Kontrast
Transkript
Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 21/Ocak-Şubat 2011 4 Zamansız Fotoğraflar Elçin Polat / Kitaplık Özlem Eser• 5 Usta İşi Özlem Dağ• 6 İMece İlker Maga • 7 f/64 Özcan Yurdalan • 8 Söyleşi Tuğrul Çakar • 12 Dosya Konusu Popüler Kültürün Gözde Aracı Fotoğraf • 21 İnce Elek Altan Bal • 22 Söyleşi Ahmet Öner Gezgin • 27 Fotoğraf Dalları • 28 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 30 Bakış Egzersizi Emre İkizler • 31 Yurtdışı Haberler Özlem Dağ / Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Özlem Eser ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken... Merhaba, Gerçekleşebilecek hayaller kurmak kadar, o gün için gerçek olamayacak kadar uzak hayaller kurmak da bir insan için olduğu kadar kurumlar, şirketler, işletmeler için de oldukça büyük motivasyon kaynaklarıdır. Kimi zaman çoğu gerçekleşmez bile ama o hayaller uğruna çabalamaya devam etmek ya da o hayalin, başkalarının sahip çıkarak gerçekleştirmesi için temellerini oluşturmak bile son derece önemlidir. Derneğimiz AFSAD, temelleri çok öncelerden atılmış bir hayalin gerçek olduğunu gördüğü günleri yaşıyor bugünlerde. Başlarda gerçekleştirilmesi imkânsız bir hayaldi ama dillendirildi; doğru ya da yanlış veya eksik adımlar atıldı; denendi, başarılamadı. Ama bir hayaldi ve bir defa kurulmuş, dillendirilmişti. Derneğimizin geleneklerinden biri olarak, kurulan böylesi güzel bir hayali terk etmek, önemsememek, görmezden gelmek hiçbir üyesi ve yönetim kurulu için söz konusu olamazdı. İşte o hayale sahip çıkan Yönetim Kurulu’muz ve başta Başkanımız Gökhan Bulut olmak üzere, tüm destekçi üye ya da üye olmayan fotoğrafseverlerin oluşturduğu güçle bugün AFSAD kendine ait mekânın sahibi oldu. Tüm derneklerin hayallerindendir belki ama pek de fazla sayıda değildir gerçekleştirebilenler. Çoğunlukla devletten ya da belediyeden hibe edilen mekânlar söz konusudur hatta. AFSAD ise güçlü bir kurum olduğunu bilerek çıktığı yolda, dernek gelirlerinin büyük bölümünü aktararak ve destekçilerinin bağışlarıyla, yani sadece kendi gücüyle bir yer edinmeyi başarmıştır. Bu gerçekten çok büyük ve önemli bir başarıdır. Bu başarıda emeği geçen başta Başkanımız Gökhan Bulut olmak üzere, Saymanımız Seda Güner ve tüm Yönetim Kurulu üyelerimiz, mekân bulunması ve gezilmesi, organizasyonların yürütülmesi gibi zorlu süreçlere gönülden destek vermiş olan üyelerimiz; Erol Bektaş, Necmettin Külahçı, Doğanay Sevindik, Fazlı Öztürk, Kazım Ulu, Mustafa Ertekin, Nuran Kansu, Mebrur Hatunoğlu ve Irmak Soldamlı ile bağışlarıyla bu sürece destek veren herkes ve tabii ki açık arttırmaya verdikleri fotoğraflarla desteklerini esirgemeyen fotoğrafçılarımız, AFSAD tarihine isimlerini yazdırmışlardır ve içten bir teşekkürü hak etmektedirler. Özellikle bu ay yapılacak yeni seçimle yönetimi devredecek olan bu Yönetim Kurulu’muzun AFSAD tarihine ismini eşi benzeri olmayan bir katkıyla yazdırdığı açıktır. Hepsini can-ı gönülden kutluyor ve yeni mekânın hepimize hayırlı olmasını diliyorum. Bu aslında hem kutlama hem de bir veda yazısı. Birileri gelir birileri gider ve önemli olan ürünlerin devamlılığını sağlamaktır. Kontrast dergisi de AFSAD’ın, bir süre yayımına ara verilmiş olsa da, devamlılığını amaçladığı ve son derece önem verdiği, dışarıya yansıyan yüzü olarak gördüğü önemli ürünlerinden birisidir. Bu süreç içerisinde katkım olabildiyse ne mutlu. Ben ve ekip arkadaşlarım, tüm gücümüzle sizlere faydalı olacak bir yayın çıkarabilmek için elimizden gelen çabayı sarf ettik. Bundan sonra, derneğimizin yönetimi adına da yeni olacak süreçte de dergimizin yayınına devam edileceğinden kuşkum yok. Ancak özel sebeplerle bundan sonraki süreçte yer alamayacağım için bugüne kadar bana destek veren başta ekip arkadaşlarıma ve Yönetim Kurulu’muza, ayrıca tüm okur ve takipçilerimize teşekkürü borç bilirim. Işığınızın bol olmasını ve fotoğraf dolu bir hayat dilerim… Ceyda Taşdelen Yayın Yönetmeni AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Gökhan BULUT Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Ceyda TAŞDELEN Grafik Tasarım Levent ÇAĞIN Özlem DAĞ Editörler Şirin AYDIN Kamuran FEYZİOĞLU Editör Yardımcıları Elçin POLAT Özlem ESER Özlem DAĞ Reklam ve Abone Sorumlusu Ufuk DURUMAN Yayın Kurulu Ceyda Taşdelen, Şirin Aydın Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sokak 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 15.01.2011 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Tuğrul Çakar Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Kontrast Adnan Küçüksağır: 1971 yılında Konya’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi AMYO Harita Bölümü’nü bitirdi. Karayolları Genel Müdürlüğü’nde teknik eleman olarak çalışıyor. Fotoğrafla, 1990 yılında tanıştı ve yoğun olarak 2002 yılından bu yana fotoğraf çekiyor. 2007 yılında AFSAD’a üye oldu. Bugüne kadar çeşitli karma sergilerde; 2007 Mevlana Yılı 1.Uluslararası Fotoğraf Yarışması’nda, Nallıhan Kuş Cenneti Fotoğraf Yarışması’nda, 13 ve 14. Devlet Fotoğraf Yarışması’nda, Karayolları Genel Müdürlüğü’ndeki karma sergilerde, soyut fotoğraflarıyla AFSAD Soyut Fotoğraf Atölyesi kapsamında çeşitli yurtdışı sergilerinde yer aldı. “Fotoğraflarımı, belge niteliği olsun, herhangi bir olaya tanıklık etsin ya da sosyal bir mesaj içersin diye çekmiyorum. Fotoğraf yoluyla bir şeyleri gösterip düzeltme çabam da yok. Kabul görmüş estetik kurallar içerisinde; öznel, izlenebilir ve sadece kendini ifade eden görüntüler elde etmek, benim daha çok ilgimi çekiyor. Bu yüzden, soyut fotoğrafı kendime yakın buluyorum. İçeriğini, fotoğrafı izleyen kişinin kendisinin doldurduğu, izleyicisine göre farklı algılamalar ve düşünceler yaratan, sadece öznel fotoğraflar bunlar. Sanırım işin güzel yanı da bu zaten, tek bir içeriğe ya da algılamaya hapsedilmemiş fotoğraflar… Fotoğrafın sanata yakın yanının da bu olduğunu düşünüyorum.” Kontrast Zamansız Fotoğraflar “Bir fotoğrafçının portreleri arasında belli bir akrabalık mevcuttur.” H. C. Bresson Fotoğraf makinelerinin boyutlarının küçülmesiyle birlikte, fotoğrafçının sokaklara karışıp yaşamdan anlar yakalayabilme şansı arttı. Bu görüntüler kimi zaman şipşak fotoğraflardan öteye gidemezken, kimi zaman da fotoğrafçısını efsanevi bir figür hâline getirdi. Henri Cartier Bresson, “Mutlak An” fikri, fotoğrafları ve yazılarıyla KİTAPLIK HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT ardılı olan pek çok fotoğrafçıya etki etti, belgesel fotoğrafın en önemli isimlerinden biri oldu. Louvre Müzesi’ndeki ilk fotoğraf sergisi Bresson’a aitti; efsanevi Magnum Ajans’ın dört kurucusundan biriydi. Bresson, fotoğrafı şöyle anlatıyor: “Fotoğraf, gerçek dünyadaki bir ritmin algılandığını ima eder. Gözün yaptığı, gerçeğin kitlesi içerisinde özel bir konuyu bulmak ve odaklanmaktır; fotoğraf makinesinin yaptığı şey ise basitçe, göz tarafından verilen kararı filme kaydetmektir. Bakarız ve bir fotoğraf oluştururuz gözümüzde, kendi içinde bütünlüğü olan ve tek bir bakışla algılanan bir resim gibi.” Biliyoruz ki fotoğrafta yapma eyleminden çok, görme eylemi önem kazanıyor. Bresson, fotoğraflarında hem bir yaratıcı olarak görme hem de bir izleyici olarak görme rollerini birleştiriyor; bu da onun fotoğraflarındaki başarıyı, rastlantısal ve mekanik olmaktan kurtarıyor. Bresson, çekim süreci ve “mutlak an” kavramı hakkında şunları söylüyor: “Bazen oyalanır, gecikir ya da bir şeyin olmasını beklersiniz. Bazen de bir kareyi oluşturan her şeyin bulunduğu, ancak tek bir şeyin eksik olduğu hissine kapılırsınız. Ama eksik olan nedir? Belki birisi birden sizin görüş alanınıza girer. Onun ilerlemesini vizörden takip edersiniz. Bekler, beklersiniz ve sonunda düğmeye basarsınız; sebebini bilmemenize rağmen, gerçekten bir şey yakaladığınız hissiyle oradan ayrılırsınız. Eğer objektif ‘mutlak an’da açılıp kapandıysa, içgüdüsel olarak geometrik bir düzen oluşturduğunuzu görür, bu düzen olmadan fotoğrafınızın hem şekilsiz hem de cansız kalacağını fark edersiniz.” Bresson’un fotoğraflarına baktıktan sonra üslup kavramı, hem “anlık olmak”, hem de “rastlantısal olmamak” hâlleriyle anlam buluyor. Onun üslubu bu yüzden esin kaynağı olmaya devam ediyor ve onu zamansız kılıyor. HAZIRLAYAN: ÖZLEM ESER BİR FOTOĞRAF FELSEFESİNE DOĞRU Vilem Flusser “Var olmak algılanmış olmaktır.” Berkeley Fotoğraf, bir aygıt tarafından üretilen teknik bir görüntü olması nedeniyle 19. yüzyıldan günümüze kadar görüntüler dünyasına dair pekçok tartışmanın odak noktasında yer almıştır. Sosyolojik, sanatsal ve bilimsel yaklaşımlar ile bu tartışmalara ışık tutacak çözümler aranmıştır. Bu arayış içerisinde, düşünür, yazar, eleştirmen ve gazeteci Vilem Flusser “Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru” adlı kitabı ile fotoğrafa farklı bir yaklaşım girişiminde bulunmuştur. Fotoğrafı felsefi düzlemde incelemiş ve onu bilgi, varlık, değer, bilim, siyaset, din, ahlak, dil, eğitim ve sanat gibi felsefenin ilişkide olduğu varlık alanlarından biri ve bir disiplin olarak ele almıştır. Kitaptaki birincil amaç, fotoğrafı bilinç düzeyine çıkarmak için bir fotoğraf felsefesinin gerekliliğini ve amacını ortaya koymaktır. Flusser bu yönde, öncelikle “fotoğraf felsefesi”ni oluşturan kavramları belirler. Görüntü, teknik görüntü, aygıt gibi kavramları nedensellik ve işlevsellik bağlamında ve tarih içerisindeki geçiş süreçleriyle birlikte inceler. Aynı zamanda sorunu çok yönlü olarak ele alır ve bir fotoğraf felsefesi oluşturma yolunda, çelişkilere, varolan ve varlığı olası soru ve sorunlara yanıtlar arar. Felsefenin ve fotoğraf felsefesinin önemli sorununa, yani özgürlük sorununa dikkat çeker. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Eleştirmenlerin “devrimci nitelikte” olarak tanımladığı kitap, çevirmeninin önsözünde söylediği gibi “fotoğrafın birçok düşünür tarafından bugüne kadar çizilmiş sınırlarını aşmakta” dır. Kontrast Usta İşi Larry Burrows (1926-1971) “Şefkatlİ Fotoğrafçı” Larry Burrows, 1926 yılında Londra’da doğdu. 16 yaşında okulu bıraktı ve Life dergisinin Londra bürosunda, fotoğraf baskı işinde çalışmaya başladı. Bazı kaynaklar, bu işi yaparken Burrows’un, Robert Capa’nın D-Day negatiflerini kazara, kurutma kabininde erittiğini yazmaktadır. Burrows daha sonraları kariyerine bir fotoğrafçı olarak devam etti. Suez’den Lübnan’a, Kıbrıs’tan Kongo’ya kadar birçok savaşın içinde fotomuhabir olarak yer aldı. Ama ona ün getiren fotoğraflarını Vietnam HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ Savaşı sırasında çekti. 1962’den öldüğü 1971 yılına kadar Vietnam Savaşı’nı fotoğrafladı. En ünlü koleksiyonlarından biri olan “Yankee Papa 13 ile Bir Gezi” adlı koleksiyonu, 16 Nisan 1965 yılında ilk kez Life dergisinde yayımlandı. Bu koleksiyon gerçekten inanılmazdı; çünkü savaşın tam ortasında yaşayan Larry Burrows, Amerika’nın (ve öncesinde Fransa’nın) savaş deneyimlerine dayanan, metafor nitelikli 22 fotoğraf karesini bir araya getirmişti. Burrows aynı zamanda bir fotoğraf makinesini, savaş helikopterindeki ağır makineli silahların gövdelerine bağlayarak, helikoptere ve fotoğraf nesnesine odaklanmayı sağlamıştır. Burrows, fotoğrafçı arkadaşları Henri Huet, Kent Potter ve Keisaburo Shimamatu ile birlikte, helikopterleri Laos üzerinde vurularak düşürüldüğünde hayatını kaybetti. Burrows’un ölümünden sonra Life dergisinin editörü Ralph Graves, “Benim için dünyadaki diğer fotoğrafçılar arasında Larry Burrows, en cesur ve en tutkulu savaş fotoğrafçısıydı.” demiştir. 2002 yılında Burrows öldükten sonra yayımlanan kitabı Vietnam, Prix Nadar Ödülü’nü aldı. Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi [email protected] adresine göndererek bizimle paylaşın. Kontrast İlker Maga İMece TECRÜBE ve PAYLAŞMAK İster yaşama birkaç ay önce katılmış bir bebek, isterse çok karmaşık formül ve deneylerle uğraşan bir biliminsanı olsun, yaptıklarından tamamen bağımsız, her “homo sapiens” için hayat, herhangi bir şekilde elde edilmiş tecrübe demek. En ilkel insanın görme eylemi incelendiğinde bile, görmenin bilgiyle ilgili olduğu fark edilebilecektir. İlk insan, hayatta kalmasını sağlayacak bilgileri toplamakla işe başladı. Gerekli bilgileri edindi, edindiği bilgi kadar görebildi; gözleri ne aradığını biliyordu. Dünya, insanın gözleri önünde hareket hâlindedir. Önündeki binlerce nesneye rağmen, yine hayatta kalma mücadelesinin ilkel güdüleri nedeniyle olsa gerek, insan bu nesne zenginliğine rağmen, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar “görür”, ilgilenir. Bu ilkel güdüye sahip insan için etrafında dönen dünya, semboller toplamından başka bir şey değildir. İlkel görünebilir; insan ihtiyaçlarına yetecek kadar görür. Bu yanıyla insan, aradığı semboller peşinde koşan bir avcıya benzer. Gözleriyle ok atar, gözleriyle avlar. Sınıfından, cinsinden ve karmaşasından bağımsız bu ilkel refleks dışında insanın etrafında dönen ve yaşadığı dünyayı, yarı sarhoşluk içinde yaşadığı günlük hayatı anlayabilmesi, yani görünebilir kılması için hümanist bir temel eğitime ihtiyaç duyar. Yaşadığı dünyayı anlayabilmesi için her insanın, tüm dünya insanlığına mal olmuş kültür zenginliklerinden haberdar olma ve onu yaşamına katıp zenginleşmeye hakkı vardır ve hümanist eğitimden kast edilen de bundan başka bir şey değildir. Görmek, bilinç ister. Okulun toplumsal işlevi, insanlara meslek öğretmek değil, onlara yaşadığı dünyayı anlayabilecekleri hümanist bir temel eğitim vermektir. Birey, ancak içinde yaşadığı Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 dünyayı kendi başına anlayabilecek, karar verebilecek temele sahip bir insanın ulaşabileceği bir düzeydir. İnsan, merakı ve ihtiyaçları oranında etrafına bakar; dolayısıyla bakmak bir şekilde o şeye değer vermekle ilgili bir eylemdir. Bakmak ile görmek arasındaki boşlukta karşımıza yine bilgi ve bilinç çıkıyor. Sahip olduğumuz bilgiler oranında görebildiğimiz için, gördüğümüz şeye sahip olduğumuz duygusu uyanır. Görmek, gözlerimizle dokunmak ve ona sahip olmaktır. Gördüğümüz, daha doğrusu görebildiğimiz şey “bizimdir”. Dokunmak ile görmek ve sahip olmak arasındaki ilişkiyi küçük bir testle de gözden geçirmek mümkündür. Dokunma mesafesinde olduğuna inandığı için yaşadığı şehirdeki pek çok yeri gezmeyi ihmal eder insan; o şehri birkaç gün gezen bir misafir, şehrin yerlisinden çok daha fazlasını görme fırsatı bulur. *** Fotoğraf, hayatı anlayan zekâ olarak fotoğrafçının, görebildiklerini görsel bir düzene, sadeliğe kavuşturma girişimidir. Her ne kadar fotoğrafçı hayat denen karmaşayı anlama yeteneğine sahip olsa da (olmazsa olmaz bir kuraldır bence) “görsel parçalar”la ilgilenir. Fotoğrafçı işte orada çıplaktır. Hayat, hangi açıdan bakılırsa bakılsın tecrübeyle, görmek de, bilgi ve bilinç ile mümkünse; anlatmak da, kendi başına yeni ve sorunlu bir sahadır. Çünkü bir toplam olarak tecrübe ve bilinç sadece kültür disiplinlerinden herhangi biriyle düzene girer, “dillenir” ve ulaştığı yeni bir anlatım formuyla insana ulaşır. Bunun dışındaki tecrübe ve bilinç düzeyleri ne olursa olsun şekilden, düzenden mahrum, izafîdir. Amaçsız bir hareketle kafada dolaşıp durur. Görmek, gözlerimizle ok fırlatmak ve avlanmaksa, bildiklerimizi, görebildiklerimizi göstermek ise paylaşmaktır. İnsan değerli bulduğu bir şeyi gösterir, paylaşır... Kontrast Özcan Yurdalan f/64 BİRLİKTE OLMANIN ANLAMI Bir vakitler genç bir sanattı, hüner isteyen bir uğraştı eyvallah ama artık öyle değil. Zamanın hızı, anlamanın hızını misliyle katladığından beri, görme pratiklerimiz herhangi bir hafıza kaydına fırsat bırakmayacak kadar yüzeyselleşti. Her şey gözümüzün önünde belirdiği anda kayboluveriyor. Ekranlarda yaşıyoruz. Kâh ekranın karşısında, kâh içinde… Fark etmez, hepimiz görüntülerin birer türevi hâline geldik hanidir. O nedenle söze başlarken “Bir vakitler genç bir sanattı, hüner isteyen bir uğraştı ama artık öyle değil.” dedim. Fotoğraf, bir zamanlar maharetli kişiler tarafından, ışığın hikmetiyle, fizik ve kimya sayesinde doğrudan suret üretme işiydi. Günün birinde Kodak Bey “Siz düğmeye basın, gerisini bize bırakın!” dedikten sonra, insan algısında fotoğraf aracılığıyla yaşanan değişim başladı. Görme biçimleri yeniden şekillenirken insanların kendi hayatlarıyla kurdukları ilişki de yeniden tanımlanıyordu. Sadece ânın değil geçmişin de anlamı değişiyordu. Değişen yalnızca hayat algıları değildi. İrili ufaklı toplumsallıkların fotoğrafa kaydedilebilen uzak ve yakın geçmişiyle birlikte, tarihin de başka türlü yazılması mümkün hâle geliyordu. Şimdi denebilir ki fotoğrafın 200 yıla yaklaşan pratiğinin çağın değerlerine ve zamanın bu kadar hızlanmasına nasıl bir etkisi olmuştur? Tartışmaya değer bir konu. Farklı toplumlarda, değişik kültürlerde, zaman algısı ile bu algının değişmesinde fotoğrafın rolü araştırmaya değer doğrusu. Çünkü biliyoruz ki ister büyük olsun ister küçük, fotoğrafa maruz kalan her toplumsallık değişir. Buradaki “değişim”in tezahürü illa ki fiziksel-nesnel olmayabilir. Hepimiz fotoğrafçının tanık olduklarını aynı zamanda tanımladığını biliyoruz. Fotoğrafa maruz kalan her fani gibi her toplumsallık da fotoğrafçının tanımladığı biçimde ek bir kimlik daha ediniyor. Bunun kime ne zararı olur bilmem ama bütün kimliklerimizin, ulusal, cinsel, sınıfsal, sosyal, kültürel ve inançlarımıza dair pek çok aidiyetimizin mümkün olduğu kadar teke indirgendiği bu memlekette, farklı kimliklerimizin tektipleştirilmeye çalışıldığı koşullarda, kategoriler hâlinde tanımlanmamız için her imkân kullanılırken, fotoğrafın bu melanetteki payı nedir; düşünmemiz lazım. Pay derken, “gidişatı destekleyen” ve “gidişatı bozan”, her iki anlamıyla sürece dâhil olmaktan söz ediyorum. Fotoğraf aynı zamanda fotoğrafçı marifetiyle üstü örtülen kimlik farklılıklarını açık eden göndermeler de yapabilir malum. Bunları söylerken tek bir fotoğrafik anlatımdan, mesela belgesel fotoğraftan söz etmiyorum. Yaratıcı fotoğraf, soyut fotoğraf, güncel sanatın bir enstrümanı olarak fotoğraf da aynı bünyededir. Biraz da bu eski aracın eski marifetini yeniden anlamlandırmak sayılabilir. paydasıyla içinde yer aldığım her oluşumdan, iyi ya da kötü deneyler edinerek geçtim. Fotoğrafçıları ahmak işi yarışmalara teşvik etmek için gösterilen gayretin, ezberi sağlam sanatçı imal etme eğitimleri için harcanan enerjinin birazı olsun fotoğraf fikriyatına hasredilmediği sürece boşa kürek çektiğimizi düşünüyorum. Yazıya başlarken bunlardan dem vurarak lafı derneklere getirecektim: Söze girerken, “zaman”, “hız”, “değişim” lafları etrafında dönüp dolaşmamın esas sebebi, fotoğraf derneklerinin günümüzde kendilerini nasıl anlamlandırdıklarına dair bir soru açmaktı. Öyle ya; ne memleket eskisi gibi, ne toplum aynı, ne algılar geçmiştekine benziyor, ne de tanımlar bıraktığımız yerde durmakta. Memleket sathına yayılmış irili ufaklı fotoğraf derneklerinin kendilerine yeniden bir göz atmaları ve varlıklarının anlamını yeniden sorgulamalarının vakti hangi vakittir acaba diye soracaktım? 35-40 yıl önce olduğu gibi dernekçilik anlayışımızı “fotoğrafı sevdirmek, yaygınlaşmasını sağlamak, öğretmek, insanları hobi sahibi yapmak, fotoğraf dostlarını çoğaltmak, sosyalleşme alanı açmak...” gibi argümanlara yasladığımız zaman, biraz komik kaçıyor doğrusu. Durup dururken, hele bu zamanda fotoğrafı sevmek niye gereksin ki? Fotoğrafla kuracağımız ilişkiyi “sevmek” üstünden nereye kadar açıklayabiliriz? Hele fotoğrafla “dost” olmak nasıl bir şeydir, neden bir insan fotoğrafla dost olma ihtiyacı hissetsin ki? Bu kadar mı yabancılaştık yani hayata ve çıplak gerçeklere? Peki ya fotoğrafı yaygınlaştırmak neyin nesi? Daha ne kadar yaygınlaştırmak istiyoruz? Fotoğrafın yaygınlaşmasının pazardaki karşılığı nedir? Ya insanları hobi sahibi yapmak neyin nesi? Bugün bankalar bile “hobi işi”ne el atmışken, fotoğraf derneklerinin kendisine hobiler üstünden sosyalleşme misyonunu biçmesinin hayli ucuz bir niyete tekabül ettiğini söylemek haksızlık mıdır? Peki, dernekler acaba kendilerini bu zamanda nasıl anlamlandırıyorlar? Toplumsala ve fotoğrafa dair nasıl bir tespit üstünden strateji kuruyorlar? Anadolu’nun hemen her köşesinde bunca geniş örgütlenmeye sahip fotoğraf çevresi, toplumun hayli uslu, biraz saf, oldukça razı kesimlerini mi temsil ediyor? Memleketteki bir fotoğraf derneği 2010’lu yılların başında görüntü-birey-toplum arasındaki ilişkiyi nasıl çözümlüyor; kendi yereliyle ne türden bağlar kuruyor; var olduğu kentle ilişkisi nasıl? Bu soruların cevaplarını külliyen bildiğimi vehmederek konuşmuyorum. Başkalarının vereceği cevaplar âleme ibret olsun diye de sormuyorum. Kendi cevaplarım konusunda hayli ciddi şüphelerim mevcut. Ancak şundan hiç kuşkum yok ki sağdan soldan savrulacak sloganların vereceği kestirme cevaplardan, şipişini işi çözümlerden daha derin sözlere ve hakikaten çok taraflı diyaloglarla ortaya çıkacak yaratıcı zihinsel faaliyetlere ihtiyacım var. Böyleyken böyle… Burada bunca lafı neden ettiğimi soracak olursanız, “aslında maksadım başkaydı” diye söze girerim. Kendi hikâyem içinde ben de yukarıda değindiğim süreçlere bir şekilde dâhil oldum. Fotoğrafik görüntünün hayatımdaki ve yaşadığım toplumdaki etkisini izleme fırsatı buldum. Farklı maksatlar taşısa bile “fotoğrafçılık” ortak Kontrast Söyleşi RÖPORTAJ: UFUK DURUMAN FOTOĞRAFLAR: tuğrul çakar “Fotoğrafı sanata yaklaştırabilmek için fotoğraf makinenizi boynunuza değil beyninize asmak zorundasınız.” Tuğrul ÇAKAR Fotoğraf: Gülnur Özmen “Yarışmalarla adınızı bİr zaman dİlİmİ İçİnde duyurabİlmİş olsanız bİle sanat gerçeğİ sİzİ yaşadığınız o kısa sürenİn İçİne öyle bİr gömer kİ bİr daha adınız bİle anılmaz.” Ülkemizde fotoğraf sanatçılarının parmakla sayılabileceği yıllarda fotoğrafa başlamış ve yıllar boyunca da hayatını sanatıyla kazanmış, pek çok ödül sahibi, aynı zamanda usta bir öykücü olan Tuğrul Çakar, çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürürken bir yandan da yılların deneyimini hem Başkent Üniversitesi’nde hem de iki dönemdir AFSAD’da öğrencilerine aktarıyor. Sizin için onunla görüştük. Uzun yıllardır fotoğrafla uğraşıyorsunuz, fotoğrafçılık hayatinizin hep bir parçası olageldi sanırım. Meslek olarak da yaptınız. Hayatını fotoğraf ile kazanmanın zorlukları neler? 32 yılı geçti sanırım. Fotoğrafla iç içe bir yaşam. Fotoğrafçılık değil de fotoğraf hayatımın bir parçası hâline geldi demek daha doğru olur. Meslek olarak da yaptım. Ama ısmarlanan fotoğrafı çekip onu satarak değil. İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nde 16 yıl aylık ücret karşılığı fotoğrafçı olarak çalıştım. İyi sayılabilecek bir aylık ücret, iyi bir karanlık oda, eksiksiz malzeme sağladılar bana. Zamana karşı yapılan kurtarma kazılarında, iyi fotoğraf için iyi ışık koşullarını beklemek gibi bir lüksünüz yoktur. Onların istediği anda istedikleri fotoğrafı çekmek ve hata yapmamak zorundasınız. Siz deklanşöre bastıktan sonra kazmalar, malalar ve bazen de diş fırçaları devreye girecek ve kazı, toprağın derinliklerine doğru devam edecektir. Çektiğiniz görüntü artık yoktur. Belki de az sonra yeni bir fotoğraf isteyecekleri için hep orada, kazı alanında olmanız gerekir. 16 yılın hep aynı üç ayında aynı yerde olmak kolay değildi tabi ki. Kazıların yaz aylarında yapılma zorunluluğu, Güneydoğu Anadolu’nun iklim koşulları, 45 dereceyi bulan sıcaklıkta toprakta çalışmak, gün boyu üzerinizde biriken toz yığınını Fırat Nehri’nin deli sularında yıkanarak gidermek, toprak damların altında veya üstünde akrepleri, yılanları gözleyerek uyumaya çalışmak ve her defasında gün doğmadan uyanıp kazı alanına koşmak hiç kolay değildi. Yine de mutluydum ben. 1980-1996 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’nun o zor günlerini orada yaşamak, bir serüven gibi gelirdi bana. Geceleri sokağa çıkamamanın bile sanki keyif çıkarılabilen bir yanı vardı. Ya da bana öyle gelirdi. Verilen küçük molalarda, bir günlük hafta tatillerinde bana ait fotoğraflar çekebilmek abartılı bir sevinç duymama neden olurdu. Ancak o coşkulu, her an yeni bir heyecanla karşılaşabildiğim o günlerde Ankara’nın Eylül ayını özlerdim yine de. Ankara’da yaşayan biri olarak 16 yıl Ankara’da Eylül ayını yaşamamışsanız ve Eylül ayını seviyorsanız özlem artıyor işte. Kolay değildi ama ben hiç pişmanlık duymadım. Sevdiğim bir işi yapıyordum ve bu yeterli bir nedendi. Fotoğraf yarışmalarıyla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Yarışmaların karşısında olmadım hiç. Kaldı ki ben bir dönemin hızlı yarışmacıla- Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 rından biriydim. Düşününüz ki çok sayıda fotoğraf amatörü severek, isteyerek fotoğraf üretiyor ve elbette paylaşmak istiyor. İşlerini bir yarışma katalogunda görmek onları mutlu ediyor. Şimdi oturup, ölçüp biçip burun kıvırıp bu küçük paylaşma isteğini onlara çok mu görmeliyiz? Ünlü film yapımcıları milyonlarca izleyiciye ulaşmış filmlerini her yıl birbiri ile yarıştırırken, bir fotoğraf amatörü işlerini yarışmaya gönderdi diye kulağını mı çekmeliyiz? Olayın bir başka yönü daha var ki gözden kaçırmamak gerek. Arkadaşlarımız yarışma kazandıklarında iyi fotoğraf yaptıklarını zannediyorlar. Düşülebilecek en büyük açmaz bu olsa gerek. Örneğin ben 1996 yılından beri, (çok özel bir yarışma değilse) yarışmalara katılmıyorum. Bu dönem öncesi yarışmalarda bana verilen ödül sayısı yüz civarındadır. Ne var ki benim “işte oldu” diyebileceğim, savunabileceğim, değerini koruyabilir nitelikte yüz tane fotoğrafım yoktur. Sadece yarışmak için değil de fotoğrafı sevdiğiniz için, değer verdiğiniz için yapıyorsanız, yaptıklarınızla barışık olabiliyorsanız, ilkelerinizin dışına çıkan yarışma biçimlerine uzak durabiliyorsanız, yarışmalara katılmanın ne gibi bir sakıncası olabilir? Yarışmaları yaptığımız işin tadı tuzu olmaktan çıkaran fotoğrafçılarımızı da görüyor ve izliyoruz. Ancak böyle bir ortamda yarışma formlarında, önce verilecek ödül miktarını okuyan fotoğrafçılar da olacaktır. Bunu engelleyemezsiniz. Fotoğraf sanatı tarihine bakınız. Sadece yarışmalarla adını oraya yazdırmış bir fotoğrafçı yoktur. Yarışmalarla adınızı bir zaman dilimi içinde duyurabilmiş olsanız bile, sanat gerçeği sizi yaşadığınız o kısa sürenin içine öyle bir gömer ki bir daha adınız bile anılmaz. Ben Raota’yı yarışma katalogları sayesinde tanıdım. Sovyet fotoğrafçıların o eşsiz siyah beyaz baskı tekniklerini o kataloglarla öğrendim. Birçok dostumun ismi- Kontrast ni daha onları tanımadan önce o ortamda öğrendim. Yarışmaların yanı sıra son yıllarda fotoğrafçı buluşması başlıklı pek çok etkinlik yapılıyor. Bu etkinliklerin, ülkemize ve fotoğrafçılığa etkileri sizce neler? Fotoğrafçı buluşmalarından fotoğrafçıları yarış atı gibi koşturdukları ve foto maraton olarak isimlendirilen yarışmaları kastediyorsanız pek olumlu şeyler söyleyemem. Bu tarz organizasyonların düzenleyiciye ve katılımcıya ne gibi bir tatmin sağladığını bilmiyorum. Sık yapıldığına göre bir hikmeti vardır diye düşünüyorum. Ama benim anladığım fotoğraf nefes nefese yapılmaz. Ancak içinde yarışma olmayan buluşmalar da yapılıyor. Geçtiğimiz aylarda Kastamonu’da düzenlenen fotoğrafçılar buluşması gibi. Katılımcılar, üç gün boyunca diledikleri gibi fotoğraf çekebildiler. Akşamları ise çok yararlı olduğuna inandığım sunumlar izlediler, söyleşilere katıldılar. Fotoğrafın düşünsel boyutu ile de ele alınabildiği bir buluşma idi ki bu tür etkinliklerin eksiği de bu zaten. Bu tür etkinlikler, kim birinci olacak şamatasından arındırıldığı ölçüde başarılı ve yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Hele hele içine kısa süreli atölyeler yerleştirildiğinde (bahar aylarında Fethiye’de olduğu gibi) çok daha yararlı olacaktır. Yine bu etkinliklerin en köklüsü olan DOGAY’in yaratıcısı olan DASK ile AFSAD üyesisiniz. Derneklerin çalışmaları hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? DASK Dogay diğerlerinden farklı bir etkinlik. Amatör fotoğrafçılar yine nefes nefese yarışıyorlar ama o etkinliği diğerlerinden ayıran özellikleri var. Buluşmanın yapıldığı bölgenin çocukları için, zihinsel engelli çocuklar için düşünülen ve uygulanan bölümler var. Daha önemlisi Dogay, bölge insanını tanıma-kaynaşma olanağı yaratıyor. Kaldı ki Dogay’a katılanlar sadece yarışmacılar değil. Yarışmacı sayısının çok üstünde bir katılımcı grubu sadece doğa ile yakınlaşabileceği, toprağa basabileceği birkaç gün yaşayabiliyor. DASK bir doğa derneğidir. Oysa AFSAD ve FSK, isimlerinin içinde de olduğu gibi, fotoğrafın sanatsal işlevi ile yola çıkmış derneklerdir. Ancak fotoğrafın o sihirli gücü burada da devreye girip bir birleştirici etki yaratıyor ve dernekler birbirlerinden rol çalabiliyorlar. Bir doğa derneği fotoğraf yarışması düzenlerken bir sanat derneği sanatı dağlarda arayabiliyor. Oysa fotoğrafla ulaşılmaya çalışılan sanat, orada olanı alıp buraya getirmek değildir. Fotoğrafı sanata yaklaştırabilmek için fotoğraf makinenizi boynunuza değil beyninize asmak zorundasınız. Sanatı isimlerinin içine almakta sakınca görmeyen derneklerin kolaya kaçmak, günü kurtarma çabaları içine girmek yerine, uzun dönemleri hedefleyen, çalışma programları içeren “Sanat tarİhİnden nasİpsİz bİrİ elbette sanata uzaktan bakacaktır. Sonuçta sanat tarİhİ eğİtİmİ vermİş bİle olsanız, sonrası o kİşİye kalacaktır.” projelere yönelmesi daha doğru olacaktır. Ancak herkes hayatından memnun görünüyorsa, söylenecek ne olabilir. Şu anda fotoğraf üzerine eğitim de veriyorsunuz. Bu eğitim üniversitelerde yahut derneklerde olması gerektiği gibi verilebiliyor mu? Sizce sanat/fotoğraf öğretilebilir mi? Eğitim, sizce kişiye ne katıyor ve ondan ne alıyor? Evet. Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Grafik Bölümü öğrencilerine fotoğraf dersleri veriyorum. Ayrıca AFSAD’ın atölye etkinlikleri içinde yer alan, portre konulu bir atölyeyi sürdürüyorum. Üniversitede uyguladığımız program, daha ziyade grafik eğitimi alan öğrencilerin mezun olduklarında mesleklerine yardımcı olacak bir fotoğraf eğitimi. Öncelikle temel fotoğraf eğitimi, daha sonraki dönemde ise reklam fotoğrafçılığı gibi ilgili olacakları konular içeren programlar uyguluyoruz. Elbette yaşadığımız güçlükler çıkabiliyor karşımıza ama yaşadığımız hiçbir gerçek, ülkenin diğer gerçeklerinden çok uzakta değil. Fotoğraf, özünde sanat falan değildir aslında, teknolojidir. O yüzden de fotoğraf öğretilebilir. İnsanlar her tür teknolojiyi önce öğrenip sonra kullanabiliyorlar. Fotoğraf makinesi de öyle tabii ki. Oysa bir insan, fotoğrafı sanata taşımak için yola çıkmışsa orada düşünmek gerekir. Fotoğraf, vizörün arkasında bir sanatçının varlığı ile sanata taşınabilir. Aranması gereken fotoğraf sanatçısı değil, sanatçı olmalıdır. Deklanşör şıkırtıları sonrasında yazıcı deliklerinden sanat yapıtları dökülmesini beklemek, olsa olsa komik bir duruma düşmek olur. Sanat olgusu ile yakınlaşamadan (ki o öğretilemiyor) sanata ulaşamazsınız. “Bir öğrencime, galerilere gidiyor musunuz?” diye sorduğumda, “Gidiyorum ho- Kontrast Söyleşi cam, gidiyorum ama arabalar çok pahalı.” diye yanıt vermişti. Fotoğraf gönüllülerinin dernek çatısı altında çeşitli eğitim programlarına katılmaları elbette çok yararlı. Ancak bu yararlılık o eğitim programlarının gücü ile de yakından ilgili. Sanat eğitimi verilemez demek istemiyorum. Sanat tarihinden nasipsiz biri elbette sanata uzaktan bakacaktır. Sonuçta sanat tarihi eğitimi vermiş bile olsanız, sonrası o kişiye kalacaktır. Sanat eğitimi dersleri sonrasında bindiğiniz gezi otobüsünde Ankaralı Turgut dinleniyorsa, o otobüsten inenler olacaktır. İnebilenler, yolun ortasında yalnız kalabilenler kazanır sonuçta. Sanata ulaşabilmek, biraz da o yalnızlığa ulaşabilmek değil midir? Genç eğitimi ile yetişkin eğitimi arasında büyük fark olsa gerek. Ayrıca derslerinizin katılımcı profili de farklı olmalı. Hangi grup ile çalışmayı veya hangi grubun hangi özelliklerini tercih ediyorsunuz? Derslerdeki katılımcı profili farklı ve öyle olmak zorunda. Farklı bakmak gibi bir lüksünüz de olmuyor zaten. Yılların birikimini genç insanlara aktarabilmek daha 10 mantıklı görünse de, burada genç kavramından ne anlaşıldığı önemli. Öyle eski ancak aynı anda öyle genç hissedebilen beyinler var ki gıpta etmemek olası değil. Gençlerle birlikte onlara da bir şeyler aktarabilmek önemli ve keyifli. Yeter ki canı sıkılanlardan, sıkılıp da acaba ne yapsam arayışına girenlerden olmasınlar. Bilinçli davranabilsinler. Para kazanma amaçlı resim atölyelerine katılıp üç gün sonra “Soyut çalışıyorum şekerim!” diyenlerden olmasınlar bu yeterli. Fotoğraf ve yazını birleştiren ender kişilerdensiniz. Bu nasıl başladı? Hangisi hangisini tetikliyor? Yazma serüveni, Güneydoğu Anadolu’da arkeolojik kazılara katıldığım günlerde başladı. Hava kararıp fotoğraf çekmek imkânsız hâle geldiğinde, toprak damlı köy odamda gaz lambasının altında, uzaktaki dostlara yöre ağzı ile mizah tadında mektuplar yazardım. Sayıları hayli fazladır. Ama mektup oldukları, okunup atıldıkları için yıllar sonra birçoğuna ulaşamadım. Ulaşabildiğim birkaç mektubu ilk kitabımda (En Uzaktaki Gri) yayımlamıştım. O küçük kitabın değerli arkadaşım Oruç Aruoba’nın eli- Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 ne geçmesi ve onun beni yüreklendirmesi ile başladı yazıya bağımlılık. İkinci kitabım “Akşamüstü Yine Hüzün”ü kafa doktoruna gittiğim yıllarda yazdım. Arkasından “İki Hayat Çek Usta Bir Buçuk Bol Acılı Negatif” isimli kitabım yayımlandı. Son olarak da “Siyah Beyaz Masallar” yayımlandı. Yazar olduğumu söyleyemem ama yazmanın çok keyifli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle uzaktakilerden, sizi tanımayanlardan aldığınız övgü sözcükleri, şımarmanıza bile yol açabiliyor. Ama hep yaptığım gibi ben şımarıklığımı da kendimde yaşıyorum. İçe dönük bir yapım var. Özellikle beni yoran çıkışsız zamanlarımda bile, o zamanlarımı paylaşmayı seçmiyorum. Size ne diyeceklerini bile bile başka insanlara sığınmak bana zor gelmiştir hep. Ağıt yakıp sadaka toplamaya benzeyen bu yaşama biçimini hiç seçmedim. İnsanların çoğunluğunun böyle bir yaşam biçimini seçiyor olması, hep verilenlerle yetinmesi, o içe kapanıklığı beraberinde getiriyor. İşte belki de yazmak burada devreye giriyor. Noktayı koyduğunuzda, kendinizle hesaplaşmanız da biter. Üstelik sözünüzü hiç kimsenin kesememesi de ayrı bir keyif sağlar. Tetikleyen ise elbette fotoğraf… Yazı- Kontrast “Fotoğraf, vizörün arkasında bir sanatçının varlığı ile sanata taşınabilir. Aranması gereken fotoğraf sanatçısı değil, sanatçı olmalıdır.” larımı okuyanlar o yazıların hep fotoğrafın ışığında (karanlığında da denilebilir mi?) oluştuğunu hissedebilirler. Bu aralar, dijital kamera ile çalışan fotoğrafçılarda analog makineye dönüş, en azından bir de analog kamera kullanma eğilimi var. Eski gelenekten gelen biri olarak bunu neye bağlarsınız? Böyle bir eğilim var mı gerçekten? Varsa da ben henüz göremiyorum. Ama bir zaman sonra olacaktır sanırım. Yarattıkları görüntü kirliliğinde boğulup gidenlerin sayısı arttıkça, fotoğraf da hatırlanacaktır. Kim bilir? Belki bir başka oyuncak icat edildiğinde, eski oyuncak çöpe atıldığında olacaktır bu. Bu sözlerimle dijital teknolojiyi anlatım çabalarında bir araç olarak kullananları kastetmiyorum tabii ki. Her yeni model, her yeni program çıktığında kendilerini daha yetenekli (!) sananları kastediyorum. Siz de daha geriye giderek pinhole çalışıyorsunuz. Bu merak nasıl gelişti, çalışmalarınız nasıl gidiyor? Pinhole fotoğraf çalışmalarım birkaç yıl önce başladı. Değerli arkadaşım Ahmet Selim Sabuncu yapıyordu. Yaptıkları ilgimi çekince, ondan izin alarak ben de başlamıştım. Saniyede 12 kare çekip görüntü yığınları oluşturmak yerine 12 saniyede bir kare çekip onun keyfini yaşamak, pek de geriye gitmek olmamalı. Klasikleri yeniden okumayı hangimiz sevmeyiz? Üzerinde çalıştığınız veya planladığınız daha başka projeleriniz var mı? Şu sıralar pinhole çalışmaları yayıma hazırlanıyor. Onunla birlikte 4 Ocak’ta Türk Amerikan Derneği’nde sergisi açılacak. Şu sıralar kitabımın çıkacağı günü ve sergimin açılacağı günü heyecanla bekliyorum. Sonrasında yeni bir heyecan, yeni bir proje gelir nasıl olsa. Geç kalmaz. 11 Kontrast Hazırlayan: ŞİRİN AYDIN katkıda bulunan: şule tüzül POPÜLER KÜLTÜRÜN GÖZDE ARACI: FOTOĞRAF 12 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Kontrast Yunan mitolojisinin ünlü kahramanı Akhilleus, bir Tanrıça olan annesi Thetis’e yalvarır: “Kısacık bir ömür sürmek için doğurdunsa beni, bari göklerde gürleyen Olymposlu Zeus, ün bağışlasaydı bana, ne olurdu!”¹ Akhilleus, günü kurtarıp, doğanın kendisine verdiği kadar bir ömürle yetinmek yerine, yüzyıllar boyu yaşamayı tercih etti. Bugün ise yüzyıllar boyu sürecek bir üne sahip olmak çok kolay değil. Andy Warhol’un öngörüsü gerçek oldu; çevremiz, “15 dakika”lık şöhretlerle çevrili. Warhol’un sözlerine gönderme yapan ve bir içecek markasının reklamını yapmak üzere kurulmuş olan internet sitesi, “Az sonra gerçekten şöhret olacak, ismini milyonlara duyuracaksın!” spotuyla açılıyor. Bunun için tek yapmanız gereken, siteye fotoğrafınızı yüklemek ve kendinizden birkaç cümleyle bahsetmek. Bu kadar kolay! Dünyanın herhangi bir yerinden takip edilebilen sitenin diğer ziyaretçileri tarafından tanınacaksınız; peki kaç dakikalığına? Fotoğraf: Mehmet Turgut 13 Kontrast “Fotoğraf, gösterdİğİ kİşİlerİ başkalarına anlatma İşlevİnİn yanı sıra, yaratıcısına da ün sağlayan bİr araç oldu başından berİ. İnsanlar, gördükleri görüntünün muhteşemlİğİnden etkİlenmekle kalmayıp, bunu gören ve sonra da kendİlerİne sunan ‘göz’ü de merak ettİler.” Şan şöhret demek, ölümsüzlük demek… Bir tuvalin üzerine işlenmiş resimlerin, ölümsüzlük arzusuna karşılık verdiğini keşfeden burjuva sınıfı, eline para geçince, ilk iş olarak kendi görüntülerini ve yaşamlarını tuvallerin üzerinde garanti altına aldı. 19. yy’a gelindiğinde ise resimden çok daha gerçekçi bir görüntü vardı artık ve bu görüntü, insanın en temel arzularından birine hitap ediyordu. Aradan geçen yıllarda fotoğrafik görüntü, giderek çıplak gözle gördüğümüz gerçekliğe daha yakın olmaya ve bir yandan da çok daha fazla kişiye ulaşmaya başladı. ‘Halkın genel beğenisine uyan’ anlamında kullanılan “popüler” kelimesi, bugün, tam da fotoğraf çekme uğraşını niteliyor. Fotoğraf - ve onu takiben sinema, televizyon, video görüntüsü- sayesinde tanınan, bilinen, sevilen in- sanlar “popüler”leşirken; bu görüntüyü meydana getirenler de ilgi merkezi hâline geliyorlar. Profesyonel ya da amatörce hemen herkesin fotoğraf çektiği, fotoğrafa konu olduğu günümüzde, fotoğraf çekmenin bir hikâye anlatmak, bir farkındalık yaratmak, bir konuya dikkat çekmek işlevlerinden de öte “popüler bir şey” olması tartışılıyor. Fotoğrafın Meşhur Ettikleri Bir National Geographic fotoğrafçısı olan Steve Mccurry’nin Aralık 1984’te, Afganistan’da çektiği 13 yaşındaki kızın fotoğrafı National Geographic’e kapak oldu ve milyonlarca kişi tarafından tanındı. Mccurry, “Fotoğrafın yayımlandığı tarihten beri ‘Afgan Kızı’ hakkında mektup almadığım tek bir gün dahi geçmedi.” diyor. Yayın dünyasında en fazla bilinen fotoğraf unvanına sahip olan “Afgan Kızı” fotoğrafı Mccurry’ye büyük bir ün sağladı. Fotoğraf üzerinden ün kazanıp, işin kaymağını yiyen ilk isim, fotoğrafın mucitlerinden Daugerre’den başkası değil. Her ne kadar Niepce, fotoğrafı kaydetmiş ilk kişi olsa da fotoğrafın kitlelerle buluşması ve yaygınlaşması Daugerre’in Fotoğraf: Okan Bayülgen 14 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Kontrast Vietnam ya da Hiroşima fotoğrafının yeri dolmuyor. Anlık popüler olan insanlar, içerik yoksulluğunda kaybolup gidecek. Şahin Kaygun’un fotoğrafını otuz yıl önce izlediğimde, gelecek teknoloji ile daha iyisinin yapılacağını öngörmüştüm. Şimdi photoshop ile yeni bir fotoğraf yaratılıyor. Fotoğrafın kendi gücü ikinci plana itildi. Bunu teknolojik gelişmeyi öngörme meselesi olarak söyledim; yoksa Şahin Kaygun’un işleri tüketilmedi,” diye yorumluyor fotoğraf ve popülizm arasındaki ilişkiyi. Teknolojinin bugün geldiği noktada fotoğraf, artık hiçbir kimse ya da kurumun filtresine takılmadan dünyanın herhangi bir yerindeki bir başka insana ulaşabiliyor aynı zamanda. Bir fotoğrafçı, resmi web sitesinde ya da fotoğraf paylaşım veya sosyal paylaşım sitelerinde istediği fotoğrafı yayımlayabilir ve dünyanın herhangi bir noktasında herhangi bir konuyu araştıran birisi, bu fotoğrafçıyı keşfedebilir. Sonra fotoğrafçımızı, beğendiği fotoğrafçılar listesine ekleyebilir ve onun blogunu takip eden ya da bir sosyal paylaşım sitesinde bulunan yüzlerce “arkadaşı” bu fotoğrafçıdan haberdar olabilir. Arada editörler yok, görsel yönetmenler yok, “Bİlİyoruz kİ bİze gösterİlen bİr kİmse, nesne ya da duruma baktığımız andan beş dakİka sonra yenİ bİr kİmsenİn, nesnenİn ya da durumun fotoğrafları İle karşı karşıya kalacağız. Bu büyük ama bana göre çok geçİcİ bİr güç.” Aytaç Togay ticari zekâsı ve girişkenliği sayesinde oldu. Daugerotip adını verdiği fotoğraf makinesiyle çektiği fotoğrafları gazete editörlerine, yazarlara ve sanatçılara tanıttı. 1839’da François Arago’nun Paris Bilimler Akademisi’nde Daugerrotip’i tanıtmasıyla birlikte, bu yeni icat büyük bir sansasyon yarattı.² Daugerre’in ünü, kendisi gibi fotoğrafı geliştirmekle meşgul olan başkalarını kıskandırmıştı. Bu duruma en güzel içerleme, Hippolyte Bayard’dan geldi. Bayard, “Boğulmuş Bir Adam Olarak Özportre” adlı fotoğrafında, Daugerre’in şanının alıp yürümesine karşılık kendisinin fotoğraftan “beklediğini” bulamamasından yakınır. Fotoğrafın arka yüzüne şu sözleri yazmıştır:³ “Diğer yüzde görülen vücudun sahibi Bay Bayard’dır; harika sonuçlarını yeni gördüğünüz ya da görmek üzere olduğunuz yöntemin mucidi. Bildiğim kadarıyla bu hünerli ve yorulmak bilmez araştırmacı, yaklaşık üç yıldır icadını geliştirmekle meşgul... Akademi, kral, kendisinin kusurlu bulduğu bu çizimlerini gören herkes, sizin şu an yaptığınız gibi bunlara hayran kaldılar. Bu onu çok onurlandırdı ve ona bir peni bile kazandırmadı. Bay Daguerre’e çok fazla şey veren hükümet, Bay Bayard için bir şey yapılamayacağını söyledi ve zavallı adam kendini boğdu.” Fotoğraf, gösterdiği kişileri başkalarına anlatma işlevinin yanı sıra, yaratıcısına da ün sağlayan bir araç oldu başından beri. İnsanlar, gördükleri görüntünün muhteşemliğinden etkilenmekle kalmayıp, bunu gören ve sonra da kendilerine sunan “göz”ü de merak ettiler. Elinde fotoğraf makinesiyle savaş alanlarında “konuya yeterince yaklaşan” gözüpek fotoğrafçılar ve bir dolma biberin fotoğrafını çekerek de sanat yapılabileceğini gösterenler, izleyicinin yoğun ilgisini kendi üzerlerine çekmeyi başardılar. Peki, bugün hâlâ böyle mi? Fotoğrafçı, çektiği fotoğrafla ün sahibi olabiliyor mu? Son yıllarda adını medyada sıkça duyduğumuz ve ünlülerin fotoğraflarını çekerek ününe ün katan Fotoğrafçı Mehmet Turgut, “Bir fotoğrafçının, hiçbir zaman bu anlamdaki popülerliğe ulaşamayacağını düşünenlerdenim; ‘eğer fotoğraf haricinde başka bir şey yapmazsa’. Popüler olan fotoğrafçı değil, fotoğrafçının ürettiği eserlerdir,” diyor. Ali Öz ise fotoğrafçının, popüler olmayı amaçladığını savunuyor ve “Önemli, meşhur olmak amacı taşıyor ama bu kadar çok tüketilince yeni ürünler onu unutturuyor. Fotoğraf: Ali Alışır 15 Kontrast Fotoğraf: Tarkan küratörler yok, galeri sahipleri yok. Fotoğraf -ve dolayısıyla da fotoğrafçının namı- artık raflarda bir dergiye para ayırıp satın alan ya da bir galeriye gidip sergi gezen insanlara ihtiyaç duymadan dolaşıma girebiliyor. Aytaç Togay, üretim ve yayınlama aşamasının kısalmasıyla birlikte, fotoğrafa konu olan kimse, nesne ya da durumun popülaritesinin de aynı oranda kısalmasına neden olacağını söylüyor ve ekliyor: “Çünkü biliyoruz ki bize gösterilen bir kimse, nesne ya da duruma baktığımız andan beş dakika sonra yeni bir kimsenin, nesnenin ya da durumun fotoğrafları ile karşı karşıya kalacağız. Bu büyük ama bana göre çok geçici bir güç.” Tüketilen Fotoğraf Peki, fotoğrafın gücüne ne oldu? Lewis Hine’ın, Dorothy Lange’ın, Robert Capa’nın, Eugene Smith’in ve bugün hafızalarımıza kazınmış fotoğrafları çeken diğer fotoğrafçıların zamanında kamuoyunda oluşturduğu etkiyi yaratabiliyor mu bugünkü fotoğrafçılar? Ali Öz, bu konuda çok iyimser değil: “Çok fazla tüketiyoruz; aklımızda bir şey kalmıyor. Bugün görüntü sayısı milyarlarca… İnternette, basında, televizyonda görüntü kirliliği var ama aklımızda kalan, bizi etkileyen yok. En yakında yaşanan Irak Savaşı’nı ele alalım; binlerce görüntü gördük ama aklımızda kalan üç-beş taneyi geçmez. Fotoğrafın gücü azalıyor. İnsanı etkileme, sonuç getirme işlevi yetersizleşmiş oluyor. Ciddi bir tüketim var. Fotoğraf, günümüzde en hızlı tüketilen nesne oldu. Tam da ‘tüketim toplumu’ özelliklerine uygun. ‘Al, tüket, at’ misali, her gün abartısız binlerce fotoğraf görüyoruz. Ertesi gün yeni görüntülerin peşinde, bir gün önce gördüklerimizi unutu- 16 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 yoruz.” Ancak ünlü olmanın yolu da göz önünde olmaktan geçiyor bir taraftan; göz önünde olmaksa fotoğrafın da aralarında bulunduğu her türlü görsel aracı kullanabilmekten… “Görsel çağ” içinde yaşıyoruz, Gisele Freund’un dediği gibi “görüntü kolay anlaşılıyor ve herkese ulaşıyor”. Freund’a göre, tıpkı ressamlar gibi fotoğrafçılar da yeni biçimler yaratabileceklerini düşünüyorlar. “Bugün binlerce profesyonel fotoğrafçı var ve bunların arasından büyük bir kısmı yeni yollar arayışında,” diyor Freund ve devam ediyor: “Onlar da çok haklı. Bugün fotoğraflar, sanatı korumakla görevli kişilerin onayını alarak müzelere giriyor. Duvarlara asılıyor ve kaybettiği sanat yapıtı olma özelliğini geri kazanıyor. Ama böyle güncel olmasındaki en büyük etken, yüz binlerce amatörün –görsel neslin- kendilerini fotoğraf aracılığıyla ifade ediyor olmasıdır.”⁴ Freund bunları yazdığında henüz fotoğraf, film üzerine kaydedilen, bir başka yüzey üzerine “basılan” bir görüntüydü üstelik. Fotoğraf üretim ve paylaşım süreçlerinin değişmesiyle birlikte, fotoğrafçıyı ve fotoğrafı bir kenara bırakalım, “fotoğraf çekmek” edimi bile başlı başına popüler bir uğraş oldu. Yüksek çözünürlüklü görüntü kaydeden cep telefonları sayesinde herkesin elinde bir fotoğraf makinesi var artık. Ama ânı dondurmanın ve görüntüyü saklamanın tadına varanlara bu yetmiyor; fotoğraf makinelerinin bulunduğu standlar, elektronik marketlerinin en gözde bölümlerinden biri günümüzde. Sadece anı fotoğrafları çekmek de değil mesele, görüntü kalitesini en üst noktalara çıkaran dijital fotoğraf makineleri, üzerlerindeki bu ilgiyi sürdürebilmek için her geçen gün yenilikler yaratmak zorunda. Pinhole tarzı fotoğrafları, ışık kay- Kontrast işte bu: Niteliği artıracak şekilde fotoğrafa yaklaşılamaması. Çek, bir daha çek, yeniden çek. Zaman ne olursa olsun, fotoğraf her zaman tüketilen bir meta olarak var olacak. Ancak, üzerinde düşünülmedikçe, düşünsel anlamda konuya yaklaşılmadıkça fotoğraf, ‘tüketim bandının’ ilk sıralarında yerini almaya devam edecek.” Ali Alışır ise fotoğrafın bir tüketim nesnesi hâline gelmesinin çok da olumsuz bir şey olmadığını düşünüyor: “Popüler kültürün, dayatmaları ve tüketime dönük yapısı olduğu kadar olumlu tarafları olduğunu da düşünüyorum. Örneğin, 70’li 80’li yıllarda Guevara tişörtü giyenlere, ‘İşte bunlar teşhir ediyorlar bu ürünü, bizim kahramanımızı, bizim liderimizi küçük düşürüyorlar tişörtlere basarak,’ diyorlardı. Bu çok anlam veremediğim bir şeydi. Atatürk tişörtleri, bayrak tişörtleri, vs; bunlar popüler kültürün nesnesi hâline geldiler. Nesi kötü olabilir bunun? Yani bir insan bir tişörtü giyerse, başka biri görüp merak eder, ‘Bu kim?’ diye sorarsa, ya da aynı resmi kitapta görüp, ‘Aa ben bunu bir tişörtte görmüştüm, acaba kimdir?’ diye okursa, bunun neresi kötü? Buna, kötü tarafına, bir cevap bulamadım. O anlamda bana popüler kültürün hızla ulaşımı, görsel anlamda aklıma kazınması, flu bile olsa, hiçbir şey olmasa bile bu fotoğrafın bana bir çağrışım yapması popüler kültür açısından bana hâlâ cazip geliyor. Güncel olanı bir şekilde sana ulaştırması açısından popüler kültür bence güzel bir şey.” Medyatik Fotoğrafçılar naklarını yıldız efektiyle gösteren filtrelerle, minyatür efekti de verebilen ama cep yakan tilt-shift objektiflerle elde edilen fotoğrafları dijital kompakt makinelerde sadece bir mod değiştirerek, zahmetsizce elde etmek mümkün. Cep telefonlarının kameraları bile sadece daha iyi görüntü verme derdinde değil; ışığı manuel ölçebildiğimiz ayarları da taşıyorlar artık. George Eastman, “Siz sadece deklanşöre basın, gerisini biz hallederiz!” sloganıyla, amatör fotoğrafçıları tetikleyeli 100 yıldan fazla bir süre geçti; bugünse Süha Derbent’in dediği gibi fotoğrafçı olmak fazlasıyla kolay.⁵ Aytaç Togay’a göre fotoğraf her zaman tüketilen bir nesne idi. Bu durumu şöyle açıklıyor Togay: “Bundan 4-5 sene öncesine kadar, ortalama gelirli bir tüketicinin alabileceği DSLR fotoğraf makinesi sayısı bugün var olanların dörtte biri kadar iken, şu an isteyen herkes kendi ekonomik durumuna göre bir DSLR edinebiliyor. Bu durum, fotoğraf miktarını nicelik olarak arttırıyor. İnternet üzerinde onlarca sosyal paylaşım sitesinde üretilen ürünleri görebiliriz. Peki, bu artış ‘niteliğin’ artmasına bir katkıda bulunuyor mu? İşte bunu söylemek güç… Fotoğrafın bunca hızlı tüketilmesinin sebebi Biraz da popüler kültürün kahramanlarına bakalım… Sanatçılar, siyasetçiler, şovmenler; bir fikir, bir eser üretenler, icra edenler ya da hiçbir şey üretmeyenler, bir şekilde medyanın ilgisini çekmiş herkes, görüntüsünü gösteren bir kitle iletişim aracı sayesinde sokaktaki insan tarafından tanınıyor ve beğeniliyor ya da beğenilmiyor. Medyada görüntüsü ne kadar çok yer alırsa, popülaritesi o kadar artıyor. Ekranlarda gördüğümüz pek çok ünlü isim, fotoğraf merakı ile de ilgi görüyor. Okan Bayülgen, açtığı portre sergisiyle haber konusu oluyor; Mustafa Koç’un Afrika’da çektiği fotoğraflar üzerine konuşuluyor, Tarkan’ın Kenya’da çektiği vahşi yaşam fotoğrafları National Geographic Türkiye’de yayımlanıyor; Serdar Bilgili, Cem Boyner, Cansu Dere fotoğraf hobisiyle gündeme gelen diğer isimler... Bu konuda görüşünü aldığımız Mehmet Turgut, “Başka meslekler harici fotoğrafla ilgilenen birçok isim var. Yaptıkları işler, gereğinden çok fazla ilgi görüyor. Aslında bunun çok kolay bir sağlaması var; acaba fotoğrafları yurtdışındaki yarışmalara yollasalardı sonuç ne olurdu?” diye soruyor. Ali Öz’ün bu konudaki görüşleri ise, “Medya, popülerlik peşinde olduğu için bunlar yazılıp çizilebiliyor ama en önemli değerlendirme alanı tarihtir, kalıcı olmaktır. Benim için bugün önemli değil, popüler işler kalıcı olmayacaktır,” yönünde. Aytaç Togay, ilk bakışta medyatik isimlerin, yaptıkları işlerin önüne geçtiğini belirtiyor ve “Kendi ‘medyatik’ olup da ürettikleri konusunda çok iyi şeyler de çok kötü şeyler de söylenecek “İnternette, basında, televİzyonda görüntü kİrlİlİğİ var ama aklımızda kalan, bİzİ etkİleyen yok. Fotoğrafın gücü azalıyor. Ertesİ gün yenİ görüntülerİn peşİnde, bİr gün önce gördüklerİmİzİ unutuyoruz.” Alİ Öz 17 Kontrast işi. Bu aşamada da şöhret basamaklarını tırmanmak cidden zorlaşıyor. Medyatiklik, sizi, arkanıza alacağınız rüzgârın üfleme gücü kadar ileriye götürebilir. Geriye kalanlarsa, sizin işlerinizdir.” Gümrükçü, bu konuyla ilgili Neal Gabler’ın kaleme aldığı “Şöhret: Dünya Üzerindeki En Büyük Gösteri”⁶ başlıklı yazıdan örnek veriyor: “‘Şöhret’ kelimesini, Ünlü Tarihçi Daniel Boorstin’e borçluyuz. Boorstin bu terimi 1961’de yayımlanan, yozlaşmayı incelediği ‘The Image’ adlı çalışmasında tarif etmişti. ‘Şöhret’ diyordu Boorstin, ‘çok tanınmışlığıyla tanınan kişidir…’ Aslında bu yeni bir sanat biçimi... Film, kitap, oyun ve televizyon programları gibi daha geleneksel eğlence biçimleriyle, kendine has yöntemleriyle (çoğunlukla da onları geride bırakarak) rekabet ediyor. Küresel bir topluluk oluşturabilelim diye dikkatimizi dağıtıyor, ‘insanlık hâli’ne hassaslaştırıyor ve ortak bir deneyim yaratıyor. Şöhretin, 21. yüzyılın önemli yeni sanat biçimi olduğunu bile iddia edebilirim. İnsan eğlencesi sadece bir karnaval değil; şöhret de aslında tek bir insan değil. Şöhret, tek yıldız oyuncusu olan, bol karakterli bir gösteri... Ekran ya da sahne yerine gerçek hayatta sahneleniyor ve oradan da medyaya servis ediliyor. Medya yoksa, şöhret de yok. Teknik olarak, ünlülerin hikâyesi olmaz. Biz kahramanıyla hikâyesini birbirinin yerine kullansak da, aslında ünlünün kendisi hikâyedir. Bu yüzden bir insan Kraliçe Elizabeth kadar tanınabilir ama bir zamanların Prenses Diana’sı gibi şöhret olmaz. Birinin adı bilinir, ötekinin hikâyesi.” “Medyatİklİk, sİzİ, arkanıza alacağınız rüzgârın üfleme gücü kadar İlerİye götürebİlİr. Gerİye kalanlarsa, sİzİn İşlerİnİzdİr.” Cengİz Oğuz Gümrükçü birçok isim var. Sorun ne ürettikleri ve bu üretimlerinin hem kendilerine hem de biz izleyicilere olan katkısıdır,” diye ekliyor. Çektikleri fotoğrafların içeriğinden çok, fotoğraf çekmeleri tartışılan ünlülerin, sahip oldukları bu popülerlik iyi midir kötü müdür tartışılır. “Parası var, ekipman alıyor, çekiyor”, “Asistanları hazırlıyor kadrajı, o da deklanşöre basıyor”, “O kadar oyuncuyu, mankeni tanımasa, ona poz verirler miydi?”, “Medyatik olmasa, sergisi ilgi çeker miydi?” eleştirileri de sergi haberlerinin ardından yayılıyor hemen. Cengiz Oğuz Gümrükçü ise, bu tür eleştirileri eleştiriyor: “Hepimiz amatörüz. Onlar da öyle. İşlerinin ilgi görmesinin sebebi de onların işlerinin hep bir yerlere açılıyor olması. Mesela Serdar Bilgili, bedensel engelliler için çalıştı. Mesela Okan Bayülgen, AFSAD’ın bir yer satın alması için düzenlenen kampanyaya fotoğraf bağışladı. Bunda yanlış bir şey yok. Medyayı doğru okumak gerekiyor. Sizin yeteneğiniz var ama satamıyor, adınızı duyuramıyorsunuz diyelim. Bunun suçlusu niye bu ünlü isimler olsun ki? Açılımları doğru zamanda ve doğru yerde kullanıyorlar. Siz şimdi gidip engellilerle ilgili bir çalışma yapsanız ve çevrenizde fotoğraflarınızı alacak ya da basına bunu duyuracak kimse olmasa, yaptığınız işten sadece biz fotoğrafçıların haberi olur. Ve zaten bizi bitiren de biraz bu değil mi? Fotoğrafçılar, diğer fotoğrafçılar için fotoğraf çekiyorlar ve onlara sunuyorlar yaptıkları Fotoğraf: Mehmet Turgut 18 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Kontrast Popülerlik mi, Kalıcılık mı? Cengiz Oğuz Gümrükçü, popülerliğin insanı yiyip bitiren bir şey olduğunun da altını çiziyor. “Bunu avantaja çevirmek için kişinin önce bu yeteneğe sahip olması gerekiyor. Geçmişin en popüler fotoğrafçısı olarak karşımıza Erol Atar çıkıyorsa, bunu kurcalamak gerekir. Bu hak edilmiş bir popülerlik midir? Popüler olmak, bir hırs yaratır. Bu da fotoğrafçının fotoğraflarıyla olması gerektiğinden daha fazla oynamasını getirir.” Ali Öz’e göre de bugün fotoğraf çekenler, fotoğrafla bir sonuç çıkartmaya çalışan değil, fotoğraf sayesinde popüler olmaya çalışan, fotoğraftan kendilerine fayda sağlamayı amaçlayan kişiler. “Oysa fotoğrafın kendisi araç olmalı,” diyor Öz, fotoğrafın geleneksel işlevini savunarak: “Bugün, fotoğrafın hayatı anlatma işlevi değil, çekene dönük fayda sağlama anlayışı yaygın. En kolay sanat, en kolay hobi olarak bakılıyor fotoğrafa. Photoshop ile ilginç görüntüler yaratıp popülerlik sağlanmaya çalışılıyor. Oysa fotoğrafın kendi anlatım dilini kullanarak toplumsal yarar sağlamak önemli. Bugün bu ikinci plana itildi.” HDR fotoğraflar, galiba bunun en güzel örneği. Işığı, kompozisyonu, fotoğrafta anlatılanları bir kenara bırakıp, bir yazılımla başkalaşan fotoğrafları hayranlıkla izleyebiliyor ve aynısını kendi fotoğraflarımıza uyguluyoruz. Bir fotoğraf çok beğeniliyor, sonra orada kullanılan renkleri, tonları, açıyı, fonu taklit eden yüzlerce fotoğrafla karşılaşıyoruz internette dolaşırken. Fotoğraf paylaşım sitelerinde “günün fotoğrafçısı” seçiliyor, 15 dakikalık değilse bile günübirlik ünlü olabiliyor seçilenler. Aytaç Togay, tanınmanın, bilinmenin güzel ve ego okşayıcı olduğunu kabul ediyor. “Zaten ne için çekiyoruz ki? Eninde sonunda iş, bu tüp duyguların yaşanma isteğine gelip orada duruyor. Ama duruma fotoğrafçı açısından bakacak olursak, peki fotoğrafçı popülarite mi yoksa kalıcılık mı ister?” diye soruyor. Ali Öz, fotoğrafın izleyende bir duygu yaratması, ona tokat atması gerektiğini vurguluyor. Cengiz Oğuz Gümrükçü, “meşhur adam olmak” gibi bir hayalinin olmadığını, sadece “iyi fotoğraf çekmek” istediğini söylüyor. Mehmet Turgut, dünyaca tanınan bir fotoğrafçı olmak için fotoğrafçının kendi stilinden ödün vermemesi gerektiğini belirtiyor. Ali Alışır da arkasında bir metin olan, bir eleştirisi, bir kaygısı olan fotoğrafların ancak fotoğrafçıyı bir yerelere getirebileceğini söylüyor. Warhol haklıydı, bugün pek çok kişi birkaç dakikalığına da olsa birilerinin aklında yer ediyor. Ancak derdi fotoğraf çekmek, hikâye anlatmak olan fotoğrafçılar, Akhilleus olup yıllar boyu hatırlanacak işler çıkarmak istiyor. Fotoğraf: Ali Öz Dipnotlar: 1) Homeros, İlyada, Can Yayınları, Çev. Azra Erhat-A. Kadir, İstanbul, 1996, s. 81. 2) Elif Vargı, “Louis Jacques Mandé Daguerre”, www.fotografya.gen.tr, Sayı 18. 3) Handan Saygon Dayı, “Boğulmuş Bir Adam Olarak Özportre”, www.fotografya.gen.tr, Sayı 20. 4) Gisele Freund, Fotoğraf ve Toplum, Çev: Şule Demirkol, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.177. 5) “Fotoğrafçı Ol(ama)mak”, Kontrast, Ocak 2010, Sayı 15, s.15. 6) Neal Gabler, “Şöhret: Dünya Üzerindeki En Büyük Gösteri”, Newsweek Türkiye, 72. Sayı. 19 Kontrast Konuk Yazar FOTOĞRAFTA POPÜLİZM OLGUSU Ya da biz popüler olmak için neler yapmadık ki... Öncelikle, fotoğrafın günümüzde geldiği noktaya ve insanların ellerindeki fotoğraf makinelerine bakarak, epidemi noktasına gelen fotoğrafçılığı yeniden sorgulamamız ve kategorize etmemiz gerekiyor. Neden insanlar kendilerini adeta yeryüzünün bütün görüntülerini tüketmeye yeminli bir ruh hâli içinde fotoğraf çekmeye adadılar? Futbol tutkusu acaba yerini 21.yüzyılda fotoğrafçılığa mı bırakıyor? Ama futbol oynayanların sayısı, fotoğraf çekenlere göre daha az. Oysa asıl sorun, fotoğraf izleyicilerinin (dergi-kitap okuyan, sergilere giden) fotoğraf çekenlerden daha az olması. Yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada yaşanan ikinci büyük fotoğraf patlamasının sebebi nedir? Kapitalist bir dünyanın içinde kendini yalnız hisseden bir insanın “Beni görün / beni sevin!” isteği olabilir mi acaba? II Yalnızca günlük yaşamın değil, sanatsal üretim ve tüketimin koşulları da dünyanın akışına paralel olarak, bir popülizm girdabında şekillenip durur. Cinsine karar verememiş, yaşamı sıradan trajedilerle dolu ucuz şarkıcıların basit parçaları; içinde yer alan olaylar başlarına gelmesin diye “nazarlık” niyetine heyecanla izlenen “yerli” diziler; tanıdığının kanalında kaderinin hiç bilinmemek olduğuna inananlara verilen içini dökme fırsatları; başarısız psikolojik danışmanların keyfe keder yorumları; tıp fakültelerinin, öğrencilikleri sıkılarak geçmiş olan “Ben yarı-Tanrıyım” doktorlarının bulguları; çocukken futbol maçlarına alınmayan, “atılmış golün davası olmaz” sunucuların spor dedikoduları; muhtar bile olamayacak kapasiteye sahip, hayatı dışarıdan borçlu bitirmiş siyasetçilerin lego ile oynar gibi memleketi parmaklamaları; hayatlarında hiç gururları okşanmamış, silik totemlere mürit dahi olamayacakken şansa mürşit olmuşların kestikleri ahkâmları; kendilerine borçla estetik ameliyat yaptıranların gerilmiş yüzlerindeki sahte ifadeleri; kağnıya binmeden ahlâka bile dört çeken arazi arabalarıyla sonradan görmelerin attığı havaları; popüler olmadan popülist olanların önlenemez kaderiyle eşlenebilir mi? III İnternet sahtekârlarının cirit attığı sanal âlemde, dünyadaki kerizleri zıpkınlamak için düşen bir uçakta ölenlerin banka hesabından para çekebilmek adına Müslüman isimleriyle gönderilmiş genellikle Rus in- Fotoğraf: Emre İkizler Dijital Kolaj 20 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Merİh Akoğul teret mafyasının mailleri hergün posta kutumuzu dolduruyor. Ne göğsünü, ne de penisini büyütmek istemeyen, kazandığı söylenen hiçbir ikramiyeyi kabul etmeyen bir sürü kişi, her gece yatmadan internetin varlığına ve hayatına kattığı kaliteye dua etmeden önce, kutusundaki spam mailleri küfrederek silmek durumunda. Geride kalanlar ise zokayı yutmuş, sanal dünyanın kendilerine verdiği nimetlerle oyalanan ve yuvarladığı malûm böceğinkine benzeyen hayatlarını tatlı bir sarhoşluk içinde geçirerek dünyadaki günlerini tamamlamaya çalışıyorlar. Sanatçılar ve sanatseverlerin bir kısmı bu grubun içinde yer almaktan memnun. Sahtekârlıklarını maskeleyen ünleriyle mutlu bir yaşam sürüyorlar. Buna bazen fotoğrafı alet ediyorlar; boyunlarında fotoğraf makineleri olan portreleriyle biliniyorlar. IV Her şey popüler olmak, her şey tanınmak, her şey egoların bir biçimde okşanması için yapılıyor. Popüler olmak -en sonunda- iktidar olmak, sistemin çarkına kapılmak, medyaya ve kendilerini pohpohlayacak bir kitleye muhtaç olmak anlamına geliyor. Yarına kalmak, bugün olmaktan çok daha önemlidir. Ama neden resim, masa tenisi, müzik değil de, fotoğraf üzerinden bu dışa vurum? Fotoğrafta negatifin ortadan kalkmasıyla mertlik bozulmuştur. İçlerinde özellikle Walter Benjamin’in de bulunduğu birçok yazar, kuramlarını hep bu mantık üzerinden kurmuşlardı. Yani fotoğrafın açık tarihi yeniden yazılmak zorundadır… V Günümüzde yapılan sanat, Türkiye’de de popülizmden nasibini fazlasıyla almıştır. Teknik olanakların fazlaca kullanılması sonucunda, başat biçim, içeriği ezmektedir. Bu arada, fotoğrafın ağababaları, dijital mafyaları ve internet Zeusları, oturdukları yerden fotoğraf trafiğini yönetmeye çalışıyorlar. Bu da ayrı bir mesele… İthal ama evrensel ol(a)mayan bir anlayış, fotoğrafçıların çoğunu esir etmiştir. Bugün fotoğraf yarışmalarına gönderilen fotoğraflarda dikkatimizi en fazla çeken şey de konusu ne olursa olsun, fotoğrafların aşırı cilalanmış olmasıdır. Üzerinde en çok uygulama yapılmış ve en çok dikkat çeken görüntü, en değerli yapıt olarak değerlendirilmektedir. İlk bakışta teknik olarak göze çarpan -hatta 20 yıl önce görmeyi arzu ettiğimiz bu özellik- bugün uygulamadaki doz yüksekliğinden dolayı çoğu kez fotoğrafları itici bir hâle getirmektedir. Bekleyip göreceğiz; kim popüler olacak, kim yarına kalacak? Kontrast A İNCE ELEK ltan Bal BELGESEL FOTOĞRAF PROJELERİ YAYIMLAMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI Fotoğraf çekmeye makine üzerinden değil de ortaya çıkan ürünler ve bu ürünlerin gösterdiği, yarattığı, hatta değiştirdiği durumlar üzerinden bakarsak, fotoğrafın her şeyden önce temel bir iletişim aracı olduğu ortaya çıkar; telefon gibi… Belki de telefondan daha fazla. Telefonu kullandığımızdan daha çok fotoğraf görüyoruz her gün. Telefonu açıp bir iş görüşmesi de yapabiliyorsunuz, sevgiliye iltifat da edebiliyorsunuz; bir arkadaşınızla havadan sudan da konuşabiliyorsunuz, hayatınızın en dramatik konuşmasını da yapabiliyorsunuz. Bu konuşmalarınızın değerlendirilmesi, konuşmanın amacıyla sınırlıdır. Örneğin, iş başvurusu için yapılan bir telefon konuşmasında her ne sebepten olursa olsun, “Sen nasıl istersen bir tanem!” cümlesinin geçmesi, herkesi rahatsız eder ya da umarım ediyordur. Bilindiği gibi fotoğrafta da durum pek farklı değil. Günlük koşturmalarımız arasında kılıktan kılığa girerek karşımıza çıkan fotoğraf, onu yaratının (çekenin) amacı ve niyetiyle sınırlanır. Bir fotoğrafı gördüğümüz zaman, sebebini hemen fark edemediğimiz etkilenmelerden sonra o fotoğrafı anlama-anlatma çabaları ancak fotoğrafı çekenin niyetinin/hedefinin bilinmesiyle, en azından araştırılmasıyla bir önem kazanır. Fotoğraf, onu çeken ve yayanın amacından bağımsız bir fotoğraf değerlendirmesiyle, olduğu iddia edilen, kuru kuru kompozisyon kuralları ile bizi baş başa bırakır ki böyle bir değerlendirmenin geleceği en parlak nokta, duymaktan bıktığım, “Işığın bol olsun” cümlesidir. Fotoğrafın girdiği kılıklardan biri de “Belgesel Fotoğraf”tır. Doğrudan fotoğraf ana başlığının altında yer alan belgesel fotoğrafın ne olup olmadığını uzun uzun anlatmak, bu yazının amacını aşar; fakat belgesel fotoğraf projelerinin yayımlanması üzerine konuşacağımız için kısa bir belgesel fotoğraf tanımı yapmak zorundayız. “Belgesel fotoğraf, bir fotoğraflama tarzının, hayata ve fotoğrafın konusuna yaklaşımın adıdır. Genellikle konuyu derinlemesine ele alan, farklı yanlarıyla göstermeye çalışan fotoğrafçının, öznel algısını fotoğraf diliyle ifade etme pratiğidir.”* “Fotoğraf çekerken gördüğüm gerçeklik, fotoğraf olarak ortaya çıktığına göre mutlak gerçektir. Bir başkası aynı şeyi farklı görebilir ve gösterebilir. Dolayısıyla, önümüze çıkan her fotoğraf, onu çekenin görüşü ve gördüğünün görüntüsüdür. Nesnel bir kanıt değil, fotoğrafçının tanıklığının kanıtı olarak bir anlam ifade eder. Bu nedenle her fotoğraf gerçekliğin öznel algısının, fotoğrafçının kültürel, estetik, siyasi, etik varoluşlarıyla ortaya çıkan artistik ustalığıyla belirginleşen ifadedir. “** Belgesel fotoğraflardan özellikle sosyal belgesel fotoğraflardan oluşan projelerin konuları daha çok toplumsal sıkıntılar, değişimler gibi önemli ve nazik konulardan oluştuğu için bu projelerin planlanmasından çekilmesine, sergilenmesinden yayımlanmasına, her aşamada başta fotoğrafçı olmak üzere herkesin dikkatli olması gerekmektedir. Bir ürün fotoğrafının yayımlanmasında dikkat edilen ürünün fiziksel özelliklerinin doğru yansıması iken, sosyal belgesel fotoğraflarda bu durum biraz daha karmaşıklaşır. Öncelikle fotoğrafların kahramanı insanlardır ve daha çok da zor durumda olan insanlardır. Ve fotoğrafçı, bu insanları bir güzel sanatlar ürünün plastik değerleri hâline getirmeden, özün anlaşılmasını sağlayacak kadrajlar yapacak anlar seçerek görüntüler oluşturur. Ve bunların hepsinden daha önce de fotoğrafçının, parçası olduğu süreci nasıl yorumlayacağına karar vermiş olması gerekmektedir. Tam burada Özcan Yurdalan’ın dediğini bir daha hatırlayalım: “Dolayısıyla, önümüze çıkan her fotoğraf, onu çekenin görüşü ve gördüğünün görüntüsüdür. Nesnel bir kanıt değil, fotoğrafçının tanıklığının kanıtı olarak bir anlam ifade eder.” Bu sebepten dolayı, sosyal belgesel fotoğraf projelerinin sergilenmesi, yayımlanması konusunda bağlamın doğru oluşturulması şarttır ve aynı zamanda da zordur. Türkiye’deki sergi salonlarının, fotoğraf yayımlayan dergilerin, internet sitelerinin, belgesel fotoğraf projeleri yayımlama pratiği çok az olduğu için; yayımlanan, sergilenen belgesel projeler, bağlamından kopartılarak birer güzel sanatlar nesnesi hâline getirilerek, “güzel”, “güzel değil” değerlendirmelerine mahkum edilerek sergileniyor ve yayımlanıyorlar. Kendi belgesel fotoğraf projelerimin sergilenmesi dâhil olmak üzere, belgesel fotoğraf projelerinin sergilenmesindeki bağlam sorununu başka yazıya bırakarak, daha çok dergi ve internet ortamında yayımlanması konusunda somut örneklerden yola çıkarak, birkaç eleştiri yapmak istiyorum. İlk eleştiri, kendime ve dolayısıyla Kontrast dergisi editörlerine... İki yazıdır yazının uzunluğunu bahane edip bu sayfada yayımlanan yazıya benim fotoğraflarımdan koymuyoruz. İyi ki koymuyoruz. Çünkü benim fotoğraflarım da daha çok belgesel fotoğraf disipliniyle oluşturulmuş fotoğraflardır ve benim konuya bakış açımı yansıtmaları için en az on tanesinin yan yana gelmesi gerekmektedir. Benim anlatmak istediklerimde tek fotoğrafın bir anlamı yok. Ben yazıyı süslesin diye bir fotoğrafımı bağlamından kopartıp yayımladığımda -yeni fark ettim ben de; ama bir dahaki sefere yapmayalım- arka sayfa güzeli gibi duruyorlar. Dolayısıyla, fotoğrafın içindeki insanı ve onun bana açtığı hikâyesini önemsizleştirmiş oluyoruz. Hikâyeyi yok edip güzelleme yapıyoruz. Ey okuyucu geç fark ettim. Affet olur mu? Bu konuda ikinci örnek ve eleştiri, Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’ne ve Bianet editörlerine. Mutlaka duymuşsunuzdur, Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi bir süredir Basın Fotoğrafçılığı Programı ve Belgesel Fotoğraf Programı adı altında yoğun programlı uzun soluklu bir atölye gerçekleştiriyor. Türkiye’de bir ilk olan bu programların öğrencilerinin gerçekleştirdiği projeler zaman zaman sergileniyor ve Fotoğraf Akademisi internet sitesinde yayımlanıyor. Yalnızca Akademi’nin fotoğraf sitesinde değil, Bianet. org sitesinde de yayımlayarak daha fazla insana ulaşması sağlanıyor. Fotoğraf Akademisi’nin kendi sayfasında öğrenci projelerini yayımlarken gösterdiği özeni, maalesef Bianet.org sitesindeki yayında göremiyoruz. http://bianet.org/galeriler adresinden Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nin (GFFA) Basın Fotoğrafçılığı ve Belgesel Fotoğraf Programı katılımcılarının 2009-2010 dönemi boyunca ürettikleri çalışmalardan bir kısmını seyredebiliyorsunuz. Çeşitli başlıklar altında gerçekleşmiş olan belgesel projelerin hiç birinde -birkaç kelimeden oluşan başlıkları saymazsak- konunun açıklaması, fotoğrafçı için ne anlam taşıdığı, fotoğrafçının meseleye nasıl baktığına dair herhangi bir yazı göremiyorsunuz. Bırakın bir yazıyı, basın fotoğrafçılığının olmazsa olmazlarından olan fotoğraf alt yazıları bile yok. Mesela Berkay Tezcan’ın “Politik bir mahallenin portresi” adlı çalışmasında (http://bianet.org/galeri/galata-fotografhanesinden-politik-bir-mahallenin-portresi?page=1) değil fotoğrafçının konuyu bakışını özetleyen bir yazı, mahallenin hangi mahalle olduğunu bile anlayamıyorsunuz. Fotoğraflarda bir alt yazı bile olmadığı için hangi zamandan bahsedildiğini bile tahmin edemiyorsunuz. Bağlamı özetleyen ifadeler olmayınca, bianet.org’da yayımlanan tüm Fotoğraf Akademisi öğrenci işleri, sosyal meselelerin etrafında gezinen, hatta özünü yakalayan fotoğraflar iken, Bianet’teki yayımlanma-yayılma şekliyle ne amaçla çekildiği belli olmayan, fotoğrafçının anlatmak istediği hikâyeyi zayıflatan, zaman zaman da yok eden fotoğraflara dönüşmüşler ki bu hâlleriyle bu çalışmalara belgesel fotoğraf çalışmaları demek ne kadar doğru olur, tartışmamız lazım. Ana akım medyaya karşı etkili bir alternatif oluşturmuş Bianet.org editörlerinin, diğer yayınlarına gösterdikleri özeni belgesel fotoğraf projelerinin yayımlanmasına da göstermesini diliyorum. Fotoğraf Akademisi yetkililerinin Bianet. org’da yayımladıkları belgesel projeleri de kendi sitelerindeki gibi fotoğrafların etkisini ortaya çıkaracak şekilde yayımlanmak konusunda ısrarcı olmalarını bekliyoruz. Dipnotlar: * Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, sayfa 49 Özcan Yurdalan ** Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, sayfa 51 Özcan Yurdalan 21 Kontrast Söyleşi RÖPORTAJ: ÖZLEM ESER FOTOĞRAFLAR: Ahmet Öner GezgİN “İnsan, makinenin otomatik deklanşörünün bir uzantısı hâline getirilmiştir.” Ahmet Öner GEZGİN “Bİr fotografİk göstergenİn genel sanat tarİhİnİn okunma kurallarına bağlanıp, ‘sanat yapıtı’ konumuna geçebİlmesİ İçİn, o göstergenin semantİk yapısından soyunup, gerİye estetİk bİr okunabİlİrlİğİnİn kalması gerekİr kİ ancak o zaman sanatın genel geçer okunma kurallarına bağlanıp, sanata gönderme yapabİlİr.” İstanbul’da başlayan akademik yaşamını, Almanya, Fransa ve Avusturya’da aldığı eğitimlerin sonucunda profesörlük unvanıyla bölüm başkanlığı yaparak sürdüren ve bu süreçte sayısız seminer, konferans ve sempozyumlara katılan, yazılar yazan bir akademisyen… Çok değerli eserleri değerli ödüller kazanan ve sergilere katılan, yaşamdaki ahenksizliği; sanatçı dehası, algılama, tasarlama, güzeli görme ve üretme gücüyle ve bu özelliklere bir de hoşgörü, alçakgönüllülük gibi paha biçilmez değerleri ekleyerek yenen gerçek bir sanatçı… Türk fotoğrafına, “Deneysel Fotografi” yaklaşımını getiren en önemli öncülerden biri olan Ahmet Öner Gezgin’in, geri dönüp dönüp okumak, çalışmalarınızda kaynak olarak kullanmak isteyeceğinize, yani saklayacağınıza inandığım söyleşisine hoş geldiniz…. Türkiye’de fotoğrafı “Deneysel Fotoğraf” ile tanıştıran en önemli öncülerden biri olunca, Ahmet Öner Gezgin ile söyleşiye “Deneysel Fotoğraf” ile başlamak kaçınılmaz oluyor. Kısaca, “Deneysel Fotografi”nin felsefesinden ve sizi geleneksel fotoğraf kalıplarının dışına çıkarak deneyselliğe götüren başlıca nedenlerden bahsedebilir miyiz? Söyleşiye geçmeden önce, saygın duruşunu yıllarca sürdüren AFSAD’a, deneysel fotografi üzerine düşüncelerimi yansıtma 22 olanağı verdiği için teşekkür etmek istiyorum. Burada aktarmaya çalışacağım bilgilerin, günümüz teknolojik olanaklarını insanın yaratıcı gücünün ötesinde görüp, bu olanakları büyük bir güven duygusu içinde çalışmalarına yansıtan, özelde sanatın öğrencileri ve genelde genç yaratıcılar için önemli olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi estetik teori, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar, özellikle antik felsefeden etkilenmişti. Aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Alman edebiyatında romantizmi izleyen yıllarda ortaya çıkan ve tüm plastik sanatları etkileyen “Sturm und Drang – Buhran Dönemi” akımıyla birlikte estetik teori, alışılmış nesnel kriterleri yavaş yavaş terk edip, öznel yoruma doğru yönelmeye başladığında, edebiyat, müzik ve plastik sanatlar alanında öznenin kişisel deneyimleri, yapıtın kuramsal yapısını oluşturmaya başladı. “Kişiyi, aklın tutsaklığından kurtarması” ilkesine dayalı Dada’nın katı sanat anlayışı, yerini “ruhsal özdevim”lere bıraktığında, dışavurumculuktan fantastiğe ve giderek deneysel boyutlara uzanan yeni iç gerçeklik arayışları da başlamış oldu. Bu arayışların fotografiye yansıması, tarihsel süreç içinde fotografinin teknolojik yapısındaki gelişmelere paralel olarak sürdürülmüştür. Teknolojik bir alet olarak icad edilen fotografinin, sanatsal bir eylem için kullanılabileceğinin 19. yüzyılın ilk yarısında kabul görmesiyle birlikte, algı- Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 lanan nesnel gerçekliğin dışında, nesne ve olayların yeni iç gerçekliğinin öznel yöntemlerle dışa vurumuna yönelik deneysel araştırmalar da başlamış oldu. Bu bağlamda; Eadveard Muybridge, Thomas Eakins, Henry Fox Talbot, Alvin Langdon Coburn, Man Ray, Moholy Nagy ve daha birçokları incelemeye değerdir. Genel anlamda deneysel fotografi, fotografinin ve plastik sanatların tüm teknolojik, estetik, semantik ve pragmatik olanaklarını disiplinlerarası bir bağ içinde kullanarak, özgün sanatsal mesaja ulaşmayı amaç edinmiştir. Bu doğrultuda, kişisel görüş ve deneylere önem verilir, kesin bir değerlendirme ve yargıdan kaçılır, belli bir plana bağlı kalınmaz, belli bir düşünce veya anlayış kabul ettirilmeye çalışılmaz; imgelem (sezgi, hayal etme), deneysel eyleme yol gösteren temel yetidir. Ulaşılmak istenilen sanatsal dilin temel ilkesi, tez/hipotez veya düşünü olarak belirlenmiş yaratıcı fikirdir. Doğa-insan ilişkisi, günün her ânında eşsiz ve en yalın sanat yapıtlarını üretir. Ruhumuza özgü yorumlama yeteneğimizle herhangi bir “an”ı sanat olarak algılayan biz insanlarız. Ancak ben, o “an”ı fotoğraflamak yerine izlemeyi, süreç içinde düş gücünden, bir düş ya da bilinçaltı bir dürtüden kaynaklanan şeylerin imgelerini birleştirerek, öteki gerçeklikle yüz yüze gelmenin akışkan bir yolu olarak düşlediğim fotografiyi yapmayı ve tıpkı tiyatroda olduğu gibi, kendi öznel gerçekliğimi yaratmayı tercih etmişimdir her zaman. Bu, önemsiz gibi görünen bir nedene dayalıdır: Önce, Man Ray’in manifestosuna dayalı olarak, yasak olan her şeyin yapıldığı bir özgür ortam oluşturmayı ve bunu paylaşmayı istedim. Günlük yaşamın betimlenmesinin ötesinde bir başka iç gerçekliğe açılım gösterecek, geçmişi-bugünü ve yarını aynı anda yaşatacak, imgeye belli bir açıdan bakmaya zorlamayacak bir özgürlük. Böylece, geleneksel dışavurum araçlarının saflığına büyük değer veren, fotografiyi teknolojik bir sürecin ürünü olduğu için değersiz bulan modernist düşünceye karşı yeni bir açılımı, ülkemizde 80’li yılların başında tartışma ortamına açmış oldum. Kontrast Deneysel Fotografinin Türkiye’de tanınması ve kabul görmesi oldukça geç tarihlerde oldu. Bu durumun en önemli nedenleri nelerdir? Bunun için, içimizden birinin 70’li yıllarda yurt dışına çıkması, orada araştırmalarda bulunması ve dönüşünde de sanat ortamına bir brif sunması, yani “gerçek ve fantezi/1980” sergisini akademi salonlarında açması gerekiyormuş. Bu, gecikmenin mizahi yönü... Asıl nedene ulaşabilmek için biraz geçmişe gitmek gerekebilir. Şöyle ki: Ülkemizde fotografinin görsel iletişim sistemi içinde kullanımı ve uygulama alanı bulması, yaygınlık kazanması, çağdaş toplumun gereksinimlerine cevap verebilecek iletişim dilini oluşturması, söze dayalı iletişimden görsele dayalı iletişime geçildiği Cumhuriyet ile başlayan bir süreçtir. Cumhuriyet’ten sonra 50’li yılların sonu ve 60’lı yılların başında, genel eğilimi belirleyen köy gerçeğinin, 1970’li yıllara kadar büyük kent gerçeğine, 1970-80 yılları arasında ise kenar mahalle gerçeğine dönüştüğünü; bütün bu gelişmeleri bütünleyen 1960-80 yılları arasındaki dönemde, sosyal gerçekçi eğilimlerin ağırlık kazandığını görüyoruz. Aynı dönemde, Kavram Sanatı’nı yaşayan yurtdışı gelişmelerin paralelinde, meseleye karşılaştırmalı olarak bakıldığında, ülkemizde vazgeçilemeyen ve genel kabul görmüş tek dışavurum biçiminin, 60’lı kuşak tarafından 70’li ve 80’li yıllara taşınan yer yer eleştirel, çoğu kez yerel ve bölgesel eğilimli fotografik görüntülerden oluştuğunu görürüz. 1980’li yıllar, ülkemizde önemli değişimlere damgasını vurmuştur: Her şeyden önce, fotografinin toplumsal ve sanatsal işlevini yerine getirebilmesi için gerekli ön koşullardan en önemlisi olan eğitim, akademi çatısı altında kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Uluslararası kültür ilişkileri çerçevesinde açılan sergiler, çağdaş dünyadaki oluşum ve eğilimlere bağlanma çabalarında, geleneksel kalıpların kırılmasına ve alternatif bir çizginin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Çağdaş düzene geçişte pek çok kavram ve disiplin, alışılmışın dışında ve ötesinde tanımlara, yorumlara ve değerlendirmelere kavuşmuş olmasına karşın, 1980 öncesi dönemin katı tutumunun edilgen yapısı, çağdaş sanat ortamına geçişi ve disiplinlerarası bilgi akışını geciktirmiştir. “Deneysel Fotografi Öğrenci Çalışmaları Sergileri”nden biraz bahsedebilir miyiz? Bildiğim kadarıyla, sonuncusu 1996 yılında oldu. Yaklaşık 14 yıl geçti. Deneysel Fotografi’nin gelişiminde çok önemli bir yeri olan bu sergilere neden bu kadar uzun bir ara verildi? Devam etmeli mi; edecek mi? Gerek kuramsal gerekse uygulamalı alanda yeni bilgiler üretebilmek, yeniliklere ve yeni gelişmelere uyum sağlayabilmek için zaman zaman geleneksel kalıpları zorlamak bir zarurettir, manifestosundan hareketle ilki 1989 yılında gerçekleştirilen “Deneysel Fotografi Öğrenci Çalışmaları Sergileri”nin önemi, göstergeler dünyasına yeni bir bakış penceresi açmış olması açısından bakıldığında, yadsınamaz. 1989-96 yılları arasında açılan üç serginin devamında dördüncüyü de açmayı çok düşündüm; ancak 2000’li yıllarda dijital teknolojiye geçişle birlikte karanlıkodanın yerini aydınlıkodanın alması, bu bağlamda insanın karanlıkodada yaratma olanaklarının bilgisayar programlarına bağlanması, amatör kitle için elyaf tabanlı kâğıdın önemini yitirmesi, gelecek planlarımı frenledi diyebilirim. Bir başka faktör ise, bu ve benzeri organizasyonların devamı yönünde, genç akademisyenlerin tutumu... Bazı şeyleri belki de tadında bırakmakta yarar var. Örneğin, Akademi’de bir grup insanın önderliğinde başlayan ve bir döneme damgasını vuran “Yeni Eğilimler” sergileri de yıllar öncesinde kesildi. Gelecek planlarım içinde, bir süredir üzerinde çalıştığım proje; uygun bir zaman boyutu yakalanıp tamamlandığında sergisini açmak, öncelikli hedefim. Aralık 1995’te “Cumhuriyet’ten Günümüze Fotografi” adlı yazınızın son cümlesinde “Gelecek yılların, son beş yıl içinde 23 Kontrast Söyleşi yaşanan umursamaz bir ortamın devamı olmamasını diliyorum.” diyorsunuz. Aradan geçen 15 yıl sonunda değişen bir şeyler var mı? Elbette ki diğer dallarda, fakat özellikle fotoğrafta, Türkiye’de estetik öğreti bağlamında eğitimin durumu hakkında neler söylersiniz? 80’li yılların canlı tartışma ortamı, 90’lı yılların sonunda bıçak gibi kesildi. Geçmişte zaten varlığını insanlar ve sanat üzerinde hissettiren kopuşma, özellikle yeni milenyum ile birlikte tüm ağırlığı ile hissediliyor. Günümüzde birey olma özelliği baskın öğe. Bilişim teknolojisinin baş döndürücü gelişme göstermesinin insanı yalnızlaştırdığı, kendi dünyasına kapattığı düşüncesindeyim. Teknolojinin önümüze serdiği sanal ortamda, birey artık her türlü soruya cevap bulabiliyor, imajlarını paylaşabiliyor, tartışabiliyor. Bu açıdan bakıldığında, teknolojik gelişmelerin insan yararına değil, zararına bir gelişme gösterdiğini düşünebiliriz. Hâlbuki bugün, “dijital çağda belgesel fotografik imaj, ne kadar belgeseldir?” sorusunun enine boyuna tartışılması, cevap aranması gerekirken, gelin görün ki yaprak kıpırdamıyor; dünün aktif dernekleri, bugün neden sessizler? Lisans ve lisansüstü düzeyde fotografi eğitimi alan gençler için bu, oldukça önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Estetik, bir öğretidir. Fotografinin dört bileşeninden - teknik/estetik/semantik/pragmatik- en önemlisi olan estetik, gerek kuram ve gerekse biçime dönük açılımı açısından bakıldığında, eğitim programlarında ağırlıklı olarak yer bulamıyor. Fotografi eğitiminin programlanmasında, sadece teknolojiye dönük bir eğitim sistematiği dayatılmamalıdır. Teknolojiye dönük pratik alt yapının edinilmesi kolaydır. Ama asıl mesele nesnenin durumunu, öznenin nesne ile olan iletişiminde dışa vurulan kişiselliği bütünleyen estetik yapılanma ile zihinsel eylemin anlam boyutuna taşınmasını ve böylece göstergenin okunabilirliğini sağlatan semantik yapılanmanın felsefi düşünce boyutunda irdelenmesidir. Pratik, teori ile beslendiği ve desteklendiği ölçüde, alınan eğitimin içi 24 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 dolu olacaktır. “Fotoğraf” yerine özellikle “Fotografi” terimini kullanıyorsunuz. Neden bu terimi kullanmayı tercih ediyorsunuz? Çok basit; çünkü uluslararası kullanımda “fotografi” terimi geçerli. Hızla gelişmekte olan imaj teknolojileri karşısında fotoğraf sanatının avantajları ve dezavantajları üzerine ne söylersiniz? Teknolojik gelişmeler sizce fotoğrafı öldürmekte ya da zarar vermekte midir; yoksa fotoğrafa yeni olanaklar sunan, kapılar açan bir özgürlük müdür? Teknoloji alanındaki gelişmelerin makine/insan ilişkisi içinde olumlu ve olumsuz yönleri var. Nereye gideceği kestirilemeyen gelişmeleri olağanüstü buluyorum. Geçmişin optik ve kimyasal sürece dayanan sınırlayıcı duvarları yok günümüzde. Fotografinin edilgen yapısı ile sınırlanmış, gerçekliği yeniden üretmekten başka bir beklentisi olmayan insanın önüne, hayal gücüne daha geniş özgürlükler getiren bir ortam sunulmuştur. Makine o denli geliştirilmiştir ki Kontrast “Genel anlamda deneysel fotografi, fotografinin ve plastik sanatların tüm teknolojik, estetik, semantik ve pragmatik olanaklarını disiplinlerarası bir bağ içinde kullanarak, özgün sanatsal mesaja ulaşmayı amaç edinmiştir.” teknik olarak yanlış bir imajın oluşması artık neredeyse imkânsız gibidir. Buradan hareketle, nesne üzerine daha fazla yoğunlaşma sürecine girilmesi beklenirken, makineye ve sanal ortama olan bağımlılık ve güven öyle noktalara ulaşmıştır ki dış gerçekliği algılama sürecinde aygıtsız yapılamaz duruma gelinmiştir. İnsan, makinenin otomatik deklanşörünün bir uzantısı hâline getirilmiştir. Bu durumun ortaya koyduğu sonuçlar korkutucu boyuttadır. İmajların, makinenin arkasında duran insan faktörünün bilgisini, deneyimlerini ve değerlerini dışa vurması beklenirken, bir operatör edasıyla aygıtın ve sanal ortamın işlevleri tarafından gerçekleştirilmiş, içleri boş yetenekleri göstermiş olması, bugün ve gelecekte karşı karşıya kalacağımız olumsuz gelişmeleri işaret etmektedir. Teknolojik gelişmeleri olağanüstü bulmakla birlikte, sunulan olanakları çalışmalarında kullanan birisi olmadığımı da burada eklemek istiyorum. Yine teknoloji ile birlikte gelen, belki de bir olumsuzluk olarak günümüzde fotoğraf adına ciddi bir kirlilik söz konusu. Binlerce fotografik temelden yoksun fotoğrafla yüzleşme durumundayken, bu görsel kirlilikten uzak kalmanın sizce bir imkânı var mı ya da bu durumun sonuçları neler olabilir? “Fotoğraf çekmek”, otomatik gelişen ve biz insanlarda alışkanlık oluşturan bir eylemdir. Fotoğraf makinesi 25 Kontrast Söyleşi “Doğa-insan ilişkisi, günün her ânında eşsiz ve en yalın sanat yapıtlarını üretir. Ruhumuza özgü yorumlama yeteneğimizle herhangi bir ‘an’ı sanat olarak algılayan biz insanlarız.” uygulamadan çok kurama ağırlık veriyor demektir ki bu da olumlu bir gelişmedir. Ancak bugün hâlâ sanatçılardan ve fotoğrafçılardan, sanat tarihinden ve fotoğraf tarihinden bahsediliyorsa, nafile bir uğraş olur bu. Fotoğraf üzerine akademik eğitim şansı olmayan, alaylı yetişen fotoğraf meraklılarına önerileriniz ve uyarılarınız nelerdir? -bazı istisnalar dışında- bu eylemin ayrılmaz bir parçasıdır; onsuz bu eylemin gerçekleşmesi olanaksızdır. O makine ki, sahibinin sürekli olarak fotoğraf çekmesini ve gerekli gereksiz fotografik görüntüler üretmesini ister; daha doğrusu, bunu ondan bekler. Bu durum uyuşturucu bağımlılığı gibi bir şeydir. Çılgınlık derecesindeki bu alışkanlık, fotografiyi “makineli tüfek” olarak gören yaklaşımla birlikte, bilinçdışı fotografik görüntülerin sürekli akışını doğurur. Biyolojik yapının merkezi konumundaki beynimize bu aşamada fazla iş düşmez; çünkü üretilenler yeni bilgiler değil, yalnız makine hafızalarıdır. Fotografi adına gösterge üretenler için günümüz ortamından uzak durmak, neredeyse imkânsız gibidir; içerisinde olmak ya da olmamak; işte bütün mesele budur! Bir sanat olarak fotoğrafa dair düşünceleriniz nelerdir; bu amaçla dahi olsa her fotoğraf sanat olarak ele alınmalı mıdır? Bir fotoğrafı sanat ürünü hâline getiren şeyler nelerdir; ne aramalıyız sanatsal fotoğrafta? 26 Daha önce de bahsettiğim gibi, fotografik eylem sürecinin, birbirini tamamlayan dört bileşeni vardır: 1.Teknik/yapım, 2. Estetik/estetik yöntem ve araçlar, 3. Semantik/anlamiçerik, 4. Pragmatik/yararcılık. Göstergenin oluşumunda bu sürecin nasıl işletildiği, göstergede kuram ile uygulama arasındaki sıkı ilişkinin sonuçlarının dışavurumu, deneyimli ve eğitilmiş bir göz tarafından çabuk farkedilir. Şu kadarını söyleyebilirim; bir fotografik göstergenin genel sanat tarihinin okunma kurallarına bağlanıp, “sanat yapıtı” konumuna geçebilmesi için, o göstergenin semantik yapısından soyunup, geriye estetik bir okunabilirliğinin kalması gerekir ki ancak o zaman sanatın genel geçer okunma kurallarına bağlanıp, sanata gönderme yapabilir. Gözlerim fotoğrafı üniversitelerdeki sanat tarihi derslerinde arıyor. Yanlış mı arıyor acaba? O göz, fotografiyi üniversitelerde okutulan düz sanat tarihi derslerinin ötesinde, karşılaştırmalı sanat tarihi derslerinde arıyor ise, Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Fotografi ile karşılaşmak, bir rastlantının tutkuya dönüşmesi olayından başka bir şey değildir. Tutku, suya atılan ve suda dışa doğru genişleyen halkalar oluşturan bir taş gibidir. Başlangıçta halkalar küçüktür. Sonra halkalar giderek büyür; ta ki kendi kendini aşıncaya kadar. Bu süreçte tuzaklar da vardır. Kişi acelecidir; birkaç görüntü hırsızlığı yapar, sergi açar ve adı yazılı/görsel medyada “fotoğraf sanatçısı” mertebesine ulaşır. Ya da sanatçı unvanı dağıtan FIAP’ın üç-beş sergisine katılır ve “sanatçı” unvanı alır. Gençlerin bu ve benzeri tuzakları farketmelerinde yarar vardır. Eğitim almak isteyen gençler için bugün olanaklar oldukça geniştir. Otuz yılı aşkın eğitimci kimliğimle, fotografi eğitimi alan gençlerde gözlemlediğim en önemli olumsuzluk, tutku eksikliğidir. Bunun nedeni, görsellikle yıkanan dünyamızda öğrencilerin kendilerini kayıp hissetmesidir. Eğitimin dışında kalanlar için kendi kendine eğitim önemlidir. Bu bağlamda tarihsel süreç karşılaştırmalı olarak öğrenilmeli, disiplinlerarası iletişim kurularak bilgi birikimi sağlanmalı, geçmişin imge üreticileri ve onların neler yaptıkları incelenmeli, böylece özgün bir dil oluşmasına katkı sağlayacak süreç başlatılmalıdır. Kontrast SERİ FOTOĞRAFÇILIK YAZI VE FOTOĞRAF: CENGİZ ENGİN “Seri Fotoğraf”, birden fazla fotografik görüntünün, tek bir fotografik ürün meydana getirecek şekilde, ardışık bir düzende sunulmasıdır. “Seri Fotoğraf”ın en temel özelliği, ürünü oluşturan her bir parça arasındaki “çağrışımsal ilişki” ve “ardışıklık ilişkisi” sayesinde, tek kare fotoğraftan daha fazla zamanın akışını, hareketi, değişimi ve bir anlatıyı ortaya koymasıdır. Bu özelliği nedeniyle çizgi roman –fotoroman– bant karikatür vb. uygulamaları çağrıştırır. Bu tekniklerden farklılaştığı nokta ise, diğerlerinden daha “rafine bir anlatıma ve sunuma” sahip olmasıdır. Çizgi roman –fotoroman– bant karikatür vs.’de baskın olan “öykülendirme” yerine, seri fotoğrafta “anlatımın görsel olarak şiirselleştirilmesi” söz konusudur. Tek kare fotoğrafın sahip olduğu görece kısa zaman dilimi, ardışık kareler sayesinde genişlemiş bir zamansal boyut kazanır. “Seri Fotoğraf”ın en kritik dayanak noktası olan kareler arasındaki çağrışımsal ilişki, karelerin sabit bir kadrajda çekilmesi ya da kareler arasında kullanılan ortak bağlantı nesneleri sayesinde kurulur. Uygulamanın bir başka kritik noktası ise, bu karelerin tek bir fotografik ürünün parçası olmak üzere çekilip, sonrasında da birarada, tek bir bütün hâlinde sunulmaları gerekliliğidir. 1870’lerde Eadweard Muybridge tarafından çekilen “time lapse” fotoğraflarla salt teknik bir uygulama olarak kendini gösteren seri fotoğraf, 1960’lardan itibaren Duane Michals’ın öncülüğünü yaptığı Seri “Anlatımlı” Fotoğraf yaklaşımı ile bir anlatım biçimi olarak da fotoğrafçılık alanında yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Seri “anlatımlı” fotoğraf yaklaşımında sistemli olarak üretim yapmış olan fotoğrafçılara örnek olarak; Duane Michals, Jan Saudek, Mac Adams, Orhan Cem Çetin sayılabilir. Bir terim olarak “Seri Fotoğraf”, 2002 yılında AFSAD içinde bir süre tartışma konusu olarak gündemi işgal etmiş, çeşitli ortamlarda yayımlanan yazı ve makaleler sonucunda da bugünkü Türkçe fotoğraf jargonu içindeki yerine oturmuştur. “Seri Fotoğraf” teriminin Türkçe fotoğraf jargonu içindeki yerine oturmasında, AFSAD üyeleri arasında başlayan bu tartışmaların önemli katkısı olmuştur. Ocak 2007 tarihinde, konu ile ilgili www.fotografya. gen.tr’nin 19. sayısında yayımlamış olduğum “Terminolojik bir Deneme: Seri Fotoğraf” başlıklı makalenin, fotoğraf literatürü içerisinde referans bir doküman niteliği taşıdığı söylenebilir. Seri Fotoğraf tarzındaki çalışmalar, 2005 yılından bu yana, AFSAD-Cengiz Engin Atölyesi’nin çalışma konularından birisi olarak AFSAD bünyesinde uygulanmaya devam etmektedir. Fotoğraf: Barış Demiray 27 Kontrast Yol Notları Ceyda Taşdelen FIRAT NEHRİ’NİN YÜREĞİNE YOLCULUK “Tanrım! Ömrümde bu denli gerçekdışı bir şey görmedim. Ve dışarıda, toprağın bu açılıp temizlenmiş bölgesini çevreleyen sessiz arazi, sanki sabırla bu akıl almaz işgalin bitmesini bekleyen tıpkı kötülük ya da gerçek gibi ulu ve yenilmez bir şey olduğunu düşündürüyordu bana…” Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği Güneydoğu’ya erken inen bahar sabahlarından birisine uyanıyor ve heyecanla hazırlanıp çıkıyorum otel odamdan. Şanlıurfa’nın gizem dolu topraklarında yaptığımız dört beş günlük keyifli gezinin ardından, yine yollara düşecek ve bu gezinin en merak ettiğim kısımlarından birisine geçecek olmamızın heyecanıydı, sabahın bu erken saatinde beni yataktan zımba gibi kaldıran. Oteldeki kahvaltıyı bile pas geçerek yollara düşüyor ve sadece bir saat sonra Halfeti’de buluyoruz kendimizi. Yeni Halfeti karşılıyor ilk önce bizleri. Birbirinin benzeri, sıradan betonarme yapıların yer aldığı Yeni Halfeti, barajın getirdiği sularla evlerini ve tarlalarını kaybeden insanları ağırlıyor. Bölgenin mimari dokusu bir yana itilerek yapılmış bu evlerde yaşayanların, eski evlerini ve kıyı boyu yerleşimlerini özlediklerini tahmin etmek çok da güç değil. Yeni Halfeti’den beş on dakika sonra, bir sahil kasabasına inercesine virajlı yoldan ilerlemeye başlıyoruz. Hz. Musa’nın asası değmişçesine ayrılıyor dağlar ve aniden önümüzde beliriyor Fırat. Aracımızı park ettikten sonra, uykulu gözlerini bizlerin yüzünde açmaya çalışan tekne sahipleri ve esnafa “Merhaba,” dememiz yetiyor. Çay ve kahvaltı teklifleri, onların kışın ardından yabancı ağızlardan duyacakları sözlere olan ihtiyaçlarını, bizimse ilk ağızdan dinleyeceğimiz Halfeti’nin tarihine ve bugününe ilişkin açlığımızı doyurmak için yeterli oluyor. Hemen, Fırat’ın üzerine kurulmuş tahta iskelelerden birisinde bulunan restoranın yolunu tutuyor, bir yandan demli kaçak çaylarımızı yudumlarken, diğer yandan Halfetililerin ağzından, yaşananları dinliyoruz. Biri diyor ki, “Çok şükür; zor günlerden geçtik ama şimdi memnunuz hâlimizden…” diğeri, “Şu karşıyı görüyor musunuz? Orada benim meyve bahçem vardı. Daha hasadımı yapamadan suyu boca ettiler üzerine. Hâlâ ciğerim yanıyor; öyle özlüyorum ki o günleri…” Bir başkası hemen lafa giriyor, “Tarih yatıyor aşağıda hanımefendi. Bizim ve geçmişin tüm yaşantısı, anılarımız, sizin oturduğunuz şu iskelenin hemen altında yatıyor.” Söylenecek öyle çok söz varken sessizlikle buluşuyoruz bir anda. Sözlerin işlemediği, gerçekliğin bir çığ gibi üzerimize yığıldığı bir andan geçiyoruz. Kendimi Kongo Nehri’nin kıyısında, yerlilerle sohbet eden Marlow¹ gibi hissediyorum. Aramızdaki tek fark, benim kullanılan dili bilmem; ama ne faydası var ki yine de farklı dünyaların insanlarıyız işte. Onlar yaşayanlardan, bense izleyenlerden sadece birisiyim… Çok uzaklarda bulduğum benliğimi sarsarak tekrar bugüne dönüyor ve biraz da onların eskiyi hatırlayarak üzülmelerine engel olmak istercesine, “Peki, tüm yaşananların getirisi olarak, artık burada turlar düzenliyor, teknelerinizle Fırat’ın üzerinde insanların gezmesini sağlıyorsunuz. Biz de bu keyfi tatmak isteriz.” deyince, Bekir Amca hemen ayağa kalkıyor ve “Teknem hazır; buyurun gidelim. Yalnız, esinti var; üzerinize kalın bir şeyler almadan gelmeyin.” diyor. Hemen öğüdünü yerine getirip, teknedeki yerlerimizi alıyoruz. Fırat’ın Sesi Bekir Amca’nın motoru çalıştırmasıyla uzaklaşmaya başladığımız Halfeti, her şeye rağmen direnen güzelliğini sergiliyor ardımızda. Dağın yamacından sulara doğru inen, sarı taştan, çatısız bu evler ve konaklar aralarında bulunan ağaçlarla burada hâlâ yenilmez bir şeyler olduğunu hissettiriyor insana. Ardımda kalanı bir yana bırakıp, önüme bakmaya başlıyorum. Yemyeşil akıyor Fırat ve sağlı sollu sarı, çorak tepeler sarmalıyor her yanımızı. Öğle güneşi, bu topraklarda yaşananları anlatırcasına yansıtıyor tüm dağları Fırat’ın üzerine. Dipsiz bir sessizlikte, Fırat’ın yüreğine doğru yol aldığımı hissediyorum o anda. Konuşuyor Fırat, önümden akıp giderken; bana geçmişi, yaşananları, yaşanmışları anlatıyor sezdirmeden. Kimi zaman rüzgârı katıyor yanına kimi zaman gölgeleri. Anlatıyor geçmişi… “Ben sularımı akıttım bu topraklardan, insanoğlu kültürünü. Asur Kralı Salmanassar gelene kadar Şitamrat derlerdi buralara. O günlerde de insanlar sularımla tarlalarını yeşertir, barış içinde yaşar giderlerdi. Sonradan çok medeniyet gördüm, çok farklı diller işittim bu topraklarda. Süryaniler, Bizanslılar, Araplar, Mısırlılar, Persler; kimleri görmedim ki burada. Hepsi bu toprakları işledi, kendinden bir iz bıraktı buralarda. Ben, geçerken buralardan, yavaşlar, azgın sularımı dinginleştirir; onların yaptıklarına saygı duyarak akar giderdim kendimce. Sonra, sularımı dizginleyemeyeceğim kadar çoğalttılar; biriktirmek ve farklı yerlerde kullanmak için baraj yaptılar üzerime. İstemezdim ama bin yıllardır birlikte yaşadığım tüm o medeniyetleri şimdi yüreğimde, içimde, sularımın altında barındırmaktayım üzülsem de…” Sürreel Bir Köy: Savaşan Köyü Fırat’ın sesini yanıma kattığım yolculuğumuzun ilk durağı Savaşan Köyü önüne geldiğimizde, tüm gerçekler anlamını yitiriyor; gerçeküstülük sarıyor her yanımı. Bildiklerimden arındığımda, yarısı sular altında kalmış evler ve sadece minaresi gözüken bir cami ile “rağmen direnmek” uğruna kıyıya inmiş evinin üzerine “Aile Çay Bahçesi” yazmış olan kadın, bana bir romanın gerçek dışı satırlarından fırlamış gibi geliyor. Birecik Barajı’nın getirdiği suların neler götürdüğünü anlatmak için kurgulanmış bir sahne sanki karşımda duran. Suyun üzerine bir yüzü yansıyan bu evler ve kıyısında yaşamını sürdürmeye çalışan insanlar, mantık sınırlarını zorlayan bir hayatın sessiz aktörleri aslında. 28 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Kontrast Bir Havarinin Anılarını Gizleyen Rumkale Daha Savaşan Köyü’nün üzerimde yarattığı duygulardan sıyrılamadan, karşıma çıkıyor tüm görkemiyle. Fotoğraflardan, belgesellerden izlediğim Rumkale, Fırat’ın sularının üstünden kendisine doğru çekiyor bizleri. Türkiye’nin en görkemli kalelerinden birisi olarak söylenegelen Rumkale’nin yapım tarihi tam olarak bilinemiyor. Halfeti ile aynı tarihi geçmişi paylaşan kaleye dair en etkileyici söylence ise Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes’in Roma döneminde Rumkale’de gizlenerek, kayadan oyma bir evde İncil’in nüshalarını çoğalttığına ilişkin olanı. Yapıldığı dönemi az çok bilmesem, günümüz teknolojisiyle inşa edilmiş diyeceğim kadar düzgün kesilmiş yekpare kaya üzerine yapılmış olan dış surlar, içinde binlerce yıllık geçmişi gizliyor. Dış koşullar ve insan faktörüne rağmen direnebilen kimi yapıları görmek ve gezmek mümkün. Roma-Bizans ve Osmanlı döneminden izler barındıran Rumkale, Fırat Nehri ile Merzimen Çayı’nın birleştiği noktada stratejik amaç güdülerek kurulmuş besbelli. Bu inanılması zor yolculuğun dönüş yolunda kabuğuma saklanıyor, sağlı sollu yanımda uzanıp giden dağların üzerindeki el yapımı mağaraları izliyorum. Suyun olduğu yerde filiz veren kültürleri düşünüyorum. Sayesinde yeşeren medeniyetlerin şimdi üzerinden akıp giden Fırat, üzgün, sessiz ve hüzün dolu... Yine güzellikleri paylaştırıyor insanlara ama onun sayesinde doğan medeniyetler şimdi onun yüreğinde gizlenmiş, belki de bin yıllar sonra açığa çıkmak için bekliyorlar… Nasıl Ulaşılır?: Şanlıurfa ya da Gaziantep havaalanlarından araç kiralayarak ya da otogardan otobüslere binerek rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Görmeden Dönmeyin: Rumkale’ye ulaştığınızda iskelesinde inip, zorlu olsa da tırmanmayı ve özellikle Aziz Nerses Kilisesi’ni, Aziz Barşavma Manastırı’nı, tarihi su kuyusunu ve anıt mezarı görmeden dönmeyin. Nerede Konaklanır?: Halfeti’de bir iki konak, pansiyon olarak işletiliyor ve bir de belediye misafirhanesi mevcut. Buralarda yer bulamazsanız en yakın yerleşim yeri olan Birecik ve Şanlıurfa’da konaklayabilirsiniz. Dipnot 1. Marlow: Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli romanında yer alan başkarakter. SELANÝK CADDESÝ SIDAR HAN NO: 1/13 KAT: 4 KIZILAY - ANKARA TEL: 0.312 432 52 55 29 Kontrast BAKIŞ EGZERSİZİ Yazı: emre İkİzler fotoğraf: Arne Uebel İSTANBUL KOLAJI Bu sayfada gördüğünüz “futuristanbul” adlı fotoğraf kolajı, 2007 baharında öğrencilerimle yaptığım bir proje sonunda ortaya çıkan çalışmalardan biridir. Erasmus Öğrenci Kültür Değişim Programı çerçevesinde, Almanya’nın Bielefeld Sanat Yüksek Okulu’ndan Marmara Üniversitesi GSF Fotoğraf Bölümü’ne gelen Arne Uebel’in İstanbul gözlemleri sonucunda oluşturduğu bir dizi kolaj çalışmasından biridir. 22 ayrı fotoğrafın birleşiminden oluşan bir İstanbul sentezidir. “Üstü kaval, altı Şişhane” deyimini kullandığımız uyumsuz yapıların bir araya getirilmesiyle oluşan bu yeni yapı, İstanbul’un hem tarihî hem modern, hem büyük hem uyumsuz, hem dinamik hem de karmaşık yapısını son derece sistemli bir bütünleştirmeyle tek bir karede verebilen nitelikli bir çalışmadır. Hem de şehre ruhunu veren denizi unutmadan… İstanbul’un o tanımlanamayan çekici ama yorucu karmaşasını görsel olarak bu kadar iyi anlatan başka bir örnek görmediğimi söylemeliyim. Bu karmaşanın bu kadar düzenli bir görsellikle aktarılabilmiş olması gerçekten çok şaşırtıcı. Böyle bir düzeni ancak bir Alman bakışı oluşturabilirdi! Çünkü kendi fotoğraflarımızda böylesi bir düzenin olmaması, kendi kültürümüzden ve eğitim eksikliklerimizden kaynaklanıyor. Düzen karşıtı bir yapımız olduğunu kim inkâr edebilir? Tarihî bir yapının üstünde yükselen diğer binaların modern ama yer yer tamamlanmamış, yer yer kırık dökük olmaları fotoğrafın hemen dikkat çeken özelliklerinden biri. İstanbul’un en çok dikkat çeken yapıları olan cami minarelerinin de böyle bir fotoğrafta yer almaması düşünülemezdi. Nitekim fotoğrafta bir minare yer alıyor ama onun da soba borusuna benzeyen bir şekilde yandan çıkıyor oluşunu, hem güldürücü hem de düşündürücü bir yergi olarak görmemiz gerekiyor. Gerçekten de İstanbul, burada gösterilenden daha acınası durumda olan, tamamen plansız ve karmaşa içinde bir şehir. “Neremiz doğru ki?” sözüyle sık sık vurguladığımız gibi eğri büğrü, çarpık çurpuk bina ve yollardan oluşan tam bir keşmekeş! İçinde elbette çok güzel yapılar da var ama böyle bir şehri sanatsal bir bakış açısıyla görselleştirmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Tarihî yapıları çekebilirsiniz, modern yapıları çekebilirsiniz, çirkin yapıları çekebilirsiniz; ama hepsini tek bir karede sistemli bir şekilde nasıl bütünleştirebilirsiniz? Buna benzer bir şekilde… 30 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011 Fotoğrafa ilk baktığımızda oluşan “Bu ne biçim şey!” tepkisinin yerini kısa sürede sanatçının gözlem gücüne hayranlık duygusu alıyor. Fotoğrafta anlaşılmayacak, yanlış anlaşılabilecek, gizli, saklı hiçbir şey yok. Her şey yerli yerinde! Birbirinden çok farklı boyutta ve türde olan bunca yapıyı özenli bir şekilde bir araya getirebilmek için öncelikle bunları belli bir mantıkta fotoğraflamak gerekiyor. Öncelikle tasarımın ilgi çekiciliğine, sonra bunun doğru bir şekilde planlanmasına, çekimlerin doğruluğuna, işçiliğin kusursuzluğuna ve son olarak da sanatçının sabrına hayranlık duyuyoruz. İşte sanat böyle bir şeydir; zekâ, düşünce, tasarım, uygulama aşamalarındaki zorluklarla mücadele, çokça duygu ve sabır… Kontrast Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Yurtdışı Haberler Hazirlayan: ÖZLEM ESER Hazirlayan: Özlem DAĞ 2011 Magnum Ajansı Jürisi ve Ödül Programı Belli Oldu Fotoğraf: Rezzan S. Ak PINHOLE (İĞNE DELİĞİ) TEKNİĞİ Pinhole (iğne deliği) tekniği, muhteşem fotoğrafları çekmek için binlerce liraya malolan makinelere, objektiflere ihtiyaç olmadığı iddiasındaki bir fotoğraf tekniğidir. Kaynağını ve ilkelerini Karanlık Kutu (Camera Obscura)’dan alır. Üzerine 0,25-1 mm. çapındaki bir delik açılmış ve içi siyah ile boyanmış veya siyah bir malzeme ile kaplanmış bir kutu, deliğin önünü açıp kapamak için bir kapak ve film veya fotoğraf kâğıdı ile “pinhole” un ve fotoğrafın büyülü dünyasına adım atabilmek için ana malzemelere sahip olunmuş demektir. Elbette azami ölçüde de olsa karanlık oda uygulamalarını bilmek gerekir. Mekanizmasının maliyeti oldukça düşük olmakla birlikte, güçlü sezgi ve deneyime ihtiyaç duyar pinhole tekniği. Açılan iğne deliğinin çapı, kutunun büyüklüğü, filmin boyutu, pozlama süreleri; elde edilecek sonucu ciddi ölçüde etkiler. Düzeneğinde vizör olmadığı icin kadraj tamamen fotoğrafçının sezgi ve hayal gücüne bağlıdır. Gelişen ve değişen teknolojiye kafa tutarak, kimi zaman bir nescafe, kimi zaman bir konserve kutusundan açılan bir deliğin sayesinde fotoğrafı sanatla buluşturan bu teknik öylesine etkilemiş ki fotoğrafseverleri, Nisan ayının son Pazar günü “Dünya Pinhole Günü” adı altında iğne deliğinden yaratılan fotoğraflara adanmıştır. Türkiye de “pinhole”, açılan pek çok sergi ile yer bulduğunu gösteriyor. Basit mekanizmalı ama aynı zamanda sabır, deneyim ve fotoğrafın temel bilgisinde yetkinlik isteyen bu tekniğin Türkiye’deki en önemli ustalarından biri olan Ahmet S. Sabuncu’nun çalışmalarında, “Pinhole” ün büyülü dünyası, büyük bir estetik hazla izlenebilir . Adana’da, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Nuri Gürdil’in kurduğu fotoğraf atölyesi, gençlere, pahalı mekanizmalara sahip olmak zaruriyeti olmadan da fotoğraf ve sanatla güçlü bağlar kurmasına ve bu bağların toplum üzerindeki etkilerini göstermesine aracı olmak gibi önemli bir misyona sahip olmuştu. Pek çok anlamlı ve doğru atasözümüz var ama galiba “alet işler el övünür” derken pinhole fotoğrafları göz önünde bulundurulmamış. 2011 Magnum Ajansı yarışmalarında jüri üyeliği yapacak fotoğrafçılar belli oldu: Donovan Wylie, Chris Anderson, Antoine D’Agata ve Bruce Gilden. Magnum Photos ve HP ortaklığında düzenlenen yarışma programı da detaylı olarak açıklandı. 2011 Magnum Ödülleri, dünyanın dört bir yanındaki fotoğrafçıların yaratıcılıklarını yansıttıkları projelerini ve portfolyolarını paylaşmalarını amaçlıyor. Yarışmada konu sınırlaması bulunmamaktadır. Yarışmacıların, fotoğraflarını ve öykülerini 2011 yılının sonuna kadar paylaşmaları beklenmektedir. Ayrıntılı bilgi için: www. expression.magnumphotos.com Fujifilm’in Dijital kamerası FinePix X100 “Photokina STAR 2010” Ödülünü Kazandı Photo Presse ve Digit! dergisi tarafından sponsorluğu yapılan Photokina STAR 2010 Yarışması’nın ödülünü Fujifilm Finepix X100 kazandı. Yarışma özellikle özel ürünlere ve konseptlerin sunduğu yaratıcı fikirlerin yanı sıra son teknolojinin kullanımına da önem veriyor. Bu anlamda FinePix X100, yüksek derecede dijital kompakt bir makine ve profesyonel fotoğrafçıların, kompakt bir makineden beklenenden daha yüksek kalitede fotoğraf üretmelerini amaçlıyor. Kamerada APS-C CMOS sensör, Fujinon 23 mm sabit lens ve gelişmiş Hybrid vizörü bulunmaktadır. Ürünün, 2011 yılının ilk aylarında piyasaya sunulması bekleniyor. Adobe Camera Raw 6.3 ve Lightroon 3.3 Piyasaya Çıktı Adobe, Adobe Camera Raw (ACR) 6.3 ve Adobe Photoshop Lightroom 3.3 sürümlerinin tamamını piyasaya sürdü. Bu programlara, Raw dosyası desteği ve 15 yeni kamera modelini destekleme özelliği ile bir dizi lens için distorsiyon özelliği de eklendi. Programların desteklediği yeni fotoğraf makineleri şunlar: Canon PowerShot G12, Canon PowerShot S95, NikonD3100 (pictured), NikonD7000, Nikon Coolpix P7000, Olympus E-5, Panasonic Lumix DMC-GF2, Panasonic Lumix DMC-GH2, Pentax K-5, Pentax K-r, Ricoh GXR & GR LENS A12 28mm f/2.5, Samsung NX100, Samsung TL350 (WB2000), Sony A560 ve Sony A580. Adobe ayrıca bu programların yanı sıra ücretsiz olarak Camera Raw, Lightroom 3 ve Photoshop CS5 için Lens Özellikleri Downloader 1.0’i de tanıttı. Digital Shootout 2011 başvuruları başladı Digital Shootout 2011 için başvurular başladı. Yarışma, 18-28 Haziran 2011 tarihleri arasında Bonaire’deki Diyi Flamingo Resort’ta düzenlenecek bir ödül töreni ile sonuçlanacak. Yarışma her seviyedeki bütün fotoğrafçılara açık. Yarışma ödüllerinin toplamının 25,000 $ olduğu açıklandı. Ödül töreninin yanı sıra etkinlik boyunca Berkely White, Dan Baldocchi, Sterling Zumbrunn, Mary Lynn Price, Erin Quigley ve Jim Decker gibi alanında önemli isimlerin seminer ve atölye çalışmaları olacağı bilgisi verildi. 31 Kontrast 32 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Ocak-Şubat 2011