Türkiye – Orta Doğu İlişkileri
Transkript
Türkiye – Orta Doğu İlişkileri
“Hem Seviyeli Hem Keyifli” Aralık 2014 | Yıl: 1 Sayı: 2 Türkiye – Orta Doğu İlişkileri Orta Doğu'nun Bölgesel Gücü: Türkiye Orta Doğu: Dünü, Bugünü, Yarını Suriyeli Mülteciler: Türkiye’nin Müstakbel Vatandaşları Cephe savaşından Cephe Gerisi Savaşa Geçişte İsrail Örneği Ortadoğu Şehrinin Altın Anahtarı: Mısır Avrupa Birliği ve Orta Doğu Akademik Perspektif – Aralık 2014 Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır 1 2 Akademik Perspektif – Aralık 2014 AKADEMİK PERSPEKTİF akademikperspektif.com Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK KOORDİNATÖR SAMET ZENGİNOĞLU EDİTÖRLER AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR AYBÜKE UYGUR - BEHRUZE NEHMETOVA - CAN ACUN - CANER AKKAYA - DERYA KAP - ENES DEŞİLMEK - FATİH GÖKYILDIZ - FURKAN BURCU AKSOY - HALİL İBRAHİM KELEŞ - HALİL KÜRŞAD ASLAN - MELİH YELTEPE - MELİKE ŞENER - MUSTAFA İHSAN ORHAN - ÖMER KARAMAN - ÖZLEM GÜMÜŞ - SAFİYYE KEMAL TOLUK - SEHER GÖZDE USTAÖMER - SELİN DURAN - ŞAHİN AYDIN - TÜLİN AVCU REKLAM ve İLETİŞİM [email protected] YAYIMCI Akademik Perspektif Enstitüsü Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz. *Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır. 3 Akademik Perspektif – Aralık 2014 AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN Saygıdeğer okuyucularımız, Akademik Perspektif Dergisi, akademik vasıflara sahip yazarların, genel beklentinin aksine, sıkıcı ve teknik olmayan keyifli bir üslupla gündemi ve dünya meselelerini analiz ettikleri seviyeli bir platformdur. Okuyucularına uluslararası ilişkiler, tarih, ekonomi, hukuk ve siyaset bilimi alanlarında makaleler, röportajlar, haberler, karikatürler ve videolar sunan güncel bir online sosyal bilimler dergisidir. Akademik Perspektif, ilk aşamada Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli üniversitelerinden akademisyenlerin ve üniversite öğrencilerinin ilgisini çekti. Daha sonra internet dünyasının ve ulusal basının da dikkatini çekti. Birçok makalemiz çeşitli internet sitelerinde ve online dergilerde tekrar yayınlandı. Birçok çalışmada makalelerimize referans verildi. Facebook sayfa takipçimiz 650.000‘i aştı. Dergimiz online tabanlı olması sayesinde mesafe sorunlarını ortadan kaldırdı ve başta Türkiye olmak üzere yaklaşık 161 ülkeden sürekli artan oranlarda ziyaretçi çekmeyi başardı. Akademik Perspektif bildiğiniz üzere geçtiğimiz aydan itibaren web sitesindeki yayına ek olarak aylık pdf formatında bir dergi de çıkarmaya başladı. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, her ay belli bir kapak konusu belirleyeceğiz. Başta bu konu olma üzere, ilgili alanlardaki çeşitli konularda hem kendi ekibimizin kaleme alacağı yazıları hem de takipçilerimizden gelen nitelikli makaleleri yayınlayacağımız bu dergilerde konulara mümkün olduğunca farklı perspektiflerden bakabilen yazarlara yer vereceğiz. Bu ikinci sayımızın kapak konusunu çok uzun bir süreden beri Türk dış politikasının temel meselelerinden biri olmayı sürdüren Orta Doğu ve Türkiye ilişkileri olarak belirledik. Konuya değişik açılardan yaklaşan makale ve röportajları bir araya getirdik. İlişkilerin tarihi seyrinden ekonomik ilişkilere, bölgede son dönemde meydana gelen önemli olaylardan bölgenin geleceğine yönelik projeksiyonlara kadar birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları derledik. Bu ay ayrıca, Türk dış politikasında ve Avrupa, Amerika, Orta Doğu ve Afrika’da geçtiğimiz ay meydana gelen önemli gelişmeleri sizler için derledik. Bundan böyle düzenli olarak yayınlanacak “Ayın Düşünürü” köşemizi de oluşturduk. İlk iki sayımız için de yoğun şekilde makale teklifi gönderen bütün takipçi ve okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir sonraki kapak konumuzu “Çin” olarak belirledik. Başta bu kapak konusu olmak üzere, ilgili alanlardaki meseleleri kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz. Keyifli okumalar… Oğuzhan Yanarışık Genel Yayın Yönetmeni 4 Akademik Perspektif – Aralık 2014 İÇİNDEKİLER Orta Doğu'nun Bölgesel Gücü: Türkiye ............................................................... 7 Ortadoğu Şehrinin Altın Anahtarı: Mısır ........................................................... 10 Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Ekonomi Üzerine Etkileri ............................ 14 Orta Doğu: Dünü, Bugünü, Yarını… ................................................................... 18 Ortadoğu Avrupa'da ......................................................................................... 24 Cephe savaşından Cephe Gerisi Savaşa Geçişte İsrail Örneği ............................ 27 Suriyeli Mülteciler: Türkiye’nin Müstakbel Vatandaşları................................... 30 Suriye’de Çözüm Bağlamında Uluslararası Yaklaşımlar ..................................... 36 Avrupa Birliği ve Orta Doğu .............................................................................. 39 Emperyalist Meydan Okuma ve İslam Medeniyeti Özelinde Ortadoğu ............. 45 BM Lübnan Geçici Kuvveti Bünyesinde Türkiye’nin Rolü .................................. 48 Terörizm ve “IŞİD” Gerçeği ............................................................................... 51 Ortadoğu’da İki Önemli Güç: İran Ve Türkiye ................................................... 56 Birleşik Arap Emirlikleri ve İran Arasında 3 Ada Sorunu .................................... 59 Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay ............................................................ 62 Orta Doğu ve Afrika’da Geçtiğimiz Ay ............................................................... 65 Avrupa’da Geçtiğimiz Ay .................................................................................. 69 ABD'de Geçtiğimiz Ay ....................................................................................... 72 Ayın Düşünürü: Roger Garaudy ........................................................................ 75 Akademik Perspektif: Hedefler, Yollar ve Değerli İnsanlar ................................ 79 5 Akademik Perspektif – Aralık 2014 6 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Orta Doğu'nun Bölgesel Gücü: Türkiye Özlem Gümüş* Bu çalışmada öncelikle Orta Doğu'nun tanımı yapılacak ve Türkiye'nin bu bölgede ki yerine değinilecektir. Uluslararası koşulların Türkiye'nin Orta Doğu politikasını nasıl yönlendirdiği konusunda ki soru işaretlerine yanıt bulunmaya çalışılacak ve izlediği politikanın altında yatan nedenlere ışık tutulacaktır. Türkiye'nin Orta Doğu'nun bölgesel gücü olduğu algısı ve Arap Baharı sonrası bu algıda meydana gelen değişimlerin nedeni irdelenecektir. Bu bilgiler ışığında Türkiye'nin günümüzde izlediği Orta Doğu politikası anlaşılmaya çalışılacaktır. Orta Doğu bir kavram olarak ilk kez Amiral Alfred Thayer Mohan tarafından, Arabistan ve Hint yarımadaları arasında kalan ve deniz stratejileri için önem taşıyan bölge için kullanılmıştır. Geçen yüzyıllık süre zarfında tanım oldukça farklılaşmış ve yeni boyutlar kazanmıştır. Öyle ki İslam Coğrafyası denildiğinde akla gelen ilk yer olan Orta Doğu, kimi zaman da Hakimiyet Teorilerinin tek müşterek alanı olmuştur.1 "Orta Doğu hem coğrafi hem siyasi olarak pek çok bilinmezlerin, karmaşık ilişkilerin, sorunların ve çatışmaların, ihanetlerin ve dostlukların, birleşme adına yaşanan ayrışmaların, homojen zannedilen heterojenliğin, tam olarak kavranmadığı için bazılarınca kaynayan kazan, bazılarınca bataklık olarak tanımlanan, bazılarına göre petrolün ve zenginliğin merkezi olan, üzerine çok şey söylenen ama çok az şey bilinen bir coğrafyanın"2 ifadesidir. Ortadoğu üzerine yapılan binlerce tanımdan yola çıkılarak, Orta Doğu denildiğinde dinsel anlamda Müslümanların, etnik anlamda ise Türk, Arap ve Farslar'ın büyük çoğunluğu 1 Kaya Erdem Burcu, "Orta Doğu'da "Küçük" Ama "Önemli" Olabilmek: "Katar" Örneği" Akademik Orta Doğu, Altı Aylık Orta Doğu Araştırmaları Dergisi, Cilt 4 Sayı 1, 2009, s.29 2 Ari Tayyar, "Geçmişten Günümüze Orta Doğu : Siyaset, Savaş ve Diplomasi", İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 9 7 Akademik Perspektif – Aralık 2014 oluşturduğu bölge anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ise, ister tarihiyle olsun, ister din faktörü dolayısıyla olsun bu bölgenin fazlasıyla içinde yer almaktadır. Aynı zamanda da fazlasıyla uzağında... Türkiye bu bölgenin içindedir çünkü; sosyokültürel bağları, coğrafyası, geçmişi Türkiye'nin Orta Doğu içinde algılanmasına neden olmaktadır. Ancak bu, Türkiye'nin uzun süre izlediği politikayla çelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren belirlediği idealler itibariyle daha çok Batı endeksli bir politika izlemiş ve bunun sonucu olarak Orta Doğu'dan uzak kalmaya çalışmıştır. Çağdaş devletler arasında yer almak arzusunun karşılığı ve modernleşmenin idolü tarih boyunca Batı olmuştur. Ancak gelişen uluslararası şartlar ve özellikle Orta Doğu'da yaşanan gelişmeler Türkiye'yi bölgeye çekmiş ve Türkiye'nin bölgede önemli bir rol oynamasına sebep olmuştur. Türkiye'nin üç kıtanın buluşma noktasında stratejik bir öneme sahip olması Türkiye'yi bölge için kilit noktaya taşımıştır. Bu nedenle Türkiye, dış politikasını ve hatta yeri geldiğinde iç politikasını yönlendirirken uluslararası konjonktürü daha fazla dikkate almak ve vizyonunu bu çerçevede belirlemek mecburiyetinde kalmıştır. Coğrafyanın önemi gelişen teknolojik gelişmeler ile farklı bir boyut kazanmış ve stratejileri tekrar gözden geçirmeyi gerektirmiştir. Oluşan yeni coğrafya tanımı daha geniş bir çerçevede ele almayı gerektirmektedir. Yeni koşullar, ulaşımdaki kolaylık, internetin ve özellikle sosyal medyanın yaygınlaşması, bilgiye kolay erişim olanağı yeni gündemler oluşmasında artık önemli etkenler haline gelmektedir. Bu etkenler Türkiye'nin Orta Doğu vizyonunu da etkilemiştir. Türk beşeri ve sosyal sermayesi, arzu edilen dış politika hedeflerini izleyebilmek için seferber olmak zorunda kalmıştır. Türkiye, Suriye'de yaşananların ardından milyonlarca Suriyeliye sınır kapılarını açmış, ülke bütçesinden önemli bir bölüm ayırarak mültecilere maddi yardım yapmıştır. Ancak doğrudan bir müdahaleden kaçınmıştır. Bunun altında yatan nedenler ise Türkiye'nin izlediği politikaya ışık tutmaktadır. Türkiye'nin kendi dinamikleri, inançları, doğruları bu yardımları yapmayı gerekli kılmıştır. Ancak ABD ve Avrupa ülkelerinin müdahaleden uzak olan tutumları bu konuda Türkiye'yi de etkisi altına almış ve Türkiye doğrudan müdahaleden kaçınmıştır. Bunun sebebi ise, Türkiye'nin Batı'ya tam anlamıyla sırtını dönmek istemeyişidir. Türkiye Orta Doğu'da etkin rolünü daha çok piyasaya dostane, uluslararası işbölümünü, endüstriyel tamamlayıcılıkları göz önünde bulunduran bir kalkınma ve sanayi stratejisini tasarlamaya ve bunu iyi belirlenmiş küresel prensiplerle bağdaştırmaya yönelik olarak 3 kullanmaktadır. TESEV'in Orta Doğu'da Türkiye Algısı 2013 raporu incelendiğinde anlaşılıyor ki bölgede Türkiye sempatisi, bölgesel güç algısı hala devam etmekte ancak büyük bir erozyona uğramış durumdadır. Sonuçlara 3 Heinrich Böll Stiftung Derneği, "Türkiye'nin Orta Doğu Politikası ve "Yeni Coğrafya" Algısı" 13.11.2014, http://tr.boell.org/tr/2014/06/16/tuerkiyeninortadogu-politikasi-ve-yeni-cografya-algisi-yayinlar 8 Akademik Perspektif – Aralık 2014 göre ABD ve Avrupa ülkeleri ile mukayese edildiğinde tablo sevindiricidir. Ancak iki ülke vardır ki ortalamayı en çok düşüren ülkelerdir. Suriye ve Mısır. Anlaşılan o ki Arap Baharı öncesi Türkiye'nin bölgedeki tutumu sevgi, saygının yanında büyük beklentilere de neden olmuştur.4 Orta Doğu ile ilişkilerde temel olan İslam faktörü üzerinden değerlendirildiğinde, Türkiye ana stratejik ilişkilerinin NATO ve AB gibi Batı ittifakının parçası olan kuruluşlarla olduğunun ve komşularla sıfır problem politikasının bölgedeki tüm aktörlere eşit mesafede olma ilkesine dayandığının altını çiziyor. Ne var ki Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce de yaptığı pek çok konuşmada, Müslüman bir blok yaratmanın temellerini atmaya çalıştıklarını ima eder mahiyette konuşmuştur. Erdoğan’ın dünyada 1,5 milyar Müslüman temsilcisi olduğunu belirttiği ifadelerinde bu açıkça anlaşılmaktadır. Müslümanların savunuculuğunu üstlenen, İsrail karşıtı tutumunun yanında Türkiye'nin kaydettiği gelişmeler de, bölgede ki popülerliğinin nedenlerindendir.5 Görülüyor ki Türkiye, Batı ile Orta Doğu arasında bir çizgide politika yürütmektedir. Türkiye son yıllarda, alternatifsizliğin olumsuz sonuçlarının bilincinde hareket etmekte ve hem Batı ile hem de Orta Doğu ile ilişkilerini bu bilinçle yönlendirmektedir. Türkiye eğer Orta Doğu'dan tamamen uzaklaşırsa hem potansiyelini harcamış olacak, hem de zararlı maliyetleriyle karşı karşıya kalacaktır. Bu nedenle Türkiye, uluslararası konjonktür ışığında hareket etmeli ve alternatifsiz kalmamayı hedef haline getirmelidir. Daha önceki güvenlik endişesi sebebiyle bölgeden uzak kalışının kendisine bir fayda getirmediğini anlayan Türkiye, bölgede iradesini ortaya koyma gereğini hissetmiştir. Türkiye kendi potansiyelinin gerektirdiği ölçüde ayakları yere sağlam basan politikalar izlemeli, hayalperest olmadan gerçekçi adımlar atmalı ve öngörülü yaklaşarak, bölgedeki popülerliğine aldanmadan hareket etmelidir. Ve bunları yaparken, uluslararası konjonktürü göz önünde bulundurmalı ve sınırlarını iyi analiz etmelidir. Eğer bunları başarabilirse, Türkiye çok daha sağlam adımlarla ilerleyebilir ve önemli sonuçlar elde edebilir.6 * Özlem Gümüş, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler 4 Kohen Sami, "Orta Doğu'da Türkiye Algısı Neden Geriledi?",04.12.2013, http://www.milliyet.com.tr/ortadogu-da-turkiyealgisi-neden/dunya/ydetay/1802175/default.htm 5 Internatıonal Crisis Group, "Türkiye ve Orta Doğu: Yüksek Hedefler ve Kısıtlayıcı Unsurlar, Kriz Grubu Avrupa Raporu N°203", 07.04.2010, http://www.crisisgroup.org/~/media/Files/europe/ turkeycyprus/turkey/203%20Turkey%20and%20the%20 Middle%20East%20%20Ambitions%20and%20Constraints%20TURKISH .pdf 6 Bolat Duran, "Türkiye'nin Orta Doğu Politikası'nın Genel Çizgisi ve Bu Politikada Etkili Olan Faktörler", Akademik Perspektif Enstitüsü, 27.01.2012 http://akademikperspektif.com/2012/01/27/turkiy enin-orta-dogu-politikasinin-genel-cizgisi-ve-bupolitikada-etkili-olan-faktorler/ 9 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ortadoğu Şehrinin Altın Anahtarı: Mısır Röportaj: Melih Yeltepe SETA Ortadoğu Uzmanı Can Acun: “Türkiye'nin Mısır darbesi karşısında aldığı siyasi tavır hem ilkeli hem de rasyoneldir. Bundan sonra ilişkilerin seyrine Türkiye değil Mısır karar verecektir. Mevcut Mısır yönetimi İhvan ve diğer muhalif unsurlara yönelik politikasını değiştirip onları adım adım siyasi sistemin içine entegre ederse, Türkiye Mısır ilişkileri de kısmen de olsa bir yumuşama içine girebilir.” Özellikle son dönemde Gazze’de yaşanılan olaylardan sonra unuttuğumuz diğer bir kanayan yaramız: Mısır. Arap Baharı’nın temel nedeni sadece diktatörlük müydü? Devrim gerçekleşti derken gelen darbeyle birlikte binlerce insanın yaşamını yitirdiği Mısır’da neler oldu? İhvan neyi yanlış yaptı? Mısır’ın etnik yapısının devrimde ve darbede etkisi ne yöndeydi? Türkiye, Sisi yönetimiyle nasıl bir ilişki içinde olmalı? Bütün bu soruların cevabı SETA Ortadoğu Uzmanı Can Acun’la yaptığımız röportajımızda. Mısır'da yaşananlara biraz temelinden girmek istiyorum. Arap Baharı'nın tek nedeni ülkeyi yöneten diktatörler miydi yoksa arka planında işsizlik, yaşam kalitesi gibi daha farklı etkenler de var mıydı? Mısır'da 25 Ocak devriminin sebebini sadece özgürlük ve demokrasi arayışına indirgemek mümkün değil. Ülkede on yılların getirdiği sosyo-ekonomik sorunlarda birincil derecede etkili olmuştur. Ülkenin düşük gayri safi milli hasılası, adaletsiz bir gelir dağılımı ile birleşmiş olduğundan zengin fakir uçurumu kabul edilemez boyutlara tırmanmıştı. Yolsuzluklar ile iyice çökmüş olan devlet sistemi halkın talep ettiği hizmeti sunmaktan çok uzaktaydı. Ülkenin ulaşım, sağlık, eğitim, enerji altyapısı dünya ortalamasının çok altında seyrediyordu. Tabii aslında tüm bunları aslında diktatörlük rejiminden ayrı tutmak da mümkün değil. Kötü yönetimin bir sonucu olarak tezahür etmiş şeyler. 10 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ümmül Dünya (Dünyanın Anası) olarak adlandırılan Mısır İslam dünyası için çok önemli bir ülke. Böyle bir olayın Mısır'a sıçraması diğer toplumlarda ne gibi bir heyecan uyandırdı? yaşanmasına neden oldu. İhvan-ı Müslim’in kararlı bir şekilde darbe karşıtı direnişi devam ettirmesi de ölümlerin artarak devam etmesini beraberinde getirdi. Gerek tarihi, gerekse demografisi ve jeopolitik konumu itibariyle Mısır, İslam ve Arap dünyasının kalbgahı sayılabilecek çok önemli bir ülkedir. Burada tezahür eden fikir ve siyasi akımlar diğer ülkeleri etkileme istidadı gösteriler. Bu bağlamda Arap Baharı'nın Mısır'ı etkisine alması ve çok kısa bir sürede Mübarek'in devrilmiş olması büyük bir etki oluşturdu. Tabi menfi manada Mursi'ye yönelik askeri darbede aksini oluşturmuş oldu. Mısır'daki seküler yapıların Müslüman Kardeşler'e yaklaşımı ne yöndeydi? Mısır'da çok çeşitli dine ya da inanca sahip insan bulunmakta. Bu devrim sırasında bu farklılıklar kendini belli etti mi, yoksa devrim ülküsü her kanattan insanı birleştiren bir etmen mi oldu? Mübarek'e yönelik isyan tüm toplumsal kesimlerden ülkenin kahir ekseriyetini içinde barındırıyordu. Ancak Mübarek sonrası dönemde toplumsal kesimler ayrışmaya ve adım adım birbirine karşı pozisyon almaya başladı. Bu ayrışmada eski rejimin (fülul) bilinçli bir dizaynı olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı Mısır'da diğer ülkelere nazaran daha farklı yaşandı. Daha çok kan, çatışma ve protestoya sahne oldu. Bunun en büyük nedeni sizce neydi? Mübarek'e yönelik isyanda bine yakın insan hayatını kaybederken, müesses nizamın Mübarek eli ile sürdürülemeyeceğini gören Mısır ordusunun tarafsız bir pozisyon alması, daha fazla şiddetin tezahür etmesini 25 Ocak devrimi döneminde engelledi. Ancak Mursi'ye yönelik darbenin ana aktörünün ordu olması ülkede 3 Temmuz'dan bugüne değin kitlesel ölümlerin ve katliamların Öteden beri olumsuz olmuştur. İhvan-ı gizli amaçlar güden, ülkeye zorla şeriat rejimi getirip hayat tarzına müdahale edeceğine inanan bir duruşları var. Ciddi İslamofobik söyleme de sahip olan bu kesimler İhvan karşıtlığı sebebi ile darbenin de parçası olmuşlardır. Devrim geçekleşti seçimler bitti ve İhvan-ı Müslim yönetimi ele aldı ama çok kısa bir sürede darbe gerçekleşti. Sizce bu durumun en büyük nedeni neydi? 25 Ocak Mübarek'in devrilme sürecinde ordu tarafsız bir pozisyon alarak varlığını ve gücünü tahkim etmiş, Mursi'nin bir yıllık iktidarının daha başından itibaren eski devlet aygıtları ile ittifak içerisine girerek bir darbe dizaynı gerçekleştirmiştir. Devrimin ana aktörlerinin arasına nifak sokup onları bir birine karşı pozisyon almaya itmiş, devrim ile birlikte oluşan büyük beklentilerin Mursi ve İhvan yüzünden gerçekleşemediği algısını oluşturarak sıradan halkı yönlendirmeyi başarmışlardır. Mursi'nin General Sisi'ye aşırı güvenmesi ve Mısır Ordusu ile olan ilişkisini yanlış kurgulaması da darbeye giden süreci görememesine neden olmuştur. İhvan-ı Müslim'i biraz araştırdığımızda Erbakan önderliğindeki Milli Görüş’le benzerlikleri hemen ortaya çıkmakta. Eski bir yapılanma, iktidara aç ama iktidar konusunda tecrübesiz bir oluşum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 11 Akademik Perspektif – Aralık 2014 İhvan'ın kısa iktidar tecrübesinde ülke yönetimine hazır olmadığı görülmektedir. Cemaat yapısı aşılamayarak ötekilere karşı kuşatıcı olunamamıştır. Siyaset ve güç oyununda da yeteri kadar başarılı olunamamış ve hızlı adım atma tutkusu darbe ile son bulmuştur. Mısır'la ilgili son dönem okuması yaptığımızda, siyasi süreç açısından İhvan ve Milli Görüş Hareketi’ni mukayeseli olarak inceleyip,askeri darbe ve yaşananlara baktığımızda Türkiye'deki 28 Şubat süreciyle benzerlikleri var mıdır? Türkiye ve Mısır siyasi tarihi bazı benzerlikler gösterse de tam manası ile örtüşmemektedir. Özellikle Orduların konumu ve özgül ağırlığı bir birinden farklı olmuştur. Mısır Türkiye'ye nazaran tam manası ile bir ordu devlettir. Siyasetin dışında ekonomide de ana belirleyici güç hep ordu olmuştur. Yine Türkiye’nin demokrasi deneyimi Mısır'a göre daha güçlüdür ve önemli tecrübeler vuku bulmuştur. Bu bağlamda İhvan'ın yüzleştiği Ordu ve diğer devlet aygıtları çok daha güçlü ve yerli yerindedir. İhvan'ın sistemi değiştirmekte acele etmesi ve aşırı öz güvenli adımları darbe ile yüzleşilmesini beraberinde getirmiştir. 28 Şubat sürecinde Türkiye'de yaşananların kat be kat ötesinde katliamlar yaşanmakta, İhvan tüm unsurları ile yok edilmek istenmektedir. Toplumsal yapı da tamamen kutuplaşmış ve darbeyi destekleyen kesimlerin gözünde İhvan şeytanlaştırılmıştır. Mısır'da en başından beri yaşanan bu olaylarda El-Ezher Üniversitesi'nin tavrı ne yöndeydi? El-Ezher Kurumu Mübarek döneminde Mısır devlet aygıtı tarafından kontrol edilir hale gelmiş ve mevcut Şeyhi Ahmed Tayyib ile diğer üst düzey yöneticileri tamamen darbenin yanında yer almıştır. Son olarak Türkiye uzun vadede Sisi yönetimi ile nasıl bir ilişki kuracak/kurmalı? Türkiye'nin Mısır darbesi karşısında aldığı siyasi tavır hem ilkeli hem de rasyoneldir. Bundan sonra ilişkilerin seyrine Türkiye değil Mısır karar verecektir. Mevcut Mısır yönetimi İhvan ve diğer muhalif unsurlara yönelik politikasını değiştirip onları adım adım siyasi sistemin içine entegre ederse, Türkiye Mısır ilişkileri de kısmen de olsa bir yumuşama içine girebilir. SETA Ortadoğu Uzmanı Can Acun 2006 yılında Canadian Business Institute’den mezun olan Can Acun 2008 yılında Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans düzeyinde, ardından da Yeditepe Üniversite’nden Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisans düzeyinde mezun oldu. Çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayınlanmakta olan Can Acun SETA’nın Kahire ofisinde de çalışmalarını sürdürmektedir. 12 Akademik Perspektif – Aralık 2014 13 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Ekonomi Üzerine Etkileri Halil İbrahim Keleş* Ortadoğu jeopolitik ve stratejik olarak önemli bir noktada yer almaktadır. Türkiye’nin hem bu bölgenin içinde yer alması, hem de gelişmiş Avrupa Bölgesiyle enerji zengini Ortadoğu Bölgesi arasında konumlanmış olması, Ekonomiye de yarar sağlamaktadır. Ortadoğu, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticarî ve kültürel bağlantıların yapıldığı, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı sonucunda mağlup olması ile imparatorluğun topraklarında sömürgeci imparatorlukların himayesinde yeni devletler kurulması ile oluşmuş, bugün Dünyanın bilinen petrol rezervlerinin %65’ine sahip alanı kapsayan bir bölgedir. Sahip olduğu konum yüzünden yıllar boyunca egemen güçlerin hedef alanı olmuştur. Orta Doğu, komşularımız olan İran, Irak, Suriye gibi ülkelerin yanında, Filistin, İsrail, Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi petrol zengini olan ülkelerin bulunduğu alanı kapsamaktadır. Türkiye’de sahip olduğu konum sayesinde bir Orta Doğu ülkesi sayılmaktadır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti siyasi, ekonomik ve politik olarak yüzünü Batıya dönmüş ve 1970’li yıllara kadar Orta Doğu ülkeleri ile olan ilişkilerini sembolik seviyede tutmuştur. 1970’li yıllarda patlak veren Petrol krizi ve Kıbrıs Harekatı sırasında ABD tarafından konulan ambargo ve Avrupa Ekonomik Birliği ile yaşanılan ekonomik problemlerin sonrasında Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerini geliştirmiştir. Oluşan petrol ihtiyacını karşılayabilmek için Türkiye, Türkiye- Irak Boru Hattını 4 yılda (19731977) tamamlamış ve Türkiye’ye petrol 14 Akademik Perspektif – Aralık 2014 vermeye başlanmıştır.1 Oluşan bu siyaset ortamından sonra, Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri yavaş yavaş gelişmiştir. Ancak, Türkiye’nin artan petrol ithalatı, ihracat miktarını geçmiş, buda Türkiye’nin bütçe açığının oluşmasına ve cari açık vermesine neden olmuştur. 1980’li yıllara kadar Türkiye, Kıbrıs Harekatından dolayı oluşan ambargoya tepki olarak Ortadoğu ile yakınlaşmıştır. Askeri darbeden sonra gelen yönetimle birlikte, Türkiye ile Ortadoğu ilişkileri daha da gelişmiştir. Özellikle Özal yönetiminde ki Türkiye, hem Batıyla hem de Ortadoğu ülkeleri ile iyi ilişkiler içinde bulunmaya çalışmış ve bölgede aktif rol oynamaya başlamıştır. Bu aktif rol ekonomik olarakta ihracata yansımıştır. Üstelik 1980’li yıllarda İran İslam Devrimi, Afganistan’ın SSCB tarafından işgali ve İran- Irak arasında ki savaşa rağmen, Türkiye’nin bölgeye ihracatı 1981'de 1.359,5 milyar dolara, 1982'de 2.153,4 milyar dolara, 1984 yılında 2.478,5 milyar dolara, 1985'de 2.974,5 milyar dolara ve 1988'de 2.548,4 milyar dolara çıkmış ve bölgenin Türkiye'nin toplam ihracatı içindeki payı 1980'de yüzde 20'lerden 1981'de 40'lara, 1982'de yüzde 47'lere yükselmiştir ki bu, Türkiye'nin Avrupa ülkelerine yaptığı ihracatı aşmıştır.2 Türkiye’nin sahip olduğu konum birçok avantaj içermesine rağmen, dezavantajları da ülkeye zarar vermektedir. 1990’lı yıllarda meydan gelen olaylar ülke ekonomisine olduğu kadar, Türkiye politikalarına da zarar vermiştir. 1980’li yıllarda yakalanan olumlu hava, 1990’lı yıllara yansımamıştır. 1990’lı yılların başında Soğuk savaş sona ermiş, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılmış ve buna paralel olarak Körfez Savaşı baş göstermiştir. Körfez Savaşında ABD’nin isteği doğrultusunda, Irak’a ambargo uygulanmaya başlanmıştır. Irak’ta tepki olarak daha önce yapılmış olan petrol boru hattını kapatmıştır. Ayrıca Türkiye ve Irak karşılıklı olarak ticari ilişkilerini kesmişlerdir. Karşılıklı yapılan bu politik hamleler, Türkiye ekonomisinde görülen en büyük zarara neden olmuş ve Türkiye’ye 25 Milyar Dolar ile 150 milyar dolar arası kayıp yaşatmıştır.3 Bu arada Suriye ile yaşanan su sorunu ve terör örgütüne destek gibi konulardan dolayı, ticari anlamda pek ilişki içinde bulunulmamış ve sembolik seviyede tutulmuştur. 1996 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği anlaşmasının imzalanmasının ardından Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ile ekonomik ilişkileri belirli seviyede sürdürmüştür. 1996-2002 yılları arası çok fazla değişmemiş, ihracat miktarı bu yıllar arasında toplam 19.843 milyar dolar, ithalat ise 20.159 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.4 Türkiye’nin bölgeye yakınlığı göz önüne alındığında ekonomik ilişkilerin oldukça yetersiz kaldığı gözlenmektedir. Bu yetersizlikte sadece siyasi ilişkileri sorumlu tutmak doğru olmayabilir. Çünkü, bu süreçte Türkiye’nin yaşamış olduğu iç talepteki daralmaya bağlı kriz ve 1999 yılında yaşadığı deprem ekonomisini etkilemiştir. 2002 yılında Türkiye’nin hükümet yapısının koalisyondan,tek parti iktidarına 1 Gözen Ramazan, ‘Türkiye'nin Orta Doğu Politikası: Gelişimi Ve Etkenleri’, Erişim Tarihi 07.11.2014, http://strateji.cukurova.edu.tr/ORTA_DOGU/04.ht m 2 Karacan Fatih, ‘Türkiye’nin Ortadoğu Politikası’, Erişim Tarihi 10.11.2014, http://www.oocities.org/fatihkaracan/tarih/ortado gu.htm#_ftn16 3 Akbay, O. Salih, ‘ Türkiye’nin Ortadoğu ile Ekonomik İlişkileri’, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi 1,(2013): 87-101 4 Kula F. Ve Aslan A., ‘Türkiye’nin Ortadoğu’da Ekonomik Geleceği: Türkiye’nin İhracat Potansiyeline Yönelik Ampirik Bir Analiz’, MPRA,(2008):1-9 15 Akademik Perspektif – Aralık 2014 değişmesiyle her alanda Türkiye’de ilerleme kaydedilmeye başlanmıştır. Bunun nedeni AKP hükümetinin, barışçıl politikalar izleyip, komşularıyla olan ilişkilerini geliştirme çabasıdır. Hükümetin ilk döneminde izlediği barışçıl politika ekonomik olarak verilere yansımıştır. Türkiye Ekonomisi, 2003-2006 yılları arasında %7,24 oranında büyümüş, Türkiye’nin bu süreçte Ortadoğu ülkelerine yaptığı ihracat 30 milyar dolara, ithalat miktarı ise 23 milyar dolara yaklaşmıştır.5 Artan ticaret hacmine bağlı olarak Türkiye, bölge ülkeleriyle ikili serbest ticaret ve vize muafiyeti anlaşmaları imzalamıştır. Hatta ‘Şamgen’ adı altında gümrük birliği oluşturulması dahi gündeme gelmiştir.6 Ancak 2008 yılından sonraki küresel ekonomik kriz sistemin sarsılmasına, Türkiye’nin ekonomisinin büyüme hızını düşürmesine neden olmuştur. Bununla beraber Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan Arap Hareketleri ekonomik olarak tarafları zorlamıştır. Ancak izlenen siyasi politika sayesinde Türkiye, bölge de proaktif bir devlete dönüşmüştür. Bu dönüşüm , bölgeyle olan ekonomik ilişkilerin bütün olumsuzluklara rağmen artmasını sağlamıştır. 2008-2013 yılları arası Türkiye’nin Bölge ülkelerine yapmış olduğu ihracat miktarı 161 milyar dolar civarına yaklaşmış, ithalat ise 97 milyar dolar civarında gerçekleşmiştir.7 ittifakların menfaatlerine ters düşmeyecek şekilde gelişmiş ve 1980’li yıllara kadarda dar bir kalıpta gelişme göstermiştir. Son 10 yılda ise, Avrupa Birliği’ne giriş müzakerelerinin uzaması ve gelişmekte olan Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamak için Ortadoğu’ya yönelmiştir. Bu da Türkiye’de eksen kayması tartışmalarına sebep olmuştur. Coğrafi konumu bakımından Türkiye, Ortadoğu Bölgesinin en önemli ülkelerinden biridir. Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri ve petrol zengini ülkeler arasında bir köprü görevi görmektedir. Son dönemlerde Avrupa’da yaşanan Kırım Krizi’nin de etkisiyle Türkiye, Avrupa ülkelerinin enerji ihtiyacı için daha da önemli bir pozisyonda yer almaya başlamıştır. Bu süreç içinde Türkiye, gerek Ortadoğu’da gerekse Avrupa da ki gelişmeleri iyi takip etmelidir. Ortadoğu ülkeleriyle sadece menfaat ilişkisi değil, kültür olarakta bağlı olduğu bu toplulukla daha yakın ilişkiler kurmaya çalışması, Türkiye’ye pek çok yararlar sağlayacaktır. * Halil İbrahim Keleş, Düzce Üniversitesi, İşletme Genel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu politikası, içinde bulunduğu 5 İtik, Ülkü M., ‘ Türkiye’nin Ortadoğu Ülkeleri ile Ekonomik Ve Ticari İlişkiler Üzerine Bir Değerlendirme’, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008 6 Kutlay, M., ‘ Türkiye-Ortadoğu Ticari İlişkilerinin Politik Ekonomisi’, Ortadoğu Analiz, Cilt:6, sayı:62, (2014): 58-59 7 Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı, http://www.ekonomi.gov.tr/index.cfm?sayfa=7145 D543-D8D3-8566-4520DFB6CC4A86BA , erişim tarihi, 16.11.2014 16 Akademik Perspektif – Aralık 2014 17 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Orta Doğu: Dünü, Bugünü, Yarını… Röportaj: Fatih Gökyıldız Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Halil Kürşad Aslan: “Ortadoğu’daki sorunların pek çoğunun kaynağı, Sömürgecilik döneminde tesis edilen siyasi yapıda gizlidir. Yüksek yaşam standartları ve adil bir toplum düzenin kurulamaması, geçmişte Sömürgecilerin tesis ettiği yanlışlıklar ve günümüzde hala devam eden dış müdahaleler normalleşmeyi engellemektedir. Yerleşik çıkar sahipleri kısır döngüden çıkılmaması için bekçi rolünü üstlenmektedir. Bu sistem er veya geç sona erecektir. Ancak bunun için hızlı ve kökten bir değişim değil, zaman içine yayılmış bir çözüm olabileceğini öngörebiliriz.” Her ne kadar 1969 yılından beri sınırlarımız değişmedi ve barış içindeyiz desek de, tarih boyunca İran – Türkiye ilişkileri hep rekabet ekseninde yürümüştür. İran kendini bir İslam devleti olarak tanımlasa da gerçekte ulus-devlet mantığı ile hareket eden, temel felsefesinde Fars milliyetçiliği ve Şii propagandası bulunan bir devlettir. İran devleti, 1980’lerin sonundan itibaren alevlenen Ermeni – Azeri çatışmalarında her zaman Ermenilerden yana olmuştur. İran nüfusunun üçte biri etnik Türklerdir. Orta Asya ve Orta Doğu’da Türkiye ve İran arasında rekabet vardır. Bu rekabet hem kimlik hem de milli çıkarların ivmesi ile hareket eden bir rekabettir. İran ile Türkiye arasında özellikle siyasi alanda her zaman rekabet olmuştur ve olacaktır. Yine de bu rekabet muhtemel işbirliği alanlarını bertaraf etmeyebilir. Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Halil Kürşad Aslan ile Türkiye – Orta Doğu ilişkisi başta olmak üzere, Orta Doğu’yu ve yaşanan gelişmeleri enine boyuna konuştuk. Sayın Aslan’ın diğer çalışma alanları; Orta Asya, Kafkasya ve Arap ve İslam Dünyası. Türkiye’nin Orta Doğu’da izlemiş olduğu politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir ülkenin dış politikasını belirleyen pek çok faktör vardır. İç siyasetin koşulları, çıkarlar, kimlikler, değerler gibi pek çok 18 Akademik Perspektif – Aralık 2014 etken belirleyicidir. Uluslararası ilişkiler disiplini içinde daha ilk günlerde öğretilen realist kuramın öngördüğü şekilde, bir ülkenin uluslararası sistem ve güç yapısı içinde nerede konumlandığı da aynı şekilde önemlidir. Türkiye hem iç faktörler hem de uluslararası sistemin koşulları çerçevesinde dış politikasını belirlemektedir. Bu bakımdan konuyu ele alırsak, Türkiye içte yaşanan dönüşüm ve değişimlerin ivmesi ile dış politikasında daha aktif bir döneme girmiştir. Yurtiçinde özellikle 1980’ler sonrasında yaşanan değişimler, PKK sorunu, iç siyasette muhafazakar-laik güçlerin karşı karşıya gelişi, ekonomik büyüme sonucunda Anadolu sermayesinin ortaya çıkışı, İstanbul sermayesi ile Anadolu sermayesinin çekişmesi, bunların hepsi Türk milli kimliğinde ve norm yapısında değişim ve çok seslilik getirmiştir. Milli çıkarların tanımlanması konusunda oldukça farklı bakış açıları sergileniyor. Uluslararası sistemde de son yıllarda büyük bir değişim ve dönüşüm deneyimleniyor. Küresel ekonomideki büyük değişim dalgası ister istemez Türkiye’yi de etkiliyor. Büyük şirketlerin dünya üretiminde giderek artan payları, sanayisizleşme, gelir dağılımında hem küresel ölçekte ve ülkeler arasında, hem de ülkelerin kendi içindeki bölgeler arasında uçurumlar oluşuyor. Özellikle son on yıldır dünya genelinde demokratik ivme ters yönde hareket ediyor. Sözün özü, hem yurtiçi hem de yurtdışı gelişmeler Türkiye’nin dış politikasını belirliyor ve Türkiye’nin Ortadoğu politikası bu çerçevede yön buluyor. Türk vatandaşlarının, öğrencilerinin, iş adamlarının ayak basmadığı yer yok gibi. Ortadoğu’da her ülkede iş yapan firmalarımız var. Ortadoğu’da hangi ülkeye giderseniz gidin herkes Türk dizilerini büyük bir ilgi ile izliyor. Özellikle de Dışişleri Bakanlığımızın birimleri, TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı gibi pek çok kurumumuz çok aktif bir şekilde çalışıyor. Bu noktada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, kurumsallaşma eksikliği gibi görünüyor. Farklı dinamikleri Türk milli çıkarları çemberinde, ortak ideal ve normlar çerçevesinde belli bir yöne doğru eşgüdüm içinde hareket ettirecek bir kurumsallaşmaya ihtiyacımız var. Türkiye’nin geçmişten gelen ve Safevi devleti zamanında beklide doruk noktasına ulaşan, devam eden yıllarda da zaman zaman kızışan bir Türkiye – İran rekabeti gözümüze çarpıyor. Siz şuan ki süreçte Türkiye – İran ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Her ne kadar 1639 yılından beri sınırlarımız değişmedi ve barış içindeyiz desek de, tarih boyunca İran-Türkiye ilişkileri hep rekabet ekseninde yürümüştür. İran kendini bir İslam devleti olarak tanımlasa da gerçekte ulus-devlet mantığı ile hareket eden, temel felsefesinde Fars milliyetçiliği ve Şii propagandası bulunan bir devlettir. İran devleti, 1980’lerin sonundan itibaren alevlenen Ermeni-Azeri çatışmalarında her zaman Ermenilerden yana olmuştur. İran nüfusunun üçte biri etnik Türklerdir. Orta Asya ve Orta Doğu’da Türkiye ve İran arasında rekabet vardır. Bu rekabet hem kimlik hem de milli çıkarların ivmesi ile hareket eden bir rekabettir. İran ile Türkiye arasında özellikle siyasi alanda her zaman rekabet olmuştur ve olacaktır. Yine de bu rekabet muhtemel işbirliği alanlarını bertaraf etmeyebilir. Türkiye’de 28 Şubat zihniyeti İran - Türkiye ilişkilerini laiklik ve İslamcılık temelinde ele alıp, ikili ilişkileri düşmanca bir tutum üzerine inşa etmişti. Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi ve 2011 yılına kadar AK Parti de bunun tersi bir yol izledi. Olması gerekenden daha sıcak ve daha dost-gibi bir politika izlendi. Ancak, uluslararası 19 Akademik Perspektif – Aralık 2014 ilişkilerin ulus-devletler arasında bir rasyonel oyun olduğu ve özünde çıkarlara dayanan bir yönü olduğu henüz keşfedildi. Unutulmamalıdır ki uluslararası ilişkilerde hiçbir zaman mutlak dost veya düşman yoktur; sadece çıkarlar vardır. Son yıllarda İran ile çıkar çatışmalarımız, özellikle de Suriye’deki iç savaş konusunda epeyce artmıştır. Bu konuda AK Parti’yi acımasızca eleştirmek yersizdir. İran’ın 10 yıl öncesine göre özellikle Ahmedi Nejat döneminde askeri teknolojiye çok fazla yatırım yaptığını görüyoruz. Bu durum sizce neyin göstergesidir? Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Her devlet gibi İran da uluslararası sistem içindeki güç dağılımında nispi payını arttırmak ister. Ekonomi, finans, ticaret, güvenlik ve bilgi üretiminde küresel pastadan kendi payına düşenin en fazlasını almaya gayret eder. İran siyaseti 1980’den beri otoriterdir ve iç muhalefet sert biçimde susturulmaktadır. Etki alanlarını genişletmek isteyen İran sert ve yumuşak güç unsurlarını arttırmak isteyecektir. Bu tutum kendi içinde son derece mantıklıdır. Sadece İran değil, Türkiye de dâhil her ülke tehdit algılamaları çerçevesinde güvenlik kalkanlarını sağlamlaştırmak ister. Türkiye’nin de güvenlik sektöründe büyük gayret ve yatırımları vardır. İran’ın güvenlik algısı geniş bir alanda yerleşiktir. Küresel sistemde Batılıların gözündeki İran söz dinlemeyen çocuktur. İran’ın güvenlik politikalarında İsrail de vardır ancak tek tehdit değildir. İran Ortadoğu’nun Arap olmayan bir unsurudur. Araplar ve Farslar arasında her zaman çekişme olmuştur. Irak-İran savaşı çok çetin geçmiştir ve büyük kayıplar verilmiştir. Dolayısı ile İran’ın yaptığı güvenlik yatırımları sadece Türkiye’ye veya sadece belli bir ülkeye yönelik değildir. Çok katmanlı ve değişken bir politikadır. Türkiye’nin Suriye’de Esed’e karşı izlemiş olduğu politikayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Arap Baharı, pek çok ülkede devlet-toplum ilişkilerindeki sağlıksız bünyeyi ortaya koydu. İnsanlar küresel ekonomik dinamiklerin de tetiklemesi ile örneğin internetin sağladığı geniş bilgi ortamında ve gelir eşitsizliklerinin had safhaya ulaştığı bir durumda, siyaset kurumlarından değişim beklentilerini ortaya koydular. Suriye’de de devlet mekanizması halktan gelen bu taleplere sert bir tepki verdi. Türkiye Arap Baharı diye bilinen halk hareketlerine hazırlıksız yakalandı. Dış politika kararlarında Türkiye’nin bu hazırlıksızlığı net bir şekilde görünmektedir. Suriye olaylarında da ilk safhalarda Türkiye olaya biraz duygusal taraftan baktı. Yanlışlar yapıldı. Türkiye’nin iç siyasetinde normalleşme henüz deneyimlenemediği için ve dış politika yapımında karşılıklı fikirlerin normal süreçler içinde belli filtrelerden geçerek nihai kararlara varılan normal bir ortam olmadığından AK Parti yanlışlıklarından geriye dönemedi. Gereğinden fazla sert söylemler ile işi zora soktu. Ancak unutmamak gerekir ki sadece son beş yılda Türkiye’nin iç siyasetinde olağanüstü süreçler yaşanmaktadır. Balyoz ve Ergenekon Davaları, Gezi Parkı olayları, 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinin içindeyken, muhalefet-hükümet ilişkileri rasyonel politika çerçevesinden ziyade karşılıklı atışma ve kimlik siyaseti odaklı iken AK Parti dış politikasında hata yapmaya müsait bir ruh halinden çıkıp normale dönememektedir. Orta Doğu’nun son yıllarda beklide en önemli olaylarından olan Arap baharı, bazı kesimlerce ilkbahar havasında karşılanırken sonraki süreçte sonbahara döndüğü yönünde yorumlar yapıldı. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? 20 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Arap Baharını tetikleyen iki önemli dinamik vardır. Birincisi küresel ekonominin dışavurumu sonucunda Arap Dünyasında artan ekonomik eşitsizliklerin toplum kesimlerinde yankı bulmasıdır. İkincisi ise yine sistemsel bir dinamik olan iletişim devriminin yarattığı etkilerdir. Şimdilik mevsimlere dayalı mutlak kış veya mutlak yaz yorumları yapılabilir. Veya bu uç görüntülerden daha ılımlı bahar ve güz deyimleri kullanılabilir. Bu halk hareketlerinin nihai sonucunu belki elli yıl sonra daha net görebileceğiz. Ancak şapka düşmüş ve kel görünmüştür. Ortadoğu’nun kilit öneme sahip ülkelerinden Mısır’da geleneksel yerleşik siyasi güçler değişim talebine set çekmiştir. Diğer ülkelerden Fas ve Suudi Arabistan gibi monarşilerde halkın taleplerini, muhtemel tepkilerini yumuşatıcı birtakım tedbirler alınmıştır. Bu sürecin nihai sonucunu küresel sistemin değişim ve dönüşümü çerçevesinde ele almak gereklidir. Devlet-toplum ilişkileri bu ana çerçevenin belirlediği koşullar ile kendine yön bulacaktır. Arap Birliği, Avrupa Birliği’nden daha eski bir birlik olmasına rağmen, istediği başarıyı ve çıkışı yakalayamamıştır; gerek refah, gerekse ekonomik açıdan Avrupa’nın bir hayli gerisinde kalmaktadır. Aynı zamanda bir birlik olarak da adından çok sık söz ettirememektedir. Sizce Arap Birliği ne yapmadı da kendini geliştiremedi? Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Arap Birliği ve Avrupa Birliği’nin nispi güç ve zayıflığı ekonomik alandaki performansların sonucudur. Bundan daha da önemlisi, Sanayi Devrimi sonrasında başlayan Sömürgecilik dalgasına çok hazırlıksız yakalanan Arap ülkelerinin modernite ile buluşmaları yanlış zamanda, yanlış koşullarda ve yanlış aktörler yönetiminde olmuştur. Ulus-inşası süreçlerine çok geç başlamış ve sömürge deneyiminin verdiği olumsuz şartlarda Arap ülkelerinden normal siyasi süreçler beklemek doğru değildir. Arap ülkelerindeki toplumsal sözleşme (social contract) üzerinde çalışmak gereklidir. Arap toplumunun dış güçlerin müdahalelerinden azade olup rahat bırakılması ile normal süreçler bekleyebiliriz ki bu da en az bir iki kuşak içinde olabilecektir. Sözün özü, modern ulus devlet sürecinde yaralanmış olan ve ayrıca toplumsal sözleşmesini her iki tarafın normal koşullar içinde belirlemediği bir Arap Dünyasında bölgesel bir birliğin normal ve randımanlı olmasını da bekleyemeyiz. Türkiye’nin Filistin – İsrail arasında yaşanan süreçteki politikasını ve yerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İsrail Ortadoğu’nun baş ağrısıdır. Türkiye kendi iç dinamiklerindeki değişim çerçevesinde İsrail-Filistin sorununa İslami hassasiyetler, adalet ve zulüm bağlamında ve ortak kültürün etkisi ile tepki vermektedir. Çıkarın ne olduğunu belirleyen kimliktir. Ve günümüzde Türk halkını temsil etme yetkisine sahip olan iktidar, milli çıkarın ne olduğunu bu yetki ve kendi kimlik algılamaları çerçevesinde değerlendirmektedir. Üslup ve alternatif politikalar konusunda eleştiri ve yorum yapılabilir ancak şurası kesindir ki Türkiye mazlumun ve doğru olanın tarafındadır. Orta Doğu’da ki sorunların bitmesini beklemek bir ütopyamıdır? Bölgede barış ve refahın anahtarı sizce nedir? Ortadoğu’daki sorunların pek çoğunun kaynağı Sömürgecilik döneminde tesis edilen siyasi yapılarda gizlidir. Yüksek yaşam standartları ve adil bir toplumsal düzenin kurulamaması, geçmişte Sömürgecilerin tesis ettiği yanlışlıklar ve 21 Akademik Perspektif – Aralık 2014 günümüzde halen devam eden dış müdahaleler normalleşmeyi engellemektedir. Yerleşik çıkar sahipleri kısır döngüden çıkılmaması için bekçi rolünü üstlenmektedir. Bu sistem er veya geç sona erecektir. Ancak bunun için hızlı ve kökten bir değişim değil zaman içine yayılmış bir çözüm olabileceğini öngörebiliriz. Barış ve refah önce toplumun kendi tercihlerini ortaya koyabildiği bir sistemin inşası ile mümkün olabilecektir. Türkiye bölgede örnek ve lider bir ülke iken özellikle Sisi ile birlikte Mısır ile olan ilişkilerin kopma noktasına gelmesi, Suriye’de izlenen politikalar, Türkiye’ye zarar vermiş midir? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? söndürme konusunda bizden çok şey beklenmemelidir. Bu yangına hiçbir şekilde karışmayalım demek de talihsizliktir. ABD’nde 2003 yılında Irak’a karşı askeri bir harekât düzenlenmesine karşı olan geniş bir kesim vardı. Ben o tarihlerde ABD’nde doktora eğitimi için bulunmaktaydım ve gelişmeleri yakından takip ediyordum. ABD’nde o dönemde iktidarda olan Cumhuriyetçiler, tüm muhalefete rağmen Saddam Hüseyin’i iktidardan düşürmek üzere operasyona başladılar ve bir anda Amerika’da tüm sesler kesildi. Demokratlar, “ABD içinde çatlak ses var” imajı oluşturmamak adına muhalif tutumlarını derhal yumuşattılar ve hiç inanmadıkları halde hükümete desteklerini ifade ettiler. Bizde ise AK Parti Hükümeti’nin yaptığı her şeye karşı olan ama tutarlı bir alternatif politika geliştiremeyen iki tane muhalefet partimiz var. Dış politika ve iç politikada en büyük zafiyetimiz muhalefetin güvenilir, anlamlı ve kabul edilebilir bir alternatif sunamamasıdır ki zaten seçim sonuçlarında da halkın tercihleri görülmektedir. İktidar yorgunu bir partiyi indiremeyen çok zayıf bir muhalefetimiz var. Ve ne yazıktır ki bu kadar müsait bir ortamda iktidara gelemeyen muhalefet suçu kendi zayıf ve yetersiz performansında arayacağına iktidara yüklenmektedir. Mısır, Suriye ve Filistin konularında Türkiye’nin mevcut hükümet ile başka bir alternatife yöneleceğini düşünemeyiz. Taktik hataları yapılmış olabilir; ancak, ana rota olarak farklı bir duruş sergilenemezdi. Bu ülkelerdeki siyasi değişim ve dönüşümlerde Türkiye’nin payı yoktur. Ülkemiz bu ülkelerde olanlara ancak tepki ve refleks ile cevap vermektedir; duruş sergilemektedir. Bu tutum ve davranış tarzının radikal bir şekilde değişeceğini bekleyemeyiz. Ortadoğu’da büyük bir yangın var. Bu yangını ne biz çıkardık ne de Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde görev yapan Yrd. Doç. Dr. Halil Kürşad Aslan ağırlıklı olarak politik ekonomi, Orta Asya ve Kafkasya Siyasi ve araştırma yöntemleri alanlarında lisans ve yüksek lisans dersleri vermektedir. Doktora eğitimini 2011 yılında ABD’nin Kent State Devlet Üniversitesinde tamamlamıştır. Yüksek Lisans eğitimini 1999 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsünde ‘‘Siyasi Tarih ve Uluslararası İlişkiler’’ alanında tamamlamıştır. Lisans eğitimini ise ABD’nin, Orta Doğu’ya çok fazla önem verdiğini görmekteyiz. Bunun nedeni sizce nedir ve kısaca bahseder misiniz? ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisi çoğunlukla enerji kaynakları ile ilgilidir. Ancak bu ilgi 2008 yılında Başkan Obama’nın ilan ettiği üzere bir derece azalmıştır. ABD’nin, AB’nin ve yükselen güçlerin yeni odak noktası artık Asya Pasifik bölgesidir. Dolayısı ile Ortadoğu’da önümüzdeki günlerde yeni değişim dalgalarına şahit olabiliriz. 22 Akademik Perspektif – Aralık 2014 1994’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde tamamlamıştır. Dr. Aslan’ın ilgi alanları Türkiye’nin akrabalık ve kültür bağları bulunan Orta Asya, Kafkasya, Arap ve İslam Dünyası’ndaki siyasi kurumların yanı sıra ekonomik kalkınma ve rejim değişikliği konuları yer almaktadır. Dr. Aslan, İngilizce ve Fransızca bilmektedir. İlgi alanları olan bölgedeki sosyal ve kültürel kurumların siyaset ekonomisine etkilerini inceleyen Kürşad Aslan, doktora tezinin veri toplama ve daha sonraki aşamalarında Orta Asya ülkelerinde Kırgızistan ve Özbekistan’da altı ay süreye bulunmuştur. 23 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ortadoğu Avrupa'da Safiyye Aybüke Uygur* Sanayi devrimiyle başlayan kapitalizm, bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Kapitalizm etkisi ile dünya siyasetinde yer edinmek için üzerinde en çok oyun oynanan yerdir Ortadoğu. Kurtlar sofrasında her yüzyılda can çekişen ve kanayan, ama kimsenin asla buna dur demediği ya da durdurmadığı coğrafya... Ortadoğu kavramı Avrupa merkeziyetçi yaklaşımına dayanan ve ilk defa 1902 tarihinde Amerikan deniz tarihçisi ve jeopolitikçi Alfred Thoyer Mahon tarafından, National Review'de yayımlanan "The Persion Gulf and International Relations" başlıklı makalesinde kullanılmıştır.1 İran'dan başlayıp Doğu Akdeniz'e ulaşan Irak, Suriye, Ürdün, Filistin ile Arap Yarımadası'nın tamamını ve Mısır'ı içine alır. Yakın zamanda ABD'nin stratejik hedeflerine daha uygun geldiği için bu sınırlar Afganistan'dan Senegal'e, Türkiye ve Kafkaslardan, Yemen ve Habeş'e kadar uzatılmıştır.2 1 2 Roderic H. Devison, Where Is The Middle East?, Foreign Affair, vol.38 New York 1959-1960, s.667 Duke Üniversite'sinden iki araştırmacı Martin Lewis ve Koren Wigen çok önemli bir noktaya değinmişlerdir. Neden Batı sabit bir çekirdeğe sahiptir de, Doğu neden sürekli değişir? Ortadoğu, coğrafi yapısı ve elinde bulundurduğu doğal imkanlarla son derece stratejik bir mevkidedir. Dünya'nın tam merkezinde olması, bütün kıtaların birleşme noktası olması gibi sebeplerle her zaman önemini korumuş ve dünya siyasetine yön vermiştir. Dünyada neredeyse bütün büyük medeniyetler Ortadoğu'da kurulmuştur. Tabii bu Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırma Dergisi C.1 S.1 Elazığ 2003 24 Akademik Perspektif – Aralık 2014 öneminin bir kısmı da dünya petrolünün %75'ini elinde bulundurmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Asya petrol ve gaz kaynaklarının batıya giden kara ve deniz yolları Ortadoğu'dan geçmektedir. Tüm bunlar Ortadoğu'yu dünyanın merkezi yapmaktadır. Rockefeller Kardeşler Fonu olarak bilinen ve ABD'nin ekonomi politikalarının ilkelerini belirleyen örgütçe hazırlanan 1952 tarihli raporda şöyle denmiştir: "Asya, Ortadoğu ve Afrika milliyetçiliği, Sovyet bloğunun tahrikiyle yıkıcı bir güç haline gelecek olursa, Avrupa petrol ve diğer hammadde ikmal kaynakları tehlikeye girebilir. Şu halde, bölgeyi güvenlik altına almak için bölge ülkeleriyle ilişkiler kurmak ve yaşamsal önemdeki kaynakları böylece güvence altına almak gerekir. Bu nedenle Ortadoğu emperyalizmin ilgi odağı olmuştur ve bölgeyi kendi etki alanı içinde tutmak gerekir."3 bu da gösteriyor ki ABD’nin 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'daki çıkarları büyük ölçüde artmıştır. Savaş sonrasında üstlendiği emperyalist rol; Mortimer Graves'in 1950'deki tanımlamasıyla "bir kültürel ilişkiler siyaseti"ydi. bölgenin belki de en önemli meselelerinden birisi, kurumsallaşmış bir yönetim tarzı olmamasıdır. Ortadoğu'da değişecek en ufak bir şey denize atılan taşın dalgaları gibi bütün dünyayı saracaktır. Bu yüzden enerji üreten başlıca ülkeler halen Batı destekli diktatörlüklerin sıkı denetimi altında. Bu yüzden Arap baharının sağladığı ilerleme esasen sınırlı, ancak önemsiz de değil. Batı kontrolündeki diktatörlük sistemi aşınıyor. Aslında, bir süredir aşınmaktaydı zaten. Örneğin 50 yıl geriye baktığımızda, enerji kaynakları – ABD’yi yönetenlerin temel kaygısı – büyük ölçüde ulusallaştırılmıştı. Bunu tersine çevirmeye dönük sürekli çabalar oldu ama başarıya ulaşmadı.4 Ortadoğu'da mevcut kurulu bu düzen, Batı'nın bölge üzerindeki hakim durumunu devam ettirecektir. Burada karşımıza çok önemli bir soru çıkıyor. Avrupa ve ABD, bütün dünya otoritelerine demokrasiyi zorla kabul ettirdiği halde Ortadoğu'yu nasıl gözden kaçırdı? Dünyada enerji ihtiyacı her geçen gün artmaktadır. Sanayi bakımından gelişmiş olan ülkeler enerji kaynakları sebebiyle Ortadoğu'ya bağlıdır. Ortadoğu'da ortaya çıkacak tamamen bağımsız ve dış etkilerden uzak bir ülke bu yüzden düşünülemez. Bu sanayi devletleri, böyle bir devletin karşılarına çıkmasına izin vermemek için bölgeye iktisadi ve siyasi güçleriyle hakim olmaya çalışıyorlar ki bölgenin siyasi durumu ve sürekli birbirleriyle savaş içinde olan ülkeleri veya halkları bu işi kolaylaştırıyor. Ayrıca Bütün bu siyasi karışıklıklar ve benzeri durumlar, bölgedeki halkları da tabii ki etkiliyor. Bölgenin güvensiz havası ve yönetimlerin diktatör rejimlerce demokratik olmayan yöntemlerle sağlanmaya çalışılması, bugünlerde sıkça söz edilen bir sorunu karşımıza getirdi: IŞİD. ABD'nin en önemli Ortadoğu analistlerinden ve eski bir CIA çalışanı olan Graham Fuller şöyle bir açıklama yapmıştır: "Bana kalırsa, IŞİD'in en büyük yaratıcısı ABD'dir. ABD'nin IŞİD'in kuruluşunu planladığını söyleyemeyiz ancak Ortadoğu'ya dair yıkıcı müdahaleleri ve Irak'taki savaş, IŞİD'in doğuşunun temel sebepleridir." Yani, ABD'nin Irak'a 3 4 M. Emin Değer, Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke yada Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Araştırma Yayınları, İstanbul 1994. s.92 Noam Chomsky. Power Systems: Conversations on Global Democratic Uprising and The New Challenges to US Empire, s.27 25 Akademik Perspektif – Aralık 2014 girmesinden sonra burada başlayan mezhep çatışmaları, ardından Arap Baharıyla gelen daha çalkantılı bir siyasi ortam ve Suriye'deki iç savaş, bütün bu sebepler bölge halkını umutsuzluğa, güce sarılma ya da çaresizlikleri sebebiyle sapıkça terör saldırısı yapmaya itmiştir. Bu durum, halkları kendi güvenliğini sağlayacağını ve kendi haklarını savunacağını düşündüğü IŞİD'e yöneltti. Çünkü Ortadoğu, 1. Dünya Savaşı'ndan beri süre gelen süreçte Avrupa'nın paylaşamadığı ve kimseye de veremediği bir konumdadır. Bu yüzden sürekli çalkantılı siyaseti, stabil olmayan ekonomisi ve insanları umutsuzluğa düşüren yönetimleri, IŞİD'in bu kadar hızlı büyümesine sebep oldu. Güçlüden gördüğü muameleyi unutmayanlar nefret ve kinle güçlünün karşısındakilere sarıldılar. Ayrıca (Fırat, bulunması, gelecekte enerjiye aç olan ülkeler için yine vazgeçilmez hedef olmasına sebep olacaktır. Çünkü herkesin bahsettiği su savaşları, ne küresel ısınmadan, ne de başka bir sebepten olacak. Tükenen petrol için yegane alternatif enerji kaynağı "su" olacaktır. Enerjiyi elinde bulunduran ülkeler gücü de elinde bulundurur. Bu yüzden, dünya siyasetinde söz sahibi olmak isteyen ülkeler gözlerini yine kendilerine ait olmayan şeylere dikecekler. Adını her yüzyıl hatta her elli yılda bir değiştirdikleri -ister sömürge, ister manda, isterse de yardım adı altında- işgalci yönetimler, aç gözlerini Ortadoğu'ya sabitleyecektir. Yani bugün olduğu gibi gelecekte de Dünya siyasetinin başrolünde ve en kırılgan noktası olmaya devam edecektir. * Safiyye Aybüke Uygur, Üniversitesi, Kamu Marmara Yönetimi Ortadoğu'nun önemli suyolları Dicle nehirleri vb.) üzerinde 26 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Cephe savaşından Cephe Gerisi Savaşa Geçişte İsrail Örneği Kemal Toluk* Diplomasi ve sivil ilişkilerin bu denli geliştiği ve iç içe geçtiği uygar dünyada, savaşların hala var olmasının nedeni, uluslararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olmasıdır. Hobbes, “ kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir anlam taşımaz” derken sanırım son derece haklıydı. İsrail’in 8 Temmuz’da Gazze’ye yönelik saldırıları bizlere 21. yy savaş stratejisini tüm çıplaklığıyla gösterdi. İsrail cephe savaşından çok, cephe gerisindeki sivil hedeflere yönelerek savaşı kendi lehine çevirme yoluna girişmiştir. 50 gün süren bu saldırı birçok trajediyi beraberinde getirmiştir. Uygar dünyanın sadece küçük kınamalarla geçiştirdiği bu hazin olay, bizlere aslında o kadar da uygar olmadığımız gerçeğini göstermiştir. Bu çalışmada İsrail örneğiyle değişen savaş stratejisinin oluşturduğu sosyolojik sonuçlara eğilmeye çalışacağız. Öncelikle savaş sözcüğünün kelime anlamına bakmakta fayda var. Savaş; ülkeler, bloklar ya da bir ülke içerisindeki büyük gruplar arasında gerçekleşen topyekun silahlı mücadeledir. Savaşlar genellikle dini, milli, siyasi ve ekonomik amaçlara ulaşmak için gerçekleştirilir. Kullanılan silahlara, amaçlara, taraflara ve gerçekleştiği yerlere göre farklı şekillerde adlandırılırlar. Örneğin nükleer savaş, meydan savaşı, iç savaş, dini savaş (cihat, haçlı seferi), dünya savaşı. Karşı tarafı yıldırmak, maddi ve manevi zarar vermek için gerçekleştirilen silahsız faaliyetler de genellikle savaş tanımına dâhil edilirler. Diplomasi ve sivil ilişkilerin bu denli geliştiği ve iç içe geçtiği uygar dünyada, savaşların hala var olmasının nedeni, uluslararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olmasıdır. Hobbes, “kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir anlam taşımaz” derken sanırız son derece 27 Akademik Perspektif – Aralık 2014 haklıydı. İsrail ve Filistin arasındaki bu savaş, tam olarak böyle bir uzlaştırıcı hakemin olmayışının sonucudur. Bu savaş aynı zamanda, teknolojiyle beraber savaşın cepheyi aşıp sivil alanları da fiili olarak etkileyen yeni nesil savaş stratejisine iyi bir örnektir. Hamas’ı anlaşmaya iten en büyük etken, hiç kuşkusuz İsrail’in uygulamış olduğu üstün teknolojiyle desteklenmiş bombardımandır. Bunun yanında bir de iç baskı vardır. İsrail’in büyük yerleşim birimlerini hedef alması halkta bu savaşın derhal bitmesi gerektiği fikrini geliştirdi ve bir bakıma Hamas karşıtı bir cephe oluşturdu. Al-Monitor gazetesinin yapmış olduğu röportajlar bunu gözler önüne sermektedir. Ev sahipleri artık siyasilere daha doğrusu İsrail’in hedefi olabilecek kişi ve kurumlara evlerini kiralamak istememekte, hatta bazı binalarda bu kişi ve kurumları komşu olarak dahi görmek istememektedirler. Hamas üyesi Yasser Hajj savaş sırasında ailesini ve evini kaybetmiş, bütün bunlar yetmiyormuş gibi üstüne üstlük birde toplumdan dışlanmaya maruz kalmıştır. Çünkü yukarıda belirtilen durum Yasser Hajj için de geçerlidir ve ev sahipleri kendi mülkleri de İsrail’in hedefi konumuna düşmesin diye ona evlerini kiraya vermemektedir. Bunun yanında, bazı yerlerde eylemler düzenlenerek direniş örgütlerinin kendilerinden uzak durmasını istediler. Oluşan bu durum İsrail’in uyguladığı stratejinin eseridir. Sadece cephede değil, cephe gerisinde de etkin bir psikolojik savaş yürüten İsrail’in büyük ölçüde amacına ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. İsrail saldırılarının bir diğer etkisi de aile kurumu üzerindeki etkisidir. Ev sahipleri gibi kız babaları ve yakınları da artık kızlarını direniş eksenindeki kişilerle evlendirmek istememektedir. Kızlarının genç yaşta ortada kalma tehdidi bunu yapmalarına neden olmaktadır. Bunun yanında aile ilişkileri de ciddi oranda zarar görmüştür. Savaş sonrası sakat kalanlar büyük bir psikolojik çöküntüye girmiştir. Tabi bu travmatik durum bütün aile üyelerini etkilemiştir. Kendisiyle röportaj yapılan Gazzeli Ummu Ahmed (35) ise eşinin saldırılarda aldığı yara nedeniyle artık hareket edemediğini dile getirerek, "Ebu Ahmed, evde eş ve baba konumundayken şimdi bir yabancı oldu" ifadesini kullandı. Bu ve bunun gibi bir çok hayat hikâyesi şuanda Gazze’de yaşanmaktadır. İsrail kara harekâtındaki başarısızlığını sahip olduğu üstün teknolojiyle kapatmıştır. Özellikle uzun menzilli silahlarla sivil yerleşim yerlerini hedef alarak, sivillerin Hamas üzerinde baskı kurmasını sağlamıştır. Bu durum savaşın seyrini istediği yöne doğru çekmesini sağlamıştır. Her ne kadar Gazze’li direniş grupları savaştan sonra zafer nidaları atsa da, savaş sonrası ortaya çıkan tablo oldukça karanlıktır. Tabloya kısaca göz atacak olursak; İsrail 8 Temmuz'da başlattığı 50 gün süren saldırıda Gazze Şeridi'ne binlerce bomba yağdırarak 2 bin 158 Filistinli'yi öldürdü, saldırının Gazze'deki maddi yıkım bilançosu ise yeniden imarı açısından ağır oldu. BM ve uluslararası örgütlerin Gazze'deki felaketi gözler önüne seren sarsıcı istatistiklerine göre, 20 bin ev yıkılırken 60 bini ağır hasar aldı, 73 cami ve 24 okul tamamen yıkıldı. 100 binden fazla kişi yerini terk etmek zorunda kaldı. Bunların 57 bini kamuya ait bina ve alanlarda yaşamını sürdürüyor, 47 bin kişi ise Filistinli aileler tarafından misafir ediliyor. Atölye ve fabrika gibi bin civarında üretim birimi kullanılamaz hale geldi. 4 bin 200 dükkan ve ticari teşebbüs yok edildi. İsrail'in saldırısı sonucunda oluşan 2,5 milyon ton enkaz kaldırılmayı bekliyor. 28 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Bütün bunlar halkta biran önce savaşın bitmesi gerektiği düşüncesini kuvvetlendirdi. Bu noktada ortaya çıkan iç baskı direniş gruplarını İsrail’e bir takım tavizler vermeye itmiştir. Sonuç olarak, İsrail kısmen de olsa savaştan istediklerini alarak ayrılmıştır. Karşısında harap olmuş bir şehirle uğraşmak zorunda olan bir Hamas kalmıştır. Ayrıca bu durum Hamas karşıtı fraksiyonları da güçlendirecektir. * Kemal Toluk, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Sosyoloji. 29 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Suriyeli Mülteciler: Türkiye’nin Müstakbel Vatandaşları Derya Kap* Suriye’de dördüncü yılına giren iç savaş, dünyanın en büyük insani ve güvenlik krizlerinden birini oluşturuyor. 29 Nisan 2011 tarihinde Suriye’den Türkiye’ye giriş yapan 252 kişiden oluşan ilk kafileden bu yana, Kobani’den Türkiye’ye göç eden 200 bin kişinin de eklenmesi ile Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı 2 milyona yaklaştı. Uyguladığı “açık kapı politikası” ile sınırdan giriş yapan her Suriyeliye “geçici koruma statüsü” veren Türkiye, Kasım 2014 itibariyle mülteci krizine yaklaşık 5 milyar dolar harcadı. Türkiye'de bulunan Suriyelilerin ülkelerine geri dönme ihtimali iç savaşın şiddetlenmesi nedeniyle giderek zayıflıyor. Suriyeli mültecilerin durumunun vahametini ortaya koyan bu tablo, konunun, insani, hukuki, siyasi, toplumsal ve mali yönleriyle çok boyutlu bir analizi gerektiren karmaşık bir soruna dönüştüğüne işaret ediyor. Rakamlarla Suriyeli Mülteciler Savaş iç savaşı nedeniyle, 23 milyonluk ülke nüfusunun 11 milyonu insani yardıma muhtaç hale geldi; 7 milyon kişi ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı; 3 milyondan fazla Suriyeli mülteci komşu ülkelere sığındı; ülke içindeki ekonomik tahribat 150 milyar dolara ulaştı. 2011 yılı Mart ayından bu yana devam eden Suriye iç savaşı ve kitlesel göç hareketi, başta Türkiye olmak üzere tüm bölge ülkelerinin iç siyasi, ekonomik ve sosyal dinamiklerini etkiledi. Savaşın en önemli sonuçlarından birini, sayıları 4 milyona yaklaşan Suriyeli mülteciler oluşturuyor. Bu sayı her ay ortalama 100 bin oranında artıyor1. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Kasım 2014 tarihli son verilerine göre, komşu ülkelere sığınan kayıtlı Suriye vatandaşlarının en yüksek olduğu ikinci ülke Türkiye. (Tablo 1) 1 Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği, http://www.unhcr.org.tr, Erişim Tarihi : 3 Ağustos 2014. 30 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Bugün Türkiye, Suriye'den kaçan 3 milyondan fazla mültecinin neredeyse yarısına tek başına ev sahipliği yapıyor. Bu devasa rakama, Suriye’nin Halep kentinden yeni bir yeni bir göç dalgasının da eklenmesi durumunda, yaklaşık 2 milyon mülteci daha Türkiye’ye sığınmak zorunda kalabilir. Tablo 1: Komşu ülkelere sığınan Suriyeli mülteci sayısı Ülke Lübnan Türkiye Ürdün Irak Mısır Suriyeli Sayısı 1.132.601 1.065.902 618.508 223.923 140.289 Mülteci Kaynak: BMMYK, Kasım 2014 Krizin başından itibaren “açık kapı politikası” izleyen Türkiye, sınırı geçmek isteyen tüm Suriye vatandaşlarına izin verdi2. Sınıra yakın illerde kurulan mülteci kamplarından ulusal ve uluslararası basından övgüyle bahsedilmesi3, mültecilerin Türkiye’ye sığınmasında “özendirici” bir rol oynadı. Bunların sonucunda, Suriyeli mülteci sayısı her geçen gün katlanarak arttı. Suriye’de derinleşen iç savaş nedeniyle, Türkiye’ye sığınan kişi sayısı her geçen gün ortalama 7 bin artıyor. Kasım 2014 itibariyle, Türkiye'de bulunan Suriyeli mülteci 2 Dışişleri Bakanlığı,“Türkiye-Suriye Siyasi İlişkileri”,http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriyesiyasi-iliskileri-.tr.mfa. Erişim Tarihi : 3 Ağustos 2014; İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014, http://www.goc.gov.tr/icerik3/gecici-korumamizaltindaki-suriyeliler_409_558_560) 3 “The New York Times, “How toBuild a Perfect RefugeeCamp”, February 13 2014, http://www.nytimes.com/2014/02/16/magazine/h ow-to-build-a-perfect-refugee-camp.html?_r=0 sayısının 1 milyon 600 civarında olduğu sanılıyor. Bu rakamın yüzde 53’ünü ise 18 yaşın altındaki Suriyelilerin oluşturması durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin 220 bin kadarı, 10 ilde kurulan 16 çadırkent ve 6 konteynır kentten oluşan 22 kampta rahat koşullarda yaşıyor. Geri kalan bir milyondan fazlası ise dağınık olarak farklı kentlerde kendi olanakları ile yaşam mücadelesi veriyor. Bugün, Türkiye’de Suriyelilerin bulunmadığı sadece 9 kent bulunuyor4. Kampların dışındaki Suriyeliler ise, Türkiye’nin 72 farklı ilinde kendi olanakları ile geçici işlerde çalışarak, sokaklarda dilenerek ya da sosyal yardım alarak yaşam mücadelesi veriyor. Türkiye’de en fazla Suriyelinin yaşadığı kent İstanbul; 330 bin civarında Suriyeliye ev sahipliği yapan İstanbul’u, 200 bin ile Gaziantep izliyor. Yalnızca İstanbul’da yaşayan Suriyeli sayısı, Sarıyer ilçesinin 330 binlik nüfusuna yakın5. Türkiye’ de Geçici Koruma Altındaki “Suriyeli Sığınmacılar” Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilerin hukuki statüsü, konunun en çok tartışılan boyutlarından birini oluşturuyor. Türkiye’de mültecilik mevzuatının temelini 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi oluşturuyor. Bu sözleşmeye “coğrafi sınırlama” ile taraf olan Türkiye, sadece Avrupa’dan Türkiye’ye gelen kişilere mülteci statüsü veriyor. Avrupa dışından gelmiş kişiler ise 4 “İstanbul’da Sarıyer Nüfusu Kadar Suriyeli Yaşıyor”, Habertürk, 1 Ağustos 2014, http://www.haberturk.com/gundem/haber/97542 5-istanbulda-sariyer-nufusu-kadar-suriyeli-yasiyor 5 “İstanbul’da Sarıyer Nüfusu Kadar Suriyeli Yaşıyor”, Habertürk, 1 Ağustos 2014,http://m.haberturk.com/gundem/haber/975 425-istanbulda-sariyer-nufusu-kadar-suriyeliyasiyor 31 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Türkiye’ye geçici olarak sığınabiliyor ve kendilerine “sığınmacı” statüsü veriliyor. Bu sebeple, Türkiye’ye kaçan Suriyeler mülteci” değil “sığınmacı” statüsüne sahipler. “Sığınmacı” statüsü, mültecilikten doğan bazı doğal hakları içermediğinden, Türkiye yönetmelik ve genelgeler çıkararak Suriyeliler lehine özel uygulamaları yürürlüğe soktu. Türkiye, 1994 İltica ve Sığınma Yönetmeliği uyarınca, “sığınmacı” statüsü verdiği Suriyelilere “geçici koruma” sağlıyor. Geçici koruma altındaki Suriyeli sığınmacılar hukuken “makul bir süre için Türkiye’de kalma” iznine ve “üçüncü bir ülke tarafından mülteci olarak kabul edilene kadar geçici sığınma hakkına sahipler6. Türkiye’nin izlediği “açık kapı politikası” çerçevesinde, pasaportu bulunmayanlar dâhil, kabul ettiği tüm Suriyeli sığınmacılara sağladığı “geçici koruma” rejimi, uluslararası kuruluşlar tarafından uluslararası hukuka ve insani yükümlülüklere uygun olarak değerlendiriliyor.7 Türkiye, iç savaşın sona ermesi ile Suriyeli mültecilerin ülkelerine döneceği varsayımıyla, Suriyeli mültecilere yönelik politikasını kitlesel göçün geçici bir durum olduğu tespiti ile şekillendirdi. Bu nedenle, resmi söylemlerde Suriyeli mülteciler için “misafirlerimiz” tabirini kullanıldı. Suriyeli sığınmacılara sağlanan “geçici koruma rejimi” Suriyelilerin yasal statülerinin netlik taşımadığı gerekçesiyle, çokça eleştirildi. Suriye iç savaşının 2014 yılında derinleşmesi ve sığınmacıların çoğunun 6 Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği, “Sıkça Sorulan Sorular Türkiye’deki Suriyeli Mülteciler Hakkında Sık Sorulan Sorular”, http://www.unhcr.org.tr/uploads/root/faq__turkish_+90.pdf. Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014. 7 A.g.e kalıcı olduklarının belirginleşmeye başlaması ile Türkiye politika değişikliğine gitti. İlk olumlu adım, Nisan 2014 tarihinde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girmesiydi. Kanun, Türkiye’de bulunan mültecilerin hukuki statüsünü açıklığa kavuşturacak bazı maddeler içeriyor. Ardından, bu kanuna dayanarak Ekim 2014’te Geçici Koruma Yönetmeliği çıkarıldı. Yönetmelik, Türkiye’de kendilerine “geçici koruma statüsü” verilen Suriyelilerin bağlı oldukları geçici koruma rejimine bir düzenleme getirdi. Suriyeli mültecilerin yasal statüleri, hakları ve alacakları sosyal yardımları netleştirildi 8. Geçici Koruma Yönetmeliği’nde Suriyeliler için “geçici korunanlar” ifadesi kullanılıyor. Yönetmeliğe göre, “geçici korunan” Suriyelilere “geçici koruma kimlik belgesi” verilir ve bu kişilere sağlık, eğitim, iş piyasasına erişim, sosyal yardım ve hizmetler ile tercümanlık ve benzeri hizmetler sağlanır. Bu kapsamda en önemli düzenlemelerden biri, bu kimliğe sahip olan Suriyelilerin belirli iş kollarında çalışma izni alabilecek olmaları. Yönetmeliğin tam olarak uygulanması, hem Suriye'den gelen mültecilerin sahip oldukları hakların korunması, hem de kamu görevlilerinin mültecilerin sorunlarını daha etkili çözebilmeleri açısından büyük önem taşıyor9. Suriyeli mülteciler konusunun sosyal boyutu, son aylarda önemli gündem başlıklarından birini oluşturuyor. Çeşitli kentlerde mültecilere yönelik artan 8 Geçici Koruma Yönetmeliği, 22 Ekim 2014.http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/ 10/20141022-15-1.pdf 9 Uluslararası Af Örgütü, "Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye'deki Suriye'den Gelen Mülteciler”, http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayattakalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelenmulteciler720.pdf. Erişim Tarihi: 19 Kasım 2014. 32 Akademik Perspektif – Aralık 2014 tepkilerin basında sıklıkla yer alması, Suriyelilerin artık “misafir” “olarak görülmedikleri ve istenmedikleri yorumlarına sebep oldu10. Bununla birlikte, son yapılan kapsamlı bir araştırma Türkiye’de toplumun Suriyelileri kabul düzeyinin yüksek olduğunu ortaya koydu. Araştırmaya katılanların yüzde 72,2'sinin Suriyelileri “zulümden kaçan insanlar”, “Türkiye’deki misafirlerimiz”, “din kardeşlerimiz” olarak tanımlaması, Türkiye genelinde Suriyelilerle ilgili toplumsal kabulün sanıldığının aksine yüksek olduğu şeklinde yorumlandı11. “Geçici koruma” altına alınan Suriyelilerin tüm ihtiyaçlarının Türkiye tarafından karşılanması, konunun mali boyutunu gündeme getiriyor. 2011 yılının Nisan ayından, 2014 yılının Kasım ayına dek, Suriyeli sığınmacılara yapılan yardım miktarı 5 milyar dolar seviyesine ulaştı. Bu rakama, Suriyeli sığınmacılara sınır ötesinde Kızılay aracılığıyla yapılan yardım eklendiğinde, Türkiye’nin Suriyeliler için yaptığı harcama miktarı daha büyük meblağlara ulaşıyor. Ancak, kampların dışında şehirlerde yaşayan bir milyondan fazla Suriyelinin devlet bütçesine yarattığı külfet konusunda, kapsamlı bir araştırma bulunmuyor. Türkiye’de Suriyeli mülteciler hakkında yapılacak bir değerlendirmede, konunun güvenlik boyutunun da ihmal edilmemesi gerekiyor. 11 Şubat 2013 tarihinde Cilvegözü sınır kapısındaki patlama ve 11 10 Euronews, “Suriyeli Mülteciler Türkiye’ye Ağır Gelmeye Başladı”, 2 Ağustos 2014, http://tr.euronews.com/2014/08/02/suriyelimulteciler-turkiye-ye-agir-gelmeye-basladi/ 11 "Türkiye'deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum Araştırması”, Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi, http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/TurkiyedekiSur iyelilerToplumsalKabulveUyumHUGO.pdf. Erişim Tarihi: 20 Kasım 2014. Mayıs 2013 tarihinde Reyhanlı’da hayatını kaybeden 50’den fazla kişi, Suriye’den Türkiye’ye mültecilerle birlikte gelen yasadışı grupların, sınır ve iç güvenliğine oluşturduğu tehdide işaret ediyor. Suriyeli Mültecilerin Geleceği: Türkiye’nin Müstakbel Vatandaşları Suriyeli mültecilerin dikkat çektiği önemli bir husus, Türkiye’nin artık bir “göç ülkesi” olma yolunda ilerlediği gerçeği. Konumu nedeniyle birçok kitlesel göç hareketine maruz kalan Türkiye, son yıllarda göçmenler için “transit ülke” konumundan çıkıp “hedef ülke” durumuna geldi. Türkiye 1980’lerden bu yana sadece göç veren bir ülke değil, aynı zamanda göç alan bir ülke konumunda12. Bu çerçevede yeni yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, hukuki düzeyde göçmenlerin kalıcı olabileceğine ve Türkiye’nin bir “göç ülkesi” olma yolunda ilerlediğine işaret eden bazı maddeler içeriyor13. Radikal unsurların dâhil olmasıyla derinleşen Suriye krizinin sonlanacağı tarihi ve Türkiye’deki Suriyelilerin kalacağı süreyi öngörebilmek oldukça güç. Bu belirsizlik, hukuki ve siyasi açıdan Suriyeli mülteciler sorununun çerçevesini çizmeyi daha da güçleştiriyor14. Suriyeli mülteciler hakkında ulusal ve uluslararası kuruluşlar tarafından yapılan birçok araştırmada, “Türkiye’de bulunan Suriyelilerin çoğunun 12 İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı, http://www.goc.gov.tr/icerik3/turkiyenin-duzensizgocle-mucadelesi_409_422_424 13 Ahmet İçduydu, “Dış politika Suriye Meselesinde Baştan Beri Belirleyici Roldeydi Ancak Takıldığı Yer Sosyal Coğrafya Oldu”, Analist, 2013 Mart, s. 41. 14 AFAD, “Suriye’den Türkiye’ye Nüfus Hareketleri: Kardeş Topraklarındaki Misafirlik ”, 2014, s. 147148,https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/7920140529153928-suriye'den-turkiye'ye-nufushareketleri,-kardes-topraklarindaki-misafirlik,2014.pdf.ErişimTarihi: 3 Ağustos 2014. 33 Akademik Perspektif – Aralık 2014 öngörülebilir gelecekte Türkiye’de kalacakları” olasılığı üzerinden çözüm önerileri geliştiriliyor. Mülteci sorununa kısa vadeli politikalarla çözüm bulunamayacağını savunan bu çalışmalarda, “mültecilerin entegrasyonuna yönelik kurumsal düzenlemelerin yapılması” gereğine işaret ediliyor15. AB’nin hazırladığı 2013 İlerleme Raporu’nda da, Suriyeli mültecilerin ihtiyaçlarına yönelik “kapsamlı bir ulusal stratejinin mevcut olmaması” 16 eleştiriliyor. Başlarda Suriyeli mülteciler konusuna geçici bir durum olarak yaklaşan Türkiye, 4’üncü yılına giren iç savaş nedeniyle, mültecilerin kalıcı olduklarını kabul ederek, yeni politikalar oluşturmaya başladı. Suriyeli sığınmacıları topluma entegre etmek amacıyla son aylarda önemli bazı düzenlemeler yapıldı. Bu amaçla, Türkiye'de bulunan tüm Suriyelilerin biyometrik kayıt altına alınması17, Suriyeli sığınmacıların yerli işgücünü tahrip etmeden açık iş pozisyonlarına yerleştirilmesi gibi kararlar yürürlüğe kondu18. Türkiye’de yaşayan ve eğitim hizmetlerinden mahrum olan 200 bin Suriyeli çocuğun okullara elektronik sistem üzerinden kayıt olmasını sağlayan Yabancı Öğrenci Bilgi İşletim Sistemi'ni (YÖBİS) 15 Suna Gülfer Ihlamur-Öner, “Türkiye’nin Suriyeli Mültecilere Yönelik Politikası”, Ortadoğu Analiz, Mart-Nisan 2014 ; Gönül Tol,” Suriye İç Savaşının Türkiye’ye Etkileri ve Mülteciler”, TÜSİAD Görüş Dergisi, Aralık 2013 16 AB Bakanlığı,“Avrupa Komisyonu Tarafından Hazırlanan 2013 İlerleme Raporu”, http://www.abgs.gov.tr/files/strateji/2013_ilerlem e_raporu_tr.pdf 17 “Kurtulmuş: 1.6 milyon Suriyeli kalıcı”, Hürriyet, 6 Kasım 2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27525856.as p 18 “Suriyelilere Çalışma İzni” , Milliyet, 12 Kasım 2014. http://www.milliyet.com.tr/suriyelilerecalisma-izni/ekonomi/detay/1951900/default.htm. Erişim Tarihi: 20 Kasım 2014. kuruldu19. İşgücüne katılım konusunda Suriyelilere çalışma izni verilmesi gündeme geldi20. Uygulamaya geçirilen bu düzenlemelere rağmen, Türkiye hala sorunun çözümüne dair kapsamlı bir strateji belirlemiş değil. Uluslararası Toplumun Mültecilere Sınırlı Katkısı Suriyeli Türkiye her geçen gün insani ve ekonomik maliyeti artan 2 milyona yakın Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yaparken, uluslararası aktörler soruna sınırlı oranda katkı sağlıyorlar. BM’nin, AB ve diğer aktörleri bu konuda daha fazla sorumluk almaya yönelik çağrıları beklenen seviyede karşılık bulmuyor. 2014 yılında Suriye operasyonları için 6,5 milyar dolar yardım çağrısında bulunan BM’nin bu talebi, ancak yüzde 30 düzeyinde karşılık buldu 21. AB ve AB’ye üye olan devletlerin göç politikaları, mültecilerin AB'ye erişiminin engellenmesi esasına dayanıyor22. AB ülkeleri, Suriyeli mülteciler sorunu üstlenmede isteksiz davranıyorlar23. 19 ”Suriyeli Öğrencilere "Tek Tuşla" Ulaşılacak”, Hürriyet, 17 Kasım 2014. http://www.hurriyet.com.tr/egitim/27593775.asp. 20 “Suriyeli Sığınmacılara Çalışma İzni,” Yeni Şafak, 11 Kasım 2014, http://www.yenisafak.com.tr/ekonomi/suriyelisiginmacilara-calisma-izni-701851. Erişim Tarihi: 20 Kasım 2014. 21 The UN RefugeeAgency, “2014 SyriaRegionalResponse Plan: Mid-Year Update”, http://www.unhcr.org/syriarrp6/midyear/. Erişim Tarihi : 3 Ağustos 2014 . 22 “Kale Avrupası’nın İnsani Bedeli Avrupa Sınırlarında Göçmen ve Mültecilerin Karşılaştıkları İnsan Hakları İhlaller” , Amnesty International,2014, http://www.amnesty.org/en/library/asset/EUR05/ 001/2014/en/146bad2c-1183-4aee-a96ae15f8fc1ef7f/eur050012014tr.pdf. Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014. 23 Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği, “Avrupa’daki Suriyeli Mülteciler: Avrupa, Koruma ve Dayanışmayı Sağlamak için Ne 34 Akademik Perspektif – Aralık 2014 BMMYK verilerine göre, Suriye’de ülkelerini terk etmek zorunda kalan 3 milyondan fazla Suriyeliden yüzde 97’si Lübnan, Türkiye, Irak ve Mısır’a yerleşirken; sadece yüzde 4’ü Avrupa’ya sığınma talebinde bulundu. İç siyasi ve ekonomik kaygılar, AB ülkelerinin çoğunu Suriyeli mülteciler konusunda “kapalı kapı politikası” izlemeye sevk ediyor. Bununla birlikte, Suriyelilere en büyük insani yardım sağlayan uluslararası aktör konumunda olan AB ve Üye Devletleri, Suriye’ye ve mültecilere ev sahipliği yapan bölge ülkelerine, Kasım 2014 verileriyle, 3 milyar avro yardımda bulundu24. uluslararası hukukun kendilerine tanıdığı temel bir insan hakkına dayandığı hatırda tutulmalıdır. Bu nedenle, Suriye krizinin Türkiye’ye yüklediği ağır faturalardan biri olan Suriyeli mülteciler ile Türkiye’nin baş edebilmesi, başta AB ve ABD olmak üzere, tüm uluslararası aktörlerin daha fazla katkı sunmalarını ve Türkiye’nin bu katkının sağlanması konusunda daha etkin bir çaba göstermesini gerektiriyor. * Derya Kap, Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Sonuç Yerine Türkiye’nin açık kapı politikasını sürdüreceğini ve mültecilere her koşulda yardım etmeyi sürdüreceğini taahhüt etmesine rağmen, sayıları 2 milyona yaklaşan Suriyeli mültecinin maliyetini kendi olanakları ile üstlenebilmesi oldukça güç25. Suriye’de iç savaşın şiddetlenmesi ile her geçen gün katlanarak büyüyen soruna, uluslararası toplumun uluslararası hukuku ve mülteci haklarından doğan sorumluklarını yerine getirmesi durumunda bir çözüm bulunabilir. Suriyeli mülteci sorunu, siyasi, ekonomik, güvenlik, hukuki, toplumsal boyutlarının yanı sıra, insani yönü ile değerlendirildiğinde, yerlerinden edilmiş milyonlarca Suriyelinin iltica talebinin, Yapabilir”,http://www.unhcr.org.tr/?content=574. Erişim Tarihi: 3 Ağustos 2014. 24 European Commision, Humanitarian Aid and Civil Protection, “ Syria”, http://ec.europa.eu/echo/en/where/middle-eastnorth-africa/syria, Erişim Tarihi. 20 Kasım2014 25 International Crisis Group, “The Rising Costs of Turkey's Syrian Quagmire”, Report No: 230, April 2014, http://www.crisisgroup.org/en/regions/europe/tur key-cyprus/turkey/230-the-rising-costs-of-turkey-ssyrian-quagmire.aspx. 35 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Suriye’de Çözüm Bağlamında Uluslararası Yaklaşımlar Şahin Aydın* Ortadoğu’nun kalbi niteliğinde diyebileceğimiz Suriye’de bir çözümün olması, kuşkusuz Ortadoğu’nun huzur ve refahı açısından önem arz etmektedir. İşte bu noktada, uluslararası yaklaşımlar ve ülkemizin tutumu yazımda ele alınmakta, bunun yanında uluslararası insancıl hukuk’a aykırılık teşkil eden birtakım noktalar da dile getirilmektedir. Öncelikle, Suriye’deki bu asimetrik savaşın durması ve giderek çetrefilleşen bu problemin çözümü noktasında, Esad güçlerinin ve muhaliflerin çözüm konusundaki tavırlarına bakmak gerekir. Esad rejimi ve muhalif güçler siyasi bir çözüm noktasında uzlaşabilmiş değil. Esad, muhalifler ile aynı masaya oturmak için henüz geçerli şartların sağlanmadığını ve hangi muhalif güçlerin muhatap alınması gerektiği noktasında, bu güçlerin Suriye halkıyla irtibatının araştırılması gerektiğini söylüyor. Yine Esad, muhalifleri terörist diye nitelendirerek siyasi bir çözümün önüne en büyük engeli koyuyor. Muhalif güçler ise Suriye rejiminin kendi insanını öldürmekten vazgeçmesini ve olası bir geçiş hükümetinin kurulması durumunda, bu hükümette Esad’ın yer almamasının BM güvenlik konseyince garanti edilmesini istiyor. Kısacası, her iki tarafta da karşılıklı bir güvensizlik söz konusu. Suriye konusunda uluslararası nabza bakacak olursak, ABD olayların başlaması sonrasında, siyasi suçlulara af isteyen bir gruba müdahale sırasında yaralanma ve gözaltıların olmasından endişe duyduğunu söylemiş, şiddetten kaçınma yönünde çağrılarda bulunmuştur. Esad’ın muhaliflere karşı yaptığı kanlı harekatlar sonrası, Obama’nın sözcüsü: “Esad, Ortadoğu’yu ve ülkesini tehlikeli bir yola sürüklüyor, Suriye Beşar Esad olmadan daha iyi olacaktır.’’ demiştir. Ancak ABD Suriye konusunda kaçamak bir politika izlemiş, kimyasal vahşetin ardından askeri müdahale seçeneğini ortaya atsa da, bu durum bir uluslararası politika aracı olarak kullanılmaktan öteye gidememiştir. 200 bin kişinin öldüğü 9 milyon kişinin 36 Akademik Perspektif – Aralık 2014 yerinden yurdundan olduğu bir trajediden bahsetmekteyken, müdahale seçeneğinin rejimi yıkmaya yönelik değil de sadece kimyasal riske karşı bir tedbir olarak görülmesi de, ABD’nin samimiyetsizliğini gösteren bir diğer gerçektir. Rusya olayların başından beri rejimin yanında yer almış, gerek askeri gerek siyasi olarak rejime destek vermiştir. BM Güvenlik Konseyi Suriye konusunda tedbir kararı almak isterken, bu karar, Rusya ve Çin’in vetosuna takılmış, Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi, ‘’ karar önerisi dış askeri müdahalenin kabul edilemez olduğuna dair herhangi bir şart içermiyor.’’ eleştirisini getirmiştir. BM insan hakları konseyi Mart 2011-Aralık 2011 tarihleri arası, hükümet karşıtı gösterilerde 4 binin üzerinde sivilin yaşamını yitirdiğini belirtmiş, bu durumun insanlığa karşı suç kategorisine sokulabileceğini söylemiştir. Rusya ise bu durumu Suriye’nin iç işlerine müdahale olarak değerlendirmiş, baskıcı Esad rejiminin yanında yer almaya devam etmiştir. Çin, Suriye’de olası bir dış müdahaleye karşı olduklarını ve çözümün Suriye halkından gelmesi gerektiğini söylüyor. Bu bağlamda BM’in, ‘’ülkelerin iç işlerine karışmama’’ hususunda hassas davranması gerektiğini söylüyor. İsrail başbakanı Netenyahu, ‘’Suriye’ye karışmıyoruz ama bu endişeli olmadığımız anlamına gelmez diyor.’’, Esad rejimini korumakta hiçbir çıkarlarının olmadığını söylüyor, diğer taraftan ordunun bu isyanları bastırarak üzerine düşen görevi yerine getirdiğini söylüyor. Bu bir çelişkiyi ifade ediyor aslında… İsrail istihbarat başkanı ,İran ile Lübnan’daki Şii Hizbullah örgütünün Beşar Esad rejimine karşı düzenlenen gösterilerin bastırılmasında Suriye’ye aktif olarak yardım ettiklerini öne sürüyor. Yani İsrail Suriye’de bir çözümsüzlükten ediyor. yana olmaya devam İran ile Esad rejimi arasında stratejik ve mezhebi yakınlık nedeniyle bir müttefiklik yıllardır söz konusu. Bu sebepten ötürüdür ki İran ve Hizbullah halk devrimine karşı ve baskıcı Esad yönetimini desteklemektedir. Buda bize gösteriyor ki İran ve İsrail, Suriye halkının mücadelesine karşı aynı safta yer alıyor. Türkiye uluslararası politikadaki dik duruşunu Suriye konusunda da belli etmektedir. Suriye’de siyasi dönüşüme dayalı bir çözüm istemektedir. İnsani bir hassasiyetle hareket etmekte, çözüm noktasında çaba sarf etmektedir. Meşru taleplerin Suriye rejimince baskıyla sindirilmeye çalışıldığını defalarca dile getirmiştir. Suriye konusunda aktif roller üstlenmiş, Suriye’deki krizin aşılmasına yönelik uluslararası çabaların koordine edilmesi amacıyla kurulan Suriye halkının dostları grubu içerisinde yer almıştır. Bu grubun 2. Toplantısı İstanbul konferansı olarak tarihe geçmiş, bu konferansta, BM ve Arap liginin Suriye ortak özel temsilcisi Annan, barışçıl gösteri ve toplumun özgürlüğünün güvence altına alınması, keyfi tutuklamalara maruz kalan kişilerin serbest bırakılması gibi hususlar içeren bir plan ortaya atmıştır. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerden AFAD(Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) sorumludur. ‘Yardım Dağıtım Sistemi’ ile kamp dışındaki 800 bin kadar olduğu söylenen mülteciler kayıt altına alınmaya çalışılıyor ve ihtiyaç listeleri belirleniyor. Ayrıca, Türkiye, Suriyeli Mülteciler konusunda en az yardımı alan ülkedir. Nisan 2014 itibariyle Türkiye’nin harcamaları 2,5 milyar doları aşmıştır. 500 milyon doların üzerinde de sivil toplum kuruluşlarımızın yardımı söz konusudur. Türkiye’nin Suriye konusunda aldığı uluslar arası yardım ise 183 milyon dolardır. 37 Akademik Perspektif – Aralık 2014 BM’in dünya üzerinde uluslararası barışı sağlamak gibi bir amacının olduğunu biliyoruz. Pratikte bu görev siyasi girişimler ile sağlanması durumunda genel sekreterlik makamının, askeri girişimler ile sağlanması durumunda güvenlik konseyinin alanındadır. Güvenlik Konseyi’nce alınmak istenen kararlar ya Rusya ve Çin’in vetosuna uğramış ya da ABD gibi ülkelerin samimiyetsiz politikalarının bir aracı olarak kullanılmak istenmiştir. 5 daimi üyeden birinin dahi vetosu, Güvenlik Konseyi’nin karar mekanizmasının tıkanmasına yol açmaktadır. Kuşkusuz BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin sahip oldukları veto yetkisi, beraberinde ciddi birer sorumlulukta getirmektedir. Ortadoğu’nun evrensel popülerliğinin bir sonucu olarak, Suriye evrensel çapta yankı uyandırmıştır, bu noktada insancıl hukuk çerçevesinde uluslararası hukukun birçok noktada ihlal edildiği görülmektedir. İnsancıl hukukun yaptırımı ise uluslararası ceza hukukudur. Uluslararası ceza mahkemesinin kurucu metni olan 1998 tarihli roma statüsünün 7.maddesinde insanlığa karşı suçlar tanımlanmış ve kasten adam öldürme, halkın sürülmesi, zorla göç ettirilmesi bu suç tipi içerisinde tanım bulmuştur. Günümüz itibariyle Suriye’de 200 bine yakın insan kaybının yaşanması ve Suriye halkının birçoğunun komşu ülkelere sığınması bu ihlallerin yaşandığının açık ve net birer kanıtıdır. İnsancıl hukukta önemli olan sivil ve muharip ayrımın yapılmasıdır. Bu noktada muhariplerin dışında kalanlara, yani, sivillere yönelik yapılacak her saldırı ilgili uluslararası mevzuatın ihlali anlamına gelecektir. İnsancıl hukuk sivillerin korunması yanında, kültür varlıklarının da korunmasını esas alır. Suriye’de kültür varlıklarının birçoğunun zarar görmesi ise rejimin uluslararası sorumluluğunu doğuran bir diğer sebeptir. * Şahin Aydın, Atatürk Üniversitesi, Hukuk 38 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Avrupa Birliği ve Orta Doğu Enes Deşilmek* Bu çalışmada, Avrupa Birliği’nin sürekli olarak gündeminde olan “tek seslilik politikası” çerçevesinde Ortadoğu’ da hayata geçirmek istediği politikalar irdelenmeye çalışılırken, bu bağlamda Barcelona süreci ve Avrupa Komşuluk Politikası ele alınmaya çalışılacaktır. Ayrıca Avrupa Birliği’nin bölgeye ilgi göstermesinin temel parametreleri üzerinde durulacaktır. Ortadoğu, tarihsel olarak sürekli istikrarsızlıkların yaşandığı, askeri darbelerin olduğu ve ayaklanmaların görüldüğü bir bölge görünümüne sahiptir. Sürekli olarak kaos ortamının mevcut olduğu Ortadoğu, 2001 yılından sonra Avrupa Birliği’nin demokratikleştirme politikaları ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sayede Avrupa Birliği, kendi güvenliğini garanti altına almaya çalışmaktadır.1 Fakat Avrupa Birliği bu politikasını hayata geçirmek isterken hem kendi içerisinde yaşamış olduğu sorunlardan dolayı, hem de bölge ülkelerinden kaynaklanan problemlerden dolayı başarısız olmaktadır. Ortadoğu Avrupa Birliği için her zaman önemini koruyan bir bölge olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortadoğu’nun sürekli olarak Avrupa Birliği’nin ilgi alanında olmasında sahip olduğu enerji kaynakları, stratejik ve coğrafi konumu, tarihsel bağlar ve güvenlik anlayışı etkili olmaktadır. Bölgenin Avrupa Birliği için önemi, 2004 yılında Avrupa Birliği’ne katılan ülkeler2 ile birlik sınırlarının da genişlemesinden kaynaklanmaktadır. Bu 1 TOCCİ, Nathalie, “The European Union as a Normative Foreign Policy Actor”, Centre for European Policy Studies, CEPS Working Document, Sayı 281, Ocak 2008. 2 2004 yılında Birliğe üye olan ülkeler: Kıbrıs, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya. 39 Akademik Perspektif – Aralık 2014 katılımlar ile yeni bir süreç başlamış ve yeni stratejiler izlenmeye başlanmıştır. Avrupa Birliği’nin bölgeye ilgi göstermesinin temel parametreleri genel olarak şunlardır; Ortadoğu’nun enerji kaynakları konusundaki zenginliği, Enerji güvenliği, Stratejik ve coğrafi konumu, AB sınırları içerisinde çok sayıda Afrika kökenli Müslüman nüfusun olması, Ortadoğu ülkelerinden Avrupa’ya resmi ve gayri resmi yollarla olan göç. AB’nin 2004 yılında sınırlarında ve komşularında yaşamış olduğu değişiklik, beraberinde güvenlik politikalarını da gündeme getirmiş, ayrıca yeni komşularıyla güçlü ilişkiler kurmak isteyen AB’nin yeni politikalar üretmesini de zorunlu hale getirmiştir. Bu ise beraberinde yeni fırsatlar sunarken, aynı zamanda bazı zorlukları da ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda Avrupa Birliği Ortadoğu politikasına yön verebilmek amacı ile 12 Mayıs 2004 tarihinde komşuluk politikasının temel belgesi niteliğinde olan ‘Avrupa Komşuluk Politikası Strateji Belgesi’3 yayımlanmıştır. Avrupa Komşuluk Politikası (AKP)’nın temelleri 1990’lı yıllara kadar dayanmaktadır. Bu dönemde Belarus, Moldova, Rusya ve Ukrayna ile Ortaklık ve İşbirliği Antlaşmaları yapılmıştır. Devam eden etapta ise Barcelona süreci ile AB, Avro-Akdeniz Ortaklığı oluşturma, bunun yanı sıra Avrupa’nın güvenliği sağlanırken aynı zamanda Akdeniz ülkelerinin 3 European Neighbourhood Policy Strategy Paper, 2004, http://eur-lex.europa.eu/legalcontent/EN/TXT/?uri=CELEX:52004DC0373, Erişim Tarihi: 27 Ekim 2014 Avrupa Komşuluk Politikası (AKP), http://www.ekonomi.gov.tr/avrupabirligi/index.cf m?sayfa=DB164801-D8D3-8566452049DA66F84F00 , Erişim Tarihi: 27 Ekim 2014 kalkınmalarına da destek sağlanması öngörülmüştür. Fakat birlik üyeleri ile bölge ülkeleri arasındaki kalkınma seviye farkının fazla olması, AB’nin her ülkeye eşit şekilde yaklaşmayıp ayrıcalıklı ülkeleri ön plana çıkarması, bölgede barış ortamı yerine istikrarsız ortamların devam etmesine sebep olmuştur. Ortadoğu’da oluşan her türlü olumsuz bir hareketlenme Avrupa’yı yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Avrupa Birliği üye ülkeleri enerji kaynaklarının neredeyse yarısını Ortadoğu ülkelerinden ithal etmektedir. Bölgede oluşacak istikrarsızlık ise enerji hatlarının güvenliğini de tehlike altına sokacaktır ki, bu da Avrupa için “hayat damarının tehlike altında girmesi” anlamına gelmektedir.4 Bunun yanı sıra bölge ülkeleri ile sıkı bir ticaret trafiği olan AB, bölgedeki gelişmeleri de yakından izlemek zorundadır. Tüm bunları göz önünde bulunduran AB, Akdeniz’in iki yakası arasındaki yakınlaşmayı sağlamayı amaç edinmiştir. Bu politikaların hayata geçirilmesi için Avrupa Birliği, Barcelona Süreci5 bağlamında, üç temel strateji6 benimsemiştir. “Birinci strateji, siyasi ve diplomatik alanı kapsamaktadır. Bu stratejiye göre, Ortadoğu bölgesinde, temel evrensel ilkeler üzerine oturmuş bir barış ve istikrar 4 YOUNGS, Richard, “Europe‟s External Energy Policy: Between Geopolitics and the Market”, Centre for European Policy Studies CEPS Working Document, Sayı 278, Kasım 2007. 5 Barcelona süreci hakkında detaylı bilgi için Avrupa Birliği Komisyonu’nun hazırladığı, “Europe and the Mediterranean towards a closer partnership: An overview of the Barcelona Process in 2002” isimli dökümana bakınız. 6 TASSİNARİ, Fabrizio “Whole, Free and Integrated? A Transatlantic Perspective on the European Neighbourhood”, Centre fore European Policy Studies, CEPS Working Paper, Sayı 271, Haziran 2007. 40 Akademik Perspektif – Aralık 2014 ortamı oluşturulacaktır. Bu çerçevede, devletler, siyasi, idari ve hukuki reformları hayata geçirirken, birbirleriyle normal ilişkiler kuracaklardır. İkinci strateji, ekonomik reformları içermektedir. Ekonomik, sosyal ve idari reformlar, bölgede sürdürülebilir ve dengeli ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlayacaktır. Ardından bölge ülkeleri ile Avrupa Birliği arasında, serbest ticaret alanı oluşturulacaktır. Serbest ticaret ilkesi de, bölgede demokratikleşmeyi, iyi yönetişimi, açıklığı ve hukukun üstünlüğünü sağlamlaştıracaktır. Üçüncü strateji ise, farklı kültürler ve medeniyetler arasında karşılıklı hoşgörüye dayalı anlayışın oluşturulmasıdır. Bu bağlamda, Birlik, bölge halkları ile Avrupa insanı arasında karşılıklı kültürel ve sosyal değerlerin anlaşılmasını teşvik etmektedir. İnsanların birbirlerini anlaması halinde, karşılıklı hoşgörünün ortaya çıkacağına inanan Birlik, bu sayede, toplumlar arasında görülen “nefreti, kızgınlığı, hoşgörüsüzlüğü” ortadan kaldırmak 7 istemektedir.” Avrupa Birliği’nin Ortadoğu politikasında bir kilometre taşı olarak görülen Barcelona süreci, hem bölge ülkelerinden hem de AB üye ülkelerinden kaynaklanan sorunlar sebebiyle başarısız olurken, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra güvenlik algısındaki değişim ile birlikte “Daha iyi bir Dünya’da güvenli Avrupa” sloganıyla Avrupa Komşuluk Politikası”nı gündeme taşımıştır. Çünkü, Birliğin 2003 tarihli Yeni Güvenlik Kavramına göre, Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurlar şunlardır: terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel çatışmalar, başarısız devletler ve örgütlü suçlar.8 Değişen güvenlik algısı ve sınırların genişlemesiyle birlikte AB yeni politikalar üretmek zorunda kalmıştır. Ayrıca AB sınırının genişlemesi yeni bir sürecin başlangıcına vesile olmuş ve de AB “Avrupa Komşuluk Politikası”nı hayata geçirmeye başlamıştır. AB’nin Komşuluk Politikası, AB’nin aday statüsünde olmayan yakın komşuları olan: İsrail, Ürdün, Moldavya, Fas, Tunus, Filistin, Ukrayna, Ermenistan, Azerbaycan, Mısır, Gürcistan, Lübnan, Cezayir, Suriye, Libya ve Belarus olmak üzere toplam on altı ülkeyi kapsamaktadır. Söz konusu ülkeler ile Ortaklık Anlaşmaları imzalanmakta, daha sonra da bu anlaşma çerçevesinde Eylem Planları 9 hazırlanmaktadır. Politikaların ana hedefi her iki tarafın da refah, istikrar ve güvenliğini arttırmak yolunda ortak çıkarların desteklenmesinden oluşmaktadır.10 Barcelona sürecinde genelde çok taraflı bir politika izlemeye çalışan AB, AKP ile birlikte daha çok ikili ilişkilere önem vermeye çalışmış ve bölge ülkeleri arasındaki farklılıkları da gözeterek politikalar hayata geçirmeye başlamıştır. Fakat AB’nin bu politikalarının da başarılı olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bu dönemde AB’nin yapmış olduğu mali yardımlar11 yetersiz kalırken, demokratikleşmeyi İslam dünyasında Batı’yı hedef alan terör ve aşırılığı 8 EFEGİL, ve MUSAOĞLU, a.g.m. Avrupa Komşuluk Politikası (AKP), a.g.b., s.1. 10 Avrupa Komşuluk Politikası (AKP), a.g.b., s.1. 11 2001 ile 2003 yılları arasında Avrupa Demokrasi ve İnsan Hakları programından bölgeye tahsis edilen yardım miktarı yalnızca 7 milyon Avro’ydu. 9 7 EFEGİL, Ertan, ve MUSAOĞLU, Neziha, “Demokratikleştirme Bağlamında, Avrupa Birliği’nin Orta Doğu Politikası”, Akademik ORTA DOĞU, Cilt 3, Sayı 1, 2008. 41 Akademik Perspektif – Aralık 2014 önleyebilecek görmüştür.12 bir enstrüman olarak 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren bölgede yaşanan gelişmelerin de etkisiyle AB ekonomi politikalarına daha çok önem vermeye başlamıştır. Bu bağlamda Akdeniz için Birlik Girişimi13, Avrupa’nın yeniden jeo-ekonomi esaslı dış politikaya dönüşünü simgeler.14 Yapılan tüm reformlara rağmen, “bölge ülkelerinin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıları küreselleşmenin etkisiyle önemli bir değişim sürecinden geçmiş olmakla birlikte, bu değişim bölge halklarına ekonomik refah ve demokratik yönetim getirmedi. Bölgede sosyal adaleti gözetmeden gerçekleştirilen liberal ekonomik reformlar işsizlik ve yoksulluğu körüklerken, gelir dağılımındaki eşitsizliği artırdı.”15 17 Aralık 2010 yılına gelindiğinde, bölgedeki yoksulluğun had safhaya ulaşması 26 yaşındaki Bouazizi’nin16 kendini yakmasıyla sonuçlanırken, büyük bir ayaklanmanın da Tunus’ta başlaması ile neticelenmiştir. Böylelikle gelecekte yüzlerce kişinin ölmesine, iktidarların değişmesine sebep olan “Arap Baharı” başlamıştır. 12 KÜÇÜKKELEŞ, Müjge, “ AB’nin Ortadoğu Politikası ve Arap Baharına Bakışı”, SETA Analiz, s.8, 2013 13 1995’te başlayan ve Barcelona Süreci olarak bilinen Avrupa-Akdeniz Ortaklığı’nın (Euro-Med) devamı niteliğinde olan Akdeniz için Birlik (AiB), özellikle enerji, ulaştırma ve kentsel kalkınma, su ve çevre, iş geliştirme ile sosyal konular ve sivil koruma gibi alanlarda gerçekleştirilmesi hedeflenen projeler yoluyla Akdeniz'de işbirliğinin artırılmasını amaçlamaktadır. http://www.mfa.gov.tr/akdeniz-icin-birlik.tr.mfa, Erişim Tarihi: 30 Ekim 2014 14 KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.9 15 KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.9 16 Asıl mesleği avukatlık olan Bouazizi, geçimini seyyar satıcılık yaparak sağlamaya çalışırken, polisin arabasına el koyması sonrası belediye önünde kendini yakmış ve bu süreçten sonra da protestolar başlamıştır. Uluslararası sistemdeki sorunlarında gün yüzüne çıkmasına sebep olan Arap Baharı’na, diğer krizlerde17 olduğu gibi, AB yine hazırlıksız olarak yakalanmıştır. Bu süreçte AB üye ülkeleri ekonomik krizle boğuşurken, bir taraftan da AB siyasal birliktelik sağlamak amacı ile kimlik, vatandaşlık olguları üzerinde durmaktaydı.Bu süreç AB için hem yeni fırsatları hem de yeni sorunları beraberinde getirmiştir. Fakat AB içerisinde geçmişten beri mevcut olan ortak bir dış politika benimseyememe olgusu, bu süreçte de kendisini göstermiş ve yaşanılan olaylar karşısında birlik üyeleri beraber hareket etmek yerine, kendi çıkarları doğrultusunda bireysel politikalar izlemeyi tercih etmişlerdir. Doğal olarak bu da, AB’nin etkisiz bir görünüme sahip olmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda bir taraftan bölgedeki gelişmeleri kontrol altına almak isteyen AB üye ülkeleri, ekonomik ve siyasi çıkarlarının çok olduğu ülkelerde mevcut rejimi desteklemeyi tercih etmişlerdir. “Örneğin Fransa uzun yıllar boyunca yoğun siyasi ve ekonomik ilişkiler yürüttüğü Bin Ali rejimine sahip çıkarken, İngiltere, Fransa ve Almanya müttefikleri Mübarek’in iktidarını sarsan gösterileri desteklemekten imtina ettiler.”18 AB’nin, demokrasiye Mübarek liderliğinde geçiş yapılabileceği kanısı Mübarek’in istifasına kadar sürdü.19 Bölgedeki değişimlerin kısa süre sonra farkına varan AB, ekonomik ve siyasi çıkarları doğrultusunda politikalar izlemekle beraber, bölgesel dinamikleri de 17 Körfez Krizi, Balkan Krizleri, Afganistan Krizi, Irak Krizi. 18 ‘’Prime Minister condemns violence in Egypt’’, Foreign and Commonwealth Office, 2 Şubat 2012; ‘’Egypt protesters clash for 2nd day with police’’, Associated Press, 27 Ocak 2012; ‘‘Sarkozy: Egypt must avoid religious dictatorship’’, The Jerusalem Post, 11 Şubat 2011. 19 KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.10 42 Akademik Perspektif – Aralık 2014 göz önünde bulundurmaya başlamıştır. Bu bağlamda ilk siyasi adım olarak, 8 Mart 2011 tarihinde Güney Akdeniz ile Demokrasi ve Ortak Zenginlik için İşbirliği Belgesi (A Partnership for Democracy and Shared Prosperity with the Southern Mediterranean)20 Komisyon tarafından kabul edilmiştir. Bu belgede AB politikaları 3 temel unsura dayanmaktadır; 1. Demokratik dönüşüm, 2. Sivil toplum ortaklığı, 3. Ekonomik kalkınma. Bu unsurlar çerçevesinde politikalar hayata geçirmeye çalışan AB, ülkeler arasındaki farklılıkları da göz önünde bulundurarak daha çok teşvik bazlı bir yöntem izlemeyi tercih etmiştir. Teşvik bazlı yardım yapacağı ülkelerde ise demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü vb. alanlarda reformların yapılıp yapılmadığı AB için en önemli kriterlerden biri olmuştur. Bu bağlamda AB, daha fazla reform yapan ülkelere daha fazla teşvik sunarken, reformda geri kalan ülkelere sağladığı teşvik miktarını azaltacaktır. Bu belgenin yayınlanmasından 2 ay sonra AB Komisyonu, Değişen Bölgeye Yeni Yanıt (A New Response to a Changing 21 Neighbourhood) adlı belgeyi yayınlamıştır. Demokrasi ve Refah için İşbirliği Belgesinin devamı niteliğinde olan bu belge, AB’nin bölge üzerindeki uzun dönemli politikalarının içeriğini belli etmektedir. AB söz konusu girişimle Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine daha fazla para, piyasa erişimi ve nüfus hareketliliği taahhüdünde bulunmaktadır.22 Avrupa Birliği kabul edilen belgelerle birlikte bölgeye yaptığı mali yardımların miktarını arttırmış ve genel olarak ekonomik büyüme, sosyal politika, istihdam, genç girişimcilik, yoksullukla mücadele gibi ekonomik kalkınma programlarına önem vermiştir.23 Kısa dönemde bölge ülkelerinin ekonomisinin düzeltilmesini hedefleyen AB, uzun vadede ise daha geniş pazarlara erişimi hedeflemekteydi.24 Ayaklanmaların başladığı ilk zamanlarda “bekle-gör” politikasını benimseyen AB, Libya’ da daha aktif olmaya çalışmış, devam eden süreçte ise krizin Suriye’ye sıçramasıyla birlikte Beşar Esad rejimine yaptırımlar uygulamayı tercih ederek, ekonomik ve diplomatik bir baskı kurmayı hedeflemiştir. Mevcut durumu göz önüne aldığımızda, AB’nin yapmış olduğu baskılar sınırlı kalmakla birlikte, askeri müdahalenin yapılmaması da tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği Ortadoğu politikasını her zaman olduğu gibi kendi ekonomik ve siyasi çıkarları doğrultusunda belirlemektedir. Dış politikasındaki parçalı yapıyı ortadan kaldırmak ve “tek sesli Avrupa” görüntüsünde olmak amacıyla 2009 yılında Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği’ni25 oluşturan 20 European Commission, ‘‘A Partnership for Democracy and Shared Prosperity with the Southern Mediterrenean: Joint Communication to the European Council, the European Parliament, the Council, the European Economic and Social Committee and The Committee of the Regions’’, COM 200 Final, Brüksel, 8 Mart 2011. http://www.avrupa.info.tr/fileadmin/Content/Files /File/Haber-eki/2011/20110308_en.pdf, Erişim Tarihi: 28 Ekim 2014. 21 http://eeas.europa.eu/enp/pdf/pdf/com_11_303_ en.pdf ,Erişim Tarihi: 28 Ekim 2014 22 KÜÇÜKKELEŞ, a.g.m., s.11 Sürdürebilir ekonomik kalkınma ve demokratik dönüşümü desteklemek amacıyla kurulan SPRING (Support for Partnership, Reforms and Inclusive Growth) programı bölgeye 2011-12 yılları için 350 milyon Avro tahsis etmiştir. 24 Bu amaçla 2011 Aralık ayında, Mısır, Tunus, Ürdün ve Fas ile ticari müzakereler başlamıştır. 25 Ekim 2007 tarihli Lizbon Hükümetlerarası Konferansı’nda kabul edilerek Aralık 2007’de Lizbon Avrupa Konseyi’nde imzalanan ve tüm üye 23 43 Akademik Perspektif – Aralık 2014 AB, ayaklanmalara da hazırlıksız yakalanmıştır. Bu politika dış politikada belli bir hareketlenmeye vesile olmuş olsa da, sonuçlarına baktığımızda sınırlı bir hareketlenme olduğunu görebiliriz. Bölgede izlenecek politikalar konusunda birlik üyeleri arasındaki görüş ayrılıkları, birliğin siyasi alanda yine başarısız bir sınav vermesine sebep olurken, ortak dış politikanın teoriden pratiğe geçememesi ile neticelenmiştir. * Enes Deşilmek, Trakya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler devletlerin onay vermesi ile de 2009 yılında yürürlüğe giren, Lizbon ya da Reform Antlaşması olarak adlandırılan antlaşma esasında oluşturulmuştur. 44 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Emperyalist Meydan Okuma ve İslam Medeniyeti Özelinde Ortadoğu Ömer Karaman* Ortadoğu denince insanın aklına savaşlar, katliamlar, etnik çatışmalar gibi kaos ortamının hakim olduğu bir coğrafya gelmektedir. Hatta “Ortadoğu bataklığı” şeklinde bir niteleme ile uzak durulması gereken, bölgedeki insan varlığını yok sayan bir yaklaşım da sergilenmektedir. Reel politikte bu kadar önem arz etmesine rağmen, bu denli kötü benzetmelere maruz kalan bir başka coğrafya daha bulmak oldukça güçtür. Ortadoğu kavramı ilk defa jeopolitikçi Alfred T.Mahan tarafından Arabistan ile Hint Yarımadaları arasında kalan ve deniz stratejisinde ehemmiyet arz eden bir bölge olarak vurgulanmıştır. Yine 1. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından Ortadoğu Kumandanlığı biçiminde kullanılmıştır. Yani İngiltere’yi temel alan bir coğrafi nitelemedir, tıpkı Çin’in Uzakdoğu olarak nitelendiği gibi. Jeokültürel, jeoekonomik ve jeopolitik açılardan dünyanın hem kilidi hem de anahtarı konumundadır. Dünya güçlerinin hiçbirisinin göz ardı edemeyeceği derecede vazgeçilmez bir hinterlanttır. Portekizlilerin Yemen bölgesine saldırması ile Arapların Osmanlıdan yardım talep etmesi üzerine, Osmanlı orduları bu coğrafyada hakimiyet kurmuştur. Bir yıl gibi bir sürede büyük Arap dünyası fethedilmiştir. Yani fetihlerde herhangi bir sömürü vizyonu bulunmamaktaydı. Yerel anlayışları önceleyen ve oluştulan millet sisteminin yanında, bölgenin imarını da gerçekleştiren esnek yönetim anlayışı bölgenin uzun süre Osmanlı hâkimiyetinde kalmasını sağlamıştır. Osmanlı hem kültürel rızaya dayalı bir iktidar hem de güce dayalı bir iktidar oluşturup pax ottomana’yı hayata geçirmiştir. Sanayi devrimi sonrası hammadde kaynak ve pazar arayışına giren İngiltere başta olmak üzere, emperyal devletlerin güçlerini sınadığı bir alana dönmüştür 45 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ortadoğu. İslam medeniyeti temelli bu bölge, sosyolojik savaşlara çeşitli ideolojik propagandalara maruz kalmıştır. Örneğin Milliyetçilik şehir devletleri şeklinde örgütlenmiş olan Batıda birleştirici etkiye sahip olurken; Ortadoğu da tam bir kaosa sebep olmuştur. Ayrıca Osmanlı etnik sosyoloji ile parçalanırken Batı’da ABD, AB, SSCB gibi çok uluslu yapılar kurulmuş ve liberalizm ve demokrasinin etkisiyle farklılıklar büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Milliyetçilik kendine has bir devlet biçimi, ekonomik yapılanma ve en önemlisi de kendine has bir medeniyet algısı gerektiriyordu. Batıdan gelen bu kavramlar karşısında bocalayan İslam medeniyeti oldukça zor bir duruma düştü. “Küffara karşı olma” şeklinde şekilenmiş savunma mekanizması, Batı medeniyetinden gelen demokrasi, ulus devlet gibi büyülü kavramların üstesinden gelemedi. Elinde olanı korumaya çalışıp kendi kabuğuna çekildi. İdeallerini amaçlarını kaybetti. Bu meydan okumaya gerekli cevabı veremeyen Osmanlı Devleti ve İslam medeniyeti çözülme sürecine girmiştir. 1. Dünya Savaşından sonraki süreci Ali Şeriati Türkiye açısından şöyle resmetmektedir: “Müslüman kılıç sesinin Avrupa’nın ortalarında dünyayı sarstığı bir zamanda hücum yapan ordunun kalbinden koparak cephe gerisinde bütün gırtlaklar niçin bağırıp çağırıyorlardı? Pankubizm, panlübnanizm, panberberizm, panarabizm, Pantürkizm..?. Çok geçmeden İslam dünyasının pan pan olduğunu gördük ve her panda batı emperyalizminin boğazına düşen bir lokma. Türkiye yelesiz, kansız ve güçsüz kalan bir aslan gibi yalnız bırakıldı.” Bu fazlaca dramatize bir yaklaşım olsa da, Türkiye’nin güç kaybıyla doğru orantılı olarak Ortadoğu ile ilişkilerinin zayıfladığı açıktır. Osmanlı coğrafyasında 35, hinterlandında 41 ulus devlet yapısı oluşturuldu. Bu oluşturulan ulus devletlerin yönetimleri ile Türkiye, birbirini ötekileştiren politikalar yürüttüler. Özellikle Ortadoğu coğrafyasındaki devletler ile ilişkiler oldukça zayıfladı. Aynı medeniyet içerisinde yıllarca yaşamış toplumlar kapalı toplum yapılarına mahkûm edildi. Toplumlar arasındaki küçük kültürel farklılıklar aşılması güç birlikte yaşamayı imkânsızlaştıran faktörler olarak sunuldu. Kültürel olarak birbirine çok yakın olan bu coğrafyalar tarihsizleştirildi. Örneğin oluşturulan ulus devletlerin isimlerinde İslam ve Osmanlı izleri silindi. Suriye asurilerin yaşadığı yer anlamında isimlendirildi. Mısıra ise %10 civarında kıpti varlığı olmasına rağmen Egypt yani kıptilerin yaşadığı yer denmiştir. Ortadoğunun petrol başta olmak üzere zengin yer altı kaynaklarına sahip olması, Süveyş kanalı gibi ticaret ve enerji nakil yollarının üzerinde olması, askeri stratejik önemi bakımından küresel güçlerin ilgi odağı olmuştur. Bu güçlerden birinin bu bölgedeki kazanımı diğer gücün kazanımını tehlikeye düşüreceği için bölge kaosa terkedilmiştir. Bu topraklardaki insanlar çeşitli bahanelerle dehümanize edilmekte, böylece ABD’nin ve diğer güçlerin insan yaşamını öteleyen anlayışı meşrulaştırılmaktadır. İktidar açısından üstün olan insanların aynı zamanda akıl, ahlak ve medeniyet açısından üstün olduğu yargısına varmaları güç olmamıştır. Başka insanlar üzerinde üstünlük kurma hakkına dair şüphelerini azaltarak sömürgeciliği makul hale getiren bu üstünlük kompleksi başlı başına bir güç olmuş ve sömürgeciliğin devamı için ivme gücü olarak kullanılmıştır. Emperyal güçlerin pragmatist yaklaşımlarının yanı sıra Türkiye’nin, dış politikasında İsrail devletini tanıma, Cezayir savaşını ya da Süveyş harekâtını 46 Akademik Perspektif – Aralık 2014 onaylama, Nasır ve Baas rejimlerine düşmanca tavır alma gibi sonuçlar doğuracak şekilde tümüyle batının dış politikalarıyla uyumlu hale gelmesi, giderek Türk Arap ilişkilerini bozmuştur.Bu durum, Türkiye’nin modernleşmenin adresi olarak gördüğü Batı safında yer tutmasının negatif sonucudur. Soğuk savaş sonrası, Ortadoğu’da Türkiye’nin nüfuzunu kırmak için Arapların Osmanlı’ya ihanet ettiği tezi kullanıma sokuldu. Diğer taraftan ise Baas rejimleri tarafından, Osmanlının emperyal bir güç olduğu, Arap coğrafyasını sömürdüğü ve bu bölgelerinin geri kalmışlığının sebebinin Osmanlı olduğu şeklinde propaganda da oldukça etkili olup devlet politikası haline getirildi. İki taraflı olarak tüm iletişim kanalları kapatıldı ve bu bölgeler karşılıklı olarak birbirinden izole edildi. Ortadoğudaki Arap baharı diye anılan son gelişmeler ışığında bölgeye yaklaşıldığında, sömürge düzenin kalıntılarıyla mücadele ve halkın yönetimde söz sahibi olma isteği diktatoryal yapıların sonunu hazırladı. Sömürge devletler fiziki olarak çekilir görüldüğü bu coğrafyalara, kendine bağlı diktatörleri bırakarak zihinsel sömürge düzeninin devam ettirilmesini sağladı. Bu kurulu düzene karşı halk tabanlı olan kuvveden fiile geçmiş hareket, tekrar sömürge güçlerin menfaat çatışmasına dönüşerek pasifize edilmiş görülüyor. IŞİD denen terör örgütü, bölgenin tekrar zorla tek tipleştirme ve homojenleştirilmesine sebep olarak Ortadoğu’nun istikrarlı bir yapılanmaya kavuşmasının önünde en büyük engel olarak duruyor. Çünkü Ortadoğu’nun istikrarlı bir yapıya kavuşması için dini, kültürel ve mezhepsel farklılıkların korunması şart görünmektedir. Osmanlı dönemindeki birlikte yaşam tecrübesine de bakıldığında bu iradenin gösterilmesinin gerekli olduğu açıktır. Kültürel hegemonya ile şekillenmiş sömürge düzeninin önüne geçebilmek için, Türkiye’nin Ortadoğu ile alakalı kendi kavram, bilgi ve literatürünü üretmesi şarttır. İngiltere’nin Ortadoğuda çalıştırdığı antropologlar, uzmanlar, sosyologlar köy köy dolaşıp kültürel, etnik, ekonomik bilgiler toplamışlar ve buradan elde ettikleri bilgiyle iktidarlarını pekiştirmişlerdir. Amerika 2. Dünya Savaşı sırasında filmleri uçaklarla getirip havadan atmış, filmlerin girmediği hiçbir yer bırakmamıştır.. Toplumların ve insanların bellekleri üzerinde sınırsız egemenlik kurmuştur. Soğuk savaşta Rusların mağlubiyetinin temelinde bu kültürel savaşı kaybetmeleri yatmaktadır. Sonuç olarak; Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri zihinsel savaş mücadelesini verip ulus devletin idraklerde oluşturduğu sınırları aşmalıdır. Oluşturulan batı kökenli kavram ve nitelemelerin bu coğrafyada hayata ne kadar temas ettiği irdelenmelidir. Bilgiye hükmeden güce hükmeder, kavrama hükmeden ise hegemondur. Bu temel yaklaşımla ağ toplumunun verdiği olanaklar iyi değerlendirilerek manevi ve kültürel bağımsızlık sağlanıp, halkların arasındaki duvarlar yıkılarak yeni bir Ortadoğu, yeni bir dünya düzeni kurgulanmalıdır. * Ömer Karaman, Hacettepe Üniversitesi, Bilgi ve Belge Yönetimi 47 Akademik Perspektif – Aralık 2014 BM Lübnan Geçici Kuvveti Bünyesinde Türkiye’nin Rolü Caner Akkaya* Türkiye’nin barışı destekleme harekatlarına katılımı, Soğuk Savaş sonrasında yoğunluk kazanmasına karşın, aslında yeni bir olgu değildir. Soğuk Savaş sonrası döneme bakıldığında; küresel anlamda, kitle imha silahlarının daha yaygın hale geldiği ve terör unsurlarının daha fazla yaygınlaştığı bir dönem olduğu görülür. Bu sebeple, yerel ve bölgesel çatışmalar artmış ve bu çatışmaların bir sonucu olarak birçok farklı kategoride kayıplar yaşanmıştır. Bu kayıpları önlemek adına, ne kadar başarılabildiği tartışmaya açık olmakla birlikte, barışı ve huzuru sağlamak gayesiyle çeşitli adımlar atılmıştır. Türkiye’nin barışı destekleme harekatlarına katılımı, Soğuk Savaş sonrasında yoğunluk kazanmasına karşın, aslında yeni bir olgu değildir. Türkiye’nin bu konudaki ilk deneyimi, 1950’de, tugay düzeyindeki bir birlikle Kore Savaşı’na katılmasıdır.1 Bu deneyimden sonra, Soğuk Savaş sonrası döneme kadar, barışı destekleme harekatlarında aktif rol oynamamıştır. Soğuk Savaş sonrası döneme bakıldığında; küresel anlamda, kitle imha silahlarının daha yaygın hale geldiği ve terör unsurlarının daha fazla yaygınlaştığı bir dönem olduğu görülür. Bu sebeple, yerel ve bölgesel çatışmalar artmış ve bu çatışmaların bir sonucu olarak birçok farklı kategoride kayıplar yaşanmıştır. Bu kayıpları önlemek adına, ne kadar başarılabildiği tartışmaya açık olmakla birlikte, barışı ve huzuru sağlamak gayesiyle çeşitli adımlar atılmıştır. 1 İşte böyle bir ortamda Türkiye’nin, barışı destekleme harekatlarında daha aktif Gökhan Koçer, ‘’Türkiye’nin Barışı Destekleme Harekatlarına Katkısı’’, Uluslararası İlişkiler Dergisi Cilt:3 Sayı:11 (2006), s.48. 48 Akademik Perspektif – Aralık 2014 olduğunu görürüz. Bu dönemde Türkiye, coğrafi anlamda kendisine yakın ya da uzak ayırt etmeksizin, barış sağlamaya yönelik harekatlara katılmaya önem vermiş ve bu doğrultuda çeşitli sorumluklar almıştır. Bunların büyük çoğunluğunu ise BM şemsiyesi altında alınan kararlar oluşturur. Geçmişten ve günümüzden örnek vermek gerekirse; Somali’den Bosna-Hersek’e, Arnavutluk’tan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne, Irak’tan Makedonya’ya, Libya’dan Doğu Timor’a, Afganistan’dan Sudan’a ve Lübnan’a uzanan geniş bir yelpaze karşımıza çıkar. Örnekler çoğaltılabilir ve genellikle askeri yardım, insani yardım ya da gözlemcilik gibi sorumluluk alanlarına ayrılır. Ayrıca, devam eden sorumluluklar ve devam etmeyen sorumluluklar şeklinde de ele alınabilir. Bu çalışmada ise, Türkiye-Ortadoğu İlişkileri kapsamında, Türkiye’nin UNIFIL bünyesinde ne gibi sorumluluklar aldığı belirtilmek istenmiştir. Fakat öncesinde, UNIFIL ortak sorumluluğunun ortaya çıktığı süreci analiz etmek gerekir. Ne Olmuştu? Lübnan-İsrail arasında geçmişte zaten var olan ve her an yeniden patlak vermesi muhtemel bir kriz, 12 Temmuz 2006 tarihinde gün yüzüne çıkmıştır. Hizbullah militanlarının, iki İsrail askerini rehin almasını bahane eden İsrail, Lübnan’ı işgal etmiştir.2 Ortaya çıkan kriz sonrasında, BM Güvenlik Konseyi 11 Ağustos 2006 tarihinde 1701 sayılı kararı, oy birliğiyle almıştır. Bu kararın amacı, Lübnan ile İsrail arasında ortaya çıkan krizi sonlandırmaktır. Bu 2 Tayyar Arı, ‘’Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi’’ Mkm Yayıncılık (2008), s.816. doğrultuda; çatışmalara son verilmesi, UNIFIL’in Lübnan’a konuşlanmasına paralel olarak İsrail askerlerinin geri çekilmesi, Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi öngörülerde bulunulmuştur. Bu kararı 12 Ağustos 2006 tarihinde Lübnan ve Hizbullah, 13 Ağustos 2006 tarihinde ise İsrail’in kabul etmesiyle, 14 Ağustos 2006 tarihinde nihayet ateşkes başlamıştır.3 Bu nokta da Türkiye’nin rolü ise, BM’nin çağrısına iştirak etmesiyle birlikte netlik kazanmıştır. TBMM Genel Kurulu’nda 5 Eylül 2006 tarihinde konuyla ilgili karar alınmıştır. Karar ile ilgili metin şu şekildedir; ‘’UNIFIL’in faaliyetlerine katkıda bulunmak amacıyla Türkiye’deki bazı liman, havaalanı, tesis ve üslerin dost ve müttefik ülkeler tarafından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı’nda öngörülen amaçlar doğrultusunda kullanımına izin verilmesi Bakanlar Kurulunca 28 Ağustos 2006 tarihinde kararlaştırılmış ve keyfiyet Birleşmiş Milletler’e bildirilmiştir. Buna göre, dost ve müttefik ülkeler ihtiyaca göre belirlenecek havaalanı, liman, üs ve tesislerden 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararında öngörülen amaçlar doğrultusunda yararlanabilecektir.’’4 Alınan kararlar doğrultusunda Türkiye, bahsi geçen tarihlerden bugüne, barışı destekleme olarak nitelendirilen bu ortak harekata somut katkılarda bulunabilmiştir. UNIFIL’e Türkiye’nin Katkıları Nelerdir? Türkiye, UNIFIL harekatına 15 Ekim 2006 tarihinden itibaren, TSK Deniz Kuvvetleri 3 TBMM Kararları, TSK’nın Lübnan’a Gönderilmesi Hususunda Anayasa’nın 92. Maddesi Uyarınca Hükümete İzin Verilmesine Dair Karar, erişim tarihi: 08.11.2014, http://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar88 0.html 4 http://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar88 0.html, erişim tarihi:8.11.2014 49 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Komutanlığı’na ait bir fırkateyni, UNIFIL Deniz Görev Kuvveti komutasına görevlendirerek, katkı sağlamaya 5 başlamıştır. Bundan başka, 20 Ekim 2006 – 2 Eylül 2013 tarihleri arasında, Türk İstihkam İnşaat Bölüğü, Sur şehri yakınlarındaki üs bölgesinde konuşlanarak UNIFIL kapsamında görev yapmıştır. Türk İstihkam İnşaat Bölüğü’nün icra ettiği destek faaliyetleri arasında karargah binası inşası, atık su hattı inşası, çevre yolu inşası, helikopter pisti inşası, elektrik hattı inşası, bakım onarım tesisleri ofis binası inşası ve muhabere hatlarının yer altına alınması yer almıştır.6 Ayrıca, BM tarafından belirlenen esaslar dahilinde UNIFIL harekatına katılan unsurların, Mersin Limanı’nı kullanmalarına müsaade edilmiştir.7 Halihazırda ise, harekata mevsimsel şartlara bağlı olarak yapılan planlamaya istinaden bir fırkateyn, bir korvet ve bir hücumbot ile katkı sağlanmaktadır. Ayrıca UNIFIL Karargahı’nda üç Türk Subay görev yapmaktadır.8 Sonuç ve Konu ile İlgili Son Gelişmeler Harekata destek Türkiye açısından değerlendirildiğinde; ‘’Yurtta sulh, Cihanda sulh’’ ilkesi, elbette akla ilk gelen ilke olmalıdır. Fakat, en başta da söylendiği üzere, bu güçlerin barışı ne denli sağlayabildiği, tarafların kararlara ne derece uydukları bir başka tartışma konusudur. Mevcut Türkiye Hükümeti buradaki başarıya bağlı olarak; Lübnan-Türkiye İlişkileri, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi Adaylığı, Türkiye’nin genel anlamda bilinirliği ve prestiji gibi konuların ivme kazanabileceğini öngörmüştür. Bu sebeple, 31.08.2014 tarihinde görev süresi bitecek olan UNIFIL’in, görev süresinin uzatılması halinde, Türkiye desteği süresinin de uzatılması gerekliliği TBMM Genel Kurulu’nda ortaya konmuştur. Bu doğrultuda, 5.9.2014 tarihinden itibaren bir yıl daha UNIFIL Deniz Görev Kuvveti’ne iştirak edilmesi konusunda hükümete izin verilmesi, 2.7.2014 tarihli TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmiştir.9 * Caner Akkaya, Adnan Menderes Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler 5 TSK Uluslararası İlişkiler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Barışı Destekleme Harekatlarına Katkıları, erişim tarihi: 08.11.2014,http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskil er/4_1_turkiyenin_barisi_destekleme_harekatina_ katkilari/konular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_ destekleme_harekatina_katkilari.htm 6 http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskiler/4_1_tur kiyenin_barisi_destekleme_harekatina_katkilari/ko nular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_destekleme _harekatina_katkilari.htm 7 http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskiler/4_1_tur kiyenin_barisi_destekleme_harekatina_katkilari/ko nular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_destekleme _harekatina_katkilari.htm 8 http://www.tsk.tr/4_uluslararasi_iliskiler/4_1_tur kiyenin_barisi_destekleme_harekatina_katkilari/ko nular/turk_silahli_kuvvetlerinin_barisi_destekleme _harekatina_katkilari.htm 9 Resmi Gazete, Karar No:1067, erişim tarihi:08.11.2014, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/07/2 0140704-4.htm 50 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Terörizm ve “IŞİD” Gerçeği Tülin Avcu* Bu makale Terör ve Terörizm kavramlarının anlamlarına vurgu yaparak, IŞİD örgütünü Türkiye açısından değerlendirmeye çalışmaktadır. Araştırmada kitap ve makale taraması yapılarak, literatürdeki kaynaklardan yararlanılmıştır. Terör ve terörizm kavramları aslına bakarsak gündelik, siyasal ve akademik anlamda her daim aynı anlamı ifade eden kavramlar değildir. Bunun yanı sıra evrensel anlamda bir terör ve terörizm tanımı yapılamadığını da söyleyebiliriz.1 Bunun nedeni de, teröre maruz kalmış olan ya da terörle mücadele içerisinde olan devletlerin, hareketlerine meşruiyet kazandırmak adına terör ve terörizm kavramlarını kendilerine göre yorumlamalarıdır. Latince bir kelime olan terörün korkudan titreme veya titremeye sebep olma anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz. Günümüzde yaygın olarak kullanılan şekliyle bu kelime bazen şiddet, bazen de anarşi anlamlarına gelebilmektedir. Türkçede ise “tedhişçilik” ve “yıldırıcılık” 1 Özdağ, Ümit; O. Metin Öztürk, “Terörizm İncelemeleri”, ASAM Yayınları, s. 52, Ankara, 2000. aynı anlama gelmektedir.2 Türkiye’de uzun yıllar terör kelimesine karşılık olarak “anarşi” kelimesi kullanılmış olup halk dilinde de teröristlere verilen ad “anarşit” olmuştur. Mevlüt Bozdemir terörü şu şekilde tanımlar: “terör, insanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışlarını benimsetmek için zor kullanma ya da tehdit eylemidir.”3 Terörizm ise, siyasal amaçlar için mevcut durumu yasadışı yollardan değiştirmek amacıyla örgütlü, sistematik ve sürekli terör eylemlerini kullanmayı bir yöntem olarak benimseme durumunu ifade 2 Alpaslan, Şükrü, “Hukuk ve Kriminoloji Açısından Tedhişçilik”, Teknik Yayınlar, Venüs Ofset Matbaacılık, s.4. 3 Bozdemir, Mevlüt, “Terör(mü) ve Terörizm(mi?)”, S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Yıllığı, s. 526, Ankara 1982. 51 Akademik Perspektif – Aralık 2014 etmektedir.4 Birbiriyle bağlantı halinde olmayan terör hareketlerinin de toplumdaki dehşet ve korkuyu arttıracağı aşikârdır, fakat terörizmden bahsetmemiz için elbette bu yeterli değildir. Yani terör, korku ve dehşet durumunu ifade etmek adına kullanılırken, terörizm bu terör durumunun ortaya çıkarılmasında kullanılan yöntemleri ifade etmektedir diyebiliriz. Terörün amacı bir bakıma belirlenen hedeflere ulaşmada bir korku ortamı oluşturmak, toplumda ve kişiler üzerinde panik, ümitsizlik duygusu oluşturarak devlete olan güveni ortadan kaldırmaktır. Uçak kaçırma, rehine alma, bombalama, banka soygunu gibi yöntemleri kullanan terörist örgütler, bu şekilde medyanın ve kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışırlar. Son zamanlarda Ortadoğu’da adı çok sık anılan, Irak ve Suriye’de aktif bir terörist grup olarak nitelendirilen IŞİD, aynı zamanda petrol kaynaklarına yakınlığı nedeniyle de dünyanın en zengin terörist gruplarından birisidir. Irak savaşının ilk yıllarında kurulan ve 2004 yılında El Kaide’ye bağlılığını ilan eden grup daha sonra Irak El-Kaidesi adını almıştır. Irak ve Levant’te Sünni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde halifeliği kurma hedefi içerisindedir. 2014 yılının Şubat ayında elKaide IŞİD ile tüm bağlarını kestiğini duyurmuştur. Örgütün amacının Irak’taki koalisyon güçlerinin geri çekilmesini sağlayarak, Irak hükümetini düşürmek ve işgal güçlerine yardım edenleri öldürmek ve tamamen şeriat ile yönetilen bir İslam devleti kurmak olduğu bilinmektedir.5 4 Çağlar, Ali, “Terör ve Örgütlenme”, Amme İdaresi Dergisi, s.20, C 30, 1997. 5 http://www.gundemvan.com/haber/isid-nedir-isid-in-amaci-nedir--kobani-dustumu-/ Erişim: 25.10.2014 IŞİD’in şu anki lideri Ebu Bekir elBağdadi’dir. IŞİD güçlü bir Şûra konseyine sahip olmakla beraber, bu Şûra konseyi tamamıyla Iraklılardan oluşmaktadır. IŞİD’in en medyadik isimlerinden biri olan Ebu Muhammed el-Adnani eş-Şami Suriye asıllıdır ve medyada yer almakta olan açıklamaların çoğu kendisine aittir. Ebu Eymen el-Iraki eski Baasçıdır ve IŞİD’in bir süre Lazkiye tarafındaki lideri olmuştur. Muhaliflere karşı düzenlenen saldırılardan dolayı itham edilmektedir. Ebu Ali elAnbari ise yine eski Baasçıdır ve Şûra’daki kilit isimlerdendir. Suriye’de IŞİD’in üst düzey askeri komutanı Ömer eş-Şişani’dir ve geniş çaplı operasyonları yürüten isimdir. Amir Rafdan Deyr ez-Zor ise eski Nusra lideridir ve Nusra’dan ayrılarak IŞİD’e katılmıştır. Beraberinde Nusra’dan el koymuş olduğu milyonlarca doları da götürdüğü iddia edilmiştir ve Konoko Petrol kuyularını IŞİD’e vermek istemiş, bu da Nusra ile IŞİD’in çatışmaya başlamasına neden olmuştur. IŞİD liderlerinden bir diğeri Suriyeli Alevi tır şoförlerini infaz eden ve Anbar civarındaki birçok operasyonda yer alan “Ebu Wahib”tir. Rütbesi yükseltilmiş ve IŞİD’in Bağdat’ın güney bölgelerinin liderliğine seçilmiştir. Ebu Ömer el-Kuveyti, IŞİD’de kadılık görevi yapmaktadır. Ebu’l Esir, Halep bölgesinin sorumlusudur ve aynı zamanda Suriyelidir. IŞİD’in Humus Valisi olan Ebu Uveyd, muhalifler tarafından öldürülmüştür. Kuzey Afrikalı olan Ebu Usame el-Mağribi, IŞİD’in askeri komutanlarından birisidir ve muhaliflerle girdiği bir çatışma sırasında 6 öldürülmüştür. IŞİD nasıl bu kadar güçlendi sorusunu soracak olursak, aslında pek çok neden sıralayabiliriz. Fakat en önemli nedenlerin 6 Acun, Can, Seta Perspektif, “Neo el-Kaide: Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)”, Sayı:53, s: 5-6, Haziran 2014. 52 Akademik Perspektif – Aralık 2014 başında yabancı savaşçılardan ziyade, bölge ve bölge dışı güçlerin Suriye iç savaşının kördüğüme dönüşmesine neden olan çekingen politikaları vardır. Çekingen politikaların dayandığı nokta ise rejimin yıkılması durumunda alternatifin İslamcılar olacağı düşüncesidir. Ayaklanmanın ilk aşamasında “İslamcı-muhafazakar” gruplar çekinme nedeniyken, zaman içerisinde Selefi gruplar çekinme nedeni haline gelmiştir, ki iç savaşın dördüncü senesine girmiş olduğu noktada El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi artık IŞİD’e göre “daha ılımlı” olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu sebeple rejim alternatiflerinin İslamcılar olacağı kaygısıyla biçimlendirilen eylemsizlik politikası, paradoksal bir şekilde radikal grupların alanı ele geçirmesine sebep olmuştur. Suriye iç savaşının yükselen devi IŞİD, Haziran ayında Musul’u ele geçirmesinin ardından Kerkük, Selahaddin, Diyala hattı üzerinden İran sınırına kadar gelmesiyle birlikte dünya gündeminde ilk sıraya yerleşmiştir. IŞİD, giderek güçlenmektedir ve bu yadsınamayacak bir gerçektir fakat ABD ya da Avrupa için doğrudan bir tehdit oluşturmamaktadır. Türkiye’ye baktığımızda ise durum değişik bir hal almaktadır. IŞİD coğrafi boyutuyla baktığımız zaman Türkiye için doğrudan bir tehdit oluşturmaktadır. IŞİD’in Irak ve Suriye’de kontrolünde tutmuş olduğu bölgelerin tamamına yakını ya sınırda ya da sınıra oldukça yakın bölgelerdedir. Baktığımız zaman Türkiye-Suriye arasında bulunan sınır kapılarından bazıları örgütün kontrolündedir ve bundan dolayı sınır kapılarının çoğu Türkiye tarafından kapatılmıştır. Türkiye ile örgüt arasındaki coğrafi bağlantı iki sebeple Türkiye’yi sıkıntıya sokmaktadır. Birinci sebep, IŞİD tarafından Niğde’de iki güvenlik görevlisinin şehit edilmesi ve bir vatandaşın öldürülmesi olaylarında görüldüğü gibi örgütün Türkiye içerisinde eylem yapabilme kapasitesinin bulunmasıdır. İkinci sebep ise, Türkiye en uzun kara sınırına sahip olduğu güney hattı boyunca istikrarsızlık ve çatışmalarla boğuşmakta olan bir coğrafyadan kaynaklanacak çok aktörlü güvenlik riskleri ile baş etmek durumunda kalmaktadır. IŞİD, hem Suriye hem de Irak’ta Türkiye’nin neredeyse bütün müttefikleriyle çatışma halindedir ve örgüt, Suriye’de etkili olduğu Kuzey Cephesi’nde Özgür Suriye Ordusu, İslami Cephe ya da Kürtlerin milis gücü olan YPG ile çatışmaktadır. Bunlar arasında YPG dışındaki, rejime karşı mücadele eden tüm aktörler,Türkiye tarafından desteklenmektedir. Türkiye’nin Irak’taki etkinliğinin fazlasıyla hissedildiği vilayet Musul’du. Türkiye, aralarında Musul Valisi Etil Nuceyfi ve Irak Parlamentosunun eski Başkanı Usame Nuceyfi gibi önde gelen siyasetçilerin de bulunduğu isimlerle yakın ilişkisi içerisindedir. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından Türkiye’nin birlikte çalıştığı aktörler şehirden kaçmış, Türkiye’nin en etkili olmuş olduğu vilayet üzerindeki nüfuzu yara almıştır. Türkiye’nin yakından ilgilendiği Türkmenler de IŞİD’in saldırılarından, katliamlarından olumsuz etkilenmiştir.7 IŞİD ile mücadelede izlenmeli? nasıl bir yol Terörist gruplarla mücadelede kısa ve uzun vadeli olan stratejilere ihtiyacımız var diyebiliriz ve kısa vadeli stratejiler IŞİD’i durdurmaya yetmeyecektir. Son 7 Orhan, Oytun, “IŞİD İLE MÜCADELE, SINIR GEÇİŞLERİ VE TÜRKİYE”, ORSAM Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi, s.3-5, No: 11, Eylül 2014. 53 Akademik Perspektif – Aralık 2014 zamanlarda tartışılan hava kuvvetlerinin kullanımının IŞİD’in teşkil etmiş olduğu tehlike üzerinde çok sınırlı bir etkisi olacaktır. IŞİD’i durdurmak adına herhangi bir devletin sahaya asker göndermesi bu durumda söz konusu değildir. Irak’ın Sünnilere karşı izlemiş olduğu baskıcı politikaların da IŞİD’in güçlenmesine katkı sunduğu söylenebilir. Irak’taki yeni hükümetin bu noktada daha ihtiyatlı davranması gerekmektedir. Burada bir konuya dikkat çekmek gerekir ki IŞİD’in Sünnilerin yaşamış olduğu bölgelerde zayıflatılabileceği kesin değildir; çünkü Irak’taki Sünnilerde dışlanmışlık ve bastırılmışlık duygusu güçlenmiş durumda. Bütün bunların yanı sıra insanların barbarca öldürülmesi, kafalarının kesilmesi gibi eylemler kınanmalıdır ve bu IŞİD’le mücadelenin bir parçası olmalıdır. Çünkü IŞİD’in eylemlerinden, özellikle kendi dünya algısının ve kavgasının olmasından etkilenen, örgütün iyi niyetli Müslümanlardan oluştuğunu düşünenler de bulunmaktadır. Bu bağlamda IŞİD’in, İslam’ın ve İslam hukukunun temel kaideleri ile ters düştüğü de anlatılmalıdır.8 * Tülin Avcu, Dokuz Eylül Üniversitesi, Kamu Yönetimi 8 http://www.usak.org.tr/usak_det.php?id=5&cat=1 741#.VFPj8jSsXYk Erişim: 24.10.2014 54 Akademik Perspektif – Aralık 2014 55 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ortadoğu’da İki Önemli Güç: İran Ve Türkiye Seher Gözde Ustaömer İran ve Türkiye bölgedeki önemli iki rakip ülkedir. Ortadoğu’nun istikrarsız yapısında bu iki ülke söz sahibi olmak için kendi politikalarını yarıştırmışlardır. İran ve Türkiye’nin bölgedeki yarışı ve etkisi bitmeyecek bir politika gibi önümüze çıkmaktadır. Bölgesel güç, bölgede gelişen olayları ve bölgenin siyasetini etkileyebilen, özellikle bölgedeki siyaseti belirleme gücüne sahip olan ülke demektir. Bu aynı zamanda, bölgesel bir model olmayı da gerektirir. Bu güce sahip bir ülke, bulunduğu coğrafyadaki ülkelerden birçok açıdan daha güçlü ve istikrarlı olmalıdır. İran, Avrasya jeopolitiğinde merkezi bir güç olarak bulunmaktadır. Köklü bir medeniyete ve zengin tarihsel geçmişe sahip olan İran, Ortadoğu’nun büyük güçlerinden biridir. Tarihsel arka planı her zaman İran’ın gücünü sağlamlaştıran önemli bir faktördür. İran’ın siyasi ve idari yapısı Pers Hanedanlığı geleneğini yansıtan bir görünümdedir1. Persler geniş bir coğrafyada hüküm sürmüşler ve tarih boyunca bulundukları coğrafyayı korumak için farklı politikalar izlemişlerdir2. İran’ın etnik yapısını incelediğimizde, ülkede nüfusun büyük çoğunluğu Farslar olsa da, seksenden fazla etnik grup vardır. Azeri Türkleri de Farslardan sonra gelen en büyük ikinci etnik gruptur. İran, azınlık grupları üzerinde baskıcı bir rejim uygulamaktadır ve bu gruplar kontrol altındadırlar. Anayasaya göre İran’ın resmi dini, İslam dininin Şii mezhebidir. Ülke nüfusunun da %89’u Şiilerdir. Baskın bir Şii yönetimi vardır. Ortadoğu’da devlet dini, Şiilik olarak geçen tek ülke İran’dır. Ortadoğu bölgesi, etnik ve dini bir mozaik gibidir, Şiilik önemli bir mezhep olsa da bölgede çoğunlukta olan Sünniliktir ve gücü 1 Abdullah Yegin, “İran Siyasetini Anlama Kılavuzu”, Seta 25, (2013): 17. 2 Ibid. 56 Akademik Perspektif – Aralık 2014 meşrulaştırma kullanılmaktadır. aracı olarak da Zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip olan İran, dünyanın ikinci petrol üreten ülkesidir. Aynı zamanda Hürmüz Boğazı gibi son derece stratejik bir konumda bulunan deniz yolunu kontrol ediyor olması da İran’ın bölgesel gücünü arttıran unsurlar arasında sayılır. Genişliği yaklaşık 38 kilometre olan Hürmüz Boğazı, Ortadoğu petrollerinin %40’ının geçişini sağlamaktadır3. Boğaz’ın Güneydoğusunda Umman Körfezi, güneybatısında Basra Körfezi, kuzey kıyılarında İran ve güney kıyılarında Birleşik Arap Emirlikleri yer almaktadır. Ortadoğu’dan, Avrupa’ya Çin ve Japonya’ya petrol ihracatını gerçekleşmesini sağlayan Hürmüz Boğazı, İran’ın okyanuslara açıldığı tek çıkış noktasıdır4. Bu petrol taşımacılığı ve transit geçişlerin olması nedeniyle, Boğaz’ın, dolayısıyla İran’ın stratejik önemini artırmaktadır. Bu özelliklerin dışında Hürmüz boğazı, günümüzde İran’ın elindeki bir tehdit aracı haline gelmiştir. Batılı ülkelerin İran’ın nükleer programına karşı duydukları güvensizlik karşısında İran, Hürmüz boğazını kapatma tehdidini her zaman elinde bulundurmaktadır. İran’ın nükleer programı da kendisini bölgesel bir güç olarak göstermesinde önemli bir aşamadır. İran İslam devriminden sonra, İran’ın nükleer programı tehlikeli bir hal almaya başlamıştır. Uluslararası politikada İran’ın nükleer silaha sahip bir ülke olarak yansıtılması, onun gücücün artmasına yol açmıştır. 3 Adem Özer, “Hürmüz Boğazı ; İran ve Petrol”, Orsam, erişim tarihi 21.11.2014, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dos yalar/2011211_the.strait.of.hormuzz.pdf. 4 Ibid. Türkiye, baktığımızda, bölgedeki diğer ülkelere göre daha farklı bir pozisyonda bulunan ve İran gibi geçmişte önemli bir imparatorluk kültürüne sahip bir ülkedir. Geçmişte Ortadoğu’daki topraklarının bir kısmında egemen olmuş olması, onun bölgeyi tanımlamasında etkili bir faktördür. Türkiye nüfusunun %98’i Müslümanlar ve bu nüfusun da büyük bölümünü, Sünni Müslümanlar 5 oluşturmaktadır . Türkiye demokratik bir ülkedir ancak, bu özelliğiyle bölgede model olma isteği, onun önemli bir bölgesel güç olması için yeterli değildir. Türkiye’nin kendi içinde, etnik ve siyasi problemler yaşaması onu bölgedeki etkisinden zaman zaman uzaklaştırmıştır. Türkiye’nin batıdan, Ortadoğu’ya yönelmesi, bölgesel güç olma isteğini destekler niteliktedir ama yeterli değildir. Ortadoğu’ya dönüş, Türkiye’nin, batı için bir aracı olmasına katkıda bulunmuştur6. Bölgede yaşanan olaylardan biri üzerinde Türkiye ve İran etkisine bakarsak, iki ülkenin rolünü daha iyi anlayabiliriz. Örneğin, Suriye’de yaşanan krizde, İran Suriye’deki rejimi destekleyen bir tutum sergilemiştir. “ Suriye, İran’ın Ortadoğu politikasında merkezi bir konuma sahiptir”7. İran devrimini ilk tanıyan ülkelerden birisi de Suriye’dir. İran ve Suriye’nin, İsrail konusunda tutumu da benzerlik gösterir. Amerika ve İsrail 5 “Diyanet, Türkiye'de Dini Hayat'ın haritasını çıkardı”, erişim tarihi 20.11.2014, http://www.milliyet.com.tr/diyanet-turkiye-dedini-hayat-in-gundem-1911935/. 6 Béatrice Giblin, Editorial : ‘‘ La Turquie, Puissance Régionale Emergente?’’, Hérodote 148, (2013) : 7. 7 Bekir Ünal, “İran’ın Suriye Krizindeki Tutumu’’, Bilgesam, erişim tarihi 15.11.2014, http://www.bilgesam.org/incele/1107/iran%E2%80%99in-suriye-krizindekitutumu/#.VGdO0fmsXts. 57 Akademik Perspektif – Aralık 2014 karşıtlıkları, dış politikalarında gözlenen ortak noktalardan biridir8. Aynı zamanda, İran’ın Hizbullah gibi örgütlere Suriye üzerinden ulaşması da var olan rejimi desteklemesinde önemlidir. Bölgedeki İran çıkarlarının tehdit edilmesi, Suriye’ye karşı politikasının önemli sebebidir. Bölgede İran’a dost bir rejimin, iktidarda kalması bu ülkenin çıkarına olsa da, aslında onun Suriye’ye karşı olan tutumu bölgede tepkilere de yol açmıştır. olasılığı gibi bazı endişelere neden olabilmektedir10. Türkiye’nin rejim karşıtlarını desteklemesi ve Esad rejiminin düşmesi konusundaki baskısı ilişkileri iyice germiştir. Ancak Esad yönetimi devam etmekte ve Türkiye’nin amaçladığı gibi tam olarak gücünü kaybetmemektedir. İran’a baktığımızda ise, rejimin devamı üzerindeki desteği, Türkiye’yi de zorlayan bir durumdur ve şimdilik İran’ın politikası daha geçerli olmuştur. AK Parti döneminde karşımıza çıkan “Komşularla sıfır sorun” söylemi, bir yandan Türkiye-Suriye ilişkilerinde, Türkiye’nin tutumunu ortaya koymakta, diğer taraftan ise Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir güç olma isteğinin bir parçasıdır. Son dönem Türkiye-Suriye ilişkileri karşılıklı ziyaretler (örneğin, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın 2007’deki Türkiye ziyaretine karşılık, 15 Mayıs 2009’da, Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, Suriye’yi ziyaret etmiştir), güvenlik konusunda işbirliği projesi, iki ülkenin Dışişleri Bakanlarının imzaladığı TürkiyeSuriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması, bu anlaşmanın öngördüğü Ekonomi, güvenlik, sağlık, eğitim gibi birçok alanda karşılıklı işbirliğinin arttırılması gibi belli başlı konularla şekillenmiştir9. Ancak, Suriye’de başlayan siyasi kriz, ikili ilişkileri yeniden belirlemiş ve bölgenin istikrarsız durumu, Türkiye politikalarının planlanılan şekilde yürütülmesine engel olmuştur. Sonuç olarak, Türkiye ve İran farklı politikalar izleyen, farklı cephelerde yer alan ve farklı devletsel özellikleri taşıyan Ortadoğu’da iki güç ve rakiptir. İki ülke arasında, dönemsel yumuşamalar yaşansa da birbirinden bir adım önde olmayı amaçlarlar ve politikalarını bu doğrultuda güçlerini göstermek için sürdürürler. İki ülkenin bölgesel güç olma hırsı, onları her zaman bölge üzerine elini uzatan bir güç olmaya itmiştir. Ortadoğu’nun hiç bitmeyen istikrarsız ortamı, İran ve Türkiye için, güçlerini göstermeleri konusunda önemli bir sahadır. Ve son dönem olaylarının gösterdiği gibi, iki ülkenin bu bölgesel güç olma arzusu kısa vadede bitmeyecektir. * Seher Gözde Ustaömer, Yeditepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Suriye, Türkiye için büyük önem taşıyan bir sınır komşusudur. Suriye’deki siyasi istikrarsızlık, Türkiye için, Kuzey Suriye topraklarında otonom bir devlet kurma 8 Bayram Sinkaya, ‘‘Arap Baharı Sürecinde İran’ın Suriye Politikası’’, Seta Analiz 53, (2012): 6. 9 Zeynep Togay, “Beşar Esad Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri”, Orsam, erişim tarihi 21.11.2014, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=79 3. 10 Taşkın Deniz, “Suriye’nin Durumu, ABD-Rusya ve Türkiye’nin Tutumu”, Marmara Coğrafya Dergisi 27, (2013): 326. 58 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Birleşik Arap Emirlikleri ve İran Arasında 3 Ada Sorunu Behruze Nehmetova* Yıllardır, İran ve BAE arasında mevcut olan arazi sorunu hala çözüm bekliyor. Bu makale, iki ülke arasındaki sorunun tarihini inceliyor. Ebu Musa, Basra Körfezi’nin doğusunda yer alan bir adadır. Ada, Hürmüz Boğazı'nın girişinde bulunmaktadır ve İran tarafından Hürmüzgan Eyaleti’nin bir parçası olarak kontrol edilmektedir. Tankerler ve büyük gemiler Ebu Musa, Büyük Tunb ve Küçük Tunb adalarının arasından geçiyor. Bu yüzden, bu adalar Basra Körfezi’nin önemli stratejik yerlerindendir. 20. yüzyılın başlarına kadar Ebu Musa adası İran'ın hakimiyeti altında olmuştur. 1906 yılında İran, Ebu Musa adasındaki demir cevheri yataklarının işletme imtiyazını Alman şirketine verdi. 1908 yılında İngiltere'nin itirazı üzerine imtiyaz iptal edildi. 1908 yılından itibaren İngiltere, Basra Körfezi’ndeki diğer adalarla birlikte Ebu Musa adasını da idare etmeye başladı. 60'lı yılların sonlarında İngiltere adanın idaresini Şarca emirliğine verdi. 1968 yılında İngiltere Basra Körfezi’ndeki hakimiyetine son vereceğini ilan ettikten sonra, İran adayı yeniden ilhak etmek istedi. Birleşik Arap Emirlikleri bağımsızlığını kazanmadan 2 gün önce, 30 Kasım 1971 yılında İran ve Şarca Emirliği arasında İngiltere hükümetinin katılımıyla Mutabakat Zaptı imzalandı. Mutabakat Zaptına ekli haritaya uygun olarak, adanın güneyinde Şarca emirliğine yerel karakol, kuzeyinde ise İran'a askeri ordu yerleştirme izni verildi.1 Sözleşme adanın 1 Helem Chapin Metz, ed. Persian Gulf States: A Country Study. Washington: GPO for the Library of Congress, 1993, erişim tarihi 27.11.2014, http://countrystudies.us/persian-gulfstates/91.htm 59 Akademik Perspektif – Aralık 2014 enerji kaynaklarını da taraflar arasında böldü. İngiltere orduları bölgeyi terk etmeden bir gün önce İran kendi ordularını adaya yerleştirdi. 1971 yılında BAE BM'de ada ile ilgili hakimiyet iddia etti, fakat bu, BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmedi. 1992 yılında İran, BAE tarafından desteklenen okul, sağlık ocağı ve enerji santralinin yabancı rehberlerini araziden uzaklaştırdı.2 Aynı yıl çatışma taraflar arasında ve uluslararası kuruluşlarda müzakere olunsa da, çözüm bulunamadı.3 Büyük Tunb ve Küçük Tunb Adaları Basra Körfezi’nin doğusunda, Hürmüz Boğazı'nın yakınında bulunmaktadır. Her iki ada İran tarafından Hürmüzgan Eyaleti’nin bir parçası olarak idare ediliyor, ancak BAE bu adaların Ras El Hayma emirliğine ait olduğunu iddia ediyor. Büyük Tunb kendisinin kırmızı renkli toprağı ile ünlüdür. 1904-1921 yıllarında her iki ada Şarca Emirliği, 1921-1971 yıllarında ise Ras El Hayma Emirliği tarafından idare edilmiştir. 1971 yılında İran'la Şarca Emirliği arasında imzalanan anlaşmaya göre adaları her iki taraf ortak kontrol etmeliydi. Fakat aynı yıl İran Arap Emniyet kuvvetlerinin direnişine rağmen, adalarda kontrolu ele geçirdi. 20. yüzyıl boyunca birkaç kez Ebu Musa adasında BAE’nin, Büyük ve Küçük Tunb adalarında ise İran'ın yönetiminin tanınması hakkında görüşmeler yapıldı. Fakat hiç bir sonuç elde edilmedi.4 2 Abu Musa and the Tunbs: sovereignty dispute between the UAE and the Islamic Republic of Iran? Background briefing, erişim tarihi 27.11.2014, http://www.mofa.gov.ae/mofa_english/Uploads/B anners/9_pdf.pdf 3 Asiya və Afrika ölkələrinin çağdaş tarixi, II kitab (Bakı: Adiloğlu, 2004), s. 402 4 Yousif Ebraheem Ahmed Al-Naqbi, “The Sovereignty dispute over The Gulf Islands : Abu Musa, Greater and Lesser Tunbs” (PhD thesis, University of Glasgow, 1998), s.43 BAE, son dönemlerde Ebu Musa adasında İran'ın gerçekleştirdiği inşaat çalışmalarını, 1971 yılının Kasım ayında imzalanmış Mutabakat Zaptının hükümlerine aykırı bir adım olarak değerlendiriyor. Körfez Arap Ülkeleri İş Birliği Konseyi ve Arap Ligi çerçevesinde, adaların İran tarafından işgal edilmesine karşı kararlar alınmıştır. BAE soruna dair konumunu değiştirmeyerek, İran tarafını sorunun çözümü için ciddi görüşmelere çağırıyor veya sorunun çözümü için uluslararası mahkemeye gidilmesini öneriyor. Fakat İran bunları kabul etmiyor ve bu adaların İran topraklarının ayrılmaz bir parçası 5 olduğunda ısrar ediyor. 2012 yılında üç ada sorunu yeniden gündeme geldi. 11 Nisanda İran'ın Hürmüzgan Eyaleti'ni ziyaret eden İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Ebu Musa adasına da giderek yerli ahali ile görüştü. 12 Nisanda, BAE Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah Bin Zayed el-Nahyan, Ahmedinejad'ın Ebu Musa adasına seferine karşı sert tepki gösterdi. 16 Nisanda, İran'ın BAE'deki Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı. Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Enver Muhammed Karkaş İran büyükelçisine resmi protesto notası verdi. Notada, Ahmedinejad'ın Ebu Musa adasına seferinin hukuka aykırı olduğu vurgulanmıştı. Körfez ülkeleri Ahmedinejad'ın Ebu Musa adasını ziyaretini provokasyon olarak değerlendirdi. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi Dışişleri Bakanlarının Katar'ın başkenti Doha'daki toplantısından sonra yapılan açıklamada, bu ziyaretin kışkırtıcı bir hareket ve BAE'nin adalardaki egemenliğinin ihlali olduğu ifade edildi. 5 İkitərəfli münasibətlər, Asiya, BƏƏ, erişim tarihi 27.11.2014, http://mfa.gov.az/files/file/BEE.pdf 60 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Bildiride, yolculuğun iyi komşuluk ilişkileri politikasına da aykırı olduğu vurgulanmış ve Ahmedinejad'ın ziyaretinin BAE arazisi olan 3 adanın hukuki statüsünü değiştirmeyeceği belirtilmiştir. Ahmedinejat bölgeye ziyareti sırasında, tarihi belgelerin adaların İran'a ait olduğunu ispat ettiğini bildirmiş ve "bazı çevrelerin" bu adayla ilgili egemenlik iddialarının kendilerini rahatsız etmediğini söylemişti.6 Birleşik Arap Emirlikleri bu olaydan sonra İran'daki büyükelçisini geri çağırdı.7 2012 yılının Kasım ayında ise İran, Birleşik Arap Emirliklerinin kendi arazisi kabul ettiği üç adada hakimiyetini sağlamlaştırmak için Basra Körfezi'nde askeri kuvvetlerini arttırmaya başladı. Adalarla ilgili meselede İran'ın tutumu Arap komşuları ile ilişkileri için tehlike oluşturmaktadır. İran Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı Muhammed Ali Caferi, Basra Körfezi'ndeki İran adalarının güvenliğinin, İran’ın askeri-deniz stratejisinin önemli bir parçası olduğunu bildirdi.8 hukukun genel ilkelerine, özellikle tehdide veya kuvvet kullanmaya başvurmama, anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü ve devletlerarasında işbirliği ilkelerine uygun olarak bu sorunun barışçı yollarla çözümü gerekmektedir. Çünkü tartışmalı arazi meseleleri uluslararası işbirliğine engel olur. Dünyada böyle arazi sorunları oldukça, birçok sorun çözüm bulamaz. * Behruze Nehmetova, Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yanında Devlet Yönetim Akademisi, Uluslararası İlişkiler Böylece 3 ada sorunu, 40 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala çözüm bulamamaktadır. Küçük sorunların, çözülmedikce büyük problemlere dönüşebileceğini dikkate alırsak, iki ülke arasında halen güncelliğini koruyan sorun bölgede güvenliğe tehdittir. Uluslararası 6 İran ilə Birləşmiş Ərəb Əmirlikləri arasında ada mübahisəsi, erişim tarihi 27.11.2014, http://strategiya.az/old/index.php?m=xeber&id=6 12 7 UAE recalls its ambassador from Tehran after Ahmadinejad’s visit to disputed island, erişim tarihi 27.11.2014, http://english.alarabiya.net/articles/2012/04/12/2 07205.html 8 Iran to strengthen naval presence over disputed islands, erişim tarihi 27.11.2014, http://www.reuters.com/article/2012/11/04/usiran-military-idUSBRE8A309R20121104 61 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Caner Akkaya 5 Kasım 2014: Türkiye İle Irak Arasında Vizelerin Kaldırılması Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, resmi temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya gelen Irak Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi ile yaptığı görüşme sonrası Türkiye ile Irak arasındaki vizeler kaldırıldı. İki bakanın basın toplantısı öncesinde "Türkiye-Irak arasında diplomatik, hizmet, hususi pasaportların hamilleri için vizelerinin karşılıklı kaldırılmasına ilişkin mutabakat zaptı" imzalandı. Çavuşoğlu, Irak Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi ile Dışişleri Bakanlığı’nda ortak basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında, Irak'la geçmişte yaşanan sorunların bir önceki Irak hükümetinden kaynaklandığını belirten Çavuşoğlu, "Bu ziyaretle ilişkilerimizde yeni bir sayfa açıldığını söyleyebiliriz. Şimdi daha kapsayıcı bir yönetim var" açıklamasında bulunmuştur. desteklediğini dile getiren Çavuşoğlu, güvenlik ve terör sorunları ile ilgili olarak, "Bu ziyaretle yeni ve kapsamlı bir başlangıcın gerçekleşmesinden memnuniyet duyuyoruz. Terör ve güvenlik tehdidiyle mücadelede Irak halkı ve hükümetinin yanındayız. Türkiye, DAİŞ veya IŞİD ile mücadelede Irak'ın yanındadır. Bu konuda Irak'a desteğimiz sürecektir." şeklinde konuşmuştur. Özellikle ‘yeni sayfa’ vurgusunun yapıldığı açıklamalarda, İbrahim Caferi de, geçmişte ikili ilişkilerde aksaklıklar olduğunu, fakat yeni bir sayfa açılması gerektiğini dile getirdi. Ayrıca Irak’ta petrol gelirlerinin dağılımına ilişkin yaşanan sorunlara da dikkat çekmek isteyen bakan bu konuda ise, "Irak petrolü merkezi hükümete aittir. Evet, bazı sorunlar oldu ama bu sorunları anayasal düzen içinde çözeceğiz" şeklinde bir değerlendirme de bulunmuştur. 10 Kasım 2014: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Ukrayna Ziyareti Bunun dışında, Türkiye’nin Irak’ın siyasi birliğini ve toprak bütünlüğünü 62 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu TürkiyeUkrayna Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey’in alt organı olan Ortak Stratejik Planlama Grubu’nun (OSPG) III. Toplantısı vesilesiyle Kiev’e resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Ziyarete ilişkin basın toplantısında Türkiye’nin, Ukrayna’da yapılan parlamento seçimlerini memnuniyetle karşıladığı ve bu seçimleri Ukrayna’nın demokratik olgunluğu şeklinde değerlendirdiği vurgulandı. Çavuşoğlu, Kırım ve Kırım Tatarları konusunda ise, “Kırım Tatarlarının durumu Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Kırım Tatarları, maalesef bugün de facto yönetim tarafından baskı altında tutulmaktadır” şeklinde konuştu. Ayrıca Türkiye’nin Ukrayna’nın yanında olduğunu ve Ukrayna’nın, Kırım dahil toprak bütünlüğünü desteklediğini gösterir nitelikte, “Türkiye, Kırım’ın illegal ilhakını tanımamaktadır ve tanımayacağını da güçlü bir şekilde vurgulamıştır” açıklamasında bulundu. 17 Kasım 2014: Başbakan Davutoğlu’nun Filipinler Ziyareti Ahmet Başbakan Davutoğlu resmi temaslarda bulunmak için Filipinler’i ziyaret etti. Türkiye ve Filipinler heyetlerinin görüşmeleri sonucunda düzenlenen basın toplantısında birkaç farklı noktaya vurgu yapıldı. Görüşmelerde siyasi, ekonomik ve küresel meselelerin ele alındığını dile getiren Davutoğlu "Bütün konuları ele alma imkanımız oldu; bölgesel, uluslararası konular… Çok ümit vaat edici bir görüşme oldu. Birçok farklı konunun ele alınması açısından karşılıklı olarak vizyonlarımızı paylaştık, ikili ve uluslararası ilişkiler anlamında. İkili ilişkiler açısından bugüne kadar iyi ilişkilerimiz oldu ancak şu noktada bunu güncelleme aşamasında olmamız gerektiğini ifade ettik ki işbirliği anlamında, ekonomik, politik anlamda stratejik bir çerçeve içerisinde bir gelişme ortaya konulabilinsin. Küresel anlamda gelişen iki ülke açısından ekonomik anlamda bu çok önemli" açıklamasında bulundu. Davutoğlu, ülkelerin maliye bakanları tarafından hava ulaştırma alanında işbirliği anlaşması imzalanmış olmasını ise, coğrafi uzaklığa rağmen ikili ilişkilerin geliştirilmesi şeklinde değerlendirdi. Bu düşüncelerini, "Bu işbirliği çerçevesinde iki ülkemizin havayollarının işbirliği çerçevesinde daha fazla ulaşım imkanlarının sağlanmasıyla ikili ilişkiler gelişecektir. Turizm, ticaret gibi alanlarda ilişkilerimizi hızlandırmak istiyoruz. Bugün 350 milyon dolar civarında bir ticaret hacmi söz konusu, bunun bir milyar dolara çıkarılması öncelikli hedef" sözleriyle ifade etti. 19 Kasım 2014: Türkiye ve Cezayir Arasında ‘’Enerji Alanında İşbirliğine Dair Ortak Deklarasyon’’ İmzalandı Cezayir’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) alımına ilişkin iki ülke arasındaki mevcut anlaşmanın 10 yıl uzatılmasını öngören deklarasyon kapsamında, iki ülkenin ortak doğalgaz araması yapabilmesi sağlandı. Buna göre iki ülkenin şirketleri doğalgaz araması ve üretimine ilişkin ortak projeler geliştirebilecek. Böylece iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler canlı tutulacak. Anlaşmanın içeriğine göre, Türkiye ile Cezayir arasında mevcut kardeşlik bağları ve ekonomik işbirliği kapsamında imzalanan deklarasyon dört başlıktan oluşuyor. İlk olarak, iki ülke enerji şirketleri arasında mevcut sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) satım anlaşması 10 yıl süreyle uzatılıyor. İki ülke şirketleri arasında doğalgaz aranması ve üretimine ilişkin ortak projeler geliştirilecek. Güneş enerji 63 Akademik Perspektif – Aralık 2014 başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına ilişkin işbirliği yapılacak. Elektrik iletimi ve sistem işletimi geliştirilmesine ilişkin de işbirliği içinde çalışılacak. 20 Kasım 2014: Orta Afrika ve Mali Tezkeresi Kabul Edildi Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Avrupa Birliği'nin Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mali'deki harekat ve misyonları kapsamında, yurt dışına gönderilmesine 1 yıl süreyle izin veren tezkere Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edildi. Türkiye’nin çeşitli işbirliği stratejileri doğrultusunda ortak harekatlara, birçok farklı coğrafyada destek vermeye devam ettiğini dile getiren Bülent Arınç; "Ortak güvenlik ve savunma politikasına katılımımızın bir gereği olarak söz konusu harekata Bangoi'de konuşlu kuvvet karargahına 1 personel katkısı ile stratejik hava yolu ulaştırması milli imkanlarımız doğrultusunda şimdilik 2 ayda bir destek sağlamayı öngörmekteyiz" sözleriyle nasıl bir katkıda bulunulacağına dair açıklamada bulundu. 20 Kasım 2014: Başbakan Davutoğlu’nun, Irak Ziyareti Ahmet Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Irak Başbakanı Haydar El İbadi, baş başa ve heyetler arası görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında açıklamalarda bulundular. Davutoğlu konuşmasında ziyaretin üç boyutu olduğunu dile getirmiştir. Türkiye'nin tutumu açık ve nettir" şeklindeki konuşması ile terör ve güvenlik konusuna değinmiştir. İkinci olarak ise Türkiye-Irak ilişkilerine ivme kazandırmak istediklerini söyleyen Davutoğlu; enerji işbirliği, ticaret ve yatırım gibi konularda gelişme sağlanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu doğrultuda, Irak Başbakanı İbadi’yi 24-25-26 tarihlerinden herhangi birinde, Türkiye’de ortak kabine toplantısına davet ettiğini ve İbadi tarafından kabul edildiğini açıklamıştır. Son olarak ise Suriye konusunun ele alındığı söyleyen Davutoğlu bu konuda ise, Türkiye ve Irak, Suriye'nin komşusu iki ülkedir, Suriye'deki her gelişme bizi etkiliyor, oradaki güç boşluğu bizi etkiliyor, oradaki yaşanan acıların ortaya çıkardığı mülteciler bizleri etkiliyor. Türkiye, şu anda 2 milyona yakın Suriyeli mülteciyi ağırlıyor. Irak'tan da gelen yaklaşık 200 bin Iraklı kardeşimiz Türkiye'ye sığındı son 4-5 ay içinde. Bunun 40 bin kadarı Yezidi. Bunların bir kısmı geri döndü ama büyük bir çoğunluğu Türkiye'de" sözlerini dile getirmiştir. Ayrıca, "Uluslararası alanda da Türkiye her zaman Irak'ın inisiyatiflerine, girişimlerine, üyeliklerine destek vermiştir, vermeye devam edecektir. Birleşmiş Milletle zemininde, önümüzde G20 dönem başkanlığımız var, bu zeminlerde de Irak'ın kanaatlerini duymaktan ve Irak'ın kanaatleri konusunda küresel alanda Irak'la işbirliği yapmaktan büyük memnuniyet duyacağız" sözleriyle küresel alanda karşılıklı destek vurgulanmıştır. Davutoğlu öncelikle, "Bugün Irak'ın karşı karşıya kaldığı başta IŞİD terörü olmak üzere güvenlik riskleri konusunda da tutumumuz gayet açıktır. Irak'ı tehdit eden yapılar, Türkiye için de bir tehdit niteliği taşıyor. İster IŞİD, ister PKK veya diğer formlarda olsun her türlü terör karşısında 64 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Orta Doğu ve Afrika’da Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Mustafa İhsan Orhan 3 Kasım 2014: Libya’da Darbe Girişimi Kaddafi rejiminin 2011'de devrilmesinin ardından Libya'da tesis edilen geçiş hükümetine karşı bu yılın başında başlayan darbe girişimleri, ülkeyi iç savaşa sürükledi. 3 Kasım 2014’te darbe girişimi sonrası ülkedeki mücadele, Trablus'taki Milli Genel Kongre'nin (MGK) desteklediği "Libya Şafağı" Koalisyonu ile Tobruk'daki Temsilciler Meclisi'nin arka çıktığı emekli General Halife Hafter'e bağlı "Onur Operasyonu" Koalisyonu arasında, merkezi şehirler ve petrol bölgelerine hâkimiyet konusunda yaşanıyor. "Onur Operasyonu" Koalisyonu'nda ise Hafter'e bağlı birlikler, Zintan milisleri, federalizm yanlıları, seküler liberaller ve Kaddafi yanlıları yer alıyor. Batı ülkeleri nezdinde meşruiyet zemini arayan Onur Operasyonu, Bingazi ve Ecdebiye dışındaki Beyda, Tobruk, Brega ve Ras Lanuf kentlerini de içeren tüm Doğu Libya'yı elinde bulunduruyor. Hafter güçleri aynı zamanda batıda Zaviye ve Zintan'ı yönetiyor. Batı'dan destek almaya çalışan Tobruk Hükümeti, Mısır'daki Abdülfettah es-Sisi yönetimi ve Suudi Arabistan'dan görüyor.[5] açık destek 5 Kasım 2014: Mescid-i Aksa Saldırısı İsrail güvenlik güçlerinin, 5 Kasım günü sabah saatlerinde yaklaşık 100 Yahudi'yi Aksa'nın ağlama duvarına bakan Megaribe kapısından içeriye almasına tepki gösteren Filistinliler ile İsrail askerleri arasında çatışma çıktı. Mescid-i Aksa'nın içerisine giren 100 kadar İsrail askeri cami avlusunu savaş alanına çevirdi. İsrail askerlerinin, Filistinlilerin üzerine plastik mermi, ses ve gaz bombalarıyla müdahalesi üzerine 27 kişi yaralandı. Bu sırada Aksa içinde bulunan Kıble Camisi'ne sığınan Müslümanları kovalayan İsrail askerleri, Kıble Camisini içerisinde postallarıyla gezerek, göstericileri tartakladı, bu esnada cami içerisindeki Kur'an-ı Kerimlerin etrafa saçıldığı görüldü. Olayın ardından İsrail yönetimi Aksa'ya giriş çıkışları saat 08.00 ila 10.00 arasında kapattı.*3+ Bu çirkin saldırı sonucunda dünyanın dört bir yanında insanlar eylemler yaparak tepkilerini ortaya koydular. Herhangi bir 65 Akademik Perspektif – Aralık 2014 din ve inanca ait mabet ve kutsala saldırmak kesinlikle kabul edilemezdir. 7 Kasım 2014: Suriye–Halep Hattı İç savaş nedeniyle harabeye dönen Halep'in altyapısı çökmüş, evlerin çoğu kullanılamaz halde bulunuyor. Kentteki birçok bölgeye elektrik verilemiyor, hava saldırıları endişesi dolayısıyla farları açık şekilde araç kullanılamıyor. Merkezi mahallelerin boşaldığı, cephe hattına yakın semtler dışında alışveriş yapılacak iş yeri bulmanın imkânsız olduğu kentte hastalar, ilaçlarını sadece sahra hastanelerinden temin edebiliyor. İran ve Irak'tan gelen milisler ile Hizbullah destekli olduğu iddia edilen rejim güçlerinin kentin kuzeyindeki yönetim karşıtlarının tek çıkış noktası Handarat bölgesinin bir bölümünü ele geçirmesi, muhaliflerin kontrolündeki bölgelere insani yardımların girmesini zorlaştırıyor. Esed güçlerinin kenti iki aydan bu yana üç koldan kuşatması, yeni göç dalgası ihtimalini güçlendiriyor. Handarat bölgesinde rejim güçleriyle silahlı muhalifler arasında yaşanan çatışmalar, halkın büyük sıkıntılarla karşılaşmasına sebep oluyor. 7 Kasım itibariyle rejim askerlerinin Handarat’a saldırıları insani yardım koridorunu kapatmış durumda. İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı Genel Başkan Yardımcısı Osman Atalay; "Şu an Suriye'de çok kritik günler yaşanıyor. Çünkü yardımlar Handarat üzerinden güney bölgelere götürülüyor. Bu noktanın bir bölümü ise Esed'in kontrolüne geçti ve Halep'in kuşatılması gündemde. Dolayısıyla muhaliflerin kontrolündeki bölgelere insani yardım güçlükle gönderiliyor. Handarat’ın kaybedilmesi 1,5 milyon insanın kaderine terk edilmesi anlamına geliyor." Görüldüğü üzere Halep’in kuşatılması halinde milyonlarca insanın hayatı tehlikeye girecek ve Türkiye’ye büyük bir göç hareketi başlayacaktır. Terörden en fazla etkilenen ülke: Irak Terör saldırılarında ölenlerin sayısının, geçen yıl bir önceki yıla oranla yüzde 61 arttığı belirlendi. Merkezi New York'ta bulunan Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP) tarafından yayımlanan 2014 Küresel Terörizm Endeksine göre, 2013'te bir önceki yıla oranla yüzde 44 artışla yaklaşık 10 bin terör saldırısı düzenlendi. Söz konusu terör saldırılarındaki ölümlerin yüzde 66'sından IŞİD, El-Kaide, Boko Haram ve Taliban örgütlerinin sorumlu olduğuna dikkat çekilen raporda, 2013'te 60 ülkedeki terör saldırılarında 17 bin 958 kişinin yaşamını yitirdiği belirtildi. Bunların 14 bin 722'sinin sadece beş ülkede (Irak, Suriye, Afganistan, Pakistan ve Nijerya) öldüğüne vurgu yapıldı. Terör olaylarında en fazla can kaybının yaşandığı diğer ülkeler ise Hindistan, Somali, Filipinler, Yemen ve Tayland olarak sıralandı. Rapora göre, saldırılarda 6 bin 362 kişinin yaşamını yitirdiği Irak, terörden en çok etkilenen ülke oldu. IEP'nin 2000'den bu yana ABD'deki Küresel Terörizm Veri Tabanı'nı kullanarak hazırladığı rapora göre, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri arasında ise terörden en fazla etkilenen ülkeler Türkiye ve Meksika oldu. Afrika’nın IŞİD’i: Boko Haram ‘’Asıl adı Tebliğ ve Cihat için Ehl-i Sünnet Cemaati (Jama’a Ahl al-sunnah li-da’wa wa al-jihad) olan grup, Nijerya’da faaliyet 66 Akademik Perspektif – Aralık 2014 gösteren Batılı eğitim kurumları ve onlar eliyle empoze edilen Batılı eğitim geleneğine karşı takındığı oldukça sert tutum nedeniyle “Batılı eğitim haramdır” anlamına gelen Boko Haram ismiyle anılıyor. “Boko” kelime olarak “sahte” anlamına gelse de Batılı eğitim faaliyeti, grup üyeleri tarafından bu şekilde niteleniyor. Oy kullanmaktan seküler bir eğitim almaya kadar Batı geleneğiyle özdeşleştirilebilecek her türlü sosyal ve politik aktiviteyi haram kabul eden grup, “Kur’an’ın getirdiği kurallara göre yönetilmediği sürece, devlet başkanı Müslüman dahi olsa Nijerya’nın “dinsiz bir devlet” olarak kalacağı inancında. Bu nedenle Boko Haram’ın en büyük ideali, Nijerya’da “İslami” bir devlet yönetimine sahip olmak… Boko Haram 2002 yılında, bir cemaat lideri olan Muhammed Yusuf ya da bilinen diğer ismiyle Molla Ömer tarafından kurulmuş. Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden Paul Lubeck, Yusuf’un Selefi akım mensubu ve özellikle de 14. yüzyıl Müslüman düşünürlerinden İbn-i Teymiye’nin fikirlerinden etkilenmiş bir molla olduğu bilgisini veriyor. Okullardaki Batılı eğitimin insanların inançlarını zedelediğine, dolayısıyla da haram olduğuna inanan ve bu nedenle Batılı eğitimin İslami eğitimle yer değiştirmesi gerektiğini düşünen Yusuf, aynı zamanda Nijerya’nın şeriatla yönetilmesini de hedefliyor. Nijeryalı akademisyen Hüseyin Zekeriya ise BBC’ye verdiği demeçte, Nijerya polisi tarafından yakalandığı 2009 yılına kadar Boko Haram’ın liderliğini yürüten Yusuf’un üniversite mezunu olduğunu, ileri düzeyde İngilizce bildiğini, pek çok Nijeryalı’nın sahip olmadığı maddi imkânlara sahip olduğunu, hatta Mercedes marka bir otomobil kullandığını ifade ediyor. Batı kültürünü anımsatan pantolonun kullanımına bile sıcak bakmayan grubun Batı kültürüne oldukça yakın olan bir cemaat lideri tarafından kurulması ise zihinlerde soru işareti bırakıyor... …İlk askerî tesisini 2004 yılında kuran ve aynı yıl Nijer polisiyle girdiği çatışmada 28 üyesini kaybeden grup, 2007 yılında düzenlediği ve 11 subayın ölümüne sebep olduğu saldırıyla adını yeniden duyurdu. Eylemlerine, liderleri Yusuf’un 2009 yılında bir karakolda işkence edilerek öldürülmesiyle hız kazandıran Boko Haram, aynı yıl içerisinde gerçekleştirdiği saldırılarda 800 üyesini kaybederken Nijerya’nın kuzeyinde yaşayan 700’ü aşkın insanın ölümüne, 3.000’den fazla insanın da çatışmalar yüzünden göç etmesine neden oldu. Boko Haram’ın Nijerya’daki eğitim sistemine karşı takındığı tavır, Afganistan ve Pakistan’daki eğitim faaliyetlerine karşı duran Taliban eylemleriyle önemli ölçüde benzerlik arz ediyor. Her iki örgüt de özellikle Batılı tarzda hazırlanmış bir eğitim sisteminin, Batı ideolojisinin Afgan, Paki ya da Nijer toplumlarına empoze edilmesine kaynaklık ettiğini savunuyor. Pakistanlı eğitim ve kadın hakları aktivisti Malala Yusufzay’ın Ekim 2012’de Taliban tarafından başından vurularak öldürülmek istenmesi, Boko Haram üyelerinin ise örgütlerine, temel ideolojilerini yansıtan “Batılı eğitim haramdır” ismini vermesi, iki örgütün de eğitim faaliyetlerine karşı aldığı ortak tavrın göstergesi.’’ Boko Haram örgütünün şiddet eylemleri her geçen gün artıyor. Nijerya'nın kuzeydoğusundaki Borno, Yobe ve Adamawa eyaletlerinde 5 yıldır şiddet eylemleri düzenleyen Boko Haram'ın son 6 ayda düzenlediği saldırılarda, güvenlik görevlileri dahil 2 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Burkina Faso Burkina Faso’da eski Devlet Başkanı Blaise Compaore, 31 Ekim’de ülkede devam eden 67 Akademik Perspektif – Aralık 2014 protestolar üzerine görevi bırakmış, idareye ordu el koymuştu. Darbeden bir gün sonra ise devrik lider Compaore'nin ikinci koruma komutanı olan Albay Isaac Zida kendini devlet başkanı ilan etmişti. Zida en kısa sürede idareyi sivil yönetime bırakma sözü vermişti. Ordunun yönetime el koymasının ardından, geçici hükümetin başına sivillerin çoğunlukta bulunduğu 23 kişiden oluşan kurulun 16 Kasım'da yaptığı oylamada kamu hukuku ve siyaset bilimi mezunu 72 yaşındaki Michel Kafando geçici devlet başkanı seçildi. 68 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Avrupa’da Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Selin Duran 9 Kasım 2014: Eski Sovyetler Birliği'nde Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un açıklık ve yeniden yapılanma politikası Doğu Almanya'yı da etkisi altına almış ve Doğu Almanya'da insanlar özgürlük için 1989'un yaz aylarında sokaklara çıkarak 9 Kasım 1989'da, Berlin'i 28 yıl boyunca ayıran “Utanç duvarını” yıkmıştı. Doğu Almanya rejiminde çok sayıda kişi, sınırı ve böylelikle Berlin Duvarı'nı aşarken öldürüldü. Kayıtlara göre bu rakam, 136 olsa da hayatını kaybedenlerin daha fazla olduğu tahmin ediliyor. 9 Kasım 2014 ise yıkılışın 25. Yılı kapsamında kutlamalara sahne oldu. Başkent Berlin'de, “Lichtgrenze” (Işık duvarı) adlı etkinlik kapsamında kenti 1961'den sonra 28 yıl boyunca ikiye bölen Berlin Duvarı'nın geçtiği hattın 15 kilometrelik bölümüne helyum gazıyla şişirilmiş yaklaşık 8 bin balon bırakıldı. Binlerce kişi, Federal Meclis, Brandenburg Kapısı, Checkpoint Charlie, East Side Galary gibi eskiden Berlin Duvarı'nın geçtiği birçok merkezde düzenlenen “Işık Duvarı” etkinliğine katıldı. Almanlar ve kenti ziyarete gelen turistler açılan sergilere ve anma etkinliklerine akın etti. Tarihi Brandenburg Kapısı'nda “Özgürlük için cesaret” sloganıyla bir halk şenliği düzenlendi. Almanya Başbakanı Angela Merkel de Duvar Anıt Müzesi'nde düzenlenecek bir etkinliğe katıldı. Etkinliğin diğer dikkat çeken katılımcısı ise Sovyetler Birliği'nin son lideri Mihail Gorbaçov oldu. Bild gazetesi için kaleme aldığı makalede kutlamaları, "Avrupa halklarının bayramı" diye nitelendiren Gorbaçov, "Berlin Duvarı sadece, insanları ve aileleri ayırmadı. Birbirlerini karşılıklı olarak nükleer savaşla tehdit eden, Avrupa ve dünyadaki kamplaşmanın sembolüydü" ifadelerini kullandı. 9 Kasım 2014: Katalanlar, 9 Kasım’da İspanya'dan ayrılma kararı için düzenledikleri gayri resmi referandumda sandık başındaydı. Oylamaya katılmak için gelen bazı Katalanların sandıklarda oy kullanma işleminin başlamasını alkışlarla kutladığı söyleniyor. Katalan hükümetine göre öğle saatleri itibarıyla oylamaya katılan insan sayısı 1 milyonu geçmişti. İspanya yargısının anayasaya aykırı 69 Akademik Perspektif – Aralık 2014 olduğuna hükmettiği oylamayı 40 bin gönüllü Katalan organize etti. Oy kullanmaya gelenlerin çoğu tercihlerini bağımsızlıktan yana kullandı, ancak 'hayır' oyu verenler de var. 'Hayır' oyu verenler Madrid yönetimi altında kalmak için oy kullansalar da, sandık başına gelmeleri Madrid'in inatçılığına karşı bir cevap olarak anlamlandırıldı. Katalonya özerk bölgesinin lideri Artur Mas, yargı kararına rağmen oylamanın yapılacağını söylemişti. İspanya Başbakanı Mariano Rajoy ise, oylamanın hiçbir geçerliliğinin olmadığını söyleyerek, Katalanları mantıklı düşünmeye davet etmişti. Bu arada Barselona'da toplanan bir grup sağ görüşlü İspanyol, Katalan bayrağı yakarak oylamayı protesto etti. 7.5 milyonluk nüfusu ile Katalonya refahı yüksek bir bölge. Katalanlar İspanya ekonomisine geri aldıklarından daha fazla katkı sunuyor ve ekonomik ve kültürel ayrılıklar Katalan milliyetçiliğini güçlendiren unsurlardan. İspanya Anayasa Mahkemesi bu hafta gayri resmi referandumun anayasaya aykırı olduğuna hükmetti, ancak bu Katalan lider Artur Mas'a geri adım attırmadı. Mas İspanya hükümetini kast ederek "Ne yapacaklar bilmiyorum, ama en küçük bir aklıselime sahiplerse, herhangi bir adımları demokrasiye ve temel haklara doğrudan bir saldırı olacaktır" diye konuştu. Katalanların taleplerinin ise geçtiğimiz aylarda İskoçya’da yapılan resmi ve demokratik referandumdan yola çıkarak arttığı bildiriliyor. 15-16 Kasım 2014: Avustralya’nın Brisbane kentinde düzenlenen ve dünyanın büyük ekonomilerinin katıldığı G20 zirvesi bu yıl 15-17 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Zirveye 19 ülke ve Avrupa Birliği (AB) tam kadro katılırken, Ukrayna tartışmaları zirveye damgasını vurdu. Dünyadaki ekonomik büyümeye ilişkin tartışmalar ise ikinci planda kaldı. Ukrayna tartışmalarındaki taraflar ise Rusya, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) oldu. İngiltere Başbakanı David Cameron, zirve öncesinde yaptığı açıklamada, eğer Ukrayna'da Rus askeri görmeye devam edilirse, Avrupa Birliği ile Rusya arasında çok farklı bir ilişkinin oluşturulması gerekeceğini söylemişti. Zirvedeki genel hava yine bu yönde oldu ve gerek AB yetkilileri gerekse ABD başkanı Barack Obama konuya ilişkin sert açıklamaları ile zirveye damgasını vurdu. Alman ARD televizyonuna konuşan Putin ise, Batı yanlısı Ukrayna hükümetinin tüm muhaliflerinin devre dışı bırakılmak istendiğine dikkati çekti. Zirve kapsamında en dikkat çekici detaylarından biri de Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Vladimir Putin arasında 3 saati aşkın bir görüşme oldu. Görüşmenin içeriğine dair bir açıklama yapılmadı ancak tahminler Ukrayna krizinin ekonomiye olan etkisi hakkında olduğu yönünde. Ayrıca Putin, zirve sırasında ikili görüşme için bir araya geldiği Fransa lideri François Hollande'dan Ukrayna nedeniyle ülkeleri arasındaki gerilimi yumuşatmak için kendisiyle birlikte çaba göstermesini istedi. G20 Zirvesi’nde her ne kadar arka planda kalsa da, ekonomik konular da görüşüldü. Özellikle gündemde Avrupa Birliği (AB) ile ABD arasındaki Serbest Ticaret Antlaşması (TTIP) konusu vardı. Konuya ilişkin talepler ise sürecin hızlandırılmasına ilişkin oldu. Genel olarak ele alındığında ise zirve dünya ticaretinin %80’ninin katılımı ile ticaret, yatırım, vergilendirme gibi konularda etkili adımlar atılması ile son buldu. 16 Kasım 2014: Romanya'da 16 Kasım’da, halk cumhurbaşkanlığı seçimi için sandık başına gitti. 21.7 milyon nüfuslu Romanya'da Sibi kentinin Alman azınlığa mensup Belediye Başkanı Klaus Johannis oyların yüzde 54,8’ini alırken, seçimi kazanması beklenen Başbakan Victor 70 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ponta'nın oy oranı 45,2’de kaldı. Seçime katılım oranı yüzde 62'yi buldu. Gözlemciler, yüksek katılım oranının Johannis'in seçilmesinde etkili olduğunu belirtti. Seçim kampanyasında yolsuzlukla mücadele ve bağımsız yargı sözü veren 55 yaşındaki Johannis, sosyal paylaşım sitesi Facebook'tan yaptığı açıklamada, "Hepinize teşekkür ederim. Bambaşka bir Romanya dönemi başlıyor. Bu dönemin temelini oylarınızla attınız" dedi. Seçim öncesinde yapılan anketlere göre kazanmasına kesin gözüyle bakılan Ponta ise rakibini arayarak kutladığını söyledi. Ponta, 2 Kasım'da yapılan seçimin birinci turunda oyların yüzde 40,3’ünü, Ulusal Liberal Parti lideri Johannis de yüzde 30'unu almıştı. Yaklaşık 21,7 milyon nüfusa sahip ülkede cumhurbaşkanlığı koltuğunda 2004'ten bu yana Traian Basescu oturuyordu. 20-21 Kasım 2014: Fransız ekonomist Piketty, Avrupa’da mali birliğe ihtiyaç olduğunu belirterek, “Euro Bölgesindeki ülkelerin 18 farklı kamu borcu, 18 farklı faiz oranı olduğu müddetçe bu ülkelerin bir arada kalma iradesi konusunda hep bir şüphe olacaktır.” dedi. Pikeyyt, “21. Yüzyılda Kapital” kitabının tanıtımı kapsamında İstanbul’da gazetecilerin sorularını cevapladı. Verdiği demeçler arasında en dikkat çekici olanlar ise Avrupa Birliği hakkındaki mali kriz öngörüleri oldu. Fransız ekonomist Pikeyyt, bir soru üzerine Avrupa Birliği ve avro bölgesinin performansıyla ilgili, “Güçlü bir Merkez Bankamız var. Ama Avrupa ekonomisinin sadece Merkez Bankasıyla yönetemezsiniz. Tek para birimi, bütçe ve mali birlik olmadıkça işlemeyen ve işlemeyecek olan bir sistem. Avrupa’da durum şu an gerçek bir felaket. Bazı ülkeler Avro bölgesine dahil olmak istemiyor. Avro bölgesi yeniden inşa edilmeli. Aksi takdirde tek alternatif ulusal çözümler, yani AB’den çıkıp ulus devletine dönmek olacaktır.” açıklamasında bulundu. Açıklamanın hemen ertesi günü ise Avrupa hisseleri, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi’nin enflasyonun olabildiğince hızlı bir şekilde yükseltilmesi taahhüdünü yinelemesi ve Çin’in faiz oranlarını düşürmesi ile 7 haftanın zirvesine tırmandı. 71 Akademik Perspektif – Aralık 2014 ABD'de Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Furkan Burcu Aksoy 4 Kasım 2014: 2012 yılında Hyundai ve Kia 1 milyon 200 bin arabayla ilgili olarak teknik bilgi yetkililerini Temiz Hava Yasası’nı ihlal edecek şekilde yanlış bildirdiğini itiraf etmişti. ABD Adalet Bakanlığı ve Çevre Koruma Ajansı ise bugün bu iki şirketin 350 milyon dolarlık cezayı ödemeyi kabul ettiğini açıkladı. Cumhuriyetçi Parti’ye gitmesinin ardından, Başkan Obama konu ile ilgili olarak basın toplantısı düzenledi. Bu toplantıda Obama seçmenlerin mesajını aldığını dile getirdi. Ayrıca seçmenlerin üçte ikisinin bu seçimlerde oy kullanmadığını da belirten Obama bu konuda da seçmenleri anladığını söyledi. 6 Kasım 2014: ABD Başkanı Obama bugün öğle saatlerinde topçu komutanı olarak iç savaş yıllarında görev yapan üsteğmen Alonzo H. Cushing’e kahramanca başarılarından dolayı Onur Madalyasını takdim etti. Başkan Obama onur madalyasının gerçekleşen eylemlerden sonra birkaç yıl içinde verildiğini ancak bazen sıra dışı hikayelerin kaybolabileceğini belirtti. Bu durumlarda da ise Onur Madalyasının sahibiyle buluşmasının gerektiğini belirtti. 7 Kasım 2014: ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Lloyd Austin yaptığı basın açıklamasında, IŞİD’e karşı mücadele de Türkiye’nin ABD’ye üslerini açmasının işleri kolaylaştırabileceğini vurguladı. Ardından Austin ‘Türkler koalisyona yardımcı olmada daha istekli olmaya karar verirlerse, bu şüphesiz katma değer olacak. Özellikle üslerin ve hava sahasının kullanımı konusunda daha çok hak kazanmamız, işimizi daha kolay ve rahat yapmamızı sağlar. Unutmayın ki, IŞİD onlar için de risk oluşturuyor’ dedi. 6 Kasım 2014: ABD’de yapılan eyalet vali ve senatörleri belirlemek için yapılan ara seçimlerde oyların çoğunluğunun 8 Kasım 2014: Bugün Başkan Obama ABD Adalet Bakanlığı görevi için altı hafta önce 72 Akademik Perspektif – Aralık 2014 istifa eden Eric Holder’ın yerine Loretta Lynch’yi aday olarak gösterdi. yaptığı konuşmada bu makamın ABD için sorumluluğu yüksek bir makam olduğunu belirtti. Holder’ın ABD tarihindeki en uzun bakanlık görevini üstlendiğini ve bu görevi sırasında soyut bir teori olarak değil bir ilke bir adalet için taahhüt olarak görevini yerine getirdiğini söyledi. Başkan Obama’nın aday gösterdiği Lynch eğer senato tarafından onaylanırsa ABD Adalet Bakanlığı’na gelen ilk siyahi kadın olacak. 10 Kasım 2014: Başkan Obama internet kullanımının tarafsızlığının sağlanabilmesi adına Federal Haberleşme Komisyonu’na boşluğun doldurulmasının nasıl sağlanacağını sordu. Obama ilk başkanlık kampanyasından bu yana internet kullanımının tarafsızlığının güçlü bir savunucu olmuştur. 10 Kasım 2014: ABD Başkanı Obama ABD özgürlük madalyasının sahiplerinin isimlerini açıkladı. Madalyaları sunmadan önce Obama; ‘ Amerika’ya ilham kaynağı olan on dokuz kişiyi açıklamak için sabırsızlık duyduğunu ifade etti.’ Özgürlük madalyasının sahibi olan bu on dokuz kişi Alvin Ailey (ölüm sonrası), Isabel Allende, Tom Brokaw, James Chaney, Andrew Goodman, and Michael Schwerner (ölüm sonrası) Mildred Dresselhaus, John Dingell, Ethel Kennedy, Suzan Harjo, Abner Mikva, Patsy Takemoto Mink (ölüm sonrası), Edward Roybal (ölüm sonrası), Charles Sifford, Robert Solow, Stephen Sondheim, Meryl Streep, Marlo Thomas ve Stevie Wonder’dır. 10 Kasım 2014: Bugün ABD Başkanı Obama CBS televizyonuna konuştu. Televizyon kanalına yaptığı açıklamada IŞID ile mücadelede yeni bir aşamaya geçildiğini ifade etti. Irak ile IŞİD arasındaki çatışmalar şiddetini arttırırken, şiddetin en yoğun yaşanan bölgesinin Beyci olduğu bildirildi. Beyci, ülkenin en büyük petrol rafinerisinin bulunmasından dolayı büyük önem taşımaktadır. Irak yaz aylarından bu yana ilk kez merkezde kontrolü ele geçirirken ABD 1500 askerini daha göndereceğini söyledi. 12 Kasım 2014: ABD ve Çin Karbon kirliliğinin azaltılması için önemli bir girişimde bulundular. Bu kapsamda yeni hedeflerini Obama açıkladı. Yeni hedefe göre ABD 2025 yılına kadar meydana getirdiği karbon kirliliğini 2005 yılında meydana getirdiğinin %26-28 oranında azaltmaya çalışacak. 13 Kasım 2014: ABD Dış İşleri Bakanlığı 1978 yılında çıkan etik yasası uyarınca ABD başkanı ve eşine verilen hediyelerin 350$’ı geçmesi halinde ilan etmesi gereken hediyeleri ve değerlerini açıkladı. Michelle Obama’nın Brunei Kraliçesi’nden aldığı mücevherlerin değeri 70 bin doları aştı. Bu, ABD Başkanı Barack Obama’nın aldığı en pahalı hediye olan Katar’ın Washington Büyükelçisi’nin verdiği 10 bin 400 dolarlık camdan yapılma şahin heykelinden 7 kat daha fazla. 10-14 Kasım 2014: Başkan Obama Asya bölgesine bu yıl yapacağı ikinci ziyaret için bugün Beijing’e uçtu. Bu seyahati (10-14 Kasım haftasında gerçekleştirdi) sırasında aynı zamanda Başkan Obama Burma ve Avustralya’ya da uğrayacak. Obama bu ziyaretlerinde ABD’nin ekonomik yeni dengeleme stratejisi için Asya Pasifik bölgesinin ABD ekonomisinin büyümesinde ayrılmaz bir parça olduğunu belirtti. 14 Kasım 2014: ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ve Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey Temsilciler Meclisi Silahlı Kuvvetler Komitesi'nde, IŞİD ile ilgili 73 Akademik Perspektif – Aralık 2014 gerçekleştirilen oturuma katıldı. Daha önceki haberlere göre CNN’nin Obama’nın Suriye üzerindeki stratejinin değiştirildiği iddia etmişti. Bu oturumda ise Savunma Bakanı Hagel, CNN'in bu iddiasını yalanladı ve Obama'nın Suriye stratejisini değiştirmediğini bildirdi. 18 Kasım 2014: Başkan Obama, Ebola hakkında Batı Afrika’daki gelişmelerdeki aldıkları sorumluluklarla ilgili olarak ulusal güvenlik ve kamu sağlığı ekipleri ile buluştu. Bu buluşmada Ebola konusunda gelişmeleri öğrendikten sonra aynı toplantıda Kudüs’e yapılan saldırıya da değindi. Yapılan saldırıda bir çok masumun ibadet ettikleri sırada uğradıkları bu saldırıda yaralandığını ve dört kişinin de öldüğünü belirtti. Bu saldırıların her geçen gün daha da ileri gidebileceğinin altını çizen Obama, İsrail ve Filistin’in birçoğunun barış istediğinin unutulmaması gerektiğini bildirdi 19 Kasım 2014: ABD başkanı Obama çocuk bakımı ve kalkınma fonu hakkında çıkan yasayı imzaladı ve yasa yürürlüğe girdi. Obama birincil önceliklerinden birinin ABD’deki çocukların eğitiminin en iyi kalitede sürdürülmesi için emin olmaya çalıştıklarını söyledi. Bu amaçla bugün imzaladığı yasadan memnuniyet duyduğunu bildirdi. Davutoğlu ile yemekte buluştu. 22 Kasım’da Başkan Yardımcısı Atlantik Konseyi enerji konferansına katıldı. Toplantının ardından ise öğle yemeğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile buluştu. 23 Kasım sabahında ise Başkan Yardımcısı Ekümenik Patriki Bartholomeos ile görüştü. Öğleden sonra ise Washington’a seyahati için İstanbul’dan ayrıldı. 20 Kasım 2014: Bugün Beyaz Saray’ın doğu odasında Başkan Obama ABD’nin düşünürlerini, kaşiflerini ve yenilikçilerini ulusal teknoloji ve yenilik madalyaları ve ulusal bilim madalyaları ile ödüllendirdi. 20 Kasım 2014: Bugün akşam saatlerinde Obama ABD’nin bozulmuş olan göç politikasının nasıl düzeltilebileceğini ele aldı. Bu çerçevede üç temel nokta üzerinde durdu. Bu yeni sisteme göre Obama ilk olarak sınırların ek kanunlarla ve kamu gücü ile güçlendirilmesi gerektiğini, ikinci olarak ABD ekonomisi için yüksek yetenekli, eğitimli ve girişimci göçmenlere daha hızlı ve kolay olarak göçmenlik işlemelerinin sağlanması gerektiğini ve son olarak da ülkede hali hazırda yaşayan belgesiz göçmenlerin sorunlarının çözülmesi gerektiğini vurguladı. 19 Kasım- 23 Kasım 2014: ABD başkan yardımcısı Joe Biden bu tarihler arsında birçok ülkeyi ziyaret etti. 19 Kasım’da Fas Kralı 4. Muhammed ile buluştu. 20 Kasım sabahında küresel girişimcilik zirvesinde açıklamalarda bulunduktan sonra aynı gün Ukrayna’ya doğru hareket etmek üzere Marakeş’ten ayrıldı. 21 Kasım sabahında Ukrayna devlet başkanı Arsenly Yatsenyuk ile buluştu. Aynı günün akşamında ise Biden Türkiye’ye seyahat etmek için b sefer Ukrayna’dan ayrıldı. Akşam saatlerinde ise Türkiye Başbakanı Ahmet 74 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Ayın Düşünürü: Roger Garaudy Hazırlayan: Melike Şener 17 Temmuz 1913 tarihinde Marsilya’da dünyaya gelen politikacı, düşünür, yazar ve akademisyendir. İlk orta ve yüksek tahsilden sonra felsefe agrejesi (öğretim görevlisi) oldu. Marksist fikirlerin etkisinde kalarak ateşli savunuculuğunu yaptı. Gizli örgüt kurmak suçundan 1940’ta tutuklanarak gönderildiği kampta ayaklanmaya elebaşılık yaptığı için kurşuna dizilmek istendi. Ancak komutanın “Ateş!” emrine uymayan Cezayirli askerler sâyesinde hayatı kurtuldu. Askerlere; “Niçin ateş etmediniz?” sorusuna bir çavuşun; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” cevabını vermesi Garaudy’in İslâm kültürüne yönelmesine sebep oldu. Komünist fikirleri savunmaya devam etti. 1945’te Fransız Komünist Parti Merkez Komite üyeliğine getirildi. Her iki Kurucu Mecliste de (1945-1951) Tarn Milletvekili olarak vazife yaptı. 1953’te Maddeci Bilgi Teorisi (Théorie Matérialiste de la Connaissance) adlı doktora tezini verdi. Fransız Komünist Partisi siyasi büro üyesi seçildi. Seine bölgesini Mecliste (19561958), sonra Senatoda (1959-1962) temsil etti. Clermont-Ferrand ve Poitiers Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusuydu. Üniversiteden siyaset kürsülerine kadar Fransızlara ve batı dünyasına Marksizm’i anlattı. İnsanların kurtuluşunun yalnız bu sistemle olacağını savundu. Fransız komünistlerinin en büyük ruh mimarı sayıldı. Nerede komünistlerin düzenlediği bir miting, konferans ve seminer varsa oraya koştu. Katoliklik ve Hıristiyanlığa karşı kalemiyle ve hitabetiyle büyük mücadele verdi. Daha sonra Marksçı inceleme ve araştırma müdürü olarak vazife aldı. Bu vazifesi sırasında Hıristiyanlarla diyaloğu başlattı ve bu konuda çeşitli kitaplar yazdı. Aforozdan Diyaloğa (1965), Yirminci Yüzyıl Marksçılığı (1966) adlı eserleri bunlardandır. Roger Garaudy, 1968 Çekoslovakya olaylarından sonra Fransız Komünist Partisi 75 Akademik Perspektif – Aralık 2014 idarecilerini Varşova Paktı birliklerinin Çekoslovakya’ya müdahalesini onaylamamalarına rağmen gerçekte SSCB’yi desteklemekle ve Stalinci metotlara başvurmakla suçladı. Şubat 1970’te FKP siyasi bürosundan ve Mayıs 1970’te de parti üyeliğinden atıldı. O tarihten başlayarak düşüncelerini Marksçılıkla Hıristiyanlığın orta noktasında birleştirmeye çalıştı. Bu dönemde; Ertelenen Özgürlük (Liberdé en Sursis), Marksçılar ve Hıristiyanlar Karşı Karşıya (Marxistes et Chrétienes Kace á Kace), Sosyalizmin Büyük Dönemeci (Le Grand Tournant du Socialisme), İşte Gerçekler (Toute la Vérité), Erkek Sözü(Parole d’homme), Umut Projesi (Projet Espérance), Yaşayanlara Çağrı (Appel aux Vivants) ve Kadının Yükselişi İçin (Pour l’avénement de la Femme) adlı eserleri kaleme aldı. Hıristiyanlıkla sosyalizmin ortak noktalarını araştırıp yazmaya çalışması sebebiyle geniş kitlelerin ilgisini çekti. Cezayir sürgünü ve İslamiyet’le tanışmasına bakacak olursak Roger Garaudy, İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin özgürlüğü için silahlanan grupların içindedir. Almanlara karşı yapılan ‘Somme’ savaşına bizzat katılır ve şeref madalyası ile onurlandırılır. Roger Garaudy, 1940 yılında tutuklanır. Genereal Pétain yönetimindeki Fransız Vichy Rejimi, Naziler ile işbirliği içindedir. Tutuklanma sebebi, mevcut rejime ve Nazilerin tahakkümüne karşı silahlı mücadele girişimidir. Aynı sebeple II. Dünya Savaşı sonuna kadar kalacağı Fransız müstemlekesi Cezayir'e gönderilir. Celfa denilen bölgede bir askeri kışlada tutukluluğu devam edecek Roger Garaudy'nin hayatı burada değişir. Kamp içinde ayaklanmaya sebep olmak ve isyancı gruba elebaşılık etmekle suçlanıp idama mahkûm edilir Garaudy. İnfazı kurşuna dizilerek yapılacaktır. Her daim mazlumun yanında, zalimin karşısında duran dava adamını iyi tanıyan Cezayirli askerler, Fransız generalin ateş emrine itaat etmezler. Usulca ölümü beklerken infazı ertelenen Garaudy, sonunda affedilir. Yıllar sonra İslam'dan nasıl etkilendiği sorularına karşı, “Biz silahsız ve savunmasız bir insana ateş etmeyiz” diyerek mukabele eden kahraman askerlerden bahsedecektir. Ünlü mütefekkir, bu tecrübesini kendi kelimeleriyle şöyle yorumluyor: “Yaşadığım bu olay bana Sorbonne Üniversitesi'nde on yılda tahsil ettiklerimden daha mühim şeyler öğretmişti.” 1943 yılında özgürlüğüne kavuşurken, ileride gönül bağı ile bağlanacağı İslamiyet ile tanışır. Savaştan sonra hemen terk etmez burayı Garaudy. Alger’deki Fransız Radyosu’nda yöneticilik yapar, komünist La Liberté Dergisi’nde çeşitli yazılar kaleme alır. Davasının bekçisi Garaudy, Fransa’ya dönünce siyasete kaldığı yerden devam edecektir. 1951 yılına kadar vekillik yaptıktan sonra 3 sene senatörlük görevini yürütür (1959-1962). Fransız entelijansiyasında popülaritesi gün geçtikte artarken, devrin önemli isimlerinden Charles de Gaulle, Stalin, Fidele Castro, Pablo Picasso, Louis Aragon, Gaston Bachelard, Jean-Paul Sartre ve Romain Rolland gibi önemli simalarla yakından diyalog kurar. Ünlü düşünür, 1952’de Sorbonne Üniversitesi’nden 76 Akademik Perspektif – Aralık 2014 edebiyat dalında, 1954’de SSCB Bilimler Akademisi’nden bilim dalında doktor unvanını alırken, 1962’de Fidel Castro tarafından Küba Üniversitesi’nde felsefe reformunu yapmak üzere görevlendirilir. Burada Marksist İnceleme ve Araştırmalar Merkezi müdürlüğü yapar. Garaudy, düşüncede devrimin sona ereceğine inanmamış, bunu bir asır devam edecek hayatının her dönemecinde ispat edecekti. Teorisyenliğini yaptığı sosyalizm düşüncesini konferanslar, kitaplar ve daha birçok vesile ile yarım asırdan fazla bir müddet anlatmıştı. Fransız komünistlerin iskeletini oluşturacak eserleri bir bir yazarken, nerede sosyal eşitlik, adalet, Marksizm konulu bir toplantı olsa orada Roger Garaudy’nin ismi geçer olmuştu. Sonra, 1968 yılında, FKP yöneticilerini Çekoslovakya’ya giren SSCB‘ye karşı sessiz kalmakla suçlamıştı. Parti yönetimini hedef alan tenkitleri ve SSCB’ye dair sert ithamları, parti ile yolunun ayrılmasına sebep oldu. Bu noktada, yeryüzünde hiçbir ülkenin gerçek bir sosyalizmle yönetilmediğini savundu. 1970 yılına gelindiğinde Fransız Komünist Parti’den tamamen ihraç edilmiş ve ebedi muhalif damgasını yemişti. Hayatının bu evresinde maneviyata eğildi. İnsanlığın yegâne kurtuluşunun Sosyalizmle birleşen bir imandan geçtiğine ikna oldu. Bu yörüngede Marksizm ile Hıristiyanlık arası orta yol bulmaya çalıştı. Ve nihayet sonradan müşerref olacağı İslam hakkında derin düşüncelere daldı. Uzun bir uzletin ardından, 1982 yılında şahitlerin huzurunda Müslüman olduğu duyuldu. Roger Garaudy’in Müslüman olması dönemin sanat, edebiyat ve siyaset camiasında bomba etkisi yaptı. Haber ajanslarının telekslerinde dünyaya ulaşan bu haberle Kremlin müthiş sarsıldı. Çünkü Garaudy uzun zaman Fransa’daki komünistlerin en büyük akıl hocası olarak tanınan bir bilim adamıydı. Bir zamanlar dünyanın her tarafında yaptığı ateşli konuşmalarla komünizmi kitlelere izah eden akıl hocası artık Reca Carudi ismini almıştı. İslamiyet’i seçtikten sonra “Kişisel inançlarımdan ve entelektüel kanaatlerimden ödün vermedim.” diyerek davasına sıfırdan başlayan Garaudy, bu seçimini Fransız gazetesi Le Monde’da yazdığı bir makale ile ifşa etti. Bundan sonra Müslüman dünyanın sorunları üzerine çalışmalar yaptı, konferanslar verdi. Filistin davasının batı dünyasındaki en büyük destekçilerinden biri oldu. ‘İsrail’in Kuruluşundaki Mitler’ kitabını hiçbir yayınevi basmaya yanaşmayınca kitabı kendi imkânlarıyla bastırdı. Fransız mütefekkir, 1995 yılında çıkan kitabı yüzünden bir damga daha yedi: Antisemit. Abbe Pierre’in kendisine verdiği destekle Fransız kamuoyunda büyük tartışmalar oluşturdu. Fikirlerine ket vurmak ve yıldırmak amacı ile uzun süre Fransız mahkemelerince yargılandı. Dilimize otuzdan fazla çevrilen eserleriyle Roger Garaudy, Paris banliyölerindeki mütevazı evinde son nefesini vereceği 13 Haziran 2013’e kadar davasını savunmuştu. Vicdanından tüm ömrü boyunca taviz vermemiş ve ihtiyarını bir ideolojinin sultasına zincirlememişti. Roger Garaudy, vasiyet ettiği gibi Paris yakınlarındaki Champigny-sur-Marne crématorium’unda (ölü yakılan yer) sevenlerinin katıldıgı sade bir törenle küle dönüştü. ESERLERİ: Dünyadaki Tek Medeniyet Batı Değil Le Terrorisme Occidental (Batı Terörizmi) (2004) 77 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Mythes fondateurs de la politique israélienne (İsrail'in kuruluşundaki mitler) (1995) Bu kitabında savunduğu antisemitik görüşler Fransız ceza kanunlarına göre suç teşkil eder. Avons-nous besoin de Dieu? (Tanrı gerekli mi?) (1993) Karl Marx (1972 ve 1977) Onbir dile tercüme edilmiştir. Pour un Modele français de socialisme (Sosyalizmin bir Fransız modeli üzerine) (1968) Lenine (1968) İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Portekizceye tercüme edilmiştir. La pensee de Hegel (Hegelin düşüncesi) (1966) İspanyolca, Portekizce, Arnavutça ve Yunanca'ya tercüme edilmiştir. Marxisme du XX siecle (20.yy Marksizmi) (1961) Norveççe, İngilizce, Türkçe, Çekçe'ye tercüme edilmiştir. Dieu est Mort (Tanrı Öldü) (1962) Hegel üzerine inceleme. Almanca ve İspanyolcaya tercüme edilmiştir. Perspectives de l'homme (İnsanın Ufukları) (1955) Sırbo-Hırvatça, İspanyolca, Lehçe, Portekizçeye tercüme edilmiştir. Theorie materialiste de la connaissance (Materyalist Bilgi Teorisi) (1953) Çekçe, Rusça, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir. Les sources françaises du socialisme scientifique (1949) (Bilimsel sosyalizmin Fransız kaynakları) Lehçe, Almanca ve Japoncaya tercüme edilmiştir. Siyonizm Dosyası Yaşayanlara Çağrı 78 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Akademik Perspektif: Hedefler, Yollar ve Değerli İnsanlar Samet Zenginoğlu* Akademik Perspektif Dergisi, mekândan bağımsızdır ve zamanın ruhunu takip etmeyi ve yakalamayı hedeflemektedir. Türkiye’de sosyal bilimler alanının temel problemlerinden biri, muhteviyatını ve hedeflerini ifade etme/açıklama noktasında yaşanan güçlüktür. Örneğin, Uluslararası İlişkiler alanına lisans eğitimi ile adım atacak olan bir kişi, eğitim süreci aşamasında içerik noktasında ve eğitim sürecinin sona ereceği aşamada iş bulma olasılıkları noktasında kendisini ne tür imkan ve risklerin beklediğini bil(e)memekte ya da bu konu hakkında yeterli malumata sahip olamayabilmektedir. Bu durumun diğer sosyal bilim dalları için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Öğrenciler bazındaki bu durum, başta velileri olmak üzere, bu ülkenin birçok ferdi için de geçerlidir. Kazanılan bir bölüm hakkında “iki yıllık mı, dört yıllık mı?”, “bu bölümde neler anlatılıyor?” veya “bu bölümü bitirenler neler yapıyor?” eksenindeki tartışmalar bu ifadeyi teyit eder mahiyettedir. Bu sorunsalı ortadan kaldırmayı (ya da minimize etmeyi) temel hedeflerinden birisi addeden Akademik Perspektif Dergisi 2010 yılında Genel Yayın Yönetmenimiz Oğuzhan Yanarışık öncülüğünde yayın hayatına başlamış, sosyal bilimlerin farklı alanlarından (uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, tarih, hukuk, işletme, iktisat) ve farklı aşamalarından (lisans, yüksek lisans, doktora öğrencileri ve akademisyenler) birçok ismin çalışmalarıyla sundukları değerli katkılarla geniş kitlelere ulaşan bir platform haline gelmiştir. 79 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Benim Akademik Perspektif ailesi ile ‘Köşe Yazarlığı’ konumunda başlayan ilerleyişim/yürüyüşüm bu yılın sonunda üçüncü yılını doldurmuş olacak. O dönemden itibaren yurt içinde ya da yurt dışında eğitimlerini sürdüren köşe yazarlarımız makale ve röportajlarıyla önemli katkılarda bulundular. Bununla birlikte, yine bu süreç içerisinde değerli birçok hocamızın çalışmaları ile yayın içeriğimiz büyük bir zenginlik kazandı ve kazanmaya da devam ediyor. Elbette bunların haricinde, makalelerini ve gerçekleştirmiş oldukları röportajları dergimizde paylaşan onlarca arkadaşımızı da buraya eklememiz gerekir. Peki, Akademik Perspektif Dergisi’ni farklı kılan hususlar nelerdir? Bir kere, sıklıkla karşılaştığımız soruların başında çalışma merkezimizin nerede olduğu sorusu gelmektedir. Bu soruya verebileceğimiz net cevap şudur: Akademik Perspektif Dergisi, mekândan bağımsızdır ve zamanın ruhunu takip etmeyi ve yakalamayı hedeflemektedir. Aslında bu iki ifade, birbiri ile doğrudan bağlantılıdır. Zira her alanda küreselleşmenin farklı boyutlardaki etkilerinin yaşandığı bir yüzyılın mensuplarıyız. Şayet, fikir ve düşünceleriniz zamanın ruhunu yakalayamıyor ise, düşünceleriniz atıl kalmaya mahkûm olmaktadır. Yine temel bir farklılık, başlangıçta da ifade ettiğimiz üzere, bu alanın genç isimlerinin kendilerini ifade etme alanı bulmalarıdır. Buradaki bir farklılık da şudur: yayın hayatına başladığımız ilk günden bu yana, çalışmalarımızda iç politikanın sığ tartışmalarından mümkün olduğu ölçüde uzak durduk. Elbette ki, herkesin bir görüş ve fikriyatının olması gerektiğine inanıyoruz. Lakin fikirler, bilgilerle desteklenmediği zaman yapılan tartışmalar hiçbir zaman hiçbir ilerleme kaydetmemektedir. Dolayısıyla, farklı perspektiflerden, farklı tartışmalar gerçekleştirilecekse bu tartışmaların fikirlerden ziyade bilgi ekseninde gerçekleştirilmesi gerektiği kanaatini taşıyoruz. “Pozitif sinerji temel anlayışlarımızdan birisini teşkil ediyor.” Hep birlikte, “daha iyi”nin her zaman mümkün olabileceğine inanıyoruz. Geldiğimiz aşama ise, bu düşüncemizi doğruluyor. Başta Türkiye olmak üzere, 161 ülkeden sürekli artan bir biçimde takipçilerimizin varlığı bunun dikkate değer bir örneğini oluşturuyor. Facebook sayfamızda, 570.000’ni aşan takipçi sayımızla alanımızda yurtiçinde ve yurtiçinde birçok tanınmış sayfayı geride bırakmış durumdayız. Temmuz 2014’te yine büyük bir adım atarak Üniversite Temsilcilerimizi belirledik. Başvuru sürecinde büyük bir katılım oldu. Elbette, belli kriterler ekseninde bir belirleme/değerlendirme sürecini gerçekleştirdik. Peki, bu konudaki “ilk” ne idi? Lisans, yüksek lisans ve doktora aşamasındaki temsilcilerimize herhangi bir mekân sınırlaması olmaksızın çalışmalarını sunma ve değerli takipçilerimizle paylaşma imkânı sunmuş olduk. Zira mekân sınırlamasının olmaması demek, zamanın da verimli kullanılması demekti. Mevcut süreçte, yurtiçi ve yurtdışından 104 farklı üniversiteden 162 temsilcimiz ile bu büyük adımı atmış olduk. Yakın vadede çalışmaları ile temsilcilerimiz sizlerle buluşmuş olacaklar ve bu yılın sonu itibariyle de oluşturacak olduğumuz 80 Akademik Perspektif – Aralık 2014 Temsilciler sayfamızla onları daha yakından tanıma imkânı bulacaksınız. Bu konudaki temel hedefimiz birbirinden kıymetli temsilcilerimizin üretken ve verimli bir süreçle çalışmalarını sizlere ulaştırmaları ve bu çalışmalarla seslerini bütün dünyaya duyurmaları. Son dönemde başlayan Üniversite Temsilcileri Koordinatörlüğü görevimle bütün temsilci üyelerimizle fikir alış-verişleri yaparak, koordineli bir biçimde bu ay itibariyle yayınlarımızı sunmaya başlayacağımızı bildirmekten de mutluluk duyuyorum. Şunu açık yüreklilikle belirtmek isterim ki şu ana kadar anlatılanlar, hedeflerin tamamladığını gösteren tozpembe bir tablo çizmeyi amaçlamamaktadır. Bununla birlikte, ayakları yere basmayan “yapacağız”, “edeceğiz” gibi cümleler de kurmayı hedeflemiyorum. Zira bu yazının amacı dört yılın ardından, “Akademik Perspektif Dergisi’nin amacı nedir?”, “Akademik Perspektif Dergisi neler yapmaktadır?” gibi sorulara bir nebze cevap verebilmektir. Yeni düşünce ve fikirlere açık bir şekilde yolumuza devam ediyoruz. Yapıcı görüşleri dikkate alıyor, varsa noksanlıklarımızı ivedilikle gideriyoruz. Fakat ilerlediğimiz zamanlarda her zaman yürünebilir yollarla karşılaşmadık. Bütün bu süreçte elbette ki her oluşum gibi, eleştiri ve ithamlara maruz kaldık. Lakin takipçilerimizin/okurlarımızın taltifleri ve ulaşabildiğimiz alanlar bizim için esas kriter olduğu için “sözcüklerin kalabalıktan öte anlam ifade etmesi güç” tartışmalara girmedik, girmiyoruz. Tekrar vurgulamak gerekirse, zamanın ruhunu yakalayarak sosyal bilimler alanındaki evrensel dilin Türkiye’den de yükselmesi gerekiyor. “İspanyollar, Mayaların yaşadığı bir yarımadaya ilk ayak bastıklarında İspanyolca olarak oranın adını sormuşlardır. Mayalar da şöyle cevap vermişlerdir: ‘ma c’ubah than’; bu da ‘ne dediğinizi anlamıyoruz’ demektir. İspanyollar işittiklerini ‘Yucatan’ olarak uyarlarlar ve bunun oranın adı olduğunu varsayarlar. O tarihten beri buranın adı Yucatan olarak bilinir (1).” 21. yüzyılda küresel bir gerçeklik var: sosyal bilimler alanındaki evrensel dili yakalayamadığınız ve kendinizi ifade edemediğimiz takdirde dışarıdan tanımlanma durumu/riski ile karşı karşıya kalabilirsiniz… Teşekkür: İlk günden bugüne çalışmalarıyla desteklerini sunan bütün yazarlarımıza ve takipçilerimize, hâsılı bu büyük ailenin üyesi olan siz değerli insanlara ayrı ayrı şükranlarımızı sunarız. Dipnot (1) Kevin Robins & David Morley, Kimlik Mekânları, (çev.) Emrehan Zeybekoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011. * Samet Zenginoğlu, Akademik Perspektif Dergisi, Üniversite Temsilcileri Koordinatörü 81 Akademik Perspektif – Aralık 2014 82 Akademik Perspektif – Aralık 2014