Yunus Emre Özel Dosya

Transkript

Yunus Emre Özel Dosya
Muhterem Okurlar,
Yunus Emre dosyasını hazırlamaya
niyetlendiğimizde tekrara düşme endişesiyle
tedirgindik. Fuat Köprülü’den bu yana defaten “Yunus
Emre” özel sayıları, dosyaları, antolojileri hazırlanmış,
söylenmesi gerekenler söylenmişti; söylenilenlere,
yazılanlara ne ekleyebilirdik ki... Hem yıl içinde üç
devasa dergi daha böyle bir dosyayla okur karşısına
bizden evvel çıkacaktı. Şüphesiz kalem erbabından
bazıları bizden önce yayınlanacak dergilere yönelebilir
ve bize yazı kuraklığı da yaşatabilirlerdi.
Oysa hiç de öyle olmadı. Meğer endişe ve
tedirginliğimiz, tıkanıklığımız Yunus’umuzu yeterince
tanımayışımızdan, bilmeyişimizden imiş.
Eşiğine çömeldiğimiz Yunus, Bizim Külliye’ye
de hemencecik kapısını açtı. Yıllardır beklediği
muhiplerini görmüş gibi gülümsedi. “İşidün iy yârenler
/ Eve dervişler geldi / Cân şükrâne verelim / Eve
dervişler geldi” deyişiyle sırtımızdaki yoksulluk,
içimizdeki ürküntü daha ilk adımda yerini, yeri yurdu
belli muhabbet zenginliğine bıraktı. Bizde bir sevinç bir
ferahlık!
Konukları çoğaldıkça genişleyen ışıklı bir
odadaydık.
Tabii ki bu hanede muhabbet bitmez. Kırk bin kez
“özel”imiz, yüz bin “dosya”mız, bir o kadar antolojimiz
olsa yine eksiğimizi tamamlayacak, gediğimizi
sıvayacak yeni şeyler söyleyeceğimize inandık.
Bu sayı Yunusla yeniden tanışma zevkinin eseri.
Gelecek sayımızda buluşmak ümit ve dileğiyle
Allah’a emanet olunuz.
Bizim Külliye
Toprak şairler
NAZIM PAYAM
K
imi şairler yaşınızın,
yaşıtınızın heyecanını
yansıtmakla yetinirler. O ruh
hâlinin rüzgârı dindi mi, usulca çekilirler aranızdan. Kimi
kendilerini dışlanmış ve anlaşılmamış sananların şairidir,
kimi herhangi bir sosyal dilimin veya seçkinci
grubun. Bila adreste bulunanların hislerini,
serüvenlerini dillendirirler yalnızca. Bütünü
saramazlar, eksik kalırlar. Yine bazı şairler,
yaşadığı yüzyılın; bazıları konusunun temsilcisidir. Çağınız Antik ise Homeros, 16. yüzyıl
ise Bakî, konunuz aşk ise Karacaoğlan kapınızı çalabilir. Ama ilhamını dile döktükten
sonra zaman ve mekân perdesini kaldıran ve
herkese, her kesime açık olan toprak şairler de
vardır.
Toprak şairler, hangi
dille konuşmuş
iseler o dil şahsiyet
kazanmıştır,
hangi milletin
mensubu iseler o
milletin evlatları
insanın insanla
münasebetinden paye
almış, hangi konuya
eğilmiş iseler o
konu ezel ve ebetten
sayılmıştır.
3
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Toprak şairler; hayata, insana, inanca arzulanan bakış tarzını sergileyen şairlerdir. Onlar, donandıkları yetiyle içinde bulunduğumuz durumun “en gizli
dua”larını söylerler. Söyledikleri Tanrı’dandır. Tanrı hazinesinden aldıklarıyla
havasın, dağıttıklarıyla avamın yanındadırlar. Şairlik makamı büyük vicdanın
terazisinde tartılmış ve asırların gönül tecrübesi onların şahsında ete kemiğe
bürünerek cem edilmiştir.
Toprak şairler, zengin ve derin bir kültüre; kabul ve retleri, sebepleriyle
kavrayacak bir bilince sahiptirler. Onların zenginliği aşktandır. Aşksızlığı hiçlikle denkleştirirler. Derinlikleri ise kendilerine verilen tenden sıyrılıp “vücut
şehri”ne girebilmelerinden gelir. Fakat asıl amaç mutlak vücuda ulaşmaktır.
Bu yolda dil ve biçim farklı da olsa her toprak şairde sözün elifi; “İlim, kendün
bilmektür.”
Toprak şairlerin şiirlerinde baş ağrıtacak hece, bulanık suya atılacak kelime,
güzelleri ağına takacak kafiye, kuru dala asılacak tek bir mısra bulamazsınız.
Söylenilen herkesin, her kesimin mıknatısı olacak kadar doğal ve kolay söylenmiştir. Oysa ifade edilen sezgi, ses, renk ve nakışlarıyla muhatabında kat kat
dirileşen, gürleşen bir bütünlük içerisindedir.
Toprak şairler, yönsüzlükten, iğretilikten, gövermeyecek gereksiz sözden
salgın hastalıkmış gibi sakınır ve insanlığın ortak senedini işleyedururlar. Onlarda makbul olan, hiç solmayacak muhabbet güllerini ilhamın diriliğiyle dört
bir yana savurmaktır. Her dem yeniden doğar, ha demeden hayran olur, cümle
yaratılmışa aynı göz ile bakarlar.
Toprak şairler, hangi dille konuşmuş iseler o dil şahsiyet kazanmıştır, hangi milletin mensubu iseler o milletin evlatları insanın insanla münasebetinden
paye almış, hangi konuya eğilmiş iseler o konu ezel ve ebetten sayılmıştır.
Sosyal ilişkilerimiz biraz da -belki daha fazla- içte barındırdığımız şeytanla,
samimi ve sevimli bulup içselleştirdiğimiz toprak şairin mücadelesinden ibarettir. Biri al, vur, kır, kız, öcünü unutma der; sürekli dışımızla kıyaslar bizi,
öteki sükûneti, uzlaşmayı ve cömertliğimizi yoklayıp durur. Mukabele ettirdiği
ise; “Ben ay’ımı yerde gördüm/ Ne isterim gökyüzünden/ Benim yüzüm yerde
gerek/ Bana rahmet yerden yağar.”
“Ben” hücresinin sultanları, fikir sorunlarıyla yozlaşanlar, kendisine ait olmayanın pençesinde çırpındıkça tutsaklığı daha bir pekişenler, ezilenler, yoksullar, eli yâre eremeyenler yahut sırat üstünde ev yapmak isteyenler çok zaman
gönül iniltilerini toprak şairlerle dillendirmiş, teselli ve yol tercihlerini onların
tarifi üzere belirlemişlerdir. Toprak şairlerin “sevelim-sevilelim” anlayışıyla
inşa edilen hayatları, hakikatini arayan nicelerinin hikmeti olmuş, insan olmanın huzurunu, onurunu paylaşmışlardır.
“Miskin Yunus erenlere tekebbür etme toprak ol
Topraktan biter küllisi, gülistandır toprak bana” ■
4
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
YUNUS EMRE
Söz pîri kutlu hazla,
Ak etti yüzümüzü.
Hakk yolunda niyazla,
Parlattı közümüzü.
Gezdi, yayla ovayı;
Şenlendirdi yuvayı.
Dostun gönül sarayı,
Işıttı göğümüzü.
Kor düştü can içine;
İrfan, ihsan içine.
Aşk ile sevincine,
Açtırdı gözümüzü.
Çıktık sağ salim düze;
Şükür, vardık gündüze.
Aşk sundu ömrümüze;
Donattı gönlümüzü.
İndi, derine indi;
Sevgisinden emîndi.
Sancı, doğmadan dindi;
Berkitti özümüzü.
Ne göz, dünya malına;
Mavi, yeşil, al'ına.
" Çıkıp erik dalına,
Yedik üzümümüzü."
Vurdu, kelepçe kine;
İlkin, kendininkine.
Kör nefsin kemendine,
Sur etti tözümüzü.
Karayı seher etti;
Saf taşı cevher etti.
Sevgiye rehber etti,
Dağ ile düzümüzü.
Kök varlığım-sevgilim:
Diliydi, görklü dilim.
Gür gönül sesim, benim;
Türkçeyle dedi sözü.
Sözü, öz mânâsında;
Hakikat aynasında;
Güzellik meyvasında,
Tanıttı bize, bizi!
M. HÂLİSTİN KUKUL
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
DERVİŞ YUNUS MESELİ
Diline bal arıları
Gönlüne muhabbet kuşları
Konmuş idi diyarı Rum da
Derviş Yunusun.
İki menzil arasında
Bir tecelli seansında
Hacı Bektaş kapısında
Mirim, efendim, sultanım
Derd-i acizim el hak yola revanım
Buğdayım, başağım, pişmanım
Diyen Yunus.
Ey zahmet yolunun yolcusu
Arayanlar mı bulur yoksa
Bulanlar arayanlar mıdır?
Derviş Yunus ermiş Yunus
Tapduk Emre dergâhında
İşin neydi bre Yunus
Hikmetin ateşi mi yoksa
Gönlüne değmiş Yunus
Bize kadar bizden sonra
Dünya âlem görmüş Yunus.
Sarı başak dedikleri
Güneşte ışıldar imiş
Zaman ile öyle hemhal
Türkçe şiirler söylemiş
Derviş Yunus ermiş Yunus.
Bizim Yunus bizim Yunus…
NURETTİN DURMAN
6
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
GÜNEŞLİ BİR ZAMANDI YUNUS
Buğulu ve ahşap bir sabahtı Yunus
Toprak ve güneşten önce
Sesten doğdu
Kendiliğinden yalnız
Kendiliğinden çoğul
Döndü şiirden aşka
Rüzgârlı bir gündü Yunus
Aceleci, diri ve Anadolu
Hüzne savrulan bir dilden doğdu
Bizimle görünen
Bizimle durgun
Günü akşama devredip geçti şafağa
Mert bir kuşluktu Yunus
Acemi ve toy sözlerden önce
Aşkı acıyla bilen bir ilden doğdu
Öznesinde gönül
Öznesinde yar
Geçti acının ayvanından gül arasına
Düş imgeli bir zamandı Yunus
Alev ve çığlıktan önce
Aşkta ve güneşte yanan
Rüzgâra vurgun bir külden doğdu
Gözlerinde ben
Gözlerinde biz
Sürdü yüzünü gecenin gün karasına
Bin damlada bir yağmurdu yunus
Bahardan ve güzden önce
ÖMER KAZAZOĞLU
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
EMİNE IŞINSU
ile Yunus Emre ve romanları üzerine
Yunus Emre’m, yani içime doğan tip, yazdığım
Yunus Emre’dir. Onun hakkında hemen
hiçbir bilgi bulamadım ve işte mecburen içime
doğanları yazdım; çünkü bu içime doğanlar,
bana baskı yaptılar.
SEVAL KOÇOĞLU
Emine Işınsu
17 Mayıs 1938’de doğdu.
Cumhuriyet döneminin tanınmış şair ve yazarı Halide Nusret Zorlutuna’nın kızıdır.
Ankara Üniversitesi DilTarih ve Coğrafya Fakültesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı, aynı
fakültenin Felsefe bölümlerinde ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nde
bir süre okudu.
İlk eseri 17 yaşındayken
basılan şiir kitabı İki Nokta’dır.
1963’te ödül kazanan Küçük
Dünya’dan sonra yoğun şekilde romana yöneldi, 18 roman
yazdı. Roman ve oyunlarının
dışında 1970’lerin önemli fikir
ve sanat süreli yayınlarından
Töre dergisini, 1971- 1981
yılları arasında çıkardı. Birçok dergi ve gazetede yazıları
yayınlandı; Yeni İstanbul ve
Sabah gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.
Evli ve üç çocuk annesidir.
Köşe yazarlığı, dergi editörlüğü ve yayıncılığı yaptınız, ödüllü oyunlarınız var, fakat en çok romanlarınızla sevildiniz, tanındınız. Cumhuriyet
sonrası Türk edebiyatının oluşumuna “Kadın yazarların annesi” olarak
anılan anneniz Halide Nusret Hanımefendi sebebiyle de tanıksınız. Türk
edebiyatının gelişimini genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk edebiyatını çok iyi takip ettiğimi söyleyemem; fakat meselâ Halide Edip’in bütün kitaplarını, hayranlık duyarak okudum; onu İstanbul’daki
evinde; yalnız bir kere ziyaret etmem mümkün oldu... O gün rahatsızdı; her
şeyden bıkmış usanmış gibi bir hâli vardı... Daha fazla rahatsız etmemek
için; erken kalktım. Bir de ona, kendi romanlarımdan birini, hangisini hatırlamıyorum; götürmüştüm... Sanırım ne kitabımı ne de beni ciddiye aldı.
Bir derdi bir sıkıntısı vardı ama bana açılmadı, ben de sormaya utandım,
bir daha saygılarımı sunup ayrıldım; kısa bir süre sonra vefatını; Ankara’da
gazetede okudum; rahmet diledim. Halide Edip rahmetli anneme; “adaşım”
diye hitap eder, çok da ilgi gösterirmiş...
Günümüzde çalışmalarını takip ettiğiniz kadın romancılar var mı? Hangilerini kalıcı olarak görüyorsunuz?
Tabi Samiha Ayverdi Hanımefendiye büyük saygım vardır, onun bütün
kitaplarını okudum; şimdi maalesef aklıma gelmedi isimleri ama bir kitabını
bana, özellikle imzalayıp annemle göndermişti; ben de pek sevinmiş, gurur
duymuştum... Memleketimizde daha ziyade hanım yazarların daha çok ilgi
ve saygı gördüğünü; rahatlıkla söyleyebilirim. Son dönemde Elif Şafak ve
bilhassa Ayşe Kulin hayranıyım. Her ikisini pek zevkle okudum...
Sizin romanlarınızda sosyoloji, tarih, coğrafya bilgilerinin ciddi şekil-
8
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
de kullanımı mevcut, ayrıca kendini tanımaya çalışan, tahlil eden bir topluma tanık oluyoruz. “Bir
Ben Vardır Bende Benden İçeri” eserinizi anahtar
olarak ele alıp sormak istiyorum: Romanlarınıza
hazırlanırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Yunus’un divanını, şiirlerinin tamamını okudum.
Hakkında yazılan bazı akademik eserleri de. Fakat
hemen hiç tarihî bilgi yok. Bu durumda içimden geleni yazıyorum desem çok mu ayıp etmiş olurum?
Yazmaya başlamadan önce; hikâyedeki kahramanları düşünür ve onlarla haşir neşir olurum; roman kahramanlarım âdeta öz çocuklarım gibidirler. Kızdıklarım da olur ama; ana yüreği tabi bağışlarım! Şaka
bir tarafa, kitaplarımdaki kişilerle gerçekten, ahbap,
arkadaş olurum; onların hepsi, benim yürek kardeşlerim, arkadaşlarımdır. Bazı konularda; “bir bilene”
mutlaka erişir, fikir alırım. Meselâ Gazi Üniversitesinden Mustafa Tatçı kardeşim; “Yunus”ta bana çok
yardım etmiştir. Sonra başka din büyükleri ile ilgili
birçok yardımı oldu; “Bir Ben Vardır Bende Benden
İçeri” romanı öncesi, beraberce uzun uzun konuşmuşuzdur...
Eserlerinizde tarihî kişiliklerin roman karakterine dönüşme aşaması nasıl gerçekleşiyor?
Yazacağım konuları; insan tiplerini falan, konuya
göre ayarlarım yahut nasıl olduğunu tam bilemem
ama yüreğimin içinde, onlar doğar ve yaşamaya
başlar, mutlaka bir şahsiyet kazanırlar, o zaman kahramanlarıma daha da çok bağlanırım, sanki bana
akraba yahut yakın arkadaştırlar; çünkü onları gerçek insanlarmış gibi benimsemiş, kabul etmişimdir.
Sonrası kendiliğinden gelir, ancak itiraf edeyim, bir
roman yazarken yaşadığım hayattan kopmuş gibiyimdir, çok dalgınımdır... Çünkü yaşadığım dünyada
değil, romanımın içindeyimdir.
Dini ve millî sembollerin romana dönüştürmenin okuyucu / toplum üzerindeki etkileri nelerdir?
Sakıncalı yanları var mıdır?
Hiç sakıncalı bir yönünü hissetmedim; hep sadece içimden geleni yazdım... Bu, “içimden gelenler” şüphesiz konuyla ilgili olarak okuduğum türlü
yazıların, aldığım bilgilerin, yüreğimde bir şekle bürünmeleridir; sonra bu şekil, roman olur. Çok şükür
şimdiye kadar bana romanlarımdan şikâyet eden, yazılanlara uymuyor diyen olmadı...
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” adlı romanınızdaki Yunus Emre ile herkesin kafasındaki
Yunus Emre’nin farkları nelerdir?
İnanır mısınız, onu birazcık da Nasrettin Hoca’ya
benzetenler oldu; oysa benim Yunus Emre’m, yani
içime doğan tip, yazdığım
Yunus Emre’dir. Onun
hakkında hemen hiçbir
bilgi bulamadım ve işte
mecburen içime doğanları
yazdım; çünkü bu içime
doğanlar, bana baskı yaptılar.
Söyledim ya yavrucuğum, bir roman yazarken
manen kaybolurum, yazdığım kişi ve kişiler yaşamaya başlar… Bunu doğuran galiba hakkında yeterli
bilgi olmaması, Yunus Emre’yi aslında hiç tanımıyoruz. Sadece rivayetlerden hareket edebiliyoruz; bu
da onu tanımaya yetmez elbet, onun olduğu söylenen
şiirleri bilmek, onu sevmek yeterli olur sanıyorum...
Rahmetli annem de Yunus Emre’yi çok severdi;
herhâlde benim Yunus’a sevgim ve âdeta koruma isteğim üzerimde annemin etkisi olmuştur.
Yunus Emre’nin kalıcılığını sağlayan nedir?
Romanınızın bir yerinde annesinin küçük Yunus’ a
“Benim oğlum hiç ölmeyecek” demesi ilginçti.
Yunus Emre var mı yok mu, kimdi? Sadece yüreğimden geleni yazdım.
Yunus Emre ve diğer mutasavvıfların yaşadığı
dönem Anadolu için oldukça karmaşık bir dönem.
Böyle bir ortam felsefelerini nasıl etkilemiştir sizce?
Şüphesiz zorlu dönemler insanı daha duygulu ve
daha bilgili, hatta daha becerikli yapıyor; Yunus’un
maceraları sanırım bu yüzden etkili olmuştur.
Yunus Emre bazı şiirlerinde ümmi olduğunu
söyler. Sizce romanınızdaki gibi eğitimden geçmiş
midir?
Ben roman yazarken kahramanlarımı çok severim. Yunus’u da yazarken çok sevdim. Ama ümmi
olması bana hiç mi hiç mantıklı gelmiyor...
Yeni bir roman üzerinde çalışıyorsunuz galiba.
Biraz bahseder misiniz?
İsmi, “Bir Aile” olacak inşallah; kadın, koca ve
sevgilileri, çocukları ve sonra kadının hepsini terk
edip, âşık olduğu bir başka adama gidişi, özet bu…
Emine Işınsu’nun diğer romanlarından çok farklı
olacak. Çok kötü bir koca ve çok iyi bir kadın etrafında gelişen bir öyküsü var. Ailedeki kadının başına
sürekli dert açan ama çocukları dâhil, ilgisiz bir baba,
çocuklarını çok seven bir anne; bu romanda hiç yapmadığım, yazmadığım şeyler de var; küfürler gibi!
Bu sefer öyle geldi içimden. Adı “Bir Aile” olacak. ■
9
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
KADİR KOÇDEMİR
ile Yunus Emre üzerine
"...okyanus orada duruyor, önemli olan bizim
kabımızın ölçeği ve su tutma kabiliyetinin
ne olduğu… Yeni nesli Yunus ve millî
kültürümüz bakımından kabil-i hitap
hâle getirmek zorundayız."
TANER NAMLI
Sayın Valim, Genel Yayın Yönetmenimiz
sizinle söyleşi yapacağımızı söyleyince ilkin
“Küreselleşmenin Koordinatları” ve “Millî
Devlet ve Küreselleşme” adlı eserlerinizi
edindim. Ayrıca fikir ve sanat dergilerindeki makalelerinizi zevkle okudum. Ülkemizin
ve dünyanın seyrini sizin gibi entelektüel
boyutta değerlendiren bir bürokrata sahip
olmamıza ne kadar sevindim, bilemezsiniz.
Konumuz “Yunus Emre”, Yunus Emre üzerine konuşacağız. Ama yeni kitap çalışmalarınızın olup olmadığını da merak ediyorum.
Yeni ve özel bir çalışmanız var mı?
Dr. Kadir Koçdemir; Bursa-Orhaneli, 1964 doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini (1985) bitirdi. Lisan öğrenmek ve kamu yönetimi
stajı için Almanya’da (1987/88) bulundu. Jean-Monnet
bursu ile Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesinde
(1991/92) Avrupa Birliği ve idare hukuku konularında
lisansüstü; İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde (1994/96) yüksek lisans öğrenimi gördü. Kamu
Diplomasisi Kursu (1998) ve Millî Güvenlik Akademisini (1999) bitirdi. Azerbaycan Vektör Uluslararası
İlim Merkezi tarafından Azerbaycan-Türkiye arasındaki kardeşlik ilişkilerinin geliştirilmesindeki faaliyeti ve
Türk medeniyetinin inkişafındaki hizmetleri sebebiyle
kendisine fahri doktora unvanı (2004) verildi. Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsünde Modern Millî Devlet ve Küreselleşme konulu teziyle
doktora programını (2004) tamamladı. Çeşitli üniversitelerde ders ve konferanslar verdi, tebliğler sundu.
Mülkî idare âmirliği mesleğine Ağrı Kaymakam
Adayı olarak (1986) başladı. Mahallî İdareler Genel
Müdürlüğü Daire Başkanlığı (1996/98), Genel Müdür
Yardımcılığı (1998/2000), Burdur Valiliği (2000/2003),
Eskişehir Vali Vekilliği, Merkez Valiliği ve Elazığ Valiliği görevlerinde bulundu. Hâlen Eskişehir Valisi olarak
görev yapmaktadır.
Estağfurullah. Doktora tezimin (Millî
Devlet ve Küreselleşme) yeni baskısı yapılacak. Vakit bulabilirsem mevcudu gözden geçirip bazı düzeltmeler yapmak istiyorum.
Pek çok alanda biriktirdiğim notlar var.
Bir bakıma demir, çimento, tuğla bol… Fakat
10
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
bunlardan bina yapmayı henüz beceremiyorum.
Biraz vakit darlığı, biraz da tembellik söz konusu. Yazmak; yürümek, koşmak gibi bir şey. Her
gün yaparsanız tabii bir şey oluyor. Hatta onsuz
olamıyorsunuz. Bir müddet ara verince, bu sefer
ataletten adalelerin kireçlenmesi gibi eliniz tutulup kalıyor, zorlanıyorsunuz.
Bu zamana kadarki çalışmalarımda klişelerin
yeni gerçekliği izahta aciz kaldığını iddia etmiş
ve bunu kendimce pek çok veriyle ispatlamıştım. “Tamam da…” diye başlayan itirazlara kısa
bir cevap verememenin sıkıntısını yaşıyordum.
Gâvurların bir sözü var: “Tek bir cümleyle ifade
edilemeyen şey, henüz hakikat mertebesine yükselmemiş demektir.” Kendimce bazı izahlarım
vardı. Bunları bir cümlede ifade etmek, başka bir
ifadeyle kavramsallaştırmak lazımdı. Bunu “fiilî
âlemin ölçeği” kavramıyla yaptığıma inanıyorum. Bir kitapla bu kavramı, kavramın diğer izah
teşebbüsleri karşısındaki üstünlüğünü ve kendi
tarihimiz üzerinde tatbikini gerçekleştirmek istiyorum.
Alman diline de oldukça hâkimsiniz. Tercüme yapmayı hiç düşündünüz mü?
Tercüme edilmesinde fayda gördüğüm eserler var. Bazılarını kabaca tercüme de ettim. Yayımlanması için, malum, telif haklarının gereği
yerine getirilmeli. Bunlarla uğraşamadığım veya
bunu yapacak bir yayınevi bulamadığım için o
tercümeler bilgisayarda kalıyor. Bazılarının zaman içinde başkaları tarafından yayımlandığı
oluyor. O zaman bilgisayardaki metin tercümeyi
kontrole yarıyor.
Güçlü bir dil ve imla hassasiyetiniz; sözü
doğru ifade etme titizliğiniz, daha önceleri görev yapmış olduğunuz yerlerde anlatılır. Ve
tevafuk mudur, şimdi “söz ol kese savaşı” di-
yen Yunus’un şehrindesiniz… Yedi yüz yıldır
Yunus’u yaşatan değerler var. Bu değerleri bir
de sizden duymak isteriz. Sayın Valim, Yunus
size neler hissettiriyor?
Bütün hücrelerimle “bizim Yunus” diyebiliyorum. Bu faaliyetler çerçevesinde birlikte çalışmak için gittiğim herkesin, ben “bizim Yunus”
dediğimde bunu benimsediğini gördüm. “Bizim
Yunus” bütün kapıları, hem maddi hem de manevi kapıları, bilhassa gönül kapılarını açıveriyor.
Bizi biz yapan, bize “müşterek bir biz duygusu”
yaşatan en kıymetli hazinelerimizden birisi Yunus. Siyasi hudutlarımızın dışında kalsalar da
kültür coğrafyamızın bir parçası olan yerlerde
de durum aynı. Mesela Balkanlarda hiç Türkçe
bilmeyen insanlar Yunus ilahileri söylüyor. Bu
sene onlardan bir grup Eskişehir’e gelecek. Bizim, Türkçe olmayan duaları ezberlediğimiz gibi,
Yunus ilahilerini nesilden nesile ve Türkçe olarak
aktarmışlar. Kısaca Yunus bana ait olduğum bütünü, durduğum yeri, ezelden ebede yolculuğumdaki seyir defterimi, sözün mahiyetini ve gücünü
hatırlatıyor.
Bu sene etkinliklerin ana teması olarak sözü
seçtik: Dünyanın her yerini “sözün bittiği yer”
hâline geldiği getirdiğimiz, sanal âlemlerde kendimizi birbirimizin gönül aynasında göremediğimiz bir zamanda sözü hatırlamak lazım. Günümüzde tüketilen, içi boşaltılan, lakırtı hâline
getirilen sözü hatırlamak lazım. Beraberce verdiğimiz hâlde unuttuğumuz, uzağında kaldığımız
sözü hatırlamak lazım. “Ağulu aşı, bal ile yağ”,
“şu cihan cehennemini, sekiz uçmağ” eyleyen, tanış olmamız gereken her ne varsa hepsiyle “tanış
olduran” ve “işi kolay kıldıran” sözü hatırlamak
lazım. Kur’an’da cennet ağacına benzetilen, vahyin kabı ve taşıyıcısı olan sözü hatırlamak lazım.
İnsanın sahip olduğu en büyük emanet olan sözü
hatırlamak lazım. İşte Yunus, bana ilkinden iti-
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Yunus bana ait olduğum bütünü,
durduğum yeri, ezelden ebede
yolculuğumdaki seyir defterimi,
sözün mahiyetini ve gücünü
hatırlatıyor.
baren sözü, güzel ve doğru sözü hissettiriyor. Sözün ehemmiyeti, kıymeti korunup ezelden ebede
yolculuğumuzda en emin refakatçimiz olduğunu
hissettiriyor.
Elbette şehrinizde, Yunus Emre ile ilgili dünden bugüne çeşitli faaliyetler yapılmıştır. Bunlar nelerdir? Yunus Emre için yapılanları yeterli buluyor musunuz? Siz, Yunus Emre’yle ilgili
neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Eskişehir, Yunus’a borcunu ödemede yıllardır
önemli ve güzel faaliyetler yaptı. Hıdırellez’de
Eskişehir merkezine 140 km. uzaktaki küçük
bir beldedeki Yunus Emre türbesine, bazı yıllar
sayısı on beş bini bulan insan, taşınmadan, çağrılmadan geliyor. Mayıs ayının ilk haftası bütün
Türkiye’yle birlikte Uluslararası Yunus Emre Etkinlikleri Haftası olarak kutlanıyor. Ülke çapında
şiir, resim, kompozisyon, hikâye, hat, kaligrafi…
yarışmaları yapılıyor. Üniversitelerimiz akademik çalışmalarla katkıda bulunuyor.
Bazı değişikliklerle bu geleneği zenginleştirmek istedik. Etkinlik ve yarışmalar için her sene
değişecek bir tema uygulaması başlattık. Bu zamana kadar, Yunus külliyatının özü sayılabilecek
“Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim
sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” mısraları ve
sevgi kavramı tema olarak seçilmiş ve hiç değiştirilmemişti. Bu sene, “Söz ola kese savaşı/ Söz
ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ede
bir söz” mısraları ve sözün fonksiyonunu tema
olarak belirledik. En çok bu mısralar zikredildiği
için onları yazdık. Fakat bir sonraki kısmı benim
daha çok hoşuma gidiyor: “Kişi bile söz demini/
Demeye sözün kemini/ Şu cihan cehennemini/
Sekiz uçmağ ede bir söz”. İnsanın “bunlar yazıldıysa yeni şiire ne hacet...” diyesi geliyor.
Başta Eskişehir şehir merkezi olmak üzere,
insanların sadece aktarılana pasif olarak muhatap
olmaları yerine, kendilerinin bir şeyler yapmasını
sağlamak istiyoruz. Bunun için, bize mahsus ve
önemli fonksiyonları yerine getirmiş bir sosyal
müessese olan mahalleleri temel aldık. Mahalleler arası ilahi ve tiyatro yarışmalarıyla, belirlediğimiz tema çerçevesinde Yunus’un anlaşılmasını
ve aktarılmasını hedefledik. İnşallah önümüzdeki
yıllarda Eskişehir’de bin, bin beş yüz kişi ilahi
ve musiki çalışacak, belki beş bin kişi tiyatro
yapacak. Okullarımızda bütün öğrencilerimiz
Yunus’u ve onun aktarmak istediğini yaparak,
deneyerek öğrenecek. Bu sene sözün fonksiyonunu görmeleri için aynı maddenin, mesela bir avuç
bulgurun, ikiye bölünüp aynı fiziki şartlar altında
bir kısmına kötü söz ve nazarla, bir kısmına da iyi
güzel söz ve nazarla bakmanın ne sonuç verdiğini görüp bunu kompozisyonda değerlendiriyorlar.
Birkaçını ben de gördüm; iyi nazar ve söze maruz
kalan daha geç ve tabiri caizse hoş bir biçimde
bozulurken, kötü nazar ve hitaba maruz kalan erken ve tahammül edilmesi zor bir biçimde bozu-
12
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
luyor. Cansız, hissiz bildiğimiz maddenin bile kayıtsız kalamadığı nazar ve sözü birbirimize karşı
kullanırken neden bu kadar düşüncesiz ve hoyrat
davranıyoruz ki?
Başka bir hedefimiz, her yıl Hıdırellez gününde sokağa çıkan ve hayatla irtibatı olan herkesin,
bir biçimde Yunus’la ve onun mesajıyla da temasının sağlanması. Bunun için gazetelerin ekleri,
kültür-sanat dergilerinin özel sayıları, radyo televizyon programları, hutbeler, mahallî etkinlikler… gibi pek çok fırsatı değerlendirmeye çalışıyoruz. Yunus Emre beldesindeki etkinlikleri de,
bütün kültür coğrafyamızın bir araya geldiği bir
Hıdırellez kutlaması hâline getirmek istiyoruz.
Dünyanın her yanına yayılmış yirmiyi aşkın Yunus Emre Kültür Merkezi, bu haftada köşeler, sergiler, söyleşilerle, mahallî televizyon kanallarında programlarla bulundukları ülkelerde Yunus’u
anlatacak. Bu merkezlere devam edenler, o hafta
dilimizi Yunus’un şiirleriyle öğrenecek.
Enstitü, bu yönde atılmış önemli bir adım
olacaktır. Ayrıca ödüllü yarışmalar düzenledik.
Roman, sinema senaryosu ve tiyatro oyunu yarışmalarımızda eserler, 2013 Şubat ayı başına kadar
teslim edilecek. Bilhassa sinema konusunda geç
kalındığını düşünüyoruz. Malûmunuz 2013 yılında biz Türk Dünyası Kültür Başkenti’yiz. Bu yılı
da kalıcı etkiler bırakacak faaliyetlerle süslemek
istiyoruz.
Elli dört yıl sonra ilk defa Yunus’u yeni kıtaya, Amerika’ya götürüyoruz. Nisan ayının ikinci
yarısında New York ve Washington şehirlerinde
Yunus Emre oratoryosunu sahneliyoruz. Oralardaki Türk kültür coğrafyası mensupları kadar yabancılara da ulaşmayı, onları Yunus’tan haberdar
etmeyi amaçlıyoruz.
İsmiyle müsemma okullar çerçevesinde,
Türkiye’nin her yanındaki Yunus Emre isimle
okulları hem faaliyetlere katmaya hem de onların
Yunus’la irtibatını kolaylaştırmaya matuf faaliyetler gerçekleştiriyoruz.
Başka bir ifadeyle, okyanus orada duruyor,
önemli olan bizim kabımızın ölçeği ve su tutma
kabiliyetinin ne olduğu… Yeni nesli Yunus ve
millî kültürümüz bakımından kabil-i hitap hâle
getirmek zorundayız.
Yunus Emre, Türk hissiyatının zirvesi... Fakat ülkemizde hâlâ onun anısına uluslararası
çapta bir organizasyonumuz yok. Acaba Kültür
Bakanlığı, Eskişehir Valiliği, şehrinizde bulunan üniversiteler, sanat kurumları… bir birliktelik sağlayarak uluslararası, kalıcı ve etkin bir
“Yunus Emre Bilim Sanat Ödülü” tertipleyemez
mi?
Daha önce de belirtmiştim: Eskişehir 2013
yılında bir yandan Somut Olmayan Miras Dünya
Başkenti, diğer yandan da Türk Dünyası Kültür
Başkenti. Bu yılın ileride de devam ettirilecek,
kalıcı kültür unsurlarından birisi olarak böyle bir
ödülü hayata geçirmek istiyoruz. Ödülün itibarını
yüksek tutacak ve sürekliliğini garanti altına alacak sağlam temellerin arayışı içindeyiz.
Bu faaliyetler içinde Elazığ da var mı?
Türk kültür hayatının kayda değer pek çok
faaliyetinin gerçekleştirildiği Elazığ, uzun soluğu ile gıpta ettiğimiz Hazar Şiir Akşamları’nın
bu seneki temasını Yunus Emre olarak belirledi.
Türkçenin ve şiirin okyanusu Yunus’un Hazar
Gölü kenarlarında terennüm edilmesi çok önemli bir katkı olacaktır. En kıymetli armağanlardan
birisi de Bizim Külliye’nin özel sayısıdır. İnanıyorum ki, önümüzdeki yıl başkentlik faaliyetlerinde de Elazığ yükü birlikte omuzlayacağımız
bir kardeşimiz olacaktır.
Sohbetiniz için teşekkür ederiz Sayın Valim.■
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
MUSTAFA TATÇI
ile Yunus Emre üzerine
"... gayet sıradan ve daha dün kullandığın bir kelime,
Yunus’tan sonra farklı ve derin bir anlamda karşına
çıkmış. Türkçe bir gönül dili hâline gelmiş.
Gönlünü dil etmiş; dili gönül hâline gelmiş bir
kişidir Yunus. İşte bu, Türkçe kelimeleri
ve kavramları yeni boyuta taşımış ve
derinleştirmiştir.."
HAKAN BAYKUT
MUSTAFA TATÇI
12.02.1961’de
Denizli’de
dünyaya geldi. Uludağ Üniversitesi Necati Bey Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1984 yılında mezun
oldu. Aynı yıl Gazi Üniversitesi
S.B.E.’de yüksek lisansa başladı.
“Hayretî Divanı’nda Din ve Tasavvuf” konusunda yapmış olduğu tezle Yüksek lisansını ve aynı
enstitüde “Yunus Emre Divanıİnceleme, Tenkitli Metin” C. I-II,
(Ank. 1990), 1260 s.., adlı teziyle
Doktorasını tamamladı.
1986 yılında Gazi Eğitim
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Eğitimi Bölümüne Öğretim Görevlisi olarak atandı. 1993 senesinde Yrd. Doç. Dr. olarak aynı
bölümde Öğretim Üyesi oldu.
Yayımlanmış kırktan fazla
eseri, iki yüz civarında makalesi,
millî ve milletlerarası bildirileri
mevcuttur. Yunus Emre üzerine
çalışmalarıyla tanınmaktadır.
Sayın Hocam, Yunus Emre’nin kişiliği hakkında yaygın kanaatlerden biri de birden fazla Yunus Emre oluşuyla ilgili. Dolayısıyla Yunus Emre’ye atfedilen şiirlerin de, ait olduğu Yunus
Emreler de çoğalıyor. Yunus’un bu çoğul kişiliği ve şiirlerinin
aidiyet meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyat tarihi kaynaklarında birden çok Yunus’un olduğu kesindir. Ancak kaç tane olduğu hakkında sayı vermek
mümkün değil. Bir tanesi belgelere göre kesinlikle yaşamıştır.
Diğer bir Yunus ise Bursa’da Âşık Yunus mahlasını kullanan,
Emir Sultan (Emir Buharî Hazretleri) tarafından yetiştirilen,
1438-39 senelerinde vefat eden Yunus’tur. Bu tarihî kayıtlarda
kesindir. Bu bilgi, 2008 yılında yayımladığımız 6 ciltlik Yunus
Emre Külliyatı’nın Âşık Yunus cildinde (4. cilt) vardır. Edebiyat tarihi kaynaklarından çıkardığım belgeleri oraya koydum.
Yani en az iki tane Yunus var, belki bundan da fazla Yunus
tapşırmasını kullanan kişiler olabilir. Bu kesindir. Fakat bütün
bu Yunusların içinde bir tek Yunus vardır. Onu ise şahıs olarak
değerlendirmemek gerekir.
Arşetip olarak mı değerlendirelim hocam?
Evet, arşetip olarak değerlendirebiliriz ama bu kelimenin
içindeki manaya göre de değerlendirmememiz gerekir. Ezeli
hakikat, kadim hakikat, bir tek hakikattir. O hakikati kim yaşarsa, hangi dili konuşursa, o dilden anlatır ve o dile kendi elbi-
14
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
sesini giydirir. İşte arşetipi, ezeli hakikati anlayan,
anlatan ve kendi diliyle nakleden kişi olarak aldığımız zaman doğru bir tanımlama olur. Yani kim
olduğundan ziyade ne söylediği önemlidir. Yunus
Emre kimdir? Buna birçok cevap verilebilir. Yunus emre, bizim kadim hakikati anlatan dilimizdir. İlk olması hasebiyle:
Yunus durur bunu diyen
Kendiligüdir söyleyen
diyor bir yerde. Yunus Emre takipçilerinden olan
Hz. Mısrî: (Niyazi-i Mısrî-17.yy.)
Niyazi’nin dilinden
Yunus durur söyleyen
Herkese bir can gerek
Yunus durur can bana
diyor. Burada: “Benim dilimden Yunus Emre
konuşuyor.” derken, Yunus’un kadim hakikati
Türkçe ifşa eden kişi olduğunu belirtmek istiyor.
Bu manada Yunus, vahyin kaynağından beslenmiştir. Bununla beraber biraz daha ileri seviye bir
şey söyleyeyim: Yunus, Türkçemizin Cebrail’idir,
vahiy dilimizdir. Türkçemizi vahiy dili hâline getiren kişidir. Arşetip kelimesini de bu manada kullanırsak daha doğru olur. Yunus’tan sonra gelen
kişiler, mesela demin Niyazi-i Mısri’den bahsetmiştik, diyor ki:
rimiz ne yaptı? Sokak Arapçasını, bedevi Arapçayı, medeni Arapçaya getirdi. Hatta Arapçayı da
“Rab”ca hâline getirmiştir. İşte Yunus’u da bu manada değerlendirmemiz gerekmektedir.
Yunus kimdir? Sokak Türkçesini, kır Türkçesini, anamızın babamızın basitçe konuştuğu
bir lisanı aldı ve “Râb”ca hâline getirdi. Ondan
sonra gelenler ise -dikkat ediniz- “üstat malı” sattılar. Yani Yunus, tabiri caizse; sokaktan, evden,
çarşıdan aldığı dili, kelimeleri, kavramları, öyle
manalar yükleyerek devam ettirdi ki âdeta şaşırıyorsunuz. Yani her kelimeye yeni bir ruh, yeni bir
mana verdi. Bu manada Yunus’un izinden giden
ve sayısını bilemediğimiz Yunus gibi konuşan onlarca şair vardır. Mesela ben, bir antoloji çalışması
yapmıştım, az önce arz ettiğim manada Yunus’un
izinden giden 1241 şaire ulaştım ve orada bıraktım. Biraz daha yüklensek ve kütüphanelerimizi,
arşivlerimizi daha bir detaylı tarasak bu sayının 3
bine rahat ulaşacağını tahmin ediyorum. Yani 700
senede Yunus gibi konuşan 3 bin civarında şair
tespit edebileceğimizi tahmin ediyorum.
Kim söylerse söylesin
Yunus değil bunu diyen
Yunus’tan kendisidir söyleyen
diyor.
Aziz Mahmut Hüdaî Hazretlerinin lisanıyla
söyleyelim:
Bu Mısrî denen balçığı
Her bir ayak basma gerek
Sen çıkarsan aradan
Kalır seni Yaradan
Yani ey kişi, eğer Mısrî olabilmek istiyorsan
benim gibi bu Hak garibinin ayak bastığı her
yere ayak basman icap etmektedir. “Ben”leşmek;
“ben”deki “ben”e, ilahi “ben”e yani benliğe ulaşmak istiyorsan, benim geçtiğim merhalelerden
geçmen gerek. Bu manada hakikat dilimiz olan,
mana dilimiz olan, aşk dilimiz olan Yunus’un dilini devam ettiren, onun izine basmış olan her kişi,
Yunus’un ağzından konuşmuştur. Yani Hazret-i
Yunus, tabiri caizse “yamyamistan”da dünyaya
gelmiş olsaydı, yamyam dilini hakikat dili hâline
getirirdi. Örneğin, Yunus, Fransa’da, Paris’in göbeğinde doğmuş olsaydı, Fransızcayı da hakikat
dili hâline getirirdi. Bu manada yüce Peygambe-
Sende Yaradan kaldıktan sonra, sen fena makamlarını veya başka ifadeyle tevhit makamlarını
yaşarsan, sen Hakk’ın gören gözü, konuşan dili,
yürüyen ayağı, duyan kulağı, azaları, uzvu olursun. Yani o senden tecelli ederse, sen ne söylersen
söyle bu Cenab-ı Hakk’ın lisanıdır. Şimdi soru şu:
Bu sözleri Yunus mu dedi yoksa bir başkası mı?
Kim derse desin bu, Yunus’un lisanıdır. Şimdi bir
tek Yunus vardır ve bunun içinden binlerce Yunus çıkarabilirsiniz. Peki, bunu nasıl ayıklayacağız? Bunu ayıklayabilir miyiz? Cevabını hemen
vereyim: Ben Türkologum, ömrümün 27 senesi
akademik çalışmalarla ve bu konularla geçti; ben
ayıklayamadım. Usta malı satan âşıklar gibi daha
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Hz Muhammet’in sırrına vakıf olmuş, Muhammedî irfanla
donanmış, İnsan-ı kâmil olmuş bir kişi, tabiri caizse “Mona
Lisa” tablosu gibidir. Ona nereden bakarsanız bakın o size
göz kırpar. Bunların hem hepsidir, Yunus’tur hem de hiç biri
değildir.
sonradan gelenler Yunus ne dediyse onu kalıp olarak alıyor, yaşadığı zamana göre, “an”a göre yükleyerek onu tekrar söylüyor ve bir nevi geleneği
devam ettiriyor. Bunu tamamen tasavvufi seyir
içinde, yani seyr-i süluk çerçevesi içinde düşünmekte fayda var. Şiirle ilgili dünyevi olarak 5 veya
10 maddelik bir kriter listesi yapabilirsiniz ama
ayırt etme adına hiçbir şey tutturamazsınız. !Hangisi Yunus’tu hangisi değildi’ sorusu yanıtsız kalır.
Mesela, tasavvufi eğitimden geçmemiş; ancak
akademik kültürden beslenmiş biri, bir şiire bakarak: “Ben burada Yunus’u göremiyorum, sezemiyorum.” diyor. Buna cevap olarak şöyle söyleyebiliriz: “E, sen her dönem aynı seviyede misin?”
Resullullah: “Ayşe beni dünyaya döndür diyor.”
Buradan, Peygamberin bir mana âleminde olduğu;
bir de dünya âleminde olduğunu anlıyoruz. İşte
Yunus da böyle, bir bakıyorsunuz ölümden korkuyor, bir bakıyorsunuz ölümden korkmadığını
anlatan:
Ölümden ne korkarsın?
Korkma ebedi varsın
dizelerini görüyorsunuz. Bundan dolayı da
Yunus’u anlamaya çalışırken tasavvufun belli başlı makamlarını göz önüne almak zorundayız.
Yine Mevlana’nın Divanı Kebir’ine baktığınızda aşk ve feryat; Mesnevi-yi Şerif’inde ise irfan
bulursunuz. Divan-ı Kebir’de hakikat yoktur ama
Mesnevi-i Şerif baştan sona hakikattir; ancak tamamen remzî hüviyete bürünmüştür. Çünkü hakikat çıplak olarak anlatılmaz. Dolayısıyla Hazret-i
Yunus’un her şiirini aynı kategoride değerlendirmemek lazımdır. Ama farklı kategorilerde veya
farklı tasavvufi mertebelerde olsa bile Yunus bunları yine aşkla söylemiştir. Bazen korkarak, bazen
sevinerek, bazen heyecanlanarak bazen ise vecd
hâlinde söylemiştir; ama her zaman aynı seviyede
söylememiştir.
Yunus Emre’nin, örneğin Mevlana’nın da asıl
kimliklerinin dışında birer hümanist olarak değerlendirilmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her kesimin anlayışının Yunus’u benimsemesi belki olumlu karşılanabilecek bir durumdur;
ama onların dokularını, kişilik ve eserlerinin anlamı bakımından zedelemez mi?
Çok net söyleyeyim, hümanizm, bir safsatadan
ibarettir. Bu kavramı ise Yunus veya Mevlana için
kullanmak bence doğru değildir. 1930’lu, 40’lı
yıllarda, Batıdan çıkan ve kendine hümanist diyen
birtakım insanların millete empoze etmeye çalıştığı çok basit bir kavramdır ve bu gibi kavramlar da
maalesef 30-40 yıl boyunca insanları oyalamıştır.
Bizim Kur’an’a inanan, tevhide inanan insanlar
olarak böyle kavramlara ihtiyacımız yok. Fakat
bir kısım insanlar da hümanistmiş. Onlar, Yunus’a
ve Mevlana’ya o gözle bakarlarmış. İşte buna bir
cevabımız vardır: Sen hümanist gözüyle bakarsan
Yunus ve Mevlana sana o zaviyeden bir pencere
açarlar mı? Açarlar. Materyalist açıdan bakarsan
bir pencere açarlar mı? Açarlar. Müslüman veya
Hristiyan gözüyle bakarsan da bir pencere açarlar
mı, tabii ki açarlar. Demek istediğim şudur: Hz
Muhammet’in sırrına vakıf olmuş, Muhammedî
irfanla donanmış, İnsan-ı kâmil olmuş bir kişi, tabiri caizse “Mona Lisa” tablosu gibidir. Ona nereden bakarsanız bakın o size göz kırpar. Bunların
hem hepsidir, Yunus’tur hem de hiç biri değildir.
Ama reel bir gözle ve kafayla değerlendirecek
olursak Yunus bir hümanist değildir. Bir vahdet
ehlidir, bir muvahhittir, bir tevhit ehlidir. Seyr-i
sülukla bütün makamları nefsinde ve gönlünde
cem etmiş, yaşamış, bütün varlığı kendinde toplamış –cem dediğimiz makamdır- Hakk’la hak
16
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
olmuş Hakk’a aşina olmuş bir kişidir, dolayısıyla
bizim gibi nakıs insanlar hangi pencereden bakarsa kendisini o aynadan seyreder.
Hocam, hümanizm gibi bu tabirler Yunus ve
Mevlana penceresini biraz daraltmıyor mu? Kısırlaştırmıyor mu?
Tabii ki kısırlaştırıyor, bu tabirlerin teknik olarak kullanılmasına hem gerek yok hem de kullanılması doğru değil. Sebebi de hümanizm, insan
zekâsının ürünüdür ama Rönesans’tan önce yaşayan ve Hristiyan dünyasında tutulan birkaç kişinin kiliseye karşı çıkmasıyla başlamıştır. Ve bu
insanlar: “Biz sizin kilisenizi, dolayısıyla da Tanrı’nızı kabul etmiyoruz.” diyerek yola çıkmışlardır. Tabii ki ateist olarak yola çıkmışlardır. Ama
ortada reddedemedikleri bir insan gerçeği vardır.
Buna göre her şey insandan ibarettir, varlığın hedefi insandır, bu insanı sevmek lazımdır, bu insanı
işlemek lazımdır vs. gibi sözlerle ortaya çıkıyorlar.
İşte bunlar Allah’ı aradan çıkarıp görünen insanı
Allah’lık mertebesine oturtmuş, uluhiyet vermiş
ve Allah’sız bir tapınma uydurmuşlardır. Tapınmanın da merkezinde, kaynağında insanı görmüşlerdir. Dolayısıyla Batının hümanist düşüncesiyle
Yunus’un veya Mevlana’nın düşüncesi asla örtüşmez. Hz. Yunus da Mevlana da varlığı kademe
kademe görüp işleyen, anlayan onun Hakk’taki
konumunu, hikmetini sual eden makamlardan
geçmiş, varlığı bir bütün olarak, külli olarak idrak
etmişlerdir. Mesela: “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” veya “Dağlar ile taşlar ile seherdeki
kuşlar ile...” sözlerinden bu ulu insanların varlığı
Allah’tan ayırmadığını, yani bir bütün olarak Rab
kaynaklı olarak ele aldığını görüyoruz. Aynı zamanda Yunus ve Mevlana’nın insanı bildiğimiz
insandan ziyade Şeytan’ın secdeye emredildiği Âdem’dir. Yani ad olan insandır. Bu Âdem de
Âdem olana ve oraya gelene kadar, bütün varlığı
birleyerek gelmiştir. Bu yönden de Allah’ı reddeden hümanizmden tamamen ayrılır diyebiliriz.
Yunus Emre’nin şiirlerini Türkçeyle söylemesi, döneminin Arapça ve Farsça etkisinden uzak
durması, sizce bilinçli bir tercih miydi?
Hayır, bilinçli bir tercih değildir. Bir kere
Yunus’un bir evliya olduğunu kabul etmeliyiz.
Az önce de söylediğim gibi, bu gibi zatların dili
Hakk’ın dili, eli Hakk’ın eli, olmuştur. Yani bu gibi
insanlar, bir mertebeden sonra kendi tasarruflarıyla hareket etmezler. Tamamen Cenab-ı Hakk’dan
ilhamlıdırlar. Peki, o zaman Cenab-ı Hakk neden
Yunus’a Türkçe söyletmiştir. Anadolu insanı bir
manevi olgunluğa gelmiştir. Bu olgunluğa gelen
bir topluma kadim hakikati anlatacak bir ehlullahın gelmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir.
Cenab-ı Hakk her devirde kadim hakikati anlatan veya irşat eden kişiler göndermiş, daha doğru
bir tabirle insanlara nasip etmiştir. İşte Yunus ve
temiz lisanı da Anadolu insanına Allah’ın nasip
ettiği, kadim hakikati insanların gönlüne yerleştirmesi için gönderdiği bir hediyedir. İnsanlar Hak
dostlarını hep sakalın, sarığın altında; şalvarın ve
cüppenin içinde ararlar. Ama Cenab-ı Hakk, her
dönemde o dönemin şartlarına, kılık kıyafet, gelenek görenek özelliklerine uygun Hak dostları
göndermiştir. Mesela, günümüzde yaşayan ama
takım elbise giyen, kravat takan bir evliya, hak
dostu olmaz gibi bir ön yargı var; ama her dönemde içimizden ilk bakışta kavrayamayacağımız,
anlayamayacağımız evliyalar çıkabilir. Yunus da
onlardan biridir. Demek ki Anadolu insanı kadim
hakikati anlayabilecek kıvama gelmiş ki Cenab-ı
Hakk Yunus’u ve temiz, Türkçe söyleyişini bizlere nasip etmiş, Tapduk Sultan da Yunus’un dilinin
kilidini açmıştır. Bu, Divan-ı Hikmet için de böyledir, falanca Farisî şair için de böyledir, Arap şairi
veya irfan ehli için de böyledir. Yarın Japonya’dan,
İngiltere’den veya Fransa’dan bir Allah adamı, ehlullah çıksa, onun konuştuğu dil ile hakikat ifşa
edilse, bu kişiyi de aynen Yunus gibi değerlendirmemiz gerekir.
Türkçenin bir edebiyat ve kültür dili olmasında; ebedileşip, canlanıp yaygınlaşmasında
Yunus Emre’nin hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu başta da söylemiştik zaten. Yunus, önce
ilahi hakikati anlamıştır. Yani o mertebeye erişmiştir. Daha sonra ise ana diliyle bu hakikati ifşa
etmiştir. Tabiri caizse ilahi hakikati kendi diline
uyarlamıştır. Bu da yeni bir dilin, yani yeni bir
Türkçenin kurulmasını sağlamıştır. Bir bakmışsın
ki gayet sıradan ve daha dün kullandığın bir kelime, Yunus’tan sonra farklı ve derin bir anlamda
karşına çıkmış. Türkçe bir gönül dili hâline gel-
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
miş. Gönlünü dil etmiş; dili gönül hâline gelmiş
bir kişidir Yunus. İşte bu, Türkçe kelimeleri ve
kavramları yeni boyuta taşımış ve derinleştirmiştir. Başka bir açıdan Yunus’a bir bakalım: Yunus
kimdir? Yunus: “İslamın derinliği; Türkçenin
inceliğidir. İslamda derinleşme yani ihsana ulaşma olayı gerçekleştikten veya gerçekleştirildikten sonra sen hangi dille konuşursan konuş, ona
yeni bir mana, yeni bir elbise giydirecek duruma
gelmiş durumdasındır zaten. İşte Yunus, sıradan
konuştuğumuz bir dili bugün Ala-i illiyuna çıkarmıştır. Başta dediğim gibi Resulullah Efendimiz,
sokak Arapçasını “Rabca”ya çıkarmıştır. Miraca
çıkmış, miracı görmüş ve miraca bulanmış bir gönül olarak geri geldiğinde, artık Resulullah’ın konuştuğu dil, bir gün önce konuştuğu dil değildi.
Çünkü nefsini Hakk ile boyayan (Sıbgatullah) kişi,
dilini de Allah’ın rengine boyamış olacaktır. İşe
bu Yunus için de geçerlidir. Yunus’un izinden gidenler için de -hangi dili konuşuyor olursa olsungeçerlidir Hani, konuşmamın başında söylediğim
birden fazla Yunus vardır sözünü de aydınlığa çıkarmış olduk sanırım. Türk romanında da Yunus’un ve Yunus gibi
Türk kültür ve irfan dünyasının önemli eserlerinin konu edildiğini, işlendiğini görüyoruz. Farklı Yunus yüzleriyle karşılaşıyoruz. Kimi zaman
bu kurgu kahramanlar ile gerçek kişilikleri örtüşmüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her romancının romanını kaleme alırken yeni
bir kurguyla ortaya çıktığını çok iyi biliyoruz.
Bunlar, gerçek Yunus mudur yoksa yorumlanmış
Yunus mudur? Tabii ki yorumlanmış, kurgulanmış Yunuslardır. Demin, hümanizm için söylediklerim, bu roman kahramanları için de geçerlidir.
Örneğin Kemal Tahir’in Devlet Ana’sında Yunus’u
görmekteyiz. Bu Yunus, Kemal Tahir’in Yunus’udur veya Emine Işınsu’nun Yunus’udur. İskender
Pala Bey’in Yunus’udur. Aslında burada bence çok
önemli bir sakınca var: Yunus’u veya Mevlana’yı
yeni tanımaya başlayan birinin onlar hakkında bilimsel birtakım eserler okumadan önce bu kurgu
romanlardan başlarlarsa Yunus ve Mevlana’yı hakkıyla tanıyamayacakları veya yanlış tanıyacakları
gibi bir endişeye sahibim. Çünkü gerçek Yunus ile
kurgu Yunus aynı kişiler değildir. Ancak bunun
da kaçınılmaz olduğunu itiraf etmek zorundayım.
O zaman romancıların, Yunus’u veya Mevlana’yı
işlerken, bu kişilere metafizik derinlik vermeleri
yerinde olacaktır. Çünkü oluşturdukları bu tipler,
Yunus ve Mevlana’nın, onları yeni tanıyan okuyucuların kafasında bir imaj oluşturacaktır. Bunu ise
çizgi ve onların hayatlarının menkıbelerin dışına
çıkmadan yapmaları gerekmektedir. Ama yine de
romancının da ‘benim işime karışma! diyeceğinden kuşkum yok. Benim tavsiyem ise her yaştan
ve kültürden insanların anlayabileceği tarzda ilmî
eserler ortaya konmalı ve Yunus ile Mevlana seviyelere göre düzenlenmelidir.
Hocam, örneğin son zamanlarda Yunus’un,
Mevlana’nın hatta Şems-i Tebrizî’nin romanlarının yazıldığını görüyoruz. Mesela Elif Şafak’ın
Aşk adlı romanında Şems-i Tebrizî’ye şarap içirildiğini, hatta Şems’in namaz kılmadığını; onun
namazdan dahi azat edildiğine dair cümleler görüyoruz. Bu durum, o değerli şahıslar hakkında
olumsuz bir önyargı oluşturmaz mı veya yanlış
tanınmalarına neden olmaz mı?
Evet, tehlikelidir. Bu gibi olaylara iki taraftan
bakılmadır. Biri hakikat; diğeri ise şeriat dairesidir. Bu gibi şeyler ehlullahın hayatında olabilmektedir. Ama bunlar kesinlikle görüldüğü gibi değildir. Çok derin ve bilinmesi gereken bir arka planı
vardır. Mesela Yunus diyor ki bir yerde:
Beş vakt tertibimiz bir vakte geldi
Beş bölük oluban kim kıla taât
Şimdi bu beyite hem şeriat hem de hakikat
noktasından bakabiliriz. Eğer şeriat noktasından
bakarsak şöyle bir yorum ortaya çıkar: “Yunus,
beş vakit namazı bırakmış, bir vakte indirmiş. Hiç
öyle şey olur mu?” Hakikaten Yunus’un şirine bakacak olursanız dediği aynen öyledir. Ama hakikat noktasından bakarsanız işler değişir. Hakikat
noktasından bakarsak da şöyle bir yorum ortaya
çıkar: Yunus’un dediği o bir vakit “an”dır. Namazın sırrı, insanın namaz esnasında “zaman” boyutundan “an” boyutuna geçmesidir. Yani kıldığımız
bütün namazlar, bizim o “an” noktasını yakalayıp,
işte o “an” boyutuna geçebilmektir. Peki, o an nedir? “Allah, “zamanda” çokluktadır; ama “an”da
tekliktedir. İnsan da hayatı boyunca o “an”ı yakalamak için gayret eder. Tek vakitten Yunus’un kas-
18
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
tettiği budur. Tabii, kişi hakikati anlayamayınca,
namazın sırrından haberdar olmayınca Kur’an’da
geçen “Salat-ı daimun” ayetinden bir şey anlamayınca “Yunus Emre namaz kılmadı” veya “Şems
namaz kılmadı” diyebilir. Dikkat edin Yunus başka bir yerde aynen şöyle diyor:
Bana namaz kılmaz diyen, Ben kılarım namazımı
Hem kılır isem kılmaz isem
O hak bilir niyazımı
İşte burada da yanlış değerlendirilmesin diye
ikaz vardır. Velev ki bu şiiri yazmasaydı, işte biz
birinci şiiri istediğimiz gibi yorumlayacaktık. İşte
bu Şems-i Tebrizî için de Mevlana için de Yunus
için de bütün İslam mutasavvıfları için de geçerli olan bir hâdisedir. Bundan dolayı bütün bunlar
doğru değerlendirilmeli, okuyucunun karşısına çıkarıldığı zaman da az evvel anlattığım arka plandan bağımsız anlatılmamalıdır.
Yunus Emre ile ilgili oldukça geniş ve külliyatlı çalışmalarınız var. Bu çalışmalar tamamlandı mı, yoksa devam edecek mi? Başka ne tür
çalışmalar planlanıyorsunuz, bunlardan bahseder misiniz?
Ben Yunus çalışmalarına 1986 senesinde başladım. 1990’da 4 ciltlik külliyat basıldı. Sonra bu
külliyat 4 baskı daha yaptı ve 6 cilde çıktı. Her ciltte
bazı kelimeleri değiştirdiğim oldu. Bazen de manalar üzerinde değişiklikler yaptım. Yanlış değerlendirdiğim veya önceki baskıda algılayamadığım
yerler oldu. Son baskı ise Kapı Yayınları’ndan çıktı veya çıkmamışsa da eli kulağındadır. O baskıda
da 26–27 civarında kelime değiştirdim. Yani Allah
ömür verdikçe, kelime ve kavramlar üzerinde kafa
yormaya devam edeceğim. Aynı zamanda Yunus
Emre Divanı’nı da tamamlamaya çalışmaktayım.
Diğer taraftan İstanbul Belediyesi, Altunizade Kültür Merkezinde ve Atatürk Kitaplığında 2004 senesinde adımıza bir Yunus Emre okulu açtı ve çalışmalar orada da devam ediyor. Orada Yunus şerhleri
yapıyorum. Buradaki şerhleri biriktirip düzenledim
ve bir kitap hâline getirdim. Bu beş ciltlik bir dizi
oldu. Adı ise İşitin Ey Yarenler. Şimdi Kapı Yayınları bu şerhleri, “İşitin Ey Yarenler” adıyla tekrar
basıyor. Bu, dört ciltti ve bir cilt daha eklenerek beş
cilt, tek kitapta basılacak. Bu da bugünlerde yine
çıkmak üzeredir. Eser, tarihten günümüze kadar
gelen şerh usulünü devam ettiren bir şekilde hazırlanmış, şerhler yapılırken de bu hususlara dikkat
edilmiştir.
Yunus, bilindiği gibi halkın çok sevdiği ve benimsediği bir kişidir. Bir bakıyorsunuz ki okuma
yazma bilmeyen birinin dahi ağzında bir Yunus
ilahisi var. Bundan dolayı okuyuculara tavsiyeleriniz nedir? Yunus nasıl okunmalı, nereden başlanmalıdır?
Bir kere şu söyleyeceğim düstur edilerek okunmalıdır: “Yunus sadedir; ama basit değildir.” Dolayısıyla da sıradan bir okuyucunun herhangi bir
romanı okur gibi Yunus okuyabileceğini düşünmek
hatadır. Çünkü Yunus az önce de dediğim gibi “sadedir; ama basit değildir.” Örneğin,
Olmaz sözü demezem ben marifet ehline
Zira gözümle gördüm ağaçta bitti karpuz
Şimdi yukarıdaki kelimelere teker teker baktığımızda anlamadığımız kelime var mı? Hayır. Peki,
bu kelimelere mana ver desek verebilir misiniz?
Hayır.
Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bu örnekteki gibi Yunus çok bilinen kelimeleri
kullanarak anlamadığınız, daha doğrusu yorumlayamadığınız bir dil inşa ediyor. İşte bunlar sadedir
ama manası çok derindir. Mesela, karpuz ve ağaç
kelimeleri dışarıda gördüğünüz sıradan karpuz ve
ağaç kelimeleri değildir. Varlık ağacı içinde, bir çekirdekten karpuz olabileceği, yine o karpuzdan yüzlerce çekirdek ve her çekirdekten de yine yüzlerce
çekirdeği içinde barındıran bir karpuz olabileceği;
dolayısıyla, vahdet-kesret; kesret-vahdet ilişkisinin
olabileceğini, bize tefekkür edersek anlayabileceğimizi sezdiriyor. İşte Yunus’u anlayabilmeniz için de
bu işin dolayısıyla da Yunus’un talibi, isteklisi ve
âşığı olmanız gerekmektedir. Bunun için de illa edebiyat bölümü bitirmeye de gerek yok. Veya YÖK’e
bağlı bir üniversitede akademisyen olmaya bile
gerek yok, hatta ilkokul mezunu dahi olabilirsiniz.
Bunun için, yani Yunus’a yakın olmak için, onunla
hemhâl olmak için, arif olmak ve irfan taliplisi olmak gerekmektedir. ■
19
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ZİYA AVŞAR
T
Ulu nazar, âşığın sancılı
bir sürecin bedeli olarak
aldığı bir ödüldür. Bu
nazar âşığın can kuşuna
aşk pençesi vurduğu
zaman onun ten yuvasını
dağıtır. Bu safhada âşık
nizam sandığı âlem
kaosundan, kaos sandığı
gayb nizamına geçerken
tahammül edilmez şeyler
yaşar. Âşığın bu safhada
fırtınalı denizi esenlikle
geçmesi için Hak nazarı
bir lütuf kılavuzu olarak
hep yanındadır.
asavvufi metinler için en büyük yanılgı,
kelimeleri sadece sözlük anlamlarıyla sınırlı sanarak, yorumu bu zan üzerine oturtmaktır. Oysa bu metinlerde kelimeler, “zaruret icabı”
başvurulan birer araçtır. Mutasavvıflar kelimeyi,
mana abıhayatının içine aktığı iğreti bir kap olarak görürler. Dolayısıyla bu metinlerdeki kelime
kabını, mana abı ile aynileşmiş görmek, mananın
gerçek mahiyetini görmemektir. Bir yüce mana
yahut sırrın, veliyle temasa geçme biçiminin
muhtelif yolları vardır. Hak dostları, gönüllerine
doğan bir manayı tutmak, hatırlarına hücum eden
bir sırrı dizginlemek, ruh kulaklarına seslenen bir
hakikat sesini çözmek, perdeden sıyrılmış bakışları önünde zuhur eden bir tecelliyi surete büründürmek için kelimeleri bir araç olarak kullanırlar.
Bu itibarla bu dil, tasavvufi metinleri bir dil olayı olarak görme, ucuzluk ve acizliğine düşenlere
karşı manen dil çıkararak tepki verir.
Zahirî dil donanımına güvenerek, genelde tasavvufi metinleri, özelde Yunus Emre şiirlerini yorumlamaya kalkışan araştırıcılar, bu şiirlerin iletisi diye, mana yerine manaya yataklık eden kapları takdim ederler. Bu yaklaşım tarzı, Yunus’un
tabiriyle “mananın yüzünü dürmesinden” ve kırk
20
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
duvak altına girmesinden başka bir şey değildir.
Bu şu demektir; mana, lâyık olmayana hiçbir zaman duvak açmaz. Mevlana, anlam gelini ile gerdeğe, ancak şahların gireceğini söyler. Bu şahlar
kimdir? Kim olacak, kaba değil içindeki anlam
suyuna vurgun olanlardır. Mevlana’nın ölçüsü ile
bakınca Yunus Emre yorumcularının umumiyetle mana gelininin kapısında bekledikleri görülür.
Zira içerdeki o nazenin sultan, kapıyı her çalana
açmaz.
Tasavvufi metinler okuyucuya, dışıyla masal
dili, içiyle istiare ve metafor lisanıyla konuştuğu
için, onların işaret ettiği dünyanın boyutunu kavramak, yorumcular için bir muammadan farksız
hâle gelir. Yorumcuların bu metinleri yorumlaması beklenirken, metinlerin yorumcuları yormasının nedeni bu çifte dildir. İşaret ettiğimiz
olgunun adına çifte dil deyişimiz şimdiliktir. Zira
mananın iki değil, yedi dili vardır; lakin biz iki
dilden ötesinin adlarını bilmiyoruz. Mevlana’nın
Mesnevi beyitlerini yedi anlam üzere söylediğini belirtmesi, hakiki manaya ancak yedi aşamalı
bir kavrama sürecini aştıktan sonra ulaşacağımızı gösterir. Zira Mevlana bu yedi dil meselesini
Kur’an’a atfen söyler. Demek ki anlam gelininin
naz duvağını açması için, idrak damadının yüz
görümlüğü olarak yedisi bir yerde bir dil gerdanlığı sunması lazımdır.
Bu idrak ışığında, Yunus Emre’nin nazar kavramını ele alışına bakarak, onun bu kelimeye
yüklediği irfan denklerini çözmeye ve bu denklerin içine ne yerleştirdiğini görmeye çalışacağız.
Hak Nazarı
Yunus Emre Divanı’na sırf nazar kelimesinin
yüklendiği anlamlar açısından bakıldığında bile
lügatlerimizin ne kadar sığ izahlar ile yetindiği
görülür. Yunus’ta nazarın kökeni Hakk’a çıktığı
için, bir nesne olmaktan çok özne ve eylemdir.
Hakk’ın bir yaratma ve dönüştürme fiili olan nazar, onun insana verdiği lütuflardan biridir. Hak,
insana nazar kudretinden bağışlarken bunu doyumluk olarak değil, tadımlık olarak verir, maksat nazarın feyzini kavratmaktır. Yunus Emre’de
nazar, suret âleminin yaratılışını izleyen bir seyir içinde aşktan sonra gelen ikinci süreçtir. İlkin
yerle gök yaratılmış, yaratılış binası da aşkla tamamlanmıştır. Âlem binası tamamlanınca bu bi-
nadaki yaşayışı tanzim edecek asli varlık olarak
insan tasarlanmış ve insan Hakk’ın toprağa nazar
eylemesiyle hâsıl olmuştur. Yunus’un söylediği
iyi anlaşılırsa insanın, göğe ait olana değil de yere
ait olana nazar kılınarak yaratılması, bir eksiklik
değil, bilakis bir erdemdir, zira yer gökten önce
yaratılmıştır. Bu durumda insanın surete bürünmesi, yaratılışın en kadim unsuruna Hakk’ın nazar etmesiyle mümkün olmuştur. O hâlde nazar,
aşk ve yaratılış arasındaki zorunlu ilişkinin bir
sonucu olarak bizzat insanı işaret eder. Bu da demek olur ki, suret ve maddenin gerisinde daima, o
suret ve maddeye bürünen asıl unsuru aramalıdır.
Zira manaların suretlere bürünmesi, görüntüleri
çoğaltacağı için, bu çokluğa bakarak asıl unsuru
gözden kaçırabiliriz. Gerçi temelde aşk olduğu
için, cümle varlığı aşk, varlıktaki çokluğu da aşk
suretleri olarak tanımlamak yanıltıcı olmaz. Bu
aşk suretleri içerisinde aşkın Hakk’taki anlamını
en yetkin şekilde yansıtan suret insandır. Zira o
Hakk’ın çok hususi bir iltifatı olan aşk nazarıyla
vücut bulmuştur:
Yir ü gök yaradıldı ‘ışkıla bünyâd oldı
Topraga nazar kıldı aksurı durup geldüm [1] 191/4
Yaratma fiili kudrete ilişkin olduğundan kudret yaratmayı önceler. Bu durumda nazarın -ki
maksat aşk nazarıdır- temelinde kudret vardır.
Kudret, kendini kavratmak için yaratışa ihtiyaç
duyar. Yaratış içinse varlığın kendinden doğduğu
ilk cevhere gerek vardır. İlk cevherin varlık suretlerine evrilmesi için itici güç de nazardan başkası
değildir. Bu yaratış silsilesi sonuçta insana dayandığı için, nazarın asıl muhatabı insandır. Bütün
varlık, Hak kudretinden yaratılan ilk cevhere,
Hakk’ın nazar kılmasıyla oluşurken, Hak insan
için iki kez nazar kılmıştır. İlk nazarla topraktan
koparak bedenleşen insan, ikinci nazarla cana
kavuşmuştur. İnsanın cana kavuşması, Hakk’ın
kendini görmek ve duymak istemesine bağlıdır:
1. Bu makaledeki Yunus beyitleri, Mustafa Tatçı’nın
Kültür ve Turizm Bakanlığı E-kitap Projesi kapsamında
yayımlanan Yunus Emre Divanı’ndan alınmıştır. İlk
rakam gazel numarasını, ikinci rakam beyit numarasını
göstermektedir. Geniş bilgi için bkz; http://ekitap.
kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128453/h/giris.pdf, http://
ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128452/h/metin.pdf,
(24.03.2012, 23.41)
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Bu durumda oluşun, iki nazar arasında ten ve
cana bürünen insan için tasarlandığını söylemek
gerekir. Zira Hak, insanı kendi cemalini göreceği
bir ayna ve kendi sesini duyacağı bir ney olarak
yaratmıştır:
Diledi göre yüzin işide kendü sözin
Nazar kıldı bir kezin anda cân virdi bana 12/6
Yunus nazarı, Hak kudretinin nuru olarak ele
alır. Zira Hak, varlık ve manayı o nur ile halk etmiştir. Ancak bu nurun özünde aşk olduğu için
yaratılan şeylere düşen nazarın aşk ve muhabbet
olduğuna kuşku yoktur. Yunus’un nazarın nasıl algılanacağına dair fikirlerinden sonra, nazar
ve insan münasebetini ele alış biçimini bilmekte
yarar vardır. Yunus nazarı gözle ilişkilendirirken
göze değil, nazara vurgu yapar, ona göre göz nazar içindir. Çünkü nazar, Hak lütfü olan ölümsüz bir cevher, gözse bedenle kaim olan fani bir
nazargâhtır. Yunus bu bağlamda duyuları değerlendirirken insanda iki duyunun ölümsüz olduğunu söyler; görme ve işitme. Bu durumda söylemediği diğer duyuların da fâni olduğunu söylemiş
olur. Fâni duyular, tat, koku ve dokunmadır. Peki,
Yunus işitme ve görmeye neden ölümsüzlük izafe eder? Çünkü duyuş ve görüş insana Hakk’ın
Sem’î ve Basîr sıfatlarından bir lütuf olarak verilmiştir. Yunus zımnen Hakk’ın lütuf olarak verdiği bir şeyin de ölümsüz bir cevher olduğunu söylemiş olur. Bu durumda insanın nail olduğu her
lütfün onu, ölümsüz olanla temasa geçirdiği ve
ölümsüzlüğe hazırladığı ileri sürülebilir:
Bâkî tertîblerümi şerh ideyüm
‘İnâyet mevcûdı sem’ ü basâret 19/6
İnsana ölümsüzlük nimeti olarak verilen her
lütfün aslında onu, lütfü verenle temas sağlayacak farklı bir akıl biçimi ile donattığını gözden
kaçırmamalıdır. Biz aklı sadece kıyas yapan zihin olarak görür ve zihnî olana odaklanırız. Oysa
bu insana verilen akıl nimetlerinin en alt düzeyi
olan maişet aklıdır. Maişet aklı, zahirî hayatı tanzim eden kaba akıldır. İçtimai hayatı tanzim eden
bu akıl, insanın diğer hayatlarını da tanzim etmeye kalkışırsa Mevlana’nın tabiriyle “akıl akılları
bağlarsa ona akıl dememelidir.” Bu odaklanış
biçimi, aklın herkes tarafından işletilebilir olmasından dolayıdır. Oysa aklın üstündeki akıllar,
akılların üstündeki akıllıların işidir.
Yunus aklı, dünya işlerini tanzim eden (akıldur
işler yapucı) bir meleke olarak nitelerken, nazarı
gönül evinin baş köşesine geçirip gönlü de onun
emrinde bir kapıcı sayar. Bu yaklaşım, Yunus’ta
zahir gibi algılanan nazarın, aslında batın bir akıl
olduğunu kavratmak içindir. Bu akıl gönülde oldukça insan, hırs ve nefsani isteklere galebe çalar.
Bu durumda Yunus, nazarı hırsın zıddı ve onun
çaresi olarak gösterir. Gönlün nazara kapıcılık etmesinden murat nedir? Kalbi nazarın daim olmasını sağlayacak erdemlerle diri tutmaya işarettir.
Bu gayret gösterilmezse nazarın yerini hırs alır,
bu da fitneye, yani hem ruhi hem de içtimai kaosa
yol açar. Zira fitnede hem psikolojik hem de sosyolojik olmak üzere iki kaos belirir:
Nazar gitdi tama‘ kopdı nazar yirin tama‘ tutdı
Basduk yirde fitne bitdi işletdi yine nefsânî 412/9
Yukarıda Hakk’ın insana iki kez nazar ettiğini söylemiştik. Bu nazarlardan ilki Celal tecellisi
olup genelde varlığı özeldeyse insan tenini yaratmıştır. Tecellinin Celal’den gelmesi, varlığın
fâni olduğuna delalet eder. Ancak bu fânilik onun
aşktan mahrum olduğu anlamına gelmez. Çünkü
nazar cevherinde harekete geçen şeyin aşk nuru
olması, fâni olanın temelinin de aşk olduğunu
gösterir. Demek oluyor ki, aşk tecelli ettiği isim
ve sıfata göre değişik görüntülerle ortaya çıkan ve
farklı tezahürleri olan bir cevherdir. Aşk her mevcudun mayası olmakla birlikte onun hakiki yönüyle belirmesi Hakk’ın üçüncü nazarıyla mümkündür. Yunus’tan anladığımıza göre, Hakk’ın
üçüncü nazarı, insanı ten ve can safhasından alıp
insanlara ve bedensiz varlıklara sultan yapar. Bedensiz varlıklar ibaresiyle sadece cin ve melekleri değil, mana ve sırrı da murat etmekteyim. İşte
insanı cümle varlıklardan üstün ve erdemli kılan
şey, Hak’tan gelen bu üçüncü nazardır. Ancak bu
nazar Hakk’ın layık olanlara özel bir lütfüdür.
Yunus bu nazara mazhar olmuş özel kişileri er
yahut eren olarak adlandırır.
Nazarın Yunus’a göre temel işlevi yaratma ve
22
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
yaratılanda saklı cevherleri diriltmedir. İnsan için
Hakk’ın ilk nazarı ten, ikinci nazarı can, üçüncü
nazarı canın canıdır. Canın kendi canıyla temasa geçmemesi ondan gafil olmasıyla alakalıdır.
Canın kendi canıyla temasa geçmesiyse canın
uyanmasıdır. Ancak bu uyanıklık bu âleme uyuyup öbürüne uyanmanın adıdır. Hakk’ın insana
üçüncü nazarının yani son bakışının cana can vererek o can sahibini sultan eylediğini söylemiştik.
Hakk’ın her bakışı, insanı ayrı bir kemale yükseltir. Dolayısıyla onun insana son bakışı, yaratma, diriltme ve dönüştürmenin en güçlü halidir.
Lakin bu güç, insana nispetledir, değilse Hakk’ın
nazar kudretinin hududu yoktur. Yunus’un ifadelerinden anlaşıldığına göre nazar, her durumda
bir cevher ve varlığa çarparak onda mevcut olan
varlık potansiyelini harekete geçirir. Yaratışın
maksadının insan olduğu, Hakk’ın onu bir genel
iki özel bakışla taltif etmesinde saklıdır. Önemine işaret ettiğimiz son bakış Hakk’ın sadece peygamber varisi olan erlere özgü nazarıdır. Bu nazarın erenlere özgü olması, manevî bir diriltme ve
dönüştürme hassası taşımasındandır. Bu itibarla
bu nazar yüce bir emanet olup sadece ehil olana
verilir.
Erenler Nazarı
Hak dostu olan bu kişiler, ölü canları diriltmek
için Hakk’ın kudret nazarı hibe ettiği özel kişilerdir. Velilerin Hakk’ın diriltici nazarından bir
cüzü, lütuf olarak almaları süreci ayrı bir bahis
olmakla birlikte bu lütfe kavuştuktan sonra irşat
nazarı olarak adlandırılan ayrıcalıklı ve ölümsüz
bir nazara sahip olurlar. Bunların görevi, canları
gaflet uykusundan uyandıran irşat nazarıyla Hak
yolcularının önünü aydınlatmaktır. Veliler, dünya
ile temasa geçtiklerinde toprak derekesine inerek
gaflet uykusuna dalan canları, Hakk’tan ödünç
aldıkları kudret nazarıyla tekrar diriltirler. Yunus
Emre, Divan’da erenler nazarı dediği bu nazarın
niteliği hakkında tecrübi tespitlerinden bazılarına
yer verir. Bunlardan ikisini ismen, diğerlerini ise
örtülü olarak bildirir.
Yunus Emre Hak dostlarından Mevlana’nın
nazarıyla karşılaşmasını derin bir farkındalık durumuyla verir. Mevlana’nın nazarını görklü yani
muhteşem olarak niteleyen Yunus, bu bakışın
onda gönül aynası hâlinde tecelli ettiğini belirtir. Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır:
Erenlerin cana bakışı öncesiz ve sonrasız bir bakış kaynağından geldiği için süresiz himmet bakışıdır. Bundan anlaşılıyor ki Mevlana’nın nazarı,
Yunus ‘ un gönül aynasına daimi bir irşat nazarı
hâlinde düşmüştür.
Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynâsıdur 64/4
Bazı kaynaklarda Mevlana’nın nazarının keskinlik ve etkisine dair kayıtlar vardır. Rivayete
göre Mevlana’nın nazarıyla karşılaşan bir baş,
hükümdar başı bile olsa nazarın nafiz oluşundan
dolayı derhal yere inermiş. Yunus’un demesine
bakılırsa erenler nazarı, kendisini her muhatapta
ayrı bir tecelliyle gösterir. Hatta biraz daha ileri giderek söyleyelim, aynı velinin salike, farklı
zamanlardaki nazarında bile tecelliler değişmektedir. Yunus’un nazarına muhatap olduğu ikinci
veli Geyikli Baba’dır. Onun Geyikli Baba’nın nazarına muhatap olduğunda aldığı himmet, tarikat
yolundaki her isteğinin gerçekleşmesidir. Öyle
anlaşılıyor ki Yunus, dervişlik yolundaki vartaları Geyikli Baba’nın himmet nazarıyla atlatarak
yola devam etmiştir.
Geyiklü Baba bize bir kez nazar kılaldan
Hâsıl oldı Yunus’a her ne ki vâyesidür 29/10
Yunus, erenlerin nazarını tasavvuf ıstılahlarından hareketle safâ nazar olarak niteler. Safâ
nazar, velinin gözünden harekete geçen Hak
nurundan başka bir şey değildir. Mevlana “yoktur lakin göz ve kulakta o nur” derken bu nurun
velilere özgü olduğunu ve velilik sırrının ancak
böyle bir göze gösterilip böyle bir kulağa duyurulacağını söyler. Safâ nazar, salikin erenler nazarıyla arınarak eriştiği velayet bakışıdır. Demek
ki salik, erenin irşat nazarıyla karşılaştığında
manevi tecellilere ulaşmanın yanında nazarını
da arındırmaktadır. Safâ nazar bunun zıddı olan
kem nazarla kendi arasındaki diğer nazarların
tepe noktasıdır. Bu ikisi arasında kem nazardan
yüksek, safâ nazardan düşük muhtelif nazar mer-
23
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
halelerinin olduğu aşikârdır. Yunus’un “Dost yüzine bakmaga key safa nazar gerek 135/1” dizesi,
bu hükmün tanığıdır. Çünkü dost yüzüne bakmak
için safâ nazara ihtiyaç duyulması, dost yüzüne
bakmanın belli nazar merhalelerinden geçtikten
sonra mümkün olacağını bildirmektedir. Yunus,
safâ nazarla ilgili olarak ince bir ayrımın altını çizer, safâ nazar kimi saliklerde fıtrî bir istidat olarak mevcuttur. Bu istidada malik olan Hak erleri,
diğer salikler arasından pervaz ederek doğanlık
makamına konar ve Hakk’a layık dirlik bulurlar:
Yokdur toganla birligi ya Hakk’a lâyık dirligi
Bir kişiden um erligi anun safa nazarı var
27/4
Er yahut eren nazarı, Hak dostlarına verilmiş
bir lütuftur. Nasıl ki başlangıçta Hak, toprağa nazar ederek insana ten ve can verdiyse veli de özü
toprak olan insana nazar edip onun Hak’tan gafil
olan canını tekrar diriltir.
Erenlerün nazarı topragı gevher eyler
Erenler kademinde toprak olasum gelür 46/8
Yukarıdaki beyitte toprak insana, gevher can
içindeki cana, erenler nazarı da Hakk’ın nuruna
işaret eder. Veliler Hakk’ın nuruyla bakan kişilerdir. Hak nuruyla bakmak, Hak ile batılın ayrılması demektir. Hak nuruyla bakmanın temelinde;
“Müminin ferasetinden çekinin, o Hakk’ın nuruyla bakar.” hadisine telmih vardır. Er nazarına
zaman tahdidi koymak doğru değildir, zira Hak
nazarının evvel ve ahiri olmadığı gibi veli nazarının da ödünçlükten dolayı evvel ve ahiri yoktur.
Veliler bu boyuttan baktıkları için, âlemde gayb
suretleri görürler. Bu yüzden velilerin gördükleri
sırrı aktarmaları için muhatapta da aynı cihazların bulunması gerekir, fakat bu çok nadirdir.
Nazar veli için sır aktarma gerecidir. Dolayısıyla
nazarla aktarılan sır, sesle yani kelamla aktarılan sırdan eftaldir. Nazarın ihtiva ettiği bu sırrın
mahiyetine bakılırsa görüntü ile alakalı olduğu
görülür. Erenler nazarı, gördüğünü gösteren bir
nitelik arz eder. Veli, sır ve mana avcılığında ne
gördüyse ve ne yakaladıysa bunu nazar kudreti ile
cisimlendirerek aktarır. Ancak bu görüntü sabit
ve değişmez bir hakikat algısı gibi değerlendirilmemelidir.
Eren nazarıyla aktarılan bir sır, aynı meclisi
paylaşan canlara muhtelif suretlerde görünebilir.
Bir pirin müritlere, kelamdan daha üstün bir dil
olan nazarla ölümsüzlük sırrını kavratmaya çalıştığını varsayalım. Şeyhin nazarıyla ifşa edilen sır,
bir dervişe doğan suretinde görünürken, diğerine
ağaç, bir başkasına bulut suretinde görünecektir. Bunun nedeni her dervişin hâl ve makamının
farklı olmasındandır. Fakat bu algı asla bir kaosa
yol açmaz. Zira her görüntü tıpkı rüyadaki gibi
kendi manasını çok açık bir şekilde telkin eder.
Diyelim ki rüyada bir yıldız görsek ve o anda
bize, o yıldızın ölmüş bir yakınımız olduğu telkini gelse, rüyadaki bu telkine şaşmayız. Bunun
gibi, velinin nazarıyla oluşan, uyanıkken rüya
görme daha doğrusu tecelliye erme ortamında
da dervişler, suretlerin getirdiği telkine şaşmazlar. Eren meclisinden çıktıktan sonra dervişlere,
“Hangi sırrı nasiplendiniz?” diye sorulsa, doğan
gören de ağaç gören de bulut gören de “ölümsüzlük» diyecektir. Dolayısıyla er nazarının değdiği
şeyde, fâniyi baki kılan bir özelliği vardır. O nazarın dokunduğu bir canın gönlü, nazarı ve can
özü arınır ve aslı toprak iken nazar iksiri sayesinde altın ve mücevhere dönüşür. Eskilerin şark
kimyası, ilm-i simya ve kibrit-i ahmer adlarıyla
niteledikleri olgu, Hakk’ın veliye bahşettiği nazardan başka bir şey değildir.
Bir velinin müride bakışında kelamsız sırlar
gizlidir. Ancak bu sırların dervişin kalbine akışı, kelamla aktarılan manadan daha hızlı ve daha
niteliklidir. Bundan dolayı veli ile mürit arasında,
kelamdan kopulup nazara geçildiğinde, şeyhin
bakışıyla müridin bakışı arasında tecelli denilen
görüntüler oluşur. Bu görüntüler sır ve mananın
surete bürünmesinden başka bir şey değildir. Bu
görüntülerin anbean değişmesine mukabil, hakikat asla değişmez ve bu özel iletişimde bedensiz
varlıklar devre dışı bırakılır. Bir derviş müjdeli bir rüya görse ve bu rüya sadık olsa yine de
bunlardaki bazı manalara, bedensiz varlıklar
rahatlıkla sirayet ederek bu manaları saptırırlar.
Çünkü rüyada bizi tasarruf gücüyle müdahaleden
koruyacak bir pir yoktur. Bu müdahaleyi ancak
erbap bir yorumcu olan pir fark eder. Böyle bir
pirin nazarına muhatap olduysak sorun yok, an-
24
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
cak olamadıysak çoktur. O hâlde Hakk’ın nuruyla bakan veliler muhataba kem nazarla değil safa
nazarıyla bakarlar. Safa nazar, Hak nurunu onun
lütfüyle ödünç kullanmaktır.
Yunus er nazarında tâze güller açılmış
Sen gerçek bülbülisen nazarda ötmek gerek
145/6
Anlaşılıyor ki Yunus Emre, Hak nuruyla bakan bir velinin nazarına muhatap olmuş ve şeyhin sırrını bir gül bahçesinde o anda açan güller
biçiminde görmüştür. Gül maşuku yani sevgiliyi,
bülbül de âşıkı işaret ettiği için, Yunus’un payına düşen şey âşıklıktır. Gülü gören bülbülün
ötmemesi düşünülemeyeceğine göre, nazarıyla
Yunus’u gaflet uykusundan uyandıran velinin
muradı, Yunus’un kendisinden öğrendiği sırları
dile getirmesidir. Tıpkı bülbülün güle karşı aşk
nağmeleri söylemesi gibi. Bu durumda Yunus,
nazarda açan gülün şeyhi işaret ettiğini, kendisinin de şeyhin nazarından hareketle kemalini
arayan bir Hak yolcusu olduğunu kavrar. Bu kavrayış anlıktır, fakat bu kavrayışa aracı olan şeyin
ne başı vardır ne de sonu. Yunus’un nazarla gelen
şeyde kavradığı hakikat şudur: Bir erenin nazarı
can içinde can olduğunu kavrayan herkese suret
gösterir. Ne var ki burada bir dram başlar. Suret
gören dervişlerden bir kısmı dilsiz dudaksız hâle
gelip konuşamaz olur. Bir kısmı ise bülbül gibi
şakımaya başlar. Yunus, Hak yolcularını tam bu
noktada ikiye ayırır. Konuşamayanlar sahte, konuşanlar gerçek âşıktır. Buradaki konuşamamayı,
sufiliğin makbul saydığı istiğrak âlemine dalmak
anlamındaki “hamuşluk” ile karıştırmamak lazımdır. Bu nazar, şeyhin “mutlak mürit”ler ile
mürai müritleri birbirinden ayırmak için kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntemde mutlak müritler,
şeyhin nazarında açan taze güllerin bülbülü olup
şakırken, mürailer ne bir şey görürler ne de bu duruma bir anlam verirler. Zira himmet nazarı, nitelikli ile niteliksizi birbirinden ayıran bir nazardır.
Kalp altınla gerçek altın vitrinde aynı görünür.
Lakin mihenge vurulduklarında birinin yüzü kararır, diğerinin gözü parlar.
Er nazarının en bariz özelliği, her bakışın
ayrı bir mana ve sır ifşa etmesidir. Yunus ölüm
düğümünü, böyle bir nazara muhatap olduğunda
çözmüştür. Ona göre ara yerde ne ölüm vardır ne
de öldüren. Mesele, canı verenin verdiğini almasından ibarettir. Dram, canın sahibine iade edilmesinden değil, kılıfın kılıca yani tenin cana tutkusundan yükselir. Can, er nazarıyla beslenmeye
devam ederse bir müddet sonra kılıfın kesmeye
mani olduğunu görecektir.
Yunus, erenler nazarının canı, asıl yatağına
taşıdığını söyler. İnsan canı aslında bir mana ummanıdır. Lakin can ummanı, ten yatağına dolduğunda mana ırmaklarından mahrum kalırsa bir
zaman sonra kuruyup suyunu çekmeye başlar.
O derin ve kıyısız denizden geriye, suyu kokuşmuş sığ bir göl kalır. Bu gölü kurumaktan kurtaran erenlerin feyizli nazarıdır. Erenler nazarıyla
bu göl, dört bir yandan taze ırmakların beslediği
azim bir denize dönüşür. Bir göl idüm kıldı erenler nazar
Deniz oldum dört yana ırmagıla
Ulu nazara doğru
296/7
Hak yolcusu olan derviş, erenlerin irşat nazarı
sayesinde artık, mana kapısını çalacak bir düzeye
gelir. Tam bu noktada Mevlana, “mana kapısını
çalarsan, açarlar” der. Mana kapısının açılması
demek, dervişin er nazarından Hak nazarına geçerek erenlerden biri olmasıdır. Bu dem geldiğinde derviş, nazarını fâni haz ve lezzetlerin dünyasından, baki haz ve lezzetlerin dünyası olan istiğrak âlemine çevirir. Bu iki âlem arasında, âlemler
çapında haz ve zevk farkı vardır. Birinde tadılan
şey, fâni oluşundan dolayı ruhu, acı bir haz ve pişmanlığa sürükler, bu pişmanlık da günah hissine
dönüşür. Diğerinde tadılan şey, baki oluşundan
dolayı ruhu, gittikçe artan bir haz ve derin bir huzura erdirir. Bu huzur ve ferah da ilahi bir tasvip
olan sevap hissine dönüşür. İlahi tasvip olmadan
hiçbir zevk, temas edene kendi cevherini göstermez, bilakis tam zıddıyla tesir eder. Özneden
kopanın zevk diye tattığı şey acılık, haz sandığı
şey nedamet, hak bildiği şey zulmet, zirve diye
çıktığı yer, derin bir kuyuya düşüştür. Bu hazların birbirine oranı zerre ile küre gibidir. Yazık ki
bu âlemde istisnalar dışında cümle başlar, zerrelik tat için feda edilir. Müstesna başlar ise kürelik
tat için feda edilir. Görünüşte her iki durumda da
kelleler kopar, fakat birinde yuvarlanıp mezbele-
25
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ye düşerken, diğerinde yuvarlanıp padişah çevgenine top olur.
Mutasavvıflar istiğrak âlemini varlık âlemi
diye nitelerler. Nazarın istiğrak âlemine çevrilmesi, Hak kapısının açılması demektir. Derviş,
erenler nazarıyla canını heyecandan buhrana,
buhrandan vecde, vecdden istiğraka doğru kademe kademe arıtarak mana kapısına dayanır. Tam
bu noktada kapıyı çalanın liyakatini onayan Hak
nazarı devreye girer; kapı açılır ve yolcu Hakk’ın
manalar hazinesine girer:
Hak’dan nazar oldı bana Hak kapusın açar
oldum
Girdüm Hakk’un haznesine dürr ü gevher saçar oldum
208/1
Hakikat kapısı açıldıktan sonra canın can gözüne düşen nur, erenler nazarından değil, Hak
nazarından gelir. Bu aşamada yolcu artık Hak erlerinden biri hâline gelerek velayete erer. Velilik,
Hak yolcusunun manevi rüştünün onanması demektir. Hak yolcularının iki doğumu vardır. İlki
beşerî doğum, ikincisi de Mevlana’nın tabiriyle
aşk annesinden doğumdur. Mevlana, “Biz aşk
çocuğuyuz, aşk annemizdir bizim” derken Hak
yolcularının asıl annelerinin aşk olduğuna vurgu
yapar. Manevi rüşt diye adlandırdığımız velayet,
işte bu aşk çocuklarının rüştüdür. Bu aşamada
veli, iki haneye sahip olur. İlk hane hisler âlemi
olan dünya hanesi, ikincisi hislerin uykuya yatıp
canın uyandığı gayb hanesidir. Bu noktada iki
hane birbirine bağlı olmakla birlikte aralarında
ebat farkları olduğundan nispetleri yine zerre ve
küre gibidir. His evini aşk suretleri, can evini aşk
siretleri doldurur. Daha doğrusu veli, bu âlemdeki
suretlerin aşk suretleri olduğunu, can evindeki
aşk siretleriyle karşılaşınca fark eder. Zaten velinin bu farktan sonraki macerası, âlem suretlerine
aşk nazarıyla bakarak onların hangi aşk siretlerinin görüntüleri olduğunu kavratmaktır. Yunus’un
“gideridim yol sıra yavlak uzamış bir ağaç” dizesiyle başlayan şiiri, bu bilinçle okunduğunda bize,
üçüncü lisan olan hâl dilinin sırlarını açar.
Hak yolcusu hakikat evine girdiğinde, aşk siretlerini aşk suretlerine dönüştürmek için kudret
nazarının sayesi altında özü aşk ve şevk olan yeni
bir lisan talimi yapar. Kudret nazarı, vücut şehri
üstündeki zulmet perdesini yırtarak varlığı asıl
çehresiyle gösteren Hak nurudur.
Ol dost benden yana hîç bilmezin niçe bakdı
İş bu vücûd şehrine bir hoş nazar bırakdı 363/1
Vücut şehrinin merkezi kalp olduğu için, bu
hoş nazar kalbi hedef alır. Yunus bu nazarı, her
an binlerce can alan ve cümle âşıklara kıyan bir
nazar olarak niteler. Lakin buradaki can alma,
can verme, âşıklara kıymak da âşıkları kayırmak
anlamındadır. Bu bağlamda söylenen şeyleri daima çifte dil ile okumak lazımdır. Lakin çifte dilin
birbiriyle tenasüp hâlinde değil tezat hâlinde yürüdüğünü de bilmek lazımdır. Çünkü çifte dilin
temelinde algı zıtlığı yatar. Bu inceliğe dikkat
edilmezse âşığın Hak kapısını açtığı demden sonra kullandığı “ben” zamirinin tuzağına düşülür.
Âşığın Hak nazarına erdikten sonra ben demesiyle o kapıdan gafil olanın ben demesi aynı şey
değildir. Biri masal dili dediğimiz gündelik dille, diğeri metaforik dediğimiz irfani dille konuşmaktadır. Gündelik dilin beni, söyleyeni işaret
ederken, irfani dilin beni söylettireni işaret eder.
Dolayısıyla irfani dilde ben zamiri hüve yani o
makamındadır. Bu durumda ben’i o, benem’i
odur diye okumak lazımdır. Böyle okunmazsa algısı gündelik dil düzeyinde gezinen bir yorumcu,
aşağıdaki beyitteki söz dizimini, kendi akıl ipine
dizerek Yunus’u “Tanrı” yahut “kendini Tanrıyla
bir tutan” bir sufi olarak takdim edebilir. Ne idrak, ne irfan!... Daha arifin kullandığı ben zamirini çözemeyenlerin, ariflerin zamirinden haber
vermeleri mümkün müdür? Evet, Yunus’un sözleri bir dil olayıdır, ancak lisan anlamında değil
gönül anlamındaki dil olayı.
Kün deminde nazar iden bir nazarda dünyâ
düzen
Kudretinden han döşeyüp ‘ışka bünyâd uran
benem 193/3
Ve ulu nazar
Sufilerin irfan makamına erdiklerinde kullandıkları ben zamiri, parça olan ben’in bütün
olan o’da fani olmasından sonra kullandıkları
ben’dir. Tıpkı okyanusa düşen bir damlanın okyanusa düştükten sonra damla değil, okyanustan
bir damla olması gibi. Artık o damla okyanustur.
26
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
İşte âşığın Hakk’ın hakikat okyanusuna dâhil
olduktan sonra ben demesi, benliği değil oluk’u
ifade eder. Hak kapısının kendine açıldığı âşık,
izafi zaman ve mekân perdeleriyle kapalı gölge
ben düzeyinden, zaman ve mekân perdelerinin
yırtıldığı mutlak ben düzeyine geçer. Bu geçiş,
Hak âşığının mevcut beş duyusunun, bu duyuların aslı olan mutlak beş duyuyla yer değiştirmesi
anlamına gelir. Artık bu duyular benlik duyuları
değil, oluk duyularıdır. Bu durumda âşık, olmuşun zaman ve mekân algısından, oluşun zaman
ve mekân algısına geçer. İlkinde takvime dayalı
bir algı varken ikincisinde tekvine dayalı bir algı
vardır. Tekvin “kün=ol” emrinin surete bürünmesi ve varlık olarak görünmesidir. İşte âşık, Yunus’un
tabiriyle Hak kapısını açar olunca, tekvini takvime
dayalı algılamaktan kurtulur ve tekvini oluş hâlinde
görür. Başka bir ifadeyle aklın küçük âleminden nazarın ulu âlemine geçerek ulu nazar sahibi olur.
Âşık ulu nazara erince bizim geçmişte olup bitmiş sandığımız her şeyi, oluş hâlindeyken görür.
Bu görüş Hak’ta seyir makamına tekabül eden bir
görüştür. Ulu nazarın önce ve sonrayla bir işi olmadığı için öncesiz ve sonrasız bir bakıştır. Âşık
bu nazarla bakınca bidayeti de görür, kıyameti de
görür. Âdem’in topraktan Ya Hay diye canlanmasını da görür, İbrahim’in Nemrut mancınığıyla oda
atılışını da görür. Bu nazar altında varlık kisvesi
giyen her olay ve olgu, âşığın ulu bir an içinde
seyranı olur. Ulu nazar, âşığın sancılı bir sürecin bedeli
olarak aldığı bir ödüldür. Bu nazar âşığın can kuşuna aşk pençesi vurduğu zaman onun ten yuvasını dağıtır. Bu safhada âşık nizam sandığı âlem
kaosundan, kaos sandığı gayb nizamına geçerken
tahammül edilmez şeyler yaşar. Âşığın bu safhada fırtınalı denizi esenlikle geçmesi için Hak nazarı bir lütuf kılavuzu olarak hep yanındadır. Ulu
nazar olan dost nazarı, âşıkların canıyla temasa
geçerek ümitsizlik ve yılgınlık gecelerini, güneşten
yeğ bir güneşin ışığıyla aydınlatır. Dünya zindanında çürüyen teni ve ten hapsinde uyuyan canı diriltir.
Yunus, ulu nazarın Hakk›ın ledün ilminden verdiği
bir nasip olduğunu şu beyitler aracılığıyla sezdirir:
Gel beri kulum diyüp kalbüne nazar salup
Câm-ı ebedî sunup hayrân olasın birgün 229/2
Bu söz Yunus’a kandan kim vire haber cândan
Meger kim ol lutf ıssı ana nazar eyledi 354/10
Yunus Emre bîkarâr şol hûb yüze intizâr
Senden ayrılmaz nazar vardı yakıldı yandı
400/5
Ulu nazar aşk nazarıdır
Ulu nazarın kaynağı, Hakk’ın kudret nurudur.
Bu durumda ulu nazar, Hakk’ın kudret nuruyla bakmaktır. Kudret nuruyla bakmak da aşk siretlerini aşk suretlerine büründürmektir. Kudret
nuru, ezelde aşk cevherine düşmüş ve bu iltifat,
âlemleri aşk varlıklarıyla doldurmuştur. Bu varlıkların bir kısmı surete, bir kısmı da sirete bürünerek aşk manasını muhafaza etmişlerdir. Bu
demektir ki aşkın hakiki manası, suret ve siretin
bir araya gelmesiyle kavranır. Bu kavrayışın adı
da ulu nazardır. Ulu nazara eren bir âşığın canı,
Hak cemaline menzil ve Hak nuruna mazhar olur.
‘Işk bir ulu nazar durur ‘âşık cânı dîdâr durur
‘Işkı olmayan gönüller vîrânedür şâr olmadı 386/5
Ulu nazarın temelinde muhabbet ve merhamet vardır. Can bu nazarın sırrına erdiğinde
Hakk’ın Celal ve Cemal sıfatlarıyla tecelli eden
her mahlûkuna bir göz ile bakar. Bu gözde âlâ
ve edna birleşir. Bu birleşmenin ortaya çıkardığı idrak, yukarıdan gelen “Bizim bir karıncaya
ulu nazarımız vardır” sedasını, aşağıdakilere
duyuran bir münadi kesilir. Bu nazara sahip
olanlar Hak nazarına ermiş hiçbir varlığı yermezler. Aşkın nazara dönüşmüş hâli olan ulu
nazarda öyle güçlü bir sevgi kudreti vardır ki,
zulmün lisanı olan ateşle temas etse ateşi gülistana dönüştürür. Nemrut ateşinin İbrahim için
gülistan olmasının temelinde bu hikmet yatar.
Nemrut’un öf kesi ateştir, İbrahim’in merhamet
ve muhabbeti de gül. Ateşi söndüren gül, bir ulu
nazardır, alevler saçan ateş de yavuz nazar. Hâsılı
Hak, ulu nazar kılınca öfke muhabbette yok olur,
Nemrut İbrahim’de. Ateş gülde yok olur, kem nazarlar da ulu nazarda. ■
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
MİLAY KÖKTÜRK
A
şk üzerine sayısız şeyler yazılmış söylenmiş, ama bunların hiçbiri aşkı Yunus
gibi dile getirememiştir. Sayısız aşk yaşanmıştır,
ama hiçbiri Yunus’un aşkına benzememiştir. Yunus adı hep aşk ile anılır olmuştur. Lakin bu aşkı
anlatmaya sıradan kavramlar yetmemiştir.
Aşkın bilgesi
sadece kendisini
sevgiliye adama ve
devretme imkânının
yok edilmesinden
endişe duyar. Ama
aynı zamanda
o, ümit yüklü bir
bilinçtir. Ümit
bitince aşk ya
kâbusa ya da derin
bir karamsarlığa
dönüşür.
Yunus “aşkın bilgesi”, Yunus’un aşkı “bilgenin aşkı”dır.
Aşkın bilgesi, sayısız aşk kiplerini bilen, onlar arasından bilgece aşkı seçen, onu yaşayan,
yaşatan ve bildiren kişidir. O her daim sevgiliye
hasreti dile getirir ve onu anar. Sevgilinin adı,
âşıkın dilinden düşmemelidir. O onu her vasıtayla, dağlarla, taşlarla, kuşlarla çağırmalıdır. Çünkü sevgili her şeyi kuşatmıştır ve her yerdedir.
Çünkü her şey sevgidir ve sevgidendir. Dolayısıyla vasıta ayrımı önemini kaybeder. Sevginin
ve sevgiliye seslenişin dili kelime dili değil evrensel bir dildir. Kelime dili o kelimeleri bilen-
28
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ler için geçerlidir. Oysa her şey sevgiliyi çağırma vasıtası ise, o zaman bu vasıta herkes için ve
her yerde geçerli bir vasıtadır. Orada birey kendi
benliğinin tüm istemelerini aşk yolunda geride
bırakmıştır.
“Bana seni gerek” diyen bilge âşık, diğer
tüm istek ve yönelimleri bir kenara iter. Yunus,
örneğin “üç beş köşkle üç beş huriden ibaret”
diye betimlediği cenneti istemez. Tanrı, cenneti
isteyene verebilir. Ama Yunus sadece “O’nu” istemektedir. Diğer istemeler bu isteme karşısında
ve yanında âdeta buharlaşır. Onun istemesi, başkası ve başka bir şey için değil, doğrudan aşk uğrunadır. Bu istemenin herhangi pratik karakterli
bir sonucu da yoktur. O, saf bir istek; başka bir
koşul tarafından belirlenmeyen ve etkilenmeyen,
sadece aşk için ve aşk uğruna bir istektir. Hikmet ve hakikate vâkıf olanın gönlünde beslediği
aşkın, yani bilgenin aşkının başka türlü olması
da beklenemez.
Sıradan aşkın doğasında tutku dolu bir yönelim vardır. Tutkunun tek hedefi sevgiliyi ele
geçirmek, âdeta “zaptetmek”tir. Tüm duyguları
ortadan kaldıran kör tutkuyla yüklü bilinç her
şeyi sırf sahiplik için ister. Bu bakımdan, sıradan
aşkın öznesi, sevgiliye zulmetmeyen ama doğası
zalim olan bir bilinçtir. O, sevgiliyi ele geçiremediğinde büyük acılar çeker. Aslında bu acı ağır
bir hayal kırıklığı ve derin bir boşluk demektir.
Oysa bilgece aşk, yönelim nesnesiyle, sevgiliyle
dopdolu ve onunla hemhâl olup kendisi olmaktan
çıkmak ve değişip dönüşmektir. Sevgili ele geçirilmez, ona doğru bitimsiz bir yolculuğa çıkılır.
Bilgece aşkta sevgili bizatihi varoluşunun izleriyle birlikte teneffüs edilir. Ona duyulan sevgi
onun soyut varlığı yanında, varoluşunun tüm
izlerini de kuşatır. “Yaratılan Yaratan’dan ötürü
sevilir.” Bilgece aşkta ben ve öteki olmadığı, bu
ayrım artık anlamını kaybettiği, ben, asıl varoluşunu ötekinde bulduğu ve öteki ile özdeşleşme
üzerine kurduğu için, ele geçirilecek bir şey yoktur. Sadece, hemhâl olunamadıysa eğer, duyulan
derin bir ıstırap vardır.
Bilgece aşk ile varlığı ve varoluşu algılayan
bilinç sevgili ile arasındaki tüm nedensel bağlantıları iptal etmiştir. O, Yaratan’a doğrudan ve
nedensizce teslim olur. Bu doğrudanlık dua ve
yakarışta kendini gösterir. Dua etmekle insan
Tanrı’ya özgür iradesiyle teslim olmayı seçer.
Aynı zamanda o, sınırının ve sınırlılığının da
bilincindedir. Bu ise özgürlük yüklü aşk, aşkın
özgürce açığa çıkışıdır. Bilge âşık sevgiliye kölece bir teslimiyetle teslim olmuş değildir. Çünkü
kölece varoluş ikilikten kurtulamayıştır. Hep bir
köle olan ve olunan var olacaktır. Bilgece aşkta,
teslim olan kendi varoluşunu aradan çıkarır, sevgiliye “kurban eder” ve tüm varolanları sevgilinin varlığında eriterek varlığı başka türlü algılar.
Aşkın bilgesi kendi eyleminin faili olmak bakımından yetkin bir öznedir. Onda akıl ve akılcı yetkinlik, yerini, kendini sevgiliye vakfetme
duygusuna bırakır. Âşık sevgilinin yolunda “yanıp da tütmeme”ye hazırdır. Akılcı anlamda yetkin özne, eyleminin sonucunu da hesaplar. Bilge
âşık ise olası sonucun neler olacağı konusuna
yabancıdır. Bu bilinç kendi eyleminin mantıksal
muhakemesini yapmaz. Çünkü o, kendi varoluşunu, sadece sevgili uğruna ve ona yönelme yükümlülüğü üzerine kurar. Diğer tüm yükümlülükler burada önemini kaybeder. İstemelerimizden dolayı kendimizi yükümlülük altında hissederiz; hatta hissetmekle kalmaz, yükümlülük
altına sokarız. Ayrıca bunun mantıksal temelini
de hesaba katarız. Bu, varlığımızın bir kısmıyla
yönelmeyi anlatır. Oysa bilge âşık tüm varlığıyla “vuslat”ı hedefler. Onun için, başka bir varoluş biçimi hiç yoktur. Bu nedenle, başka varoluş
kipleri anlamında yükümlülükler de söz konusu
değildir.
Bilge âşık kaygı doludur; ama onun endişesi,
kendi varoluşunun anlamının ortadan kalkması,
sevgiliden ebediyen ayrı düşmek, hatta ayrılığının bile bilincinde olamamaktır. Ona verilecek
en büyük ceza, bedensel eziyet değil sevgili uğruna yanamamak, ham iken pişememektir. Aşkın
bilgesi sadece kendisini sevgiliye adama ve devretme imkânının yok edilmesinden endişe duyar.
Ama aynı zamanda o, ümit yüklü bir bilinçtir.
Ümit bitince aşk ya kâbusa ya da derin bir karamsarlığa dönüşür. Aşkı besleyen ümittir. Çünkü sevgili fâni değildir. Elbet bir gün onun sesine kulak verecektir; zira öyle buyurmaktadır.
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Mekânlar görünüştür. Onlar bizim yüklediğimiz anlam ve
önemliliklerden daha fazlasına sahip değildir. Bilge âşığı
kendinden geçiren, donmuş nesneler dünyasında bulduğu
gerçeklik değildir. Orada zaten nesnelerden başka bir
gerçeklik yoktur ve onlar en temel gerçeklik olarak kabul
edilmez.
Bu bakımdan aşkın bilgesi bitmez tükenmez bir
ümit kaynağıdır ve yaşama iradesiyle yüklüdür.
Onun söylemlerinde asla trajedi yoktur.
geçiren, mekânları dolduran canların, bir ve aynı
ilke etrafında halkalanarak tarihte tescil edilmiş
ruhsal hakikati içten temaşa etmeleridir.
Yaşama dünyası bilgesi olarak bilge âşık, teorik doğruları vazeden bir hakikat arayıcısı değildir. O, yaşama dünyasında olup bitenler karşısında doğru görüş, kavrayış ve doğru karar sahibi
bir bilinçtir. Bilgelik, Kant’a göre teorik olarak
ele alındığında en yüksek iyinin bilgisi, pratik
olarak ele alındığında ise istemenin en yüksek
iyiye uygunluğu anlamına gelir. İsteyen ben bir
şeye göre ve bir şey için ister; adına istemde bulunduğu unsur şayet kendinde yatan bir istek veya
sahiplik arzusu ise, bunun sadece kendisi için iyi
olduğunu söylemek icap eder. Sırf öznel istekler
yaşama dünyasını bencillik mekânı hâline getirir. Hâlbuki bu dünyadaki yaşama sürecinde
müşterek iyi, özneler üstü ilkeler, yegâne kıstas
olduğu takdirde bireysel benlik yerini diğergâm
duruşa bırakır. Ötekilerle beraber ortak dünyanın huzur ve sükûnet limanına dönüştürülmesi,
yaşama bilgesinin varlık nedenidir. Yani yaşama
bilgesi özneler arası iyiyi gerçekleştirme peşindedir.
Bilge âşık yaşama dünyasının hakikatini şekilde değil deruni özde görür. Yaşama dünyası
sadece bir oyalanmadır. Orada şan ve şöhret arzusuyla dolu olmanın da anlamı yoktur. Hemen
duyulan ölümle üç gün sonra duyulan ölüm arasında; “şan şöhret sahibi” olmakla “bir garip” olmak arasında herhangi bir fark bulunmaz. Ancak
tüm dünya algısını bu minvalde oluşturabilmek
için gönle hitap etmek gerekir. Çünkü içteki ben
gönülden başka bir şey değildir. Dünyanın oyalayıcı olayları ise akla hitap eder. Dolayısıyla aşkın
bilgesinin dünyayla bağlantısı gönül yoluyladır.
Bilge âşık “arayan” bir bilinçtir; ama filozof
gibi bitimsiz bir çabayla dıştakini değil, kendini
ve dünyada olmaklığın hakikatini yine kendinde arayan bir bilinç! Varolandan daha deruni ve
içsel olanı… Mekânlar görünüştür. Onlar bizim
yüklediğimiz anlam ve önemliliklerden daha
fazlasına sahip değildir. Bilge âşığı kendinden
geçiren, donmuş nesneler dünyasında bulduğu gerçeklik değildir. Orada zaten nesnelerden
başka bir gerçeklik yoktur ve onlar en temel
gerçeklik olarak kabul edilmez. Onu kendinden
Aşkın bilgesi iç deneyimi zenginleştirmeyi,
varolanları ve varoluşu gönül gözüyle görebilmeyi, rehberliğini bu pencereden bakarak duygu
zeminine taşımayı amaçlar. Görünüşte varolan
sadece bir tezyinat yahut el değiştiren dekordur.
Asıl varolan gönül ve gönül ehlidir. Görünenin
arkasındaki görünmeyen, iç derinliğe, gönül
zenginliğine hizmet ettiği ölçüde ilgi ve bilgi
alanına girer. Kalıcı olan budur. Bilge kişiliğin
en üst mertebesindeki veliler leyle-i kadir sonrasında unutulup gitmezler. Onların bilgece izleri
hep devam eder. Aşkın bilgesinin dünyası başka
bir dünyadır. O, fânilerin baktığı dünyayı gönlün
açılıp kuşatma, büyüyüp serpilme mekânı kılmak ister. Aşkın bilgesi dünya içinde varolmakla birlikte bu dünyanın tutkunu değildir. O, bu
oyalanma mekânında sevginin egemen olduğu
bir insani dünya oluşturmaya çabalar ve böylece özsel varoluşunun doğasına uygun davranmış
olur.■
30
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
İnsan varlığı dünyaya ölüm ile kayıtlıdır. Gittiği yer ve yön bellidir; bunu
değiştirmesi ya da bu gerçekten kaçınması söz konusu değildir. Yunus
bunu, “Dünyaya gelen gider bâki kalası değül” diye belirtir.
VEFA TAŞDELEN
Giriş
Davranışlarımızı motive eden etkenler vardır. Bu
etkenler ortadan kalktığında davranışlar da ortadan
kalkar. Bu durumu ruhsal yaşantılarımıza, duygu,
sevinç ve acılarımıza da uyarlayabiliriz. Sözgelimi
rahatsızlıklarımızı motive eden nedenler ne kadar
güçlü olursa ortaya çıkma aralığı da o derece sık
olur; neden ortadan kalktığında davranış da söner.
Bu tür rahatsızlıklarda davranışı motive eden en
önemli etken, tehdit algısıdır. Tehdit algısı, korku ve
kaygıyı tetikler. Tehdit algısı ortadan kalktığında kişi
rahatlar. Bu tehdit, hastalık olabilir, ölüm olabilir,
yakınlarımızı kaybetme korkusu olabilir, yoksulluk
olabilir; kişinin ontolojik varlığını ve onurunu
tehdit eden bir yaşantı olabilir. Davranışları motive
eden nedenler ortadan kalktığında, tekrarlanma
sıklıklarının azalmasını ve giderek ortadan
kalkmasını da bekleyebiliriz. Bu olgular bir çözüme
kavuştuğunda kişi kaygı ve korku durumundan
uzaklaşır, rahatlar. Tehdit algısının derecesi önemlidir.
Sağlık ve hastalık bu çizgide ortaya çıkar. Güven
altında olduğumuz düşüncesi, gerçek sağlıktır. Bunu
anne ve babamızın koruyuculuğu altında olduğumuz
çocukluk yıllarında zaman zaman hissetmişizdir.
Pazar yerinde annesini kaybeden bir çocuğun
feryadı, kaybetme korkusuna iyi bir örnektir. Anne
ve babanın koruyuculuğu, çocuktaki tehdit algısını
en aza indirger, onu rahatlatır, sakinleştirir. Derin
uyku bu rahatlığın eseridir.
Ruhsal ve mental rahatsızlıkların en önemli
nedenlerinden biri, dış dünyanın ihtişamı karşında
oluşan yetersizlik duygusudur. Bu da tehdit algısına
paralel bir şekilde ortaya çıkar. Kişiyi bu duyguya
sevk eden şey, rekabet duygusu ve olduğundan
daha iyi olma ihtiyacıdır. Bu da içsel gerilimlere,
zorlanmalara, kırılmalara neden olur. Bu özelliğe
en ileri derecede sahip olan günümüz insanı, her
zamankinden daha gergin ve endişeli görünmektedir.
Üstelik onun endişesi, iç dünyadaki bir ilke ve
prensibe yönelik değil, tümüyle fethedemeyeceği,
karşısında yenilgiye uğrayacağı değişkenler
karısında, pratik dünyaya ilişkindir. İnsan, bu
dünyada kendi gölgesiyle savaşıyor gibidir. Kendini
ifade edebileceği, kendini gerçekleştirebileceği
biricik alan olarak bu dünyayı görmektedir. Varoluş,
hayata doğru akacak şekilde kurulmuştur. Meyil,
31
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
hayata doğrudur. Bu meyil giderek bir dünyaperestlik
haline dönüşme riski de taşır. Yunus Emre’nin,
korku ve kaygı durumları karşısında öne çıkardığı ve
“transsendental terapi” olarak adlandırabileceğimiz,
temelini aşkın olanda bulan sevgi ve umut hali, içkin
evrenden gelen korku ve kaygıların giderilmesinde
temel bir iyileşme durumunu ifade eder. Onun
verdiği, her şeyin Tanrı’nın güvencesi altında olduğu
duygusu, varoluşun en büyük sigortasıdır. Yunus
Emre bize, bu dünyanın gerçeklikleri dışında başka
dünyaların kapılarını açar. Bu da, makale içinde
“varoluşsal daralma” olarak adlandırdığımız ruh
halini genişletir, verdiği güven ve iyimserlik hissi ile
sevgiyi, sevinci ve umudu temel bir varoluş biçimi
haline getirir.
Yunus Emre’de, metaforik bir ifade ile
söyleyecek olursak, anne ve babanın çocuğa verdiği
güvenin yerini Tanrı’nın güvencesi alır. Eğer Tanrı
ile ilişkimiz sevgi temeline dayalı ise artık hiçbir
tehdidin önemi kalmaz bizim için. Bunu çağrıştıracak
şekilde, “Nitekim ben beni bildüm yakın bil kim
Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncaydı şimdi
korkudan kurtuldum / Ben imdi kimden korkayın
korkduğum ıla yar oldum” der.[1] Bu mutlak güveni
yakalayınca hiçbir tehdidin önemi kalmaz. “Ebedi
var olma” güvencesi, zamanın dar duvarlarını yıkar,
varoluşun sınırlı dünyasını sonsuzlaştırır. Bu ruh hali
içinde dünya hayatına ilişkin endişeler aşılır. Güven
altında olmak, kişiyi kaygı ve korkudan arındırır,
sevince ve umuda sevk eder.
Aşağıdaki makalede, Yunus Emre’nin şiirlerinde
ortaya çıkan transsendental terapinin bazı temel
ilkeleri
belirginleştirilmeye
çalışılacaktır.[2]
Transsendental terapiyi, manevi esenlik, aşkın
sağaltım, manevi şifa, sonsuz iyileşme hali olarak
karşılayabiliriz. Metin okunup bitirildiğinde,
ona isteyen istediği gibi bir isim verebilir,
“transsendental terapi” ifadesine istediği şekilde
bir karşılık bulabilir. Bu makalede transsendental
terapinin ne olduğunu sorgulanmayacak, ne anlama
geldiği konusu üzerinde durulmayacak, daha çok
bu olumlu varoluş duygusunun, bu varoluşsal
1. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, haz. Faruk K.
Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, s. 103.
2. Bu makalede, “Augustinus ve Yunus Emre’de İçBen Alanı” başlıklı yazımızın kavramsal çerçevesinden
yararlanılmıştır. (Bkz. Başka Psikiyatri ve Düşünce
Dergisi, yıl: 2011, sayı: 7, s. 197-229).
bağlanmanın, ruhsal ve zihinsel süreçlerin, içsel
enerjinin yeniden yapılandırılması üzerindeki etkisi
üzerinde durulacaktır. Bu ifade en açık anlamıyla,
“manevi” olanın zihinsel ve ruhsal süreçlerin yeniden
şekillenmesindeki dönüştürücü, iyileştirici ve
sağaltıcı etkisine işaret etmek üzere kullanılacaktır.
Bu anlamıyla bir bakıma, manevi desteğe, manevi
şifaya, manevi güce işaret eder. Ama yalnız bu dünya
ile sınırlı bir dönüşüm değildir, eğer öyle olsaydı
“aşkın” (transsendental) olmazdı. O, egzistansın
ruhuna dolan, kaynağını aşkın evrenden alan ve kişiyi
“içkin” (immanent) olan karşısında dirençli kılan bir
sevinç ve esenlik soluğudur. Ama burada şöyle bir
soru da sorulabilir, sorulmalıdır da: Kierkegaard’un
deyişi ile, iki varoluş arasındaki ilişki olan birey ve
Tanrı arasındaki sevgi temeline dayalı ilişki, bir zaman
ve mekân içinde, sonlu ve sınırlı bir hayatı yaşamaya
yazgılı olan ekzistansın tehlikelerden, belalardan,
varoluşsal acılardan kurtulduğu anlamına mı gelir;
bunu söyleyebilir miyiz? Gerçek şudur: Dünya
insanın çeşitli acılar yaşayacağı, çeşitli sıkıntılara
gireceği bir yerdir. Bundan kaçınamaz. Ama yine
de onun, hastalık, ayrılık, ölüm gibi varoluşun sınır
durumları ile karşılaşması, umutsuzluğa düştüğü
anlamına gelmez. Tanrı ile olan ekzistansiyel bağ,
ona metafizik bir sıçrama yaptırır ve ölüme giderken
bile ölümsüz olduğu inancıyla kendisini besler,
sonsuzluk verir. Yunus, bu söylenenleri pekiştirecek
şekilde şunları söyler: “İy pâdişah iy pâdişah her
dem işin düze-durur / Dünya anun bustânıdur
sevdüğini üze-durur… Canlar bâki değül tende di
birkaç gün geze-durur.”[3]
1. Varoluşsal Daralma: Kaygı
“Çalab viribidi bizi var dünyayı gör görün diyü”
mısraında[4] Yunus, insanın dünyada olma durumunu,
zaman içinde bir “görünme” olarak niteler. Ona göre,
insan, ömrü, ruhu ve bedeni ile dünyada bir görünüşe
çıkmadır. Ten, can, bu dünyadaki görünme biçimidir.
Yunus, şiirinde bu görünmenin anlamını anlamaya
çalışır. Ama bu hal yalnız dünyada görünmek değil,
dünyayı görmektir de. Dünyada nasıl göründüğümüz
ve dünyayı nasıl gördüğümüz önemlidir. Yukarıdaki
mısraın devamında, Yunus, dünyada olmaktan
edindiği izlenimi şu şekilde dile getirir: “Sorun
taptuklu Yunus’a bu dünyadan ne anladı / Bu
3. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 76.
4. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 84.
32
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
dünyamın kararı yok sen neyimiş ben neyimiş.”[5]
Kişi bu “kararsızlık” yurdunda varoluşun doğasına
ilişkin bir anlayış elde edemez, varolmanın anlamına
ilişkin temel bir kavrayışa ulaşamaz.
İnsan varoluşu, gerçeklik ve metafizik alan içinde
ortaya çıkar. Gerçeklik ve metafizik alan ayrımına
paralel olarak çeşitli söyleyişler vardır. Bunlardan
biri “suret nakışı” ve “mana”, bir başkası da “zahir”
ve “batın” ifadeleridir. Aşk manadır, içtir, hakikattir.
Suret nakşı ise gerçeklik alanıdır. Gerçeklik alanı
oluş ve bozuluş alanıdır. Buraya gelen gider, konan
göçer; istikrar bulunmaz. Dünya, bir kararsızlıklar
yurdudur. Gerçeklik alanı, ruhen ve bedenen,
insanın içinde yaşadığı, doğumla birlikte kendisine
bağlandığı ve ölümle birlikte kendisinden ayrılacak
olduğu alandır. Bu alan bize doğrudan kendini sunar,
gösterir. Fiziksel olarak, duyusal olarak, algısal
olarak kendisiyle ilgi ve iletişim kurabileceğimiz
şekilde mevcuttur. Bu dünya insana o kadar gerçek
ve biricik görünür ki, kimi zaman bu niteliklerin
dışında kalan duyularımızla algılayamadığımız,
kendisiyle fiziksel temas içine giremediğimiz
metafizik bir alanın olabileceği aklımıza bile
gelmez. Sözgelimi, Camus onu “biricik gerçeği”,[6]
Nietzsche ise insanın kesinlikle kendisine “bağlı
kalması gereken”[7] bir alan olarak niteler; daha ötesi
yoktur. Ama insan hastalık, ayrılık, savaş, ölüm ve
haksızlıkla karşılaştıkça, farklı düşünme tutumları
da geliştirir. Buna göre gerçeklik alanı, bir noktadan
sonra, dünyasal varoluş için yeterli gelmemeye,
farklı evrenlerden esecek serinletici bir rüzgâra, bir
nefese, bir esenliğe ihtiyaç duymaya başlar. Böylece
önünde metafizik evrenin kapıları açılmaya başlar.
Metafizik evren, insanın duyu ve algı sınırının
dışında kalan, ama insanın duyusal yolla değil de
düşünce ve inanç bağıyla kendisiyle iletişime geçtiği
bir alandır. İnanç konuları, genel anlamda metafizik
alana ilişkindir. Yunus ruh, gönül ve iç-ben olarak,
metafizik alanla ilişkisi temelinde varoluşu yorumlar.
“Aşk” dediği duygusal ve varoluşsal yaşantı,
metafizik alana olan bağlılığı ifade eder öncelikle.
Yunus, hayatın anlamını, güzelliğini, sevginin,
5. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 85.
6. Albert Camus, Denemeler, çev. Vedat Günyol,
Sebahattin Eyüboğlu, Çan Yayınları, İstanbul, 1960, s. 66.
7. Friedrich Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu, çev. Turan
Oflazoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul,
1989, s. 7.
aşkın, hoşgörünün ve diğer insani değerlerin
kaynağını bu metafizik bağlanmadan türetir. Bu
bağlanmanın temelini Tanrı inancı oluşturur. Bunun
yanında sonsuzluk, ruhun ölümsüzlüğü, ebedi yaşam
gibi kavramlar da metafizik bağlanmanın diğer
boyutlarıdır. Yunus, içkin hayatı, duyularımızla
kavradığımız dünyayı, gönlümüzle, ruhumuzla
kendisiyle vaoluşsal bir bağ içinde olduğumuz
metafizik alanla anlar, varoluşun anlamını oradan
türetir.
Bu iki alana ilişkin “gerçeklik kaygısı” ve
“metafizik kaygı” diyebileceğimiz iki tür kaygı
vardır. Gerçeklik kaygısı, gerçeklik alanından gelir,
gerçeklik alanına ilişkindir; geçim derdi, gelecek
tasası, kaybetme duygusu, hastalık korkusu, vb.
Bu endişe biçimi, belili yaş eşiğinin altındaki
kişilerde daha çok görülür. Bu kişiler genellikle
beden merkezli bir hayat yaşarlar, acıyı ve ıstırabı
yeterince tanımazlar. Bu nedenle hastalık ve ölüm
korkusu kendilerinde çok güçlüdür. En çok sağlıklı
oldukları anda bile “keşke hatalık olmasaydı”, en
çok mutlu oldukları anda bile “keşke sevdiklerimizi
yitirmeseydik” diye düşünürler. Bir yanlarıyla
boşlukta gibidirler, bunun rahatsızlığını yaşarlar.
Kazanma, ele geçirme ve sahip olma tutkuları
oldukça güçlüdür. Daha çoğuna sahip olma isteği
kendilerini yorar, kazandıkça dünyaya olan açlıkları
çoğalır. Dünyaya olan düşkünlükleri, kendilerinde
kaybetmeye karşı bir korku oluşturur. İster zengin,
ister yoksul olsun, geçim endişesi bir şekilde kendini
hissettirir. “Daha çoğuna nasıl sahip olabilirim?”,
“Servetimi nasıl çoğaltabilirim?”, “Sahip olduklarımı
nasıl koruyabilirim?” gibi sorular kendilerini meşgul
eder. Sahip olamadığı nimetlerden dolayı hırslanırlar,
sahip olanlara özenirler.
Metafizik kaygıda ise gerçeklik alanını aşan,
metafizik alana ilişkin sorulardan kaynaklanan
endişeler söz konusu olur. Bu alana ilişkin korku
ve kaygıda daha çok insan varlığının aşkın alana
ilişkin dini ve felsefi nitelikli bağlantıları öne çıkar.
Sorgu, hesap, cennet, cehennem gibi karşıt durumlar,
kişiyi endişelendirir. Özellikle belirli bir yaş eşiğini
aşmış olan kişilerde bu endişelere daha çok rastlanır.
“Sonumuz ne olacak bizim?”, “Tanrı’nın huzuruna
nasıl çıkacağız?”, “Hesabımız nasıl kesilecek”
gibi. Kişi, bu noktada sürekli kendi yetersizliğini
duyumsar. Pişmanlık duyar. Olduğundan daha iyi
olamadığı için kendisini suçlar.
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Bütün bu endişelerin temelinde insanın özgürlüğü
ve bundan kaynaklanan geleceğin belirsizliği
durumu vardır. Kaygılı olma hali, özgürlük ve
beraberinde gelen belirsizlikten beslenir. Eğer
gelecek açık ve belirgin olsaydı, kişi ne olacağını,
ne yapıp nereye gideceğini bilseydi, bu tür soruları
sorması için de bir neden kalmazdı. Endişe, hep
bir özgürlük ve belirsizlik durumundan beslenir.
Gerçeklik alanına ilişkin korku ve kaygı durumunda,
kişi eninde sonunda korktuğu ve kaygılandığı
durumlarla karşılaşır. Jaspers’in “varoluşun sınır
durumları” (Grenzsituationen) dediği[8] her bir
bireyin ister istemez yüzleşeceği acı yaşantıları
ve tabii ki “varoluşun son imkânı”[9] olan ölüm,
eninde sonunda gerçekleşecektir. Gerçeklik alanı,
kaygının yurdudur. Geleceğin belirsizliği karşısında
endişelenme, bir noktada gerekçesini bulur. O
da insanın seçen, tercih eden, özgür bir varlık
oluşudur. İnsan farklı davranış biçimleri arasında
tercih yapma hakkına ve gücüne sahip bir varlık
olmasaydı, o zaman bir bitkiden farkı kalmazdı; bu
durumda kaygı duyması için de bir neden kalmazdı.
Kaygı duyulacak her bir konunun temelinde insanın
farklı bir varoluş biçimini tercih edebilme gücü
vardır. Yunus da, aslında kimi zaman bir nasihat
niteliği taşıyan mısralarında, insanın olgunlaşma ve
olduğundan daha iyi olabilme ödevi üzerinde durur;
iç-benlik’ten söz ederken bu olasılıktan hareket
eder. Dünya hayatı, bir ihtimaller alanıdır. Kişi, bu
ihtimaller arasından kendini seçecek, kendi varoluşu
konusunda karar verecektir. Belirsizliğe şekil
vermek, onu kendi kararıyla şekillendirmek insana
kalmıştır. Bu belirsizlik durumu da gerçeklik korku
ve kaygısını besler. Metafizik korku ve kaygıda da
aynı durum söz konusudur. Onda da sonsuz hayata
ve hesap gününe ilişkin kaygı duyulur. Bu alanda
da hiçbir şey kesin değildir. Ne olursa olsun, kendi
çabaları sonucu kendi kurtuluşunu kesinlemiş bir
kişiye rastlanmaz. Sonsuz yaşama ilişkin belirsizlik
de korku ve kaygı durumunu tetikler. Böylece
insan, eğer farklı bir tutum geliştiremezse, yaşadığı
olasılıklar evreninde, korku ve kaygının yuvası
haline gelir.
8. Karl Jaspers, Einfürhrung in die Philosophie,
Piper, München, Zürich, 1953, s. 18.
9. Martin Heidegger, Sein und Zeit, Max Niemeyer Verlag,
Tübingen, 1967, s. 260, vd.
2. Varoluşsal Genişleme: Umut
Metafizik alana geçişte fanilik bilincinin önemli
bir yeri vardır. Kişi fanilik bilincine ulaşırken
metafizik alana giden yola da girmiş olur. Fanilik
bilincine ulaşmak önemli bir eğitim, önemli bir
bilgelik, önemli bir “erme”dir. Yunus Emre’ye göre
kendi faniliğini bilmeyen kişi, kendini de bilmez,
kendilik bilincinden de yoksundur.[10] Bu, katı bir
“cahillik” türüdür.
Kişi gerçeklik kaygısını ancak metafizik sıçrama
ile aşabilir. Metafizik sıçrama, en anlaşılabilir
şekliyle, yeryüzündeki, gerçeklik alanındaki varoluşu
metafizik bir ilkeye bağlamaktır. Bu metafizik ilgi
ilerlemiş aşamalarda sevgiye dönüşür. Zira gerçeklik
alanından başlayarak bir üst benliğe doğru ilerleyen
kişi, metafizik ilke ile olan varoluşsal bağlarını
keşfeder. İşte bu sevgi aşaması, ona bağışlayan, hoş
gören, fedakârlık yapan, dünya düşkünlüğünden
uzak duran erdemli bir kişi olma özelliği kazandırır.
Bu özelliklerle birlikte gerçeklik alanına ilişkin kaygı
da azalır. Şöyle der Yunus: “Dünyalığum yokdır
dime bu gussayı öküş yime / Ma’şukı ger sevdün-ise
gider gönlündeki gamı.”[11] Dünya rızkı nedeniyle
kaygı duymak yersizdir. Cümle rızıklar Tanrı’nın
nimetleridir. O, rızkı verendir. “Dün ü gün kaygular
yirsin n’idiyeyin yoksulın dirsin / Ol cömerddür
rızkun virür kaygu yimek nendür senün”[12] Bu
yaklaşımın en güzel ifadesi, “yağma olsun” redifli
şiiridir. Fedakârlık, feragat, iç dinginlik, kaygıdan
kurtulmuşluk ve metafizik bağlanmışlık bu şiirde en
üst düzeyde ifadesini bulur.
İnsan varlığı dünyaya ölüm ile kayıtlıdır. Gittiği
yer ve yön bellidir; bunu değiştirmesi ya da bu
gerçekten kaçınması söz konusu değildir. Yunus
bunu, “Dünyaya gelen gider bâki kalası değül”
diye belirtir. Korku ve kaygının en büyük nedeni,
ölüm gerçeğidir. Ölüm bir yanıyla gerçeklik, bir
yanıyla metafizik alana aittir. Ama tümüyle bireyin
varlığı, varoluşu ile ilgilidir. Ölüm bir son mudur,
yoksa başlangıç mı? Gerçeklik alanı sonluluk ve
yok olma halleriyle kişiye umutsuzluk verir. Yunus,
ölümün ne olduğunu, insanlara ne yaptığını, ölüm
haliyle insanın uğradığı temel dönüşümü gerçekçi
bir bakış açısıyla betimler.[13] Ölümün halleri, bu
10.
11.
12.
13.
34
Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 79.
Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 160.
Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 92.
Bkz. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 74, 75.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
bakış açısından büyük bir çöküntü ve karamsarlık
yaratır, insanı umutsuzluğa sevk eder. Zira insan
varlığının ortadan kalkması, sona ermesi söz
konusudur. Ölüm karşısında, korku bir refleks olarak
kendini hissettirir. Kişi ölümden korkar, irkilir. Bu
onun doğasında olan bir duygudur. Korku, varlığın
ve soyun devamı açısından gereklidir, önemlidir.
Kişi, korkuyla varlığını korumayı öğrenir. Ama
ölüm, korumanın kalktığı, korumanın yetmediği bir
durumdur. Kişi bu noktada yapacak bir şey bulamaz.
Bu gerçek karşısında varoluşun ne olacağına ilişkin
soru, kaygı ve korku nedeni olara ortaya çıkar.
Bu kaygı, Yunus’un şiirinde şu şekilde dile gelir:
“Korkadurun ölümden cümle toğan ölmişdür.”
Bir başka şiirinde de şöyle seslenir: “İy yaranlar
iy kardaşlar korkaram ben ölem diyü / Öldümi
kayırmazam itdüğüğmü bulam diyü.”[14] Gerçeklik
alanı içinde, salt bu alandan türeyen bir umuda yer
yoktur. Zira her umut, bir yıkımla son bulur. Sonlu
ve sınırlı bir varlık içinde bir tükeniş, adım adım
gerileyiş söz konusudur. Gerçeklik alanının beden
öncelikli yaşamı, her zaman yaşlanmayı, hastalığı
ve ölümü daha yakından hisseder. Zira beden ölümlü
bir unsurdur. Ölüm ona yöneliktir. Varoluş, bedensel
gerçeklikle tanımlandığında, ölüm aşılmaz bir engel
olarak ortaya çıkar.
Dünyaya gerçekçi bir şekilde bağlananlar, en
sonunda hayatın bu katı gerçeği ile yüzleşirler.
Burada umuda yer yoktur. Metafizik bakış, sonsuzluk
anlayışı ile kişiyi umutsuzluktan ve karamsarlıktan
kurtarır, umut ışığı olur. Metafizik tutum, insanı
bu katı gerçeğin ötesine taşır. Bu alan, sonsuzluk
alanıdır. Kişi bu gerçeküstü durumda umuda
ulaşabilmektedir. Yunus Emre, şiirlerinde, korku,
kaygı ve umutsuzluk biçimlerine karşı, gerçeklik
alanının dışından, metafizik alandan, bir bakış açısı
getirmeye, farklı bir tutum geliştirmeye çalışır. İşte
umutsuzluğa karşı umudu, kaygıya karşı sevinci
öne çıkaran, metafizik bakış açısıdır. Kaygının
ve korkunun yenilmesi ölümsüzlük öğesiyle
mümkündür. Yunus, “Ko ölüm endişesin âşık ölmez
bâkıdür / Ölüm âşıkun nesi çün nûr-ı ilâhidür…
Ölmekten ne korkarsın çünki Hakk’a yararsın /
Bil ki ebedi varsın bu söz fâsid da’vidür” derken
korku ve kaygıyı gidermeye çalışır. Aynı duygu şu
mısralarda da dile gelir: “Ma’ni eri bu yolda melul
olası değül / Ma’niyi tanıyan gönüller hergiz ölesi
14. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 73, 128.
değül / Ten fânidür can ölmez gidenler girü gelmez
/ Ölür ise ten ölür canlar ölesi değül.”[15] Sonsuzluk
sıçraması, ölüm karşısında duyulan kaygıyı yok
eder, varoluşsal daralmayı genişletir. Bu önemli bir
tutumdur. Bu bilişsel dönüşümü gerçekleştiren kişi
varlık ve zaman içinde, kendi varoluşunu farklı bir
tarzda algılamaya başlar.
Metafizik boyutta ölümsüzlük tanınır tanınmasına,
ancak burada da farklı bir endişe kendini hissettirir:
“Sonsuz hayatta ne olacak?” sorusu kişiyi meşgul
eder. Yunus, “Aşık ölmez bâkidür”, “Uçmağında
gözüm yok” derken, metafizik korku karşısında
umuda, iyimserliğe dayalı bir tutum geliştirir. Bu
durumda kişisel benliğin mutlak benliğe kavuşması
söz konusudur. Bu, korku ve kaygıyı gideren bir
kavuşmadır. “Nitekim ben beni bildüm bu oldı kim
Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncadı korkudan
kurtuldum ahi” der.[16] Bu, sevgi ile aşkın benlikte
kendini ifade etme halidir. Kişi, sevgi ile metafizik
alana sıçrar ve burada aşkın benliğe doğru ilerler.
İşte bu yükseliş, hem gerçeklik korkusunu, hem
de metafizik korkuyu yok eder. Yunus, “Kime kim
ışk urdı ok gussay-ı-ıla kaygu yok” der.[17] O, aşkı,
kaygıyı gideren bir unsur olarak görür. Buna göre
kaygının türediği kaynaklardan biri sevgisizliktir,
aşksızlıktır. Aşk ve sevgi hayatın anlamını da
türetir. Ne var ki, burada Yunus’un aşk derken ne
anladığını ortaya koymak gerekir. Aşk, “sonsuzluk
sıçraması”dır. Sıçramayı yapan kişi, aşka tutulmuştur.
Hatta şu söylenebilir: Sonsuzluk sıçraması, bir aşk
sıçramasıdır, aşkla olan bir sıçramadır. Aşk olmadan
sonsuzluk sıçraması olmaz. Sıçramanın enerjisini,
gücünü aşk oluşturur. İlk önce aşk olacak, sonra
sonsuzluk sıçraması. Aşk, sıçramanın güçlü yakıtıdır.
Gerçekçi bakışın, kendi başına umuda ulaşması
nerdeyse imkânsızdır. Umutsuzluğun kaynağı,
gerçekçi bakış açısıdır. Onda varoluşun sınır
durumları ortaya çıkar, insanın sonlu ve sınırlı varlığı,
çıplak bir gerçeklik olarak görünür. Umut, hastalığa,
ayrılığa, ölüme, yıkıma takılır. Gerçekçi bakış, hayatı
sonlu ve sınırlı yönüyle tanır. Sonlu ve sınırlı hayat,
metafizik bakışta, metafizik evrene taşınan ve orada
sonsuzluk anlayışı içinde yeniden konumlanan bir
varoluş durumu söz konusudur. Yunus, bu metafizik
varoluşu “aşk” hali ile açıklar. Aşk demek, umut
15. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 96.
16. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 151.
17. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 89.
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
demektir, ölümsüzlük ve sonsuzluk demektir. Aşk
demek sonsuzluğu solumak ve aşkın bilinçle iletişime
geçmek demektir. Ölüm gerçeği karşısında yanlış
olan, insanın bu dünyaya bağlanış biçimidir. Bu
bağlanış biçimi bir ölümsüzlük duygusunda kökenini
bulur. İnsanı yanıltan bu histir. İnsan, dünyaya bir
fanilik bilinci içinde konumlandığından, dünya ile,
kendisi ile ve diğer insanlarla olan diyaloğunu bir
fanilik bilinci dâhilinde geliştirdiğinde doğru bir
varoluş tutumuna erişmiş olur. Varoluş yanılgısının
en büyüğü hayata sonsuzmuş gibi bağlanmaktan
kaynaklanır. Acı ve hayal kırıklıklarının temelinde
bu gerçeği tanımamak vardır. Yunus, ölüm ve
ölümsüzlükten söz ederken bu temel yanılgıyı
netleştirmeye, belirgin hale getirmeye çalışır.
Metafizik sıçrama nasıl gerçekleşir? Bir aşk
eylemi olan sıçrama nasıl gerçekleşir? Yunus,
“dünyada iken ölmek”ten söz eder. Bu eylem,
aşkınlaşmanın, sonsuzluk sıçramasının bir parçasını
oluşturur. Dünyada iken ölen, korku ve kaygıyı
yenmiş biridir. Yunus, “Hakkı bilmek gerek Hak
haberin almak gerek / Bundayiken ölmek gerek varup
anda ölmez ala.” derken[18] gerçeklik korkusunun
nasıl aşılabileceğinin yöntemini gösterir. Bu da
öncelikle kendi faniliğinin tanınması ve metafizik
bağlanmanın gerçekleşmesi ile mümkündür. Ancak,
bu hal o kadar basit değildir. Zira sıçrama durumu
olan aşk, gördüğü değil, görmediği bir varlığa sevgi
duyar. “İç-göz”ün, “gönül gözü”nün açılması, bu
sevgiyi geliştirir. Kişi, baş gözü ile değil, gönül gözü
ile görmeye başlar. Duygusal, ruhsal ve zihinsel
olarak gelişir, duyusal olanı aşar. Bu üst yaşantı
durumunda, insanlara ve tüm yaratıklara sevgi ve
şefkat duymak söz konudur. Bu aşamaya gelebilmiş
kişi ölüm kaygısı ve geçim tasası duymaz. Gerçeklik
alanından kaynaklanan korku ve kaygıları aşar.
Metafizik alan, kişinin korkulardan, kaygılardan
sıyrıldığı, hayatı ve ölümü, sonluluğu ve sonsuzluğu,
yaratanı ve yaratılanı birlik içinde gördüğü bir
hikmet, dinginlik ve aşkınlık boyutudur.
Yunus’un şiiri giderek ölümsüzlük inancıyla
birlikte gelen sevince ve umuda açılır. Bu, yalnız
sonsuz benliğe değil, dünyasal benliğe de güçlü bir
katkıdır. Bu havayı soluyan benlik artık korkuyu ve
umutsuzluğu tanımayacak, sonsuzluk duygusunun
esenliğini her an kendinde hissedecek, sonlu ve
dünyasal benliğini, sonsuz benle ifade etmeyi ve bu
18. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 138.
şekilde algılamayı başaracaktır. Bu husus, dünyanın
tutsaklığından kurtulmadır, gerçek özgürlüktür. Ama
yine de Tanrı ile olan bireysel ilişkisi kişiyi gerçeklik
alanına ilişkin varoluş durumlarından (ölümden,
acıdan ve hastalıktan) emin kılmaz. Birey ve Tanrı
arasındaki ilişki, dünyasal çıkarlar üzerine kurulmaz.
Bu bağlanma, bir sonsuzluk anlayışı çerçevesinde
ortaya çıkar. “İy Tanrı’yı bilenler can Hakk’a kurban
kılanlar / Ölü değildür bu canlar ışk gölinde gezedurur”[19] Metafizik gerçeğe erişmekle birlikte korku
durumu azalır. “Nitekim ben beni bildüm yakın bil
kim Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncaydı şimdi
korkudan kurtuldum… Hiç ayruk ben korkımazam
ya bir zerre kayurmazam / Ben imdi kimden korkayın
korkduğum ıla yar oldum.”[20] Aşk, bu arınma
halinin koşuludur. Ölüm, seven kişiyi, sevgilisine
kavuştururken bir köprü gibidir. Bu algılayış
biçiminde ölüm farklı bir anlamla ortaya çıkar. O,
ölüm değil ölümsüzlük, fanilik değil ebedi yaşamdır.
Aşk varsa umutsuzluk yoktur, aşk varsa sonluluk
yoktur, aşk varsa ölüm yoktur. Sonluluk da, fanilik
de, umutsuzluk da aşksızlıktan gelir. Aşkla birlikte
umutsuzluk umuda, sonluluk sonsuzluğa dönüşür.
Aşk bir simya eylemi gibidir; eti kemiği insana
dönüştürür, ölümlü bedeni ölümsüz kılar. Bu güçlü
simya eyleminde her şey yeni bir anlamla ortaya
çıkar.
Sonuç
Ölüm, hastalık, geçim derdi gibi kişiyi korku
ve kaygıya sevk eden çeşitli nedenler vardır. O,
varlığını tehdit eden bu durumlar karşısında kaygı
duyar, korkuya kapılır. Transsendental terapi, söz
konusu durumlar karşısında, bilincin yeniden
yapılanması, sonluluk ve sınırlılık içinde değil,
sonsuzluk ve ölümsüzlük duygusu içinde zihnin
yeniden yönelim kazanmasıdır. Bilincin dönüşümü
sonucunda, korku ve kaygı nedeni olan ne varsa,
sorun olmaktan çıkar. Ancak “ballar balı”nı bulan
kişi “kovanım yağma olsun” diyebilir, ancak “canlar
cânı”nı bulan “bu cânım yağma olsun”, “demânum
yağma olsun” diyebilir.[21] Pek çok ruhsal, zihinsel
ve duygusal sorunun temelinde bulunan hırs,
dünyaya düşkünlük, sonsuzluk sıçraması ile ölçülü
bir isteğe yerini bırakır. Kişi, kendisini her an baskı
19. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 77.
20. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 103.
21. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 119.
36
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
altında tutan tutkuların, hırsların, arzuların, bencil
ve bedensel bir yaşantının etkisinden kurtularak,
bir rüyadan uyanır gibi uyanır, hafifler. Bu kapı,
“Ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin, varlığım
Tanrı’nın güvencesi altında!” diyebilen kişilere
açılır. Bunu söylemek, sorunu sorun, kaygıyı kaygı,
korkuyu korku olmaktan çıkarır. Hastalık hastalık,
ölüm ölüm, ihtiyarlık ihtiyarlık olmaktan çıkar. Bu
simya eylemiyle dert dermana, korku sevince, sonlu
sonsuza dönüşmeye başlar. Varoluşun yelkeni umut
rüzgârı ile dolar.
Beden, ruhun yeryüzündeki yolculuğunda koşul
durumundadır. İnsan olmak, bir bedenle birlikte
olmaktır. Kişi, orada konumlanmadan, bir bedende
cisimleşmeden ve tekrar ondan sıyrılmadan kişi
olamaz, Tanrı’ya ulaşamaz. Beden, insan olmanın
koşuludur; ancak insanlık tözü, ruhta ortaya çıkar.
“Biz uçar kuş idük vücud can budağıdur” der Yunus.
Beden, kuşun bir müddet konduğu ağaç gibidir.
Beden önemlidir, ancak beden öncelikli bir yaşam
sürmek kişiye umutsuzluk verir. Bu, sonlu bir hayattır,
sonlu bir yaşama biçimidir. İnsan bu dünyada sonsuz
bir varlıkmış gibi değil, sonlu bir varlıkmış gibi
yaşamalıdır; ancak o zaman kendi doğasıyla uyumlu
bir yaşam sürmüş olur. “Son menzilün ölmek-durur
tuymadunsa ışkdan eser”[22] diyen Yunus, ölüm ve
umutsuzluk hallerinin, canında aşk eseri taşımayanlar
için olduğunu belirtir. Aşk, ruha her an yeniden hayat
veren, ölürken bile kişiyi ölümlü bir can olmaktan
koruyan, hayatı tazeleyen, onu bir sevinç ve umut
anı yapan, nihayetinde insandaki ilahi tözü kendi
kaynağına bağlayan bir köprüdür.
Umutsuzluk daha çok içinde yaşanılan bu
evrene, bu gerçeklik alanına ilişkindir, buraya bağlı
kalmaktan ve farklı bir tutum geliştirmemekten
kaynaklanır. Yunus korku, kaygı ve umutsuzluk
halini sevgi ve umuda aykırı görür. Bunlar
birbirlerini yok eden durumlardır; sevgi ve umut
varsa korku ve kaygı, korku ve kaygı varsa sevgi
ve umut yoktur. Korku ve kaygı, sevgi ve umuttaki
eksikliktir. Yunus’u okurken, ister istemez şöyle bir
duygu ediniriz: Tanrı, insanı yaratmakla, insanı insan
olarak yaratmakla, yokluktan varlığa çıkarmış ve ona
ayrıcalık tanımıştır. Varolmak, bir taş bile olsa, kendi
başına bir değerdir. Zira varolmak, tanrısal tasavvurda
varolmaktır. Bu da kendi başına ifadesi mümkün
olamayan bir değerdir. O’nun, insanı, sonsuz hayata
22. Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, s. 54.
katması, kendi sonsuzluğunda yeniden var kılması,
ihsanın kendisidir; bu asıl sürpriz olacaktır.
Yunus Emre’nin ortaya koyduğu bu duyarlık, bir
zihin eğitimidir. Bu eğitimle kişi olgunlaşır, şahsiyet
ve güzel ahlak sahibi olur. Transsendental terapi,
sıradan anlamıyla bir iyileştirme faaliyeti değil,
zihnin, duyguların, kişiliğin, benliğin arınması,
olgunlaşması ve sonsuzlaşması olayıdır. Ona sadece
içinde bir varoluş sızısı duyanlar değil, olgunlaşma
ve iyi insan olma yolunda çabalayan herkes ihtiyaç
duyar. Bu dönüşüm sadece duygularda, sadece
zihinde, sadece düşünme ve algılama biçiminde,
sadece isteme tarzında ortaya çıkmaz; bunların
hepsinde birden ortaya çıkar; bir bütün olarak insanda,
insan olmada, insan olmanın anlamında ortaya çıkar.
Bu köklü dönüşüm benliğin dağılması anlamına
gelmez, aksine bir üst benlikte yeniden dirilmesi
anlamına gelir. Burada savuna mekanizmalarının
yerini sevme, acıma, merhamet, feragat, hoş görme,
bağışlama ve empati tutumları alır. Kişi bu evrende
kendini tehdit altında hissetmez, güven içinde
hisseder. Rilke, kendini yumuşak ve güvenli bir
uykunun kucağına bırakan çocuk için anneyi “güven
ışığı”, “dostça parlayan gece lambası” olarak tasvir
eder.[23] Bu güven ışığı ile çocuk kendini rahat ve
dingin hisseder. İşte, Tanrı da bu dünyada korku ve
kaygı ile gerilen kişi için güven ışığıdır, umuttur.
Zenginlikte ve fakirlikte, gençlikte ve ihtiyarlıkta,
sağlıkta ve hastalıkta, hayatta ve ölümde; fark
etmez, hep böyledir bu. Güven ışığı dostça parlayan,
koruyucu, var edici bir kaynaktır. Varlığı besleyen
ana damardır. Kişinin, dünyadaki varlığının ancak
kendisi ile açıklanabildiği ana ilkedir.
Görüleceği üzere, Yunus Emre’de, gerçeklik
korku ve kaygısıyla ile daralmaya uğrayan varoluş,
sonsuzluk sıçraması ile genişlemeye kavuşur.
Sonsuzluk sıçraması ile sonlu ve sınırlı varoluş
yeniden nefes almaya, yeniden ufuk kazanmaya
başlar. Kişi sıçrama ile dünyayı, insanı, varoluşu,
yeniden anlamaya, yeniden hissetmeye, yeni baştan
yaşamaya ihtiyaç duyar. Bu da artık farklı bir varoluş
evresine girmiş olmak, farklı bir varoluş ekseninde
yer almak demektir. Böylece benlik, yeni bir açılıma
kavuşur. Artık bu sonlu ve sınırlı bir benlik değil,
aşkın ve sonsuz bir benlik olacaktır.■
23. Rainer Maria Rilke, Duineser Elegien (Elegies From
The Castle Of Duino), Hogarth Press, London, 1931, s. 33.
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
NÂMIK AÇIKGÖZ*
T
ürk şiiri Anadolu coğrafyasında oluşurken, teknik olarak gelenekten faydalanmış fakat muhteva olarak değişip dönüşmüştür.
Bu dönüşüm, Ahmed-i Yesevî (1093-1166) ile
başlamış ve Ahmed-i Yesevî, şiir tekniğinde, her
ne kadar geleneği kullansa da, muhtevada İslam
tasavvufu işlenmesinin ilk örneğini vermiştir.
Yesevî’de didaktisizm ön plana çıkarken, tasavvufi şiirin ses ve muhteva itibariyle mükemmele
ulaşması için aradan yaklaşık 200 yıl geçmesi ve
Yunus Emre (1240-1321)’nin ortaya çıkması gerekiyordu. İslam medeniyeti dairesinde geçen bu
200 yıl, Türkçeye yeni kavramlar kazandırmıştır.
Ses ve anlam dünyası zenginleşen Türkçe, 13.
yüzyılın ortasına doğru, Yunus Emre’nin şiirini
doğurmuştur.
Yunus Emre, şiirinde, 400 yıllık bir İslami
birikimle ve doğrudan beslendiği tasavvufla samimiyeti ve beşerî his ve hasletleri birleştirme
başarısı göstermiştir. Şairanelikten ziyade, sözün
büyüsünü fark eden Yunus Emre, beşerî his ve
haslet zenginliği ve dilindeki samimiyetle, etkisi
Yunus yorumlarındaki
dil, şiirlerdekinden
daha soyut ve
yaşanmışlık izlerinden
uzaklaşmış, heyecansız,
sıradan ve donuk
bir dildir. Şiirlerinin
yorumlarını Yunus
görse, tanıyamaz.
Bu yüzden, Yunus
şiirlerini okurken
beşerî gerçeklikten
uzaklaşmayan ve
şiirlerdeki vecd ve
heyecanı yansıtan bir
dil kullanmak şarttır.
* Prof. Dr. Muğla Ü. Ed.Fak. Öğrt. Ü.
38
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
yüzyıllarca sürecek bir şair olarak Türk edebiyatında yer almıştır. Şüphesiz, Yunus Emre’yi edebiyat tarihine mâl eden tek özellik, tasavvufi şiir
söylemesi değil, muhteva ve ses olarak güçlü şiirler söylemesidir. Yunus’un her şiirinin tasavvufi
muhtevalı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Tasavvufi de olsa, tasavvuf dışında da olsa, Yunus
şiirleri, her şeyden önce “insani” şiirlerdir; hatta
tasavvufi şiirlerinde bile, “insani” olmak, tasavvufi olmanın önüne geçer.
Yunus Emre, bütün insanlık için, en geçerli acı
kaynağı olan “genç ölümleri” için şöyle diyordu:
Yunus, muhteva ve fonksiyon itibariyle tasavvufi olan; ancak içinde hiç dinî-tasavvufi bir kelime zikredilmeyen şu şiirini, baştan sona “insanilik merkezli” bir anlayışla söylemiştir:
Taştın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın
Aktın yine kanlı yaşım
Yollarımı bağlar mısın
Nidem elim ermez yâre
Bulunmaz derdime çare
Oldum ilimden avare
Beni bunda eğler misin
Bu dünyada bir nesneye yanar için göynür
özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi
Yavu kıldım ben yoldaşı
Onulmaz bağrımın başı
Gözlerimin kanlı yaşı
Irmağ olup çağlar mısın
Yunus bu beytinde, genç ölümlerinin acısını,
yüreğinin derinliklerinde hisseden herkesin hislerine tercüman olmuştur. Beyitte dile getirilen acı,
din, milliyet, renk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin, tüm insanlığın ortak acısıdır.
Aynı şiirin bir başka beytinde ise Yunus, görünüşte çok basit ama insanlık için çok önemli olan
“hasta ziyareti”ni işler:
Ben toprak oldum yolunda
Sen aşırı gözetirsin
Şu karşıma göğüs geren
Taş bağırlı dağlar mısın
Harami gibi yoluma
Aykırı inen karlı dağ
Ben yârimden ayrı düştüm
Sen yolumu bağlar mısın
Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi
Bu beyit de, herhangi bir dinî öğretiyi değil,
bütün farklılıkları ortadan kaldıran bir psikolojiyi
yansıtır.
Karlı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim içün
Yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus’un,
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Esridi Yunus’un canı
Yoldayım illerim kanı
Yunus düşte gördü seni
Sayru musun sağlar mısın
mısralarındaki “garip ölümü”, yer kürenin her
tarafında rastlanabilecek ve herkesi üzecek bir
ölüm şeklidir.
Pek çok şiirinde, doğrudan “insani olan”ı anlatan Yunus, tasavvufi şiirlerinde de, insandan ve
insan duygularından hiç uzaklaşmamıştır.
Bu şiirde, anlam örgüsü, zaman zaman tasavvufa açıktır. Yunus, şiirde zikredilen “yâr, yoldaş,
il” kelimelerini, “sevgili, yola beraber çıkılan kişi,
memleket” anlamlarında; yani normal bir insanın
günlük dilde kullandığı kelimeler gibi kullanıyor-
39
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
sa da, bu kelimelere yüklediği anlam tasavvufidir.
O, “yâr” ve “yoldaş” kelimeleri ile Allah’ı, “il” kelimesi ile de Allah katı’nı ve elest bezmini
sembolize etmektedir. Şiirde, bu kelimeler yerine, doğrudan dinî kelimeler kullanılsaydı; yani
“Allah” lafzı ve “bezm-i elest” tamlaması kullanılsaydı, şiir lirizmini kaybeder, didaktik bir şiir
hâline gelirdi. Yunus, Türkçenin 400 yıldan beri
yoğurduğu İslamiyet hamurundaki kavramlar ile,
günlük dilde, yoğun olarak kullanılan kelimeleri
özdeşleştirerek, kelimelerin anlam ve çağrışımlarındaki güce tasavvufi bir anlam da katmıştır
ve âdeta sade bir insanın kendi kendine konuşmasına benzeyen bir şiir metni oluşturmuştur.
Şiirde işlenen özlem de samimi bir şekilde itiraf
edilince, tasavvufi kurgu, beşerileştirilerek anlatılmıştır. Şiirdeki lirizm ve insanilik, İlahî olanla beşerî olanın özdeşleştirilmesiyle oluşmuştur.
Artık şiirde anlatılan kavramlar, uzak ve yabancı
birer kavram olmaktan çıkmış, sevgilisine karşı derin özlemler çeken bir insanın duygularıyla
aynîleşmiştir. Yani, Yunus, beşerî planda da herkesin yaşayabileceği bir duygu aracılığıyla, İlahî
özlemi anlatmıştır.
Şiirin diğer kelimeleri, zaten, derin ve acı özlem duygusu yaşayan bir insanın hikâyesini anlatır gibidir. İlk mısrada taşan deli gönül, son dörtlüğün ilk mısraında bu taşkınlıkla esrimiş, sarhoş
olmuş, aradaki kelimeler de taşkınlık ve esrime
arasındaki beşerî maceranın ifade edildiği yerler
olmuştur. Suların çağlaması, kanlı yaşların akıtılması, yâre kavuşulamaması, kavuşmadaki çaresizlik ve bunun yol açtığı avarelik, bu avarelikle
yol arkadaşını bile kaybetmiş olmak ve bundan
dolayı onulmaz dertlere düşerek kanlı gözyaşlarının dökülmesi, âşığın, sevgilinin yolunda toprak olması ama sevgilinin ona yüz vermemesi, bu
arada, taş bağırlı dağların yolları kesip sevgiliye
kavuşmaya engel olması; bu dağın, yol kesen bir
harami gibi olması; karlı dağ başlarındaki bulutların yas tutarcasına gizli gizli ağlayarak âşığın
sevgiliye kavuşamamasına ağlaması ve sonunda,
bu aşk ile sarhoş olan âşığın bir yandan sevgilisine kavuşamaması, öbür yandan da kendi memleketini de terk etmiş olması ve sevgiliyi ancak
düşünde görüp hâl hatır sorması gibi olaylar ve
bu olayların anlatılması için kullanılan kelimeler,
ilk bakışta, herkesin yaşama ihtimali bulunan,
sade bir kavuşamama olgusunu anlatmaktadır.
Allah’ın hastalıktan münezzeh olduğunu bilen
bir kulun Allah’a hasta olup olmadığını sorması mümkün olamayacağına göre, Yunus şiirinin
sonundaki “Sayru musun sağlar mısın?” mısraı
ile, okuyucuyu, beşerî alanda kilitleme intibaı
vermiştir. Yani Yunus, son derece beşerî bir olayı
anlatır gibidir. Özlem, kavuşmak için çekilen sıkıntılar, dağlar, kanlı yaşlar, gizli gizli ağlamalar,
aşkla yanıp kavrulan ve kavuşma arzusunun coşkunluğu, şiirin ana çatısını meydana getirirken,
Yunus, bu duygu ve olayları, ırmak, dağ, bulut,
yağmur gibi, gündelik hayatın en yakın unsurlarıyla ilişkili bir şekilde anlatmaktadır. Yunus’un
kelime hazinesinde, “yâr” ve “yoldaş” kelimelerinin, tasavvufi anlamını bilmeyen birisi için bu
şiir, lirik ve pastoral bir özlem şiiri olmaktan öte
geçemez. Fakat “yâr” ve “yoldaş” kelimelerine,
Allah sevgisinin yüklendiğinin bilinmesi, bu şiire, hem beşerî hem de İlahî olarak; yani iki boyutlu bir zenginli katar.
Şiirdeki,
Karlı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim içün
Yaşın yaşın ağlar mısın
mısraları, pastorallik ve anlam kurgulaması açısından, metnin en yoğun kısmıdır. Yunus burada,
karlı dağlar ve bu dağların başına kümelenmiş
kara bulutlardan söz ederken, bir siyah-beyaz
gerilimi de yapmaktadır. Bulutlardan yağan yağmurun saçlara benzetilmesi ve arkasından da gizli
gizli ağlamanın zikredilmesi, bir kadının, saçlarını dağıtarak yas tutmasını çağrıştırır ki bu tablo,
şiirdeki özlemin yol açtığı hüznün ifadesi açısından, son derece etkilidir.
Dikkat edilirse, Yunus bu şiirinde, İlahî olanı, beşerî olanla ifade etmiştir. Başarısı, basit ve
gündelik olan bir duygu silsilesini, tekellüfsüz bir
şekilde İlahî olana dönüştürmesinde yatmaktadır.
40
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Okuyucuyu etkileyen de lirik-pastoral atmosfer
içine gizlenmiş ve sanki sıradan bir olay anlatılıyormuş intibaı veren kurgunun, aslında kolayca
tasavvufi boyuta dönüşebilmesidir.
Yunus, günlük ve sade bir olgudan tasavvufi
alana geçmeyi, en yaygın şiirlerinden birinde,
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni
mısralarında da başarmıştır. Yunus, bu mısralarında, vaat edilenden daha büyük bir ödülün peşinde
olan bir insan portresi çizmiştir. Bütün insanların peşinde olduğu şeyle tatmin olmayan, daha
büyük bir ödül isteyen Yunus, böyle bir dilekte
bulunarak, içinde yaşadığı toplumun sıradanlaştırıcı etkisinden kurtulan bir portre çizmiştir.
Fakat bunu yaparken bile mısralardaki gerilim,
Yunus’un, amacını, sıradanlaştırıcı ve yaygın bir
kavram alanına ait olan “birkaç köşk, birkaç huri”
gibi kelimeler aracılığıyla ifade etmesinde yatar.
Tasavvufun fenâfillah-bekâbillah makamlarına
ulaşmayı telkin etme özelliğinin dile getirildiği
bu mısralar, o kadar etkili olmuştur ki, Yunus’tan
yaklaşık 200 sene sonra yaşayan Fuzuli (14831556),
Belâ-yı aşk u derd-i dost terkin kılmazam zâhid
Ne müştâk-ı behiştem sen kimi ne tâlib-i hûrem
beytini söyleyerek, bu anlayışın devamlılığını sağlamıştır. Hem de, Ebussud Efendi (14901574)’nin, Yunus’un bu mısralarını ilahi olarak
okutan şeyhin, okuyan dervişlerin ve hatta bunu
duyup da engel olmayan komşuların katledilmesi
için fetva verdiği bir çağda söylemiştir.
Sonuç yerine
Yunus Emre’nin şiirleri, şüphesiz bir vecd
hâlinin ifadesidir. Yunus, bu vecd anlarında, sanki insanın özü ile yüz yüze gelmiş ve bu yüzleşmenin doğurduğu hisleri şiire yansıtmış gibidir.
Tabii, Yunus’un yüzleşmesi, bir yandan insani
olduğu gibi öbür yandan da İlahî’dir ve “mutlak
gerçek”in sırrına ermektir. Her iki yönün de mecz
edildiği şiirlerde sonradan öğrenilen tasavvuf,
doğal olan beşerî his ve hasletler çerçevesinde
işlenmiştir. Yunus Emre şiirleri yorumlanırken,
yerleşik “mutasavvıf şair” tanımının getirdiği sınırlayıcı dil, ondaki insan gerçeğinin görülmesini
engellemektedir. Bu tespiti, basit bir hümanizm
ile ifade etmek de, en az “mutasavvıf şair” sınırlaması kadar körelticidir.
Yunus’u, “mutasavvıf” veya “hümanist” kategorisi ile sınırlamadan okumak ve yorumlamak
gerekir. “Hümanist” sınırlaması, onu İslami duyarlılıktan uzaklaştırırken, “mutasavvıf” sınırlaması, propagandist bir şair olduğu sonucuna götürür ki, Yunus’un vecd hâlinde hissettiklerinin,
propagandayla uzaktan yakından alakası olmaz.
Kalıplaşmış ve genelleşerek özünden uzaklaşmış
veya derinliğinin bilincinde olmayan kişilerce
kullanılan tasavvufi terimlerle şiir söyleyen propagandist şairlerin imge dünyası ile Yunus’un
imge dünyası aynı değildir. Tasavvuf terimlerini,
insanileştirerek şiirleştiren Yunus’un şiirlerini,
kaba ve üstünkörü tasavvuf terimleriyle yorumlamak, onu beşer olmaktan uzaklaştırır ve şiirini basitleştirir. Bu yüzden, Yunus Emre’deki tasavvufi duyarlılıkları bile, sıradan bir insanda da
bulunan sevinç, hasret, acı, merhamet, kaygı gibi
beşerî his ve hasletler çerçevesinde okumak gerekir. Bizi böyle yapmaya sevk eden, Yunus’un kendisidir. Çünkü o, şiirlerinde, sentetize edilmiş bir
gerçeklik ve sembolize edilmiş bir duygu dünyası
ile seslenmiyor; bitkisiyle, hastalığıyla, mezarlarıyla, dolabıyla, ekiniyle, yağmuruyla, bulutuyla,
dağıyla, ırmağıyla yaşanan bir dünyanın kelimeleriyle sesleniyor. Yunus’un tasavvufi anlam yüklediği kelimelerdir bunlar. Bunlar beşerî olarak
hissedilmeden, tasavvufi aşamaya geçilemez.
Yunus yorumlarındaki dil, şiirlerdekinden
daha soyut ve yaşanmışlık izlerinden uzaklaşmış,
heyecansız, sıradan ve donuk bir dildir. Şiirlerinin yorumlarını Yunus görse, tanıyamaz. Bu yüzden, Yunus şiirlerini okurken beşerî gerçeklikten
uzaklaşmayan ve şiirlerdeki vecd ve heyecanı
yansıtan bir dil kullanmak şarttır. ■
41
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
SENAİL ÖZKAN
Nite ki bu gönlüm evi aşk elinden taşagelir
Nice yüksek yürür isem aşk başımdan aşagelir
"...büyük ruhların
zihin dünyasında ilahi
aşktan, Tanrı aşkından
başka bir şey aramak
onları hiç anlamamak
anlamına gelir.
Onların tefekkürü
metafizikten,
ruhları aşktan
beslenmektedir. Hatta
din ve imanları dahi
aşka dönüşüvermiş;
aşk her şeyin miyarı
hâline gelmiştir."
2
0. Yüzyılın önemli filozoflarından Martin Heidegger,
1934/35 yıllarında verdiği derslerde Alman felsefesinin Meister Eckhart ile başladığına işaret ederek, onun
felsefesini Heraklit düşüncesi ile Şark fatalizminin belirlediğini vurgular. Gerçi Heidegger, daha sonraları bu görüşünü,
“Die Frage nach dem Ding” başlığı altında verdiği derslerde, “Yeni Çağ felsefesinin başlangıcını her ne kadar Meister
Eckhart’da aramışsak da aslında modern felsefe Descartes
ile başlar.” diye inkâr yahut tashih etmiştir; ancak bu, söylenmiş sözün etkisini ve önemini ortadan kaldırmamıştır. Binaenaleyh Heidegger’in mülahazaları her bakımdan önemlidir; çünkü, bu spekülasyonların doğruluğu yahut yanlışlığı
tartışılsa da, Meister Eckhart’ın Alman felsefesinde, hatta
daha geniş anlamda Avrupa düşüncesinde nasıl bir yer işgal
ettiğini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bazı felsefe
müelliflerinin Eckhart’ı bir filozof değil, daha çok teolog ve
mistik bir düşünür olarak değerlendirmeleri de, onun Alman
felsefe geleneğindeki önemini azaltmaz. Şu da var ki Meister Eckhart’ın bir teolog ve mistik bir düşünür olması onun
filozof olmasına mani değildir. O, her halükârda Alman felsefesinin tabiri caizse terminolojisini ve temel kavramlarını
42
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
oluşturmuştur; hatta asırlar sonra doğacak Kant gibi
gerçek bir deha ve idealist Alman filozofları onun
tefekkür ikliminde yetişmişlerdir desek abartmış olmayız. Heidegger, Eckhart’ın baş döndürücü mistik
derinliğinin farkındadır ki, “Der Satz vom Grund”
başlıklı eserinde Eckhart’ı şahit göstererek, “gerçek
ve vüsatlı mistisizm” “en keskin ve derin tefekkür”ü
gerektirir, der. Demek oluyor ki Heidegger, Yeni
Çağ felsefesinin “gerçek ve vüsatlı mistisizm”den,
bilhassa Meister Eckhart’ın mistik teolojisinden
doğduğunu kabul etmektedir.
Bizim için meselenin önemli olan yanı şudur ki mistik tefekkür felsefi tefekkürün “kuluçka
dönemi”ni oluşturur. Spekülatif felsefe mitolojiyi
ve mistik tecrübeyi kāle almak mecburiyetindedir.
En rasyonel düşünce bile zaman zaman mistik bir
vecd ile kanatlanır. Ateist Schopenhauer’un mistik
düşünürlere ve teologlara modern rasyonalist filozoflardan daha çok itibar etmesinin bir sebebi olsa
gerektir. Şüphe ile hasretin izdivacından mistisizm
doğar; felsefe ise merak ile şüpheden.
Eğer Yeni Çağ Alman felsefesi Meister Eckhart
ile başlıyorsa, yeni Türk tefekkürü ve felsefesi de
muhakkak surette kaynağını Yunus Emre’den alır.
Yunus Emre Anadolu’yu mayalayan tasavvuf düşüncesini misli görülmemiş bir şiir diline, bir estetiğe ve
Türkçe terennüme dönüştürüvermiştir. Bu manada
o, sadece Türk dilinin mimarı olmakla kalmaz, bilakis insanın iç dünyasının da mimarı oluverir. Binaenaleyh Yunus, insanın varoluş macerasını, yaşadığı
acıları, korkuları, kaygıları, tereddütleri, gerilimleri
ve kendi ifadesiyle “gönül darlığı”nı bir ermiş, bir
derviş sabrıyla ve bir “usanmaz ozan” olarak anlatır,
hatırlatır, hiç durmadan hikâye eder ve böylece insanı âdeta gözyaşlarıyla yıkar, arındırır ve sonunda iç
huzuru ulaştırıverir. Onun şiiriyle Türkçe bir sevgi
diline dönüşür. Şu var ki onun söyleyişindeki sadeliğe ve basitliğe aldanmamak lazımdır; zira şiirindeki
sadeliğin, sarahatin ve vüsatın ardında inanılmaz bir
felsefi derinlik gizlidir. Onun fikirler kâinatı yaldızlı
bir gök kubbe gibi üzerimizde yükselir, bizi sarar,
kuşatır ve büyüler.
Yunus Emre (1240–1320/21) ve Meister Eckhart
(1260–1328) aynı dönemde yaşamış iki büyük mistik düşünürdür. Bilhassa mistik düşünce tarihi açısından fevkalâde önemli olan bu iki büyük şahsiyet,
her ne kadar farklı coğrafyalarda yaşasalar ve farklı
dinlere mensup olsalar da bazı bakımlardan birbirine
benzerler. Hristiyan teolojisinin belirleyici yorumcularından biri olan Eckhart, aynı zamanda Alman
felsefesinin temellerini atmıştır. Hristiyan teolojiden
mülhem bu mistik düşünce, çağlar boyunca Alman
felsefesini beslemiş; teistinden ateistine, idealistinden materyalistine kadar tüm Alman filozoflarının
tefekkürüne istikamet vermiştir. Eckhart bu bakımdan Yunus Emre’ye pek benzer.
Mutasavvıf bir şair ve düşünür olan Yunus da
sadece zengin tasavvuf geleneğini Türkçeye kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda Türkçeyi bir
tefekkür dili hâline getirmiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Yunus, İslam tefekkürünü taşıyan iki
güçlü dile Türkçeyi de ilave etmiştir. Tıpkı Meister
Eckhart’ın Alman düşüncesini bütünüyle etkisi altına alması gibi, Yunus da daha güçlü bir şekilde hem
çağını ve hem de kendinden sonraki Türk tefekkürünü belirleyivermiştir. Ondan feyz almayan, onun
berrak pınarlarından içmeyen Türk düşünürü, şairi
yahut sanatkârı yok gibidir. Bu bağlamda Yunus,
Türkçenin mukadderatı olmuştur desek abartmış olmayız.
Burada Yunus Emre ile Meister Eckhart’ı bilhassa aşk perspektifinden değerlendirmek isteyişimizin
ardında yatan sebep budur. Hristiyan Alman mistisizminin ve felsefesinin büyük ve müessir mimarı
Eckhart, Türk dilinin ve düşüncesinin mimarı mutasavvıf Yunus Emre ile zamanın gürültülü tezgâhında
hangi aşk libasını dokumuşlardır? Bu iki mistik düşünürün aşk konusundaki görüşleri nelerdir?
Bu sorunun cevabını vermeden önce özellikle şunu belirtmekte fayda var: Yunus Emre, bütün
düşüncelerini manzum olarak ifade etmiştir. Aşk
konusundaki fikirleri de birtakım teorik spekülasyonlardan ibaret değil, bilakis bizzat yaşadığı çileli
iç tecrübelerinin hülâsasıdır. Buna karşılık Meister
Eckhart, nesrin geniş imkânlarını kullanarak tefekkür binasını taş taş örmüştür. O, en deruni mistik
tecrübelerini dahi aklın refakatinde serdetmiştir;
vecdin, duygunun ve coşkunun taşkınlıklarına teslim olmamıştır. Onun mistik-teolojisi sağlam inşa
edilmiş Gotik bir katedrali andırır.
Oysa Yunus, belki işi kolay kılmak maksadıyla
düşüncesindeki zahirî tezatlara aldırış etmeksizin
gönül dilini konuşturmuştur. Yunus, bir taraftan
âşıkane söyleyiş tarzıyla, şiir diliyle hem çağını hem
kendisinden sonraki düşünürleri büyülerken, diğer
taraftan da daha çok nesirle, kavramlarla inşa edilen
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
tefekkür binasının banilerinin işini zorlaştırmıştır.
Tabiri caizse Yunus Emre’nin şiiri Türk mütefekkirinin önünde göz kamaştıran bir uçurum misali uzanmıştır. Bu uçurum bir taraftan büyülerken öbür taraftan da derinliğiyle korkutmuş ve atılım cesaretini
kırmıştır. Nihayet Yunus’un şiiri nice şairler yetiştirmiş, buna mukabil cesaretli filozof ve düşünürlerin
çıkmasına engel teşkil etmiştir.
Felsefi düşünce ile mistik tecrübe arasındaki ince
farkı pek iyi bilen Heidegger, gerçekten haklıdır:
“Gerçek ve vüsatlı mistisizm” “en keskin ve derin
tefekkür” gerektirir. Bu tespit fevkalâde önemlidir;
zira Heidegger burada şair ile filozofun meseleye
yaklaşma, meseleyi ele alış, düşünüş ve ifade ediş
tarzına işaret etmektedir. Şöyle ki; Heidegger, mistik şair Angelus Silesius’un bir mısraını örnek verir:
“Die Ros ist ohne Warum; sie blüht, weil sie blüht.”
(Gül açar niçinsiz/nedensiz; gül açar, çünkü açar.”
Bu mısrada “weil“ yani “çünkü” görünüşte gülün
niçin açtığını, açma sebebini vermektedir; ancak
tam da bu noktada söz konusu sebebi söylememekte
daha doğrusu gülün sebepsiz (ohne Warum) açtığını
vurgulamaktadır. İnsan onu görsün diye gül açmaz,
bilakis mukadderatı icabı gül varlığın ebedî temelinden fışkırır. Gülün açma sebebi varlığıdır, esasen
açması için herhangi bir sebebe ihtiyacı yoktur. Bu
temel gülün zenginliğini, mutlaklığını hatta bizatihi
kendisini ele verir. Gül mutlak varlıktır. Mevlana,
“gül, küll’ün ebedî kokusunu verir” derken bunu
kasteder. Mutlak varlık, varoluş sebebini başka
bir varlığa borçlu değildir. Aynı zamanda Mutlak
Varlık’ın bir sembolü olan gülün açmasının sebebihikmeti küll’de mevcuttur. Heidegger, “weil” (çünkü) kavramını aynı zamanda “Dieweilen” (muayyen
bir yerde eğlenmek, olduğundan fazla kalmak) olarak yorumlamaktadır. Buna göre gül muayyen bir
zaman içinde ve yerde açar. Gülün açmasıyla ilgili
olarak bir dizi sebep sıralanabilir: Gül açar, çünkü
yeryüzü o mevsimde daha güzel görünür; çünkü
güzel bir bahçe beşerî ihtiyaçtır; çünkü güzel bahçe yapmak için bahçıvanın güllere ihtiyacı vardır...
Filozof bu sebepleri sonsuza kadar çoğaltabilir; ancak mistik düşünür yahut şair buna ihtiyaç duymaz.
O, hem kendi mukadderatının hem de gülün kaderinin “ohne Warum” yani sebepsiz olduğunu bilir.
Mistik düşünür için mesele bundan ibarettir. Mistik
şair vecd ile kanatlanarak sonsuz mekânlara ulaşır;
sebep ve neticelerle ilgilenmez, kozalite onun için
yok hükmündedir. O yüzden Augustinus, “Tanrı’da
sükûn buluncaya kadar kalbimiz huzursuzdur.” der.
Ontolojik yalnızlık
İslam tasavvufunun Hristiyan mistisizmi yahut
Hint mistisizminden mahiyet bakımından ayrıldığı
noktalar vardır. Hristiyan mistisizmi evvela teslis
inancı dolayısıyla büsbütün farklı bir mistik tecrübeye dayanır. Her ne kadar bu teslis inancı neticede
unio mystica potasında eriyip vahdet hâline dönüşse
de, baba-oğul ve ruh-ül kudüs inancı tamamen farklı
bir dinî tecrübenin eseridir. Oysa İslam bir tevhit dinidir; vahdet inancını icbar eder.
Bu anlamda Meister Eckhart ile Yunus Emre iki
farklı mistik geleneği ve tecrübeyi temsil ederler.
O itibarla onların mistik anlayışı ve iç tecrübeleri
fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Onların Allah,
din, akıl, aşk, bilgi, ruh, dua, hayat ve ölüm gibi konulardaki düşünceleri ve tecrübeleri değerlendirilirken Hristiyan mistisizmi ile İslam tasavvufu arasındaki bariz farklar göz önünde bulundurulmak lazım
gelir. Biz burada her iki mistik düşünürün aşk konusundaki görüşlerini ve iç tecrübelerini mevzubahis
etmeğe çalışacağız.
Evvela şunu belirtelim ki bizim burada mevzubahis ettiğimiz aşk, dünyevi aşk değildir. Zaten belirli bir zihnî irtifadan sonra ister istemez dünyevi
yahut fani olan her şey mana dünyamızda silikleşir
ve ehemmiyetini kaybeder. O itibarla bu büyük ruhların zihin dünyasında ilahi aşktan, Tanrı aşkından
başka bir şey aramak onları hiç anlamamak anlamına gelir. Onların tefekkürü metafizikten, ruhları aşktan beslenmektedir. Hatta din ve imanları dahi aşka
dönüşüvermiş; aşk her şeyin miyarı hâline gelmiştir.
Görünüşteki bu paradoks durumu Yunus, bütün hissiyatı ve samimiyetiyle şöyle dile getirir:
Din ü millet sorar isen âşıklara din ne hâcet
Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din diyânet
O zaman asıl mevzua geliyoruz: Aşk nedir? Âşık
kimdir? Âşık ile ma’şuk arasında nasıl bir ilişki vardır? Aşkın bir mektebi var mıdır? Aşkın bir mantığı,
delili ve izahı var mıdır? Aşk sadece insana mahsus
bir haslet midir? Yoksa var olan her şey aşktan nasibini almış mıdır?
İnsan var olduğu müddetçe bu sorulara cevap
aramaya devam edecektir. Bu konuda kâh destanlar
44
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
yazacak kâh efsane söyleyip uykuya dalacaktır beşeriyet. Yine de aşkın fennine akıl sır ermeyecektir.
Elbette aşkı anlatmaya güç yetmeyecektir; ancak hiç
olmasa insan kendi hâlini takrir ile teselli bulmaya
çalışacaktır. Bütün âşıkların yaptığı bundan ibarettir.
Yunus’un yaptığı da budur:
Aşka doyamadı özüm, gensizin söylerim sözüm
Yunus senün işbu sözün âlemlere destan ola
Bu kadar içten, bu kadar samimi yaşadığı, Zal
oğlu Rüstem’in gürz kudretiyle söze hâkim olduğu
hâlde ve kendi ifadesiyle “Yunus bu sözleri çatar /
Sanki balı yağa katar”casına sade, rahat ve kolay
söylemesine; hayır, söylemeyip âdeta terennüm etmesine, şakımasına rağmen tatmin olmaz. Bu nasıl
bir kalp hararetidir ki Yunus, onu lisan ile anlatmaya
muktedir değildir? Heyhat ki Yunus gibi muktedir
bir şair baş vermeden aşkı anlatamayacağını söylüyor:
Ahi erdiği değil, bu göz gördüğü değil
Dil söz verdiği değil, bî-lisan bî-ser gerek
Yunus bu konudaki çaresizliğini şöyle dile getirir:
Söyler isem sözüm savaş.
Söylemezsem ciğerim baş.
...
Sevdiğim söylemezsem.
Sevmek derdi beni boğar.
Yunus, aşkı anlatmak için her çareye başvurur,
dilin bütün imkânlarını kullanır; ancak sözün kâfi
gelmediğini görür ve bu sefer hâlini tasvire başlar.
Aşkın kendini ne hâle soktuğunu, başına neler getirdiğini dehşet verici tasvirlerle anlatmaya çalışır:
Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne
Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi
İnsan aklını çalıştıran, zihni hareket ettiren güç
ne mantıktır, ne sağduyu; bilakis en hantal tabiatları bile ataletin karanlığından çekip alan ve dünyaya
bağlayan aşktır. Bu kadim gerçek mucitler ve filozoflar için de, sanatkârlar ve kahramanlar için de
evliyalar için de geçerlidir. Aşk varlığın tekerleğini döndüren güçtür; güneşi de yıldızları da hareket
ettiren odur. Bu konuda Mevlana, Hafız, Goethe,
Dostoyevski ve Galip gibi dehalar hemfikirdir. Yunus Emre ise can sırrına aşk ile varanlardandır ve bu
konuda şöyle söyler:
Bu yer ü gök ü arş u ferş aşk dâdı ile kaaimdir
Bünyâdı aşktır âşıka her bir arada eli var
…
Niceler aydır Yunus’a çün kocaldın aşkı kogıl
Rûzigâr uğramaz aşka aşkın ne ay u yılı var
Geh eserim yeller gibi geh tozarım yollar gibi
Geh akarım seller gibi gel gör beni aşk neyledi
…..
Miskin Yunus biçâreyim baştan ayağa yâreyim
Dost ilinden âvâreyim gel gör beni aşk neyledi
İnsana cidden acı veren ve bütün merhamet
duygularına seslenen bu mısralarla Yunus, aşkı anlatmaya çalışır; daha doğrusu bir âşık-ı biçâre olan
kendini, hâlini tasvir eder, yine teskin olmaz, naçar
kalır ve sonunda delil olarak kendini sunar: “… gel
gör beni aşk neyledi” der. Yunus akla, mantığa değil,
daha çok göze ve yüreğe hitap etmek suretiyle aşkı
anlatmak ister. “Aşktan gelir her söz dile” diyerek,
aslında sözün kendi inisiyatifi dışında oluştuğuna,
iç âleminde ve gönül dünyasında oluşan dalgalara
dikkat çeker; hissetmeden, yaşamadan aşkın anlatılamayacağını vurgular:
“Bu yer ü gök ü arş u ferş”i ayakta tutan aşk nedir
öyleyse? Nice tarif edilse de aşk tarife sığmayan bir
hakikattir; “Hakika-i Mutlak”tır aşk. Aşk mutlaktır
ve kendinden başka her şeyi yakıp kül eder. Bir katresi denizleri kaynatır:
Denizleri kaynatır mevce gelir oynatır
Kayaları söyletir kuvvetli nesnedir aşk
Demek oluyor ki aşk, ontolojik bir yalnızlıktır,
mutlak sübjektiflik hâlidir. Bütün varlık iddialarının
bittiği, ben sen kavgalarının sona erdiği mutlak vahdet makamıdır aşk. O yüzden Yunus, “varlık evini
bir yık” diyor:
Diliyle ışk diyenler.
Bilmezler ışk neydüğini
45
Sen Hakk›a âşık isen, Hak sana kapı açar,
Ko seni beğenmeyi, varlık evini bir yık.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Evet, varlık evi yıkılınca gerçek varlığa ulaşılmış olur. Aslolan gerçek varlıktır; Mutlak Varlık’ın
ateşinde eriyince aşk makamı elde edilmiş olur. Bu
makamda Yunus’un tabiriyle:
Âşık ma’şuk birdir bile
Peki, bu makama nasıl ulaşılır? Bunun bir mektebi, bir kitabı var mıdır? Cevabı Yunus’tan dinleyelim:
İlim hod göz hicabıdır dünya ahret hesabıdır
Kitap hod aşk kitabıdır bu okunan varak nedir
….
Aşk ile çalındı kalem aşka esirdurur âlem
Âşıklar arasında Cebrail dahi hicabdurur
Yunus, ilim değil amel diyor; dünya ahret hesabı
yapmak yerine varlık evini yıkmaktan bahsediyor.
Vakıa filozof Hegel de farklı söylemiyor: “Meramın
hakikati ameldir, iştir.”
Nihayet şunu da görmek lazım ki Yunus,
ma’şukuna kavuşmak için sadece varlık evini yıkmak, canını feda etmekle kalmıyor, bilakis bu uğurda her cefayı çekmeye ve bedeli ödemeye hazır olduğunu vurguluyor:
Gözüm seni görmek için elim sana ermek için
Bu gün canım yolda kodum yarın seni bulmak için
Bu gün canım yolda koyam yarın ivazın veresin
Arz eyleme uçmağını hiç arzum yok uçmak için
Bana uçmak ne gerekmez hergiz gönlüm ona
bakmaz
İşbu benim zârılığım değildurur bir bağ için
Uçmak uçmağım dediğin mü’minleri yeltediğin
Vardır ola bir kaç hûri hevesim yok uçmak için
Bunda dahi verdin bize ol hûriyi çift ü helâl
Ondan dahi geçti arzum azmim sana kaçmak için
Sufîlere ver sen onu bana seni gerek seni
Hâşâ ben terk edem seni şol bir ala çardak için
Yunus hasretdurur sana hasretini göster ona
İşin zulüm değil ise dâd eylegil varmak için
Deus caritas est –Tanrı aşktır
Meister Eckhart başka bir zaviyeden bakar aşk
bahsine. Şöyle ki o, evvela Allah’ın âşıkların gönül
kapılarında beklediğini vurgular ve şöyle der: “Sırlar kitabında Tanrı’nın halka dediği yazılıdır: Kapıda
duruyor ve kapıyı çalıp bekliyorum…(Vahiy. Juh. 3,
20). Onu burada yahut şurada aramana gerek yok;
O, kalbin kapısından uzakta değildir. Burada durur,
sabır ve hasretle içeri alınmayı bekler. Uzaklardan
O’nu çağırmana gerek yok; O, kapıyı açmanı senden
daha sabırsız bekliyor; O, seni senin O’nu istediğinden daha acele istiyor. Senin kapıyı açman ve O’nun
içeri girmesi sadece bir andan ibarettir.”
Eckhart, Tanrı ile insan arasında bir aşk ilişkisi olduğunu vurguluyor. Ruh, ebedî Tanrı’nın hasretiyle
yanıp tutuşmaktadır; O’na kavuşmak için şiddetli bir
arzu duymaktadır. Öte yandan Tanrı da, yukarıdaki
ifade edildiği üzere, ısrarla kalbin kapısında beklemekte ve kulunun gönül kapısını O’na açmasını istemektedir. Hatta Eckhart, Tanrı’nın bizim ona ihtiyaç
duyduğumuzdan daha çok bize ihtiyaç duyduğunu
söylemektedir. Bizim Mutlak Varlık’a ulaşmamız,
tek taraflı bir gayretin neticesinde gerçekleşmez,
bilakis karşılıklı bir mecburiyetin, daha makbul bir
ifadeyle her iki tarafın birbirine duyduğu hasret ve
şiddetli arzu neticesinde gerçekleşir. Hz. Mevlana,
Mesnevi’de insanın Allah’a olan sonsuz hasretini ve
Allah’ın kuluna duyduğu hüsn ü temayülü anlatmak
üzere, “Sadece susayanlar suyu aramaz - Su da susuzları arar durur!” der.
Meister Eckhart, kâinatı bir arada tutan sırrın aşk
olduğuna inanır. İnsan ruhuna ilâhi hasretten öyle
bir kıvılcım düşmüş ve onu tutuşturmuştur ki ruh
Kaadir-i Mutlak’a ulaşıncaya kadar huzursuzdur,
hasret ile yanıp kavrulmaktadır.
Annesinin göğsünü arayan bir bebeğin huzursuzluğuyla dönüp dolanmaktadır dünyada. Eckhart’a
göre ruhun kendi hakikatinden kaçması mümkün
değildir; onun acılarını dindirecek yegâne şey, aslî
vatanına, ilâhi kaynağına dönmesidir. Unio Mystica
gerçekleşinceye kadar ruh, pervaneler misali maddenin karanlık dünyasında, koku ve renk dünyasında, yani ki zaman ve mekânda huzursuz bir arayış
içerisindedir.
Meister Eckhart, ruhun mukadderatının aşk olduğunu ve bundan kurtuluşun imkânsızlığını bir
metafor yardımıyla vurgulamaya çalışır: “Yeryüzü
gökten kaçamaz. İster yukarı ister aşağı gitsin, her
halükârda gök yağmurlarını boşaltır ve onu mümbit
hâle getirir; bu ona acı verse de onun için hoş olsa
46
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
da değişmez. Tanrı da insanlarla böyle yapar: ondan
kaçıp kurtulacağını zannedenler, aksine yine O’nun
kucağına düşer; zira tüm köşe bucak O’na malumdur.”
Esasen bütün mistikler, insanın bu konuda ihtiyarı olmadığına inanırlar. İnsanın muamma bir zihin
dünyası vardır ki hiç bilinmeyen bir güç sürekli şekilde iradesine galip gelir ve insan hep transandantal
yahut metafizik bir dünyaya yönelir. İnsan daima bir
varoluş paradoksu yaşar. Pascal’ın tabiriyle sonsuz
mesafelerin ebedî sükûtu ona ürperti verir. Bazen
zaman ve mekân tahditleri ruh için tehdide dönüşür;
bazen derin ruh krizlerinden huzura yol açılır. Bu neviden durumları Bizim Yunus, pek âşıkane terennüm
eder:
Senin aşkın beni benden alıptur
Ne şirin dert bu, dermandan içeru
Bilgi ve aşk
Meister Eckhart, mistik yolculukta akıl ve iradeye, bilgi ve idrake önem vermektedir. Ona göre ruhu
Mutlak Varlık’a yükselten güçler arasında bilhassa
akıl ve irade ve bunların faaliyetlerinin ifadesi olan
bilgi yahut idrak ve aşk ehemmiyet kesbetmektedir.
Eckhart, nasıl ki bedeni ayaklar taşırsa ruhu da aşk
taşır der. Aşk ve idrak sayesinde ruh faniliğin üzerinden aşarak ebediyete yönelir. Eckhart, akıl yahut
irade önceliği konusunda vaktiyle Paris’te kendisinin de katıldığı şiddetli münakaşaları hatırlar. “Mutluluğumuz”, diyor Meister, “Tanrı’nın içimizde olmasından kaynaklanmaz -zira Tanrı tüm mahlûkatın
içindedir; fakat onlar bunu bilmezler, o yüzden
mutlu değildirler- bilakis Tanrı’nın ne kadar yakınımızda olduğunu bilmemizden ve idrak etmemizden
kaynaklanır. Mutluluğum şuradadır ki Tanrı akıllıdır
ve ben bunu idrak ederim.” “Esasen Tanrı her yerden
öte ruhun içinde Tanrı’dır. Bütün mahlûkatın içinde Tanrı’dan bir şeyler vardır; lakin ruhta Tanrı’nın
azameti muhteşemdir.” Eckhart, Tanrı bize bizden
yakındır derken bunun sadece günahsız insanlar için
geçerli olduğunu kastetmez. Ona göre insan günah
işlese de Tanrı ondan uzaklaşmaz. O, günahın hayatın bir cüzü olduğuna inanır. Nasıl ki zifiri karanlıkta
ışık daha çok aydınlatırsa, günah da beşerî tarafımızı
daha çok ortaya çıkarır.
Eckhart, iradenin öneminin farkında olmakla
birlikte aklın şayan-ı tercih olduğunu vurgular. Yine
sözü Paris’te yapılan münakaşalara getirerek şöyle
der:
Okulda aklın iradeden daha kıymetli olduğunu
öğretiyordum. Başka bir okulda başka bir üstat da
şöyle öğretiyordu: İrade akıldan kıymetlidir; zira
irade şeyleri oldukları gibi alır, akılsa kendisine
göründükleri şekliyle kabul eder. Bu doğrudur çünkü bir göz duvara çizilen gözden daha kıymetlidir.
Fakat buna rağmen ben aklın iradeden daha kıymetli olduğunu söylüyorum. İrade Tanrı’yı iyilik ve
lütufkârlık örtüsü altında kavrar; akılsa O’nu örtüsüz olarak, iyilik ve lütufkârlıktan ve yaratıklardan
sıyrılmış olarak idrak eder. Bilgi iradeyi yönetir
ve ışıklandırır, böylece onun tezahüründen, aşktan
önce gelir; insan daha önce Tanrı’yı idrak etmeden,
bilmeden sevemez.
Eckhart’ın burada söyledikleri fevkalade önemlidir; bilhassa son cümle onun aşk konusunda bilgi
ve idrake biçtiği değer bakımından bir kriter teşkil
etmektedir. Evet, “insan daha önce Tanrı’yı idrak etmeden, bilmeden sevemez.” Nasıl sevsin ki? İnsan
bilmediği bir şeyi sevemez. Bilgi ve idrakin aşktan
önce geldiği görüşünü daha önce Augustinus dile
getirmişti. Aziz Augustinus şöyle diyordu: “İdrak
edilmeyen hiçbir şey sevilmez. Eğer insan herhangi
bir bölümünü idrak ettiği bir şeyi severse, o zaman
aşk bizzat müessir olur, o zaman o şey daha iyi ve
kâmilen idrak edilmiş olur.”
Meister Eckhart’a göre bilginin en yüksek mehabetine ulaşması için Allah’a yönelmesi, Allah’ı bilmesi gerekir; ancak bilgi ve idrak varlıkta kalır. Eğer
ruh Allah’ı bilmek istiyorsa o zaman O’na yönelmesi yetmez, kendini O’nda yok etmesi, Hallac’ın
tabiriyle “Ene’l Hakk” diyebilmesi gerekir. Ruh
öylesine etik bir makama yükselmeli ki orada gerçekleştireceği faaliyetleri bir beklentiye müsteniden
vuku bulmamalı; günah, sevap, dünya, ahret, cennet
ve cehennem gibi beklentilerden tümüyle arınmalıdır. Orada ruhun tamamen soyunması lazım, fenomenal âlemden kaynaklanan tüm bilgilerden sıyrılıp
çıkması gerekir; hatta bu da yetmez bizzat kendini
terk etmesi şarttır.
Eckhart, Tanrı’nın bilgiyle kirlenmemiş saf ruha
doğduğunu, o yüzden bilginin değil ümmiliğin makbul olduğunu vurgular. Anlaşılacağı üzere Eckhart,
burada kaba ve kör bir cehaletten bahsetmiyor, bilakis âlim bir bilgisizlikten söz ediyor.
Vaktiyle Augustinus; “Allah, bilmemek suretiyle
daha iyi bilinir” demişti. Bu neviden bir bilgisizliği
Nicolaus Cusanus, pek isabetli olarak Docta ignorantia, yani “âlim bilgisizlik” olarak tarif etmişti.
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
İşte bu bilgisizlik makamında, diyor Eckhart, “mutlu
temaşa” hâli başlar. Bu durum akıl ve idrak ötesi bir
kavrayıştır; burada insan tümüyle dünya ile alakasını kesmiş, mutlu ve huzurlu olarak Tanrı’da hayat
bulmuş, bâki olmuştur. Nicolaus Cusanus, bu durumu; “aşk” (amore) marifetiyle idrak edilen ve yüksek bilgi ve idrak ile ulaşılan “ebedî aşk” (charitas)
olarak özetlemektedir.
Demek ki bütün bilgileri yakan, bir cüruf misali
bir kenara bırakan aşk, evvelemirde bilgiyi şart koşmaktadır. Hz. Mevlana, Mesnevi’sinde “bulmasaydın aramazdın” der; Mesnevi’de Allah’tan ümidini
kesmek üzere olan bir adamın hikâyesini anlatır.
Hikâye şöyledir:
Birisi her gece Allah der durur, bu zikirden ağzı
tatlılaşır, zevk alırdı.
Şeytan, “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerde?
Tanrı tahtından bir cevap bile gelmiyor. Böyle
utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın?” dedi.
Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı.
Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.
Hızır, “Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çıkardığın addan nasıl usandın, zikirden nasıl pişman oldun?” dedi.
Adam, “Cevap olarak Lebbeyk sesi gelmiyor.
Kapıdan sürüleceğimden korkuyorum.” deyince,
Cenabı Hak, “Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın, derde düşmen,
yanıp yakılman, bizim haberci çavuşumuzdur.
Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.
Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz gizli.” dedi.
Farklı noktalardan yola çıksalar da, kanaatimizce, Meister Eckhart, Mevlana ve Yunus Emre Allah’ı
bilmek, idrak etmek ve sevmek konusunda farklı
düşünmezler. Üç mistik düşünür de aşkın öncesinde
bilgi ve idrakin öneminin farkındadırlar. Bilgi teşekkül etmeden aşkın yöneleceği bir estetik obje yahut
mevzu yoktur. Bilgiden maksat ise evvela kişinin
kendini, nefsini bilmesidir. Eckhart, “İnsanın nefsini, Ego’sunu bilmesi ancak ve evvela dünya ile alakasını kesmekle mümkündür.” der. Ona göre Tanrıya
ulaşmak ancak ruhun derinliklerine hatta en dip noktasına intikal etmekle gerçekleşebilir; çünkü ruhun
en dip noktasında bir Seelenfünklein (ruh kıvılcımı)
vardır ki Tanrı buradadır. Ruhunun temelinde Tanrı
visali gerçekleşir. Eckhart burada “ruhun temeli” yahut Seelenfünklein (bir ruh kıvılcımı) tabiriyle ruhun
saf hâlini, evvelemirdeki halini kastediyor olsa gerektir. Bu, nefsin tümden arınmış hâlidir. Ruhun bu
saf hâline, her türlü tecrübeden ve bilgiden arınmış
hâline Husserl, “transandantal Ego”, Nietzsche ise
“dinstinktesten Bewusstsein” yani “apaçık bir şuur”
diyor. Adına ne dersek diyelim, bütün bu düşünürler
Tanrı’ya ancak bu saf Ego’da yahut ruhun en saf derinliklerinde intikal edileceğine kanidirler. O yüzden
Bizim Yunus der ki:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır.
Meister Eckhart’ın mevzubahis ettiği Seelenfünklein (ruh kıvılcımı) yahut Seelengrund (ruhun temeli)
kavramıyla neyi kastettiğini çok iyi anlamak lazım;
çünkü onun felsefesinin ve psikolojisinin esasını bu
kavram teşkil eder. Eckhart ruhun bilinen alanın ötesinde bir de hiç girilmemiş vahşi bir ormanı andıran
derin ve karanlık bir alanı daha olduğunu söyler. Ruhun bu aslî temeli zaman ve mekânın tesir alanın dışında kalır; burası doğrudan doğruya Tanrı visalinin
gerçekleştiği alandır; ruhun temeli ayırt edilemez biçimde Tanrı ile vahdet hâlindedir. Dolayısıyla ruhun
temeline vasıl olan Tanrı’ya ulaşmış olur. Ruhun temeline inildiğinde tüm algılar ortadan kalkar; orada
ne akıl ne idrak ve irade ve hatta ne de aşk fark edilir.
Burası tamamen Tanrı’nın tecelligâhıdır; burada insan bütün varlığıyla, beşerî hasseleriyle eriyip yok
olur. Burada ilahi olanla beşerî olanı tefrik etmek
mümkün değildir. Ruhun temeli bütün ruhi güçlerin
buluşma noktasıdır; unio mystica burada gerçekleşir.
Ruhun temeline varmadan önce her varlık bir varlığa sahiptir; ancak ruhun temeline intikal eden varlık,
münferit varlığını Mutlak Varlık’ta eritir ve bundan
böyle sadece varlık olur, bir varlığa sahip olmaz. Yunus Emre, Eckhart’tan farklı olarak varlık’a Hakk
demez “varlık Hakk’ındır” der:
Derviş “Enel Hak” derse n’ola, acep mi,
Hep varlık Hakk’ındır alâ küll hâl.
İradenin şiddetle arzuladığı, can attığı, iştiyak
duyduğu ve aklın idrak edebildiği hiçbir şey Tanrı
değildir. Aklın anlayamadığı, zihnin kavrayamadığı
48
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ve şiddetli arzu ve iradenin ulaşamadığı karanlık bir
alan vardır. İşte bu zifiri karanlık alana Eckhart, yukarıda da belirtildiği üzere “Seelenfünklein” adını
veriyor ve Tanrı’nın bu zifiri karanlık alanda bütün
nuru ve ihtişamıyla ortaya çıktığını vurguluyor. Bu
fikir İslam mutasavvıflarının öteden beri üzerinde
durdukları fevkalâde önemli bir fikirdir. Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı başlıklı romanını bu fikrin
miğferinde oluşturur. Hatırlanacak olursa orada bir
noktadan başlamak suretiyle hiç kalemini kaldırmadan bir atı çizebilen dâhi nakkaşlar mutlak karanlığa ulaşmak için istidatlarının zirvesinde bir iğneyi
göz bebeklerine batırarak gözlerini kör ederler. İşte
Meister Eckhart’ın anlatmak istediği fikir budur ve
felsefesinin temel esprisi burada saklıdır.
Bilgi belirli bir irtifadan sonra bir yıldız misali
metafiziğin derinliklerinde kayboluverir. İnsan ister kendi Ego’sundan ister tabiattan yola çıksın elde
edeceği bilgi onu transandantal alana taşır; çünkü
insan ruhunda transandantal bir öz mevcuttur. Bu
öz evvelemirde yaşadığı vatanın hasreti içerisindedir ve ebedî olarak bu iştiyak ile yaşar. Onun varlığının aslı ve aslî sebebi Mutlak Varlık’tır. Mutlak
Varlık, Ben’den içeri olan varlıktır. O ancak ruhun
temelinde müşahede edilir. Orada zaman ve mekân
yoktur. Orada ebedî ve yekpare bir an vardır. Zaman
ve mekân Allah’ı müşahedenin önünde en büyük engeldir. Oysa bütün tefekkür zaman ve mekân rayları
üzerinde yol alır.
Eckhart’a göre ruhun temelinde Mutlak Varlık’ı
keşfetmek isteyen, evvela zaman ve mekân engelini
aşmak mecburiyetindedir; çünkü Mutlak Varlık tüm
tasavvurlarımızın ötesindedir; ancak buna rağmen
her yerde, bilhassa ruh ve gönül dünyamızda mutlak
surette müessirdir. Nasıl ki güneş sonsuz mesafelerin ötesinden bir ağacın köklerindeki öz suyu dallara
çekip onun çiçek ve meyve vermesine sebep oluyorsa, aynı şekilde ilahi nur da Ben’inimizi, ruhumuzu tümüyle kavrar ve kendine çeker. Muhammed
İkbal, “Dikeni, yaprağı görüyorsun, ama dalın içerisinde bir şey görünmüyor.” der. Mesele dalın içine,
ruhun temellerine inmektir; zamanın tuzaklarından
kurtulmak, ebediyete kement atmaktır. Çünkü zaman tefrik eder, ayırır; ebediyetse muttasıl birleştirir.
Mutlak Varlık, bir an-ı daimdir ki bir kıvılcım misali
ruhumuzu daima tutuşturur ve bize ebediyet bahşeder. Demek oluyor ki Ben ile Ben’den içeri olan Ben
arasında çok deruni, sırlı bir ilişki mevcuttur. Bu iliş-
ki küçük Ben’in Mutlak Varlık’a duyduğu hasret ve
iştiyakla açığa çıkar ki buna “aşk” diyoruz.
Meister Eckhart, her Ego’nun aşkını kendi içinde taşıdığını ve esasen “Dünyanın bütün aşklarının
bizzat kendini sevmeye istinat ettiğini” vurguluyor.
İnsan fâni güzellikleri tabiatta müşahede eder; ancak mutlak güzelliğin tecelligâhı kalptir. Eckhart,
bir vaazında İncil’den bir ayet iktibas ederek şöyle
diyor: “Aziz Juhanna buyuruyor ki: Deus caritas est
– Allah aşktır. Ve aşk Allah’tır. Aşkta mukim olan
Allah’tadır ve Allah onda mukimdir.” Allah’ın lütuf
ve kereminin bir neticesi olan ruh, kalpte tecelli eden
hüsn ü mutlak’a âşıktır.
Eckhart, 65’inci Vaaz’ında Kitab-ı Mukaddes’ten
iktibas ettiği yukarıdaki ayeti şöyle yorumluyor:
İmdi ilk sözü ele alalım: “Tanrı aşktır.” Burada
şöyle deniyor: Aşk istidadı olan ve aşk ortaya koyabilen her şeyi takip ettiği için Tanrı, aşkı marifetiyle
bunu (her şeyi) kendisini sevmesi için tahrik eder.
İkinci olarak “Tanrı aşktır” ile şu kastedilir: Allah’ın
yarattığı, aşk kabiliyeti olan her şey kendisini sevmesi için sevgiyle O’nu (Allah’ı) tahrik eder; onun
için hoş ve lütufkâr olsa da acı verse de. Üçüncüsü
de “Tanrı aşktır” ile şu murat edilir: Allah sevgisiyle, sevebilen her şeyi tüm çeşitliliklerden (kesretten
vahdete) çıkması için teşvik eder. Allah’ın tüm muhtelif varlıklar için cemilekâr olduğundan dolayıdır ki
(Allah sevgisini tüm mahlûkata yaydığı ve dağıttığı
için) aşk, O’nun sevgisini tüm varlıklardan (kesretten) kendi birliğine dönmesi için tahrik eder. Nihayet
dördüncü olarak “Tanrı aşktır” ile şu kastedilmektedir: Allah kendi sevgisiyle tüm varlıklara varlıklarını, hayatlarını bahşettiği ve onları aşkıyla hayatta
tuttuğu için, “Tanrı aşktır”.
Birisi bana ‘Tanrı nedir’ diye sorsaydı, ona Tanrı
aşktır derdim; hatta büsbütün sevgiye şayandır; öyle
ki tüm yaratıklar bilerek yahut bilmeyerek, onlara
ıstırap vermesine yahut lütufkâr olmasına bakmaksızın, O’nun sevgisine mazhar olmaya gayret ederler.
Tanrı aşktır ve öylesine sevimlidir ki sevgi istidadı
olan her şey O’nu sevmek mecburiyetindedir; onlara
acı verse de lütufkâr olsa da.
Meister Eckhart’ın Yunus Emre gibi yahut onun
kadar deruni bir iç tecrübesi yoktur. En azından onun
yazılarından böyle bir intiba edinmek mümkün değildir. Eckhart, olağanüstü bir rasyonellikle ve aşkın sarhoşluğuna, vecdin ve hissin sürükleyiciliğine
kapılmaksızın mistik tecrübelerini kaleme almıştır.
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Eckhart’ın üslubu fevkalade berraktır, vazıhtır; ancak Yunus’un sadeliği, samimiyeti, lirizmi ve coşkunluğu onda yoktur. Yunus, yaşadığı iç tecrübeyi
öylesine terennüm eder, öylesine hissettirir ki bu
yürekler acısı duruma bazen dayanmak mümkün
değildir. Bazen aşkı zalim, kanlı bir katil gibi tasvir
eder; içimizdeki tüm adalet ve merhamet duyguları
ayaklandırır:
Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne
Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi
Yahut:
Ödağacı gibi yanar vücudum
Tütünüm göklere seher yelidir
Şems’in geldiğini söyleyen birisine cübbesini verir. Birisi bu haberin yalan olduğunu söyleyince de
“Ben yalanına hırkamı verdim, gerçek olsaydı canımı verirdim.” der. Allah aşkın kaynağıdır, O’na ne
kadar şiddetli iştiyak duyarsak, O da bize o derece
saadet bahşeder.
Müşterek bir metafor: Aşk oltası
Yunus Emre, aşkın kanlı bir yol olduğunu ve
sürekli canlar aldığını bıkmadan usanmadan tekrar
eder durur:
Beğim âşık isen var sen yoluna
Bunda başlar yiter kanlar sorulmaz
Bu nasıl bir tasvirdir, bu nasıl bir dildir? Nasıl
bir ruhi tecrübe yaşamış, aşkı hangi derinliklerde
tecrübe etmiştir ki Yunus, bu kadar gerçekçi, akla ve
kalbe ürperti veren bir hissedişle terennüm ediyor.
Zannımca Yunus’un sırrı dilinde ve terennümünde
gizlidir. Bu yönüyle Yunus, Eckhart’tan da diğer
Hristiyan mistiklerinden de farklıdır; onların ulaşamadıkları bir terennüm diline sahiptir. Şunu da ilave
edelim ki Yunus bu söyleyiş diline, âşıkane söylemeye mahkûmdur; başka türlü söylemeye muktedir
muhakkak; ancak o başka türlü söyleyemez, çünkü:
Âşık canı hemişe sermest ü humar gerek
Aslında Eckhart da hedefe götüren en kısa ve
emin yolun aşk olduğuna inanır. Çünkü Allah, kendisini seveni bilir, bildiği için onu sever; zira bilinmeyen bir şey sevilmez. Allah’ın bilmemesi ulûhiyete
aykırıdır. Eckhart Allah’ın bilgisinin her şeyi kuşattığını pekâlâ bilir; onun burada vurgulamak istediği Allah’ın ilminin aşkından önce geldiğidir. Hatta
Eckhart aslında Tanrı’nın bilgisinin kendisini bilmek
olduğunu vurgulayarak şöyle der: “Varlık kendisini
bilir, yaşar, hatta sadece kendisini yaşar, çünkü bizzat kendisini idrak eder. Bu bir Ego’dur ve bu Ego
her şeydir, her şeyi a priori olarak içine alır ve her
şeyin kararını kendi içinde alır.”
Allah’ı seven ruh, O’na vasıl olur; ancak evvelemirde Allah’ın kuşatmadığı hiçbir ruh yoktur. O
itibarla hasret ve iştiyak olmadan bilgi ve idrak olmaz, bilgi olmadan da hasret olmaz. Aşkın harareti
yükselince bilme iştiyakı da artar; âşık maşuku tanımak için can atar, onunla ilgili her bilgiye ve hatta
gayrisahih bilgiye dahi büyük önem verir. Mevlana,
Meister Eckhart, Tanrı’nın âşıkları avlamak için
aşkı bir olta olarak kullandığını ve O’nun oltasına takılan âşıkın kurtulmasının mümkün olmadığını söyler. Balıkçı oltasını denize salar ve bekler; onun nasibi balıktır. Balık oltaya gelmediği müddetçe balıkçı,
beklemeye devam eder. Bu zaman zarfında balık
olabildiğince hürdür, istediği istikamette yüzebilir.
Ne var ki oltadaki yem balığın hürriyet alanını daraltır, iradesini elinden alır. Eğer balık yemden dolayı
oltaya gelir ve çengeli yutarsa balıkçı, nasibinden
emin olur. Balık istediği kadar çırpınsın artık elde
edeceği bir netice yoktur. Tam aksine yuttuğu çengel
çırpındıkça daha derine batar ve kan kaybetmesine
sebep olur ki balıkçının istediği de budur. Eckhart,
balığın bu feci mukadderatının aslında onun yegâne
şansı ve kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu pek paradoks bir düşüncedir; lakin aşk bahsinde asıl paradoks varlık iddiasında bulunmaktır. Onun için Yunus, “Sen Hakk’a âşık isen, Hak sana kapı açar,/ Ko
seni beğenmeyi, varlık evini bir yık” der. Aşkın esir
aldığı kimse en kuvvetli zincirlerle bağlanır ama bu
zincir onun için aynı zamanda hoş bir yük, kıymetli
bir mücevherdir. Aşka duçar olan birinin kurtuluşu
tümüyle teslim olmaktan geçer. Tanrı’nın oltasına
düşen âşık, elini ayağını, ağzını, gözünü, kalbini,
dili ve hülasa bütün varlığını kaybetmedikçe kurtulamaz; Tanrı onu çekip almaz sudan.
Âşık bütün varlığıyla Allah’ın takdirine teslim
olmazsa, olta onun için cehennemdir. O yüzden diyor ki Meister Eckhart, “Kutsal Kitap’ta şöyle yazılıdır: Aşk ölüm kadar güçlüdür, cehennem kadar
sağlamdır. Ölüm, ruhu bedenden ayırır; fakat aşk,
ruhu her şeyden koparır. Aşkın ilahî olandan başka
hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu ağa düşen ve bu
50
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
yolda yürüyen kişi, her ne yapsa onu aşk yapar;
onun bir şeyler yapmasının yahut hiçbir şey yapmamasının bir önemi yoktur. Onun dinlenmesi,
çalışmaması diğerlerinin faaliyetinden faydalıdır.
O yüzden bu oltaya dikkat ediver, böyle bir esaret
seni mutlu edecektir. Ne kadar çok oltaya düşersen
o derece özgür olacaksın, kurtulacaksın.”
Aşk oltası tehlikelidir, sürekli canlar alır; ama
ne çare ki âşık can vermekten usanmaz. Yunus, aşk
oltasına düşenin geri dönüşü yoktur diyor:
ALÂ KÜLLİ HÂL
Benim garip gönlüm aşktan usanmaz
Varır aşka düşer hiç bana dönmez
Senail Özkan'a
Ne gariptir, Meister Eckhart’ın kullandığı bu olta metaforunu ondan daha önce Mevlana
Celâleddin Rûmi kullanmıştır. Mevlana, Fihî Mâ
Fih başlıklı eserinde aşktan bahsederken balıkçıların balık tutma usulünden bahseder ve şöyle der:
Balıkçılar, balığı bir defada sudan çekip çıkarmazlar. Oltanın çengeli balığın boğazına girince
onu birazcık çekerler ve sonra bırakırlar, tekrar
çekerler. Bunu, balığın kanının akıp bitkin bir hâle
gelmesi, kuvvetini kaybetmesi ve zayıflaması için
yaparlar. Aşk oltası da insanın damağına takılınca,
pis kanların azar azar akması ve kudretini kaybetmesi için Tanrı onu yavaş yavaş çeker. Çünkü Allah
kiminin kalbini darlaştırır, kiminin açar. Lâ ilâhe
İllallah (Sure 2/247).
Varlığı bir küll olarak Tanrı’da idrak etmeği
Eckhart’tan öğreniyoruz. Bu konuda o, şöyle diyor:
“Varlığı gerçekten idrak etmek istiyorsam, o zaman
varlığın bizatihi kendisinin olduğu yere bakmam
lazım, yoksa bölündüğü, parçalandığı yere değil:
Varlığı küll olarak ancak Tanrı’da bulurum. Ruh,
Tanrı’da tüm Varlık’ı idrak eder.” Ekhart’a göre,
“Tanrı saf varlıktır.” ve bu “saf varlık aşktır.”
Netice olarak sunu söyleyebiliriz: Orta Çağın büyük ilâhiyatçısı ve mistik düşünürü Meister
Eckhart’ın mistik tecrübeyi felsefi temeller üzerine oturtması Alman idealist felsefesinin işini kolaylaştırdığı, ufkunu açtığı muhakkaktır. Farklı bir
mistik geleneğe ve tecrübeye sahip olan Eckhart,
mistik felsefesindeki vuzuh ve vüsata rağmen Yunus Emre’nin sade, berrak ve âşıkane söyleyişine
ulaşamamıştır. Yunus, lisanındaki sadelik, sarahat,
seyyaliyet ve lirizm ile namütenahi mistik âlemin
merkezinde yakuttan bir mücevher gibi parıldamaktadır.■
Ol tuhfeyi aldım bad-ı saba ile
Kıraat eyledim kiramen katibin ile
Lokmamız gussa idi evvelde
Tatlı şerbet içtik dün olmuş gece ile
Çalab söyletir dilim oynatır elim
Miskin defterime sevap isterim
Sabah ezanı benden erte
Kırağıdan evvel ibadeti eda ettim
Eckhart zünnârını kuşanmış
Dervişin talyasını omzu aşağı akmış
Biri belinde beriki başında Işk odu tütmüş özler göynümüş
Akl ıssı arda göçtürür
Özün özü öne geçtirir
Kim ki dili şekere buladır Alâ külli hâl anın sözü muteberdir
MURAT KAYMAZ
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
NURULLAH ÇETİN*
Kendini Bilme Felsefesi
Yunus Emre’nin
İslam kaynaklı
evrensel bilgi
kuramında bilgi,
özünde kendisi
için anlamlıdır ve
insanın kendisini
tanıması sürecine
yani insan-ı kâmil
olması sürecine
hizmet eden bir
değerdir.
Bilge Türk Yunus Emre (1240-1322)’nin en önemli boyutlarından biri muhataplarını dıştan içe çekmeye çalışması,
başkasından çok kendini bilmeye çağırmasıdır. İnsan kendini
bilirse başkasını daha iyi bilebilir. Başkasına sempati duyabilmesi için empati yapması lazımdır. İlkel kabileler daha çok
dışa dönüktür. Bilim, sanat, nefis muhasebesi, iç dünya zenginliğini ifade etme gibi hususlarla fazla ilgili değillerdir.
Dışarıda dolaşırlar, avcılık yaparlar, kavga ederler, hayvanlarla, tabiatla boğuşurlar. Yani hayatlarını dışa dönük eylemlerle geçirirler. Medeni milletler ise iç dünyalarına yönelirler, iç dünyalarının zenginliği olan sanat ve bilim üretme
ile meşgul olurlar. Nefislerini eğitmek, davranışlarını nizama
sokmak, kurallara ve kurumlara bağlı hareket etmek, hareket
özgürlüğünü başka insanlara göre sınırlamak, başkalarının
hakkı olduğunu düşünmek ve onlara saygı duymak, adaletli
ilişkiler kurmak medeni insanın temel vasfıdır.
* Prof. Dr., Ankara Ü., Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi
52
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Eğer bir ülke Afganistan’ın, Irak’ın, şuranın
buranın hakkını gözetmeyip ilkel kabileler gibi
tamtamlarla saldırıyorsa, manevi, ruhani değerlere önem vermeyip vahşice yakıp yıkıp öldürüyor,
ateşe verip yağmalıyorsa, devlet terörü estiriyorsa
onlar medeni adını taşıyan, ama gerçekte medenileşmemiş çetelerdir. Büyük Âkif’in söylediği “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarlar”dır.
Yunus Emre, insanın, toplumların ilkellikten
kurtulup medenileşebilmelerinin anahtarını son derece sade, açık ve veciz bir şekilde ortaya koymuştur: “Bir ben vardır bende benden içeru”
İnsanlık tarihinin serencamını bu kısa vecize
ile özetlemek mümkündür. Bütün insanlık tarihini
bundan daha güzel anlatabilen çarpıcı ifade yoktur. İnsanlık, tarih boyunca hep iki beni etrafında
kümelenmişler, bazısı birinci benine önem vermiş,
bazısı ikinci benine. Burada şunu da hatırlatmak
lazım: Peyami Safa Yalnızız romanında insanın
içinde birbiriyle çarpışma hâlinde olan bu iki zıt
ben meselesini ayrıntılı olarak irdeler. Buna dip
zıtlık kuramı diye de bir ad verir. Esasen Peyami
Safa’nın beslenme kaynağı da Yunus Emre’dir.
Yunus’a göre insanın bir maddi tarafı, biyolojik
boyutu, dünyaya dönük tarafı var, bir de manevi
boyutu, iç dünyası, soyut, ruhani yapısı var. Vücudunun, cesedinin iç derinliklerinde saklı olan manevi zenginliğini keşfetmek, kişinin kendini bilme
sürecidir. Hayatı boyunca bütün öğrenim süreci,
elde ettiği bilgiler, ilimler, kazandığı bütün gözlem
ve izlenimlerine dayalı tecrübeler, insanın kendini
yani iç zenginliğini keşfetme sürecinden ibarettir.
Varlığın bir görünen maddi yüzü vardır. O boyut katıdır, serttir, karanlıktır, geçicidir. Bir de manevi, latif, şeffaf tarafı vardır. O soyuttur, saftır,
kalıcıdır. İnsan bu iki boyut arasında gider gelir.
Yunus kendini ve bütün muhataplarını insanı maddi boyutundan manevi boyutuna doğru, maddeden
manaya, katı maddesinden şeffaf manasına doğru
yükselmesini ister. İnsan dışından içine doğru olan
yolculuğunda ne kadar mertebe katedebilirse o
oranda insan-ı kâmil olacaktır. O oranda tam insan
değil, ama nispi olarak mükemmel insan olacaktır.
Zira tam insan olmak mümkün değildir.
Yunus’un bütün hayat macerası, duyguları, düşünceleri, şiirleri, telkinleri hepsi de kendisinden
içerilerde, derinlerde bir yerlerde olan asıl benini
keşfetme, bulma cehdidir. Bir yolculuktur, seyrüse-
ferdir. Yunus Emre yol ve yolculuk motifine önem
veriyor. Hayatı bir yol olarak algılamak, insanı da
bir yolcu olarak görmek ne kadar derin manalı bir
bakıştır. Yunus’un inşa etmek istediği insan, sürekli
arayan, sürekli keşif yolculuğunda olan, kendi var
oluşunu gerçekleştirmek için bir şeylerin peşinde
olan insandır. Tam da burada Yunus, kendisinden
içerü olan benini bulabilmek için, lazım olan bilgi üzerinde yoğunlaşır. Bu durum, onun bilgi felsefesini, bilgiye yaklaşımını irdelememizi gerekli
kılıyor.
Kendisinden İçerü Olan Benini Keşif
Yolculuğunda Yunus’un El Feneri: Sahih
Bilgi Felsefesi
Yüzyıllar boyunca insanlık bilginin anlamı,
değeri, işlevi, önemi, mahiyeti konusunda tartışıp
durmaktadır. Felsefenin temel konularından biri
de epistemolojidir. Bugün modern dünyanın bilgi
algısı, çoğunlukla ve yaygın olarak Rönesans ve
Reform dönemleri sonrası ortaya çıkan pozitivizm
kaynaklıdır. Orta Çağ Hristiyanlığına kızarak dini
reddeden modern Batı, Aydınlanma dönemiyle birlikte bilgide pozitivist bir tavır geliştirdi. Buna göre
müspet bilimler kutsallaştırıldı.
Bilgi, büyük ölçüde insanın kendini ve hakikati,
soyut derinliği ve enginlikleri araştıran bir çalışma
alanı olmaktan çıktı. Dış dünyayı, tabiatı, maddeyi,
somut dünyayı araştırmaya ve yağmalamaya çalıştı. Biyolojik konformizme önem verdi. Bedensel
anlamda dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı esas aldı. Tabiat bilimleri, insanın bedeniyle, somut varlığıyla ilgili bilgiler önem kazanmaya
başladı. Bu da insanları soyut ve manevi değerlerden uzaklaştırdı, materyalist bir dünya üretti.
Modern Batının pek çok ferdî ve toplumsal bunalımlarının kaynağı, işte bu pozitivizmin beş duyuyla algılanabilen somut dünyaya önem vermesi,
maddenin bilgisine ağırlık vermesi, insanın içini,
kendisini, ruhunu, kalbini, duygularını, beklentilerini geri plana itmesidir.
Bu anlamda da Yunus Emre’nin son derece sahih bir bilgi kuramına sahip olduğunu, hele bugünkü dünya toplumları için son derece sağlıklı düşünceler taşıdığını görüyoruz. Onun için Yunus çağdaştır, eskimemiştir. Çağlar, zamanlar, mekânlar
üstü evrensel bir kişiliğe sahiptir. Evrensel olduğu
için klasiktir. Bakın, Yunus’un epistemolojisi, bilgi
kuramı nasıl:
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır
Okumaktan ma’na ne kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru ekmektir”
Yunus Emre’nin İslam kaynaklı evrensel bilgi
kuramında bilgi, özünde kendisi için anlamlıdır
ve insanın kendisini tanıması sürecine yani insan-ı
kâmil olması sürecine hizmet eden bir değerdir.
Modern Batı pozitivizminde bilgi, insanın dışındaki nesneleri, tabiatı, hayvanları, yıldızları, uzayı
tanımaktır; Yunus’ta ise önce insanın kendini, içini
bilmesidir. İnsanın kendi var oluşunu bilmesidir.
Var oluşuna anlam kazandıran bir şeydir bilgi. İnsanın dünyaya niçin geldiğinin, bu dünyada ne anlam ifade ettiğinin, nereden gelip nereye gittiğinin
anlaşılmasının yoludur.
İnsanın insan olmasının, insan-ı kâmil olmasının, mükemmel insan olmasının, insanın terbiye
edilmesinin, eğitilmesinin yoludur. İnsan taallümle
tekemmül eden (ilim öğrenerek mükemmelleşen)
bir varlıktır. Doğuştan mükemmel olarak doğmaz,
öğrenerek mükemmelleşir. İnsana kendini tanıtmayan bilgi, işe yaramayan bilmektir. Yunus terminolojisi ile insanın kendisini bilmesine yaramayan
bilgi ve okumak yani bilgi öğrenme süreci ne işe
yarar, bu nasıl okumaktır?
Modern Batının pozitivist bilgi algılamasının
en iyi ifadesi, âdeta veciz ifadesi Londra Üniversitesinin duvarında taşa hakkedilen Sir Francis
Bacon (1561 - 1626)’ın şu cümlesinde görülebi-
lir: “Knowledge is power.” (Bilgi güçtür, egemen
olmaktır.)[1]
Bu söz, Londra Üniversitesi’nin SOAS adlı bir
fakültesinin motto’su, yani ilkesi, düstur olarak
alınan bir vecizesidir. Batı, üniversitesinin alnına
bu cümleyi nakşetmiştir. Batının bilim felsefesinin anahtarı budur. Bacon, bilimsel deneycilik
düşüncesinin öncüsüdür. O, insanlığa gerekli olanın bilimsel bir pratiğe dayanan yeni bir tutum ve
yöntemin olduğuna inanır. O, tabiatı deneyler aracılığıyla bilerek bilgi üretmeyi esas alır. Bilgiyle tabiatı egemenliğimiz altına alıp ona hükmetmemiz
gerektiğine inanır.
Bilgiye bu mantıkla yaklaşan Batı, teknolojiyi
üretmiş, bu teknolojiyi insanlığın faydasına kullanması gerekirken insanları kitleler hâlinde yok edecek silahlar yapmada kullanmış, tabiatı yağmalayarak kısa sürede bol miktarda ürün üretmede kullanmış, bütün bunların sonucu olarak silah, teknoloji,
sanayi, ticaretle zengin ve güçlü olmuş. Bu gücü
zayıf milletleri, Doğu toplumlarını, İslam dünyasını ezmede, sömürmede, köleleştirmede baskı aracı
olarak kullanmıştır. Yani emperyalist Batı, bilgiyi
mazlum milletleri ezmek için güç olarak kullanmaktadır.
Hz. Ömer’in ve Yunus Emre’nin ruh ikliminde
yetişen, onların asaletli bir evladı olan büyük Türk
hakanı ve bilge emir Atatürk, kurduğu irfan yuvası
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin alnına ise “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” hikmetli cümlesini
nakşettirerek bilgiye yaklaşım tarzını çok net bir
biçimde ortaya koymuştur. Bizde bilim, önce ilimdir ve bu ilim insanı hakikate götürecek, onu irşat
edecek, onu insan edecek, onu mükemmel insan
yapacak, onu insan-ı kâmil makamına ulaştıracak,
insana kendini tanıtacak bir değerdir. Atatürk’ün
ilim anlayışı tamı tamına Yunus’un: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır” mısralarında ifadesini bulan
bilgi anlayışının devamıdır.
Türkmen kocası bilge Yunus’un bilgisi emperyalist Batının ezen, yok eden, sömüren, tabiatı doymayan hırslarının tatmini için yağmalayan bilgisi
değildir. Tam tersine insana insanlığı, hakikati öğreten bir aydınlıktır. Batının Aydınlanma dönemi,
aslında bu bakımdan karanlık bir dönemdir. Asıl
aydınlanma Yunus’un açtığı yoldadır. ■
1. Religious Meditations Of Heresies, 1597
54
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
İRFAN GÖRKAŞ*
Y
unus Emre, Mevlevi yazar Mehmet
Ziya’nın sözünü ettiği (1329, 10-15),
eserlerini “zemin-i hikmet”te yazmış “yetmiş
tabaka”dan oluşan filozof, şair ve ediplerden birisidir. Risaletü’n-nushiye’nin girişinde Yunus Emre,
tam da bu anlamda, filozof-şairlerin en güzeli
(emlâhi’ş-şuara), aşk filozoflarının reisi (reisü’laşıkin) olarak nitelenir. Mehmet Ziya’nın ‘yetmiş
tabaka’ dediği filozof, şair ve edipler, aslen Acem
olmayıp birçoğu Buhara, Türkistan, Azerbaycan ve
Hindistan taraflarından gelmişler, geldikleri yerlerde fikren pek büyük inkılap meydana getirmişlerdir. Mehmet Ziya’nın “filozof-şair”inden birisi hiç
şüphesiz Yunus Emre’dir.
Yunus Emre, felsefe için veya felsefi bilgi için
hikmet, sırr-ı hikmet ve ilm-i hikmet terimlerini kullanır (YE, 268, 308, 315).[1] Yunus Emre, Calinus
* Yrd.Doç.Dr. AÇÜ Eğitim Fakültesi Öğr. Üyesi
1. Yunus Emre’nin fikirleri için kaynak alınan eser, Yunus
Emre Divanı, Yay. Mustafa Tatçı, Akçağ, Ankara 1998
adlı eserdir. Eser YE şeklinde kısaltılarak gösterilecek,
çok tekrarı önlemek için beyit/dize alıntıları dışında
gösterilmeyecektir.
ve Lokman’dan hareketle Hikmet’e dalmaktan söz
eder (YE, 97/49). Yani onun hikmetinin temelinde,
Cercis, Calinus, Bukrat ve Lokman vardır. (YE,
206/201). Sahip olduğu felsefi düşünce sahiplerini
“cevheriler” olarak ifade eder (YE, 242/254) ki bu
kavram, bizim ‘aşk filozofları’ olarak yorumladığımız “aşıkin” kavramı ile “nefis basit manevi bir
cevherdir” diyen ‘felasife’yi imler.
Yunus Emre’nin felsefi düşünce zeminini iki
temel kavram oluşturmaktadır: Birincisi ‘akıl’,
ikincisi ‘aşk’tır. Düşünce tarihimizde aklı ve aşkı
felsefesinin zemini yapan filozoflar Muallim-i sani
Farabi ile Doğu hikmeti filozofu İbn Sina’dır (Bayraktar, 37/299). Felsefede kullanılması bakımından
aklın (logos, nus) menşei, İlk Çağ filozoflarından
Aristoteles’ten Herakleitos ve Parmenides’e; aşk’ın
menşei, Eflatun’dan, Parmenides ve Empedokles’e
kadar geriye götürülebilir. Herakleistos’un aklı,
âlemi düzenleyen ve idare eden logos’tur. Parmenides Herakleitos’un iki âlemini, yani görünüşler
âlemi ile değişmeyen gerçek âlemini kabul ederek
ikincisini “Bir” ve Tanrı’yla aynı kabul eder. Felsefe tarihinde Tanrı tarafından göğe kaldırıldığı iddia
edilen ilk kişi Empedokles’tir ve Empedokles, dört
unsurla ilgili oluşu ‘aşk’ ve ‘kin’ adıyla iki prensibin idare ettiğini belirtir.
Yunus Emre’nin Tanrı düşüncesinin felsefi zemini olan akıl ve aşk kavramlarına, Yunus Emre’nin
Tanrı düşüncesinde temele aldığı diğer bir kavramı ilave etmek gerekmektedir. Bu kavram, HakHakikat kavramıdır ki bu kavramı Yunus Emre zaman zaman Çalab, Tanrı, Allah, … kavramlarıyla
da yer değiştirerek kullanmaktadır. Şimdi konumuz
açısından Yunus Emre felsefesinin, üç temel kavramına yakından bakabiliriz.
1.Akıl Kavramı
İslam felsefesinde Kindi ve Farabi (Kaya, 2005,
33-36, 127-138) aklın birçok anlamından söz etmekle birlikte, İslam filozoflarınca kullanılması bakımından aklın iki temel anlamından söz edilebilir:
Varlık ve bilgi. Bu bağlamda ifade etmek gerekirse
Yunus Emre de bir filozof-şair olarak akıl tanımı
yapan düşünürlerimizdendir. Söz gelimi Yunus
Emre Risaletü’n-nushiye’nin başında, “fi tarifi’lakıl” başlığında aklı üçe ayırır (YE, 364): Akl-ı
küllî, akl-ı meaş ve akl-ı mead. Akl-ı meaş dünya
işlerinin (tertiplerini), akl-ı mead ahiret ahvalinin,
akl-ı küllî Allah’ın bilgisini (marifetini) bildiren
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
akıldır. Yani birincisi dünyada yaşayan, ikincisi
ahirette yaşayan, üçüncüsü ‘gizli hazine’ye ait olan
akıldır. Yunus Emre’nin üçlü akıl tasnifi, aklın var
oluşu yahut onun mekânı bakımından yapılmış bir
tasniftir. Bu bakımdan, yani mekânı bakımından
akıl ya aslidir - bu anlamda Yunus onu “sultan-ı cihan”, “Padişah” olarak adlandırır- yahut bedenlidir
- bu anlamda akıl Yunus’tur. Her ikisinin temel niteliği ise nur/ışık ve kadim nitelikleridir. Ona göre
akıl, bir nur/ışık’tır, düşünürümüzün kavramıyla
“pertev”dir ve akıl “kadim”dir. Kadim olması yönünden akıl, Padişaha aittir. Yani akıl, Padişahın
varlığına aittir. O hâlde Padişah kimdir?
Yunus Emre, Padişah kavramına Divan’ında
yer verir. Söz gelimi “İy Padişah iy Padişah uş ben
beni virdüm sana/Genc ü hazinem kamusı sensün
benüm önden sona” beytiyle başlayan şiiri böyledir (YE, 1998, 70/8). Şiire göre Padişah, genc
ü hazine’dir, başka bir ifadeyle Kudsî Hadis’in
“gizli hazine”sidir. Bu hazine dördüncü beyitte
“genc-i nihan” şeklinde ifade edilir. Yunus’a göre
bu hazine, dünyadaki insanın akıl ve can’ının asıl
mekânıdır, ahirette yine mekânı olacaktır. Burada
hemen belirtmeliyiz ki Yunus, İslam filozofları Farabi ve İbn Sina’nın “nefs”inin yerine “can” kavramını kullanmaktadır. Filozofların düşüncesinde
nefsin iki görevi vardır: Birincisi bedeni yönetmek,
ikincisi akletmektir.
Bir diğer şiirinde Padişah “hiç yok olmayan
(lem-yezel)”tır (YE, 1998, 74/14), yani o hep
varolan’dır ve Yunus ona yüzünü dönmüş durumdadır. O, Yunus’un gözünde gören, dilinde söyleyendir. O, Yunus’u var eylemiş, Yunus’a “ben yakınam senden sana” demiştir. O, Yunus’a çok yakındır, ama Yunus onun görklü yüzünü arzu etmesine rağmen bir türlü görememektedir. O nedenle
Yunus, iştiyak içindedir ve hasretlik çekmektedir.
Oysa Yunus bilmektedir ki her gelen odur, giden
odur, gören odur, görünen odur. Hatta en yüce
(ulvi) ve en aşağı (süfli) odur. Bu, Hakk/Hakikat
bilgisidir (sırr). Bu bilgi/sır, dile getiril/e/mez, akıl
ve fehim bu sırra er/e/mez ama bu sırrı bilmek bir
mutluluktur (zevk).
Padişah’ın bir diğer niteliği, “kudret”’tir (YE,
1998, 96/48). Bilindiği gibi kudret, güç demektir. Şiire göre Padişah sahip olduğu gücüyle, yeri
göğü yaratır. O nedenle heybetlidir. Kudret, yaratma ve heybet kavramlarından Yunus Emre, var-
lık-sıfat ilişkisine geçer. Sıfat yerine “nişan” kavramını kullanır. Ona göre varlığın bilgisi, varlığın
“nişan”ından elde edilir. Ona göre “nişansuzın
nişanun kimse bilmez.” Yunus, nişan kavramıyla
aynı anlama gelen, bilgide kendisinden hareket edilen bir diğer kavram “ayet”i de kullanır. Yani Padişahın, “nihayetsiz ayeti vardır.” Yine onun bin bir
adı vardır. Buna mukabil, Padişah için oran, kıyas,
nakş, kenar ve nihayet söz konusu değildir. Onun
rengi, şekli, cismi, hod resmi, kadd ü kameti, sureti de yoktur. Bu demektir ki gizli hazine, nişan ve
ayetlerinden bilinebilecek olan bir gizli Padişahtır.
Yunus’a göre gizli Padişahın bilinmesini sağlayan bir diğer nitelik “inayet”tir. Yunus inayeti aynı
zamanda “himmet” kavramıyla ifade eder. İnayet,
insanı ve cinni ona bağlayan bir bağdır. Yani bu
bağ, onun bilinmesini sağlayabilecek bir başka niteliktir. Bunlara ilaveten Padişahın dünyası, ahreti,
deryası, katresi ve melekutu vardır. Bu anlamda
Yunus, Kur’an ve Hadis’in “arş, kürsi, levh, kalem” kavramlarına yer verir. Bunlara ilaveten ona
ait dönen bir çark, işleyen bir sistem vardır. Bu sistemle dünya yerli yerinde durmaktadır.
Yunus Emre dikkat edilirse Padişahın niteliklerinden, ona ait varlıklara, yani onun yarattıklarına geçer. Onlar, yani ona ait varlıklar, kendileri
bakımından bir varlıktırlar, ama onları var eden
bakımından birer niteliktirler. Yüz yirmi dört bin
nebi, miraç ve Tur’daki münacat hepsi kendileri
bakımından birer varlık ve var edeni bakımından
birer niteliktirler. Çünkü onların hepsi, her iki yönüyle ona bağlıdırlar, onun emrine boyun eğmişlerdir (musahhar). Dört yüz kırk dört tabaka evliya,
onlara verilen kerametler, halkın okuduğu altı bin
altı yüz altmış altı ayeti, yine bu bağlamda onun
var ettikleri ve onun sıfatları olan varlıklardır. Onların hepsi onun kudret sıfatının bir sonucu olarak
vardırlar.
Yunus Emre düşüncesindeki Padişahın bir diğer
niteliği, onun “her dem işi düze durur” olmasıdır
(YE, 1998, 113/72). Şiire göre dünya onun bostanıdır. Bostan kavramı İslam felsefesinde devletin
karşılığı kullanılan bir metafordur. O bostan, güllerin yetişmesi ve çoğalması için vardır. Gül bahçesi
olan bostanın yöneticisi bir bilgedir (hakîm). Yöneticinin görevi, bostanı ayrık otlarının işgalinden
korumaktır. Bu anlamda Yunus, bostandaki kimilerinin aslını, kökünü bozmaya çalıştığından söz ede-
56
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
rek yavuzluk eylememek konusunda kendisini uyarır. Çünkü ecel vardır, onu takip etmektedir. Hatta
o, kendisine kendisinden daha yakındır. O nedenle
bostanda yararlı şeyler yapmalıdır. Çünkü canlar
tende baki değildir, onlar geçici mekândadırlar.
Bir gün sorucu gelecek, yeri yırtıp “Tanrı’n kimdir diyü” soracaktır. İşte devletin Padişahı, bu Padişahtır, yani Tanrı’dır. Şiirinin devamında Yunus
Emre, “İy Tanrı’yı bir bilenler” diyerek inananlara
seslenir.
Gizli, ezeli, kudretli, inayet sahibi Padişah olan
bir Tanrı’dan insana geçen Yunus, bir başka şiirinde Padişah-kul metaforuyla Tanrı düşüncesini
yöneten-yönetilen ilişkisi çerçevesinde verir (YE,
1998, 167/151). Metafor, Yunus’un bir ilkesidir,
yani kul Padişahsız Padişah kulsuz olmaz ilkesidir. Metafora göre kulun varlığı, Padişahı bilmek
içindir. Ancak Yunus, bu şiirinde Padişah kavramı yanında “sultan” kavramına da yer verir. Aynı
bağlamda sultan daima sultan, kul her zaman kuldur. Yunus Emre şiirde akıl tanımında kullandığı
“kadim” kavramına müracaat eder. Bu sefer kulu,
Tanrı ve kadim kavramıyla birlikte kullanır. Yunus
Emre Tanrı ve kulu, kadim bağıyla birbirine bağlar,
onları birlik olarak ilan eder. “Tanrı kadim kul kadim ayrılmadım bir adım/Gör kul kim Tanrı kimdir
anla iy sahib-kabul.”
Bir başka şiirinde Yunus Emre Tanrı’yı bilinmesi bakımından söz konusu eder (YE, 1998,
321/367). Padişah birdir, onun birliğini bilen ilk
kişi “kadim er”dir. Yunus’un kadim er dediği, İslam felsefesinin faal aklı, İslam dininin Cebrail’idir. Yunus Padişah yerine Çalab’ı kullanarak
Tanrı’nın kendi yaratmasından (sun’) “kadim er”e
Tanrılık verdiğini, o zamanlar onun bir kuş olduğunu, aldığı Tanrılıkla hikmetinin çok ziyadeleştiğini, uçarak rahmet gölüne daldığını, gölden dönüp
bir budak üzerine konduğunu, silkindiğini, her bir
yöne bir damla döküldüğünü, her bir damlanın bir
peygamber olarak var olduğunu belirterek sözü
Âdem’in var oluşuna getirerek devam eder. Azazil dediği İblis’e dikkat çeker. Padişah kavramını
kullandığı bir diğer şiirinde Yunus, insan varlığına
yer verir (YE, 1998, 331/379). Şiire göre insan can
ve tenden oluşan bir bileşiktir. Can ise nurdandır.
Örneği, Muhammed’in canı’dır (YE, 162/145).
Ten ise felsefenin dört unsuru olan ateş (od), su,
toprak ve havadan (yil) yapılmıştır. Böylece Yunus,
Empedokles’in varlığı oluşturan unsurlarına ulaşır.
O, bu unsurları, yukarıda belirtildiği şekilde “ulvi
ve süfli” olarak niteler. Süfli olanı dört unsur, ulvi
olanı bir adıyla akıl, diğer adıyla nur/pertev olan
bir cevherdir. Bu cevher, tasnifi bakımından akl-ı
meaş’tır ve dört unsurdan oluşan tenin yöneticisi
ve akletme eylemini gerçekleştiren cevherdir. O
bu cevhere, bir diğer kavramıyla ‘can’ diyecektir.
Yunus’un düşüncesinde Tanrı ise akl-ı kül’dür.
2.Aşk Kavramı
Yunus Emre’de Tanrı düşüncesinin felsefi zeminini oluşturan ikinci kavram, Farabi-İbn Sina
geleneğinin “aşk” kavramıdır, demiştik. Yunus bu
geleneği şiirlerinde, iki şekilde ifade eder: Birincisi
“Asılda âşık u maşuk u aşk bir/Bu birden gerçi kim
yüz bin göründü” beytinde (YE, 353/411) yer aldığı gibi ontolojik olarak aşktır. İkincisi “iy aşıkan
iy aşıkan aşk mezhebi dindür bana” dizesinde (YE,
69/7) olduğu gibi “aşk mezhebi” adıyla sözünü ettiği bir düşünce yolu/geleneği olarak aşktır. Bu aşk
öyle bir düşünce yoludur (mezhep) ki, bu yol şairimizin dini, hatta imanıdır. Bir başka şiirinde dinî
kavramlarla ifade ettiği aşk imamdır, gönül cemaatidir. Her ikisinin kıblesi, dost yüzüdür (YE, 78/20).
Bir özne olarak aşk, hem kendisini hem toplumu
dosta götürmektedir. Aşk, kadim ve ezeli olandır
(YE, 81/25). Bu anlamda aşk, Tanrı’nın verdiği bir
derstir (sebak), Tanrı aşk müderrisidir (YE, 84/29).
Aşk Tanrı’dır, ders olarak aşk Tanrı’dan ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle “âşık canına aşk koyan
Sübhan’dır.”(YE, 144/121). Bu aşkın birinci niteliğidir.
Aşkın ikinci niteliği, Empedoklesçi anlamda bir
unsurdur, ama o “yeri göğü, arşı ve ferşi var kılan,
ayakta tutan tat”tır aynı zamanda. Başka bir deyişle
o varlığa ait bir yapıdır (bünyad) (YE, 86/32). Yer
gök yaratılır, aşk ile bir yapı (bünyad) kazanır. Bu
yapı, aşk yapısıdır, yer ve göğün yaratılmasından
önce bu aşk yapısı vardır (YE, 197/191, 241/254).
Yunus bir başka bir şiirinde aşkı, varlığın özü yapar. “Hakikat, her vücudun canı aşkdur/Ne can
kim can içinde canı aşkdur” der. Can cismi kaim
tutar, ama candaki aşk hem zahirdir hem gizlidir
(pinhan). Bu bakımdan bütün nesneler aşkın elinde acizdir ve herkes aşktan sersemdir. Aşk, kâh
Mecnun gözünde Leyladır, kâh Yakup’un gözünden akan Yusuf-ı Kenan yaşıdır. İsa’ya ölü dirilten,
57
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Mansur’a Enelhak çağırtandır. Cüneyt’te cübbedir
ve bilgidir (irfan). Aşkın çok çeşitli renkleri vardır.
Yunus’un aşkı ise onun dini ve imanıdır (YE, 124125/90).
Aşk yapısının içersinde insan olarak Yunus da
yer almaktadır. Yunus’un aşkı ezelidir, onu ezelden
alıp mülke getirmiştir. Bu yönüyle Yunus’un aşkı
bir’den bir’e gelmiştir.(YE, 186/178). Geldiği bir,
onun vatanıdır, ilidir. Aşkın anlamıyla Yunus, maşuk ile yârdır. Âdem donun donanıp âleme gelmiştir.
Ona “enelhak” dedirtmektedir. (YE, 186/178). Bir
beytinde ise “canum, ben andan bunda “ezeli âşık”
geldim” demekte (YE, 188/181), “elest belirmeden
aşıkıdum” demektedir (YE, 197/190). Elest öncesi
bu dem Hak’la dirlik ve birlik demidir. Bu demde
aşk’ın kaynağı Rahman’dır, o nedenle aşk rahmanidir ve canların canıdır (YE, 209/204). Âlem ise
hakikat ve cem âlemidir. Bu âlem canın uçtuğu, cevelan ettiği, Hakk’ın toy’unda nurdan şarap içtiği,
canların biliştiği âlemdir. Orada ne oğul vardır ne
kız. Ne gök vardır ne yer. Tek var olan “vahid”dir
(YE, 235/243). Bir başka beytinde toy âlemi için
“Bir sakiden içdük şarab arşdan yüce meyhanesi/Ol
sakinün mestleriyüz canlar anun peymanesi” (YE,
349) demektedir. Yunus Emre’nin elest öncesiyle
ilgili diğer kavramı, “aşk-ı ilahî”dir. (264/289). Bu
âlem, âlem-i vahdettir. Bu âlemde ne Yusuf ne Kenan vardır. (YE, 246/260). Aşk Yunus’un şahsında
varlığa verilen bir emanettir, Hak’tan gelen bir şerbettir. Bu anlamda Yunus Emre emanet olan aşkın,
“değme yerde” söylenilmesini istemez. Çünkü bu,
bir yasadır (kaide). Bu yasa, “cevheriler”in yasasıdır (YE, 242/254).
Yunus Emre’nin cevheri, tanrısal (ilahî) bir
varlık olan can’dır, yani gizli bir nur’dur. Gizli bir
nur olarak can, “kalu bela” denilmeden önce vardır
(YE, 86/33). İnsandaki aşk, can’a aittir. Aşk, canı
sarhoş eder (YE,104) ve ona beka/kalıcılık niteliği
kazandırır. Bu anlamıyla aşk, medreselerde okutulmaz (YE, 95). Aşk canlıya (hayvan) ölümsüzlük
verir, nefsin varlığını akl-ı kül’e ulaştırır (YE, 143,
171). Aşk, nefs iline akan, ne bulduysa yakan, kibir
kalesini yıkan, o anda çok savaş olan, Rahman yolunu gösteren Yunus’un yoldaş’ıdır. Aşk, dünyada
peygamberin başına gelen şeydir, tercümanı Cebrail, maşukası Hâlık’tır (YE, 121/86). Aşk, marifettir.
Gül ve reyhan kokusu âşık ile maşukadır (YE,
67). Yunus Emre maşuk kavramı yerine zaman za-
man dost kavramını kullanır. Maşuka giden yedi
kapı vardır. Her kapıda yüz bin çerisi olan bir kişi
vardır. Yine maşukun türlü türlü renklerde tecellisi
olur. (YE, 114/73). Bayram, âşığın maşuka erişmesidir (YE, 115). Maşuk teveccüh edilendir. Hasretinden gözyaşı pınar olur (YE, 126).
3.Hak-Hakikat Kavramı
Yunus Emre’de Tanrı düşüncesinin felsefi zeminini oluşturan üçüncü kavram hak/hakikat kavramıdır. Yunus, kavramı Hak Çalab şeklinde de
kullanır. İslam felsefesinde ise hak/hakikat kavramı, ontolojik ve epistemolojik anlamda kullanılır.
Ontolojik anlamda kullanırken Yunus, Hak kavramını, epistemolojik anlamda kullanırken hakikat
kavramını tercih eder. Bir varlık olarak Hakk’ın
varlığı, aşktır (YE, 228). Yine Hak, bir yaratıcıdır.
Yunus felsefesinde o, kendi kudretinden bir cevher
(gevher) yaratır, cevhere nazar kılar, cevher erir,
yani oluşa geçer. O cevherin nurundan yedi kat yer,
buğundan yedi kat gök, damlasından yedi deniz yaratır. Denizin köpüğünden dağları muhkemleştirir.
Mahlukata şefkatinden Muhammed’i, müminlere
fazlından Ali’yi yaratır. (YE, 239/249). “Hak ile
Hak olmuşam” dediği şiirde Yunus, adını Bukrat
şeklinde verdiği Sokrates’le aynı geleneği paylaşır
görünmekte, bu anlamda “kendini bilen Rabbini bilir (men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu)” önermesini temel yapmaktadır (YE, 263). İkinci öncülü
“Gizli bir hazine idim (küntü kenzen mahfiyyen)”
önermesidir. Aynı anlamda “bütün Allah katındandır (küllün min ındillah)” önermesini ilave eder.
İki öncül temelinde oluşturduğu düşüncesine göre
“Hak, ol âlem fahri Muhammed’i öğüp yaratan, sevip habibim diyendir (YE, 118/81). Hakk’ın kudreti, hod candır, canın mekânı tendir. Hak, yoğ iken
insanı var eyleyendir. Asıl ve kök olarak insan yoğ
iken, o var eylemiştir” (YE, 143/120). Hak, âşık canına aşk koyan Sübhan’dır. Mustafa onun yâridir.
(YE, 144/121). Yunus, Hak kapısının kapıcısıdır
(YE, 150/128). Hakikat aşktır, aşk hakikat içindedir (YE, 269). Yunus âşıktır, maşukunu istemektedir (YE, 150/129). Âşık, maşukun olduğu iştedir.
İkisinin işi bir sırdır. Yerdeki ve gökteki her söz aşk
ile dile gelmektedir.
Hak Çalab olarak o, eşi olmayan, günahı bağışlayan, rahmeti çok olandır. Zengindir, her derdin
dermanıdır, aşk ateşine yakandır; ne yoksuldur ne
58
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
baydır ne köşktedir ne saraydadır. Miskin gönlündedir (YE, 193/186). Nutfeden Âdem yaratan, yumurtadan kuş türeten, sürekli rızık veren, kimini
zahid, kimini fasık eyleyendir. Kadir ve Hay’dır.
Hem ilktir (evvel) hem son (ahir), hem ebed hem
beka, hem batın hem zahir, yeri göğü yaratan, arşı
kürsi durduran ve sahib-i Kuran’dır (YE, 213).
Sonuç
Sonuç olarak Yunus Emre’nin Tanrı düşüncesi, akıl, aşk ve hakikat olmak üzere üç kavramı ile
insanın Tanrı’yı bilmesi temelinde şekillenmekte,
İslam filozoflarının insan için kullandıkları ‘nefs”
kavramı yerine Yunus ‘can’ kavramını tercih etmekte, nefs’i hayvani nefs için, Yunus’un terimiyle
‘ten’ için kullanmaktadır.
Yunus’un düşüncesinde Tanrı’nın bilinmesi,
Elest merkezli iki evreden oluşmaktadır. Bu iki
evre Elest öncesi ve Elest sonrası evredir. Yunus
Emre’ye göre Tanrı’nın bilinmesi, yani insana ait
Tanrı düşüncesi Elest’le başlamaktadır. Çünkü
insanın varlığı ve bilgisi Elest’le birlikte ortaya
çıkmaktadır. Özetlemek gerekirse Elest öncesinde
Tanrı, “akl-ı kül’dür. Akl-ı kül olarak Tanrı, akıl,
âkil ve ma’kul’dür. Yine Elest öncesinde Tanrı,
aşk’tır. Aşk olarak Tanrı, aşk, âşık ve maşuk’tur.
Bu hâliyle Tanrı, “Vahid”tir ve Kudsi Hadiste geçen kavramla “gizli hazine”dir. Tanrı Rahman’dır.
Yunus Emre, Elest öncesi evreyi, ontolojik olarak
birlik ve dirlik âlemi olarak da isimlendirir. Bu
âlem hakikat ve cem âlemidir. Bu birlik âleminde
can Rahman’la birliktedir. Bu âlem, canın uçtuğu, cevelan ettiği, Hakk’ın toy’unda nurdan şarap
içtiği ve biliştiği âlemdir. Orada can için ne oğul
vardır ne kız. Ne gök vardır ne yer. Tek var olan
“Vahid”dir. Yunus Emre’nin Elest öncesi evreyle
ilgili diğer kavramı, “aşk-ı ilahî”dir. Başka bir ifade ile bu âlem, Tanrısal aşk âlemidir ki Tanrı Hak
ve Hakikat’tir.
Yunus Emre’ye göre Tanrı tanrılık yapar, varlıkları kudretiyle yoğ iken yaratır ve yönetir. Varlıklar, Tanrı’nın inayeti olan aşk’ı ve akl’ı alırlar.
Bu bakımdan onlar Tanrı’nın birer kadim niteliğidirler. Tanrı’dan ayrı ve ona kavuşma iştiyakına
sahip olmaları bakımından onlar, birer varlıktırlar.
Yunus Emre Tanrı’nın nitelikleri ve isimleri için
Arapça’da çokluğu ifade eden sayı geleneğine bağlı kalır, onun niteliklerini ifade eden çoklu muhtelif
rakamlar verir. Yunus Emre’nin zikrettiği Tanrısal
nitelikler arasında, yöneticilik (padişah, sultan),
yapma (sun’), tanrılık (yaratma), varlık ve varlık
verme (vücud, icad) kudret, aşk, akıl, inayet, vb.
nitelikler yer alır. Ayrıca Yunus onu, Tanrı, Çalab,
Şah gibi kavramlarla anar ve isimlendirir. Ancak
hemen belirtmek gerekir ki Yunus’un belirtilen
ve bilinen Tanrı düşüncesi, Elest sonrası evresine aittir. Dolayısıyla Yunus’un Tanrı düşüncesi,
“çokluk”tan, özellikle insandan ve insanın ‘kendilik’inden hareketle elde edilen bir Tanrı bilgisidir.
Tanrı’nın bilinmesinde Yunus’un iki temel
önermesi vardır. Bunlar “kendini bilen rabbini
bilir” ile “gizli bir hazine idim” önermeleridir. O
nedenle Yunus Emre şiirlerinde Tanrı’dan çok insanı öne alır. Tanrı’ya insandan hareketle ulaşmaya,
insanın ‘kendilik’ düşüncesinden hareketle Tanrı
bilgisini ortaya koymaya çalışır. Bu açıdan o, adını Bukrat şeklinde verdiği Sokrates’ten, dört unsur
ve onları bir varlık yapısı hâline getiren “aşk” düşüncesiyle Empedokles’ten, Tanrı’yla beraberken
inişe geçen insanın içindeki aşkla dönüş/yükseliş
fikrine sahip özne düşüncesiyle Pythagorasçılardan ve Eflatun’dan, akıl ve aşk kavramları temelli düşüncesi bakımından Farabi ve İbn Sina’dan,
bedenli varlıktaki dengeyi can’ın canı olan aşkla
sürdürmesi bakımından Calinus şeklinde adını
verdiği Galenos’tan izler taşımaktadır denilebilir,
ama Tanrı düşüncesini iki evrede ortaya koyması
ile Galenos’un var oluştaki süreklilik dengesini,
Yunus’un ifadesiyle yapıyı (bünyad), “aşk”la sağlamayı düşünmesi onun iki orijinal yönünü oluşturmaktadır. O can’ı (nefs) nurani/rahmani bir cevher
kabul etmesi bakımından bir cevherî düşünür ise
de can’ın özündeki aşkla birlikte, bedenden önce
de var ve kadim olduğu düşüncesiyle Farabi ve İbn
Sina’dan ayrılan bir düşünürdür. ■
KAYNAKÇA
BAYRAKTAR, Mehmet, “İbn Sina’da Varlık, Varoluşun Sebebi ve Varlığın Delili Olarak Aşk”, A.Ü.İlahiyat
Fakültesi Dergisi, No 37/772, s.299-306.
FARABİ, “Aklın Anlamları”, İslam Filozoflarından
Felsefe Metinleri, Mahmut Kaya, Klasik, İstanbul 2005.
KİNDİ, “Akıl Üzerine”, İslam Filozoflarından Felsefe
Metinleri, Mahmut Kaya, Klasik, İstanbul 2005.
TATÇI, Mustafa, Yunus Emre Divanı, Akçağ, Ankara
1998.
ZİYA, Mehmet, Merakiz-i Mühimme-i Mevleviyeden
Yenikapı Mevlevihanesi, Darulhilafetilaliyye, İstanbul 1329.
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
YUNUS EMRE'NİN SEYAHATLERİ
MUSTAFA ÖZÇELİK
Ben yürürüm ilden ile
Dost sorarım dilden dile
Gurbetde hâlim kim bile
Gel gör beni aşk neyledi
Yunus Emre
"...inziva, tefekkür
ve murakabe için
tabiata açılmak
gerekir. Yine
tabiatta bulunan
her şey, Allah’ın
ayetleridir. Bir
irfan ehli onları
da okumak
durumundadır.
Bu anlamda
tabiat, metafizik
bir ders kitabı
sayılmalıdır."
Anadolu’nun ruhu: Yunus Emre
Necip Fazıl, bir yazısında Yunus Emre için “Yunus,
Anadolu’nun ruhudur.”der. Onu böyle düşündüren sebep Yunus Emre’nin şiirlerini hem Anadolu’nun saf
lisanı Türkçe ile yazması hem de şiirlerinde dağları,
ovaları, nehirleri ile bize yine saf bir Anadolu resmi
çizmesidir. Üstelik bu resim, sadece fiziki de değildir.
Anadolu’nun ruh coğrafyasını da çizer Yunus Emre…
Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla öylesine bütünleşir
ki “Yunus, Anadolu olur; Anadolu da Yunus… Bu yüzden Anadolu’yu ve insanını anlamak, kavramak isteyenler, ona Yunus Emre’den gitmek; bu coğrafyayı onun
gözüyle görmek durumundadırlar.
Anadolu insanı, Yunus Emre’ye olan sevgisini pek
çok şekilde göstermek istemiştir. Mesela çocuklarına
onun adını vermiştir. Hakkında menkıbeler oluşturmuştur. Dahası ona bulundukları yerlerde mezarlar/makamlar yapmıştır. Böylece Yunus Emre’yi tarihin soğuk
mahzeninden çıkarıp onu menkıbelerin sıcak kucağında
60
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
bugünlere taşımış, inşa ettiği mezar ve makamlarla da kendi toprağında her an görmek, onunla
kendi arasında bir aidiyet kurmak istemiştir. Bu
yüzden bugün Anadolu’nun doğusundan batısına,
bilhassa orta bölgelerine seyahat edenler, gezdikleri bu yerlerde bir Yunus Emre kabriyle mutlaka
karşılaşırlar. Bu o kadar yoğun bir ilgidir ki, bugün Yunus Emre’nin Anadolu sahasında 16 ayrı
yerde mezarı bulunmaktadır.
Bu mezarlara nerelerde rastlanmaz ki?
Erzurum’dan
Tire(İzmir)’ye;
Karaman’dan
Bolu’ya; Sivas’tan Kula(Manisa)ya, Bursa’ya
kadar bütün bir Anadolu’da bu makamlar yer
alır. Orta Anadolu bölgesinde ise bu durum,
daha bir ilginçlik taşır. Zira Yunus’un bu bölgede Çayköy(Afyon-Sandıklı), yine Döğer(Afyon),
Aksaray, Kırşehir, Keçiborlu(Isparta) da kabri
bulunmaktadır. Hele Eskişehir-Ankara arasında
tren yolculuğu yapanlar ise Sarıköy istasyonuna
geldiklerinde bu durumun daha yakından tanığı
olacaklardır. Zira Yunus Emre’nin buradaki kabri
tam da tren yolunun kıyısındadır.
Bir insanın ancak bir yerde kabri bulunabileceğine göre bütün bunlar neyi gösterir? Her şeyden
önce aklımıza gelen sebep, Yunus Emre’nin bütün
bir Anadolu’da çok sevilen bir isim oluşudur. Bir
başka önemli sebep de onun “gezgin bir şair” oluşuyla ilgilidir. Yunus, bu özelliğiyle Anadolu’nun
pek çok yerini gezmiş, dolayısıyla uğradığı her
yer, onu orada böyle bir mezar/makamla kalıcı
kılmıştır. Burada akla hemen şu soru gelebilir.
Şairlikle gezginlik arasında gerçekten de bir ilişki
mevcut mudur ki Yunus, onca yeri gezmiş olsun?
Bizim bu soruya cevabımız elbette olumlu olacaktır. Zira bizde böyle bir gelenek vardır, hatta bu
gelenek bizde İslamiyet öncesine kadar uzanır.
Şairlik ve gezginli
O zamanlarda atlı-göçebe medeniyetin bir sonucu olarak şairler de göçebe idi. Yerleşik medeniyete geçtikten sonra bu göçebe ozanların yerini
bir bakıma âşıklar aldı. Zira gezgincilik, onların
şairlik tabiatlarının ve hayat tarzlarının bir gereğiydi. Çünkü adı üstünde âşıklık, sevilen bir
varlığı ve ona ulaşma arzusunu ifade etmektedir.
Geleneğe göre bunlar pîr elinden bâde içerek,
rüyâlarında gördükleri güzele âşık olurlar. Sabah
uyandıklarında bu aşkın ateşiyle şiirler söylemeye
başlarlar ve sevgililerini aramak için diyar diyar
gezerlerdi. “Ala gözlü”sünü aramak için yedi iklim dört bucak gezip dolaşan Karacaoğlan bu şair
tipinin en ilginç örneğidir.
Geleneğin yorumu da dikkate alındığında bu
tür şairler için gezmek, bir tür hayat tarzıdır. Bunların sürekli olarak ikamet ettikleri bir yerleri yoktur. Devamlı gezerler. Gittikleri yerlerde de fazla
kalmazlar. Tabii ihtiyaçları uğradıkları yerlerdeki
halk tarafından karşılanır. Bir bakıma bunlar, halkın aşklarının, acılarının sözcüsüdürler. Halk da
bu yüzden onlara saygı gösterir ve ihtiyaçlarını
karşılar. Bunlar arasında Anadolu’nun Türk-İslâm
diyarı haline geliş yıllarında “cavlak” tabir edilen
bir grup daha vardır ki onlar da bu tür bir hayat
tarzı içerisindedirler. Ama bunlar, âşıklığın kötü
örnekleridir. Yeri gelince evliya, yeri gelince eşkıya görünümünde asalak tiplerdir. Onlar da diyar
diyar gezerler. Ama amaçları bir tür dilenciliktir.
İşte bu iki şair tipinin bu durumları benzer bir
gezginci şairlik yorumunun tekke şairleri için de
yapılmasına neden olmuştur. Ayrıca halk, çoğu zaman bu iki şair tipini birbirinden ayrı görmemiştir.
Şüphesiz, gurbet ve ona bağlı olarak yol ve yolculuk gibi kavramlar tekke şairleri için de söylenebilir. Onlar da halkın yorumuyla aynı şekilde rüyâda
veya uyanıkken mürşid, pir veya Hızır peygamber
elinden bâde içerek bu aşkın hasretiyle bulundukları yerlerde duramaz hale gelirler. Dolayısıyla
gezginlik onlar için de söz konusu olur.
Fakat diğer şair tipleriyle Tekke şairlerinin seyahatleri arasında önemli bir mahiyet farkı vardır.
Öncelikle şu söylenmelidir ki, tekke şairlerinin
yaşama tarzları öyle uzun boylu gezginliğe elverişli değildir. Zira onların hepsi bir tarikata dolayısıyla bir dergâha bağlıdırlar. Yani yerleşik bir ha-
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
yatın içerisindedirler. Kimseye yük olmaz, geçimlerini çiftçilikle sağlarlar. Zaman zaman gezilere
çıktıkları da bir gerçektir. Fakat buradaki amaç,
niyet ve gezinin yapılış tarzı son derece farklıdır. Mesela; Bir tarikat mensubu, yolunun erkânı
için önce bulunduğu yerdeki şeyhten ders almaya
başlar. Sonra bu dersleri tamamlamak için başka
yerlere yolculuğa çıkabilir. Bazen de bu geziler
şeyhin emriyle gerçekleşir. Mesela mürit o çevrede bir günaha düşme tehlikesi içerisindedir. Yani
nefsin ve kalbin bazı halleri için yolculuk zaruri
hale gelebilir. Yine bu gezi, ilim ve irfan adamlarını ziyaret yahut ilim tahsili olabilir. İrşat da bir
gezi amacıdır. Düşünmek ve ibret almak amaçlı
geziler de vardır. Kâbe’yi ve Peygamberin kabrini
ziyaret bir tekke mensubu için en önemli gezi sebebidir. Ayrıca bu gezilerin adapları da mevcuttur.
Gidilen yer genellikle bir dergâh veya ilim meclisi
olacağı için halka yük olma gibi bir durum da söz
konusu olamaz.
Yine tekke şairleri için yolculuğun bir başka
şekli de manevi olanıdır ki onlar için söz konusu
edilebilecek asıl yolculuk bu tür yolculuktur. Nasıl bedenle yapılan yolculuk bir yerden bir başka
yere gitmek ise manevi yani kâlple olanı da bir
âlemden başka bir âleme geçmek, bir sıfattan diğerine yükselmek şeklinde gerçekleşir. Bu, dünya
sevgisinden ahiret sevgisine, ölüm korkusundan
ölümsüzlük coşkusuna, geçici aşktan gerçek aşka,
ikilikten birliğe, ilimden irfana, şeriattan tarikata, hakikatten marifete şeklinde kendisini gösterir. Öte yandan dünya onlar için gurbet, ahiret
ise asıl vatandır. Dolayısıyla nefes alıp verdikleri
sürece asıl vatanlarına kavuşmanın hasreti içinde
yanıp tutuşurlar. Bu hal, onları kimi zaman ilden
ile, kimi zaman dağdan dağa düşürür. Dolayısıyla
şiirlerinde yol, yolculuk, hasret, gurbet... vazgeçilmez temalara dönüşür.
Yunus Emre’nin gezileri
Yunus Emre de bir tekke şairi olarak bu genel çerçevenin içinde düşünülmelidir. Menkıbevi
hayatı ve şiirleri incelendiğinde Yunus’un bir mutasavvıf olarak gerçekleşen hem maddi, hem de
kalbi yolculuklarının olduğunu görmekteyiz.
Menkıbe, Yunus’u ilk yolculuğu olarak önce
Horasan’dan Anadolu ve Sakarya kıyılarına getirir. Bu sadece Moğol zulmünün baskısıyla gerçekleşen bir hicret olmayıp aynı zamanda Anadolu’yu
manevi anlamda imar hareketiyle ilgilidir. Bu
bakımdan Yunus, bir Horasan Eri’dir. Burada
“Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın?”
mısralarından da anlaşılacağı üzere ırmak motifi
üzerinde çokça tefekkür ettiği anlaşılan Yunus’un
akan sular misali daha büyük yolculuklara aday
birisi olduğunu ortaya çıkar. Yani Yunus, bir misyon eridir.
Onun ilk yolculuğu, Tabduk’un yanında noktalanmadan önce dağ taş aşılarak Hacı Bektaş diyarına yapılır. Menkıbeye göre Yunus bir kıtlık
yılında çoluk çocuğuna erzak almak üzere Hacı
Bektaş dergâhına gider. Malum sebeple bu defa
yolculuğun yönü Tabduk Emre’nin bulunduğu
yere çevrilir. Sonra burada şeyhiyle aralarında geçen bir dargınlık yüzünden gurbete çıkar. Şeyhinin buyruğuyla bir rivayete göre kırk yıl seyahat
eder. Tekrar şeyhinin yanına döner ve ardından bu
defa da tebliğ ve irşat gezilerine başlar.
Menkıbenin gerçeği ne ölçüde yansıttığı ayrı
bir konudur. Fakat tarikat geleneği içinde ve şeyhmürid ilişkileri bağlamında müridin seyahatlere
çıkması yukarıda da belirtildiği gibi tabii bir durumdur ve bu geziler muhtelif sebeplerle yapılmış olabilir. Muhtemeldir ki Yunus Emre de bu
anlamda çeşitli gezilere çıkmış, muhtelif yerlere
gitmiştir. Hele onun Anadolu’nun aynı zamanda buhranlı bir çağında yaşaması, bilhassa irşat
amaçlı geziler yapmış olmasını gerekli kılar.
Menkıbelerin dışında, Yunus’un yaptığı bu tür
gezilerin ipuçlarına şiirlerinde de çokça rastlanmaktadır. Mesela, onun. “Mevlânâ Hüdavendigâr
bize nazar kıldı/Onun görklü nazarı, gönlümüz
aynasıdır./Mevlânâ meclisinde saz ile işret oldu/
Ârif manaya daldı çün biledir feriştah” mısra-
62
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ları Konya’ya gidip Mevlânâ ile görüştüğünün
dolayısıyla tasavvuf edebinde anlatılan ilim ve
irfan ehlini ziyaret maksatlı geziler yaptığının
işareti sayılabilir. Tabduk Emre dergâhında dili
çözülüp şiirler söylemeye başladıktan sonra ise:
“Gezdim Urum ile Şam’ı/Yukarı illeri kamu/
Vardığımız illere şol safa gönüllere/Halka Tabduk manâsın saçtık elhamdülillah” gibi mısraları
onun Anadolu, Suriye ve Azerbaycan muhitlerine
tasavvuf amaçlı geziler yaptığını göstermektedir. “Allah evi ziyarettir ben anda varmak isterim/Muhammed’in güzel nurun gözümle görmek
isterim.”Ya da:”Hak müyesser etse varsam güzel
Kâ’betullah sana/Bakuben hayranın olsam güzel
Kâ’betullah sana” mısraları Yunus’un gerçekleştirip gerçekleştiremediğini tam olarak bilmediğimiz bir Hac yolculuğunun özlemini dile getirmektedir.
Öte yandan Yunus’un tabiata yönelik gezileri
de vardır. Çünkü inziva, tefekkür ve murakabe
için tabiata açılmak gerekir. Yine tabiatta bulunan her şey, Allah’ın ayetleridir. Bir irfan ehli
onları da okumak durumundadır. Bu anlamda tabiat, metafizik bir ders kitabı sayılmalıdır. Ayrıca
tabiata yönelik bu tür yolculukları aynı zamanda
manevi yolculuklar olarak da düşünmek gerekir
ki böylece maddi yolculuklarla beraber kalbi yolculuklar iç içe geçmiş vaziyette Yunus’un şiirlerinde yer alırlar. Zira dış âleme ait görünen bu
geziler çoğu kez iç âlemdeki yolculuğun maddi
benzetmeleri olarak da ortaya çıkabilmektedir.
Manevi yolculukları
Dünyayı her mutasavvıf gibi fâni bir âlem olarak telakki eden Yunus’un şüphesiz ki asıl yolculuğu bu anlamdaki yani manevi boyutta olanıdır.
Bu manevi yolun şartları gereği önce gerçek sanılan âlemde faniliği ve yokluğu hissetmek, ardından baki olanın yoluna düşmek şeklinde özetleyebileceğimiz yolculuk yahut arayış macerasıdır.
Bu yolculuğun ilk durağı, kişinin kendini bu dün-
yada garip hissetmesidir. Bu duygu onu sürekli
hareket halinde tutar. Dünya ve beden kafesi içinde bunalan ruh, kimi zaman dağlara atar kendini
kimi zaman yad ellere. Karşısına çıkan dağlar
maddi bir engel olabileceği gibi nefs olarak da görülebilir. Yorum ne olursa olsun, bir mutasavvıf,
aradığını bulana kadar hep bir seyahat (arayış)
içerisindedir. “Harami gibi yoluma arkuri inen
karlı dağ/ Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu
bağlar mısın/Oldum ilimden avare beni bunda eğler misin” şeklindeki mısralar, bu arayışın macerasını dillendirir. Faniliğin idrakinden sonra ise
seferin yönü ötelere çevrilir: “Benim burda kararım yok ben gine gitmeğe geldim./ Bilin ki dünya
fanidir dünyayı terk etsen gönül”, “Bir nazarda
kalmayalım gel dosta gidelim gönül”
Yunus Emre’nin belli bir merhaleden sonra
hem maddi hem kalbi dünyasındaki yolculukta aradığı Allah’tır. Ağaçta, kuşta, çiçekte onun
varlığı hissedilse bile bu, yeterli olmaz. Çünkü
Allah mekândan münezzehtir. Varlığı ancak kalpte hissedilir. Bu yüzden Yunus’un manevi yolculuğunun yöneldiği yer kalbidir. Yani içine döner,
kendi varlığının sırlarını kurcalar. Şu mısralar,
bu yolculuğun ifadesidir: “İşbu vücud şehrine her
dem giresim gelir/ İçindeki sultanın yüzin göresim gelir.”Yunus’un bu noktada manevi yolculuk
çilesi çektiği aşikârdır. Fakat sonunda: “Ne yüriyem ne hod aram ne uzak sefere varam” ,“Çünkü
dostu bunda buldum ayruk neye seferüm var.”,
“Ballar balını buldum bu cânım yağma olsun/
Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun”
ifadeleri vuslatın gerçekleştiğini, seferin maksadına ulaştığını gösterir.
Bu anlamda onun: “Adım adım ileri beş
âlemden içerü/ On sekiz bin hicabı geçtim bir
dağ içinde/ Yetmiş bin hicab geçtim gizli perdeler
açtım/ Ol dost ile buluştum gördüm bir dağ içinde” beyitleriyle başlayan uzun şiiri asıl seyahatin,
Allah’a ulaşma makamları arasındaki yolculuğun
rumuzlu bir destanı sayılmalıdır.■
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Yoldayım
NECATİ KANTER
P
erdeyi araladım, ince ince çiseleyen bir bahar
yağmurunun büyüsüne kapılıp uzun bir yolculuğa
çıktım düşler ülkesine. ““Kâh çıktım gökyüzüne seyreyledim âlemi / kâh indim yeryüzüne seyreyledi âlem beni.” Neden sonra masamın başına döndüm, kalemi elime aldım, dakikalarca önümdeki kâğıda baktım. Tek kelime bile yazamıyorum.
Oysa kâğıt üzerine döküp gün yüzüne çıkarmayı düşündüğüm bu
öyküyü düşlerimde yazmıştım. Hem de kaç kere?
Belleğimi toparlayıp her şeyi yerli yerine koymalıyım. Öncelikle çağrışımları. Kurgu üzerinde çalışmalıyım. Sözcüklerin
oluşturacağı çağrışımlarla; eksiksiz ve özgürce... Ama olmuyor! O
kadar uğraşmama karşın, belleğim bir türlü kaleme uyum sağlayamıyor. Hani derler ya; akıl tutulması! Kalem işlemiyor. Taşlaşmış.
Dakikalar, saatler, günler geçiyor. Yok! Basiretim bağlanmış. Yazamıyorum!
Bir gece yine uyumadan karmaşık duygular arasında sabahı beklerken kaynağı belirsiz bir yerden akan dupduru bir ney sesi odama kadar ulaşmış, kör bir dilenci gibi elimden tutup uzaklara taşımıştı beni.
Sarı Köy’e… Öykümün yeşerip dal budak salacağı topraklara. Emre’m
Yunus’a. Bektaş ocağına, Tapduk kapısına...
Masa üzerindeki kaleme uzandım, ak kâğıdı çektim önüme, “Bismillah”
dedim, yazmaya başladım.
64
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Yoldayım!
Sırtımda Türkmen işlemeli bir heybe, heybemin içinde bir dilim mayalı ekmek, bir baş kuru
soğan, bir avuç dağ yemişi, bir kırba su, ayağımda sığır derisinden yapılmış bir çift çarık, elimde uzun bir asa, dilimde dua…
Yürü ey seyyah-ı avare!
Yolun muhabbet dergâhına.
Ya Allah!
Hu!
gökyüzüne, damar damar yerin altına uzanan…
Çiçek çiçek koklaştım, kurtla kuşla söyleştim.
Marallarla, ceylanlarla dertleştim.
Zaman aktı, gün günü kovaladı, havaya cemre düştü, sonra suya, sonra toprağa. Od düştü
yüreğime!
Düş deneyimim büyüleyici ney sesiyle doruğa
ulaşırken zaman kapısı aralandı, usulca içeri girdim. Gözlerimin önündeki perdeler kalktı, Ezel
Bezmi’nde sevgiliyle göz göze geldim. Kırklar
meclisinde halkalanıp hu, çektim. Yesevi ocağına düştü yolum, Hikmet okudum. Ahi Evren’in
gönül konuğu oldum, Mevlana dergâhında semazen. Ardından, şiir vadisi, yâren sohbetleri,
Horasan erleri, Sarı Köy, açlık, kıtlık, Moğol talanı, çekik göz, çapul, kan, gözyaşı!
Ve dahi Bektaş dergâhı!
Alıç sayısının katbekat değerince katırımın sırtına yüklenen buğday… Sonra nedamet! Yolun bir yarısında geri dönüş ve Hünkâr
Bektaş’tan dilenilen nefes!... “Biz kilidin anahtarını Tapduk’a verdik,” sözü! Tapduk dergâhına
varış... Sırtımda odun, elimde balta, dost kapısına kırk yıllık hizmet, kırk yılın sonunda Dedem
Sultan Tapduk’un “Hâlâ Yunus kokuyorsun”
sitemkâr nidası, elini uzatıp öteleri işaret edişi!
Geride kalan kırık bir gönül, harabe olan bir yürek ve gecenin bir yarısında “Aslanlı yadigârı”
Yunus’u biçarenin Tapduk dergâhını terk edişi.
Kınalı keklikler ötüştü boz dağların göğsünde, bir ördek sürüsü indi göllere, turnalar katarı
geçti içimden. Sonra kanatlandılar, “Gel” diye
seslendiler Emre’m Tapduk’un dilinden. Çığlıklar düştü çığ gibi dağ doruklarından. Çığlık çığlığa kuşlar geçti gökyüzünden. Ak gerdanlı sunalar, telli turnalar, kınalı keklikler, bıldırcınlar,
üveyikler, kırlangıçlar, kartallar, şahinler, kanat
çırpıp, pervaz urup, “Gel!” dediler dembedem!
Yoldayım!
“Andan ayru dirliğim dirlik değüldür...”
deyü, koyulduğum bu çileli yolculuğumda
düş ve gerçek anlamdaş oldu, bütün anlar birbirinin içine girdi. Bıraktım kendimi rüzgâra!
Hızır’la yoldaş oldum, İlyas’la karındaş! Bektaş
Hünkâr’ın şekline girdiği güvercin oldum, sırtına bindiği aslan...
Dağlar tırmandım. Yüce, başı dumanlı, sarp
dağlar. Bozkırlar gezdim, ovalar dolaştım. Nice
beldeler gördüm, nice gönüllere girdim, nice
diller duydum. Ağaçlarla selamlaştım, dal dal
Leyla-i Mecnun menem / Şeyda-yı Rahman
menem
Leyla yüzün görmeğe / Mecnun olasım gelür
Yoldayım!
Ağzımda dua, yüreğimde od!
Kül olmadan vuslatın kapısına dayanmak,
alev alev menzile koşmaktır muradım. Ama hâlâ
ötelerde işaret parmağın!
Gel, diyorsun!
Mecnun oluben yürürüm / Ol yarı düşte görürüm
Uyanıp melul olurum / Gel gör beni aşk neyledi
Kamçı gibi bir yağmur camları dövüyor. Perdeler sırılsıklam. Elektrikler gitti, odam kapkaranlık. El yordamıyla sehpanın üzerindeki kibrit
kutusunu buldum, masa üzerindeki mumu ateşledim. Yüzüm avuçlarımda, gözlerim mum alevinde. Az önce bir düşün çevresinde yaptığım
kısa yolculuk, duyulmayan bir rüzgârın ritmiyle
mumun titreyen alevleri arasında ney sesiyle birlikte yeniden başladı. Bir pervane peydahlandı
odamda. Mumun etrafında deli gibi ateşe kanat
çırpıp raks ederken bir yandan da sabahlara kadar yana yakıla gözyaşı dökmesinin nedenini
sordu mum’a. O da, gönülde ayrılık derdi olduğunu, çerağını, yârine ulaşmayı umduğu için
yaktığını söyledi. Heyecanı daha da artan alev
kanatlı pervane, sevgilinin etrafında döndü,
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
döndü, döndü, ateşe verdi sonra kızıl kanatlarını. Bir mısra döküldü dudaklarımdan.
Pervane gibi od’a yanmayan âşık mıdır?
Kutsal kanatlarının gölgesi hem güneşin hem
de sevgilinin üzerine düşünce ikisine de aynı
anda “kut” veren, ışıklı gök ile kara yer arasını mekân tutan Huma, güçlü pençesine alıp bir
göz açıp kapayıncaya kadar dost’a götürdü beni.
Dost kapısına.
Anam Sultan’ın sunduğu burcu burcu Anadolu kokan mis gibi yayık ayranını yudumlarken, pervaz urup hu çektiler başucumda süzülen
tarlakuşları. Hu dediler dağlar taşlar. Hu dediler
yıldızlar, esen yeller, titreşip ses veren ağaçlar. Hu dediler çevremde halkalanan dervişler,
yârenler. Hu dediler üçler, yediler, kırklar. Hu
dediler görünenler görünmeyenler!
Yoldayım!
Söz yoktur âşık’a aşk’tan başka.
Bir bakışın çözer düğümü.
Nazar eyle!
Arıt!
Ellerim kucağımda, başım göğsümde. Eşiğini öptüm, yüz urdum dergâhına!
Ayağımın tozunu bile silkmeden girdiğim bu
küçük loş hücrede ne varlık ne yokluk; ne zaman
ne mekân!
Ol dost yüzün görmez isem bu gözlerim nemdir benim!
Şafak, güneşin doğmak üzere olduğunu muştularken tefekkür âleminden sıyrılarak başını
kaldırdı, gözlerini gözlerime ışınladı, duru bir
tebessüm yeli esti Şeyh’imin dudakları arasından. Bir mutluluk pırıltısı yayıldı yüzüne. Bir sır
açılacak gibi. Sırrın sırla konuşması gibi. Ellerimi avuçlarının arasına aldı, soluğum soluğuna
karıştı. Dudaklarında belli belirsiz bir kıpırtı!
Gizil bir fısıltı döküldü… Ak pınarın ak suyu
gibi. “Sefa geldin” dedi, sonra “Bizim Yunus”
dedi, sustu. Hüzün inceliğinde bir coşku sardı
yüreciğimi. Anbean eridim. Yoğunlaşan bir iç
huzuru, tatlı bir rehavet. Sanki ırmaklar coşmuş,
pınarlarda sular şırıl şırıl akmış, goncalar açmış,
bütün bahçelere bahar gelmiş, bülbüller ötüşür
olmuştu.
Bu küçük loş odanın pencereye yakın bir yerinde Türkmen işlemeli bir kilim üzerine itina
ile yerleştirilmiş olan beyaz bir koyun postunu
işaret edip şef katli bir buyur edişin ardından sözün büyüsü dolandı damarlarımda.
Açıldı kilidim!
Taptuk’un tapusunda / kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idük / piştik el-hamdüli’llah
Latif bir buharın etkin olduğu yeni bir ruh
iklimindeyim. Takılı kaldı gözlerim gözlerine!
Müşfik bir bakış, büyülü bir dokunuş, sakin ve
huzurlu bir duruş… Gizemli ve güven verici bir
eda! Aklım başımdan gitti. Suret, sirete döndü,
kesret Vahdet’e… Artık ne sitem ne naz ne de
niyaz!
Sanki hiç gezmedim. Dağlar aşıp dereler geçmedim. Yukarı illeri görmedim. Dergâhtan hiç
çıkmadım sanki. Şeyhim. efendim, sultanım.
Saygıda kusurum varsa affoluna. Bağışla beni.
Kapına geldim; eşiğindedir başım, basıp geç;
ben Yunus-ı biçare… Himmet eyle bile diyemedim!
Eteğini öpmek istedim ya, kuş olup uçmuştu
sanki!
Gözlerim ağır ağır aralanırken uyku ile uyanıklık arasındayım. Sabah mahmurluğuyla uzun
bir süre tuhaf tuhaf etrafıma bakındım. Kımıltısız, umarsız bir bakış. Kalktım, perdeyi araladım, camı açtım; sabahın serinliği yüzümü okşadı. Duyulmuyordu artık hüzzam makamındaki
o hazin ney sesi! Yağmur hâlâ çiseliyor. Ahşap
masamın üzerindeki dağınık kâğıtlar arasında el
yazısıyla yazılmış olan yaprakları elime aldım,
“Bismillah” dedim, okumaya başladım.
66
Yoldayım!■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
YAHYA AKENGİN
N
erede yaşadığı, nasıl yaşadığı,
aynı ismi taşıyanların şiirleri ile
O’nunkilerin nasıl ayırt edilebileceği gibi
sorularla uğraşmanın gerekliğine inanmakla birlikte bu sorulara şahsen vereceğim cevap tek olmuştur: Yunus Emre Müslüman
Türk halkının ta kendisidir. Halk O’nun adına menkıbeler icat etmişse, başka şairlerin
söyleyişlerini O’na maletmişse, Yunuslar
birbirine karıştırılmışsa, bütün bunlar aynı
müellifin işleridir. O müellif halktır. Yunus
Emre’nin dilindeki güzellikler, inancındaki
duruluklar Türk halk kültürünün aynasından başka bir şey olamaz.
Kuraklık Anadolu’yu kavuruyor, fakat
halkın “Yörük değirmenleri” ağır aksak da
Yunus’un şüphesiz
evrensel bir kimliği
de vardır. Fakat
bu evrensellik
de kendi
sınırlarını kendi
belirleyendir. O’na
yakışmayanları
O’na yamayarak
yapılan saptırmalar
az çok bilinen bir
husustur.
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
olsa, yorgunluk bezginlik gıcırtıları çıkarsa da
dönmeyi sürdürüyor. Moğol işgalci atlılarının
estirdiği dehşet dört biryanı sarmış olsa da
“Yörük değirmenleri” hayatın çarkını döndürmeye devam ediyor. Beylerin post kavgalarının
estirdiği teröre körüklediği anarşiye rağmen “
Yörük değirmenleri” döner dururlar.
Yunus’un “ Yörük değirmenler gibi dönerler/ El ele vermiş Hakk’a giderler” mısraları bana oldum olası Türk Milleti’nin yeryüzündeki sürekli yürüyüş halini çağrıştırır. 13.
yy. gibi Anadolu’da çok yönlü bir kaosun egemen olduğu bir devirde tökezlemelere rağmen
yolunu kaybetmeyen bir milletin ruh yapısını
simgeler “ Yörük değirmenleri”
“Yedikleri insan eti” olan zorbaların payidar olamayacağı inancını Yunus Emre’nin şahsında dile getiren halktır. Bunun temeli ise o
halkın özünde yaşayan imandır elbette. Gelgör
ki bu imanın kaynaklarını anlatmak için halkın
diline hor gözle bakan cereyanlar da mevcuttur. Türkçenin İslam’ı anlatmada yetersiz olduğu düşüncesinden hareketle Arapça ve Farsçayı
vasıta yapanlara halkın vermiş olduğu bir cevaptır Yunus Emre.
Bununla birlikte Yunus’taki halk Türkçesinin içerisinde de Arap ve Fars kökenli olup,
Türkçenin bünyesinde eritilmiş sözler de mevcuttur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken
husus, Türkçenin eriyen değil eriten bir unsur
oluşudur.
“Halk”ı kayıtsız şartsız kutsayanlarla aynı
çizgide bulunmadığımı da söylemeliyim. Doğru temsilci şahsiyetleri öne çıkarmasını bilen
halk, yanlışı temsil edenleri de alkışlayabilmiştir. Aynı devirlerdeki halkın inanç duygularını çarpıtarak kendine “tanrısal” bir statü
kazandıran Hasan Sabbah olayı da madalyonun
diğer yüzünü anlatan bir örnek olarak karşımıza çıkar. Halk saf lığı temsil eder. Bu saf lığın
duruluğunu bulandırarak, günümüzün ifade-
siyle provoke ederek güç oluşturma cereyanları da her devirde görülen bir durumdur. Yunus
Emre’nin büyüklüğü işte böyle bir mukayese
yoluyla anlaşılabilir.
Kur’an mesajının özünü çiftçiye, çobana,
konargöçere kendi diliyle ulaştırabilme mucizesidir, Yunus Emre’nin şahsında dile getirilenler…
Birilerinin halkla İslam’ın arasına gerdiği
perdeyi ortadan kaldırma hareketidir Yunus
Emre. Yunus’un deyişiyle “halkın başına zorba
olan” mollaların tekellerinde tutmak istedikleri
Kur’an mesajlarının aslını halkla paylaşmanın
da bir yansımasıdır O’nun şiirleri.
Yunus Emre’nin temsil ettiği hoşgörü iklimini yozlaştırarak onu kendi inanç ekseninden
farklı yönlere çekme cereyanları da eksik olmamıştır. Sözgelimi materyalist dünya görüşünün savunucusu olanların Yunus’u bir basamak
olarak kullanıp çarpıtmaları gibi bir sorundan
söz etmek de mümkündür. Yunus’un şüphesiz
evrensel bir kimliği de vardır. Fakat bu evrensellik de kendi sınırlarını kendi belirleyendir.
O’na yakışmayanları O’na yamayarak yapılan
saptırmalar az çok bilinen bir husustur.
“Halk kültürü” dediğimiz kavramı besleyen
inanç kaynaklarını bilip anlayamadan halkı
da Yunus’u da yerine oturtmak zordur. Yüzyılların birikimine yaslanarak, imbiklerden
geçerek vücut bulmuş bir milletin halk tabakasında oluşan bilgi ve bilincin sözcülüğünü
Yunus Emre’ye bahşeden de halkın kendisidir.
Diğer bir deyişle halk milletin ortak bilincini
yaşatandır. Öyle olmasaydı Yunus Emre yüzyılları aşıp günümüze gelemezdi. İşte bu halk
Türkmen’dir, Yörük’tür, Oğuz’dur, Tatar’dır,
Kıpçak’tır ve bunların çoğalan dallarıdır. “Yörük değirmenler gibi” zaman yolculuğunda döner durur.
Halk bağrından Yunuslar çıkarır, onlar da
döne döne onun yoluna ışık saçarlar.■
68
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
İSMAİL ÇETİŞLİ*
Gönül Çalab’ın tahtı Çalap gönüle baktı
Kim gönül yıkar ise iki cihan bedbahtı
K
ültür ve edebiyatımızın anahtar kelime/
kavramlarından biri “gönül”dür. Onunla
eşanlamlı olarak değerlendirilebilecek olan Türkçe
kökenli “yürek” ile Arapçadan aldığımız “kalp” ve
Farsçadan dilimize giren “dil”, hiçbir zaman “gönül” kadar yaygınlık ve anlam zenginliği kazanmamıştır. Nitekim Nihat Sami Banarlı, “Gönül Sözüne
Dâir” başlıklı yazısında en eski metinlerden beri
kullanılagelen, ama Yunus Emre’de gerçek sesine
kavuşan “gönül”ü “Türk dili var olalıdan beri yaşayan ve yaşatılan” en güzel kelimelerinden biri
olarak görür.2
Her türlü duyu ve duygu dünyamızın merkezinde yer alan gönül, doğal olarak günlük hayatımız
kadar edebiyatımızın da anahtar kelime/kavramlarından biri olmuştur. Çünkü “duyguların dili” biçiminde tanımlanan şiir bir yana, edebiyat sanatının
bütün alanlarında sanatkârın hareket noktası kadar hedefi de büyük ölçüde gönüldür. Duyguların
beşerî veya metafizik nitelikli olması sonucu değiştirmez. Edebî eser, temel özelliklerinden olan
lirizmi hep bu kaynaktan alır. Özellikle Türk şiirini
*
Prof. Dr., Pamukkale Ü., Öğretim Üyesi
düşündüğümüz veya ana hatlarıyla hatırladığımızda bu gerçeği daha derinlemesine idrak ederiz.
“Edebiyatımızın bütün türlerinin, gerek halk
edebiyatı, gerek divan edebiyatı olsun, dinî ve tasavvufi edebiyatımızın müşterek konularından birisi, belki de en mühimi ve en çok işleneni gönül
mefhumudur.”3 Gönül, hem başlı başına bir konu
objesi/kaynağı, hem de teşhis ve mecaz sanatları
çerçevesinde somut bir varlık olarak algılanır. Mesela divan şiirinde gönül; “aşk kavgasının yapıldığı
yerdir. Gıdası gam ve kederdir. Daima harap olmaya yatkındır. Fitnenin doğuş yeridir. Bütün zevki
sevgilinin hayali ile avunmaktır. Naz onun en çok
kapıldığı şeydir. Hiç istemediği unsur ağyârdır. Son
derece kıskançtır. Sevgiliden ilgi görmez ama ümidini kaybetmez. Daima aşk ve güzellik unsurları
(gamze, çeşk, zülf vb.) tarafından yağma edilir, yakılıp yıkılır.”4 Onun içindir ki gönül şairinin dili ve
idrakinde kimi zaman âşık, mecnun, divane, şeyda,
kimi zaman kul, garip, miskin, avare, kimi zaman
esir, mahpus, berdar, kimi zaman ev, virane, saray,
divan, taht, kimi zaman mum, çerağ, pervane, kimi
zaman şehir, ülke ve memleket, kimi zaman ayna,
kimi zaman çocuk, çoğu zaman da hasta, bimar,
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
sad-pare ve yaralı metaforuyla karşımıza çıkar. Bu
bağlamda gönül redifli pek çok şiirle karşılaşmak
mümkündür.5
Erdi bahâr sen dahi şâd olmadın gönül
Güllerle lâlelerle küşâd olmadın
(Şeyhülislâm Yahya)
gönül
Jâle-veş bir gonce-i ra’nâya düşdi gönlümüz
Sâye-âsâ bir sehî bâlâya düşdi gönlümüz
(Cevrî)
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhip mezâkîdir gönül (Nedim)
Geleli dünyaya râh-ı mâderden
Gönül şâd olmadı gamdan kederden (Dertli)
Gönül kelime/kavramının en çok kullanıldığı
alanlardan biri de dinî-tasavvufi edebiyatımızdır.
Daha çok bireyin inanç dünyası ve metafizik coşkularından kaynaklanan dinî-tasavvufi edebiyatta
“İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Eğer kalp iman
ile dolu ise gönüldür, inkâr ve küfür ile dolu ise
nefistir. Gönül ulviyete, nefis süfliyete meyyaldir.
(…) Gönül ukbâ, beden ise dünyadır. Gönül aşkın
dostu, nefis bedenin yoldaşıdır. Nefis düşman, gönül bir kaledir. (…) Aklın sınırlarını aşacak bilgiler
ancak gönül ile elde edilebilir. Akıl ilmin, gönül irfanın kaynağıdır.”6 İlahi aşk ve tevhit sırrı gönülde
tecelli eder.
Asıl konumuz olan Yunus Emre(12401320)’nin şiirlerinde gönül konusuna gelince. Türk
dili, edebiyatı ve şiirinin olduğu kadar kültürünün
de asli kurucularından olan Yunus Emre’nin şiirleri, iki ana eksen etrafında hayat bulur. Bu eksenlerden birincisini büyük ölçüde metafizik nitelikli
aşk teması oluştururken; ikincisini dinî, ahlaki ve
insani endişenin hayat verdiği didaktizm teşkil
eder. Dolayısıyla Yunus, bir yönüyle -genel manada- insanın veya kendisinin iç dünyasına/gönlüne
eğilirken; diğer yönüyle iç dünyanın tezahür evreni durumundaki kendi ve diğer insanların dışına
bakar. Dışa bakışın en geniş dairesi toplum ve bütün bir insanlıktır. Dolayısıyla Yunus Emre’de içe
bakış, şiire gönül merkezli aşk temasını getirirken
dışa bakış nasihat nitelikli didaktizmi davet eder.
Aslında Yunus’un şiirlerindeki aşk ve didaktizm
eksenleri temelde birleşir ve aynı kaynaktan doğar.
Bu temel ve kaynak, İslâm dini ve onun “insan-ı
kâmil” idealidir. Daha açık bir ifadeyle İslam dininin esaslarını belirlediği insan, evren, Allah ile alakalı her türlü algı, bilgi, keşif, iman ve bu çerçevede hayat bulması arzulanan insan-insan, insan-evren, insan-Allah ilişkisinde en üst merhaleye kanat
açması beklenen bir insan-ı kâmil ideali. Bu açıdan
baktığımızda Yunus Emre’nin vahdet-i vücut felsefesine bağlı bir mutasavvıf olduğu aşikârdır.
Yazımızda esas aldığımız Yunus Emre’nin şiirlerinde “gönül” konusu, bizi öncelikle insanın iç
dünyasına ve aşk temasına götürür. Çok açıktır ki
Yunus Emre bir gönül ve aşk; iç yolculuk ve metafizik arayış; sonunda da aşk badesini içmiş olmanın
getirdiği vecdin şairidir. O, İslam tasavvufuna dayanan metafizik aşk vadisinde Ahmet Yesevî, Hacı
Bektaş-ı Veli, Taptuk Emre ve Mevlana gibi gönül
ehli şahsiyetlere bağlı ve onların devamı durumundadır.
Yûnus Hakk’a bilişeli cân u gönül virişeli
Şol Tapdug’a irişeli gizlü râzum açar oldum
(s.225)7
Mevlânâ Hudâ-vengâr bize nazar kıldı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur (s.82)
Yunus Emre’ye göre insan, beden (vücut, ten,
cisim, suret) ve can (ruh)’dan oluşmuş bir bütündür. Toprak, su, ateş ve hava (anasır-ı erbaa) gibi
dört unsurdan müteşekkil vücut ölümlüdür ve bir
gün aslına dönecektir. Dolayısıyla beden canın
gömleği; ballar balının kovanı; ilahi cevherin kendini sakladığı damladaki deryadır. Bunun dışında
bir gerçeğe inanmak apaçık gafletten başka bir şey
değildir.
Bu vücûdun sermâyesi od u su taprag u yildür
Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün
(s.158)
Bir başka söylemle ifade etmek gerekirse bir
bina durumunda olan vücudun hikmet sırrı, içindeki gönülde saklıdır. Zira asıl hazine olan can, gönül
binasında gizlidir. Dil/lisan ise canın tercümanıdır.
70
Vücûd bir binâ durur sırr-ı hikmet içinde
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Gönül bir bünyâd durur nakd ol bünyâd içinde
Gönül sultân hâkim cân cümle iş ana kurbân
Dil dahı bir tercemân yürür kudret içinde
Gönül oturur tahta hükmider Kâf’tan Kâf’a
Nefis durmuş ırakda meyli işret içinde (s.299)
İnsan bedeninde en kıymetli varlık olan can/ruh
ölümsüz ve ebedîdir. Zira can/ruh ilahi bir cevherdir. Allah ilk yaratılan olan Hz. Muhammed’i kendi
nurundan yaratmış; Hz. Âdem’e ise kendi ruhundan bir nefes üflemiştir. Can, öz itibarıyla nur ve
aşk cevherinden yaratılmıştır. Bu sebeple bedeni
ilgilendiren ölümden korkmanın manası yoktur.
Çalap nûrdan yaratmış cânını Muhammed’ün
Âleme rahmet saçmış adını Muhammed’ün
(s.155)
Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi girü gelmez
Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül
(s.167)
Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkîdür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlahîdür
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
(s.49)
Ölümsüz olan can/ruhun mekânı genelde beden
ise de asıl gönüldür. Bir başka ifadeyle gönül; canın
evi, sarayı veya hazine dairesidir. Dolayısıyla gönül de ölümsüzdür. Bütün tasavvuf ehli gibi Yunus
Emre de Allah’ın gönülde tecelli ettiğine inanır. Bu
sebeple gönül, öncelikle Allah’ın evi (Kâbetullah)
veya Çalap’ın tahtıdır. Gönül sultanı da onun içinde. Sonuç itibarıyla gönül, marifetullah ve hikmetullahın kaynağıdır.
Kur’ân kelâmum didi gönlüne evüm didi
Gönülde ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar
(s.75)
Hak nazar kıldı câna bir göz ile bakmak gerek
Ana ki Hak nazar kıldı ben anı niçe yireyin
(s.275)
(s.49)
Yunus’un dilindeki bir başka benzetmeyle
gönül, Allah’ın Hz. Musa’ya tecelli ettiği Tûr-ı
Sina’dır. Onun için insanın Allah’ı uzaklarda değil,
gönlünde araması gerekir.
İstemegil Hakk’ı ırak gönüldedür Hakk’a turak
Sen senligün elden bırak tenden içerü cândadır
Gir gönüle bulasın Tûr sen-ben dimek defterin dür
Key güher gönlindedür sanma ki ol ummandadur
(s.72)
Kişinin kendisinde ve evrende Allah’ı bulması
ve görmesi, ancak Allah’ın gönle nazar etmesiyle
mümkündür. Bu noktada asıl olan gönül gözüdür;
zira gönül gözü görmezse, baş gözü hiçbir şey göremez.
Yunus imdi sen Hakk’a ir dün ü gün gönlün
Hakk’a vir
Gönül gözü görmeyince baş gözi görmeyiser
(s.41)
Bu gerçeğin idrakinde olan Yunus, vücut şehrine girip gönül tahtında oturan sultanın yüzünü
görmek ister.
Bu vücûdum şehrine giresüm gelür
İçindeki sultânun yüzin göresüm gelür (s.63)
Genelde İslam dini, özelde vahdet-i vücut felsefesi ve Yunus Emre’ye göre insanı yaratılmışların
en şereflisi mertebesine yükselten asli sebep de bu
noktada aşikâr olur. Zira kesret olarak gördüğümüz
veya algıladığımız evren, gerçekte “tevhit” veya
“vahdet”e bağlıdır. Buradan hareketle Yunus’a
göre insanı insan kılan varlığındaki ilahi cevherdir.
İnsan sıfatı kendü Hak insanda(dur) Hak togrı
bak
Bu insanun sıfatına cümle âlem hayrânımış
Nazar kıl bu gevhere ya bu gizli nûra
Nûr kaçan yavı vara çün Hak nazar-gâhıdur
71
Her kim ol insanı bile hayrânısa insan ola
Cümle yaradılmış kula insan tolu sultânımış
Tevhîdimiş cümle âlem tevhîdi bilendür Âdem
Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmanımış
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
(s.133)
Böylesine kutsal olan gönlü kırmak, elbette büyük bir günahtır. Nitekim Âşık Yunus’un amacı şu
veya bu dava değil, dostun evi olan gönüller yapmaktır.
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül
Yetmişiki millet dahı elin yüzin yumaz degül
(s.173)
Ben gelmedüm da’vîyiçün benüm işüm seviyiçün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm
(s.187)
Yukarıdaki gerçeğe rağmen gönül, yöneleceği
istikâmette karasızlıklar yaşayabilen ve değişebilen
bir niteliğe sahiptir. Bu gerçek iki tür gönlü gündeme getirir; ilahi aşktan mahrum olması sebebiyle
paslı gönül ve ilahi aşkın coşkusuyla sarhoş gönül.
Yunus Emre inanır ki, kimi gönüller paslıdır. Ayna
metaforu çerçevesinde gönle izafe edilen paslılık
hâli, insanın beşerî zaafları veya nefsin dünyevi
istek, arzu ve ihtiraslarının eseridir. “Masiva” kelimesinde toplanabilecek kibir, kin, haset, benlik,
ikilik, gönül kırma, uzun ömür isteği, dünya nimetlerine (taç-taht, mal-mülk) düşkünlük veya dünya
severlik gibi hususlar, gönlü paslandıran beşerî zaafların başında gelir.
Bir tona kan bulaşıcak yunmayınca mismil olmaz
Gönül pâsı yunmayınca namâz edâ olmayısar
Gönül pasın yudınısa kibr ü kini kodınısa
İkrâr bütün olmayınca erden nazar olmayısar
(s.41)
Dost sevgüsin gönülde cânıla berkitmeyen
Tûl-ı emel defterin dürmeyen âşık mıdur
………..
İy Yunus sen dostunun cefâsına katlangıl
Yüregüne ışk okın urmayan âşık mıdur (s.52)
Bir nicenün gönline şeytanlar tolup durur
Erenler sem’ına bunlar gülüşken olur (s.76)
Bu bağlamda gönle izafe edilen bir başka benzetme ise “taş” ve “taşlaşma”dır. Gönlün taşlaşması, beşerî zaaflar ve aşksızlığın tabii sonuçlarından
biridir. Bu tür bir gönül ancak “Rahman” askerlerinin “nefis” askerlerini mağlup edip can şehrini zapt
etmeleri; tecelli aynasını parlatmaları ve aşk kandilini yakmaları ile pastan kurtulabilir.
İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer
Işkı olmayan gönül meseli taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde agu düter
Niçe yumşak söylese sözi savaşa benzer
Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer
(s.83-84)
Her türlü kir ve pastan arınmış gönle gelince.
Gönülleri Allah (sultan, padişah, yâr, nigâr, maşuk)
aşkıyla dolu gerçek âşıklar; dünya sevgisinden
uzak kendisini Allah’a teslim etmiş; karanlıklardan
kurtulup aydınlığa ermişlerdir. Onların gözleri ve
gönülleri hep maşuku ister. Maşukun yüzü onlara
kıbledir. Sen merhalede âşıklar, cümle varlıktan soyunup sırf can olurlar.
İlahi aşkla dolu gönüllerin en somut örneklerinden biri, hiç şüphesiz Yunus Emre’ye aittir. Şair
şiirlerinde didaktik amaçlı izahlardan ziyade çoğu
zaman böyle bir gönlün duygu ve hâllerini dile getirir. Zira kuşdilini bilen Yunus, sevdiğini veya sevgisini haykırmayacak olsa, bu aşk onu boğacaktır.
Sözüm ay gün içün degül sevenlere bir söz yiter
Sevdügüm söylemezisem sevmek derdi beni bogar
( s.94)
Bu dünyâya gönül viren sonucı pişmân olısar
Dünyâ benüm didükleri hep ana düşman olısar
(s.81)
Âşık dilin bilmeyen yâ delüdür yâ dehrî
Ben kuş dilin bilürem söyler Süleyman bana
(s.30)
İnsanın bu eğilimi sonunda gönlünü paslı kılan,
şeytanın istek ve emirlerine uyan “nefis”ten kaynaklanır.
72
Paşa bu kuş dilidür bunı Süleyman bilür
Sana direm iy hace bu dil tehî dil degül (s.171)
Evvel gönül levhinde Hak yazmışdı çün bir va-
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
rak
Bu şimdi okınan sebâk ezel-i âzâldan gelür
……….
Aklumuz ol levhe bakar gizli marazlarum açar
Söz gelür gönlüme akar söz dile ansuzın gelür
(s.58)
İşte Yunus’un kuşdiliyle ilahi aşkını açığa vurup
ifadeye döktüğü beyitlerinden bazı örnekler:
Benem ol ışk bahrisi denizler hayrân bana
Deryâ benem katremdür zerreler ummân bana
(s.29)
Işk îmâmdur bize gönül cemâat
Kıblemüz dost yüzi dâimdür salât (s.36)
Hak bir gönül virdi bana ha dimedin hayrân
olur
Bir dem gelür şadı olur bir dem gelür giryân
olur (s.67 )
Haber eylen âşıklara ışka gönül viren benem
Işka baha kim yitüre ışk madeni bulan benem
(s.184)
Taşdun yine deli gönül sular gibi çağlar mısın
Akdun yine kanlu yaşum yollarumı baglar mısın
(s.278)
Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana
Ne âkilem ne dîvâne gel gör beni ışk neyledi
(s.402)
Kısacası şiirlerinde “dil” ve “kalp” kelimelerine iltifat etmeyen Yunus Emre, -sınırlı sayıdaki
“yürek”i (yüreği yanmak, yüreğine aşk oku vurmak,
yüreğine dokunmak…) unutmamak kaydıyla- çok
büyük ölçüde “gönül”de karar kılar. Zira o bir gönül ve aşk; iç yolculuk ve metafizik arayış; sonunda
da aşk badesini içmiş olmanın getirdiği vecdin şairidir. İşte divanından seçilen gönülle yapılmış deyim, tamlama ve ibarelerden bazıları: “gönül vermek, gönül bağlamak, gönle girmek, gönlü akmak,
gönlü yanmak, gönlünde olmak, gönül yıkmak,
gönlüne sığmamak, gönlünü yağmalamak, gönlü
kararmak, gönlü taşmak, gönülsüz olmak, gönlüne
şeytan dolmak, gönlüne endişe gelmek, gönlünde
ikilik tutmak, gönlünü derviş eylemek, gönlünü aşk
oduna atmak, gönülden can vermek, gönlü karar
kılmamak, gönül gözü doymamak, gönlünü kul eylemek, gönlü sevdaya düşmek, gönül pasını yumak,
gönül gözüyle görmek; gönül gözü, gönül pası, gönül levhası, gönül evi, gönül kafesi, gönül tahtı, gönül bağı/bahçesi, gönül aynası, taş gönül…
Sonuç olarak denilebilir ki; Yunus Emre şiirlerinde, birbiri ardı sıra bir kâbus gibi İslam dünyasının üstüne çöken Haçlı Seferleri ve Moğol istilası
yüzünden ciddi bir buhran ve bunalım eşiğindeki
Anadolu insanına sevgi ve aşk temeli üzerine inşa
ettiği bir hayat ve medeniyet teklif eder. Asırlarca
geçerliliğini koruyan bu teklif, maalesef son iki
asırdır gündemden önemli ölçüde kalkmış; gönül
de günlük hayatımız kadar edebiyatımızdan da
büyük ölçüde çekilmiştir. Acaba bu hâl, “maddi
kaygılarımızın, dünyevi hırslarımızın ön planda
koşmasından, nefsani arzularımızın pervasızca
coşmasından ve mana âlemine, daha doğrusu gönül âlemine -hor görürcesine- sırt çevirmemizden,
gönül ve aşk tahtını devirmemizden, asırlardan beri
gönüllerimizde yanan sevda ve muhabbet kandillerini -atom ve feza çağıdır- diyerek söndürmemizden” midir?8 Hâlbuki Yunus’un gönül merkezli
hayat ve medeniyet teklifi materyalist, rasyonalist,
pozitivist, kapitalist, Marksist felsefelerinin hükümran olduğu çağımız insanının da buhran ve bunalımlarının devası durumundadır.■
____________________________
2. Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı
Neşriyatı, İstanbul, 1976, s.78.
3. Âmil Çelebioğlu, “Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanında Gönül”, Millî Kültür, S.12, Aralık 1979, s.31.
4. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.III, Dergâh
Yay. İst., 1979.
5. Daha geniş bilgi için bk. Cemal Kurnaz, “Gönül”,
İslam Ansiklopedisi, C.14, TDV Yay., İst., 1996; Reyhan
Keleş, Şeyhülislam Yahya, Cevrî, Nedim Divanlarında
Gönül, Erzurum, 2008, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
6. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.III, Dergâh
Yay. İst., 1979.
7. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır:
Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, KB Yayınları, Ankara, 1990.
8. Âmil Çelebioğlu, agm., s.31.
73
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
CAFER GARİPER
T
ürk edebiyatının ve düşünce hayatının öne çıkan isimlerinden Yunus Emre, yüzyılların içerisinden uzun bir yolculuk yaparak modern dönemin
karmaşasına düşmüş gibidir. Halk katmanının kimi
şiirlerinden bildiği, adı etrafında buluşan takipçilerinin düşüncesine ve estetiğine süreklilik kazandırdığı
şair, seçkin kesimin önemli ölçüde ilgi alanının dışında kalır. 19. yüzyılın sonlarında başlayan ilgi, onu, 20.
yüzyılın başlarında aydınların gündemine taşır. Çok
sayıda sanatkâr, bilim ve düşünce adamının karşısında
o, berrak bir kaynak olarak belirir. Psikolojik, felsefi,
teolojik ve sosyolojik düzlemde derinleşen, gücünü tasavvuf düşüncesinden ve yalın ifadeden alan sanatına
farklı bakış açılarıyla yaklaşılır. Tozlu zaman perdesinin kapattığı efsaneleşen hayatı ve şiirleri, geleneğin
içerisinde takipçilerince eklemlenen kalem ürünleriyle
birleşince sonunda onu zengin ve verimli bir kaynağa
çevirir.
M. Fuat Köprülü’nün 1918’de yayımlanan Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı, dikkatlerin
Yunus Emre üzerinde toplanmasında rol oynar. Araştırmacı ve sanatkârlar onun eserleri üzerine eğilmeye
başlarlar. Bu ilgiyi İmparatorluktan millî devlete geçiş süreci ve millî edebiyat kurma arayışı hızlandırır. İnsanımız, tıpkı Yunus Emre’nin yaşadığı çağda
devletin dağılış ve yeniden toplanış sürecinde olduğu
gibi, diriltici enerjinin kaynaklarından birini Yunus
Emre’de bulmuş gibidir. Adı etrafında oluşan ilgi,
Cumhuriyet yıllarında da genişleyerek sürer. Onun
kişiliği ve eserleri üzerinde duran ve yorumlar getiren sanatkârlardan/yazarlardan biri de Ahmet Hamdi
Tanpınar(1901-1962)’dır.
A. H. Tanpınar, Mahur Beste’de, Huzur’da, Sahnenin Dışındakiler’de, Beş Şehir’de, 19’uncu Asır Türk
Edebiyatı Tarihi’nde, Edebiyat Üzerine Makaleler
başlığı altında toplanan yazı koleksiyonunda, Yaşadığım Gibi adıyla kitaplaşan denemelerinde, Edebiyat
Dersleri’nde ve günlüklerinde Yunus Emre’ye çeşitli
göndermeler yapar, onun hakkında bazı yargılarda bulunur. Ayrıca bir de “Yunus Emre” başlıklı konuşma
metni/yazısı kaleme alır.
Tanpınar’ın kalem ürünlerinden daha çocukluk
yıllarında Yunus’un şiiriyle karşılaştığını çıkarabiliriz.
Beş Şehir’de Balkan Savaşı sonrasında ailesiyle birlikte Erzurum’a yaptığı ilk yolculuğu anlatırken “[b]
üyük annemin masallarıyla Kerem’den, Yunus’tan
okuduğu beyitlerle, bana öğretmeye çalıştığı yıldız
adlarıyla muhayyilemde büyülü hâtırası hâlâ pırıl pırıl tutuşur.”[1] demesi bunu gösterir. Çok sayıda Türk
insanı gibi o da çocuk yaşta Yunus’un şiiriyle karşılaşmıştır.
Onun, Yunus adına rastlanan eserlerinden biri Mahur Beste’dir. Bu romanda zeminini Yahya Kemal’in
Türk Müslümanlığı algısının kurduğu çerçevede
medeniyet hayatımıza görüş getirir. Roman kahramanlarından biri, “[d]in, akide hepsi bu hayatta şekil
alıyor, değişiyor. Arabistan’da ramazan geceleri minarelerde söylenen naatları dinlerken Peygamberin bile
bizimkinden ayrı olduğunu sandım. Düşün bir kere,
Yunus’ta yahut Şeyh Galip’teki Muhammed’i… Bi1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 27. baskı, Dergâh
Yayınları, İstanbul 2010, s. 27.
74
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
zim ruhaniyetimiz, nuraniyetimiz bize aittir.”[2] der. Bu
cümlelerden de anlaşılacağı üzere romanın kurmaca
dünyasında Yunus Emre Türk halkına has inanç algısını kuran ve şekillendiren sanatkârlardan biri olarak
değer kazanır.
Huzur romanında da Yunus adına rastlanır. Roman
kahramanının “yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem
burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım. Yunus gibi bağırırım, size hakikatinizi getirdim, derim.”[3] sözü, Yunus Emre imgesiyle Nietzsche’nin Zerdüşt tiplemesinin panayırdaki
konuşmasının üst üste çakıştığı izlenimini verir. Yunus
Emre, daha geniş planda roman karakteri Mümtaz tarafından medeniyet krizi çevresinde karşılaştırma ögesi olarak kurmacanın dünyasına taşınır:
“Biz şimdi bir aksülâmel devrinde yaşıyoruz.
Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için; Yunus’u
Verlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için
beğenmiyoruz.”[4]
Anlaşılacağı üzere Dede Efendi ve Baki’yle birlikte Yunus’a da Türk medeniyetini ve sanatını temsil
etme değeri yüklenir. Tanpınar’ın kalem ürünlerinde
buna sıkça rastlanır. Onun Türk kültürünü ve sanatını
temsil etme değeri yüklediği başlıca sanatkârlar arasında Yunus genellikle vardır.
Tanpınar’da Yunus, kimi kez Türk insanının temel
özelliklerini bünyesinde toplayan kişilik olarak belirir.
Bu çerçevede Türk insanının gurbet ve yolculuk olgusu yorumlanırken Âşık Yunus’tan,
Bir mübârek sefer olsa da gitsem,
Kâbe yollarında kumlara batsam…[5]
mısralarına yer verilir.
Sahnenin Dışındakiler romanında yaşlı kör adamın roman karakteri Sabiha’ya,
“Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap.” [6]
ilahisini okuması yer alır. Yaşlı adamın etkileyici sesiyle bu ilahi, “[b]ütün mahalle halkını” pencerelere
toplar. İlahi, yoksul insanın manevi zenginliğini ve de-
rinliğini göstermede rol oynar.
Onun deneme ve makalelerinde Yunus, romanlarına göre daha geniş şekilde ele alınır. “Bursa’nın
Daveti”nde medeniyetimizdeki ve insanımızdaki
bütünlük ve devamlılık fikri işlenir. Bütünlük ve devamlılık fikrini örneklediği isimlerden biri de Yunus
Emre’dir.[7]
Bu yazıdan üç yıl sonra 2 Mart 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”da medeniyetimizin ve insanımızın bütünlüğünü benzer şekilde yorumlarken Yunus
Emre’nin de adına yer verir. Ona göre insanlarımız
birbirlerinden farklı olmakla, kişisel özellikleriyle
diğerlerinden ayrılmakla birlikte aynı zamanda birbirinin devamıdır: “Vâni Efendi’de Zembilli Ali Efendi, Zembilli Ali Efendi’de ilk İstanbul kadısı Hızır
Bey, Bursalı İsmail Hakkı’da Aziz Mahmud Hüdaî,
Hüdaî’de Üftâde, Üftâde’de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus’ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu.”[8]
Tanpınar, kimi zaman Yunus Emre’nin Türk edebiyatındaki yerini belirlemek düşüncesiyle hareket eder.
Onun “çok büyük bir şair” olduğu görüşündedir.[9]
Onun bir sanatkâr olarak büyüklüğünü daha çok Türkçeyi kullanma gücünde arar. Ders notlarında şöyle bir
cümle geçer: “Türkçenin en büyük şairi bir bakıma
Yunus; daha doğrusu Yunus Divanı’dır.”[10]
Mevlana’yı seçkinci kültür ve edebiyatın, Yunus’u
halk kültürü ve edebiyatının çerçevesinde değerlendiren yazar,[11] onun dili bulmak için halka gittiğini belirtir. Bu konuda Yunus’la Dante arasında benzerlik bulur.[12] Ona göre halk edebiyatı bir adamda toplanabilir,
o da Yunus Emre’dir. [13]
Beş Şehir’de Konya’dan ve Mevlana’dan söz
ederken Yunus Emre üzerinde de durur:
“Moğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda,
mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı kıtlığında
kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü
felâketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır. Dışarıdan o kadar çok şe7. ___________________, Yaşadığım Gibi, (hzl.. Birol Emil),
Dergâh Yayınları, [yer ve tarih kaydı yok], s. 205.
2. ___________________, Mahur Beste, 6. baskı, YKY,
8. Age, s. 26.
9. __________________, Edebiyat Dersleri, (hzl. Abdullah
3. ___________________, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul
10. Güler Güven, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, (Haz.
İstanbul 2001, s. 91.
1949, s. 242.
4. ___________________, Huzur, age., s. 243.
5. ___________________, Huzur, age., s. 247.
6. ___________________, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1990, s. 70.
Uçman), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002, s. 261.
Hayri Ataş), 2. baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,
İstanbul 2008, s. 21.
11. _________________, Yaşadığım Gibi, age., s. 354.
12. _________________, Edebiyat Dersleri, age., s. 114-115.
13. _________________, Edebiat Dersleri, age., s.261.
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
yin yıktığı insan onu dinledikçe kendi içinden yeniden
doğar.
İlk cevap, Sakarya’nın sarı çamurlu kıyılarından
geldi. Yunus’un sesi büyük orkestra eserlerinde birdenbire uyanan kuru, fakat tek başına yüklendiği bahar ve puslu manzara ile zengin bir fülüt sesine benzer.
Şüphesiz o da Mevlânâ’nın söylediği şeyleri söylüyordu. O da aşk adamı idi. Hattâ sözü daha ziyade ondan
almıştı. Fakat aletle sanki motif değişmişti, Türkçenin
solosu devam ettikçe Fars şiirinin muhteşem ve renkli orkestrası, sanki bir çeşit zemin teşkil etmek için
yavaş yavaş gerilere çekilir ve sonunda yerini alana
kendi renklerinden ve seslerinden birkaç not bırakarak
kaybolur.
Taptuk Emre’nin müridinde Mevlânâ’nın zenginliği yoktur. Onun şiiri bir çekirdek gibi kurudur. Sanki
bu köylü derviş yazmaz, içinde kaynayan şeyleri sert
bir ağaca oyar. Böyle olduğu için de alabildiğine kendisi, uyandığı toprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat
Oğuz Türkçesi’nin tecrübesizliğine rağmen o ne sağlam yürüyüştür ve ne keskin hayallerle konuşur? İnsanın, Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak
gelirler, diyeceği geliyor.
Aralarındaki büyük farklardan biri de ölümün
bu ikincisinde fazla yer tutmasıdır. O, Celâleddin-i
Rûmî’nin ‘Bizden sonra gelecek’ diye kederini anlattığı nesildendir. Filhakika Yunus, Moğol istilâsının azdığı devirde büyüdü. Onda ve hiç olmazsa bir tek şiiriyle büyük şair olan Şeyyad Hamza’daki ölüm vizyonunun eşini bulmak için XVI. asır şimal resmini siyah
bir dalga gibi saran mistisizme kadar çıkmak gerekir.
Bununla beraber:
Ölümden ne korkarsın
Korkma ebedî varsın
…
Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası.
diyen Yunus, ölüme yenilmiş değildir. Belki realitesini
sonunda inkâr etmek için onu teker teker sayar. Hakikatte ölüm ağacı Yunus’ta sonsuz oluşun çıkrığıdır. O
da Mevlana gibi insanı içinden görür.
Sevdiğimi demez isem
Sevmek derdi beni boğar.
…
Seni deli eden şey
Yine sendedir sende.
meclisine ve semaına girmiş. Hattâ bir rivayete göre
Mevlana, Sakaryalı dervişe Mesnevî’sini okumuş, o
da hürmetle dinlemiş, fakat kitap bitince, ‘Hazret, güzel, çok güzel söylemişsin ama, sözü biraz uzatmışsın!
Ben olsam:
Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm.
der, keserdim’, demiş.
Beyit belki Yunus’undur, belki değildir ve gerçekten güzeldir. Fakat hikâye basitleştirmekten hoşlanan
Bektaşi zihniyetinindir.”[14]
Görüldüğü gibi Tanpınar, Mevlana’ya ve Yunus’a
bakarken bir yandan onları yaşadıkları dönem içerisinde, biraz da sanatkâr/romancı muhayyilesiyle, değerlendirme yoluna gider. Karşılaştırmada Mevlana’yı
sanatıyla öne çıkarmakla birlikte edebiyat/şiir dili olarak gerekli olgunluğa ulaşmamış olan Oğuz Türkçesiyle Yunus’un ortaya koyduğu şiir sanatının değerini
vurgulama ihtiyacı duyar. Beş Şehir’de Tanpınar, Yunus Emre’yle yakın zaman arasında da irtibat kurar.
“Sinan”, “Nedim”, “Yunus” ve “Itrî” İstiklâl Savaşı’nı
yapan kadroyla birleşerek geleceğe dönük anlam kazanır.[15]
Onun Yunus Emre üzerinde daha geniş çerçevede
durduğu bir de konuşma metni bulunmaktadır. “Yunus
Emre” başlıklı bu yazıya “Aziz dinleyicilerim,” hitap
cümlesiyle başlar. Daha sonra özgün benzetmelerle ve
sanatlı bir dille empresyonist bir ressam gibi Yunus
Emre’nin portresini çizmeye koyulur. Yüzyılların sis
perdesi arkasında kalmış Yunus Emre portresi de buna
müsait zemini hazırlar:
“[p]ek az şair Yunus kadar isimsizin biraz ötesinde yaşamıştır. O, hüviyeti kolayca nüfus kâğıdına
sığmayanlardandır. Dün, hakkında adından, şeyhinin
adından, doğduğu söylenilen yerlerden, birkaç muasırından başka bir şey bilmiyorduk. Bugün ise elimizde
Fuad Köprülü’nün çalışmalarından başlayarak bize
bir yığın sarih bilgi veren çeşitli metodlarla yazılmış
bir kütüphane dolusu araştırma ve tahlil var.”[16]
Kimliğinin bilinmezliklerle kaplanmasını onun arzusu şeklinde yorumlar. Hakkında yapılan çalışmalar
olmasına rağmen “Yunus bu bilgilerin hemen hepsini
âdetâ inkâr etmekten hoşlanır. Aşk meydanına soyunurken fâni varlığını sanki bırakmış gibidir. O Türk14. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 27. Baskı, Dergâh
Yayınları, İstanbul 2010, s. 85-86.
Divanına bakılırsa Yunus, Mevlana ile buluşmuş,
15. ___________________, age., s. 26.
16. ___________________, Edebiyat Üzerine Makaleler,
76
age., , s. 133.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
çenin içinde uçan bir yıldız olmağı, öyle görünmeği
tercih etmiştir.”[17] cümleleri bunu gösterir. Sözü daha
sonra Yunus Emre’nin mezarı konusuna getirerek geleneğin “onu yedi, sekiz mezarda yatar” gösterdiğini
söyler. “Sakarya kıyılarında doğdu. Fakat her yerde
doğmuşa benzer.” cümleleri Yunus’un hayat çizgisinin karanlıkta kalmasını gösterdiği kadar halk tarafından benimsendiğini de ifadeye yöneliktir.[18]
Yunus’un adına iki bine yakın şiir bağlandığını
söyleyen Tanpınar, “[e]n sıkı dil ve muhteva tenkidi
bile bunları ancak altıda, yedide birine indirir. Hâlbuki
o, kırk, elli mısra ile bize gelmeği tercih etmiştir. Ve bu
kırk, elli mısra, tarih ve zaman fikrine meydan okuyan
mısralardır. Bu mısralarla şair, devrinin ötesinde her
zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve her
hayat görüşü için konuşur.” değerlendirmesinde bulunur. Yazısına devamla Yunus’tan bilindik mısraları
aktarır. Bu mısraların herhangi bir dönemle sınırlandırılamayacağını, onun bu mısralarla “devrinin ötesinde
her zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve
her hayat görüşü için konuş”tuğunu ifade eder. Çünkü
bunlar “kendi üstüne toparlanmış Türkçenin her zaman için taze çiçeğidirler.”[19]
Yunus Emre’yi “yalnız” biri olarak değerlendiren
Tanpınar, onun tasavvuf geleneği içinde de yalnız
olduğu görüşünü ısrarla vurgular. Ona göre “muasırı
olan adlı şanlı Mevlâna ile his ve düşünce yakınlığı
dahi bu belirlilikler ötesi yaşamağı, bu yalnız başınalığı bozamaz.”[20] Dönemin öne çıkan mistiklerini sıraladıktan sonra “daima tek başına” olan Yunus
Emre’nin mutlaka bir kalabalığa katılacaksa öncekilere değil, sonrakilere katılması gerektiğini söyler. Bunlar “Bâkî, Nef’î, Nedim, Fuzulî, Şeyh Galip, Haşim,
Yahya Kemal’dir.”[21] Bu tavrıyla “devrinin ötesinde
her zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve
her hayat görüşü için konuşur” dediği Yunus Emre’yi
modern döneme yaklaştırma eğiliminde olduğu, çağdaş bir Yunus Emre algısı geliştirmeye çalıştığı görülür.
Tanpınar, Yunus’la Mevlâna ve Ahmed Yesevî arasında karşılaştırmaya da gider. Onun bakışıyla,
“Mevlâna şüphesiz bütün bir saltanattır. Fakat arkasında son dalı olduğu bütün bir hanedan şeceresi
vardır. Yunus’un hanedanı kendisi ile başlar. Meğerki, lehçe itibariyle uzak ve arkaik akrabası Ahmed
17.
18.
19.
20.
21.
___________________, age, s. 133.
­­­­­­­­­­­­­­­­___________________, age., a.y.
___________________, age, s. 134.
___________________, age, , a.y.
___________________, age, a.y.
Yesevî’yi hatırlayalım. Fakat Yesevî’nin eseriyle
Yunus’un şiiri arasında bu sanatta esas olan dil zevkinin aydınlığı vardır. Yunus yaptığını bilen ve bunu
bildiği, böyle istediği için yapan şâirdir. Tek kelimesiyle şâirdir.”[22]
Bu satırlarda Yunus Emre’nin Mevlana ve Ahmed
Yesevî ile birleşen yanları yerine ayrılan yönlerini öne
çıkarmaya çalışması şairi daha belirgin kılma düşüncesinden kaynaklanır.
Tanpınar’ın Yunus Emre’de önemsediği yanlardan
biri onun şairliğidir. Onu “öz şiir” yazan gerçek bir şair
olarak görür. Bir mülâkata verdiği cevapta “[b]izde öz
şiir Yunus Emre ile başlar.”[23] sözüyle yukarıda kaydettiğimiz “Yunus yaptığını bilen ve bunu bildiği, böyle istediği için yapan şâirdir. Tek kelimesiyle şâirdir.”
yargısı bunu gösterir. Bu yargı, Yunus’un şair/sanatkâr
kimliğine dikkat çekmenin yanında, şair kimliğini öne
çıkarmak, onun mutasavvıf olmasının önüne şairliğini
almak çabası olarak da anlam kazanır. Bunda haklılık
payı vardır. Eğer bugün Yunus Emre’den söz ediyorsak şair kimliği sebebiyledir. Onu yeni zamanlara taşıyan sanatıdır.
Tanpınar’ın Yunus Emre hakkında asıl dikkate
değer yaklaşımı yazının devam eden satırlarındadır.
Ona göre Yunus Emre’nin hayatı gün geçtikçe araştırmalarla açıklık kazanmasına rağmen öbür taraftan
kimliğini kuran birçok öge onu her türlü bilinirliğin
“ötesine çıkarırlar ve gün ışığında bir masal yaparlar.
Onun içindir ki evliyâ tezkirelerinde rastladığımız ve
biraz da tasavvur edenlerin safdilliğine şaşırdığımız
menkıbeler, onda büsbütün başka ve hattâ çok belirli bir mânâ kazanırlar.”[24] Tanpınar’a göre bu masal
onun adıyla başlar:
“Yunus Peygamber’in hikâyesini hepimiz biliriz.
O, bir balığın karnında günlerce kalan ve orada pişmanlık yaşları döktükten sonra ışığa dönen insandır.
Bu macerayı karanlığın yuttuğu ve karanlıktan dönen
insan diye hülâsa ederiz. Yunus bu adı benimsemekle
şüphesiz bu peygamberin çilesini ve talihini benimsemiş oluyordu. Filhakika Tapduk Emre’ye intisabı,
dergâhında kalışı, oradan ayrılışı, tekrar gelişi ve nihayet izin alıp insanlar arasına bu sefer onları irşât için
yeniden girmesi, bütün bu kaybolma, kapanma, yeniden ve başka bir hüviyetle doğma hikâyesi, hep bu
adın etrafında toplanabilecek vâkıalardır. Şurasını da
22. ___________________, age, , a.y.
23. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ.
Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002,
s. 169.
24. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
age., s. 134.
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
hatırlatayım ki, o devirde Anadolu’da yaşayan sofi ve
dervişlerin hemen hepsi Türkçe ad veya lâkap taşırlardı. Çok muhtemeldir ki, Yunus bu adı kendisi seçmiş
olsun, yahut da bu tesadüf bütün hayatına istikâmet
versin. Ben yine Peygamber Yunus’un balığın karnına
coşkun bir fırtına yüzünden düştüğünü göz önünde tutarak birinci şıkka ihtimal veriyorum. Fırtınanın yerini
burada Moğol istilâsının hakikî bir cehennem yaptığı,
doğduğu bu XIII’ üncü asır ortası tutar.”[25]
Arka planını psikanalizin kurduğu, sanatkâr
mizacının beslediği düzlemde ilmî olmaktan çok
sanatkârane, fantastik ve muhayyel bir Yunus Emre
portresine varlık kazandırmaya çalışan bu satırlar,
benzetmeleri, uzak bağdaştırımları ve estetik değeriyle göz kamaştırıcı parlaklığa sahiptir. Fakat bu sözlerin
çoğu varsayımdan öteye geçemez. Tanpınar’ın yaptığı Yunus Emre’nin gerçekliğini yakalama çabasından
çok, izlenimci eleştirinin kanatlarına kendini bırakarak
iyi yontulmuş küçük bir mücevher gibi sanatkârâne
bir yazı ortaya koymaktır. İşin tuhafı olabilirliğini, hatta doğruluk duygusunu aşılayan bu sanatkârâne kurgu,
bizi fazla yadırgatmaz. İnsanı içten kavrayan üslubuyla sonunda okuyucusunu kendine bağlamayı ve büyük
ölçüde ikna etmeyi başarır. Fakat Yunus adının kendisi tarafından mahlas olarak seçildiği, bu yolla Yunus
Peygamberle bağ kurmak istendiği görüşü bir tahminden, romancıya has hoş bir kurgudan öteye geçemez.
Nitekim Hikmet İlaydın da konu hakkında değerlendirme yaparken, Tanpınar’ı anmadan, “[k]endisiyle
Yunus peygamber arasında bir kader birliği bulduğu,
adını veya mahlasını ona göre seçtiği yolunda kurulan
faraziyeler de zayıf kalmaktadır.”[26] demektedir.
Tanpınar, Yunus’un “erenlik yolunda kaydettiği
merhaleyi” yine onun mısralarıyla örneklendirerek
onun kendisine yönelttiği eleştirel bakışa dikkat çeker.
Yunus’un sembolik dilini Orta Çağın ortak anlayışı ve
özelliği olarak değerlendirir.
Tanpınar, Yunus’ta “zekâ”, “zihnî meleke” ve
“kalp tarafı” üzerinde de durur. Yazar, “tasavvuf sistemini bütün incelikleriyle anlatan o şiirler, devrinin
mühim eserlerinden olan Risalet-ün nushiyye’nin kendisi bize zamanının bütün ilmiyle beslenmiş gerçekten
müstesna bir zekâyı, üstün bir entellektüaliteyi açıkça gösterirler. Fakat zekâ ve zihnî meleke, Yunus’un
hâkim hasleti değildir, O, her şeyden evvel bir kalp
25. ___________________, age, s. 134-135.
26. Hikmet İlaydın, Yunus Şiirinden Günümüze
Yaklaştırmalar Korkma Ebedî Varsın, 2. Baskı, Akçağ
yayınları, Ankara 1998, s. 97.
adamıdır.”[27] der. Onun “entellektüalite” kelimesini
tesadüfe bağlı kullanmadığı söylenebilir. Yunus Emre
üzerinde yapılacak ciddi bir çalışma onun İslam medeniyetinin kültürel birikimine, inanç sistemine, İran
mitolojisine ne kadar derin nüfuz edebildiğini;[28] insanın iç dünyasına ve özüne ne kadar keskin bakış yöneltebildiğini gösterir.
Tanpınar’a göre “[d]ilimize ve ruhumuza gurbet
kelimesini ―tasavvuf yoluyle olsa da― aşılayan
odur.” Daha sonra “[h]angimiz, gurbet deyince o güzel kıt’ayı hatırlamayız”[29] diyerek aşağıdaki mısralara yer verir:
Bir garip öldü diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Tanpınar, yazısında Yunus’taki yalnızlık fikri üzerinde ısrarla durur. Ona göre Yunus’un “[d]evriyle olan
diyalogu bu kalp kuvvetiyle, onun verdiği yalnızlık
duygusuyledir.”[30] Yunus’taki yalnızlıkla gurbet duygusu arasında da ilgi kurar. Onun değerlendirmesiyle
“Yunus’ta gurbet, sevginin yalnızlık aynasıdır.” Devam eden cümlelerde Tanpınar, alışılmadık bağdaştırmalarda bulunur. Bu çerçevede “[b]iz sevdiğimiz nispette yalnızızdır. Yalnızlığımız nispetinde kâinatla birleşir, kucaklaşırız” düşüncesini dile getirir. “Yunus’un
şiirinde ölümün aldığı o geniş ve az rastlanır yer de
buradan gelir” diyen yazar, sonunda Yunus’taki ölüm
düşüncesini yalnızlık temiyle birleştirir.
Yazıda dikkat çekici cümlelerden biri “[b]u şâir,
insan hayatını metafizik bir endişede hülâsa etmesini
biliyor ve onu ancak içimizden yenebileceğimizi bize
öğretiyordu”[31] hükmüdür. O, bu cümleyle Yunus’u
önemli tarafıyla ifade alanına taşır. Dönemi içerisinde Yunus’un yerini şu cümleyle gösterir: “Moğol
istilâsının kan ve ateş çağında, o bitmez tükenmez ıztırap, ölüm, hastalık, açlık ve ümitsizlik cehenneminde
yaşayan insanlar bu sevgiye, tahammülü imkânsız realitenin ötesinde açılan bu geniş ve rahmanî ümit kapısına ekmek ve su kadar, rahat yastık ve uyku kadar
27. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
age., s. 135.
28. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7.
Baskı, Ankara 1991, s. 273-274.
29. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
age., s. 135.
30. ___________________, age.., aynı yazı.
31. ___________________, age., s. 135.
78
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
muhtaçtılar.”[32] Yunus’u “seyyal ruh” ve “iç âlem fatihi” şeklinde niteleyen Tanpınar’ın yazısı şu satırlarla
son bulur:
“Bir ben vardır bende benden içeri, diyerek bizim
maddemizin ötesinde ve onun dayanağı bütün bir
âlemi açan bu şâiri, iki insanın arasında mütalaa etmek daima faydalıdır. İkincisi ile olan münasebeti ise
asıl aksiyonudur. Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiç birini Yunus’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin
çehresine biraz eğilsem, orada Yunus divanı’ndan aksetmiş çizgiler görürüm ve bütün o fütuhatların arkasında bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler dünyasını selâmlarım.”[33]
Yunus’u dönemi içerisinde değerlendiren bu son,
yazının tamamlanmadığı izlenimini uyandırır. Buraya
kadar aktardığımız bilgi, tespit ve yargılardan da hareketle Tanpınar’ın diğer Yunuslarla ayrımına gitmeden Yunus Emre’ye yaklaşımını şu maddeler etrafında
toplamak mümkündür:
1. Medeniyetimizin ve kültürümüzün bütünlüğünde ve sürekliliğinde Yunus Emre ve onun gibi
sanatkârların önemli katkısı vardır. Türk kültürü ve
moral değerleri Mevlâna, Hacı Bektaş, Yunus Emre,
Süleyman Çelebi, Itrî ve Dede Efendi gibi manevi
dünyamızı ve değerlerimizi bize özgü duyuş ve düşünüşle şekillendiren sanatkârlar aracılığıyla kesintiye
uğramadan gelmektedir.
2. Tanpınar’ın Yunus Emre’nin şiirinde önem verdiği ögelerden öne çıkanı onun Türkçe söyleyişidir.
Türkçe Yunus Emre ile şiir dili olmaya başlar. “Yunus
Türkçenin kapısıdır ve bugün şiirimize ve edebiyatımıza bakarsanız aruz tecrübesini inkâr eder etmez
hemen hemen seçilen ve beğenilen taraflarıyla dilde
Yunus’a döndük demektir.”[34] Yahya Kemal’in Kendi
Gök Kubbemiz adlı şiir kitabının yayımlanması üzerine yazdığı aynı başlıklı yazısında da Yunus Emre’ye
yine dil perspektifinden yaklaşır. Yunus Emre’nin
Türkçesiyle Yahya Kemal’in dilini buluşturmaya çalışır. Yahya Kemal’in şiir dilini değerlendirirken “Türkçenin bütün macerası Yunus ilâhilerinin yanık ritmiyle
Açık Deniz’in büyük orkestrası arasında geçer.”[35] yargısında bulunur.
3. Tanpınar şiir sanatı bakımından da Yunus
32. ___________________, age.., aynı yazı.
33. ___________________, age., s. 135-136.
34. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ.
Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002,
s. 237.
35. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
age., s. 353-354.
Emre’yi değerli bir sanatkâr olarak görür. O, Türk
edebiyatında öz şiirin Yunus Emre ile başladığı düşüncesini taşır. Bir mülakatta verdiği cevapta şunu söyler:
“Bizde öz şiir Yunus Emre ile başlar.”[36]
4. Tanpınar’ın Yunus Emre’de önemsediği yanlardan biri de insanın iç dünyasını ifadedeki başarısıdır.
Ona göre Yunus Emre, görünenin ötesinde insan gerçekliği üzerinde derinleşmesini bilen, insanı iç âleme
götüren, mistik[37] ve metafizik derinliği olan, onun
gerçekliğini içten kavrayan bir şairdir.
5. Yunus Emre, halk edebiyatı dairesi içinde yer
alır.
6. Döneminin ileri bilgileriyle donanımlı
“entellektüalite”si olan bir sanatkârdır.
Şüphesiz bu maddelere başkaları da eklenebilir.
Fakat A. Hamdi Tanpınar’ın Yunus Emre’yi değerlendirişi daha geniş ve eleştirel bir bakışla tarafımızdan makale konusu yapıldığı için burada onun Yunus
Emre hakkındaki tespit ve görüşlerine görünürlük
kazandırmaya çalışmakla yetineceğiz. Sonuç olarak
Tanpınar’ın Yunus Emre’ye bilim adamı kimliğinden
çok sanat adamı kimliğiyle yaklaştığını, onu objektif
ölçütler yerine izlenimci eleştiriye bağlı olarak sübjektif bakış açısıyla değerlendirdiğini, Türk-İslam sentezi
çevresinde millî romantik duyuş tarzına dayanan yargılarda bulunduğunu söylemekle yetineceğiz.■
Kaynakça
Güven, Güler, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, (hzl. Hayri Ataş),
2. Baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2008.
İlaydın, Hikmet, Yunus Şiirinden Günümüze Yaklaştırmalar Korkma Ebedî Varsın, 2. Baskı, Akçağ yayınları, Ankara 1998.
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7. Baskı,
Ankara 1991.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, 27. Baskı, Dergâh Yayınları,
İstanbul 2010.
___ ___ __, Sahnenin Dışındakiler, 2. Baskı, Dergâh Yayınları,
İstanbul 1990.
___ ___ __, Mahur Beste, 6. baskı, YKY, İstanbul 2001.
___ ___ __, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul 1949.
___ ___ __, Edebiyat Üzerine Makaleler, (hzl. Zeynep Kerman),
3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992.
___ ___ __, 19’ uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1988.
___ ___ __, Yaşadığım Gibi, (hzl. Birol Emil), Dergâh Yayınları, [yer ve tarih kaydı yok].
___ ___ __, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ. Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002.
___ ___ __, Edebiyat Dersleri, (Abdullah Uçman), 3. Baskı,
YKY, İstanbul 2002.
36. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, age. ,s. 169.
37. ___________________, age., s. 154.
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
M. NACİ ONUR
A
nadolu Selçuklu Devleti’nin parçalamaya
yüz tuttuğu sırada Anadolu’da küçük ve
büyük Türk Beyliklerinin türemeye başladığı 13.
yüzyıl ortalarından, Osmanlı Beyliğinin yeni yeni
kurulmaya başladığı 14. yüzyılın ilk döneminde,
Orta Anadolu bölgesinde doğan ve hayatını bu havalide geçiren Yûnus Emre; Türkmenlerin aksakallısı, şair, İslam dinini yaymaya çalışan alperen bir
kişidir. Kendi eseri olan Risaletü’n-Nüshiyye isimli mesnevisinde
“ Söze tarih yediyüz yediydi
Yûnus canı bu yolda fidiyidi”
şeklinde H.707-M.1307-8 yılında vefat ettiğine dair bilgi bulunmaktadır. Çok çeşitli araştırmacıların üzerinde ittifak edemedikleri doğum
ve ölüm tarihlerine rastlıyoruz. Ancak Yûnus
Emre’nin H.648-M.1240 tarihinde doğduğunu,
H.720-M.1320 yılında 82 yaşındayken vefat ettiğini ihtiyati kaydıyla belirtmek yerinde olur.
Yûnus Emre’nin nerede doğup nerede öldüğü,
hangi havalide yaşadığı, bir Yûnus mu, birden fazla Yûnus mu vardı diye soru sorup cevap bulmaya
çalışmanın, burada fazla lüzumlu olmadığı kanaatindeyim. Zira edebiyat tarihçileri, Türk edebiyatı
ile meşgul araştırmacılar veya Türkologlar bu konu
üzerinde oldukça fazla bilgi sahibi olmuş ve kitaplar ile makaleler yazmışlardır.
Âşık Çelebi’nin Meşairi’ş- Şu’âra ve
Lamiî’nin
Nefahat Tercümesinden başlayarak Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar’ı ve Abdulbaki Gölpınarlı’nın
Yûnus Emre- Risaletü’n –Nüshiyye’si ile Dr. Mustafa Tatçı’nın Yûnus Emre- Divân ve Risaletü’n –
Nüshiyye isimli araştırma ve incelemeye dayanan
eserlerinde gördüğümüz kadarıyla Yûnus’u Anadolu bağrına basmış, her il onu sahiplenmiştir. Nereli
olduğu, nerede yaşadığı, ümmi mi, yoksa medrese
tahsili yaptı mı gibi sorular yerine, onun şiirlerine
bakarak fikir sahibi olup bir hüküm vermenin daha
doğru olacağı düşüncesindeyim.
Yûnus Emre, şiirlerinde mahlas olarak Yûnus
Emre dışında; Yûnus, Âşık Yûnus, Bîçâre Yûnus,
Koca Yûnus, Yûnus Dedem, Miskîn Yûnus, Derviş
Yûnus gibi isimleri seçmiştir.
Yûnus’un yaşadığı devrin önemli şahsiyetlerden başlıcalar Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî,
80
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Tabduk Emre, Ahmed-i Dâî, Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî’dir. Bunların bir kısmı hece vezniyle, bir
kısmı da arûz vezni ile, bir kısmı da her iki vezinde Türkçe veya Farsça, tasavvufa dair sofiyane,
bir miktar da felsefi, dinî veçheli, didaktik şiirler
vücuda getirmişlerdir. Mevlana’nın kendi yaşadığı Anadolu’da Acem şairlere meydan okurcasına
Farsça mesnevisini ve bir kısım şiirlerini Farsça
olarak ortaya koymasına mukabil, Yûnus’un Türkçeye önem vererek halkın anlayabileceği düşünceleri, duyguları, tespitleri Türkçe olarak şiirleştirmesi, hem halkımızın dinî yönden bilinçlenmesine
hem de Türkçemizin gelişmesine ve yol almasına
önemli ölçüde fayda temin etmiştir.
İslami Türk edebiyatı içinde yer alan şahsiyetlerin edebî kişiliklerini ele alırken, önce İslamiyete eğiliş durumlarına bakmak gerekir. İslamiyette
ayet ve hadislerle belirlenmiş olan esaslar sözlü ve
yazılı edebî ürünlerle, geniş topluluklar arasında
yaygınlaşmıştır. Ayet ve hadisleri işaret eden telmihleri, bütün İslami Türk edebiyatına ait eserlerde
buluruz. Bazı İslami yazar ve şairleri bir vaiz gibi
görmemiz de mümkündür. Eserlerinde dinî bilgileri yaymayı ön planda tutmuş, edebî sanatlara yer
vermemişlerdir. Urfalı Nabi gibi dinî hükümlerle
edebî sanatları bir seviyede götürenler, Nef’i gibi
sadece sanata öncelik verenler, Mevlana gibi dinî
öğütler yanında edebî sanatlara da değer veren
şahsiyetlere rastlamaktayız. Mevlana ile aynı dönemde, büyük bir ihtimalle bir araya gelen Yûnus
Emre de böyle bir özelliğe sahiptir. Onun dili halka
daha yakın, fikrileri duyguları ve hissiyatı da sadece Anadolu’nun değil, bütün dünyanın anlayacağı
tarzdadır. Yûnus Emre, şiirlerini ortaya koyarken
azami gayreti gösterir, ancak Allah’tan da yardım
istemeyi ihmal etmez.
“Çeşmelerde bardağın toldurmadan kor isen
Bin yıl anda tursa da kendü tolası değül”
Bu beyit, bu isteğin en güzel örneğini teşkil
eder. İbadetin gerekli olduğunu, ama ihlâs ile gönlü
Allah’a teslim ederek bu işi yapmak gerektiğini şu
mısralarla izah eder:
“ Müslümanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrı buyruğunu tutup beş vakt namaz kılsa gerek
Tanla tur başını kaldur elüni var suya taldur
Nefsün düşman durur öldür nefs hemişe ölse gerek “
Bu mısraları görünce Yûnus Emre için ozan demek yanlış olur. Zira o, saz şairi değildir. Halk şairi
deyimi de pek uygun düşmüyor, Tekke şairi demenin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Anadolu’da
Türklerin yerleşmesinden 16. yüzyılın sonuna kadar tasavvuf cereyanı çeşitli şekil ve durumlarda,
gittikçe artan kuvvetle devam etmiş zamanımıza
kadar gelmiş, hiç eksilmemiştir.
Yûnus’un tasavvufa dair şiirleri, Anadolu’da
pek çabuk yayılmış ve önemli ölçüde takipçileri
olmuştur. 15. asra kadar İran tasavvuf edebiyatı
tesiri altında kalan Osmanlı edebiyatı bir taraftan
Mevlana, Sultan Veled, Attar, bir taraftan da Senâî,
Sâdî, Câmî tesirine kapılarak Acem, tarz ve nazım
şekillerini kabul ederken, Yûnus ise sanatı ve şahsiyeti ile canlandırdığı yeni ve millî tarzı bırakmayarak bu yolda yürümekteydi. Mutasavvıfça bir huşu
içinde bazen aşkın ulvi ve büyü dolu mahiyetinden
bazen kıyamet gününden bazen de cennetin sütlü
ırmaklarından ve ilahi bülbüllerin vuslat ve birlik
nağmelerinden bahseden Yûnus Emre, bütün Türk
mutasavvıfları gibi tabiata arkasını dönmemiştir.
Divanü Lugati’t Türk’teki eski şiirlerde ve
Kutadgu Bilig’de tabiata karşı nasıl bir heyecan
ve bağlanma varsa, Sakarya’da, Eskişehir’de,
Bolu’da, orman ve ovalarda cazibeye kapılmış
Yûnus’un eserlerinde de buna benzer veya daha
fazla tabiat zevki bulabiliriz.
“ Gitti bu kış zulmeti geldi bâhâr nâz ile
Yeni nebatlar bitti cümbüş oldu yaz ile
Hoş haber geldi dosttan bezendi bâğ ü bostan
Ötüşür hezâr destân bülbülleri zâr ile
El kuşu elden ele gül kuşu gülden güle
Baykuş virâne sever şahinler pervâz ile”
Yûnus, edebî mahfilde hep şiirlerini hece vezniyle yazan bir tekke şairi gibi tanınmış, öyle bilinmiştir. Hâlbuki eserleri görüldüğünde hece vezninin yanında aruz veznine de önem vermiş, birçok
şiirini kusurları da olsa aruz vezniyle yazmıştır.
Bunu çeşitli sebeplere bağlamak mümkündür. Yaşadığı devirde Farsçanın şiir diline etkisi yanında,
havas dediğimiz yüksek zümrenin de ilgisini çekmek veya klasik tarzda şiir yazan şairlere aruz vezniyle şiirler yazabileceğini kanıtlamak gibi sebeplerden kaynaklanabilir.
Aruz vezni, edebiyatımıza ve şiirimize bir-
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
denbire mükemmel bir şekilde girmemiştir. Girişi
yavaş olmuştur. Hiç de ümmi bir derviş olmayan
Yûnus’un aruz veznini kullanması zamanına göre
tabii görülmelidir.
“ Ben dostıla dost olmuşam
Kimseler dost olmaz bana
Münkirler bakup gülüşür
Selâm dahi virmez bana”
Gâh bedr olam gâhi hilâl gökte mâh- ı tâbân
benem
Nemrut’daki sûret kılan İbrahim’i oda atan
Bir kılını yandurmayan od u kül ü reyhân benem
Yûnus bu cismüm adıdır cisim anun bünyâdıdır.
Adım eger sorarısan bilgil cânâ cânân benem”
Bu ve buna benzer hece vezni ile meydana getirilen şiirler yanında, Divanında hem hece hem de
aruz vezniyle yazılmış şiirlere tesadüf ediyoruz.
Esasen Yûnus, aruz vezninin hece veznine en çok
uyan basit cüzlerini kullanmıştır. Aruz veznini kullanmakla beraber, ilahilerinin önemli kısmını, hatta
en güzellerini hece vezniyle yazmıştır. Yûnus Divanında, hece vezninin her şekline; 6, 7, 8, 5+5=10,
6+5=11, 6+6=12, 7+7 =14, 8+8=16 heceli olanlarına rastlamaktayız, bunlardan 10 ve 12 heceliler
edebiyatımızda pek azdır. Divanda bulunan şu şiir
7+7=14 heceli şekilde yazılmıştır.
Yine Divanında bulunan şu şiir de kayda değer
bir örnek teşkil ediyor.
Mefâ’ilün / Mefâ’ilün / Fâ’ülün
İlâhî derdümün dermânı sensin
Günâhkâr kullarun gufrânı sensin
Senün emrün ile döner felekler
Hem ayun güneşün devrânı sensin
Halîl’ün hullesi Ya’kûb’un âhı
Yûsuf’un bend ile zindânı sensin
“ Dost senin ışkun oku key katı taştan geçer
Işkuna düşen âşık cânıla baştan geçer
Musâ’nun münâcâtı Tûr Tağı’nda
Îsa’nun göklerde seyrânı sensin
Işkuna düşenlerin yüregi yanar olur
Kendüyi sana veren dükeli işten geçer
……
Gerçek âşık ol ola cân vermeye ol eve
Dostıla bâzâr içün niçe bin baştan geçer
Gözümün nûrı vü gevdem hayâtı
Gönüller tahtınun sultânı sensin
Yûnus Emrem sebakı senden okur
Elinde defteri divânı sensin
Yûnus’un gönli gözi toludur Hakk sevgüsi
Sohbet ihtiyâr eden yâd ü bilişten geçer”
Aynı Divanda aruzun dört tane “müstef’ilün”
cüzüyle yazılmış şiiri de oldukça güzeldir.
Müstef’ilün /
Müstef’ilün
Müstef’ilün / Müstef’ilün /
Buna benzer örnekler çoktur, yine Yûnus’un
Risaletü’n Nüshiyye isimli mesnevisinde de çoğunlukla aruz ile meydana getirilen şiirler vardır.
Bu eserin başında klasik şiirimizin münacat nazım
şekline uygun tarzda meydana getirilen manzumenin ilk ve üçüncü beyitleri şöyledir:
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilât
“ Pâdişâhun hikmeti gör neyledi
Od u su toprağ u yele söyledi
“Ey kamu dert ehli gelün dert benem ü dermân
benem
Kâfirdeki küfr-i nihân mümindeki imân benem
Âlemde fitneyi kodum Mansur’u kül etti odum
Dilinde Enel Hakk dedüm boynundağı urgan benem
Yûsuf’daki hüsn ü cemâl Yakub’daki hüzn ü
melâl
Toprağıla suyu bünyâd eyledi
Ana Âdem dimegi ad eyledi”
Şeklindeki manzume 13 beyitten müteşekkildir.
Daha sonra 14. beyitten başlayarak 600. beyite varan mesnevi, çeşitli bölümlere ayrılmış ve “Dastan”
82
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
DÂSTÂN -I GAYBET Ü BÜHTÂN
Gel imdi aydayın birkaç nasihat
Bu akl-ı cüziden sana iyü baht (471.b)
isimi verilen manzume de yine aruzun “mefâilün
mefâilün feilün” kalıbıyla meydana getirilmiştir.
Bu bölümlerden de bazı beyitleri alalım.
DÂSTÂN-I RÛH Ü AKL
Ko bu fikri seni bil sende her dem
Hatem olsun bu söz Vallâhu âlem (600.b)”
Mefâilün / Mefâilün / Feilün
“ Gel imdi dinle sözü şerh ideyin
Birin birin anı diyeyin” (14. beyit)
Yönelip sana geldüm hâlimi bil
Mededün varsa gözün yaşın sil (44.b)
Yûnus cümle sözün sana feride
Çün iş sana düşüpdür kim iş ede (82.b)
DÂSTÂN -I KİBR
Segirtme dünyâya sen yetemezsin
Ecel yol bağlamıştır dutamazsın (127.b)
Yûnus alçaklığı yavlak begendün
Anın çün bu ışk yerine kondun (182.b)
Böylesine birçok manzumede aruz vezni ile
şiirler yazılabileceğini ispat eden ve muasırı divan şairlerine bu fikri empoze eden, fakat bu arada aruzun inceliklerine pek hâkim olamayan, aruz
kusurlarının fazla olduğu şiirler meydana getiren
Yûnus’u, her yönüyle mükemmel klasik divan şairi hanesine kaydedemeyiz. Yûnus da mutasavvıf
tekke şairi olarak sadece bu özelliği ile anılmak istememiş olacak ki, klasik divan tarzına da meyletmiştir. Bu meyli sınırlı şekilde görmemiz gerekir.
Zira o, aruzun muayyen cüzlerini, bazı klasik nazım
şekillerini kullanmış, tasavvufi konuları işlemiş,
telmihlerde bulunmuş, sadece bu çerçevede klasik
şiirin özelliklerini üzerinde toplamıştır. Yûnus’u bu
özelliği ile klasik tarza yöneldiğini söyleyebiliriz.
Bunun dışında klasik edebiyatın izlerini aramak
beyhude olur diye düşünüyorum.
DÂSTÂN -I BUŞU YANİ GAZAB
Sakın bana uyup sen gâfil olma
Benim sözüm tutup imânsuz ölme (198.b)
“ Cânlar cânını buldum
Bu cânın yağma olsun
Assı ziyândan geçtim
Dükkânım yağma olsun
Çün urdum anı ol yakamı tutdı
Bana karşı gelüp Hakk’ı unutdı (215.b)
Yûnus ne hoş demişsin
Bal ü şeker yemişsin
Ballar balını buldum
Kovanım yağma olsun”
Yûnus sabrla olur işün müyesser
Bulursun sabrıla bir mülk-i diger (283.b)
DÂSTÂN -I SABR
Sabr ahvâlini dinle diyeyin
Sabr çün cümle âlem verdi malın (284.b)
Sabırsız kişilerin dirliği ham
Kim sabrıla eyü olur ser-encâm (309.b)
DÂSTÂN -I BUHL U HASED
Hasedden kişi ne fâyide görür
Neye kim layıksan Tanrı virür (337.b)
Degüldür degme yerde ola birlik
Saadettir bir iyü dirlik (469.b)
diyen Yûnus’un ruhundaki ilahî şahlanışı, benliğindeki tasavvufi duygularını dışa vuruşu, Orta
Asya’daki şeyhi Ahmed Yesevi’den aldığı şevk
ve arzu ile İslamiyeti halka anlatmayı şiar edinmiş Yûnus’un, hece ve özellikle Risâletü’n
Nüshiyye’de aruz veznini kullanarak gazel veya
musammat gazel, koşma nazım şekillerine uygun,
Türk dilini aruza mükemmel tarzda aşılayarak didaktik şiirler meydana getirmesini, yüce dinimizi
yayma ve hazmettirme gibi bir misyonu yerine getirme çabası olarak değerlendirmemiz gerekir. ■
83
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ŞEMSETTİN ÜNLÜ
“Taptuk’un tapusunda
Kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülillah”
S
abah alacasıdır. Kapıya vardıklarında, gözleri iyi görmeyen yaşlı Taptuk, eşikteki gölgenin
kim olduğunu sorar karısına;
“Yunus...” der karısı.
“Bizim Yunus mu?...”
“Evet,” der karısı; “Bizim Yunus!”
Kırk yıl yolunda yoldaş olduğu Taptuk Baba’nın “Bizim...” sözü ile unutulmadığını, uzun süren
ayrılığının küskünlük getirmediğini anlar, Şeyh’inin eline uzanır Yunus.
Aradan yedi yüz şu kadar yıl geçmiş... İnsanlar, sıcacık, okumuş, dinlemiş, birbirlerine belletmişler Yunus’un deyişlerini... Yunus, hep bizim Yunus olmuş bilenlerin dilinde.
Adını bilirdim ama Yunus Emre’nin yaşamı, şiirleri, düşünceleri, düşlemleri ile Türkçemizi temellendirenlerden bir güçlü, soluklu, büyük ozan olduğunu, lise sıralarına geldiğimde, kendi adı
da Yunus olan edebiyat öğretmenimizin derslerinde öğrendim. Öğretmenimiz, Baki, Fuzuli, Nefi
gibi divan edebiyatı şairlerinin yaşamları, şiirleri yanında; dili, içerikleri, yapıları ile açık mı açık,
anlaşılır mı anlaşılır olan Halk Edebiyatı ozanlarını, onların deyişlerini, destanlarını, koşmalarını da
coşkulu bir bilgelikle dile getirir, işlerdi.
Sonraları, kendi şiirimi oluşturmaya çalıştığım yıllarda; şiirin özü, inceliği, esintisi neresindedir diye arandığımda, Yunus Emre’nin şiirlerine eğildim sık sık. Aralıklarla iki yıldan daha uzun
bir süre Yunus Emre şiiri üstünde karşılaştırmalı sayısal çalışmalar yaptım. Bilgisayarlar, kişisel
kullanımlarda değildi henüz. Kendim için bir “Yunus Emre Şiir Sözlüğü” oluşturmaya çalışırken
elimdeki şiirleri birçok kez okumam, ayırıp dökümlerini yapmam gerekti. Yararının ne olduğunu
pek anlamadım o sıra bu uzun süreli çalışmanın. Sonunda Yunus Emre’nin 154 şiirinin abece sıralı
sözcük dökümlerini elde ettim.
Sabahattin Eyüboğlu’nun “YUNUS EMRE”[1] adlı derlemesinde, ozanın 154 şiiri var. Bu 154
1. Yunus Emre, Sabahattin Eyüpoğlu 1971, Cem Yayınevi.
84
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
şiir yaklaşık 1800 (gövde) sözcükle söylenmiş. Şiirlerin ortalama dize sayısı 26. Dizelerdeki sözcük sayısı ise ortalama 3, 4. Bu sayılım, Yunus’un şiirlerini ortalama 75 – 80 sözcükle söylediğini
gösteriyor.
(Hemen belirtmeliyim: Yunus Emre şiirinin başlıca yapısal özelliklerinden biri sözcük yinelemeleridir. Şöyle:
Sözcük iki kez üç kez dört kez
Toplam
sözcükler
Yinelen
Serimdeki ilk şiirde görüldüğü gibi; şiirin toplam sözcük sayısı 88’dir. Bu sözcüklerden 4’ü 2 kez, 3’ü 3 kez, 1’i daha çok
Gönül kanda dolana
88
8
4
3
kullanılmıştır. Şiirde sözcük yinelemenin,
şiire bir ölçü getirdiği, hem de ses uyumunu
Yarab nic’ola hâlim
78
7
1
1
etkinleştirdiği görülmektedir. Yunus Emre,
ondan öte, yinelediği sözcüklere, şiirdeki
Teferrüç eyleyi vardım 121 6
2
bildirisinin düşün özünü, duygu özünü de
yüklemekte, en az sözcükle hiç unutulmayaBen dervişim diyene
87
5
1
1
cak deyişlerini diyebilmektedir.
Araştırmanın aşamasında, günümüz şairİster idim Allah’ı
52
4
3
lerinin de çoğunlukla şiirlerini 70 dolaylarında sözcükle yazdıkları sonucuna ulaştım.
Şiirde uzunluk kısalık, üstünde durulmaya değer bir konu. Bellekte tutulan şiirleri anımsayalım.
Bunların çoğunun kısa şiirler olduğunu göreceğiz. Yunus Emre’nin dizelerindeki sözcük sayısının
ortalama 3 – 3,5 olduğunu biliyoruz. Bu, Yunus Emre şiirinin en önemli özelliklerinden biridir. İki,
üç sözcükle, kendine özgü, unutulmaz, çarpıcı, evrensel dizeler kurar Yunus Emre:
“Sözü pişirip diyenin”
----“Yunus canın yenile”
----“Olmadı derman ecele” gibi daha niceleri.”
(154 şiiri yapılandıran sözcüklerden: 147’si “a” harfi ile, 121’i “b”, 28’i “c”, 35’i “ç”, 159’u
“d”, 71’i “e”, 22’si “f”, 82’si ”g”, 76’sı “h”, 11’i “ı”, 71’i ”i”, 188’i “k”, 9’u “l”, 92’si “m”, 29’u
“n”, 38’i “o”, 20’si “ö”, 21’i “p”, 15’i “r”, 128’i “s”. 40’ı “ş”, 80’i “t”, 43’ü “u”, 16’sı “ü”, 35’i “v”,
120’si “y”. 29’u “z” harfleri ile başlamaktadır.)
Yunus Emre şiirlerindeki bu sözcüklerin yüzde dağılımlarının, TDK. 1985 basımı Türkçe Sözlük’teki harf bölümü yüzde dağılımları ile büyük benzerlik göstermesi önemli bir bulgu idi.
Örnekse:
(Bu sayımsal –istatistikî– karşılaştırma TDK harf sayısı
Harf Yunus %
TDK %
yüzdeleri ile divan şiirleri yüzdeleri olarak karşılaştırıldı------ -----------------ğında çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılabilir.)
a
% 8,6
% 8,5
c
% 1,6
% 1,9
Sayımsal araştırmayı biraz daha ilerlettiğimizde, Yunus
k
%11,0
%12,6
Emre şiirindeki ses özelliklerinin ne olduğunu bulabiliyo---------
ruz. Genel olarak a,e,ı,i,o,ö,u,ü ünlülerinin Türkçe metiny
% 7,0
% 5,2 dir.
lerdeki heceleri seslendirme yüzdeleri şöyle:
“a” sesliler % 27- %34 aralığında
“e” sesliler %17 - %25
“ı” sesliler % 8 - %10
“i” sesliler %11- %17
Şiirin adı
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
“ı” sesliler % 6 - % 7
“ö” sesliler % 2 - % 4
“u” sesliler % 7 - % 8
“ü” sesliler % 2 - % 4 olmaktadır.
Ayrıntıya girmeden hemen belirtelim. Yunus Emre’nin şiirlerindeki ses dağılımı da bu genel
dağılımın içinde kalmaktadır. Oysa Osmanlıca diyebileceğimiz Arapça, Farsça boğuntulu, öyle de
ağdalı dilde “e” ile “i” sesli hecelerin metin içinde başa güreştikleri, yer yer “a” sesli hecelerden bile
baskın çıktıkları görülmektedir. Bu durum, divan edebiyatı dilinin Türkçenin ses uyumu ile olan
sorununu gündemde tutmaktadır.
Yabancı dillerden gelen sözcükler, Türkçe içinde Türkçenin ses uyumunu bozan sözcüklerdir.
Bunların çoğalması, Türkçe düşünebilme yetilerini olumsuz etkiler. Yazının, sözün, şiirin de iletisi
aksar; anlamı, duyarlığı, canlılığı silikleşir...
Otuz beş yıl önce, ilgi ile sürdürmekte olduğum araştırmamı, elde ettiğim Şiir Sözlüğü’ndeki her
sözcüğün, şiirlerde nasıl kullandığını gösteren örnekler vererek, bitirecektim:
a
ünl. A dostlar işidin /dün etmişim bu gündüzüm
ab
a.ar. Meğer Hızır İlyas ola/Ab-ı hayat içmiş gibi
ağan
s. Bulut olup göğe ağan/Yağmur olup yağan benim
a.Yun. Ağzı geniş, yayvan, büyükçe su kabı
badya
Badyalar dolu oldu içelim biz/
Biz esrik olmayız humar gerekmez
(ie) bağ ya da bir başka araçla tutturmak
bağlamak
El bağlamıştır kamusu/Hak çalaptandır umusu
a Far. İnsan ve hayvanlarda yaşamayı sağladığına
ve
ölümle vücuttan ayrıldığına inanılan madde
dışı varlık.
Kişi, Yaşam, Güç, Dirilik, Gönül
Bahası canın anın/mal ile davar değil
Sensin bana can-ü cihan/
Sensin bana genc-i nihan
can
Yere göğe sığmayan/ girmiş bu can içinde
Aşk bezirgânı/sarmaya canı
Bahadır gördüm/cana kıyanı
Dilsiz kulaksız sözü/can gerek anlayası
Bu can gövdeye konuktur/
Bir gün ola çıka gide
çatmak
e. Birbirine tutturmak, bir araya getirmek1
Yunus bu sözleri çatar/sanki balı yağa katar
“a”,”b”,”c”,“ç” harfleri tamamlanmış “d”
harfi yarılanmış gibiydi, başkaca uğraşlarım
girdi araya. Sonraki yıllarda, başladığım yeğinlikle sürdüremedim araştırmamı.
Zaman bulup Bizim Yunus’a sığındığım
aralarda ise, hiç eli boş dönmedim. Yine yeni,
yepyeni şeyler öğrendim.
Samimi dileğim, üniversitelerimizin edebiyat fakültelerinin hepsinde birer Yunus
Emre Kürsüsü’nün oluşturulmasıdır. O kürsülerde bulunanlar hiçbir çalışmalarından eli
boş çıkmayacaklardır.
Çünkü;
“Sözünü bilen kişinin/ yüzünü ağ ede bir
söz
Sözü pişirip diyenin/işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı/söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı/ balıla yağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini/demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini/sekiz uçmağ ede bir söz“
böyle diyor Koca Yunus..
86
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
A. VAHAP AKBAŞ
Yunus, bir hayal ve
aldatmaca olarak
gördüğü dünyayı
şehir sembolüyle
anlatıyor. Dünya
bir büyük şehir,
insan ömrü ise tez
kurulup kaldırılan bir
pazardır. Başlangıçta
şekerden tatlı tatlar
veren bu şehir,
sonunda yılan
zehrinden beter
acılarla karşılaştırır.
Y
unus Emre’nin köy çevresinde yaşadığı genel bir kanaattir. Mehmet Kaplan, geleneğe
ve bazı belgelere dayanarak, onun şehirde okumuş
olmakla beraber menşe itibarıyla köylü olduğuna inanır. Yunus’un nereli olduğundan çok, çıktığı sosyal çevre ve tabakayı önemser. Anadolu’da
Yunus’a izafe edilen mezarların çoğunun köyde
olmasını da onun ekincilikle uğraşılan bir çevrede
doğup yaşadığına kanıt olarak gösterir. Yunus’un
şiirlerinde ortaya koyduğu hayat görüşü ve insan telakkisinin, köylünün sosyal durumuyla örtüştüğünü
göstermek için onları göçebe edebiyatıyla karşılaştırır ve nebati unsurlar bakımından etraflıca inceler.
Kaplan Hoca bu karşılaştırmadan şu hükmü çıkarır:
“Atlı göçebe medeniyetine ait eserlerde hayvanlar nasıl beşerî davranışları anlatan sembol vazifesi
görmüşlerse, Yunus’un şiirlerinde de nebatlar aynı
vazifeyi görürler. İki medeniyet sistemindeki sembol değişmesi, hayat karşısında alınan tavır ve insan telakkisindeki farklılığa tekabül eder.”[1]
1. Mehmet Kaplan, Yunus’un Gül Bahçesinde, Edebiyat
87
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Yunus’la ilgili menkıbeler de onun köylülüğüne işaret eder. Böyle olmakla beraber Yunus’un
şehirden büsbütün kopuk olduğunu da düşünmemek gerekir. Abdulbaki Gölpınarlı, onun tahsilini
Konya’da yapmış olma ihtimalinden bahseder.[2]
Şiirlerinde Mevlana’dan bahsetmesi ve onunla karşılaştığını gösteren ifadeler kullanması, bu ihtimali
destekler.
Köyde doğup yetişmesine, hayatının büyük bir
kısmını şehirlerin dışında geçirmesine rağmen, bir
derviş olarak değişik şehirlere gittiğini düşündüren
mısraları da var. Gurbet duygusunu çok etkili bir
şekilde ifade ettiği “şöyle garib bencileyin” nakaratlı şiirinde, “Gezdim Urum’ıla Şam’ı yukarı illeri
kamu” demektedir ki, bu, çok araştırmacı tarafından onun gezip görmüşlüğüne bir delil olarak gösterilir. Çeşitli hâller içindeki gönlü arayış ve manevi bir yolculuk şiirinin içindeki şu beyit de gezgin
bir şairin mısraları gibi duruyor:
Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan u Maraş Şiraz
Gönül sana Bağdad yakın âlemlerde dîvandasın
Bunların dışında Yunus’un şiirleri arasında şehre dair somut şeyler ifade eden mısralara pek rastlanmaz. Kaldı ki bu mısralardaki şehir adlarının,
aynı zamanda manevi bazı duyguların daha etkili
bir şekilde ifade edilmiş olması için kullanıldığını
da göz ardı etmemeli.
Yunus, çiftçilik ve tabiata dair unsurları nasıl
birer metafor olarak kullanıyorsa, şehir de onun
şiirlerinde hemen daima bir teşbih unsurudur. Böyle olmakla beraber bunların Yunus’un şehir algısı
hakkında bize ipuçları verdiğini düşünüyorum.
Kasdum budur şehre girem feryad ü figân koparam
Yine dönüben korkaram işide düşman ünümi
Beyitten öyle anlaşılıyor ki köy kasaba çevresinde yaşayan Yunus, şehre gitmeyi, oradakilere feryat
figan içinde seslenmeyi amaçlamaktadır. Mehmet
Kaplan, buradaki “feryad ü figan koparam” sözünü, “belki gafilleri uyandırmak” olarak yorumlar.
Bu mısralardan, Yunus’un şehre bakışının olumsuz
olduğunu çıkarmak mümkün. Uyarılmaya muhtaç
Üzerine Araştırmalar 1, İstanbul1976.
2. Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961.
gafillerin yaşadığı bir yerdir zira orası. Düşman barındırmakta ve korku uyandırmaktadır.
Bu dünyanun meseli bir ulu şara benzer
Velî bizim ömrümüz bir tîz bazara benzer
Bu mısralarla başlayan şiirde de benzer bir bakış
var. Yunus, bir hayal ve aldatmaca olarak gördüğü
dünyayı şehir sembolüyle anlatıyor. Dünya bir büyük şehir, insan ömrü ise tez kurulup kaldırılan bir
pazardır. Başlangıçta şekerden tatlı tatlar veren bu
şehir, sonunda yılan zehrinden beter acılarla karşılaştırır. Dünyanın olumsuz hâllerinin tasviri de
Yunus’un şehir algısına işarettir kanaatimce:
Bu şarun hayalleri dürlü dürlü hâlleri
Aldamış gafilleri caz u ayyara benzer
Bu şarda hayallerün haddi vü şumarı yok
Bu hayale aldanan otlar davara benzer
Yunus’un şehri genellikle bir sembol, alegori
olarak kullandığını söyledik. Nitekim Divan’ında
aşk, can, hak, vücut gibi kavramların şehre benzetildiğini görüyoruz.
“Işk ilünün haberin disem işide misin” diye
başlayan şiirde, aşk, ulaşılması yaşanmazı zor bir
şehirdir. Bağlarından elde edilen şerbetler zehirdir.
Kadeh tutmayan bu zehri içmek gerekir. Başka bir
şiirde “Bundan ışkun şehrine üç yüz deniz geçerler
/ Üç yüz deniz geçüben yidi Tamu bulasın” der.
“Can”ın şehir, “gönül”ün de kale olarak tasavvur edildiği şu beyit de ilginçtir. Burada dostun gönül kazanması, kalenin şehir yağmalanarak
alınması gibi gerçekte müspet olmayan bir vakayla
anlatılır:
Dostdan yana giden kişi kendözünden geçmek
gerek
Dost yağmalar can şehrini alur gönül kal’asını
Şehrin kalabalık ve hengâmesinin, halkın bu
hengâme içinde gaflete düşmesinin, bir derviş ve
ekinci olan Yunus’u ürkütmüş olması ve şehirle
arasına bir mesafe koydurması tabiidir. Onun için
gelip geçicilik, aldatmaca, gaflet, zorluk, meşakkat
gibi durumları şehir dairesi içinde ele alır Yunus.■
88
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
MEHMET KURTOĞLU
Yunus Emre’nin
şiirlerinde şehir
olgusu hep soyut
olduğundan
aşkın/metafizik
şehirlerdir. Kendini
belli bir mekâna
hapsetmeyen
Yunus’un duygu ve
düşüncesinde şehir
hiçbir zaman somuta
indirgenemez. Bütün
varlığıyla yaratıcıya
ait olduğundan
herhangi bir şehre
aidiyeti yoktur.
T
anrı-insan ilişkisi bağlamında, aşkı ve varoluşu
merkeze alan tasavvufi kültürde yürek/gönül
önemli bir semboldür. Zira mekândan münezzeh olan
Tanrı, insana şah damarından daha yakın olduğunu
söyleyerek, ancak yüreğe sığabileceğini bildirmiştir.
Bu yüzden İslam tasavvufunda yüreğin/gönlün ilahi bir
yanı vardır. Bundan dolayı yürek; somut bir et parçası
olmanın ötesinde, Tanrı dâhil kâinatı dahi içine alabilecek ölçüde büyük ve sonsuz bir mekân olarak karşımıza
çıkar.
Bu, insanın varoluşunun tamamlandığı (Tanrı’yla
bütünleştiği) idrak merkezidir ve zengin çağrışımları
içinde barındıran soyut bir mekândır. İslam tasavvufçuları kalbi/gönlü yer, gök, sırça, kadeh, meyhane, deniz,
saray, taht, sultan, mülk, kale, seyrengâh, Kâbe veya şehir imgesiyle tasvir etmişlerdir. Özellikle tasavvufi şiirde somut olan yürekte soyut mekânlar/şehirler anlatılır.
Örneğin, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin “Çalabım bir
şar yaratmış” şiirinde insan şehir ilişkisini dile getirmiştir:
“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan arasında
Bakıcak didar görünür ol şarın kenaresında
Nagehan o şara vardım ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak arasında”
89
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Şiirinde; “Tanrım iki dünya arasında bir şehir
yaratmıştır. Bu şehrin kenarında bakanların görebileceği bir çehre/yüz vardır. Aniden bu şehre vardım
ve bu şehri yapılır gördüm. Taş ve toprak arasında
ben dahi yapıldım/inşa edildim” derken, aslında somut olan bir şehirden bahsetmiyor, soyut olan yani
insan gönlünde inşa edilen bir şehirden bahsediyor.
Hacı Bayram Veli’nin açık şekilde ortaya koyduğu
insan-şehir ilişkisini, aynı şekilde Yunus Emre başta
olmak üzere diğer tasavvuf şairlerinde de görmekteyiz.
Sevgi ve gönül insanı olan Yunus Emre’nin şiirlerinde şehir taş, topraktan müteşekkil bir varlık
değildir. İnsan bedeni ve yüreğinde teşekkül eden
soyut bir mekândır. Zira Yunus, gönül insanı olarak
sevgiyi/insan yüreğini merkeze aldığından, onun
belli bir mekâna sıkışıp kalması, belli bir mekândan
bahsetmesi düşünülemez. Zira Müslümanlar en kutsal yeri olan Kâbe’yi gönül ile örtüştürerek sunan bu
büyük şairin, şehir algısı hep soyut üzerinden okunmalıdır. O bunu bir şiirinde;
belli mekâna sığmayışı anlatmaktadır. Bu aynı zamanda “dünyayı boşamak” deyimiyle ifade edilir.
Yunus Emre’nin şiirlerinde şehir olgusu hep soyut olduğundan aşkın/metafizik şehirlerdir. Kendini
belli bir mekâna hapsetmeyen Yunus’un duygu ve
düşüncesinde şehir hiçbir zaman somuta indirgenemez. Bütün varlığıyla yaratıcıya ait olduğundan
herhangi bir şehre aidiyeti yoktur. Onun nerede doğduğu veya nereli olduğu tartışması, aslında birçok
şehirde görünmesiyle ilişkili bir konudur.
Örneğin “Ben bir acep ile geldim” şiirinde;
“Benim dilim kuş gibidir
Benim ilim dost ilidir
Ben bülbülüm dost gülümdür
Bilin gülüm solmaz benim
Ne durum var ne durağım
Hiç yerde yoktur kararım
Hakka münacat etmeğe
Belli yerim olmaz benim
Sor durduğum yeri bana
Gelirsen gösterem sana
Bir zerrece haktan ayrı
Gözüm nesne görmez benim”[4]
“Âşıklar la mekân olur
Cihanın terkini urur
Can u cihan ne nesnedir
Çün dost bazar olur”[1]
diye dile getirmiştir. Âşıkların mekânsız olmasını
İslam tasavvufundaki ‘fenafillâh’ ile birlikte düşünmek gerekir. Mekândan münezzeh olan Tanrıya
ulaşan âşık, Tanrı’yla bütünleştiğinde mekânsızlaşır
çünkü. Aşk, insanı bir yanıyla mekânsızlaştırırken,
diğer yandan onu hep devingen/oluş hâlinde tutar.
Gaflet, âşığın kârı değildir. Kendine mürşit arayan
âşık Yunus, kendini “gâh esen yeller” gâh “tozan
yollar”, gâh “akan seller” gibi görürken “ilden ile
yürür.” Gittiği aşk sarhoşluğundan dolayı bilmez,
ancak “gurbette olduğunun” ve “aşkın kendisini ne
hâle soktuğunun”[2] farkındadır. Yunus’un yaşadığı
gurbet duygusu gerçekte bu dünyanın geçiciliğine,
öbür dünyanın ebediliğine bir göndermedir. Dünya
hayatının ölümlü ve geçici olduğu fikrinin anlatıldığı “gurbette hâlim kim bile”[3] onun hem öbür dünya
fikrini hem de yukarıda belirttiğimiz üzere dünyada
1. Yunus Emre, hzl. Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, s.56,
Akçağ Yay. 2005.
2. ___________, age.s. 65, “gel gör beni aşk neyledi”
3. ___________, age.s. 65
diye söyler. Ayrıca “benim ilim dost ilidir” diyerek,
ait olduğu yeri işaret eder. Hiç kuşkusuz “dost” dediği Allah’tır. Dostun ili/şehri ise O’nun/ Tanrı’nın
bulunduğu yer (mekândan münezzeh) her yerdir.
Hiçbir yerde kararı olmayan, belli bir yerim olmaz
diyen ve durduğu yeri göstermek isteyen Yunus, bir
zerresinin dahi haktan ayrı olmadığını belirterek,
gözünün “nesne görmediğini” belirtir. Onun bu
aşkın/metafizik/soyut mekân/şehir algısı, aynı zamanda İslam medeniyetinin şehirlere biçtiği rol ile
ilişkilidir.
Yunus’un bu soyut şehir algısını, medeniyet
perspektifinden ele aldığımızda daha iyi tanımlayabiliriz. Bilindiği gibi şehir algısı Doğu ve Batı medeniyetlerinde iki farklı algıyla inşa edilirler. Kadim
Yunan’a dayanan Batı medeniyetinde, tıpkı Doğu/
İslam medeniyetinde olduğu gibi şehirler bir insan
gibi tasavvur edilmiştir. Şehrin planı insan bedeni
şeklinde tasavvur edilerek şekillenir. İnsanın kafası, şehri idare yeri, yüreği şehrin mabedi, bedeni ve
4. Yunus Emre, age.s. 67
90
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ayakları ise şehrin evleri ve mazgallarıdır.[5] Tamamen somut düşünceye dayalı bu fiziki insan ilişkili
Batı şehirlerine karşılık, Doğu/İslam şehirlerinde,
şehir soyut olarak tasavvur edilmiştir. Somut olarak
Kâbe/Camiyi merkeze alan ve onun etrafında bir
hilal şeklinde genişleyen İslam şehirleri, insan bedenini değil, insan kalbini olmazsa olmaz yapmıştır. Farabi’nin “Erdemli Şehir” felsefesinde, somut
olana değil, insanı insan eden soyut/metafizik/aşkın
kavramlara yer verilmiştir. Şehre şekil yönünden değil, ruh/idare yönünden bakılmıştır. Zira Farabi’ye
göre ‘şehir’ ideal bir Müslümanda bulunması gereken bütün erdemleri taşımak zorundadır. Tanrı ile
insan arasında şehir yalnızca bir araçtır. Batı uygarlığında ise şehir bir amaçtır, hem de insana hizmet
eden bir araç…
“İş bu vücut şehrine” adlı şiirinde Yunus, insan
bedenini şehre benzetir ve bu şehre her girmek istediğini ve bu şehrin sultanını görmek arzusu taşıdığını belirtir.
“İş bu vücut şehrine
Her dem giresim gelir
İçindeki sultanın
Yüzün göresim gelir
İşidirem sözünü
Göremesem yüzünü
Yüzünü görmekliğe
Canım veresim gelir
si/askerini öldürmek ister. Çünkü gönül şehrindeki
sultana ulaşmak kolay değildir. Ayrıca vücudu/insanı şehre benzettiği bir başka şiirinde;
“Bu vücudun şehrinde buçuk yolluk assım yok
Amelim mahallesi serbeser kalmış ıssız”[7]
diye yazar ve şiirin son kıtasında;
Yunus’un bu sözünden sen mana anlar isen
Konya minaresin göresin bir çuvaldız”[8]
derken Konya’yı zikreder. Burada belirgin olarak
bir şehri/Konya’yı anlatmaktan ziyade, irfani bir
söyleyiş kendini hissettirir. Ve sözünü ancak bilgi/irfan sahibi kimselerin anlayacağını belirtir. Yunus’un
şiirlerinde birtakım şehir isimleri geçse de bunlar
sadece Rum ili ve Şam gibi görüp geçtiği şehirlerdir.
Yunus, soyut olan gönül şehrine ulaşmak için somut şehirlerden geçer. Yunus aynı zamanda arayan
bir adamdır. Varoluşunu tamamlamak daha doğrusu
tasavvuftaki ‘seyr-ü süluk’ü tamamlamak için yolculuğa çıkmış bir şairdir. Bu yolculuk bir başka şiirinde dile getirdiği; “Şeriat, tarikat yoldur varana /
Hakikat, marifet andan içeri”[9] dört aşamadan oluşur. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet yolunu tamamladıktan sonra ancak gönül şehrinin sultanına ulaşabilir. Bu bağlamda Yunus şiiri yolculuk şiiridir. Hep
hareket, hep oluş, hep hâlden hâle giriştir. Örneğin;
“Karlı dağlar mı aştın
Derin ırmaklar mı geçtin
Yarından ayrı mı düştün
Niçin ağlarsın ey bülbül hey”
Ol sultan halvetinin
Yedi hücresi vardır
Yedisinden içeri
Cevlan (v)urasım gelir
İlin mi şarın mı kaldı
Namus u arın mı kaldı
Gurbette yarın mı kaldı
Niçin ağlarsın ey bülbül hey
Her kapıda bir kişi
Yüzbin çerisi vardır
Aşk kılıcın kuşanıp
Cümle kırasım gelir”[6]
Gülistan oldu güllerin
Açıldı güllerin bağın
Yaktı elleri firakın
Niçin ağlarsın ey bülbül hey”[10]
Bu şiirde insan bedeni şehir, şehir içindeki Sultan ise Tanrı’dır. Sultanın bulunduğu yer bilindiği
gibi kalp yani yürektir, gönüldür. Yunus gönüldeki
bu sultana ulaşmak için kılıç kuşanıp, yüz bin çeri5. Bk. Richard Sennett, Ten ve Taş, çev. Tuncay Birkan,
Metis Yay.2011, İst.
6. Yunus Emre, age.s. 77
7. __________, age..s. 126
8. __________, age..s. 126
9. __________, age..s. 40
10. _________ , age..s. 85
91
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Şiirinde kendini gülü (Tanrı) arayan ağlayan bülbül yerine koyarak sorular sorar. Aslında Yunus’un
bülbüle sorduğu sorular, bir dervişin yaşaması gereken merhalelerin neler olduğunu anlatır. Ve bu
sorular insanın olgunlaşması için yaşaması gereken
süreci anlatır. Bülbüle ağlaması için birtakım nedenlerinin olması gerektiğini sorarken, karlı dağları
aşıp aşmadığını, derin ırmakları geçip geçmediğini,
yârinden ayrılıp ayrılmadığını, şehrinin kalıp kalmadığını buna benzer birçok soru sorar. Bu sorulara
olumlu cevap verebiliyorsa eğer ağlayabileceğini
belirtir. Şiirin sonunda toprakta özünü gördüğünü
belirterek ağlamanın anlamsız olduğunu söylemek
ister.
bir dünya değildir. Ruhlar âlemi/soyut bir dünyadır.
“Ey yaranlar ey kardaşlar sorun bana kanda idim
Dinlerseniz eydirivrem ezeli vatanda idim”[12]
Bu şiirinde bütün peygamberlerin isimlerini
zikrederek, onların öne çıkan hasletlerini anlatır ve
yalnızca İbrahim Peygamberi tasvir ederken Mekke şehrine gönderme yapar. Yine “Dört Kapı / Kırk
makam” (şeriat, tarikat, marifet, hakikat) şiirinde
geçilmesi gereken aşamaları/yolculuğu hâl tasvir
ederken ulaşılması gereken menzil soyut bir menzildir. Marifeti ‘gönül şehri’ olarak tanımlayan Yunus;
“Marifet gönül şehri
Makamun bulur fakrı
Bahri gerekdir bahri
Bu marifet içinde”[13]
“Puthane vü şarabhane
Mescid oldu gerçek cana”[11]
Yunus’un şiirlerinde insan bedeni/gönlü meyhane, cami ve Kâbe’ye dönüşür. Cami, meyhane,
puthane, kale, vs. şeyler aslında şehri meydana getiren unsurlardır. Hatta filozoflar, bir şehrin gelişmişliğini işlenen suç (günah) çokluğuyla ölçerler.
Bir şehrin gelişmişliği onlara göre işlenen suçların
çokluğu/büyüklüğüyle orantılıdır. Genelde tasavvuf
edebiyatında, özelde ise Yunus’un şiirlerinde şehri
meydana getiren unsurlardan meyhane, puthane gibi
kötü mekânlar tam tersi bir işlev görür; iyi ve güzeli
temsil eder. Tasavvuf edebiyatındaki bu anlayışın en
güzel örneği ise Saffet Efendi’nin bir gazelinde dile
gelmiştir:
“Biz sofiyi meyhanede irşad edecektik
Sittin sene camide gebersin de otursun
Dermen ederiz badeyi bimar-ı humare
Şer’an içeriz şüphe eden müftüye sorsun”
Şehri oluşturan cami, mektep, meyhane vs. somut unsurlar vücut şehrinde soyut olarak yer alır.
Yukarıdaki şiirde görüldüğü gibi zahiri görünüşüyle
günah/haram olan meyhane soyut âlemde irşat edilen bir mekâna dönüştürülür. Yunus gibi tasavvufi
kültürle beslenmiş bir şairin kullandığı bu imgeler,
gönül şehrinin aşkın mekânlarıdır.
Yunus’un şiirlerinde geçen bir diğer kavram ise
‘ezeli vatan’dır. ‘Ezeli Vatan’ onun şiirinde somut
diye yazar. Yunus’un şiirlerinde vücut, fiziki bir
varlık olmanın ötesinde bütün sırları saklayan bir
yerdir. Yedi gök, yedi yer, cennet cehennem, gece
gündüz, levh-i mahfuz’da söylenen söz, Musa’nın
Tur’u Sina’sı, İsrafil’in suru, Tevrat, İncil, Zebur
ve Kur’an, bütün her şey vücutta saklıdır. Bunun
sırrını çözen ise ancak ‘mürşid-i kâmil’dir. Bu
bağlamda vücut somutta soyutun saklandığı bir
merkezdir.“Taştun yine deli gönül” şiirinde, gönlünü doğadaki birtakım unsurlara benzetir. Taş olur,
toprak olur, sel olur, yel olur. Yunus’un şiirlerinde
taş, toprak, ağaç, çiçek, dağ, deniz bütün varlıklar
insan gibi dile gelir, konuşur. Onun şiirlerinde bütün
varlıklar canlanır. Dolayısıyla Yunus, bütün varlıkları bir organizma olarak görür. Bu anlamda şehirler
onun şiirinde insanileşir, insan da şehirleşir. Örneğin, gönül, saray olur; göz, çeşme; insan bedeni, şehir; Tanrı da bu şehrin sultanı olur. Onun şiirlerinde
Mekke, Medine, Rum beldesi ve Konya gibi birkaç
istisna şehir ancak ismen yer almıştır. Gönül insanı
olan Yunus, şiirlerinde gönül şehirlerinden bahsetmiş, Tanrı sevgisini bu gönül şehrinin sultanı yapmıştır. Aşkın hâliyle somut şehirlerde soyut şehirler
inşa etmiştir…■
12. _________ , age..s. 142
13. _________ , age.s. 148
11. Yunus Emre, s. 73
92
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
MEVLÜT ÇAM
A
llah’ın rızasını kazanmak gayesiyle, başkalarına karşılıksız yardım etmek gibi bir prensipten doğan vakıflar, toplumun hayır ve iyiliğine olan her
yerde sağlam birer sigorta işlevi görür. Bu bakımdan,
çoğunluğu Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında olmak
üzere İslam âleminin hemen her yerinde vakıfların izini görmek mümkündür. Özellikle kültür ve medeniyetimiz somut göstergesi olan vakıflar insanlığa hizmet
amacıyla yol, köprü, çeşme, su bentleri, okul, cami,
hamam, hastane, tekke, zaviye, mezarlık, piknik yerleri, kaldırım döşeme, yol inşa ederek halkın sevgini,
hakkın rızasını kazanmıştır. “Menâfii ibâdullaha ait
olmak üzere” kurulan vakıflarımız içerisinde, doğrudan olduğu kadar dolaylı olarak da sosyal hayatı, yetimleri, hastaları, güçsüzleri, kadınları hedef alan çok
sayıda örnek bulunmaktadır. Ömer Hilmi’nin “Vakfın
efdali, nassın kenduye eşedd ihtiyaç ile muhtaç olduğu
bir şeyi vakf etmektir”[1] gereğince her nerede ne türlü
sıkıntı varsa o sıkıntıyı ortadan kaldırmak için bir vakıf kurulmuştur.
Elimizde mevcut olan vakfiyelerin genelinde yer
alan vakıf kuruluş anlayışı oldukça ilginç ve düşündürücüdür: “Doğru yolu bulup hidayete ulaşmaya muvaffak olan bahtiyar kimse odur ki, bu dünyanın ziynet ve süsünden vazgeçer, azimet bağlarını dünyanın
lezzetinden keser. Dünya malından Allah’ın kendisine
in‘am (iyilik) etmiş olduklarının şükrünü öder. Türlü
nimetlerin hakkını ifa eder. Mühimmatından artanları
1. Ömer Hilmi, Ithafu`l-ahlaf fi Ahkami`l-evkaf, Istanbul
1307, s.15.
hasenat (hayırlı işler) uğrunda sarf eyler, zaririyatından (geçim masrafı) fazla kalanları hayrat yollarına
harcar. Zira onun için hayırlı olan budur. Allah indinde kurubata (Allah’a yakın olma) yakınlaştıran da
budur. Bunlardan başka kalan işler boştur, hebadır.
“Kim bir iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on misli vardır... Kim de bir kötülükle gelirse, ancak onun misliyle karşılığını yaşar! Onlar zulme uğratılmazlar”
(Enam 160). ayet-i kerimesi Resulullah Efendimizin
‘Dünyada senin olan ancak yiyip eksilttiklerin giyip
eskittiklerin ve sadaka verip ipka (ibka’; sürekli kılma) ettiklerindir’ ve “Kişi öldüğünde üç şey dışında
amelleri kesilir: Devam eden sadaka (sadaka-i cariye), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua
eden salih evlat” hadisleri çerçevesinde Osmanlılarda
vakıf kurucularının en kalbî duygularıyla Allah’a yaklaşma ve onun rızasını kazanma arzusunda oldukları
anlaşılmaktadır. Vakıfların “insana hizmet” bağlamında Allah’ın
rızasını kazanma gayesi ile tasavvuftaki insan sevgisi
ve aşkınlıkla Hakk'a ulaşma felsefesi örtüşmektedir.
Özellikle insan sevgisi ve yaratının rızası doğrultusunda ona yaklaşma bağlamında kurulan vakıflar,
Müslümanın engin şefkat, merhamet duygusu ile
İslam dininin mutlak kardeşlik prensibiyle kaynaşmaktadır. Bu noktainazardan bakıldığında, vakıflar;
toplumun manevi dönüşümün somut göstergesi iken,
İslam tasavvufundaki insan sevgisi ve kişisel aşkınlık
soyut olarak kendini gösterir. Bu bağlamda her iki düşünce (vakıf/tasavvuf) sonuç itibariyle insanı Allah’a
yaklaştırmaktadır. İslam tasavvufunun önemli şairle-
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
rinden Yunus Emre’nin adıyla anılan vakıflara bakmadan önce, tekke vakıfları üzerinde durmak gerekir.
Vakıfların kuruluş mantaliteleri ışığında tekke
vakıflarına baktığımızda, bunların genelde bir tarikat
koluna bağlı olarak hizmet verdiğini, Osmanlı coğrafyasının hemen her yerinde postnişin veya şeyh efendiler tarafından yönetim ve denetimlerinin yapıldığını
görürüz. Ayrıca bünyesinde bağlı bulunan silsileye ait
evrad, ibadet, zikir ve eğitimlerin, hatta sağlık hizmetlerinin dahi verildiği[2] mekânlardır.
Bağlı bulunduğu kola veya silsileye göre yapılarının, oda sayıları, biçimleri, şekilleri, ibadet ve ayinleri, çilehaneleri, musiki anlayışları farklılık göstermekle birlikte; eizza denen bu zatlara veya bağlılarına
ait divanlar, dörtlükler, beyitler, sohbetler iyice tetkik
edildiğinde hedeflerinin aynı olduğu anlaşılacaktır.
Kurulan tekke vakıflarının genelinin şöhretli şeyh
efendiler veya kolların adına kurulduklarını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bayezid-i Bestami, Hasan el-Hakani
Zaviyesi, Mevlana Celaleddin Rumi Hangahı, Hacı
Bayram Veli Tekkesi, Aziz Mahmud Hüdai veya Kadiriye Tekkesi, Nakşibendî Tekkesi/Zaviyesi, Bayramiyye Tekkesi, Celvetiyye Tekkesi, Gülşeniyye, Sinaniyye vesaire...
Bu tekke-zaviye vakıflarından biri de Osmanlı coğrafyasının muhtelif yerlerinde kurulan “Yunus
Emre (Yunus Emrem/Âşık Yunus) Zaviyesi/Dergâhı
adlarıyla kurulan vakıflardır. Bu tekkelerden birincisi
Bursa’da Âşık Yunus ve Yunus Emre Dergâhı adıyla
anılan tekke olup, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki
belge, atik ve köhne (eski, harap) binanın yıkılarak
tekkenin yeniden inşa edilmesi hakkındaki bir keşif
belgesidir. 1327 R. (1912 M.) tarihli belgede tekkenin
inşa edilecek mahalleri ve sarf edilecek harcamalar
ayrıntılarıyla belirtilmekte olup, yeni inşa edilecek
tekkenin 47979 kuruş 75 paraya mal olacağı belirtilmiştir.[3] Ayrıca belgede geçen “Âşık Yunus” ifadesinden bu kişinin Yunus Emre değil, Âşık Yunus adıyla
bilinen başka bir şahsa ait olduğu düşünülmektedir.
Yunus Emre Zaviyesinin bulunduğu en önemli
yerlerden birisi de kendisinde orada medfun olduğu
belgelerde yazılı olan Sivrihisar’a bağlı Sarıköy’de
bulunan “Yunus Emre Zaviyesi Vakfı” dır. Vakıflar
Genel Müdürlüğü ve Osmanlı Arşivlerinde tespit
edilen belgelerde Yunus Emre’nin Sarıköy’de med2. Seyyid İsmail Çelebi bin Mehmed Çelebi Vakfiyesi
VGMA 741 s.54 ,sr: 40
3. BOA EV.MKT. 03103/119
fun olduğu, zaviyenin vefat eden şeyhinin Meşayih-i
Kadiriyyeden Sivrihisârî Şeyh Mustafa Efendi olduğu
yazılmaktadır.[4] Dolayısıyla Sarıköy'de bulunan zaviyenin bir Kadiriyye Tekkesi olduğu söylenebilir. Ayrıca belgeden zaviyede ayende ve revendeye (gelip,
geçen) kişilere yemek verildiği, ayende ve revendenin
ihtiyacının karşılanması için altı adet odanın daha yapılmasına ihtiyaç duyulduğu hususları belirtilmiştir.
1265 H. (1849 M.) tarihli bir başka belgede Kadiriyye Şeyhi Sivrihisari Mustafa Efendinin vefat etmeden vakfın öşür gelirleri vesair gelirlerden zaviyeyi
imar ettirdiği, yeni odaların inşa edildiği, Sarıköy’de
vakfa ait bir çiftlik ve iki dükkânın bulunduğu belirtilmektedir. Belgelerde eski adı Larende olan
Karaman’da da “Yunus Emre Zaviyesi Vakfı”na rastlanmaktadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bulunan bir belgede mütevellilik hususunda ortaya çıkan
bir uyuşmazlık hakkında vakfiyeye müracaat edilmek
istenildiği, ancak gerek mütevellinin elinde gerekse
sicil kayıtlarında vakfiyenin kayıtlı olmadığı anlaşılmaktadır.[5] Yine diğer bir belgede Afyonkarahisar ili
Sandıklı ilçesinde “Yunus Emrem Zaviyesi” adıyla bir
vakıf kaydı mevcuttur.[6]
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, şiirleriyle
çağları aşarak günümüze kadar gelen, ismi birçok
mekânla birlikte anılan ve halk tarafından oldukça
çok sevilen Yunus Emre-yukarıda da görüleceği üzere-adıyla anılan vakıflara rastlanmaktadır. Anadolu
coğrafyası başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasının
tamamında var olan gönül erlerinin hayatları, eserleri, amaçları, yolları, düsturlarının yeterince araştırılmadığı, araştırıldığında yeni birçok bilgiye ulaşılacağı kanaatindeyim. Zira Bayezid-i Bestami, Hasan
el-Harkani, Mevlana, Hacı Bayram, Hasan Sezai,
Cüneydi Bağdadi, Muhyiddin Arabî, Aziz Mahmud
Hüdai, Şeyhi, Nedim, Fuzuli, Nesimi, Yunus ve adının sayamadığımız ancak silsile hâlinde günümüzde
de devam eden gönül insanlarının kelamları, beyitleri,
hayatlarının bu toprakların bağrında saklı olduğunu
düşünüyorum. Anadolu’yu silah ile değil gönül ile
fetheden Yunus gibi dervişler bizim ruh mimarlarımız
ve bu topraklardaki varoluş nedenimizdir. ■
4. BOA. EV.THR. 00248
5. BOA. MKT. 03020/82
6. BOA EV.d. 13890 sh. 3
94
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Yunus bize "sevmeyi
ve sevilmeyi" öğretir
ALTINBEK İSMAİLOV
İ
nsanoğlu ne zaman azaptan kurtularak mutlu
olur? Nasıl bir adam kirli dünyadan arınarak
hayatını düzene sokar? İnsan hakikatin anlamını
nasıl kavrar? İnsan ölümden nasıl kurtulur, dünyaya huzur nasıl yerleşir? Bu gibi belli başlı sorular
zor şartlarda Türk dünyasına gelen Yunus Emre’yi
her zaman düşündürmüştür. Buna benzer soruların
çözümlenmesi için şair birçok sınavı başından geçirerek, bütün hayatını araştırmaya yöneltmiştir. O her
şeyden evvel hakikatin acı sesini işitip onun yüzünü
görmek istemiştir. Ama nasıl?
Geç Yunus endişeden gerekse bu pişeden,
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer,
denilen prensiplerin temelinde.
Neden insanoğlu bu dünyaya gözü doymadan
bakar? Gelin gibi aldatıcı güzelliği için mi?
Bu şarın evvel tadı şehd ü şekerden şirin,
Âhır acısını gör şol zehr-i mâra benzer.
Öyleyse, niye insan “yılanın zehrinden acı” olduğunu bilerek yalan dünyaya bağlanır, ondan kopmak istemeyerek onun etrafında pervane gibi döner?
Çünkü,
Evvel gönül almağı hublara nispet eder,
Âhır yüz döndürmeği acuzmekkâra benzer.
Neticede onların çoğu,
İnsan vücudundaki kaygıdan nasıl temizlenir,
onu nasıl sürüp çıkarır? Yunus’a göre, bunun iki yolu
vardır: Birincisi, Allah’a boyun eğip ona yalvarmak.
İkincisi, duyguyu tutsak edip özgürlüğü sınırlayan
yalan dünyadan ve dünya mülkünden ayrılmak:
Dersin şeyhin aşkına yalınacak baş açık,
Er var dirlik dirilmiş yalınacak aç değil.
Maalesef bütün hayatını dünya mülkü çoğaltmakla, yalan dünyanın eteğine yapışmakla geçiren
insanoğlu o şeylerden nasıl ayrılsın? Çünkü,
Nice bir besleyesin bu kad ile kameti,
Düştün dünya zevkine unuttun kıyâmeti,
denildiği hâle gelirse, bazıları ise
Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan,
Vargıl yolunca yürü er yolu kalmaç değil,
denildiği hâle düşerler.
Bu sonsuz âlemde insanı hakikatten uzaklaştıran şeyler çoktur. Tamamen maddeye bağlanan ve
aldanan insan rüzgâr ne tarafa eserse, o tarafa doğru
giden uçurtma gibidir:
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış,
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz.
95
Bu şarda hayallerin haddi vüşümarı yok,
Bu hayale aldanan otlar davara benzer.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Düşünce nedir? Göze görünen şeylerle gözükmeyenlerin hepsi düşüncedir. Onları göz önüne
getirmek ise hayal etmektir. İnsanoğlunun kendi
düşünceleriyle her zaman hayattaki iyi, kötü, güzel,
çirkin, aydın, karanlık ve tatlı, acı şeylere bağlandığı
gerçektir. Oysa insan yalan hayal, aldatıcı düşüncelerden nasıl kurtulur ve hayatın gerçek yüzünü nasıl
görür?
Âriflere bu dünya hayal ü düş gibidir,
Kendiyi sana veren hayal ü düşten geçer
Yunus Emre’ye göre, rüyadan, yalan duygulardan kurtulmak – Allah’ı can u gönülden sevmek, ona
doğru içten yönelmekle gerçekleşir. Oysa aşk nedir?
Onun iki türü vardır: Biri, maddi zenginlikle irtibatlı
olup iç dünyamızı hapse koyan zehirli yemek gibi
sonunda ölümle birleştiren yalan dünyaya olan geçici sevgi,
kamaz ve bu yolun sonunda ölümün var olduğunu
unuturlar,
Âhır bir gün ölürsün ölüm vardır bilirsin,
Kamulardan ayrılıp varıp sinde yattın tut.
Yunus Emre ölümün huzurunda tüm insanların
aynı olduğunu belirtir, onları ölümden ne zenginlik
ne de makam ve rütbenin kurtaramadığını özellikle
söyler. Hayattayken maddi zenginlik, yaş farkı, makam ve rütbe ile birbirinden ayrılan, hatta o özelliklerine tapınan insanlar öldükten sonra aradaki ayrım
ortadan kalkar,
Sana ibret gerek ise
Gel göresin bu sinleri
Ger taş isen eriyesin
Bakıp görücek bunları
Şunlar ki çoktur malları
Gör nice oldu hâlleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Anın da yoktur yenleri
Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer,
Âhırın sanan kişi ağulu açtan geçer.
İkincisi ise, hakikatle ilişkili olup ruhumuza huzur getiren, tüm kaygı, keder ve azaplardan kurtarıp
temiz hayata kavuşturan Hakk’ın hem kutsal hem
yüce ve hem ebedi aşkı. Çünkü onun gerçek,
Aşkına düşenlerin yüreği yanar olur,
Kendini ona veren düğeli işten geçer.
Ne yazık ki, insanların çoğu yukarıda söz edilen
aşkın birincisini seçerler. Başka bir ifade ile hayatın
anlamını, hayatın önemini, kaderin cilvesini, sevginin zevkini her zaman yalan dünyanın yalan görüntülerinde ararlar. O yalan görünüş, hayallere düşünce ve kedere çok sarıldıkça, sevginin gücü onlar için
o kadar kuvvetlenip o kadar güçlenmiş gibi gelir.
Netice olarak onlar kendisinin şahsi beklentilerini
gerçekleştiren birileri olarak yavaş yavaş Allah’tan
uzaklaşırlar,
İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.
O hiç kimseye, hiçbir şeye acımaz. Kahrıyla dünyayı titreten padişahlar da, güzelliğiyle delikanlıları
kendine çeken ay yüzlüleri de, dünyayı idare eden
akıllıları da diz çöktüren ölümdür,
Ey nice arslanları alır aktarır ölüm,
Azrail nicesine bir yoksulca doyamaz.
Oysa, günah, ya da ayıp dediğimiz nedir? İnsanoğlu niçin günah işler? Niçin işlediği günahları için
azap çeker? Bunlara da Yunus Emre kendisi cevap
verir,
Hemen geldim bu dünyaya nefsime kulluk eyleyi,
İyi amel işlemedim azaptan kurtulam deyi.
Gerçekten insanoğlu Allah’ı tanımadan ona kulluk edip, baş eğmeden, kendisi oluşturduğu nizamların çizgisinden çıkamadığı için ömür boyu acı çekerek gün geçirir,
Bu dünyanın meseli benzer murdar gövdeye
İtler murdara düştü Hak dostu kodu kaştı
Bundan hâriç o gerçek aşkın tadını tadamadan ölür,
Ne bilsin bu aşkı usanlar uyalar,
Ne varsın bu yola azıksız yayalar.
Onlar günlük hayatın varsa, yarı gün boyu yağız ata bin denilen vasıfsız ifadeye dayanarak, geçici
zevk veren dünya mülkü, zenginlik lezzetinden çı-
O zavallılar Hakk’ın gösterdiği yol ile gitmeden,
kendi seçtiği, kendi beğendiği, şeytanın aldatıcı yoluna kaçtıkları için gerçeğin didarını nasıl görürler?
Elbette, yalan dünyadaki düzensiz ve kirli şeyleri
toplamayla meşgul olan insan nasıl günah işleme-
96
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
sin? Yaratanı unutarak, türlü amel, kurnazlığıyla çoğalttığı kıymetli zenginliğinden kopardığı ölümden
nasıl korkmasın?
Bize didar gerek dünya gerekmez,
Bize ma’ni gerek da’vi gerekmez.
Fakat onları yalan mutluluğa, geçici baht ve salihe kavuşturan bu dünyanın sahte sevgisi, Allah’ın
sonsuz âleminin yanında, taşı eriten ebedi şefkatinin
karşısında bir parça ekmek kadar değere sahiptir,
bağlandığını görmesi gerekiyor,
Kerametim var diyen halka casusluk satan,
Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti.
Maalesef, kendi istek, hislerini fark edemeyen,
onları elinde tutma mekanizmasını öğrenemeyen,
kendi iç dünyasına sımsıkı yerleşen BENİ’ni göremeyen, yani kendisinin kim olduğunu bilemeyen
insanoğlu Allah’ı nasıl sever? Onun yüceliğini kalbiyle hissedip işlediği günahlarından nasıl arınsın?
Bu dünya bir lokmadır ağzında çiğnenmiş bil,
Çiğnemişe ne durmak ha sen anı yuttun tut.
Niceler bu dünyada günahını yuyamaz,
Ömrü geçer yok yere ey diriğa duyamaz.
İşte bu bir parça ekmeğe sahip olmak için insanoğlu her şeyi yapabilir. Yani, o kadar çirkin, o kadar
edepsiz, o kadar uygunsuz davranışları sergiler,
Çünkü,
Bir nece kişilerin gaflet gözün bağlamış,
Hak yoluna der isen bir yufkaya kıyamaz.
Danışman okur tutmaz derviş yolun gözetmez,
Bu halk öğüt işitmez ne sarp zaman olısar.
Her şeyin, her görünüş ve nesnenin çekirdeği
olur. Onun dışında o çekirdeği gizleyip örttüğü kabuğu vardır. Çekirdek gerçeğin, kabuk ise yalanın
sembolüdür. O yüzden yalan kabuğun içinde yatan
gerçeği bulmak çok zordur. Yani, çekirdek – hakikat Allah’a, kabuk – yalan ise Şeytana doğru çekip
durur.
Netice olarak, hakikati göremeyen, Hakk’ın yüceliğini hissedemeyen, insanlar her zaman azap ve
ıstıraptan kurtulamayıp ömür boyunca değirmen taşı
gibi dönen yalan dünyanın çemberinde un gibi dağılmaktadır,
Bu dünyanın misali benzer bir değirmene,
Gaflet anın sepeti bu halk anda üğüne.
O yüzden insanoğlu kendi isteği ile ya da iğneye oturtulan hayatın ağır tokadından korktuğu için
Allah’a boyun eğip onun yüceliğine kulluk eder. Ya
da ondan uzaklaşarak, şeytanın yedeklemesine uyarak hayat geçirir.
İnsanlar Allah’a nasıl yakarıp onun kural ve nizamlarını nasıl gerçekleştirirler? Dinin kanunlarını
bilen, onun hakkında anlayışı olan, onun kudretine
inanan insanlar genel olarak tutundukları din neyi
talep ederse, onun esasında taparlar, onun istediğini
yerine getirirler,
Tecelliden nasip erdi kimine
Kiminin maksudu bundan içeri
Ama Yunus gibi dervişler sadece dinin talep ettiği kurallarla sınırlı kalmayıp
Unuttum din diyanet kaldı benden,
Bu ne mezhepdürür dinden içeri,
Dünya bir değirmendir ol Çalab’a fermandır,
Azrail’dir demişler ol unu üğüdene.
Öyleyse, insanoğlu kader çemberinde un gibi
parçalanıp, azap ve ıstıraba çökmemek için, hayatın
anlamını öğrenip, doğru ve günahsız yaşamak için
ne yapmalı?
Şaire göre, her şeyden evvel Yaratanı, ondan sonra başkalarını sevmek lazım:
Severim ben seni candan içeri,
Yolun ütmez bu erkândan içeri.
diye seslenirler.
Tek bir ifade ile bu dünyanın azabından kurtularak, eğlenceli hayatta yaşayıp ölümünden sonra
cennete gitmeyi istedikleri için değil, ondan daha
da önemli olan hakiki sevginin özünü anlamak için
Allah’a yalvarırlar. Dervişler gerçeği dışarıdan değil, Hakk’ı sadece mescitte medresede ve hacda değil, kendi kalplerinde ararlar:
Ama nasıl? İlkin insan her zaman kendi düşüncelerinin, isteklerinin, hislerinin ve nefsinin nelere
97
Dervişlik baştadır taçda değildir,
Hararet nârdadır saçta değildir.
Ararsan Mevlâyı kalbinde ara,
Küdüs’te, Mekke’de, hacda değildir.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Böylece, Hakk’ı kendi kalbinde bulan insanların iç dünyası huzurla dolar ve buz gibi
donmuş yüreği erimeye başlar. Gönlü güneş
gibi parlar,
İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer.
Yavaş yavaş hakiki sevgiye ulaştığını
fark eder,
Senin kokun duydu canım,
Terkini urdu cihanın.
Ve aynı zamanda göğsünü kara taş gibi
sertleştiren kötü duygu, düşüncelerden arındığını, hayat yolunun tastamam değişip yeni
yola koyulduğunu hisseder,
Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner.
İşte bu dereceye ulaşanlar ancak Yunus
Emre gibi öbür dünyaya “ölmeden” diri gider,
Ma’ni eri bu yolda melul olası değil,
Ma’ni duyan gönüller hergiz ölesi değil.
Gerçekten kendini bulan ve Allah’ın
ebedî aşkına kavuşan can ölür mü?
Âşık öldü deyi salâ verirler,
Ölen hayvan olur âşıklar ölmez.
Onun için Yunus Emre sevgi dolu göğsüyle bizi kucaklayarak şöyle demişti:
Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz!■
KAYNAKLAR
1. Memet Fuat, Yunus Emre, İstanbul 1998.
2. Köprülü Fuat, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavıflar, Ankara 1991.
3. Özbay Hüseyin, Tatçı Mustafa, Yunus
Emre ile İlgili Makalelerden Seçmeler, Ankara
1993.
4. Tatçı Mustafa, Yunus Emre Dîvânı – I (İnceleme), İstanbul – 1997.
5. www. Guzelislam.com
haykırış
Dantelini örerim sert adımlarla sokakların,
ahşap pencereler habercisi kırık bakışların
Bakışlarda görürüm,
farklı farklı da olsa aynı mana
bak bacaların üstündeki nefes hırsızlarına
kedileri korkutuyorlar
yerin dibinden gelip yerin üstüne çıkıyorlar,
Soruları aynı
Cevapları aynı
kıyamet dolu dizgin
Dinle
Sana sınırsızlığın cevabını veriyorum
bir yaz bir gece
öteki güneşlerle
sonbahar çiçeğini
başka yağmurlara benzetmeden
perdelerin içinde
perdelerin dışında üşüyorum,
Ve gözlerin üzerimde
Ve eğer kışın ortasındaysam
Ve her telini zamana değişmiyorsam
Yine her gece dinliyorsam seni
zamana inat
daha az gerçek olan ölüme inat,
Eylemler haykırıyorum alabildiğine sonsuz
İşte yaşıyorum,
yaşamaksa zamanın penceresinde
TAMER KAVURAN
98
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
acemi
içimde ağıt ırmağı tepemde bir şiir
yazmadım diye bilmem kaç gündür
suça çağırmakta beni yeniden
hipotenüs değil hipotalamus
ikiz kenar hiç değil tek yumurta ikizi
matematikten sorulur madam
gayriresmî çocuklar iskân mübadele
banka hesapları bittabi mezar taşları
kırbaç düşer at şahlanır
savaş başlar koya çekilir kalyon
mevsimlik işçiler tarla kuşları
çukur ve tümsek aynalar
güze sararan ayva cümle kurt kuş
bildiğini sandığın şeyin
acemisi olmaktır hayat
leyli mekteplerde katran şairler
küçük aşka derin acı çekerken
değişti suların yatağı çoktan
bitti şiirle devrim yapma hülyası
şimdi şiirde devrim peşindeler
KALENDER YILDIZ
99
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
YUNUSÇASINA
Bir mum gibi karanlığa
Eriyip hem akmak gerek
Âdem isen her mahlûka
Yunus gibi bakmak gerek
Bülbül gibi akça söz ile
Çiçek gibi gökçe yüz ile
Fırat’ı Dicle’yi aynı göz ile
Aşk aynasında görmek gerek
Birdir ana birdir baba
Bu ayrılık nasıl ola
Her çekende sağa sola
Beş parmağa bilek gerek
Kimi zengin yoksul kimi
Kimi esmer beyaz kimi
Hak Teâlâ’nın kıldığı gibi
Sevmeye bir yürek gerek
Omzumuzda nekir münker
Gönle üçünç melek gerek
İçimizdeki çer çöpü
Kenara süpürmek gerek
Urana karşı bir el gerek
Durana karşı bir yel gerek
Halktan Hakk’ı bilecek
Zanaat ü meslek gerek
Ol dervişi düşte gördüm
İki elin bir işte gördüm
Nefsim zor güreşte gördüm
Cehl-i düşmen yenmek gerek
MAHMUT BAHAR
100
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Huuu
OSMAN KOCA
Cemreler tükeneli, insan öyküneli hayli zaman oldu.
Eşikten girerken tıknefesti. Dile kolay, kılı kırk yararcasına geçen kırk yılın tortusu çökmüştü
içine. Yutkundu. Gıdığını tıkayan, kalbine dokunan, dahası nefesini zora sokan tecimsiz dürtüler
taşıyordu bağrında. Atmak istiyor ve fakat her isteyişi bahtsız yazgının restiyle ters yüz edilirken
yüreğinde onatsız darbeler, feci izler bırakıyordu.
Toprağa kürek, aşka yürek yaraşır evlat.
Taptuk Baba her vakitki gibi secdegâhında. Alnını kaldırmadan, kalbinde misafir ettiği utkuları
bir bir düğümleyip hakiki makamına ısmarlarken, çok zaman sonra ilk defa bu kerte ferahladığını
duyumsayarak nemli yaşlar bıraktı kıblesine.
Giren, hayır daha doğrusu girdiren mühimdi tabii. Gelen o idi. Altmış altı müridi arasında sevgisini en çok belli ettiği, dualarını alenen ünlediği, ferman buyurduğunda ilk onu bilip bellediği
çember sakallı, gözleri kömür Yunus…
Ridasını çıkarırken yüzü nar gibi kızardı. Haniyse kambura dönen sırtı yara bere içindeydi.
Hocası, mürşidi, atası, müderrisi, kısası hayatı addettiği Taptuk Baba; ne nefes etti ne nazar.
Ses etmedi Yunus. Yüksünmedi. Omzunu kanatan, morartıp çökerten odunların talaş, kırıntı ve
dikenlerini içine gömerek çıkmak için izin istedi. Avluya vardığında koyu, kapalı bulutları öteleyen
bir tek kervankıran idi.
Kibir bet-huyu, fitne hay-huyu, safiyet bengi-suyu mesken tuttu.
Kavil bu ya; diğer müritler onu çok kıskandı. Heyhat, gel gör ki karda iz süren sinsi çakallar
gibi hiç ama hiç belli etmediler! Çıkanda Yunus’a güldüler, gidende ardınca söylendiler.
Kazan kaynadı, gelin oynadı, hasetçiler kılükal ile boyandı.
Bildi Yunus...
İfk’i anımsadı…
Ve utancın bin bir tonuyla yalpalandı…
Dikildi yere yaşarı, yakarı yüklü gözleri son raddede.
Sıracalı Mülevves ile Mendebur Münkir boş durmadılar. Çirkin, çatallı dillerini dışarı salarak
ağılar kustular. Ağır, galiz gıybetler ettiler. Göz göre göre özbeöz kardeşlerinin ölü etlerini çiğnemekten sakınmadılar.
101
h azir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Gökte hilâl, yerde lâle, gönülde hâle…
Akıl sır erdiremedi bu işe.
Tez ve tiz elden çekildiler yatıya. Ne ki dinmedi iftiralar. Aslını astarını sormadan kananlar oldu.
Pek azı el çekti fasıklardan.
Ateş bacayı saranda çıktı halvetinden Taptuk
Baba.
Bildi idi, cahal’den…
Gördü idi, hayal’den…
İşitti idi, kal’den geldi.
Fitneyi çıkartan iki kişi idi. Mülevves ile Münkir renkten renge girdi.
Yumdu gözlerini Mürşit. Dudakları ketum, dilleri lal vaziyette iken sözleri hâlleşiverdi apansız.
Sözüm ona kızına Yunus, göz dikmiş idi. Altmış
altı şakirt sus pus iken:
“İkiniz öne çıkın.” diye ünledi Haceleri.
Yer yarılaydı da içinde kalaydım diyen yadsıyıcılar kadar kınandı iki bozguncu. Kuzgunlar tepeleniverdi başlarına. Kilitlendi diller. Titredi tenler.
Utanarak bir adım öne çıktı Yunus. Konuşurken
âdeta kırılarak dökülüyordu sözcükler mübarek ağzından:
“Hocam, atam Taptuk Baba! Veballeri, günahları boyunlarına! Bırak gitsinler! Kıyma, kastetme canlarına!”
Bir, müridi Yunus’a; bir, yerde debelenen iki
müfside baktı Mürşit. Çekti içini. Kısıldı gözleri.
Hazır kıta sözleri varmadı kıyıya. Döndü. Hiçbir
şey demeden yeniden giriverdi uzletgâhına.
Yangılar içinde devşirilen hayallerini akıl
heybesinden çıkartıp ruhunun karanlık dehlizlerine salıverdiğinde bir nebze olsun rahatlamış hissetti kendini. Kesik kesik öksürdükten sonra çıktı
dışarı. İçindeki ben’ini buyur edip onunla dertleşti
uzun uzadıya. Zaman geçti. Geçerken de rüzgâr gibiydi.
Henüz aykıldı güneş. Kalktı Yunus. Adam gibi
adam, insan mı insan, sözünün eri, demem o ki bizim Yunus... Gözleri kan çanağına dönmüştü. Belki
ağlamaktan, kim bilir belki de dünden arda kalanlardan. Öyle ya da böyle perçemini atsa da altın
tepsi, daha mahcubiyetinden sıyrılabilmiş değildi
Emre…
Hayrı, Rabb ikram; şerri, insan davet etti…
Ve urefa, eren, ulema tayfası bunu hep böyle
bildi…
Avluda telaş üstüne telaş… Koşan, koşuşturan
müritlere bakılırsa mesele gayet büyük, epeyi ciddi olmalı diye düşündü Eren Yunus. Ağır ve lakin
kendinden emin adımlarla vakıa mahalline gitti.
İki adam yılan gibi sürünüp kavisler çiziyor
kızgın kum üzerinde. Çıyan kadar siyah, simsiyah
dilleri. Ve çatallaşmış sanki. Konuşmaya mecalleri
yok. Dahası etli dudakları uçuk, patlak…
Bildi görenler... Tepelerinde üç adam beliri beliriverdi ansız.
Biri: “Akşamki lahanadan zehirlenmişler.” dedi.
İkincisi itiraz etti: “Görmüyor musun akrep
sokmuş dillerini.”
Üçüncüsü hayli mütevekkil: “Gıybet zehriyle
iftira dikeni sarıp sarmalamış kirli, kemiksiz dillerini.”
Az geçti. Bir ağaç devrildi. Tamı düştü ocağın.
Çökeldi zırvalar…
Elif’in maksuresi düştü Yunus suretine bürünerek… Dal’landı, budak saldı, dikeldi ilkin
ve akabinde serpildi… Mim’lendiğinde... Evet
mim’lendiğinde… İşte ol vakit fehmedebildi:
Mülevves ile Münkir inkâr etmişlerdi
âdemliklerini… Yani adamlıklarını hiçe saymışlardı enikonu… İş bu sebepten kararmıştı dilleri,
kalpleri ve her bir yerleri…
Sesten öte böğürtü, tenden bet karartı -Çalap
korusun- nâr’a mahsustur.
Deyip şükür olsun için secdeye vardı hemen
oracıkta Derviş Yunus…
Hacesi Taptuk Baba’nın başı tavanda, gözleri
tabanda idi o an…
Müritler korkulu, kaygılı gözlerle bir ima, işmar, işaret beklediler…
Her şeye rıza ve helallik vereceklerdi.
Yeter ki bir kerecik de olsa çıksındı uzletinden
Ataları Taptuk…
Yahut gelsindi ve seslensindi yarenleri Yunus…
Tek bir ima… Bir tek işmar… Bir tek işaret…
Tekbir versinlerdi…
Söz uçtu ve yazı kaldı bitimsiz küresinde yazgının…
Mürşid ile müridi ‘dil-dil’e verip dilleştiler:
“Huuu!”■
102
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
KEMAL BATMAZ
K
ardeş Kalemler’in Ocak 2012 sayısı Türk
dünyasında yılın edebiyat adamı seçilmesi
sebebiyle Anar’a ayrılmış. Anar, kalemi ve kaleminin
gücünü aldığı kültür birikimi açısından önemli.
Anar Hoca, yılın edebiyat adamı seçilmesinin ardından Şubat 2012’de Elazığ-Azerbaycan Kültür ve
Sanat Buluşması programı için Manas’ın davetlisi
olarak Elazığ’a geldi.
Birçok değerli yazar, şair ve düşünürü konuk
eden Elazığ, bulunduğu coğrafyanın en önemli kültür şehirlerinden biri. Türk dünyasında kültür, sanat
ve edebiyatla uğraşanların yolu bir gün Elazığ’dan
geçecekti.
Anar’ın Elazığ’a gelmesini fırsat bilip biz de
Yunus’u konuşalım, Yunus’u soralım diyor, şair Ömer
Kazazoğlu ile bir plan yapıyoruz. Anar Hoca’ya,
Azerbaycan’ın Dede Korkutu’na “Ya nasip!” deyip
yöneldik. Heybemizde kalem, kâğıt ve dergimiz; zihnimizde sorular… Gayemiz Anar Hoca’yı bulup sözden nasibimizi almak. Çünkü bizce Yunus sözün ustasıydı. Mevlana gibi yazılı olana sahip çıkacak kadar
durağan değildi. Sözle öğretmişti her şeyi o kendine.
Ve işe “Bilmem!” zikri ile başlamıştı. Biz de “bilmek”
için yollardaydık.
Ancak soralım demekle iş bitmiyor. Sormak için
de bir hayli çaba sarf etmek gerekiyordu.
Sabahın erken saatlerinde vardık Hocamızın kaldığı otele. Vardık varmasına da bize “Ne istersiniz?”
diye soran olmadı. Ama biz bu arada kendimize sorular sormaktan alıkoyamadık kendimizi:
Acep Yunus’un sesi neden bu kadar güçlü duyulur
idi? Zamanı ve mekânı daha yaşadığı çağda aşan bir
gönül, neyin nesi ola ki? O nasıl bir dil gücüdür ki
dervişin sinesinden kâh bal kâh yağ olup dökülür.
Sözün sihrini anlamak için söze “sus” vermek lazım diye geçiyor içimden. “Yunus’un dili, aşkın dili;
gönlü de aynası!” desek yanlış mı olur? Sorularla
avunuyor, sorularla oyalanıyoruz. Sonra bu işin kilidini açmak için İmdat Avşar’ı aramak lazım diyoruz.
Ömer Hoca da arıyor İmdat Avşar’ı. Onu bulunca da
tamama bir şey kalmıyor.
Hemen telefonuna sarılıyor: “Anar müellim, aşağı
düşesin hele!” diyor. Anar Hoca biraz yorgun olduğu
için ancak Şeker Fabrikasında verilen yemekten önce
bir araya gelebiliyoruz. Yani zihnimizdeki sorular bizi
biraz daha meşgul ediyor. Bu kez Anar Hoca’ya soracağımız soruları tekrar ediyoruz. Bu sorular sadece bizim zihnimizi meşgul eden sorular olmamalı…
Derken İmdat Bey sayesinde cevap verecek üç değerli sanatçı ile baş başa buluyoruz kendimizi.
Konuklarımız Azeri Yazar Ejder Ol, Reşad Macid
ve Anar Rızayev. İmdat Bey sayesinde hazırlanan ortamda bize de sorularımızı sormak kalıyor.
Derviş Yunus’tan soracağız…
-Yunus’u Azerbaycan’da Türkiye’deki kadar tanırlar mı diyoruz? İlk cevap Anar Hoca’dan:
Biz Fuzuli’yi, Nesimi’yi, Hatayi’i Azerbaycan ve
Türk şairi saydığımız gibi Yunus Emre’yi de Türkiye
şairi ve Azerbaycan şairi sayıyoruz. Bizim kardeş dillerin zaman itibarıyla ilk en büyük şairidir. Ben Yunus
Emre adını ilk Nazım Hikmet’ten işittim. O, babamın
arkadaşıydı. Bizim evde kalırken Yunus Emre’nin
mısralarını okudu.
“Ben Yunus u biçareyim
Aşk elinden avareyim
Baştan ayağa yâreyim
Gel gör beni aşk neyledi.”
Sonradan Yunus Emre’nin kitaplarıyla tanıştım.
103
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Onları dilimizin büyük şairlerinden biri olarak değerlendiriyorum.
Daha biz bir şey söylemeden Ejder Ol söze başlıyor:
- Yunus Emre Azerbaycan’daki Türklerin ve Türkiye Türklerinin, Oğuzların ortak bir sanatkârıdır.
13. asırda dillerimizin sınırları ayrı değildi. Yunus
Emre’yi biz öz şairimiz sayıyoruz, siz de öz şairiniz
sayıyorsunuz. Siz de bizimkisiniz biz de sizinkiyiz.
Aynı köktür. Fuzuli gibi, Nesimi gibi bir Türk şairidir,
diyor. Etkileniyoruz, Ömer Hoca alıp başını gidiyor
İmdat Hoca ile. Duman vakti gelmiştir.
Bu arada Reşad Macid Yunus’tan mısralarla giriyor söze:
-Beni bende deme bende değilem
Bir ben var bende benden içerü”
Çocukluğumuzdan biz bu mısraları öğrenmişiz.
Yunus Emre’yi bir Azeri şairi olarak kabul etmişiz.
Yunus Emre öyle bir değerdir ki bütün Türk dünyasının ortak bir şairidir. Orta Asya’da da Türkiye’de de
biraz bilgisi olanlar onun dilini anlayabilirler. Ayrıca
Yunus Emre’nin Azerbaycan’da mezarı da vardır.
Yunus’un bir irfan ve tasavvuf şairi olduğundan
bahsediyor konuklarımız. Reşad Macid devam ediyor:
-Azerbaycan şiirinde Yunus Emre’nin şiirinin büyük tesiri vardır. Yunus Emre fikrimce Türk dünyasında genişçe tanıtılmalıdır. Biz hepimiz onu aynı derecede seviyoruz, muhabbet besliyoruz. O Türk kültür
dünyasının öyle bir yüce zirvesi yüce dağdır ki bütün
Türk dünyasından o yüce dağı görmek mümkündür,
diyor.
Anar Hoca:
-Ben isterim ki bir gün Bakü’de de Yunus’un abidesi yücelsin. Çünkü o bizim ortak şairimizdir.
Konuklarımız ağız birliği etmişçesine ayrı sözcüklerle aynı şeyleri söylüyorlar.
Ömer Hoca tek başına dönüyor.
-Yunus’u büyük bir coğrafyada tanıtan ve evrensel
yapan değerler nelerdir, diyorum.
Ejder Ol cevap veriyor:
-Yunus bildiğiniz gibi öz halkını güzel bir şekilde
ifade eden, yazan, gösteren bir sanatkâr hem de evrensel bir sanatkârdır. Öz halkının sevdiği sanatkârı
dünya da seviyor. Sohbet insandan gelir ve insan her
yerde insandır. Yunus Emre’nin dili çok sade, güzel ve
şirindi ki her sade insan onun dilini anlayabiliyordu.
Yunus’un fikri de aydındı sözü de. Yunus Emre su gibi,
hava gibi, toprak gibi doğaldı.
Rejad Macid de görüşlerini ortaya koyuyor:
-Türk dünyası için değeri dilinin kolaylıkla anla-
şılmasıdır. Onun şiirinin felsefi, derin özellikleri var.
Mevlana seviyesinde bir hayata bakış ve sistem söz
konusu Yunus Emre’de. Her mısrası insanı felsefi derinliklere çekmektedir. Bu sebeple büyük düşünceler
sistemini taşıyor mısraları. Dünya da insanın içine
seslenen bu tür söyleyişlere daha çok ilgi gösteriyor.
Ve giderek de artıyor.
Anar Hoca son noktayı koyuyor:
-Celaleddin-i Rumî’den de gelen değerlerdir bunlar. İnsanlığı barışa çağıran fikirlerdir. Dünyanın
faniliği hakkında “Biz gider olduk kalanlara selam
olsun.” düşüncesi ile yaşamak düşüncesi Yunus için
de karakteristik bir seciyedir.
“Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı /Yağ ile bal ede bir söz”
dörtlüğü ile söze girip bu dizeler hakkında ne düşündüklerini soruyoruz konuklarımıza:
-İnsanın düşüncesi sözünde ortaya çıkar. Ne düşünürse onu sözle söyler. Bütün savaşları da söz başlatır, silahlar değil. Bir ateş emri verilir, sonra vuruş
başlar. Nitekim dünya da sözle başlar “ ol” der Rabbimiz ve dünya yaratılır. Sulhlar da sözle başlar. Neredeki aşk var, sulh var, Allah aşkı var, orada Yunus
Emre var. Savaşın, kinin olduğu yerde de Yunus emre
yoktur, diyor Ejder Ol.
Anar Hoca, Şairlerimiz, Nesimi, Fuzuli, Yunus
Emre söz hakkında çok şiirler söylemişler. Ben de
bunları paylaşıyorum, diyor ve Yunus’tan etkilenerek
yazdığı şiiri okuyor bize:
Geçip gitti ömrüm benim
Yeller esip geçmiş gibi,
Ömrün sonu kaçınılmaz
Felek kefen biçmiş gibi.
İstedim deryada yüzem
Kartal gibi gökte süzem
Öyle bildim ölümsüzem
Ab-ı hayat içmiş gibi.
Yıllar geçti bir an gibi
Cellât yoktur zaman gibi
Hayat bir uykuymuş meğer
Bize gelir olmuş gibi
Anar Hoca: Yunus’un şiirlerinin dili Dede Korkut
diline yakındır. “Hanım hey” ifadesi hem Yunus’ta
hem de Dede Korkut’ta vardır. Her ikisinin dilinde de
Arapça sözleri çok azdır. Dilin temizliği bakımından
Yunus Emre Dede Korkut’a çok yakındır, diyor.
Dil ile başlıyoruz söze ve dil ile bitiriyoruz sözü.
Anar Hoca’ya, Ejder Ol ve Reşad Macid’e teşekkür
ediyoruz. ■
104
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
VAQIF MEMMEDOV
Aşk yalnız insanın
kalbinde değil,
bütün vücudunda,
varlığındadır. Hiç
kimsenin küçük bir
şüphesi olamaz ki,
hayatta bulunan her
şey aşka bağlıdır,
eğer ararsak her
şeyde, her tarafta
aşk vardır. Kısacası
dünya, hayat aşkın
varlığı üzerine
kurulmuştur.
K
lasik Türk şiirinin en önemli yüzlerinden olan
Yunus Emre eserlerinde aşk-sevgi motifleri,
daha kabarık şekilde kendini gösteren, daha çok dikkat
çeken mevzulardandır. Mecnun’u divane yapıp çöllere
düşüren aşk Yunus Emre’yi de yaka yaka bir ömür yaşatıp ününü namını birkaç yüzyıldan geçirerek ona öyle
bir ölümsüzlük verdi ki, o aşk yüzünden kana boyanan
hayatında hem aşk hem divane olduğunu ömrünü yana
yana geçirdiğini itiraf ederek bunun asıl nedenini de aşkta görüyordu.
Yürürеm yana yana
Аşk boyadı beni kana.
Ne aşıkem ne divana
Gel gör bana aşk neyledi!
Aşk yolunun bütün azaplarını acı ve sızılarını göre
göre “Aşk Yunusu eyledi lâl, benim kanım aşka helâl”
deyip kanını aşk uğrunda helâl sayıp şairin aşka bakışı
bir sıra özellikleriyle kendinden önceki ve sonraki
âşıklardan farklandı.Yunus’a göre hayatta aşktan öte
aşksız hiçbir şey yoktur. Aşk bir güneş gibi ışık saçarak
dünyanı ışıklandırıyor, aynı zamanda şairin düşüncesi
105
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
böyleydi ki, aşksız bir kalple sıradan siyah bir taş
parçası arasında hiçbir fark yoktur.
Eşidin ey yarenler
Aşk bir güneşe benzer.
Aşkı olmayan gönül
Misali taşa benzer.
Aşk öyle bir ilahi mucize, öyle bir efsanedir ki,
hiçbir kuvvetin sahip olmadığı güç onda var.Yani
gözle görülmeyen, yalnız insanın içini yakan, onu
divane eden aşkın, dağları yakıp kül etmek, kalplere yön bulmak, sultanları köle yapmak, denizleri
kaynatmak, dilsiz taş ve kayaları konuşturmak gücü
bile vardır. Aşkın bu özelliklerini ise Yunus Emre
gibi aşk fedaileri görür ve gördüklerini de edebî bir
biçimde anlam kazandırır.
Dağa düşer kül eyler,
Gönüllere yol eyler.
Sultanları kul eyler,
Cüretlü nesnedür aşk.
Yunus Emre için var olanların her zerresindedir
aşk. Yer yüzünde bulunanların hepsini arayıp aşkın
varlığını görebiliriz. Aşk yalnız insanın kalbinde değil, bütün vücudunda, varlığındadır. Hiç kimsenin
küçük bir şüphesi olamaz ki, hayatta bulunan her şey
aşka bağlıdır, eğer ararsak her şeyde her tarafta aşk
vardır. Kısacası dünya, hayat aşkın varlığı üzerine
kurulmuştur.
limesini kullanmak yanlıştır. Çünkü âşıklar ölmez,
ebedi yaşarlar. Böyle bir kanaate sahip olan şair,
insanları da âşıkların ölümsüz olduğuna inanmaya
davet ediyor ve bu davete ebedi gülüş duygusu ilave
ediyordu.
Âşık öldü deyü sela verirler ,
Ölen hayvan olur âşıklar ölmez.
Şairin fikrince eğer insan sevebiliyorsa onun
kalbinde herhangi birine veya insanlara karşı sevgi varsa, o ölümsüzdür. Yunus Emre için aşk ateşi
hiçbir ateşe benzemez ve o ateşin yerini hiçbir ateş
dolduramaz, onun yerine geçemez.. Aynı zamanda
aşk ateşinin özelliği de şurasındadır ki bu ateşe
düşenlerin yankısı, göklere kalksa bile “yanıyorum”
demez ve kaderiyle, bu ateşin verdiği işkence ve
ıstıraplarla barışırlar. İşte aşk ateşinin muhteşemliği
de
bu ateşte kavrulanların şikayet etmemesi,
“yandım” dememesidir.
Aşk oduna var mı evez?
Ona yanan yandım demez.
O od bu oda benzemez.
Hiç bilinmez zebanesi.
Yunus Emre’nin canlandırdığı bu aşk ateşinin
içinde yananlar hem bununla gurur duyar hem de
kendilerini aşkın kölesi gibi görür, hatta bu ateş
içinde yanıp küle dönse bile buna üzülmez, kendi
kanını aşka helâl etmekten bile çekinmezler.
Biz hepimiz aşk kuluyuz,
Aşktır bizim sultanımız.
Ger aşk ile ölür isek
Aşka helâldir kanımız.
Sorar isen aşk kandadur,
Kanda istersen andadur.
Hem gönülde hem candadur ,
Hiç kalmadı gümanumuz.
Şairin düşüncesi budur ki, aşka tutulanların
mekânı ,yeri de belli değil. O öyle bir ateşte yanıyor
ki , dere ,tepe, yer, gök, derya, okyanus ona yurt,
mekân gibidir. Bunun için de Yunus Emre aşka
tutulanın mekânını böyle anlatıyor:
Ey yarenler, ey kardeşler
Sorun bana kanda idim.
Aşk denizine daluban
Deryayı ummanda idim.
Yunus Emre aşkın kutsallığını bir de onda görüyordu ki aşkı ebedi ,ölmez gibi düşünüyor , onun
kanaatince aşka tutulanlar, âşıklar için “öldü’ ke-
Yunus Emre aşk anlamına göre aşkın kulu olup
aşkı uğrunda kendini feda edenlerin kanını aşka
helâl etmesinin bir nedeni de şudur ki aşk insanı
kutsallaştırır, bir tür basitlikten, normallikten
çıkarıp bambaşka gizemli, sırlı bir dünyaya götürür.
Aşka tutulan kimse o andaki yerin, göğün, tabiatın,
denizlerin izlemine kapılıp onları hiç kimsenin
görebilmediği farklı bir tarzda görüyordu. Kendi
gizemli bakışlarıyla aşkın ona verdiği ilahi güçle
hatta denizlerden su alıp da onu göklere ulaştırıyor,
bulutları seyrederken yağmura dönüşüp tekrar
dönüyor, kâh yıldırım olup düşüyor kâh da gökte meleklerle buluşuyor ki bütün bunlar da aşkın gücüyle
mümkün oluyor.
106
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Haber eylen âşıklara
Aşka gönül veren benim.
Aşk bahrisi olubanı
Denizlere dalan benim.
Deniz yüzünden su alıp
Suyu veririm göklere
Bulutları seyran edip
Arşa elbet varan benim.
Diğer bir siirinde de Yunus Emre aşka tutulanlardan hiç din konusunda sormak haceti olmadığını
itiraf etmekle beraber aşkın en yüce, en yüksek
din olduğunu söylüyor. Çünkü sevenin gözü, gönlü
hep kendi sevdiceğini arıyor ve aşktan başka onun
gözüne hiçbir şey gözükmüyor. Bu yüzden seven için
din, diyanet, tarikat yalnız aşktır.
Din u millet sorar isen,
Âşıklara din ne hacet?!
Âşık kişi harab olur,
Âşık bilmez din diyanet.
Yıldırım olup şakıyan,
Gökte melayik dokuyan,
Bulutlara hükm okuyan
Yağmur olup yağan benim.
Yunus Emre’ye göre insanın gelişmesi, onun
hayatı anlaması da aşkla bağlıdır. En saf insan bile
aşka tutuluyor. Aşk kazanında kavrulduktan sonra
her şeyi anlıyor. Onun aklı, düşüncesi, dünyayı anlama tarzı değişiyor .O iyiyi kötüden ayırt edebiliyor,
böylelikle aşka tutulmakla insan her ne kadar ıstırap
ve heyecan dolu günler, anlar geçirse de o insan gibi
gelişiyor ve hayatı anlıyor.
Esritti aşka düşürdü,
Ben ham idim aşk pişirdi,
Aklımı başa devşirdi,
Hayrı şerden seçer oldum.
İşte bu yüzden Yunus Emre, aşkı hiçbir şeyle eşit
tutmaz, hiçbir şeyle kıyaslamaz, yalnız bu dünyada değil hatta öbür dünya da bile aşkın yerini hiçbir
şeyin alamayacağını iddia eder.
Âşıkların gönlü, gözü
Maşuk deyi gitmis olur,
Ayruk suretde ne kalur
Kim kılısar zühd ü taat.
Yunus Emre için aşk kutsal temiz ve erişilmez
olduğu gibi aynı zamanda uzun ömürlü ve ebedi
var olandır.Yani insan, beşer evladı zaman zaman
dünyadan göçüp gitse bile aşk ebedi olarak kalıcıdır.
Yaşar ve ölümsüzleşir.
Çünkü aşk hiçbir var devletle, dünya nimetiyle
eşit konulmaz. Her bir maddi cisimden arınmış bir
varlıktır. Hem de öyle bir varlıktır ki herkesin kalbine
sahip olabiliyor. Aynı zamanda tüm yönler içinde
aşkın kendine has bir yönü vardır ki bu da yalnız
aşka özgüdür. Aşkın yönünü rüzgârlar da zaman da
etkiliyemiyor, aylar, yıllar bile aşkı eskitebilmiyor.
Âşıkların ne kim varı,
Tecrid gerekdür arada
Her nesneye ol hükmeder,
Her yol içinde yolı var
Aşk hiçbir nesneye
Mesel bağlasam olmaz.
Dünyada, ahirette
Ne dutisar aşk yerin?!
Şairin bir samimi itirafı da böyledir ki o aşkı
tarikattan ve dinden yüce tutuyor . Aşkı kendi
tarikatı, dini gibi görüyordu. Aynı zamanda Yunus
Emre, anlamına göre aşkı kendi dostunu (sevdiğini)
gördüğü gün ona ölüm günü olsa bile ona düğün
dernek gibi gözüküyor, böylelikle şair için en azaplı,
işkenceli günleri bile güzelleştirebiliyor, hatta aşk
ölümü düğün biçiminde göstermek gücüne sahiptir.
Ey âşıklar, ey âşıklar
Aşk mezheb ü dindir bana
Gördü gözüm dost yüzünü
Yas kamu dügündür bana.
Niceler aydur Yunus’a
Çün kocaldın, aşkı kogıl
Ruzigâr uğramaz aşka,
Aşkın ne ay u yılı var….
XIII- XIV yüzyıllar Türk şiirinin en yüksek
zirvelerinden Yunus Emre insana ve aşka böyle yüksek bir değer vermesinin sonucudur ki onun kendisi
de 700 yıldan fazla bir zamandır ki insanların büyük
sevgisini kazanarak günümüze kadar gelmiştir ve
tam gönül rahatlığıyla söylemek mümkündür ki ne
zamana kadar insanoğlu mevcut, aşk var, Yunus
Emre her zaman var olacaktır.■
107
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
NACİ GÜMÜŞ
İ
nsanın yaradılışından beri onu içten içe saran, bütün canlıları besleyen manevi gıda
“sevgi” günümüze dek ilahi tesiriyle dertlere
şifa, hastalara deva, âşıklara vefa kaynağı oldu.
Kıyamete kadar da hayatın dinamizmi sevgi
olacaktır. ”Diriliş”e sebep, murad’a götürecek
hedef, yine hep sevgi olacaktır. İnsanın Allah’a
yönelişi, yalnız onun hasretiyle yelkenler açması, duygularının kanatlanması sevgidendir. Çünkü Allah insanı yeryüzünün en şerefli mahlûku
olarak severek yaratmıştır. Mecnun’un destanlaşması, Emrah’ın kalıcılığı, Kerem’in takati,
Ferhat’ın dağlar delmesi ve daha nice aşk kahramanlarının, yüzyıllarca unutulmaması ruhlarının
sevgiyle mayalanmasındandır.
Çöller ve bozkırlar, toprağın bağrındaki tohumlar yağmura ne kadar muhtaçsa, çağın bunalttığı insanoğlu da sevgiye o denli muhtaçtır.
Sevgi yoksunu ruhların yükselmesi imkânsızdır.
Çiçekler ve kelebekler, güller ve bülbüller sevgiyle gerilir, kuşlar sevgiyle uçuşur. Bebekler
annenin şefkat dolu kucağında sevgiyle büyür.
Gönüller kapısının anahtarı sevgidir. Mutlulu-
ğun, huzurun ve güvenin şifresidir sevgi.
İnsan ile sevgi arasındaki münasebet neyse, Yunus ile sevgi arasındaki münasebet de
odur. Sevgi denince hemen ilk akla gelen Yunus Emre’dir. Yaradılışın manasını nasıl sevgide
buluyorsak, insanlık sevgisini de Yunus’ta buluyoruz. Horasan’dan kopup gelen sevgi yumağı,
Anadolu peteğine dolan bal gibidir Yunus Emre...
İnsanları ilk önce gönüle çağırarak;
“Gönül Çalab’ın tahtı
Çalab gönüle baktı”
diyen Yunus Emre,
“Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim”
diyerek insanları gönülden ağırlamakta, dili ile
üslubu ile iletişim kurarak gönüllere sevgi nakşetmektedir.
108
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
Bana seni gerek seni”
“Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük,
Yaratandan ötürü...”
dörtlüğü bile yalnız başına onun dünya görüşünü, insanlık sevgisini anlatmaya yeterdir. İnsanlar arasında fark gözetmediğini;
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakamayan,
Şer’in evliyasıyla hakikatte asidir”
beytiyle anlatırken ayrımcılık yapanların, renk
dil, ırk ayrımı yapanların Müslüman gözükseler
de Allah’a karşı gelmiş sayılacaklarını ima eder.
Asırlardır Türk milletinin gönlünde yaşayan,
adı, şiirleri dilden dile dolaşan Yunus Emre sadece bir şair değildir. Ermişliğinin yanında derin bir tefekküre sahip, hakka çağıran bir gönül
eridir. Yunus’ta engin ve zengin bir sevgi vardır.
O, “sevelim sevilelim” derken bunu fizikötesine taşırır ve “Yaratılanı sev yaratandan ötürü “
mısrasıyla, fani varlıkla mutlak varlık arasında
sağlam bir köprü kurar.
mısralarında sevgi adına Allah’ı arzuladığını
ve kendini aştığını anlıyoruz. ”Allah sevgisi”ni
ibadet olarak gören Yunus’a göre; insanlar sevilmelidir, çünkü ruh yönüyle Allah’tan gelme
varlıklardır. Ruh kendisi kadar devamlı olan bir
mutluluk için yaratılmıştır.
“
İşitin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül bir kara taşa benzer”
Yunus'un dünyası sevgidir, ona göre hayatın
gayesi, hikmeti de sevgidir. Allah sevgisi. İnsan
bu sevgiyi kâinatta her varlıkta müşahede edebilir. Onun için Yunus’un dünyasında varlıklar
önemli bir yer tutar. Bilhassa bitkiler içinde çiçek, mevsimler içinde bahar apayrı bir yer tutar.
Gül bu baharda gülüverir:
“Varam ol dosta kul olam hem açıluban gül olam
Hem ötüp bülbül olam, turağım gülistan ola...”
Bu gönül dünyasında:
“Hep baharlar açılır,
Tespih okur çiçekler
Biribirinden seçilir
Tespih okur çiçekler”
“Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm anladı
Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü”
ve bu güzellik içerisinde;
“Zerrin çiçek zikreder
Mor menekşe şükreder
Cümle bağlar, bahçeler
Tesbih okur çiçekler”
demekle bu sevginin dışında kimseyi bırakmıyor. Ve Yunus âşıktır. Öyle ki aşk ile her şeyin
son bulacağına inanır:
“Aşk gelecek cümle eksikler biter”
Yunus’a göre aşk yalnız Allah’a yönelmektir.
Bu güzel adamın, bu güzel sesi Hadid suresindeki “Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi Allah’ı tespih eder. Aziz ve halim olan odur.
Gökleri ve yerlerin hâkimiyeti onundur. Diriltip
yaşatan odur. O her şeye kadirdir.” ayetinin tebliğidir.
Yunus bu mısraları insanlara ebedi hayatı kazandırmak için, iki dünya mutluluğuna götürecek bir yol açmak için okumaktadır.
“Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
“Vatan bize cennet dürür, yoldaşımız ol Hak dürür
Haktan yana yönelerek diğer yollar dardır
bize”■
Yunus’un sevgisi toplum varlığından uzak
pasif anlamda bir duygu değildir. Ne dediğini,
nereye varmak istediğini gayet iyi bilir:
“Fukara kalbine her kim dokuna
Dokuna sinesi Allah okuna...”
109
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
ERSOY KUTLUK
G
üneşin ışıklarıyla yaşlı küremizi her gün
yorulmadan aydınlatma çabasına benzer
bir gayretle, bilim adamları da tarih boyunca dünyamızı anlamaya ve anlatmaya çabalamışlardır.
Modern dünyanın hızlanan ritmi, bu çabaları bazen
boşa çıkardıysa da, bazen de düşünsel zaferlere şahit olmamıza engel olamamıştır. “Devrimlerin ve
evrimlerin anaforunda” dönüşünü sürdüren gezegenimizin seyir defterini yazabilme isteği, bu zaferlere giden yolda düşünürler için çekici bir unsur
olma özelliğini daima korumuştur. Bütün bu süreçte
tükenen kâğıtlar ve kalemler hiç durmadan yenilenmiş, seyir defterinin kâtipleri ise sürekli değişmiştir.
Belki de ‘kaderin garip bir cilvesi’ denebilecek
rastlantılar, hep insanların ihtiyaç duydukları anlarda “görünenin arkasında ve ötesindeki gerçekleri”
onlara cömertçe sunan önemli eserleri ve mütefekkirleri ortaya çıkarmıştır. Şüphesiz ki bu nitelikteki
eserler ve yazarları hiç de kolay zuhur etmemiş, “özgün bir macera” sonucu insanlığın karşısına çıkmışlardır. Bu maceraların ise, türlü çile ve zorluklarla
dolu olmakla birlikte, sevinç ve güzel sonuçlarla da
tamamlanabildiği kulaktan kulağa söylenegelmiştir.
İşte böyle nev’i şahsına münhasır bir insan ve onun
çok özel olduğunu aklen ve ruhen tasdik ettiğim
eseri beni bu satırları yazmaya mecbur etti. Bu çok
özel eserin hazırlanma safhasının bir kısmında ve
sonuca ulaşıldığı anlarda bulunmaz zamanların ve
tarihin içinde olduğum hissi yine bu mütevazı yazının kaleme alınma sebeplerinden biri oldu. Ayrıca
bahsedilenin hususiyetinin bahsedenin sözlerine ve
satırlarına yansıyacağı umudu da bu kararıma tesir
etti.
Üniversite yıllarımda kurak zihnimde bilim ve
gelişim fikrinin yeşermesinde son derece önemli
bir rol sahibi olan, söylem-iş birlikteliği şahsında
somutlaşan, insanlık ideallerinin hâlâ yaşadığını
sevinerek kendisiyle ve kendisinde anladığım
müstesna bir insanı sizlere bir nebze tanıtmak
isterim. İnsan yetiştirmenin yaşadığı topluma ve
tüm insanlığa pozitif bir değer katacağı bilinciyle
üniversitedeki derslerimize giren; bu yönde maddi
ve manevi hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayarak farklı
iklim koşullarında herhangi bir ücret beklemeden
gelişimimize katkıda bulunan; Mülkiyelilik
kimliğiyle yönetim bilimleri ve uluslararası ilişkiler
alanlarında ufkumuzu açan, tıp bilgisiyle de insanı
psiko-sosyal boyutlarıyla tanımamızı sağlayan
hocam Dr.Mehmet Hişyar Korkusuz’u tam da yukarıda işaret ettiğim özgünlükteki bir maceranın
110
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
içinde yol aldığı esnada tanıma şansını yakaladım.
Yolculuğuna katılma cesaretini nasıl bulduğumu bilemediğim süreçte umudun, özgüvenin, ideallerin,
fayda vermenin, sevinmenin ve hüzünlenmenin,
yetişmenin ve gelişmenin ve de tabii ki sürekli yükselen bilimsel çıtaların şahidi oldum. Onunla kitabı
aracılığıyla tanışanların da zaten bu özgün seyri hissedeceklerine inanıyorum. Yeni doğan eserin rahmi
hükmündeki yazarın, okunan her kelimede daha iyi
tanınacağı düşüncesiyle bu kısa ama özel bilgileri
noktalayarak onun eserinden de sadece ana çizgileriyle bahsetmek istiyor, okuyucunun heyecanını
kitapla buluştuğu ana saklamasını istiyorum.
“Mukaddime’den
Muahhire’ye:
Modern
Dünya’nın, Ulus-Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası” adlı eser
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Siyaset ve Sosyal Bilimler Bölümü doktora programında 24 Ocak 2011’de tez jürisi tarafından büyük
bir takdirle kabul edilen ve kitaplaştırılarak basımı
genç bir yayınevi olan Bilge Kültür Sanat tarafından tam bir yıl sonra 24 Ocak 2012’de gerçekleşen
yepyeni bir çalışma. Eser ilk bakışta görünen özellikleriyle dahi son derece etkileyici. Kitap okuru
zâhir ve bâtının doku uyumunu yansıtan kapağı ve
kişiyi eseri okumaya yönelten çarpıcı arka kapak
yazısı ile karşılamakta. 816 sayfalık kitapta 850’yi
aşan kaynaktan yararlanılmış ki, bu özelliğiyle
kaynakça araştırmacılara son derece yararlı
olabilecek bir zenginlik sunmakta. Kitap, okurların
ve bilimsel çalışma yapanların işini olağanüstü
düzeyde kolaylaştıracak olan yaklaşık 5600 ana ve
tali maddeden oluşan detaylı bir indeksi de ihtiva
etmekte.
Eser, yazarının ifadesiyle “İbn-i Haldun’un
‘Mukaddime’sine modern ve post-modern çağın
realitesini de içerecek bir kapsam ve zenginlikte
‘Muahhire’ (sonuç, sonra gelen, başarıyla tamamlanıp nihayetlenen anlamında)” olması umuduyla
kaleme alınmış. Otuz yıllık entelektüel birikimin
cömertçe sunulduğu çalışma, içeriği açısından değerlendirildiğinde “düşünsel bir zafer”le karşılaşılmakta; zengin dil ve anlatımıyla Türkçenin kullanımında zirvelere çıkıldığı müşahede edilmektedir.
Modern dünyanın gen haritasını bilimsel bir
operasyonla ortaya çıkaran yazar, eseri beş ana bölüm üzerine inşa etmiştir. Birinci bölüm çağa nüfuz
eden milliyetçilik ideolojisinin gelişimini, teorik ve
pratik tüm boyutlarını, farklı tezâhürlerini, bilhassa
modernite ile ilişkisini çok yönlü ele almak suretiyle
kurgulanmıştır. Bu bölümün ilk kısmında okuyucu
sabırla üzerinde durulması gereken bir teorik arka
plan bilgisiyle teçhiz olmakta, kavramsal derinliğe ulaşmakta ve flu ideolojik ekran ince bir ayarla
netleşmektedir. Bu kısım, ilgili alanlarda araştırma
yapanlar açısından düşünüldüğünde ise Gellner’den
Anderson’a, Carr’dan Hobsbawm’a, Kedourie’den
Calhoune’a, Erikson’dan Hayes’e, Herder’den
Fichte’ye, Popper’dan Kuhn’abilimsel bir geçit töreni ve akademik bir şöleni andırmaktadır. Birinci
bölümün ikinci kısmı ise günümüzün sosyolojik,
ekonomik ve politik sistemini anlamlandırma yolunda büyükçe bir adım atmamızı sağlıyor. Modernlik-milliyetçilik ilişkisi; tarihsel gelişimi içinde ekonominin dönüşümü, endüstri devrimi, kapitalizmin
karakteristikleri; bu mühim tarihsel süreçte yaşanan
devrimler ve savaşlar; bir politik illüzyon olarak
propagandanın ideoloji ve çıkarların meşruiyet ve
kazanımları istikametinde fütursuzca kullanımı bu
kısımda konu edilmekte, zihinsel efor yüklü her bir
satır bilgi ufuklarımızı açtıkça açmaktadır.
İkinci bölümde yazar bir hazine ararmışçasına
girdiği ‘İslâm Medeniyet Denizi’nden çağa ve
ötesine ışık tutan eşsiz inci İbn-i Haldun’u bularak
su yüzüne çıkmakta, onu eseri boyunca hünerle işleyerek geleceğe sunulan nadide bir armağana dönüştürmektedir. İkinci bölümün ilk kısmında İbn-i
Haldun’un yetiştiği ortam, hayatı ve ‘Mukaddime’si
ele alınmakta, bilhassa geliştirdiği ‘asabiye’ kavramı
üzerinde durulmaktadır. Yazarın ifadesiyle asabiye
kavramı “Türkiye başta olmak üzere İslam dünyası
ve dünyanın birçok bölgesindeki sosyal hareketlerin
anatomisini anlamamızda ve dinamiklerini çözümlememizde anahtar bir rol oynayabilecek esnekliğe sahip görünmektedir”.İlk kısım sosyal bilimler
dünyasına kazandırılan ‘asabiye döngüsü’ şekli ile
son bulmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında ise,
‘asabiye’den ‘umran’a geçiş; İbn-i Haldun’a göre
devletin aşamaları; nesep asabiyesi ile etnik milliyetçilik ve sebep asabiyesi ile ulus-devlet milliyetçiliği arasındaki ilişki incelenmektedir.
Üçüncü bölüm ile birlikte yazar Osmanlı
Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne yolculukta
karşılaşılan politik hareketleri ve ideolojileri,
mühim siyasetçileri ve fikir önderlerini, iç ve dış
gelişmeleri panoramik bir bakışla ele almakta;
111
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2
okurların zihinlerindeki birçok soru işareti
silinmekte, üst üste kilitlenmiş bilgi sandıklarının
anahtarları artık ortaya dökülmektedir. Üçüncü
bölümün birinci kısmında Osmanlıdaki yenileşme
hareketleri ve akımlar; Abdülhamid ve panİslamizm; Bediüzzaman Said-i Nursi; İttihat ve
Terakki ile Türk Milliyetçiliği; XX.Yüzyılda Orta
Doğu konuları ele alınmaktadır. İkinci kısımda
ise devletin ideolojik dönüşümü analiz edilmekte,
milliyetçiliğin Türkiye’nin fırtınalı yüzyılındaki
savruluşları adım adım izlenmeye çalışılmaktadır.
Bu kısımda Ziya Gökalp’ten Mehmet Âkif Ersoy’a
birçok önemli şahsiyet; Atatürk Milliyetçiliği’nden
Millî Görüş’e farklı siyasi akımlar; 1980 sonrası
Türkiye’nin çıkışı bir türlü bulunamayan labirenti
hâline gelen etnik milliyetçilik sorunu ele alınmakta, yakın tarihin dehlizlerinde saklı hakikatlerin yüzeyi berraklaşmaktadır.
Dördüncü bölümün birinci kısmında günümüz
dünyasının en önemli gerçekliklerinden olan küreselleşme olgusu politik, ekonomik, toplumsal ve
kültürel yönleriyle ve çeşitli etkileriyle açıklanmakta; farklı disiplinleri temsil eden düşünürlerin yorumları bağlamında ciddi bir eleştiri ve aklî elekten
geçirilmek suretiyle boyalı kabullerden arındırılmakta ve reel konumunda resmedilmektedir. Yine
bu kısımda küreselleşme-yerelleşme ilişkisi ve küresel aktörler ortaya konmakta; uluslararası ilişkiler
disiplininin özü okuyucuya ustaca sunulmakta; son
dönemde medyanın ve kitle iletişim araçlarının giderek artan etkinliği değerlendirilmektedir. Birinci kısım ilgi çekici bilgi, olay ve yorumlarla bezenen “farklı kültür ve medeniyetlerin etkileşimleri”;“1980 sonrası global faktörlerin Türkiye’de
medyayı ve toplumu dönüştürmesi”; “küreselleşme ve demokrasilerin geleceği” alt başlıklarıyla
tamamlanmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında
ise dünyada ideolojik yoldan çıkışın müşahhaslaştığı yer olan, âdeta aslanların içgüdüsel vahşetine tanıklık eden bir arena hükmündeki, yerin
ve göğün başucunda kan ağladığı modern çağın
mezarı Kosova ve orada tarihin yakın bir kesitinde yaşananlar konu alınmaktadır. Yazar bu kısımda
objektifini Avrupa’ya ve Balkanlara çevirmekte,
Kosova Krizi’ne odaklanmakta, gerçekleşen uluslararası müdahaleyi tahlil etmekte ve bugün gelinen
durumu ortaya koymaktadır. Mağrur ideolojilerin
gayr-i insani fiillerine karşı sivil toplumun alterna-
tifsiz konumunun da vurgulandığı “Avrupa’da Sivil
Toplum Bağlamında Milliyetçiliğe Yeniden Bakış”
ile bu kısım noktalanmaktadır.
“Kürevî Asabiye: Yeni Bir Model Denemesi”
adlı beşinci, son ve en önemli bölümle eser nihayetlenmektedir. Kürevî asabiye “insanlığın sahipsiz
sorunları”na, ideolojilerin ve ekonomilerin aşırılıklarına bir çözüm; küresel sistemin bir “check and
balance (fren ve denge)” sistemi; aşağılamalara
ve ötekileştirmelere karşı bir “küresel biz bilinci”
olarak ifade edilmekte ve işleyiş dinamiği ortaya
konmaktadır. Ayrıca bu bölümde yer alan “Global
Etik-Politik İletişim Alanı”, “Kürevî Asabiyenin
Gelişimi”, “İnsan, Kaynaklar ve Yönetim Tablosu”
ve “Kürevî Asabiye Modeli” isimlerini taşıyan şekiller Dr. Mehmet Hişyar Korkusuz’un bilim dünyasına hediyeleri olarak değerlendirilebilir. Yine
bu bölümde “kürevî asabiye’yi sahiplenip gündeme taşıyacak insanlar”ın mevcut olması gerektiği
vurgulanmakta, insanoğlu daha fazla sorumluluk
almaya davet edilmektedir. ‘Kürevî asabiye modeli’
ile yazar ‘düşünsel zafer’ini ilan etmekte, ‘bilgelik
tacı’nı giymekte ve ‘Muahhire’ literatürdeki tahtına
‘cülûs’ etmektedir.
İnsanlık acıları karşısında dünya kamuoyunun
yaşadığı sekerat hâlinin sonlanması ve acil tıbbi
müdahaleyle sahip olduğu eşsiz özellikleri hatırlaması ve yeniden edinmesi gayesi doğrultusunda
bir kilometre taşı mesabesindeki eser, müellifinin
ifadesiyle her bir insanın “kendi biricik pozisyonu
içerisinde herkesle beraber ‘birliği’ yaşaması”
hayalini insana ve insanlığa teklif etmektedir. Bu
eserle tüllenen Mağribî akşamlar ve latif Endülüs
rüzgârları, doktorunun elinde memleketimizin ve
insanlığın yaralarını saracak bir ilaca dönüşmektedir.
Eserin bütününe zarif zihinsel kurgularla serpiştirilen son derece özgün tespit ve yorumlar
ise yakın gelecekte birçok yazıya tırnak içindeki
alıntılar şeklinde konu olacak gibi gözükmektedir. Kitabı, akademik kapris ve kompleksleri bir
tsunami dalgasını andırırcasına süpüren; birey,
toplum ve insanlık odaklı misyonu ve vizyonu ile
“batı cephesinde yeni bir şey var” dedirten; seyir defterine ‘küre’nin yeni rotasını not düşen bir
gelecek ve umut okuması olarak değerlendiriyor,
entelektüel gelişimin sessiz ve vefalı destekçileri
olan değerli okurlara öneriyorum.■
112
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 2

Benzer belgeler