iki türk`ün ölümü

Transkript

iki türk`ün ölümü
İKİ TÜRK’ÜN ÖLÜMÜ ÖNSÖZ (EKİM 2013) Kitap yazmak, gözüktüğü kadar kolay bir iş değildir. Okutmak daha da zordur. 40 yıllık meslek hayatımda on kadar kitap yazdım. Hemen hepsinde de belirttim ki ben roman yazmayı beceremem, hayal gücüm o kadar kuvvetli değildir. Sadece yaşadıklarımı, araştırdıklarımı, gördüklerimi kaleme alabilirim. Victor Hugo demiş ki, "Öldükten sonra yaşamak istiyorsanız; ya okunmaya değer şeyler yazın, ya da yazılmaya değer şeyler yaşayın." Okumaya değer şeyler yazdığımı okuyucularım ilgi, sevgi ve övgüleriyle kanıtladılar bana... Yazılmaya değer şeyler yaşadığımı da düşünüyorum doğrusu... “Acıları değil mutlulukları paylaşmak için” yazmıştım “İki Türk’ün Ölümü”nü ve "Nilgün"ü...… Neredeyse 15 yıl geçti ilk baskıdan bu yana… Onbinlerce insan okudu, duygulandı, güldü, ağladı bu satırlarda… Nilgün Kışlalı’nın trafik terörüne; Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın yobaz teröre kurban gitmelerine dek süren yaşam öyküleriydi bu… Ve yazarın, bu iki muhteşem insanın küçük kızlarıyla yaşadığı olağanüstü aşk hikayesi… Şimdi bu kitapların yeni ve muhtemelen son baskılarını size sunmamın nedenlerini belirteceğim: Her şeyden önce, Nilgün'ün ve Prof. Kışlalı'nın "unutulmuşlar" listesine eklenmelerini geciktirmektir istediğim. Bir de şu var: Bu kitap, diğer bazı kitaplarımla birlikte, basılmaz, satılmaz, dağıtılmaz oldu; piyasadan çekildi ki bunun nasılını, nedenini anladığınızda inanamayacaksınız; ben hâlâ inanamıyorum. Kitaplarımın yayın haklarını geri almak için çok tatsız, üzücü bir mücadele vermem gerekti. Eğer "İki Türk'ün Ölümü" ve "Nilgün" isimli kitaplarımı daha önce okuduysanız, iyi tanışıyoruz demektir, şimdi sonsöze atlayabilirsiniz. Okumadıysanız, düzeni bozmayın... Biliyorsunuz ki, bir korku filminde katilin kim olduğunu baştan öğrenirseniz, senaryonun anlamı, heyecanı kalmaz. Kışlalılara bir "vefa borcu" olarak yazdığım kitapların bu son baskısını okuyucularıma bir vefa borcu olarak sunuyorum. "Acıları değil, mutlulukları paylaşmak" deyip durdum. Bugün, "Kendimi mi aldattım, okuyucularımı mı?" diye sorguluyorum. Son bir yılda yaşadığım; hemen hemen hiç kimseyle paylaşmadığım, paylaşamadığım fiziksel ve ruhsal acılar o boyutta oldu ki, ölmek istedim çok, Cehennem'de bile durumun bu kadar vahim olamayacağı düşüncesiyle... Ve fark ettim ki, acıları sakladığımızda, paylaşılan mutlulukların değeri azalıyor. Daha önemlisi; gerçekler saptırılmış gibi oluyor. Ama gizem düzenini bozmayalım. Zaten söz ettiğim kâbusun ayrıntılarını bu kitapta aktarmayacağım. Merak edenler, kendi yaşamöykümü anlatacağım kitabı bekleyecekler biraz... Şimdi dönelim Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı'ya; onların müthiş yaşamöyküleri ekseninde yaşadıklarımıza, acılarımıza, mutluluklarımıza; kitapların önceki baskılarından bir şey değiştirmeden... ............ Kaynanasını karısından daha fazla seven kaç erkek vardır acaba dünyada?.. Kayınvalidesini anlatan kitaplar yazan?.. Nilgün’ü böylesine sevmem ve anmam için birkaç neden var ama en önemlisi şu ki, mutluluğumu büyük ölçüde ona borçluyum. Sağlığımı ve kendi çapımda, göreceli başarılarımı da ona borçluyum. Sadece beni mutlu kılan kadınımı doğurup böylesine güzel yetiştirdiği için değil… Karıma kavuşmak uğruna verdiğim zorlu, olağanüstü mücadelede beni anladığı ve destek olduğu için… Nilgün çok güzel, çok akıllı, çok da dişi bir kadındı. “Kadın”dı yani… Bunlar da o’nu annem gibi, ablam gibi, karım gibi ve “Kadınım” diyen tüm gerçek hemcinsleri gibi sevmemin nedeni… O’na hep “siz” diye hitap ettim, “Nilgün Hanım” dedim, belki saygım sevgimden de öte olduğu için… Ve belki de ben ifade özürlü olduğumdandır ama o, beni anlayan nadir kadınlardan oldu. Ve bana inanan… Ve bana güvenen… Az mı kavga ettik !.. Bir kaynana neden dalaşır damadıyla?.. Kızını üzüyor, eziyor falan diye, di mi? Bizimki farklıydı. Kızını fazla şımartmama bile kızardı galiba… Her neyse, en baştan diyeceğim şu ki, Nilgün olmasaydı ben büyük bir mücadelenin mağlubu olarak şimdi pek mutsuz, umutsuz bir adamdım, ölmüştüm bile belki, çoktan… O benim “hayatımın kadını” oldu. İşte bu duygularla başlıyorum yazmaya ve okudukça beni anlayacağınızdan, bana hak vereceğinizden eminim. “İki Türk’ün Ölümü” isimli kitabımda, bundan on yıl önce anlatmıştım o’nun yaşamöyküsünü de… O kitap kaç baskı yaptı bilmiyorum. Gelirleri Anadolu Çağdaş Eğitim Vakfı’na bağışlanmıştı, satış durumunu izlemedim. Vakıf beni güzel bir teşekkür plaketiyle ödüllendirdi ki onur belgesi olarak, gururla saklıyorum. Son on beş yılda bir sürü şey yaşandı elbette… Başka kitaplar da yazdım bu arada… Çoğunluğu gençlerden oluşan binlerce okuyucu bizlerle temas kurdu, bu kitabı okuduktan, Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı’yı biraz daha yakından tanıdıktan sonra… İzmirli bir anne, kızını da yanına alıp Brüksel’e geldi, bizimle tanışmak için… Kışlalı’ları tanıyarak veya tanımadan seven insanların ne kadar fazla olduğunu gördüm, şaşırmadan… Ve gün geldi, eşimle birlikte Türkiye’ye döndük, nihayet… 35 yıllık Batı Avrupa esaretinden kurtulmak, vatana dönmek… Ne keyif, ne keyif ! Önce “Elveda Batı(k) Avrupa”yı yazdım, Batı Avrupa yaşam, deneyim ve notlarımdan derlenmiş… Sonra, “Prof. Ahmet Taner Kışlalı ve Kemalizm” çıktı piyasaya… Ve işte “Nilgün”… Baktım da, bu kitap aslında Kışlalı’ların (ve biraz da bizlerin) yaşamöyküsü olmaktan öte, dolu dolu yaşanmış muhteşem sevgi ve aşkların belgesi gibi… Ölümleri, cinayetleri yaşadığım için değil ama bu insanları tanıdığım, onlarla acı ve mutlulukları paylaştığım için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Bu mutluluğu sizlerle paylaştığım için de… * * * Nilgün Kışlalı henüz benim kayınvalidem değilken ve olacağına ilişkin en ufak bir işaret yokken, Dolunay küçük bir çocukken, kayınpederim Prof. Ahmet Taner Kışlalı´yla sürekli hararetli siyasi tartışmalara girmekten ve tabii onun bilgi ve deneyimi karşısında silinip susmak zorunda kalmaktan sıkıldığım bir dönemde aklıma gelmişti: Nilgün Kışlalı´nın hayat hikayesi çok güzel bir araştırma konusu olabilirdi. Kendisine bu düşüncemden söz etmiştim. Gülümsemiş, o güzel Türkçesiyle, “Ben de sana yardım ederim” demişti. Aradan yıllar geçti. “Nilgün” isimli bir araştırma kitabının hazırlıklarını geniş ölçüde tamamlamış, ilk sayfaları bilgisayar hafızasına almıştım. Gerek kalmadı. Nilgün öldü. Benim bir kitap dolusu ifadelerle anlatmaya çalışacağımı, Ahmet Taner Kışlalı, “Bir Türk´ün Ölümü” başlıklı makalesiyle Türkiye´ye yansıttı. …….. Her şey çok hızlı yaşandı o yıllarda… Prof. Kışlalı, karısının ölümünden sonra, “Nilgün´ün kitabını yazmalısın” diye ısrar ediyor, o’nun kazadan önce bu amaçla aldığı notları ve kendi derlemelerini Brüksel´e yolluyordu. “Söz vermiştin, bu kitabı yazmalısın…” Nilgün´ü tanıyanlar, ölümünden sonra onun yaşamını konu alacak bir kitap yazmanın zorluklarını çok iyi tahmin edebilirler. O kitap, daha en baştan, eksik kalmaya mahkumdur. Fransa´nın güneybatı sahillerindeki köylerde yaptığım araştırmalar; elimdeki notlar, belgeler; yüzlerce yakının destek ve katkı sözleri de o kitabın hedefe ulaşmasını sağlayamazdı bence... …….. İsteksiz bir şekilde tekrar klavyenin başına oturmuştum ki, Temmuz 1999´da annemin ölüm haberi Brüksel´e geldi. Acılı günlerde keyifli sohbet olur mu? Ahmet Taner Kışlalı´yla, Ankara’da, hüzün ve suskunluğun ağır bastığı bir gün geçirdik. Buna rağmen, ayrılırken, “Nilgün´ün kitabını unutma” demeyi ihmal etmedi, yine notlarını verdi. Nereden bilebilirdim bunun son görüşmemiz olacağını?.. Nereden bilebilirdim, annemin cenazesinden birkaç ay sonra Profesör Kışlalı´yı toprağa vermek için Türkiye´ye tekrar gelmek durumunda kalacağımızı?.. …….. O´nu da öldürttüler… Ve sırtımda bir “kitap yükü”… Kulaklarımda Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı´ların “Söz verdin” deyişleri… Gözlerimde gülümsemeleri, gönlümde sevgileri… Bir sürü iz… Geride Altınay, Dolunay ve Nilhan var. ........ Eşim Dolunay´a anlattım: Nilgün´ün kitabını, bir “araştırma” olarak hazırlayacaktım. O kitabın anlamı Nilgün´ün yaşama sevinci; o sevincin yansıması olacaktı. Nilgün öldükten sonra, Ahmet Taner Kışlalı´nın isteğiyle ve katkılarıyla bir şeyler yazılabilirdi. O da öldükten sonra, bu kadar hüzünle klavye başına oturan adam, Kışlalı´ların sevincini, sevgisini, coşkusunu, inancını yansıtamaz, paylaşamaz artık… Böyle düşünüyordum, gördüğüm bir rüyadan sonra (anlatacağım yeri gelince) kaleme almaya başladığım “İki Türk’ün Ölümü”nü yazarken. Yanılmışım. O sevgi, coşku ve inançları milyonlarla paylaştık. …….. Ben roman yazmasını beceremem, hayal gücüm o kadar kuvvetli değil. Nilgün’ün yaşamöyküsünü, yaşadıklarımla ve araştırdıklarımla birleştirerek, cesaretle oldukça özele de girerek sunuyorum sizlere… Bir kadın düşünün ki, âşık olup gelmiş Fransa’dan Türkiye’ye… “Türk” olmuş ki kolay iş değildir, bilirsiniz… “Müslüman” olmuş ki, hiç kolay iş değildir, daha da iyi bilirsiniz… “Memur” olmuş, kadrolu… “Bakan eşi” olmuş; çirkin kalemlerin saldırılarına uğradığı o günlerde, “Kültür Bakanı” kocasının oturduğu dairenin bulunduğu apartmanın merdivenlerini tek başına silip süpürürken, komşuların şaşkın bakışları önünde… Kocasının öldürülmesinden korkmuş hep, kendisinin öldürülebileceğini hiç düşünmeden… “Arabana bomba koyarlar Ahmed’im” demiş, her gün kendisi çalıştırmış motoru… Hastanelerde koşturmuş, sağlıksız insanlara o bitmez tükenmez pozitif enerjisini aktarmak için… Türkleri ve Türkiye’yi temsil etmiş gâvur ellerde, hem de nasıl!.. Aşık olmanın, sevmenin erdemini, onurunu, coşkusunu ve acılarını yaşamış… Küçük kızını “kaçırmış”, “evli barklı” adamın biri… Dinlemiş, anlamış o adamı, yardımcı olmuş… İnsan sevgisi, vatan sevgisi derken vasiyet etmiş, “Öldüğümde tabutuma bir Türk bayrağı iliştirin” diye… Kırk yıldır öldü zannettiği anasını bulmuş, Fransa’da… Ve ölüvermiş, annesine kavuştuktan birkaç gün sonra, annesinden birkaç gün önce… Yazılmaz mı, anlatılmaz mı böyle bir kadının yaşamöyküsü… *
*
*
Aileyi tanımayan veya bu kitabı yıllar sonra elinde bulabilecek okuyuculara, “baş rol oyuncularını” kısaca sunmak gerekiyor: Nilgün Kışlalı, 1943 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde, Fransa’nın güneyinde doğmuş Nicole’dür. Olağanüstü bir Türk olarak, Türkiye’nin olağanüstü koşullarında yaşamış ve Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ihmalinden kaynaklanan bir trafik cinayetine kurban gitmiştir. O’nun asil yaşam hikayesini ve nasıl bir “Türk” olduğunu satırlar aktıkça gözlemleyeceksiniz. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 1939’da, Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuştur. Banka memuru Hüseyin Hüsnü Bey’le ilkokul öğretmeni Lütfiye Hoca’nın çocuğudur. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olup Fransa’da doktorasını yapmış ve Nilgün’le evlenerek iki çocuk babası olmuştur. 70’li yılların sonunda, Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı görevinde bulunmuş, daha sonra, gazetecilik ve eğitim alanlarında üstün başarılarıyla, yazdığı kitaplarla Türkiye’de ve yurtdışında tanınmış, beğenilmiş, sevilmiştir. Kışlalı, üçüncü çocuğu Nilhan’ın doğumundan bir ay sonra, Türkiye’ye ve Türk insanına katkıları yüzünden, 21 Ekim 1999 sabahı, Ankara’da, İran’dan gelen emirleri yerine getiren kuklalar tarafından katledilmiştir. Dolunay, Kışlalı’ların iki numaralı evlatları ve benim karımdır. Sevgisi, iradesi ve kemanıyla, zorla yaşamıma girmiş, hayatımı altüst etmiş, 1974 doğumlu bir gençtir. Muhteşemdir. 57 yıllık ömrümün son 20 yıla yakın bölümünde, kendimi onun “avcunun içindeki ekmek kırıntısı” gibi görerek, dünyanın en mutluları arasında yer buldum. O’nun, Tanrı tarafından bana lütuf olarak gönderilmiş bir melek olduğu düşüncem hiç değişmedi. Bu “şeytani meleğin” kişiliği hakkında da fikir edinecek, sonunda mutluluğumun boyutlarını anlayıp bana imrenecek ve şüphesiz, bir yandan da, “Allah kolaylık versin” diyeceksiniz. Altınay, Dolunay’ın ablasıdır. O’nu anlamak ve anlatmak zor benim için... Ama Kışlalı’ların yetiştirdikleri iki çocuğun kalitesini bilen bilmeyene söyledi zaten… Aynı anne ve babaları gibi, birbirinden çok farklı yapılarda ama birbirini tamamlayan iki kardeş… Biri gaz pedalı, biri fren!.. Ve bendeniz, arada “debreyaj”! Her vites değiştirmek isteyenin kuvvetli bir darbeyle en dibe doğru ittiği, külüstür bir araba debreyajı! Ben, Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın eski bir “kardeşi”yim. O benim değerli “ağabeyim”... Sonra, (büyük maceralardan sonra) “damadı” oldum. “Dama atılacak damat!” Aileye katılımım; daha önce ve daha sonra yaşanan kazalar, cinayetler ve büyük sorunlarla aynı oranda çalkantı yarattı. Ama benim neden olduğum darbe, sonu mutlu biten bir aşk hikayesi boyutunda kaldı. Bu hikayeyi de anlatacağım size... Uzun yıllardan beri Batı Avrupa’da yaşayan, o tarafta tahsilden sonra gene o tarafta çalışan bir gazeteciyim. Roman yazmasını bilmem, birkaç araştırma kitabım var. Mesleğimi çok severim. Dolunay ve diğer Kışlalı’lar hayatıma girinceye kadar da gazetecilik; kalbimde, ruhumda tüm yeri işgal etmiştir. (“Kim kimin hayatına girdi?” sorusunun yanıtını da, bu kitabı okurken, kendi değerlendirmelerinizle verebileceksiniz.) * * * Bir çeşit tiyatro… Hazırlıksız yakalanmış; rollerini hiç ezberlememiş; genelde şaşkın, sakar, beceriksiz aktörler… Kimisi başrol oyuncusu olmaya itilmiş, bir kısmı figüran… Ama hepsi doğal… İtildikleri sahnede saklanacak delik bulamayınca, “hodri meydan” deyip karşınıza çıkıyorlar. Bir de seyircilikten ileri gidemeyenler var… ……… Sık sık sarıldığımız “kara mizah” sizi şaşırtmasın, başka türlü altından kalkılmıyor bazı acıların… Ölenle ölünmüyor, onların anılarını yaşatmak da bir iş… Zaten bilirsiniz ya, ateş düştüğü yeri yakıyor neticede… Ve tekrar edelim: Bu kitap, “acıları değil, mutlulukları paylaşmak için” yazıldı. Bu kitap, bazı insanların, fikirlerin ve gerçeklerin unutulmasını geciktirmek amacıyla yazıldı. Bu kitap, Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı’nın anılarına; sadece benim değil, bütün sevenlerinin bir “vefa borcu” olarak yazıldı. Sıtkı Uluç BİR TÜRK’ÜN DOĞUMU Beş yıllık dünya savaşından çıktıktan sonra bir türlü toparlanamayan Fransızlar, savaş harabelerini onarırken, “Almanya bunun hesabını er geç verecek” diye düşünüyorlardı. Değerleri yıpranmış, onurları kırılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, zaferin maliyeti çok yüksek olmuştu. Fransa’da 60.000 kilometre yol tahrip edilmiş, demiryollarının büyük bir bölümü kullanılmaz hale gelmiş, kuzey ve doğu kentleri harabeye dönmüş, enflasyon tehditkar bir boyut kazanmış, 1,5 milyon insan ölmüştü. Aydın ve seçkinler artık yok sayılırdı. Fransızlar çocuk sahibi olmak istemiyorlardı artık. 19191939 döneminde 1,5 milyon artarak 42 milyon olan ülke nüfusundaki bu hareketlenme; Polonya, İtalya, İspanya’dan gelen göçmenler ve Orta Avrupa Yahudilerinin Fransa’ya geçmelerinden kaynaklanıyordu. Hükümet, 1920’de çıkardığı bir yasayla kürtaja karşı mücadeleyi hedefliyor, hamileliklerini saklayan ve çocuk aldıranlara ağır cezalar verilmesini öngörüyordu. Monarşistler geriye dönüş rüyaları görüyor, Yahudilere karşı hareketler artıyordu. Hitler’in 1925’de kurduğu nazi partisi ve SS örgütü; 1929’da yaşanan “kara perşembe” ve New York borsasından kalkıp Avrupa’yı çökerten ekonomik kriz; Stalin Rusyasındaki endişe verici gelişmeler ve “geliyorum” diyen İkinci Dünya Savaşı… ……… Paul ve Yvonne, 1928’de, Paris’te tanışıp, birlikte oldular. Aşk, evlilik kararını da beraberinde getirdi ama 18 yaşındaki genç kadın, Yvonne, kendisinden iki yaş büyük olan sevgilisinin 18 aylık askerlik hizmetini tamamlamasını beklemek durumundaydı. Güneyli fırıncıyla Parisli güzel işçinin evlilikleri 1930’da gerçekleşti. Bu ateşli aşkın ilk ürünü olan kız çocuğu, Linette, bir yıl sonra dünyaya geldi. Güneyin, tütün ve şarap üretiminden gelen huzurunu yaşayan kasabalarından La Reole’de oluşan bu küçük aile, başlangıçta hiç de mutsuz değildi. Paul, ciğerlerindeki rahatsızlık yüzünden fırıncılıktan vazgeçmiş, şehirlerarası otobüs şoförlüğüne başlamıştı. Yakışıklı ve çapkındı. Linette büyürken, küçük kaçamaklar dışında, ailesine sahip çıkıyor, işçi olarak çalışmayı sürdüren karısını seviyordu. Düzen 1939’da bozulmaya başladı. Seferberlik ilan edilmiş, Paul askere çağırılmıştı. Linette’le yalnız kalan Yvonne, savaşın başında hükümet tarafından evine yerleştirilen bir Fransız subayla aynı çatı altında yaşamak zorunda bırakıldı. Yvonne güzel bir kadındı. Fransa’nın bir bölümünün 1940’da işgal altına girmesi ve karanlık yılların tekrar başlaması güneye de yansıyordu ama yaşam, Alman postallarının girmediği bölgelerde daha farklıydı. ……… İkinci Dünya Savaşı`nın başında, cephede savaşan genç bir adam, Paul, kendisine ulaştırılan bir ihbar mektubu eline geçtiği gün her şeyi unutmuş, izin alarak evine dönmek için de her yolu denemiş ve başarılı olmuştu. Mektupta, karısının, evdeki Fransız subayla birlikteliği çok ilerlettiği; “kocasını aldattığı” yazıyordu. Küçük Linette’ten kendisine “baba” demesini isteyecek kadar ileri giden Fransız subay, hışımla eve dönen gerçek baba tarafından, çocuğun ve annesinin gözleri önünde, feci şekilde dövüldü. Yvonne, o yağmurlu gecede sokağa atılmış, Paul kendini karakolda bulmuştu. Olayın hassasiyetini değerlendiren Fransız yetkililer, subayı evden uzaklaştırdılar ve işi büyütmemek için, silah altındaki “izinli asker” hakkında takipsizlik kararı aldılar. Yvonne bir süre ortadan kaybolurken, Paul çocuğunu babasına ve kız kardeşi MarieJeanne’a emanet ederek cepheye döndü. Fransızlar, Almanlara çabuk teslim olmuşlardı. Silah altındaki askerler zorunlu terhis edildiler ve Paul yıl sonunda evine döndü. Yvonne’u affetti ve “hamile” bulduğu karısına kucak açıp aileyi tekrar birleştirdi. Savaş yıllarında değerler, yaklaşımlar ve değerlendirmeler farklıydı. ……… Pierrot 1941’de doğdu. Babasının kim olduğu, ailenin en yakın fertleri tarafından bile bilinmiyordu ama kasabada ona çok benzeyen bir adamın varlığı herkesi rahatsız ediyordu. Okula başladığı zaman, küçük ve muhafazakar kasabanın insanları ona “piç” diyecek, arkadaşları gerçek babası olduğu varsayılan adamın adını haykırarak onunla alay edecek, daha sonraki yıllarda da üvey anne, çocuğa ağır gerçekleri zamanından çok önce ve insafsız ifadelerle anlatacaktı. Önce annesinden kopartılan, Fransız polis birimlerine katılıncaya kadar aile içinde dışlanan ve gerçek babasını tanımak için, kaybettiği annesini yıllarca arayan Pierrot, 22 yaşında evlenecek, bir yıl sonra baba olacak, ama “piçlik damgası” bu ailede de huzur bulmasını engelleyecekti. Pierrot, 27 yaşında, annesini aramak üzere evden ayrıldıktan sonra, önce ablası Linette’e uğrayacak, kapının yüzüne kapanması üzerine tabancasını şakağına dayayarak yaşamına son verecekti. ……… Savaş ve işgal yıllarında, 1943’te, PaulYvonne çiftinin bir kızları daha dünyaya geldi. Nicole… Yıpranmış bir ilişkinin bu son bebeği doğduğu zaman, abla Linette 12 yaşını tamamlamıştı bile... Annesinden nefret ediyor, kadının Nicole’e yansıttığı sevgi onu iyice çileden çıkarıyordu. Nicole, ailede gerçek anlamda anne sevgisiyle büyüyen tek çocuk olma şansını yaşadı ama bu uzun sürmedi. Paul ve Yvonne’un evlenirken birbirlerine verdikleri sadakat sözü çoktan unutulmuştu. Ve savaş sonrası dönemin en karanlık Fransa’sında, güneydeki o kasabada, bugün bile belgelenemeyen, izah edilemeyen olaylar yaşandı. ……… Linette, babasının karşısına geçip, “Ya o, ya ben” diyecek yaşa geldiği zaman, 1950’de, Yvonne evden kovuldu. “Abla”, bir süre iki çocukla ilgilendi ama Pierrot ve Nicole’ün, MarieJeanne halanın himayesine aktarılmaları uzun sürmedi. Yedi yaşında annesiz kalan küçük Nicole artık halasını anne bilecek, terzilik yapan bu iyi yürekli kadın tarafından yetiştirilecekti. Yıllar, yıllar sonra, Nicole çoktan Nilgün adını almışken, kendisinin hayat hikayesini yazmaya heveslenen damadı için tuttuğu notlarda, kendine özgü, güzel Türkçesiyle o dönemi şöyle anlatıyor: Minnacık, minnacık bir çocuk. Terk edilmiş anasından… Bir sabah uyandığında, babasını şöminenin önünde ağlarken görmüş. Sürekli , “Şimdi ben ne yapacağım” diyormuş o baba... Formül bulmuş. Bana dedi ki, “Kızım ben bir babayım. Sana bakamıyorum. En iyisi seni halana yollayayım. Sana iyi bakar. Senin yaşında bir kuzenin var. Mutlu olursun.” O günü hiç unutmam. Mutluluktan uçuyordum. Kuzenlerle yaşayacağım, oynayacağım ve çok sevdiğim bir insanın yanına gideceğim. Çok mutlu iki sene geçirdim halamın yanında. Bana kendi çocuğu gibi baktı, sevdi. Taa ki dokuz yaşıma gelinceye kadar… O zaman, babama bir ültimatom verdi: “Ya bu çocuğu tamamen bana vereceksin veya aile yaşamını düzene sokacak, yeniden evlenecek ve çocuğunu yanına alacaksın. Çünkü bu çocuk büyüyor, gelecekte senden hesap soracaktır…” Serseri babam, bütün metresleri arasından bir seçim yapmak zorunda kaldı ve Henriette’i en iyisi zannederek seçti. Ama ne seçim! Kendisinden 10 yaş büyük bir kadın! Mutsuz bir evlilik ama çok güzel, varlıklı ve bakımlı bir kadın… Karar verildi, yuva kuruldu. Hanımefendi kasabada yaşamayı kabul etmedi, Bordeaux’ya taşınıldı. Bir lokanta açıldı, Henriette işin başına oturtuldu. Babam başka, genç kadınlarla… Bazen bir ay ortadan kaybolur, bunun iş için olduğunu herkese yuttururdu. Babam olağanüstü bir insandı. Ona göre hayat güzeldi, neşeliydi. O, mesuliyeti olmayan bir kuştu. Her zaman güler yüzlüydü, herkes ona inanırdı. O’nun yanında hayat kolay ve güzeldi. Bana ilk sigarayı, ilk içkiyi babam ikram etti. Tabii bunu hep gizli yapıyorduk çünkü Henriette, cici annem, çok ciddi bir kadındı. Beni çok iyi eğiterek büyüttü. Şapka ve eldivensiz evden çıkamazdım. Her cuma gecesi operaya gitmemiz şarttı. Bana bir elbise alınacağı zaman önce kendisi mağazaya gider, üç tane seçer ve daha sonra beni göndererek onlardan birini beğenip almamı isterdi. Başka bir giysi beğenmeye hakkım yoktu. İlk vizon mantomu 17 yaşımda aldı. Benim için değil, etrafa gösteriş için… Lokantada büyük balolar düzenlenirdi ama hep yaşlı insanlar katılırdı. Beni dansa kaldıracak bir tek genç olmazdı. Ne kadar mutlu bir gençlik geçirdim! 12 yaşıma kadar, “Annem kim? Annem nerede?” diye soruyordum. “Yok, öldü” dediler. Bu cevaplar beni tatmin etmiyordu. “Niçin hiç fotoğrafı yok?” diye sordum. Cici annem üzülmesin diye hepsi yok edilmiş… Ne biçim baba ki sorular karşısında işin derinini düşünmüyor bile!.. Hep bir anne özlemiyle yaşıyordum. Bir gün annem bir yerlerden çıkıp geliverecek diye bekliyordum. Hayal işte… Bu konu tabu olduğu için fazla üzerine gidemiyordum. Her sene, anneler gününde, halama kart gönderiyordum. Cici annem beni bir gün bile öpmedi ama her sabah ve her akşam kendisini öpmemi isterdi. Ne şefkat! Büyüdüm, genç kız oldum. Babam gene kaçamaklarda, başımda cici anne var… O zamanlar tanımadığım bir ablam vardı. Evi çoktan terk etmiş, Birleşmiş Milletler’de çalışan bir adamla evlenmişti. Dünyayı geziyordu. Linette, bir gün gizlice babamı ziyarete gelmişti. Bana acıdı ve onlara gidebileceğimi söyledi. Evden kaçtım, Cezayir’e, yanlarına gittim. Bir sene orada kaldım. Evden kaçmam cici anne için bir utanç olmuştu. Babam o gün bütün Fransa polisini ayağa kaldırmış. Eniştem evi arayıp Cezayir’de olduğumu bildirince panik son bulmuş. Babam rahatlamış ama cici annem günlerce hasta yatmış, uzun süre evden dışarı çıkamamış. Ben perişandım. Babamı seviyordum ve özlüyordum. Sanıyorum o, dünyanın en pasif, sorumsuz ama en iyi insanıydı. Yıllar sonra, kendisinden 30 yaş küçük bir metresine spor araba hediye ettiğini öğrenmiştim. Aslında onu hiç tanımıyordum. ……… Nilgün’ün notlarına zaman zaman döneceğiz. ……… Karısını evden kovan ve çocuklarına onun öldüğünü söyleyen Paul, eski metreslerinden birini, Henriette’i eve almış, onunla yaşamaya karar vermişti. Linette, bu “ihaneti” affetmedi, evi terk etti. Babasına öylesine âşıktı ki!.. Nicole ve Pierrot’nun, 1950’de evden kovulan annelerini son görüşleri de o yıl oldu. Henüz boşanmadığı kocasına iki küçüğü görmek istediğini söyleyen, yalvaran Yvonne, birkaç saatlik izin alabildi ama bu görüşme, “rakip kadın” Linette’in kontrolünde, evde gerçekleşecekti. Yvonne evin kapısından girince önce Nicole’e, sonra oğluna uzun süre sarıldı. Onları öptü. Getirdiği küçük hediyeleri verdi. Ama Linette’in tahammül sınırı zorlanmış, kavga çabuk başlamıştı. Görüşme uzun sürmedi. Ve o yıl, Yvonne, büyük baskılara dayanamayarak boşanmayı kabul etti. Savaş sonrası kargaşa ve resmi makamlardaki ciddiyetsizlikten olsa gerek, bu boşanmanın belgeleri, herhalde “rakip kadın” tarafından, hep gizli tutulabildi. İşin ilginç tarafı, yıllar sonra yapılan araştırmada, değil Yvonne’un boşanma belgeleri, evlilik kayıtları bile bulunamıyordu. Nüfus kayıtlarında bu evlilik hiç yer almıyordu! O tarihten itibaren, Yvonne’a üç çocuğunun da öldüğü; çocuklara, en azından iki küçüğe, annelerinin artık yaşamadığı anlatıldı. Nasıl inandırıcı olunduğu bilinmez ama çok uzun yıllar sonra, önce Pierrot annesinin hayatta olduğunu düşünerek onu bulmaya çalışacak, hedefe ulaşamadan tabancasını şakağına dayayıp tetiğe basacaktı. Nicole ise, 40 yıldan fazla bir süre sonra, annesinin hayatta olduğunu tesadüfen öğrenecekti. ......... Yvonne’un aile haritasından silinmesi ve Henriette’in üvey anne olmasından sonra Paul deniz kenarında bir lokanta satın aldı. Kendisi şoförlüğü sürdürüyor, Henriette lokantayı işletiyordu. Evlenen Linette uzakta, Pierrot ve Nicole üvey annenin yanında yaşıyordu. Pierrot, üvey anne tarafından sevilen kardeşi Nicole’ün mutluluğunu, imrenerek izliyordu. Yaramaz ve uslanmaz çocuğun evi terk etmesi, evden kaçması, 1960’da, aileyi oldukça sarstı. Nicole artık özgürlüğünü istiyor, önce ablasının yanına, Cezayir’e; sonra eğitim ve çalışma amacıyla Paris’e, halasının yanına gidiyordu. Anne gibi sevdiği MarieJeanne ona gene kucak açacak, iki çocuğuyla birlikte Nicole’ü de barındıracaktı. Nilgün’ün notlarına dönelim: Bir yıl Cezayir’de yaşadıktan sonra eniştemin Paris’e tayini çıktı. Enişte bana iş buldu. Çok gayretliydim. İngilizce öğrenmeye karar verdim. Ama akıllı, yakışıklı, efendi bir adamla tanıştım ve İngilizce işi yattı. O adam benim ilk, tek ve büyük aşkım oldu. Gözüm artık hiçbir şey görmüyordu. İki sene sonra evlenme teklifi alıp mutluluktan uçtum. …….. Nicole’ün sözünü ettiği “akıllı, yakışıklı ve efendi adam”ın adı Ahmet Taner Kışlalı’ydı. PARİS’TE İLK TANGO Şimdi, Fransa’nın başkentinde doktorasını yaparken, İngilizce dersinde gönlünü Fransız güzele kaptıran Ahmet Taner Kışlalı’nın, 30 yıl sonra, “Nilgün” adında bir kitap yazılması projesine katkı için kaleme aldığı notlara göz atıyoruz. Anlatıyor Kışlalı : Nilgün’le 1966 yılının sonbaharında tanıştık. Doktora tezimi hazırlarken, bir yandan da İngilizce öğrenmek istemiştim. Özel kurslar pahalıydı. Boulevard Raspail’deki Amerikan Kültür Merkezi’ne yazıldım.Nilgün daha ilk derste dikkatimi çekti. Sınıftaki genç kızların en güzeliydi. Aynı zamanda en ışık saçanı… Kurslar akşam saatlerindeydi. Bir gün, iki ders arasında, herkes birbiriyle sohbet ediyordu. O zamanki adıyla Nicole de, birisi Yugoslav olan iki gençle konuşuyordu. Yanlarına yaklaştım, sohbetlerine katıldım. Bir ara, Nilgün’e, Türk mutfağını tanıyıp tanımadığını sordum. Cezayir mutfağını tanıdığını söyledi. Benzemediğini anlattım ve cumartesi akşamı için yemeğe davet ettim. Boulevard Saint Michel’in Sein nehri ile kesiştiği yere yakın bir Türk lokantası vardı. Sahibi Türk Yahudisi olan “Aux Vieilles Trousses”. Porsiyonları küçük, ama ucuz bir lokanta. Cumartesi akşamları boş masa bulabilmek için gençler kuyruk oluştururlardı. Yemekten sonra, yanlış hatırlamıyorsam, “Aux Trois Mailles” isimli bir caz klübüne gittik. Quartier Latin’de… Nilgün’e daha önce caz sevip sevmediğini sormuştum. Yürürken cebimden naneli bir “tic tac” alıp ağzıma attım. Kendisine de bir tane uzattım ve hazmı kolaylaştırdığını söyledim. Sonradan bana anlattığına göre, verdiğim şekerin uyuşturucu olmasından korkmuş, çaktırmadan cebine atmış… Fransızcam pek işlek değildi. Ben de çok konuşkan değildim. Ama Nilgün susmuyordu! Benim hiç tanımadığım ve ilgimi de pek çekmeyen kişilerden söz ediyor, mutlaka anlatacak bir şeyler buluyordu. Bu durum, sessiz olan ve sessizliği bozmakta zorlanan benim işime geliyordu. İlk “sorti” fena geçmemişti. Paraya kıyıp evine kadar taksiyle götürdüm ve Rue du Sommerard’da bulunan ucuz otelime, son metro da gittiği için, yürüyerek dönmek zorunda kaldım. O, Avenue François Premier gibi çok şık bir semtte, çok varlıklı bir ailenin saray gibi evlerinde kiracıydı. Ayrı banyosu ve yatak odası vardı. Fransız İşverenler Ulusal Konseyi’nde Genel Sekreter Yardımcısı Christian Allais’in sekreteri olarak çalışıyordu. İşinde kısa zamanda yükselmiş ve yaşına göre çok başarılı bir konuma gelmişti. Bordeaux’lu idi. Tanınmış bir sekreterlik okulu olan Piaget’yi bitirmişti. Çok başarılı bir öğrenci olduğu halde ailesi yüksek öğrenim yapmasını istememişti. “Sen kızsın, fazlasına gereksinmen yok” demişlerdi ona… Üstelik de, o zamanlar, babasının lokantasında çalışıyordu. Okuyup da ne yapacaktı? Artık sınıfta Nicole’ün yanında oturuyordum. Birlikte ucuz sinemalara gidiyorduk. Öğrenci merkezinden aldığım numarasız biletlerle, Olympia’daki konserleri kaçırmıyorduk. Tiyatrolara, operetlere gidiyorduk. Çok başlardaydı. Bir keresinde o’nu götürecek bir film arıyordum. Cengiz Ayıtmatov’un kitabından uyarlanan bir Kırgız filmi dikkatimi çekti: “İlk Öğretmen”… Bu filmle ilgili çok iyi eleştiriler çıkmıştı. Üstelik de, yabancı bir ülkede, biraz milliyetçilik damarlarım kabarmıştı. Gittik. Film gerçekten de güzel ve etkileyiciydi. Başroldeki sarışın kızın adı da Altınay’dı. Yıllar sonra Nilgün’le evlenip ilk hamileliğini yaşarken ben kararımı vermiştim. Doğacak ilk çocuğumuz erkek olursa adını Kürşat koyacaktım. Nihal Atsız’ın çocukluğumda okuduğum “Bozkurtların Ölümü ” kitabı beni çok etkilemiş olmalıydı. Ama doğacak çocuk ya kız olursa? Seçimi Nilgün’e bıraktım. Düşündü. “Biliyor musun?” dedi, “Seninle gittiğimiz o Kırgız filmindeki kızın adı çok güzeldi.” İyi de, çoktan unutmuştum o adı ben… Ayıtmatov’un kitaplarını karıştırıp bulmak gerekmişti. İkinci hamileliğinde, çocuk erkek olursa isim gene hazırdı. Kubilay… Kafiye… Hep ay’lar üzerine… Ama ya yine kız olursa? Kız olursa, demokratik ailede seçim hakkını elbette ki, bu kez de, karıma bırakmıştım. “Sen gene Ayıtmatov’un kitaplarını karıştırıver” dedi. Dolunay ismini de öyle bulduk. Evlenmeye karar verdiğimizde hep altı çocuk istediğini söylerdi. Ama Altınay’dan sonra pes etti. Dolunay için istek ve ısrar benden gelmişti. Ya üçüncü bir kız daha olsaydı? Nilgün bu soruyu hep kahkahalarla karşılardı: “Altınay ve Dolunay’dan sonra üçüncü kız olursa adını Şinanay koyarız!..” …........ Amerikan Kültür Merkezi’nde, Nicole’den çok hoşlandığı belli olan bir Yugoslav genç vardı. Hep o’na yakın bir sıraya oturmaya özen gösterirdi. Bir gün Nicole’ün sırasının üzerinde bir gül gördüm. Yugoslav’ın verdiğini söyledi. Amerikalı bayan öğretmenimiz tahtaya bir şeyler yazıyordu ki, gülü alıp sıranın altından bacağına dürttüm. Belki de kıskançlıktan… Ve Nicole’ün kahkahaları kadar ünlü çığlıklarından biri ile tanışmış oldum. Herkes bize döndü. O mahçup, kızardı. Ben, bir şey olmamış gibi defterime not almaya devam ettim. Daha sonraki aylarda, arkadaşlarla birlikte gittiğimiz iki sinemada da benzer olaylar yaşadık. Nicole, filmde beklenmedik bir şey olunca çığlık atıyor, herkes kahkahayı basınca de ben utanıyordum. Sanki o’na bir şey yapmışım gibi… İkinci olay çok küçük bir sinemada geçmişti. Jean Paul Belmando’nun “Le Voleur”ü (Hırsız) oynuyordu. Belmando, babasının mallarına el koymuş olan amcasından kazık yemiş bir tatlı serseri, hırsız rolündeydi. Artık amcası ölüm döşeğindeydi. Belmando, amcasının vasiyetini okuyor ve aslında babasının olan tüm mallarını sevgilisine bıraktığını görüyordu. Eline kağıdı kalemi alıp, amcasının yazısını taklit ederek, tüm malları kendisine bırakan yeni bir vasiyet yazmaya koyulmuştu ki, amcasının birden gözlerini açtığı görüldü. Yeğeninin ne yaptığını anlamıştı. Yanındaki çekmeceyi çekip tabancasını aldı. Sırtı kendisine dönük olan Belmando’ya doğrulttu. Ve Nicole’ün kocaman bir “Non” çığlığı, küçücük sinemada yankılar yaptı. Amca silahı yerine bıraktı. Ölmüştü. Sinema kahkahadan kırılıyordu… …… Aralık sonlarında, Mahmut ağabeyimin daveti üzerine, Noel ve yılbaşı tatillerini birlikte geçirmek üzere Münih’e gittim. Ben yokken Nilgün otelime gelip kocaman bir şişe Guerlian kolonyası bırakmış. Otel arkadaşlarımdan Erdener inip almış. Ve sonra da Erdal ile Artun’a şöyle demiş: “Ahmet ayvayı yedi! Bu kızla evlenir…” Oysa daha önceki başka kız arkadaşlarımı tanıyordu. Ve benim kolay evlenebilecek birisi olmadığımı düşünüyordu. Daha sonra diğer arkadaşlarım da Nicole’ü tanıdılar ve onu çok sevdiler. Erdal’ın, bir gün, Nicole’ü bir kenara çekip, “Bak sen iyi bir kızsın. Ahmet de çok iyidir ama evlenmeyi düşünen bir adam değil. Sana yazık olur!” dediğini yıllar sonra öğrendim. Çok sonraları, evlenme gündeme geldiğinde de, Nilgün’ü vazgeçirmeye çalışan çok olmuş. Otelimin işletmecisi Monsieur Victor’dan, patronu Monsieur Allais’ye kadar çok kişi… Victor o’na işlerin Paris’teki gibi yürüyemeyeceğini anlatmış. “Burada iyidirler ama ülkelerine dönünce değişirler” demiş. Monsieur Allais, Fas’ta bulunmuş bir arkadaşı ile tanıştırmış o’nu… Ve bir Arap ile evlenen bir Fransız kızın öyküsünü anlattırmış. Ha Türk, ha Arap; hepsi müslüman ya(!) Bir tek halası Tati (Marie Jeanne) çıkmış, cesaretini kırmak istemeyen… “Seviyorsan, kararlı isen, hayırlı olsun!” demiş. Nişanlanmak için Türkiye’ye geldiğinde de, Fransız Elçiliği’nde nasıl beni odaya almayıp onu vazgeçirmeye çalıştıklarını anımsıyorum. Ama Nilgün’ün herkese verdiği yanıt aynı idi: “Seviyorum! katlanabilirim!..” Aşkım uğruna her şeye Aslında, dolaylı olarak, onu evlenmekten vazgeçirmeye çalışanlar arasında ben de yer almıştım: “Bak, iyi düşün… Türkiye’de benim kazanabileceğim para çok az olacak. Nasıl bir iş bulacağım bile belli değil. Sosyal mesken bir kooperatif daire dışında hiçbir şeyim yok!” Yanıtı hep aynı idi: “Seninle bir çadırda bile yaşamaya razıyım!” …..….. Nicole’e yönelik beğenim giderek sevgiye dönüşüyordu. Hep güler yüzlü, neşeli, cana yakın ve en önemlisi de, çok “doğal”dı. Benden çok farklı bir ortamda, çok farklı bir biçimde yetiştirilmişti. Bir şeyi söylemesi için kafasında uzun uzun tartmak gereği duymuyordu. Aklına geldiği gibi, içinden geçtiği gibi söylüyordu. Sevgiyi saklamanın değil, dışa vurmanın erdemine inanıyordu. Ben de onu tanıdıkça sevginin sevgiyi beslediğini anlamaya başladım. Yadsımaya çalışsam da, o benim için giderek vazgeçilmez oluyordu. Bir gün bile görmesem eksikliğini hisseder olmuştum. Çok temiz ve çok çalışkandı. Bir yandan işinde arı gibi çalışıyor, öte yandan benim doktora tezimi okuyup Fransızcasını düzeltiyor ve daktilo ediyordu. Sonra da, kendine yeterince güvenmediği için, bazı bölümlerini Monsieur Allais’ye gösteriyor ve düzeltilecek başka şeyler olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Olağanüstü pratik zekalı ve tez canlıydı. O’nun doğum günü 21 Haziran, benimki ise 10 Temmuz’du. İkisini birleştirip, 1 Temmuz günü, evinde bir parti yapmaya karar vermiştik. Ben o’na armağan olarak, küçük bir şişe “L’Air du Temps” almıştım. O da bana Cacharel bir gömlek. Çok güzel olan paketi ağır ağır, bozmadan açmaya çalışıyordum ki, dayanamayıp elimden aldı. Cart diye yırtıp gömleği önüme koydu. Gözlerimin içine bakıyordu. Bir an önce armağanını görmemi, almamı ve tepkimi, yani mutluluğumu göstermemi istiyordu. Noel yaklaştığında da birbirimize yapacağımız armağanlar hazırdı. O, her zamanki gibi sabırsızdı. “Hadi hediyelerimizi önceden verelim” dedi. Ben de, her zamanki gibi, bunu kurala aykırı buldum ve zamanını beklemekte ısrar ettim. Son bir öneri girişiminde bulundu: “Peki, sen verme ama ben sana armağanımı vereyim!” Tabii bunu da, tüm ısrarlarına karşın, kabul etmedim. Yıllar sonra bana yaptığı bir başka armağanı anımsıyorum. Altınay bebekti. Nilgün işinden ayrılmıştı. Para sıkıntımız vardı. Ve ben, bir keçe uçlu kalem almayı çok istiyor ama evin bütçesinden bir türlü para ayıramıyordum. Para biriktirmişti. Küçük kalem kutusunu bana uzatırken çok mutluydu. Paketi açınca ben de çok mutlu oldum. Ve hazır mürekkep deposunu itina ile içine yerleştirmeye çalıştım. Kolay girmiyordu. Nilgün gene dayanamadı. Bir an önce o kalemle yazdığımı görmek istiyordu. Kalemi ve kartuşu elimden çekip aldı. Aceleyle, tüm gücüyle zorlayınca da kalem kırıldı. Bir anda kendini çok kötü hissetti. Gözleri doldu. Birbirimize sarıldık. O olay nedense bana hep, O’Henry’nin ünlü saç tokası ve saat zinciri öyküsünü anımsatır. Biraz hüzünlenirim. …….. Önce Nicole’ün halasını, Tati’yi tanıdım. O’nu büyüten, annelik eden, kendi çocuklarından ayırdetmemeye özen gösteren, kızına bir elbise dikince aynısını ona da yapan Tati’yi… Beni mutlaka tanıştırmak istiyordu. İlk tanışmamız, bir cumartesi öğleden sonra, ayaküstü olmuştu. Daha sonra da, bir pazar günü, geleneksel aile yemeğine çağırdılar. Bol içkili, bol şamatalı, neşeli, kalabalık aile yemeğine… Tati’nin oğlu JeanClaude daha yeni evliydi. Tati’nin anne ve babası da hayattaydı. Her şeye bol bol gülünüyor, kahkahalar birbiri peşi sıra patlıyordu. Ama esprilerin çoğunu kaçırıyordum. Özellikle de güney aksanıyla ve çok hızlı konuşan JeanClaude’unkileri… Daha sonra “belote” oynadığımızı ve Vincennes ormanına gezmeye gittiğimizi anımsıyorum. Nilgün onlarla çok mutluydu. Benimle de gurur duyuyor gibiydi. Sonradan bana anlattığına göre, Tati, yemekte, “Ahmet hasta mı? Çok solgun görünüyor” diye sormuş. Yıllar sonra Nilgün herkese şöyle demekten hoşlanırdı: “Benim tanıdığımda bu kadar yakışıklı değildi. Hasta gibiydi. Üstelik de gülmesini bilmezdi, ben öğrettim…” Haksız da sayılmazdı belki… Hep ölçülü biçili hareket etmek ve konuşmak üzere programlanmış gibiydik. Doğallık azaldıkça, neşe de azalıyor. Nilgün beni Simone adlı bir yaşlı kız arkadaşıyla ve iş ciddileşince, Monsieur Allais ile de tanıştırdı. Bu insanlarla dostlukları biz evlendikten sonra da sürdü. Zaten Nilgün hemen hiçbir dostunu, ölünceye kadar unutmadı. En azından yılbaşlarında yazar veya arardı. …….. Nicole, ilk olarak, Volkswagen’i ile Paris’e, beni ziyarete gelen Mahmut ağabeyimle tanıştı. Fontainbleu ormanlarına gidip piknik yaptık. O sıralarda modern bale kurslarına da giden Nilgün çok formdaydı. Yan perende atarak, spora çok önem veren ağabeyimi etkilemişti. Evlenmeye karar vermemizden sonra, 1967 sonbaharında, Mehmet Ali ağabeyim de geldi. Benim otel odamda, kamamber, Fransız ekmeği, tereyağı, domates ve kırmızı şaraplı bir akşam yemeğinde Nilgün çok heyecanlıydı. Yanakları al aldı. Benim aileme kendisini beğendirmek istediğini anlıyordum. Ben doğallığını ve bu doğallığının kaçınılmaz ürünü olan bazı gaflarını seviyordum. Ama ailem için aynı şey olmayabilirdi. Her zamanki açık sözlülüğü ile, iki ağabeyimi de çok yakışıklı bulduğunu herkese anlatıyordu. Biraz kıskanıyordum. Ama Nilgün’lü yıllarım, kendime güven kazanmamda büyük rol oynayacaktı. Her vesileyle bana olan aşkını ve hayranlığını dile getiren, hem de bunu tüm doğallığı ve dolayısı ile inandırıcılığı ile yapan bir insandı o. ……. Nilgün her cumartesi öğleden sonra bana gelirdi. Sinemaya giderdik. Yürüyüş yapardık. Bazen otel odama Türk arkadaşların dolduğu olurdu. Önce birkaç cümle Fransızca konuşur, sonra işin kolayına kaçıp Türkçe devam ederdik. Arada bir Nicole’ün, koridorun öteki ucundaki tuvalete gittiğini anımsıyorum. Sonradan anlattı. Meğer hiçbir şey anlamadığı bu konuşmalardan bunalınca kaçarmış oraya… “J’en ai marre!” (Bıktım) diye bol bol bağırıp rahatladıktan sonra, o harika gülümsemesi ile döner, aramıza katılırmış. Neco’nun kız arkadaşı Mauricette vardı. Erdal’la evlenip Fransa’ya gelen Emel, ilk akşam, Momo’nun arabası ile Paris’te dolaştırdığımız zaman rüyada gibiydi. Sessizdi. Birlikte gittiğimiz Rue St. Jacques’daki Çin lokantasından pek zevk almış görünmüyordu. Ama sonra, çok tatlı bir insan olduğu anlaşıldı. Nilgün’le çok iyi dost oldular. Bazı cumartesi akşamları, birlikte, Quartier Latin’deki küçük ve ucuz bir Rus lokantasına giderdik. Yaşlı bir çift, keman ve akordeon ile Rus müziği çalardı. Gecenin bir saatinde, lokantanın sahibi olan Constantin Cotlarov, iki muhteşem Alman kurt köpeği ile birlikte gelirdi. Plakları da olan, nefis sesli bir baritondu. Özellikle “Hoç içorniye”yi çok güzel söylerdi. Bir plağı hâlâ evimizdedir. Bir keresinde, cumartesi öğle yemeğini, Sein nehri üzerindeki St. Louis adasındaki bir Polonya lokantasında yemiştik, grup halinde… Yanımızdaki masaya garip kıyafetli bir adamın oturduğunu ve kasketini çıkardığını anımsıyorum. Birden, Nilgün’ün giderek ün kazanan ama kolay kolay da alışamadığım çığlıklarından birisi lokantayı inletti. Sesler kesildi, tüm başlar bizden tarafa döndü. Bir de ne görelim! Yandaki masadaki adamın kasketinden ufacık bir maymun çıkmış. Masanın üzerinde uslu uslu oturdu ve sahibinin kendisine hazırladığı küçük lokmaları afiyetle yedi. Sorduk, maymunu Brezilya’dan almış. Yemek bitince hayvanı yeniden kasketine yerleştirdi, kasketi giyip gitti. Bazen, pazar günleri, bir ya da iki arabaya dolar, Boulogne ormanlarına gidip badmington oynardık. Bir keresinde, Nilgün’ün bir kenara çekilip tek başına, hüzünlü oturduğunu gördüm. Sorduğumda, “Bir şey yok” dedi. Meğer benim Fransa’daki aylarımın tamamlanmakta olduğunu fark edip efkarlanmış. Çünkü evlilik düşüncesine karşı olduğumu biliyordu. Ertesi gün beni iş yerinden aradı. Ormanda oynarken boynundaki kıymetli bir altın madalyonu düşürdüğünü fark etmiş. Bir süre önce satın aldığı, elden düşme Renault Dauphin’i ile gidip aradık. Bulamadık. Üzülmüştü ama bunu sorun yapmamasını takdir etmiştim. Bal rengi Dauphin’ini çok seviyordu. Sanıyorum haziran ayında almıştı. Direksiyonda çok mutlu olur, heyecandan yanakları kızarırdı. Arabayı satın alır almaz, “Pepe” diye çağırdığı büyükbabasını yanına alıp gezdirdiğini anlattı. Dedesini mutlu ettiği için o da çok mutluydu. O döneme ait çok ve güzel fotoğraflar var… Lokantaya gittiğimiz zaman, sıra tatlıya gelince, kilo almak endişesiyle kendisi yemez ama bana ne yemem gerektiğini ısrarla söylerdi. Sonra da gelen tatlının yarısını kendisi yerdi. Evliliğimizin başında da, kilo almaktan yakınırdı. Ben de şaşırırdım çünkü gerçekten fazla bir şey yemiyordu. İşin sırrını sonradan anladım: Mutfakta, ayaküstü durmadan atıştırıyor ama onları, “masada yenmediği için” hesaba katmıyordu. ……….. Giderek, hemen her gün buluşur olmuştuk. Varlığına öylesine alışmıştım ki, bir gün bile görüşmesek büyük eksiklik hissediyordum. Daha önceki kız arkadaşlarımda bu duyguları hiç yaşamamıştım. Onlarda, biriki saatlik beraberlikten sonra, “Artık gitse de rahat etsem” diye geçirirdim içimden… Nicole farklıydı… Ve alıngandı… Varlığının beni rahatsız ettiğini, öyle bir şey olmasa da, düşündüğü an, sessizce kaybolurdu. 1967 Temmuz’u ilişkilerimizde dönüm noktası oldu. Sık sık arıza yapan arabasıyla, birlikte, 15 gün tatil yapmaya karar verdik. O, güneşi çok seviyor, ben serin havayı tercih ediyordum. Önerimi itirazsız kabul etti. Bir arkadaşımızdan ödünç aldığımız çadır ve kamp malzemesi ile Hollanda’ya gitmeye karar verdik. Ama günde 500 kilometreden fazla yol yapmayacaktık. İlk durak olarak, Belçika’nın Bruges kentinde kaldık. Neco ve Artun ile daha önce uğradığım ve çok sevdiğim bir şehirdi. Bir kanal turu yaptık. Nehir kıyısında karnımızı doyurduk. Ve ertesi gün Hollanda’ya geçtik. Deniz kıyılarında yer bulmak olanaksızdı. Özellikle kamp yerleri tıklım tıklımdı. Bir kamp yöneticisi bize Kaag’ı tavsiye etti. Göl üzerindeki küçük bir adacıktı bu. Disney’in öykülerindeki gibi… Her tarafta kanallar vardı. Çok şirin olan evlerin bir yanı sokağa, bir yanı kanala bakıyordu. Sokak tarafında arabaları, kanal tarafında da kayık veya deniz motorları bulunuyordu. Pencerelerin önü çiçeklerle bezenmişti. Elimizde şema, Mehmet Sümer’in yeni aldığı çadırını umutsuzca kurmaya uğraşıyorduk. Halimizi gören bir grup genç yardıma gelmeselerdi, o gece çadırsız yatmak zorunda kalacaktık herhalde... Çok kısıtlı tatil bütçemizden özveride bulunarak, dillerinden tek sözcük bile anlamadığımız sevimli gençlere bira ısmarladık. Ufacık çadırda, Nilgün için şişme yatak vardı. Ben ise yerde, uyku tulumunda yatıyordum. Halimizden şikayetçi değildik, mutluyduk. Gece sık sık yağan yağmurun çadırdaki tıpırtılarını dinleyerek uyumak çok hoşuma gidiyordu. Ama arada bir çakan şimşekler Nilgün’ü korkutuyordu. Fırtınalı bir gece yarısı, gözümü açtığım zaman, Nilgün’ü çarmıhtaki İsa gibi gördüm. Kollarını yana açmış, devrilmesin diye çadırı tutuyor ama beni uyandırmıyordu. Çok gülmüştüm. Tatil için ayırdığımız para çok kısıtlıydı. Lokantaya gitme gibi bir lüksümüz yoktu. Kendimize göre bir program yapmıştık. Bir gün Kaag’da dinleniyor, ertesi gün Hollanda’nın önde gelen kentlerinden birini gezmeye gidiyorduk. En uzağı 80 kilometre mesafedeydi. Gezmeye gideceğimiz günler Nilgün sandviçler hazırlıyordu. Hava güzelse açık havada, değilse arabada karnımızı doyuruyorduk. Amsterdam’da Rembrand müzesine gittik. Kanal gezintisi yaptık. Rotterdam’da ilk kez bir döner kuleye çıktık. Yel değirmenlerinin önünde fotoğraflar çektirdik. Haarlem’de bir masa çakmağı satın aldık. Lahey’de Madurodam’ı büyük bir keyifle gezdik. (Bir şipşakçının çektiği fotoğraf o anımızı saptıyor. Kolum Nilgün’ün omuzundaydı ve sanki ayıpmış gibi, bu fotoğrafı başkaları görürken hep sıkılırdım. Suçüstü yakalanmışcasına…) Lahey’deki kent müzesinden Van Gogh’un bir röprodüksiyonunu satın aldık. O zamanlar Hollanda belki de Avrupa’nın en ucuz ülkesiydi. Arttırdığımız paralarla kendimize bir şeyler alabilmiştik. Benim ısrarımla aldığımız kırmızı kareli İskoç etek, kırmızı yün hırka ve kırmızı bere, Nilgün’e çok yakışıyordu. Lahey’deki müzenin önündeki büyük havuzun kenarında, dalları suya değen salkım söğüt ve yemyeşil fon önünde çektiğim kırmızılı Nilgün fotoğrafını hep çok sevmişimdir. Ender güneşli günlerden birinde, deniz kıyısına gezmeye gittiğimiz ve kalabalıktan okyanusa bir türlü ulaşamadığımız bir seferde, Nilgün’ün arabasına, yanlış park edildiği için ceza yazılmıştı. Polislerle konuşmaya gitti ve doğallığı ile onları ikna etti. Bir kerelik affedildiğini söyleyerek, para ödemediği için mutlu, muzip bir gülümsemeyle yanıma döndü. Nilgün balığı çok severdi. Aslında tüm deniz ürünlerine bayılırdı. Gittiğimiz kentlerin birinde, Pazar yerinde, oralarda ünlü olan Haran balığı satıyorlardı. Hem de güzelce temizleyip filato yaparak. Ucuzdu, aldık. Ertesi gün kendimize bir ziyafet çekecektik. Sabahın çok erken saatlerinde, çadırın etrafında kaz sesleri duydum. Çadırın bulunduğu kamp su kenarındaydı, kaz ve ördek çoktu ama hiç bu kadar yakına gelmemişlerdi. “Vak vak”lar fazla sürüp de uykum kaçınca, kalktım. Bir de ne göreyim! Bizim Haran balıklarını çadırın kenarından çekip çekip yutuyorlar. Bu işe canımız sıkıldı ama bir tadımlık da olsa balık kurtarabilmiştik. Bize bir masal ülkesi gibi gelen Kaag’daki günlerimizi hiç unutmadık. Tam 28 yıl sonra, Nilgün’ü kaybetmeden dört ay önce, 1995 baharında, Dolunay ve Sıtkı ile oraya yeniden döndüğümüzde ikimiz de heyecanlıydık. Hava kapalı ve soğuktu ama ne gam! Yahya Kemal’in şiirinde, “Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde” dediği gibi, her şey yerli yerindeydi. Evler, kanallar, sokaklar ve hepsinden önemlisi, kamp yaptığımız yer… Sıtkı ve Dolunay ile o heyecanı, mutluluğu paylaşmak, onlar bizi biraz şaşkın izleseler de, çok güzeldi… ………. Kaag, Nilgün’süz yaşamın benim için zor olacağını anladığım yer oldu. Annem ve babam iki iyi insandı ama birbirleri için yaratılmamışlardı. Mutlu ve huzurlu bir evlilikleri yoktu. Bitmez tükenmez tartışmaları bizim önce çocuk, sonra delikanlı belleklerimize kazınmıştı. Bu nedenle, üç kardeş, üçümüz de evlilikten korkuyorduk. Belki gençlik yıllarımı gönlümce yaşayamamış olmanın da etkisiyle, evlenme düşüncesi bana özgürlük yitirme gibi geliyordu. Doktoramı tamamlamama çok kalmamıştı. En geç yıl sonunda Ankara’ya dönmüş olacaktım. Nilgün’ün varlığına çok alışmıştım. Yalnızlığa alışkın, yalnızlığı seven bir insan olduğum halde, Nilgün’le her şey farklıydı. Beklenmedik muziplikleri, doğallığı, canlılığı, neşesi ile yaşamıma renk katmıştı. Ben sevgimi göstermeye alışmamıştım. Hele bir kıza “Seni seviyorum” demek, bana bir zayıflık belirtisi gibi geliyordu. Bunu söylemek, sanki evlenme teklif etmekti. Oysa evlenmekten öylesine korkuyordum ki! Nilgün ise benim tam tersim… Sık sık beni ne kadar sevdiğini, ne kadar âşık olduğunu anlatırdı. Sokakta dolaşırken elimi tutmak, kolunu zaman zaman belime dolamak onun için bir gereksinmeydi. Gösterilmeyen sevgi, onun için var olmayan bir sevgiydi. Seven bir insanının bunu göstermekten kaçınmasını anlaması olanaksızdı. Ağzımdan sevgi sözcükleri duymadığı ve benim kişiliğimi de artık iyi tanıdığı için, sık sık, “Beni seviyor musun?” diye sorardı. “Evet” yanıtı ona yetmezdi. “Hadi öyleyse, beni sevdiğini söyle” derdi. Kendimi zorlayarak, abartılı bir teatral hava vererek, komedimsi bir jestle, “Seni seviyorum! Sana tapıyorum!” derdim. Kızardığımı görüp gülerdi. Ama daha sonra, uzun evlilik yıllarında, bana sevginin güzelliği kadar sevgiyi göstermenin erdemini de öğretmeyi başardı. Karşılıklı dışa vurulan sevginin, sevgiyi nasıl beslediğini anlamamı sağladı. Yaşamda en önemli şeyin “sevgi” olduğunu, onunla yaşayarak kavradım. Yıllar sonra, kızım Dolunay karşıma geçip, “Sıtkı’yı seviyorum” dediği zaman ilk tepkim öylesine katı olmuştu ki! Evet, sevgi ifade edilmeliydi ama bu adamın neresini sevebilirdi kızım! Ve aradan çok kısa bir süre geçtikten sonra, Dolunay’ın annesine ne kadar benzediğini, onun kalitelerini nasıl kaptığını ve ne kadar haklı olduğunu anladım. Sevgi, korkusuzca ifade edildiği sürece değerli… Sevgi, paylaşıldığı sürece geçerli… Sevgi, hiç kimseye tavizi verilmeyecek bir duygu… Bunu bana Nilgün anlattı, Dolunay hafızama kazıdı… …… Bir cumartesi günü, Sein nehri kıyılarında dolaşıyorduk. Nilgün birden o afacan çocuk tavrını takındı: “Eğer benimle evlenmezsen seni öldürürüm!” Önce şaşırdım. Sonra güldüm. Bunda bir yanlışlık olduğunu savundum: “Bizim Türkiye’de kızlar bunu böyle söylemezler. Eğer beni almazsan kendimi öldürürüm, derler…” Kahkahayı bastı: “Ben daha akıllıyım! Kendimi niye öldüreyim ki!..” …….. Nilgün’e evlilik konusunu, çok ürkek ve dolambaçlı bir şekilde, ilk açışım, Kaag’daki son günümüze rastlar. Kesin bir söz verip geriye dönüş yollarını tıkamamaya özen göstererek… Ben Türkiye’ye döndükten bir süre sonra izin alıp gelebilirdi. Türkiye’yi ve benim koşullarımı görebilirdi. Belki nişan yapabilirdik. Sonra Paris’e geri dönmeliydi ve araya altı ay kadar bir süre koymalıydık. Böylece ikimiz de soğukkanlı bir değerlendirme yapma fırsatı bulmuş olurduk. Sürenin sonunda, hâlâ kararımız değişmemiş olursa, evlenirdik. Bu kadar koşullu bir yaklaşım bile Nilgün’e yetmişti. Mutluluktan uçuyordu. Haberi, ailenin en sevdiği bireylerine bir an önce yetiştirmek için sabırsızlandığını sonradan anladım. Temmuz ayında olduğu halde, Hollanda’da havalar fena bozmuştu. Çok sevdiği ağabeyi Pierrot, CRS diye adlandırılan özel bir polis grubundaydı. Bordeaux yakınlarındaki Soulac’da, okyanus kıyısında kamp yapıyorlardı. Nilgün, Pierrot ile tanışmamı ve tatilin geri kalan kısmını orada tamamlamamızı önerdi, kabul ettim. Yola çıktık. Paris’te verdiğimiz molayı, Nilgün, haberi halasının kızı Françoise’a vermek için değerlendirdi. Tati tatildeydi. Pierrot’yu, karısını ve henüz 4 yaşında olan kızı Carole’ü tanıdım. Pierrot, insanlarla hemen samimi olabilen, açık, neşeli, çok cömert ve çok iyi bir insandı. Ailenin tüm fertleri gibi, onun da sesi oldukça güzeldi. Gilbert Becaud’yu, bizim İzmirli Dario Moreno’yu taklit ederek bizi güldürürken gerçekten başarılıydı. Ünlü şarkıların sözlerini değiştirip bol bol espri katmaktan hoşlanıyordu. Nilgün’ün yaşamında değilse bile kafasında, Pierrot’nun önemli bir yeri vardı. Aralarında yaş farkı çok az olduğu için arkadaş gibiydiler. Ona olan sevgisi, acımayla karışıktı. Annesiz büyümüşlerdi. Önce genç kızlık çağını yaşayan ablaları bakmıştı iki çocuğa… Sonra ablaları evi terk edince, bu görevi halaları üstlenmiş, iki yeğenini yanına almıştı. Babaları eve bir üvey anne getirince de, çocuklar yeniden Bordeaux’ya dönmüşlerdi. Üvey annenin Nilgün’e nispeten iyi, ama Pierrot’ya kötü davrandığı anlaşılıyordu. Küçük çocuğa bir “piç” olduğunu söylüyormuş. Pierrot ile okyanus kıyısında, uçsuz bucaksız kumsalda, beyaz kabuklu küçük deniz hayvancıkları toplar, elimizdeki bir naylon torbaya doldururduk. Gelgit sırasında sular çekilirken, ayağımızla kumları eşelerdik. Kendilerini kuma gömmeye çalışan deniz yaratıklarını kaçırmamaya çalışırdık. Pierrot yakaladıklarımızı temizler, üzerlerine maydanoz doğrar, tuz ve biber ekleyerek tavada pişirirdi. Nilgün’ün ağabeyinin parası az ama gönlü zengindi. Daha tanışmamızın ertesi günü beni bir kenara çekti. Öğrencilik koşullarında para sıkıntısı çekebileceğimi, sıkışırsam kendisini aramamı söyledi. Borç içinde olduğunu biliyordum, çok duygulandım. Görevi gereği her yıl Soulac’da uzun süre kamp yaptıkları için, çok büyük bir çadırı satın almıştı. İki odası, mutfağı ve terası olan bir çadır… Ben de çadırı çok beğenmiştim. Aralık ortalarında, Türkiye’ye dönmemden iki gün önce, küçük “deux chevaux” arabasına atlayıp Paris’e geldi. Koca çadırı itina ile paketleyip bize evlilik armağanı olarak getirmişlerdi. Soulac’da güzel günler geçirdik. Gidip suluboya aldım ve çok uzun yıllardan sonra ilk kez resim yaptım. İnsanlar cana yakın ve samimiydi. Dostluk, arkadaşlık Türkiye’dekine benziyordu. Nilgün, hayatta en çok sevdiği iki erkeğin yanında çok mutluydu. Bir ara Dario Moreno oraya geldi, gidip dinledik. Türk olduğunu söylediğim zaman herkes çok şaşırmıştı. Pierrot, bütün bu yaşadıklarımızdan sonra bir yıl bile geçmeden, 1968’in eylülünde, tabancasıyla canına kıydı. Kilise töreni engellenmesin diye, intihar ettiği saklandı. O dönemde bu intiharın gerçek nedenini anlamamıştık. Çok uzun yıllar sonra, damadım Sıtkı Uluç’un Nilgün ve ailesiyle ilgili olarak, Fransa’da yaptığı derin ve hırslı araştırmaları, birçok gerçek arasında, bunu da öğrenmemizde yardımcı oldu. Sıtkı, Nilgün’ün öldü bildiği annesini bulup kızıyla karşılaştırdığı zamanı, bunu nasıl gerçekleştirdiğini, bu notlarımla kendisine yardımcı olmaya çalıştığım kitabında herhalde ayrıntılı olarak anlatır. Pierrot’nun, ablası Linette’in kapısının suratına çarpılmasından hemen sonra intihar ettiğini de bu araştırmalar sonunda öğrendik. O da annesini arıyormuş. Sıtkı’nın bulduğu anneyi ve dolayısı ile gerçek babasını göremeden canına kıyması hepimizi çok üzdü. Nilgün’ün de yaşamında en büyük acılardan biri oldu. ………… 17 Aralık 1967 tarihinde, tezimi savunup, “pekiyi” derece ile doktor sanına kavuştum. Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Nilgün, o günün akşamı otele heyecanla geldi ve güzel haberi alınca çok sevindi. Bir mutluluğu daha paylaştık. Ertesi gün de bana Galeries Lafayette’den bir parker dolmakalem takımı alıp armağan etti. Para kazanmak, o para ile sevdikleri için bir şeyler almak, hatta evlilik yıllarımızda çalışarak kazandığı parayı getirip bana vermek, onu her zaman mutlu ederdi. Yaptığından gurur duyardı. Çalışmadığı, para kazanmadığı dönemlerde eziklik hissederdi. Benden para istemekten çekinirdi. Ne yaparsam yapayım, bunun yanlışlığını ona anlatamazdım. Belki, çok küçük yaştan itibaren çalışmasının bir sonucuydu bu. Sağdan soldan arttırdığı paraları saklayıp, biriktirip, ihtiyacım olduğunda bana vermekten ya da bana veya kızlarımıza bir şeyler almaktan zevk duyardı. …….. 1967 Aralık sonlarına doğru Türkiye’ye döndüm. Bir ay kadar sonra Nilgün izin alıp gelecek, nişan yapacaktık. Hemen her gün bana yazıyor, ben de mümkün olduğunca düzenli yanıt vermeye çalışıyordum. İlk mektuplarımın eline geçmesi gecikince çok kederlenmiş. Tati’ye bunu anlatınca, “Kendini alıştır. Belki de gidip ailesiyle konuşunca vazgeçmiştir” gibilerden bir yanıt almış. Ağlamış. Bir cumartesi günü, “özel ulak” mektubum eline geçtiğinde nasıl sevindiğini, dünyaların nasıl kendinin olduğunu bana uzun uzun yazmıştı. Yılbaşı gecesi beni telefonla aramayı unutmadı. O zamanlar, bu kadar uzun mesafeden telefonlaşmak kolay değildi. Derken, Nilgün’ün Ankara’ya geleceği gün gelip çattı. Ben, saatler önce, havaalanına gitmek için terminaldeydim. Esenboğa’da çok sis olduğu ve bu nedenle uçağın İstanbul’dan kalkmadığı söylendi. Sonra, sis içinde yol alan bir otobüsle, karanlık saatlerde havaalanına gittim. Geceyarısına kadar bekledikten sonra, uçuşun ertesi güne ertelendiği açıklandı. Ertesi sabah, gözümü açar açmaz ilk işim telefona sarılmak oldu. Uçak öğleden sonra gelecekti. Alana gittim ve nihayet birbirimize kavuştuk. İstanbul’da sıkıntılı saatler yaşamış, götürüldüğü Çınar Otel’de, uçağı kaçırmak korkusuyla gözüne uyku girmemiş. Gençlik Caddesi’ndeki eve gelir gelmez Nilgün herkesi sarılıp öptü. Aileyle tanışması tam “Nilgünce” oldu. Berbere gitti. Dönüşte kuzenim Necip’le karşılaştık. Aydoğan’ın annesi Hanife Halam, “Nasıl, beğendin mi?” diye sormuş. Necip de, “Beğenmemek mümkün mü halacığım” demiş. Annem, ilk iş olarak, Nilgün’ü Büyük Çarşı’daki kuyumculara götürdü. Tipik bir gümüş gerdanlık ve gümüş küpeler alındı. Nişan yüzükleri hazırlandı. 20 Ocak 1968 akşamı, evimizin salonunda, yüzükleri babam taktı. Sadece Nenem, Mehmet Ali, Mahmut, Sevinç, Kıymet vardı. Mehmet Ali şerefe şampanya açtı. Herhalde yerli şampanya… Annem bile içti, yüzünü ekşiterek… Sonra da, gene Mehmet Ali’nin konuğu olarak, Süreyya’ya gittik ve Zaliha’yı dinledik, dans ettik. Ailenin büyüğü ve çok sevdiğimiz Hanife Hala’yı ziyarete gidecektik. Nilgün’e önceden öğrettim: “Sana hoş geldin der, sen de hoş bulduk dersin” diye… Gidildi, oturuldu. Ve halam her zamanki sevecen güler yüzlü haliyle sordu: Hoş geldin kızım, nasılsın? Buş kaniz… Hoş kabuz… Halam, “Herhalde Fransızca bir şeyler söylüyor” diye düşünmüştür. Halamın kızı Aydoğan ve damadı Nükhet bize bakıyorlardı, herhalde Türkçeye çevirelim diye… Sevinç şaşkın, Fransızca olarak Nilgün’e sordu: Ne dedin? Nilgün rahattı: Sizin bana öğrettiğinizi söyledim… Önce “Buş kaniz” demiş, yüz ifadelerimizden doğru olmadığı sonucunu çıkarınca “Hoş kabuz”a çevirmiş. Bu tür Nilgünlüklerine giderek alışacaktık. Bu, tüm Türklük yaşamı boyunca sürecekti. ……. Nilgün dağları hep çok severdi. Karlı dağlarla çevrili Ankara da ona sevimli gözükmüştü. Benim yaptığım plana göre, altı ay sonra temelli gelecekti ve evlenecektik. Araya koyduğumuz bu süre zarfında da, birbirimize olan sevgimizi değerlendirme ve soğukkanlı bir biçimde düşünme fırsatı bulabilecektik. Nişanlanmadan sonra ilk işi Fransız Büyükelçiliği’ne gitmek oldu. İş için başvurmaktı amacı… Galiba, patronu Monsieur Allais’nin dışişlerindeki bir dostunun tavsiyesiyle, belirli birisi ile görüşmüştü. Ama, daha önce de anlattığım gibi, beni kapının önünde bekletip, onu içeriye tek başına aldılar. Ve de yaptığı işin, yani bir Türk’le evlenmenin yanlışlığını uzun uzun anlatıp, vazgeçirmeye çalıştılar. Şans yardım etti. Fransa’ya dönmesinden iki ay geçmeden, Fransız Kültür Merkezi’nde kültür ataşesinin sekreterliği görevi boşaldı. Acele geri çağırdık. ……. Nilgün’ün Ankara’ya yeniden ve temelli olarak dönüşü, ilk gelişindeki kadar iç açıcı olmamıştı. Eşyalarını yollamış, yataklı trenle geliyordu. Yolculuk fena geçmemiş. Yan kompartmandaki iki Fransız bayan şarkıcıyla ahbaplık etmişler. İstanbul’dan ayrılış falan da güzel. Ama ertesi sabah kompartmanın perdesini açıp da kendisini çıplak Anadolu bozkırında bulunca biraz morali bozulmuş. Yanılmıyorsam mart ayı idi geldiğinde. 28 Mayıs 1968 tarihinde evleninceye kadar, annemin Gençlik Caddesi’ndeki evinde beraber kaldık. Nişanlanmak için geldiğinde, ilk iş olarak onu Basıntepe’deki, yeni bitmiş ama henüz etrafı mezbelelikten kurtulmamış, daha kimsenin oturmadığı binadaki dairemize götürdüm. Ev bana küçük gibi gözüküyordu ama Nilgün memnundu. Zaten ben Paris’te iken, dairenin planlarını annemden istemiştim. Mobilya dergileri alır, evi nasıl döşeyeceğimizi uzun uzun düşlerdik. En ortak yanlarımızdan ve en büyük zevklerimizden biriydi düş kurmak. Nilgün, bu dünyadaki yaşamının son anlarına kadar bu güzel, iyimser, enerji dolu özelliğini hiç yitirmedi. Son düşü, Ümitköy’deki evimizin yanındaki arsaydı. Düzenli olarak piyango bileti alıyor ve büyük ikramiye çıktığında o arsayı nasıl alacağını ve üzerine neler yapacağını anlatıyordu. Aramızdaki duvarı kaldıracak, oraya iki katlı bir ev yapacaktı. Her katı bir kıza. Dolunay’ınkinde, Sıtkı’lar Brüksel’de oldukları için, ablası Işıllar oturacaktı. Bir gün, kazadan çok kısa bir süre önce, komşumuz Şahin’lere gitmiş heyecanla. Ve başlamış anlatmaya: Yandaki arsayı alıyorum. Üzerine iki katlı bir ev yapacağız… Ve uzun uzun anlatmış, evin şeklini, dekorunu, Sıtkı’yla Dolunay’ın maalesef gelemeyeceklerini, dolayısıyla Haluk ve Işıl’ın orada oturacaklarını, komşu olunacağını ve de birlikte yaşanacak güzel günleri… Şahin ve Figen şaşkın… Şahin memnun, sormuş: Çok sevindim. Parayı nerden buldun? Nilgün’ün yanıtı çok ciddi: Yeni bir piyango bileti aldım. Bu kez mutlaka çıkacak! Nilgün’dü bu… …….. Nilgün, Ankara’da kendini kısa sürede herkese sevdirmişti. Fransız Kültür Merkezi’nin önünde karşılaştığımız Çelik Arıoba bana, “Ben, gözlerinin içine kadar bu kadar güzel ve içten gülen bir insan görmedim” dedi. …… Çok az para kazanıyordum. Ama Nilgün’ün geliri fena değildi. İlk aylığı ile bir kutu baklava alıp anne ve babama götürdüğünde çok mutlu ve gururluydu. Kuracağımız yuva için tasarruf yapıyorduk. Vaktimiz olduğunda, 25 kuruşluk dolmuş parasını tasarruf etmek için yürüyerek gidip gelirdik. En büyük zevklerimizden birisi de, zaman zaman evimize gidip temizlemek, boyamak ve yorulunca da oturup düş kurmaktı. Yerler marley döşendiğinde, Nilgün bunu büyük bir gururla Tati’ye yazmış ve zavallı Tati de herhalde “marley”in ne olduğunu uzun uzun düşünüp anlamaya çalışmıştı. Niloş gördüğü her şeyi benimsiyor ve de, huyu gereği, abartıyordu. Bir şeyi normal boyutlarıyla anlattığında çok ilgi çekici olmayacağını düşünüyordu sanırım. Onun için abartmak, yemeğe tuz biber ekmek gibi bir şeydi. Nikahımız için Ankara’ya aileyi temsilen gelecek olan Françoise’a yazdığı bir mektubu anımsıyorum: “….Burada bir Atatürk Bulvarı var, Champs Elysées gibi… Anıtkabir ise Trocadero’dan daha görkemli…” …… Mahmut ağabeyim bizi bazen Volkswagen kaplumbağası ile gezdiriyordu. Bir gün, yokuşta, yolun ortasından giden bir arabaya biraz sinirlendik. Tam geçerken, Mahmut eliyle, “sağdan gitsene” gibilerden bir işaret yaptı. Nilgün de kafasını camdan çıkartıp, kendisine Türkçe öğrenmede yardımcı olmak iddiasındaki muzip bazı arkadaşlarımdan yeni kaptığı bir iltifatı gönderdi: “Eşşoğlu…” Bir de baktık ki araba bizi izliyor. İçindeki kişiler bize dur işareti yapıyordu. Durduk ve abimle birlikte arabadan indik. Nilgün memnun, o iki adamı nasıl hırpalayacağımızı seyretmeye hazırlanıyordu. Öteki arabadan inenler de bize göre ufak kalıyorlardı. Ama bir de ne görelim! Birisi Kazım Ayvaz, ötekisi Mahmut Atalay… Biri Olimiyat, diğeri dünya şampiyonu iki güreşçimiz… Kendilerine güvendikleri için sakindiler. Niçin sinirlendiğimizi sordular. Anlattık. Haklı olabilirsiniz ama o bayan niçin bize hakaret etti? Siz ona bakmayın, yabancıdır. Türkçe bilmiyor… Arabaya döndüğümüzde Nilgün pek memnun değildi. Çünkü kurallara saygısız olan iki kişiye “derslerini” verememiştik. O iki küçük adamın kim olduklarını anlatınca katıla katıla güldü… ……… Basıntepe’deki 86 metrekarelik sosyal mesken dairemizi yavaş yavaş döşüyorduk. Biten ilk yer, mutfağın yanındaki küçük çalışma odası olmuştu. Kullanılmış mobilya satan yerleri dolaşıp, siyah bir çalışma odası takımını ucuz fiyata bulmuştuk. Annem onları bir at arabası ile eve götürmüştü. Bir de perde ekleyip kitapları yerleştirince büyük mutluluk duymuştuk. Zaman zaman karşılıklı oturur, düş kurardık. Evin tamamen döşendiğini hayal ederdik. Ben çalışma masamın arkasında, Nilgün de bir tabure üzerinde… Keyifle sigarasını tüttürürdü. Banyo ufacıktı. İki kişi birlikte zor sığardı. Diş fırçalamak için sıraya girmek gerekirdi. Bazen aceleye gelip de ikimiz birlikte diş fırçalarken, bir de küçük veletin lavobaya güç yetişir şekilde dişini fırçaladığını düşlerdik. Ben dizlerimi bükerek küçük bir çocuğu taklit ederdim, çok gülerdi. Mehmet Ali’ler bize eski buzdolaplarını verdiler. Babam salona halı aldı. Nenem fırının parasını ödedi. Yatak odası annemden oldu. Nilgün’ün çeyiz hakkı sayesinde bir Philips televizyonumuz bile vardı. 28 Mayıs 1968’deki nikaha, Niloş’un ailesini temsilen Françoise geldi. Gelinliği Tati önceden dikmişti. Nikah davetiyelerini ucuz kartona bastırdık. Tül alınıp küçük küçük kesildi. İçlerine birkaç badem şekeri ile birer çikolata kondu. Nikah şekerlerimiz hazırdı. Gençlik Parkı’ndaki nikahtan sonra annemin evine gittik. Mehmet Ali’nin özel olarak hazırladığı şampanyayı, diğerleri gelmeden tattık. Annem gene yüzünü buruşturarak içti. Babam, bunun rakı kadar güzel olmadığını söyledi. Ve bir süre sonra, en yakınlarımızdan 30 kadar kişi evin salonunu doldurdu. Annemin yaptığı çok katlı pastayı kesip birbirimize yedirirken Nilgün gene gülüyordu. Mutluyduk. Şarkılar söylendi. Georges Pitoeff, Nilgün ve Françoise Fransızca şarkılar söylediler, mum ışığında... Pitoeff, ORTF’den, ünlü Sacha Pitoeff’in kardeşi. Benim Fransa dönüşü asistan olarak girdiğim Basın ve Yayın Yüksek Okulu’nda, radyo ve televizyon gazeteciliği üzerine dersler veriyor, ben de çevirtmenliğini yapıyordum. Abim de güzel “sanat fotoğrafları” çekti. Françoise ile birlikte evimize gittik. Ben Nilgün’ü kucağıma alıp kapıdan içeri sokarken, o, uyduruk bir fotoğraf makinası ve titreyen elleriyle bu anı görüntülemeye çalışıyordu. Ertesi gün, Mahmut’un kaplumbağası ile İstanbul’a gittik ve Françoise bizden ayrıldı. Balayımızın ilk gününde, Resmiye halamın Küçük Moda’daki dairesinde kaldık. Dolmabahçe Sarayı’nı falan gezdik. En büyük lüksümüz olarak, Kalamış’ta, denize nazır küçük ve çok sade bir lokantada bir şeyler yedik. Birkaç gün sonra da, gazetecilerin Bayramoğlu’ndaki tatil köyüne gitme fırsatı geçti elimize. Oldukça ucuzdu. Biz gelirken Ecevit’ler ayrılıyordu oradan… Kemal Tahir, Turan Güneş, Orhan Birgit de oradaydılar. ….…. Her aybaşı bütçemizden biraz ayırıp, evin bir eksiğini gidermeye çalışıyorduk. Yatağımızın başucuna gece lambası aldığımızda ne kadar sevindiğimizi anımsıyorum. Nilgün dil bilmiyordu, paramız azdı. Arkadaşımız ve eğlencemiz de… Fransız Kültür Merkezi’ndeki filmlere giderdik. Sinemalardaki nadir Fransız filmlerini kaçırmamaya çalışırdık. …….. Günler geçiyor ve Pierrot’nun Ankara’ya gelmesini bekliyorduk. Nilgün’ün Fransa’da az bir miktar parası kalmıştı. Pierrot’nun ne kadar sıkıntıda olduğunu bildiğimiz için onlara, o para ile bir televizyon almanın hesaplarını yapıyorduk. Ve bir cumartesi günü öğleden sonraydı. Ben, Paris’ten arkadaşımız Mehmet Sümer ile maça gitmiştim. Eve birlikte döndük. Nilgün hıçkırıklarla ağlayarak boynuma sarıldı. Sevinç, bembeyaz bir yüzle ayakta duruyordu. Kapı çalınıp postacı bir telgraf uzatmıştı. Kuzenlerim Aydoğan ve Yıldız’lar dahil bütün aileyi ertesi gün için yemeğe çağıran ve bu nedenle de, büyük bir hevesle “payela” yapmaya koyulan Nilgün, bu telgrafın, Pierrot’nun geliş müjdesini taşıdığını sanmış, sevinç çığlıyla açmıştı. Telgrafta tek bir satır vardı: “Pierrot kaza sonucu öldü…” Bu, Nilgün’ün yaşamında tanıdığı en büyük acıydı. Oysa daha bir gün önce, onu çok mutlu eden bir olay olmuştu. Doktora tezimi, SBF, Fransızca olarak basmıştı. Ben de kitabı karıma adamış, “A ma femme” diye yazmıştım… Mehmet Ali’nin yardımıyla bir uçak bileti bulduk, Nilgün Fransa’ya gitti. Pierrot’nun ölümünün “kaza” değil, “intihar” olduğunu da orada öğrendi. ….….. Nilgün hep altı çocuk istediğini söylerdi. Ama çocuk yapma işini iki yıl sonraya bırakmaya karar vermiştik. Pierrot’yu kaybedince düşüncesini değiştirdi. Ben de değiştirdim. O’nu hayata bağlayacak, benim dışımda, bir şeye ihtiyaç vardı. Sevgili kardeşi intihar etmişti ve Nilgün çok büyük bir karamsarlık içindeydi. Üstelik, Türkiye’ye ve aileye uyum sorunundan kaynaklanan sıkıntılar yaşıyordu. Pierrot’nun ölümünden hemen sonra hamile kaldı. Üç aylık hamileyken, bir bayram tatilinde, Nilgün’ün kederini azaltmak için onu İzmir’e, Neco’lara götürmüştüm. Kurban Bayramı tatilinden yararlanarak da Antalya’ya gitmeye karar verdik. Mahmut’un Volswagen’i ile yola koyulduk. Sanıyorum aralık ayı başıydı. Afyon’dan sonra arabayı kendisi kullanmak istedi. Araba kullanmayı çok severdi zaten… Ve kaygan eğimli bir yolda, BurdurAntalya arasında, önümüzdeki bir kamyoneti geçmeye çalışırken, köprüden aşağı uçtuk. Araba hurdahaş oldu. Biz birkaç ezik ve çatlakla kurtulduk. Nilgün, sonradan erkek olduğu anlaşılan çocuğunu düşürdü. Yıllar sonra, gene Antalya yolunda bir kazada, can yoldaşım Nilgün’ümü kaybedebileceğim aklıma gelir miydi? ………. Ahmet Taner Kışlalı’nın yazara kendi ifadeleriyle ve daktilosuyla ilettiği notlar burada son buluyor. Gerisi, sayfalarca el yazısı ve “Nilgün” kitabında, unutulmaması için özenle alınmış notlar... Kışlalı, bu notları, Nilgün’ün kitabı yazılsın diye bana aktardı. “Bu işi en iyi sen yaparsın” diyor ve sık sık çalışmalarımın durumunu soruyordu. Oysa kitabın ilk birkaç sayfası dışında bir şey yazamamıştım. Her satırda Nilgün’ün öldüğünü düşünmek, her sayfada mutlu günleri anımsamak, Dolunay’la birlikte verdiğimiz zorlu mücadelenin sıkıntılarını hatırlamak işimi çok güçleştiriyordu. İçimden gelmiyordu yazmak… Ben, bu kitabı Nilgün hayattayken, birlikte yazacağımızı planlıyordum. Verdiğim söz de buydu. Kışlalı’nın ısrarları beni fazla etkilemiyordu. O da havlu attığımı anlamış olsa gerek ki, notlarını göndermeyi durdurdu. Ve Nilgün’ün ölümünden 4 yıl sonra, yüreksiz pis eller, Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürdüler. Kitap tamamen unutuldu, hava iyice karardı. Bana “Yaz artık şu kitabı” diyen yakınlarıma, “Beni artık sadece Dolunay ilgilendiriyor” diyordum. O, her şeye rağmen, mutlu olmalıydı. Vereceği mücadelede, kocasını kendine yakın hissetmeliydi. Benim için iki öncelik vardı: Dolunay ve Anadolu Ajansı’ndaki görevlerim… Bütün notlar, kupürler, yazılar raflara kaldırıldı. …….. Kışlalı’nın katledilmesinden birkaç ay sonra, çok garip bir rüya gördüm: Tahayyül edilemeyecek kadar güzel bir mezarlık… İçinde havuz falan var!.. Her yer yemyeşil… Mezarlar ağaçların altında ama sanki mezar değil, her biri gül bahçesi… Kim olduğu belli değil, ünlü bir kişiyi defnetmeye gelmişiz. Tören var. Bandolar, siyahlar giyinmiş şık insanlar, müthiş bir kalabalık… Hava öylesine güzel ki! Birden mezarlığın içinde kendimi yalnız buldum. Ahmet Taner Kışlalı yanıma geldi. Beni teselli ediyordu. “Üzülme artık” dedi. “Bak burası ne kadar güzel…” “O’nu da öldürdüler, gördün mü?” diyerek, gömülmekte olan kişiyi gösterdi. Kimliği meçhul… Sonra, gülümseyerek, “Dolunay’a verdiğin destek için teşekkür ederim” dedi ve arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. Birden durdu, geri döndü: “Sana bir vasiyetim var” dedi, “Unutma!” Tanrım, ne kâbus! Peşinden koştum. “Ahmet Abi, nedir vasiyetiniz?” diye sordum. “Ayıp ediyorsun. Yazılı verdim bunu sana. Alt kata in, dolabın içindeki yeşil dosyanı aç . En üstte yazılı duruyor!” Ter içinde uyandım. Rüyalara falan inanmam ama gecenin bir saatinde titreyerek alt kata indim, yerini bile tam bilmediğim yeşil dosyayı aradım, buldum, açtım. Bu dosyada, Nilgün’ün kitabı için Kışlalı’nın yazdıkları ve benim yaptığım araştırmaların belgeleri, notlar vardı. En üstteki sayfada, Ahmet Taner Kışlalı’nın el yazısıyla, kendi gönderdiği sayfaların en başına düştüğü şu not dikkatimi çekti: “Sıtkı, şu ana kadar yazabildiklerimi ve Nilgün’ün Çamlıdere’de senin için tuttuğu notları yolluyorum. Bu kitabı ancak sen yazabilirsin. Sana güveniyorum. Lütfen yaz. Teşekkür ederim. ATK” İnanmayabilirsiniz ama bu el yazısı not daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Bu kitabı yazmak artık boynumun borcu oldu. Önümde Nilgün’ün, Kışlalı’nın sayfalarca notları… Türkçe, Fransızca belgeler, gazete kupürleri, yasalar, kitaplar, yazılar… Yazıyoruz işte… NİCOLE, “NİLGÜN” OLUYOR Lütfiye Hoca, oğlu Ahmet’in mektubunu aldığı zaman kızı Kıymet’i çağırdı ve bir kere daha gözlüklerini bulamadığından yakınıp, “Oku bakalım” dedi. Paris’ten gelen mesaj açıktı ve bir soru işaretiyle noktalanıyordu: “Bir Fransız kızla tanıştım, adı Nicole… Orta boylu, fazla güzel değil ama çok akıllı ve sempatik biri, seveceğinizden eminim. Onunla evlenmek istiyorum, ne dersiniz?” Zarftan bir de Nicole’ün vesikalık resmi çıktı. Lütfiye Hoca, “Gerçekten sempatik, gözlerinin içi gülüyor” dedi kızına... Fotoğraftaki genç kızın saçları kısa kesilmiş, ne tesadüf, aynen Lütfiye Hoca’nın tarzında yapılmıştı. “Tıpkı bana benziyor” dedi Kışlalı’nın annesi ve mektuba olumlu yanıt verdi: “Hakkınızda hayırlısı olsun.” Çağdaş ve modern bir öğretmen emeklisi olan Lütfiye Hoca, o gün, kızı Kıymet’e, “İnşallah bu gelinin müslüman olduğunu da Allah bana bir gün gösterir” diyordu. .......... Nicole’ün Nilgün olması ve Müslümanlığı seçmesi için fazla zaman gerekmedi. Bu konularda hiç kimseden baskı görmediği gibi aceleci davranan da kendisi oldu. Kışlalı’nın da katıldığı Ecevit hükümetinde din işlerinden sorumlu Devlet Bakanı olan Dr. Lütfi Doğan’ın aileyle içten bir yakınlığı, dostluğu vardı. Kışlalı, dini konularda Doğan’ın görüşlerine sık sık başvurur ve bu görüşlere büyük değer verirdi. Yeni tanıştıkları ve hükümette oldukları dönemde Doğan’a bu konuyu açtı: Eşim Fransız ve hıristiyandı. Türk ve müslüman oldu. Ben bu konuda kendisini hiç zorlamadım. İsteyerek, severek, beğenerek, inanarak yaptı seçimini... Sen baskıda bulunmayarak doğrusunu yapmışsın. O da, isteyerek, tanıyarak, beğenerek Türklüğü ve Müslümanlığı seçerek doğru olanı yapmış. Kutlu olsun... “Daha sonra, ince, zarif, erdemli, çok güzel, sevimli eş Nilgün Hanım kardeşimizi tanıdık, dost olduk” diyor Dr. Lütfi Doğan: “Nilgün Hanım her cuma Hacıbayram’a gider, dua ederdi. Camiden sonra bana telefon edip duygularını anlatırdı, anlayamadığı şeyleri sorardı. Yardım isterdi. O bizden biriydi artık. Babadan, anadan geçen gelenekleriyle değil; düşünce, bilgi ve sevgisiyle inanmıştı İslam’a. Çekinmeden konuşur, itirazlarını da söylerdi. Hacıbayram’da gördüğü bazı kadınların tavırlarından şikayet etmişti bir kez. Bir defa da, Ramazan’da gittiği bir davette, oruç tuttuğunu öğrenen birilerinin, kendisinden habersiz bardağına içki koyduklarını öğrenmiş, çok kızıp ağlamış, bana içini dökmüştü.” Gerçekten de, Nilgün bu “merkep şakasına” çok kızmıştı. Anılarda bu olayı not edenler çok fazla... İftarını açmak için bardağını eline aldığında, alkolün hemen farkına varmış ve bardağı değiştirenin kim olduğunu da tahmin ederek ona dönmüş, “Bak” demiş, “Böyle bir günde böyle bir muzipliği hoş görmek bir müslüman için mümkün olamaz”... .......... Nilgün’ün çevresinde sadece anlayışlı insanlar yoktu elbette... Babasının ölüm haberini aldığı zaman, saygı duyduğu yakın bir akrabanın kendisine başsağlığı dilemediğini hiç unutmadı. Kocası, o akrabaya, neden başsağlığı dilemediğini sorduğu zaman aldığı, “Gâvurlarda böyle bir adet olduğunu bilmiyordum” yanıtı, Nilgün’ün üzüntüsüne üzüntü katmıştı. “Gâvurlarda böyle bir adet olduğunu” bilmeyen akraba, Nilgün’ün 20 yıldır evli olduğunu, çoktan isim ve din değiştirdiğini de unuttuğu için, özrü kabahatinden büyüktü... Nilgün, bunca sevgiye ve inanmışlığa rağmen, bu yaklaşımın, ona babasını kaybetmek kadar acı verdiğini anlattı hep... .......... “Nilgün’ün renkli kişiliği içinde bizi duygulandıran, şaşırtan, düşündüren ve çoğu zaman katılasıya güldüren sayısız renk tonu vardı” diyor yakın akrabalardan Demet Kışlalı ve ekliyor: “Onda âşık, tutkulu, veren kadını; içli anneyi; esprili ve şakacı saf genç kızı; becerikli ve savaşçı iş kadınını; alımı, güzeli, birbirine komşu anlarda, art arda yaşardık. Pratik zekasının ince nükteleriyle gıdıklanır, çok hoş vakit geçirirdik. Nilgün’ün kendine has bir yeteneği vardı: Kelimeleri evirir çevirir, eş sesleriyle tersyüz edip, onu buna yapıştırıp yakıştırarak benzerlerini bulur, öylesine ustalıkla ve saf, masum bir doğallıkla bunu yapardı ki olay birinci sınıf güldürü haline gelir, dilden dile nakledilen fıkraya dönüşürdü.” Demet Kışlalı’nın kızı Petek, ODTÜ’yü kazanıp İstanbul’dan Ankara’ya geldiği zaman bir süre Kışlalı’larda kaldı. Sonra kendi düzenini kurup kiralık bir daireye geçti. Petek, bir gün annesini arayıp hasta olduğunu söyledi. Evinde telefon olmadığı için üç gün boyunca başka haber gitmedi İstanbul’a... Meraklanan anne, çalıştığı için kızının yanına gidemiyordu. Nilgün’ü aradı sonunda, içini döktü. “Merak etme” dedi Nilgün ve bir saat sonra endişeli anneye telefon etti. Gecenin o saatinde Ümitköy’den kalkmış, gidip Petek’i bulmuş, alıp eve getirmişti: “Ben de anneyim. Senin merak ve üzüntünü ben de defalarca yaşadım. Evde oturamadım. Gittim, evini buldum kızının... Bize getirdim. Ateşi düşmüş, merak etme. Sen de şimdi yat ve rahatça uyu...” ............. Nilgün’ün 1973’ten itibaren en samimi arkadaşı olan Naile Damalı, Ankara’da birlikte çalıştıkları dönemi anlatırken hüzünle gülüyor hep: “Amed”le evliydi. Altınay, minik, sarışın, mavi gözlü bir bebekti o zamanlar. Doloş henüz doğmamıştı. Anne bildiği kayınvaldesi vardı. Hep sevgi ve saygıyla bahsettiği kayınpederini kaybetmişlerdi. İftihar ettiği iki kayınbiraderi, bir eltisi, bir görümcesi; Hıncal adında bir akrabası ve onun karısı Holly; Amed’in kuzenleri Aydoğan, Nüket, Zeynep, Ayşe; arkadaşları Ayfer, Altan, Özen, Orhan, Ayşe, Behiç, Filiz, Nail, Nurcan, Mümtaz... TMY şirketine girdiğim ilk gün tanışmıştık. Gözlerinin içindeki muzip gülümsemeyi fark etmiştim hemen... Bana yardımcı oldu, işe ısınmamı kolaylaştırdı. Çalışırken bakımlı olmayı sever, bazen abartırdı. Şık giysileri yanında saçlarını da ihmal etmezdi. Değişik uzunlukta ve renkteki postijleriyle tipini de değiştirirdi. Şirkette, kadınların ruh hallerini, işlerinin yoğunluğu nedeniyle pek takip edemeyen ve gözleri de çok güçlü olmayan bir Orhan Bey’imiz vardı. Bazı günler, Orhan Bey, Niloş’u tanıyamaz, beni ziyarete gelmiş bir arkadaşım zanneder ve kahve ısmarlardı. Nilgün hiç bozmaz, oyunu sonuna kadar oynardı ve çok gülerdik. Türkçeyi çok iyi sökmüştü ama telaffuzu ısrarla öğrenmiyordu. Telaffuz farklılığı ona faydalar sağlıyordu. En ciddi protokol davetlerinde bile, ortalık fazla ciddileşirse veya elektriklenirse, Niloş hemen devreye girip, “sıkıldığını” söylerdi, Fransız aksanıyla!.. Fransızca’da “ı” harfi olmaması kötü tabii... Ama Nilgün bunu bile bir üstünlük ve beceri unsuru olarak kullanırdı. Müslümanlığı seçmişti ben tanıdığımda... Her sene orucunu hiç aksatmaz, Ramazan’da hiç içki içmez, tiryaki olmasına rağmen sigaradan vazgeçebilirdi. İradesi şaşırtıcıydı. 1 Nisan şakalarına bayılırdı. Bir seferinde, Ajda Pekkan’ın evlerindeki davete katılacağını söylemiş, bizi de davet etmişti. Evde sık sık sanatçılar buluşurdu, şaşırmadık, gittik. Kapıda bir nisan balığı... Evde kimse yok! Bir başka 1 Nisan’da, kocam Atom’a, iş yerinde bayıldığım yalanını uydurmuş, adamcağızın bembeyaz bir yüzle koşarak gelmesi karşısında çok eğlenmişti. Nilgün iş değiştirdikçe beni de yanında sürüklüyordu. Maaşlarımızın ne olması gerektiğini kendimiz belirliyorduk. Yöntem basitti: Her ikisi de bizden daha entelektüel, daha tahsilli ve öğretim üyesi olan kocalarımızın ve o dönemde, Fen Fakültesi’nde 30 yıllık öğretim üyesi olan annemin maaşlarına bakıyorduk. Ortalama alıp ikiyle çarpıyorduk. Bizim maaşımız böylece ortaya çıkıyordu! Bu hesaplarımız, sabırlı ve kanaatkar Ahmet’i etkilemiyordu ama kocamı isyan ettiriyordu. Sonunda kendini özel sektöre attı o da... Geceleri gezmeye çıkmak için onları almaya gittiğimizde, Nilgün’ü, küçücük iki çocuğuna nasıl köfte yapıp kızartmaları gerektiğini falan anlatırken görür, çok şaşırırdım. Benim çocuğum yok. Hayatta köfte, yemek yapmadım, kibrit yakmasını bile bilmem. Dehşete düşer, “Yani bu minnacık çocuklara köfte mi yaptıracaksın?” diye haykırırdım. Tabii şimdi bu pırıl pırıl, kendine yeten, başarılı iki hoş kızı gördükçe Nilgün’ün ne kadar haklı olduğunu anlıyorum. ……….. Türk, müslüman ve en önemlisi “insan” olan Nilgün’ü dostları, yakınları anlatsın, biz okuyalım. Adnan Binyazar anlatıyor: Yıl 1978. Ekim ayının 10’u. Moskova’da, bir otelin krallara özgü odalarında kalıyoruz. Ahmet Taner Kışlalı Kültür Bakanı. Müsteşar, Prof. Şerafettin Turan. Ben Daire Başkanı’yım. Kışlalı, sanırım ilk yurtdışı gezisine, beni de katmış. Verdiği bu karar, derin bir dostluğu yaşatıyor bana. Hacettepe’de Doğramacı antidemokratikliğinin sıkıntılarını birlikte yaşamışız. Kışlalı ile yalnızca sevgi ortaklığımız yok, dert ortaklığımız da var. Bütün bunlar, Bakanlıkta canla başla çalışmamızın kaynağı oluyor. Nilgün Kışlalı, Moskova gezisine Bakan eşi olarak katılmış. Burun kaldırsın, şöyle bir büyüklensin. Yok, yok, yok… Bir eş, bir kardeş, bir dost… 1978 Ekim’inin puslu bir Moskova sabahında; ağabeyim, dostum Şerafettin Turan’la, onun odasında, toplantıların ön hazırlığını yapıyoruz. Kapımız vuruluyor. Puslu sabahı gülüşlerle delen bir yüz! Nilgün Hanım kapıda… “Buyrun Hanımefendi” diye hemen toparlanıyoruz. Bakan eşi Nilgün Kışlalı, “Sizin burada kimseniz yok; Ahmet’in (Ne güzel Amed derdi!) pantolonunu ütüledim; verin sizinkileri de ütüleyeyim” diyor. İnsan yüreğinde var olan o yüce hoşgörüyü hangi kollarla kucaklarsın?.. ........... Nilgün, Binyazar’a “Adnan Bey” demez, “Mehmet Bey” derdi. Kültür Bakanlığı’nda, Kışlalı’nın annesinin öğretmen arkadaşlarından olan bir Müşavir Mehmet Bey vardı. Çok sevimli, özverili bir insandı ve bakanın yanına sürekli girip çıkardı. Binyazar, Nilgün’ün belleğinin ona koşullandığını düşünüyordu. “Eh, Türklerin genel adı Mehmet’tir, Mehmetçik de oradan gelir” diyordu kendi kendine… Ama anılarını aktarırken bir de şunları ekliyordu: “Adnan daha çok kentli adıdır. Benim görünüşüm pek kentliye benzemez. Nilgün Hanım bana Mehmet adının daha uygun düşeceğini düşünmüş olabilir…” “Nilgün Hanım ışıltılı gözleri, güleç yüzüyle dikkatleri çekerdi” diyor Binyazar: “İlk tanışan bile onunla içtenlikli olabilirdi. İnsanların arasına resmi soğukluklar sokmazdı. Böyle bir sıcaklığı vardı. Güzelliğini sergileyici bir yapıda değildi, çok doğaldı. Moskova’da Rusların bize tahsis ettiği tercümanımız Gennady Bikoff, karşılaşmamızın daha ilk saatlerinde, Kışlalı’ya dönmüş ve “Biliyor musunuz Bakan Bey, sizin karınız çok güzeldir” demekten kendini alamamıştı. Nilgün Hanım’ın o uygarca teşekkürü bugünkü gibi gözlerimin önünde…” ....... Nilgün’ü iyi tanıyanlardan biri de Emin Çölaşan… “Önce insan, sonra gazeteci” olduğu için, o da bu kitabın yayımlanacağını öğrendiğinde katkıyı reddetmedi ve şunları yazdı: Nilgün’ü ilk kez ne zaman tanıdığımı anımsamıyorum. Bir yerlerde, galiba Murat Karayalçın’ın yıllar önceki bir davetinde tanışmıştık. Ahmet’i iyi tanırdım, belli yerlerde görüşürdük ve karısının yabancı olduğunu duymuştum. Tanıştığımız gün Nilgün’le epeyce sohbet ettik. Türkçe konuşuyordu. Kimseye belli etmeden birilerine sordum: “Peki aslen hangi milletten?” Fransız olduğunu söylediler. Fakat dahası vardı. Gördüm ki, Nilgün Türkiye siyasetini ve ülkemizi acayip izleyen biridir. Konuştukça hayret ediyordum. Siyasetin başından girip sonundan çıkıyor, bazı kişileri eleştiriyor, bazılarını övüyor ama çok tutarlı şeyler söylüyordu. Türkçesi çok iyiydi. Fakat yine de yabancı olduğu anlaşılıyordu. Zaman geldi, geçti, Ahmet ve Nilgün’le bazı yerlerde yine birlikte olduk. Ahmet sağlam bir aydın. Bomba gibi bir Atatürkçü… Ve Nilgün de öyle. İrticaya, ikinci cumhuriyet soytarılarına karşı. Yolsuzluklara çok bozuluyor. Bizden biri. Onun yabancı olduğu sadece şivesinden anlaşılıyor. Çocuklarını tamamen Türk kültürüyle yetiştirmiş. Nilgün’ün sohbetleri, fikir ve görüşleri beni etkiliyor… Çünkü çevremde ikinci bir Nilgün yok. Avrupa’ya çok kızıyor. Hatta bazen kendi aramızda konuşurken diyoruz ki, “Avrupa’da bin tane böyle Nilgün olsa, bırak Türkiye’nin lobisini onlara ve yan gel yat”… Günün birinde feci bir haberle sarsılıyoruz. Ahmet’le Nilgün trafik kazası geçirmişler, ikisinin de durumu ağırmış. Sonra en acı haber geliyor: Nilgün ölmüş. Korkunç bir şey. Bizden biri ölmüş ama o farklı bizden biri. Düşündüğünüz zaman, hiç de öyle olmak zorunda değildi. Örneğin Türkiye’ye tepeden, Avrupalı gözüyle bakması pekala mümkündü. Ahmet’e ve kızlarına başsağlığı dilerken içimden ağlamak geliyordu. Ne mutlu onlara ki, Nilgün onlara eşlik etmiş, analık etmiş. Aradan bir süre geçiyor ve Ahmet’in kitabı çıkıyor: “Bir Türk’ün Ölümü ”. Ahmet imzalı gönderiyor, bir solukta okuyorum. Nilgün’le ilgili bir kitaba bundan daha güzel, daha çarpıcı, daha gerçekçi bir isim konulamazdı. Aradan zaman geçiyor. Türkiye’yi sürüklemeye çalıştıkları pislik ortama karşı Ahmet’le birlikte hep aynı kavgayı vermeye devam ediyoruz. Onunla hep aynı kulvarda koşuyoruz ve bir araya geldikçe, “Keşke medyada bizim gibi 1520 kişi olsa, Türkiye’nin gidişini değiştirirdik” diye dertleşiyoruz. Ahmet yazılarında, söyleyişlerinde tam bir fikir adamı. Her yazısını dikkatle, zevkle, onur duyarak okuduğum bir arkadaşım, dostum. Ödünsüz, katıksız bir Atatürkçü… Ve Nilgün’ün acı haberini aldığımız gibi, bu kez Ahmet’in acı haberi geliyor. Bomba, aracında patlamış. Allah kahretsin! Hep iyiler gidiyor. Nilgün, Ahmet ve daha niceleri. Kafamda bir fikir dolanıyor. Birileri araştırıp yeni bir kitap yapsa: “İki Türk’ün Ölümü”… ............... Nilgün’ün yaşamında en mutsuz dönem, herhalde Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı yaptığı kısa zaman dilimi oldu. Muhafazakar basın ve muhalifler Kışlalı’ya yönelik saldırılarında “yabancı eş” Nilgün’ü kulanıyor, olmadık ithamları gündeme getiriyorlardı. Kültür Bakanı çok çalışıyor, aileye fazla vakit ayıramıyordu. Sürekli ölüm tehdidi altındaydı. Geceleri bir yere gitmeleri gerektiği zaman çocuklara sıkı tembihlerde bulunuyor, “Kapı çalarsa arkasında durmayın, tararlar” diyorlardı. Kıymet, bir gün, Nilgün’ü evde, salonun bir köşesine çekilmiş ağlarken buldu. “Galiba boşanmamız gerekecek” diyordu görümcesine: “Kocamı öyle seviyorum ki! Ama benimle evli olduğu için bu saldırıların, iftiraların sonu gelmeyecek...” “Saçmalama” dedi Kıymet, “Bunların hepsi geride kalacak. Ağabeyim de seni çok seviyor. Mutluluğunuza darbe vurdurmayın. İkiniz de perişan olursunuz. Önemli olan sevgi...” Nilgün bu sözleri kısa bir süre sonra Kıymet’e hatırlatacaktı. Nişanlısı Ali Gürlek’le, Hacettepe’deki bir saz konserinden dönüşünde geciken Kıymet, Lütfiye Hoca’dan fena halde azar işitince ağlamaya başlamıştı. Ali, bu tür sorunlara kökten çözümü, hemen evliliği öneriyordu. Annesinin acele evliliğe karşı fikrini paylaşan Kıymet, tereddüt içinde ağlıyordu. Gerginlik artıyordu. Nilgün bu tür tartışmalardan birinin ardından uğradığı evde, ağlayan Kıymet’i görünce yanına yaklaştı ve “Ne oldu? Anlat” dedi. Annesini şikayet eder duruma düşmemek için tereddüt eden genç kız, Nilgün’ün yüksek ikna gücüyle karşılaşınca sorunlarını yansıttı. -­‐ Seviyor musun onu? -­‐ Evet. -­‐ O halde hemen evlen. Sen söylemiştin: Önemli olan sevgi!.. Kıymet, Ali’yle ağabeyinin ve yengesinin sayesinde tanışmıştı. Bir yemekte Fransızca konuşmaları anlamadan izlerken, Kışlalı ona, “Sen ne zaman Fransızca öğreneceksin?” diye takılmıştı. Çok alınıp ertesi gün Fransız Kültür Merkezi’nin derslerine kayıt oldu. Ali’yle orada tanıştı. Nilgün’ün, “Hemen evlen, önemli olan sevgi” sözlerinden sonra da hemen evlendi. Neredeyse 30 yıl oluyor. Sevgi dolu bir yuvası ve 3 kızı var... ........ Çankaya’daki dairenin üst katında Hüsniye Can isimli bir hanım, üç çocuğu ve bir torunuyla yaşıyordu. Nilgün, Hüsniye hanımı çok severdi ve Altınay’la Dolunay’a, onu “anneanne” olarak tanıtmıştı. Çocuklar, yalnız kaldıkları zaman “an’nane” dedikleri Hüsniye Hanım’a gider, kendilerine baktırırlardı. Dolunay, bahçede oynarken simitçi geçtiği zaman, üst kata doğru, “An’nane para at, simit alacam” diye bağırırdı. Hüsniye Hanım’ın kızı Yasemin, o günlerden bir anısını şöyle anlatıyor: Kışlalı ailesini tanıdığımda 11 yaşındaydım ve Fransızca okuyordum. Apartmana taşındıklarında yeni evlenmişlerdi. Nilgün Abla bana Fransızca, ben ona Türkçe öğretiyordum. Öğrendiği her Türkçe kelimede çocuklar gibi mutlu oluyordu ve akşam, Ahmet Abi eve geldiğinde, yeni öğrendiği kelimeleri söylüyordu. Ahmet Abi, telaffuz hatalarını duyunca, “Hanım dilini eşek arısı soksun” diye takılıyordu. Kapıcımız Bekir Bey’e verdiği siparişler apartmanın neşe kaynağı olmuştu. Bekir Bey her seferinde istenenden farklı şeyler getiriyordu. Seneler sonra, Kışlalı Kültür Bakanı iken, Nilgün Abla bir gün bana telefon açtı: “Yasemin, esir çocuklar için bir yemek daveti varmış. Ne zaman biliyor musun? Yardımcı olalım.” Bilmiyordum doğrusu, duymamıştım böyle bir şey. Uzun uzun düşündüm, sonra, işin içinden çıkamayınca, Ahmet Abi’ye sordum. O da bir süre düşündü, çıkaramadı ve gelen davetiyelere tek tek baktı. O zaman anladık, Çocuk Esirgeme Kurumu yararına verilen bir davetin söz konusu olduğunu!.. Kışlalı’lar, hiçbir bayramda, “anneanne” dedikleri annemi ziyaret etmeden diğer ziyaretlere başlamazlardı. Bu geleneklerini Çankaya’dan taşındıktan sonra da sürdürdüler. Onları anlatacak kelimeleri seçmekte zorlanıyorum. Kültürlü, saygın, nazik, iyiliksever, birbirlerine düşkün, incitmekten korkan, sevgi dolu insanlar... ........... Nilgün’ü her zaman “gülen yüzüyle” anımsayanlardan biri de Nesrin Ölçmen. 70’li yılların başında, ODTÜ’de öğretim görevlisi olarak çalışırken tanışmışlardı. Nilgün’ün canlılığı, hareketliliği, Türkçeyi iyi öğrendikten sonra bile, bilinçli olarak yarım yarım konuşması, sevecenliği hafızalara kazınmış durumda. “O kadar faaldi ki” diyor Ölçmen, “çok değişik işlerde, hep durmadan çalışıyordu. Fransız asıllı olmasına karşın Türklüğü ve Müslümanlığı sahici olarak benimsemesi de beni çok etkilemişti...” Eski dostlardan, Mühendis Özer Ölçmen de, “Belleğimde bu iki resim, güzel gülüşleriyle birbirine yapışık duruyor, tıpkı hayatta olduğu gibi” diyor ve “Aslında birbirine pek benzemeyen karakterlerini, karşılıklı sevgi ve toleransla bir uyum zirvesine ulaştırmışlardı” diye anlatıyor Kışlalı’ları... Ve ekliyor: “Ahmet, bilgisinden ve kendinden emin kişiliğiyle bakan olduğu zaman tevazuundan ve sevimliliğinden en ufak bir şey kaybetmedi. Nilgün de, eşine yardımcı olmak için Ecevit’in Köy Kent projesinde görev alırken, bir yandan da çalışıyor, para kazanıyor, ev masraflarına katkıda bulunuyordu...” .......... Akrabalardan Muzaffer ve Engin Akış’ın her ikisi de doktor... Eskiden Akış Hastanesi onlarındı. Nilgün her gün bu hastaneye uğrar, beyaz önlüğünü giyer, ameliyattan yeni çıkmış hastalarla konuşur, güler yüzüyle ve esprileriyle onlara moral aşılardı. Akış’lar, o günleri anımsarken, “Çoğu kanserli olan hastalara moralden öte, hayat verirdi” diyorlar ve ekliyorlar: “Hastalar her gün onun yolunu gözlerlerdi. Her biriyle tek tek konuşurdu. O kadar içten ilgi gösterirdi ve dert paylaşırdı ki...” Nilgün, hastaların çarşaflarını değiştirir, giyinmelerinde, her türlü ihtiyaçlarında yardımcı olur, neşesiyle onların soluk günlerini aydınlatırdı. Bütün bunları yaparken şakacılıktan vazgeçmiyordu. Bazen hastaneye telefon ediyor, Fransız Elçiliği’nden veya başka bir yerden birileri için randevu alıyordu. Randevu saatinde kendisi geliyor, olmayan hastayı doktor Akış’la birlikte, sohbet ederek bekliyordu. Sonra da kahkahayı basıp, başka türlü rahat konuşacak vakit olmadığını söylüyordu. Nilgün’ün ikna yeteneği de çok güçlüydü. Akış’ların oğlu Levent’i manken olmaya teşvik etmiş, anne Engin bu işe üzülüp Nilgün’e yalvarınca, çocuğu manken olmamaya iknayı da başarmıştı. Uyduruk Murat arabasını Engin’e satmak isterken, heyecanla, “Sen kullanmıyorsun bu arabayı, o kendi gidip istediğin yeri buluyor” diye abartıyordu. Kışlalı’nın bakanlığı döneminde, Akış’ların evinde bir siyasi tartışma sırasında, kocasına, “Amed, pazara giden, oradaki satıcılarla, kadınlarla konuşan sen değilsin, benim. Beni dinlemen lazım” diyordu Nilgün... Akış’lar, Nilgün’ün ölümünden sonra, Kışlalı’nın kendilerine, “Ben sadece bir Nilgün’ü değil birçok Nilgün’ü kaybettim. Her kapının arkasından başka türlü çıkardı” deyişini unutamıyorlar... ............ Kışlalı ’nın kısa bakanlık dönemini çok iyi anımsayanlardan biri de Adnan Binyazar. Hacettepe Üniversitesi’nde birlikte çalışmışlardı, Kışlalı genç bir asistandı o zaman... “Ağırbaşlı, tertemiz giyimli, yumuşak huylu bir öğretim görevlisiydi” diyor Binyazar ve ekliyor: “Nilgün Hanım da, canlı gözleri, hareketli tavırlarıyla, zaman zaman onun yanında görünürdü. İki güzel insanın davranışlarına sinmiş sevgileri, dışarıdan görenlerde saygı uyandırırdı. Onlara hayranlığım böyle başlamıştır...” Ve devam ediyor: “Kültür Bakanlığı’na ilk atanan ben oldum... Kışlalı, yemeği, bütün Bakanlık çalışanlarının arasında, yukarıdaki salonda yerdi. Kendisini tepede bir yerde görmezdi, iş içinde iş üreten bir Köy Enstitülü gibi hep aramızda olurdu. Öyle ki, Bakanlıkta bize yönetim dersleri vermek üzere gelen Amme İdaresi konferansçılarını dinlerken o da aramızdaydı. Bu demokratlığı bütün çalışanları etkiliyor, hepimize birlikte iş yapmanın hazzını yaşatıyordu. O bir bakan gibi değil, içimizden bir çalışan gibiydi.” ......... Eski CHP milletvekillerinden Selami Gürgüç ve ailesi, 1980 öncesi Meclis koridorları ve aile ilişkileri içinde sürekli görüştükleri Kışlalı’ları, 12 Eylül sonrası sıkıntılarla birlikte anımsıyorlar ama bu anılarda da saygınlık, güler yüz ve sevgi ön plana çıkıyor. 1991 yazında Nilgün, Ahmet Taner ve Dolunay, Urla’ya, Gürgüç’lere tatile gittiler. Keyifli geçen birkaç günden sonra, bir öğlen vakti, etrafı kaplayan duman ve yanık kokusuyla dışarıya fırladılar. Yoldan geçen birinin attığı izmarit yüzünden evin bitişiğindeki koru alevler içinde kalmıştı. Selami Gürgüç İzmir’deydi. Eşi Nazan, itfaiyeye haber verdi ve yardım gelinceye kadar, herkes söndürme çabasına girişti. O kargaşada, Dolunay’ın ayağı kaydı ve ateşin içine, diz üstü düştü. Nazan, Ahmet Taner Kışlalı’ya, kızının ellerinin ve ayaklarının yandığını haykırıyor, o, bir yandan elindeki yangın söndürme cihazıyla, tutuşmak üzere olan bir ağacı kurtarmaya çalışırken, bir yandan da, olayın ciddiyetini fark edemediği için, “Dolunay’ı suya sok” diye bağırıyordu. Kışlalı ağacı kurtarmıştı yanmaktan. Dolunay’sa kötü yanmıştı. İtfaiye geldikten sonra onu hastaneye götürdüler. Ayaklarının altı, dizleri ve elleri feci durumdaydı. Bir kemancı için ellerin yanması felaketti. Uzun, acılı tedavi sırasında çocuğun güler yüzlü kalmasıysa herkesi şaşırtmış ve etkilemişti. ........... Rahmetli Teoman Erel’in eşi Neşe Erel de, Çankaya’daki dairede, ilk dönemde, komşu Nicole’ün kapıcıyla Türkçe mücadelesini anımsıyor: Bekir Efendi’ye aldıracağı şeyleri göstererek anlatıyordu. Maydanoz istediği zaman mutfağa koşup bir dal maydonoz getirir, gösterirdi. Evde bulunmayan şeylerde tabii sorun yaşıyordu. Ama çok kısa sürede Türkçe öğrendi, Türk ve Müslüman olmakta hiç tereddüt etmedi. Kışlalı Kültür Bakanı olduğu zaman da o heyecanı birlikte yaşamıştık. O zamanlar 4 yaşında olan Dolunay, herkese, “Bakan” olan babasını anlatırken, “Babam bakıyor” derdi... Nicole daha Nilgün olmadan, geceleri onlara gidip iskambil oynardık. Sonra beylerle koyu sohbete dalınırdı. Onun Türkçesi henüz çok zayıftı. “Siz konuşun, ben gidip yatıyorum” derdi. Başlangıçta bu tavrı yadırgardık. Düşününce çok yerinde bir davranış olduğunu fark ettik. “Gitseler artık” diye içinden söylenerek aramızda oturacağına, gidip yatması ve sohbetin sürmesini sağlaması çok doğal bir davranıştı. Yıllar sonra, Ümitköy’deki evin kaba inşaatı sürerken, bir pazar günü, Nilgün bize uğradı ve “Bugün ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Sonra da bizi, “Ümitköy’e, kiremit taşımaya” davet etti. İnşaat dışındaki kiremitlerin çalınmaması için içeri taşınması gerekiyordu. “Davet”i kabul etmiş; memnuniyetle, zevkle ve eğlenerek yapmıştık bu işi... Teoman kendini o kadar kaptırmıştı ki, pantolonunun fermuarının tamamen açık olduğunu fark etmemiş ve tabii bu durumu ilk görüp herkese yüksek sesle, sevimli kahkahalarıyla duyuran Nilgün olmuştu... ……….. Kışlalı’lar, çocuklarını cezalandırmasını da bilirlerdi zaman zaman... Eski aile dostlarından Ali Ulvi Bolel’in anlattığı, bu “ceza”lara ilginç bir örnek: Dolunay çok konuşkan, çok haylaz ve çok meraklı bir çocuktu. “Prenses” Altınay’ın yanında, tam bir “haylaz”... Bir gün yine fazla azmış, sitedeki oyun bahçesinden dönmekte gecikmişti. Bolel o gece Kışlalı’lara uğradığı zaman, kapıyı “prenses” açtı. İlk sözü, “Biliyor musun Ali Ulvi Abi, Dolunay cezalı” oldu. “Hava kararana kadar salıncaktan inmedi, eve geç kaldı...” Misafir gülmemek için kendini zor tutup, “Vay yaramaz, neler yapmış !” derken, kapının arkasında, suratı asık cezalıyı gördü. Dolunay, Ali Ulvi’nin yanına ağlamaklı bir yüzle yaklaştı ve anlattı: “Cezalıyım. Bu hafta sonu sinema, tiyatro veya konsere gidemeyeceğim...” O zamanlar ilkokulda olan Dolunay’a verilebilecek en büyük cezaydı, kültür faaliyetlerinden mahrumiyet... Bu ailede çocuklar böyle cezalandırılıyordu. BİRAZ DA BEN ANLATAYIM... Kışlalı Ailesi’ne “damat” olarak maceralı katılımım, onların yaşamlarını oldukça değiştirdi. Artık dram, heyecan, aşk, komedi, korku ve macera… hepsi bu sinemadaydı. Ahmet Taner Kışlalı’yla, 80’li yıllarda, Brüksel’de tanıştım. Gazeteci arkadaşlar beni önceden uyardılar : “Aman Kışlalı’nın yanında Ecevit aleyhinde bir laf etme. Gecenin keyfini kaçırma…” Sanki her önüme gelene Ecevit’i çekiştirirmişim gibi, böyle bir uyarı beni şaşırttı ama “Merak etmeyin” dedim. Brüksel Üniversitesi’ndeyken, 70’li yılların ikinci yarısında, ben de “Ecevitçi” idim. Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Türkiye’nin olaya yaklaşımını Avrupa’da anlatmak için çok çaba harcayan “demokratik solcular” arasındaydım. Bir ara Ecevit’e o kadar inanmıştım ki, partinin, “Yarınlar Bizim” şarkısının plağını kahvehaneleri gezerek satar, toplanan parayı partiye götürecek kişilere verirdik. O arada, sık sık, muhaliflerden dayak yerdik. Yıllar sonra, Ecevit’lerin siyasi tavırları, koalisyonları, tavizleri beni hayal kırıklığına uğrattığı için olsa gerek, şaka yollu, “yediğim o dayakları helal etmediğimi” söylediğim olmuştur. Hepsi bu… Gazeteciliğe başladıktan sonra da siyasi görüşler yerini tarafsızlığa bırakıp gitti zaten… ...….. Kışlalı’yla, gazeteci dostlardan Ahmet Sever ve Vehbi Sargın ile birlikte, Brüksel’deki bir gece gezintisinde beraber olduk ilk defa… Ben Ecevit’in adını ağzıma almadım, neme gerek!.. Kaliteli, içten bir insandı. Bol bol konuştuk, dertleştik, mesleki duygularımızı paylaştık. Güzel bir geceydi. Belki de Ecevit ismi hiç geçmediği için, fikirlerimiz çok uygun gözüküyordu. O da Fransız kültürüyle yoğurulmuş sayılırdı. Zevklerimiz, dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz kitaplar uyuşuyordu. Paris’ten söz edince ikimizin de gözleri parlıyordu. Bana Nilgün’ü ilk anlatışı da, o gece, konu Paris’ten açılınca oldu. Sonra, bir ara Mehmet Ali Kışlalı Brüksel’e geldi. O zamanlar aynı gazetede çalışıyorduk üstadımızla… Evime davet ettim, geldi. Evliydim o dönemde, bir Belçikalı avukatla… Ardından Altınay geldi Brüksel’e, Niyazi’yle… Balayı gezisindeydiler sanıyorum. Bizim evde, arkadaşlarla, güzel bir gece geçirdiğimizi anımsıyorum. Türkiye’ye gittiğim nadir zamanlarda Kışlalı’ları görmeye, onlara yemeğe gitmeye ve bazı davetlerine katılmaya fırsat buluyordum. İlk yemekli davette, fazla kalabalık olmayan bir sofrada, yeni tanıştığımız Nilgün’ün beni çok şaşırtan tavırlarını, konuşmalarını, gülümsemelerini hayran hayran gözlemliyordum. Kışlalı’nın ne kadar ağırbaşlı ve durgun bir insan olduğunu düşünüyor, Nilgün’ün hareketliliği ve doğallığı karşısında şoktan şoka giriyordum. Bu kadın, etrafına müthiş bir neşe ve pozitif enerji saçıyordu. Fransa’dan kalkıp gelmiş, her zaman çalışmış, Türkçe öğrenmiş, bir bakan eşi olmuş ama alçakgönüllülüğünden hiçbir şey kaybetmemişti. Nilgün’ün güzel Türkçesiyle her anlattığını, her hareketini hafızama kaydetmek için dikkat kesilmiştim ve bu dikkatimi hiçbir şeyin dağıtamayacağını düşünüyordum. Taa ki Dolunay aramıza katılana kadar... Olamaz yani!.. Böyle bir güzellik olamaz! 1314 yaşlarındaki bu periyi gördüğüm zaman, itiraf etmeliyim ki, çok erken doğduğumu düşündüm ve içimden, “Allah bağışlasın” dedim. “Sıtkı abi, babam bize sizden çok söz eder. Mektuplarınızı hep birlikte okuyoruz, çok gülüyoruz” dediğini hatırlıyorum. Kışlalı’ya bazen Türkçe, bazen, konuya göre, espriler daha iyi vurgulansın diye Fransızca yazdığım oluyordu. Nilgün, “Çok güzel Fransızca yazıyorsunuz” dedi de dikkatimi Dolunay’dan dağıttı. Kışlalı Ailesi’nin uyumlu, alçakgönüllü, sevgi ve saygınlık dolu görüntüsü beni çok etkilemişti. İtiraf ediyorum: Beni en çok Dolunay etkilemişti. Ama yeminle yazabilirim ki aklımdan hiçbir kötü şey geçmemişti. Ne geçebilir ki zaten!.. (Tanrım, beni yakından tanıyanların, “Hadi hadi, biz senin ne mal olduğunu biliriz” deyişleri geliyor kulağıma… Hayat işte, insanın adı çıkacağına canı çıksın!..) Daha sonraki yıllarda da sık sık görüştük, yazıştık. Dolunay’ın “Sıtkı Abi” diye başlayan mektuplarını hâlâ saklar, okudukça gülerim. ……. 90’lı yılların en başında, Brüksel’den Frankfurt’a, gazetenin Avrupa baskıları yazı işleri müdürlüğüne atandım. Bir yıl sonra da, “Türkiye’ye iki buçuk gazete yeter” zihniyeti sayesinde gazete çökünce işsiz kaldım. Bu süre fazla uzamadı. Brüksel’e yeni dönmüştüm ki, Anadolu Ajansı’nın Frankfurt bürosunda çalışmak üzere tekrar Almanya yolunu tuttum. Bu arada, Belçikalı eşimden ayrı yaşıyordum. Üç çocuğumuz, ailenin suni olarak ayakta kalmasını bir süre daha sağlasa da, Frankfurt Brüksel seferlerim giderek azalıyor, ayrılık rüzgarları esiyordu. Bekarlık, sultanlık gibi gözüküyordu. Boşanmaktan söz eden yoktu. Karım böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyor, ben de gerekli görmüyordum. Bir yıl sonra, hiç beklemediğim bir anda, Ankara’dan, tayinimin Brüksel’e çıktığı haberi geldi. Bu, iki yıldır Almanya’da oluşturduğum düzenimi bozuyordu ama mesleki açıdan kötü bir gelişme sayılamazdı. Brüksel, yurtdışında çalışan bir gazeteci için çok cazip, haber cenneti bir yerdir. Ayrıca, Belçika benim ikinci vatanım, ömrümün yarısından fazlasını geçirdiğim, pasaportunu da taşıdığım bir ülke… Yıllar sonra, bu tayinin çıkmasında Ahmet Taner Kışlalı’nın bir rolü olduğunu öğrenecektim. Belçikalı karım, tanıdığı, sevdiği ve saydığı Kışlalı’ya bir mektup yazmış, benim evden ve üç çocuktan koptuğumu anlatmış, tek umudunun Brüksel’e dönmem olduğunu bildirip yardım istemiş. Durum Ajans yönetimine yansıyınca, bu atama mümkün ve ihtiyaçlara uygun görülmüş. Kimse bana bunları anlatmadı, fikrimi de sormadı. Büroya gelen bir faks talimatıyla, 19741990 arası yaşadığım Brüksel’e tekrar hareket ettim. Kışlalı bana bu mektuptan ve girişimlerinden söz etseydi veya Ajans yöneticileri durumu bana bildirmiş olsalardı herhalde oldukça bozulur ve üzülürdüm. Dönmek istemediğimi de bildirir, gerekçelerini anlatırdım. Dönüşte eve uğramadım, kendime küçük bir daire kiraladım. Eşime de, birlikte yaşamamızın artık ikimize de sorun dışında bir şey kazandırmayacağını anlatmaya çalıştım. ...…… Aradan kısa bir süre geçmişti. Bir akşam, Avrupa Birliği Konseyi toplantısından sonra büroya uğradığım zaman, telesekreterde Nilgün’ün panik halindeki sesini duydum: “Sıtkı, çok önemli bir şey oldu. Acele bizi ara!..” Endişeyle telefonu kaptım, numarayı çevirdim. Nilgün durumu anlattı: “Dolunay’ın çok yakın bir kız arkadaşı öldü. Morali sıfır. Fransa’ya, kuzeninin yanına gönderecektik ama olmadı. Size gönderiyoruz!..” “Tabii” dedim ve telefonu kapattım. Eyvah! Kışlalı’lara eşimle birlikte yaşamadığımı, ayrı ev tuttuğumu henüz anlatmamıştım. Onlar, Dolunay’ı “bize” gönderme kararı almışlardı. Karıma telefon ettim, “Yarın görüşelim” dedim ve ertesi gün buluştuk. Durumu anlattım ve “Kışlalı’ların kızı gelecek. Bir süre eve döneyim. Durumu belli etmeyiz. Çocuk çok sıkıntılıymış” dedim. “Eve dönüş” projesi, kaynağı ne olursa olsun, karımı sevindirmişti. Dolunay’ın gelişinden bir gün önce eve gittim, kendime çatı katında bir oda düzenledim ve tabii fırtına koptu. Karım, bu dönüşü çok ciddiye almıştı. Ben, iki yıllık ayrılığı, “kazanılmış hak” olarak görüyordum ve hiçbir taviz vermeye niyetli değildim. Dolunay gittiği gün evden tekrar ayrılacaktım. Çok sağlıksız ve gergin bir ortamda geldi Dolunay… Karşılayıp eve götürdüm, odasını gösterdik. Dış görünüş, her şeye rağmen fena değildi ve ilk günler iyi geçti. Dolunay’ı ve çocukları uyuttuktan sonra kavgaya tutuşuyor, ertesi sabah sırıtarak sahneye çıkıyorduk ama baktım olacak gibi değil, işimden izin istedim ve Dolunay’a, “Gel seninle küçük bir Avrupa turu yapalım” dedim. Fransa, Hollanda, Almanya ve Lüksemburg gezileri sonunda Dolunay Türkiye’ye, ben kendi daireme ve işime döndüm. O arada, Dolunay, kendinden 20 yaş büyük bir adama, bana, fena halde âşık olmuştu! Bunları anlatırken dürüst olmak çok zor. Ben ona ilk gördüğümden beri âşıktım aslında ama bunu düşünemiyor, kendi kendime bile itiraf edemiyordum… Nasıl düşünürsünüz ki! En değerli, saygın arkadaşım, ağabeyim Ahmet Taner Kışlalı’nın ufacık kızına, evli ve üç çocuk babası bir adam âşık olabilir mi? Dolunay bana “Sıtkı Abi” diye başlayan aşk mektupları yazıyordu artık… Yıllar sonra, Kışlalı bana, “Ben senin kızımı kandırdığını düşünmüştüm, meğerse o seni kandırmış” diyecekti zaten… Sık sık Türkiye’ye gitmeye başladım, “abisini bekleyen” Dolunay yüzünden… Çaresizlik içinde kıvranıyordum. Dolunay’ı bu sevdadan vazgeçirmek için “kötü adam” rolleri oynadığımı bile anımsıyorum. ……. Nilgün durumu anlamıştı. Bir gün, Ankara’dayken beni aradı ve “Gel, seni Kale’de çok güzel bir lokantaya davet ediyorum, öğlen buluşalım” dedi. O dönemde, Belediye’de çalışıyordu. Ikına sıkına gittim. Karşıma oturdu. Ne kadar güzel, güler yüzlü ve akıllı bir kadındı… Cin gibi… Ama biz de kaçın kurasıyız yani… -­‐ Sıtkı, ben anladım. Galiba Dolunay sana âşık! -­‐ Burada en güzel yemekler hangileri?.. -­‐ Ben kızımı tanıyorum. O bana benzer, senin peşini bırakmayacak… -­‐ Manzara ne kadar güzel, değil mi? Buraları da mükemmel restore etmişler yani... -­‐ Sen ne düşünüyorsun, onu seviyor musun? -­‐ Brüksel’de bir operaya gittim, görmeliydiniz… -­‐ Ben Dolunay’ı anlıyorum, seni anlamak istiyorum. -­‐ Sizin Ümitköy’deki evin önündeki sokak lambasını hâlâ tamir edemediler mi? Yanmıyor mu? Bu konuşma o kadar uzun sürdü ki! Nilgün, “Tamam, tamam. Anladık. Hadi terini sil ve yemeğini ye” dediğinde ve sorularına son verdiğinde çok rahatladım. Gözlerimin içine bakıyor, muzipçe gülümsüyor ve sinirlendiğini gizlemeyi gayet iyi başarıyordu. ……… Ve o unutulmaz günü yaşayıverdik. Ankara’da, ablamın evinde oturuyoruz, Dolunay ve ben… Dil döküyorum, dinleyen yok. O gece, Kışlalı’lara yemeğe davetliyim, bir kere daha… Artık aileye ihanet etmiş bir arkadaş durumundayım, resmen yalan dünyasında yaşar olmuşum. Kışlalı’nın, Nilgün’ün, Altınay’ın yüzüne bakamıyorum konuşurken, sanki her şeyi bir anda gözlerimden anlayacaklar gibi… Dolunay’a, kendisini çok sevdiğimi anlatıp, şarkıda olduğu gibi, “Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç. Sen kendine kendin gibi taze bahar seç” gibilerden edebiyat yapıyorum. Sıkışmışım, feci durumdayım. İçim yanıyor yahu, çaresizlikten öleceğim! Bunlar bana yakışmıyor. Hiçbir çıkış yolu göremiyorum, Dolunay’dan “kurtulmak” dışında... Yemeğe birkaç saat kala, Bahçelievler’deki evde, Dolunay oturduğu koltuktan kalktı, “Ben bu işi hallederim” dedi. “Sağol, beni anlayacağını biliyordum” gibi bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum. “Sen benim hayatımın erkeğisin. Senden vazgeçmem, benden vazgeçmene de izin vermem” dediğini de anımsıyorum. Artık “abi”lik gitmişti, bana “siz” değil, “sen” demeye başlamıştı. “Sakin ol, konuşalım. Hadi bana biraz keman çal” demeye kalkıştım, genç kızın ne yapmak istediği hakkında hiçbir fikrim olmadan… “Babamla konuşup ona her şeyi anlatacağım. Seni sevdiğimi ona bildireceğim” dedi. Şok halindeyim!.. Dilim tutuldu... Ve bir kapı çarptı. Dolunay çıkıp gitti. Ömrümde kendimi hiç bu kadar aciz, güçsüz ve zavallı hissetmemiştim. Dolunay’ın peşinden koşacak halim yoktu. Dizlerimin bağı çözüldü, başımı iki elimin arasına sıkıştırıp oturdum. Düşünemiyordum bile olacakları… Deli gibi seviyorum. Zaten Dolunay akıllı gibi sevilemez… Yapabileceğim hiçbir şey yok, beklemekten başka… ……… Birkaç saat geçti. Dolunay’dan bir haber yok. O gece yemeğe gidemeyeceğim kesin ama neler olup bittiğini anlamak, öğrenmek ve felaketi Dolunay’la birlikte yaşamak istiyorum. Kendime gelecek durumda değilim. Bekliyorum… Bekliyorum… Ve nihayet telefon çaldı. Titreyerek açtım. Karşımda Ahmet Taner Kışlalı: “Sıtkı, seninle hemen konuşmamız lazım. Bahçelievler son durakta, Bulka pastanesinde, bir saat sonra buluşalım…” “Tabii” dedim, titrek bir sesle, ruh gibi… Hemen evden çıktım. Pastane eve çok yakın ama benim hava almaya ihtiyacım var. Bir saat, uyurgezerler gibi sokaklarda dolaştım. O arada, kapıdan çıkarken, bizim çılgın aşk hikayemizi ilk öğrenen, sırdaş yeğenim Ceran’la karşılaşmışım, kendisini tanımamış, selamsız geçip gitmişim. Farkında değilim. Pastaneye girip oturdum, beklemeye başladım. Neler olacağı hakkında en ufak bir fikrim yok. Düşünemiyorum. Kışlalı geldi. Sakin, her zamanki kibarlığıyla karşıma oturdu. “Ne içeriz?” diye sordu. Duymadım. Israr etmedi ama o sırada garson kafamıza dikildi. İki kahve söyledik. Kışlalı doğrudan konuya girdi: Sıtkı, anladığım kadarıyla Dolunay sana âşık olmuş! (Yanıt yok…) Biliyorsun, bu yaşta çocuklar böyle şeyler yaşarlar, sen kusuruna bakma… (Yanıt yok…) Senden bir ricam var. Bu akşam bize yemeğe gelme ve bir süre ortadan kaybol. Dolunay zaten şıpsevdidir, seni unutur. Ben bilmiyorum ki Dolunay babasına neler anlattı! Ben sanıyorum ki Ahmet Ağabey her şeyi biliyor, bu ilişkinin pek yeni olmadığını da öğrendi… Ben sanıyorum ki, Dolunay babasına tüm ayrıntıları bildirdi… Bunun böyle olmadığını sonradan öğrendim. Çocuk, babasına, “Ben Sıtkı’ya aşığım, Belçika’ya gitmek ve onunla evlenmek istiyorum” demiş. Babası da, “Saçmalama, çık odana” yanıtıyla bunu sepetlemiş. Dolunay durumu anlatmak için bana telefon etmiş ama ben evden ruh gibi çıkıp gittiğim için bulamamış. Çıktığımı Ceran’dan öğrenmiş. Yapabileceği bir şey yok. Cep telefonu da yok ki o zamanlar... Kışlalı, söylediklerini duymadığımı düşünerek olsa gerek, son sözlerini tekrarladı: Bir süre ortadan kaybol, ben bu işi yoluna sokarım. Özür dilerim, bu sorunu yaşamamızı istemezdim… Şaşkınlığım iyice artmış, dinliyorum ama ne diyebilirim ki? Kışlalı her şeyi bildiği halde nasıl bu kadar yumuşak ve sakin kalabiliyor? Konuşmam, bir şeyler söylemem gerekiyordu. -­‐ Haklısınız Ahmet Abi. Bu sorun aşılır. Ben ortadan kaybolurum ve Dolunay bu macerayı unutur. -­‐ Teşekkür ederim... -­‐ Ama bu kararı ikimiz veremeyiz, üçümüz vermeliyiz. -­‐ Üçümüz kim? -­‐ Siz, ben ve Dolunay… Sanıyorum Kışlalı durumun ciddiyetini o an anladı. Dolunay, kendisinden 20 yaş büyük bir adama âşık olmuş saf ve bilinçsiz bir çocuktu ama ortada, ondan 20 yaş büyük, evli, üç çocuk babası, âşık ve bilinçsiz gözüken bir adam da vardı! “Anlıyorum” dedi Kışlalı. “Bu sorunu çözmek için üçüncü bir şahıs gerekli. Sana bir tanıdığımın adresini vereceğim. Yarın bu hanımı bul. Hepimiz ayrı ayrı onunla konuşalım ve çözüm arayalım.” Ve gitti. Tanrım, ne zor anlardı! Ve ne karanlık bir gelecek! Ablamın evine döndüm. Hiç kimseyle konuşacak halde değilim. Elimde bir adres ve telefon numarası var. Ertesi gün randevu alıp gideceğim. Dolunay aradı. Önce babası ile konuşamadığını bana anlattı. Sonra da Kışlalı’nın bitkin bir halde eve döndüğünü ve kendisiyle hiç konuşmadan köşesine çekildiğini… “Ok yaydan çıktı” dedim. “Yarın görüşürüz…” Bütün gece, beni bu kadar seven bir kişi için vermem gereken mücadeleyi düşündüm. Ama düşüncelerimin temelinde, içtenlikle yazıyorum, onu kendimden kurtarmanın yollarının arayışı vardı. Karım boşanmazdı, ben evlenemezdim. Bunlar, nereden bakılırsa bakılsın, mümkün gözükmüyordu. Kışlalı Ailesi’yle ilişkilerim belli ki artık son bulmuştu. Yapabileceğim tek şey, Dolunay’ı ikna etmek ve bu garip ilişkiye noktayı koyup ortadan kaybolmaktı. ..….. Gönderildiğim hanımı ben aile dostu zannediyordum. Randevu alıp gittiğim yerin bir psikolog muayenehanesi olduğunu fark edince hem güldüm, hem bozuldum. Üstelik, psikolog hanım pek bir şeyden haberdar değildi, beni analize başlamıştı. Konuşmalarımı, el hareketlerimi gözlemliyor, notlar alıyordu. “Afedersiniz ama” dedim, “siz ne yapıyorsunuz?” -­‐ Sizi dinliyorum. -­‐ Buraya ne için geldiğimi biliyor musunuz? -­‐ Ahmet Bey bana sorunlarınız olduğunu söyledi… -­‐ O zaman siz de Ahmet Bey’e söyleyin, kızından vazgeçmemin tek yolu kızının benden vazgeçmesidir ve çözüm psikologlarda bulunamaz. ……....... Bu maceranın başı, sonumuzun pek kötü olacağını gösteriyordu. İzin sürem bittiği ve Belçika’ya dönmek için yola çıktığım zaman artık Dolunay’ın benden vazgeçmeye hiç niyeti olmadığını anlamıştım. Neticede bu durum gözüme o kadar da kötü gözükmez oluyordu. Dolunay, anne ve babasına bir tek şey söylüyordu: “Ben bu adamla beraber olacağım. Bu birliktelik bir gün bile sürse, gerçekleşecek. Evleneceğimize ve mutlu olacağımıza inanıyorum. Yanılıyorsam, sonuçlarına katlanmaya hazırım.” Ben ise ne evleneceğimize, ne mutlu olabileceğimize hiç, ama hiç inanmıyordum. Evlenebilmek için önce boşanabilmek gerek… Ben, hem de bir avukat olan karımdan boşanıncaya kadar Dolunay bile yaşlanır! ………. Belçika’ya dönüp işbaşı yaptım. Boşanma davası falan açmak gibi bir girişimim olmadı. Karım artık eve dönmemi istemiyor ama boşanmak fikri aklının ucundan geçmiyordu. Ailesinde evlenmiş, mutlu olamamış, boşanmadan ömür boyu yaşamış büyükler de vardı. Tek seçenek bu! …...... Dolunay’la her gün yazışıyoruz artık. O zamanlar internet yok ama gelişen bilgisayar sistemiyle süratli ve ucuz iletişim sağlama olanaklarını değerlendiriyoruz. Ankara’dan haberler berbat. Kışlalı Dolunay’la hiç konuşmuyor. Nilgün’e de kızgın, kendisini zamanında uyarmadığı için… Nilgün, Dolunay’ın bu aşk macerasını heyecanla izliyor ve kesinlikle, en ufak bir olumsuz yaklaşım sergilemiyor. Kızıyla iletişimi kestiği, ona kızdığı an iplerin tamamen kopacağının farkında… Ankara’ya gelip gidiyorum. Bu arada benim ailem de başka bir facia ortamında… Ablam durumu öğrenmiş, çok üzgün. Sevdiği, yakın olduğu Kışlalı’ların yüzüne bakamıyor. Annem, karıma dönmemi ve yuvayı yıkmamamı istiyor. Eniştem, sabahlara kadar, bu işin yanlış olduğunu bana anlatmaya çalışıyor. Kimseden anlayış veya destek bekleyecek halde değilim zaten... Ama ilk mucize gerçekleşti. Dolunay’ı İstanbul’a, Altınay’ın yanına gönderdiler. Ben de gittim, buluştuk. Aldım onu, Tuzla’ya, babamlara götürdüm. Annem ve babam onu ilk defa görecekler. Altınay da İstanbul’da ama tabii, “küçücük kardeşini kandırdığım için” o da bana kızgın. “Mucize” dediğim, bana çok moral kazandıran bir gelişme oldu. Babam, annemden 17 yaş büyük, emekli bir subay… Bu olayları herhalde duyuyor ama hiçbir yorum yapmıyor. 80 yaşına yaklaşmış o zamanlar, hayat dolu bir adam. Tuzla’daki evin bahçesine yöneldiğimizde annem ve babam bizi karşıladılar. Annem Dolunay’ı tereddütlü bir şekilde öptü. Babam, “Hoş geldin kızım” deyip yanağını okşadı. Annem ve Dolunay eve doğru ilerlerlerken, ailemizin gerçek ve en büyük otoritesi olan babam bana, “Gel buraya” işareti yaptı, askerce… Unutulmaz fırçalardan birini yiyeceğim düşüncesiyle, kös kös yanaştım yanına: “Kutlarım seni. Bu çok cici bir kız. Annenin gençliğine çok benziyor. İnşallah çok mutlu olacaksınız. Sakın onu yalnız bırakma. Sen yapman gerekeni bilirsin zaten” dedi. Kulaklarıma inanamadım. Otorite, birkaç saniyede durumun analizini yapmış, yeşil ışığı yakmıştı. İlk destek, hem de en önemlisi gelmişti. Artık tutmayın beni… NİLGÜN BRÜKSEL’DE Brüksel’e döndüm bir kez daha. Kışlalı’nın, haklı olarak hiçbir şey duymak ve dinlemek istemediği dönemde, Nilgün tekrar devreye girdi. Bana telefon etti ve “Ben Brüksel’e geliyorum” dedi. Şaşırdım doğal olarak. “Buyrun, çok sevinirim” gibi bir şeyler geveleyip sordum: -­‐ Nerede kalacaksınız? Otel ayarlayayım mı? -­‐ Senin evin yok mu? -­‐ Var. -­‐ Tamam, yarın geliyorum. Ve geliverdi. O’nu karşıladım, benim küçük daireye geldik. Evin her yerinde Dolunay’ın resimlerini gördü. Sonradan, Ankara’ya dönüşünde kızına, “Bu adam seni manyak gibi seviyor” demiş… Nilgün beni daha iyi tanımaya ve anlamaya çalışıyordu. Çevreyi, evi gözlemliyor, değişik konularda tepkilerimi ilgiyle dinliyordu. Bir lokantadaki konuşmamızı da hiç unutmuyorum: -­‐ Adi adam, sen beni kandırdın! -­‐ Niye? -­‐ Hani seni Kale’ye, yemeğe götürmüştüm, konuş diye… Ağzını bıçak açmadı, saçma sapan şeyler söyledin. Halbuki ben yanılmadığımdan o kadar emindim ki! -­‐ Bir şey söyleyecek halim mi vardı? Dolunay cozlamasaydı ben ömür boyu susardım. -­‐ Dolunay bana benzer, susmaz. Ve gene beni şaşırtan bir soru: -­‐ Sen MİT’e çalışıyormuşsun, doğru mu? -­‐ Nereden çıktı bu? -­‐ Ben duyarım. Ahmet’e de söyledim, “Olabilir” dedi. -­‐ Ben gazeteciyim, MİT’e çalışmıyorum. Hiçbir zaman da çalışmadım. -­‐ Tabii, tabii… Gene hınzır hınzır gülümsüyordu. Bana bir sürü isim sayıp, bütün bu “aklı başında” kişilerin ve arkadaşların benim MİT’te çalıştığımı bildiklerini anlattı. Ben güldükçe, “Seni gidi seni” gibilerden işaretler yapıyordu. “Bakın” dedim, “Ben Avrupa istihbarat servislerine ilişkin çok uzun bir araştırma yaptım. Bir kitap yazdım. Bu kitabın müsveddesi şu anda Ahmet Abi’nin elinde. Dolunay olayı patlak vermeden önce ona teslim etmiştim çünkü kitabın önsözünü yazacaktı, söz vermişti. Son gelişmelerden sonra eğer çöpe atmadıysa o kitap taslağını alıp son bölümünü okuyun. Benim istihbaratçılar hakkında düşüncelerim orada çok açık yazıyor. Ayrıca, Ahmet Abi’ye de söyleyin, ben o kitap için 10 yıl emek verdim. O, önsözü yazmadığı sürece kitap yayımlanmayacak. Umurumda da değil…” “Tamam” dedi ve konuyu değiştirdi. Birkaç ay sonra, Dolunay’ın Belçika’ya gelmesinin hemen ardından Kışlalı kitabın önsözünü yazmış ve yayımevine kendi elleriyle teslim etmişti. Nilgün de söylediğimi yapmış, kitabı daha basılmadan önce okumuştu. Beni aradı: Kitabı okudum. Çok güzel. Ama fikrim değişmedi. Bu kitabı ancak bir istihbaratçı yazabilir. Sen MİT’e çalışıyorsun ve bir kere daha beni kandırıyorsun. Olamaz yani… “MİT’teki arkadaşlara söyleyeyim de onlar için çalışmadığıma dair bir belge versinler bari” diye dalga geçiyordum ki lafımı kesti: Bak gördün mü! Kendini ele verdin! “MİT’teki arkadaşlar” ha? Seni gidi seni… Ben hiçbir zaman MİT’e çalışmadım ve Nilgün hiçbir zaman buna inanmadı! …….. Nilgün’ün Brüksel’e yaptığı “inceleme ve araştırma” gezisi, benim açımdan başarılı geçti. Ve dönerken, bana, “Dolunay yakında gelecek, üzme canını” dedi. DOLUNAY BRÜKSEL’E GELDİ Kışlalı çaresizdi. Artık, aramızda hiçbir düşmanlık olmamasına rağmen, “savaş hali” yaşıyorduk. Soğuk savaş! O’nun mücadelesi zaman kazanmaya yönelikti. Dolunay’ı kemanına doğru itmeye çalışıyor, beni unuttuğunun işaretlerini bekliyordu ama o benden daha yalnız gibiydi. Artık mektuplarıma yanıt vermiyordu. Ve, beni çok şaşırtan bir şekilde, çevrede benden yine sevgiyle söz ediyordu. Dolunay’a biletini gönderdim. “Baban diyaloğu reddediyor. Yapacak bir şey yok. Artık gelebilirsin” dedim ona... Bu süreçte, ben hep hastaydım. Sürekli bir yerlerimde sorunlar çıkıyordu. Öyle ki, aids falan olduğumu düşündüm bir ara, eski Almanya çapkınlıklarımın da endişesiyle... Birkaç defa eliza testinden geçtim. Öğrendim ki, her sıkıntımın nedeni “psikolojik”... 6 Şubat 1993’te, müstakbel karım Brüksel’e geldi ve dünyanın en mutlu çifti, en azından bugüne kadar hiçbir ikili sorun yaşamamak üzere buluştu. Hiçbir sağlık sorunum da kalmadı! ......... Dolunay’la birlikte yaşamaya başlamamızdan sonra, belki de “kızını kaçırmadığımı” Kışlalı’ya kanıtlamak için, o’nu sık sık Ankara’ya gönderdim. Aylar geçtikçe herkes “acı gerçeği” kabullenmeye başlamıştı. Dolunay artık Brüksel’e yerleşmiş, kendinden 20 yaş büyük bu adamla yaşamaya koyulmuştu. Ve mutluluktan uçuyordu. “Gitsin, iki gün sonra döner” diye düşünenler fikir değiştirmişlerdi. Çevrede, Dolunay’ın, annesine benzer bir şekilde, içtenlikle sunduğu mutluluğunu paylaşmak istemeyen de hemen hiç yoktu. Beni çok az kişi tanıyordu ama Dolunay reklamımı o kadar iyi, ve gene annesinden kaptığı huylarla, o kadar abartılı bir şekilde yapıyordu ki, insanlar artık merakla beni tanıyacakları günü bekler olmuşlardı. Dolunay, yaşına rağmen olgun ve bilinçli bir kişiliğe sahipti. Çok güzeldi. Bu çocuğu elde eden adamın da herhalde vardı bir özellikleri… Tek özelliğimin, içimdeki sevgi paylaşma özlemi olduğunu ve Dolunay’ı bana Tanrı tarafından bu amaçla gönderilmiş bir melek olarak algıladığımı düşünüyorum. ......... Boşanma davası açmıştım ama karım “Nuh” diyor, “Peygamber” demiyordu. Çocukları görmemi engelleyen, mahkemeleri sürüncemede bırakan tavrı, haliyle sıkıntımı arttırıyordu. Tabii esas sıkıntı Türkiye’deki ailemin bünyesinde yaşanıyordu. Artık Kışlalı’larla iyi ve yakın dost olmuşlardı. Çok iyi anlaşıyorlardı. Evlenebilsek, ortada hiçbir sorun kalmayacaktı. Türkiye’de, aileler çok yakınlaşmışlar, yoğun bir sosyal hayatı paylaşmaya başlamışlardı. “Anlaşmışlardı” derken, bizim durumumuz konusu dışında tabii... Günün birinde, aile meclisi toplandı. Adeta bir Devlet Güvenlik Mahkemesi! Sanık: Sıtkı Uluç. Suç ortağı: Dolunay Kışlalı... Ablam, eniştem, yeğenim ve Kışlalılar her zamanki gibi bir aradalar. Belçika’da, ağır ceza mahkemelerinde hâlâ varlığını sürdüren ilkel halk jürisi gibi toplanmışlar. Zabıtlar şöyle: Işıl Erköse ve Ahmet Taner Kışlalı: (görüş birliği içinde...) “Bu işin olmaması için birbirinden inandırıcı gerekçeler var. Sıtkı evli. Yaş farkı feci. Dolunay çocuk...” Kışlalı: “Benim kızım küçük. Bu tamamen Sıtkı’nın hatası... Dolunay’ı suçlamak yanlış...” Haluk Erköse: “Neden efendim? Sıtkı tek başına mı yaptı bu işi? Dolunay da hatayı paylaşıyor. Tabii önemli bir hata söz konusu ama...” Ceran: “İkisi de birbirlerini seviyorlar. Sizden bir beklentileri yok ki, sadece hoşgörü istiyorlar.” Bu gergin ortamda, sigara üstüne sigara yakarak konuşmaları izleyen, hiç söze karışmayan Nilgün herkesin daha da sinirlenmesine neden oluyordu. Onun kızı bu muhafazakar ailelerin başına ne işler açmıştı. Işıl dayanamadı: “Nilgün, bırak şu fosur fosur sigara muhabbetini de fikrini söyle. Komşunun kızından değil, senin kızından söz ediyoruz!..” Ve yanıt: “Günlerdir hayret ve ibretle sizin bu konudaki tantanalı, gürültülü değerlendirmelerinizi izliyorum. Ben kızıma bu yaşa gelinceye kadar ne verebildiysem verdim. Artık büyüdü, kendi hayatını yaşamak istiyor. Sizin onların gelecekleri üzerine bu kadar müdahalede bulunmaya ne hakkınız var? Belki de birkaç yıl sonra benim kızım bir trafik kazasında ölecek ve siz şu anda, onun birkaç yıl sürecek mutluluk hakkını elinden almak istiyorsunuz. Bırakın ne isterlerse yapsınlar, sonuçlarına da kendileri katlansınlar!” Bu sözler, bizim en acımasız muhalifimiz konumundaki Işıl için bir “hayat dersi” niteliği taşıdı. Kendi ifadelerine göre, “fikir belirtmekle, başkalarının hayatına müdahale arasındaki farkı” algıladı. Susma kararı verdi. Kışlalı da, belki mücadeleden yorulduğu için, belki de Işıl’ın desteğini de yitirdiği için teslim oldu. …….. Kışlalı artık “acı gerçeği” kabul etmişti. “Soğuk savaş”, Amerika karşısında hezimete uğramış Sovyetler’in durumundan beter bir halde olan Kışlalı’nın yenilgisiyle noktalanıyordu. O da “içerden” darbe yemişti çünkü... Nilgün bile artık karşı bloktaydı! Tek desteği Altınay, teselli etmek dışında hiçbir işlev göremiyordu. “Adaletsiz” dünyada, bir kere daha, “haksızlar, cahil cesaretliler, bilinçsizler, toplumu ve toplum kurallarını hiçe sayanlar” zafer kazanıyor, “mantık ve ciddiyet” yenilgiye uğruyordu. Gerçekte, Kışlalı’nın daha sonra çok sık söyleyeceği ve yazacağı gibi, kazanan “sevgi”ydi! Sadece “sevgi”! En büyük güç! .......... Söz konusu sevginin boyutlarını ve Kışlalı’ların ne kadar temiz yürekli insanlar olduklarını yansıttığı için, o dönemde yaşadığımız bir olayı anlatacağım: Dolunay’ın Brüksel’e gelmesinden 15 gün kadar sonra onu birkaç gün için Türkiye’ye gönderdim. Bu, Kışlalı’ya bir mesajdı. Kızı kaçmamış, kaçırılmamıştı. Onları çok seviyorduk, mutluyduk... Ardından Dolunay gazetecilikte ilk adımlarını atmaya başladı ve “çömez” olarak işe girdi. Birkaç ay sonra, Anadolu Ajansı’nın o zamanki Genel Müdürü Ceyhan Baytur beni arayıp Arnavutluk’ta bir anlaşma imzalanacağını bildirdi ve kendilerine tercüman olarak görev yapma talimatı verdi. Tiran, Roma, Atina, Madrit ve Brüksel’e gideceklerdi, ben de Ankara’dan başlayarak kendilerine eşlik edecektim. 10 günden fazla sürecek ilginç ve cazip bir gezi söz konusuydu ama o dönemde, Dolunay’dan bu kadar süre ayrı kalmak ve onu yalnız bırakmak istemiyordum doğrusu... Aklıma bir muziplik geldi. Ankara’ya giderken Dolunay’ı da götürmeye, herkese sürpriz yapmaya karar verdim. O aileyle kalırdı, benim işim bitince Brüksel’de buluşurduk. Dolunay’a hiçbir şey söylemedim. İzinleri ayarladım, uçak biletlerini aldım. Kararımdan haberdar olmayan Dolunay, bu uzun süreli ayrılık nedeniyle çok üzgündü ama yapacak bir şey olmadığını biliyordu. Kendisine, ben yokken, işte ve evde neler yapması gerektiğini uzun uzun anlatıp talimatlar veriyordum, notlar alıyordu sürekli... Yolculuk günü valizimi özenle hazırladı. Bir gece önce veda yemeğine çıktık. Sanki 18 ay askerlik yüzünden birbirinden ayrılmak zorunda kalan nişanlılar gibi, dertleştik, vedalaştık. O ağlayıp duruyordu ve ben inatla sürprizimi gizli tutuyordum. O gece, gizlice Dolunay’ın Türk ve Fransız pasaportlarını alıp cebime yerleştirdim. Ertesi gün, bizim Ajans’ın olağanüstü ve her açıdan ilginç foto muhabiri Mehmet Özdemir bizi havaalanına götürdü. Mehmet, sürpriz konusundan haberdardı. Ben valizimi ve biletleri verirken Dolunay’ı yanımdan uzaklaştırmak da onun göreviydi. Sevgililerinden birine bir hediye alacağını, bir kadın görüşüne ihtiyacı olduğunu söyleyip onu bir mağazaya sürükledi. Brüksel havaalanında, basın kartı olanlar içeri girebiliyor, uçak kapısına kadar gidebiliyorlardı. Mehmet, numaradan, “Ben Dolunay’ı eve geri bırakırım” diye kafamızda dikiliyordu. Ben, “Hayır, o taksiyle eve döner. Şimdi benimle içeri girecek. Uçağın kalkmasına daha bir saat var. Bu bir saat bizim için önemli” deyip Mehmet’i gönderdim. Alana girdik, kahve içtik. Dolunay ağlıyordu. Ayrılık pek zordu doğrusu... Ben bu gözyaşları karşısında garip bir haz ve aynı zamanda utanç duyuyordum. Ama son saniyeye kadar, bu deneyimsiz genci işletmekte de kararlıydım. Frankfurt üzerinden Ankara’ya uçulacaktı. Uçağın kapısına kadar geldik. Yolcular uçağa alınmaya başladı. En son biz kalmıştık. Hostes, ağlayan ve beni öpen Dolunay’a acıyarak bakıyor, büyük bir felaket yaşadığımızı düşünüyordu herhalde... “Amma ağladın be!” dedim. “Madem öyle, hadi sen de gel uçağa...” Şaka yaptığımı sandı, hostesin sabırsız ve acımalı bakışlarından utandı. “Saçmalama, ayıp oluyor, tamam ağlamıyorum” dedi. Onu uçak kapısına sürükledim ve biletleri hostese verdim. Dolunay, hiç beklemediği bu durum karşısında şaşırmıştı ama benim oyunum bitmemişti daha: “Sana bir sürprizim var” dedim, “Biliyorsun, bu uçak Frankfurt’ta dört saat transit molası verecek. Sana bir Brüksel Frankfurt Brüksel bileti aldım. O dört saati ve uçuştaki 45 dakikayı da birlikte geçireceğiz. Düşün, bu sayede beraberliğimiz 285 dakika daha uzamış olacak. Ne güzel, değil mi?” Bunu da yuttu. (Ona her zaman birlikteliğimizin her saniyesinin çok değerli olduğunu anlatırım.) Benim olağanüstü bir adam olduğumu, sevinç ve güvenle söyledi. (İnandım tabii. Madem öyle diyor, öyledir. “Yok, estağrufullah” falan demenin ne gereği var?”) Frankfurt’a indik, koca havaalanında dört saat gezindik, konuştuk. Sonlara doğru bizimki gene ağlamaya başladı. Artık oyunun sonu geliyordu ama bir tesadüf, bir mucize, bu oyunun birkaç dakika daha uzamasını sağladı. Ankara uçağının kalkacağı kapının tam yanında, ondan beş dakika sonra hareket edecek olan Brüksel uçağı bulunuyordu. Bekleme salonları aynıydı. Dolunay’a biletini verdim. Açıp bakmadı bile... “Senin uçağın da bu” dedim, üzüntüyle. Ve Brüksel’e dönüşte dikkat etmesi gerekenleri tek tek anlattım bir kere daha... Ağlayarak dinliyordu... Nihayet, yolcular Ankara uçağına binerken, öperek veda ettiğim ve Brüksel uçağına doğru ilerleyen Dolunay’a, “Biletini kontrol et” diye seslendim, son dakikada... Ben uçağa girmiştim, arkadan koşarak geldi. Uçağa yerleşirken, gözyaşlarını silerek söylediğini hiç unutmam: “Yahu, aslında ben cin gibiyimdir. Öyle derler. Nasıl yuttum bunları?!...” Bana kızmadı. Ben olsam kızardım doğrusu... Güveni, inancı ve temiz kalpliliği, benim ömür boyu değerlendireceğim niteliklerindendi, belli... Akşamüzeri Ankara’ya vardık. İlk sürpriz, bizi almaya gelen eniştem Haluk Ağabey’e oldu. Dolunay saklandı, Haluk ağabey beni öpüp valizi arabaya attı ve yola çıkmak üzere motoru çalıştırdı. “Abi, Dolunay’ı unuttuk” dediğim zaman çok şaşırdı ve sevindi. Evde, ablam Işıl da aynı şaşkınlık ve sevinci yaşadı. O gece, Kışlalı’ları yemeğe davet etmişlerdi. Nilgün, erken geldi. İşten çıkıp Bahçelievler’deki eve ulaşmıştı, Ümitköy’e gitmeden... Kapıyı alacaklı gibi çaldı. Dolunay banyoya saklandı. Eve süratle dalan ve beni gören Nilgün’ün ilk sorusu, “Dolunay nerede?” oldu. Şaşırdığımı belli etmeden, “Brüksel’de” dedim, “Sizi çok öpüyor. Gelemediği için tabii biraz üzgündü ama malum, çalışıyor artık...” Nilgün beni dinlemiyordu. Salona koştu. Kimse olmadığını görünce evin odalarına girip çıkmaya başladı. Dolunay’ı arıyordu. Hepimiz şaşkın onu izliyorduk. Ve sonunda ışığı yanan banyonun kapısını açıp girdi; küvetin perdesini çekip açtı. Arkasından bir sevinç çığlığı ve kucaklaşma... Bu işe biraz bozulmuştum doğrusu... Nilgün’e sürpriz yapamadık... Ablam, “Yahu Nilgün, evin banyosuna nasıl daldın öyle? Ya içerde başka birisi olsaydı, Ceran veya Haluk banyoda olsaydı ne yapardın?” diye sorduğunda aldığı yanıt Nilgünceydi: “Özür diler çıkardım...” Sonra bana döndü Nilgün: “Kime yutturacaksın bu numarayı? Ben emindim Dolunay’ın geleceğinden. Sen onu 15 gün yalnız bırakacak adam değilsin! Saftaroz olmak lazım yutmak için...” “Valla” dedim, “Kızınız yuttu... Haluk Abiyle Işıl da yuttular. Ve eminim ki, Ahmet Abi de yutacak...” Nilgün keyifle sigarasını yaktı ve kocasını beklemeye koyuldu. O arada, baba Kışlalı’nın bu gece keyifsiz geleceğini, kızını çok özlediğini anlattı. “Ben Ahmet’e söyledim, Sıtkı Dolunay’ı getirir diye, ama inanmadı ve boşuna umutlanmamamı söyledi” dedi. Kışlalı bir saat kadar sonra kapıyı çaldı. Dolunay evin bir ucundaki Ceran’ın odasına saklandı ve beklemeye koyuldu. Nilgün’e, çenesini bir süre tutmasını, oyunu bozmamasını, sırıtmamasını tembih etmiştik. O da somurtup oturdu. Hiçbir şey söylemiyordu. Kışlalı, bu somurtkanlıktan rahatsız olmuş ve Nilgün’ün, Dolunay gelmediği için bozulduğunu düşünmüştü. Salona yerleştik, hal hatır soruldu. Tabii Kışlalı kızından haberler istiyordu. Ben de biraz dramatize ederek onu yalnız bırakmak zorunda kaldığımı, yeni bir daireye taşındığımızı, evde henüz eşya olmadığını falan anlattım. Sonra da, “Telefon edelim, daha aramadım Brüksel’i” dedim. Koridordaki telefondan, Ceran’ın odasındaki paralele bağlandım Karşımda Dolunay. Ahmet Ağabey, salondan konuşmalarımızı duyuyor. “Nasılsın bebeğim? Her şey yolunda mı? Ne yiyeceksin bu akşam? Seni çok özledim” gibi bir muhabbet... Ve sonra Ahmet Ağabey’i telefona çağırdım. Kızıyla yarım saat konuştu telefonda... “Üzülme, kendine dikkat et” falan diyordu. Dolunay da ona, “Ne kadar isterdim sizlerle olmak” gibi laflardan sonra, “Sıtkı’yla sana çok büyük bir hediye gönderdim. Söyle hemen sana versin. Ama hiç bekleme, hemen iste” dedi. Kışlalı, istemeyerek telefonu kapattı ve yanımıza geldi. Gerçekten mutsuz, hüzünlü bir hali vardı. Sıkılarak, “Sıtkı, kusura bakma. Dolunay çok ısrar etti diye söylüyorum. Ayıp oluyor ama... Bana bir hediye göndermiş. Hemen vermeni istedi. Büyük bir şeymiş, merak ettim doğrusu” dedi. Nilgün ve Işıl, “Aaa, ayıp ama, hediye böyle hemen istenir mi! Sonra verir” deyince Kışlalı, “Dolunay öyle istedi. Özür dilerim” sözleriyle yerine oturdu. “Getireyim hediyeyi Ahmet Abi” dedim, salondan çıktım ve geri döndüm. “İşte Brüksel’den gelen büyük paket” duyurusuyla, Dolunay, yaramaz çocuklar gibi bağırıp zıplayarak salona daldı. Kışlalı’nın o anki şaşkınlığını hiçbir zaman unutamayacağız. Yerinden kalkmadı. Dolunay’a bakıyordu sadece... Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Sevgili kızı babasının kucağına zıpladı, kucakladı. Kışlalı, onu öperken, “Nasıl olur? Telefondaki sen değil miydin? Nilgün niye surat asıyordu? Nasıl olur?” deyip duruyordu. Çok keyifli bir geceden sonra, ertesi gün ben görev yolculuğuna gittim, bütün bu temiz yürekli insanları, Ankara’da, 10 günlüğüne baş başa bırakarak... ............. Brüksel’de, hiçbir şeyi kendimize dert etmeden yaşamı sürdürüyorduk. Ama, Dolunay her şeye rağmen çocuktu ve eğitime, daha doğrusu eğitilmeye ihtiyacı vardı. Geceleri “yastık kavgası” yapmak istemesi, küçücük evin bir yerlerine saklanıp kendisini bulmamı beklemesi ve sürekli oyun oynama arzusu beni biraz yoruyordu. O’nun garip hareketleri karşısında endişeleniyordum. Örneğin, bir gün, bir sandalyenin üzerine çıkıp, tepeden ve iki metre uzaklıktan bana doğru atlayıp boynuma sarılma girişiminde bulunmuştu. Ben de böyle bir şey yapmaya cesaret edeceğini bile düşünmediğim için arkamı dönünce ve kollarımı açmayınca, fena halde yere yapışmıştı. Konservatuvar geçmişli Dolunay’ın kemanını dinlemek her zaman en büyük zevkim oldu. Brüksel’de çalışmaya ve İngilizce derslerine gitmeye de başladı ama yaramazlıkları son bulmuyordu. “Düz duvara tırmanan”, buzdolabının kapısına asılıp sallanan tipten, çocuk ruhlu bir genç!.. Sakardı da… Tam Türkiye’ye gideceğimiz bir dönemde, bir dolabın kapağını açarken dudağını patlatmıştı. Dayak yemiş bir suratla Türkiye’ye geldiğimiz zaman Kışlalı duruma bakmış ve “Yahu sen bu Dolunay’ı iyi adam ettin ama bunu nasıl yaptığını merak ediyorum” diye sormuştu. Ben de, “Kızınca, çarpıyorum bir tane Ahmet Abi” demiştim, Dolunay’ın patlak dudağını göstererek. Kışlalı çok gülmüştü ama Nilgün’ün, endişeyle kızına bakışını ve “Gel seninle konuşalım” diyerek onu götürüşünü unutamıyorum… Neticede, bir düzen yavaş yavaş yerine oturuyordu, BrükselAnkara hattında... NİLGÜN’ÜN ANNESİ YVONNE HAYATTA... Brüksel’de, boşanma ve evlenme beklentili ama çok huzurlu, mutlu günler geçirirken, Nilgün’ün bir telefonu beni etkiledi. Morali bozuktu. “Linette’le konuştum. Söylemiyor ama annem ölmemiş olabilir. Bu işin içinde bir şeyler var. Bunu ancak sen aydınlığa kavuşturabilirsin” dedi ve annesinin ismini verip istediğim bazı bilgileri aktardı. Yvonne’u bulmak, savaş döneminin ve sonrasının Fransa’sında yaşanan kargaşalıklar nedeniyle o kadar da kolay olmadı. Bir süre sonra Nilgün’ü aradım ve bazı tereddütlerime rağmen araştırma sonucunu bildirdim: “Anneniz Fransa’nın güneyinde bir yerlerde yaşıyor. Hayatta…” Benim telefonumdan sonra ablası Linette’le konuşmuş ve “annesinin hayatta olduğunu öğrendiğini” söylemişti. Linette bu habere çok kızmış, telefonu kardeşinin yüzüne kapatmıştı. Bu tavır, benim, “bir MİT’çi gibi” yaptığım araştırmalarda vardığım sonucun doğru olduğunun kanıtıydı. Sanıyorum bu konuşmanın ertesi günüydü. 17 Temmuz 1993. Nilgün, Brüksel havaalanında uçaktan indiği zaman çok kötü durumdaydı. Ayakta duracak hali olmayan, sürekli ağlayan, gerçek bir şok yaşayan müstakbel kayınvaldemi eve götürdük. Çok iyi hatırlıyorum, günlerden cumartesiydi. Akşam, o zamanki, iki odadan oluşan küçük dairemizde yemek yerken, Nilgün’ün durumunun gerçekten “vahim” olduğunu iyice fark ettim. Bunca yıldır annesinin öldüğünü düşünüyor olması ve bir anda ortaya çıkan gerçek onu fena halde sarsmıştı. Duruma ciddi bir müdahale gerekiyordu: “Bakın” dedim, “Ağlayıp durmayın. Size söz veriyorum. Önümüzdeki 48 saat içinde her şeyi öğreneceğiz ve eğer gerçekten hayattaysa, annenizle kucaklaşacaksınız!” Bana sarıldı. Daha çok ağlamaya başladı. Dolunay’la birliktelik başıma ne işler açmıştı!.. Önce Ajans’taki müdürümü aradım. Hafta sonu Brüksel’den ayrılmak için izin istedim. Sonra telefonu Nilgün’ün eline verdim ve “Linette’i arayın, bana verin” dedim. Linette’i o zamana kadar hiç görmemiştim, tanışmıyorduk ama araştırmalarım nedeniyle kendisini pek sempatik bulmadığımı da not etmeliyim. O, benim gözümde bir sır küpüydü. Her şeyi biliyordu. Annesinin “rakibiydi”. Küçük kardeşleri Nicole ve Pierrot’yu aldatanların başında o geliyordu. Pierrot, annesini aramak üzere yola çıktığı zaman Linette’in artık yalnız yaşadığı Paris’teki evine gitmiş, ablası kapıyı yüzüne çarptıktan hemen sonra intihar etmişti. Nilgün, Linette’e telefon etti. Bir gün önce, Brüksel’e geleceğini ablasına söylemişti zaten… Buz gibi bir ses, “Geldin mi?” diye sordu. “İyi halt ediyorsun” der gibilerden… Nilgün, ablasına, “Sana damadımı veriyorum” dedi ve telefonu bana uzattı. Sakin konuşmak için büyük çaba harcadım. Linette’e kendisiyle, telefonda da olsa, tanıştığımız için büyük mutluluk duyduğumu, sevecen ifadelerle anlattım. En kısa zamanda görüşmeli ve kucaklaşmalıydık. Baktım ki karşımdaki ses tonu beni kucaklamaya falan niyetli değil… “Bakın Madam” dedim. “Annenizin hayatta olduğunu, Fransa’nın güneyinde, eski evinize yakın bir yerlerde yaşadığını biliyorum. Bunu siz de biliyorsunuz. Sanıyorum, hatalardan dönmenin de zamanı geldi. Kardeşiniz benim için çok değerli bir varlık. Ben, siz isteseniz de istemeseniz de, yarın veya en geç öbür gün annenizi bulmuş olacağım. Size kardeşinizi veriyorum ve rica ediyorum. Annenizin nerede olduğunu ona söyleyin. Vakit kazanalım. Bunu yapmanız, belki de çok büyük bir kırgınlığı önleyecektir.” Linette müthiş sinirli, sorunlu, ömrünün önemli bir bölümünü psikolaglarda geçiren bir kadındı. Telefonu yüzüme kapatmasını bekledim ama o sesi duymayınca ahizeyi Nilgün’e devrettim. “Annen, Poitier yakınlarında, Niort ile La Rochelle arasında Nalliers köyündeki ihtiyarlar yurdunda… Kahretsin!..” Ve telefonu kapadı. Hemen haritayı açtık. Demek ki Yvonne, 1930’da evlendiği ve yuva kurduğu La Reole’deki evden kovulunca, 200 kilometre kadar kuzeye çıkmıştı. Bordeaux’nun güneyinden kuzeyine geçmişti… Nilgün 1943’te doğmuştu, Yvonne 1950’de evden atılmıştı. “40 yıldan fazla süren boşlukta neler oldu?” sorusuna yanıt gerekiyordu. Nilgün o gece hiç uyumadı. Ertesi sabah saat 6’da arabaya binip yola çıktık. Sekiz saat sonra, Poitier üzerinden Niort’a ve oradan da, Nalliers köyüne ulaştık. O güler yüzlü ve konuşkan Nilgün, yol boyunca hiçbir şey söylemedi. Ben, katı bir erkek rolünde talimatlarımı sıralıyordum: “Oraya ulaşınca önce ben içeri gireceğim ve annenizi bulacağım. Siz arabada bekleyeceksiniz. Sonra gelip sizi alacağım…” Ne desem, “Olur” diyordu zaten… Bunları söylemem boşuna değildi. Karşımıza çıkacak manzara hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Yvonne çok hasta veya ölmüş olabilirdi. Devlete veya bulunduğu bakımevine çok borcu da olabilirdi. Bir çocuğunun ortaya çıkmasının sonuçları, maddi ve manevi yönden sarsabilirdi. Karşımıza, Linette’e benzeyen, katı ve acımasız bir kadın da çıkabilir, “Çocuğumu görmek istemiyorum” diyebilirdi. Nilgün’ün bir sürü üvey kardeşi ortaya çıkabilirdi. Yvonne, 1954’ten beri öldü zannedilen bir kadındı. Kırk yılda neler olmuştu kim bilir… ............. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili, yeşil bir bahçe içinde, tertemiz bir bina… Yaşlılar yurdu… Arabayı bina dışına park ettim. Nilgün’e, “Şimdi sabırla beni bekleyin ve ağlamaya son verin” dedim. Titriyordu. Günlerden pazardı. Sokaklarda ve binada hiç kimseler gözükmüyordu. İçeri girdiğimde hiçbir görevliyle karşılaşmadım. Binanın mutfağına kadar gitmem gerekti, bulaşık yıkayan iki hemşireyle burun buruna gelmek için… -­‐ İyi günler. Ben Madame Yvonne Marie Perrin’i arıyorum. Hemşireler birbirlerine baktılar ve “Öyle birisi yok burada” dediler. -­‐ Emin misiniz? -­‐ Tabii. Herkesi tanıyoruz. Bozulmuştum bu işe. Bildiklerimi anlatmaya, Yvonne’u ve yaşamını tarif etmeye başladım. Kısa bir süre sonra, birisi atıldı: -­‐ Siz Madame Troger’den söz ediyorsunuz! -­‐ O kim? -­‐ Yvonne Troget. Biz ona Vovon deriz. Eski bir demiryolu işçisinin karısıdır. O bizim aşkımızdır. Yıllardan beri burada yaşıyor... Hemşireler o kadar sevindiler ki! Yvonne’u birilerinin araması onları mutlu etmişti. Kadını çok seviyorlardı. Bana fazla soru sormadan, “Gelin” dediler ve bir odaya girdik. Olamaz böyle bir şey! Karşımdaki yaşlı kadın Nilgün’e o kadar benziyordu ki, hiçbir tereddüt yoktu. Bu, Yvonne’du! Ve aynı Nilgün gibi gülümsüyordu! Çok sevindim, çok heyecanlandım. Bulduk! Nilgün’ün annesini, Yvonne’u bulduk! Onu öptüm ve hemen “Görüşürüz” deyip odadan çıktım. Hemşirelere, beni yurdun müdürüne götürmelerini istedim. “Müdür yok ama çok yakında oturuyor. Telefon ederiz, hemen gelir” dediler. Müdürü beklerken hemşirelerle konuştum. Yvonne bu bölgede yaşamıştı. Çok uzun yıllar, o yaşlılar yurduna gelip gitmiş, orada kalan insanlara arkadaşlık etmiş, onlara şarkılar söylemişti. Kocası ile birlikte, devletin verdiği emekli maaşıyla oraya yerleşmişlerdi sonunda... Ama 1910 doğumlu Yvonne hafızasını geniş ölçüde yitirmişti. Hemşireler, onu “dünyanın en iyi insanı” diye tanıtıyorlardı. O kadar kişiye iyilikler etmişti ki… “Peki” dedim, “Size hiç çocuklarından söz etmedi mi?” Bay Troger ile evlendiği zaman 2 üvey çocuğu vardı. Bize her zaman kendisinin 3 çocuk annesi olduğunu, çocuklarının hepsinin öldüğünü anlattı. Öldüğü söylenen çocuklardan birinin kapının önünde, arabada beklediğini söyledim. Daha fazla zaman kaybına gerek kalmamıştı. Yvonne ne hasta, ne sorunlu bir kimse değildi. Çok seviliyordu. “Bakın”, dedim hemşirelere, “Size küçük kızını getireceğim, benzerlik çok şaşırtıcı…” Arabaya gittim. Sanıyorum aradan 1520 dakika geçmişti. Nilgün, uzaktan gözlerimin içine bakıyor, bir işaret, bir umut ışığı bekliyordu. Gülümsedim. “Tamam” dedim, “Annenizle sizi artık tanıştırabilirim!” Arabadan indi. Tökezledi... Bir daha tökezledi... Nilgün yürüyecek halde değildi. Kucaklar gibi sarıldım ona. “Sakin olun. Göreceksiniz. Annenizi öpeceksiniz” dedim. İki hemşire, ilgi ve heyecanla bizi kapıda bekliyorlardı. Nilgün’ü gördükleri zaman, “C’est pas possible!” (Olamaz) diye haykırdı biri, sevinç içinde… O da benzerliği hemen farketmişti. Yvonne’un odasına girdiğimiz zaman bir hemşire bağırarak konuştu: -­‐ Bayan Troger, ziyaretçiniz var! -­‐ Ziyaretçi mi? Bana mı? Nilgün’ü kollarımdan bırakıp öne doğru ittim, hemşirelere de arkada kalmalarını işaret ettim. Çok uzaklaşmıyordum, Nilgün düşerse yakalayayım diye… O ne güzel karşılaşma, o ne güzel kucaklaşmaydı. Kimse bir şey söylemiyordu. Nilgün ve Yvonne, birbirlerine sarılmışlardı. Hemşireler gülerek ağlıyorlardı. Kucaklaşma en az 10 dakika sürdü, sessiz! O sırada müdür bey geldi. Manzarayı şaşkınlıkla izledi. Ses çıkarmamasını işaret ettim. Nilgün bize döndü. Çok kararlı bir sesle, “Lütfen bizi yalnız bırakın!” dedi. Müdüre, kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim. Bürosuna gittik. Adam biraz kuşkuluydu. Bu insanlar kimdi, nereden çıkmışlardı? Kendisine durumu anlattım. Nilgün’ün 40 yıldır annesinin öldüğünü zannettiğini söyledim. “Oysa kızlarından biri zaman zaman arıyor ve ölüp ölmediğini soruyor” dedi, ters bir sesle… O Linette’ti! Müdür bizim bir miras peşinde olup olmadığımızı anlamak istiyordu herhalde… Durumu kavrayınca memnuniyeti arttı. Yvonne’un dosyasını çıkardı, gelir ve giderlerini bana gösterdi. Bilgiler verdi. Çok sevilen ve sayılan bir insandı. Daha birkaç yıl öncesine kadar hafızası yerindeydi. Çok çalışkandı. O’nu herkes “Madam Troget” olarak tanıyordu. Demiryolları’nda çalışan çok iyi bir insanla, 35 yıla yakın evli kalmıştı. 20 Eylül 1977’de, kocası ile birlikte bu yaşlılar evine yerleşmişti. Yani tam 16 yıldır orada yaşıyordu! Kocası, yaşlılığında yürüyemez durumdaydı ve bakıma muhtaçtı. Bayan Troget, ölünceye kadar ona baktı. Kocasını çok seviyordu ve başka kimselerin, hemşirelerin onunla ilgilenmesine izin vermiyordu. Eşi 4 yıl önce ölmüştü. O günden beri hiçbir ziyaretçisi gelmemişti. Halen yaşlılar yurdunun en sevilen, sayılan, en neşeli insanıydı. Diğer yaşlılara masajlar yapıyor, onlara şarkılar söylüyor, dertlerini paylaşıyordu. Başkalarının ziyaretçisi gelince çok seviniyor, ziyaretçi ile ziyaret edilenleri başbaşa bırakıyor, sonra da mutluluk paylaşıyordu. O bir “melek”ti! Nilgün’ü düşündüm. “Kızı da bir melek” dedim müdüre.... .............. Birlikte Yvonne’un odasına döndük. Nilgün, annesiyle konuşmuyordu. Sarılmış oturuyorlardı. İkisi de gülümsüyordu. Müdür devreye girdi: -­‐ Madame Troget. Kızınıza kavuştunuz, ne güzel, değil mi? -­‐ Kızım mı? Uydurmayın… -­‐ Kızınız Madame Troget, inanın… -­‐ Benim üç çocuğum vardı. Öldüler… Sonra Nilgün’e döndü. Yanaklarını okşadı. “Sen ne kadar sevimlisin” dedi. Elini tutmuş, bırakmıyordu. Nilgün de annesinin saçlarını okşuyor, gözyaşları içinde gülümsüyor ve susuyordu. Biliyor musunuz? Nilgün’ün o anlardaki yüz ifadesini, mutluluğunu izlemek öylesine heyecan verici ama öylesine duygulandırıcıydı ki, yazarken gene gözlerim doluyor. ........... Yvonne için önemli olan, birilerinin onu ziyarete gelmesiydi. Yıllardır kapısı hiç çalınmamıştı. Daha önce, kocasının çocukları, babaları hayattayken, çok nadir de olsa, geliyorlardı. Bana döndü: -­‐ Sen de güzel erkeksin. Bu kadının kocası mısın? -­‐ Hayır, damadıyım. Yvonne’a, “Damadı olacağım ama boşanamıyorum” diye sorunlarımı anlatacak halde değildim herhalde… “Ne güzel dişlerin var” dedi ve güldü: “Gözlerim sadece dişlerinin parlaklığını seçebiliyor da…” Biraz zihin açma girişiminde bulundum: -­‐ Madame Troget. Sizin 3 çocuğunuz vardı. Linette, Pierrot ve Nicole… Hatırladınız mı? -­‐ Evet, üç çocuğum vardı. Öldüler… Nilgün annesiyle konuşurken duvardaki resimler dikkatimi çekti. Baktım, hiç tanımadık simalar… Büyük bir tabloda birçok resim birleştirilmişti. Duvardan indirdim. “Kim bunlar?” diye sordum Yvonne’a… Bu çerçevenin içinde kocasının resimleri olduğunu söyledi ve “Ben zaten artık resimleri göremiyorum, sadece çerçeveyi algılıyorum. O da bana yetiyor” dedi. Hemşireler, bize fotoğraftaki kişilerin yakın aile dostları olduğunu anlattılar. Sonra, “bir MİT ajanı gibi”, Yvonne’un odasındaki dolabı ve el çantasını karıştırmaya başladım. Dolapta bir şişe kolonya, birkaç eski elbise ve battaniye dışında hiçbir şey yoktu. Çanta da boş sayılırdı. Bir şeker dışında… Yvonne çok mutluydu. Kendisiyle ilgilenen insanlar vardı çevresinde. “Size bir şarkı söyleyeyim mi?” diye sordu. “Söyle” dedik. O kadar şaşırdım ki! Edith Piaf’ın bir şarkısını, mükemmel bir sesle ve eksiksiz söylüyordu. Bir aşk şarkısı… Bitince, bir tane daha, bir tane daha söyledi. Hissediyordu şarkısını… Ve sesi o kadar güzeldi ki, en ufak bir rahatsız edici yan yoktu. Müdür, 21 yıldır bu yurdu yönettiğini, Madame Troger ve eşini daha önceden tanıdığını, çocukları olduğunu hiç bilmediğini, birkaç sene önce, bir kadının kendisini arayarak bilgi istediğini ve kızı olduğunu söylediğini anlattı. “Maddi sorunu var mı?” diye sorduğumda, “O bizim her şeyimiz. Maddi sorunu yok ama olsa da ölünceye kadar ona bakarız. Hiç endişeniz olmasın” dedi. Nilgün, annesinin elini bırakmadan, sessizce ağlıyordu. “Niye beni hatırlamıyorsun?” diye mırıldanıyordu. Annesi gülümseyerek, “Ah güzel kız. Sana yardımcı olmak çok isterdim. Seni çok iyi anlıyorum. Ne yazık ki hiçbir şey hatırlamıyorum. Ama şu anda ne kadar mutlu olduğumu tahmin edemezsin” diyordu. O sırada ses ve görüntü kayıtları yaptığım için tüm sözler hafızalarda… Yvonne, Nilgün’ü teselli ediyordu. Sonra bana döndü, bacağını kaldırıp, ayağını kucağıma uzattı. “Sen benim ayağıma masaj yaparsan sana bir şarkı daha söylerim” dedi ve ekledi: “Korkma, ayağım temiz…” Yine Edith Piaf… Şarkı bitince konuştum: -­‐ Piaf’ın şarkılarını ne kadar güzel söylüyorsunuz. Yanıt netti: -­‐ Piaf kim? Kafeteryaya geçtik. Oturduk, kahve içtik. Nilgün, çantasından Pierrot’nun büyükçe bir fotoğrafını çıkardı: -­‐ Bak, senin oğlun! -­‐ Ne kadar yakışıklı çocuk! Dişleri de çok güzel! Benim çocuğum muydu bu delikanlı? -­‐ Evet, Pierrot. -­‐ Ah hatırlayabilsem. Vardı çocuklarım, biliyorum. Öldüler... Üç çocuğum vardı benim… Bütün bu olaylar sırasında benim sadece resim çekmek ve ses kaydı yapmakla meşgul olduğumu düşünenler yanılırlar. Nilgün o kadar mutluydu ki, annesine hayatını anlatmaya başlamıştı. Çoğu kez Türkçe kelimeler kullandığı için, kendisini ilgiyle dinleyen annesine, yurt müdürüne ve hemşirelere tercümeler yapmak durumundaydım. Hele, “Anne, ben şimdi Karayalçın ile çalışıyorum” dediği zaman herkes anlamsız ama anlamak isteyen ifadelerle bana döndü. Artık Nilgün, annesine, Ankara Belediyesi’nin yönetimini ve sorunlarını anlatıyordu! Ben de, bu sevimli Fransız köylülerine, yeryüzünde Türkiye diye bir ülke bulunduğunu, başkent Ankara’nın Büyükşehir Belediyesi’nin Murat Karayalçın isimli bir kişi tarafından yönetildiğini, Nilgün’ün de belediyede protokol müdürü olarak çalıştığını anlatma çabasındaydım. O arada lafa karışan Nilgün daha ayrıntılı bilgiler veriyor, Karayalçın’ın kalitelerini, bakanlık yaptığını ama Türkiye’de politikanın pek de istikrarlı olmadığını falan anlatıyordu. Herkes bizi şaşkın şaşkın dinliyordu. Yvonne, “Bahçeye çıkalım” dediği zaman, üçümüz harekete geçtik. Çıkınca Nilgün bir sigara yaktı ve annesinden ilk azarı işitti: -­‐ Sen sigara mı içiyorsun. Çok ayıp! Ben hiç içmedim. Sadece akşam yemeklerinde bir bardak şarap içerdik kocamla… Bahçede dolaşan diğer bazı ihtiyarlar yanımıza geliyor, Yvonne’u öpüp gidiyorlardı. O da, gülümseyerek bizi tanıtıyor ve “Bakın, bu benim kızımmış. Bu da kocası galiba ama tam anlamadım” diyordu. ......... Bu ilk ve muhteşem buluşma üç saat sürdü. Ertesi sabah tekrar uğrayacağımızı söyleyerek yurttan ayrıldık. Birkaç kilometre ötedeki Okyanus sahillerine yönelip bir otel bulduk. O dökülen, mızmızlanan Nilgün gitmiş, yerine neşeli, bildiğimiz Nilgün gelmişti. “Sana bu gece müthiş bir yemek ısmarlayacağım” dedi. Lokantaya gittiğimiz zaman, garsona, “Bize sakin bir köşe masası verin” diyen Nilgün’ün gene muzurluğu tutmuştu. Koluma girmişti. Kulağıma fısıldadı: -­‐ Bak, gördün mü? Garson da bizi karıkoca zannetti. Bu benim genç gözüktüğümü kanıtlar. -­‐ Veya benim, sizin damadınız olamayacak kadar yaşlı gözüktüğümü… O güzelim kahkahalarından biri çınladı, herkes bize baktı. Lokantada bütün gece güldük, mutluluğunu paylaştım Nilgün’ün… Gene bana olmadık şeyler anlattı, Karayalçın’dan söz etti. Ahmet Abi’nin, Dolunay olayı patlayınca beni öldürmek istediğini, hayatımı kendisine borçlu olduğumu, çünkü o’na, “Bu adamı öldürme, değmez” dediğini anlattı. Çok güldük, o zor günleri anımsayarak… Sonra bir anda ciddileşti: -­‐ Bak, sana çok şey borçluyum. Ömrümün en güzel günlerinden birini yaşattın bana. Anlayamayabilirsin ama sağlıklı, sevimli, sevilen bir annem olduğunu görmek, onu kucaklamak beni öylesine mutlu etti ki... Senin sayende… Teşekkür ederim. Biliyor musun, annem bu yaşa kadar yaşadığına göre ben de uzun ömürlü olurum belki… Sana yıllarca kaynanalık yapacağım… Elini tuttum. “Ben de size çok şey borçluyum. Sizin gibi kaynana bulunmaz. Allah hepinize uzun, sağlıklı ömür versin” dedim. O zaman nereden bilebilirdim, Nilgün’ün annesinden birkaç gün önce öleceğini!.. ……… Garson geldi, bizi el ele görünce rahatsız etmemek için geri döndü. Hesabı istedim. Fatura o kadar yüklüydü ki… Beni davet eden Nilgün, elbette yanındaki erkeğin hesabı ödemesini bekliyordu ama biz kaçın kurasıyız: Hatırlatırım ki ben buraya davetli geldim. Yoksa siz de anneniz gibi hafızanızı mı yitirdiniz? Cüzdanınızı arıyorsanız çantanızda… “Adi herif” dedi ve 800 franklık hesabı ödedi… …….. Ertesi sabah, otelden çıkmadan önce yaşadığımız bir olayı da anlatmalıyım. Kahvaltı salonuna inerek buluştuk. Küçük bir havuz kenarındaki masaya iliştik. Çok güzel, yeşilliklerle donatılmış bir güney Fransa otelinin salonu… Nilgün, bu güzelliklere dikkat çekti ve “Havuzun da gözükeceği bir fotoğraf çekelim. Ahmet’e gösteririm” dedi. “Tamam, ben sizin resminizi çekerim” dedim ama dinlemedi. Yerinden kalktı. Az ötedeki masada oturmuş, gazetesini okuyarak kahvesini içen bir adama yaklaştı. “Bizim birlikte bir fotoğrafımızı çeker misiniz?” diye sordu. Adam, kibarca kabul etti ama Nilgün’ün istekleri bitmiyordu: -­‐ Sizin masanın yeri daha güzel. Fon iyi çıksın. Biz bu masaya oturalım, fotoğraf için… -­‐ Tabii Madam, buyrun. Utanarak yerimden kalktım. Adamın masasına, Nilgün’ün yanına oturdum ve poz verdim. Fransız, fotoğrafı çekip makineyi iade ederken, Nilgün de teşekkür etti ama yerinden kımıldamadı. Masa değiştirdiğimizi unutmuştu bile ve adamcağızın kahvesini içiyordu! …… Otelden çıktık. Önce bir alışveriş merkezine gitmemiz gerektiğini söyledi Nilgün. Annesine terlik aldı. Şeker gibi bir şeyler aldı. Kolonya ve elbiseler aldı. O arada ben de Portekiz ürünü birkaç çıplak kadın heykeli bulup müstakbel kaynanamın bunları bana hediye etmesi için müsait ortamdan yararlandım. (Benim merakım da çıplak kadın heykelleri… Gerçi karım Dolunay, olmadık yerlerde, “Kocam çıplak kadın koleksiyonu yapar” diyerek beni rezil etmeyi sürdürüyorsa da, koleksiyonunu yaptığım sadece heykellerdir, kadınlar değil…) Yaşlılar yurduna döndüğümüz zaman aynı hemşireler heyecanla bizi karşıladılar. “Nerede kaldınız?” diye sordular. Saat 10.30 olmuştu ve tekrar döneceğimizi söylediğimiz Yvonne, sabah saat 5’ten beri yatağının üzerinde oturmuş bizi bekliyordu. İçeri girer girmez konuşmaya başladı: -­‐ Gelmeyeceksiniz sandım. Nerde kaldınız? Çok garip rüyalar gördüm sabaha kadar. Benim 3 çocuğum vardı. Öldüler… Belki de ölmediler… Beni görmeye gelmeniz ne büyük mutluluk… Gene geleceksiniz değil mi? -­‐ Anne, ben çok uzaktan geldim. Gene gelmek için çaba harcayacağım… -­‐ Yavrum benim, kim bilir ne kadar yoruldun buralara gelmek için. Türkiye dediğin yer Nalliers’e yakın değil, değil mi? Sağol, zahmet ettin. O kadar mutlu oldum ki… Gelebilirsen her zaman beklerim… O arada, yaşlı bir kadın odaya girdi. Nilgün’ü görünce, “Sen Yvonne’un çocuğusun!” dedi. -­‐ Nerden anladınız Madame? -­‐ Bana bir resmini göstermişti. 30 yıl önce çekilmiş, mayolu bir resmi… Aynı sana benziyordu… Ben hemen “ajan” edasıyla söz konusu resmi aramak için dolaplara daldım ama bulamadım. Birkaç saat sonra, sıkılarak Nilgün’e eğildim ve Brüksel’e dönmemiz gerektiğini, izin süremin dolduğunu anlattım. Yvonne gülümsüyordu. Nilgün’ün aldığı terlikleri de çok beğenmişti. Yurt müdürü yanımıza geldi ve biraz konuştuk. Nilgün, sık sık gelemeyeceğini anlattı ve “Sizden bir tek ricam var. Anneme iyi bakacağınızı biliyorum. Eğer ona bir şey olursa, parmağındaki o gümüş yüzüğü benim için saklayın. Annemden bana tek miras o olacak” dedi. Müdür söz verdi ve telefon numaralarımızı aldı. O da bilemezdi, kimin kimden önce öleceğini… Ve Brüksel’e döndük. Nilgün Ankara’ya gidip kocasına her şeyi anlattı. Gelişinde ne kadar mutsuzsa, dönüşünde o kadar coşkulu ve mutluydu. Bir gece sonra Kışlalı telefon etti ve aramızda şu konuşma geçti: -­‐ Sıtkı, ben sana, seni bir tenis topu gibi görmek istediğimi; içimden, her üzerime gelişinde sana şiddetli bir darbe vurarak uzaklaştırmak geldiğini, hem de içtenlikle söylemiş miydim? -­‐ Söylemiştiniz Ahmet Abi… -­‐ Sana, “Damat, damat, seni dama atmak lazım” demiş miydim? -­‐ Demiştiniz Ahmet Abi… -­‐ Ben seni, nefret ettiğin psikolaglardan birine de göndermiştim, değil mi? -­‐ Evet Ahmet Abi… -­‐ Ben senin nasıl bir insan olduğunu biliyorum ama Nilgün’ü annesiyle buluşturarak öyle bir şeyi başardın ki, sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ama biliyorum ki, baştan beri senin hakkındaki düşüncelerimde hiç yanılmadım. -­‐ Teşekkür ederim Ahmet Abi… Kışlalı, yaşanan zor günlerde bile, benden hiçbir zaman nefret etmedi, biliyorum… Ama sevgisini böyle güzel anlatması beni çok duygulandırmıştı… ………… Nilgün annesini bir daha göremedi. Ama Dolunay’ı da o köye götürdüm, anneannesiyle tanıştırdım. Yani Yvonne gibi muhteşem bir kadını iki defa görmek sadece bana nasip oldu. İkinci gidişimizde herkes bizi sevgiyle karşıladı, Yvonne dahil… İlk ziyaretimizi unutmamıştı ve torununu kucakladığı zaman, artık, “Benim çocuklarım öldüler” demiyor, sevgi dolu şarkılarını söylüyor, torunu Dolunay’ı şefkatle okşuyordu. ......... Nilgün’ün ölümünden on gün sonra Yvonne’un vefat haberi geldi Yurt müdürü, “gümüş yüzüğü sakladığını” söylüyordu. “Gerek kalmadı” dedim… Çok üzüldü… LÜTFİYE HOCA... Kışlalı Ailesi’nde en büyük “otorite”, Lütfiye Hoca’ydı. Kışlalı’ların annesi… Benimle tanışmak istiyordu. Nilgün, Ankara’da olduğumuz bir sırada durumu bana “endişeyle” bildirdi. Bu çok önemli bir sınavdı. Dolunay ve Nilgün’le birlikte, Gençlik Caddesi’ndeki eve gittik. Lütfiye Hoca’nın elini öptüm. Bizi ağırlayacağı için özellikle giyinmiş, kuşanmış, diğerlerini şaşırtan bir şekilde parfüm bile sürmüştü. Dolunay’la ben ne kadar sakinsek, Nilgün o kadar gergindi. Lütfiye Hoca, bana, “Yanıma oturun da göreyim sizi” dedi. Kendi elleriyle hazırladığı katmer tatlısını, çayı sundu, sohbet ederek yedik. Bir ara, yaşlı kadın bana, “Biraz daha ister misiniz?” diye sordu. Ben ağzımı açmamıştım ki Nilgün atıldı: Anne, gitmemiz gereken yerler var. Çok teşekkürler, Sıtkı istemez!.. Bir soruya benim yerime yanıt verilmesinden nefret ediyorum galiba… “Tatlılar nefis” dedim. “Eğer sizce sakıncası yoksa biraz daha yerim ama servisi kendim yapacağım, siz rahatsız olmayın…” Lütfiye Hoca bu tavrıma kızmadı, aksine memnun oldu sanıyorum. Dolunay ve Nilgün bize hayretler içinde bakarken, bu muhteşem Cumhuriyet annesiyle hem tatlıları yedik, hem koyu bir sohbete daldık. Bu görüşme, Kışlalı’nın da heyecanla beklediği bir olaydı. Annesine büyük sevgisi ve saygısı vardı. Ondan gelecek olumsuz bir yoruma şüphesiz çok üzülecekti. Ama iyi not almış olsam gerek ki, o günün akşamı buluştuğumuzda çok keyifliydi. “Annem bile seni sevmiş, hayret!” diye takılıyordu. Lütfiye Hoca, oğluna telefon etmiş, iltifatta bulunup, “Dolunay’ın neden âşık olduğunu anladım. Adam çok kaliteli ama sen bunu onlara söyleme” demiş... Bu, Lütfiye Hoca’yı ilk ve son görüşüm oldu. Buluşmamızdan birkaç ay sonra ve Dolunay’la evlenmemizden önce, Lütfiye Kışlalı, oturduğu koltuğun üzerinde, büyük bir huzur ve sadelikle ruhunu Tanrı’ya teslim etti. “Cumhuriyet annesi”, bir 29 Ekim günü öldü. Ahmet Taner Kışlalı, Ekim 1994’te, “Bir annenin öyküsü” başlıklı şu yazıyı yazdı: Yıl 1926. Cumhuriyet ilan edileli üç yıl olmuştu. Atatürk’ün eğitim ordusu yetişiyor.. Her yüz kadından sadece birisinin okumayazma bildiği bir toplumda; geleceğin “aydınlık” kuşaklarını eğitecek bir ordu. Düşman Ankara kapılarına dayanır, Meclis’in Kayseri’ye taşınması gündeme gelirken bile Mustafa Kemal daha uzak yarınları düşünüyor. Topladığı eğitim kurultayının görevi, Türk “kadın ve erkeğine” verilecek eğitimin ilkelerini saptamak. Ortaçağ karanlığındaki bir toplumu aydınlığa taşımak için herkese gereksinme var.. Sadece erkeklere değil. Ve 1910 doğumlu bir genç kız, 16 yaşında, Atatürk’ün eğitim ordusuna katılıyor. Kilis’ten Ankara’ya kadar uzanan 44 yıllık bir uzun yürüyüşün başlangıcıdır bu.. Bazen kendinden daha yaşlı “erkek” öğrencilerin de bulunduğu sınıflarda başlayan bir savaşımın.. Anadolu’nun çocuklarına sadece okuma yazma öğretmek için değil; temizliği, iyi insan olmayı, iyi yurttaş olmayı ve Mustafa Kemal’in gösterdiği yolda yürümeyi öğretmek için verilen bir savaşımın. Yolu, elektriği bulunmayan köylerden geçen.. Madalyası yetiştirdiği kuşaklar olan, onurlu bir uzun yürüyüşün.. Ve genç öğretmen, hep “genç” kalarak yaşlandı. Sayısız “takdirname”ler alarak. Kendisine ve tüm insanlara saygısını koruyarak. Ne mesleğinden, ne de anneliğinden özveride bulunarak, inandığı doğrulardan ödün vermeyerek. Hep en iyiyi yapmaya çalışarak. Gerçek bir Kemalist devrimci gibi, kendini hep yenileyerek.. Çağını anlama çabası içinde torunları ile bile arkadaşlık kurmayı başararak.. Herkese yardımı yaşamının bir parçası haline getirerek. Hayatta tek bir kişiye bile tek bir kötülük yapmayarak. 1990 yılında Kilis Kültür Derneği’nce “yılın annesi” seçilerek. 1992 yılında, Yoksullara Yardım ve Eğitim Vakfı’nca “şükran” plaketi verilerek. Dinsel gerekler dışında başını örtmeyerek.. Ama orucunu tutup, namazını kılarak. 80 yaşında, acılar içinde ancak koltuk değneğiyle yürüyebilirken bile yurttaşlık görevini yerine getirmek için seçim sandıklarının başında sıraya girerek. “Kurtuluş ” dizisini izlerken gözyaşlarını silerek.. Yaşama gözlerini kapatmadan bir saat öncesinde bile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın “Cumhuriyet’in 71. Yıl Konseri”ndeki coşkuyu duyunca mutlu olup, torunlarına anlatarak. İnancını ve onurunu, kendi gücü ile ayakta kalabilme istencini yitirmeden. Bir çınar gibi dik ve dingin.. Kökleri sağlam, dalları gür. Olağanüstü bir öğretmen.. Olağanüstü bir anne. Olağanüstü bir insan.. Atatürk’ün bir çocuğu… Annemi sonsuzluğa doğru yolcu ederken bunları düşündüm. BİZİM DÜĞÜN NE ZAMAN ? Bu arada benim boşanma davası ilerler gibiydi. Bu meselenin şu veya bu şekilde halledilmesi şarttı. “Yasadışı” beraberliğimiz, Türkiye’de herkesin başını ağrıtıyordu. Sorunu hiç umursamayan tek kişi Dolunay’dı. İki yıl süren, benim açımdan çok zorlu ve mücadeleli bir dönemden sonra boşanma belgesini Brüksel Adliyesi’den aldım. Belgeyi dört gözle bekleyen ablam, Ankara’da düğün hazırlıklarını zaten iki yıl kadar önce tamamlamıştı! Şahitlerimiz olmayı kabul eden, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, bu işten hiçbir şey anlamadıklarını söylüyor, “Düğün ne zaman?” diye sorup duruyorlardı. “Kardeşimin boşanmasını bekliyoruz” diyemeyen ablam kıvranıyordu. Ahmet Taner Kışlalı’yla ilişkilerimiz tamamen normale dönmüştü. Anne, baba ve ablamlarla da Ankara’da iyice kaynaşmışlardı. Benim boşanma mahkemeleri daha sonuçlanmadan ama hedef pek uzak değilken, Nilgün, ablama, “Dolunay’ı gelip bizden isteyin artık” demiş. Zavallı ablam, pek de muhafazakar sayılır, böyle konularda… “Nilgün, saçmalama, daha erken” falan diye geçiştirmeye çalışmış ama sabırsızlığı ve muzip ısrarı karşısında kabul etmiş. Dolunay’ı Kışlalı’dan kim isteyecek? Babam tabii… Ama o da tutturmuş, “Boşanmamış adama kız mı istenir!” diye… Bütün bunlardan uzak, biz Dolunay’la yuvamızı çoktan kurmuşken, ablam arada kalmış, çırpınıyor. O gece orada olmak isterdim. Babam söylene söylene, eline bir hediye paketi almış, annem ve ablamlarla birlikte Kışlalı’lara gitmişler. Babam, yemeğin bir yerinde ayağa kalkıp, önce özür dilemiş ve sonra da, “Allah’ın izni…” diyerek Dolunay’ı isteme nutku atmış. Nilgün gene sabırsızlanıp, “Verdik, verdik” diye bağırmış da babamı o gerginlikten kurtarmış… Rahmetli annem, Dolunay’la bana o günü anlatırken gülüyor ama “Elinizde maskara olduk hepimiz” de diyordu. Kışlalı’ysa, “Yahu kızımı önce aldınız, sonra istediniz” diye işi şakaya vuruyordu. Ertesi gün ablam arayıp, “Bana bak, bizi ne durumlara düşürüyorsun! Ne oldu bu boşanma işi?” dedi. Birkaç hafta sonra, önce belgeyi gönderdik, boşanma Türkiye’de tenfiz davası açılarak tanındı ve düğünümüzden bir gün önce Ankara’ya gelip çok cici bir törenle evlendik. Ertesi gün de işimizin başına döndük. Düğün gecesi, Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı başta olmak üzere herkes öylesine mutluydu ki! O geceye katılan yüzlerce dost, bu mutluluğu çok iyi anımsıyorlar, eminim. Fransa’dan Tati ve Françoise da gelmişlerdi. Benim tanımadığım bazı insanlar, Dolunay’ın kulağına eğilip, “Yahu korkmuştuk. Bu adam o kadar da yaşlı değilmiş” diyorlar, Dolunay’a, başlangıçta, “Gazeteciler puşt olur” diyerek onu vazgeçirmeye çalışan Atom Damalı, özür ve mutluluklar diliyordu. O mutluluğu paylaşmayan yoktu... ...... Neticede evlendik yani... İki yıldan fazla süren “gayri meşru” beraberlik, 11 Mart 1995’te, resmi nikahla noktalandı. Düğün o kadar hoşumuza gitmişti ki, “Boşanıp yeniden evlenelim” diye espiriler yapıyorduk ama bizden başka kimse gülmüyordu... Aile fertleri, nikahtan sonra, kovar gibi gönderdiler bizi Belçika’ya... “Hadi şimdi ne haliniz varsa görün” diyerek.. NEŞELİ GÜNLER... Değişiklik olsun diye, Brüksel’deki eğlenceli anılarımızdan da birkaç kesit yansıtabilirim. Dolunay’la evlenmemizden sonra da, yakın çevremizdeki bazı insanlar, aramızdaki “yaş farkı” konusuna kafa takmayı sürdürdüler. Biz bir sorun yaşamıyorduk, hâlâ da yaşamıyoruz ama meraklıların bu konudaki sorularıyla sık sık muhatap oluyoruz. Onlara, başımızdan geçen bazı olayları keyifle anlatıyorum: Benim ilk eşimden 3 oğlum var. Hayri, Haluk, Timur... Bazen Brüksel’de, hep birlikte alışverişe çıkıyoruz. Oğlanlar da bana çekmişler, iri yarılar. Bir gün, düdüklü tencere almak üzere bir mağazaya girdik, hep birlikte… Satıcı kadın bana ve yanımdaki kalabalığa bakıp, “Size oldukça büyük bir tencere lazım” dedi ve bir modeli anlatmaya başladı. Dolunay, yanımda, beni küçük darbelerle, çaktırmadan geriye itelemenin çabasına girişti. Satıcı kadının, düdüklü tencerenin özelliklerini bana değil kendisine anlatmasını istiyordu ama kadın onu hiç dikkate almıyordu. Bana, “Eşinize anlatın, kullanırken bazı şeylere dikkat etmesi gerek” diye bilgiler veriyordu. Dolunay sonunda sinirlenip, kadına, “Tamam, tamam, anladık” dedi ve düdüklü tencereyi kapıp kasaya doğru yürümeye başladı. O satıcı kadın arkamızdan şaşkın şaşkın bakışını unutmam hiç… .............. Sabahları gazeteciden gazeteleri genelde Dolunay alırdı. Ben de bazen uğrar, o bu işi yapmadıysa, ben alırdım. Beraberliğimizin ilk döneminde, gazeteleri satan hanım, bir gün bana, “Kızınız gazeteleri sizden önce aldı” dedi. Kadın yıllardır Dolunay’ı benim kızım zannediyormuş, olur ya… Ben hiç aldırmadım. Sempatik bir kadındı zaten, sohbetimiz iyiydi… Ama eve dönünce bunu Dolunay’a anlattım. Gene çok kızdı. Ertesi gün, gazeteleri alırken, “Kocam gelirse benim aldığımı söylersiniz” demiş ve kadının şaşkın bakışları karşısında çıkıp gitmiş. Ben uğrayınca, kadın bana, “Kızınız bana sizin karınız olduğunu söyledi galiba veya ben yanlış anladım” dedi. Bu fırsatı kaçıramazdım doğrusu… Üzgün bir görüntüyle kadına dedim ki: -­‐ Yaa, sormayın. Annesi bizi terk ettiğinden beri benim, sizin gibi hoş hanımlara yakınlaşmama, yan gözle bakmama, güzelliğinizden masumca istifade etmeme bile çok kızıyor. Kıskanıyor. Ne zaman bir hanımdan hoşlansam, ona karım olduğunu anlatıyor. Kadıncağız, “Yaa, vah vah” dedi ama mesajımdan da hoşlandı… Ben bu konuşmaları da Dolunay’a gülerek anlattım ve “Hadi bakalım, şimdi nasıl inandıracaksın kadını!” diye iddialaştım. Dolunay ne zaman gazeteleri almaya gitse ve “kocasından” söz etse, kadın, “Tabii, tabii matmazel” diyor ve şefkatli ifadelerle onu uğurluyordu. Bu “sorunu” Dolunay noktaladı. Ahmet Taner Kışlalı’nın Brüksel’e bir gelişinde kolundan tutup bizim gazeteciye götürdü, “Size babamı tanıştırayım” diyerek... Olayı bilen ve en az benim kadar eğlenen Kışlalı da bunu doğruladı, kadının şaşkın bakışları önünde... Ben bir daha uğramadım oraya... Zaten taşındık, kısa bir süre sonra... Bir başka macera, çok az erkeğin yaşadığı türden… Karımı benden istediler! Kısmeti çıktı yani… Yeni eve çanak anten taktırıyordum. Bir Türk geldi, anten işiyle uğraşıyor. Ben de peşindeyim, düzgün bir iş olsun diye… Dolunay da evin içinde dolaşıyor. Antencinin dikkatini çekti ve aramızda şu konuşma geçti: -­‐ Abi, maşallah, senin kız iyi büyümüş. 16 yaşına geldi mi? -­‐ Evet, öyle gibi… -­‐ Bak abi, bu gâvuristanda kız çocukları fazla başıboş bırakmamak lazım. Erken azıyorlar yani… -­‐ Haklısın, dikkat etmek lazım. -­‐ Abi dikkat etmek yetmiyor. Bunları gecikmeden evermek lazım. -­‐ Evet, düşüneyim bu konuyu… -­‐ Eğer düşünürsen, benim bir birader var. Afyon’un Emirdağ ilçesinin Karacalar köyünde… Bir traktörü, bir de benzin pompası var. Gerçi benzin pompası henüz çalışmıyor ama iyi bir yatırım. Biz de biraderi Belçika’ya getirmek istiyoruz. Senin kızın burda oturumu da vardır. Uygun görürsen tanıştırırız, mektuplaşırlar önce… -­‐ Yani sen benden anten takarken kız mı istiyorsun? -­‐ Abi, her şey kısmet… Adam o kadar iyi niyetliydi ve anteni takması da o kadar önemli ve gerekliydi ki, işi büyütmedim. Sadece, “Bana bak, böyle kız mı istenir? Her şeyin bir adabı var” dedim. O da bana, “Haklısın abi, biz bu işin adabını biliriz. Sen he dersen gerekeni yaparız” dedi ve eksik bir parça yüzünden anten işini yarım bırakıp gitti. Ben bu arada gene iyi eğlenmiştim ama işin sonu kötü bitti. Bizim antenci, sevinçle gidip sağda solda benim kızı isteyeceğini söylemiş. Birileri de, “Ne diyorsun sen? Sıtkı abinin kızı yok, o onun karısı” deyivermiş. Adam bizim anten işini yarım bıraktı. Utandı mı, kızdı mı bilmem ama gelip işi bitirmedi… ................ İşte kendinden 20 yaş küçük biriyle evlenmenin yarattığı sorunlardan örnekler… Bunlar eğlendirici, mutluluk verici sorunlar oldu bizim için… Bu tür olayları yaşadıkça Kışlalı’lara zevkle anlatıyordum. Nilgün bol bol gülüyor, Ahmet Ağabey her seferinde, kendisiyle biraz dalga geçilen kızına karşı acıma hissiyle onun saçlarını okşuyordu!.. ............. Tabii, insanlar Dolunay’ı da çok takdir ediyorlar ama benim için endişelendikleri de oluyor. Karım, tuttuğunu koparan cinsten… Dergi çıkartıyor; cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, AB Komisyonu üyeleri, Avrupalı parlamenterler, işadamları, herkesle şaşırtıcı ve içten bir diyaloğu var. Ben, gariban “muhabir”, o “patron”!.. İstediğini yazıyor, istediğini söylüyor, sözünü kimseden esirgemiyor. Bunu görenler, şüphesiz, “Bu adam bu kadınla nasıl başa çıkıyor?” diye düşünüyorlar bazen. Durumumu, bir soruyla söze başlayarak, şu şekilde anlatıyorum: -­‐ Sizin evde ekmek kızartma makinesi var mı? -­‐ Var. -­‐ Tamam. Ekmek kızartma makinesinin içine bir dilim ekmeği koyun. -­‐ Evet. -­‐ Sağda bir düğme var, oraya basın, ekmek makineye girsin… -­‐ Evet… -­‐ Bir süre sonra, ekmek kızarınca, tık diye dışarı atar makine… -­‐ Evet? -­‐ O ekmeği elinize alıp, kızarmış bir bölümünü avcunuza şöyle koyun. Ben solak olduğum için sağ avcuma koyuyorum, siz sol avcunuza koyacaksınız… -­‐ Evet… -­‐ Ekmek parçasını şöyle bir avcunuzun içinde ezin. Ne olur? -­‐ Ufalanır... -­‐ Hah… Sonra ellerinizi birbirine çarparsanız ufalanmış ekmek parçaları etrafa yayılır. Birazı üstünüze dökülür. Onları da elinizin tersiyle, üfleyerek dağıtırsınız, hepsi gider… -­‐ Evet. Ne olmuş? -­‐ İşte ben Dolunay’ın avcunun içinde öyle bir ekmek kırıntısı gibiyim! Genelde, bu konuşmayı kısa süreli bir sessizlik izler. Sonra, bazıları acıyarak, bazıları gülerek, bazıları da, “Bu adam gerçekten garipmiş” diye düşünerek yanımızdan uzaklaşırlar. Bu hikayeyi Nilgün’ün yanında birilerine de anlatmıştım. “İnanmayın, bunlar gerçek değil” gibi açıklamalara girişmişti… NİLGÜN’ÜN TÜRKÇESİ Nilgün’le bir araya geldiğimiz zamanlar, Türkçesine çok fazla Fransızca kelime katmaya başlar, işin kolayına kaçardı. Hep anlatılır: Aydoğan ve Nükhet’in kızı Alev’i bir gördüğünde, “Fil gibi olmuşsun” dedi. Sonradan anlaşıldı, oldukça kilo vermiş olan Alev’e ne demek istediği: Fransızcada, zayıflayan insanlara, “iplik gibi olmuşsun” derler. İpliğin Fransızcası “fil”… ......... Bir Paris gezintimizde de, çiçekçi bir kadından çiçek almaya kalkıştı. Biz uzakta bekliyoruz. Kadınla aralarında bir tartışma olduğunu fark ettik. Sonra hışımla yanımıza geldi. “Ne biçim kadın yahu!” dedi, “Buketler kaç para diye soruyorum, cevap vermiyor. Anlamadığını söylüyor… Geri zekalı… Türkçe konuşuyoruz, anlamıyor!” Ahmet Ağabey, her zamanki sabır ve sükunetiyle, deneyimli bir koca olarak karısını sakinleştirdi: “Ama Nilgün, Paris’teyiz… Kadın Türkçe anlamayabilir!..” ............ Nilgün’ün Türkçesi şaşırtıcıydı. Aksanına rağmen kelime hazinesi çok genişti. Bazı kelimeleri bilinçli olarak yanlış kullanırdı, şaşırtmak, eğlenmek için… Bir gün, Ankara Belediyesi’nin bir binasına gittik, Dolunay, Nilgün ve ben… Ablam, o binada belediye avukatı olarak çalışıyordu, Bürosu 5. kattaydı ve asansör bozuktu. Dolunay’ı, ablamı alıp gelmesi için yukarı kata gönderdik, Nilgün’le ben girişte beklemeye başladık. Kapıda oturan bir zabıta memuru vardı ve Nilgün, “Ben de belediyede çalışıyorum” diyerek hemen adamla sohbete girişti. Adam da, her aklı başında memur gibi, ilk düşündüğü konudan lafa girdi: -­‐ Ne zeman emekli olecen? -­‐ Daha var. Sen? -­‐ Bi yıl kalde... -­‐ Ne yapacaksın, emekli olunca? -­‐ Göye dönecem. Orde bi erazi va… Sohbet koyulaştı. Nilgün, merakla dinliyor ve adamın heyecanını paylaşıyordu. Köy yakınlarında dere olup olmadığını falan soruyordu. O sordukça adam anlatıyordu. Bir ara, Nilgün’e bir soru geldi: -­‐ Senin Törkçen bi garip. Nirelisen sen? -­‐ Bordeaux’luyum. -­‐ Bordo nirde, Garadeniz mi? -­‐ Hayır Fransa… -­‐ Sen gâvur mesen? Gâvur olsen belediyeye almazlar… Niye orde doğden? -­‐ Ben Türk’üm. -­‐ O zaman doğre derest konuşsene… Nilgün bu laflara kızsaydı adamı ben orada haşlayıverecektim. Çünkü, gerçekten, konuşmalarını dinlediğim zaman Nilgün’ün tüm söylediklerini anlıyordum da zabıta memurunun aksanı öylesine bozuktu ki, onu izlemekte büyük zorluk çekiyordum. Ama Nilgün gülümseyerek konuyu değiştirdi ve adama hangi dereceden emekli olacağını, ne kadar maaş alabileceğini falan sordu, uzun sohbeti sürdürdü… ......... Türkçesine güvenirdi Nilgün, hata yaptığını da bilir, umursamazdı. Türk filmlerinde seslendirme bile yapmıştı. Ülkede onun kadar iyi Türkçe konuşan kaç yabancı asıllı vardı ki? Hatalarını toparlamasını da bilir, hiç beceremezse güler geçerdi. Ankara Belediyesi’nde görev yaparken, bir Fransız heyetiyle Murat Karayalçın arasında tercümanlık işini üstlenmişti. Karayalçın, “gözlemci”den söz etti bir ara ve Nilgün bunu, “rontgenci” diye çevirince Fransızlar kahkahayı bastılar. Aslında kötü olan Türkçesi değil, Fransızcasıydı! Karayalçın misafirlerin niye güldüklerini anlamak istiyordu, Nilgün’e sordu. “Güzel bir espri yaptım da ondan...” .......... Nilgün’ün Ankara Belediyesi’nden ayrılışının hikayesini unutmuştum. Dursun Atılgan, Brüksel’e gönderdiği notlarda, “İ. Melih Gökçek’in işkencesi” başlığıyla anlatıp hatırlatıyor: Ankara'da, Atatürk Orman Çiftliği'nin yanı başında bir restoran vardır: Marmara Restoranı... Kışlalı’lar bizi, bir gün önce Ankara'daki güzel evlerine davet etmişlerdi. Onları o kadar sevmiştik ki, ertesi günü de birlikte olmak istedik ve bu restorana, onların da çok sevdikleri Emin Özdemir Hoca ve değerli eşi Oya Hanım ile birlikte davet ettik. Ahmet Taner Hoca, yemek seçmede, şarap seçmede ve güzel sohbet etmede gerçekten örnek gösterebileceğimiz dostlarımızdan biriydi. Marmara restoranının bahçesinde, bir ağaç altında masayı ayırtmıştık. Nilgün Hanım güzel güzel anılarını anlatıyordu. Bir ara sordum: “Nilgün Hanım, siz bildiğim kadarıyla Ankara Anakent Belediyesinde protokol müdürü olarak çalışıyordunuz. Nasıl, neden ayrıldınız?” Birden hüzünlendi ve anlatmaya başladı: “Melih Gökçek belediye başkanı olduktan bir iki gün sonra beni makamına çağırttı. Hem de akşam mesai saatinden sonra. Ben de gittim. Koridorda bir sandalye verdiler, oturdum. Bekliyordum, ama sıra bana bir türlü gelmiyordu. Bir taraftan da çember sakallı ve silahlı korumalar koridorda gidip geliyorlardı. O kadar çok sıkılmış, o kadar da çok kuşkulanmıştım ki... Bir ara saate baktım, 21.00'i geçiyordu. Yine beklemeye koyulmuştum, sonrasını anımsamıyorum. Çünkü düşüp bayılmışım...” ............ “Onunla ilk karşılaştığımda adı Nicole’dü” diyor Prof. Nermin AbadanUnat ve anlatıyor: “Yıl 1967 ya da 1968’di. Meslektaşım, eski öğrencim, tarihçi Taner Timur ve sosyolog demograf eşi, keza eski öğrencim Serim Timur, beni Ankara’nın serin, serin olduğu kadar dinlendirici bir yaz gecesi, Kavaklıdere’deki evlerine davet etmişlerdi. Gecenin sürpriz konuğu, eski öğrencim Ahmet Taner Kışlalı’nın yeni evlendiği eşi idi. Bahçeden girdikleri zaman, gelen genç kadının güzelliği karşısında bir süre donakaldım. Gülümsemesi ile birlikte etrafa ışınlar çakan beyzi yüzü kusursuzdu. Boy pos, endam, giyim kuşam, her şey ahenk yansıtıyordu. Fakat en önemlisi, güzelliği ile birlikte açığa vurduğu mutluluktu. O genç kadını gören herkes, hayatının erkeğini bulmuş olduğunu yüzünden okuyabiliyordu. Konuşmamızı anımsamıyorum, sadece Türkiye’yi, Ankara’yı, kocasının ailesini, Türkiye’deki insan ilişkilerini çok olumlu bulduğundan söz ettiğini hatırlıyorum. Nicole, kısa bir zaman içinde tercihini yaptı ve istencini, iradesini kullanarak yeni bir kimlik seçti. Hepimizden yeni adı ile, Nilgün diye çağırmamızı istiyordu. Son derece zevkle döşediği ilk evinde, o sade, küçük sosyal konutta kaç kez konuğu olduk. Büyük kızı Altınay bizi dansları, mimikleri ve taklitleri ile güldürdüğü zaman her genç anne gibi evladından gurur duyuyordu. Nilgün’le, kocası Kültür Bakanı olduğu zaman da karşılaştım. Yaptığı ilginç dış yolculuklardan söz ettiği gibi, her gün kanserin pençesine düşmüş, iyileşmez damgası vurulan hastalara öğleyin yaptığı ziyaretlerden de söz ederdi. Bana, moral vermenin erdemlerinden söz ediyordu. Kızları büyümüştü artık, vaktinin bir kısmını toplumun yerine getiremediği ödevlere adamayı görev bilmişti. 12 Eylül 1980’den sonra Nilgün’ü Ankara’nın en zarif mağazalarından birinin yöneticisi olarak buldum. İnsanlar arasında iletişim kurmanın ustalığını bu alanda da kanıtlamıştı. Daha sonraları ise Ankara Belediye Başkanlığı’nın Protokol Müdürü olmuştu. Avrupa Konseyi Kadın Erkek Eşitlik Komisyonu’nun üyelerine, Ankara’daki toplantı vesilesiyle Golf Kulübü’nde verilen akşam yemeğini büyük bir özenle hazırlatmıştı. Fakat yüksek görev bilinci, kurallara karşı duyduğu saygı nedeniyle, gerçek katkısını o sevimli alçakgönüllülüğüyle örtmesini bilmişti. 1988 yılında, Ankara Üniversitesi’nden yaş haddinden dolayı emekliye ayrıldığım zaman, onuruma en güzel veda partisini Nilgün verdi evinde. Ahmet Taner’le birlikte adeta yoktan var ettikleri Ümitköy’deki o güzel villanın her yanı, Türk kültürünün yapıtları, kitapları ve sevgi ile örülmüştü. Olağanüstü yemekler yapardı, yemeklerin tadı kadar görünümleri de gözlere ziyafetti. Nilgün’le en son karşılaşmam geçen sonbahar, o güzelim yuvasında olmuştur. Sonbaharın ilk büyük sağanağı o akşam Ankara’nın trafiğini bir kaosa çevirmişti. Zaman içinde kocaman bir mahalleye dönmüş olan Ümitköy’deki evlerini bulmamız çok vakit almıştı, fakat Nilgün her zamanki neşesi, konukseverliği ile akşamüstü çayına beklediği konuklarına mükellef bir akşam yemeği çıkarttı. Yağmurun etkisiyle buram buram toprak kokan bakımlı bahçesinin ağaçlarını, çiçeklerini bir bir tanıttı, o sırada yurtdışında okuyan kızlarından özlemle söz etti. Nilgün benim için her zaman hayata bağlılığı, iyimserliği, Türkiye’ye karşı beslediği engin sevgi ve kişiliğini güçlendiren inancı çağrıştıracaktır. Yeryüzünde iyilik yapan melekler varsa, Nilgün kuşkusuz onlardandı! ........... Nilgün’ün iki eski ve yakın arkadaşı Nurcan Üstünbaş ve Nail Tokcan... O’nu anlatmakta büyük zorluk çekenlerden, ikisi de... “Ürkütücü” boyutundan söz ediyorlar Nilgün’ün... 1 Nisan şakalarında en ağır kazıkları yemişler de ondan herhalde... “Her 1 Nisan gelişinde tedirginlik içinde beklerdik” diyorlar. Nail, “O eş , âşık, dost olan bir kadındı” diyor ve ekliyor : “Hayatı, en zor anlarda komik, yapıcı, mutlu taraflarından yakalama yeteneği şaşırtıcıydı. Başlı başına bir hayat tarzı... Yaşamın ne kadar güzel olduğunu sadece eşine ve ailesine değil, tüm çevresine hissettirmek isterdi ve bunda başarılı olurdu. Herkesi mutlu etti...” Ve Nilgün’ün, Ümitköy’de, henüz inşaatı tamamlanmamış evde, bidonların üzerine örtüler örterek düzenlediği alçakgönüllü açılış davetini anlatıyor Nail Tokcan… Ticaretle uğraşan Nurcan Üstünbaş, bir gün Nilgün`ün kendisine “iki müsteşar” göndereceğini söylediğini; gerçekten iki kişinin geldiğini ama müsteşara hiç benzemediklerini anlatıyor ve ekliyor: “Meğerse müşteri demek istiyormuş...” Nurcan’ın anlattıkları arasından şu kısa kesit düşündürücü ve anlamlı: “Sessizliği bozan güzel bir müzik gibiydi... O’nun olduğu yerde somurtulmazdı. En kötü zamanımda, aile fertlerimi trafik kazasında kaybettiğim zaman bana gelip krep yapmıştı. En zor durumlardaki insanları yeniden hayata taşıyacak bilgi ve enerjiye sahipti. Ölümünden sonra, hastaneye getirildiği zaman onun yaşamını düşündüm. Hangi kaderdi onu buralara getiren? Çok çarpıcı gerçeklerle karşılaştım o zaman... Kader deyip geçiştiriyoruz tesadüfler zincirini... Ahmet’le evlendi, Türkiye’ye geldi, müslüman oldu ki bu bir ayrıntı... Türk toplumuna uyum sağladı; kaderini, sevincini, acısını bizlerle paylaştı. Bize benzemeyen birçok tarafı vardı. Bizim asık suratlı halimizin tersine hayat, neşe dolu bir insandı. Karşıyaka mezarlığında, bir tek ağaç bile olmayan bir yerde, güneşten şemsiyeyle korunan üç tane kara cüppeli hocanın dualarıyla, toz toprak içinde, alelacele toprağa verildi. O resmi hiç unutamıyorum. O manzara bana çok dokundu. Fransa’dan alıp getirdik, Karşıyaka’da mezarlığa bıraktık işte...” ......... Nilgün Kışlalı`yı çok iyi anlatması gerekenlerin, beklenenlerin başında herhalde Murat Karayalçın geliyordur. Karayalçın`ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Nilgün protokol sorumlusuydu ve ömrünün en yoğun, en hırslı ve en gönüllü hizmetlerini veriyordu. Belediye`nin maskotu gibiydi. Karayalçın çok zorlandı Nilgün`ü anlatacak kelimeleri bulmakta... İşte söyleyebildikleri: Nilgün`ün adı geçtiği zaman onu çok keyifli bir gülümsemeyle anıyorum. Nedenini tam bilemiyorum ama tebessüm ediyorum adını duyunca... Gözleri, gülümsemesi, sıcaklığı, sevgisi, çalışkanlığı... Çok etkilenmiştim. Çılgın gibi çalışıyordu. Ankara`ya yeni gelen veya başkentten ayrılan yabancı büyükelçilere yemekler veriyordum. Türkiye`yi çevreleyen ülkelerin büyük belediyeleriyle çeşitli ilişkiler geliştirmiştik. Konferanslar düzenlenirdi: Balkan Başkentleri Konferansı, Karadeniz Başkent Belediyeleri Konferansı... Belediye olarak uluslararası sermaye piyasalarına açıldık; Almanya`da, Japonya`da tahviller sattık. Yabancı finans kurumlarının temsilcileriyle temaslar oluyordu. Nilgün, bütün bu çalışmalarda, yabancı konukların ağırlanması ve onlara ilişkin protokol işleriyle meşgul oluyordu. Yabancı bir konuk geldiğinde Nilgün, Özel Kalem`de her türlü hazırlığı eksiksiz yapmış olurdu. Karşılamada, randevularda hazır bulunurdu. Öylesine ilginç ve şaşırtıcı bir kişiliği vardı ki... Örneğin, yabancı konuğa ne içeceğini sorardı ve garson siparişleri getirdiği zaman servisi garsona yaptırmazdı, kendisi yapardı. Başlangıçta hepimiz çok şaşırdık buna... Garson da, ben de, konuklar da... Aslında çok hoş, çok sıcak bir yaklaşım; bir kuruluşun, gelen konuğa gösterdiği itibarın ifadesi bu... Ama Nilgün bir siyasetçi eşiydi, kocası bakanlık yapmıştı. Bu alçakgönüllü tavır, gördüğümüz, alıştığımız türden değildi... Bir keresinde Müslüman konukları camiye götürmüş. Cami kapısında, adamların ayakkabıları çalınmasın diye başında beklemiş. Misafirler bunu bana dehşet içinde anlattılar. Olağanüstü bir dostluğumuz vardı ama resmi ortamlarda ve görevde benimle çok mesafeliydi Nilgün... Çok ciddi çalışırdı. Başarılı sonuçlardan gurur duyar, memnuniyetini çok sıcak bir bakış ve gülümsemeyle ortaya koyardı. Kızdığı zamanlar da olurdu. O zaman bana uzaktan gözlerini kocaman açarak, sert sert bakar ve Fransızca bir şeyler söylerdi. Anlamazdım neyse ki... Bu çok nadir olurdu zaten... İki yıl kadar birlikte çalıştık. Hoşgörü ve sevgiye dayalı bir kişiliği vardı. Olumsuzlukları dile getirmeyen, sorunları içine atan, güncel yaşamın olumlu yönlerini arayıp bulan bir kişilik... Oysa Belediye’nin Özel Kalem`inde çalışmak zor işti. Nilgün, maddi ve manevi hiçbir sorununu bana yansıtmadı. İsteseydi bunu yapabilirdi. O çevrede görev alan insanlar bir yığın sıkıntıyı, sorunu bana açmıştır. Nilgün’den hiçbir zaman şikayet, dedikodu gelmedi. Oysa sıkıntılar yaşadığını biliyorum. Ben Nilgün`le hiç sorun yaşamadım ve onun başkalarıyla yaşadığı sorunlar bana hiç yansımadı, ne kendisinden, ne diğerlerinden... O’na hayran birisi olarak ve karar yetkisine sahip yönetici sıfatımla benden ne istese yapardım ama hiç isteği olmadı. Gerçek bir profesyoneldi. Ben çok sinirli bir insanım aslında. Sinirimi, tepkilerimi kamuoyuna göstermek yerine yakınlarıma gösteririm. Yakınlarım da bundan çok yakınırlar. Nilgün’ün güler yüzünü ne zaman görsem sakinleşir, rahatlardım. Benim yanıma kimse yaklaşamazdı, Nilgün`ünse dokunulmazlığı vardı... Nilgün`ü tanımayanlar da tanımalı ama onu yazıyla anlatmak, tanıtmak çok zor olsa gerek. “Nilgünlü kolayları” anlatmak çok güç. Fiziki özelliklerini, kişiliğini anlatmak çok zor. Karakteriyle fiziği çok uyumluydu. Bazı şeyler görülmeden anlaşılamaz. O’nun tavırları; çaktırmadan her şeyi kontrol altına alması herkes tarafından kabul ediliyordu. Ben Belediye Başkanı olarak kabul ediyordum. Özel Kalem kabul ediyordu. Odacılar kabul ediyordu. Nilgün’ün bulunduğu ortamda herkes Nilgün’ün parametreleriyle davranırdı. Bulunduğu ortamda belirleyici bir figürdü. Rahatlatıcı tavrı, davranışları, önerileri herkesi etkiliyordu. Herkese kendisini eşzamanlı olarak sevdirebiliyor ve saydırabiliyordu. Kitaba muhakkak onun renkli fotoğraflarını koyun. Tanımayanlar gülümsemesini, yüzünü görsünler muhakkak... O, Ahmet Taner Kışlalı`nın eşi olarak değil, Nilgün olarak anlatılabilir. Hayır. Bence Nilgün yazılamaz, anlatılamaz… Yaşanır… ÖLÜM DÜŞÜNCESİ Brüksel’deki yuva, Türkiye’deki aile fertleri için bir “sığınak” gibiydi.Kışlalı’lar, Uluç’lar, Erköse’ler bunaldıklar zaman kaçıp geliyor veya Avrupa görevleri sırasında her fırsatı değerlendirip bize uğruyorlardı. Bunun bir nedeni de, evdeki “özgürlük havası”ydı. Brüksel’de toplum baskısı, siyaset yoktu. Ortam çok farklıydı bizde... Hâlâ da öyledir zaten... Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Dursun Atılgan anlatıyor: 57 Mayıs 1995 tarihlerinde, Almanya'nın çeşitli eyaletlerinden 40 kadar üniversite öğrencisi gencimiz için Extertal'de bir seminer düzenlemiştik. Seminerin konusu “İmparatorluktan Cumhuriyet’e ve Kemalizm'in Güncelliği” idi. Türkiye'den iki değerli bilim adamımızı davet etmiştik. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve Prof. Dr. Ünsal Yavuz... Prof. Kışlalı, sevgili eşi Nilgün Kışlalı ile gelmişti Almanya’ya... Seminerin “Kemalizm'in Güncelliği” bölümünü Prof. Kışlalı, “İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e” kesimini de Prof. Yavuz anlattı. Sorularyanıtlar bölümünde ilginç, bilinçli, güzel sorular soruldu. Üç gün süren seminer süresince, her kahvaltı ve her yemekte, konuklarımızın değişik öğrencilerin masalarında bulunmalarını ve hepsiyle yakından tanışmalarını istiyordum. Bu, hem üç konuğumuzun ve hem de öğrenci arkadaşlarımızın hoşuna gitmişti. Seminerin son günü, pazar günü, Düsseldorf'un şirin kasabalarından Monheim'e dönmüştük. Nilgün Hanım’ı o günlerde daha da yakından tanıma fırsatını bulmuştuk. Sevecen, insancıl, hep güler yüzlü, konuksever, konuşmasever bir insan, kızlarına çok düşkün bir anneydi. O günlerde Altınay Amerika'da, Dolunay da Belçika'daydı. Ahmet Taner Hoca da kızlarını çok severdi. Monheim ile Brüksel arası 260 kilometre kadardı. Konuklarımız, o gün mutlaka Dolunay'a ve eşi Sıtkı Uluç'a kavuşmak istiyorlardı. Konuklarımızı görmek için Monheim'deki evimize gelmiş olan dostlarla güzel sohbet sürerken, ben, Düsseldorf ya da Köln'den Brüksel'e tren olup olmadığını araştırmak için çalışma odasından sürekli telefon ediyordum. Ne var ki, saat 18.00 suları olmasına karşın, pazar günü olduğu için, tren yoktu Brüksel'e. Hayret etmiştim fakat, ne yapacağımı da hemen planlamıştım: Kışlalıların bir gün daha bizimle birlikte olmalarını isteyecektim ve ertesi gün, arabayla, eşim Latife ile birlikte Brüksel'e götürecektik onları... Misafir odasına girdiğimde hem Ahmet Taner Hocamızın ve hem de sevgili eşi Nilgün Hanımın gözleri bendeydi. Kendilerine, “Bugün maalesef Brüksel'e tren yok” dedim. Nilgün Hanım'ın beti benzi solmuş ve oturduğu koltuğa geriye doğru düşüvermişti. Ahmet Taner Hocanın da keyfi kaçmıştı. Bir an önce kızlarına ve damatlarına kavuşmak istiyorlardı. Belli ki kendilerini buna hazırlamışlardı. “Merak etmeyin, sizi yarın götüreceğiz Brüksel'e” dedim ama üzüldüklerini gördük hepimiz. Konuklardan Münir Bey, “Hocamızı ve Nilgün Hanımı Brüksel'e biz bugün ulaştırırız” dedi. Kışlalılar, biraz mahcup, “Yorulursunuz, olmaz” diyorlardı ama araba hazırlanıyordu artık. O gün, Brüksel'e giderken, Nilgün Hanım şunları söylüyordu: “Sevgili Atılganlar, şimdi Brüksel'e gidiyoruz. Ama bu yıl Amerika'ya da gideceğiz. Altınay oradayken Amerika'yı görmek istiyorum. Gerçi Ahmet gitti gördü, biliyor ama ben henüz görmedim. Amerika'yı görmeden ölmek istemiyorum...” “Ölmek de ne demek, ağzınızdan yel alsın” dedik hep birlikte. Evet, kısa bir süre sonra, Ahmet Taner Kışlalı ve Nilgün Hanım Amerika'ya gittiler, Altınay'ı ziyaret ettiler ve sağ salim geri döndüler. Fakat kaderin cilvesine bakın ki, 7 Mayıs 1995 Pazar günü, Nilgün Hanım’ın Amerika gezisine ilişkin olarak söylediği o sözler, 9 Eylül 1995'ten beri kulaklarımızda çınlar durur hep... ............... Ablam Işıl benden üç yaş büyük. Çok iyi geçinen iki kardeş olduk hep. Bu uyumun kaynağı o oldu. Ben ailenin haylazı, o başarılarıyla gurur kaynağıydı. Ben sınıfta kaldığım veya bir okuldan atıldığım sene o iftiharla geçerdi. Bilgi yarışmalarında okulunu temsil eder, sürekli kutlama mektupları alır, bu başarıları beni ailemiz nazarında güç durumlara sokardı. Hiç kavga ettiğimizi anımsamıyorum. Birbirimize hiç yalan söylemedik. Her zaman benim dert ortağım oldu, kendi sıkıntılarını saklayarak... Bazen evde üzülmüş, ağlarken gördüğüm olur. Bir arkadaşının sorunu onu perişan etmiştir. Benim yarattığım sorunlar da yormuştur onu ama Dolunay olayında yaşadıkları, herhalde hayatını değiştirdi. Eşi, Haluk Ağabey, beni bu maceradan vazgeçirmek için saatlerce, gecelerce dil dökerken, Işıl odasından çıkmıyor, şüphesiz çok üzülüyordu ama bana hiçbir şey söylemiyordu. Toplum baskısı, adetler, gelenekler, her şey onun için çok önemliydi. Çaresizliğimi de görüyordu ama işin yardım edilecek bir tarafı yok gibiydi. Nilgün’ün tavrı onu çok şaşırtıyordu. Işıl’ın, Dolunay kadar kızı vardı ve böyle bir olayın kendi başına da gelebileceğini varsayıyordu. İlkeler, kurallar yıkılıyordu bizim yüzümüzden... Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı çiftiyle Işıl ve Haluk benim kanalımla tanışmışlardı. Başlangıçtaki protokol görüşmesi, süratle güçlenen bir dostluğa kapıları açtı. Ayrılmaz bir dörtlü ekip oluşmuştu. Özellikle Nilgün’ün son üç senesinde hemen her gün birlikteydiler, her şeyi kardeşçe paylaştılar. Işıl Nilgün’den sevgi yansıtma becerisini; Nilgün Işıl’dan soğukkanlı ve mantıklı yaklaşımı; herkes Ahmet Taner’den sakin ve hoşgörülü olmayı öğrendi. Haluk ise, hangi konu konuşulursa konuşulsun, yürüyen bir ansiklopedi gibi, bilgi araştırma ve danışma organı oldu. Bütün bu manevi alışveriş, dostluğu her gün daha güçlü ve vazgeçilmez kıldı. Ve Işıl, “kardeşi sayesinde” Nilgün gibi olağanüstü bir insanı tanımasını büyük bir kazanç olarak görüyordu. Aralarından su sızmıyordu. İki “sırdaş”, Çamlıdere’deki küçük dağ evine çekilip dertleşiyorlar, tüm duyguları ve anıları paylaşıyorlardı. Işıl bir “sır küpü”! Bu kitabı yazacağımı ve herkesin katkısını istediğimi söylediğim zaman, “Beni karıştırma” dedi. Biliyorum, iki kadının, iki annenin, iki eşin paylaştıkları çok sırlar var. Saygı duyuyorum, ısrar etmedim. İşte ablamdan alabildiğim yüzeysel birkaç anı notu: Nilgün’le Çamlıdere'de birlikte kaldığımız, kimseyle olmadığı kadar uzun ve sırlarla dolu konuşmalarımızda, Ahmet Bey’i çok sevdiğini, ona hâlâ âşık olduğunu anlatırdı. Ahmet Bey, çok kültürlü ve demokrat bir adamdı ama Nilgün'ün kayıtsız şartsız kendisine hayranlığına o kadar alışmıştı ki, briç oynarken bile bunu çok net hissederdik. Briçte dördümüz de değişerek birbirimize eş olurduk. Nilgün’le ben eş olduysak, bana kaş göz işaretleriyle elini belli etmeye çalışır ve hile yapmamız için uğraşırdı. Bir süre sonra briçte hilenin pek olamayacağını ve zaten benim hile yapamayacak kadar yeteneksiz olduğumu fark etti ve bu fikrinden vazgeçti… Yine de, ikimiz eş olduğumuz oyunlar cok keyifli geçerdi. Ahmet Bey bu durumda mutlu olurdu, çünkü NilgünIşıl ikilisini, AhmetHaluk ikilisi genelde yenerdi. Bir sefer, Çamlıdere'de çok iddialı bir briç partisi yaptık. Nilgün ve ben, normalde briçte pek olağan olmayacak şekilde, sürkonturlu bir 5 trefl çıkarıp müthiş puan aldık. Ahmet Bey bu yenilgiyi bir türlü kabullenememiş, lüzumlu lüzumsuz her şeye bağırıp çağırmış, bu da beni ve Nilgün'ü iyice keyiflendirmişti. Aynı gün, Fenerbahçe'nin bir maçı vardı ve ikinci şok, Ahmet Bey’in canı gibi sevdiği Fenerbahçe'nin, şimdi hatırlayamadığım bir taşra takımına yenilmesi oldu. O günü "Kara Pazar" diye adlandırdı ve senelerce unutmadı. ........ Ümitköy’deki ev, günden güne güzelleşti. Nilgün'ün ölümünden birkaç gün önce, "Artık bitti, eve bir çivi bile çakmamız gerekmiyor. Tek sorun, kapının önündeki sokak lambası, ona da yapacak bir şey yok, yanmıyor" dediğini hatırlıyorum. Buna çok seviniyordu, yorgunlukların sonuydu. Nilgün’ün ruh hali çok değişkendi. Her zaman mutlu ve neşeli görünmesine rağmen, onu yakından tanıyanlar, arada bir, gözlerindeki hüzün ya da endişeyi fark ederlerdi. Ölümünden ikiüç ay evvel, böyle tatsız bir psikolojideyken bana, “Bana bir şey olursa Dolunay ve Altınay’ın sorumluluğunu alır mısın?” dedi. Neye uğradığımı şaşırdım, panikledim. “Bir sorun mu var?” diye sordum. “Sadece söz istiyorum, sözünü tutacağını biliyorum” dedi. Böyle tuhaf konuşmalardan hoşlanmadığımı, gelgitlerinden rahatsız olduğumu, tabii ki kızlarını kızım gibi gördüğümü ama bu konuşmanın bitmesini ya da gerekçesinin açıklanmasını istediğimi söyledim. “Tamam, tamam. Gözlerin söz verdi zaten” diyerek lafı çevirdi, gülmeye başladı. Bir sorunu olmadığını, torunlarının bakımı için ortak hareket etmemizi istediğini falan söyledi. “Altınay veya Dolunay çocuklarını çok sık getirip beni bunaltırlarsa yardım eder misin?” demek istemiş sözde... O gün yarı çekindiğim, yarı verdiğim sözün, hayatım boyunca büyük bir sorumluluğu sırtlamam anlamına geldiğini bilemezdim ama hâlâ bilemediğim bir nedenle Nilgün’ün gözlerine çok dikkatli baktığımı, yüreğimde bir sıkışma hissettiğimi ve daha sonra, o hafiflemiş bir şekilde şen şakrak konuşurken bile içimin titrediğini hatırlıyorum. Çocuklarını, tam Nilgün’e yakışır bir tezcanlılık ve duygusallıkla, benim “manevi nüfusuma” geçirmişti. Nilgün’le son görüşmemiz, unutamadığım bir gün oldu. Birbuçuk ay kadar Belçika'da kalmıştık, birbirimizi çok özlemiştik. Geldiğimizde bizi karşılayıp Ümitköy'e getirdiler, birlikte neşe içinde yedik, içtik ve briç oynadık. Perşembe günü de bizde buluşmak üzere sözleştik. Bu arada check up'tan geçmek için Bayındır Hastanesi’ne gideceklerini, cuma’ya Altınay'ın Amerika'dan döneceğini ve haftasonu da birlikte tatile çıkacaklarını söylemişlerdi. Perşembe akşamı bize geldiklerinde Nilgün biraz değişikti, durgun ve düşünceliydi sanki... Sağlık kontrollerinin sonucunu ögrenmek istediğimizde ilginç bir diyalog geçti aramızda. Hastanede yaşanan bir aksilikten bahsetti. Yanlış hatırlamıyorsam, akciğer rontgenini ya da tahlil raporunu inceleyen doktor, gördüğü bir şey karşısında başka bir doktorun fikrini alması gerektiğini söylemiş ve hemen geleceğini belirterek odadan çıkmış. Nilgün, yarım saat, 45 dakika kadar bir süre doktoru beklemiş ve gelmeyince, "akciğerinde habis bir tümör bulunduğu, doktorun bunu söyleme cesareti bulamadığı için odayı terk ettiği, zaten bu kadar sigara içerse olacağının bu olduğu, kısa zaman sonra acılar içinde öleceği, herkesin de kendisine acıyacağı ve çaresiz kalacağı” şeklinde bir senaryo yazıp, buna inanmış. Böyle çaresizce yaşamaya razı olamayacağını, kendisine bakacak kimsenin bulunmadığını düşünmüş ve teşhis doğrulanınca, eceliyle ölümü beklemeden intihar etmeye karar vermiş. Bu parlak fikrini Ahmet Bey’e söylemiş, o da saçmalamamasını telkin etmiş. Derken doktor gelmiş, “Kusura bakmayın, sizi beklettim, bilmemne bakanı gelmişti, onunla ilgilenmem gerekti” demiş ve kolestrolünün yüksek olduğunu, karaciğer fonksiyonlarında da biraz sorun bulunduğunu, sigara içmese iyi olacağını falan söylemiş… Bunları anlatırken yüzünde benim pek alışkın olmadığım bir ifade vardı. Sanki tuhaf bir bakış... Ahmet Bey de, “Görüyor musun, neler düşünüyor! Bir şeyler söyle arkadaşına” dedi. Ben çok şaşkındım ama kızmıştım da: “Nilgün, bu düşünce hiç sana yakışıyor mu, ne demek intihar etmek falan? Allah'ın gücüne gider, böyle bir şeyi hiç düşünmemiş ol” dedim. Ahmet Bey de benim gibi düşündüğünü söyledi. Nilgün'ün yüzündeki alışık olmadığımız ifade pek değişmedi. Aradan iki gün geçmeden onun ölüm haberini aldığımızda hep o bakışı, o tevekkülü, o günkü garip sessizliğini anımsıyorum. Nilgün bazı şeyleri hissetmiş miydi diye düşünüyorum. Çünkü onun garip bir sezgi gücü vardı ve hatta zaman zaman bundan rahatsızlık duyduğunu söylerdi… Nilgün hayat doluydu, çok neşeli ve tatlıydı. Bende asla olmayan bir esnekliği vardı ki buna çok özenirdim. Herkes kendisini sevsin isterdi, sempatikliği ve sıcak yaklaşımıyla bunu hemen sağlardı. Onu çok özlüyorum... ….. Bir de, Mehmet Ali Kışlalı’nın çocuklarının annesi, ailenin en değerli üyelerinden biri olan, Kışlalı’ların ilk gelini, Altınay ve Dolunay’ın “Sevinç Yenge”sinin notlarını eklemek istiyorum. Bu notlar 2001’de yazılmış, benim elime 2010’da ulaştı! Şunları anlatıyor Sevinç Soysal : Ben Nilgün'ü ilk önce bir fotoğraftan tanıdım. Ahmet Fransa'da yüksek tahsilini yaparken devam etmekte olduğu bir İngilizce kursunda Nilgün'ü tanımıştı. Kendisine daha sonra ilişkinin nasıl başladığını sorduğumda "gülüşü hoşuma gitti" demişti Ahmet. Daha sonra onu aileye tanıtmak için Paris'te bir sokakta, grup içinde çekilmiş bir resmini göndermişti. Grup içindeki Nilgün (o zamanki adıyla Nicole) bordo renkli, o günlerin modası olan bol paçalı, belinin her iki yanından düğmeli bir denizci pantolonuyla bir kazak giymiş, kendisine has sevimli gülüşüyle bizlere bakıyordu. Fotoğraf önce Ahmet'in büyük ağabeyi Mehmet Ali'den ortanca Kışlalı Mahmut'a, anne Lütfiye Kışlalı'ya ve bana gösterildikten sonra elden ele aile içinde dolaştı, beğenildi, hatta sevildi. Ve uzaktan da olsa aile, ikinci gelinini de peşin hükümsüz ve kayıtsız, şartsız bağrına bastı. İngilizce kursundaki flört devri yoğun olmuş olmalı ki her ikisi de İngilizce'yi pek ilerletemeden ve evliliğe kararlı bir şekilde Türkiye'ye geldiler. Nilgün bu ilk gelişinde aileye şahsen tanıştırılmış ve düğün hazırlıkları başlamıştı. Bu dönemde Nilgün ile Ahmet Çankaya'daki Basın Sitesinde ev buldular, evin tadili ve hazırlıklarıyla uğraştılar ve "Biz parke cilalamaya gidiyoruz" deyip sık sık ortadan kaybolarak aile içinde takılmalara hedef oldular. Her şey olabildiğince hazır olduğunda ve Nilgün Paris'e kısa bir süre için geri giderek Türkiye'ye döndüğünde kendisini büyüten ve çok sevdiği halasının diktiği gelinliğini de yanında getirmişti. Nilgün'ün yeni tanıdığı bu ülkenin insanlarıyla anlaşabilmesinde aracı olmak severek yapılacak bir işti. Düğün öncesi, sonrası ve sırasında gelişen arkadaşlığımızın, onun bazı konularda Türkiye'ye ısınmasına veya ülkeyi daha iyi anlamasına katkısı olduğunu bilmek hoş bir duygu olarak kaldı zihnimde. Nilgün ile esprimiz uyuşurdu ve birlikte çok güldük o dönemlerde. Tipik bir elti ilişkisi değildi bizimki. Etrafımızdakiler çok fark etmemiş olabilirler ama çok değişik karakterlerde olmakla birlikte, biz birbirimizi severdik. Zaten o her şeye açık, yenilikten korkmayan, insanlara sevgi ve iyi niyetle yaklaşan, hayatın hoş taraflarını kötü taraflarından önce görebilen bir yapıdaydı. Düğünün Ankara'daki baba evinde yapılması kararlaştırılmıştı. Nilgün heyecanlıydı ama yeni gelinlerden beklenmesi adet olan huysuzluk, sinir krizi veya benzeri şımarıklıklardan uzak, sevinçli bir ruh haleti içindeydi. Onu kuaförüme götürdüğümde, Kuaför Muharrem'in gelinin kısa saçlarına örgülü postiş takılması gibi düşündürücü bir önerisini hiç tereddütsüz kabul etti. Gerçekten de, boynunun bir kenarından aşağıya inen örgü saçı, klasik beyaz saten gelinliğiyle çok şeker bir gelin olmuştu. Sevimliliği ve alçak gönüllülüğüyle kendini oradaki herkese sevdirerek ve rüzgarda duvağını uçurarak oradan çıkışı bellekte kalan hoş görüntülerden biriydi... O tarihte Nilgün Türkiye'de çoktandır yaşamakta olan biri değildi ama bizler de üstümüzü değiştirip düğün evine gittiğimizde, bu sıcacık "Güneyli" aile ortamı içinde Nilgün değme Güneyli gelinlere taş çıkartacak kadar güzel oynamakta, parmaklarını şaklatarak, hoplayıp zıplayarak ortadaki oynayanlara katılmaktaydı. Kısacası, çok mutluydu. Nilgün'ün karakterinde, onu tanıdıkça hatta ölümünden sonra bile bana en çarpıcı gelen özellik, cesaretiydi. Zor bir çocukluk geçirmiş olmasına rağmen, belki de ondan dolayı, hayat ile ilgili müthiş bir cesareti vardı. Bir gün Ankara'nın o zamanki adıyla Golf Kulüp olarak bilinen dinlenme yerinde konuşuyorduk. Nilgün bana şöyle demişti: “Bugün iyi bir Fransız ailesinden gelen bir kız kalkıp da kültürüne ve davranışlarına aşina olmadığı ve başka dinden bir ülkeden biriyle kolay kolay evlenemez, ama ben bunu yapabildim ve çok mutluyum." Burada Nilgün'ün kararlı ve hızlı cesaretinin en büyük rolü oynadığını düşünüyorum. Türkiye'ye ayak bastığından itibaren Nilgün çalışmak istedi ve iş aramaya koyularak çeşitli işlerde çalıştı. O konuda da cesaretli davranır, girmesi söz konusu olan işte tecrübesi olmasa da yine büyük cesaret ve azimle, kendinden emin adımlarla işe girişir, pratik zekası, sevimliliği ve girişkenliğiyle hayatını olduğu gibi, işini de yürütürdü. Nilgün bir işi bilse de, bilmese de denemek isteyen ve uyum sağlamaya son derece yatkın olan bir insandı. Dolayısıyla çok değişik bir kökenden gelen Türkçemizi de çabuk söktü ve kendine has bir şiveyle hemen konuşmaya koyuldu. Zamanla Türkçesi çok gelişmişti ama onun o kendine has Türkçesiyle yarattığı hoş yanlışlıklar onu tanıyanların dillerinde destan olarak kalmaya devam ediyor. Kaderin acı bir cilvesi olarak, bu hoşlukların çoğunun halka aktarılması da sevgili Ahmet'in, Nilgün'ün ani ölümünden sonra yazdığı köşe yazıları yoluyla gerçekleşecekti. Ahmet nereden bilebilirdi ki karayollarına atılarak hiç uyarısız orada bırakılması ülkemizde adet haline gelen bir mıcır yığını yüzünden, boşu boşuna ve yanı başında kaybettiği karısından birkaç yıl sonra kendisi de başka ve çok daha vahşice bir ölümle karşılaşacak; arkasında sevenlerin seller gibi gözyaşları ve bu vahşeti işleyenlere de bir o kadar lanet bırakarak bu dünyayı erken terk etme kaderini paylaşacaktı! Evlendikten sonra hemen çocuk sahibi olmak istemişti. Bana geldiği zaman ilk iş olarak o sırada emeklemekte veya parkında oturmakta olan oğlum Orhan'ı kucağına alır, "Ne kadar hevesleniyorum çocuğum olmasına!" derdi. Az zaman sonra istediği oldu. Ona Sakarya caddesinde manavda rastlamıştım bir gün. Çok heyecanlı ve sevinçli görünüyordu. Karnına işaret etti, "Bende bebek var!" dedi. Ben de çok sevindim, heyecanla sordum: "Kaç günlük?" "Tam iki günlük!.." Nasıl hesapladığını hâlâ anlayabilmiş değilim! Dokuz ay kadar sonra Altınay doğduğunda Nilgün sevinçten uçuyordu. Birkaç sene sonra Dolunay doğdu. Ne zaman sorsak, "Bebek nasıl" diye, cevabı hep aynı olurdu: "O kadar tatlı ki!" Nilgün'ün takdir edilecek özelliklerinden biri de çocukları ve ailesi konusunda çok mantıklı ve gerçekçi davranarak içine katıldığı toplumun kültür ve davranış biçimlerini sorgulamadan kabullenmesi ve çocuklarına bir kimlik kargaşası yaratacak durumlardan kaçınarak, onların bulundukları ülkenin çocukları gibi yetişmelerindeki özen ve kararlılığı idi. Tabii ki bunda Ahmet'in düşünce ve tutumu da rol oynamış olabilirdi ama ben biliyorum ki Nilgün bir Türk ile evlenerek bu ülkeye gelme kararını aldığında, buradaki gelenek, görenek ve hayat tarzına uyum sağlama azmi ve hevesiyle gelmişti. Yani bir Türk olma kararıyla birlikte gereğini yapmak için bir çaba ve emek vermiş, bu kararı da Türkiye'deki birkaç on yıllık hayatı içinde her zaman uygulamıştı. Sanıyorum, yine aynı cesaret ve kararlılıkla, çocukları doğduktan sonra, hiç kimsenin baskısı veya tavsiyesi olmadan müslüman olmaya karar vererek adını Nicole'den Nilgün'e değiştirmesi, ailenin fertleriyle birlikte oruç tutmaya başlaması, ortama uymanın veya kayınvalidesinin takdir ve sevgisini arttırmanın ötesinde bir adımdı. Kendi ailesindeki istikrarı pekiştirme kararlılığıydı. Nilgün ismini de kendisi bulup seçmişti. Yıllar içinde hayatımızdaki türlü değişikliklere rağmen bizim Ahmet ve Nilgün ile ilişkimiz kopmadı. Bazen arkadaşlık, bazen işbirliği, bazen de sosyal olaylar nedeniyle birbirimizi sıkça görme ve konuşma fırsatımız oldu. Her iki kızının düğünlerinde bulundum. Orada burada zaman zaman gene bir araya geldik, türlü olayları yaşadık, güldük veya konuştuk. Ahmet ile elbirliği içinde, kendi imkanlarıyla taş üstüne taş koyarak, o her konan "taş"ta sevinerek, kutlamalar yaratarak, derme çatma bir kooperatif evinden, harika bir villaya dönüştürdükleri evlerinde misafir olduk. Onlar bize geldi, biz onlara gittik. Bir akşamüstü, ailece o villanın özenli ve huzurlu bahçesinde yemeğe davet etmişlerdi bizi. Güneş batmaktaydı. Nilgün artık çok düzgün Türkçe konuşuyordu ama nedense “çocuk” diyemez hep “şojuk” derdi, Ahmet'e de Amet derdi. "Artık şojuklar büyüdü, artık çalışmayacağım. Bu bahçe çok güzel oldu bu evi çok seviyorum. Artık Amet'le ben rahat rahat yaşayacağız" diyordu Nilgün. Bu dönemlerde, Çamlıdere yaylasındaki hafta sonu kulübelerimizde zaman zaman görüşebildik. Nilgün Çamlıdere'yi çok seviyor, zaman zaman kendi başına orada hafta sonu geçirmekten zevk alıyor, bazen yalnız dahi kalmaktan korkmuyor, köpeğiyle orada, evle veya bahçeyle uğraşmaktan hoşlanıyordu. "Dağ başında kendi kendine, yalnız korkmuyor musun" derdim, hayretle sorardı: "Neden korkayım?" Ölümünden birkaç gün önceydi. Onunla Çamlıdere'deki evin bahçesinde oturduk, çay içtik. Birkaç gün sonra Güney'e bir kuzenlerine misafir gideceklerdi. Çocuklardan konuştuk uzun uzun. Bana Dolunay'ın evlenme hikayesinden, Altınay'ın ayrılmasından bahsetti. O gün Çamlıdere çok güzeldi. Arada bir etrafa bakıyor, "Bu seyahate çıkmayı hiç istemiyorum!" diyordu. "Öyleyse gitme" dedim... O yolculuğa hiç istemeden gitti... Bu onunla son görüşmemiz oldu. ÖLÜM HABERİ 9 Eylül 1995, Cumartesi. Sabah saat 9’a geliyor. Brüksel’deki evimizde, yeni uyanmışız. Telefon çaldı, açtım. “Sıtkı Bey’le görüşebilir miyim?” diyen bir ses… Ve devamı: “Cumhuriyet gazetesinden arıyorum…” Gazetelerin yazı işleri veya dış haberler çalışanları beni çok sık arar, çeşitli konularda bilgi ister veya Anadolu Ajansı’ndan geçtiğimiz Brüksel kaynaklı haberlerle ilgili sorular yöneltirlerdi. Cumartesi sabahı da olsa, Cumhuriyet’çilerin telefonları da beni hiç şaşırtmadı. “Sizin için ne yapabilirim?” diye sordum. Telefondaki ses, sanki bu konuşmayı en kısa zamanda kesmek ister gibi, sıkıntılı ama çok net ifadelerle, adeta bir ses kaydı banttan dinletilirmişçesine, robot gibi konuştu: -­‐ Profesör Kışlalı, bu sabah, Antalya’ya giderken bir trafik kazası geçirdi. Sağlık durumu iyi, kazayı yaralı olarak atlattı. Nilgün hanım maalesef vefat etti. Ve sustu. “Anladım” dedim. Telefonu kapattım. Yanımda duran Dolunay, bir şeyler olduğunu herhalde yüz ifademden veya telefon konuşmasındaki olağanüstü kısalıktan, telefonun sadece “Anladım” ile kapatılmasından fark etti. -­‐ Ne oldu? -­‐ Yok bir şey… Banyoya koştum. Soğuk suyun altına kafamı soktum. Dolunay yanıma geldi: -­‐ Ne oldu? -­‐ Babanlar trafik kazası geçirmişler. -­‐ Babama bir şey olmuş mu? Çabuk söyle. Doğruyu söyle… -­‐ Yaralanmış. Sağlık durumu iyiymiş. -­‐ Doğruyu söyle. Babam… -­‐ Dolunay, babanın sağlık durumu iyiymiş. -­‐ Acı çekmiş mi, neresinden yaralanmış? Babama ne olmuş? Ne garip! Sürekli babasını soruyordu. -­‐ Dolunay, anneni neden sormuyorsun? Duraksadı. Ve ağzında şu cümle çıktı: “Anneme bir şey olmaz ki!” Annen ağır yaralıymış. Hemen hazırlan, Türkiye’ye gidiyorsun. Ben de yarın gelirim. ........... “Anneme bir şey olmaz ki!” Bu sözler hep kulağımda çınlıyor. “Anneme bir şey olmaz ki!” Nilgün öyle bir insandı işte. Haber yayıldığı zaman herkes bunu söylüyor, kimse kulaklarına inanamıyordu: “Nilgün’e bir şey olmaz ki!” Öylesine neşe ve hayat dolu bir kadının ölebileceğine inanmak olanaksız gibiydi… ......... Dolunay, “Ben hava almaya çıkıyorum” diyerek evden ayrıldı. Bana olan güveninden herhalde, annesinin ölmüş olabileceğini düşünmüyordu. “Ağır yaralı” sözlerine inanmıştı ve Nilgün’ün, ne kadar ağır yaralı olursa olsun, bu işten de sıyrılacağı düşüncesindeydi. Havaalanını aradım. Bilet işini hallettim. Telefonlar durmadan çalıyordu. Dostlar, gazeteler, televizyonlar… Yanıt vermemeye başladım. Dolunay geldi. Arabaya bindik. Havaalanına doğru yola çıktık. Cep telefonum durmadan çalıyor. Anadolu Ajansı’ndan arkadaşlar, yöneticiler arıyorlar. Haberi öğrenip öğrenmediğimi anlamak istiyorlar. O kadar ince düşünceliler ki, kötü haberi bizim evdeki bilgisayar ekranından, Ajans bülteninden öğrenmeyelim diye girmiyor, bekletiyorlar. Konuşamıyorum, yanımdaki karıma durumu anlatmadan önce… “Bebeğim” dedim, “Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi?” -­‐ Biliyorum. Merak etme, belki senin gelmene gerek bile kalmaz. Babam iyidir, anneme zaten bir şey olmaz. Güçlüdür o. Sen üzülme… -­‐ Gülüm, sanıyorum annenin durumu tahmin ettiğinden daha kötü. Ama sana çok güveniyorum. Ne olursa olsun güçlü kalacaksın. Babanın ve Altınay’ın sana en fazla ihtiyaçları olduğu bu dönemde zayıf gözükürsen üzülürüm. Bana kendini bir kere daha kanıtlayacaksın… -­‐ Sen bir şeyler saklıyorsun. Ben de sana çok güveniyorum. Söyle… -­‐ Üzgünüm, özür dilerim… -­‐ Olamaz. Annem ölmüş olamaz. -­‐ Nilgün ölmüş bebeğim. Hiç acı çekmeden ölmüş… “Tamam” dedi Dolunay ve ekledi: “Demin sokağa çıktığım zaman Tanrı’ya dua ettim. Dedim ki O’na, eğer annem çok ağır yaralıysa, eğer sakat kalacak, hep acı çekecekse, al onun canını, yakmadan, üzmeden… O, sakat, hasta, yatalak yaşayamaz zaten…” Gözlerinden yaşlar akıyordu ama tepkisi şaşırtıcı derecede olgun, bilinçliydi Dolunay’ın... O’nu neden bu kadar sevdiğimi, neden böylesine güvendiğimi bir kere daha anladım. Uçağın kapısına kadar götürdüm ve yolcu ettim. Kötü haberler ne kadar çabuk ulaşıyor ve yayılıyor! Türk Hava Yolları çalışanlarının ve neredeyse tüm yolcuların olaydan haberi olmuştu. Olgun ve insani yaklaşımla, herkes, “başınız sağolsun” diye fısıldıyor ve geri çekiliyordu. Türkiye’de pek çok insan, Nilgün’ü bu kazadan ve ölümünden sonra daha iyi tanıdı. ………. Fransa’daki aile fertlerine acı haberi vermek de bana düşmüştü. Çok yaşlı olan Tati ile doğrudan konuşmadım, kızı Françoise’a, durumu annesine, uygun bir şekilde bildirmesini söyledim. Nilgün’ün annesine ilişkin araştırmalarım yüzünden bana oldukça kızgın olan Linette ise aynı gün telefon etti ve yalvarır gibi bir sesle, “Seninle Türkiye’ye gelebilir miyim? Beni kardeşimin cenazesine götür lütfen” dedi. Linette’i Türkiye’ye getirdim. Gerçi gelmeseydi daha iyi olurdu şüphesiz. Kadıncağız bizim ölülerimizi nasıl gömdüğümüzü görünce baygınlıklar geçirdi. “Ne yapıyorlar? Tabuttan neden çıkartıyorlar? Neden bağırıyorlar? Neden insanlar öbür mezarların üzerinde yürüyor? Neden bizi itiyorlar?” diye, koluma yapışmış, şaşkınlık ve dehşet içinde izliyordu kardeşinin toprağa verilişini... .......... Brüksel’de üniversiteye başladığım ilk yıl, o zamanlar akşam gazetesi olarak çıkan “Le Soir”ı kapı kapı dağıtıyordum. Bir kitapçı dükkanının abonelerinin gazetelerini evlerine bırakıyordum. Gazeteci olmak istediğim için, gazete dağıtarak mesleğe ilk adımı atmış olmak hoşuma bile gidiyordu. O kitapçı dükkanını işleten Belçikalı aile, benim disiplinli çalışmamdan hoşnut olmuş, maddi ve manevi yardımlarını arttırmıştı. Kısa süre sonra beni ailelerinin bir ferdi gibi görmeye başladılar. Suzan isimli kadın benim ikinci annem gibiydi, kocası Guy de mükemmel bir insandı. Dostluğumuz onlar ölünceye kadar devam etti. On beş yıl kadar sonra, Suzan amansız bir hastalığa yakalandığı zaman, yatak döşek yatarken kendisiyle son konuşmalarımızdan birini yaptık. “Ölme be” dedim ona, “Sen benim en iyi arkadaşımsın… Koruyucu meleğimsin...” Gülümseyerek verdiği yanıtta, “Merak etme, ben ölsem de senin yanında olurum. Bir kelebek olur, gelir omzuna konarım” demişti. Suzan öldü ve acılardan kurtuldu. Kilisede töreni yapılırken, arka koltuklardan birinde oturdum. Vefatını duyuran gazete ilanında, vasiyeti üzerine, kızının isminin yanına, “manevi oğlu” diyerek benim de adımı koymuşlardı. Gerçek bir arkadaşı kaybetmenin acısıyla çok üzgündüm. Suzan’ı düşünüyordum. Belçika’da ikamet sorunlarımı halleden, bana Fransızca öğreten, ders çalıştıran, açlıktan düşüp bayıldığım günlerden beni uzaklaştıran dosttu. Her derdimi paylaşırdı, her derdime devaydı. Eşi Guy’le birlikte, ikinci vatanda, ikinci aile oluşturdular benim için... Büyük üzüntüyle, ona vefa borçlarımı ödeyemeden öldüğünü düşünüyordum. Kilisenin içinde bir kelebek gelip önümdeki koltuğun sırtına yerleşti. Bana bakıyordu. Ben de ona baktım. Şimdi etrafımda ne zaman kelebek görsem Suzan’ı düşünürüm. Ve hâlâ onun benim koruyucu meleğim olduğunu... Bu kelebek olayını Nilgün’e de anlatmıştım. “Saçma” demiştim, “ama kilisedeki o kelebeğin Suzan tarafından yönlendirildiğine, bana teselli mesajı getirdiğine inanıyorum…” Nilgün, “Ben de inanıyorum. Bunlar olabilecek şeyler. Ne güzel bir mesaj!” demişti. Ve bu olayı zaman zaman, yakın çevremizdekilere anlatmış, ölenlerin aslında sevgi ve varlık yitirmediklerine örnek göstermişti. Nilgün’ün cenazesini kaldıracağımız gün, Mehmet Ali Kışlalı, hiç kullanmadığı yedek arabalarından biriyle gelmişti. Ahmet Ağabey ve ben arabadaydık. Mezarlığa doğru giderken, camları tamamen kapalı arabanın içinde bir kelebek peydahlandı. Ben çok duygulandım, bir şey demedim. Kelebek, arabanın ön bölümüne yerleşti, yüzünü bize döndü, durdu. Ahmet Ağabey, “Kelebeği gördünüz mü?” diye sordu. Mehmet Ali Kışlalı, “Hayret, nerden çıktı. Bu arabayı aylardır kullanmadım. Camlar da kapalı” dedi. O zaman, hem Suzan’ın hikayesini, hem de Nilgün’le o konuşmamızı Mehmet Ali Kışlalı’ya anlattım. Ahmet Ağabey bu hikayeyi çok dinlemişti zaten... Kelebeğe bakıyor ve sessizce ağlıyordu. ......... Ama herkesi daha çok etkileyen olay o gece yaşandı. Ümitköy’deki evde toplanılmıştı. Kalabalık vardı. Gecenin bir saatinde, Dolunay ve Kışlalı bahçeye, kapının önüne çıktılar, karanlıkta sarılıp ağlaştılar. O sırada, Ümitköy’deki evin tek sorunu olan, hiçbir zaman yanmamasıyla ünlü, kapı önündeki sokak lambası yanıverdi! Kışlalılar, yıllardır o lambanın yanmasını sağlamak için defalarca belediyeye telefon etmişlerdi. Gelen itfaiye kamyonlarının yüksek merdivenleri bile, lambaya ulaşılmasını ve onarılmasını sağlayamamıştı. Sonunda havlu atmışlardı. Yapacak bir şey yoktu. Sokak lambası yıllardır yanmıyordu. O gece, Dolunay ve babası birbirlerine sarılıp ağlarlarken, sokak lambası yandı. O lamba, birkaç gün, gece gündüz hiç sönmedi. Sonra söndü, bir daha hiç yanmadı! ............ Önümdeki dosyalarda yüzlerce mektup bulunuyor, bu satırları yazarken... Nilgün Türklüğü ve Müslümanlığı ile her zaman gurur duyan bir insandı. “Ben ölünce tabutumu muhakkak Türk bayrağına sarın” derdi. Cumhuriyet’çiler, bu vasiyeti yerine getiremediler, kurallar gereği, ama tabutun önüne, küçük bir Türk bayrağı iliştirdiler. Ve taziye mektupları… Kışlalı’ya ve bize ulaşan, duygu dolu yüzlerce mektup birkaç dosyada toplandı, bana verildi. Mektupları yazanların büyük bir bölümü Nilgün’ü şahsen tanımıyordu. Ve yazıların çoğunluğu, Kışlalı’nın, “Bir Türk’ün Ölümü” ve “Anılar, Anılar” başlıklı makalelerinin yayımlanmasından sonra kaleme alınmıştı. Bu yazılara bir kere daha göz atmak ister misiniz? BİR TÜRK´ÜN ÖLÜMÜ... Tanıdığımda adı Nicole´dü. Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye´ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu... Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı... Altınay´a hamileliğinin de son aylarında... Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni: Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum... BenTanrı´ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki!.. Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim. Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş. Ama sabredememiş “sürpriz”inin sonuna kadar... O gece “kelimei şahadet”i sabırla ezberledi. Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık “Nilgün Kışlalı” olduğunu kanıtlayan bir belge vardı. Ankara Müftülüğü´nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu. Annemle babam ağlarken, O da gözyaşları içindeydi. ***
Her zaman çalıştı. Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi... Hem evde çalıştı, hem dışarda. Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu... Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu... Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskeninin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi... Komşular hayretler içindeydi. Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı. Bütün insanları severdi. Ama O, artık “biz Türkler”den biriydi; “onlar”dan değil. *** Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay´a, büyük bir heyecanla Atatürk´ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı. Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi. Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram´a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi... Ama benzer bir gereksinmeyi yurtdışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi... Ve duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak. Onun için din, inanç ve iyilik demekti. Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı... *** Bir yurtdışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlükleri ile saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme. “Ahmet boşanalım” dedi, “benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!” Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış. “Kültür Bakanı´nın Hıristiyan karısı” neler yapmış neler... Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O. Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurtdışına kaçırtan da O... Evinde yabancı bir kültüre “teslim olmuş” bir Kültür Bakanı. Sekiz sütun “haberler”... Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler... “İkonalar ve Kokonalar”, “Madam Kislali”, daha niceleri... Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu... Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi? *** Sevgi doluydu. Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi... Kuşları, köpekleri, kedileri severdi... Çocukları, yaşlıları severdi... Tanrı´yı severdi, Atatürk´ü severdi... “İnsan”ı severdi. Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi. Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı. O bir “insan”dı... 28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan. *** Piaf’ı ve Pavarotti´yi de beğenirdi, Sezen´i ve Gürses´i de. Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı. Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor: “Yine mevsimler geçecek / Yine yapraklar düşecek / Giden sevgililer geri gelmeyecek...” *** Nedense bana hiç söylememişti. Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü´ye açmış. O “olamayacağını” ne kadar anlatmaya çalıştıysa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu “rica”sını iletmiş... Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı... Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar... Fransız anababanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara´da yatıyor. Ve de benim kalbimde... Kışlalı’nın Cumhuriyet’te yazdığı bu makale ertesi gün hemen hemen bütün gazetelerde yer buldu. Bu yazıyı ikincisi izledi: ANILAR...ANILAR... Ne güzel söylenmiş: “Mutluluklar paylaşıldıkça büyür, acı paylaşıldıkça küçülür...” Cuma günü bu köşede, on binlerce kişiyle acımı paylaşmıştım. Bugün ise, geçmişte kalan bir mutluluğun kırıntılarını paylaşmak istiyorum. Cuma günü ağlattıklarım, beni umarım hoş görürler. Bugün dudaklarında bir gülümseme yaratabilirsem sevineceğim. *** Evliliğimizin ilk yıllarındaydı. Nilgün bir yandan çalışıyor, bir yandan da –günlük yaşamın pratiğinde Türkçe öğrenmeye çabalıyordu. Bir yakınımı yitirmiştik. Cenazeye gitmek durumundaydım. O günkü bir yemek davetini iptal etmek gerekiyordu. Nilgün´e “Sakine Hanım´ı arayıp niçin gelemeyeceğimizi anlatıver” dedim... Telefonu açmış ve şu sözcüklerle anlatmış: Teyzeciğim!.. Ahmet kuzenini öldürdü. Cezaevine gidecek. Onun için yemeğe gelemiyoruz, kusura bakmayın! “Öldü ” sözcüğü, O´nun dilinde “öldürdü ” olmuştu... “Cenaze” de “cezaevi”... Ve Sakine Hanım da, telefonun başında baygınlıklar geçirmişti. *** Azerbaycan´ı Kültür Bakanı olarak ziyaretimde, Nilgün de bana eşlik ediyordu. Bakü´de bir akşam üstüydü. Güzel bir kervansarayda bir sofra hazırlanmıştı. Avludaki orkestra Azeri havaları çalıyordu. Sofranın etrafındakiler, sırayla ayağa kalkmaya başladılar. Her kalkan güzel birkaç tümce ediyor, sonra herkes ayağa kalkıyor ve küçük votka kadehleri boşaltılıp oturuluyordu... Yaklaşık otuz kişi vardı. Derken sıra Nilgün´e geldi. Böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Hazırlıksızdı... Daha ne yapacağını merak etmeye fırsat bile kalmadan ayağa fırladı... Türkçe bir “nutuk” attı. Yemeğin sonunda arabalarımıza bindiğimizde kendisini kutladım. Hayretle sordu: Niçin kutluyorsun? Senin gibi, üstelik de iyi Türkçe bilmeyen birisinin bunu yapması büyük bir cesaret işi de, onun için... Umursamaz bir “muzip” gülümsemeyle omuz silkti: Niye çekineyim ki? Onların da Türkçesi benimki kadar bozuk!.. o Uçak sabahın köründe Taşkent´e varmıştı. Semerkant ´a hareket için de, daha birkaç saat vardı. Özbek Kültür Bakanı Necimov ve yardımcısı ile, yorgun gözlerle bakışıyorduk. Ne konuşacak halimiz vardı ne de söyleyecek sözümüz kalmıştı. Birden, kentte bir araba turu yapmayı önerdiler. Ben de çok memnun oldum, Prof. Şerafettin Turan ve Adnan Binyazar da... Ve elbette Nilgün de... Taşkent zelzelede yıkılmış ve yeniden kurulmuştu. Sayın Necimov heyecanla anlatıyordu: Yengi binalar... Yengi mahalleler... Yengi... Nilgün kulağıma eğilerek fısıldadı: Ne kadar da sevimli bir adam değil mi?.. Bana “yenge” diyor... *** Birlikte yaptığımız çok sayıda yurtdışı gezide, çok sayıda yabancı devlet adamından.. gazeteciden.. diplomattan.. o ülkelerdeki büyükelçilerimizden, şu tümceleri sık sık duydum: Eşinizi Türkiye, bir “iyi niyet elçisi” olarak, dünyanın her tarafına yollamalı! Müthiş bir propaganda olur!.. *** Katı protokol toplantılarına.. sessiz, fazla ciddi, asık suratlı yemeklere dayanamazdı... Neşesini ve kahkahalarını herkese bulaştırırdı. Nilgün´ü tanımış olanlar, kaybını duyduklarında önce ağlıyorlar... Sonra küçük öykülerini, dil yanlışlıklarını, inanılmaz afacanlıklarını, kendi yanlışlıklarına başkalarıyla birlikte nasıl güldüğünü, ışık saçan yüzünü ve gözlerini anımsıyorlar... Ve gülüyorlar. Ama ben, Nilgün gitti gideli, Ecevit´in bir şiirini hiç aklımdan çıkaramıyorum... Rahşan Hanım´a yazdığı bir şiirin, özellikle bazı dizelerini: “el ele büyüttük sevgiyi ... köstebeğinden toprağına taşına tırtılından kelebeğine kuşuna el ele sevdik bu dünyayı ... el ele büyütüp el ele derdik el ele derip insana verdik verdikçe çoğalan sevgimizi...” Çok ünlü bir besteci, “Mavi Tuna” valsini ilk dinlediğinde şöyle demiş: Bunu besteleyenin ben olmamı ne kadar isterdim! Bu şiiri de Nilgün için ben yazmış olmayı ne kadar isterdim... Ama iyi ki yazılmış! Çünkü bugünkü duygularımı bundan daha iyi anlatmak olanaksız! ............... Ve mektuplar… İşte, kimlerden, nerelerden duygular aktarıldığını yansıtmak için, birkaç tanesinden alıntılar: “Önlenmesi için koordineli hiçbir çalışmaya tanık olmadığımız karayolları ızdırabının son halkasına eklenen acınızı derinden ve yürekten paylaşıyoruz.” (Muğla Gazeteciler Cemiyeti) “Gücüm yetse, ömrümün en güzel günlerini, benliğimde taşıdığım tüm olumlu duygu ve düşüncelerimi, mutluluklarımı size bir şırıngayla aktarmak isterdim. Hocam, siz, varlığınızla sadece çevrenizin ve Türkiye’nin değil, tüm insanlığın ve uygarlık tarihinin ihtiyacı durumundaki insanlardansınız. Evet hocam, size ihtiyacımız var…” (Bahar Özsoy) (Öğrenci) “Ankara Belediyesi’nin Basın Bürosu’nda oğlumu ziyarete gitmiştim. Bir hanımefendi elimi sıktı. Sonra oğlum, Taner Kışlalı’nın hanımı, dedi. Aramızda tek oruç tutan kimse ve Fransız asıllı, diye ekledi. Bu hanımefendiyi ilk gördüğümde duyduğum hürmet, öldüğünde gözyaşı oldu. Eşinin kaleminden yaşamını okudum, işte insanlık dedim içimden. Her şeyi bir kenara bırakalım, ilk olan insanlık sevgisidir. Ama öldürüyoruz birbirimizi, insan, gâvur demeden… Doğanın koyduğu yardımlaşma kuralını unutmayalım. Bayan Taner Kışlalı şimdi cennette ama inanın, yaşıyor içimizde…” (Muzaffer Ozal) “…Kardeş belediyemiz olan Ankara Büyükşehir Belediyesi’ndeki değerli çalışmalarını bildiğimiz, kıymetli insan Nilgün Kışlalı’nın ölümünü büyük üzüntüyle öğrendik…” (Lefkoşa Türk Belediyesi) “Bu dünyanın gittikçe kirlenmesinden midir, bilinmez. Yaratan, hep güzel ve sevgili kullarına öncelik vermekte…” (Sibelİsmet Kasapoğlu) “Acı haberi henüz öğrendim. Sözcükler anlamsız…” (Asteğmen Murat Özbahçeci) (Gemi Konağı Kıbrıs) “…My Allah Elmighty rest her soul in peace…” (Omar Shouna – Embassy Of The Republic Of The Sudan) “… Ateş düştüğü yeri yakar derler ama bu ateş hepimizi yaktı. Allah sizlere uzun ömürler versin. Sizler, bizim önümüzde uzayıp giden bir ışıksınız sayın Kışlalı. Kendinize dikkat edin!” (Samsun’dan bir okuyucu) “Sevgili Ahmet Taner, Çoğu mektuplar vardır ki, ilk cümlesi, “Nasıl başlayacağımı bilemiyorum” olur. Bence bu, “Söylemek istediğim çok şey var” anlamına gelir. Kendi zaman dilimi içinde Nilgün çok güzel, çok onurlu, çok mutlu bir hayat yaşadı. Her halde az kadın eşi tarafından Nilgün kadar sevilmiş, değer verilmiştir. Çocukları onu hep yüceltti. Arkadaşları, akrabaları, yakınları, sevgili Nilgün’ü hep el üstünde taşıdı, çok sevdi, takdir etti, hayran oldu. Kaybın çok büyük. Hepimizin kaybı… 25 yıl kadar önceydi, bir yerde Marcus Aurelius Antonius’un şu sözlerine rastlamıştım: “Tanrım! Bana, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme olgunluğunu, değiştirebileceğim şeyleri yapabilme cesaretini ve ikisi arasındaki farkı anlayabilme basiretini ver.” Uygulamak hepimize nasip ola.” (Erel ve Tanşuğ Bleda) “…Nazım’ın Öldükten Sonra şiiri… Bu en hüzünlü gibi duran şiirde bile Nazım nasıl umut saçıyor. Nilgün Hanım şimdi mutlu olmalı, maziye ağlayan değil, onu yaşatan bir sevgilisi olduğu için; tabutuna küçük de olsa bir Türk bayrağı bağlamayı başaran kızı olduğu için; ona sahip çıkan, anısına saygı duyan dostları için… Teselli olur mu bilemem ama, “bazen yaşar ölüler…” (Barış Aybay) “Sevgili Kışlalı, Sizinle tanışmadık ama uzaktan sizi seven, sayan biriyim. Bir gün, Brüksel’de, güzel kızlarınızdan biriyle tanışmıştım. O kadar beğenmiştim ki, “Annenizi ilk gördüğüm an sizi böyle yetiştirdiği için onu tebrik edeceğim” demiştim. Bu maalesef gerçekleşmedi. Ama ben, Nilgün Hanımefendiyi sizin ebediyen saklayacağım “Bir Türk’ün Ölümü” adlı yazınızda çok iyi tanıdım. Onun için gözyaşı döktüm. Ben böyle hissediyorsam sizlerin durumunuzu da tahmin edebiliyorum…” (Leyla Umar) “Yurtta trafik kazalarının günlük olaylar arasında yer alması sonucu, bu acıların dışında kalanlar bunları artık yadırgamamakta, bir gün kendilerinin de bu akıbetle karşılaşacaklarını tevekkülle beklemektedirler. Yazılarınızı devamlı izlemenin kurduğu ilişki dolayısı ile maruz kaldığınız kaza karşısında üzülmekle beraber, bu üzüntüm belli sınırlar içinde kalmıştır. Ancak, elim kaza sonucu yazdıklarınızı okuyunca değerli eşinizin üstün kişiliği karşısında, yalnızca üzülmekle yetinilmeyerek bu acınızı paylaşmanın da lazım geldiğini gördüm. Çevremizdekilerden çok daha fazla bize yakın olduğunu anladığım eşinize Tanrının rahmetini diler, taziyelerimi sunarım.” (Şükrü Postacıoğlu – Avukat) “Cumhuriyet’te eşinizle ilgili bazı duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için size minnettarız. Hiç tanımadığımız eşiniz şimdi bizim ebedi dostumuz oldu…” (FarukMevhibe Loğoğlu) “…Bu mektubu yazacağımı hiçbir zaman düşünmedim fakat takdiri ilahi’nin (biz gerçek laikler O’na elbette inanırız) bize neler hazırladığını bilemeyiz. Senin hayatını sürekli bir ışık, güneşli bir atmosfer içinde aydınlatan güzel, güzel ruhlu, hayat dolu arkadaşın, bizleri, seni bırakıp gitti. Buna akıl erdirmek imkansız. Almanların bir deyişi var: İlahlar kıskanmışlar!.. Evet, siz öylesine anlaşmış bir bütün, harikulade bir aile oluşturmuştunuz ki herkes size imrenerek bakıyordu. Şimdi çok güç, engebeli bir yolun başındasın… Ve şunu bil: “gidenler” bizimle yaşamaya devam ediyor. O’nun resimlerini her yere koymaktan, o’ndan bahsetmekten çekinme… Bildiğim, gördüğüm, sezdiğim kadar sen Nilgün’ü çok mutlu ettin, o’na bir kadının isteyebileceği, özleyebileceği her şeyi verdin… Ve ağlamasını bil! Eski hocan, yeni arkadaşın…” (Nermin Abadan Unat) “Yazınızı okuyunca öylesine duygulandım ki, gözyaşlarımı tutamadım. İnsan sevgisiyle dolu bu büyük ve saygıdeğer Türk’ün ölümünden duyduğum üzüntü bir kat daha arttı…” (Haydar Tunçkanat) Fransa, İspanya, İsviçre, Belçika, İngiltere, Afrika ülkeleri, Amerika, Asya, Avustralya… Her yerden, bazen kimlik belirtme gereği bile duymayan insanlardan gelen binlerce mektup… Öğretmenler, subaylar, diplomatlar, gazeteciler, işadamları, işçiler, memurlar, okuyucular, öğrenciler, politikacılar ve en değerlileri, “sade vatandaş”tan gelenler… “Acılar paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır KAZA MI, CİNAYET Mİ ? Kaza haberini alır almaz Ankara’da, ablamı aramıştım ve eniştem Haluk Erköse derhal yola çıkarak olay yerine gitmişti. İki kişinin öldüğü bu “kaza”nın yeri, şekli, şeması fotoğraflarda mevcut… Aynı gün, aynı yerde başka kazalar olmuş, başka insanlar ölmüş. 48 saat içinde, Karayolları’nın yol üzerinde bıraktığı mıcır sekiz kişinin canını almış! Soruyorsunuz, “Görünmez kaza” diyorlar! Bundan daha “görünür” kaza nasıl olur? Biz acı içinde kıvranırken, ilk tepkiler basına yansıdı bile… Zamanın Kültür Bakanı İsmail Cem, sanki hükümette olan kendileri değil de bizmişiz gibi, neler yapılması gerektiğini anlatan bir mesaj yayınladı ve yollarda can güvenliğinin sağlanmasını istedi! CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, olayı bir “cinayet” olarak değerlendirdi. Baykal, “Aynı yerde daha önce de birkaç kez kaza olmuş. Karayolları’nın önlem alması gerekirdi. Bu bir cinayettir. Yeni görev alacak arkadaşımızın buna dikkat etmesi gerekir” diyordu. Ankara Milletvekili Mümtaz Soysal, bir yandan Nilgün’ün “Fransız asıllı” olduğunu aktaran medyayı, “münasebetsizlikle” suçlarken, bir yandan da soruyordu: “Aynı yerde, aynı gün, aynı cinsten iki kazayla iki kişi daha ölmüşse, bunun adı artık kaza değil cinayettir. Taammüden olmasa da, taksirli olarak… Müteahhit firma hangisidir ve işi biten malzemeyi niçin kaldırmamıştır? Karayolları’ndaki sorumlular kimlerdir? Hukuk kitaplarına “ağır hizmet kusuru” olarak geçen bu gibi durumların sonuna kadar izlenmesi ve vatandaşa bilgi verilmesi, “bilgi çağına girdik” diye sabahtan akşama kadar böbürlenen bir toplumda pek az yapılan bir iştir…” Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, Akşehir Trafik Bölge Müdürlüğü’nün, kazayla ilgili olarak ihmalle suçladığı Karayolları örgütünün Genel Müdürü Dinçer Yiğit, “Kazada Karayolları’nın bir ihmali söz konusu değildir” dedi. Yiğit, “Yola koydukları hız sınırlama işaretinin çalındığını” özür olarak beyan ediyor ve şöyle diyordu: “Yolun bu bölümüne yumuşak zemin ve kasis işareti ile hız tahdit işareti koyduk. Burada meydana gelen ilk kazadan sonra hız tahdit levhaları çalınmış…” Cumhuriyet muhabiri, “Olay yerinde trafik işareti görmedik. Yunak’taki Karayolları ekipleri, üçüncü kazanın da meydana gelmesinden sonra kaza yerine trafik işareti dikmeye gideceklerini söylediler” deyince, Genel Müdür şunları anlatıyor: “Konuyla bizzat ilgilendim. Bana gelen raporlarda olay yerine çalışma sırasında trafik işaretleri konulduğu belirtiliyor. DSİ tarafından sürdürülen menfez inşaatı yaklaşık iki aydır sürüyor. Karayolları ve DSİ arasında imzalanan protokol üzerine 100 metrelik yolda, kanal ve yolların altındaki boşlukları doldurma çalışmalarına başlandı. Bu yolda işaretlemenin yapıldığına dair tutanaklar var. Bakım teknik görevlileri işaretlemelerini yapmış ve şube şeflerine imzalatmışlardır. Ağustos’un 10’undan beri yol hizmet veriyor. Ve kaza gününe kadar başka bir kaza meydana gelmemiş . Hız tahdit levhasının yerinde olmadığı saptandı. Trafik ekiplerince konan levha, insanlar tarafından çalınıyor. Üçgen levhalar yerinde durmasına karşın, yuvarlak levhalar yerinde yok…” Ve Yiğit, yolda malzeme artığı bırakılmadığını iddia edip, “Kaza olmasaydı 2 gün sonra asfaltlama yapılacaktı” diyor! Akşehir Bölge Trafik Müdürlüğü de, kazaların meydana geldiği YunakAkşehir karayolunun 31. kilometresinde bakım ve onarım çalışmalarının sürdüğünü bildirerek, “Burası Karayolları’nın görevi dahilinde. Bakım ve onarım çalışmaları bizi değil onları ilgilendirir. İşlek bir yol olmadığı için çok sık gidemiyoruz” açıklamasını yapıyor. 12 saatte 3 ayrı kaza ve dört ölü! Aynı yerde! Aynı nedenle! 48 saatte sekiz ölü... İnsan hayatının böylesine ucuz olduğu, sorumsuzlar ve sorumsuzluklar ülkesinde sadece Nilgün için ağlamak ayıp… Binlerce insanımız bu tür cinayetlere kurban gidiyor. Ateşin düştüğü yeri yakması ama sönmeyip oradan buraya sıçraması karşısında tepkisizlik, yangını büyütüyor. Biraz bireysel ve toplumsal tepki ile sorumsuzların sorumsuzluklarını yüzlerine çarpacak birkaç mahkeme kararı o kadar can kurtarabilir ki! ............ Çok şeyler yazıldı, o dönemde, basında... Bekir Coşkun, evinin önündeki “kırmızı ağacın” yaprak dökümünü anlatırken, isyanlarda, “Gazetelerin sayfalarına, televizyonların ekranlarına bakın: Asfaltın üzerinde unutulan cüruftan kaldırımlarda satılan uyuşturucuya... Pompalı silahlardan kurşuna dizilen bebeklere kadar, aptallığın ve gelişmemişliğin kurbanlarıyla dolu” diyordu. Oktay Ekşi, önce, o yaz, kendisinin bulunduğu bir arabada geçirilen “mıcır kazası”ndan nasıl tesadüfen kurtulduklarını anlatıyor, ardından, “Kışlalı maalesef bizim kadar şanslı değilmiş” diyerek şunları yazıyordu: Ortadaki bir kaza değil, düpedüz Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından işlenmiş bir cinayettir. Tıpkı daha önce yine arabalarının “mıcır”da kayması sonucu öldüklerini anımsadığımız dostlarımız gazeteci İlhami Soysal, gazeteci Teoman Erel, gazeteci Aziz Utkan ile eski Antalya Milletvekili Mustafa Çakaloğlu gibi... Keza Karayolları’nın yeterli ve doğru işaretleme yapmaması nedeniyle AnkaraGerede arasında yanlış yola girip karşıdan gelen araca çarparak eşiyle birlikte vefat eden merhum Adnan Kahveci gibi... Yine uyarı işaretlerinin eksikliği yüzünden arabası kayıp yoldan çıkınca ölen gazeteci Turgay Esmer ile yoldaki şeritin üçten ikiye indiğine ilişkin bir işaretin konmaması yüzünden karşıdan gelen arabanın yoluna girdiğini bilemeden bir otobüse çarpan gazeteci Barış Selçuk, gazeteci Hande Mumcu ve iki arkadaşları gibi... Bunca cinayetin en azından dolaylı failleri olarak adalet önünde hesap vermesi (hiç değilse ağır hizmet kusuru nedeniyle tazminat ödemeye mahkum edilmesi) gereken bir kurumun ya da yetkililerinin büyük bir pişkinlikle “Biz görevimizi yapıyoruz” demesine hiçbir uygar ülkede izin verilmez. O nedenle diyoruz ki: Trafik cinayetlerini azaltabilmenin ve dünyada en fazla trafik kazasının meydana geldiği ülke olmaktan çıkmanın ilk koşulu, hani o suçu kolayca üstüne attıkları “sürücü”leri ve “yaya”ları değil, yolları hepimiz için birer ölüm tuzağı haline getiren Karayolları’yla Emniyet Genel Müdürlüğü’nün trafikten sorumlu birimlerini ıslah etmektir. Onları ıslah etmeden trafik kazalarını azaltmayı umanlara anımsatalım: Yıllardan beri öteki çözümlerin hepsi denendi. Hiçbiriyle sonuç alınamadı. O yüzden Türkiye, trafik kazaları yüzünden yılda 10 bin kişinin öldüğü, yüz bin kişinin de yaralanarak çoğu kez sakat kaldığı bir ülke haline geldi. Ölenlerin katili devlet, kullandığı silah da çoğu kez mıcırdır. ............ Hıncal Uluç, yengesinin ölümünün ardından yazarken, “İnsan canı sözünü ettiğimiz, insan canı” diye haykırıyor ve “vicdansız yöneticilere” çatıyordu: Trafik polisi, kazada Ahmet Taner Kışlalı’yı sekizde sekiz hatalı bulmuş. Karayolları Genel Müdürü Dinçer Yiğit de, yolların hatalı işaretlenmesi, ya da hiç işaretlenmemesi yüzünden kaybolan yüzlerce can için özür dileyeceğine, bu raporun ardına saklanıp saldırıya geçiyor. Yazıklar olsun.. 48 saat içinde aynı yerde 8 ölümlü kaza olursa, dünyanın her yerinde, bir tek karara varılır.. Yolun ortasında bir cinayet tuzağı vardır. Suçlu, bu tuzağı kuranlardır. Yiğit, yiğitlik etmiyor.. “Bu nasıl rapor” diyen Cumhuriyet gazetesi avukatlarına, “Karayolları’nı suçlu çıkarmak haddime mi düşmüş? Devlet devleti suçlar mı?” diyen trafik polisinin raporuna mal bulmuş mağribi gibi sarılıyor. Ne var ki, mahkemelerde emir kulu polisler değil, bağımsız yargıçlar var.. Karayollarındaki cinayet tuzaklarında ölenlerin vicdan azabını polis raporları silmez.. Tabii eğer insan vicdan varsa, Yiğit Bey! ............. Ellerin dert görmesin Oktay Ekşi Ağabey.. Elleriniz dert görmesin, bu defa konuyu gerçekten ciddiye alıp da yazan öteki köşe yazarı dostlarım. Sevgili Nilgünümüzü alıp götüren olayın kaza değil, cinayet olduğunu yazan herkes.. Hepinize teşekkür.. Bu sayede belki Karayolları denen o vurdumduymazlar şebekesi birazcık akıllarını başlarına alır, birazcık sorumluluk duyarlar. Hiç değilse bundan sonra, birkaç can kurtulur. Yola mıcırı dök, buz pisti haline getir, sonra işaret mişaret koymadan çek git. Bunlarda insanlık da kalmamış.. Özür dileyeceklerine, Türk halkına hiç değilse bundan sonrası için güvence vereceklerine, nasıl bizi hâlâ eşek yerine koyan açıklamalar yapıyorlar. Nilgünümüzü götüren kazadan sonra, Cumhuriyet’in avukatları derhal tespit yaptırıp hiçbir uyarının olmadığını belgelediler ya.. Köşeye sıkıştılar ya.. Şimdi o köşeden çıkacaklar.. Bize de “Yerseniz” diyorlar.. Eşek sanıyorlar ya.. Efendim, uyarı varmış.. Sabah bir kaza olmuş, ölümlü.. O kazadan sonra çalmışlar.. Vay vay vay.. Peki, Nilgünümüzü götüren kazadan sonra, bir ölümlü kaza daha var. Geldiniz, ikinci ölümlü kazayı gördünüz, uyarı levhalarının çalındığını fark ettiniz, niye hemen yenisini koymadınız da, bir üçüncü ölümlü kazanın olmasına yol açtınız? Karayolları kimseyi kandırmasın.. Bu mıcır, bu uyarısız yol onarımları yüzünden, yüzlerce insan öldü bu ülkede.. Bizde sadece ünlü olanların isimleri var, o da yığınla.. Hepsini siz öldürdünüz. Bunca cinayetin yükü ile, geceleri yatağınızda hâlâ nasıl uyuyabildiğinize şaşıyorum!.. Bana açıklama falan da göndermeyin sakın, yırtar çöpe atarım, okumadan.. Bir diyeceğiniz varsa, buyurun mahkemeye.. ............. Kışlalı şoktaydı. Kazadan sonraki ilk günlerde, olayın farkında değil gibiydi. Hiçbir şey olmamış gibi insanlarla konuşabiliyor, daha doğrusu onları dinleyebiliyordu. Alakasız ve gereksiz konularda tartışmalara girebiliyor ama kazadan söz etmiyordu. Birkaç gün sonra, Ahmet Taner Kışlalı’nın konuya ilişkin son yazısında isyan vardı: İsyan Ediyorum! Şu sözler, Türkiye´deki karayolları trafiğinin en yüksek sorumlusuna ait: Türkiye´deki kazalarda Karayolları´nın kusurunun binde 24 gösterilmesi bana göre yanlış! Bizim polis devlete sahip çıkar, devlet kurumlarını suçlamaz. Kazalarda Karayolları´na fazla kusur verilirse, kaza yapanların dava açacakları düşünülürdü. Görüşmeyi yapan gazeteci soruyor : “Devleti sevmek başka, gerçek sorumluluğu saptamak başka. Bu durum hâlâ devam ediyor mu? Polis hâlâ Karayolları´nı koruyor mu?” Durum kendi polisimizin eğitim eksikliğinden kaynaklanabilir. Son zamanlarda polisimizi bu konuda uyardık. Tarih 21 Mayıs 1995... Sözlerin sahibi trafikten sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Kerem Durmuş... Konuşmanın yayımlandığı yer, Türkiye gazetesi. *** Köprü yapımı nedeniyle, asfalttan bir karış aşağıda beton zemin... Daralan yol... Ve sert zeminin üzerine, sanki “bilya görevi yapmak üzere” yığılmış mıcır. Köprünün çevresinde korkuluk bile yok! Hiçbir uyarı işaret yok! Gece sabaha karşı birinci kaza ve ilk ölü var... Sabah saatlerinde ikinci kaza ve iki ölü var... 48 saat içerisinde başka kazalar ve başka ölüler var... Aynı yerde! Herkesin gözleri önünde! Ama ikinci kazadan ve üç ölüden sonra bile hâlâ gerekli uyarı işaretleri yok! Ne beklersiniz! Bazılarının utanç ve üzüntü ile başlarını öne eğip susmalarını... Ve de Yunak Akşehir karayolunun 28. kilometresine kurulmuş “ölüm tuzağı”nın “gerçek” sorumlularını saptamak için, “yansız” bir soruşturma başlatmalarını... Ne gezer! Olayların sorumluları zaten “peşinen” belli!.. Tüm suç bizlerde... O yolu seçmiş olan, ölü ya da yaralı sürücülerde... Geçmiş yılların İlhami Soysal´larında, San´larında, Erel´lerinde... *** Susacaktım, eğer susması gerekenler konuşmasalardı! Eğer “kurban” ile “sorumlu” birbirine karışmamış olsaydı! Eğer, sorumlu vicdanlar, parmakları ile “insafsızca” bizleri göstermeseydi! Eğer, onarılması olanaksız acılarımızla, adeta alay edilmeseydi! Tam 32 yıllık sürücüyüm... O ölüm tuzağına kadar kazam yok... Kurallara aşırı dikkat ve hız karşıtı olmakla tanınırım... Ne dengesizim, ne de çılgın ve bilinçsiz... Olay sırasında uykulu değildim; içkili ya da yorgun değildim. Karşımda uyarı işaretleri olsaydı, uymamam için bir neden var mıydı? Olaylardan saatler sonra bile, gerekli uyarı işaretlerinin konmamış olduğunun tanıkları ortada... Kaymakamdan emniyet müdürüne, hükümet doktorundan o yoldan günde 56 kez geçen minübüs sürücülerine kadar! Ve de, karayollarının, “soruşturmacısı”na, savcının odasında yöneltilmiş bir isyan tümcesi var: Madem ki kararınızı peşinen vermişsiniz, raporunuzu yazmak için buralara kadar gelmenize ne gerek vardı? Zahmet etmeyip, Ankara´da yazsaydınız! *** Çocukken, ağlayarak uyandığım düşler görürdüm... Hepsi de, bir “haksızlık” karşısında çaresiz kaldığım düşlerdi bunlar... Bazıları, en değerli varlıkları yitirdiklerinde Tanrı´ya isyan ederler... Ben Nilgün´ü yitirdiğimde; acı çekmediği için, kızlarım da arabada olmadığı için, mutlu gittiği için, hiç değilse 28 yıl paylaştığımız için... Tanrı´ya şükrettim! Ama şimdi, kendilerini kurtarmak için, beni ve o “ölüm tuzağı”nın canlı ya da ölü kurbanlarını hedef gösteren parmaklara isyan ediyorum! Kendi adıma, isyan ediyorum! Altınay´la Dolunay adına isyan ediyorum! İlhami´ler, Burcu´lar, Teoman´lar adına... onların acılarını hâlâ yüreklerinde taşıyanlar adına.. yüzlerce, binlerce benzerleri adına isyan ediyorum! Ve ciğerlerimin tüm gücü ile haykırıyorum: Yükseltin artık sesinizi!.. Yükseltin ki, bizim çektiğimiz acıları, hiç değilse başkaları da çekmesinler!.. SEVEN, SEVİLEN BİR ANNE… Ve Nilgün böylece aramızdan ayrıldı. O’nun nasıl bir “insan” olduğunu anlatmanın zorluklarından söz etmiştim. Kitabın sonunda, Nilgün`ü bir de kızlarının ağzından dinleyelim. Altınay anlatıyor: Dolunay daha doğmamıştı. Babamın olmadığı gecelerde annemle aynı yatakta yatardık. Dua etmeden uyutmazdı. Ben, 34 yaşımda, dua bilmediğim için o söylerdi, ben tekrarlardım. O dualar dün gibi ezberimde... Önce kelime i şahadet... Sonra, Türkçe, Fransızca dualar: “Tanrım bize sağlık ver. Amin... Refah ver. Amin... Ülkemize barış ver, halkımıza huzur ver. Amin...” Tanrı’ya inancımızın gelişmesinde, babaannemle birlikte, büyük katkısı oldu annemin. İçtenlikle ve güçlü bir şekilde inanırdı. Ettiği dualar dışında, sık sık Hacıbayram’a giderdi. Günde üç pakete varan sigara tiryakiliğine rağmen, Ramazan’da oruçlarını aksatmazdı. Oruç tuttuğu zaman hiç sinirli olmazdı, meleğe benzerdi. Tanrı ile birey arasındaki ilişki, onun kafasında çok basit ve yalındı : “Sen bu yeryüzünde üzerine düşeni en iyi şekilde yapacaksın. İnsanı, doğayı, Tanrı`nın yarattıklarını seveceksin. Çok çalışacak, çok verecek, çok paylaşacak ve bunlardan keyif alacaksın. Tıkandığın noktalarda da derin bir inanç ve sevgiyle Tanrı’dan yardım isteyeceksin...” İlkokula başladığımda, babamın okul yaşamımla, derslerimle yakından ilgilendiğini anımsamıyorum. Annem, galiba kontrol ettiğini, ilgi gösterdiğini fark ettirmek için, derslerimin içeriğine kadar izlerdi. Türkiye tarihi ve coğrafyası gibi konularda sınav olduğu zaman beni karşısına alır, anlattırırdı. Ben ona anlattıkça öğrenirdim, o da beni dinledikçe öğrenirdi aynı şeyleri... Beni yalnız başıma Fransa`ya yolladılar, 67 yaşlarındaydım. Bu annemin girişimiyle oldu. Çok küçükken bize güvenlerini gösterir, büyük sorumluluklar verir ve bunların altından kalkabilmemiz için eğitirlerdi. Ankara`dan kalkıp Bordeaux`ya, birkaç aktarmayla, tek başına gidecek çocuğun yapması, bilmesi gerekenleri anlatırdı annem... Ve tekrarlatırdı, iyi anlayıp anlamadığımı görmek için: “Havaalanında kaybolursan ne yapacaksın?”, “Deden seni karşılamaya gelmemişse kimlerden yardım isteyeceksin?”, “Adın ne? Adresin ne? Dedenin adı ne?”... İlkokuldayken, sabahları kahvaltılarımızı kendimiz hazırlardık, annemin denetiminde... Bazen iş yerinden telefon ederdi, biz okuldan dönmüş olurduk. “Akşam misafir gelecek, köfte yapın güzel güzel” derdi. Yapardık ve o köfteler misafirlere ikram edilirdi. O dönemde, 8 veya 9 yaşımdaydım, kek yapmaya karar verdim. Annemle birlikte, gerekli malzemeyi yan yana dizdik mutfakta... Her şeyi ben yaptım, o izledi. Keki fırına koydum, pişmesini bekledim. Kek pişmek bilmiyordu. Saate bakıyorum, fırını açıp içine bıçak sokuyorum, hamur mu diye anlamaya çalışıyorum. Sabırsızlıkla erken çıkarttım keki fırından herhalde, kabından ayrılmasıyla birlikte bin bir parça oldu. Hayal kırıklığım o kadar büyüktü ki... Ben ağlarken annem keki parçalar halinde bir tabağa koyup salondaki masaya götürmüştü bile... Babam önüne koyulan tabağa ters ters bakıyordu ki annem, tepki göstermesine fırsat bile vermeden, “Amed, bak kızın ne güzel kek pişirdi. Hadi tadına bakalım” dedi ve ekledi: “Hımmm, nefis olmuş, ellerine sağlık Altınay...” Hep bizi teşvik etti annem, atmak istediğimiz adımları büyük bir şevkle destekledi, tökezlediğimizde yanımızda oldu. Bağımsız, başının çaresine bakma yetenekli bireyler olmamızı istiyordu. Belki de verdiği yaşam mücadelesinden veya içindeki endişelerden kaynaklanıyordu bu. Babamın bakanlığı döneminde, 70’li yılların sonunda, annemin bizi babamızın öldürülmesine hazırladığını anımsıyorum. Her an o haber gelecekmiş gibi endişeyle beklediğimizi... Akşamları haberler dinlenir, nefesler tutulur, öldürülenlerin isimleri izlenir ve babamın adı olmayınca bir “Ohhh” çekilirdi. O dönemlerde, sabahları, okula ve işe gitmek üzere evden çıkılırken veya hafta sonlarında bir yere gidilecekken, önce arabaya annem biner, motoru çalıştırırdı. Eğer arabaya bomba koymuşlarsa bize bir şey olmasın diye... Çünkü babam yaşamalıydı, biz yaşamalıydık... Yıllar geçti. Terör azaldı, biz Ümitköy’e taşındık. Annem gene de her sabah kalkınca arabayı, altını, çevresini kontrol eder, hatta babam binmeden önce motoru çalıştırırdı. Çocukluğumuzdan itibaren bize çok sık sorardı, “Babanız ve ben ölürsek ne yaparsınız?” diye... Israrla, ciddi bir şekilde yanıtlarımızı ister, dinlerdi. Verdiğimiz cevaplara pratik eklemeler yaparak bizi eğitirdi. “Sinemaya veya bir eğlence yerine gittiğinizde önce acil çıkış kapılarının nerelerde olduğuna bakın” derdi. Bu tür uyarıları çok olurdu. Bize verdiği eğitimin boyutlarını, onlar öldükten sonra daha iyi fark ettim. Hiçbir akranım çalışmazken, tatil aylarında, ben istediğim için bana iş bulur, çalışıp para kazanmamı sağlardı. Babam da çalışmama engel olmazdı. Birçok arkadaşımın anne ve babaları izin vermezlerdi çalışmalarına. Bir kere, bir arkadaşımla yazın birlikte çalışmaya karar verdik ama çok heyecanlanmasına rağmen onun ailesinden izin çıkmadı. “Etraftan ne derler sonra, bizim sana bakacak, verecek paramız yok mu?” dediler. Bu mantık beni çok şaşırtmıştı. Arkadaşım çok üzüldü. Bu olayla, annemin, bireylerin bağımsızlaşmasını geciktiren, korumacı, geleneksel Türk zihniyetinden ve eğitim sisteminden farklı bir yaklaşımda olduğunu fark etmiştim. “İyi iş yapana her zaman iş vardır. Temizlikçilik bile yapıyor olsan, işini iyi yaparsan yükselir, başarılı olursun” derdi. Sürekli üretken olmamızı ister, babam dahil, hepimizi tembellikle suçlardı. Babamı sürekli, “Hadi, kitap yazsana” diye sıkıştırırdı. Eğitim çok önemliydi. Dolunay da, ben de özel okullara gidiyorduk. Bir ara maddi sıkışıklık yaşadılar. Babam bu okullardan alınmamızı önerdi, annem reddetti. “İkinci iş bulurum” dedi. Çevresi, ilişkileri çok iyiydi. Çeviri işleri buldu. Geceleri bizi uykuya gönderip, masanın etrafında baş başa oturup, çok geç saatlere kadar çeviriler yaptıklarını hatırlıyorum. Üniversite sınavlarına hazırlanırken de sabahları erken kalkıp çalışmadığım için odamın kapısına dikilirdi annem. O kadar disiplinli ve çalışkan bir insandı ki, onun gibi olmak gerçekten zordu. Ve organizasyonda da mükemmeldi. Pratik zekası, akılcı tasarrufları önemliydi. Ümitköy kent merkezinden uzakta olduğu için gidiş ve gelişlerimizin tek seferde gerçekleşmesini düzenlerdi. Gece bir yere gidilecek ise giysiler sabahtan yanımıza alınır, bir yerde üstümüz değiştirilirdi. Ev uzakta olmasına rağmen tiyatro, konser, davet gibi etkinliklerden geri kalmamamızı sağlardı. Özverili bir anne ve eşti. Ümitköy’deki evin ilk döneminde, ev çok soğuk olurdu; parasal yetersizlikler, ısıtma sistemine sağlıklı bir çözüm bulunmasını geciktiriyordu. Evin içindeki su borularının donduğu, patladığı bile olurdu. Annem, geceleri soğuk yataklara girmeyelim diye sular kaynatır, boş şişelere doldurur ve bu şişeleri yataklara yerleştirirdi. Sabahları kahvaltılarımızı yataklarımıza getirir, biz yemek yerken o, odalardaki sobaları yakardı. Ümitköy’deki evin inşaatında tuğlalar taşır, fayansları temizlerdi. Tırnakları kırılırdı. Kendisi gibi çalışanları yüceltir, onlara güzel sözler söyler, öperdi. İş bitince güzel bir kahve sunardı herkese. Ama çalışmayanın vay haline! Çok sert eleştirir, küçümserdi o zaman... Koşullar ne olursa olsun, hep bakımlı bir kadındı. Güzel giyinen, güzel kokan; saçları, elleri, yüzü hep bakımlı bir anne gördük. En olumsuz koşullarda bile bakımını ihmal ettiğini hatırlamıyorum. Bizi dokunarak severdi. Babam dokunmayı ve sevgi göstermeyi annemden öğrendiğini, bunun çok önemli olduğunu anlatırdı. Ve hepimizden daha Türk’tü. Heyecanlı bir Fransa Türkiye maçında ona hangi takımı tuttuğunu sormuştum. “Tabii ki Türkiye” diye, yılların futbol taraftarı edasıyla haykırmıştı. Öldüğü zaman Türkiye`de gömülmesine ilişkin ısrarlı vasiyetinin nedenini anlatırken de, kendisini buralara ait hissettiğini, tüm sevgisinin ve sevdiklerinin buralarda olduğunu söylemişti. ............ Ve Dolunay anlatıyor annesini: Akşamları Altınay´la beraber bizi yatağımıza yatırır, ikimizi de uzun uzun öperdi. Hiç aksatmazdı, her akşam yapardı bunu... Babamın bakanlığı döneminde, geceleri çok sık çıkarlardı ama saat kaçta dönerlerse dönsünler, muhakkak gelir ikimizi de öpüp, koklardı. Uykumun arasında bile onun sıcaklığını, kokusunu ve uzun okşamalarını hissederdim. Geceleri bizi yatağa yatırdıktan sonra dua ettirirdi. Altınay´la beraber avuçlarımızı açar, annemizin sözlerini tekrar ederdik. Tanrı´ya şükrederdik. Daha sonra, annemin eskiden katolik olduğunu öğrendim. O zaman neden Müslümanlığı seçtiğini sordum. Bana; Türkçe bilmediği dönemde Kuran´ı Fransızca okuduğunu ve çok etkilendiğini, daha sonraları Türkçesini de okuduğunu söyledi. Bütün dinlere saygılıydı. “Sen iyilik yap, insanları sev, şükretmeyi bil, Tanrı´yı sev; o zaman Tanrı da seni sever” derdi. Bizi zorlamazdı ama o orucunu tutardı, her fırsatta fakirlere, hastalara yardımcı olmaya çalışırdı. Kurban kestirip, Ankara´nın fakir mahallelerinde kendi elleriyle et dağıttığını hatırlıyorum. O’nu düşündüğüm zaman gözümün önüne koskoca bir gülümseme, tüm insanlığı kucaklayabilecek kadar çok sevgi; hayatta hiçbir acı çekmemiş bir insan gibi sunduğu olağanüstü bir yaşam sevinci geliyor. Hayatı kana kana içiyor gibiydi. Çok renkli ve ilginç bir kişiliği vardı. Ben uzun yıllar, bütün annelerin onun gibi olduğunu zannettim! Zamanla, benzeri bulunmaz bir annem olduğunu algıladım. Babam hep, “Bana sevmeyi ve sevilmeyi Nilgün öğretti” derdi ve eklerdi: “Nilgün gelene kadar bizim ailede birbirini öpme adeti yoktu. O’nun gelmesinden sonra aile fertleri birbirini öpmeye başladı.” İnanılmaz bir uyum yeteneği vardı. Kocasını çok severdi, hayrandı. O’nun için tüm alışkanlıklarını, ailesini, dinini, dilini terk edip yepyeni, bambaşka bir sisteme alıştı. Bu kadar fedakarlıkta bulunup, kendi kültüründen tamamen vazgeçmeseydi, böylesine huzurlu bir ailemiz olmazdı herhalde... Çok az çocuğa nasip olacak kadar mutlu, sevgi dolu ve huzurlu bir ortamda büyüdüm. Bazılarına göre Nilgün çocuklarına ve eşine karşı “fazla tavizkar”dı. Oysa mutluluğumuzun temeliydi o... Ve çok mutlu bir kadındı... Bana hep, hayattaki en önemli şeyin sevgi olduğundan, sevgiyi bulduğum yerde yakasına yapışıp, kıymetini bilmem gerektiğinden söz ederdi. “Her zaman içindeki çocuğu dinle” derdi: “Eğer çılgın bir kadın olmasaydım, gözlerim kapalı Ahmet´in peşinden gelmezdim, korkardım ve çok şeyi kaçırır, bu mutluluğun yanından geçip giderdim.” Kocama âşık olduğumda beni ilk o anladı ve en zor, en yalnız olduğum anlarda hep yanımda oldu, hep elimi tuttu. Onunla bir arkadaş gibi, her şeyi konuşabiliyordum. Sadece annem değil, sırdaşımdı. Annemin yabancı asıllı olduğunu uzun süre fark etmedim. Okulda annesi Alman olan bir kız arkadaşım vardı. Hatırlıyorum, “insanın annesinin yabancı olması nasıl bir duygudur” diye merak ederdim, hatta biraz imrenirdim. Evlendikleri zaman birlikte karar vermişler; “Çocuklarımız Türk yetişecek” demişler. Ama ne olursa olsun, bugün anlıyorum ki, farklı renkler de var yetiştirilişimizde... İki ayrı kültürün birleşiminden olmamızdan dolayı bize “farklıya saygı ve öteki olana hoşgörü” öğretildi. Bize hep “büyük adam” muamelesi yapıldı evde. Ailece kararlar alırdık. Ben bacak kadarken bile fikrim sorulurdu. Evin misafir odasına perde kumaşı seçileceği zaman, kedinin ismi belirleneceği zaman bile beraber karar verilmeliydi. Babam her ne kadar demokrat idiyse de, çok sıkıştığı zamanlarda, “Benim oyum çift sayılır” der, işin içinden sıyrılırdı. Evde şu ya da bu nedenle huzursuz bir ortam varsa, babam hemen “aile meclisi”nin toplanacağını bizlere bildirirdi. Sanırım bu bakanlık döneminden kalan bir alışkanlık. Bize toplantı tarihini ve saatini verirdi. O güne kadar herkes çok gerilir, savunmalar hazırlanırdı. (Savunma hazırlayan genelde ben olurdum!) Babam söyleyeceklerini önceden not eder, soracağı soruları da bir kağıda, unutmamak için yazardı. Ben de zamanla bu alışkanlığını fark edip, söz konusu kağıdı önceden bulmayı ve daha hazırlıklı olmayı öğrendim... Ve o gün belirlenen saatte herkes salondaki yerini alır, telefon prizden çekilirdi... Bir çeşit grup terapisi... Ağlamalar, kavgalar olurdu. Sonuna doğru babam konuyu toparlar ve herkes, içini dökmüş olmanın rahatlığıyla, birbirine sarılırdı, özürler dilenirdi. Telefonun prizi yerine takılır, babam eline kitabını alır ve gelecek toplantıya kadar hayat normal seyrine dönerdi. Ailece çok hayal kurardık. 28 senelik evlilikten sonra annemle babamı salonda hafif bir müzik koyup, el ele tutuşmuş hayaller kurarken görmek çok olağan bir manzaraydı. Yaşadığımız evin inşaatı çok uzun yıllar sürmüştü. Eve bir kapı takıldığı zaman çok büyük olay olurdu ve ona bakarak saatlerce hayal kurabilirdik. “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” felsefesi bizim aileye tam uygundu. Bana aşılanmış güzel alışkanlıklardan biri... Çocukluk ve özellikle genç kızlık dönemime döndüğümde sıcacık bir romantizm ve sevgi akıyor içime. Annemle, bazen sabahlara kadar süren şömine karşısı sohbetlerimiz olurdu. Kızılcahamam yakınlarında, Çamlıdere´de küçük bir dağ evimiz vardı. Annemle baş başa oraya çok sık gittik. Işıkları kapatıp gökyüzüne bakardık. Bu, ikimizi de çok etkilerdi. Bugün de ne zaman yıldızları ve ay’ı görsem o geceleri anımsıyorum. Birbirimize gelecek için projelerimizi anlatırdık. Benim, genç bir insan olarak elbette çok hayallerim ve projelerim bulunuyordu ama benden 32 yaş büyük olan annemin de en az benim kadar geleceğe yönelik beklentileri ve hayalleri vardı. Enerjisi ve yaşam sevgisiyle beni büyülerdi. Kahkahalarını unutamıyorum annemin... Çocukken misafirler geldiğinde biz yatardık. Uykumun arasında annemin meşhur kahkahalarını duyardım. İçim huzur dolardı. Onun mutlu olduğunu hissederek ben de mutlu uyurdum. Yaramaz, afacan çocuklar gibiydi. Babam arada sırada yurtdışına çıktığı zaman çikolatalar getirirdi ama onları saklardı. Akşamları, uzun yalvarmalarımız sonucunda, iki tane çıkarır, onları da ikiye bölerdi. Böylece dört parça olurdu! Sanırım annemin ölümünden birkaç ay önceydi. Babamın çikolataları sakladığı yeri keşfetmiş. Dolabın en yüksek, ulaşılması zor yerinden, babama belli etmeden çikolata alayım derken düşüp ayak parmağını kırmış! Babam ise afacan değil ama masum ve saf bir çocuk gibiydi. Ona ait olan her şey mükemmeldi! En muhteşem eş onunki... En muhteşem kızlar onunkiler... En kaliteli köpek onunki... En güzel kedi onunki... En mutlu erkek o... Bir araba aldığı zaman öylesine anlatırdı ki, görmeyenler, son model bir Mercedes veya Jaguar falan aldı sanırdı. Annem de babamın bu huyunu kapmıştı. İlk ve son arabası olan Serçe’yi aldığında bize allandıra ballandıra anlatmaya başladı. “Silecekleri de var” deyince Altınay da dayanamayıp, anneme arabasını ne kadar beğendiğini göstermek için, “Anne bak arabanın kilometre göstergesi de var” dedi. Annem de heyecanla, “Evet, o da var” diye yanıt verdi... Annemle babamın birbirlerine olan sevgileri ve hayranlıkları beni hep etkilemiştir. Annem kocasına o kadar hayrandı ki, tek temennisi bizim kocalarımızın da biraz olsun ona benzemesiydi. “Babanız en muhteşem erkek. Çok beyefendi, çok asil...” Kendisini hep arka plana atıp hayranlıkla kızlarını ve kocasını izler, onlarla gurur duyardı. Arka planda kalmak istemesinde biraz da babamın kıskançlığı rol oynadı galiba: Ne zaman üç kadın bir araya gelip lafa dalsak, babam kapıyı aralar, “Çarli´nin kelekleri ne dedikodu yapıyor bakalım?!” diyerek yanımızda bitiverirdi. Ondan bir şeyler saklandığı hissine kapılırsa alınırdı... Annemin yaklaşımının, bizim özgüvenimizin gelişimine çok katkısı oldu. Babam, “Nilgün bana o kadar güvendi ve inandı ki, kendime olan güvenimin artmasını sağladı. Birçok işi yapmaya o beni itti ve hep başarılarımı alkışladı” derdi. Babam bazen, küçük çocuklar gibi, işten kaytarmayı severdi. Birçok kitabını annemin zorlamalarıyla yazdı. Annem başında dururdu, çünkü o işe gider gitmez babam televizyonun karşısına geçer, Tatlı Cadı, Magnum gibi ne kadar uyduruk dizi varsa, hepsini izlerdi. Babam çok çalıştığı dönemlerde, annem sabah gazeteleri okur, kocasının okuması gereken haber ve köşe yazılarını işaretlerdi ki zaman kaybetmesin... Annem, ölümünden kısa bir süre önce emekli olmuştu. Altınay Amerika’da, ben Belçika’daydım artık. Sık sık telefonlaşıyorduk. Evde, babamla çok mutlu olduklarını anlatıyordu bize ... “Nihayet birbirimize ayıracak zaman bulabiliyoruz” diyordu, neşeyle ve ekliyordu: “İki âşık, başbaşayız. Ahmet her sabah yazısını yazıyor. Ben kahveyi ve okuması gereken yazıları hazırlayıp ona veriyorum. Çok keyif alıyoruz, hele kahve sohbetlerimizde... Ve hayaller kuruyoruz...” Annemin ölümünün ertesi günü, Altınay, babam ve ben, onu hastanenin morgunda görüp son kez öpmek istedik. Babam, kaldığı hastane odasından hep birlikte çıkarken, tekerlekli sandalyedeydi. Asansöre binip aşağıya ininceye ve morg kapısının önüne gelene kadar hiç konuşmadık. El ele tutuşmuştuk üçümüz... Morg buz gibiydi, hiç üşümediğim kadar üşüdüğümü hatırlıyorum. Annemi çıkartıp üzerindeki beyaz bezi araladıkları zaman hissettiklerimi anlatmak istemiyorum. Yine hiç konuşmadan babamın odasına çıktığımızda sessizliği bozan babam oldu: “Nilgün hayatımda gördüğüm en güzel varlık. Yine ne kadar güzeldi, değil mi?” Ne Altınay, ne de ben, hiçbir şey söyleyemedik. Bugün hâlâ söyleyebilecek fazla bir şey bulamıyorum. Sadece saygı duyuyorum bu sevgiye... Anne ve babamın sevgisinden kalan anılar çekmecemdeki en önemli parçalardan birini oluşturdu bu an... Seven ve sevilen bir annem vardı benim... Gurur duyuyorum... İKİ TÜRK’ÜN ÖLÜMÜ Tamam, Nilgün’ü anlatabildiğim kadar anlattım, anlattırdım. “Kaynanasını karısından çok seven adam” olmamın nedenlerini de fark etmişsinizdir. Madem ki bu kitapta, hem de herkesin alışkın olmadığı bir şekilde, “cesaretle ve utanmadan” pek çok şeyi anlatıp sizlerle paylaştım, biraz daha sürdürelim bu muhabbeti. Bu kitabı gördüğüm bir rüyadan sonra kaleme almaya başladığımı anlatmıştım. Şimdi size bir başka rüyadan söz edeceğim ama bunu ben görmedim, eşim Dolunay’ınki… 20 Ekim 1999 sabahı, Brüksel yakınlarında, Wavre’daki evimizdeyiz. Çok erken bir saatte Dolunay, ter içinde yataktan fırladı. Garip bir rüya görmüş, bana şöyle anlattı: “Evimizdeyiz. Misafirler var, Rıdvan ve Melek… Sabah kalkınca buzdolabındaki yemeklere bakıyorum, ne ikram edilecek diye… Telefon çaldı, Kıymet Hala arıyor. “Ayakta kalma, bir yere otur ve beni dinle” dedi ve anlattı: “Annen mezardan çıktı. Dört yıl toprak kazıp çıktığını söylüyor. Böyle bir olay insanlık tarihinde bir ilk… Amerikalı bilim adamları Türkiye’ye geliyorlar.” Kafamda şimşekler çaktı. Annemi göreceğim, ona kavuşacağım, ne kadar güzel! Ama nasıl olacak bu iş, ne halde annem acaba? Bir sürü soru işareti ve içimde büyük bir korku var. Anneme kavuşacağım için çok mutluyum ama korkuyorum. Tuzla’ya, kayınpeder evine gidiyorum, uçak biletini alıp… Tüm aile ve sevdiklerimiz orada toplanmış, annem bekleniyor. Babamla el ele tutuşmuşuz, en öndeyiz. Birlikte, yavaş yavaş evin bahçesinde ilerliyoruz. Derin bir sessizlik var. Hava çok güzel, güneş parlıyor. Korkuyorum ama babamın da korktuğunu hissediyorum, elimi çok sıkarak tutuyor. Ve birden, korkularım yerini sevinç ve mutluluğa bırakıyor. Annem bahçede beliriyor. Beyazlar içinde, her zamanki güzelliği ve ışıltısıyla… Mutluluktan ağlamak istiyorum, böyle bir mucizeye inanamıyorum. Annem, babamın gözlerinin içine bakarak ona doğru ilerliyor ve tam önünde durup bir elini tutuyor. “Ahmedim” diyerek, sevgiyle gözlerine gülümsüyor. Babam ona sarılıyor. Ben, annemin bana bakmamasına, beni görmemesine bozuluyorum. Babam da bu durumu fark ediyor ve beni işaret ederek, “Kızın Dolunay…” diyor. Annem başını şefkatle bana çevirip, “Canım benim” diyor, gülümsemeyle… Ve babama dönüyor tekrar sarılıp, “Seni çok özledim Ahmet” diyerek. Sarmaş dolaş ilerleyip gidiyorlar…” Dolunay bana bu rüyasını anlattığı zaman, “Hayırdır inşallah” deyip geçtim. Annesinin kaybından bu yana gördüğü ve anlattığı tek rüya değildi bu ama o “net görüntülü” rüyalardan biriydi belli… Aynı günün akşamı babasını telefonla aradı ve çok etkilendiği bu rüyayı onunla paylaştı, heyecanla anlatıp sustu. “Telefonun öbür ucunda uzun bir sessizlik oldu” diyor Dolunay. Kışlalı, bu sessizliğin sonunda, “Hayırdır kızım, merak etme” demiş ve telefonu kapatmış. Daha sonra öğrendik ki, o telefon konuşmasının ardından Kışlalı koltuğunda sessizce oturmuş ve eşi Nilüfer’e bir şey söylemeden, derin düşüncelere dalmış. Dolunay’ın babasıyla son konuşmasıydı bu. Gördüğü rüyadan 24 saat sonra, bu konuşmadan birkaç saat sonra, Kışlalı öldürüldü. * * * 9 Eylül 1995, Cumartesi sabahı Nilgün’ün ölüm haberinin Brüksel’e nasıl ulaştığını anlatmıştım. Nilgün’ün yaşamöyküsü o tarihte noktalanmadı. Daha sonra, Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın yaşamöyküsü çerçevesinde ondan çok söz edildi, hâlâ da ediliyor zaten… Dört yıl geçti aradan… 21 Ekim 1999 sabahı da, aynı evde, aynı saatlerde telefon çaldı ve kâbus bir kere daha başladı. Dolunay’ın ablası, Altınay, hıçkırıklar içinde bir şeyler geveliyor, “Kolu kopmuş” diyordu. Dolunay, şaşkın, “Ne olmuş? Kimin kolu kopmuş? Sakin ol, anlat” diye kardeşini anlamaya çalışıyordu. O konuşma devam ederken benim telefonum çaldı. Kışlalı, uğradığı bombalı saldırı sonunda ağır yaralıydı. Ve bu konuşma son bulmadan cep telefonum çaldı. Meslektaşım, arkadaşım, Anadolu Ajansı’nın o zamanki Genel Müdürü Mehmet Güler, “Kışlalı’yı kurtaramadılar” diyor ve “Sakin olmak zorundasın” diye beni uyarıyordu. Gerçekten de sakin olmak gerekiyordu. Brüksel yakınlarındaki evimizde, Almanya’dan yatılı gelmiş misafirler vardı. Yataklarından fırlamışlar, şaşkın şaşkın olup bitenleri izliyorlardı. Melek ve Rıdvan sigaralarını yakmış, çaresizlik içinde halimize bakıyorlardı. Neyse ki bizim ailede cinayetler uçak saatlerine uygun bir şekilde işleniyor! Brüksel’den Türkiye’ye günde tek uçak vardı, öğlen… Evden ayrılıncaya kadar telefonlar hiç durmadı. Dostlar, arkadaşlar ve medya… Medya “tepki” istiyordu. Tepki yansıtma hakkını bu koşullarda lütfediyordu. Omuzlarımız çökmüş bir halde evden ayrılıp alana gitmeye hazırlanırken Avrupa Birliği Komisyonu’ndan aradılar. Yapabilecekleri bir şey olup olmadığını sordular, üzüntüyle… Ve biz arabadayken eve Belçikalı jandarmalar üşüştüler. Brüksel Başsavcılığı’ndan talimat gelmişti, evi ve bizleri koruma altına alıyorlardı! Bu işi doğru düzgün becerebilmek için evin planlarını istiyor, fotoğraflar çekiyor ve bahçeyi, çevre duvarlarını teftiş ediyorlardı. Telefonları dinleme izini istiyorlardı. Cinayetten sonra henüz dört saat geçmemişti! Belçika güvenlik birimleri, Türkiye’de öldürülen Kışlalı’nın Belçika’daki aile fertlerine can güvenliği garantisi veriyordu! …… Üç saatlik uçak yolculuğu üç dakika gibi geçti. Beyinlerimiz durmuş gibiydi. Uçakta hemen herkes bize bir şeyler söylüyordu, Türk Hava Yolları görevlileri özel bir itinayla bizi bir şeylerden korumak ister gibiydiler. Yine sevgili ve saygılı insanlarla çevrilmişti etrafımız… Dört yıl önceki gibi… İstanbul’a inince, herkes normal körüklü yoldan ilerleyip giderken, bizi başka bir merdivenden dışarı çıkardılar. Pasaport kontrolunu falan hatırlamıyorum. Ama o merdivenlerden iniş sırasında ikimizin de irkilerek uyandığı kesin, suratımızda patlayan flaş ve spot ışıklarıyla… “Ah Türk medyası ah” dedim kendi kendime, “Ne kadar yanlış şeyleri görüntülüyorsun ve o arada gözünün önünden geçip giden ne gerçekleri kaçırıyorsun!” Yapacak bir şey yok. Tiyatro oyunu başlamış bile… Sahnedeyiz, hiç rolünü ezberlememiş, beceriksiz ve yeteneksiz aktörler gibi… ...…… Manzarayı görüp, etrafımızı saran o sevgili insanlarla kucaklaşırken aklımdan ne geçiyordu, bilir misiniz? “Keşke Nilgün öldürülmeseydi!..” Çünkü Nilgün hayatta olsaydı, büyük ihtimalle Prof. Kışlalı bu cinayet tuzağına düşmeyecekti. Çünkü Nilgün, kocasının öldürülmek istendiğini bilen, buna inanan ve önlem alan belki de tek insandı. Çünkü Nilgün, yıllar boyunca, hemen her sabah, eşi evden ayrılırken etrafı kolaçan eder, arabanın altına üstüne bakar, hatta motoru kendisi çalıştırıp eşine devrederdi. ….. Cinayet günü, Ankara’daki eve ulaştığımız zaman binlerce insan ve çok fazla gazetecinin olay yerinden ayrılmadığını gördük. Gazetecilik mesleğimiz... Arkadaşlarımızın çoğunluğu da gazeteci... Ne kadar olayın şokunda olursak olalım, onlar da “görevleri icabı” bilgi, açıklama, değerlendirme istiyorlar ısrarla… Aralarında ayırım da yapılamayacağı için, ilk önce, yazılı bir basın açıklamasıyla konuyu kapatabileceğimizi düşündük. Altınay ve Dolunay, şu açıklamayı basına dağıttılar: “Her şeyden önce, babamız Ahmet Taner Kışlalı’nın katledilmesiyle yaşadığımız büyük acıyı paylaşan herkese, ailemiz adına teşekkür etmek istiyoruz. Biliyoruz ki bu olay, bu saldırı, bu cinayet bir ailenin sorunu, acısı, dramı olmakla sınırlı kalmıyor. Bu saldırı Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmezliğini, demokratikleşmeyi, insan haklarını, laikliği ve tüm Atatürk ilkelerini hedef alan bir eylemdir. Ahmet Taner Kışlalı bir semboldür. Burada gerçek hedef, inançları ve siyasi eğilimleri ne olursa olsun Türkiye’yi seven, Türkiye’ye inanan insanlardır. Biz bu gerçeği, Anadolu’nun en ücra köşelerinden gelen tepkilerle; yurtdışındaki Türklerden, yabancı devlet ve kuruluşlardan gelen mesajlarla da gördük. Bu tepkiler, bu mesajlar büyük bir endişeyi yansıtıyor. Bu endişe de demokratik, laik Türkiye ve Atatürk ilkelerine bağlı tüm Türkler içindir. Ahmet Taner Kışlalı bize, öğrencilerine, çevresine her şeyden önce hoşgörünün, diyaloğa açık olmanın, insanlığın, uygarlığın ve sevginin eğitimini verdi. İnsanlara güvenmeyi ve hiç kimseyi düşman olarak algılamamayı öğretti. Mücadeleci olmamızı; yaratılmak istenen geleceğe tüm insanlarımızla birlikte el ele, birlik içinde ve demokratik koşullarda yönelmemizi istedi. Dört yıl önce, annemiz Nilgün Kışlalı’yı, düz bir yol üzerine hiçbir uyarısız dökülmüş mıcır yüzünden kaybettiğimiz zaman bunun “kader” olduğunu kabul etmedik. Babamızın katli de “kader” değil. Bunlar, Türkiye’nin acı senaryoları ve değişmesi için hep birlikte mücadele etmemiz gereken gerçekleridir. “Faili meçhul cinayet” ifadesi bizi rahatsız ediyor. Bu cinayetin failinin meçhul olduğunu düşünmüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanları, laiklik karşıtları, Atatürk düşmanları bu cinayetin sorumlularıdır diye düşünüyoruz. Türkiye’de bunların sayılarının çok az olduğuna da inanıyoruz. Babamızın bir hiç için ölmediğine de inanmak istiyoruz. Bu nedenle, beklentimiz sadece güvenlik birimlerinden değil, TBMM’den, hükümetten, tüm demokratik parti ve kurumlardan ve en önemlisi, tepkisini barışçı, uygar ve demokratik yollarla göstererek demokratik sistemin raylara oturmasına katkıda bulunma gücüne sahip olan kamuoyundandır. Bir de temennimiz var: Bu cinayet, Türkiye’nin son dönemde attığı adımlar önünde bir çelme işlevi görmesin. Terörizme bu hedefine ulaşma şansı tanınmamalı, şiddete başvuranların emellerini gerçekleştirmelerine fırsat verilmemeli diye düşünüyoruz. İçimizde büyük bir acı, burukluk var ama kin yok. Bu cinayetten sonra korkmadık, korkmuyoruz. Tüm halkımızı, Atatürk çizgisinde, kardeşçe, el ele, uygarlığın üst basamaklarına doğru ilerlemeye, demokratikleşme çabalarına katkıda bulunmaya, şiddete baş vuranları dışlamaya, insanca yaşamanın ve insanca ölmenin mücadelesini uygar ve demokratik yöntemlerle sürdürmeye, kışkırtmalar karşısında sakin ve güçlü olmaya çağırıyoruz. Türkiye’yi ve Türk insanını çok seviyoruz. Türkiye’ye ve Türk insanına çok güveniyoruz.” Bu yazılı açıklama “doyurucu” olmadı. “Görüntü ” lazımdı. Medya gözyaşı, çığlık, kin, intikam feryadı istiyordu. Bu taleplerden pek azını yanıtlayabildik. Dolunay, Altınay ve Nilüfer, medya gündeminin süratle değişeceğinin ve acılarını, bir süre sonra, daha olumlu ve insani koşullarda yaşayabileceklerinin bilinciyle, son derece güçlü ve olgun davrandılar. ......... Prof. Kışlalı’nın cenazesinde on binler vardı. Ve hemen hemen tüm Genelkurmay oradaydı ki bu, Cumhuriyet tarihinde nadir manzaralardan birini oluşturuyordu. Zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu yurtdışı gezisini yarıda kesip dönmüş, tüm üniformalı kadrosunun ve evlatlarının eşliğiyle törene katılmıştı. Mesaj açıktı. Ailenin büyüğü, gazeteci üstadımız Mehmet Ali Kışlalı, Orgeneral Kıvrıkoğlu ile bir görüşmesinin ardından, 30 Aralık 1999 tarihinde, Radikal´de şu yazıyı yazdı: İşte duygular İyi yetişmiş gençler kendileri için çok önemli olan, duygu yüklü olayları bile bizlerden daha serinkanlı, daha iyi irdeliyorlar. Küçük kardeşim Ahmet'in kaybıyla ilgili olarak da, gerek çocukları; Altınay ve Dolunay, gerek yeğenleri aynı yaklaşımı sergilediler. Ben bu olay karşısında içimde yaratılan boşluktan kurtulamazken, onların gerçekçi ve akıl dolu yorumlarına, yaklaşımlarına sığındım. Hissiyatımı daha önce bu sütunda kamuoyunu ilgilendirdiği oranda kalarak yansıttım. Elime kısa süre önce, tesadüfen haberdar olduğum bir mektup geçmişti. Son yanıltıcı yorumlarla ilgili olarak, bunları düzeltme yolunda, görüşlerimi açıklarken bu önemli mektubu kamuoyunun bilgisine sunmak istedim. Böylece Kışlalı ailesinin bu acı olay karşısında, ülkenin temel kurumu Türk Silahlı Kuvvetleri'ne nasıl yaklaştığını sergilemek istedim. Söz konusu mektubu Ahmet'in kızları Altınay ile Dolunay 26 Ekim 1999 tarihinde Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'na yazmışlar. Şöyle demişler: "Sayın Kıvrıkoğlu, Babamız Ahmet Taner Kışlalı'nın katledilmesinden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gösterdiği tepki ve hassasiyet bizi çok duygulandırdı. Bu hain saldırının hedefinin ailemiz değil, Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmezliği ve Atatürk ilkeleri olduğunu biliyor, söylüyoruz. Cumhuriyet'e ve Atatürk ilkelerine inanan tüm insanlarımızın yanında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de uygar ve demokratik tepkiye katılması, en zayıf anımızda güçlü durmamıza büyük katkı sağlamıştır. Babamızı katleden karanlık eller, eğer bu terör eylemiyle Türkiye'ye bir mesaj vermek istediler ise yanıt mesajı da almışlar, hedeflerine hiçbir zaman ulaşamayacaklarını anlamışlardır, diye düşünüyoruz. Ahmet Taner Kışlalı, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ne kadar saygın bir kurum olduğunu bize her zaman anlatmış, güvenini de hep dile getirmiştir. Atatürk ilkelerini ve Cumhuriyet'i her yerde anlatırken de, bu saygınlık ve güvenin üzerinde ısrarla durmuştur. Yaşanan büyük acıya rağmen, Türkiye'nin aydın, demokratik ve uygar geleceğine inanıyoruz. Babamızın bu yolda şehit olması bize acı kadar, güç ve gurur da verdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanları, bu hain eylemleriyle, kendilerini yakacak olan ateşi körüklemişlerdir. Türkiye sevgisiyle dolu insanlarımızın ve onlarla iç içe, gönül gönüle olduğunu bir kez daha kanıtlayan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının içlerindeki vatan sevgisini, Atatürk saygısını içtenlikle paylaşıyoruz. Babamızın cenaze töreninde bu sevgi ve saygıyı simgeleyen, demokratik ve uygar bir Türkiye için dimdik ayakta olduğumuzu ifade edenler arasında yerini tereddütsüz alan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne, nezdinizde teşekkür ediyoruz. Saygılarımızla. Altınay Kışlalı – Dolunay Uluç " Yeğenlerimin bu anlam düşüncelerine ne katabilirim? ve duygu dolu Konuya tekrar tekrar dönmek bana acı veriyor. Bir kısım meslektaşımın ısrarına rağmen olay hakkında tartışmalara girmek istemiyorum. Söylemem gerekenleri söyledim sanıyorum. VE O’NU DA ÖLDÜRDÜLER... Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesine ilişkin yazılacak elbette çok şeyler var ama önümde yığılı belge, mektup, fotoğraf ve bir sürü kağıt arasında, küçük boyutlu, kara ve sağlam kapaklı defter, “önce benden başla” der gibi… Bu defterde, Kışlalı’nın 1954 1956 yılları arasında kaleme aldığı şiirler var. Yani 1516 yaşlarında bir lise öğrencisiyken… Bir çocuğun el yazısıyla yazılmış bu şiirlerden biri, nasıl bir çocuğun, nasıl bir insanın söz konusu olduğunu yansıtması açısından ilginç gözüktü bana… Aynen aktarıyorum: İnsanoğlu Her şey senin için insanoğlu; Sevmek senin, Sevilmek senin için… Gençsin, Gün olur sen de günaha girersin. Bir his yaratır bu insanda, tuhaf… Senin için insanoğlu, Senin için af… Ne yazdımsa senin için. Senin için, yaşamak. Yaşamak yıllar boyu. Nasıl karanlık olur geceler, bilirsin, Öylesine bir koyu… Ölmek de senin için, Senin için insanoğlu… Ahmet Taner Kışlalı 16 Şubat 1956 Kışlalı 17 yaşına basmadan önce kararını vermişti. İnsanoğlu için yaşayacak, onu sevecek, affetmesini bilecek ve onun için ölecekti… Bu şiiri dikkatlice okuduktan sonra, artık onun insanlığından ve kişiliğinden söz edebiliriz. KİLİS NİRE, PARİS NİRE !.. Lütfiye daha 16 yaşındaydı, ilkokul öğretmeni olarak Anadolu’da göreve başladığı zaman... 1910 doğumlu gencecik bir öğretmen ve 1920’li yılların Anadolusu... Her şeyden önce eğitime aç bir Anadolu... Bu nedenle genç kız, kendinden yaşlı erkek öğrencilere ders verip okuma yazma öğretti, çok zor koşullarda... Başlangıçta, güçlü kişiliğinden başka güvencesi yoktu ama Lütfiye Hoca ne istediğini biliyordu. Atatürk’ün eğitim ordusuna katılırken de; Kilis’in en tanınmış ve saygın ailelerinden biri olan Kışlalı’ların gelini olurken de... Son derece aktif, iddialı ve otoriter olan Lütfiye Hanım’ın, Ziraat Bankası veznedarı Hüsnü Bey’den, “Kışlalı” soyadı dışında beklentileri de vardı şüphesiz ama sevgi dolu bir insan olan kocası ne güçlü, ne de hırslı bir kişiliğe sahip değildi. Karakter ve beklenti farklılıkları, daha en baştan, Lütfiye Hoca’yla Hüsnü Bey’in ömür boyu sürecek beraberliklerindeki gerginliğin işaretiydi. Üç erkek çocuğu yetiştirmiş, bir kız çocuğu evlat edinip bağrına basmış bir çift, saygın mücadeleleri sonuçlandırmış, onurlu başarıların keyfini paylaşmıştı ama... Dış görünüşte hiçbir sorunu olmayan ailenin içi, birbirine oldukça zıt iki kişiliğin çatışması yüzünden fırtınalıydı zaman zaman... Lütfiye ve Hüsnü, birbirlerine dahi itiraf edemedikleri uyuşmazlıklarını ömür boyu dış bakışlardan saklayacaklardı. Bu, Kışlalı Ailesi’nin gelecekte de temel kurallarından biri olarak, belleklere işlenecek tavırdı... Lütfiye Hoca önce Mehmet Ali’yi, sonra Mahmut’u dünyaya getirdi. Ahmet Taner, 1939’da, Zile’de doğduğu zaman kadro henüz tamamlanmamıştı. Öğretmen hanım, görev yaptığı bir köyde, gözlerinden zekâ fışkıran, güzel ve sevimli bir kız çocuğa, Kıymet’e de kucak açtı. Aynı sevgi, aynı katılık, aynı hırsla, dört çocuk arasında ayırım yapmadan, hiçbirine acımadan, hiçbirinden emek ve sevgi esirgemeden, hepsini okuttu. Kışlalı çok sık anlatırdı: İlkokul ikinci veya üçüncü sınıftayken, okula gitmek üzere evden çıkışında, annesi, “Üstünü değiştir, temiz bir önlük giyin” demiş. İki uyarıya rağmen aldırmamış çocuk, çıkıp gitmiş, derse girmiş. Ama öğretmen annesi!.. Lütfiye Hoca, çocuğu görünce, “Kışlalı” demiş, “Hemen evine dön. Temiz bir önlük giyip geri gel!..” “Kös kös o kadar yolu yürüyüp, önlüğümü değiştirip, gene kös kös okula dönmüş ve derse girmiştim” diyordu Kışlalı... Lütfiye Hoca bütün enerjisini evdeki ve okullardaki evlatlarına yöneltiyordu. Beklentileri de o derece büyüktü. “Başarılı” çocuklar istiyordu. Aydınlık bir Türkiye için verdiği mücadelenin ürünüydü öğrencileri... Evdekilere karşı okuldakilerden daha da katıydı; ayırımcılık yapmadığını, adil olduğunu kanıtlamak uğruna... Mehmet Ali, Mahmut, Ahmet Taner ve Kıymet’in çocukluklarının en iz bırakan, en çarpıcı kavramı “disiplin” oldu. Mehmet Ali ve Mahmut, zamanın en iyi eğitim kurumlarından biri olan Galatasaray’a yatılı gönderilirlerken, Ahmet Taner, Kilis Ortaokulu’nda okudu. Sonra da Kabataş Lisesi’ne yatılı gitti. Ağabey Mehmet Ali 11 yaşındaydı Galatasaray’a gittiğinde... Ahmet’in 56 yaşlarında olduğu o dönemi anımsarken, “Tatiller sırasında eve döndüğümdeki hali hafızamdan silinmiyor hiç ” diyor ve anlatıyor: “Bana gösterdiği büyük sevgi ve ilgiyi unutmam. Ne desem dinlerdi. Annem ona söz dinletemediği zaman bana söylerdi. Yemek yemezdi mesela... Çok zayıftı. Ben söyleyince, hatırım için yerdi. Bir gün, beni kırmamak için yediklerinin hepsini çıkarmak durumunda kalmıştı çocuk... Geceleri jimnastik yaptırırdım ona. Esner, mesner, gene de yapardı. Ben yokken olup bitenleri, havadisleri anlatırdı. Çok güzel şarkı söylerdi, müziğe yeteneği vardı...” Mülkiye’ye Mehmet Ali’nin çizgisini izleyerek ulaştı Ahmet Taner, kuzeni Hıncal Uluç’la birlikte... Beraber büyüdükleri Hıncal’dan “dört ay” daha yaşlıydı! Hıncal’ın dedesi Müftü Muharrem (Bilgiç) Efendi, Ahmet Taner’in halasının kocasıydı. Kilis’te yaşardı ama Halep’ten bile kendisine dinsel konularda danışmaya gelirlerdi. Eşini hiçbir zaman çarşafa sokmamıştı, iki kızının da başları açıktı. Oğullarını inançlı Kemalistler olarak yetiştirmişti, ikisi albay emeklisi... Müftü Muharrem Efendi, Kemalist bir din adamıydı. ......... Hıncal Uluç, bulunması, bulunduğu zaman konuşturulması, konuştuğu zaman susturulması son derece zor bir insandır. İşte, kalbimizde özel bir yeri olan Uluç’un, Ahmet Taner Kışlalı’ya ilişkin anılarından bir kesit: “İkimiz de 1939'da doğduk.. O temmuzda.. 4 aylık ağabeyimdi.. Hep şaka konusu oldu aramızda bu dört aylık fark.. İlkokulu birlikte bitirdik, Kilis Kemaliye'de… Okulun en başarılı öğrencileri olarak… Aile arasında hafif bir rekabet havası vardı, ikimiz de sezerdik. Güler geçerdik. Öğle uykusu o zamanlar çocuklar için şarttı… Annem beni de mutlaka gönderirdi, iki katlı evimizin ikinci katındaki yatağa.. Çıkar pijamalarımı giyerdim. Elbiselerimi bir gazete kağıdına sarar, bahçeye atar, sonra da alt kattaki annemin önünden pijama ile geçerdim, bahçedeki tuvalete gider gibi.. Sonra elbisemi giyip, vınlardım.. Ahmetler'e.. Ahmetlerde M. Ali Ağabey'in kurduğu bir pota vardı. M.Ali Ağabey Galatasaray'da okur, yazları Kilis'e gelirdi. Okul takımında oynadığı için, yaz aylarında antrenmansız kalmamak için bu potayı evin bahçesine yapmıştı… Oyunun, oyuncağın nerdeyse yok olduğu o yıllarda, top ne demekti bilen bilir.. Ama hep aynı tuzağa düşerdim.. Ahmet'in annesi, Lütfiye Hoca çok daha katı bir disiplin içinde ikimizi birden öğle uykusuna yatırırdı. Uyumazdık tabii. Uyur gibi yapar fısıl fısıl konuşurduk, istirahat saati boyu… Ortaokulda yollarımız ayrıldı. Onu Kabataş'a gönderdiler, yatılı.. Ben subay babamla yollara düştüm.. İkimiz de çok parlak ortaokul ve lise okuduk… Edebiyatı, okumayı çok sevdiğimiz halde, ikimiz de fen şubesine gittik.. İkimizin de ailesinde “müspet ilim” okumak esastı. Matematik en başarılı dersimizdi.. Karnede 8 gelirse üzülürdük.. İftihar talebesi olarak son sınıfa geldik.. Sınavlara girdik… İkimiz de ilk kez ikmale kalma şokunu yaşadık… Hem de dedim ya, o 8'den aşağı düşmediğimiz matematikten.. Sonbaharda işi tesadüfe bırakmamak için elimize geçen her cebir, geometri problemini çözdük ki, sınavda daha önce çözdüğümüz bir soru gelsin. Girdik.. Harika geçti.. On bekliyorduk.. Olacak şey değil.. O Kabataş İstanbul, ben Kurtuluş Ankara'da sınava giriyoruz. İkimizin de sınavları iptal edildi. Yeniden girdik.. 9'ar alıp mezun olduk.. İkimizin de hayalinde mimar olmak vardı... Güzel Sanatlar'da vardı mimari.. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde vardı… Ahmet, yıllardır İstanbulluydu... Fındıklı'da deniz kenarındaki Akademi'yi iyi incelemişti. Harika bir okuldu… Dünya güzeli kızlar okuyordu.. Üstelik giriş sınavını edebiyat şubesi müfredatına göre yapıyordu... Bizim gibi canavar fen mezunları için çantada keklikti Akademi'nin sınavı... O zamanlar her okul kendi sınavını kendi yapardı. Çoğu sınav da yapmaz, derece ile alırdı, ya da her isteyeni kaydederdi. Akademinin sınavına, her tarafı cam salonda birlikte girdik. İlk sınav matematikti… Soru kağıtları önüme konunca mosmor oldum.. “Edebiyat şubesi müfredatı..” Hiç aklıma gelmemişti. Edebiyat şubesinde geometri okunmuyordu. Geometri soruları bu yüzden lise bir ders kitabından seçilmişti… Kolay sorulardı belki, ama çözmek için 3 yıl önce okuduğum formülleri hatırlamam gerekiyordu. Son bir yıl, en üst düzey matematikle öyle iç içe girmiştim ki lise birin o kolay sorularının formülleri aklımdan çıkıp gitmişti... Yarım saat kadar kafamı yokladım. Baktım olmuyor, kağıdı verdim çıktım. Dışarda Ahmet'i bekliyorum, camdan da onu görüyorum.. Durmadan bir şeyler yazıyor, terliyor, siliyor, yeniden yazıyor.. İki saat falandı süre.. Bir buçuk saat dolmuştu.. Ben de pişman olmuştum.. İşte Ahmet çözüyordu.. Acele mi etmiştim acaba, kalsam uğraşsam daha mı iyi olurdu acaba?.. Süre bitti, hoca kağıtları topladı. Ahmet burnundan soluyarak geldi. “Yahu Hıncal” dedi, “Nasıl çözdün, yarım saatte o soruları..” “Ne çözmesi” dedim.. “Sorulara baktım.. Çözemeyeceğimi anladım. Bıraktım çıktım..” Gülmeye başladı. Kahkahalarla gülüyor… “Ulan adam çıkarken bir işaret çakar… Ben de 'Hıncal bu kadar kısa zamanda çözdü, demek sorular kolay' dedim kendime, iki saat ter döktüm.. Çözemedim tabii.. Benim kağıt da boş ..” Akademinin kapısından döndük.. O gitti, Fen Fakültesi'ne yazıldı.. “Bu kadar fen okuduk, işe yarasın” diye.. Ben fenden soğumuşum.. Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldum. İngiliz Dili ve Edebiyatı okumak için... Birinci sömestr bitti.. Buluştuk.. Ne o memnun okulundan, ne ben... M.Ali Ağabey Siyasal'da okuyor.. Okulunu çok seviyor.. Bize de durmadan anlatıyor. Araştırdık. Ankara'da en forslu okul Siyasal. Her Kolejli kızın gönlünde bir Siyasallı yatıyor. Girdik Mülkiye'nin sınavına.. 15 bin kişi girdi.. 175 kişi alınacak.. Sınav lise derslerinden, yazılı, test mest değil.. Mesela coğrafya sınavında “Romanya'nın doğal bölgelerini sayın, içlerinden birini yazın..” diye soru geliyor.. Bir bölgeyi biliyoruz.. Karpatlar.. Bugünkü gibi Maradonası ile değil vampirleri ile ünlü bölge.. O kadar çok Drakula filmi izlemişiz ki.. İkimiz de kazandık, hem de ilk 50'ye girip burs alarak... 125 lira cep harçlığı ne demek o zaman bilen bilir. Sonra M.Ali Ağabey davet etti, birlikte aynı odada gazeteciliğe başladık.. Yeni Gün'de.. Ankara'da yerel basın ölünce, ikimiz de görüşlerimizi Cumhuriyet sütunlarında nakletmeye başladık. Yaşantımızdaki paralellikler bitmedi.. İkimiz de kendimize yabancı bir eş seçtik.. O Fransız Nicole'le evlendi. Ben Amerikalı Holly ile… En kötüsü en son.. Yazdıklarıma kızanlar, beni vurdular.. Yazdıklarına kızanlar, onu öldürdüler.. ......... Kışlalı’nın çocukluk ve gençlik dönemine ilişkin bilgi ve anıları toparlamak kolay değil... Hıncal’ın kardeşi Serpil Gogen, “Ahmet Ağabey’in bilim adamlığı, yazarlığı, siyasetçi yönü dışında, pek az bilinen bir sanatçı kişiliği de vardı. Benim hafızamdaki ilk görüntüsü bu yönüyle ilgili” diyor ve anlatıyor: “Ben ilkokuldaydım. Ahmet Ağabey, ya Kabataş ’tan tatil için gelmişti Ankara’ya, veya başkentte üniversiteye başlamıştı, hatırlamıyorum. Haftada bir akşam bizde, bir akşam da aynı apartmanda oturan Nuri dayılarda, yemekte toplanılırdı. Resim yapmaya bayılıyordum ve yaptığım resimlerle ilgilenen tek kişi Ahmet Ağabey’di. İçeri girer girmez, o hafta yaptığım resimleri toplar, kucağına koyardım. Her seferinde, sabırlı ve acımasız bir üslupla, “Bak Serpil” diye başlar, “Eğer bu ağacın, bu evin boyu bu kadarsa, bu kadının boyu bu kadar olamaz” diyerek bir çizikte kadını iki santime indirirdi. Benim o boyda bir kadını nasıl giydireceğimi; giysilerindeki ayrıntıları, saçlarını, makyajını nasıl boyayacağımı hiç düşünmez, her seferinde resimde ölçülemenin önemi üzerine bir konuşma yapardı. Hayal kırıklığı içinde dinlerdim ve benim için önemli olanın ağaç, çiçek, ev, masa değil de “kadın resmi” olduğunu neden bir türlü anlamak istemediğine şaşar kalırdım. Ben “kadın” dışındakileri sadece sayfayı doldurmak için çiziyordum aslında... Her hafta aynı nutukları attı Ahmet Ağabey, bıkmadan usanmadan... Ben ne demek istediğini anlayana; “doğru ölçüyü ” bana anlatana kadar...” ....... Mehmet Ali Kışlalı’nın, çocukluk ve gençlik dönemi konusunda iyi bir kaynak olacağını düşünmek yanlışmış. Serpil, “ağabey”in anılarını not alıp Brüksel’e fakslayacağını bildirdiği zaman sevindim ve heyecanla bekledim. Kim bilir ne bilgiler, ne hatıralar, ne değerlendirmeler gelecekti üstadımızdan... Bir daktilo sayfası anı notları geldi!.. Mehmet Ali Kışlalı’nın hiç unutamadığı bir anı: “Ben Galatasaray’dan Ankara’ya geldim. O da Kabataş’ı bitirip geldi. Bir yıl Fen Fakültesi’nde okudu. Sonra Mülkiye’ye geçti. Uysal bir çocuktu. Bana çok yakındı, aramızda ciddi bir sorun olduğunu hatırlamıyorum. Yalnız, 27 Mayıs öncesinde, karakterine uygun boyutlarda, olabildiğince aktif bir şekilde olayların içindeydi. Haluk Ulman ve benimle aynı evde oturuyordu. Hatırlayamadığım bir sebepten konuşmuyorduk. Muhallebi yapmış, yatağının üzerine tabakları dizmişti. O gün Kızılay’daki olaylarda tutuklandı, gözaltına alındı. Yaptığı muhallebileri ben yemiştim...” Mehmet Ali Kışlalı’nın aktardığı şu nadir satırları da yansıtmalı: “Bence Ahmet’in en ilginç yönü çok yumuşak bir insan olmasıydı. Siyasi fikirleri çok güçlü, insan ilişkileri çok yumuşaktı. Tutkuluydu. Örneğin, bir Fenerbahçeli olarak çoğu zaman soğukkanlı, mantıklı ve objektif olamazdı...” “Bekarlık yıllarımızda, Gençlik Caddesi’ndeki evde sık sık partiler düzenlerdik. Ahmet de var tabii... Herkese sorardım, “Ne içersiniz?” diye... O, misafirlerin arasında oturur, sohbete dalardı. “Dur abicim, sen zahmet etme, ben alırım” falan yok... “Bana bir konyak” derdi, misafir gibi... Bunu her zaman, herkese anlatırım...” .......... Siyasal Bilgiler’den sonra, önce Fransa’nın Tours kentine lisan öğrenmeye giden Ahmet Taner Kışlalı, ardından, Fransız bursuyla Sorbonne’da doktoraya başladı. Lütfiye Hoca’nın istediği gibi, eğitimde başarısı tamdı. Eh, Paris’te doktora yapan genç ve yakışıklı bir erkeğin ufak tefek çapkınlıklarını hoş görmemek de mümkün değil... Hele ki o genç ve yakışıklı erkek, evdeki gözlemlerinden sonra evlenmekten öylesine korkuyor ki, kadınlarla beraberliklerini günlerle değil saatlerle kısıtlı tutuyor. Zaten aldığı aşırı disiplinli eğitim, hovardalıklara, çapkınlıklara, maceraperestliklere engel... “Şans” mı, “kader” mi, “kısmet” mi pek bilinmez, pek anlaşılmaz ama insanların yaşam çizgileri sadece anneleri, babaları, öğretmenleri veya eğitimleriyle belirlenmiyor. Belki de tamamen meleklerin veya şeytanların tekelinde bulunan “tesadüfler”, gün geliyor, bir çuval inciri berbat edebiliyor veya en umutsuz vakaları bile çözüme taşıyabiliyor. Ahmet Taner, Paris’te, “aşk, kadın, yuva” gibi kavramlarda “umutsuz vaka”ydı. İçinde, kafasında, gönlünde “insan sevgisi” vardı. Hedefi birey değil, toplumdu. Kışlalı erkeklerinin yakalamakta çok zorlandıkları, kimisinin yanından geçip gittiği “mutluluk”, bir çeşit yazgı gibi algılanıyordu zaten... Yazgılar, “tesadüflerle” bozuluyor. Türk Ahmet Taner’le Fransız Nicole’ün Paris’te tanışmaları, her ikisinin de hayatını tamamen değiştirecek bir tesadüftü. ÇAĞDAŞ BİR BEYİN Ahmet Taner Kışlalı’yı, Işık Kansu’nun kaleminden okuyalım. “Sorumlu Öğretmen” başlıklı makaleden: Zile, 1939. Adını Ahmet Taner koydular. Ziraat Bankası veznedarı Hüsnü Bey ile ilkokul öğretmeni Lütfiye Hanım’ın çocukları. O Lütfiye Hanım ki 16 yaşında Cumhuriyet öğretmeni olarak eğitim ateşini yoksul, yorgun Anadolu’ya taşıyor. Kemalci, Kuvvacı Mustafa Necati’nin “Millet Mektepleri”nde kendinden yaşlı “erkek” öğrencilere okuma yazma öğretiyor. Zile, Nizip ve Kilis’ten başlayıp Ankara’ya uzanan 44 yıllık uzun yürüyüşün ardından, bir Cumhuriyet Bayramı’nda, 29 Ekim 1994’te yaşama gözlerini yumduğunda, oğlu Ahmet Taner şöyle anıyor onu: “Hep genç kalarak yaşlandı. Gerçek bir Kemalist devrimci gibi, kendini hep yenileyerek... çağını anlama çabası içinde torunları ile bile arkadaşlık kurmayı başararak...” Annesinin kollarındayken, okullu olduğunda, “a, be, ce”yi de ilk öğretmen annesinden öğrendi. Uysaldı. Sakinliği, “muhallebi çocukluğu” gibi tanımlanamazdı asla. Daha ilkokuldayken Türkçe’yi ses şenliğine döndürürdü. Minik arkadaşları, “Öyle öyküler anlatıyor ki derslerde, bize hiç laf düşmüyor” diye yakınırlardı. Annesi ile babası, Mehmet Ali ile Mahmut’u İstanbul’a, Galatasaray Lisesi’ne göndermişlerdi. Ahmet Taner’in evin sıcaklığından uzaklaşmasına yürekleri elvermedi. Pek zayıftı, pek çocuksuydu da ondan. Kilis Ortaokulu’nda okudu. Delikanlılığın delifişekliğinde kardeşleri, arkadaşları dalaşırlardı birbirleriyle ama onu kavga ederken hiç gören olmamıştı. Kavgacılık ile savaşımcılığı birbirinden ayırt etmek gerek. Daha ortaokulda, okulun düzenlediği tartışmalı toplantıların başta gelen önderlerindendi. Kabataş Lisesi’ndeki ateşli münazaralara da taşıyacaktı bu niteliğini. Siyaset bilimcisi olmanın ilk ipuçları, ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı ile kendi geliştirdikleri “devlet yönetimi” oyununda belirmişti. Elde makas, dil ucuna sürüldü mü koyulaşan mavi uçlu kurşunkalem, bir de saman kâğıtlar. Oyunun altyapısı hazır. El becerisini de ekledin mi üzerine, al sana kâğıttan kaymakam, garnizon komutanı, doktor, belediye reisi, banka müdürü, tarım müdürü, halk. Çocukluğun geniş düş dünyasına açılan oyun penceresi, “gel keyfim gel” geçen doyumsuz saatler. Lise bitti. Ver elini Ankara. O artık Mülkiyeli. Hem öğrencilik, hem gazetecilik bir arada gidiyor. Yeni Gün’de spor muhabirliği. Galatasaraylı kardeşlerinin tersine Fenerbahçe’ye “gık” dedirtmeyen ödünsüz taraftar. Olgunlaşma sürecinde derginin yazıişleri müdürlüğünü üstlenme. Fransız bursuyla Sorbon’da doktora. Tez konusu, 1960 devrimi sonrası Türkiye’deki siyaset açısından ilgi çekici: “Modern Türkiye’de Siyasi Güçler...” Fransa’da Bordolu, ama “Biz Türklerden” Nicole ile tanışma. Ahmet Taner’in insan sever, sıcakkanlı, sevgili eşi, kızları Dolunay ve Altınay’ın anneleri Nilgün. Yıllar sonra birlikte geçirdikleri trafik kazasında yitirdiği, Türk bayrağı ile gömülen Nilgün Kışlalı... Sorbon sonrası önce Hacettepe Üniversitesi’nde siyaset sosyolojisi alanında öğretim üyeliğine başlama. Askerliğin ardından Hacettepe Üniversitesi’ne yapılan dönüş başvurusuna ret yanıtı. Ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı, “İhsan Doğramacı istemedi dönmesini” diyor. “Neden?” diye soruyoruz. Yanıtı çok kısa: “Öğrencilerini demokrasi, özgürlük ve açıklık konularında teşvik etti. Ahmet, öğrencilerin üniversite içinde demokratikleşmesi akımının önderlerinden olmuştu. Doğramacı’ya bu fazla geldi.” Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçti. Çok mutluydu. 1971 77 arasında Yankı dergisinin belkemiği olduğunu söylemek abartı sayılmaz. O yıllarda yükselen toplumcu, devrimci, halkçı rüzgârı yakalayan dönemin “Karaoğlan”ı, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in dikkatini çekiyor. Yankı’da yazıları. 1977’de İzmir’den CHP milletvekili seçiliyor. 1978 başı. 11’ler Adalet Partisi’nden ayrılmış. Ecevit, hükümet kuracak besbelli. Altan Öymen CHP Grup Başkanvekili. “Laci”leri önceden çekmiş olanlar sıram sıram. Öymen’e görünenler, hatırlatmada bulunanlar çoğunlukta. Ahmet Taner Kışlalı ise ortada gözükmüyor hiç. Ecevit, Öymen’e Ahmet Taner Kışlalı’yı Kültür Bakanı yapacağını açıklıyor. Öymen haberi bildirecek, ama bulabilene aşk olsun. Sonunda bulunuyor da, Altan Öymen, Kışlalı’ya Kültür Bakanı olduğunu ancak arabasında söyleyebiliyor: “Kültür Bakanı olacağını kendisine açıkladığımda yüzünde sevincin işaretlerini görememiştim. Yalnızca gözlerinde önemli bir sorumluluk yüklendiğinin bilincine varan ışıltının çaktığını gözlemiştim.” Bakanlık görevinin hakkını vermişti. O dönemin gençleri, o güne değin itilen kakılan yazarları, kimi gruplarca küçümsenen değerleri kucaklayan Kültür Bakanlığı’nca çıkarılan dergiyi anımsarlar: “Ulusal Kültür”. 12 Eylül. Baskının adı. Özal’lı yıllar. “Değişim” aldatmacasıyla karışık karşıdevrimin, yozlaşmanın adı. Ahmet Taner Kışlalı, Ankara İletişim Fakültesi öğretim üyesi. Bilime, öğrencilere adanan yıllar. Savunduğu düşüncelere karşıt görüşleri ileri süren, bunu bir tutarlı çerçevede dile getiren öğrencilere en yüksek notu veren hoşgörülü, sonuna dek demokrat öğretmen. Eşini trafik kazasında yitirdiği günün ertesinde, kolu sarılı derse giren sorumlu öğretmen... 1991 sonu. Cumhuriyet gazetesinde yazarlığa başlama: “Haftaya Bakış ”. Başta Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği olmak üzere birçok cumhuriyetçi demokratik kitle örgütünün Anadolu’nun yüzlerce köşesinde düzenledikleri toplantılarda konuşmalarla “ulusalcı, laik, Atatürkçü ” güçlere özgüven aşılama... Halka, Kemalizm’in, Atatürkçülüğün bir doğma değil, bir sürekli devrimcilik olduğunu usanmadan anlatma çabası. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı... Nisan 1997’de ikinci eşi Nilüfer Kışlalı ile evlilik. 22 Eylül 1999’da Nilhan Nur’un doğumu. Çayyolu Engürü Sitesi. 21 Ekim 1999: Saat 09.28. Cumhuriyet gazetesine “Kınıyorum” başlıklı yazısını faksladı. Saat 09.35. Eşi Nilüfer Kışlalı ve minik bebeğini kente indirecek, sonra derse girecek. “Nilüfer” dedi, “Ben arabayı ısıtayım. İki üç dakika sonra gelirsiniz.” Evden çıktı. Saat 09.40! Nilüfer Kışlalı, “Çok neşeli bir sabahındaydı” dedi DOSTLAR ANLATIYOR Kışlalı’yı özlemle anlatanlardan biri de, bakanlık döneminde, öncesinde ve sonrasında içten dostluğunu kazanmış bir isim: Ali Ulvi Bolel... 1974’te, CHP Gençlik Kolları’nda çalışan, öğrenciliğinden beri partiye hizmet veren, Ecevit hayranı bir genç olan Bolel’i, seçimler öncesinde, Ecevit’in danışmanlarından Mehmet Kabasakal aradı. CHP’nin İzmir’deki kontenjan adaylarından birinin Ahmet Taner Kışlalı olduğunu bildiriyor ve kendisine yardımcı olunmasını istiyordu. Kontenjan adayının benimsenmesi kolay iş değildi ama Ecevit’in kontenjan adayı, Ecevit’i haklı çıkarmıştı. Kışlalı ve Bolel, köy köy, kasaba kasaba geziyorlardı. Bölgede tanınan ve sevilen Bolel, adayı sunucu kısa bir konuşma yapıp mikrofonu Kışlalı’ya aktarıyordu her seferinde. Köylülerden ve gençlerden çok olumlu tepki alıyorlardı. Seçim gezileri, seçim çalışmaları gece yarılarında bitiyor, sonra Konak Meydanı’nda, sabaha kadar açık büfelerden birinde bir şeyler atıştırıyorlar ve ertesi günün programını yapıyorlardı. Kışlalı seçildi. Genç öğrenci Bolel’le yakınlığı pekişti. Onun sorunlarını izliyor, yardımcı oluyor, Meclis’e götürüyor, kitaplar öneriyor, sonra bu kitaplar üzerinde tartışıyordu. Kültür Bakanı olduğu zaman da, “insana, topluma yatırım yapan bir kuruluş ” olarak nitelendirdiği bu bakanlıkta görev verdi ona... Kültür Bakanı’nın Basın Sitesi’ndeki dairesinde, 1953 imalatı, eski ve bozuk bir buzdolabı vardı o zamanlar... Kışlalı bu buzdolabını yenilemek istiyordu ama fiyatları çok pahalı buluyordu. Sonunda yenisini alıp eskisini bekar yaşayan Özel Kalem Müdürü Bolel’e verdi. Kışlalı’nın öğrencilerinin de kaldığı eve bu buzdolabı renk katmıştı. Gençler yemeklerini saklayabiliyorlardı içinde ama dolabın neresine koyulursa koyulsun, her şey, tamamen donuyordu! Bakan Kışlalı, yurtiçi gezilerinde her zaman devlet konaklama tesislerinde kalırdı. Özel yaşamında olduğu gibi, devlet görevinde de tutumluydu. Konserlere bakan adına gönderilen çiçeklerde bile çok hesaplı ve alçakgönüllü davranılmasını, buketlerin abartısız ve sade olmasını isterdi. İzmir’de, Birinci Kordon’daki Atatürk Müzesi’nin onarımı devam ederken bile bakan orada kalırdı. Müzedeki üç oda değerlendirilir; bekçinin hanımının yaptığı çay ve getirilen simitlerle kahvaltı edilirdi. Ataç Sokak’taki bakanlık binasına Kilis’ten bir heyet gelmişti. Bu heyet, Kilis’te bir caddeye, Ahmet Taner Kışlalı adını vermek arzusunu bildirmişti. Kültür Bakanı, misafirleri her zamanki kibar tavrıyla uğurladıktan sonra Özel Kalem Müdürü’ne bir teşekkür mektubu yazdırdı ve öneriyi kabul edemeyeceğini bildirdi. Kültür Bakanı’yla görüşmek, pazartesi günleri mümkündü. Hafta arasında, çok özel durumlar dışında bu olanaksızdı. Bir gün, hafta içinde, Özel Kalem bürosuna, yaşlı, perişan bir adam girdi, Ali Ulvi’nin karşısında durdu. Çok heyecanlıydı, çok zor konuşuyordu. “Evlat” dedi, “Ben mahpustan yeni çıktım. Bir kızım var. İşsizim, bezginim. Yalvarırım beni bakanla görüştür...” Bolel, randevuların çakışmasına rağmen bu adamın talebini Kışlalı’ya iletti. Bakan, yaşlı vatandaşla yarım saat baş başa görüştü. Bu görüşmenin sonunda, kapıya kadar bizzat çıkarak uğurladı onu... Yılgın adamın yaşlı gözlerinde umut vardı artık... Türkocağı binasında çalışmaya başlıyordu... ........ Ali Ulvi Bolel, daha sonra da Kışlalı’nın yakınında ve kalbinde oldu hep... Cumhuriyet gazetesinde son görüşmelerden birinde, “Ahmet Ağabey, kendine dikkat ediyor musun?” diye sordu Bolel. Kışlalı önce anlamadı, sonra tehditlerden söz edildiğini fark edip konuştu: “Ali Ulvi, yıllardır beni tedirgin etmek için bir şeyler yapıyorlar. Cumhuriyet’te yazmaya başlamamdan sonra gelişti bunlar... Arabamın sağına, soluna, altına, üstüne gazete tomarları, karton kutular gibi şeyler koyup tedirginlik yaratmaya çalışıyorlar. Ben, tehditlerle yıldıramayacaklarını belli etmek için aldırmıyorum. Koydukları şeyleri alıp çöpe atıyorum. Eğer etkilendiğimi düşünürlerse daha ileri giderler. Her şey olacağına varır zaten...” 1999 Eylül’ünde görüştüler en son... Ali Ulvi’nin bir iş sorunu vardı; Kışlalı, Işın Çelebi’den çözüm geleceğini söyleyip merak etmemesini söylüyordu ona... “Ağabey” dedi, Ali Ulvi, “Yıllardır birbirimizi tanıyoruz, hep yanımda oldun, hep destek verdin. Öğrencilik yıllarımda yardım ettin, şimdiki işim senin sayende... Her şeyimi sana borçluyum ve bu borçlarımı ödemem olanaksız. Seni çok seviyorum.” Kışlalı ayağa kalktı, onu hiç bir şey söylemeden kucakladı. Gülümsedi. Bu son kucaklaşmalarıydı... ........... Kültür Bakanlığı’na Kışlalı’nın taşıdığı heyecanı yaşayanlardan biri de Mahmut Makal. “Olgunlaşmış meyvelerin eğdiği dalları yere sarkmış bir ağaç gibiydi, gönlü engin Kışlalı” diyor ve oluşturulan “Kültür Yüksek Kurulu”nun hazırladığı “Kültür Siyaseti” kitapçığının basıldığı gecenin ertesi günü hükümetin düştüğünü anımsıyor. Neydi Kültür Bakanlığı’nın Kültür Siyaseti kitabı?.. Şerafettin Turan, Doğan Ergun, Yılmaz Dağdeviren, Aziz Nesin, Hikmet Şimşek, Bozkurt Güvenç, Cahit Kınay, Sadun Ersun, Osman Ersoy, Haldun Taner, Doğan Kuban, Sedat Veyis Örnek, Nijat Özön, Mahmut Makal ve Ahmet Taner Kışlalı gibi isimlerden oluşmuş Kültür Yüksek Kurulu, Kışlalı’nın ifadeleriyle, “Demokratik bir ülkede zorunlu iktidar değişikliklerinin üstünde, ulusal kalıcılıkta, sürekli, geniş kapsamlı bir kültür siyaseti” belirliyordu. Ne kadar iyimserdi Kışlalı! Bu isimler, bu siyaseti belirlerlerdi şüphesiz, ama “ulusal kalıcılık, süreklilik” ne demekti ki? Belirlenen amaç şöyleydi: “Ulusal kültür siyasetinin amacı, toplum ve çevresindeki her türlü sorunu çözmek için çalışan, toplumuna yabancılaşmayan, edilgin ve uydu olmayan, barışçı ve hoşgörülü, başkalarının düşünce ve inançlarına saygılı, haklarının, görevlerinin ve sorumluluklarının bilincinde, kendini sürekli yenileyebilen ve üretici olan, geçmişinden bugünü kavramak ve geleceği yaratmak için yararlanan, kendi mutluluğunu toplumun ve giderek tüm insanlığın mutluluğunda arayan Türk insanıdır.” Kurul, ilkeleri, öncelikleri, etkinlikleri, araçları, olanakları, yöntemleri tek tek belirledi: “Her türlü sömürüye karşı, insanlar arasında hak ve görevler açısından ayırım gözetmeyen, barışçı bir anlayıştan kaynaklanan ulusallık ilkesi...” “Azınlıkta olan düşüncenin, zamanla çoğunluğun desteğini kazanabilmesi yolunun açık bulunduğu demokratiklik ilkesi...” “Ekonomik bakımdan güçsüz olan ve toplumda ayrıcalıklara sahip bulunmayan kesimlerin de kültür olanaklarından hakça yararlanması gerektiği, bunun gerçekleşmesi ölçüsünde halktaki yaratıcı gücün yeterince harekete geçebileceği inancından kaynaklanan halkçılık ilkesi...” “Toplumun yapısal değişmelere açık bir biçimde gelişmesine katkıda bulunan devrimcilik ilkesi...” “Kültürümüzün, çağın bütün gereklerine uygun ve ileriye dönük bir biçimde geliştirilebileceğine inanan çağdaşlık ilkesi...” “En verimli ve en özgün kültürel etkinliklerin, tam bir özgürlük ortamında gerçekleşeceği inancından kaynaklanan Atatürkçülük ilkesi...” Bu ilkeler çerçevesinde, bölgeler arasında denge sağlanarak, öncelikler de belirleniyor; siyasi iktidarların etkisinden kurtulması gereken alanlarda özerk kurumlaşmaya gidilmesi; Türk Kültürünü Araştırma Kurumu, Türk Sinema Kurumu gibi oluşumlara öncelik verilmesi; kitaplık, müze, tiyatro, galeri gibi eğitim ve sanat birimlerinin kurulması, geliştirilmesi, gezici kültür ekipleriyle kırsal alana ulaşılması gibi unsurlar ön plana çıkarılıyordu. Türkiye’de iktidardan iktidara, bakandan bakana, partiden partiye değişmeyen “ulusal” politika oldu mu hiç? Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı’nın “Kültür Siyaseti” de bir kenara bırakıldı, hiçbir zaman dikkate alınmadı. ………… Eski dostlardan biri de, Büyükelçi Hüseyin Pazarcı … 60’lı yıllarda, Paris’te Nilgün ve Ahmet Taner’le tanışan Pazarcı, sevgileri, mutlulukları ve acıları paylaşan yakınlardan… Nilgün’ün ölümünden sonra, Ankara’da, Prof. Yüksel Ersoy, Büyükelçi Pazarcı ve Ahmet Taner Kışlalı zaman zaman öğlen veya akşam yemeklerinde buluşuyorlardı. Ortak bir acıları vardı, üçü de eşlerini kaybetmişlerdi. “Bu yemekler bizim için gerçek bir terapi oluyordu” diyor Pazarcı ve anlatıyor: “Yüksel’in bizden önce yaşadığı acı deneyimlerine dayanarak kendimiz için dersler çıkarırken, biraz da acıların sadece bizlere özgü olmadığı ve yaşamın herkes için ayrı bir macera olduğu bilincine varıyorduk. Bu arada, ister Yüksel’inki gibi uzun süren acılı dönemlerin, ister benimki gibi çok kısa sürede gelen acıların ve isterse Nilgün’ün durumunda olduğu gibi şok acıların oluşturduğu derin yaralara rağmen, yenilgiye hiç razı olmayacağımızı ve yaşam mücadelesine devam edeceğimizi saptıyor, bundan yeni kuvvet elde ediyorduk. Ama bu saptama açıkça söylenmiyor, sadece hissediliyordu. Kışlalı, bir yemekte, bu tür acıların kimilerinde ruhsal bozukluklara, kimilerinde ise diyabet gibi organik rahatsızlıklara neden olduğunu söylemiş ve biz galiba için için dayanma gücümüzden gurur duymuştuk.” Kışlalı, 1999 Nisan’ında, Mümtaz Soysal ve Orhan Koloğlu ile birlikte Tunus’a gidip, “Türk Arap Yuvarlak Masa Toplantısı” çerçevesinde, “Kemalizm ve Kemalistler” konulu bir konferans verdi. Geriye kalan belgelere ve tutanaklara göre, yansıttığı ana mesajlardan biri de, Atatürk’ün İslam’a karşı değil, cehalete karşı mücadele verdiğiydi. Büyükelçi Pazarcı, bu son görüşme vesilesini şöyle değerlendiriyor: “Kışlalı, Atatürk’e ilişkin görüş ve değerlendirmelerini herkesle uygar ve objektif bir biçimde tartışmaya hep hazırdı. Tunus’taki konferansı da etkili olmuştu. Nitekim, Haziran 2000’de yapılması öngörülen İkinci Türk Arap Diyaloğu’na yine Kışlalı’nın davet edilmesi, organizatör vakıf tarafından kararlaştırılmıştı, ancak 21 Ekim 1999’daki alçak saldırı bunun gerçekleşmesine olanak vermedi. Haziran’da, Tunus Kültür Bakanı’nın da katıldığı toplantı, Temimi Vakfı’nın başkanı Prof. Temimi’nin çağrısı üzerine, bir yıl önceki ilk toplantıya katılan Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın anısına bir dakikalık saygı duruşuyla açıldı.” .......... Bilim adamı ve avukat Prof. Yüksel Ersoy, Kışlalı’ların çok eski ve yakın dostlarındandı. Özel, önemli ve vazgeçilmez bir yeri vardı gönüllerde... O’nun sevdiği, evlendiği, çok mutlu olduğu ve çok erken kaybettiği karısının hastalığı döneminde verdiği mücadelenin boyutları saygıyla anlatıldı hep... Ersoy, Nilgün’ün ölümünden sonra Ahmet Taner Kışlalı’nın en büyük desteklerinden biriydi. İşte yazdıkları: Dostum Ahmet Taner Kışlalı’nın bilimsel ve siyasal kişiliği eserlerinde yer almaktadır. Bu yönlerini birkaç satırla anlatmaya imkan yok. Verdiği mücadele ülkemizin uygarlık mücadelesidir. Aklın, bilimin rehber olduğu, dinin batıl itikat olmaktan çıkarılarak gerçek yerini bulduğu bir Türkiye’nin temelini atan Mustafa Kemal Atatürk’ü en iyi anlayanlardan biri olmakla kalmayıp; gittikçe güçlenmekte olan Türkiye’yi geriye götürme çabalarına karşı cesur, kararlı ve aynı zamanda bilime ve tahlile dayalı mücadelenin bayraktarlığını yapmıştır. Eğer ülkemizde süregelmekte olan ve maalesef gittikçe güçlendiğini gözlemlediğimiz bağnaz ve yobaz akım bir şekilde başarısızlığa uğratılacak olursa, bunda en büyük pay Ahmet Taner Kışlalı’nın bilimsel çalışmalarında ve verdiği kişisel mücadelede olacaktır. Elbette Ahmet’in dostu olup da, kendisiyle sohbetlerde bu konularda onun düşüncelerini dinlememiş ve birlikte değerlendirmemiş olmak mümkün değildir. Bu çerçevede kalmak üzere, Ahmet’i sembolleştiren çalışmalarının önemi konusunda bazı düşüncelerimi yazmam da kaçınılmaz olacaktır. Ahmet Taner Kışlalı ile 1968 1972 yıllarında, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde, ek görevle Suçluluk Sosyolojisi dersleri verirken tanıştım. Kendisi Paris’te doktorasını tamamlamış ve doktor asistan olarak bu bölümde göreve başlamıştı. Her türlü yapaylık ve iddiadan uzak, gerçek bir kültür birikimine dayalı, ince, zarif ve cana yakın aydın kişiliğinden ve Türkiye’nin geleceği konusunda aynı düşünceleri paylaşmaktan kaynaklanan sıcak bir dostluğun başlangıcıydı bu. Asıl görevim Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, o zamanki adıyla Ceza Hukuku ve Ceza Yargılama Hukuku kürsüsünde idi. Korunmaya muhtaç ve suçlu çocuklarla ilgili bir toplantıda tanıştığım Birsen Gökçe beni, İtalya’da ceza hukuku doktorası yaptığım yıllarda devam etmiş olduğum uzmanlık kurslarında kriminoloji alanı ile ilgili olarak almış olduğum bilgileri de göz önünde tutarak, yapacağım ek çalışmalarla bu dersi verebileceğime ikna etmişti. Bu dönemde Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji ve daha sonra Hukuka Giriş dersleri verdiğim Sosyal Çalışma ve Ekonomi bölümlerinde tanıştığım genç bilim adamlarıyla kurmuş olduğum, aynı ideallere dönük ve dolayısıyla zamana dayanıklı, başka bir deyişle uzun süre görüşemesek de devam eden dostluklar yaşamımın en önemli yönlerinden birini oluşturmaktadır. Sosyoloji bölümündeki ek görevim sona erdikten ve hiçbir haklı nedeni olmayan gerekçelerle bu bölümde ve diğer bölümlerde görev yapmakta olan Birsen Gökçe, Ahmet Taner Kışlalı, Artun Ünsal, Emre Kongar, Doğan Ergun, Yılmaz Esmer gibi genç ve değerli bilim adamlarının görevlerine son verildikten sonra da, artık aile dostu olduğumuz bu insanlarla güzel ve anlamlı ilişkilerimiz devam etti. Bu dostlardan Prof. Dr. Birsen Gökçe, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve Prof. Dr. Artun Ünsal ile daha da sık görüşme olanağını buluyorduk. Birsen Gökçe’nin her zamanki bağlayıcı, birleştirici ve vefalı dostluğu sayesinde; aynı zamanda Ahmet ve Artun’la Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine yollarımızın birleşmesiyle bu ilişkiler tazelenerek sürüp gitti. Sosyoloji bölümünde ders verdiğimiz yıllarda, bölüm dışında da sık sık bir araya gelir; bazen içimizden birinin doçentlik ünvanını almasını kutlar, bazen birbirimize aile ziyaretlerinde bulunurduk. Yanılmıyorsam 1969 yılında ben doçentlik çalışmalarım için birkaç aylığına Roma’da bulunduğum sırada Ahmet’le eşi Nilgün de bir süre için Paris’e gitmişlerdi. Daha önceden aramızda anlaştığımız şekilde Ahmet bana Roma’ya geleceklerini bildirince, kendilerine kaldığım eve yakın bir otelde yer ayırttım. Roma’da kaldıkları üç gün boyunca bu güzel ve tarih dolu şehri onlarla bir kez daha ve bambaşka bir ortak zevkle, artık adım atamayacak hale gelinceye kadar dolaştık. Bir defasında, Nilgün o kadar yorgun düşmüştü ki, biz Ahmet’le üniversite ve ülke konularını konuşup tartışırken, o yan odadaki kanapede uyuyup kalmıştı. Bu yorgunluklara rağmen, akşam yemeklerinin keyfini ihmal etmiyor; sohbetlerimize, özellikle seçtiğim iyi bir lokantada, kaliteli bir İtalyan şarabı eşliğinde, lezzetli İtalyan makarnaları ve birlikte seçtiğimiz diğer yemeklerle devam ediyorduk. Ancak her ikimizin de bütçe imkanları sınırlı olduğu için, ister istemez kendimize sınırlar koymak zorunda kalıyorduk. Bu akşamlardan birinde, onlara İtalyanların çok lezzetle hazırladıkları fırında mantar yemeğini tattırmak için ortaya bir porsiyon ısmarladım. Hepimiz o kadar beğendik ki, mümkün olsa herbirimiz birer porsiyon daha yiyebilirdik. Bütçeyi fazla zorlamamak için yine paylaşmak üzere bir porsiyon daha ısmarlayabildik ancak. Ahmet ve Nilgün, büyük fedakarlıklarla, Ümitköy tarafında Binsesin kooperatifinden edindikleri arsa üzerine hayallerindeki evi yaptırdılar. Sosyoloji bölümü son sınıfında okuyan; Birsen, Ahmet ve benim öğrencimiz olan İçten’le 1971 yılında evlenmiştim. Bu şekilde bir bakıma Sosyoloji ailesi ile bir başka akrabalık da oluşmuştu. Çocuklarımız Görkem ve Yalım, Ahmet ve Nilgün’ün çocukları Altınay ve Dolunay ile yakın yaşlardaydı. Evlerine gittiğimizde veya onlar bize geldiklerinde sohbetin tadına doyamaz, saatlerin nasıl geçtiğini anlayamazdık. Daha önce bir süre Çalışma Bakanlığı’nda Yurtdışı İşçi Sorunları kısmında görev yapan İçten, ilk çocuğumuz doğduğunda işinden ayrılmış, fakat sosyoloji konusunda çalışma isteğini de hiçbir zaman yitirmemişti. Çocukların ilkokul çağına gelmesiyle birlikte bu arzusunu gerçekleştirmek istediğinde, en büyük teşvik ve desteği Ahmet’ten görmüş; onun Kültür Bakanlığı sırasında Devlet Konservatuvarı’nda sosyoloji öğretmeni olarak göreve başlamıştı. Bu görevini gerçekten çok benimsemiş, sadece öğretmenlikle kalmayıp idari görev de üstlenmiş ve Konservatuvar’ın Cebeci’deki binasından Beşevler’deki yeni binasına taşınması sırasında da mensubu bulunduğu kurumu geliştirmenin heyecanı içinde geceyi gündüze katarak canla başla çalışmıştı. Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı dönemini yaşayanlar, kendisinin, uygar yapısı ve kişiliğiyle bu göreve ne kadar yakıştığını iyi bilirler. Bir defasında, İstanbul’da yapılan bir bilimsel toplantı sonrası Topkapı Sarayı gezilmiş ve yine Saray içindeki bir lokantada bir yemek düzenlenmişti. Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı’nın bu yemek öncesi yerli ve yabancı bilim adamlarına Türkçe ve Fransızca yaptığı konuşmadaki içerik zenginliğini ve dil hakimiyetini hiçbir zaman unutmayacağım. O gün duyduğum gururu, bir kez de kendisine Fransa Devleti tarafından verilen bir nişanla ilgili törende yaptığı konuşmayı dinlerken yaşamıştım. Gönlüm, bu konuşmaların kayıtlarının mevcut olmasını ve bir gün belki kendisinin başka konuşmaları, konferansları ve yazışmalarıyla birlikte yayınlanabilmesini arzu ediyor. İçten’in genç yaşında, 1986 yılında yakalandığı hastalıkla mücadelemizde Ahmet’le Nilgün hep yanımızda oldular; dostluklarıyla bizi güçlendirdiler. Böyle bir mücadelenin ne anlama geldiğini kimsenin öğrenmesini istemem. Fakat başa geldiğinde de insanın ayakta kalabilmesinde yakınlarının ve dostlarının katkısı bambaşka bir anlam kazanıyor. Maalesef, mücadelemiz sonuçsuz kaldı ve dört yıl sonra İçten’i kaybettik. Bu kaybın benim için ne anlam ifade ettiğini en iyi anlayanlar arasında yine Ahmet’le Nilgün vardı. Her bir araya gelişimizde yaptığımız konuşmalarda aynı ortak özlemi paylaştığımızı hissetmişimdir. Yıllar geçti ve bir gün hiç beklenmedik bir kazada, bu kez Nilgün’ü kaybettik. İçten gibi o da hayat dolu, dışa dönük, başkalarına yardımdan zevk alan bir kişiliğe sahipti. Ahmet’i sevip onunla evlenirken, göstermelik olarak değil gerçekten inceleyip inanarak yeni ismini ve dinini seçmişti. Ahmet’le birlikte her ikisi de gerçek ve samimi bir inanca sahiptiler ve onun gereklerini hiçbir gösterişe başvurmadan yerine getirirlerdi. Daha sonra Ahmet’in dindar geçinen yobazlar tarafından katledildiğini görünce, bu kişilerin ne kadar dinden uzak olduğunu düşünmemek de mümkün olmuyor. Nilgün’ün kaybı Ahmet için tam bir manevi darbe olmuştu. Yaralı olmasına rağmen Nilgün’ün defin törenine bizlerle birlikte katılmış ve ondan sonra da hep onun ruhunun yanlarında olduğuna inanmıştı. Nilgün’ün defninin, ortak ve değerli dostumuz olan, basit bir ameliyat sonrası beklenmedik şekilde kaybettiğimiz Prof. Dr. Oral Sander’le aynı güne rastlaması da acımızı inanılmaz ölçülere vardırmıştı. Daha sonraki sürede, benzeri bir kayba uğramakla onu en iyi anlayan kişiler olarak ben ve Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı, Kışlalı’yla sık sık buluşmaya başladık. Akşam yemeklerinde hem kayıplarımızın ve acılarımızın değerlendirmesini yapar; hem de bir nevi sakatlanma anlamına gelen bu durumda hayattaki diğer görevlere devam etme gücünü bulmanın çabasını verirdik. Ahmet, içimizde eşini en son kaybeden kişi olmasından kaynaklanan bir duyarlılık içindeydi. Dindarlığının ona bu acısında destek olmasına rağmen, hassas kişiliği ve duygulu yapısıyla, bu gerçekle birlikte yaşamak ona ağır geliyordu. Umarım ve sanırım oldukça düzenli aralıklarla gerçekleşen buluşmalarımızda ona, bu büyük acıya rağmen güçlü olmasında ufak da olsa bir katkıda bulunmuşuzdur. Ancak ona asıl yaşama gücü verenin, kızlarının da desteğiyle yaptığı yeni evliliği olduğunu düşünüyorum. Nitekim, hainler tarafından aramızdan koparılıp alınmasından birkaç hafta önce, onun davetlisi olarak yine Hüseyin’le birlikte Atlı Spor Klübü lokantasında yediğimiz son yemekte, eşinden ve yeni doğan kızından mutlulukla söz etmiş, sonra da konuyu Türkiye’de laikliğin yobazlığa karşı verdiği mücadeleye getirmişti. Zevkle okuduğum yazılarında, karşısına almış olduğu kişilere karşı nasıl saygılı bir üslupla hareket ettiğini görüyor ve onları ikna yolu ile kazanabileceği ya da en azından uzlaşma noktalarına getirebileceğini düşündüğünü biliyordum. Bu konuşma sırasında, ben, Devlet eliyle daha önemli kararlar alınıp Cumhuriyetin din ve laiklik anlayışını eğitim yoluyla milletin çoğunluğuna benimsetmedikçe yobazlıkla mücadelede başarı şansının azalacağını ileri sürüyordum. Ahmet, kendi mücadelesinin bilimsel düzeyde olduğunun bilinci içinde, karşısındaki kişilerin de bilimsel değerlendirmelerden etkileneceğini, gerçekleri göreceğini, laik kesimin dinsiz değil, dine gerçek yerini vermek isteyen insanlardan oluştuğunu bir gün onların da anlayacağını, karşılıklı hoşgörülü hareket ederek ortak bir takım noktalara varılabileceğini savunuyordu. Konferanslar vermek üzere gittiği yerlerde gördüğü ilgiyi ve karşılaştığı kişilerdeki inanç ve azmi, geleceğe ümitle bakmaya imkan veren gelişmeler olarak yorumluyordu. Yazıları nedeniyle tehditler almakta olduğunu anlatırken bile gülümsüyor; bunların bir takım kendini bilmezler olduğunu, önemli sayılmaması gerektiğini söylüyordu. Olaylar bugüne kadar maalesef onun iyimser beklentileri yönünde gelişmedi. Ancak, mücadelesini verdiği konuyu en iyi bilenlerden biri olması dolayısıyla, gelecekte onun sahip olduğu iyimserliği haklı çıkaracak gelişmeleri beklemenin de hata olmayacağını düşünüyorum. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için, laiklik ilkesinin Türkiye için önemine inanların, Ahmet Taner Kışlalı’nın gösterdiği yoldaki çabalara etkin şekilde katkıda bulunmaya çalışmalarının şart olduğu kanısındayım. Aramızdan ayrılan sevdiklerimiz, yakınlarımız ve dostlarımız bizden de bir şeyler götürüyorlar. Onları özlüyoruz. Ancak, Ahmet söz konusu olduğunda durum daha da farklı... Daha uygar, daha güzel bir Türkiye için kendini feda etmekten kaçınmayarak, bilimsel çalışmayı buna yönelik etkin çabalarla birleştirmiş kişiye karşı başka borçlarımız da var. Dolunay’ın, babasının bu kişiliğini bilerek, onu çeşitli yönleriyle tanıtmak ve gerek şimdiki gerek gelecek kuşaklara onun mücadelesinin anlam ve amacını vurgulamak yönündeki girişimleri bu bakımdan önemli. Bu konudaki takdirim ile birlikte, Ahmet Taner Kışlalı’nın dostu olmaktan duyduğum gururu, onun için hazırlanan bu çalışmada yer almaktan da duyduğumu belirtmek istiyorum. .......... Artun Ünsal’ı ben Paris’te tanımıştım. Gazeteciydi, Hürriyet’te çalışıyordu. Uzun yıllar birlikte haber peşinde koştuk. Ben onu bir “profesör” olarak değil, “muhabir” olarak gördüm ve saygıyla takdir ettim. Bizi gurbette bırakıp Türkiye’ye dönmesinden sonraki görüşmelerimiz Kışlalı’ların çatısında oldu. Artun Ünsal’ı bana Kışlalı anlattığı zaman onu daha iyi tanıdım. Ünsal da, çok eski dostu Kışlalı’yı anlatıyor şimdi: “Jeff, t’es pas tout seul...” Jeff, yalnız değilsin... Jacques Brel’in bu hüzünlü şarkısı Ahmet’le aramızda bir dostluk türküsüne dönüşmüştü Paris’teki öğrencilik günlerimizde. Ahmet’in ismini Ankara’da, Yeni Gün’de gazetecilik yaptığı dönemde, arkadaşlarım Kurthan Fişek ve Hıncal Uluç’tan duyardım ama tanışmamız ve biribirimize kanımızın kaynaması Fransa’nın başkentinde nasipmiş. Adı büyük, aslında pek de mütevazi “Grand Hotel de la Loire”da komşu olduğumuzda... 1960’lı yılların ortalarıydı. Ahmet, Tours kentinde Fransızca öğrenimini tamamlamış, Paris Hukuk Fakültesi’nde doktora çalışmalarını sürdürüyordu. Ben de aynı fakültede lisans öğrencisiydim, aynı zamanda Siyasal’da öğrenim görüyordum. Şimdilerde adı değişen ve lüksleşen Grand Hotel de la Loire, bizim sıcacık gurbet yuvamızdı. Bu sevimli otelin beşinci katını Türk öğrenciler kapatmıştık, bir yurt havasına sokarak... Ucuz, temiz, kendi halinde bir yerdi. Ahmet’le odalarımız bitişikti. Erdener Erman, Erdal Aksoy ve Mehmet Yerguz’le birlikte otelin demirbaşları bizlerdik. (Hazindir, Yerguz da, yıllar sonra, Cenevre’de, Türkiye Başkonsolosluğu’nda çalışırken Asala üyesi bir Lübnan Ermenisi’nin kurşununa kurban gidecekti.) Bir üst katta ressam Ömer Kaleşi’nin odası vardı. Alt katta da zaman zaman Türkler kalırdı. Cebimizde paramız olduğu ve annelerimizin yemeklerini özlediğimiz zaman, hep beraber, İstanbullu göçmen Ermenilerden Madam Sofi ve uzatmalı sevgilisi Vahak’ın, yan binanın zemin katındaki lokantasına, “Chez Sophie”ye giderdik. Erdener’le ben, bir Yunan lokantasında kasiyerlik yaparak harçlığımızı çıkarırdık. Ahmet burslu, Erdal’ın ise durumu müsait olduğu için, bir işte çalışmazlardı. Geceleri, ilerleyen saatlerde dördümüz de Ahmet’in odasında buluşur, çay eşliğinde müthiş pişti partilerine başlardık. Kabataşlı Ahmet’le Galatasaraylı Erdal eş olurdu; Galatasaraylı Erdenerle de Ankara Kolejli ben... Mızıklama, alay etme serbestti. Bir taraf pişti yapınca göreydiniz siz ortalığı... Günler, haftalar, aylar neşeyle geçiyordu. Her gün, sırayla birimiz bakkaldan süt alırdık, içerdik. Ahmet sigara kullanmaz, içkiden haz etmez, üstelik Paris’te bile Ramazan’da oruç tutar, hatta bayram namazına giderdi. İnançlı bir Kemalist, gerçek bir sosyal demokrattı. Her zaman imanlı ve gerçek bir müslüman oldu. “Modern Türkiye’de Siyasal Partiler ve Güçler” konulu tezini yazma aşamasına gelmiş, rahatlamıştı. Bu arada İngilizcesini ilerletmek için kursa gidiyordu. Tembelliğimi bildiği için de, bilet alarak beni zorla tiyatroya, konsere götürmeyi çok severdi. Yoksa ben Brel’in o ünlü Olympia konserine nasıl giderdim ki... Bir gün, otelden çıkarken, genç bir Fransız bayanla karşılaştım. Elinde küçük ve şık bir paket vardı. Ahmet’in oda numarasını sordu. Söyledim. Teşekkür edip merdivenlere yöneldi. Asansörü yoktu otelimizin... Akşam gene pişti takımı toplandı ama Ahmet’in gündüz özel bir ziyaretçisi olduğunu hepimiz biliyorduk. Adının Nicole olduğunu öğrendiğimiz bu çıtı pıtı, sevimli, güzel ve sıcakkanlı Fransız bayanın elindeki pakette bir traş sonrası parfüm olduğunu öğrendik. Erdener çoktan hükmünü vermişti: “Parfüm mü? Allah mesut etsin, nikah yakındır!” Gelgit, Nicole hepimizin yengesi oldu. Birlikte lokantalara gittik, seyahatlere çıktık. Daktilo yazmasını da iyi bildiği için Ahmet’in doktora tezini bir güzel temize çekti. Çok alçakgönüllü ve yardımseverdi. Aşk insana neler yaptırmaz ki!.. Tabii biz onu Ahmet’ten, o Ahmet’i bizlerden kıskanırdı. Ahmet doktorasını tamamladı, Türkiye’ye döndü. Kısa bir süre sonra, Gençlik Caddesi’ndeki evde yapılan düğün buluşturdu hepimizi... Çok sade ve o kadar da sıcak bir düğün... Alüminyum bir tencerede, Erdener’den öğrendiğim ne parçalar çalmıştım, usta darbukacı edasıyla o gece... Anne Lütfiye Hanım da yaman kadındı. Mehmet Ali, Mahmut ve Ahmet Taner, “Lütfiye Hoca” önünde hâlâ titrerlerdi. Kilis’teki ilkokul günlerinde çocuklarının sınıf öğretmeni olan Lütfiye Hoca, başkalarının çocuklarına gösterdiği müsamahayı kendi çocuklarına asla göstermezdi. (Ahh, nasıl özledim Lütfiye Teyze’nin içli köftelerini... İmkan olsa da, Ahmet’le birlikte cennetten bana gönderseler... Ben de buradan baklava gönderirim, Ahmet tatlıya dayanamaz...) Burda “koptum” işte... Gözümden yaşlar akmaya başladı. Her ölen dostumuzla biz de ölüyoruz biraz... O kadar çok şeyi paylaşmışız ki... Daha evlilik hiç aklında yokken Ahmet’in, eğer bir oğlu olursa adını Kürşat koyacağını söylerdi. Kızı Altınay’ın ismini de, Cengiz Aytmatov’un bir öyküsünden çevrilmiş, hep birlikte gördüğümüz “Öğretmen Duyşen” filminden almıştı. Bordeaux’lu Nicole, Türkiye’yi ve Ankara’yı çok sevdi. Kendiliğinden İslam dinini seçti. Onu artık herkes Nilgün Kışlalı olarak bilecekti. Tam bir Türk olmuştu. Türkiye’ye dönüşümde ve Hacettepe Üniversitesi’ni seçmemde Ahmet’in büyük rolü oldu; tıpkı, kendimi Dışişleri’ne hazırlarken, beni akademik kariyere çekenin de Ahmet olması gibi... Hacettepe Sosyoloji bölümünde aynı odayı paylaşıyorduk. Uyumlu ve çalışkan, güzel bir bölümdü: Bozkurt Güvenç, Birsen Gökçe, Hamit Fişek, Oya Baydar, Yılmaz Esmer, Ali Rıza Balaban ve Yüksel Ersoy. Karşı bölümden Emre Kongar’ı kızdırmayı çok severdik. Ahmet siyaset sosyolojisi dersi veriyordu, ben ise hukuk sosyolojisi... Bu sıralarda Mehmet Ali Kışlalı bir haber dergisi çıkartma hazırlığı içindeydi. Yankı’nın ilk yazarları arasında elbette Ahmet’le birlikteydik. Yıllar geçti. Ahmet’le Mülkiye’de, daha doğrusu Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde buluştuk. Doçent oldu, siyasete atıldı. Milletvekili, derken Bakan oldu. Dostluğumuz hiç aksamadı. Uzun bir süre görüşmesek, telefon açar, “Jeff, t’es pas seul” derdi. Evlendim, ev hediyemizi getirdi. Askere gittim, eşimi yokladı, bir sıkıntısı olup olmadığını sordu hep... Altınay’dan sonra Dolunay geldi. Ahmet’le Nilgün’ün yuvası daha da şenlendi. Sonra Basın Sitesi’nden feraha çıktı. Ümitköy’e ilk yerleşenler arasındaydı. Bahçeli bir evde oturmak, ciğerlerine temiz hava çekmek, köpeğiyle oynamak, okumak ve yazmak, insanlar için bir şeyler yapabilmek... Yaşamdan tüm beklentisi buydu. Nilgün’ü yitirdik bir kazada. Ahmet hafif yaralı kurtulmuştu ama Nilgün’süz yaşam çok acıydı. Palabıyıklı arkadaşımız Mehmet’i teröristler Cenevre’de vurdukları zaman üzülmüştük. Yüksel’in genç yaşta amansız hastalığa yenik düşen eşi İçten’e üzülmüştük. Şimdi gözlerimiz Nilgün’ü arıyordu. Ben İstanbul’a yerleşince daha seyrek görüşür olmuştuk. Bir keresinde, Tepebaşı Kitap Fuarı’nda, bir okuru gibi kitabını imzalaması için baskın verdiğimde çok şaşırmış ve sevinmişti. Bir başka gün, Galatasaray Üniversitesi’nde, annesi Lütfiye Hoca’nın anısına adanan bir dersliğin açılışında bir araya gelebilmiştik Kışlalı biraderlerle... Meğer bu Ahmet’le son buluşmamızmış... Sonrası mı? Ahmet gitti. Kalleş bir bomba onu bizden ayırdı. İkinci eşinden, yeni doğan çocuğundan, Altınay’dan, Dolunay’dan... Ustam Mehmet Ali Ağabey ve bana hem babamdan, hem Ahmet’ten emanet Mahmut’um kardeşlerinin yokluğuna alışabildiler mi acep? Sanmam. Bir bilseniz ne kadar zorlanıyorum bu satırları yazarken. Ama yukarıya sesleniyorum ben de: “Jeff, t’es pas seul...” Brel kanserden öldü. Mehmet’le Ahmet terörizmden... Ama hepinizin şarkısı yüreğimde, yüreklerimizde... ............ Aynı dostluk zincirinden Prof. Birsen Gökçe’nin yazdıkları: 1968 sonbaharında, Hacettepe Üniversitesi’nin Çankaya’ya bakan Morfoloji binasının sekizinci katındaki bir odada tanışmıştık. İkimiz de yurtdışından yeni dönmüştük. Üniversite kurulalı bir yıl olmuştu. Küçücük bir odaya altı masa konmuştu ve bölüm görevlilerinin hepsi aynı odada oturuyordu. Türkiye’nin, felsefeden bağımsız kurulan ilk sosyoloji bölümünde ders vermek üzere genç bir kadro oluşturuluyordu. Bizden önce iki asistan alınmıştı, odanın ilk sahipleri onlardı. Biz o yıl atanmış, biraz ürkek ama atak, idealist, heyecanlı, enerji dolu ve biraz da gururlu öğretim görevlileriydik. Yeni kurulmuş bir üniversite bize kapılarını açmış, genç yaşta öğretim sorumluluğu vermişti. Pırıl pırıl öğrencilerimiz vardı. İşte böyle bir ortamda, ders dışı zamanlarda sohbet eder, dağarcığımızdaki bilgileri paylaşır, geleceğe yönelik planlar yapardık. Hedefimiz Türkiye’nin ilk sosyologlarını en iyi biçimde yetiştirmekti. Ahmet’le bu konuda çok iyi anlaşıyorduk. İlk yılımız çarçabuk geçmişti. Bölüm programını geliştirmek amacıyla yabancı üniversitelerden kataloglar, programlar getirttik. Bir ayağım giriş katındaki kütüphanedeydi. Bir taraftan derslere giriyor, seminerler düzenliyor; bir taraftan da Türkiye ile ilgili araştırma projeleri oluşturmak üzere tartışmalar yapıyorduk. Öğle saatlerinde kafeteryada birlikte yemek yer, akşamüstleri ise Kızılay’a kadar konuşa konuşa yürürdük. Bazen bu yürüyüşler sevgili Nilgün’ün çalıştığı Fransız Kültür’de sonlanırdı. Onu da aramıza alır, ya bir pastaneye, ya bir kitapçıya gider veya bir etkinliğe katılırdık. Ahmet’in Fransa’dan arkadaşları Erdinç Tokgöz ve Mehmet Sümer de iktisat bölümüne atanmışlardı. Bizim öğrencilere ders veriyorlardı. Yüksel Ersoy, Hamit Fişek, Artun Ünsal, Yılmaz Esmer’in de katılımıyla küçük grubumuz giderek büyümüş ve güçlenmişti. Bölüm içi dayanışmamız, sosyal yaşamımıza da yansıyordu. Her vesilede evlerde, genellikle Ahmet’lerde toplanırdık. Ahmet’in tatlıya düşkünlüğü de ara sıra bizi Hacı Baba’ya yönlendirirdi. Kışlalı’nın her zaman takdirle andığım, hiç unutamadığım, her aileye örnek olmasını dilediğim, hafta sonları baba evindeki aile yemeğinde toplanma alışkanlıklarıydı. Programlarımızı yaparken öncelik bu aile yemeklerindeydi, hiç aksatmazdı. Annesinin yaptığı yemekleri hep anlatıp dururdu. Ailesine, kardeşlerine, eşine ve evlatlarına bağlılığı her şeyin üstündeydi. Altınay’ın doğumunu heyecan ve mutlulukla beklemiştik. Dolunay’ın gelişi ise Ahmet Taner Kışlalı ailesinin mutluluk resmini tamamlamıştı. Bölüm içi dayanışmadan söz etmiştim. Bozkurt Güvenç bölüm başkanımızdı. Haftanın bir günü mutlaka toplanırdık. Gündemde bölümün geleceği, akademik gelişmeler yer alırdı. Değişik ülkelerde doktora yapmıştık, birbirimizin deneyim ve birikimlerinden yararlanırdık. Bu dayanışmayı ortak bir proje ile somutlaştırmak üzere hep birlikte, “Sosyolojiye Giriş” kitabı yazmak üzere karar aldık. Güzel bir ekip çalışması olacak, herkes kendi alanıyla ilgili bölümü kaleme alacaktı. Hedefimiz, öğrencilere temiz ve güzel bir Türkçeyle okuyabilecekleri güzel bir ders kitabı hazırlamaktı. Ancak 12 Mart’ı hazırlayan kara bulutlar bölümümüzü de etkisi altına almış, ülkede kopan fırtına bizi de etkilemişti. Her birimiz bir köşeye savrulduk. Kitap yazma projemiz de yarım kaldı. O günlerden belleğimde kalan, öğrenci hareketlerinin yatıştırılması için Ahmet’in gösterdiği olağanüstü çabaydı. Bir keresinde, öğrenci yurdu önünde, öğrenci – polis çatışmasında ateş ortasında kalmış ve ciddi bir tehlike atlatmıştı. Ahmet 12 Mart’ı izleyen yıl askere gitti. İstanbul’a geçerken Tuzla Piyade Okulu’na uğradım. Asker giysileri içinde çok gururluydu. Kıta görevi için kurada Kayseri’yi çektiği zaman da Nilgün’le beraber, bir hafta sonu, iki araba arka arkaya ziyaretine gittik ve orada güzel bir hafta sonu geçirdik. Nilgün artık bizlerden biriydi. Ramazan’da iftar sofrasını hazırlar, kadınbudu köfte ve aşureyi çok iyi yapardı. Ahmet’in güllaç düşkünlüğünü de o sıralar öğrenmiştim. Tuna pastanesinin meşhur güllacı onu mutlu eden bir hediyeydi. Neşe, hayat dolu, sevecen, insancıl Nilgün o zamanlar Fransız Kültür’de çalışıyordu. Bir gün telefon edip hepimizi Fransız Kültür Merkezi’nin önüne çağırdı. Bir gösteri olduğunu anlattı. Belirli bir saatte, bina girişinde buluşmak üzere sözleştik, aramızda Ahmet de vardı. Gittik ama ne Fransız Kültür’de bir etkinlik vardı, ne de Nilgün oradaydı... Hepimiz şaşkınlık içindeydik. Ahmet kısa sürede sorunu çözdü. O gün 1 Nisan’dı ve Nilgün hepimize balığı yutturmuştu. Hep birlikte, intikam için Çankaya’daki evlerine baskın yaptık ve Nilgün’ü mutfakta bize yemek hazırlarken bulduk. Sofra hazırdı. Eğlenceli ve aşureli gece anılarımızdan biri daha yaşandı o zaman... O yıllarda Ahmet’in yaşadığı bel fıtığı sorununu, Nilgün’ün ona hazırladığı yer yatağını, o yatağın etrafında toplanışımızı anımsıyorum. Nilgün çok üzülür ama her şeyi göğüslerdi. Yoğun iş temposuna ve çocuklara rağmen her şeyin üstesinden geliyor ve etrafına neşe saçmayı sürdürüyordu. Ahmet, askerlik dönüşünde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmişti. Hacettepe Sosyoloji ise kabuk değiştirmiş, eski kadrodan bir tek ben kalmıştım, geri hizmete alınmıştım. Ders falan verdirilmiyordu bana da... Maaşımı alıp odamda oturuyordum. Ahmet, büyük bir kararlılık ve cesaretle, bizlerle uğraşan ve bölümü darmadağın edenlere karşı yasal mücadele vermeye başlamıştı. Bir öğlen beni ziyarete gelmişti, koridora çıkmıştık. Dönemin bölüm başkanı Ahmet’in yakasına yapışmış, hesap sormaya başlamıştı. Ahmet, bu saldırgan tavır karşısında, her zamanki terbiye ve nezaketi ile, büyük bir olgunlukla, dimdik ayakta duruyor, soğukkanlılığını muhafaza ediyordu. Ben paniklemiştim, sessizce kenarda duruyordum. Rahmetli Selahattin Ertürk hoca olaya müdahale etti, araya girdi. Bakanlık döneminde de bir araya geliyorduk. Sonra, üniversiteye döndü ve beni, Basın Yayın Yüksek Okulu’nda ders vermeye ikna etti. Tekrar, daha düzenli ve sık görüşür olmuştuk. Nilgün’le sırt sırta vererek ve alın teri dökerek tamamladıkları, her köşesini nakış işler gibi döşedikleri Ümitköy’deki evleri, herkese mutluluk saçan bir ortamdı. Altınay ve Dolunay, onlara yaşamlarının en büyük hediyesiydi. Altınay’ın üniversite günleri, Dolunay’ın konservatuvarı yaşamlarını dolduruyordu. Siyaset nedeniyle geciken profesörlüğünü de o sıcak ortamda kutlamıştık. Sonra acı günler başladı. Uğur Mumcu’yla, Ahmet’in odasında, yıllarca önce tanışmıştık. Uğur’u yolcu ederken, yağmur altındaki Ankara sokaklarında, Nilgün ve Ahmet’le, kol kola, ağlayarak yürüdük. Nereden bilebilirdik ki bu mutlu çiftin ve ailenin yaşamı, kısa bir süre sonra, beklenmedik bir kaza sonucu tamamen değişecek... Nilgün’ün kaybı üzerine Ahmet’in yazdığı “Bir Türk’ün Ölümü”, bence çocuklarına ve dostlarına bıraktığı en güzel anılardan biridir. Her türlü acıya rağmen yaşam devam ediyordu. Emeklilik, Ahmet’in çok sevdiği ülkesine daha çok zaman ayırmasına olanak vermişti. Atatürkçü Düşünce Derneği çatısı altında, Anadolu’nun en ücra köşelerinden, Almanya’ya, Avustralya’ya kadar her gittiği yere aydınlık fikirleriyle çağdaşlığın simgesini taşıyordu. O korkunç “son”dan bir hafta önce telefonda yeni evinin adresini yazdıran ve on yedi günlük yeni bir Kışlalı’nın varlığını müjdeleyen sesi hâlâ kulaklarımda. Ne yazık ki yeni bir yaşamı kucaklamasını engelledi “hain kafalar”... Sevgili arkadaşım, son kitabında bana, “Aziz dostumun benzer düşüncelere sahip olmasının verdiği mutluluk ile...” diye yazmış. Ben de, “Dostluğumuz, benzer düşüncelerle ebediyete kadar sürecek” diyorum. Özlemle, sevgiyle, saygıyla daima anıların benimle olacak, sevgili dostum. ........ Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Yılmaz Esmer bakın Kışlalı’yı nasıl anlatıyor: Ahmet Taner'le dostluğumuz 1969 yılına uzanıyor. Sonra 1977'de ben doktoramı bitirip Türkiye'ye döndüğümde onu Kültür Bakanı olarak buldum. Yakın arkadaşımı ziyarete ve tebrike gittim. Ama doğrusu içimde bir tedirginlik vardı. Çok daha düşük makamlara, çok daha ileri yaşlarda gelenlerde bile görülebilen hazımsızlık belirtilerine, kırkına varmadan bakan olmuş Kışlalı'da rastlayacak mıydım? Aman efendim. Tatlı dertleşmemizin sonunda, önce benimle birlikte Özel Kalem odasına çıktı. Görevlilerin ve benim bağrışmalarımız, itirazlarımız arasında pardesümü kendisi tutarak giydirdi. Başka türlüsüne izin vermedi. Ve sonra beni Bakanlığın merdivenlerine kadar geçirdi. Sadece bana değil, tüm dostlarına böyle içten ve alçakgönüllü davranıyordu. Ahmet Taner öylesine zarif bir insandı... O zamanlar araba satın almak büyük bir mesele idi. Önemli miktarda bir peşinatı yatırır, sonra da bir Renault 12 alabilmek ümidiyle, ne zaman sonu geleceği belirsiz bir kuyruğa girerdiniz. Vatandaş için seneler sürebilen bu kuyruk, tabii Turkiye'deki bütün diğer kuyruklar gibiydi ve sıranızın ne zaman geleceği, sıraya girdiğiniz tarihe değil, kimin sizin adınıza müdahalede bulunduğuna bağlıydı. Bir arabaya çok ihtiyacımız vardı. Bütün yakınlığımıza rağmen, kendim doğrudan söyleyemedim ama Ahmet Taner'e durumu dolaylı olarak ilettim. Kısa bir süre sonra Boğaziçi'ndeki telefonum çaldı. Karşımda doğrudan Bakan vardı. Bir yakın dostunu sekreteri ile aratmayacak, “Sayın Bakanım sizinle görüşecekler” dedirtmeyecek kadar düşünceliydi. Ahmet Taner öylesine ince bir insandı. Bana araba kuyruklarının maalesef çok uzun olduğunu, hepimizin beklemesi gerektiğini söyledi. Yakın bir arkadaşı adına, olağan sayılabilecek bir “müdahale”yi bile yapamazdı. Ahmet Taner öylesine titiz, öylesine dürüst bir insandı. Adının üzerinde en ufak bir leke bile olmaksızın, çok onurlu bir yaşamın ortasında vahşice katledildi. Nur içinde yatsın. .......... Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Dursun Atılgan’ın anlattıkları: Saygıdeğer Ahmet Taner Hocamızı konuşmacı olarak oldukça sık davet ederdik. Hem Genel Merkez’in bulunduğu Köln'e, hem de şubelerimize... Ayrıca İsviçre, Belçika, Hollanda, Avusturya gibi ülkelere birlikte de giderdik. 21 Ekim 1999'da katledilmeseydi, 23 Ekim'de Almanya'da olacaktı. Kendisiyle Almanya'nın dört kentinde, Köln, Berlin, Münih ve Hagen, “Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti” konulu konferanslar verecektik. Nedeni de, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. Yıldönümü etkinlikleriyle, Cumhuriyet'in 75. yılı kutlamalarını gölgede bırakmak isteyen bazı Türkİslam sentezcilerinin karşısında gerçekleri ortaya koymaktı, Cumhuriyetimizin erdemini anlatmaktı. Ahmet Taner Hoca’nın konuşmacı olarak geldiği toplantılarda izdihamlar yaşanırdı. Bir gün, yine tıklım tıklım dolu bir salonda konuşma yapacaktı. Bana “Konuşma sürem ne kadar?” diye sordu. Ben de, “Bir ders saati kadar” demiştim. O konuştukça coşuyor, dinleyiciler dinledikçe etkileniyorlardı. Tam 85 dakika konuştu. Dinleyiciler yoğun alkışlarla, konuşmasını sürdürmesini istiyorlardı. Bir ara “Arkadaşlar” dedi, “biraz sonra sorularınız olacak, o zaman biraz daha konuşurum.” Gerçekten de çok ilginç sorulara doyurucu ve ikna edici yanıtlar vererek, toplantıyı unutulmazlaştırdı Ahmet Taner Kışlalı. Sorular ve yanıtlar bölümünün sonuna doğru, bir dinleyici, hiç unutmadığım şu kısa saptamayı yapmıştı: “Hocam, bana Atatürk doğru dürüst anlatılmamıştır. Ne evimde, ne okulumda, ne şurda ne burda... Ben de televizyonlarda, gazetelerde Atatürk'ten söz edildikçe, ‘Allah Allah niye böyle çok anlatıyorlar, ne var memleketi kurtardıysa, sanki görevi değil mi?’ der dururdum. Bugün beni buraya bir komşum getirdi. Kendisinden Allah razı olsun. Neden derseniz, ben bugüne kadar hiçbir profesörü böyle yakından tanımamıştım. Profesör deyince, yanına yaklaşılamayan birisi sanırdım. Hatta, devlet memuru değil mi, hepsi aynı, diye çekinirdim. Bugün bu güzel toplantıda, hem sizin gibi yüzü güleç bir profesör tanıdım; hem de kızmadan, darılmadan sorulara cevap verdiğiniz için sizden çok hoşlandım. Bakın, sizin karşınızda konuşma cesareti bile buldum kendimde. Sizi dinlerken, hem insan olduğumu daha iyi algıladım, hem de Mustafa Kemal Atatürk'ü daha iyi anladım. Siz beni sağlam bir Atatürkçü yaptınız...” Ahmet Taner Kışlalı’yla birlikte, Prof. Dr. Sencer Ayata’yı da davet etmiştik bir panele... Prof. Ayata konuşmasına şöyle başlamıştı: “Bugün Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği'nin davetlisi olarak bu güzel salonda bu güzel topluluğa seslenirken, Prof. Ahmet Taner Kışlalı gibi ‘Atatürkolog’ diye nitelendirdiğimiz bir güzel insanla birlikte olmaktan kıvanç duyuyorum...” Evet, Prof. Kışlalı inançlı bir Atatürkolog’tu. Başta Türkiye'deki Atatürkçü Düşünce Dernekleri olmak üzere, Almanya’da, Avusturya'da, İsviçre'de, Hollanda’da, Belçika'da, İngiltere'de ve daha birçok ülkede konferanslar vererek, panellere ve seminerlere katılarak Atatürkçülüğü ve Atatürkçülüğün güncelliğini kanıtlarıyla anlattı; Atatürkçü düşünce sistemini kafalarda ve gönüllerde bir bayrak gibi ışık ışık dalgalandırdı. ............. Can dostlardan Şefik Kahramankaptan anlatıyor: Ahmet asla bizim, Türkiye´de anladığımız anlamda politikacı olmadı... Bir gün Yankı´dayız. “Biraz çıkıp yürüyelim Şefik” dedi. Yürümeyi ve yürürken de konuşmayı çok severdi. Çıktık. Kendisine CHP´den milletvekilliği teklif edildiğini ama kararsız olduğunu, o zamanki Genel Sekreter Orhan Eyüboğlu´na cevap vermek durumunda olduğunu söyledi. Fikrimi sordu. Ve o yürüyüş bir tartışmaya dönüştü. Ben onun gibi insanlara ihtiyaç duyulduğunu, girmesinin yararlı olacağını söylüyordum. O her adımda “ama” diye başlayarak red gerekçeleri sıralıyordu. Çok tereddütlüydü... Ahmet Taner Kışlalı teşekkür etmesini, bilgilendirmesini çok iyi bilirdi. Eğer bir insanla bir konuyu paylaştıysa onun sonucu hakkında mutlaka bilgi verirdi. Ertesi gün telefon etti, “Düşündüm ve kabul etmeye karar verdim” dedi. Ben Kışlalı´nın bakanlığı dönemini de, bugünkü anladığımız anlamda bir politikacının yaptıkları olarak görmüyorum. Bir bilim adamı, bir teknisyen, bir yurtsever olarak o makamda bulundu. Hiçbir zaman ne seçmenini, ne de partisini önde tuttu.. O hep Türkiye için bir takım şeyleri istedi ve onları yapmaya çalıştı. Ve ölünceye kadar da bu çizgisini sürdürdü. Eğer öğrencileri ona layık olmak istiyorlarsa, her şeyden önce iyi, dürüst insan olmaya ve fikri namusa sahip olmaya çalışmalılar... Ahmet Taner Kışlalı, kültürle, sanatla ilişkisini, getirildiği Kültür Bakanlığı koltuğunda oturduğu süreyle göstermelik olarak sınırlı tutan arabesk politikacılardan değildi. O gerçek bir “kültür adamı”ydı. Operabalede yeni eserleri kaçırmazdı. Eski kültür bakanları arasında, belki de en vakitsizi olmasına karşın, bu tür sanat etkinliklerine en sık gelen Kışlalı´ydı. Uluslararası Ankara Müzik Festivali´nin de sürekli dinleyicileri arasındaydı. En son Haziran´da, Antalya Operası´nın açılış törenine birlikte katılmıştık. Arkasından yazılıp söylenirken, bir dönem milletvekilliği ve bir kez kültür bakanlığı yapması nedeniyle “politikacı” kimliğine de dikkat çekildi. Oysa Kışlalı, asla politikacılığı meslek edinmedi. Edinseydi, 12 Eylül sonrası sol partilerde kendine rahatlıkla yer bulabilir, gene parlamentoya girebilirdi. Ama o bilim adamlığını, Atatürkçü çağdaş düşünce yönünde aydınlatıcılığı ve daha öğrencilik yıllarında spor muhabiri olarak başladığı gazetecilik mesleğinde sürdürdüğü köşe yazarlığını yeğledi. Yazılarında, büyük saygı duyduğu Bülent Ecevit´i ve partisi DSP´yi de, çok iyi bildiği siyaset biliminin mihengine vurarak ama son derece ölçülü bir üslupla gerektiğinde eleştirmekten kaçınmadı. CHP´yle ilgili saptama ve eleştirilerini de gerçekçi biçimde, hiçbir politik beklentiye kapılmadan hep yazdı ve söyledi. CHP´ye bir genel başkan adayı arandığında, “Senden alasını mı bulacaklar?” demiştim. O ise, yaptıklarının daha önemli olduğunu söylüyordu. Deyim yerindeyse “Atatürkçü mürşid” olup çıkmıştı. Çoğu kez aradığımda Anadolu´nun veya Avrupa´nın bir kentinde oluyordu. Bazen dinlemeyi çok istediği bir konseri, temsili kaçırıyor, ama Atatürkçü düşünceyi anlattığı konferansları bir “görev” anlayışı içinde asla ihmal etmiyordu. Konuştuğu salonlar hep doluydu ama salonda yeterince genç görmediği zaman yüzü asılıveriyordu. O´nun için gençlerin aydınlanması çok önemliydi. Anadolu Çağdaş Eğitim VakfıANAÇEV´in kurucuları arasında yer almasını önerdiğimde, “Biliyorsun” demişti, “Konferanslarım çok yoğun, aktif görev almamak kaydıyla kabul edebilirim”... Vakfın kurucuları arasında birlikte yer aldık. Vakfın işleviyle ilgili yazdığı birkaç yazıyla görevini fazlasıyla yerine getirdi. O yazılar sayesinde vakıf pek çok gönüllü çalışan ve parasal destekçi kazandı. Ahmet Taner Kışlalı, son yıllarda “Kemalizmin çağdaş ideologu” haline gelmişti. Atatürkçü düşünceye, Cumhuriyete yöneltilen yıkıcı, aşağılayıcı eleştirileri, bilimsel ama halkın anlayabileceği bir dille göğüslüyor, ileri sürülen savları çürütüyordu. Cumhuriyet ile demokrasinin birbiriyle çelişmediği, tam tersine birbirlerini bütünlediğini ikna edici örneklerle anlatıyor, adeta Kemalizmi günümüzün gerçeklerini kucaklayarak 21. Yüzyıl’a taşıyordu. Siyasi islamcılarla, “bukalemun” olarak nitelendirip “numaracı cumhuriyetçi” diye adlandırdığı kesimin, bu nedenle hedef tahtalarından biriydi. Ama sanılmasın ki, dinsiz veya ateistti. Ahmet Taner Kışlalı, tıpkı ağabeyleri Mehmet Ali ve Mahmut Kışlalı gibi aileden gelme bilgisigörgüsü olan, inançlı bir müslümandı. Yaşamın her türlü gereğini “ölçülü ” bir biçimde yerine getiren, eğlenen, içki içen, denize giren, orucunu tutan, çağdaş bir müslümandı. Nilgün’ü kaybettikten bir süre sonra, evde oturuyorduk. Kaza yerinden Hürriyet Haber Ajansı muhabirinin çektiği fotoğrafları getirtmiştim. Dava dosyasında gerekli olur düşüncesiyle fotoğrafları vermek ve biraz dertleşmek üzere evde ziyaretine gitmiştim. Çoğu kez olduğu gibi, “Dostum” hitabıyla başlayarak Cumhuriyet’teki yazıları evden nasıl geçtiğini anlattı... Biraz bilgisayar teknolojisi ve biz yazarlara getirdiği kolaylık üzerine konuştuk... Ama kaza ve yaşadığı büyük acı öylesine tazeydi ki... Söz dönüp dolaşıp Nilgün’e geldi... Nilgün, tanıdığım en içten, en samimi, en insansever kişiliklerden biriydi. Kendiliğinden resmen İslam dinini seçmiş, Ankara’nın “laik müslümanları” arasında yerini almıştı. Ahmet, dünyaya materyalist gözle bakmakla birlikte, özel yaşamında, kendi ölçüleri içinde dinsel inancı olan, ramazanda oruç tutan, metafizik dünyaya da inanan bir insandı. “Bazen Nilgün’ün buralarda olduğunu, etrafımızda dolaştığını hissediyorum” diye başladı anlatmaya... Evin hemen yanındaki elektrik lambası uzunca bir süredir yanmıyormuş.. Belediyeye gerekli bildirimde bulunulduğu, ekipler gelip birkaç kez onarmaya çalıştığı halde, bu lamba yanmamış bir türlü... Nilgün`ün toprağa verildiği günün akşamı, bahçede gene Nilgün’ün etrafında olduğu yönünde bir hisse kapılmış... Ve o sırada, aylardır bozuk duran sokak lambası kendiliğinden yanıvermiş... Ahmet, Nilgün’ün bu yolla “Buradayım” mesajı verdiğini düşünüyordu... O lambanın kendiliğinden yanışı, onca acının içinde Ahmet’e tuhaf bir mutluluk yaşatıyordu sanki... O kadar dürüst ve iyi bir insandı ki, inanıyorum, mekanı cennet olacaktır. SU VE KADIN... Ahmet Taner Kışlalı, Brüksel yakınlarındaki evimize ilk yalnız gelişinde kendisiyle oldukça dertleştik. Nilgün’ün ölümünden beri sudan çıkmış balık gibiydi. Yitirdiği eşinin yokluğunu çok ağır hissediyordu. Bir ara bana, “Hayatta senin için vazgeçilmez ana unsurlar neler?” gibilerden bir soru sordu. “Su ve kadın” dediğimi ve onu biraz şaşırttığımı fark ettiğimi hatırlıyorum. “Sağlık da önemli” dediğinde de, “Susuz ve kadınsız sağlık olmaz” görüşümü yansıttım. İşte o konuşmamız sırasında, yeri gelmişken ve Dolunay da yanımızdayken, “Ahmet Abi, neden tekrar evlenmeyi düşünmüyorsunuz?” diye sordum. Biraz fazla açık ve damdan düşer gibi bir soruydu bu, şaşırdı gene… Dolunay’a baktı, onun düşüncesini anlamak ister gibiydi: -­‐ Nilgün’ün yeri doldurulamaz ki… -­‐ Orası kesin. Ama daha gençsiniz ve yalnız yaşamak zor. -­‐ Kazada ben ölseydim bu soruyu Nilgün’e de sorar mıydın? -­‐ Sorardım. -­‐ Ne derdi acaba? -­‐ “Ahmet’in yerini kimse dolduramaz” derdi herhalde… -­‐ Evlensem, yakınlar, insanlar ne düşünür? -­‐ İnsanların böyle konularda ne düşündüğü o kadar önemli mi? Ben Dolunay’la evlenince kimlerin neler düşündüklerini ve ne kadar yanıldıklarını biliyorsunuz. Siz bile… O düşüncelere önem verseydik büyük bir mutluluk fırsatının yanından geçip gidecektik. İki günlük hayatta herkesin kendi yaşamını yönlendirmesi lazım. Hata yapılırsa da, sorumluluklarını üstlenip sonuçlarına katlanıyoruz nasıl olsa… Kışlalı’nın o güne kadar tekrar evlenmeyi düşünüp düşünmediğini bilmiyorum ama Nilgün’ün ölümünden itibaren etrafında dönen ve bazıları oldukça tehlikeli gözüken hanımlar olduğu barizdi. Onu sıkan, tereddütlere sürükleyen bu konuda uzun nutuklar attığımı da anımsıyorum. .......... Kışlalı’nın Nilüfer’le evlenmesinden önce Dolunay’la babası arasında soğuk rüzgarlar estiğini saklamak, dürüstlük olmaz. Bunun nedeni kesinlikle Nilüfer değildi. Dolunay, annesinin ölümünden sonraki dönemde babasının metin dış görünüşüyle karmaşık iç dünyasını ayırt etmekte zorluk çekiyor, o muhteşem ailenin bu kadar kolay ve böylesine hasar görmesini hazmedemiyordu. Anıların çabuk unutulması endişesindeydi. Bir yıl kadar süren esintili hava, Kışlalı’nın evlenmesinden, yeni bir eve taşınmasından sonra, gene benim işe karışmamla son buldu. Yakınların baskısı da artmıştı zaten... Dolunay’ı bir uçağa bindirip Türkiye’ye yolladım ve babasıyla, kardeşiyle, Nilüfer’le buluşmasıyla iklim değişikliği gerçekleşti. ......... Kışlalı bir yandan yakın çevresine derdini anlatmaya çalışıyor, bir yandan Nilgün’ü yitirdiği trafik kazasında uğradığı haksızlığın mücadelesini veriyor, bir yandan da kazada ölen motosikletli gencin ailesinin ayağına kadar giderek acı paylaşma girişiminde bulunuyor ama acılı bir anne tarafından “katil” olmakla itham ediliyordu. O sıkıntılı dönemde, Kışlalı Malatya’ya, kardeşi Kıymet’in yanına gitti. Öylesine karanlık bir ruh halindeydi ki, boğuluyordu sanki… Gece yarısından sonra, hava almak için dışarı çıktılar, üniversitenin bahçesinde yürüdüler. Kıymet, ağabeyine baktı. Yürüyecek halde bile değildi. Koluna girdi. Gururlu, onurlu insanın gözlerinden yaşlar süzülüyordu: -­‐ O kaza ile birlikte her şeyimi kaybettim. Eşimi kaybettim. Dolunay’ı kaybediyorum, kızlarım kopuyor... En yakın dostlarımdan bile anlayış görmediğim oluyor. Evimiz, yuvamız dağıldı, gitti… Kazada benim suçum yok. Keşke ben de ölseydim. Yalnız yaşayacak gücüm yok, çabuk evlenmeme ters tepki gösterenler oluyor. Kimseyle flört edecek, kimseyi oyalayacak halim de yoktu ki… İntihar etmeyi bile düşündüm! -­‐ Lütfen üzülme. Zamanla her şey düzelecek. -­‐ Benim o kadar zamanım yok ki!.. O dönemde Kışlalı’yla zorlukları gerçek anlamda paylaşan tek kişi Nilüfer oldu sanıyorum. Nilgün’ü yakından tanıyan, güler yüzlü anısına her zaman saygı gösteren bu kadın, evliliğinden sonra şaşırtıcı bir “talihsizlikler serisi” yaşadı. Önce hamile kaldı ve erkek bebeği, doğumdan hemen sonra, hastanede öldü. Ardından annesine araba çarptı, onu kaybetti. Sonra Nilhan doğdu ama bebek daha bir aylık olmadan Kışlalı öldürüldü. Nilüfer bütün bu acıları ve sorunları göğüslerken yaşadığı bir anı hafızamda güzel bir yer buldu: İlk bebeğini ve annesini kaybeden genç kadın doğal olarak üzülüyor, sık sık ağlıyordu. Bu durumdan bunalan Kışlalı onu kime gönderdi biliyor musunuz? Psikoloğa... Nilüfer, psikoloğun hikmetlerinden yarar görmüş olsa gerek ki, günün birinde, annesini yitirmenin üzüntüsünü yaşayan babasına da, “Gel psikoloğa gidelim” önerisinde bulunmuş. Yaşlı babası buna pek anlam veremese de kabul etmiş. Psikolog, eşini kaybetmiş bu beyle uzunca konuşmuş, içini döktürmüş ve sonunda sormuş: -­‐ Nasıl? Konuşarak rahatladınız mı? Yararlı oldu mu? -­‐ Evet ama ben bunları her gün kahvede arkadaşlarla konuşuyorum zaten… Gayet de iyi oluyor. Psikoloğa ne lüzum var ki… Tabii Nilüfer bir daha babasına psikoloğa gitme önerisi getirmemiş. .......... Psikologların yaşanan acıları hafifletmekte katkısı ne kadar oldu bilinemez ama Nilüfer’le Kışlalı’nın gayet uyumlu bir çift oluşturdukları barizdi. Bana Dolunay’la maceramızın başında, “20 yıllık yaş farkının getireceği sorunlardan” söz eden Kışlalı, kendinden 25 yaş küçük bir kadınla, gül gibi geçinip gidiyordu… İlk bebeklerinin, doğumdan hemen sonra, hastanede ölmesi Nilüfer ve Ahmet Taner Kışlalı’yı hem sarstı, hem birbirlerine daha da yakınlaştırdı. ............ Sonra Nilhan’ın doğum haberi geldi Brüksel’e. Ve ardından cinayet işlendi, bebek henüz yaşamdaki birinci ayını doldurmad GENÇLER, UMUTSUNUZ... “Gençlerle konuş. Öğrencilerle konuş! Paylaşmak istediklerini onlarla paylaş! Hiç kimseye güvenmiyorsan onlara güven! Anlat onlara... Göreceksin ki anlıyorlar... Ve benim neden böyle iyimser ve umut dolu olduğumu daha iyi kavrayacaksın...” Unutmak mümkün mü Kışlalı’nın bu sözlerini... En değerli varlıkları, öğrencileriydi. Sadece kendisinin ders verdiği öğrenciler değil, bütün aydın kafalı gençler... Onlar “gelecek”, “umut”, “saygınlık”, “coşku”, “inanç” ve “güven” gibi pek çok anlamı bir arada simgeliyorlardı kafasında... Cinayetten sonra benim en çok dikkatimi çeken kesim de bu gençler oldu. Üniversitelerde yapılan törenlerde gözlemledim onları; tepkilerini ölçmeye, konuştuklarını dinlemeye, mesajlarını algılamaya çalıştım. Ama ortam öylesine karışık, kafam öylesine karmaşıktı ki başarılı olamadım. Çok isterdim, özellikle Kışlalı’nın gazeteci adayı öğrencileriyle bir dersliğe kapanıp biraz sohbet etmeyi... Bu kitabı yazarken de unutulmaması gerekenler, Kışlalı’yı en iyi ve yakından tanıyan öğrencileriydi elbette ama temas kurulması en zor olanlar da onlardı. Ve ben bunun sıkıntısını yaşarken, imdadıma TRT’deki genç ve sempatik meslektaşım Zeynep Salmanlı ve Prof. Bülent Çaplı yetiştiler. Söyledim onlara... Gençlerle temas kuramadığımı, onları anlamak, tepkilerini incelemek ve sözlerini, görüşlerini yansıtmak istediğimi... Kışlalı, gençlerin söz almadığı bir kitapta nasıl anlatılır ki! Ve bu kitap için en büyük katkıyı yaptılar. Kışlalı’nın öldürüldüğü andan itibaren, bir yıl boyunca görüntülenmiş tüm gençlik toplantılarını, hareketlerini kasetlere aktarıp Brüksel’e gönderdiler. Onlarca video kaseti ve saatler, saatler süren görüntüler... İzlerken hem çok acı çektim, hem çok gurur duydum ama en önemlisi, Kışlalı’nın ne demek istediğini o zaman daha iyi anladım. Kendi mesleğimin geleceği için de umutlandım, Türkiye’nin geleceği için de... Demokratlığı katkılarıyla... Dinlemeyi, öğrenmişler. öğrenmişler, konuşmayı, şüphesiz uzlaşmayı, Kışlalı’nın tepki da göstermeyi Dersliğe toplanmışlar, ne yapacaklarını, ne diyeceklerini tartışıyorlar. Kışlalı henüz toprağa verilmemiş. Üzerinde vardıkları ortak uzlaşmayla, ilk yaptıkları ve “öğrencileri” diye imzaladıkları konuşmalardan biri şöyle gençlerin: Canımız yanıyor... Bedenimiz lime lime... Deneyeceğiz yine de. Son bir nefes daha alacağız derinden ve haykıracağız: “Biz de gördük ışığı, dağlayın gözlerimizi” diye. “Ama kızgın demirleriniz yetmeyecek aydınlanmış gözlerin binlerce çiftine”... İnsan kardeşim; nefretimiz büyük, sabrımız taştı. Ateş düştüğü yeri fena yaktı bu defa. Düşmediği yer de kalmadı zaten, cehaletin kahrolası ateşinin... Öyleyse bu suskunluk niye? Aynı cehalet değil miydi düşüneni, okuyanı, yazanı, söyleyeni öldürerek büyüyen?.. Aynı aymazlık değil miydi, cana susayanlara güç veren?.. O halde sen de katıl bize ve bağır: “Ben buyum. Bırak da insanca yaşayayım” diye... Dersimiz vardı “demokrasi” üstüne... Sözümüz vardı söylenecek “barış” üstüne... Yolumuz vardı “aydınlığa” uzanan... Örnek alınacak bir hoşgörü vardı gözümüzün önünde... Hocamız vardı, dürüst, ilkeli, saygılı ve kibar. Şimdi yok... Bilip de adını koyamadığımız kişi, oyunsa bu oynadığın, boşuna... Biz çoktan öğrendik; düşüncelerimiz çatışsa da bir arada, omuz omuza durmayı... Yok, eğer Kemalist idi, laik idi, çağdaş yaşamdan yana bir devrimci idi diyeyse bu haince tuzak, yazık... Asıl olanın beden değil düşünceler olduğunu anlayamayacak kadar acizmişsin! Hiçbir düşünce silahla yok edilemedi, edilemeyecek de. Unutulur sanma... Bilimin ve aklın prim yapmadığı bu topraklar üzerinde her günün doğuşunda, hocamızın hesabını tekrar soracağız sana. Aklın yolundan gidip, eleştirerek, okuyarak, çözümler ortaya koyarak olacak hesap soruşumuz. Kork bizden. Silah değil, kalem kullanıyoruz. Hem de en yüreklisinden... Siz, maskeli beyler; çıkarın da artık maskelerinizi, mide bulandırıcı oyununuz sona ersin. “Failler bulunacaktır, güveniniz tam olsun. Bulmazsam iki gözüm önüme aksın. Ölene rahmet, yakınlarına da başsağlığı dilerim” mesajlarınızı da alın, kaçın kaçabildiğiniz yere... Koltuklarınızı da götürebilirsiniz beraberinizde... Biliyoruz ki onlarsız yapamazsınız. Hepiniz iki yüzlü ve yalancısınız. Bu ülkenin yönetimine yakışmıyorsunuz. Hafızası medya zoruyla zayıflatılmış insanım; hayatının gündemi bol reytingli haber bültenleriyle aynı olmasın. Faili meçhullere ilgi, cenaze törenlerinden sonra da sürebilsin. Kendi hayatına sahip çıkar gibi, kendi namusuna sahip çıkar gibi, sahip çık bu toprağa düşen kalemlerine. Yolunda gitmeyen bir şeyler var ve sen de bunun farkındasın. Her gün düğün bayram etmenin alemi ne? ...Ve sen Ahmet Taner Kışlalı Hocam: Teşekkürler... Yüreklendirdiğin için... Teşekkürler seninle tanışma fırsatı verdiğin için... İnsanlığın için... Umutlu, gururlu ve dimdik yaşamın için... Umutluyuz biz de herşeye rağmen. Kalemimiz var çünkü elimizde. Hem de en yüreklisinden... ............ İletişimci gençler susmak niyetinde bazılarına kötü haber bu... İşte bir başkası : gözükmüyorlar, Güzel olan ne varsa gelip çiğnediler. Gelip dikildiler önümüze, görmemizi engellediler. Her şeyi bildiklerini sanıyorlardı. Hep onlar konuştu, biz sustuk. Susunca da sevmediler çünkü düşünüyorduk o zaman ve en korktukları şeydi bu... Suskun bir toplumdu oluşturmak istedikleri... Düşünmeyen insanlardan oluşan bir toplum yaratmak için ele geçirdikleri tüm güçleri kullandılar. Karşı çıkanları, düşüncelerini seslendirenleri yakaladılar, yaktılar, vurdular, öldürdüler. Bizleri azalttıklarını sanarak sevindiler. Ama içi örümcek kaplı bu simsiyah kafaların unuttukları bir şey vardı: Karanlık aydınlığı; ilkellik uygarlığı; kin ve nefret, hoşgörü ve insan sevgisini yenemezdi. Kıramayacakları kadar sağlam, azaltamayacakları kadar çoktuk. Rahat uyu Hocam. Hepimiz birer Kışlalı’yız. Hepimiz birer Atatürk’üz! ........... Aslı Ceren İnanç... Yüzlerce öğrenci yakalayabildiklerimizden biri... Anlatıyor hocasını: arasında Her dönemin son dersinde, dersle ilgili olumlu ya da olumsuz düşüncelerimizi, kısa bir not halinde kağıda aktarmamızı isterdi. Toplardı o kağıtları, aralarından üç tanesini seçip hemen okurdu. İkinci sınıfta, “Siyasal Düşünceler ve Rejimler Tarihi” dersinin son saatinde aynı şeyi istedi bizden. Düşüncelerimizi sahiplenme hakkı tamamen bize ait olduğu için, yazdıklarımızın altına isim belirtmek veya belirtmemek konusunda serbesttik. Şunları yazdım: “Sevgili Hocam, Derslerinizi son derece keyif alarak izliyorum ama dersle ilgili yazmayacağım. Yalnızca teşekkür etmek istiyorum size... Birinci sınıfta, ilk dersimize girdiğimizde, bize Fransızca’daki “eleve” ve “etudiant” kelimeleri arasındaki farkı bilip bilmediğimizi sormuştunuz. Ben de biri ilköğretim, diğeri üniversite öğrencisi diye açıklama yapmak üzere parmak kaldıranlar arasındaydım. Ve anlattınız: “Eleve” bir şeyler öğretilen, yetiştirilendi. “Etudiant” ise bilgiyi arayan, bulan, sorgulayan, özümseyen, araştırandı. Bu iki kelime arasındaki gerçek farkı o zaman öğrendim. Sizin derslerinize girme şansım olduğu için gerçekten mutluyum. Geçen zamanda şunu daha iyi görüyorum: Artık yalnızca bir üniversite öğrencisi değilim. Benim gibi düşünen pek çok arkadaşım olduğunu da biliyorum. Biz artık bilgiyi arayanız, sorgulayanız. Artık farklı düşünceye tahammül edebileniz. Uzlaşmayı ve tartışmayı bileniz. Araştıranız. En azından bu yolda hızla ilerleyenleriz. Ve ben artık nereye tutunduğumu biliyorum Hocam. Sizin sayenizde, sizinle... Teşekkür ederim.” Bunları yazdım. Utana sıkıla altına ismimi de ekledim. Hatta bir de çiçek resmi yaptım. Masanın üstüne bıraktım. Mektup birkaç dakika sonra, sınıf arkadaşlarımın yazdığı yüz’den fazla kağıda karışıp Kışlalı’nın eline ulaştı ve benim mideme kramp girmeye başladı. Ya tesadüfen benim yazımı çekip çıkartırsa o kadar kağıt içinden!.. O kısa bir not istemişti, ben uzun bir mektup yazmıştım, hem de isim belirterek... Elindeki kağıtları karıştırmaya başladı. Utandım, sınıftan çıkmak geldi içimden. Sonra kendimi teselli ettim. O kadar kağıt arasından benimkini bulacak değil ya... Kışlalı Hoca benim çiçekli kağıdımı eline aldı, göz attı. Yüzünde bir sevincin belirdiğini gördüm. Gülümsüyordu. “Arkadaşlar, bir arkadaşınız biraz uzun yazmış” dedi ve okumaya başladı. Sıra ismime geldiğinde tekrar gülümsedi. Çiçeği görmüş olmalıydı. “Arkadaşınız ismini yazmış ama okumamayı tercih ediyorum” dedi. Ve derse döndü. Gözlerinde kocaman bir ışık gördüm. Bir kere daha anlattı üniversitelinin ne olduğunu. Gene birbirinden farklı düşüncelere söz hakkı verdi, her zamanki gibi... Uzlaşma noktalarını ortaya koydu, güncel olaylara yönelik nabız yoklaması yaptı. Hoşgörüden söz etti, “Önce dinlemesini öğrenin” dedi. O derste de iki yüz kişi, çıt çıkarmadan Kışlalı Hoca’yı dinledi. Ama bugün o iki yüz kişi ve diğerleri “çıt çıkarmamaktan” vazgeçtiler. Çünkü Hocam, her birimizdesin, her birimizde sesin... Biz seni bizle yaşatacağız. Sen yüzlercesin, binlercesin. Bu kez susmayacağız Hocam. Artık senin derslerine giremiyoruz. Doğru tartışma yollarını bularak, uzlaşma arayışlarımızı, söz söyleme hakkımızı bombaladılar Hocam. Yanıldılar. Hayatımızdaki seni öldüremezler Hocam. Biz seni yitirmedik. Seni yitirir miyiz hiç! ............. Zeynep Salmanlı’yı da konuşturdum, o da Kışlalı’nın öğrencisi olmuştu ve Hoca’sına söyleyemediklerini, içinde kalanları anlattı: Fakülteye 1993 yılında başladım. Kışlalı Hoca ile bu anım da, üniversite hayatımın ilk aylarına denk geliyor. “Siyaset Bilimine Giriş” dersindeydik. Her zamanki gibi, tartışma konusunu bir hafta öncesinden belirlemiştik. Terör örgütü, ulusal gazetelerin güneydoğudaki bürolarına silah zoruyla kepenk indirtmişti. O hafta bu konuyu irdeleyecektik. Kışlalı Hoca bu saatlere özel önem verirdi. Üniversite hayatına yeni başlayan öğrenci kalkıp, belli bir konuda, tıka basa dolu bir anfide, yüzlerce diğer öğrenciye ve hocaya düşüncelerini anlatıyordu. Ben bu saatlerde hemen hiç konuşmazdım. Üniversite ortamına büyük anlamlar yüklemiştim, fakülteye başlamadan önce. Ayakları yere basmayan düşünceler, akşam haberlerinde siyasilerin ağzından dinlenilmiş olup orada sahiplenilmiş, kelimesi kelimesine aktarılan sözler, hayalini kurduğum üniversite ortamından çok uzaktı. Oysa bu bir başlangıçtı ve Kışlalı Hocam bunu çok iyi biliyordu. Hiç tepki göstermeden, dikkatle, öğrencilerden yansıyan düşünceleri dinliyordu. O gün de, gönüllü arkadaşlar, basın özgürlüğü üzerine konuşmaya başladı. Tartışmanın ortalarında, güneydoğulu bir arkadaş söz istedi. Türkçeyi doğru dürüst konuşamazken sözelde hayli yüksek puan alıp İletişim Fakültesi’ne nasıl girdiğini bir türlü çözemediğim bu arkadaşım terör örgütünün haklı olduğunu çünkü ulusal basının gerçekleri yazmadığını, kapatma gerekçesinin de bu olduğunu söyledi. Bölgede sadece terör örgütünün yayın organı olan Özgür Gündem faaliyet gösteriyordu. O ana kadar da bu konuya hiç değinilmemişti. Ben de, bu sözler üzerine kendime engel olamadım ve oturduğum yerden, “Tabii, sadece Özgür Gündem gerçekleri yazıyor” dedim. Öğrencilik yaşamımın en zor dakikalarını da bundan sonra yaşadım. Ahmet Taner Hoca bana döndü ve “Bu senin yaptığına hariçten gazel okumak denir. Bu da, benim bildiğim, buralarda olmaz” dedi. Tanrım, hiç bu kadar utanmamıştım! Her şeye gurur penceresinden bakıyorken, bu sözler benim için çok ağırdı. Sağımdaki, solumdaki arkadaşlar kalkıp konuştu, ben söz hakkı istememekte direndim. Konuşacak durumda da değildim zaten... Öğrencilerin söyleyecekleri bittikten sonra Kışlalı Hoca kendi fikirlerini aktarmaya başladı. “Arkadaşlar, biraz önce çok tehlikeli bir fikir beyan edildi. Böyle bir yaklaşım, basın özgürlüğü önünde çok ciddi bir tehlikedir, tehdittir. Bu yaklaşıma göre öğrenci hareketleri olduğunda, gerçekleri yazmıyor diye öğrenciler basına sansür getirsin; işçi hareketi olduğunda işçiler gazeteleri kapatsın. Bu mantık, her dönemde basın özgürlüğünün engellenmesine bir bahane bulur” dedi özetle... Benim dile getirmediğim düşüncelerim de bundan farklı değildi ama hak etmediğim bir tepki görmüştüm ve artık Kışlalı Hoca’yla bağlarım koptu, artık hiçbir şekilde kendisiyle iletişim kuramam diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Her dersinde Ahmet Taner Kışlalı’ya olan sevgim ve saygım katlanarak arttı. Çünkü bir süre sonra, çok önemli bir şeyi fark ettim. Kışlalı, benim hayatım boyunca tanıdığım en tutarlı insandı. Ben onun kadar özüyle sözü, olduğuyla göründüğü bu kadar çelişkiden uzak bir insan tanımadım. Bir süre sonra benim yaşayan en büyük kahramanım oldu. Onurlu, kişilikli insanın sembolüydü. Bir modeldi benim için... Bunu kendisine söylemeliydim. Ama o cesareti bulmak kolay mı! Birçok defa söylemek istedim. Birisi bana bunları söylese çok mutlu olurdum diye düşünüyordum. Ama söyleyemedim. Eşini kaybettiği o kazadan sonra bile, sadece “Başınız sağolsun” diyebildim. Kışlalı için endişe duyuyordum. O’nun sıradaki hedef olduğuna inanıyordum. Bu endişemi birçok arkadaşımla paylaşıyorduk. Öldürülmesinden sonra da nedenlerini tartıştık aramızda... Öldürüldü, çünkü gerçekten inanıyordu ve inandığı değerler uğruna mücadele veriyordu. Öldürüldü çünkü cesurdu. Tehditlerle susturulamayacak kadar cesurdu. ............... Kışlalı “çiçeklerim” derdi öğrencilerine... Brüksel’e gelen kasetlerden birinde, bir anma töreninde sahneye çıkmış “çiçekleri” dinledim: “Buradayız Hocam... Yoksun telaşlardan arındı artık yüreğimiz. Biz çoktan koyduk kapının önüne gafletlerimizi... Seninle, yaşamın ötesinde, hiç beklemedikleri, hiç ummadıkları kadar beraberiz... İçimizde kin olsa, yalan olsa senden yana durur muyduk hiç?.. Senin yanındayız Hocam. Onlar seni bilmiyorlar, tanımıyorlar. Derslerini de hiç çalışmamışlar... Şu vakit, şu inanç ovasında bir kez daha tekrarlıyoruz senden öğrendiklerimizi. Yürüdüğümüzde, yürüyüşümüzün güzel günlere olduğunu biliyoruz. Senden öğrendik Hocam...” ........ Ne demeli bu gençlere? Hasan Fehmi Güneş, Kışlalı`nın dostu, hükümet arkadaşı ve eski bir içişleri bakanı sıfatıyla geçmiş gençlerin karşısına, konuşmuş: “Laiklik ilkesinin savunmasız bırakılması, ışık kaynaklarının söndürülmesi gerekiyordu. Terörün hedefi birey değil, toplumdur. Sizsiniz, biziz hedef... Faili meçhul falan değil bu cinayet... Tetikçilerin kim olduğu önemli mi? Laiklik karşıtları belli: şeriat yandaşları ve onların dış destekçileridir katiller. Aydınlanma devrimine yönelik bir karşı devrim saldırısıyla karşı karşıyayız. Köktendinci, şeriat yanlısı bir düzen kurma ihanetiyle karşı karşıyayız. Bu süreç yeni değildir, yarım asırlık bir programdır bu... Kamu yönetimi bile mollalaştırıldı. Hizbullah en modern, en büyük şiddet örgütüdür. Terör örgütü değildir, ordudur: cihat ordusu... Eylemini üstlenmez çünkü toplumu hazırlamaya ihtiyacı yok. Toplum buna elli yıldır hazırlanıyor zaten... Korkmayın çocuklar, çünkü haklısınız. Safları sıklaştırın çocuklar...” ......... Öğrencilerin iyi tanıdıkları bir başka isim, Emin Özdemir anlatıyor üniversite yıllarını: Otuz yıllık arkadaşım, dostumdu Ahmet Taner Kışlalı. Arkadaşlığımızın dostluğa dönüşmesinde ondaki Türkçe sevgisinin büyük payı oldu. Şöyle ki, ikimiz de Hacettepe Üniversitesinde öğretim görevlisiydik. O yıllarda (1968 1974) Ahmet Taner, Fransa´da doktorasını yapıp yurda dönmüş, çiçeği burnunda, pırıl pırıl genç bir bilimcimizdi. Yurtdışında kaldığı yıllarda Türkçedeki gelişmeleri, özellikle yeni sözcükler açısından, yeterince izlemediği sanısındaydı. Boş zamanlarda bir araya gelir, dil devrimiyle sözlüğe girmiş söz değerlerinden sözcük salkımları oluştururduk: Toplum, toplumcu, toplumculuk, toplumsal, toplumsallık ya da birey, bireyci, bireysel, bireysellik... gibi. Bu oyunumsu çalışmalara eşi Nilgün Kışlalı´nın da katıldığı olurdu zaman zaman. Derslerinde olsun, yazılarında olsun yabancı kökenli sözcüklerden kaçınmaya özen gösterirdi Ahmet Taner. Oysa çevresindeki, adlarının başında dr., doç., prof. gibi bilimsel sanlar taşıyan birçok kişinin umurunda bile değildi Türkçe. Tersine, yabancı kökenli sözcükleri kullanmayı bilimselliğin bir gereği sayıyorlardı. Bir gün kendisine bunu anımsatmış, Türkçe tutkusunun nedenini sormuştum. Hiç unutmam, sonra da bir çok yazısında da vurguladığı gibi, şu yanıtı vermişti bana: “Ulusallığımızı da, Türklüğümüzü de belirleyen temel ölçüt dilimizdir.” Sözcüğün gerçek anlamıyla sevecen, iyimser bir kişiliği vardı Ahmet Taner Kışlalı´nın. İnsanlara da, düşüncelere de sevgiyle yaklaşırdı. Hoşgörüsüne sınır çizilemezdi. Ama bir haksızlığa tanık olunca da tepki gösterirdi mutlaka. Yıl 1972. Hacettepe Üniversitesi Ülkü Ocakları Başkanı, bitirdiği bölüme sıcağı sıcağına asistan alınmıştı. Öteki öğrencilere göre hem notları çok düşük hem de yabancı dil bilmiyordu bu öğrenci. Asistan olarak alınmasını Rektör İhsan Doğramacı istemişti. Doğramacı’nın istem ve buyrukları yönetmelik ve yasalardan önce gelirdi. Kimse bunlara karşı çıkamazdı. Uygulama Ahmet Taner Kışlalı’yı üzmüştü. Üstelik o günlerde askerliği için üniversiteden ayrılacaktı. “Ayrılmadan önce gidip rektörle görüşecek, uygulamanın bilimsel geleneklerle bağdaşmadığını anlatacağım” demişti. Dediği gibi de yapmıştı. Görüşmeden sonra şunları anlattı bize: “Gittim. Öğrencinin notlarını gösterdim. Yapılanın bir haksızlık olduğunu belirttim. Beni önce dinliyordu. Birden oturduğu yerden fırladı. Bağırmaya başladı: “Onlar idealist vatan evlatlarıdır. Onların değeri notla ölçülemez. Senin gibiler hoşlanmaz böyle idealist vatanseverlerden.” Doğramacı´nın söylediklerini bize aktarırken yüzündeki anlatımı hiç unutamam. Görevini yapmış, tepki göstermiş bir insanın mutluluğu içindeydi. Ona göre gerçek aydın, haksızlıklar karşısında susmayan, tepki gösterendi. Hiç unutmam, o dönemde öğretim üyeleri yemekhanesinde yemekteydik. Gene söz olaylardan ve öğrencilerden açıldı. Kışlalı “Öğrenciler yönetime katılmalı, yönetimde söz sahibi olmalı, sorunun bir çözümü de budur” dedi. Yanımızda yaşlı, sert bir öğretim üyesi tarihçi vardı. “Canım” dedi, “Siz böyle diye diye bunları baştan çıkarıyorsunuz. Siz yönetimi çocuk işi mi sanıyorsunuz?” O zaman Kışlalı´nın verdiği o ince yanıt şimdiki gibi kulaklarımda: “Öncelikle insanı, yani öğrencileri ve gençliği sevmek ve ona güvenmek gerekir. Eğer sevmiyorsanız ve güvenmiyorsanız onlardan yakınmaya ne hakkınız var...” Askerlik dönüşü Ahmet Taner Kışlalı’yı Hacettepe Üniversitesi’ne almamışlardı. Benim başkanı olduğum Temel Bilimler Yüksek Okulu Türkçe Bölümü’nü kapatmışlardı. Açıkta kalmıştık. Ahmet Taner Siyasal Bilgiler Fakültesi´ne girmişti daha sonra; ben de aynı fakülteye bağlı Basın ve Yayın Yüksek Okulu´na öğretim görevlisi olmuştum. Böylece aynı çatı altındaydık yine. Hele son yıllarda aynı odayı paylaşıyorduk. Kadrosuyla birlikte bizim okulda, bugünkü adıyla İletişim Fakültesi´nde görev almıştı. Görevini sürdürmek koşuluyla emekli olmuştu. Çok ama çok sevilen bir öğretmendi Ahmet Taner Kışlalı. Ayrımındaydı bunun. Her dersten sonra odaya girişinde yüzündeki gülümsemenin, gözlerindeki ışıltının daha bir güçlendiğine tanık olurdum. Kentin dışında, üniversiteye epeyce uzak bir yerde oturuyordu. Derslerine ödenen ücret, arabasının benzin parasını bile karşılamıyordu. Bundan hiç yakındığını görmedim. Dahası, bir gün , “Hiç para vermeseler gene gelirim derslere” demişti. “Yalnız ben gençlere öğretmiyorum, onlardan çok şey öğreniyorum. Onların konuşmaları, tartışmaları beni yeni düşüncelere götürüyor. Haftada birkaç saat de olsa, onlarla birlikte olmak bana anlatılmaz bir haz veriyor. Ben öğretmenliği çok seviyorum. Annemden bana miras kalan bir sevgidir bu...” İletişim Fakültesinde aynı sınıfta derslerimiz vardı. Ahmet Taner Kışlalı derslerini bitirir, sonra ben girerdim. Girdiğimde de, neşeli, diri, etkin bulurdum öğrencileri... Bu canlılık, Ahmet Taner´in derslerinde izlediği yöntemden gelirdi. Konuşmaktan çok, konuşturma yöntemini seçerdi. Bir gün, derste, Montaigne’den bir metin işlemiştim. Metinden, “Kendi aklını kullanmayan bir insan kitapların en güzeline, en doğrusuna da inansa özgür sayılmaz” türünde bir ileti çıkarmıştık. Dersten sonra imam hatip kökenli bir öğrenci benimle konuşmak istemiş, “Dediğinizi yapsam, aklımı kullanıp sorgulasam, bütün öğrendiklerimi silip atmam gerekiyor. Bunu yapmasam bir sıkıntı duyuyorum. Aynı duyguları Ahmet Taner Kışlalı hocamızın derslerinde de yaşıyorum sık sık. Ben ne yapayım?” diye sormuştu. Düşündüm. Dedim ki, “Sen en iyisi Ahmet Taner hocaya git. Bana söylediklerini ona söyle. Sana çözüm yollarını gösterir.” Öğrenci gitmiş. Konuşmuş. Ahmet Taner ona birkaç saatini ayırmış. Sonra baktım, öğrencinin hareketleri doğallaştı, sınıfta rahatladı. Ahmet Taner öldürüldüğü gün bu öğrenci geç bir vakit telefonla aradı beni, ağlamaklı bir sesle. “Hocam” dedi, “Başımız sağolsun. Ahmet Taner hocanın hayatımdaki yerini bir tek siz biliyorsunuz. Benim hayatımı değiştirdi o ama ben ne diyeceğimi bilemiyorum...” Bu öğrencinin sorusunu Ahmet Taner’e ilk aktardığımda çok hoşlanmıştı bundan. Yüzündeki o hiç eksik olmayan gülümsemesiyle, “Desene ki amacımıza ulaşmışız. Ne mutlu bize” demişti... İşte böylesine adanmış bir insandı. Sık sık Anadolu´da Atatürkçü düşünceyi anlatan gezilere katılırdı. Ben ona takılırdım, “Atatürkçü düşüncenin gezici başöğretmenleri... Sen onlardan birisin” diye. Derdi ki bana, “Hiçbir san, hiçbir ünvan bana bunun kadar mutluluk veremez.” Biz Türk toplumu, ağıt toplumuyuz. Ama bazı insanlar vardır ki ağıt düzülemez, ağıt kabul etmez. Ahmet Taner Kışlalı, hakkında ağıt düzülemeyecek bir insandı. Eğer yaşam geride bırakılan his ise; O hem yüreklerde, hem belleklerde, hem kafalarda derin izler bıraktı... O arkasında yapıtlar bıraktı. Onu yaşatmak, onu anlamakla olur... .......... Mustafa Balbay anlatıyor: Kışlalı ile bir Anadolu kentinde paneldeyiz. Salon tamamen dolu. Arkada ayakta insanlar var. Görevliler telaşlı, plastik, tahta sandalyeleri başlarının üzerine alıp ön sıralara ulaştırmaya çalışıyorlar... Kışlalı’nın suratı asık. Şaşırdım. Salonla ilgili bir sorun olmaması gerekirdi. Çaktırmadan sordum: Hocam bir şey mi var? “Salon” dedi, “dolu da, gençler yok!” Ahmet Taner Hoca, Anadolu’dan umutluydu ve çok şey bekliyordu. Yılda 50’yi aşkın Anadolu kentine giderdi. Çoğundan umutla dönerdi. Bunların bir bölümünü köşesinde okurla paylaşırdı... Kışlalı’yı tanımlayacak bir ya da en çok iki sözcük arıyorum... Tanımlamaya sözcükler yetmiyor. Sanırım uygun olanlardan biri şu: Centilmen devrimci... Öğrencileri de sık sık altını çiziyor: “O, düşüncelerine katılmadığı kişileri de hoşgörüyle dinlerdi...” Evet, gerçekten öyleydi. Ama buna eklenecek bir şey var: O, düşüncelerinden milim ödün vermezdi. Militanca savunurdu. Hem centilmen olmak... Hem düşüncelerini militanca savunmak... Zor bulunan bir bileşim... ........... Öğretim üyesi, Kışlalı’nın oda arkadaşı Nevzat Dağlı da, Hoca’sına sesleniyor, “Yine Onların Planı Gerçekleşti” diyerek: Sevgili Hocam, Onca yoğun işinizin arasında, “Kemalizm açısından sol partiler” konulu söyleşiye konuşmacı olarak katılmayı kabul etmiştiniz. Demokrat Kadınlar Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ümitköy Şubesi yöneticilerince ortaklaşa düzenlenen söyleşi, 21 Ekim 1999 Perşembe günü saat 19:30´da Batıbirlik Toplantı Salonu´nda gerçekleştirilecekti. Davetiyeler bastırılıp dağıtılmış, bina önüne asmak için bir de bez afiş hazırlanmıştı. Salon gelen dinleyicileri almazsa diye, yedek sandalyeler de hazırlanmıştı. Hazırlıklar tamamdı, her şey inceden inceye planlanmıştı. Bu plan uygulanamadı.Çünkü, bir başka yerlerde, karanlıkta yaşayan, karanlık düşünceli caniler de bir plan yapmıştı. Onlar da herşeyi tüm ayrıntılarıyla düşünüp, Türkiye sevdalısı bir aydını yok etmeyi planlamışlardı. Onların planı gerçekleşti; yüreğinin ve beyninin güzelliğini gülümsemesinde en iyi yansıtan Kemalist Devrimci Ahmet Taner Kışlalı şehit oldu. Sizden çok şey öğrendim, ancak böylesi durumlarda nasıl metin olunacağını öğrenemedim. Yaşadığım acıyı, duyduğum öfkeyi bilince dönüştürmeyi beceremiyorum. Uyuşan beynimde düşüncelerimi bir türlü düzene sokamıyorum. Fakültede oda arkadaşınız olduğum için, basın yayın organları benimle de konuşuyorlar. Ancak ben onlara düzgün, anlamlı sözlerle duygularımı düşüncelerimi anlatamıyorum. Günlerdir, anıların peşine takılan zihnim gerçekleri algılamada yetersiz kalıyor. Sevinçlerinizi ve acılarınızı paylaştığımız anların izleri, acı gerçeği bir sis perdesi arkasına gönderiyor, ölümünüzü kabul edemiyorum. İnsanlar nasıl bu kadar alçalabiliyor Hocam? Sizi doğru anlayan birisinin bu eylemi yapmasına olanak var mı? Yoksa, bizim değerlerimizle onların değerleri çok mu farklı. Erdemli olmanın, iyi yürekli olmanın, ülkesini ve insanlarını sevmenin, yaşamındaki tüm ilişkilerinde dürüst ve tutarlı olmanın neresi kötü? Sizin yaşamınıza son verenler neyinizi beğenmediler, neyi cezalandırdılar. Böylesi bir davranışı kim onaylayabilir? Sizi, kimler, nasıl yanlış anlayabiliyorlar Hocam? Her konuşmanız, her yazınız Anadolumuzun pınarlarından akan sular kadar berrak; her davranışınız ortak değerlerimizden süzülen bir insanlık simgesidir. İnsanım diyen birisi böyle bir eylemi yapabilir mi? Bu ülkede yaşayan, bu ülkenin ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını soluyan birisinin bu caniliği yapmasına olanak var mı? Tanrı sevgisini, ulus sevgisini, insan sevgisini, yüce birer değer olarak yazılarınızda sürekli vurguladınız. Sevgiye kimler karşı olabilir? İnsan haklarını sürekli savundunuz, buna hangi insan karşı çıkabilir? Türkiye Cumhuriyeti´ni insanlık aleminin saygın bir üyesi yapan; özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı kazanmamıza önderlik eden; inançlarımızı çiğnemekten kurtaran Mustafa Kemal Atatürk´ü ve onun ilkelerini anlattınız. Bunları kimler dinlemedi Hocam? Bunları kimler anlamak istemedi? Sizden çok şey öğrendim, ancak böylesi durumlarda nasıl metin olunacağını öğrenemedim. İsyan ediyorum. Neden bizim planlarımız uygulanmıyor, neden insanlık düşmanları bizden bir adım önde gidiyor? Kim yapıyor bu planları, kimler gerçekleştiriyor? ................. Kışlalı’nın aile sohbetlerimizde hep vurguladığı bir unsur vardı: “Konferanslardan, gazetecilikten, kitap yazmaktan vazgeçebilirim” diyordu, “Ama öğrencilerimden, asla!” “Çünkü onlar tek umut ve güven kaynağımız... Onlar benim enerji kaynağım...” Doğrusu, Altınay, Dolunay ve ben, Kışlalı’nın bu sözlerini yeterince kavrayamadık o zamanlar... Derslerini izleyemiyor, öğrencileriyle ilişkilerini pek bilemiyorduk. O öldürüldüğü zaman, Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’nda konuşan öğrencileri dinlerken bu sözleri anımsadık. Başı örtülü bir genç öğrenci kalkıp, “Bize birbirimizi dinlemeyi, birbirimizi anlamayı, uzlaşmayı öğretti. O benim de babamdı” dediğinde, Dolunay ve Altınay’ın birbirlerine bakışlarını çok iyi anımsıyorum. “Kan bağı ötesinde, ne kadar çok kardeşimiz var” dedi Dolunay ablasına... Sevinçle, gururla, sevgiyle ağladılar. ................. Ahmet Taner Kışlalı’nın, öldürülmeden kısa bir süre önce, 8 Haziran 1999’da, Erkan Tan ile yaptığı bir söyleşide, terörizme ve teröristlere ilişkin olarak söylediklerini de özellikle kitabın bu bölümüne alıyorum, çünkü gençlere ve gazetecilere mesajlar içeriyor. Kışlalı, teröre kurban gitmeden birkaç ay önce şunları anlatıyor: Psikologların araştırmaları da gösteriyor ki bir insan şiddete başvuruyorsa, geçmişi ve çocukluğu incelendiğinde, bir sevgi yoksunluğu görülüyor. Şiddetin türleri var: Öç alıcı şiddet var; göze göz, dişe diş ilkesinden yola çıkarak... Telafi edici şiddet var; kendini çok yetersiz hissetmekten kaynaklanıyor. O yetersizlikten, yenilmişlikten kurtulmak için şiddete başvurup, o şiddet oranında kendine saygısını kazanabileceğini düşünenler... Umutsuzluktan, çaresizlikten doğan şiddet var. “Madem ki ben kaybettim, başkaları da biraz kaybetsin” diyerek yola çıkanlar... Terörün psiklojik boyutuyla ilgili araştırmalar gösteriyor ki teröristlerle bizim dünyamız farklı. Onlar sanal bir dünyadalar. Onların dünyasında bir iyiler, bir kötüler var. İyiler kendilerinden yana olanlar, kötüler diğerleri... Öldürürken “kötü ”yü öldürüyorlar, hatta insan olarak görmüyorlar öldürdüklerini... Bunlar işin psikolojik boyutu, önemli ama bizim açımızdan önemli olan sosyolojik ve siyasal boyut. Nasıl bir insan başka bir insana karşı bu kadar acımasız olabilir? Sorun psikolojik gözüküyor ama bir toplum bu tür insanları yaratmışsa, o toplumun yapısında da bir bozukluk var demektir. Sosyolojik olarak teröre bakınca görüyoruz ki bu, güçsüzün başvurduğu bir yöntemdir. Bu, tarih kadar eski... 12. Yüzyıl’da, tarikat kurucusu Hasan Sabbah İran’da başlatıyor terörü ve bugünkü yöntemlerin hemen hepsini o zaman kullanmış... Nasıl yaklaşmalı terör olayına?.. Basının sorumluluğu çok büyük çünkü terörist için öldürdüğü kişi önemli değil, bazen bilmiyorlar bile kim olduğunu... Getireceği ses önemli! Eğer eyleminden sonra umduğu sesi getirirse hedefine ulaşmış oluyor. Eğer eylemi yankı uyandırırsa, bu umut kırıcı bir olay... Burada çok dikkatli olmalı. Terör Fransızca bir kelime. Panik yaratmak, huzur bozmak, sizi akıldan ve akılcı yaklaşımdan uzaklaştırmak, duygusal ve zayıf kılmak hedef... Bu durumda, masum, günahsız insanların öldürüldüğünü vurgulamak önemli. Şiddetin bir çıkar yol olmadığını göstermek önemli. “İstediğin kadar günahsız, silahsız, korumasız insanlara saldır, öldür. Bu, senin amacına hizmet etmeyecek. Şiddete baş vurmadan, barışçı yollardan amacına daha çok hizmet edebilirsin.” Bunu göstermek, anlatmak önemli. .......... Alpaslan Işıklı Hoca, “Bir söz vardır: İnsanları beyinlerinden yakaladığınız zaman, kolları ve bacakları nasıl olsa geriden gelir. Ahmet Taner Kışlalı, insanları çok daha derinden, kalplerinden yakalamasını bilirdi” diyor ve ekliyor: “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur dermiş Einstein. Kışlalı, önyargıları parçalama yeteneğine sahipti. Bunu yaparken, insanları kalpten fethetme erdemine sahipti. Bu iletişimci vasfını öğrencileriyle de ortaya koyduğunu ölümünden sonra farkettim. Ender bulunacak bir profesördü ve öğrencilerinin, bunun ne kadar bilincinde olduklarını gördük. Bu da, yetiştirdikleriyle akımın devam edeceğinin kanıtıdır. Bize teselli veren unsurlardan biridir.” Bu bölümü, Kışlalı’nın öğrencilerinden Türkân Şanverdi Avcı’nın, cinayetten 11 yıl sonra yazdığı bir makale ile sonlandıralım: İletişim Fakültesi’ne başladığım gündü… Sınıfın kapısından çok yakışıklı bir adam girdi… Bir kolu alçıdaydı ama yine de çok şıktı… Bizden çok daha enerji dolu ve bizden çok daha heyecanlıydı… Bir tek gözleri hüzünlü bakıyordu… Nedenini sonra anladık; Sevgili eşi daha bir iki gün önce onunla birlikte geçirdiği kazada sonsuzluğa yitip gitmişti… Ama onun sadece kolunu değil, kanadını da kıran bu kayıp bile öğrencilerine gelmesini, öğretme isteğini engelleyememişti… Öylesine saygı duyardı ki öğrencilerine, “Çocuklar ceketimin düğmesi yolda koptu, ondan ilikleyemiyorum, özür dilerim” demişti bir gün de; şaşırıp kalmıştık hiç alışık olmadığımız bu özene… Tanıdığım en Atatürkçü insanlardan biriydi ama onu en doğru yorumlamış, en doğru, en yalın, en dingin, en uzlaşmacı anlatan tek insandı! Ve biz, yine sağcıların solcuları protesto ettiği, yine solcuların sağcıları hor gördüğü zamanların gençleri, hiç yoklama almadığı halde bir tek onun derslerinde oturacak yer bulamazdık. Çünkü her fikre, herkese açıktı kapısı, gönlü, aklı… Dinlerdi, tartışırdı, anlatırdı, soru işaretleri yaratırdı zihnimizde… “Hoşgörü olmadan, uzlaşma olmaz” derdi hep… Kavgalardan uzak, dingin bir denizde yüzmek gibiydi onu dinlemek, okumak… Ahmet Taner Kışlalı idi o… Önce kendisine sonra fikirlerine; en çok da onu ifade edebilme yeteneğine hayran olduğum insan… Demokrasi için aydınlık için hoşgörüyü, uzlaşmayı temel ilke edinmiş ve bize hep onu öğütlemiş insan… Ve bu nedenle cenazesinde türbanlı bir kızın “o benim babamdı” diye ardından ağladığı insan… Bugünlerde çevremizde hızla artan seviyesiz tartışmaları, hakaretleri, kalitesizliği görse belki de en çok üzülecek insan… Evet Ahmet Taner Kışlalı bir fikir insanıydı, bir eğitmendi, bir siyasetçiydi… Ama hepsinden önemlisi adam gibi adamdı… Yüreği sevgi dolu bir babaydı… Hangi hakla, biri henüz bir aylık olan üç çocuğundan, sevdiklerinden, dostlarından, öğrencilerinden onu ayırma vicdansızlığını gösterdiler bilmiyorum. Sırf düşüncelerini beğenmedi, onlardan korktu diye bir insanı ölü ya da diri katletmek, susturmaya çalışmak benim anlayabileceğim bir ruh hali değil çünkü… Çünkü ben Ahmet Taner Kışlalı’nın öğrencisiydim… Karşıt söylemleri bile hoşgörüyle dinlemeyi, farklılığa saygıyı; kalleş bombaları, yumrukları değil fikirleri çatıştırmayı öğrendim ondan… Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamayı, eleştirmeden önce dinlemeyi öğrendim… Ölümünün ardından tanıdığım, her şeye rağmen kahkahalarına ve yaşam enerjisine hayran olduğum can dostum Dolunay’da gördüm “baba” yüreğini… Tam 11 yıl olmuş Hocam… Seni zalimce bizden kopardıklarından beri geçen 11 yıl… Aydınlık için uğraşan bir dili susturmak, yazan bir kalemi kırmak için bedenini hedef alan zavallı ruhlar acaba seni gerçekten uzaklaştırdılar mı bizden? Yoksa her geçen gün daha çok mu artıyor içimizdeki sevgin? Biliyorum, şimdi olduğun yerde de aynı mütevazı, aynı kaliteli, aynı bilgili, aynı hoşgörülü, aynı yakışıklı halinle tartışmalarını sürdürüyorsundur… Ama inan biz her geçen gün daha çok ihtiyaç duyuyoruz bize sunmaya çalıştığın aydınlığa, bilgiye, zarafete… Ve her geçen gün daha çok anıyoruz seni özlemle… İyi ki seni tanımışım, iyi ki öğrencin olmuşum Ahmet Taner Kışlalı… Dilerim sonsuzluğunda yıldızın bol olsun… KIŞLALI NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? Prof. Kışlalı’yı yakından tanımayanlar, cinayet ertesinde, “Devlet öldürttü ”, “Kürtler yaptı”, “Ülkücülerin işi” gibi tahminlerde, yorumlarda bulundular. Kıskanç bir kadının bu cinayette parmağı olabileceğini öne sürenleri bile duyduk, hayretler içinde... Daha sonra, “Ergenekon” hikayeleriyle Türk kamuoyunun zihinlerinin allak bullak edilip elmalarla armutların hoşaf yapıldığı dönemde, adamın biri televizyona çıkıp, “Kendileri öldürdüler, kendileri gömdüler” bile diyebildi… “Oha” dedik ama dilin kemiği yok, Türkiye’de “profesör” çok… Aradan geçen 11 yıldan sonra, hele ki “Ergenekon” tantanasıyla kamuoyunun kafası karıştırılmakta, neden suçlandıkları bile anlatılmayan bir sürü aydın hapislerde süründürülmektedirler, bir unsur üzerinde durmak, biraz hafıza tazelemek gerekiyor: Bazı kesimler, Kışlalı cinayetini “faili meçhul” olarak hafızalara kazımanın mücadelesini ısrarla sürdürüyorlar. Başarılı da oluyorlar. Öyle ki, Atatürkçü Düşünce Derneği toplantılarında bile, nutuk atma yetenekli bilgisiz ve dikkatsiz bazı kişiler, bu oyuna gelip “faili meçhul cinayetin acısını” anlatıyorlar, allandıra ballandıra… “Faili meçhul” güzel oluyor, gizemli oluyor. Havalı oluyor, hem de her türlü komplo senaryosuna olanak tanıyor ki toplum bunu seviyor. Önce “faili meçhul” diyeceksiniz, hafızalarda bu yer edecek. Sonra, zamanı gelince de, “Kendileri öldürdüler, kendileri gömdüler…” Bu kadar basit ! Türkiye’de faili meçhul ne cinayetler var ki hâlâ yanmaktadır yüreklerimiz… Ve failleri bulamayan Devlet, bir numaralı zanlı durumundadır, bu da normal. Ama Kışlalı cinayeti, “faili meçhul” değildir. Cinayet, aşırı dinci bir terör örgütü tarafından üstlenilmiştir. Devletin emniyet birimleri, sivil ve askeri istihbarat teşkilatları oldukça hızlı ve yoğun çalışarak maşaları yakalayıp adalete teslim etmişlerdir. Bu kişiler suçlarını itiraf etmekle kalmamış, bülbül gibi öterek ve hatta gururla, yedikleri haltın hareket noktasını göstermişlerdir. Hareket noktası, İran İstihbarat Bakanlığı’dır. Cinayet kararı orada alınmıştır. Katiller, Tahran yakınlarında silahlandırılmış, yönlendirilmişlerdir. haftalarca eğitilmiş, Ankara’daki cinayette sırtlarını İranlı ajanlara dayamışlardır. Türk Yargı Gücü, tüm itiraf, belge ve kanıtları değerlendirerek maşaları ağır hapis cezalarına çarptırmakla kalmamış, gerçek katilin İran’daki mollalar rejimi olduğunu kararında vurgulamıştır. Türk Devleti ve bu Devleti temsil ettikleri varsayılan kişiler, zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer hariç, kendi Yargı Gücü’nün bu kararına saygı göstermemiş, tepkisiz kalmış, yaptırıma girişmemiştir. Kışlalı ışığının söndürülmesi sadece Tahran’daki mollaları mı sevindirdi? Elbette hayır… Okyanus ötesinde, Batı Avrupa’da sevinç çığlıkları duyulmadı mı? Duyuldu elbette… Ben, 30 yıl Türkiye dışında görev yapmış bir gazeteci olarak, bu ülkenin tekerlerine çomak sokmak için her zaman işbirliği ve dayanışma içinde olan dış düşmanlar ve onların yöntemleri hakkında fikir sahibiyim. Ama Kışlalı cinayetinde “faili meçhul” saptırmasında oyuna gelinirse, sevinen ve bundan yararlanan sadece katil yobazlar, mollalar değil, bölücüler, Devlet düşmanları, tarikatçılar da oluyor. Diyorlar ki, “Kendileri öldürdüler, kendileri gömdüler!” Biz “katil” oluyoruz, onlar “gazanfer”! Kışlalı’nın savunduğu fikirleri ve yazdıklarını kısa alıntılarla yansıtırsak, onun öldürülmesinin kimleri gerçekten sevindirdiği, kimleri gerçekten üzdüğü bazıları için daha belirgin olabilir. Neler diyordu Prof. Ahmet Taner Kışlalı: Atatürk ve Batı Batı Atatürk’ü istemedi, çünkü çıkarlarına aykırı idi. Ama bükemediği eli öpmek zorunda kaldı… Zamanın İngiltere Başbakanı, kendi parlamentosunun önünde, çaresiz bir itirafta bulunacaktı: “Böyle bir dahi ancak yüzyılda bir çıkar. O da bize rastladı…” Atatürk, batının desteğini alarak batılılaşma yolunda adımlar atmadı; tersine, Kemalizm bir anlamda batıya karşın batılılaşma anlamı taşıdı. Ama bu noktada, Atatürk’ün “batılılaşma”dan ne anladığını iyi görmek gerekir. Daha 1923’te şöyle diyordu: “Biz batı uygarlığını, bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlığı seviyesi içinde benimsiyoruz… Ülkeler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve ulusun ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması zorunludur. Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklaması, batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok gururlanarak, kendisini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz… Türkler bütün uygar ulusların dostlarıdır…” Peki Türk Devrimi, acaba Fransız Devrimi’nin bir taklidi midir? Atatürk bunu da şöyle yanıtlıyor: “Fransa Devrimi bütün dünyada özgürlük düşüncesini estirmişti. Ama o tarihten beri insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi Fransa Devrimi’nin açtığı yolu izlemiş ama kendine özgü seç kin özelliği ile gelişmiştir. Çünkü her ulus, devrimini toplumsal olan hal ve durumuna, düzenin değiştirilmesi ve devrimin oluş zamanına göre yapar... Her ne kadar ulusların ve demokrasilerin işbirliği etmeleri gerekli ve olası ise de, işbirliği ancak bir tek amaçla, yani barışa yönelikse gerçekleşir ve yararlı olur.” Atatürk, Neue Freie Presse muhabirinin bir sorusunu yanıtlarken de, Avrupa’ya bakış açısını şöyle özetliyordu: “Bizi aşağı olmaya mahkum sayan Avrupa bununla yetinmemiş, yıkılışımızı hızlandırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Batı ve doğu zihinlerinde birbirine karşı iki ilke söz konusu olduğunda, bunun en önemli kaynağını bulmak için Avrupa’ya bakmalı... İşte Avrupa’da daima mücadele ettiğimiz bu zihniyet vardır... Biz ulussever, gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha açıyor, içte ve dışta olup bitenleri görüyoruz. Ulusumuzun uygar uluslarla ilişkilerini kolaylaştırmak yararımızın gereklerindendir.” Aslında Atatürk’ün kafasında olan “batılılaşma” değil, “uygarlaşma”dır. Üstelik de, kendi ulusal özelliklerimizi koruyarak uygarlaşmadır. Bir kez daha yinelemekte yarar var: Kemalizm batının desteği ile değil, batıya karşın bir uygarlaşma hareketidir. * * * Niçin Uğur Mumcu? “Mumcu olayı”nı anlayabilmek için, önce Kemalizmi anlamak gerektiğini sanıyorum… Mumcu’yu ve ondan yola çıkarak Muammer Aksoy’ları, Bahriye Üçok’ları anmak artık yılda bir güne, hatta bir haftaya sığmıyor. Ve onların yarattığı duyarlılık da artık salonlara sığmıyor… Mumcu, Kemalizmin simgesiydi. (Öldürülünce meşalesi oldu!) Bir din devleti kurmak isteyenlerin önündeki en büyük engel Kemalizm… Türkiye’yi etnik kökenlere göre parçalamak isteyenlerin önündeki en büyük engel Kemalizm… Ve “yeni mandacı” numaracı cumhuriyetçilerin önündeki en büyük engel gene Kemalizm. Niçin Atatürk değil de Kemalizm? Çünkü Atatürk’le baş edemeyeceklerini anlayanlar, hedef olarak kendilerine Kemalizmi seçtiler... Ve Türkiye’yi bu duruma, “Atatürk’e evet ama Kemalizme hayır” diyenler getirdi. Mumcular unutulmaz, ama Kemalizmi unutanlar çabuk unutulur! * * * Bizim niçin Kemalist olduğumuz belli. Türkiye’de bir din devleti ya da etnik farklılıklara dayalı bir devlet kurmak peşinde olanların neden Kemalizme karşı oldukları da belli. İnanca dayalı olduğu ölçüde, her iki tutuma da saygı duymak gerekir… * * * Atatürk’ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı “Medeni Bilgiler” kitabı, şu tümce ile başlar: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.” Bu mudur yeniden tanımlanması gereken? Atatürk için “Türk”, bir ırkın ya da bir etnik kesimin adı değildir… Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların – hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar ortak adıdır. 20 etnik kimliğin üzerindeki bir şemsiyedir; bir “ortak kimlik”tir… Bu mudur yanlış olan? Üstelik Anadolu’da yaşayan insanlara Türk adını koyan da Atatürk değildir; daha 13. Yüzyıldan başlayarak Avrupalılardır! Cumhuriyetin temelinde yatan felsefe insancıldır, ilericidir… 21. Yüzyıla ışık tutacak niteliktedir. Ama o cumhuriyetin valisi, kaymakamı, polisi ve de “milli” (!) eğitimi acaba o felsefenin yandaşı mıdır? Cumhuriyeti mi yeniden tanımlamalıyız, yoksa tanımına ters düşenleri mi cumhuriyetin yönetiminden ayıklamalıyız? İşte asıl sorun budur! Sorunun sorumluluğu ve utancı da bize düşmez, ciğeri kediye emanet edenlere düşer!.. Bunu “cehalet”ten mi, “gaflet”ten mi, yoksa “ihanet”ten mi yaptıkları da çok fark etmez!.. * * * “Laiklerin öldürülmesi” gerektiğini savunan İBDAC’ye kutlama mesajlarını kim yolladı? Sivas vahşetinin avukatlığına kim soyundu? “Kemalistlerin ve laiklerin ellerinin kesilmesi” gerektiği düşüncesi kime ait? Meclisteki bir partinin milletvekillerine ve grup başkanvekillerine… Basının, kamuoyunun, dış dünyanın tüm baskılarına karşın; anayasa değişiklikleri niçin gerçekleşemiyor? Şu hükmün anayasadan çıkarılması kabul edilmediği için: “Kimse (…) dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” Göstermelik olarak anayasada kalmış, uygulanmayan bir hüküm.. Kalsa ne olur, çıksa ne değişir?.. * * * Ve o ayıpların günahı, toplumu ideolojisi, somut çözümleri ve demokratik yapısı ile tutarlı bir “Kemalist seçenek”ten yoksun bırakan DSP ve CHP gibi partilerindir! Koyun toplumun önüne Atatürk’ün seçeneğini; Uğur Mumcu’nun arkasında ayakları ya da kafalarıyla yürüyen milyonlarca kişiyi Kemalizm bayrağı altında bir araya getirin ve bakın bakalım toplum hangi modeli seçiyor! * * * Atatürk dine ve “ibadet özgürlüğü ”ne karşı mıydı? Bakın ne demiş: “Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte özgür olduğu gibi, belli bir dinin törenlerini yapmakta da serbesttir… Doğaldır ki, dinsel törenler toplumun güvenliğini bozamaz, halkın göreneğine aykırı olamaz, siyasal gösteri biçimine de dönüştürülemez. Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Tanrı’ya istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinsel düşüncelerinden ötürü bir şey yapılmaz. Hiç kimse düşüncelerini başkasına zorla kabul ettirmeye kalkışamaz. Din anlayışı vicdanla bağlı olduğundan, Cumhuriyet dinle ilgili düşünceleri devlet ve dünya işlerinden, politikadan ayrı tutmayı, ulusumuzun çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni olarak görür.” * *. * Yurtdışında yaşayan Türkler için, dinsel ya da ulusal kimliğe “abartılı bir biçimde” sarılmanın dışında bir seçenek yok mudur? Avrupalıya ters düşmeden, ikinci sınıf konumuna kendi kendini mahkum etmeden, “ben sana eşitim” anlamını taşıyabilecek başka bir kimlik yok mudur? Vardır! Atatürk’ün Anadolu insanına kazandırdığı “çağdaş insan” kimliği… Batıya karşın batının düzeyine ulaşma istencine sahip bir kimlik… Dinine saygılı ama laik… Ulusal değerlerine bağlı ama insancıl… Kökeninden kopmamış ama evrensel… Geçmişiyle onur duyan ama ulusların eşitliğini savunan… * * * Rahşan Hanım Olayı! Ecevit adının saygınlığı ve “tek başına” bile yüzde on kadar oy sağlayabildiği açık!.. Ama zenginleştirilen vitrinin ve “artık partileşiyor” izleniminin, son seçimlerde DSP’nin oylarının artışına “önemli” katkıda bulunduğu da yadsınamayacak bir gerçek! Ecevit, geçmişte “hizipçilik”ten çok çekmiştir. Örgüt işlerinin ne kadar baş ağrıtıcı olduğunu çok iyi bilir. Ve “vıdı vıdı”sı çok olan bir konuyu, güvendiği bir kişiye emanet edip fazlaca kafa yormamanın büyük rahatlığı olduğu da doğrudur. Ama bunlardan daha önemli bir doğru daha var. Sol demek “insan”a güven demektir, “iyimserlik” demektir, “hoşgörü ” demektir. Bütün olarak “halk”a güvenip de tek tek o halkı oluşturan insanlara güvenmemek olabilir mi? Sadece eşine ve eşinin güvendiklerine güvenmek olabilir mi? “Demokrasi”ye inanıp da “demokratik süreç”lere inanmamak olabilir mi? * * * Bugün susan yarın konuşamaz. Demokrasi zor kazanılır, kolay yitirilir. Ve tarih, kendinden ders almayanları asla affetmez! * * * Türkiye bir İran olabilir mi? Hayır! Defalarca ve kanıtlarıyla yazdım: Benzemeyenlerden benzer sonuçlar çıkmaz. Türkiye’de bir Humeyni olmaz; olsa olsa Erbakan olur! * * * Devletin varoluş nedeni toplumdur. Devletin en ilkel ve temel görevi, insanları saldırıdan korumak ve suçluyu cezalandırmaktır. * * * Bugünlerde herkes birbirine soruyor: “Ne oldu bize? Devlet nasıl bu kadar yozlaştı? Kurtuluş yok mu?” Her çürümüşlük, köklü çözümlere hazır bir ortam demektir. O kadar kötüyü yaşamış olan bir toplum, “sil baştan” anlamına gelecek adımları kolay kolay kabul edemez. Ama düzeltmenin önkoşulu, o noktaya nasıl gelindiğine doğru tanı koymaktır. Nasıl düzeltilir? Düzeltilemez, ancak yeni baştan kurulur!.. Siyaseti, bir avuç insanın oynadığı anlamsız ve çirkin bir oyun olmaktan çıkararak… Partiler demokrasisinin yerini alan “liderler diktatörlüğü ”ne son vererek… Siyasal partileri, yeniden halkın partileri konumuna getirerek… * * * Demokrasi içi çözüm umudu tükenmedikçe, demokrasi dışı çözüm arayışları umut olamaz! “Asker gelip temizlesin!” Asker süpürgeci mi?.. Herkes evinin önünü temizlerse; ne süpürgeciye gerek kalır, ne de kimse süpürmeye talip olur! * * * Dersten çıkarken, iki başörtülü öğrencim yanıma geldi: “Kimse müslüman olmak zorunda değil. Ama müslümanım diyen herkes, Kuran’ın hükümlerini aynen yerine getirmek zorundadır. İslam, ülkeden ülkeye ve zamana göre değişmez!” Yanıtı bütün sınıf önünde vermeyi tercih ettim. Herkes duysun diye. “İslam öncesinde İran’da Zerdüşt dini vardı. Güneş doğarken, en tepeye çıktığında ve batarken, günde üç kez tapınılırdı. Ve Zerdüşt rahibeleri de baş örtüsünü üçgen bağlarlardı… Şimdi de İran’da baş örtüsü üçgen bağlanır. Ve de namaz günde beş kez değil, üç kez kılınır!” Hiç yorum yapmadım. Bazı ek bilgiler de verdikten sonra, değerlendirmeyi her öğrencinin kendi içinde yapmasını istedim. İslam öncesinin Türkleri, Acemleri, Arapları birbirlerine benziyorlar mıydı ki, İslam sonrasında “şıppadanak” aynı olsunlar? Türklerde Şamanizm vardı… Kadın kutsaldı. Genç kız, evleneceği erkeği seçme hakkına sahipti. Tek eşle evlilik egemendi. Ev ve çocuklar üzerinde, erkek ile kadının hakları arasında fark yoktu. Kadın; hükümdar, elçi ve hatta kale komutanı bile olabilirdi. İran’da Zerdüşt dini vardı… Kadın, kirlilik ve kötülük simgesi sayılırdı. Arabistan’da “cahiliye dönemi” geçerliydi… Kadın, deveden bile değersizdi. Erkek, istediği kadar kadınla evlenip istediği zaman bırakabilirdi. Kadın, bir mal gibi, mirasla birlikte devredilirdi. Kız çocuğu doğuran analar cezalandırılır, kız çocukları diri diri kuma gömülebilirdi.. İslam –tek beden bir elbise gibi hepsinin üzerine aynı ölçüde ve aynı biçimde mi oturdu? Oturabilir miydi? Atatürk, İran’da ya da Arabistan’da dünyaya gelmiş olsa, bu boyutlarda bir devrimi gerçekleştirebilir miydi? * * * Para, takvim, dil, giysi, şu, bu… Acaba bazıları İslamın siyasetini mi yapıyorlar, yoksa ticaretini mi? Ne de güzel söylemiş ozanın biri: “Çalış dedikçe şeriat çalışmadın durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun, Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin maskaraya.” Din düşmanı bir ozan mı söylemiş bunu? Hayır, dincilerin çok sevdikleri bir ozan söylemiş: Mehmet Akif Ersoy. * * * İlericilik insanları bölmekten değil, bütünleştirmekten geçer. Bölünen kolay yem olur… Avrupa feodal beyliklerden ulusa geçmişti. Şimdi de uluslararası bir bütünleşme çabasında. Ama “yeni dünya düzeni”nin bazı güçlüleri, kendileri bütünleşirken başkalarının bölünmesini çıkarına uygun buluyor. Kendilerinin önünde en büyük engel olarak “ulus devlet”i buluyor. Ve de Atatürk’ü buluyor. * * * Eğer Kürt kökenli yurttaşlarımız “ezilen bir halk” ise… Yani Kürt kökenlilere Türkiye’de “ikinci sınıf insan” muamelesi yapılıyorsa; bazı yurttaşlarımız sırf Kürt oldukları için belirli görevlere gelemiyorlarsa; herkese açık olan kapılar Kürtlere kapanıyorsa… Elbette ki, sorun bir “Kürt sorunu”dur. Peki öyle mi? Devletin sunduğu hizmetlerden kamuda görev almaya ya da o görevlerde yükselmeye kadar, insanlar etnik kökenlerine göre bir ayırıma mı uğruyorlar? Eğer Kürt kökenli yurttaşlarımız “ezilen bir halk” ise… Yani ağa Türk, ırgat Kürt ise; işveren Türk, işçi Kürt ise; varlıklılar Türk, yoksullar Kürt ise… Ya da seçenler Kürt, seçilenler Türk ise… Elbette ki sorun bir “Kürt sorunu”dur. Türkiye’de mesleklerin ve servetlerin paylaşımı etnik kökene göre de, biz mi farkında değiliz acaba? TBMM’deki Kürt kökenlilerin oranının, Türkiye’deki Kürt kökenlilerin oranının yaklaşık iki katı olduğunu bilmeyen mi var? Kürt kökenli yurttaşlarımızın çok azınlıkta kaldığı birçok yörenin Kürt kökenli belediye başkanları tarafından yönetildiği bir sır mı? * * * Laiklik dini devre dışı bırakmak anlamına gelmez; din adına baskı yapmak, zor kullanmak isteyenleri devre dışı bırakmak anlamına gelir. * * * “İnananlar inanmayanlar” diye toplumu bölecekler, susacaksınız. Atatürk’ü ve laikliği yıkmak için en “adi” yalanlardan bile medet umacaklar, susacaksınız.. Devleti adım adım “işgal” edecekler; devlet eliyle, demokrasiye düşman kuşaklar yetiştirecekler, seyirci kalacaksınız.. Bunun adı da “demokratlık” olacak! “Cehalet”in ya da “ihanet”in adı ne zamandır “demokratlık” oldu ki?!. * * * Şu sözler, Davos’ta İran Dışişleri Bakanı Vekili Mohammad Jaraf Zarif’e ait: “İran’a İslami düzen ihtilalle gelmişti, Türkiye’ye de seçim sandığıyla geliyor… Refah’ın programı bizimkinden daha köktendincidir.” ….. Her beş kişiden ancak birinin desteğine sahip bir parti, ülkeyi adım adım karanlığa çekiyor… Bunun adı demokrasi değildir, soytarılıktır! Önce “cehalet”in, giderek “aymazlık” ve “hıyanet”in ürünü olan bir soytarılık… * * * Siyaset biliminin bize öğrettiği bir gerçek var: Kendi kendilerini yönetemeyenler, başkalarının kendilerini yönetmesine çağrı çıkarmışlar demektir! * * * Bugün demokrasinin neresindeyiz? Kadınsız demokrasi… Gençsiz demokrasi… Giderek halksız ve haksız bir demokrasi… Yozlaşmış! Bugün devrimin neresindeyiz? Yanılgıların, sapmaların ve hıyanetlerin doruğunda; temellerinin bile sarsıntı geçirdiği bir noktada! Kadın, sağduyu ve ciddilik demektir… Genç insan ise enerji ve idealizm… Sağduyudan, ciddilikten, enerji ve idealizmden yoksun bir demokrasinin yozlaşmasından daha doğal ne olabilir ki! Ve de yozlaşmış bir demokraside, devrimin değil karşı devrimin yasalarının geçerli olmasından da daha doğal bir şey olamaz! * * * Eğer Çiller’ler, Birdal’lar, kara kitapların yazarları, numaracı cumhuriyetçiler “demokrat” ise… Ben demokrat değilim! Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise… Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise… Ben demokrat değilim! Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise… Eğer demokrasi buysa… Ben demokrat değilim! Eğer demokrasi adına Cumhuriyet’in temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise… Ben demokrat değilim! Ve onların “demokrat” yaftasını taşıdıkları bir yerde, ben demokrat olmak istemiyorum… Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum! * * * İran’ın mollaları, kapılarını çağa kapatarak yaşamak istiyorlar… Yaşayamazlar. Türkiye’nin yanı başlarında olması, çıkmaz bir yolu sadece kısaltıyor. (16 Temmuz 1999) * * * Fikret Bila’nın CTV’deki programında Ecevit ve Baykal’ı birer hafta ara ile izledik. Farklıydılar. Ecevit, Atatürk’ü “ideolojiler üstü ” yaptı çıktı. Kemalizmi unuttu. Baykal ise gergindi, sinirliydi. Kıvrandı durdu. Açık olmamak, kafaları karıştırmak için elinden geleni yaptı. “Kemalistiz” ya da “Kemalist değiliz” dememek için, tüm hünerini döktürdü. Kemalizmin mirası sayesinde orada olduklarını unuttular. Kemalizmi dışlayanları gücendirmemeye çalıştılar. …… Ecevit’in de, Baykal’ın da şöyle demeleri gerekirdi: Hiç kuşku yok ki, biz Kemalist bir partiyiz. Ama Kemalizmi geçmişin bekçiliği olarak değil, geleceğin öncülüğü olarak anlıyoruz!.. Biz 1920’lerde yanan ışığın, iki binli yıllara taşınmasına talibiz! Bir araya gelebilseler ve bu söylemde birleşebilseler… hem kendileri büyürler, hem partileri büyür, hem de Türkiye esenliğe çıkar. * * * Yazdıklarım ve yazacaklarım, karanlığa karşı savaşımın bir parçasıdır. TEPKİLER... Cinayetin ardından, başta medya ve siyasi arena olmak üzere çeşitli platformlarda yansıyan tepkilerden bazı alıntılar: Kışlalı’nın alçakça öldürülmesi yine bir kışkırtma. Hepsinin amacı bir: Küllenmeye yüz tutmuş kavgaları yeniden alevlendirmek, demokrasi dışı güçleri tahrik etmek, geleceği yeniden belirsiz hale getirmek... Yeter ki Türkiye Avrupa Birliği´ne aday bile olmasın. Yeter ki Türkiye geriye götürülsün. Yeter ki Türkiye´de istedikleri gibi at koşturabilsinler. (İsmet BERKAN) * * * Ahmet Taner Kışlalı´nın hain bir suikast sonucu öldürülmesinin Türkiye Cumhuriyeti hükümetine yönelik bir meydan okuma, bir “nanik” olarak değerlendirilmesi gerekiyor... (Haluk ŞAHİN) * * * Sözün bittiği, umudun tükendiği yerdeyiz. Karanlık bir dehlize giriyoruz. Çocuklarımızı yarınlara taşıyacak yolları aydınlatmaya çalışan ışıklardan biri daha söndürüldü. (Mine KIRIKKANAT) * * * Kim, “Türkler birlikte hareket ediyor, demokratikleşme süreci hızla işliyor, uçlar törpüleniyor, bunlar merkezde güçleniyor” diye “Öldürün” emri verdi? Bu kadar büyük oynamak isteyen gücün kökü dışarda, maşası içerde olmasın? Her kimse bizi iyi tanıyor, zaaflarımızı biliyor. Böl Türkiye´yi, kendi içinde debelensin, ilerleyemesin... Kaybettiğimiz Ahmet Taner Kışlalı´yı öldüren bomba Türkiye´nin altına kondu... Bir faili meçhul dosyasına daha tahammül kalmadı, hepimiz şehit ailesiyiz! (Murat BİRSEL) * * * Şimdi bu şanssız toplum daha depremin acısını unutamadan yepyeni bir acıyla sarsılıyor. Yepyeni bir büyük kayba ağlıyor. Ve şimdi yine “büyük Türk büyükleri” çıkacak ve “Kanı yerde kalmayacak. Size namus ve şeref sözü veriyoruz ki katilleri bulunacaktır” diyecekler. Allah kahretsin, bu yalan vaatleri daha ne kadar dinleyecek, bizi aptal yerine koymalarına ne kadar susacağız? (Ruhat MENGİ) * * * Nilhan Nur, Dolunay ve Altınay, babasızlığa alçakça mahkum edilen öksüz kızlar koğuşunun diğer hükümlüleri. İsyanları, feryatları, acıları hiç dinmeyecek, hiç bitmeyecek. Çünkü ellerinde ne kalaşnikofları var, ne de naylona sarılmış bombaları. En fazla kalemleri var, kalemleri olacak. Ama o da babalarının yazgısını değiştiremedi ki, onlarınkini değiştirsin. (Ahmet TAN) * * * Türkiye´yi kirletmenin bir yolu olarak, terörü yine öne çıkardılar işte... Fakat hayret ediyorum. Olayın ardından birçok televizyon Kışlalı´ya kilitlenirken, bir iki kanal, hâlâ eğlence programı sunuyordu. Sümüklü kızlar yine şarkılar söylüyordu. Daha iki saat geçmeden gördüğümüz bu duyarsızlık, bir çok insanı da öfkelendirmiş olacak ki, aldığımız telefon ve fakslar, acımızın ikiye katlandığını haykırıyordu... Türkiye´yi insan değeri olmayan, başıboş, hukuksuz, sınıfsız, vasıfsız, acımasız, on para etmez bir ülke gibi göstermek isteyen bir zihniyete karşı, bütün hatlarımızla birlikte direnelim. Düşman dışarda değil, içerdedir. İçerde olduğu artık kesinleşmiştir. Niye Kışlalı sorusu, zaten bunun en net, en berrak ifadesidir. Niye Kışlalı? İnsanlığın, uygarlığın, hoşgörünün, kalitenin, temiz yüreğin, ahlakın ve erdemin katli için... Öğrencileri, önce bunu bilsin... Son ders buydu işte... (Rauf TAMER) * * * Oturup düşündüm. “Neden Kışlalı?” Cevap ararken aklıma takılanları alt alta yazdım. Çünkü aydınlık bir insandı, çünkü bağnaz değildi, çünkü şiddet yanlısı değildi, çünkü kulak tıkamaz dinlerdi, çünkü bağırmaz anlatırdı. İşte bunun için kurbanın ismi Ahmet Taner idi. Bombayı koyan, onu kurgulayan hain el belli ki çok ince eleyip sık dokumuştu. Oluşturacağı kaosun boyutunun çok büyük olmasını istiyordu. Seçeceği ismi, bu yüzden her kesimin takdirini kazanmış ve insan olarak kimsenin bir şey diyemeyeceği biri olarak seçmişti... Emri hangi alçak verdiyse, bombayı hangi alçak hazırladıysa ve hangi kuş ve karanlık beyin arabaya yerleştirdiyse, bu ülke halkının geçmişten ders almadığını düşünüyor olsa gerek. Patlamadan hemen sonra bir kesimin başka bir kesimi suçlayıp üzerlerine yürüyeceğini, başka iç karışıklıkların ve daha büyük olayların çıkacağını planlamış olsa gerek... Ancak sevinerek görüyoruz ki Türk halkı geçmişten ders almış... (Ferhat BARIŞZAMAN) * * * Türkiye insanı tuhaf hale getiriyor. Kışlalı´nın öldürüldüğünü duyduktan sonra baktım da hiç şaşırmamışım. “Burası Türkiye kardeşim, işte burada durum böyle, yapacak bir şey yok” diye düşünmeye başladım hemen... Her yeni olayda “Biz bunu daha önce de yaşadık, bir şey değişmez” diye düşünen bu insanların çoğu da benim gibi kırgınlar, küskünler. Oysa Türkiye´nin onlara ihtiyacı var; çünkü onlar Batılı anlamda gerçek bir orta sınıfın temsilcileri. Ama onlar her yeni olayda, her yeni kötü haberde daha da bir çekiliyorlar kendi kalelerinin içine. Bu son cinayet de, bireysel kale kapılarına vurulan yeni bir kilit olacak, ne yazık ki... (Serdar TURGUT) * * * Sustuk... Eğer bugün Kışlalı´ya ağlıyorsak, bu durumda kendi unutkan suskunluğumuzun payını da görmek zorundayız. Eğer biz, siyasi cinayetlerin faillerini bulma yetenek ve geleneğine sahip bir ülke olduğumuzu kanıtlamış olsaydık, ne iç ne de dış karanlık güçler Türkiye´yi böyle derin acılarla sarsma cesaretini bulabilirlerdi. (Ferai TINÇ) * * * Ama bu cinayetle Türkiye özgüveninden ve özsaygısından bir şeyler daha yitirecek. (Fatih ALTAYLI) * * * Türkiye´de cumhuriyeti yüksek sesle savunmak, Atatürk´ ten söz etmek çoktandır demode görülen, hafife alınan bir uğraş alanı olagelmişti. Cumhuriyeti savunmak, anti demokratlıkla, demokrasi düşmanlığıyla, gericilikle neredeyse özdeş kılınmıştı. Gericiliğin eleştirisinden zaten çoktandır feragat edilmişti. Türkiye´deki bütün olumsuzlukların faturasını cumhuriyete çıkartan bu kampanyanın önemli ölçüde başarı sağladığı söylenebilir. Prof. Ahmet Taner Kışlalı, bu kampanyadan etkilenmeyen ve cumhuriyeti yüksek sesle savunma kararlılığını gösteren sınırlı sayıdaki aydından biriydi. Giriştiği mücadele, cumhuriyeti eleştirmenin cazibesi karşısında hiç de popüler değildi. Bu uğraşın yüksek bir ödülü de yoktu. Prof. Kışlalı için yüksek bir bedeli oldu. (Sedat ERGİN) * * * Terörün hedefi değişmiyor. Ilımlı kimliğiyle tanınan fakat düşüncesinden ödün vermeyen aydınlar katlediliyor. Bu cinayetler, hepimizde derin kaygılar yaratıyor. Koca bir ülke ve demokrasi ateşe atılmak isteniyor. Acının yarası ise hiç kapanmıyor. O nedenle, Kışlalı´yı öldüren bomba aslında hepimizi hedefliyor. Aramızdan birini alıyor ama bizi, birbirimize daha çok kenetliyor. (Yalçın DOĞAN) * * * Belki bir başkası da olabilirdi; yahut içimizden biri, birileri yine olacaktır zaten. Ama Kışlalı özenle seçildi. Katillerin gösterdiği bu özen kadar, birbirimize, düşünce insanlarımıza, hem hepimizin, hem de korumakla, saldırıları önlemekle, olayları çözmekle görevli devlet kurumlarının göstermediği özen de acı veriyor. Hangi tarafta olursa olsun, birbirlerinden ne kadar çok noktada farklı düşüncelere sahip olursa olsun... Demokrasiden, insan haklarından, aydınlıktan yana her kesimin, herkesin “Kışlalı suikastı”na ortak tepki ve tavır alması, karanlığı birlikte lanetlemesi, gerilimleri azaltması ve cenazesinde kol kola girmesi görevdir artık. (Umur TALU) * * * Söyleyecek söz bulmak çok zor! Vahşet, canilik, barbarlık... Hain tertip... Türkiye´ye suikast... Evet hepsi birden... Ahmet Taner Kışlalı´ya yapılan suikast, insanlıktan yoksunluğu bakımından vahşettir, caniliktir, barbarlıktır... Ahlaken alçaklıktır. Siyasi bakımdan ise, tam bir “hain tertip”tir! Çünkü Türkiye´de iç barışı dinamitlemeyi amaçlamaktadır. (Taha AKYOL) * * * Artık ne olacaksa olsun! Çünkü çocuklarımıza bırakacağımız miras elden gidiyor!.. (Mehmet TÜRKER) * * * Türkiye´de bir şeylerin değiştiğine olan inancım, onları dinlerken daha bir güçlendi gibi geldi bana. Daha dün sevgili babalarını kaybetmiş iki gencin kederli, ama sakin ve kararlı duruşlarından mı nedir, içim, bizden sonrakiler bu işin üstesinden gelecekler inancıyla doldu. (Hakkı DEVRİM) * * * Kışlalı´nın elbette yakınları vardı. Sevenleri, sayanları, düşüncelerini paylaşanları vardı. Ben onlardan değilim. Sık sık, sert polemiklere giriyorduk. Bu kavramı sevmiyorum ama bu bağlamda, durumu vurgulamak için özellikle bunu kullanacağım; diyelim ki “fikir düşmanım”dı. Yalnız dostumun değil, düşmanımın canını almaya kimin, ne hakkı olabilir? Düşünceleri sonuna kadar tartışır, gereğinde kavga da ederiz. Onun kendisi olmaya, öyle düşünmeye ve öyle olarak yaşamaya her türlü hakkı vardır. Onu öldürenin, benim gözümde, en yakın olduğum insanı öldürenden hiçbir farkı yoktur; canidir, alçaktır, iğrençtir. (Murat BELGE) * * * Kışlalı´ya suikast; Cumhuriyet´e, laikliğe, demokrasiye, uygarlaşmaya suikasttir. Cumhuriyete inanmış laik ve demokrat kesim ağırlığını siyasete koymazsa, kendini ve Cumhuriyeti korumayı beceremezse, varılacak nokta çok daha karanlık olacaktır. Aydınlık geleceğe inanan herkes bu cinayetin aydınlatılması için siyasetçilere karşı ısrarcı olmalıdır. (Melik AŞIK) * * * Gidişten kaygılıydık. Ama böyle bir darbe beklemiyorduk. Bu cinayetin doğrudan hedefi; laik cumhuriyet, Atatürkçü Düşünce ve devrimleri... (Cüneyt ARCAYÜREK) * * * Yine bir aydını, bir demokratı, bir Atatürkçüyü, bir laik Cumhuriyet bekçisini, bir yiğidi, bir yurtseveri vurdular. Onu çok severdim. Hani “kusursuz insan” derler ya... Bazen yüzüne bakarken ilgisiz bir soru sorar, sonra onun yanıtını dinler gibi yapar, bu arada bir kusurunu arardım, ama bulamazdım. Dün Ahmet Taner Kışlalı´yı öldürdüler. Yine içim yandı. Yine oturdum, hem ağlar hem yazarım. Yine birimizi vurdular. Yine bir hastanenin dar koridorunda yine birbirimize başsağlığı fısıldadık. Yine yolcumuz var. Yine oturdum, bir yiğit dostumun ardından yazı yazarım. Yine hem yazarım, hem ağlarım. Yine vuracaklar. Ama biz yine korkmuyoruz. Yine ölürüz. Cumhuriyet yaşasın... (Bekir COŞKUN) * * * Son fedailerden Ahmet Taner Kışlalı´yı dün aramızdan aldılar. Pırıl pırıl bir Atatürkçü daha öbür aleme göçtü. Daha da nicelerini götürecekler. Bakalım sıra kimde! Merak ediyorum, Türkiye´yi ortaçağ karanlığına gömmek isteyen din ve iman işportacıları, bugün onun ardından ne yazacaklar?.. Acı ama gerçek. Sakın tepki göstermeyin. Uykunuza devam edin. İnşallah uyandığınızda vakit geçmiş olmaz! Dünkü gazetelerde, 13 Mayıs 1999 tarihli bir gazeteden alıntılar vardı. Akit isimli dinci gazete, o günkü nüshasında Ahmet Taner Kışlalı’ya “dokuz sütun” ayırmıştı. Manşet şöyleydi: “Zorba Kemalist gemi azıya aldı”. Sayfanın sol tarafına Ahmet’in bir resmini koymuşlardı. Resmin üzerinde ise siyah kalın çizgilerle kocaman bir çarpı işareti vardı. Çarpı işaretinin üzerinde “Yuh pişkin zorba” yazıyordu. Şimdi soruyorum: Bu bir insanı hedef göstermek değilse, nedir?.. Çarpı işaretinin gereği, birkaç ay sonra birileri tarafından yerine getiriliyor!.. Bu gazete sürekli olarak insanları hedef gösteriyor. Hakaret ediyor, tehdit ediyor, sövüyor, iftira atıyor. Ama kimsenin kılı kıpırdamıyor. Nerede bu ülkenin hukukçuları, nerede yöneticileri? İnsan yaşamı bu kadar ucuz mu? Memlekette hukuk yok, bunlarla ilgilenecek hukukçu yok. (Emin ÇÖLAŞAN) * * * Ve işte o bir anlık dalgınlık, ulusumuz yetiştirdiği çok nitelikli bir aydının, Atatürkçü düşüncenin gerçek bir idealistinin, görüşlerini duru bir su berraklığıyla ifade edebilen güçlü ve etkili bir sütun yazarının, Türkiye Cumhuriyeti ´nin temel değerlerinin başında gelen laikliğin yılmaz bir savunucusunun, dürüst bir insanın, iyi bir aile babasının ve ciddi bir bilim adamının aramızdan ayrılması sonucunu verebiliyor. (Oktay EKŞİ) * * * Kaleler bir bir gidiyor; herkes uyuyor. Başımız sağ olsun. Aydınlık Türkiye´nin aydın insanları... Gözünüz aydın, karanlık kafalı hainler!.. (Yalçın BAYER) * * * O aşağılık insanlık düşmanı uğursuz hayalet yine düğmeye bastı ve kan emici kuklalarını yeniden sahneye çıkardı. Türkiye´nin seçkin aydınlarından biri olan Ahmet Taner Kışlalı´nın katli, ülkenin huzuruna ve demokratik geleceğine yönelmiş bir suikasttir. (Güngör MENGİ) * * * Atatürk Cumhuriyeti´nin sarsılmaz bir adamını kaybettik. Üzüntümüz sonsuz. Cumhuriyetin yaşamasında hepimizin ortaya koyduğu bir can var. Hepimiz de buna canımızı adamış durumdayız. Sözde kahramanlıklarla olmuyor. Örnek vatanseverliği ile, örnek savaşımı ile Kışlalı tabii ki her zaman zihinlerde yaşayacaktır. Fikirlerini ve cumhuriyetin temel niteliklerini savunma ideallerini bomba ile yok edebileceğini düşünmek gülünç bir şey. Onu yapanları insan olarak nitelemek insanın ağırına gidiyor. Onun savunduğu değerleri sımsıkı tutacağız. (Org. Edip BAŞER) * * * Türkiye çok kıymetli bir evladını kaybediyor.. Bir alçak kına yakıyor.. 60 yıllık ortak anılar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.. Ama içim nasıl kırık, içim nasıl ölü.. Bu halde Ahmedi, Ahmedimi yazmaya çalışıyorum. Olmuyor... Parmaklarım tuşlara gitmiyor.. Ahmet böyle yazılmaz, böyle anlatılmaz ki... (Hıncal ULUÇ) * * * Önceki gün iki genç kadın akort etti bütün Türkiye’yi. Kışlalı’nın kızları Dolunay Uluç ile Altınay Kışlalı’nın basında çıkan demeçlerinden söz ediyorum. İki kız kardeş en acılı günlerinde onurlu, vakur ve yön verici sözleriyle Türkiye’yi karanlığa boğmaya and içmiş güçlerin iğrenç oyununu bozuyorlardı. Birkaç sözle ifade edilmiş bir insanlık ve siyasi bilinç örneğiyle. Türkiye’de ileri ülkelerin düzeyini yakalama mücadelesi verenlerin ve bu düzeyi kendi toplumuna layık görenlerin söylemi bu. Bu söylem, gücünü yüzyıllardan beri bu topraklarda yaşayan insanların beraberlik albümlerindeki ortak anılardan alıyor. En hüzünlü günde dile getirilen “İçimizde büyük bir acı var ama kin yok” cümlesinin başka bir yorumu olamaz. (Zeynep ATİKKAN) * * * Bütün Türkiye, televizyonlarda, hüzünlü bir vesileyle de olsa, örnek bir aile seyretti. Sadece Ahmet Taner Kışlalı’nın hepsi güzel insanlar eşini, kızlarını, ağabeylerini kastetmiyorum. Akrabalarının, yakınlarının ve öğrencilerinin oluşturduğu büyük bir Kışlalı ailesinden bahsediyorum. Acılarını ne kadar iyi, nasıl vekar içinde taşıyorlardı. Bunun büyüklüğü yüzlerindeki ifadeden belliydi. Fakat görüntü, benzer hallerde ekranlarda seyretmeye alıştığımız manzaralardan tamamıyla farklıydı. Ne kendini yerden yere vurup çırpınan, ne çığlıklar atan, ne başkalarınca zor zaptedilen, ne yüksek sesle hıçkırıklara boğulan kimse vardı... Kışlalılar büyük bir metanet içinde elele, birbirlerine destek olmaktaydılar ve gözyaşlarını bile saklamaya çalışıyorlardı. Uygar bir toplumun uygar insanlarıydılar ve yaşamları itibariyle de Atatürk’ün hasretini söylediği bir düzeye erişmiş bulunduklarını belli ediyorlardı. (Metin TOKER) * * * Kuşkusuz bu rejime karşı yönelen saldırılardan biridir. Fakat hiçbir çevre, hiçbir kesim, bu tür eylemlerle, bu tür cinayetlerle, bu tür çılgınlıklarla Türkiye´yi yolundan saptıramayacaktır. (Bülent ECEVİT) * * * Elbette bu suikastın faillerinin en kısa yakalanmasını milletçe arzu ediyoruz... (Recai KUTAN) zamanda * * * Bu hain saldırıyı nefretle kınıyorum. (Süleyman DEMİREL) ............. Tabii “tepkilerden” söz ederken, gerçekleri saklamak da olmaz. Kışlalı’nın öldürülmesine çok sevinenler de vardı. Toktamış Ateş, bir devlet dairesinde konuştuğu memurların kendisine, “Başımız sağ olsun Hocam. İnanın içimiz yanıyor. Taner Hoca gibi değerlerin yerini doldurabilecek miyiz?” diye sorduktan sonra şunları söylediklerini anlattı: “Dün yukarıdaki arkadaşlarla tartıştık. Bu alçakça cinayete üzülmek bir yana, neredeyse zil takıp oynayacaklardı. Ne biçim müslüman bunlar?..” “Ne biçim müslüman bunlar?” Bu soru değil mi Türkiye’de Allah sevgisini yüreklerinin tam ortasında hisseden milyonlarca inançlı insanın kafasını sürekli kurcalayan?.. Cenaze günü camiye ulaşmaya çalışan Jülide Gülizar’a , “O gavur kadının dinsiz kocasının cenazesine mi gidiyorsun?” diye soran ve kafasına şemsiyeyi yiyen taksi şoförü ancak cahil olabilir. Bir cinayetin ardından “zil takıp oynamak” isteyenler ancak cahil olabilirler. Ama “bırakalım bu cahilleri bir kenara” diyen “aydın düşünce” artık kendini sorgulamak durumunda değil mi? ........... Adnan Binyazar’ın anlattıklarıyla bu bölümü de sonuna yakınlaştıralım: Ardında acılar bıraktı, inançlar bıraktı, Atatürkçü dirençler, bilinçler bıraktı. Acısı onulmazdı. Kendi kullandığı arabada eşinin ölümünü yaşadı. O eş ki, bakan karısı iken, sosyal konutlarda yaşamış, evinin merdivenlerini kendi silmiş, öz emeğini sabunlu suların temiz kokusuna katmıştı. Sevinçler uçucu, acılar kalıcıdır; Ahmet Taner Kışlalı, içtenlikli, alçakgönüllü, sevecen bir eşin yüreğe işleyen yokluğuna katlandı. Huyu yüzünden, yüzü huyundan güzel böyle bir eşin ölümünden sonra Kışlalı´nın acısının ağırlığı yüreğimden hiç çıkmadı. Don Quijote´de, acıların sınır ötesine uzayan bir söz geçer: “Gücümü güçsüzlüğümden alıyorum.” Kışlalı bu sözün erdemiyle, acısını inanca, bilince, emeğe dönüştürmeyi bilmiştir. Türkiye´nin, neredeyse var oluşyok oluş noktasına getirilmek istendiği bu bulanık ortamda onun çizdiği kurtuluş yolu belli idi: Kemalizm. Kışlalı, Atatürkçülük yerine, Kurtuluş Savaşı yıllarını çağrıştıran Kemalizm kavramını yeğliyordu. Ona göre Kemalizm, tarihten, Türk varlığının direncinden, insanlık yüceliğinden beslenen bir kültür ve insan olma savaşımının adı, çağdaş olma bilincidir. Bütün insanlığı kucaklayan bu gerçeği kavrayamayanların, her dönemde çağdışı kaldıklarını söyleyip onlara aydınlanmanın yolunu gösterdi. Kışlalı´nın Atatürkçülüğü, kültür bitkileri gibi yetiştirilmiş heveslilerin Atatürkçülüğüyle karşılaştırılmamalıdır. O, özünde inanç, bilinç, özellikle de emek olmayan Atatürkçülüğe karşıdır. Atatürkçülüğü kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen, onun yaptıklarını yetersiz görerek, yeni yönetim biçimleri arayan 2. cumhuriyetçileri savaşım alanına sokmasının nedeni de buna dayanır. Kışlalı´nın “Kemalizm” kavramıyla karşıladığı Atatürkçülük, bir coşku, bir heves Atatürkçülüğü değildir. Atatürkçülük, üretmek ve üretileni halkla paylaşmaktır. Eşitlikçi bir anlayışla, halk kesimlerinin, kendi öz üretiminden yararlanmasını savunur. Bu ortamda, öğrenim belli bir kesimin tekelinde değildir. Erkek bilgi kaynaklarından yararlanırken, kadın dar odalara kapatılıp özgürlükten yoksun bırakılamaz. Herkes çağdaş aydınlanmanın verilerinden yararlanır. Kışlalı, bu amaçların gerçekleştirilmesi yolunda bir görev üstlenmişti. Bu ilke gerçekleştiğinde, değil Atatürkçülüğü ortadan kaldırmak, ona kimse dil bile uzatamazdı. Çünkü Atatürkçülük, beyinleri aydınlatma eylemi olarak, kitlesel bir bilince dönüşür. Emekli olmasına karşın öğrencilerle ilgisini kesmemesinin, gece gündüz demeden Atatürkçü düşünce derneklerinde konuşmalar yapmasının, açık ve kesin anlatımlı yazılarla halkımızı aydınlatmasının özünde bu yatar. Önce bireysel, onun ardından kitlesel, daha da ötesi toplumsal bağlamda bilgi ağı kurup toplumu aydınlatmak, Kışlalı´nın düşünsel yönteminin temelidir. Düşünsel savaşımda coşkunun yerini bilgi alır. Bilgi, kişiyi güçlü ve direngen kılar. Atatürk, “çağdaş uygarlık”a katkılarda bulunacak bir bilgi toplumu yaratmak isterken halkının yaratıcı gücüne, direngenliğine bel bağlamıştır. Bilgisizlik batağında “hayvanlaşmış” insanların kan bürümüş gözlerindeki kin çağımızı kararttıkça, Atatürk ´ün kurmak istediği uygar toplumun anlamı daha iyi kavranıyor. Yapılan işi bilinçle kavramak insana özgü bir niteliktir. Bu da bilgiyle olur. Dinsel ilkeler de başta olmak üzere, bilinçle kavranmış hiçbir şey, insanı mantık dışına itmez, ona zarar vermez. Bilmemek, bilinçsizlik tehlikedir. Bilinçten yoksun kişi onun bunun maşası olur, kendini üç beş kuruşa satar, kendi canından, kendi kanından olana bile kıyar. İnsan beyninin şaşmaz ölçüsü bilinçtir. Genç yaşlarında biri bilim kadını (Altınay), biri gazeteci (Dolunay) olan kızları, acılarını bilince dönüştürerek, “Ahmet Taner Kışlalı, bir semboldür. Burada gerçek hedef, inançları ve siyasi hedefleri ne olursa olsun, Türkiye´yi seven, Türkiye´ye inanan insanlardır. Dört yıl önce annemiz Nilgün Kışlalı´yı düz bir yol üzerine dökülmüş mıcır yüzünden kaybettiğimiz zaman bunun kader olduğunu kabul etmedik. Babamızın katli de kader değildir” diyorlar. Gerçeklerin özüne inmeden, her olayı yazgıya bağlayarak geçiştirmek isteyen siyasilerin, bağnazların, köktendincilerin yüzüne vurulmuş bir şamar değil midir bu sözler? Kışlalı´nın ardında bıraktığı, gerçeğe varmak için bilinçle direnme anlayışıdır. Kışlalı, Atatürkçü Düşünce Dernekleri´nin sorumluluklarını söz konusu ederek, emek verilmeden hiçbir yere varılamayacağını kesin bir dille belirtmiştir. Direnme, kişinin kendini ya da toplumunu bilgi verileriyle özeleştiriden geçirmesini zorunlu kılar. Bu, aydınlanmanın kaçınılmaz ilkesidir. Çağdaş kurumlar için daha da kaçınılmaz bir ilkedir bu. İlhan Selçuk´un değindiği gibi, “aklın bağnazlıktan, bilimin dinden bağ ımsızlaş tırılması” bu ilkeyi bilince dönüştürmeye bağlıdır. “Aydın olmak için ´Aydınlanma´ kapısından geçmek” zorunludur. Kışlalı, öz acısını içine gömerek, toplumsal aydınlanmanın anahtarını hep elinde tuttu. Ellerini uzatsalar, bu anahtarın aydınlığını duyumsayacaklardı. Bilinçsizlik, aydınlanma kapılarını aralayacak anahtarı görmemektir! Kışlalı, ardında unutulmaz acılar bıraktı. Toplumuna aydınlanmanın anahtarını göstererek, Atatürkçülük bilincini ardında bırakan gene o oldu. Öldüğünde ancak yirmi dokuz günlük olan Nilhan´ın Atatürkçü aydın bir babanın, çağdaş Türkiye´yi yaratan Atatürk´ün kızı olarak önümüzdeki yüzyıllarda bu bilincin bayrağını dalgalandıracağından kimsenin kuşkusu olmasın. ………. Bu arada, Dolunay’ın, o dönemde Belçika’da yayımladığı “Anadolu” dergisinin son sayısında, “Acıları değil, mutlulukları paylaşmak...” başlığıyla, babasının öldürtülmesine ilişkin yazısını da aktaralım: Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü. O, Türkiye’de milyonlarca insan için bir anlam, bir semboldü. Benim babamdı! Türkiye bizim acımızı paylaştı, biz Türkiye’nin acısını paylaştık. Öncelikle söylenecek dört kelime var: “Teşekkürler Türkiye. Başın sağolsun.” *** Kışlalı’nın nasıl bir “insan” olduğunu anlatmaya gerek kalmadı. Bilenler bilmeyenlere söylediler. Ankara caddelerindeki on binlerce insan, televizyon ekranlarının önündeki milyonlar Ahmet Taner Kışlalı için üzüldüler ve bu ağır acıyı kaldırabilmemiz, ağır mirası taşıyabilmemiz için dua ettiler. Babamı son yolculuğuna uğurlamak için gelenlere, gelemeyip acı paylaşanlara, Türk düşmanı katiller karşısında dik durmamız için bize güç ve cesaret verenlere, askere, sivile, sivil toplum örgütlerine ve sade vatandaşa şükran duymaktan öte, hepsiyle kucaklaştığımızı hissettik. Nasıl anlatmalı? İçimizdeki o vatan ve vatandaş sevgisinde ne derece haklı olduğumuzu hissettiğimizi nasıl yansıtmalı? En iyisi, bazı anıları ve düşünceleri paylaşmak... Ahmet Taner Kışlalı, paylaşmanın önemini hep vurgulamıştı. “Acılar paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır” der dururdu. O’nun günün birinde öldürülebileceğini hepimiz biliyorduk. Kendisi de biliyordu. Korkuyla yaşamayı reddediyor, sorumluluklarını ve fikirlerinden kaynaklanacak sonuçları üstlenmeyi kabulleniyordu. O’nun için önemli olan öleceği veya öldürüleceği günü beklemek değil; o güne kadar çalışmak, Türkiye sevgisini, Atatürk sevgisini yansıtmaktı. Başarılı bir babanın çocukları olmaktan gurur duyuyoruz. Bir başka açıdan bakınca da, ortada bir “gurur tablosu” olduğunu söylemek yalan olur galiba... Bu tablodan kim gurur duyar ki? Aralarında çok yakınımız olan, çok sevdiğimiz, değişik siyasi görüşlerden politikacıların da bulunduğu binlerce insan önümüzden akıp geçiyordu. Hele TBMM’de yapılan törende... Tek tek başsağlığı dileyen milletvekillerimizin hiçbiri, herhalde “sıkıntılı görev” veya “mecburiyet” olarak algıladıkları bu işi yaparken, gözlerimin içine bakamıyordu! Onları anlıyorum. “Türkiye’nin klasik filmleri, senaryoları tekrar ediyor ama seyirciler değişiyor” diye düşündük. Ve gördük ki, Kışlalı cinayetini kullanmak isteyenler var. İstediler ki, biz, Kışlalı’nın çocukları, ailesi, öğrencileri, sevenleri, boyun bükelim, başımızı öne eğelim, korkalım, ağlayalım, lanet okuyalım. İstediler ki, “Bu ülke adam olmaz” deyip gidelim. Hatta istediler ki, “Müslümanlar babamızı öldürdü” deyip isyan edelim. Oysa, babamız Ahmet Taner Kışlalı en inançlı müslümanlardan biriydi. “Fransız asıllı” annemiz gibi!... Ve milyonlarca müslüman onun ruhu için dua etti! Onu bir müslüman öldürmüş olabilir mi hiç? Onu öldürenler ve öldürtenler müslüman olabilir mi? Buna kim inanır? Yangına körükle gitmeyi hedefleyenler, kendilerini yakacak ateşi körüklediklerini geç fark ettiler. Sevinen olmadı mı? Oldu tabii... Cumhuriyet’ten bu yana Türkiye’ye, Atatürk’e karşı kin besleyen örümcek kafalı cahil yobazlar sevindiler ama o kadar korkmuşlardı ki, sevinçlerini belli edecek cesareti bile gösteremediler. Babamın resminin üzerine bir çarpı işareti koyarak onu hedef gösterenler, cinayetten sonra bize başsağlığı dileğinde bulunma cüreti gösterdiler. Korkmuşlardı! Ve bir sıkımlık beyinleri olduğunu anlamışlardı. Türkiye’de demokrasi olmasın, insan haklarına saygı gösterilmesin; Türkiye uygar ülkeler arasında yerini almasın, bu çirkin sistem değişmesin arzusunda olanlar da sevindiler. Onlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni, ilkelerini hazmedemeyen; Samsun’da doğan ışığı bir türlü söndüremeyenlerdi. Kışlalı, Türk insanının bilinçlenmesi için mücadele verdi. Hiç kimseyi dışlamadan, düşman bilmeden... Yöntemi diyalogdu. İyimserdi. “İnsan” bildiği herkese inanır, güvenirdi. Bir tek “doğru” olmadığını bilir, söylerdi. Hiç kimseyi dışlamadığı içindir ki çok farklı görüşlerden insanlar, gençler, “O bizim de babamızdı” diye gözyaşı döktüler. Sonra ne oldu? Ortam bazıları için çok rahatsız ediciydi. Türk halkı, ortak değerler çerçevesinde bütünleşir gibiydi. Sevgi ve saygı ön plana çıkmış , “Susma, susarsan sıra sana gelecek” sloganları gene başlamıştı. Halkın konuşması da ne demekti? Gündemi değiştirmek gerekiyordu. Annem Nilgün Kışlalı’nın ve onunla beraber kusursuz bir başka Türk vatandaşının hayatını yitirdiği trafik kazasını hatırlıyorum. Dört yıl önceydi. Dümdüz bir yola, hiçbir uyarı işareti koymadan mıcır dökmüşler, sonra da, “Biz işaret koymuştuk. Köylüler levhayı çalmışlar” diyerek işin içinden sıyrılmışlardı. Çaresizlik ön plana çıkmış, yüzsüzlük ve vicdansızlık yine kazanmıştı. “Sistem” çarkları ezip geçiyordu. Sıra baba Kışlalı’ya geldiği zaman da aynı çarklar dönüyordu. Sıra bize geldiği zaman da o çarklar dönecek. Yasama, Yürütme, Yargı ve “Dördüncü Güç”, bu sistemin çarklarının daha sağlıklı, daha uygar dönmesi için sorumluluklarını değişmeyecek. üstlenmedikleri sürece bu gidiş Türkiye bir deprem felaketi yaşıyor. Onbinlerce insan yaşamını yitiriyor . “7,4 yetmedi mi?” diye pankart taşıyanlar; “Bu deprem Tanrı’nın inançsızlara cezasıdır” diyen ahlaksızlar “başıboş mayın” gibi ülkede geziyorlar da, Yasama, Yürütme, Yargı ve basın sessiz kalıyor! On binlerce insanın ruhu Türkiye’ye bakıyor! Utanç verici bir manzara! Ahmet Taner Kışlalı’nın ruhu veya bir süre daha hayatta kalan ailesi ne yapsın? Ortada bir gurur tablosu yok! *** “Türk halkı”nı eleştirenlere, babamın yanıtı hep aynıydı: “Atatürk, devrimlerini bu halk ile, bu halk sayesinde, bu halkın desteğiyle yaptı” diyordu. Başka bir ülkede Mustafa Kemal’in aynı başarıyı gösteremeyeceğine dikkat çekiyordu. Halk yine o halk. Ne yazık ki Atatürk gitti, o’nu savunanlar vuruluyor ve düşmanları cirit atıyor. *** Duygularımı paylaşmak istiyorum... Kışlalı’nın cenazesinde bizi kucaklayan insanlarımızla, “Allah size metanet versin” diye dua eden inançlı kardeşlerimizle, camide, yağmur altında dimdik durup babamızın fikirlerini selamlayan askerlerimizle, gözyaşlarını tutamayan üniformalı bayan subaylarımızla, başörtülü analarla, sivil toplum örgütleriyle, Kemalist Anadolu insanıyla... Ve hatta, bizi neredeyse babamızın mezarına düşürecek kadar itip kakalayan, en özel ve acılı anlarımızda kameralarını, fotoğraf makinelerini en ufak bir saygı ve anlayış göstermeden kullanıp, “insan hakları” kavramını hiçe sayan sevgili meslektaşlarımızla... Türkiye’de “bir şeyler” değil, “çok şeyler” değişmeli. Değişmeli ki, Ahmet Taner Kışlalı “bir şeyler” için değil, “çok şeyler” için can vermiş olsun. Değişmeli ki, örümcek kafalılar, teröristler, Cumhuriyet düşmanları tarihe gömülüp gitsinler, aydın fikirler kalsın. Değişmeli ki, bu ülkenin çocuklarını aydınlık ve uygar bir gelecek beklesin. Türkiye çaresizlik içinde değil. Türkiye birkaç yobaza, birkaç teröriste teslim olacak, teslim edilecek bir ülke değil. Türkiye, pusulasız, bilinçsiz, yeteneksiz kaptanlara emanet edilecek bir gemi de değil... Çare diyalogda, uzlaşmada, barışık yaşamakta, hoşgörüdedir. İnsanlığı yeniden icad etmek durumunda değiliz. İnsanlık, bize Tanrı’nın verdiği bir lütuftur. Beraberinde bir de beyin, akıl ve mantık da verildiğine göre, işimizi, geleceğimizi Allah’a emanet etmeye gerek kalmamıştır. Tanrı’nın verdiği güçle, yine O’nun verdiği görevi yerine getirmemiz, insan gibi yaşayıp, insan gibi öleceğimiz bir ortama erişmemiz gerekiyor. Acıları yeterince paylaştık. Artık mutlulukları paylaşalım istiyoruz. İçimizde kin yok. Korku hiç yok! Biz de şehit çocuğu olduk. Türkiye Cumhuriyeti yaşasın. Bize emanet Atatürk ilkeleri de yaşayacak. Kimsenin kuşkusu olmasın! ………. Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın insani yönünü anlatmaya çalıştığım bu bölümü, o’nun kızlarının o’nu anlatışlarıyla noktalıyorum: Altınay anlatıyor: Annem, Dolunay ve ben, tanıdığımız bir insanın davranışlarından rahatsızlık duyduğumuz zaman şiddetle eleştirir ve sert tepkiler gösterirdik. Babam bizi yatıştırır, “Herkes zaman zaman hata yapabilir. Önemli olan insanın niyetidir” derdi. Bir insan iyi niyetli ise, rahatsız edici de olsa, hoşgörülü olmamız gerekiyordu. Birlikte geçirdiğimiz zamanlar nicelik olarak azalmaya başlayınca, niteliğin artırılmasına büyük özen gösterirdi. Dolunay konservatuvarda yatılı okumaya, ben üniversite sınavlarına hazırlanmaya başlayınca, dördümüzün birlikte geçirebildiği zamanlar ciddi şekilde azalmaya başlamıştı. Babam, bu nedenle, beraber olduğumuz saatlerin nitelik olarak enginleşmesi ve derinleşmesi için bilinçli bir şekilde çaba sarf ederdi. Örneğin pazar sabahı kahvaltıları... Hepimiz yatakta biraz daha uzun süre keyif yapmak isterdik ama babam, muhalefetimize rağmen, tatlı bir baskıyla kahvaltıda buluşmamızı sağlardı. İlk o kalkar, aşağı kata inip güzel bir müzik koyar, çayı demlerdi. Sonra merdivenlerden ayak seslerini duyardık. Odalara girer, perdeleri açar, gün ışığını sızdırır ve “Günaydın minocuklar” diyerek bizi öperdi. Sıcak teni, yumuşak yanakları, mis kokusu ve pırıl pırıl kıyafetleriyle... Pazar sabahı bile traşını olmuş, kokusunu sürmüş, hoş bir kıyafet giyinmiş, derli toplu bir baba... Erken kalkmak içimizden gelmezdi pek ama onun çabasına, iyi niyetine ve yumuşaklığına saygıdan, zar zor doğrulurduk. Yüzümüzü yıkar, saçımızı başımızı toplar, giyinip kuşanıp kahvaltıya inerdik. Sofrayı hazırlar, demlediği çayı yudumlardık sohbet ederek... İyi ki o bu çabaları göstermiş, iyi ki biz de ona uymuşuz. Yaşamımın en güzel, canlı ve sıcak anılarındandır o Pazar kahvaltıları... Güzel, itinalı sofralar hazırlanması, olduğu zaman yurtdışından gelmiş peynir ve şarapların sunulması, güzel bardaklar, mumlar kullanılması onu çok mutlu ederdi. “Kendimi kral gibi hissediyorum” derdi, “En lüks lokantada yiyeceğimiz yemekten daha büyük zevk alıyorum. Allah’a şükürler olsun...” Ve sofrada güzel konulardan söz edilmesi için özen gösterir, fıkralar, ilginç olaylar anlatır, bizleri yüreklendirir, hepimizin sohbet keyfine katılımını sağlardı. Ve mutlulukları hep fotoğraflarla, filmlerle görüntülemek çabasındaydı, unutulmasınlar diye... Mütevazi idi. 90’lı yılların başında, Ankara’da, Kızılay’da arabadaydık. Bir trafik polisi babamı durdurup, oldukça saygısız ifadeyle, “Ver bakalım ehliyetini, ruhsatını. Bak yanlış yerden geçiyorsun. Bir daha dikkat et, e mi?” gibilerden konuştu. Babam polisin her dediğini kibarca yaptı, hiç istifini bozmadan onu dinledi ve yolumuza devam ettik. Dolunay’la birlikte, neden polisin kaba yaklaşımını hoşgördüğünü, neden eski bir bakan olduğunu söylemediğini sorduk ona... “Kızım, bir terbiyesizlik yapmadı ki. Görevini yapmaya çalışıyor” yanıtını aldık. Annem de, babam da, her zaman “çok şanslı olduklarını” söylerlerdi. Evimizi çok sever, “Bu ev bizim mi? İnanılır gibi değil!” der, sonra da uzun yıllar, hep birlikte, torunları da görerek burada yaşamak için dua ederlerdi. Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü o kötü pazar günüydü. Eve telefonlar yağıyordu. Hepimiz şok halindeydik, çok üzgündük. Televizyonun karşısında sabitleşmiştik. Babam, “Tamam artık. Bırakın televizyonu, herkes işinin başına dönsün” dedi. Etrafına toplandık. “Şimdi ne yapacağız? Nasıl düzelecek bunlar? Nasıl sarılacak bu yaralar?” diye sorduk. Yüzünde büyük bir acı ifadesi vardı: “Herkes yaptığı işi en iyi şekilde yapmanın mücadelesini sürdürecek” dedi . “Bireyler önce iki ayaklarının üzerinde doğru dürüst durmayı öğrenecek. Sonra, etki alanını genişletebildiği ölçüde, örgütlenerek başkalarına yardımcı olacak. Motivasyon kaybedilmemeli. Olumsuzluklara odaklaşmamalı...” .......... Ve Dolunay babasını anlatıyor: Ankara’nın biraz dışında oturuyorduk. Otobüs çok sık gelmezdi. Arabamız olduğu dönemde, durakta bekleyenleri muhakkak alırdı babam... Bir defasında arabasına yalnızken üç genç almış ve parasını çaldırmıştı. O zaman bile pes edip, “Artık kimseyi almayacağım” diyebilecekken, “İki, üç genç yüzünden bir sürü insanı potansiyel suçlu yerine koyamam” dedi. O soğukta bekleyen bir sürü insan varken, babamın 23 kişiyi alarak kendi vicdanını rahatlattığını söylerdim. O zaman bana “deniz yıldızlarının hikayesini” anlatırdı: Deniz yıldızlarını dalgalar kumsala sürükleyip atıyormuş. Binlerce deniz yıldızı karaya vuruyor ve ölüyormuş. Adamın biri deniz yıldızlarını alıp alıp suya tekrar atıyormuş. Oradan geçen biri şaşırmış, onu izlemeye başlamış ve dayanamayıp sormuş: “Binlerce deniz yıldızını kurtarmanız mümkün değil. Sizin bu yaptığınız hiçbir işe yaramaz, bir tanesini atmanız neyi değiştirir ki?” demiş. Adam eğilmiş, bir deniz yıldızını eline alıp denize attıktan sonra, “Onun için çok şey değişti!” diye yanıt vermiş... Babamın bir çok davranış biçiminde bu felsefe geçerliydi. Örneğin, Ankara´nın bir köşesine ağaç dikilse, dünyanın en mutlu adamı oluveriyordu. “Aman baba, iki ağaç dikildi diye Ankara İsviçre mi olacak?” derdik ve yine “deniz yıldızı”nı dinlerdik! Bu deniz yıldızı hikayesini yıllarca, çeşitli vesilelerle dinledik. Geç de olsa anladık. Bakanlık dönemi çocukluk çağıma damgasını vurdu ve bende bazı izler bıraktı. İzmir milletvekiliydi. Çok sık İzmir´e giderdi. Bir gün trenle dönecekti. Haberlerde, tren kazası olduğunu ve yolculardan ölenlerin bulunduğunu duyduk. Babamın döneceği saatteki tren... Annem ağlamaya başladı. Televizyonun karşısında babamın isminin geçmesini bekliyor, biz de yanında, acaba babamız öldü mü diye bekliyoruz... Aradan saatler geçti, korkunç bekleyiş babamın gayet sakin telefon edip “Karıcığım, toplantılar uzadı trene yetişemedim. Beni merak etme bir sonraki trenle geleceğim” demesiyle son buldu. Terör korkusu, babamın ölmesi veya öldürülmesi korkusu vardı içimizde... O dönemde köpek havlamalarından çok korkardım. Sokak köpekleri çoktu ve geceleri havlarlardı. Köpekler havlayınca teröristler gelecek sanırdım. Evde herkes, köpekler havlamaya başlayınca gerilirdi. Apartman kapısının önünde bir koruma bulunurdu. Ama buna rağmen, bizimkiler dışarı çıkarken hep bizi sıkı sıkı tembihlerlerdi: “Kapı çalınırsa arkasında durmayın, mutfağa girip öyle `kim o` deyin. Kapıyı tararlarsa arkasında bulunmayın!”... Sabahları evden hep beraber çıkardık. Önce annem çıkar arabanın motorunu çalıştırır, o esnada biz apartmanın içinde beklerdik. Arabada bomba patlarsa bize bir şey olmasın diye... Bu alışkanlık yıllar sonra da sürdü. Annem hep babamın öldürüleceği endişesini taşıdı. En ufak ayrıntılara bile dikkat ederdi. Özellikle de Uğur Mumcu öldürüldükten sonra... Ben annemi biraz paranoyak buluyordum ama zaman onu haklı çıkardı. Babama koruma istemesi için baskı yapıyordu. Babam da bu korkuyla yaşamanın anlamsız olduğunu, öldürmeye karar verdilerse, koruma olsa da zorlanmayacaklarını söylerdi. Sanırım çocuk yaşta böyle şeylere muhatap olmanın sonucu, 1314 yaşıma kadar yalnızlıktan korktum. Rüyalarımda teröristler gelip evimize girerdi. Ben hep babamı korumaya çalışırdım ve gözlerimin önünde onu tararlardı. Kanlar içinde babamı kucağıma alır, sarılırdım. Bir gün, babamın bakan olduğu dönemde, evdeyiz. Kapının önünde sürekli koruma var. Herkes evlerindeydi, sanırım haftasonuydu. Birden apartmanın içinde bir silah patladı. Babam hemen bizi kapıdan uzaklaştırdı. Bir süre apartmandaki sesleri dinledi, çıt yok... Kimse korkudan kapıları açamıyor. Sonunda babam soluğunu tutarak kapıyı yavaşça aralayıp korumanın hayatta olup olmadığını kontrol etti. Sonra anlaşıldı ki koruma görevlisi, silahını temizlerken yanlışlıkla tetiğe basmış... Çok tatlı ve ilginç bir adamdı o koruma görevlisi... Babama büyük saygısı olduğundan sürekli ceketinin önü ilikli ve babamın gözünün içine bakarak yürürdü. Babam da onu kırmadan, tehlikenin başkalarından geleceğini, dolayısıyla kendisine bakmaktansa etrafı kollamasının yararlı olabileceğini ve önünü ilikli bulundurduğu sürece, gerekli durumda silah çekmekte gecikeceğini ifade ederdi. Terör ve öldürülme endişesi kara mizah konusu oluyordu bazen aramızda... Babam yaşadığı bir olayı çok anlatırdı: Bakanlığı döneminde, bir gezi sırasında, ormanlık ve ıssız bir alanda makam arabası arıza yapmış. Şoför panik olmuş ve arızayı gidermekte zorlanmış. Bunun üzerine babam, onu rahatlatmak için yürüyüş yapacağını ve temiz hava alacağını söyleyerek, korumasıyla beraber, ıssız ormanda yürüyüş yapmaya başlamış.Birden, ateş etrafında toplanmış eşkiyalara rastlamışlar. Atlar, üzerlerinde makineli silahlar, bazukalar... Hemen korumasına dönmüş ve doğal davranmasını söylemiş. Tek ümidi de tanınmamak, çünkü ellerinden kurtulma şansları hiç yok... Issız ormanın ortasında, iki takım elbiseli adam, sakin bir şekilde selam verip oradan uzaklaşmaya çalışırlarken, eşkiyalardan biri “Sayın Bakanım” diye bağırmış. “Eyvah” demiş babam, kendi kendine... “Eşkiyalar” hemen başına üşüşmüşler, hal hatır sormaya, saygılar sunmaya başlamışlar. Ve anlaşılmış ki, orada bir eşkiya filmi çevrilmektedir, bunların hepsi aktördür... Çok gülerek anlatırdı bu olayı ama çok korktuğunu da saklamazdı babam... Ortaokuldayken Nazım Hikmet hayranı olmuştum ve her gece onun şiirlerini okuyup uyuyordum. Sabahları, daha babam yatağındayken yanına gidip, Nazım Hikmet’in o gece keşfettiğim bir şiirini okuyordum, heyecanla... Her seferinde, bu şiirleri ilk kez duyuyormuş gibi yapar, heyecanımı paylaşırdı. Nazım´ın, Kız Çocuğu şiirini ağlayarak okuduğumda, onun da gözleri dolmuştu... O dönemde, edebiyat hocam bir sınıf ödevi verdi. İstediğimiz bir şair veya yazarın hayatını anlatacaktık. Hiç tereddütsüz, Nazım Hikmet´in hayatını yazmıştım, çünkü biliyordum. Hocam o zaman bana bu ödevi kabul edemeyeceğini, çünkü Nazım Hikmet´in okullarda okutulmasının “yasak” olduğunu anlattı. Sanıyorum “yasak” kelimesiyle o gün tanıştım... Hemen babama gittim ve isyan ettiğimi, hemen müdüre çıkıp durumu düzeltmesi, acilen bir şeyler yapması gerektiğini söyledim. Beni dinledi ve Nazım’ın yasak olduğunu bildiğini söyledi. İyice şaşırdım. Bu kadar insancıl bir adam nasıl “yasak” olurdu? Bana o zaman komünizmin de faşizm gibi uç bir ideoloji olduğunu ve teoride mükemmel görünse de, uygulamada, aşırı uçlarda, hoşgörünün iyice azaldığını, bağnazlığın arttığını ve insanların daha kolay kan döktüklerini anlatmaya çalıştı. Ama yasaklanmayı bana kolay kolay izah edemedi çünkü evimizin kitaplığında her çeşit kitap ve bu arada Nazım’ın tüm eserleri bulundurdu. Pazar kahvaltılarımız bazen saatler sürerdi. Hafta içi zaman darlığından birbirimize anlatamadığımız olaylar, duygular bir bir anlatılırdı. Sonra da beraber bahçeye çıkıp bitkilerin bir haftada ne kadar büyüdüğünü gözlemler, yeni açan çiçekleri teftiş ederdik. Babam kız çocuk sahibi olmanın bir baba için dünyanın en güzel şeyi olduğunu söylerdi ama kız çocuk yetiştirmenin zorluklarını da yaşadı hep... Ben, 12 yaşımda babama gidip, “Ben âşık olamayacağım” diye yakındığımda, sakin bir şekilde, paniğe gerek bulunmadığını, henüz genç sayılabileceğimi, içimde çok sevgi olduğu için günün birinde mutlaka âşık olup mutlu bir evlilik yapacağımı anlattı. “Ya âşık olduğum adamdan sıkılırsam” dediğim zamansa, bunalmış bir halde, bana sevginin erdemini anlatırdı uzun uzun... Altınay genç kız olduğu zaman babam ona “genç kızların cinsel sorunları” konulu bir kitap ile bir gül hediye etmişti. Ben de “genç kız olacağım günü ” iple çekmiştim, aynı kitapla gül gelsin diye... O gün, müjdeyi annemden önce babama vermiştim ki kitapçıyla çiçekçi kapanmadan yetişsin... O zaman bana çok doğal gelen bu zarif yaklaşımın, aslında çok az genç kıza nasip olduğunu farkettim. Bir çok genç kızın büyük utançlar yaşadığını, ailelerine söylemek bir yana, başlarına ne geldiğini anlamadıklarını ve ileride kadın hayatlarını olumsuz etkileyecek deneyimlerden geçtiklerini gözlemledim. Ve babamın öldürülüşü... Günler, saatler birbirine girmişti. Kocam beni ve Altınay’ı bu acıya dayanmaya, güçlü olmaya hazırlamak için çırpınıyordu. İçimizdeki acı, dışa kızgınlık olarak yansıyordu ve bu kızgınlığa çoğu kez en yakınımızdakiler maruz kalıyordu. Yakın çevremizdeki insanlara karşı kırıcı olabiliyorduk. Altınay’la, birbirimizi kontrol etme kararı aldık. Birimizde hatlar koptuğunda, diğeri onu kontrol altına alıp sakin olmasını sağlayacaktı. Özellikle cenazede, başımız dik durabilmeliydik. Nilüfer de iyice halsiz düşmüştü. Cenazede onun da yıkılmasını önlemeye çalışacaktık. Canilere keyif verecek umutsuzluk görüntüsü yansıtmamalıydık. Ama öylesine bir acı vardı ki içimizde... Öğrencileri bize çok güç verdiler. Onları gördük, pek çok kardeşimiz olduğunu fark ettik. Gurur duyduk. Çökmeyecektik, çünkü o cenazeye gelen insanların gözlerinin içindeki sevgi, şefkat ve ayakta kalabilmemiz için okunmuş duaları görüyorduk. Atatürk Bulvarı´nda yürürken, etrafımdaki insanların gözlerine baktım, onlardan müthiş bir enerji aldım, kardeşlik duygularını sineme çektim. Bunları ifade etmek pek zor. Sanki bu insanlar, paramparça olmuş yüreğimizi sevgileriyle onarmaya çalışıyorlardı bakışlarıyla... Herkese tek tek sarılıp, onları teselli etmek istiyordum... Camiye gelindi sonra... Aile için ayrılmış bir yer vardı. Bulunduğumuz o yerden, cami avlusuna gelen devlet büyüklerini göremiyorduk ama alkışları veya atılan sloganları duyuyorduk. Altınay ile birlikte, atılan sloganlardan yola çıkarak, gelenin Cumhurbaşkanı mı, Başbakan mı, muhalefet lideri mi, asker mi olduğunu tahmin etmeye çalışıyorduk. Kimi zaman protesto, kimi zaman alkışlar oluyordu. Birden olağanüstü bir alkış ve tezahürat koptu. Kulakları patlatan bir alkış... Sevgi dolu sloganlar. Tüylerim diken diken oldu. Altınay´la birbirimize baktık. “Sivil asker herkes geldi. Bu alkış, bu kıyamet, bu sevgi kime?” Arkamızdan bir ses kulağımıza eğildi ve konuştu: “Babanız geliyor...” Babamız geliyordu, bir tabut içinde... ....... Seven, sevilen bir babam vardı benim... Gurur duyuyorum. SONSÖZ (EKİM 2013) Değerli okuyucu, Nilgün Kışlalı ve Ahmet Taner Kışlalı, gerçekten de "gurur duyulacak" anne ve baba, kayınvalide ve kayınpederdi. Onları tanımak, onlarla yaşamın bir kesitini paylaşmak olağanüstüydü. Türkiye'deki sosyal ve siyasi gelişmeler karşısında umutsuzluğa kapılan bir çok insan bana, "Şimdi Kışlalı'nın kemikleri sızlıyordur" derler. Umarım yoktur böyle bir "kemik sızlama" olayı, yitirilenler için... Eğer varsa, Kışlalıların "kemiklerini sızlatacak" öyle şeyler oldu ki, siyaset falan solda sıfır kalır! Çünkü onlar her şeyden önce "insan"dı ! Fazla uzatmayalım: Ne oldu biliyor musunuz? Size bu kitapta sevgiyle anlattığım karım beni terk etti ! Hem de nasıl ! Elinizde tuttuğunuz veya internetten okumakta olduğunuz bu son baskıya sonsözü, bir “itiraf” olarak kaleme alıyorum. Kışlalı’lara “vefa borcu” olarak yazdığım bu kitabın bu sonsözünde, okuyucuya vefa borcumu ödemek için öykünün devamını anlatmalı ve belki de özür dilemeliyim diye düşünüyorum. Çünkü sizler, aktardığım aşk hikayesine içtenlikle inandınız; örnek aldınız; çocuklarınıza örnek gösterdiniz. O kadar inandınız ve güvendiniz ki, bu kitap, Güneydoğu’da şehit olan askerlerimizin bazılarının üzerinde de bulundu; gençlerimizin okul çantalarında da… “Kızımı sizlerle tanıştırmak istiyorum; sizi örnek almalı” diyerek İzmir’den Brüksel’e gelen bir anneyi de tanıdık… İnanmıştınız bu olağanüstü aşk hikayesine… İtiraf ediyorum: Ben de inanmıştım. Tam yirmi yıl, günde 24 saat, aralıksız bir coşku, sevgi, güven, mutluluk, dayanışma… İtiraf ediyorum: Bunu yaşadım ben… Karım bana bunu yaşattı… Kazalar, cinayetler, ölümler, hastalıklar yanında asil mücadeleler, anlık mutluluklar, yoğun paylaşımlar… Yeni kitaplar, şiirler, şarkılar… Toz kondurmam bu yirmi yıla… Muhteşemdi. İnanmıştım bu aşk hikayesine, çünkü yaşamıştım. Sonunu da yaşadım, inanamıyorum. İtiraf etmeliyim; bu kitabın ve yazarının sonu; sözkonusu aşk hikayesinin sonu o kadar kötü oldu ki, “Acaba” diyorum şimdi, “Okuyucu gençlere, askerlere, kadınlara, erkeklere yanlış mesajlar mı verdim; yanılttım mı onları?..” “Ya bizi örnek almaya çalışan binlerce insandan bazılarının sonu da bizimki gibi olursa?...” “Sonumuzun ne olduğunu anlatmak dürüstlüğünü göstermeliyim” diye düşündüm. cesaret ve Bu sona nasıl gelindiğini anlatamayacağım, çünkü ben hiç anlamadım. ……… Şimdi bir kitap yazıyorum, yavaş yavaş… Kendi yaşamöykümü kaleme alıyorum bu kez… Yakında okursunuz, isterseniz. Şimdilik kısa keseceğim. “Nilgün” – “İki Türk’ün Ölümü”nün bu baskılarınının sonsözünde size bir “hikaye” anlatacağım ama bir sorunum var: Ben roman yazmayı, hikaye anlatmayı bilmem ! Dedim ya, hayal gücüm o kadar kuvvetli değildir. Bugüne kadar yazdığım tüm kitaplar belgeseldir, gerçek yaşamöyküleridir, araştırmalarımdır, yaşadıklarımdır. Görmediğimi, yaşamadığımı yazamam ben, yok böyle bir yeteneğim… Deneyelim bakalım, “hikaye” yazmayı... Şimdi size öyle bir “hikaye” anlatacağım ki, “Yok artık, bu kadar da olmaz” diyeceksiniz; seneryoyu çok gerçek dışı bulacaksınız. Hiçbir televizyon dizisinde görmediğiniz; hiçbir roman kurgusunda okumadığınız bir “hikaye” olacak bu… Böylesine inanılmaz, mantık dışı bir senaryoyu kimse kabul etmez. Ama “yazar” değil miyim, yazacağım. ……… Bir varmış, bir yokmuş. Uzak ülkelerden birinde yaşayan bir adam ile Türkiye’de yaşayan bir genç kızın yollarını kesiştirmiş Tanrı… Birbirlerine âşık olmuşlar, hem de nasıl !.. Büyük mücadeleler vermişler birliktelik için, hem de nasıl !.. Kitaplara, gazetelere, televizyonlara, şiirlere, şarkılara aktarılmış onların aşk öyküleri yıllarca… Uzun, çok mutlu bir evlilik sürecinde ağır şeyler yaşamışlar yaşamasına ama her zorluğu aşmışlar; öylesine bir sevgi, öylesine bir güven, öylesine bir dayanışma… Yirmi yıl akıp gitmiş; saydam, pürüzsüz… Kavgasız, dövüşsüz... Adam, 35 yıl önce gittiği Batı Avrupa’dan, yorgun düşünce, “Dönelim artık Türkiye’e” düşüncesi ağır basmış. Dönmüşler, genç karısıyla birlikte… Emekli olmuş adam, gazetecilikten... Bir de güzel iş kurmuşlar, keyiflerine, sevgilerine, dostluklarına diyecek yok. Her şey, her zamanki gibi “mükemmel”… Müzik, şiir, kitap, şarkı, doğa, dostluklar… Hikaye bu ya, garip bir işaretle gözükmüş sonun başlangıcı… Yıl 2011, son ay… Adam, havaalanında, birkaç dostla yemek yedikten sonra, aynı alandaki işyerine doğru yürümeye başlamış, yalnız, gecenin bir saati, alan bomboş… Birden durmuş, tüm vücudunda dayanılmaz bir acı… Neye uğradığını şaşırmış, çökmüş yere… Felç durumu… Kırkbeş dakika sürmüş bu… Bilmemkaçıncı denemesinde kalkmış nihayet ayağa ve sürünerek gitmiş, gideceği yere… Önce kimseye söz etmemiş bu olaydan, “Karım duymasın, endişelenir” kafasıyla… Sonra, dost bildiği bir iki kişiye anlatmış olayı, karısına aktarılmaması koşuluyla… Konu kapanmış. Daha doğrusu adam öyle zannediyormuş. Aradan bir ay geçmiş, keyifler gene yerinde… 2012 başında düşmüş doktorların eline, gariban… Bir sorun var ama teşhis koyulamıyor. Yılın ilk altı ayında altmış kadar doktor, uzman görmüş adamı, çeşitli hastanelerde… Teşhis yok ! Kemik erimesi sorunu zaten biliniyor, pek önemsenmiyor. Fıtık bulunmuyor, iç organlarda sorun yok, bir iki deneme ameliyatı sonuç vermiyor. Adam zor yürüyor. Kasap gibi doktorların, büyük profesörlerin elinden de geçiyor hastamız. Ve birden, o zamana kadar neden görülmediği anlaşılamayan ağır bir bel fıtığı teşhisi koyuluyor, sinirlerin sıkışıp perişan olduğu anlatılıyor. Ertesi gün acil ameliyat… İyi sonuç veriyor bu girişim, toparlıyor hasta, çıkıyor hastaneden, yürüyor. Bu süreçte gözden kaçan bir şey var: Kadın çok üzüldü, çok yoruldu, yıprandı… Belki de sevdiği kocasını kaybetme korkusu yaşadı, ne de olsa kendisinden yirmi yaş önde o… Her şey normale dönüyor gibi gözükürken kadın, işbaşında kalan kocasına bir mail gönderiyor, gittiği yazlıktan : “Sevgilim, seni çok seviyorum. Birlikte yaşadık, birlikte öleceğiz. Ben depresyona girdim. Bunun seninle hiç ilgisi yok. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var…” “Deneyimli” olduğunu zanneden adam pek bir şey anlamıyor bundan… Yoruldu karısı; dinlenmek, yalnız kalıp kafa dinlemek en doğal hakkı… Aradan birkaç gün geçiyor. Karısının yazlıkta dinlenmekte olduğunu düşünen, işleri sürdüren adam, o’nu rahat bırakmak gereğini ön plana çıkarmışken bir mail daha geliyor: “Ben özgürlüğümü keşfettim. Bir araba kiraladım, Kuşadası üzerinden Bodrum’a gidiyorum…” Adam salaklaşmış durumda… Bayan arkadaşlarına koşuyor, “Ben bir şey anlamadım, siz anlamayı deneyin” diyerek… Ve haber geliyor ki kadın, Bodrum’da bir otel odasına kapanmış, ağlamakta, ağlamaktadır. Açıyor telefonu karısına, “Ben İstanbul’dan, sen Bodrum’dan hemen hareket edelim, yazlıkta buluşup konuşalım…” Tamam… O günün gecesi buluşuyorlar, teknede… Adam bir şeyler anlamaya çalışıyor ama garip bir gerginlik var. Kadın ağlıyor, ağlıyor. Nedenini anlatamıyor. Geceyarısından sonra, adam her zamanki gibi kendinden ve karısından emin, “Hadi evimize gidelim” diyor. Kadın, “Hayır” yapıyor, başını çevirerek : “Ben teknemde uyuyacağım!” “Teknemizde uyuyalım” değil… “Ben teknemde uyuyacağım…” Gözlerine, kulaklarına inanamayan adam, “Peki o zaman” deyip biniyor arabasına, İstanbul’a dönüyor. …….. Aradan birkaç gün geçiyor. Ortak “arkadaşlar” haberi getiriyor: “Karın bir psikoloğa gidecek ama İstanbul’da, seninle aynı evde kalmak istemiyor şimdilik… Sen yazlığa git, o gelsin…” “Olur” yapıyor adam, çaresiz, şaşkın, biraz da bitkin artık… Anlamıyor ki bir şey ! Kendisine yönelik bir suçlama olsa anlayacak, konuşacak. Yok ! Gidiyor yazlığa, bekliyor bir haftadan fazla, sıkılıyor, üzülüyor ama sabrediyor. Daha da sabredecek ama emboli sorunu var. Uyarılmış durumda, belirli işaretler; şişmeler, kasılmalar falan olursa derhal acile gidecek… Önce İzmir’de gidiyor acile, orada sorun ciddi gözükünce İstanbul’daki hastanesine koşuyor. Hemen yatırmak istiyorlar, reddediyor. Hastaneden bir kağıt imzalatıyorlar ona, sorumluluğu defetmek için… Ve evine dönüyor, karısının yanına… Bir süre geçiyor ama kadın hiç mutlu değil, erken dönen kocasından… Bilmiyor ki adam emboli alarmı yüzünden dönmüştür… Dokunmuyor, bakmıyor kadın kocasına… Birkaç gün geçiyor, aynı yatakta, buz gibi… Ve bir gece… “Ben artık farklı bir kadın oldum. Sen kendine başka partnerler bul” sözleriyle sarsılıyor adam, tam uyku öncesi… Ertesi sabah, çok erken bir saat… Adam müthiş acılar içinde uyanıyor, ayağa kalkamıyor. “Sen rahatsız olma” diyor karısına, sürünerekten, doğru acil servise… Şiddetli travma, hemen ameliyata… Bir ameliyat, iki ameliyat, üç ameliyat… Enfeksiyon… Ameliyat, narkoz, morfin, antibiyotik… Adam artık yüzde yüz yatalak… Hastane odasında, acizliğin ve muhtaçlığın doruğunda, kendinden utanç duyan erkek, karşısında alaylı bir gülümsemeyle maskelenmiş karısını bulup şu üç kelimeyi işitiyor, hayatında unutamayacağı : “Ben sana bakamam…” Devamı da var bunun ama şok yetti: “Ben sana bakamam. Yazlıktaki hizmetçiyi buraya getireceğim, parasını ödeyeceğim, o sana baksın. Ben depresyondayım…” Yanıt yok tabii… Geliyor "hizmetçi", felç durumundaki adamın altını temizlemek, ona “bakmak” için… Kocasını yeni kaybetmiş, iki çocuğunu İzmir taraflarında bırakmış, bir gözü görmeyen ama “Abi benim sana vefa borcum var, ben sana bakarım” diyen “köylü” “hizmetçi”… Haftalar geçiyor. Adam müthiş fiziksel acılar içinde… Ruhsal durumdan söz etmeyelim. “Pasif intihar” durumu… Bir ameliyata girerken doktorlara yalvarıyor, “N’olur beni uyutun ve bir daha uyandırmayın!..” Çünkü düşünüyor ki, en kötü durumda cehenneme gidecektir ve orada böylesine bir acı yaşanması ve yaşatılması mümkün değildir… Hiç kıskanç olmayan adam, hayatında ilk defa birisini kıskanıyor: Vefat eden bir arkadaşını… Bir doktor ağlıyor adama bakarak, çaresizlikten… Hemşireler ağlıyorlar, gülümseyerek acı çeken bu hastanın karşısıda… İzmir’den getirilen “temizlikçi” kadın ağlıyor, her gün, her gece… Adamın karısı artık az uğruyor hastaneye ve geldiğinde uzaktan gülümsüyor sadece… “Benim ilacım sensin” diyor adam o’na, “Gel seni bir koklayayım…” Koklatıyor boynunu; öpmeden, dokunmadan, tiksinerek… Öldü, ölecek adam… Tek istediği de bu… Ama ölmüyor ! Herkes şaşkın… Adam iyileşmiyor ve ölmüyor. Kıvranıyor, çırpınıyor, inanılmaz acılarla gülümsüyor… Ölmüyor… “Biz yapabileceğimiz her şeyi yaptık” diyor doktorlar heyeti… “Siz iyileşmek istemiyorsunuz… Hastaneden çıkmak istemiyorsunuz…” “Evet” yapıyor adam, “Doğru, çünkü çıktığımda çok kötü şeyler olacağını hissediyorum…” …….. 2012 yılının son ayına girilmiştir. Adam tam yatalak… Koyuyorlar bir ambülansa, evine gönderiyorlar, sedyeyle… Yerleştiriyorlar bir koltuğa; yatağa yatması mümkün değil… Ölecekse evinde ölsün, yapacak bir şey kalmadı… Eve dönüşün ertesi gününden itibaren, evin kadını sabah çok erken çıkıp gidiyor, geceyarısından sonra dönüyor. Adamın yanında “vefakâr temizlikçi”… On gün böyle geçiyor. Onuncu gün, zaten uyuyamayan adam, sabahın köründe çıkmakta olan karısına soruyor: “Ne zaman döneceksin?” “Akşam, 18.00 gibi dönerim…” Akşam oluyor. 18.00… 19.00… 20.00… Kadın evine gelmiyor. Gece 23.00.. Adam telefonu açıyor, zorlukla… “Neredesin?” “Arkadaşlarda kahve içiyorum…” “Eve gel, konuşalım…” Geliyor kadın, giriyor kocasının kaldığı yatalak odasına, elinde bir bardak viski, bir sigara, müthiş alaylı ve aşağılayıcı bir gülümsemeyle… Oturuyor kocasının uzağına… “Sen ne istiyor, ne bekliyorsun?” diye soruyor adam. “Ayrılmak istiyorum, senin iyileşmeni bekliyorum…” “Ölmeni bekliyorum” demiyor, oysa komşulara söylemiş, “Fazla ömrü kalmadı” diye… "Neden ayrılmak istiyorsun?" "Boşver !" Adam yorgun, bitkin ve biraz da öfkeli artık: “Beklemene lüzum yok. Üç gün içinde evi terk et, avukat bul, hemen boşanalım. Tek koşulum var: Birlikte yaşadığımız yirmi muhteşem yıla asla saygısızlık etmeyeceksin ve beni terk etme kararının sorumluluğunu üstlenip sonuçlarına katlanacaksın. Hiç kimseye, ‘Biz boşanma kararı aldık’ demeyeceksin. ‘Ben kocamı terk ettim’ diyeceksin… İstediğin her şeyi al ve git !” Tamam… Hikayemizin en inanılmaz bölümü burada yaşanıyor: “Tamam” diyerek çıkıp giden kadının arkasından bakmıyor yatalak adam… Koltuğunda… Hareketsiz… Karşısında “vefakar, bitkin, hüzünlü bakıcı” kadını… Gözlerini kapatıyor. Ve aylardır ilk defa uyuyor adam, tam 13 saat… Uyanıyor. Karşısında “bakıcı” kadın… Ellerini koltuğun iki tutanağına bastırıyor adam… Ve ayağa kalkıyor ! Ayağa kalkıyor, aylardır ilk defa ! Temizlikçi, bakıcı köylü haykırıyor, şaşkınlıktan, mutluluktan : “Abi… Abi…” Kadın baygınlık geçiriyor gördüğü karşısında… Adam ayakta !.. Hayır, yürüyemiyor, tuvalete gidemiyor. banyo yapamıyor ama ayakta ! Bunun ne demek olduğunu, ancak yüzde yüz yatalaklığı aylarca yaşayanlar anlayabilir. Sanki adamın sırtından tonlarca yük kalkmıştır… ……… Aynı gün, yatalak kocasını terk eden kadın geliyor, bir avukat arkadaşla… Yirmi yıllık “biricik” kocasının ayağa kalktığından mutlu mu, ölmemesinden mutsuz mu bilinmez. "Umurunda değil" artık… Öyle diyor: "Ben farklı bir kadın oldum. Hiçbir şey umurumda değil!" Bilinçsiz ve yeteneksiz bir psikoloğun, işin içinden çıkamayınca dayadığı güçlü, zararlı sakinleştirici ilaçların etkisi : "Dünya umurumda değil!" Avukatla ön görüşmeleri yapmış zaten… Adam, “İstediğin her şeyi al ve git” demiş zaten… Noterler eve gelecek, kağıtlar imzalanacak, “dostane boşanma”… Kadın arkadaşlarıyla eve gelip eşyalarını topluyor, ambalajlıyor, götürüyor, güle oynaya… Adamın başka kentten gelen ablası bu manzaraya gıcık olup, “Gülecek, eğlenecek ne var?” diye bunları payladığında yanıt hazır: “Sinirden gülüyoruz…” Gülün bakalım. Son gülen iyi güler… Bu arada öfkeli komşular, akrabalar çıkışıyorlar kadına : “Yahu bu adam sana yıllarını verdi, en kötü günlerinde yanında oldu, seni ölesiye sevdi. Nasıl terk edersin, bu halindeyken ?.. Nasıl onu beş parasız bırakırsın, o sana her şeyini vermişken?” Yanıt inanılmaz: “Bir şey istemedi ki ! İsteseydi; iyileşinceye, kendisine bir iş buluncaya kadar o’na para verirdim…” Vay be ! Acımasız, isyan halindeki bir komşu soruyor: “Sen kimin parasını kime veriyorsun ? Hayatında ne zaman para kazandın sen ?” Bunları duyunca öfkeleniyor adam da ama kâbus bitsin istiyor. Hiçbir şey anlamamıştır ve hiçbir şeyin değeri kalmamıştır onun için... Taptığı kadın o’nu yatalak halinde terk etmektedir. Adam öyle zannediyor. Aldatıldığından henüz habersiz… Kadının başka bir adamla, evlerine girip çıkan bir komşuyla yaşamaya başladığından henüz habersiz… O komşu ki, terk edilen adamla aynı yaştadır ve o hastanedeyken, birlikte yaşadığı hanımı terk etmiştir, yeni birlikteliğini saklamak gereği bile duymadan… Sonradan anlaşılacaktır ki, cenaze ve düğün hazırlıkları paralel yürütülmüştür. Adam ölemediği için cenaze işi yatmıştır ama düğün işi birkaç ay içinde gerçekleşmiştir. …… Boşanma on günde gerçekleşiyor. Adam artık koltuk değnekleriyle yürüyebiliyor. Hikayemiz burada son bulmalı, değil mi? Bulmuyor. Boşanmadan bir ay kadar sonra adamın evine polisler geliyor, o’nu gözaltına alıyorlar, Savcılığa götürüyorlar. Kadın şikayette bulunmuş: “Kocam beni tehdit ediyor, korkuyorum…” Adam gene şaşkın. Savcılıkta ifadesini veriyor. Nereden çıktı bu? Salıveriyorlar. Ve adam, takılan koltuk değneği yüzünden düşüyor. Kalçasını kırıyor, fena halde… Ambülans, hastane, acil ameliyat. Çok güzel bir protez, sağ bacağın yarısı gidiyor, haftalarca hastane, yatalaklık… Eve dönüyor, tekerlekli sandalyede… Evi polisler basıyor, silah arıyorlar. “Silah var mı?” “Var” diyor adam gülerek, “Kalemimdir benim silahım…” Ve eline bir belge tutuşturuyor polisler: Bir mahkeme, adam hastanedeyken, gıyabında kendisini yargılamış ve “Kadına Şiddet” hükmü giydirmiştir ! Adam gene şaşkın… İtiraz ediyor bu karara… Gelen yanıt inanılmaz: “Bu, şikayet üzerine, ‘usulen’ verilmiş bir karardır. Doğrudur.” “Usulen” mahkumiyet, “Kadına Şiddet”ten… Altı ay süreli bir mahkumiyetmiş bu… O sürede adam zaten hasta, zor yürüyor. Kadın düğününü yapıyor. Hedefine ulaştı mı? Bitti mi bu hikaye? Sıktı artık, di mi? Bitmedi… Günler geçiyor, kadının komşuyla düğün işi tamam ama adamın kapısı gene çalıyor. Bir mahkeme çağrısı… Daha önce Savcılığa giden şikayet, aynen, mahkemeye gitmiş. Dava başlıyor. Şikayet bölümünde adama yönelik suçlama: “Hakaret ve basit tehdit”… Adam son süreçte öyle şeyler öğrenmiştir ki, artık yaşamın bu beklenmedik cilvelerine gülmektedir. Pek çok insanın öfkesi o’na yönelmiştir: “Bu kadar da âşık olunmaz ki! Bu kadar da taviz verilmez, susulmaz ki!” “Kol kırılır, yenin içinde kalır…” “Delidir, ne yapsa yeridir…” Ve son darbe geliyor: Adam, biricik karısının kaza ve teröre kurban giden ana babasının anılarını yaşatmak için kitaplar yazmıştır. Ayrılırken de, bu kitapların yayın, basım, dağıtım haklarını, kurulan şirketle birlikte eski karısına bırakmıştır. Ve bir gün öğrenir ki, kitapların satış ve dağıtımı durdurulduğu gibi, binlercesi imha edilmiştir! Yıllardır, onbinlerce insanın alıp okuduğu kitaplar artık yoktur. Hikayemizi burada noktalayalım mı? Bu hikayeyi yazanın ve okuyanların kafasına, çok haklı olarak, bir soru işareti takılacak : "Ne yaptın arkadaş ? Sen ne yaptın da böylesine beklenmedik bir şekilde, böylesine bir durumdayken, seni çok seven bir kadın tarafından terk edildin?" "Ne yaptın da, yirmi yıllık saydam mutluluk, birkaç günde tuzla buz oldu?" Yanıt yok ! Adama söylenen tek kelime, "Boşver" oldu. Ekinde de, "Ben artık farklı bir kadın oldum. Seni sevmiyorum. Dünya umurumda değil !" "Yaş farkı sorunu" dediler, damat tam adamla yaşıt çıktı ! Bir üstünlüğü, evlilik deneyimlerinin fazlalığı... Aynı hanımla iki defa evlenip boşanmış olması yeter... Yıllardır evine girip çıktığı komşusunun hastalığı döneminde, birlikte yaşadığı, “evlat edinelim” diyerek birliktelik umutları verdiği güzelim ve sevgi dolu hanımı terk edip, komşu karısına yavşama kişilik ve yeteneğini göstermesi yeter... Bu alanda da deneyimli zaten... Ama gönül ferman dinler mi? Kimin kime yavşadığı; kimin kimin elinde oyuncak olduğu bilinir mi? Demektir ki adam sorunu kendinde aramalıdır; komşuda, hastada değil... Adam demektedir ki, “Aldatılmak, yatalak halde terk edilmek, ihanet, iftira… Hepsini kabulleniyorum. Şüphesiz bunları hak etmişimdir. Ama kabul etmeyeceğim iki şey var: Ben ‘Kadına Şiddet’ten hüküm giyecek adam değilim. Ben, kitapları çöpe atılacak adam değilim…” “Hukuka güveneceğim” diyor, “Bir de kalemime…” Artık koltuk değneklerine hiç ihtiyaç duymadan yürüyebilen, araba kullanabilen adam, bardağın taşması üzerine, her mahkemede bizzat hazır bulunacak ve kendini, onurunu savunacaktır. Başka bir seçeneği de yoktur zaten… “Davacı” değil, “Davalı”dır ! Saldırıda değil, savunmadadır. “Dünyanın en aşağılık ve nankör kadını tarafından terk edildim” demiş, bu nedenle yargılanıyor! Öküz! Böyle bir şey nasıl söylenir, yazılır? Hani çok seviyor, çok sayıyordun? Ne yaptı ki sana, "aşağılık", "nankör" dedin, densiz ! Şimdi çıkacak Yargı Gücü’nün önüne ve binlerce özür dileyecek. Diyecek ki: “Bir kadını ölesiye sevdiğim; her şeyimi o’na adadığım için özür dilerim. En kötü günlerinde o’nu terk etmediğim, yanından ayrılmadığım için; yirmi yıl boyunca, her sabah uyandığımda, ‘Bugün ne yapsam da karımı mutlu etsem’ diye düşündüğüm; yaşadığı derin acıların derin yaralarını sarmak için çaba harcadığım için özür dilerim. Daha ağır suçlarım da oldu: Hastalandım, komalara girdim, bilmemkaç ameliyat oldum, tam yatalak kaldım; özür dilerim. O dönemde aldatıldım, terk edildim, özür dilerim. Boşanmak isteyen karımı on günde boşadım, özür dilerim. Evimize girip çıkan komşuyla hemen evlendiği zaman bu müthiş çifti kutlamaya gidemedim, özür dilerim. Hastanedeyken, gıyabımda yargılandım, ‘Kadına Şiddet’ten hüküm giydim, kendimi savunamadım, yargılamadan haberdar bile edilmedim, özür dilerim. Yazdığım sevgi dolu kitaplar için de özür dilerim. O kitapların satış ve dağıtımının durdurulduğunu, önemli bir bölümünün imha edildiğini öğrendiğim zaman ‘Oha artık’ dediğim için özür dilerim. Kırk yıllık emeklerimin maddi ve manevi birikimlerini birkaç günde kaybettiğim zaman neye uğradığımı, ne yapacağımı şaşırdığım için özür dilerim… Yatalak halimde terk edildikten, boşandıktan sonra, eski karıma bir mail atıp, 'Aman işyerinde kaçak personel çalıştırma; paraya ihtiyacın olursa bana kalan evi satıp destek olurum' dediğim ve Savcılığın bu maili bir 'tehdit' olarak algılamasına neden olduğum için özür dilerim. Özür dilerim işte, bu kadar salak olduğum için özür dilerim..." “Yüce Yargı” diyecek adam: “Ömrüm boyu kadınların savunmasını yapıp kadınlara şiddete karşı mücadele verdim; kitaplarım, yazılarım, haberlerim, şiirlerim, şarkılarım kanıttır. Ve ‘Kadına Şiddet’ hükmü giydim! Ben, ömrüm boyu idam cezasına karşı da mücadele verdim. Şimdi idamımı talep ediyorum. Siz kararınızı verin, ipi çekmeyi bana bırakın! Ölmek istedim, pasif intihar işe yaramadı. Ölemedim, beceremedim. Öldürmek isteyenler de öldürmeyi beceremediler. ‘İlahi Adalet’ var ya; sizi, beni aşan…” Ve son sözleri şöyle olacak: “Her şeyi helâl ediyorum ben, bir şey hariç..." Sorarlarsa, "Nedir helâl etmediğin?" diye, yanıtlayacak tek kelimeyle: "Sevgim !” …………...... Dedim ya, değerli okuyucu, ben görmediğim, yaşamadığım şeyleri yazamam. Böyle bir yeteneğim yok. Dolayısı ile bu hikayeyi beğenmemenize; abartılı ve fazla gerçek dışı bulmanıza da hiç şaşırmayacağım. Garip bir hikaye oldu bu. "Anlayan varsa berigelsin." Bırakalım o zaman hikayeleri bir kenara... Ben şimdi yaşadıklarımı, kendi yaşamöykümü kitap yapıyorum. Yazdığım "hikaye" çok hafif kalacak, benim gerçeklerimin yanında... Orada anlatacağım sizlere, hayatın neler getirebildiğini… Kitabımın adı belli: “Sağlık Olsun”… O kitapta kimse için, “aşağılık”, “hain”, “nankör”, “vefasız” demeyeceğim tabii.. Der miyim, enayi miyim? “Adalet” var bu ülkede ! ........ Kimin aklına gelirdi ki, "İki Türk'ün Ölümü" böyle bir hikayeyle noktalanacak bir gün ? Ama yaşamöyküsü bu... Ölmedikçe noktalanmaz ki... Hâlâ virgüllerdeyiz, belli.. Pek çok insan, tüm yaşananların ve bu uyduruk hikayenin ardından, benim "kanıtlanmış salaklığımdan" söz ediyor. Kızmıyorum ama hak vermiyorum. Benim "salaklığıma" delil gösterilen sevgim öylesine güçlü ki, onu yitiren birkaç kişiye karşın, onu hak eden ve paylaşan pek çok insan var şimdi... Sevgim; salaklığım değil, zenginliğimdir benim... Ve kanıtlamak için, "o kadar da salak olmadığımı", gülümsetmeyi başaracağım sizi bu son satırlarda, hem de “acı paylaşarak” : "Sağlık olsun" diyorum. "Sağlık Olsun" isimli yeni kitabımda size bir başka kadının; onurlu, vefakâr, sadık, dürüst bir kadının öyküsünü de anlatacağım. Benim bir yılı aşan yatalaklık dönemimde, komalık günlerimde; her nedense bana “vefa borcu” olduğunu söyleyerek yanımdan ayrılmayan köylü “temizlikçi kadın”ın öyküsü... Kocasını yeni kaybetmiş; iki çocuğuyla ortada kalmış bir kadın... Ömrü boyu ezilmiş, şiddete uğramış bir kadın... Nuray... Ben onun "çocuğu", "babası"; o benim "kızım", "köylüm"... Nuray şimdi çocuklarıyla beraber Tuzla’da yaşıyor, benim “bakıcım” olarak çalışıyor. Evi barkı var, çocukları okula gidiyor, her şey yolunda... İkimiz de birbirimizin zorlu günlerini biliyoruz, dayanışma içindeyiz. Gerçi gördüğüm kadarıyla yakında işi bırakıp gidebilir, talibi çok, hak ettiği mutluluğu yakalayacak gibi... (Ne yani? Benim de talibim çok; protezli bacağıma bayılanlar var...) Bazen çok gülüyoruz Nuray’la, kendi halimize... O, sırf fakir olduğu için, parasızlıktan ameliyat olamadığı için bir gözünü yitirmiş. Kör ! Ben, Savcılık yollarında bastonlarla koşturulurken düşmüşüm; boyutları özel bir protezle yürüdüğüm için topallıyorum. Topal ! Bütün yaşadıklarımızdan sonra, sordukları zaman bize, “Nasıl gidiyor?” diye, yanıtı verip kahkahayı basıyoruz: “İyidir. Gidiyoruz işte; kör, topal...” 

Benzer belgeler