır mesela. Atilla
Tokatlı romanda Türklüğe hakaret olmadığı, aksine Türk ordusuna övgüler olduğunu belirtince, askeri savcı
”Git işine” der, ”Türk ordusunu övmek palikaryaya mı kalmış” Bu olayı
Atilla Tolatlı’dan bir anı olarak Remzi
İnanç yazmış, Yaba dergisinin Temmuz-Ağustos sayısındaki ”Edebiyat
ve Milliyetçilik” başlıklı yazısında.
(palikarya modern Elence’de delikanlı
anlamında kullanırken, Türkiye egemen sınıfları bu sözcüğü küçümseme,
aşağılama amaçlı, serseri, başıboş anlamında kullanmaktadır)
Rum’a, Yahudi’ye, Ermeni’ye, Süryani’ye sövmek resmi ideolojinin, şovenizmin Anadolu’da vazgeçilmez bir
üslubudur.
14 Aralık 2008 tarihli Hürriyet gazetesi, Yunanistan’da öğrencilerin pro-
Vartan1950′li yıllarda Kıbrıs meselesi
her alevlendiğinde kalabalıkları sokağa salıp ”Kahpe Yunan, Alçak Palikarya”, ”Kıbrıs Türktür, Türk Kalacak,
Kahrolsun Komünistler” diye bağırtırlardı. Pek çok kentte sık sık devlet
mitingleri yapıp, ilk ve orta öğrenim
çocularını uygun adımla o mitinglere götürürlerdi. Ama Türkiye burjuva
medyası Yunanistan halkına hala aynı
şekilde hakaret ediyor.
Eh karşıdan da size ”Barbar Türk” yanıtının gelmesinden daha normal ne
olabilir acaba?
Hala birilerine ”Rum dölü” diyerek hakaret ediliyor.
Karadeniz’de Rumca konuşan insanlarla yapılan kimi sohbetlerde, ”siz Rum
musunuz?” sorularına muhatap olanlar, hakarete uğramış gibi savunmaya
geçip, Türk olduklarını, Müslüman olduklarını ispat etmeye çalışıyor…
Ermeni, Rum, Süryani olmanın, bugünlerde Kürt olmanın da aşağılık bir
durum olduğunu sanan insanlar yetiştirdiniz. Oysa hiç kimse milliyetini
seçemezdi.
Ve yalan bir tarih yazarak, gerçeklere ulaşılmasını engellemek istediniz.
Çünkü gerçeklerle, doğrularla yol alamayacaktınız. Tüm iletişim kaynaklarından yararlanarak yaklaşık yüz
yıldır bu yalanlarınızı kitlelere anlatıyorsunuz…
Kaynak:
ht t p://dev r i mci ka raden i z.
com/2013/09/26/karadeniz-karadenizolali-boyle-bir-karanlik-yasamamistir/
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Japon gazetecilerden ilanlı uyarı
Türkiye'nin üçüncü Nükleer Santralın
inşaatı için görüştüğü Japonya'dan gazete ilanı ile uyarı geldi.
"Bir gün nükleer enerji sizi de evinizden sonsuza dek uzak bırakabilir."
Türk gazetelerine ilan veren Japonlar,
"Büyük risk nedeniyle ülkemizin nükleer teknoloji ihraç etmesini de istemiyoruz" diyor.
Nükleer santral sahibi ülkeler arasına
katılmak isteyen Türkiye'ye Japonlardan uyarı geldi. "Mahallenizden, uzak
kalmak, zehirlenmek istemiyorsanız,
nükleere karşı çıkın".
İLANI JAPON FOTOMUHABİRLERİ VE GAZETECİLERİ VERDİ
DenemeBugün Hürriyet'e verilen bir
ilan dikkat çekti. İlanı veren Days Japan, Japonya'da fotomuhabiri ve gazetecilerden oluşan bir dernek. Yarım
sayfalık ilan Nükleer'in zararlarından
bahsediyor. Fukuşima'da yaşanan nükleer felakete dikkat çekiyor.
"Fukişima'ya komşu kasaba ve köylerde yaşayan çocukların yarısının
açık havada oyanmasının zararlı
olduğu"nun altını çizen ilan, Nükleer
Santralda her gün 400 ton radyo aktif
su biriktiğini söylüyor.
NÜKLEER SİZİ DE MAHALLENİZDEN UZAK BIRAKABİLİR
İlanda 150 bin kişinin evini terkederek
geçici barınaklarda yaşadığını vurgulayan Japonlar, Türk halkına şu soruyu
soruyor: "Bir gün nükleer enerji sizi de
mahallenizden sonsuza dek uzak bırakabileceğinin farkında mısınız?"
NÜKLEER TEKNOLOJİSİ İHRAÇ
ETMEK İSTEMİYORUZ
Türkiye'nin üçüncü nükleer santralının
inşaası için görüştüğü Japon Teknolojisi ile ilgili bir uyarı var. İlanın başlığı "Japon halkı, yaratabileceği olağanüstü tehlikeler nedeniyle Japonya'nın
nükleer teknoloji ihraç etmesine karşı."
Japon halkı Fukuşuma Nükleer felaketinden bu yana her cuma Tokya'da
Ulusal Parlamento'nun karşısına gidip
nükleer karşıtı gösteri düzenliyor.
(Sansürsüzhaber)
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gazeteci Ahmet Abakay’ın yeni kitabı “Hoşana’nın Son Sözü” piyasaya
çıktı. Büyülüdağ yayınları tarafından
sunulan kitabın önsözünde özetle şu
görüşlere yer veriliyor: “Bu kitap, Annem Hoşana’nın 82 yıl boyunca içinde
sakladığı sırrı ile ilgili. Bebekliğinden beri Alevi kültürü ile yetişmiş
bir insan, bir kadın, Ermeni kökenli
olduğunu, 82 yıl boyunca ailesinden,
çocuklarından, torunlarından, yaşadığı çevreden saklayabilir mi? Bir köy,
82 yıl ve devamında bugün, susar mı?
Hoşana bu sırrı 82 yıl içinde sakladı.
Nasıl olduysa o gün en küçük oğluna,
bana, bu gerçeği geniş şekilde anlattı.
Ertesi gün bir kaza sonucu bilincini
kaybetti ve ardından öldü. Hoşana’nın
bu sırrını, yaşamından bazı kesitleri
bu kâğıda dökerken, kendi çocukluğuma, gençlik yıllarıma uzanma gereği
duydum. Bu anıları yazarken, insanı ,”
hangi sosyal ve siyasal koşullar sağcı
ya da solcu yapar”a da yanıt aradım.
Yaklaşık 50 yılın benim yaşamıma
yansıyan politik anılarının bazı önemli kesitlerini bu kitapta sergiledim.
Bu anılar aynı zamanda Türkiye’nin
siyasal yaşamının da yansımalarıydı.
Bu kitabın yazarı Erzincan Lisesinde
Hüseyin Cevahir’in yakın arkadaşı
oldu. Üniversite’de Abdullah Öcalan,
karısı Kesire, halen PKK üst yöneticisi ve kurucularından Ali Haydar
Kaytan’ın , Haki Karer’in yakın arkadaşı oldu. Yine Derin Devletin simgesi Mehmet Ağar ile Mülkiye’den okul
arkadaşlığı oldu. Aradan geçen bunca
yıl sonra farklı siyasal görüşlerde ve
hareketlerde olsak bile, üniversite arkadaşlarımın kimi derin devlette, kimi
dağda, Kandil’de, İmralı’da, kimi öldürüldü. Ancak bu kitabın yazarının
gerçek politik arkadaşları, yoldaşları
Behice Boran, Nihat Sargın, Sadun
Aren, Aziz Nesin gibi insanlar oldu.
Bu kitapta, Hoşana’dan yola çıkılarak, söz konusu dönemlere ve kişilere
ilişkin anılara minik kesitler halinde yer verildi.” KİTAPTAN İLGİNÇ
KONULAR “Hoşana’nın Son Sözü”
kitabında, 12 eylül darbesinden 6 gün
sonra, 18 eylül 1980 tarihli bir mektup yer alıyor. O dönemde Aydınlık
gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan
Oral Çalışlar’ın MGK başkanı Kenan
Evren’e gönderdiği mektup’ta,”En büyük devrimci Atatürk’ün devrimci mirasını en ön safta savundukları,istiklal
marşımıza yapılan saygısızlıklara karşı kararlı tutum sergiledikleri”, ayrı-
ca” MGK’nın ilan ettiği amaçlarının
gerçekleşmesi için hayatını dahi seve
seve feda etmeye hazır oldukları” vurgulanıyor.Oral Çalışlar,"12 Eylül'ün
Kemalisti" olarak anılıyor. 3 sayfalık
bu mektubun tam metni kitapta yer
alıyor. Kitapta,yazarın Erzincan’da
Orta okul öğrencisi iken ilk (platonik) aşkı, 12 yaşındaki Seher’in nasıl
öldürüldüğüne de yer veriliyor Erzincan Lisesinden arkadaşı olan Hüseyin Cevahir ile ilk toplumsal eylemlerinin anlatıldığı kitapta, Abakay’ın
1975’ te yeniden kurulan TİP üyeliği
süreci, Aziz Nesin’in öncülük ettiği Aydınlar Dilekçesinde yaşananlar
ve evinde yapılan açlık grevi de anlatılıyor. Hoşana’nın Son Sözü’nde,
yazarın üniversiteden yakın arkadaş-
lıkları olan PKK kurucularından ve
halen Kandil’de üst yönetici olan Ali
Haydar Kaytan ile devrimci hareketin
simge isimlerinden, öldürülen Haki
Karer’in SBF bahçesinde 40 yıl once
Abakay ile birlikte çekilmiş fotoğrafları da bulunuyor. Yazarın gazeteciliğe
nasıl başladığı, Bülent Ecevit, Ünsal
Oskay,Fatoş Güney, Mümtaz Soysal ,
A.Taner Kışlalı,Türkan Saylan, TBKP
liderleri Haydar Kutlu ve Nihat Sargın
ile ilgili anıları da kitapta yer alıyor.
12 eylül 1980 darbesinin ardından, bu
darbeye ve uygulanan baskılara karşı
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde düzenlenen protesto amaçlı konferanslara
konuşmacı olarak katılan yazarın bu
toplantılara ilişkin ilginç notları da kitapta anlatılıyor.
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KURTİYEK Jİ DÎROKA
ÊZDÎTİYÊ Û HİNEK
AGEHDARİYÊN Lİ
SER CÎH-WARÊN
ÊZDİYÊN KU Lİ BAKURÊ
KURDİSTANÊ DİMAN...................................Kemal Tolan
Li goriya dîtina min, gava meriv dîroka xwe ya kevn baş nas neke, meriv nikare dîrokeke nû jî rast baş biafirîne. Her
çiqas hinek dîrokzane û lêkolînvanvên di dinya yê de pir bi navûdengin, di nav lêkolînên xwe yên li ser mirovatî,
mîtologî(qewl, duha, beyt, sed û hed), ziman, civak, çande, xak, stêrk, efsane, destan, çîrok û akademînasînê de li ser
afirandina dinya yê rawestiya bin jî, tu kesî nikarîbuye-nikare vê kuraya ku di nav baweriya ilmê(zargotina) Êzdîtiyê de
hatiye gotin û vêga hêjî tê gotin, „di kaînat û dinya yê de Xwedê yek heye. Gava Milyaketan li ber heyiya Xwedê, kaînat
û dinya ji bona berjiwendiyên giyanderan xemilandine, ewan hingê pêwîstî bi alîkariya tu beṣer anjî pêxemberan tûnebû
ye. Xwedê û Milyaket vêga hêjî ne hewceyî alîkariya tu qazid anjî hêza giyanberên ku wan bi xwe ew afirandine. Xwedê
û Milyaktan baṣî û nebaṣiya jiyana giyanberan(ne ya mirovan tenê) ji kiryarên wan ra hîṣtine “ ṣîrove bikin. Lewma ez
jî dibêjim, xêr û ṣerên mirovan di dilê mirovan de ye. Gava kî ji bo Xwedê be, Xwedê jî ji bo wî/wê ye !. EZDAHÎTÎ
maka hemû mîtologiyên xwezayî û pirtûkên pîroz e!„*1.
Bêguman, mîna ku di nav zargotina Êzdahîtiyê de hêjî tê gotin, „haveynê dinya ji aliyê XWEDA ve hetiye meyandin
û heta niha dû tûfan li ser kaînat-dinya yê çê bûne.“ Wisa gelek ji dîrokzane û lêkolînvanên hêja jî, di nav lêkolînên
xwe yên pir watedar de didine xwanê ku; “ şarîstaniya mirovatiyê ya berî û piṣtî tûfanê li serê çiyayên Kurdistanê dest
pêkiriye. Erdnîgariya Kurdistanê dergûṣa afirandina gelek tiṣtên çandinî û mîtologiyên xwezayî ye….*2“. Lewma ez jî
li goriya zanîna xwe dibêjim -ezdiyati-haveyne-mirovatiya-mezopotamiya ye *3.
Ji xwe di dîroka hatî guhastin de jî tê xwanê kirin ku, dagirkerên welatê me, carnan jî bê hemdî xwe mecbûr bûne ku,
di nav hinek dokûment û lêkolînên xwe de, mîna ku di zargotina bav-kalên me de hatî gotin bibêjin, tevaya çiyayên
li ser axa Mezopotamiya yê hene, “heta 2000 sal berî zayînê ciyê wergehên Hîtît, Gutiu(miroven cengawer), Gutyu,
Gardu, Kardu, Kurdu, Halti(*4 bi xwe jî di rûpelê 45 de dibêje: -ev Êzdî bûne-, Haldi û hwd. Wekî dinê jî,“ di hinek
dokumentên li ser dîroka Med, Fariziyan û lêkolînênvanan li ser dîwarên hinek şikeft-zinarên li derdora Wanê dîtine
de didine xwanêkirin ku, tevaya serê çiyayên Kurdistanê ciyê kevneşopiya Mîtologiya Haldî(Xalti)ya ye.
Çewa tê zanîn, min jî di lêkolîna xwe ya bi navê Em Kurd tev mina sęvęn ji darekę ne *5 de mîna gelek ilimdar,
dîroknas, nîvîskar, rewşenbîr û rojnamevanên navdar zelal daye xwanêkirin ku gotina miletê Xaltî anjî „Kaldî“,
„Xaldî“, „Xalidî“, „Haldî“, „Halidî“, „Alarodî“, „Khaldî-Xaldi“, „Xalid“ û whd., ji wexta dewleta Hurriyan tê.
Weke ku di nav hinek rûpelên dîroka derbasbuyî û zargotina me de tê xwanê kirin, gava mîtîngehker hatine Kurdistan
bi şûrê zorê dagir kirine pêve, êdî ewan bi alîkariya hinek olperest- begên Kurdên paşwerû û şêwirdarên Ewrûpayiyan,
tovê bêtifaqî û neyartiyê jî berdane nava civaka Kurdî ya herî qedîm.
Lê, XWEDA ṣada ye ku, piraniya bav-kalên me ÊZDIYAN di her wextî û di her cîhê ku lê jiyane de, li himberî zilm
û xezeba mîr, beg, axa û artêṣên dagirkeran li ber xwe dan e, ew teslîmî wan kevneperest, olperestên fanatîk, bêbext,
nijadberestên xwînxwar û hovane nebûne. Lewma divê em ŞARİSTANİYA KU ÊZDİYAN Lİ SER ERDNÎGARİYA
KURDİSTANÊ DESTPÊKİRYE NASBİKİN Û BİPARÊZİN! (û*6)
Hinga dagirkeran Kurdîstan bi peymana Qesra Şêrîn (di sala 1639de) cara yekemîn perçekirine, hingê jî bav-kalên me
Êzdiyan gelekî li dijî vê perçekirina Kurdistanê derketine. Lê, bav-kalên me Êzdiyan, êdî ji ber talankirin, şer û êrîṣên
dagirkerên Kurdistanê nikaribûne azadiya xwe biparêzin. Ew mecbûr bûne di nav welatê xwe de, mîna me yî vêga cîh
û warên xwe timî li goriya rewṣa desthilatdarî, aborî, astengî, sar û germiya xweza(hewa)ya herêma ku lê jiyan dikirin
bi guhêzin.
Min di nivisînên xwe yên ku hatine belakirin de jî gelek caran gotiye „ Piraniya çîrok, mesele, ayet, lêkolîn, berhem û
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hemû dîroka ku alim, zane, nivîskar, partî û rêxistinên dagirkerên Kurdistanê li ser dîroka netewa Kurd û bi taybetî jî
yên li ser Êzdiyatiyê nivîsandine anjî gotine qet bi kêr nayên. Agehdarî û zanîna me kurdan li ser dîroka kurdayetiyê û
rewşa cıvakan êzdiyan pir lewazin *7. Ez li virê dîsa lavan ji ilimdar, alîm û dîrokzanên me Kurdan dikim û dibêjim,
îro ji her rojê pêwîstir tê xwastin ku hûn jî bi yekîtî, ilmî, zanistî û bêtirs ji me welatperwerên Kurd ra bibêjin, ka maka
bawerî û dîroka me Kurdan ji Ezdahîtî, “Gutî”, “Sumerî”, “Arî”, “Oryantalîstên Îranî”, “Hînt-Awrûpî”, “Kardu-Karukî”,
“Urartî”, “Medî” anjî ji “Ereban” li kurê û kengî destpêkiriye?
Li goriya agehdarî û zanînên ku min ji nav zargotina me Êzdiyan û ji nav hinek çavkaniyan berhevkirine, hinga ku
Êzdîxan ji Êzdiyan dagirtî bû û sînor ne ketibûne nava Kurdistanê, hingê Êzdî di nava Mezopotamiyayê û bi taybetî jî
di nava Kurdîstanê de bi serhevûdin ve, bi hêsanî çûne û hatine. Lêkolîn didine xwanê ku, pêşiyên me “Kurdên Resen”
çande û netewiya xwe di nav mîrgehên mîna: “Mîrgeha Şengalê(mirê wê Şerfedîn bû.), Mîrgeha Helebê(mîrê wê Şêx
Mend bû), Mîrgeha Soran( mirê wê Şêx Mhmedê Batinî bû), Mîrgeha Herîrê( mirê wê mîr Hesin Meman bû), Mîrgeha
Tewrêzê(mirê wê Şêşimis bû) , Mîrgeha Diyarbekir( mirê wê Şêxubekir bû.), Mîrgeha Badînan yan Amêdiyê( mirê wê
Amadîn bû.)*8:a- rûpel 21 û b- rûpel :4)" de parastine.
Tiştê ku ez dizanim, êdî tu kes ji me hew dikare bi tam temamî bibêje, ka bav-kalên “Kurdên Resen”ji xeynî serê
çiyayên Mezopotamiya, Asya û welatên Ewrupa yê pê ve, bi kûdera dinayê ve heribî ne. Li goriya zanîna min, Êzdî
vêga hêjî li nava herêma baṣur-rojavayê Kurdistanê (li Sûriyê dora 25.000 kes), başûrê Kurdistanê(li bakurê Îraqê dora
700-900 hezar kes), rojavayê Kurdistanê (Îranê ?), di nav gelek welatên Sovyeta berê de (li Ermenistanê- dora 40 hezar,
Azerbaycanê dora 20 hezar, Gurcistanê dora 20 hezar, Rûsiya dora 30 hezar, Ûkranîa û hwd.) û li bakurê Kurdistanê (li
Tirkiyê dora 500 kes ), li Ewrûpa(Almaniya dora 30-40 hezar, Şivêdê 4000 kes, Belçika, Holanda, Denemark û hwd.)
de dijîn.
Li goriya ku min hinek agehdarî ji nav zargotina me Êzdiyan û ji ber hinek lêkolînan tomarkirine,
Êzdiyên ku li bakurê Kurdistanê diman, heta sedsala 19 an jî li nav van mîreghan de mabûn(*9) :
„
Mîrgeha Xaltiyan û Bota (Sêrtê)
1.
Mîrgeha deşta Diyarbekrê
2.
Mîrgeha Riha- Urfa yê
3.
Mîrgeha Cizîrê û Mêrdînê
4.
Mîrgeha Hekkariyan û Serhedê (Qars)
5.
Mîrgeha Mereş, Nizîp, Meletê û Kilîsê
HERÊMÊN MÎRGEHA XALTÎ Û BOTİYAN
Eşîrên Êzdiyên Xaltî û Botî ya li derûdora wilayeta Sêrtê û Batmanê diman.
a - Êzdiyên ku li derûdora Mîrgeha Xaltiyan, ji wan re dibêjin Xaltî (Tenê Êzdiyên li vê heremê dijiyan re dibêjin Xaltî.
Eşîrên wekî olên, Musilman û.hwd. nabêjin "em Xaltî ne.")
b - Êzdiyên li derûdora Bota, ji wan re dibêjin Botî anjî Basî.
EŞÎRÊN Dİ NAV MÎRGEHA ÊZDİYÊN XALTİYAN DE DİMAN EV BÛN
1.Xendeqî, 2.Qizilî, 3.Neqîbî, 4.Angosî, 5.Bisiyan, 6.Bletinî, 7.Emeran, 8.Mamereş, 9. Basa, û whd.
1.XENDEQÎ
Warên Êzdiyên Xendeqî
Ji çiyayê Bûzêrî ya û ji ber ava Heskîfê (Hesenkêfê) heta pira Batmanê û ji ber ava çemê Delan ji milê rastê heta Kêl û
Midêwrê (Ridwanê). Heta dema petrol li çiyayê Reman derneketibû û heta navên Kurdî di sala 1934'a de ne hatibûne
guhastin, Kurd û Êzdiya ji van war û çiyayên di nav herêma Heskîf û Batmanê re digotine "Çiyayê Xendeqiyan."
Hinek ji Bavikên Xendeqiyan yên hêjî hene ev in:
Himeydî, Axikî, Reşî, Geverî, Veysikî, Îdikî, Qadoxkî, Kaşaxî û whd.
Navên hinek gundên ku Êzdiyên Xendeqî lê diman ev in:
Baherziq, Dêrikê, Memika Pêşîm, Sîxura
Barisil,
Feqîran (Pîrê Zeynîka), Mezirka,
Şahsim
Basorkê,
Gêdûk (Kaşaxî),
Mirdêsî,
Şêhê
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bazbût,
Bazîwan, Bêdalê,
Çinêriyan,
Girê Reş,
Keverzo(Êz.Fil.),
Korik (Êz.Fil.),
Malê Biniyê,
Mizareşê,
Qulibdor,
Sîlexer,
Sinê(Bakuftê),
Şêkestekê
Şimzê
Zercil (Êz. Fil.)
Zêwa Mîran (Ziyaretbû û Feqîr tê de bûn)
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min lewma navên gundan
yên bi Tirkî ne nivîsandiye.
Em dizanin, niha jî di destên Ezîdiyan de Tapo (qoçan) yên gelek gundan hene û herkes jî dizane ev êrdan erdên kê
bûne. Lê ji ber ku hemû navên wan di kûtukan de hatine guhastin, êdî Êzîdi hew karin di rêya qanunan de dawa milk û
talanên xwe bikin.
2.QİZİLANÎ
Warên Êzdiyên Qizilî
Ji ber Ziyerata Şêxevindan û Awîskê (ku li ber Çemê Delan e) li ser milê çepê heta diçe Bilwerîs (Çêlikê Eliyê Remo û
Ridwanê) û heta diçe Çiyayê Xerzan (Gurdilan û Bîrika Kurêdiyê) .
Hinek navên bavikên Qiziliyan ku hêjî hene ev in:
Amerkî, Metînî, Takorî, Şemsikan û Bavbina û whd.
Navên hinek gundên ku Êzdiyên Qizilî lê diman ev in:
Aşik,,,,,,,,,,,,,,,0, Girê Çelo,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,,,Ridwan,,0,,,,,,,,,,,,,,,, Xindûka
Bêleka ,,,,,,,,,,,,,,,, Hemdûna,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,, Sulan,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zengav
Bêtam Kanî ,,,,,,,,,Sorkê (Pîr.Hesmanan),,,0,,,,,,,,,0 Terno ,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zêwika Şêxan
Bîrka Kurêdiya,,, Kelemaran,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,, Şêx Osel,,0,,,,,,,,,,,,,,, Zorava
Cim Sarîbê,,,,,,,,0, Kuşana ,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,,,,Şêx Ûnis,,0,,,,,,,,,,,,,,, Zuxêr
Cimzeq,,,,,,,,,,,,,,,0,Marîpê,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,0 Şêxevinda Xe.,,,0,,,, Qinask Feqîrê Ormaxal
Darosel,,,,,,,,,,,,,0, Mêrga Êlî,, ,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,0,,,,,,, Wahzdê,,,0,,,,,,,,,,,,,,, Dêra Hemzo (Metînî)
Dûsadek,,,,,,,,,,,0, Milêha (Gund.Kîr.Şêx Mîrza),,, Xanikê,,0,,,,,,,,,,,,,,,,, Şikevtê Emer (Metînî)
Ênxala,,,,,,,,,,,,,,,,, Qumaro,,,,,,,,0,,,,,,,,0, ,,,,,,,,,,,,,,, Xindok,,0,,,,,,,,,,,,,,,,, Duşa (Metînî)
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min navên gundan yên bi
Tirkî ne nivîsandiye.
3.NEQÎBÎ (REŞKOTÎ)
Warên Êzdiyên Neqîbî
Ji çiyayê Qozlix- Gaza Kursî- hetanî ber Sîlvanê (Tepa Berava û Pira Mala Badê) û Bekir-Şêx Doda.
Hinek ji bavikên Neqîbiyan yên hêjî hene ev in:
Şedikî, Şewrikî, Mehemedkiyê Rêza Gundî, Mehemdekiyê Dermankî, Pîvazî, Kavarî, Dirbêsî, Denî(Di zargotinên me
de jî tê xuyanê ku Denî eşîreke kevn û bela ne. Gelo çi girêdan di navbera vê eşîrê, ya heremên deşta Herrana Sûruc
û Nizîpê, deşta Wêranşehirê, deşta Qiziltepe û Dêrika Çiyayê Mazî, deşta Amedê û yên li Xaltiyanê de hene?), Berekî
(Herêma eşîra mala Çelikê û mala Zirçî Axa lê diman re tê gotin) û whd..
Hinek ji navên gundên ku Êzdiyên Neqîbî lê diman ev in:
Alavê,,0,,,,,,,,,,,Enapê,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,0 Gaza Kursî 0,,,,,,,,,,,,,,,, Şêxevinda (Ziyaretbû)
Apka,,0,,,,,,,,,,,,Germik,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Kela Şêxevindan 0,,,,,, Tapoyê (Tapî)
Awîska Êlî,,0,,,Gozel Derê(Güzeldere),,, Kelhok 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Texerî
Awîska Omo,,,Gundikê Golo,,0,,,,,,,,,,,, ,, Kurtikê 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zivingê
Bîmêr,,0,,,,,,,,,,,Hecir,,0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, ,Liçkê 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Baximiz ( Berekî-Çelkê)
Bolindê,,0,,,,,,,,Helwîk0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Malegir 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Baximiz ( Berekî-Çelkê)
Cerdeka,,0,,,,,,,Herfasê0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mêrîna 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Cinesker ( Berekî-Feqîr)
Darabiyê,,0,,,,, Hêshêsê0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mîlka 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Dumbêşkê ( Berekî)
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dela,,0,,,,,,,,,,,,, Hethetkê0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Newalê 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Êynkerm ( Berekî-Feqîr)
Dêra Qêre,,0,,, Hiznemîr0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qorix 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Êzika Jor ( Berekî)
Dirbêsa,,0,,,,,,, Kaçka0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qubîn 0,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Êzika Xwar ( Berekî)
Eco,,0,,,,,,,,,,,,,, Kara Xwê
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min lewma navên gundan
yên bi Tirkî ne nivîsandiye.
4.ANQOSÎ
Warên Êzdiyên Anqosî
Li rêya Awîskê-Qurtelanê heta Sêrtê û Geliyê Bitlîsê. Paytextê Anqosiya Koçika Gûmêrdî bûye.
Hinek ji bavikên Anqosiyan yên hêjî hene ev in:
Batranî, Reşî, Canikî, Dena, Stûrkan û whd.
Navên hinek gundên ku Êzdiyên Anqosî lê diman ev in:
Li gorî zargotinan, berê 67 gundên Anqosiyan hebûn.
Başûra 0,,,,,,,, Daqotê (Gundê Şêx Mîrza ye ) 0,,,,,,,,, Kezerê0,,,,,,,,, Berhurik
Ênapê0,,,,,,,,,,, Sewdîq (Denî)0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,,,,, Betran0,,,,,,,,, Gumerdê
Sorik0,,,,,,,,,,,,, Bey Satûn0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,, 0,,,,,,,,, 0,,,,,,, Kelhok 0,,,,,,, Xişêna
Canika0,,,,,,,,,, Zozanê Şêrînê
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, lewma min navên gundan
yên bi Tirkî ne nivîsandiye.
5.BİSİYAN, 6.BLETİNÎ, 7.EMERAN, 8.MAMEREŞ
Nivîskarê Ereb S.Balucî, di sala 19000 de çûye li nav heremên Êzdiyên bakurê Kurdîstanê geriya ye û li ser rewşa
Êzdiyan nivîsiye. Wê demê de li ser van eşîrên Êzdiyên Xaltiya gotine: "Ev eşîran Bisiyan, Bletinî, Mamereşa (civata
Mamereşa) li Aqçeqelê bû (2:320)", "Emeran a berê Êzîdi bûne, lê ew vêga li herêma me de heliyane û nemane (3)"
9.BOTA (BASA)
Warên Êzdiyên li Basa
Êzdiyên Basî, li der û dora Sêrt û Eruh (Dêhe) bûn. Dîsa: "Gundên Êzdiyên Basî, dikevine nava wêlayeta Sêrtê li
herêma Qeza Dihê (Erûhê) û çiyayên Keverê heta ava Mîrgeha Botanê. Pêşiyên Basa ji Xalta (ji Neqîba) hatine Bota û
dema fermalû dibin dîsa hinek ji Basan xwe li Xaltan girtine.(4:32-38)"
Hinek ji navên eşîrên Êzdiyên li Bota ev in:
Şedikî, Basî, Hewêrkî, Dinbilî (Tarîxa vê eşîra Êzdiya ye kevn û sereke diçe digîje wextekî dûr, "di destpêkê de mîr
eşîretên Dinbilî girêdayî dînê batinî yê Êzîditî bûne (2:325) û ya rast ev e ku eşîreta Dinbilî û Mehmûdî gelek kevin de
ji Cezîrê derketine (2:158)." û whd.
Hinek ji navên gundên ku Êzdiyên Basî lê diman ev in:
Berî fermanê Basiyan (14.5.1916), gelek gundên Êzdiyên Basî hebûne û Di wexta fermanê sala 14.5.1916 de, 350 heta
400 evdên Êzdiyên basa hatine kuştin.
Basa Êzdiyan, Basa Siloyê Ferho, Butara û whd.
MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ DEŞTA DİYARBEKİRÊ
Warên Êzdiyên li derûdora Amedê
Êzîdî li herêma bajarên Farqînê, Bismilê û Çinarê diman.
Hinek ji navên eşîrên Êzdiyan ku li derûdora Amedê diman ev in:
Xendeqî, Qizîlî, Neqîbî, Suhanî, Baravî, Dawudî û whd.
Navên hinek gundên Êzdiyên ku li derûdora Amedê diman ev in:
Asinc,,,,,,,,,,, DikênîMele,,,,, ,,,,,,,,,,,,Eliyê Xwarî,,,,, ,,,,,,,,,,,, Qozel Şêx
Başko,,,,,,,,,,, Diş,,,,, ,,,,,,,,,,,, ,,,,, ,,,,,,,Melkîş,,,,,,,,,,,,, ,,,,,,,,,,,,,Sarê Hisseyin
Baxçeçik,,,,,x Girhebeş,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,Merkotatê ,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,, SAlman
Bosbar,,,,,,,,, Heyderqul,,,,, ,,,,,,,,,,,,,Mezirê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Seydekê
Caferkê,,,,,,,, Kaci Xaskê,,,,, ,,,,,,,,,,,Misilmanî,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,, Sînanê
Celebdar,,,,,, Kanîsipî,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,, Mîr Qûliya,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,, Têlabûş
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çemê Reşa,,, Kelemo,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,, Mîrza Bega,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,, Şêx Çopanê
Çetelê,,,,,,,,,,, Kifrê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Perîşanê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tilhebeşê
Cilibdar,,,,,,,,, Koçik,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qarqartik,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tirbesipî
Dareqol,,,,,,,,,Meforatê ,,,,, ,,,,,,,,,,,,, Qerepal,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tawisî
Dawidiyê,,,,,,Melcabir,,,,,,, ,,,,,,,,,,,,, Qipik,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qencoxas
Dêrik,,,,,,,,,,,,, Mele Eliyê Jorîn,,,,,,,,, Qizilê,,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mîr Êliya
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, lewma min navên gundan
yên bi Tirkî ne nivîsandiye.
MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ DERÛDORA RUHA (URFA)YÊ
Warên Êzdiyên li wîlayeta Ruha yê
Li herêma Bozova (heliyane), Nizîpê (heliyane), Suruc (heliyane), Sêwerekê (heliyane) û li Wêranşehîrê (mane).
Navên hinek eşîrên Êzdiyan ku li herêma wîlayeta Ruha yê diman ev in:
Şerqiyan (Merwanî, Bilikî, Hadiyan, Qopanî, Torinî(turunan), Suanî, Şengalî, Gergerî û whd.), Mastekî, Dawudî, Dena
an jî Denî, Xaltî û whd.
“Navên gundên Êzdiyan ku li derûdora Surucê yek jê Mes Hacerk e û yên li derûdora Bîrecikê jî Gundê Zak û Qostan
e. (17:272)”
Navên hinek gundên Êzdiyan ku li derûdora Wêranşehîrê diman ev in:
Axmastê,,,,,,,, Girê Sirt,,,,,,,,,,,, Krinko,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,,,,,, Qizu açik
Axmazut,,,,,,,,, Hilhêlî,,,,,,,,,,,,,, Nakt,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,,,,,,,,,, Suhaniya
Baluc,,,,,,,,,,,,,, Hecî Zêdê,,,,,,,, Minminîk,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,, Tiltirîq
Başko,,,,,,,,,,,,, Îşxênê piçûk,,,, Mozana,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Xerbê Ariyê
Birc,,,,,,,,,,,,,,,,, Îşxênê Mezin,,,, Mozikê Êzedîn,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,,, Xerîbê
Bicanik,,,,,,,,,,, Kerma çem,,,,,,,, Mozikê sûrûciyan,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,, Xirbekoyu
Çarçana,,,,,,,,,, Kerma Zoro,,,,,, Oxlakçî (Gundê Dewrêşê Êvdî),,,, Xirbê Belek
Festeqê,,,,,,,,,,, Kevirbelê,,,,,,,,,, Qorî ,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,, Yaban
Gedê Kato,,,,,,, Kindor,,,,,,,,,,,,,, Qozberî,,,, ,,,, ,,,, ,,,, ,,,,,,,,, ,,,, ,,,,,,,,, Zewran
Gedê Naso,,,, , Kimdor,,,,,,,,,,,,,, Qesra Hisseynî Qenco.
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, lewma min navên gundan
yên bi Tirkî ne nivîsandiye.
MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ HERÊMA CİZÎRÊ Û MÊRDÎNÊ
Li ser rewşa eşîrên Êzdiyên li herêma Cizîrê (Bota) gelek nivîskar û lêkolînvanan jî weke zargotinê me gotine: "Gelek
ji eşîrên li derûdora Cezîrê (Bota) diman, heta sala 639z ku hêja Îslamî qebul nekiribû ne, ew tev Êzîdi bûne. Li bajarê
Cezîrê û derûdora wê, gelek keleyên sipehî û navçeyên balkêş hene. Di Nehiya Gurgilê de, li derûdora Çiyayê Cûdî de
heft eşîrên mezin hebûne, sisê ji wan eşîran: Niwidkawun, Şoreş û Hîwdil eşîrên Êzdiyan bûn. Di Çavk.2 rûp:156 - 184
an de, navên gelek eşîrên Êzdiyan dinê jî hene. Gelek ji van eşîran heliyane û nemane. (2:156- 158) "
ÊZDİYÊN Lİ ÇÊLKİYA
"Bingeha Êzdiyên Çêlka digîji Mîrekên Cizîra Bota. Li ser fikra ku "hemû beglerê Cizîrê bi xwe jî, Êzîdi bûne(2:156)".
Çêlkanî ji du heremên Êzdiyan re tê gotin:
1.
2.
Êzdiyên Qûlika (Çolî- anjî Êzdiyên Qelaçê Dasika)
Êzdiyên Torê (çiya).
1.ÊZDİYÊN Lİ QÛLİKA (ÇOLÎ)
Berê ew li derûdora Cizîrê, Silopî û heta van demên dawî jî li derûdora Nûsaybînê diman.
Warên Êzdiyên li Qulika
Gava mirov li ser sînorê Tirk û Suriyê; ji gundê Hacîlo derkeve here Şamaxê, ji vir here Geliyê Pîra (Mezrê), ji vir here
Rebena Bagilş (Kîwexê), ji vir here Bahminê, ji vir here Ewşê hete Badîbê, ji vir jî here Bîrgurya û Bagokê, here Qesra
Belek û cardin vegere were Hacîlo. Ev hereman warên Êzdiyên Qulika bûn.
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Eşîrên Êzdiyên Qûlikan ku hina hene ev in:
Şêxê Berhokê, Bahcolî, Kelikan (Behminmî, Êvşî, Mihokî, Kîwexî), Dasikan (Berê li bîstûşeş gundan hebûn û pîrê wan
ji binemala Pîr Eli ye), Hewêrî (eşîreke Kurdi ye, ne tenê Êzîdi her wisa Xaçparêz û Musilman jî hene), Seydokî û whd.
Navên hinek gundên Êzdiyên ku li herêma Çoliyan diman evin:
Ahcîlo,,,,,,,,,,,,,,,,Geliyê Kelê ,,,,,,,,,,,,,,,Mitwana Jor ,,,,,,,,,Şahrata
Bamil,,,,,,,,,,,,,,,,,, Geliyê Pîra,,,,,,,,,,,,,,,,,Mitwana Xwar,,,,,Şekrîn
Baqurdan,,,,,,,,,,, Geliyê Sora,,,,,,,,,,,,,,,Pelaşû,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Şemqî
Bazar,,,,,,,,,,,,,,,,,, Hebnat,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Pûlme,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Şûşaniya (Ewta) jorîn
Berhok,,,,,,,,,,,,,,,,Kemîna,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qesira Belek ,,,,,,,,,Şûşaniya (Ewta) xarîn
Bêzdana,,,,,,,,,,,,, Kengelok,,,,,,,,,,,,,,,,, Qubika,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Tilê (Ziwing)
Birguriya,,,,,,,,,,, Kirşê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qulika,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Xanika Şêxan
Dîrpû,,,,,,,,,,,,,,,,,,Kunar,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Sêlwan,,,,,,,,,,,,,,,,,,Xastû
Efsê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mezrê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Sêwilîtik,,,,,,,,,,,,,,,,Xirbê Cinatê
Êlîn,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Mezrêya Rebena,,,,,, Spîwaniya Gelî,,,,,Xirbê Remê
Evşê (Avşîn),,,, Mişawil,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tellê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Xirbik
Fisqîn,,,,,,,,,,,,,,,, Temeling,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Zirîqa
“ Piştî ku Êzdiyên ji eşîra Dasikan, demeke dirêj li dijî Osmaniyan şerkirin, mecbûr bun dev ji gundên xwe berdin û
vêga kurdên musilman di gundên wan de dimînin. Navên hinek gundên Êzdiyên Dasikî ku li derûdora Îdil(cezîrê),
Nuseybîn û Midyatê bun ev in:
1.Çemerlo, 2.Kengerlo, 3.Hacilo, 4.Kemine, 5.Serwan, 6.Xerbê Qandikê, 7.Kêrwan, 8.Mezra Sehîda, 9.Bêzdan,
10.Geliyê Pîra, 11.Geliyê Kelihê, 12.Şuşaniya jêr, 13.Şuşaniya jor, 14.Bazar, 15.Kunar, 16.Zirîq, 17.Balkurdan, 18.Kasirbeler, 19.Mitwêna jêr, 20.Mitwêna jor, 21.Fisqîn, 22.Qolika, 23.Xirbê Cinata, 24.Xirbêh Ramê. (19:48)”
Ji ewqas gundan, îro çend kesên Êzîdi tenê di gundê Mezrê de mane.
2.ÊZDİYÊN Lİ TORÊ
Êzdiyên vê heremê li derûdora Mêrdînê, li Midyadê û Kercewsê diman.
Warên Êzdiyên li Torê
Êzdiyên li Torê, heta van salên dawiyê di navbera van gundan de dijiyan: Gava ku mirov ji gundê Bacinê derkeve ber bi
rojhilat ve biçe gundê Quzrê, Xêrbê Pêbinêrê, Bizê, Badibê, Kîwexê û ji vir jî cardinê were Bacinê.
Hinek navên eşîrên Êzdiyan ku li Torê diman û niha jî hene ev in:
Botoka, Heloka (Eynoka), Misurka (Musurka-Musuka-Musana), Nasirkî, Bahcolî, Mala Teyêr, Dekşorî, Zeynikî (Zeyna), Şeroka, Çomerka (wêga kesên Êzîdi ne mane), Şivqetî, Simoka, Salîhkan, Hewêrkî, Botî û whd.
Hinek navên gundên Êzdiyan ku li Torê diman evin:
Bacin,,,,,,,,, Kefnas,,,,,,,,, Taqa ,,,,,,,,, ,,,,,,,,,,,,, Sifelî
Baqîk,,,,,,,,, Kîwex,,,,,,,,,,,, Xeraba ,,,,,,,,, ,,,,,,,,, Badib
Bizê,,,,,,,,,,,, Koçan,,,,,,,,,,, Xirbê Bênêrê,,,,,,,,, Bizênka
Cefan,,,,,,,,, Mizîzexê,,,,,,,, Xirbê Hûrîka,,,,,,,,, Bizêziyê
Cixsan,,,,,,,,Nemîrdan,,,,,,, Xirbê Reş,,,,,,,,,,,,,, Qûbanê
Dêrwan,,,,,, Qûbika,,,,,,,,,,, Xirbê Xelo,,,,,,,,,,,, Hevindeka
Kasiya,,,,,,, Qudbê,,,,,,,,,,,,, Yucan,,,,,,,,,,,,,,,,,, Gozikê
Ji bo ev navên gundên Êzdiyan yên bi Kurdî, ji vir û weha de jî bêne kufşkirin û wenda nebin, min navên gundan yên bi
Tirkî ne nivîsandiye.
MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ HERÊMA HEKKARÎ Û SERHEDÊ
Warên Êzdiyên li Serhedê
Li nav û derûdorê bajarê Wan, Tendûrek, Alazix, Qers, Îxdir, Muş, Bedlîsê, Bazîdê, Sarikamiş, Karakose, Axrî, Varto,
Ardehan, Patnos û.w.d.
Lêkolînvan jî dibêjin: "Piraniya kurdên Soviyetê ji Tirkiyê; Beyazîd, Bitlîs, Mûş, Diyarbekir, Êrzûrûm, Qers, Îxdîr,
Mardîn, Wanê û gundên dorberê wan hatine. (5:34-35)"
“Hejmara eşîrên Yezîdiyên li derûdora Beyazitê 1800 malên.(18:209)”.
Navên hinek eşîrên Êzdiyan ku li Serhedê diman ev in:
Çavkanî didine xuyanê: "Dîroknivîsekî Kurd bi nav û deng Melle Mehmûdê Bayazêdî, di sedsala 19'êde, di derheqa
Êzdiyan de weha dinivîse: "Jimara teyta Êzdiyan gelekî pir e;
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
a) Eşîrên wanî li wîlayeta Beyezîdê ev in: Husenî, Şasakî(Kaşaxî), Çux Reşî, Kele Sorî û Desinî.
b) Li wîlayetên Wanê û Mehmudî ev êlên Êzdiyan dijîn: Barvî, Reşî, Şendakî, Başamî, Şanda Sorî, Kurtakî, Darkazinî,
Botekî û Hurî.
c) Li Muş û Bedlîsê ev tayifên Êzdiyan dijîn: Çakoyî, Avokî, Akusînî û Bellî. (6:20)"
Li gorî zargotên me, eşîrên Êzdiyan yên ji mîrgeha Çolemêrgê heribîne nav Êrmenîstan û Gurcîstanê û hêjî hene ev in:
"Eşîran Hesenan, Ev di salên 1820 -1830 de ji Eyntaba Serhedê fermalû bûne çûne nava Ermenîstanê; Gundê Şamrane.
Îro hêja jî nêzîkî 300-350 malî lê dijîn. (6:16)"
Sîpikî: "Dema Justin Parkins`tî di sala 1837 de ji Urmiyê diçe here Erzuromê, ew hingê li başûrê çiyayê Agriyê û li
tevayiya derûdora çemê Firatê rastî eşîra Êzdiyên Sîpikî dibe.(9:141)"
"Eşîran Sîpikan, ev heta sala 1914'e jî li Întabê (Eyntabê) gundên weke: Xanik, Esmer, Melle Şemdîn, Tutek, Bedboriya
û çend hebên dinê gundê Êzdiyan bûn. Dûre Sîpikî ji vir jî femaludibin têne Qersê. (6:7 û 6. tevayî."
"Eşîran Bazifiya, li Wanê li gundên:Şemsedîn, Qerkend, Dêcad, Unî û Êynzafê bûne. Eşîran Reşa li Beyazîdê, li Qeza
Mahmudî hingê 2500 nefer bûne.(7)" Ev eşîran Şêxên Şêxûbekiriya ne.
Qilka, Zuxirî,Torînî, Mendikî, Hewêrî, Şemsika, Dasinî, Cibran, Şerqî (Şêxên Şêxûbekirî), Mendorî, Reşî, Çaxreşî,
Musêsanî, Rojkî, Xaniyan, Anqosî, Mahmûdiko, Mantacî, Memreşî, Gerdenzerî, Pîvazî, Belî, Beravî, Suhanî, Qoçî,
Lokî, Selmîkî, Pirpirkî, Remoşî, Dawudî, Budî, Bikî, Mastekî û whd.
Siltanên dewleta Osmanî, çiqas xwastine derheqa Êzdiyan de malûmeta nedin, lê dîsa jî mecbûr bûne. Dema ku wan
lêkolîn û dokument li ser dîrok û çanda bajarê Wanê nivîsandine, mecbur bûne bahsa Êzdiyan bikin û wan kiryarên xwe
veşêrin. Lewma jî ew timî "weke gurê xwe bixe eyarê pez" xwe dixine gelek şiklan û îro jî di çapemeniya xwe de bahsa
netew, ol, cîh û warên me Êzdiyan dikin û weha dibêjin:
" Di dema berî sala 1591'ê de 18 eşîrên mezin li Wanê û derdora wanê hebûn, lê belê îro ne mumkun e ku meriv rastî
navên wan hemuyan bê.
hinek çavkaniyan eşîrên li derdora wanê weha birêzkirine:
Mahmudiyan: Êzdiyê li derdora Hoşabê,
Dumbliyên Bohtî, Êzdiyên li deşta Sekmenê,
Mam Reşan, li Hoşabê,
Bazuki, li Ercîşê,
Bradost, Tirgeverê,
Rujikî, li her deverî,
Eşîra Şîkan: Reşi, Baravî, Mendekî, Bele, Kurtî, (Ev Tev Êzîdi ne), Şikak, Dakurî, Şevlî, Ademî, Şemsikî, Mukrî, Livî,
Sî Çarikî.
Eşîra Ertuşî (Hertoşî): Weke Gevdan, Giravî, Zirkî,
Eşîra Dunblî (Zaza): Çarik, Hormik, Lolan-Haltî, Hatî,
Eşîra Haydaran, Spikî(Hatî), Cîbranî, Haseniyan (Halidî) (Çavk:8)"
Li gorî lêkolînên nivîskarê ereb ;" Ibn Fadlallah , Êzdiyên ji eşîra Mahmudiyan li herêma bajarê Wanê, li derûdora kela
Xoşabê û di nava çiyayên rojhilata Gola Urmiyê diman.(9:87)"
Navên hinek gundên Êzdiyan ku li derûdora Mîrgehan Hekkarî diman ev in:
Çavkanî dibêjin: "Li Muşê qezeyek hebû, navê wê Kasur. Di vê Qezayê da sî û heşt gundê Êzdiya hebûn, gundê:
Sîpanokê, Bîrkan, Melekan, Bagçe, Pizong, Sûsbêrd, Mizgeft, Qiştan, Pîrmelek, Neynûk, Arî, Çuxur û w.d. (10:279) "
Dîsa birêne li Çavkanî: 11:
“Navê Qezê,,,,,, Navê Nehiyê,,,,,, Navê Gund
Dîadînê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Tûtekê
Surmeliyê,,,,,,,, Îdirê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Qerequê (130 Malbuye),
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Soybilaxê,
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Zorê
Qersê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Qizigulê,
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Sûsizê û Digorê (Ev gundên Pîrên Ormexalan bune)
Wanê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Ûtê, " Hemzoyê Bedo dibêje: Li der û dora Wanê nêzîkî donzde
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,gundên Êzdiyên ku bi eşîran Cangir Axa, ku ji sala 1914 heta 1918 li dijî
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,leşkerê Romê şerkiriye, girêdayî bûn, hebûn."
Bêrgîrê,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Pîşîk
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MÎRGEHA ÊZDİYÊN Lİ DERÛDORA MEREŞ Û MELETÊ
Warên Êzdiyên li derûdora Mereşê û Meletê
"Berê Êzîdi di devera Kilîs, Heleb, Antakiya, Hims, Hema û Serêkanî uhwd. de hebûn û ev ji warên kevnarên Êzdiyan
e. (12:21)"
Rewşa Êzdiyên li derûdora Mereşê û Meletê
“ Fermanrewayên mezin ên Al-i Eyyûb, di destpêka sala 1005ê koçî(1597ê z) de, eleqeyek zêde didine Şêx Mend (ê
Êzîdî k.t.) û wî dikine mîrêmîran ên hemû kurdên li Şam û Helebê. Nav û dengê Şêx Mend li nahiya Quseyrê ya nêzîkî
wilayeta Antakya yê roj bi roj belav dibe. Bi vî awayî ji her milî ve kurdan berê xwe dan balê; ji bilî vê , kurdên li aliyê
Cum(afrînê k.t) û Kilîsê rûdiniştin jî hatin û ketin bin siya parêzgeriya wî. …..(2:250)”
“ Navên gundên Êzdiyan ku li derûdora Kilîsê ev in: Mehrevi, Burc-ul Qaz, Baskal, Kevkeb, Qatmî, Qastal, Arşuqikar,
Abu Kaab, Kifrmazin, Kifr Yezîd. (17: 272)
Li gorî ku dîroknas dibêjin, hinga Tirk ji Asiya navîn hatine, ewan hingê bi darê zorê gelek deverên ku Êzîdî bi serexwe
tê de dijiyan xistine bin desthilatdariya xwe. "Tirkan di sala 1071 de herêma Meletê jî xistine bin bandora xwe(9:43)".
Xuya ye ku hêja hingê gelek eşîrên kevneciyên vê herêmê ji cîhên xwe heribîne û bi deverên dinê ve çûne.
Li ser rewşa Êzdiyên li derûdora Mereşê û Meletê de gelek kesan nêrînên xwe ji hinek ciyan an jî ji hinek kitêban komkirine û nivîsandine. Ya rast ew e ku dîrok hêja jî eşkere ne hatiye vekirin. Ez dikarim li ser rewşa îro bibêjim ku Êzîdi
li vê heremê ne mane. Lê, Êzîdi hêja li derûdora Şamê û Serêkaniyê hene.
"Kilîs: Beglerên Kilîsê ji Hekkarî û Amadiyê hatine. Quweta (Hukmê) van Began li derûdorên Kilîsê û Antiok (Antakya) hebû. Evan Êzdiyên li Kuzer, Hamma û Maraşê jî xistibûne bin îdara xwe . (7:31)"
Ew Êzdiyên, ku koçeberî welatên Qafqasiyan û ciyên dinê bûne, tenê yê Qafqasiyan karibûn Êzdiyatî û çanda xwe bi
zahmetê giran biparezin.
Hemû Êzdiyên ku di nava sînorên Cumhuriyeta Tirkan de mabûn; Êzdiyên Xaltiyan, Amedê, Hekkarî-Serhedê, Botan (Basa), Çêlka (Tur-Abidin), Meletê û Ruhayê-Wêranşehîrê ev bi piranî hatine qirkirin, helandin û reviyane, hatine
Ewrûpayê. Di waqas herêman de, îro çend malên Êzdiyan bi tenê li devera Xaltiyan û li herêma Wêranşehrê de mane.
Belê eger mirov îro wan tevan bîne li ser hev, weke gundekî piçûk jî tûnene.
Em ji bîra nekin hemu netew û dewletên ku Kurdistan dagirkirine, naxwazin tucara meriv di Her weha ji ber wan neheqiyan e, tu kes nikare di derheqê hêjmara Êzdiyan de agahdariyeke rast bide. Tiştên hatî û tê gotin, tenê gumanên evdan
e. Çendeyek berî vêga dewleta Tirk li gorî hilbijartinên xwe yên fermî hêjmara Êzdiyên li bakurê Kurdîstanê mabûn
weha diyar dikir:
"Ji sala 1985 heta 2000 an, hêjmara neferên Êzdiyan ku di nava sînorên Tirkiyê de mayî weha ye: Di sala 1985 de 22632
nefer, Di sala 2000 de 423 nefer (13: 6)"
Vêca ez hêvîdar im ku hinek ji dîroknas û lêkolînerên dîrokê, karibin ji van agahdariyên min li jorê bahs kiriye
fêdebikin û evê bibine alîkariyek ji wan re, ku karibin hê zaniyarên zêde li ser wan babetan kombikin û lêkolînên xwe
eşkere bikin. Dîsa ezê gelekî dilxweş bim gava ku ewê ji vaqas bûyerên bûyî, wekî çawa V.O.Klyûçewskî gotiye:"Em
gereke demên derbazbûyî fêr bibin, ne ji bo wê ku ew îdî derbaz bûne, lê herwaha bona wê, ku ew dema derbazbûyî
nikaribûye paşmayînên xwe bide paqijkirinê.(14)" bikin.
Ez ji tekoşîna netewa rizgariya Kurdîstanê ya îro hêvîdar im ku, ewê ji vir û weha de, zêde ji mafên Êzdiyan re xwedî
derkevin. (*9)“
Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Êzdiyatiyê
* Çavkanî:
1-
http://pukmedia.co/kurdi/gotar/157-derbar%C3%AA-ezdah%C3%AEt%C3%AE-y%C3%AA-del%C3%AAkon%C3%AEna-kemal-tolan
2-
Andrew Colins, Meleklerin küllerinden
3-
http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemal-tolan/ezdiyati-haveyne-mirovatiya-mezopotamiya.html
4-
Süleyman Sabri Paşa, Van Tarihi ve Kürt Türkleri Hakkinda Incelemer, 1928,
5-
http://yeziden.de/44.0.html?&tx_ttnews[pointer]=106&tx_ttnews[tt_news]=208&tx_ttnews[backPid]=22&cHas
h=dbca0e3ee85d1a38b631b1c79e651f0a
6-
http://www.gelawej.net/pdf/Saristaniya-ku-Ezdiyan-destpekirye-biparezin-2--Kemal-Tolan.pdf
7-
http://www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=11512
8-
A- Pîr Xidir Suleyman, Êzdiyatî, 1996 Dihok. Rûp:21 û B- http://www.ezidinasi.com/books/mahfil/1.pdf rûpel
:4
9-Ev babeta û tevaya çavkaniyên babet di pirtûka Kemal Tolan, Hebûn û tûnebuna Êzdiyan tev romanên zindîn e. Mijdar 2000. Weşanên Mala Êzdiyan ya li Oldenburgê- Almaniya de hatine weşandin.
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Zamanlar Anadolu'da Ermeniler Vardı Hala Var [Anatolian Armenians]
Habusi/İkizdemir köyü
(Elazığ Merkez'e bağlı köy)
Harput Soykırımı kitabının yazarı
Nazaret Piranyan Birinci Dünya Savaşında Erzincan, Erzurum Sarıkamış
cephesinde savaşmış olan Malkhas
Kassabian'ın anlatımları çerçevesinde
Habusi köyündeki kıyımları da yazmıştı .
15 Haziran 1915 tarihinde İçme Müdürü Fehmi Efendi komşu Türk köylerinden topladığı bir düzine kana susamış
jandarma getirdi ve Habusi köyünü kuşattığını ilan etti.
Ertesi günü diğer Türkler köyün içerisine biriktiler.Tellal köylülere " Eşyalarınızı toplayın ve eşeklere yükleyin.
Yarın öğlen her aile sürgün için hazır
olmalıdır , itaatsizlik edenler acımasızca cezalandırılacaktır. "
Türk taşıyıcılar eşekleri olmayanlar
için eşek getirdiler
Ertesi günü Habusi köyünün tüm aileleri Zadur Ağadut'un direktifi altında,
Najaryan yeşilliğinde toplandılar . Evlerini terk etmeyi reddedenler dövüldü. Ermeni anneler bacılar , bebekleri
ile korumasız kaldı .Bazıları tehcirden
kurtulmak için Türkler ile evlenmeyi
seçti .Bu ailelerin kapılarına onlarin
İslamiyeti kabul ettikleri ve bu nedenle
kapılarına kendileri'nin güvende kalacaklarını belirten bir işaret konuldu
.Kimileri tehcirin uzun sürmeyeceği
düşüncesiyle sürgün edilmeyi kabul
etti, kimileri ısrarla direndi .Deveboynu dağlarına doğru üç gün üç gece işkenceler altında yürüdüler .Yaşlı kadın
ve erkekler vahşice öldürüldü .
Üç gün sonra Müdür ve Serçanoğlu
iki canavar kadınları işkencelerle geri
getirdiler ve hükümetin onları affettiğini söylediler daha sonra anlaşılacağı
üzere onları hasadın toplanmasında ve
Osmanlı askerlerinin gıda ihtiyacını
gidermek için çalıştıracaklardı.
Habusili kadınlar korkunç işkenceler
altında erkekler gibi çalıştılar ve zülüm altındaki kardeşlerine yardımcı
oldular .
Bir gün kadınlar yukarı Kezel'de buğday hasadını toplarlarken Garabet
Mağakyan'ın tarlalarda saklandığını
fark ettiler ona ekmek ve su getirdiler
saklandığı yeri değiştirmesi için telkinde bulundular .Zor olan nereye gideceğini bilmiyordu .Genefig'ten gelen bir
grup Kürt sahipsiz kalmış Ermeni tarlalarını hasat için ararken Garabed'in
gizlendiği yeri bulmuşlardı, Garabed
bir saat boyunca beş Kürt'e karşı mü-
cadele etmiş sonunda bitap düşmüştü.
Malkhas Kassabyan ve Garabed Akmakciyan (ayrıca Manugyan olarak da
bilinir) aynı alanlarnda saklanıyorlar,
ama yakalanmamak için sürekli yer
değiştiriyorlardı
Habusi
Habusi/İkizdemir köyü Elazığ il merkezinin 30 km doğusunda Mastar dağına yakın bir köydür.Birinci Dünya
Savaşı'ndan önce 400 haneden oluşan
köyde 3.000 Ermeni yaşıyordu .Köyde Surp Astvadzadzin Meryem Ana
isminde 1 Kilise ,1 Protestan Kilisesi ile dört okul vardı. Habusi köy
halkı tarım ve çiftçilik ile geçimlerini sağlıyorlardı.1890'lı yıllarda
Habusi'den Amerika'ya Ermeni göçü
başlamış ,Ermeniler daha çok Massachusetts eyaletindeki Merrimack Valley
alanında değirmenlerde ve çiftliklerde
çalışıyorlardı.
1915 Ermeni Soykırımında köy sakinlerinin büyük çoğunluğu öldürülmüş,
hayatta kalmayı başaranlar farklı ülkelere göç etmişlerdi.
Habusi Keban baraj gölü altında kaldı.
Kaynak:
A VILLAGE REMEMBERED * THE
ARMENIANS OF HABOUSI
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Serdar Kaya
Rum
soykırımı
Osmanlı’da Hıristiyan nüfusa yönelik ilk ciddi boyutlu katliamlar, 1894
ila 1896 yılları arasında II. Abdülhamid tarafından gerçekleştirilir. Amaç,
Doğu Anadolu’daki Ermeni ve Süryani
nüfusu budamaktır. Pek çok kaynak,
Hamidiye Alayları aracılığıyla gerçekleştirilen bu katliamlardaki ölü sayısını 100.000’in üzerinde verir. Ancak,
İttihatçıların 1913 sonrasında yaptıkları, bu katliamları dahi gölgede bırakır.
Yıllara yayılan bir Hıristiyan Soykırımının ilk mağdurları Rumlar olur.
Herşey, 1914 ilkbaharında, (yani I.
Dünya Savaşı başlamadan önce) Batı
Anadolu’daki Rumların göçe zorlanmalarıyla başlar. 1914 yazında yetişkin
Rum erkekler (muafiyet bedelini ödedikleri halde) askere alınır ve amele taburlarında çok ağır işlerde çalıştırılırlar. Bu kimselerin çoğu ölür. Erkekler
askerdeyken savunmasız kalan Trakya
ve Ege bölgesindeki Rum köyleri, (İttihatçı hükümetin yönlendirdiği) çetelerin şiddetli saldırısı altında kalır.
Gasplar, cinayetler, tecavüzler bitmek
bilmez. Bunları gerçekleştiren çetelerin önemli bir kısmı Rumelilidir ve
halbuki kısa bir süre önce Balkanlarda
kendileri benzeri çirkinliklere maruz
kalmışlardır.
Yaşananlara Avrupa’dan büyük tepki
gelir. Ancak Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, benzeri uygulamalar
bu sefer doğrudan devlet eliyle (ve hatta müttefik Almanların da desteğiyle)
gerçekleştirilir. Sonu gelmeyen vahşet,
tecavüz ve yağma olayları neticesinde
yüzbinlerce Rum ölür, yüzbinlerce diğerleri de Anadolu içlerine tehcir edilir. Tehcirin bir adı da kansız kıtaldir.
Bu ölüm yürüyüşlerinde çok sayıda
Rum, açlık, hastalık ve soğuktan ölür.
Bazı ekonomik hesaplar da yapılmıyor
değildir. Konunun bu yönüyle Celal
Bayar ilgilenir ve yok edilen Rumların
mallarının Müslüman nüfusa aktarılması işini yönetir.
Soykırımın Karadeniz ayağı ise, 1916
kışında başlar. Son dalga ise, Yunanların 1919’da İzmir’e çıkmalarından
sonra gelir. Neticede, İzmir’e çıkan
da, Giresun’da köyünde oturan da aynı
millettendir. Biriyle savaşırken diğerini sağ bırakmak olmaz...
Soykırımdan sonra
1914 ila 1922 arasındaki sekiz yıllık
dönemde takriben 750 bin civarında
Rum ölür. Sürgün edilenlerin sayısı
ise, hem Türk hem de dünya kaynaklarında 400 ila 500 bin civarında verilir.
Bu şekilde, Batı Anadolu, Trakya ve
Karadeniz bölgeleri Rumlardan büyük
ölçüde “temizlenmiş” olur.
İttihatçı liderler, bu insanlık suçlarından yerel yöneticilerin sorumlu
olduklarını iddia ederler. Bir diğer İttihatçı klasiği ise, operasyon sona erdiğinde, mensupları katledilen kimliğe
ait eserlerin (Türk olmayanlar sanki
Anadolu’da hiç bulunmamışlar gibi
yapmak için) tahrip edilmesidir.
Noktaları birleştirmek
Aslında bütün bunları biliyoruz. Mesela, Topal Osman’ın Karadeniz bölgesinde mağaralara insanları doldurup
yakan gözü dönmüş bir canavar olduğu
(Ali Şükrü Bey cinayetinin başka yerlere uzanmaması kaygısıyla da olsa)
Kemalist kaynaklarda dahi açıkça belirtilir.
Peki, hiç sormak gelmez mi aklımıza:
Topal Osman ve çetesinin mağaralarda
yaktığı insanlar tam olarak kimlerdir?
Onlardan böyle şeyler yapmalarını kim
istemiştir? Bu kimseler, nasıl olup da
bir şehirden diğerine ellerini kollarını
sallaya sallaya gidip katliamlar yapabilmekte ve bir noktadan sonra birden
B.M.M. Başkanı’nın muhafız kıtasına
dahil olabilmektedirler?
Aslında böyle tuhaf şeyleri tekil bazda
biliyoruz. Ama bu bilgileri anlamlandırmamıza imkân tanıyacak bir çerçeveye sahip olmadığımız için noktaları
birleştiremiyoruz. Bu nedenle de, herşeyi iyi ve kötülerin savaşına indirgeyen bir milli masala inanmaktan başka
çaremiz kalmıyor.
Bugün itibariyle bizler için herşey,
kötü düşmanın bir gün İzmir’e çıkması
ve ardından iyi Türklerin bir Kurtuluş
Savaşı vererek vatanı kurtarmasından
ibaret. Kurtuluş Savaşı’nın (aynı zamanda Sakarya Savaşı gazileri olan)
Topal Osman çetesi gibi yüzlercesinin gerek cephedeki gerekse “cephe
arkası”ndaki faaliyetleriyle verildiğini
düşünmek ise, pek bize göre değil. Savaş sonrasında “Türkçe konuş(turul)
an Müslümanlar” ve “Müslüman
edilenler”den “Orta Asya’dan gelmiş
bir Türk milleti” çıkarıldığını düşünmek de öyle.
Hâlbuki sorulacak ne çok soru var...
Düşman neden başka bir yere değil de
İzmir’e çıktı? Neden Batı Anadolu’yu
işgal etti? Bize karşı neden bu kadar
kin doluydu? Düşman dediğimiz insanların ne kadarı evini barkını geri
almaya çalışan Osmanlı Rum köylüleriydi? Buna hakları var mıydı? Biz
yedi düvele ve onların emperyalist
emellerine karşı savaşmamış mıydık?
Peki, düşmanı “denize döktükten”
sonra İzmir’de neden günlerce söndürülmeyen bir yangın başladı? Kimlerin
evi barkı yanıyordu?
Emperyalist kime denir? Sözlükler bu
konuda ne der?
[email protected]
Pêrî Yayınevi
Weşanên Pêri
Niyazi Armutlu
tel & fax: 0216 347 26 44
mobil: 0530 490 58 52
e-mail: [email protected]
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kan Akıtma Yoluyla
İbadetin Din'deki Yeri: Kurban
Kurban adayarak, kan akıtarak Tanrı’yı hoşnut kılmak, ona yaklaşmak, eski
çağlardan beri süregelen bir ibadet
şeklidir ki, bugün artık çağdaş uygarlığa ters düşen bir gelenek olarak görülür. Böyle olduğu içindir ki, “aydın”
din adamı rolünü üstlenmiş görünen
bazı mollalarımız, her konuda olduğu
gibi, kurban geleneği konusunda da
İslam şeriatını “şirin” gösterme yolunu ararlar ve bu amaçla birtakım laf
cambazlıklarına başvururlar. Kurban
kesimine karşı değillerdir, ama kurbanın ibadet amacına yönelik olmadığını
anlatmak için her türlü kurnazlığa hazırdırlar.
Bu nedenle, koyunları boğazlayarak,
yani kan akıtarak, kurban sunmanın,
Allah’ı “kan” ve “et” ile ilişkili kılmak
olduğunu, oysa böyle bir geleneğin
Kur’an’a ters düştüğünü öne sürerler.
Daha başka bir deyimle, bu tür bir ibadetin, uygar toplumlar tarafından artık
“ilkel” bir gelenek olarak görüldüğünü
anladıkları içindir ki, Kur’an’daki verilere göre kurban kesmenin “ibadet”
değil, “sosyal bir yardım türü” olduğunu söylerler. Güya Kur’an, kurban
kesimini kan akıtılsın diye değil, sadece yoksula yardım sağlansın diye öngörmüştür; güya kurban ameliyesinde
“ibadet” olan konu sadece yoksula
yardımdır. Ve işte bu noktadan hareketle bizim mollalarımız, “eğer yoksulun korunması, ona et vermek yerine
başka bir şey vermekle daha iyi sağlanacaksa, o şeyi kurbana tercih etmek
gerekir” derler.
İlhan Arsel
Oysa mollalarımızın bütün bu söyledikleri gerçek dışı olup, sırf Şeriatı
“insani” kılıkta gösterme gayretkeşliğine dayalı şeylerdir. Çünkü, Kur’an,
kurban kesimi ameliyesini, Tanrı’yı
yüceltemeye yönelik bir ibadet olarak
gören ayetlerle doludur. Ne Kur’an’da
ne de Kur’an olmayarak konmuş kurallarda, kurban kesiminin sadece yoksulları doyurmak ve korumak amacıyla gerekli görüldüğüne dair bir
şey yoktur; ya da yoksula para veya
mal şeklindeki yardımın, Tanrı’ya
kurban sunmaktan daha hayırlı bir
iş sayılabileceğine dair hüküm yoktur. Kuşkusuz ki, yoksulu yedirmek
ve içirmek, yoksula yardım etmek hayırlı bir iştir, ama Kur’an, bu tür bir
yardım şeklini, ne kurban kesiminden
daha hayırlı bir iş olarak görmüştür ne
de kan akıtarak ibadeti önlemek için.
Nitekim, din bilgini sayılan yorumculara göre “kurban kesmek, zekat ve
sadakai fitr vermekten daha fazla bir
fedakarlık ifade eden bir ibadettir”(2).
Bütün bunlar bir yana, Kur’an’da, kurbandaki amacın her ne şekilde olursa
olsun kan akıtmayı önlemek olduğuna dair bir işaret de yoktur. Çünkü,
bir kere kurban, eski çağlardan beri
“Tanrı ‘yı hoşnut kılmak ve yüceltmek
amacıyla” uygulanmış olan bir gelenektir ki, genellikle kan akıtılmasını koşul bilir ve Kur’an bu geleneği
bu amaçla benimsemiştir. O kadar ki,
Muhammed’in söylemesine göre, “Bu
cemaatin (Müslüman cemaatinin) mümeyyiz vasfı, kurbanın kendi öz kanı
olmasıdır (kurban olarak, din şehitlerinin katımı sunması)”? Öte yandan
Kur’an’da, biraz ileride göreceğimiz
gibi, kan akıtma şeklindeki kurban kesimi ameliyesinin, başlı başına “ibadet” niteliği taşığını belirleyen birçok
ayet vardır.(3) Fakat, bunları incelemeden önce, “kurban” anlayışının
dayanağı olan kaynağın Kur’an’daki
yerini inceleyelim.
1) Kurban Geleneği’nin Kur’an’a
Alınışında Rol Oynayan Dinsel Etkenler
Kurban geleneğinin Kur’an’da alınışında rol oynayan dinsel olayların
incelemesi bize şunu gösterecektir
ki, Kur’an’a göre kurban kesimindeki
amaç, esas itibariyle yoksula yardım
değil, Tanrı’ya bağlılığın, kan akıtımı
yoluyla saptanmasıdır. Adem’in oğullarının acıklı hikayesi bunun böyle olduğunun ilk kanıtlarındandır.
A) Adem ‘in Oğullarının Hikayesi
anlatılmıştır ki, Tanrı’nın, kurban kesiminden başka bir şekilde kendisine
sunulan kurbandan pek hoşnut olmadığını, kurban ameliyesini yoksullara
yardım şeklinde anlamadığını ortaya
koyar. Gerçekten de ayette şöyle yazılıdır:
“Ey Muhammed! Onlara, Adem’in
iki oğlunun kıssasını doğru olarak
anlat, ikisi birer kurban sunmuşlar.
Birinin kabul edilmiş, diğerininki
edilmemişti. Kabul edilmeyen (kur-
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ban sahibi),‘Andolsun seni öldüreceğim!’ deyince, kardeşi, ‘Allah ancak sakınanların takdimesini kabul
eder’ demişti.” (Maide Suresi, ayet
27).
Ayette açıklık yok, fakat anlatılmak
istenen şey. Adem’in oğullarından
birinin koyun keserek, diğerinin de
toprak ürünlerinden (buğday) vererek
Tanrı’ya kurban sundukları, Tanrı’nın
koyun şeklindeki kurbanı kabul edip
diğerini reddettiğidir. Kur’anı’daki bu
hikayeyi Muhammed Tevrat’tan almıştır. Tevrat’ın “Tekvin” kitabında
anlatılan şekliyle hikaye kısaca şöyledir:
Adem’in iki oğlu olmuştur ki, adları “Habil” ve “Kabil'dir. Bu iki
kardeşten biri olan Habil, koyun
sürüsü güden bir çobandır. Diğer
kardeş Kabil ise çiftçidir. Beraberce
yaşayıp giderlerken bir gün Habil,
gütmekte olduğu sürünün ilk doğanlarından bir koyunu kesip Tanrı’ya
kurban olarak sunar. Çifçilikle uğraşan Kabil ise, Tanrı’ya kurban
olarak toprak ürünlerinden (buğday) sunar. Tanrı, Habil’in sunmuş
olduğu kesilmiş koyunu kurban olarak kabul eder, fakat Kabil’inkini
kabul etmez. Bunun üzerine Kabil,
kıskançlığa kapılıp kardeşi Habil’i
bir vuruşla öldürür (Tevrat, Tekvin,
Bap 4, 19).
Aslı Tevrat’ta bulunan bu hikayenin,
hadislerde ve Kur’an yorumlarında
anlatılan şekli aşağı yukarı böyle.
Dikkat edileceği gibi Tanrı’yı hoşnut
kılan şey, toprak ürünü olan “buğday” şeklindeki kurban değil, kan
akıtılarak sunulmuş olan “koyun”
şeklindeki kurbandır. Belli ki, Tanrı
kendi adına kan akıtılmasından hoşlanmıştır. Ve bu işi yoksullara yardım
olsun düşüncesiyle değil, Habil’in
“takdimesi”nden hoşlandığı için yapmıştır; Habil’in takdimesi ise. biraz
önce gördüğümüz gibi, kanı akıtılan
koyundur. Eğer Tanrı kan akıtılmasından hoşlanmamış olsa, kurbandan
amacın yoksula yardım olduğunu düşünmüş olsa, bunu açıkça bildirirdi.
Oysa böyle yapmamıştır. Belli ki in-
sanların kendisine olan bağlılıklarını
“Tanrı adına” kan akıtılmasına göre
değerlendirmek istemiştir! Bundan
dolayıdır ki, din adına cihata çıkılmasını, kafirlere karşı savaşılmasını, kılıçla vuruşulmasını (kendi adına kan
akıtılmasını) “kutsal” bir şey olarak
görmüştür. Yine bundan dolayıdır ki,
bu savaşlarda ölenleri “şehit” olarak
en büyük mükafatlara layık bilmiştir.
B) İbrahim (“Peygamber”) ile Oğlu
İshak’ın Hikayesi
Kurban geleneğinin, “kan akıtma yoluyla ibadet” demek olduğunun kanıtı
sadece Adem’in iki oğluyla ilgili yukarıdaki hikaye değildir. Tevrat’tan
aktarma olarak Kur’an’da, yer alan
bir başka hikaye vardır ki, İbrahim “Peygamber”in, ibadet yoluyla
Tanrı’ya bağlılığını ispat amacıyla
kendi öz oğlu İshak’ı kurban etmek
istemesiyle ilgilidir. Güya Tanrı,
İbrahim’in imanını denemek için ondan büyük bir fedakarlığı göze alıp oğlunu kurban etmesini istemiş ve onun
bunu yapmaya hazır olduğunu görünce
iman sahibi olduğunu anlamış, bunun
üzerine ona bir koyun gönderip, İshak
yerine koyunu kesmesini emretmiştir.
İbrahim de öyle yapmıştır; yani kendi
oğlunu boğazlayacak yerde, koyunu
boğazlayarak Tanrı’ya karşı ibadetini
tamamlamıştır. Koyunu boğazlaması
ve kan akıtması, Tanrı’ya ibadet için
kendi öz oğlunu feda etmeye hazır
olduğunun sembolik bir ifadesidir.
Söylemeye gerek yoktur ki, bu olayda
“sosyal bir yardım” amacı diye bir şey
yoktur.
Sırf Tanrı’ya bağlılığın kan akıtımı
yoluyla kanıtlanması vardır. Tevrat’taki bu hikayeyi Muhammed, ufak bir
iki değişiklikle Kur’an’a yerleştirmiştir; yaptığı değişiklik, özellikle, hikayede geçen İshak adı yerine İsmail
adını koymak olmuştur. Bilindiği gibi
İsmail, İbrahim’in diğer bir oğludur.
Cariyesi Hacer’den olmuştur. İshak
ise İbrahim’in, kendi eşi olan SaRadan doğma oğludur. Muhammed, kendi kavmi olan Arapları, İbrahim’in ve
İsmail’in soyundan bildiği içindir ki,
böyle bir değişiklik yapmayı uygun
bulmuştur. Fakat, hemen ekleyelim ki,
Kur’an’a koyduğu ayetlerin içeriğini
anlayabilmek için, İbrahim ile oğlunun Tevrat’ta anlatılan hikayesine göz
atmak gerekir.
Tevrat’ın “Tekvin” kitabında yer
alan hikayenin özeti şöyledir: Tanrı,
İbrahim’i denemek ister ve ona şöyle der: “Ey İbrahim! Şimdi oğlunu,
sevdiğin biricik oğlunu, İshak’ı al ve
Moriya diyarına git ve orada sana
söyleyeceğim dağların biri tilerinde
onu yakılan kurban olarak takdim
et” (Tevrat, Tekvin, Bap 22: 13).
Bu emir üzerine İbrahim, uşaklarından ikisini ve oğlu İshak’ı alır, eşeğine palan vurup Allah’ın söylemiş olduğu yere gitmek üzere yola koyulur.
Üç günlük bir gidişten sonra İbrahim,
gözlerini kaldırıp, Tanrı’nın belli ettiği yeri uzaktan görür. Uşaklarına,
“Siz burada eşekle beraber kalın, ben
çocukla beraber oraya gideceğim;
secde edip yanınıza döneriz” der. Ve
sonra bir miktar odunu İshak’ın sırtına
yükler. Eline bir bıçak alarak o belli
edilen yere doğru yol alır. Yolda İshak
babasına sorar: “Ey baba! İşte ateş ve
odun, fakat yakılan kurban için kuzu
nerede?” İbrahim, “Oğlum, yakılan
kurban için kuzuyu Allah kendisi tedarik eder” der. Nihayet, Tanrı’nın
belli etmiş olduğu yere varırlar, orada İbrahim bir mezbah yapıp odunları
dizer ve İshak’ı bağlayarak odunların üzerine yatırır. Sonra eline bıçağı
alır ve tam oğlunun boynunu kesmek
üzereyken Tanrı’nın meleği göklerden
seslenir: “Elini çocuğa uzatma ve
ona bir şey yapma; çünkü, şimdi bildim ki, sen Allah’tan korkuyorsun
ve kendi biricik oğlunu benden esirgemedin” (Tevrat, Tekvin, Bap 22:
412). Bu seslenme üzerine İbrahim
gözlerini kaldırıp baktığında görür
ki, çalılıklar içinde bir koyun (koç)
boynuzlarından tutulmuş durmaktadır. Hemen gidip oradan koyunu
alır ve oğlunun yerine koyunu “yakılan kurban” olarak takdim eder
(Tevrat, Tekvin, Bap 22: 13).
Az geçmeden Tanrı’nın meleği ikinci
kez göklerden İbrahim’e seslenir ve
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şöyle der:
“Mademki her şeyi yaptın ve biricik
oğlunu esirgemedin, seni ziyadesiyle mübarek kılacağım ve senin zürriyetini... deniz kenarındaki kum
gibi çoğaltacağım, senin zürriyetin
düşmanlarının kapısında hakim
olacaktır... çünkü sözümü dinledin”
(Tevrat, Tekvin, Bap 22)
Şimdi bu hikayenin Kur’an’da yer alan
şeklini görelim: Tevrat’ta anlatılan hikayeyi Muhammed, Saffat Suresi’ne
şu şekilde sokmuştur:
İbrahim, kendi kavmini putlara tapmaktan alıkoyamayınca, “Doğrusu
ben Rabbim uğrunda sizi bırakıp
gidiyorum. O beni doğru yola eriştirir” der (Saffat Suresi, ayet 99).
Sonra Tanrı’ya yalvarıda bulunarak
kendisine “irilerden” bir çocuk vermesini ister (Saffat Suresi, ayet 100)
ve Tanrı da ona “yumuşak huylu
bir oğlan” verir (Saffat Suresi, ayet
101). Fakat, İbrahim, Tanrı’ya olan
bağlılığını kanıtlamak için, oğlunu
(İsmail’i) ona kurban etmek ister.
Ve bir gün çocuğunu alıp yola çıkar.
Yolda giderlerken oğluna şöyle der:
“Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykudayken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?” Yani
anlatmak ister ki. Tanrı kendisini
denemek istemiş ve oğlunu kurban
etmesini emretmiştir. Bu beklenmedik soruya oğlu (İsmail) şöyle
cevap verir: “Ey babacığım! Ne ile
emrolundunsa yap, Allah dilerse,
sabredenlerden olduğumu göreceksin” (Saffat Suresi, ayet 102). Bunun
üzerine İbrahim, boğazlamak için oğlunu alnı üzerine yatırır. Fakat, tam
bu sırada Tanrı seslenerek, İbrahim’i
denemek için böyle yapmasını emrettiğini, iyi davrananları ödüllendirdiğini bildirir ve fidye olarak kendisine
büyük bir kurbanlık verir. Kur’an’da
şöyle yazılıdır:
“Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet
gösterip, babası oğlunu alnı üzerine
yatırınca, biz, ‘Ey İbrahim! Rüyayı
gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırız’ diye
seslendik. Doğrusu bu apaçık bir
denemeydi. Ona, fidye olarak büyük
bir kurbanlık verdik” (Saffat Suresi, ayet 103,197).
Görüldüğü gibi bu ayetlere göre Tanrı,
İbrahim’in teslimiyetini denemek istiyor ve bu amaçla ona oğlunu kurban
etmesini emrediyor. İbrahim’in bunu
yapmaya hazır olduğunu görünce,
onun tam bir “iman” sahibi olduğunu
anlıyor ve oğlunun yerine kesilmek
için ona “fidye” olarak bir koyun gönderiyor. İbrahim de kendi öz çocuğunu
boğazlayacak yerde koyunun boğazını
kesiyor! Dikkat edileceği gibi burada söz konusu olan kurban kesiminin, yoksullara yardım gibi sosyal bir
amaçla ilgisi yok.
Tanrı “fidye” olarak İbrahim’e koyun
verirken, kesilecek olan bu koyunun
etiyle yoksulları doyursun diye vermiş değildir. Sadece oğlunu kesecek
yerde, bir hayvanı kessin diye vermiştir. Eğer kan akıtılmasını istemiyor
ve bundan hoşlanmıyor idiyse, neden
İbrahim’e, kesip kan akıtması için koyun verir. “Fidye” denen şeyin başka
şekli yok mudur? Evet, neden dolayı
Tanrı İbrahim’e, kurban olarak ille de
bir canlı bir hayvan, bir koyun vermiştir? Esasen İbrahim, kendi oğlunu
kesmeye hazır olduğunu ortaya koyarak zaten Tanrı’ya olan teslimiyetini
(iman sahibi olduğunu) kanıtlamış
değil miydi? Ve Tanrı bundan dolayı,
“Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın”
diyerek onun sınavdan başarıyla çıkmış olduğunu bildirmiş değil miydi?
Bu durumda “fidye”nin anlamı ne?
Yani neden dolayı Tanrı İbrahim’e,
“fidye” olarak koyun verir ve ille de
kan akıtılmasını ister? “Fidye”denen
şey “kurtulmalık’”demek değil midir? Örneğin, “ibadet sırasında islenen
suçtan, günahtan kurtulmak için verilen şey değil midir?”(4)
İbrahim’in işlediği bir günah yoktur
ki, fidye yoluyla kurtulsun! Aksine,
kavmini ve hatta babasını putperesttirler diye terk etmiş, iman sahibi olduğunu bildirmiş, üstelik kendi oğlunu kesmeye hazır olduğunu ispat
etmekle Tanrı’ya teslimiyetini ortaya
koymuştur. Ve nitekim bundan dolayıdır ki, Tanrı ona, biraz önce belirttiğimiz gibi, “...Ey İbrahim! Rüyayı
gerçek yaptın, işte biz iyi davrananları
böylece mükafatlandırız” diye seslenmiştir. Şu durumda İbrahim’in günahkar bir durumu yoktur; olmadığına
göre neden dolayı Tanrı ona, günahtan
kurtulmak üzere “fidye” olarak koyun
vermiştir?
Kur’an yorumcularına göre, güya İbrahim, eğer bir oğlu olacak olursa onu
Allah yolunda Tanrı’ya kurban edeceğine dair kendi kendine söz vermiş
(yani oğlunu Tanrı’ya adamış), fakat
sonra bu sözünü unutmuştur. Ve işte
“rüya” bunu ona hatırlatmıştır. Her ne
kadar çocuğunu boğazlamaya kalkışmakla Tanrı’ya olan teslimiyetini kanıtlamışsa da, kendi kendine verdiği
sözü yerine getirmemiş durumdadır.
Yani bir bakıma günah işlemiş durumdadır. Ve işte Tanrı ona, bu günahtan
kurtulmak üzere fidye olarak koyun
vermiş, o da koyunu boğazlamıştır.
Bundan dolayıdır ki imamı azam’ın,
“Çocuğunu kurban etmeyi nezredene (adayana) bir koyun kesmek vacip
olur” dediği söylenir.(5)
Bütün bu yukarıda söylediklerimizden
anlaşılıyor ki, Kur’an’a göre Tanrı,
kullarını denemek için “kan akıtma”
ölçeğine başvurma yolunu seçmiştir. Kan akıtılmasından hoşlanamasa,
İbrahim’e koyun yerine cansız bir şeyi
“fidye” olarak sunmasını emrederdi.
Hatta biraz önce dediğimiz gibi, aslında böyle bir şey istemesine de gerek yoktu. Çünkü, İbrahim’i denemiş
ve onun mutlak şekilde boyun eğen
bir kul olduğunu öğrenmişti. O halde
artık ondan, başkaca bir şey beklemesi gerekmezdi. Öte yandan İbrahim’e
kesilmek üzere koyun verirken, bunu,
yoksullara yardım olsun diye vermiş
değildir.Sırf “fidye” olarak vermiştir.
“Fidye” deyimi ise, “kurtulma karşılığında verilen bir şey” anlamına gelir.
Oysa ortada, İbrahim’in kurtulmak
ihtiyacında olduğu bir günah yoktur. Bütün bunlar bir yana, Tanrı’nın
İbrahim’i denemek için bu yollara başvurması da pek anlaşılır gibi değil!
Çünkü, eğer Tanrı, her gizli şeyi bilen
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir “yaratan” ise, kullarının yaptıklarından ve yapacaklarından haberli ise,
o halde İbrahim’i denemek niye? Nasıl
olsa onun ne şekilde hareket edeceğini
zaten biliyor değil miydi?
Öte yandan eğer Tanrı kan akıtma
amacına dayalı kurbandan hoşlanmasa
ve kurban denen şeyi sadece yoksulun
korunması amacına bağlamış olsaydı bunu açıkça belli etmez miydi? Şu
durumda bizim mollalarımızın kalkıp
da, “Yoksulun korunması başka bir
şey vermekle daha iyi sağlanacaksa, o
şeyi kurbana tercih edin” demelerinde anlam olur mu? Bunu söylemekle
Kur’an’ ters düşmüş olmuyorlar mı?
Ve Tanrı’yı, hani sanki amacını açıklayamamış da, onların bu şekildeki
açıklamalarına muhtaçmış gibi bir duruma düşürmüş olmuyorlar mı?
Bu vesileyle ekleyelim ki, aradan 1400
geçmesine ve bu 1400 yıl boyunca insanlık anlayışında nice gelişmeler görülmesine rağmen, İslam ülkelerinde
hala, İbrahim’in yukarıdaki davranışına özlem duyup, oğullarının boğazını kesmek isteyenler vardır. Bunun
utanç verici bir örneğine, bundan 30
,40 yıl kadar önce Türkiye’de rastlanmıştır. Askerden kaçmak isteyen bir
kişi, eğer bu mükellefiyetten şu ya da
bu şekilde kurtulacak olursa, Mızrap
adındaki oğlunu kurban etmeye karar vermiş, gerçekten de askerlikten
kurtulur kurtulmaz oğlunun boğazını
ekmek bıçağıyla kesmiştir. Olay ortaya çıktığında savcılık işe el atmış ve
dava sonucunda bu kişi layık olduğu
cezaya mahkûm olmuştur. Ne esef
vericidir ki, o zamanın yargıtayı, söz
konusu cinayetin “dinsel inançlar” etkisiyle işlenmiş olduğunu, dolayısıyla
bu inançların “cezayı hafifletici sebep”
(“esbabı muhaffefe”) olması gerektiğini bildirerek mahkeme kararını bozmuştur. Olay adalet tarihimizde “Mızrap Çocuk” olayı olarak yer almıştır.
2) Tanrı’ya İbadet Türü Olarak
Kurbanla İlgili Ayetlerden Diğer
Bazı Örnekler
Yukarıda gördüklerimizden başka,
Kur’an’da, kurban kesiminin “ibadet”
türü olduğunu kanıtlayan hükümler
vardır ki, hepsinde amaç Tanrı’ya teslimiyetin, Tanrı’ya bağlılığın ifadesi
olarak yer alır. Hani sanki Tanrı, kendi
yüceliğini ve güçlülüğünü kanıtlayabilmek için hayvan boğazlatarak kan
akıttırma yollarını seçmişe benzer.
Bazı örnekler şöyle:
1- Hac Suresi’ndeki Hükümlere
Göre Kurban Kesimi Ameliyesi,
Tanrı’yı Yüceltmek İçin İbadet Anlamını Taşıyor; Bu Nedenle Kurban
Keserken Tanrı’nın Adının Anılması Gerekiyor (Hac Suresi, Ayet 36)
Hac Suresi’nin 35, 36. ve 37. ayetlerinden anlamaktayız ki, kurban kesimindeki asıl amaç, Tanrı’yı yüceltmek ve
ona şükürler etmektir; bu bakımdan
kurban ameliyesi Tanrı’ya ibadettir.
Her ne kadar Kur’an, kesilen hayvanların yiyecek işini görmesini, isteyen
ve istemeyene verilmesini emretmekle
beraber, hayvan ve kurban kesimindeki asıl amacın, yoksulu doyurmak
değil, Tanrı’yı yüceltmek olduğunu
bildirmekte. Çünkü, güya Tanrı, insanlara doğru yolu göstermiştir ve işte
bu iyiliğinin karşılığı olarak insanlardan kendisine şükretmelerini, kendisini yüceltmelerini beklemektedir.Bunu
yapabilmeleri için de, hayvanları (develeri, sığırları) insanların buyruğuna
vermiştir ki, bu hayvanları kessinler
de ibadetlerini yerine getirebilsinler!
Ve kullarından kurban kesmelerini isterken, Tanrı, bu hayvanların ne
etlerinin ne de kanlarının kendisine
ulaşmayacağını söyler; daha başka bir
deyimle kurban kesiminin kendisi için
maddi bir çıkar sağlamadığını, sadece
kendisini yüceltici bir ibadet olduğunu
anlatmak ister. Yani kurban kesiminde Tanrı’nın güttüğü amaç kendisinin
ibadet yoluyla yüceltilmesini, kendisine şükredilmesini sağlamaktır. Bunun böyle olduğunun iyice anlaşılması
için, kurban keserken, hayvanın ön
ayaklarının bağlanması ve Tanrı’nın
adının anılması gerekir (Hac Suresi,
ayet 35,36). Daha başka bir deyimle
kurban kesimi ameliyesi Tanrı’ya yapılan ibadetin ta kendisidir. Bu konu,
Hac Suresi’nde şöyle belirtiliyor:
“İşte kurbanlık gövdeli hayvanları,
deve ve sığırları, Allah’ın size olan
nişaneleri kıldık. Onlarda sizin için
hayır vardır. Ön ayakları bağlı halde keserken üzerlerine Allah’ın adını anın. Kesilince onlardan yiyin,
isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece .sizin
buyruğunuza verdik. Bu hayvanların ne etleri ne de kanlan Allah’a
ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan
ancak sizin ona yaptığınız ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden,
Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir...”
(Hac Suresi, ayet 36,37)
Görülüyor ki, kurban kesimindeki
amaç, yoksulu doyurmak değil; asıl
amaç Tanrı’yı yüceltmek, Tanrı’ya
şükretmek. Daha başka bir deyimle,
Tanrı, sırf kendisini yüceltilsinler,
kendisine şükretsinler diye kullarına
kurbanlık hayvanları, develeri, sığırları vermiştir. Ve verirken de istemiştir
ki, bu hayvanlar, ayaklan bağlı olarak
ve “Tanrı” adı anılarak boğazlansın,
kanlan akıtılsın; yani kurban kesimi
işi, Tanrı’ya ibadetin bir ifadesi olsun.
2-Tanrı, Vermiş Olduğu Nimet Karşılığı Olarak, Kendisi için Namaz
Kılınmasını ve Kurban Kesilmesini
Emrediyor (Kevser Suresi, Ayet 12)
Biraz önce gördük ki, Kur’an’da Hac
Suresi’nde, kurban kesimi ameliyesi,
Tanrıyı yüceltmek, Tanrı’ya şükretmek amacına yönelik bir ibadet olarak belirtilmiştir. Aynı şey Kevser
Suresi’nde de tekrarlanmakta. Fakat
orada Tanrı’nın Muhammed’e hitabı
olarak şöyle yer almaktadır:
“(Ey Muhammed.’) Kuşkusuz biz sana
Kevser’i verdik. Şimdi sen Rabbine
kulluk (namaz kıl)et ve kurban kes.
Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana
hınç besleyendir” (Kevser Suresi, ayet
1)
3- Görüldüğü gibi, ayete göre Tanrı, Muhammed’e hitap etmektedir;
ona “Kevser”i verdiğini bildirmekte ve verdiği bu nimet karşılığında
Muhammed’den, kendisine namaz
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kılmasını ve kurban kesmesini istemektedir.
Burada geçen “Kevser” sözcüğü, esas
itibariyle “çokluk” anlamındadır ve
yorumcular bunu “çok büyük nimet”
olarak ya da “cennetteki bir havuz”
ya da “cerınetin bütün ırmaklarının
kaynağı olan bir nehir” şeklinde tanımlarlar. Şimdi sorulacaktır: Neden
acaba Tanrı, Muhammed’e böylesine
büyük bir nimet (“Kevser”) vermiştir, verdiği bu nimet karşılığında ondan namaz kılmasını ve kurban kesmesini istemektedir? Sorunun İslam
kaynaklarına göre karşılığı şöyledir:
Muhammed’in, Mekke’deyken ilk karısı Hatice’den dört kızı ve iki (bazı
rivayete göre dört) oğlu olmuş, fakat
oğlan çocukların hepsi de küçücük
yaşlarda ölmüşlerdir.
Her ne kadar Muhammed Tanrı’ya,
oğlan çocuk vermesi için yalvar yakar olmuşsa da, bir türlü oğlan çocuk
edinememiştir. Medine’ye geçtikten
sonra Marya adındaki cariyesinden bir
oğlu olmuş ve ona İbrahim adını koymuş, fakat az geçmeden İbrahim de
hastalanarak ölmüştür. Kendi neslini
sürdürecek bir oğlan edinemediği için
olağanüstü üzülürken, bir de çevresindeki kişilerin kendisi hakkında “ebter” (nesli kesik) diye konuştuklarını
görünce yukarıdaki ayetleri Kur’an’a
koymuştur. Yani anlatmak istemiştir
ki, Tanrı, oğlan çocuk yerine kendisine, büyük bir nimet olmak üzere “Kevser” vaat etmiştir. Bunun karşılığında
da, kendisinden namaz kılmasını ve
kurban kesmesini istemiştir. Çünkü,
“namaz”, kalp, dil ve bedenle yapılan şükrün kendisi olarak önemli bir
ibadet türüdür. Her ne kadar namaz,
“ibadetin başı” ya da “bütün ibadetlerin ruhu” ve. “dinin temeli” sayılırsa
da, sadece namaz yollu ibadet yeterli
değildir.
Tanrı’yı hoşnut etmek için namaz kılmaktan başka kurban keserek de ibadet edilmelidir; kurban kesmek, biraz
önce değindiğimiz gibi yorumculara
göre, zekat ve sadaka vermekten daha
fazla fedakarlık ifade eden bir ibadettir. Bu “fedakarlık” sadece mali
bakımdan değil, sembolik anlamda
kan akıtma bakımından da söz konusudur. Şu nedenle ki, vaktiyle İbrahim
“Peygamber”, Tanrı’ya bağlılığını kanıtlamak için en büyük bir fedakarlık olarak kendi öz oğlunun boğazlayıp, kanını akıtmaya hazır olduğunu
Tanrı’ya anlatmıştı. Onun böylesine
büyük bir fedakarlıkta bulunacağını anladığı içindir ki, Tanrı ona koyun göndermiş ve oğlu yerine koyun
keserek bu işi görmesini bildirmişti.
Bundan dolayıdır ki, kurban kesimi,
büyük bir fedakarlığın ifadesi olmak
üzere, en büyük bir ibadet türü sayılır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
Kur’an’a göre Tanrı, kendisine “tefekkür” anlamına gelen ve sırf yüceltilsin
diye kendisi için kurban kesilmesini
emrediyor. Daha başka bir deyimle,
yoksullara yardım amacıyla değil, asıl
kendisine ibadet edilerek mirınettarlık
gösterilsin diye kurban kestiriyor.
4- Tanrı, Ateşin Yiyeceği Bir Kurban Getirmedikçe Hiçbir Peygambere İnanılmamasını Emretmiş (Ali
İmran Suresi, Ayet 183)
“Kurban” öğesinin “peygamberliğin”
bir işareti olduğuna ve “ateşin yakıp
kor edeceği bir kurban getirmedikçe”
hiçbir peygambere inanmamak gerektiğine dair Kur’an’da, şöyle bir ayet
vardır:
“... ‘Doğrusu, ateşin yiyeceği bir
kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamak üzere Allah
bize ahit verdi’ diyenlere, sen. Ey
Muhammed de ki, ‘Benden önceki
peygamberler size belgeler ve dediğiniz şeyi getirdi. Doğru sözlü iseniz
niçin onları öldürdünüz?’...” (Ali
İmran Suresi, ayet 18.)
Bu ayeti Muhammed, Medine’de-
ki Yahudilerin kendisini “peygamber” olarak kabul etmemek amacıyla,
“Doğrusu ateşin yiyeceği bir kurban
getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamak üzere Allah bize ahit verdi...”
şeklindeki iddialarını çürütmek için
koymuştur. İslam kaynaklarına göre
hikaye şöyle: Medine’deki Yahudilerin önemli kişilerinden bazıları ki
aralarında Ka’b İbni Eşref, Malik
İbn Sayf, Vehb İbn Yahuza, Zeyd İbn
Manuh, Finhas İbn Azura, Huyey İbn
Ahtab gibi kişiler bulunmaktaydıgelip
Muhammed’e şöyle derler:
“Sen, (Tanrı’nın) seni bize bir Resul
olarak gönderdiğini ve sana bir kitap
(indirdiğini) iddia ediyorsun. Halbuki
Allah bize, Allah tarafından gönderildiğini iddia eden bir Resul bize ateşin
yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine iman etmemekliğimize dair ahit
vermiş, yani böyle (emreylemişti). Dolayısıyla, sen böyle bir mucizeyi gösterirsen seni tasdik ederiz.”
Yani anlatmak isterler ki, gökyüzünden inen bir ateşin yakıp kor edeceği
bir kurban getirmedikçe, Muhammed’i
“peygamber” olarak kabul etmeyeceklerdir. Onların bu sözleri üzerine
Muhammed, istenilen mucizeyi gösteremeyeceğini bildiği için, Tanrı’nın
yukarıdaki ayeti indirdiğini ve bununla şunu anlatmak istediğini söyler:
“Muhammed' den önce size, o söylediğiniz kurban ve nar mucizesiyie
peygamberler geldi. Bunlar arasında
Zekeriyya, Yahya ve diğer İsrail peygamberleri vardı. Fakat, siz onları
öldürdünüz. Eğer siz, sözünüzün delaleti veçhiyle, ‘Bu kurban mucizesi
gösterilirse iman edeceğiz’ demekte
sadık ve ciddiyseniz, o peygamberleri niçin katlettiniz. Yani sizin ecdadınız onları katlettikleri gibi siz de
bugün hala onların düşündüğü gibi
düşünüyorsunuz. Onların işledikleri
bu cinayetleri hala onaylıyorsunuz. O
peygamberlere iman etmiyor ve o cinayetlerden tevbekar olmuyorsunuz.
Oysa Muhammed’e iman etmek için,
bütün bu peygamberlere iman etmek
şarttır. Siz onları tasdik etmeden ve o
günahları tevbe etmeden Muhammed’i
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
onaylamış olamazsınız. Ve mademki
onlar kurban mucizesini de gösterdikleri halde hala iman etmiyorsunuz,
o halde muhakkaktır ki, bugün talep
ettiğiniz bu mucizeye yine iman etmeyeceksiniz. Dolayısıyla, ahit davanız iftira olduğu gibi, bu talebiniz de
yalandandır. Bu iftirayı onaylayacak
nitelikte bir mucize olamaz... “
Dikkat edileceği gibi Muhammed’in
söylemesine göre “kurban mucizesi”,
daha önce İsrailoğullan’na gönderilmiş olan peygamberlerin “peygamberlik” belirtisi olduğu halde, Yahudiler
bu peygamberler ki Muhammed’e göre
hepsi de “Müslüman” olarak gönderilmişlerdir inanmamışlardır, hatta onları öldürmüşlerdir. Şu durumda eğer
kendisi de “kurban” mucizesi göstermiş olsa Yahudiler ona inanmayacaklardır.
5- Allah’a Karşı “Hac ve Umre”
Şeklindeki ibadetin, Kurban Kesmek Şeklinde Yerine Getirilmesi
(Bakara Suresi, Ayet J96) Kur’an’ın
bildirmesine göre, Mekke’deki Kabe,
“insanlar için ilk kurulan” ve insanlara “doğru yolu gösteren ev”dir, orada
Müslümanların ilki olan İbrahim’in
makamı vardır ve Kabe’yi “hac” biçiminde ziyaret Tanrı’nın insanlar
üzerindeki hakkıdır (Ali İmran Suresi, ayet 95 97). Ve bu hakkını Tanrı.
İbrahim’e yaptığı şu çağrıyla belli etmiş, şöyle demiştir:
“(Ey İbrahim!)... insanları hacca
çağır! Yürüyerek ve arık develere binmiş alarak gelirler sana ki, o
develer, her bir uzak yoldan kopup
gelirler. Kendi yararlarına olanları
görsünler. Tanrı’nın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların belirli günlerdeki kurban edilmeleri
sırasında Tanrı ‘nın adını ansınlar.
Yiyin bunlardan. Ve güç durumdaki
yoksulu da doyurun... “ (Hac Suresi,
ayet 26, 29).
Yani Tanrı, Müslüman kullarını Kabe’deki evine çağırıyor ki, gelsinler
de, orada, Tanrı’nın kendileri için yaptığı iyilikleri anlayıp kendisine şük-
retsinler, kurban kessinler diye. Öyle
anlaşılıyor ki Tanrı’nın hakkı, sadece
insanlara birtakım nimetler sağlamasından değil, bir de İbrahim’e, oğlunu
kurban edip onun kanını akıtacak yerde, koyunun kanını akıtma olasılığını
sağlamasından doğmuştur. Hani sanki Tanrı, “Ey insanlar! Ben sizi, bana
şükretmeniz için kendi çocuklarınızı
kesme zorunluluğundan kurtarıp, hayvan kesme olasılığına kavuşturdum.
Bu nedenle sizin üzerinizde bu bakımdan da hakkım var. Benim adıma kurban kesin” der gibidir.
Bu itibarla Kabe’ye hediye edilen
kurbanlar, Tanrı’ya şükür anlamında
ibadet etmektir (Elmalılı Hamdi Yazır, age, c., s.714). Bundan dolayıdır
ki, kurbana “hürmet” gerekir (Maide
Suresi, ayet 12). Kuşkusuz ki, kesilen
kurbanın eti yenecektir. Fakat, kurban kesimindeki asıl amaç, Tanrı’ya
şükranda bulunmaktır ki, ibadetin ta
kendisidir. Öte yandan hac görevini
ya da “küçük hac” denen umreyi (omreyi) yapmaktan alıkonan kimselerin
Kabe’ye kurban hediye etmeleri gerekir. Yine bunun gibi hastalık vd... gibi
nedenlerle hac ziyaretini yerine getiremeyenler, fidye olarak kurban keserler, oruç tutarlar ya da sadaka verirler.
Bakara Suresi’nde şöyle yazılıdır:
“Başladığınız hac ve umreyi Allah
için tamamlayın. Alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderin.
Kurban, yerine ulaşıncaya kadar,
başlarınızı tıraş etmeyin, içinizde
hasta olan veya başından rahatsız
bulunan varsa fidye olarak da oruç
tutması, ya sadaka vermesi ya da
kurban kesmesi gerekir...” (Bakara
Suresi, ayet 196).
Görüldüğü gibi burada kurban kesimi,
hac ve umre şeklindeki ibadetin yerine
getirilmiş olmasını sağlıyor; yani yoksula yardım, yoksulu doyurmak için
öngörülmüş değil; sadece Tanrı’ya
ibadetin şekillerinden biri olarak belirtiliyor. Bunun dışında “oruç tutmak” ya da “sadaka vermek” var ki,
bu sonuncusu yoksula yardım öğesini
de kapsar nitelikte. Ancak, asıl önemli
olan şey kurban kesmektir, yani Tan-
rı için kan akıtmaktır. Fakat, herkesin
mali durumu buna yeterli olmadığı
için, kurban kesemeyenlere diğer kolaylıklar sağlanmıştır ki, bu. yoldan
Tanrı’ya şükranlıklarını belli etsinler
diye.
6- Kabe’ye Kurban Hediye Etmek
Yoluyla Tanrı’ya İbadet Usulü (Maide Suresi, Ayet 2, 95)
Kurban kesiminin, sosyal yardımlaşmanın bir türü olmasından çok,
esas itibariyle kan akıtmak şeklinde
Tanrı’ya ibadet olduğunun diğer bir
kanıtı, Kabe’ye kurban hediye etmekle
ilgili hükümlerdir ki, bunlar arasında
Maide Suresi’nin 2. ve 95. ayetleri bulunur. Gerçekten de Maide Suresi’nde
“kutsal” olarak nitelendirilen bazı şeyler vardır ki, bunlara “hürmet” edilmesi emredilmiştir. Örneğin, “Tanrı’dan
bol nimet ve rıza” dileyerek Beyti
Haram’a gelenlere “hürmet” edilmesi
gerekir. Fakat, bir de Kabe’ye hediye
edilen “kurbanlığa” da “hürmet” gösterilmesi emredilmiştir: hatta sadece
kurbanlığa değil, kurbanlık belirtisi
olmak üzere herhangi bir şeyden takılan gerdanlıklara da “hürmet”gerekir.
Ayet şöyle diyor:
"Ey inananlar!... (Kabe'ye) hediye
edilen kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rablerinden bol
nimet ve rıza talep ederek Beyti
Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.." (Maide Suresi, ayet 2).
Daha başka bir deyimle Kabe'ye hediye edilen kurbanlık, ibadet aracı
olarak "hürmet" edilmeye layık bulunmuş olmaktadır.
Yine Maide Suresi'nde kurban kesiminin, bazı günahlardan (örneğin, ihramlıyken avı öldürmek gibi günahlardan) kurtulmak için iş gören bir ibadet
yolu olduğunu gösteren bir ayet vardır:
"Ey inananlar! ihramlıyken avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğü
kadar olduğuna içinizden iki adil
kimsenin hükmedeceği, Kabe'ye
ulaşacak bir kurbanı ödeme ya da
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
düşkünlere yemek yedirmek şeklinde keffarei veya yaptığının ağırlığım tatmak üzere bunlara denk
oruç tutmak vardır..." (Maide Suresi, ayet 95).
Görülüyor ki, ihramlıyken "avı öldürenler" (eğer bu işi bile bile yapmışlarsa) günah işlemiş oluyorlar. Günahtan
kurtulabilmek için ya düşkünlere yemek yerdirmeleri ya oruç tutmaları ya
da Kabe'ye ulaşacak bir kurbanı ödemeleri gerekir. Dikkat edileceği gibi,
burada kurban kesimi, yoksulu doyurmak için öngörülmüş değildir. Çünkü,
ayet, yoksulu doyurma işini, günahtan
kurtulmanın bir başka yolu olarak
belirtmiştir. Ayette geçen "kurban
ödeme" deyimi, Tanrı'ya "takdimede"
bulunarak günahtan kurtulmayı öngörmektedir ki, bu da ibadetten başka
bir şey değildir.
7- Tanrı, Kendi Yüceliğini ve Güçlülüğünü Kanıtlamak Amacıyla
Musa'nın Kavmine İnek Boğazlatıyor; Boğazlattığı İneğin Kemiğiyle
Ölü Diriltiyor (Bakara Suresi, Ayet
67,73)
Bakara Suresi'nde Musa ve kavmiyle
ilgili bir hikaye var ki, Tanrı'nın sığır
boğazlatarak ölüleri diriltebilir olduğunu anlatır. Hikayenin özeti şöyledir:
Musa bir gün kendi kavminin insanlarına, "Allah muhakkak bir sığır boğazlamanızı buyuruyor" der (Bakara
Suresi, ayet 67). Onlar, "Bizi alaya
mı alıyorsun?" diyerek önce itiraz
ederler. Çünkü, akıllarından Tanrı'nın
kendilerinden inek kurban etmelerini
isteyebileceği ihtimalini geçiremezler.7 Bununla beraber az sonra fikir
değiştirirler ve ne cins bir sığır boğazlamaları gerektiğini sorarlar: "(Ey
Musa) Rabbine bizim adımıza yalvar da onun (sığırın) mahiyetini bize
bildirsin" (Bakara Suresi, ayet 68).
Musa'nın sorusu üzerine Tanrı, kesilecek sığırın "ne kart, ne körpe, ikisi
ortası yaşta, kusursuz, alacalı ve tarlada fazla kullanılmamış" olmasını ister. Tanrı'nın istediğine uygun bir sığır
bulunup boğazlanır. Bunun üzerine
Tanrı, Musa'nın kavmine hitaben "Siz
bir kimseyi öldürmüş ve bunu birbiri-
nize atmıştınız: oysa Allah gizlemekte
olduğunuzu ortaya çıkaracaktır" der
ve "Sığırın bir parçasıyla ona (ölüye)
vurun" diye ekler. Dediği gibi yaparlar
ve sığırın bir parçasıyla ölüye vururlar; ölü dirilir. Tanrı onlara şöyle der:
"İşte böylece Allah ölüleri diriltir ve
aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir" (Bakara Suresi, ayet
69 ,73).
Kur'an, öldürülen kişinin kim olduğunu ve neden Tanrı'nın boğazlattığı bir
ineğin parçasının vurulmasıyla ölüyü
dirilttiğini açıklamıyor. İslam kaynaklarına göre rivayet şöyledir: Musa'nın
kavminden çok zengin bir adam varmış; bu adamın bir oğlu ve birçok
yeğeni bulunuyormuş. Bu yeğenler
zengin amcalarının mirasına konmak
için onun oğlunu gizlice öldürmüşler,
sonra cenazesini kapıya koyup bağırıp çağırmaya ve cinayeti onun bunun
üzerine atmaya kalkışmışlarmış. Katil
bulunamadığı için toplumda fitne çıkmış. Ve işte katili meydana çıkarmak
amacıyla Tanrı, Musa'nın kavmine
sığır boğazlamalarını ve sonra sığırın
bir parçasıyla ölünün üzerine vurmalarını emretmiş imiş.8 Pek güzel, ama
bütün bu işler için ineği boğazlatıp kan
akıtmak niye? Eğer Tanrı, yüceliğini
ve güçlülüğünü kanıtlamak için ölüleri diriltebilir olduğunu ortaya koymak
istiyor idiyse, mutlaka sığır boğazlatıp
onun kemiğiyle ölüye vurdurtması mı
gerekirdi? Bu işi sığırı boğazlatmadan
ve ölüyü oracıkta canlı duruma getirmek yoluyla yapamaz mıydı?
Her ne olursa olsun, yukarıdaki ko-
nular şu gerçeği ortaya koymaktadır
ki, “kurban kesimi”, esas itibariyle
yoksula yardım amacına dayalı bir
gelenek değildir; bu gelenek, esas
itibariyle Tanrı adına girişilebilecek
fedakarlıkları ortaya koymak üzere
Tanrı adına kan akıtmak, böylece
Tanrı’yı hoşnut edip günahlardan
kurtulmak gibi bir amaca dayalıdır.
Kur’an’daki yeri de bu anlamdadır.
Dipnotlar:
1 Mahiyat fakültelerinden birinde öğretim üyeliği yapan bir kişinin, “Kurban ‘Kesmek’ ‘ibadet mi?” başlıklı
yazısı için bkz. Hürriyet gazetesi, 2
Nisan 1999.
2 Bu alıntı için bkz. Elmalılı H. Yazır,
age, c.8. s.6197.
3 Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, “Kurban” maddesi. Kaynak Yayınlan, birinci basım. Ekim J994. c.7,
s.307.
4 Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi. “Fidye” maddesi. Kaynak Yayınlan,
bilinci basını. Temmuz 1994. c.5, s.l
19 vd.
5 Yorumcuların bu konudaki açıklamaları için bkz. Elmalılı H. Yazır,
Hak Dini. Kur’an Dili. Bedir Yayınevi, 1993. c.5. s.4063.
6 Elmalılı H. Yazır. age, c.2, s. 1243.
Elmalılı H.Yazır, age, c.l.s.381.
Elmalılı H. Yazır, age. c.l, s.386 vd;
ayrıca bkz.İlhan Arsel, Şeriat'tan
Kıssa'lar, Kaynak Yayınları, birinci
basım. Temmuz 1996.
Kaynak:
http://www.cafrande.org/?p=22687
izmir dikili çandarl arasında deniz köyde
BİMEYKO sitesinde deniz manzaralı
304 ada blok 53 de 11. numaralı arsa satılıktır.
378 metrekar %20 - 2,5 kat inşaat
müsadeli tüm altyapısı bitmiş durumda.
mustakil tapulu fiyatı 50.000 tl.
http://www.bimeyko.info/default.asp?id=45
[email protected]
tel: 00 49 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
taylı bilgi için Aras Yayınları'ndan çıkan "Dersim Seyahatname - Antranik"
adlı kitaba bakabilirsiniz.
HERKESİN SAKLADIĞI SIR: GAYRİMÜSLİM
KIZILBAŞ DERSİM! ‘37-‘38 ÖNCESİ “GERÇEK DERSİM”İ GÖRMÜŞ BİR ERMENİ - BİR
TÜRK İKİ FARKLI GÖRÜŞ “TEK GERÇEK”
Dersim denildiğinde akla ilk Alevilik
gelir. Anadolu Alevisi yani Kızılbaşların İslam zulmüne karşı kalesi olmuştur Dersim. Osmanlı'nın defalarca
saldırdğı ama zaptedemediği Dersim,
artık Osmanlı zulmünün ve İslam şeriatının bittiğini sandığı bir zamanda
bu seferde T.C. devleti tarafından hile
ve yalanlarla soykırıma uğramıştır.
Dersim halkı çocuk, kadın, yaşlı, genç
demeden topluca sistematik olarak katledilmiş, Yavuz döneminden sonra en
büyük Alevi katliamını yaşamıştır.
Dersim halkı ve Alevi önderleri katledilmeseydi bugün Alevilik bambaşka
bir şekilde anılacaktı. Alevilik başlıbaşına bir din kabul edilecek, İslam'dan
bağımsız olduğu apaçık meydanda
olacak ve bu sözde laik aslında Türkİslam cumhuriyeti olan T.C. devleti
için kendi ideolojisinin ürünü tarih
yazımlarını da yerle bir edecek, hatta ülke genelinde sayısı en az 25 mil-
yon olan Alevilerin siyasi tecihlerini
bambaşka yönlere götürüp bugün çok
farklı bir Türkiye izlemize sebep olacaktı muhtemelen. 1937-38 öncesinde
herkesin bildiği Alevizm dini gerçeği
Dersim'i gezme ve yakından inceleme
imkanı bulmuş, izlenimlerini de yazıya dökmüş buna karşılık birbirine zıt
iki dünya görüşünden, iki farklı inançtan (hrıstiyan ve müslüman) ve halktan
iki insanın farklı dönemlerde (en az 40
yıllık bir ara ile) aktarılmış görüşlerini size aktaracağız. Dersim konusunda
ikisinin de kesin olarak hemfikir olduğu tek nokta Dersimlilerin Alevilik
olarak bilinen inançlarının İslam dışı
kendine özgü bir din olduğudur.
Ermeni Antranik; Dersim'e ilki 1888,
ikincisi ise 1895 yılında olmak üzere
iki seyahat yapmıştır. Burada Dersim'in inancı hakkındaki fikirlerinin
sadece özetine değineceğiz daha de-
Dersimlilerin inancı için şöyle diyordu Antranik: "Dersimlilerin kendine
özgü, hiçbir kitaba bağlı kalmadan
sözlü olarak aktardıklerı bir dinleri
vardır. Ama bu dine ne ad verilir bilemiyoruz. Ne Hristiyan, ne Müslüman
ne de Musevi. Hepsinin karışımı; eski
ve yeni tüm dinlerin karışımı. Seyitler
ve dedelerin din adamı olarak evleri
ayrım gözetmeden dolaşıp ziyaret etmek, ahlak ve dini öğütlerle telkinde
bulunmak gibi bir görevleri vardır.
Ziyaretleri teselli amaçlı olan seyitler
ve dedeler ise, Hristiyan din adamı
için İncil ne ise onlar için de ayrılmaz
bir yoldaş olan sazlarını alır, evin baş
tarafına geçer ve çeşitli geleneksel
türküler, ağıtlar, büyük ölçüde de destanlar çalıp söylemeye başlarlar. Eğer
bütün bunlar toplanmış olsaydı belki Homeros'un destanları gibi önemli
şeyler ortaya çıkardı; çünkü söyledikleri şarkılar genellikle kendi tarihleri
üzerinedir ve hemen tümüyle destanlardan ibarettir. Halk arasında barışı
sağlamak dedenin görevidir.
Dersimlilerin ruhun tekrar dünyaya
geri geldiğine dair sarsılmaz bir inançları vardır. Dersimliler aynı zamanda
güneşe, aya, çeşitli parlak yıldızlara
(gezegenler), şafağa, günbatımına, havanın çeşitli durumlarına her birine birer anlam yükleyerek huşuyla taparlar.
Aynı şekilde ateşe, suya, toprağa, taşa,
oduna, bitkiye, ağaca vs. de inanır, tapınırlar."
Hasan Reşit Tankut ise devletin birçok
kademedelerinde (Muş, Maraş, Hatay
ve Mardin milletvekillikleri dahil) ve
Türk Dil Kurumu'nda önemli görevler
üstlenmiş, fikirlerinden de anlaşılacağı üzere Türk-İslam resmi ideolojisini
fanatikçe savunan biridir. 1930'lu yılların başında Dersim'i gezmiş, Dersim halkının konuştuğu dilden, kültür
ve inancına, yaşam şekli ve fiziksel
özelliklerine kadar geniş bir araştırma yapmış bunları da raporlar halinde
devlete sunmuştur. 1937-38 yıllarında
yapılan Dersim harekatının arkasında
yatan asıl gerçek olan Dersim halkının
toplu imhası ve kalanların inançsal,
kültürel ve ana dil yönünden tamamen
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
asimilasyonu planında Tankut'un aktardığı raporların önemli bir yeri vardır. Burada kısaca aktaracağımız fikirlerin detaylarına ulaşmak için Kalan
Yayınları'ndan çıkmış "Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkitler" isimli kitaba
başvurabilirsiniz.
Tankut, Dersimlinin inanç felsefesini şöyle özetliyor: "İfadesi muğlak,
mütaleası müşkil bu kainatın içinde
ben yani insan, hakikat, ayan zahir ve
cali olarak bulunuyorum. Binaenaleyh
her şeyin üstünde ben varım. Hürmete, ibadete, ancak ben layıkım. Ve hiç
şüphe yok ki Hak münhasıran benim
varlığımdır. Buradan itibaren insana
tapmak başlıyor. Bilinmeyen noktalara
bağlı akıl ipleri baltalanmıştır. Şeriat
ve Allah kanunları yoktur. Bir hazret
var ki adı dün de insandı bugün de insan. Bugünkü Zazalar'ın hemen hepsi
mahiyeti bundan ibaret bir din taşımaktadır."
Dersimlilerin dininin İslam'dan bağımsız ayrı bir din olduğunu üstüne
basa basa belirtiyor:
"Bingöl'den hatta Pasinler'den başlayarak Sivas içlerine kadar uzanan Zazalık tamamiyle Alevi'dir. Dersimliler
bunlardandır. Görünürde Türkiye'de
yalnz Müslümanlık var sayılır. Halbuki işin içyüzü hiç de öyle değildir.
Aleviliği İslam'ın bir mezhebi veyahut
bir tarikatı sayanlar, tamamıyle aldanmışlardır. Rabbülalemin olan İlahi Resulullah olan Muhammed'i, kelamullah
olan Kur'anı ve hadisleri bulunmasına
rağmen Alevilik Müslümanlık değildir. Onu Şii'likle karıştırmak da hata
olur."
Anadolu'nun farklı yörelerindeki Alevi
ve Kızılbaşlardan da bahseden Tankut sözlerine aynen şöyle devam eder:
"Karşılarındaki Müslümanın kendileri
gibi Türk olması ehemmiyete alınmaz.
O ne olursa olsun, değil mi ki Müslümandır, kendilerinden değildir. Ve
Müslümanlık karşısında cephe tutmaları hem dinlerinin emri hem menfaatlarının icabıdır. Böyle bir hal belirince
Dersimli Alevi ile Komanlı Kızılbaş,
Adanalı Nuseyri, Ege mıntıkasındaki Tahtacı, Hafik'teki Hopyarlı derhal
birleşebilir. Çünkü düşman birdir ve
Müslümanlıktır."
Suriye iç savaşından İstanbulda Pir Sultan Abdal Dderneği - Cemevine
sığınan Aslan Muhammet ile İsmail Ahmer Derimiz Yazarlarından
Erdal Yıldırım ile
Almanya’da yaşayan duyarlı
dostların kendi aralarında
yaptıkları bu değerli
dayanışmadan 713,00 €
1925,00 tl. toplayıp savaş maduru 2 aileye dosteli uzattılar.
Kızılbaş Dergisi GYY. Ali Ülger
ile yardımı direk madurlara
ulaştırdılar 12 kişiden oluşan 2.
aileye elden sunulan bu yardım
karınca kaderince sıkıntılarını
hafifleteceği için sevindiler.
Yardım sunanlara tek tek
şükarnların sunup selamlarını
gönderdiler.
Ulaşım ve teslim süresince bize
zaman ayırıp işleri kolaylaştıran
arkadaşımız Erdal Yıldırım ile
Dernek Başkanı Fethi beye de
teşekür ediyoruz.
1. Louis Akan 50 €
2. Serdar Bakir 100 €
3. Mustafa Sahin 25 €
4. Mediha Toprak 20 €
5. Demirel ailesi 60 €
6. Ali Agirgöl 50 €
7. Serkan Ersöz 50 €
8. Gülsün Erten 50 €
9. Gül Ugur 100 €
10.Özlem Erol 20 €
11.Meryem Tunc 50 €
12.Cüneyt Korhan 20 €
13.Serpil ve Levent Mete 100 €
14.Duygu Eligüzel: 30 €
hor baktık mi karıncaya
kırdık mi kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana..
(HASAN HÜSEYiN KORKMAZGiL)
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜĞE Mİ,
YOK EDİCİLİĞE Mİ?
mürgeci rejimden kopmamışlar tarafından da çok ucuzundan “emperyalizmin
işbirlikçisi Kürtler” olarak suçlansın,
ama yine de onları “dost” müttefik görmüş olsun!
Bir halk düşünün ki, kendi tarihi toprağında “yok” sayılsın!
Bir halk düşünün ki, diğer tüm otokton
halklar ile birlikte “varlığı Türk varlığına armağan” edilsin!
Bir halk düşünün ki, en dinamik unsurları başkasının politik çıkarlarına malzeme edilsin!
Bir halk düşünün ki, kendini, kendi ülkesinin ismi ile anmaktan alıkonulsun!
Bir halk düşünün ki, kendi ulusunun ve
aidiyetinin ismini zikir etmekten korkar
olsun!
Bir halk düşünün ki, kendi kimliğiyle
kendisini andığında, aşağılanma, hapishane, işkence ve sürülme ile terbiye
edilmiş olsun!
Bir halk düşünün ki, kendisi beş parçaya bölünsün, beş parçadakiler birbirlerinden ayrı, bu durumu görüp karşı
çıkana da; “bölücü”, “ayrılıkçı”, “terörist”, “eşkıya”, “çapulcu”, “hain” vs. ile
itham edilsin ve bu itham edilmelere sesiz kalsın!
Bir halk düşünün ki, kendini idare etmeyi arzuladığında; “bu bir isyandır”
denilerek sürgünlere ve katliamlara tabii tutulsun!
Bir halk düşünün ki, kendi dilini kullandığında; “Türkçen bozulur!” denilerek kullanılmaktan men edilsin.
Bir halk düşünün ki, yatılı bölge okullarına alınan bebelerine yıllarca kışla
eğitimi verilerek dillerinde sigara söndürülerek, iğne batırılarak, kırbaçlanarak dillerini kullanmayı kendilerine
yasaklansın ve tabu kılınsın!
Bir halk düşünün ki, “Türklüğe adapte
olsunlar diye, 250.000 insanı Türk ulus
devletine kurban eden kendisi ecnebi
olmasına rağmen, “ata”, “kurtarıcı” bellensin ve kendisini toplumu kurban edecek kadar korkuyla kutsatılmaya kalkılsın ve buna karşılık buldurtsun!
Bir halk düşünün ki, dini, inancı kendi
ülkesel, ulusal inkârında malzeme edilmiş olsun ve “sen alevi isen Türksün”
“Türk değilsen yoksun! Yok olursun!”
“Müslümanlık Türklüktür” denilsin.
Bir halk düşünün ki, dini inançlarından
sebat etmesin diye, Halife Arap, Hali-
Ahmet ÖNAL
fe Osmanlı ve Modern Cumhuriyeti ve
laiklik lafzı ile tekçi bir din, tekçi bir
zihniyet, faşizan bir güruh ile yaşamı
kendisine “cehennem” kılınsın!
Bir halk düşünün ki, şaha, padişaha, paşaya tapar duruma getirilerek kendine
küfür edene, zulüm edene, zorla sevgi,
zorla saygı ve zorla terbiye edilmek suretiyle adlarına kurban edilecek köleler
durumuna getirilsin, sokulsun!
Bir halk düşünün ki, en basit sorunu bahane edilerek, iç kavgalar çıkartılarak,
birbirlerine kışkırtılarak, özgüvenleri yitirilerek kendinden aciz edilsin ve
zihnen de sömürgeleştirilerek özgürlüğü istemez olsun!
Bir halk düşünün ki, dede hatta babaları
Türkçe bilmiyorken, çocukları, torunları onların dilini konuşmasın, nefret etsin ve “gereksiz dil” olarak “seviyesiz,
medeni olmayan dil” ile itham edilsin!
Bir halk düşünün ki, 200 yıl özgürlüğü
uğruna mücadele etmiş olmasına rağmen, ne istediğinden istikrarsızlığa düşürülsün.
Bir halk düşünün ki, dünyada ilk savaş
uçakları, ilk gazlı bombalar kendilerinden denenmiş olsun, ancak bu halk
kendisine karşı oluşan dünya nizamnamesinden habersiz, tarih bilincinden
yoksun, kendisine yabancı, kendini görmez, kendisi için eşitliği istemez, istenilmez duruma sokulsun!
Bir halk düşünün ki, emperyalistler tarafından parçalanıp bölüştürülsün, bunu
kabul etmeyip kesintisiz ikiyüz yıllık
bir özgürlük mücadelesi geleneğinden
kopmamış olsun, ama soykırımcı-sö-
Bir halk düşünün ki, varlığı elinden
alınmış, dilenci, onursuz ve siyasette
başkasının kölesi konumuna sokulup
piyasada pespaye edilsin ve bağımsızlığını savunanlara burun büksün, ağız
eğmiş olsun!.
Bir halk düşünün ki; gerek ekonomik ve
gerekse askeri ve siyasi kıskaca alınarak yerinden-yurdundan edilip metropollere doğru itilmiş ve şu anda gelecekleri olan çocuklarından dil, gelenek,
görenekleri ile ulusal varlıklarından koparılmış, adeta çocukları ulusal tarihlerine karşı yaşamsal olarak köprüleri
atmış, Türk egemen sistemi tarafından
Türklük kıskacında öğütülürken, kendileri tepkisiz ve karın doyurmanın mücadelesinde oyalatılıyor duruma düşürülmüş olsun.
Bir halk düşünün ki, iş-ekmek bulma
vaadiyle, onursuzca kimlikleri ellerinden alınmış duruma sokulsun!
Çok kültürlü, çok aidiyetli, çok dinli bir
halk düşünün ki, kimlik ya da kimliğinin birini (Rayê Heq -Hak yolu- inancındakileri Kürdlüğe, Müslümanlığı
Kürdlüğe karşı)ulusal kimliğine karşı
kullanılıp, birini savunayım derken, diğerinden koparılıp dost olmayan projelerinde kullanır olsun!
Bir halk düşünün ki, diyalektleri, şiveleri, ağız farkları ve çok kültürlülüğü zenginliğine vesile olan ayrılıkları bahane
ederek, “böl yönet” fesatlığına araç
edilmek istenmekte ve bundan aleyhine
sonuçlar çıkarılabiliniyor olsun!
Bütün bu olumsuz gidişata karşı, canını
dişine katarcasına durmak isteyenler de
yok değil!
Geçmişi bir tarafa koyarsak, son 30-40
yılık direnişinde 60.000 insanını kaybetti.
Kürd toplumu, Köylülükten; Kentli köy-
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lüler mutuna sokuldu.
Köylüler göçertildi, kaynaklarından
beslenmekten alıkonuldu. Savaş mağduru Kürtler; çetecilerin, kapkaççıların,
kirli ilişkilerin içine çekildiler ve bunun
üzerinden aidiyetlerine, kimliklerine
bu minvalden de saldırmanın zeminini
oluşturmuş oldular.
Kürd aydınları da bu duruma karşı dururken kırıldılar.
3.700 Kürd aydını insan göz göre göre
Kürdler terbiye edilsin, Kürdlük savunulmasın diye ölümlere gönderildi. Vedat Aydın, Mühsin Melik, Hasan Deniz,
M. Sabri Kızılkan ve diğerleri…
200 yıllık özgürlük mücadelesi bu ruhun üzerinde şekillendi. Bunu daraltmanın, içeriğinden boşaltmanın anlamı
olmamalı!
Bu gidişatta korkaklaşanlar, korkarak
karşı çıkanlar oldu.
Kimileri malzeme edildi, Osmanlının
oyunlarında bir “peçete mendil-destmal” gibi kullanılır oldu!
Kendini inkar ederek; “var olmak” isteyenler de oldu!
“Ben Kürdüm, ama Kürdçü değilim” diyenler oldu.
“Ben Kürdüm ancak bağımsız devlet istemem!” diyenler oldu!
“Ben Türk Kürdüyüm et ve tırnak gibiyim” diyenler oldu.
“Kürt ve Türk siyam ikizidir, ayrılarak
yaşayamazlar!” diyenler oldu.
“Ben Kürdüm ama Türkiyeliyim, Kürdistancı değilim! ” diyenler oldu.
“Ben devlet istemem, sadece Avrupa
müktesebatındaki yerel yönetim hakkı
istiyorum!” diyenler oldu.
“Ben Kürdüm, sadece barış istiyorum!”
diyenler oldu.
“Ben devlet istemem, sadece dilimi istiyorum!” diyenler oldu,
“Devlet zülüm aracıdır, ben devlet değil, demokrasi istiyorum!” diyenler
oldu.
“Ben bölücü değilim, konfederasyon,
federasyon istiyorum, ancak benim istediğim federasyon bağımsızlığa, ayrılık-
çılığa, bölücülüğe yol vermez, gitmezgitmemeli!” diyenler oldu.
“Globalizm çağıdır, devlet tarih olmuştur, devlet zihniyeti gericiliktir. Ben
sadece kimliğimi istiyorum!” diyenler
oldu.
“Dünya’da 206 devlet var. Dünya mutsuz. Ben bu devletli mutsuzluğa dahil
olamam!” diyenler oldu.
Görmezler ki, devleti olmayan halklar,
kendini yönetmeyen halklar, yok olmakla yüzyüze kalıyor, zülüm ve esaret
altında inliyor!
Özgürlüğün aracı olan devlet ile soykırımın aracı olan devletleşmeleri birbirine karıştıracak kadar aymazlaşan Kürtler de yok değil!
Dünyada 40 bin, 70 bin, 100 bin ya da
bir milyonun altındaki nüfusları ile onlarca devletleşen halklar varken, 45-50
milyon nüfusları ve geniş verimli ülkeleriyle Kürdlerin kendilerini yönetecek
“Devletleri olmasın!” demek de “demokrasi” oluyormuş! Peh!!!
Kürdler, şartları oluşmuşken, bağımsızlığa yönelemeyip, sömürgecilerin
“demokrasicilik paketleri” ile oyalanarak ve onları reddedip, aynı kulvarda boğuşmayı da mücadele sanıyorlar.
Gemini sömürgecilerin eline vererek
yol almak akıl işi değildir, burada vefa
olmadığı gibi, özgürlük de yoktur ve
huzur da çıkmaz!
Artık görülsün ki; bizi yeniden doğrultacak, tedavi edecek, özgürlüğümüze
taşıyacak, sömürgeciliği tamamen tasfiye edecek, üzerimizdeki ölü toprağını
kaldıracak, özgüvenimizi sağlayacak,
dünya milletleri ile eşit kılacak, iç kavgalarımız yerine gerçek sevgimizi ve
saygımızı yeniden yeşertecek, aklımızı kendimiz için kullandırtacak, dünya ile barış içerisinde yaşamımızı inşa
etmemizin aracı olacak, tüm inkar ve
imha, yanı yüzyıllara dayalı soykırım
politikasını tasfiye edecek, insanımızı
sömürgeciliğin dayattığı açlıktan, sürgünden, sefaletten, kölelikten, dilencilikten, sevgisizlikten çıkartacak, onurlu
ve şahsiyetli kılacak bağımsızlık ruhudur ve bağımsızlıktır.
Tüm geçmiş geleneklerden gelen bağımsızlıkçıların eksikleri yanlışları
vardı, ama tamamı bağımsızlık aşkına
tutkundu, esası özgürlük, ulusal kurtuluş demekti. Bu ruh bugün de ölmemiştir, yeni bir formatla dirilmenin/diriltmenin zamanıdır.
Artık köylü küskünlüğünde inatlaşmanın zamanı değildir, Kürdistan’da Kürt
barışını sağlamanın, diğer halklarla hak
taleplerini dinleyerek helalleşmenin ve
huzur içinde istikrarlı yaşamı inşa etmenin zamanıdır.
Artık Türkiye için demokrasi değil,
Kürdistan için demokrasiyi sağlamanın
zamanıdır.
Artık Türkiye için Anayasalar düzenlemek Kürdün işi değil, Kürdistan için
anayasa yapmanın zamanıdır.
Artık Türkiye Meclisine gidip tepişmek
zamanı değil, Kürdistan meclisinde hizmet vermenin zamanıdır.
Artık Türkiye’nin işgal ettiği toprakları bütünlük içinde Ankara’ya bağlamak
için değil, her halkın kendisinin birliğini sağlayacağı programları inşa etmenin zamanıdır.
Artık birbirimize karşı egemen olmak
için değil, birlik içerisinde sömürgeci
egemenliği kırmanın ve özgürleşmenin
zamanıdır.
Artık birbirimizle değil, soykırımı bertaraf edip, sömürgeci-işgalci zincirlerimizden kurtularak, dünya ile insanlığın
gelişmesi için rekabet etmenin zamanıdır.
Artık, sömürgecinin telkinleri ve siyaseti ile değil, kendi olgularımızla, doğrularımızla, özgür geleceğimizi aklımızla, insani değerlerimizle düşünerek
yol almanın zamanıdır.
Ubeydullah Nehri Geleneği, Hoybun
Geleneği, Azadi Geleneği, Alîşêr, Dr.
Şıvan, Faik Bucak, Yad Çewligij, Mazlum Doğan, Necmettin Büyükkaya, Hüseyin Şen, Necla Baksi, Mehmet Hayri
Durmuş, Hüseyin Morsümbül, Zekiye
Alkan, Vedat Aydın, Mahsun Korkmaz
vs. binlerce şehidin özleminde buluşulmanın zamanıdır.
Onların direnişindeki ruhta; yeniden
var olmanın zamanıdır.
Onların dirilişindeki; özgürlük özlemini dillendirmenin zamanıdır.
Onların dirilişinde; Türkiyelileşmek
için değil, Kürdistanileşmek vardı. Bu
tarih bilincini kırdırtmamanın zamanıdır.
Onların temel ve ortak şiarları çok doğru olarak ‘Bağımsız Birleşik ve Demokratik Kürdistan’ idi. Bu doğrultuyu inat-
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
la sürdürmenin zamanıdır.
Bu şiara sırt dönüp gidenler, onlara göre
yurtsever değildi ve bunu hatırlatmanın
zamanıdır.
Kürdistanlılar; onların yurtsever, insansever, özgürlüksever duyumları ile
direnişlerini duymazlıktan, bilmezlikten gelenlere karşı onların haykırışlarını dillendirmenin, hatırlatmanın zamanıdır.
Şimdi sokaklarda “Şehid Namırın” diye
bağırılıyor!
Bu şahadete erişenlerin bağırdıklarını görmezden gelerek, onları anmanın
mümkün olmadığını bilmenin zamanıdır.
Bu zamanı kaçırdığınızda bir daha yakalamanız güçleşecektir.
Bu zamanı kaçırdığınızda dejenere olur,
değerlerinizi kaybeder, bedellerinizi almamış, hedeflerinize varmamış olacaksınız!
Geldiğimiz aşamada gelip geçen ikili
kervanın yol ayırımındayız!
Kürd Ulusunun ve Kürdistan’ın Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi kervanına mı?
Soykırımcı ve Sömürgeci yok edicilere
tabi olan kervana mı katılacaksınız!?
Ya insani duruş ya da zulmün karşısında sesiz kalmak!?
Tercih sizin!!!
Dem ev deme, devir ev devr e, zeman ev
zeman e, roj ev roj e!.
An serxwebûn, an neman!
SARESUR
Sait Çiya
Bextê mao, sare u çımunê ma ser
Cor ra adır vora hardê dewreṣi ser
Cem guret, sema ṣime, nêṣime cae
Mırodê mao, rew ra kotime rae
Munzur berzo, Murad xoriyo
Derd u dezê maê rezê kotê têzerre
İqrar do, sond werdo, nêcerenime ra
Rawa mawa, kam ke cereno ra va racero
Munzur berbeno, Fırat hêrsıno
Goni rıṣiye, coka sarê ma suro
Vêsnai, ma re nıka adıro suro
Dore mao, kam se vano va vazo
Asmeno kheweo ma sero
Hardo dewreso, comerdo
Nono germiyo xonçaê ma sero
Emegê mao, kam ke yeno va bêro
...........................................................
Çemê Çewres Çımei
Sait Çiya
Kounê to de roṣt u sewla tiji
Hardê to de gul u vılıkê rengıni
Dormê to de hazar u ju candei
Çewres çımei de, çewres dermani
Çırrena, sewdau cena xo zerre sona
Vêrena ra sona, qomê xo re can dana
Verdina de, phelê to huyınê, kılamu vana
Çewres çımei de, çewres tham u vengi
Dısmeni re saredezo, ma re anoro
Çewres namê xo esto, ju ki Munzuro
Zonenê, thılsımê weṣia ma to de ro
Çewres çımei de, çewres perṣ u cuabi
Dormê ma de dêṣi nay ro, zonê ma gıredayi
To ver de bendi nanê ro, perr u paê to bırnayi
Fermanê merdene vetê, gavarê to xeneknayi
Çewres çımei de, çewres khul u dırbeti
Ma xatırê wayırê xo sane, meherediye
Dem u dewran vêreno ra, waxtê herediṣ niyo
Rıçiki ke mebe pelgi nêroyınê, bıngê ma juyo
Çewres çımei de, çewres rae u rêçi
Mevınde, bendu bırızne, xo ser ra so
So, derdê ma dina homete pêhesno
Xızır ra nêgaro, qom pay rao, kes meterso
Çewres çımei de, çewres mom u çılei
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir bakarsın gözlerine vurulmuşum
bir akşam güneşi
son dansını ederken
gözlerinin ışıltısında.
Vurulmuşum gözlerıne
senin içinde olmadığın
bir kavgada
bir sokak ortasında.
Kaskatı sen kesilmişimdir.
Bir bakarsın
seni sevmişim yıkılıp düştügümde,
yıkıp bütün tabularımı,
otoritelerin kırmızı çizgilerine ve senin
ansızın çekip gitmelerine inat.
Ellerinden uçurup bütün beyaz güvercinleri,
bir bakarsın bir sabah,
ülkeme barıs gelmiştir
kahvaltı soframda taze ekmek kokusu gibi,
bir bakarsın sevgilim yüregimde bir sevda
yeniden sevmişimdir
senin ansızin çekıp gitmelerine inat..
-cana can-
ey! şems-i tebrizi biçareyim ergahında, heyhat.
bir sevda narına düştüm harab-halim bedbaht.
çaki-sinemi deldi o yarin çeşmi-siyahı,
buhran buhran,yürek pare yürek nar..
ey! ciziri sığınmışım kalmine kelamına
bir şox u şeng eyle, şad olsun enkaz yüreğim.
o derman-i cananın, başak başak zülüfleri,
dökülsün boncuk boncuk fersiz bakışlarıma.
ey! cani canan bir arz-ı endam eyle
aşkına meşk olayım
ya gel ol cananım
ya da gel al canımı...
-aram ararat-
Bülbül, Havalanmış Yüksekten Uçar
Bülbül havalanmış yüksekten uçar;
Has bahça içinde gülüm var, deyi.
Seni seven yiğit serinden geçer,
Güzeller içinde yarim var, deyi.
Ben seni severim, sen de sev beni.
Mevla`m bir karada koymaz insanı.
Elbet, bir gün olur, ararsın beni;
Şurda bir divane yarim var, deyi.
Ben, seni severim can ile candan;
Mevlam ayırmasın sevdiğim benden,
Canım esirgemem vallahi senden,
Götür sat pazara, kölem var, deyi.
Karac`oğlan söyler: kaşı karadan,
Hiçab perdesini kaldır aradan,
Seni, beni bir Mevla`dır yaradan,
Büyüklenme, hey kız, güzelim deyi.
-Karacaoğlan-
“Was koka xo ser vezino
Teyri zoné xo ser vaneno
kamke aslé xo inkar keno
tozıke erzeno raa xo sono”
Her ot kökü üzerinde biter
Her kuş kendi diliyle öter
Her kim ki aslını gizler
İzini kaybeder öyle gider

Benzer belgeler