Kontrast

Transkript

Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.
Kontrast
Fotoğraf Dergisi Sayı 21/Ocak-Şubat 2011
4 Zamansız Fotoğraflar Elçin Polat / Kitaplık Özlem Eser• 5 Usta İşi Özlem Dağ• 6 İMece İlker Maga • 7 f/64 Özcan
Yurdalan • 8 Söyleşi Tuğrul Çakar • 12 Dosya Konusu Popüler Kültürün Gözde Aracı Fotoğraf • 21 İnce Elek Altan Bal •
22 Söyleşi Ahmet Öner Gezgin • 27 Fotoğraf Dalları • 28 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 30 Bakış Egzersizi Emre İkizler
• 31 Yurtdışı Haberler Özlem Dağ / Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Özlem Eser
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
Kontrast
Başlarken...
Merhaba,
Gerçekleşebilecek hayaller kurmak
kadar, o gün için gerçek olamayacak
kadar uzak hayaller kurmak da bir
insan için olduğu kadar kurumlar,
şirketler, işletmeler için de oldukça
büyük motivasyon kaynaklarıdır. Kimi
zaman çoğu gerçekleşmez bile ama o
hayaller uğruna çabalamaya devam
etmek ya da o hayalin, başkalarının
sahip çıkarak gerçekleştirmesi için
temellerini oluşturmak bile son derece önemlidir. Derneğimiz AFSAD,
temelleri çok öncelerden atılmış bir
hayalin gerçek olduğunu gördüğü
günleri yaşıyor bugünlerde. Başlarda
gerçekleştirilmesi imkânsız bir hayaldi ama dillendirildi; doğru ya da yanlış veya eksik adımlar atıldı; denendi,
başarılamadı. Ama bir hayaldi ve bir
defa kurulmuş, dillendirilmişti. Derneğimizin geleneklerinden biri olarak, kurulan böylesi güzel bir hayali
terk etmek, önemsememek, görmezden gelmek hiçbir üyesi ve yönetim
kurulu için söz konusu olamazdı. İşte
o hayale sahip çıkan Yönetim Kurulu’muz ve başta Başkanımız Gökhan
Bulut olmak üzere, tüm destekçi üye
ya da üye olmayan fotoğrafseverlerin
oluşturduğu güçle bugün AFSAD kendine ait mekânın sahibi oldu.
Tüm derneklerin hayallerindendir
belki ama pek de fazla sayıda değildir gerçekleştirebilenler. Çoğunlukla
devletten ya da belediyeden hibe
edilen mekânlar söz konusudur hatta.
AFSAD ise güçlü bir kurum olduğunu
bilerek çıktığı yolda, dernek gelirlerinin büyük bölümünü aktararak ve
destekçilerinin bağışlarıyla, yani sadece kendi gücüyle bir yer edinmeyi
başarmıştır. Bu gerçekten çok büyük
ve önemli bir başarıdır. Bu başarıda
emeği geçen başta Başkanımız Gökhan Bulut olmak üzere, Saymanımız
Seda Güner ve tüm Yönetim Kurulu
üyelerimiz, mekân bulunması ve gezilmesi, organizasyonların yürütülmesi gibi zorlu süreçlere gönülden
destek vermiş olan üyelerimiz; Erol
Bektaş, Necmettin Külahçı, Doğanay
Sevindik, Fazlı Öztürk, Kazım Ulu,
Mustafa Ertekin, Nuran Kansu, Mebrur Hatunoğlu ve Irmak Soldamlı ile
bağışlarıyla bu sürece destek veren
herkes ve tabii ki açık arttırmaya verdikleri fotoğraflarla desteklerini esirgemeyen fotoğrafçılarımız, AFSAD
tarihine isimlerini yazdırmışlardır
ve içten bir teşekkürü hak etmektedirler. Özellikle bu ay yapılacak yeni
seçimle yönetimi devredecek olan bu
Yönetim Kurulu’muzun AFSAD tarihine ismini eşi benzeri olmayan bir katkıyla yazdırdığı açıktır. Hepsini can-ı
gönülden kutluyor ve yeni mekânın
hepimize hayırlı olmasını diliyorum.
Bu aslında hem kutlama hem de bir
veda yazısı. Birileri gelir birileri gider
ve önemli olan ürünlerin devamlılığını sağlamaktır. Kontrast dergisi
de AFSAD’ın, bir süre yayımına ara
verilmiş olsa da, devamlılığını amaçladığı ve son derece önem verdiği,
dışarıya yansıyan yüzü olarak gördüğü önemli ürünlerinden birisidir. Bu
süreç içerisinde katkım olabildiyse
ne mutlu. Ben ve ekip arkadaşlarım,
tüm gücümüzle sizlere faydalı olacak
bir yayın çıkarabilmek için elimizden
gelen çabayı sarf ettik. Bundan sonra,
derneğimizin yönetimi adına da yeni
olacak süreçte de dergimizin yayınına devam edileceğinden kuşkum yok.
Ancak özel sebeplerle bundan sonraki süreçte yer alamayacağım için bugüne kadar bana destek veren başta
ekip arkadaşlarıma ve Yönetim Kurulu’muza, ayrıca tüm okur ve takipçilerimize teşekkürü borç bilirim.
Işığınızın bol olmasını ve fotoğraf
dolu bir hayat dilerim…
Ceyda Taşdelen
Yayın Yönetmeni
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Gökhan BULUT
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Ceyda TAŞDELEN
Grafik Tasarım
Levent ÇAĞIN
Özlem DAĞ
Editörler
Şirin AYDIN
Kamuran FEYZİOĞLU
Editör Yardımcıları
Elçin POLAT
Özlem ESER
Özlem DAĞ
Reklam ve Abone Sorumlusu
Ufuk DURUMAN
Yayın Kurulu
Ceyda Taşdelen, Şirin Aydın
Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sokak 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın
Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Adres: Adakale Sok. 32/37
Kızılay - Ankara
Tel: 0312 433 2310
Basım Tarihi: 15.01.2011
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı: Tuğrul Çakar
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf
Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine
aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi
ortamda olursa olsun, materyalin tamamının
ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır.
Kontrast
Adnan Küçüksağır:
1971 yılında Konya’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi AMYO Harita Bölümü’nü bitirdi. Karayolları Genel
Müdürlüğü’nde teknik eleman olarak çalışıyor. Fotoğrafla, 1990 yılında tanıştı ve yoğun olarak 2002
yılından bu yana fotoğraf çekiyor. 2007 yılında AFSAD’a üye oldu. Bugüne kadar çeşitli karma sergilerde;
2007 Mevlana Yılı 1.Uluslararası Fotoğraf Yarışması’nda, Nallıhan Kuş Cenneti Fotoğraf Yarışması’nda,
13 ve 14. Devlet Fotoğraf Yarışması’nda, Karayolları Genel Müdürlüğü’ndeki karma sergilerde, soyut
fotoğraflarıyla AFSAD Soyut Fotoğraf Atölyesi kapsamında çeşitli yurtdışı sergilerinde yer aldı.
“Fotoğraflarımı, belge niteliği olsun, herhangi bir olaya tanıklık etsin ya da sosyal bir mesaj içersin diye
çekmiyorum. Fotoğraf yoluyla bir şeyleri gösterip düzeltme çabam da yok. Kabul görmüş estetik kurallar
içerisinde; öznel, izlenebilir ve sadece kendini ifade eden görüntüler elde etmek, benim daha çok ilgimi
çekiyor. Bu yüzden, soyut fotoğrafı kendime yakın buluyorum. İçeriğini, fotoğrafı izleyen kişinin kendisinin
doldurduğu, izleyicisine göre farklı algılamalar ve düşünceler yaratan, sadece öznel fotoğraflar bunlar.
Sanırım işin güzel yanı da bu zaten, tek bir içeriğe ya da algılamaya hapsedilmemiş fotoğraflar… Fotoğrafın
sanata yakın yanının da bu olduğunu düşünüyorum.”
Kontrast
Zamansız Fotoğraflar
“Bir fotoğrafçının portreleri arasında belli bir akrabalık mevcuttur.”
H. C. Bresson
Fotoğraf makinelerinin boyutlarının küçülmesiyle birlikte, fotoğrafçının sokaklara karışıp yaşamdan anlar yakalayabilme şansı arttı. Bu
görüntüler kimi zaman şipşak fotoğraflardan öteye gidemezken, kimi
zaman da fotoğrafçısını efsanevi bir figür hâline getirdi.
Henri Cartier Bresson, “Mutlak An” fikri, fotoğrafları ve yazılarıyla
KİTAPLIK
HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT
ardılı olan pek çok fotoğrafçıya etki etti, belgesel fotoğrafın en önemli
isimlerinden biri oldu. Louvre Müzesi’ndeki ilk fotoğraf sergisi Bresson’a
aitti; efsanevi Magnum Ajans’ın dört kurucusundan biriydi.
Bresson, fotoğrafı şöyle anlatıyor: “Fotoğraf, gerçek dünyadaki bir
ritmin algılandığını ima eder. Gözün yaptığı, gerçeğin kitlesi içerisinde
özel bir konuyu bulmak ve odaklanmaktır; fotoğraf makinesinin yaptığı
şey ise basitçe, göz tarafından verilen kararı filme kaydetmektir. Bakarız ve bir fotoğraf oluştururuz gözümüzde, kendi içinde bütünlüğü olan
ve tek bir bakışla algılanan bir resim gibi.” Biliyoruz ki fotoğrafta yapma eyleminden çok, görme eylemi önem kazanıyor. Bresson, fotoğraflarında hem bir yaratıcı olarak görme hem de bir izleyici olarak görme
rollerini birleştiriyor; bu da onun fotoğraflarındaki başarıyı, rastlantısal ve mekanik olmaktan kurtarıyor. Bresson, çekim süreci ve “mutlak
an” kavramı hakkında şunları söylüyor: “Bazen oyalanır, gecikir ya da
bir şeyin olmasını beklersiniz. Bazen de bir kareyi oluşturan her şeyin
bulunduğu, ancak tek bir şeyin eksik olduğu hissine kapılırsınız. Ama
eksik olan nedir? Belki birisi birden sizin görüş alanınıza girer. Onun
ilerlemesini vizörden takip edersiniz. Bekler, beklersiniz ve sonunda
düğmeye basarsınız; sebebini bilmemenize rağmen, gerçekten bir şey
yakaladığınız hissiyle oradan ayrılırsınız. Eğer objektif ‘mutlak an’da
açılıp kapandıysa, içgüdüsel olarak geometrik bir düzen oluşturduğunuzu görür, bu düzen olmadan fotoğrafınızın hem şekilsiz hem de cansız kalacağını fark edersiniz.”
Bresson’un fotoğraflarına baktıktan sonra üslup kavramı, hem “anlık
olmak”, hem de “rastlantısal olmamak” hâlleriyle anlam buluyor. Onun
üslubu bu yüzden esin kaynağı olmaya devam ediyor ve onu zamansız
kılıyor.
HAZIRLAYAN: ÖZLEM ESER
BİR FOTOĞRAF FELSEFESİNE DOĞRU
Vilem Flusser
“Var olmak algılanmış olmaktır.”
Berkeley
Fotoğraf, bir aygıt tarafından üretilen teknik bir görüntü olması
nedeniyle 19. yüzyıldan günümüze kadar görüntüler dünyasına dair
pekçok tartışmanın odak noktasında yer almıştır. Sosyolojik, sanatsal
ve bilimsel yaklaşımlar ile bu tartışmalara ışık tutacak çözümler
aranmıştır. Bu arayış içerisinde, düşünür, yazar, eleştirmen ve gazeteci
Vilem Flusser “Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru” adlı kitabı ile fotoğrafa
farklı bir yaklaşım girişiminde bulunmuştur. Fotoğrafı felsefi düzlemde
incelemiş ve onu bilgi, varlık, değer, bilim, siyaset, din, ahlak, dil, eğitim
ve sanat gibi felsefenin ilişkide olduğu varlık alanlarından biri ve bir
disiplin olarak ele almıştır.
Kitaptaki birincil amaç, fotoğrafı bilinç düzeyine çıkarmak için
bir fotoğraf felsefesinin gerekliliğini ve amacını ortaya koymaktır.
Flusser bu yönde, öncelikle “fotoğraf felsefesi”ni oluşturan kavramları
belirler. Görüntü, teknik görüntü, aygıt gibi kavramları nedensellik ve
işlevsellik bağlamında ve tarih içerisindeki geçiş süreçleriyle birlikte
inceler. Aynı zamanda sorunu çok yönlü olarak ele alır ve bir fotoğraf
felsefesi oluşturma yolunda, çelişkilere, varolan ve varlığı olası soru
ve sorunlara yanıtlar arar. Felsefenin ve fotoğraf felsefesinin önemli
sorununa, yani özgürlük sorununa dikkat çeker.
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Eleştirmenlerin “devrimci nitelikte” olarak tanımladığı kitap,
çevirmeninin önsözünde söylediği gibi “fotoğrafın birçok düşünür
tarafından bugüne kadar çizilmiş sınırlarını aşmakta” dır.
Kontrast
Usta İşi
Larry Burrows
(1926-1971)
“Şefkatlİ Fotoğrafçı”
Larry Burrows, 1926 yılında Londra’da
doğdu. 16 yaşında okulu bıraktı ve Life
dergisinin Londra bürosunda, fotoğraf
baskı işinde çalışmaya başladı. Bazı kaynaklar, bu işi yaparken Burrows’un, Robert
Capa’nın D-Day negatiflerini kazara, kurutma kabininde erittiğini yazmaktadır.
Burrows daha sonraları kariyerine bir
fotoğrafçı olarak devam etti. Suez’den
Lübnan’a, Kıbrıs’tan Kongo’ya kadar birçok
savaşın içinde fotomuhabir olarak yer aldı.
Ama ona ün getiren fotoğraflarını Vietnam
HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ
Savaşı sırasında çekti. 1962’den öldüğü
1971 yılına kadar Vietnam Savaşı’nı fotoğrafladı.
En ünlü koleksiyonlarından biri olan
“Yankee Papa 13 ile Bir Gezi” adlı koleksiyonu, 16 Nisan 1965 yılında ilk kez Life
dergisinde yayımlandı. Bu koleksiyon gerçekten inanılmazdı; çünkü savaşın tam
ortasında yaşayan Larry Burrows, Amerika’nın (ve öncesinde Fransa’nın) savaş deneyimlerine dayanan, metafor nitelikli 22
fotoğraf karesini bir araya getirmişti.
Burrows aynı zamanda bir fotoğraf
makinesini, savaş
helikopterindeki
ağır makineli silahların gövdelerine
bağlayarak,
helikoptere ve fotoğraf
nesnesine odaklanmayı sağlamıştır.
Burrows, fotoğrafçı
arkadaşları
Henri Huet, Kent
Potter ve Keisaburo
Shimamatu ile birlikte, helikopterleri
Laos üzerinde vurularak düşürüldüğünde hayatını kaybetti.
Burrows’un
ölümünden sonra Life dergisinin editörü
Ralph Graves, “Benim için dünyadaki diğer fotoğrafçılar arasında Larry Burrows,
en cesur ve en tutkulu savaş fotoğrafçısıydı.” demiştir.
2002 yılında Burrows öldükten sonra yayımlanan kitabı Vietnam, Prix Nadar
Ödülü’nü aldı.
Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi [email protected] adresine göndererek bizimle paylaşın.
Kontrast
İlker Maga
İMece
TECRÜBE ve PAYLAŞMAK
İster yaşama birkaç ay önce katılmış bir bebek, isterse
çok karmaşık formül ve deneylerle uğraşan bir biliminsanı
olsun, yaptıklarından tamamen bağımsız, her “homo
sapiens” için hayat, herhangi bir şekilde elde edilmiş
tecrübe demek.
En ilkel insanın görme eylemi incelendiğinde bile,
görmenin bilgiyle ilgili olduğu fark edilebilecektir.
İlk insan, hayatta kalmasını sağlayacak bilgileri
toplamakla işe başladı. Gerekli bilgileri edindi, edindiği
bilgi kadar görebildi; gözleri ne aradığını biliyordu.
Dünya, insanın gözleri önünde hareket hâlindedir.
Önündeki binlerce nesneye rağmen, yine hayatta kalma
mücadelesinin ilkel güdüleri nedeniyle olsa gerek, insan bu
nesne zenginliğine rağmen, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar
“görür”, ilgilenir.
Bu ilkel güdüye sahip insan için etrafında dönen
dünya, semboller toplamından başka bir şey değildir. İlkel
görünebilir; insan ihtiyaçlarına yetecek kadar görür.
Bu yanıyla insan, aradığı semboller peşinde koşan bir
avcıya benzer.
Gözleriyle ok atar, gözleriyle avlar.
Sınıfından, cinsinden ve karmaşasından bağımsız bu
ilkel refleks dışında insanın etrafında dönen ve yaşadığı
dünyayı, yarı sarhoşluk içinde yaşadığı günlük hayatı
anlayabilmesi, yani görünebilir kılması için hümanist bir
temel eğitime ihtiyaç duyar. Yaşadığı dünyayı anlayabilmesi
için her insanın, tüm dünya insanlığına mal olmuş kültür
zenginliklerinden haberdar olma ve onu yaşamına katıp
zenginleşmeye hakkı vardır ve hümanist eğitimden kast
edilen de bundan başka bir şey değildir.
Görmek, bilinç ister.
Okulun toplumsal işlevi, insanlara meslek öğretmek
değil, onlara yaşadığı dünyayı anlayabilecekleri hümanist
bir temel eğitim vermektir. Birey, ancak içinde yaşadığı
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
dünyayı kendi başına anlayabilecek, karar verebilecek
temele sahip bir insanın ulaşabileceği bir düzeydir.
İnsan, merakı ve ihtiyaçları oranında etrafına bakar;
dolayısıyla bakmak bir şekilde o şeye değer vermekle
ilgili bir eylemdir. Bakmak ile görmek arasındaki boşlukta
karşımıza yine bilgi ve bilinç çıkıyor.
Sahip olduğumuz bilgiler oranında görebildiğimiz
için, gördüğümüz şeye sahip olduğumuz duygusu uyanır.
Görmek, gözlerimizle dokunmak ve ona sahip olmaktır.
Gördüğümüz, daha doğrusu görebildiğimiz şey
“bizimdir”.
Dokunmak ile görmek ve sahip olmak arasındaki ilişkiyi
küçük bir testle de gözden geçirmek mümkündür. Dokunma
mesafesinde olduğuna inandığı için yaşadığı şehirdeki pek
çok yeri gezmeyi ihmal eder insan; o şehri birkaç gün gezen
bir misafir, şehrin yerlisinden çok daha fazlasını görme
fırsatı bulur.
***
Fotoğraf, hayatı anlayan zekâ olarak fotoğrafçının,
görebildiklerini görsel bir düzene, sadeliğe kavuşturma
girişimidir. Her ne kadar fotoğrafçı hayat denen karmaşayı
anlama yeteneğine sahip olsa da (olmazsa olmaz bir
kuraldır bence) “görsel parçalar”la ilgilenir. Fotoğrafçı işte
orada çıplaktır.
Hayat, hangi açıdan bakılırsa bakılsın tecrübeyle, görmek
de, bilgi ve bilinç ile mümkünse; anlatmak da, kendi başına
yeni ve sorunlu bir sahadır. Çünkü bir toplam olarak tecrübe
ve bilinç sadece kültür disiplinlerinden herhangi biriyle
düzene girer, “dillenir” ve ulaştığı yeni bir anlatım formuyla
insana ulaşır. Bunun dışındaki tecrübe ve bilinç düzeyleri ne
olursa olsun şekilden, düzenden mahrum, izafîdir. Amaçsız
bir hareketle kafada dolaşıp durur. Görmek, gözlerimizle ok
fırlatmak ve avlanmaksa, bildiklerimizi, görebildiklerimizi
göstermek ise paylaşmaktır. İnsan değerli bulduğu bir şeyi
gösterir, paylaşır...
Kontrast
Özcan Yurdalan
f/64
BİRLİKTE OLMANIN ANLAMI
Bir vakitler genç bir sanattı, hüner isteyen bir uğraştı
eyvallah ama artık öyle değil.
Zamanın hızı, anlamanın hızını misliyle katladığından beri, görme pratiklerimiz herhangi bir hafıza kaydına
fırsat bırakmayacak kadar yüzeyselleşti. Her şey gözümüzün önünde belirdiği anda kayboluveriyor. Ekranlarda yaşıyoruz. Kâh ekranın karşısında, kâh içinde… Fark
etmez, hepimiz görüntülerin birer türevi hâline geldik
hanidir. O nedenle söze başlarken “Bir vakitler genç bir
sanattı, hüner isteyen bir uğraştı ama artık öyle değil.”
dedim.
Fotoğraf, bir zamanlar maharetli kişiler tarafından,
ışığın hikmetiyle, fizik ve kimya sayesinde doğrudan
suret üretme işiydi. Günün birinde Kodak Bey “Siz düğmeye basın, gerisini bize bırakın!” dedikten sonra, insan
algısında fotoğraf aracılığıyla yaşanan değişim başladı.
Görme biçimleri yeniden şekillenirken insanların kendi
hayatlarıyla kurdukları ilişki de yeniden tanımlanıyordu.
Sadece ânın değil geçmişin de anlamı değişiyordu. Değişen yalnızca hayat algıları değildi. İrili ufaklı toplumsallıkların fotoğrafa kaydedilebilen uzak ve yakın geçmişiyle birlikte, tarihin de başka türlü yazılması mümkün hâle
geliyordu.
Şimdi denebilir ki fotoğrafın 200 yıla yaklaşan pratiğinin çağın değerlerine ve zamanın bu kadar hızlanmasına nasıl bir etkisi olmuştur? Tartışmaya değer bir konu.
Farklı toplumlarda, değişik kültürlerde, zaman algısı ile
bu algının değişmesinde fotoğrafın rolü araştırmaya değer doğrusu.
Çünkü biliyoruz ki ister büyük olsun ister küçük, fotoğrafa maruz kalan her toplumsallık değişir. Buradaki
“değişim”in tezahürü illa ki fiziksel-nesnel olmayabilir.
Hepimiz fotoğrafçının tanık olduklarını aynı zamanda tanımladığını biliyoruz. Fotoğrafa maruz kalan her fani gibi
her toplumsallık da fotoğrafçının tanımladığı biçimde ek
bir kimlik daha ediniyor. Bunun kime ne zararı olur bilmem ama bütün kimliklerimizin, ulusal, cinsel, sınıfsal,
sosyal, kültürel ve inançlarımıza dair pek çok aidiyetimizin mümkün olduğu kadar teke indirgendiği bu memlekette, farklı kimliklerimizin tektipleştirilmeye çalışıldığı
koşullarda, kategoriler hâlinde tanımlanmamız için her
imkân kullanılırken, fotoğrafın bu melanetteki payı nedir; düşünmemiz lazım. Pay derken, “gidişatı destekleyen” ve “gidişatı bozan”, her iki anlamıyla sürece dâhil
olmaktan söz ediyorum. Fotoğraf aynı zamanda fotoğrafçı marifetiyle üstü örtülen kimlik farklılıklarını açık eden
göndermeler de yapabilir malum.
Bunları söylerken tek bir fotoğrafik anlatımdan, mesela belgesel fotoğraftan söz etmiyorum. Yaratıcı fotoğraf, soyut fotoğraf, güncel sanatın bir enstrümanı olarak
fotoğraf da aynı bünyededir. Biraz da bu eski aracın eski
marifetini yeniden anlamlandırmak sayılabilir.
paydasıyla içinde yer aldığım her oluşumdan, iyi ya da
kötü deneyler edinerek geçtim.
Fotoğrafçıları ahmak işi yarışmalara teşvik etmek
için gösterilen gayretin, ezberi sağlam sanatçı imal etme
eğitimleri için harcanan enerjinin birazı olsun fotoğraf
fikriyatına hasredilmediği sürece boşa kürek çektiğimizi
düşünüyorum. Yazıya başlarken bunlardan dem vurarak
lafı derneklere getirecektim:
Söze girerken, “zaman”, “hız”, “değişim” lafları etrafında dönüp dolaşmamın esas sebebi, fotoğraf derneklerinin günümüzde kendilerini nasıl anlamlandırdıklarına dair bir soru açmaktı. Öyle ya; ne memleket eskisi
gibi, ne toplum aynı, ne algılar geçmiştekine benziyor,
ne de tanımlar bıraktığımız yerde durmakta. Memleket
sathına yayılmış irili ufaklı fotoğraf derneklerinin kendilerine yeniden bir göz atmaları ve varlıklarının anlamını
yeniden sorgulamalarının vakti hangi vakittir acaba diye
soracaktım?
35-40 yıl önce olduğu gibi dernekçilik anlayışımızı
“fotoğrafı sevdirmek, yaygınlaşmasını sağlamak, öğretmek, insanları hobi sahibi yapmak, fotoğraf dostlarını
çoğaltmak, sosyalleşme alanı açmak...” gibi argümanlara
yasladığımız zaman, biraz komik kaçıyor doğrusu. Durup dururken, hele bu zamanda fotoğrafı sevmek niye
gereksin ki? Fotoğrafla kuracağımız ilişkiyi “sevmek”
üstünden nereye kadar açıklayabiliriz? Hele fotoğrafla
“dost” olmak nasıl bir şeydir, neden bir insan fotoğrafla
dost olma ihtiyacı hissetsin ki? Bu kadar mı yabancılaştık
yani hayata ve çıplak gerçeklere? Peki ya fotoğrafı yaygınlaştırmak neyin nesi? Daha ne kadar yaygınlaştırmak
istiyoruz? Fotoğrafın yaygınlaşmasının pazardaki karşılığı nedir? Ya insanları hobi sahibi yapmak neyin nesi?
Bugün bankalar bile “hobi işi”ne el atmışken, fotoğraf
derneklerinin kendisine hobiler üstünden sosyalleşme
misyonunu biçmesinin hayli ucuz bir niyete tekabül ettiğini söylemek haksızlık mıdır?
Peki, dernekler acaba kendilerini bu zamanda nasıl
anlamlandırıyorlar? Toplumsala ve fotoğrafa dair nasıl
bir tespit üstünden strateji kuruyorlar? Anadolu’nun hemen her köşesinde bunca geniş örgütlenmeye sahip fotoğraf çevresi, toplumun hayli uslu, biraz saf, oldukça razı
kesimlerini mi temsil ediyor? Memleketteki bir fotoğraf
derneği 2010’lu yılların başında görüntü-birey-toplum
arasındaki ilişkiyi nasıl çözümlüyor; kendi yereliyle ne
türden bağlar kuruyor; var olduğu kentle ilişkisi nasıl?
Bu soruların cevaplarını külliyen bildiğimi vehmederek konuşmuyorum. Başkalarının vereceği cevaplar âleme ibret olsun diye de sormuyorum. Kendi cevaplarım
konusunda hayli ciddi şüphelerim mevcut. Ancak şundan
hiç kuşkum yok ki sağdan soldan savrulacak sloganların
vereceği kestirme cevaplardan, şipişini işi çözümlerden
daha derin sözlere ve hakikaten çok taraflı diyaloglarla ortaya çıkacak yaratıcı zihinsel faaliyetlere ihtiyacım
var.
Böyleyken böyle…
Burada bunca lafı neden ettiğimi soracak olursanız,
“aslında maksadım başkaydı” diye söze girerim. Kendi
hikâyem içinde ben de yukarıda değindiğim süreçlere
bir şekilde dâhil oldum. Fotoğrafik görüntünün hayatımdaki ve yaşadığım toplumdaki etkisini izleme fırsatı
buldum. Farklı maksatlar taşısa bile “fotoğrafçılık” ortak
Kontrast
Söyleşi
RÖPORTAJ: UFUK DURUMAN
FOTOĞRAFLAR: tuğrul çakar
“Fotoğrafı sanata
yaklaştırabilmek için fotoğraf
makinenizi
boynunuza değil beyninize
asmak zorundasınız.”
Tuğrul ÇAKAR
Fotoğraf: Gülnur Özmen
“Yarışmalarla adınızı bİr zaman dİlİmİ
İçİnde duyurabİlmİş olsanız bİle sanat
gerçeğİ sİzİ yaşadığınız o kısa sürenİn
İçİne öyle bİr gömer kİ bİr daha adınız bİle
anılmaz.”
Ülkemizde fotoğraf sanatçılarının parmakla sayılabileceği yıllarda fotoğrafa
başlamış ve yıllar boyunca da hayatını sanatıyla kazanmış, pek çok ödül sahibi, aynı
zamanda usta bir öykücü olan Tuğrul Çakar,
çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürürken
bir yandan da yılların deneyimini hem Başkent Üniversitesi’nde hem de iki dönemdir
AFSAD’da öğrencilerine aktarıyor. Sizin için
onunla görüştük.
Uzun yıllardır fotoğrafla uğraşıyorsunuz, fotoğrafçılık hayatinizin hep bir
parçası olageldi sanırım. Meslek olarak da
yaptınız. Hayatını fotoğraf ile kazanmanın
zorlukları neler?
32 yılı geçti sanırım. Fotoğrafla iç içe
bir yaşam. Fotoğrafçılık değil de fotoğraf
hayatımın bir parçası hâline geldi demek
daha doğru olur. Meslek olarak da yaptım.
Ama ısmarlanan fotoğrafı çekip onu satarak
değil. İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nde 16 yıl
aylık ücret karşılığı fotoğrafçı olarak çalıştım. İyi sayılabilecek bir aylık ücret, iyi bir
karanlık oda, eksiksiz malzeme sağladılar
bana. Zamana karşı yapılan kurtarma kazılarında, iyi fotoğraf için iyi ışık koşullarını
beklemek gibi bir lüksünüz yoktur. Onların
istediği anda istedikleri fotoğrafı çekmek
ve hata yapmamak zorundasınız. Siz deklanşöre bastıktan sonra kazmalar, malalar
ve bazen de diş fırçaları devreye girecek
ve kazı, toprağın derinliklerine doğru devam edecektir. Çektiğiniz görüntü artık
yoktur. Belki de az sonra yeni bir fotoğraf
isteyecekleri için hep orada, kazı alanında
olmanız gerekir. 16 yılın hep aynı üç ayında aynı yerde olmak kolay değildi tabi ki.
Kazıların yaz aylarında yapılma zorunluluğu, Güneydoğu Anadolu’nun iklim koşulları, 45 dereceyi bulan sıcaklıkta toprakta
çalışmak, gün boyu üzerinizde biriken toz
yığınını Fırat Nehri’nin deli sularında yıkanarak gidermek, toprak damların altında
veya üstünde akrepleri, yılanları gözleyerek uyumaya çalışmak ve her defasında
gün doğmadan uyanıp kazı alanına koşmak
hiç kolay değildi.
Yine de mutluydum ben. 1980-1996
yılları arasında Güneydoğu Anadolu’nun o
zor günlerini orada yaşamak, bir serüven
gibi gelirdi bana. Geceleri sokağa çıkamamanın bile sanki keyif çıkarılabilen bir yanı
vardı. Ya da bana öyle gelirdi. Verilen küçük molalarda, bir günlük hafta tatillerinde bana ait fotoğraflar çekebilmek abartılı
bir sevinç duymama neden olurdu. Ancak
o coşkulu, her an yeni bir heyecanla karşılaşabildiğim o günlerde Ankara’nın Eylül
ayını özlerdim yine de. Ankara’da yaşayan
biri olarak 16 yıl Ankara’da Eylül ayını yaşamamışsanız ve Eylül ayını seviyorsanız
özlem artıyor işte.
Kolay değildi ama ben hiç pişmanlık
duymadım. Sevdiğim bir işi yapıyordum ve
bu yeterli bir nedendi.
Fotoğraf yarışmalarıyla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Yarışmaların karşısında olmadım hiç.
Kaldı ki ben bir dönemin hızlı yarışmacıla-
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
rından biriydim. Düşününüz ki çok sayıda
fotoğraf amatörü severek, isteyerek fotoğraf üretiyor ve elbette paylaşmak istiyor.
İşlerini bir yarışma katalogunda görmek
onları mutlu ediyor. Şimdi oturup, ölçüp
biçip burun kıvırıp bu küçük paylaşma isteğini onlara çok mu görmeliyiz? Ünlü film
yapımcıları milyonlarca izleyiciye ulaşmış
filmlerini her yıl birbiri ile yarıştırırken, bir
fotoğraf amatörü işlerini yarışmaya gönderdi diye kulağını mı çekmeliyiz?
Olayın bir başka yönü daha var ki gözden kaçırmamak gerek. Arkadaşlarımız
yarışma kazandıklarında iyi fotoğraf yaptıklarını zannediyorlar. Düşülebilecek en
büyük açmaz bu olsa gerek. Örneğin ben
1996 yılından beri, (çok özel bir yarışma
değilse) yarışmalara katılmıyorum. Bu dönem öncesi yarışmalarda bana verilen ödül
sayısı yüz civarındadır. Ne var ki benim
“işte oldu” diyebileceğim, savunabileceğim, değerini koruyabilir nitelikte yüz tane
fotoğrafım yoktur.
Sadece yarışmak için değil de fotoğrafı
sevdiğiniz için, değer verdiğiniz için yapıyorsanız, yaptıklarınızla barışık olabiliyorsanız, ilkelerinizin dışına çıkan yarışma
biçimlerine uzak durabiliyorsanız, yarışmalara katılmanın ne gibi bir sakıncası olabilir? Yarışmaları yaptığımız işin tadı tuzu
olmaktan çıkaran fotoğrafçılarımızı da görüyor ve izliyoruz. Ancak böyle bir ortamda
yarışma formlarında, önce verilecek ödül
miktarını okuyan fotoğrafçılar da olacaktır.
Bunu engelleyemezsiniz. Fotoğraf sanatı
tarihine bakınız. Sadece yarışmalarla adını
oraya yazdırmış bir fotoğrafçı yoktur. Yarışmalarla adınızı bir zaman dilimi içinde
duyurabilmiş olsanız bile, sanat gerçeği
sizi yaşadığınız o kısa sürenin içine öyle bir
gömer ki bir daha adınız bile anılmaz.
Ben Raota’yı yarışma katalogları sayesinde tanıdım. Sovyet fotoğrafçıların o
eşsiz siyah beyaz baskı tekniklerini o kataloglarla öğrendim. Birçok dostumun ismi-
Kontrast
ni daha onları tanımadan önce o ortamda
öğrendim.
Yarışmaların yanı sıra son yıllarda fotoğrafçı buluşması başlıklı pek çok etkinlik yapılıyor. Bu etkinliklerin, ülkemize ve
fotoğrafçılığa etkileri sizce neler?
Fotoğrafçı buluşmalarından fotoğrafçıları yarış atı gibi koşturdukları ve foto
maraton olarak isimlendirilen yarışmaları
kastediyorsanız pek olumlu şeyler söyleyemem. Bu tarz organizasyonların düzenleyiciye ve katılımcıya ne gibi bir tatmin
sağladığını bilmiyorum. Sık yapıldığına
göre bir hikmeti vardır diye düşünüyorum.
Ama benim anladığım fotoğraf nefes nefese yapılmaz. Ancak içinde yarışma olmayan
buluşmalar da yapılıyor. Geçtiğimiz aylarda Kastamonu’da düzenlenen fotoğrafçılar
buluşması gibi. Katılımcılar, üç gün boyunca diledikleri gibi fotoğraf çekebildiler. Akşamları ise çok yararlı olduğuna inandığım
sunumlar izlediler, söyleşilere katıldılar.
Fotoğrafın düşünsel boyutu ile de ele alınabildiği bir buluşma idi ki bu tür etkinliklerin eksiği de bu zaten.
Bu tür etkinlikler, kim birinci olacak şamatasından arındırıldığı ölçüde başarılı ve
yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Hele
hele içine kısa süreli atölyeler yerleştirildiğinde (bahar aylarında Fethiye’de olduğu gibi) çok daha yararlı olacaktır.
Yine bu etkinliklerin en köklüsü olan
DOGAY’in yaratıcısı olan DASK ile AFSAD
üyesisiniz. Derneklerin çalışmaları hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
DASK Dogay diğerlerinden farklı bir
etkinlik. Amatör fotoğrafçılar yine nefes
nefese yarışıyorlar ama o etkinliği diğerlerinden ayıran özellikleri var. Buluşmanın
yapıldığı bölgenin çocukları için, zihinsel
engelli çocuklar için düşünülen ve uygulanan bölümler var. Daha önemlisi Dogay,
bölge insanını tanıma-kaynaşma olanağı
yaratıyor. Kaldı ki Dogay’a katılanlar sadece yarışmacılar değil. Yarışmacı sayısının
çok üstünde bir katılımcı grubu sadece
doğa ile yakınlaşabileceği, toprağa basabileceği birkaç gün yaşayabiliyor. DASK bir
doğa derneğidir. Oysa AFSAD ve FSK, isimlerinin içinde de olduğu gibi, fotoğrafın
sanatsal işlevi ile yola çıkmış derneklerdir.
Ancak fotoğrafın o sihirli gücü burada da
devreye girip bir birleştirici etki yaratıyor
ve dernekler birbirlerinden rol çalabiliyorlar. Bir doğa derneği fotoğraf yarışması düzenlerken bir sanat derneği sanatı dağlarda arayabiliyor. Oysa fotoğrafla ulaşılmaya
çalışılan sanat, orada olanı alıp buraya getirmek değildir. Fotoğrafı sanata yaklaştırabilmek için fotoğraf makinenizi boynunuza
değil beyninize asmak zorundasınız. Sanatı
isimlerinin içine almakta sakınca görmeyen
derneklerin kolaya kaçmak, günü kurtarma
çabaları içine girmek yerine, uzun dönemleri hedefleyen, çalışma programları içeren
“Sanat tarİhİnden nasİpsİz bİrİ elbette
sanata uzaktan bakacaktır. Sonuçta sanat
tarİhİ eğİtİmİ vermİş bİle olsanız, sonrası o
kİşİye kalacaktır.”
projelere yönelmesi daha doğru olacaktır.
Ancak herkes hayatından memnun görünüyorsa, söylenecek ne olabilir.
Şu anda fotoğraf üzerine eğitim de
veriyorsunuz. Bu eğitim üniversitelerde
yahut derneklerde olması gerektiği gibi
verilebiliyor mu? Sizce sanat/fotoğraf öğretilebilir mi? Eğitim, sizce kişiye ne katıyor ve ondan ne alıyor?
Evet. Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Grafik Bölümü öğrencilerine fotoğraf dersleri veriyorum. Ayrıca
AFSAD’ın atölye etkinlikleri içinde yer alan,
portre konulu bir atölyeyi sürdürüyorum.
Üniversitede uyguladığımız program, daha
ziyade grafik eğitimi alan öğrencilerin mezun olduklarında mesleklerine yardımcı
olacak bir fotoğraf eğitimi. Öncelikle temel
fotoğraf eğitimi, daha sonraki dönemde ise
reklam fotoğrafçılığı gibi ilgili olacakları
konular içeren programlar uyguluyoruz.
Elbette yaşadığımız güçlükler çıkabiliyor
karşımıza ama yaşadığımız hiçbir gerçek,
ülkenin diğer gerçeklerinden çok uzakta
değil. Fotoğraf, özünde sanat falan değildir
aslında, teknolojidir. O yüzden de fotoğraf
öğretilebilir. İnsanlar her tür teknolojiyi
önce öğrenip sonra kullanabiliyorlar. Fotoğraf makinesi de öyle tabii ki. Oysa bir
insan, fotoğrafı sanata taşımak için yola
çıkmışsa orada düşünmek gerekir. Fotoğraf, vizörün arkasında bir sanatçının varlığı
ile sanata taşınabilir. Aranması gereken
fotoğraf sanatçısı değil, sanatçı olmalıdır. Deklanşör şıkırtıları sonrasında yazıcı
deliklerinden sanat yapıtları dökülmesini
beklemek, olsa olsa komik bir duruma düşmek olur. Sanat olgusu ile yakınlaşamadan
(ki o öğretilemiyor) sanata ulaşamazsınız.
“Bir öğrencime, galerilere gidiyor musunuz?” diye sorduğumda, “Gidiyorum ho-
Kontrast
Söyleşi
cam, gidiyorum ama arabalar çok pahalı.”
diye yanıt vermişti.
Fotoğraf gönüllülerinin dernek çatısı
altında çeşitli eğitim programlarına katılmaları elbette çok yararlı. Ancak bu yararlılık o eğitim programlarının gücü ile de
yakından ilgili. Sanat eğitimi verilemez
demek istemiyorum. Sanat tarihinden nasipsiz biri elbette sanata uzaktan bakacaktır. Sonuçta sanat tarihi eğitimi vermiş bile
olsanız, sonrası o kişiye kalacaktır. Sanat
eğitimi dersleri sonrasında bindiğiniz gezi
otobüsünde Ankaralı Turgut dinleniyorsa,
o otobüsten inenler olacaktır. İnebilenler,
yolun ortasında yalnız kalabilenler kazanır sonuçta. Sanata ulaşabilmek, biraz da
o yalnızlığa ulaşabilmek değil midir?
Genç eğitimi ile yetişkin eğitimi arasında büyük fark olsa gerek. Ayrıca derslerinizin katılımcı profili de farklı olmalı. Hangi
grup ile çalışmayı veya hangi grubun hangi
özelliklerini tercih ediyorsunuz?
Derslerdeki katılımcı profili farklı ve
öyle olmak zorunda. Farklı bakmak gibi bir
lüksünüz de olmuyor zaten. Yılların birikimini genç insanlara aktarabilmek daha
10
mantıklı görünse de, burada genç kavramından ne anlaşıldığı önemli. Öyle eski
ancak aynı anda öyle genç hissedebilen
beyinler var ki gıpta etmemek olası değil.
Gençlerle birlikte onlara da bir şeyler aktarabilmek önemli ve keyifli. Yeter ki canı
sıkılanlardan, sıkılıp da acaba ne yapsam
arayışına girenlerden olmasınlar. Bilinçli
davranabilsinler. Para kazanma amaçlı resim atölyelerine katılıp üç gün sonra “Soyut çalışıyorum şekerim!” diyenlerden olmasınlar bu yeterli.
Fotoğraf ve yazını birleştiren ender
kişilerdensiniz. Bu nasıl başladı? Hangisi
hangisini tetikliyor?
Yazma serüveni, Güneydoğu Anadolu’da arkeolojik kazılara katıldığım günlerde
başladı. Hava kararıp fotoğraf çekmek imkânsız hâle geldiğinde, toprak damlı köy
odamda gaz lambasının altında, uzaktaki
dostlara yöre ağzı ile mizah tadında mektuplar yazardım. Sayıları hayli fazladır. Ama
mektup oldukları, okunup atıldıkları için
yıllar sonra birçoğuna ulaşamadım. Ulaşabildiğim birkaç mektubu ilk kitabımda (En
Uzaktaki Gri) yayımlamıştım. O küçük kitabın değerli arkadaşım Oruç Aruoba’nın eli-
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
ne geçmesi ve onun beni yüreklendirmesi
ile başladı yazıya bağımlılık. İkinci kitabım
“Akşamüstü Yine Hüzün”ü kafa doktoruna
gittiğim yıllarda yazdım. Arkasından “İki
Hayat Çek Usta Bir Buçuk Bol Acılı Negatif”
isimli kitabım yayımlandı. Son olarak da
“Siyah Beyaz Masallar” yayımlandı. Yazar
olduğumu söyleyemem ama yazmanın çok
keyifli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle
uzaktakilerden, sizi tanımayanlardan aldığınız övgü sözcükleri, şımarmanıza bile
yol açabiliyor. Ama hep yaptığım gibi ben
şımarıklığımı da kendimde yaşıyorum. İçe
dönük bir yapım var. Özellikle beni yoran
çıkışsız zamanlarımda bile, o zamanlarımı
paylaşmayı seçmiyorum. Size ne diyeceklerini bile bile başka insanlara sığınmak
bana zor gelmiştir hep. Ağıt yakıp sadaka
toplamaya benzeyen bu yaşama biçimini
hiç seçmedim. İnsanların çoğunluğunun
böyle bir yaşam biçimini seçiyor olması,
hep verilenlerle yetinmesi, o içe kapanıklığı beraberinde getiriyor. İşte belki de
yazmak burada devreye giriyor. Noktayı
koyduğunuzda, kendinizle hesaplaşmanız
da biter. Üstelik sözünüzü hiç kimsenin kesememesi de ayrı bir keyif sağlar.
Tetikleyen ise elbette fotoğraf… Yazı-
Kontrast
“Fotoğraf, vizörün arkasında bir
sanatçının varlığı ile sanata taşınabilir. Aranması gereken fotoğraf
sanatçısı değil, sanatçı olmalıdır.”
larımı okuyanlar o yazıların hep fotoğrafın ışığında (karanlığında
da denilebilir mi?) oluştuğunu hissedebilirler.
Bu aralar, dijital kamera ile çalışan fotoğrafçılarda analog
makineye dönüş, en azından bir de analog kamera kullanma
eğilimi var. Eski gelenekten gelen biri olarak bunu neye bağlarsınız?
Böyle bir eğilim var mı gerçekten? Varsa da ben henüz göremiyorum. Ama bir zaman sonra olacaktır sanırım. Yarattıkları
görüntü kirliliğinde boğulup gidenlerin sayısı arttıkça, fotoğraf
da hatırlanacaktır. Kim bilir? Belki bir başka oyuncak icat edildiğinde, eski oyuncak çöpe atıldığında olacaktır bu. Bu sözlerimle
dijital teknolojiyi anlatım çabalarında bir araç olarak kullananları
kastetmiyorum tabii ki. Her yeni model, her yeni program çıktığında kendilerini daha yetenekli (!) sananları kastediyorum.
Siz de daha geriye giderek pinhole çalışıyorsunuz. Bu merak
nasıl gelişti, çalışmalarınız nasıl gidiyor?
Pinhole fotoğraf çalışmalarım birkaç yıl önce başladı. Değerli arkadaşım Ahmet Selim Sabuncu yapıyordu. Yaptıkları ilgimi
çekince, ondan izin alarak ben de başlamıştım. Saniyede 12 kare
çekip görüntü yığınları oluşturmak yerine 12 saniyede bir kare
çekip onun keyfini yaşamak, pek de geriye gitmek olmamalı. Klasikleri yeniden okumayı hangimiz sevmeyiz?
Üzerinde çalıştığınız veya planladığınız daha başka projeleriniz var mı?
Şu sıralar pinhole çalışmaları yayıma hazırlanıyor. Onunla
birlikte 4 Ocak’ta Türk Amerikan Derneği’nde sergisi açılacak. Şu
sıralar kitabımın çıkacağı günü ve sergimin açılacağı günü heyecanla bekliyorum. Sonrasında yeni bir heyecan, yeni bir proje
gelir nasıl olsa. Geç kalmaz.
11
Kontrast
Hazırlayan: ŞİRİN AYDIN
katkıda bulunan: şule tüzül
POPÜLER KÜLTÜRÜN GÖZDE
ARACI: FOTOĞRAF
12
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Kontrast
Yunan mitolojisinin ünlü kahramanı Akhilleus, bir Tanrıça
olan annesi Thetis’e yalvarır: “Kısacık bir ömür sürmek için
doğurdunsa beni, bari göklerde gürleyen Olymposlu Zeus,
ün bağışlasaydı bana, ne olurdu!”¹ Akhilleus, günü kurtarıp, doğanın kendisine verdiği kadar bir ömürle yetinmek
yerine, yüzyıllar boyu yaşamayı tercih etti. Bugün ise yüzyıllar boyu sürecek bir üne sahip olmak çok kolay değil. Andy Warhol’un öngörüsü gerçek
oldu; çevremiz, “15 dakika”lık şöhretlerle çevrili. Warhol’un sözlerine gönderme yapan ve bir içecek markasının
reklamını yapmak üzere kurulmuş
olan internet sitesi, “Az sonra gerçekten şöhret olacak, ismini milyonlara
duyuracaksın!” spotuyla açılıyor. Bunun için tek yapmanız gereken, siteye
fotoğrafınızı yüklemek ve kendinizden
birkaç cümleyle bahsetmek. Bu kadar
kolay! Dünyanın herhangi bir yerinden takip edilebilen sitenin diğer ziyaretçileri tarafından tanınacaksınız;
peki kaç dakikalığına?
Fotoğraf: Mehmet Turgut
13
Kontrast
“Fotoğraf, gösterdİğİ kİşİlerİ başkalarına
anlatma İşlevİnİn yanı sıra, yaratıcısına
da ün sağlayan bİr araç oldu başından
berİ. İnsanlar, gördükleri görüntünün
muhteşemlİğİnden etkİlenmekle kalmayıp,
bunu gören ve sonra da kendİlerİne sunan
‘göz’ü de merak ettİler.”
Şan şöhret demek, ölümsüzlük demek… Bir tuvalin üzerine işlenmiş resimlerin, ölümsüzlük arzusuna karşılık verdiğini keşfeden burjuva sınıfı, eline para geçince, ilk iş olarak kendi görüntülerini ve yaşamlarını tuvallerin üzerinde
garanti altına aldı. 19. yy’a gelindiğinde ise resimden çok
daha gerçekçi bir görüntü vardı artık ve bu görüntü, insanın
en temel arzularından birine hitap ediyordu. Aradan geçen
yıllarda fotoğrafik görüntü, giderek çıplak gözle gördüğümüz gerçekliğe daha yakın olmaya ve bir yandan da çok
daha fazla kişiye ulaşmaya başladı.
‘Halkın genel beğenisine uyan’ anlamında kullanılan
“popüler” kelimesi, bugün, tam da fotoğraf çekme uğraşını niteliyor. Fotoğraf - ve onu takiben sinema, televizyon,
video görüntüsü- sayesinde tanınan, bilinen, sevilen in-
sanlar “popüler”leşirken;
bu görüntüyü meydana
getirenler de ilgi merkezi hâline geliyorlar. Profesyonel ya da amatörce
hemen herkesin fotoğraf
çektiği, fotoğrafa konu olduğu günümüzde, fotoğraf çekmenin bir hikâye
anlatmak, bir farkındalık
yaratmak, bir konuya dikkat çekmek işlevlerinden
de öte “popüler bir şey”
olması tartışılıyor.
Fotoğrafın Meşhur Ettikleri
Bir National Geographic fotoğrafçısı olan Steve
Mccurry’nin Aralık 1984’te, Afganistan’da çektiği 13 yaşındaki kızın fotoğrafı National Geographic’e kapak oldu ve
milyonlarca kişi tarafından tanındı. Mccurry, “Fotoğrafın
yayımlandığı tarihten beri ‘Afgan Kızı’ hakkında mektup
almadığım tek bir gün dahi geçmedi.” diyor. Yayın dünyasında en fazla bilinen fotoğraf unvanına sahip olan “Afgan
Kızı” fotoğrafı Mccurry’ye büyük bir ün sağladı.
Fotoğraf üzerinden ün kazanıp, işin kaymağını yiyen ilk
isim, fotoğrafın mucitlerinden Daugerre’den başkası değil.
Her ne kadar Niepce, fotoğrafı kaydetmiş ilk kişi olsa da fotoğrafın kitlelerle buluşması ve yaygınlaşması Daugerre’in
Fotoğraf: Okan Bayülgen
14
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Kontrast
Vietnam ya da Hiroşima fotoğrafının yeri dolmuyor. Anlık popüler
olan insanlar, içerik yoksulluğunda kaybolup gidecek. Şahin Kaygun’un fotoğrafını otuz yıl önce
izlediğimde, gelecek teknoloji ile
daha iyisinin yapılacağını öngörmüştüm. Şimdi photoshop ile yeni
bir fotoğraf yaratılıyor. Fotoğrafın
kendi gücü ikinci plana itildi. Bunu
teknolojik gelişmeyi öngörme meselesi olarak söyledim; yoksa Şahin
Kaygun’un işleri tüketilmedi,” diye
yorumluyor fotoğraf ve popülizm
arasındaki ilişkiyi.
Teknolojinin bugün geldiği
noktada fotoğraf, artık hiçbir kimse ya da kurumun filtresine
takılmadan dünyanın herhangi bir yerindeki bir başka insana
ulaşabiliyor aynı zamanda. Bir fotoğrafçı, resmi web sitesinde ya da fotoğraf paylaşım veya sosyal paylaşım sitelerinde
istediği fotoğrafı yayımlayabilir ve dünyanın herhangi bir
noktasında herhangi bir konuyu araştıran birisi, bu fotoğrafçıyı keşfedebilir. Sonra fotoğrafçımızı, beğendiği fotoğrafçılar listesine ekleyebilir ve onun blogunu takip eden ya da
bir sosyal paylaşım sitesinde bulunan yüzlerce “arkadaşı” bu
fotoğrafçıdan haberdar olabilir. Arada editörler yok, görsel
yönetmenler yok,
“Bİlİyoruz kİ bİze gösterİlen bİr
kİmse, nesne ya da duruma baktığımız
andan beş dakİka sonra yenİ bİr
kİmsenİn, nesnenİn ya da durumun
fotoğrafları İle karşı karşıya
kalacağız. Bu büyük ama bana göre
çok geçİcİ bİr güç.” Aytaç Togay
ticari zekâsı ve girişkenliği sayesinde oldu. Daugerotip adını
verdiği fotoğraf makinesiyle çektiği fotoğrafları gazete editörlerine, yazarlara ve sanatçılara tanıttı. 1839’da François
Arago’nun Paris Bilimler Akademisi’nde Daugerrotip’i tanıtmasıyla birlikte, bu yeni icat büyük bir sansasyon yarattı.²
Daugerre’in ünü, kendisi gibi fotoğrafı geliştirmekle
meşgul olan başkalarını kıskandırmıştı. Bu duruma en güzel
içerleme, Hippolyte Bayard’dan geldi. Bayard, “Boğulmuş Bir
Adam Olarak Özportre” adlı fotoğrafında, Daugerre’in şanının alıp yürümesine karşılık kendisinin fotoğraftan “beklediğini” bulamamasından yakınır. Fotoğrafın arka yüzüne şu
sözleri yazmıştır:³
“Diğer yüzde görülen vücudun sahibi Bay
Bayard’dır; harika sonuçlarını yeni gördüğünüz ya da görmek üzere olduğunuz yöntemin mucidi. Bildiğim kadarıyla bu hünerli
ve yorulmak bilmez araştırmacı, yaklaşık üç
yıldır icadını geliştirmekle meşgul... Akademi,
kral, kendisinin kusurlu bulduğu bu çizimlerini gören herkes, sizin şu an yaptığınız gibi
bunlara hayran kaldılar. Bu onu çok onurlandırdı ve ona bir peni bile kazandırmadı. Bay
Daguerre’e çok fazla şey veren hükümet, Bay
Bayard için bir şey yapılamayacağını söyledi
ve zavallı adam kendini boğdu.”
Fotoğraf, gösterdiği kişileri başkalarına
anlatma işlevinin yanı sıra, yaratıcısına da
ün sağlayan bir araç oldu başından beri. İnsanlar, gördükleri görüntünün muhteşemliğinden etkilenmekle kalmayıp, bunu gören
ve sonra da kendilerine sunan “göz”ü de
merak ettiler. Elinde fotoğraf makinesiyle
savaş alanlarında “konuya yeterince yaklaşan” gözüpek fotoğrafçılar ve bir dolma
biberin fotoğrafını çekerek de sanat yapılabileceğini gösterenler, izleyicinin yoğun
ilgisini kendi üzerlerine çekmeyi başardılar. Peki, bugün hâlâ böyle mi? Fotoğrafçı,
çektiği fotoğrafla ün sahibi olabiliyor mu?
Son yıllarda adını medyada sıkça duyduğumuz ve ünlülerin fotoğraflarını çekerek ününe ün katan Fotoğrafçı Mehmet
Turgut, “Bir fotoğrafçının, hiçbir zaman bu
anlamdaki popülerliğe ulaşamayacağını
düşünenlerdenim; ‘eğer fotoğraf haricinde
başka bir şey yapmazsa’. Popüler olan fotoğrafçı değil, fotoğrafçının ürettiği eserlerdir,” diyor.
Ali Öz ise fotoğrafçının, popüler olmayı
amaçladığını savunuyor ve “Önemli, meşhur olmak amacı taşıyor ama bu kadar çok
tüketilince yeni ürünler onu unutturuyor.
Fotoğraf: Ali Alışır
15
Kontrast
Fotoğraf: Tarkan
küratörler yok, galeri sahipleri yok. Fotoğraf -ve dolayısıyla da
fotoğrafçının namı- artık raflarda bir dergiye para ayırıp satın
alan ya da bir galeriye gidip sergi gezen insanlara ihtiyaç duymadan dolaşıma girebiliyor.
Aytaç Togay, üretim ve yayınlama aşamasının kısalmasıyla
birlikte, fotoğrafa konu olan kimse, nesne ya da durumun popülaritesinin de aynı oranda kısalmasına neden olacağını söylüyor ve ekliyor: “Çünkü biliyoruz ki bize gösterilen bir kimse,
nesne ya da duruma baktığımız andan beş dakika sonra yeni bir
kimsenin, nesnenin ya da durumun fotoğrafları ile karşı karşıya
kalacağız. Bu büyük ama bana göre çok geçici bir güç.”
Tüketilen Fotoğraf
Peki, fotoğrafın gücüne ne oldu? Lewis Hine’ın, Dorothy
Lange’ın, Robert Capa’nın, Eugene Smith’in ve bugün hafızalarımıza kazınmış fotoğrafları çeken diğer fotoğrafçıların
zamanında kamuoyunda oluşturduğu etkiyi yaratabiliyor mu
bugünkü fotoğrafçılar? Ali Öz, bu konuda çok iyimser değil:
“Çok fazla tüketiyoruz; aklımızda bir şey kalmıyor. Bugün görüntü sayısı milyarlarca… İnternette, basında, televizyonda görüntü
kirliliği var ama aklımızda kalan, bizi etkileyen yok. En yakında
yaşanan Irak Savaşı’nı ele alalım; binlerce görüntü gördük ama
aklımızda kalan üç-beş taneyi geçmez. Fotoğrafın gücü azalıyor.
İnsanı etkileme, sonuç getirme işlevi yetersizleşmiş oluyor. Ciddi bir tüketim var. Fotoğraf, günümüzde en hızlı tüketilen nesne
oldu. Tam da ‘tüketim toplumu’ özelliklerine uygun. ‘Al, tüket, at’
misali, her gün abartısız binlerce fotoğraf görüyoruz. Ertesi gün
yeni görüntülerin peşinde, bir gün önce gördüklerimizi unutu-
16
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
yoruz.”
Ancak ünlü olmanın yolu da göz önünde olmaktan geçiyor
bir taraftan; göz önünde olmaksa fotoğrafın da aralarında bulunduğu her türlü görsel aracı kullanabilmekten… “Görsel çağ”
içinde yaşıyoruz, Gisele Freund’un dediği gibi “görüntü kolay
anlaşılıyor ve herkese ulaşıyor”. Freund’a göre, tıpkı ressamlar
gibi fotoğrafçılar da yeni biçimler yaratabileceklerini düşünüyorlar. “Bugün binlerce profesyonel fotoğrafçı var ve bunların
arasından büyük bir kısmı yeni yollar arayışında,” diyor Freund
ve devam ediyor: “Onlar da çok haklı. Bugün fotoğraflar, sanatı
korumakla görevli kişilerin onayını alarak müzelere giriyor. Duvarlara asılıyor ve kaybettiği sanat yapıtı olma özelliğini geri
kazanıyor. Ama böyle güncel olmasındaki en büyük etken, yüz
binlerce amatörün –görsel neslin- kendilerini fotoğraf aracılığıyla ifade ediyor olmasıdır.”⁴ Freund bunları yazdığında henüz
fotoğraf, film üzerine kaydedilen, bir başka yüzey üzerine “basılan” bir görüntüydü üstelik.
Fotoğraf üretim ve paylaşım süreçlerinin değişmesiyle birlikte, fotoğrafçıyı ve fotoğrafı bir kenara bırakalım, “fotoğraf
çekmek” edimi bile başlı başına popüler bir uğraş oldu. Yüksek çözünürlüklü görüntü kaydeden cep telefonları sayesinde herkesin elinde bir fotoğraf makinesi var artık. Ama ânı
dondurmanın ve görüntüyü saklamanın tadına varanlara bu
yetmiyor; fotoğraf makinelerinin bulunduğu standlar, elektronik marketlerinin en gözde bölümlerinden biri günümüzde. Sadece anı fotoğrafları çekmek de değil mesele, görüntü
kalitesini en üst noktalara çıkaran dijital fotoğraf makineleri,
üzerlerindeki bu ilgiyi sürdürebilmek için her geçen gün yenilikler yaratmak zorunda. Pinhole tarzı fotoğrafları, ışık kay-
Kontrast
işte bu: Niteliği artıracak şekilde fotoğrafa yaklaşılamaması.
Çek, bir daha çek, yeniden çek. Zaman ne olursa olsun, fotoğraf
her zaman tüketilen bir meta olarak var olacak. Ancak, üzerinde düşünülmedikçe, düşünsel anlamda konuya yaklaşılmadıkça
fotoğraf, ‘tüketim bandının’ ilk sıralarında yerini almaya devam
edecek.”
Ali Alışır ise fotoğrafın bir tüketim nesnesi hâline gelmesinin çok da olumsuz bir şey olmadığını düşünüyor: “Popüler
kültürün, dayatmaları ve tüketime dönük yapısı olduğu kadar
olumlu tarafları olduğunu da düşünüyorum. Örneğin, 70’li 80’li
yıllarda Guevara tişörtü giyenlere, ‘İşte bunlar teşhir ediyorlar
bu ürünü, bizim kahramanımızı, bizim liderimizi küçük düşürüyorlar tişörtlere basarak,’ diyorlardı. Bu çok anlam veremediğim
bir şeydi. Atatürk tişörtleri, bayrak tişörtleri, vs; bunlar popüler
kültürün nesnesi hâline geldiler. Nesi kötü olabilir bunun? Yani
bir insan bir tişörtü giyerse, başka biri görüp merak eder, ‘Bu
kim?’ diye sorarsa, ya da aynı resmi kitapta görüp, ‘Aa ben bunu
bir tişörtte görmüştüm, acaba kimdir?’ diye okursa, bunun neresi kötü? Buna, kötü tarafına, bir cevap bulamadım. O anlamda
bana popüler kültürün hızla ulaşımı, görsel anlamda aklıma kazınması, flu bile olsa, hiçbir şey olmasa bile bu fotoğrafın bana
bir çağrışım yapması popüler kültür açısından bana hâlâ cazip
geliyor. Güncel olanı bir şekilde sana ulaştırması açısından popüler kültür bence güzel bir şey.”
Medyatik Fotoğrafçılar
naklarını yıldız efektiyle gösteren filtrelerle, minyatür efekti
de verebilen ama cep yakan tilt-shift objektiflerle elde edilen
fotoğrafları dijital kompakt makinelerde sadece bir mod değiştirerek, zahmetsizce elde etmek mümkün. Cep telefonlarının kameraları bile sadece daha iyi görüntü verme derdinde
değil; ışığı manuel ölçebildiğimiz ayarları da taşıyorlar artık.
George Eastman, “Siz sadece deklanşöre basın, gerisini biz
hallederiz!” sloganıyla, amatör fotoğrafçıları tetikleyeli 100
yıldan fazla bir süre geçti; bugünse Süha Derbent’in dediği
gibi fotoğrafçı olmak fazlasıyla kolay.⁵
Aytaç Togay’a göre fotoğraf her zaman tüketilen bir nesne
idi. Bu durumu şöyle açıklıyor Togay: “Bundan 4-5 sene öncesine kadar, ortalama gelirli bir tüketicinin alabileceği DSLR fotoğraf makinesi sayısı bugün var olanların dörtte biri kadar iken, şu
an isteyen herkes kendi ekonomik durumuna göre bir DSLR edinebiliyor. Bu durum,
fotoğraf
miktarını
nicelik olarak arttırıyor. İnternet üzerinde
onlarca sosyal paylaşım sitesinde üretilen
ürünleri
görebiliriz.
Peki, bu artış ‘niteliğin’
artmasına bir katkıda
bulunuyor mu? İşte
bunu söylemek güç…
Fotoğrafın bunca hızlı
tüketilmesinin sebebi
Biraz da popüler kültürün kahramanlarına bakalım… Sanatçılar, siyasetçiler, şovmenler; bir fikir, bir eser üretenler,
icra edenler ya da hiçbir şey üretmeyenler, bir şekilde medyanın ilgisini çekmiş herkes, görüntüsünü gösteren bir kitle
iletişim aracı sayesinde sokaktaki insan tarafından tanınıyor
ve beğeniliyor ya da beğenilmiyor. Medyada görüntüsü ne
kadar çok yer alırsa, popülaritesi o kadar artıyor. Ekranlarda
gördüğümüz pek çok ünlü isim, fotoğraf merakı ile de ilgi görüyor. Okan Bayülgen, açtığı portre sergisiyle haber konusu
oluyor; Mustafa Koç’un Afrika’da çektiği fotoğraflar üzerine
konuşuluyor, Tarkan’ın Kenya’da çektiği vahşi yaşam fotoğrafları National Geographic Türkiye’de yayımlanıyor; Serdar
Bilgili, Cem Boyner, Cansu Dere fotoğraf hobisiyle gündeme
gelen diğer isimler...
Bu konuda görüşünü aldığımız Mehmet Turgut, “Başka
meslekler harici fotoğrafla ilgilenen birçok isim var. Yaptıkları
işler, gereğinden çok fazla ilgi görüyor. Aslında bunun çok kolay
bir sağlaması var; acaba fotoğrafları yurtdışındaki yarışmalara
yollasalardı sonuç ne olurdu?” diye soruyor.
Ali Öz’ün bu konudaki görüşleri ise, “Medya, popülerlik
peşinde olduğu için bunlar yazılıp çizilebiliyor ama en önemli
değerlendirme alanı tarihtir, kalıcı olmaktır. Benim için bugün
önemli değil, popüler işler kalıcı olmayacaktır,” yönünde.
Aytaç Togay, ilk bakışta medyatik isimlerin, yaptıkları işlerin önüne geçtiğini belirtiyor ve “Kendi ‘medyatik’ olup da ürettikleri konusunda çok iyi şeyler de çok kötü şeyler de söylenecek
“İnternette, basında, televİzyonda
görüntü kİrlİlİğİ var ama aklımızda
kalan, bİzİ etkİleyen yok. Fotoğrafın
gücü azalıyor. Ertesİ gün yenİ
görüntülerİn peşİnde, bİr gün önce
gördüklerİmİzİ unutuyoruz.” Alİ Öz
17
Kontrast
işi. Bu aşamada da
şöhret basamaklarını tırmanmak cidden
zorlaşıyor.
Medyatiklik, sizi, arkanıza
alacağınız rüzgârın
üfleme gücü kadar
ileriye
götürebilir.
Geriye kalanlarsa, sizin işlerinizdir.”
Gümrükçü,
bu
konuyla ilgili Neal Gabler’ın kaleme aldığı “Şöhret: Dünya Üzerindeki En Büyük Gösteri”⁶ başlıklı yazıdan örnek veriyor:
“‘Şöhret’ kelimesini, Ünlü Tarihçi Daniel Boorstin’e borçluyuz. Boorstin bu terimi 1961’de yayımlanan, yozlaşmayı incelediği ‘The Image’ adlı çalışmasında tarif etmişti. ‘Şöhret’ diyordu
Boorstin, ‘çok tanınmışlığıyla tanınan kişidir…’
Aslında bu yeni bir sanat biçimi... Film, kitap, oyun ve televizyon programları gibi daha geleneksel eğlence biçimleriyle,
kendine has yöntemleriyle (çoğunlukla da onları geride bırakarak) rekabet ediyor. Küresel bir topluluk oluşturabilelim diye
dikkatimizi dağıtıyor, ‘insanlık hâli’ne hassaslaştırıyor ve ortak
bir deneyim yaratıyor. Şöhretin, 21. yüzyılın önemli yeni sanat
biçimi olduğunu bile iddia edebilirim.
İnsan eğlencesi sadece bir karnaval değil; şöhret de aslında
tek bir insan değil. Şöhret, tek yıldız oyuncusu olan, bol karakterli bir gösteri... Ekran ya da sahne yerine gerçek hayatta sahneleniyor ve oradan da medyaya servis ediliyor. Medya yoksa, şöhret
de yok. Teknik olarak, ünlülerin hikâyesi olmaz. Biz kahramanıyla hikâyesini birbirinin yerine kullansak da, aslında ünlünün
kendisi hikâyedir. Bu yüzden bir insan Kraliçe Elizabeth kadar tanınabilir ama bir zamanların Prenses Diana’sı gibi şöhret olmaz.
Birinin adı bilinir, ötekinin hikâyesi.”
“Medyatİklİk, sİzİ, arkanıza alacağınız
rüzgârın üfleme gücü kadar İlerİye
götürebİlİr. Gerİye kalanlarsa, sİzİn
İşlerİnİzdİr.” Cengİz Oğuz Gümrükçü
birçok isim var. Sorun ne ürettikleri ve bu üretimlerinin hem kendilerine hem de biz izleyicilere olan katkısıdır,” diye ekliyor.
Çektikleri fotoğrafların içeriğinden çok, fotoğraf çekmeleri
tartışılan ünlülerin, sahip oldukları bu popülerlik iyi midir kötü
müdür tartışılır. “Parası var, ekipman alıyor, çekiyor”, “Asistanları hazırlıyor kadrajı, o da deklanşöre basıyor”, “O kadar oyuncuyu, mankeni tanımasa, ona poz verirler miydi?”, “Medyatik
olmasa, sergisi ilgi çeker miydi?” eleştirileri de sergi haberlerinin ardından yayılıyor hemen.
Cengiz Oğuz Gümrükçü ise, bu tür eleştirileri eleştiriyor:
“Hepimiz amatörüz. Onlar da öyle. İşlerinin ilgi görmesinin sebebi de onların işlerinin hep bir yerlere açılıyor olması. Mesela
Serdar Bilgili, bedensel engelliler için çalıştı. Mesela Okan Bayülgen, AFSAD’ın bir yer satın alması için düzenlenen kampanyaya fotoğraf bağışladı. Bunda yanlış bir şey yok. Medyayı doğru
okumak gerekiyor. Sizin yeteneğiniz var ama satamıyor, adınızı
duyuramıyorsunuz diyelim. Bunun suçlusu niye bu ünlü isimler
olsun ki? Açılımları doğru zamanda ve doğru yerde kullanıyorlar.
Siz şimdi gidip engellilerle ilgili bir çalışma yapsanız ve çevrenizde fotoğraflarınızı alacak ya da basına bunu duyuracak kimse
olmasa, yaptığınız işten sadece biz fotoğrafçıların haberi olur. Ve
zaten bizi bitiren de biraz bu değil mi? Fotoğrafçılar, diğer fotoğrafçılar için fotoğraf çekiyorlar ve onlara sunuyorlar yaptıkları
Fotoğraf: Mehmet Turgut
18
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Kontrast
Popülerlik mi, Kalıcılık mı?
Cengiz Oğuz Gümrükçü, popülerliğin insanı yiyip bitiren bir şey olduğunun da altını çiziyor. “Bunu avantaja
çevirmek için kişinin önce bu yeteneğe
sahip olması gerekiyor. Geçmişin en popüler fotoğrafçısı olarak karşımıza Erol
Atar çıkıyorsa, bunu kurcalamak gerekir.
Bu hak edilmiş bir popülerlik midir? Popüler olmak, bir hırs yaratır. Bu da fotoğrafçının fotoğraflarıyla olması gerektiğinden daha fazla oynamasını getirir.”
Ali Öz’e göre de bugün fotoğraf çekenler, fotoğrafla bir sonuç çıkartmaya
çalışan değil, fotoğraf sayesinde popüler olmaya çalışan, fotoğraftan kendilerine fayda sağlamayı amaçlayan kişiler.
“Oysa fotoğrafın kendisi araç olmalı,”
diyor Öz, fotoğrafın geleneksel işlevini savunarak: “Bugün, fotoğrafın hayatı
anlatma işlevi değil, çekene dönük fayda
sağlama anlayışı yaygın. En kolay sanat,
en kolay hobi olarak bakılıyor fotoğrafa.
Photoshop ile ilginç görüntüler yaratıp
popülerlik sağlanmaya çalışılıyor. Oysa
fotoğrafın kendi anlatım dilini kullanarak toplumsal yarar sağlamak önemli.
Bugün bu ikinci plana itildi.”
HDR fotoğraflar, galiba bunun en
güzel örneği. Işığı, kompozisyonu, fotoğrafta anlatılanları bir kenara bırakıp,
bir yazılımla başkalaşan fotoğrafları
hayranlıkla izleyebiliyor ve aynısını
kendi fotoğraflarımıza uyguluyoruz.
Bir fotoğraf çok beğeniliyor, sonra
orada kullanılan renkleri, tonları, açıyı,
fonu taklit eden yüzlerce fotoğrafla
karşılaşıyoruz internette dolaşırken.
Fotoğraf paylaşım sitelerinde “günün
fotoğrafçısı” seçiliyor, 15 dakikalık
değilse bile günübirlik ünlü olabiliyor
seçilenler.
Aytaç Togay, tanınmanın, bilinmenin güzel ve ego okşayıcı olduğunu
kabul ediyor. “Zaten ne için çekiyoruz
ki? Eninde sonunda iş, bu tüp duyguların yaşanma isteğine gelip orada duruyor. Ama duruma fotoğrafçı açısından bakacak olursak, peki
fotoğrafçı popülarite mi yoksa kalıcılık mı ister?” diye soruyor.
Ali Öz, fotoğrafın izleyende bir duygu yaratması, ona tokat
atması gerektiğini vurguluyor. Cengiz Oğuz Gümrükçü, “meşhur adam olmak” gibi bir hayalinin olmadığını, sadece “iyi fotoğraf çekmek” istediğini söylüyor. Mehmet Turgut, dünyaca
tanınan bir fotoğrafçı olmak için fotoğrafçının kendi stilinden
ödün vermemesi gerektiğini belirtiyor. Ali Alışır da arkasında
bir metin olan, bir eleştirisi, bir kaygısı olan fotoğrafların ancak fotoğrafçıyı bir yerelere getirebileceğini söylüyor.
Warhol haklıydı, bugün pek çok kişi birkaç dakikalığına da
olsa birilerinin aklında yer ediyor. Ancak derdi fotoğraf çekmek, hikâye anlatmak olan fotoğrafçılar, Akhilleus olup yıllar
boyu hatırlanacak işler çıkarmak istiyor.
Fotoğraf: Ali Öz
Dipnotlar:
1) Homeros, İlyada, Can Yayınları, Çev. Azra Erhat-A. Kadir, İstanbul, 1996, s. 81.
2) Elif Vargı, “Louis Jacques Mandé Daguerre”, www.fotografya.gen.tr,
Sayı 18.
3) Handan Saygon Dayı, “Boğulmuş Bir Adam Olarak Özportre”,
www.fotografya.gen.tr, Sayı 20.
4) Gisele Freund, Fotoğraf ve Toplum, Çev: Şule Demirkol, Sel Yayıncılık,
İstanbul, 2007, s.177.
5) “Fotoğrafçı Ol(ama)mak”, Kontrast, Ocak 2010, Sayı 15, s.15.
6) Neal Gabler, “Şöhret: Dünya Üzerindeki En Büyük Gösteri”,
Newsweek Türkiye, 72. Sayı.
19
Kontrast
Konuk Yazar
FOTOĞRAFTA POPÜLİZM OLGUSU
Ya da biz popüler olmak için neler yapmadık ki...
Öncelikle, fotoğrafın günümüzde geldiği noktaya ve insanların
ellerindeki fotoğraf makinelerine bakarak, epidemi noktasına gelen
fotoğrafçılığı yeniden sorgulamamız ve kategorize etmemiz gerekiyor. Neden insanlar kendilerini adeta yeryüzünün bütün görüntülerini tüketmeye yeminli bir ruh hâli içinde fotoğraf çekmeye adadılar?
Futbol tutkusu acaba yerini 21.yüzyılda fotoğrafçılığa mı bırakıyor?
Ama futbol oynayanların sayısı, fotoğraf çekenlere göre daha az. Oysa
asıl sorun, fotoğraf izleyicilerinin (dergi-kitap okuyan, sergilere giden)
fotoğraf çekenlerden daha az olması. Yalnızca ülkemizde değil, tüm
dünyada yaşanan ikinci büyük fotoğraf patlamasının sebebi nedir? Kapitalist bir dünyanın içinde kendini yalnız hisseden bir insanın “Beni
görün / beni sevin!” isteği olabilir mi acaba?
II
Yalnızca günlük yaşamın değil, sanatsal üretim ve tüketimin koşulları da dünyanın akışına paralel olarak, bir popülizm girdabında
şekillenip durur. Cinsine karar verememiş, yaşamı sıradan trajedilerle
dolu ucuz şarkıcıların basit parçaları; içinde yer alan olaylar başlarına gelmesin diye “nazarlık” niyetine heyecanla izlenen “yerli” diziler;
tanıdığının kanalında kaderinin hiç bilinmemek olduğuna inananlara
verilen içini dökme fırsatları; başarısız psikolojik danışmanların keyfe
keder yorumları; tıp fakültelerinin, öğrencilikleri sıkılarak geçmiş olan
“Ben yarı-Tanrıyım” doktorlarının bulguları; çocukken futbol maçlarına
alınmayan, “atılmış golün davası olmaz” sunucuların spor dedikoduları; muhtar bile olamayacak kapasiteye sahip, hayatı dışarıdan borçlu
bitirmiş siyasetçilerin lego ile oynar gibi memleketi parmaklamaları;
hayatlarında hiç gururları okşanmamış, silik totemlere mürit dahi olamayacakken şansa mürşit olmuşların kestikleri ahkâmları; kendilerine
borçla estetik ameliyat yaptıranların gerilmiş yüzlerindeki sahte ifadeleri; kağnıya binmeden ahlâka bile dört çeken arazi arabalarıyla sonradan görmelerin attığı havaları; popüler olmadan popülist olanların
önlenemez kaderiyle eşlenebilir mi?
III
İnternet sahtekârlarının cirit attığı sanal âlemde, dünyadaki kerizleri zıpkınlamak için düşen bir uçakta ölenlerin banka hesabından para
çekebilmek adına Müslüman isimleriyle gönderilmiş genellikle Rus in-
Fotoğraf: Emre İkizler
Dijital Kolaj
20
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Merİh Akoğul
teret mafyasının mailleri hergün posta kutumuzu dolduruyor. Ne göğsünü, ne de penisini büyütmek istemeyen, kazandığı söylenen hiçbir
ikramiyeyi kabul etmeyen bir sürü kişi, her gece yatmadan internetin
varlığına ve hayatına kattığı kaliteye dua etmeden önce, kutusundaki
spam mailleri küfrederek silmek durumunda. Geride kalanlar ise zokayı yutmuş, sanal dünyanın kendilerine verdiği nimetlerle oyalanan ve
yuvarladığı malûm böceğinkine benzeyen hayatlarını tatlı bir sarhoşluk içinde geçirerek dünyadaki günlerini tamamlamaya çalışıyorlar.
Sanatçılar ve sanatseverlerin bir kısmı bu grubun içinde yer almaktan memnun. Sahtekârlıklarını maskeleyen ünleriyle mutlu bir yaşam
sürüyorlar. Buna bazen fotoğrafı alet ediyorlar; boyunlarında fotoğraf
makineleri olan portreleriyle biliniyorlar.
IV
Her şey popüler olmak, her şey tanınmak, her şey egoların bir biçimde okşanması için yapılıyor. Popüler olmak -en sonunda- iktidar
olmak, sistemin çarkına kapılmak, medyaya ve kendilerini pohpohlayacak bir kitleye muhtaç olmak anlamına geliyor. Yarına kalmak,
bugün olmaktan çok daha önemlidir. Ama neden resim, masa tenisi,
müzik değil de, fotoğraf üzerinden bu dışa vurum? Fotoğrafta negatifin ortadan kalkmasıyla mertlik bozulmuştur. İçlerinde özellikle Walter
Benjamin’in de bulunduğu birçok yazar, kuramlarını hep bu mantık
üzerinden kurmuşlardı. Yani fotoğrafın açık tarihi yeniden yazılmak
zorundadır…
V
Günümüzde yapılan sanat, Türkiye’de de popülizmden nasibini
fazlasıyla almıştır. Teknik olanakların fazlaca kullanılması sonucunda,
başat biçim, içeriği ezmektedir.
Bu arada, fotoğrafın ağababaları, dijital mafyaları ve internet
Zeusları, oturdukları yerden fotoğraf trafiğini yönetmeye çalışıyorlar.
Bu da ayrı bir mesele…
İthal ama evrensel ol(a)mayan bir anlayış, fotoğrafçıların çoğunu
esir etmiştir. Bugün fotoğraf yarışmalarına gönderilen fotoğraflarda
dikkatimizi en fazla çeken şey de konusu ne olursa olsun, fotoğrafların
aşırı cilalanmış olmasıdır. Üzerinde en çok uygulama yapılmış ve en
çok dikkat çeken görüntü, en değerli yapıt olarak değerlendirilmektedir. İlk bakışta teknik olarak göze çarpan -hatta 20 yıl önce görmeyi
arzu ettiğimiz bu özellik- bugün uygulamadaki doz yüksekliğinden dolayı çoğu kez fotoğrafları itici bir hâle getirmektedir.
Bekleyip göreceğiz; kim popüler olacak, kim yarına kalacak?
Kontrast
A
İNCE ELEK
ltan Bal
BELGESEL FOTOĞRAF
PROJELERİ YAYIMLAMANIN
DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Fotoğraf çekmeye makine üzerinden değil de ortaya
çıkan ürünler ve bu ürünlerin gösterdiği, yarattığı, hatta
değiştirdiği durumlar üzerinden bakarsak, fotoğrafın her
şeyden önce temel bir iletişim aracı olduğu ortaya çıkar; telefon gibi… Belki de telefondan daha fazla. Telefonu kullandığımızdan daha çok fotoğraf görüyoruz her gün. Telefonu
açıp bir iş görüşmesi de yapabiliyorsunuz, sevgiliye iltifat
da edebiliyorsunuz; bir arkadaşınızla havadan sudan da konuşabiliyorsunuz, hayatınızın en dramatik konuşmasını da
yapabiliyorsunuz. Bu konuşmalarınızın değerlendirilmesi,
konuşmanın amacıyla sınırlıdır. Örneğin, iş başvurusu için
yapılan bir telefon konuşmasında her ne sebepten olursa
olsun, “Sen nasıl istersen bir tanem!” cümlesinin geçmesi,
herkesi rahatsız eder ya da umarım ediyordur.
Bilindiği gibi fotoğrafta da durum pek farklı değil. Günlük koşturmalarımız arasında kılıktan kılığa girerek karşımıza çıkan fotoğraf, onu yaratının (çekenin) amacı ve niyetiyle
sınırlanır. Bir fotoğrafı gördüğümüz zaman, sebebini hemen
fark edemediğimiz etkilenmelerden sonra o fotoğrafı anlama-anlatma çabaları ancak fotoğrafı çekenin niyetinin/hedefinin bilinmesiyle, en azından araştırılmasıyla bir önem
kazanır. Fotoğraf, onu çeken ve yayanın amacından bağımsız bir fotoğraf değerlendirmesiyle, olduğu iddia edilen,
kuru kuru kompozisyon kuralları ile bizi baş başa bırakır ki
böyle bir değerlendirmenin geleceği en parlak nokta, duymaktan bıktığım, “Işığın bol olsun” cümlesidir.
Fotoğrafın girdiği kılıklardan biri de “Belgesel Fotoğraf”tır. Doğrudan fotoğraf ana başlığının altında yer alan
belgesel fotoğrafın ne olup olmadığını uzun uzun anlatmak,
bu yazının amacını aşar; fakat belgesel fotoğraf projelerinin
yayımlanması üzerine konuşacağımız için kısa bir belgesel
fotoğraf tanımı yapmak zorundayız. “Belgesel fotoğraf, bir
fotoğraflama tarzının, hayata ve fotoğrafın konusuna yaklaşımın adıdır. Genellikle konuyu derinlemesine ele alan, farklı
yanlarıyla göstermeye çalışan fotoğrafçının, öznel algısını fotoğraf diliyle ifade etme pratiğidir.”* “Fotoğraf çekerken gördüğüm gerçeklik, fotoğraf olarak ortaya çıktığına göre mutlak
gerçektir. Bir başkası aynı şeyi farklı görebilir ve gösterebilir.
Dolayısıyla, önümüze çıkan her fotoğraf, onu çekenin görüşü ve gördüğünün görüntüsüdür. Nesnel bir kanıt değil, fotoğrafçının tanıklığının kanıtı olarak bir anlam ifade eder. Bu
nedenle her fotoğraf gerçekliğin öznel algısının, fotoğrafçının
kültürel, estetik, siyasi, etik varoluşlarıyla ortaya çıkan artistik
ustalığıyla belirginleşen ifadedir. “**
Belgesel fotoğraflardan özellikle sosyal belgesel fotoğraflardan oluşan projelerin konuları daha çok toplumsal
sıkıntılar, değişimler gibi önemli ve nazik konulardan oluştuğu için bu projelerin planlanmasından çekilmesine, sergilenmesinden yayımlanmasına, her aşamada başta fotoğrafçı olmak üzere herkesin dikkatli olması gerekmektedir. Bir
ürün fotoğrafının yayımlanmasında dikkat edilen ürünün
fiziksel özelliklerinin doğru yansıması iken, sosyal belgesel
fotoğraflarda bu durum biraz daha karmaşıklaşır. Öncelikle
fotoğrafların kahramanı insanlardır ve daha çok da zor durumda olan insanlardır. Ve fotoğrafçı, bu insanları bir güzel
sanatlar ürünün plastik değerleri hâline getirmeden, özün
anlaşılmasını sağlayacak kadrajlar yapacak anlar seçerek
görüntüler oluşturur. Ve bunların hepsinden daha önce de
fotoğrafçının, parçası olduğu süreci nasıl yorumlayacağına karar vermiş olması gerekmektedir. Tam burada Özcan
Yurdalan’ın dediğini bir daha hatırlayalım: “Dolayısıyla,
önümüze çıkan her fotoğraf, onu çekenin görüşü ve gördüğünün görüntüsüdür. Nesnel bir kanıt değil, fotoğrafçının
tanıklığının kanıtı olarak bir anlam ifade eder.” Bu sebepten
dolayı, sosyal belgesel fotoğraf projelerinin sergilenmesi,
yayımlanması konusunda bağlamın doğru oluşturulması
şarttır ve aynı zamanda da zordur. Türkiye’deki sergi salonlarının, fotoğraf yayımlayan dergilerin, internet sitelerinin,
belgesel fotoğraf projeleri yayımlama pratiği çok az olduğu
için; yayımlanan, sergilenen belgesel projeler, bağlamından
kopartılarak birer güzel sanatlar nesnesi hâline getirilerek,
“güzel”, “güzel değil” değerlendirmelerine mahkum edilerek sergileniyor ve yayımlanıyorlar. Kendi belgesel fotoğraf projelerimin sergilenmesi dâhil olmak üzere, belgesel
fotoğraf projelerinin sergilenmesindeki bağlam sorununu
başka yazıya bırakarak, daha çok dergi ve internet ortamında yayımlanması konusunda somut örneklerden yola çıkarak, birkaç eleştiri yapmak istiyorum.
İlk eleştiri, kendime ve dolayısıyla Kontrast dergisi editörlerine... İki yazıdır yazının uzunluğunu bahane edip bu
sayfada yayımlanan yazıya benim fotoğraflarımdan koymuyoruz. İyi ki koymuyoruz. Çünkü benim fotoğraflarım da
daha çok belgesel fotoğraf disipliniyle oluşturulmuş fotoğraflardır ve benim konuya bakış açımı yansıtmaları için en az
on tanesinin yan yana gelmesi gerekmektedir. Benim anlatmak istediklerimde tek fotoğrafın bir anlamı yok. Ben yazıyı
süslesin diye bir fotoğrafımı bağlamından kopartıp yayımladığımda -yeni fark ettim ben de; ama bir dahaki sefere
yapmayalım- arka sayfa güzeli gibi duruyorlar. Dolayısıyla,
fotoğrafın içindeki insanı ve onun bana açtığı hikâyesini
önemsizleştirmiş oluyoruz. Hikâyeyi yok edip güzelleme
yapıyoruz. Ey okuyucu geç fark ettim. Affet olur mu?
Bu konuda ikinci örnek ve eleştiri, Galata Fotoğrafhanesi
Fotoğraf Akademisi’ne ve Bianet editörlerine. Mutlaka duymuşsunuzdur, Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi bir
süredir Basın Fotoğrafçılığı Programı ve Belgesel Fotoğraf
Programı adı altında yoğun programlı uzun soluklu bir atölye gerçekleştiriyor. Türkiye’de bir ilk olan bu programların
öğrencilerinin gerçekleştirdiği projeler zaman zaman sergileniyor ve Fotoğraf Akademisi internet sitesinde yayımlanıyor. Yalnızca Akademi’nin fotoğraf sitesinde değil, Bianet.
org sitesinde de yayımlayarak daha fazla insana ulaşması
sağlanıyor.
Fotoğraf Akademisi’nin kendi sayfasında öğrenci projelerini yayımlarken gösterdiği özeni, maalesef Bianet.org
sitesindeki yayında göremiyoruz. http://bianet.org/galeriler
adresinden Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nin
(GFFA) Basın Fotoğrafçılığı ve Belgesel Fotoğraf Programı
katılımcılarının 2009-2010 dönemi boyunca ürettikleri çalışmalardan bir kısmını seyredebiliyorsunuz. Çeşitli başlıklar altında gerçekleşmiş olan belgesel projelerin hiç birinde
-birkaç kelimeden oluşan başlıkları saymazsak- konunun
açıklaması, fotoğrafçı için ne anlam taşıdığı, fotoğrafçının
meseleye nasıl baktığına dair herhangi bir yazı göremiyorsunuz. Bırakın bir yazıyı, basın fotoğrafçılığının olmazsa olmazlarından olan fotoğraf alt yazıları bile yok. Mesela Berkay
Tezcan’ın “Politik bir mahallenin portresi” adlı çalışmasında
(http://bianet.org/galeri/galata-fotografhanesinden-politik-bir-mahallenin-portresi?page=1) değil fotoğrafçının konuyu bakışını özetleyen bir yazı, mahallenin hangi mahalle
olduğunu bile anlayamıyorsunuz. Fotoğraflarda bir alt yazı
bile olmadığı için hangi zamandan bahsedildiğini bile tahmin edemiyorsunuz.
Bağlamı özetleyen ifadeler olmayınca, bianet.org’da yayımlanan tüm Fotoğraf Akademisi öğrenci işleri, sosyal meselelerin etrafında gezinen, hatta özünü yakalayan fotoğraflar iken, Bianet’teki yayımlanma-yayılma şekliyle ne amaçla
çekildiği belli olmayan, fotoğrafçının anlatmak istediği hikâyeyi zayıflatan, zaman zaman da yok eden fotoğraflara dönüşmüşler ki bu hâlleriyle bu çalışmalara belgesel fotoğraf
çalışmaları demek ne kadar doğru olur, tartışmamız lazım.
Ana akım medyaya karşı etkili bir alternatif oluşturmuş
Bianet.org editörlerinin, diğer yayınlarına gösterdikleri özeni belgesel fotoğraf projelerinin yayımlanmasına da göstermesini diliyorum. Fotoğraf Akademisi yetkililerinin Bianet.
org’da yayımladıkları belgesel projeleri de kendi sitelerindeki gibi fotoğrafların etkisini ortaya çıkaracak şekilde yayımlanmak konusunda ısrarcı olmalarını bekliyoruz.
Dipnotlar:
* Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, sayfa 49 Özcan
Yurdalan
** Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, sayfa 51 Özcan
Yurdalan
21
Kontrast
Söyleşi
RÖPORTAJ: ÖZLEM ESER
FOTOĞRAFLAR: Ahmet Öner GezgİN
“İnsan, makinenin
otomatik deklanşörünün
bir uzantısı hâline
getirilmiştir.”
Ahmet Öner GEZGİN
“Bİr fotografİk göstergenİn genel sanat
tarİhİnİn okunma kurallarına bağlanıp,
‘sanat yapıtı’ konumuna geçebİlmesİ İçİn, o
göstergenin semantİk yapısından soyunup,
gerİye estetİk bİr okunabİlİrlİğİnİn kalması
gerekİr kİ ancak o zaman sanatın genel
geçer okunma kurallarına bağlanıp,
sanata gönderme yapabİlİr.”
İstanbul’da başlayan akademik yaşamını,
Almanya, Fransa ve Avusturya’da aldığı eğitimlerin sonucunda profesörlük unvanıyla bölüm başkanlığı yaparak sürdüren ve bu süreçte
sayısız seminer, konferans ve sempozyumlara
katılan, yazılar yazan bir akademisyen… Çok
değerli eserleri değerli ödüller kazanan ve sergilere katılan, yaşamdaki ahenksizliği; sanatçı
dehası, algılama, tasarlama, güzeli görme ve
üretme gücüyle ve bu özelliklere bir de hoşgörü, alçakgönüllülük gibi paha biçilmez değerleri ekleyerek yenen gerçek bir sanatçı… Türk
fotoğrafına, “Deneysel Fotografi” yaklaşımını
getiren en önemli öncülerden biri olan Ahmet
Öner Gezgin’in, geri dönüp dönüp okumak,
çalışmalarınızda kaynak olarak kullanmak isteyeceğinize, yani saklayacağınıza inandığım
söyleşisine hoş geldiniz….
Türkiye’de fotoğrafı “Deneysel Fotoğraf” ile tanıştıran en önemli öncülerden biri
olunca, Ahmet Öner Gezgin ile söyleşiye
“Deneysel Fotoğraf” ile başlamak kaçınılmaz oluyor. Kısaca, “Deneysel Fotografi”nin felsefesinden ve sizi geleneksel fotoğraf kalıplarının dışına çıkarak deneyselliğe
götüren başlıca nedenlerden bahsedebilir
miyiz?
Söyleşiye geçmeden önce, saygın duruşunu yıllarca sürdüren AFSAD’a, deneysel
fotografi üzerine düşüncelerimi yansıtma
22
olanağı verdiği için teşekkür etmek istiyorum. Burada aktarmaya çalışacağım bilgilerin,
günümüz teknolojik olanaklarını insanın yaratıcı gücünün ötesinde görüp, bu olanakları
büyük bir güven duygusu içinde çalışmalarına yansıtan, özelde sanatın öğrencileri ve genelde genç yaratıcılar için önemli olduğunu
düşünüyorum.
Bilindiği gibi estetik teori, 18. yüzyılın
ikinci yarısına kadar, özellikle antik felsefeden etkilenmişti. Aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Alman edebiyatında romantizmi
izleyen yıllarda ortaya çıkan ve tüm plastik
sanatları etkileyen “Sturm und Drang – Buhran Dönemi” akımıyla birlikte estetik teori,
alışılmış nesnel kriterleri yavaş yavaş terk
edip, öznel yoruma doğru yönelmeye başladığında, edebiyat, müzik ve plastik sanatlar
alanında öznenin kişisel deneyimleri, yapıtın
kuramsal yapısını oluşturmaya başladı. “Kişiyi, aklın tutsaklığından kurtarması” ilkesine
dayalı Dada’nın katı sanat anlayışı, yerini
“ruhsal özdevim”lere bıraktığında, dışavurumculuktan fantastiğe ve giderek deneysel
boyutlara uzanan yeni iç gerçeklik arayışları
da başlamış oldu. Bu arayışların fotografiye
yansıması, tarihsel süreç içinde fotografinin
teknolojik yapısındaki gelişmelere paralel
olarak sürdürülmüştür. Teknolojik bir alet
olarak icad edilen fotografinin, sanatsal bir
eylem için kullanılabileceğinin 19. yüzyılın
ilk yarısında kabul görmesiyle birlikte, algı-
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
lanan nesnel gerçekliğin dışında, nesne ve
olayların yeni iç gerçekliğinin öznel yöntemlerle dışa vurumuna yönelik deneysel
araştırmalar da başlamış oldu. Bu bağlamda;
Eadveard Muybridge, Thomas Eakins, Henry
Fox Talbot, Alvin Langdon Coburn, Man Ray,
Moholy Nagy ve daha birçokları incelemeye
değerdir.
Genel anlamda deneysel fotografi, fotografinin ve plastik sanatların tüm teknolojik,
estetik, semantik ve pragmatik olanaklarını
disiplinlerarası bir bağ içinde kullanarak, özgün sanatsal mesaja ulaşmayı amaç edinmiştir. Bu doğrultuda, kişisel görüş ve deneylere
önem verilir, kesin bir değerlendirme ve yargıdan kaçılır, belli bir plana bağlı kalınmaz,
belli bir düşünce veya anlayış kabul ettirilmeye çalışılmaz; imgelem (sezgi, hayal etme),
deneysel eyleme yol gösteren temel yetidir.
Ulaşılmak istenilen sanatsal dilin temel ilkesi, tez/hipotez veya düşünü olarak belirlenmiş yaratıcı fikirdir.
Doğa-insan ilişkisi, günün her ânında
eşsiz ve en yalın sanat yapıtlarını üretir.
Ruhumuza özgü yorumlama yeteneğimizle
herhangi bir “an”ı sanat olarak algılayan biz
insanlarız. Ancak ben, o “an”ı fotoğraflamak
yerine izlemeyi, süreç içinde düş gücünden,
bir düş ya da bilinçaltı bir dürtüden kaynaklanan şeylerin imgelerini birleştirerek, öteki
gerçeklikle yüz yüze gelmenin akışkan bir
yolu olarak düşlediğim fotografiyi yapmayı
ve tıpkı tiyatroda olduğu gibi, kendi öznel
gerçekliğimi yaratmayı tercih etmişimdir her
zaman. Bu, önemsiz gibi görünen bir nedene
dayalıdır: Önce, Man Ray’in manifestosuna
dayalı olarak, yasak olan her şeyin yapıldığı bir özgür ortam oluşturmayı ve bunu
paylaşmayı istedim. Günlük yaşamın betimlenmesinin ötesinde bir başka iç gerçekliğe
açılım gösterecek, geçmişi-bugünü ve yarını
aynı anda yaşatacak, imgeye belli bir açıdan
bakmaya zorlamayacak bir özgürlük. Böylece,
geleneksel dışavurum araçlarının saflığına
büyük değer veren, fotografiyi teknolojik bir
sürecin ürünü olduğu için değersiz bulan modernist düşünceye karşı yeni bir açılımı, ülkemizde 80’li yılların başında tartışma ortamına
açmış oldum.
Kontrast
Deneysel Fotografinin Türkiye’de tanınması ve kabul görmesi oldukça geç tarihlerde oldu. Bu durumun en önemli nedenleri
nelerdir?
Bunun için, içimizden birinin 70’li yıllarda
yurt dışına çıkması, orada araştırmalarda bulunması ve dönüşünde de sanat ortamına bir
brif sunması, yani “gerçek ve fantezi/1980”
sergisini akademi salonlarında açması gerekiyormuş. Bu, gecikmenin mizahi yönü...
Asıl nedene ulaşabilmek için biraz geçmişe
gitmek gerekebilir. Şöyle ki: Ülkemizde fotografinin görsel iletişim sistemi içinde kullanımı ve uygulama alanı bulması, yaygınlık
kazanması, çağdaş toplumun gereksinimlerine cevap verebilecek iletişim dilini oluşturması, söze dayalı iletişimden görsele dayalı
iletişime geçildiği Cumhuriyet ile başlayan
bir süreçtir. Cumhuriyet’ten sonra 50’li yılların sonu ve 60’lı yılların başında, genel
eğilimi belirleyen köy gerçeğinin, 1970’li
yıllara kadar büyük kent gerçeğine, 1970-80
yılları arasında ise kenar mahalle gerçeğine
dönüştüğünü; bütün bu gelişmeleri bütünleyen 1960-80 yılları arasındaki dönemde,
sosyal gerçekçi eğilimlerin ağırlık kazandığını görüyoruz. Aynı dönemde, Kavram Sanatı’nı yaşayan yurtdışı gelişmelerin paralelinde,
meseleye karşılaştırmalı olarak bakıldığında,
ülkemizde vazgeçilemeyen ve genel kabul
görmüş tek dışavurum biçiminin, 60’lı kuşak
tarafından 70’li ve 80’li yıllara taşınan yer yer
eleştirel, çoğu kez yerel ve bölgesel eğilimli
fotografik görüntülerden oluştuğunu görürüz.
1980’li yıllar, ülkemizde önemli değişimlere
damgasını vurmuştur: Her şeyden önce, fotografinin toplumsal ve sanatsal işlevini yerine getirebilmesi için gerekli ön koşullardan
en önemlisi olan eğitim, akademi çatısı altında kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Uluslararası kültür ilişkileri çerçevesinde açılan sergiler, çağdaş dünyadaki oluşum ve eğilimlere
bağlanma çabalarında, geleneksel kalıpların
kırılmasına ve alternatif bir çizginin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Çağdaş düzene geçişte pek çok kavram ve disiplin, alışılmışın
dışında ve ötesinde tanımlara, yorumlara ve
değerlendirmelere kavuşmuş olmasına karşın, 1980 öncesi dönemin katı tutumunun
edilgen yapısı, çağdaş sanat ortamına geçişi
ve disiplinlerarası bilgi akışını geciktirmiştir.
“Deneysel Fotografi Öğrenci Çalışmaları Sergileri”nden biraz bahsedebilir miyiz?
Bildiğim kadarıyla, sonuncusu 1996 yılında
oldu. Yaklaşık 14 yıl geçti. Deneysel Fotografi’nin gelişiminde çok önemli bir yeri olan
bu sergilere neden bu kadar uzun bir ara verildi? Devam etmeli mi; edecek mi?
Gerek kuramsal gerekse uygulamalı alanda yeni bilgiler üretebilmek, yeniliklere ve
yeni gelişmelere uyum sağlayabilmek için
zaman zaman geleneksel kalıpları zorlamak
bir zarurettir, manifestosundan hareketle ilki
1989 yılında gerçekleştirilen “Deneysel Fotografi Öğrenci Çalışmaları Sergileri”nin önemi, göstergeler dünyasına yeni bir bakış penceresi açmış olması açısından bakıldığında,
yadsınamaz. 1989-96 yılları arasında açılan
üç serginin devamında dördüncüyü de açmayı çok düşündüm; ancak 2000’li yıllarda dijital teknolojiye geçişle birlikte karanlıkodanın
yerini aydınlıkodanın alması, bu bağlamda
insanın karanlıkodada yaratma olanaklarının
bilgisayar programlarına bağlanması, amatör
kitle için elyaf tabanlı kâğıdın önemini yitirmesi, gelecek planlarımı frenledi diyebilirim.
Bir başka faktör ise, bu ve benzeri organizasyonların devamı yönünde, genç akademisyenlerin tutumu... Bazı şeyleri belki de tadında bırakmakta yarar var. Örneğin, Akademi’de
bir grup insanın önderliğinde başlayan ve bir
döneme damgasını vuran “Yeni Eğilimler”
sergileri de yıllar öncesinde kesildi. Gelecek
planlarım içinde, bir süredir üzerinde çalıştığım proje; uygun bir zaman boyutu yakalanıp
tamamlandığında sergisini açmak, öncelikli
hedefim.
Aralık 1995’te “Cumhuriyet’ten Günümüze Fotografi” adlı yazınızın son cümlesinde “Gelecek yılların, son beş yıl içinde
23
Kontrast
Söyleşi
yaşanan umursamaz bir ortamın devamı
olmamasını diliyorum.” diyorsunuz. Aradan geçen 15 yıl sonunda değişen bir şeyler var mı?
Elbette ki diğer dallarda, fakat özellikle fotoğrafta, Türkiye’de estetik öğreti
bağlamında eğitimin durumu hakkında neler söylersiniz?
80’li yılların canlı tartışma ortamı, 90’lı
yılların sonunda bıçak gibi kesildi. Geçmişte
zaten varlığını insanlar ve sanat üzerinde
hissettiren kopuşma, özellikle yeni milenyum ile birlikte tüm ağırlığı ile hissediliyor.
Günümüzde birey olma özelliği baskın öğe.
Bilişim teknolojisinin baş döndürücü gelişme göstermesinin insanı yalnızlaştırdığı,
kendi dünyasına kapattığı düşüncesindeyim. Teknolojinin önümüze serdiği sanal
ortamda, birey artık her türlü soruya cevap
bulabiliyor, imajlarını paylaşabiliyor, tartışabiliyor. Bu açıdan bakıldığında, teknolojik
gelişmelerin insan yararına değil, zararına
bir gelişme gösterdiğini düşünebiliriz. Hâlbuki bugün, “dijital çağda belgesel fotografik imaj, ne kadar belgeseldir?” sorusunun
enine boyuna tartışılması, cevap aranması
gerekirken, gelin görün ki yaprak kıpırdamıyor; dünün aktif dernekleri, bugün neden
sessizler?
Lisans ve lisansüstü düzeyde fotografi
eğitimi alan gençler için bu, oldukça önemli
bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Estetik,
bir öğretidir. Fotografinin dört bileşeninden
- teknik/estetik/semantik/pragmatik- en
önemlisi olan estetik, gerek kuram ve gerekse biçime dönük açılımı açısından bakıldığında, eğitim programlarında ağırlıklı
olarak yer bulamıyor. Fotografi eğitiminin
programlanmasında, sadece teknolojiye
dönük bir eğitim sistematiği dayatılmamalıdır. Teknolojiye dönük pratik alt yapının
edinilmesi kolaydır. Ama asıl mesele nesnenin durumunu, öznenin nesne ile olan iletişiminde dışa vurulan kişiselliği bütünleyen
estetik yapılanma ile zihinsel eylemin anlam boyutuna taşınmasını ve böylece göstergenin okunabilirliğini sağlatan semantik
yapılanmanın felsefi düşünce boyutunda
irdelenmesidir. Pratik, teori ile beslendiği
ve desteklendiği ölçüde, alınan eğitimin içi
24
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
dolu olacaktır.
“Fotoğraf” yerine özellikle “Fotografi”
terimini kullanıyorsunuz. Neden bu terimi
kullanmayı tercih ediyorsunuz?
Çok basit; çünkü uluslararası kullanımda “fotografi” terimi geçerli.
Hızla gelişmekte olan imaj teknolojileri
karşısında fotoğraf sanatının avantajları ve
dezavantajları üzerine ne söylersiniz? Teknolojik gelişmeler sizce fotoğrafı öldürmekte ya da zarar vermekte midir; yoksa fotoğrafa yeni olanaklar sunan, kapılar açan bir
özgürlük müdür?
Teknoloji alanındaki gelişmelerin makine/insan ilişkisi içinde olumlu ve olumsuz
yönleri var. Nereye gideceği kestirilemeyen
gelişmeleri olağanüstü buluyorum. Geçmişin optik ve kimyasal sürece dayanan sınırlayıcı duvarları yok günümüzde. Fotografinin edilgen yapısı ile sınırlanmış, gerçekliği
yeniden üretmekten başka bir beklentisi
olmayan insanın önüne, hayal gücüne daha
geniş özgürlükler getiren bir ortam sunulmuştur. Makine o denli geliştirilmiştir ki
Kontrast
“Genel anlamda deneysel fotografi, fotografinin ve
plastik sanatların tüm teknolojik, estetik, semantik
ve pragmatik olanaklarını disiplinlerarası bir bağ
içinde kullanarak, özgün sanatsal mesaja ulaşmayı
amaç edinmiştir.”
teknik olarak yanlış bir
imajın oluşması artık
neredeyse
imkânsız
gibidir. Buradan hareketle, nesne üzerine
daha fazla yoğunlaşma sürecine girilmesi
beklenirken, makineye
ve sanal ortama olan
bağımlılık ve güven
öyle noktalara ulaşmıştır ki dış gerçekliği algılama sürecinde
aygıtsız
yapılamaz
duruma
gelinmiştir.
İnsan, makinenin otomatik deklanşörünün
bir uzantısı hâline
getirilmiştir. Bu durumun ortaya koyduğu
sonuçlar
korkutucu
boyuttadır. İmajların,
makinenin arkasında duran insan faktörünün bilgisini, deneyimlerini ve değerlerini dışa vurması beklenirken, bir operatör
edasıyla aygıtın ve sanal ortamın işlevleri
tarafından gerçekleştirilmiş, içleri boş yetenekleri göstermiş olması, bugün ve gelecekte karşı karşıya kalacağımız olumsuz
gelişmeleri işaret etmektedir.
Teknolojik gelişmeleri olağanüstü
bulmakla birlikte, sunulan olanakları çalışmalarında kullanan birisi olmadığımı
da burada eklemek istiyorum.
Yine teknoloji ile birlikte gelen, belki de bir olumsuzluk olarak günümüzde
fotoğraf adına ciddi bir kirlilik söz konusu. Binlerce fotografik temelden yoksun
fotoğrafla yüzleşme durumundayken,
bu görsel kirlilikten uzak kalmanın sizce
bir imkânı var mı ya da bu durumun sonuçları neler olabilir?
“Fotoğraf çekmek”, otomatik gelişen ve biz insanlarda alışkanlık oluşturan bir eylemdir. Fotoğraf makinesi
25
Kontrast
Söyleşi
“Doğa-insan ilişkisi,
günün her ânında
eşsiz ve en yalın sanat
yapıtlarını üretir.
Ruhumuza özgü yorumlama yeteneğimizle
herhangi bir ‘an’ı sanat
olarak algılayan biz
insanlarız.”
uygulamadan çok kurama ağırlık veriyor demektir ki bu da olumlu bir gelişmedir. Ancak
bugün hâlâ sanatçılardan ve fotoğrafçılardan,
sanat tarihinden ve fotoğraf tarihinden bahsediliyorsa, nafile bir uğraş olur bu.
Fotoğraf üzerine akademik eğitim şansı
olmayan, alaylı yetişen fotoğraf meraklılarına önerileriniz ve uyarılarınız nelerdir?
-bazı istisnalar dışında- bu eylemin ayrılmaz
bir parçasıdır; onsuz bu eylemin gerçekleşmesi olanaksızdır. O makine ki, sahibinin sürekli olarak fotoğraf çekmesini ve gerekli gereksiz fotografik görüntüler üretmesini ister;
daha doğrusu, bunu ondan bekler. Bu durum
uyuşturucu bağımlılığı gibi bir şeydir. Çılgınlık derecesindeki bu alışkanlık, fotografiyi
“makineli tüfek” olarak gören yaklaşımla birlikte, bilinçdışı fotografik görüntülerin sürekli akışını doğurur. Biyolojik yapının merkezi
konumundaki beynimize bu aşamada fazla iş
düşmez; çünkü üretilenler yeni bilgiler değil,
yalnız makine hafızalarıdır. Fotografi adına
gösterge üretenler için günümüz ortamından
uzak durmak, neredeyse imkânsız gibidir;
içerisinde olmak ya da olmamak; işte bütün
mesele budur!
Bir sanat olarak fotoğrafa dair düşünceleriniz nelerdir; bu amaçla dahi olsa her
fotoğraf sanat olarak ele alınmalı mıdır? Bir
fotoğrafı sanat ürünü hâline getiren şeyler
nelerdir; ne aramalıyız sanatsal fotoğrafta?
26
Daha önce de bahsettiğim gibi, fotografik
eylem sürecinin, birbirini tamamlayan dört
bileşeni vardır: 1.Teknik/yapım, 2. Estetik/estetik yöntem ve araçlar, 3. Semantik/anlamiçerik,
4. Pragmatik/yararcılık. Göstergenin oluşumunda bu sürecin nasıl işletildiği, göstergede kuram ile uygulama arasındaki sıkı
ilişkinin sonuçlarının dışavurumu, deneyimli
ve eğitilmiş bir göz tarafından çabuk farkedilir. Şu kadarını söyleyebilirim; bir fotografik göstergenin genel sanat tarihinin okunma
kurallarına bağlanıp, “sanat yapıtı” konumuna geçebilmesi için, o göstergenin semantik
yapısından soyunup, geriye estetik bir okunabilirliğinin kalması gerekir ki ancak o zaman sanatın genel geçer okunma kurallarına
bağlanıp, sanata gönderme yapabilir.
Gözlerim fotoğrafı üniversitelerdeki sanat tarihi derslerinde arıyor. Yanlış mı arıyor
acaba?
O göz, fotografiyi üniversitelerde okutulan düz sanat tarihi derslerinin ötesinde, karşılaştırmalı sanat tarihi derslerinde arıyor ise,
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Fotografi ile karşılaşmak, bir rastlantının
tutkuya dönüşmesi olayından başka bir şey
değildir. Tutku, suya atılan ve suda dışa doğru
genişleyen halkalar oluşturan bir taş gibidir.
Başlangıçta halkalar küçüktür. Sonra halkalar
giderek büyür; ta ki kendi kendini aşıncaya
kadar. Bu süreçte tuzaklar da vardır. Kişi acelecidir; birkaç görüntü hırsızlığı yapar, sergi
açar ve adı yazılı/görsel medyada “fotoğraf
sanatçısı” mertebesine ulaşır. Ya da sanatçı
unvanı dağıtan FIAP’ın üç-beş sergisine katılır ve “sanatçı” unvanı alır. Gençlerin bu ve
benzeri tuzakları farketmelerinde yarar vardır. Eğitim almak isteyen gençler için bugün
olanaklar oldukça geniştir. Otuz yılı aşkın eğitimci kimliğimle, fotografi eğitimi alan gençlerde gözlemlediğim en önemli olumsuzluk,
tutku eksikliğidir. Bunun nedeni, görsellikle
yıkanan dünyamızda öğrencilerin kendilerini
kayıp hissetmesidir. Eğitimin dışında kalanlar için kendi kendine eğitim önemlidir. Bu
bağlamda tarihsel süreç karşılaştırmalı olarak
öğrenilmeli, disiplinlerarası iletişim kurularak bilgi birikimi sağlanmalı, geçmişin imge
üreticileri ve onların neler yaptıkları incelenmeli, böylece özgün bir dil oluşmasına katkı
sağlayacak süreç başlatılmalıdır.
Kontrast
SERİ FOTOĞRAFÇILIK
YAZI VE FOTOĞRAF: CENGİZ ENGİN
“Seri Fotoğraf”, birden fazla fotografik görüntünün, tek
bir fotografik ürün meydana getirecek şekilde, ardışık bir
düzende sunulmasıdır.
“Seri Fotoğraf”ın en temel özelliği, ürünü oluşturan her
bir parça arasındaki “çağrışımsal ilişki” ve “ardışıklık ilişkisi”
sayesinde, tek kare fotoğraftan daha fazla zamanın akışını,
hareketi, değişimi ve bir anlatıyı ortaya koymasıdır. Bu
özelliği nedeniyle çizgi roman –fotoroman– bant karikatür
vb. uygulamaları çağrıştırır. Bu tekniklerden farklılaştığı
nokta ise, diğerlerinden daha “rafine bir anlatıma ve
sunuma” sahip olmasıdır. Çizgi roman –fotoroman– bant
karikatür vs.’de baskın olan “öykülendirme” yerine, seri
fotoğrafta “anlatımın görsel olarak şiirselleştirilmesi” söz
konusudur.
Tek kare fotoğrafın sahip olduğu görece kısa zaman
dilimi, ardışık kareler sayesinde genişlemiş bir zamansal
boyut kazanır.
“Seri Fotoğraf”ın en kritik dayanak noktası olan kareler
arasındaki çağrışımsal ilişki, karelerin sabit bir kadrajda
çekilmesi ya da kareler arasında kullanılan ortak bağlantı
nesneleri sayesinde kurulur.
Uygulamanın bir başka kritik noktası ise, bu karelerin
tek bir fotografik ürünün parçası olmak üzere çekilip,
sonrasında da birarada, tek bir bütün hâlinde sunulmaları
gerekliliğidir.
1870’lerde Eadweard Muybridge tarafından çekilen
“time lapse” fotoğraflarla salt teknik bir uygulama olarak
kendini gösteren seri fotoğraf, 1960’lardan itibaren Duane
Michals’ın öncülüğünü yaptığı Seri “Anlatımlı” Fotoğraf
yaklaşımı ile bir anlatım biçimi olarak da fotoğrafçılık
alanında yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Seri “anlatımlı” fotoğraf yaklaşımında sistemli olarak
üretim yapmış olan fotoğrafçılara örnek olarak; Duane
Michals, Jan Saudek, Mac Adams, Orhan Cem Çetin
sayılabilir.
Bir terim olarak “Seri Fotoğraf”, 2002 yılında AFSAD
içinde bir süre tartışma konusu olarak gündemi işgal
etmiş, çeşitli ortamlarda yayımlanan yazı ve makaleler
sonucunda da bugünkü Türkçe fotoğraf jargonu içindeki
yerine oturmuştur. “Seri Fotoğraf” teriminin Türkçe
fotoğraf jargonu içindeki yerine oturmasında, AFSAD
üyeleri arasında başlayan bu tartışmaların önemli katkısı
olmuştur. Ocak 2007 tarihinde, konu ile ilgili www.fotografya.
gen.tr’nin 19. sayısında yayımlamış olduğum “Terminolojik
bir Deneme: Seri Fotoğraf” başlıklı makalenin, fotoğraf
literatürü içerisinde referans bir doküman niteliği taşıdığı
söylenebilir. Seri Fotoğraf tarzındaki çalışmalar, 2005
yılından bu yana, AFSAD-Cengiz Engin Atölyesi’nin çalışma
konularından birisi olarak AFSAD bünyesinde uygulanmaya
devam etmektedir.
Fotoğraf: Barış Demiray
27
Kontrast
Yol Notları
Ceyda Taşdelen
FIRAT NEHRİ’NİN YÜREĞİNE
YOLCULUK
“Tanrım!
Ömrümde bu denli gerçekdışı bir şey görmedim.
Ve dışarıda, toprağın bu açılıp temizlenmiş bölgesini
çevreleyen sessiz arazi, sanki sabırla bu akıl almaz işgalin
bitmesini bekleyen tıpkı kötülük ya da gerçek gibi ulu ve yenilmez
bir şey olduğunu düşündürüyordu bana…”
Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği
Güneydoğu’ya erken inen bahar sabahlarından birisine
uyanıyor ve heyecanla hazırlanıp çıkıyorum otel odamdan.
Şanlıurfa’nın gizem dolu topraklarında yaptığımız dört beş
günlük keyifli gezinin ardından, yine yollara düşecek ve bu
gezinin en merak ettiğim kısımlarından birisine geçecek
olmamızın heyecanıydı, sabahın bu erken saatinde beni
yataktan zımba gibi kaldıran. Oteldeki kahvaltıyı bile pas
geçerek yollara düşüyor ve sadece bir saat sonra Halfeti’de
buluyoruz kendimizi. Yeni Halfeti karşılıyor ilk önce bizleri.
Birbirinin benzeri, sıradan betonarme yapıların yer aldığı Yeni
Halfeti, barajın getirdiği sularla evlerini ve tarlalarını kaybeden
insanları ağırlıyor. Bölgenin mimari dokusu bir yana itilerek
yapılmış bu evlerde yaşayanların, eski evlerini ve kıyı boyu
yerleşimlerini özlediklerini tahmin etmek çok da güç değil.
Yeni Halfeti’den beş on dakika sonra, bir sahil kasabasına
inercesine virajlı yoldan ilerlemeye başlıyoruz. Hz. Musa’nın
asası değmişçesine ayrılıyor dağlar ve aniden önümüzde
beliriyor Fırat.
Aracımızı park ettikten sonra, uykulu gözlerini bizlerin
yüzünde açmaya çalışan tekne sahipleri ve esnafa “Merhaba,”
dememiz yetiyor. Çay ve kahvaltı teklifleri, onların kışın
ardından yabancı ağızlardan duyacakları sözlere olan
ihtiyaçlarını, bizimse ilk ağızdan dinleyeceğimiz Halfeti’nin
tarihine ve bugününe ilişkin açlığımızı doyurmak için yeterli
oluyor. Hemen, Fırat’ın üzerine kurulmuş tahta iskelelerden
birisinde bulunan restoranın yolunu tutuyor, bir yandan demli
kaçak çaylarımızı yudumlarken, diğer yandan Halfetililerin
ağzından, yaşananları dinliyoruz. Biri diyor ki, “Çok şükür; zor
günlerden geçtik ama şimdi memnunuz hâlimizden…” diğeri,
“Şu karşıyı görüyor musunuz? Orada benim meyve bahçem
vardı. Daha hasadımı yapamadan suyu boca ettiler üzerine.
Hâlâ ciğerim yanıyor; öyle özlüyorum ki o günleri…” Bir başkası
hemen lafa giriyor, “Tarih yatıyor aşağıda hanımefendi. Bizim
ve geçmişin tüm yaşantısı, anılarımız, sizin oturduğunuz şu
iskelenin hemen altında yatıyor.”
Söylenecek öyle çok söz varken sessizlikle buluşuyoruz
bir anda. Sözlerin işlemediği, gerçekliğin bir çığ gibi üzerimize
yığıldığı bir andan geçiyoruz. Kendimi Kongo Nehri’nin
kıyısında, yerlilerle sohbet eden Marlow¹ gibi hissediyorum.
Aramızdaki tek fark, benim kullanılan dili bilmem; ama ne
faydası var ki yine de farklı dünyaların insanlarıyız işte.
Onlar yaşayanlardan, bense izleyenlerden sadece birisiyim…
Çok uzaklarda bulduğum benliğimi sarsarak tekrar bugüne
dönüyor ve biraz da onların eskiyi hatırlayarak üzülmelerine
engel olmak istercesine, “Peki, tüm yaşananların getirisi olarak,
artık burada turlar düzenliyor, teknelerinizle Fırat’ın üzerinde
insanların gezmesini sağlıyorsunuz. Biz de bu keyfi tatmak
isteriz.” deyince, Bekir Amca hemen ayağa kalkıyor ve “Teknem
hazır; buyurun gidelim. Yalnız, esinti var; üzerinize kalın bir
şeyler almadan gelmeyin.” diyor. Hemen öğüdünü yerine
getirip, teknedeki yerlerimizi alıyoruz.
Fırat’ın Sesi
Bekir Amca’nın motoru çalıştırmasıyla uzaklaşmaya
başladığımız Halfeti, her şeye rağmen direnen güzelliğini
sergiliyor ardımızda. Dağın yamacından sulara doğru inen, sarı
taştan, çatısız bu evler ve konaklar aralarında bulunan ağaçlarla
burada hâlâ yenilmez bir şeyler olduğunu hissettiriyor insana.
Ardımda kalanı bir yana bırakıp, önüme bakmaya başlıyorum.
Yemyeşil akıyor Fırat ve sağlı sollu sarı, çorak tepeler sarmalıyor
her yanımızı. Öğle güneşi, bu topraklarda yaşananları
anlatırcasına yansıtıyor tüm dağları Fırat’ın üzerine. Dipsiz bir
sessizlikte, Fırat’ın yüreğine doğru yol aldığımı hissediyorum
o anda. Konuşuyor Fırat, önümden akıp giderken; bana
geçmişi, yaşananları, yaşanmışları anlatıyor sezdirmeden. Kimi
zaman rüzgârı katıyor yanına kimi zaman gölgeleri. Anlatıyor
geçmişi…
“Ben sularımı akıttım bu topraklardan, insanoğlu kültürünü.
Asur Kralı Salmanassar gelene kadar Şitamrat derlerdi buralara.
O günlerde de insanlar sularımla tarlalarını yeşertir, barış
içinde yaşar giderlerdi. Sonradan çok medeniyet gördüm,
çok farklı diller işittim bu topraklarda. Süryaniler, Bizanslılar,
Araplar, Mısırlılar, Persler; kimleri görmedim ki burada. Hepsi bu
toprakları işledi, kendinden bir iz bıraktı buralarda. Ben, geçerken
buralardan, yavaşlar, azgın sularımı dinginleştirir; onların
yaptıklarına saygı duyarak akar giderdim kendimce. Sonra,
sularımı dizginleyemeyeceğim kadar çoğalttılar; biriktirmek ve
farklı yerlerde kullanmak için baraj yaptılar üzerime. İstemezdim
ama bin yıllardır birlikte yaşadığım tüm o medeniyetleri şimdi
yüreğimde, içimde, sularımın altında barındırmaktayım üzülsem
de…”
Sürreel Bir Köy: Savaşan Köyü
Fırat’ın sesini yanıma kattığım
yolculuğumuzun ilk durağı Savaşan
Köyü önüne geldiğimizde, tüm
gerçekler
anlamını
yitiriyor;
gerçeküstülük sarıyor her yanımı.
Bildiklerimden arındığımda, yarısı
sular altında kalmış evler ve sadece
minaresi gözüken bir cami ile “rağmen
direnmek” uğruna kıyıya inmiş
evinin üzerine “Aile Çay Bahçesi”
yazmış olan kadın, bana bir romanın
gerçek dışı satırlarından fırlamış gibi
geliyor. Birecik Barajı’nın getirdiği
suların neler götürdüğünü anlatmak
için kurgulanmış bir sahne sanki
karşımda duran. Suyun üzerine bir
yüzü yansıyan bu evler ve kıyısında
yaşamını sürdürmeye çalışan insanlar,
mantık sınırlarını zorlayan bir hayatın
sessiz aktörleri aslında.
28
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Kontrast
Bir Havarinin Anılarını Gizleyen Rumkale
Daha Savaşan Köyü’nün üzerimde yarattığı duygulardan
sıyrılamadan, karşıma çıkıyor tüm görkemiyle. Fotoğraflardan,
belgesellerden izlediğim Rumkale, Fırat’ın sularının üstünden
kendisine doğru çekiyor bizleri. Türkiye’nin en görkemli
kalelerinden birisi olarak söylenegelen Rumkale’nin yapım tarihi
tam olarak bilinemiyor. Halfeti ile aynı tarihi geçmişi paylaşan
kaleye dair en etkileyici söylence ise Hz. İsa’nın havarilerinden
Johannes’in Roma döneminde Rumkale’de gizlenerek, kayadan
oyma bir evde İncil’in nüshalarını çoğalttığına ilişkin olanı.
Yapıldığı dönemi az çok bilmesem, günümüz teknolojisiyle
inşa edilmiş diyeceğim kadar düzgün kesilmiş yekpare kaya
üzerine yapılmış olan dış surlar, içinde binlerce yıllık geçmişi
gizliyor. Dış koşullar ve insan faktörüne rağmen direnebilen kimi
yapıları görmek ve gezmek mümkün. Roma-Bizans ve Osmanlı
döneminden izler barındıran Rumkale, Fırat Nehri ile Merzimen
Çayı’nın birleştiği noktada stratejik amaç güdülerek kurulmuş
besbelli.
Bu inanılması zor yolculuğun dönüş yolunda kabuğuma
saklanıyor, sağlı sollu yanımda uzanıp giden dağların üzerindeki
el yapımı mağaraları izliyorum. Suyun olduğu yerde filiz veren
kültürleri düşünüyorum. Sayesinde yeşeren medeniyetlerin şimdi
üzerinden akıp giden Fırat, üzgün, sessiz ve hüzün dolu... Yine
güzellikleri paylaştırıyor insanlara ama onun sayesinde doğan
medeniyetler şimdi onun yüreğinde gizlenmiş, belki de bin yıllar
sonra açığa çıkmak için bekliyorlar…
Nasıl Ulaşılır?: Şanlıurfa ya da Gaziantep havaalanlarından
araç kiralayarak ya da otogardan otobüslere binerek rahatlıkla
ulaşabilirsiniz.
Görmeden Dönmeyin: Rumkale’ye ulaştığınızda iskelesinde
inip, zorlu olsa da tırmanmayı ve özellikle Aziz Nerses Kilisesi’ni,
Aziz Barşavma Manastırı’nı, tarihi su kuyusunu ve anıt mezarı
görmeden dönmeyin.
Nerede Konaklanır?: Halfeti’de bir iki konak, pansiyon olarak
işletiliyor ve bir de belediye misafirhanesi mevcut. Buralarda yer
bulamazsanız en yakın yerleşim yeri olan Birecik ve Şanlıurfa’da
konaklayabilirsiniz.
Dipnot
1. Marlow: Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli romanında yer
alan başkarakter.
SELANÝK CADDESÝ SIDAR HAN NO: 1/13
KAT: 4 KIZILAY - ANKARA
TEL: 0.312 432 52 55
29
Kontrast
BAKIŞ EGZERSİZİ
Yazı: emre İkİzler
fotoğraf: Arne Uebel
İSTANBUL KOLAJI
Bu sayfada gördüğünüz “futuristanbul” adlı fotoğraf
kolajı, 2007 baharında öğrencilerimle yaptığım bir proje
sonunda ortaya çıkan çalışmalardan biridir. Erasmus Öğrenci Kültür Değişim Programı çerçevesinde, Almanya’nın
Bielefeld Sanat Yüksek Okulu’ndan Marmara Üniversitesi GSF Fotoğraf Bölümü’ne gelen Arne Uebel’in İstanbul
gözlemleri sonucunda oluşturduğu bir dizi kolaj çalışmasından biridir. 22 ayrı fotoğrafın birleşiminden oluşan bir
İstanbul sentezidir. “Üstü kaval, altı Şişhane” deyimini
kullandığımız uyumsuz yapıların bir araya getirilmesiyle
oluşan bu yeni yapı, İstanbul’un hem tarihî hem modern,
hem büyük hem uyumsuz, hem dinamik hem de karmaşık
yapısını son derece sistemli bir bütünleştirmeyle tek bir
karede verebilen nitelikli bir çalışmadır. Hem de şehre ruhunu veren denizi unutmadan…
İstanbul’un o tanımlanamayan çekici ama yorucu karmaşasını görsel olarak bu kadar iyi anlatan
başka bir örnek görmediğimi söylemeliyim.
Bu karmaşanın bu kadar düzenli bir görsellikle aktarılabilmiş olması gerçekten çok
şaşırtıcı. Böyle bir düzeni ancak bir Alman
bakışı oluşturabilirdi! Çünkü kendi fotoğraflarımızda böylesi bir düzenin olmaması,
kendi kültürümüzden ve eğitim eksikliklerimizden kaynaklanıyor. Düzen karşıtı bir
yapımız olduğunu kim inkâr edebilir?
Tarihî bir yapının üstünde yükselen
diğer binaların modern ama yer yer tamamlanmamış, yer yer kırık dökük olmaları
fotoğrafın hemen dikkat çeken özelliklerinden biri. İstanbul’un en çok dikkat çeken
yapıları olan cami minarelerinin de böyle
bir fotoğrafta yer almaması düşünülemezdi. Nitekim fotoğrafta bir minare yer alıyor
ama onun da soba borusuna benzeyen bir
şekilde yandan çıkıyor oluşunu, hem güldürücü hem de düşündürücü bir yergi olarak
görmemiz gerekiyor. Gerçekten de İstanbul,
burada gösterilenden daha acınası durumda olan, tamamen plansız ve karmaşa içinde bir şehir. “Neremiz doğru ki?” sözüyle
sık sık vurguladığımız gibi eğri büğrü, çarpık çurpuk bina ve yollardan oluşan tam bir
keşmekeş! İçinde elbette çok güzel yapılar
da var ama böyle bir şehri sanatsal bir bakış
açısıyla görselleştirmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Tarihî yapıları çekebilirsiniz, modern yapıları çekebilirsiniz, çirkin
yapıları çekebilirsiniz; ama hepsini tek bir
karede sistemli bir şekilde nasıl bütünleştirebilirsiniz? Buna benzer bir şekilde…
30
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011
Fotoğrafa ilk baktığımızda oluşan “Bu ne biçim şey!”
tepkisinin yerini kısa sürede sanatçının gözlem gücüne hayranlık duygusu alıyor. Fotoğrafta anlaşılmayacak,
yanlış anlaşılabilecek, gizli, saklı hiçbir şey yok. Her şey
yerli yerinde! Birbirinden çok farklı boyutta ve türde olan
bunca yapıyı özenli bir şekilde bir araya getirebilmek için
öncelikle bunları belli bir mantıkta fotoğraflamak gerekiyor. Öncelikle tasarımın ilgi çekiciliğine, sonra bunun
doğru bir şekilde planlanmasına, çekimlerin doğruluğuna, işçiliğin kusursuzluğuna ve son olarak da sanatçının
sabrına hayranlık duyuyoruz. İşte sanat böyle bir şeydir;
zekâ, düşünce, tasarım, uygulama aşamalarındaki zorluklarla mücadele, çokça duygu ve sabır…
Kontrast
Fotoğrafta Farklı
Uygulamalar
Yurtdışı Haberler
Hazirlayan: ÖZLEM ESER
Hazirlayan: Özlem DAĞ
2011 Magnum Ajansı Jürisi ve Ödül
Programı Belli Oldu
Fotoğraf: Rezzan S. Ak
PINHOLE (İĞNE DELİĞİ)
TEKNİĞİ
Pinhole (iğne deliği) tekniği, muhteşem
fotoğrafları çekmek için binlerce liraya malolan
makinelere,
objektiflere
ihtiyaç
olmadığı
iddiasındaki bir fotoğraf tekniğidir. Kaynağını ve
ilkelerini Karanlık Kutu (Camera Obscura)’dan alır.
Üzerine 0,25-1 mm. çapındaki bir delik açılmış ve
içi siyah ile boyanmış veya siyah bir malzeme ile
kaplanmış bir kutu, deliğin önünü açıp kapamak
için bir kapak ve film veya fotoğraf kâğıdı ile
“pinhole” un ve fotoğrafın büyülü dünyasına adım
atabilmek için ana malzemelere sahip olunmuş
demektir. Elbette azami ölçüde de olsa karanlık oda
uygulamalarını bilmek gerekir. Mekanizmasının
maliyeti oldukça düşük olmakla birlikte, güçlü
sezgi ve deneyime ihtiyaç duyar pinhole tekniği.
Açılan iğne deliğinin çapı, kutunun büyüklüğü,
filmin boyutu, pozlama süreleri; elde edilecek
sonucu ciddi ölçüde etkiler. Düzeneğinde vizör
olmadığı icin kadraj tamamen fotoğrafçının sezgi
ve hayal gücüne bağlıdır.
Gelişen ve değişen teknolojiye kafa tutarak,
kimi zaman bir nescafe, kimi zaman bir konserve
kutusundan açılan bir deliğin sayesinde fotoğrafı
sanatla buluşturan bu teknik öylesine etkilemiş
ki fotoğrafseverleri, Nisan ayının son Pazar günü
“Dünya Pinhole Günü” adı altında iğne deliğinden
yaratılan fotoğraflara adanmıştır. Türkiye de
“pinhole”, açılan pek çok sergi ile yer bulduğunu
gösteriyor. Basit mekanizmalı ama aynı zamanda
sabır, deneyim ve fotoğrafın temel bilgisinde
yetkinlik isteyen bu tekniğin Türkiye’deki en önemli
ustalarından biri olan Ahmet S. Sabuncu’nun
çalışmalarında, “Pinhole” ün büyülü dünyası,
büyük bir estetik hazla izlenebilir . Adana’da, Türk
Dili ve Edebiyatı öğretmeni Nuri Gürdil’in kurduğu
fotoğraf atölyesi, gençlere, pahalı mekanizmalara
sahip olmak zaruriyeti olmadan da fotoğraf ve
sanatla güçlü bağlar kurmasına ve bu bağların
toplum üzerindeki etkilerini göstermesine aracı
olmak gibi önemli bir misyona sahip olmuştu.
Pek çok anlamlı ve doğru atasözümüz var
ama galiba “alet işler el övünür” derken pinhole
fotoğrafları göz önünde bulundurulmamış.
2011 Magnum Ajansı yarışmalarında jüri üyeliği yapacak fotoğrafçılar belli
oldu: Donovan Wylie, Chris Anderson, Antoine D’Agata ve Bruce Gilden. Magnum
Photos ve HP ortaklığında düzenlenen yarışma programı da detaylı olarak
açıklandı. 2011 Magnum Ödülleri, dünyanın dört bir yanındaki fotoğrafçıların
yaratıcılıklarını yansıttıkları projelerini ve portfolyolarını paylaşmalarını
amaçlıyor. Yarışmada konu sınırlaması bulunmamaktadır.
Yarışmacıların,
fotoğraflarını
ve öykülerini 2011 yılının sonuna
kadar paylaşmaları beklenmektedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.
expression.magnumphotos.com
Fujifilm’in Dijital kamerası FinePix X100
“Photokina STAR 2010”
Ödülünü Kazandı
Photo Presse ve Digit! dergisi tarafından sponsorluğu yapılan Photokina
STAR 2010 Yarışması’nın ödülünü Fujifilm Finepix X100 kazandı. Yarışma özellikle özel ürünlere ve konseptlerin sunduğu
yaratıcı fikirlerin yanı sıra son teknolojinin
kullanımına da önem veriyor.
Bu anlamda FinePix X100, yüksek derecede dijital kompakt bir makine ve profesyonel
fotoğrafçıların, kompakt bir makineden beklenenden daha yüksek kalitede fotoğraf üretmelerini amaçlıyor. Kamerada APS-C CMOS
sensör, Fujinon 23 mm sabit lens ve gelişmiş
Hybrid vizörü bulunmaktadır. Ürünün, 2011
yılının ilk aylarında piyasaya sunulması bekleniyor.
Adobe Camera Raw 6.3 ve Lightroon 3.3 Piyasaya Çıktı
Adobe, Adobe Camera Raw (ACR) 6.3 ve Adobe Photoshop Lightroom 3.3 sürümlerinin tamamını piyasaya sürdü. Bu programlara, Raw dosyası desteği ve 15
yeni kamera modelini destekleme özelliği ile bir dizi lens için distorsiyon özelliği
de eklendi. Programların desteklediği yeni fotoğraf makineleri şunlar: Canon
PowerShot G12, Canon PowerShot S95, NikonD3100 (pictured), NikonD7000,
Nikon Coolpix P7000, Olympus E-5, Panasonic Lumix DMC-GF2, Panasonic Lumix DMC-GH2, Pentax K-5, Pentax K-r, Ricoh GXR & GR LENS A12 28mm f/2.5,
Samsung NX100, Samsung TL350 (WB2000), Sony A560 ve Sony A580.
Adobe ayrıca
bu programların
yanı sıra ücretsiz
olarak
Camera
Raw, Lightroom 3
ve Photoshop CS5
için Lens Özellikleri Downloader
1.0’i de tanıttı.
Digital Shootout 2011 başvuruları başladı
Digital Shootout 2011 için başvurular başladı. Yarışma, 18-28 Haziran
2011 tarihleri arasında Bonaire’deki Diyi Flamingo Resort’ta düzenlenecek bir
ödül töreni ile sonuçlanacak. Yarışma her seviyedeki bütün fotoğrafçılara açık.
Yarışma ödüllerinin toplamının 25,000 $ olduğu açıklandı.
Ödül töreninin yanı sıra etkinlik boyunca Berkely White, Dan Baldocchi,
Sterling Zumbrunn, Mary Lynn Price, Erin Quigley ve Jim Decker gibi alanında
önemli isimlerin seminer ve atölye çalışmaları olacağı bilgisi verildi.
31
Kontrast
32
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011

Benzer belgeler