Türkiye – Orta Doğu İlişkileri

Transkript

Türkiye – Orta Doğu İlişkileri
“Hem Seviyeli Hem Keyifli”
Aralık 2014 | Yıl: 1 Sayı: 2
Türkiye – Orta Doğu
İlişkileri
Orta Doğu'nun Bölgesel Gücü: Türkiye
Orta Doğu: Dünü, Bugünü, Yarını
Suriyeli Mülteciler: Türkiye’nin Müstakbel
Vatandaşları
Cephe savaşından Cephe Gerisi Savaşa
Geçişte İsrail Örneği
Ortadoğu Şehrinin Altın Anahtarı: Mısır
Avrupa Birliği ve Orta Doğu
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır
1
2
Akademik Perspektif – Aralık 2014
AKADEMİK PERSPEKTİF
akademikperspektif.com
Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi
KÜNYE
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
OĞUZHAN YANARIŞIK
KOORDİNATÖR
SAMET ZENGİNOĞLU
EDİTÖRLER
AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA
BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR
AYBÜKE UYGUR - BEHRUZE NEHMETOVA - CAN ACUN - CANER AKKAYA - DERYA KAP - ENES
DEŞİLMEK - FATİH GÖKYILDIZ - FURKAN BURCU AKSOY - HALİL İBRAHİM KELEŞ - HALİL
KÜRŞAD ASLAN - MELİH YELTEPE - MELİKE ŞENER - MUSTAFA İHSAN ORHAN - ÖMER
KARAMAN - ÖZLEM GÜMÜŞ - SAFİYYE KEMAL TOLUK - SEHER GÖZDE USTAÖMER - SELİN
DURAN - ŞAHİN AYDIN - TÜLİN AVCU
REKLAM ve İLETİŞİM
[email protected]
YAYIMCI
Akademik Perspektif Enstitüsü
Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.
*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.
Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.
3
Akademik Perspektif – Aralık 2014
AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN
Saygıdeğer okuyucularımız,
Akademik Perspektif Dergisi, akademik
vasıflara
sahip
yazarların,
genel
beklentinin aksine, sıkıcı ve teknik
olmayan keyifli bir üslupla gündemi ve
dünya meselelerini analiz ettikleri seviyeli
bir
platformdur.
Okuyucularına
uluslararası ilişkiler, tarih, ekonomi, hukuk
ve siyaset bilimi alanlarında makaleler,
röportajlar, haberler, karikatürler ve
videolar sunan güncel bir online sosyal
bilimler dergisidir.
Akademik Perspektif, ilk aşamada
Türkiye’nin
ve
dünyanın
çeşitli
üniversitelerinden akademisyenlerin ve
üniversite öğrencilerinin ilgisini çekti. Daha
sonra internet dünyasının ve ulusal basının
da dikkatini çekti. Birçok makalemiz çeşitli
internet sitelerinde ve online dergilerde
tekrar yayınlandı. Birçok çalışmada
makalelerimize referans verildi. Facebook
sayfa takipçimiz 650.000‘i aştı. Dergimiz
online tabanlı olması sayesinde mesafe
sorunlarını ortadan kaldırdı ve başta
Türkiye olmak üzere yaklaşık 161 ülkeden
sürekli artan oranlarda ziyaretçi çekmeyi
başardı.
Akademik Perspektif bildiğiniz üzere
geçtiğimiz aydan itibaren web sitesindeki
yayına ek olarak aylık pdf formatında bir
dergi de çıkarmaya başladı. Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi, her ay belli bir kapak
konusu belirleyeceğiz. Başta bu konu olma
üzere, ilgili alanlardaki çeşitli konularda
hem kendi ekibimizin kaleme alacağı
yazıları hem de takipçilerimizden gelen
nitelikli makaleleri yayınlayacağımız bu
dergilerde konulara mümkün olduğunca
farklı perspektiflerden bakabilen yazarlara
yer vereceğiz.
Bu ikinci sayımızın kapak konusunu çok
uzun bir süreden beri Türk dış politikasının
temel meselelerinden biri olmayı sürdüren
Orta Doğu ve Türkiye ilişkileri olarak
belirledik. Konuya değişik açılardan
yaklaşan makale ve röportajları bir araya
getirdik. İlişkilerin tarihi seyrinden
ekonomik ilişkilere, bölgede son dönemde
meydana gelen önemli olaylardan
bölgenin
geleceğine
yönelik
projeksiyonlara kadar birçok farklı boyutu
kapsayan çalışmaları derledik.
Bu ay ayrıca, Türk dış politikasında ve
Avrupa, Amerika, Orta Doğu ve Afrika’da
geçtiğimiz ay meydana gelen önemli
gelişmeleri sizler için derledik. Bundan
böyle düzenli olarak yayınlanacak “Ayın
Düşünürü” köşemizi de oluşturduk.
İlk iki sayımız için de yoğun şekilde makale
teklifi gönderen bütün takipçi ve
okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir
sonraki kapak konumuzu “Çin” olarak
belirledik. Başta bu kapak konusu olmak
üzere,
ilgili
alanlardaki
meseleleri
kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz.
Keyifli okumalar…
Oğuzhan Yanarışık
Genel Yayın Yönetmeni
4
Akademik Perspektif – Aralık 2014
İÇİNDEKİLER
Orta Doğu'nun Bölgesel Gücü: Türkiye ............................................................... 7
Ortadoğu Şehrinin Altın Anahtarı: Mısır ........................................................... 10
Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Ekonomi Üzerine Etkileri ............................ 14
Orta Doğu: Dünü, Bugünü, Yarını… ................................................................... 18
Ortadoğu Avrupa'da ......................................................................................... 24
Cephe savaşından Cephe Gerisi Savaşa Geçişte İsrail Örneği ............................ 27
Suriyeli Mülteciler: Türkiye’nin Müstakbel Vatandaşları................................... 30
Suriye’de Çözüm Bağlamında Uluslararası Yaklaşımlar ..................................... 36
Avrupa Birliği ve Orta Doğu .............................................................................. 39
Emperyalist Meydan Okuma ve İslam Medeniyeti Özelinde Ortadoğu ............. 45
BM Lübnan Geçici Kuvveti Bünyesinde Türkiye’nin Rolü .................................. 48
Terörizm ve “IŞİD” Gerçeği ............................................................................... 51
Ortadoğu’da İki Önemli Güç: İran Ve Türkiye ................................................... 56
Birleşik Arap Emirlikleri ve İran Arasında 3 Ada Sorunu .................................... 59
Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay ............................................................ 62
Orta Doğu ve Afrika’da Geçtiğimiz Ay ............................................................... 65
Avrupa’da Geçtiğimiz Ay .................................................................................. 69
ABD'de Geçtiğimiz Ay ....................................................................................... 72
Ayın Düşünürü: Roger Garaudy ........................................................................ 75
Akademik Perspektif: Hedefler, Yollar ve Değerli İnsanlar ................................ 79
5
Akademik Perspektif – Aralık 2014
6
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Orta Doğu'nun Bölgesel Gücü: Türkiye
Özlem Gümüş*
Bu çalışmada öncelikle Orta Doğu'nun tanımı yapılacak ve Türkiye'nin bu bölgede ki yerine
değinilecektir. Uluslararası koşulların Türkiye'nin Orta Doğu politikasını nasıl yönlendirdiği
konusunda ki soru işaretlerine yanıt bulunmaya çalışılacak ve izlediği politikanın altında
yatan nedenlere ışık tutulacaktır. Türkiye'nin Orta Doğu'nun bölgesel gücü olduğu algısı ve
Arap Baharı sonrası bu algıda meydana gelen değişimlerin nedeni irdelenecektir. Bu bilgiler
ışığında Türkiye'nin günümüzde izlediği Orta Doğu politikası anlaşılmaya çalışılacaktır.
Orta Doğu bir kavram olarak ilk kez Amiral
Alfred Thayer Mohan tarafından, Arabistan
ve Hint yarımadaları arasında kalan ve
deniz stratejileri için önem taşıyan bölge
için kullanılmıştır. Geçen yüzyıllık süre
zarfında tanım oldukça farklılaşmış ve yeni
boyutlar kazanmıştır. Öyle ki İslam
Coğrafyası denildiğinde akla gelen ilk yer
olan Orta Doğu, kimi zaman da Hakimiyet
Teorilerinin tek müşterek alanı olmuştur.1
"Orta Doğu hem coğrafi hem siyasi olarak
pek çok bilinmezlerin, karmaşık ilişkilerin,
sorunların ve çatışmaların, ihanetlerin ve
dostlukların, birleşme adına yaşanan
ayrışmaların,
homojen
zannedilen
heterojenliğin, tam olarak kavranmadığı
için bazılarınca kaynayan kazan, bazılarınca
bataklık olarak tanımlanan, bazılarına göre
petrolün ve zenginliğin merkezi olan,
üzerine çok şey söylenen ama çok az şey
bilinen bir coğrafyanın"2 ifadesidir.
Ortadoğu üzerine yapılan binlerce
tanımdan yola çıkılarak, Orta Doğu
denildiğinde
dinsel
anlamda
Müslümanların, etnik anlamda ise Türk,
Arap ve Farslar'ın büyük çoğunluğu
1
Kaya Erdem Burcu, "Orta Doğu'da "Küçük" Ama
"Önemli" Olabilmek: "Katar" Örneği"
Akademik Orta Doğu, Altı Aylık Orta Doğu
Araştırmaları Dergisi, Cilt 4 Sayı 1, 2009, s.29
2
Ari Tayyar, "Geçmişten Günümüze Orta Doğu :
Siyaset, Savaş ve Diplomasi", İstanbul, Alfa
Yayınları, 2004, s. 9
7
Akademik Perspektif – Aralık 2014
oluşturduğu bölge anlaşılmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti ise, ister tarihiyle olsun, ister
din faktörü dolayısıyla olsun bu bölgenin
fazlasıyla içinde yer almaktadır. Aynı
zamanda da fazlasıyla uzağında... Türkiye
bu bölgenin içindedir çünkü; sosyokültürel bağları, coğrafyası, geçmişi
Türkiye'nin Orta Doğu içinde algılanmasına
neden olmaktadır. Ancak bu, Türkiye'nin
uzun süre izlediği politikayla çelişmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren
belirlediği idealler itibariyle daha çok Batı
endeksli bir politika izlemiş ve bunun
sonucu olarak Orta Doğu'dan uzak kalmaya
çalışmıştır. Çağdaş devletler arasında yer
almak
arzusunun
karşılığı
ve
modernleşmenin idolü tarih boyunca Batı
olmuştur.
Ancak gelişen uluslararası şartlar ve
özellikle Orta Doğu'da yaşanan gelişmeler
Türkiye'yi bölgeye çekmiş ve Türkiye'nin
bölgede önemli bir rol oynamasına sebep
olmuştur. Türkiye'nin üç kıtanın buluşma
noktasında stratejik bir öneme sahip
olması Türkiye'yi bölge için kilit noktaya
taşımıştır. Bu nedenle Türkiye, dış
politikasını ve hatta yeri geldiğinde iç
politikasını yönlendirirken uluslararası
konjonktürü daha fazla dikkate almak ve
vizyonunu bu çerçevede belirlemek
mecburiyetinde kalmıştır.
Coğrafyanın önemi gelişen teknolojik
gelişmeler ile farklı bir boyut kazanmış ve
stratejileri tekrar gözden geçirmeyi
gerektirmiştir. Oluşan yeni coğrafya tanımı
daha geniş bir çerçevede ele almayı
gerektirmektedir. Yeni koşullar, ulaşımdaki
kolaylık, internetin ve özellikle sosyal
medyanın yaygınlaşması, bilgiye kolay
erişim
olanağı
yeni
gündemler
oluşmasında artık önemli etkenler haline
gelmektedir. Bu etkenler Türkiye'nin Orta
Doğu vizyonunu da etkilemiştir.
Türk beşeri ve sosyal sermayesi, arzu
edilen dış politika hedeflerini izleyebilmek
için seferber olmak zorunda kalmıştır.
Türkiye, Suriye'de yaşananların ardından
milyonlarca Suriyeliye sınır kapılarını
açmış, ülke bütçesinden önemli bir bölüm
ayırarak mültecilere maddi yardım
yapmıştır.
Ancak
doğrudan
bir
müdahaleden kaçınmıştır. Bunun altında
yatan nedenler ise Türkiye'nin izlediği
politikaya ışık tutmaktadır. Türkiye'nin
kendi dinamikleri, inançları, doğruları bu
yardımları yapmayı gerekli kılmıştır. Ancak
ABD ve Avrupa ülkelerinin müdahaleden
uzak olan tutumları bu konuda Türkiye'yi
de etkisi altına almış ve Türkiye doğrudan
müdahaleden kaçınmıştır. Bunun sebebi
ise, Türkiye'nin Batı'ya tam anlamıyla
sırtını dönmek istemeyişidir.
Türkiye Orta Doğu'da etkin rolünü daha
çok piyasaya dostane, uluslararası
işbölümünü, endüstriyel tamamlayıcılıkları
göz önünde bulunduran bir kalkınma ve
sanayi stratejisini tasarlamaya ve bunu iyi
belirlenmiş
küresel
prensiplerle
bağdaştırmaya
yönelik
olarak
3
kullanmaktadır.
TESEV'in Orta Doğu'da Türkiye Algısı 2013
raporu incelendiğinde anlaşılıyor ki
bölgede Türkiye sempatisi, bölgesel güç
algısı hala devam etmekte ancak büyük bir
erozyona uğramış durumdadır. Sonuçlara
3
Heinrich Böll Stiftung Derneği, "Türkiye'nin Orta
Doğu Politikası ve "Yeni Coğrafya" Algısı"
13.11.2014,
http://tr.boell.org/tr/2014/06/16/tuerkiyeninortadogu-politikasi-ve-yeni-cografya-algisi-yayinlar
8
Akademik Perspektif – Aralık 2014
göre ABD ve Avrupa ülkeleri ile mukayese
edildiğinde tablo sevindiricidir. Ancak iki
ülke vardır ki ortalamayı en çok düşüren
ülkelerdir. Suriye ve Mısır. Anlaşılan o ki
Arap Baharı öncesi Türkiye'nin bölgedeki
tutumu sevgi, saygının yanında büyük
beklentilere de neden olmuştur.4
Orta Doğu ile ilişkilerde temel olan İslam
faktörü üzerinden değerlendirildiğinde,
Türkiye ana stratejik ilişkilerinin NATO ve
AB gibi Batı ittifakının parçası olan
kuruluşlarla olduğunun ve komşularla sıfır
problem politikasının bölgedeki tüm
aktörlere eşit mesafede olma ilkesine
dayandığının altını çiziyor. Ne var ki
Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce de
yaptığı pek çok konuşmada, Müslüman bir
blok yaratmanın temellerini atmaya
çalıştıklarını
ima
eder
mahiyette
konuşmuştur. Erdoğan’ın dünyada 1,5
milyar Müslüman temsilcisi olduğunu
belirttiği
ifadelerinde
bu
açıkça
anlaşılmaktadır.
Müslümanların
savunuculuğunu üstlenen, İsrail karşıtı
tutumunun yanında Türkiye'nin kaydettiği
gelişmeler de, bölgede ki popülerliğinin
nedenlerindendir.5
Görülüyor ki Türkiye, Batı ile Orta Doğu
arasında bir çizgide politika yürütmektedir.
Türkiye son yıllarda, alternatifsizliğin
olumsuz sonuçlarının bilincinde hareket
etmekte ve hem Batı ile hem de Orta Doğu
ile ilişkilerini bu bilinçle yönlendirmektedir.
Türkiye eğer Orta Doğu'dan tamamen
uzaklaşırsa hem potansiyelini harcamış
olacak, hem de zararlı maliyetleriyle karşı
karşıya kalacaktır. Bu nedenle Türkiye,
uluslararası konjonktür ışığında hareket
etmeli ve alternatifsiz kalmamayı hedef
haline getirmelidir. Daha önceki güvenlik
endişesi sebebiyle bölgeden uzak kalışının
kendisine bir fayda getirmediğini anlayan
Türkiye, bölgede iradesini ortaya koyma
gereğini hissetmiştir. Türkiye kendi
potansiyelinin gerektirdiği ölçüde ayakları
yere sağlam basan politikalar izlemeli,
hayalperest olmadan gerçekçi adımlar
atmalı ve öngörülü yaklaşarak, bölgedeki
popülerliğine
aldanmadan
hareket
etmelidir. Ve bunları yaparken, uluslararası
konjonktürü göz önünde bulundurmalı ve
sınırlarını iyi analiz etmelidir. Eğer bunları
başarabilirse, Türkiye çok daha sağlam
adımlarla ilerleyebilir ve önemli sonuçlar
elde edebilir.6
* Özlem Gümüş, Karadeniz Teknik
Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
4
Kohen Sami, "Orta Doğu'da Türkiye Algısı Neden
Geriledi?",04.12.2013,
http://www.milliyet.com.tr/ortadogu-da-turkiyealgisi-neden/dunya/ydetay/1802175/default.htm
5
Internatıonal Crisis Group, "Türkiye ve Orta Doğu:
Yüksek Hedefler ve Kısıtlayıcı Unsurlar, Kriz Grubu
Avrupa Raporu N°203", 07.04.2010,
http://www.crisisgroup.org/~/media/Files/europe/
turkeycyprus/turkey/203%20Turkey%20and%20the%20
Middle%20East%20%20Ambitions%20and%20Constraints%20TURKISH
.pdf
6
Bolat Duran, "Türkiye'nin Orta Doğu Politikası'nın
Genel Çizgisi ve Bu Politikada Etkili Olan Faktörler",
Akademik Perspektif Enstitüsü, 27.01.2012
http://akademikperspektif.com/2012/01/27/turkiy
enin-orta-dogu-politikasinin-genel-cizgisi-ve-bupolitikada-etkili-olan-faktorler/
9
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ortadoğu Şehrinin Altın Anahtarı: Mısır
Röportaj: Melih Yeltepe
SETA Ortadoğu Uzmanı Can Acun: “Türkiye'nin Mısır darbesi karşısında aldığı siyasi tavır
hem ilkeli hem de rasyoneldir. Bundan sonra ilişkilerin seyrine Türkiye değil Mısır karar
verecektir. Mevcut Mısır yönetimi İhvan ve diğer muhalif unsurlara yönelik politikasını
değiştirip onları adım adım siyasi sistemin içine entegre ederse, Türkiye Mısır ilişkileri de
kısmen de olsa bir yumuşama içine girebilir.”
Özellikle son dönemde Gazze’de yaşanılan
olaylardan sonra unuttuğumuz diğer bir
kanayan yaramız: Mısır. Arap Baharı’nın
temel nedeni sadece diktatörlük müydü?
Devrim gerçekleşti derken gelen darbeyle
birlikte binlerce insanın yaşamını yitirdiği
Mısır’da neler oldu? İhvan neyi yanlış
yaptı? Mısır’ın etnik yapısının devrimde ve
darbede etkisi ne yöndeydi? Türkiye, Sisi
yönetimiyle nasıl bir ilişki içinde olmalı?
Bütün bu soruların cevabı SETA Ortadoğu
Uzmanı
Can
Acun’la
yaptığımız
röportajımızda.
Mısır'da yaşananlara biraz temelinden
girmek istiyorum. Arap Baharı'nın tek
nedeni ülkeyi yöneten diktatörler miydi
yoksa arka planında işsizlik, yaşam
kalitesi gibi daha farklı etkenler de var
mıydı?
Mısır'da 25 Ocak devriminin sebebini
sadece özgürlük ve demokrasi arayışına
indirgemek mümkün değil. Ülkede on
yılların
getirdiği
sosyo-ekonomik
sorunlarda
birincil derecede
etkili
olmuştur. Ülkenin düşük gayri safi milli
hasılası, adaletsiz bir gelir dağılımı ile
birleşmiş olduğundan zengin fakir
uçurumu kabul edilemez boyutlara
tırmanmıştı. Yolsuzluklar ile iyice çökmüş
olan devlet sistemi halkın talep ettiği
hizmeti sunmaktan çok uzaktaydı. Ülkenin
ulaşım, sağlık, eğitim, enerji altyapısı
dünya
ortalamasının
çok
altında
seyrediyordu. Tabii aslında tüm bunları
aslında diktatörlük rejiminden ayrı tutmak
da mümkün değil. Kötü yönetimin bir
sonucu olarak tezahür etmiş şeyler.
10
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ümmül Dünya (Dünyanın Anası) olarak
adlandırılan Mısır İslam dünyası için çok
önemli bir ülke. Böyle bir olayın Mısır'a
sıçraması diğer toplumlarda ne gibi bir
heyecan uyandırdı?
yaşanmasına
neden
oldu.
İhvan-ı
Müslim’in kararlı bir şekilde darbe karşıtı
direnişi devam ettirmesi de ölümlerin
artarak devam etmesini beraberinde
getirdi.
Gerek tarihi, gerekse demografisi ve
jeopolitik konumu itibariyle Mısır, İslam ve
Arap dünyasının kalbgahı sayılabilecek çok
önemli bir ülkedir. Burada tezahür eden
fikir ve siyasi akımlar diğer ülkeleri
etkileme istidadı gösteriler. Bu bağlamda
Arap Baharı'nın Mısır'ı etkisine alması ve
çok kısa bir sürede Mübarek'in devrilmiş
olması büyük bir etki oluşturdu. Tabi menfi
manada Mursi'ye yönelik askeri darbede
aksini oluşturmuş oldu.
Mısır'daki seküler yapıların Müslüman
Kardeşler'e yaklaşımı ne yöndeydi?
Mısır'da çok çeşitli dine ya da inanca
sahip insan bulunmakta. Bu devrim
sırasında bu farklılıklar kendini belli etti
mi, yoksa devrim ülküsü her kanattan
insanı birleştiren bir etmen mi oldu?
Mübarek'e yönelik isyan tüm toplumsal
kesimlerden ülkenin kahir ekseriyetini
içinde barındırıyordu. Ancak Mübarek
sonrası dönemde toplumsal kesimler
ayrışmaya ve adım adım birbirine karşı
pozisyon almaya başladı. Bu ayrışmada
eski rejimin (fülul) bilinçli bir dizaynı
olduğunu düşünüyorum.
Arap Baharı Mısır'da diğer ülkelere
nazaran daha farklı yaşandı. Daha çok
kan, çatışma ve protestoya sahne oldu.
Bunun en büyük nedeni sizce neydi?
Mübarek'e yönelik isyanda bine yakın
insan hayatını kaybederken, müesses
nizamın
Mübarek
eli
ile
sürdürülemeyeceğini
gören
Mısır
ordusunun tarafsız bir pozisyon alması,
daha fazla şiddetin tezahür etmesini 25
Ocak devrimi döneminde engelledi. Ancak
Mursi'ye yönelik darbenin ana aktörünün
ordu olması ülkede 3 Temmuz'dan bugüne
değin kitlesel ölümlerin ve katliamların
Öteden beri olumsuz olmuştur. İhvan-ı
gizli amaçlar güden, ülkeye zorla şeriat
rejimi getirip hayat tarzına müdahale
edeceğine inanan bir duruşları var. Ciddi
İslamofobik söyleme de sahip olan bu
kesimler İhvan karşıtlığı sebebi ile
darbenin de parçası olmuşlardır.
Devrim geçekleşti seçimler bitti ve İhvan-ı
Müslim yönetimi ele aldı ama çok kısa bir
sürede darbe gerçekleşti. Sizce bu
durumun en büyük nedeni neydi?
25 Ocak Mübarek'in devrilme sürecinde
ordu tarafsız bir pozisyon alarak varlığını
ve gücünü tahkim etmiş, Mursi'nin bir yıllık
iktidarının daha başından itibaren eski
devlet aygıtları ile ittifak içerisine girerek
bir
darbe
dizaynı
gerçekleştirmiştir. Devrimin
ana
aktörlerinin arasına nifak sokup onları bir
birine karşı pozisyon almaya itmiş, devrim
ile birlikte oluşan büyük beklentilerin
Mursi
ve
İhvan
yüzünden
gerçekleşemediği algısını oluşturarak
sıradan
halkı
yönlendirmeyi
başarmışlardır. Mursi'nin General Sisi'ye
aşırı güvenmesi ve Mısır Ordusu ile
olan ilişkisini yanlış kurgulaması da
darbeye giden süreci görememesine
neden olmuştur.
İhvan-ı Müslim'i biraz araştırdığımızda
Erbakan önderliğindeki Milli Görüş’le
benzerlikleri hemen ortaya çıkmakta. Eski
bir yapılanma, iktidara aç ama iktidar
konusunda tecrübesiz bir oluşum. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz?
11
Akademik Perspektif – Aralık 2014
İhvan'ın kısa iktidar tecrübesinde ülke
yönetimine hazır olmadığı görülmektedir.
Cemaat yapısı aşılamayarak ötekilere karşı
kuşatıcı olunamamıştır. Siyaset ve güç
oyununda da yeteri kadar başarılı
olunamamış ve hızlı adım atma tutkusu
darbe ile son bulmuştur.
Mısır'la ilgili son dönem okuması
yaptığımızda, siyasi süreç açısından İhvan
ve Milli Görüş Hareketi’ni mukayeseli
olarak
inceleyip,askeri
darbe
ve
yaşananlara baktığımızda Türkiye'deki 28
Şubat süreciyle benzerlikleri var mıdır?
Türkiye ve Mısır siyasi tarihi bazı
benzerlikler gösterse de tam manası ile
örtüşmemektedir. Özellikle Orduların
konumu ve özgül ağırlığı bir birinden farklı
olmuştur. Mısır Türkiye'ye nazaran tam
manası ile bir ordu devlettir. Siyasetin
dışında ekonomide de ana belirleyici güç
hep ordu olmuştur. Yine Türkiye’nin
demokrasi deneyimi Mısır'a göre daha
güçlüdür ve önemli tecrübeler vuku
bulmuştur. Bu bağlamda İhvan'ın yüzleştiği
Ordu ve diğer devlet aygıtları çok daha
güçlü ve yerli yerindedir. İhvan'ın sistemi
değiştirmekte acele etmesi ve aşırı öz
güvenli adımları darbe ile yüzleşilmesini
beraberinde
getirmiştir.
28
Şubat
sürecinde Türkiye'de yaşananların kat be
kat ötesinde katliamlar yaşanmakta, İhvan
tüm
unsurları
ile
yok
edilmek
istenmektedir.
Toplumsal
yapı
da
tamamen
kutuplaşmış
ve
darbeyi
destekleyen kesimlerin gözünde İhvan
şeytanlaştırılmıştır.
Mısır'da en başından beri yaşanan bu
olaylarda El-Ezher Üniversitesi'nin tavrı
ne yöndeydi?
El-Ezher Kurumu Mübarek döneminde
Mısır devlet aygıtı tarafından kontrol edilir
hale gelmiş ve mevcut Şeyhi Ahmed Tayyib
ile diğer üst düzey yöneticileri tamamen
darbenin yanında yer almıştır.
Son olarak Türkiye uzun vadede Sisi
yönetimi
ile
nasıl
bir
ilişki
kuracak/kurmalı?
Türkiye'nin Mısır darbesi karşısında aldığı
siyasi tavır hem ilkeli hem de rasyoneldir.
Bundan sonra ilişkilerin seyrine Türkiye
değil Mısır karar verecektir. Mevcut Mısır
yönetimi İhvan ve diğer muhalif unsurlara
yönelik politikasını değiştirip onları adım
adım siyasi sistemin içine entegre ederse,
Türkiye Mısır ilişkileri de kısmen de olsa bir
yumuşama içine girebilir.
SETA Ortadoğu Uzmanı Can Acun 2006
yılında Canadian Business Institute’den
mezun olan Can Acun 2008 yılında Doğu
Akdeniz Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans
düzeyinde,
ardından
da
Yeditepe
Üniversite’nden
Siyaset
Bilimi
ve
Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek
lisans düzeyinde mezun oldu. Çeşitli gazete
ve dergilerde makaleleri yayınlanmakta
olan Can Acun SETA’nın Kahire ofisinde de
çalışmalarını sürdürmektedir.
12
Akademik Perspektif – Aralık 2014
13
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının
Ekonomi Üzerine Etkileri
Halil İbrahim Keleş*
Ortadoğu jeopolitik ve stratejik olarak önemli bir noktada yer almaktadır. Türkiye’nin hem
bu bölgenin içinde yer alması, hem de gelişmiş Avrupa Bölgesiyle enerji zengini Ortadoğu
Bölgesi arasında konumlanmış olması, Ekonomiye de yarar sağlamaktadır.
Ortadoğu, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu,
Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan,
aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki
bütün ticarî ve kültürel bağlantıların
yapıldığı, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya
Savaşı sonucunda mağlup olması ile
imparatorluğun topraklarında sömürgeci
imparatorlukların
himayesinde
yeni
devletler kurulması ile oluşmuş, bugün
Dünyanın bilinen petrol rezervlerinin
%65’ine sahip alanı kapsayan bir bölgedir.
Sahip olduğu konum yüzünden yıllar
boyunca egemen güçlerin hedef alanı
olmuştur. Orta Doğu, komşularımız olan
İran, Irak, Suriye gibi ülkelerin yanında,
Filistin, İsrail, Lübnan, Mısır, Suudi
Arabistan, Katar, Kuveyt gibi petrol zengini
olan
ülkelerin
bulunduğu
alanı
kapsamaktadır.
Türkiye’de sahip olduğu konum sayesinde
bir Orta Doğu ülkesi sayılmaktadır. Ancak
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra
kurulan Türkiye Cumhuriyeti siyasi,
ekonomik ve politik olarak yüzünü Batıya
dönmüş ve 1970’li yıllara kadar Orta Doğu
ülkeleri ile olan ilişkilerini sembolik
seviyede tutmuştur.
1970’li yıllarda patlak veren Petrol krizi ve
Kıbrıs Harekatı sırasında ABD tarafından
konulan ambargo ve Avrupa Ekonomik
Birliği ile yaşanılan ekonomik problemlerin
sonrasında Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ile
olan ilişkilerini geliştirmiştir. Oluşan petrol
ihtiyacını karşılayabilmek için Türkiye,
Türkiye- Irak Boru Hattını 4 yılda (19731977) tamamlamış ve Türkiye’ye petrol
14
Akademik Perspektif – Aralık 2014
vermeye başlanmıştır.1 Oluşan bu siyaset
ortamından sonra, Türkiye’nin Ortadoğu
ülkeleri ile ilişkileri yavaş yavaş gelişmiştir.
Ancak, Türkiye’nin artan petrol ithalatı,
ihracat miktarını geçmiş, buda Türkiye’nin
bütçe açığının oluşmasına ve cari açık
vermesine neden olmuştur.
1980’li yıllara kadar Türkiye, Kıbrıs
Harekatından dolayı oluşan ambargoya
tepki olarak Ortadoğu ile yakınlaşmıştır.
Askeri darbeden sonra gelen yönetimle
birlikte, Türkiye ile Ortadoğu ilişkileri daha
da gelişmiştir. Özellikle Özal yönetiminde
ki Türkiye, hem Batıyla hem de Ortadoğu
ülkeleri ile iyi ilişkiler içinde bulunmaya
çalışmış ve bölgede aktif rol oynamaya
başlamıştır. Bu aktif rol ekonomik olarakta
ihracata yansımıştır. Üstelik 1980’li yıllarda
İran İslam Devrimi, Afganistan’ın SSCB
tarafından işgali ve İran- Irak arasında ki
savaşa rağmen, Türkiye’nin bölgeye
ihracatı 1981'de 1.359,5 milyar dolara,
1982'de 2.153,4 milyar dolara, 1984
yılında 2.478,5 milyar dolara, 1985'de
2.974,5 milyar dolara ve 1988'de 2.548,4
milyar dolara çıkmış ve bölgenin
Türkiye'nin toplam ihracatı içindeki payı
1980'de yüzde 20'lerden 1981'de 40'lara,
1982'de yüzde 47'lere yükselmiştir ki bu,
Türkiye'nin Avrupa ülkelerine yaptığı
ihracatı aşmıştır.2
Türkiye’nin sahip olduğu konum birçok
avantaj içermesine rağmen, dezavantajları
da ülkeye zarar vermektedir. 1990’lı
yıllarda meydan gelen olaylar ülke
ekonomisine olduğu kadar, Türkiye
politikalarına da zarar vermiştir. 1980’li
yıllarda yakalanan olumlu hava, 1990’lı
yıllara yansımamıştır. 1990’lı yılların
başında Soğuk savaş sona ermiş, Sovyetler
Birliği ve Yugoslavya dağılmış ve buna
paralel olarak Körfez Savaşı baş
göstermiştir. Körfez Savaşında ABD’nin
isteği doğrultusunda, Irak’a ambargo
uygulanmaya başlanmıştır. Irak’ta tepki
olarak daha önce yapılmış olan petrol boru
hattını kapatmıştır. Ayrıca Türkiye ve Irak
karşılıklı
olarak
ticari
ilişkilerini
kesmişlerdir. Karşılıklı yapılan bu politik
hamleler, Türkiye ekonomisinde görülen
en büyük zarara neden olmuş ve
Türkiye’ye 25 Milyar Dolar ile 150 milyar
dolar arası kayıp yaşatmıştır.3 Bu arada
Suriye ile yaşanan su sorunu ve terör
örgütüne destek gibi konulardan dolayı,
ticari
anlamda
pek
ilişki
içinde
bulunulmamış ve sembolik seviyede
tutulmuştur.
1996 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük
Birliği
anlaşmasının
imzalanmasının
ardından Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ile
ekonomik ilişkileri belirli seviyede
sürdürmüştür. 1996-2002 yılları arası çok
fazla değişmemiş, ihracat miktarı bu yıllar
arasında toplam 19.843 milyar dolar,
ithalat ise 20.159 milyar dolar olarak
gerçekleşmiştir.4 Türkiye’nin bölgeye
yakınlığı göz önüne alındığında ekonomik
ilişkilerin
oldukça
yetersiz
kaldığı
gözlenmektedir. Bu yetersizlikte sadece
siyasi ilişkileri sorumlu tutmak doğru
olmayabilir. Çünkü, bu süreçte Türkiye’nin
yaşamış olduğu iç talepteki daralmaya
bağlı kriz ve 1999 yılında yaşadığı deprem
ekonomisini etkilemiştir.
2002 yılında Türkiye’nin hükümet yapısının
koalisyondan,tek
parti
iktidarına
1
Gözen Ramazan, ‘Türkiye'nin Orta Doğu Politikası:
Gelişimi Ve Etkenleri’, Erişim Tarihi 07.11.2014,
http://strateji.cukurova.edu.tr/ORTA_DOGU/04.ht
m
2
Karacan Fatih, ‘Türkiye’nin Ortadoğu Politikası’,
Erişim Tarihi 10.11.2014,
http://www.oocities.org/fatihkaracan/tarih/ortado
gu.htm#_ftn16
3
Akbay, O. Salih, ‘ Türkiye’nin Ortadoğu ile
Ekonomik İlişkileri’, Akademik Sosyal Araştırmalar
Dergisi 1,(2013): 87-101
4
Kula F. Ve Aslan A., ‘Türkiye’nin Ortadoğu’da
Ekonomik Geleceği: Türkiye’nin İhracat
Potansiyeline Yönelik Ampirik Bir Analiz’,
MPRA,(2008):1-9
15
Akademik Perspektif – Aralık 2014
değişmesiyle her alanda Türkiye’de
ilerleme
kaydedilmeye
başlanmıştır.
Bunun nedeni AKP hükümetinin, barışçıl
politikalar izleyip, komşularıyla olan
ilişkilerini geliştirme çabasıdır. Hükümetin
ilk döneminde izlediği barışçıl politika
ekonomik olarak verilere yansımıştır.
Türkiye Ekonomisi, 2003-2006 yılları
arasında
%7,24 oranında büyümüş,
Türkiye’nin bu süreçte Ortadoğu ülkelerine
yaptığı ihracat 30 milyar dolara, ithalat
miktarı ise 23 milyar dolara yaklaşmıştır.5
Artan ticaret hacmine bağlı olarak Türkiye,
bölge ülkeleriyle ikili serbest ticaret ve vize
muafiyeti anlaşmaları imzalamıştır. Hatta
‘Şamgen’ adı altında gümrük birliği
oluşturulması dahi gündeme gelmiştir.6
Ancak 2008 yılından sonraki küresel
ekonomik kriz sistemin sarsılmasına,
Türkiye’nin ekonomisinin büyüme hızını
düşürmesine neden olmuştur. Bununla
beraber Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da
başlayan Arap Hareketleri ekonomik
olarak tarafları zorlamıştır. Ancak izlenen
siyasi politika sayesinde Türkiye, bölge de
proaktif bir devlete dönüşmüştür. Bu
dönüşüm , bölgeyle olan ekonomik
ilişkilerin bütün olumsuzluklara rağmen
artmasını sağlamıştır. 2008-2013 yılları
arası Türkiye’nin Bölge ülkelerine yapmış
olduğu ihracat miktarı 161 milyar dolar
civarına yaklaşmış, ithalat ise 97 milyar
dolar civarında gerçekleşmiştir.7
ittifakların menfaatlerine ters düşmeyecek
şekilde gelişmiş ve 1980’li yıllara kadarda
dar bir kalıpta gelişme göstermiştir. Son 10
yılda
ise,
Avrupa Birliği’ne
giriş
müzakerelerinin uzaması ve gelişmekte
olan
Türkiye’nin
enerji
ihtiyacını
karşılamak için Ortadoğu’ya yönelmiştir.
Bu da Türkiye’de eksen kayması
tartışmalarına sebep olmuştur. Coğrafi
konumu bakımından Türkiye, Ortadoğu
Bölgesinin en önemli ülkelerinden biridir.
Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri ve petrol
zengini ülkeler arasında bir köprü görevi
görmektedir. Son dönemlerde Avrupa’da
yaşanan Kırım Krizi’nin de etkisiyle
Türkiye, Avrupa ülkelerinin enerji ihtiyacı
için daha da önemli bir pozisyonda yer
almaya başlamıştır. Bu süreç içinde
Türkiye, gerek Ortadoğu’da gerekse
Avrupa da ki gelişmeleri iyi takip etmelidir.
Ortadoğu ülkeleriyle sadece menfaat
ilişkisi değil, kültür olarakta bağlı olduğu
bu toplulukla daha yakın ilişkiler kurmaya
çalışması, Türkiye’ye pek çok yararlar
sağlayacaktır.
* Halil İbrahim Keleş, Düzce Üniversitesi,
İşletme
Genel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin
Ortadoğu politikası, içinde bulunduğu
5
İtik, Ülkü M., ‘ Türkiye’nin Ortadoğu Ülkeleri ile
Ekonomik Ve Ticari İlişkiler Üzerine Bir
Değerlendirme’, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008
6
Kutlay, M., ‘ Türkiye-Ortadoğu Ticari İlişkilerinin
Politik Ekonomisi’, Ortadoğu Analiz, Cilt:6, sayı:62,
(2014): 58-59
7
Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı,
http://www.ekonomi.gov.tr/index.cfm?sayfa=7145
D543-D8D3-8566-4520DFB6CC4A86BA , erişim
tarihi, 16.11.2014
16
Akademik Perspektif – Aralık 2014
17
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Orta Doğu: Dünü, Bugünü, Yarını…
Röportaj: Fatih Gökyıldız
Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Halil
Kürşad Aslan: “Ortadoğu’daki sorunların pek çoğunun kaynağı, Sömürgecilik döneminde
tesis edilen siyasi yapıda gizlidir. Yüksek yaşam standartları ve adil bir toplum düzenin
kurulamaması, geçmişte Sömürgecilerin tesis ettiği yanlışlıklar ve günümüzde hala devam
eden dış müdahaleler normalleşmeyi engellemektedir. Yerleşik çıkar sahipleri kısır
döngüden çıkılmaması için bekçi rolünü üstlenmektedir. Bu sistem er veya geç sona
erecektir. Ancak bunun için hızlı ve kökten bir değişim değil, zaman içine yayılmış bir
çözüm olabileceğini öngörebiliriz.”
Her ne kadar 1969 yılından beri sınırlarımız
değişmedi ve barış içindeyiz desek de, tarih
boyunca İran – Türkiye ilişkileri hep
rekabet ekseninde yürümüştür. İran
kendini bir İslam devleti olarak tanımlasa
da gerçekte ulus-devlet mantığı ile hareket
eden, temel felsefesinde Fars milliyetçiliği
ve Şii propagandası bulunan bir devlettir.
İran devleti, 1980’lerin sonundan itibaren
alevlenen Ermeni – Azeri çatışmalarında
her zaman Ermenilerden yana olmuştur.
İran nüfusunun üçte biri etnik Türklerdir.
Orta Asya ve Orta Doğu’da Türkiye ve İran
arasında rekabet vardır. Bu rekabet hem
kimlik hem de milli çıkarların ivmesi ile
hareket eden bir rekabettir. İran ile Türkiye
arasında özellikle siyasi alanda her zaman
rekabet olmuştur ve olacaktır. Yine de bu
rekabet muhtemel işbirliği alanlarını
bertaraf
etmeyebilir.
Osmangazi
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Halil Kürşad
Aslan ile Türkiye – Orta Doğu ilişkisi başta
olmak üzere, Orta Doğu’yu ve yaşanan
gelişmeleri enine boyuna konuştuk. Sayın
Aslan’ın diğer çalışma alanları; Orta Asya,
Kafkasya ve Arap ve İslam Dünyası.
Türkiye’nin Orta Doğu’da izlemiş olduğu
politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir ülkenin dış politikasını belirleyen pek
çok faktör vardır. İç siyasetin koşulları,
çıkarlar, kimlikler, değerler gibi pek çok
18
Akademik Perspektif – Aralık 2014
etken belirleyicidir. Uluslararası ilişkiler
disiplini içinde daha ilk günlerde öğretilen
realist kuramın öngördüğü şekilde, bir
ülkenin uluslararası sistem ve güç yapısı
içinde nerede konumlandığı da aynı
şekilde önemlidir. Türkiye hem iç faktörler
hem de uluslararası sistemin koşulları
çerçevesinde
dış
politikasını
belirlemektedir. Bu bakımdan konuyu ele
alırsak, Türkiye içte yaşanan dönüşüm ve
değişimlerin ivmesi ile dış politikasında
daha aktif bir döneme girmiştir. Yurtiçinde
özellikle 1980’ler sonrasında yaşanan
değişimler, PKK sorunu, iç siyasette
muhafazakar-laik güçlerin karşı karşıya
gelişi, ekonomik büyüme sonucunda
Anadolu sermayesinin ortaya çıkışı,
İstanbul
sermayesi
ile
Anadolu
sermayesinin çekişmesi, bunların hepsi
Türk milli kimliğinde ve norm yapısında
değişim ve çok seslilik getirmiştir. Milli
çıkarların
tanımlanması
konusunda
oldukça farklı bakış açıları sergileniyor.
Uluslararası sistemde de son yıllarda
büyük bir değişim ve dönüşüm
deneyimleniyor. Küresel ekonomideki
büyük değişim dalgası ister istemez
Türkiye’yi de etkiliyor. Büyük şirketlerin
dünya üretiminde giderek artan payları,
sanayisizleşme, gelir dağılımında hem
küresel ölçekte ve ülkeler arasında, hem
de ülkelerin kendi içindeki bölgeler
arasında uçurumlar oluşuyor. Özellikle son
on yıldır dünya genelinde demokratik ivme
ters yönde hareket ediyor. Sözün özü, hem
yurtiçi hem de yurtdışı gelişmeler
Türkiye’nin dış politikasını belirliyor ve
Türkiye’nin Ortadoğu politikası bu
çerçevede
yön
buluyor.
Türk
vatandaşlarının,
öğrencilerinin,
iş
adamlarının ayak basmadığı yer yok gibi.
Ortadoğu’da her ülkede iş yapan
firmalarımız var. Ortadoğu’da hangi ülkeye
giderseniz gidin herkes Türk dizilerini
büyük bir ilgi ile izliyor. Özellikle de
Dışişleri Bakanlığımızın birimleri, TİKA,
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanlığı gibi pek çok kurumumuz çok
aktif bir şekilde çalışıyor. Bu noktada en
çok
ihtiyaç
duyduğumuz
şey,
kurumsallaşma eksikliği gibi görünüyor.
Farklı dinamikleri Türk milli çıkarları
çemberinde, ortak ideal ve normlar
çerçevesinde belli bir yöne doğru eşgüdüm
içinde
hareket
ettirecek
bir
kurumsallaşmaya ihtiyacımız var.
Türkiye’nin geçmişten gelen ve Safevi
devleti
zamanında beklide
doruk
noktasına ulaşan, devam eden yıllarda da
zaman zaman kızışan bir Türkiye – İran
rekabeti gözümüze çarpıyor. Siz şuan ki
süreçte Türkiye – İran ilişkilerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Her ne kadar 1639 yılından beri sınırlarımız
değişmedi ve barış içindeyiz desek de,
tarih boyunca İran-Türkiye ilişkileri hep
rekabet ekseninde yürümüştür. İran
kendini bir İslam devleti olarak tanımlasa
da gerçekte ulus-devlet mantığı ile hareket
eden, temel felsefesinde Fars milliyetçiliği
ve Şii propagandası bulunan bir devlettir.
İran devleti, 1980’lerin sonundan itibaren
alevlenen Ermeni-Azeri çatışmalarında her
zaman Ermenilerden yana olmuştur. İran
nüfusunun üçte biri etnik Türklerdir. Orta
Asya ve Orta Doğu’da Türkiye ve İran
arasında rekabet vardır. Bu rekabet hem
kimlik hem de milli çıkarların ivmesi ile
hareket eden bir rekabettir. İran ile
Türkiye arasında özellikle siyasi alanda her
zaman rekabet olmuştur ve olacaktır. Yine
de bu rekabet muhtemel işbirliği alanlarını
bertaraf etmeyebilir.
Türkiye’de 28 Şubat zihniyeti İran - Türkiye
ilişkilerini laiklik ve İslamcılık temelinde ele
alıp, ikili ilişkileri düşmanca bir tutum
üzerine inşa etmişti. Necmettin Erbakan’ın
Refah Partisi ve 2011 yılına kadar AK Parti
de bunun tersi bir yol izledi. Olması
gerekenden daha sıcak ve daha dost-gibi
bir politika izlendi. Ancak, uluslararası
19
Akademik Perspektif – Aralık 2014
ilişkilerin ulus-devletler arasında bir
rasyonel oyun olduğu ve özünde çıkarlara
dayanan bir yönü olduğu henüz keşfedildi.
Unutulmamalıdır ki uluslararası ilişkilerde
hiçbir zaman mutlak dost veya düşman
yoktur; sadece çıkarlar vardır. Son yıllarda
İran ile çıkar çatışmalarımız, özellikle de
Suriye’deki iç savaş konusunda epeyce
artmıştır. Bu konuda AK Parti’yi acımasızca
eleştirmek yersizdir.
İran’ın 10 yıl öncesine göre özellikle
Ahmedi
Nejat
döneminde
askeri
teknolojiye çok fazla yatırım yaptığını
görüyoruz. Bu durum sizce neyin
göstergesidir?
Sizin
bu
konudaki
düşünceleriniz nelerdir?
Her devlet gibi İran da uluslararası sistem
içindeki güç dağılımında nispi payını
arttırmak ister. Ekonomi, finans, ticaret,
güvenlik ve bilgi üretiminde küresel
pastadan kendi payına düşenin en fazlasını
almaya gayret eder. İran siyaseti 1980’den
beri otoriterdir ve iç muhalefet sert
biçimde susturulmaktadır. Etki alanlarını
genişletmek isteyen İran sert ve yumuşak
güç unsurlarını arttırmak isteyecektir. Bu
tutum kendi içinde son derece mantıklıdır.
Sadece İran değil, Türkiye de dâhil her ülke
tehdit algılamaları çerçevesinde güvenlik
kalkanlarını
sağlamlaştırmak
ister.
Türkiye’nin de güvenlik sektöründe büyük
gayret ve yatırımları vardır. İran’ın
güvenlik algısı geniş bir alanda yerleşiktir.
Küresel sistemde Batılıların gözündeki İran
söz dinlemeyen çocuktur. İran’ın güvenlik
politikalarında İsrail de vardır ancak tek
tehdit değildir. İran Ortadoğu’nun Arap
olmayan bir unsurudur. Araplar ve Farslar
arasında her zaman çekişme olmuştur.
Irak-İran savaşı çok çetin geçmiştir ve
büyük kayıplar verilmiştir. Dolayısı ile
İran’ın yaptığı güvenlik yatırımları sadece
Türkiye’ye veya sadece belli bir ülkeye
yönelik değildir. Çok katmanlı ve değişken
bir politikadır.
Türkiye’nin Suriye’de Esed’e karşı izlemiş
olduğu
politikayı
siz
nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Arap Baharı, pek çok ülkede devlet-toplum
ilişkilerindeki sağlıksız bünyeyi ortaya
koydu. İnsanlar
küresel
ekonomik
dinamiklerin de tetiklemesi ile örneğin
internetin sağladığı geniş bilgi ortamında
ve gelir eşitsizliklerinin had safhaya ulaştığı
bir durumda, siyaset kurumlarından
değişim beklentilerini ortaya koydular.
Suriye’de de devlet mekanizması halktan
gelen bu taleplere sert bir tepki verdi.
Türkiye Arap Baharı diye bilinen halk
hareketlerine hazırlıksız yakalandı. Dış
politika kararlarında Türkiye’nin bu
hazırlıksızlığı
net
bir
şekilde
görünmektedir. Suriye olaylarında da ilk
safhalarda Türkiye olaya biraz duygusal
taraftan baktı. Yanlışlar yapıldı. Türkiye’nin
iç siyasetinde normalleşme henüz
deneyimlenemediği için ve dış politika
yapımında karşılıklı fikirlerin normal
süreçler içinde belli filtrelerden geçerek
nihai kararlara varılan normal bir ortam
olmadığından AK Parti yanlışlıklarından
geriye dönemedi. Gereğinden fazla sert
söylemler ile işi zora soktu. Ancak
unutmamak gerekir ki sadece son beş yılda
Türkiye’nin iç siyasetinde olağanüstü
süreçler yaşanmaktadır. Balyoz ve
Ergenekon Davaları, Gezi Parkı olayları, 17
ve 25 Aralık darbe girişimlerinin
içindeyken, muhalefet-hükümet ilişkileri
rasyonel politika çerçevesinden ziyade
karşılıklı atışma ve kimlik siyaseti odaklı
iken AK Parti dış politikasında hata
yapmaya müsait bir ruh halinden çıkıp
normale dönememektedir.
Orta Doğu’nun son yıllarda beklide en
önemli olaylarından olan Arap baharı,
bazı kesimlerce ilkbahar havasında
karşılanırken sonraki süreçte sonbahara
döndüğü yönünde yorumlar yapıldı. Sizin
bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
20
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Arap Baharını tetikleyen iki önemli
dinamik
vardır.
Birincisi
küresel
ekonominin dışavurumu sonucunda Arap
Dünyasında artan ekonomik eşitsizliklerin
toplum kesimlerinde yankı bulmasıdır.
İkincisi ise yine sistemsel bir dinamik olan
iletişim devriminin yarattığı etkilerdir.
Şimdilik mevsimlere dayalı mutlak kış veya
mutlak yaz yorumları yapılabilir. Veya bu
uç görüntülerden daha ılımlı bahar ve güz
deyimleri
kullanılabilir.
Bu
halk
hareketlerinin nihai sonucunu belki elli yıl
sonra daha net görebileceğiz. Ancak şapka
düşmüş
ve
kel
görünmüştür.
Ortadoğu’nun
kilit
öneme
sahip
ülkelerinden Mısır’da geleneksel yerleşik
siyasi güçler değişim talebine set
çekmiştir. Diğer ülkelerden Fas ve Suudi
Arabistan gibi monarşilerde halkın
taleplerini,
muhtemel
tepkilerini
yumuşatıcı birtakım tedbirler alınmıştır. Bu
sürecin nihai sonucunu küresel sistemin
değişim ve dönüşümü çerçevesinde ele
almak gereklidir. Devlet-toplum ilişkileri bu
ana çerçevenin belirlediği koşullar ile
kendine yön bulacaktır.
Arap Birliği, Avrupa Birliği’nden daha eski
bir birlik olmasına rağmen, istediği
başarıyı ve çıkışı yakalayamamıştır; gerek
refah,
gerekse
ekonomik
açıdan
Avrupa’nın
bir
hayli
gerisinde
kalmaktadır. Aynı zamanda bir birlik
olarak da adından çok sık söz
ettirememektedir. Sizce Arap Birliği ne
yapmadı da kendini geliştiremedi? Sizin
bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Arap Birliği ve Avrupa Birliği’nin nispi güç
ve
zayıflığı
ekonomik
alandaki
performansların sonucudur. Bundan daha
da önemlisi, Sanayi Devrimi sonrasında
başlayan Sömürgecilik dalgasına çok
hazırlıksız yakalanan Arap ülkelerinin
modernite ile buluşmaları yanlış zamanda,
yanlış koşullarda ve yanlış aktörler
yönetiminde
olmuştur.
Ulus-inşası
süreçlerine çok geç başlamış ve sömürge
deneyiminin verdiği olumsuz şartlarda
Arap ülkelerinden normal siyasi süreçler
beklemek
doğru
değildir.
Arap
ülkelerindeki toplumsal sözleşme (social
contract) üzerinde çalışmak gereklidir.
Arap
toplumunun
dış
güçlerin
müdahalelerinden azade olup rahat
bırakılması
ile
normal
süreçler
bekleyebiliriz ki bu da en az bir iki kuşak
içinde olabilecektir. Sözün özü, modern
ulus devlet sürecinde yaralanmış olan ve
ayrıca toplumsal sözleşmesini her iki
tarafın
normal
koşullar
içinde
belirlemediği bir Arap Dünyasında bölgesel
bir birliğin normal ve randımanlı olmasını
da bekleyemeyiz.
Türkiye’nin Filistin – İsrail arasında
yaşanan süreçteki politikasını ve yerini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsrail Ortadoğu’nun baş ağrısıdır. Türkiye
kendi
iç
dinamiklerindeki
değişim
çerçevesinde İsrail-Filistin sorununa İslami
hassasiyetler, adalet ve zulüm bağlamında
ve ortak kültürün etkisi ile tepki
vermektedir. Çıkarın ne
olduğunu
belirleyen kimliktir. Ve günümüzde Türk
halkını temsil etme yetkisine sahip olan
iktidar, milli çıkarın ne olduğunu bu yetki
ve kendi kimlik algılamaları çerçevesinde
değerlendirmektedir. Üslup ve alternatif
politikalar konusunda eleştiri ve yorum
yapılabilir ancak şurası kesindir ki Türkiye
mazlumun ve doğru olanın tarafındadır.
Orta Doğu’da ki sorunların bitmesini
beklemek bir ütopyamıdır? Bölgede barış
ve refahın anahtarı sizce nedir?
Ortadoğu’daki sorunların pek çoğunun
kaynağı Sömürgecilik döneminde tesis
edilen siyasi yapılarda gizlidir. Yüksek
yaşam standartları ve adil bir toplumsal
düzenin
kurulamaması,
geçmişte
Sömürgecilerin tesis ettiği yanlışlıklar ve
21
Akademik Perspektif – Aralık 2014
günümüzde halen devam eden dış
müdahaleler
normalleşmeyi
engellemektedir. Yerleşik çıkar sahipleri
kısır döngüden çıkılmaması için bekçi
rolünü üstlenmektedir. Bu sistem er veya
geç sona erecektir. Ancak bunun için hızlı
ve kökten bir değişim değil zaman içine
yayılmış
bir
çözüm
olabileceğini
öngörebiliriz. Barış ve refah önce
toplumun kendi tercihlerini ortaya
koyabildiği bir sistemin inşası ile mümkün
olabilecektir.
Türkiye bölgede örnek ve lider bir ülke
iken özellikle Sisi ile birlikte Mısır ile olan
ilişkilerin kopma noktasına gelmesi,
Suriye’de izlenen politikalar, Türkiye’ye
zarar vermiş midir? Bu konudaki
düşünceleriniz nelerdir?
söndürme konusunda bizden çok şey
beklenmemelidir. Bu yangına hiçbir şekilde
karışmayalım demek de talihsizliktir.
ABD’nde 2003 yılında Irak’a karşı askeri bir
harekât düzenlenmesine karşı olan geniş
bir kesim vardı. Ben o tarihlerde ABD’nde
doktora eğitimi için bulunmaktaydım ve
gelişmeleri yakından takip ediyordum.
ABD’nde o dönemde iktidarda olan
Cumhuriyetçiler, tüm muhalefete rağmen
Saddam Hüseyin’i iktidardan düşürmek
üzere operasyona başladılar ve bir anda
Amerika’da
tüm
sesler
kesildi.
Demokratlar, “ABD içinde çatlak ses var”
imajı oluşturmamak adına muhalif
tutumlarını derhal yumuşattılar ve hiç
inanmadıkları halde hükümete desteklerini
ifade ettiler. Bizde ise AK Parti
Hükümeti’nin yaptığı her şeye karşı olan
ama tutarlı bir alternatif politika
geliştiremeyen iki tane muhalefet partimiz
var. Dış politika ve iç politikada en büyük
zafiyetimiz muhalefetin güvenilir, anlamlı
ve kabul edilebilir bir alternatif
sunamamasıdır
ki
zaten
seçim
sonuçlarında
da
halkın
tercihleri
görülmektedir. İktidar yorgunu bir partiyi
indiremeyen çok zayıf bir muhalefetimiz
var. Ve ne yazıktır ki bu kadar müsait bir
ortamda iktidara gelemeyen muhalefet
suçu
kendi
zayıf
ve
yetersiz
performansında arayacağına
iktidara
yüklenmektedir.
Mısır, Suriye ve Filistin konularında
Türkiye’nin mevcut hükümet ile başka bir
alternatife yöneleceğini düşünemeyiz.
Taktik hataları yapılmış olabilir; ancak, ana
rota olarak farklı bir duruş sergilenemezdi.
Bu ülkelerdeki siyasi değişim ve
dönüşümlerde Türkiye’nin payı yoktur.
Ülkemiz bu ülkelerde olanlara ancak tepki
ve refleks ile cevap vermektedir; duruş
sergilemektedir. Bu tutum ve davranış
tarzının radikal bir şekilde değişeceğini
bekleyemeyiz. Ortadoğu’da büyük bir
yangın var. Bu yangını ne biz çıkardık ne de
Eskişehir
Osmangazi
Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler bölümünde görev
yapan Yrd. Doç. Dr. Halil Kürşad Aslan
ağırlıklı olarak politik ekonomi, Orta Asya
ve Kafkasya Siyasi ve araştırma yöntemleri
alanlarında lisans ve yüksek lisans dersleri
vermektedir. Doktora eğitimini 2011
yılında ABD’nin Kent State Devlet
Üniversitesinde tamamlamıştır. Yüksek
Lisans eğitimini 1999 yılında Marmara
Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsünde ‘‘Siyasi
Tarih ve Uluslararası İlişkiler’’ alanında
tamamlamıştır. Lisans eğitimini ise
ABD’nin, Orta Doğu’ya çok fazla önem
verdiğini görmekteyiz. Bunun nedeni
sizce nedir ve kısaca bahseder misiniz?
ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisi çoğunlukla
enerji kaynakları ile ilgilidir. Ancak bu ilgi
2008 yılında Başkan Obama’nın ilan ettiği
üzere bir derece azalmıştır. ABD’nin,
AB’nin ve yükselen güçlerin yeni odak
noktası artık Asya Pasifik bölgesidir.
Dolayısı ile Ortadoğu’da önümüzdeki
günlerde yeni değişim dalgalarına şahit
olabiliriz.
22
Akademik Perspektif – Aralık 2014
1994’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
bölümünde tamamlamıştır.
Dr. Aslan’ın ilgi alanları Türkiye’nin
akrabalık ve kültür bağları bulunan Orta
Asya,
Kafkasya,
Arap
ve
İslam
Dünyası’ndaki siyasi kurumların yanı sıra
ekonomik kalkınma ve rejim değişikliği
konuları yer almaktadır. Dr. Aslan, İngilizce
ve Fransızca bilmektedir. İlgi alanları olan
bölgedeki sosyal ve kültürel kurumların
siyaset ekonomisine etkilerini inceleyen
Kürşad Aslan, doktora tezinin veri toplama
ve daha sonraki aşamalarında Orta Asya
ülkelerinde Kırgızistan ve Özbekistan’da
altı ay süreye bulunmuştur.
23
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ortadoğu Avrupa'da
Safiyye Aybüke Uygur*
Sanayi devrimiyle başlayan kapitalizm, bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Kapitalizm
etkisi ile dünya siyasetinde yer edinmek için üzerinde en çok oyun oynanan yerdir
Ortadoğu. Kurtlar sofrasında her yüzyılda can çekişen ve kanayan, ama kimsenin asla buna
dur demediği ya da durdurmadığı coğrafya...
Ortadoğu kavramı Avrupa merkeziyetçi
yaklaşımına dayanan ve ilk defa 1902
tarihinde Amerikan deniz tarihçisi ve
jeopolitikçi
Alfred
Thoyer
Mahon
tarafından,
National
Review'de
yayımlanan "The Persion Gulf and
International
Relations"
başlıklı
makalesinde
kullanılmıştır.1
İran'dan
başlayıp Doğu Akdeniz'e ulaşan Irak,
Suriye,
Ürdün,
Filistin
ile
Arap
Yarımadası'nın tamamını ve Mısır'ı içine
alır. Yakın zamanda ABD'nin stratejik
hedeflerine daha uygun geldiği için bu
sınırlar Afganistan'dan Senegal'e, Türkiye
ve Kafkaslardan, Yemen ve Habeş'e kadar
uzatılmıştır.2
1
2
Roderic H. Devison, Where Is The Middle East?,
Foreign Affair, vol.38 New York 1959-1960, s.667
Duke Üniversite'sinden iki araştırmacı
Martin Lewis ve Koren Wigen çok önemli
bir noktaya değinmişlerdir. Neden Batı
sabit bir çekirdeğe sahiptir de, Doğu neden
sürekli değişir?
Ortadoğu, coğrafi yapısı ve elinde
bulundurduğu doğal imkanlarla son derece
stratejik bir mevkidedir. Dünya'nın tam
merkezinde olması, bütün kıtaların
birleşme noktası olması gibi sebeplerle her
zaman önemini korumuş ve dünya
siyasetine yön vermiştir. Dünyada
neredeyse bütün büyük medeniyetler
Ortadoğu'da kurulmuştur. Tabii bu
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Fırat Üniversitesi
Ortadoğu Araştırma Dergisi C.1 S.1 Elazığ 2003
24
Akademik Perspektif – Aralık 2014
öneminin bir kısmı da dünya petrolünün
%75'ini
elinde
bulundurmasından
kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Asya petrol ve
gaz kaynaklarının batıya giden kara ve
deniz yolları Ortadoğu'dan geçmektedir.
Tüm bunlar Ortadoğu'yu dünyanın
merkezi yapmaktadır.
Rockefeller Kardeşler Fonu olarak bilinen
ve ABD'nin ekonomi politikalarının
ilkelerini belirleyen örgütçe hazırlanan
1952 tarihli raporda şöyle denmiştir:
"Asya, Ortadoğu ve Afrika milliyetçiliği,
Sovyet bloğunun tahrikiyle yıkıcı bir güç
haline gelecek olursa, Avrupa petrol ve
diğer hammadde ikmal kaynakları
tehlikeye girebilir. Şu halde, bölgeyi
güvenlik altına almak için bölge ülkeleriyle
ilişkiler kurmak ve yaşamsal önemdeki
kaynakları böylece güvence altına almak
gerekir.
Bu
nedenle
Ortadoğu
emperyalizmin ilgi odağı olmuştur ve
bölgeyi kendi etki alanı içinde tutmak
gerekir."3 bu da gösteriyor ki ABD’nin 2.
Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'daki
çıkarları büyük ölçüde artmıştır. Savaş
sonrasında üstlendiği emperyalist rol;
Mortimer
Graves'in
1950'deki
tanımlamasıyla "bir kültürel ilişkiler
siyaseti"ydi.
bölgenin
belki
de
en
önemli
meselelerinden birisi, kurumsallaşmış bir
yönetim tarzı olmamasıdır.
Ortadoğu'da değişecek en ufak bir şey
denize atılan taşın dalgaları gibi bütün
dünyayı saracaktır. Bu yüzden enerji
üreten başlıca ülkeler halen Batı destekli
diktatörlüklerin sıkı denetimi altında. Bu
yüzden Arap baharının sağladığı ilerleme
esasen sınırlı, ancak önemsiz de değil. Batı
kontrolündeki diktatörlük sistemi aşınıyor.
Aslında, bir süredir aşınmaktaydı zaten.
Örneğin 50 yıl geriye baktığımızda, enerji
kaynakları – ABD’yi yönetenlerin temel
kaygısı – büyük ölçüde ulusallaştırılmıştı.
Bunu tersine çevirmeye dönük sürekli
çabalar oldu ama başarıya ulaşmadı.4
Ortadoğu'da mevcut kurulu bu düzen,
Batı'nın bölge üzerindeki hakim durumunu
devam ettirecektir.
Burada karşımıza çok önemli bir soru
çıkıyor. Avrupa ve ABD, bütün dünya
otoritelerine demokrasiyi zorla kabul
ettirdiği halde Ortadoğu'yu nasıl gözden
kaçırdı?
Dünyada enerji ihtiyacı her geçen gün
artmaktadır. Sanayi bakımından gelişmiş
olan ülkeler enerji kaynakları sebebiyle
Ortadoğu'ya bağlıdır. Ortadoğu'da ortaya
çıkacak tamamen bağımsız ve dış
etkilerden uzak bir ülke bu yüzden
düşünülemez. Bu sanayi devletleri, böyle
bir devletin karşılarına çıkmasına izin
vermemek için bölgeye iktisadi ve siyasi
güçleriyle hakim olmaya çalışıyorlar ki
bölgenin siyasi durumu ve sürekli
birbirleriyle savaş içinde olan ülkeleri veya
halkları bu işi kolaylaştırıyor. Ayrıca
Bütün bu siyasi karışıklıklar ve benzeri
durumlar, bölgedeki halkları da tabii ki
etkiliyor. Bölgenin güvensiz havası ve
yönetimlerin
diktatör
rejimlerce
demokratik
olmayan
yöntemlerle
sağlanmaya çalışılması, bugünlerde sıkça
söz edilen bir sorunu karşımıza getirdi:
IŞİD. ABD'nin en önemli Ortadoğu
analistlerinden ve eski bir CIA çalışanı olan
Graham Fuller şöyle bir açıklama
yapmıştır: "Bana kalırsa, IŞİD'in en büyük
yaratıcısı
ABD'dir.
ABD'nin
IŞİD'in
kuruluşunu planladığını söyleyemeyiz
ancak Ortadoğu'ya dair yıkıcı müdahaleleri
ve Irak'taki savaş, IŞİD'in doğuşunun temel
sebepleridir." Yani, ABD'nin Irak'a
3
4
M. Emin Değer, Emperyalizmin Tuzaklarındaki
Ülke yada Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Araştırma
Yayınları, İstanbul 1994. s.92
Noam Chomsky. Power Systems: Conversations
on Global Democratic Uprising and The New
Challenges to US Empire, s.27
25
Akademik Perspektif – Aralık 2014
girmesinden sonra burada başlayan
mezhep çatışmaları, ardından Arap
Baharıyla gelen daha çalkantılı bir siyasi
ortam ve Suriye'deki iç savaş, bütün bu
sebepler bölge halkını umutsuzluğa, güce
sarılma ya da çaresizlikleri sebebiyle
sapıkça terör saldırısı yapmaya itmiştir. Bu
durum,
halkları
kendi
güvenliğini
sağlayacağını
ve
kendi
haklarını
savunacağını düşündüğü IŞİD'e yöneltti.
Çünkü Ortadoğu, 1. Dünya Savaşı'ndan
beri süre gelen süreçte Avrupa'nın
paylaşamadığı ve kimseye de veremediği
bir konumdadır. Bu yüzden sürekli
çalkantılı
siyaseti,
stabil
olmayan
ekonomisi ve insanları umutsuzluğa
düşüren yönetimleri, IŞİD'in bu kadar hızlı
büyümesine sebep oldu. Güçlüden
gördüğü muameleyi unutmayanlar nefret
ve kinle güçlünün karşısındakilere
sarıldılar.
Ayrıca
(Fırat,
bulunması, gelecekte enerjiye aç olan
ülkeler için yine vazgeçilmez hedef
olmasına sebep olacaktır. Çünkü herkesin
bahsettiği su savaşları, ne küresel
ısınmadan, ne de başka bir sebepten
olacak. Tükenen petrol için yegane
alternatif enerji kaynağı "su" olacaktır.
Enerjiyi elinde bulunduran ülkeler gücü de
elinde bulundurur. Bu yüzden, dünya
siyasetinde söz sahibi olmak isteyen
ülkeler gözlerini yine kendilerine ait
olmayan şeylere dikecekler. Adını her
yüzyıl hatta her elli yılda bir değiştirdikleri
-ister sömürge, ister manda, isterse de
yardım adı altında- işgalci yönetimler, aç
gözlerini Ortadoğu'ya sabitleyecektir. Yani
bugün olduğu gibi gelecekte de Dünya
siyasetinin başrolünde ve en kırılgan
noktası olmaya devam edecektir.
* Safiyye Aybüke Uygur,
Üniversitesi,
Kamu
Marmara
Yönetimi
Ortadoğu'nun önemli suyolları
Dicle nehirleri vb.) üzerinde
26
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Cephe savaşından Cephe Gerisi Savaşa Geçişte
İsrail Örneği
Kemal Toluk*
Diplomasi ve sivil ilişkilerin bu denli geliştiği ve iç içe geçtiği uygar dünyada, savaşların hala
var olmasının nedeni, uluslararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai
hakemin ortaya çıkmamış olmasıdır. Hobbes, “ kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka
bir anlam taşımaz” derken sanırım son derece haklıydı.
İsrail’in 8 Temmuz’da Gazze’ye yönelik
saldırıları bizlere 21. yy savaş stratejisini
tüm çıplaklığıyla gösterdi. İsrail cephe
savaşından çok, cephe gerisindeki sivil
hedeflere yönelerek savaşı kendi lehine
çevirme yoluna girişmiştir. 50 gün süren
bu saldırı birçok trajediyi beraberinde
getirmiştir. Uygar dünyanın sadece küçük
kınamalarla geçiştirdiği bu hazin olay,
bizlere aslında o kadar da uygar
olmadığımız gerçeğini göstermiştir. Bu
çalışmada İsrail örneğiyle değişen savaş
stratejisinin
oluşturduğu
sosyolojik
sonuçlara eğilmeye çalışacağız. Öncelikle
savaş sözcüğünün kelime anlamına
bakmakta fayda var. Savaş; ülkeler, bloklar
ya da bir ülke içerisindeki büyük gruplar
arasında gerçekleşen topyekun silahlı
mücadeledir. Savaşlar genellikle dini, milli,
siyasi ve ekonomik amaçlara ulaşmak için
gerçekleştirilir.
Kullanılan
silahlara,
amaçlara, taraflara ve gerçekleştiği yerlere
göre farklı şekillerde adlandırılırlar.
Örneğin nükleer savaş, meydan savaşı, iç
savaş, dini savaş (cihat, haçlı seferi), dünya
savaşı. Karşı tarafı yıldırmak, maddi ve
manevi zarar vermek için gerçekleştirilen
silahsız faaliyetler de genellikle savaş
tanımına dâhil edilirler.
Diplomasi ve sivil ilişkilerin bu denli
geliştiği ve iç içe geçtiği uygar dünyada,
savaşların hala var olmasının nedeni,
uluslararası ilişkilerde savaşın yerine
siyasal sahnede başka bir nihai hakemin
ortaya çıkmamış olmasıdır. Hobbes, “kılıç
olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir
anlam taşımaz” derken sanırız son derece
27
Akademik Perspektif – Aralık 2014
haklıydı. İsrail ve Filistin arasındaki bu
savaş, tam olarak böyle bir uzlaştırıcı
hakemin olmayışının sonucudur. Bu savaş
aynı zamanda, teknolojiyle beraber
savaşın cepheyi aşıp sivil alanları da fiili
olarak etkileyen yeni nesil savaş
stratejisine iyi bir örnektir.
Hamas’ı anlaşmaya iten en büyük etken,
hiç kuşkusuz İsrail’in uygulamış olduğu
üstün
teknolojiyle
desteklenmiş
bombardımandır. Bunun yanında bir de iç
baskı vardır. İsrail’in büyük yerleşim
birimlerini hedef alması halkta bu savaşın
derhal bitmesi gerektiği fikrini geliştirdi ve
bir bakıma Hamas karşıtı bir cephe
oluşturdu. Al-Monitor gazetesinin yapmış
olduğu röportajlar bunu gözler önüne
sermektedir. Ev sahipleri artık siyasilere
daha doğrusu İsrail’in hedefi olabilecek kişi
ve
kurumlara
evlerini
kiralamak
istememekte, hatta bazı binalarda bu kişi
ve kurumları komşu olarak dahi görmek
istememektedirler. Hamas üyesi Yasser
Hajj savaş sırasında ailesini ve evini
kaybetmiş, bütün bunlar yetmiyormuş gibi
üstüne üstlük birde toplumdan dışlanmaya
maruz kalmıştır. Çünkü yukarıda belirtilen
durum Yasser Hajj için de geçerlidir ve ev
sahipleri kendi mülkleri de İsrail’in hedefi
konumuna düşmesin diye ona evlerini
kiraya vermemektedir. Bunun yanında,
bazı yerlerde eylemler düzenlenerek
direniş örgütlerinin kendilerinden uzak
durmasını istediler. Oluşan bu durum
İsrail’in uyguladığı stratejinin eseridir.
Sadece cephede değil, cephe gerisinde de
etkin bir psikolojik savaş yürüten İsrail’in
büyük ölçüde amacına ulaştığını söylemek
yanlış olmayacaktır.
İsrail saldırılarının bir diğer etkisi de aile
kurumu üzerindeki etkisidir. Ev sahipleri
gibi kız babaları ve yakınları da artık
kızlarını direniş eksenindeki kişilerle
evlendirmek istememektedir. Kızlarının
genç yaşta ortada kalma tehdidi bunu
yapmalarına neden olmaktadır. Bunun
yanında aile ilişkileri de ciddi oranda zarar
görmüştür. Savaş sonrası sakat kalanlar
büyük bir psikolojik çöküntüye girmiştir.
Tabi bu travmatik durum bütün aile
üyelerini etkilemiştir. Kendisiyle röportaj
yapılan Gazzeli Ummu Ahmed (35) ise
eşinin saldırılarda aldığı yara nedeniyle
artık hareket edemediğini dile getirerek,
"Ebu Ahmed, evde eş ve baba
konumundayken şimdi bir yabancı oldu"
ifadesini kullandı. Bu ve bunun gibi bir çok
hayat
hikâyesi
şuanda
Gazze’de
yaşanmaktadır.
İsrail kara harekâtındaki başarısızlığını
sahip
olduğu
üstün
teknolojiyle
kapatmıştır. Özellikle uzun menzilli
silahlarla sivil yerleşim yerlerini hedef
alarak, sivillerin Hamas üzerinde baskı
kurmasını sağlamıştır. Bu durum savaşın
seyrini istediği yöne doğru çekmesini
sağlamıştır. Her ne kadar Gazze’li direniş
grupları savaştan sonra zafer nidaları atsa
da, savaş sonrası ortaya çıkan tablo
oldukça karanlıktır. Tabloya kısaca göz
atacak olursak; İsrail 8 Temmuz'da
başlattığı 50 gün süren saldırıda Gazze
Şeridi'ne binlerce bomba yağdırarak 2 bin
158
Filistinli'yi
öldürdü,
saldırının
Gazze'deki maddi yıkım bilançosu ise
yeniden imarı açısından ağır oldu. BM ve
uluslararası örgütlerin Gazze'deki felaketi
gözler önüne seren sarsıcı istatistiklerine
göre, 20 bin ev yıkılırken 60 bini ağır hasar
aldı, 73 cami ve 24 okul tamamen yıkıldı.
100 binden fazla kişi yerini terk etmek
zorunda kaldı. Bunların 57 bini kamuya ait
bina ve alanlarda yaşamını sürdürüyor, 47
bin kişi ise Filistinli aileler tarafından
misafir ediliyor. Atölye ve fabrika gibi bin
civarında üretim birimi kullanılamaz hale
geldi. 4 bin 200 dükkan ve ticari teşebbüs
yok edildi. İsrail'in saldırısı sonucunda
oluşan 2,5 milyon ton enkaz kaldırılmayı
bekliyor.
28
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Bütün bunlar halkta biran önce savaşın
bitmesi
gerektiği
düşüncesini
kuvvetlendirdi. Bu noktada ortaya çıkan iç
baskı direniş gruplarını İsrail’e bir takım
tavizler vermeye itmiştir. Sonuç olarak,
İsrail kısmen de olsa savaştan istediklerini
alarak ayrılmıştır. Karşısında harap olmuş
bir şehirle uğraşmak zorunda olan bir
Hamas kalmıştır. Ayrıca bu durum Hamas
karşıtı fraksiyonları da güçlendirecektir.
* Kemal Toluk, Karamanoğlu Mehmet Bey
Üniversitesi,
Sosyoloji.
29
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Suriyeli Mülteciler: Türkiye’nin Müstakbel
Vatandaşları
Derya Kap*
Suriye’de dördüncü yılına giren iç savaş, dünyanın en büyük insani ve güvenlik krizlerinden
birini oluşturuyor. 29 Nisan 2011 tarihinde Suriye’den Türkiye’ye giriş yapan 252 kişiden
oluşan ilk kafileden bu yana, Kobani’den Türkiye’ye göç eden 200 bin kişinin de eklenmesi
ile Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı 2 milyona yaklaştı.
Uyguladığı “açık kapı politikası” ile sınırdan
giriş yapan her Suriyeliye “geçici koruma
statüsü” veren Türkiye, Kasım 2014
itibariyle mülteci krizine yaklaşık 5 milyar
dolar harcadı. Türkiye'de bulunan
Suriyelilerin ülkelerine geri dönme ihtimali
iç savaşın şiddetlenmesi nedeniyle giderek
zayıflıyor. Suriyeli mültecilerin durumunun
vahametini ortaya koyan bu tablo,
konunun, insani, hukuki, siyasi, toplumsal
ve mali yönleriyle çok boyutlu bir analizi
gerektiren
karmaşık
bir
soruna
dönüştüğüne işaret ediyor.
Rakamlarla Suriyeli Mülteciler
Savaş iç savaşı nedeniyle, 23 milyonluk
ülke nüfusunun 11 milyonu insani yardıma
muhtaç hale geldi; 7 milyon kişi ülke içinde
yer değiştirmek zorunda kaldı; 3
milyondan fazla Suriyeli mülteci komşu
ülkelere sığındı; ülke içindeki ekonomik
tahribat 150 milyar dolara ulaştı. 2011 yılı
Mart ayından bu yana devam eden Suriye
iç savaşı ve kitlesel göç hareketi, başta
Türkiye olmak üzere tüm bölge ülkelerinin
iç siyasi, ekonomik ve sosyal dinamiklerini
etkiledi. Savaşın en önemli sonuçlarından
birini, sayıları 4 milyona yaklaşan Suriyeli
mülteciler oluşturuyor. Bu sayı her ay
ortalama 100 bin oranında artıyor1.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği’nin (BMMYK) Kasım 2014
tarihli son verilerine göre, komşu ülkelere
sığınan kayıtlı Suriye vatandaşlarının en
yüksek olduğu ikinci ülke Türkiye. (Tablo 1)
1
Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği,
http://www.unhcr.org.tr, Erişim Tarihi : 3 Ağustos
2014.
30
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Bugün Türkiye,
Suriye'den kaçan 3
milyondan fazla mültecinin neredeyse
yarısına tek başına ev sahipliği yapıyor. Bu
devasa
rakama,
Suriye’nin
Halep
kentinden yeni bir yeni bir göç dalgasının
da eklenmesi durumunda, yaklaşık 2
milyon mülteci daha Türkiye’ye sığınmak
zorunda kalabilir.
Tablo 1: Komşu ülkelere sığınan Suriyeli
mülteci sayısı
Ülke
Lübnan
Türkiye
Ürdün
Irak
Mısır
Suriyeli
Sayısı
1.132.601
1.065.902
618.508
223.923
140.289
Mülteci
Kaynak: BMMYK, Kasım 2014
Krizin başından itibaren “açık kapı
politikası” izleyen Türkiye, sınırı geçmek
isteyen tüm Suriye vatandaşlarına izin
verdi2. Sınıra yakın illerde kurulan mülteci
kamplarından ulusal ve uluslararası
basından
övgüyle
bahsedilmesi3,
mültecilerin
Türkiye’ye
sığınmasında
“özendirici” bir rol oynadı. Bunların
sonucunda, Suriyeli mülteci sayısı her
geçen gün katlanarak arttı. Suriye’de
derinleşen iç savaş nedeniyle, Türkiye’ye
sığınan kişi sayısı her geçen gün ortalama 7
bin artıyor. Kasım 2014 itibariyle,
Türkiye'de bulunan Suriyeli mülteci
2
Dışişleri Bakanlığı,“Türkiye-Suriye Siyasi
İlişkileri”,http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriyesiyasi-iliskileri-.tr.mfa. Erişim Tarihi : 3 Ağustos
2014; İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel
Müdürlüğü, Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014,
http://www.goc.gov.tr/icerik3/gecici-korumamizaltindaki-suriyeliler_409_558_560)
3
“The New York Times, “How toBuild a Perfect
RefugeeCamp”, February 13 2014,
http://www.nytimes.com/2014/02/16/magazine/h
ow-to-build-a-perfect-refugee-camp.html?_r=0
sayısının 1 milyon 600 civarında olduğu
sanılıyor.
Bu rakamın yüzde 53’ünü ise 18 yaşın
altındaki
Suriyelilerin
oluşturması
durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.
Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin 220 bin
kadarı, 10 ilde kurulan 16 çadırkent ve 6
konteynır kentten oluşan 22 kampta rahat
koşullarda yaşıyor. Geri kalan bir
milyondan fazlası ise dağınık olarak farklı
kentlerde kendi olanakları ile yaşam
mücadelesi veriyor. Bugün, Türkiye’de
Suriyelilerin bulunmadığı sadece 9 kent
bulunuyor4. Kampların dışındaki Suriyeliler
ise, Türkiye’nin 72 farklı ilinde kendi
olanakları ile geçici işlerde çalışarak,
sokaklarda dilenerek ya da sosyal yardım
alarak
yaşam
mücadelesi
veriyor.
Türkiye’de en fazla Suriyelinin yaşadığı
kent İstanbul; 330 bin civarında Suriyeliye
ev sahipliği yapan İstanbul’u, 200 bin ile
Gaziantep izliyor. Yalnızca İstanbul’da
yaşayan Suriyeli sayısı, Sarıyer ilçesinin 330
binlik nüfusuna yakın5.
Türkiye’ de Geçici Koruma Altındaki
“Suriyeli Sığınmacılar”
Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilerin
hukuki statüsü, konunun en çok tartışılan
boyutlarından
birini
oluşturuyor.
Türkiye’de mültecilik mevzuatının temelini
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna
Dair Cenevre Sözleşmesi oluşturuyor. Bu
sözleşmeye “coğrafi sınırlama” ile taraf
olan
Türkiye,
sadece
Avrupa’dan
Türkiye’ye gelen kişilere mülteci statüsü
veriyor. Avrupa dışından gelmiş kişiler ise
4
“İstanbul’da Sarıyer Nüfusu Kadar Suriyeli
Yaşıyor”, Habertürk, 1 Ağustos 2014,
http://www.haberturk.com/gundem/haber/97542
5-istanbulda-sariyer-nufusu-kadar-suriyeli-yasiyor
5
“İstanbul’da Sarıyer Nüfusu Kadar Suriyeli
Yaşıyor”, Habertürk, 1 Ağustos
2014,http://m.haberturk.com/gundem/haber/975
425-istanbulda-sariyer-nufusu-kadar-suriyeliyasiyor
31
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Türkiye’ye geçici olarak sığınabiliyor ve
kendilerine “sığınmacı” statüsü veriliyor.
Bu sebeple, Türkiye’ye kaçan Suriyeler
mülteci” değil “sığınmacı” statüsüne
sahipler. “Sığınmacı” statüsü, mültecilikten
doğan bazı doğal hakları içermediğinden,
Türkiye yönetmelik ve genelgeler çıkararak
Suriyeliler lehine özel uygulamaları
yürürlüğe soktu.
Türkiye, 1994 İltica ve Sığınma Yönetmeliği
uyarınca, “sığınmacı” statüsü verdiği
Suriyelilere “geçici koruma” sağlıyor.
Geçici
koruma
altındaki
Suriyeli
sığınmacılar hukuken “makul bir süre için
Türkiye’de kalma” iznine ve “üçüncü bir
ülke tarafından mülteci olarak kabul
edilene kadar geçici sığınma hakkına
sahipler6. Türkiye’nin izlediği “açık kapı
politikası” çerçevesinde,
pasaportu
bulunmayanlar dâhil, kabul ettiği tüm
Suriyeli sığınmacılara sağladığı “geçici
koruma” rejimi, uluslararası kuruluşlar
tarafından uluslararası hukuka ve insani
yükümlülüklere
uygun
olarak
değerlendiriliyor.7
Türkiye, iç savaşın sona ermesi ile Suriyeli
mültecilerin
ülkelerine
döneceği
varsayımıyla, Suriyeli mültecilere yönelik
politikasını kitlesel göçün geçici bir durum
olduğu tespiti ile şekillendirdi. Bu nedenle,
resmi söylemlerde Suriyeli mülteciler için
“misafirlerimiz” tabirini kullanıldı. Suriyeli
sığınmacılara sağlanan “geçici koruma
rejimi”
Suriyelilerin yasal statülerinin
netlik taşımadığı gerekçesiyle, çokça
eleştirildi.
Suriye iç savaşının 2014 yılında
derinleşmesi ve sığınmacıların çoğunun
6
Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği, “Sıkça
Sorulan Sorular Türkiye’deki Suriyeli Mülteciler
Hakkında Sık Sorulan Sorular”,
http://www.unhcr.org.tr/uploads/root/faq__turkish_+90.pdf. Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014.
7
A.g.e
kalıcı
olduklarının
belirginleşmeye
başlaması ile Türkiye politika değişikliğine
gitti. İlk olumlu adım, Nisan 2014 tarihinde
Yabancılar ve Uluslararası Koruma
Kanunu’nun yürürlüğe girmesiydi. Kanun,
Türkiye’de bulunan mültecilerin hukuki
statüsünü açıklığa kavuşturacak bazı
maddeler içeriyor. Ardından, bu kanuna
dayanarak Ekim 2014’te Geçici Koruma
Yönetmeliği
çıkarıldı.
Yönetmelik,
Türkiye’de kendilerine “geçici koruma
statüsü” verilen Suriyelilerin bağlı oldukları
geçici koruma rejimine bir düzenleme
getirdi. Suriyeli mültecilerin yasal statüleri,
hakları ve alacakları sosyal yardımları
netleştirildi 8.
Geçici Koruma Yönetmeliği’nde Suriyeliler
için “geçici korunanlar” ifadesi kullanılıyor.
Yönetmeliğe göre, “geçici korunan”
Suriyelilere “geçici koruma kimlik belgesi”
verilir ve bu kişilere sağlık, eğitim, iş
piyasasına erişim, sosyal yardım ve
hizmetler ile tercümanlık ve benzeri
hizmetler sağlanır. Bu kapsamda en
önemli düzenlemelerden biri, bu kimliğe
sahip olan Suriyelilerin belirli iş kollarında
çalışma
izni
alabilecek
olmaları.
Yönetmeliğin tam olarak uygulanması,
hem Suriye'den gelen mültecilerin sahip
oldukları hakların korunması, hem de
kamu
görevlilerinin
mültecilerin
sorunlarını daha etkili çözebilmeleri
açısından büyük önem taşıyor9.
Suriyeli mülteciler konusunun sosyal
boyutu, son aylarda önemli gündem
başlıklarından birini oluşturuyor. Çeşitli
kentlerde mültecilere yönelik artan
8
Geçici Koruma Yönetmeliği, 22 Ekim
2014.http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/
10/20141022-15-1.pdf
9
Uluslararası Af Örgütü, "Hayatta Kalma
Mücadelesi: Türkiye'deki Suriye'den Gelen
Mülteciler”,
http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayattakalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelenmulteciler720.pdf. Erişim Tarihi: 19 Kasım 2014.
32
Akademik Perspektif – Aralık 2014
tepkilerin basında sıklıkla yer alması,
Suriyelilerin artık “misafir” “olarak
görülmedikleri
ve
istenmedikleri
yorumlarına sebep oldu10. Bununla
birlikte, son yapılan kapsamlı bir araştırma
Türkiye’de toplumun Suriyelileri kabul
düzeyinin yüksek olduğunu ortaya koydu.
Araştırmaya
katılanların
yüzde
72,2'sinin Suriyelileri “zulümden kaçan
insanlar”,
“Türkiye’deki
misafirlerimiz”, “din kardeşlerimiz” olarak
tanımlaması,
Türkiye
genelinde Suriyelilerle ilgili toplumsal
kabulün sanıldığının aksine yüksek olduğu
şeklinde yorumlandı11.
“Geçici koruma” altına alınan Suriyelilerin
tüm ihtiyaçlarının Türkiye tarafından
karşılanması, konunun mali boyutunu
gündeme getiriyor. 2011 yılının Nisan
ayından, 2014 yılının Kasım ayına dek,
Suriyeli sığınmacılara yapılan yardım
miktarı 5 milyar dolar seviyesine ulaştı. Bu
rakama, Suriyeli sığınmacılara sınır
ötesinde Kızılay aracılığıyla yapılan yardım
eklendiğinde, Türkiye’nin Suriyeliler için
yaptığı harcama miktarı daha büyük
meblağlara ulaşıyor. Ancak, kampların
dışında şehirlerde yaşayan bir milyondan
fazla Suriyelinin devlet bütçesine yarattığı
külfet konusunda, kapsamlı bir araştırma
bulunmuyor.
Türkiye’de Suriyeli mülteciler hakkında
yapılacak bir değerlendirmede, konunun
güvenlik boyutunun da ihmal edilmemesi
gerekiyor. 11 Şubat 2013 tarihinde
Cilvegözü sınır kapısındaki patlama ve 11
10
Euronews, “Suriyeli Mülteciler Türkiye’ye Ağır
Gelmeye Başladı”, 2 Ağustos 2014,
http://tr.euronews.com/2014/08/02/suriyelimulteciler-turkiye-ye-agir-gelmeye-basladi/
11
"Türkiye'deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve
Uyum Araştırması”, Hacettepe Üniversitesi Göç ve
Siyaset Araştırmaları Merkezi,
http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/TurkiyedekiSur
iyelilerToplumsalKabulveUyumHUGO.pdf. Erişim
Tarihi: 20 Kasım 2014.
Mayıs 2013 tarihinde Reyhanlı’da hayatını
kaybeden 50’den fazla kişi, Suriye’den
Türkiye’ye mültecilerle birlikte gelen
yasadışı grupların, sınır ve iç güvenliğine
oluşturduğu tehdide işaret ediyor.
Suriyeli
Mültecilerin
Geleceği:
Türkiye’nin Müstakbel Vatandaşları
Suriyeli mültecilerin dikkat çektiği önemli
bir husus, Türkiye’nin artık bir “göç ülkesi”
olma yolunda ilerlediği gerçeği. Konumu
nedeniyle birçok kitlesel göç hareketine
maruz kalan Türkiye, son yıllarda
göçmenler için “transit ülke” konumundan
çıkıp “hedef ülke” durumuna geldi. Türkiye
1980’lerden bu yana sadece göç veren bir
ülke değil, aynı zamanda göç alan bir ülke
konumunda12.
Bu
çerçevede
yeni
yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası
Koruma
Kanunu,
hukuki
düzeyde
göçmenlerin kalıcı olabileceğine ve
Türkiye’nin bir “göç ülkesi” olma yolunda
ilerlediğine işaret eden bazı maddeler
içeriyor13.
Radikal
unsurların
dâhil
olmasıyla
derinleşen Suriye krizinin sonlanacağı
tarihi ve Türkiye’deki Suriyelilerin kalacağı
süreyi öngörebilmek oldukça güç. Bu
belirsizlik, hukuki ve siyasi açıdan Suriyeli
mülteciler sorununun çerçevesini çizmeyi
daha da güçleştiriyor14. Suriyeli mülteciler
hakkında ulusal ve uluslararası kuruluşlar
tarafından yapılan birçok araştırmada,
“Türkiye’de bulunan Suriyelilerin çoğunun
12
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı,
http://www.goc.gov.tr/icerik3/turkiyenin-duzensizgocle-mucadelesi_409_422_424
13
Ahmet İçduydu, “Dış politika Suriye Meselesinde
Baştan Beri Belirleyici Roldeydi Ancak Takıldığı Yer
Sosyal Coğrafya Oldu”, Analist, 2013 Mart, s. 41.
14
AFAD, “Suriye’den Türkiye’ye Nüfus Hareketleri:
Kardeş Topraklarındaki Misafirlik ”, 2014, s. 147148,https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/7920140529153928-suriye'den-turkiye'ye-nufushareketleri,-kardes-topraklarindaki-misafirlik,2014.pdf.ErişimTarihi: 3 Ağustos 2014.
33
Akademik Perspektif – Aralık 2014
öngörülebilir
gelecekte
Türkiye’de
kalacakları” olasılığı üzerinden çözüm
önerileri geliştiriliyor. Mülteci sorununa
kısa
vadeli
politikalarla
çözüm
bulunamayacağını
savunan
bu
çalışmalarda,
“mültecilerin
entegrasyonuna
yönelik
kurumsal
düzenlemelerin yapılması” gereğine işaret
ediliyor15. AB’nin hazırladığı 2013 İlerleme
Raporu’nda da, Suriyeli mültecilerin
ihtiyaçlarına yönelik “kapsamlı bir ulusal
stratejinin
mevcut
olmaması”
16
eleştiriliyor.
Başlarda Suriyeli mülteciler konusuna
geçici bir durum olarak yaklaşan Türkiye,
4’üncü yılına giren iç savaş nedeniyle,
mültecilerin kalıcı olduklarını kabul ederek,
yeni politikalar oluşturmaya başladı.
Suriyeli sığınmacıları topluma entegre
etmek amacıyla son aylarda önemli bazı
düzenlemeler
yapıldı.
Bu
amaçla,
Türkiye'de bulunan tüm Suriyelilerin
biyometrik kayıt altına alınması17, Suriyeli
sığınmacıların yerli işgücünü tahrip
etmeden
açık
iş
pozisyonlarına
yerleştirilmesi gibi kararlar yürürlüğe
kondu18. Türkiye’de yaşayan ve eğitim
hizmetlerinden mahrum olan 200 bin
Suriyeli çocuğun okullara elektronik sistem
üzerinden kayıt olmasını sağlayan Yabancı
Öğrenci Bilgi İşletim Sistemi'ni (YÖBİS)
15
Suna Gülfer Ihlamur-Öner, “Türkiye’nin Suriyeli
Mültecilere Yönelik Politikası”, Ortadoğu Analiz,
Mart-Nisan 2014 ; Gönül Tol,” Suriye İç Savaşının
Türkiye’ye Etkileri ve Mülteciler”, TÜSİAD Görüş
Dergisi, Aralık 2013
16
AB Bakanlığı,“Avrupa Komisyonu Tarafından
Hazırlanan 2013 İlerleme Raporu”,
http://www.abgs.gov.tr/files/strateji/2013_ilerlem
e_raporu_tr.pdf
17
“Kurtulmuş: 1.6 milyon Suriyeli kalıcı”, Hürriyet, 6
Kasım 2014.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27525856.as
p
18
“Suriyelilere Çalışma İzni” , Milliyet, 12 Kasım
2014. http://www.milliyet.com.tr/suriyelilerecalisma-izni/ekonomi/detay/1951900/default.htm.
Erişim Tarihi: 20 Kasım 2014.
kuruldu19. İşgücüne katılım konusunda
Suriyelilere çalışma izni verilmesi gündeme
geldi20.
Uygulamaya
geçirilen
bu
düzenlemelere rağmen, Türkiye hala
sorunun çözümüne dair kapsamlı bir
strateji belirlemiş değil.
Uluslararası
Toplumun
Mültecilere Sınırlı Katkısı
Suriyeli
Türkiye her geçen gün insani ve ekonomik
maliyeti artan 2 milyona yakın Suriyeli
sığınmacıya ev sahipliği yaparken,
uluslararası aktörler soruna sınırlı oranda
katkı sağlıyorlar. BM’nin, AB ve diğer
aktörleri bu konuda daha fazla sorumluk
almaya yönelik çağrıları beklenen seviyede
karşılık bulmuyor. 2014 yılında Suriye
operasyonları için 6,5 milyar dolar yardım
çağrısında bulunan BM’nin bu talebi,
ancak yüzde 30 düzeyinde karşılık buldu 21.
AB ve AB’ye üye olan devletlerin göç
politikaları, mültecilerin AB'ye erişiminin
engellenmesi esasına dayanıyor22. AB
ülkeleri, Suriyeli mülteciler sorunu
üstlenmede
isteksiz
davranıyorlar23.
19
”Suriyeli Öğrencilere "Tek Tuşla" Ulaşılacak”,
Hürriyet, 17 Kasım 2014.
http://www.hurriyet.com.tr/egitim/27593775.asp.
20
“Suriyeli Sığınmacılara Çalışma İzni,” Yeni Şafak,
11 Kasım 2014,
http://www.yenisafak.com.tr/ekonomi/suriyelisiginmacilara-calisma-izni-701851. Erişim Tarihi: 20
Kasım 2014.
21
The UN RefugeeAgency, “2014
SyriaRegionalResponse Plan: Mid-Year Update”,
http://www.unhcr.org/syriarrp6/midyear/. Erişim
Tarihi : 3 Ağustos 2014 .
22
“Kale Avrupası’nın İnsani Bedeli Avrupa
Sınırlarında Göçmen ve Mültecilerin Karşılaştıkları
İnsan Hakları İhlaller” , Amnesty
International,2014,
http://www.amnesty.org/en/library/asset/EUR05/
001/2014/en/146bad2c-1183-4aee-a96ae15f8fc1ef7f/eur050012014tr.pdf. Erişim Tarihi: 3
Ağustos 2014.
23
Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği,
“Avrupa’daki Suriyeli Mülteciler: Avrupa, Koruma
ve Dayanışmayı Sağlamak için Ne
34
Akademik Perspektif – Aralık 2014
BMMYK verilerine göre, Suriye’de
ülkelerini terk etmek zorunda kalan 3
milyondan fazla Suriyeliden yüzde 97’si
Lübnan, Türkiye, Irak ve Mısır’a
yerleşirken; sadece yüzde 4’ü Avrupa’ya
sığınma talebinde bulundu. İç siyasi ve
ekonomik kaygılar, AB ülkelerinin çoğunu
Suriyeli mülteciler konusunda “kapalı kapı
politikası” izlemeye sevk ediyor. Bununla
birlikte, Suriyelilere en büyük insani
yardım sağlayan uluslararası aktör
konumunda olan AB ve Üye Devletleri,
Suriye’ye ve mültecilere ev sahipliği yapan
bölge ülkelerine, Kasım 2014 verileriyle, 3
milyar avro yardımda bulundu24.
uluslararası hukukun kendilerine tanıdığı
temel bir insan hakkına dayandığı hatırda
tutulmalıdır. Bu nedenle, Suriye krizinin
Türkiye’ye yüklediği ağır faturalardan biri
olan Suriyeli mülteciler ile Türkiye’nin baş
edebilmesi, başta AB ve ABD olmak üzere,
tüm uluslararası aktörlerin daha fazla katkı
sunmalarını ve Türkiye’nin bu katkının
sağlanması konusunda daha etkin bir çaba
göstermesini gerektiriyor.
* Derya Kap, Marmara Üniversitesi,
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Sonuç Yerine
Türkiye’nin
açık
kapı
politikasını
sürdüreceğini ve mültecilere her koşulda
yardım etmeyi sürdüreceğini taahhüt
etmesine rağmen, sayıları 2 milyona
yaklaşan Suriyeli mültecinin maliyetini
kendi olanakları ile üstlenebilmesi oldukça
güç25. Suriye’de iç savaşın şiddetlenmesi
ile her geçen gün katlanarak büyüyen
soruna, uluslararası toplumun uluslararası
hukuku ve mülteci haklarından doğan
sorumluklarını
yerine
getirmesi
durumunda bir çözüm bulunabilir.
Suriyeli mülteci sorunu, siyasi, ekonomik,
güvenlik, hukuki, toplumsal boyutlarının
yanı
sıra,
insani
yönü
ile
değerlendirildiğinde, yerlerinden edilmiş
milyonlarca Suriyelinin iltica talebinin,
Yapabilir”,http://www.unhcr.org.tr/?content=574.
Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014.
24
European Commision, Humanitarian Aid and Civil
Protection, “ Syria”,
http://ec.europa.eu/echo/en/where/middle-eastnorth-africa/syria, Erişim Tarihi. 20 Kasım2014
25
International Crisis Group, “The Rising Costs of
Turkey's Syrian Quagmire”, Report No: 230, April
2014,
http://www.crisisgroup.org/en/regions/europe/tur
key-cyprus/turkey/230-the-rising-costs-of-turkey-ssyrian-quagmire.aspx.
35
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Suriye’de Çözüm Bağlamında Uluslararası Yaklaşımlar
Şahin Aydın*
Ortadoğu’nun kalbi niteliğinde diyebileceğimiz Suriye’de bir çözümün olması, kuşkusuz
Ortadoğu’nun huzur ve refahı açısından önem arz etmektedir. İşte bu noktada, uluslararası
yaklaşımlar ve ülkemizin tutumu yazımda ele alınmakta, bunun yanında uluslararası
insancıl hukuk’a aykırılık teşkil eden birtakım noktalar da dile getirilmektedir.
Öncelikle, Suriye’deki bu asimetrik savaşın
durması ve giderek çetrefilleşen bu
problemin çözümü noktasında, Esad
güçlerinin
ve
muhaliflerin
çözüm
konusundaki tavırlarına bakmak gerekir.
Esad rejimi ve muhalif güçler siyasi bir
çözüm noktasında uzlaşabilmiş değil. Esad,
muhalifler ile aynı masaya oturmak için
henüz geçerli şartların sağlanmadığını ve
hangi muhalif güçlerin muhatap alınması
gerektiği noktasında, bu güçlerin Suriye
halkıyla irtibatının araştırılması gerektiğini
söylüyor. Yine Esad, muhalifleri terörist
diye nitelendirerek siyasi bir çözümün
önüne en büyük engeli koyuyor. Muhalif
güçler ise Suriye rejiminin kendi insanını
öldürmekten vazgeçmesini ve olası bir
geçiş hükümetinin kurulması durumunda,
bu hükümette Esad’ın yer almamasının
BM güvenlik konseyince garanti edilmesini
istiyor. Kısacası, her iki tarafta da karşılıklı
bir güvensizlik söz konusu.
Suriye konusunda uluslararası nabza
bakacak olursak, ABD olayların başlaması
sonrasında, siyasi suçlulara af isteyen bir
gruba müdahale sırasında yaralanma ve
gözaltıların olmasından endişe duyduğunu
söylemiş, şiddetten kaçınma yönünde
çağrılarda
bulunmuştur.
Esad’ın
muhaliflere karşı yaptığı kanlı harekatlar
sonrası, Obama’nın sözcüsü:
“Esad,
Ortadoğu’yu ve ülkesini tehlikeli bir yola
sürüklüyor, Suriye Beşar Esad olmadan
daha iyi olacaktır.’’ demiştir. Ancak ABD
Suriye konusunda kaçamak bir politika
izlemiş, kimyasal vahşetin ardından askeri
müdahale seçeneğini ortaya atsa da, bu
durum bir uluslararası politika aracı olarak
kullanılmaktan öteye gidememiştir. 200
bin kişinin öldüğü 9 milyon kişinin
36
Akademik Perspektif – Aralık 2014
yerinden yurdundan olduğu bir trajediden
bahsetmekteyken, müdahale seçeneğinin
rejimi yıkmaya yönelik değil de sadece
kimyasal riske karşı bir tedbir olarak
görülmesi de, ABD’nin samimiyetsizliğini
gösteren bir diğer gerçektir.
Rusya olayların başından beri rejimin
yanında yer almış, gerek askeri gerek siyasi
olarak rejime destek vermiştir. BM
Güvenlik Konseyi Suriye konusunda tedbir
kararı almak isterken, bu karar, Rusya ve
Çin’in vetosuna takılmış, Rusya’nın BM
Daimi Temsilcisi, ‘’ karar önerisi dış askeri
müdahalenin kabul edilemez olduğuna
dair
herhangi bir şart içermiyor.’’
eleştirisini getirmiştir. BM insan hakları
konseyi Mart 2011-Aralık 2011 tarihleri
arası, hükümet karşıtı gösterilerde 4 binin
üzerinde sivilin yaşamını yitirdiğini
belirtmiş, bu durumun insanlığa karşı suç
kategorisine sokulabileceğini söylemiştir.
Rusya ise bu durumu Suriye’nin iç işlerine
müdahale olarak değerlendirmiş, baskıcı
Esad rejiminin yanında yer almaya devam
etmiştir.
Çin, Suriye’de olası bir dış müdahaleye
karşı olduklarını ve çözümün Suriye
halkından gelmesi gerektiğini söylüyor. Bu
bağlamda BM’in, ‘’ülkelerin iç işlerine
karışmama’’ hususunda hassas davranması
gerektiğini söylüyor.
İsrail başbakanı Netenyahu, ‘’Suriye’ye
karışmıyoruz ama bu endişeli olmadığımız
anlamına gelmez diyor.’’, Esad rejimini
korumakta hiçbir çıkarlarının olmadığını
söylüyor, diğer taraftan ordunun bu
isyanları bastırarak üzerine düşen görevi
yerine getirdiğini söylüyor. Bu bir çelişkiyi
ifade ediyor aslında… İsrail istihbarat
başkanı ,İran ile Lübnan’daki Şii Hizbullah
örgütünün Beşar Esad rejimine karşı
düzenlenen gösterilerin bastırılmasında
Suriye’ye aktif olarak yardım ettiklerini
öne sürüyor. Yani İsrail Suriye’de bir
çözümsüzlükten
ediyor.
yana
olmaya
devam
İran ile Esad rejimi arasında stratejik ve
mezhebi yakınlık nedeniyle bir müttefiklik
yıllardır söz konusu. Bu sebepten ötürüdür
ki İran ve Hizbullah halk devrimine karşı ve
baskıcı Esad yönetimini desteklemektedir.
Buda bize gösteriyor ki İran ve İsrail, Suriye
halkının mücadelesine karşı aynı safta yer
alıyor.
Türkiye uluslararası politikadaki dik
duruşunu Suriye konusunda da belli
etmektedir. Suriye’de siyasi dönüşüme
dayalı bir çözüm istemektedir. İnsani bir
hassasiyetle hareket etmekte, çözüm
noktasında çaba sarf etmektedir. Meşru
taleplerin Suriye rejimince baskıyla
sindirilmeye çalışıldığını defalarca dile
getirmiştir. Suriye konusunda aktif roller
üstlenmiş, Suriye’deki krizin aşılmasına
yönelik uluslararası çabaların koordine
edilmesi amacıyla kurulan Suriye halkının
dostları grubu içerisinde yer almıştır. Bu
grubun 2. Toplantısı İstanbul konferansı
olarak tarihe geçmiş, bu konferansta, BM
ve Arap liginin Suriye ortak özel temsilcisi
Annan, barışçıl gösteri ve toplumun
özgürlüğünün güvence altına alınması,
keyfi tutuklamalara maruz kalan kişilerin
serbest bırakılması gibi hususlar içeren bir
plan ortaya atmıştır. Türkiye’deki Suriyeli
mültecilerden AFAD(Afet ve Acil Durum
Yönetimi Başkanlığı) sorumludur. ‘Yardım
Dağıtım Sistemi’ ile kamp dışındaki 800 bin
kadar olduğu söylenen mülteciler kayıt
altına alınmaya çalışılıyor ve ihtiyaç
listeleri belirleniyor. Ayrıca, Türkiye,
Suriyeli Mülteciler konusunda en az
yardımı alan ülkedir. Nisan 2014 itibariyle
Türkiye’nin harcamaları 2,5 milyar doları
aşmıştır. 500 milyon doların üzerinde de
sivil toplum kuruluşlarımızın yardımı söz
konusudur. Türkiye’nin Suriye konusunda
aldığı uluslar arası yardım ise 183 milyon
dolardır.
37
Akademik Perspektif – Aralık 2014
BM’in dünya üzerinde uluslararası barışı
sağlamak gibi bir amacının olduğunu
biliyoruz. Pratikte bu görev siyasi girişimler
ile
sağlanması
durumunda
genel
sekreterlik makamının, askeri girişimler ile
sağlanması
durumunda
güvenlik
konseyinin
alanındadır.
Güvenlik
Konseyi’nce alınmak istenen kararlar ya
Rusya ve Çin’in vetosuna uğramış ya da
ABD
gibi
ülkelerin
samimiyetsiz
politikalarının bir aracı olarak kullanılmak
istenmiştir. 5 daimi üyeden birinin dahi
vetosu, Güvenlik Konseyi’nin karar
mekanizmasının
tıkanmasına
yol
açmaktadır. Kuşkusuz BM Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyelerinin sahip
oldukları veto yetkisi, beraberinde ciddi
birer sorumlulukta getirmektedir.
Ortadoğu’nun evrensel popülerliğinin bir
sonucu olarak, Suriye evrensel çapta yankı
uyandırmıştır, bu noktada insancıl hukuk
çerçevesinde uluslararası hukukun birçok
noktada ihlal edildiği görülmektedir.
İnsancıl hukukun yaptırımı ise uluslararası
ceza hukukudur. Uluslararası ceza
mahkemesinin kurucu metni olan 1998
tarihli roma statüsünün 7.maddesinde
insanlığa karşı suçlar tanımlanmış ve
kasten adam öldürme, halkın sürülmesi,
zorla göç ettirilmesi bu suç tipi içerisinde
tanım bulmuştur. Günümüz itibariyle
Suriye’de 200 bine yakın insan kaybının
yaşanması ve Suriye halkının birçoğunun
komşu ülkelere sığınması bu ihlallerin
yaşandığının açık ve net birer kanıtıdır.
İnsancıl hukukta önemli olan sivil ve
muharip ayrımın yapılmasıdır. Bu noktada
muhariplerin dışında kalanlara, yani,
sivillere yönelik yapılacak her saldırı ilgili
uluslararası mevzuatın ihlali anlamına
gelecektir. İnsancıl hukuk sivillerin
korunması yanında, kültür varlıklarının da
korunmasını esas alır. Suriye’de kültür
varlıklarının birçoğunun zarar görmesi ise
rejimin
uluslararası
sorumluluğunu
doğuran bir diğer sebeptir.
* Şahin Aydın, Atatürk Üniversitesi, Hukuk
38
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Avrupa Birliği ve Orta Doğu
Enes Deşilmek*
Bu çalışmada, Avrupa Birliği’nin sürekli olarak gündeminde olan “tek seslilik politikası”
çerçevesinde Ortadoğu’ da hayata geçirmek istediği politikalar irdelenmeye çalışılırken, bu
bağlamda Barcelona süreci ve Avrupa Komşuluk Politikası ele alınmaya çalışılacaktır.
Ayrıca Avrupa Birliği’nin bölgeye ilgi göstermesinin temel parametreleri üzerinde
durulacaktır.
Ortadoğu,
tarihsel
olarak
sürekli
istikrarsızlıkların
yaşandığı,
askeri
darbelerin olduğu ve ayaklanmaların
görüldüğü bir bölge görünümüne sahiptir.
Sürekli olarak kaos ortamının mevcut
olduğu Ortadoğu, 2001 yılından sonra
Avrupa Birliği’nin demokratikleştirme
politikaları ile karşı karşıya kalmıştır. Bu
sayede Avrupa Birliği, kendi güvenliğini
garanti altına almaya çalışmaktadır.1 Fakat
Avrupa Birliği bu politikasını hayata
geçirmek isterken hem kendi içerisinde
yaşamış olduğu sorunlardan dolayı, hem
de bölge ülkelerinden kaynaklanan
problemlerden dolayı başarısız olmaktadır.
Ortadoğu Avrupa Birliği için her zaman
önemini koruyan bir bölge olarak
karşımıza çıkmaktadır. Ortadoğu’nun
sürekli olarak Avrupa Birliği’nin ilgi
alanında olmasında sahip olduğu enerji
kaynakları, stratejik ve coğrafi konumu,
tarihsel bağlar ve güvenlik anlayışı etkili
olmaktadır. Bölgenin Avrupa Birliği için
önemi, 2004 yılında Avrupa Birliği’ne
katılan ülkeler2 ile birlik sınırlarının da
genişlemesinden kaynaklanmaktadır. Bu
1
TOCCİ, Nathalie, “The European Union as a
Normative Foreign Policy Actor”, Centre for
European Policy Studies, CEPS Working Document,
Sayı 281, Ocak 2008.
2
2004 yılında Birliğe üye olan ülkeler: Kıbrıs,
Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta,
Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya.
39
Akademik Perspektif – Aralık 2014
katılımlar ile yeni bir süreç başlamış ve
yeni stratejiler izlenmeye başlanmıştır.
Avrupa
Birliği’nin
bölgeye
ilgi
göstermesinin temel parametreleri genel
olarak şunlardır;

Ortadoğu’nun enerji kaynakları
konusundaki zenginliği,

Enerji güvenliği,

Stratejik ve coğrafi konumu,

AB sınırları içerisinde çok sayıda
Afrika kökenli Müslüman nüfusun olması,

Ortadoğu ülkelerinden Avrupa’ya
resmi ve gayri resmi yollarla olan göç.
AB’nin 2004 yılında sınırlarında ve
komşularında yaşamış olduğu değişiklik,
beraberinde güvenlik politikalarını da
gündeme
getirmiş,
ayrıca
yeni
komşularıyla güçlü ilişkiler kurmak isteyen
AB’nin yeni politikalar üretmesini de
zorunlu hale getirmiştir. Bu ise
beraberinde yeni fırsatlar sunarken, aynı
zamanda bazı zorlukları da ortaya
çıkarmıştır. Bu bağlamda Avrupa Birliği
Ortadoğu politikasına yön verebilmek
amacı ile 12 Mayıs 2004 tarihinde
komşuluk politikasının temel belgesi
niteliğinde olan ‘Avrupa Komşuluk
Politikası Strateji Belgesi’3 yayımlanmıştır.
Avrupa Komşuluk Politikası (AKP)’nın
temelleri
1990’lı
yıllara
kadar
dayanmaktadır. Bu dönemde Belarus,
Moldova, Rusya ve Ukrayna ile Ortaklık ve
İşbirliği Antlaşmaları yapılmıştır. Devam
eden etapta ise Barcelona süreci ile AB,
Avro-Akdeniz Ortaklığı oluşturma, bunun
yanı sıra Avrupa’nın güvenliği sağlanırken
aynı
zamanda
Akdeniz
ülkelerinin
3
European Neighbourhood Policy Strategy Paper,
2004, http://eur-lex.europa.eu/legalcontent/EN/TXT/?uri=CELEX:52004DC0373, Erişim
Tarihi: 27 Ekim 2014
Avrupa Komşuluk Politikası (AKP),
http://www.ekonomi.gov.tr/avrupabirligi/index.cf
m?sayfa=DB164801-D8D3-8566452049DA66F84F00 , Erişim Tarihi: 27 Ekim 2014
kalkınmalarına da destek sağlanması
öngörülmüştür. Fakat birlik üyeleri ile
bölge ülkeleri arasındaki kalkınma seviye
farkının fazla olması, AB’nin her ülkeye eşit
şekilde yaklaşmayıp ayrıcalıklı ülkeleri ön
plana çıkarması, bölgede barış ortamı
yerine istikrarsız ortamların devam
etmesine sebep olmuştur.
Ortadoğu’da oluşan her türlü olumsuz bir
hareketlenme
Avrupa’yı
yakından
ilgilendirmektedir. Çünkü Avrupa Birliği
üye ülkeleri enerji kaynaklarının neredeyse
yarısını Ortadoğu ülkelerinden ithal
etmektedir. Bölgede oluşacak istikrarsızlık
ise enerji hatlarının güvenliğini de tehlike
altına sokacaktır ki, bu da Avrupa için
“hayat damarının tehlike altında girmesi”
anlamına gelmektedir.4 Bunun yanı sıra
bölge ülkeleri ile sıkı bir ticaret trafiği olan
AB, bölgedeki gelişmeleri de yakından
izlemek zorundadır.
Tüm bunları göz önünde bulunduran AB,
Akdeniz’in
iki
yakası
arasındaki
yakınlaşmayı sağlamayı amaç edinmiştir.
Bu politikaların hayata geçirilmesi için
Avrupa
Birliği,
Barcelona
Süreci5
bağlamında,
üç
temel
strateji6
benimsemiştir.
“Birinci strateji, siyasi ve diplomatik alanı
kapsamaktadır. Bu stratejiye göre,
Ortadoğu bölgesinde, temel evrensel
ilkeler üzerine oturmuş bir barış ve istikrar
4
YOUNGS, Richard, “Europe‟s External Energy
Policy: Between Geopolitics and the Market”,
Centre for European Policy Studies CEPS Working
Document, Sayı 278, Kasım 2007.
5
Barcelona süreci hakkında detaylı bilgi için Avrupa
Birliği Komisyonu’nun hazırladığı, “Europe and the
Mediterranean towards a closer partnership: An
overview of the Barcelona Process in 2002” isimli
dökümana bakınız.
6
TASSİNARİ, Fabrizio “Whole, Free and Integrated?
A Transatlantic Perspective on the European
Neighbourhood”, Centre fore European Policy
Studies, CEPS Working Paper, Sayı 271, Haziran
2007.
40
Akademik Perspektif – Aralık 2014
ortamı oluşturulacaktır. Bu çerçevede,
devletler, siyasi, idari ve hukuki reformları
hayata geçirirken, birbirleriyle normal
ilişkiler kuracaklardır.
İkinci strateji, ekonomik reformları
içermektedir. Ekonomik, sosyal ve idari
reformlar, bölgede sürdürülebilir ve
dengeli ekonomik ve sosyal kalkınmayı
sağlayacaktır. Ardından bölge ülkeleri ile
Avrupa Birliği arasında, serbest ticaret
alanı oluşturulacaktır. Serbest ticaret ilkesi
de, bölgede demokratikleşmeyi, iyi
yönetişimi,
açıklığı
ve
hukukun
üstünlüğünü sağlamlaştıracaktır.
Üçüncü strateji ise, farklı kültürler ve
medeniyetler arasında karşılıklı hoşgörüye
dayalı anlayışın oluşturulmasıdır. Bu
bağlamda, Birlik, bölge halkları ile Avrupa
insanı arasında karşılıklı kültürel ve sosyal
değerlerin anlaşılmasını teşvik etmektedir.
İnsanların birbirlerini anlaması halinde,
karşılıklı hoşgörünün ortaya çıkacağına
inanan Birlik, bu sayede, toplumlar
arasında görülen “nefreti, kızgınlığı,
hoşgörüsüzlüğü”
ortadan
kaldırmak
7
istemektedir.”
Avrupa Birliği’nin Ortadoğu politikasında
bir kilometre taşı olarak görülen Barcelona
süreci, hem bölge ülkelerinden hem de AB
üye ülkelerinden kaynaklanan sorunlar
sebebiyle başarısız olurken, 11 Eylül 2001
saldırılarından sonra güvenlik algısındaki
değişim ile birlikte “Daha iyi bir Dünya’da
güvenli Avrupa” sloganıyla Avrupa
Komşuluk Politikası”nı gündeme taşımıştır.
Çünkü, Birliğin 2003 tarihli Yeni Güvenlik
Kavramına göre, Avrupa’nın güvenliğini
tehdit eden unsurlar şunlardır: terörizm,
kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel
çatışmalar, başarısız devletler ve örgütlü
suçlar.8
Değişen güvenlik algısı ve sınırların
genişlemesiyle birlikte AB yeni politikalar
üretmek zorunda kalmıştır. Ayrıca AB
sınırının genişlemesi yeni bir sürecin
başlangıcına vesile olmuş ve de AB
“Avrupa Komşuluk Politikası”nı hayata
geçirmeye başlamıştır.
AB’nin Komşuluk Politikası, AB’nin aday
statüsünde olmayan yakın komşuları olan:
İsrail, Ürdün, Moldavya, Fas, Tunus,
Filistin, Ukrayna, Ermenistan, Azerbaycan,
Mısır, Gürcistan, Lübnan, Cezayir, Suriye,
Libya ve Belarus olmak üzere toplam on
altı ülkeyi kapsamaktadır. Söz konusu
ülkeler
ile
Ortaklık
Anlaşmaları
imzalanmakta, daha sonra da bu anlaşma
çerçevesinde
Eylem
Planları
9
hazırlanmaktadır. Politikaların ana hedefi
her iki tarafın da refah, istikrar ve
güvenliğini arttırmak yolunda ortak
çıkarların
desteklenmesinden
oluşmaktadır.10
Barcelona sürecinde genelde çok taraflı bir
politika izlemeye çalışan AB, AKP ile
birlikte daha çok ikili ilişkilere önem
vermeye çalışmış ve bölge ülkeleri
arasındaki farklılıkları da gözeterek
politikalar hayata geçirmeye başlamıştır.
Fakat AB’nin bu politikalarının da başarılı
olduğunu söylemek pek mümkün değildir.
Bu dönemde AB’nin yapmış olduğu mali
yardımlar11
yetersiz
kalırken,
demokratikleşmeyi İslam dünyasında
Batı’yı hedef alan terör ve aşırılığı
8
EFEGİL, ve MUSAOĞLU, a.g.m.
Avrupa Komşuluk Politikası (AKP), a.g.b., s.1.
10
Avrupa Komşuluk Politikası (AKP), a.g.b., s.1.
11
2001 ile 2003 yılları arasında Avrupa Demokrasi
ve İnsan Hakları programından bölgeye tahsis
edilen yardım miktarı yalnızca 7 milyon Avro’ydu.
9
7
EFEGİL, Ertan, ve MUSAOĞLU, Neziha,
“Demokratikleştirme Bağlamında, Avrupa Birliği’nin
Orta Doğu Politikası”, Akademik ORTA DOĞU, Cilt
3, Sayı 1, 2008.
41
Akademik Perspektif – Aralık 2014
önleyebilecek
görmüştür.12
bir
enstrüman
olarak
2000’li yılların ikinci yarısından itibaren
bölgede yaşanan gelişmelerin de etkisiyle
AB ekonomi politikalarına daha çok önem
vermeye başlamıştır. Bu bağlamda Akdeniz
için Birlik Girişimi13, Avrupa’nın yeniden
jeo-ekonomi esaslı dış politikaya dönüşünü
simgeler.14 Yapılan tüm reformlara
rağmen, “bölge ülkelerinin ekonomik,
siyasi
ve
toplumsal
yapıları
küreselleşmenin etkisiyle önemli bir
değişim sürecinden geçmiş olmakla
birlikte, bu değişim bölge halklarına
ekonomik refah ve demokratik yönetim
getirmedi.
Bölgede
sosyal
adaleti
gözetmeden
gerçekleştirilen
liberal
ekonomik reformlar işsizlik ve yoksulluğu
körüklerken, gelir dağılımındaki eşitsizliği
artırdı.”15
17 Aralık 2010 yılına gelindiğinde,
bölgedeki yoksulluğun had safhaya
ulaşması 26 yaşındaki Bouazizi’nin16
kendini yakmasıyla sonuçlanırken, büyük
bir ayaklanmanın da Tunus’ta başlaması ile
neticelenmiştir.
Böylelikle
gelecekte
yüzlerce kişinin ölmesine, iktidarların
değişmesine sebep olan “Arap Baharı”
başlamıştır.
12
KÜÇÜKKELEŞ, Müjge, “ AB’nin Ortadoğu Politikası
ve Arap Baharına Bakışı”, SETA Analiz, s.8, 2013
13
1995’te başlayan ve Barcelona Süreci olarak
bilinen Avrupa-Akdeniz Ortaklığı’nın (Euro-Med)
devamı niteliğinde olan Akdeniz için Birlik (AiB),
özellikle enerji, ulaştırma ve kentsel kalkınma, su
ve çevre, iş geliştirme ile sosyal konular ve sivil
koruma gibi alanlarda gerçekleştirilmesi
hedeflenen projeler yoluyla Akdeniz'de işbirliğinin
artırılmasını amaçlamaktadır.
http://www.mfa.gov.tr/akdeniz-icin-birlik.tr.mfa,
Erişim Tarihi: 30 Ekim 2014
14
KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.9
15
KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.9
16
Asıl mesleği avukatlık olan Bouazizi, geçimini
seyyar satıcılık yaparak sağlamaya çalışırken,
polisin arabasına el koyması sonrası belediye
önünde kendini yakmış ve bu süreçten sonra da
protestolar başlamıştır.
Uluslararası sistemdeki sorunlarında gün
yüzüne çıkmasına sebep olan Arap
Baharı’na, diğer krizlerde17 olduğu gibi, AB
yine hazırlıksız olarak yakalanmıştır. Bu
süreçte AB üye ülkeleri ekonomik krizle
boğuşurken, bir taraftan da AB siyasal
birliktelik sağlamak amacı ile kimlik,
vatandaşlık
olguları
üzerinde
durmaktaydı.Bu süreç AB için hem yeni
fırsatları hem de yeni sorunları
beraberinde
getirmiştir.
Fakat
AB
içerisinde geçmişten beri mevcut olan
ortak bir dış politika benimseyememe
olgusu, bu süreçte de kendisini göstermiş
ve yaşanılan olaylar karşısında birlik
üyeleri beraber hareket etmek yerine,
kendi çıkarları doğrultusunda bireysel
politikalar izlemeyi tercih etmişlerdir.
Doğal olarak bu da, AB’nin etkisiz bir
görünüme sahip olmasına sebep olmuştur.
Bu bağlamda bir taraftan bölgedeki
gelişmeleri kontrol altına almak isteyen AB
üye ülkeleri, ekonomik ve siyasi
çıkarlarının çok olduğu ülkelerde mevcut
rejimi desteklemeyi tercih etmişlerdir.
“Örneğin Fransa uzun yıllar boyunca yoğun
siyasi ve ekonomik ilişkiler yürüttüğü Bin
Ali rejimine sahip çıkarken, İngiltere,
Fransa
ve
Almanya
müttefikleri
Mübarek’in iktidarını sarsan gösterileri
desteklemekten imtina ettiler.”18 AB’nin,
demokrasiye Mübarek liderliğinde geçiş
yapılabileceği kanısı Mübarek’in istifasına
kadar sürdü.19
Bölgedeki değişimlerin kısa süre sonra
farkına varan AB, ekonomik ve siyasi
çıkarları
doğrultusunda
politikalar
izlemekle beraber, bölgesel dinamikleri de
17
Körfez Krizi, Balkan Krizleri, Afganistan Krizi, Irak
Krizi.
18
‘’Prime Minister condemns violence in Egypt’’,
Foreign and Commonwealth Office, 2 Şubat 2012;
‘’Egypt protesters clash for 2nd day with police’’,
Associated Press, 27 Ocak 2012; ‘‘Sarkozy: Egypt
must avoid religious dictatorship’’, The Jerusalem
Post, 11 Şubat 2011.
19
KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.10
42
Akademik Perspektif – Aralık 2014
göz önünde bulundurmaya başlamıştır. Bu
bağlamda ilk siyasi adım olarak, 8 Mart
2011 tarihinde Güney Akdeniz ile
Demokrasi ve Ortak Zenginlik için İşbirliği
Belgesi (A Partnership for Democracy and
Shared Prosperity with the Southern
Mediterranean)20 Komisyon tarafından
kabul edilmiştir. Bu belgede AB politikaları
3 temel unsura dayanmaktadır;
1.
Demokratik dönüşüm,
2.
Sivil toplum ortaklığı,
3.
Ekonomik kalkınma.
Bu unsurlar çerçevesinde politikalar
hayata geçirmeye çalışan AB, ülkeler
arasındaki farklılıkları da göz önünde
bulundurarak daha çok teşvik bazlı bir
yöntem izlemeyi tercih etmiştir. Teşvik
bazlı yardım yapacağı ülkelerde ise
demokrasi, insan hakları ve hukukun
üstünlüğü vb. alanlarda reformların yapılıp
yapılmadığı AB için en önemli kriterlerden
biri olmuştur. Bu bağlamda AB, daha fazla
reform yapan ülkelere daha fazla teşvik
sunarken, reformda geri kalan ülkelere
sağladığı teşvik miktarını azaltacaktır. Bu
belgenin yayınlanmasından 2 ay sonra AB
Komisyonu, Değişen Bölgeye Yeni Yanıt (A
New
Response
to
a
Changing
21
Neighbourhood)
adlı
belgeyi
yayınlamıştır. Demokrasi ve Refah için
İşbirliği Belgesinin devamı niteliğinde olan
bu belge, AB’nin bölge üzerindeki uzun
dönemli politikalarının içeriğini belli
etmektedir. AB söz konusu girişimle
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine daha
fazla para, piyasa erişimi ve nüfus
hareketliliği
taahhüdünde
bulunmaktadır.22
Avrupa Birliği kabul edilen belgelerle
birlikte bölgeye yaptığı mali yardımların
miktarını arttırmış ve genel olarak
ekonomik büyüme, sosyal politika,
istihdam, genç girişimcilik, yoksullukla
mücadele gibi ekonomik kalkınma
programlarına önem vermiştir.23 Kısa
dönemde bölge ülkelerinin ekonomisinin
düzeltilmesini hedefleyen AB, uzun vadede
ise daha geniş pazarlara erişimi
hedeflemekteydi.24
Ayaklanmaların başladığı ilk zamanlarda
“bekle-gör” politikasını benimseyen AB,
Libya’ da daha aktif olmaya çalışmış,
devam eden süreçte ise krizin Suriye’ye
sıçramasıyla birlikte Beşar Esad rejimine
yaptırımlar uygulamayı tercih ederek,
ekonomik ve diplomatik bir baskı kurmayı
hedeflemiştir. Mevcut durumu göz önüne
aldığımızda, AB’nin yapmış olduğu baskılar
sınırlı
kalmakla
birlikte,
askeri
müdahalenin yapılmaması da tartışma
konusu olmaya devam etmektedir.
Sonuç olarak, Avrupa Birliği Ortadoğu
politikasını her zaman olduğu gibi kendi
ekonomik ve siyasi çıkarları doğrultusunda
belirlemektedir. Dış politikasındaki parçalı
yapıyı ortadan kaldırmak ve “tek sesli
Avrupa” görüntüsünde olmak amacıyla
2009 yılında Ortak Dışişleri ve Güvenlik
Politikası Yüksek Temsilciliği’ni25 oluşturan
20
European Commission, ‘‘A Partnership for
Democracy and Shared Prosperity with the
Southern Mediterrenean: Joint Communication to
the European Council, the European Parliament,
the Council, the European Economic and Social
Committee and The Committee of the Regions’’,
COM 200 Final, Brüksel, 8 Mart 2011.
http://www.avrupa.info.tr/fileadmin/Content/Files
/File/Haber-eki/2011/20110308_en.pdf, Erişim
Tarihi: 28 Ekim 2014.
21
http://eeas.europa.eu/enp/pdf/pdf/com_11_303_
en.pdf ,Erişim Tarihi: 28 Ekim 2014
22
KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.11
Sürdürebilir ekonomik kalkınma ve demokratik
dönüşümü desteklemek amacıyla kurulan SPRING
(Support for Partnership, Reforms and Inclusive
Growth) programı bölgeye 2011-12 yılları için 350
milyon Avro tahsis etmiştir.
24
Bu amaçla 2011 Aralık ayında, Mısır, Tunus,
Ürdün ve Fas ile ticari müzakereler başlamıştır.
25
Ekim 2007 tarihli Lizbon Hükümetlerarası
Konferansı’nda kabul edilerek Aralık 2007’de
Lizbon Avrupa Konseyi’nde imzalanan ve tüm üye
23
43
Akademik Perspektif – Aralık 2014
AB,
ayaklanmalara
da
hazırlıksız
yakalanmıştır. Bu politika dış politikada
belli bir hareketlenmeye vesile olmuş olsa
da, sonuçlarına baktığımızda sınırlı bir
hareketlenme
olduğunu
görebiliriz.
Bölgede izlenecek politikalar konusunda
birlik üyeleri arasındaki görüş ayrılıkları,
birliğin siyasi alanda yine başarısız bir sınav
vermesine sebep olurken, ortak dış
politikanın teoriden pratiğe geçememesi
ile neticelenmiştir.
* Enes Deşilmek, Trakya Üniversitesi,
Uluslararası
İlişkiler
devletlerin onay vermesi ile de 2009 yılında
yürürlüğe giren, Lizbon ya da Reform Antlaşması
olarak adlandırılan antlaşma esasında
oluşturulmuştur.
44
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Emperyalist Meydan Okuma ve
İslam Medeniyeti Özelinde Ortadoğu
Ömer Karaman*
Ortadoğu denince insanın aklına savaşlar, katliamlar, etnik çatışmalar gibi kaos ortamının
hakim olduğu bir coğrafya gelmektedir. Hatta “Ortadoğu bataklığı” şeklinde bir niteleme
ile uzak durulması gereken, bölgedeki insan varlığını yok sayan bir yaklaşım da
sergilenmektedir. Reel politikte bu kadar önem arz etmesine rağmen, bu denli kötü
benzetmelere maruz kalan bir başka coğrafya daha bulmak oldukça güçtür.
Ortadoğu kavramı ilk defa jeopolitikçi
Alfred T.Mahan tarafından Arabistan ile
Hint Yarımadaları arasında kalan ve deniz
stratejisinde ehemmiyet arz eden bir bölge
olarak vurgulanmıştır. Yine 1. Dünya Savaşı
sırasında İngilizler tarafından Ortadoğu
Kumandanlığı biçiminde kullanılmıştır. Yani
İngiltere’yi temel alan bir coğrafi
nitelemedir, tıpkı Çin’in Uzakdoğu olarak
nitelendiği gibi. Jeokültürel, jeoekonomik
ve jeopolitik açılardan dünyanın hem kilidi
hem de anahtarı konumundadır. Dünya
güçlerinin
hiçbirisinin
göz
ardı
edemeyeceği derecede vazgeçilmez bir
hinterlanttır.
Portekizlilerin Yemen bölgesine saldırması
ile Arapların Osmanlıdan yardım talep
etmesi üzerine, Osmanlı orduları bu
coğrafyada hakimiyet kurmuştur. Bir yıl
gibi bir sürede büyük Arap dünyası
fethedilmiştir. Yani fetihlerde herhangi bir
sömürü vizyonu bulunmamaktaydı. Yerel
anlayışları önceleyen ve oluştulan millet
sisteminin yanında, bölgenin imarını da
gerçekleştiren esnek yönetim anlayışı
bölgenin uzun süre Osmanlı hâkimiyetinde
kalmasını sağlamıştır. Osmanlı hem
kültürel rızaya dayalı bir iktidar hem de
güce dayalı bir iktidar oluşturup pax
ottomana’yı hayata geçirmiştir.
Sanayi devrimi sonrası hammadde kaynak
ve pazar arayışına giren İngiltere başta
olmak üzere, emperyal devletlerin
güçlerini sınadığı bir alana dönmüştür
45
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ortadoğu. İslam medeniyeti temelli bu
bölge, sosyolojik savaşlara çeşitli ideolojik
propagandalara maruz kalmıştır. Örneğin
Milliyetçilik şehir devletleri şeklinde
örgütlenmiş olan Batıda birleştirici etkiye
sahip olurken; Ortadoğu da tam bir kaosa
sebep olmuştur. Ayrıca Osmanlı etnik
sosyoloji ile parçalanırken Batı’da ABD, AB,
SSCB gibi çok uluslu yapılar kurulmuş ve
liberalizm ve demokrasinin etkisiyle
farklılıklar
büyük
oranda
ortadan
kaldırılmıştır.
Milliyetçilik kendine has bir devlet biçimi,
ekonomik yapılanma ve en önemlisi de
kendine has bir medeniyet algısı
gerektiriyordu. Batıdan gelen bu kavramlar
karşısında bocalayan İslam medeniyeti
oldukça zor bir duruma düştü. “Küffara
karşı olma” şeklinde şekilenmiş savunma
mekanizması, Batı medeniyetinden gelen
demokrasi, ulus devlet gibi büyülü
kavramların üstesinden gelemedi. Elinde
olanı korumaya çalışıp kendi kabuğuna
çekildi. İdeallerini amaçlarını kaybetti. Bu
meydan
okumaya
gerekli
cevabı
veremeyen Osmanlı Devleti ve İslam
medeniyeti çözülme sürecine girmiştir.
1. Dünya Savaşından sonraki süreci Ali
Şeriati
Türkiye
açısından
şöyle
resmetmektedir: “Müslüman kılıç sesinin
Avrupa’nın ortalarında dünyayı sarstığı bir
zamanda hücum yapan ordunun kalbinden
koparak cephe gerisinde bütün gırtlaklar
niçin bağırıp çağırıyorlardı? Pankubizm,
panlübnanizm,
panberberizm,
panarabizm, Pantürkizm..?. Çok geçmeden
İslam dünyasının pan pan olduğunu
gördük ve her panda batı emperyalizminin
boğazına düşen bir lokma. Türkiye yelesiz,
kansız ve güçsüz kalan bir aslan gibi yalnız
bırakıldı.” Bu fazlaca dramatize bir
yaklaşım olsa da, Türkiye’nin güç kaybıyla
doğru orantılı olarak Ortadoğu ile
ilişkilerinin zayıfladığı açıktır.
Osmanlı coğrafyasında 35, hinterlandında
41 ulus devlet yapısı oluşturuldu. Bu
oluşturulan ulus devletlerin yönetimleri ile
Türkiye, birbirini ötekileştiren politikalar
yürüttüler.
Özellikle
Ortadoğu
coğrafyasındaki devletler ile ilişkiler
oldukça
zayıfladı. Aynı
medeniyet
içerisinde yıllarca yaşamış toplumlar kapalı
toplum yapılarına mahkûm edildi.
Toplumlar arasındaki küçük kültürel
farklılıklar aşılması güç birlikte yaşamayı
imkânsızlaştıran faktörler olarak sunuldu.
Kültürel olarak birbirine çok yakın olan bu
coğrafyalar
tarihsizleştirildi.
Örneğin
oluşturulan ulus devletlerin isimlerinde
İslam ve Osmanlı izleri silindi. Suriye
asurilerin
yaşadığı
yer
anlamında
isimlendirildi. Mısıra ise %10 civarında
kıpti varlığı olmasına rağmen Egypt yani
kıptilerin
yaşadığı
yer
denmiştir.
Ortadoğunun petrol başta olmak
üzere zengin yer altı kaynaklarına sahip
olması, Süveyş kanalı gibi ticaret ve enerji
nakil yollarının üzerinde olması, askeri
stratejik önemi bakımından küresel
güçlerin ilgi odağı olmuştur. Bu güçlerden
birinin bu bölgedeki kazanımı diğer gücün
kazanımını tehlikeye düşüreceği için bölge
kaosa terkedilmiştir. Bu topraklardaki
insanlar çeşitli bahanelerle dehümanize
edilmekte, böylece ABD’nin ve diğer
güçlerin insan yaşamını öteleyen anlayışı
meşrulaştırılmaktadır. İktidar açısından
üstün olan insanların aynı zamanda akıl,
ahlak ve medeniyet açısından üstün
olduğu yargısına varmaları güç olmamıştır.
Başka insanlar üzerinde üstünlük kurma
hakkına
dair şüphelerini azaltarak
sömürgeciliği makul hale getiren bu
üstünlük kompleksi başlı başına bir güç
olmuş ve sömürgeciliğin devamı için ivme
gücü olarak kullanılmıştır.
Emperyal
güçlerin
pragmatist
yaklaşımlarının yanı sıra Türkiye’nin, dış
politikasında İsrail devletini tanıma,
Cezayir savaşını ya da Süveyş harekâtını
46
Akademik Perspektif – Aralık 2014
onaylama, Nasır ve Baas rejimlerine
düşmanca tavır alma gibi sonuçlar
doğuracak şekilde tümüyle batının dış
politikalarıyla uyumlu hale gelmesi,
giderek Türk Arap ilişkilerini bozmuştur.Bu
durum,
Türkiye’nin modernleşmenin
adresi olarak gördüğü Batı safında yer
tutmasının negatif sonucudur. Soğuk savaş
sonrası, Ortadoğu’da Türkiye’nin nüfuzunu
kırmak için Arapların Osmanlı’ya ihanet
ettiği tezi kullanıma sokuldu. Diğer
taraftan ise Baas rejimleri tarafından,
Osmanlının emperyal bir güç olduğu, Arap
coğrafyasını sömürdüğü ve bu bölgelerinin
geri kalmışlığının sebebinin Osmanlı
olduğu şeklinde propaganda da oldukça
etkili olup devlet politikası haline getirildi.
İki taraflı olarak tüm iletişim kanalları
kapatıldı ve bu bölgeler karşılıklı olarak
birbirinden izole edildi.
Ortadoğudaki Arap baharı diye anılan son
gelişmeler ışığında bölgeye yaklaşıldığında,
sömürge düzenin kalıntılarıyla mücadele
ve halkın yönetimde söz sahibi olma isteği
diktatoryal yapıların sonunu hazırladı.
Sömürge devletler fiziki olarak çekilir
görüldüğü bu coğrafyalara, kendine bağlı
diktatörleri bırakarak zihinsel sömürge
düzeninin devam ettirilmesini sağladı. Bu
kurulu düzene karşı halk tabanlı olan
kuvveden fiile geçmiş hareket, tekrar
sömürge güçlerin menfaat çatışmasına
dönüşerek pasifize edilmiş görülüyor. IŞİD
denen terör örgütü, bölgenin tekrar zorla
tek tipleştirme ve homojenleştirilmesine
sebep olarak Ortadoğu’nun istikrarlı bir
yapılanmaya kavuşmasının önünde en
büyük engel olarak duruyor. Çünkü
Ortadoğu’nun
istikrarlı
bir
yapıya
kavuşması için dini, kültürel ve mezhepsel
farklılıkların
korunması
şart
görünmektedir. Osmanlı dönemindeki
birlikte yaşam tecrübesine de bakıldığında
bu iradenin gösterilmesinin gerekli olduğu
açıktır.
Kültürel hegemonya ile şekillenmiş
sömürge düzeninin önüne geçebilmek için,
Türkiye’nin Ortadoğu ile alakalı kendi
kavram, bilgi ve literatürünü üretmesi
şarttır. İngiltere’nin Ortadoğuda çalıştırdığı
antropologlar, uzmanlar, sosyologlar köy
köy dolaşıp kültürel, etnik, ekonomik
bilgiler toplamışlar ve buradan elde
ettikleri
bilgiyle
iktidarlarını
pekiştirmişlerdir. Amerika 2. Dünya Savaşı
sırasında filmleri uçaklarla getirip havadan
atmış, filmlerin girmediği hiçbir yer
bırakmamıştır.. Toplumların ve insanların
bellekleri üzerinde sınırsız egemenlik
kurmuştur. Soğuk savaşta Rusların
mağlubiyetinin temelinde bu kültürel
savaşı kaybetmeleri yatmaktadır. Sonuç
olarak; Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri
zihinsel savaş mücadelesini verip ulus
devletin idraklerde oluşturduğu sınırları
aşmalıdır. Oluşturulan batı kökenli kavram
ve nitelemelerin bu coğrafyada hayata ne
kadar temas ettiği irdelenmelidir. Bilgiye
hükmeden güce hükmeder, kavrama
hükmeden ise hegemondur. Bu temel
yaklaşımla ağ toplumunun verdiği
olanaklar iyi değerlendirilerek manevi ve
kültürel bağımsızlık sağlanıp, halkların
arasındaki duvarlar yıkılarak yeni bir
Ortadoğu, yeni bir dünya düzeni
kurgulanmalıdır.
* Ömer Karaman, Hacettepe Üniversitesi,
Bilgi ve Belge Yönetimi
47
Akademik Perspektif – Aralık 2014
BM Lübnan Geçici Kuvveti Bünyesinde
Türkiye’nin Rolü
Caner Akkaya*
Türkiye’nin barışı destekleme harekatlarına katılımı, Soğuk Savaş sonrasında yoğunluk
kazanmasına karşın, aslında yeni bir olgu değildir. Soğuk Savaş sonrası döneme
bakıldığında; küresel anlamda, kitle imha silahlarının daha yaygın hale geldiği ve terör
unsurlarının daha fazla yaygınlaştığı bir dönem olduğu görülür. Bu sebeple, yerel ve
bölgesel çatışmalar artmış ve bu çatışmaların bir sonucu olarak birçok farklı kategoride
kayıplar yaşanmıştır. Bu kayıpları önlemek adına, ne kadar başarılabildiği tartışmaya açık
olmakla birlikte, barışı ve huzuru sağlamak gayesiyle çeşitli adımlar atılmıştır.
Türkiye’nin
barışı
destekleme
harekatlarına katılımı, Soğuk Savaş
sonrasında yoğunluk kazanmasına karşın,
aslında yeni bir olgu değildir. Türkiye’nin
bu konudaki ilk deneyimi, 1950’de, tugay
düzeyindeki bir birlikle Kore Savaşı’na
katılmasıdır.1 Bu deneyimden sonra, Soğuk
Savaş sonrası döneme kadar, barışı
destekleme harekatlarında aktif rol
oynamamıştır.
Soğuk Savaş sonrası döneme bakıldığında;
küresel anlamda, kitle imha silahlarının
daha yaygın hale geldiği ve terör
unsurlarının daha fazla yaygınlaştığı bir
dönem olduğu görülür. Bu sebeple, yerel
ve bölgesel çatışmalar artmış ve bu
çatışmaların bir sonucu olarak birçok farklı
kategoride kayıplar yaşanmıştır. Bu
kayıpları önlemek adına, ne kadar
başarılabildiği tartışmaya açık olmakla
birlikte, barışı ve huzuru sağlamak
gayesiyle çeşitli adımlar atılmıştır.
1
İşte böyle bir ortamda Türkiye’nin, barışı
destekleme harekatlarında daha aktif
Gökhan Koçer, ‘’Türkiye’nin Barışı Destekleme
Harekatlarına Katkısı’’, Uluslararası İlişkiler Dergisi
Cilt:3 Sayı:11 (2006), s.48.
48
Akademik Perspektif – Aralık 2014
olduğunu görürüz. Bu dönemde Türkiye,
coğrafi anlamda kendisine yakın ya da
uzak ayırt etmeksizin, barış sağlamaya
yönelik harekatlara katılmaya önem
vermiş ve bu doğrultuda çeşitli
sorumluklar almıştır. Bunların büyük
çoğunluğunu ise BM şemsiyesi altında
alınan kararlar oluşturur. Geçmişten ve
günümüzden örnek vermek gerekirse;
Somali’den
Bosna-Hersek’e,
Arnavutluk’tan
Demokratik
Kongo
Cumhuriyeti’ne, Irak’tan Makedonya’ya,
Libya’dan Doğu Timor’a, Afganistan’dan
Sudan’a ve Lübnan’a uzanan geniş bir
yelpaze
karşımıza
çıkar.
Örnekler
çoğaltılabilir ve genellikle askeri yardım,
insani yardım ya da gözlemcilik gibi
sorumluluk alanlarına ayrılır. Ayrıca,
devam eden sorumluluklar ve devam
etmeyen sorumluluklar şeklinde de ele
alınabilir.
Bu çalışmada ise, Türkiye-Ortadoğu
İlişkileri kapsamında, Türkiye’nin UNIFIL
bünyesinde ne gibi sorumluluklar aldığı
belirtilmek istenmiştir. Fakat öncesinde,
UNIFIL ortak sorumluluğunun ortaya çıktığı
süreci analiz etmek gerekir.
Ne Olmuştu?
Lübnan-İsrail arasında geçmişte zaten var
olan ve her an yeniden patlak vermesi
muhtemel bir kriz, 12 Temmuz 2006
tarihinde gün yüzüne çıkmıştır. Hizbullah
militanlarının, iki İsrail askerini rehin
almasını bahane eden İsrail, Lübnan’ı işgal
etmiştir.2
Ortaya çıkan kriz sonrasında, BM Güvenlik
Konseyi 11 Ağustos 2006 tarihinde 1701
sayılı kararı, oy birliğiyle almıştır. Bu
kararın amacı, Lübnan ile İsrail arasında
ortaya çıkan krizi sonlandırmaktır. Bu
2
Tayyar Arı, ‘’Geçmişten Günümüze Ortadoğu
Siyaset, Savaş ve Diplomasi’’ Mkm Yayıncılık
(2008), s.816.
doğrultuda; çatışmalara son verilmesi,
UNIFIL’in
Lübnan’a
konuşlanmasına
paralel olarak İsrail askerlerinin geri
çekilmesi, Hizbullah’ın silahsızlandırılması
gibi öngörülerde bulunulmuştur. Bu kararı
12 Ağustos 2006 tarihinde Lübnan ve
Hizbullah, 13 Ağustos 2006 tarihinde ise
İsrail’in kabul etmesiyle, 14 Ağustos 2006
tarihinde nihayet ateşkes başlamıştır.3
Bu nokta da Türkiye’nin rolü ise, BM’nin
çağrısına iştirak etmesiyle birlikte netlik
kazanmıştır. TBMM Genel Kurulu’nda 5
Eylül 2006 tarihinde konuyla ilgili karar
alınmıştır. Karar ile ilgili metin şu
şekildedir; ‘’UNIFIL’in faaliyetlerine katkıda
bulunmak amacıyla Türkiye’deki bazı
liman, havaalanı, tesis ve üslerin dost ve
müttefik ülkeler tarafından Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi Kararı’nda
öngörülen
amaçlar
doğrultusunda
kullanımına izin verilmesi Bakanlar
Kurulunca 28 Ağustos 2006 tarihinde
kararlaştırılmış ve keyfiyet Birleşmiş
Milletler’e bildirilmiştir. Buna göre, dost ve
müttefik ülkeler ihtiyaca göre belirlenecek
havaalanı, liman, üs ve tesislerden 1701
(2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi Kararında öngörülen amaçlar
doğrultusunda yararlanabilecektir.’’4
Alınan kararlar doğrultusunda Türkiye,
bahsi geçen tarihlerden bugüne, barışı
destekleme olarak nitelendirilen bu ortak
harekata somut katkılarda bulunabilmiştir.
UNIFIL’e Türkiye’nin Katkıları Nelerdir?
Türkiye, UNIFIL harekatına 15 Ekim 2006
tarihinden itibaren, TSK Deniz Kuvvetleri
3
TBMM Kararları, TSK’nın Lübnan’a Gönderilmesi
Hususunda Anayasa’nın 92. Maddesi Uyarınca
Hükümete İzin Verilmesine Dair Karar, erişim tarihi:
08.11.2014,
http://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar88
0.html
4
http://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar88
0.html, erişim tarihi:8.11.2014
49
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Komutanlığı’na ait bir fırkateyni, UNIFIL
Deniz
Görev
Kuvveti
komutasına
görevlendirerek,
katkı
sağlamaya
5
başlamıştır.
Bundan başka, 20 Ekim 2006 – 2 Eylül
2013 tarihleri arasında, Türk İstihkam
İnşaat Bölüğü, Sur şehri yakınlarındaki üs
bölgesinde
konuşlanarak
UNIFIL
kapsamında görev yapmıştır. Türk İstihkam
İnşaat Bölüğü’nün icra ettiği destek
faaliyetleri arasında karargah binası inşası,
atık su hattı inşası, çevre yolu inşası,
helikopter pisti inşası, elektrik hattı inşası,
bakım onarım tesisleri ofis binası inşası ve
muhabere hatlarının yer altına alınması
yer almıştır.6
Ayrıca, BM tarafından belirlenen esaslar
dahilinde UNIFIL harekatına katılan
unsurların,
Mersin
Limanı’nı
kullanmalarına müsaade edilmiştir.7
Halihazırda ise, harekata mevsimsel
şartlara bağlı olarak yapılan planlamaya
istinaden bir fırkateyn, bir korvet ve bir
hücumbot ile katkı sağlanmaktadır. Ayrıca
UNIFIL Karargahı’nda üç Türk Subay görev
yapmaktadır.8
Sonuç ve Konu ile İlgili Son Gelişmeler
Harekata destek Türkiye açısından
değerlendirildiğinde; ‘’Yurtta sulh, Cihanda
sulh’’ ilkesi, elbette akla ilk gelen ilke
olmalıdır. Fakat, en başta da söylendiği
üzere, bu güçlerin barışı ne denli
sağlayabildiği, tarafların kararlara ne
derece uydukları bir başka tartışma
konusudur.
Mevcut Türkiye Hükümeti buradaki
başarıya bağlı olarak; Lübnan-Türkiye
İlişkileri, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi
Adaylığı, Türkiye’nin genel anlamda
bilinirliği ve prestiji gibi konuların ivme
kazanabileceğini öngörmüştür. Bu sebeple,
31.08.2014 tarihinde görev süresi bitecek
olan UNIFIL’in, görev süresinin uzatılması
halinde, Türkiye desteği süresinin de
uzatılması gerekliliği TBMM Genel
Kurulu’nda
ortaya
konmuştur.
Bu
doğrultuda, 5.9.2014 tarihinden itibaren
bir yıl daha UNIFIL Deniz Görev Kuvveti’ne
iştirak edilmesi konusunda hükümete izin
verilmesi, 2.7.2014 tarihli TBMM Genel
Kurulu’nda kabul edilmiştir.9
* Caner Akkaya, Adnan Menderes
Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
5
TSK Uluslararası İlişkiler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
Barışı Destekleme Harekatlarına Katkıları, erişim
tarihi:
08.11.2014,http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskil
er/4_1_turkiyenin_barisi_destekleme_harekatina_
katkilari/konular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_
destekleme_harekatina_katkilari.htm
6
http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskiler/4_1_tur
kiyenin_barisi_destekleme_harekatina_katkilari/ko
nular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_destekleme
_harekatina_katkilari.htm
7
http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskiler/4_1_tur
kiyenin_barisi_destekleme_harekatina_katkilari/ko
nular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_destekleme
_harekatina_katkilari.htm
8
http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskiler/4_1_tur
kiyenin_barisi_destekleme_harekatina_katkilari/ko
nular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_destekleme
_harekatina_katkilari.htm
9
Resmi Gazete, Karar No:1067, erişim
tarihi:08.11.2014,
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/07/2
0140704-4.htm
50
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Terörizm ve “IŞİD” Gerçeği
Tülin Avcu*
Bu makale Terör ve Terörizm kavramlarının anlamlarına vurgu yaparak, IŞİD örgütünü
Türkiye açısından değerlendirmeye çalışmaktadır. Araştırmada kitap ve makale taraması
yapılarak, literatürdeki kaynaklardan yararlanılmıştır.
Terör ve terörizm kavramları aslına
bakarsak gündelik, siyasal ve akademik
anlamda her daim aynı anlamı ifade eden
kavramlar değildir. Bunun yanı sıra
evrensel anlamda bir terör ve terörizm
tanımı yapılamadığını da söyleyebiliriz.1
Bunun nedeni de, teröre maruz kalmış
olan ya da terörle mücadele içerisinde
olan devletlerin, hareketlerine meşruiyet
kazandırmak adına terör ve terörizm
kavramlarını
kendilerine
göre
yorumlamalarıdır.
Latince bir kelime olan terörün korkudan
titreme veya titremeye sebep olma
anlamlarına
geldiğini
söyleyebiliriz.
Günümüzde yaygın olarak kullanılan
şekliyle bu kelime bazen şiddet, bazen de
anarşi
anlamlarına
gelebilmektedir.
Türkçede ise “tedhişçilik” ve “yıldırıcılık”
1
Özdağ, Ümit; O. Metin Öztürk, “Terörizm
İncelemeleri”, ASAM Yayınları, s. 52, Ankara, 2000.
aynı anlama gelmektedir.2 Türkiye’de uzun
yıllar terör kelimesine karşılık olarak
“anarşi” kelimesi kullanılmış olup halk
dilinde de teröristlere verilen ad “anarşit”
olmuştur. Mevlüt Bozdemir terörü şu
şekilde tanımlar:
“terör, insanları
yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli
düşünce ve davranışlarını benimsetmek
için zor kullanma ya da tehdit eylemidir.”3
Terörizm ise, siyasal amaçlar için mevcut
durumu yasadışı yollardan değiştirmek
amacıyla örgütlü, sistematik ve sürekli
terör eylemlerini kullanmayı bir yöntem
olarak benimseme durumunu ifade
2
Alpaslan, Şükrü, “Hukuk ve Kriminoloji Açısından
Tedhişçilik”, Teknik Yayınlar, Venüs Ofset
Matbaacılık, s.4.
3
Bozdemir, Mevlüt, “Terör(mü) ve Terörizm(mi?)”,
S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Yıllığı, s. 526,
Ankara 1982.
51
Akademik Perspektif – Aralık 2014
etmektedir.4 Birbiriyle bağlantı halinde
olmayan
terör
hareketlerinin
de
toplumdaki dehşet ve korkuyu arttıracağı
aşikârdır, fakat terörizmden bahsetmemiz
için elbette bu yeterli değildir.
Yani terör, korku ve dehşet durumunu
ifade etmek adına kullanılırken, terörizm
bu terör durumunun ortaya çıkarılmasında
kullanılan yöntemleri ifade etmektedir
diyebiliriz. Terörün amacı bir bakıma
belirlenen hedeflere ulaşmada bir korku
ortamı oluşturmak, toplumda ve kişiler
üzerinde panik, ümitsizlik duygusu
oluşturarak devlete olan güveni ortadan
kaldırmaktır. Uçak kaçırma, rehine alma,
bombalama,
banka
soygunu
gibi
yöntemleri kullanan terörist örgütler, bu
şekilde medyanın ve kamuoyunun
dikkatini çekmeye çalışırlar.
Son zamanlarda Ortadoğu’da adı çok sık
anılan, Irak ve Suriye’de aktif bir terörist
grup olarak nitelendirilen IŞİD, aynı
zamanda petrol kaynaklarına yakınlığı
nedeniyle de dünyanın en zengin terörist
gruplarından birisidir. Irak savaşının ilk
yıllarında kurulan ve 2004 yılında El
Kaide’ye bağlılığını ilan eden grup daha
sonra Irak El-Kaidesi adını almıştır. Irak ve
Levant’te Sünni nüfusun yoğun olduğu
bölgelerde halifeliği kurma hedefi
içerisindedir. 2014 yılının Şubat ayında elKaide IŞİD ile tüm bağlarını kestiğini
duyurmuştur. Örgütün amacının Irak’taki
koalisyon güçlerinin geri çekilmesini
sağlayarak, Irak hükümetini düşürmek ve
işgal güçlerine yardım edenleri öldürmek
ve tamamen şeriat ile yönetilen bir İslam
devleti kurmak olduğu bilinmektedir.5
4
Çağlar, Ali, “Terör ve Örgütlenme”, Amme İdaresi
Dergisi, s.20, C 30, 1997.
5
http://www.gundemvan.com/haber/isid-nedir-isid-in-amaci-nedir--kobani-dustumu-/ Erişim:
25.10.2014
IŞİD’in şu anki lideri Ebu Bekir elBağdadi’dir. IŞİD güçlü bir Şûra konseyine
sahip olmakla beraber, bu Şûra konseyi
tamamıyla Iraklılardan oluşmaktadır.
IŞİD’in en medyadik isimlerinden biri olan
Ebu Muhammed el-Adnani eş-Şami Suriye
asıllıdır ve medyada yer almakta olan
açıklamaların çoğu kendisine aittir. Ebu
Eymen el-Iraki eski Baasçıdır ve IŞİD’in bir
süre Lazkiye tarafındaki lideri olmuştur.
Muhaliflere karşı düzenlenen saldırılardan
dolayı itham edilmektedir. Ebu Ali elAnbari ise yine eski Baasçıdır ve Şûra’daki
kilit isimlerdendir. Suriye’de IŞİD’in üst
düzey askeri komutanı Ömer eş-Şişani’dir
ve geniş çaplı operasyonları yürüten
isimdir. Amir Rafdan Deyr ez-Zor ise eski
Nusra lideridir ve Nusra’dan ayrılarak
IŞİD’e katılmıştır. Beraberinde Nusra’dan
el koymuş olduğu milyonlarca doları da
götürdüğü iddia edilmiştir ve Konoko
Petrol kuyularını IŞİD’e vermek istemiş, bu
da Nusra ile IŞİD’in çatışmaya başlamasına
neden olmuştur.
IŞİD liderlerinden bir diğeri Suriyeli Alevi tır
şoförlerini infaz eden ve Anbar civarındaki
birçok operasyonda yer alan “Ebu
Wahib”tir. Rütbesi yükseltilmiş ve IŞİD’in
Bağdat’ın güney bölgelerinin liderliğine
seçilmiştir. Ebu Ömer el-Kuveyti, IŞİD’de
kadılık görevi yapmaktadır. Ebu’l Esir,
Halep bölgesinin sorumlusudur ve aynı
zamanda Suriyelidir. IŞİD’in Humus Valisi
olan Ebu Uveyd, muhalifler tarafından
öldürülmüştür. Kuzey Afrikalı olan Ebu
Usame
el-Mağribi,
IŞİD’in
askeri
komutanlarından birisidir ve muhaliflerle
girdiği
bir
çatışma
sırasında
6
öldürülmüştür.
IŞİD nasıl bu kadar güçlendi sorusunu
soracak olursak, aslında pek çok neden
sıralayabiliriz. Fakat en önemli nedenlerin
6
Acun, Can, Seta Perspektif, “Neo el-Kaide: Irak ve
Şam İslam Devleti (IŞİD)”, Sayı:53, s: 5-6, Haziran
2014.
52
Akademik Perspektif – Aralık 2014
başında yabancı savaşçılardan ziyade,
bölge ve bölge dışı güçlerin Suriye iç
savaşının kördüğüme dönüşmesine neden
olan çekingen politikaları vardır. Çekingen
politikaların dayandığı nokta ise rejimin
yıkılması durumunda alternatifin İslamcılar
olacağı düşüncesidir. Ayaklanmanın ilk
aşamasında “İslamcı-muhafazakar” gruplar
çekinme nedeniyken, zaman içerisinde
Selefi gruplar çekinme nedeni haline
gelmiştir, ki iç savaşın dördüncü senesine
girmiş olduğu noktada El Kaide’nin Suriye
kolu olan Nusra Cephesi artık IŞİD’e göre
“daha
ılımlı”
olarak
algılanmaya
başlanmıştır.
Bu
sebeple
rejim
alternatiflerinin
İslamcılar olacağı kaygısıyla biçimlendirilen
eylemsizlik politikası, paradoksal bir
şekilde radikal grupların alanı ele
geçirmesine sebep olmuştur. Suriye iç
savaşının yükselen devi IŞİD, Haziran
ayında Musul’u ele geçirmesinin ardından
Kerkük, Selahaddin, Diyala hattı üzerinden
İran sınırına kadar gelmesiyle birlikte
dünya gündeminde ilk sıraya yerleşmiştir.
IŞİD, giderek güçlenmektedir ve bu
yadsınamayacak bir gerçektir fakat ABD ya
da Avrupa için doğrudan bir tehdit
oluşturmamaktadır.
Türkiye’ye
baktığımızda ise durum değişik bir hal
almaktadır.
IŞİD coğrafi boyutuyla baktığımız zaman
Türkiye için doğrudan bir tehdit
oluşturmaktadır. IŞİD’in Irak ve Suriye’de
kontrolünde tutmuş olduğu bölgelerin
tamamına yakını ya sınırda ya da sınıra
oldukça yakın bölgelerdedir. Baktığımız
zaman Türkiye-Suriye arasında bulunan
sınır
kapılarından bazıları örgütün
kontrolündedir ve bundan dolayı sınır
kapılarının çoğu Türkiye tarafından
kapatılmıştır. Türkiye ile örgüt arasındaki
coğrafi bağlantı iki sebeple Türkiye’yi
sıkıntıya sokmaktadır.
Birinci sebep, IŞİD tarafından Niğde’de iki
güvenlik görevlisinin şehit edilmesi ve bir
vatandaşın
öldürülmesi
olaylarında
görüldüğü gibi örgütün Türkiye içerisinde
eylem
yapabilme
kapasitesinin
bulunmasıdır. İkinci sebep ise, Türkiye en
uzun kara sınırına sahip olduğu güney hattı
boyunca istikrarsızlık ve çatışmalarla
boğuşmakta
olan
bir
coğrafyadan
kaynaklanacak çok aktörlü güvenlik riskleri
ile baş etmek durumunda kalmaktadır.
IŞİD, hem Suriye hem de Irak’ta
Türkiye’nin
neredeyse
bütün
müttefikleriyle çatışma halindedir ve
örgüt, Suriye’de etkili olduğu Kuzey
Cephesi’nde Özgür Suriye Ordusu, İslami
Cephe ya da Kürtlerin milis gücü olan YPG
ile çatışmaktadır. Bunlar arasında YPG
dışındaki, rejime karşı mücadele eden tüm
aktörler,Türkiye
tarafından
desteklenmektedir. Türkiye’nin Irak’taki
etkinliğinin fazlasıyla hissedildiği vilayet
Musul’du. Türkiye, aralarında Musul Valisi
Etil Nuceyfi ve Irak Parlamentosunun eski
Başkanı Usame Nuceyfi gibi önde gelen
siyasetçilerin de bulunduğu isimlerle yakın
ilişkisi içerisindedir. IŞİD’in Musul’u ele
geçirmesinin ardından Türkiye’nin birlikte
çalıştığı
aktörler
şehirden
kaçmış,
Türkiye’nin en etkili olmuş olduğu vilayet
üzerindeki
nüfuzu
yara
almıştır.
Türkiye’nin
yakından
ilgilendiği
Türkmenler de IŞİD’in saldırılarından,
katliamlarından olumsuz etkilenmiştir.7
IŞİD ile mücadelede
izlenmeli?
nasıl
bir
yol
Terörist gruplarla mücadelede kısa ve uzun
vadeli olan stratejilere ihtiyacımız var
diyebiliriz ve kısa vadeli stratejiler IŞİD’i
durdurmaya
yetmeyecektir.
Son
7
Orhan, Oytun, “IŞİD İLE MÜCADELE, SINIR
GEÇİŞLERİ VE TÜRKİYE”, ORSAM Bölgesel
Gelişmeler Değerlendirmesi, s.3-5, No: 11, Eylül
2014.
53
Akademik Perspektif – Aralık 2014
zamanlarda tartışılan hava kuvvetlerinin
kullanımının IŞİD’in teşkil etmiş olduğu
tehlike üzerinde çok sınırlı bir etkisi
olacaktır. IŞİD’i durdurmak adına herhangi
bir devletin sahaya asker göndermesi bu
durumda söz konusu değildir. Irak’ın
Sünnilere karşı izlemiş olduğu baskıcı
politikaların da IŞİD’in güçlenmesine katkı
sunduğu söylenebilir. Irak’taki yeni
hükümetin bu noktada daha ihtiyatlı
davranması gerekmektedir. Burada bir
konuya dikkat çekmek gerekir ki IŞİD’in
Sünnilerin yaşamış olduğu bölgelerde
zayıflatılabileceği kesin değildir; çünkü
Irak’taki Sünnilerde dışlanmışlık ve
bastırılmışlık duygusu güçlenmiş durumda.
Bütün bunların yanı sıra insanların
barbarca öldürülmesi, kafalarının kesilmesi
gibi eylemler kınanmalıdır ve bu IŞİD’le
mücadelenin bir parçası olmalıdır. Çünkü
IŞİD’in eylemlerinden, özellikle kendi
dünya algısının ve kavgasının olmasından
etkilenen,
örgütün
iyi
niyetli
Müslümanlardan oluştuğunu düşünenler
de bulunmaktadır. Bu bağlamda IŞİD’in,
İslam’ın ve İslam hukukunun temel
kaideleri ile ters düştüğü de anlatılmalıdır.8
* Tülin Avcu, Dokuz Eylül Üniversitesi,
Kamu Yönetimi
8
http://www.usak.org.tr/usak_det.php?id=5&cat=1
741#.VFPj8jSsXYk Erişim: 24.10.2014
54
Akademik Perspektif – Aralık 2014
55
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ortadoğu’da İki Önemli Güç: İran Ve Türkiye
Seher Gözde Ustaömer
İran ve Türkiye bölgedeki önemli iki rakip ülkedir. Ortadoğu’nun istikrarsız yapısında bu iki
ülke söz sahibi olmak için kendi politikalarını yarıştırmışlardır. İran ve Türkiye’nin
bölgedeki yarışı ve etkisi bitmeyecek bir politika gibi önümüze çıkmaktadır.
Bölgesel güç, bölgede gelişen olayları ve
bölgenin siyasetini etkileyebilen, özellikle
bölgedeki siyaseti belirleme gücüne sahip
olan ülke demektir. Bu aynı zamanda,
bölgesel bir model olmayı da gerektirir. Bu
güce sahip bir ülke, bulunduğu
coğrafyadaki ülkelerden birçok açıdan
daha güçlü ve istikrarlı olmalıdır.
İran, Avrasya jeopolitiğinde merkezi bir
güç olarak bulunmaktadır. Köklü bir
medeniyete ve zengin tarihsel geçmişe
sahip olan İran, Ortadoğu’nun büyük
güçlerinden biridir. Tarihsel arka planı her
zaman İran’ın gücünü sağlamlaştıran
önemli bir faktördür. İran’ın siyasi ve idari
yapısı Pers Hanedanlığı geleneğini yansıtan
bir görünümdedir1. Persler geniş bir
coğrafyada hüküm sürmüşler ve tarih
boyunca bulundukları coğrafyayı korumak
için farklı politikalar izlemişlerdir2.
İran’ın etnik yapısını incelediğimizde,
ülkede nüfusun büyük çoğunluğu Farslar
olsa da, seksenden fazla etnik grup vardır.
Azeri Türkleri de Farslardan sonra gelen en
büyük ikinci etnik gruptur. İran, azınlık
grupları üzerinde baskıcı bir rejim
uygulamaktadır ve bu gruplar kontrol
altındadırlar.
Anayasaya göre İran’ın resmi dini, İslam
dininin Şii mezhebidir. Ülke nüfusunun da
%89’u Şiilerdir. Baskın bir Şii yönetimi
vardır. Ortadoğu’da devlet dini, Şiilik
olarak geçen tek ülke İran’dır. Ortadoğu
bölgesi, etnik ve dini bir mozaik gibidir,
Şiilik önemli bir mezhep olsa da bölgede
çoğunlukta olan Sünniliktir ve gücü
1
Abdullah Yegin, “İran Siyasetini Anlama Kılavuzu”,
Seta 25, (2013): 17.
2
Ibid.
56
Akademik Perspektif – Aralık 2014
meşrulaştırma
kullanılmaktadır.
aracı
olarak
da
Zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarına
sahip olan İran, dünyanın ikinci petrol
üreten ülkesidir. Aynı zamanda Hürmüz
Boğazı gibi son derece stratejik bir
konumda bulunan deniz yolunu kontrol
ediyor olması da İran’ın bölgesel gücünü
arttıran unsurlar arasında sayılır. Genişliği
yaklaşık 38 kilometre olan Hürmüz Boğazı,
Ortadoğu petrollerinin %40’ının geçişini
sağlamaktadır3. Boğaz’ın Güneydoğusunda
Umman Körfezi, güneybatısında Basra
Körfezi, kuzey kıyılarında İran ve güney
kıyılarında Birleşik Arap Emirlikleri yer
almaktadır. Ortadoğu’dan, Avrupa’ya Çin
ve
Japonya’ya
petrol
ihracatını
gerçekleşmesini sağlayan Hürmüz Boğazı,
İran’ın okyanuslara açıldığı tek çıkış
noktasıdır4. Bu petrol taşımacılığı ve transit
geçişlerin olması nedeniyle, Boğaz’ın,
dolayısıyla İran’ın stratejik önemini
artırmaktadır. Bu özelliklerin dışında
Hürmüz boğazı, günümüzde İran’ın
elindeki bir tehdit aracı haline gelmiştir.
Batılı ülkelerin İran’ın nükleer programına
karşı duydukları güvensizlik karşısında İran,
Hürmüz boğazını kapatma tehdidini her
zaman elinde bulundurmaktadır.
İran’ın nükleer programı da kendisini
bölgesel bir güç olarak göstermesinde
önemli bir aşamadır. İran İslam
devriminden sonra, İran’ın nükleer
programı tehlikeli bir hal almaya
başlamıştır. Uluslararası politikada İran’ın
nükleer silaha sahip bir ülke olarak
yansıtılması, onun gücücün artmasına yol
açmıştır.
3
Adem Özer, “Hürmüz Boğazı ; İran ve Petrol”,
Orsam, erişim tarihi 21.11.2014,
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dos
yalar/2011211_the.strait.of.hormuzz.pdf.
4
Ibid.
Türkiye, baktığımızda, bölgedeki diğer
ülkelere göre daha farklı bir pozisyonda
bulunan ve İran gibi geçmişte önemli bir
imparatorluk kültürüne sahip bir ülkedir.
Geçmişte Ortadoğu’daki topraklarının bir
kısmında egemen olmuş olması, onun
bölgeyi
tanımlamasında
etkili
bir
faktördür. Türkiye nüfusunun %98’i
Müslümanlar ve bu nüfusun da büyük
bölümünü,
Sünni
Müslümanlar
5
oluşturmaktadır .
Türkiye demokratik bir ülkedir ancak, bu
özelliğiyle bölgede model olma isteği,
onun önemli bir bölgesel güç olması için
yeterli değildir. Türkiye’nin kendi içinde,
etnik ve siyasi problemler yaşaması onu
bölgedeki etkisinden zaman zaman
uzaklaştırmıştır.
Türkiye’nin
batıdan,
Ortadoğu’ya
yönelmesi, bölgesel güç olma isteğini
destekler niteliktedir ama yeterli değildir.
Ortadoğu’ya dönüş, Türkiye’nin, batı için
bir aracı olmasına katkıda bulunmuştur6.
Bölgede yaşanan olaylardan biri üzerinde
Türkiye ve İran etkisine bakarsak, iki
ülkenin rolünü daha iyi anlayabiliriz.
Örneğin, Suriye’de yaşanan krizde, İran
Suriye’deki rejimi destekleyen bir tutum
sergilemiştir. “ Suriye, İran’ın Ortadoğu
politikasında
merkezi
bir
konuma
sahiptir”7. İran devrimini ilk tanıyan
ülkelerden birisi de Suriye’dir. İran ve
Suriye’nin, İsrail konusunda tutumu da
benzerlik gösterir. Amerika ve İsrail
5
“Diyanet, Türkiye'de Dini Hayat'ın haritasını
çıkardı”, erişim tarihi 20.11.2014,
http://www.milliyet.com.tr/diyanet-turkiye-dedini-hayat-in-gundem-1911935/.
6
Béatrice Giblin, Editorial : ‘‘ La Turquie, Puissance
Régionale Emergente?’’, Hérodote 148, (2013) : 7.
7
Bekir Ünal, “İran’ın Suriye Krizindeki Tutumu’’,
Bilgesam, erişim tarihi 15.11.2014,
http://www.bilgesam.org/incele/1107/iran%E2%80%99in-suriye-krizindekitutumu/#.VGdO0fmsXts.
57
Akademik Perspektif – Aralık 2014
karşıtlıkları, dış politikalarında gözlenen
ortak noktalardan biridir8. Aynı zamanda,
İran’ın Hizbullah gibi örgütlere Suriye
üzerinden ulaşması da var olan rejimi
desteklemesinde önemlidir. Bölgedeki İran
çıkarlarının tehdit edilmesi, Suriye’ye karşı
politikasının önemli sebebidir. Bölgede
İran’a dost bir rejimin, iktidarda kalması bu
ülkenin çıkarına olsa da, aslında onun
Suriye’ye karşı olan tutumu bölgede
tepkilere de yol açmıştır.
olasılığı gibi bazı endişelere neden
olabilmektedir10.
Türkiye’nin
rejim
karşıtlarını desteklemesi ve Esad rejiminin
düşmesi konusundaki baskısı ilişkileri iyice
germiştir. Ancak Esad yönetimi devam
etmekte ve Türkiye’nin amaçladığı gibi
tam olarak gücünü kaybetmemektedir.
İran’a baktığımızda ise, rejimin devamı
üzerindeki desteği, Türkiye’yi de zorlayan
bir durumdur ve şimdilik İran’ın politikası
daha geçerli olmuştur.
AK Parti döneminde karşımıza çıkan
“Komşularla sıfır sorun” söylemi, bir
yandan
Türkiye-Suriye
ilişkilerinde,
Türkiye’nin tutumunu ortaya koymakta,
diğer taraftan ise Türkiye’nin Ortadoğu’da
önemli bir güç olma isteğinin bir
parçasıdır. Son dönem Türkiye-Suriye
ilişkileri karşılıklı ziyaretler (örneğin, Suriye
Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın 2007’deki
Türkiye ziyaretine karşılık, 15 Mayıs
2009’da, Cumhurbaşkanı olan Abdullah
Gül, Suriye’yi ziyaret etmiştir), güvenlik
konusunda işbirliği projesi, iki ülkenin
Dışişleri Bakanlarının imzaladığı TürkiyeSuriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği
Konseyi Anlaşması, bu anlaşmanın
öngördüğü Ekonomi, güvenlik, sağlık,
eğitim gibi birçok alanda karşılıklı
işbirliğinin arttırılması gibi belli başlı
konularla şekillenmiştir9. Ancak, Suriye’de
başlayan siyasi kriz, ikili ilişkileri yeniden
belirlemiş ve bölgenin istikrarsız durumu,
Türkiye politikalarının planlanılan şekilde
yürütülmesine engel olmuştur.
Sonuç olarak, Türkiye ve İran farklı
politikalar izleyen, farklı cephelerde yer
alan ve farklı devletsel özellikleri taşıyan
Ortadoğu’da iki güç ve rakiptir. İki ülke
arasında, dönemsel yumuşamalar yaşansa
da birbirinden bir adım önde olmayı
amaçlarlar ve politikalarını bu doğrultuda
güçlerini göstermek için sürdürürler. İki
ülkenin bölgesel güç olma hırsı, onları her
zaman bölge üzerine elini uzatan bir güç
olmaya itmiştir. Ortadoğu’nun hiç
bitmeyen istikrarsız ortamı, İran ve Türkiye
için, güçlerini göstermeleri konusunda
önemli bir sahadır. Ve son dönem
olaylarının gösterdiği gibi, iki ülkenin bu
bölgesel güç olma arzusu kısa vadede
bitmeyecektir.
* Seher Gözde Ustaömer, Yeditepe
Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
Suriye, Türkiye için büyük önem taşıyan bir
sınır komşusudur. Suriye’deki siyasi
istikrarsızlık, Türkiye için, Kuzey Suriye
topraklarında otonom bir devlet kurma
8
Bayram Sinkaya, ‘‘Arap Baharı Sürecinde İran’ın
Suriye Politikası’’, Seta Analiz 53, (2012): 6.
9
Zeynep Togay, “Beşar Esad Dönemi Türkiye-Suriye
İlişkileri”, Orsam, erişim tarihi 21.11.2014,
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=79
3.
10
Taşkın Deniz, “Suriye’nin Durumu, ABD-Rusya ve
Türkiye’nin Tutumu”, Marmara Coğrafya Dergisi
27, (2013): 326.
58
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Birleşik Arap Emirlikleri ve İran Arasında
3 Ada Sorunu
Behruze Nehmetova*
Yıllardır, İran ve BAE arasında mevcut olan arazi sorunu hala çözüm bekliyor. Bu makale, iki
ülke arasındaki sorunun tarihini inceliyor.
Ebu Musa, Basra Körfezi’nin doğusunda
yer alan bir adadır. Ada, Hürmüz
Boğazı'nın girişinde bulunmaktadır ve İran
tarafından Hürmüzgan Eyaleti’nin bir
parçası olarak kontrol edilmektedir.
Tankerler ve büyük gemiler Ebu Musa,
Büyük Tunb ve Küçük Tunb adalarının
arasından geçiyor. Bu yüzden, bu adalar
Basra
Körfezi’nin
önemli
stratejik
yerlerindendir. 20. yüzyılın başlarına kadar
Ebu Musa adası İran'ın hakimiyeti altında
olmuştur. 1906 yılında İran, Ebu Musa
adasındaki demir cevheri yataklarının
işletme imtiyazını Alman şirketine verdi.
1908 yılında İngiltere'nin itirazı üzerine
imtiyaz iptal edildi. 1908 yılından itibaren
İngiltere, Basra Körfezi’ndeki diğer adalarla
birlikte Ebu Musa adasını da idare etmeye
başladı. 60'lı yılların sonlarında İngiltere
adanın idaresini Şarca emirliğine verdi.
1968 yılında İngiltere Basra Körfezi’ndeki
hakimiyetine son vereceğini ilan ettikten
sonra, İran adayı yeniden ilhak etmek
istedi.
Birleşik
Arap
Emirlikleri
bağımsızlığını kazanmadan 2 gün önce, 30
Kasım 1971 yılında İran ve Şarca Emirliği
arasında İngiltere hükümetinin katılımıyla
Mutabakat Zaptı imzalandı. Mutabakat
Zaptına ekli haritaya uygun olarak, adanın
güneyinde Şarca emirliğine yerel karakol,
kuzeyinde ise İran'a askeri ordu
yerleştirme izni verildi.1 Sözleşme adanın
1
Helem Chapin Metz, ed. Persian Gulf States: A
Country Study. Washington: GPO for the Library of
Congress, 1993, erişim tarihi 27.11.2014,
http://countrystudies.us/persian-gulfstates/91.htm
59
Akademik Perspektif – Aralık 2014
enerji kaynaklarını da taraflar arasında
böldü. İngiltere orduları bölgeyi terk
etmeden bir gün önce İran kendi
ordularını adaya yerleştirdi. 1971 yılında
BAE BM'de ada ile ilgili hakimiyet iddia
etti, fakat bu, BM Güvenlik Konseyi
tarafından kabul edilmedi. 1992 yılında
İran, BAE tarafından desteklenen okul,
sağlık ocağı ve enerji santralinin yabancı
rehberlerini araziden uzaklaştırdı.2 Aynı yıl
çatışma taraflar arasında ve uluslararası
kuruluşlarda müzakere olunsa da, çözüm
bulunamadı.3
Büyük Tunb ve Küçük Tunb Adaları Basra
Körfezi’nin doğusunda, Hürmüz Boğazı'nın
yakınında bulunmaktadır. Her iki ada İran
tarafından Hürmüzgan Eyaleti’nin bir
parçası olarak idare ediliyor, ancak BAE bu
adaların Ras El Hayma emirliğine ait
olduğunu iddia ediyor. Büyük Tunb
kendisinin kırmızı renkli toprağı ile
ünlüdür. 1904-1921 yıllarında her iki ada
Şarca Emirliği, 1921-1971 yıllarında ise Ras
El Hayma Emirliği tarafından idare
edilmiştir. 1971 yılında İran'la Şarca
Emirliği arasında imzalanan anlaşmaya
göre adaları her iki taraf ortak kontrol
etmeliydi. Fakat aynı yıl İran Arap Emniyet
kuvvetlerinin direnişine rağmen, adalarda
kontrolu ele geçirdi. 20. yüzyıl boyunca
birkaç kez Ebu Musa adasında BAE’nin,
Büyük ve Küçük Tunb adalarında ise İran'ın
yönetiminin
tanınması
hakkında
görüşmeler yapıldı. Fakat hiç bir sonuç
elde edilmedi.4
2
Abu Musa and the Tunbs: sovereignty dispute
between the UAE and the Islamic Republic of Iran?
Background briefing, erişim tarihi 27.11.2014,
http://www.mofa.gov.ae/mofa_english/Uploads/B
anners/9_pdf.pdf
3
Asiya və Afrika ölkələrinin çağdaş tarixi, II kitab
(Bakı: Adiloğlu, 2004), s. 402
4
Yousif Ebraheem Ahmed Al-Naqbi, “The
Sovereignty dispute over The Gulf Islands : Abu
Musa, Greater and Lesser Tunbs” (PhD thesis,
University of Glasgow, 1998), s.43
BAE, son dönemlerde Ebu Musa adasında
İran'ın gerçekleştirdiği inşaat çalışmalarını,
1971 yılının Kasım ayında imzalanmış
Mutabakat Zaptının hükümlerine aykırı bir
adım olarak değerlendiriyor. Körfez Arap
Ülkeleri İş Birliği Konseyi ve Arap Ligi
çerçevesinde, adaların İran tarafından işgal
edilmesine karşı kararlar alınmıştır. BAE
soruna dair konumunu değiştirmeyerek,
İran tarafını sorunun çözümü için ciddi
görüşmelere çağırıyor veya sorunun
çözümü için uluslararası mahkemeye
gidilmesini öneriyor. Fakat İran bunları
kabul etmiyor ve bu adaların İran
topraklarının
ayrılmaz
bir
parçası
5
olduğunda ısrar ediyor.
2012 yılında üç ada sorunu yeniden
gündeme geldi. 11 Nisanda İran'ın
Hürmüzgan Eyaleti'ni ziyaret eden İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad,
Ebu Musa adasına da giderek yerli ahali ile
görüştü. 12 Nisanda, BAE Dışişleri Bakanı
Şeyh Abdullah Bin Zayed el-Nahyan,
Ahmedinejad'ın Ebu Musa adasına
seferine karşı sert tepki gösterdi. 16
Nisanda, İran'ın BAE'deki Büyükelçisi
Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı. Dışişleri
Bakanlığı yetkilisi Enver Muhammed
Karkaş İran büyükelçisine resmi protesto
notası verdi. Notada, Ahmedinejad'ın Ebu
Musa adasına seferinin hukuka aykırı
olduğu vurgulanmıştı. Körfez ülkeleri
Ahmedinejad'ın Ebu Musa adasını
ziyaretini
provokasyon
olarak
değerlendirdi.
Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi
Dışişleri Bakanlarının Katar'ın başkenti
Doha'daki toplantısından sonra yapılan
açıklamada, bu ziyaretin kışkırtıcı bir
hareket
ve
BAE'nin
adalardaki
egemenliğinin ihlali olduğu ifade edildi.
5
İkitərəfli münasibətlər, Asiya, BƏƏ, erişim tarihi
27.11.2014, http://mfa.gov.az/files/file/BEE.pdf
60
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Bildiride, yolculuğun iyi komşuluk ilişkileri
politikasına da aykırı olduğu vurgulanmış
ve Ahmedinejad'ın ziyaretinin BAE arazisi
olan 3 adanın hukuki statüsünü
değiştirmeyeceği
belirtilmiştir.
Ahmedinejat bölgeye ziyareti sırasında,
tarihi belgelerin adaların İran'a ait
olduğunu ispat ettiğini bildirmiş ve "bazı
çevrelerin" bu adayla ilgili egemenlik
iddialarının kendilerini rahatsız etmediğini
söylemişti.6 Birleşik Arap Emirlikleri bu
olaydan sonra İran'daki büyükelçisini geri
çağırdı.7
2012 yılının Kasım ayında ise İran, Birleşik
Arap Emirliklerinin kendi arazisi kabul
ettiği
üç
adada
hakimiyetini
sağlamlaştırmak için Basra Körfezi'nde
askeri kuvvetlerini arttırmaya başladı.
Adalarla ilgili meselede İran'ın tutumu
Arap komşuları ile ilişkileri için tehlike
oluşturmaktadır. İran Devrim Muhafızları
Ordusu Komutanı Muhammed Ali Caferi,
Basra Körfezi'ndeki İran adalarının
güvenliğinin,
İran’ın
askeri-deniz
stratejisinin önemli bir parçası olduğunu
bildirdi.8
hukukun genel ilkelerine, özellikle tehdide
veya kuvvet kullanmaya başvurmama,
anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü ve
devletlerarasında işbirliği ilkelerine uygun
olarak bu sorunun barışçı yollarla çözümü
gerekmektedir. Çünkü tartışmalı arazi
meseleleri uluslararası işbirliğine engel
olur. Dünyada böyle arazi sorunları
oldukça, birçok sorun çözüm bulamaz.
* Behruze Nehmetova, Azerbaycan
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yanında
Devlet Yönetim Akademisi, Uluslararası
İlişkiler
Böylece 3 ada sorunu, 40 yıldan fazla
zaman geçmesine rağmen hala çözüm
bulamamaktadır.
Küçük
sorunların,
çözülmedikce
büyük
problemlere
dönüşebileceğini dikkate alırsak, iki ülke
arasında halen güncelliğini koruyan sorun
bölgede güvenliğe tehdittir. Uluslararası
6
İran ilə Birləşmiş Ərəb Əmirlikləri arasında ada
mübahisəsi, erişim tarihi 27.11.2014,
http://strategiya.az/old/index.php?m=xeber&id=6
12
7
UAE recalls its ambassador from Tehran after
Ahmadinejad’s visit to disputed island, erişim tarihi
27.11.2014,
http://english.alarabiya.net/articles/2012/04/12/2
07205.html
8
Iran to strengthen naval presence over disputed
islands, erişim tarihi 27.11.2014,
http://www.reuters.com/article/2012/11/04/usiran-military-idUSBRE8A309R20121104
61
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Caner Akkaya
5 Kasım 2014: Türkiye İle Irak Arasında
Vizelerin Kaldırılması
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun,
resmi temaslarda bulunmak üzere
Ankara'ya gelen Irak Dışişleri Bakanı
İbrahim Caferi ile yaptığı görüşme sonrası
Türkiye ile Irak arasındaki vizeler kaldırıldı.
İki bakanın basın toplantısı öncesinde
"Türkiye-Irak arasında diplomatik, hizmet,
hususi pasaportların hamilleri için
vizelerinin karşılıklı kaldırılmasına ilişkin
mutabakat zaptı" imzalandı.
Çavuşoğlu, Irak Dışişleri Bakanı İbrahim
Caferi ile Dışişleri Bakanlığı’nda ortak basın
toplantısı düzenledi. Basın toplantısında,
Irak'la geçmişte yaşanan sorunların bir
önceki Irak hükümetinden kaynaklandığını
belirten
Çavuşoğlu,
"Bu
ziyaretle
ilişkilerimizde yeni bir sayfa açıldığını
söyleyebiliriz. Şimdi daha kapsayıcı bir
yönetim var" açıklamasında bulunmuştur.
desteklediğini dile getiren Çavuşoğlu,
güvenlik ve terör sorunları ile ilgili olarak,
"Bu ziyaretle yeni ve kapsamlı bir
başlangıcın
gerçekleşmesinden
memnuniyet duyuyoruz. Terör ve güvenlik
tehdidiyle mücadelede Irak halkı ve
hükümetinin yanındayız. Türkiye, DAİŞ
veya IŞİD ile mücadelede Irak'ın
yanındadır. Bu konuda Irak'a desteğimiz
sürecektir." şeklinde konuşmuştur.
Özellikle ‘yeni sayfa’ vurgusunun yapıldığı
açıklamalarda, İbrahim Caferi de, geçmişte
ikili ilişkilerde aksaklıklar olduğunu, fakat
yeni bir sayfa açılması gerektiğini dile
getirdi. Ayrıca Irak’ta petrol gelirlerinin
dağılımına ilişkin yaşanan sorunlara da
dikkat çekmek isteyen bakan bu konuda
ise, "Irak petrolü merkezi hükümete aittir.
Evet, bazı sorunlar oldu ama bu sorunları
anayasal düzen içinde çözeceğiz" şeklinde
bir değerlendirme de bulunmuştur.
10 Kasım 2014: Dışişleri Bakanı Mevlüt
Çavuşoğlu’nun Ukrayna Ziyareti
Bunun dışında, Türkiye’nin Irak’ın siyasi
birliğini
ve
toprak
bütünlüğünü
62
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu TürkiyeUkrayna Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey’in
alt organı olan Ortak Stratejik Planlama
Grubu’nun (OSPG) III. Toplantısı vesilesiyle
Kiev’e resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.
Ziyarete ilişkin basın toplantısında
Türkiye’nin,
Ukrayna’da
yapılan
parlamento seçimlerini memnuniyetle
karşıladığı ve bu seçimleri Ukrayna’nın
demokratik
olgunluğu
şeklinde
değerlendirdiği vurgulandı.
Çavuşoğlu, Kırım ve Kırım Tatarları
konusunda ise, “Kırım Tatarlarının durumu
Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
Kırım Tatarları, maalesef bugün de facto
yönetim
tarafından
baskı
altında
tutulmaktadır” şeklinde konuştu. Ayrıca
Türkiye’nin Ukrayna’nın yanında olduğunu
ve Ukrayna’nın, Kırım dahil toprak
bütünlüğünü
desteklediğini
gösterir
nitelikte, “Türkiye, Kırım’ın illegal ilhakını
tanımamaktadır ve tanımayacağını da
güçlü
bir
şekilde
vurgulamıştır”
açıklamasında bulundu.
17 Kasım 2014: Başbakan
Davutoğlu’nun Filipinler Ziyareti
Ahmet
Başbakan Davutoğlu resmi temaslarda
bulunmak için Filipinler’i ziyaret etti.
Türkiye
ve
Filipinler
heyetlerinin
görüşmeleri sonucunda düzenlenen basın
toplantısında birkaç farklı noktaya vurgu
yapıldı.
Görüşmelerde siyasi, ekonomik ve küresel
meselelerin ele alındığını dile getiren
Davutoğlu "Bütün konuları ele alma
imkanımız oldu; bölgesel, uluslararası
konular… Çok ümit vaat edici bir görüşme
oldu. Birçok farklı konunun ele alınması
açısından karşılıklı olarak vizyonlarımızı
paylaştık, ikili ve uluslararası ilişkiler
anlamında. İkili ilişkiler açısından bugüne
kadar iyi ilişkilerimiz oldu ancak şu
noktada bunu güncelleme aşamasında
olmamız gerektiğini ifade ettik ki işbirliği
anlamında, ekonomik, politik anlamda
stratejik bir çerçeve içerisinde bir gelişme
ortaya konulabilinsin. Küresel anlamda
gelişen iki ülke açısından ekonomik
anlamda bu çok önemli" açıklamasında
bulundu.
Davutoğlu, ülkelerin maliye bakanları
tarafından hava ulaştırma alanında işbirliği
anlaşması imzalanmış olmasını ise, coğrafi
uzaklığa rağmen ikili ilişkilerin geliştirilmesi
şeklinde değerlendirdi. Bu düşüncelerini,
"Bu işbirliği çerçevesinde iki ülkemizin
havayollarının işbirliği çerçevesinde daha
fazla ulaşım imkanlarının sağlanmasıyla
ikili ilişkiler gelişecektir. Turizm, ticaret gibi
alanlarda
ilişkilerimizi
hızlandırmak
istiyoruz. Bugün 350 milyon dolar
civarında bir ticaret hacmi söz konusu,
bunun bir milyar dolara çıkarılması
öncelikli hedef" sözleriyle ifade etti.
19 Kasım 2014: Türkiye ve Cezayir
Arasında ‘’Enerji Alanında İşbirliğine Dair
Ortak Deklarasyon’’ İmzalandı
Cezayir’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG)
alımına ilişkin iki ülke arasındaki mevcut
anlaşmanın 10 yıl uzatılmasını öngören
deklarasyon kapsamında, iki ülkenin ortak
doğalgaz araması yapabilmesi sağlandı.
Buna göre iki ülkenin şirketleri doğalgaz
araması ve üretimine ilişkin ortak projeler
geliştirebilecek. Böylece iki ülke arasındaki
ekonomik ilişkiler canlı tutulacak.
Anlaşmanın içeriğine göre, Türkiye ile
Cezayir arasında mevcut kardeşlik bağları
ve
ekonomik
işbirliği
kapsamında
imzalanan deklarasyon dört başlıktan
oluşuyor. İlk olarak, iki ülke enerji şirketleri
arasında mevcut sıvılaştırılmış doğalgaz
(LNG) satım anlaşması 10 yıl süreyle
uzatılıyor. İki ülke şirketleri arasında
doğalgaz aranması ve üretimine ilişkin
ortak projeler geliştirilecek. Güneş enerji
63
Akademik Perspektif – Aralık 2014
başta olmak üzere yenilenebilir enerji
kaynaklarına ilişkin işbirliği yapılacak.
Elektrik iletimi ve sistem işletimi
geliştirilmesine ilişkin de işbirliği içinde
çalışılacak.
20 Kasım 2014: Orta Afrika ve Mali
Tezkeresi Kabul Edildi
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Avrupa
Birliği'nin Orta Afrika Cumhuriyeti ve
Mali'deki
harekat
ve
misyonları
kapsamında, yurt dışına gönderilmesine 1
yıl süreyle izin veren tezkere Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nde kabul edildi.
Türkiye’nin çeşitli işbirliği stratejileri
doğrultusunda ortak harekatlara, birçok
farklı coğrafyada destek vermeye devam
ettiğini dile getiren Bülent Arınç; "Ortak
güvenlik
ve
savunma
politikasına
katılımımızın bir gereği olarak söz konusu
harekata Bangoi'de konuşlu kuvvet
karargahına 1 personel katkısı ile stratejik
hava yolu ulaştırması milli imkanlarımız
doğrultusunda şimdilik 2 ayda bir destek
sağlamayı öngörmekteyiz" sözleriyle nasıl
bir katkıda bulunulacağına dair açıklamada
bulundu.
20 Kasım 2014: Başbakan
Davutoğlu’nun, Irak Ziyareti
Ahmet
Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Irak
Başbakanı Haydar El İbadi, baş başa ve
heyetler arası görüşmenin ardından
düzenlenen ortak basın toplantısında
açıklamalarda bulundular. Davutoğlu
konuşmasında ziyaretin üç boyutu
olduğunu dile getirmiştir.
Türkiye'nin tutumu açık ve nettir"
şeklindeki konuşması ile terör ve güvenlik
konusuna değinmiştir.
İkinci olarak ise Türkiye-Irak ilişkilerine
ivme kazandırmak istediklerini söyleyen
Davutoğlu; enerji işbirliği, ticaret ve
yatırım gibi konularda gelişme sağlanması
gerektiğini vurgulamıştır. Bu doğrultuda,
Irak
Başbakanı
İbadi’yi
24-25-26
tarihlerinden herhangi birinde, Türkiye’de
ortak kabine toplantısına davet ettiğini ve
İbadi
tarafından
kabul
edildiğini
açıklamıştır.
Son olarak ise Suriye konusunun ele
alındığı söyleyen Davutoğlu bu konuda ise,
Türkiye ve Irak, Suriye'nin komşusu iki
ülkedir, Suriye'deki her gelişme bizi
etkiliyor, oradaki güç boşluğu bizi etkiliyor,
oradaki yaşanan acıların ortaya çıkardığı
mülteciler bizleri etkiliyor. Türkiye, şu
anda 2 milyona yakın Suriyeli mülteciyi
ağırlıyor. Irak'tan da gelen yaklaşık 200 bin
Iraklı kardeşimiz Türkiye'ye sığındı son 4-5
ay içinde. Bunun 40 bin kadarı Yezidi.
Bunların bir kısmı geri döndü ama büyük
bir çoğunluğu Türkiye'de" sözlerini dile
getirmiştir.
Ayrıca, "Uluslararası alanda da Türkiye her
zaman Irak'ın inisiyatiflerine, girişimlerine,
üyeliklerine destek vermiştir, vermeye
devam edecektir. Birleşmiş Milletle
zemininde, önümüzde G20 dönem
başkanlığımız var, bu zeminlerde de
Irak'ın kanaatlerini duymaktan ve Irak'ın
kanaatleri konusunda küresel alanda
Irak'la
işbirliği
yapmaktan
büyük
memnuniyet duyacağız" sözleriyle küresel
alanda karşılıklı destek vurgulanmıştır.
Davutoğlu öncelikle, "Bugün Irak'ın karşı
karşıya kaldığı başta IŞİD terörü olmak
üzere güvenlik riskleri konusunda da
tutumumuz gayet açıktır. Irak'ı tehdit eden
yapılar, Türkiye için de bir tehdit niteliği
taşıyor. İster IŞİD, ister PKK veya diğer
formlarda olsun her türlü terör karşısında
64
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Orta Doğu ve Afrika’da Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Mustafa İhsan Orhan
3 Kasım 2014: Libya’da Darbe Girişimi
Kaddafi rejiminin 2011'de devrilmesinin
ardından Libya'da tesis edilen geçiş
hükümetine karşı bu yılın başında başlayan
darbe girişimleri, ülkeyi iç savaşa
sürükledi. 3 Kasım 2014’te darbe girişimi
sonrası ülkedeki mücadele, Trablus'taki
Milli Genel Kongre'nin (MGK) desteklediği
"Libya Şafağı" Koalisyonu ile Tobruk'daki
Temsilciler Meclisi'nin arka çıktığı emekli
General Halife Hafter'e bağlı "Onur
Operasyonu" Koalisyonu arasında, merkezi
şehirler ve petrol bölgelerine hâkimiyet
konusunda yaşanıyor. "Onur Operasyonu"
Koalisyonu'nda ise Hafter'e bağlı birlikler,
Zintan milisleri, federalizm yanlıları,
seküler liberaller ve Kaddafi yanlıları yer
alıyor. Batı ülkeleri nezdinde meşruiyet
zemini arayan Onur Operasyonu, Bingazi
ve Ecdebiye dışındaki Beyda, Tobruk,
Brega ve Ras Lanuf kentlerini de içeren
tüm Doğu Libya'yı elinde bulunduruyor.
Hafter güçleri aynı zamanda batıda Zaviye
ve Zintan'ı yönetiyor. Batı'dan destek
almaya
çalışan
Tobruk
Hükümeti,
Mısır'daki Abdülfettah es-Sisi yönetimi ve
Suudi
Arabistan'dan
görüyor.[5]
açık
destek
5 Kasım 2014: Mescid-i Aksa Saldırısı
İsrail güvenlik güçlerinin, 5 Kasım günü
sabah saatlerinde yaklaşık 100 Yahudi'yi
Aksa'nın ağlama duvarına bakan Megaribe
kapısından içeriye almasına tepki gösteren
Filistinliler ile İsrail askerleri arasında
çatışma çıktı. Mescid-i Aksa'nın içerisine
giren 100 kadar İsrail askeri cami avlusunu
savaş alanına çevirdi. İsrail askerlerinin,
Filistinlilerin üzerine plastik mermi, ses ve
gaz bombalarıyla müdahalesi üzerine 27
kişi yaralandı. Bu sırada Aksa içinde
bulunan
Kıble
Camisi'ne
sığınan
Müslümanları kovalayan İsrail askerleri,
Kıble Camisini içerisinde postallarıyla
gezerek, göstericileri tartakladı, bu esnada
cami içerisindeki Kur'an-ı Kerimlerin etrafa
saçıldığı görüldü. Olayın ardından İsrail
yönetimi Aksa'ya giriş çıkışları saat 08.00
ila 10.00 arasında kapattı.*3+ Bu çirkin
saldırı sonucunda dünyanın dört bir
yanında insanlar eylemler yaparak
tepkilerini ortaya koydular. Herhangi bir
65
Akademik Perspektif – Aralık 2014
din ve inanca ait mabet ve kutsala
saldırmak kesinlikle kabul edilemezdir.
7 Kasım 2014: Suriye–Halep Hattı
İç
savaş
nedeniyle
harabeye
dönen Halep'in altyapısı çökmüş, evlerin
çoğu
kullanılamaz
halde
bulunuyor. Kentteki
birçok
bölgeye elektrik
verilemiyor,
hava
saldırıları endişesi dolayısıyla farları açık
şekilde araç kullanılamıyor. Merkezi
mahallelerin boşaldığı, cephe hattına yakın
semtler dışında alışveriş yapılacak iş yeri
bulmanın imkânsız olduğu kentte hastalar,
ilaçlarını
sadece
sahra
hastanelerinden temin edebiliyor. İran ve
Irak'tan gelen milisler ile Hizbullah destekli
olduğu iddia edilen rejim güçlerinin kentin
kuzeyindeki yönetim karşıtlarının tek çıkış
noktası Handarat bölgesinin bir bölümünü
ele geçirmesi, muhaliflerin kontrolündeki
bölgelere insani yardımların girmesini
zorlaştırıyor. Esed güçlerinin kenti iki
aydan bu yana üç koldan kuşatması, yeni
göç
dalgası
ihtimalini
güçlendiriyor. Handarat bölgesinde rejim
güçleriyle silahlı muhalifler arasında
yaşanan
çatışmalar,
halkın
büyük
sıkıntılarla karşılaşmasına sebep oluyor.
7 Kasım itibariyle rejim askerlerinin
Handarat’a saldırıları insani yardım
koridorunu kapatmış durumda.
İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani
Yardım Vakfı Genel Başkan Yardımcısı
Osman Atalay; "Şu an Suriye'de çok kritik
günler yaşanıyor. Çünkü yardımlar
Handarat üzerinden güney bölgelere
götürülüyor. Bu noktanın bir bölümü ise
Esed'in kontrolüne geçti ve Halep'in
kuşatılması
gündemde.
Dolayısıyla muhaliflerin
kontrolündeki
bölgelere insani
yardım güçlükle
gönderiliyor. Handarat’ın kaybedilmesi 1,5
milyon insanın kaderine terk edilmesi
anlamına geliyor." Görüldüğü üzere
Halep’in kuşatılması halinde milyonlarca
insanın hayatı tehlikeye girecek ve
Türkiye’ye büyük bir göç hareketi
başlayacaktır.
Terörden en fazla etkilenen ülke: Irak
Terör saldırılarında ölenlerin sayısının,
geçen yıl bir önceki yıla oranla yüzde 61
arttığı belirlendi.
Merkezi New York'ta bulunan Ekonomi ve
Barış Enstitüsü (IEP) tarafından yayımlanan
2014 Küresel Terörizm Endeksine göre,
2013'te bir önceki yıla oranla yüzde 44
artışla yaklaşık 10 bin terör saldırısı
düzenlendi.
Söz konusu terör saldırılarındaki ölümlerin
yüzde 66'sından IŞİD, El-Kaide, Boko
Haram ve Taliban örgütlerinin sorumlu
olduğuna dikkat çekilen raporda, 2013'te
60 ülkedeki terör saldırılarında 17 bin 958
kişinin
yaşamını
yitirdiği
belirtildi.
Bunların 14 bin 722'sinin sadece beş
ülkede (Irak, Suriye, Afganistan, Pakistan
ve Nijerya) öldüğüne vurgu yapıldı.
Terör olaylarında en fazla can kaybının
yaşandığı diğer ülkeler ise Hindistan,
Somali, Filipinler, Yemen ve Tayland olarak
sıralandı. Rapora göre, saldırılarda 6 bin
362 kişinin yaşamını yitirdiği Irak,
terörden en çok etkilenen ülke oldu.
IEP'nin 2000'den bu yana ABD'deki Küresel
Terörizm Veri Tabanı'nı kullanarak
hazırladığı rapora göre, Ekonomik
Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri
arasında ise terörden en fazla etkilenen
ülkeler Türkiye ve Meksika oldu.
Afrika’nın IŞİD’i: Boko Haram
‘’Asıl adı Tebliğ ve Cihat için Ehl-i Sünnet
Cemaati (Jama’a Ahl al-sunnah li-da’wa wa
al-jihad) olan grup, Nijerya’da faaliyet
66
Akademik Perspektif – Aralık 2014
gösteren Batılı eğitim kurumları ve onlar
eliyle empoze edilen Batılı eğitim
geleneğine karşı takındığı oldukça sert
tutum nedeniyle “Batılı eğitim haramdır”
anlamına gelen Boko Haram ismiyle
anılıyor. “Boko” kelime olarak “sahte”
anlamına gelse de Batılı eğitim faaliyeti,
grup üyeleri tarafından bu şekilde
niteleniyor. Oy kullanmaktan seküler bir
eğitim almaya kadar Batı geleneğiyle
özdeşleştirilebilecek her türlü sosyal ve
politik aktiviteyi haram kabul eden grup,
“Kur’an’ın
getirdiği
kurallara
göre
yönetilmediği sürece, devlet başkanı
Müslüman dahi olsa Nijerya’nın “dinsiz bir
devlet” olarak kalacağı inancında. Bu
nedenle Boko Haram’ın en büyük ideali,
Nijerya’da “İslami” bir devlet yönetimine
sahip olmak…
Boko Haram 2002 yılında, bir cemaat lideri
olan Muhammed Yusuf ya da bilinen diğer
ismiyle Molla Ömer tarafından kurulmuş.
Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden
Paul Lubeck, Yusuf’un Selefi akım
mensubu ve özellikle de 14. yüzyıl
Müslüman
düşünürlerinden
İbn-i
Teymiye’nin fikirlerinden etkilenmiş bir
molla olduğu bilgisini veriyor. Okullardaki
Batılı eğitimin insanların inançlarını
zedelediğine, dolayısıyla da haram
olduğuna inanan ve bu nedenle Batılı
eğitimin İslami eğitimle yer değiştirmesi
gerektiğini düşünen Yusuf, aynı zamanda
Nijerya’nın şeriatla yönetilmesini de
hedefliyor. Nijeryalı akademisyen Hüseyin
Zekeriya ise BBC’ye verdiği demeçte,
Nijerya polisi tarafından yakalandığı 2009
yılına kadar Boko Haram’ın liderliğini
yürüten Yusuf’un üniversite mezunu
olduğunu, ileri düzeyde İngilizce bildiğini,
pek çok Nijeryalı’nın sahip olmadığı maddi
imkânlara sahip olduğunu, hatta Mercedes
marka bir otomobil kullandığını ifade
ediyor.
Batı
kültürünü
anımsatan
pantolonun
kullanımına
bile
sıcak
bakmayan grubun Batı kültürüne oldukça
yakın olan bir cemaat lideri tarafından
kurulması ise zihinlerde soru işareti
bırakıyor... …İlk askerî tesisini 2004 yılında
kuran ve aynı yıl Nijer polisiyle girdiği
çatışmada 28 üyesini kaybeden grup, 2007
yılında düzenlediği ve 11 subayın ölümüne
sebep olduğu saldırıyla adını yeniden
duyurdu. Eylemlerine, liderleri Yusuf’un
2009 yılında bir karakolda işkence edilerek
öldürülmesiyle hız kazandıran Boko
Haram, aynı yıl içerisinde gerçekleştirdiği
saldırılarda 800 üyesini kaybederken
Nijerya’nın kuzeyinde yaşayan 700’ü aşkın
insanın ölümüne, 3.000’den fazla insanın
da çatışmalar yüzünden göç etmesine
neden oldu. Boko Haram’ın Nijerya’daki
eğitim sistemine karşı takındığı tavır,
Afganistan ve Pakistan’daki eğitim
faaliyetlerine
karşı
duran
Taliban
eylemleriyle önemli ölçüde benzerlik arz
ediyor. Her iki örgüt de özellikle Batılı
tarzda hazırlanmış bir eğitim sisteminin,
Batı ideolojisinin Afgan, Paki ya da Nijer
toplumlarına empoze edilmesine kaynaklık
ettiğini savunuyor. Pakistanlı eğitim ve
kadın hakları aktivisti Malala Yusufzay’ın
Ekim 2012’de Taliban tarafından başından
vurularak öldürülmek istenmesi, Boko
Haram üyelerinin ise örgütlerine, temel
ideolojilerini yansıtan “Batılı eğitim
haramdır” ismini vermesi, iki örgütün de
eğitim faaliyetlerine karşı aldığı ortak
tavrın göstergesi.’’
Boko Haram örgütünün şiddet eylemleri
her
geçen
gün
artıyor.
Nijerya'nın kuzeydoğusundaki Borno, Yobe
ve Adamawa eyaletlerinde 5 yıldır şiddet
eylemleri düzenleyen Boko Haram'ın son
6 ayda düzenlediği saldırılarda, güvenlik
görevlileri dahil 2 binden fazla kişi hayatını
kaybetti.
Burkina Faso
Burkina Faso’da eski Devlet Başkanı Blaise
Compaore, 31 Ekim’de ülkede devam eden
67
Akademik Perspektif – Aralık 2014
protestolar üzerine görevi bırakmış,
idareye ordu el koymuştu. Darbeden bir
gün sonra ise devrik lider Compaore'nin
ikinci koruma komutanı olan Albay Isaac
Zida kendini devlet başkanı ilan etmişti.
Zida en kısa sürede idareyi sivil yönetime
bırakma sözü vermişti. Ordunun yönetime
el koymasının ardından, geçici hükümetin
başına sivillerin çoğunlukta bulunduğu 23
kişiden oluşan kurulun 16 Kasım'da yaptığı
oylamada kamu hukuku ve siyaset bilimi
mezunu 72 yaşındaki Michel Kafando
geçici
devlet
başkanı
seçildi.
68
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Avrupa’da Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Selin Duran
9 Kasım 2014: Eski Sovyetler Birliği'nde
Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un açıklık
ve yeniden yapılanma politikası Doğu
Almanya'yı da etkisi altına almış ve Doğu
Almanya'da insanlar özgürlük için 1989'un
yaz aylarında sokaklara çıkarak 9 Kasım
1989'da, Berlin'i 28 yıl boyunca ayıran
“Utanç duvarını” yıkmıştı. Doğu Almanya
rejiminde çok sayıda kişi, sınırı ve
böylelikle Berlin Duvarı'nı aşarken
öldürüldü. Kayıtlara göre bu rakam, 136
olsa da hayatını kaybedenlerin daha fazla
olduğu tahmin ediliyor. 9 Kasım 2014 ise
yıkılışın 25. Yılı kapsamında kutlamalara
sahne
oldu.
Başkent
Berlin'de,
“Lichtgrenze” (Işık duvarı) adlı etkinlik
kapsamında kenti 1961'den sonra 28 yıl
boyunca ikiye bölen Berlin Duvarı'nın
geçtiği hattın 15 kilometrelik bölümüne
helyum gazıyla şişirilmiş yaklaşık 8 bin
balon bırakıldı. Binlerce kişi, Federal
Meclis, Brandenburg Kapısı, Checkpoint
Charlie, East Side Galary gibi eskiden
Berlin Duvarı'nın geçtiği birçok merkezde
düzenlenen “Işık Duvarı” etkinliğine
katıldı. Almanlar ve kenti ziyarete gelen
turistler açılan sergilere ve anma
etkinliklerine akın etti. Tarihi Brandenburg
Kapısı'nda “Özgürlük için cesaret”
sloganıyla bir halk şenliği düzenlendi.
Almanya Başbakanı Angela Merkel de
Duvar Anıt Müzesi'nde düzenlenecek bir
etkinliğe katıldı. Etkinliğin diğer dikkat
çeken katılımcısı ise Sovyetler Birliği'nin
son lideri Mihail Gorbaçov oldu.
Bild gazetesi için kaleme aldığı makalede
kutlamaları, "Avrupa halklarının bayramı"
diye nitelendiren Gorbaçov, "Berlin Duvarı
sadece, insanları ve aileleri ayırmadı.
Birbirlerini karşılıklı olarak nükleer savaşla
tehdit eden, Avrupa ve dünyadaki
kamplaşmanın sembolüydü" ifadelerini
kullandı.
9 Kasım 2014: Katalanlar, 9 Kasım’da
İspanya'dan
ayrılma
kararı
için
düzenledikleri gayri resmi referandumda
sandık başındaydı. Oylamaya katılmak için
gelen bazı Katalanların sandıklarda oy
kullanma işleminin başlamasını alkışlarla
kutladığı söyleniyor. Katalan hükümetine
göre öğle saatleri itibarıyla oylamaya
katılan insan sayısı 1 milyonu geçmişti.
İspanya yargısının anayasaya aykırı
69
Akademik Perspektif – Aralık 2014
olduğuna hükmettiği oylamayı 40 bin
gönüllü Katalan organize etti. Oy
kullanmaya gelenlerin çoğu tercihlerini
bağımsızlıktan yana kullandı, ancak 'hayır'
oyu verenler de var. 'Hayır' oyu verenler
Madrid yönetimi altında kalmak için oy
kullansalar da, sandık başına gelmeleri
Madrid'in inatçılığına karşı bir cevap olarak
anlamlandırıldı. Katalonya özerk bölgesinin
lideri Artur Mas, yargı kararına rağmen
oylamanın
yapılacağını
söylemişti.
İspanya Başbakanı Mariano Rajoy ise,
oylamanın hiçbir geçerliliğinin olmadığını
söyleyerek,
Katalanları
mantıklı
düşünmeye davet etmişti. Bu arada
Barselona'da toplanan bir grup sağ görüşlü
İspanyol, Katalan bayrağı yakarak oylamayı
protesto etti. 7.5 milyonluk nüfusu ile
Katalonya refahı yüksek bir bölge.
Katalanlar İspanya ekonomisine geri
aldıklarından daha fazla katkı sunuyor ve
ekonomik ve kültürel ayrılıklar Katalan
milliyetçiliğini güçlendiren unsurlardan.
İspanya Anayasa Mahkemesi bu hafta
gayri resmi referandumun anayasaya
aykırı olduğuna hükmetti, ancak bu
Katalan lider Artur Mas'a geri adım
attırmadı. Mas İspanya hükümetini kast
ederek "Ne yapacaklar bilmiyorum, ama
en küçük bir aklıselime sahiplerse,
herhangi bir adımları demokrasiye ve
temel haklara doğrudan bir saldırı
olacaktır" diye konuştu. Katalanların
taleplerinin
ise
geçtiğimiz
aylarda
İskoçya’da yapılan resmi ve demokratik
referandumdan yola çıkarak arttığı
bildiriliyor.
15-16 Kasım 2014: Avustralya’nın Brisbane
kentinde düzenlenen ve dünyanın büyük
ekonomilerinin katıldığı G20 zirvesi bu yıl
15-17
Kasım
tarihleri
arasında
gerçekleştirildi. Zirveye 19 ülke ve Avrupa
Birliği (AB) tam kadro katılırken, Ukrayna
tartışmaları zirveye damgasını vurdu.
Dünyadaki ekonomik büyümeye ilişkin
tartışmalar ise ikinci planda kaldı. Ukrayna
tartışmalarındaki taraflar ise Rusya,
Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) oldu. İngiltere Başbakanı
David Cameron, zirve öncesinde yaptığı
açıklamada, eğer Ukrayna'da Rus askeri
görmeye devam edilirse, Avrupa Birliği ile
Rusya arasında çok farklı bir ilişkinin
oluşturulması gerekeceğini söylemişti.
Zirvedeki genel hava yine bu yönde oldu
ve gerek AB yetkilileri gerekse ABD başkanı
Barack Obama konuya ilişkin sert
açıklamaları ile zirveye damgasını vurdu.
Alman ARD televizyonuna konuşan Putin
ise, Batı yanlısı Ukrayna hükümetinin tüm
muhaliflerinin devre dışı bırakılmak
istendiğine dikkati çekti. Zirve kapsamında
en dikkat çekici detaylarından biri de
Almanya Başbakanı Angela Merkel ile
Vladimir Putin arasında 3 saati aşkın bir
görüşme oldu. Görüşmenin içeriğine dair
bir açıklama yapılmadı ancak tahminler
Ukrayna krizinin ekonomiye olan etkisi
hakkında olduğu yönünde. Ayrıca Putin,
zirve sırasında ikili görüşme için bir araya
geldiği Fransa lideri François Hollande'dan
Ukrayna nedeniyle ülkeleri arasındaki
gerilimi yumuşatmak için kendisiyle
birlikte çaba göstermesini istedi. G20
Zirvesi’nde her ne kadar arka planda kalsa
da, ekonomik konular da görüşüldü.
Özellikle gündemde Avrupa Birliği (AB) ile
ABD arasındaki Serbest Ticaret Antlaşması
(TTIP) konusu vardı. Konuya ilişkin talepler
ise sürecin hızlandırılmasına ilişkin oldu.
Genel olarak ele alındığında ise zirve
dünya ticaretinin %80’ninin katılımı ile
ticaret, yatırım, vergilendirme gibi
konularda etkili adımlar atılması ile son
buldu.
16 Kasım 2014: Romanya'da 16 Kasım’da,
halk cumhurbaşkanlığı seçimi için sandık
başına gitti. 21.7 milyon nüfuslu
Romanya'da Sibi kentinin Alman azınlığa
mensup Belediye Başkanı Klaus Johannis
oyların yüzde 54,8’ini alırken, seçimi
kazanması beklenen Başbakan Victor
70
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ponta'nın oy oranı 45,2’de kaldı. Seçime
katılım oranı yüzde 62'yi buldu.
Gözlemciler, yüksek katılım oranının
Johannis'in seçilmesinde etkili olduğunu
belirtti.
Seçim
kampanyasında
yolsuzlukla
mücadele ve bağımsız yargı sözü veren 55
yaşındaki Johannis, sosyal paylaşım sitesi
Facebook'tan
yaptığı
açıklamada,
"Hepinize teşekkür ederim. Bambaşka bir
Romanya dönemi başlıyor. Bu dönemin
temelini oylarınızla attınız" dedi. Seçim
öncesinde
yapılan
anketlere
göre
kazanmasına kesin gözüyle bakılan Ponta
ise rakibini arayarak kutladığını söyledi.
Ponta, 2 Kasım'da yapılan seçimin birinci
turunda oyların yüzde 40,3’ünü, Ulusal
Liberal Parti lideri Johannis de yüzde
30'unu almıştı. Yaklaşık 21,7 milyon nüfusa
sahip ülkede cumhurbaşkanlığı koltuğunda
2004'ten bu yana Traian Basescu
oturuyordu.
20-21 Kasım 2014: Fransız ekonomist
Piketty, Avrupa’da mali birliğe ihtiyaç
olduğunu belirterek, “Euro Bölgesindeki
ülkelerin 18 farklı kamu borcu, 18 farklı
faiz oranı olduğu müddetçe bu ülkelerin
bir arada kalma iradesi konusunda hep bir
şüphe olacaktır.” dedi. Pikeyyt, “21.
Yüzyılda Kapital” kitabının tanıtımı
kapsamında İstanbul’da gazetecilerin
sorularını cevapladı. Verdiği demeçler
arasında en dikkat çekici olanlar ise Avrupa
Birliği hakkındaki mali kriz öngörüleri oldu.
Fransız ekonomist Pikeyyt, bir soru üzerine
Avrupa Birliği ve avro bölgesinin
performansıyla ilgili, “Güçlü bir Merkez
Bankamız var. Ama Avrupa ekonomisinin
sadece Merkez Bankasıyla yönetemezsiniz.
Tek para birimi, bütçe ve mali birlik
olmadıkça işlemeyen ve işlemeyecek olan
bir sistem. Avrupa’da durum şu an gerçek
bir felaket. Bazı ülkeler Avro bölgesine
dahil olmak istemiyor. Avro bölgesi
yeniden inşa edilmeli. Aksi takdirde tek
alternatif ulusal çözümler, yani AB’den
çıkıp ulus devletine dönmek olacaktır.”
açıklamasında
bulundu.
Açıklamanın
hemen ertesi günü ise Avrupa hisseleri,
Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi’nin
enflasyonun olabildiğince hızlı bir şekilde
yükseltilmesi taahhüdünü yinelemesi ve
Çin’in faiz oranlarını düşürmesi ile 7
haftanın zirvesine tırmandı.
71
Akademik Perspektif – Aralık 2014
ABD'de Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Furkan Burcu Aksoy
4 Kasım 2014: 2012 yılında Hyundai ve Kia
1 milyon 200 bin arabayla ilgili olarak
teknik bilgi yetkililerini Temiz Hava
Yasası’nı
ihlal edecek şekilde yanlış
bildirdiğini itiraf etmişti. ABD Adalet
Bakanlığı ve Çevre Koruma Ajansı ise
bugün bu iki şirketin 350 milyon dolarlık
cezayı ödemeyi kabul ettiğini açıkladı.
Cumhuriyetçi Parti’ye gitmesinin ardından,
Başkan Obama konu ile ilgili olarak basın
toplantısı düzenledi. Bu toplantıda Obama
seçmenlerin mesajını aldığını dile getirdi.
Ayrıca seçmenlerin üçte ikisinin bu
seçimlerde oy kullanmadığını da belirten
Obama bu konuda da seçmenleri
anladığını söyledi.
6 Kasım 2014: ABD Başkanı Obama bugün
öğle saatlerinde topçu komutanı olarak iç
savaş yıllarında görev yapan üsteğmen
Alonzo
H.
Cushing’e
kahramanca
başarılarından dolayı Onur Madalyasını
takdim etti. Başkan Obama onur
madalyasının gerçekleşen eylemlerden
sonra birkaç yıl içinde verildiğini ancak
bazen
sıra
dışı
hikayelerin
kaybolabileceğini belirtti. Bu durumlarda
da ise Onur Madalyasının sahibiyle
buluşmasının gerektiğini belirtti.
7 Kasım 2014: ABD Merkez Kuvvetler
(CENTCOM) Komutanı Lloyd Austin yaptığı
basın açıklamasında, IŞİD’e karşı mücadele
de Türkiye’nin ABD’ye üslerini açmasının
işleri kolaylaştırabileceğini vurguladı.
Ardından Austin ‘Türkler koalisyona
yardımcı olmada daha istekli olmaya karar
verirlerse, bu şüphesiz katma değer
olacak. Özellikle üslerin ve hava sahasının
kullanımı konusunda daha çok hak
kazanmamız, işimizi daha kolay ve rahat
yapmamızı sağlar. Unutmayın ki, IŞİD onlar
için de risk oluşturuyor’ dedi.
6 Kasım 2014: ABD’de yapılan eyalet vali
ve senatörleri belirlemek için yapılan ara
seçimlerde
oyların
çoğunluğunun
8 Kasım 2014: Bugün Başkan Obama ABD
Adalet Bakanlığı görevi için altı hafta önce
72
Akademik Perspektif – Aralık 2014
istifa eden Eric Holder’ın yerine Loretta
Lynch’yi aday olarak gösterdi. yaptığı
konuşmada bu makamın ABD için
sorumluluğu yüksek bir makam olduğunu
belirtti. Holder’ın ABD tarihindeki en uzun
bakanlık görevini üstlendiğini ve bu görevi
sırasında soyut bir teori olarak değil bir
ilke bir adalet için taahhüt olarak görevini
yerine getirdiğini söyledi.
Başkan Obama’nın aday gösterdiği Lynch
eğer senato tarafından onaylanırsa ABD
Adalet Bakanlığı’na gelen ilk siyahi kadın
olacak.
10 Kasım 2014: Başkan Obama internet
kullanımının tarafsızlığının sağlanabilmesi
adına Federal Haberleşme Komisyonu’na
boşluğun
doldurulmasının
nasıl
sağlanacağını sordu. Obama ilk başkanlık
kampanyasından bu yana internet
kullanımının tarafsızlığının güçlü bir
savunucu olmuştur.
10 Kasım 2014: ABD Başkanı Obama ABD
özgürlük
madalyasının
sahiplerinin
isimlerini açıkladı. Madalyaları sunmadan
önce Obama; ‘ Amerika’ya ilham kaynağı
olan on dokuz kişiyi açıklamak için
sabırsızlık duyduğunu ifade etti.’ Özgürlük
madalyasının sahibi olan bu on dokuz kişi
Alvin Ailey (ölüm sonrası), Isabel Allende,
Tom Brokaw, James Chaney, Andrew
Goodman, and Michael Schwerner (ölüm
sonrası) Mildred Dresselhaus, John Dingell,
Ethel Kennedy, Suzan Harjo, Abner Mikva,
Patsy Takemoto Mink (ölüm sonrası),
Edward Roybal (ölüm sonrası), Charles
Sifford, Robert Solow, Stephen Sondheim,
Meryl Streep, Marlo Thomas ve Stevie
Wonder’dır.
10 Kasım 2014: Bugün ABD Başkanı
Obama CBS televizyonuna konuştu.
Televizyon kanalına yaptığı açıklamada
IŞID ile mücadelede yeni bir aşamaya
geçildiğini ifade etti. Irak ile IŞİD arasındaki
çatışmalar şiddetini arttırırken, şiddetin en
yoğun yaşanan bölgesinin Beyci olduğu
bildirildi. Beyci, ülkenin en büyük petrol
rafinerisinin bulunmasından dolayı büyük
önem taşımaktadır. Irak yaz aylarından bu
yana ilk kez merkezde kontrolü ele
geçirirken ABD 1500 askerini daha
göndereceğini söyledi.
12 Kasım 2014: ABD ve Çin Karbon
kirliliğinin azaltılması için önemli bir
girişimde bulundular. Bu kapsamda yeni
hedeflerini Obama açıkladı. Yeni hedefe
göre ABD 2025 yılına kadar meydana
getirdiği karbon kirliliğini 2005 yılında
meydana getirdiğinin %26-28 oranında
azaltmaya çalışacak.
13 Kasım 2014: ABD Dış İşleri Bakanlığı
1978 yılında çıkan etik yasası uyarınca
ABD başkanı ve eşine verilen hediyelerin
350$’ı geçmesi halinde ilan etmesi
gereken hediyeleri ve değerlerini açıkladı.
Michelle Obama’nın Brunei Kraliçesi’nden
aldığı mücevherlerin değeri 70 bin doları
aştı. Bu, ABD Başkanı Barack Obama’nın
aldığı en pahalı hediye olan Katar’ın
Washington Büyükelçisi’nin verdiği 10 bin
400 dolarlık camdan yapılma şahin
heykelinden 7 kat daha fazla.
10-14 Kasım 2014: Başkan Obama Asya
bölgesine bu yıl yapacağı ikinci ziyaret için
bugün Beijing’e uçtu. Bu seyahati (10-14
Kasım haftasında gerçekleştirdi) sırasında
aynı zamanda Başkan Obama Burma ve
Avustralya’ya da uğrayacak. Obama bu
ziyaretlerinde ABD’nin ekonomik yeni
dengeleme stratejisi için Asya Pasifik
bölgesinin
ABD
ekonomisinin
büyümesinde ayrılmaz bir parça olduğunu
belirtti.
14 Kasım 2014: ABD Savunma Bakanı
Chuck Hagel ve Genelkurmay Başkanı
Martin Dempsey Temsilciler Meclisi Silahlı
Kuvvetler Komitesi'nde, IŞİD ile ilgili
73
Akademik Perspektif – Aralık 2014
gerçekleştirilen oturuma katıldı. Daha
önceki haberlere göre CNN’nin Obama’nın
Suriye üzerindeki stratejinin değiştirildiği
iddia etmişti. Bu oturumda ise Savunma
Bakanı Hagel, CNN'in bu iddiasını yalanladı
ve
Obama'nın
Suriye
stratejisini
değiştirmediğini bildirdi.
18 Kasım 2014: Başkan Obama, Ebola
hakkında Batı Afrika’daki gelişmelerdeki
aldıkları sorumluluklarla ilgili olarak ulusal
güvenlik ve kamu sağlığı ekipleri ile
buluştu. Bu buluşmada Ebola konusunda
gelişmeleri öğrendikten sonra aynı
toplantıda Kudüs’e yapılan saldırıya da
değindi. Yapılan saldırıda bir çok masumun
ibadet ettikleri sırada uğradıkları bu
saldırıda yaralandığını ve dört kişinin de
öldüğünü belirtti. Bu saldırıların her geçen
gün daha da ileri gidebileceğinin altını
çizen Obama, İsrail ve Filistin’in
birçoğunun barış istediğinin unutulmaması
gerektiğini bildirdi
19 Kasım 2014: ABD başkanı Obama çocuk
bakımı ve kalkınma fonu hakkında çıkan
yasayı imzaladı ve yasa yürürlüğe girdi.
Obama birincil önceliklerinden birinin
ABD’deki çocukların eğitiminin en iyi
kalitede sürdürülmesi için emin olmaya
çalıştıklarını söyledi. Bu amaçla bugün
imzaladığı
yasadan
memnuniyet
duyduğunu bildirdi.
Davutoğlu ile yemekte buluştu. 22
Kasım’da Başkan Yardımcısı Atlantik
Konseyi enerji konferansına katıldı.
Toplantının ardından ise öğle yemeğinde
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile buluştu. 23
Kasım sabahında ise Başkan Yardımcısı
Ekümenik Patriki Bartholomeos ile
görüştü. Öğleden sonra ise Washington’a
seyahati için İstanbul’dan ayrıldı.
20 Kasım 2014: Bugün Beyaz Saray’ın doğu
odasında
Başkan
Obama
ABD’nin
düşünürlerini, kaşiflerini ve yenilikçilerini
ulusal teknoloji ve yenilik madalyaları ve
ulusal bilim madalyaları ile ödüllendirdi.
20 Kasım 2014: Bugün akşam saatlerinde
Obama ABD’nin bozulmuş olan göç
politikasının nasıl düzeltilebileceğini ele
aldı. Bu çerçevede üç temel nokta
üzerinde durdu. Bu yeni sisteme göre
Obama ilk olarak sınırların ek kanunlarla
ve kamu gücü ile güçlendirilmesi
gerektiğini, ikinci olarak ABD ekonomisi
için yüksek yetenekli, eğitimli ve girişimci
göçmenlere daha hızlı ve kolay olarak
göçmenlik
işlemelerinin
sağlanması
gerektiğini ve son olarak da ülkede hali
hazırda yaşayan belgesiz göçmenlerin
sorunlarının
çözülmesi
gerektiğini
vurguladı.
19 Kasım- 23 Kasım 2014: ABD başkan
yardımcısı Joe Biden bu tarihler arsında
birçok ülkeyi ziyaret etti. 19 Kasım’da Fas
Kralı 4. Muhammed ile buluştu. 20 Kasım
sabahında küresel girişimcilik zirvesinde
açıklamalarda bulunduktan sonra aynı gün
Ukrayna’ya doğru hareket etmek üzere
Marakeş’ten ayrıldı. 21 Kasım sabahında
Ukrayna devlet başkanı Arsenly Yatsenyuk
ile buluştu. Aynı günün akşamında ise
Biden Türkiye’ye seyahat etmek için b
sefer
Ukrayna’dan
ayrıldı.
Akşam
saatlerinde ise Türkiye Başbakanı Ahmet
74
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Ayın Düşünürü: Roger Garaudy
Hazırlayan: Melike Şener
17 Temmuz 1913 tarihinde Marsilya’da
dünyaya gelen politikacı, düşünür, yazar
ve akademisyendir. İlk orta ve yüksek
tahsilden sonra felsefe agrejesi (öğretim
görevlisi) oldu. Marksist fikirlerin etkisinde
kalarak ateşli savunuculuğunu yaptı. Gizli
örgüt
kurmak
suçundan
1940’ta
tutuklanarak
gönderildiği
kampta
ayaklanmaya elebaşılık yaptığı için kurşuna
dizilmek istendi. Ancak komutanın “Ateş!”
emrine uymayan Cezayirli askerler
sâyesinde hayatı kurtuldu. Askerlere;
“Niçin ateş etmediniz?” sorusuna bir
çavuşun; “Bir Müslüman savaşçı için,
silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!”
cevabını vermesi Garaudy’in İslâm
kültürüne yönelmesine sebep oldu.
Komünist fikirleri savunmaya devam etti.
1945’te Fransız Komünist Parti Merkez
Komite üyeliğine getirildi. Her iki Kurucu
Mecliste de (1945-1951) Tarn Milletvekili
olarak vazife yaptı. 1953’te Maddeci Bilgi
Teorisi (Théorie Matérialiste de la
Connaissance) adlı doktora tezini verdi.
Fransız Komünist Partisi siyasi büro üyesi
seçildi. Seine bölgesini Mecliste (19561958), sonra Senatoda (1959-1962) temsil
etti. Clermont-Ferrand ve Poitiers
Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı.
Fransa’da komünist sistemin ateşli
savunucusuydu. Üniversiteden siyaset
kürsülerine kadar Fransızlara ve batı
dünyasına Marksizm’i anlattı. İnsanların
kurtuluşunun yalnız bu sistemle olacağını
savundu. Fransız komünistlerinin en büyük
ruh mimarı sayıldı. Nerede komünistlerin
düzenlediği bir miting, konferans ve
seminer varsa oraya koştu. Katoliklik ve
Hıristiyanlığa karşı kalemiyle ve hitabetiyle
büyük mücadele verdi. Daha sonra
Marksçı inceleme ve araştırma müdürü
olarak vazife aldı. Bu vazifesi sırasında
Hıristiyanlarla diyaloğu başlattı ve bu
konuda çeşitli kitaplar yazdı. Aforozdan
Diyaloğa (1965), Yirminci Yüzyıl Marksçılığı
(1966) adlı eserleri bunlardandır.
Roger Garaudy, 1968 Çekoslovakya
olaylarından sonra Fransız Komünist Partisi
75
Akademik Perspektif – Aralık 2014
idarecilerini Varşova Paktı birliklerinin
Çekoslovakya’ya
müdahalesini
onaylamamalarına
rağmen
gerçekte
SSCB’yi
desteklemekle
ve
Stalinci
metotlara başvurmakla suçladı. Şubat
1970’te FKP siyasi bürosundan ve Mayıs
1970’te de parti üyeliğinden atıldı. O
tarihten
başlayarak
düşüncelerini
Marksçılıkla Hıristiyanlığın orta noktasında
birleştirmeye çalıştı. Bu dönemde;
Ertelenen Özgürlük (Liberdé en Sursis),
Marksçılar ve Hıristiyanlar Karşı Karşıya
(Marxistes et Chrétienes Kace á Kace),
Sosyalizmin Büyük Dönemeci (Le Grand
Tournant du Socialisme), İşte Gerçekler
(Toute la Vérité), Erkek Sözü(Parole
d’homme),
Umut
Projesi
(Projet
Espérance), Yaşayanlara Çağrı (Appel aux
Vivants) ve Kadının Yükselişi İçin (Pour
l’avénement de la Femme) adlı eserleri
kaleme aldı. Hıristiyanlıkla sosyalizmin
ortak noktalarını araştırıp yazmaya
çalışması sebebiyle geniş kitlelerin ilgisini
çekti.
Cezayir
sürgünü
ve
İslamiyet’le
tanışmasına bakacak olursak Roger
Garaudy, İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin
özgürlüğü için silahlanan grupların
içindedir. Almanlara karşı yapılan ‘Somme’
savaşına bizzat katılır ve şeref madalyası
ile onurlandırılır. Roger Garaudy, 1940
yılında tutuklanır. Genereal Pétain
yönetimindeki Fransız Vichy Rejimi, Naziler
ile işbirliği içindedir. Tutuklanma sebebi,
mevcut rejime ve Nazilerin tahakkümüne
karşı silahlı mücadele girişimidir. Aynı
sebeple II. Dünya Savaşı sonuna kadar
kalacağı Fransız müstemlekesi Cezayir'e
gönderilir.
Celfa denilen bölgede bir askeri kışlada
tutukluluğu
devam
edecek
Roger
Garaudy'nin hayatı burada değişir. Kamp
içinde ayaklanmaya sebep olmak ve
isyancı gruba elebaşılık etmekle suçlanıp
idama mahkûm edilir Garaudy. İnfazı
kurşuna dizilerek yapılacaktır. Her daim
mazlumun yanında, zalimin karşısında
duran dava adamını iyi tanıyan Cezayirli
askerler, Fransız generalin ateş emrine
itaat etmezler. Usulca ölümü beklerken
infazı ertelenen Garaudy, sonunda
affedilir. Yıllar sonra İslam'dan nasıl
etkilendiği sorularına karşı, “Biz silahsız ve
savunmasız bir insana ateş etmeyiz”
diyerek mukabele eden kahraman
askerlerden
bahsedecektir.
Ünlü
mütefekkir,
bu
tecrübesini
kendi
kelimeleriyle
şöyle
yorumluyor:
“Yaşadığım bu olay bana Sorbonne
Üniversitesi'nde
on
yılda
tahsil
ettiklerimden
daha
mühim
şeyler
öğretmişti.” 1943 yılında özgürlüğüne
kavuşurken, ileride gönül bağı ile
bağlanacağı İslamiyet ile tanışır. Savaştan
sonra hemen terk etmez burayı Garaudy.
Alger’deki Fransız Radyosu’nda yöneticilik
yapar, komünist La Liberté Dergisi’nde
çeşitli yazılar kaleme alır.
Davasının bekçisi Garaudy, Fransa’ya
dönünce siyasete kaldığı yerden devam
edecektir. 1951 yılına kadar vekillik
yaptıktan sonra 3 sene senatörlük görevini
yürütür
(1959-1962).
Fransız
entelijansiyasında
popülaritesi
gün
geçtikte
artarken,
devrin
önemli
isimlerinden Charles de Gaulle, Stalin,
Fidele Castro, Pablo Picasso, Louis Aragon,
Gaston Bachelard, Jean-Paul Sartre ve
Romain Rolland gibi önemli simalarla
yakından diyalog kurar. Ünlü düşünür,
1952’de
Sorbonne
Üniversitesi’nden
76
Akademik Perspektif – Aralık 2014
edebiyat dalında, 1954’de SSCB Bilimler
Akademisi’nden bilim dalında doktor
unvanını alırken, 1962’de Fidel Castro
tarafından Küba Üniversitesi’nde felsefe
reformunu yapmak üzere görevlendirilir.
Burada Marksist İnceleme ve Araştırmalar
Merkezi müdürlüğü yapar.
Garaudy, düşüncede devrimin sona
ereceğine inanmamış, bunu bir asır devam
edecek hayatının her dönemecinde ispat
edecekti. Teorisyenliğini yaptığı sosyalizm
düşüncesini konferanslar, kitaplar ve daha
birçok vesile ile yarım asırdan fazla bir
müddet anlatmıştı. Fransız komünistlerin
iskeletini oluşturacak eserleri bir bir
yazarken, nerede sosyal eşitlik, adalet,
Marksizm konulu bir toplantı olsa orada
Roger Garaudy’nin ismi geçer olmuştu.
Sonra, 1968 yılında, FKP yöneticilerini
Çekoslovakya’ya giren SSCB‘ye karşı sessiz
kalmakla suçlamıştı. Parti yönetimini hedef
alan tenkitleri ve SSCB’ye dair sert
ithamları, parti ile yolunun ayrılmasına
sebep oldu. Bu noktada, yeryüzünde hiçbir
ülkenin
gerçek
bir
sosyalizmle
yönetilmediğini savundu. 1970 yılına
gelindiğinde Fransız Komünist Parti’den
tamamen ihraç edilmiş ve ebedi muhalif
damgasını yemişti. Hayatının bu evresinde
maneviyata eğildi. İnsanlığın yegâne
kurtuluşunun Sosyalizmle birleşen bir
imandan geçtiğine ikna oldu.
Bu yörüngede Marksizm ile Hıristiyanlık
arası orta yol bulmaya çalıştı. Ve nihayet
sonradan müşerref olacağı İslam hakkında
derin düşüncelere daldı. Uzun bir uzletin
ardından,
1982
yılında
şahitlerin
huzurunda Müslüman olduğu duyuldu.
Roger Garaudy’in Müslüman olması
dönemin sanat, edebiyat ve siyaset
camiasında bomba etkisi yaptı. Haber
ajanslarının telekslerinde dünyaya ulaşan
bu haberle Kremlin müthiş sarsıldı. Çünkü
Garaudy
uzun
zaman
Fransa’daki
komünistlerin en büyük akıl hocası olarak
tanınan bir bilim adamıydı. Bir zamanlar
dünyanın her tarafında yaptığı ateşli
konuşmalarla komünizmi kitlelere izah
eden akıl hocası artık Reca Carudi ismini
almıştı. İslamiyet’i seçtikten sonra “Kişisel
inançlarımdan
ve
entelektüel
kanaatlerimden ödün vermedim.” diyerek
davasına sıfırdan başlayan Garaudy, bu
seçimini Fransız gazetesi Le Monde’da
yazdığı bir makale ile ifşa etti. Bundan
sonra Müslüman dünyanın sorunları
üzerine çalışmalar yaptı, konferanslar
verdi.
Filistin davasının batı dünyasındaki en
büyük destekçilerinden biri oldu. ‘İsrail’in
Kuruluşundaki Mitler’ kitabını hiçbir
yayınevi basmaya yanaşmayınca kitabı
kendi imkânlarıyla bastırdı. Fransız
mütefekkir, 1995 yılında çıkan kitabı
yüzünden bir damga daha yedi: Antisemit.
Abbe Pierre’in kendisine verdiği destekle
Fransız kamuoyunda büyük tartışmalar
oluşturdu. Fikirlerine ket vurmak ve
yıldırmak amacı ile uzun süre Fransız
mahkemelerince yargılandı.
Dilimize otuzdan fazla çevrilen eserleriyle
Roger Garaudy, Paris banliyölerindeki
mütevazı evinde son nefesini vereceği 13
Haziran
2013’e
kadar
davasını
savunmuştu. Vicdanından tüm ömrü
boyunca taviz vermemiş ve ihtiyarını bir
ideolojinin sultasına zincirlememişti. Roger
Garaudy, vasiyet ettiği gibi Paris
yakınlarındaki
Champigny-sur-Marne
crématorium’unda (ölü yakılan yer)
sevenlerinin katıldıgı sade bir törenle küle
dönüştü.
ESERLERİ:

Dünyadaki Tek Medeniyet Batı
Değil

Le Terrorisme Occidental (Batı
Terörizmi) (2004)
77
Akademik Perspektif – Aralık 2014

Mythes fondateurs de la politique
israélienne
(İsrail'in
kuruluşundaki
mitler) (1995) Bu kitabında savunduğu
antisemitik
görüşler
Fransız
ceza
kanunlarına göre suç teşkil eder.

Avons-nous besoin de Dieu? (Tanrı
gerekli mi?) (1993)

Karl Marx (1972 ve 1977) Onbir
dile tercüme edilmiştir.

Pour un Modele français de
socialisme (Sosyalizmin bir Fransız modeli
üzerine) (1968)

Lenine (1968) İtalyanca, İspanyolca,
Fransızca, Portekizceye tercüme edilmiştir.

La pensee de Hegel (Hegelin
düşüncesi) (1966) İspanyolca, Portekizce,
Arnavutça ve Yunanca'ya tercüme
edilmiştir.

Marxisme du XX siecle (20.yy
Marksizmi) (1961) Norveççe, İngilizce,
Türkçe, Çekçe'ye tercüme edilmiştir.

Dieu est Mort (Tanrı Öldü) (1962)
Hegel üzerine inceleme. Almanca ve
İspanyolcaya tercüme edilmiştir.

Perspectives de l'homme (İnsanın
Ufukları) (1955) Sırbo-Hırvatça, İspanyolca,
Lehçe, Portekizçeye tercüme edilmiştir.

Theorie
materialiste
de
la
connaissance
(Materyalist
Bilgi
Teorisi) (1953) Çekçe, Rusça, Almanca ve
Japoncaya tercüme edilmiştir.

Les
sources
françaises
du
socialisme scientifique (1949) (Bilimsel
sosyalizmin Fransız kaynakları) Lehçe,
Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir.

Siyonizm Dosyası

Yaşayanlara Çağrı
78
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Akademik Perspektif:
Hedefler, Yollar ve Değerli İnsanlar
Samet Zenginoğlu*
Akademik Perspektif Dergisi, mekândan bağımsızdır ve zamanın ruhunu takip etmeyi ve
yakalamayı hedeflemektedir.
Türkiye’de sosyal bilimler alanının temel
problemlerinden biri, muhteviyatını ve
hedeflerini
ifade
etme/açıklama
noktasında yaşanan güçlüktür. Örneğin,
Uluslararası İlişkiler alanına lisans eğitimi
ile adım atacak olan bir kişi, eğitim süreci
aşamasında içerik noktasında ve eğitim
sürecinin sona ereceği aşamada iş bulma
olasılıkları noktasında kendisini ne tür
imkan
ve
risklerin
beklediğini
bil(e)memekte ya da bu konu hakkında
yeterli
malumata
sahip
olamayabilmektedir. Bu durumun diğer
sosyal bilim dalları için de geçerli olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Öğrenciler
bazındaki bu durum, başta velileri olmak
üzere, bu ülkenin birçok ferdi için de
geçerlidir. Kazanılan bir bölüm hakkında
“iki yıllık mı, dört yıllık mı?”, “bu bölümde
neler anlatılıyor?” veya “bu bölümü
bitirenler neler yapıyor?” eksenindeki
tartışmalar bu ifadeyi teyit eder
mahiyettedir. Bu sorunsalı ortadan
kaldırmayı (ya da minimize etmeyi) temel
hedeflerinden birisi addeden Akademik
Perspektif Dergisi 2010 yılında Genel Yayın
Yönetmenimiz
Oğuzhan
Yanarışık
öncülüğünde yayın hayatına başlamış,
sosyal bilimlerin farklı alanlarından
(uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, tarih,
hukuk, işletme, iktisat) ve farklı
aşamalarından (lisans, yüksek lisans,
doktora öğrencileri ve akademisyenler)
birçok ismin çalışmalarıyla sundukları
değerli katkılarla geniş kitlelere ulaşan bir
platform haline gelmiştir.
79
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Benim Akademik Perspektif ailesi ile ‘Köşe
Yazarlığı’
konumunda
başlayan
ilerleyişim/yürüyüşüm bu yılın sonunda
üçüncü yılını doldurmuş olacak. O
dönemden itibaren yurt içinde ya da yurt
dışında eğitimlerini sürdüren köşe
yazarlarımız makale ve röportajlarıyla
önemli katkılarda bulundular. Bununla
birlikte, yine bu süreç içerisinde değerli
birçok hocamızın çalışmaları ile yayın
içeriğimiz büyük bir zenginlik kazandı ve
kazanmaya da devam ediyor. Elbette
bunların haricinde, makalelerini ve
gerçekleştirmiş
oldukları
röportajları
dergimizde paylaşan onlarca arkadaşımızı
da buraya eklememiz gerekir.
Peki, Akademik Perspektif Dergisi’ni farklı
kılan hususlar nelerdir? Bir kere, sıklıkla
karşılaştığımız soruların başında çalışma
merkezimizin nerede olduğu sorusu
gelmektedir. Bu soruya verebileceğimiz net
cevap şudur: Akademik Perspektif Dergisi,
mekândan bağımsızdır ve zamanın ruhunu
takip
etmeyi
ve
yakalamayı
hedeflemektedir. Aslında bu iki ifade,
birbiri ile doğrudan bağlantılıdır. Zira her
alanda küreselleşmenin farklı boyutlardaki
etkilerinin
yaşandığı
bir
yüzyılın
mensuplarıyız.
Şayet,
fikir
ve
düşünceleriniz
zamanın
ruhunu
yakalayamıyor ise, düşünceleriniz atıl
kalmaya mahkûm olmaktadır. Yine temel
bir farklılık, başlangıçta da ifade ettiğimiz
üzere, bu alanın genç isimlerinin
kendilerini ifade etme alanı bulmalarıdır.
Buradaki bir farklılık da şudur: yayın
hayatına başladığımız ilk günden bu yana,
çalışmalarımızda
iç
politikanın
sığ
tartışmalarından mümkün olduğu ölçüde
uzak durduk. Elbette ki, herkesin bir görüş
ve
fikriyatının
olması
gerektiğine
inanıyoruz.
Lakin
fikirler,
bilgilerle
desteklenmediği zaman yapılan tartışmalar
hiçbir
zaman
hiçbir
ilerleme
kaydetmemektedir.
Dolayısıyla,
farklı
perspektiflerden,
farklı
tartışmalar
gerçekleştirilecekse
bu
tartışmaların
fikirlerden
ziyade
bilgi
ekseninde
gerçekleştirilmesi
gerektiği
kanaatini
taşıyoruz.
“Pozitif sinerji temel anlayışlarımızdan
birisini teşkil ediyor.” Hep birlikte, “daha
iyi”nin her zaman mümkün olabileceğine
inanıyoruz. Geldiğimiz aşama ise, bu
düşüncemizi doğruluyor. Başta Türkiye
olmak üzere, 161 ülkeden sürekli artan bir
biçimde takipçilerimizin varlığı bunun
dikkate değer bir örneğini oluşturuyor.
Facebook sayfamızda, 570.000’ni aşan
takipçi sayımızla alanımızda yurtiçinde ve
yurtiçinde birçok tanınmış sayfayı geride
bırakmış durumdayız.
Temmuz 2014’te yine büyük bir adım
atarak
Üniversite
Temsilcilerimizi
belirledik. Başvuru sürecinde büyük bir
katılım oldu. Elbette, belli kriterler
ekseninde bir belirleme/değerlendirme
sürecini gerçekleştirdik. Peki, bu konudaki
“ilk” ne idi? Lisans, yüksek lisans ve
doktora aşamasındaki temsilcilerimize
herhangi bir mekân sınırlaması olmaksızın
çalışmalarını
sunma
ve
değerli
takipçilerimizle paylaşma imkânı sunmuş
olduk. Zira mekân sınırlamasının olmaması
demek, zamanın da verimli kullanılması
demekti. Mevcut süreçte, yurtiçi ve
yurtdışından 104 farklı üniversiteden 162
temsilcimiz ile bu büyük adımı atmış olduk.
Yakın vadede çalışmaları ile temsilcilerimiz
sizlerle buluşmuş olacaklar ve bu yılın sonu
itibariyle de oluşturacak olduğumuz
80
Akademik Perspektif – Aralık 2014
Temsilciler sayfamızla onları daha yakından
tanıma imkânı bulacaksınız. Bu konudaki
temel hedefimiz birbirinden kıymetli
temsilcilerimizin üretken ve verimli bir
süreçle çalışmalarını sizlere ulaştırmaları
ve bu çalışmalarla seslerini bütün dünyaya
duyurmaları. Son dönemde başlayan
Üniversite Temsilcileri Koordinatörlüğü
görevimle bütün temsilci üyelerimizle fikir
alış-verişleri yaparak, koordineli bir
biçimde bu ay itibariyle yayınlarımızı
sunmaya başlayacağımızı bildirmekten de
mutluluk duyuyorum.
Şunu açık yüreklilikle belirtmek isterim ki
şu ana kadar anlatılanlar, hedeflerin
tamamladığını gösteren tozpembe bir
tablo çizmeyi amaçlamamaktadır. Bununla
birlikte,
ayakları
yere
basmayan
“yapacağız”, “edeceğiz” gibi cümleler de
kurmayı hedeflemiyorum. Zira bu yazının
amacı dört yılın ardından, “Akademik
Perspektif Dergisi’nin amacı nedir?”,
“Akademik Perspektif Dergisi neler
yapmaktadır?” gibi sorulara bir nebze
cevap verebilmektir.
Yeni düşünce ve fikirlere açık bir şekilde
yolumuza devam ediyoruz. Yapıcı görüşleri
dikkate alıyor, varsa noksanlıklarımızı
ivedilikle gideriyoruz. Fakat ilerlediğimiz
zamanlarda her zaman yürünebilir yollarla
karşılaşmadık. Bütün bu süreçte elbette ki
her oluşum gibi, eleştiri ve ithamlara
maruz
kaldık.
Lakin
takipçilerimizin/okurlarımızın taltifleri ve
ulaşabildiğimiz alanlar bizim için esas kriter
olduğu için “sözcüklerin kalabalıktan öte
anlam ifade etmesi güç” tartışmalara
girmedik, girmiyoruz.
Tekrar vurgulamak gerekirse, zamanın
ruhunu yakalayarak sosyal bilimler
alanındaki evrensel dilin Türkiye’den de
yükselmesi
gerekiyor.
“İspanyollar,
Mayaların yaşadığı bir yarımadaya ilk ayak
bastıklarında İspanyolca olarak oranın
adını sormuşlardır. Mayalar da şöyle cevap
vermişlerdir: ‘ma c’ubah than’; bu da ‘ne
dediğinizi
anlamıyoruz’
demektir.
İspanyollar işittiklerini ‘Yucatan’ olarak
uyarlarlar ve bunun oranın adı olduğunu
varsayarlar. O tarihten beri buranın adı
Yucatan olarak bilinir (1).” 21. yüzyılda
küresel bir gerçeklik var: sosyal bilimler
alanındaki evrensel dili yakalayamadığınız
ve kendinizi ifade edemediğimiz takdirde
dışarıdan tanımlanma durumu/riski ile
karşı karşıya kalabilirsiniz…
Teşekkür: İlk günden bugüne çalışmalarıyla
desteklerini sunan bütün yazarlarımıza ve
takipçilerimize, hâsılı bu büyük ailenin
üyesi olan siz değerli insanlara ayrı ayrı
şükranlarımızı sunarız.
Dipnot
(1) Kevin Robins & David Morley, Kimlik
Mekânları, (çev.) Emrehan Zeybekoğlu,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011.
* Samet Zenginoğlu, Akademik Perspektif
Dergisi,
Üniversite
Temsilcileri
Koordinatörü
81
Akademik Perspektif – Aralık 2014
82
Akademik Perspektif – Aralık 2014

Benzer belgeler