Enerji Oyunu - Mehmet Faruk Demir

Transkript

Enerji Oyunu - Mehmet Faruk Demir
ENERJİ OYUNU
M. FARUK DEMİR
Temmuz 2010
M. Faruk DEMİR; 1970 yılında Nizip'te doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini sırasıyla
Gaziantep, Adana ve Samsun’da tamamladı. Çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında
taktik ve stratejik güvenlik konularında eğitim ve araştırma çalışmaları yaptı.
Uluslararası Taktik Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü Başkanı, Başbakanlık
Müsteşarlığı Müşaviri ve Yüksek Strateji Merkezi Başkanı olarak hizmet verdi. Halen
uluslararası anlaşma mimarileri ve enerji güvenliği konularında çalışmalar
yapmaktadır. Ulusal ve uluslararası medyada yayınlanmış çok sayıda makale,
röportaj ve raporları bulunmaktadır.Tüm çalışmaları kişisel web sayfasında
bulunmaktadır: www.mfarukdemir.com
DİĞER KİTAPLARI: 21. nci yüzyıl için yeni bir Milli Güvenlik Siyaseti (YSM yayınları
2002) , Dünya'da Çok Taraflı Denge ve Türkiye için Yakın Gelecek (Dr. C.Gürlesel ile
birlikte- İTO yayınları 2002), Devlet Teşkilatının Yeniden Yapılandırılması (Prof.
K.Alkin, Prof. S.Uzunoğlu, Dr. C. Gürlesel, U. Civelek ile birlikte- İTO yayınları 2002).
İÇİNDEKİLER
Önsöz
BİRİNCİ BÖLÜM
ENERJİ OYUNU
1. ENERJİ OYUN TEORİSİ
2. ENERJİ TARİHİ AÇISINDAN ENERJİ OYUNU
3. ENERJİ OYUNUNUN UYGULAMA TEKNİĞİ
4.EKONOMİ VE BÜYÜME AÇISINDAN BÜYÜME OYUNU
5.YENİ NESİL ENERJİ KAYNAKLARI AÇISINDAN ENERJİ OYUNU
6.ENERJİ OYUNUNUN ZEMİNİ: ENERJİ JEOPOLİTİĞİ
İKİNCİ BÖLÜM
ENERJİ DİPLOMASİSİ
1.
2.
3.
4.
ENERJİ DİPLOMASİSİNİN ÇERÇEVESİ
ENERJİ DİPLOMASİSİNDE OYUN MASASININ GÖRÜNÜMÜ
KÜRESEL OYUNCULARIN DURUMU
ENERJİ MİLLİYETÇİLİĞİ VE KAYNAKLARIN MİLLİLEŞTİRİLMESİ
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ENERJİ GÜVENLİĞİ
1.ENERJİ GÜVENLİĞİNİN DENKLEMİ
Kaynakların Güvenliği
Transportun Güvenliği
Pazarın Güvenliği
Fiziki Güvenlik
Fiyat Güvenliği
2.ELEKTRİK ARZ GÜVENLİĞİ
3.ENERJİ GÜVENLİĞİNİN DİĞER UNSURLARI
4.ASKERİ ENERJİ GÜVENLİĞİ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ENERJİ EKONOMİSİ
1.ENERJİ EKONOMİSİN ÇERÇEVESİ
2.ENERJİ ENDÜSTRİSİ
3.ENERJİ PİYASALARI VE ENERJİ TİCARETİ
4.FİYAT OPERASYONLARI
BEŞİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE’NİN ENERJİ GÖRÜNÜMÜ
1.
2.
3.
4.
KAYNAKÇA
TÜRKİYE’NİN ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDEKİ KONUMU
TÜRKİYE’NİN ENERJİ ARZ GÜVENLİĞİ
TÜRKİYE’NİN ENERJİ EKONOMİSİ
TÜRKİYE’NİN ENERJİ DİPLOMASİSİ VE STRATEJİK HEDEFLERİ
ÖNSÖZ
2007 yılında kaleme aldığım “Enerji Güvenliği, Enerji Ekonomisi, Enerji Diplomasisi”
adlı kitabımda enerji konusunda genel bir tanım ve günlük hayatımızdaki enerjinin
geniş kapsamlı bir analizini yapmaya çalıştım. Özellikle, hem küresel hem ulusal
düzeyde enerjinin gündemdeki artan önem ve yoğunluğuna bağlı olarak üç ana
başlık altında enerjinin anlaşılmasına yardımcı olmayı istedim. Son derece sofistike
ve aynı zamanda teknik terim ve mühendislik açısından anlaşılması oldukça zor bir
konu olmakla birlikte, aslında enerjinin günlük hayattaki yeri son derece açık ve basit
bir şekilde algılamaya müsaittir. Ülkeler arası bir rekabet alanı olarak enerji
diplomasisi, günlük yaşamın refah ve maliyetini şekillendiren enerji ekonomisi ile
ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak her kademedeki yöneticinin
sorumlulukları ve bilmesi gerekenleri özetleyen enerji güvenliği başlıkları kitabın
çerçevesini oluşturmuştu. 2007 Eylül ayında yayımlanan kitabımın önsözünde kitap
hakkındaki düşüncelerimi şöyle ifade etmiştim:
“Sadece günlük hayatın bir parçası olarak değil aynı zamanda küresel politikanın da
vazgeçilmez bir konusu olarak, enerjinin konuşulmadığı bir toplantı, enerjinin yer
almadığı bir politika metni ve enerji tedirginliğinin tartışılmadığı bir analize rast
gelmek neredeyse imkânsız olmaya başladı. Elbette, enerjinin bir tüketim tercihi
olmaktan çok hayati idamenin bir parçası haline gelmesi, bu kadar çok yer işgal
etmesini mubah kılıyor. Ama asıl sorun, enerjiyi konuşmak ya da enerjinin
konuşulması değil, enerjiyle ilgili neyi konuşmadığımızdır. Kısaca, enerji sade
vatandaş olarak bizi ne kadar ilgilendiriyor ve yönetenlerin enerjiyle ilgili uygulamaları
ne anlama geliyor?
Evimizdeki elektrik düğmesine bastığımızda odayı aydınlatan ışığı, otomobilimizin
kontağını çevirdiğimizde duymak istediğimiz motor sesi, çalıştığımız fabrikanın
bacasında tüten dumanı, soğuk kış gecelerinde bizi ısıtan yakıtı veya sıcak yaz
günlerinde bizi serinleten klimanın elektriği, konuştuğumuz enerjinin günlük
hayatımızdaki yansımalarıdır aslında. Ama enerjide konuşmadığımız şey, bunların
nasıl gerçekleştiği ile ilgili ulusal, bölgesel ve küresel çaptaki devasa bir sistemin
nasıl işlediğidir.
Bu kitabı neden yazdım?
Günlük hayatımızın vazgeçilmez unsurlarının neredeyse tamamında başrolü
oynayan enerjiyi, bir sistem olarak anlamak ve bir yönetim tekniği olarak nasıl
işlediğini izleyip değerlendirmeler yapabilmek için karmaşık görünen ve korkutan bu
devasa sistemi, anlaşılabilir ve şematik bir çerçeveye oturtmak için bu kitabı yazmak
istedim. Bu kitap, bir mühendislik kitabı değildir.
Bu kitap, bir endüstri, teknoloji veya ticaret teknikleri kitabı da değildir. Bu kitap,
sadece bir enerji kitabıdır. Şematik olarak enerjiyi anlamak için bir kılavuzdur. Ulusal
veya küresel bir cazibe ekonomisinde, kendine yer bulmak isteyenler için bir analizler
demetidir. Ülkenin veya dünyanın gelecekte ne ile karşılaşabileceğini enerji
penceresinden göstermeye çalışan fütüristik bir değerlendirmedir.
Şehirleşme ve konfor arttıkça, teknolojiden daha fazla faydalanmaya başladıkça, yeni
yüzyılın yaşam maliyetinin fiyatı kabul edilen enerji alanında gelecek daha fazla
merak konusu olmaya başlıyor. Kitabı okurken bugünü ve geleceği mukayeseli olarak
görme imkânı bulacaksınız. Galiba enerjinin yarını için en iyi sonuç benim için şu
oldu: Enerji, ne pahalı bir ümit ne de ucuz bir keder; fiyatı tek başına ödediğiniz ama
sonuçlarını küresel çapta paylaştığınız bir yarındır.”
Bugün yeni bir formatla kitabı yeniden yazma ihtiyacım yukarıda alıntıladığım
önsözde ifade etmeye çalıştığım temel felsefenin değişmesinden dolayı değildir.
Geçen üç yıl zarfında enerji olgusunun küresel ekonomik kriz öncesinde, ekonomik
kriz sırasında ve şimdilerde krizden çıkış senaryoları ve çabaları içerisinde önemli
değişimler geçirmekte olduğunu görmekteyiz. Ulusal ve küresel ölçekte enerji
etrafındaki manevraların, düşüncelerin zemini konusunda farklı tarifler ve farklı
algılamalar bulunduğu herkesçe bilinmektedir.
Özel sektör yöneticileri için temel ticari bir sektör olarak enerji giderek daha fazla
önem kazanmaktadır. Politika yapıcı ve karar vericileri için hayati öneme sahip politikekonomik-güvenlik gerekliliği çerçevesinde enerjinin siyasi gündemdeki yeri daha
fazla önem kazanmaktadır. Kaynak çeşitliliğini artırmak, üretim maliyetlerini
düşürmek ve alternatif kaynaklara ulaşmak amacıyla enerji teknolojilerindeki gelişim
ise herkesin daha fazla umut bağladığı ve beklenti içinde olduğu bir alan olarak öne
çıkmaktadır. Özellikle artan refaha bağlı büyüyen enerji talebi ile daha temiz ve
sürdürülebilir bir çevre bilinci arasında enerji teknolojilerindeki gelişimlerin belirleyici
rolü, herkes tarafından giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak, enerji konusundaki
bu yoğun gündem ve artan beklentilere rağmen enerji alanındaki gelişmeleri,
yaşanan politik ve ticari süreçleri hatta teknolojinin gelişimi ile ilgili karmaşık süreçleri
anlamak, algılamak ve yorumlamak noktasında bazı pürüzlerin olduğunu da
görmezden gelmemek gerekir.
İşte bu noktada, bu kitabı yazmam için önemli bir nedenin ortaya çıktığını fark ettim.
Enerji yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçerken önemli bir evrim geçirmektedir.
Bu evrim basit bir şekilde tartışılan “petrol egemenliğinin ya da hidrokarbon çağının
sona ermesi” etrafındaki sorgulamalardan çok daha geniş ve sofistike bir konudur.
Artan dünya nüfusunun günlük yaşantı ve refahı için gerekli olan daha fazla enerjiyi
temin etmek ve küresel ekonomi içinde rekabetin ana saç ayaklarından biri olarak
daha ucuz enerjiyi tedarik etmek için verilen mücadeleler gerçek bir savaş
stratejisinin karmaşıklığına sahip olmaya başladı. Bu savaşın adı enerji oyunudur.
Enerji oyunu geçen yüzyılda güç politikası çerçevesinde daha kolay oynanan ya da
sonucu daha fazla kestirilebilir bir seviyede idi. Ancak 21. yüzyılın ilk on yılında
yaşananlar bize göstermektedir ki enerji oyunu daha fazla zor, daha fazla çok taraflı
bir hal almaktadır. Bu kitap enerji oyununun teorisini ve uygulamalarını üç yıl önce
tanımlamaya çalıştığım “Enerji Güvenliği, Enerji Ekonomisi ve Enerji Diplomasisi”
konuları ile bir bütün olarak okuyucuya sunmaktadır.
Bu kitap, ulusal ve küresel düzeyde enerji alanındaki gelişmeleri, haberleri,
tartışmaları ve enerji alanındaki rekabet konularını oyun teorisi penceresinden
anlatmaya yardımcı bir rehberlik verme çabasındadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
ENERJİ OYUNU
1.ENERJİ OYUN TEORİSİ
Enerji oyunu ekonomik kuralların içerisinde gerçekleşen bir süreçtir. Dolayısıyla
matematiksel bir ruh, ticari bir kazanç ve siyasi bir avantaj sağlama hedefleri ile
uyumlu olmalıdır. Aşağıda tarif etmeye çalıştığım enerji oyun teorisi, ekonomi ve
politika denklemi içerisinde kalma amacını taşımaktadır.
Söz konusu oyun teorisi, özel olarak enerji alanında genel olarak emtia piyasalarında
da geçerlidir. Emtia piyasalarının ve emtia sektörlerinin genel çalışma prensipleri ve
özel rekabet yöntemleri ile enerji piyasalarının prensipleri birbirine çok yakındır.
Özellikle sert rekabet koşullarında oyun kurulumu ve oyun prensipleri enerji ve emtia
piyasaları için neredeyse aynı olabilmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi,
her ikisinin de jeopolitik koşullardan önemli oranda etkilenmeleri ve ikinci olarak da
fiyat faktörlerinin kontratların yapısından kaynaklanan etkilere çok açık olmalarıdır.
Enerji Oyun Teorisi:
1.
Oyunda nihai amaç, herkesten daha önce veya gerektiği zamanda,
sürdürülebilir, optimum veya en ucuz fiyat karşılığında kesintisiz ve en kaliteli miktarı
tedarik etmektir.
2.
Oyun, iç içe geçen üç halkadan oluşur: Q, P ve T. Q, kesintisiz ve
daha yüksek enerji verimliliğine sahip miktarı yani enerji kaynağını temsil eder. T,
ihtiyaç duyulan enerji kaynağının gerektiği zamanda ve rakiplerden daha hızlı olarak
tedarik edilme zamanını temsil eder. P, ihtiyaç duyulan enerji kaynağını ihtiyaç
duyulan zamanda ve rakiplerden daha hızlı olarak tedarik edilmesinin karşılığı olan
en iyi veya en ucuz fiyatı temsil eder.
3.
Q ve T birlikte başarı ile gerçekleştiğinde arz güvenliği iyi
durumdadır. Q ‘nun tamamı veya talep olunan miktarın yarıdan fazlası ulusal
kaynaklardan karşılanıyorsa, enerji güvenliği iyi durumdadır. T tek başına kesintisiz
enerji tedarikinin iyi çalıştığını gösteren bir faktördür. Başarılı bir T yapısı, imzalanmış
güvenli tedarik kontratlarını, garanti altına alınmış transport taahhütlerini ve fiyatların
değişim eğrisini minimumda tutan formüller ile ölçülebilir.
4.
T ve P, yeterli ve imza altına alınmamış güvenli Q kontratları yok iken
sadece bir hayal veya plan niteliği taşır. T yapısı, istenilen sürede gerçekleşmeyen Q
ve P başarısı, P’nin değişim niteliklerine bağlı olarak değerlendirilebilir.
5.
Q, T ve P üçlüsü başarılı bir kombinasyon sağladığında, oyuncu için
rekabet koşullarında en iyi başlangıç noktası sağlanmış olur. Oyunun temel amacı
daha ucuz enerji girdisi ile rekabet edebilen bir avantaj elde etmek ise, en iyi P için
en doğru T zamanında en verimli ve kesintisiz Q miktarını sağlamak hayati
önemdedir.
Enerji oyununun parametreleri:
Enerji döngüsünün başlangıç noktası enerji kaynağıdır. Dünya genelinde insanlığın
ihtiyacını karşılayabilecek kadar gerekli ve çeşitli enerji kaynağı mevcuttur. Ancak her
enerji kaynağına istenilen zamanda ve istenilen miktar kadar ulaşabilmek pek kolay
değildir. Bu nedenle enerji kaynağını tedarik etmek diğer birçok faktörle birlikte bir
oyun planını gerektirmektedir. Oyunda geçerli parametreler ise kullanım alanına göre
değişiklikler gösterebilir. Aşağıda, enerji oyunu içinde yukarıda anlatılan oyun
teorisinin parametreleri hakkında genel tanımlar verilmektedir:
1.
Miktar (Q): Enerji oyununda üç ana tüketici tipi vardır. Bunlar
konutlar, endüstri ve ulaştırma sektörüdür. Aslında her üç kullanıcı da iki ana
yöntemle enerji kullanıcısı unvanını almaktadırlar: Elektrik enerjisi ve doğrudan güç
kaynağından temin edilen elektrik dışı enerji kullanımı. Dolayısı ile enerji kaynağını
tedarik etmek söz konusu olduğunda elektrik üretiminde kullanılan kaynaklar ve
doğrudan güç kaynağına veya endüstri alanına yönelen kaynaklar diye iki kategori
içinde Q konusuna bakmalıyız. Petrol ve diğer fosil yakıtları, bir yönüyle radyoaktif
kaynakları, bir yönüyle yeni nesil ve sofistike teknoloji gerektiren kaynakları doğrudan
enerji kaynağı olarak sınıflandırabiliriz. Elektrik üretiminde kullanılan kaynakları ise
termik kaynaklar (fosil yakıtlar ve nükleer ile konsantre güneş enerjisi) ve yenilenebilir
enerji kaynakları olarak sınıflandırmak mümkündür. Burada Q, tedarik edilecek
kaynağın kontrat altına alınmış niteliğini temsil etmektedir. Ama bazen yeni nesil
enerji kaynaklarının tedarik edilmesinde teknoloji ve ar-ge maliyeti de Q anlamında
kullanılabilmektedir. İyi bir enerji oyunu için Q planlaması sıklet merkezi olan dengeli
bir çeşitlilik üzerine bina edilmelidir. Bu çerçevede Q (total) = Q1+Q2+…. Qn formülü
oyuncu için aynı zamanda bir optimum P düzenlemesine yardımcı faktördür.
2.
Zaman (T): Zaman faktörü son derece göreceli ve kontrolü en zor
olan oyun parametresidir. Bütün rakipler aynı anda sahada maç yaptıkları için kimin
gerçekten en iyi oyunu sergilediğini görmek çok zordur. Oysa enerji oyununda önemli
olan maç boyunca en iyi oyunu oynamak veya sürekli saha içinde koşan oyuncu
olmak değildir. Kaynak ülke ile Pazar arasındaki bağı ve ihtiyaç faktörünü en iyi bilen
ve diğer oyuncunun planını oyun başlamadan öğrenme yeteneğine sahip oyuncu,
hem en iyi olandır hem de maçın bitimini beklemeden kontratını alıp gidendir. Bu
önemli bir yetenek ve uzun bir tecrübe anlamına gelmektedir. Zaman faktörü, bir
kontratın imzalanmadan önceki koşulların yönetimini, kontratın imza saatini ve
fiyatların değişim cetvelini rakibinden önce ve daha iyi uygulamayı gerektirir. T yapısı
beş hücreden oluşur. T0 bir enerji oyununda ihtiyaçların belirlenmesi aşamasıdır.
Yani, hangi çeşit ve ne kadar Q’ya ihtiyaç olduğunun tespit edilmesidir. T1, Q
tedarikinin yapılacağı kaynakların, transportun ve pazarın izlenme ve kontrat öncesi
hazırlığının yapılması aşamasıdır.T2 bir Q kontratının en iyi koşullar altında
imzalanması aşamasıdır. T3 bir Q kontratının miktar ve fiyat açısından yeniden
gözden geçirilme sürelerini belirleme ve yönetme aşamasıdır. T4 bir Q kontratının
diğer oyuncuların Q kontratları karşısında doğrudan ve dolaylı olarak üstünlüğünü
korunması aşamasıdır. Bu aşama aynı zamanda fair play çerçevesinde faul
yapabilmek anlamına gelir.
3.
Fiyat (P): Doğru fiyat her zaman en ucuz olan fiyat demek değildir.
Enerji oyununda kontratlar uzun süreli ve enerji tedarik zinciri en az 4 ve en fazla 30
yıl olmak üzere ortalama 10 yılın üzerinde bir planlamayı gerektirir. Fiyat eğrisi ise üç
basamaktan oluşur. Birinci basamakta başlangıç fiyatı yani P 0 bulunur. Mutlaka en
ucuz veya en düşük eşik değeri olarak belirlenmesi gereken P0’dır. İkinci basamakta,
P (1-n) yani fiyatın periyodik olarak belirli oransal değişimlere bağlı fiyat değişkenliğidir.
En zor olan ve bazen en fazla risk taşıyan fiyat faktörü bu noktadadır. Bazen bu
oransal değişim değeri, P0 değerini % 100’den daha fazla değiştirebilmektedir.
Üçüncü basamakta ise dış fiyat baskısı yani P (x/y) bulunmaktadır. Enerji kaynakları
çeşitlidir ve her kaynağın mevsimsel veya yıllar içinde değişen değer değişimleri
vardır. Bugün için en iyi ve uygun olan enerji kaynağı, yarın daha fazla maliyetli veya
verimlilik değeri daha düşük kalabilmektedir. Belirli bir Q kontratının P değeri
üzerinde etkili olabilecek üç ana dış fiyat baskısı vardır. Bunlar, aynı cins Q’nun
başka oyuncular arasında daha düşük bir fiyat ortalamasına sahip olabilme riski,
farklı cins Q kaynağının verimlilik ve fiyat olarak sahneye çıkması riski ile transport ve
transit paylarındaki siyasi ve ticari risklerin mevcut ve uzun dönemli Q kontratı
üzerindeki risklerdir.
2. ENERJİ TARİHİ AÇISINDAN ENERJİ OYUNU
İnsanlık tarihi ile enerji tarihi bir anlamda birbirleri ile paralel bir geçmişe
uzanmaktadır. İnsanın, tarihin başlangıcından itibaren ihtiyaç duyduğu ısı ve ışık
faktörleri basit enerji döngüsünün başlangıcını teşkil eder. Her iki faktör de hem
insanın temel yaşam ihtiyacını hem de niteliğine göre yaşamın konforunu tayin eder.
Tarihsel süreç içerisinde üçüncü faktör olarak devreye giren hareket enerjisi iki
amaca hizmet eder: Hareket etmek ve hareket ettirmek. Yani bir yerden başka bir
yere bir araç ile gitmek; bir malzemeyi bir yerden başka bir yere taşımak veya
kaldırmak.
İnsan, her zaman bu üç faktörü daha verimli, daha çok olanı ve daha kolay ulaşılabilir
olanı ile değiştirme çabası içinde olmuştur. Enerjinin tarihsel evrimi, insanın kendisi
için daha iyi olan enerji kaynağını bulmasıyla paralel bir seyir izlemiştir. İnsanlık
tarihinin başlangıcından günümüze kadar olan zaman diliminde ve gelecekte de
enerjinin evrimi bu ilke üzerinden devam edecektir.
Enerjinin evrimi içerisinde elektrik ve hareket enerjisi birbirleriyle paralel ama kendi
içlerinde faklı bir seyir izlemiştir. Yüz yıldan fazla bir zamandır elektrik enerjisi
öncelikle daha fazla zaman ve daha fazla alanda kullanılma ivmesi ile kendini ortaya
koymuştur. 21. Yüzyılın başlarına kadar elektrik enerjisi keskin bir rekabet konusu
olmamıştır. Oysa hareket enerjisi temelde askeri bir güç faktörü olarak ivme
kazandığından dolayı her zaman keskin bir rekabetin parçası olmuştur. Bu nedenle
enerji oyunu öncelikle hareket enerjisi faktörlerinden başlamış, daha sonraki on yıllar
boyunca yavaş yavaş elektrik enerjisi de oyundaki yerini almıştır.
Hareket enerjisinin en önemli amacı daha fazla yük ve insanı daha hızlı bir zamanda
daha uzak yerlere götürebilmektir. Bu amaç, ticari olarak rekabet avantajı elde
etmeyi, askeri olarak ise daha güçlü olabilmeyi sağlamaktadır. 18. yüzyıldan 20.
yüzyılın ilk yarısına kadar ana rekabet konusu yeterli Q miktarına yani rakip
karşısında avantaj sağlayacak bir enerji kaynağına sahip olabilme mücadelesi ile
geçmiştir. Kömürün gemilerde kullanımıyla başlayan bu aşama, hareket enerjisinde
bir devrimin başlangıcı olmuştur. İki yüzyıldan fazla bir süre boyunca öncelik daima Q
miktarına sahip olmak üzerine olmuştur. Elbette Q’ya sahip olmak, onu başkasının
topraklarında bile olsa kontrol etmek, işletmek ve ana ülkeye göndermek şeklinde
cereyan etmiştir. Bu konudaki gelişim süreci bu kitabın ilerleyen bölümlerinde “enerji
jeopolitiği” başlığı altında irdelenmiştir.
Askeri alanda kömürün yarattığı ivme 19. yüzyılda endüstri devriminin
gerçekleşmesinde çok önemli bir etki yaratmıştır. Hareket etme enerjisinin hareket
ettirme enerjisine yani makine endüstrisinin çarklarının dönmesine evirilmesi enerjiendüstri ve dolayısıyla enerji-ekonomi ilişkisini ayrılmaz bir bütünlüğe ulaştırmıştır.
Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar geçen iki yüzyıllık süre boyunca enerji oyunu tek
boyutlu bir özellik arz etmiştir. Bu özellik nerede olursa olsun ihtiyaç duyulan Q
miktarını herhangi bir zamanda ve herhangi bir maliyete tedarik etmek olmuştur. Bu
dönemde başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri ve dönemin ilerleyen
aşamalarında ABD, enerji oyununda Q kontrolü ve kullanımı üzerine öne çıkan
oyuncular olmuşlardır. Başlangıçta Q oyunu bu oyunculara askeri bir avantaj
sağlamış, ancak keskin rekabet koşulları I. Dünya Savaşı’nı beraberinde getirmiştir. I.
Dünya Savaşı’nda çözülemeyen sorunlar elbette Avrupa’nın kendi içindeki rekabeti
ile birlikte ama asıl olarak Q’nun bolca bulunduğu alanlar üzerinde II. Dünya Savaşı
ile taçlanmıştır. Savaş, Avrupa ve Avrupa’ya yakın bölgelerde cereyan etmişse de
sonuçları Yakın Doğu ve Kuzey-Orta Afrika’da görülmüştür.
20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yani Soğuk Savaş ile birlikte, enerji oyununun
yanına Q faktörünün yanında T faktörü de eklenmiştir. Artık sıcak savaş koşulları
yerine her an ve her yerde savaşa hazır olma prensibi egemen olmuştur. Bunun
diğer anlamı nükleer savaş riskinin olduğu bir dünyada “ilk vuran “ olma avantajını
korumaktır. Bu durum, kesintisiz ve en verimli Q miktarını gerektiği zamanda yani her
an emre amade tutmayı gerektiriyordu. Bu gereklilik her türlü maliyet analizinin
üzerinde bir stratejik hedef içermiştir. Soğuk Savaş’ın bitimini takip eden yıllara, yani
1990’ların ortalarına kadar enerji oyunu mükemmel Q ve T kombinasyonu üzerinde
cereyan etmiştir.
Petrolün bol miktarda bulunmaya başladığı yıllardan itibaren Q faktörü kömür ve
petrol dengesi üzerine kuruldu. Petrolün yaygın kullanımı ile birlikte hareket enerjisi
bireysel tüketicilerin yaşamını geniş anlamda etkilemeye başladı. Geçtiğimiz yüzyıl
boyunca her on yılda bir, yüz binlerce yeni aracın trafiğe çıkması ile birlikte devasa
bir tüketici toplumu yeni bir Q bağımlılığı ile karşı karşıya kaldı. Bu durum, araçlarını
kullanmak isteyen her tüketicinin memnuniyeti için, ulusal oyuncuların gerekli Q
miktarını gerektiği T zamanında hazır halde tutmalarını gerektirdi. Soğuk Savaş
boyunca Batı toplumlarının en önemli zorluğu, yaratılan yaşam konforunu Sovyet
Bloku’nun tehdit ve baskılarına rağmen sürdürülebilir kılmaktı. Bu sürdürülebilirlik
zorunluluğunun maliyeti ise “kolektif güvenlik çıkarları” kapsamında herkes tarafından
tolere ediliyor olmasıydı. Henüz piyasa ekonomisi liberal ve rekabetçi bir
mücadeleden uzakta olduğundan Q ve T faktörlerinin kombinasyonu başarılı bir
enerji oyunu için yeterli görülmekteydi. Dolayısıyla maliyetlerin karlılık ya da verimlilik
gibi bir sorunu bu dönem boyunca göz ardı edildi.
Kömür ve petrolün yanı sıra 1950’lerden itibaren nükleer çağın başlaması ile birlikte
Q kavramı hem çeşitlilik hem verimlilik açısından önemli bir devrim yaşamıştır. Bu
devrim ulusal politikalar ve hareket enerjisi üzerinde özellikle de askeri alandaki
enerji talepleri üzerinde yepyeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Nükleer devrimin
sivil alandaki Q kullanımı üzerine evrimi ise elektrik üretimi alanında yaşanmıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte 1990’lı yılların ortalarından itibaren
küreselleşme ve global düzeyde entegrasyon süreçleri ekonomide rekabet koşullarını
oldukça zor ve keskin bir noktaya taşımıştır. Özellikle son 20 yıldır Asya ve Batı
pazarları arasındaki keskin rekabete paralel olarak ekonomik büyüme ve ticari
rekabet minimum girdi fiyatı ekseninde dar bir alana sıkışmıştır. İnsan ve devlet
hayatına giren yeni üç kavram yani “açık piyasa, açık toplum ve açık demokrasi”
ilkeleri yaygınlaştıkça ekonomide rekabet koşulları daha fazla şeffaflık baskısı altına
girmeye başladı. Her ne kadar günümüzde bazı ülkeler Dünya Ticaret Örgütü’ne
(WTO) üye olmadıkları veya denetlenebilir ve şeffaf bir ekonomik sisteme sahip
olmadıkları için adil rekabet koşulları gerçekleşmemiş olsa da, artık günümüzün en
önemli problemlerinden biri rekabetçi maliyet yapısına sahip olabilmektir.
Böylece enerji oyununda 21. yüzyılın yeni kombinasyonu Q ve T’ ile birlikte P faktörü
de devreye girmiş oldu. Buharlı gemiler ve endüstri devrimi enerji oyunundaki Q
faktörünü; Soğuk Savaş ve teknoloji devrimi enerji oyunundaki T faktörünü; maliyet
bazlı piyasa rekabeti ve küreselleşme devrimi ise enerji oyunundaki P faktörünü
harekete geçirmiştir. Aslında bu süreç karşılıklı olarak her bir faktörün birbirini
etkilemesi şeklinde cereyan etmiştir. Çünkü bir Q faktörü olarak kömürün bulunması
ve ardından petrolün devreye girmesi endüstri devrimini, II. Dünya Savaşı’nın bitim
koşullarındaki T faktörü Soğuk Savaşı ve savaşın rekabet üstünlüğünü sağlayacak
olan teknoloji devrimini; genişleyen yeni pazarlara daha fazla mal satıp daha büyük
bir ekonomiye sahip olabilmek için ihtiyaç duyulan P faktörü ise rekabeti ve açık
piyasa devrimini tetiklemiştir.
Enerji tarihi dikkatle incelendiğinde, enerji oyunu oluşturan temel mücadelenin fosil
yakıtlar üzerinde olduğu görülecektir. Fosil yakıtların, dün olduğu gibi bugün ve
gelecekte de önemli ve belirleyici bir role sahip olduğu konusunda genel bir kanaat
mevcuttur. Her ne kadar zaman zaman fosil yakıtların bitmesi veya bitmesi ihtimali
çerçevesinde çeşitli tartışmalar yaşanıyor olsa da, fosil yakıtlar için oyunun sonuna
gelindiğine dair kesin ve yeterli bir kanıt yoktur. Bu durumun enerji oyunu açısından
değerlendirilmesi çerçevesinde sorunun cevabı biraz daha matematiksel ve
ekonomik olarak verilebilir. Fosil yakıtların tamamının veya herhangi bir çeşidinin
yerini en az fosil yakıtlar kadar kesintisiz ve yeterli bir şekilde karşılayacak Q miktarı
ile bu Q miktarının transportunun ve maliyetinin daha uygun olması şartıyla, fosil
yakıtlar için nihai bir takvimden bahsetmek gerçekçi olacaktır.
Enerji oyununda fosil yakıtların belirleyici rolü devam ettiğine göre, enerji oyun
teorisinde yer alan Q faktörü fosil yakıt ekseni etrafında gelişmektedir. Fosil yakıt
açısından belirleyici Q faktörü petroldür. Petrol başta endüstri sektörü olmak üzere
önemli bir konuma sahiptir ve fiyatı belirleyicidir. Petrolün yerini yavaş yavaş almaya
başlayan ve gelecek yüzyılda daha fazla büyük bir kullanım alanına sahip olacak
doğalgaz, geniş ve yeterli bir tedarik zincirine sahip oldukça global piyasaların önemli
bir bölümünde birincil bir Q faktörü haline gelecektir. Kömür ise geçtiğimiz yüzyıl
boyunca petrol faktörünü ikame eden ve süreç içerisinde denge unsuru haline gelen
özelliğini, gelecek yüzyıl boyunca da devam ettirecektir. Ancak kömür için değişecek
olan şey, petrol karşısındaki konumunu daha ziyade doğalgaz karşısında sürdürmesi
olacaktır.
Doğalgazın petrol endeksli fiyat modeli ise yeni arayışlara bağlı olarak ama daha da
önemlisi, doğalgazın yeterli ve çok geniş bir alanda kullanımına paralel yeni bir fiyat
modeline doğru evirilecektir. Söz konusu evrimle doğrudan doğalgazın kendi
konumundan hareket eden tayin edici bir fiyat yapısı ortaya çıkabileceği gibi, enerji
kaynaklarının toplamından veya bir kısmından oluşacak bir sepete endeksli fiyat
formülü de mümkün olabilecektir.
Kömürün durumu ise daha karmaşıktır. Özellikle elektrik enerjisi sektöründe kömür
için ayrılan alan hala önemli bir büyüklüğe sahip olsa da fiyatın yapısı termik kaynaklı
elektrik enerjisinin ortalama fiyatının üzerine çıkmayacaktır. Büyük miktarlı enerji
kullanımına ihtiyaç duyulan sektörlerde kömürün kullanımı, uzun dönemli kontratlara
bağlı olarak istikrarlı halde devam edecektir. Yukarıda ifade ettiğim gibi, kömürün
dengeleyici rolü kömür fiyatının termik kaynaklı elektrik enerji üretiminde nükleer yakıt
ve doğalgaz yakıtı arasında bir averaj sınırında kalacaktır. Ancak diğer yakıt
kaynaklarındaki eksilme veya kesintilere bağlı olarak kömürün ikame rolüne geçmesi
ile birlikte belirli periyotlarda kömür fiyatı yukarı doğru bir ivme kazanacaktır. Lokal
piyasalardan temin edilen kömürün fiyat eğrisi, uzun dönemli kontratlara bağlı global
piyasalardaki kömür fiyatının üzerinde bir seyir izlemeyecektir. Yine de global
piyasalardaki tedarik ve transport riskleri ile maliyet faktöründeki değişimler kömürün
fiyatı üzerinde bir volatilite oluşturmaya açık kapı bırakmaktadır.
Buraya kadar hareket enerjisi odaklı ve fosil yakıtların merkezi rol oynadığı bir enerji
oyunu sürecinden bahsettik. Enerji oyunu içerisinde giderek daha büyük bir önem
kazanan elektrik enerjisinde dayalı Q faktörünün konumu hakkında da bir
değerlendirme yapmak gerekmektedir.
Bazı ülkeler için istisnai durumlar olsa da genel olarak elektrik enerjisi üretimi çeşitli
kaynaklardan oluşan bir sepet şeklinde oluşmaktadır. Elektrik üretim sepeti
içerisindeki Q faktörünün konumu sepet yapısına paralel bir seyir izlemektedir. Enerji
oyununda elektrik enerjisi içindeki Q faktörü iki hücreli bir düzenekten oluşmaktadır.
Bilindiği üzere, elektrik enerjisi siteminde ana yük yani baz yük ve artan tüketim
saatlerini dengeleyen ikincil yük olmak üzere iki hücre yapısına sahiptir. Elektrik
enerjisi üretiminde baz yük genel olarak termik kaynaklardan elde edilmektedir.
Bunlar fosil yakıtlar (kömür, doğalgaz, petrol) ve nükleer yakıtlardır. Gelecekte
yoğunlaştırılmış güneş santralleri de bu faktörlere eklenecektir. Yenilenebilir enerji
kaynakları ise (su, rüzgâr, güneş, landfill vs.) daha ziyade ikincil yakıtlar olarak
elektrik üretim sepetinde yer almaktadır.
Bu kapsamda enerji oyununda Q faktörü kesintisiz, yeterli ve daha ucuz fiyattan elde
edilen Q miktarı olarak görülmektedir. Geçen yüzyıl boyunca elektrik enerjisi
oyununda Q faktörü üzerindeki en büyük değişim nükleer santrallerin devreye
girmesiyle yaşandı. Birim elektrik fiyatı açısından bazen kömür kaynaklı elektrik
üretim maliyetinin bile altında kalabilen bu yeni Q faktörü, gelecek yüzyılda ve belki
daha uzun bir süre boyunca en iyi ve bir numaralı elektrik için termik kaynaklı Q
miktarı olacaktır. Yenilenebilir kaynaklar açısından Q faktörü teknoloji ve ar-ge
maliyeti bazında bir değerlendirmeye tabiidir. Zaten, her ülkenin yenilenebilir enerji
kaynakları konusundaki potansiyeli hem yeterli değildir, hem de tedarik zincirinde
transferi yeteri kadar kolay olmamaktadır. Elbette elektrik enerjisine dönüştükten
sonra bölgesel enterkoneksiyon sistemi yoluyla transfer yöntemi ticari olarak vardır
ve gelecekte de artarak devam edecektir. Ancak bu durum salt bir Q miktarı transferi
anlamına gelmeyecektir.
Buraya kadar enerji tarihi açısından enerji oyununun gelişimini ve olgunlaşma
sürecini irdeledik. Bunu yaparken insanlık tarihinin gelişimi içerisinde siyasi,
ekonomik ve askeri açılardan yaşanan olayların içerisinde enerjinin kendiliğinden tali
bir noktadan merkezi önemde bir konuma doğru evirildiğini de gördük. Bu evrim
sonucunda bugün gelinen noktada enerjinin rolünün gelecekteki gelişmelerin hem
merkezinde olacağını hem de diğer insanlık tarihi açısından yeni gelişmelerin de
enerji etrafında şekilleneceğini görebiliriz.
3.ENERJİ OYUNUNUN UYGULAMA TEKNİĞİ
Enerji oyununda prensipler aynı olsa da oyuncuların konumuna göre zaman zaman
bazı uygulama farklılıkları bulunmaktadır. Enerji oyununu oynayan üç tip oyuncu
vardır: Ulusal politika yapıcıları ve karar vericiler, ulusal ve uluslararası özel şirketler
ve devletlerin sponsorluğu altındaki özel şirketler.
Bunlar arasında kamu şirketlerini saymamamızın iki nedeni var. Birincisi; kamu
şirketleri bürokratik kurallara göre işleyen ve siyasi iradenin çizdiği çerçeveye göre
hareket etmek zorunda olan şirketlerdir. İkincisi ise; doğası gereği enerji oyununda
ana amaca ulaşmak için o anda gerekli olan araçlar ve kişiler ile işbirliği ve ilişki
kurulması şartı kamu şirketlerinin siyasi iradenin uygun gördüğü adresler dışında
hareket etmesini imkânsız hale getirmesidir.
Her üç tip oyuncunun da nihai hedefi daha ucuz ve sürdürülebilir P faktörünü
mükemmel bir Q ve T kombinasyonu ile sağlamaktır. Bunun anlamı, ulusal
kaynaklardan veya küresel piyasalardan ihtiyaç duyulan Q miktarını uygun bir tedarik
paketine dönüştürmektir. Uygun bir tedarik paketi ise mükemmel bir kontrat ile
taçlanacaktır. Peki, mükemmel bir kontrat nasıl oluşturulur?
İşte enerji oyunun uygulama tekniği mükemmel bir kontratın oluşturulması
aşamasıdır. Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta da enerji oyununda iki
farklı kontratın olduğudur. Birinci kontrat Q miktarının tedarik edilme sürecini ve
üretim prosessinden tamamlanarak pazara hazır hale gelmesi boyutunu kapsar.
İkinci kontrat ise üretilmiş Q’yu aracı sistem ve tüketiciden oluşan pazara en güvenli
ve karlı şekilde satış boyutunu kapsar. İçeriği birbirinden farklı olsa da oyuncu için
alım ve satım kontratlarının oyun teorisi içindeki prensipleri birbirine çok yakındır.
Doğru bir kontratın ilk şartı gerçek ihtiyacın tespit edilmesidir. Aslında bir enerji
oyuncusu için en zor olan aşama da budur. Çünkü gerçek ihtiyaç tek başına bir
yatırımın mali ve teknik büyüklüğü çerçevesinde belirlenemez. Örneğin söz konusu
olan bir elektrik enerjisi üretim yatırımı ise bilinmesi gereken en az dört unsur daha
vardır. Birincisi tahmin doğruluğu yüksek bir ulusal elektrik enerjisi talep projeksiyonu;
ikincisi ulusal elektrik üretim sepetindeki Q faktörlerinin oransal değişim riskleri ve
buna bağlı optimum fiyat analizi; üçüncüsü aynı süre içerisinde başlamış veya
başlayacak olan diğer potansiyel yatırımcıların yatırım hızları ve maliyet fiyat
analizleri; dördüncüsü ise seçilen Q faktörünün ulusal piyasada yer alan diğer
oyuncular nezdindeki mevcut ve gelecekteki maliyet değerlerinin analizidir.
Bu verilerin dışında ulusal iletim şebekesinin yük kaldırma kapasitesi ve yeni hatlara
ilişkin yatırımların süresi yani bağlantı noktasının optimum zamanda hazır olabilme
potansiyeli ile piyasa regülatörünün üreticilere ilişkin koyabileceği ani kural ve izin
değişiklikleri politikaları oyuncunun en verimli ve en doğru ihtiyaç analizini
belirlemede çeşitli zorluklara neden olabilmektedir. Diğer taraftan oyuncunun yatırım
projeksiyonunda yatırımın süresi (ortalama 2-4 yıl) belirlenen Q miktarının çok
önceden kontrat altına alınmasını gerektirdiğinden konjonktürel olarak ciddi bir fiyat
riskinin oluşması mümkün olabilmektedir.
İhtiyaç analizi tamamlandığında şu üç sonucun ortaya çıkmış olması gerekir. Doğru
yatırım büyüklüğüne ulaşılmış olması, yatırım tamamlandığında doğru bir piyasa
konumunun tayin edilmiş olması ve belirlenen maliyet bazlı satış fiyatının aynı cins Q
miktarlarından üretilen elektriğin ortalama fiyatının altında ve ulusal elektrik
sepetindeki ortalama elektrik fiyatının ortalama değerinin paralelinde kalmış olması
gerekir. Bu sonuçlar doğru bir şekilde oyuncunun masasında yer aldığında gerekli Q
miktarının tedarik edilmesi için yürütülecek kontrat mücadelesinde oyuncunun
elindeki manevra alanları tanımlanmış olur.
Bu aşamada oyuncu için dikkat edilmesi gereken iki önemli konu daha var. Birincisi
aynı tip yatırımı planlayan ve aynı tedarikçiden Q miktarını müzakere edecek olan
oyuncuların durumu; ikincisi ise aynı yatırımı yapmayacak olan veya oyuncumuz ile
aynı süre içerisinde böyle bir yatırımı planlamayan diğer oyuncuların piyasadaki
mevcut konumlarını korumak amacıyla oluşturacağı manevralardır.
Tüm bu faktörlerin gözetilmesinden ve gerekli analizlerin tamamlanmasından sonra
oyuncunun önündeki zor sınav olan tedarik süreci başlamaktadır. Eğer planlanan
yatırım için gerekli Q miktarı sadece tek bir tedarikçide var ise böyle durumlarda en
avantaj sağlayabilme potansiyeli olan oyuncular, devletler veya devlet sponsorluğu
altındaki şirketlerdir. Zira sınırlı ticari manevraların dışında fazla seçeneği
bulunmayan özel şirketlerin aksine, devletler veya devlet sponsorluğu altındaki
şirketlerin siyasi ve jeopolitik manevra kabiliyetleri vardır.
Eğer Q miktarı için birden fazla seçenek imkânı varsa, yani tedarikçi çeşitliliği söz
konusu ise o zaman oyuncu için tedarik cephesinde dört muhatap var demektir.
Birinci muhatap oyuncunun öncelikle tercih ettiği tedarikçidir. İkinci muhatap aynı ülke
veya aynı coğrafyada bulunan başka bir tedarikçidir Dolayısıyla birinci ve ikinci
muhataplar oyuncu lehine bir rekabetin parçası durumundadırlar. Üçüncü muhatap
her iki tedarikçiden farklı olarak kendisi de en az o tedarikçiler kadar yeterli Q
miktarına sahip olan ama o periyot içerisinde talep edilen Q miktarını vermek
istemeyen veya daha sonraki bir dönemde belirtilen Q miktarını vermeyi planlayan
tedarikçidir. Bu tedarikçinin işi her iki tedarikçinin fiyat konusundaki tereddütlerini
artırmak ve müşteri durumundaki oyuncunun Q seçeneğini yeniden ve yeniden
düşünmesini sağlamaktır. Dördüncü muhatap ise oyuncuyu takip eden aynı
piyasadaki diğer oyunculardır. Bu oyuncular hem ana oyuncunun rekabet koşullarını
ve manevra kabiliyetini sınırlar hem de durum kendi lehlerine dönünceye kadar
müzakereyi tedarikçi lehine yönlendirirler.
Bir kontrat müzakeresinde dört unsur bulunmaktadır. Birinci unsur, talep edilen Q
miktarıdır. Kontratta yer alacak Q miktarı belirli bir oranda taahhüt kapsamı içinde yer
alır. Yani belirli bir Q miktarını alıcının almaya garanti etmesi ve satıcının da bunun
karşılığında cezai yükümlülüğü kabullenmesi gerekir. Büyük kontratlarda yer alan al
ya da öde ( take or pay) uygulamaları buna bir örnek olarak verilebilir. Ancak burada
asıl anlatılmak istenen oyuncu için belirlenmiş minimum bir Q miktarının kontratta
güvence altına alınmasıdır. Buna ek olarak, belirlenen Q miktarının üzerinde ortaya
çıkabilecek yeni talep miktarının da karşılanabileceğine dair hükmün kontratta
güvence altına alınması da gerekir. Burada satıcı için önemli olan husus, bazı
durumlarda belirtilen Q faktörü için pazarda ortaya çıkabilecek yeni fırsatların daha iyi
fiyatlarla kaçırılmamasıdır. Bu fırsat ise güvence altına alınan taahhüt miktarının
yükümlülüğünün müşteri tarafından karşılanmadığı durumlarda, esnekliğin daima
satıcıda kalması prensibidir. Bu durum müşteri aleyhine sonuçlar doğursa da
satıcıların kullandığı bir baskı aracı olarak her zaman masada yer almaktadır. Zaten
enerji oyununun müşteri tarafındaki oyuncunun başarısı Q miktarı hakkındaki
esnekliğin kontrattaki yerine bağlıdır.
İkinci unsur talep edilen Q miktarının tedarik edilme, teslim edilme zamanları ile
tedarik takviminin toplam süresi ve kontratın imza tarihini içeren T faktörüdür. Aynı
zamanda T faktörü uzun dönemli kontratların revize edilme sürelerini ve bu sürelerin
hangi parametrelere göre olacağını da kapsar. En zor sorulardan biri de başarılı bir
kontratın ne zaman imza edileceğidir. Bir kontratın imzalanması ile ortaya çıkan ve
tarafları bağlayan kurallar tedarik mekanizmasının çalışmaya başladığı zamandaki
konjonktür ile her zaman uygun olamayabilir. Bu nedenle enerji oyunundaki
oyuncular için zaman ne çok erken ne de geç olmalıdır. Optimum zaman gelecekteki
fiyatın önceden doğru tayin edilebildiği zamandır.
Üçüncü unsur, kontratın nihai amacı olan fiyat (P) faktörüdür. Klasik pazarlıklarda
satıcının yüksek, alıcının düşük fiyat vererek başladığı bir müzakere tarafların kabul
ettiği ortak bir fiyat noktasında buluşmasıyla nihayete erer. Normal koşullarda bir
enerji kontratında durum böyledir. Ancak buradaki problem fiyatın diğer faktörlere
göre değişen bir konumda olmasıdır. Fiyat tüm kontrat süresi boyunca genellikle
sabit değildir ve diğer Q çeşitlerindeki fiyat değişimlerine bağlı olarak kontratta yer
alan Q miktarına ait fiyat optimum olma özelliğini kaybedebilir.
Enerji oyununda fiyatı belirleyen faktörler birden fazladır. Q faktörünün maliyeti fiyatın
kendisini değil, minimum tabanını oluşturur. Enerji oyununda Q miktarı için fiyat Q
faktörünün enerji piyasaları içerisindeki muhtemel hedef pazardaki değeridir. Bu
değer belirli matematiksel hesapların yanı sıra göreceli beklentilere göre de şekillenir.
Enerji oyununda fiyat, müşteri oyuncu için önemli ve hayatidir. Çünkü oyuncunun
yüklendiği fiyat temel bir girdi maliyetinin ve dolayısıyla ekonomik çerçevenin kritik
önemdeki parçasıdır. Tedarikçi açısından fiyat doğrudan bir gelir kalemi iken müşteri
açısından fiyat doğrudan bir maliyet kalemidir.
Dördüncü unsur ise kontratın revize edilmesi aşamasıdır. Revize parametreleri ne
kadar az olursa olsun, aslında her kontrat revizyonu bir kontrat müzakeresidir ve
diğer tüm unsurları içinde barındırır. Doğru yapılmayan kontrat revizyonları çok
başarılı bir kontratın bile getirisini önemli oranda zarara sokabilir.
Enerji oyununda bir kontrat müzakeresi tamamladığında enerji oyuncusu için çok zor
bir iş başarılmış olabilir ama aslında bir yatırımcı için enerji sepetindeki bir kalemin
tamamlanmasından başka bir şey yapılmış olmaz. Çünkü toplam verimlik ve enerji
sepetindeki optimum karlılık için diğer kalemlerin de aynı şekilde başarılı olması ve
en zoru da bunun sürdürülebilir kılınmasıdır.
4.EKONOMİ VE BÜYÜME AÇISINDAN ENERJİ OYUNU
Endüstri devrimin başlangıcından itibaren enerji ekonominin vazgeçilmez bir parçası
olmuştur. Enerji hem kendi sektörel yatırımları ve piyasaları açısından hem de diğer
sektörlerin içindeki rolü ve etkisi bakımından dikkatle izlenen bir parametredir.
Özellikle girdi maliyetleri üzerindeki artan rolünden dolayı enerji üzerinde daha fazla
ekonomik yorumlar yapılmaktadır. Oysa enerji ekonomik ve ticari değerlendirmelerin
içerisinde yer almasına rağmen daha yoğun bir şekilde askeri ve siyasi projektörlerin
ışığı altında kalmaktadır. Bu karmaşık konum nedeni ile enerjinin ekonomi içindeki
konumlanması çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ancak bu tartışmalar
bugün bitmeyeceği gibi yarın da üzerinde konsensus sağlanacak bir sonuca
ulaşmayacaktır.
Ekonomi ve enerji ilişkisinde anahtar kelime “büyüme” olacaktır. Büyüme bir tercih
değil beşeri bir zorunluluktur. Büyüme kavramı ekonomik olarak belirli parametreler
üzerine kurulu sayısal verilerden oluşan bir pano ya da grafik olsa da esasi itibariyle
büyüme artan nüfusun beşeri ihtiyaçlarının karşılanması, yaşam konforunun ve
refahın kalıcı olarak daha geniş demografilere yayılması ile ilgili siyasi bir amaçtır.
Dünya nüfusu hızla artmaya devam etmektedir. 2010 yılında 6 milyarı aşan dünya
nüfusu 2050 yılında 10 milyar sınırına ulaşacaktır. Bunun anlamı, mevcut ekonomik
kaynakların dünya çapında yüzde 60’tan daha fazla artırılması ve olabildiği kadar
geniş popülâsyonlara temel yaşam olanaklarının sunulmasıdır. Bunun ekonomideki
sayısal karşılığı, küresel büyüme oranının gelecek 40 yıl boyunca yılık bazda en az
% 1,5 oranında devam etmesi gerçeğidir. Bu oran sadece temel yaşam olanaklarının
karşılanması için gerekli minimum bir zorunluluktur. Refah seviyesinin arttırılması ve
yaygınlaştırılması için ise yıllık bazda % 3’ten daha fazla bir büyüme oranına ihtiyaç
var. Potansiyel her kriz yıllık büyüme oranını yavaşlattığında kriz sonrasını takip
eden yıllarda bu açığın telafi edilmesi gerektiğini de bizlere hatırlatıyor.
Ekonomi ve büyüme arasındaki ilişki insanın refah ve güvenlik içerisinde yaşamasını
hedefleyen büyük bir ülküye dayanır. Ama bundan daha önemli olan büyümenin
getireceği ekonomik imkânların ve gelirlerin bir ülkede veya bölgede veya dünya
genelinde olabildiği kadar çok daha fazla insanın yaşamını iyileştiren bir kaldıraca
dönüşmesi gerektiğidir. Herhangi bir sokakta ya da mahallede ya da şehirde veya
ülkede diğer insanların günlük yaşam ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandıkları bir
ortamda tek başına zengin ve refah içerisinde olmak güven içerisinde olmak
anlamına gelmez. Bu yüzden büyüme aynı zamanda yaşam güvenliğinin
sağlanmasında hayati bir merkezi role sahiptir.
Bugün için en zor soru büyümeyi nasıl sürdürülebilir kılacağımız ve en önemlisi de
büyümenin maliyetini yani risklerini nasıl kontrol altında tutacağımızdır. Bu sorunun
cevabına geçmeden önce küresel büyümenin jeopolitiği yani büyümenin jeoekonomik
fotoğrafına bakmamız lazım.
Endüstri devriminden önce ekonomi daha lokal bir kavram olarak hayatımızda yer
almaktaydı. Özellikle mülkiyet kavramının birey merkezli olarak tanımlanmasından
önceki aşamalarda krallar ve feodal yöneticiler tarafından kontrol altında tutulan
mülkiyet, ekonomik zenginliğin tek başına göstergesi ve toplumsal olmayan bir
sembolü idi. O dönem için geçerli olan ekonomik kriter mülkiyet üzerinde söz sahibi
olanların kendinden daha güçlü olanlara karşı yükümlülük altına girdikleri vergiler ve
yönetimleri altında olanlara karşı temel besin ihtiyaçlarını minimum oranda karşılama
sorumlulukları idi. Elbette küresel olarak bu fotoğraf kıtadan kıtaya, bölgeden
bölgeye, ülkeden ülkeye bazı değişiklikler göstermiştir. Ama esas olan bireyin ortaya
çıkışı ve mülkiyet kavramının siyasi bir nitelikten ekonomik bir niteliğe dönüşmesi ile
başlayan yeni süreç olmuştur. Zaten endüstri devrimi ile bireye ait mülkiyet ve özel
teşebbüs hürriyeti paralel bir gelişme izlemiştir.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen 300 yıldan fazla bir zaman diliminde kaynaklar
ve pazar arsındaki ilişki tek boyutlu bir niteliğe sahipti. Çoğunlukla kaynakların
bulunduğu topraklarda yeteri kadar güçlü olmayan yönetimler karşısında kaynakları
kontrol eden, mülkiyetinde tutan, işleten ve çıkartılan ham maddeleri kendi
topraklarına götüren pazar devletleri olmuştur. Bu aşamada ekonomi içinde yer alan
enerji kaynakları da ticari bir parametre yerine belirli devletlerin kontrol altında
tuttukları kıymetli ve askeri nitelikli bir ekonomik unsur olarak yerini almıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce baş gösteren özgürlük hareketleri ve bağımsızlık
savaşları özellikle kaynak ülkeler tarafında egemen olmasa da şeklen yeni devletlerin
doğmasını sağlamıştır. 1950’den hemen sonra baş gösteren iki kutuplu dünya düzeni
ise bu bağımsızlık savaşlarının ortaya çıkardığı etkileri derin dondurucuya
kaldırmıştır. Çünkü Soğuk Savaş boyunca kaynak ülkeler üzerindeki rekabet daha
büyük ve global bir sıcak savaşı tetiklememe adına o ülkelerdeki ulusal hükümranlık
çabalarını sınırlı bir alanda tutmuştur. 2000’li yılların başından itibaren çokça
konuşulan kaynakların milliyetçiliği ya da enerji milliyetçiliği gibi yeni kavramlar sakin
ve rahat bir uyku sürecinde kalmıştır. 1950’lerde İran’da yaşanan Musaddık hareketi
ve benzeri diğer çabalar ancak 2000’li yıllarda yeniden ve elbette yeni bir şekil ile
kendini ortaya koyabilmiştir. Burada vurgulamak istediğim, bu yaşanan süreç ve
hareketlerin doğruluğu veya yanlışlığı değil; küresel ekonomik formasyonu
etkileyebilecek bu tür gelişmelerin tarihsel durumudur.
Soğuk Savaş boyunca ekonomiyi hareketlendiren iki önemli olayı hatırlatmakta yarar
var: 1973 Petrol Krizi ve Asya Kaplanları’nın yükselişi.
Doğası gereği kriz kelimesi ekonomik büyümenin durduğunu veya yavaşladığını
gösteren bir telaşı yansıtır. Daha önce yaşanan 1929 Bunalımı ve İkinci Dünya
Savaşı sonrası uzun bir süre devam eden durgunluk dönemi gibi tecrübeler büyüme
önündeki kriz risklerini ekonomik ve siyasi aktörlere zaten öğretmeye başlamıştı.
1973 Krizi küresel sisteme enerji güvenliği konusunda verilen ilk ders olma özelliğini
taşısa da aynı zamanda ekonomik düzenin büyüme hedefine karşı ciddi bir emare
niteliği de taşıyordu. Ancak Soğuk Savaş’ın gerçekten soğutucu da bırakılan olayları
gibi 73 Krizi de sıcak bir vakaya dönüşmeden ama yavaş yavaş yeni tedbirlerin
alınma sürecini başlatarak atlatıldı. 80’lerde baş gösteren Asya Kaplanları’nın
yükselişi ise Soğuk Savaş’ın bütün soğukluğuna rağmen hem insanlara sıcak umutlar
aşıladı hem de dünya ekonomisini ılık bir ferahlama mevsimine sürükledi.
Asya Kaplanları’nın yükselişi, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışında ilk defa Batı ile
teknoloji rekabetine giren yani yeni nesil ekonomi alanında küresel düzeyde
bambaşka alandan yükselen bir rekabet ekonomisinin canlandığını herkese ilan
ediyordu. Bu trend yıllar içerisinde Çin ve Hindistan’ı da içine alarak dünya
nüfusunun en büyük bölümünü oluşturan Asya Pasifik bölgesinde dev bir büyüme
dalgasının başlangıcını teşkil etti. Aslında bu durum Batı Avrupa ve Kuzey Amerikalı
aktörler için iyi bir haberdi. Çünkü bu kadar yoğun nüfusa sahip Asya Pasifik
bölgesinde insanların ihtiyaçlarını ve yaşamlarını iyileştirmeye dönük bir büyüme
trendinin oluşması küresel güvenlik adına önemli bir gelişmeydi. Zaten Çin’in
1978’den itibaren uygulamaya koyduğu yeni strateji yani “Batı tipi büyüme, Doğu tipi
siyasi sistem” modeli küresel büyümeye en büyük katkıyı verecek olan Çin’in
yükselişi serüvenini başlatmıştı.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan yeni ekonomik düzen ve Soğuk
Savaş sonrasında küresel entegrasyona giden dev ekonomik sistem içerisinde
büyüme gerçekten ve hak ettiği yeri almıştır. Büyümenin jeopolitiğine baktığımızda
geçtiğimiz 30 yıl boyunca daha fazla ayakları yere basan iki bölgeli gelişim modeli
gelecek 50 yılda da önemini koruyacaktır. Her iki bölge de yani Avrupa-Kuzey
Amerika ve Asya Pasifik oyuncuları ne kadar yorgun düşerlerse düşsünler büyümek
için çok daha fazla çalışmak mecburiyetindedirler. Yani milyarlarca fakir insanın
arasında birkaç milyon zengin kişi olarak hayatta kalabilmek için en azından
milyarlarca fakirin bir kısmına ekonomik bir gelecek sağlamak zorundalar. Bu
zorunluluk bazıları için bir kâbus olsa da artık hiç kimsenin inkâr edemeyeceği ve tek
yönlü olan bir otoyoldur. Bunun anlamı, şartlar ne olursa olsun, ne kadar kriz
yaşanırsa yaşansın büyümeye, daha fazla büyümeye devam edilecektir.
Önümüzdeki 50 yıl içerisinde bu iki sütun üzerine kurulu büyüme jeopolitiğini
destekleyecek yeni sütunların inşa edildiğini göreceğiz. Bunlar; Orta ve Güney Afrika
ile Güney Amerika ve eski Sovyet coğrafyası olacaklardır. Büyüme jeopolitiğinin bize
anlattığı iki şey var; Birincisi yeni ve hırslı bir şekilde büyüme yolculuna başlayacak
olan pazarlar çabuk ve karlı iş yapma fırsatlarının adreslerini göstermektedir. İkincisi
ise, büyümenin hızlandığı alanlar daha önce büyümüş olan alanların ölmeyeceğini
bilakis büyümenin her yerde ama farklı biçim ve oranlarda devam edeceğini
göstermektedir.
Büyüme açısından üç farklı küresel pazar söz konusudur; Birinci tip pazar Avrupa ve
Kuzey Amerika pazarları refah seviyesinin çok yüksek olduğu ve kar oranlarının
oldukça sınırlı tutulduğu ama çok güvenli ve kurallı bir ekonomik alandır. İkinci tip
pazar geçen 30 yıla rağmen kuralların oturduğu ama zaman zaman güven vermeyen
gelişmelerin yaşanabildiği, kar oranlarının nispeten daha yüksek ve hatta bazı
bölgelerde oldukça yüksek tutulduğu Asya-Pasifik ekonomik alandır. Üçüncü tip
pazar ise yakın gelecekte daha hızlı büyümeye başlayacak olan ancak yeteri kadar
kuralın oturmadığı, güven problemlerinin yoğun olduğu ama kar oranının maksimum
düzeyde tutulduğu yeni ekonomik alanlardır. Bu nedenle büyüme küresel düzeyde
ortak bir anlam taşımakla birlikte farklı ekonomik alanlarda özel anlamlar
yüklenmektedir. Büyüme, bazı bölgelerde yüksek refahın korunması bazı bölgelerde
de daha fazla insanın temel yaşam ihtiyaçların karşılanması anlamına gelmektedir.
Enerji oyunu açısından büyüme perspektifinde üç önemli mesaj vardır; Birincisi,
rekabet ortamında enerjinin rolünü iyi oynaması gerektiğidir. Yani müşteri
konumundaki enerji oyuncusu için Q miktarının en ucuz ve sürdürülebilir fiyata
tedarik edilmesi nihai bir gerekliliktir. İkincisi, büyüme sürekli devam edeceği için
daima daha fazla Q miktarına ihtiyaç duyulacaktır. Bunun anlamı, Q faktörü üzerinde
rekabet artacak ve bu Q miktarı hakkındaki P faktörünü yukarı yönlü
ivmelendirecektir. Üçüncüsü ise, doğrudan enerji sektörü küresel ekonomik büyüme
ve karlılık açısından öncü sektörlerden bir olmaya devam edecektir.
Fortune 500 karlılık ve gelir tablosuna bakıldığında krizin en çok etkisini gösterdiği
2008 yılının ikinci yarısı ve 2009 boyunca dört ana sektörün karlılıklarını artırmaya
devam ettikleri görülmektedir: Teknoloji, sağlık, gıda ve enerji.
Kötü kriz günlerine rağmen bu sektörlerin karlılık ve gelirlerini artırmaları hakkında
farklı görüşler öne sürülmektedir. Özellikle Amerikan tarihinin en büyük istihdam
azaltma tedbirlerine başvurulduğu bir dönemin sonunda ve bazı sektörlerde
istihdamın giderlerin üçte ikisini oluşturduğu bir tabloda böylesi karlılık ve gelir
rakamlarına ulaşmak çok şaşırtıcı gelmemektedir. Yine de giderlere ilişkin alınan
tedbirler kapsamında veya satışların artırılmasına ilişkin yeni stratejilerin devreye
konulmasıyla birlikte büyümeye ilişkin umut veren sinyallerin arasına bu karlılık ve
gelir oranlarının katılmış olması önemlidir. Aslında bu oldukça sınırlı bir dönem ve
konjontürel bir gelişme konumundadır. Esas olan en ağır krize rağmen bile büyümek
için herkesin acele etmek zorunda olduğu ve bunun için çaba sarf ettiği gerçeğidir.
Küresel çapta tüm şirketlerin büyüklük ve gelir sıralamasında enerji şirketleri mutlaka
ilk sıralarda yer almaktadır. Geçmişte ve şimdilik bu petrol şirketleri ile sınırlı bir
özellik taşısa da gelecekte farklı alanlarda çalışan enerji şirketleri de büyükler
ligindeki yerini alacaktır.
2008 Küresel Ekonomik Krizi ve Enerji Oyunu
Büyüme ve Enerji Oyunu ilişkisi hakkında yukarıda çizilen çerçeveye ek olarak çoğu
kişinin kafasına takılan bir soruya da cevap aramak gerekir. 17 Eylül 2008 tarihinde
Lehman Brothers’in iflas etmesiyle başlayan ve resmen küresel bir ekonomik krizin
başladığını ilan eden gelişmeler ışığında tüm dengeler yeniden değişti. Ya da
değiştiği konusunda genel bir kanaat mevcut. Sonuçları ne olursa olsun, kriz çok
büyük bir tsunami dalgası yarattı ve yıkımı da oldukça etkili oldu. Daha krizin sıcak
etkileri bitmeden de iki kavram etrafında tartışmalar baş gösterdi: Tasarruf veya
harcama.
Bu iki kavramdan ilki yani tasarruf, yeni bir dalga karşısında güvenli limanda olmak
için içe kapanmak ve herkesin kendini kurtardığı bir mücadele sahnesi olarak kriz
sonrasını yorumlayanların kelimesi oldu. Refahın yaygınlaşması anlamında kullanılan
tasarruf yani “savurgan olmama” kavramı birçok ülke için doğru bir yaklaşım
olacaktır. Ama tasarrufu “harcamama” anlamında yani büyümenin karşıtına oturtacak
bir anlamda kullanırsak her şey değişir. Harcamazsak büyüme yavaşlar. Büyümek
için üretmeye, üretmek için tüketmeye ihtiyacımız var. Üretmek için hammadde ve
enerjiye, tüketmek için de konfora, daha fazla konfor için enerji tüketimini arttırmaya
ihtiyacımız var. O zaman krizler sadece bir mola ve etrafa çekidüzen vermekten
başka ne yapabilirler. Belki bazı ekonomik sistemler ve finansal yapılar hata bazı
hükümetler iflas edip kaybedenler arasında yer alabilirler, ama kesinlikle küresel
büyüme durdurulamayacak şekilde yoluna devam edecektir.
Öyleyse krizlerin öncesinde veya sonrasında geçerli olan en önemli enerji trendi
“büyümeye devam” olmaktadır. Bu trendin üç ana ayağı petrol, elektrik ve alternatif
kaynak arayışlarıdır.
Petrol tek başına ekonomik sistemin ana aktörlerinden biridir. Henüz yerine onun
kadar çok, taşınması kolay ve fiyatı uygun bir başka alternatif kaynak ortaya çıkmadı.
Bu gerçekleşinceye kadar petrol fiyatları emtia fiyatlarının ana belirleyicisi olmaya
devam edecektir. Küresel ekonomik büyümenin yıllık % 4’e yaklaştığı 2008 yaz
aylarında en yüksek üretim değerine ( 87-88 milyon varil/gün) ve en yüksek fiyat
seviyelerine (100+ $/varil) çıkan petrol, eylül ayındaki krizden itibaren kademeli
olarak düşmeye başladı. Petrol, büyümenin % -1.4 olduğu 2009 yılı sonlarına doğru
büyümenin yavaşlama hızına paralel olarak 80 milyon varil/ gün seviyelerini bile
zorlamaya başladı. Ve tabii ki fiyatlar da hızla aşağı doğru inmeye başladı.
Petrol, büyümenin sinyalini aldığı andan itibaren tekrar yukarı yönlü bir trend
izlemeye başladı. Ama petrol üretimi aynı hızda ilerleyebilecek mi? İşte buradaki
temel hususa dikkat etme zamanı geldi. Projeksiyonlar (özellikle enerji için) 20, 50 ve
100 yıl gibi uzun süreli beklentiler üzerine yapılmaktadır. Bir ekonomik krizin küresel
yıkıcı etkilerine rağmen büyüme eğiliminden ve arzusundan vazgeçirici yeteneği
olmadığını hatırlayınız. Yani büyüme ihtiyacı durmayacağına göre uzun dönemli
projeksiyonlar da geçerliliğini koruyacaklardır. Buradaki tek fark, projeksiyonların alt
ve üst sınırları arasındaki volatilitedir.
Öyleyse, petrol talebi en azından alternatif bir kaynak ortaya çıkıncaya kadar artma
eğilimindedir. Dolayısı ile üretimin de aynı çizgide devam etmesi gerekmektedir.
Ancak, üretimin trendi üretim için gerekli yatırımların devam etmesine bağlıdır.
Yatırımların devam etmesi ise siyasi-ekonomik bir tercih dizisine göre şekillenir. Yani,
yatırımlar için harcanacak paranın ne zaman ve ne kadar kullanılacağıdır. Bu
noktadaki tercihler, yani zaman ve harcanacak paranın dilimleri petrol fiyatları
üzerinde gelecekteki baskıyı şekillendirecektir.
Krizler sırasında, psikolojik bir etki sonucu yatırımlar için ayrılan para miktarında bir
azalma ve kullanılacak finansman miktarında fazladan artan bir faiz yükü sorunu
ortaya çıkmaktadır. Petrol için geçerli olan diğer jeopolitik nedenler zaten fiyatlar ve
üretim üzerinde bilinen baskılara neden olmaktadırlar. Sonuç olarak, petrol büyüme
sıfır olduğunda bulunduğu seviyeyi korumakta ancak ilk büyüme sinyalleri geldiği
andan itibaren bulunduğu seviyenin üzerinde yeni eşikleri yakalayabilmektedir.
Maliyet etkisi ise yani fiyatların seviyesi ise daima artan eğilim içinde olmaktadır.
Petrol tüketimi küresel büyüme trendine bağlı olarak günlük 0,5 ile 2 milyon varil/gün
daha fazla artış yönünde ve fiyatlar da 70-110 $ arasında bir çizgiyi gelecek 4-10 yıl
arasında koruyacaktır (Fiyatlar hakkındaki yorumlar, her şey normal koşullar altında
iken geçerli olacaktır. Köpük etkisi başladığında yukarı doğru bir sınır koymak
gerçekçi olmayacaktır).
Petrol için geçerli olan durumlar bir başka boyutu ile Doğalgaz için de geçerlidir. Her
ne kadar elektrik ve endüstri sektörleri için belirleyici olsa da doğalgazın küresel
tüketim trendleri ve üretim-yatırım trendi diğer bir hidrokarbon olan petrol ile benzerlik
göstermektedir. Arama-üretim yatırımları hızla devam etiği için 1988 yılında küresel
gaz rezervleri 110 trilyon metreküp’ten (tcm) 2008 yılı sonunda 185 tcm seviyesine ve
tüketimi karşılama oranları açısından 100 yıllık bir rezerv büyüklüğüne ulaşmıştır.
Doğalgaz için en önemli parametre olan Avrupa’nın gaz talep projeksiyonları 2030
yılı için hala ek olarak 300-450 bcm gaz ihtiyacını korumaktadır. Bu durum AsyaPasifik ve Kuzey Amerika’nın artan gaz talepleri için de geçerlidir. Ancak sorun gaz
yatırımları için ayrılan paranın ve paranın üzerindeki maliyet baskısının gelecekte
fiyatlara olacak olan etkisidir ki bu durum zaten petrol için de geçerlidir.
Elektrik piyasaları biraz daha dengeli bir enerji piyasasıdır. Büyümeye bağımlı
trendini hiçbir zaman bırakmaz ama gelişmekte olan ülkeler için hem elektrik iletimüretim yatırımları hem de elektrik tüketimi bazen büyüme oranlarının üstünde bir
eğilim izleyebilir. Elektrik piyasalarında, büyüme sıfırlansa bile elektrik tüketimi
endüstrideki yavaşlama ve küçülme eğilimi kadar bir etki hissedilmektedir. Bu da
elektrik piyasasına negatif etkinin daha az yansıdığı anlamına gelmektedir. Ancak,
elektrik yatırımlarının artan talebi karşılama hızı 2-4 yıl arasında olduğundan dolayı
yeni yatırımlar üzerinde bir maliyet baskısı ve gelecekteki elektrik fiyatları üzerinde
yukarı yönlü bir etki oluşturmaktadır.
Alternatif kaynak arayışları konusu son 60 yıl boyunca devam eden teknik ve bilimsel
bir sürecin, 1973 sonrasında ise siyasi-ekonomik ihtiyaçların bir sonucu olarak
artarak devam etmektedir. Genellikle küresel veya büyük ölçekli ekonomik krizler
sırasında, artan enerji fiyatları ve özellikle petrol bağımlılığı üzerine tartışmalar artar
ve alternatif enerji kaynaklara yönelim hızlanır. Fakat hem miktar hem fiyat
bakımından petrol için herkesin üzerinde uzlaşma sağladığı bir kaynak henüz
bulunmamıştır. Elektrik sektöründe ise nükleerin yanı sıra temiz enerji veya yeşil
enerji kavramı adı altında özellikle yenilenebilir kaynaklardan enerji üretimi
konusunda çalışmalar hızla artmaktadır. Bu kaynakların, şimdilik kaydıyla kurulum ve
üretim maliyetleri fazla olduğundan destekleme, teşvik ve alım garantilerine olan
ihtiyaçları bütçe planları üzerinde yük oluşturmaktadırlar.
Krizlerin psikolojik bir sonucu olarak, bütçe kesintilerine gidilmesi ve teşviklerin
tırpanlanması sonucu yenilenebilir enerji kaynakları için olumsuz sonuçlar hemen
etkisini göstermektedir. Bu nedenle alternatif enerji kaynaklarına yönelik aramageliştirme ve yatırım trendleri devam etse de bunun hızı konusunda küresel
ekonomik kriz sonrası olumsuz bir trend, bir süre daha etkisini gösterecektir.
Küresel ekonomik kriz sonrasında, yenilenebilir enerji kaynaklarına olan yatırımlarda
% -38 oranında bir azalma olmuştur. 2008 yılında 80 milyar doların üzerinde olan
yatırım miktarı 50 milyar dolar civarlarına gerilemiştir. Küresel ekonomik kriz
sonrasında 480 milyar dolar düzeylerinde olan petrol ve gaz upstream bütçesi % -20
civarında bir azalma ile 375 milyar dolar düzeylerine gerilemiştir.
Sonuç olarak, küresel ekonomik kriz enerji piyasalarında yatırımların hızında ve
miktarında bir gerilemeye neden olmuştur. Ancak gelecekteki enerji ihtiyaçları ve
küresel büyüme mecburiyeti karşısında enerji piyasaları için aşırı bir durgunluk söz
konusu olmamıştır. Elbette yavaşlayan ve maliyeti artan yatırımların enerji fiyatları
üzerinde yukarı yönlü bir etkisi olacağı kaçınılmazdır. Kriz sırasında tartışılan türev
piyasalar içindeki enerji kâğıtları ve kontratların üzerindeki köpükler ise her zaman ve
yeniden ortaya çıkabilecektir. Bu durum finansal sistem üzerindeki denetleme ve
kontrol kurallarına bağlı olarak gelişecektir.
5.YENİ NESİL ENERJİ KAYNAKLARI AÇISINDAN ENERJİ OYUNU
Enerji artan nüfusun ekonomik büyüme ihtiyaçlarının içerisinde hem büyümeyi
desteklemek hem de bireylerin temel enerji ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli olarak
ilerlemek zorundadır. Enerji oyunu ise bu ilerlemeyi destekleyecek şekilde, oyun
teorisinde yer alan parametreler ışığında yeniden ve yeniden, her gün oynanmaya
devam edecektir. Enerji oyununda “gelecek” kavramı parametrelerin üzerindeki
değişimleri anlamak ve yeni gelişmelere göre her bir parametrenin pozisyonunu
yeniden kurgulamak anlamını taşır.
Enerji oyununun en önemli ve temel parametresi Q faktörüdür. Gelecekten
bahsedildiğinde Q faktörü hakkındaki değişiklilerin anlatıldığı hemen anlaşılır. Bu
değişiklikler iki başlık altında yer alır: Enerji talebi ve yeni nesil enerji kaynakları.
Artık herkes gelecekteki Q miktarı hakkında artan bir talep olduğu konusunda
hemfikirdir. Görüş farklılıkları ise hangi zaman diliminde, artış oranının ne kadar
olduğu üzerinedir. Bu nedenle enerji oyununda Q faktörünün geleceği, gelecek 50 yıl
ya da daha uzun bir zaman diliminde mevcut enerji kaynaklarının rezerv durumu ve
bu kaynaklara yapılacak yatırımların periyodik takvimi etrafında şekillenmektedir. Zor
ve karmaşık olan konu ise gelecekteki yeni nesil enerji kaynakları ya da mevcut
enerji kaynaklarının teknoloji ile evriminin ortaya çıkartacağı sonuçlar üzerinedir.
Enerji alanındaki yeni arayışların üç ana amacı vardır: Birinci amaç fosil yakıtlara
özellikle de petrole olan bağımlılığı azaltmaktır. İkinci amaç, sera gazı salınımını
sınırlamak ve daha temiz bir çevre oluşturmak için yeni enerji kaynaklarını hayata
geçirmektir. Üçüncü amaç ise, daha ucuz veya çok ucuz bir maliyetle yeni ve sonsuz
bir enerji kaynağına ulaşmaktır. Her üç amacın nihai sonucu teknolojiye yatırım
yapmak ve yeni kaynakları bulabilmenin maliyetini tüketiciler arasında
paylaştırmaktır.
Yeni bir enerji kaynağı olarak değil ama neredeyse yeni bir enerji kaynağı kadar
önemli olan bir diğer gelişme ise enerji verimliliği konusudur. Piyasa mantığı
içerisinde ve büyüme odaklı bir ekonomik anlayış karşısında enerji tasarrufu kavramı
yanlış anlamalara açıktır. Oysa enerji verimliliği enerji kullanımına devam ederken
enerjinin verimli kullanılmasını sağlayacak metotları barındırmaktadır.
Enerji verimliliği en başta inşaat sektöründe yani binalarda çok ciddi bir gelişmeye
ışık tutabilecektir. Bugün ve gelecekte inşa edilecek binalar 2050 yılında bina başına
yüzde 10-15 oranında bir enerji kullanım verimliliğini beraberinde getirebilecektir.
Aynı şekilde endüstri ve ulaştırma alanında enerji verimliliğine yönelik yeni gelişmeler
ve teknolojik evrim küresel enerji tüketiminde doğru enerji kullanımı adına faydalı ve
büyük sonuçlar doğurabilecektir. Ancak, teoride bu kadar iyi olan bir enerji verimliliği
konusunda uygulama alanında başarılı olabilmek o kadar kolay olmayacaktır. Mevcut
yasal düzenlemeler, yeni yükümlülükler ve cezai yaptırımlar getirmedikçe önceden ve
peşin olarak ödenmiş yüksek bir maliyet ile enerji verimliliğine yatırım yapmak
yatırımcılar ve bireyler için yeteri kadar cazip olmayacaktır. Gerekli mevzuat
düzenlemeleri yapılsa bile, enerji verimliliği için gereken yatırım ve harcamalara kredi
desteği sunulmadan sürecin hızlı ve iyi işlemesi de kolay olmayacaktır.
Yeni nesil enerji kaynakları konusu mevcut Q faktörünün evrimine paralel olarak
gelişmektedir. Zaten enerji teknolojileri alanında 30 yıldan fazla bir süredir önemli ar-
ge çalışmaları ve sektör uygulamaları bulunmaktadır. Bu noktada tartışma konusu
olan yeni nesil enerji kaynaklarının enerji oyununu yani oyun teorisinde yer alan Q
faktörünü ne kadar bir devrimsel değişim noktasına getireceğidir. Çünkü gelecekte
yaşanacak olan; elektrik üretimi, endüstri ve ulaştırma sektörlerinde mevcut Q faktörü
içinde yer alan parametrelerin hem oransal olarak hem de maliyet açısından önemli
değişiklikler getireceği beklentisidir. Elbette bu başarıldığında, bu beklentilere ek
olarak sera gazı salınımına neden olan enerji kaynaklarının payı da önemli oranda
azalmış olacaktır.
Yeni nesil enerji kaynakları arasında yeni nesil nükleer teknoloji, hidrojen ve yakıt
hücrelerinin kullanımı, güneş enerjisinin kullanımı, rüzgâr ve diğer yenilenebilir
kaynaklar ile doğal gaz ve kömürün gelişen teknolojiye paralel olarak farklı biçimlerde
kullanılması başlıkları öne çıkmaktadır.
Öncelikle temel tartışma konusu olan elektrik üretimindeki Q faktörü konusuna açıklık
getirmekte fayda var. Daha önce de vurgulamıştık ki, henüz petrol çağı sona ermedi.
Bir konferans sırasında değerli bir enerji uzmanı şöyle bir değerlendirmede
bulunmuştu: “Taş devri taş bittiği için bitmedi, yerine ikame edilebilir yeni ve daha
güçlü bir malzeme bulunduğu için bitti”. Petrol çağı da petrol bittiği için bitmeyecek,
onun yerini alabilecek daha iyi ve onun yerine ikame edilebilecek kadar çok olan yeni
bir kaynak bulunduğunda sona erecek. Tıpkı bu gerçek gibi, bir başka gerçek de
elektrik üretiminde baz yük için ve ana üretim kaynağı olabilecek bir potansiyelde
yeni bir enerji kaynağı ortaya çıkmadıkça kömür-doğalgaz-nükleer üçlüsünün yeri ve
önemi birincil seviyede olmaya devam edecektir. Peki, yeni nesil enerji kaynakları
elektrik üretiminde nasıl bir değişim yaratabilecektir?
Rüzgar enerjisi optimum olarak 3000-3500 saat/yıl arasında yıllık üretim yapabilen ve
şebeke sisteminde diğer bir üretim ünitesi ile dengelenmesine ihtiyaç duyulan önemli
bir enerji kaynağıdır. Yatırım maliyetleri yüksek olmakla birlikte amortisman değerleri
sıfırlandığında maliyet girdisi 2 cent / kWh’ın altında kalmaktadır. Bireysel yatırımcı
için uygun fırsatlar ve doğru lokasyonda verimli ve iyi bir enerji yatırımıdır. Ancak,
ulusal düzeyde bir elektrik üretim sepeti oluşturmak için yeşil enerji ekonomisi
kapsamında küçük bir katkının daha fazlası değildir. Gelecekte de rüzgâr enerjisine
mümkün olduğu kadar en yüksek yatırımı yapmak temiz enerji adına bir sorumluluk
olmakla birlikte bir ulusal elektrik projeksiyonunda rüzgâr enerjisine bel bağlamak da
gerçekçi değildir.
Konsantre güneş santralleri yeni bir umut ışığı olabilir. Elbette güneşlenme ve güneş
radyasyonu değerlerine göre sınırlı bir lokasyonda bulunduğu için dünyanın her
yerinde aynı verimlilikte çalışmasa da güneş enerjisi santralleri optimum 5000 saat/
yıl sınırına ulaştığında elektrik üretimi içerisinde önemli bir paya sahip olacaktır. Bu
başarının sağlanabilmesi için güneş enerji santrallerinde farklı tipteki piller yoluyla
depolama veya ısının depolanıp daha sonraki saatlerde kullanılabilmesi konusunda
teknolojik verimliliğin iyi bir noktaya gelmiş olması gerekir. Photovoltaic(PV) sistem
ile güneş enerjisi üretimi konusu bir santral sistemi şeklinde olabileceği gibi bireysel
tüketicilerin küçük ölçekli üretimleri şeklinde de yaygın olarak kullanılmaktadır.
Özellikle güneş enerjisinden yaralanma potansiyeli yüksek bölgelerde bireysel
tüketiciler için PV oldukça cazip bir yatırım konusu olabilir. Ancak birçok yenilenebilir
ve yeni nesil enerji teknolojilerinde olduğu gibi güneş enerji yatırımları da oldukça
yüksek maliyetler gerektirmektedir. Maliyet faktörleri gelecekte daha fazla
düştüğünde yatırım hızı da artacak ve güneş enerjisi yaygın bir elektrik üretim faktörü
olarak yerini alacaktır.
Biyo-yakıtlar özellikle ulaştırma sektöründe daha iyi sonuçlar vermekle birlikte;
elektrik üretimi için ulusal üretim projeksiyonlarını etkileyecek kadar büyük bir
konuma gelemeyebilir. Bununla birlikte, atıkların değerlendirilmesi ve benzeri birçok
yöntem elektrik üretiminde enerji yatırımcıları için cazip olanaklar sunmaya devam
edecektir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının Q faktörü üzerinde elektrik üretimi
açısından büyük ve kapsamlı bir değişime yol açması gelecek elli yıllık projeksiyon
içerisinde zayıf görünmektedir.
1990’lardan itibaren kullanılmaya başlayan Üçüncü Nesil Nükleer santraller ile birlikte
nükleer Rönesans konusu gündemi yoğun bir şekilde işgal etmeye başladı. Nükleer
karşıtı düşüncelerin yoğunlaştığı bir dönemde, verimlilik-güvenlik-daha düşük maliyet
ekseninde Üçüncü Nesil nükleer santrallerin çalışmaya başlaması, nükleer
teknolojinin elektrik üretimindeki yeri konusunda umutları yeniden yeşertti. Küresel
elektrik üretiminde nükleerin payı yüzde 17’ler civarında seyretmektedir. Nükleerin
gelecekteki yeri ve Q faktörü açısından değeri ne olacaktır?
Nükleer Rönesans, başarısını ispat ettiği takdirde Dördüncü Nesil Nükleer
santrallerin çalışmasıyla birlikte gerçek anlamda başlayacaktır. Nükleer teknolojiye
sahip 11 oyuncunun bir araya gelerek oluşturduğu “Dördüncü Nesil Grubu (4G) ”
tarafından geliştirilmekte olan dördüncü nesil santraller elektrik üretimindeki nükleer
teknoloji konusunda bir devrim yaratacaktır. Dördüncü Nesil santrallerin en önemli
özellikleri; nükleer silah yapılmasına imkân vermemesi, daha uygun maliyetler ile inşa
edilmesi, artan verimliliği ile küçük ölçeklerde ve taşınabilir niteliğe sahip olmasıdır.
Günümüzde ABD’nin “Virginia Sınıfı” yeni nesil nükleer denizaltılarında kullanılan
nükleer enerji teknolojisi gelecekteki dördüncü nesil santrallerin başarısı hakkında
önemli ipuçları vermektedir.
Mevcut yatırım kararları ve yatırım planları göz önüne alındığında günümüzde geçerli
üçüncü nesil ve up-grade edilmiş ikinci nesil nükleer santrallerin gelecekteki elektrik
üretimindeki payları küresel düzeyde bugünkü oranları koruyacaktır. Bu da halen
mevcut olan nükleer santrallerin en az yüzde 50 oranında sayısının artması demektir.
Buradaki temel tartışma konusu dördüncü nesil santrallerin çalışmaya başlayacağı
2030-2040 yılları arasındaki süreçten itibaren nükleer teknolojinin elektrik
üretimindeki payının dramatik bir şekilde artıp artmayacağı konusudur.
Hidrojenin elektrik üretimindeki durumu şimdilik karmaşık ve belirsizlikler arz
etmektedir. Ama bir enerji kaynağı olarak, hidrojen ve yakıt pilleri konusunda
geleceğe dair ipuçları ortaya çıkmıştır. Avrupa, ABD, Japonya ve Yeni Zelanda’nın
sahip olduğu hidrojen programları hidrojen konusunda önemli ar-ge yatırımlarının
şimdiden iyi bir aşamaya geldiğini bize göstermektedir.
Yüksek ısı kullanarak kimyasal reaksiyon ile fosil yakıtlardan hidrojen üretimi
konusunda önemli bir yol kat edilmiştir. Kömürün geleceği konusunda ortaya çıkan
tartışmalar kapsamında, kömürün gazlaştırılması ve kömürün hidrojene
dönüştürülmesi konusundaki öneriler maliyetlerin düşmesine bağlı olarak daha geniş
bir uygulama alanı bulacaktır. Bu her ne kadar hidrojen kullanımı olsa da, aynı
zamanda kömürün bir Q faktörü olarak önemini devam ettirdiği anlamına gelmektedir.
Hidrojen teknolojileri konusunda birçok farklı model üzerinde çalışmalar devam
etmektedir. Genel kanaat hidrojenin gelecekte önemli bir enerji kaynağı olarak enerji
oyunundaki yerini alacağı şeklindedir. Ancak, tam olarak ne kadar kapsamlı ve etkili
bir Q faktörü olacağı konusu hidrojen teknolojilerinde gelecek 10-20 yıl sonraki
gelişmelerden sonra daha fazla açıklık kazanacaktır.
Sonuç olarak, enerji oyunu açısından yeni nesil enerji kaynakları konusunda belirsiz
ve kesin olan analizler var. Belirsizlik boyutu teknoloji ve verimlilik açısından evrim
gösteren mevcut kaynakların veya yeni hayata geçecek olan enerji kaynaklarının Q
faktörü üzerinde ne kadar açılım yapıp yapamayacağıdır. Bunun en önemli nedeni
yeni nesil enerji kaynaklarının büyük bir kısmının bugünkü üretim ve verimlilik
sonuçlarının gelecekte ne kadar gerçekçi bir büyüme noktasına ulaşacağının doğru
hesaplanamamasıdır. Zira tüm parametreler bütün açıklığı ile henüz masada değildir.
Kesinlik kazanan boyutu ise, artan nüfus ve buna bağlı enerji ihtiyacı karşısında
enerji ihtiyacına cevap verecek etkili kaynakların mevcut Q faktörlerinden farklı
olmayacağıdır. Bununla birlikte, kullanım biçimine ilişkin teknolojik gelişmelere bağlı
olarak mevcut Q faktörlerinin yer yer evrim geçireceği kesinlik kazanmıştır.
6.ENERJİ OYUNUNUN ZEMİNİ: ENERJİ JEOPOLİTİĞİ
Enerji oyunu ticari, ekonomik, siyasi, güvenlik ve diğer başka faktörlerin bir arada
kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Oyun ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde
oynanabilir. Oyunu iyi oynayabilmek açısından oyuncunun enerji oyun tekniklerini
bilmesinin yanı sıra ciddi bir arka plan bilgisine de ihtiyacı vardır. Bu arka plan bilgisi
kapsamında önemli başlıklardan biri de, siyasi ve coğrafi açıdan dünya politikasının
enerji ile ilişkisini irdeleyen enerji jeopolitiği konusudur.
Enerji jeopolitiği, sadece enerji kaynaklarının bulunduğu alanları değil, enerji ile ilgili
arz-talep ilişkisinin çevrelediği tüm coğrafi unsurları kapsamaktadır. Bu nedenle enerji
jeopolitiği, küresel jeopolitiğin tüm gelişmelerini içermektedir.
Jeopolitik, sadece kelime anlamı itibariyle değil, aynı zamanda tarihi birikimi ile de
cezbedici bir hâkimiyet arzusunun sembolüdür. Bu sembolü hayata geçiren, onun
peşinde koşmaya hazır olmaktır. Küresel jeopolitik, son 200 yıl boyunca Birinci
Dünya Savaşı ile başlayan ve 1950'lerde şekillenen büyük bir değişikliğe sahne
olmuştur. Bu değişiklik, Soğuk Savaşı beraberinde getirmiş ve hâkimiyet peşinde
koşma arzusunda olanları, Soğuk Savaş'ın koşulları altında savaşma riski olan bir
rekabete sürüklemiştir. Tek ve ilk vuruşta, hâkimiyeti ilan etmeyi amaçlayan nükleer
savaş dengesi üzerinde yürüyen bu jeopolitik ortam, yine tek ve ilk vuruşta
hâkimiyetin mümkün olmadığı gerçeğiyle 1990'da sona ermiştir.
1990 yılında, o günkü jeopolitik mücadelenin "kazananı olmayan bir savaş" olarak
sonlanması ile yeni bir dönem başlamıştır. Rakipsiz kalmanın belirsizliği ile Batı
Blok'unun küresel jeopolitik çöl içerisinde yalnızlık ve tedirginlik duygusuna kapılması
ve Avrupa Birliği'nin aktif askeri pozisyondan, yumuşak güç pozisyonuna geçmesi ile
Batı Blok'u iç dünyasına dönmüş oldu. Ne yazık ki, bu dönüş yeteri kadar Sufist bir
sorgulamayı ve yeni bir küresel istikrarı oluşturabilecek seçenekleri ortaya koyma
fırsatını yaratamadı. Sabırsızlık, Batı Blok'unda düşünce karmaşasına neden olurken,
küresel düzeyde yeni bir jeopolitik ortamın ve yeni bir küresel rekabet dengesinin
oluşması beklentisi de bugüne kadar gerçekleşemedi. Belki de bu beklenti, ancak
yeni jeopolitik ortamın tam anlamıyla ortaya çıkması ve hâkimiyet arayışının yeni bir
aşamaya geçmesiyle mümkün olacaktır.
İşte tam bu noktada, yani yeni jeopolitik ortamı anlamaya çalışma noktasında, başka
ve çok önemli bir soru ortaya çıkıyor: Jeopolitik hâkimiyet arzusu için yeni bir yol var
mı? Soruyu daha somut bir hale getirelim: Küresel hâkimiyet, "sahip olarak" mı yoksa
"kontrol ederek" mi mümkün olmalıdır veya olacaktır? Bu sorunun cevabını, yeni
jeopolitik ortamı ve onun içinden çıkan enerji jeopolitiğini tarif ettikten sonra bulmaya
çalışmak daha uygun olacaktır.
Yeni Jeopolitik Ortam
Son yüzyılın klasik jeopolitik ortamı, Avrasya'nın kenar kuşağı üzerinde bir mücadele
ile geçti. Doğu Avrupa'dan Ortadoğu'ya, Güney Asya'dan Kutuplara kadar Sovyetler
Birliği'nin ve Komünist Blok'un etkisi altındaki Avrasya merkez adasının Batı Paktı
tarafından sınırlandırılması ve Varşova Paktı'nın bu sınırları aşarak hâkimiyet alanını
genişletmeye çalışmasıyla bu mücadele şekillendi. Zengin kaynaklara sahip Avrasya
ve Ortadoğu ile bu kaynakları satın alabilecek refah ve zenginliğe sahip Batı
arasındaki ilişki, mutlak bir jeopolitik çatışma inancı ve beklentisi ile var oldu. Bu
Kenar Kuşak üzerinde çatışmanın dışında kalan ama bunun yoğun etkisini daima
üzerinde hisseden Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya ise, zaman içerisinde
bölgesel jeopolitiğin bir parçası olmaktan çıkıp küresel jeopolitiğin ilgi odakları haline
gelmeye başladı. Komünist ve anti-komünist cephelerin izlerini üzerinden atmak
isteyen bu bölgeler, bölgesel jeopolitikten küresel jeopolitiğe geçerken ilginç bir yol
izledi. Büyük ekonomik ve teknolojik gelişmelerin odağı haline gelen Güneydoğu
Asya, enerji kaynaklarında yeni adres olmaya başlamak suretiyle yavaş ve dikkatli bir
ilginin odağı olan Afrika, finansal piyasaların cazip kar merkezlerinden biri haline
gelen Güney Amerika, bugünün klasik jeopolitik ortamından kendilerini çabuk bir
şekilde kurtarmayı başardılar. Ama yeni jeopolitik ortamın başka türlü rekabet
cephelerinden biri olmaktan da kurtulamadılar.
Hem Kenar Kuşak üzerinde hem de Kenar Kuşağın dışında kalan jeopolitik ortamın
değişimi hiç de kolay olmadı. Dünyanın yeni sıklet merkezinin ABD olup olmadığı
konusundaki tartışmalar, geçiş döneminin sancılarını ve zorluklarını, siyasi ve
ekonomik problemlerden askeri çatışmalara kadar geniş bir alana taşıdı. Bu durum
herkesin işini zorlaştırmaya yetti. 1990 yılında Londra Konferansı'nın bitimi, Soğuk
Savaş'ın sona erdiğini ilan etse de yenidünya düzeninin ne olacağını konsensüsle
ilan etmeye yetmedi. Bir kesim, artık ABD'nin büyük askeri gücünün üstünlüğü
altında tek kutuplu bir dünya düzeninin başladığını ilan ederken, daha geniş bir kesim
de çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin başlayabileceğinin ümitlerini ilan etmeye
çalıştı.
Avrupa'nın yumuşak bir güce dönüşme süreci ve pro-aktif askeri pozisyonunu
kullanma konusundaki çekinceli tutumu, önce Balkan'larda kendini hissettirmeye
başladı. Aynı tarihlerde, Somali Krizinde de görülen bu tutum, ABD'nin her iki krizde
etkin askeri güç kullanımı kararını vermesi ve uygulamasıyla Batı Blok'unun
uluslararası platformdaki istişari mekanizmalarını zorlamaya başladı. Söz konusu bu
krizlere müdahaleden hemen önce Birinci Körfez Harekâtı’nda ortaya koyduğu askeri
gücün sihirli etkisi altında kalan ABD, geçen yıllar boyunca tek taraflı bir sıklet
merkezi olma düşüncesini tedricen geliştirmeye başladı. Belki de en karmaşık olanı
ise, bunun kendisine mutlak başarıyı getireceğine de inanmaya başlamasıydı. Klasik
jeopolitik ortamın hâkimiyet teorisi, sahip olmayı gerektiriyordu ve bu sahip olma
duygusu ABD'nin bu yeni inancıyla örtüşmeye başladı.
Peki ama Soğuk Savaş'ı kaybettiği düşünülen ve jeopolitik hakimiyetin sıklet merkezi
olma mücadelesinde geride kalan Sovyetlere ne oldu? Daha da önemli soru,
Sovyetlerin etkisi altında kalan ve Sovyetlerin yıkılmasıyla boşta görünen ülkelere ne
oldu? Onlar, ABD'nin sahip olma duygusuna nasıl karşılık verdiler? ABD, jeopolitik
hâkimiyetini her ne kadar ilan etse de gerçekleştirebildi mi? Bu soruların cevaplarını
ararken, beklenmedik başka bir gelişme yaşandı: ABD kendi evinde vuruldu.
11 Eylül 2001 saldırıları ABD'nin küresel jeopolitik hâkimiyetine bir meydan okuma
mıydı yoksa ABD'nin önlenebilir bir güvenlik zafiyetinin sonucu muydu? Yine farklı
cevaplar, farklı taraflar ve farklı beklentiler/ümitler ortaya çıktı. Kimisi ABD'nin
çöküşünün başladığını ilan ediyordu, kimisi de ABD'nin öfkesinin dünyayı dize
getireceğinden endişe ediyordu.
ABD'nin 11 Eylül saldırılarını algılama şekli, Pearl Harbor saldırısını algılama ve
cevap verme yöntemiyle aynı oldu. Pearl Harbor'da tarafsız bir şekilde dünyanın gidişatını ve savaşların çizgisini seyreden ama muhtemel tehditlere karşı hazırlıklı
olmaya çalışan ABD'nin Japonlar tarafından vurulması, tıpkı Japon Amiralin dediği
gibi "uyuyan devin uyanmasına neden olmuştu". Pearl Harbor saldırısı, ABD'ye karşı
karanlıkta bir pusu gibiydi ve cevabı da o denli sert ve kapsamlı oldu. 11 Eylül saldırıları da ABD için karanlıkta bir pusu olarak algılandı. Dolayısıyla cevabı, çabuk,
sert ve kapsamlı olmalıydı. 11 Eylül saldırıları, bir ülkeden ve savaşın bilinen bir cephesinden gelmemişti. Belirsizlik içeren birçok tehdit faktörünün bir arada olduğu bir
savaş network'undan ve asimetrik bir yöntemle ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, ABD'nin
cevap verme yeteneğini ortaya koyacağı ve herkesin tatmin olacağı bir "karşı cephe"
sorunu vardı. "Karşı cephe" Afganistan'daki teokratik-radikal bir rejimdi ve askeri
kapasitesi konvansiyonel olarak bile çok küçüktü. Dünyanın en büyük askeri gücünün
karşısında, bu gücün en şiddetli cevabı için yeteri kadar büyük bir hedef yoktu.
ABD'nin cevap verme arzusu onu bilinmeyen bir sürece doğru itmeye başladı.
Pearl Harbor'un cevabı sadece Japonya'ya değil onun müttefiklerine karşı da ABD'yi
İkinci Dünya Savaşına sokmuş ve onu Almanya'nın Doğusuna kadar sürüklemişti.
Pearl Harbor'da tarafı olmadığı bir savaşın çok büyük ve şiddetli bir saldırısına maruz
kalan ABD, dört yıl sonra Berlin'de on yıllarca sürecek bir cephenin lideri olarak
kendini yeni jeopolitik ortamın vazgeçilmez aktörü olarak buldu. Bu rol, onu küresel
hâkimiyetin en yakın adayı olarak 21. yüzyıla taşıdı. Peki ama ABD'nin 11 Eylül
saldırılarına cevabı onu nereye taşıdı?
Afganistan, Soğuk Savaş döneminin yani klasik jeopolitik ortamın sembol
ülkelerinden biriydi. Sovyetlerin Hint Okyanusu'na inmesi için ne kadar önemli bir yol
ise, Sovyetleri durdurmak için de korunması gereken en önemli kaleydi. Dün
Sovyetler Birliği'nin durdurmak için başarılı bir mücadele vermiş olan Afganistan,
ABD'nin şiddetli cevabı karşısında kolayca dize gelebilecek bir ülke değildi ve
olmadığını da göstermeye devam ediyor. Jeopolitiğin belki de en klasik vurgularından
birisi, coğrafi koşulların savunma gücüne kattığı katkının asla yadsınmaması
gerektiği ve coğrafi koşulların şekillendirdiği insanların da o coğrafya ile ne kadar
uyumlu bir yapıda olduğunun unutulmaması gerçeğidir. Bu gerçek, 21. yüzyılın
başında dünyanın en büyük hava/uzay destekli askeri gücünün, bir ülkeyi tam kontrol
etmesine engel olmaya devam ediyor. ABD için en zor konulardan biri de cevap
vereceği devlet veya devletlerin yerine asimetrik bir savaş networkunun çok sayıda
ülkeye yayılmış sivil yaşam formları içerisinde bulunmasıdır. Bu durum, ABD'nin
düşmanını aramaya devam etmesine ve bulunduğunu varsaydığı yerde ona
müdahale etmesine bir imkân ya da bir zorunluluk yarattı.
1941'de saldırıya uğradıktan dört yıl sonra Berlin'de yeni bir başlangıcın tanımlanmış
çerçevesini çizmeye başlayan ABD, 2001'de saldırıya uğramasından 6 yıl sonra çok
daha belirsiz ve çok daha riskli bir aşamaya gelmiş durumda.
1945'teki hızlı ve kesin sonucun nedeni, ABD ve yanındaki yorgun Avrupalı
müttefiklerinin karşısında, harekete geçeceği günü bekleyen ve hazırlıklı olan bir
Sovyet gücünün bulunmasıydı. Ama bugün ABD'nin yanında, kimin ne kadar var
olduğu tartışmalı bir ittifak ve karşısında, ABD'nin hedeflerinin gölgesi var. Bu gölge,
tek blok olmayan ve hatta simetrik olarak düşman tanımı içerisine bile girmeyen bir
networku kapsıyor. Zor olan bir başka tarafı ise, bu networkun bazen bazı devletlerle
temas ediyor görüntüsü vermesi ve sivil yaşam formlarındaki bu networka karşı
ABD'nin cevap vermekte zorlanması.
ABD'nin askeri kapasitesi ve cevap verme hızı karşısında, başarılı bir karşı gücün var
olduğunu söylemek bugün için çok zor. Ama gelecekte bunun olmayacağını
söylemek de gerçekçi olmaz. Bugünkü bu askeri durum karşısında, jeopolitik olarak
askeri gücün konuşlanması farklı seviyelerde değerlendirilmektedir. Sürdürülebilir
stratejik askeri kapasitenin tartışmasız tek adresi ABD iken, sürdürülebilirliğin
ekonomik boyutu tartışmalı olmasına rağmen, stratejik askeri kapasitenin diğer
adresleri ise Rusya Federasyonu ve Çin'dir. Bu iki merkezi Avrasya gücünün, küresel
askeri gösterilere girme konusundaki temkinli tutumları, özellikle Çin bağlamında
"geleceğe matuf bir sessiz bekleyiş" olarak görülebilir. Belirli konularda stratejik
askeri kapasiteyi yakalamaya çalışan İngiltere ve Fransa dışındaki diğer ülkelerin
askeri-stratejik perspektifleri, küresel etkili bölgesel jeopolitik amaçları kapsıyor
görünmektedir. Bununla birlikte bölgesel jeopolitik hedefleri olan bazı ülkelerin,
küresel düzeyde yeni paktlar veya cepheler oluşturma çabaları, küresel jeopolitiği
etkileyen önemli bir faktördür. Konvansiyonel kara güçlerinin, büyük çaplı okyanus
güçleri karşısındaki etkinliğinin ölçülmesinde sahip oldukları saldırı menzilleri
belirleyicidir. Hava/uzay gücünün yeteri kadar gelişmediği ülkelerde bile yazılım
farklılıkları da dâhil olmak üzere, saldırı menzili yüksek (3.000 km'den daha fazla)
silahlara sahip olmak, bu ülkelerin ikinci bir aşamaya geçmesi açısından kilit bir
öneme sahiptir. Söz konusu ülkeler bu saldırı menziline kavuştuktan hemen sonra,
nükleer kapasitelerine ve imkânlarına bağlı olarak mevcut askeri güçlerini caydırıcı
savunmadan, baskı altına alan tehdit seviyelerine kadar yükseltebilmektedirler. Bu da
o ülkelerin menzili içinde kalan diğer ülkelerin rekabetini veya pasifize olmaları
sonucunu getirmektedir.
Bugünkü yeni jeopolitik ortamın şekillenmesinde, Rusya ve Çin'in küresel ölçeğe
ulaşmaya çalışan askeri kapasiteleri ile bölgesel jeopolitiği etkileyecek güce sahip
ikinci derecede stratejik askeri kapasiteye sahip ülkelerin tutumları birinci derecede
etkili rol oynamaktadır. Bu ülkelerin tutumları ve rekabet ettikleri konular, jeopolitiğin
kuşatılması veya korunması bağlamında diğer ülkelerin ve özellikle ABD'nin
tutumunu şekillendirmektedir. Biraz 1945 Berlin'indeki duruma benzerlik gösteren bir
tablo var karşımızda. O gün, Sovyetler Birliği'nin izleyeceği tutuma göre kendini
şekillendiren bir ABD vardı, bugün de yukarıda bahsedilen ülkelerin tutumlarına göre
kendini şekillendirmeye çalışan bir ABD var. ABD, 1945'teki "izlemeye devam et"
durumunu ancak 1970'lerin sonunda değiştirerek, rakibini kendisine göre
şekillenmeye zorlayan bir noktaya gelmişti. Çünkü ABD, SSCB'nin yeteri kadar güçlü
ve bu gücünü koruyacak kadar hızlı olmadığını fark etmişti. Peki, bugün ABD'nin
durumu nasıl? Acaba ABD yeteri kadar pro- aktif bir konumda değil mi? Yoksa kendi
küresel gücünü yıkıma uğratacak yanlış bir pro-aktif trendin içinde mi?
Elbette bu, salt askeri-güvenlik perspektifi açısından bir görünüm. Yeni jeopolitik
ortamı etkileyen ve şekillendiren en önemli unsurlardan birisi de 90'lı yıllar boyunca
gelişen ve bugün bütün dünyayı saran, ABD'nin ekonomik-siyasi-sosyokültürel
belirleyiciliği oldu. Bu belirleyicilik, üç adımı kapsadı: serbest piyasa, açık toplum ve
ulaşılabilir teknoloji.
Serbest piyasa, küresel düzeyde birbiri ile bütünleşmiş ve aynı kurallar çerçevesinde
çalışan bir ekonomik ortamın oluşmasının anahtarıydı ve anahtarı olmaya devam
ediyor. Bu, refahın ve zenginliğin diğer ülkelere aktarılmasında önemli bir araçtı ve
bunun beşeri bir sorumluluk olmadığını söylemek haksızlık olur. Ama bunun küresel
ekonominin kontrolünde bir araç olmadığını söylemek de aynı derecede saflık
olacaktır. Her ikisinin arasını bulmak hepimizin sorunu veya çabasıdır. Yeni bir
jeopolitik ortam ve bu ortamın kontrolünden bahsediyorsak, küresel piyasaların
serbest piyasalar yaratmakla ilgili diğer ülkeler üzerindeki baskısını, ilgisini ve müdahalesini görmemek eksiklik olur. ABD, Batı Avrupa ve Japonya'nın serbest
piyasalarının diğer ülkelerin ekonomileri üzerindeki etkileri, karar vericilik anlamında
çok güçlüdür. Ama örneğin Çin gibi bir ülkenin özellikle ekonomisindeki her
değişikliğin, karar vericilerin kararlarını etkileme noktasındaki baskısı da bir o kadar
güçlüdür. Bugün için küresel piyasaların birbiri ile olan bağımlılıkları, adil bir denge
üzerine kurulu değildir. Yani avcının avını yemesi için uygun ortam hala devam
etmektedir. Avcıyı durduran tek şey, yine kendisinin bozduğu doğal seleksiyon
tehlikesinden başka bir şey değildir.
Finansal borsalar ve EMTİA borsaları, küresel düzeydeki para hareketinin ve paranın
değerinin, küresel düzeydeki EMTİA hareketinin ve değerinin belirlenmesinde kritik
rol oynadığı sürece, yeni jeopolitik ortamın küresel hâkimiyet araçlarından birisi
olarak serbest piyasanın konumu, yadsınamaz bir öncelik taşıyacaktır. Bu öncelik,
serbest piyasanın bazı ülkelerde oluşmasını geciktiren dirençlere neden olmaya
devam etmekle kalmayıp, aynı zamanda gelecek birkaç on yıl içerisinde serbest
piyasanın sıklet merkezlerinin ve sıklet unsurlarının değiştirilmesi konusundaki
mücadeleye yeni aktörlerin katılmasını tetikleyecektir. Nitekim Euro, Dolar, Yen, Yuan
rekabeti; Londra ve New York yerine Şanghay ya da başka bir EMTİA borsasının
etkinlik kazandırılması gibi bugünlerde sıklıkla duyduğumuz tartışmaların, bu
bağlamda jeopolitik bir rekabetin parçası olduğunu fark etmekte fayda var.
Açık toplum adımı ise, siyasal sistemlerin değiştirilmesi noktasında en kritik savaş
araçlarından biridir. Özellikle sandık demokrasilerinin yeterli olmadığı ve bir ülkedeki
toplumsal farklılıkların ve hatta karşıtlıkların sandıkla sınırlı olmayan rekabetini
tetikleyen ve destekleyen bir araç olarak açık toplum ihracı, yeni jeopolitik ortamın
oluşmasında ve gelecekteki şekillenmesinde müthiş bir rol oynamaktadır. ABD ve
Batı Avrupa dışında, açık toplumun gelişmesi ve yerleşmesi büyük zorluklar
içermektedir. Özellikle geleneklerin ve risk düzeyi yüksek tehditlerin kuşatması
altındaki ülkelerde, hızlı açık toplum istekleri ve gelişmeleri bazen baş dönmeleri ve
mide bulantısına bazen de ölümlere neden olmaktadır. Yani bazen sosyo-siyasal
parçalanmalara neden olurken bazen de devletlerin bölünmelerine sebebiyet
vermektedir.
Elbette, bireyin ortaya çıkmasında, hür ve bağımsız birey davranışlarının
şekillenmesinde açık toplum, güvenli bir zemin olarak bireyler için hayati öneme
sahiptir. Ancak bireyin eğitim, sağlık, adalet ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayıp,
refahın gelişmesine neden olacak teşebbüs hürriyetini sağlarken, aynı zamanda
bireyin etnik ve dini tercihlerinin bazen sınırsız siyasi isteklere dönmesi nedeniyle,
açık toplumun yarattığı tehditleri de dikkate almak gerekir. Bu risk sebebiyle birçok
devlet için açık toplum, ABD ve Batı Avrupa'nın kendisine karşı açtığı savaşın bir
aracı olarak algılanmaktadır. Yeni jeopolitik ortamda açık toplum ihracatı, beşeri bir
sorumluluk olduğu kadar, bir ülkedeki istenmeyen rejimlerin yıkılması veya bir ülkenin
şekil değiştirmesine hizmet etmesi açısından bir jeopolitik mücadele aracıdır.
Serbest piyasa ve açık toplumun bir sonucu veya bunlara paralel gelişen bir unsur
olarak ulaşılabilir teknoloji adımı, yeni jeopolitik ortamın coğrafyadan bağımsız,
yepyeni bir aşamaya geçmesinde kilit bir konudur. Tabii ki ulaşılabilir dendiğinde ilk
akla gelen, sınırsız ve kesintisiz internet imkânıdır. Yani dünyanın her hangi bir
yerinde bir bireyi, kimliğinden, toplumundan, ülkesinden ve hatta coğrafyadan
bağımsız bir varlık olarak, bir çift göz ve bir klavye ile yeni bir gezegene taşımak. Bu
kavramı yüz yıl önce, klasik jeopolitiğin tartışmalarının yaşandığı bir masada
somutlaştırmak, hayal gücünün bile ötesindeydi. Ancak bugün ulaşılabilen her yerde
internet, bu gerçeği her bireye yaşatabilmektedir. Öte yandan internet, devletleri
aşarak dünyanın herhangi bir yerindeki bir bireye doğrudan ulaşabilmek veya o
bireyin kendi devletinden bağımsız bir şekilde istediği yere ulaşabilmesini
sağlayabilen gizli bir tüneldir aslında.
Biraz askeri bir kelime gibi kokuyor olsa da, bu gizli tünelin "kontrol" amacına hizmet
eden bir boyutunu da tartışmak gerekir. Yeni jeopolitik ortamda, kapalı devletlerin ve
kapalı toplumların açık topluma dönüşmelerinde bir destek aracı olarak internetin
varlığı yadsınamaz. Açık toplumun oluşmasından veya kontrolsüz bir hızda
gelişmesinden tedirgin olan ve önlem almaya çalışan devletler içinse, internet
tehlikeli ve salgın bir virüs anlamına da gelmektedir.
Ama asıl önemli olan, ulaşılabilir teknoloji kavramının bugün gerçekten de en fazla
ulaşılabilen boyutunu internetin oluşturduğu gerçeğidir. Ancak ulaşılabilir teknoloji
sadece internetten ibaret değildir. Gelişmiş ülkelerde refah ve konfor sunan teknoloji
ve ileri teknoloji imkânlarının daha fazla sayıda ülkeler için ulaşılabilir hale gelmesi,
toplumsal dönüşüm ve devletlerin değişimi için büyük bir etki sağlamaktadır. Bunun
Batı'ya salt olumlu bakan ve Batı benzerliği artmış ülkeler olarak dönmesi
beklenirken, bu ülkelerden bazılarının önce buna direnç göstermesi, sonra da
Batı'nın elindeki bu güçle rekabet edebilecek duruma gelmesi gibi bir sonuç da ortaya
çıkabiliyor. Yani Batı'nın ulaşılabilir teknolojisi, bu ülkelerin bazılarında Batı'ya karşı
kullanılmak üzere farklı coğrafyalarda farklı amaçlara hizmet eden yeni ilhamlara
sebebiyet verebiliyor.
Serbest piyasa, açık toplum ve ulaşılabilir teknoloji adımları, ABD'nin küresel
etkinliğini ve etkisini arttırmada önemli sonuçlar ortaya koydu. Ancak yeni jeopolitik
ortam, birçok başka faktörler nedeniyle birbirine çok benzeyen ülkelerden oluşan bir
dünyanın bile birçok zorlukları aşamadığını ve tek başına küresel bir hâkimiyetin hala
pek de mümkün olmadığını göstermektedir.
Bu faktörlerin kapsamını şöyle özetleyebiliriz: Tarihsel bir sürece sahip etnik ve dini
problemler, ülkelerin içinde, ülkeler arasında ve neredeyse küresel düzeyde bir
çatışma atmosferini tetiklemeye devam etmektedir. Örneğin İsrail-Filistin çatışması,
sadece Doğu Akdeniz'i değil, Irak, İran, Suriye, Afganistan ve hatta Güneydoğu
Asya'daki herhangi bir gösterinin veya saldırının nedeni olabilmektedir. Aynı şekilde,
Danimarka'da bir gazetenin yayınladığı bir karikatürün, küresel çapta tepkilere neden
olduğunu hatırlayabiliriz. Yine Londra ya da New York'taki radikal dinci bir grubun
saldırısına karşılık dünyanın herhangi bir yerindeki insanların hedef haline geldiğini
de gördük.
Tam bu noktada, ulaşılabilir teknolojinin de artık bir parçası haline gelmiş olan başka
bir unsur olan medyayı da dikkate almak gerekir. Yazılı ve görsel haberler, bilgiler ve
uyarılar, dünyanın herhangi bir yerinde benzer ya da farklı sonuçları harekete
geçirebilmektedir. Diğer bir deyişle, herhangi bir ülkede planlanmış ya da
planlanmamış bir medya kampanyası, dünyanın başka bir yerinde istenen ya da
istenmeyen bir sonucu doğurabilir. Medyaya hareket kabiliyeti sağlayan bu yönü,
küresel hâkimiyet mücadelesinde, jeopolitiğin sınırlarından bağımsız ama jeopolitiğin
sınırları içerisinde sonuçlar doğuran bir olgudur.
Şimdi jeopolitiğin temelinde neyin yattığı üzerine düşünürsek, sadece topraklara ya
da devletlere sahip olma arzusunun olmadığını görürüz. Geçen birkaç bin yıl
boyunca, bir yerdeki güç başka bir yerdeki gücü yenerek onun imkânlarına sahip
olmayı ve sınırlarını genişleterek büyümeyi amaçlıyordu. Son iki yüzyıl boyunca, bu
basit tarz, özü aynı kalmak kaydıyla daha karışık bir metoda dönüşmeye başladı.
Daha güçlü, daha zengin ve daha hızlı olmanın avantajlarını yakalamak için bir
jeopolitik mücadele ortaya çıktı. Bu Baharat Yolu'nun keşfedilerek, zengin kaynakları
ülkelerine taşımakla başlayıp, kömürü ve petrolü önce bularak daha hızlı hareket
etmeyi sağlarken, demiri ve çeliği bulup, getirip, işleyerek daha hızlı büyümenin
yollarını açan bir rekabete dönüştü. İlk başlardaki bu jeopolitik rekabet, zamanla
diğerinin hiç sahip olmaması amacını taşıyan savaşlara dönüştü. Jeopolitik, dün bu
güzergâhlara ve bu kaynaklara göre şekilleniyordu; bugün de yine kaynakların
bulunduğu ülkelere, kaynakların nakil yollarına ve bu yolların geçtiği ülkelere, bu
kaynakların pazarlarına ve bunları elde etme mücadelesine göre şekilleniyor.
Bu çerçevede baktığımızda yeni jeopolitik ortam, başta petrol, doğal gaz ve kömür
olmak üzere, enerji kaynaklarına ve diğer stratejik kaynaklara göre değişim
göstermektedir. Ortadoğu ve Körfez Bölgesi, Hazar Havzası ve Rusya, Norveç,
Kanada ve Arktik Bölgeler, Orta ve Güney Amerika, Kuzeyinden Güneyine kadar
Afrika, Çin-Japonya ve Hindistan'dan oluşan Asya-Pasifik ile AB ve ABD, yeni
jeopolitik ortamın arz-talep pozisyonlarına göre şekillenen parçaları olarak
görünmektedir. Bugün bu parçaları birbirine karşı ya da birbirinin yanında
konumlandıran şey, imparatorluklar ya da Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi
küresel bir blok değil, her birinin kendi ihtiyaçları, talepleri veya sahip oldukları
imkânlardır. Bu sebeple yeni jeopolitik ortamı, askeri kapasiteler ve onların küresel
düzeydeki konumları, ekonomik, siyasi ve sosyokültürel problemlerin küresel
düzeydeki konumları ile her ülkenin kendi ihtiyaçları bağlamındaki kendi küresel
konumlandırması tanımlamaktadır.
Yeni jeopolitik ortamın hâkimiyet arayışı, tanımlanmış bir bölge ile sınırlı olmayıp,
küresel düzeydeki başka bir bölgenin ya da bölgelerin, başka bir konu veya konuların
entegrasyonunu gerektirmektedir. Bundan dolayı, ABD'nin 1945 Berlin
pozisyonundan farklı olarak, 2007 yılında belirsiz bir yolun başlangıcında olması, yeni
jeopolitik ortamın bütünleşmiş bir işbirliğini ve çalışmayı zorunlu kılmasındandır.
Ancak ABD'nin hala devam eden stratejik yalnızlık ve tek başına hareket etme
politikası, bu durumu zorlaştırmakta ve ABD'nin stratejik askeri üstünlüğünü
sınırlandırmaktadır.
Diğer taraftan, yeni jeopolitik ortam, dinamik bir süreci beraberinde getirmiştir.
1990'dan sonra başlayan belirsizlik ve tartışmalar ışığında, yeni jeopolitik aktörlerin
küresel bir rekabet dengesini kurma yolundaki çabalarının şimdilik başarısızlığa
uğraması, arayışları tetiklemekte ve jeopolitik ortamın stabil olmasını da
engellemektedir. Yaşanan bu sürekli jeopolitik kaymalar, küresel güvenliğin ve
küresel hâkimiyet mücadelesinin nereye gideceği sorusunu boşlukta bırakmaktadır.
Jeopolitik Kaymanın Etkisi Altında Enerji Jeopolitiği
Devletlerin askeri kapasiteleri ve stratejik güç dengeleri, serbest piyasa, açık toplum
ve ulaşılabilir teknoloji ile harmanlamış küresel bağımlılık, tarihten gelen veya yeni
yeni baş gösteren etnik ve dini çatışmalar, yeni jeopolitik ortamı belirli bir düzeyde
esnek kılmaktadır. Bu esneklik, jeopolitik konfigürasyonların konumlarını
değiştirmese de, jeo-ekonomik ve jeo-stratejik niteliklerini değiştirebilmektedir. Bu
değişiklikler radikal bir düzeyde olmasa da, bir bölge veya bir devlet üzerindeki yaklaşımını çeşitlendirmektedir. Jeopolitik, dinamik bir anlam taşısa da stabil ve uzun
süreli bir siyasi coğrafya tarifini kapsar. Öyleyse, siyasi bir coğrafya tarifi ya da
coğrafyanın siyaseti nasıl bir değişiklik gösterir? Evet, bu anlamda jeopolitik, dinamik
bir değişim ya da coğrafyanın yer değiştirmesi anlamını taşımaz. Bu nedenle,
konunun daha iyi anlaşılması ve daha iyi tarif edilmesi bakımından "jeopolitik kayma"
ifadesini kullanmak faydalı olacaktır.
Jeopolitik kayma, belirli bir jeopolitik dengenin veya perspektifin şekillenmesinde
temel faktör olan herhangi bir hususun, zaman, miktar ve yön açısından değişikliğe
uğraması nedeniyle ortaya çıkan zorunlulukları tarif eder. Örneğin, ABD'nin
Afganistan'a müdahalesi veya ABD'nin Merkez Kuvvetler Karargâhını ve bağlı
güçlerini Körfez ülkelerinden birine konuşlandırması bir jeopolitik kayma konusudur.
Çünkü ABD bu andan itibaren, Ortadoğu ve Avrasya'da karasal bir kuvvet olarak güç
göstermeye başlamıştır. Aynı şekilde, yeni ve küresel talebe karşılık verecek
büyüklükte bir enerji kaynağı rezervinin bulunmasıyla, küresel ilginin buraya
yönelmesi bir jeopolitik kaymadır. Çünkü sürekli artan enerji talebine karşılık,
ulaşılabilir her yeni pazar, yeni bir rekabeti başlatmaktadır. Bazen de statik görünen
bir ilişkinin değişmesi de jeopolitik kaymayı işaret eder. Örneğin, Rusya'nın
Ukrayna'ya doğalgaz akışını kesmesi ve bu yolla siyasi baskı yaratması ya da
Polonya'ya petrol sevkiyatını durdurması, hiç beklenmedik ve bugüne kadar
Rusya'nın politik yaklaşımlarında görülmeyen bir durum olduğundan dolayı, bu bir
jeopolitik kaymadır. Çünkü böyle bir durum ortaya çıktığı andan itibaren, Rusya'nın
enerjiyi bir silah olarak kullanması, jeopolitik dengeyi değiştirmeye başlamıştır.
Jeopolitik kaymanın en fazla yaşandığı alan, enerji jeopolitiğidir. Bunun da nedeni,
bazen kaynaklarla ilgili yeni gelişmeler bazen de aniden artış gösteren yüksek talebe
bağlı pazar yapısındaki farklılaşmalardır. Özellikle son yıllarda Çin, Hindistan,
Japonya ve Güney Kore'nin hızla artan tüketimleri ve kendi aralarında mevcut olan
tüketim hızındaki rekabet, enerji jeopolitiğinde ciddi kaymalara neden olmuştur. Bu
noktada, enerji jeopolitiğinin yeniden tarif edilmesinde fayda vardır.
Enerji jeopolitiği, özellikle petrol, doğal gaz ve kömür gibi enerji kaynaklarının rezerv
büyüklüklerine ve üretimlerine bağlı kaynak coğrafyasıyla, bu kaynakların yerel,
bölgesel ve küresel pazarlara ulaşmasını sağlayan transport coğrafyası ve
büyümeleri ile büyüklüklerine göre pazar coğrafyasından oluşan ekono-stratejik bir
denklemdir. Bu denklemin bir diğer unsuru da, uluslararası kullanıma açık, elektrik
üretimi ve iletimini kapsayan bir yapıdır ki, bu konu enerji güvenliği bölümünde
değerlendirilecektir.
Enerji jeopolitiğinin birincil basamağı, kaynak coğrafyasıdır. Kaynaklar, küresel çapta
çok farklı noktalarda bulunur. Ancak enerji jeopolitiği açısından önem arz eden
kaynak coğrafyası, küresel düzeydeki talebi karşılama kapasitesine sahip rezerv
büyüklüklerinden oluşur. Elbette yeni rezervler keşfedildikçe, kaynak coğrafyası da
jeopolitik bir kayma gösterecektir. Bugün için Irak, İran, Suudi Arabistan ve Körfez
bölgesi; Rusya Federasyonu; Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve
Özbekistan'dan oluşan Hazar Havzası; Venezüella, Bolivya, Brezilya'dan oluşan
Güney Amerika bölgesi; Kanada ve ABD'den oluşan Kuzey Amerika bölgesi; Norveç
ve Baltık bölgesi; Çad, Nijerya, Sudan, Libya ve Cezayir'den oluşan Afrika bölgesi ile
diğer derin denizlerdeki rezervler, kaynak coğrafyasının belli başlı aktörleridir.
Günümüzde bu ülkelerin bazılarının azalan rezervleriyle birlikte, gelecek 30-40 yıl
içerisinde net ithalatçı konumuna gelmeleri beklenmektedir.
Transport jeopolitiği, kaynak coğrafyasını pazar coğrafyasına bağlayan enerji
jeopolitiğinin en önemli unsurudur. Transport jeopolitiği, karadaki boru hatlarını ve
diğer kara araçlarıyla taşımacılığı kapsarken, denizlerde ise petrol, LNG ve kömürün
gemi ve tankerlerle taşınmasını içerir. Transport coğrafyası, en fazla dinamik değişim
gösteren enerji jeopolitiği konusudur. Gelişen pazarlara ve talebe bağlı olarak, daha
ucuz, daha güvenli ve daha hızlı yeni güzergâhlar ve sistemler, transport
coğrafyasını her seferinde yeniden şekillendirir. Transport coğrafyasındaki her türlü
risk, tehdit ve istikrarsızlık da transport jeopolitiğinin tehlikeye girmesine neden olur.
Pazar coğrafyası, tam da adı üstünde, tüketim talebine bağlı olarak, belirli zaman
aralıkları içerisinde değişiklik gösteren, batıdan doğuya, kuzeyden güneye kaymalara
neden olan bir yapıdır. Bugün için pazar coğrafyasının en büyük aktörleri; Çin ve
Hindistan başta olmak üzere Asya-Pasifik bölgesi, Kanada ve ABD'den oluşan Kuzey
Amerika bölgesi ve Avrupa Birliği bölgesidir. Pazar coğrafyası, transport jeopolitiğini
şekillendirirken, arzın çeşitliliğini arttırmak amacıyla kaynaklara bağımlılığı en aza
indirgemeye çalışır. Yine de büyük taleplerin karşılanması açısından, kaynaklarla
pazar arasında uzun vadeli ve karşılıklı bağımlılık içeren anlaşmaların yapılması
kaçınılmazdır. Çünkü enerji, spot piyasadan karşılanan bir ihtiyaç değildir. Enerjiye
dayalı yatırımların, kaynak güvencesine ve garantisine ihtiyacı vardır.
Enerji jeopolitiği, enerjinin kendi doğası içerisindeki kaynaklar, transport ve
pazarlardan oluşan bu denklemin dışında, arzın kontrolünü ele geçirme veya arzı bir
silah olarak kullanma nedenleriyle şekillenen siyasi, askeri bir çerçeveyi de kapsar.
Bu çerçeve, enerji jeopolitiğini sürekli bir jeopolitik kayma tehdidi ile karşı karşıya
bırakır. Çünkü devletlerin arz üzerindeki kontrol ve güç gösterisi, her fırsatta yeniden
tekrarlanır ve her tekrar sonrasında yeni bir denge ortaya çıkar. Dengesizliğin
dengesi olarak da tarif edebileceğimiz bu durum, enerji jeopolitiğinin kendisini,
jeopolitik ortamın bir kayma faktörü olarak konumlandırır.
Şimdi yukarıda sorduğumuz sorunun cevabını aramaya çalışalım. Yani Küresel
hâkimiyet, "sahip olarak" mı yoksa "kontrol ederek" mi mümkün olmalıdır veya
olacaktır?
Günümüzün çok popüler iki kavramı var: maliyet ve sürdürülebilirlik. Sorunun
cevabına bu iki noktadan bakalım. Hâkimiyet, kısa vadeli ve günübirlik bir konu
değildir. Özellikle de jeopolitik hâkimiyet konusu, emperyal bir duygu olarak yüzyılları
hedefleyen bir arzudur. Bu nedenle, jeopolitik hâkimiyeti, yani küresel hâkimiyeti en
azından elli yıldan yüzyıla kadar uzanabilecek bir zaman dilimi için tanımlamak daha
gerçekçi olacaktır. Öyleyse bir devletin, başka bir devleti, devletleri, bir kıtayı veya
tüm dünyayı elli hatta yüzyıl hâkimiyeti altında tutması, 21. yüzyıl koşullarında nasıl
mümkün olacaktır?
2003 yılında başlayan Irak savaşı, Irak'ın, var olan rejiminin ve silahlı kuvvetlerinin en
büyük küresel askeri güç karşısında birkaç haftalık zaman diliminde yıkılması ile
sonuçlandı. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen, Irak'a tam hâkimiyet amacı bir
türlü başarıya ulaşamadı. Bu noktada bir tespit yapmak gerekir. Hâkimiyet, bir şeyi
yıkmak ve ortadan kaldırmak mıdır, yoksa kurulacak bir düzen altında günlük hayatın
ve günlük beşeri faaliyetlerin normal sınırlar içerisinde devam edebilmesini de
sağlamak mıdır? Herhalde bunun cevabı, sadece yıkmak ve yok etmek değildir. Irak
örneği üzerinden devam edersek, Irak'ta tam hâkimiyeti sağlayabilmek için yaklaşık 1
milyon askerin ve bunları destekleyecek lojistik ve sivil unsurların ABD tarafından
Irak'ta konuşlandırılması gerekirdi. Elbette her ülke için bu kadar büyük bir kuvvete
gerek duyulmayabilir ama bir devlete hâkim olabilmek için böylesine büyük bir gücü
seferber etmenin "maliyet" ve "sürdürülebilirlik" kavramları açısından pek de doğru bir
yöntem olduğu düşünülemez. Kısaca, sahip olarak hâkim olmak, 21. yüzyılda daha
yüksek maliyetler ve sürdürülebilirlikten uzak büyük riskler ve tehditler
barındırmaktadır.
Belki de bu yüzden 20. yüzyılın son çeyreğinde, özellikle ekonomik alanda serbest
piyasaların küresel entegrasyonu ile ortaya çıkan değişik bir kontrol etme yöntemi
popüler olmaya başladı. Açık ekonomiye sahip bir ülkenin küresel piyasalarla entegre
bir sistemi var ise, herhangi bir noktadaki küresel bir kırılmanın, küresel ekonominin
merkezi olduğu düşünülen finansal piyasalar ve EMTİA borsalarında yaratacağı
etkiden böyle bir ülkenin olumlu ya da olumsuz etkilenmemesi neredeyse imkansız
gibidir. Kastedilen, açık piyasaların küresel hâkimiyet için salt bir kontrol silahı olarak
kullanılması değil, daha çok küresel düzeyde kontrol etmenin bir aracı haline gelme
anlamında, piyasaların üstlenmek zorunda kalabileceği ikincil roldür.
Finansal piyasaların işleyişi ve kontrol mekanizmaları, EMTİA borsalarının işleyişi ve
kontrol mekanizması, enerji piyasalarının işleyişi ve kontrol mekanizmaları,
uluslararası ticaret sisteminin işleyişi ve kontrol mekanizması, stratejik
hammaddelerin taşınması, lisans ve sertifikasyonu ile stoklanmasıyla ilgili işleyiş ve
kontrol mekanizmaları, herhangi bir devletin, herhangi bir şirketin küresel düzeydeki
kontrol gücünü gösteren temel zeminlerdir. Bunun dışında siyasi entegrasyonla
sağlanan uluslararası kuralların herkes için geçerli olduğu kurumlar ve bu kurumların
aldığı kararlar da herhangi bir ülkenin bu kurumlara üye olması halinde yine bu
kurumlar tarafından az ya da çok kontrol edilebilmelerine yol açar.
Tüm bunlara rağmen, yine de küresel hâkimiyetin "kontrol ederek" sağlanmasıyla ilgili
başka araçlara ve yöntemlere ihtiyaç vardır. Belki de 21. yüzyılın en büyük problemi,
bireylerin ruhlarının doğrudan, açık ve bir meydan okuma ile ilan edilmiş hâkimiyet
arzularına karşı, önlenemez bir isyan duygusunun ve reddetme refleksinin giderek
daha yaygın bir düzeye çıkmasıdır. Acaba, 21. yüzyılda 18., 19. ve belki de 20.
yüzyıla ait klasik hakimiyet kavramını bir kenara koyan alternatif bir küresel yönetme
mekanizmasının mı ortaya çıkması gerekiyor?
Geçtiğimiz son yirmi yılda tek başına en büyük küresel askeri güç konumuna gelen
ve küresel ekonominin en büyük aktörü konumunda olan ABD'nin, küresel hâkimiyet
arzularının tam anlamıyla başarıya ulaşamamasının altında böyle bir açmaz var.
ABD'nin veya yeni başka bir devletin eski yüzyıllara ait bu kavram ile yakın gelecekte
bir küresel hâkimiyet oluşturması, yeni kontrol etme araçlarının ve yöntemlerinin
ortaya çıkmasına neden olacaktır. Belki de bu yeni araçlar ve yöntemler bugünkü
ekonomik, siyasi ve kültürel kontrol araçlarının modifiye edilmesi ile gerçekleşecektir.
Artık küresel hâkimiyet, kontrol ederek veya sahip olarak sağlanamayacaktır ama
"küresel kontrol" yeni ve daha açık yöntemlerle mümkün olacaktır. Peki nasıl?
Sorunun cevabını vermek yerine küçük bir ipucu verelim: “ Güneş en tepeye
vardığında, gölgenin uzunluğu sıfır olur ama bu gölgenin olmadığı anlamına gelmez.”
İKİNCİ BÖLÜM
ENERJİ DİPLOMASİSİ
1. ENERJİ DİPLOMASİSİNİN ÇERÇEVESİ
Enerji oyunu ve oyun teorisi nihai amacı P faktörünü optimum noktada lehe çevirmeyi
amaçlayan bir içeriğe sahiptir. Enerji oyununu oynarken, özelikle devletlerin ve devlet
sponsorluğu altındaki şirketlerin etrafını kuşatan diğer faktörler de vardır. Enerjinin
siyasi oyunu olarak da tanımlayabileceğimiz bir dizi parametrelerin ve bunların
oluşturduğu mekanizmaların yer aldığı ve adına enerji diplomasisi diyeceğimiz bu
faktörler, oyun teorisini uygulayacak olan enerji oyunundaki aktörler açısından kritik
bir öneme sahiptir.
Kitabın birinci bölümünde anlatılan oyun teorisi enerji oyununu bir şirket veya birey
veya salt ekonomik perspektife bağlı devlet şirketleri için kurallar ve uygulama
teknikleri belirlemiştir. Bu çerçevede ekonominin doğası gereği fiyat ve tedarik
edilecek kaynağın miktarı çerçevesinde bir denge üzerine teori inşa edilmiştir. Bu
bölümde anlatılacak olan enerji diplomasisi oyunu ise hem parametreleri hem de
nihai amacı itibariyle mutlak siyasi –diplomatik başarı sağlamak amacını taşır.
Enerji diplomasisi, bir devletin veya bir şirketin enerji kaynakları ile enerji pazarı
arasında kendi lehine çıkarlar elde etmek ve risklerden korunmak için beşeri ve
teknik kabiliyetleri icra etme yöntemidir.
Enerji diplomasisi, öncelikle bir enerji politikasını ve bu politikaların uygulanmasıyla
ilgili stratejilerin tanımlanmasını gerektirir. Bu tanımlar, ülkeden ülkeye değişir. Aynı
zamanda kaynak ülkeleriyle pazar ülkelerinin enerji politikaları ve uyguladıkları
stratejiler de birbirinden farklıdır. Fakat küresel enerji politikasının ve stratejisinin temel bir amacı vardır. O amaç, enerji arzının güvenli bir şekilde sürmesini devam
ettirmektir. Bu hem pazarın ihtiyacını karşılamak hem de kaynak sahibi ülkelerin gelir
elde etmesini sağlamak demektir.
Pazar ülkeleri açısından enerji politikası, arzın kesintisiz bir şekilde devam etmesini
sağlamak, arzın güvenliği ve maliyetlerin ucuzlaması açısından çeşitliliği arttırmak,
enerji kaynaklarının daha güvenli ve daha ucuz bir şekilde transportunu sağlamak,
enerji ticareti üzerindeki baskıları ve riskleri en aza indirgemek, enerjiyi verimli, kaliteli
ve daha ucuza kullanma hedeflerini kapsar. Pazar ülkeleri enerji politikalarını
oluştururken, bulundukları küresel konuma, enerji kaynaklarına yakınlık-uzaklık
durumuna ve sahip oldukları kaynaklarla ithal kaynakların dengesine göre bir strateji
belirlerler. Bu strateji, her ülke için uygulanabilir “en iyi” olanı icra etmeyi amaçlar.
Kaynak ülkelerin enerji politikaları ise, sahip oldukları kaynakları geliştirmek, yeni
rezervlere yatırım yapmak ve yatırım yapılmasını sağlamak, mevcut rezervlerin
yatırım ihtiyacını olabildiğince öz sermaye ile karşılayarak yatırım açığını minimum
düzeye indirmek, kaynakların fiyat değerlerinin öncelikle maliyetleri karşılayacak bir
seviyede kalmasını sağlamak, yüksek seyreden fiyatlardan daha fazla yararlanmak,
enerji pazarı olan ülkelerde de pozisyonlarını güçlendirici karşılıklı yatırımlar yapma
hedeflerini kapsar.
Enerji kaynaklarına sahip ülkeler, küresel konumlarına ve bölgelerindeki gelişmelere
göre, öncelikle ülkesinin güvenlik ve istikrarını sağlayıcı tedbirler almak, bunlarla ilgili
ikili ve çok taraflı ortaklıklar geliştirmek, pazar ülkeleri ile karşılıklı bağımlılık
çerçevesinde güvenlik ve istikrar maliyetlerini düşürücü adımlar atmak, kaynaklardan
elde ettikleri gelirleri ülkelerinin refah ve güvenliğine dönüştürmek üzere bir strateji
geliştirirler. Bu strateji, kaynak ülkelerin pazardaki maksimum talepleri ile minimum
ihtiyaçları arasında bir hareket seçeneğini tayin eder.
Hem pazar ülkelerinin hem de kaynak ülkelerinin enerji politikaları genel olarak
birbirine benzer ve taraflar pozisyonlarını önceden izleme imkânına sahip olurlar.
Ancak taraflar arasında bir müzakere ve pazarlık süreci başladığında, öngörülen ve
bilinen tüm veriler sadece masadaki araçlardan biri haline gelir. Oyunu kazanmanın
başka araçlar devreye girer. Enerji diplomasisi, bu oyunun nasıl kazanılacağına dair,
her ülkenin veya her şirketin kendisine has yöntemlerini barındırır. Bir başka ifadeyle
enerji oyunu teorisinin tamamlayıcı bir faktörü olarak enerji diplomasisi masadaki
yerini alır.
Enerji diplomasisinin genel olarak işleyen bir sistemi vardır ve bu sistemin ana
başlıkları tüm oyuncular için farklı şekillerde kullanılsa da aynıdır. Enerji diplomasisi,
uluslararası diplomasinin bir parçası olmakla birlikte, ekonomik bir müzakerenin, ticari
bir pazarlığın, siyasi bir talebin ve bazen de askeri bir baskının gölgesinde
geliştiğinden dolayı bazı farklılıklar içerir. Ama bu farklılıkların en önemli unsuru,
enerji diplomasisi oyuncularının beşeri yetenekleridir. Bu beşeri yetenekler, enerji
diplomasisi oyuncularının tecrübe ve birikimleri, mevcut pozisyonları ve gölgede
kalan geniş ilişkileri ile daha kuvvetli hale gelir.
Enerji Diplomasisinin Unsurları
Enerji diplomasisinin beş ana unsuru bulunmaktadır: İhtiyaç analizi, durum analizi,
zaman analizi, kabiliyet analizi ve gölge analizi.
İhtiyaç Analizi
İhtiyaç analizi, ülkenin veya şirketin taleplerini ve taleplerinin çeşitli göstergelere göre
gereklilik seviyelerini inceler. Ülke veya şirket, enerji kaynağı tedariki ile ilgili periyodik
zamanlara göre düzenlenmiş bir talep projeksiyonu ortaya koyar. Bu projeksiyon,
hedeflenen ekonomik büyüme ve ihtiyaç duyulan enerjinin üretimi ile ilgili ne kadar
miktarda bir enerji kaynağına ve çeşitliliğine ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyar. Enerji
diplomasisi açısından bu ihtiyaçlar, minimum ve maksimum sınırlar altında yeniden
gözden geçirilir.
Minimum sınırlar için yapılan değerlendirmelerde, bu kaynağın tedarik edilememesi
veya kaynağın hedeflenen ülkeden tedarik edilememesi durumunda ortaya
çıkabilecek açığın nasıl karşılanacağına dair sınırları belirler. Bu sınırlar, ülkenin veya
şirketin ihtiyacının gerçekten ne kadar olduğunu ve bu ihtiyaç en az ne kadar
karşılanırsa, minimum enerji güvenliğinin sağlanacağını belirler. Böyle bir analiz, ülke
veya şirket için müzakereler sırasında en son geri çekilme noktasına kadar olan marjı
tayin eder ve bu durum müzakerelerdeki pozisyonu güçlendirir.
Maksimum sınırlar için yapılan değerlendirmelerde, talep edilen kaynağın birincil ve
vazgeçilmez bir konumda olduğu varsayılarak, bu kaynağı elde etmek için ödenecek
maliyet ve diğer bedellerin ne kadar olacağı ile ilgili sınırlar belirlenir. Bu sınırlar,
müzakere masasındaki karşı tarafın ülke veya şirketten en yüksek seviyede neyi, ne
kadar almak istediğini gösterir. Karşı tarafın almak istedikleri ve miktarları, iştah
seviyesini belirler. Tanımlanmış ve fark edilmiş bir iştah seviyesi, müzakerenin en
zayıf halkasıdır. Genellikle en zayıf halkalar, en fazla korunma ihtiyacı içinde olurlar.
Karşı taraf, daha fazla eforu bu zayıf halkaya yani iştaha doğru yönelttiğinde, ana
konu daha az güvenli ve paylaşılmaya daha hazır bir hale gelir. Bu yüzden ihtiyaç
analizinde maksimum sınırlar masanın üstüne konmak için, minimum sınırlar ise
çekmecede tutulmak için kullanılır.
Durum Analizi
Durum analizi, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik bir çerçeve oluşturmak amacıyla
yapılır. Ülke veya şirket, kendi bulunduğu jeopolitik konuma göre, talebini
karşılamakla ilgili jeostratejik pozisyona göre ve kaynağın küresel ekonomi içindeki
durumunu
irdeleyecek
jeoekonomik
değerlendirmelere
göre,
talebin
gerçekleştirileceği siyasi-ekonomik ortamı tanımlamaya çalışır.
Kaynakların jeopolitiği durağan olmakla birlikte, kaynakların siyasi ortamındaki
değişikliğe bağlı olarak dinamik bir jeostrateji söz konusudur. Bu jeostratejik durum,
müzakeredeki karşı tarafın müzakere boyunca içinde bulunduğu siyasi ve askeri
pozisyonu, belirli bir bant içerisinde değiştirir. Bu bant, hedef ülkenin veya şirketin,
küresel siyasi-askeri durum içerisindeki sabit konumu ile konjonktürel gelişmelere
verdiği tepkilerin sınırlarını tayin eder. Bu sınırlar, riskleri en aza indirgemek için
hedef ülke veya şirketin vereceği tavizleri ve hedef ülke veya şirketin temel
siyasi/güvenlik ihtiyaçlarını koruyacak bir alt sınırı işaret eder.
Hedef ülke veya şirketin durum analizi, müzakerenin tarafı olan ülke veya şirket için
de geçerlidir. Çünkü aynı analizi hedef ülke de yapmakta ve muhatabının taleplerini
algılarken, içinde bulunduğu jeopolitik ve jeoekonomik tabloya göre müzakerenin
yönünü belirlemeye çalışmaktadır. Durum analizi, standart bir askeri analiz metodu
olduğundan dolayı, taraflar birbirlerini benzer yöntemlerle ve benzeri kolaylıklarla
incelerler. Bu nedenle durum analizi, kapalı bir bilgiden çok, açık bir bilginin hangi
çerçevede kullanılacağıyla ilgili olarak taraflara bir fayda sağlar.
Zaman Analizi
Zaman analizi, enerji diplomasisinin başarısının kilididir. Bir yelkenlinin okyanusları
aşarken iklim koşulları yolculuğunu ne kadar etkiliyorsa, enerji diplomasisinde zaman
da başarıyı o kadar etkiler. Zaman analizi iki yönlü yapılır. Birinci yön, ülke veya
şirketin bu müzakereyi yapmak için zamanı kendisi açısından değerlendirmek; ikinci
yön ise, hedef ülke veya şirketin bulunduğu şartları zaman açısından tanımlamaktır.
Zaman analizinde başarıyı sağlayacak unsurlar şunlardır: Müzakereye başlamak için
tarafların avantaj ve dezavantaj dengesinin lehte olması; müzakereyi başarıyla
sonuçlandırmak için yeterli bekleme süresinin var olması; müzakereye müdahale
edebilecek üçüncü taraflar için zamanın aleyhte olması; müzakere taraflarının
üçüncü tarafa müdahale edebilmesi için zamanın lehte olması ve son olarak enerji
diplomasisini uygulayan aktörlerin kendi tarafları açısından en güçlü pozisyonda
olmaları.
Zaman analizi, yanılgının en fazla yaşandığı metottur. Bunun asıl nedeni, enerji
diplomasisinde müzakereler başlamadan çok önce tüm tarafların birbirlerinin küresel
enerji pazarı içerisindeki beklenti ve ihtiyaçlarını bilmesidir. Bu bilgi, herkese uygun
zamanda hazır olma fırsatını verir. Elbette her ülke veya şirket bu fırsatı en iyi şekilde
kullanamaz. Ancak enerji diplomasisi, muhatabın tüm fırsatları en iyi kullandığı
varsayımı üzerine uygulanır. Bu da tarafların birbirlerini yanıltmak için yanlış bilgileri
yaymalarına neden olur.
Kabiliyet Analizi
Kabiliyet analizi, tarafların sahip oldukları yeteneklerin en geniş anlamda
incelenmesidir. Ülkeler veya şirketlerin sahip oldukları araçları kullanma yetenekleri,
onları avantajlı veya dezavantajlı hale getirir. Kabiliyet analizi, genellikle geçmiş
tecrübelerden yola çıkılarak elde edilir.
Yani taraflar, birbirlerini o ana kadar yaptıkları işler ve o işlerdeki başarı durumlarına
göre tartarlar. Bu terazi her zaman adil ve doğru sonuçlar vermeyebilir. Çünkü her
müzakere kendine has özellikler taşır. Bir müzakerede kullanılan araçlarla başarılı
olmak, bir başka müzakerede aynı araçlarla aynı başarıyı elde etmek anlamına
gelmez. Araçlar değiştiğinde veya müzakere ortamı değiştiğinde, yetenekler
zorlanmaya başlar. Yetenekleri her duruma karşı hazırlıklı ve başarılı kılmak, geniş
bir pratik imkânı ile mümkündür. Ülkeler, kazandıkları bilgi ve tecrübeleri enerji
diplomasisi oyuncularının tümüne aktararak ve pratik için onlara uygun zemin vererek
bu imkânı sağlarlar.
Kabiliyet analizi, aynı zamanda müzakereye katılacak oyuncuların seçimi ile ilgili bir
çalışmayı da kapsar. Müzakerenin bulunduğu ortam, muhatabın kimliği ve
müzakerenin zamanlaması, müzakereye katılacak oyuncunun hangi yeteneklere
sahip olması gerektiğini belirler. Bu açıdan, her oyuncu her müzakereye katılır
yaklaşımı yerine, her bir müzakereye uygun kabiliyete sahip oyuncu katılır yaklaşımı
uygulanmalıdır.
Gölge Analizi
Gölge analizi, enerji diplomasisinin anahtarıdır. Yani zaman analizinin ortaya
koyduğu ihtiyaçları karşılayacak olan cevapları verir. Gölge analizinin temel amacı,
müzakere masasını korurken, daha müzakere başlamadan önce, müzakere
sırasında ve müzakerenin sonucunda, bu masanın dışında başka bir soyut masayı
oluşturmaktır. Bu ise, özel ve sessiz bir diplomasiyi gerektirir. Yani müzakereyi
yürüten oyuncuların dışında, tarafların pozisyonlarını birbirlerine hissettirmek
suretiyle, küçük çözüm kapıları açan başka bir gölge müzakerenin yürütülmesini
sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için başka aktörlere ihtiyaç vardır. Bu aktörler,
mevcut müzakere masasında da rol alan kişiler olabilir. Ama buradaki asıl konu, bu
küçük kapıları her iki taraf için açacak kadar ikili ilişkilere sahip aktörlerin var
olmasıdır. Gölge analizi, bir müzakerenin ne zaman başlayıp, nasıl sonuçlanacağını
önceden şekillendiren bir özelliğe sahiptir.
2. ENERJİ DİPLOMASİSİNDE OYUN MASASININ GÖRÜNÜMÜ
Enerji diplomasisi, küresel enerji pazarında her gün ve her saat oynanmaya devam
ediyor. Küresel enerji pazarı, enerji güvenliğinden enerji ekonomisine, enerji
ticaretinden küresel ekonomik ve siyasi gelişmelere kadar oldukça geniş bir
spektrumu barındırıyor. Farklı ürünler, farklı talepler, arz bölgelerindeki değişiklikler
ve diğer tüm konular, bu spektrum içerisinde sürekli yer değiştiriyor. Enerji
diplomasisi, yani enerji oyunu ise, belirli bir çerçeve içerisinde oynanmaya devam
ediyor. Kısaca, içeriği değişse bile çerçevesi değişmeyen bir oyun masası var ve
7/24 küresel oyuncular, devletler ve şirketler bu oyunu oynamaya devam ediyorlar.
Oyun masası, dört ana bacağı olan bir çerçevededir: Küresel kaynakların arzı,
küresel pazarların talebi, küresel siyasi-askeri durum, küresel katalizörler.
Küresel Kaynakların Arzı
Petrol, doğalgaz ve kömür başta olmak üzere küresel kaynaklar, her gün keşfedilen
yeni rezervlerle birlikte bir yandan büyürken, artan talebe bağlı olarak da kullanılan
kaynaklar yüzünden azalmaktadır. Küresel kaynakların arzı, tamamen kaynak
ülkelerin inisiyatifi ile sınırı değildir. Bu inisiyatifi elinde tutmak isteyen kaynak ülkeler
için tehlikeli riskler vardır ve bu riskler bazen karşılanamaz maliyetlere neden olabilir.
Ancak şartlar ne olursa olsun, küresel enerji kaynaklarının arzı, kaynak sahibi
ülkelere oyun masasında çok önemli bir pozisyon sağlar. Bu pozisyon, pazar tarafına
karşı bir üstünlük olduğu kadar, pazar tarafının kaynak tarafına bir tehdidi olarak da
ortaya çıkabilmektedir.
Küresel Pazarların Talebi
Enerjinin zorunlu ve vazgeçilmez bir ihtiyaç olması sebebiyle küresel pazarlar,
taleplerinin büyüklüğü ve artış hızı oranında, kaynakların arzı üzerinde bir etkiye
sahiptirler. Bu etki, pazar ülkelerinin kaynak ülkeler karşısında zayıf bir pozisyona
düşmelerine neden olur. Bu nedenle pazar ülkeleri, elbette kendi ekonomik
gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak da pozisyonlarını güçlendirmek için siyasi ve
askeri rollerini her seferinde daha fazla arttırırlar.
Küresel pazarlardaki büyük oyuncular, masadaki pozisyonlarını güçlendirmek için
ekonomik imkânlarını ve sahip oldukları teknolojileri, kaynak ülkelere karşı farklı ve
dolaylı bir bağımlılık yaratmak amacıyla kullanırlar. Diğer taraftan, kaynak ülkelerin
büyük askeri kapasitelere sahip olmasını engellemek amacıyla dolaylı tutumlar alırlar
ve bazen de fiziki tedbirlere başvurabilirler. Bu yüzden oyun masasında kullandıkları
"ekonomik yumuşak güç" kartının arkasında, her zaman kullanıma hazır sert bir
askeri güç jokerini saklarlar. Küresel pazarların talebi, özellikle küresel ekonominin
büyümesi üzerinde etkilidir ve bu nedenle enerji oyunundaki en zayıf oyuncuyu dahi
etkiler.
Küresel Siyasi-Askeri Durum
Küresel askeri denge, ABD'nin askeri gücünün şimdilik rekabetten uzak konumuna
göre şekillenmiştir. Küresel askeri rekabet, öncelikle askeri kapasitenin ve askeri
yeteneklerin eşitliğini yaratma arayışlarına odaklanmıştır. Ancak yakın zamanda bu
eşitliğin yaratılması beklenmemektedir. Gelecek elli yıl içinde bir eşitliğin ortaya
çıkması, sadece bir tarafın çok hızlı büyümesi ve güçlenmesi ile değil, aynı zamanda
diğer tarafın belirli oranda zayıflamasıyla mümkün olacaktır.
Küresel askeri rekabet, aynı zamanda küresel siyasi durumu da yakından
etkilemektedir. Özellikle siyasi-askeri işbirliği arayışları, yeni bölgesel ittifakların
oluşmasına ve bu ittifakların jeopolitik alanı içerisindeki enerji kaynaklarının üzerinde
askeri-siyasi baskının artmasına neden olmaktadır. Küresel oyun masasında siyasiaskeri durumun yeri, ekonomik gelişmelerin arz-talep dengesinin ve enerji
ticaretindeki değişimlerin tek boyutlu bir enerji oyunu olmasını engellemektedir. Enerji
oyunu salt siyasi-askeri bir oyun değildir. Bu nedenle oyun masasında doğrudan
askeri-siyasi bir oyun oynanmamaktadır. Ama tarafların ekonomi dışı seçenekleri
masaya koyma arzuları, askeri-siyasi durum tarafından sınırlanmaktadır.
Küresel Katalizörler
Oyun masasında yer alan küresel katalizörler üç adettir: Enerji traderları ve büyük
iştahları; küresel büyüme rekabeti ve askeri rekabetin sınırlandırılması.Enerji
traderları ve onların büyük iştahı, oyun masasında karı yükseltmek ve kar miktarını
arttırmak için sürekli bir katalizör etkisi görür. Talep artışını oyun masasında ekstra
fiyatlandırarak, fiyatın üstünde yeni bir fiyat oluşmasına neden olurlar. Oyun masasındaki pazar oyuncuları, bu katalizör etkisine fazla itiraz edemezler. Çünkü enerji
traderları, aynı zamanda pazar ülkelerinin kendi finansal piyasalarındaki en önemli
aktörleridirler ve kazanımları, pazar ülkelerinin piyasalarını genişleten bir sonuç
yaratır.
Küresel büyüme rekabeti, özellikle Asya-Pasifik ile Kuzey Amerika arasındaki büyük
ekonomik ve siyasi rekabetin enerji talebine olan etkisi nedeniyle, oyun masasında
arz-talep ilişkisini etkileyen bir katalizör görevi görür. Aynı zamanda Asya-Pasifik'te
bir iç rekabet de yaşanmaktadır. Çin, Japonya, Kore ve Hindistan arasındaki büyüme
rekabeti, bölgesel enerji talebini, küresel talep içerisinde en yüksek noktaya
taşımakta ve oyun masasında fiyat dengesinin sürekli olarak bozulmasına neden
olmaktadır.
Askeri rekabetin sınırlandırılması konusu, küresel büyüme rekabetinin bir alt
başlığıdır. Ancak özellikle Asya-Pasifik ve ABD arasında, askeri rekabetin
sınırlandırılması açısından enerji oyununda arz ve talebin dengesini bozacak
katalizör bir rol ortaya çıkar. Bu katalizör rol, özellikle kaynak ülkelerin yeni politik
ilişkiler geliştirmesini ve bu politik ilişkilerin askeri sonuçlar doğurmasını engelleme
amacını taşır. Dolaylı olarak enerji kaynaklarının arzıyla ilgili, pazar ülkelerle kaynak
ülkeler arasında oyun masasındaki tüm tarafların konsensüs sağlamadığı yeni askeri
ilişkilerin geliştirilmesi baskı altında kalır.
Tüm bu unsurların ışığında, küresel enerji oyunu, oyun masasında özellikle petrol ve
doğalgazın etrafında dönmeye devam etmektedir. Bu oyun sadece kaynak ülkelerin
coğrafyasında veya kaynak ülkelerle pazar ülkeler arasında devletler düzeyinde
devam etmiyor. Aynı zamanda ve özellikle ulusal sınırlar içerisinde tedarikçi şirketler
arasında enerji ekonomisinin bir iç rekabeti olarak da devam ediyor. Özellikle ülkeye
hammadde girdisi ile ilgili fiyat avantajı sağlamak için şirketler arasında devam eden
rekabet, bazen kaynak ülkenin avantajı haline bile dönüşebiliyor. Bu durum, ülkelerin
oyun masasındaki pozisyonlarını negatif yönde etkileyecek düzeylere kadar
çıkabiliyor.
Oyun masasının ulusal pazarlarla ilgili en stabil gibi görünen ama aslında en sert
şekilde geçen bir başka alanı ise, elektrik piyasasıdır. Her ne kadar elektrik piyasaları
belirli kurallar çerçevesinde işlese de üretim fiyat avantajı rekabetini elde etmek için
ve dağıtım şebekesinde müşteri potansiyelini fiyat avantajı korunacak düzeyde
genişletmek için sürdürülen rekabet, ulusal düzeydeki enerji oyun masalarını da
cazip kılmaya devam ediyor. Özellikle elektrik dağıtım rekabeti ile doğalgaz dağıtım
rekabetinin paralel geliştiği piyasalarda, bu oyun masası daha komplike bir hal
almaktadır.
3. KÜRESEL OYUNCULARIN DURUMU
Küresel enerji oyununda, önde gelen ülkelerin uyguladığı enerji diplomasisi modelleri,
o ülkelerin küresel pozisyonları, hedefleri ve ekonomik-politik durumlarıyla yakından
ilintilidir. Küresel enerji oyununu şekillendirmede büyük etkileri olan bazı ülkelerin,
oyun masasındaki durumlarını siyasi, askeri ve ekonomik açılardan bir bütün halinde
değerlendirmekgerekir.
Küresel enerji oyununun en önemli faktörü Asya-Pasifik'teki değişimler ve
gelişmelerdir. Asya-Pasifik'te yaşanan acımasız rekabet ve bu rekabetin küresel
ekonomiye yansıması, küresel enerji pazarının doğasını değiştirmiştir. Ama AsyaPasifik bir bütün olarak hareket etmemektedir. Bölgesel iç rekabet, küresel düzeyde
geleneksel hale gelmiş birçok farklı siyasi-stratejik ortaklıkları ve ilişkileri de
etkilemektedir.
Çin
Çin, küresel ekonomik büyümenin motor gücü olarak, son yirmi yılda tedricen artmak
suretiyle küresel enerji pazarını da büyük bir etki altına almıştır. Çin'in oyun planının
ipuçları, Çin'in geleneksel tarihi içerisinde yatmaktadır. Binlerce yıllık Çin geleneği ve
imparatorluk dönemi, Asya kara kıtasıyla Pasifik arasında iki farklı yüzü bir denge
içerisinde buluşturma çabasıyla doludur. Aslında Çin'in temel karakteristiği bir bakıma
Ying ve Yang’dır. Birbirinden farklı özelliklere ve hareket yeteneklerine sahip
düşmanların ve tehditlerin bertaraf edilmesini amaçlar. Aynı şekilde birbirinden farklı
karakterlere sahip komşu güçler üzerinde de Çin'in gücünün artmasına çalışılır. İki zıt
hareket tarzını ise, merkezdeki uyum sağlar. Bu uyum, aynı zamanda bu iki farklı
yüzü yumuşak bir şekilde çatışmasızlık noktasına getirir.
Çin'in oyun karakteristiğinde atak yapmak yerine, karşıdan gelen atağın mümkünse
kendi enerjisi ile birlikte kendi kendini boşluğa düşürmesini sağlamak yatar. Yani sıfır
enerji harcayarak bir savunma politikası oluşturma eğilimindedir. Bu, Çin'in
düşmanlarına en çok sıkıntı veren bir tutumdur. Çünkü karşı atak bir türlü gelmez ve
atak yapan tarafın sabırsızlıkla daha fazla güç sarf etmesine neden olur. Çin'in politik
esnekliği, kendisine inanılmaz bir manevra alanı verir. Ama sadece geniş alanlarda
bu esneklik ortaya çıkmaz. Dar koridor siyasetinde de Çin'in bu yetenekleri her
zaman görülmüştür. Özellikle birbirini izleyen hamlelerin, birbirinden bağımsız
unsurlar tarafından icra edilmesiyle, rakiplerin şaşkınlığı daha fazla artar. Çin'in oyun
stratejisi, güneşin uyandırdığı tüm renkleri ve aydınlığı, rakipleri tarafından
görülecekleri bir perde olarak kullanmaktır. Yani Çin, aydınlığı bir karanlık örtüsü
olarak kullanır.
Modern Çin çağında da bu karakteristik aynen yansımaktadır. Çin'in ataklarındaki
belirsizlik ve geleceğe dönük yeteri kadar açık olmayan ve şüphe uyandıran
bekleyişi, başka bir stratejiye dayanmaktadır. Bu strateji, mutlak yenme aşamasına
gelinceye kadar beklemek ve kalabalığı sessiz bir şekilde yürütmeye devam etmek
üzerine kuruludur. Çin, kendi normlarına göre, kendisini kazanmak için hazır
hissedinceye kadar kadife eldivenlerini asla çıkartmayacaktır.
Bugün için Çin'in jeopolitiğini sınırlayan ve hareketleri ile ilgili zorluklar çıkartan bir
küresel konumlanma söz konusudur. Asya kara kıtasında Rusya'nın Sovyetler Birliği
döneminden itibaren başlayan ve hala devam eden hegemonik hareketleri ve bu
tutumların ortaya çıkardığı somut sonuçlar, Çin'i sınırlandırmaktadır. Çin'in ne SSCB
karşısında ne de Rusya karşısında karşıt tutum izlemesi beklenemezdi ve bugünden
sonrada beklenmeyecektir. Rusya'nın gücü Asya kara kıtasında yavaş bir şekilde
zayıfladıkça ortaya bir boşluk çıkacak ve bu boşluk Çin tarafından en az bir adım
geriden gelecek şekilde doldurulacaktır. Tabii Rusya'nın böyle bir zayıflama eğilimine
girmesi, Rus devletinin zayıflamasından farklı bir süreçtir.
Orta Asya ülkelerinde tedricen gelişen küresel sisteme entegre olma arzusu,
Rusya'nın bu ülkeler üzerindeki hegemonik baskısını yumuşak bir şefkate
dönüştürme mecburiyetini yaratacaktır. Böyle bir yumuşama, kademeli bir şekilde bu
ülkeleri, alternatif güçlerle entegre olma sürecine taşıyacaktır. Böylesi bir arayış,
Rusya'nın gücünün yansıması ile ilgili bir zayıflama anlamına gelecek ve Çin, bunun
için 90'ların ortasından beri hazır halde bekliyor olacaktır.
Çin'in, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan ile ilgili enerji diplomasisi,
böylesi bir zaman spektrumuna göre gelişmektedir. Bu ülkelerle ilgili olarak, kalıcı ve
vazgeçilmez bağları oluşturmanın en iyi yolu büyük yatırımlar içeren boru hatlarıdır.
Elbette Çin'in pasif yürüyüş politikası çerçevesinde, bu ülkelere yönelik sosyal bağları
kurmasına neden olan insan kaynağı transferini de dikkate almakta fayda vardır.
Çin için en zorlu seçenekler, Pasifik ekseninde gelişmektedir. Aynı bölgeyi
paylaştıkları Kore, Japonya ve Hindistan'la olan rekabeti, aynı zamanda ABD ile olan
rekabetinin değişken unsurları olarak Çin'i çok yönlü bir stratejik oyun planına
itmektedir. Her ne kadar Çin'in geleneksel stratejisi bu tür çok seçenekli davranışlar
konusunda bir tecrübeye sahip olsa da, rakiplerinin de Çin'in oyun planını baskı altına
alacak geniş bir manevra alanı bulunmaktadır. Bu ülkelerin Çin'e karşı ikili ve çok
taraflı karşıt ittifaklar kurma tercihleri giderek terk edilen bir strateji olmaktadır. Bunun
nedeni, Çin karşıtlığının Çin'in gücünü zayıflatmak konusunda başarılı
olmamasındandır. Diğer taraftan, özellikle ihtiyaç duydukları büyük miktardaki enerji
tedarikini sağlamak için bazen kader birliği yapmak gibi zorunlulukları da vardır. Gerçi
bu zorunluluk bazen bu ülkelerin diğer ortaklıklarını zor duruma da sokabilmektedir.
Özellikle Japonya ve Kore'nin ABD ile olan ilişkilerinin geleceğinde bu enerji
stratejisinin olumsuz sonuçlarının artması beklenmektedir.
Çin'in oyun planında, Kore, Japonya ve Hindistan'la işbirliğini arttırma arayışı yeni
değildir. 1980'lerden itibaren Japonya başta olmak üzere Asya'da gelişen teknoloji,
ekonomik büyüme ve küresel ekonomi içerisindeki ihracat payının artmasına neden
olan yeni üretim alanları, Çin'in ilgisini çekmiş ve Çin'i onları takip etmeye zorlamıştır.
1978'den itibaren Çin'in başlattığı geleneksel sosyalist politikalarla modern kapitalist
trendlerin ulusal çıkarları korumak adına bir arada yaşaması sentezi, Çin'in bu takip
sürecini daha kolay hale getirmiştir. Süreç içerisinde Çin, başarılı bir şekilde bu
adaptasyonu sağlamış ve bugün küresel ekonomi içerisinde çok önemli bir konuma
sahip olmuştur.
Gelişmiş ülkelerle özellikle Avrupa ve ABD pazarıyla rekabet konusunda Japonya ve
Kore'nin, Çin'deki fason üretim bantlarına olan ihtiyaçları, bu ülkeleri daha yakın bir
hale getirdi. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen özellikle Çin, Japonya ve Kore
arasında her şeyin sütliman olduğu ve tam anlamıyla güvenli bir işbirliğinin olduğu
beklentisi gerçeği yansıtmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi, bölge ülkeleri de
Çin'in gelecekteki nihai hamlesinin ne olacağı konusunda endişe duymaktadırlar.
Birlikte hareket etmenin avantajları ile gelecekte ortaya çıkabilecek tehdidin arasına
sıkışan Japonya ve Kore ise, ABD ve Çin arasındaki rekabetten daha fazla
faydalanma eğilimine girmişlerdir. Elbette Çin de bu eğilimi görmüş ve kendi lehine
sonuçlar çıkartmıştır.
Çin'in artan enerji talebi, onu yeni bir küresel politikaya itmiştir. Pasif yürüyüş stratejisi
ve sessizlik Çin'in geleneksel bir stratejisi olmasına rağmen, tedarik politikasının bir
gereği olarak, ilk defa enerji alanında pro- aktif bir tutum almaya başlamıştır. Bu
tutumun bir sonucu olarak, özellikle Ortadoğu ve İran Körfezi'nde, ardından tüm
Afrika boyunca Çin'in pro-aktif hamleleri peş peşe gelmeye başladı. İşte tam da bu
noktada çok önemli bir sorun çıktı: Bu bölgelerdeki geleneksel ABD varlığı ve
ABD'nin bölge kaynakları üzerindeki stratejik ekonomik gücü Çin ile bir çatışma
noktasına vardı. Fakat bu çatışma giderek daha çok bir balans ayarı yapma trendine
dönüşmektedir. Bunun nedeni, Çin ve ABD arasındaki karşılıklı ticari dengenin tüm
küresel ekonomiye ilişkin bir hassasiyete ulaşmasıdır. Bu balans ayarı, tarafların
birbirilerinin oyun sahalarından geri çekilmesinden ziyade, tarafların kendi yöntemleriyle bu bölgeler üzerinde bir rekabet çerçevesinde gelişmektedir. Elbette böyle
bir rekabet en fazla kaynak ülkelerin her iki taraf nezdindeki avantajlarını arttırmalarına da neden olmuştur.
Çin'in Suudi Arabistan ve İran'la olan ilişkileri, bu ülkelerdeki enerji kaynaklarına
büyük yatırım yapmasını gerektirmektedir. Yatırım, uzun vadeli bir stratejik ilişkiyi ve
hatta gelecekteki bir ortaklığı tetiklemektedir. Bu durum, gelecek yirmi, otuz yılda bu
bölgelerdeki ABD gücünün zayıflayıp zayıflamayacağı konusunda soru işaretlerine
neden olmaktadır. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında, Batının askeri güç ile
yerleştiği ve kurumsallaşmaya çalıştığı bu bölgelerde, Çin'in daha yumuşak bir
mesafe alması ve ekonomik-siyasi ilişkilerini sabırlı bir şekilde geliştirmesi, küresel
rekabetin gelecekteki sonuçları hakkında bazı ipuçları vermektedir.
Çin'in petrol ve doğalgaz tedarikinde önemli bir adres olarak Rusya'nın payının
artması ise, Çin-Rusya dengesinin kimin lehine geliştiği konusunda tartışma
yaratmaktadır. Çin'in ihtiyaçlarının karşılanması ile ilgili Rusya'nın rolü arttıkça, ÇinRusya ilişkisi karşılıklı bağımlılık seviyesine gelecektir. Ancak Rusya'nın gelecekte
AB'ye yönelik artması beklenen hegemonik enerji politikalarının aynısını Çin'e de uygulayabilmesi konusu şüphelidir. 30 yıl sonraki Çin, kendisine karşı hegemonik enerji
hamleleri yapılması konusunda beklenildiği kadar sabırlı ve yumuşak bir tavır
almayacaktır.
Çin'in küresel enerji pazarındaki rolü, artan talebinin karşılanmasıyla ilgili yeni
seçeneklerin gelişmesine yardımcı olacaktır. Çin’in enerji kaynakların tedariki ile ilgili
küresel tutumu; iyi işbirliği, yatırım yapma konusundaki arzusu ve fiyatları tolere
edebilecek bir ekonomik anlayış ile şekillenmektedir.
Tüm bunlara rağmen Çin'in en büyük sorunları, rekabet ettiği diğer küresel aktörlerin,
kaynakların fiyatlarını sürekli yükseltecek bir tutumdan vazgeçmemeleri, Çin'in
kaynak ülkelere daha fazla yatırım yapma isteğinin sınırlandırılmaya çalışılması ve
kendisi hakkındaki askeri kuşkuların enerji piyasalarında olumsuz yönde hassasiyet
yaratmasıdır.
Çin'in ekonomik gücünün ne kadar sürdürülebilir olduğu ile ilgili kuşkular ve küresel
piyasaların Çin ile ilgili yaratabileceği sarsıntılar, Çin'in ekonomik bir depremle
yıkılmasına neden olabilir mi? Bu sorunun cevabı, Çin'in oyun planında ve geleneksel
karakterinde yatmaktadır. Çin'in bir yüzü küresel ekonomi ile entegrasyona, bir yüzü
de kapalı bir devlet yapısına bakmaktadır. Hangi yüzünün daha güçlü olduğunu
kestirmek, ancak deprem günü geldiğinde mümkün olur.
Japonya
Asya-Pasifik'in diğer bir aktörü olan Japonya ise, daha farklı bir küresel enerji
oyununu oynamaktadır. Japonya'nın ABD ile olan stratejik ortaklığı, ikinci nesil
Japonların 80'lerdeki ekonomik devrimiyle büyük bir avantaja dönüştü. Pasifik'te
uyanan dev ekonomik güç, Asya-Pasifik'teki tüm ülkeleri harekete geçirdi ve onların
küresel ekonomik sisteme entegrasyonunda öncü rol oynadı. Tüm bu ekonomik
gelişmeler, Japonya'nın ekonomik büyümesine katkı olarak geri döndü. Ancak Çin'in
küresel büyüme rekabetindeki artan rolü ve Asya- Pasifik'teki ekonomik büyüme
rekabetinin enerji kaynaklarına olan ihtiyacı, Japonya'nın tedarik politikalarını yeniden
gözden geçirmesine neden oldu. Aslında üçüncü nesil Japonların, İkinci Dünya
Savaşı'ndan epey bir zaman sonra yeniden bir askeri güce sahip olmakla ilgili
düşünceleri geliştikçe ve hatta bugünlerde bununla ilgili uygulamalar arttıkça,
Japonya'nın enerji tedarik politikası, salt ekonomik bir ihtiyaç olmaktan çıkıp, aynı
zamanda jeopolitik hedefleri olan bir enerji güvenliği politikasına dönüşmüştür.
Japonya'nın Çin ile olan ilişkisini yeni bir zemine taşıması ve Kuzey Kore dâhil AsyaPasifik'teki politik geçmişini yeni bir sayfayla, başka stratejik hedefleri kapsayacak bir
noktaya getirmesi, Japonya'nın Asya-Pasifik'teki rolünü daha karmaşık hale
getirmiştir. Bu karmaşanın en önemli nedeni, geleneksel olarak ABD ile yürüttüğü
stratejik ortaklık ve güvenlik ihtiyaçlarının ABD tarafından karşılanması anlayışının
geleceği üzerine odaklanmıştır.
Japonya'nın küresel ekonomik rekabet içerisinde, özellikle Çin ve Kore karşısında
enerji tedariki ile ilgili tedirginlikleri bulunmaktadır. Tedirginliğinin en önemli sebebi
ise, böyle bir rekabet içerisinde ABD'nin Çin'i ne kadar sınırlayabileceği ve
Japonya'nın enerji talebi ihtiyacını karşılamak noktasında ne kadar fedakârlıkta
bulunacağı sorusudur. Bu sorunun cevabı Japonları kuşkuya düşürmüştür ve
Japonya'nın Pasifik'teki politikalarının yanı sıra küresel politikalarını da gözden
geçirmeye sürüklemiştir. Elbette bugün için bu kuşkunun cevabı, Japonya'nın ABD ile
yollarını ayırması değildir ama ABD'nin küresel politikaları içerisindeki yaklaşım
değişikliği, Japonya'nın tutumunu da şekillendirecektir.
Japonya'nın hem enerji tedariki politikası hem de Asya-Pasifik politikası açısından
yeni seçeneklerinden biri de Rusya olmuştur. SSCB sonrası dönemde daha fazla
artan ilişkiler, Rusya ve Japonya'nın enerji alanında çok yakın bir işbirliğine gitmeleri
ile doruk noktasına ulaşmıştır. Bugün Rusya'nın Asya-Pasifik'teki kaynaklarından,
boru hatları dâhil petrol ve doğalgaz ihracatında Japonya, büyüyen bir pazar olarak
yerini güçlendirmektedir. Öte yandan Japonya için bu ilişki, hem ABD ile olan
muhtemel sorunlar karşısında hem de Çin ile olan ilişkinin dengesini sağlamak
açısından, Rusya ile siyasi bir flört aşamasına da gelmiştir.
Japonya'nın enerji tedarik politikasında Ortadoğu ve İran Körfezi birincil rol oynamaya
devam etmektedir. Bu durum Japonya'nın geleneksel olarak ve aynı zamanda ABD
politikalarıyla uyumlu bir çerçevede Ortadoğu ile İran Körfezinde ve Afrika'nın farklı
bölgelerindeki siyasi-ekonomik ilişkilerini canlı tutmasına imkân vermiştir.
Diğer yandan, Japonya'nın 70'lerin ortalarından itibaren ve özellikle 80'lerdeki büyük
teknolojik atılımlarıyla birlikte tüm küresel pazarlarda olduğu gibi, Ortadoğu ve İran
Körfezi'nde de büyük ekonomik açılımlar yaptığı bilinmektedir. Japonya'nın Avrasya
ve Avrupa politikasında, ihracat politikasının bir parçası olarak Suudi Arabistan ve
Körfez ülkelerini geçiş üssü olarak kullanması, enerji kaynakları ile ilgili yatırım ve
tedarik politikasına da hizmet etmiştir. Japonya'nın teknolojik ürünlerini ihraç ettiği her
bölgede, ihtiyaç duyduğu hammaddelerin tedariki ile ilgili bir altyapısı uzun yıllar
boyunca gelişmiş ve kurumsallaşmıştır. Bu noktada, Çin'e karşı Japonya'nın avantajı
yadsınamaz düzeydedir.
Japonya'nın enerji tedarik politikası, tıpkı Çin gibi deniz transportunun bir sonucu
olarak Ortadoğu ve İran Körfezi'nde, Afrika'da ve küresel enerji kaynaklarının
bulunduğu her noktada çalışmayı baz almaktadır. Japonya'nın Akdeniz ve Karadeniz
üzerinden Hazar Havzası ve Orta Asya'yla olan ilişkisi de gelecek yıllarda kademeli
olarak artma potansiyeline sahiptir.
Kore ve Tayvan
Kore ve Tayvan, özellikle Asya-Pasifik enerji pazarında küresel enerji pazarlarında
önemli konuma sahiptirler. Ancak her iki ülkenin de kaynak tedarikindeki küresel
rolleri, Çin ve Japonya ile mukayese edilemeyecek bir aşamadadır. Küresel
ekonomik pazarlarda enerji ticaretinin Asya-Pasifik etkisini dikkate alırken, Çin ve
Japonya'nın rekabeti kadar Kore ve Tayvan'ın da bu iki ülkenin rekabeti arasındaki
denge içerisinde etkin bir konumu vardır. Tıpkı Çin ve Japonya gibi, Kore ve Tayvan
da deniz yoluyla petrol, doğalgaz ve kömür tedarikinde küresel pazarlardaki tüm
aktörlerle çalışmaktadırlar.
Hindistan
Hindistan, Asya-Pasifik'te ve küresel ekonomik rekabet içerisinde rolü giderek artan
bir ülkedir. Hindistan, gelişmiş bankacılık sistemi ve sermaye piyasaları, özellikle
küresel yazılım sektöründeki büyük rolü ve uluslararası yatırımcılar için güvenli ve
istikrarlı bir ekonomi olması nedeniyle, küresel ekonomi içerisindeki etkinliğini
arttırmaktadır. Hindistan'ın tarihinde bir dönüm noktası olarak İngiltere ile olan
ilişkileri yatar. Hindistan kaynaklarının Batıya transferi ile başlayan süreç, İngiltere'nin
Hindistan'ı Avrupa'ya yakınlaştırması ile yeni bir aşamaya geçmiştir. Tıpkı Çin,
Japonya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri gibi Hindistan da bu ilişkiden kendisine dersler
çıkartıp, kendi ulusal ekonomisini ve küresel sistemden faydalanma mekanizmalarını
hızla geliştirmiştir. Hindistan'ın Avrupa ile olan yakın ilişkisi, küresel sistem içerisinde
güvenli bir yatırım ülkesi olarak cazibesini son yirmi yılda en yüksek noktaya
çıkartmıştır.
Küresel ekonomik aktörlerin bir kısmı, gelecek 30 yıl içerisinde Hindistan'ın en büyük
üç küresel ekonomiden biri olacağını öngörmektedir. Bu öngörünün doğruluğu
tartışmalı olabilir, ancak öngörünün gerçekleşmesi ile enerji arasında doğrudan bir
ilişki vardır. Bu öngörünün gerçekleşmesinde, Hindistan'ın enerji diplomasisinin ve
büyümek için gerekli enerji kaynakları tedarikinin durumu belirleyici olacaktır. Bu
nedenle Hindistan'ın küresel enerji pazarı içindeki hamleleri giderek artmaktadır.
Hindistan da Japonya ve Çin gibi, küresel enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerin
tamamında ve özellikle coğrafi yakınlığı nedeniyle Ortadoğu ve İran Körfezi'nde
önemli açılımların peşinde koşmaktadır. Bu açılımlar bağlamında, bu ülkelerdeki
rezervlerin ihtiyaç duyduğu yatırımları yapma konusunda girişimlerde bulunmaktadır.
Hindistan'ın bu açılımları çerçevesinde Rusya'nın enerji kaynaklarıyla ilgili stratejiler
de mevcuttur. Bu stratejiler, Rusya'nın enerji kaynaklarını Karadeniz ve Akdeniz
üzerinde deniz yoluyla ve Hazar Havzası üzerinden de kara hatlarıyla Hindistan'a
ulaştırılmasıyla ilgili seçenekleri barındırmaktadır. Öte yandan İran ve Hindistan'ın
enerji işbirliği, iki ülke arasında boru hatlarının inşa edilmesi sürecini de başlatmıştır.
Hindistan, Çin ve Japonya ile birlikte küresel LNG pazarının en büyük aktörleridir.
Hindistan'ın dış ülkelere yatırım gücü ve hızı, Çin ve Japonya ile rekabet edecek bir
düzeye gelecektir. Hindistan'ın geleneksel politik esnekliği, Soğuk Savaş döneminde
de görülen bağlantısızlar hareketindeki tarzının bir çeşit devamıdır. Hindistan, bir
yandan ABD ile en yakın ilişki kuran ülkelerden biriyken, aynı zamanda ABD
politikalarının en soğuk baktığı tercihleri hayat geçiren ülkelerden biri de
olabilmektedir. Hindistan'ın küresel politik tarafsızlığı, aslında mutlak kazanç elde
etmek için her türlü esnek taraflılığı başarma yeteneği ile hayat bulmaktadır.
Hindistan'ın hem küresel politikalar nezdinde hem de küresel enerji güvenliği
açısından en büyük sorunu, tek başına hareket etme isteğinin, tek başına kalmasına
neden olmasıyla ilgili sonuçlar doğurmasıdır. Hindistan'ın jeopolitik problemleri, onun
enerji tedarik politikasında zaman zaman sorunlar yaşamasına da neden olmaktadır.
Rusya
Rusya, hem Çarlık dönemi hem de SSCB döneminin politik karakterlerini taşıyan bir
ülkedir. Asya'nın en büyük karasal askeri gücü olarak, hegemonik tutumunu devam
ettirme arzusu, Rusya'nın küresel enerji pazarındaki konumunu problemli hale
getirmektedir. Ukrayna ve Polonya ile yaşadığı enerji krizi, küresel enerji arz güvenliği
tartışmalarını başlatan bir faktör olarak, Rusya'nın küresel politikalar içindeki rolünün
hala çok etkili olduğunu göstermiştir. Başta AB olmak üzere, birçok ülkenin reaksiyon
gösterdiği bu tutum, aslında Rusya'nın yeni küresel enerji politikasının ilk uygulama
alanıydı. Bu test, Rusya'nın bu politikasının başarıyla süreceğini, en azından
Rusya'ya gösterdi.
Rusya'nın enerji politikası, enerji kaynaklarının, kaynak sahibi ülkeler için güvenlik
ihtiyaçlarını karşılayan stratejik bir güç olması gerektiği tezini savunuyor. Yani enerji
kaynağına sahip bir ülke, diğer ülkelerin kendisiyle ilgili yaratabileceği tehditleri ve
riskleri minimize etmek için sahip olduğu kaynakların arzını, gerektiğinde bir savunma
silahı olarak kullanabilmelidir. Oysa ilk bakışta askeri caydırıcılık anlamında olumlu
görülebilecek bu yaklaşımın tehlikeli olabilecek başka bir boyutu daha var. Belirli bir
askeri güce ve bölgesel hegemonik hedeflere sahip herhangi bir kaynak ülke, bir süre
sonra elindeki kaynak gücünü, diğer ülkeler üzerindeki emperyal arzularını
gerçekleştirmek amacıyla bir saldırı silahına dönüştürebilir. Bu durumda, küresel
enerji pazarının karşılıklı bağımlılık ilkesi, karşılıklı savaşma arzusuna yenik düşer.
Rusya'nın savunduğu politika, şimdilik kaynakların bir saldırı silahı olduğu değil,
savunma silahı olduğu yönündedir. Tartışmanın cevabı ne olursa olsun, Rusya'nın
küresel ölçekteki büyük askeri gücü, kendisiyle ilgili yaptırımların ortaya çıkmasını
engellemeye yeterli olacaktır.
Rusya'nın küresel enerji oyununda, masadaki oyun planı iki basamaklıdır. Büyük bir
kaynak ülkesi olarak petrol ve doğalgazı boru hatlarıyla taşıyabileceği karasal enerji
pazarlarını kontrol etmek, bu kaynakları deniz yoluyla ihraç ederek, küresel enerji
pazarındaki rolünü ve gücünü arttırmak. Bunlara ek olarak, küresel piyasalara
entegre olmak yerine küresel piyasalarda tek taraflı olarak rolünü arttıran Rusya,
enerji piyasalarında da küresel olarak varlığını kurumsallaştırma çabasındadır.
Rusya'nın karasal boru hatlarıyla ihracat politikasının ana hedefi, AB'nin enerji
tedarikinde belirleyici ve en büyük paya sahip olmaktır. Başka bir ifade ile AB enerji
pazarında hegemonik bir güç olmaktır. AB'nin buna itiraz şansı veya itiraz
manevraları şimdilik gerçekçi görünmemektedir. Rusya'nın, Doğu-Batı koridorunda
Doğu Avrupa ve Baltık üzerinden geliştirdiği projelerinin konumunu güçlendirmek için
Güneydoğu Avrupa üzerinde de aynı rolünü arttırması gerekmektedir. Bununla ilgili
Ukrayna-Balkanlar, Karadeniz-Balkanlar veya Türkiye-Balkanlar üzerinden bir yeni
koridor açma politikası bulunmaktadır. Rusya'nın daha geniş hedefleri kapsamında
başka bir politikası da Türkiye ve İsrail üzerinden deniz transportunun yolunu
kısaltacak yeni bir arz koridoru açma çabasıdır. Ancak bu çabanın ne kadar gerçekçi
ya da ne kadar bir perde görevi gördüğü tartışmalıdır.
Rusya'nın Asya-Pasifik'teki enerji ihtiyacını karşılamakla ilgili rolü, coğrafi
avantajlarıyla birlikte yavaş ama emin adımlarla gelişmektedir. Rusya'nın yakın
gelecekteki en önemli açılımı ise, ABD'nin enerji tedarikindeki rolünü arttırmasına
ilişkin olacaktır. Rusya'nın arz politikaları konusunda geliştirdiği tüm seçenekler, aynı
zamanda rezervleri için ihtiyaç duyduğu yatırımlarla ilgili seçeneklerini de
çeşitlendirmektedir. Rusya'nın, küresel enerji politikalarında karşılaştığı en büyük
eleştirilerden biri de Rusya'nın diğer ülkelerdeki enerji yatırımları konusunda her türlü
imkâna sahip olmasına karşın, diğer ülkelerin Rusya'daki kaynaklara ve pazarlara
yatırımları konusunda ciddi sınırlamalar koymasıdır.
Rusya'nın enerji oyununda izlediği en ilginç yöntemlerden biri, sadece AB enerji
piyasalarına değil aynı zamanda ABD enerji piyasalarına ve enerji şirketlerine ciddi
yatırımlar yapmaya başlamasıdır. Bu yatırımlar hem AB, hem ABD hem de diğer
ülkelerdeki pazar şirketlerinde Rusya'nın daha kalıcı olması için bir araç olarak
görülmektedir. Bu çerçevede Rusya'nın enerji oyunundaki uzak hedeflerinden biri
olarak, gelecekte enerji arzındaki rolünün azalmasına ve muhtemel gelir kaybına
karşın, küresel enerji pazarındaki diğer uluslararası şirketler içinde daha yüksek bir
paya ve karar verici etkili bir konuma sahip olma arzusu öne çıkmaktadır.
Rusya'nın küresel enerji oyunundaki stratejilerini zorlayacak olan unsurlar, küresel
enerji kaynaklarındaki çeşitlilik ve özellikle Rusya'nın karasal coğrafyadaki boru
hatlarına alternatif yeni enerji kaynaklarının katılması, küresel enerji fiyatlarının
düşmesi ve Rusya'daki enerji pazarı ve enerji ekonomisinin içerisindeki yabancı
yatırımcı payının çok yükselmesidir.
Rusya'nın oyun karakteristiği, bir hamlenin kesin bir son hamle olmadığı ve bir
sonraki hamlenin yine kesin bir hamle olmayacağı temelindeki bir stratejidir. Yani
hiçbir cümle, hiçbir paragraf hatta hiçbir kitap nokta ile sonlanmaz, son işaret nokta
yerine daima virgüldür. Oyun karakteristiğinin bir diğer özelliği de, güç gösterisi ve bir
müzakeredeki konuşmanın doğal bir parçası olduğu yaklaşımdır. Rusya'nın oyun
planında güç gösterisi, bir tehdit olarak masaya konulmaz. En azından Rusya
masada gücünün hatırlatılması ile ilgili hamlelerini bir tehdit olarak göstermez.
Sadece muhatabının Rusya'nın ne yapabileceği ile ilgili her seçeneği aynı anda
masada görmesine yardımcı olmaya çalışır. En büyük küresel doğalgaz rezervlerine
sahip olan Rusya, aynı zamanda çok büyük bir petrol rezervinin de sahibi olarak,
küresel enerji piyasasındaki iki öncelikli kaynağı, küresel enerji arzının
yönetilmesinde etkin bir şekilde kullanmaktadır.
Suudi Arabistan
Suudi Arabistan, küresel enerji piyasasının geleneksel olarak en büyük
oyuncularından biridir. Aynı zamanda İslam jeopolitiğinin en önemli merkezi ülkeleri
arasında sayılır. Suudi Arabistan, küresel enerji oyun masasına en erken girmiş bir
ülke olarak, hem enerji pazarında hem de küresel enerji piyasalarında etkili bir
oyuncu konumuna gelmiştir. Suudi Arabistan'ın enerji oyun masasındaki rolü, hem
küresel petrol tedarikini dengelemek hem de küresel enerji piyasasında enerji
fiyatlarındaki operasyonlarda belirleyici konumunu sürdürmek üzerine kuruludur.
Suudi Arabistan son yıllarda artan bir şekilde Asya- Pasifik bölgesinin tedarikinde
etkili olmaya başlamıştır. Bu etki, Çin ile olan ilişkilerinin gelişmesi için yeni bir zemin
kazanmasına yol açmıştır. ABD ile uzun dönemli ve özel ilişkileri, Suudi Arabistan'ı
Ortadoğu'da farklı bir politik konumda tutmuştur. Kimi zaman avantaj sağlayan bu
konum, 11 Eylül saldırılarından sonra bölgesel bir sıkışma yaşamasına da neden
olmuştur. Suudi Arabistan ve ABD arasındaki ilişki, enerji güvenliğini temel alan
ancak daha geniş güvenlik hedeflerini de kapsayan bir çerçeveye sahiptir. Bu
nedenle Suudi Arabistan'ın Çin'le olan ilişkisi, Çin'in enerji arz güvenliğine katkısı ile
sınırlı kalabilir. Bu durumda bir değişikliğin olması ise, ABD'nin Suudi Arabistan'a
karşı yaklaşımındaki bir tutum değişikliğine gitmesiyle mümkün olabilir.
Suudi Arabistan'ın oyun masasındaki planı, tıpkı küresel politikalarındaki
karakteristiği yansıtır. Bu karakteristik, bekleme pozisyonunda hareket etme hissi
vererek, diğerlerinin kendisine göre pozisyon almasını sağlamaktır. Suudi Arabistan,
açık politik tutumlar yerine masada sonuçları değiştiren daha kapalı bir hareket tarzını benimser. Bu hem Suudi Arabistan'ın İslam jeopolitiğindeki konumuyla hem de
Arap Körfezi'ndeki tehditlerin her yönden ve saman alevi şeklinde hızla gelişme
ihtimaliyle yakından ilintilidir. Bu durum, gölgede kalabalık içinde kalmaktansa
güneşin altında yalnız kalmayı tercih etmek gibidir.
Suudi Arabistan'ın enerji oyunundaki geleceği, Asya-Pasifik ve ABD arasındaki
rekabetin dengesine göre değişiklikler gösterecektir. Zengin kaynaklara sahip bir ülke
olarak ortaya çıkacak bu değişiklikleri kendisine daima olumlu olarak döndürme
yeteneğine ve imkanına sahiptir. Suudi Arabistan'ın oyun masasındaki en büyük
zorluğu, tercihlerinin kendisine askeri sonuçlar olarak dönmesine yol açabilme
tehlikesidir. Suudi Arabistan, İran Körfezi ve Kızıldeniz arasında yalnız ve ulusal
sınırları içerisinde kalan sıradan bir ülke değildir. Gerek dini gerekse siyasi açıdan
yüklendiği misyonlar, onu bölgesel bir güç olmaya ve karmaşık küresel ilişkiler
kurmaya zorlamaktadır. Bu nedenle, oyun masasındaki tercihlerini çok seçenekli
sonuçları olan bir hamleler dizisiyle yapmak yerine, tüm hamlelerin sonuçlarını
gördükten sonra hareket etmeyi yeğleyen bir çerçeveye yerleştirir. Suudi Arabistan'ın
en önemli avantajlarından biri, İran dışındaki Körfez ülkelerinin Suudi Arabistan'ın
tercihlerini izlemeye ve küresel pazardaki rolünü desteklemeye yatkın olmalarıdır. En
büyük dezavantajı ise, İran'ın tek başına veya diğer Körfez ülkelerini de tetikleyerek,
farklı küresel enerji politikası tercihlerine yönelmesidir.
İran
İran, en büyük ikinci küresel doğalgaz rezervine sahip ülke olarak, tıpkı Rusya gibi
hem petrol ve hem doğalgazda küresel enerji pazarında çok etkili bir pozisyona
sahiptir. İran, Suudi Arabistan gibi enerji pazarının en eski oyuncularından biridir. Bu
nedenle geleneksel pazarlara sahip bir ülke olarak, aynı zamanda küresel enerji
piyasalarında da önemli roller oynamaktadır. Ancak 1979 sonrası siyasi durumundaki
değişiklikler nedeniyle, küresel piyasalardaki pozisyonunu icra etmekte sıkıntılar
yaşamıştır.
İran'ın küresel enerji oyunundaki rolü ise, küresel enerji pazarının seyriyle alakalı
önemli sonuçlar doğurmaktadır. Asya-Pasifik'teki enerji tedarikinin karşılanmasında
ve özellikle Çin'in kaynak ülkelerdeki yeni seçeneklerinin gelişmesinde İran'ın etkili bir
konumu vardır. İran'ın Batı Avrupa ve ABD pazarındaki payı ise, gelecek yıllarda
önemli oranda artacaktır. İran'la ABD arasındaki siyasi çatışma askeri bir krize neden
olsa bile, küresel enerji pazarının kuralları dâhilinde her iki taraf da ortak bir noktaya
varacaktır. İran'ın petrol ve doğalgaz rezervleri, enerji arz güvenliğinde ABD'nin göz
ardı edemeyeceği kadar önemli bir yer tutmaktadır. Siyasi şartlar değiştiğinde,
ABD'nin arz güvenliğinde İran'ın Suudi Arabistan'ın hemen ardından önemli bir
önceliğe sahip olacağı görülecektir.
İran'ın küresel enerji masasındaki rolü üç aşamalı bir stratejiyi içermektedir. İlk
aşama, İran'ın geleneksel petrol pazarındaki konumunu güçlendirerek devam
ettirmek; ikinci aşama, İran'ın karasal boru hatlarıyla özellikle AB pazarında Rusya'yı
dengeleyecek bir pozisyona ulaşmak; üçüncü aşama ise, Asya-Pasifik bölgesi ile
ABD arasındaki rekabette kilit rolünü arttırarak küresel siyasi-ekonomik bir güce
ulaşmaktır.
Her üç aşama da İran'ın ABD ile olan ilişkilerinin geleceği ile yakından alakalıdır.
Ancak AB'nin artan enerji ihtiyacı ve Rusya'ya karşı alternatifleri geliştirme
zorunluluğu, İran'ın hedeflerine ulaşmasına ABD'ye rağmen yardımcı olacaktır.
Özellikle Çin'in yükselen enerji talebini karşılama noktasında, İran'daki rezervlere Çin
yatırımını arttırmak dâhil olmak üzere, İran'a yeni seçenekler sunacak ve bu
genişleyen ilişki ağı Asya-Pasifik'teki pazarlarda İran'a yeni siyasi manevra alanları
yaratacaktır.
İran'ın enerji oyun masasındaki karakteristiği, İran'ın tarihi özelliği ile büyük benzerlik
göstermektedir. İran'ın oyun karakteristiği, sonuçların daima yeniden tartışmaya açık
olması ve yeni bir sonucun mevcut sonucun tartışılması ile daha iyi bir noktaya
geleceği felsefesine sahiptir. Yani müzakereler sonuçlandırmak için değil, yeni bir
müzakereyi yapmak için başlangıç niteliğindedir. Bu da nihai sonuçların bir türlü
hedeflenen müzakerede ortaya çıkmaması sonucunu doğurur. Büyük sabır
gerektiren bu yaklaşım, İran'ın rakiplerinin genellikle pes etmesine neden olmaktadır.
Ancak İran'ın ihtiyacı olan kazanımları elde etmek noktasında, bu tür müzakere
yöntemlerinin olumsuz etkileri de bulunmaktadır.
İran'ın oyun karakteristiği, karasal hegemonik bir güç olma arzusunu taşır. Bu
nedenle, müzakere masasında mutlak kazanç ve sıfıra yakın minimum düzeyde taviz
felsefesini uygular. İran'ın bu oyun karakteristiğindeki en büyük rakibi, bir başka
karasal güç olma arzusundaki Rusya'dır. Bu rekabet, sadece bölgesel siyasi-askeri
dengeler üzerinde değil, aynı zamanda küresel enerji pazarında artarak devam
edecektir. Rusya'nın cümlelere nokta koymayıp virgül koyma alışkanlığı ile İran'ın
noktaların virgül olabilme özelliğini taşıma alışkanlığı, karşılıklı rekabetin neredeyse
bir ortaklık gibi görünmesine neden olur.
Avrupa Birliği
Avrupa Birliği, küresel enerji pazarının giderek daha az pro-aktif hale gelen fakat
talepleri de artarak devam eden bir oyuncusudur. AB'nin siyasi-ekonomik bir güç
olarak küresel rolü yadsınamaz. Ancak bu rolün giderek sonuç almak yerine,
süreçleri kesintiye uğratmama yeteneğine dönüştüğü de görülmektedir. AB'nin siyasi
karakteristiği haline gelen, sonuç odaklı olmak yerine süreç odaklı olma yaklaşımı,
küresel enerji pazarındaki konumu üzerinde de etkili olmaktadır. AB'nin uyguladığı
enerji diplomasisi, durumun radikal bir şekilde değiştirilmesi veya uzun vadeli
kontratlarla yeni tercihlerin ortaya çıkmasından çok yeni müzakerelerin eski tercihleri
esnetmesi amacına hizmet eder.
AB'nin enerji oyun masasındaki hedefi, üç aşamalı bir stratejiyi izler. Birinci aşama,
daha uygun bir maliyetle kesintisiz arzın karasal coğrafi taşıma yöntemleriyle
gerçekleşme payını arttırmak ve bunu yaparken Rusya'ya olan bağımlılığı tolere
edilebilir bir seviyede tutmaktır. İkinci aşama, küresel enerji pazarındaki arz
çeşitliliğini Birliğin tedarik politikasına yansıtarak, enerji maliyetlerini daha dengeli bir
seviyede tutmaktır. Üçüncü aşama ise, temiz enerji kaynaklarını arttırmak ve fosil
yakıtların en az kullanımını sağlayacak yeni nesil enerji kaynaklarını geliştirmek,
gerekli yatırımların yapılmasını sağlamak ve bu enerji kaynaklarının kullanımını
yaygınlaştırmaktır.
AB siyasi entegrasyonuna bağlı olarak enerji tedarik politikalarında da merkezi bir
gelişme kaydetmek istemişse de küresel enerji pazarlarındaki zorluklar, Birlik
içerisindeki ülkelerin bağımsız enerji tedarik politikaları oluşturmalarına neden
olmaktadır. Bu yeni yönelim, başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere, Birlik
üyesi ülkelerin büyüme taleplerini karşılayacak enerji tedarik seçeneklerini,
geleneksel ilişkilerinin bulunduğu kaynaklara yeniden yöneltmesine neden olmuştur.
Gelecekte AB, Birlik üyesi ülkelerin küresel ekonomi içerisindeki rekabetlerini
karşılayacak doğru ve yeterli bir enerji tedarik politikası uygulayamazsa, Birliğin enerji
politikası yerine Birlik üyesi ülkelerin enerji politikaları öncelikli olacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri
ABD en eski enerji oyuncusu olarak, küresel enerji pazarında hem ulusal arz
politikası hem de küresel pazarlardan tedarik politikasıyla, küresel enerji oyununun
en önemli aktörüdür. Sahip olduğu petrol ve kömür rezervlerini, büyümesi ve
güçlenmesi için en verimli şekilde kullanan bir ülke olarak ABD'nin enerji ekonomisi
içerisindeki birikim ve tecrübesi, onu küresel enerji ekonomisinin birçok alanında lider
kılmaktadır. Bugün ise ABD, küresel enerji kaynaklarından daha fazla enerji tedarikini
sağlama ihtiyacı içerisindedir.
Azalan rezervlerine ve artan enerji talebine cevap vermek için geliştirdiği enerji
diplomasisi, ABD'nin küresel politikalarına ilişkin tartışmaların da bir parçası haline
gelmiştir. ABD'nin enerji tedarik politikasında iki önemli bölge tarihsel konuma
sahiptir: Suudi Arabistan ve İran Körfezi ile Orta ve Güney Amerika. Aynı zamanda
her iki bölge de ABD'nin küresel politikalarının en fazla tartışıldığı alanların başında
geliyor. Bir enerji kaynağı üzerinde uzun süreli tedarik politikası uygulamak, o
politikayı destekleyen birçok siyasi, askeri ve ekonomik unsurları da gerektirmektedir.
ABD'nin küresel enerji oyunu masasındaki rolü beş aşamalı bir stratejiyi izler. İlk
aşama, ABD'nin bugün ve gelecek 50 yıl içinde ihtiyaç duyduğu ve duyacağı enerji
kaynaklarının kesintisiz ve daha az maliyetle tedarikini sağlamaktır. Bunu yapmak
için küresel enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelere ve rezerv miktarlarına göre yeni
politik ilişkiler geliştirmek ve eski politik ilişkileri güçlendirmek konusunda bir dış
politika stratejisi uygulamaktadır. Bu dış politika stratejisi, enerji kaynaklarındaki
istikrar ve güvenlik problemlerini azaltarak, enerji kaynaklarına sahip ülkelere gerekli
siyasi destekleri vermeyi, enerji kaynaklarına sahip olduğu halde ABD ile sorun
yaşayan ülkeler üzerine caydırıcı siyasi baskı uygulamayı içerir. Yine bu çerçeve,
enerji kaynaklarına sahip olan bu ülkelerin iç politikalarına ve iç ekonomik
büyümelerine belirli ölçülerde nüfuz etmeyi de kapsar.
İkinci aşama, küresel enerji güvenliğini ve ABD'nin enerji arz güvenliğini birbiriyle
entegre hale getirmektir. Küresel ekonomik rekabetin en güçlü aktörü konumundaki
ABD, küresel enerji pazarındaki enerji güvenliğini kendisinin ulusal enerji arz
güvenliğinin bir yansıması olarak görmektedir. Bu nedenle küresel enerji güvenliğinin
sağlanması ile ilgili tüm çalışmalara iştirak etmek, politikalar geliştirmek ve talep
edilen işbirliği tekliflerine olumlu katkıda bulunmak, ABD'nin bu yaklaşımı içerisinde
öncelikli yer tutar. Ama ABD'nin ulusal enerji arz güvenliğinin öncelikleri, küresel
enerji güvenliği ile ilgili çalışmalarda çoğu kez diğer ülkelerin itirazlarına neden olur.
Bu itirazlar, enerji kaynaklarının küresel pazarlara ulaşması ile ilgili ABD'nin siyasi
sınırlamalarını ve askeri konuşlanmasını içeren bir dizi problemleri kapsamaktadır.
Üçüncü aşama, ABD'nin büyümesini destekleyecek bir enerji politikası oluşturmak ve
ABD'nin küresel ekonomik rekabetinde bu enerji diplomasisinin avantajlarından
faydalanmaktır. Özellikle Asya-Pasifik ile ABD arasındaki küresel ekonomik rekabet,
büyümeyi destekleyen enerji kaynaklarının tedariki ile ilgili çalışmalara odaklanmayı
gerektirmiştir. ABD'nin enerji diplomasisindeki bu odağı, Asya-Pasifik'teki rekabeti
buradaki ülkeler aleyhine bozacak şekilde küresel enerji pazarında bazı adımlar
atmasını zorunlu kılmaktadır. Yükselen enerji fiyatları, enerji kaynaklarının tedariki ile
ilgili siyasi rekabet, enerji kaynaklarının tedarikinde rezervlerin ihtiyaç duyduğu
yatırımların özellikle Çin tarafından gerçekleştirilmesinin yavaşlatılması ve ABD ile
sorunlu olan kaynak ülkelerinin Asya-Pasifik'teki arz politikalarının sınırlandırılması,
ABD'nin bu diplomatik odağının kapsamı içindedir.
Dördüncü aşama, ABD'nin küresel enerji piyasalarındaki rolünü güçlendirmek ve
liderliğini devam ettirmektir. Küresel enerji pazarında, enerji ticaretinin ABD
tarafından daha fazla kontrol edilmesini sağlamak amacıyla, enerji kaynağına sahip
ülkelerle ABD arasındaki ilişkilerin daha fazla bir ticari ortaklık temelinde yükselmesi
gerekir. Bu bağlamda, enerji ticaretindeki aracı şirketlerin ABD ekonomisindeki yeri,
küresel enerji kaynağına sahip ülkelerdeki güçleri ile doğru orantılıdır. Bu nedenle,
ABD'nin küresel siyasi politikalarının Amerikan şirketlerinin bu güçlerini
sınırlandırmaması beklentisi, Amerikan enerji politikası üzerinde bir baskı
oluşturmaktadır. Diğer taraftan, küresel enerji piyasalarında özellikle fiyat
operasyonları konusundaki etkinlik, ABD açısından çok önemlidir. Bu yüzden başta
New York ve Londra borsaları olmak üzere küresel enerji piyasalarında ABD etkisinin
korunarak daha fazla güçlendirilmesi, ABD enerji diplomasisinin bir parçasıdır.
Beşinci aşama ise, küresel iklim değişiklikleri ve çevre güvenliği konusunda küresel
enerji pazarlarının ve küresel enerji endüstrisinin rolünü yeni bir çerçeveye
oturtmaktır. ABD, bir yandan küresel fosil yakıtlardan daha fazla pay almak için
çalışma yaparken, diğer yandan da fosil yakıtların daha az kullanıldığı bir enerji
ekonomisinin yaratılması konusunda çalışmalar yapmaktadır.
Küresel ısınma ve küresel enerji ekonomisi arasında yeni bir bağın ortaya çıktığı
görülmektedir. Küresel ısınmaya neden olduğu belirtilen fosil yakıtlar başta olmak
üzere, mevcut enerji kaynaklarının ve teknolojilerinin yerini, yeni bir enerji
teknolojisinin alması gerektiği yönündeki siyasi tartışmalar, ekonomik bir sonuç
doğurma aşamasındadır. Buna küresel ısınma karşıtı teknoloji ve onun yaratacağı,
teknolojiden altyapıya, yeni şirketlerin doğmasından yeni ortaklıkların kurulmasına
kadar devasa boyuttaki yeni bir küresel enerji ekonomisi demek daha doğru olacaktır.
Özellikle de bu teknolojinin şimdilik sadece birkaç ülkede olması ve ileride diğer
ülkelerin bu teknolojiyi ithal etme zorunda kalmaları gibi bir ticari perspektif de buna
eklenince, küresel ısınmayla mücadelenin en azından bazıları için faydalı yeni bir
ekonomi alanı yarattığını söyleyebiliriz. İngiltere ile birlikte ABD'nin hem siyasi
tartışmalar düzeyinde hem de enerji sektöründeki sonuçlar bağlamında başı çektiği
dikkate alındığında, ABD'nin bu yeni enerji ekonomisi alanıyla ilgili perspektifi daha iyi
algılanabilir.
ABD'nin enerji ekonomisi kapsamındaki çalışmaları iki başlık altında gelişmektedir.
Birincisi, fosil yakıtların özellikle elektrik üretimindeki payını azaltmak ve alternatif
enerji kaynaklarını elektrik üretiminde daha fazla kullanmaktır. İkincisi ise, sofistike
teknolojilerle yeni nesil enerji kaynaklarını geliştirmektir. Bunlara ek olarak, enerji
verimliliğini ve enerji tasarrufunu arttırmak, yeni yeni ABD enerji diplomasisinin bir
parçası haline gelmektedir.
ABD'nin küresel enerji masasındaki oyun planı, küresel çaptaki uluslararası Amerikan
şirketleri ve ABD'nin küresel siyasi ve askeri networkuyla birlikte uygulanmaktadır. Bu
nedenle Amerikan oyun planının karakteristiği iki boyutludur. Birinci boyut, Amerikan
özel şirketlerinin küresel piyasa ekonomisi içerisinde şekillendirdikleri bir iş kültürünün
özelliklerini taşır. Bugün gelişmekte olan piyasalar dâhil birçok ülkede bu iş
kültürünün nitelikleri görülmektedir. Daha fazla ekonomik karlılık, kontrol edilen alanın
daha geniş olması ve kolektif şirket faydasının diğer faydalardan daha öncelikli
olması gibi özellikler, oyun planının şekillenmesinde önemli rol oynar.
İkinci boyut ise, ABD'nin oyun karakteristiğinin bir yansıması olan gürültü içinde
sessizlik ve son dakika pragmatizmini kapsar. ABD'nin iş yapma tarzında çok
seçenekli ve sürekli hareket halinde olan bir yaklaşım vardır. Bu yaklaşım, hedefe
ulaşmak için çok sesli bir orkestranın şarkıyı seslendirmeye çalışması gibi, çok
sayıda unsurun aynı anda ve farklı bölgelerde harekete geçmesidir. Çok sesli
orkestrada şarkının çalınması genel bir hedef iken, burada amacı yansıtan asıl ses,
örneğin sadece kemanın sesidir. Şarkının beğenilip beğenilmeyeceği ve istenilen
seyirci desteğinin alınıp alınmamasına göre, kemanın sesi diğer seslerin içerisinde
korunur.
Son dakika pragmatizmi ise, Amerikan gerçekçiliğinin bir yansımasıdır. Her ne kadar
istenilen bir yöntemle hedefe ulaşmak baştan belirlenmişse de hedefe ulaşmanın
istenmeyen yollarından biri tek geçerli seçenek olarak kaldığında, pragmatizm ve
gerçekçilik adına bu yöne doğru bir kayma gerçekleşir. Bu yaklaşım, Amerikan
politikasında bir çeşit iç eleştiri ve yanlış gidişatı düzeltme yöntemi olarak da
kullanılır. ABD sisteminin esnekliği, son dakika gerçekçiliğinin daha rahat
uygulanmasına olanak tanır, ancak son dakikadaki tarz değişikliği, o ana kadarki
diğer müttefiklerinin yavaş kalmasına da bağlı olarak, birçok problemlere neden
olabilir ve bundan en fazla zarar gören yine müttefikleri olur.
ABD'nin enerji oyununu etkileyen küresel faktörler, gelecekte de Amerika'nın enerji
oyunundaki konumunu değiştirebilecektir. ABD-Rusya ilişkisi, hızlı bir değişim
göstermektedir. Sovyetler sonrası dönemin çok hızlı bir ABD-Rusya yakınlaşmasını
getirdiğini ve küresel ekonomik sistemdeki açılımların bir sonucu olarak, Rusya'daki
Amerikan ekonomik yatırımlarının hızla arttığını hatırlamakta fayda vardır. Rusya'nın
geçiş sürecine rastlayan bu gelişmeler, ABD'nin, Rusya'nın yeniden küresel bir aktör
olarak karşıt tutum almayacağı varsayımına dayanmıştı. Ancak 1999'dan itibaren bu
süreç yavaş yavaş değişmeye başladı. ABD, Rusya'nın küresel düzeydeki karşıt
tutumları ne olursa olsun, Rusya ile yeni bir Soğuk Savaş başlatmama eğilimindedir.
Fakat bu eğilim, henüz netleşmeyen değişik seçenekleri de içinde barındırmaktadır.
Bunlardan birisi, Rusya'nın 90'lı yılların ortalarındaki liberal çizgiye yeniden dönmesi
konusunda çalışmalar yapmaya devam etmek ve bunun gerçekleşeceği konusundaki
ümitleri canlı tutmaktır.
Bir diğer seçenek, Rusya'nın belirli bir küresel politik aktiviteye ve sınırlı bir küresel
askeri güç gösterisinde bulunma payına sahip olmasını baştan kabul ederek,
Rusya'nın küresel enerji pazarındaki Rus memnuniyetini en yüksek noktaya taşıyan
konumuna hazır olmaktır. Birçok seçenek arasında yer alan bir diğer yaklaşım ise,
Rusya'nın AB ile daha yakın bir ilişki ve neredeyse ekonomik bir entegrasyona
girerek, en azından karşıt askeri bir kutup olmasını engellemek üzerine çalışmalar
yapmaktır. ABD-Rusya ilişkisi, ABD'nin küresel enerji oyunundaki yaklaşımlarıyla
yakından alakalı olmakla beraber, ABD-AB perspektifindeki diğer seçeneklere bağlı
olarak da şekillenecektir.
ABD'nin küresel enerji oyunundaki en büyük problemlerinden birisi, Çin'in sadece
yükselen enerji talebiyle yarattığı cazip ortam değil, aynı zamanda Çin'in en son
hamlede ne yapacağına dair belirsizliğin kuşattığı, küresel güç olma yolundaki
ilerleyişidir. Bunun birçok yönden siyasi, askeri ve jeopolitik analizi yapılmaktadır.
Fakat ABD'nin küresel enerji oyunundaki en önemli beklentilerinden biri, Çin'in
küresel enerji oyununda sınırlandırılması mümkün olmayan bir oyuncu haline gelmesi
yönündeki değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin çoğu, ABD'nin Çin'in enerji
tedarik politikasını zorlaştırma, sınırlandırma ve küresel enerji kaynaklarına sahip
ülkelerdeki Çin etkisini baskı altına alma noktalarına odaklanmaktadır. Ancak Çin ve
ABD arasındaki ticaret dengesi ve karşılıklı ekonomik bağımlılık prensibi nedeniyle,
tarafların karşılıklı hamleleri oldukça yumuşak ve sınırlı kalmaktadır. ABD'nin bu
pozisyonu, bir bakıma bükemediği bileği tokalaşmak yoluyla sakinleştirmeye
benzemektedir. Belki de bu pozisyon, yenemediği düşmanla işbirliği içinde olmayı,
başka bir savaş aracı olarak kullanma yöntemidir.
Küresel enerji oyunu, enerji pazarındaki bilginin, piyasalardaki fiyatın ve tedarik
politikalarındaki seçenek çeşitliliğinin geleceğine göre şekillenecektir. Bugün için
ABD, her üç konuda da küresel bir deneyime ve güce sahiptir. Bu nedenle küresel
enerji oyununda ABD'nin rolü, oyunun nereye doğru gideceği konusunda belirleyici
olacaktır. Ama küresel enerji oyununun nereye gideceği konusundaki ABD
hedeflerinin tamamen gerçekleşip gerçekleşmemesi, diğer aktörlerin yeteneklerine
bağlı olacaktır.
4.ENERJİ MİLLİYETÇİLİĞİ VE KAYNAKLARIN MİLLİLEŞTİRİLMESİ
Küresel enerji oyununda, dönemsel ve kalıcı özelliklere sahip, taraflar arası sorunlar
önemli yer tutar. Dönemsel sorunlar, kaynak ülkelerle pazar arasındaki ekonomikteknik başlıkları içerir. Bazen de pazardaki dönemsel talep artışlarıyla mevsimsel
koşullara bağlı olarak arzdaki dönemsel kesinti sorunları, taraflar arasında
tartışmalara neden olur. Dönemsel olarak başlayıp kalıcı hale gelen veya gelme
eğilimindeki sorunlar ise, daha ciddi sonuçlar doğurabilmektedir.
Bu sorunların en başında enerji milliyetçiliği ve kaynakların millileştirilmesi konusu
gelmektedir. Kaynakların millileştirilmesi konusu, petrolün ilk bulunduğu günden
itibaren, kaynak ülkelerdeki ulusal politikaların bir parçası olmuştur. Uğruna iç
savaşların, isyanların veya dış askeri müdahalelerin yaşandığı bu konu, bugünlerde
daha popüler bir aşamaya gelmiştir. Özellikle Orta ve Güney Amerika'daki yeni siyasi
yönetimler, kaynakları millileştirmek ve enerji milliyetçiliğini kendi siyasi yönetimlerinin
en önemli politik aracı olarak kullanma konusunda oldukça hızlı bir mesafe
almaktadırlar. Venezüella'dan başlayan Bolivya ve diğer ülkelere de sıçrayan bu
trend, hem küresel enerji milliyetçiliği ile alakalıdır hem de özel olarak Orta ve Güney
Amerika'daki ABD karşıtı politikaların tarihsel süreciyle ilintilidir.
Orta ve Güney Amerika
ABD'nin 50'li yıllardan itibaren Orta ve Güney Amerika'ya olan yoğun ilgisi, buradaki
ülkelerin de cazip ekonomik, siyasi ve sosyal ortamı nedeniyle ABD'ye yönelik
beklentileri ile bir bütünlük arz etmiştir. Ancak SSCB'nin 50'lilerin ortalarından itibaren
bu ülkelere hızlı bir şekilde nüfuz etmeye başlaması, bir ABD-SSCB çekişmesini, bu
ülkelerde bir ABD karşıtlığına dönüştürmüştür. SSCB'nin yıkılmasından yıllar sonra
bu karşıtlık, bu ülkelerin çoğunda siyasi bir zafer haline dönüşmüştür. ABD'nin bu
çekişme sırasında SSCB'ye odaklanması ve bölge ülkelerindeki gelişmelere olan
ilgisini ve desteğini azaltması, bugünkü siyasi ortamın gelişmesine katkıda
bulunmuştur. Aslında enerji milliyetçiliği ve kaynakların millileştirilmesi, bu ülkelerdeki
sosyalist ekonomi modelini canlandırma trendinden çok, ABD karşısında yeni bir
konum kazanma arayışı ile daha fazla alakalıdır.
Bu trendin ne kadar kalıcı olup olmayacağı ise, bu siyasi yönetimlerin hedeflerine
ulaşıp ulaşamayacaklarına ve bu sürede siyasi zeminlerini ne kadar koruyup
koruyamayacaklarına bağlıdır. Burada iki konu daha öne çıkmaktadır. Birincisi, bu
ülkelerin ABD ekonomisi ile olan çok yakın ve çok girift ilişkileri; ikincisi de enerji
kaynaklarına yatırım için gereken finansmanın, hangi alternatif ülkelerden geleceği
konusudur. Buradaki en kritik nokta, Çin'in bu boşluğu ne kadar ve ne zaman
doldurabileceği sorusunun cevabında saklıdır. Rusya'nın bu bölgelerdeki boşluğu
doldurma konusunda neden çok fazla istekli ve etkili olmadığı sorusu ise, önemini
devam ettirmektedir. Acaba ABD ile bu ülkeler arasındaki çok yoğun ve çok girift olan
ekonomik ilişki Rusya'yı mesafeli durmaya mı itmektedir?
İran
Enerji milliyetçiliği konusunun belki de en önemli örneklerinden biri, 1950'lerde İran'da
dramatik bir şekilde yaşandı. İngiltere'nin İran enerji kaynakları üzerindeki hegemon
tutumu ve İran'ın kendi kaynaklarından elde ettiği gelirin bugünkü bir transport
ülkenin gelirinin bile altında bir seviyede kalması ile başlayan siyasi tartışmalar,
İran'da enerji milliyetçiliği merkezli bir isyana dönüşmüştü. Buradaki haklarını
kaybetmek istemeyen İngiltere'nin, İran Körfezi'ndeki askeri varlığı ile ortaya koyduğu
askeri baskı ve tehdit, İran'daki enerji milliyetçiliğini daha ileri bir noktaya taşıdı.
Başbakan Musaddık'ın tabandaki siyasi desteği, sadece bu enerji milliyetçiliği ile bile
çok güçlü noktadaydı. İngiltere gibi bir ülkeye karşı gelişen bu enerji milliyetçiliği, hem
SSCB'nin ilgisini çekmiş hem de İran halkındaki dini duyguların daha siyasi bir
çizgiye ve harekete dönüşmesinde tetikleyici bir faktör olmuştur.
SSCB'nin ilgisi, ABD ve İngiltere'nin daha hızlı reaksiyon göstermesiyle Musaddık'ın
siyasi ömrünü kısaltmış oldu. Fakat enerji milliyetçiliği siyaseti, İran'da gücünü
kaybetmeden devam etti ve diğer nedenlerle birlikte 1979 Devrimi'nin yolunu açtı.
Bugün İran, enerji milliyetçiliğini hem enerji kaynaklarının mülkiyeti ile ilgili maksimum
sınırlamalar yoluyla uygulamaya devam etmekte hem de oyun masasında diğer
ülkelere yönelik tercihini kullanarak bunun küresel bir siyasi politika aracı olarak
sürdürmektedir. 1979'dan sonra ABD ve İngiltere'nin yerini Fransa almıştı. Bugün ise
İran daha geniş seçenekler üzerinde çalıştığı için Fransa'nın rolü de zayıflarken, Çin
ve Japonya gittikçe büyüyen bir varlık sergilemeye başlamıştır. İran pazarında,
Almanya ve Avusturya başta olmak üzere, AB ülkelerinin pozisyonları giderek
artacaktır. Onları İngiltere ve ABD'nin takip etmesi ise yakın gelecekteki siyasi
değişikliklere bağlıdır.
Afrika
Nijerya ve Sudan ise, kaynakların millileştirilmesi tartışmaları ile ilgili yeni adresler
olarak popüler olmaya başladılar. Afrika'daki enerji milliyetçiliği ve kaynakların
millileştirilmesi konusu, Orta ve Güney Amerika'daki sorunlardan daha farklı bir seyir
izlemektedir. Gerçi SSCB'nin Afrika'daki izleri, böyle bir politik atmosferin
oluşmasında eskiye dayanan bir rol oynamıştır. Saint Petersburg Komünist Doğu
Emekçileri Üniversitesi programlarına benzer birçok stratejik faaliyet ile Sovyetler,
Afrika'da böyle bir enerji milliyetçiliği zemininin genişlemesini hedeflemiş ve önemli
ölçüde de başarı sağlamıştı. Bu nedenle Afrika'daki kaynakların millileştirilmesi ve
enerji milliyetçiliği konusu, aniden ve yeni başlayan bir süreci yansıtmaz. Öte yandan,
Afrika tarihinde Avrupa sömürgeciliğine karşı yıllar boyunca gelişen karşı nüve,
zaman içinde geniş bir siyasi atmosferi oluşturmuştur.
Afrika'nın kentleşme ve eğitim oranı arttıkça ve özellikle küresel ekonomik sistemdeki
diğer aktörlerle olan ilişkileri doğrudan ve yüz yüze bir temas haline dönüştükçe,
Afrika'nın siyasi uyanışı, içinde birçok Batı karşıtı unsuru da beraberinde
büyütmüştür. Afrika'daki enerji milliyetçiliği buradan önemli ölçüde beslenirken,
kaynakların millileştirilmesi ile dışarı atılan Batılı şirketlerin yerini ise, tam da
beklendiği üzere en başta Çin doldurmaya başlamıştır. SSCB'nin Afrika'daki askeri
hatıralarına nazaran Çin'in daha yumuşak bir ekonomik ortaklık yaklaşımı
oluşturmaya çalışması, Afrika enerji kaynaklarındaki Çin'in varlığını daha uzun vadeli
bir aşamaya taşıyacaktır. Nijerya ve Sudan'daki gelişmeler buna en önemli
örneklerdir.
Küresel enerji oyunundaki bu gelişmeler ve sorunlar, acaba kalıcı sorunlar mı olacak,
yoksa enerji oyun masasındaki dengelerin değişmesi için bir araç olma özelliğini mi
taşıyacak?
Enerji, küresel bir oyundur ve oyuncuların birbiriyle olan ilişkileri, her birinin tercihinin
diğerini etkilemesine neden olur. Küresel enerji oyununda, bir tercih değişikliği
sonrasında, bir ülke pozisyon kaybederken, bir ya da birden fazla ülke yeni
pozisyonlar kazanır.
Bu nedenle ister enerji milliyetçiliği ister kaynakların millileştirilmesi isterse diğer
siyasi hareketler nedeniyle ortaya çıkan her türlü tercih değişikliği, bağımsız-ulusal bir
sonuç doğurmaktan çok, oyunda bir yer değişikliği anlamına gelir. Küresel enerji
oyununda enerji milliyetçiliğinin kendisi değil, sonuçları daha önemli olmaya devam
edecektir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ENERJİ GÜVENLİĞİ
1. ENERJİ GÜVENLİĞİ DENKLEMİ
Enerji, sayısal bir büyüklük olmakla beraber, politik niteliği nedeniyle vektöreldir.
Onun vektörel olmasına neden olan şey, tercihlerdir. Tıpkı politikada olduğu gibi, bir
ülkenin enerji sistemi tercihlere göre şekillenir. Sahip olunan ulusal kaynaklar veya
ithal edilen kaynaklar arasında kurulan bir denge ve bu dengenin içerisinde üretilen
enerji, o ülkenin politik-ekonomik tercihlerine bağlı olarak gelişir. Bu tercihler,
bağımlılığı, karşılıklı bağımlılığı, arz güvenliği sorunlarını veya istikrarını zaman
içerisinde şekillendirir.
Bir ülkenin yöneticileri için enerji, üç sembolden oluşur: Kesintisiz ve daha ucuz
elektrik ihtiyacını karşılayan, ısınan ve suyu akan bir konut; kesintisiz ve rekabet
edebilecek kadar ucuz enerji ihtiyacı karşılanan endüstri; kesintisiz, daha temiz ve
daha ucuz çalışmaya devam eden taşıma araçları. Bu üç sembol, her siyasi
yöneticinin hem rüyası hem kâbusudur. Bunların en iyi şekilde çalıştığını görme
rüyası, onlardan birinin ya da hepsinin eksik çalıştığını veya tamamen çalışmadığını
her an göreceği kâbuslara dönüşebilir. Enerji güvenliği, en basit anlamıyla kâbusların
gerçekleşmesini engellemek ve rüyanın gerçekleşmesini sağlamaktır.
Enerji güvenliği, enerji kaynaklarının yerinde ve ihtiyaca cevap verecek şekilde güven
altında olmasını, güvenli ve daha ucuz bir şekilde taşınmasını, yüksek teknoloji ile
daha çeşitli ve daha ucuz mamullere dönüşmesini, pazarların kontrollü ve sorun
teşkil etmeyecek bir iştah ile yaşamasını ve doymasını, fiyatın tehdit seviyesine
ulaşmayan bir kar çerçevesi içerisinde devamlılığını sağlamayı içeren bir denklemdir.
Bu denklemi kısaca şöyle formüle edebiliriz:
EG: Enerji Güvenliği
K: Kaynakların Güvenliği
T: Transport Güvenliği
P: Pazarın Güvenliği
Fz: Fiziki Güvenlik
Fi: Fiyatların Güvenliği olmak üzere,
EG=K + T + P + Fz + Fi
Enerji güvenliğinin seviyesi, maksimum 100 birim seviyesinde belirlenmiş bu
denklemin parçalarından her birinin kendi içerisindeki tanımlanmış minimum oranlar
düzeyinde olmasıyla sağlanır. Her birinin kendi içerisindeki oranlarının toplamından
ortaya çıkan sonuç, kademeli bir şekilde o ülkenin veya küresel enerji güvenliğinin,
risk, tehdit ya da tehlike seviyelerini gösterir.
Formül, her ülke için farklı sonuçlarda çalışır. Çünkü net ithalatçı, kısmi ithalatçı, net
ihracatçı, kısmi ihracatçı olmak veya enerji sepetindeki çeşitliliğin diğerini ikame
edecek düzeyde olması gibi faktörler, ülkelerin enerji güvenlik seviyesini kendine
göre şekillendirir.
Enerji güvenliği teorisi için oluşturulmuş bu formülün üzerine oturduğu matematiksel
önermenin idealize edilmiş oranı, 100 üzerinden aşağıdaki şekilde bir dağılımı
içermektedir:
EG (100) = K (50) + T (20) + P (10) + Fz (+/- 5) + Fi (15)
Formülde yer alan her birim formüldeki ağırlık oranı ile hesaplanır. Kaynak, enerjide
temel esas olduğundan dolayı, kaynaktaki güvenlik değeri formül açısından 50
birimdir. Yani, yüz birimlik enerji güvenliği formülünde kaynağın güvenli olması oranı
50 birimdir. Kaynak Güvenliği birimi % 5 azaldığında, risk faktörünü, % 10
azaldığında tehdit faktörünü, % 20 azaldığında ise tehlike faktörünü ortaya çıkartır.
Transport, enerjide kaynağın hedefe ulaşması için en temel unsur olduğundan dolayı,
bir yanıyla kaynağın diğer yanıyla pazarın bir parçası olarak kritik öneme sahiptir.
Yol, zaman ve fiyat faktörleriyle birlikte, Transport Güvenliği'nin formül içerisindeki
değeri, 20 birimdir. Transport Güvenliğinin birim değeri üzerinde % 5 azalma
olduğunda risk faktörü, % 10 azalma olduğunda tehdit faktörü, % 20 azalma
olduğunda tehlike faktörü ortaya çıkar.
Pazar, talebe bağlı bir büyüklüktür. Talep de daima artan bir eğride olduğundan
dolayı, petrol için 2050 yılına kadar, doğal gaz için 2150 yılına kadar, formüldeki
"Pazar Güvenliği" değeri: 10 birimdir. Pazar birimindeki değerin, % 10 düzeyinde
azalması, risk faktörünü doğurur. % 30 düzeyinde azalması, tehdit faktörünü doğurur.
% 50 düzeyinde azalması, tehlike faktörünü doğurur.
Enerjide, transportun bir parçası olarak Fiziki Güvenlik bazen formülde çok önemli bir
yer tutar ve hatta bu önem birim olarak daha yüksek bir oranda yansıyabilir. Bazı
durumlarda ise minimum seviyede veya tamamen formül dışında kalabilir. Bu,
ülkeden ülkeye değişen bir faktördür. Transport jeopolitiğinde, transportu sağlayan
ülkelerin de yüksek gelir payları söz konusu olduğundan dolayı, Fiziki Güvenliğin
sorumluluğunu bu ülkeler daha fazla almaktadır. Ama genel bir formül kurgularken,
Fiziki Güvenliğin birimini maksimum 5 olarak almak uygun olacaktır. Risk, tehdit ve
tehlikenin yüzdelik oranları Fiziki Güvenlikte de aynı şekilde Transport Güvenliğinde
olduğu gibi formüle edilir. Fiziki güvenliğin formüldeki değeri sıfır kabul edildiği
durumlarda, 5 birim Transport Güvenliği birimine eklenir.
Enerji içerisinde fiyat, pazarın gelişimini ve ülke ekonomisinin büyüme trendini
etkileyen çok önemli bir faktördür. Bazı ülkelerde fiyat artışı ne pahasına olursa olsun
karşılanmakta ve ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği devam ettirilmektedir. Ancak
bazı ülkelerde bu hem büyümeyi etkilemekte hem de talebi daraltarak, pazarın şeklini
değiştirebilmektedir. Bu nedenle çok yüksek fiyat artışları, kaynak ülkelerini her
zaman mutlu etmeyip bazen tedirgin de edebilir. Enerji Güvenliği formülünde Fiyat
Güvenliği 15 birimdir. Risk, tehdit ve tehlike faktörleri, Fiyat Güvenliği birimindeki
artış, o ülkenin ithalat-ihracat dengesi üzerinde yaratacağı dengesizlik ve hem
tüketicilerin hem de devletin bütçesi üzerinde meydana getireceği dayanılabilir baskı
düzeyine göre değişiklik gösterir.
Enerji Güvenliği formülü, geometrik veya aritmetik bir işlem formülü olmaktan çok,
enerji güvenliğinin politikasını oluşturmak ve yönetmekle ilgili bir perspektif sunmayı
amaçlar. Bu formülün temel amacı, bir ülkenin enerji arz güvenliğini oluştururken,
küresel enerji güvenliği denklemi içerisinde ulusal enerji güvenliğini
konumlandırmaktır. Çünkü 21. yüzyılda tüm ülkeler için geçerli olan kural, "ulusal
enerji güvenliğinin küresel enerji güvenliğinin bir parçası" olduğudur. Yine bu
formülün diğer bir amacı, ulusal enerji güvenliğini, enerji bağımsızlığı anlayışı yerine,
bir biçimde küresel enerji güvenliğinin karşılıklı bağımlılık anlayışına dönüştürmesini
sağlamaktır. Çünkü enerji güvenliği sistemi entegre bir sistemdir. Parçalardan
herhangi biri diğer parça olmaksızın bir anlam ifade etmez. Bu nedenle ulusal enerji
güvenliği politikasını hazırlayanlar, bu entegre sistemin içerisinde pozitif rolü arttıran
ve negatif rolü azaltan bir stratejik perspektifi oluşturmaya çalışmalıdırlar.
1973 petrol krizi ve 2005-2006 doğal gaz krizi, enerji güvenliğini bir kavram olarak
hayatımıza yerleştirmeye başladı. Ama bu, sadece enerji güvenliğinin arz güvenliği
boyutunu kapsayan ve korkulara cevap bulmaya çalışan bir başlangıçtı. Asıl sorun,
yüksek talebin devam etmesi durumunda arzın ne kadar yetip yetmeyeceği ve arzın
üzerindeki fiyat baskısının, küresel ekonomik büyümeyi ne kadar etkileyip
etkilemeyeceğidir. Elbette hiçbir devlet, diğer devletin ekonomik büyümesine katkı
sağlamak için kendi büyümesinden fedakârlıkta bulunmayacaktır. Ama küresel
ekonomik büyümenin yavaşlaması ve durgunluğa girmesi, her devleti bir biçimde
etkileyecektir. Bu yüzden enerji güvenliği, herkesin sorumluluğu olan yeni bir anlayışı
gerektirmektedir.
Enerji güvenliği yaklaşımını daha iyi anlayabilmek ve her ülkenin kendi enerji
güvenliği formülünü daha esnek bir şekilde nasıl kurgulayacağını analiz etmek
açısından, enerji güvenliğinin her bir parçasını teker teker ele almakta fayda vardır.
KAYNAKLARIN GÜVENLİĞİ
Enerji kaynaklarını, finansman maliyeti ve siyasi maliyetine göre iki kategoride
değerlendirmek mümkündür. Bunlardan ilki, daha ucuz maliyetle çıkartılabilen ve çok
geniş rezervleri barındıran büyük miktarlı kaynaklardır. İkincisi ise, daha yüksek
maliyet ve daha ileri teknoloji gerektiren, rezerv miktarları daha sınırlı kaynaklardır.
Küresel enerji kaynaklarının güvenliği, tek başına kaynak sahibi ülkelerle sınırlı bir
konu değildir. Aynı zamanda kaynakları ithal eden ülkelerin de bu güvenliğin
sağlanmasında önemli bir katkısı ve sorumluluğu vardır. Bazen bu katkı ve
sorumluluğun, kaynak ülkenin iradesi dışında daha etkili iç müdahalelere kadar gittiği
görülmüştür. Genel olarak kaynakların güvenliği, üretimin azalması, iklim şartları ve
siyasi kriz başlıklarındaki değişimleri irdeler. Bu değişimler de şu önceliklere göre
değerlendirilir. Kaynakların güvenliği açısından, birinci öncelikli konu rezervler,
rezervlerin korunması, geliştirilmesi ve küresel düzeyde rezervlere ilişkin gelecek
projeksiyonlarına hazırlıklı olmaktır. İkinci öncelikli konu, rezervlerin hayat bulması
açısından, gerekli yatırımların yapılması, yatırımlar için gerekli finansmanın
sağlanması ve özellikle dış finansmanın güvenli bir şekilde gelmesine imkân
yaratılmasıdır. Üçüncü öncelikli konu, rezervler ve yatırımlara ilişkin yapılacak
çalışmalar noktasında, diğer şirket ve ülkelerin kaynak sahibi ülkeyle olan anlaşma
mimarilerinin güvenli ve adil koşullar içermesidir. Bazı ülkelerde enerji milliyetçiliğine
dayalı veya geçmişteki politik çatışmalardan hareket eden kimi anlaşma modelleri,
yatırımcı ülke ve şirketlerin bu yöndeki arzularını veya çabalarını sekteye uğratabilir.
Dördüncü öncelikli konu ise, kaynak ülkenin istikrarıdır. İstikrar, kaynak ülkenin
transport ve pazar bağını zayıflatmayacak veya kesintiye uğratmayacak bir düzeyin
altına inmemesidir. Aksi durumlarda, kaynak ülkesinin dış yardıma ihtiyaç duyduğu
düşüncesi uluslararası çevrelerde bir kanaat olarak gelişmeye başlar ve o ülkeye
karşı çeşitli yaptırımların veya istikrar sağlayıcı müdahalelerin yapılmasına neden
olabilir. Tabii bu durum bazen düşük yoğunluklu çatışmalara bazen de savaşlara
kadar gidebilir. Şimdi bu çerçeve içerisinde petrol, doğal gaz ve kömürün küresel
kaynak güvenliği açısından durumunu inceleyeceğiz.
Petrol
Petrol, en önemli ve en etkili enerji kaynağı olmaya hala devam ediyor. Yüz yıldan
daha fazla zamandır hayatımızda olan petrol, bugün arz ve talep dengesinde zirve
noktasına ulaşmıştır. 2009 yılı itibariyle, küresel petrol arzı toplamı 79 milyon 948 bin
varil/gün'dür. 2009 yılında küresel petrol tüketimi 84 milyon varil/gün iken, IEA Dünya
Enerji Görünümü tahmine göre, bu oranın 2030 yılında 125 milyon varil/gün olması
bekleniyor. Bugünkü küresel petrol rezervleri, gelecekteki talebi karşılayabilecek
miktardadır. Yani genel olarak küresel petrol ihtiyacı ile ilgili enerji kaynaklarının
rezerv güvenliği yeterli bir görünümdedir. Ancak bugünkü ithalatçı ve ihracatçı
ülkelerin pozisyonları, rezervlerin trendine göre değişiklikler gösterecektir. Bu da
küresel petrol kaynaklarına olan ilgiyi değiştirecek ve çeşitlendirecektir.
Küresel petrol rezervlerinin bugünkü bölgesel görünümü şöyledir: Kuzey Amerika'nın
petrol rezervi 73.3 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 5.5'idir. Güney ve
Orta Amerika'nın petrol rezervi 198.9 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin %
14.9’udur. Avrupa ve Avrasya'nın petrol rezervi 136.9 milyar varil olup, küresel petrol
rezervinin % 10.3'üdür. Ortadoğu'nun petrol rezervi 754.2 milyar varil olup, küresel
petrol rezervinin % 56.6'sıdır. Afrika'nın petrol rezervi 127.7 milyar varil olup, küresel
petrol rezervinin % 9.6'sıdır. Asya- Pasifik'teki petrol rezervi ise 42.2 milyar varil olup,
küresel petrol rezervinin % 3.2'sidir. Küresel petrol rezervlerinin toplamda 1 trilyon
333.1 milyar varil ( konvansiyonel olmayan Kanada petrolü ile birlikte 1 trilyon 476.4
milyar varil) olan kapasitesinin en büyük tedarikçilerinin genel olarak Ortadoğu
bölgesinde olduğu göze çarpar.
Asya-Pasifik bölgesinin Ortadoğu petrolüne bağımlılığı, 2010 yılında % 90'lara
ulaşacaktır. Asya-Pasifik bölgesinin özellikle Rusya ve Orta Asya'daki petrol kaynaklarına olan bağımlılığı, bu bölgelerdeki altyapı eksikliği, yatırım maliyeti ve diğer
siyasi maliyetler nedeniyle sorunludur. Asya-Pasifik bölgesindeki enerji talebinin 2030
yılında % 50'ler düzeyine çıkması bekleniyor.
Kuzey Afrika'daki petrol üretiminin yanı sıra, Doğu ve Batı Afrika'daki rezervlere ilişkin
arama ve üretim yatırımları arttıkça, petrol üretiminin gelecek 20 yılda bu bölgede
ciddi şekilde artması bekleniyor. Örneğin, yatırımların güvenli bir şekilde Sudan'a
akmasına bağlı olarak, sadece bu ülkede 2015 yılına kadar günde 700,000 varili
aşacak düzeyde petrol üretimine geçeceği tahmin ediliyor. Petrol fiyatlarının yüksek
seyretmesine bağlı olarak sadece Doğu Afrika'da değil aynı zamanda Orta ve Batı
Afrika'daki petrol arama çalışmaları da gelecek on yıl içerisinde büyük bir hız
kazanacaktır.
2020 yılında, AB'nin petrol bağımlılığı % 90 oranına ulaşırken, ihtiyaç duyduğu
petrolü Rusya, Hazar Havzası ve Ortadoğu'daki kaynaklardan temin edecektir. 2020
yılı projeksiyonuna göre, AB ithal edeceği petrolün % 45'ini Ortadoğu bölgesinden
sağlayacaktır. Avrupa için petrol kaynağında öncelik ise, boru hatlarıyla ulaşımı
sağlayabileceği Rusya ve Hazar Havzası olacaktır. Bugün AB'nin petrol tedarikinin %
42'si OPEC ülkelerinden sağlanmakla beraber, 2020 yılında bu oranın 55 milyon
varil/gün olması bekleniyor.
Bugün için ABD kullandığı petrolün % 58'ini ithal ediyor. İthalatının en büyük
kaynakları, Ortadoğu ve Güney Amerika, Kanada önceliklidir. Kuzey Amerika'nın
2025 petrol talebi projeksiyonunda, petrol talebinin 31.9 milyon varil/gün olması
beklenmektedir. ABD için 2020-2030 arasındaki petrol üretiminin durağan bir seyir
izleyeceği beklenmekle birlikte, 2020 yılında ulaşacağı 10.1 milyon varil/günlük
üretim, ABD petrol arzı açısından önemli sayılacak bir gelişmedir. Kanada'nın
konvansiyonel petrol üretimine baktığımızda ise, 25 yıl içerisinde günlük 0.5 milyon
varil azalmasına rağmen, konvansiyonel olmayan petrol tortularından günde 2.5
milyon varillik bir ek üretim ile karşı karşıya kalacağını görürüz.
Günümüzde ilk 20 sıradaki en büyük petrol rezervlerine sahip ülkelerin sıralanışı şu
şekildedir: Suudi Arabistan (264.6 milyar varil), Kanada (176.5 milyar varil), İran
(137.6 milyar varil), Irak (115 milyar varil), Kuveyt (101.5 milyar varil), BAE (97.8
milyar varil), Venezüella (72.3 milyar varil), Rusya (74.2 milyar varil), Libya (44.3
milyar varil), Nijerya (37.2 milyar varil), ABD (28.4 milyar varil), Çin (14.8 milyar varil),
Katar (26.8 milyar varil), Meksika (11.7 milyar varil), Cezayir (12.2 milyar varil),
Brezilya (12.9 milyar varil), Kazakistan (39.8 milyar varil), Norveç (7.1 milyar varil),
Azerbaycan (7 milyar varil), Hindistan (5.8 milyar varil). En büyük petrol rezervine bu
yirmi ülkenin toplam rezervleri, küresel petrol rezervinin % 95'ini oluşturuyor. Bu
tablo, petrol kaynaklarının güvenliği ile ilgili siyasi, ekonomik, ticari ve askeri
değerlendirmelerin bu yirmi ülke ve etrafında şekillendiğini gösteriyor.
Doğalgaz
Geçtiğimiz yüzyılın efendisi enerji kaynakları açısından petroldü. Belki gelecek elli ile
yetmiş yıl boyunca da petrolün bu rolü devam edecek ama 2050 sonrasındaki
dönemde doğalgaz ve petrol birbiri ile başat gitmeye başlayacaklar. Bir bakıma krallık
koltuğunu paylaşacaklar. Ama 2070'lerden itibaren, sonraki gelecek yüzyıl boyunca
enerji kaynaklarının efendisi doğalgaz olacaktır. Bu rekabetin doğalgaz açısından
başarılı olması, doğalgaz tüketiminin hızla artmasına ve ikame enerji kaynağı olarak
büyük ve gelişmekte olan ekonomiler tarafından kullanılmasına bağlı olacaktır.
Nitekim bunu destekleyen bir yaklaşım olarak, Uluslararası Enerji Ajansı'nın gelecek
25 yıl boyunca tüm dünyadaki doğalgaz pazarının % 300 büyüme öngörüsünü
hatırlamakta fayda vardır.
2006 yılı itibariyle, küresel doğalgaz rezervlerinin görünümü şöyledir: Kuzey
Amerika'nın gaz rezervi 9.16 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 4.9'dur.
Orta ve Güney Amerika'nın gaz rezervi 8.06 trilyon metreküp olup, küresel gaz
rezervinin % 4.3'üdür. Avrupa ve Avrasya'nın gaz rezervi 63.09 trilyon metreküp olup,
küresel gaz rezervinin % 33.7'dir. Ortadoğu'nun gaz rezervi 76.18 trilyon metreküp
olup, küresel gaz rezervinin % 40.6'ıdır. Afrika'nın gaz rezervi 14.76 trilyon metreküp
olup, küresel gaz rezervinin % 7.9’udur. Asya-Pasifik'teki gaz rezervi ise 16.24 trilyon
metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 8.7'sidir. Küresel gaz rezervlerinin toplamda
187.49 trilyon metreküp kapasitesinin en büyük tedarikçilerinin özellikle Ortadoğu ve
Rusya- Hazar bölgesinde olduğu göze çarpar.
Petrolden farklı olarak bugün küresel gaz rezervlerinin üretim ve tüketimi, yatırımların
zaman alması nedeniyle daha yavaş gelişmektedir. Küresel gaz üretimi yıllık 2 trilyon
987 milyar metreküp iken, tüketim ise 2 trilyon 940.4 milyar metreküp seviyesindedir.
Doğalgazın 2020 yılı projeksiyonları içerisinde en çok kullanılacağı alanın elektrik
sektörü olacağı öngörülmektedir. Asya-Pasifik bölgesinin doğalgaz talebi 2030'da
yaklaşık 550 milyar metreküp düzeyine çıkması bekleniyor. Asya-Pasifik için Rusya
ve Orta Asya, boru hatları yoluyla önemli bir doğalgaz kaynağı olurken, Ortadoğu ve
Afrika bölgesi LNG yoluyla en önemli doğalgaz kaynakları olacaktır.
AB'nin bugünkü toplam gaz tüketimi yaklaşık 510 milyar metreküp seviyesindedir.
Avrupa'daki gaz tüketiminin yıllık ortalama % 2.9'luk büyümesinin bir sonucu olarak,
toplam tüketim miktarının 2030 yılında yaklaşık 700 milyar metreküp dolayında
olması beklenmektedir. AB'nin gaz tüketimini karşılarken en öncelikli doğalgaz
kaynaklarının, Rusya, Hazar Havzası, Afrika ve İran olduğu görülmekte ve gelecek
projeksiyonlarda AB'nin bu bölgelerden boru hatları yoluyla gaz tedarikini artarak
devam ettirmesi beklenmektedir.
ABD'nin 2006 yılındaki gaz üretimi 593.4 milyar metreküp iken, gaz tüketimi 646.6
milyar metreküp düzeyinde gerçekleşmiştir. ABD’nin gaz ithalatının LNG olarak
artacağı öngörülürken, özellikle Körfez bölgesindeki doğalgaz kaynaklarına olan
yatırımlarının daha fazla artması beklenmektedir.
Günümüzde doğalgaz rezervi açısından üç ülke çok belirleyici bir öneme sahiptir:
44.38 trilyon metreküplük rezerviyle küresel gaz rezervinin % 23.7'sini elinde
bulunduran Rusya, yeni gaz rezervlerinin bulunması beklentilerini de güçlü bir şekilde
devam ettirmektedir. 29.61 trilyon metreküplük rezerviyle, küresel gaz rezervinin %
15.8'ini elinde bulunduran İran, hem yeni gaz rezervlerinin bulunması hem de çok
büyük yatırım ihtiyacı ile en fazla ilgi odağı olan ülke konumundadır. 25.37 trilyon
metreküplük rezerviyle küresel gaz rezervinin % 13.5’ini elinde bulunduran Katar ise,
şimdiden ABD'nin en çok yatırım yaptığı ülkelerin başında geliyor.
Bu ülkeleri sırasıyla; Suudi Arabistan 7.92 trilyon metreküplük gaz rezervi, BAE 6.43
trilyon metreküplük gaz rezervi, ABD 6.93 trilyon metreküplük gaz rezervi, Nijerya
5.25 trilyon metreküplük gaz rezervi, Cezayir 4.50 trilyon metreküplük gaz rezervi,
Venezüella 5.67 trilyon metreküplük gaz rezervi, Irak 3.17 trilyon metreküplük gaz
rezervi, Kazakistan 1.82 trilyon metreküplük gaz rezervi, Norveç 2.05 trilyon
metreküplük gaz rezervi, Türkmenistan 8.10 trilyon metreküplük gaz rezervi, Endonezya 3.18 trilyon metreküplük gaz rezervi, Avustralya 3.08 trilyon metreküplük gaz
rezervi, Malezya 2.38 trilyon metreküplük gaz rezervi ve Çin 2.46 trilyon metreküplük
gaz rezervi ile izlemektedir.
Kömür
Çok sayıda sektörün kullandığı kömür küresel enerji kaynaklarının en eskisidir ve
vazgeçilmezliğini koruyor. Stok ve taşıma kolaylığı ile fiyat avantajı açısından kömür,
küresel enerji kaynakları arasındaki konumunu hala güçlü bir şekilde sürdürmektedir.
Özellikle elektrik üretimi açısından, bazı ülkeler için ithal kaynakların azaltılması bazı
ülkeler için de fiyat dengesinin oluşması noktasında, kömüre olan talep ve kömüre
bağlı enerji projeksiyonları artış göstermeye devam edecektir.
2006 yılı itibariyle, küresel kömür rezervlerinin görünümü şöyledir: Kuzey Amerika'nın
kömür rezervi 246 milyar 097 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 29.8'idir.
Orta ve Güney Amerika'nın kömür rezervi 15 milyar 06 milyon ton olup, küresel
kömür rezervinin % 1,8’idir. Avrupa ve Avrasya'nın kömür rezervi 272 milyar 246
milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 33’tür. Ortadoğu ve Afrika'nın kömür
rezervi 33 milyar 399 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 4'tür. AsyaPasifik'teki kömür rezervi ise 259 milyar 253 milyon ton olup, küresel kömür
rezervinin % 31’idir. Küresel kömür rezervlerinin toplamda 826 milyar ton olan
kapasitesinin en büyük tedarikçilerinin özellikle Afrika, Rusya ve ABD olduğu göze
çarpar. 2009 yılı dünya kömür üretimi 3, 408.6 Mtoe civarındadır.
Uluslararası Enerji Ajansı'na göre ise, küresel kömür talebi yıllık 1.4 büyüyecek. Bu
durumda, 2030 yılındaki küresel kömür talebinin 3,629 Mtoe olacağı öngörülüyor.
Gelişmekte olan ülkeler içindeki kömür talebindeki artışın neredeyse dörtte üçünü Çin
ve Hindistan gerçekleştirmektedir ki, bu oran dünya genelindeki kömür talebinin üçte
ikisine tekabül etmektedir. Geleceğe dönük projeksiyonlarda, özellikle Hindistan ve
Çin gibi ülkelerdeki gaz kaynaklarının eksikliği nedeniyle kömür talebinin gelişmekte
olan ülkeler arasında en güçlü artışı gerçekleştireceği belirtilmektedir. Sadece Çin ile
Hindistan 2030 yılında küresel kömür tüketimindeki artışın üçte ikisini
sağlayacaklardır ve bu oran % 68'lik bir seviyeye tekabül etmektedir. Kuzey Amerika
ve Pasifik bölgelerinde ise, kömür talebinin daha yavaş bir seyirle artması
beklenmektedir.
Petrol ve doğalgazla karşılaştırıldığında daha geniş coğrafi bölgelere yayılmış olan
küresel kömür üretiminin 2030'da yıllık yaklaşık % 51 artması öngörülmektedir.
Sadece Çin'in dünya kömür üretimindeki payı 2030 yılına kadar % 33 artarken,
Pasifik, Hindistan, Endonezya ve Afrika da dünya kömür üretimindeki paylarını
arttırma eğrisine gireceklerdir. 2030 yılı projeksiyonundaki en ciddi artışın ise,
Endonezya'da görülmesi bekleniyor.
Her ne kadar küresel bazda kömür üretiminde artış beklense de, bu artışın çok net
olarak görülemeyeceği tek bölge AB olarak görünüyor. Kullanım açısından yoğunluk
verdiği doğalgaz tüketimindeki artışla birlikte, AB'de kömür üretiminin 2030 yılına
kadar kısmen düşeceği beklenmektedir. Nitekim 2002 yılında 822 milyon ton olan
kömür talebinin 2030'da 816 milyon tona düşmesi öngörülmektedir.
Güney Afrika'nın, coğrafi lokasyon avantajını kullanarak, 2030 projeksiyonunda
Avrupa, Asya ve Amerika kıtasına kömür tedarikini artırarak sürdürmesi bekleniyor.
Doğu Asya ve Kore ise kömür ithalat talebindeki büyümeye bağlı olarak, küresel
kömür ticareti içinde % 60'lık bir artış gerçekleştirecektir. Öte yandan OECD Pasifik
bölgesi, Japonya'nın ithalatındaki azalmanın büyük etkisi sonucunda, ithalatta ciddi
düşüş gösterecek bir bölge olacaktır. Asya'nın ithalat talebindeki büyümeden en çok
faydayı sağlayacak ülkeler ise, özellikle Avustralya, Endonezya ve Çin olacaktır.
Rusya Federasyonu en büyük kömür üreticilerinden biri olmakla birlikte, doğalgazın
ihracatından elde ettiği gelirin azalmaması için, elektrik üretimindeki kömür payını
yükseltmek amacıyla, kömür ihraç politikasında bir sınırlamaya gitmektedir.
2002 yılında gerçekleştirilen dünya kömür talebinin 2030 projeksiyonunda; OECD
Kuzey Amerika'nın kömür talebinin 1 milyar 51 milyon tondan 1 milyar 222 milyon
tona, Rusya'nın kömür talebinin 220 milyon tondan 244 milyon tona, Çin'in kömür
talebinin 1 milyar 308 milyon tondan 2 milyar 402 milyon tona, Doğu Asya'nın kömür
talebinin 160 milyon tondan 456 milyon tona, Güney Asya'nın kömür talebinin 396
milyon tondan 773 milyon tona, Ortadoğu'nun kömür talebinin 15 milyon tondan 23
milyon tona çıkması öngörülmüştü. Ancak küresel enerji kaynaklarındaki fiyat
artışlarına bağlı olarak kömüre olan talebin hızlı artması ile 2006 yılı içerisindeki
küresel kömür talebinin 2030 yılı için öngörülen miktara şimdiden ulaştığı
görülmektedir. Bu artış hızıyla, 2030 yılı kömür talebinin 9 milyar tona yaklaşması
beklenmektedir. Küresel kömür talebindeki artışın sektörlere dağılımında ilk iki sırada
ise, % 79 ile elektrik üretimi ve % 12 ile sanayi gelmektedir.
2005 yılı itibariyle, küresel çapta ilk on sıradaki kömür ihracatçısı ülkeler şunlardır:
Avustralya, Endonezya, Rusya, Güney Afrika, Çin, Kolombiya, ABD, Kanada ve
Polonya. İlk beş sıradaki kömür ithalatçısı ülkeler ise, Japonya, Güney Kore, Tayvan,
İngiltere ve Almanya'dır. Enerji kaynaklarının güvenliği, yeni kaynak arayışları kadar
keşfedilmiş ve ispatlanmış rezervlerin küresel talebe uyumlu ve küresel arz dengesini
"arzın sürekliliği ilkesine uygun olarak koruyacak" bir şekilde, ihtiyaç duyulan
yatırımları sağlayarak mümkün olacaktır. İhtiyaç duyulan yatırımların zamanında ve
doğru bir takvim içinde yapılmaması, kaynakların güvenliği için bir risk faktörüdür. Bu
durum, bazı kaynak ülkelerinin istikrar ortamını tehlikeye atabildiği gibi, istikrarsız bir
kaynak ülkesinin istikrara ulaşmasını da erteleyebilir.
TRANSPORTUN GÜVENLİĞİ
Enerji güvenliğinin en önemli ikinci ayağı, enerji kaynaklarının kesintisiz, daha ucuz
ve güvenli bir şekilde pazarlara ulaştırılmasını sağlayan transport güvenliğidir. Klasik
transport güvenliği, gemiler ve boru hatlarıyla enerji kaynağının kaynak
coğrafyasından pazar coğrafyasına taşınmasını içerir. Ama enerji güvenliği ve arz
güvenliği konusundaki arayışlara transport aşamasında yeni iki noktayı daha
eklemiştir: Stoklar ve enerji geçiş terminalleri.
Arzın risk altına girdiği durumlarda, pazar ve fiyatın arzı baskı altına aldığı
durumlarda veya askeri ihtiyaçlar söz konusu olduğunda, transport güzergâhındaki
farklı noktalarda stokların oluşturulması, transport güvenliğini güçlendirmektedir. Aynı
şekilde, çok uzak mesafeleri içeren enerji taşımacılığında boru hattıyla denize çıkış
yolu en uygun ülkeye getirilen petrol ya da doğal gaz, gemi taşımacılığına uygun
tesislerin yapılmasıyla bir enerji geçiş terminali görevini üstlenerek ve aynı zamanda
belirli düzeylerde stokları da barındırarak transport güvenliğini entegre bir sisteme
dönüştürmektedir.
Petrol transportunun tarihi çok eski dönemlere dayanmaktadır. İlk petrol tankeri olan
Gluckauf'un 1886 yılında ilk seferini yapmasının üzerinden geçen 150 yıldan fazla
zamanda, gemi yoluyla petrol taşımacılığı devasa boyutlara ulaştı. Bugün küresel
çapta, askeri amaçlar dışında 3.500'den fazla farklı büyüklüklerde petrol tankeri
dünya denizlerinde seyretmektedir. Yarım milyon ton taşıma kapasitesine sahip,
Jahre Viking başta olmak üzere, dünyanın en büyük tankerleri gibi diğer tankerlerin
de tonaj imkânları geliştikçe, transportun maliyeti düşerken zaman avantajı da
artmaktadır. Artan petrol talebine bağlı olarak gelecek yıllarda, devasa tonajlı yeni
tankerlerin yapımına olan ihtiyaç da artacaktır. 2009-2010 döneminde siparişi verilen
ve yük taşımaya başlayacak olan tanker kapasiteleri şöyledir: 1209 adet 72.2 mil
dwt'lik petrol tankeri, 183 adet 2.7 mil dwt'lik kimyasal tanker ve 239 adet 10.8 mil
dwt'lik gaz tankeri.
Günümüzde petrol transportunun % 62'si deniz taşımacılığıyla gerçekleştirilmektedir.
İran ve Körfez ülkeleri, deniz yoluyla petrol taşımacılığının en büyük terminallerini
barındırmaktadır. Buradan ABD, Avrupa, Japonya ve Çin gibi dünyanın en büyük
ithalatçı ülkelere petrol taşımacılığı durmaksızın devam etmektedir.
Doğalgazın deniz yoluyla taşınması, daha sofistike bir teknolojiyi gerektirmektedir.
Maliyet, ancak büyük miktarlarda gazın taşınmasıyla daha uygun bir seviyeye
gelmektedir. LNG olarak yapılan bu taşımacılığın kapasitesi, küresel doğalgaz
talebine bağlı olarak hızla büyümektedir. İlk LNG gemisi olan Methane Pioneer'in
1959 yılında Los Angeles'tan İngiltere'ye ilk seferini yapmasının üzerinden 60 yıla
yakın bir zaman geçti. Bugün dünya denizlerindeki LNG gemisi sayısı 200 dolayında
olup, kısa vadede en az 150 adet daha LNG tankerine ihtiyaç olacağı
beklenmektedir. Dünya genelinde 17 adet LNG ihracat terminali ve 40 adet de LNG
ithalat terminali bulunmaktadır. Bu terminallerde her yıl 120 milyon ton LNG ithalatihracatı gerçekleşmektedir. Küresel LNG gemisi talebi giderek artmakta ve bu artışta
Güney Kore ve Çin başrolü oynamaktadır. Doğalgazın transportu petrole nazaran
yedi kat daha pahalı olduğundan dolayı, doğalgaz kaynakları için ideal pazarlar
bölgesel pazarlar olup, boru hatlarıyla transportu tercih edilir. Ancak ekonomik
büyüme rekabeti içindeki ülkeler için yüksek maliyetine rağmen LNG transportu da
çok büyük öneme sahiptir. Küresel doğalgaz ticaretinin % 25'i, ki yaklaşık 212 milyar
metreküpe denk gelmektedir, LNG olarak taşınmaktadır.
Kömür transportunda yakın mesafelerde tren tercih edilirken, genel olarak
uluslararası transport deniz yoluyla sağlanmaktadır.
Boru hatlarıyla taşımacılık, hem petrol hem doğalgaz hem de sıvılaştırılmış petrol-gaz
(LPG) için kullanılan ve daha uygun maliyet sunan bir yöntemdir. Dünya çapında
mevcut durumda LPG boru hatlarının uzunluğu, 82.773 km, petrol boru hatları
uzunluğu 313.670 km ve doğalgaz boru hatları uzunluğu 1.226.258 km'dir. Halen
yapımı planlanan ve yapımı devam eden 20.000 km’den daha fazla yeni boru hattı
inşaat çalışmaları kapasiteyi daha da ileri bir noktaya taşıyacaktır. Küresel petrol
transportunun % 38'i boru hatlarıyla gerçekleştirilirken, küresel doğalgaz ticaretinin %
75'i boru hatlarıyla gerçekleştirilmektedir.
Boru hatları maliyet açısından avantajlı olmakla birlikte, bazen geçiş
güzergâhlarındaki fiziki güvenlik problemleri ve siyasi engelleri de kapsayan yüksek
fiyat müzakereleri nedeniyle çeşitli riskler de barındırmaktadır. Fakat kat ettiği
güzergâhlar itibariyle, özellikle Rusya'dan Çin ve Japonya'ya, Rusya'dan Avrupa'ya,
Orta Asya'dan Çin'e, İran Körfezi'nden Avrupa'ya ve Hindistan'a, Alaska ve
Kanada'nın kuzeyinden ABD'ye, uzanan boru hattı inşaatları ve projeleri, özellikle de
doğalgazın transportunda dramatik bir değişimi başlatmıştır.
Transport güvenliğinin parçaları olan boru hatları ve deniz taşımacılığı, devasa
boyuttaki endüstriyel üretimlerin sonucunda gerçekleşmektedir. Transport güvenliği
enerji ekonomisinin ve özellikle enerji endüstrisinin yakından ilgilendiği ve gelecek
projeksiyonlarının endüstriyel üretim bantlarını çok yakından etkilediği bir konudur.
Transport güvenliğinde üç adım, sürekli izlenmesi gereken noktaları işaret eder. İlk
adım, arzın kesintisiz ve güvenli bir şekilde gerçekleşmesidir. İkinci adım, transportun
kaynak ve pazar arasındaki fiyat ilişkisini dengeleyecek kabul edilebilir maliyetleri
taşımasıdır. Üçüncü adım ise, fiziki ve siyasi istikrarın transport güzergâhında
korunması ve kollanmasıdır.
Transport güvenliğinin yeni eklenen bir parçası olarak petrol ve doğalgaz stokları, arz
güvenliğinin bazen destekleyici bazen de vazgeçilmez unsuru olarak algılanmaya
başlanmıştır. Doğalgazın tüketim mekanizmasında stoklanması mümkün
olmadığından ve doğalgazın talebi dönemsel ve hatta neredeyse haftalık olarak
şekillenebildiğinden dolayı arz tarafında bir stok sistemini gerektirmektedir. Özellikle
kış aylarındaki ekstra volümler için mevsimsel stokların önemi büyüktür. Mevsimsel
stokların, bir ülke için tükettiği yıllık doğalgazın %4-6'sından daha az olmaması arz
güvenliği için oldukça kritiktir. Bununla birlikte, uzun dönemli krizler ve arzın belirsiz
bir süre kesintiye uğraması gibi daha büyük tehditler karşısında stratejik stoklara olan
ihtiyaç hala devam etmektedir. Doğalgazın stratejik stokları için tabii ortamda yeraltı
depoları gibi olanakların kullanılması bir seçenek olduğu kadar, büyük maliyetlerine
rağmen farklı stratejik stok inşası da mümkün olabilmektedir.
Petrolde ise bu daha eski bir geleneğe dayanır. Geleneksel stratejik stok seviyeleri,
her ülkenin ulusal petrol tedarik politikasının bir parçası olarak görülmekte ve başta
ABD olmak üzere birçok ülkede bu sistem uygulanmaktadır. Stratejik stokların
durumuyla ilgili Uluslararası Enerji Ajansı'nın belirlediği kurallar da bulunmaktadır.
Transport güvenliğinin fiziki boyutu açısından en önemli konulardan biri ise özellikle
deniz taşımacılığındaki kilit coğrafi noktalar yani boğaz/kanal geçişleridir. Küresel
transport güvenliğinde öne çıkan kritik boğazlar/kanallar şunlardır: Hürmüz Boğazı,
Malacca Boğazı, Gözyaşları Kapısı olarak da bilinen Bab el Mandab Boğazı, İstanbul
ve Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı ve Panama Kanalı. Bu noktaların en önemli
özellikleri, belirli zaman dilimlerinde tamamen veya kısmen kapatılabilmeleri, özel
deniz trafiği düzenlemelerine sahip olmaları ile siyasi-askeri gerginliklerde fiziki bir
silah olarak kullanılabilme olasılığının bulunmasıdır.
PAZARIN GÜVENLİĞİ
Pazarın güvenliği, arz-talep ilişkisi bağlamında enerji güvenliği denkleminin
tamamlayıcı unsuru olarak önem taşır. Talep olmadıkça arzın gerçekleşmesinin bir
anlamı yoktur. Ancak talebin gerçekleşmesi ve bu talebin oluşturduğu pazar, birkaç
faktöre bağlı olarak enerji güvenliğini etkiler. Pazarın güvenliği, talebin kontrolü,
ekonomik büyümenin devam etmesi, temel enerji ihtiyacının aynen veya artarak
devam etmesi ile pazarı çalışamayacak hale getirebilecek tehlikeli fiyat noktalarını
kapsar.
Bugün ve gelecek 30-50 yıl içerisinde küresel enerji pazarlarının en önemlileri, AsyaPasifik pazarı, Kuzey Amerika pazarı ve tedricen yavaşlama gösteren AB pazarıdır.
Rekabetin en yüksek olduğu Asya-Pasifik pazarı ile Kuzey Amerika pazarı arasındaki
talep baskısı, enerji kaynaklarına sahip ülkelerin arz üzerindeki fiyat iştahlarını da
tetiklemektedir. Diğer taraftan özellikle Asya-Pasifik pazarında Çin, Güney Kore,
Japonya ve Hindistan arasındaki büyük rekabet, pazar güvenliğini sağlamak adına
bu ülkeleri yeni kaynaklara ve mevcut kaynaklarda yeni ilişkiler kurmaya
sürüklemektedir.
Küresel ekonomik büyüme ve küresel ekonomik büyüme içindeki rekabet enerji
pazarının şekillenmesinde en önemli etkendir. Öte yandan enerji fiyatlarındaki artışın
küresel ekonomiye yaptığı olumsuz etkisi ise, pazarlardaki talep kontrolünü şimdilik
fazla zorlamamaktadır. Küresel ekonomik büyümenin yanı sıra, ulusal ekonomik
büyümenin karşılanabilir maliyetler çerçevesinde ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını
temin etme katkısı, son zamanlarda yüksek seyreden enerji fiyatları ile
sınırlanmaktadır. Ekonomik büyümenin endüstriyel alanda daha fazla hissedilen
ülkelerde, yüksek seyreden enerji fiyatlarının enerji pazarını daraltıcı etkisi giderek
daha fazla tedirginliğe neden olsa da her şey acımasız rekabetin gölgesi altında daha
flu hale gelmektedir.
Elektrik üretimi başta olmak üzere enerjinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir ihtiyaç
olduğu gerçeği, enerji kaynaklarına olan ihtiyacı hiçbir zaman azaltmayacaktır. Bu
ihtiyaç, ülkelerin enerji pazarını canlı tutan birincil etkendir. Endüstriyel büyüme ve
refahın artışına bağlı ihtiyaçlar ise enerji pazarında ikinci etkendir. İhtiyaçları
durdurmak ya da tamamen ortadan kaldırmak mümkün değilse de enerji ihtiyacını
sınırlayan ve aynı zamanda pazardaki talep kontrolünü etkileyen yeni bir faktör olaak,
enerji kaynaklarından bazılarına yönelik çevre güvenliği çerçevesindeki sınırlamalar,
yakın gelecekte enerji talep-arz dengesinde bazı etkiler yaratabilir. Ancak bunun ne
düzeyde ve hangi yönde olacağı bugün için çok da net değildir.
Enerji Ekonomisi bölümünde verilen rakamlar, pazardaki gelişmeler ve gelecek
projeksiyonları bakımından enerji güvenliği konusunda kritik ipuçları verecektir.
FİZİKİ GÜVENLİK
Enerji güvenliğinin sağlanmasında fiziki güvenlik, dolaylı bir etki sağlasa da arzın
kalitesi ve kesintisiz olması açısından büyük önem taşır. Fiziki güvenlik, üç ana başlık
altında yer alır: teknik güvenlik, askeri güvenlik, çevre güvenliği.
Teknik güvenlik, boru hatları ve deniz taşımacılığında kullanılan malzemelerin
sofistike teknolojilere sahip olmasını, korezyon dahil ortaya çıkabilecek her türlü
sorunun zamanında giderilmesini, bakım-onarım-yenileme hizmetlerinin uygun
maliyetler altında süreklilik kazanmasını ve her türlü beklenmedik teknik hasarın ve
krizin önceden izlenerek önlenmesini veya bunlara zamanında müdahale edilmesini
kapsar. Genellikle ilk inşa maliyetleri karşılandıktan sonra teknik güvenlik için
bütçelerde gerekli payların gerektiği kadar ayrılması gerçeği göz ardı edilmektedir.
Bu geleneksel tutumun zaman içerisinde değiştiği gözlense de yaşanmış veya
yaşanması muhtemel problemlerden sonra da bu yönde adımlar atılması alışkanlığı
henüz tam olarak sona ermemiştir.
Askeri güvenlik, boru hatlarının geçtiği güzergâhlar boyunca veya deniz taşıma
araçlarının seyirleri süresince terörizm, sabotaj, hırsızlık ve diğer saldırı riskleri ile
tehditleri karşısında, gerekli önlemlerin alınması, planlamanın önceden yapılması,
belirli bir güvenlik kuvvetinin bu konularla ilgili görevlendirilmesi ve hem ulusal hem
de uluslararası düzeydeki bir işbirliği çerçevesinde kurumsal bir güvenlik sisteminin
kurulması noktalarını kapsar. Temelde ilgili her ülke, topraklarından veya kara
sularından geçen bu tür enerji taşımacılığı unsurlarını korumakla mükellef olmakla
birlikte, bazı ülkelerin askeri imkân ve kabiliyetlerinin bunu karşılamadığı durumlar da
olabilmektedir. Böylesi durumlar için ikili veya çok taraflı askeri işbirliği anlaşmaları
çerçevesinde ya da bu enerji güzergâhından sorumlu özel sektörün devletlerin kabul
ettiği anlaşmalara bağlı talepleri doğrultusunda, dış müdahale seçenekleri de
bulunabilmektedir.
Çevre güvenliği, transport aşamasında, enerji kaynaklarının kullanımı sırasında ve
sonrasında ortaya çıkabilecek ve çevreye zararlı olduğu bilinen veya olabileceği
hakkında çalışmalar yapılan konularla ilgili gerekli yasal düzenlemelerin
gerçekleştirilmesini, önlemlerin alınmasını ve çevre-insan sağlığını etkilemeyecek bir
enerji kalitesinin ortaya çıkmasını içeren konuları kapsar. Küresel enerji talebinin
kaçınılmaz bir biçimde artmasıyla, gelecekte bu artışın daha çok fosil kaynaklardaki
talepte gerçekleşeceği noktasında neredeyse tüm dünyada bir konsensüs mevcuttur.
Ancak çevre güvenliğinin sağlanması noktasında hükümetlerin ve/veya enerji ile
bağlantılı sektörlerin şimdiden başlamaları gereken çalışmalar ile alacakları
tedbirlerin ne oranda olduğu ve çevre güvenliği üzerine yatırımın ne kadar
gerçekleşeceği de çevre güvenliğinin sağlanması noktasında çok kritik öneme
sahiptir.
1980'lerde temel ilgi çevre üzerineydi, 90'lardan bugüne ise enerji güvenliği kritik
noktayı oluşturuyor, ancak görünen o ki, 2000'li yılların ortalarından başlayarak çevre
güvenliği, enerji güvenliğinin ayrılmaz bir parçası olarak küresel meselelerin başında
gelecektir. Enerji güvenliğinin, uygun fiyatlarda, arz ve talebin olabildiğince denge
içerisinde gerçekleştirilmesinin yanında, enerji arzı ve talebinin küresel çevre
koşullarını da dikkate alarak gerçekleştirilmesi temel bir unsur olarak öne
çıkmaktadır. Dolayısıyla enerji kaynaklarının kullanımında, karbondioksit
emisyonlarını ve sera gazlarının salınımlarını olabildiğince düşürmek, enerji
güvenliğine yapılacak yatırımların önemli bir kısmını teşkil edecektir. Enerji üretimi ve
tüketimi çerçevesinde kaygı oluşturan unsurlar yerel, bölgesel ve küresel çerçevede
gelişmektedir. Lokal unsurlar, genellikle kömür gibi kaynakların yanmasıyla ortaya
çıkan hava kirliliği temelinde ele alınır. Bölgesel unsurlar, hava kirliliği ve atıklar ile
birlikte enerji transportunun bölgesel çapta gelişmesiyle ortaya çıkan sorunları
barındırır. Küresel unsurlar ise, küresel ısınma gibi popülaritesi artarak devam eden
ciddi sorunları, bir küresel ısınma ekonomisi oluşturacak düzeye de yaklaşan bir
perspektifte ele almaktadır.
Küresel çevre güvenliğinin sağlanmasının en önemli yolu yatırımdan geçse de bu
sorunların çözüm yaklaşımları mutlak bir çevre güvenliğini kısa ve orta vadede
sağlamayacaktır. Tüm bu çalışmaların aynı zamanda diğer alanlarda da çeşitli
problemler doğuracağını da vurgulamak gerekir. Çevre güvenliği ile ilgili siyasi bir
tartışma da mevcuttur. Bugüne kadar gelişmiş ülkeler, endüstriyel devrim ve
teknolojik ilerleme ile birlikte, ekonomilerini ve refah düzeylerini çok yüksek seviyelere
getirirken, çevre sorumluluğu onları bu kazanımlarından fedakârlık yapmaya
sürüklememişti. Ama bugün küresel bazdaki endüstriyel sistemlerin çevreye vermiş
oldukları zararları azaltma yönündeki fedakârlık, şimdi diğer gelişmiş ülkeler gibi
büyümek ve refah düzeyini arttırmak isteyen gelişmekte olan ülkelerden
beklenmektedir. Buradaki adaletsizlik, çevre güvenliğinin sağlanmasında değil,
sorumlulukların paylaşılması noktasında geçmiş yılların hesaba katılmamasından
kaynaklanmaktadır. Bu yüzden küresel bir konsensüsün oluşması ve herkesin
sorumluluğu ölçüsünde bir fedakârlık göstermesi kolay olmayacaktır.
Hem teknik güvenlik hem de askeri güvenlik açısından, elektrik üretim santralleri ve
şebekeleri ile petrokimya sanayisi ve petrol rafinerileri gibi enerji sistemlerinin tüm
altyapısı, enerji güvenliğinin bir gereği olarak fiziki güvenlik çerçevesinde
korunmalıdır.
FİYAT GÜVENLİĞİ
Fiyat güvenliği temelde pazar güvenliğinin bir parçasıdır. Ancak enerji güvenliğinde
fiyat güvenliği konusunun çok önemli başka bir boyutu vardır: bir ülkenin enerji
piyasalarında kamu rolünün azalmasına bağlı olarak ve yabancı sermaye oranının
artması yahut özel sektörün serbest davranış imkânlarının genişlemesi ile birlikte, o
ülke vatandaşlarının ödediği enerji fiyatlarını etkileyen bir artış kaçınılmaz olmaktadır.
Bu artış, tolere edilebilir net bir sınıra sahip olmamakla birlikte, her ülkenin ekonomik
yapısı ve vatandaşlarının gelir dengesi içerisinde piyasa koşulları altında şekillenir.
İşte tam da bu noktada, piyasanın serbest davranışlarının enerji fiyatlarının sonuçları
tehlike doğurabilecek bir yüksekliğe ulaşmasını engellemek için bir dizi tedbiri içeren
fiyat güvenliği mekanizmasına ihtiyaç vardır. Serbest piyasada, kamu otoritesinin
fiyatla ilgili tedbir alma imkânı çok zayıf, hatta yok denecek kadar azdır. Tüm bunlara
rağmen, fiyat güvenliğini yani fiyatın kontrolsüz artışının önüne geçecek sistemi
kurmak da bir zorunluluktur. Bunu sağlamanın yolu ve yöntemi her ülke için farklı
olacaktır.
Ancak iç pazarlardaki bu duruma rağmen, küresel enerji pazarındaki fiyat güvenliği,
arz-talep dengesine ve küresel ekonomi içerisindeki rekabete bağlıdır. Küresel
ekonomi içerisindeki rekabet ise, ülkelerin siyasi- askeri hedefleri ile yakından ilgilidir.
Arz tarafında güçlü ve bir bütün halinde hareket imkânına sahip olan OPEC veya arzı
belirli düzeyde kontrol etme kabiliyetine sahip uluslararası şirketlerin tutum ve
davranışları, fiyat üzerinde belirleyici etkilere sahiptir.
Öte yandan doğalgazda Rusya gibi küresel veya bölgesel arzda monopol
sayılabilecek bir devletin, fiyat üzerindeki belirleyiciliği, daha çok siyasi-ekonomik
hedeflere hizmet eden bir araç durumundadır. Fiyat üzerindeki anlaşmazlıklara bir
örnek vermek gerekirse; Rusya'nın Polonya ve Ukrayna'ya uyguladığı arz kesintisi
enerji güvenliğinde bir dönüm noktası olmuştur.
Fiyat, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Yani bir silahtır ama karşı tarafa zarar verirken
kendine de zarar verme ihtimalini ve imkânını barındırır. Bu yüzden fiyat
güvenliğinden bahsederken, hem hangi taraf için bahsedildiği hem de her iki taraf için
ne gibi sonuçlar doğuracağı dikkatle değerlendirilmelidir. Bunun yanı sıra fiyatın
oluşmasını etkileyen faktörlerden başka, saklı faktörler de vardır. Bu yüzden fiyat,
somut taraflar için olduğu kadar ortada görünmeyen taraflar için de bir silah veya
güvenlik aracıdır. Fiyat tam anlamıyla arz ve talep arasındaki bir dengeye bağlı
olarak gelişmez. Elbette ki küresel rekabetin ekonomik büyüme üzerindeki etkisine
bağlı olarak fiyat ciddi şekilde baskı altına girer ama çoğu kez fiyat, gelecekte oluşan
bir faktördür. Yani fiyat, bugünden geleceğe giden süreç içinde ortaya çıkması
muhtemel risklere ve fırsatlara bağlı olarak temelde future piyasada oluşur. Aslında
future piyasa, somut bir piyasadır fakat aynı zamanda siyasi/ekonomik özellikleri olan
bir psikolojik piyasadır. Yarın ortaya çıkabilecek bir riskin, yarından hemen önceki bir
zamanda değişmeyeceğini veya değişebileceğini ispat etmek pek o kadar kolay
değildir. Bu yüzden yarın için öngörülen bugünkü fiyat, hem subjektif hem de objektif
olma özelliğini taşır. İhtiyaç sahipleri, taleplerini karşılama konusunda farklı ve geniş
spektruma sahip değillerse, subjektif olsa bile fiyatı objektif olarak satın almak
zorundadırlar.
Küresel düzeyde talepleri karşılayacak kadar geniş bir arz çeşitlilik spektrumu ortaya
çıkmadığı sürece fiyat, fiyatı belirleyenlerin lehine bir pozisyon almaya devam
edecektir. Peki böyle geniş bir arz spektrumu mümkün olabilir mi? Bu fiyat sisteminin
dışında, pazardaki talep sahiplerinin ortak, entegre ve durmaksızın devam eden
çabaları ile mümkün olabilir. Ama aynı coğrafyada bölgesel ve küresel bir rekabet
içerisinde olan taraflar nasıl böylesi ortak bir çabayı sürdürebilirler?
Fiyatın avantaj ve dezavantajları da fiyat güvenliği açısından önemlidir. Yüksek
fiyattan daha fazla kar elde eden ve daha fazla kazanan kaynak sahipleri, pazardaki
büyümeyi yavaşlattıklarında veya pazardaki diğer mallardaki fiyatların artışına neden
olduklarında, kendileri de yüksek maliyetler yüklenmeye devam ederler. Örneğin
petrol fiyatı, neredeyse tüm ekonomiler için diğer tüm malların ve hizmetlerin fiyatını
birinci derecede etkileyen bir motor güçtür. Petrol fiyatları arttığında petrol sahibinin
geliri artar. Ama zengin ve gelişmiş pazarlardaki diğer malları ithal ederken, daha
fazla maliyet yüklenir. Kaynak sahibi ülkeler yüksek fiyat avantajlarını ülkelerinde
yaşayan tüm bireylerin refahlarına bir katkı olacak şekilde dağıtamazlarsa, ülkelerinin
sosyo-ekonomik refahını sürdürebilecek yeni mekanizmalar kuramazlarsa elde
ettikleri yüksek kazançlar, yine küresel pazarlardaki diğer finansal piyasa aktörlerinin
gelirlerine gelir katmaya devam eder. Yani kaynak sahibi ülkeler, elde ettikleri çok
daha fazla parayı korumak ve çoğaltmak için, başka ülkelerdeki küresel piyasalara
yatırım yapmaya devam ederler.
Fiyatın karşılığı olan para, 21. yüzyılın ilk yarısı için en tehlikeli süreçten geçiyor.
Paranın değeri ve miktar karşılığı, herhangi bir küresel piyasa depreminde, tıpkı Eylül
2008 krizinde olduğu gibi zarar görebilir ve bu zararı karşılama noktasında yeteri
kadar güvenli mekanizmaları zamanında oluşturamama riski her zaman bulunur.
Aslında küresel ekonominin birbiri ile iç içe geçmesinden ve tek düzen haline
gelmesinden kaynaklanan tüm riskler, yüksek enerji fiyatlarından elde edilen gelirler
için de geçerlidir. Bugün kazanılmaya devam eden gelirler yarın kazanılmadığında,
kaynak sahibi ülkeler için felaket başlıyor demektir. Bu felaketin önlenmesinin tek
yolu, bugün kazanılan gelirleri yeni gelirler yaratacak mekanizmalara
dönüştürmeleridir.
Sonuç olarak fiyat güvenliği, tek taraflı bir sorumluluk değildir. Fiyat güvenliği, sadece
piyasalardaki denge üzerinde kurulmaz, aynı zamanda küresel düzeyde siyasi bir
sorumluluğu da gerektirmektedir. Ancak her zaman bu sorumluluğu üstlenecek birileri
olmayabilir.
2. ELEKTRİK ARZ GÜVENLİĞİ
Elektrik arz güvenliği, bir ülkenin ulusal enerji güvenliğinin bel kemiğini oluşturur.
Elektrik arz güvenliği yine küresel refahın gelişmesi açısından, küresel enerji
güvenliğinin sonuç odaklı bir halkasıdır. Enerji kaynaklarının tedariki bir süreçtir ama
elektrik günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçası olarak sonuçtur.
Elektrik arz güvenliği, elektrik üretiminin, iletiminin, dağıtımının ve elektrik piyasasının
tolere edilebilir fiyatlarda seyretmesini kapsar. Elektrik arz güvenliği, birbiri ile iç içe
geçen faktörlerden oluşur. Tüm bu faktörlerin amacı, daha ucuz, kesintisiz, daha
yaygın ve daha kaliteli bir elektrik sistemini oluşturmaktır.
Elektrik arz güvenliği, büyüme trendine ve gelecekteki talebi karşılamaya hazır
olmayı gerektirir. Bu hazırlık oldukça zordur. Çünkü büyümenin trendi değişebilir.
Örneğin on yıllık bir talep projeksiyonu üçüncü ya da altıncı yılında aşağı veya yukarı
yönlü keskin bir kırılma yaşayabilir. Bunun elektrik sistemi üzerindeki planlama
zorluğu, hazırlığın gerektiği uzun zaman diliminden kaynaklanmaktadır. Bir elektrik
üretim sisteminin kurulması, hangi kaynağın kullanılacağına bağlı olarak iki yıldan
yedi yıla kadar geçen bir süreyi kapsamaktadır. Bu nedenle projeksiyonlar, yüksek
maliyet gerektiren bu tür tesislerin kurulması ile ilgili hayal kırıklıkları yaratabilir.
Elektrik arz güvenliğinin ilk basamağı, yeterli elektriği üretebilmektir. Yeterlilik, elektrik
sistemini yönetenler için eşzamanlı bir kavram değildir. Elektrik sistemi yöneticileri
için bugün geçerli olan yeterlilik kavramı en az bir yıl, ortalama üç yıl sonrasındaki
yeterlilik durumunun ifadesidir. Yeterli elektrik üretimi, herhangi bir ülke için ihtiyaç
duyduğu günlük normal ve peak saat elektrik tüketiminin toplamından en az % 10 ve
ortalama % 20 daha fazla bir kurulu güce sahip olmaktır. Buradaki bu fazla kurulu
güç tarifi, atıl ve eski teknolojilerle sınırlı kalmış üniteleri kapsamaz.
Elektrik arz güvenliğinin ikinci basamağı, arzın kesintisiz olmasını ve arzın krizler
karşısında hazırlıklı kalmasını sağlayacak bir üretim sepetine sahip olmaktır. Elektrik
üretim sepeti, tıpkı modern ekonomilerde elinizdeki parayı değerlendirmek için
kullandığınız sepete benzer. Parayı kısa, orta ve uzun vadeli kullanım beklentinize
göre ve farklı gelir beklentilerinden faydalanmak amacıyla değişik finansal
enstrümanlardan oluşan bir sepet içerisinde tutarsınız. Bu sepet, paranızı daha
güvenli, daha kazançlı ve ihtiyaçlarınıza farklı noktalardan cevap verebilecek bir
yapıyı kurmanızı sağlar. Örneğin her an kısa vadeli bir para ihtiyacınız var ise, likit
fonlar sepetinizde ilaç gibi günlük olarak bulunur. Elektrik üretim sepeti de tıpkı para
piyasalarındaki sepetler gibi farklı enstrümanları, ihtiyaçlara göre ve ulusal enerji
güvenliğinin gerekliliklerine göre tasarlamayı sağlar. Bu konu, elektrik arz
güvenliğinin üretim aşamasındaki vazgeçilmez stratejisidir.
Elektrik arz güvenliğinin üçüncü basamağı, elektriğin kaliteli bir şekilde, bir ülkenin
talep edilen her noktasına elektrik yükünü karşılayabilecek bir teknik altyapıyla
ulaştıracak iletim ve dağıtım şebekesini kurmak ve işletmektir. Aynı karasal coğrafi
komşuluklara sahip birden fazla ülkenin oluşturduğu elektrik sistemlerinde bu konu
uluslararası bir stratejiyi gerektirir. Avrupa Elektrik Sistemi UCT, böyle bir stratejinin
günümüzde en geniş ve somut uygulanmış örneğidir.
Elektrik arz güvenliğinin dördüncü basamağı, elektrik sisteminin üretim ve şebeke
ihtiyaçlarına dair yatırımların, belirli kurallar ve kurumsal kontroller çerçevesinde yerli
ve yabancı özel sektör tarafından gerçekleştirilmesini sağlayan elektrik piyasalarıdır.
Elektrik piyasaları, kamunun rolünü en aza indirgeyen ama kamunun düzenleme,
kontrol ve denetim yetkisini özel sektör üzerinde en yüksek noktaya çıkartan bir
anlayışa sahiptir. Her ne kadar yatırımların mali sorumluluğu ve kar-zarar dengesi,
özel sektörün sorumluluğu altındaysa da ulusal enerji güvenliğinin bel kemiği olan
elektrik arz güvenliğinin vatandaşlar karşısındaki sorumluluğu ise devletlerdedir. Bu
nedenle bir yatırım ve iş imkânı olarak, hatta yüksek karlı bir sektör olarak elektrik
sistemini özel sektöre açmak, devletlerin sorumluluğunu ve riskini daha fazla
arttırmaktadır. Çünkü özel sektörün yatırım yaklaşımı kar-zarar dengesi üzerinde
giderken, elektrik arzı ve hizmetleri zararına bile olsa devletlerin ödevidir.
Elektrik piyasalarının bir diğer önemli konusu ise, fiyatların adil ve tolere edilebilir
sınırlar içerisinde kalmasını sağlamaktır. Doğal olarak serbest piyasa kuralları
içerisinde, devletlerin fiyata müdahale hakkı sınırlı veya kimi zaman da yoktur.
Elektrik arz ve hizmetlerinde sınırlı bir kamu rolünün olması, sadece elektrik fiyatı
üzerinde dolaylı müdahale veya dolaylı kontrol anlamına gelecek bir yaklaşımın
sonucu değildir. Amaç fiyatın kendisinden çok temel ihtiyaç olan elektriğin fiyat güvenliğidir.
ELEKTRİK ÜRETİMİ
Elektrik arz güvenliğinin birinci basamağı olan elektrik üretimi konusu, küresel
düzeyde bir tartışmayı içerir. Bu tartışmalar, üretimin kaynak çeşitliliği, üretimde kullanılan kaynağın fiyata etkisi ve üretimde kullanılan kaynakların çevreye olan etkisi
üzerine odaklanmıştır. Küresel elektrik üretiminin toplamı, 2007 yılı itibariyle,
17,346,839,140,000 kWh iken, küresel tüketim 16,282,774,340,000 kWh'dır. Küresel
elektrik üretiminde, 100 miyar kWh'nın üzerinde elektrik üreten ilk 26 ülkenin toplam
elektrik üretimi, küresel elektrik üretiminin yaklaşık % 83'üne denk gelmektedir. Bu da
küresel ekonomik gelişmenin ve refah yaygınlığının ne denli dengesiz olduğunu
göstermek bakımından ilginç bir veridir.
Küresel düzeyde olan bu dengesizliğin ilginç örnekleri var. 300 milyondan biraz fazla
nüfusu olan ABD'nin toplam elektrik üretimi yaklaşık 4 trilyon kWh iken, nüfusu 1
milyardan fazla olan Çin'in toplam elektrik üretimi ancak 2,5 trilyon kWh civarındadır.
Fert başına düşen elektrik tüketimi ve sanayideki elektrik talebi, ülkelerin gelişmişlik
düzeyi açısından son derece önemli bir göstergedir. Özellikle refahın gelişmesiyle
doğru orantılı olarak elektrikli aletlerin kullanımı ve yaygınlığı, elektrik tüketimini ve
dolayısıyla da üretimini çok yakından ilgilendirmektedir. Bireylerin satın alma güçleri
bir yana, artan elektrik ihtiyaçlarının karşılanmasında bireylerin ödediği elektrik birim
maliyetleri, yeni elektrik üretim sistemlerinin kurulması maliyetlerini ancak uzun vadeli
bir projeksiyon içerisinde karşılayabilmektedir. Bu durum az gelişmiş ülkelerde çok
daha zor olup, kamu yükünün artmasına neden olmaktadır.
Elektrik üretim sepeti, yeni ve ileri teknolojinin gelişmesini ama özellikle ithal
kaynakların elektrik üretimindeki payının azaltılmasını amaçlayan bir felsefeye
sahiptir. Elektrik arz güvenliğinde, üretim sepetinin birincil ağırlığı, o ülkenin sahip
olduğu kaynakların kullanılmasını oluşturur. Petrol, doğalgaz, su veya kömür gibi
ülkenin en fazla sahip olduğu kaynak veya kaynaklar, elektrik üretim sepetinin
zeminini oluşturur. Birden fazla kaynağa sahip olan ülkelerde, bu kaynakların elektrik
üretim sepetindeki oranları, bu kaynakların bulunduğu bölgeler ve elektrik tüketiminin
zaman spektrumuna göre belirlenir. Yerli kaynakların elektrik üretim sepeti
içerisindeki konumu, kaynakların rezerv miktarına, rezervlerin uzun vadeli kullanım
hedeflerine ve acil durumlardaki yerli kaynağın stratejik rezerv düzeyine göre
belirlenir.
Elektrik üretim sepetindeki en büyük zorluk, ithal kaynakların oranları ve çeşitlerinin
belirlenmesiyle ilgilidir. Petrolün elektrik üretimindeki payı, özellikle ithal kaynak
anlamında minimum seviyede bulunmaktadır ve bu seviyenin korunması
beklenmektedir.
Doğalgazın LNG yoluyla ithal edildiği ülkelerde, elektrik üretim fiyatı daha yüksek
olduğundan dolayı, elektrik üretim sepeti içerisindeki doğalgazın payı düşürülmeye
çalışılmaktadır. Ancak yüksek miktarda elektrik üretim ihtiyacı olan ülkeler, küresel
rekabet koşulları ve ulusal elektrik arz güvenliğinin zorunlulukları karşısında, LNG
yoluyla da olsa doğalgazın elektrik üretim sepeti içerisindeki payını çok fazla
azaltamamaktadırlar. Boru hatlarıyla doğalgaz ithali imkânına sahip olan ülkelerde
ise, karşılanabilir maliyet seviyeleri devam ettiği müddetçe, doğalgaz tedarikinin
sürekliliğine bağlı olarak elektrik üretim sepetindeki pay geniş bir yer tutmaktadır.
Özellikle doğalgaz kullanan elektrik santrallerinin daha hızlı kurulması nedeniyle, kısa
ve orta vadeli elektrik üretim projeksiyonlarında, üretim sepeti içinde doğalgazın payı
giderek artmaktadır.
Kömür kaynaklarına sahip ülkelerin bir kısmında, mevcut kömür kalitesi veya miktarı
yetersiz olanlar ithal kömür yoluyla elektrik üretimini gerçekleştirmeye çalışırlar.
Kaynaklarını tamamen ithal eden ülkelerin büyük çoğunluğunda ise, ithal kömürün
elektrik üretiminde kullanımı, yüksek maliyet nedeniyle çok fazla tercih
edilmemektedir. Kömür üzerindeki en önemli tartışma, çevreye verdiği zarar
konusundadır. Her ne kadar yeni teknolojilerle bu zarar oldukça azaltılmış olsa da
çevre sağlığına önem verenlerin bu konudaki itirazları sürecektir. Diğer taraftan
transport maliyetleri uygun düştükçe ithal kömürün elektrik üretimi içersindeki payı
artmaya devam edecektir.
Elektrik üretim sepetinde nükleer santrallerin rolü, yeniden tartışılmaya başlanmıştır.
Her ne kadar gelişmiş ülkelerin çoğunda en önemli elektrik üretim araçlarından biri
olarak nükleer santraller on yıllardır hayatımızdaysa da Çernobil faciası ve 2007
Temmuzunda Japonya'daki depremde nükleer sızıntı olduğu şüpheleri, nükleer
santrallere karşı olan itirazları tekrar hararetlendirmiştir. Bu tartışmalar ışığında
sessiz sedasız yürüyen dördüncü nesil nükleer santrallerin geliştirilmesi çalışmaları,
hayata geçtiği andan itibaren şüphe ve kaygıları oldukça azaltacaktır.
Son yıllarda gelişme kaydeden bir başka elektrik üretim sepeti enstrümanı ise,
yenilenebilir enerji kapsamındaki rüzgâr santralleri, güneş, jeotermal ve diğer yeni
teknolojilerden elektrik üretimi çabalarıdır. Bu alandaki teknolojilerin henüz yeni
geliştiriliyor olmasından kaynaklanan ilk basamak maliyetlerinin büyüklüğü, bu tip
üretim enstrümanlarının elektrik üretim sepetindeki payının düşük seviyede olmasına
neden olmaktadır. Diğer elektrik üretim sistemlerine alternatif olmaktan çok onları
dengeleyen ve elektrik arz güvenliğinde kritik saatleri ikame eden bir nitelik olarak
yenilenebilir enerji kaynaklarının rolü ve önemi büyüktür. Yakın gelecekte teknolojik
maliyetlerin düşürülmesine bağlı olarak ve elbette bu teknolojilerin kullanılması için
uygun ortamların geliştirilmesi ile beraber, elektrik üretim sepeti içindeki payının da
büyümesi beklenmektedir. Yine de maliyetlerine rağmen elektrik üretim sepeti içinde
klasik üretim sistemlerinin yadsınamaz büyüklüğü daha uzunca bir süre korunacaktır.
Küresel elektrik üretim sepetinin görünümü, bölgesel özellikler ve ülkelere göre
farklılıklar göstermekle birlikte şu şekildedir: Küresel elektrik üretiminde kömürün
oranı 2002 yılı itibariyle % 39 iken 2030'da bu oranın % 38’e gerilemesi
beklenmektedir. Kömürün 2030 elektrik üretiminde % 38 oranında paya sahip
olabilmesi çok sayıda kömür santrallerinin yapılması anlamına gelmektedir. Petrol ve
doğalgaz fiyatlarındaki artış, kömür bazlı elektrik üretimini ekonomik olarak daha
çekici hale getirdiğinden dolayı, özellikle kömür kaynağı bakımından zengin
ülkelerden Çin, Hindistan ve ABD'de bu gelişimin daha da artacağını söyleyebiliriz.
En hızlı gelişen enerji kaynağı olarak kabul edilen doğalgazın elektrik üretimindeki
payı ise, 2004 yılında 3 trilyon 231 milyar kWh iken, bu miktarın 2030
projeksiyonunda 7 trilyon 423 milyar kWh'ya çıkacağı öngörülmektedir. Elektrik
üretiminde kullanılan enerji kaynakları arasında petrolün yerinin gittikçe düşecek
olmasıyla, 2030 yılında petrol bazlı elektrik üretiminin yıllık sadece % 0.9 oranında
artması beklenmektedir. OECD ülkelerinde ise petrolün elektrik üretimindeki kullanımı
yılda % 0.3 düşecektir. Yalnızca Ortadoğu'da geniş petrol rezervleri ve toplam
elektrik üretiminin üçte birinin petrolle sağlanması, petrolün yerli kaynak olarak büyük
ölçüde tercih edilmesine bağlıdır. Bu çerçevede Ortadoğu bölgesinde elektrik
ihtiyacının petrolle karşılanması Ortadoğu bölgesi için tabii ki temel bir unsur olmaya
devam edecektir.
Nükleer santrallerin küresel olarak elektrik ihtiyacını cevaplaması noktasında yüksek
kapasiteye sahip olması, fiyat avantajı ve gelişen teknoloji ile çevreye duyarlı
olabilmesi gibi nedenler nükleer kaynaklarla elektrik üretiminin, daha çok OECD
ülkeleri arasında yaygın olmasına ve hatta OECD üyesi olmayan Rusya da dâhil
Avrupa ve Avrasya bölgelerinde yeni santrallerin kurulma eğilimine girmesine sebep
olmaktadır. 2030 yılında, nükleer santrallerden elektrik elde etmenin küresel olarak
yılda % 1.3 oranında artış göstermesi beklenirken, 2030 yılında üretimin 3 trilyon 619
milyar kWh'ya çıkması öngörülmektedir. Enerji fiyatlarının hızlı bir şekilde
artmasından önce küresel elektrik üretim sepetindeki nükleer santrallerin payının
düşeceği varsayımı, yeni dönemde yerini tam tersi bir projeksiyona bırakmıştır. Bu
negatif beklentilerin bir diğer etkeni de eski nesil nükleer santrallerin özellikle
Çernobil faciasından sonra kapatılması gerektiği ya da kapatılacağı düşüncelerinin
birçok çevrede kabul görmeye başlamasıydı. Hatta özellikle AB'nin yeni enerji
politikası çerçevesinde, Almanya başta olmak üzere birçok ülke nükleer santralleri
kapatma kararı almıştı. Ancak bugün enerji kaynaklarında yüksek seyreden fiyatlar
ve gelecekte elektrik piyasasında artması beklenen elektrik satış fiyatı, daha ucuz ve
daha fazla üretim kapasitesine sahip nükleer santralleri, dördüncü nesil teknolojinin
geliştirilmesi umutlarıyla birlikte başköşeye oturtmuştur. Asya'da ise, yeni nükleer
santrallerin kurulumu artış gösterirken, sadece Çin'de nükleer kaynaklı elektrik
üretiminin 2030 yılına kadar yıllık % 7.7'lik bir artış göstermesi, Hindistan'da ise %
9.1'lik bir artışın olması öngörülmektedir.
2030 yılı için yapılan projeksiyonlarda, hidroelektrik ve yenilenebilir kaynakların artış
oranı % 1.7 olarak belirlenmiştir. Gittikçe yaygınlaşan hükümetlerin enerji ve çevre
merkezli politikaları, yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretiminde
kullanılmasına cesaret vermektedir. Yine de küresel elektrik üretimi sepetinde
yenilenebilir kaynakların yıllık artış oranının, bugün için % 19'dan 2030 yılında %
16'ya düşeceği beklenmektedir. Özellikle OECD dışı ülkelerde pazara sunulmamış
biyoyakıtlar enerji için önemli bir kaynak olmakla beraber, IEA'nın araştırmalarına
göre, gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık 2.5 milyar insan biyoyakıtlara bağımlı
durumdadır.
2030 yılı için yapılan projeksiyonlarda, küresel elektrik üretiminin yaklaşık 30 trilyon
kWh olması beklenirken, elektrik talebindeki artış daha çok OECD dışı ülkelerden
gelecektir. OECD dışı ülkeler her ne kadar OECD üyesi ülkelerden % 26 daha az
elektrik tüketseler de, 2030 yılında bu ülkelerin küresel üretimde OECD ülkelerinden
% 30 daha fazla elektrik üretecekleri tahmin edilmektedir. OECD üyesi ülkelerdeki
elektrik altyapısının büyük ölçüde tamamlanmış ve nüfusun 25 yıl içerisinde azalma
eğilimine girecek olması, bu ülkelerle OECD dışındaki ülkelerin elektrik talebi
arasındaki farkın bir diğer nedenidir.
Kuzey Amerika'daki elektrik üretiminin 2030 yılında küresel üretimin % 23'ünü
kapsayacağı tahmin edilirken, bazı bölgelerin ve ülkelerin 2030 yılı için elektrik
üretiminde beklenilen yıllık artış oranları şöyledir: Kuzey Amerika % 1.5, Avrupa %
0.8, OECD Asya % 1.4, OECD dışı Avrupa/Avrasya % 2.3, Çin % 4.4, Hindistan %
3.9, Ortadoğu % 2.9, Afrika % 3.5, Orta ve Güney Amerika % 2.9.
Küresel elektrik sepetinin oluşmasında kullanılan enstrümanların cent/Kwh değerleri
çok önemlidir. Bugün küresel elektrik üretiminin % 15'inin üretildiği doğalgaz
santrallerindeki elektrik birim maliyeti 5.2 ile 15.9 cent/kWh arasında; % 38'inin
üretildiği kömür santrallerindeki elektrik birim maliyeti 1.8 ile 3.8 cent/kWh;
hidroelektrik santrallerindeki elektrik birim fiyatı 0.25 ile 2.7 cent/kWh arasında;
nükleer santrallerdeki elektrik birim fiyatı 1.4 ile 2.2 cent/kWh arasında; güneş
enerjisiyle üretilen elektriğin birim maliyeti 13.5 ile 42.7 cent/kWh arasında ve rüzgar
santrallerindeki elektrik birim fiyatı ise 4.6 cent/kWh dolayındadır. Bu fiyatlar, ülkelerin
yerli ve ithal kaynak tedarikine, kaynakların birim maliyet fiyatına ve kullanılan
teknolojiye göre değişiklikler göstermektedir. En önemlisi de yatırımın yapıldığı
dönemdeki maliyetin amortisman değerinin sıfıra inmesine kadar geçen süre ve bu
süreden sonraki birim üretimi için, gerekli işletme maliyetinin doğru hesaplanması ile
her ülke için yeni bir elektrik üretim maliyet tablosu oluşturulmalıdır.
ELEKTRİK İLETİMİ VE DAĞITIMI
Elektrik arz güvenliğinin fiziki bir parçası olarak kaliteli ve yaygın elektrik iletim ve
dağıtım şebekelerinin yeterli düzeyde olması vazgeçilmez bir unsurdur. Elektrik
üretim kapasitesi yeterli olsa bile asıl önemli olan, elektriği, talep edilen yere, talep
edilen miktarda ulaştırmaktır. Elektrik iletim sistemi, çoğunlukla kamunun
mülkiyetinde ve ilk aşamalarından itibaren maliyet sorumluluğunu kamunun
yüklendiği bir sistemdir. Elektrik iletim sistemi sadece talep projeksiyonlarına göre
dizayn edilmez. Aynı zamanda bir devletin, ülkesindeki bölgesel ve sektörel
planlamalarını geliştirmek üzere, henüz talep ortaya çıkmadan önce, maliyetine
bakılmaksızın elektrik iletim yatırımını yapmasını da gerektirebilir. Bu nedenle ana
elektrik yükünü, Doğu- Batı, Kuzey-Güney ya da farklı yönlerde ve güzergâhlarda
taşımak üzere elektrik iletim sisteminin sadece kurulması değil, aynı zamanda
dinamik bir şekilde geliştirilmesi de gerekir. Elektrik arz güvenliği kapsamında,
muhtemel kriz senaryolarına bağlı olarak elektrik iletim sistemi, yedek güzergâhlarda
yatırım yapmayı da zorunlu kılar.
Elektrik dağıtım sisteminde ise, bazı ülkelerde merkezi kamu yönetimleri tarafından
bazı ülkelerde ise yerel yönetimler tarafından bazılarında ise özel sektör tarafından,
talep projeksiyonuna göre yıllık hatta bazen daha kısa zaman aralıkları içerisinde
yatırım planları yapılır ve uygulanır.
Elektrik iletim ve dağıtım sisteminde arz güvenliği açısından en önemli unsurlardan
biri de sistem içerisinde kullanılan, yük dengeleyici ve diğer teknik ekipmanın
zamanında bakım ve onarımının yapılması ile yeni teknolojiler ışığında yenilenmesi
gerekliliğidir. 2006 yılı itibariyle, küresel elektrik iletim hatlarının uzunluğu 5.3 milyon
km iken, küresel elektrik dağıtım hatlarının uzunluğu ise 59 milyon km'dir. 2030 yılına
kadar elektrik sektörüne yapılması beklenen 10 trilyon dolar tutarındaki yatırımın en
büyük payını ise, üretimden çok iletim ve dağıtım hatları ile altyapıları alacaktır.
ELEKTRİK PAZARI VE FİYAT
Elektrik arz güvenliği açısından üretim, dağıtım ve iletim sisteminin doğru çalışmasını
ve projeksiyonlar çerçevesinde yatırımların zamanında yapılmasını, son kullanıcının
sistem içerisinde korunmasını ve yatırımcıların güvenli ve istikrarlı bir iş ortamına
sahip olmasını amaçlayan kurumsal bir pazar yapısı çok önemlidir. Piyasa
ekonomisinin gelişimine bağlı olarak bu pazar, bazı ülkelerde hala sadece kamu
tarafından bazılarında kamu ve özel sektör tarafından bazılarında ise de sadece
kamu denetiminde bir özel sektör tarafından oluşturulmuştur. Elektrik pazarının iyi
işlemesi, bir piyasa mantığının ve sisteminin kurallar ve kurumlar çerçevesinde
çalıştırılmasıyla mümkün olacaktır.
Elektrik arz güvenliğinde yatırım planlamaları özel sektörle kamu otoritesini sıklıkla
karşı karşıya getirmektedir. Uzun vadeli satın alma garantileri, daha yüksek fiyat
talebi ve yatırımlar için daha fazla teşvik isteği, bazen elektrik arz güvenliğini
tehlikeye atacak derecede sorun teşkil etmektedir. Aynı şekilde kamu otoritelerinin,
özel sektörün gelecekteki arz güvenliği ihtiyaçlarına bağlı olarak daha hızlı yatırım
yapmalarına yönelik baskısı, çeşitli hukuki sorunlara neden olabilmektedir. Bu tür
sorunların karşılıklı çözümü ve hukuki baskı imkânlarının artması açısından, iyi ve
etkin bir şekilde işleyen elektrik piyasası, elektrik arz güvenliğinde kilit önem taşır.
Elektrik piyasaları konusu ilerleyen bölümlerdeki enerji piyasaları başlığı altında ele
alınacaktır.
3. ENERJİ GÜVENLİĞİNİN DİĞER UNSURLARI
Enerji güvenliğinin tamamlayıcı unsurları, konutların ve işyerlerinin ısınması, ulaşım
araçlarının yakıt ihtiyaçlarının giderilmesi ve su ihtiyacının kullanım çeşitlerine göre
karşılanması konularını kapsar. Her üç konu da küresel ısınma, çevre güvenliği ve
maliyetler açısından günümüzde çok fazla tartışılmaktadır. Tartışmaların somut
sonuçları henüz bir konsensüs oluşturmasa da bu konulardaki arayışlar ve çeşitlilik
yaratma çalışmaları devam etmektedir.
Konut ve iş yerlerinin ısınma ihtiyaçları, enerji güvenliği açısından siyasi yöneticileri
en fazla zorlayan noktalardır. Tıpkı elektrik arz güvenliğinde olduğu gibi ısınmada da
iki temel yaklaşım vardır. Bunlardan biri yerli kaynaklar ağırlıklı olmak üzere, daha
ucuz, kesintisiz ve çevreye daha az zarar veren bir ısınma politikasını icra etmek;
ikincisi de hem maliyetleri azaltması hem de çevreye daha az zarar vermesi için yeni
ısınma teknolojilerini geliştirerek, uygun fiyatlarla tüketicilerin yaygın kullanımına
sunmaktır.
Ulaşım araçlarında yeni yakıt kaynaklarının kullanılmasıyla ilgili ihtiyaç ve arayışlar,
halen kullanılan petrol ve petrol ürünleri fiyatlarının artmasına bağlı olarak giderek
önem kazanmaktadır. Bununla beraber yeni bir yakıt kaynağının başarılı ve yaygın
bir kullanım aşamasına gelebilmesi için öncelikle bu kaynağın kesintisiz, kolay
ulaşılabilir ve mevcut sistemlere kolayca adapte edilebilir olması gerekir. Bunun yanı
sıra, kullanılan yakıt sistemlerinin ve ulaşım araçlarındaki teknik altyapının tamamen
değiştirilmesi de seçenekler arasında olmakla birlikte, bunun maliyeti tahmin edildiği
kadar düşük olmayabilir. Son yıllarda güneş enerjisi başta olmak üzere, farklı yakıt
sistemlerini ulaşım araçlarında kullanma çalışmaları umut vaat etmektedir. Ama bu
çalışmaların küresel düzeyde ne kadar yaygınlaşabileceği henüz netlik
kazanmamıştır.
Önümüzdeki dönemde, özellikle ulaşım araçlarında kullanılan yakıtın daha az
miktarda kullanılmasını, daha yüksek enerji elde edilmesini ve çevreye daha az
vermesini sağlayacak ikincil sistemlerin geliştirilmesi çalışmaları ağırlık kazanacaktır.
Hidrojen ve diğer teknolojilerin kullanıldığı bu sistemler, mevcut ulaşım araçlarında
kullanılan teknolojilere daha hızlı bir şekilde modifiye edilebilecektir. Bu değişiklikler,
zaman içerisinde maliyetleri azaltabilecektir. Ancak şimdilik çok fazla yakıt harcayan,
başta benzinli araçlar olmak üzere, ulaşım sistemlerinin enerji güvenliği açısından
daha fazla bir sorumluluk alması beklenmemektedir. Ulaşım araçlarındaki yakıt
konusu, enerji güvenliğinin “daha fazla arzın daha uygun fiyatla sağlanması”
prensibiyle paralel bir gelişme sergileyecektir.
Su ihtiyacının karşılanması, içme suyu, tarımsal sulama ve endüstriyel su ihtiyaçları
başlıklarında ele alınır. Küresel ısınma konusunun çok fazla tartışıldığı bir süreçte,
küresel su rezervlerinin durumu ve küresel su kullanım alışkanlıklarının değiştirilmesi
ile ilgili çalışmalar enerji güvenliğinin bir parçası haline gelmektedir. Akarsular, mikroakarsular, büyük nehirler, yeraltı suları ve derin su kaynakları, sadece korunmayı
değil aynı zamanda gelecekteki riskleri dikkate alan doğru kullanım alışkanlıklarının
kazanılmasını da gerektirmektedir. Tarımsal sulama ihtiyacının karşılanmasında bu
alışkanlıkların henüz kazanılmamış olmasından dolayı dünya genelinde çölleşme
riski daha fazla artmıştır. Elektrik üretim amaçlı su kullanımının, kullanıldığı
alanlardaki çevresel koşullar ve mevsimsel su rejimini bozmayacak bir çerçevede
olması gerekmektedir. Bu çerçevede, su kaynaklarının daha verimli kullanımı
temelinde bir su politikasının şu unsurları kapsaması gerekir; potansiyel su arz ve
talep stratejilerinin oluşturulması, suyun akış miktarı ve coğrafi dağılımının
planlanması, altyapı başta olmak üzere suyun son kullanıcıya gidene kadarki tüm
sistemi üzerindeki yatırımların arttırılması ve rehabilitasyon çalışmalarının
gerçekleştirilmesi, siyasi ve idari yönetimlerle birlikte toplumun da su kaynakları ve
kullanımı konusundaki bilinç düzeyinin arttırılması.
Diğer taraftan enerji kullanımı ile su yönetimi birbiriyle bağlantılıdır ve enerji arzı ile
kullanımındaki yeni teknolojiler, su arzı üzerinde de ciddi etkilere sahiptir. Su
sistemlerinin oluşturulmasındaki temel prensipler ise genel olarak dört başlık altında
toplanır: Suyun çıkarılması, nakli ve depolanması; su üzerinde yapılan arıtma dahil
çeşitli işlemler ve dağıtımı; suyun son kullanıcı tarafından çeşitli alanlarda kullanımı;
atık suların biriktirilmesi, farklı amaçlarla yeniden işleme sokulması ve boşaltılımı. Su
kullanımı konusundaki hukuki düzenlemeler de suyun gelecekteki arzı ve
kullanımının çeşitlilik temelinde verimli bir hale getirilmesinde önemlidir. Nitekim su
arz kaynaklarının enerji yoğunluğu, su kalitesinin hukuki düzenlemelerle daha da
önem kazanacağından dolayı, gelecek dönemlerde oldukça artacaktır.
4. ASKERİ ENERJİ GÜVENLİĞİ
Ordular savaş ve barış dönemlerinde sahip oldukları askeri kapasite ve kabiliyetlere
göre ihtiyaç duydukları enerjiyi karşılama noktasında, stratejik bir plana sahiptirler. Bu
stratejik plan, küresel konumlanma ve ulusal imkânlar çerçevesinde askeri enerji
ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlayan bir enerji güvenliği yaklaşımını içerir. Bir ordu
için istenilen zamanda, istenilen askeri davranışları sergileyebilmek amacıyla hareket
kabiliyetinin en önemli unsuru, gerekli enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Askeri
açıdan enerji kaynakları ihtiyacı, enerji güvenliğinin ulusal güvenlik içerisindeki
konumuyla yakından alakalıdır.
Askeri ihtiyaçlar açısından enerji güvenliği, olabildiğince az miktarda ithal enerji
kaynağı kullanmak, yerli enerji kaynaklarının lokalizasyonuna göre veya en uygun
taşınma imkanına göre ve askeri seçeneklerin el verdiği ölçüde birlik konuşlandırma
stratejisini uygulamak, fosil yakıtlara en az düzeyde bağımlı olmak ve mümkün
olduğu kadar alternatif enerji kaynaklarını kullanmaya çalışmak, enerji verimliliğini her
aşamada ve her askeri unsur içinde tam anlamıyla uygulamak, stratejik stok
seviyelerini çok çeşitli lokalizasyonlarda ve yeterli miktarlarda tutmak, sofistike enerji
teknolojilerini ilk maliyetlerinin yüksek olmasına rağmen kullanma imkanına sahip
olmak ve bunu yaygınlaştırmak şeklinde bir kapsama sahiptir. Bu stratejik hedefler
manzumesi, sadece askeri yönetim hiyerarşisini değil, aynı zamanda bu hiyerarşinin
bu yöndeki kararlarının sivil yönetim hiyerarşisi tarafından da desteklenmesini
zorunlu kılar.
Askeri tesislerin inşası veya mevcutların yenilenmesi sırasında, enerji verimliliğini
sağlamak amacıyla azami gayret gösterilmesi ve ilk yatırım sırasında enerji
verimliliğini arttıracak donanımın öncelikli olarak tercih edilmesi gerekmektedir. Barış
zamanlarında durağan harcamalar içerisindeki enerji paylarının düşük tutulması veya
bu yöndeki başarılı bir çalışmayla, savaş zamanlarında ihtiyaç duyulan enerji için
daha yüksek bütçe ve daha fazla enerji stok seviyesinin oluşması sağlanır. Her
ordunun ulusal askeri stratejik konsepti çerçevesinde muhtemel tehditler ve harekât
modelleri bulunur. Sıcak çatışma veya silahlı kuvvetlerin harekât aşamasına
geçmesiyle birlikte enerji ihtiyacı maksimum seviyeye çıkar. Bu nedenle orduların
mevcut askeri stratejik konseptleri ve muhtemel harekât noktalarına uygun olarak,
önceden hızlı ve kesintisiz enerji ihtiyacını sağlamak amacıyla yatırımlar yapması,
askeri enerji güvenliğinin bir parçasıdır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ENERJİ EKONOMİSİ
1.ENERJİ EKONOMİSİNİN ÇERÇEVESİ
Hammadde ve son kullanıcı arasında yer alan enerji kaynakları ve enerji ürünleri,
enerji ekonomisinin çerçevesini oluşturur. Enerji ekonomisi, enerji kaynakları ve
ürünlerinin tedariki, transportu, ticareti ve piyasaları ile ilgilenir. Özellikle enerjinin
günlük hayattaki taleplerini karşılayan ve kontrol eden enerji endüstrilerini, teknolojilerini, enerji ticaretini ve enerji fiyatlarını kapsar. Enerji ekonomisi, genellikle yüksek
miktarlarda ve birincil düzeyde ihtiyaç duyulan enerji ürünleriyle ilgilenir.
Enerji ekonomisi, şirketlerin ve tüketicilerin belirli kurallar ve piyasa yapısı içerisinde
ekonominin genel prensiplerini kullanarak, enerji kaynaklarının arzını, kaynakların
ürünlere dönüştürülmesini, transportunu ve enerjinin kullanımını devam ettirecek
araçları içerir. Enerji ekonomisi, enerji kaynaklarının arzını ve transportunu da
içerecek biçimde enerji endüstrisi ve enerji teknolojileri, ekonominin prensipleri
çerçevesinde çalışan ve hukuki düzenlemeleri içeren enerji piyasaları ile enerji
ticareti başlıkları altında şekillenir. Enerji ekonomisi için sadece güncel olması
açısından değil, enerjiye olan bağımlılığın bir endişesi olarak daima fiyatlar ve fiyat
üzerindeki değişiklikler belirleyici rol oynar. Bu rol, enerji fiyatlarının özellikle siyasi
olarak manipülasyona daima açık olduğu inancını yaratır. Diğer taraftan, enerji
arzındaki tedirginliklere ve küresel rekabet nedeniyle artan yüksek taleplere bağlı
olarak, ticari açıdan enerji fiyatları üzerindeki spekülasyon, artık geleneksel bir olgu
haline gelmiştir.
Küresel ekonominin en önemli ve en büyük dilimlerinden biri enerji ekonomisidir.
Ama enerji ekonomisini küresel ekonomi içinde daha önemli hale getiren sebep,
enerji ihtiyaçlarının tercihten çok bir zorunluluk olmasıdır. Enerji ekonomisi, enerji
ekonomisi içerisindeki kamu ve özel şirketlerin pozisyonlarını sürekli olarak
değiştirmektedir. Rekabetin gelişmesi açısından serbest piyasanın enerji
ekonomisindeki yeri artarken, kamu şirketlerinin bu rekabet karşısında sürekli
sübvanse edilmesi politik tartışmalara neden olmaktadır. Ancak bazı ülkeler için
özellikle yabancı sermaye kontrolü altında olan enerji şirketlerinin, fiyat rekabetini
yüksek fiyat şeklinde yansıtmaları nedeniyle enerji fiyatlarının sübvansiyonu
kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle kamu şirketlerinin enerji ekonomisi içindeki payı,
özellikle pazar tarafında daha fazla yer tutar. Kamu şirketlerinin kaynaklar tarafındaki
rolü ise, özellikle pazar tarafındaki özel sektör şirketlerinin kaynaklar üzerindeki
rekabetini sınırlamaktadır. Ancak enerji kaynakları üzerindeki mülkiyet hakkı ve
işletme hakkı konularındaki tartışmalar bazen bu sınırlamaları zorunlu kılabilir. Bu
konu kitapta Enerji Diplomasi'sinin son bölümünde daha detaylı olarak
yer almıştır.
80
Enerji ekonomisi, bir ülkenin ekonomik büyümesinin motor gücüdür. Verimli ve
rekabetçi bir enerji ekonomisi, bir ülkenin ekonomik büyümesi ve ekonomik
girdilerinin artması için kritik bir unsurdur. Bu nedenle, hükümetler etkili ve rekabetçi
bir enerji ekonomisinin çalışması için vergi, ticaret, endüstri, fiyat, yatırım
ve çevre politikaları gibi konuları araç olarak kullanırlar.
Hükümetler, enerji ekonomisinin istikrarı için ülkelerinin konumlarına göre tedbirler
alır. Ülkeler, enerji kaynaklarının büyük kısmını veya tamamını ithal eden ülkelere
göre yahut enerji ihracatçısı ülkesi olmalarına göre, farklı tedbir modelleri uygularlar.
Enerji ithalatçısı ülkeler için hükümetlerin aldığı en önemli tedbir, arzın kesintisiz, çok
çeşitli ve uygun maliyetlerle olmasını sağlayacak stratejik planlar yapmaktır.
Hükümetler bu planlamaları yaparken, ekonomilerinin büyümelerini ciddi şekilde
etkileyecek büyük fiyat iniş çıkışlarına karşı da küresel gelişmeleri baz alan adımlar
atarlar. Hükümetler arz konusunda tedbirler alırken, sadece kendi ülkeleri ile ilgili
yatırımlar yapmazlar, aynı zamanda tedarik ettikleri ülkelerdeki kaynakların uygun
maliyetle çıkartılması ile ilgili o ülkelere de yatırımlar yaparlar. Enerji ekonomisinin
küresel bir ekonomi olduğunu düşünürsek, enerji ekonomisi açısından yatırım
sorumluluğu hem kaynak ülkeleri hem de pazar ülkelerini kapsar.
Hükümetlerin enerji ekonomisi açısından aldıkları tedbirlerin ikinci aşaması ise,
pazarda ortaya çıkan talebi karşılayabilecek enerji ürünlerini üretmek, ilgili endüstriyel
altyapıyı kurmak ve geliştirmek, verimliliği arttıracak daha ileri teknolojiler üzerinde
çalışmak ve piyasanın işleyişini güçlendirecek ekonomik ve hukuki düzenlemeler
gerçekleştirmektir. Küresel enerji ekonomisinin toplam verimliliği için bu
düzenlemelerin küresel bir benzerlik göstermesi ve yatırımcıların yatırım risklerini en
aza indirgeyecek tedbirlerin alınmasını gerektirir.
Enerji ekonomisinde talep tarafı, hükümetlerin sorumluluğunu daha fazla arttırır.
Talebin kontrolü ekonomik büyümeyi etkiler ama talep, verimli enerji kullanımı ile
daha uygun maliyetler ve arz güvenliğini rahatlatacak sonuçlar doğurur. Bu nedenle
hükümetler, enerji verimliğini teşvik etmek, özellikle yoğun elektrik kullanan endüstri
sektörüne yönelik konut-sanayi lokalizasyon dengesini iyi kurmak ve talep eğrisiyle
enerji arzını daha uyumlu hale getirmek için çalışmalıdır.
Uluslararası Enerji Ajansı'na göre, enerji ekonomisi içindeki yeni yatırımların toplamı
2030 yılına kadar 16 trilyon dolar olacaktır. Öte yandan bu yatırımların % 60'ının
elektrik, % 19'unun petrol, % 19'unun doğalgaz sektörlerinde yer alacağı
vurgulanmaktadır. Buradan da görüldüğü üzere enerji ekonomisi, çok hızlı büyüyen
bir ekonomi olarak küresel ekonominin büyümesini etkileyen önemli bir konumdadır.
Enerji ekonomisi içerisinde özellikle elektrik sektöründeki bu yatırım ihtiyacı, enerji
ekonomisinin endüstriyel ve teknolojik boyutunu ön plana çıkarmaktadır. Enerji
ekonomisindeki bu yatırım projeksiyonu, en fazla gelişmekte olan ülkeler bazında
gerçekleşecektir. Bu durum, enerji ekonomisinin gelişmekte olan ülkelerin ekonomik
büyümeleri üzerinde çok büyük bir etkisi olacağını göstermektedir. Elektrik
sektöründeki yatırım ihtiyacı, bu ülkelerin refah seviyelerinin artmasına ve talepteki
artışlara bağlı olacaktır. Fosil yakıtların geliştirilmesi ile ilgili keşif ve üretime
yapılacak olan yatırım ise, enerji kaynaklarına sahip gelişmekte olan ülkelere
ekonomilerinin
diğer
sektörlerini
etkileyecek
yeni
fırsatlar
sunacaktır.
Enerji ekonomisin bugün ve yakın gelecekteki durumunu anlamak için yatırım,
teknoloji, ticaret ve pazar konuları aşağıdaki başlıklar altında incelenecektir.
2. ENERJİ ENDÜSTRİSİ
Enerji endüstrisi, enerji kaynaklarının çıkartılması ve transportu ile ilgili sanayi ve
teknolojiyi, enerji kaynaklarının ürünlere dönüştürüldüğü sanayi ve teknolojiyi, enerji
ürünlerinin son kullanıcıya ulaştırıldığı teknik altyapıyı içeren endüstriyel bir koldur.
Enerji endüstrisi kapsamlı bir endüstri dalıdır. Geleneksel endüstriyel ekipmanların
yanı sıra, sürekli gelişmekte olan daha spesifik endüstriyel ekipmanları da içerir ve bu
ekipmanların birbiriyle uyumlu entegre bir sisteme sahip olmasını gerektirir. Enerji
endüstrisi, endüstriyel teknoloji ve altyapılarla birlikte, bunlara ilişkin yatırımları ve
yatırımların maliyetlerini de kapsar.
Enerji endüstrisinde en büyük payı, öncelikli enerji olarak kabul edilen petrol,
doğalgaz, kömür ve elektrik sektörü alır. Enerji endüstrisi, küresel çapta sofistike teknolojileri üreten az sayıdaki ana aktör şirketlerin etkisi altında kalmakla beraber, Çin
başta olmak üzere bu teknolojileri üretmeye yeni başlayan birçok ülkenin katkısı ile
daha rekabetçi bir düzeye ulaşacaktır. Enerji endüstrisinde teknolojiyi ilgilendiren
fiyatlar ve sınırlı sayıdaki teknoloji üretim merkezlerinin varlığı, enerji yatırımlarını
geciktirmektedir. Özellikle elektrik sektöründeki yoğun yatırım talebini karşılama
noktasında, enerji endüstrisinde ciddi zorluklar yaşanmaktadır. Bu zorlukların
aşılması için enerji endüstrisinin teknoloji üreticilerini ilgilendiren yeni yatırımların
yapılması kaçınılmaz olacaktır. Ancak bu noktada teknolojinin kalitesini ve uzun
süreli kullanım garantisini riske sokacak yeni gelişmelerin de yaşanması
muhtemeldir.
Enerji endüstrisinin tarihsel gelişimi içinde petrol ve kömür kaynaklarının keşif ve
üretimi ile ilgili çalışmalar temel olmuştur. Özellikle büyük enerji endüstrisinin
doğuşunda petrol, ivmelendirici bir özelliğe sahip olmuştur. Bugün ise doğalgaz,
petrol ile birlikte bu özelliği sürdürmektedir. Öte yandan kömürün likit gaza çevrilmesi
konusuyla ilgili çalışmalar ve kömür kalitesini, çevre sağlığını en az etkileyecek
düzeyde arttırmakla ilgili araştırmalar kömürün enerji endüstrisi içindeki cazibesini de
yeniden öne çıkartmıştır. Kuşkusuz, enerji endüstrisinde en hızlı büyüyen ve
gelecekte de enerji endüstrisi yatırımları dâhilindeki aslan payını alacak olan, elektrik
sektörüdür. Elektrik üretimi yanı sıra elektrik iletim ve dağıtımına ilişkin endüstriyel
yatırımlar, gelişmekte olan ülkelerde istihdam olanaklarını ve ekonomik büyümeyi
arttırırken, bu teknolojiye sahip olan ülkelerde de ihracat rakamlarını pozitif yönde
etkilemeye devam edecektir.
Petrol Endüstrisi
Küresel enerji ekonomisi içinde en büyük paya sahip olan petrol, çok büyük ve çok
çeşitli bir petrol endüstrisini oluşturmuştur. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin
enerji ekonomilerinde en fazla kullanım yerine sahip olmasından dolayı petrol
endüstrisi, aynı zamanda bu ülkelerde oldukça gelişmiş bir altyapı sistemini ve ileri
teknolojiyi barındırır.
Petrol, ürün haline gelmeden önce, çıkartıldıktan sonra fiziksel, kimyasal ve termal
işlem görmek üzere rafinerilere gönderilir ve burada bitmiş ürünlere dönüşür. Bu
ürünlerin % 90'ı benzin, uçak yakıtı, LPG, kerosen gibi ürünler olurken, rafineriler
aynı zamanda petrokimyasallar, asfalt ve yol petrolü gibi yakıt dışı ürünler de üretir.
Petrol endüstrisinde temel olarak iki sektör vardır, upstream ve downstream.
Upstream sektörü, petrolün çıkarılmasını ve rafine edilmesini içerirken, downstream
sektörü ısınma amaçlı petrol ve gaz istasyonlarına ürünü teslim etmeyi içeren
operasyonel bir ticari aşamayı kapsar.
Upstream sektörünün iki çalışma alanı mevcuttur; sondaj ve petrol sahası hizmetleri.
Sondaj, gerçekten sofistike bir sondaj endüstrisi tarafından sağlanır. Son derece
uzman ve çok az sayıda olan görevlileriyle, karada, denizde, göllerde ve çok derin
sularda petrol arama ve çıkartma hizmetlerini veren platformları barındıran bu sektör,
uzun vadeli kontratlarla çalışır. Sondaja destek veren petrol sahası hizmetleri ise,
temelde üretim, onarım petrol çıkarma ve transportu için gerekli ekipmanlarının
sağlanmasını kapsar. Sondaj ve petrol sahası hizmeti veren şirketler, tıpkı diğer
endüstrilerde olduğu gibi enerji endüstrisindeki hızlı fiyat inişi ve çıkışlarından, petrol
talebinin artış ve inişinden doğrudan etkilenirler. Çünkü petrol fiyatının içinde sondaj
ve petrol sahası hizmetleri maliyetleri çok önemli yer tutar. Maliyetler fiyatları
karşılayamayacak bir noktaya geldiğinde ya da karı azalttığında, petrol yatırımları
yavaşlamaya başlar. Petrol arama yatırımlarında her zaman pozitif bir sonuç elde
edilmez. Bu nedenle petrol fiyatları düşükken arama yatırımları daha sınırlı ve daha
yavaş artmakta, petrol fiyatları yükseldiğinde ise elde edilecek kazancın yüksekliğine
bağlı olarak daha fazla arama yatırım riski alınmaktadır.
Petrol rafineri endüstrisinde, talep artışına bağlı olarak daha fazla ve daha hızlı
yatırım beklenmektedir. 2030'a kadar petrol rafineri endüstrisinin % 70'ten daha fazla
büyüyeceği beklenmektedir. Yeni yatırımlar için iki farklı lokalizasyon söz konusu
olacaktır. Bunlardan ilki, özellikle pazara daha yakın olması ve transport maliyetini
düşürmesi açısından pazar ülkelerdeki rafineri yatırımları. İkincisi ise, özellikle petrol
kaynaklarına sahip ülkelerdeki gelişmekte olan ekonomiye ve artan nüfusa bağlı
olarak kaynak ülkelerdeki rafinerileri yatırımı. Her iki lokalizasyona yapılacak olan
yatırımlar, o ülkelerdeki ve bölgesel pazarlardaki ürün çeşitliliğine göre bir seyir
izleyecektir. Küresel enerji ekonomisi içerisinde 709 adet petrol rafinerisi olup,
bunların 175'i Avrupa'da, 12'si Orta Asya'da, 47'si Ortadoğu'da, 44'ü Afrika'da, 187'si
Asya- Pasifik'te ve 244'ü Kuzey ve Latin Amerika bölgesindedir.
Geleneksel petrol şirketlerinin öncülüğünde gelişen ve bugün hala bu şirketlerin
önemli oranda etkisinde kalan petrokimya endüstrisi, enerji endüstrisinin en fazla
genişleyen ve diğer kimyasal endüstrilerle entegre olan bir yapı içerisindedir.
Petrokimya endüstrisi, artan fiyatlarla, plastik sektöründe ve özellikle geri
dönüşümden kazanımın daha fazla artması gibi nedenlerle nispi bir yavaşlama
içerisine girmiştir. Ancak petrokimyasallara olan ihtiyaç ve bu ürünlerin diğer kimyasal
endüstrilerle olan entegre ilişkisi, petrokimya endüstrisinin farklı bölgelerde
büyümesini ve gelişmesini devam ettirmektedir.
Gelecek yıllarda, özellikle Ortadoğu ülkelerinde, ardından Çin ve Hindistan'da
petrokimya endüstrisi yatırımları büyüyecektir. Geleneksel küresel petrol şirketlerinin
bu bölgelerdeki yatırımları, buralardaki yerel şirketlerle birleşerek veya işbirliği
halinde büyüyerek devam edecektir. Ortadoğu ve Asya'daki bu yatırımlar, petrokimya
endüstrisindeki ürün kapasitesini ve ürün çeşitliliğini farklılaştıracaktır. Bu durum, yeni
aktörlerin tercihlerinin de etkisinde gerçekleşecektir. Küresel enerji ekonomisindeki
gelişmelere bağlı olarak, ulusal petrol ve petrokimyasal şirketlerin önemi ve enerji
ekonomi içerisindeki ağırlığı artacaktır. Nitekim 2006'da kimyasal ürünler piyasasında
% 17 paya sahip olan ulusal şirketlerin, 2015'deki paylarının % 25'e çıkması
beklenmektedir. Bahsedilen ulusal şirketlerin çoğunluğu hem Ortadoğu gibi zengin
doğal kaynaklara sahip ülkelerde hem de Çin gibi talebi yüksek olan ülkelerdedir.
Doğalgaz Endüstrisi
Petrolün gölgesinde gelişen ve bugün öncelikli enerji kaynakları arasında en hızlı
büyüme gösteren doğalgaz, hızlı bir şekilde kendi endüstrisini geliştirmektedir.
Başlangıçta en basit şekilde arama, üretim ve transportu kapsayan doğalgaz
endüstrisi, artan hızlı talebe bağlı olarak daha karışık bir hal almaya başladı. Binlerce
kilometre uzunluğundaki uluslararası boru hatları, yüzlerce LNG gemisi, dev yükleme
ve indirme terminalleri ile depolama tesisleri ve enerji üretiminde daha fazla
kullanılması, devasa bir endüstrinin oluşmasına neden oldu. Doğalgaz endüstrisi,
doğalgazın arama ve çıkartma aşamasından başlayıp, gazın prosesini sağlayan gaz
rafinerilerini, boru hatlarıyla ve LNG yoluyla taşınmasını, en küçük miktarları bile
taşıyacak dağıtım şebekelerini ve elektrik sistemi gibi başka bir ürüne geçişle ilgili
teknolojileri kapsar.
Arama ve üretimde çalışan şirketler, petrol ve gazı genelde bir bütün olarak
görmekte, plan ve çalışmalarını da bu çerçevede yürütmektedirler. Petrol fiyatlarında
olduğu gibi doğalgaz fiyatları da yatırımlar için belirleyicidir. Doğalgaz endüstrisinin
gelişimi, gaza olan yüksek talep ve doğalgaz kaynaklarına sahip ülkelerdeki cazip
yatırım imkânlarıyla yakından ilişkilidir. Doğalgazın transportunda LNG önemli bir
endüstriyel teknolojiyi gerektirmektedir. LNG yükleme ve boşaltma terminalleri,
kapsamlı bir teknolojiyi ve büyük bir maliyeti beraberinde getirmiştir. Artan doğalgaz
talebine bağlı olarak, gelecek yıllarda LNG yükleme boşaltma terminallerinin sayısı
da artacaktır. CNG gemilerinin de yerel pazarlarda önemli bir yer tuttuğu herkes
tarafından bilinmektedir. Bununla beraber yakın gelecekte boşaltma ve yükleme
sistemlerini üzerinde barındıran yeni tip LNG gemileri daha fazla kullanılmaya
başlanacaktır.
Doğalgaz endüstrisinde 1960'lardan itibaren maliyetler, gelişen teknolojilere bağlı
olarak hızla düşmüştür. Gelecek yıllarda ise teknolojik gelişmelere ve yatırımlara
bağlı olarak bu düşüşün devam etmesi kaçınılmaz olacaktır. Örneğin 1960'larda
gazın sıvılaştırılması için kurulacak bir tesise yapılacak yatırım miktarı 550 dolar
ton/yıl iken, 2006 yılında 200 dolar ton/ yıl olmuştur. Yine bir LNG tankerinin inşa
maliyeti 1995-2000 arasında 250 milyon dolar iken, 2002-2003 yılları arasında 155
milyon dolara kadar düşmüştür. 2010 yılı sonunda ise, transport maliyetinde genel
olarak %20-25 oranında bir düşüş de beklenmektedir. Bugün 140.000 metreküp
kapasiteye sahip olan standart LNG gemileri, 2008'den başlayarak yeni nesil LNG
gemileri ile birlikte 250.000 metreküp ve üzeri kapasiteye çıkmaya başlamıştır.
Elektrik ve gaz sektörlerinde liberalizasyon, LNG pazarının daha rekabetçi ve daha
hızlı bir şekilde büyümesine katkıda bulunacaktır.
Elektrik Endüstrisi
Elektrik endüstrisi, elektriğin üretimini, iletimini, dağıtımını içeren teknolojileri,
malzemeleri, işletim sistemini ve diğer yan endüstrileri kapsar. Elektrik endüstrisi,
modernleşmenin ve refahın bir göstergesi olarak elektrik arz ve talebi büyüdükçe
gelişen, arz ve talebi daima büyüyecek olan ve bu nedenle enerji içerisinde en fazla
endüstriyel yatırımın yapıldığı ve yapılacağı alandır.
Elektrik talebi, zorunlu ihtiyaçlarla sınırlı bir talep değildir. Zenginlik ve refah düzeyi
artıkça bireylerin kullandığı teknolojiler artmakta ve bu teknolojilerin kullanımında
gerekli olan elektrik talebi de daima ve daima artmaktadır. Tüketim alışkanlıkları
değiştikçe, özellikle konutlarda yeni konfor araçları bazen ekonomik büyümeden
daha da fazla bir tüketim trendi olarak yaygınlaştıkça, elektrik talep projeksiyonları da
tasarlanan ekonomik büyüme projeksiyonlarından daha fazla artabilmektedir.
Elektrik endüstrisi üç ana başlık altında toplanmaktadır: Enerji kaynağının elektrik
enerjisine dönüştüğü elektrik üretim sektörü, üretilen elektriğin son kullanıcıya kadar
ulaştırıldığı iletim ve dağıtım sistemi, yatırımların finansmanı açısından önemli bir
etkisi olan elektrik ticareti. Elektrik üretim sektörü, doğalgaz elektrik santralleri,
kömürle çalışan termik santraller, nükleer elektrik santralleri, hidroelektrik santralleri
ve diğer yenilenebilir kaynaklarla çalışan elektrik santrallerinden oluşur. Bu
santrallerin her biri, teknoloji, kullanılan enerji kaynağı ve işletme sistemi ile dev bir
endüstriyel sahadır. Büyük yatırım maliyetlerine sahip olan santraller olduğu gibi
mikro-hidroelektrik santralleri gibi daha küçük çaplı maliyet gerektiren tesisler de
bulunmaktadır. Elektrik üretim sektörü, elektrik endüstrisinin birincil basamağıdır.
Genellikle bu sektöre yatırım yapanlar, daha yüksek kar ve daha yüksek fiyat
seviyeleri elde etmek için iletim ve dağıtım sektörüne de sahip olmak isterler. Ancak
elektrik endüstrisi monopol bir sektördür ve tamamına sahip olmak piyasa monopolu
olmak anlamına gelir. Bu nedenle küresel elektrik sektörü, üretim, iletim, dağıtım ve
ticaretin özel sektördeki tek bir şirket tarafından kontrol edilmesinin sakıncalı olduğu
kanaatindedir.
Elektrik üretim sektöründe en önemli unsurlarından biri de santrallerin kurulması için
gerekli olan teknolojilerdir. Bu santraller, küresel çapta az sayıda firmanın geliştirdiği
sofistike ve spesifik teknolojilerle inşa edilir. Elektrik talebindeki yoğun artış
nedeniyle, elektrik üretim santralleriyle ilgili yeni inşa ve rehabilitasyon
çalışmalarında, bu teknolojilere ilişkin bir arz sıkışması yaşanmaya başlanmıştır.
Teknoloji geliştikçe yeni elektrik üretim santrallerinin kurulumlarıyla ilgili birim
maliyetler de düşme eğilimindedir.
Genellikle elektrik iletim altyapısı, elektrik arz güvenliği bölümünde vurgulandığı gibi,
kamu tarafından maliyetleri karşılanan ve kamunun mülkiyetinde olması daha doğru
bulunan bir sektördür. Elektrik dağıtım şebekesi, talebe göre şekillenmektedir. Artan
elektrik talebi, elektrik dağıtımına olan yatırımı da arttırmaktadır. Elektrik iletim ve
dağıtımı için geniş bir ürün sepeti var olup, birim fiyat olarak daha düşük olmakla
birlikte, kullanılan ürün sayısındaki fazlalık, bu sektörü canlı tutmaktadır. Elektrik
endüstrisinde iletim ve dağıtım altyapısı dâhil olmak üzere en kritik problem, tekel
konumunda olan firmaların teknolojilerini ve ürünlerini daha yüksek fiyatlarla
satmasıdır.
Elektrik, stok edilemez. Bu nedenle elektrik üretildikten sonra fiyat üzerinde herhangi
bir stok baskısı yoktur. Ancak özellikle petrol, doğalgaz ve kömür gibi elektrik üretimi
için kullanılan yakıtlardaki stok sistemi, elektrik fiyatları üzerinde bir baskı
yaratabilmektedir. Uzun dönemli kontratlarla fiyat aralığı ve daha fazla minimize
edilmiş enerji kaynağı tedariki, elektrik üretim fiyatı üzerinde olumlu etki
yaratmaktadır. Ancak elektrik piyasasında beklenmedik düzeyde artan talep eğrileri
karşısında, uzun dönemli kontratlar dışında spot piyasa alımları yapılmakta ve bu da
elektrik üretim fiyatlarını ciddi şekilde arttırmaktadır.
3. ENERJİ PİYASALARI VE ENERJİ TİCARETİ
Enerji piyasaları, enerji kaynaklarının ve ürünlerinin arz-talep dengesi içerisinde
hareketlerini ve ticari pazarlarının işleyişini düzenlemek, denetlemek ve kontrol etmek
üzere gelişmiştir. Enerji piyasası, ülkeden ülkeye değişen özellikler taşır. Enerji
piyasası, tamamen enerji kaynaklarının arz-talep sonucuna göre hareket etmez. Aynı
şekilde enerji ürünlerinin arz-talep ilişkisi de enerji piyasalarını tamamen şekillendiren
bir unsur değildir. Enerji piyasalarının en önemli özelliği, gelecek projeksiyonlarına
göre hareket etmeleridir. Bir yandan mevcut işleyişin kurallarını belirleyip, kurumlar
tarafından kontrol ve denetimini sağlarken, diğer taraftan enerji ticaretinin
görünmeyen nedenler yüzünden fiyat belirleme yeteneğini de saklı tutar.
Enerji piyasaları, petrol piyasası, doğalgaz piyasası, kömür piyasası ve elektrik
piyasası olmak üzere dört temel başlık altında toplanmıştır. Elbette diğer enerji
kaynakları ve ürünleri için piyasa seçenekleri de mevcuttur. Ancak enerji piyasaları,
öncelikli enerji kaynakları tarifindeki bu dört başlık çerçevesinde kurumsal olarak
gelişmektedir.
Enerji piyasaları, küresel enerji pazarına büyük yatırımlar yapılmasını gerekli
kılmaktadır. Ancak yatırımcılar bu yatırımların, enerji ticaretinin daha karlı ve daha
güvenli bir hale gelmesiyle mümkün olacağını savunmaktadırlar. Bu durum enerji
fiyatlarının daha da yükselmesine neden olacaktır. Asıl sorun, enerji fiyatlarının ne
zaman ve hangi seviyede dengede olacağıdır. Bu sorunun cevabı, tek başına enerji
piyasalarında bulunamayabilir. Çünkü enerji piyasalarının gelişimi hem çok hızlı
olmakta hem de küresel rekabetin artmasına bağlı olarak henüz tam anlamıyla bir
dengeye ulaşması gecikmiş durumdadır.
Enerji piyasalarının gelişimi, özelleştirme ve küreselleşme ile paralel olarak
hızlanmıştır. Özelleştirme ve küreselleşmenin enerji piyasalarının gelişimine katkısı
her zaman pozitif yönde olmamıştır. Özelleştirme zamanlarında gerçek değer ile fiyat
arasındaki farklar, bazen kamu lehine bazen de piyasa lehine sonuçlanmıştır. Birçok
ülkede başarılı özelleştirmeler, birkaç yıl sonra enerji fiyatları üzerinde ciddi kırılmalar
yaratmış ve özelleştirmelerin başarısını sorgular hale getirmiştir. Özelleştirmelerin
temel amacı, rekabet yoluyla daha ucuz fiyatların ortaya çıkmasını sağlamaktır.
Ancak bu konu küresel çapta hala tartışmalıdır. Acaba özelleştirmeler, bireylere fiyat
avantajı olarak mı dönmelidir yoksa fiyatların belirli oranda yükselmesi karşılığında
kamu bütçesi üzerindeki maliyetler en az seviyeye mi düşmelidir?
Kamunun fiyat üzerindeki sübvansiyonu, bütçede daima bir yük olarak büyüyerek
devam eder. Ama özelleştirme yoluyla hem elde edilen gelir bütçedeki diğer
kalemlerin maliyetini karşılar hem de bütçedeki yatırım maliyetini düşürür. Kamunun
enerji ekonomisi içindeki payının özelleştirme yoluyla azaltılması ile ilgili bu
tartışmalar, bireyler açısından riskli ve şüpheli bir durum yaratır. Enerji piyasalarının
gelişiminde bu riskli ve şüpheli durum, küresel çapta tek dünya düzenini
geciktirmekte ve böyle bir tek dünya düzenine karşı politik itirazları arttırmaktadır.
Liberalleşme, enerji piyasalarının gelişiminde çok etkilidir ve liberalleşme arttıkça
küresel enerji pazarı da büyüyecektir. Küresel enerji pazarının büyümesi ve enerji
piyasalarının gelişmesi, küresel ekonomiye ve ulusal ekonomilere katkı sağlayacaktır.
Ancak liberalleşme, enerji fiyatları üzerinde beklenen olumlu etkiyi yani düşüşü
sağlamayacaktır. Çünkü özel sektörün ilk yatırım maliyetleri daha yüksek risk
faktörlerini barındırdığından, uzun vadeli fiyat garantisi talebi, fiyatları belirli bir
düzeyde tutmaya devam edecektir. Öte yandan uzun vadeli fiyat garantisinin
olmadığı alanlarda yatırımcının riski, fiyatların üstüne eklenecektir.
1990'ların başlarından itibaren ortaya çıkan yeni uluslararası düzen, kurumsal bir
sistem olarak gelişmek yerine, piyasa araçlarının baskın olarak kullanıldığı bir acil
entegrasyon yaklaşımına dönüştü. Bu yaklaşım, özellikle petrol ve gaz üreten ülkeleri
zayıf bir uluslararası ilişkiler halkasının parçası haline getirdi. Bu zayıflık, Çin,
Hindistan, Rusya ve İran gibi ülkelerin Batının enerji piyasaları ile ilgili beklentilerini
ters yönde etkilemeye başladı. Bu negatif etkileşim, kurumsal bir uluslararası sisteme
geçmeyi şimdilik engellemiş durumdadır. Bu süreç böyle devam ederse, ABD'nin ve
AB'nin petrol ve gaz kaynaklarına erişimi noktasında yeni zorluklar ortaya çıkabilir.
Bu zorlukların en çok bankalar, finans şirketleri ve enerji piyasasının aktörleri
üzerinde hissedilmesi beklenmektedir.
Küreselleşmenin olumsuz algılamalarından biri de ulusal ekonomilerin yatırım
politikalarındaki tercihlerin baskı altına alınması noktasıdır. Sadece verimlilik ve
rekabet koşulları içerisinde yatırım yapma trendi, ulusal ekonomilerin geleneksel
rollerini ve hedeflerini zora sokmaya başladı. Özellikle genç nüfusa sahip gelişmekte
olan ülkeler için bu durum oldukça kötü ekonomik sonuçlara yol açtı. Bu ülkelerdeki
enerji piyasalarında enerji ekonomisi içindeki yatırımlar da bu olumsuz sonuçlardan
etkilenmeye başladı. Gelişmekte olan ülkelerdeki enerji piyasalarında yeterli yerli özel
sektör yatırım gücü olmadığından dolayı, küreselleşme ve serbest piyasa
koşullarında kamunun rolünü paylaşabilecek yabancı yatırımcı sayısı çoğu kez
istenilen düzeye ulaşamadı. Ortaya çıkan açığın kapatılmasında kamunun yükü
artarken, küreselleşmenin siyasi baskıları nedeniyle bu ülkelerde çeşitli siyasi
istikrarsızlıklar baş gösterdi. Bu tür riskleri gören Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler,
küreselleşme konusunda daha zayıf davranışlar sergileme trendine girdiler. Bu yeni
trend, gelecek yıllarda bu ülkelerdeki enerji piyasalarının gelişimini de etkileyecektir.
ABD enerji piyasaları, ABD'nin 2001 sonrası politikalarından etkilenmeye başlamıştır.
ABD, enerji kaynaklarının yoğun olduğu bölgelerde yeni ve büyük siyasi- ekonomik
riskleri yüklenirken, aynı zamanda küresel enerji güvenliğindeki rolünü de doğrudan
arttırmış oldu. Fakat bunu yaparken, bütçe açığının genişlemesi, ödemeler
dengesinin bozulması ve ekonomisinin Asya fonlarına daha fazla bağımlı bir hale
gelmesiyle, finansal sistemi ve ekonomik geleceği de ciddi risk altına girmiş oldu. Bu
risk, ABD'nin küresel enerji pazarındaki konumunu da negatif yönde etkilemeye
başladı.
Küresel enerji piyasalarını en fazla etkileyen konuların başında petrol fiyatları geliyor.
Aslında petrol fiyatları, ulusal ve uluslararası siyasi gelişmeler, ekonomik değişimler,
enerji piyasalarındaki uzun ve kısa dönemli faktörler ve gelecekteki arza ilişkin
psikolojik algılamalarla şekillenmektedir. Teknik olarak arz ve talep, transport, yatırım,
rezerv, rafineri kapasitesi ve parasal gelişmeler, petrolün jeopolitik faktörleriyle birlikte
petrol fiyatlarını aşağı ve yukarı yönde etkiler. Son yıllarda petrol talebinde AsyaPasifik pazarı ile ABD pazarının rekabetindeki müthiş artış, günlük yedek petrol
kapasitesinde ciddi düşüş ve petrol upstream sektörü üzerindeki yatırım azlığı, petrol
fiyatlarının hızlı bir şekilde yükselmesine neden oldu. Yükselen petrol talebini ve
dünyada satılan günlük petrolün % 80'ini Rusya, Batı Afrika ve Ortadoğu/Körfez
ülkelerinin karşılaması bekleniyor. Bu bölgelerdeki siyasi istikrar, yatırım ortamının
güvenliği ve gerekli yatırımların zamanında yapılması, fiyatların istikrarı açısından
çok belirleyici olacaktır.
Güvenli bir enerji piyasası nasıl mümkün olur? Küresel enerji piyasalarının güvenlik
sorunları, ancak kamu sektörünün ve özel sektörün birlikte sorumluluk alması ve
riskleri birlikte yüklenmesiyle aşılabilir. Kamu ve özel sektörün birlikte çalışması ise,
hukuki altyapısı güçlendirilmiş ve ticari kuralları tam anlamıyla benimsemiş bir enerji
piyasası ortamıyla mümkün olur. Ancak enerji piyasaları konusunda küreselleşme,
hammadde erişimindeki riskler, siyasi engeller ve başka nedenlere bağlı olsa da
enerji kaynakları jeopolitiğindeki askeri tehditler, bölgesel ve küresel enerji
piyasalarının sağlıklı çalışmasını engellemeye devam etmektedir.
Enerji piyasalarının gelişimi, enerji ticaretinin daha geniş alanlara ve aktörlere
yayılmasıyla güçlenecektir. Özellikle finansal piyasaların enerji piyasalarına ve enerji
ticaretine yatırım yapma konusunda daha fazla ikna edilmeleri gerekmektedir.
Küresel enerji piyasaları için Enron'un çöküşü sonrası finansal piyasaların ikna
edilme süreci daha zor olmaktadır. Bu zorluğun anlaşılabilir nedenleri vardır. Enerji
yatırımları, daha uzun vadeli yatırımlar olup, geri dönüş imkânları farklı riskleri de
barındırmaktadır. Her ne kadar uzun vadeli bir kontrat içerisinde geri dönüş miktarları
ve zaman cetveli finansal piyasaların istediği şekillerde oluşsa da, enerji yatırımının
karşılaşacağı diğer riskler nedeniyle, yatırımın tamamen zararla kapanması ve bu
zararın finansal piyasalar üzerine de bir yük getirmesi mümkündür.
Peki ama sürekli gelişen ve büyüyen, yüksek seyreden fiyatlarla karlılığı devam eden
enerji piyasalarında zarar etmek nasıl mümkün olabiliyor? Bunun çok çeşitli nedenleri
mevcut ama cevap olması açısından bazı somut örnekler verilebilir. Özellikle petrol
ve gaz arama-üretim yatırımları büyük riskler taşır. Milyonlarca dolar harcandıktan
sonra, arama bölgesinin yeterli rezerv barındırmadığının anlaşılması veya var olan
rezervin toplam maliyetleri karşılayamaması ya da arama-üretim maliyetlerinin
çıkarılacak olan petrol ve gazdaki fiyatların düşmesi sebebiyle bir yük haline dönmesi
yüzünden, söz konusu yatırım zararla kapatılabilir. Bu tür yatırımların bir kısmı öz
kaynakla olmakla birlikte, bir kısmı da finansal piyasalardan alınan krediyle veya
finansal piyasalardaki bazı aktörlerin yatırıma doğrudan ortak olmasıyla
gerçekleşmektedir. Böyle bir zararın büyüklüğü finansal piyasaları ürkütmek için
yeterlidir.
Başka bir örnek de elektrik sektöründen verilebilir. Bir ülkede yüksek seyreden
elektrik talebi ve iyi fiyat, elektrik üretimi için yatırımı cazip kılar. Yatırımcı, mevcut
enerji kaynağı, fiyatları ve tahmin projeksiyonlarına göre bir elektrik fiyat aralığı
oluşturarak, o ülkenin elektrik piyasasında uzun vadeli fiyat kontratı karşılığı veya
elektrik piyasasındaki yüksek fiyatın cazibesiyle yatırımını gerçekleştirir. Örneğin beş
ile on yıl sonunda yatırım maliyeti karşılanan bir projenin, başlangıcından iki yıl sonra
enerji kaynağı fiyatı kontrol edilemez şekilde yükselirse ve uzun vadeli fiyat
kontratının esnekliği bu artışı karşılayamazsa, ortaya çıkan zarar, yatırımcı, o
yatırımcının kreditörü ve finansal piyasalar için öldürücü bir yük haline gelir. Bu tür
deneyimlerin yaşanması, enerji piyasalarındaki riskleri finansal piyasa aktörleri için
çok önemli hale getirmektedir. Ama aynı zamanda küresel çapta en iyi, uzun süreli,
yüksek seyreden ve cazip karlar sunan enerji piyasasına yatırım yapmaktan uzak
kalmak da gerçek bir aktör için kabul edilemez. İşte bu yüzden enerji pazarındaki
aktörler, büyük riskleri yüklenebilecek kadar tecrübeye ve finansal büyüklüğe sahip
şirketlerdir.
Petrol Piyasası
Petrol fiyatlarında kısa ve uzun dönemde beklenen artışın bir sonucu olarak, OPEC
üyesi olmayan ülkelerdeki petrol üretiminin artması beklenmektedir. Nitekim 2030 yılı
için OPEC dışı ülkelerin petrol üretiminin günlük 12 milyon varil olacağı
öngörülmektedir. Yine bu çerçevede konvansiyonel olmayan petrol üretiminin artış
eğiliminde olacağı da öngörülmektedir. Petrol fiyatlarının belirsizlikler ve yatırım
ihtiyaçlarının karşılanmamasına bağlı olarak, 2030'a kadar belirli bir süre düşüş
yaşaması ve ardından tedrici olarak artması da beklenmektedir.
Petrol piyasaları için üç önemli risk vardır: Ani arz kesintisi, yükselen ve
karşılanamayan talep açığı, mevcut küresel finansal sistemin çökmesi. Arz kesintisi,
siyasi ve askeri nedenlerin yanı sıra, aynı anda çok sayıda üreticinin petrol arzını
durdurmasıyla veya teknik sorunlardan ve doğal afetlerden dolayı ortaya çıkabilir.
Talep açığı ise, küresel veya bölgesel rekabetin arz projeksiyonlarına bakılmaksızın,
siyasi ve askeri sebeplerle öngörülmeyen artışından kaynaklanabilir. Mevcut küresel
finansal sistemin çöküşü veya büyük bir krize girmesi, gelişmiş ekonomilerin taşıdığı
ve gerçekleşmesi fazla öngörülmeyen mevcut ekonomik yapısal risklerin kontrol
edilemez bir finansal depreme yol açması ile ortaya çıkabilir.
Küresel petrol ticareti, 2006 yılında bir önceki yıla göre % 2.7 artarak, günlük 52
milyon 561 bin varil ithalat ve ihracat gerçekleşmiştir. Küresel petrol ticaretindeki
ithalat ve ihracat işlemi 2009 yılında önceki yıllara göre artış göstererek günlük 55
milyon varil dolaylarında gerçekleşmiştir. 2030 yılında küresel net petrol ticaretinin ise
yaklaşık 70 milyon varil/gün'e ulaşacağı öngörülmektedir. Petrol piyasalarının küresel
ekonomi açısından en büyük önemi, petrol fiyatının neredeyse tüm küresel fiyatların
annesi konumunda olmasıdır.
Doğalgaz Piyasası
Enerji kaynaklarının tüketimini ve toplam enerji kaynakları içerisindeki payını
değiştiren faktörler arasında, enerji verimliliği arayışları ve daha temiz enerji kaynağı
beklentisi önemli rol oynamaktadır. Bu bağlamda doğalgazın toplam enerji kaynakları
içerisindeki payı giderek artmakta ve doğalgaz piyasasının hacmi genişlemektedir.
Doğalgaz piyasasındaki fiyat rekabeti arttıkça, doğalgazın kullanım payı da
artacaktır. Ancak doğalgaz piyasasında fiyat rekabeti için henüz yeterli kaynak
çeşitliliği, arz edilebilir rezerv imkânları ile daha ucuz ve daha geniş transport ağı
yeteri kadar gelişmiş değildir. Birçok ülkedeki doğalgaz rezervlerine, siyasi ve askeri
nedenlerden ötürü yeterli ölçüde yatırım yapılamamaktadır. Doğalgaz rezervlerindeki
yatırım oranı arttıkça, küresel doğalgaz piyasalarında özellikle bölgesel fiyat
rekabetleri de artacaktır. Küresel enerji piyasalarındaki büyüme potansiyeline bağlı
olarak, doğalgaz piyasalarının gelecek 20 yıl boyunca yıllık % 7 oranında büyümesi
beklenmektedir. Asya-Pasifik'teki LNG talebinin 2020'lerde düşmesine paralel olarak,
doğalgaz piyasalarının büyümesinde de bir durağan seyir öngörülmektedir. Doğalgaz
piyasasında fiyatlar, giderek petrol fiyatlarını takip eden bir seyir izlemektedir. Öte
yandan doğalgaz fiyatlarındaki mevsimsel iniş ve çıkışlar, doğalgaz piyasalarının
geleneksel bir karakteridir. Doğalgazın stok kapasitesi de, doğalgaz piyasalarındaki
fiyatlar üzerinde etkili bir rol oynamaktadır.
Doğalgaz piyasalarındaki en önemli sorun, doğalgaz üretiminin geleneksel bir norma
kavuşmamasıdır. Doğalgaz rezervleriyle ilgili çalışmalar, ispatlanmış rezervler
bağlamında henüz yeterli bir seviyede değildir. Diğer taraftan, rezervlerin kapasiteleri
ve bu rezervler üzerindeki yatırımlar son derece geriden gelmektedir. Doğalgazla ilgili
yatırım eksikliklerin giderilmesinde gelecek dönem için devlet şirketlerinin payı ve rolü
daha fazla artacaktır. Bu durum, doğalgaz piyasasında daha fazla politize olmuş bir
gaz ticaretine neden olacaktır.
Öte yandan, doğalgaz üreticisi ülkelerin, doğalgaz arzının düzenlenmesiyle ilgili
OPEC tarzı bir kurumsal yapıya olan ihtiyacı henüz giderilmemiştir. Elbette arz-talep
ilişkisine göre, her ülke küresel doğalgaz piyasasındaki konumunu belirler. Ancak
arzın talebi dengeleyebilmesi, talebin de arz projeksiyonlarına göre bir krize neden
olmayacak seviyede sürebilmesi için uluslararası kurumsal bir teşekkül ihtiyacı
giderek daha fazla tartışılmaktadır. Böyle bir gaz OPEC’ inin kurulması, küresel
doğalgaz piyasaları açısından olumlu olsa da özellikle Rusya ve İran'ın, ABD ile
politik çatışmalarında böylesi bir yapıyı baskı aracı olarak kullanacağı beklentisi
itirazlara neden olmaktadır.
Doğalgazın elektrik üretimindeki payı hızla artmakta ve bu hem doğalgaz fiyatlarını
yukarı çekmekte hem de doğalgazda arz açığı beklentilerine neden olmaktadır. Tüm
bunlara rağmen doğalgazın elektrik üretimindeki payı giderek artacaktır ve bu durum
daha fazla yaygın hale gelen konutlardaki doğalgazla ısınma maliyetlerini de
arttıracaktır. Nitekim son beş yılda üç katından daha fazla artış gösteren doğalgaz
fiyatlarının yükselme trendi gelecek yıllarda da devam edebilir. Zaman zaman
yaşanan küresel ve bölgesel ekonomik krizler doğalgaz tüketimini düşürse de, kısa
vadeli fiyat düşüşlerine rağmen doğal gazın etkili rolü zayıflamamaktadır.
Kömür Piyasası
Kömür piyasası, tarihi geçmişi itibariyle en fazla kurumsallaşmış ve kömürün kolay bir
şekilde talep edilen yere ulaştırılabilmesi nedeniyle ticaret altyapısı en fazla gelişmiş
olan bir piyasadır. Kömür fiyatları petrol ve doğalgaza nazaran oldukça düşük
seyretmektedir. Enerji yoğun endüstriler ve elektrik üretimindeki vazgeçilmez rolü
nedeniyle kömür piyasasının geleceği istikrarlı bir şekilde büyüyerek devam
edecektir. Dünyadaki en büyük enerji piyasaları kömüre bağımlıdır ve muhtemel
enerji krizlerinde kömür adeta bir cankurtaran simidi görevi görür. Petrol ve gaz
rezervleri siyasi ve fiyat manipülasyonuna karşı çok hassastır; nükleer enerji ise
kamu bütçelerinin izin verdiği ve toplumun tepkisinin ölçüsü kadar bir esnekliğe
sahiptir; rüzgâr enerjisi ise genellikle beklenilen performansı göstermekten uzak kalır.
Oysa kömürün geniş rezervleri, güvenli ve kolay erişilebilir olma özellikleri vardır. İşte
bu nedenle kömür piyasaları, elektrik piyasalarının ikiz ve yapışık kardeşidir.
Küresel kömür pazarında önemli değişiklikler yaşanmaya başlandı. Kömür
piyasalarının canlanmasında, bir yanda kömüre yönelen acil ve artan talep, diğer
yanda ise kömür üreticisi ülkelerin ortaya çıkması önemli rol oynamıştır. Birbirine
bağlı iki kömür piyasası ön plandadır; Elektrik üretiminde kullanılan steam kömürü ve
demir-çelik sanayinde kullanılan koklaşabilir ve metalurjik kömür. Diğer taraftan
küresel kömür piyasalarında Atlantik pazarı ve Asya-Pasifik pazarı, fiyat ve hacim
konularında belirleyici rol oynamaktadır. Kömür fiyatlarında genellikle stabil bir durum
söz konusuyken, gelecek yıllara ilişkin enerji projeksiyonlarında belirsizlikler son
zamanlarda kömür fiyatlarında da hızlı iniş-çıkışlara neden olmaya başladı.
Dönemsel kömür fiyat aralıkları da buna bağlı olarak giderek daha kısa zamanlı bir
hal almaya başladı. Kömür piyasasının geleceği, kömürün arama ve üretimindeki
yeni teknolojilerin gelişmesi ile karbondioksit salınımının azaltılmasına ilişkin
çalışmaların başarısı ile doğru orantılıdır.
Son 20 yıl içerisinde, deniz yoluyla steam kömürünün ticaret hacmi her yıl yaklaşık %
7 oranında artarken, koklaştırılmış kömür ticaretinin artışı % 1.6 oranındadır. Küresel
kömür ticareti 2005 yılında 775 milyon tonu aşmıştır ve bu rakam toplam kömür
tüketiminin sadece % 16'sına denk gelmektedir. Küresel kömür ticaretinde çok uluslu
Avrupalı şirketlerin payı artarken, ABD şirketlerinin payı nispeten azaldı. Artan kömür
talebine bağlı olarak küresel kömür ticaretinde yeni, küçük ve lokal şirketlerin
sayısında da bir artış gözlenmektedir.
Elektrik Piyasası
1980'lerde İngiltere'de başlayan, 1990'larda ise ABD ve diğer gelişmiş ülkelerde
devam eden elektrik piyasası trendi, küresel elektrik piyasalarının gelişmesine
önayak olmuştur. Elektrik piyasalarında elektrik üretim maliyetini etkileyen karmaşık
bir sistem vardır. Bazen elektrik üretimindeki yüksek talep, elektrik üretiminde
kullanılan enerji kaynağının fiyatını arttırır. Ama bazen de enerji kaynağının diğer
faktörlerden kaynaklanan fiyat artışı, elektrik üretim maliyetini arttırır. Elektrik
piyasasında fiyat, sadece arz-talep ilişkisiyle belirlenmez. Son yıllarda elektrik üretim
maliyeti ve son kullanıcıya ulaştırmak için eklenen diğer maliyetlerin, fiyatın oluşması
geleneğinde yeterli olmadığı görülmektedir. Elektrik ticaretinin artmasıyla ve elektrik
piyasalarının gelişmesiyle birlikte, elektrik piyasalarının üzerine ticari bir esneklik payı
daha eklenmektedir. Örneğin 3 cent/kWh olan bir hidroelektrik üretim maliyeti, gelişen
elektrik piyasaları, ticari bir iletim ve diğer vergilerin eklenmesinden sonra 4.5 cent/
kWh'ya satılırken, belirsiz görünen çok sayıdaki faktör nedeniyle artık 8 cent/kWh'ya
satılmaktadır.
Elektrik ticareti, giderek spot piyasa ticareti özelliği taşımaya başlamıştır. Özellikle
AB'deki elektrik ticareti, saatlik fiyatlara kadar indirgenmektedir. Belirli bir bant
aralığında seyretse de elektrik fiyatlarındaki yükselme, elektrik piyasasını hem cazip
hale getirmekte hem de kullanıcı aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Aslında elektrik
piyasaları, giderek daha fazla kurumsallaşan, kuralları çok net ve keskin olan, kontrol
ve denetimi daha fazla artan bir piyasadır. Ancak fiyat noktası, gelecek yıllarda daha
gerçekçi bir seviyeye ulaşacaktır.
Elektrik piyasalarında küresel bir trend halini almış olan elektrik reformu konusu
önemini devam ettirmektedir. Bununla birlikte elektrik sektöründeki özelleştirmelerin
bazı ülkelerdeki sonuçları, bu reformların diğer ülkelerdeki gelişimini yavaşlatmakta
veya reformlarda yeni yöntem arayışlarına yönlendirmektedir. 2006 yılı itibariyle
küresel elektrik ihracat miktarı, 566,616,450,000 kWh'dır. Küresel elektrik ticareti,
elektrik üretimindeki maliyetleri düşürmek amacıyla uygun elektrik sistemleri arasında
daha fazla artacaktır. Örneğin, AB, karasal olarak yakın olan ve enerji kaynağının bol
miktarda olduğu Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan daha fazla miktarda elektrik
ithal edecektir. 2020 yılında bu rakamın yıllık 40 milyar kWh'nın üzerinde olması
öngörülmektedir.
Elektrik piyasasında, elektrik ticaretinin etkileyen en önemli faktör elektrik fiyatlarıdır.
Elektrik piyasasında rekabetçi bir fiyatın oluşması, elektrik piyasasındaki bazı
düzenlemelere bağlıdır. Bu düzenlemeler sadece kurumsal ve kamu baskısı ile
gerçekleşecek konular değildir. Aynı zamanda elektrik piyasasında, alıcıların ve
satıcıların doğru bir zeminde işbirliğine gitmeleri gerekir. Elektrik talebi, mevsimsel
olarak ve kullanım saatleri itibariyle değişiklikler göstermektedir. Talebin en yüksek
olduğu an ile üretimin düşük olduğu an arasında fiyat maksimuma çıkarken, üretimin
en yüksek olduğu an ile talebin en düşük olduğu an arasında fiyat minimum seviyede
olmaktadır. Maksimum fiyat ile minimum fiyat arasındaki ortalama değerin, alıcıların
ve satıcıların işbirliği sağlayacağı zeminde stabil bir bant oluşturması ve marjinal
fiyatın, bu ortalama fiyatı belirli bir oranda geçmemesi ilkesinin kural olarak çalışması
ile elektrik piyasasının fiyat dengesi kullanıcıyı da kapsar bir hale gelmiş olur. Elektrik
piyasasında en riskli nokta, elektrik alıcısıyla satıcısının aynı ticari çatı altında
olmasıdır. Bunun açıkça olmadığı durumlarda, gizli monopolun engellenmesini
sağlayacak bir düzenlemenin elektrik piyasasında daima var olması sağlanmalıdır.
1993 California elektrik krizi, elektrik sisteminin hem liberalizasyonunun bir monopole
dönüşmesini engelleyen kurallar konması gerektiğini hem de elektrik sisteminin
üretim, iletim ve dağıtım olarak üç ayrı ve birbirine karıştırılmayacak bileşen kaplar
olarak çalışması gerektiğini dünyaya öğretmiştir.
Enerji Borsaları ve Unsurları
Küresel enerji pazarının büyüklüğü, bugün için 5 trilyon dolarlık bir büyüklüğe
ulaşmıştır. Bu kadar yüksek hacimli bir pazarın iyi çalışmasında mevcut ve kurulacak
enerji borsalarının önemli payı vardır. Halen küresel enerji pazarında yerel ve
bölgesel çalışan, bir ya da birkaç ürün ile ilgili işlemler yapan veya herhangi bir ürünle
ilgili çok küçük miktarlarda bile alış satış işlemini gerçekleştiren çok sayıda enerji
borsası vardır. Bu borsalarda günlük, haftalık ve diğer periyotlarda işlemler ve
raporlamalar gerçekleştirilirken, petrol, doğalgaz ve kömürün yanı sıra elektrik ve
petrokimyasal ürünler de dâhil olmak üzere çok farklı ürün yelpazesi içinde çalışmalar
yapılmaktadır. Ancak küresel enerji finans akışında, öncelikli enerji kaynaklarının
ticaretinin uzun dönemli, büyük miktarlarda ve aynı anda gerçekleştiği üç önemli
borsa mevcuttur. New York Mercantile Borsası NYMEX, Londra Uluslararası Petrol
Borsası IPE ve Almanya'daki Avrupa Enerji Borsası EEX. 1978 yılında NYMEX'teki
bir petrol kontratının borsaya dâhil olmasıyla başlayan enerji borsasının 30 yıllık bir
serüvene rağmen, henüz finansal altyapısı ve borsa sistemi tam anlamıyla
olgunlaşmamıştır. Enerji borsalarının tam olarak olgunlaşmamış yapısının en büyük
göstergesi, şirketlerin çoğunun hala fiyat risklerini hedge etmemeleridir.
Tüm dünyada küçük ve büyük ölçekli yeni enerji borsa kurma istekleri, küresel enerji
pazarının gündeminde yer almaktadır. Bu bağlamda, Çin, Rusya, Katar, Dubai ve
Norveç başta olmak üzere çeşitli ülkelerde borsa kurulum çalışmaları hızla
sürmektedir. Günümüzde ise enerji komplekslerinin ciddi bir şekilde finanslaştırma
sürecinin başladığı görülmektedir. Dünyanın en büyük sermaye-yoğun piyasası
olmasına rağmen enerji piyasaları, küresel finansal piyasalar için hala ikinci sınıf
muamele görmeye devam etmektedir. Küresel enerji piyasalarında hala
konuşulmayan ve bir nevi gizli bir sistem gibi süregelen algı, piyasalardaki enerji
traderlarının, enerji ürünlerinden ziyade volatiliteyi baz alan ticari anlayışa sahip
olmalarıdır. Aslında bu yaklaşım, enerji piyasalarının hammadde ve ürün bazındaki
fiyat gelişimini engelleyen gizli bir settir.
Elektronik ticaretin Londra ve New York Enerji Borsalarına girmesiyle birlikte, yeni bir
problem ortaya çıkmaya başladı. Finans piyasası oyuncuları, bu piyasalardaki
enformasyon derinliğini daha fazla arttırmak istediler. Enerji piyasaları da temelde
fiziksel bir piyasa olduğundan dolayı bilgi, kısa süreli sonuçlar yerine uzun süreli
davranışları şekillendirir. Ancak finansal piyasalarda bilgi, anlık hareketlerin
başlangıcını teşkil eder. Her iki farklı piyasa arasındaki bu tutum farkı, iki piyasa
arasındaki arbitrajın farklı sonuçlanmasına neden olmaktadır. Yani enerji
piyasalarındaki hammadde ve ürünün arz- talep ve bilinen risklerle şekillenen fiyatı,
piyasa istihbaratından elde edilen bilgilerle daha hızlı değişmekte ve öngörülemeyen
fiyat yükselmelerine ve düşmelerine neden olmaktadır. Özellikle enerji kaynaklarına
sahip ülkelerin bu piyasalarda birincil rol oynayamamaları, enerji fiyatları üzerindeki
spekülasyonları ve manipülasyonları arttırmaya devam etmektedir.
Enerji piyasaları, riskin çok yüksek olduğu bir iştir. Bu riskin artmasında enerji
piyasalarındaki hedge fonlarının diğer piyasalarda başlayan sorunları bu piyasalara
da taşımaları, future kontratların çok büyük fiyat seviye farklılığı risklerini
barındırması, jeopolitik riskler, krediler, performans, değişen hukuki düzenlemeler,
iklim ve çevre koşulları, likidite ve diğer operasyonel riskler de çok kritik unsurlar
olarak öne çıkmaktadır. Küresel enerji piyasalarında kullanılan üç çeşit ticari opsiyon
başta gelmektedir: hedging, spekülasyon ve arbitraj. Her bir yöntem hem avantajı
hem de dezavantajı ile kendine has piyasa uygunluğunu barındırır.
Hedging, enerji piyasalarının henüz istenilen düzeyde gelişmemesine bağlı olarak
yukarıda da sayılan risklerle birlikte, riski nötr hale getirmek amacıyla future ve
opsiyon kontratları yoluyla uzun ve kısa dönemli yatırımlarını dengelemek için
kullanılan bir piyasa aracıdır. Bir strateji olarak hedging, aynı zamanda yatırımcının
daha geniş, tahmin edilemeyen piyasa trendlerine karşı aldığı bir önlemdir.
Spekülasyon, borsalarda potansiyel bir kar görüldüğünde belirsiz gelecek fiyatlarının
riskinin alınmasıdır. Ticari bir strateji olarak spekülasyon, diğer piyasalarda
kullanıldığı gibi enerji piyasalarında özellikle petrol ve doğalgaz fiyatlarının artış ve
düşüşündeki hassasiyetten dolayı sıklıkla kullanılır. Spekülasyonun enerji
piyasalarındaki en büyük etkisi ki bu aynı zamanda bu piyasaların gelişmesi için de
bir fırsattır, borsalar aracılığıyla piyasalara katılımcı miktarını arttırmasıdır. Bu da
ticaret hacminin ve verimliliğin artışında önemli bir etkendir.
Arbitraj ise, hiçbir yatırım olmadan neredeyse risksiz bir şekilde kar elde etmeye
yarayan bir fırsat olarak görülür. Özellikle enerji piyasalarında son dönemde elektrik
üretim ve dağıtımıyla ilgili kontratların bu çerçevede değerlendirildiği görülmektedir.
Enerji piyasalarında gelecekte çok önemli bir konu daha öne çıkacaktır. Günümüzde
finansal piyasalarda finansın her boyutuyla ilgili uzmanlık sahibi olan ve hem finans
şirketlerini hem de müşterileri yönlendirme konusunda deneyimli ve bilgili bir istihdam
alanı vardır. Enerji piyasalarında ise bu konuda ciddi bir eksiklik söz konusudur.
Gelecekte enerji piyasalarında daha fazla katılımcının ortaya çıkması ve enerji
piyasalarının güvenli limanlar haline gelebilmesi için enerji piyasalarında da
hammadde, ürün ve ticareti iyi bilen, müşterilere daha fazla enerji bilgisini transfer
edebilecek yeni bir işgücü gelişecektir.
4. FİYAT OPERASYONLARI
Daha önce fiyatın arz-talep dengesinin dışında farklı faktörlerle şekillendiği
vurgulanmıştı. Yine enerji borsası oyuncularının fiyat üzerinde kullandığı yöntemlere
ilişkin bilgiler de verilmişti. Enerji fiyatı, bir bakıma yaşama maliyetinin en temel
göstergesidir. Enerji bir lüks ve tercih değildir, enerji günlük yaşamın sürmesi için
minimum düzeyde bile olsa mutlaka karşılanması gereken bir ihtiyaçtır. Bu
zorunluluk, enerjiyi daha başlarken çok değerli kılar. Enerjinin çok değerli olması da
pahalı olması için küçük bir neden yaratır. Bu küçük neden, küçük karlarla başlayıp,
büyük karlar elde etmek isteyen enerji iştahını gittikçe büyüterek harekete geçirir.
Enerji iştahının tek bir adresi yoktur. Yani enerji fiyatlarından yüksek kar elde etmenin
tek bir sorumlusu yoktur. Bu istek, kaynak sahibi ülkelerden ve şirketlerden
başlayarak, son kullanıcıya kadar giden her mekanizmada kendini gösterir.
Spektrumun bu kadar geniş olması da enerji fiyatları üzerinde fiyat operasyonu
yapma olanaklarını arttırır.
Fiyat operasyonları, fiyatın oluşmasıyla ilgili formülün değişik parçaları üzerinde ve
birbirini tetikleyen davranışlarla gerçekleştirilir. Fiyat formülündeki parçalar şunlardır:
kaynakların üretim maliyeti, kaynakların transport maliyeti, mamulleştirme maliyeti,
kaynak ülkelerdeki risk maliyeti, pazar ülkelerdeki risk maliyeti ve küresel
piyasalardaki özel faktörlerin maliyeti.
Fiyat operasyonları iki bazda gerçekleşir. İlk baz, kaynak ülkeler tarafında oluşur.
Özellikle Rusya, İran, Suudi Arabistan, ABD, Norveç, Venezüella gibi kaynak arzında
belirleyici olan ülkeler risk bazını oluştururlar. Bu risk bazı, rezervlerin miktarı,
rezervlerin geleceği, rezervlerin yatırım ihtiyacı, yatırım eksiklikleri, devlet şirketlerinin
ve özel şirketlerin pozisyonları, devlet şirketlerinin ve özel şirketlerin kredi, finans ve
teknoloji görünümleri başlıklarını kapsar. Bu başlıkların her birinde risk belirleyici
ülkeler veya pazardaki riski satın alanlar future opsiyon analizleri yaparlar. Bu
analizleri yaparken, yapısal analizler ve dinamik analizler olarak iki farklı
değerlendirme yöntemi kullanırlar. Yapısal analiz, fiziki analizleri içerir ve bu nedenle
herkesin görebileceği ama herkesin her zaman ulaşamayacağı bilgileri içerir. Dinamik
analizler ise, kaynakların finansal ihtiyaçları ile siyasi projeksiyonlarını kapsar. Bu
nedenle bu analizler tamamen değil kısmen şeffaftırlar. Özellikle kaynak ülkelerinin
çoğunda kapalı devlet yönetim modelleri egemen olduğundan dolayı, bu şeffaflık
daha da azalmaktadır. Risk belirleyici ülkelerin oluşturduğu fiyat bazı, kaynak sahibi
ülkelerin daha fazla gelir elde etme isteklerini yansıtır.
İkinci baz ise, pazar ülkeleri tarafında meydana gelir. Asya-Pasifik (Çin, Japonya,
Kore, Hindistan), AB ve Kuzey Amerika'nın oluşturduğu bu bazda, kamu ve özel
şirketlerin talep projeksiyonları önemli rol oynar. Pazar bazında, günlük ve yıllık
talepler ile uzun vadeli talep projeksiyonları, transport maliyetleri ve riskleri,
kaynaktan başlayarak son kullanıcıya kadar giden vergi yükleri ve enerji
piyasalarındaki değişken fiyat baskısı belirleyici rol oynar. Pazar bazında fiyatın
şekillenmesinde, talep analizi belirleyicidir. Ancak talep analizi, ülkelerarası rekabet
koşulları nedeniyle kontrollü değildir. Talebin kontrolü siyasi rekabetle bozulmaktadır.
Bu nedenle talebin hızla ve büyük miktarlarda artışıyla arzın fiyat üzerindeki baskısını
arttırması kaçınılmazdır. Fakat arzın talebi karşılamasıyla ilgili ekonomik ve teknik
açıdan yıkıcı bir risk bulunmamasına rağmen, fiyatlardaki yükselme tüm beklentilerin
üzerinde gerçekleşmektedir. Bu da pazar ve arz arasında fiyatın yükselme trendini
normalin üstüne çıkartan başka bir mekanizmanın varlığı ortaya koyar.
Fiyatı yükselten dalga yavaşça harekete geçtiğinde, ekonomik ve teknik açıdan
dalganın yüksekliği öngörülebilir. Ancak dalganın yükselmekte olduğunu gören ve
dalganın son varış noktasındaki belirsizlikleri daha büyük fiyatlarla satan piyasa
aktörleri, dalganın yüksekliğini öngörülemez noktalara çıkartmaktadır. Bunun önüne
geçmek ve fiyatların yükselişini kontrol altında tutmak ancak küresel bir konsensüsle
mümkün olabilir. Ne yazık ki bugün için böyle bir küresel konsensüs, var olan
devasa siyasi-askeri rekabetler nedeniyle mümkün değildir. Öte yandan fiyat
dalgasının çok yükselmesinden elde edilen yüksek ticari karlar, diğer finansal piyasa
araçları yoluyla duvarına arkasına geçmektedir. Duvarın arkasına geçen bu yüksek
ticari gelirlerin ne kadarının kaynak ülkelere ve buralardaki şirketlere gittiği belirsizlik
arz etmektedir. Bunun nedeni de aracı ticari kuruluşların içerisinde veya bu şirketlere
ait fonlarda, kaynak ülke şirketlerinin ne kadar payları olduğu konusundaki
bilinmezliktir. Fiyat operasyonlarının bu teknik görünümüne rağmen, küresel fiyatlar
üzerindeki yükselişin bazı ülkelerin büyümelerinde olumsuz etkiler yaptığı gerçeği de
göz ardı edilemez. Bu durum fiyat operasyonlarındaki siyasi izlerin tamamen
silinmesini engellemektedir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE’NİN ENERJİ GÖRÜNÜMÜ
1. TÜRKİYE'NİN ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDEKİ KONUMU
Bugünün enerji jeopolitiği, jeopolitik kaynakların daha yoğun olduğu bölgelerde
dramatik değişiklikler yaşamaktadır. Özellikle Ortadoğu, Hazar Bölgesi ve Rusya'nın
enerji jeopolitiğindeki yeni küresel konumlanmaları, enerji jeopolitiğinde yeni rollerin
oluşmasına neden olmuştur. Bu roller kapsamında, transport ülke ve kaynakların
ikincil basamakta küresel pazarlara transferini sağlayan terminal ülke kavramları
giderek daha fazla kullanılmaya başlanmış ve önem kazanmıştır.
Türkiye, bir transport ülkesi olarak ve aynı zamanda son dönemlerde geliştirdiği
terminal ülke projeleriyle birlikte, enerji jeopolitiğinde yeni bir konum kazanmaya
başlamıştır. Türkiye'nin bu yeni konumu, sadece enerji jeopolitiğindeki değişikliklerle
değil, aynı zamanda yeni jeopolitik ortamın bölgesel ve küresel sonuçlarının da
etkisiyle oluşmuştur. Türkiye'nin enerji jeopolitiğindeki konumunu yeni jeopolitik
ortamla birlikte değerlendirmek gerekir.
Soğuk Savaş sonrası yeni jeopolitik ortamda, Türkiye geçiş sürecinin etkilerinin
silinmesiyle birlikte yeni bir jeopolitik önem kazanmıştır. 1990'lı yıllar boyunca geçiş
sürecinin tüm belirsizlikleri Türkiye'yi de etkilemiştir. 1990 yılındaki Körfez
Harekatıyla, Türkiye'nin Ortadoğu ile ilgili yeni bir penceresi açılmıştır. Bu pencere,
SSCB sonrası yeni bir askeri yaklaşımı ortaya çıkartmıştır. Daha önce SSCB'ye karşı
bir tehdit değerlendirmesiyle Ortadoğu'daki askeri dengeye bakan Türkiye,
Ortadoğu'da meydana gelen kuvvet boşalmasının tesiriyle ortaya çıkan yeni
tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. SSCB'nin dağılmasıyla birlikte, Ortadoğu ülkelerinin
Avrupa ile ilişkileri yeni bir sürece girerken, Türkiye bu süreçte köprü ülke olma
konumuyla yüz yüze gelmiştir. Bu arada Avrupa'nın da 2000'li yıllarda artan Ortadoğu
ilgisi, Türkiye'yi bu konumda daha önemli hale getirmiştir.
2003 yılında başlayan Irak Savaşı ile birlikte, Türkiye'nin Ortadoğu ve Güney
sektöründeki askeri değerlendirmeleri yeniden çok büyük bir değişim yaşamaya
başlamıştır. Irak'taki askeri riskler tüm bölgeyle beraber Türkiye'yi de etki altına
alırken, ABD'nin yeni askeri konumu Türkiye'yi ABD ile adeta komşu bir ülke haline
getirmiştir. Ancak ABD'nin geçici ve savaş halindeki kısa vadeli komşuluk konumu,
Türkiye'nin uzun vadeli güvenlik ihtiyaçları ve askeri riskleri ile çatışmaya başlamıştır.
Bu nedenle, Türkiye'nin jeopolitik algısında daha önce tasarlanmamış ve
beklenmedik yeni tehditler zinciri baş göstermiştir.
SSCB'nin dağılmasından sonra, SSCB sonrası Orta Asya ve Hazar Havzası’ndaki
gelişmeler, Türkiye'nin çok taraflı bir dış politika seçeneğine yönelmesine neden olmuştur. Hem Orta Asya hem Hazar Havzası’ndaki Rusya, ABD, Çin ve AB ile diğer
bölge ülkelerinin paylaştığı sahnede, Türkiye zaman içerisinde çok taraflı bir dengeyi
kurma eğilimine girmiştir. Bu yeni eğilim, Türkiye'yi özellikle ABD ve Rusya arasında
bir sıkışma içine sürüklemişse de Türkiye, bu bölgede jeopolitik müttefiklik yerine
konjonktürel ve konu bazlı ortaklıkları tercih ederek, kendisini daha rahat bir
atmosfere çekmeye çalışmıştır.
Rusya, Türkiye'nin jeopolitiğinin değişiminde farklı bir konumdadır. Rusya-AB ilişkisi,
Rusya-ABD ilişkisi ve Rusya'nın geleneksel Ortadoğu ve Güney sektörü perspektifi,
Türkiye'nin Rusya'ya karşı yaklaşımını tehlikede olmayacağı bir mesafede kalma
temeline oturtmuştur. Rusya'nın son yıllarda artan ve gelecekte de küresel sonuçlar
doğuracak olan yeni pro-aktif durumu, Türkiye'yi durağan-geleneksel Rusya
algılamasından çıkmaya zorlamaktadır. Bu durum Türkiye'nin jeopolitik konumunda
henüz açıklığa kavuşmamış ve aynı zamanda Türkiye'nin enerji jeopolitiğindeki
yönelimlerinde kısmı belirsizliklere neden olmuştur.
Avrupa Birliği'nin son 15 yıldaki süreci, Türkiye'yi Avrupa ile hem yakın hem de
mesafeli bir ilişkiye sürüklemiştir. Türkiye'nin AB'nin jeopolitik yapısına, yine jeopolitik
olarak entegre olma isteği henüz sonuçlanmamıştır. Bu jeopolitik entegrasyon tam
anlamıyla siyasi bir entegrasyona dönüşmese bile Türkiye ile AB'yi en azından enerji
jeopolitiğinde ve AB'nin Ortadoğu-Hazar Havzası-Orta Asya siyasi jeopolitiğinde bir
arada tutacaktır. Yani Türkiye, en azından AB'nin enerji jeopolitiğindeki ortağı
olacaktır.
En büyük küresel enerji kaynaklarına olan karasal coğrafi komşuluğu, Türkiye'nin
küresel enerji jeopolitiğindekini rolünü güçlendirmeye devam etmektedir. Yeni
jeopolitik ortamda, AB'nin karasal kaynak transportunda Türkiye en önemli
güzergâhlardan biri durumundadır. Diğer taraftan, Rusya'nın Akdeniz ve Hint
Okyanusu pazarlarına ulaşmak için kullanacağı güzergâhın en önemli aktörü yine
Türkiye'dir. İran, Irak ve Hazar Havzası’nın enerji kaynaklarını küresel enerji
pazarlarına ulaştırma noktasında da Türkiye'nin vazgeçilmez bir jeopolitik konumu
vardır. Öte yandan, Türkiye'nin terminal ülke hedefiyle, enerji jeopolitiğinde ikincil
kaynak arzı sağlayan bir ülke konumuna ulaşması da enerji jeopolitiğindeki
görünümünü oldukça etkileyecektir.
Türkiye'nin enerji jeopolitiği görünümü, iki boyutludur. Birinci boyut, Türkiye'nin enerji
kaynaklarının transportu ile ilgili olarak coğrafi avantajlarını yansıtır. İkinci boyut ise,
kaynak jeopolitiği ile pazar arasındaki kilit rolünün üzerinde, kendi tercihleri dışındaki
seçenekleri de kabul etmesiyle ilgili daha büyük siyasi ve diğer risklerin niteliğini
belirler. Türkiye, yeni jeopolitik ortamda küresel enerji jeopolitiğinin dikkat çeken bir
ülkesi olarak, gelecekte enerji jeopolitiğindeki değişimlere bağlı bir şekilde önemini
daha da arttıracaktır.
Türkiye'nin bu jeopolitik konumu, Türkiye'yi küresel enerji güvenliğinin bir aktörü
haline getirmektedir. Kaynakların güvenliği ile transportun güvenliği bağlamında,
küresel talep projeksiyonlarına ve küresel tedarik politikalarının uygulama araçlarına
göre, Türkiye'nin küresel enerji güvenliği rolü geniş bir çerçeveye oturmaktadır.
Özellikle karasal transport açısından, AB'nin kaynakların çeşitlendirilmesi ile ilgili
projelerinin önemli bir kısmında boru hatları güzergâhı Türkiye'nin üzerinden
geçecektir. Ceyhan Enerji Terminali Projesi ise, küresel enerji pazarlarının deniz
transportu ile ilgili çok kilit duraklarından biri haline gelecektir. 2020'de Ceyhan Enerji
Terminali ve diğer entegre tesisleri, küresel doğalgaz arzının % 3 ile % 4'ünü, küresel
petrol arzının % 4 ile % 5'ini sağlama potansiyeline sahip olacaktır.
2. TÜRKİYE'NİN ENERJİ ARZ GÜVENLİĞİ
Türkiye'nin enerji arz güvenliği üç başlık altında toplanmaktadır. Bunlardan ilki,
Türkiye'nin enerji kaynaklarını tedarik politikası, ikincisi elektrik arz güvenliği
politikası, üçüncüsü de Türkiye'nin küresel enerji güvenliği içerisindeki konumlanma
politikasıdır.
Türkiye'nin enerji kaynaklarının tedarik politikası, öncelikli enerji kaynaklarına olan
talebine, maliyetine ve coğrafi avantajlarına bağlı olarak gelişmektedir. Tedarik
politikasının temeli, sahip olunan yerli kaynakların etkin bir şekilde kullanımını
sağlamak ve dış tedarikin tek kaynaktan enerji bağımlılık seviyesini minimum
düzeyde tutacak bir stratejinin oluşturulmasını amaçlar. Bu nedenle Türkiye
ekonomik büyüme ve enerji talep seviyesine göre, enerji kaynakları ithalatını çeşitlilik
üzerine geliştirmektedir.
Petrol, Türkiye'nin ithal ettiği en büyük enerji kaynağının başında gelmektedir.
Türkiye'nin petrol tedarik politikasında, küresel enerji pazarlarına giden boru
hatlarından faydalanma ve bu boru hatlarının geldiği enerji kaynakları bölgelerinde,
Türkiye'nin kendi petrol üretimini yapmakla ilgili kolaylıkları gelecekte artarak devam
edecektir. Türkiye'nin petrol kaynaklarını aramakla ilgili ulusal sınırlar içerisindeki
çalışmaları, yatırım payının daha fazla tahsisi ile birlikte artmakta ve genişlemektedir.
Bu çerçevede Türkiye'nin offshore petrol aramaları da giderek daha fazla önem
kazanmaktadır. Türkiye'nin petrol tedarik politikasıyla ilgili önemli değişikliklerden biri
de başta Kazakistan ve Azerbaycan olmak üzere, küresel düzeyde bir yatırım
politikasını hayata geçirmektir. Bu çerçevede, küresel petrol rezervlerine ilişkin arama
ve üretim çalışmaları projelerini hem tek başına hem de uluslararası konsorsiyumlarla
daha fazla hayata geçirdiği gözlenmektedir. Gelecek 20 yılda Türkiye'nin petrol
tedarik politikası en yakın coğrafi noktalara odaklanacaktır.
Türkiye'nin tedarik politikasında doğalgaz daha hızlı bir ivme kazanmıştır. Türkiye’nin
doğalgaz tüketimi giderek artmakta ve Türkiye'nin doğalgaz tedarik politikasında yeni
arayışlara neden olmaktadır. Türkiye 2009 yılı itibariyle ithal ettiği doğalgazın
%90’ından fazlasını boru hatlarından, kalan kısmını ise LNG yoluyla
gerçekleştirmiştir. Türkiye'nin dünyanın en zengin doğalgaz rezervlerine sahip
Rusya'ya ve dünyanın ikinci en zengin doğalgaz rezervlerine sahip İran'a coğrafi
komşuluğu ve yine Türkmenistan, Kazakistan ve Azerbaycan'ın gaz rezervlerine olan
yakınlığı, doğalgaz tedarikinde boru hatlarını cazip kılmaktadır. Türkiye'nin boru
hatlarıyla doğalgaz tedarik stratejisi, küresel enerji pazarlarına Türkiye üzerinden
doğalgaz transportunun yapılmasıyla ilgili projelerin içinde değerlendirilmektedir.
Özellikle maliyetlerin azaltılması ve daha büyük talep projeksiyonunun kaynak ülke
üzerinde yaratacağı baskı dikkate alındığında, bu stratejinin uzun vadeli hedefler
içerdiği görülmektedir.
Türkiye'nin LNG yoluyla doğalgaz tedarik stratejisi ise, iki yönlü işlemektedir. Cezayir
ve Nijerya başta olmak üzere, deniz aşırı küresel arz pazarlarından LNG tedariki LNG
ithalat terminallerinin kurulmasını teşvik ederken, Rusya, Hazar Havzası, İran ve
Irak'taki doğalgaz arzlarının boru hatları yoluyla Türkiye'ye getirilerek buradan küresel
pazarlara ihraç edilmesiyle ilgili hedefler de LNG ihracat terminallerinin kurulmasını
teşvik etmektedir. Doğalgaz fiyatlarındaki gelişmelere ve Türkiye'nin kaynak ülkelerle
doğalgaz ticareti konusundaki işbirliklerine bağlı olarak, Türkiye'nin gelecek 20 yıldaki
doğalgaz kullanımı % 50'den daha fazla artacaktır. Türkiye, petrol tedarik
politikasındaki yeni trende bağlı olarak, doğalgazda da komşu ülkeler başta olmak
üzere, küresel doğalgaz arz kaynaklarında arama-üretim yatırımlarına daha fazla
yönelecektir.
Türkiye'nin kaynak tedarikinde kömürün yeri, sahip olduğu kömür rezervlerinin
tüketimi karşılama oranına göre artmaktadır. Yürütülmekte olan çalışmalar
sonucunda Türkiye'nin kömür rezervinin 5 milyar tonun üzerine çıktığı tahmin
edilirken, kömür üretiminin de 70 milyon ton civarında gerçekleşmesi beklenmektedir.
Türkiye’nin kömür tüketimini karşılamak konusunda dış tedarik politikası öncelikle
coğrafi yakınlığı olan Rusya, Ukrayna gibi ülkelere, daha sonra da diğer küresel
kömür arz kaynaklarına dönük olmuştur. Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu kömür
tedarikinin artmasında, elektrik üretimindeki özel sektörün ithal kömüre bağlı termik
santral projelerinin devreye girmesinin etkisi büyük olacaktır. Diğer taraftan,
Türkiye'deki demir-çelik ve çimento sektöründeki büyüme ve yatırım seviyesine bağlı
olarak, kömür tedariki artış gösterecektir. Türkiye'nin kömür tedarik politikasında bu
artışa bağlı olarak, özel sektörün kömür arz kaynaklarındaki rezerv arama ve üretimle
ilgili yatırıma yönelmesi beklenmektedir.
Türkiye'nin enerji kaynaklarının transportu ile ilgili enerji güvenliği yaklaşımı iki
boyutludur. Birinci boyut, Türkiye'nin enerji kaynakları tedarikinin daha ucuz maliyetle
ve kesintisiz bir şekilde yapılması çalışmalarını kapsarken; ikinci boyut ise, enerji
kaynaklarının, Türkiye üzerinden küresel enerji pazarlarına transportunun güvenli ve
kaliteli olması ile ilgili çalışmaları kapsar. Türkiye, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney
yönünde boru hatları stratejisini uygulama eğilimindedir. Bu eğilim, İran, Irak ve
Hazar Havzası enerji kaynaklarının Doğu-Batı koridoruyla Avrupa'ya ve limanlara
ulaşması; Rusya, Azerbaycan ve Kazakistan kaynaklarının Kuzey-Güney yoluyla
karasal olarak Akdeniz limanlarına ulaşması hedeflerini içerir. Türkiye gelecek 20
yılda, farklı enerji kaynaklarını küresel pazarlara ulaştıran enerji transportunda
çeşitlilik ve miktar açısından en geniş yelpazeye sahip ülkelerin başında gelecektir.
Elektrik arz güvenliği, Türkiye'nin ulusal enerji güvenliğinin bel kemiğini
oluşturmaktadır. Türkiye'nin gelişmişlik düzeyi, refah seviyesi ve büyüme potansiyeline ilişkin göstergelerin temelini oluşturur. Türkiye'nin elektrik arz güvenliği politikası,
gelecekteki talebin karşılanması, büyüme trendinin desteklenmesi ve tolere edilebilir
elektrik fiyatlarının bir piyasa yapısı içerisinde oluşmasını kapsar. Türkiye'nin büyüme
hızı ve refahın yaygınlaşma seviyesi elektrik talebini de arttırmaktadır. 2010 yılı
sonunda yaklaşık 210 milyar kWh’nın zerine çıkacak olan elektrik üretimi, 2030'da
450 milyar kWh civarında gerçekleşecektir. Bu da şimdiden Türkiye'yi elektrik arz
güvenliği ile ilgili ciddi stratejik hedefler koymaya ve çok güçlü bir elektrik piyasasını
oluşturmaya zorlamaktadır.
Türkiye'nin elektrik üretimi geleneksel su ve kömür bazlı politikanın üzerine
oturmuştur. Ancak son 20 yılda artan elektrik talebini karşılamak amacıyla, doğalgaz
elektrik santrallerinin devreye girmesiyle, elektrik üretim çeşitliliği hem artmış hem de
çeşitli risklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle Türkiye'nin elektrik
üretimi ile ilgili yaklaşımında, ileriki yıllarda daha çok fark edilecek bir değişiklik
yaşanacaktır.
2009 yılı itibariyle Türkiye'nin elektrik üretim sepetinin doğalgaza bağımlılığı riskli bir
seviyeye ulaşmıştır. Türkiye'nin elektrik tüketiminin % 50'sinin karşılandığı doğalgaz
elektrik santralleri, Türkiye'nin doğalgaz tedarikindeki yükü arttırırken, aynı zamanda
fiyat riski de dahil olmak üzere birçok siyasi-ekonomik problemlere neden olmuştur.
Türkiye'nin elektrik üretim sepeti, sahip olduğu su ve kömür kapasitesinden dolayı
doğalgazı dengeleyecek bir potansiyeldedir. Ancak yeni reform programları
yüzünden, kamunun elektrik üretimindeki rolünün sona erdirilmesi ile birlikte yeni
hidroelektrik ve termik santral projeleri oldukça yavaş ilerlemiştir. Türk özel
sektörünün enerji pazarında ve elektrik üretim sektöründe yatırım yapma iştahı, hızlı
bir şekilde büyümüş ve bu çerçevede de 2007 yılı itibariyle verilmiş ve verilecek olan
lisanslar bazında, 20.000 megawatt'ın üzerinde bir elektrik üretim yatırım süreci
başlamıştır. Bu bağlamda, Türkiye'nin elektrik üretimine ilişkin yatırım açıklarının
daha hızlı bir şekilde kapanacağı beklenmektedir.
2030 yılında Türkiye'nin elektrik üretim sepetindeki kaynakların oranı sırasıyla, su,
kömür, doğalgaz, nükleer ve yenilenebilir kaynaklar şeklinde olması beklenmektedir.
Özellikle yeni nesil nükleer santrallerin yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte
Türkiye'nin elektrik üretim sepetindeki nükleer santrallerin payı % 15'ler dolayında
olacaktır. Öte yandan AB'nin politikalarıyla da uyumlu olarak rüzgâr, güneş ve
jeotermal başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarından (YEK'ten) elektrik
üretimiyle ilgili teşvikler, Türkiye'nin elektrik üretim sepetinde YEK'in oranını
arttıracaktır. Türkiye'nin elektrik üretim sepetindeki stratejik hedefi, ithal kaynakların
oranını mümkün olan en aza indirgemek ve fiyat üzerindeki baskıyı çeşitlilik yoluyla
azaltmaktır.
Türkiye'nin elektrik arz güvenliği politikasında, elektrik arzının tamamlayıcı bir unsuru
olarak iletim ve dağıtım şebekelerinin talep projeksiyonlarını karşılayacak yeterlilik ve
kalitede olması konusu önemini korumaktadır. Türkiye'nin ekonomik büyümesi,
ekonomik büyümenin coğrafi dağılımı, yük kapasitesinin sürekli artış göstermesi,
iletim altyapısına yönelik yatırım ihtiyacını arttırmaktadır. Genellikle iletim ve dağıtım
altyapısı dinamik bir konudur ve bu nedenle kamu tarafından iletim altyapısı, henüz
özelleştirme safhasında olan dağıtım şirketleri tarafından da dağıtım şebekesinin
altyapısı öncelikli yatırım konularının başında gelir. Türkiye'nin endüstriyel yapısının
coğrafi dağılımına göre geleneksel bir karakteristiğe sahip olan iletim sistemiyle ilgili
son dönemde önemli strateji değişiklikleri gözlenmektedir. Bir ülkenin ekonomik
gelişiminde elektrik iletim sistemi, demiryolu ağı ve karayolu sistemi entegre bir
büyüme stratejisi olarak çok kritik bir öneme sahiptir. Bu çerçevede, gelecek 20 yılda
Türkiye'nin sektörel gelişimine, bu gelişimin coğrafi dağılımına göre, önceden
başlamak üzere iletim sistemi üzerine bir yatırım projesinin uygulanması
gerekmektedir.
Türkiye'nin Doğu-Batı, Kuzey-Güney ekseninde gelecekteki ihtiyaçları da
karşılayacak bir iletim yatırım sistemi tamamlandığında, Türkiye'deki endüstriyel
gelişim ve kentleşme eğilimi, enerji altyapısına coğrafi anlamda yakın olma
baskısından daha fazla kurtulacaktır. Dağıtım altyapısı, tüketim talebine göre
dönemsel olarak ortaya çıktığından ve daha kısa süre içerisinde yatırım ihtiyacı
karşılanabildiğinden dolayı Türkiye'nin dağıtım altyapı sistemi, ekonomik büyümesine
paralel olarak normal seyri içerisinde devam edecektir.
Türkiye'nin enerji kaynakları ve pazarlarının jeopolitik konumu, küresel enerji
güvenliğinde doğal bir rol almasını sağlamaktadır. Ancak bu doğal rolün gerçekçi ve
etkili bir aşamaya gelmesi, sadece kaynak ülkelerle pazar ülkeleri arasındaki ilişkiler
ve projelere bağlı değildir. Aynı zamanda Türkiye'nin de hem kendi ulusal güvenlik
politikası çerçevesinde hem de küresel enerji güvenliğinin karşılanması noktasında
pro-aktif bir tutum almasıyla mümkün olacaktır.
3. TÜRKİYE'NİN ENERJİ EKONOMİSİ
Türkiye'nin küresel enerji pazarındaki konumu, piyasa ekonomisindeki başarıları,
enerji pazarının özel sektöre açılması ve ulusal büyüme potansiyeli ile birlikte enerji
ekonomisi, önemli bir mesafe kat etmekte ve giderek olgunlaşmaktadır. Türkiye'nin
enerji ekonomisi, Türkiye'nin enerji pazarının büyümesine paralel olarak küresel
enerji ekonomisi içerisinde cazip bir konuma sahiptir. Türkiye'nin enerji ekonomisi,
gelecek 20 yılda ulusal ekonominin motor güçlerinden biri olarak toplam ulusal
ekonominin % 20'sinden daha fazla bir paya sahip olacaktır.
Türkiye, enerji ekonomisinin gelişimi için önemli yasal açılımlar yapmakta, devasa
projeler üretmekte ve bölgesel enerji pazarlarıyla entegre bir yol haritası izlemektedir.
Türkiye'nin enerji ekonomisi, enerji endüstrisinin gelişimini, enerji piyasalarının ve
enerji ticaretinin bölgesel ve küresel çapta ilerlemesini ve aynı zamanda küresel
enerji pazarındaki ikincil arz rolüne bağlı olarak enerji borsası alanında çalışmalar
yapmayı desteklemektedir.
Türkiye'nin enerji endüstrisinde en büyük pay, geleneksel olarak petrol rafinerisi ve
petrokimyasallar ile yan ürünlerin üretimi alanına odaklanmıştır. TÜPRAŞ ve
PETKİM, küresel enerji endüstrisinde dikkate değer bir paya sahip iki önemli şirkettir.
Bu şirketleri, yeni rafineri ve petrokimyasal üretimi gerçekleştiren endüstri
kompleksleri izleyecektir. Ceyhan Enerji Bölgesi, Silopi Enerji Bölgesi, Iğdır Enerji
Bölgesi ve diğer mikro projeler, Türkiye'nin büyük enerji endüstrisi devriminin
başlangıç noktasını oluşturmaktadır. 20 yıl içerisinde 150 milyar dolardan daha fazla
bir ekonomik potansiyele ulaşacak olan bu enerji bölgeleri ve enerji endüstrisi
çalışmaları, küresel enerji pazarı açısından da çok önemli bir büyüme katkısı
sağlayacaktır.
Enerji ekonomisi ve enerji endüstrisi bağlamında elektrik ve doğalgaz sektörlerinde
de kritik gelişmeler gözlenmektedir. Halen devam eden doğalgaz dağıtımının
özelleştirilmesi ve yaygınlaştırılması çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte
doğalgaz endüstrisi ve ticaretinde ciddi bir büyüme yaşanacaktır. Aynı şekilde elektrik
üretimi ve dağıtımındaki özelleştirmelere paralel olarak, hem endüstriyel yatırımlar
hem de elektrik ticareti alanlarındaki iş hacmi oldukça genişleyecektir. Diğer taraftan,
enerji endüstrisinde meydana gelen büyüme potansiyeliyle birlikte, enerji ekipmanları
ve teknolojilerinin üretimiyle ilgili hem ulusal şirketler bazında hem de yabancı
şirketlerin Türkiye'deki yatırımları bazında bir artış beklenmektedir.
Türkiye'de Enerji Piyasası ve Düzenleme Kurumu, petrol, doğalgaz ve elektrik ile ilgili
bir piyasa yapısının oluşması konusunda etkili çalışmalar yapmıştır. Türkiye'de enerji
piyasaları, özel sektörün katılım payı arttıkça büyümekte ve gelişmektedir. Türkiye'de
işleyen bir enerji piyasası mekanizması varsa da henüz enerji ticaretinin hacmi yeterli
düzeyde değildir. Gelecek 20 yılda, AB enerji piyasalarına entegre olma noktasında
ve aynı zamanda Doğusundaki ülkelerin, özellikle elektrik ticaretini AB sistemine
bağlamak açısından Türkiye'nin bölgesel bir enerji piyasası ve enerji ticareti
alanlarındaki rolü ciddi anlamda artacaktır.
Küresel enerji pazarındaki ikincil arz rolü ve enerji kaynaklarına sahip ülkelerle enerji
pazarı arasındaki birleştirici rolü, Türkiye'nin enerji borsalarına olan ilgisini
arttırmaktadır. Gelecek 20 yıl içerisinde küresel petrol arzında ve küresel doğalgaz
arzındaki payına bağlı olarak Türkiye'nin küresel etkileri olan bölgesel bir enerji
borsası oluşturma potansiyeli artarak devam edecek ve dünya enerji borsaları zinciri
içerisinde yeni bir adres olması mümkün olacaktır. Ceyhan Enerji Borsası ve AHİBOZ
Doğalgaz Hub’ı gibi projeler bunun en önemli adımı olacaktır.
4. TÜRKİYE'NİN ENERJİ DİPLOMASİSİ VE STRATEJİK HEDEFLERİ
Türkiye’nin enerji diplomasisi, pazar ülkeleri ve kaynak ülkeleri arasındaki jeopolitik
avantajına bağlı olarak çeşitli parametrelerden oluşmaktadır. Bu parametreler
elinizdeki kitabın enerji diplomasisi bölümünde anlatılan unsurlardan müteşekkildir.
Diğer taraftan Türkiye’nin bölgesel olarak etrafında giderek artan jeopolitik tansiyonlar
nedeni ile enerji diplomasisini sınırlandıran faktörler de bulunmaktadır. Bu faktörlerin
esası, kaynak oyuncular arasındaki ilişkilerin Türkiye’nin enerji tedarik politikasına
baskı yapacak düzeyde yan etkiler göstermesidir. Bu yan etkiler; dış faktörlerden
kaynaklanan çeşitli güvenlik sorunlarına ilişkin olarak Türkiye’nin atmayı istediği
adımların bu oyuncular arasında çeşitli dalgalar oluşturması potansiyelidir.
Bununla birlikte Türkiye’nin enerji diplomasisi Türkiye’nin enerjiye ilişkin stratejik
hedefleri ile hareket etmektedir. Türkiye’nin enerji stratejisi ve enerji oyunu dört ana
parçadan oluşmaktadır. İlk parça tedarik konularını; ikinci parça, arz transportunu;
üçüncü parça, enerji ticaretini ve dördüncü parça, jeostratejik opsiyonları kapsar. İlk
parça olan tedarik konuları üç başlık altında yer alır: Ulusal tedarik planları, AB
tedarik planları ve deniz aşırı küresel tedarik planları.
Türkiye'nin ulusal tedarik planı, yukarıda anlatıldığı üzere arzın sürekliliği, arzın
çeşitliliği ve arzın daha uygun maliyetlerle gerçekleştirilmesidir. AB tedarik planları,
Türkiye'nin AB için vazgeçilmez tedarik köprüsü olmasını ve karşılıklı bağımlılık
çerçevesinde Türkiye lehine bir enerji işbirliğinin oluşturulması fırsatını sunmaktadır.
Denizaşırı küresel tedarik planları ise, boru hatlarıyla Türkiye'ye gelen petrol ve
doğalgazın, Türkiye'nin enerji terminallerinden Asya-Pasifik başta olmak üzere
denizaşırı küresel tedarik ihtiyaçlarını karşılanmasında önemli bir pay sahibi olma
imkânını sunmaktadır.
İkinci
parça
olan
arz
transportu
konuları,
altı
bölge
ile
ilgili
beklenti/işbirliği/gerçekleşme konularını kapsar. Bu bölgeler: Rusya Federasyonu,
İran, Hazar Havzası ülkeleri (Türkmenistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan),
Irak, Katar ve Mısır. Bu bağlamda Türkiye, bu bölgelerin arzlarının transportuyla ilgili
olarak hem bu ülkelerle hem de pazar tarafıyla ortaklıklar oluşturarak bir transport
şebekesinin kurulması için çalışmaktadır. Bu çalışmanın hedefleri:
 Rusya'nın doğalgaz arzını boru hattı yoluyla AB'ye, yine boru hattı yoluyla
Akdeniz'deki Ceyhan LNG Terminaline ve Ege'deki İzmir LNG Terminaline
kadar ulaştırmayı amaçlayan bir arz transportu beklentisi. Yine Rusya'nın
petrol arzını, Samsun-Ceyhan boru hattıyla Ceyhan Terminaline ve iddia
edildiği gibi bir anlaşmaya varıldığı takdirde Hindistan'ın beklentisiyle İsrail
Kızıldeniz Terminaline ve bir arz transportu beklentisi.
 İran'ın doğalgaz arzını, boru hattıyla Türkiye üzerinden AB'ye, yine boru hattı
yoluyla Batı pazarlarına ulaştırmak amacıyla Ceyhan LNG Terminaline arz
transportunu gerçekleştirme projesi (Halen çalışan İran-Türkiye doğalgaz boru
hattının geliştirilmesi ve yeni boru hatlarının yapılması projesi). İran'ın petrol
arzını, Tebriz-Ceyhan boru hattı projesiyle Ceyhan Terminaline arz
transportunu gerçekleştirme beklentisi.
 Azerbaycan doğalgazının Şah Deniz Projesi kapsamında boru hattıyla
Güneydoğu Avrupa'ya arz transportunun gerçekleştirilmesi ve kapasitesinin
geliştirilmesi. Azerbaycan petrolünün BTC boru hattı yoluyla Ceyhan
Terminaline transportunun kapasite olarak arttırılması çalışmaları (Halen
çalışan BTC hattının geliştirilmesi).
 Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden ve Türkmenistan doğalgazının İran
üzerinden ve Trans-Hazar Projesi yoluyla AB'ye transportunun ve Ceyhan
LNG Terminaline transportunun gerçekleştirilmesi beklentisi.
 Özbekistan'ın gelecekte Türkmenistan projesine dâhil edilmesi beklentisi.
 Kazakistan petrol arzının BTC yoluyla Ceyhan Terminaline transportunun
gerçekleştirilmesi çalışmaları. Kazakistan doğalgaz arzının Türkmenistan
Projesine eklenmesi veya yeni bir proje ile AB'ye ve Ceyhan LNG Terminali'ne
transportunun beklentisi.
 Irak petrol arzının, mevcut Kerkük-Yumurtalık boru hattının yenilenmesi ile
ve/veya yeni bir boru hattı yoluyla Ceyhan Terminaline transportunun
sağlanması ile ilgili çalışmalar ve beklentiler. Irak doğalgaz arzının boru hattı
yoluyla AB'ye ve Ceyhan LNG Terminaline transportuyla ilgili çalışmalar ve
beklentiler.
 Katar doğalgaz arzının, İran üzerinden veya Mısır projesi kapsamında boru
hattı yoluyla AB'ye transportunun gerçekleşmesi ile ilgili beklentiler.
 Mısır doğalgaz arzının, Suriye üzerinden boru hattı yoluyla AB'ye transportu ile
ilgili çalışmalar ve kapasite arttırılması yönündeki beklentiler.
Yukarıda sayılan hedefler geçen on yıllık süre boyunca üzerinde çalışılan, plan
yapılan ve bazılarının ticari fizibilite çalışmaları tamamlanmış projelerdir. Bu projelerin
tamamının gerçekleşme ihtimali hem teknik hem ticari nedenlerden dolayı pek fazla
mümkün görünmemektedir. Bu projelerin çoğu siyasi bir tercih ve siyasi bir risk
yüklenmek suretiyle hayata geçirilebilecek niteliklere sahiptirler. Yine de Türkiye’nin
küresel enerji jeopolitiği içerisindeki konumunu anlamak ve algılamak açısından bu
projelerin bir bütün halinde değerlendirilmesi fayda sağlayacaktır.
Üçüncü parça olan enerji ticareti konuları, Türkiye'nin arz transportu ile ilgili
çalışmaları, beklentileri ve başardığı projeler kapsamında kazanımlarını arttırmak
amacıyla, kaynak ülkelerdeki rezervlere yönelik yatırımlar yapmak ve pazar
ülkelerindeki şirketlere ortak olma yoluyla veya transport ile ilgili değişik açılımların bir
parçası olarak, enerji ticaretindeki payını arttırmayı hedeflemektedir.
Dördüncü parça olan jeostratejik opsiyonlar ise, oyun masasındaki hedeflerine
ulaşmak için sahip olduğu avantajları ve araçları, oyun masasındaki tarafların
beklentileri ve dezavantajlarını enerji diplomasisi tekniklerine uygun olarak kullanmayı
hedefler. Bu oyun masasında, bazen Türkiye'nin jeopolitik konumu, Türkiye'nin çok
dışındaki bir hedefe ulaşmaları amacıyla bile olsa müzakerelerdeki muhatapları için
dezavantaj olabilir. Yine Türkiye'nin bu jeopolitik konumu, bazen Türkiye'nin lehine
bazen de aleyhine bir pozisyon da yaratabilir.
KAYNAKÇA
Bu kitapta yer alan istatistikî veriler ve sayısal projeksiyonların kaynakları aşağıda
verilmiştir:
1. BP, Statistical Review of World Energy, June 2010
2. CIA, World Factbook, 2008
3. Energy Technology Outlook 2050
4. Juan M. Ogden, Hydrogen as an Energy Carrier: Outlook for 2010, 2030,
2050,March 2004
5. International Energy Agency, World Energy Outlook, Review and Statistics,
2006, 2007,2008,2009
6. The Earth and Climate Council of the Royal Netherlands Academy of Arts and
Sciences and Clingendael International Energy Programme, 2004, 2005, 2006
7. Türkiye Elektrik İletim A.Ş., Faaliyet Raporu, 2008
8. U.S.EIA, Annual Energy Outlook 2010 with Projections to 2030, April 2010
9. World Coal Institute, The Coal Resource: A Comprehensive Overview Of Coal,
2009
10. World Nuclear Association, World Nuclear Power Reactors & Uranium
Requirements, July 2010

Benzer belgeler

World Energy Outlook 2014 Raporu Özet Bulgular

World Energy Outlook 2014 Raporu Özet Bulgular Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar geçen iki yüzyıllık süre boyunca enerji oyunu tek boyutlu bir özellik arz etmiştir. Bu özellik nerede olursa olsun ihtiyaç duyulan Q miktarını herhangi bir zamanda...

Detaylı