ABD`ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir

Transkript

ABD`ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka
sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
“ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı
başka bir saldırı olabilir”
(ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu’ndan, 22 Temmuz 2003)
I.
11 Eylül baskını
Kuşkusuz 11 Eylül 2001 tarihi yanıyla bir “milad”tır. Söylendiği gibi dünyanın “en
büyük terör eylemi” midir? Ya da “Milenyum savaşı” mıdır? Ya da “milad” olarak önceden
tezgahlanmış bir operasyon mudur? Soruların yanıtını vermek durumundayız. Tüm bunlara
karşın, kanımca bugüne kadar gerek dünyada gerek yerel medyada anılan olay gerçek
anlamıyla değerlendirilmiş değildir.
Askeri literatürde bu olay “baskın” olarak adlandırılır. Baskını, “Düşmana beklemediği
yerde, beklemediği zamanda beklemediği araçlarla zarar vermek” diye tanımlayabiliriz. Bu
baskının dünya savaş tarihinde bir benzerinin bulunmaması nedeniyle özel bir yeri ve önemi
olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ilk kez küreselleşme karşıtı çokuluslu bir örgüt aracılığıyla
bu eylem gerçekleştirilmiştir.
14 Eylül 2001 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberde Georgetown
Üniversitesi’nin CIA için hazırladığı bir rapordan söz ediliyordu. Bu raporda teknolojinin de
ABD için tehdit olacağının altı çiziliyordu. 11 Eylül böyle düşünüldüğünde bir anlamda
ABD’nin kendi silahıyla vurulmasıydı.
11 Eylül Saldırıları Terör Değil Asimetrik Savaş
11 Eylül’ü bir terörist saldırı olarak göstermenin eylemin gerçek niteliğini
yansıtmadığını düşünüyorum. Sonuçta karşı karşıya gelen iki güç de aslında masum değildir.
Oysa terörde masum bir tarafın saldırıya uğraması söz konusudur. Bahsettiğimiz iki güç olan
El-Kaide ve ABD’den hiç birisi masum güçler değildir.
Ben bu iki güç arasındaki çatışmayı asimetrik savaş olarak niteliyorum. Asimetri,
çarpışan iki gücün ellerinde bulunan teknolojik donanım farkını vurgulamaktadır. ABD çağın
en gelişmiş bomba, füze ve silahlarıyla saldırmakta, El-Kaide ise kendine özgü daha ilkel
metodlarla saldırılara cevap vermektedir. ABD son model silahlar kullanırken, El-Kaide
eylemcisi sadece bir maket bıçağı kullanarak bir uçağı kaçırmakta ve sonuçta Pentagon gibi
dünyanın en korunaklı binalarından birisini havaya uçurabilmektedir. Zayıf olan güçlünün
silah donanımına ulaşamayacağını bilmekte ve onunla mücadele etmek için kendi araçlarını
yaratmaktadır. Asimetrik savaşın en önemli özelliklerinden birisi ise zayıf olanın karşısındaki
üstün güce rağmen sonuç alabilmesidir. Nitekim 11 Eylül’de alınan sonuç ortadadır.
11 Eylül ABD Emperyalizminin Acz ve Güçsüzlüğünün Kanıtıdır
Masum insanların yaşamlarını yitirmesini onaylamak gibi bir tavır içinde değilim; ancak
ABD emperyalizminin kirli geçmişine göz attığımızda yüzbinlerce masum insan kanı
pahasına bugünkü hegemonyanın kurulduğu gerçeğini de gözardı edemeyiz. ABD
emperyalizminin insanlığa “hümanizma” dersi verecek bir konumda olmadığının en yakın
kanıtı Afganistan’ın, sonra da Irak’ın işgali ve Filistin’de yaşanan olaylarda İsrail yanlısı
tutumudur.
ABD, Vietnam Savaşı’ndaki hezimetinin kamuoyunda yarattığı aşağılık kompleksini
Körfez sularında “Irak Savaşı”nda gidereceğini sandı. 11 Eylül Baskını bir anlamda, ABD
hakkında üretilen tüm mitlerin iflas ettiğinin kesin kanıtı sayılabilir.
Deneyimli istihbaratçıların söylemlerine göre, bu çapta bir baskın çok güçlü bir örgüt,
büyük para desteği, teknik ve teknolojik donanım, içten yardım, kolektif akıl üstünlüğü, vb.
gibi etmenlerle en azından 10 yıllık bir hazırlık dönemini gerektirir.
11 Eylül Baskını bir anlamda ABD Kartalı’nın kanatlarını kırmış ve “kağıttan bir
kaplan” olduğunu da sergilemiştir. Bush’un bin yıllık süreç içinde oluşan uluslararası hak ve
hukuku hiçe sayan, tüm antlaşmaları gözardı eden, BM’yi dışlayan bu pervasız tavrının uzun
erimli bir süreçte, dünya kamuoyunda oluşacak kompleksler sonucunda ABD’nin benzer
baskınlara muhatap olacağını söylemek öngörü olmasa gerek.1
Bilindiği gibi, simgesel hedef olarak seçilen Dünya Ticaret Merkezi (DTM)’nin İkiz
Kuleler’ine ve Pentagon’a yapılan Baskın’da Beyaz Saray şifresi kullanan eylemciler, adeta
ABD ile dalga geçmiştir. Bu, ABD emperyalizminin acz ve güçsüzlüğünün de kanıtıdır.
11 Eylül askeri anlamda ABD emperyalizminin kendi evinde vurulabileceğini
kanıtlamıştır. Bu gerçek mazlum ulusların moralini yükseltecek bir olgudur. Böylece
ABD’nin kendi evinde, yönetim merkezlerinde ve kurduğu Yeni Dünya Düzeninin
simgelerinde de sanıldığı kadar korunaklı olmadığı ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber 11 Eylül bir şeyi daha kanıtlamıştır; ABD yönetimi içindeki çatlağın
artık gizlenemeyecek boyutlara ulaştığını. Öyle ki artık bu gerçek tüm dünyanın gözleri
önündedir. Hatta ABD yönetimi içinde bir kliğin küçük bir gangster şebekesi şeklinde
örgütlenerek, bu dar elit çıkarlarını gözetip kendi devletini vuranlara bile yardım edebilmesi,
göz yumabilmesi, işbirliği yapabilmesi ve hatta bu eylemi bizzat üstlenebilmesi gibi “uçuk!”
fikirler bile insanlara yabancı gelmemektedir. Demek ki ABD derin devleti artık
gizlenemeyecek bir olgudur.
Peki 11 Eylül bunu nasıl ortaya çıkarmıştır?
11 Eylül Sürpriz Olmadı
11 Eylül öncesinde ABD istihbarat yetkililerinin bazı açıklamaları aslında ABD
hedeflerine yönelik bir saldırının an meselesi olduğunu ortaya koyuyordu. CIA Başkanı
George Tenet, 7 Şubat 2001 tarihinde Amerikan Senatosu’nun Özel İstihbarat Komitesi’nde
yaptığı konuşmada “belirsizlik katsayısı” çok yüksek bir dönemden geçildiğini söyleyerek
ABD’nin karşısındaki en büyük tehdidin uluslararası terörizm olduğunu söylüyordu. Tenet,
Ladin’le ilgili olarak da şunları söylemişti: “Usame Bin Ladin ile küresel yardımcılar ve
destekçiler şebekesi, en acil ve ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır... Hiç uyarı yapmaksızın çok
sayıda saldırı düzenleyebilecek kapasiteye sahiptir.”
Bu açıklamalara karşın Ladin ve El-Kaide ile ilgili gerekli istihbarat çalışmasının
yürütülmemesi son derece ilginçtir.
Yine aynı Senato Komitesi toplantısında konuşan Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı
Thomas R. Wilson gelecek 15-24 aylık dönemin beklentilerini şöyle sıralamaktadır:
1. Amerikan çıkarlarına Amerika’nın içinde ya da dışında büyük bir terörist saldırı
beklentisi. Bu saldırının tipik bir asimetrik savaş taktiği ile işleyeceği öngörülüyor.
2. Filistin-İsrail çekişmesinin kızışması, Ortadoğu’da gerilimin artması ve Antiamerikan
protestoların yoğunlaşması.2
Ancak bu açıklamalar sadece birer açıklama olarak kalmışır. Gereken yapılmamıştır.
Sonuçta 11 Eylül göz göre göre gelmiştir. Acaba neden?
11 Eylül Önceden Biliniyordu
Böylesine büyük çaplı bir eylemin ABD yönetimi içindeki sorumlularından göstermelik
olarak eylemden üç yıl sonra görevden alınan CIA Başkanı dışında hiçbirinin bugüne kadar
haklarında, soruşturma açmak şöyle dursun, istifa dahi etmemiş olmalarının anlamını ve
değerlendirilmesini okurların takdirlerine bırakıyorum.
12 Eylül 2001 gününden bu yana, olaya ilişkin tüm medyayı ve yapıtları izliyor ve
arşivliyorum. Hazırladığım dosyaların bir bölümü “11 Eylül önceden biliniyor muydu?”
sorusuna ilişkin belge ve bilgileri içeriyor. Şu ana kadarki izlenimimin “Evet biliniyordu”
şeklinde olduğunu açıklayabilirim.
Peki hangi olgulara dayanıyorum. Birincisi 11 Eylül öncesi gelişmelerdir. Dikkat
ederseniz 11 Eylül öncesindeki son bir yıl ABD hedeflerine yönelik Bin Ladin eylemlerinin
artarak sürdüğü bir dönemdir. Üstelik 11 Eylül kadar büyük eylemler olmasa da bu tarzı
çağrıştıran birçok eylem yapılmıştır.
Bu noktada 11 Eylül’ün ABD açısından sürpriz olup olmadığı tartışmalıdır.
Bir anlamda 11 Eylül’deki saldırı “geliyorum” diye diye gelmiştir. Bu gerçek ABD
belgelerinden de izlenebilir.
2000 yılında açıklanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık Uluslararası Terörizm
Raporu, Ladin’i ve O’nun barındığı düşünülen Afganistan’ı en büyük tehdit ilan ediyordu.3
Daha Şubat 2000’de CIA Başkanı George Tenet, Kongre’de bir konuşma yaparak ABD
karşıtı bir küresel ittifakın oluştuğunu ve bunun başını Ladin’in çektiğini söylemekteydi.4
New York Times ise şöyle diyordu: “Asimetrik savaş derdine hoş geldiniz. Askeri
uzmanlar, artık, küçük bir komando grubunun Amerika’yı allak bullak edebileceğini ve saldırı
emrini kimin verdiği konusunda tek bir kanıt bile bırakmayabileceğini söylüyorlar.”5
11 Eylül bu sözlerden sadece bir kaç ay sonra gerçekleşmiştir.
Saldırı Geliyorum Dedi
Amerikan istihbaratının 2000 yılından başlayarak ele geçirdiği saldırı istihbaratlarını
kronolojik olarak ortaya koymak daha iyi bir fikir verebilir.
w Aralık 2000: Terörist trafik etkinliğinde artış raporu.
w 11 Mayıs 2001: Dışişleri Bakanlığı’nın El Kaide’nin yabancı ülkelerdeki ABD’lileri
hedef alabileceği uyarısı.
w 22 Haziran:
kaçırılabileceği uyarısı.
Federal Havacılık
Kurumu’nun
havayolu
şirketlerine
uçak
w Temmuz başı: Phoenix’teki bir FBI ajanının çok sayıda Ortadoğu kökenlinin uçuş
eğitim kurslarına katıldığına dikkat çekerek bu konuda ülke çapında araştırma yapılması
uyarısı.
w 2 Temmuz: FBI’nın saldırı uyarısı.
w Temmuz ortası: Bush’un G-8 zirvesi sırasında saldırıya uğrayacağı istihbaratı.
w 18 Temmuz: FBI uyarısını yineledi.
w Temmuz sonu: FAA’nın6 terör örgütlerinin uçak kaçırma eğitimi ve planları yaptığı
uyarısı.
w 6 Ağustos: Bush’a sunulan Ladin’in uçak kaçırmaları da içeren çalışma yöntemleri
raporu.
w 16 Ağustos: FAA’nın havayolları şirketlerine teröristlerin cep telefonu, anahtarlık ve
kalemleri silah olarak kullanabildikleri uyarısı. Minnesota’da daha sonra 11 Eylül saldırılarına
katılacak 20. kişi olduğu ortaya çıkan Musavi’nin tutuklanması.
w Eylül başı: Fransız istihbaratının Musavi’nin Afganistan kamplarında eğitim gören bir
El Kaide militanı olduğu açıklaması.
w Eylül başları: Musavi’yi sorgulayan FBI ajanının ikiz kulelere yönelik bir terör
saldırısının olacağı ama tam olarak nasıl yapılacağının bilinmediği raporu.7
El Kaide Cephesinden 11 Eylül’ün Ayak İzleri
w 1993: Somali’de 18 Amerikalının öldürülmesi.
w Kasım 1995: 17 kişinin öldüğü Pakistan’daki Mısır Büyükelçiliği’nin bombalanması.
w Haziran 1996: Suudi Arabistan’ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin
öldürülmesine yol açan patlama.
w 7 Ağustos 1998: Kenya ve Tanzanya’daki ABD Büyükelçilikleri’nin havaya
uçurulması sonucu 257 kişinin ölmesi ve 5 bin 500 kişinin yaralanması sonucunu doğuran
saldırı.
w 12 Ekim 2000: Yemen’in Aden Limanı’nda USS Cole destroyerine yönelik intihar
saldırısında 17 Amerikan denizcisinin öldürülmesi.
Bu eylemler, 11 Eylül’ün ayak izleridir.8
Yine 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ve 6 kişinin ölümüne yol açan
saldırıdan sonra faillerden Nidal Ayyad’a ait şu bilgisayar mesajı bulunmuştu: “Gelecek sefer
çok daha isabetli olacak”.9
Ladin’in ABD’ye büyük bir saldırı yapacağı 11 Eylül gününe kadar gizli saklı bir şey
değildi, tersine basında tartışılan, haberleri yapılan bir olguydu.10
Yine aynı haberlerde ABD’nin teröre karşı alarma geçtiği, saldırılara karşı hazırlık
yaptığı ve hatta Bin Ladin’in saklandığı düşünülen Afganistan’a operasyon hazırlıkları bile
basında yer alıyordu11,12 ve hatta Bin Ladin’in NSA tarafından kıskaca alındığı ve her
konuşmasının dinlendiği söyleniyordu.13
El Kaide üyelerinin toplantıları da hem CIA tarafından hem de diğer istihbarat örgütleri
tarafından sürekli takipteydi. ABD’nin bir istihbarat zaafı yok gibi gözüküyordu. Çünkü
söylenenlere göre her şeyden haberdarlardı.
Örneğin,
w 5 Ocak 2000: Malezya’da aralarında 11 Eylül planlayıcısı Remzi Binalşibh’in de
bulunduğu El Kaide üyelerinin düzenlediği toplantının CIA tarafından fotoğrafları çekildi
ama Binalşibh rahatça Hamburg’a geri döndü.
w 15 Ocak 2000: 19 militan, 3’ü kendi isimlerine düzenlenen pasaportlarla ABD’ye
giriş yaptı. Uçuş okuluna kayıt yaptırdı. Haziran 2000’de teröristlerin lideri Muhammed Atta,
Florida’da uçuş okulundayken Binalşibh 4 teröriste Frankfurt’ta planı anlattı. Eylül 2000’de
11 Eylül’deki saldırıyı düzenleyenler San Diego’da ev kiraladı. Evlerine hiç eşya almamaları
komşularının dikkatini çekti, yine de FBI’a haber verilmedi. USS Cole’e düzenlenen
saldırının planlayıcısı El Midhar, San Diego’daki eve taşınıp boş tutan militandı. CIA, Ocak
2001’de, USS Cole saldırısını El Kaide’nin yaptığını açıkladı, ancak El Midhar’ın ismi FBI’a
verilmedi. CIA-FBI buluşmasında El Midhar’ın resimi ilk kez FBI’a gösterildi ama ABD
vizesine sahip olup halen ABD’de olduğu söylenmedi.
w 10 Temmuz 2001: FBI’ın El Kaide uzmanı Kenneth Williams “Usame Bin Ladin’in
adamları pilot olup yolcu uçaklarını kaçıracak. Uçuş okullarını denetleyelim.” dedi ama kimse
ciddiye almadı.
w 6 Ağustos 2001: CIA saldırı olacağını tespit etti ama tatildeki Bush’a haber vermedi.
Bir uçuş okulu FBI’a bir öğrencinin Boeing’le ilgili sorular sorduğunu söyleyip
şüphelendiğini belirtti ama FBI terörist olabilir raporu vermedi. CIA da ciddiye almadı.
Üstelik MOSSAD başta olmak üzere tüm gizli servisler de ABD’yi olası terör
saldırlarına karşı uyarıyordu. Örneğin 11 Eylül’den önce Temmuz ayında yapılan G-8
zirvesinde Ladin’in bomba yüklü uçaklarla saldıracağı bilgisi ABD’ye ulaşmıştı ama ABD bu
istihbarata gülüp geçti.14
Elbette tüm argümanları değerlendirmek bu bölümün kapsamına sığdırılamaz. Ancak,
1990-2000 yılları arasındaki dönemde ABD hedeflerine yapılan saldırılarda Bin Ladin
parmağı ta 2000 yılından beri biliniyor ve izleniyordu.
Ekim 2000’de Yemen’de USS Cole savaş gemisine yönelik yapılan eylemde ABD’li
denizcilerin ölmesi olayını soruşturan FBl’nın ikinci adamı John O’Neil ve Yemen’deki ABD
Büyükelçisi Barbara Bodine, Bin Ladin’in izine ulaşmış olmasına karşın 1993 yılına kadar
onu yakalamak gibi bir çaba içine girmemiştir! Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Yazılanlara göre, Bin Ladin ile Suudi Ailesi’nin yakınlığı ve petrol ortaklıkları
nedeniyle, Suudileri darıltmamak pahasına bu olay göz ardı edilmiştir.15
11 Eylül’de İstihbarat Skandalı
Amerikan yönetiminin 11 Eylül’den önce saldırıdan haberdar olmasına karşın bunu
engeleyememesi/engellememesi 11 Eylül sonrası ABD’de bir istihbarat skandalına yol
açmıştı. Amerikan muhalefeti bu bilgilere dayanarak sorumluları istifaya davet etmişti.
İddialara göre FBI yöneticilerine, Rusya, Fransa, Libya ve Sudan devletleri benzeri bir saldırı
ihtimali konusunda verdikleri istihbarat raporlarını Bush yönetimi ciddiye almamıştı.
Kimi örnekler: Libya, Usame ile ilgili Interpol tutuklama isteğinde bulundu, ciddiye
alınmadı. Yemen’deki El Kaide saldırısını araştırmak isteyen New York Güvenlik Sorumlusu
John O’Neill’in Yemen’e gitmesine izin verilmedi.
Usame böbrek rahatsızlığından Dubai Amerikan Hastanesi’ne yattığında CIA ajanı
Larry Mitchell 12 Temmuz 2001’de kendisiyle konuştu. Le Figaro buluşmayı saptadı. Suudi
İstihbaratı’nın Başkanı Prens Türki el-Faysal da Usame’yi ziyaret etti.
Fransız Genel Haberalma Örgütü Amerikan toprağında da saldırılar olacağını iletti.
Pakistan İstihbarat Başkanı M. Ahmed ABD Dışişleri Sekreter Yardımcısı M. Grossman’la 4
Eylül’de konuştu. Aynı kişi 11 Eylül saldırısının bir numaralı sanığı Atta’ya 100 bin dolar
ödemişti.16
Son istihbarat skandalı ise şuydu: 11 Eylül’den bahseden Arapça telefon konuşmaları
Amerikan istihbaratı tarafından kaydedilmiş, ama ancak 11 Eylül’den sonra çevrilmişti.17
Bir başka iddia ise saldırılar konusunda bilgi sahibi olan MOSSAD’ın kasıtlı olarak
ABD’li meslektaşlarına bilgi aktarmadığıydı. ABD’de yürütülen çok gizli bir soruşturmanın
sonuçları, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın, Arap eylemcilerin 11 Eylül planını çok
önceden haber aldığını, hatta eylemcileri adım adım izlediğini gösteriyor. Gerçi MOSSAD,
CIA’yı muhtemel bir saldırı konusunda uyarmıştı fakat bu uyarı saldırıları önleyecek düzeyde
bilgi aktarmaktan çok uzaktı. Dolayısıyla şimdilerde Amerika’da İsrail’in kasıtlı olarak bu
bilgileri sakladığı ve böylece ABD saldırganlığının önünü açtığı düşünülüyor.
“El Kaide Militanları ABD Üslerinde Eğitildi”
Eylemden bir kaç gün sonra ortaya atılan iddialarda olayın arka planı ile ilgili çarpıcı
iddialar ortaya atıldı. Bu iddia 11 Eylül eylemine katıldığı resmen açıklanan kişilerin, özel
uçuş kurslarının yanısıra ABD üslerinde de uçuş eğitimi aldıklarına dayanıyordu.
İddia ilk olarak Newsweek dergisince ortaya atıldı. Dergiye göre ABD askeri
kaynakları, FBI’a uçak kaçıranlardan beş kişinin 1990’larda ABD askeri üslerinde eğitim
aldıklarını açıklamışlardı.
Knight Ridder isimli haber ajansı da 11 Eylül’ün en önemli isimlerinden Muhammed
Atta’nın Montgomery/Alabama’daki Maxwell Air Force üssündeki Uluslararası Subaylar
Okulu’nda, Abulaziz Alomori’nin Texas’taki Brooks Air Force üssünde, Said Alghmadi’nin
de Monterry/Kaliforniya’daki Defence Language Institute’de eğitim aldıklarını bildiriyordu.
Le Figaro da benzer bir haber yaparak Usame bin Ladin’in eylemden iki ay önce
Dubai’de Amerikan askerlerinin kendisini yakalamak yerine kendisiyle görüşüp geçmiş olsun
bile dediklerini yazıyordu. Benzer iddialar Washington Post tarafından da yayınlanmıştı.18
FBI tarafından olayın hemen ardından olayın failleri olarak gösterilen ve basına bile
açıklanan listenin de gerçekle uzaktan yakından alakasının olmadığı kısa süre içinde ortaya
çıktı. FBI’ın 19 kişilik eylemci listesinde yeralan isimlerden dokuzunun sağ olduğu öğrenildi.
FBI Başkanı Robert Muller de 20 ve 27 Eylül 2002 tarihlerinde CNN’de yayınlanan
açıklamalarında intihar eylemlerine katılanların kimlikleri konusunda hukuki kanıtlarının
olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştı.
11 Eylül Komisyon Raporu: ABD 11 Eylül’ü Biliyordu
11 Eylül saldırılarını araştırmak üzere kurulan komisyon tarafından hazırlanan rapor19
da ABD istihbaratının aylar öncesinden 11 Eylül saldırıları hakkında bilgi sahibi olduğunu
açıkça ortaya koyuyor.
Beyaz Saray tarafından görevlendirilen komisyon tarafından hazırlanan 800 sayfalık
Rapor’da Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) 1999 yılının başından itibaren El-Kaide ile
ilişkileri olduğu bilinen kişilerin telefon görüşmelerini dinlediği ancak elde edilen istihbarat
bilgilerinin diğer istihbarat birimlerine aktarılmadığı söyleniyor.
Raporda CIA ve FBI dahil bütün ABD istihbarat ağı “ABD topraklarındaki olası terör
tehdidini yanlış değerlendirmek ve belirtileri görmemekle suçlanıyor.
2000’de San Diego’da bulunan bir FBI muhbiri ilişki kurduğu El Mihdar ile El
Hazmi’nin adlarını birimlerine bildiriyor. CIA bu iki kişinin bir kaç ay önce Malezya’da ElKaide toplantısına katıldığını biliyordu ancak bu bilgiyi FBI’ya göndermedi. Bu iki kişinin
adlarının istihbarat birimlerine aktarılması aylar aldı. Bu kişilerin şüpheli listesine alınması ise
saldırıdan bir kaç hafta önce gerçekleşti.
Buna rağmen raporda bu çapta bir olayın istihbarat bilgilerinin diğer istihbarat
birimlerine ulaştırılmaması sadece bir ihmal olarak değerlendiriliyor.
Elbette bu rapor sonuçta Amerikan devleti tarafından hazılanmaktadır ve belli ipuçlarını
yansıtmakla beraber bu ipuçlarından yola çıkarak 11 Eylül’ün ABD tarafından bilindiği hatta
ABD derin devleti tarafından tezgâhlandığı gibi bir çıkarsamada bulunması mümkün değil.
Ancak rapordaki bilgileri değerlendirerek bile olayın ABD derin devleti tarafından bilindiği
görülebilir.20
Komisyon Raporundaki Önemli Ayrıntılar
11 Eylül Komisyonu’nun raporuna bütün olarak bakıldığında aslında ABD’nin bu
saldırıları rahatlıkla önleyebileceği görülmektedir. Rapordaki önemli noktaları kısaca
hatırlatmak gerekirse;
1998’de Usame Bin Ladin tarafından yayınlanan fetva niteliğindeki bir açıklamada
“İslâmın kutsal yerlerindeki Amerikan işgalinden ve müslümanlara düzenlenen saldırılardan
ötürü sivil, ya da asker, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerikalıyı öldürmeye çalışmak
bir müslümanın üzerine farzdır” denilerek ABD açıkça hedef gösterilmişti. Bu fetvanın
hemen ardından Ağustos 1998’de El-Kaide Nairobi, Kenya ve Dar es Selam’daki Amerikan
elçiliklerine eş zamanlı bir bombalı saldırı düzenledi. Saldırılar, 12 Amerikalı dahil 224
kişinin ölümüyle sonuçlandı.
Aralık 1999’da, Ürdün Polisi, Amerikalı turistlerin bulunduğu otellerin ve diğer yerlerin
bombalanması planlarına engel oldu.
Ekim 2000’de Yemen’de bulunan bir El-Kaide ekibi, USS Cole destroyerinin bir
tarafında bir delik açmak için patlayıcı dolu bir bot kullandı, gemi batırıldı ve 17 Amerikan
denizci öldürüldü.
Bu olaylar ABD yönetimine İslâmcı teröristlerin Amerikalıları kitleler halinde
öldürecek eylemlere girişeceğini gösterebilecek kanıtlardı.
ABD istihbaratı 11 Eylül eylemcilerine ilişkin ellerinde pek çok şüphe uyandıran kanıt
bulunmasına karşın bu isimlerin hiçbirini izleme gereği duymamıştır. FBI ve CIA’nın yaptığı
istihbarat hataları yüzünden eylemcilerden Hazmi ve Mihdhar izlenmemiş, iki eylemci
Bangkok’a gittikten sonra takip edilmemiş, ayrıca ABD’de bu iki ismi bulmak için gereken
adımlar atılmamıştır. Yine vize başvurularında yapılan sahtekârlıklar ve hileli yollarla alınan
pasaportlar farkedilmemiştir. Bu ve benzeri pek çok hata sonuçta 11 Eylül eylemcilerinin
deşifre edilmesini ve yakalanmasını engellemiştir.
ABD yönetiminin de tıpkı istihbarat birimleri gibi büyük hataları olmuştur. Komisyon
raporu ABD yönetimini de şu sözlerle eleştirmektedir: “Güvenli söyleyebileceğimiz şey,
ABD hükümetinin 1998’den 2001’e kadar El-Kaide entrikasının gelişmesini geciktirecek
veya rahatsız edecek ölçütlerden hiçbirini hayata geçirmediğidir. Hükümetin içinde hayal
gücü, siyaset, kapasite ve yönetim zaafları vardır”21
“11 Eylül öncesi Savunma Bakanlığı’nın El-Kaide’ye karşı koyma misyonuyla tam
olarak donandığı ve belki de ABD’yi tehdit eden en tehlikeli düşmanın El Kaide olduğu fikri
üzerinde düşündüğü söylenemez” sözleri de komisyon raporunda ABD yönetiminin zaaflarına
yönelik bir diğer değerlendirme.
Raporun sonuç bölümleri ise daha çok çözüme yönelik yapılması gerekenler ve alınması
gereken tedbirlere yönelik tavsiyeler içermekte. Bu tavsiyelerden en önemlisi “Ulusal bir
kontr-terör merkezinin kurulması”.
Elbette bu kontr-terör merkezinin ne tür çalışmalar yürüteceğini tahmin edebiliyoruz.
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Mayıs ayında Askeri Akademi West Point’te yaptığı
bir konuşmada “küresel bir kalkışmaya” karşı savaştıklarını açıklamıştı.
Rumsfeld’in küresel kalkışmaya karşı “sürekli savaşım” olarak ortaya koyduğu şey
ABD veya müttefiklerinin isteklerine karşı çıkan bütün ülkelerin sürekli savaşın muhatabı
olacağını gösteriyor.
Sydney Morning Herald’da yer alan bir haber ise ABD’nin bu yeni “açılım”ını daha iyi
görmemizi sağlıyor. Habere göre Pentagon, tüm dünyayı saran 1000’den fazla ABD üssünden
ayrı olarak bir de küresel ordu kurmak için Kongre’ye 700 milyon dolarlık bir ek paket
sunmuş. Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in Kongre Silahlı Hizmetler Komisyonu’na
yaptığı açıklamada, bu kaynağın terörizme ve kalkışmaya karşı yerel güçlerin (yalnızca ordu
değil-işbirlikçi sivil güçlerin, gizli örgütlerin vb...) oluşturulması, silahlandırılması ve
eğitilmesi için kullanılacağını açıklamış.22
Bu da gösteriyor ki 11 Eylül’ün ardıdan Ortadoğu’yu kana bulayan ABD dünya çapında
daha kanlı terör faaliyetlerine girmekten çekinmeyecektir. ABD açısından yalnızca ABD’ye
direnen ülkeler değil herkes artık birer hedeftir.
Sansürlenen Bilgi: Bush-Suud İşbirliği
11 Eylül Komisyon Raporu’nun açıklanan 850 sayfalık kısmı zaten önemli ölçüde
tezlerimizin haklılığını kanıtlamaktadır. Ancak bir de Beyaz Saray tarafından sansürlenen 28
sayfalık kısım var ki bu sayfalarda yer alan bilgilerin olayın perde arkasındaki ilişkilere
yönelik önemli bilgiler içerdiği öne sürülüyor.
Beyaz Saray tarafından rapordan çıkarılan bu sayfalarda neler yazılıydı? Sorular daha
çok Suudi Arabistan’ın rolü üzerinde yoğunlaşmakta. Bush ailesi ile Suudi Ailesi arasındaki
ticari ilişkiler düşünüldüğünde, rapordan Bush-Suudi işbirliğini deşifre edecek bilgilerin
çıkartıldığını söyleyebiliriz. Bu tespiti doğrulayan bir değerlendirmeyi Komisyon
Raporu’ndan aynen aktaralım: “...11 Eylül öncesi, Suudi ve ABD hükümetleri, istihbarat
bilgilerini tam olarak paylaşamadılar ve El-Kaide örgütünün mali kaynaklarının izini sürmek
ve dağıtmak için yeterli ortak çabayı geliştiremediler.”
Bu tespitin ardından insan ister istemez bu çabanın niye gösterilmediğini merak ediyor.
Ancak Bush-Suudi ilişkilerini bilenler için bu tespit hiç de şaşırtıcı değil.
Bush ailesinin Suud’ların yanısıra Ladin ailesi ile de ticari ilişkiler içinde olduğu
söylenmektedir. Baba Bush, Bin Ladin’lere de ticari ilişkileri olan “Carlyle Grubu” isimli
Amerikan müteahhitlerinin başdanışmanlığını yapmaktadır. Oğul Bush’un da Teksas Valisi
olmadan önce aynı gruba bağlı olan Caterair adlı şirkette hisse sahibi olduğu ve 75.000 dolar
maaş aldığı söylenmektedir.
Bu iddialar ışığında baktığımızda 11 Eylül raporundan Suudilerle Bush ailesi arasındaki
ilişkilerden bahseden sayfaların kimler tarafından ve neden sansürlendiğini daha iyi
anlayabiliyoruz.23
Craig Unger de “House of Bush-House of Saud” adlı kitabında Suudi Sarayı ve Bush
ailesi arasındaki ilişkilere dair önemli bilgiler aktarmaktadır.24
Unger’e göre ABD’nin tarihindeki bu en büyük terör eylemi, Suudi Sarayı ve Bush
Sarayı olarak adlandırdığı çevreler arasındaki otuz yıllık bir geçmişin ürünüdür.
Suudi Sarayı çevresi: Suudi Kraliyet ailesi ve milyar dolarlık gelirleri olan Suudi ticari
çevresinden oluşmaktadır. Prens Bandan Bin Sultan (Suudi Arabistan Büyükelçisi) Bush’ların
yakın dostu ve Suudilerin ABD’deki çıkarlarının en yetkin temsilcisi olarak görülmektedir.
Halid bin Mahfouz Suudi Arabistan’ın ilk ve en büyük bankası olan Suudi Arabistan Ulusal
Ticaret Bankası’nın kurucusu, sahibi ve BCCI (Uluslararası Kredi ve Ticaret Bankası)’nın en
büyük ortağıdır. Salem Bin Ladin ise Usame Bin Ladin’in kardeşi ve Suudi Bin Ladin
grubunun yöneticisidir. Bu grup Suudi Arabistan’da kraliyet ailesi tarafından kollanmakta ve
ülkenin tüm alt yapı antlaşmaları kendileriyle yapılmaktadır.
70’lerde ABD’ye James Baht adlı ikinci el uçak satıcısı tarafından getirilen Bin Ladin
ve Bin Mahfouz, Houston’da siyasi ve ticari çevrelerle ilişki kurarak Suudi-ABD ilişkilerinin
önemli figürleri haline gelmektedirler. Baht ise iki Suudi milyarderi ile kurduğu ilişkiler
sonucu onların ABD’deki temsilcisi olmuştur. Baht, Teksas Ulusal Hava Savunması’nda
Bush Sarayı mensuplarıyla çalışmış ve bu iki çevre arasındaki bağlantıyı sağlamıştır.
Bush ailesi de üç nesildir petrol işleriyle uğraşmaktadır. George H. W. Bush, siyasete
atılmadan önce Teksas’ta bağımsız petrolcüdür. Ayrıca CIA başkanlığı görevi de yapmıştır.
Carlyle Grubu ile Bush ailesinin bağlantıları da son derece ilginçtir. Carlyle Grubu,
Bush-Reagan döneminin önemli figürlerini bünyesine katarak savunma, teknoloji, enerji, silah
gibi önemli sektörlerde faaliyet göstermeye başlamıştır.
George W. Bush da babası gibi bağımsız bir petrolcü olarak işe başlamış ve Suudiler
tarafından babasının siyasi kariyerinin etkisiyle batmakta olan şirketleri ederinin çok üstünde
fiyatlarla satın almıştır.25 Bush ailesi bu ilişkiler ağıyla edindikleri ekonomik kaynağı siyasi
faaliyetlerinin finansmanında kullanmaktadırlar.
Bush 11 Eylül’den Sonra Ladinleri Neden Kaçırdı?
Bush ve Ladin arasındaki ilişkiyle ilgili en son iddia ise ABD’li ünlü yönetmen Michael
Moore’un “Dude, Where Is My Country” isimli kitabında dile getiriliyor. Moore’un iddiasına
göre Bush, 11 Eylül saldırısının hemen ardından iş ilişkisi içinde olduğu Ladin ailesinin 24
üyesini apar topar bir uçağa bindirterek Fransa’ya gönderdi ve FBI tarafından
sorgulanmalarını engelledi.
Moore, Başkan Bush’a 11 Eylül’den sonra 24 saatliğine hava uçuşları yasaklanmasına
rağmen Suudi hükümetine ait özel bir uçakla Ladin ailesine mensup 24 kişinin çıkıp gitmesine
neden izin verildiği sorusunu yöneltiyor.
Moore’un Suudi kraliyet ailesinin ABD ekonomisi içindeki yerine ilişkin tespitleri de
son derece önemli. Amerika pazarının günlük 1.5 milyon varil Suudi petrolüne bağımlı
olduğunu söyleyen Moore, Bush’a Amerikan ulusal güvenliğinin Suudi ailesinin insafına
kalıp kalmadığını sorarak Suudi sermayesinin ABD’deki etkisini sorguluyor.26
Bütün iddialar ışığında bu iki hanedan arasındaki ilişki inkar edilemeyecek bir gerçek
olarak ortadadır. Ancak buna rağmen şimdiye kadar bu ilişkilere dair neredeyse hiç bir
araştırma yapılmamıştır. Komisyon raporu örneğinde görüldüğü gibi bu kirli ilişkiler ağı bir
şekilde hasır altı edilmiştir.
ABD 11 Eylül’ü Neden Görmezden Geldi?
CIA ve FBI’ın aylar öncesinden haberdar olduğu ve yine İsrail başta olmak üzere bir
çok ülkenin istihbarat örgütlerinin Amerikan istihbaratını uyardığı böylesi büyük bir saldırı
neden engellenmedi? Göz göre göre gelen saldırının istihbarat bilgileri kimler tarafından niçin
hasır altı edildi?
Bu soruların cevaplarını bulmak için ABD’nin 11 Eylül öncesinde ve sonrasındaki
konumunu ve ABD derin devletinin üst düzey isimlerinin bu süreçteki rollerini
değerlendirmek gerek.
11 Eylül öncesinde ABD dünyanın pek çok farklı ülkesinde askeri üsler
bulunduruyordu. ABD emperyalizmi Gladio türü gizli örgütler vasıtasıyla hedef ülkeleri
denetim altına almaya çalışıyordu. Darbe girişimleri, siyasi entrikalar, ayaklanmalar gibi ABD
derin devletinin değişmeyen mekanizması çalışıyordu.
Oysa, bugün 11 Eylül’ün ardından geçen üç yılda ABD Afganistan’dan Irak’a kadar pek
çok bölgeye askeri olarak yerleşmiş durumda. ABD dünyaya hiçbir şekilde kabul
ettiremeyeceği işgal planlarını 11 Eylül sayesinde meşrulaştırdı. ABD’nin “terörle savaş”
doktrini, ABD karşıtı güçleri bile ABD’yle yanyana getirdi.
ABD şimdi dünyanın istediği bölgesinde istediği gibi at koşturabiliyor, istediği ülkeleri
terörist ilan edip Irak’ta olduğu gibi saldırı tehdidiyle korkutuyor.27
Kısacası 11 Eylül ABD’ye hiç beklemediği bir hareket alanı ve meşru saldırı hakkı
yaratmış durumda.
Gerçi işler hiç de ABD’nin istediği biçimde gelişmedi, ABD egemenlik kurmak istediği
Ortadoğu’da büyük bir direnişle karşılaşıp Irak ve Afganistan’da hezimete uğradı, ama bu
gerçekler ABD’nin hegemonyacı emellerini gerçekleştirmek için 11 Eylül’e göz yumduğu
gerçeğini değiştirmiyor.
Pearl Harbor’dan 11 Eylül’e Amerikan Tezgâhları
“ABD niçin binlerce vatandaşının ölümüne yol açan 11 Eylül gibi büyük bir saldırıya
göz yumsun” diye soranlara tarihten bir ders olarak Pearl Harbor’ı hatırlatmak faydalı olur.
Pearl Harbor, ABD derin devletinin kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiç bir sınır
tanımadığını, hatta kendi vatandaşlarının bile bile ölmelerine göz yumacağına tarihten iyi bir
kanıt.
11 Eylül’ün hemen ardından piyasaya çıkan Joseph E. Persico’nun “Roosevelt’s Secret
War: FDR and World War II Espionage” adlı kitabında Pearl Harbor olayıyla ilgili çarpıcı
açıklamalar bulunuyor. Persico’ya göre Amerikan yönetimi İkinci Dünya Savaşı’na karşı
çıkan Amerikan halkının tepkisini azaltmak ve savaşı kamuoyuna kabul ettirmek için Pearl
Harbor’u kullanmıştı. Japonların Pearl Harbor saldırısını önceden haber alan ABD yönetimi
tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi gelen istihbarat bilgilerini hasır altı ederek saldırının
engellenmesini önledi. Sonuçta 4’ü savaş gemisi olmak üzere 18 ABD gemisi Japonlar
tarafından batırıldı. Saldırıda ölen ABD askerlerinin sayısı ise tamı tamına 2000’di.
Pearl Harbor gibi binlerce askerin gözden çıkarıldığı bir örnek önümüzde dururken
“ABD 11 Eylül’e neden göz yumsun?” gibi sorular anlamını yitirmektedir.
Pearl Harbor bir yana Vietnam Savaşı’nın da bir Amerikan tezgâhı olduğu ve dünya
tarihine damgasını vuran bu savaşın bile bir Amerikan komplosu sonucu çıkartıldığı
söylenmektedir.
11 Eylül’ü Bilenler Borsada Nasıl Ortaya Çıktı?
11 Eylül’ün Amerikan derin devleti veya siyonist elit tarafından önceden bilindiğine
dair bir işaret olarak da 11 Eylül’ün hemen öncesindeki borsa işlemlerini örnekleyebiliriz.
Araştırmacı Michael C. Rupert’in yazdığına göre bu borsa işlemleri aynı zamanda CIA
bağlantılı.28 Borsa işlemleri ile ilgili kuşkuları ilk gündeme getiren “Herzliyya International
Policy Institute for Counterterrorism” adlı İsrail kurumu. Enstitünün verdiği bilgilere göre 6-7
Eylül günlerinde Chicago Borsası’nda United Airlines şirketine ait hisseler her zamankinden
çok işlem görmüş. Bu “içerden bilgi” sayesinde birilerinin beş milyon dolar kazandığı tahmin
ediliyor.
Aynı olay bu sefer de 10 Eylül günü American Airlines için gerçekleşmiş ve biri 4
milyon dolar kazanmış. Diğer havayolları şirketlerinde herhangi bir değişiklik olmazken 11
Eylül’de adı çokça geçen bu iki şirketin hisselerinin 6 kat işlem görmesi bir rastlantı olabilir
mi?
Yine Enstitü’nün raporuna göre DTM’nde 22 kat işgal eden Morgan Stanley Dean
Witter&Co. şirketinin hisseleri de 11 Eylül’den hemen önceki günler boyunca yoğun ilgi
görmüş ve birileri 1.2 milyon dolar kazanmış. Aynı koşullar içindeki Merril Lynch & Co.
şirketinin hisseleri sadece günde 252 işlem görürken 11 Eylül’ün hemen öncesinde 1200 kat
artarak 12215 işleme yükselmiş. Bu sayede kazanılan tutar 5.5 milyon doları buluyor.
İşin daha da ilginç tarafı United Airlines hisselerinde oynayan bankanın CIA’nın üç
numaralı koltuğunda oturan A. B. Krongart tarafından yönetiliyor oluşu. CIA Başkanı George
Tenet, aynı Krongart’ı yanına danışman olarak almış, 1998 yılında.
Krongart’ı bugünkü koltuğuna oturtan ise George W. Bush.29
ABD’nin İslam Düşmanlığı
Bilindiği gibi, “Soğuk Savaş”ın bitiminde 34 ülkenin katıldığı, 1990 Kasım ayının
sonlarına don sonlarına doğru “Paris Şartı” imzalanmıştır; Baba Bush tarafından söylendiği
öne sürülen söylemlerden ikisini yinelemek istiyorum:
w Bugüne kadar savaşlar Doğu-Batı yönünde süregelmiştir. Artık, zengin Kuzey ile
yoksul Güney arasında cereyan edecektir (Mealen).
w Bundan sonra düşmanımız İslam’dır.
1990’lı yıllarda İslamı düşman ilan eden ABD’nin, CIA’nın yetiştirdiği Bin Ladin’in
kendi hedeflerine saldırmasına göz yummasının anlamı tüm boyutlarıyla bugüne kadar
değerlendirilmiş değildir. Bin Ladin dışında da dünyanın her yerinde “radikal İslamcı”
grupları eyleme itip bir anlamda ABD’nın bugünkü saldırganlığını haklı çıkarmak için ortam
hazırladığını söyleyebiliriz.30 Daha sonra da NATO Başkumandanı Orgeneral John Galvin
aynı doğrultuda açıklama yapmıştır:
“Ana tehlike komünizm zayıfladı ancak şimdi yeni tehlikeler var. Bu tehlikelerin
başında İslam köktenciliği geliyor.”31
2000 yılında bilindiği gibi Dünya Ticaret Merkezi’ni (DTM) Arap asıllı eylemciler
bombalamış, 240 yıl hapse mahkum olan Muhammed Salameh, asıl baskının gelecekte
yapılacağını ifade etmiştir. Bu kişinin 5 Eylül 1972 Münih olimpiyat baskınını düzenleyen Ali
Hasan Selemeh’in akrabası olduğu ve Hasan Salameh’ın CIA ajanı olduğu açıklanmıştır.
Bu kişilerin bir kaçının Yakın Doğu’yu karıştırmak için CIA ile ilişkiye geçtiği de
basına yansımıştır.
Oklohama Bombacısı Timothy Mc Veigh, eylemi nedeniyle elektrikli sandalyede
öldürülmüştür. Bu kişinin, “bireysel terörist” olarak nitelenmesi, kanımca akla ve mantığa
uygun düşmez. Çünkü, eylemde kullanılan bombanın Ordu malı olduğu belgelenmiş,
yazılmıştır. ABD’nin Körfez Savaşı kahramanı olan bu kişinin ölürken söylediği savaş karşıtı
sloganlar bir örgüte çağrışım yapmaktadır. Eğer Mc Veigh’in örgütsel bağlantısına
inilebilinseydi ABD içinde ABD karşıtı radikal örgütler ortaya çıkabilir, 11 Eylül Baskını’nın
iç boyutu saptanabilirdi.
11 Eylül Baskını’ndan yaklaşık 1 yıl önce maddi hiçbir gereksinimi bulunmamasına
karşın ABD Derin Devleti’nin 1 No’lu temsilcisi David Rockefeller, aynı bölgede bulunan
gökdelenini neden sattı? Acaba saldırıdan haberdar mıydı?32
Medyaya yansıdığına göre, İsrail İstihbarat Örgütü MOSSAD böyle bir “baskının”
olacağından ABD yönetimini önceden haberdar etmiştir.33 ABD de olası bir baskına karşı
Haziran 2001’den bu yana teyakkuz durumuna geçmişti.34
ABD olası bir baskından, önceden haberdar olduğu ve alarm durumuna geçtiği halde
baskını önleyememiştir. Kanımca, bu olgu tek başına ABD’nin aczini ve güçsüzlüğünü
kanıtlamak için yeterlidir... 11 Eylül Baskını ardında ABD Derin Devleti’nin parmağı uzun
erimli bir süreçte aydınlığa kavuşacaktır diye düşünüyorum.
ABD’den İslam Dünyasına Yeni Mesaj
Komisyon Raporu’nda yeralan önemli bir nokta da İslam’a yönelik değerlendirmeler.
Bilindiği gibi Bush 11 Eylül’ün hemen ardından ABD’nin bir Haçlı saldırısına
girişeceğinden bahsetmiş ve İslam’ı düşman ilan etmişti. Haçlı Seferi’nden kastedilen de
aslında müslüman coğrafyaya karşı girişilen bir Hristiyan saldırısından başka bir şey değildir.
Oysa Komisyon Raporu’nda Bush’un açıklamalarından farklı yaklaşım sergilenmektedir.
Raporda İslam-terörizm ilişkisi hakkında şu tespitler bulunmaktadır: “Düşman sadece
terörizm değil. İslam içinde bir azınlığın, siyaseti dinden ayırmayan ve böylece ikisini birden
çarpıtan höşgörüsüzlük geleneğinin ürünü Bin Ladin ve diğerlerinin yarattığı İslamcı terörizm
tehdidi. Düşmanımız dünya çapında bir inanç sistemi olan İslamın kendisi değil, İslamdan
sapanlardır”
Bu tespit ABD Başkanı Bush’un genel olarak ABD’nin İslam hakkındaki görüşleri
açısından bir farklılığa işaret etmektedir. Komisyon Raporu’nda farklı bir tanımlama
getirilerek düşman İslam değil “İslam’dan sapanlar” olarak tanımlanmaktadır. Burada
ABD’nin İslam dünyasna yönelik bir mesaj kaygısı olduğu görülmektedir. ABD, Afganistan
ve Irak saldırılarının ardından yükselen tepkiyi bu şekilde dizginlemek istemektedir.35
Raporda yeralan bir diğer önemli tespit ise ABD’nin muhtemel ve çok daha yakıcı
sonuçlar doğuracak eylemlere karşı hazırlıklı olması çağrısıdır.
Tedbir olarak da üç aşamalı bir strateji önerilmektedir:
1. Teröristlere ve örgütlenmelere saldırı.
2. İslamcı terörizmin sürekli gelişimini engelleme.
3. Terörist saldırılara karşı hazırlık ve savunma.
Bu önlemlerin amacı da sürekli olarak gelişme gösteren İslamcı terörün önüne geçmek
olarak belirtilmiş. Bunun yanısıra “İslam dünyasında Amerikan idealleri daha iyi açıklanmalı
ve savunulmalıdır. Öğrenciler ve hükümet dışı liderler de dahil olmak üzere daha fazla insana
ulaşmak için kamuoyu oluşturma amaçları daha güçlü kullanılmalıdır” sözleriyle de yeni
stratejinin esasları belirtilmiş.
Elbette bunlar ABD’nin kendi çözüm önerileri. Ancak bu önerilerin ne derece çözüm
alıcı olacağını yaşayarak göreceğiz. ABD şimdiden bütün ezilen uluslara yönelik büyük bir
cephe açmış durumda ve özellikle Ortadoğu’da ABD’nin işgalci şiddet yönetimi büyük bir
Amerikan düşmanlığına yol açmış görünüyor. ABD kendi tetiklediği bu durumun sonuçlarına
katlanmak zorunda kalacak.36
11 Eylül’ün de gösterdiği gibi tedbir alarak bu tip saldırıların önünü kesmek mümkün
değil. Zira ABD’nin artık vurulabilir bir güç olduğu ortaya çıkmıştır ve dahası açılan gedik
yeni denemelerle daha da büyütülecektir. Ortadoğu’nun dinamikleri ve El Kaide’nin
genişlemesi ve güç kazanması düşünüldüğünde ABD için çanların çaldığını söylemek
yerindedir.37
Komisyon raporunda da bu gerçek itiraf ediliyor: “11 Eylül’den beri ABD ve
müttefikleri El-Kaide önderliğinin büyük kısmını öldürdü veya ele geçirdi; El-Kaide’ye
Afganistan’da sığınma hakkı veren Taliban’ı başsız bıraktı ve örgüte zararlar verdi. Yine de
teröristlerin saldırıları devam ediyor. Saldırıları engellemiş olsak da hemen hemen herkes geri
geleceklerini düşünüyor. Bu nasıl olabilir?
Sorun El-Kaide’nin sınırlı bir grup insanı değil, ideolojik bir hareketi temsil etmesi. Çok
uzun süre yönetemese de başlatıyor ve ilham veriyor. Bu yolla kendisini merkezi bir yapı
olmaktan kurtarıyor. Ladin kaçaklarla büyük saldırılar örgütlemek sorunuyla kısıtlanmış
olabilir. Yine de onu öldürmek veya ele geçirmek çok önemli olsa da, terörü
durdurmayacaktır. Onun mesajından esinlenen yeni bir teröristler kuşağı gelecektir.”
Afganistan, UNOCAL, ABD ve 11 Eylül...
11 Eylül’den sonra ABD yönetimi bilindiği gibi hemen saldırıyı gerçekleştirenin Bin
Ladin olduğunu ve Ladin’in de Afganistan’da olduğunu söyleyerek Afganistan operasyonunu
başlatmıştı.
Oysa ki Taliban yönetimi ABD’nin ilişki içinde olduğu, bir dönem desteklediği bir
yönetimdi. ABD yönetiminde yer alan kişilerin neredeyse hepsinin petrol şirketleriyle ilişkisi
vardı ve bunların bir kısmı da Taliban’la ilişkiliydi.
1996-98’li yıllarda ABD yönetiminin Taliban ile Afganistan’dan petrol ve gaz boru
hattı geçirmek için yaptığı pazarlık girişimleri sonuçlanmadı. Afganistan operasyonu
Amerikan petrol şirketlerinin istediklerini elde etmesinin önünü açacaktı.
O yıllarda UNOCAL adlı petrol şirketi Afganistan’a yerleşmiş ve Hamit Karzai şirket
danışmanlığına getirilmiştir.38 UNOCAL şirketinin bir diğer danışmanı ABD saldırganlığının
bir numaralı temsilcisi dünya emekçi halklarının amansız düşmanı, ABD Derin Devleti’nin
etkin üyesi ve siyonist Henry Kissinger’in Afganistan’a müdahalenin öncülüğünü yapması
anlamlıdır.
Yine aynı tarihlerde bir başka ABD petrol şirketi Çin’e uzanmış ve bu yapılanma içinde
George W. Bush’un Güvenlik Danışmanı Condolezza Rice’ın yeralması sizce bir rastlantı
mıdır?
Şimdi bu ilişkilere biraz daha yakından bakalım. UNOCAL adlı petrol ve gaz üretim
firmasının Dış İlişkiler Başkanı John J. Marresca, Amerikan Kongresi’ndeki bir alt komisyon
toplantısında şöyle konuşuyordu:
“Sonuç olarak Afganistan bizim düşündüğümüz petrol boru hattı için en az teknik engel
içeren güzergahtır. Biz Hazar bölgesi petrollerini Asya pazarına ve Arap denizinden
istediğimiz yerlere ulaştırabilmek için Afganistan üzerinden geçen yeni bir İpek Yolu açmayı
öneriyoruz. Amerikan hükümetini gerçek ve büyük bir işin başarısına yardım etmeye
çağırıyoruz.”39 Sonuçta Amerikan hükümeti UNOCAL’ın yardımına koşmuştur. Bu noktada
kanıt beklemeden Afganistan’ı vurun diyen Kissinger’ın, ABD’nin Afganistan özel temsilcisi
Zalmay Halilzad’ın ve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai’nin UNOCAL danışmanlığı
yaptıklarını da hatırlayalım.
UNOCAL firmasının “Yeni İpek Yolu” olarak adlandırdığı proje Asya’daki enerji
kaynaklarının Amerikan şirketlerinin kontrolüne geçmesi gerektiğine ve ABD yönetimlerinin
de bunun için gerekli siyasi çalışmayı yürütmesine dayanıyordu. UNOCAL ve Enron
firmalarının bu amaçla pek çok farklı işbirliğine de girdikleri ve ortak hareket ettikleri de
biliniyor. UNOCAL’ın Taliban’la arasının bozulması ise çıkar uyuşmazlığından
kaynaklanmıştır. UNOCAL’la Taliban arasında 1996’da Houston’da varılan anlaşma 1998’te
Taliban’ın yıllık 100 milyon dolardan fazla para ve hatta kendi ihtiyacı için bir kapak açmak
istemesi üzerine bozuldu. Aynı yıl Marresca da bu konuşmayı yaptı. Afganistan
operasyonunun tarihi ise üç yıl sonradır.
Albion Monitor gazetesinin haberine göre de ABD yönetimi Enron’un Hindistan’daki
santralına taşınacak gazın Afganistan geçişi için Taliban’la görüştü, 43 milyon dolar verdi.
Görüşmeler kilitlenince bombalama tehdidinde bulundu.40
Enron’la ilgili bir ayrıntı daha. Beyaz Saray’ı zor durumda bırakan Enron skandalı
hakkındaki soruşturmayı durduran da 11 Eylül oldu.
Afgan işgalinden yaklaşık dört yıl önce bir ABD paraşüt tugayının 19 saat durmaksızın
uçup Kazakistan’ın Çimkent bölgesine inmesi tatbikatını yöneten Orgeneral John Sheehan’ın
“Eğer buralarda bir kriz çıkacak olursa ve ABD’nin yardımını isterseniz yanınızda olup
sizinle savaşacağız”41 demesini, ABD’nin bölgedeki petrol ve gaz yataklarına egemen olmak
politikası ve Afganistan’ı işgal provası diye nitelersek yanılmış olmayız.
Amerikan Derin Devleti ve 11 Eylül
Örnekleri sayısız şekilde çoğaltabiliriz. Ancak burada noktalayalım. ABD Derin
Devleti’ni tüm boyutlarıyla algılamadan 11 Eylül Baskını’na ve bu olayı bahane ederek
Afganistan ve öteki çıkar alanlarına müdahale etmesine doğru tanılar konulabileceğini
sanmıyorum.
ABD emperyalizminin gündemini, Derin Devlet’in siyonist ve masonik bir
yapılanmanın işleyişi içinde olduğunu görüyoruz. Bu yapılanma 1833’lü yıllara kadar inen
gizli örgütlerden ve onların üyelerinden oluşmaktadır. Bu üyelerin büyük bir çoğunluğu Çok
Uluslu Şirketler’in sahip ve yöneticilerinden oluşmaktadır.
ABD Derin Devleti ve O’nun çıkarlarına göre dünyanın şekillenmesi Küreselleşme,
Yeni Dünya Düzeni vb. gibi söylemlerle dünya kamuoyuna yutturuluyor.42
Çoğunluğu ÇUŞ yöneticilerinden oluşan Bush kabinesi kendi ulusal çıkarlarını öne
çıkaran devletleri “Rouge State”43 diye tanımlayıp çeşitli yöntemlerle sindirme politikası
gütmektedir.
Görünen ABD devleti, görünmeyen devletin -Derin Devlet- taşeronluğunu yapmakta,
zaman zaman da bu iki güç arasındaki çatışma, başkanların öldürülmesi, seçim hilesi ve 11
Eylül Baskını gibi olaylarla sonuçlanabilmektedir.
Baba Bush’un Kuzey-Güney söylemine dönersek, ABD gizli örgüt yapılanmasını biraz
daha somuta alabiliriz diye düşünüyorum. 1833’lü yıllarda “Skulls and Bones Society” ve
1870’li yıllarda “Illimunati” adıyla çok gizli ve çok seçilmiş kimselerden oluşan siyonist ve
masonik örgütlenme ağı 1921 yılında Rockefeller ailesinin girişimiyle “Commission on
Foreign Relation” (CFR=Dış İlişkiler Komisyonu) adlı gizli yapılanma Kuzey Amerika’da
kapitalist enternasyonalizmin gerçekleşmesi için kurulmuş ve bu yapılanma 1954 yılında
Avrupa’ya taşınarak “Bilderberg” örgütü kurulmuştur.44 Aynı yapılanma 1971 yılında
Japonya’ya taşınmış ve Trilateral Commission (TC=Üçlü komisyon) kurulmuştur.
Vurgulayıp yinelemek istiyorum ki, ABD istihbarat örgütlerini de denetime alan bu
örgütlenme siyonist ve masonik karakterde olup masonluk ilkeleri temelinde aşağıya doğru
(Rotary, Rotaract, Lions, Dinner, Propeller, vb...) yaygınlaştırılmış, uluslararası kapitalizmin
hem coğrafyasını hem de işbirlikçileri oluşturulmuştur.
O halde, ABD+Avrupa+Japonya’dan oluşan kuzey yarım küresi ülkelerinin örgütsel bir
biçimde kapitalist enternasyonalin denetimine girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu
coğrafyadaki uluslar G-8’ler adıyla örgütlenmiş ABD önderliğinde, ABD çıkarları ön planda
olmak koşulu ile kapitalist-emperyalist sömürüde anlaşmışlar ve kapitalizmi
“Trilateralizm”e45 dönüştürmüşlerdir. Aralarında zaman zaman yaşanan çelişki ve
sürtüşmeler görülse de özdeki yapılanma açıkladığım biçimdedir.
1833’lü yıllarda kurulan “Skulls and Bones Society” adlı örgüt şu anda en etkin bir
konumda bulunmaktadır. Şöyle ki, baba ve oğul Bush, siyonist ve masonik örgütler ağının, bu
en tehlikeli gizli örgütünün üyesidir. Örgütün mabedinde taş duvar üzerinde en azından iki
metre yükseklikte war (savaş) yazmaktadır. “Şahinler” kelimesinin bu açıklama karşısında
anlam kazandığını düşünüyorum.
Özetlersek:
- İngiliz Emperyalizmi’nden ABD emperyalizmi’ne geçiş küreselleşme söylemi altında,
tek kutuplu dünyada ABD’nin egemenliğinde Küresel Faşizm’e dönüştürülmek istenmektedir.
Yüzyılları kapsayan bu sürecin temel örgütü Masonluk’tur. Eğer Masonluk olmasaydı,
Emperyalist-kapitalist sömürülerini gerçekleştiremezlerdi. Tüm dünyada “Küresel
Seçkinler=Global Elite” diye örgütlenen işbirlikçiler bugün ABD ve yandaşlarının küresel
ihanetine aracılık etmektedirler.
- Temel felsefesi “Savaş” olan “Skulls and Bones Society” adlı masonik örgüte dede ve
oğul Bush’un üye olmaları ve özellikle bu kişilerin döneminde Dünya’nın kana bulanması
rastlantı sayılamaz.46
- ABD Derin Devleti üyeleri çoğunlukla masonüstü ve premasonik örgütlerin tümüne
üye olan çokuluslu şirketlerin patron ve yöneticilerinden oluşmaktadır. Görünen ABD devleti
ile işbirlikçi devletler ABD Derin Devleti’nin taşeronluğunu yapmak zorundadırlar.
Yaşamları bu hıyanete katlanmalarıyla olanaklıdır.
- Sanırım bugüne kadar ABD yönetimine bu boyutta çokuluslu şirket yöneticileri
gelmemiştir. Bush seçimleri döneminde döndürülen dolaplar ve seçim hilelerinin bu amaçla
yapıldığını düşünen ABD halkı 11 Eylül Baskını’nda önce çoğunlukta idi.
- Bush kabinesinin üyeleri ÇUŞ’ların özellikle “petrol lobisi”nin temsilcilerinden
oluştuğu için tüm dünyanın petrol ve enerji yataklarını ele geçirmek için ABD saldırganlığı
doruktadır. Aslında petrol savaşı emperyalizm ve küreselleşmenin olmazsa olmaz koşuludur.
Bush’ların Gizli Örgütü: Skulls and Bones Society
11 Eylül’ün perde arkasını anlayabilmek için 11 Eylül’ün aktörlerinin perde arkasındaki
ilişkilerini de bilmek gerekir.
Illuminati, Skulls and Bones Society, Bohemian Groove, Pilgrem Society, Atlantik
Konsül, Round Table gibi gizli örgütlerin varlığı çok az kişi tarafından bilinmektedir. Öyle ki
pek çok ülkenin istihbarat örgütlerinin bile bu örgütler hakkında bir bilgisi bulunmamaktadır.
Oysa dünya bu gizli örgütlerin istemleri doğrultusunda yönetilmektedir.
ABD’nin önde gelen isimlerin Brzezinski, Huntington, Kissinger, Wolfowitz, Richard
Perle ve Abromowitz, CFR (Dış İlişkiler Konseyi), Bilderberg ve Trilateral Komisyon gibi
gizli ve masonik karakterdeki örgütlerin de önde gelen isimleridir.
Dede ve oğul Bush’un üyesi bulunduğu Skulls and Bones örgütünden ayrıca
bahsetmekte yarar vardır. Kurukafa ve Kemikler Örgütü olarak da Türkçeleştirebileceğimiz
bu örgütün beyin takımını Bush’lar oluşturmaktadır.
Merkezi Yale Üniversitesi’nde olan örgüte her yıl sadece 15 erkek üye kabul edilmekte
ve bu üyeler ABD’de üst düzey mevkilere getirilmektedir.
Örgüt 1832 yılında Illuminati örgütünün bir uzantısı olarak William Russel ve Alphonso
Taft tarafından ABD’de kurulmuştur. Gelinen noktada Yeni Dünya Düzeni’nin en önemli
ideolojik ve politik merkezlerinden birisidir.
Bush’ların yanısıra önemli diğer örgüt üyelerinden bazıları şunlardır:
Morgan Stanley Bank’ın sahibi Morgan Stanley
Zapata Petrol’ün başkanı Richard Gow
Fortune dergisinin editörü Russel Davenport
New York Times’ın Genel Yayın Yönetmeni Amory Howe Bradford
New York Trust, Union Pasific, Boeing, Time gruplarının başkanı Artemus Gates.
Amerikalı Şahinlerin Derin İlişkileri
11 Eylül’ün ardından ortaya atılan pek çok iddia biraraya getirildiğinde ABD’nin
“terörle savaş” konseptinin mimarlarının neredeyse tamamının gizli birtakım çıkar ilişkileri
içinde oldukları da ortaya çıkmaktadır.
Ancak olayın asıl ilginç yanı bu ilişkiler ağının dönüp dolaşıp Ladin ve El-Kaide
üzerinde yoğunlaşmasıdır.
Fransa’da yayımlanan ve Jean Charles Brisard ve Guillaume Dasquie tarfından yazılan
“Yasaklı Gerçek: Bin Ladin” isimli kitap bu konuda bilinmeyen pek çok soruya ışık tutan bir
kaynak niteliğinde.
Dünya politik ve finans çevrelerine bomba gibi düşen kitapta ABD ve müttefiklerinin
El-Kaide örgütünün finans kaynakları hakkında gizlenen bütün bilgileri bir bir ortaya
dökülüyor. Kitaptan birkaç ilginç not vermek gerekirse: FBI’ın ikinci adamı olan John
O’Neil, Brisard’a “Usame Bin Ladin’in örgütünü dağıtabilecek tüm kilitler ve anahtarlar,
Suudi Arabistan’da bulunuyor. Ancak Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Kral Fahd’a karşı güçsüz
ve çaresiz” diyor. O’Neil Amerikalı diplomatların bu hiç de inandırıcı olmayan sözde
çaresizliğini ise petrol çıkarlarına bağlıyor.
Kitapta, Bush’a en yakın isimlerden Condoleeza Rice’la ilgili de önemli idialar
bulunmakta. Rice 1991’den 2000’e kadar dünyanın sayılı petrol şirketlerinden birisi olarak
gösterilen Chevron Grubu’nun Kazakistan ve Pakistan açılımlarından sorumlu müdürü olarak
görev yapmıştır. Chevron Grubu’nun denetimindeki Tengizchevroil Konsorsiyumu’nun bütün
politikaları bizzat Rice tarafından çiziliyordu.
Görüldüğü gibi ABD Derin Devleti’nin yöneticilerinin çıkarları söz konusu olduğunda
her yol mubahtır. Örneğin ABD yönetimi 1995’te Afganistan’da iktidarı ele geçiren Taliban
ile üç yıl süren bir pazarlık yürüttü. Bu pazarlıklar tam sonuçlanmak üzereyken gelen
Ladin’in Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerini bombalaması olayı petrol ve
doğalgaz alışverişini engelledi. Taliban yönetimi de esasen bu saldırılardan sonra ABD ile
düşman konuma geldi.
ABD ayrıca Türkmenistan’daki zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına uygun bir
güzergâh arıyordu ve Taliban ABD çıkarları için bulunmaz fırsattı. Taliban’ın ABD
desteğiyle iktidara taşınmasının ardına yatan gerçek budur.
ABD’nin petrol devi Unocal Taliban liderlerini Houston’da ağırlamış ve
petrol/doğalgaz ticaretinden komisyon bile önermişti. Yani ilişkiler bu derece ileri
düzeydeydi. Ancak Ladin’in ardı ardına gelen bombalama eylemleri işin rengini değiştirdi.
Zira Taliban, El Kaide’ye sığınma hakkı tanıyarak topraklarında barınmasına izin
vermekteydi.
Bunun üzerine ABD’nin Afganistan’a müdahalesi konuşulmaya başlandı. 11 Eylül bu
müdahale planlarının tartışıldığı bir dönemde gerçekleşti ve kabul etmek gerekir ki ABD için
iyi bir bahane oldu.
Yalnızca bu bilgiler bile ABD içindeki istihbarat skandallarının ve çekişmelerin
nedenlerini anlamak için yeterince ipucu vermektedir.
Gerçekte El-Kaide ile ilgili bütün bilgiler ABD istihbaratında mevcuttur. Ancak ABD
derin devletinin önde gelen şahinlerinin gizli çıkar bağlantıları nedeniyle bu ilişkiler ağı
ortaya çıkartılamamaktadır.
Bu çıkar şebekesi tam olarak deşifre edilmeden dünyada barışın tesisi mümkün
olmayacaktır.
ABD’nin Kuraldışı Savaşına Karşı
Mazlum Ulusların Kural Dışı Savaşı
w 11 Eylül terör olayı değil “Milenyum Savaşı”dır ve önümüzdeki yüzyıla damgasını
vuracaktır.
ABD “Soğuk Savaş” döneminde kuramlaştırdığı ve örgütleyip yaşama geçirdiği “Kural
Dışı Savaş”ı dünya egemenliği hedefine ulaşmak için saldırganca kullandı. Trilateral coğrafya
dışına itilmiş mazlum ulusları ezdi, sömürdü ve liderliğini ilan etti. Bu süreçte eriştiği
teknolojik üstünlüğü insanlığın hayrından çok “Küresel Liderlik” adına kullanıp sindirme
politikası uyguladı. Nükleer, Termonükleer silahlar yanında, uzay teknolojisi şöyle dursun
casus uçaklar, pilotsuz uçaklar, füzeler, tanklar, toplar, uçak gemileri, vb. gibi silahlara hiç bir
zaman sahip olmayan Küresel örgütlenme dışı bırakılmış “ulus devlet”ler kendi bağımsızlık,
özgürlükleri ve onurları yanında “ulusal çıkar”larını nasıl koruyacaklardır? ABD’nin kural
dışı haksız savaşına karşı yeni bir tür “Kural Dışı Savaş” geliştirmek şeklinde bu soru
yanıtlanabilir.
Nitekim 11 Eylül Baskını, ABD iç muhalefetinden ve yönetim karşıtı gizli örgütlerden
destek alan mazlum ülke temsilcilerinin sahneye koydukları mazlum ulusların en büyük
“Kural dışı savaş” yöntemidir.
w Küresel sömürü var oldukça, işsizlik, açlık, yoksulluk, çaresizlik dünyada
yaygınlaştıkça ve ABD hegomonyası hiçbir ahlâki ve vicdani değere itibar etmeksizin baskı,
şiddet, müdahale politikasını sürdürdüğü sürece 11 Eylül Baskını’yla başlatılan bu süreç
devam edecektir. Bu gerçeği ABD yetkilileri de açıkca dile getirmektedir.
w IQ’sü 90 olan bir kişinin (Clinton’un IQ’sü 180 idi) ABD karar mekanizmasının
başında bir gizli örgüt üyesi ve ABD Derin Devleti’nin temsilcisi olarak bulunması mazlum
uluslar için potansiyel bir tehdit oluşturmaktadır.
w “İyiler ve kötüler” ve de
w “Ya bizden yana ya da terörizmden yanasın” sloganlarından başka kültürel derinliği
bulunmayan ve kendisini peygamber sanan W. Bush, gerek ülkesinde gerek dünyada daha
şimdiden alay konusu haline gelmiş bulunuyor.
w Küreselleşme ve kirli savaş karşıtlarının çığ gibi büyümesi ve ABD hegemonyasına
AB içinde bile karşı çıkanların varlığı bu kaostan çıkış için umut verici görülmektedir.
w Kendi ülkesini korumak için İsrail tanklarına taş atan Filistinli çocukları çaresiz
kalınca büyüdüklerinde bir “Canlı Bomba”ya dönüşmekten başka seçenekleri var mıydı?
ABD’nin Yakın Doğu Politikası’nın temel dayanağı olan İsrail Devleti’nin saldırganlığı
durdurulamamakta. Arap alemi dahil tüm dünya bu soykırıma seyirci kalmaktadır. Mazlum
ulusların onur ve gururu paspas gibi çiğnenmektedir.
w ABD, Afganistan’ı işgal etmeyi, Bin Ladin olayından çok daha önce karar vermiş ve
belki de bir zamanlar kendi ajanı olan Bin Ladin’in eylemlerine göz yumarak Afganistan
işgaline gerekçe hazırlamıştır. Nitekim, 1996’lı yıllardan bu yana UNOCAL petrol şirketiyle
bölgeye girerek şirketin yönetim kurulu üyesi Hamid Karzai’nin devlet başkanlığına
getirilmesinin açıklayıcı bir sebebi bulunmamaktadır.
w ABD Afganistan’ı ele geçirmekle Asya’daki stratejik zaafını üstünlüğe dönüştürmüş
ve:
w Gelecekteki en güçlü rakibi olarak gördüğü Çin’i denetim altına almayı
düşlemektedir.
w ABD, Pakistan ve Hindistan’ın bölgede nükleer güç oluşturmasını küresel çıkarlarına
aykırı görmektedir. Bu iki ülkeyi en iyi Afganistan’dan kontrol edebilir. Nitekim Pervez
Müşerref rejimi devrilirse Pakistan’daki nükleer tesislere ne şekilde el koyacağının provasını
yapmıştır.
w ABD, İran’daki rejimle er geç hesaplaşmak istemekte, elinden kaçırdığı İran
Petrolü’ne yeniden egemen olmak istemektedir.
w ABD, Türk Cumhuriyetlerindeki muazzam petrol ve doğal gaz rezervini Pakistan
üzerinden Hint Okyanusu’na indirmek için Afganistan’dadır. Bu amacı gerçekleştiğinde
dünya enerji alanındaki mutlak egemenliğini gerçekleştirecektir. ABD Hazar Havzası ve Türk
Cumhuriyetlere egemen olup Rusya’nın bu bölgedeki nüfuzunu kırmayı hedeflemektedir.
w Bugün gerek ABD’de ve gerekse dünyada çok kişi “11 Eylül Baskını”nın ABD Derin
Devleti’nin bir komplosu olduğuna inanıyor.
w Haziran 2001’de olası bir saldırıya karşı alarma geçen ABD eğer 11 Eylül Baskını’nı
önleyememişse tüm yönetimin istifa etmesi gerekmez miydi?
“Soğuk Savaş’ın bitimiyle “Komünizm Düşmanlığı” değerini yitirince ABD yeni bir
düşman arayışına girmiştir. 1990’lı yıllarda Baba Bush tarafından düşman ilan edilen “İslam”
yeterli gelmeyince İslâm’ı terörizmle özdeşleştirmek için 11 Eylül Baskını’na göz yumulmuş
ve böylece ABD’nin saldırganlığının önü terör bahanesiyle açılmıştır.
w Baba Bush’un ipleri “Skulls and Bones Society=Kafatası ve Kemikler Örgütü” başta
olmak üzere ABD Derin Devleti’nin masonik ve siyonist diğer gizli örgütlerinin elindedir.
Oğul Bush’un ipleri de Baba Bush ve ABD Derin Devleti’ni oluşturan çokuluslu şirketlerin
denetimindedir.
w Bu koşullarda mazlum uluslar ne yapmalıdır? Temel sorun bu...
w 1989 yılında yazdığım bir kitapta,47 ABD’yi “terörist devlet” olarak nitelemiştim; o
günlerden günümüze süregelen ABD müdahale ve saldırıları, her geçen gün bunu daha da
doğrulamaktadır. Bu terörist devletin kural dışı savaşına karşı kural dışı bir savaş mazlum
milletler için artık kaçınılmazdır.
Türkiye Mazlum Milletler Cephesine
11 Eylül’ün ardından artık başka bir dünyada yaşadığımız ortadadır. Türkiye’nin dış
politikası ve ulusal güvenlik stratejisi açısından yeni değerlendirme ihtiyacı da kaçınılmaz bir
biçimde ortaya çıkmıştır.
ABD 11 Eylül’ün yarattığı sözde meşrulukla bütün ezilen uluslara yönelik büyük bir
terörist saldırının ilk adımlarını atmıştır. Afganistan ve Irak’ta yaşanan ABD terörü ABD’nin
sözde terörle mücadele konseptinin ilk adımlarıdır. ABD, görülüyor ki Ortadoğu’da
sömürgeci planlarına direnen bütün ülkeleri hedef tahtasına koymaktadır ve koyacaktır.
Dolayısıyla Türkiye açısından artık bir durum muhasebesinin zamanı çoktan gelmiştir.
Türkiye 11 Eylül’ün ardından önemli bir sorgulamaya girişmeli ve ABD ile ilişkilerini
yeniden gözden geçirmelidir.
Eğer bu yapılmazsa Türkiye’nin önümüzdeki süreçte ulusal bütünlüğünü ve rejimi
büyük bir tehdide maruz kalacaktır. Zira ABD açısından Türkiye bir müttefik değil
parçalanması ve sömürgeleştirilmesi düşünülen bir hedeftir. Kısaca Türkiye de ABD’nin şer
ekseninin içindedir diyebiliriz. ABD’nin şer ekseni içinde ilan ettiği devletlerden Irak
hesabının tutmaması, Irak’ın işgalciye karşı direnişi İran, Suriye, Kuzey Kore gibi ülkelerin
ABD saldırısına maruz kalmasını geciktirmiştir. Fakat ABD bu ülkelere ilk fırsatta
saldırmanın yollarını aramaktadır. Bu saldırı planında şer ekseninde bulunan Türkiye de
payına düşeni alacaktır.
ABD’yi hâlâ stratejik müttefik olarak gören ulusal güvenlik anlayışının çöktüğü artık
görülmelidir. ABD müttefik değil düşmandır.
Bu yolda atılacak ilk adım Türkiye’nin BM, NATO gibi emperyalist kuruluşlardan
çekilmesidir. Dünya artık yeni bir sürece girmektedir ve Türkiye bu dünyadaki yerini almak
zorundadır.
Türkiye’nin yeri mazlum milletlerin yanıdır.
Türkiye’ye ABD’nin yanında yer almasını öneren Amerikancı tezlerin Afganistan ve
Irak saldırılarından sonra hiçbir geçerliliği kalmamıştır.
ABD 11 Eylül’de kendi kazdığı çukura düşmüştür ve bu saatten sonra ABD için tek
seçenek çöküştür.
Atatürk’ün dediği gibi “Mazlumlar zalimleri bir gün mutlak mahv-u perişan edecektir.”
Bu metin, “Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-1, Sorun Yayınları, 2004” isimli
kitapta yer alan Talat Turhan’ın “ABD Derin Devleti ve 11 Eylül” başlıklı makalesinin
genişletilmiş ve güncelleştirilmiş halidir. Sözü edilen makale, çıkacak olan “Devrimci Bir
Kurmay Subayın Etkinlikleri-2, Sorun Yayınları, 2004” kitabında da bulunacaktır.
Dipnotlar ve Kaynakça:
1. “ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir”, ABD Kongresi 11 Eylül
Komisyonu Raporu’ndan, 22 Temmuz 2003.
2. Haluk Şahin, “11 Eylül Sürpriz miydi?”, Radikal, 28 Ekim 2001.
3. “Terörün Yeni Üssü Asya”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2000.
4. “İslamcı Terör Korkusu”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2000.
5. Haluk Şahin, “11 Eylül Sürpriz miydi?”, Radikal, 28 Ekim 2001.
6. FAA: Federal Aviation Administration (Federal Havacılık Kurumu)
7. “Saldırı geliyorum demiş”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2002
8. “Global köyün kanlı teröristi: Usame Bin Ladin”, Milliyet, 1 Ocak 2001, Milliyet.
9. “Saldırının haberi 1993’te verilmişti”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2001.
10. “Bin Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001.
11. “ABD teröre karşı seferberlik başlattı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2001,
12. Yasemin Çongar, “Terörist Bin Ladin’e karşı operasyonun eli kulağında”, Milliyet,
21 Aralık 2000.
13. “Bin Ladin koca kulaktan kaçamadı”, Milliyet, 16 Şubat 2001.
14. “Amerikalılar Ladin tehdidine gülmüş”, Milliyet, 27 Eylül 2001.
15. Craig Unger, House of Bush, House of Saud, Scribner, 2004. 4 Nisan 2002 tarihinde
yazdığım bu satırlar, iki yıl sonra bahsedilen yapıtla birlikte öngörüye dönüşmüştür.
16. Türkkaya Ataöv, “ABD 11 Eylül’ü biliyordu!”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2002.
17. “11 Eylül kayıtlıymış”, Radikal, 9 Haziran 2002.
18. Fehmi Koru, Yeni Şafak, 6 Kasım 2000.
19. ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu, 22 Temmuz 2003.
20. “Beyaz Saray biliyordu”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2002
“11 Eylül’de istihbarat hatalı”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2003.
21. ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu, 22 Temmuz 2003. Bundan sonra
Rapor’dan alıntılar yazıda kalın karakterle gösterilecektir.
22. Ergin Yıldızoğlu, “1984-2004”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2004.
23. Türkkaya Ataöv, “Bush-Bin Ladin ortaklığı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2002.
24. Craig Unger, House of Bush, House of Saud, Scribner, 2004.
25. 38.000 Dolarlık hisseye 1.000.000 Dolar verilerek Bush ailesine bir nevi gizli rüşvet
verilmiştir.
26. Bugünlerde gösterime giren Moore’un Fahrenheit 9/11 isimli filminde bu kirli
ilişkiler daha ayrıntılı olarak görülebilir.
27. Talat Turhan, Bomba Davası-Savunma-1; Sorun Yayınları, 2004.
Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri/Doruk Operasyonu,
Sorun Yayınları, 2004.
Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla; Tümzamanlar Yayıncılık, 1993
Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti; Tümzamanlar Yayıncılık, 1993
Talat Turhan,
Yayıncılık, 1999
Çeteleşme/Kontrgerilla,
Gladio,
Susurluk,
Telekulak...;
28. “11 Eylül saldırısını kim biliyordu?, Yeni Şafak, 23 Ekim 2001.
29. Taha Kıvanç, Yeni Şafak, 24 Ekim 2001.
Akyüz
30. Bush’un yeni tehlikeli İslam düşmanlığı stratejisi ilk kez tarafımızdan kamuoyuna
açıklanmış: “Şimdi de İslam’ı seçtiler”, Zaman, 19 Kasım 1990.
31. Zaman, 29 Kasım 1990.
32. “Kapitalizmin simgesi satıldı”, Milliyet, 29 Aralık 2000.
33. “MOSSAD ABD’yi uyarmıştı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2001.
34. “Suudi Arabistanlı teröristin tehditleri Washington ve Tel Aviv’i alarma geçirdi-Bin
Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001.
“ABD teröre karşı ‘seferberlik başlattı’”, Radikal, 24 Haziran 2001.
35. “Bush iftarla gönül aldı”, Radikal, 9 Kasım 2002.
36. Robert Fisk, “Bush terörizmi meşrulaştırdı”, Birgün, 20 Nisan 2004.
37. ABD ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir çöküş içinde. Örneğin, ABD 2003’te
tarihinin en büyük dış ticaret açığını verdi: 489 milyar Dolar. Yine 2004 ortası itibariyle
devlet borcu miktarı 7.22 trilyon Dolar. Açlık sınırında yaşayan Amerikalıların sayısı: 35
milyon.
38. Burada ABD Morrison şirketiyle Süleyman Demirel işbirliği hatırlanmalıdır.
Talat Turhan, Orhan Gökdemir; Mehmet Eymür/Ziverbey’den Susurluk’a Bir
MİT’çinin Portresi, Sorun Yayınları, 2000, sf. 271-287: Talat Turhan’ın basın açıklaması-12
Ekim 1996.
39. Ece Temelkuran, “Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek yolu”, Milliyet, 16 Ocak 2002.
40. “Enrongate’ten Taliban çıktı”, Milliyet, 3 Mart 2002.
41. Murat Yetkin, “Askerler boşuna uğraşmaz”, Radikal, 5 Ekim 2001.
42. Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz
Yayıncılık, 1999.
43. William Blum, Rouge State, 2000. Bu kitap “Haydut Devlet” adıyla Türkçe’ye de
çevrilmiştir: William Blum, Haydut Devlet, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2003.
44. Bizim küresel seçkinlerimiz(!) de bu örgüte üye yapılmıştır. Bilderberglerin listesi
için bkz.: Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz
Yayıncılık, 1999, sf. 191-192.
45. Holly Sklar, Trilateralizm, South End Press, 1980.
46. Demokratların Başkan adayı Kerry de aynı gizli örgütün üyesi.
47. Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri/Doruk Operasyonu,
Sorun Yayınları, 2004.
II-
Açık İstihbarat
III-
ABD Kongresi
11 Eylül Komisyonu Raporu
(Özet-22 Temmuz 2003)
Bu raporun öyküsünü ve ortaya çıkan önerileri Birleşik Devletler Başkanı’na, Birleşik
Devletler Kongresi’ne ve Amerikan halkının bilgisine sunuyoruz. On komisyon üyesi -büyük
partizanca bölünmelerin olduğu bir dönemde, ulusumuzun bellli başlı liderlerinden seçilmiş
beş cumhuriyetçi ve beş demokrat olmak üzere- görüş ayrılığı olmaksızın, bu raporu sunmak
üzere toplandık.
Ulusumuzun talebi üzerine amaç birliği ile biraraya geldik. 11 Eylül 2001, Birleşik
Devletler tarihinde emsali görülmemiş bir şok ve ıstırap günüydü. Ulus hazırlıksızdı.
Dönüşen Bİr Mİllet
11 Eylül 2001 sabahı 8:46’da, Birleşik Devletler dönüşmüş bir ulus haline geldi.
Saatte yüzlerce kilometre hızla uçan ve 10.000 galon jet yakıtı taşıyan bir yolcu uçağı
Aşağı Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin Kuzey Kulesine hızla çarptı. Saat 9:03’te,
ikinci bir yolcu uçağı Güney Kule’ye çarptı. Alevler ve duman yukarı doğru dalgalandı.
Çelik, camlar, küller ve insan vücutları yere yığıldı. Her gün 50.000 insanın çalıştığı İkiz
Kuleler’in ikisi birden 90 dakikadan az bir zaman içinde çöktü.
Aynı sabah 9:37de, üçüncü bir yolcu uçağı Pentagon’un Batı kanadına hızla vurdu.
10:03’te bir dördüncüsü, Güney Pensilvanya’da bir araziye çakıldı. Kongre Binası’na ya da
Beyaz Saray’a vurması amaçlanmıştı ve Amerika’nın saldırı altında olduğu bilgisiyle
donanmış kahraman yolcular tarafından mecburi inişe geçirildi.
Dünya Ticaret Merkezi’nde 2600’den fazla, Pentagon’da 125 ve dört uçakta toplam 256
insan öldü. Ölü sayısı, Aralık 1941’deki Pearl Harbor’u aştı.
Bu tarifi imkansız ıstırap, Afganistan’da üslenmiş aşırı İslâmcıların emriyle hareket
eden 19 genç Arap’a yüklendi. İçlerinden bazıları bir yıldan fazla zamandır nüfusun geri
kalanı ile karışmış bir biçimde Amerika’da bulunuyordu. Dört tanesinin pilotluk eğitimi
almış olmasına rağmen, çoğu iyi eğitim almamıştı. Çoğu çok az İngilizce konuşuyordu, hatta
bazıları neredeyse hiç. Dörtlü ve beşli gruplar halinde, yalnızca küçük bıçaklar, falçatalar,
“Mace” (ç.n.: göz yaşartıcı bomba imalinde kullanılan bir sıvı) kutuları ve gözyaşartıcı
spreyler taşıyarak dört uçağı kaçırdılar ve onları ölüm yüklü füzelere çevirdiler.
Bunu neden yaptılar? Saldırı nasıl planlandı ve başarıldı? ABD hükümeti bunu
anlamakta ve önlemekte nasıl başarısız kaldı? Gelecekte bunun gibi terörist saldırıları
önlemek için ne yapabiliriz?
Bir Şok, Bir Sürpriz Değil
11 Eylül saldırıları bir şoktu ancak sürpriz olarak nitelendirilemez. Radikal İslâmcılar,
Amerikalıları ayırmaksızın, büyük kitleler halinde öldürmeye niyetli olduklarının bir kaç
uyarısını yapmışlardı. Usame Bin Ladin’in, 1990’ların sonuna kadar göze çarpan bir tehdit
olarak ortaya çıkmamasına karşın, İslâmi terörizm on yıldan uzun bir zaman içinde büyüdü.
Şubat 1993’te, Remzi Yusuf’un yönettiği bir grup, Dünya Ticaret Merkezi’ni bir
kamyon dolusu bomba ile yıkmayı denedi. 6 kişiyi öldürdüler ve bin kişiyi yaraladılar. Ömer
Abdül Rahman’ın ve diğerlerinin Hollanda ve Lincoln tünellerini ve New York City’nin diğer
önemli noktalarını yıkma planları, entrikacıların yakalanmasıyla hüsrana uğradı. Ekim
1993’te, Somalili kabile üyeleri, ‘Kara Şahin düştü’ olarak bilinen bir kazada 18 kişiyi
öldürerek ve 73’ünü yaralayarak bir ABD helikopterini düşürdüler. Yıllar sonra öğrenildi ki, o
Somali’li kabile üyeleri El Kaide’den yardım almışlardı.
1995’in başlarında, Manila polisi, Remzi Yusuf’un bir düzine yolcu uçağını, Pasifik’te
uçarken havaya uçurma planlarını ortaya çıkardı. Kasım 1995’te, Riyad’daki Suudi
karakolunun Birleşik Devletler program müdürünün ofisinin dışında bomba yüklü bir araba
patladı, beş Amerikalı ve diğer iki kişiyi öldürerek... Haziran 1996’da, Suudi Arabistan
Dahran’da, bomba yüklü bir kamyonet, 19 Amerikalı servis elemanını öldürerek ve
yüzlercesini de yaralayarak, Khobar Kuleleri Kompleksi’ni yok etti. Saldırı öncelikle, İran
hükümetinden yardım alan bir örgüt olan Suudi Hizbullah tarafından üstlenildi.
1997’ye kadar, Birleşik Devletler istihbarat camiası Usame Bin Ladin’i terörist bir lider
olarak değil, terörizmin bir finansörü olarak gördü. Şubat 1998’de, Usame Bin Ladin ve diğer
dördü, kendine özgü bir fetva yayınlayarak kamuya da açıkladılar: İslâm’ın kutsal
yerlerindeki Amerikan işgalinden ve müslümanlara düzenlenen saldırdan ötürü, sivil ya da
asker, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerikalıyı öldürmeye çalışmak her müslümanın
üzerine farzdır.
Ağustos 1998’de, Bin Ladin’in örgütü El Kaide, Nairobi, Kenya ve Dar es Selam’daki
Amerikan elçiliklerine eşzamanlı bir bombalı saldırı düzenledi. Saldırılar, 12 Amerikalı da
dahil 224 kişinin ölümüyle ve binlercesinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
Aralık 1999’da, Ürdün polisi, Amerikalı turistlerin bulunduğu otelleri ve diğer yerleri
bombalama planlarına engel oldu. Bir Amerikalı Gümrük ajanı, Los Angeles Uluslararası
Havaalanı’na bir saldırı niyetinde olan Ahmet Rasim’i Birleşik Devletler-Kanada sınırında,
patlayıcı madde kaçırmaya çalışırken tutukladı.
Ekim 2000’de, Yemen Aden’de bir El Kaide ekibi, USS Cole destroyerinin bir tarafında
bir delik açmak için patlayıcı dolu bir bot kullandı, gemi battı ve 17 Amerikan denizci öldü...
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’daki 11 Eylül saldırıları, bu önceki suçlardan çok
daha planlı, kesin ve zarar vericiydi. Ancak, Eylül 2001’den itibaren, ABD hükümetinin
yönetim kanadı, Kongre, medya ve Amerikan halkı, İslâmcı teröristlerin Amerikalıları kitleler
halinde öldürmeye niyetli olduklarına dair açıktan bir uyarı aldı.
Düşman Kim?
Amerika üzerinde böylesine korkunç bir hasar vermeye eğilimli bu örgütü yaratan
düşman kim? Biliyoruz ki bu saldırılar çok çeşitli İslâmi gruplar tarafından düzenlendi. 11
Eylül saldırısı Usame Bin Ladin tarafından yönetildi.
1980’lerde, dünyanın her tarafındaki genç müslümanlar, Sovyetler Birliği’ne karşı,
cihada gönüllü olarak katılmak için, Afganistan’a gitti. Zengin bir Suudi olan Usame Bin
Ladin bunlardan bir tanesiydi. 1980’lerde Sovyetler’in çöküşünü takiben, Bin Ladin ve
diğerleri cihadı seferber etmek için El Kaide’yi oluşturdular.
Bin Ladin’in şekillendirdiği tarih, kültür ve inanç birliği pek çok Amerikalı için
genellikle bir muamma. Ladin, İslâm’ın geçmişteki mükemmelliğini keşfederek, kendilerini
yabancı efendilerinin kurbanları olarak gören insanlara onurlarını geri vermeye and içer.
Kuran’a ve bazı yorumculara kültürel ve dini göndermeler yapma yöntemini kullanır.
Yenileşme ve küreselleşme ile karşı karşıya kaldıkları için siklonik bir dönüşümle yollarını
kaybetmiş insanlara hitap ediyordu. Hitabeti çeşitli kaynaklardan özenle seçiliyordu: İslâm,
tarih ve bölgenin siyasi ve ekonomik sıkıntıları.
Bin Ladin ayrıca Amerika’ya karşı İslâm dünyasında sıklıkla paylaşılan sıkıntıyı
vurgular. İslâm’ın kutsal yerlerinin merkezi olan Suudi Arabistan’da Amerikan ordusunun
bulunuşunu ve Ortadoğu’daki diğer ABD politikalarını eleştirir.
Bin Ladin, bu siyasi ve ideolojik kuruluşun üzerine, on yıllık bir birikimle dinamik ve
öldürücü bir örgüt inşa etti. Afganistan’da, üyelerini daha büyük hedeflere yöneltecek, onları
eğitecek ve kullanacak bir altyapı ve örgüt yarattı. El Kaide’nin becerisinin her bir gösterisi
ile yeni fanatikler ve yeni paralar yarattı. El Kaide için rejim üreten bir sığınak olan Taliban’la
yakın ilişkileri güçlendirdi.
11 Eylül 2001 itibariyle, El Kaide;
-Belli başlı eylemleri değerlendirebilecek, geliştirebilecek, planlamasını ve yönünü
denetleyebilecek liderlere,
-Adayları üye yapabilecek, fikirleri aşılayabilecek, geçmişlerini araştırabilecek ve
onlara gerekli eğitimi verebilecek bir personel sistemine,
-eylemcilerin ve onlara yardım edecek olanların planlamasını yapmaya ve yönünü
belirlemeye yetkin yeterli bir iletişim ağına,
-bilgi toplamaya ve düşmanın gücünü ya da güçsüzlüğünü tayin etmeye yetecek bir
istihbarat gücüne,
- insanları uzak mesafelere yollama gücüne,
-bir saldırıyı finanse edecek gerekli parayı bulma ve taşıma gücüne, sahipti.
1998’den 11 Eylül 2001’e
Ağustos 1998’de, Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerinin bombalanması, El
Kaide’yi ABD’nin potansiyel düşmanı haline getirdi. Elçilik bombalamalarına misilleme
olarak Afganistan ve Sudan’daki El Kaide hedeflerine ‘cruise’ füzelerini attıktan sonra,
Clinton yönetimi, Afganistan’daki Taliban rejimine, Bin Ladin’i sınırdışı etmesi yönünde
diplomatik baskı uyguladı. Yönetim ayrıca, Bin Ladin’i ve kurmaylarını yakalayacak ya da
öldürecek, CIA’ya bağlı yabancı ajanları kullanmak için gizli planlar kurmaya başladı. Bunlar
ne Bin Ladin’i durdurabildi ne de El Kaide’yi yerinden çıkarabildi.
1998 sonu ya da 1999 başı itibariyle, Bin Ladin ve danışmanları, Halid Şeyh
Muhammed (HŞM) tarafından kendilerine getirilen ‘uçak harekatı’ denilen bir plan üzerinde
karar kıldılar. Bu 11 Eylül saldırıları ile sonuçlanacaktı. Bin Ladin ve ve eylemlerinin
başındaki adam, Muhammed Atıf, El Kaide’de liderlik pozisyonunu ele geçirdi. El Kaide
içerisinde, ağırlıklı olarak, HŞM gibi inanmış komutanların fikir ve planlarına bel bağladılar.
HŞM, orijinal planının, 11 Eylül’de gerçekleştirilenden çok daha büyük olduğunu iddia
ediyor; on uçak, ABD’nin kuzey ve güney kıyılarındaki hedeflere saldıracaktı. HŞM’nin
dediğine göre bu planı Bin Ladin şekillendirdi. Bin Ladin HŞM’ye ABD’deki intihar
saldırıları için dört başlangıç eylemi şartı koştu ve 1999 sonbaharında, saldırı denemeleri
başladı. Yeni üyeler, Almanya Hamburg’ta biraraya gelen aşırı İslâmcı göçmenlerin bir
hücresindeki dörtlü takımdan oluşuyordu. Bunlardan bir tanesi ABD’deki eylemlerin taktik
komutanı Muhammed Atta’ydı.
ABD istihbaratı, sıklıkla El Kaide’nin planladığı saldırılarla ilgili raporları topluyordu.
CIA, yabancı gizli servislerle çalışarak, bazı El Kaide hücrelerini çözdü. Buna rağmen Bin
Ladin’in örgütünün merkezine ulaşamadı. Aralık 1999’da, Ürdün’deki terörist hücresinin ve
ABD-Kanada sınırındaki teröristin yakalanması ile ilgili haberler ‘milenyum alarmı’nın bir
parçası oldu. Hükümet harekete geçti ve halk olası saldırılar karşısında alarmdaydı.
Haziran 2000’de, yoğun istihbarat çalışmaları göze çarpıyordu ve ‘uçak harekatı’ına
odaklanmış iki militan gözden kaçtı. Kuala Lumpur’da görülen ikili, Bangkok’tan geçerken
kaybedildi. 15 Haziran 2000’de, Los Angeles’a vardılar.
Batıda çok az kaldıkları ve eğer biliyorlarsa da çok az İngilizce bildikleri için, bu iki El
Kaide ajanının, ABD’de HŞM ile sıkı bir ilişki kurmuş olmaları akla yatkın. Bu iki militanın
ABD’deki suç ortaklarından kurulu bir destek ağına sahip olduklarına dair kuşkularımız var.
Kanıtlar, bazı durumlarda bulunamıyor ve bazı durumlarda da can sıkıcı bir şey ama- zayıf.
İkilinin, California’ya varır varmaz, kendilerine ideolojik olarak yakın Yemenli ve
Suudi Arabistanlı bir grup müslümanı, (bunlar, genç bir Yemenli ve San Diego’daki bir
camiye takılan diğerleriyle arkadaşlık eden kişiler) aradıklarını ve bulduklarını biliyoruz. Los
Angeles’ta çok az bilgi edinebildiğimiz kısa bir ikametten sonra El Kaide militanları San
Diego’da kendi isimleriyle yaşamaya başladılar. Çok dikkat çekmemeyi başardılar.
2000 yazı itibariyle, Hamburglu dört hücre üyesinin üçü, ABD’nin doğu kıyılarına
ulaştılar ve pilotluk eğitimine başladılar. 2001’in başlarında, geleceğin korsan pilotu olan
dördüncü militan, Hani Hanjour, diğer bir militan Nawaf al Hazmi ile birlikte Arizona’ya
gitti ve pilotluk eğitimini idare etti. 1980 ve 1990’ların başlarında birkaç El Kaide militanı
Arizona’da zaman geçirmişti.
2000 yılı boyunca, Başkan Bill Clinton ve danışmanları, Bin Ladin’in Afganistan’dan
sınır dışı edilmesi için başlatılan diplomatik çabayı yineledi. Ayrıca Taliban’ın muhalifleriyle
de -Kuzey İttifakı- Bin Ladin’i doğrudan basabileceği yeterli istihbaratı alabilmek için gizli
bir çaba harcadılar. Diplomatik çabalar Pakistan’daki yeni askeri hükümet üzerinde yoğunlaştı
ve başaramadılar. Kuzey İttifakı ile işbirliği, ABD’nin Afganistan iç savaşında taraf olup
olmaması ve Taliban’ın düşmanlarının desteklenip desteklenmemesi ile ilgili sonuçsuz ve
gizli tartışmalara neden oldu. CIA ayrıca, Predator olarak bilinen kameralı mürettebatsız
küçük bir uçağın kullanımı da dahil olmak üzere, El Kaide ile ilgili istihbarat toplama
planlarını geliştirdi.
Ekim 2000’deki USS Cole destroyerine düzenlenen saldırıdan sonra, emri Bin Ladin’in
verdiği kesin olmamasına rağmen, bunu El Kaide militanlarının yaptığına dair birtakım
kanıtlar toplandı. Taliban, ABD’deki diğer bir Bin Ladin saldırısından sorumlu tutulacağına
dair daha önceden uyarılmıştı. CIA bulguları ‘önyargı’ olarak tanımladı; Başkan Clinton ve
baş danışmanları askeri saldırıya geçme kararı almadan önce, bizden bir sonuç beklediklerini
söylediler. Askeri alternatifler onlara pek cazip gelmiyordu.
2000 sonu 2001 başında, yeni Bush yönetimine geçiş, destroyer meselesinin askıda
kalmasına yol açtı. Başkan George W. Bush ve baş danışmanları El Kaide’nin destroyer
saldırısından sorumlu olduğunu kabul ettiler; ancak karşılığındaki mevcut seçeneklerden
hoşlanmadılar.
Bin Ladin’in çıkarsamalarına göre, en azından destroyer seviyesindeki saldırılar
risksizdi.
Bush yönetimi, El Kaide tehdidini 3-5 yıl içinde ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir
strateji geliştirmeye başladı.
2001’in bahar ve yaz aylarında, ABD istihbarat servisleri, El Kaide’nin, bir raporun
ortaya koyduğu gibi ‘çok çok büyük bir şey’ planladığına dair uyarı mesajları aldı. Merkezi
İstihbarat Başkanı George Tenet ‘sistemin kırmızı alarm verdiğini’ söyledi.
Başkan Clinton’a söylendiği ve Ağustos 2001’de kendisine özetlenen bir Başkanlık
brifinginde Başkan Bush’a hatırlatıldığı üzere, Bin Ladin’in ABD’de saldırıya kararlı
olmasına rağmen, tehdit haberleri denizin ötesini gösteriyordu. Denizötesinde pek çok
önlemler alındı. Yerel servisler yeterince harekete geçmedi. Milenyum alarmıyla
karşılaştırıldığında tehdit ulusal basının ilgisini pek çekmedi.
ABD, önleme çalışmalarını dünya çapında devam ettirmesine rağmen, El Kaide
tehtidini ortadan kaldırmak için ortaya çıkan strateji, Afganistan ve Pakistan’la diplomatik
ilişkiler olduğu kadar, Afganistan’da, genişletilmiş gizli bir hareket programını da içeriyordu.
2001 yazı, Başkanlık yönergesinin bir taslağı ve Predator uçağı (bu uçak kendi füzeleriyle
konuşlandırılmıştı ki, Bin Ladin ve kurmaylarını öldürebilmek için kullanılabilsin) hakkındaki
tartışmalarla sonuçlandı. 4 Eylül’de bir toplantıda, Başkan Bush’un başdanışmanları yönerge
taslağını ve
Predator’u silahlandırma fikrini onayladılar. El Kaide ile ilgili bu yönerge 11
Eylül 2001’de Başkan Bush’un imzasını bekliyordu.
‘Uçak harekatı’nın devam etmesine rağmen, 2001’de planı yapanların kendi sorunları
vardı. Olası katılımcıların bir kısmı ayrıldı, diğerleri ABD’ye giriş hakkı alamadı
(gerekçesinin terörizmle ilgisinin olmamasına rağmen bir kişi havaalanı girişinde geri
çevrildi). En son pilotlardan bir tanesinin uçak harekatını feshettiği düşünüldü. Minnesota’da
bir uçuş eğitiminde ortaya çıkan Zacarias Moussaoui, onun yerine geçen bir aday olmalıydı.
Geçmişe bakınca planın zayıflıkları açıkça görülüyor. Moussaoui, büyük jet uçaklarının
nasıl kullanılacağıyla ilgili düzgün saha eğitimini araştırırken kuşku uyandırdı. 16 Ağustos
2001’de göçmen kanunlarını ihlalden tutuklandı. Ağustos sonunda, istihbarat örgütündeki
görevliler, Haziran 2000’de Güneydoğu Asya’da görülen teröristlerin ABD’ye vardıklarını
ögrendi.
Bu olaylar acil eyleme yol açmadı. 2001 yazında bu ipuçları üzerinde çalışan hiçkimse
bunları, üst düzeydeki tehdit raporlarına bağlamadı.
2001 yazında son hazırlıklar yoldayken, Afganistan’daki El Kaide liderleri arasında
devam edip etmemek konusunda bir görüş ayrılığı oluştu. Taliban’ın lideri Molla Ömer,
ABD’ye saldırmaya karşı çıktı. Pek çok yetkin kurmayının itirazı ile karşılaşmasına rağmen,
Bin Ladin, bu itirazları reddetti ve saldırılar başladı.
11 Eylül 2001
Gün, 19 hava korsanının bir güvenlik kontrol noktasına girmesiyle başladı; açıklıkla
herşeyi tetkik ettiler ve nasıl kazanacaklarını biliyorlardı. Sistemin içine girmedeki başarı
oranı 19 da 19’du. Hava mürettebatı ve intihar eylemi olasılığına hazırlanmamış pilot
kabinlerinin avantajına sahip olarak, dört uçağı ele geçirdiler.
11 Eylül’de, ABD hava sahası savunması, iki federal servis arasındaki yakın ilişkiye
bağlıydı: Federal Aviation Administration (FAA) ve North American Aerospace Defence
Command (NORAD). 11 Eylül’de varolan protokoller, kaçırılan uçağın silah olarak
kullanıldığı bir saldırı için pek uygun değildi.
Sonradan ortaya çıkan, bunun, kaçırılmış bir uçağı hiç kullanmamış siviller ve ticari
uçakları kitle imha silahlarına çevirme konusunda hazırlıksız bir ordu tarafından bir savunma
uydurmak için hazırlanmış, aceleye gelen bir deneme metni olduğuydu.
Silahla vurma izni, United 93 Pensilvanya’ya düştükten 28 dakika sonrasına kadar
NORAD hava savunma bölümüne verilmedi. Uçaklar, nereye gittiklerini ve hangi hedeflerle
karşılaşacaklarını bilmeden, sonuçsuzca ilerliyordu. ‘Vur’ emri verildiğinde, pilotlarla iletişim
kurulamıyordu. Kısacası, Washington’daki liderler, üzerlerinde daire çizen saldırganların,
düşman uçağını ‘götürme’ talimatı aldıklarını düşünürken, gerçekte pilotlara verilen tek emir:
‘Kimliğini tespit et ve takip et’.
Milli Savunma gibi, 11 Eylül’le ilgili acil müdahale de doğaçlama oldu.
New York’ta, New York İtfaiyesi, New York Polisi, New York ve New Jersey liman
idaresi, bina çalışanları, binada kalanlar, neredeyse tahmin edilemeyecek, 102 dakikadan fazla
süren bu şiddetli olayın etkisiyle başa çıkmak için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar.
Kazazedelerin tamamı, çarpmanın olduğu bölgede ve onun da yukarısındaki bölgede
bulunuyordu ve hayatlarını kurtarmaya çalıştıkları için tehlikeye girenler arasında kazazede
oranı oldukça yüksekti. Felaket hazırlıklarının zayıf olmasına, olayın bütünlüklü olarak
kontrolü konusunda başarısız kalınmasına ve ilgili servisler arasındaki iletişim kopukluğuna
rağmen, çarpma bölgesinin altında çalışan binlerce sivilin hepsi değil ama yaklaşık yüzde biri
acil müdahale ekiplerinin yardımıyla kurtuldu.
Pentagon’da, komuta ve kontrol problemlerine rağmen, acil müdahale çoğunlukla sonuç
verici oldu. Olay Kontrol Sistemi, (National Capital Region’da acil müdahele için hazırlanan
yönetim birimi) yerel, eyalet ve federal yargı yetkilerinin yarattığı doğal karışıklığın
üstesinden geldi.
Operasyonel Fırsatlar
Çok da emin olmadan karar vermenin yararı ve handikapıyla yazıyoruz. Belirsizlik
şartlarında ve çok az kontrol edebildikleri anlarda seçim yapmış olan insanlara haksızlık
yapma riskini dikkate alıyoruz.
Bununla birlikte, planın belli zayıflıkları ve onu bozma fırsatı vardı. Operasyonel
hatalar, -örgütler ve o anın sistemleri tarafından sömürülmeyecek ya da sömürülemeyecek
fırsatlar- şunları içeriyor:
-Geleceğin uçak korsanları Hazmi ve Mihdhar’ı izlememek, Bangkok’a gittikten sonra
onları takip etmemek, geleceğin korsanının ABD vizesi ya da yoldaşının ABD seyahati
hakkında FBI’yı haberdar etmemek,
-Destroyer saldırısında Mihdhar’la bağlantılı kişilerle ilgili bilgileri paylaşmamak,
-Mihdhar ve Hazmi’yi ABD’de bulmak için zamanında adım atmamak,
-Terörist bir eylem maksadı ile uçuş kursuna ilgi duyduğu belirlenen Zakarias
Moussaoui’nin tutuklanmasını, artan saldırı işaretlerine bağlamamak,
-Vize başvurularındaki sahtekârlığı anlamamak,
-Hileli yollarla alınan pasaportları farketmemek,
-Terörist takibinden gelen isimleri ekleyerek uçuş yasağı listesini genişletmemek,
-Bilgisayarlı CAPPS görüntüleme sistemiyle belirlenen uçak yolcularını araştırmamak,
-Pilot kabini kapılarını sağlamlaştırmak ya da intihar eylemleri olasılığına hazırlanmak
için gerekli diğer tedbirleri almamak.
GENEL BULGULAR
Plan yapanlar esnek ve becerikli olduğu sürece biz hangi adımın veya adımların onları
yenilgiye uğratıp uğratmayacağını bilemeyiz. Güvenle söyleyebileceğimiz şey, ABD
hükümetinin 1998’den 2001’e kadar El-Kaide entrikasının gelişmesini geciktirecek veya
rahatsız edecek ölçütlerden hiçbirini hayata geçirmediğidir. Hükümetin içinde hayal gücü,
siyaset, kapasite ve yönetim zaafları vardı.
Hayal Gücü
En önemli zaaflardan biri hayal gücüdür. Liderlerin tehdidin boyutunu anladığına
inanmıyoruz. Bin Ladin ve El-Kaide’den kaynaklanan terörist tehlike, halkın, medyanın ve
hatta Kongre’nin ana tartışma konularından biri değildi. Aslında, bu tehdit ancak 2000 yılı
Başkanlık seçimlerinde gündeme geldi.
El-Kaide’nin yeni terörizm faaliyetleri, hazır olmadıkları bir anda ABD hükümet
kurumlarını mücadeleyle tanıştırdı. Üst düzey memurların bize söylediklerinden anlaşılan;
tehlikeyi anlamışlardı fakat bunun ABD’nin daha önce karşılaşmadığı, radikal yeni bir terörist
tehdit veya ABD’nin on yıllardır yaşadığı olağan bir terörist tehdit olup olmadığı hakkında
şüpheleri vardı.
4 Eylül 2001’de, kontr-terörizm politikaları kordinasyonundan sorumlu Beyaz Saray
yetkilisi Richard Clarke, hükümetin şu soruya henüz bir cevap bulmadığını iddia ediyordu:
“El-Kaide büyük bir mesele mi?”
Cevabı bir hafta sonra geldi.
Politika
Terörizm, Clinton yönetiminde veya 11 Eylül öncesi Bush yönetimindeki ABD
hükümetinde umursanmayan bir ulusal güvenlik meselesi değildi.
Politik karşı çıkışlar bu hayal gücü zaafına bağlandı. Hem Bush hem de Clinton
yönetimindeki personel, 11 Eylül öncesi ABD’nin Afganistan’a düzenlediği saldırının pratik
olarak olanaksız olduğunu düşünüyorlardı.
Kapasite
11 Eylül öncesi, ABD El-Kaide problemini Soğuk Savaş’ın son aşamalarında kullandığı
kapasiteyle ve hazır bulunan yan etkileriyle çözmeyi denedi. Bu yetenekleri genişletmek veya
reforme etmek için çok az şey yapıldı.
CIA’nın kendi personeliyle paramiliter operasyonları yönetme kapasitesi çok düşüktü
ve 11 Eylül öncesi bu kapasiteyi genişletmek için çaba harcanmadı. CIA, aynı zamanda insan
kaynaklarından istihbarat toplama yeteneğini de geliştirmeliydi.
11 Eylül öncesi Savunma Bakanlığı’nın El-Kaide’ye karşı koyma misyonuyla tam
olarak donandığı ve belki de ABD’yi tehdit eden en tehlikeli dış düşmanın El-Kaide olduğu
fikri üzerinde düşündüğü söylenemez.
Amerika vatan koruyucuları yüzlerini dışarıya döndüler. NORAD’ın ancak kendisine
yeten alarm üsleri vardı. Arada sırada Amerikan hedeflerine yönlendirilmiş uçak kaçırma
tehlikeleri üzerine senaryolar planlıyordu fakat bunlar sadece denizaşırı ülkelerden gelen
uçaklar üzerine planlardı.
İstihbarat yeteneklerindeki en ciddi zayıflık, yerel alandaydı. FBI, ulusal öncelikler
sahasında servislerin kolektif bilgileriyle bağlantı kurma yeteneğinden yoksundu. Diğer yerel
servisler işleri FBI’ya bıraktılar.
FAA kapasitesi zayıftı. Herhangi bir ciddi intihar uçağı olasılığı sınavında, uçuş listeleri
de yoksa, aşağıda belirtilen değişiklikler, öfkeli bakışlarını size yönelten savunmasız
insanların saptanmasını sağlayabilir; CAPPS görüntüleme sistemiyle yolcuların kimliklerinin
araştırılması, federal eskortların yerel bölgelerde konuşlandırılması, pilot kabininin kapısının
sağlamlaştırılması, hava mürettebatının beklediklerinin dışında, farklı türde bir uçak kaçırma
olasılığına karşı alarma geçirilmesi... FAA, geçmişte yaşanan deneyimlerden farklı tehditlerin
raporlarını almakta ne kendi çalışmasını düzenledi ne de NORAD’la uyumlu bir çalışma
sergiledi.
Yönetim
11 Eylül entrikasını engellemek için kaçırılan fırsatlar aynı zamanda, hükümetin 21.
yy.’ın yeni mücadelelerinin problemlerini yönetmekte kullandığı yola uyum göstermekteki
büyük yeteneksizliğin de bulgularıdır. Eylem personeli, hükümete El-Kaide’yle ilgili bütün
bilgileri sunmalıydı. Yönetimin, servisler arasında, (yerel-yabancı servisler arasında da)
istihbaratın paylaşıldığından ve görevlerin net bir şekilde saptandığından emin olması
gerekirdi.
Aynı zamanda, ayrılmış kaynaklar ve öncelikler oluşturan önemli liderlerin yaptığı gibi,
daha geniş yönetim talimatları da vardır. Örnek olarak, 4 Aralık 1998’de Başkan Tenet’in bazı
CIA personeli ve CIA Başkanlığı’nın Toplum Yönetimi için yayınladığı yönetmelik, şunu
vurguluyor: “Savaştayız. Bu çabada ne CIA içinde ne de toplumda hiçbir insanın veya
kaynağın boşa kullanılmasını istemiyorum.” Memorandumun CIA’yı veya istihbarat
camiasını seferber etmekte çok az etkisi oldu. Bu olay, CIA Başkanı’nın Savunma
Bakanlığı’nın içindeki servisler de dahil olmak üzere istihbarat camiasını yönlendirmekteki
otoritesinin sınırlarını göstermektedir.
ABD hükümeti, CIA, FBI, Devlet Bakanlığı, Ordu ve iç güvenlikte çalışan servisler
kadar çeşitli bağımsız kurumları kapsayan operasyonlara katmak için sorumlulukları
paylaştırma, istihbaratı bir yerde toplama ve planlamayı yönlendirmede kullanma yolunu
bulmadı.
ÖZEL BULGULAR
Başarısız Diplomasi
Şubat 1997’de başlayan ve 11 Eylül 2001’e kadar devam eden süreçte, ABD hükümeti,
Afganistan’daki Taliban rejimini, El-Kaide için bir sığınak olmasını durdurması ve Bin
Ladin’in adalet karşısına çıkarılacağı bir ülkeye gönderilmesi için ikna etmek amacıyla
diplomatik baskı kurmayı denedi. Bu çabalar, uyarı ve yaptırımları da içeriyordu ama hepsi
başarısız oldular.
ABD hükümeti ayrıca, iki başarılı Pakistan hükümetinden de Taliban’dan Bin Ladin ve
örgütüne sığınak sağlamayı durdurmasını istemesi ve Taliban’a desteğini kesmesi için baskı
uyguladı. 11 Eylül öncesi ABD, Pakistan’ın Taliban’la olan köktendinci ilişkilerini yeniden
düşünmesine ikna etmek için gereken dürtü ve baskı karışımını bir türlü bulamadı.
1999’dan 2001’in başlarına kadar ABD, Taliban’ın sadece dış dünyaya seyahat ve mali
çıkış yerlerinden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’ne, bağlarını koparması ve özellikle de
Afganistan’la olan hava ulaşımı üzerinde uygulaması gereken yaptırımlar için baskı uyguladı.
Bu çabalar 11 Eylül öncesi çok az başarı sağladı.
Suudi Arabistan, İslâmi aşırılıkla mücadele etmekte problemli bir müttefik oldu. 11
Eylül öncesi, Suudi Arabistan ve ABD hükümetleri, istihbarat bilgilerini tam olarak
paylaşmadılar ve El-Kaide örgütünün mali kaynaklarının izini sürmek ve dağıtmak için yeterli
ortak çabayı geliştiremediler. Diğer yandan, en üst düzeydeki Suudi Arabistan hükümet
yetkilileri, Bin Ladin problemini diplomasiyle çözmek için temel başlangıçlar konusunda
ABD’li yetkililerle yakın bir çalışma sürdürdüler.
Askeri Seçeneksizlik
Siyasetçilerin taleplerine yanıt olarak, Mayıs 1998’den bu yana ordu, Bin Ladin ve
örgütüne saldırmak için sınırlı vuruş seçenekleri düzeninde hazırlandı. Ordu, siyasetçilere
brifing verdiğinde, bu vuruş seçeneğinin artı ve eksilerini, düşünülen risklerini de sundular.
Siyasetçiler, sunulan bu seçenekler karşısında hayal kırıklıklarını ifade ettiler.
20 Ağustos 1998’i müteakiben, Afganistan ve Sudan’daki El-Kaide hedeflerine
düzenlenen füze saldırıları, hem kıdemli askeri personelin hem de siyasetçilerin, Bin Ladin ve
örgütüne karşı askeri harekatı başlatmaya karar vermek veya tavsiyede bulunmak için kilit rol
oynayan etkili istihbarat üzerinde önemle durmalarını sağladı. Kaydadeğer paralel hasarları
riske atmak istemediler ve Bin Ladin’in güçlü görünmesini sağlayıp ABD’yi güçsüz
gösterecek olan Bin Ladin’i ıskalamak seçeneğini istemediler. 1998-1999’da üç spesifik
olayda istihbarat, Bin Ladin’i öldürmek için olası vuruşlar üzerine plan yapma yetkisi için
yeterince güvenilir zannedildi. Fakat her olayda, vuruşlar daha ileri gidemedi, çünkü kıdemli
siyasetçiler, risklerinin değerlendirmesini dengelemek için yeterince etkili bir şey olarak
istihbaratı önemsemediler.
Merkezi İstihbarat’ın Başkanı, siyasetçiler ve askeri yetkililer, etkili istihbarat
eksikliğinden dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını ifade ettiler. Pentagon’un içindeki, özel
kuvvetler ve kontr-terör politikaları bürosundakiler de dahil olmak üzere kimi yetkililer de
askeri harekat eksikliğinden dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını ifade ettiler. Bush yönetimi,
2001’de El-Kaide üzerine yeni politikalar geliştirmeye başladı fakat askeri planlar 11 Eylül’e
kadar değişmedi.
İstihbarat Camiası İçindeki Problemler
İstihbarat camiası, uluslararası terörizm olgusu hakkında bilgi toplamak ve bunu
çözümlemek için 1990’lardan 11 Eylül’e kadar bir mücadele yürüttüler. Ezici çoğunluktaki
öncelikler kombinasyonu, değişmez bütçeler, modası geçmiş bir yapı ve bürokratik rekabet,
bu yeni mücadeleye yetersiz bir yanıt olarak sonuç verdi.
Kendini işine adayan pek çok görevli, El-Kaide’ye ait gittikçe gelişen kanıtları biraraya
getirmek ve tehditleri anlayabilmek için gece gündüz çalıştı. Bin Ladin ve gittikçe büyüyen
örgütü El-Kaide hakkında pek çok rapor olmasına rağmen, istihbarat camiasının ne bildiği ve
bunun ne anlama geldiği hakkında anlaşılabilir bir görünüş yok. 1995 ve 11 Eylül arasında
terörizm üzerine bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi yoktu.
11 Eylül öncesi hiçbir servis El-Kaide’ye saldırmak için CIA’dan daha fazla bir şey
yapmadı. Fakat, CIA’nın dışarıdaki terörist faaliyetleri dağıtmayı başaracak ve Bin Ladin ve
Afganistan’daki kurmaylarını yakalamayı deneyecek vekiller kullanmasının sınırları var. CIA
yetkilileri bu sınırlamaların farkındalar.
Basitçe ortaya koymak gerekirse, gizli faaliyet gümüş bir kurşun değildir. Bu faaliyet,
Afganistan’daki vekilleri çalıştırmak, çeşitli yetenekleri yaratabilmek ve eğer kendine bir
fırsat yaratabilirse CIA’nın bunu kullanabilmesi için önem taşıyordu. Fakat üç yıldan uzun bir
süredir, hem Clinton’un son dönemleri hem de Bush’un ilk günlerinde, CIA bu vekil güçlere
bel bağladı ve bir sonuç alınamayınca CIA’nın içindeki Kontr-Terörist Merkezi ve Ulusal
Güvenlik Konseyi yetkililerinde gittikçe büyüyen bir hayal kırıklığı ortaya çıktı. Predator’un
geliştirilmesi ve Kuzey İttifakı’na verilen destek bu hayal kırıklığının ürünüdür.
FBI’daki Problemler
1993’teki Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ilk saldırıdan bu yana Washington ve
New York’taki FBI ve Adalet Bakanlığı yöneticileri, hem içerde hem de dışardaki ABD
çıkarlarını terörizm tehdidi altında tutan İslâmcı aşırı uçlar hakkında daha çok endişelenmeye
başladılar. 1990’larda FBI’nın uluslararası terör örgütlerine karşı yürüttüğü kontr-terör
çabaları, hem istihbaratı hem de suçlu araştırmalarını içeriyordu. FBI’nın bu araştırmalara
yaklaşımı; duruma özel, merkezileşmemiş ve kovuşturma yönünde idi. Kaydadeğer FBI
kaynakları, farklı kovuşturmalarla sonuçlanan başlıca terörist saldırıların olay sonrası
araştırmasına adandı.
FBI, bu tip saldırıları engellemek için kapasitesini güçlendirmeyi amaçlayan çeşitli
reform çabalarına girişti fakat bu reform çabaları örgüt çapında yapısal değişimi
tamamlamakta başarısız oldu. 11 Eylül 2001’de FBI, etkili bir koruyucu kontr-terör stratejisi
için bazı alanlarda kritik bir şekilde kısıtlandı. O işe yarayan kontr-terör maddeleri, sınırlı
istihbarat bilgisine, stratejik analiz yeteneğine, hem iç hem dış bilgileri paylaşmaktaki sınırlı
kapasitesine, yetersiz eğitime, bilgileri paylaşmanın önünde görünen yasal engellere ve
yetersiz kaynaklara rağmen yine işe yaradı.
Geçişli Sınırlar ve Göç Kontrolleri
İstihbarat ve yasal yaptırımların El-Kaide’nin seyahat zaaflarını kullanması için fırsatlar
mevcuttu. 11 Eylül uçak korsanları toplu bir şekilde ele alınırsa;
*Hepsi gözlem altında tutulabilecek, tanınan El-Kaide militanlarıdır;
*Sundukları pasaportlar hileli yollarla elde edilmiştir;
*Sundukları pasaportlar aşırılık için şüphe uyandıran bir göstergedir;
*Vize başvurularında farkedilebilecek yanlış ifadelerde bulundular;
*ABD’ye giriş hakkı için sınır yetkililerine yanlış ifadelerde bulundular;
*ABD’deyken göçmenlik yasalarını ihlal ettiler.
Ne Devlet Bakanlığı konsolosluk yetkileri ne de Göçmenlik ve Etkisizleştirme Servisi
müfettişleri ve ajanları, ulusal kontr-terör çabalarında tam bir ortaklık olduğunu düşündüler.
11 Eylül’den önce sınırları korumak bir ulusal güvenlik problemi değildi.
Geçişli Hava Güvenliği
Hava korsanları, hava güvenlik sisteminde herkes tarafından bulunabilecek
materyallerle çalıştılar ve bir silahtan daha az metal içeren ve izin verilebilir aletler
kullandılar. Hava korsanlarının ikisinin ABD TIPOFF terörist arananlar listesinde olmasına
rağmen, FAA TIPOFF verilerini kullanmadı. Hava korsanları sadece bir güvenlik alanını
aşmak zorundaydılar; güvenlik kontrol noktası gidişi. Bazı hava korsanlarının CAPPS
sistemiyle daha fazla görüntülenmek için seçilmesine rağmen, bu, sadece kontrol edilen
bagajlarının daha fazla incelenmesine sebep oldu. Uçağa bindikleri zaman da, uçak kaçırma
olaylarına karşı eğitilmemiş bir uçak personeliyle karşılaştılar.
Maliye
11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek $400.000 ila $500.000 arasında bir fiyata mal
oldu. Eylemciler ABD’de $270.000’den fazla para harcadılar. Pasaport ve vize almak için
yapılan yolculuklar, ABD’ye yolculuk, eylem lideri ve ABD dışındaki destekçilerin
harcamaları ve en sonunda eyleme katılmayan, hava korsanı olması için seçilen insanların
harcamaları gibi ek masraflar da vardı.
Entrika, büyük oranda ABD’deki bankaları kullandı. Hava korsanları, pasaportlarını ve
kimlik dökümanlarını kullanarak kendi isimleriylenı ve kimlik dökümanlarını kullanarak
kendi isimleriyle hesap açtılar. Dünyada her gün milyarlarca dolarlık akış yaşanırken onların
işlemleri aslında dikkate değer işlemler değildi.
11 Eylül saldırıları için kullanılan paranın kaynağının belirlenmediğini belirtmek lazım.
El-Kaide’nin pek çok fon kaynağı var ve 11 Eylül öncesi yıllık bütçesi 30 milyon dolar olarak
tahmin ediliyor. Eğer fon kaynaklarından bir kısmı kurursa, El-Kaide saldırıları finanse etmek
için yeterli parayı herhangi bir yerden kolaylıkla bulabilir.
Alelacele Yurt Savunması
Ulusal hava sahasının sivil ve askeri koruyucuları -FAA ve NORAD- kendilerine
yönelik saldırılara karşı hazırlıksızdılar. Bu hazırlıksızlıkla, eşi görülmemiş bir mücadeleye
karşı etkili bir vatan savunması yapmaya çalıştılar ve başarısız oldular.
O sabah yaşanan olaylar, operasyonel personelin gözden düşmesi gibi bir sonuç
yaratmadı. NORAD’ın Kuzeydoğu Hava Savunma Bölgesi personeli bilgiye ulaşamadı ve
ulaşabildikleri bilgiye dayanarak verebilecekleri en iyi kararları verdiler. Tek tek FAA
kontrolcüleri, kapasite yöneticileri, kumanda merkezi yöneticileri ulusal çapta bir alarm
vermekte, yerel trafiği durdurmakta, ulusal çapta tüm uçaklara yere inin talimatını vermekte
ve benzeri görülmemiş düzeni kusursuz bir şekilde idare etmekte oldukça çevik ve yaratıcı
davrandılar.
Daha kıdemli düzeylerde, iletişim zayıftı. Kıdemli askeri ve FAA yöneticileri
birbirleriyle etkili bir iletişim kuramadılar. Kumanda zinciri iyi işlemedi. Başkan kimi kıdemli
görevlilere ulaşamadı. Savunma Bakanı, sabah yaşanan kilit olaylar sona ermeden kumanda
zincirine dahil olamadı. Ulusal Hava Muhafızı birlikleri, Başkan’ın, NORAD’ın ve Ulusal
Askeri Kumanda Merkezi’nin bilgisi dışında, farklı kurallarla sınırlandıkları için aralarında
çekişmeler yaşandı.
Acil Karşılık
Siviller, itfaiyeciler, polis memurları, ilk yardım teknisyenleri ve acil yönetim
profesyonelleri sağlam bir kararlılık gösterdiler ve 11 Eylül’deki dehşet verici, ezici koşullara
rağmen problemleri çözdüler. Onların davranışları hayat kurtardı ve bir ulusa ilham verdi.
New York’taki etkili karar alma mekanizması, kumanda ve kontrolde ve iç iletişimdeki
problemlerle engellendi. New York İtfaiye Müdürlüğü içinde, bu, bazı sebeplerden dolayı
doğrudur: olayın büyüklüğü beklenmedik orandaydı; komutanlar birlikleriyle iletişim
kurmada problemler yaşadılar; şefleri tarafından yönetilselerdi olay yerine daha fazla birlik
sevkedilebilirdi; bazı birlikler kendiliğinden sevk oldu; birlikler Dünya Ticaret Merkezi’ne
ulaştıkları zaman ne koordine edildiler ne de verimli bir şekilde kullanılabildiler. Liman
Müdürlüğü’nün karşılık vermesi hem standart çalışma prosedürlerinin olmaması hem de bir
olaya karşılık verirken ortak tavır sergilemeyi sağlayacak çeşitle talimatları olanaklı kılacak
telsiz tertibatının olmayışı nedeniyle zorluklar yaşadı. New York Emniyet Müdürlüğü,
kalabalıkların kontrolünü gerektiren büyük olaylar için binlerce memurunu teçhizatlandıran
bir mazisi olduğu için teknik bir telsiz tertibatına sahipti ve tutanaklar 11 Eylül
büyüklüğündeki bir olaya kolaylıkla uygulanabildi.
Kongre
Kongre, tıpkı yürütme organı gibi, ulusal güvenliğimizi tehdit eden uluslararası
terörizmin tırmanmasına yavaş karşılık verdi. Yasama organı çok az uyum gösterebildi ve
değişen tehditleri dile getirmek için kendisini yeniden yapılandırmadı. Terörizme olan ilgisi,
bölümseldi ve farklı komiteler arasında paylaştırılmıştı. Kongre, terörizmle ilgilenen yürütme
organı kurumlarına çok fazla yol göstermedi, tehditle yüzyüze gelmeleri yolunda kaydadeğer
bir reform yapmadı ve 11 Eylül sonrası kötü etkileri ortaya çıkan yerel ajanlar ve ulusal
güvenlikle ilgili pek çok problemi çözmeye çalışmak, tanımlamak ve dile getirmekte sağlam
bir yönetim sergiledi.
Bu yönetim geçerli kongre kuralları ve çözümleriyle alttan alta çürütüldüğü sürece,
Amerikan halkının ihtiyaç duyduğu ve istediği güvenliğin sağlanamayacağına inandık.
ABD’nin Amerikan ulusal istihbarat servislerine yönetim, destek ve liderlik sağlayabilmesi
için güçlü, kalıcı ve yetenekli bir kongre komite yapısına ihtiyaç var.
Daha mı Güvendeyiz?
11 Eylül’den bu yana ABD ve müttefikleri El-Kaide önderliğinin büyük kısmını
öldürdü veya ele geçirdi; El-Kaide’ye Afganistan’da sığınma hakkı veren Taliban’ı başsız
bıraktı ve örgüte acımasız zararlar verdi. Yine de teröristlerin saldırıları devam ediyor.
Saldırıları engellemiş olsak da hemen hemen herkes geri geleceklerini düşünüyor. Bu nasıl
olabilir?
Sorun, El-Kaide’nin sınırlı bir grup insanı değil, ideolojik bir hareketi temsil etmesi.
Çok uzun süre yönetemese de başlatıyor ve ilham veriyor. Bu yolla, kendisini merkezi bir
yapı olmaktan kurtarıyor. Ladin, kaçaklarla büyük saldırılar örgütlemek sorunuyla kısıtlanmış
olabilir. Yine de onu öldürmek veya ele geçirmek, çok önemli olsa da, terörü
durdurmayacaktır. Onun mesajından esinlenen yeni bir teröristler kuşağı gelecektir.
11 Eylül’den bu yana El-Kaide’ye karşı yürüttüğümüz saldırıların ve vatanı korumak
için geliştirdiğimiz savunma faaliyetlerinin bizi bugün daha güvende yaptığına inanıyoruz.
Fakat güvende değiliz. Bu nedenle, Amerika’yı daha güvenli ve daha kendinden emin bir hale
getirmek için aşağıdaki tavsiyeleri yerine getirmeliyiz.
Tavsİyeler
9 Eylül’den 3 yıl sonra, ulusumuzu bu yeni dönemde nasıl koruyacağımıza ilişkin
tartışma yurt çapında devam ediyor. Tavsiyelerimizi iki temel bölüme ayırıyoruz: Ne yapmalı
ve nasıl yapmalı.
Ne yapmali? Küresel Stratejİ
Düşman sadece “terörizm” değil. İslâm içinde bir azınlığın siyaseti dinden ayırmayan ve
böylece ikisini birden çarpıtan hoşgörüsüzlük geleneğinin ürünü Bin Ladin ve diğerlerinin
yarattığı İslâmcı terörizm tehdidi.
Düşmanımız dünya çapında bir inanç sistemi olan İslâm’ın kendisi değil, İslâm’dan
sapanlardır. Düşmanımız El Kaide’nin de ötesinde, diğer terörist grupları ve şiddeti
yaygınlaştıran ve El Kaide’den etkilenen radikal ideolojik hareket. Dolayısıyla stratejimiz
amacımıza ulaşmak için iki boyutlu olmalıdır: El Kaide ağını parçalamak ve uzun vadede,
İslâmcı terörizme neden olan ideolojiyi alt etmek.
11 Eylül sonrası çabalarımızın ilk aşaması doğru olarak Taliban’ı devirmek ve El
Kaide’nin peşine düşmek için düzenlenen askeri operasyondu. Bu aşama devam ediyor.
Ancak uzun vadeli bir başarı için ulusal gücümüzün tüm unsurlarını kullanmamız gerekir:
Diplomasi, istihbarat, gizli operasyonlar, hukuki zorlamalar, ekonomik politikalar, dış yardım,
kamuoyu oluşturma ve yurt savunması. Bu unsurlardan birini diğerlerine tercih etmek, ulusal
çabamızı zayıflatacak, bizi savunmasız bırakacaktır.
Amerikalılar Devletlerinden ne beklemelidir? Hedef sınırsız görünüyor: Dünyanın
neresinde olursa olsun terörizmi yenmek. Ancak, Amerikalılar aynı zamanda en kötüsüne de
hazırlar: Çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir.
Düşmanın biçimsiz tarifi belirsiz hedeflere yol açar. El Kaide ve diğer grupların dünya
çapında yaygınlaştığı, kolayca uyum sağladığı, esnek olduğu, üst düzey örgütlenmeye çok
ihtiyacı olmadığı ve her şeyi yapabileceği düşünülüyor. Sınırsız bir yok etme gücü izlenimi
oluşmuş. Bu izlenim devletin başarılı olacağı beklentisini azaltıyor.
Oldukça azaltıyor. Raporumuz yetenekli ve azimli bir komplocular grubunu gösteriyor.
Yine de, bu grup, komplolara kapılan marjinal ve dengesiz kişiler yüzünden zayıf düşmüş
durumda ve kırılgan. Düşman hatalar yaptı. Ancak ABD yönetimi bu hatalardan
yararlanamadı.
Hiçbir Başkan 11 Eylül gibi bir facianın tekrar yaşanmayacağına söz veremez. Ancak
Amerikalıların gerçekçi hedefler, kararlı önderlik ve verimli organizasyon isteme hakkı
vardır. Hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığına karar verebilmek için yapılanların standardını
seçtikleri temsilcilerin yardımıyla görme hakkına da sahiptir.
Üç boyutlu bir strateji öneriyoruz: 1) teröristlere ve örgütlenmelerine saldırı 2) İslâmcı
terörizmin sürekli gelişimini engelleme 3) Terörist saldırılara karşı hazırlık ve savunma.
Teröristlere ve Örgütlenmelerine Saldırı
-Sığınakları yok edilmeli. ABD Hükümeti bilinen-bilinmeyen tüm sığınakları tespit
etmeli; bunların her biri için gerçekçi ülkesel ve bölgesel stratejiler oluşturmalı, ulusal
gücümüzün tüm unsurlarını değerlendirmeli ve bize yardım edebilecek ülkelere ulaşmalıdır.
-ABD’nin Pakistan ve Afganistan’ın geleceği için üstlendiği uzun vadeli sorumluluklar
ve uluslararası yükümlülükler güçlendirilmelidir.
-Suudi Arabistan’la yaşanan sorunlar açıkça halledilmeli ve iki ülkenin ortak düzeltme
iradesiyle kendi vatandaşlarını da ikna edebileceği, petrolün ötesinde bir ilişki kurulmalıdır.
İslâmcı Terörizmin Sürekli Gelişimini Engelleme
Ekim 2003’te, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “Bir sonraki nesil teröristlerin
durdurulması için bütünleşmiş geniş bir plan” için gerekenlerin yapılıp yapılmadığını
sormuştu. Bu planın bir parçası olarak ABD Hükümeti,
-Mesajını tanımlamalı ve manevi liderliğin dünyadaki örneği haline gelmelidir.
Müslüman ailelere, Bin Ladin gibi teröristlerin çocuklarına vahşet ve ölüm görüntüleri dışında
bir şey vaat edemeyeceğini anlatmalıdır. Amerika ve dostlarının bir avantajı vardır; bizim
vizyonumuz daha iyi bir gelecek vaat etmektedir.
-Dostumuz bile olsa, Müslüman ülkeler fırsat vermediğinde, hukukun üstünlüğünü
tanımadığında, farklılıklara tahammül edemediğinde, ABD daha iyi bir gelecek için ortaya
çıkmalıdır.
-İslâm dünyasında Amerikan idealleri açıklanmalı ve savunulmalıdır. Öğrenciler ve
hükümetdışı liderler de dahil olmak üzere daha fazla insana ulaşmak için kamuoyu oluşturma
araçları daha güçlü kullanılmalıdır. Bu konuda en az Soğuk Savaş sırasında kapalı toplumlarla
mücadele sırasında gösterdiğimiz kadar çaba göstermeliyiz.
-Ekonomik açıklık ve eğitime destek gibi fırsatlar sunulmalıdır.
-İslâmcı terörizme karşı ayrıntılı bir birleşik mücadele stratejisi oluşturulmalıdır.
Koalisyon devletlerinin önde gelenleriyle bir esnek iletişim grubu oluşturulmalı ve yakalanan
teröristlere nasıl muamele edileceği gibi konularda ortak bir koalisyon yaklaşımı
belirlenmelidir.
-Terörle mücadeleye paralel olarak kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını engelleme
görevine de gereken önem verilmelidir.
-Teröristlerin para kaynaklarını kurutmak yerine, para istihbarat amacıyla takip
edilmelidir. Böylece, teröristlerin örgütlenme ağı çözülebilir, teröristler yakalanabilir ve
eylemleri önlenebilir.
Terörist Saldırılara Karşı Hazırlık ve Savunma
-Teröristlerin yolculukları hedef alınmalıdır. Teröristlerin yolculuklarının izlenmesinin
terörizmin finansal kaynaklarını hedef alma kadar etkili bir güvenlik stratejisi olduğu 11
Eylül’de ortaya çıkmıştır.
-Biyometrik tanımlama cihazlarıyla insanların görüntülenmesi konusunda ülkeler ve
güvenlik birimleri arasında yaşanan sorunlar ortaya konmalıdır. Ortak sorunları çözecek ve
genel standartları belirleyecek etraflı bir görüntüleme sistemi tasarlanmalıdır. Standartlar
yaygınlaştıkça, bu azimli ve gerekli çabanın bir sonucu olarak, tehdit oluşturabileceklerin
geçişini engelleme kabiliyeti dünya çapında artacaktır.
-Nitelikli yolcuların geçişlerini de hızlandıracak bir biyometrik giriş-çıkış görüntüleme
sistemi acilen tamamlanmalıdır.
-Doğum sertifikası ve sürücü ehliyeti gibi kimlik belgelerinin baskı ve dağıtımlarında
ortak bir standart oluşturulmalıdır.
-Taşımacılık sistemimizin güvenliğinin ihmal edilmiş tarafları için strateji
geliştirilmelidir. 11 Eylül’den beri, taşımacılık sektöründeki yıllık 5 milyar Dolarlık yurt
çapındaki güvenlik harcamasının %90’ı havacılık alanına gitti.
-Havacılık endüstrisindeki bilgisayarla profilleme sistemi üzerine tartışmaların
“otomatik seçici” ve “uçuş yok” listelerinde yaşanan can alıcı gelişmeleri geciktirmesine izin
verilmemelidir. Ayrıca kontrol noktası gözetlemesinin gelişmesine önem verilmelidir.
-Yeni güvenlik sistemleriyle ilgili bilginin toplanıp paylaşılması ve özel hayatın ve
diğer önemli hak ve özgürlüklerin korunması için gerekli ana noktalar, Başkan’ın
önderliğinde, belirlenmelidir.
-Devletin büyüyen gücünü koruyabilmek için yürütme bu gücün önemini göstermelidir.
Yeni güvenlik sistemlerinin bilgi toplama ve paylaşma usullerinin uygulamasını izleyecek bir
yönetim birimiyle bu gücün denetimi de sağlama alınmalıdır.
-Olağanüstü durumların yaratacağı riskler ve zayıflıklara hazır olmak için bir federal
fon kurulmalıdır. New York ile Washington D.C. listenin en başında yer almalıdır. Bu yardım
fonunun kullanımı vergi gelirlerinin bölüşümüne veya her bölgenin kendi topladığı geliri
harcaması uygulamasına dönüşmemelidir.
-Güvenlik fonundan harcamaların “Olay Komuta Sistemi”ne uygun olarak
yönetilebilmesi için bir kriz anında ekip çalışması özendirilmeli ve yerel yaklaşımlarla
güçlendirilmelidir. Ülke altyapısının %85’i özel sektörün kontrolünde olduğu için, özel sektör
de acil durumlara karşı hazırlanmalı, özel sektör için yeni standartlar belirlenmeli ve güvenlik
konusunda kamuoyu daha fazla bilinçlendirilmelidir.
NasIl YapmalI?
DEVLET ÖRGÜTLENMESİNDE YENİ YÖNTEMLER
Burada özet halinde sunulsa da önerdiğimiz strateji oldukça ayrıntılıdır. Uygulanması
için ulusal güvenlik kurumlarının 50 yıl önceki Soğuk Savaşa göre düzenlenmiş yapısından
daha iyi bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Nesiller önce kurulmuş ve artık var olmayan bir
dünya için oluşturulmuş bir sistemde yapılacak küçük değişiklikler yeterli olmayacaktır.
Ayrıntılı önerilerimiz birbirine uyumludur. Amacımız net: ABD Devlet yapısında
birleşik çaba oluşturmak. Yurtdışı görevde bulunan subayımızın deyimiyle: “Tek savaş, tek
takım.”
Terörle mücadelede çabaların birleştirilmesinden başlayarak, beş alanda “birleşik çaba”
çağrısında bulunuyoruz:
-Yurtiçi ve yurtdışındaki İslâmcı teröristlerle mücadele planlamaları ve stratejik
istihbarat çalışmaları Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi çatısı altında birleştirilmelidir.
-Tüm istihbarat birimleri, yeni kurulacak Ulusal İstihbarat Başkanı başkanlığında
birleştirilmelidir.
-Terörle mücadelede yer alan pek çok birimin çabaları ve bilgi birikimleri, geleneksel
bürokratik sınırlar ortadan kaldırılarak bir bilgi-iletişim ağıyla birleştirilmelidir.
-Sorumluluk ve niteliğin geliştirilmesi için Kongre idaresi birleştirilmeli ve
güçlendirilmelidir.
-FBI ve yurt savunmasında görev alan birimler güçlendirilmelidir.
Birleşik Çaba: Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi
Değişik kaynaklardan elde edilen stratejik istihbaratın müşterek operasyonel
planlamayla - yurtiçi ve yurtdışı sahanın ikisini de kapsayacak şekilde- bütünleştirilmesinin
önemi 11 Eylül olayında ortaya çıkmıştır.
-11 Eylül’den sonra, müşterek çalışmada kimi gelişmeler yaşandı. Terörizmle savaşın
gerektirdiği büyük enerji ve çaba, geleneksel istihbarat sınırlarının aşılmasını sağladı.
Alışkanlıklar değişti. Ancak iletişim sorunları katlanarak arttı. Sadece Savunma Bakanlığı’nda
öncelikli görevi terörizm olan üç birim bulunuyor: SOCOM, CENTCOM, NORTHCOM.
-11 Eylül saldırılarıyla ilgili kamuoyuna yansıyan açıklama ve yorumlarda daha çok
“kaçırılan fırsatlar” üzerinde duruldu. “Bilgi paylaşımı”, “noktaları birleştirmek” ve “gözlem
listesi” problemleriyle nitelendirilen bu bakış açısı dardır. Hastalığın kendisi değil, hastalık
belirtileri tanımlanmaktadır.
-Yetkili birimlerdeki eski örgütlenme kalıplarını yıkarak, Ulusal Kontr-Terörizm
Merkezi (National Counterterrorism Center-NCTC) kurulmasını öneriyoruz. Merkez,
1980’lerde ABD Ordusu tarafından geliştirilen operasyonel alanda istihbaratın birleştirilmesi
konseptini sivil alana adapte etmelidir.
-NCTC, halen faaliyet göstermekte olan Terörist Tehdit Entegrasyon Merkezi’nin
(Terrorist Threat Integration Center) üstüne inşa edilecek ve TTEM ve devlet içindeki diğer
terörle mücadele birimleri lağvedilecektir. NTC, tek yetkili bilgi bankası haline gelecektir.
Bilgi toplama ve derleme işlevini yurtiçinde ve yurtdışında gerçekleştirecektir.
-NCTC istihbarat birimlerini yönlendirmeli, planlamaların yürütülmesini denetlemeli ve
operasyonel planlamanın bütünleşmesinden sorumlu olmalıdır.
-Ulusal İstihbarat Başkanı’na karşı sorumlu olan ve rütbesi Bakanlık Şube Başkan
Yardımcısı düzeyinde Senato onaylı bir subay tarafından yönetilen ve Başkan’ın Yürütme
Organı’nda yer alan NCTC, planların uygulanmasını denetleyecektir. Ulusal Güvenlik,
Savunma Bakanlığı, CIA ve FBI’nın kontr-terör birimlerinin yönetiminde ve bütçelerinde söz
ve kontrol sahibi olacaktır.
-NCTC, politika belirleyen bir birim olmamalıdır. Çalışmaları ve planlamaları
Başkan’ın ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin belirlediği politikalar doğrultusunda
gerçekleşmelidir.
Birleşik Çaba: Ulusal İstihbarat Başkanı
11 Eylül’den çok uzun zaman önce -ve bugüne değin- istihbarat birimleri müşterek
istihbarat çalışmasına uygun örgütlenmemiştir. İstihbarat paylaşımı ve yurtiçi ve yurtdışındaki
uzmanların eğitimi yaygın standart ve uygulamalara uygun değildir. Ulusal istihbarat
alanındaki büyük uzmanlığımız yönetimin bölünmesine neden olmuştur. Yapılar aşırı
karmaşık ve aşırı gizlidir.
-İstihbarat birimlerinin başının -CIA Başkanı- en azından üç görevi bulunmaktadır:
CIA’yı yönetmek, 15 birimden oluşan konfederasyonun koordinasyonunu sağlamak ve
Başkan’ın baş-istihbarat-yorumculuğunu yapmak. Hiç kimse bunların tümünü birden
yapamaz.
-Ulusal İstihbarat Başkanlığı oluşturulmalıdır. Başkanlığın iki ana görevi olmalıdır: 1)
Nükleer silahlanma ve terörizm gibi ortak düşmanlarla mücadele eden tüm ulusal istihbarat
merkezlerinin çalışmalarını izlemek. 2) Personel yetiştirme ve bilgi teknolojisi gibi alanlarda
ortak standartlar belirleyerek ulusal istihbarat programına katkıda bulunan birimlere destek
olmak.
-Ulusal istihbarat merkezleri, istihbarat dünyasının birleşik kumanda merkezi olacaktır.
Ulusal güvenlik örgütlenmesinde refom yaratan 1986 Goldwater-Nichols Kanunu’nun
yarattığına benzer bir uzun vadeli etki yaşanacaktır. CIA, DIA, NSA ve FBI gibi kurumlar
yeniden örgütlenecek, elemanları yetiştirilecek ve dünyanın en iyi istihbarat
profesyonelleriyle güçlendirilecek ve istihbarat operasyonlarının yürütülmesinden sorumlu
olacaklardır.
-Ulusal İstihbarat Başkanı (UİB), Başkan’ın Yürütme Organı’nda yer almalı ve bizzat
Başkan’a karşı sorumlu olmalı, ancak Senato tarafından onaylanmalıdır. (Teröre karşı ulusal
istihbarat merkezini ve müşterek operasyon planlamasını yönetmek de dahil olmak üzere)
Ulusal Kontr-Terör Merkezi’ni yönetmenin yanı sıra, UİB’nin üç yardımcısı olmalıdır:
-Dış istihbarattan sorumlu (Aynı zamanda CIA’nın da Başkanı olacak UİB Yardımcısı)
-Savunma istihbaratından sorumlu (Aynı zamanda Savunma Bakanı’nın istihbarattan
sorumlu yardımcısı)
-Yurtiçi istihbarattan sorumlu (Aynı zamanda FBI’da istihbarattan sorumlu başkan
yardımcısı ya da Yurtiçi Güvenlik’te bilgi analiz ve altyapı korumasından sorumlu yardımcı)
-UİB’e ulusal istihbarat için özel bütçe tahsis etmeli, kendi istihbarat yardımcılarını
belirleme yetkisi olmalı ve istihbarat birimlerinin personel ve bilgi teknolojisi politikalarını
belirleyebilmelidir.
-CIA, gizli servislerinin bilgi toplama becerisini ve yorumcularının yeteneklerini
güçlendirmeye yoğunlaşmalı ve böylece çekirdek kadrosu övünülecek noktaya gelmelidir.
-Gizlilik; idareyi, sorumlulukları ve bilgi paylaşımını boğmaktadır. Ne yazık ki, mevcut
örgütsel dürtüler aşırı-sınıflandırmayı özendirmektedir. Bu denge değişmelidir. Ve bir
başlangıç olarak; kamuoyu, istihbarat bütçesinin toplam boyutu hakkında bilgilendirilmelidir.
Birleşik Çaba: Bilgi Paylaşımı
ABD Devleti’nin çok geniş bilgi kaynakları vardır. Ancak elindekini kullanma ve
değerlendirmede oldukça zayıf kalmaktadır. “Bilme ihtiyacı” sistemi “Paylaşma ihtiyacı”
sistemine dönüştürülmelidir.
-Başkan, ulusal güvenlik kurumlarında bir bilgi devrimi gerçekleştirmek ve “anaçerçeve” sistemini “desantralize ağ” sistemine dönüştürmek için devlet çapında gayret
göstermelidir. Engellerimiz teknolojik değildir. Devlet operasyonlarında “perde arkası”nda
yaşanan hoş olmayan sorunlar konusunda pek çok görevliden yakınmalar gelmektedir.
-Hiçbir birim problemlerini kendi başına çözemez. Ağ kurmak, eski bölünmeleri aşmayı
ve görevlilerin yapabilip yapamayacağı şeyleri öğrenmeye yardım edecek politik ve yasal
noktaların çözümünü gerektirir. Tekrar etmek gerekirse, bilgiyle ilgili yapılması gereken,
çabaların birleştirilmesidir.
Birleşik Çaba: Kongre
Kongre, kendisini ve yürütme organlarını, ortaya çıkan terörist tehdite göre uyarlamada
yetersiz kaldı. Kongre’nin istihbarat -ve kontr-terör- ile ilgili çalışmaları işlevsel değildir.
Kongre ve yürütme, idareler arası geçişteki güvenlik risklerini en aza indirmek için daha çok
çaba göstermelidir.
-İstahbarat yönetimi için iki tercih öneriyoruz: Atom Enerjisi Ortak Komitesi gibi eski
modelde bir müşterek komite ya da yetkili ve ilgili komiteleri birleştiren tek bir komite.
Anafikrimiz değişmedi: İstihbarat komiteleri güçlendirilmedikçe idari görevlerini yerine
getiremez ve bu nedenle o idare hakkında açık sorumluluğa sahip olur.
-Kongre, yurtiçi güvenlik için tek bir idare ve yönetim anlayışına sahip olmalıdır. Her
komisyonda, sürekli bir yurtiçi güvenlik komitesi bulunmalıdır.
-Ayrıca ulusal güvenlik çalışanlarının yönetiminin başlangıcında, adaylıkları, mali
raporları, güvenlik açıklığını, onaylama sürecini hızlandıracak reformlar öneriyor ve yeni
başlayan yönetimlerin ihtiyacı olan bilgiye sahip olmasını sağlayacak adımların atılmasını
istiyoruz.
Birleşik Çaba: Amerika’nın Savunmasının ABD’de Örgütlenmesi
Yurtiçi istihbarat ve kontr-terör görevinin geleceğiyle ilgili çeşitli önerilerde bulunduk.
Yeni bir yurtiçi istihbarat kurumunu oluşturmak, istihbarat toplama ve toplanan istihbaratı
değerlendirme sorunlarını çözmeyecektir. Biz yeni bir kurum yaratmayı önermiyoruz.
-FBI’da; çalışmaya o kurumda başlamış; o kurumda yetişmiş, terfi etmiş ve uzun yıllar
çalışmaya devam etmiş ve istihbarat ve ulusal güvenlik alanında uzmanlaşıp kurumsal
kültürle yoğrulmuş ajanlardan, yorumculardan, dilbilimcilerden ve gözaltı uzmanlarından
oluşan uzmanlaşmış ve bütünleşmiş yeni bir ulusal güvenlik gücü kurulmasını öneriyoruz.
Bir kaç noktada sorular sorduk: Bizi yurdumuzda korumakla yükümlü olan kim?
Amerika’nın ulusal savunmasının sorumluluğu birkaç kurum tarafından paylaşılmıştır:
Savunma Bakanlığı, yeni kurulan Kuzey Komutanlığı ve Yurtiçi Güvenlik Şubesi. Bu
kurumların rolleri, misyonları ve yetkileri arasındaki sınırlar belirgin olmalıdır.
-Savunma Bakanlığı ve onun idare komiteleri Kuzey Komutanlığı’nın ülkemize yönelik
askeri tehditlere karşı savunma strateji ve planlamalarının yeterliliğiyle ilgili görüşlerini sık
sık beyan etmelidir.
-Yurtiçi Güvenlik Şubesi ve onun idare komiteleri, devletin karşı karşıya bulunduğu
tehditleri göğüslemeye hazır olmasını sağlamak ve devletin planlarının yeterliliğini saptamak
için ne tür tehditlerle karşı karşıya bulunduğunu sık sık beyan etmelidir.
***
Tüm Amerikalılara, 11 Eylül’de hepimizin neler hissettiğini -sadece müthiş korkuyu
değil, nasıl bir millet olarak biraraya geldiğimizi de- hatırlamaya çağırıyoruz. Amaçlarda ve
çabalarda birleşmek, bu düşmanı yenmemizi ve Amerika’yı çocuklarımız ve torunlarımız için
çok daha güvenli bir yere dönüştürmemizi sağlayacaktır.
Önerdiklerimiz hakkında kamuoyunu tartışmaya çağırıyoruz ve bu tartışmada bizim de
oldukça güçlü bir şekilde yer alacağımızı duyuruyoruz.
Kısaltmalar:
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
CIA: Central Intelligence Agency (Merkezi Haberalma Teşkilatı)
FBI: Federal Bureau of Investigation (Federal
NORAD: North American Aerospace Defence Command (Kuzey Amerika Hava
Savunma Komutanlığı)
NCTC: National Counter Terrorism Center (Ulusal Kontr-Terör Merkezi)
DIA: Defence Intelligence Agency (Savunma İstihbarat Teşkilatı)
NSA: National Security Agency (Ulusal Güvenlik Teşkilatı)
TTIC: Terrorist Threat Integration Center (Terörist Tehdit Entegrasyon Merkezi)
FAA: Federal Aviation Administration (Federal Havacılık Kurumu)
HŞM: Halid Şeyh Muhammed
CENTCOM: Central American Command (Orta Amerika Komutanlığı)
SOCOM: South American Command (Güney Amerika Komutanlığı)
IV-
Türk Basınında 11 Eylül Kuşkusu
Ladin n’oldu?
Melih Aşık
Başkan Bush 17 Eylül 2001 tarihli basın toplantısında konuşuyor:
-Size söyleyebileceğim tek şey şu: Usame bin Ladin baş şüphelidir... (...) daha önce de
söylediğim gibi: ‘Aranıyor. Ölü ya da diri...’
Bush 28 Aralık’taki basın toplantısında konuşuyor:
-Bu adam üç ay öncesine kadar belli bir ülkenin kontrolü altında olan biri... Şimdi
bildiğimiz bir şey var ki, artık Afganistan’ın kanatları altında değil...
13 Mart 2002 tarihli basın toplantısı...
Bir soru üzerine Bush konuşuyor:
-Bu adam beni gerçekten bağlamıyor!
***
Yukardaki bilgiler “The New American” Dergisi’nden alındı. Açıkça görüldüğü gibi
Amerika artık Bin Ladin’in peşini bırakmıştır.
Eğer 11 Eylül saldırılarını Bin Ladin düzenlediyse ve ABD buna inanıyorsa Bin
Ladin’in peşini bırakır mıydı? Bin Ladin’in Avrupa ve ABD’deki militanları ve paraları
yerinde durduğuna göre... ABD’nin Bin Ladin’den bugün düne göre daha fazla kuşkulanması
ve sabotajlarından kaygılanması gerekmez miydi?
Ne var ki ABD Bin Ladin’i unutmuş kafayı Irak’a takmıştır. Bin Ladin sanki ABD’nin
Afganistan’a saldırması için yazılmış bir senaryonun kahramanıydı... Senaryo uygulandı.
ABD Hazar petrollerinin çevresine yerleştikten sonra yalnız Bin Ladin’i değil onunla ilgili
senaryoyu da unutuverdi.
“Kod Adı Kılıçbalığı” adlı kitap elinize geçerse eski CIA ajanı Michael Ruppert’in
görüşlerini okumanızı salık veririz... Ruppert, tamamen medyada yayınlanmış bilgi ve
haberlerden yola çıkarak 11 Eylül saldırısının arkasında CIA’nın bulunduğunu söylüyor.
İnternette “www.copvcia.com” adlı sitede de bu tezi destekleyen görüşler yer alıyor. İkiz
Kuleleri Bin Ladin’in değil ABD derin devletinin vurduğuna ilişkin tezler giderek daha çok
konuşuluyor. Mantık da o tarafı işaret ediyor...
(Milliyet, 12 Nisan 2002)
Eylül kuşkusu
Melih Aşık
Bugün 11 Eylül saldırısının ikinci yıldönümü. Aradan geçen iki yıla rağmen İkiz
Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılar hâlâ karanlıkta.
ABD, saldırıların failinin Bin Ladin olduğuna ilişkin kanıtları iki hafta içinde
açıklayacaktı. İki yıldır açıklamadı!
Yüzlerce basit soru askıda...
- 4 uçağın kara kutuları neden hâlâ ortada yok, kule kayıtları neden hâlâ açıklanmadı?
- 19 uçak korsanının adları neden yolcu listesinde yoktu? Bu korsanların fotoğrafları iki
gün içinde nereden bulunup yayınlandı?
- Neden uçak korsanlarına yerden lojistik destek sağlayan bir tek kişi olsun
yakalanamadı? Neden Bin Ladin ailesi alelacele ABD’den uzaklaştırıldı?
Bu tür 500 cevapsız soruyu “www.resce.com” adresinde bulabilirsiniz.
Sabotajın ABD’de derin devlet tarafından düzenlendiği, Bin Ladin’in olayda
kullanıldığı, uçakların muhtemelen uzaktan kumanda ile İkiz Kulelere çarptırıldığı, amacın
Amerikan halkını yeni savaşlara ikna etmek olduğu birer güçlü ihtimal olarak iki yıldır
konuşuluyor.
Teröre karşı savaş havasında gerçekleştirilen Afganistan ve Irak saldırılarının teröre
değil, açıkça Amerikan petrol çıkarlarına yönelik oluşu da 11 Eylül’ün “ev yapımı” bir
komplo olduğu düşüncesini güçlendiriyor.
(Milliyet, 11 Eylül 2003)
Bush-Bin Ladin ortaklığı
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Her ikisi de Amerikan Başkanlığı koltuğuna oturmuş olan baba ve oğul Bush’larla 11
Eylül toplu cinayetinden sorumlu tutulan Usame’nin bin Ladin ailesi arasında savaşların
getirdiği yüksek kâra dayalı çok yakın iş ilişkisi var. “Kara koyun” denen Usame’nin
ailesinden “kopup gittiği” bir aldatmaca. Ayrıca bin Ladin’ler (ve binlerce kişilik Suudi
krallık ailesi) birçok “kara ya da gri” koyunla dolu.
İlk bakışta “olamaz!” gibi görünen bu bağlantının kanıtları var. İki aile de savaş
kârlarının içindeki yerlerini koruyorlar. Irak’a müdahale tabii ki olacak. Böylece, Amerika’nın
yıllardır koruduğu ve yakalamayı geçmişte reddettiği Usame de dahil olmak üzere, Afganistan
olayı unutturulacak; ilgi Bush, bin Ladin ve çevrelerinin gelirlerini daha da arttıracak yeni
savaşlarda odaklanacak.
Beyaz Saray’ın ortaklarından bir silah şirketleri grubu Afganistan savaşından büyük kâr
etti, şimdi de Irak’a müdahaleden yararlanma hazırlığında. Baba Bush, bin Ladin’lerle de sıkı
parasal ilişkileri olan “Carlyle Grubu” adlı Amerikan müteahhitlerinin resmen
başdanışmanıdır. Oğul Bush da 1994’te Teksas valisi olmadan önce aynı gruba bağlı
Caterair’de pay sahibiydi. Yılda 75.000 dolar maaş alırdı; seçim harcamalarını da onlar
karşıladı. Başkan Yardımcısı Dick Cheney Afganistan’dan gelecek petrol hatlarını tasarlayan
Halilburton şirketinin son seçimlere değin en üst düzey yöneticisiydi.
Baba Bush’tan başka, eski Devlet Sekreteri J. Baker ve eski Savunma Sekreteri F.
Carlucci aynı silah holdinginde çalışıyorlar. Dördü de (ve yayım dünyası tekellerinden
Forbes’in temsilcisi, eski Savunma Sekreteri C. Weinberger), Carlyle’da payları olan bin
Ladin’leri Cidde’de en az ikişer kez gördüler.
David Lazarus gibi “Bush ve bin Ladin aileleri Afganistan savaşından büyük kârlar
edindiler” iddiasındaki gazeteciler yalnız değil. Yönetim içinde çürümüşlüğü hedef alan “Adil
Gözetim” kuruluşu Bush-bin Ladin bağı üstünde ısrarlı. Başkanı L. Klayman diyor ki: “Kendi
eski başkan olan Bush’un FBI’ın 11 Eylül saldırısından sorumlu tuttuğu çevreyle çok yakın
ilişkileri olan bir grupla ortaklık yapması iğrenç bir gerçek” “Kamu Dürüstlüğü Merkezi”
Müdürü C. Lewis’in sözleri de şöyle:
“Carlyle yönetimle iç içe. Baba Bush oğlunun başkan olduğu şu sırada o özel şirketten
gelir elde ediyor. Oğul Bush da babasının yatırımları ve görevi kanalıyla ama kendi Beyaz
Saray kanallarıyla da kazanç sağlıyor. Sıradan Amerikalının bu bağlantılardan haberi yok.”
Carlyle Grubu
Carlyle Grubu’nun yatırımları 164 şirketi kapsıyor Amerikan dış politikasının daha da
askerileşmesi, Bush’lar sayesinde en çok Carlyle’lara ve o yoldan iki aileye yaradı. Çelişki
gibi ama değil! Çünkü ilk kez F. Hayek’in şirin görünsün diye “pazar ekonomisi” dediği
kapitalizmin dayandığı ilke, ne yoldan olursa olsun, “kâr”dır -bu yol İkiz Kuleler’de 3.000,
Afganistan’la Irak’ta yüzbinlerin ölümüne yol açsa da-. Bush -Carlyle-bin Ladin birlikteliğini
bekleyen kanıtlar var. Carlyle’ın antetli ve 15 Şubat 2001 tarihli kâğıdında, eski Savunma
Sekreterleri F. Carlucci ve W. Perry imzalı, şimdiki Savunma Sekreteri D. Rumsfeld’e
yollanan resmi yazıda ve Rumsfeld’in 3 Nisan’daki yanıtında, Savunma Sekreterliği’nin yeni
baştan kuruluşu konu ediliyor.
11 Eylül’den önce, FBI’a bin Ladin’lerin terörist bağlantılarını “inceleme dışı” bırakma
emri verildi. 11 Eylül’den sonra binin üstünde “sempatizan” tutuklanırken, 11 Ladin üyesi
uçakla S. Arabistan’a kaçırıldı.
Cinayetlerden teröristlere parasal desteği kanıtlayan 14.000 belgeyle Suudi Arabistan
dışına kaçan diplomatın bu kanıtlarına Amerika’da sahip çıkan olmadı. Bin Ladin’lerin
terörist bağlantılarını araştırma da Bush’un emriyle durduruldu. Afganistan savaşından her iki
aile de kazançlar sağladılar. Irak’ta da kârlarına yenileri eklenecek.
(Cumhuriyet, 16 Ekim 2002)
İçinden boru hattı geçen savaş
Enis Berberoğlu
1991’de Bağdat’a bomba yağdıran baba George Bush’un Kuveyt ve Suudi petrolünü
Saddam’ın tecavüzünden koruduğu inancı hâkimdi. ABD’nin sadece petrol için savaştığı
tezine aykırı düşen iki istisna hali Balkanlarda Bosna ve Kosova’da sergilendi.
Oğul Başkan George W. Bush’un kendisine özgü nezih ifadeyle tarif ettiği Afgan
dağında gezen çoban mabadını hedef alan füzelerin hedefinde ekonomik çıkar var mı, savaş
dumanları dağılırken herkesin tartıştığı soru bu. Kuşkucu Fransızların iki istihbarat uzmanına
göre, ABD yönetimi 1995’te Afganistan’da iktidara gelen Taliban’la üç yıl süren boru hattı
pazarlığı yürüttü. Ancak neredeyse sonuçlanan petrol ve doğalgaz anlaşması Usame bin
Ladin’in 1998 yılında Kenya ve Tanzanya’daki ABD hedeflerine saldırması üzerine suya
düştü. ABD, Afganistan’da artık düşman saydığı yönetimi devirmek için bahane ararken
imdada 11 Eylül terör saldırıları yetişti. (Kaynak: Bin Laden, Yasak Gerçek, Jean Charles
Brisard, Guillame Dasquie - alıntı Yeni Şafak gazetesi)
***
ABD’nin 1991 yılında dağılan Sovyetlerin vârisi Rusya’yı Orta Asya petrollerinin
hamisi tahtından indirmek için elinden geleni yaptığı malum. Azeri petrolünü Bakü- Ceyhan
hattıyla Moskova’nın nüfuz bölgesi dışına taşımaya çalışması bu yüzden. Kazak petrolünü de
bu hatta kaydırılabilirse geriye sadece Türkmenistan’daki zengin doğal gaz/petrol yataklarına
uygun güzergâh bulmak kalıyor. Taliban macerasının hikmeti de burada yatıyor!
Sovyet işgali ve takip eden iç savaş kaosunu sona erdiren Taliban ilk aşamada
Washington’daki hazır şablona tam uyum gösterdi: Tıpkı Suudi Arabistan’daki Aramco gibi
ABD ortaklığı bir petrol şirketi, boru hatları, tek lider (emir) ve şeriat yasaları. Açıkçası
ABD’nin bu formüle itirazı yoktu. Öyle ki ABD’nin petrol devi Unocal Taliban liderlerini
Houston’a davet etti, krallar gibi ağırladı, petrol ve doğalgaz ticaretinden yüzde 15 düzeyinde
komisyon önerdi. Projeye göre Türkmenistan’ın Afganistan sınırındaki Devletabad
bölgesindeki zengin yataklardan çıkan günde bir milyon varil petrol boru hattıyla Pakistan’ın
Multan terminaline taşınacaktı. Petrol (ve ilerki aşamada doğalgazın) Pakistan üzerinden
Hindistan’a satışı ve düşman kardeşlerin enerji köprüsü ile birleşmesi de diğer bir iddialı
hedefti. 1271 kilometre uzunluğunda, 1.2 metre çapındaki boru hattının maliyeti 2-2.5 milyar
dolar düzeyinde hesaplandı. Dolayısıyla Afgan geçişi 1) İran üzerinden Türkiye’ye ulaşacak 7
milyar dolar maliyetli alternatif hattan çok daha ucuzdu. 2) İran devre dışı kaldığı için daha
güvenliydi.
Taliban’ın ikna edilmesi zor olmadı. 1997 yılında Rusya, Türkmenistan, Pakistan,
Afganistan ve Suudi Arabistan şirketleri arasında yeni boru hattının anlaşması imzalandı.
Hattın inşası ABD’li Unocal şirketine verildi. Ancak 1998 yılında ittifakta çatlak belirdi.
Önce Rusya projeden desteğini çekti. Ardından ABD’li şirket projeden vazgeçti.
***
Savaşın ardından boru hattı projesi yeniden gündeme geldi. Hiç kuşkusuz Afganistan’ın
yeniden imarında boru hattı gelirinin önemli rolü olacak. Sadece üç sene sürmesi beklenen
inşaa aşamasında dahi işçilik gelirinden yılda 100 milyon dolar sağlanabilecek. Hat
tamamlandığında dövizle hat kirası tahsil edilecek. Dahası bu hat Rusya’dan Hindistan’a
kadar uzanan coğrafyadaki ülkelerin Afganistan’da istikrarın devamına çalışmaları için
sigorta işlevi görecek.
Peki Orta Asya boru hattı Kâbil’e asker yollayan Ankara için ne anlama geliyor?
Öncelikle önce askeriyle ardınan şirketleriyle Afganistan’a yerleşen ABD’nin 1991’den
bu yana Türkiye’ye yıkmaya çalıştığı Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ağabeyi rolü artık değişti.
ABD bizzat direksiyona geçti, Türkiye muavin konumuna düştü. İkinci olarak, Kafkasya ve
özelinde Bakü-Ceyhan güzergâhını tehdit eden Çeçenistan’da Rus egemenliğinin ABD
tarafından zımni kabulü silahların susmasına yol açtı. Ankara’nın Orta Asya hattı kadar
önemli Bakü- Ceyhan projesi için koşulsuz ABD desteğini beklemek için her türlü haklı
sebebi doğdu!
(Radikal, 21 Şubat 2002)
11 Eylül’ün hâlâ yanıtsız soruları
Aydın Engin
11 Eylül’den sonra ortaya binbir söylenti yayıldı. Gizli servislerin film senaryolarına taş
çıkartan, senaristlere parmak ısırtan öyküler dilden dile dolaştı. Kimileri hemen sezilecek
kadar budalacaydı. Söylendi, yayıldı ve unutulup gitti. Kimileri çok inandırıcıydı ama
kanıtlanamadı. Onlar da unutulup gitti.
Ama bir de kanıtlananlar ya da inkar edilemeyenler var.
Bu yazıda okuyacağınız bütün olaylar kanıtlanmış ve de çok önemli olmalarına rağmen
ilgili ve yetkili kişilerce yalanlanmamıştır.
Madem 11 Eylül’den sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dendi. Bari bu çorbada
bizim de tuzumuz bulunsun.
Şimdi sofraya buyrun.
2001 yılının 4 Temmuz’unda Usame Bin Ladin kronik böbrek hastalığından dolayı,
Dubai’de Amerikan Hastanesi’ne yattı. Bölgedeki CIA istasyon şefi Bin Ladin’i hastanedeki
özel suitinde ziyaret etti. O sırada Bin Ladin, ABD’nin Afrika’daki iki büyükelçiliğinin
bombalanması ve USS Cole savaş gemisine düzenlenen saldırıdan dolayı aranmaktaydı.
ABD’nin eski başkanı Bill Clinton tarafından yayınlanan bir belgeye göre Bin Ladin’in daha
o dönemde yakalanması mümkündü. Oysa Bin Ladin’in 14 Temmuz 2001’de özel jetinde
Dubai’den ayrılmasına izin verildi. 15 Temmuz’da da CIA İstasyon Şefi Washington’a
döndü...
Soru: En çok arananlar listesinde adı varken ve buluşma günlerinde Dubai açıklarında
Amerikan deniz komandoları devriye gezmekte iken CIA yani ABD Bin Ladin’i neden
yakalamadı?
6 Eylül gününden itibaren New York borsasında United Airlines’ın ve American
Airlines’ın hisselerinde yüksek fiyattan olağanüstü satışlar başladı. İkiz Kuleler’e saldırı
gününün arifesine kadar süren satışlar olağan haftaların tam %1200 üstünde. Bir başka yüksek
fiyattan hisse satış işlemi uluslararası finans kurumları olan Merryll-Lynch ve Morgan
Stanley’de görüldü. O hisselerin satışındaki olağandışılık da %600’ü buldu. 11 Eylül günü
kaçırılan ve düşen uçaklar bu iki havayolu şirketine aitti. Keza Morgan Stanley ve MerryllLynch finans kurumlarının da İkiz Kuleler’de her biri 22’şer kata yayılmış merkezleri
bulunuyordu.
11 Eylül’ün hemen ardından hem uçak şirketlerinin, hem iki finans kurumunun
hisselerinde inanılmaz düşüşler oldu. United Airlines’ın satılan ve 11 Eylül’den bir kaç gün
önce yüksek fiyata elden çıkarılan hisselerinin birçoğu 1996-1998 yılları arasında DeutscheAB Brown şirketi tarafından alınmıştı. O yıllarda Deutsche-AB Brown şirketinin başında A.
B. Krongrad bulunuyordu. Krongrad 11 Eylül’de CIA’nın başındaydı. Bugün de başında.
Nasıl yani? Sizce sorulacak bir şey kalmış mı?
***
11 Eylül’den tam bir ay önce, Ağustos 2001’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin,
Rus Gizli İstihbarat Servisi’ne havaalanlarına, hükümet binalarına ve ABD’nin simgesi
sayılan bazı binalara sivil uçaklarla gerçekleştirilecek kesin saldırılarla ilgili olarak ABD
Yönetimi’ne “Derhal açık ve kesin bir dille” uyarması için emir verdi. Putin böyle bir emir
verdiğini Eylül ayı sonunda Amerikan NBC Televizyonu’na doğruladı. Soru: İki olasılık var.
Ya Rusya Gizli Servisi bu bilgiyi vermeyi unuttu, ya CIA Şefi aldığı bilgiyi masasında
unuttu. Acaba hangisi doğru?
1 ve 10 Eylül günleri arasında İngiltere Arap Yarımadası’nda Pakistan’a en yakın
noktası olan Amman’a “Hasat Harekâtı” çerçevesinde 25 bin askerini ve en büyük donanma
filosunu konuşlandırdı. Aynı anda deniz komandolarını taşıyan iki ABD gemisi Arap
Denizi’nde Pakistan sınırının hemen dışındaki bir bölgeye ulaştı. Yine aynı zamanda “Parlak
Yıldız Harekatı” için Mısır’da bulunan 25 bin NATO askeri 17 bin ABD askeri daha katıldı.
Tüm bu askeri güçler, ilk uçak Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırmadan önce yerlerini aldılar.
Soru: Bu olağandışı askeri yığınağın 11 Eylül’den 10 gün önce başlayıp bir gün önce
tamamlanması bir raslantıdan ibaret değil mi?
Bir soru daha. Afganistan’dan “Savaş bitti. Taliban iktidardan indirildi ve dağıldı. Peki
Usame Bin Ladin’e ne oldu?” yani o hâlâ aranıyor mu? Son sorunun sorusu: Sahiden mi?
(Cumhuriyet, 15 Ocak 2002)
Amerika’ya kim saldırır?
Emin Gürses
Geleneksel intihar saldırılarının gelişmiş bir biçimi olarak adlandırılabilecek olan DTM
ve Pentagon saldırılarının kaynağı araştırılıyor. ABD Dışişleri Bakanı General Colin Powell,
her adımı ABD ve bazı müttefiklerinin istihbarat birimlerince sürekli takip edilen Bin
Ladin’in her nasılsa bir numaralı şüpheli olduğunu açıkladı.
Saldırı operasyonu uluslararası bir katılımla yapılmıştır. Bu nedenle tek bir hedef ortada
yoktur. Bu operasyona Avrupa’da dünyanın değişik ülkelerinden gelen siyasi mülteciler
olduğu kadar ABD’den de katılım olmuştur. CIA ve FBI içinde olduğu kadar Pentagon’da da
istihbarat zaafları olmuştur.
Çok merkezli bir gürünüm arz eden bu operasyonla Washington’u zor durumda bırakan
merkez(ler) kafa karıştırmakta başarılı olmuşlardır. Fakat Washington’da gerçekler az çok
görülmeye başlanmıştır. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in bilgi sızdıranlara karşı etkili
önlemler alınacağını belirtmesi bu operasyonu yapanlara içeriden yardım edildiğini
göstermektedir. Washington’daki İleri Strateji Enstitüsü’nden Michael Wihbey de ABD
güvenlik sistemine girildiğini ifade ediyor. İçeriden yardım almasalardı, insani istihbaratı
başarısız olan CIA ve FBI’nın son derece gelişmiş elektronik istihbarat sistemine takılırlardı.
General Wesley Clark bu saldırının ne kadar süredir planlandığını bilseydik önlem alırdık
diyor. Beyaz Saray Basın Sözcüsü Fleischer’in Beyaz Saray’a ve başkanlık uçağına saldırı
olacağı haberi aldıkları için Bush’un bölgeden uzaklaştırıldığını söylemesi Clark’ın ifadesinin
ne kadar inandırıcı olduğu konusunda kuşku yaratıyor. ABD’de iç hat seferleri bizim
dolmuşlardan farksız olan uçakları kaçırmak zor değildir, fakat asıl soru bu uçaklara aynı
anda gruplar halinde nasıl binildiğidir. Burada, uçuş düzenlemeleri konusunda önceden
çalışmaların ve hatta pratiklerin yapıldığı ve içeriden destek alındığı olasılığı akla geliyor.
Pentagon, CIA, FBI ve Dışişleri birimleri ABD’ye gelebilecek olası bir salıdırının ABD
dışından ve özellikle biyolojik ve kimyasal silahlarla yapılabileceğini düşünmekte ve buna
göre politika belirlemekteydiler. General Colin Powell, 1993’te “Nükleer silahlar dahil hiçbir
şey beni biyolojik silahlar kadar korkutmaz” diyordu. ABD içindeki terörist gruplar ise
fazlaca ciddiye alınmamaktaydı. ABD Stratejik Enstitüsü’nün yayımladığı “Strategic Review”
adlı dergide (Sonbahar 2000) John Train ABD’de özellikle yabancı teröristlerden
şüphelenildiğini, fakat içeride yüzlerce terör grubu bulunduğunu, bazılarının içine FBI’nın
sızmakta güçlük çektiğini belirtmektedir. ABD’de toplu halde intihar eden yüzlerce tarikat
bulunduğu da bilinmektedir. Dünyanın diğer bölgelerinde de yüzlerce terör örgütü mevcuttur.
Bunların içlerine istihbarat birimlerince büyük oranda sızılmıştır. Bunların faaliyetleri
hakkında CIA’nın önemli oranda bilgilendirildiği aşikârdır. Asıl unutulan, Avrupa’daki
örgütler arası ilişkiler hakkında bazı Avrupalı istihbarat birimlerinin kıskanç davrandıkları ve
CIA’ya bazı bilgileri vermedikleri gerçeğidir. Zaaf devletler arası çıkar ilişkilerinin
çatışmasından da doğmaktadır.
Saldırıdan haberdar olan birilerinin tahribatın büyüklüğünü tahmin edemediği, bunu
haber vermeyip saldırının getireceği kârın zararından çok olabileceğini hesap edebileceği
olasılığı da dikkate alınmalıdır. Ulaslararası sistemde hegemonya sorunu yaşayan ABD’ye
yeni bir nefes sağlar düşüncesinde olanlar bulunabilir. 1941 Pearl Harbor Baskını kararı 26
Kasım’da alınmıştı. Washington’da Başkan Roosevelt bir gün sonra bunun istihbaratını
almıştı. Saldırı öncesi Pearl Harbor’daki en büyük uçak gemisi denize açılmış, saldırıdan 1.5
saat önce ise Washington, Tokyo’dan geçilen mesajların şifresini çözmüş ancak saldırı sonrası
Pearl Harbor’a ulaştırılmıştı.
Bu operasyondan sonra AB, Avrupa ordusu kurarak NATO’yu ve dolayısıyla ABD’yi
Avrupa coğrafyasından silme çabasını askıya alacaktır. Washington’un 1949 tarihli NATO
Anlaşması’nın 5. maddesini gerekçe göstererek yeni bir dayanışma sağlamaya çalışması
NATO’nun ve ABD’nin genişleyen Avrupa’daki rolünün artmasının işaretlerini vermektedir.
Washington iç kamuoyunu tatmin için bir düşman belirleyecektir. Asya’da gerginlik
yaratılarak Hazar’ın doğusu kontrol altına alınmaya çalışılırken, Almanya ve Fransa üzerinde
İran’la ilişkiler konusunda baskı arttırılacaktır. Ortadoğu’da Filistin yönetimi üzerinde radikal
gruplar konusunda baskılar artırılacaktır. Bakû ve Tiflis’in ABD’den ve NATO’
dan üs talebi öne çıkarılacaktır. Bu arada teröre destek verdiği söylenen ülkeler ve diğer
ABD karşıtı ülkeler üzerinde baskı artırılarak Washington’un bir türlü istediği gibi düzene
sokamadığı uluslararası sisteme yeni bir şekil verilmeye çalışılacaktır.
Fakat uluslararası sistemde adaletten uzaklaşıldığı ölçüde şiddetin arttığı ve bundan
geçici dönemlerde yararlananların da zarar gördüğü artık kanıtlanmıştır. Bunu görebilenler
kendilerine çekidüzen vereceklerdir. Diğerleri ise bir sonraki gelişmeden ders çıkarmak için
bekleyeceklerdir.
(Cumhuriyet, 15 Eylül 2001)
“Evde”ki hesap, “çarşı”ya uymadı!..
Attilâ İlhan
Hayli geniş ve kapsamlı görünse de, o korkunç olay sonrasındaki uluslararası
izlenimlerimi, acaba şöyle toparlayabilir miyim?
Tesbit/1: Birleşik Amerika’da, Liberal Sağ’ın ne diyeceği, adeta olaydan önce belliydi;
Clinton Dönemi’nden ‘gayrı memnun’ Savaş Endüstrisi, ‘Dünya Hakimi ABD’ leitmotivi
üzerine, Başkan Bush’a ‘Global Trend 2015’ diye bir program hazırlatmıştı.. ki, esası
Çin/ABD sanal roket savaşındaki sonuca dayanıyordu: ABD yenik! Bu durumda, ‘savaşa
elbet hazır olunacak’.. iyi de nasıl? Demokrat Sol’un bakışı, daha çok hippy’lerden müdevver
‘savaşma seviş’ espirisinin uzantısı; ‘terorizme lânet, ticarete öncelik!’; ama Başkan Bush
Jr’ın davranışını, bir ABD Başkanı’ndan çok, Teksas’lı üçüncü sınıf bir kasaba sherriff’inin
davranışına benzetip, eleştirmek,: “Ya ölü, ya diri, Bin Lâdin’i istiyorum ne demek?”
Tesbit/2: İngiltere’de, Liberal Sağ, onun Siyam’lı bitişik ikizine dönüşen
‘Küreselleşme’ci Sol, Amerika’daki Liberal Sağ’ın kıt’adaki papağanı; “Bu bir savaştır, varsa
yoksa Usâme Bin Lâdin!”; Hakiki Sol’da, yorum farklı; Washington, terörist dolayısıyla
siyasal bir eylemi, dinler arası bir savaşa çeviriyor; halbuki, ikisi çok farklı şeyler, olaya
nedense siyasi bakılmıyor; acaba arkasında, ‘dünya hakimiyeti’ni sürekli kılmakla ilgili,
hesaplar mı var?”
Tesbit/3: Fransa’da, besbelli ‘ulusallıkları’ ağır bastığı için; Liberal Sağ da Sosyalist ve
Komünist Sol da, bir bütün olarak, dünya kamuoyu önünde ABD’nin düştüğü utanılacak
durumdan, memnun görünüyorlar: “Tek el silah atılmadan, bu kadar büyük bir sonuç,
inanılmayacak şey! Demek, o müthiş ABD kabadayılığı daha çok filmlerdeymiş!” “En büyük
hayret, XXI YY. Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, Terorizm’i nasıl sinek gibi avlayacağını
övünerek belirten CIA, FBI vb. güvenlik ve istihbarat servislerinin, nasıl bu kadar gafil
avlanabildiği soruluyor; bu tartışmalarda, alttan alta, sinsi ve hınzır bir soru sezilmiyor değil:
haberleri olduğu halde, Başkan’a bildirmemiş olabilirler mi?
Bazı incelikler gözden kaçmış mıdır, belki: kalın ve beşeri hatlarla, izleyebildiğim üç
Batı’lı ülkenin, Sağı ve Solu bu çerçevedeydi. Hepsinin halkında, terorizm kurbanlarına derin
bir acıma. Terorizme lânet, fakat ABD’nin saldırgan tavrına, epeyce hayret; hele siyasi bir
eyleme karşı gösterilen tepkinin, bir dinler savaşı gibi va’z edilmesine, ciddi bir soru işareti!
Yoksa, Amerikan İstihbaratı’nın; bu tehlikeli sınavda, düpedüz ‘çakmış’ olmasını;
saklayabilmek telâşından mıydı bu?
Adeta ‘kara mizah’...
ABD’nin ‘Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi’ (Mayıs 1997),
Washington’ın ‘Dünya Hâkimiyeti’ne olan inancını, şu cümleyle özetlememiş midir:
“... Dünya’nın ABD liderliğine ihtiyacı vardır. ABD, liderlikte rakipsiz kalmıştır. Bu
nedenle dünyanın her bölgesine ilgi duymaktadır. ABD milli güvenliğe karşı yönelik
tehditlere karşı çeşitli politikalar üretmektedir. Bu politikalar, bölgeler ve bölgeler içindeki
ülke sayısı kadar çeşitlidir” (...) “... ABD’ye savaş ilan edebilecek ülke yoktur; ancak
ekonomik rakipleri vardır; küresel ekonomi uygulaması ile ABD bunu lehine
değiştirecektir...” (s.1, özet)
Terorizm’le ilgili bölümdeyse, yaşanılan dramatik olaydan sonra, insana dalga
geçiyorlar hissini veren şu öngörüş belirtilmiştir;
“... ABD’nin terorizm karşıtı yaklaşımları; terörist faaliyetleri, meydana gelmeden önce
önlemek, bozmak ve ortadan kaldırmak; eğer meydana gelmişlerse, suçluları adalet önüne
çıkarmak için, kuvvetli ve kararlı bir biçimde müdahale etmek amacını taşımaktadır;
uluslararası teröristlere karşı politikalarımız, aşağıda belirtiler ilkelere dayanmaktadır. 1/
Teröristlere hiçbir imtiyaz vermemek, 2/ terorizmi destekleyen ülkelere her türlü baskıyı
yapmak, 3/ Uluslararası teröristleri cezalandırmak için mevcut tüm yasal mekanizmaları
kullanmak, 4/ diğer devletlerin terörizmle mücadele kabiliyetlerini geliştirmelerine yardımcı
olmak!..” (s.17)
Hele, ‘İstihbarat’ ile ilgili şu ‘tesbitler’, son olaylarla irtibatlı okununca, dokunaklı bir
‘kara mizah’ niteliğine bürünmektedir:
“...ABD’nin güvenliğine en ciddi tehditleri yönelten devlet ve gruplar hakkında bilgi
sağlayan istihbarat birikimimizi ve analitik kapasitemizi korumaya ve geliştirmeye çok önem
veriyoruz...”
“... Günümüzün istihbarat öncelikleri; politika ve eylemleri ABD açısından düşmanca
olan devletleri; stratejik nükleer güçlere sahip, ya da nükler silahları diğer kitle imha
silahlarını veya bölünebilen nükleer maddeleri ellerinde bulunduran ülkeleri; uluslar ötesi
tehditleri; ABD’nin ulusal güverlik çıkarlarını etkileyebilecek potansiyel bölgesel
anlaşmazlıkları çıkarlarına aykırı yabancı istihbarata karşı yoğunlaştırılmış karşı istihbaratı ve
yurtdışındaki ABD kuvvetlerine ve vatandaşlarına yönelik tehditleri içermektedir...” (s.23)
Tasarıma diyecek yok, ama...
Programa, tasarım açısından, diyecek yok; işin acı bir gülümsemeye dönüştüğü yer;
dünyanın bütün sinema ve televizyon ekranlarını işgal etmiş, Hollywood yapımı casusluk
filmlerine; tıpatıp uyan bu ön kabullerin; yaşanan acı gerçek tarafından, fena halde çürüğe
çıkarılmış olması! Sonuçta, hem dünya kamuoyu önünde küçük düşen, hem de izzet-i nefsi
ağır yaralanan Washington; terörist bir acte’a, büyük bir devletin alacağı tedbirler ya da
göstereceği tepkiyle veremiyor; onun yerine, şaşkın bir başkan, belki orta çağın yobaz
Hırıstiyanlığından, belki Amerika’nın, cahil taşralılığından gelen bir refleskle yeryüzündeki
bütün müslümanlara, handiyse ‘Haçlı seferi’ ilân ediyor; ilk iki sözü ‘bu bir savaştır’ ve
‘Usâme bin Lâdin’ olmadı mı?..
Sakın böylesi, kâr trendi zayıflamış, savaşa sanayiinin çıkarlarına olduğu kadar; ‘Beyaz,
Hırıstiyan ve Batı’lı Emperyalizm’in çıkarlarına da, daha uygun düşmesin?..
(Cumhuriyet, 26 Eylül 2001)
...”Washington”ın “Çıkmaz”ı!..
Attilâ İlhan
O müthiş olaydan sonra, P. B. -Gercourt, Washington’ın “çıkmazı”nı, aşağı yukarı tek
paragraf içinde, şöyle özetleyivermiş;
“...Peki, savaş! Ama, düşman nerede? Adı ister Bin Ladin olsun, ister başka bir şey;
ortada ne orduları var, ne de üsleri, var sa da, ulaşılamaz bir yerde. Olaya uygun ve elverişli
bir “tepki” bulabilmesi için, George Bush’un müthiş bir hayal gücüne sahip olması lazım;
oysa, Başkan oldu olalı, -hele dış politika söz konusu oldu mu- tam bir hayal gücü darlığı
çektiğini, adeta kanıtladı. İlke olarak, felsefesi basit; primo, ABD’nin, yabancı ülkelere angaje
olmasını alabildiğine kısıtlamak! Secundo, ülkeyi her türlü dış tecavüzden koruyabilmek için,
o ünlü füzesavar roket şebekesini gerçekleştirmek! 2004 yılından başlayarak ‘devreye
girecek’ bu füzesavar ağının, kaça mal olacağını biliyor musunuz? Tam 1.000 milyar dolar!..”
(Le Nouvel Observateur, 13/19 Eylül 2001)
Niye gülüp duruyorsunuz? Akıllara durgunluk veren bu paranın, Amerikan savaş sanayi
baronlarının cebine gireceğini düşündünüz de ondan mı? Yaşanan o ‘tragedya’dan sonra,
istihbarat örgütlerinin başarısızlığı, hatta fiyaskosu üzerinde duracağına, Başkan Bush’un hem
Amerikan hem de dünya kamuoyunu, ‘savaş’ fikrine doğru yönlendirmesi, yoksa bu sebebe
mi bağlıydı, ha? Oysa hanidir Terorizm’le mücadele ya da savaş uzmanları, füzesavar roket
ağının, bu türden bir terörist eylemi önleyemeceğini, söyleyip durmaktaydılar; hatta son facia
yaşanmadan çok kısa süre önce, bir gazete, kelimesi kelimesine şunları yazmıştı:
“...Pentagon’un üst düzey bir yetkilisi demiştir ki: ‘... uzayda seyretmekte olan, bir test
füzesini düşürmek; gerçek boyuttaki bir saldırıyı önlemek; hatta yabancı ülkelerden ya da bir
terörist örgütünden gelmekte olanı, düşürmek anlamına gelmez!...” (Boston Globe, 2 Eylül
2001)
Başkan Bush Jr., mâhiyeti, savunması değişen, saldırıya karşı; gönlünde yatan füzesavar
savunma ağını mı kurtarmak niyetindedir; yoksa, ABD’nin hep öyle ‘Dünyalar Hâkimi’
kalabilmesi için; mevcut ve muhtemel rakiplerini, sürekli baskı altında tutması gerektiğini mi
vurgulamak istiyor? Bu da elbet önemli bir tartışma konusu, bulaşabiliriz de, fakat acaba,
önce iflası kanıtlanmış istihbarat düzenine çeki düzen verilmesi icab etmiyor mu?
‘İstihbaratın ‘iflası’ mı, yoksa?..
Fransa Savunma ve Diplomasi Enstitüsü Direktörü, François Géré, Vincent Jauvert’in
konuyla ilgili sorularına cevap verirken, doğrusunu isterseniz, sözünü hiç sakınmamış;
bakınız ne kadar açık, bir o kadar acı konuşuyor;
“...Amerika’nın savunmasını düzenleme bahsinde, Başkan Bush’un, tepeden tırnağa, her
şeyi değiştirmesi zorunlu görünmektedir. Gerçekleştirilen saldırılar, yurtdışından yönetilmiş
olabilirler ama, ABD’nin içinde örgütlendiklerinden, hiç kuşku yok; bu işi, üstelik dünyanın
en güçlü istihbarat örgütlerinin burnunun dibinde, onların ruhu duymaksızın başardılar. Ne
FBI, ne NSA (muazzam dinleme servisi) ne de herkesi dehşete düşüren CIA, Amerika’nın
toprakları üzerinde onlarca kişinin, bilinmez kaç aydır hazırladığı ve düzene koyduğu bu
eylemleri öğrenip, gerekli yerlere duyuramadı. Bundan dolayıdır ki George Bush, bütün
koruma sistemlerini yerle bir etme, görevde bulunanların, hem de hepsini değiştirmek; ve
Amerikan halkına, yeni ve başka bir ülkeyi koruma şekli önermek zorundadır...” (a.g.d)
Hepsi bu kadarla kalmıyor, ayrıca füzesavar savunma ağı üzerine de konuşmuş; hoş
şeyler de söylememiş pek, diyor ki:
“ ... Son saldırılar göstermiştir ki, her türlü saldırıyı bu savunma düzenine bağlayıp
çözmek anlamsızdır; Amerika’yı dehşete düşürmek için, kıtalararası füzelere falan ihtiyaç
yok; iyice fanatik, adamakıllı örgütlenmiş kamikazeler de, en az onlar kadar etkili olabiliyor.
Onlarla nasıl mücadele edilecek, asıl mesele bu! Beyaz Saray, Amerika’nın birden anlaşılan
‘kırılganlığını’ ele alıp, baştan aşağı yeni baştan düşünmelidir...” (a.g.d.)
ABD istihbaratının ‘fiyaskosu’, Batı Avrupa’da ‘iflas’ şeklinde tartışılıyor; bu
katlanılması zor sonuçtan, CIA, FBI ve NSA’nın kendilerini kurtarabilmeleri, ancak - bazı
çevrelerde iddia edildiği gibi- o muazzam ‘tragedya’da kendi tuzlarının da bulunması
sayesinde mümkün olabilir. Bu varsayımın tartışılmasına da, isterseniz, bir göz atarız.
Kendi yalanlarına kendileri mi inandılar?
Washington yönetimi, dünyaya egemen olduğundan o mertebe emin; teknolojik
üstünlüğüyle o mertebe müftehir idi ki; tarih boyunca, daima ve her alanda, ‘tayin edici’
faktör olabilmiş önemli bir nedeni, es geçiyordu: ‘Beşeri faktör’! bazı ahvalde, üstün ve
gelişmiş teknolojinin, büyük ateş gücünün, ‘cihangir’ bir devlet olmanın; insanların özverisi,
inancı ve azmi karşısında çaresiz kalabileceğini: hiç olmazsa, Vietnam’dan öğrenmiş
olmalıydılar; herşeye rağmen, İran’da, Libya’da, Irak’ta başarısızdırlar, Sovyetler’e karşı
kazandıkları ‘Soğuk Savaş’ın, sahip oldukları teknik ayrıcalıklardan değil; totaliter düzenin,
bürokratik yozlaşmanın, Rusya’yı içinden çürütmesinden ileri geldiğini de, anlayamadılar.
Hal böyle iken, yaşadıkları bu tarih gerçeklerinden değil de; yeryüzü halklarını büyülemek
için, yüzlercesini yazıp, çekip, dünyanın bütün ekranlarında oynattıkları filmlerin, galiba
kendileri etkisi altında kalmışlar; film, her zamanki gibi ‘yalnız kovboy’un inanılmaz
zaferiyle bitmeyince, basbayağı bozuluyorlar. Oysa, ‘XXI. yy Güvenlik Stratejisi’ne, ek
olarak, yeni başkan için yeniden hazırladıkları, ‘Trend 2015’te tam tamına değilse de, benzer
bozgunları öngörmemişler miydi?
(Cumhuriyet, 28 Eylül 2001)
Hangisine inanalım?
Attilâ İlhan
Le Combat’nın, ‘Savaşa Hayır!’ sloganıyla çıkan ‘özel sayısı’nı, gözden geçirirken
(No:24); sizce, şu satırların altını neden çizmiş olabilirim?
“...ister New-York, ister Washington’da; isterse Hiroşima ve Nagazaki’de ölmüş olsun,
her ‘kurban’ bir masumdur; benzer faciaların kurbanları masumdurlar; ve savaş bir ‘facia’dır.
Ortadan kaldırılmış bunca hayat karşısında, büyük bir acı hissetmemek mümkün olabilir mi?
Peki, ‘meşru’ da olsa, bunca kin ve öfkenin (kavganın) terorizme dönüşmesini nasıl önlemeli.
Terorizm, İyi’nin Kötü’ye, Şeytan’ın Tanrı’ya karşı, muzaffer olmasını sağlar diye düşünmek;
köktendinci takımı gibi düşünmek, Bush gibi düşünmek anlamına gelir...”
“...terorizm, aslında bir umutsuzluk eylemidir; öyleyse umudu canlandırmak gerekiyor.
Teröristin elinde kaybedecek, hayatından başka bir şey kalmamıştır; o da umrunda bile
değildir; üstelik karşı önlemler, yeni yeni, feda-yı nefs heveslerini canlandıracaktır. Derleyip
toparlayan ‘devrimci bir hareket’ olmadı mı bu umutsuzlara ideolojik esini işte din sunuyor.
Terorizmle başa çıkmanın,-onu yenmenin-yolu savaştan geçmez; şu ana kadar Zenginler
Kulübü’nden, tek bir devlet başkanının bile asla sözünü etmediği, halkların sömürüsüne son
vermekten, kapitalizme karşı uluslararası dayanışmadan geçer...”
Ne dersiniz, çok mu yanlış söylüyor?
Daha Bakunin çağında ‘silahlı eylem’ yandaşlarına, ‘Umutsuzluğun çocukları’
dememişler miydi? ‘Le Combat’, bildiğim kadarıyla ‘Marksist’, (‘Solcu Komünist’) bir
dergidir; aynı yazısında, şu anda Afganistan’ın yaşamakta olduğu ‘facia’ en temel (kilit)
nedenini sıralamış ki inanılmaz Media’mızın dünyada olup bitenlerden habersiz bıraktığı Türk
halkına, en azından son iki tanesini aktarmak, bana her bakımdan yararlı görünmektedir.
‘11 Eylül’, ‘sebep’ mi, yoksa bir ‘bahâne’ mi?
İhtimal, o söyleşinin başlığını hatırlarsınız: ‘O Petrol Orada Durdukça...’ (Cumhuriyet
10 Ekim 2001)... Kimin eseri olursa olsun 11 Eylül faciası, neden Afganistan’a ‘fatura
ediliyor’, sorun bu: gerisinde yatan, ABD Savunma Endüstrisi’ni bölen, çıkar çatışması mı;
yoksa, Asya’daki petrol coğrafyasını, kontrol altına alma çabası mı?
‘Le Combat’, bakar mısınız, soruna nasıl sokuluyor:
“... Kapitalizm gözünde enerjiye, fakat asıl petrole egemen olmak, en büyük davadır,
aksi gibi Afganistan, o petrol haritasının bir parçasını oluşturur.
ABD, Türkmenistan petrolünü (üretimde dünya dördüncüsü) Afganistan ve Pakistan
üzerinden Umman Körfezi’ne indirmek tasarımını yapmıştı; hedefi, eski Sovyet (Orta Asya)
cumhuriyetlerini; Kafkasya ve Hazar hinterlandı petrollerini denetimi altına almaktı; yani,
aynı petrol stratejisi çerçevesi içinde, aynı karanlık güçlerle, Çeçenistan’da olduğu gibi,
Rusya’nın çıkarları tehdit ediliyordu...”
“... (günün birinde) Komünistler’in tekrar iktidara gelmesinden kaygı duyan ABD
Emperyalizmi, bu yüzden hareketsiz kalamazdı; Afganistan’da en etkileyici, en yobaz İslam
kartını oynadı; bu işin ustası olmuş, iki müttefiki aracılığıyla da müdahalede bulundu: biri
(Vahabî) Suûdî Arabistan, öbürü en az onun kadar kökten dinci Pakistan; birincisi, lâzım olan
parayı sağlıyor, ikincisi gerekli askeri formasyonu ve beyin yıkamayı: Usâme bin Lâdin’le
Taleban, işte buradan çıktı! geçiminin bir kısmını haşhaş tarımından elde edebilen bu halkın
dayanılmaz yoksulluğunun da, buradan çıkması gibi!..”
“... Emperyalizm, denetimini kaybetmeye başladığı ‘durum’a, el koymaya karar vermiş
bulunuyor: Güney’deki kökten dinciler yerine, daha ehven-i şer görünen Kuzey İttifakı’nı
koymak niyetinde görünmektedir; yâni ateşin üstünde nalın tekini terk edip, yerine öbürünü
almak için! İşte o zaman, şu soruyu sormanın zamanı gelmemiş midir: New York’taki ‘facia’
(11 Eylül) yaşadığımız bu genel seferberlik telaşının acaba ‘sebebi’ midir? yoksa ‘bahanesi’
mi?..” (Le Combat, No.24)
‘YDD’ seferberliği, ama...
İster ‘bahâne’ olsun, ister ‘sebep’; Dünya Media’sı -özellikle Fransızlar- ABD’nin
‘Yeni Dünya Düzeni Seferberliği’ne yol açan, New York ve Washington olaylarını (11
Eylül), didik didik etmekten geri kalmıyor; işte size yukardaki yorum ve tahminleri teyit eden,
iki ayrı ek bilgi daha:
“1/... Jeopolitik uzmanı Dr. François Lafargue, Paris’te yayınlanan ‘La Liberation’
gazetesinde, kelimesi kelimesine şu satırları yazmıştır:
“...80’li yılların sonlarına doğru Birleşik Amerika SSCB ile korkunç bir savaşa
tutuşmuş Afganlılar’a, önemli lojistik destek sağlamıştı. (...) Gerçekte bu Amerikan
Yardımı’nı doğrudan Pakistan yönlendirmekte idi. (...) Taleban’ın finanse edilmesinde,
günümüzde hayli unutulmuş bir petrol çıkarının önemli rol oynadığı da bilinmektedir: 90’lı
yılların ortasında Hazar petrolleri, Amerikan konsorsiyomu UNOCAL’ın iştahını iyice
kabartmıştı: düşünce, Türmenistan’dan Afganistan’ı aşıp Hint Okyanusu’na ulaşacak, ikili bir
doğal gaz ve petrol boru hattının gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Zaten ABD Dışişleri de,
Amerikan petrol lobby’leri de, Suûdi Arabistan ve Pakistan’la mutabık olarak, bu yüzden
Taleban’ın zaferini kolaylaştırmak yolunu seçtiler...”(La Liberation 17 Eylül 2001)...”
2/ ... Agence France Presse, 11 Eylül’den bir kaç gün sonra dünyaya şöyle şaşırtıcı
haberi yaymıştı ki, sanırım bizim gazetelerimiz görmedikleri için yayımlamadılar.”
“... kimliği açıklanmayan Pentagon sorumlusunun açıkladığına göre, olaya karıştığı
şüpheli iki terörist, Amerikan askeri okullarında derslere devam etmişlerdir; birisi,
Teksas’taki Lackland üssünde bulunan Savunma Dil Okulu’na; öteki ise, Alabama’daki
Maxwell üssünde bulunan Hava Savaş Okulu’na...” (AFP, 14 Eylül 2001)
Bilmem yanılıyor muyum: ‘olay’ karıştıkça, sanki basitleşiyor.
(Cumhuriyet, 16 Kasım 2001)
Ölü çok ama, borsa yükseliyor!...
Attilâ İlhan
Kanser, hiç kuşkusuz, o zaman da vardı ama, ‘popüler’ değildi; milletin ağzında, varsa
yoksa, ‘ince hastalık’, yâni ‘Verem’! Edebiyat-ı Cedide ‘hassasiyeti’, bir ‘verem
hassasiyeti’dir; ‘40 Karanlığı’nın, başka bir deyişle, II. Dünya Savaşı yıllarının, iki yaygın
hastalığından, birisi Tifüs’tü, öbürü Verem: lisemizin hem voleybol, hem futbol takımının, en
başarılı oyuncusu; günün birinde, palas pandıras sanatoryuma kaldırılmıştı; çok geçmeden,
ölüm haberini aldık: meğer ‘galopant’ türünden verem imiş, paldır küldür gitti fakir! O tarihte
Verem’in ilacı yok; prevantoryum’lar, sanatoryum’lar, güneşli yüksekliklere kurulmuş;
hastalar, oralara yatırılır; xıx. yy. Batı edebiyatında, ne çok sanatoryum romanı vardır bilir
misiniz? En ünlüsü, sanırım Thomas Mann’ın yazdığıdır; ‘Sihirli Dağ!’
Nâzım Hikmet, ilk tiyatro denemesi olan ‘Kafatası’nı, aynı theme üzerine kurmuştu:
vak’a ‘muhayyel’ bir ülkede, Doleryanda’da geçer; Dr. Dalbanezo, veremin seromunu
bulmuştur; kanıtlamak için çabalıyor; böyle bir ilacın bulunması, bütün o prevantoryum,
sanatoryum şebekesi ve yatırımları için, ne büyük bir tehdittir; düşünebiliyor musunuz? Dr.
Dalbanezo’yu, seromunu ciddiye almayarak, ortadan siler, yatırımlarını ve kazançlarını
‘kurtarmış’ olurlar. Kıssadan hisse, liberal kapitalizm o kadar vahşidir ki, gözünü
kırpmaksızın, binlerce insanın ölümüne göz yumabilir; tek, kazancına halel gelmesin!..
‘Kafatası’, Nazım’ın 1942 Teşrinevveli’nin 14’üncü günü, Yüksekkaldırım’daki Yahudi
sahaftan, kimseye çaktırmadan satın alabildiğim ilk kitabıydı: günün birinde bir TV
konuşmasında, 11 Eylül olayının izahında işe yarayacağını, nereden bilebilirdim?
‘... Darbe, gizli teknoloji kullanarak yapılacak...’
ABD Savunma Sanayii’nin, tartışılan iki konseptinden birisi, ‘ileri teknoloji’, öbürü,
‘klasik’; öteki olayla arasında paralellik’ yok değil; değil ama, terslik de var: burada, yeni
teknoloji, eskiyi süpürmek amacıyla, ‘büyük oynuyor’. Çünkü, Başkan Bush Jr’ın, Askeri
Citadelle Üniversitesi’ndeki söyleviyle, Pentagone’daki eski strateji yanlılarının hücumundan
sonra; durum bir bir olmuştu ya, işte o sıralarda New Yorker’da, Nicolas Lemann, şimdi
okuyanın tüylerini ürperten, o fal gibi yazısını yayımlıyor; fal gibi dediysem, gerçekten öyle;
sadece bir paragrafına şöyle bir göz atmanız, yeterli:
“... Son on yıldır yayımlanan makalelerde, yapılan konuşmalarda başlayıp; Başkan
Bush’un Citadelle’deki konuşmasıyla sonuçlanan birinci bölüm, RMA’nın (Revolution in
Military Affairs) haftaymı kazandığının işareti sayılabilir: İlkbaharda ise, Pentagone’daki
tartışmalarda, ‘Geleneksel Strateji’, ikinci devreyi kazanmıştı. Şimdi RMA tarafı, üçüncü
devreyi kazanmaya hazırlanıyor; bu defaki darbe, onlara çok yakışan bir tarzda, gizli teknoloji
kullanılarak yapılacak...” (New Yorker, 16 Temmuz 2001)
Evet, 11 Eylül faciası bu yazıdan iki ay sonra, onun üzerine geliyor; ve tabii, herkesin
aklına, türlü şey getiriyor; çünkü sonuçları korkunç! Sabotajlardan bihaber görünen ABD
istihbarat örgütlerine; böyle bir tragedyadan sonra, Bush yönetiminin tek soru sormayışı; tek
sorumlu ve görevliyi, yerinden oynatmayışı, zaten işin mahiyeti hakkında epeyce istifhamın
doğmasına neden olmuştu; üzerine bu da eklenince... Yâni, ‘failler’, ta Afganistan’da, tam da
Müslüman petrol coğrafyası’nın en stratejik yerinde; üstelik bir Haçlı Seferi’ne konu olacak
şekilde, tesbite kalkışılırsa!..
Artık kim kalkıp da, yeni ‘teknoloji’ gereksiz diyebilir ki?
En düşük ‘artış’, yüzde 16.5...
Bu varsayım, Batı Dünyası’nın birçok yerinde tartışılıyor, tartışmaların dayandığı, en
akla yakın neden, biliyor musunuz nedir? 11 Eylül’den bu yana, Taleban’ın yaptığı her şeyin,
kalkıştığı her hareketin, aslında, Washington’ın işine yarıyor olması: bir kere, neredeyse hapı
yutmuşa benzer ‘Küreselleşme’, yerini alacakmış gibi görünen ‘çok kutupluluğun’ çanına ot
tıkadı mı, tıkamak üzere mi, çok net değil: ABD, bir taşla birkaç kuş vurmuş oluyor, tabii en
önemlisi, ilk bakışta, yalnız bağlantısını gevşetmiş olan müttefiklerinin değil: Rusya gibi,
hatta Çin gibi ‘potansiyel’ hasımlarının bile, onun etrafında görünmesi!..
Yalnız o kadar mı? Hayır! Daha ilginci, daha çarpıcı olanı, -hele bizim buralarda
kimsenin asla üstünde durmadığı bir şey: ABD’de, Savunma Sanayii şirketlerinin, borsadaki
durumu, son olaylardan sonra acaba ne merkezdedir? Meraklısı için, bunlardan bazılarını
topladım: Tomahawk füzelerini üreten Rayteon kuruluşunun, hisselerinde, yüzde 41.7’lik bir
artış görülmüş; bu artış, hayalet uçakları üreten Northtorp Grumman firmasının hisse
senetlerinde, yüzde 35.5 olarak görülüyor; Lokched Martin firmasının hisseleri, yüzde 23.5
oranında artmış; General Dynamic Şirketi’ninkiler ise, en kötüsü ama, yine de 16.5’lik bir
artış kaydediyor...
İşin uzmanı, ya da meraklısı araştırsa, kimbilir borsadaki artış trendini keyifle izleyip,
ensesini kaşıyan, ne çok firma, ne çok savunma sanayii müteşebbisi bulabilir: hele, bu savaş
dağdağası içinde, Başkan Bush dengine getirip, bir türlü hayalinden vazgeçemediği elektronik
füzesavar sistemini gerçekleştirmeye, Kongre’yi ikna edebilirse, yok mu ya, ABD tarihi’nde
babasını bastırmış, tek başkan oğul o olabilir.
Az şey mi?
(Cumhuriyet, 26 Kasım 2001)
... Bir “gazetecilik örneği” (!)...
Attilâ İlhan
Eskiler bilir, Osmanlı “Rumelisi”nden “muhâcir” bazı aydınlarımız; bir zamanlar
“gazete” diyecek yerde, “gazeta” diyorlardı; “Demokrat İzmir”in, basın tarihine “medeni
cesâreti” ve “nobran babacanlığı” ile geçmiş, sahibi Adnan Düvenci, sanırım o yöre
çocuğudur; onca büyük ve dağdağalı, gazetecilik “serencam”ından edindiği “tecrübe”yi,
“gece sekreterleri”ne aktarırken, derdi ki:
“-... kardaşım, şimdi bak! Gazetacılıkta istihbaratın en büyük müşkilâtı, haberlerin
triage’ındadır; yâni, “ayıklanması”nda! Beynelmilel ajanslar, işlerine öylesi geldiği için, asıl
“haberi” örtbas etmek maksadıyla, masana bir sürü teferruat yığar; gözün açık olacak, kül
yutmayacaksın!”
Zamanla, adeta bürokrasisi oluşmuş “haberciliğin”; haber merkezlerindeki “triage”ı,
nasıl birkaç büyük “ecnebi” ajansın, adeta denetimine bırakmış olduğunu, fark etmedim değil:
gerçekten de, istediler mi, haber yoğunluğunu filan adamın, ya da filan olayın üzerine
yığarak; gazeteci, gazetesi ve okuru için asıl önemli olan haberi gözden kaçırabiliyor; en
azından, “gargaraya gelmesini” sağlayabiliyorlardı.
Nasıl mı? Şu günlerde sanırım, hayli çarpıcı örneğini yaşadık; isterseniz, üzerinde biraz
oyalanabiliriz.
Birbirine “gerekçe” operasyonlar...
Şu Üsâme bin Lâdin “kaseti”!
Çevresinde oluşturulan, o ne muazzam, ne kapsamlı bir ilgiydi, öyle mi? Önce, böyle
bir kasetin “mevcûdiyeti” sızdırıldı; hemen arkasından, “içeriğinin” açıklanıp
açıklanmayacağı, dedikoduları: ABD Yönetimi, ikiye bölünmüş, bir taraf açıklanmasından
yanaymış da, öbür taraf buna şiddetle karşı çıkıyormuş, filan festekiz! Gerilim, ustalıkla
artırılırken; açıklanması, uluslararası büyük bir media gösterisi halinde sunuldu: yalnız bizim
ülkemizde, bilinmez kaç kanal, -yok canıyla- dünyanın parasını ödeyerek, “canlı” olarak
aktardı; gazetelerimiz, ertesi gün, olayı “manşet” yaptılar; fotoğraf ve ayrıntılarına sayfalar
ayırdılar: gerçek midir sahte mi, tartışması günlerce sürdü.
Oysa, kasetin yayınlandığı gün (13 Aralık 2001), emektar Anadolu Ajansı,
telekslerinden Washington çıkışlı bir haber geçiyordu: sıradanmış gibi, dağdağası olmayan bir
haber ki, ne TV haber merkezlerimiz yeterince ilgilendiler, ne de gazetelerimiz üzerinde
durdular; çoğu, sözünü bile etmedi, bir ikisi şöyle dokunup geçti; bu sonuncular arasında
blunan Cumhuriyet, iç sayfalarındaki tek sütunluk metinde, şöyle diyordu:
“... Bush, ABM’den Resmen Çıkıyor/ Washington (AA) - ABD Başkanı George W.
Bush, ABD’nin gelecek yıl, “Ulusal Füze Savunma Kalkanı Projesi”nin, önünde engel teşkil
eden, anti/balistik füze (ABM) Antlaşması’ndan çekileceğini bildirdi. Bush böylece altı aylık,
önceden bilgi verme sürecini de, başlatmış oldu. Bush, ‘Rusya’ya ABD’nin neredeyse otuz
yıllık ABM Antlaşması’ndan çekileceğine dair, resmen bilgi verdim’ dedi.”
“... Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ‘ABD kararının bir hata olduğunu, ancak bu
kararın Rusya’nın güvenliğini tehdit etmediğini’ bildirdi. Putin, televizyonda yayınlanan
konuşmasında, ‘... Bush’un kararının Rusya için bir sürpriz olmadığını’ belirterek ‘... bu adım
bizim için sürpriz değil; yine de bir hata olduğunu düşünüyoruz’ dedi...” (Cumhuriyet, 14
Aralık 2001)
Meraklısı, elbette hatırlayacaktır: 11 Eylül “faciası”ndan sonra, bu köşede şu “teşhis”
konulmuş, kim bilir belki de, “teşhis”in sahibi aranızdan bazılarınca “hayalperest’in teki”
sayılmıştı.
“... Washington, Avrasya’ya yönelik ‘çıkarma operasyonu’ için, ‘olayı’ gerekçe olarak
kullanıyor: muhtemelen, bu ‘operasyon’ da, ‘füzesavar kalkanı projesinin’ gerçekleştirilmesi
için, gerekçe olarak kullanılacaktır...” (Söyleşi, Cumhuriyet, 1 Ekim 2001)
İşte “senaryo”nun nihayet bu safhasına gelinmiş, ABD’nin akla durgunluk veren
“silahlanma atılımı”nın -ki “soğuk savaşı” başka zeminde başlatacaktır- uygulama aşamasına
geçilirken: dünya kamuoyu, Üsâme Bin Lâdin’in “itirafı” kasediyle, bir güzel “uyutulmuştur”.
Üsâme ne yaptı da, ABD’nin işine yaramadı?
Oysa işin sonunda buraya varacağı o kadar belli oluyordu ki!.. Sadece bu köşede
okuduğunuz birkaç “tespit”i hatırlamanız buna yeter:
Tesbit/1. “... Başkan Bush’un çevresinde artık ‘stratejik çevre’nin önümüzdeki yıllar
içindeki ‘başdöndürücü dönüşümü’nden başka lâf edilmiyor; ortada fol yok, yumurta yokken,
‘müstakbel ve gelişmiş teknoloji’ övüle övüle göklere çıkarılıyor, koyacak yer bulamıyorlar:
‘Reagan Dönemi’nin ‘Yıldız Savaşı’ ünlerindeki değerlendirmeleri akla getiren, bu biraz da
dumanlı sözler, ilerde büyük silah yapımcı firmalar için, yeni ve kapsamlı araştırmageliştirme çalışmalarını, güvence altına almayı da içeriyor...” (François Schlosser, Le Nouv.
Obs. Nisan 2001/Cumhuriyet, 11 Mayıs 2001: “Söyleşi”)
Tesbit/2. “... peki savaş, ama düşman nerede? Adı ister Bin Lâdin olsun, ister başka bir
şey; ortada ne orduları var, ne de üsleri; varsa da, ulaşılmaz bir yerde! Olaya uygun ve
elverişli bir tepki bulabilmesi için, George Bush’un müthiş bir hayal gücüne sahip olması
lâzım; oysa başkan olalı -hele dış politika söz konusu oldu mu, tam bir hayal gücü darlığı
çektiğini adeta kanıtladı...”
“... ilke olarak, felsefesi basit: primo, ABD’nin yabancı ülkelere angaje olmasını
alabildiğine kısıtlamak! Secundo, ülkeyi her türlü yabancı tecavüzden koruyabilmek için, o
ünlü füzesavar roket şebekesini gerçekleştirmek! 2004 yılından başlayarak devreye girecek bu
füzesavar ağının kaça malolacağını biliyor musunuz? Tam 1.000 milyar dolara!.”. (P. B. Gercourt, Le Nouv. Obs. 13/19 Eylül 2001 / Cumhuriyet, 28 Eylül 2001; “Söyleşi”)
Bunlar, ABD Savunma Sanayii’nin, gezegeni böyle trilyonluk kârlar için, bile bile,
tekrar bir savaş ortamına sokmaya çalıştığını gösteren, kanıtlardan sadece ikisi! İlk
bombardımanlar, hisse senetlerini bir hayli değerlendirmişti; sonrakilerin hesabı, daha da
yüksek! İşte bu defa, “trilyon dolarlık” kazançların kapısını açacak, önemli adım, Üsâme Bin
Lâdin kasetiyle, -media sayesinde, kimseyi uyandırmadan- atılmış oldu: hem canım, Üsâme
ne yaptı da, Washington’un işine yaramadı?
Merak ettiğim, hangi gazetenin, AA’nın haberini “manşet”e çıkabildiği?...
(Cumhuriyet, 24 Aralık 2001)
Yasaklı gerçekler
Mine G. Kırıkkanat
Yer, New York Plaza Oteli. Zaman 2001 Temmuz ayı. 11 Eylül’e çeyrek var. Otelin loş
barında, iki gölge konuşuyor. Gölgelerden biri, John O’Neill. FBI’ın ikinci adamı, New York
Ulusal Güvenlik sorumlusu. Diğeri, çokuluslu bir sanayi grubunun ekonomik ‘haber alma’
uzmanı ve bir Amerikan senatörünün danışmanı Jean Charles Brisard. Fransız. İki adam
birbirlerini, uluslararası teröre karşı verdikleri ‘gölge’ savaşlarından tanıyorlar.
O’Neill, 50 yaşının tam yarısını geçirdiği FBI’da, tüm ajanların hayallerini süsleyen
‘Flagship Office’e kapağı atmış ve New York ondan soruluyor artık. Her köşesini tanıyor ve
her köşesinde tanınıyor kentin. New York’un ulusal güvenliğinin kendisine emanet edilmesi
boşuna değil. O’Neill, 12 Ekim 2000 günü Aden Körfezi’nde batırılan ve 17 askerin ölümüyle
sonuçlanan USS Cole destroyeriyle ilgili soruşturmayı yürütmek üzere Yemen’e ‘çıkarma’
yapan FBI ekibinin başındaydı. El Kaide örgütü uzmanı kendisi. Ve Aden suikastında, Usame
bin Ladin’in imzasını bulmakta gecikmedi. Ne var ki, Yemen hükümetinin ‘Rambolar’ diye
tanımladığı FBI ekibi ve şefleri O’Neill’in suikast alanında soruşturma yapması Yemenliler
tarafından değil, kendi ülkesinin Dışişleri Bakanlığı tarafından engellendi.
İki gölgenin Plaza Oteli’nde görüşmesinden yalnızca birkaç gün önce, ABD Yemen
Büyükelçisi Barbara Bodine, FBI’ın ‘birkaç tetikçiyi’ tutuklamakla yetinmesini ve O’Neill
ekibinin bir daha Yemen’e ‘sokulmamasını’ Washington’dan resmen talep etmiş
bulunuyordu. O’Neill, Fransız meslektaşı Brisard’a: “Usame bin Ladin’in örgütünü
dağıtabilecek tüm kilitler ve anahtarlar, Suudi Arabistan’da bulunuyor. Ancak Amerikan
Dışişleri Bakanlığı, Kral Fahd’a karşı güçsüz ve çaresiz!” dedi. O’Neill, Amerikalı
diplomatların sahtekâr çaresizliğini tek nedene bağlıyordu: Petrol çıkarları.
Fransız Brisard kanıt mı istiyordu?
26 Ocak 2001’de oluşan George W. Bush ekibine bakmak yeterliydi. En başta da
Condoleeza Rice’a yakından bakmak...
Bugün Türkiye’nin geleceğini de iki dudağı arasında tutan Mrs. Rice kimdi? Herkes,
‘People’ dergilerinde yayımlanan kadarıyla biliyordu bu hanımın özgeçmişini: Stanford
Üniversitesi Profesörü, SSCB uzmanı ve oğlundan önce baba Bush’un eski Sovyet Bloku’na
ilişkin sorunlarda danışmanıydı, nokta.
Oysa...
Condoleeza Rice, 1991’den 2000’e değin, tam dokuz yıl boyunca dünyanın en büyük
petrol şirketlerinden Chevron Grubu’nun, özellikle Kazakistan ve Pakistan açılımlarından
sorumlu müdürüydü. Chevron, dünyanın en büyük petrol rezervlerinden biri olduğu hesap
edilen ve ‘New Koweit’ diye adlandırılan Kazakistan’daki başlıca yatırımcılardandı.
Tengizchevroil Konsorsiyumu, tümüyle bu grubun denetiminde olup, politikası Condoleeza
Rice tarafından çiziliyordu. Mrs. Rice, baba Bush zamanından oğul Bush zamanına, herhalde
değişmemişti ‘öncelik’lerinde...
John O’Neill, petrol şirketlerinin maaşa bağladığı politikacıların ileri sürdüğü ‘devlet
çıkarı’ paravanasıyla, El Kaide ile Suudi Arabistan arasındaki kör gözüm parmağına
bağlantının devlet eliyle örtüldüğünü ve ABD’deki güvenlik örgütleriyle diplomasi arasındaki
çekişmenin, buradan kaynaklandığını uzun yıllardır, bizzat biliyordu. O gün, çok uzun
konuştular Fransız Brisard’la. Çünkü O’Neill, politikaya kurban edilen ulusal güvenliğin ve
FBI’ın geleceğinden yana öylesine karamsardı ki, kurumdan ayrılmaya karar vermişti. El
Kaide hakkında bildiklerinin, petrol siyaseti uğruna çekmecede unutulmasını ya da
uyutulmasını hazmedemiyordu. Ağustos ayında FBI’a istifasını sundu John O’Neill.
Yaşamını güvenliğe adamıştı, yine güvenlikten kazanacaktı. Yeni görevinde... World Trade
Center güvenlik birimini yönetecekti!
11 Eylül 2001 günü, ilk uçağın çarptığı birinci kulede, tam da ikiz kulelerin güvenliği
üstüne bir toplantı yapıyordu ekibiyle. Gerçek bir profesyonel gibi kuleden çıkmayı başardı,
itfaiye ve sağlık birimlerine haber verdi, polisin gelişini koordine etti. Ve gerçek bir
profesyonel gibi, kulenin boşaltılmasına yardımcı olmak üzere geri döndü içinden çıktığı
cehenneme, ölümcül kaderine. Artık World Trade Center cesetlerinden biri FBI’ın El Kaide
uzmanı eski direktörü.
Dostu ve meslektaşı Jean Charles Brisard, kendisiyle aynı alanda uzman gazeteci
Guillaume Dasquie ile baş başa verip bir kitap yazdılar. Fransa’da yayımlanan ve dünya
siyasal ve finans çevrelerine bir bomba gibi düşen kitabın adı: ‘Yasaklı Gerçek, Bin Ladin’
başlığını taşıyor. Brisard ve Dasquie, John O’Neill’in anısına, başta ABD, tüm müttefiklerinin
El Kaide örgütü ve finansmanı hakkında gizledikleri ne varsa ortaya döküyorlar. Finans
çevrelerinin bir yandan mücadele eder gibi yaptıkları teröre, dehşet verici desteklerini bir bir,
kanıtlarıyla açıklıyorlar.
Bu ibret belgeseline, ileriki günlerde geniş yer vereceğim.
(16 Ocak 2002)
İstim arkadan gelsin (1)
Mine G. Kırıkkanat
5 Şubat 2001, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin soğukkanlı ve ölçülü
bürokratları için bile şaşırtıcı bir gündü. Yeni ABD Başkanı işbaşı yapalı iki hafta bile
olmamıştı ki Kâbil’den gelen beklenmedik bir mesaj, dünya diplomasi çevrelerine bomba gibi
düştü: Afganistan’daki Taliban yönetimi, kısacık tarihlerinde ilk kez, uluslararası meşruiyet,
yani iktidarlarının tanınması için görüşmelere başlamaya hazırdılar. Çağrının bizzat Taliban
Dışişleri Bakanı Muttawakil’in (ya da Mütevekkil) ağzından ve İngiliz The Times gazetesinde
yayımlandığına bakılırsa, Anglosakson dünyaya hitap ettiği açıktı. Muttawakil, ülkesinin
1996 öncesi durumuna, yani Batı’dan yardım aldığı dönemdeki ilişkilere dönmesi
karşılığında, muhataplarını başta Usame bin Ladin’in sınır dışı edilmesi, pek çok hassas
dosyada ‘memnun etmeye’ hazır olduklarını bildiriyordu. Taliban, petrol şirketlerinin
emrindeki Bush yönetimine, Kazakistan petrollerinin Afganistan’dan emniyetli geçişine dair
umut veriyordu, sizin anlayacağınız.
Washington, Taliban’ın çağrısına olumlu yanıt ve ABD ile Afganistan arasında
kurulacak yeni ilişkilerin düzenlenmesini Leyla Helms’in sorumluluğuna verdi. Leyla Helms,
eski İran Büyükelçisi ve bir zamanlar CIA Müdürü Richards Helms’in yeğeni olup, Afgan
kökenli bir Amerikalıydı. SSCB’ye karşı Afgan savaşı sırasında, doğrudan Washington’a
bağlı Friends of Afghanistan ‘dostluk’ derneğinin başına getirilmiş ve ABD kamuoyunda
Afgan mücahitlerine karşı ‘sempati uyandırma’ kampanyasını yönetmişti. Baba Bush
yönetimi sırasında, ABD’nin Afganistan’daki çıkarları gereği kurulan tüm gayriresmi
diplomatik temasları Leyla Helms yönetiyordu. Helms, gayriresmi bir Afganistan elçisiydi
ABD’de ve işin tuhafı, maaşını Washington’dan alıyordu. Elçiliği, Taliban ile ABD
arasındaki ilişkilerin kopma noktasında olduğu yıllarda bile bitmedi. 1999 yılında NBC
televizyonu hesabına Afganistanlı kadınların yaşamını konu alan bir belgesel hazırlayan
Helms, öylesine yağ çekmişti ki Taliban’a, ne NBC ne de başka bir televizyon kanalı, bu
taraflı ‘eseri’ göstermeye cesaret edemedi.
5 Şubat 2001 çağrısından sonra, kolları tekrar ABD - Taliban ilişkilerinin iyileştirilmesi
için sıvayan Leyla Helms, 18 ve 23 Mart arasında Molla Ömer’in başdanışmanı Seyid
Rahmatullah Haşimi’yi ABD’ye getirtti. Amerikalı araştırmacı gazeteci Wayne Madsen’ın
sürdüğü ize bakılırsa, bu beş günlük gezi sırasında Haşimi’nin ilk durağı Directorate of
Central Intelligence, yani CIA ile Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi arasındaki köprüyü
oluşturan DCI oldu. Ama Haşimi’ye verilen önem, bununla bitmiyordu. Molla Ömer’in sağ
kolu, haberalma örgütlerinin özel olarak izlediği ABC televizyonu ve National Public
Radio’dan da Afganistan’ın sesini duyurmak şansına sahip oldu.
Bu ziyaret sonrası ABD, Afganistan’a 114 milyon dolar ‘ek’ yardım yapmayı kabul etti.
Aynı yılın başından beri devam eden yardımlar toplam 124 milyon doları aşmıştı ve bu durum
bizzat Colin Powell tarafından 17 Mayıs’taki bir basın toplantısında açıklandı. Oysa AB, 1998
Temmuz’undan beri Afganistan’a yaptığı tüm yardımları durdurmuştu.
Amerika’nın, hangi vaade karşılık Afganistan’a para vermeyi sürdürdüğü ve hatta
artırdığı bir muamma (mı)ydı acaba? Üstelik, söz konusu yardımlar sürerken, yani ABD
Taliban rejimiyle anlaşmaya çalışırken, neler oluyordu neler:
16 Mayıs 2001 günü, Kofi Annan’ın Afganistan temsilcisi ve aslında ABD’nin has
adamı Fransesc Vendrell, Roma’da devrik kral Zahir Şah’la görüşüyor ve kendisinin
Afganistan’a ‘muhtemel’ dönüşü üstüne pazarlık yapıyordu.
15 Temmuz’da ABD, Berlin’deki Afganistan toplantısında ilk kez ‘Taliban rejimine
karşı muhtemel bir askeri operasyon’dan söz etti. Ve 17 Temmuz’da, uluslararası Batı ittifakı
tarafından Taliban’a iki maddelik bir mesaj niteliğinde ‘haber’ salındı:
- Usame bin Ladin’in yakalanması için Afganistan içinde ve Taliban’a karşı bir
müdahale düşünülüyordu.
- Eski Kral Zahir Şah’ın Kâbil’e dönüp iktidarı ele alması için görüşmeler başlamıştı.
Sizin anlayacağınız, 17 Temmuz’dan öteye ve 11 Eylül olmasa bile, Afganistan’a savaş
açılması, kararlaştırılmıştı. Üstelik ABD’nin yanı sıra tüm Batılı müttefikler tarafından. 11
Eylül, aslında harekatın salt ABD hükümranlığına geçmesini sağladı, ABD’yi ‘tek başına’
yetkili kıldı, o kadar.
Jean-Charles Brisard ve Guillaume Dasquie’nin tüm belgelerin tıpkıbasımlarını içeren
‘Bin Ladin, Yasaklı Gerçek’ adlı araştırmasını özetlemeye, cuma günü devam edeceğim.
(Radikal, 23 Ocak 2002)
Hegemonya ve petrol (2)
Mine G. Kırıkkanat
ABD’ye giderken Türkiye’nin Irak’a olası bir Amerikan saldırısına muhalefetini dili
döndüğünce kararlı bir dille anlatacağını belirten Başbakan Ecevit, Washington’da ne
yedirdilerse, anavatana dönüşte, Irak’a olası bir Amerikan saldırısına Türkiye’nin muhalefet
edemeyeceğini kararlı bir dille anlattı gerçekten. Ve Bush’un Irak’a kesin saldıracağını, ABD
Başkanı’nın Saddam hakkındaki: “O çok kötü bir adam! Görmeye tahammül edemiyorum,”
sözleriyle açıkladı. Böylece sayın seyirciler, dünyanın efendisi ABD’nin, Bush’un kovboy
diliyle gözünün üstünde kaşı olanlar, Amerikan ‘beauty’ ölçülerine uymayanlar, Amerikan
türü iyilikten anlamayanlar tarafından yönetilen ülkeleri döve döve doğru yola sokacağı
anlaşıldı. Ancak Bush, vasat bir zekâ olup kovboy filmlerindeki ‘kötü adam’ söylemiyle
politika yapmaya kalksa da, kuşkusuz Irak’a saldırmak kararının ardındaki gerçek neden,
Saddam’ın bıyıkları değil. Peki ne o zaman? Niçin Irak’ı, bu kez, yerle bir etmeye kararlı
ABD? İsmet Berkan’a sordum; bu kararın çok önce verildiğini, ancak uygulamanın kolay
olmadığını ve ABD, saldırmak için geçerli bir bahane bulana kadar da gerçekleşmeyeceğini
söylüyor. Erdal Güven ise, ABD’nin Irak’la işini bitirip Suudi Arabistan’dan çekilmek
istediğini belirtiyor. Kuşkusuz ikisi de haklı ve bir doğrunun parçaları. Biri çıkıp, ‘Bir başka
neden de petrol!’ dese, ona da inanacağım. Çünkü...
Afganistan savaşı SALT Orta Asya petrolleri için yapıldı ve Başkan Bush’un yakın
çevresi Amerikan petrol şirketlerinin adamlarıdır: Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Bush’un
başkanlık seçimi kampanyasına değin, dünyanın bir numaralı petrol ürünleri yan sanayii
Halliburton’un baş yöneticisiydi. George W. Bush’un can ciğer arkadaşı ve Ticaret Bakanı
Donald Evans ile Enerji Bakanı Spencer Abraham, çalışma yaşamlarının büyük bölümünü
Tom Brown petrol sanayiinde geçirmişlerdi. Ekonomiden Sorumlu Bakan Yardımcısı
Kathleen Cooper ise, dünyanın petrol devi Exxon’un (ya da Esso) genel muhasebe
müdüründen başka birisi değildi! Kazakistan’da büyük yatırımları bulunan Chevron
petrollerinin sorumlusu Condoleeza Rice’ı daha önce anlatmıştım zaten.
Orta Asya petrolleri üretim aşamasında büyük ölçüde ABD şirketlerine aitti. Ama son
yıllarda Moskova ve Pekin, bu petrollerin taşınması için art arda ‘pipeline’ anlaşmaları
imzalamışlar; üstelik Hazar Denizi’nin petrollerini taşıyacak Rus boru hattı geçen yaz devreye
girerken, ABD’nin Türkiye Ceyhan boru hattı, henüz proje aşamasındaydı. Eğer müdahale
edilmezse, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’daki ABD şirketlerine ait petrol ve
doğalgaz yatakları, dağıtım ve taşıma aşamasında tümüyle Rus ya da Çin kontrolündeki
‘pipeline’lara bağlanacaktı.
Dolayısıyla ABD, Orta Asya’daki kendi şirketlerine ait petrol ve doğalgazını taşımak
için, kendine ait bir ‘boru yolu’ kullanmalıydı ve bu yol, elbette kendi eliyle iktidara
vidaladığı Taliban yönetimindeki Afganistan’dan geçiyordu...
İşte bu yüzden ABD, Taliban yönetimine karşı alınan tüm BM ve uluslararası kararlara
rağmen, sonuna dek, 11 Eylül’e çeyrek kala Taliban’la gizli gizli temaslarla, sulh yoluyla
anlaşmaya çalıştı. 11 Eylül’den sonra ise savaştan başka çare kalmamıştı.
İşte bu yüzden ABD, Dahran’daki Amerikan üssüne yapılan saldırıdan iki yıl sonra bile,
yani 1998 yılında, İnterpol’e resmen başvurup Usame bin Ladin hakkında uluslararası arama
ve tutuklama kararı çıkartmamıştı! Oysa Bin Ladin, 28 Şubat 1998’de yayımladığı bir fetva
ile genelinde Batı, özelinde ABD’ye cihat ilan ettiğini açıklamıştı. ABD, Usame bin Ladin’i
Dahran saldırısından resmen sorumlu tutarken, El Kaide’nin başı hakkında İnterpol’e yapılan
tek başvuru ve tutuklama emrini kim çıkarmıştı biliyor musunuz? Libya ve lideri Albay
Kaddafi...
Ama bu durum, yeri gelince, ileride, başka bir yazının konusu.
(Radikal, 25 Ocak 2002)
Demek ki neymiş?
Mine G. Kırıkkanat
Vallahi ben de şaşıyorum. Afganistan savaşı başlarken, bu savaşın kolay bitmeyeceğini,
kolay kazanılmayacağını, Türkiye’nin bulaşmaması gerektiğini savunanlar arasında yer
almıştım. Sonra borazanlar çaldı, ABD Taliban’ı sildi süpürdü, El Kaide’yi dümdüz etti
dediler. Oysa ne Bin Ladin’den haber vardı, ne Molla Ömer’den. Ortada yüzlerce ceset falan
da yoktu. Siyasal anlamda bir zafer kazanıldığı kesindi. Ama Guantanamo’ya tıkılan 200 esir,
bir askeri zafer ifade edebilir miydi? Belki de dünya değişmişti, ben yanılmıştım, demek ki
siyasal zaferler, askeri zaferlerden önce kazanılabiliyordu. Bir de baktık ki, savaş yeniden
başlamış... Afgan dağlarında müttefik güçlere karşı direnen Taliban ve El Kaide savaşçılarının
sayısı, nedense her gün artarak veriliyor. Önce dağlarda 200 militan var, sonra 400’ünü
öldürdük dediler, şimdi 2 bin savaşçıdan söz ediyorlar. Artık hiçbir veriye inanmıyorum. Ne
öldürülenlerin sayısına, ne öldürenlerin.
Afganistan’da asıl savaş, şimdi başlıyor bence. Belki yanılıyorum, ama Türkiye’de
Irak’a doğru öttürülen borazanların da zamansız çaldığını ve Afganistan’daki savaş
bitmedikçe, Irak’ta ikinci bir cephe açılmayacağını düşünüyorum. Hele Türkiye sıkı durursa,
en azından bu yılı atlatırız gibi bile geliyor.
Çünkü...
Nedense Türkiye’de pek üstünde durulmayan bir gelişme oldu ABD’de: Amerikalılar,
11 Eylül sonrası alınan kararlarda ciddi biçimde İsrail’in gazına gelip gelmediklerini
düşünüyorlar. Hani şom ağızlar, 11 Eylül suikastlarını İsrailli ajanların eseri olduğunu
yayıyorlardı ya, tabii kör gözüm parmağına bir Yahudi düşmanlığıydı bu dedikodu. Ama, 26
Şubat’ta ortaya çıkan, aslında 2001 Ocak ayında başlatılan çok gizli bir soruşturmanın
sonuçları, İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Arap teröristlerin 11 Eylül planını önceden haber
aldığını, hatta kuleleri vuran uçaklardaki teröristleri adım adım izlediğini ve Washington’ı
‘büyük bir terör eylemine’ karşı uyardığını... Ne var ki ve nedense, teröristlerin eyleme
geçmeden yakalanmalarını sağlayacak bilgileri vermekten kaçındığını gösteriyor! Le Monde
gazetesinin (6 Mart) tam sayfa ayırdığı habere göre, Amerikan güvenlik birimleri 11 Eylül
2001’i izleyen aralık ayı başında, tam 125 İsrail uyrukluyu gözaltına almış. Amerikan Adalet
Bakanı’nın Le Monde gazetesine verdiği bilgiye göre, 12’si halen tutuklu bulunan bu
İsraillilerin büyük bölümü sınır dışı edilirken, diğerleri serbest bırakılmış.
Meğer ABD, 11 Eylül öncesi, İsrail uyruklu güzel sanatlar okulu öğrencisi ve tablo
tüccarı kaynıyormuş, sevgili okurlar. Ama tesadüf işte, yakalanmayanlarla birlikte sayıları
140 olarak verilen ve 25 yaşlarındaki kızların birbirinden güzel, erkeklerin de birer Apollon
olduğu bu öğrencilerin hepsi, aynı zamanda ‘seçkin’ internotlar, bilgisayar uzmanları ve
çoğunun, Mossad’da verilmiş bir formasyonu var. Yine tesadüf işte, genç ve yakışıklı
İsraillilerin üçte biri, 2001 yılı başından öteye, 11 Eylül’ü gerçekleştiren Arap teröristlerin
ikamet ettikleri Florida’da, tam da Fort Lauderdale ve Miami’nin kuzeyindeki Hollywood’da
yerleşmişler. Yani, Arap teröristler neredeyse, onlar da oradaymış.
ABD, İsrail’in 11 Eylül hakkında ‘bilmemesi imkânsız’ bilgileri, kendisine ‘bilerek’
vermediğinden kuşkulanıyor. Ve bu mantıktan yola çıkarak, 11 Eylül’ün İsrail’in ‘işine
geldiği’ için önlenemediğini...
ABD’nin Irak’a saldırması da çok işine gelecek bu günlerde İsrail’in.
Amerikan ordusu Saddam’ın tepesine, İsrail ordusu artık Allah ne verdiyse, kim işine
gelirse, onun peşine... Senaryo İsrail açısından fena değil de, ABD şöyle bir durup düşünecek
gibime geliyor artık. Bin Ladin ve şürekâsını gerçekten ele geçirinceye kadar belki.
Bilmem anlatabildim mi?
(Radikal, 8 Mart 2002)
Bu işin içinde bir iş var (mı?)
Fehmi Koru
Amerikan basını bizim basının, Amerikan yetkilileri bizim yetkililerin arkasından nal
topluyor, ama olsun; sonuçta 11 Eylül eylemine bir suçlu bulunmuşa benziyor:
Müslümanlar… Kimi, Üsame bin Laden üzerinden, kimi Ortadoğu’da bol miktarda bulunan
örgütlerin adını anarak, dünyayı sarsan eylemin sorumlusunu bulduğu iddiasında. Henüz tek
bir tutuklama yok, Amerikalılar daha tek kişiden ‘zanlı’ diye söz etmiş değiller, ancak orada
da ‘insan avı’ başladı.
İyi de, en azından iki temel yanlışlık sizin de gözünüze çarpmıyor mu?
İlk yanlışlık, terörün bilinen tanımlarıyla olup biten arasındaki çelişkide yatıyor. New
York ve Washington’da simgesel değeri büyük hedeflere kamikaze vuruşu yapan uçaklar bir
‘terör eylemi hârikası’ gerçekleştirdiler, ama bu ‘şaheser’ henüz sahipsiz... Oysa, terör
eylemleri, gerçekleştirenler için ‘propaganda’ değerine de sahiptir. Sözgelimi, 10 Eylül günü
İstanbul/Taksim’de patlayan ve can alan bombalı eylemi DHKP-C derhal üstlendi. ABD’deki
11 Eylül eylemlerini gerçekleştirip de bunu propaganda vesilesi yapmayacak bir ‘örgüt’
tahayyül bile edilemez. Ancak, ne ardından ne de bugüne kadar, herhangi bir örgüt “Eylem
bizim eserimiz” diye ortaya atılmadı. Memnuniyetini gizlemeyen Üsame bin Laden ise
eylemde hiçbir rolü bulunmadığını ısrarla belirtiyor.
Terör ve terör örgütünün doğasına aykırı bir durum bu.
İkinci çelişki, bu tür eylemlerden sonra ortaya atılması gereken “Kim kazandı?”
sorusunun bugüne kadar hiç sorulmaması. Oysa, her eylem, bir sonuç almak üzere
gerçekleştirilir. New York ve Washington’daki eylemler de Demirperde’nin çöküşüyle
dünyanın tek süpergücü haline dönüşmüş ABD’ye bir mesajdı; kendi topraklarında bile
güvende olmadığını duyurmayı amaçlayan bir mesaj... Verdiği tepki ABD’nin mesajı doğru
algıladığını gösteriyor. Biraz da bu sebeple, fazla gecikmeden, benzer eylemleri sahnelemek
isteyeceklere müthiş bir gözdağı vermek niyetinde ABD.
Kimsenin şimdiye kadar sormadığı soruyu, Texas/ABD’de yerleşik Stratfor adlı
araştırma kuruluşunun başkanı George Friedman, eylemin olduğu gün (11 Eylül) kaleme
aldığı “The big winner today, intended or not, is the state of Israel” (Niyeti vardı, yoktu
bilmem, ama büyük ikramiye İsrail’e çıktı) başlıklı rapora taşıdı. Friedman İsrail’in düşmanı
bir yorumcu değil; zaten raporunda, eylemi gerçekleştirenlerin İslâm dünyasında aranması
gereğine işaret ediyor ve adını vermediği, ama Afganistan ile İran ve Sudan olmadığını
özellikle belirttiği bir İslâm devletinin eylemin arkasında olduğunu da belirtiyor. Kanaati ise,
eylemin, başı dünyayla dertte olan İsrail’in işine yaradığıdır.
Raporu okuyunca, Friedman’ın “Hiç de aptal değiller” dediği eylemcileri iyice aptal
yerine koyduğu gözden kaçmıyor: Kendi aleyhlerine değerlendirilecek ve yaptıklarının
İsrail’in yanına kâr kalmasına yol açacak böyle bir eylemi, İslâm Dünyası içinden bir devlet
(veya örgüt) neden yapsın ki?
ABD’deki eylemler sadece İsrail’in işine yaramadı, Dünya Ticaret Merkezi’ne ilk düşen
uçakla birlikte bizdeki bazı yorumcuların ağızları kulaklarına vararak tekrarlamaya
başladıkları, “İslâm Dünyası için demokrasi lükstür; terör tehdidi altındayken insan haklarına
aldırılamaz” tezinin sahipleri de bu hâince eylemlerden elleri güçlenerek çıktılar. ABD
üzerinden Avrupa’ya, “Demokrasi ve insan hakları gibi konularda hassasiyet yersiz” mesajları
gönderiliyor... Ellerinden gelse, kendi önyargılarıyla ilân ettikleri ‘suçlu’nun üzerine
NATO’yu saldırtacaklar...
Oysa, kendi alanında ‘şaheser’ eylemleri kimsenin üstlenmemesine ve ‘uygarlıklar
çatışması’ tezini desteklemesi bakımından İslâm Dünyası’nın aleyhine, ‘kıyamet senaryoları’
yazanların lehine gelişmesine bakıp “Bu işin içinde bir iş var” kuşkusu duyulması gereken bir
durumla karşı karşıyayız. Kullanılan piyonların kimliği fazla önemli değil, önemli olan bu
hâin planın müellifinin kimliği...
Kim olabilir acaba?
(Yeni Şafak, 14 Eylül 2001)
Olabilir... Olamaz...
Olabilir... Olamaz...
Fehmi Koru
Dün, liberal bir partinin lideriyle kahvaltı ederken, açıkladığı görüşlerinden, onun da
kafası karışıklardan olduğunu fark ettim. New York ve Washington’da meydana gelen
olayların anlatıldığı gibi olmasını imkânsız görüyor: “Birbirine yakın saatte, dört uçağı, dört
ayrı kentten, dört ayrı terörist timi kaçıracak, dördünün pilotu da kuleyi eylemden haberdar
eden düğmeye basamadan teslim olacak... Aklım almıyor...” Ağzından hep rasyonel cümleler
duymaya alıştığım liberal siyaset adamı kuşkulu.
Onun kafasını karışık görünce bir başka noktayı da ben hatırlattım: “Bizim herşeyi
kaydeder ve üzerinde oynamak mümkün değildir diye bildiğimiz karakutuların âkıbetinden
haberdarsınız, değil mi? Bulundular, ama kutularda hiçbir kayda rastlanmadığı açıklandı...”
Kayıt olsa pilotların kendi aralarında ve kulelerle yaptıkları konuşmalar öğrenilecek; dört
uçağın karakutularına karartma uygulanması havacılık tarihinde bir istisna teşkil ediyor...
Bu konulara girdiğimiz bir başka ortamda, dostlarımdan biri, “Dördüncü uçaktaki
yolcuların cep telefonuyla konuştukları iddiası size de tuhaf gelmiyor mu?” deyiverdi. Öyle
ya, diğer üç uçağın yolcularına böyle bir fırsat verilmezken, dördüncü uçaktaki ‘eylemciler’,
kurbanlarına dönüp, “İsterseniz evlerinizi arayabilirsiniz” demişler de, içlerinden CNN
programcısı olan bir bayan, Anayasa Mahkemesi’nde savcı olan eşini arayıp vedalaşmış...
Uçakların dıştan müdahaleyle değil de, içerideki korsan timi tarafından kaçırılarak ikiz
kulelere ve Pentagon’a çarptırıldıklarına dair eldeki tek delil uçaktan telefonla yapıldığı
söylenen o görüşme... Bir de, otomobillerin fren sistemine müdahale edilerek eylem
yapılmasına benzer bir yolla, uçakların dışarıdan yönlendirilmesini mümkün kılacak şekilde
bir teknoloji olup olmadığını bilmiyoruz. Dostuma göre, hedefe vuran üç uçak, dışarıdan
kontrollu kullanıldıkları izlenimini veriyor... Liberal politikacı, “Eylemleri pilotlar içerisinde
güçlü bir dâhili örgüt yapmıştır” görüşünde...
Bir başka dostum, dördüncü uçakla ilgili olarak, ilk gün duyulan, önce kanatlardan
birinin alev aldığı haberinin sonradan unutulmaya terkedildiğine dikkat çekti. “Oysa” dedi o
dost, “Eğer ilk önce kanat alev almışsa, bu, o uçağın içeriden, yolcular tarafından değil,
dışarıdan, muhtemelen bir füze marifetiyle düşürüldüğü anlamına gelir...” Böyle bir durum
gerçekten söz konusuysa, eylemlerle ilgili bütün teorileri yeniden gözden geçirmemiz şart...
Bir okur, ABD sisteminin adını ‘komplocu’ya çıkararak dediklerine dikkat
edilmemesini sağladığı Lyndon LaRouche’un eylemle ilgili taze görüşlerini gönderdi bana.
LaRouche’un çıkardığı ‘Executive Intelligence Review’ (EIR) adlı dergiyi yıllardır izlerim;
dünyanın ne yöne gittiği hakkındaki öngörüleri hep dikkatimi çeker. Ekonomik kriz yüzünden
sessiz sedasız geçtiğimiz ‘Para Kurulu’ (money board) sisteminin Türkiye’ye dayatılacağını
neredeyse iki yıl önce EIR’da okumuştum sözgelimi...
2004 yılındaki başkanlık seçimlerine adaylığını koyacağını şimdiden ilân eden Lyndon
LaRouche, 11 Eylül günü, olayın olduğu saatlerde, bir radyoda görüşlerini açıklıyormuş...
Daha ilk uçakla birlikte, program sunucusu Jack Stockwell’e, “Göreceksiniz” demiş, “Bu
eylemden dolayı Üsame bin Laden suçlanacak...” İyi mi? İkinci kuleye de bir uçak çarptığını
duyunca, LaRouche, programcıya, “Bu bir dahili istikrarsızlaştırma operasyonu” tespitini
iletmiş, şu sözleri de ekleyerek: “Zaten böyle bir operasyon yapılacağını duymuştuk...”
Bu görüşmeden, Amerikalı politikacı ve yayıncı Lyndon LaRouche’un, böyle bir
uğursuz gelişme beklentisi içerisinde olduğu anlaşılıyor. “Bin Laden suçlanacak” demesi de,
“İstikrarsızlaştırma amaçlı bir dâhili operasyon” teşhisi koyması da o beklenti üzerine
oturuyor. ABD’nin George W. Bush ile almakta olduğu yola bakanlar, “Böyle bir gelişme
beklenebilir” demekteymişler...
Böyle bir eylemi beklediği anlaşılan bir de ülke olduğu ortaya çıktı: İsrail... Şaşırdınız,
değil mi? Öyleyse yazacaklarımı okuyun...
‘Yüzyılın terör olayı’ diye de anılan uçakla saldırıya muhatap olan Dünya Ticaret
Merkezi (DTM) bir tür Babil bahçesi gibiydi; hemen her dinden, ırktan, renkten insanın
çalıştığı bir yer olduğu için... Düşünün ki, en az 100 Türk’ün çöken ikiz kulelerin enkazı
altında kaldığı sanılıyor. Böyle bir mekânda Musevi asıllıların, hatta doğrudan İsrail
vatandaşlarının bol miktarda bulunması beklenir. Bu konularda hassasiyeti bilinen İsrail’in
kayıplar için gürültü koparması da... 17 Ağustos gecesi Çınarcık’ta bulunan iki elin
parmakları kadar az İsrail vatandaşı için deprem sonrası gönderilen özel timleri ve sarf edilen
çabayı hatırlayın...
Şimdi ise İsrail’den ses çıkmıyor... Eğer doğruysa, İsrail iç istihbarat örgütü ‘Shabak’
ikiz kulelere yapılacak eylemden önceden haberdarmış ve Ürdün’de çıkan ‘el-Watan’
gazetesine göre, binalarda çalışan İsraillileri o gün işe gitmemeleri konusunda uyarmış...
İsrail’de çıkan Yadiot Ahranot gazetesi ise, o gün New York’ta yapılacak bir Musevi
festivaline gitmesi beklenen başbakan Ariel Şaron’un seyahatini de Shabak’ın engellediğini
yazmış...
CIA ve FBI’nın haber alamadığını Shabak’ın bilmesine ne diyorsunuz?
(Yeni Şafak, 20 Eylül 2001)
Dehşete düşüren şeyler yazıyorum
Fehmi Koru
Yönetime yakın bir Amerikalı akademisyen dostum, “Türk basınında izlediğim iki-üç
yazardan birisin, ancak son zamanlarda yazdıklarından dehşete kapılıyorum” diye beni
ayıpladı. Uzun yıllardır ABD’de gazetecilik yapan bir dost ise, “O ne yaparsa bir bildiği
vardır” deyip bana kredi açsa bile, görüşüne değer verenler tarafından soru yöneltildiğinde,
son iki haftadır yazdığım Kulis’lerde anlatılanlara aklının yatmadığını iletmeden duramamış...
Her ikisi de en fazla aynı konuya takılmışlar: Bir Ürdün gazetesine (el-Watan)
dayanarak yazdığım, “İsrail saldırıdan haberdarmış, ulaşabildiklerine o sabah Dünya Ticaret
Merkezi’nden uzak durmalarını tebliğ etmiş” bilgisi... Akademisyen dost, “Hiç öyle şey olur
mu?” diyor ve beni yeterince araştırma yapmamakla suçluyor...
CNN’nin New York saldırısı sonrasında yayınladığı, sevinen Filistinli görüntülerinin
1991 yılına ait olduğu iddiası, bir Brezilyalı öğrenciye atfen, daha ilk gün ulaştı bana; iddia
çoğalarak gelmeye devam etti. Aklım basmadığı için değinmedim bile. Aklımın
basmamasının sebebi, CNN’nin haber koordinatörü Eason Jordan’ı tanımam ve özellikle
İslâm Dünyası’na dönük haberlere fevkalâde titizlendiğini bilmem... CNN vahim bir
yayıncılık hatası yaparsa hemen düzelten bir kurum; ilk gün ‘terörist’ diye tanıttığı ‘Bukhari
kardeşler’ ile ilgili haberi, yanlışını öğrenir öğrenmez, “Hata yaptım” diye kendisi duyurdu...
İsrail’in saldırıdan haberdar olduğu için ikiz kulelerde hiçbir İsrailli’nin ölmediği haberi
peki? Bundan haberdar olunca, hemen İsrail’de çıkan Jerusalem Post ve Ha’aretz adlı
gazetelerin web-sitelerine ulaşıp saldırıda hayatını kaybeden İsrailli sayısını öğrenmeye
çabaladım. Hayret, her iki gazete de bu konuyla ilgili tek bir haber ve yazı yayımlamamış...
17 Ağustos depremine Çınarcık’ta yakalanan on kişi için kalabalık bir ekip gönderen İsrail’in
tek vatandaşının burnunun kanamasına dahi önem verdiği biliniyor. Hayretim beni CNN web
arşivine sürükledi; oradaki haberlerde de her ülkenin adı geçiyor, ancak kayıp listesinde İsrail
devleti yer almıyordu... Ben de yazımda Ürdün gazetesinin verdiği bilgiyi kullandım...
Dünya Ticaret Merkezi’nde İsrailli ölü ve kayıplarla ilgili tek ayrıntı, cuma günü (21
Eylül) Milliyet’te rastladığım genel tabloda yer alan “İsrail: 133” rakamıdır. Başkan George
Bush’un hazırlatıp açıkladığı listeymiş bu... Bu kadar...
Kriz ve savaş ortamları, Anglo-Saksonlar’ın ‘spin doctors’ dedikleri, gerçekleri çarpıtıp
yamultmayı da görevi bilen bazı tipler hemen devreye girdiği için, çok dikkatli olunması
gereken ortamlardır. Körfez Savaşı dönemini hatırlayın. Irak işgali altındaki Kuveyt’ten
ekranlara ulaşan görüntülerin hangisi sahici, hangisi türetilmişti, bugün bile bilemiyoruz.
Denize dökülen petrol atıkları arasında fotoğrafı çekilen karabatağı hatırladınız mı? O bir
gözboyamaydı işte... “Canımı ve ırzımı Iraklıların elinden zor kurtarıp kendimi buraya attım”
diye New York’ta kameralar karşısına çıkan genç kız da, Kuveyt’in Birleşmiş Milletler
temsilcisinin işgalden sonra Kuveyt’te hiç bulunmamış kızıydı...
Amerikalıların her durum için bir veya birden fazla filmleri vardır, unutan bizleriz...
Oysa, şimdikine benzer kriz durumlarının sanal etki vermek üzere kullanılabileceğinin en
çarpıcı örneği, senaryo yazımına ünlü tiyatro adamı David Mamet’in de katıldığı Barry
Lewinson tarafından çekilen 1998 yapımı ‘Wag the dog’ filminde yer alıyordu. Hani, Dustin
Hoffman ile Robert de Niro’nun başrol oynadığı, tam seçim arefesinde bir seks skandalı
yüzünden başı derde giren ABD başkanını kurtarmak için yazılmış ‘gerçek olmayan savaş’
senaryosu canım...
O filmde, başkanı kurtaran, bütünüyle Hollywood stüdyolarında artistlerle çekilen sanal
bir savaştı; Amerikan halkı, günler ve günler boyu, ülkelerinin Arnavutluk’la savaşa girdiğini
düşündüler... Oysa, Arnavutluk’un ne savaştan haberi vardı, ne de ABD ile ilişkilerinin
bozulduğundan... Filmin sonunda, bir kaç can yandı, ama zor durumdaki başkan seçimi
yeniden kazandı.
Küçükten beri, bana “Çok film seyrediyorsun” diye itiraz edenler olur; bazen
karşımdakini haklı bulur savunmaya geçerim. Geçen akşam, bir tartışma sırasında, akademik
unvanlı bir bayanın ağzından, “Amerikalılar yapacaklarına bizleri iki araçla hazırlar; biri
Hollywood, diğeri de medya” cümlesi çıktığında, bu yolda yapılacak tüm eleştirilere karşı
kendimi savunacak mekanizmaya artık sahip olduğumu anlayıverdim. Serüven filmlerini
izlemesem (önümüzdeki günlerde ayrıntılı olarak ele alacağım ‘Kod adı: Kılıç balığı’ adlı
filmi gösterimden kaldırılmadan gidip görmenizi tavsiye derim), gerilim romanları
okumasam, dünyadaki herşey kendiliğinden oluveriyormuş diye inanacak, her söylenene
kanacaktım...
Belki de doğru davranış o. Bazı meslektaşların, Washington’un senaryolarını hemen
kabullenivermeleri, bakıyorum, hepsini ‘Valium’ içmişcesine rahat ve huzura kavuşturuyor.
Uzaklardan ayıplar ifadelerle yazdıklarıma tepki veren dostların önemli bir itirazları
daha var: “Herhangi bir katakulli olsa, Amerikan basını didik didik eder, onu ortaya çıkartır”
iddiasındalar. Üzerinde durmayı gerektiren bir itiraz bu.
Yarını bekleyin, zararlı çıkmayacaksınız...
(Yeni Şafak, 23 Eylül 2001)
Komplo teorilerine sakın kanmayın
Fehmi Koru
Ortalığın ‘komplo teorileri’ ile kaynadığından yakınan Hadi Uluengin’e hak veriyorum.
Ne kadar akıl almaz senaryolar onlar! Bugünküne benzer ortamların sağlıksız olduğunu en iyi
geçmişte ‘komplo teorileri’ ile haşır neşir örgütler içinde bulunmuş kişiler bilir zaten...
Hadi’nin o benzersiz üslubuyla dile getirdiği yakınmaya ben de yürekten katılıyorum.
Kendi hesabıma, komplo teorilerine esir düşmemek için, iki yöntem uyguluyorum:
Birincisi, komplocu gazete ve dergilere göz bile atmıyorum... İkinci yöntemim ise, herkesin
‘güvenilir’ bulduğu dışındaki kaynaklara itibar etmemek... AP, UPI, AFP, Reuters ve benzeri
haber ajansları, BBC, CNN, VOA gibi tv ve radyolar, New York Times, Sunday Telegraph,
Jerusalem Post, Ha’aretz gibi gazeteler ile Batılı yazarların yazdığı veya muteber
yayınevlerinin yayınladığı kitaplar... Benim başvuru kaynaklarım bunlarla sınırlı.
Bu kaynaklarda okuduklarımı bile ihtiyatla karşılamamı herhalde mâzur görürsünüz.
Çünkü, bugünküne benzer ortamlarda, yönetimler, elleri altındaki iletişim araçlarının itibarını
zedelemeyi bile göze alarak koyu bir sansür uygulayabiliyorlar. Daha dün bizim gazetelerde
de yer alan ‘Voice of America’nın (VOA, Amerika’nın sesi radyosu) Tâlibân lideri Molla
Muhammed Ömer ile gerçekleştirdiği mülâkatın yayınına, ABD dışişleri bakan yardımcısı
Richard Armitage’ın, hem de radyoevine kadar giderek engel olmak istemesi göz açıcı bir
haber. Bereket VOA direndi. Gerçeklerin peşinde koşanların, ya da güvenilir kaynaklara
dayanarak yazı yazan ve yorum yapanların işleri epey güç...
Kendi başımdan geçen Dünya Ticaret Merkezi’nde (DTM) hayatlarını kaybeden
İsrailliler ile ilgili sayısal bilgi olayını hatırlayacaksınız. Bir Ürdün gazetesi (el-Watan),
güvenilir kaynaklara dayanarak verdiği haberde, ikiz kulelere yapılacak intihar saldırısından
haberdar olan İsrail’in, erişebildiği vatandaşlarına, “11 Eylül sabahı DTM’den uzak durun”
mesajı ilettiğini bildirmişti. CNN’in ve Jerusalem Post ile Ha’aretz gibi gazetelerin arşivinde
dolaşıp, ölü ve kayıp kişilerle ilgili ya tablo olmadığını, ya da verilen tablolarda İsrail’in
bulunmadığını görünce, Ürdün gazetesinin haberini sizlere aktarmıştım...
Önce, ABD yönetimine yakın bir akademisyen dost “Dehşete kapıldım” tepkisini verdi,
sonra Milliyet’teki tabloda, “İsrail’in kaybı 133” rakamıyla karşılaştım.
Tam olayı kendi yönümden kapatılmış sayıyordum ki, Batı’nın güvenilir haber
kuruluşlarından Agence France-Presse’in (AFP) servise soktuğu bir haberle karşılaşmayayım
mı? AFP’nin son (26 Eylül) raporuna göre, DTM’de İsrail’in can kaybı sadece iki kişi, iki kişi
de çarpan uçaklarda hayatını kaybetmiş... kayıp İsrailli sayısı da 60...
Gelin de, bu durum karşısında, Dr. Sollaso gibi hiddetten şapkanızı yemeyin bakalım...
O haberi okuyunca, bazı yazar dostların “Absürd” dedikleri cinsten “İsrail olaydan
haberdardı, uyruklarını da uyardı” haberine hak veresim geldi. Oysa, buna inanmak, işin
içinde bir ‘komplo’ olduğunu düşünmek demek... Deli miyim ben?
Bu da yetmezmiş gibi, dün (26 Eylül 2001), ‘komplo’ kokan başka bir haberle İsrail’de
çıkan Ha’aretz gazetesinde yüzyüze gelmeyeyim mi? Akıl sağlığımı korumak için öyle
kenarda köşede kalmış haber ve yorumlardan gözümü bile kaçırırken, bir İsrail gazetesinin
aklımı şaşırtmak için devreye girmesi... Olacak şey değil!
En iyisi, “İki Odigo çalışanı DTM saldırısını öngören mesaj aldılar” başlıklı Yuval Dror
imzalı Ha’aretz haberine (26 Eylül 2001) bir göz atmak: “Anında mesaj servisi Odigo, ikiz
kulelere 11 Eylül günü yapılan saldırıyla ilgili olarak, iki çalışanının, saldırıdan iki saat önce
mesaj aldıklarını söylüyor. Şirket, saldırıyı öngören mesajı gönderen kişiyi bulmak için İsrailli
ve FBI dahil ABD’li güvenlik güçleriyle işbirliği halinde.”
Bilgisayar ve internet kullanıcıları ICQ adlı sistemi bilirler; kişilerin birbirleriyle
eşzamanlı olarak görüşüp haberleşmelerine yarayan bir sistemdir ICQ. Odigo da aynı işe
yarayan benzer bir sistemmiş... Bu arada, ICQ’nun da Odigo gibi İsrailli bir şirketin ürünü
olduğunu öğrendim. Sistemi kullanan biri, olaydan tam iki saat önce, iki Odigo çalışanına
gönderdiği mesajlarla, “Göreceksiniz, ikiz kulelere saldırı olacak” demiş, iyi mi?
İngiliz Sunday Telegraph gazetesi de, geçen hafta (16 Eylül 2001), İsrail istihbaratının,
ABD’yi, görünür bazı hedeflere yönelik saldırılar düzenleneceği konusunda bir ay önce
uyardığını yazdı. Gazeteye göre, iki Mossad uzmanı, Ağustos ayında, Washington’a kadar
giderek, CIA ve FBI’yı uyarmış...
Mossad’ın yüzünü pek göstermeyen başı Ephraim Halevy’nin, bizzat katıldığı
“Ortadoğu’da istihbarat ve barış” konulu konferansta yaptığı konuşmada, Batılı istihbarat
örgütlerini elektronik âlet edevâta fazlaca güvenip insana (casusa) dayanan beşerî istihbaratı
ihmal etmekle eleştirdiğine dair Jerusalem Post (25 Eylül 2001) haberini okuduğumda, ilk
tepkim, “Amma da böbürlenmiş ha!” oldu, ama sonra sonra, “Halevy’nin övünmesi yerinde”
demek zorunda kaldım.
Hadi Uluengin’in ‘komplo teorileri’ne yüz verilmemesine dönük uyarısı da haklı bir
uyarı; kafayı dinç tutmak istiyorsanız, mantıklı haberler veren kaynaklardan hiçbir zaman
şaşmayacaksınız...
(Yeni Şafak, 27 Eylül 2001)
Komplo teorilerini temizleme benim işim
Fehmi Koru
Pek çok kişi “Komplo teorisi” diye küçümseyerek diline doladığı için ele almak
zorundayım: O meş’um 11 Eylül günü, dünyanın dört bir tarafından binlerce insanın çalıştığı
Dünya Ticaret Merkezi’nde (DTM) dört İsrail vatandaşı hayatını kaybetti; iki İsrail vatandaşı
da Pentagon’a çarpan uçakta... Bu bilgiyi veren Agence France Presse (afp), “60 kadar İsrailli
de kayıp” notunu düşmekte...
Bu tablodan “11 Eylül eylemleri İsrail’in işi” sonucunu çıkartmıyorum ben; vardığım,
“11 Eylül eylemlerinden İsrail önceden haberdardı” sonucudur. İngiliz Daily Telegraph
gazetesi, daha önce burada kayda geçirmiştim, “Eylemlerden haberdar olan Mossad,
bilgilendirmek üzere, bir uzmanlar timini önceden ABD’ye gönderdi” haberini dünyaya
duyurdu zaten.
Mossad’ın elinin uzun olduğunu bilenler açısından bunda şaşılacak bir nokta olmadığı
gibi, bu gerçeğe ‘komplo’ demenin de bir âlemi yok...
Dünyanın en sıkıntılı işlerinden biri Museviler hakkında yazı yazmaktır; kantarın topuzu
birazcık kaysa düşeceğiniz yer ‘anti-Semitizm’ tuzağı olduğu için... Oysa, aralarında
dostlarım olduğundan biliyorum, hakkaniyete uygun yayınlardan hiç gocunmayan insanlardır
Museviler... Gerçeklerin yazılmasına karşı olmak, gerçeği yazanlara “Komplocu” demek bir
yana, yanlışlara işaretin kendilerine düzeltme fırsatı verdiğini söylerler... ABD’de en yaygın
fıkraların Musevi zekâsı ürünü ‘Yahudi anne’ fıkraları olması da bundandır...
Yalçın Küçük yeni çıkan ‘Sırlar’ kitabının (YGS Yayınları) bir yerinde (s. 204-5),
Ruslar’ın efsane dışişleri bakanı Andrei Gromyko’nun anılarına (“Memoirs”, Londra, 1989)
atıfta bulunarak, Kennedy’nin Museviler hakkında olumsuz fikirler taşıdığını kayda geçiriyor.
Kennedy, ABD’de iki ana eğilimin varlığından söz etmiş; biri sosyalistlerle yakınlaşmaya
karşı çıkanlar, diğeri de ‘özel bir millet’ (a particular nationality) diye andığı, Gromyko’nun
‘Yahudi lobisi’ olarak anladığı eğilim.
Washington’da başkanlık koltuğunda oturanların ‘Musevi sorunu’ hep olmuştur; bunu
en ciddi biçimde dışa vuranın Richard Nixon olduğunu sonradan gün ışığına çıkan 445 saatlik
teyp bantlarından biliyoruz. Genel sekreteri Bob Haldeman’a, “Yönetim Musevilerle
kaynıyor” demiş ve eklemiş: “Senden Museviler’in ilgilendiği hassas konular üzerine
eğilmeni istiyorum” Bantların çözümü incelendiğinde, Nixon’un ‘anti-Semitik’ denilebilecek
bir zihin yapısı olduğu anlaşılıyor...
Oysa, etrafını Musevi danışmanlar ve hükümet üyeleriyle çeviren de Nixon’un
kendisiydi. Bantlar yayımlanınca çok şaşırdığını ifade eden hukukçu Leonard Garment,
“Beni, ve William Safire ile Alan Greenspan gibileri işbaşına getiren Nixon’du” demiş.
Herbert Stein ise, “Hayatı boyunca Nixon’dan sadece saygı ve dostluk gördüm, hayret”
tepkisini dile getirmiş...
Bunları anlatmamın sebebi, Museviler ile ilgili konuların duyarlılıkla ele alınması
gerektiğine işaret etmek... Nitekim, DTM’nde kaç kişinin hayatını kaybettiğinden, eylemler
sonrasında gözaltına alınan beşyüze yakın kişi arasında Museviler’in de bulunup
bulunmadığına kadar bir çok konuya nâdiren el atılıyor Amerikan basınında.
Daha önce, Haaretz gazetesinden aktararak, eylem günü beş İsrailli’nin de gözaltına
alındığını yazmıştım. Ağızlarda bu da bir ‘komplo teorisi’ne dönüştü. Oysa, konu, New York
Times gazetesinde de ele alındı. Alison Leigh Cowan adlı muhabirinin içerideki İsrail
vatandaşlarının yakınları ve avukatlarıyla konuşarak yazdığı haber, “Beş genç İsrailli, kuşku
şebekesine yakalandı” başlığını taşıyor (8 Ekim 2001).
FBI içeride tuttuğu beş İsrailli gencin adlarını da, ne için gözaltına alındıklarını da
açıklamıyormuş. Ancak, NYT haberinde her iki unsur da bulunuyor. Gençlerin adları, Oded
Elner, Yaron Shmuel, Sivan Kurzberg ve kardeşi Paul Kurzberg ile Omer Gavriel Marmari.
Birinin üzerinden dörtbin dolar nakit, diğerinden iki farklı pasaport çıkmış New Jersey’deki
bir nakliyat şirketinde çalışan bu İsrailli gençlerin... Gözaltına alınma sebepleri ise, ikiz
kuleler eyleminden sonra “Oh olsun” türü bir sevinç gösterisi sergiledikleri, terörü tasvip
ettikleri... Üzerleri arandığında paket bıçakları bulunmuş; ayrıca, çalıştıkları kamyonun
üzerine çıkıp terör ânını videoya da kaydetmişler...
İşin garip tarafı, resmen sadece ‘vizesiz ikamet’ yüzünden içeride tutulan bu gençlerin
vebalı muamelesi görmeleri... Bir görevleri avukata yanaşıp, “Bu heriflerin savunmasını
almaya utanmıyor musun?” diye sormuş... Kaldıkları cezaevinin hahamı, kendisinden kutsal
günlerde dua etmek için Tevrat isteyen gençlerin taleplerini işitmezden geliyor, ziyaretlerine
de gitmiyormuş... NYT muhabiri haberi öyle kaleme almış ki, okuyunca, görünenin altında
bilinmeyen çok unsur olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz...
Filmlerde gördüğümüz gibi davranıyormuş polis gözaltındaki İsrailli gençlere. Gözleri
kapatılmış halde sorguya çekilmişler, bir yerden diğerine götürülürken kelepçelenmişler ve
yalan testinden geçmeleri zorlanmış... “Eğer işbirliği yapmazsanız sizi pişman ederiz” türü
lâflara da muhatap oluyorlarmış...
Üsame bin Laden ile irtibatlı bir grubun işlediği iddiasıyla savaş çıkartılan eylemlere
İsrailli gençlerin adlarının karıştırılmasını ben çok garip buluyorum. Ya siz?
(Yeni Şafak, 17 Ekim 2001)
İddia: CIA biliyordu...
Fehmi Koru
Altın fiyatının, yarın, bugünkü değerinin bir misliyle satılacağını bilseniz ne
yaparsınız?” Herhalde neyiniz var neyiniz yok satar, elinizdeki avucunuzdakini altına
yatırırsınız, değil mi? Ertesi gün, müthiş zenginleşmiş olarak, bir gün önce sattığınız her şeyi
yarı fiyatına yeniden toplayabilirsiniz... Bir hisse senedinin değer kazanıp kaybedeceğini
öngörebilmek de zenginleştirici bir bilgidir. İki şirkete ait uçakların 11 Eylül günü Dünya
Ticaret Merkezi’ne intihar saldırısı düzenleyeceğini bilen bazı kişilerin, kendilerini tutamayıp,
bu bilgiyi borsada paraya tahvil ettikleri anlaşılıyor...
United ve American Airlines şirketleri ile DTM’nde 22’şer katın sahibi olan Merrill
Lynch ve Morgan Stanley şirketlerinin hisse senetlerinin 11 Eylül’den hemen önce gördüğü
rağbet dikkat çekici... Muteber kaynakların hesaplarına göre, birileri, bazısı 1200 kez ilgi
artışına uğramış hisse senetleriyle oynayarak, on milyon dolara yakın para kazanmış...
Saldırıdan hemen sonra nakde çeviremedikleri 2.5 milyon dolarlık kazançlarını talep bile
etmemişler...
Bu, dikkat çekici bir durum. Araştırmacı Michael C. Ruppert, bir İsrail araştırma
enstitüsünün bulgularına dayanarak tespit ettiği 11 Eylül öncesi borsadaki hareketliliği kimin
(veya kimlerin) yaşattığının peşine düşmüş... Vardığı sonucu beraberce okuyalım: “Kanıtlar,
bu işlemlerin en az birinde, United Airlines hisselerinde oynayan bankanın, 1998 yılına kadar,
şimdi CIA’nin ‘3 numaralı koltuğu’nda oturan biri tarafından yönetildiğine işaret ediyor.”
Kanıtların işaret ettiği kişi, CIA’de ‘Executive director’ unvanını taşıyan, dostlarının
kendisine ‘Buzzy’ diye hitap ettiği A. B. Krongard. Krongard, A. B. Brown adlı yatırım
bankasının başkanıymış; banka 1997’de daha büyük Banker’s Trust tarafından yutulmuş...
Birleşme sonrası ‘Banker’s Trust - AB Brown’ adını alan yeni bankanın başkan yardımcısı
olmuş Krongard...
İşin hoş yanı, şimdilerde CIA’de etkin konumda bulunan Buzzy Krongard’ın vaktiyle
başkan yardımcısı olduğu bankanın kötü şöhreti: Karapara aklama konularının amansız
tâkipçisi bilinen Senatör Carl Levin’in, “İşte size aklama işlerinde kullanılan 20 Amerikan
bankası” diye yayımladığı listede Krongard’ın bankası da var. Krongard, bankada özel
müşterilerle ilgilenmekle görevli başkan yardımcısıymış... Karapara aklayan bankada özel
müşterilerin muhatabının bugün CIA’de yönetici olması size de ilgi çekici gelmiyor mu?
CIA’nin dünyadaki mâli gelişmeleri yakından izlemekle ilgili oldukça kalabalık bir
birimi olduğu biliniyor. Belli başlı borsalarda hisse senetlerinin uygunsuz zamanlarda
anlamsız artış veya düşüşlerini yakından izliyor bu birim. Karaparanın da peşinde. Terörist
saldırılar konusunda uyarmak üzere ABD çıkarlarına karşı ekonomik hareketlilikleri CIA’nin
izlemesi doğal. Bu sebeple, CIA’nin 11 Eylül’den önce, özellikle Şikago Borsası’ndaki
anormal hareketliliğin farkına varmamış olması düşünülemez.
CIA’ye başkan atanan George Tenet yanına özel danışman olarak almış Krongard’ı,
1998 yılında. George W. Bush ise, bu yılın mart ayında, Krongard’ı CIA’de şimdiki
koltuğuna terfi ettirmiş... Bir paralel gelişme de şu: Krongard’ın başkan yardımcısı olduğu
Banker’s Trust (BT) adlı bankayı, 1999 yılında, Alman Deutsche Bank satın almış... 11 Eylül
öncesi Şikago Borsası’nı kullanarak United Airlines hisselerinden 2.5 milyon dolar
kazananların bankası da Deutsche Bank zaten... Hani, derhal nakde çevrilemediği için talep
edilmeden bekleyen 2,5 milyon dolarlık işlemi yapan banka...
Deutsche Bank, ha! 11 Eylül öncesinde borsadaki anlaşılmaz hareketliliğin arkasında
Alman Deutsche Bank’ın bulunduğunun ortaya çıkmasından daha ne öyküler yazılırdı; ancak
bu ayrıntıyı şimdilik bir kenara yazmakla yetiniyorum.
Araştırmacı Ruppert, sözü buraya getirince, CIA’nin iş dünyası ile içli dışlılığını da
sergilemekten kendini alakoyamamış... Onun bulguları bizim bildiklerimizi destekliyor. CIA,
daha kuruluş döneminden başlayarak, Wall Street kökenli kişilerin ilgisine mazhar. CIA’nin
doğumuna ebelik yapanlardan Clark Clifford’un ‘başkanların danışmanı’ sıfatı yanında bir
unvanı daha var: Wall Street avukatı ve banker... Biri dışişleri bakanı diğeri CIA başkanı
olarak görev yapmış Dulles biraderler de aslında ‘Sullivan, Cromwell’ adlı Wall Street hukuk
firmasının ortaklarıydılar. Ronald Reagan’ın CIA’nin başına atadığı William Casey de, o
göreve gelmeden önce Wall Street avukatıydı...
Sadece Wall Street’ten CIA ile ilişkili görevlere gidilmiyor, bunun tersi de oluyor. New
York Borsası’nın şimdiki başkan yardımcısı David Doherty yakın zamana kadar CIA’nin
avukatıydı sözgelimi, emeklilik sonrasında borsaya geçti; CIA’den emekli Nora Slatkin de
şimdi Citibank yönetim kurulunda.
İçiçe geçmiş bu ilişkiler 11 Eylül terör saldırılarına nasıl ışık tutuyor? Michael C.
Ruppert’in bu soruya verdiği cevabı beraberce okuyalım: “CIA’nin saldırılardan haberdar
olduğu halde durdurmak için küçük parmağını oynatmadığına dair daha nasıl bir kanıt
gerektiğini merak ediyorum. Hükümetimiz ve CIA ne yapıyorlarsa, bunun Amerikan halkının
çıkarlarına UYGUN OLMADIĞI açık; özellikle de 11 Eylül günü hayatlarını
kaybedenlerin...”
(Yeni Şafak, 24 Ekim 2001)
Pearl Harbor, Vietnam…
Uzak durun…
Fehmi Koru
Konu o kadar hassas ki, yıllar öncesine ait esrarlı bir olayı şimdilerde çözen itibarlı bir
tarihçi, her ağzını açışta, “Aman ha, iki olayı asla birbirine karıştırmayın; geçmişte yapılması
11 Eylül’de de böyle olduğu anlamına gelmez” deme ihtiyacı duyuyor. Oysa, benzerlikleri ve
benzemezlikleri ayırt etmeye yarayan muhakeme hassamız bizim de var...
Olay 1964’te geçiyor. ABD’de başkanlık koltuğunda Lyndon B. Johnson oturuyor.
“Vietnam’da savaş bitsin mi, hızlansın mı?” kararı söz konusu. Kongre, Başkan’a ‘savaşa
devam yetkisi’ vermiş. Johnson, Kongre’yi bu yetkiyi vermeye sevk eden olayı
yardımcılarıyla konuşuyor. Savunma bakanı Robert S. McNamara’ya, “Açılan ateş konusuna
biraz daha yakından baktığımızda, belki de bize ateş açmadıkları sonucuna vardık” diyor…
Başkanın ağzından, bir ara, “Bu savaşı kazanmak için ne askeri ne de diplomatik bir planımız
bulunuyor” sözleri de dökülüyor…
Johnson’un “Belki de ateş açmadılar” dediği olay, tarih kitaplarında “Vietnam
Savaşı’nın yayılıp yoğunlaşmasına yol açtı” diye geçiyor. Kuzey Vietnam’a ait torpedo
botları, Tonkin Körfezi’nde iki Amerikan savaş gemisine ateş açıyorlar. Bunun üzerine,
Kongre, başkana, ‘savaşa devam yetkisi’ veriyor ve savaş milyonlarca Vietnamlı ile
onbinlerce Amerikalı’nın hayatına mal olacak şekilde azıyor…
Oysa, bugün öğreniyoruz ki, gelişmeyi soruşturan Johnson, “Muhtemelen ateş açma
diye bir olay olmadı” sonucuna varmış… Varmış, ama o bilginin üzerine yatmaya karar
vererek Amerikan gençlerini askere göndermeye devam etmiş…
Bu gerçekle yüzleşme vesilemiz, Lyndon Johnson’un Beyaz Saray’daki her hareketini
öğrenmemize vesile olan teyp kayıtları. Başkanın eşi Lady Bird, kocasından duyduğu her şeyi
aynı gün teybe kaydetmiş… Yardımcısıyla, bakanlarla, güvendiği dostlarıyla arasında geçen
konuşmalar sâdık bir gözlemcinin sesinden duyulabiliyor bugün… Lady Bird’ün ‘elektronik
güncesi’, hiçbir yanlış anlamaya izin vermeyecek biçimde bir gerçeği gözler önüne seriyor:
“Vietnam Savaşı aslında olmayabilirdi…”
Tarihi düz okumaktan yana zihinlerin, Pearl Harbor baskınıyla ilgili ‘saklanan’ gerçeğin
şokunu üzerlerinden henüz atamamışken, Vietnam Savaşı’nın da, aslında uydurma bir sebeple
zıvanadan çıkarıldığını kolay hazmedebileceklerini sanmıyorum. Oysa, 11 Eylül’de yaşanan
‘uğursuz saldırılar’ın akabinde piyasaya çıkan “Roosevelt’s Secret War: FDR and World War
II Espionage” adlı eserin yazarı Joseph E. Persico, “Amerikan yönetimi, dördü savaş gemisi
olmak üzere 18 gemiyi yok edip ikibin askerin ölümüne yol açan Japonlar’ın Pearl Harbor’a
yaptıkları saldırıyı önceden biliyordu; savaşa karşı olan Amerikan halkını savaş-yanlısı
yapabilmek için kendi insanını ölüme gönderebildi” gerçeğini belgeleriyle açıkladı…
Şimdi de, Amerikan Tarihi’nin en kanlı savaşı olan Vietnam’ın zıvanadan çıkmasına
göz yumulduğu gerçeği biraz fazla kaçıyor. Bu yüzden, “Vietnam Savaşı çığrından çıkmadan
engellenebilirdi; Başkan Johnson savaşı daha da yoğunlaştıran olayın gerçek olmadığını
biliyordu; milyonlarca insan pisi pisine öldü” tezini yeni çıkan “Reading for Glory” adlı
kitapta işleyen Michael Beschloss, “Aman ha, Vietnam’da gerçeklerin gizlenmesine bakıp 11
Eylül’le paralellik kurmayın” diyor…
Size bir şey söyleyeyim mi? Pearl Harbor ve Vietnam ile ilgili daha önce bilinmeyen,
her iki olaya bambaşka gözlerle bakılmasına yol açacak dünyayı sarsan gerçekleri gözler
önüne seren bu iki kitap, okurların eline geçtiğinde 11 Eylül olayı yaşanacağı önceden
bilinebilseydi, yayıncıları tarafından piyasaya çıkartılmazdı… ‘Operation Swordfish’ adlı
filmin “Kafaları karıştırır” diye yasaklandığını, benzer film projelerinin rafa kaldırıldığını
hatırlayın lütfen…
Persico’nun, “Amerikan istihbaratı Japonlar’ın muhaberatını takip edebiliyordu;
elimizdeki belgeler Pearl Harbor’un önceden bilindiğini gösteriyor” tezi ile, Amerikan
başkanlarının hayatlarını kendisine uğraş alanı seçmiş tarihçi Beschloss’un “Olmamış bir
olaya oldu muamelesi yapılmasaydı Vietnam Savaşı başlamadan biterdi” tezi elbette göz
açıcı.
Tarihçi Beschloss, “Vietnam Savaşı ile terörizme karşı savaş iki ayrı kutup gibi” demiş
New York Times gazetesine (6 Kasım 2001). Bir dediği de şu: “Vietnam’da, işin başında,
fazla önemli olmadığını şimdilerde öğrendiğimiz bir amaçla savaşan -o amaç da Soğuk
Savaş’ı kazanmaktı- bölünmüş bir ülke durumundaydık; oysa teröre karşı savaşta, Amerikan
toplumunun en temel amaçlarından biri olan, her Amerikalı’nın şahsi güvenliğini korumak
için kenetlendik.”
Tarihçinin olaylar arasında paralellik kurmanın yanlışlığına dair bu sözleri herhalde sizi
de tatmin etmiştir. Amerikan istihbaratı ve o dönemin yönetimi, Japonlar’ın Pearl Harbor’a
saldıracağını önceden biliyorlar ve buna rağmen suskunluklarını koruyarak saldırıyı
Amerika’nın savaşa girmesi için vesile olarak kullandılarsa ne olmuş yani? Ya da, Başkan
Johnson, Vietnam’a daha fazla asker göndermek için vesile ettiği Tonkin Körfezi saldırısının
gerçek olmadığını bildiği halde Kongre’yi (ve tabii Amerikan halkını da) aldattıysa bize ne?
Bu olaylarla 11 Eylül arasında paralellik kurmak, Pearl Harbor ve Vietnam’ı uğursuz
yönleriyle hatırlamak yersiz… Kafa konforunuzu sakın bozmayın…
(Yeni Şafak, 8 Kasım 2001)
11 Eylül: Neye inanalım?
Fehmi Koru
Ne kadar tedirgin olsalar hakları var. Aradan iki yıl geçti, 11 Eylül’de ikisi dev kulelere,
biri Pentagon’a çarpan, dördüncüsü Pensylvania üzerinde düşürülen uçaklar üçbin kadar
insanın hayatına mâl oldu, ancak olayın resmi açıklamalarına pek az kişi inanıyor. Kuşkular
‘komplo teorilerini’ besliyor, bu durum da Amerikan Musevilerini moral açıdan etkiliyor.
Yarın olayın ikinci yıldönümü. Etraf yine olaya ‘farklı’ açılardan yaklaşan
değerlendirmelerden geçilmeyecek. Bunu bilen ‘Anti Defamation League’ (ADF) adlı
kuruluş, etrafta dolaşan komplo teorilerine dikkat çekme ihtiyacı duydu. Ben de bu vesileyle
dünyanın dört bir tarafında inanılan teorilerden haberdar oldum.
Görevi, İsrail ve Museviler hakkında çıkan her yazıyı, yapılan her konuşmayı, hangi
dilde yazılmış veya söylenmiş olursa olsun, izlemek olan bir kuruluş ADF. Bulgularını zaman
zaman rapor haline getirip ilgililere sunduğu da biliniyor. 11 Eylül’le ilgili raporunu ise,
hepimiz okuyalım diye, kamuoyuna açıklama ihtiyacı duymuş ADL...
ADL başkanı Abraham Foxman, “11 Eylül saldırıları yeni bir anti-Semitik komplo
teorisi dalgasını körükledi, o da Museviler hakkında yapılan dedikoduların orta yerde
konuşulduğu bir hava yarattı” demiş araştırma sonucunu açıklarken... “Orta yerde” demesi
önemli; çünkü bugüne kadar anti-Semitik konuşmalar hep marjinal çevrelerce yapılır, yayınlar
ise tezgâh-altı tutulurdu. 11 Eylül sadece İkiz Kuleleri devirmemiş demek ki, anti-Semitik
fikirler üzerindeki kapağı da açıvermiş...
ABD’deki ‘radikal sağcı gruplar’, bu Foxman’ın ifadesi, iki belge yayınlamışlar. “11
Eylül gerçeği: Yahudi tezgâhı nasıl binlerce insanı öldürdü” başlığını taşıyormuş ilk belge;
ikincisinin başlığı ise “İsrail casuslarının 11 Eylül’den önceden haberi var mıydı?” imiş...
ADL başkanı, “Bu iki belgeyle amaçlanan, saldırıların ardında İsrail’in olduğu ‘teorisini’
yaymak” diyor...
ADL, söylentilerin yaygınlaşmasında daha çok ABD’deki sağcıları sorumlu tutuyor.
Onların yaydığı teorilerin İslâm Dünyası’nda yayılıp anti-Semitizmi tetikleyeceği endişesinde.
Son iki yıldaki gelişmeler, İsrail’de bile, bazı Musevileri, “Varlık sebebimizi, moral
üstünlüğümüzü kaybettik” noktasına getirdi. Saygın İngiliz politikacılar, itibarlı gazetelerde,
ADL’nin ‘komplocu’ dediği tezleri işleyen yazı yayımlatıyor. 11 Eylül birkaç yönlü zarar
veriyor İsrail’e...
Araştırma komplo teorilerini tasnif ediyor. İlk teori, 11 Eylül eylemlerini Mossad’ın
planladığı yolundaymış... Mossad ile CIA elele vererek Afganistan’daki eroin ticaretini
kontrolleri altına alabilmek için saldırıları düzenlemişler... Ne yalan söyleyeyim, ADL’nin ilk
sıraya oturttuğu bu ‘teori’ ile daha önce hiç karşılaşmamıştım...
Bir başka teori, güzel sanatlar öğrencisi kisvesine bürünmüş İsrail casuslarının
saldırıları düzenleyecek kişileri yakın takibe aldıklarını, eylemi önceden öğrendikleri halde
eylemcileri durdurmak veya ilgilileri uyarmak için herhangi bir şey yapmadıklarını ileri
sürüyormuş... Bu iddiaya ek olarak, ‘casusluk faaliyetleri’ni ABD’deki bazı İsrailli firmaların
yönlendirdiği de söyleniyormuş...
“Bundan daha klasik bir komplo teorisi” diyor ADL raporu, “İkiz Kuleler’in Musevi
sahiplerinin sigorta parası alabilmek için saldırıları düzenlettiğidir.” Bazıları, uluslararası ilgi
Museviler üzerinden uzaklaşsın ve İsrail Filistin’deki ‘intifada’ konusunda biraz daha
rahatlasın diye saldırıların düzenlendiği iddiasındaymışlar...
Peki de iddialar için ne gibi dayanaklar kullanıyormuş ‘komplo teorisyenleri’? ADL
raporu açık sözlü: “Teorilerini güçlendirmek için iki ‘masal’ kullanıyorlar. İlki, ‘İkiz
Kuleler’de çalışan 4 bin İsrailli Mossad tarafından, 11 Eylül günü evlerinde oturma yönünde
uyarıldılar’ masalı”... İkinci masal ise, İkiz Kuleler’in yıkılışı sorasında olayı videoya alan ve
birbirlerini kutlayan beş İsrailli casusun yakalanmasıyla ilgiliymiş... “Bu” diyor ADL raporu,
“Saldırılardan hemen sonra kamyonlarıyla Manhattan’a doğru giden beş İsrailli’nin
yakalanması olayı üzerine oturuyor. ABD’de ‘illegal’ çalışan bu beş kişi, sonunda haklarında
bir dâvâ açılmadan serbest bırakıldılar.”
ADL, bu tür söylentiler için ‘büyük yalan’ diyor. Bütün dünyadaki Musevi
kuruluşlarının en eskilerinden ve en etkililerinden biri olduğu için ‘uyarısı’ önemsenmeli.
‘Komplo teorileri’, 11 Eylül sonrasında yalnızca saldırılarla sınırlı da kalmamış, içinde bir
İsrailli astronot da bulunan uzay mekiği Columbia düşmüştü ya, birileri, “İsrailli casustu da
ondan düştü” de demişler... Hatta, ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırısına, “İsrail için yapıldı”
diyenler bile çıkmış...
Burada sürekli uyardığım için ‘komplo teorileri’ konusunda ne düşündüğümü
biliyorsunuz. ADL’nin raporunda yer alan iddialar, son zamanlarda, itibarlı yayın
organlarında da kendine yer bulmaya başladı. Raporun yayınlanmasının bir sebebi de bu
sanıyorum. ADL umarım konuyu yalnızca rapor etmekle bırakmaz, “Güzel sanatlar öğrencisi
kisveli İsrailli casuslar” veya “Manhattan’da yakalanan beş İsrailli” gibi iddiaların
geçersizliğini ispat edecek çalışmalar da yürütür...
11 Eylül herkesin kafasını karıştırmaya devam ediyor...
(Yeni Şafak, 10 Eylül 2003)
Komplolar ve gerçekler
Tuncay Özkan
Amerika’nın, 11 Eylül’de uğradığı o insanlık dışı terör saldırısında şu an kayıp sayısı 5
bine yakın. Bunların büyük bölümünden ümit kesildi. Bu saldırıyla ilgili o kadar çok komplo
teorisi var ki... Merak ile varsayım birleşince ortalıkta dolaşan komplo teorileri dikkat çekici
oluyor. Her gün onlarca kişi soruyor, bunlar doğru mu? Hayır büyük kısmı yalan. Diğerlerini
ise araştırmak lazım. Belki de yalan çıkacak. Dünyada bu konuda çok ciddiymişçesine
dolaşan komplo teorilerini topladım. Bazıları şöyle:
1- İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinin 17 Eylül tarihli nüshasında, 5 İsraillinin 11
Eylül’deki saldırıyla bağlantıları oldukları gerekçesiyle tutuklandıkları yazıldı. Dünya
medyası, halen sorguda olan bu 5 İsraillinin adlarını neden yayımlamıyor? Olaydan dört saat
sonra tutuklanan 5 İsrailli neden gündeme getirilmiyor? (Sanki bunun bir önemi varmış gibi)
2- Dünya Ticaret Merkezi’nin ilk kulesine çarpan uçağın görüntüsünü kim çekti? İlk
uçağın kuleye çarpma görüntüsü uçak daha kuleyi vurmadan önce çekilmiş. Çekimin
insanların bağrışmalarının ardından yapıldığı söyleniyor. Kameraman neden bu insanları
çekmedi? Uçak silueti birkaç saniye sonra görüntüye giriyor? Uçağın oraya çarpacağı nereden
biliniyor? (çünkü bu görüntüde bir erkek kulelerin dibine oturmuş kulelerle kendisini birlikte
görüntülemeye çalışıyor. Uçak da o sırada kuleye giriyor)
3- İsrail Başbakanı Ariel Şaron niçin bir gün öncesinden New York ziyaretini iptal etti?
MOSSAD’ın bir gün öncesinden Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan 4 bin israilliye işe
gitmemesi uyarısı yapmasına neden dikkat çekilmiyor? (Böyle bir şey yok)
Komplolar, Komplolar
4- MOSSAD, ağustos ayında 200 kişilik terörist listesini FBI’a vermiş. Neden önlem
alınmadı? ABD F16 ve F15 uçakları, saldırıların yaşandığı yerlere 8 dakikalık uzaklıkta
olmalarına rağmen neden harekete geçirilmedi? (Eeeee, demek gerek. Ne olmuş yani? O
listede bu teröristler yok)
5- FBI’ın 19 kişilik terörist listesindeki Arap kökenlilerin hepsinin o gün uçakta
olmadıkları ortaya çıktı. Adnan Buhari’nin FBI ajanı olduğu, Emir Abbas Buhari’nin bir yıl
önce uçak kazasında öldüğü, Abdurrahman elÖmeri ve Bedr elHazimi’nin Suudi
Arabistan’da, Said Hüseyin Gamarallah elGamdi’nin Tunus’ta olduğu, Mısırlı Muhammed
Atta ve Lübnan asıllı Ziyad Selim elCerrah’ın olayla hiçbir bağlantılarının olmadığı aileleri
tarafından açıklandı. Neden hâlâ bu isimler üzerinde ısrarla duruluyor? (Çünkü başka deliller
bunları suçlu gösteriyor)
6- Düşen uçakların pilotlarının Vietnam’da savaşmış ve hava kuvvetlerinde görev yapan
kişiler olduğu, Vietnam’da savaşmış askerlerin kurduğu “Veterans Against The War
Imperialist Vietnam” (Emperyalist Vietnam Savaşı Karşıtı Askerler) grubu üyesi oldukları
biliniyor. Pilotların kimlikleri neden açıklanmıyor? (Bunlar neyi değiştirecek, anlaşılır değil)
Kerkük Musul Açmazı
Bunlara bir de en çılgını var ki, eklemeye, böyle bir şeyi konuşmaya insan çekiniyor.
“Amerika kendini vurmuş”. Bütün bunlar dünyanın kafasının ne kadar karışık olduğunu
gösteren şeyler.
Özellikle gerçeği değil de kendi doğrularını arayanlar için, bu saldırının esrarı, daha
uzunca süre orta yerde duracak. Bu saldırıyla ilgili bulgular da kamuoyuna açıklanmadıkça,
kafalardaki karışıklık yerini komplo teorilerine bırakıyor.
O zaman akıl gidiyor, yerine duygular ve gerçekdışı şeyler geliyor. Oysa dünyanın
şimdi her zamankinden daha çok akılcı düşünceye ve uygulamalara ihtiyacı var. Savaşanlar
açısından da, barış için çabalayanlar açısından da bu böyle.
Terörün gerçek suçlularını cezalandırmak için savaş kötü bir yöntem. Şimdi bu savaşı
yaymadan, bitirmenin yolunu bulmak gerek. Türkiye bu noktada kilit ülke. Hükümet işte bu
aşamada devreye girip, etkin olmalı. İran, Suriye, Irak gibi ülkeleri de içine alacak bir savaş,
bölgenin felaketi olur. Türkiye’ye de hiçbir şey vermezler. Kuzey Irak’taki petrol kuyularının
hayaliyle savaş diye bağıranlara duyurulur, sadece avuçlarını yalarlar.
(Milliyet, 16 Ekim 2001)
Amerika kendini vurur mu
Tuncay Özkan
11 Eylül dünyadaki en büyük terör hareketidir. İkinci yılını dolduran bu saldırı dünyayı
bugünlere uzanan bir kaos ve savaşlar silsilesinin içine soktu. Bu hareketin planlayıcıları ve
gerçekleştirenlerinin kimler olduğu hala net olarak belli değil. Bu aslında bir ilan edilmemiş
terörist savaştır. İster El Kaide’den gelsin, ister Amerika’nın kendi içinden bu sonucu
değiştirmez. Bu savaşla ilgili olarak Türkiye’nin en üst düzeydeki değerlendirmesi o dönem
MGK’da yapılmıştı. MGK’da bu işten anlayan asker çevrelerin değerlendirmesi, saldırıların
Amerika’nın kendi iç güçlerinin organizasyonu olduğu şeklindeydi. O dönemde bu görüş
hükümeti oluşturan koalisyon ortaklarının kabul etmediği bir analiz oldu.
Kim organize etti
Amerika’nın yaşadığı bu dehşet olay, Türkiye’de uzun uzadıya analiz edildi. Bu
analizlerde dünyada hiçbir gizli servisin ve terör örgütünün böylesi bir organizasyonu
gerçekleştirme kabiliyetinin bulunmadığı şeklinde oldu. Gerçekten de bakıldığında böylesi bir
terör olayını organize etme kabiliyetinin hiçbir örgütte bulunmadığı ortada. El Kaide ise
olayla ilgili olarak bu tür organizasyonları gerçekleştirebilecek bir örgütlenmesinin olmadığını
iki yıldır onca saldırı karşısında çaresiz saklanarak ortaya koydu. Amerikan kaynaklarının
organizatör olarak açıkladıkları Usame bin Laden bile olaydan duyduğu şaşkınlığı ifade
etmişti. Bu konuşmaları Amerikalılar açıkladı hatırlarsanız. Bir video kasette. Orada Laden
hiç ummadığı ve beklemediği bir olayın sorumluluğunu zoraki üstleniyordu.
Analiz yetisi
Serdar Turgut’un dünkü yazısını okuyunca, katkı olsun diye Türkiye’nin o dönemki
değerlendirmelerini yazayım istedim. Çünkü Turgut kimilerince bir komplo teorisi olarak
değerlendirilen, bence olayları analiz etme bakış açısıyla kaleme alınan aykırı yazısında, çok
önemli bir durum değerlendirmesi yapıyor. Olayın sonrasında Amerika’nın ve dünyanın
değişen yüzüne dikkat çekiyor. Bugün Afganistan, Irak ile devam eden, İran-Suriye
bağlamında devam edeceği dile getirilen savaşlar dizisinin başlangıcını oluşturan 11 Eylül
saldırısı, dünyanın yeniden soğuk siyaset iklimine girmesine yol açtı. Amerika’nın medeni
yüzünü alıp götürdü. Yeni bir despotizim dünyaya egemen oldu. Bana göre bugün
yaşadıklarımız 21. Yüzyıl’ın ortaçağıdır. Acaba Amerika’da Serdar Turgut’un dediği gibi bir
darbe mi yaşandı? Bu sorunun yanıtını o dönem Türk askeri çevreleri ‘Evet Amerika’da derin
devlet böyle bir saldırıda bulundu’ diye vermişlerdi. Bunu MGK toplantısında uzun uzadıya
ele alan Türkiye, saldırının Amerika’nın içinde örgütlü bulunan bir güç çevresinin organize
ettiğini düşünmüştü. Türkiye’nin terör uzmanı olan komutanlarının yorumuydu bu.
Komutanlar Kenedy suikastini de örnek olarak masaya koyuyordu.
Saldırı sonrası toplanan birkaç MGK toplantısında konu hep böyle ele alındı. Ama o
dönem koalisyonu oluşturan siyasi partiler buna karşı durdular. MGK toplantısında askerlerin
bu tür değerlendirmelerine siyasiler ‘Olmaz, Amerika’da hiçbir güç kendini böyle vuramaz’
diye karşı çıktılar. Toplantı sırasında dönemin kuvvet komutanlarından birinin ‘Amerika’ da
bir iç darbe yaşandı, Amerika’nın içinden bu olay organize edildi’ yorumunu Başbakan
Yardımcısı Mesut Yılmaz inandırıcı bulmadığını ifade etti. O dönemde DSP’li Başbakan
Yardımcısı Hüsamettin Özkan da askerler gibi düşünmediğini ortaya koymuştu. Mesut
Yılmaz toplantı sırasında, Amerikalılar’ın kendilerini bu denli yaralayacak, kendi
yurttaşlarına dönük bir eylemler silsilesini gerçekleştirmeyeceklerini ifade etmişti.
Kim yaptı
Bugün olayların üzerinden geçen zaman bize daha soğukkanlı ve belgeler ile bilgiler
ışığında analiz yapma fırsatı tanıyor. Amerikan parlamentosunda oluşturulan komisyonun
çalışmaları gösteriyor ki Amerika bir saldırı beklentisi içinde. Üstelik bu saldırının havadan
olacağı yolunda da bilgiler var. Ama hiçbir alarm durumu yok.
Bu insanlık dışı saldırının arka planını ortaya çıkartma noktasında Amerika’da olanları
ileride açıklandığında göreceğiz. Ama hepimizin bir soruyu kafamızda yanıtladıktan sonra
olaya daha net bakacağına inanıyorum. Amerika kendini vurur mu? 11 Eylül sonrası olanları
değerlendirip bunu yanıtlamalıyız.
(Akşam, 12 Eylül 2003)
Uyuyan ajanlar
Sungur Savran
Yapması zor ya, kendinizi bir Amerikalının yerine koyun ve bugünlerde ortaya çıkan
gerçekleri bir düşünün. 11 Eylül öncesinde, Amerikan yönetimi, CIA, FBI ve havacılık
otoritesi FAA, bu tür bir saldırının gündemde olduğu konusunda çok ciddi göstergelere
rağmen halkı uyarmamışlar. Buna karşılık, FAA havayolları şirketini defalarca uyarmış.
Yetmemiş, ‘terörle mücadele görevlileri’nin ticari uçaklarla uçmamaları bir genelge ile
bildirilmiş. Bu da yetmemiş, genelgenin sahibi Adalet Bakanı John Ashcroft tatiline, evet
tatiline çıkarken bile ticari uçak kullanmamış. İnsanın böyle Adalet Bakanı’na, laik Türkçe’ye
de yerleşmiş bir terimle ‘Allahsız!’ diyeceği geliyor. Ama Adalet Bakanı protestan
köktendincisi! Bütün bunları duysaydınız, hele hele İkiz Kuleler’de bir yakınınızı yitirmiş
olsaydınız hiddetten delirir gibi olmaz mıydınız?
11 Eylül öncesinde Amerikan devletinin elinde böyle bir saldırının planlanmakta
olduğuna ilişkin bir dizi ciddi bilgi olduğu yaklaşık iki hafta önce ortaya çıktı. Yönetim bu tür
bilgilerin varlığını 11 Eylül’den sonra ısrarla reddetmişti. Ama CBS televizyonu 15 Mayıs
haberlerinde, Bush’a 6 Ağustos tarihinde CIA tarafından verilen bir brifingde El Kaide’nin
uçak kaçırma planları olduğunun anlatıldığını açıklayalı beri, devletin elinde olan ve halktan
gizlenmiş olan bilgiler birer birer ortalığa dökülüyor. Amerika bu bilgilerle sarsılıyor, ama
bizim basın nedense kısmi bazı bilgileri aktarmakla yetiniyor. Oysa, gün geçtikçe derinleşen
bu skandalın bir süre sonra bir ‘Towergate’e dönüşmesi bile mümkün.
Cevapsız sorular
Bush, ortalıktaki iddialara doğru dürüst cevap bile vermedi. Bugüne kadar tek kapsamlı
açıklama başkanın ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice tarafından yapıldı. Rice’ın
savunması üç noktada özetlenebilir. Birincisi: Bilgiler yer, zaman ve yöntem bakımından
belirsizdi. Oysa, Haziran-Temmuz aylarından itibaren bütün Amerikan haber alma
kuruluşlarının diken üzerinde oturduğu yine Rice’ın kendi açıklamalarından ortaya çıkıyor.
Mayıs ayında El Kaide’nin bir haberleşmesi ele geçirilmiş, örgütün ‘Hiroşima’ boyutlarında
bir eylem hazırlığı içinde olduğu öğrenilmiş. Temmuz ayında Beyaz Saray’daki istihbarat ve
güvenlikle ilgili kurullar artık günde iki defa toplanacak kadar telaş içindedir. Ve 6 Ağustos’ta
CIA Bush’a uçak kaçırılmasından söz eder. Rice’ın buna itirazı ikinci savunmasını
oluşturuyor: Kendi ifadesiyle ‘Uçağı bir füze gibi kullanabileceklerini kimse bilemezdi.’
Oysa, bu konuda sadece Amerikan devletinin değil, birçok ülkenin istihbarat örgütlerinin
elinde veriler vardır. Filipinler’de bir uçağın intihar saldırında kullanılacağı bir eylem, erken
istihbarat sayesinde boşa çıkarıldı. Avrupa istihbarat örgütleri Paris’te Eyfel Kulesi’ne böyle
bir saldırı düzenleneceği duyumunu almışlardı. 11 Eylül’den iki ay önce toplanan Cenova G-8
toplantısında duyumu alınan plan, içi patlayıcı dolu bir uçağın intihar saldırısında
bulunacağıydı. 1999 tarihli bir ABD istihbarat analiz raporu, tam da uçakların El Kaide
tarafından ihtihar saldırısı için kullanılabileceğinin altını çiziyordu. Rice’ın son savunma hattı,
saldırının Amerikan toprağında olacağının bilinmediğidir. Bu da yalan: Filipinler’deki
başarısız saldırı planı sonrasında, bir başka Arap militan CIA binasına böyle bir saldırının
düşünüldüğünü itiraf etmişti. Daha da önemlisi, İtalyan istihbarat örgütü DIGOS 11 Eylül
öncesinde bir Yemenli ile bir Mısırlı’yı gizlice dinleyerek Amerika’da uçakla yapılacak bir
saldırı düşünüldüğünü öğrenmiş, bu bilgiyi de FBI’a aktarmıştı.
Asıl uyuyan kim?
Rice’ın savunması çöküyor. Bush (ya da Rice) şimdilerde çorap söküğü gibi ortalığa
saçılan bu bilgilerin hepsini o aşamada bilmiyor olabilir. Ama CIA ve/veya FBI bunları
biliyordu! Buna rağmen Amerika’nın istihbarat ve güvenlik aygıtınca Temmuz ayından
başlayarak yapılan ‘hata’lar inanılmaz görünüyor.
Temmuz ayında Arizona, Phoenix FBI merkezi bunu reddetti. 13 Ağustos’ta bugün
yaygın olarak ‘yirminci terörist’ olarak anılan Zakarias Musavi yakalandı, Minesota bürosu
Musavi’nin bilgisayarının vb. aranması için hakim kararı çıkartabilmek amacıyla merkeze
talepte bulundu. Merkez bu talebi görmezlikten geldi. Yine Ağustos ayı içinde CIA ve iki El
Kaide militanının (Halid el Midhar ve Navaz el Hazmi) ABD’de bulunduğu FBI’a bildirdi.
Ama bu iki kişi 11 Eylül günü gerçek kimlikleriyle ellerini kollarını sallayarak kaçıracakları
uçağa girdiler!
11 Eylül’den sonra çok söylendi: El Kaide’nin birçok ülkede görünürde normal, uysal,
sakin bir hayat yaşayan ajanları varmış. Bunlar günü geldiğinde hiç kimsenin kuşkusunu
çekmeden eyleme kalkışıyormuş. Anlaşılan, istihbarat jargonunda bu tür kişilere ‘uyuyan
ajan’ (İngilizcesiyle ‘sleeper agent’) deniyor. Öyle görünüyor ki, asıl FBI’ın ve CIA’nın
ajanları ‘uyuyan ajanlar’! FBI temsilcisi Beyaz Saray’da günde iki kez toplantıya katılırken,
FBI görevlileri ticari uçağa binmekten kaçınırken, bunca uyarıyı gözden kaçırabilmek için
insanın masasının başında uyuyor olması gerekir!
Sistemin sözcüleri şimdi her şeyi FBI’ın köhne yapısıyla, CIA-FBI arasında rekabet
dolayısıyla bilgi alışverişi olmamasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Bir de bu gelişmeyi de
özgürlükleri kısıtlamak için kullanmaya çılışanlar var. Oysa FBI ve CIA’nın bu kadar vahim
‘hatalar’ yapabileceğine inanmak için fazla safdil olmak gerekir. Asıl sorulması gereken soru
başka: Amerikan istihbaratı, bu denli büyük bir tehlikeye karşı neden harekete geçmedi? Bu
soruyu derinleştirecek yerimiz kalmadı. Bunu da bir başka yazıda ele alalım.
‘Towergate’ skandalı patlak verir mi, şimdilik kesin bir şey söylemek mümkün değil
ama bu konu gerici yönlere de sürüklenebilir, Bush’un, insanlığın geleceğini tehlikeye atan,
‘bir insan ömründen uzun sürebilecek’ sözde terörle savaşını engellemek için son derece
olumlu yönlerde de kullanılabilir. Öyleyse izlemeye devam edeceğiz.
(Radikal, 9 Haziran 2002)
Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek Yolu
Ece Temelkuran
Sonuç olarak, Afganistan bizim düşündüğümüz petrol boru hattı için en az teknik engeli
içeren güzergahtır. Biz, Hazar Bölgesi petrollerini Asya pazarına ve Arap Denizi’nden
istediğimiz yerlere ulaştırabilmek için Afganistan üzerinden geçen ‘yeni’ bir ipek Yolu
açmayı öneriyoruz. Amerikan hükümetini gerçek ve büyük bir iş başarısına yardım etmeye
çağırıyoruz.”
Bu sözler UNOCAL adlı petrol ve gaz üretim firmasının Dış İlişkiler Başkanı John J.
Maresca’ya ait. Maresca bu sözleri Amerikan Kongresi’nin Asya ve Pasifik Alt Komisyonu
toplantısında sarf etmiş. Enteresan olan ise tarihi: şubat 1998!
UNOCAL’ın adını Afganistan’daki savaşın “esas” nedenleri üzerine yazdığımız bir
yazıda anmıştık. Bombardımanın, terör yuvalarını yıkmaktan ziyade Hazar Havzası’nda
bulunan enerji kaynaklarından Arap Denizi’ne bir yol açmak için yapıldığını ve “Afganistan’ı
kanıt beklemeden vurun” diyen, ABD dış politikası üzerinde hala etkili olan Henry
Kissinger’in da bu şirketin danışmanı olduğunu aynı yazıda söylemiştik. Yine aynı yazıda
Kissinger’in birkaç ay önce Çin’deki büyük bir petrol firmasının danışmanlığını aldığını da
yazmıştık. Son gelişme ise, UNOCAL’ın eski danışmanlarından Zalmay Halilzad’ın ABD’nin
Afganistan özel temsilciliğine, bir başka eski danışman Hamid Karzai’nin de Bonn’da yapılan
toplantılarla Afganistan’ın başbakanlığına getirilmiş olması. Karışık mı oldu? Pek değil
aslında. Çünkü bu uluslararası bir şirketin dünya üzerinde oynadığı ve adını “yeni İpek Yolu
inşa etmek” koyduğu “küçük” bir plan. Parçalar bir araya getirilince ortaya çıkan ise
tastamam bir “uluslararası sermayenin önündeki politik ve ulusal engellerin kaldırılması”
hikayesi!
Houston’daki Taliban
1998’de Maresca’nın yaptığı konuşmada bugün yaşanan savaşla ilgili bütün plan zaten
yapılmış. Konuşmada Afgan gruplarla şirketin bağlantıda olduğu ama son zamanlarda
grupların şirkete sıkıntı yaşatmaya başladığı, ABD hükümetinin bu meseleyi doğrudan
Afganistan’a müdahale ederek çözmesi gerektiği de söylenmiş. “Sıkıntıların” tam olarak ne
olduğu ise araştırmacı Ahmed Raşid’in “Oil and Gas International” adlı bir internet sitesinde
ileri sürdüğü bulgularla daha bir açıklık kazanıyor:
“UNOCAL, Kabil’i alan Taliban liderlerini 1996’da krallar gibi ağırladığı Houston’a
götürdü. Taliban liderlerine Afgan topraklarından geçecek her 1000 cf gaz için 15 dolar para
önerdi. Anlaşma ABD Dış işleri Bakanı Yardımcısı Robin Raphael’ın yaptığı Taliban’ı ikna
etmesiyle sağlandı. Uzlaşma Taliban’ın UNOCAL’dan yıllık 100 milyon dolardan fazla para
ve Afganistan’ın ihtiyacı için hatta bir kapak açmak istemesiyle 1998’de bozuldu.”
Dikkat! 1998, aynı zamanda Maresca’nın ABD hükümetinden yardım talep ettiği tarih.
Plan Kissinger’ın Çin’inden, zavallıların Afganistan’ından geçen kanlı bir ipek Yolu
projesinin enteresan ve kanlı bulmaca parçalarından daha çok var. Yani meseleye devam
edeceğiz. Ama işin en enteresan yanı bütün bu bulmaca parçalarının herkesin görebileceği
internet sitelerinde duruyor olması. Duruyor (!) olması...
(Milliyet, 16 Ocak 2002)
ENRON, UNOCAL ve Dünya işleri
Ece Temelkuran
“Bizimkiler onlara misafirliğe gitti, ayıp olmasın şimdi” diye herhalde, Bush
hükümetinin büyük enerji firması ENRON ile yakın (!) ilişkilerinden kaynaklanan skandal,
Türkiye basınında, ekonomi sayfalarında minik ve tatlı su haberleri olarak veriliyor. Dünya
basını bu meselenin siyasi yanıyla çalkalanıyor, o ayrı mesele.
Konunun Afganistan meselesiyle, küresel ısınmaya karşı yapılan KYOTO
Anlaşması’nın ABD tarafından onaylanmamasıyla da ilişkisi var, o apayrı bir mesele!
İlişkiler ve para
ENRON, Bush’un seçim kampanyasına 2 milyon dolar aktaran çok müstesna bir firma.
ENRON Yönetim Kurulu Başkanı Kenneth Lay ise seçim kampanyası sırasında Bush’a özel
jetini verecek kadar yakın bir “arkadaş”. Takdir edersiniz ki, böyle “arkadaşlıkların” bir
karşılığı oluyor. Mesela, Bush seçildikten sonra hükümetin enerji politikalarının belirlendiği
toplantılara temsilcilerinin davet edildiği tek firma da ENRON. Ya da mesela, hükümetin
ekonomi danışmanı Larry Lindsey ve ticari danışmanı Robert Zoellick (ki Türk heyeti onunla
da görüşme yaptı) aynı zamanda ENRON’un da danışmanı. Şirketin ABD ordusundan da
danışmanları var. İlişkiler o derece samimi (!) yani. Firma bugünlerde batıyor. Dünya
basınında en çok konuşulan mesele ise, ENRON’un muhasebe işlerini yapan Arthur Andersen
(AA) adlı firmanın ENRON’la ilgili bütün belgeleri imha etmiş olması. Amerikan
Kongresi’nin araştırma komisyonu üyeleri firmaya gelmeden imha işlemi tamamlanmış. Yani,
muhtemelen hükümetle ENRON ilişkilerine de ışık tutacak dosyalar yok edilmiş.
Buradaki mühim ayrıntı ise şu: Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ENRON adlı
firmayla bir takım ilişkileri olduğundan şüpheleniliyordu. Hatta Kongre, Cheney’e 11 Eylül
öncesinden beri ENRON adlı firmayla ilişkilerini açıklaması için baskı yapıyordu. Derken
küt! 11 Eylül Vakası oldu ve Kongre’nin Araştırma Komisyonu Cheney ENRON ilişkilerinin
araştırılmasının “önceliğini yitirdiğini”(!) açıkladı. Sizce de ilginç değil mi?
Parra! Parra! Parra!
Afganistan üzerinden geçecek yeni bir İpek Yolu Projesi’ni 1998’de davet edildiği (!)
Kongre’de telaffuz eden, ABD hükümetinin bu ülkeye müdahale ederek bu “iş başarısını”
desteklemesi gerektiğini söyleyen UNOCAL adlı enerji firmasının da benzeri bağlantıları var
Cumhuriyetçilerle. UNOCAL da 1999’da Cumhuriyetçilerin kampanyasına, “şirket
çıkarlarının hükümetçe temsili için” -Federal Seçim Komisyonu raporlarına göre- 1.4 milyon
dolar aktarmış. Şu anda kabinede bulunan ve UNOCAL’la ilişkisi olmuş olan danışmanları
çarşamba günü yazmıştık zaten.
Şimdi insanın sorası geliyor tabii. Mesela Clinton döneminde imzalanan ve ENRON’un
da para kazandığı gazların kullanımını sınırlandıran KYOTO Anlaşması Bush döneminde
neden onaylanmadı? Neden 11 Eylül saldırısından sonra -UNOCAL danışmanı Kissinger’in
önerdiği gibi-”kanıt beklemeden” Afganistan vuruldu? Daha çok soru var, ama yine yer bitti.
(Milliyet, 18 Ocak 2002)
“Temiz” kapitalizm var mıdır?
Ece Temelkuran
Bu iflas eden bir şirketin öyküsü değil, başarısız bir sistemin öyküsüdür.”
Bu açıklama ABD’li ekonomist Paul Krugman’a ait. Krugman bu sözleri, ABD
hükümetiyle olan bağları skandal yaratan ve bugünlerde iflas eden enerji şirketi ENRON
yüzünden söyledi. Açıklama New York Times Gazetesi’nde geçen cuma yayınlandı. Ünlü
ekonomist kapitalizmin “yolsuzluğun pençesinde pislendiğini” anlattı. insanın sorası geliyor
tabii: Kapitalizm ENRON meselesinde olduğu gibi “yolsuzlukla” mı pislenir? “Temiz”
kapitalizm temiz midir?
Soru şimdilik kenarda dursun.
Endonezya’dan mektup
11 Ocak tarihli Herald Tribune’u tuhaf bir sezgiyle sakladım. Çünkü Endonezya’yla
ilgili haber ilginçti. Bilgi vermekten ziyade, “Aslında Endonezya islamî terörün yeni yuvası
olabilir yani” gibi “tahmini” bir cümlenin altı doldurulmaya çalışıyordu sanki. Endonezya
“terörist avcısı” ABD’ye birinci sayfadan şikayet ediliyor gibiydi. Niyeyse haber bendenize
11 Eylül öncesinde yayınlanan Afganistan’la ilgili haberleri hatırlattı. Hatırlarsınız,
“Uçurtmayı yasakladılar”, “Kadınları mahvediyorlar”, “Bunların hepsi vahşi” meşrebinde
haberlerdi. Niyeyse o haberler sayesinde bombalamanın bütün dünya gözünde meşrulaştığını
düşünüyorum da... Neyse efendim, sonra Afganistan’ın bombalanması meselesinin ardında,
hükümetle çok yakın bağları bulunan dev petrol ve gaz şirketi UNOCAL’ın Afganistan’da
yapmayı düşündüğü büyük boru hattı projesi olabileceği konusunda ikiüç yazı yazdık. İşte bu
yazılar için yaptığımız araştırmalar sırasında, Endonezya’yla ilgili haberi saklamakla isabet
kaydettiğimizi anladık. Zira Endonezyalıların yaptığı ve UNOCAL’ın bu ülkede işlediği
suçları anlatan internet sitelerine rastladık. Derken Endonezyalı arkadaşlarla biraz
mektuplaşıp ayrıntıları öğrendik. Mektuplara göre mesele şöyle:
UNOCAL, 1968’de ülkeye gelip hükümeti de temsil eden Pertamina firmasıyla petrol
işleme tesisleri kurmak üzere bir anlaşma imzalamış. Tesisler kurulurken Semangkok ve
Marangkayu bölgelerindeki insanlar zor kullanarak yerlerinden edilmiş, mülksüzleştirilmiş,
hayvanlar kurulan fabrikalardan sızan maddelerle zehirlenerek ölmüş vesaire vesaire. Rezillik
yani. Yıllar geçmiş ve 1998’de mecliste güç bela kurulan bir araştırma komisyonunda
Pertamina ve UNOCAL ortaklığında Suharto ailesinden kişilerin de olduğu ortaya çıkmış.
Yani UNOCAL’ın işleri 1998’den sonra karışmış. Tıpkı Afganistan’daki gibi. Ve daha önce
yazdığımız gibi UNOCAL temsilcisi 1998’de ABD Kongresi’nde hükümetin artık iş
yapamadıkları Afganistan’a müdahale ederek kendi “iş başarılarına” yardım etmesini
istemişti. Yani Herald Tribune’daki haber yeni bir müdahalenin davetiyesi mi acaba? Çok mu
uzak bir bağlantı? Bilmem ki.
Birmanya maceraları
Derken UNOCAL mektuplaşmamızı Birmanya’ya da uzattık. (Burma ya da Myanmar
diye de bileceğiniz) Birmanya’dan gelen mektuplara göre, UNOCAL burada askeri
diktatörlüğe açıktan para vererek ve anlaşmalar imzalayarak yıllardır kendisine “esir işçiler”
ayarlıyormuş. Diktatörlük bu işbirliğinden yılda 400 milyon dolar para kazanıyormuş ve
UNOCAL bu karlı vaziyet nedeniyle yönetim yerini ABD’den Birmanya’ya kaydırmayı
planlıyormuş. Birmanyalı arkadaşlar bunun ABD yasalarından kaçmak için bir numara
olduğunu söylüyor.
Baştaki soru şuydu: Kapitalizm “yolsuzlukla” mı kirlenir? Yoksa “temiz” kapitalizm
zaten yeterince pis midir? Bir cevabınız var mı?
(Milliyet, 23 Ocak 2002)
“Yeni İpek Yolu Projesi” ortaklığı: ENRON ve UNOCAL
Ece Temelkuran
Olayları izleyen köşe yazarları ve haberciler bir süredir seziyordu aralarında bir ilişki
olduğunu. Ama henüz ilişkinin nasıl geliştiği pek açıklığa kavuşmamıştı. Bush hükümetiyle
“samimi” bağları yüzünden iflası siyasi bir skandal haline gelen enerji firması ENRON ile
ABD’nin Afganistan planlarında büyük rol oynayan petrol ve gaz firması UNOCAL
arasındaki ilişkiden bahsetmekteyiz.
İlişkinin uzaktan görünüşü kötü bir TV skeci tadında. Ama temel mantığı hiç komik
değil. Şöyle ki...
Asya’da çay ve sempati
1999’da Asyalı büyükelçiler için Houston ve AustinTexas’ı kapsayan bir “tur”
düzenleniyor. Gezinin en büyük sponsorları UNOCAL ve ENRON. Tura, iki firmanın da
projeler gerçekleştirdikleri Birmanya ve Endonezya ile birlikte Filipin, Tayland, Vietnam,
Singapur büyükelçileri katılıyor. Büyükelçiler Houston’da “ülkelerindeki ekonomik
gelişmeler konusunda firma yetkilileri tarafından aydınlatıldıktan sonra”, Austin’de... Bilin
bakalım kiminle görüşüyorlar? George W. Bush! Bush o zamanlar Teksas Valisi olmasına
rağmen Büyükelçiler kendisiyle “uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmeler” gibi son derece
“yuvarlak” bir başlık altında görüşmeler yapıyorlar. Büyükelçilerin BushUNOCALENRON
arasında “hop hop altın top” şeklinde gidip gelmesinden sonra UNOCAL, Asyalı öğrencileri
destekleme ve ödüllendirme gibisinden bir mesele için 500 bin dolarlık bir “gösteri” çeki
veriyor. Gösteri çekinin dışında başka çekler var mı bilinmez! Zira daha önce yazdığımız gibi
UNOCAL Taliban liderlerini de 1996’da Houston’da “krallar gibi ağırlayarak” benzeri çekler
vermişti. Üstelik bu işe ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı aktif bir biçimde katılmıştı.
Yeni İpek Yolu
UNOCAL firmasının Dış İlişkiler Başkanı Maresca’nın 1998’de Amerikan
Kongresi’nde yaptığı Afganistan politikasının nasıl olması gerektiğine ilişkin konuşmayı daha
önce yazmıştık. Bu konuşmada Maresca, “Yeni İpek Yolu” projesinden bahsediyordu.
Maresca, kabaca, Asya’daki enerji havzalarının Amerikan şirketlerinin kontrolünde olması
gerektiğini ve ABD hükümetinin bu yönde siyasi girişimler yapması gerektiğini söylüyordu.
Herhalde Asyalı Büyükelçiler için hazırlanan “neşeli tur”, böyle büyük bir planın son derece
küçük bir parçasıydı; TV skeci kısmıydı.
Bütün bunlardan bendenizin anladığı ise şu: ENRON ve UNOCAL gibi dev enerji
firmaları -ki aralarında başka firmalar da var en temel anlamda bu “Yeni İpek Yolu”
projesinin kahramanları. Ortaklıkları da buradan geliyor. Onların karzarar hesapları etrafında
oluşan uluslararası politikalar, Asya’da pek de ipeksi olmayan dokunuşlarla yeni bir İpek
Yolu açıyor.
Maliyetin dışsallaştırılması
Tabii bir mesele daha var... Birmanya’daki arkadaşların son mektubuna göre,
UNOCAL’ın bu ülkede işlediği insanlık suçları Los Angeles mahkemeleri hükümleriyle sabit
hale gelmiş. UNOCAL bu yüzden artık bir ABD firması olmaktan çıkıp “uluslararası bir
firma” olduğunu söylüyor ve yönetimini ABD’den taşıyor. Buradan ne sonuç çıkar? Belki de
Wallerstein’ın dediği gibi, kapitalizm “maliyetlerini dışsallaştırıyor”. Batı, kar etme hırsıyla
çevreye verdiği zararı, insan hakları ihlallerini ve şiddeti, hukukun Batı standartlarında
olmadığı ülkelere ihraç ediyor. Yeni İpek Yolu güzergahındaki ülkeler de diktatörleri ve
düşük insan hakları standartlarıyla bu dışsallaştırma için konforlu mekanlar sunuyor.
(Milliyet, 25 Ocak 2002)
Amerika’da yaşananlar
Serdar Turgut
Kalbimin derinliklerinde her zaman sakladığım ve saklayacağım bir sevgiyle bağlı
olduğum şehre yapılanları büyük bir acıyla izledim önceki gün.
Bu yazıyı acıyla, kızgınlıkla yazmamaya çalışıyorum; çünkü gerçekleştirilen olayın
üzerine soğukkanlılıkla gidilmediği takdirde bu olaydan çok daha vahim sonuçlara yol
açabilecek yanlışlar yapılabilir.
Ayrıca bilgi eksikliğinden kaynaklanan yorumlara da gitmemek gerekiyor. Örneğin,
‘’savaş hali’’ ilan edildiğinde Amerikan cumhurbaşkanlarının ne yapacakları kendi
inisiyatiflerine bırakılmaz.
Onlar böyle bir durumda tehlike geçinceye kadar havada, füzeyle vurulması imkánsız
olan ‘’Air Force One’’ uçağının içinde savaş odasında olayı koordine ederler.
Bu bilinmezse gece boyu yapıldığı gibi, ‘’Başkan’ın nerede olduğu bilinmiyor’’,
‘’Başkan, ABD dışına mı kaçırıldı’’ veya ‘’Başkan gizleniyor’’ gibi gereksiz yorumlar yapılır
ve vakit kaybedilir.
***
Şimdi elimizdeki bilgilere bakalım:
1- Amerikan yönetimi böyle bir saldırıyı uzun zamandır bekliyordu, Adına ‘’Doomsday
Scenario’’ (Felaket Senaryosu) denilen ve istihbarat uzmanları tarafından hazırlanan raporda
Amerikan şehirlerine koordineli ve büyük çaplı bir saldırının beklenmesi gerektiği açıkça
ortaya konmuştu. Ancak bu saldırının ya uzun menzilli füzelerle, ya da biyolojik silahlarla
olacağı düşünülüyordu. Kaçırılan uçakların belirli hedeflere ustaca vurdurulacağı alternatifi
üzerine konsantre olunmamıştı.
***
2- New York şehri bu istihbarat raporu sonrasında gereken adımları attı. Felaket
senaryosunun gerçekleşmesi halinde şehirde alınacak tedbirlerin koordine edilmesi için bir
‘’Operasyon Merkezi’’ hazırlandı. Ancak bu merkez de çöken ikiz kulelerin bir tanesinin alt
katındaydı. Anlayacağınız, New York’ta olaya müdahalede karışıklıklar yaşanması
becerisizlikten değil, müdahalenin koordine edileceği merkezin de olay anında ortadan
kalkmış olmasıyla bağlantılıdır. Bu merkezin orada konuşlandırılmış olması, ikiz kulelerin
yerden gelebilecek bir saldırıya karşı muazzam şekilde korunmuş olması nedeniyledir.
Aslında ikiz kuleler havadan gelebilecek bir saldırıya da, uçak çarpması ihtimaline de
dayanıklıydılar. Bu iki bina öylesine teknoloji harikasıydı ki, bir büyük yangında bile yangın
bölgesinin bir üst katı ile iki alt katının boşaltılması olayı minimum can kaybıyla atlatmaya
yetiyordu. Dikkat ederseniz, koskoca uçak çarptığı anda bile bina sarsılmadı. Bu bina ancak
belirli bölümleri, son derece ince detayda tahribat aldığı zaman çökebilir. Teröristler bu
bilgiye sahiptiler.
Bu bilgi gizlidir ve ancak ama ancak Port Authority denilen kurumdan bilgi sızdırılması
durumunda ele geçebilir. Ya da bu binayı yapan Japon mimarın etrafında yer alanlar bu
bilgiyi vermiş olabilirler. (Bu arada kaçırılan 4 uçaktan üçünün Boston-Los Angeles uzun
mesafe uçuşunda olmaları nedeniyle yakıt depoları tam doluydu. Bunlardan ikisi binalara
çarptırılarak maksimum tahribat yapıldı.)
***
3- Aynı anda dört uçağı kaçırabilen, pilotları uçak kalkar kalkmaz öldürerek, bunların
yerine dört farklı uçağı kullanabilecek yetenekte insanları yetiştirip koordine eden bir terörist
grubu, Usame bin Ladin’in yönlendirmiş olabileceği bana şüpheli gözüküyor. Evet, Ladin için
Amerika’da intihar saldırısı yapabilecek insan bulunur. Ancak özellikle New York şehrinde
yaşayan bu fanatik Arapların yetenekleri yerden bombalamakla sınırlıdır. Bu tür operasyonu
koordineli olarak gerçekleştirebilecek yetenekteki tek örgüt IRA’dır; ancak onların bu işe,
hem de New York’ta girişmeleri imkánsızdır. Japon teröristler de olası bir alternatiftir ama bu
ihtimal düşüktür.
***
4- Amerika terörün daima dıştan geleceği yönünde koşullanmıştır. Özellikle radikal
İslami terörden duyulan şüphe, güvenlik tedbirlerini hep o yöne doğru çekmiştir. Uçakla
ulaşıma tamamen bağımlı olan bu ülkede İsrail tipi kontroller yapıldığı takdirde ülke felce
uğruyor; bunun raporu yazıldı. Her türlü bombayı gösteren yüksek teknolojili makineler ise
olağanüstü pahalı, bu yüzden de her büyük havalimanında bunlardan sınırlı var. Bunlarda da
kontroller sözde ‘’random’’ yapılıyor. Yani belirsiz bir sırada seçilen insanların bavulları bu
makineye sokuluyor. Ancak bu seçim işlemini yapan bilgisayarlar da bazı isim türlerine
duyarlı hale getirilmiş durumda. Arap ve Ortadoğulu isimlerin bu ‘’random’’ seçimden
çıkmaması imkánsız gibi bir şey.
***
5- Şimdi eldeki verileri yan yana getirelim. Bu teröristler son derece yetenekliler.
Yüksek düzeyde eğitim görmüşler. Pilotluk eğitimi almışlar. Bilimsel bilgiye sahipler.
Amerikan makamlarında olabilecek bazı gizli bilgilere, teknik bilgilere sahipler.
Havalimanındaki kontrollere takılmadan kolayca dört uçak birden kaçırmışlar. Bunlar alt alta
sıralanınca bu olayın Amerikan teröristleri tarafından yapılması ihtimali de ortaya çıkıyor. Bu
ihtimali de göz önüne almakta büyük yarar var.
(Hürriyet, 13 Eylül 2001)
ABD yönetiminde savaş çıktı
Serdar Turgut
Üç gün önce son derece ilginç bir şey oldu. Eski CIA başkanı James Woolsey İngiltere
Başbakanı’nı Saddam’ın da vurulmasına ikna etmeye çalıştı.
Bu gizli ziyaretten Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powel’in haberi yoktu. Ondan da
gizlendi bu iş. Çünkü Woolsey oraya Amerikan yönetimini temsilen değil, yönetim içinde yer
alan bir grubu temsilen gitmişti.
Evet, Amerikan yönetimi şu an ikiye bölünmüş durumda. Bu grup savaşı
yaygınlaştırmak ve ilk önce de Irak’ı vurdurtmak istiyor. Bush’u buna iknaya çalışıyor.
ABD Dışişleri Bakanı savaşın Irak’ı da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına karşı,
dolayısıyla bazı girişimler ondan da gizleniyor.
Devlet içinde devlet olan bu grubun faaliyetlerinden bana ne diyemeyiz, çünkü onların
istedikleri olursa Türkiye Irak nedeniyle işe öyle bir karışacak ki, şimdiden olacakları hayal
bile etmek imkansız.
Woolsey’in bu gizli ziyareti Amerikan televizyonunda Wall Street Journal Gazetesi’nin
Washington temsilcisi Al Hunt tarafından açıklandı.
Bunu şu nedenle de belirttim: Bu yazıda ortaya konan bağlantılar bir komplo teorici
beynin ürünü değil, sadece Amerika medyasının yakın ve derin okunmasından ortaya
çıkarılmış bağlantılardır.
Amerikan yönetiminde ve etkili çevreleri içinde var gücüyle çalışmakta olan bir “Savaşı
yaygınlaştıralım ve Saddam’ı da devirelim” grubu var. Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz Şahinlerin yönetim içindeki en etkili ismi (Kendisi aynı zamanda sınırlı atom
bombası kullanılması stratejisinin de taraftarıdır.)
New York Times’ın köşe yazarı William Safire ise medyadaki en etkili isim.
(Bu arada Safire’in bir süre önce yazmış olduğu Kuzey Irak’ta Ladin’e bağlı bir grubun
yerleştiği, bunun Kürt gruplarla çatışmaya girdiği, bir lideri de öldürdüğü yolundaki yazının
“yanlış bilgilendirme” olduğu ortaya çıktı. Amerikan yönetiminin bu konudan haberi yok.
Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ise bunu yalanladı ve “Washington’ın bazı
konuları Ankara’ya doğrulatması gerekir.” dedi. Anlayacağınız bu grup eski CIA başkanlarını
gizli misyonlara göndermekle kalmıyor, basına da yalan haberler sızdırıyor.)
Yönetim ve etkili çevrelerdeki “Irak’ı vuralım örgütü”nün dayandığı temel ideolog ise
bir bayan. Adı Laurie Mylorie. Kendisi ABD Denizcilik Savaş Okulu’nda hoca. “Irak’tan
Haberler” adlı bir periyodik bültenin editörü ve ayrıca “Study of Revenge: Saddam Hussein’s
Unfinished War Against America” (Öc Almanın Analizi: Saddam Hüseyin’in Amerika’ya
Karşı Bitmeyen Savaşı) adlı yönetimdeki bazı kişileri hayli etkilediği bilinen bir kitabın da
yazarı.
O kitapta Bayan Mylorie 1993’te İkiz Kuleler’de yaşanan bombalama olayının
arkasında Saddam Hüseyin’in olduğunu ispat etmeye çalışıyordu.
Bu nedenle son olayın da Saddam’la bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyor.
Kitapta o bombalama olayında ortaya konan birçok delilin üzerinde oynamalar
yapıldığını, bazı delillerin saklandığını, o deliller ortaya çıkarıldığı zaman sanıkların Saddam
Hüseyin’le direk bağlantısının görüleceğini söylüyor.
Mylorie’nin kitabında ortaya koyduğu argümanı en çok James Woolsey desteklemişti
zamanında.
İkisi ortak hareket ederek, kamuoyunun dikkatini Saddam üzerine çekmeye
çalışmışlardı kitabın yayınlandığı 2000 yılında.
Woolsey’in son gizli ziyareti, bu konudaki inancın değişmediğini gösteriyor zaten.
Janes Foreign Report, İsrail Askeri İstihbarat servisinin 11 Eylül Terörist Saldırısı’nın
arkasında Irak’ın olabileceği fikrini yaydığını açıkladı.
Gerçi bu fikir, servisin başı tarafından birkaç gün sonra yalanlandı.
Ama dikkat edin! Bir güçlü koalisyon oluşmuş durumda Saddam’ın da yakalanması
için.
Bu tavırları meşrulaştırmak için ortaya koydukları kanıtlar doğru mu yanlış mı benim
bilebilmem imkansız.
Ben sadece somutta olan, açıkta yaşanan bir yönlendirme kavgasını size aktarıyorum.
Bugün Türkiye’de Cumhurbaşkanı, Başbakan, tüm parti liderleri ve işadamları
Saddam’ın vurulmasına karşı.
Ancak Türkiye yine de istemediği bazı durumların ortasında bulabilir kendisini.
Eğer bu duruma düşmek istenilmiyorsa doğru kişileri bulup onlarla bağlantıya geçip,
onlarla konuşmak gerekiyor.
Not: Bu yazı Slate, Salon elektronik dergilerinde çıkan makelelere, New York Times’ta
yayınlanan haberlere, Safire’ın köşe yazılarına dayanarak yazılmıştır. Ayrıca
Washington’daki CSIS (Center for Strategic and International Studies) adlı düşünce
kuruluşunun Türkiye projesi direktörü Bülent Alirıza son olaylar ve Türkiye bağlantılarıyla
ilgili son derece kapsamlı bir rapor yazdı. www. csis.org adresinde bu raporu okumanızı
tavsiye ediyorum.
(Hürriyet, 16 Ekim 2001)
Pentagon’da iç savaş
Serdar Turgut
Amerika’nın Pentagon içinden en iyi haber alan gazetecisi olan Washington Post
muhabiri Thomas R. Hicks, Mayıs ayının 25’inde bir haber yazdı.
Habere göre ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, kuvvet komutanlarıyla bir
toplantı yapmıştı.
Toplantı Pentagon’un dünyada bilinen her türlü dinleme aygıtına karşı korunmuş olan
ve bu nedenle de “The Tank” diye adlandırılan odasında gerçekleşmişti.
Toplantıda sinirler hayli gerginleşmiş ve hatta ciddi bir kavga da yaşanmış.
Net olarak sızan tek bilgi bu.
Kavganın konusu Amerikan savunma sisteminin yeniden değerlendirme raporuydu.
Amerika’nın önümüzdeki yıllarda hangi savunma kavramına uygun olarak silahlı
kuvvetlerini yeniden organize etmesi gerektiğini belirleyecek son derece hassas bir
değerlendirmeydi bu.
Ve kavganın temelinde yatan kişi de Andrew Marshall’dı.
Bu aşamada bazılarınızın “Bize ne bu detaylardan” dediğinizi hissediyorum. Ancak çok
önemli bir gelişmeyi anlatmak üzereyim ve detaylar bilinmeden olayın net portresi de çıkmaz.
O nedenle lütfen biraz sabırlı olun.
Andrew Marshall, Pentagon’un “Office of Net Assesment” adlı biriminin başındaki kişi.
Kendisi şu anda Amerika’nın en önemli savunma entellektüeli olarak biliniyor.
Onun geçmişi, Amerikan yönetici sınıfının askeri konulardaki düşünce üretim merkezi
olan RAND şirketine dayanıyor.
RAND içinde yıllar önce bir grup oluşmaya başlamıştı.
Savunma konusunda radikal düşünen, hayal edilemeyen şeyleri düşünüp uygulamaya
kendilerini adamış bir grup insandı bunlar.
Marshall’ın yanı sıra bu grup içinde Amerikan sağının idolü Albert Wohlstetter, 1970’li
yılların başında Pentagon Dosyaları’nı basına sızdıran Daniel Ellsberg, Stanly Kübrick’in Dr.
Strangelove filmindeki deli doktor tiplemesinin esinlendiği Herman Kahn ve Dışişleri
Bakanlığı da yapmış olan James Schlesinger vardı.
1973 yılında Office of Net Assesment, Amerika ordusunu “düşünülmeyenleri
düşünerek” geleceğe hazırlayacak birim olarak Pentagon’da kuruldu.
Schlesinger, RAND yıllarında kader arkadaşı olan Andrew Marshall’ı bunun başına
atadı.
Ve Marshall o tarihten bu yana gün geçtikçe gücünü arttırdı.
Şimdiki başkan Bush’un seçilmesiyle birlikte de gücünün zirvesine ulaştı.
Başkan Bush, henüz daha seçim kampanyasını sürdürürken 1999 Eylül ayında Güney
Carolina eyaletinde bulunan askeri üniversite Citadel’de bir konuşma yaptı.
Bu konuşma, Amerikan ordu tarihinde bir dönüm noktası olarak görülüyor.
Çünkü o konuşmada Bush, kısa adı RMA olarak bilinen ve Marshall tarafından
hazırlanmış olan “Revolution in Military Affairs” (Askeri Meselelerde İhtilal) adlı yeni askeri
kavrama kendisinin de inandığını açıkladı.
RMA özetle şunu söylüyor:
1- Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Amerika’ya saldırı kavramı da değişmiştir.
Artık saldırılar büyük devletlerden değil “sokak kavgacısı devletler” (street fighter states)
olarak adlandırılan küçük devletlerden gelecektir.
2- Bu devletler klasik hedeflere de saldırmayacaklardır. Yani Amerika’nın askeri gücü
onların hedefi olmayacaktır. Bunlar daha çok ellerindeki biyolojik savaş teknikleri de dahil
olmak üzere bütün imkanlarını kullanarak Amerika’nın petrol kaynakları, su sistemleri,
ormanları gibi hedeflere saldıracaklardır.
3- Var olan savunma kavramı bu yeni savaş biçimine karşı koyamaz. Dolayısıyla
Amerika, uzun menzilli uçabilen akıllı füzeler, casus uydu sistemleri, bilgisayar virüsleri gibi
yepyeni savaş tekniklerini koordineli kullanabilecek yepyeni bir ordu meydana getirmelidir.
Marshall sanki 11 Eylül terör eylemi ve sonrasında yaşanan gelişmeleri yıllarca
öncesinden tahmin etmiş bir düşünür.
Başkan Bush, Amerika’nın gelecekte nasıl bir orduya sahip olması gerektiğinin ortaya
çıkarılacağı savunma değerlendirmesi raporunu yazma işini Marshall’a verince, Pentagon
içinde fırtına patladı.
Tahmin edilebileceği gibi ordunun üç büyük birimi hava, kara ve deniz komutanları,
Marshall’a karşı bir kampanya başlattılar. Bu birimler platform esasına göre
örgütlenmişlerdir. Ağır techizat ve büyük çapta askerin düşman bölgesine gönderilmesi
ilkesine göre savaşmaya alışmışlardır.
Dolayısıyla büyük çapta ihaleler açarlar. Amerikan savunma sanayii de, tamamen
Marshall’ın sona erdirmeye çalıştığı bu sisteme silah üretmek için örgütlenmiştir.
Dolayısıyla büyük, hem de çok büyük çıkarlar söz konusudur.
Anlayacağınız başkan Bush’un Marshall’ın fikirlerinden yana olmasıyla birlikte yazının
başlığındaki olay da başladı ve Pentagon da gerçek bir iç savaş deklare edildi.
***
Pentagon içinde iki grup var. Bunlar Amerikan ordusunun nasıl örgütlenmesi gerektiği
konusunda tamamen farklı düşüncelere sahipler.
Bir tarafta bugünkü statüyü savunanlar var.
‘Platform’ esasına göre, yani büyük ve ağır savaş makinelerinin savaş bölgesine
gönderilmesi esasına göre örgütlenmiş olan kara hava deniz kuvvetleri komutanları, ordunun
örgütlenmesinde radikal bir değişikliğe gidilmesine var güçleriyle karşılar.
‘Bilinmeyeni denemenin’, denenerek bilinmiş hale geleni riske atmak olacağını
düşünüyorlar.
Bunların karşısında ise Amerikan muhafazakar eliti ile çok sıkı ilişkiler içinde olan ve
Pentagon’da da önemli işlerin başında bulunan ‘savunma entellektüelleri’ var.
Onlar ‘Soğuk Savaş’ dönemine ait ordu örgütlenmesinin, yeni düşmana, yani terörist
küçük devletlere ve onlarca desteklenen terör örgütlerine karşı savaşamıyacağını söylüyorlar.
Yeni savaş teknolojilerinin hemen devreye sokulmasıyla birlikte eski ordu modelinin de
dağıtılmasından yanalar.
Büyük, çok büyük çıkarlar söz konusu. Andrew Marshall’ın Revolution in Millitary
Affairs (RMA) diye adlandırdığı devrim gerçekleşirse “platform askeri örgütlenme” modeli
içinde kurulmuş milyarlarca dolarlık büyük çıkar ilişkileri zedelenecek.
Yeni teknolojileri üreten endüstriler pastadan pay almaya başlayacak, eski ağır teknoloji
üreten endüstriler büyük kayıplara uğrayacak. Dolayısıyla değişimin, Başkan Bush’un aktif
desteğine rağmen kolay olmayacağı daha baştan belliydi. Değişimden yana olanlar 10 yıldır
son derece örgütlü bir savaş veriyorlardı.
Makaleler yayınlıyorlar, her yerde konuşmalar yapıyorlar ve her fırsatta ordunun
yetersizliğine örnekler getiriyorlardı.
Başkan Bush’un askeri üniversite Citadel’de yaptığı konuşmada RMA’ya açık destek
vermesiyle ilk raundu değişimciler kazandı.
Hemen arkasından statükoyu savunanlar işe girişti. Geçen mayıs ayında Pentagon’un
süper güvenlikli odası “The Tank”da kuvvet komutanlarıyla ABD Savunma Bakanı Rumsfeld
arasında yaşanan sert tartışma statükocuların bir zaferi olarak görüldü.
Durum bir açıdan 1-1 oldu denilebilir.
Bu yazının dayandığı makale ‘Dreaming About War’, New Yorker Dergisinde yer aldı.
Yayınlanış tarihi 16 Temmuz 2001.
Bakın New Yorker dergisinde yer alan yazısını Nicholas Lemann nasıl bitirmiş.
“Son 10 yıldır yayınlanan makalelerle, yapılan konuşmalarla başlayıp da Başkan
Bush’un Citadel konuşmasında noktalanan ilk bölüm, RMA’nın ilk vuruşu olarak görülebilir.
Geçtiğimiz bahar ayında ise Pentagon öyle görünüyor ki ilk karşı vuruşunu gerçekleştirdi.
Şimdi RMA güçleri ikinci vuruşlarına hazırlanmaktalar ve bu vuruş, onlara çok uyan bir
biçimde gizli teknoloji kullanılarak yapılacak.”
Yazarın tamamen farklı amaçlarla yazdığı bu cümle, 11 Eylül sonrasında insanın
okurken tüylerini ürpertiyor. Burada komplo teorisi yapmıyorum, sadece yayınlanmış ama
yalanlanmayan Amerikan kaynaklarını aktarıyorum.
11 Eylül’den sonra olanlara bakalım. Amerika artık ‘platform’ savaşı yapmama kararı
aldı.
Açıklamalara bakın, hep ‘yeni düşman’, ‘yeni savaş’tan bahsediliyor.
‘Yepyeni bir döneme girildiğinden’ söz ediliyor.
Artık Körfez Savaşı’nda olduğu gibi sınırları, konumu belli olan düşmanı vurmak için 6
ay süren çalışmalar yapma, koalisyonlar oluşturma durumu yok. Bugün Afganistan’da yapılan
bombalama, platform savaşının mikro düzeyidir ve o ordu anlayışının elveda notudur. Artık
yeni güçler devreye giriyor.
Evet, Afganistan belki değişecek bu sürecin sonucunda, ama Amerika da çok değişecek.
Çok önemli şeyler olacak önümüzdeki dönemde Amerika’da.
Çünkü zedelenen çıkarlar var ve onlar da pes etmeyecekler.
Bu kavgada yer alan iki taraf da kendilerini haklı çıkarmak için İkinci Dünya Savaşı
dönemindeki Alman Panzer Birliğini örnek gösteriyorlardı.
RMA’cılar, Panzer Birliği’nin yeni bir techizata dayanmadığını, var olan tankların yeni
bir örgütlenme anlayışıyla, yeni teknolojiyle koordine edilmesi suretiyle başarıya ulaşıldığını,
kendilerinin de yeni koşullarda böyle bir değişimi öngördüklerini söylüyorlardı.
Kurulu ordu düzeninden yana olanlar ise yine Panzer Birliği’ni örnek vererek, bu tür
radikal değişimlerin ancak savaş durumunda ve sadece küçük birimlerden başlayarak
yapılmasıyla başarıya ulaşma şansı olduğu kendilerinin bu nedenle ‘Bir savaş durumu’
olmadan radikal değişikliğe karşı olduklarını söylüyorlardı.
11 Eylül günü Başkan Bush ‘Amerika artık savaştadır’ dedi.
Büyük değişim başladı. Bunun sonuçları daha alınmadı. Sonuçlar alınırken bakalım
neler olacak?
Önemli not: Bu yazı tamamıyla Nicolas Lemann’ın 16 Temmuz 2001 tarihli New
Yorker dergisinde yayınlanmış olan “Dreaming About War” adlı çalışmasına dayandırılmıştır.
(Hürriyet, 23-24 Ekim 2001)
Bizim komplo üstatları sonunda benim de kafamı karıştırdı
ABD kendini mi vurdu yoksa?
Osman Ulagay
Amerika’nın canevinden vurulduğu gün Londra’da idim. London School of
Economics’in yanıbaşındaki kitapçıda, küreselleşmeyle ilgili yeni kitaplarla haşır neşir,
keyifli birkaç saat geçirdikten sonra aldığım kitapları bırakmak üzere otelime döndüğümde
haber kanallarına bir göz atmak için televizyonu açtım ve şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaştım:
New York’un simgesi haline gelen Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin birinden dumanlar
yükseliyordu. Hemen aklıma Hollywood geldi. Amerika’da ekim ayında gösterime girmesi
beklenen Arnold Schwarzenegger’in yeni filmi Collateral Damage filminin bir bölümünü mü
izliyorduk CNN ekranında?
Ben bunları düşünürken CNN sunucusu birinci kuleye bir uçağın çarptığını söylüyor, bu
arada ikinci kuleye doğru da başka bir uçağın hızla yaklaşmakta olduğu anlaşılıyordu. Bundan
sonra yıllarca belleklerden silinmeyecek görüntüler birbirini izlemeye, sözcüklerle ifade
edilemeyecek dehşet sahneleri yaşanmaya başlandı. Bu arada bir üçüncü uçağın da
Pentagon’a çakıldığı haberi geldi. Dünyanın tek süper gücü olarak kabul edilen ABD’nin
ekonomik ve askeri gücünü simgeleyen hedefler tam isabet almıştı. ABD’nin siyasi gücünü
simgeleyen Beyaz Saray’ın ve Capitol’ün ise son anda vurulmaktan kurtulduğu ileri
sürülüyordu. Başkan Bush’u hayatta bırakmak ABD’nin aczini daha güzel sergilemek için
düşünülmüş bir şey de olabilirdi belki.
Büyük şok ve sonrası
Amerika’da yaşanan şok herhalde çok büyüktü. Televizyonlara yansıyan görüntüler,
olaya gösterilen ilk tepkiler, Başkan Bush’un ve diğer yetkili zevatın yaptığı açıklamalar dört
başı mamur bir şaşkınlığı ve çaresizliği gözler önüne seriyordu. Kim oldukları bilinmeyen
“teröristler”, küresel nizamın rakipsiz süper gücünü canevinden vurmayı başarmıştı. ABD ile
aynı “uygarlığı” paylaştığını düşünen İngiltere gibi ülkeler de bu şoktan payını alacaktı.
Bu dehşetengiz eylemin, küresel ekonominin bir durgunluk ya da “resesyon” tehdidi
altında bulunduğu dönemde gerçekleştirilmesi, ekonomik etkilerinin de felaket çağrışımı
yaptıracak boyutlara tırmanmasına olanak verebilirdi. Dünya ekonomisi derin bir “resesyon”a
girebilir, ABD’nin bir misilleme harekatına girişmesi petrol fiyatlarını tırmandırabilir ve
bunun da etkisiyle milyonlarca kişi işini kaybedebilirdi.
Patlamaya hazır bomba
Herkesin kendi senaryosunu yazmasına olanak veren bu ortamda benim ilk aklıma gelen
şuydu: Teknolojinin bu kadar ilerlediği, bilgi paylaşımının ve iletişimin bu kadar yaygınlaştığı
ve ucuzladığı bir dünyada, eşitsizliklerin ve kutuplaşmaların da keskinleşmesi, patlayıcı bir
karışım oluşturmuş, patlamaya hazır bir bomba yaratmıştı. Bu ortamda mevcut teknolojiyi ve
bilgiyi yıkıcı amaçlar için kullanmak isteyen küçük fakat inançlı grupların, iyi bir planlamayla
küresel etkiler yaratacak eylemler yapmaları mümkündü.
Bu tür eylemleri önlemek için güvenlik önlemlerini artırmak ve “terör yuvalarını
kurutmak” ilk akla gelen çareydi ama yeterli değildi. Teknolojinin ve bilginin yayılmasını
sınırlamak ya da gelişimi durdurup “tüpe geri sokmak” da mümkün olmadığına göre, yeni
felaketleri önlemek için küresel düzendeki eşitsizlikleri ve kutuplaşmayı azaltacak önlemleri
gündeme almak gerekiyordu. Giderek yaygınlaşan ve etki alanı genişleyen küreselleşme
karşıtı protestoların belirgin taleplerinden biri de buydu. Bu yönde somut adımlar atmadan
küresel düzeni sürdürmek kolay değildi. Olayın bu yönünü görenler, ABD’nin ve ortaklarının,
“terörist” avına çıkıp bazı ülkelere savaş açmasının sorunu çözmeye yeterli olmayacağını
düşünüyorlardı.
ABD kendini mi vurdu?
İngiltere’nin ve Amerika’nın önde gelen gazetelerinde çıkan değerlendirmeleri
okuyarak olayı farklı boyutlarıyla kavramaya çalışırken “büyük gerçeği” görmek için
Türkiye’ye dönmem gerektiğini düşünememiştim doğrusu. Türkiye’ye dönüp yazılı ve görsel
medyayı izlemeye başladığımda, insanların tepkilerini dinlediğimde o ana dek okuduklarımın
ve düşündüklerimin beş para etmediğini anladım. Hala 50 yıl öncesinin diliyle konuşan bizim
komplo üstatlarına göre bu saldırıyı Amerika kendisi yapmıştı, CIA ve Mossad gibi gizli
örgütlerin de bunda payı olabilirdi. Böyle bir planlamayı ve icraatı ancak bir süper güç, yani
ABD yapabilirdi; kullanılan teröristler de onun kullandığı birtakım kandırılmış zavallılardı.
ABD şimdi bu saldırıyı bahane ederek Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizecekti.
Bunlar bana kırk yıllık kahve sohbetlerini hatırlatıyor ama bu ortamda büyük
konuşmaya gelmez, belki de onlar haklı çıkar.(!)
(Milliyet, 24 Eylül 2001)
Komplo teorileri
Ergin Yıldızoğlu
Eğer CIA ve FBI, toplamış oldukları bilgileri gerektiği gibi değerlendirselermiş “11
Eylül” önlenebilirmiş! The Newsweek ve The Economist gibi Bush yanlısı muhafazakar
yayınlar bile artık bunu kabul ediyor. ABD Kongresi de bir soruşturma başlattı. Öyleyse 11
Eylül üzerine üretilen komplo teorilerini artık ciddiye alalım mı?
El Kaide denen garabet
Bir tarafta CIA, FBI gibi devasa haber alma örgütleri, tüm uluslararası telefon
konuşmalarını, e-posta trafiğini, anahtar sözcüklere göre tarayarak izlemeye olanak veren
Echelon, Carnivor gibi sistemler ve ABD’yi destekleyen ülkelerin istihbarat örgütleri var.
Diğer tarafta da CIA tarafından, Afganistan’da SSCB’ye karşı savaşmak üzere eğitilen,
fanatik bir Suudi milyonerin kurduğu El Kaide gibi hiçbir toplumsal projesi olmayan, üstelik
de en temel gizlilik kurallarına dahi uymayı beceremeyen pasaklı bir örgüt. 11 Eylül’den
önce, El Kaide’nin bu en önemli eylemini yapacak militanları, hem birbirleriyle hem de
liderlikle doğrudan temas halindeler; eylemi yapmayı planladıkları ülkede gerçek adlarıyla
dolaşıyor, araba kiralıyor, trafik cezası alıyor, uçuş okullarına kaydoluyor, sürekli nakit para
kullanıyor, gerçek adlarına çıkarılmış pasaportlarla uluslararası alanda mekik dokuyorlar; 11
Eylül günü uçağa binerken bile gerçek adlarını kullanıyorlar. Fransa, Almanya, İsrail, Rusya,
Kanada, Hindistan, Mısır, Ürdün, Fas, Kazakistan, Malezya, Kayman Adaları, haber alma
örgütleri bu “müthiş” militanları izliyor, hareketlerini CIA’ya bildiriyorlar. Echelon, Kuala
Lumpur’da üst düzey bir toplantı yapılacağını saptıyor. Malezya Gizli Servisi, CIA için bu
toplantıyı izliyor, katılanların fotoğraflarını, bu arada 11 Eylül’ü gerçekleştirecek olan ve o
sırada ABD’de gerçek adlarıyla dolaşan iki militanın da üst düzey El Kaide liderliğiyle
fotoğraflarını çekiyor. Bu arada, bir FBI görevlisi Temmuz 2001’de uçuş okullarındaki bir
grup öğrenciyle El Kaide arasındaki ilişkiyi saptıyor ve amirlerine bildiriyor. Adamlar tam
anlamıyla kucakta...
Geçen Mart’ta senatör McKinsey ABD hükümetinin, 11 Eylül’den önce güçlü
enformasyon aldığını, ama bu verileri izlemediğini ileri sürüyor. Hatta, Bush çevresindeki bir
grubun, Carlyle firmasının adını özellikle vurguluyor, terörizme karşı savaştan büyük kazanç
elde ettiğini iddia ediyor, soruşturma istiyor. Tüm ABD basını Senatör’e binbir hakaretle
saldırıyor. 15 Mayıs günü CBS TV, Afganistan savaşının planlarının 11 Eylül’den önce
Bush’un masasında durduğunu açıklıyor... Uzatmayalım, ABD yönetimi olayın yaklaşık 18 ay
öncesinden başlamak üzere, El Kaide militanlarını izlemeye almış. FBI, hatta, ABD’ye giriş
vizesi veren kuruluş, bu bilgiler elimize ulaşsaydı bu facia önlenebilirdi, en azından adamları
ülkeye sokmazdık diyorlar. 11 Eylül’le birlikte ABD yönetimi, çok önceden hazırlanmış yeni
ve saldırgan bir dış politikayı devreye sokuyor. Dünya birden değişmeye başlıyor! Komplo
teorileri de 11 Eylül’ü ABD yönetimi içinden bir kesimin gerçekleştirdiğini ileri sürüyor.
Titanik’le ne ilgisi var?
Titanik 1912 Nisanı’nda bir buz dağına çarparak battı. Facia büyük bir toplumsal
sarsıntı yarattı, sonra, hakkında romanlar yazıldı, filmler yapıldı, teoriler üretildi. Halbuki
Titanik’in hikayesi, daha Titanik yapılmadan çok önce 1898’de ve tüm ayrıntılarıyla
yazılmıştı. Morgan Robertson adlı eski bir gemicinin yazdığı ‘Futilitiy’ (Boşunalık) adlı
romanda, Titan adında, Titanik’in hemen tüm teknik özelliklerini taşıyan, onun gibi son
derecede lüks bir transatlantiğin bir buzdağına çarparak batışı anlatılıyordu. Bu noktada iki
soru çıkıyor karşımıza: Neden Titanik faciası bu kadar büyük bir sarsıntı yarattı ve
mitleştirildi? Nasıl oldu da Robertson bu faciayı, bu kadar ayrıntılı ve doğru bir biçimde
öngörebildi?
Titanik bir taraftan, döneminin teknolojik düzeyinin, dönemin hızlı ulaşım kültürünün,
19. yüzyılın sonunda başlayan küreselleşmenin en yüksek noktasının simgeliyordu. Diğer
taraftan da o sırada, bir dönemin sonuna gelinmekte olduğuna ilişkin belirtiler, (mali
spekülasyon, işçi hareketi, komünizm, milliyetçilik, Yahudi düşmanlığı, savaşlar) belirtiler
hızla artıyor, bir belirsizlik ve endişe ortamı giderek yoğunlaşıyordu. Bu bağlamda Titanik’in
bu dönemin sonunu işaret eden gelişmeler taşıyan bir ‘sempton’ (Slovoj Zizek, İdeolojinin
Yüce Nesnesi, 1. kısım, 2. bölüm) oldu ve toplumsal bilince kazındı. Şimdi, neden, İkiz
Kuleler de ABD hegemonyası altında şekillenen küreselleşmenin, mali sermayenin tüm
gerginliklerinin (krizlerinin) ortaya çıkmaya başladığı bir dönemin ruhunu, (aynı Titanik gibi)
temsil ediyordu diye düşünmeyelim?
1898’de Robertson, romanını yazmaya koyulduğunda, teknolojik ve toplumsal açıdan
Titanik gibi bir geminin yapılmasının tüm ön koşulları oluşmuştu. Bir anlamda, Titanik
faciası bir olasılık olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Aynı İkiz Kuleler’e yönelik olarak
gerçekleşecek saldırı gibi: Bir süredir küreselleşme mali krizlerle sarsılıyor, ABD
hegemonyasına direniş artıyordu; Afganistan, ‘Cihat’ geleneğini canlandırmıştı, radikal
Müslüman örgütler arasında intihar eylemleri olağan mücadele yöntemi haline gelmişti. 11
Eylül benzeri bir olayın gerçekleşmesi için gerekli tüm koşullar yerli yerindeydi. Şimdi buna
bir süredir egemenliğinin zayıfladığını düşünen, saldırgan bir dış politikayı devreye sokmak
için fırsat kollayan ABD yönetimini ekleyelim. Olayın anlaşılmazlığı ortadan kalkmaya,
üzerinde oluşan ‘aura’ dağılmaya başlar. Olay komplo teorilerine gerek kalmadan, bu tarihsel
zemin üzerinde varlıkları birbiriyle kesişen nihilist gizli örgütleri, gizli servislerin bürokrasisi,
ihtiraslı ama dar görüşlü politikacıların oportünistlikleri de göz önüne alınarak, komplo
teorilerine gerek kalmadan açıklanabilir bir hale gelir. Büyük olasılıkla CIA, El Kaide’nin
büyük bir iş peşinde olduğunu fark etmiş, dış politika ‘şahinleri’ bu eylemin yaratacağı
infialden faydalanmayı düşünmüş, sonra olay denetimden çıkarak beklenenin çok üstünde bir
boyutta gerçekleşmiştir. Bu ilişkiler içinde komplocu girişimler de mutlak olmuştur, ama
verili tarihsel koşullar üzerinde ve kendileri de bu koşulların bir ürünü olarak...
Komplo teorileri, işte bu ‘komplocuları’ yaratan tarihsel koşulları görmezden gelir. Bu
teorileri izleyince de komplocular karşımıza, intihar eylemini gerçekleştirenler de dahil,
herkesi kukla gibi oynatan, bu arada binlerce insanı ve kendi yaşamlarını kolaylıkla kurban
edecek kadar kararlı ve inançlı, insan üstü bir elit olarak çıkarlar. Artık, toplumsal dinamikler
ve tarih her şeye kadir, Tanrı katına yükseltilmiş bir elitin iradesinin ürünüdür. Bu fantezi,
halk sınıflarını, bu iradenin sonuçlarına katlanmaktan başka seçenekleri olmayan zavallı
karıncalar olarak görür, böylece sözde sistemi eleştirirken gerçekte ‘komplocuların’ iktidarını
ayakta tutan bir dünya görüşünü güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.
(Cumhuriyet, 10 Haziran 2002)
V-
Amerikancıların Gözüyle 11 Eylül
Amerika iyi düşünmeli
Zbigniew Brzezinski
Amerika’nın yaklaşık bir yıl önce başlattığı terörizmle savaş, baskıcı rejimler uygulayan
yabancı hükümetlerce baltalanma riskiyle karşı karşıya. ABD, demokratik bir koalisyonun
liderliğini yapmak yerine, tecrit tehlikesiyle yüz yüze. Bush yönetimi, ABD’nin karşı karşıya
olduğu mücadeleyi tarif ederken daha ziyade yarı dini terimlere yaslanıyor. Kamuoyuna, bu
konuda hiçbir kuşku bulunmadığı halde terörizmin ‘kötü’ olduğu, ‘kötülük yapanlar’ın
bundan sorumlu tutulacağı anlatılıyor. Ancak bu haklı kınamaların ötesinde, tarihsel açıdan
geçersiz bir mantık yatıyor. Sanki terörizm uzaydan gelen soyut bir fenomen, acımasız
teröristler de belli bir amaçları olmaksızın şeytanın emirlerine uymaktan başka bir şey
yapmıyor!
ABD Başkanı George W. Bush, terörizmi bir bütün olarak İslam’la tanımlamaktan
kaçınmak ve İslam’ın böyle bir hataya düşmediğini titizlikle vurgulamakla gayet akıllıca
davranmış oldu. Ancak yönetimi destekleyen bazı kesimler, böyle ayrımlarda bu kadar
dikkatli değil. İslam kültürünün genelde Batı’ya, özellikle de demokrasiye karşı düşmanca bir
yaklaşım içinde olduğunu, Amerika’ya yönelik terörist nefretin beslenmesi açısından verimli
bir toprak sunduğunu savunuyor bu kesimler.
Her terörist eylemin ardında, ondan önce gelen başka bir siyasi eylem olduğu
gerçeğiyse kamuoyu önünde pek tartışılmıyor. Bu ne terör eylemini gerçekleştireni ne de
onun siyasi davasını meşrulaştırır. Yine de gerçek şudur ki, bütün terörist eylemlerin
kökeninde siyasi bir çatışma vardır ve bu çatışma terörist eylemlerin de devamını sağlar.
Kuzey İrlanda’daki İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu, İspanya’da Basklar, Batı Şeria ve Gazze’de
Filistinliler, Keşmir’deki Müslümanlar açısından durum böyledir.
11 Eylül vakası açısından bakıldığında -eylemi gerçekleştirenlerin kimliği dikkate
alındığında- Ortadoğu’nun siyasi tarihinin Ortadoğulu teröristlerin Amerika’ya yönelik
nefretleriyle bir ilgisi olduğu tespitini yapmak için çok derin siyasi analizlere girmeye gerek
yok. Bölgenin siyasi tarihine özgü durumlara çok yakından bakmaya gerek yok, çünkü
muhtemelen teröristler kariyerlerine başlamadan önce ezeli rakiplerine ilişkin derin bir
araştırmaya girmiyor. Teröristleri fanatikleştiren patalojiyi şekillendiren ve onları ölümcül
eylemlere yönelten daha ziyade, hissedilen, gözlenen, tarihsel olarak iz bırakmış siyasi
kırgınlıklar, şikâyetler.
Amerika’ya yönelik nefretin gerisinde ABD’nin Ortadoğu politikasının yattığı açık.
Siyasi açıdan Arapların hissiyatının, Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin bölgeye girişi,
Arapların İsrail devletinin varlığını engelleme çabalarının başarısızlığa uğraması, bunun
ardından ABD’nin İsrail’i ve İsrail’in Filistinlilere karşı tavrını desteklemesiyle olduğu kadar,
Amerika’nın bu bölgeye gücünü doğrudan yerleştirmesiyle şekillendiği gerçeğini bir kenara
bırakmak zor.
Bölgedeki daha fanatik unsurlar, ABD’nin bölgedeki varlığının, Suudi Arabistan’ın
İslam’ın kutsal mekânlarına bekçiliğinin dinen saflığını bozduğu, Irak halkının huzurunu
kaçırdığı görüşünde. Bu dini veçhe onların yobazlıklarını besliyor, ancak 11 Eylül
teröristlerinden bazılarının hiç de dindarca olmayan yaşam tarzları sürdüğünü hatırlatmakta
fayda var. Dünya Ticaret Merkezi’ni hedef alan saldırının belli bir siyasi amacı vardı.
Fakat Amerika’da bu nefretin karmaşık boyutlarıyla yüzleşme konusunda gözle görülür
bir gönülsüzlük söz konusu. Daha çok, teröristler ‘Özgürlükten nefret eder’ gibi soyut
değerlendirmeleri ya da dini birikimlerinin onları Batı kültürüne düşman kıldığı gibi iddiaları
ciddiye almaya meylediliyor.
İki amaç belirlenmeli
Bu yüzden terörizmle savaşı kazanabilmek için iki amaç belirlenmeli: İlki teröristleri
yıkmak, ikincisi de onların varoluşuna zemin hazırlayan koşulları ortadan kaldırmaya yönelik
siyasi bir girişim başlatmak olmalı. Britanyalıların Kuzey İrlanda’da, İspanyolların Bask’ta
yaptığı, Rusların Çeçenya’da yapması istenen bu. Bu, teröristlerin teskin edilmesi anlamına
gelmiyor, ancak terörist dünyayı tecrit edip ortadan kaldırmaya yönelik stratejinin önemli bir
parçası.
Benzerlikler, hüviyet kartı gibi aynı değil, ama bunu akıllarda tutarak ABD’nin bugün
Ortadoğu terörizmi konusunda yüz yüze olduğu koşullarla 1960 ve 70’lerde içeride yaşadığı
krizler arasında paralellikler kurulabilir. O sıralarda Amerikan toplumu, Ku Klux Klan, Beyaz
Vatandaşlar Konseyi, Kara Panterler ve Symbionese Kurtuluş Ordusu gibi grupların şiddet
eylemleriyle sarsıldı. Sivil haklara ilişkin yasalar olmasa, ırklararası ilişkiler hakkında
Amerika’nın toplumsal görüşlerinde önemli değişimler olmasa, bu örgütlerin yarattığı tehdit
daha uzun sürebilirdi.
Bush yönetiminin beğendiği, dar, neredeyse tek boyutlu terörist tehdit tanımı, Rusya
Devlet Başkanı Vladimir Putin, İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Hindistan Başbakanı Atal Bihari
Vajpayi ve Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in yaptığı gibi yabancı güçlerin de kendi
gündemlerini desteklemek için ‘terörizm’ sözcüğüne sarılması gibi özel bir tehlikeyi de
beraberinde getiriyor. Amerika’nın terörist tehdit tanımı, bu liderlerin her biri için, hem uygun
hem de ikna edici.
Amerikalılarla görüşürken, Putin de Şaron da, Amerika’nın terörizmle mücadelesini
Müslüman komşularıyla ortak bir mücadeleye dönüştürmek için içinde ‘T’yle başlayan o
kelimenin geçmediği bir tek cümle bile kurmuyor. Putin, Rusya’nın Çeçenya’da ve daha önce
Afganistan’da işlediği suçlara karşın, İslamcı tehdidi Rusya’dan uzaklaştırma fırsatını
yakaladığını düşünüyor. Filistinlilere yönelik baskıyı artırmakta kendini daha rahat hisseden
Şaron, ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin bozulmasını memnuniyetle karşılayacaktır.
Hindistan’daki Hindu fanatikler de genel olarak İslam’ı özelde Keşmir’deki terörizmle
ilişkilendirmeye pek hevesli. Geri kalmayan Çinliler, kısa süre önce Bush yönetiminin, Sincan
eyaletinde mücadele eden ayrılıkçı bir Müslüman Uygur grubunu, El Kaide’yle bağlantılı bir
terör örgütü olarak listeye almasını sağladı.
Amerika, siyasi bir tanıma dayanmayan terörizmle savaşın bu biçimde başka amaçlarla
kullanılması gibi potansiyel bir tehlikeyle karşı karşıya. Bu, feci sonuçlar doğurabilir.
Amerika, kapsamlı ve derin boyutlarıyla terörizme cevap vermekte başarısız görülür, bu
yüzden Avrupa ve Asya’da kilit önemdeki demokratik müttefikleri tarafından ahlaken geniş
ve siyaseten naif olarak değerlendirilirse -aynı zamanda etnik ve milliyetçi duygulara yönelik
hoşgörüsüz baskıyı eleştirellikten uzak bir biçimde kucaklar görünürse-Amerika’nın
politikalarına verilen küresel destek de kuşkusuz azalır. Ve Washington’ın terör karşıtı
kapsamlı bir koalisyon kurma çabası da ağır bir darbe alacaktır. Irak’la olası bir çatışmanın
uluslararası destek bulması ihtimali de ciddi biçimde zayıflar.
Bu biçimde tecrit edilmiş bir Amerika, onu kendinden menkul müttefiklerinin işlediği
suçlar yüzünden suçlamaya kararlı intikamcı teröristler tarafından daha fazla tehdit
edilecektir. Terörizmle savaşta zafer, asla teslim olmaya yönelik resmi bir eylemle
kazanılamaz. Zafer, ancak terörist eylemlerin giderek ortadan kalkmasından kaynaklanır. Bu
yüzden ileride Amerikalıları hedef alacak başka saldırılar, savaşın kazanılmadığını gösteren
acılar yaşanacak. Maalesef bunun temel sebeplerinden biri de Amerika’nın 11 Eylül’deki
terörist eylemin siyasi kökenlerini enine boyuna değerlendirmekteki isteksizliği olacak.
(The New York Times, 1 Eylül 2002)
Üçüncü Dünya Savaşı
Thomas Friedman
Acaba ülkem gerçekten de ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığını anladı mı? Bu saldırı
Üçüncü Dünya Savaşı’nın Pearl Harbor’ı, demek ki önümüzde çok çok uzun bir savaş var.
Ve bu Üçüncü Dünya Savaşı bizi bir süper güçle karşı karşıya getirmiyor. Bizi,
dünyanın tek süper gücü ve Batı değerlerinin, serbest piyasanın ve liberalizmin özbeöz
sembolü olan bizi, bütün o kızgın ve süper yetkin kadın ve erkeklerle karşı karşıya getiriyor.
Bu süper yetkin insanların çoğu yıkılan Müslüman ve Üçüncü Dünya devletlerinden geliyor.
Onlar bizim değerlerimizi paylaşmıyor, Amerika’nın hayatları, politikaları ve çocukları
üzerindeki etkisine içerliyorlar. Çoğunlukla Amerika’yı kendi toplumlarının başarısızlığının
sorumlusu olarak görüyorlar.
Onları süper yetkin yapan, internet, yüksek teknoloji ve bilgi ağıyla sarılı dünyayı
kullanmadaki yetenekleri. Onlar bizim en gelişmiş uçaklarımızı insanların yönettiği,
kararlılığın rehberlik ettiği ‘cruise’ füzelerine çevirdiler -kendi fanatizmleriyle bizim
teknolojimizin şeytani bir karışımı. Online Cihat. Ve neyi vurduklarına bakın: Dünya Ticaret
Merkezi -Amerikan kapitalizminin ışığı- ve Pentagon, Amerikan ordusu’nun vücudu.
CIA’yı rahat bırakın
O zaman böyle insanlarla savaşmak için ne yapmalı? Öncelikle biz Amerikalılar asla
Pakistan, Afganistan, Lübnan’ın vahşi Bekaa Vadisi gibi yerlerde aile bağlarına dayalı küçük
gruplarda yaşayan insanları etkileyemeyeceğiz. O karanlık insanları tek etkileyebilecek olan
kendi toplumlarıdır. Onlar bile bunu sürekli yapamaz. Bu nedenle CIA’yı rahat bırakın.
İsrailli yetkililer, bu intihar eylemcileri ve radikal Filistinliler üzerinde tam kontrolü
ancak onları hapse atarak, Yaser Arafat ve onun Filistinli yetkililerinin sağlayabildiğini
söylüyor. Şimdi sorular başlıyor: Topraklarında terörist grupları ağırlayan ülkelerin onlara
karşı harekete geçmeleri için ne yapmalıyız?
Öncelikle onlara son derece ciddi olduğumuzu kanıtlamalıyız ve anlamalıyız ki bu
teröristler gerçekte politikalarımızdan değil, bizim varlığımızdan nefret ediyor. Sivilleri bir
yana bırakın, askerlerimizi bile onların tehditleri karşısında tehlikeye atmıyoruz.
İkinci olarak yıllardır Ortadoğulu müttefiklerimizin üzerinde oynanmasına izin
verdiğimiz ve artık kesinlikle durdurmamız gereken ikili oyunlar var. Suriye gibi bir devlet
karar vermeli; Şam’da bir Hizbullah büyükelçiliği mi, Amerikan büyükelçiliği mi istiyor?
Üçüncü olarak, Müslüman dünyası ve politik liderleriyle bu insanların niye böyle ayrı
düştükleriyle ilgili olarak ciddi ve saygılı bir konuşma yapmalıyız. Dünyanın hiçbir yerinde
Aşağı Sahra Afrikası’nda bile Arap-Müslüman dünyasındaki gibi özgür olmayan seçimlerle
göreve gelen liderler yok. Neden? Bugünkü Arap liderler neden özeleştiriye dayanamıyor.
Neden tepki göstermiyorlar?
Oğullarına İsraillilere karşı direnmeyi, ancak kendilerini ya da masum sivilleri
öldürmemeyi söyleyen Müslüman liderler nerede? Ne kadar kötü olursa olsun, hayatınız
kutsaldır. Avrupa’nın Yahudilere uyguladığı soykırım gibi bir suçu hiçbir zaman işlemeyen
İslamiyet gibi büyük bir din, intihar bombacılarının el kitabı gibi kullanılarak bozuluyor.
Niçin hiçbir Müslüman lider buna tepki göstermiyor.
Eğer Üçüncü Dünya Savaşı söz konusuysa bunlar tartışılması gereken konular. Bu
kararlı ve güçlü bir düşmana karşı verilecek çok uzun bir savaş olacak. Onlar sadece yok
etmek zorundalardı. Ancak biz tam tersini etkili bir şekilde yaparak bu açık ve özgür toplumu
yok etmeye değil, korumaya çalışıp savaşmalıyız. Sert uçmayı, ancak güvenli inmeyi
öğrenmeliyiz.
(The New York Times, 13 Eylül 2001)
Bin Ladin’e Bush’tan mektup var
Thomas Friedman
Beyaz Saray Amerikan yayın kuruluşlarından, Usame bin Ladin’le ilgili yayınları
sınırlamalarını istemiş. Başkan sansür yerine Bin Ladin’e yanıt verseydi keşke. Şunları
söyleyebilirdi:
Sayın Bin Ladin, sizi dinledim. Hiçbir Arap ya da Müslüman liderin size yanıt vermeye
cesaret edemeyeceğini bildiğim için, ben vereyim dedim.
Açık söyleyeyim: Dokunaklı konuştunuz. Ama belli ki, neden bizim bu kadar güçlü ya
da küçümsediğiniz Arap rejimlerinin neden bu kadar zayıf olduğu hakkında bir fikriniz yok.
Çok şey söylediniz ama en açıklayıcısı, söylemediğiniz şeydi: Gelecek hakkında hiçbir
şey söylemediniz. Bu muhtemelen son dileğiniz ve vasiyetinizdi -inşallah öyledir- ve gelecek
nesiller için söylemek istediğiniz her şeyi söyleyebilirdiniz. Ne de olsa mikrofon elinizdeydi.
Yine de söyleyecek hiçbir şeyiniz yoktu. Müslüman dünyasına tek mesajınız kimden nefret
etmesi gerektiğiydi.
Bunun bir sebebi, İslam tarihi hakkında gerçekten fazla bir şey bilmemeniz. Sizin
kadınlara hayvan sürüsü, Müslüman olmayanlara düşman gibi davranılan kapalı, içe dönük,
nefret dolu İslam versiyonunuzun, İslam’ın muhteşem dönemleriyle bir alakası yok ve tekrar
öyle bir dönem de getirmez.
Bahsettiğiniz tek Arap devletinin Irak olması da açıklayıcıydı. Irak, kendi halkına
zehirli gaz sıkan, petrol zenginliğini kendine saraylar yapmak için kullanan, Kuveyt’e saldıran
faşist diktatör Saddam Hüseyin tarafından yönetiliyor. Ama siz bütün bunlar karşısında sessiz
kalıyorsunuz. Sizi rahatsız eden rejimin kendisi değil, böyle bir rejime son vermek için
hedeflediğimiz yaptırımlar.
Son 80 yılın Arap-Müslüman dünyası için bu kadar durgun geçmesinin müsebbibi
Amerika değil. Biz ve diğerleri pek çok soruya yanıt aradık: Çocuklarımızı en iyi nasıl
eğitiriz? Ticaretimizi nasıl geliştirebiliriz? Nasıl endüstriyel bir temel inşa edebiliriz? Siyasi
katılımı nasıl artırabiliriz? Ve liderlerimizi, bu sorulara ne kadar iyi yanıt verebildikleriyle
yargıladık. Ancak siz Arapların ve Müslümanların liderlerine tek bir soru sormasını
istiyorsunuz: İsrailliler ve kâfirlerle ne kadar iyi savaştınız? Tek soru bu olamaz. Yine de sizin
gibiler tek bir soru istediği, başka sorular sormak isteyen her Arap’ı sindirdiği için, bölgenizin
Saddam gibi alçaklarca yönetilmesine izin verdiniz.
Evet Bin Ladin, öfkenizi biraz aldınız, ama bizi yok edeceğinizi sanarak kendinizi
kandırmayın. Güçlü bir şeyi yok etmeniz için, güçlü bir şey yaratmanız gerekir. Ama
yapamazsınız. Çünkü Arap-Müslüman dünyasındaki entelektüel ve yaratıcı enerjiler, Irak gibi
baskıcı rejimler ya da sizin gibi liderler yüzünden asla tam potansiyeline erişemez.
Stalin ve Mao da kendi halkını katletti ama bu katillerin bile toplumları için bir planı
vardı. Oysa siz Bin Ladin, hırsızdan başka birşey değilsiniz. İslam’ın hırsızı, başkalarının
teknolojisinin hırsızı, Arap uluslarının, rejimlerine duyduğu öfkenin hırsızı. Ama hiçbir
görüşünüz, planınız yok. Bu yüzden mezar taşını yazmak kolay olacak: Usame bin Ladin-çok
şey yıktı, hiçbir şey yaratmadı. Bıraktığı iz, çöldeki bir ayak izi gibi.
(The New York Times, 12 Ekim 2001)
Hâlâ tarihin sonundayız...
Francis Fukuyama
Birçok yazar ve yorumcu, 11 Eylül trajedisinin 10 yıl önce söylediğim, tarihin sonuna
eriştiğimiz iddiasının yanlış olduğunu kanıtladığını yazdı. Sonra koro başladı; George Will
tarihin tatilden döndüğünü belirtti, Fareed Zakaria tarihin sonunun sonunu ilan etti.
Bu eşi benzeri olmayan saldırının tarihi başka bir boyuta taşımadığını iddia etmek
saçmadır ve 11 Eylül’de ölenlerle şu anda Afganistan’daki askeri operasyonlara katılanlara
hakaret anlamına gelir. Fakat ben ‘tarih’ kelimesini farklı kullanmıştım: Benimki liberal
demokrasi ve kapitalizm gibi kurumlarla tanımlanan, insanlığın moderniteye doğru yüzyıllar
süren ilerlemesine gönderme yapıyordu.
1989’da komünizmin yıkılışının arifesinde yaptığım bu gözlem, bu evrimsel gelişmenin
dünyanın her seferinde daha büyük bir kısmını moderniteye doğru götürdüğüydü. Liberal
demokrasi ve serbest pazar ekonomisinin ötesinde gelişme göstermek adına ulaşmak
isteyebileceğimiz başka bir şey yoktu, o yüzden tarihin sonuydu. İlerlemeye direnen bazı
gerici unsurlar vardı, fakat sosyalizm, monarşi, faşizm ve diğer bütün otoriter yönetimler
denendikten sonra insanların sürdürmek istediği mantıklı başka bir medeniyet alternatifi
kalmamıştı.
Medeniyetlerin çatışması
Bu görüşe birçok insan meydan okudu, özellikle de Samuel Huntington. Huntington
dünyanın tek ve küresel bir sisteme doğru ilerlemek yerine 6-7 kültürel grubun birbirleriyle
karışmadan beraber yaşadığı ve küresel çatışmaların kırılma noktalarını oluşturduğu bir
‘medeniyetler çatışması’nın batağında varlığını sürdürdüğünü iddia ediyordu. Küresel
kapitalizmin merkezine yapılan ve başarılı olan saldırının Batı’dan memnun olmayan aşırı
İslamcılar tarafından düzenlendiği kesin olduğu için gözlemciler Huntington’ın ‘çatışma’
görüşüyle benim ‘tarihin sonu’ hipotezime sekte vuruyor. Ben haklı olduğumu düşünüyorum:
Modernite, bu yaşananlar ne kadar acı olsa da rayından çıkmayacak kadar güçlü bir yük treni.
Demokrasi ve serbest pazarlar dünyanın büyük bölümü için egemen prensipler olarak zaman
içinde gelişmeye devam edecekler. Fakat şu andaki meselenin asıl boyutlarının ne olduğunu
düşünmek gerekiyor.
Ben her zaman modernitenin kültürel bir temeli olduğuna inandım. Liberal demokrasi
ve serbest pazarlar her zaman her yerde işlemez. En iyi belli değerleri olan -bu değerlerin
çıkış noktaları tamamen mantıklı olmasa da toplumlarda işlerler. Modern liberal demokrasinin
ilk önce Hıristiyan Batı’da doğması bir tesadüf değil, çünkü demokratik hakların evrenselliği
birçok anlamda Hıristiyanlığın evrenselliğinin seküler bir formu olarak görülebilir.
Huntington’ın temel sorusu şu: Modernitenin kurumları sadece Batı’da mı işleyecek,
yoksa onların çekiciliklerindeki daha genel bir şey Batılı olmayan toplumlarda da
ilerlemelerine imkân verecek mi? Bence evet, verecek. Kanıt demokrasi ve serbest pazarın
Doğu ve Güney Asya, Latin Amerika, Doğu Avrupa gibi bölgelerde ilerleme göstermiş
olması. Diğer bir kanıt Batılı toplumlarda yaşamayı seçen ve zamanla Batılı değerleri kabul
eden Üçüncü Dünya ülkesinden gelen göçmenler.
Fakat İslam’da, ya da köktendinci İslam’da Müslüman toplumları moderniteye
direnmeye iten bir şeyler var gibi görünüyor. Bütün çağdaş kültürel sistemler içinde İslam
dünyası en az demokratik yönetimi barındırıyor. Singapur ya da Güney Kore gibi Üçüncü
Dünya ülkesi statüsünden birinci dünya ülkesi statüsüne geçebilen hiçbir İslam ülkesi yok
(Türkiye hariç).
Birçok Batılı olmayan toplum, modernitenin teknolojisini ve ekonomisini kabulleniyor,
ancak bunlara Batılı kültürel değerleri ya da demokratik politikaları kabul etmek zorunda
kalmadan sahip olabilmeyi umut ediyor; Çin ve Singapur gibi. Başkaları modernitenin
ekonomik ve politik versiyonlarını beğeniyor ancak bunu nasıl başaracaklarını bilemiyorlar
(Örneğin Rusya). Onlar için Batılı tarz moderniteye geçiş uzun ve acılı olabilir. Fakat onları
zamanla buna ulaşmaktan alıkoyacak aşılmaz kültürel engelleri yok ve dünya nüfusunun
4/5’ini oluşturuyorlar. Buna karşılık İslam sürekli moderniteyi tamamiyle reddeden Usame
bin Ladin ve Taliban gibi insanlar üreten tek kültürel sistem. Bu durum, bu insanların geniş
Müslüman toplumunu ne kadar temsil ettiği sorusunu da beraberinde getiriyor. 11 Eylül’den
bu yana Doğulu ve Batılı politikacıların buna verdiği cevap, teröristlere sempati duyanların
Müslümanların çok küçük bir azınlığını oluşturduğu. Müslümanları bir grup olarak nefretin
hedefi olmaktan korumak için bunu söylemeleri önemli ve gerekli. Sorun, Amerika ve onun
temsil ettiği şeylere olan nefretin açıkça bundan çok daha geniş bir yayılım alanı olması.
Elbette intihar görevlerine giden ve ABD’ye komplo kuran kişilerin sayısı çok az. Fakat
yıkılan kulelerin görüntüsünden alınan zevk ve ABD’nin hak ettiğini bulduğu duygusu,
sonradan reddedilse de, birçok insanın ilk hissettiğiydi. Bu standarda göre Müslümanlar
arasında teröristlere sempati duyanlar ‘küçük bir azınlık’tan daha çok; Mısır’daki orta sınıftan
Batı’daki göçmenlere kadar...
Ciddi bir alternatif mi?
Bu geniş nefret İsrail’e verilen destek gibi Amerikan politikalarına karşı olmaktan çok
daha derin bir şeyleri temsil ediyor. Belki, birçok yorumcunun düşündüğü gibi nefret, Batı’nın
başarısı ve Müslümanların başarısızlığından kaynaklanan kıskançlıktan doğuyor. Fakat
Müslümanlığı psikolojik olarak incelemektense radikal İslam’ın Batı demokrasisine bir
alternatif oluşturup oluşturmadığı sorusunu sormak gerekiyor.
Müslümanların kendileri için bile politik İslam, soyut olarak gerçekte olduğundan daha
çekici. Köktendinci bir hükümetin yönetimi altında 23 yıl yaşadıktan sonra İranlıların büyük
bir çoğunluğu, özellikle 30 yaşın altındakilerin hepsi, çok daha liberal bir toplumda yaşamayı
tercih ediyorlar. Propagandası yapılan bu Amerikan karşıtlığı ve nefreti önümüzdeki yıllarda
Müslüman toplumları için uygulanabilir bir politik programa dönüşemeyecek.
Hâlâ tarihin sonundayız, çünkü dünya politikalarına egemen olacak hâlâ tek bir sistem
var, o da liberal ve demokratik Batı’nın sistemi. Bu çatışmalardan uzak bir dünya ya da farklı
toplumları birbirlerinden ayıran kültürlerin yok olması anlamına gelmiyor. Fakat karşı karşıya
olduğumuz mücadele 19. yüzyıl Avrupa’sındaki büyük güçlerin çatışması gibi eşit kültürlerin
bir çatışması değil. Çatışma, geleneksel varlıkları modernizasyon tarafından tehdit edilen bazı
toplumların kendilerini koruma amaçlı bir dizi saldırısından oluşuyor. Toplumsal gelişmeye
karşı verilen tepkilerin gücü bu tehdidin ciddiyetini gösteriyor. Fakat zaman ve kaynaklar
modernitenin yanında ve onun Batı’da varlığını sürdürmemesi için hiçbir sebep yok.
(The Wall Street Journal, 8 Ekim 2001)
Taliban’a kimse üzülmez ama...
Graham E. Fuller
Afganistan’da terörizmi besleyen jeopolitik son derece göz korkutucu. Bölge
genelindeki İslami politikalardan kaynaklanan karşıtlıkların zenginliği, ABD’nin ilgi alanına
girmiyor.
Taliban 1996’da, 1980’deki Sovyet istilasından beri iç savaşla boğuşan ülkenin
kanunlarını -İslamiyet’in oldukça tutucu bir türüne dayalı -ve düzenini onarmak misyonuyla
göreve geldi. Taliban, pek çoğu Afganistan’ı Sovyet istilasından kurtarmak için savaşmış Orta
Asya ve Arap dünyasının bütün radikal İslamcılarının eğitildiği kamplarla dolu bir ülkeyi ele
geçirdi.
Taliban bu savaşçıları İslamiyet’e duyduğu bağlılıktan çok kendisini bir önceki daha
modern İslam yönetiminin güçlerine karşı korudukları için ülkeden uzaklaştırmadı.
İslam’ın idelojik kullanımı
İslamiyet’in politikanın temel aracı olarak kullanılması Müslüman dünyasının basit bir
gerçeği. Müslüman dünyasında Kuran, adalet ve doğru yönetim sağlamak ve ahlak
bozulmasını engellemek için bir kaynak olarak kullanılıyor. İslam, hem laik yönetime karşı
içeride verilen savaşta, hem de Müslüman olmayanların baskılarından kurtulmak isteyen
Müslümanlar içinde bir ideoloji olarak kullanılıyor.
Orta Asya, diktatörlüğün, ahlaksızlığın ve kötü yönetimin radikal ve şiddet yanlısı
unsurlarına karşı, daha radikal ve şiddette dayalı olan bir İslami hareket dalgası yarattı.
- Özbekistan’ın neo- Stalinist yönetimi, tüm muhaliflerini hapsetti, işkenceye uğrattı,
öldürdü ya da sürgüne gönderdi. Böylece ülkede silahlı bir ‘İslamcı’ hareketin doğmasına yol
açtı. Şimdi aynı yönetim ‘terörizm’e karşı işbirliğine sevinerek girecek, çünkü bu tanım bütün
muhalefeti kapsıyor.
- Çin’in Sincan’da 8 milyon Müslüman Uygur Türk’üne yaptığı eziyet, Uygurları aşırı
milliyetçiliğe ve İslam’a yöneltti, daha sonra bu hareketler şiddete dönüştü. Çin,
Washington’ın terörizm karşıtı hareketine katılmak isteyecektir, çünkü böylelikle Uygurlar’a
uygulayacağı kıyımı açıklayabilir.
- Çeçenler, 200 yılı aşkın süredir Rusya’dan bağımsızlıklarını kazanmak için savaşıyor
ve bu savaş geleneksel olarak İslamiyet adına yapılıyor. Rusya da ‘terörizm karşıtı harekât’a
hoş geldin diyecektir.
- Müslüman Keşmirliler, Hindistan’a karşı verdikleri mücadelelerinde İslamiyet’e
başvurdu.
- Tacikistan’daki kabile savaşları, yine İslam merkezli.
- İran, Taliban’dan nefret etti, çünkü Şiiliğe karşıydılar.
- Pakistan’ın Keşmir’deki temel gücünü oluşturan ve Hindistan’la aralarında denge
unsuru olan Keşmir gerillaları Afganistan’daki kamplarda eğitildi.
Bir kısmı da Arap ülkelerinden gelen bütün bu muhalif gruplar, Afganistan’ı 20 yılı
aşkın süredir gerilla eğitim kampı olarak kullanıyor.
Bu hareketleri yaratan Afganistan değil, hareketleri meydana getiren bölgesel koşullar
Afganistan’ın temel görevini de yaratıyor. Bölgedeki güçlerin büyük çoğunluğu Özbekistan,
Hindistan, Rusya, İran, Çin- ülkelerindeki karşıt güçleri besleyen Afgan yönetiminin sona
erecek olmasından memnuniyet duyar. Ancak ABD için bu güçlerin bazıları ‘yatak arkadaşı’
olarak kabul edilemez.
ABD için jeopolitik hoşgörüde bazı limitler var. Kimse Taliban için gözyaşı dökmezken
çoğunluk Asya’da ABD’nin hegemonya kurma olasılığına düşmanlık besliyor. Onlar,
kapılarının önünde gerçekleşecek ve ABD’nin bütün dünyaya rahatlıkla karışabilmesine
olanak tanıyacak bir askeri harekâttan korkuyorlar.
Ortadoğu’da çoğu otoriter rejim, büyük çoğunluğu şiddet doğurmayan bir kısmı ise
Mısır ve Cezayir’deki gibi kanlı olan yerel İslami hareketlerle karşı karşıya. Çoğu Müslüman,
İslami hareketi, Mısır, Suudi Arabistan, Cezayir ve Tunus’taki gibi özgürlükleri kısıtlayan
rejimlere karşı doğal bir barışçı mücadele aracı olarak görüyor.
Eğer Amerika’nın başlatacağı terörizm karşıtı savaş, barışçı İslami hareketlerle karşı
karşıya olan bu köklü rejimlerin yararına sonuçlanırsa, -Filistinliler üzerindeki İsrail
kontrolünü artırmak gibi- ABD’nin planları hakkında ciddi şüpheler doğracaktır.
Seçim yapmak çok zor, çünkü İslami hareketler sürdükçe, daha radikal bir hale
geliyorlar. Filistin ve Keşmir sorunları için bulunacak adaletli çözümler, ABD’nin terörizm
karşıtı savaş planlarına bölgeden samimi bir destek gelmesi için önkoşul.
Pakistan elden çıkabilir
Bölgede en zor durumda olan Pakistan. Doğusunda güçlü bir Hindistan olan İslamabad,
batıda stratejik bir derinliğe gerek duyuyor. Taliban’ın iktidara gelmesine yardımcı oldu,
böylece Afganistan’da düzenin dost güçler tarafından sağlanmasını istedi. Afganistan’ın
çelişkilerin merkezi olması boşuna değil.
Pakistan Usame bin Ladin için sevgi beslemese de, Taliban yararlı bir müttefik. Eğer
Taliban, bin Ladin’i ABD’ye verecek olursa, Pakistan’da onu zamanında Sovyetler’e, şimdi
de Amerikan emperyalizmine karşı savaşan bir kahraman olarak gören İslami nüfustan
kaynaklanan hassas bir dönem başlayacak.
Buradaki büyük ironi şu: ABD’nin bin Ladin’i ele geçirme süreci, Pakistan’ın
köktendincilerin kontrolü altına girmesine yol açabilir. Ortadoğu’nun çoğu yerinde ve Orta
Asya’da, özellikle Müslümanların gözünde terörizmi politikadan ayırmak oldukça zor. Eğer
Washington, ülkelerin iç meselelerine karışmakta ısrar ederse, dostlarının büyük çoğunluğunu
kaybedecek.
(Los Angeles Times, 20 Eylül 2001)
Washington değişmeli
Graham E. Fuller
Afganistan’a askeri harekât başladı. Operasyonun ilk evresinde en önemli hedef Usame
bin Ladin ve onun önde gelen komutanları. Nihai aşama büyük ihtimalle Keşmir ve
Özbekistan’a karşı faaliyet gösteren terörist ve gerilla gruplarının kamplarını hedef alacak.
Afganistan’daki askeri operasyonda büyük zorluklar var. Öncelikle, Pakistan’daki dini
hareketler, harekâta şiddetle karşılık verip ülkenin rejimini bile sarsabilir. İkincisi,
Pakistan’daki birçok asker İslami görüşlere sahip ve Taliban sempatizanı; onlar başkan Pervez
Müşerref’e karşı hareket edebilir. Daha ılımlı askerler bile Taliban’ın düşmesini, Pakistan’ı
Hindistan tehdidine karşı zayıflatıcı, Batı kanadındaki dost ve stratejik bir müttefikin imhası
olarak görüyor.
Hassas denge
Şu ana kadar hükümet Pakistan’ı iyi idare etti. Müşerref, Pakistan halkına Taliban’ın
Bin Ladin konusunda işbirliği yapmayarak kendisine ölümcül bir zarar verdiğini söyledi.
ABD ve Britanya’nın Afganistan’daki operasyonları çok uzun sürmediği sürece ve Afgan
sivil halkının kayıplarına medyada çok fazla yer verilmezse Pakistan bu krizi atlatabilir.
Operasyon sadece Afganistan’la sınırlı tutulduğu sürece Arap dünyası büyük ihtimalle
sükûnetini koruyacak. Sonuçta Afganistan terörizme karşı genel savaşta tek askeri operasyon
yapılan ülke olabilir. Bin Ladin sorunu çözüldükten sonra işler daha da zorlaşacak askeri
anlamda değil diplomatik anlamda.
Sebep: Terörizme karşı mücadelenin ileri safhaları Lübnan ve Filistinli gerilla gruplarını
hedef alacak, bu Arap rejimlerinin çok duyarlı olduğu bir konu ve uzun vadede koalisyon ve
birliği tehdit edebilir.
Hükümet, harekâtın hedeflerini çok açık olarak uluslararası boyutları olan terörist
örgütler olarak belirledi. Bu birçok Filistinli grubu dışarıda bırakan bir tanım. Aslında
Filistinlilerin Bin Ladin operasyonlarında ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket etmemiş
olmaları dikkat çekici.
Müslüman dünyası Filistinli gerillalara karşı herhangi bir saldırının Filistinlileri İsraille
mücadelelerinde zayıflatacağı görüşünde.
Burada derin ahlaki ve pratik problemlerin olduğu çok açık: Amerika Filistinli gerilla
güçlerine askeri olarak İsrail’den daha fazla zarar veremez. Bu durumda terörizme karşı
savaşın ileri safhaları istihbarat, polis ve uluslararası işbirliğine odaklanacak.
Bush’un Irak stratejisi anahtar konumda. Saddam Hüseyin’in rejimi belki de dünyadaki
rejimlerin en kötüsü. Ama Bağdat’la Bin Ladin arasında ciddi bir bağlantı olduğuna dair kanıt
yok. Bu yüzden de terörizmle savaş adına Irak’a saldırıda bulunmak çok güç. Bu, Arap
hükümetleri arasındaki gerilimi yükseltir. Bağdat bir süre operasyonların gelişimini
bekleyecek.
Irak tehlikeli
ABD’nin girişimi doğru ve başarılı bir şekilde sürdürülürse uluslararası teröristlerin
saldırılarını önlemede hayli etkili olacak. Bundan sonra da uzun vadeli ve yıldırıcı bir görev
başlayacak: Terörizmin nedenlerinin köklerine inmek.
Sonuç olarak, dünyanın büyük bir bölümünün ortak duygusu olan 11 Eylül
saldırılarında masumların ölümünün çok trajik olduğu fakat ABD’nin de bunu bir şekilde hak
ettiği düşüncesi, saldırıların kendisinden daha da korkutucu. Bu duyguya mutlaka el atılmalı.
Katı ve yüksek düzeyde bir güvenlik anlayışı yerini bir an önce liberal bir uygulamaya
bırakmalı. Rejimin iyileştirilmesine, siyasi liberalleşmeye ve hatta yeni bir ABD dış
politikasına ihtiyaç var -diğer ülkelerin çıkarlarına daha duyarlı ve sadece Amerika’nın
çıkarlarına odaklanmamış, tek yönlü olmayan bir dış politikaya...
(Los Angeles Times, 8 Ekim 2001)
Yeni savaş eski kafayla yürümez
Richard Holbrooke
Buna ister kamu diplomasisi, ister kamu işleri, ister psikolojik savaş, isterseniz de lafı
eveleyip gevelemeyi bırakıp propaganda deyin. Adını ne koyarsanız koyun asıl belirleyiciliği
ve tarihsel önem taşıyacak nokta, dünyadaki milyarlarca Müslümanın kafasınadaki soruya
yanıt vermek: Bu savaş gerçekten niçin yapılıyor?
Her İslam uzmanı, Müslüman dünyasında olup bitenleri yorumlayan herkes İslam’a
karşı savaşıldığını ileri süren Usame bin Ladin’in terörizme karşı savaşıldığını söyleyen Bush
karşısında avantaj yakaladığı görüşünde.
11 Eylül’ü alenen göklere çıkaran bir katliamcı nasıl olur da, bir insanın zihnini ve
kalbini kazanabiliyor? Nasıl olur da mağarada yaşayan bir adam dünyanın iletişim konusunda
en ileri ülkesinin iletişim ağını delik deşik edebiliyor?
Bin Ladin’in başarısı kısmen modern medya teknolojileriyle ortaçağ sembollerinin
kurnaz bir karışımını yaratmasında yatıyor. Çölde ama yüksek teknolojiyle hazırlanmış video
kasedi bunun bir örneğiydi. Diğer bir etken ise İsrail’in destekçisi ABD’ye karşı Arapların
öfke dolu içerlemelerini istismar etmesi.
Fakat bu iki etken ABD’nin kontrolü dışında. Bin Ladin kendi mesajını yayabiliyor.
Amerika İsrail’e desteğini kesmekle terörizmi ödüllendirecek değil. Acil olarak Amerika’nın
üzerinde durması gereken kendi mesajındaki belirgin başarısızlık ve mesajı iletenlerin
yetersizliği.
Eğer bu mesaj kök salarsa, Bin Ladin ölüyken bile inançlı, fanatik teröristlerden oluşan
yeni bir kuşak yaratabilir. Bu nedenle ABD’nin şu sıralar yürüttüğü mücadelede diğer bütün
öğeler gibi ‘fikirlerin savaşı’ önemli. Ve o mutlaka kazanılmalı!
Modern iletişimdeki ezici Amerikan üstünlüğüne rağmen, Washington Müslüman
dünyasıyla marazi derecede modası geçmiş ya da elverişsiz teknolojilerle ve yapılması
gereken işe göre yetersiz bürokratik bir yapıyla iletişim kuruyor.
Bu durumu düzeltmekle görevlendirilen kişi deneyimsiz. Ekibi soğuk savaştan kalma.
Önlerindeki konuyla yakından uzaktan alakaları yok. Amerika’nın Sesi’ne gelince, hâlâ daha
kısa dalgadan yayın yapıyor!
Geçtiğimiz 60 yılda Washington en az üç defa, şimdiki adıyla kamu diplomasisi denen
zorluklarla karşı karşıya geldi ve her seferinde kendi özel mekanizmalarını yarattı.
Franklin Roosevelt, ünlü ‘Savaş İstihbarat Bürosu’nu kurdu ve en iyi mesajları
verebilmek için o kuşağın en yaratıcı beyinlerini çağırdı.
Harry Truman ve Dwight Eisenhower, komünizmle mücadelede fikirlerin önemini
görerek güçlü bir Soğuk Savaş devlet dairesi ABD İstihbarat Ajansı’nı yarattı.
Daha yakın geçmişte Clinton yönetimi ‘sıradan halkı bilgilendirme programlarının’
Sırplar arasında Slobodan Miloşeviç’e verilen desteği kırmaya yetmediğini görünce, mesajı
onarmak ve Sırbistan’da duyulması için yeni yollar bulmak için yeni bir ofis kurdu. Bu
çabalar Miloşeviç’in geçen yıl devrilmesinde önemli rol oynadı.
Şimdi de benzer bir ofis gerekli. Bu ofis Beyaz Saray’da kurulmalı. Dışişleri, Adalet
Bakanlığı, CIA, AID ve diğer birimlerin Müslüman Alemine yönelik kamu diplomasisi
etkinliklerini eşgüdümleyebilecek, daha doğrusu yönetebilecek tek yer Beyaz Saray.
Daha çok maddi kaynak gerekli. Bu amaca adanmış özel yayın sistemleri sadece
Afganistan için değil, Hindistan, Çin ve terörist yayınların yerleşmiş olduğu Batı Avrupa gibi
Arap olmayan ülkelerdeki Müslümanları da kapsayan bütün Müslüman dünyası için
geliştirilmeli.
Hükümetin dışındaki en iyi yetenekler İkinci Dünya Savaşı’nda yapıldığı gibi bir araya
getirilmeli. Amerika’nın çoğulcu toplumu, İslam hakkında devletin içinde hiç de bulunmayan
inanılmaz bir bilgi birikimine sahip.
(The Washington Post, 3 Kasım 2001)
İslam bütünleşebilmiş değil
Samuel Huntington
Teröre karşı bir savaşta mıyız, yoksa siyaset bilimci ve Harvard Üniversitesi öğretim
üyesi Samuel Huntington’ın 1993’te öngördüğü gibi bir ‘uygarlıklar çatışması’nda mı?
Michael Steinberger’le yaptığı söyleşide, Huntington genellemelerinin, çatışma ortamını
körüklediği yönündeki iddiaları yanıtlıyor.
Yaşananlar, neredeyse 10 yıldır uyarısını yaptığınız ‘uygarlıklar çatışması’ mı?
Usame bin Ladin açıkça bunun İslam ve Batı arasında bir uygarlıklar çatışması olmasını
arzu ediyor. Hükümetimizin en öncelikli görevi bunun gerçekleşmesini önlemek. Fakat işlerin
bu yönde ilerlemesi gibi bir tehlike var. Yönetimimiz Müslüman hükümetlerden destek almak
için bir dizi ziyarette bulunarak son derece isabetli hareket etti. Fakat ABD’de diğer terörist
gruplara ve terörist grupları destekleyen ülkelere saldırılması yönünde ciddi bir baskı var. Ve
böyle bir şey, bana öyle geliyor ki, mevcut savaşı bir uygarlıklar çatışmasına doğru
götürebilir.
Teröristlerin tümünün eğitimli, orta sınıf mensubu kişiler olması sizi şaşırttı mı?
Hayır. İslami olsun, diğerleri olsun, tüm köktenci hareketlerde yer alan insanlar
genellikle iyi eğitim almış kişiler. Bunların çoğunluğu bir terörist haline gelmez. Fakat
eğitimlerini çağdaş bir ekonomide değerlendirmek isteyen, fırsat yokluğu nedeniyle hüsrana
uğrayan zeki ve hırslı gençler. Küreselleşme güçlerinin ve onların tanımlarıyla Batı
emperyalizmi ile kültürel hegemonyanın çok yönlü basıncı altında yaşıyorlar. Batı
kültüründen hem etkileniyorlar, hem de Batı kültürü tarafından dışlanıyorlar.
‘İslam’ın sınırları kanlıdır’ diye yazmıştınız. Bununla neyi kastediyorsunuz?
Müslüman dünyanın sınırlarına baktığınızda, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar
arasında tam bir yerel çatışmalar zinciri görürsünüz: Bosna, Kosova, Kafkasya, Çeçenya,
Tacikistan, Keşmir, Hindistan, Endonezya, Filipinler, Kuzey Afrika, Filistin-İsrail çatışması.
Müslümanlar kendi aralarında da, diğer uygarlıklara göre çok daha fazla çatışma yaşıyor.
Yani, İslam’ın şiddeti beslediğini mi söylemek istiyorsunuz?
İslam’ın diğer dinlere göre daha fazla şiddet içerdiğini düşünmüyorum; kaldı ki,
Hıristiyanlar yüzyıllar boyunca Müslümanlardan çok daha fazla insan öldürdü. Burada temel
unsur demografik. Genel olarak baktığınızda, dışarı çıkıp diğer insanları öldürenler 16 ile 30
yaş arası genç erkeklerden oluşuyor. 1960, 70 ve 80’ler boyunca Müslüman dünyada doğum
oranı çok yüksekti ve bu kalabalık bir genç nüfus yarattı. Ama bu yavaş yavaş eriyecek.
Müslüman doğum oranları azalmaya başladı; hatta bazı ülkelerde keskin düşüşler görülüyor.
Kökenine bakarsanız, İslam kılıçla yayıldı; ama Müslüman teolojisinin doğasında şiddet
içeren bir şey olduğunu düşünmüyorum. İslam, diğer büyük dinler gibi, farklı biçimlerde
yorumlanabilir. Bin Ladin gibi insanlar, Kuran’ı kâfir öldürme gerekçesi yapabilir. Fakat
Haçlı seferlerini başlattığında Papa da aynı şeyi yapmıştı.
ABD, Ortadoğu’da demokrasi ve insan haklarını desteklemek için daha fazla mı çaba
sarf etmeli?
Bu iyi olurdu fakat aynı zamanda çok da zor bir şey. İslam dünyasında Batı etkisine
direnmek gibi doğal bir eğilim var ve İslam ile Batı uygarlığı arasındaki uzun çatışmalar
tarihine bir göz attığınızda, bu çok anlaşılır bir durum. Ama Müslüman toplumların çoğunda
demokrasi ve insan haklarından yana olan kesimler var ve bence bu kesimleri desteklememiz
lazım. Ne var ki, bu sefer de şu ikileme düşüyoruz: Bu toplumlarda baskıya karşı çıkan
grupların pek çoğu köktenci ve Amerikan karşıtı. Bunu Cezayir’de gördük. Demokrasi ve
insan haklarını desteklemek ABD açısından çok önemli bir hedef, fakat başka çıkarlarımız da
söz konusu. Başkan Carter insan haklarını destekliyordu ve ben onun döneminde Ulusal
Güvenlik Konseyi’nde hizmet verirken, bu konuyla ilgili sayısız tartışma yaşadık. Ama hiç
kimse Suudi Arabistan’da insan haklarını desteklemeye çalışma fikrini ortaya atmadı ve
bunun çok açık bir nedeni vardı.
Çok yakın müttefiklerimizi bir yana bırakırsak, hiçbir ülke ABD’ye Rusya kadar arka
çıkmadı. Bu Rusya’nın yüzünü kesin olarak Batı’ya dönmesi anlamına mı geliyor?
Rusya’nın yüzünü Batı’ya dönmesinin pragmatik bazı gerekçeleri var. Ruslar
Müslüman teröristlerin tehdidi altında olduklarını düşünüyor ve Batı’nın yanında yer almanın
kendi çıkarlarına olacağını, ABD nezdinde güven kazanarak NATO’nun Baltık ülkelerinde
genişlemesinin ve savunma füzelerinin hızını keseceğini umuyorlar. Bu bir çıkar sorunu ve
geniş çaplı bir yeniden kutuplaşma gibi değerlendirilmemeli. Fakat Çin’in yükselişinden hayli
telaşa kapıldıklarını ve Batı’ya bu yüzden yanaştıklarını da düşünüyorum.
ABD ile ihtilafa düşebilecek iki ülke olarak değerlendirdiğiniz Hindistan ve Çin
terörizme karşı yürütülen savaşa katıldı. Çatışma ‘Batı’ya karşı diğerleri’ yerine, ‘İslam’a
karşı diğerleri’ gibi bir noktaya kayabilir mi?
Mümkün. Batılılarla, Ortodoks Hıristiyanlarla Musevilerle, Hindularla, Budistlerle
savaşan Müslümanlar var. Doğu yarıkürede, Batı Afrika’dan Endonezya’ya kadar dünyadaki
1 milyar Müslüman, pek çok farklı halkla etkileşim halinde. Dolayısıyla başkalarıyla çatışma
olasılıkları da daha yüksek.
Size en sık yöneltilen eleştiri, tüm uygarlıkları birleşik bir blok olarak tarif etmeniz.
Bu tamamen yanlış. Kitabımın İslam’a ilişkin ‘Birliksiz Bilinç’ başlıklı temel
bölümünde, İslam dünyasındaki tüm bölünmelerin sebebini Müslümanların Müslümanlarla
kavgası olarak anlatmıştım. Mevcut krizde bile bölünmüş durumdalar. Alt kültürlere,
mezheplere bölünmüş 1 milyar insandan söz ediyoruz. İslam, diğerlerine göre en az
bütünleşmiş uygarlıktır. İslam’ın sorunu, Henry Kissinger’ın Avrupa’ya ilişkin söylediği
sorundur: ‘Avrupa’yı aramaya kalksam, hangi numarayı çevirmem lazım?’ İslam dünyasını
aramaya kalksanız hangi numarayı çevireceksiniz? İslam dünyasında hâkim bir güç
bulunsaydı onunla muhatap olabilirdiniz. Ama şu anda görünen, farklı İslami grupların
birbiriyle çekişmesidir.
(The New York Times, 20 Ekim 2001)
Tüm yatakçılar bedelini ödemeli
Henry Kissinger
Salı günkü gibi bir saldırı sistematik planlama, iyi bir örgütlenme, yüklü miktarda para
ve üs gerektirir. Böyle bir örgütlenme, doğaçlamayla gerçekleştirilemez, hele hele sürekli
hareket halindeyken.
Bugüne kadar saldırılara gösterilen tepki, anlaşılabilir nedenlerle, faillerin yakalanması
ve dengeleri düzeltmek için birtakım misilleme hareketleri düzenlenmesiyle sınırlıydı.
Fakat bu kez Amerikan topraklarında gerçekleşen bir saldırı söz konusu. Amerika’nın
özgür bir toplum olarak varoluşuna ve Amerikan yaşam düzenine kasteden bir saldırı... Bu
yüzden, olayın çözümü, birkaç teröristi değil, saldırıyı gerçekleştiren mekanizmanın kalbini
hedef almalı.
‘Öğüt vermeyi bırakalım’
Yapılacak ilk iş, tabii ki, kayıplarla ilgilenmek ve hayatı normale döndürmeye çalışmak
olmalı. Hiçbir şey bizi altüst edemez. Hayatımızın tepetaklak edilemeyeceğini kanıtlamak için
bir an önce kolları sıvamalıyız. Ve bundan böyle sürekli benzer saldırılarla cebelleşen
toplumlara, karşılık verirken ölçülü davranmalarını söyleyip durmaktan vazgeçip daha fazla
sempati göstermeliyiz.
Umarız hükümet Pearl Harbor saldırısında olduğu gibi saldırıdan sorumlu sistemin
tamamen imhasına yönelik bir tepki geliştirir. Karşımızdaki sistem, bazı ülkelerin
başkentlerinde barındırılan terörist organizasyonlar şebekesi. Çoğu kez, Birleşik Devletler
terörist organizasyonlara yataklık eden bu ülkeleri cezalandırmamıştır.
Bazen normal ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir.
Şu noktada ne yapılması gerektiğini ayrıntılarıyla anlatmak zor. Daha geçen hafta, salı
günkü gibi organize bir saldırıyı hayal edip edemeyeceğimi sorsaydınız, birçoklarının da
diyeceği gibi, ‘hayır’ derdim; yani söylediğim hiçbir şey eleştiri amacı taşımıyor. Değinmek
istediğim nokta, şimdiye kadar bir asayiş sorunu gibi müdahale ettiğimiz bu soruna artık farklı
yöntemlerle yaklaşmamız gerektiği.
Ana tema: Hepsini imha
Birtakım misilleme hareketlerinin geliştirilmesi çok normal ve bunu desteklerim de;
ama süreç böyle bitmemeli, teması bu olmamalı. Tema, dünya çapında organize, senkronik
çalışan tüm terörizm şebekesini ortadan kaldırmak olmalı. Henüz saldırganın kesin Usame bin
Ladin olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat, öyle ya da böyle, söz konusu saldırıları
gerçekleştirebilecek örgütlere yataklık eden ülkeler, bu saldırıya karışmış olsun ya da olmasın,
ağır bedel ödemeli. Soru, bu hafta ya da önümüzdeki hafta Amerika’nın nasıl bir darbe
planladığından ibaret olmamalı.
Ortak direniş yöntemi
Evet, bu Amerika ve müttefiklerinin asgari müşterekle sınırlı kalmayan ortak bir direniş
yöntemi bulmalarını gerektiren bir mesele. Ancak verilecek karşılık ille de bir mutabakata
mahkûm edilemez. Çünkü tehdit edilen ABD’nin kendi güvenliği. Soğukkanlı, dikkatli ve
acımasızca hareket etmeliyiz.
(The Washington Post, 13 Eylül 2001)
ABD tek başına kalabilir
Henry Kissinger
Taliban’a karşı savaş ivme kazandıkça, savaşa doğru perspektiften bakmak da önem
kazanıyor. Bush amacın devlet destekli terörizmi yok etmek olduğunu açıkça söyledi. Hayli
değişik doğasına rağmen yeni savaş da net ve bariz bir zaferle sona erebilir.
Teröristler acımasız, ama sayıları çok fazla değil. Hiçbir bölgeyi sürekli denetimde
tutamıyorlar. Eğer etkinlikleri bütün ülkelerin güvenlik güçlerince engellenirse-hiçbir ülke
yatakçılık etmezse kanun kaçağı olacak ve sırf hayatta kalabilmeye daha çok çaba
harcayacaklar. Afganistan ve Kolombiya’da olduğu gibi, bir ülkenin bir bölümünü yönetmeye
kalktıklarında askeri harekâtla yakalanabilecekler. Terörizm karşıtı stratejinin anahtar noktası
barınakları yok etmek.
Bu barınaklar farklı şekillerde oluşuyor. Bazı ülkelerde, anayasa ve kanunlardaki
kısıtlamalar, belirli suç unsurları söz konusu olmadıkça gözetim yapmayı yasaklıyor, ya da
bölgesel istihbaratın başka ülkelere taşınmasına izin vermiyor. Bu Almanya ve bir yere kadar
ABD için geçerli. Bu durumların düzelmesi için gerekli hazırlıklar yapılıyor.
Fakat barınakların çoğu bir hükümetin teröristlerin amaçlarından hiç değilse bir kısmına
katılıp olan bitene göz yummasıyla oluşuyor. Bu Afganistan, bir yere kadar İran ve Suriye ve
en son Pakistan için geçerli. Suudi Arabistan gibi genel strateji konusunda ABD’yle işbirliği
yapan ülkeler bile tehditler kendi ülkelerine yönelik olmadığı sürece teröristlerle sessiz bir
anlaşma içinde olabiliyor.
Döngüyü kırmak lazım
Ciddi bir terörizm karşıtı kampanya bu döngüyü kırmalı. Teröristlere yataklık eden
birçok ülke 11 Eylül’den önce paylaşmaya hazır olduklarından daha fazla şey biliyordu.
İstihbarat paylaşımı için gerekli adımlar atılmalı. Terörizm karşıtı kampanya güvenlik
işbirliğini artırmalı, para akışını kesmeli, teröristlerle işbirliğini engellemeli ve onlara barınak
sağlayan ülkeleri baskı altına, gerekirse askeri baskı altına almalı.
Amerikan toprağına yapılan saldırının sonrasında Bush yönetimi bilinen terörist
merkezlere derhal askeri harekât düzenlenmesini savunan görüşleri desteklemedi. Bunun
yerine, Dışişleri Bakanı Colin Powell, uluslararası terörizmin en korkunç simgesi Usame bin
Ladin’e yataklık yapan Afganistan’a karşı askeri güç kullanımını yasal hale getiren büyük bir
küresel koalisyonu başarıyla kurdu.
Fakat Afganistan’a odaklanan strateji iki riski beraberinde getiriyor. Birincisi coğrafi
şartların zorluğu ve siyasi sistemin karmaşası koalisyonu ana amacı olarak bellediği
uluslararası terörizmi yok etmekten uzaklaştırması. Bin Ladin’in, oluşturduğu terörist ağın ve
yandaşlarının yok edilmesi simgesel olarak önemli bir başarı olacak fakat bu dünya çapında
tavizsiz yürütülecek bir mücadelenin ilk aşaması olarak görülmeli. İkinci risk de Afganistan’a
karşı yapılan işbirliğinin sorunların çözümü olarak görülüp gerekli ileri safhaların
engellenmesi.
Bu yüzden Afganistan’daki askeri harekât Taliban’ın çökertilmesi ve Bin Ladin’in
terörist ağının dağıtılmasıyla sınırlı kalmalı. ABD askeri güçlerini tüm ülkeye barış getirmek
ve hükümet kurmak için kullanmak bizi Sovyetler Birliği’nin içine düştüğü duruma benzer bir
durumda bırakır. Afganistan’ı yönetecek geniş tabanlı bir hükümet kurmak arzu edilen ancak
tarihi kanıtların desteklemediği bir fikir. Bunun sonucu en iyi ihtimalle, Kâbil’de sınırlı
yaptırım gücü olan bir hükümet ve diğer bölgelerde kabile yönetimlerinin sürmesi olur. Bu
BM’nin kanatları altında yapılmalı. ABD’yle diğer gelişmiş ülkeler ekonomik destek
sağlamalı. Afganistan’ın Irak dışındaki komşularından, Hindistan, ABD ve askeri harekâta
katılan diğer NATO müttefiklerinden oluşan bir temas grubu kurulabilir. Bu İran’ı terörizme
desteğini gerçekten çekmesi kaydıyla uluslararası bir sisteme yeniden katar.
En önemli safha
ABD’nin terörizm karşıtı stratejisinin en önemli safhası Afganistan’a karşı askeri
harekâtın bitmesinden sonra başlayacak ve odak noktasının Afganistan’ın dışında olması
gerekiyor. Bu aşamada da, koalisyonda gerilmeler başlayacak.
Şimdiye kadar küresel koalisyonun üyelerinin uzun vadeli amaçlara katılım derecelerine
kendilerinin karar vermesi söz konusu. Üyelik için aranan tek koşul ilke olarak terörizm
karşıtlığıyken koalisyonun yönetimi kolaydı. Fakat koalisyonun uzun vadede yararlı olup
olmayacağı gelecek safhada görevlerinin nasıl tanımlandığına bağlı olacak.
Konvoy kendini en yavaş giden gemiye mi uyduracak yoksa bazı gemiler kendi
başlarına yola devam edebilmeli mi? Eğer ilk şık seçilirse, koalisyonun çabaları Irak’ta
BM’nin denetim sistemini öldüren ve BM’nin bu ülkeye uyguladığı ambargoların kaldırılması
aşamasına kadar gelen ödünlerle belirlenecek. Bunun alternatifi, genel bir ortak görüş
çerçevesinde mutabakat sağlandığı sürece koalisyon üyelerine kendi başlarına hareket
etmelerine izin verilmesi. Ya da en son ihtimal olarak, ABD’nin tek başına yoluna devam
etmesi.
Mümkün olan en geniş koalisyonu savunanlar çoğunlukla Körfez Savaşı deneyimini
örnek veriyor. Fakat arada büyük farklar var. Körfez Savaşı, Amerika’nın o zamanki
başkanınca çok önemli görülen Suudi Arabistan’ın güvenliğinin tehditiyle başlamıştı. ABD
yaz gelip sıcak kara harekâtını imkânsız kılmadan önce önündeki birkaç ayda Saddam’ın
macerasına bir son vermeye karar vermişti. Bir koalisyon kurma çabasına hiç başlayamadan
yüz binlerce insandan oluşan Amerikan birlikleri bölgeye gönderilmişti bile. ABD gerekli
gördüğü takdirde tek başına hareket edeceği için koalisyona girmek olacakları etkilemenin en
iyi yoluydu.
Şu anki koalisyonun yönü daha belirsiz. Başkan Bush sık sık ve net bir şekilde terörizm
karşıtı harekâtın Afganistan’ın ötesine taşınacağı konusunda kararlı olduğunu ifade etti.
İleride politikayla ilgili açıklamalarını belirgin önerilerle destekleyecek. Teröristler için bir
barınağın nelerden oluştuğu konusunda anlaşmazlık olabilir; ülkeler para akışını durdurmak
için ne gibi önlemler almalı, boyun eğmeyenlere ne şekilde, hangi güç tarafından hangi
cezalar uygulanacak...
Kararlılığa ihtiyaç var
Aynı Körfez Savaşı’ndaki gibi, ABD’nin tek yanlı hareketi bir koalisyonu bir araya
getiren çimentoyu sağladı, demek ki terörizme karşı savaşta Amerika’nın ve benzer görüşteki
müttefiklerinin kararlılığına ihtiyaç var. Biyolojik silahlar da terörizmin silah deposunda
yerini aldığına göre sağlam bir strateji daha da önem kazandı. Tedbire yönelik hareketler şart.
Bu tarz silahlara sahip olduğu ve onları kullandığı bilinen ülkelerin kendilerini uluslararası
denetlemelere açmaları zorunlu hale getirilmeli. Bu özellikle bütün komşularını tehdit eden ve
kimyasal silah kullanan geçmişiyle Irak için geçerli.
Sağlam bir politika için uluslararası destek mevcut. ABD’ye yapılan saldırı büyük
güçlerin çıkarları arasında inanılmaz bir benzerlik oluşturdu. Kimse Güneydoğu Asya’dan
Avrupa’nın kapısına kadar var olan karanlık grupların kurbanı olmak istemiyor. Çok azının
tek başına karşı koyma gücü var. NATO müttefikleri Soğuk Savaş’tan sonra hâlâ Atlantik’te
bir güvenlik ağına ihtiyaç olup olmadığıyla ilgili tartışmayı bitirdi. Asyalı demokratik ve
gelişmiş müttefiklerimiz Japonya ve Kore de bizimle aynı fikirde. İslami köktendincilik
tarafından çok ciddi şekilde tehdit edilen Hindistan’ın ortaklığa katılmadığı takdirde
kaybedecek çok şeyi var. Rusya’nın, güneyindeki İslami bölgeler yüzünden çıkarı var. Çin’in
de batı bölgeleri dolayısıyla benzer çıkarları var ve 2008 Pekin Olimpiyatları’ndan önce
küresel terörizme bir son vermeyi istiyor. Tuhaf ama, terörizm bizi dünyada düzen isteyen
teorik yakarışlardan kurtaran bir dünya birliği yarattı.
Müslümanların tavrı belirsiz
İslam dünyasında tavırlar daha belirsiz. Birçok İslami hükümet, köktendincilik
konusunda dertli olsa da halkın desteğine sahip değil. Bazıları teröristlerin programlarının bir
kısmına sempati duyuyor da olabilir. ABD’nin Suudi Arabistan ve Mısır gibi dostlarına
anlayışlı yaklaşması uygun olur. O ülkelerin liderleri yerel gereklilikler nedeniyle ödünler
verdiklerinin gayet iyi farkında. Yönetim, onların bu durumlarını aşmaları, istihbarat
paylaşımı ve para akışının kontrolü için her türlü yardımı yapmalı. Fakat bu onların
hükümetlerini gölgede bırakmamalı, çünkü kısa vadede bunun dışında herhangi bir alternatif
bizim ve işin içindeki diğer insanların çıkarına olmaz.
Fakat ciddi bir politikanın aşamayacağı sınırlar var. Hükümet destekli medyalarında
terörizmi destekleyen ve haklı çıkaran yayın yapan, potansiyel kurbanların güvenliği için
hayati istihbaratı saklayan ve teröristlerin kendi bölgelerinde çalışmalarına izin veren
koalisyon ülkelerine koalisyon üyesiymiş gibi davranmak için hiçbir sebep yok.
İran’a dikkat
Bunlar özellikle İran için göz önünde tutulmalı. Jeopolitik ABD ve İran’ın ilişkilerinin
düzelmesi gerektiğini savunuyor. İran’ın terörizm karşıtı bir koalisyona girebilmesi için
küresel terörde lider destekçi konumundan vazgeçmesi lazım. İran’la Batı’nın ilişkisi ancak
iki taraf da böyle bir ihtiyaç duyarsa gelişebilir. İki tarafın da -sadece Batı’nın değil kökten
kararlar alması lazım. Bu biraz daha hafif bir biçimde Suriye için de geçerli.
Terörizme karşı savaş sadece teröristleri yakalamak demek değil. Hepsinden önce
uluslararası sistemi yeniden yapılandırma imkânını korumak gerekiyor. Ortak tehlikeleri
anlayan Kuzey Atlantik ülkeleri ortak amaçların yeniden tanımlanmasına gidebilir. Eski
düşmanlarla ilişkiler Soğuk Savaş’ın kalıntılarını temizlemekten öteye geçebilir
postemperyalist safhasındaki Rusya’ya ve büyük güç statüsüne geçmekte olan Çin’e yeni
roller biçilebilir. Hindistan da önemli bir küresel oyuncu olarak kendini göstermekte.
Terörizmle mücadelede başarı elde edildikten sonra, teröristlere teslim oluyormuş gibi
görünmediği vakit, Ortadoğu’da barış süreci bir an önce başlamalı.
Hükmedebilenler ellerindeki imkânların gerektirdiklerinden kaçıyorlar diye umutların
yok olmasına izin vermemeli.
(The Washington Post, 6 Kasım 2001)
Uçurumun kenarındayız
Benyamin Netanyahu
1995 yılında ‘Terörle Savaş’ adlı kitabımda şunları yazmıştım: “Fanatik İslami terör
örgütleri nükleer silahlarını taşımak, nakletmek için bir hava kuvvetine ya da kıtalararası
füzelere ihtiyaç duymayacak. Teröristlerin kendileri bu silahları nakledecek. Bunun
sonucunda en kötü senaryo bu kez Dünya Ticaret Merkezi’nin bodrumunda bir otomobilde
patlayan bomba değil, nükleer bir bomba olabilir.
Daha kötüsü de olabilir
Yükselen İslamcı terör dalgası Batı’nın bugüne kadar karşılaştıklarından çok farklı.
Militan İslam, kaderinin ‘Büyük Şeytan’ Amerika ile yapacağı nihai çatışma olduğunu
düşünüyor. Terörizmin gelişmesine, aralarında dev binaları yıkabilecek kapasitede vahşet
araçlarının gelişmesi de eşlik etti. Batılı hükümetler en büyük olasılığın terörist örgütlerin
korkunç kitlesel imha silahlarına sahip olup, terörü en korkunç kâbusların ötesine geçecek
şekilde tırmandırmaları olduğunu bir türlü anlayamadı.
Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı ülkeler tarafından gerekli önlemlerin alınmaması,
harekete geçilmemesi durumunda terörün çarpıcı bir şekilde tırmanacağı kabul edilmeli.”
Sonuç olarak 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ndeki patlamanın ve çöküşün nedeni
bir nükleer bomba değil 300 ton jet yakıtı. Bu da bu hafta yaşadığımız korkunç olayların en
kötü senaryo olmadığını göstermekte. Daha kötü senaryo yolda olabilir: İran ve Irak gibi
terörist rejimler atom silahları elde etmek için çalışıyor.
Bu durumda terörün tehdidinde olanlar yalnız kişiler ya da binalar olmayacak. Tüm
şehirler yok edilebilecek, tüm devletler rehin alınabilecek. Dünya bir uçurumun kenarında ve
siyasi liderlerin önemli bölümü uçurumun ne denli derin olduğunu gelişmelere rağmen ne
yazık ki hâlâ anlayabilmiş değil. Bunu tümüyle anlayabilmek için önce yerel bir hareket
şeklinde başlayıp birkaç yılda dünyayı etkileyen güç haline gelen bir başka nefret dolu
ideoloji olan Nazizm’in etkilerini hatırlamak gerekir. Bugünkü fanatik İslam gibi, 60 yıl
önceki Nazizm de başlangıçta yalnızca Yahudileri ve diğer yerel azınlıkları hedefliyordu.
Ancak kısa sürede bu nefretin tüm medeniyetimize yönelik olduğu otaya çıktı.
Demokrasiler bugün olduğu gibi o zaman da dünya egemenliğini hedefleyen bu fanatik
ideolojinin insan yaşamı üzerindeki korkutucu sonuçlarını ve yıkıcı etkilerini kavramakta geç
kalmışlardı.
Hitler nükleer bir silah geliştirmeye çalışıyordu. Bunu başarabilseydi, tüm
uygarlığımızın sonu gelecekti. Bugün, modern çağda ikinci kez kitlesel imha silahlarının
gözleri fanatizmle kör olmuş liderlere sahip manyak bir hareketin eline geçme olasılığı ile
karşı karşıyayız.
Buzdağının görünen yüzü
Manhattan’daki vahşeti bile gölgede bırakabilecek bir terör ve yıkımla karşılaşabiliriz.
Bu, bugüne kadar karşılaştığımız en büyük tehlike. Bugüne kadar kimse bununla uğraşmadı.
Demokrasiler yeterince boşuna vakit harcadı. Daha fazla bekleyemezler.
Amerika Birleşik Devletleri terörü ortadan kaldırmak ve yuvalarını kurutmak için hür
ülkelerin oluşturacağı birliğin başına geçmeli. Terörizmi insanlığa karşı bir suç, teröristi de
insanlığın düşmanı ilan etmeliyiz. Terörist örgütleri ortadan kaldırmalı, onları destekleyen
rejimleri cezalandırmalı ve ölüm silahlarından ardındırmalıyız.
İntihar bombacıları buzdağının sadece su üstünde görünen bölümleri. Arkalarında
hükümetlerin, örgütlerin ve terörü doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyen ideolojik
hareketlerin katkısı olmadan harekete geçemezler. Barbar terör hareketlerini destekleyenler
Gazze Şeridi ve Ramallah’ta dans ediyor. Demokrasiyi ve özgürlüğü destekleyenler ise New
York, Londra, Paris ve Tel Aviv’de acı çekiyor, üzülüyor.
Terör tümüyle kurutulmadan yenilemez. ABD teröre karşı uluslararası savaşın başını
çekmeli, ancak İsrail de payına düşeni yapmalı. Hemen yanı başımızda, büyük ölçüde bizim
de cesaretlendirmemizle Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yönettiği terörü destekleyen
bir rejim kuruldu. Terör yaratma kapasitesi her geçen gün artıyor. Bu rejim de, tüm terör
imparatorluğu gibi vakit çok geç olmadan silahsızlandırılmalı ve askersizleştirilmeli. Hür
dünya terörü mutlaka yenmeli. Aksi takdirde terör bizi yenecek.
Bugünün trajedileri ya yaklaşmakta olan daha büyük felaketlerin öncüsü ya da özgür
dünyanın kaynaklarını harekete geçireceği ve bu şeytanı yeryüzünden silme kararlılığını
göstereceği bir dönüm noktası olabilir. Terörü ortadan kaldırma bir ‘siyasi seçenek’ değil
demokratik toplumun ve özgürlüklerimizin yaşaması için bir gereklilik.
(The Jerusalem Post, 15 Eylül 2001)
Ah şu Amerikan karşıtları
Salman Rüşdi
Bize bunun uzun ve çirkin bir mücadele olacağını söylediler ve öyle de oldu. ABD’nin
terörle savaşı ikinci safhasına girdi. Bu safhanın özellikleri X-Ray kampında esir alınan
tutukluların durumları ve insani haklarıyla ABD’nin Usame bin Ladin’le Molla Ömer’i
bulmaktaki başarısızlığı. Ayrıca, ABD şimdi teröristlere yataklık eden diğer ülkelere
saldırmaya kalkarsa bunu tek başına yapacak. Askeri başarılarına rağmen ABD kendisini,
yenmesi en az köktendinci İslam’ı yenmek kadar zor olan daha geniş tabanlı ideolojik bir
düşmanın karşısında buldu: Her yerde gittikçe daha çok hissedilen Amerikan karşıtlığı.
Taliban sonrası bu günler İslamcı köktendinciler için kötü günler. Bu iyi haber. Ölü ya
da diri, Molla Ömer ve Usame bin Ladin başkalarını şehit olmaya sürüklerken kendileri dağa
kaçan geçmişin ahlaksız savaşçıları olarak görülüyor. Ayrıca, eğer söylentilere inanırsak,
Afganistan’daki terörist ağın çökertilmesi, Taliban benzeri askeri güçlerin ve istihbarat
servislerinin (General Hamit Gül gibi korkunç kişilerin) Pakistan Devlet Başkanı Pervez
Müşerref’e yönelik İslamcı bir suikastı önledi. Kendisi de bir melek olmayan Müşerref daha
önce desteklediği Keşmirli terörist grupların liderlerini tutuklamaya da zorlandı.
Bütün dünya Amerika’nın Afganistan’a müdahalesinden ders alıyor. Cihad artık geçen
sonbaharda olduğu kadar ‘cool’ bir fikir değil.
Terörizme destek verme zannı altında bulunan ülkeler birdenbire bazı kötü adamları
yakalayarak iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor. İran yeni Afgan hükümetini tanıdı. İslam
fanatizmine diğer ülkelerden çok daha hoşgörülü yaklaşan Britanya bile ‘İslamfobi’ ile
teröristlere yataklık etme arasında ayrım yapmaya başladı.
ABD, Afganistan’da yapılması gerekeni başarıyla uyguladı. Fakat ne yazık ki bu
başarılar ABD’ye Afganistan dışında yeni dostlar kazandırmadı. Hatta Amerikan
kampanyasının başarısı dünyanın bazı bölgelerinin Amerika’dan eskisinden daha çok nefret
etmesine sebep olmuş olabilir. Batı’da Afgan müdahalesini eleştirenler her adımda hatalıymış
gibi gösterildikleri için kızgınlar: Hayır Amerikan güçleri Rus güçleri gibi aşağılanmadı; ve
evet hava saldırıları işe yaradı; ve hayır, Kuzey ittifakı Kâbil’de insanları katletmedi; ve evet
Taliban çok güçlü olduğu güney cephesinde bile düşüp parçalandı; ve hayır, teröristleri
dağlardaki mağaralarından çıkarmak o kadar da zor olmadı; ve evet farklı güçler bir araya
gelerek insanlar tarafından büyük destek gören yeni bir hükümet kurmakta başarılı oldu.
Bu arada, Arap ve Müslüman dünyasında Amerika’yı kendi politik iktidarsızlıklarından
dolayı suçlayanlar kendilerini eskisinden daha iktidarsız hissediyor. Her zaman olduğu gibi
Amerikan karşıtı radikalizm Filistin meselesinden dolayı artan kızgınlıktan besleniyor ve
Ortadoğu’da elde edilecek kabul edilebilir bir çözümün fanatiklerin programına her şeyden
daha fazla darbe vuracağı hâlâ bir gerçek.
Fakat bu çözüm ve anlaşmaya yarın da varılsa Amerikan karşıtlığı muhtemelen yok
olmayacak. Çünkü bu Müslüman ülkelerin birçok hatasını -yozlaşma, iktidarsızlık,
vatandaşların baskı altına alınması, ekonomik, bilimsel ve kültürel gerilik-örtmek için çok
kullanışlı bir araç. Amerikan nefreti insanların dövünüp bayrak yakarak kendilerini iyi
hissetmelerini sağlayan bir kimlik haline geldi. İçinde en çok arzuladığından nefret eden ve
kendini küçük gören ikiyüzlülüğü barındırıyor. (‘Amerika’dan nefret ediyoruz çünkü o bizim
yapamadığımız her şeyi yaptı.’) Amerika dar kafalılık, tek tipleştirme ve cehaletle suçlanıyor,
onu suçlayanlar aynaya baksalar bu suçlamaların aynısını kendi yüzlerinde görecekler.
Bugünlerde Amerika’yı suçlayan bu kişilerden İslam dünyasının içinde olduğu kadar
dışında da var. Son beş ayda Britanya veya Avrupa’yı ziyaret etmiş ya da toplumdaki
tartışmalara tanık olmuş herkes toplumun büyük kesimindeki Amerikan karşıtı hislerin
derinliğinden şaşkına döner. Batılı Amerikan karşıtlığı İslami benzerinden çok daha kişisel ve
çok daha hırçın. Müslüman ülkeler Amerika’nın gücünü, ‘kendini beğenmişliğini’ ve
başarısını çekemiyor; fakat Amerikan karşıtı Batı’da asıl hedef Amerikalı vatandaşlar gibi
görünüyor. Londra’da her gece insanların Amerikalıların tuhaflığıyla ilgili tartışmalarına tanık
oldum. Bu tartışmalarda Amerika’ya yapılan saldırılar göz ardı ediliyordu. (‘Amerikalıları
sadece kendi ölüleri ilgilendiriyor.’) Amerikan milliyetçiliği, Amerikalıların şişmanlığı,
duygusallığı, bencilliği, tartışmaların odak noktasıydı.
Şu anki düşmanlık ortamında Amerika’nın yapıcı eleştirileri göz önüne almaması çok
kolay; daha da kötüsü bir süper güç olarak harekete geçip zaten kendine düşman gördüğü bir
dünyanın sorunlarını göz ardı ederek kararlar alıp ağırlığını koymaya başlaması. Kamptaki
esirlere yönelik tutum hayli kötü bir işaret. Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Cenevre
Sözleşmesi’ne göre bu insanların savaş esiri olup olmadıklarının kararlaştırılmasını arzu
etmesi, küresel bir baskıya bir devlet adamının vereceği doğal bir yanıt. Fakat Powell Başkan
Bush ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i ikna edememişe benziyor.
Bush yönetimi anlaşmaları hiçe sayan başlangıcından bu yana çok yol kat etti. Şimdi
fikir birliği yapılanmasını bir kenara bırakmaması gerekiyor. Büyük güç ve büyük zenginlik
belki hiçbir zaman popüler kavramlar değillerdi ama şu anda ABD’nin gücünü ve ekonomik
kudretini sorumlu biçimde kullanmasına her zamankinden çok ihtiyaç var. Şimdi dünyanın
geri kalanını göz ardı edip tek başına hareket etme zamanı değil. Böyle yapmak kazandıktan
sonra kaybetme riskini göze almak olur.
(The New York Times, 3 Ocak 2002)
Durma Amerika, devam et
Margaret Thatcher
Milton’ın sözleri bugünün Amerika’sını mükemmel biçimde tasvir ediyor:
“Tahayyülümde asil bir ülke görüyorum, uykudan uyanan güçlü bir adam gibi adeta,
görünmez zincirlerini kırıyor.”
11 Eylül felaketinin ardından, dünya Amerika’nın gücünü toplamasına, müttefiklerini
bir araya getirmesine, dünyanın yarısını aşarak düşmanına ve düşmanımıza karşı bir savaş
başlatmasına tanık oldu.
Amerika bir daha asla aynı Amerika olmayacak. Kendisine ve başkalarına dünyanın tek
süper gücü olduğunu kanıtladı. Fiili ve muhtemel düşmanları karşısında bariz bir üstünlüğe
sahip, modern tarihte eşi görülmemiş bir güç olduğunu gösterdi. Dolayısıyla Amerika
dışındaki dünya da bir daha asla aynı olmayacak.
ABD lider, lider kalacak
Kuşkusuz başka yönlerden başka tehditler gelecek. Ancak teknolojik üstünlüğünü
koruduğu sürece Amerika’nın başatlığına karşı bir mücadelenin başarılı olması için bir neden
yok ortada.
George W. Bush’un Amerikalılara hatırlattığı gibi kendinden memnun olmanın sırası
değil. Amerika ve müttefikleri, hatta Batı dünyası ve değerleri hâlâ ölümcül bir tehlikeyle
karşı karşıya. Bu tehdit ortadan kaldırılmalı. Şimdi de kararlı biçimde harekete geçme zamanı.
Batı istihbarat servislerinin haber alma ve engelleme konusunda çektikleri güçlüklere
karşın İslamcı terörle mücadelenin birçok bakımdan benzeri yok. Düşman elbette din değil,
Müslümanların çoğu olanlardan üzüntü duymakta.
Herhalde komünizmin erken evreleriyle paralellik kurmak çok mümkün. Bugünkü
İslamcı köktendincilik tıpkı geçmişteki Bolşevik hareket gibi silahlı bir doktrin. Bağnaz,
kendini bu uğurda adamış silahlı insanlarca sürdürülen saldırgan bir ideoloji. Ve komünizm
gibi onu da yenilgiye uğratmak için geniş kapsamlı uzun vadeli bir stratejiye ihtiyaç var. Bu
stratejinin ilk aşamasında Afganistan’daki düşmana askeri bir saldırı düzenlemek
gerekiyordu. Oradaki yeni geçiş yönetiminin desteğe ihtiyacı olsa da, ABD’nin bu zalim
topraklarda kendini ulus inşa etme işine kaptırmamakla doğru yaptığına inanıyorum.
Bazıları bugünkü krizden alınacak dersin, başarısız ülkelerin ihmal edilmesinin
terörizme neden olduğunu söyleyerek buna karşı çıkacak. Fakat bu basmakalıp bir sav.
Hemen herkesin uygulanamaz gördüğü küresel bir müdahaleciliğe kadar uzanır ucu.
Sosyal işleri bırak
En önemli ders, Batı’nın Kaide’ye ve yatakçısı rejimlere saldırmakta geç kalmış olması.
Uluslararası alandaki çabaları bir noktaya yoğunlaştırmak tercihe bağlı olduğundan dolayı ki,
ABD’nin tek küresel süper askeri güç olarak enerjisini sosyal projelerden ziyade askeri alana
yoğunlaştırması daha doğru.
Afganistan’da sivil toplumun ve demokratik kurumların geliştirilmesinin başkalarına
bırakılması da daha isabetli. Bu başkaları içinde Britanya’nın da yer almasından ötürü artık
bizim de nelerin başarılıp nelerin başarılamayacağı konusunda gerçekçi olacağımızı
umuyorum.
Terörizme karşı savaşın ikinci aşaması, Afrika, Güneydoğu Asya ve başka yerlerde kök
salmış İslamcı terör merkezlerini kapsamalı. Bu, birinci elden istihbarat, mekik diplomasisi ve
sürekli bir askeri yoğunlaşma gerektirir. Üçüncü aşamada terörizme destek veren, kitle imha
silahı satın alma ya da ticareti yapma peşindeki düşman devletler hedef alınmalı.
İran, Suriye ve diğerleri
İran ve Suriye, Usame bin Ladin’e, Taliban’a ve 11 Eylül saldırılarına keskin eleştiriler
yöneltti. Yine de her iki ülke de Batılı değerlere ve Batı’nın çıkarlarına düşman. Her ikisi de
etkin biçimde terörizmi destekledi. Daha kısa bir süre önce İran’ın İsrail’e yönelik şiddete
silah temin ettiği ortaya çıktı. İran ayrıca nükleer savaş başlıkları ile donanabilecek uzun
menzilli füzeler geliştiriyor.
Libya hâlâ Batı’dan nefret etmekte ve bizden intikam almayı istemekte. Sudan ise İslam
adına kendi vatandaşlarına yönelik bir soykırımı sürdürmekte.
Kuzey Kore’ye gelince; Kim Jong İl rejimi her zamanki kadar akıldışı bir yönetim ve
nükleer, kimyasal, biyolojik savaş başlıkları taşıyabilecek uzun menzilli balistik füzelerin
dünya üzerindeki başdağıtıcısı.
Tabii ki Irak
Hiç kuşkusuz en namlı haydut, dün yarım bırakılmış işin yarın baş ağrıtacağının bir
delili olan Saddam Hüseyin. Saddam, uymasını istediğimiz koşullara hep ayak diredi. Aslında
amacı çok açık: Bizimle mücadele etmek için kitle imha silahları geliştirmek.
Asıl önemli soru Saddam Hüseyin’i iktidardan edip etmemek değil, bu işin ne zaman ve
nasıl yapılacağı. Yineliyorum, bu sorunu çözmek başarılı bir istihbarat çalışmasını
gerektiriyor. Afganistan’da olduğu gibi iç muhalefetin seferber edilmesini gerektiriyor. Ayrıca
yoğun bir kuvvet kullanımı da söz konusu olacak. ABD’nin müttefikleri, hepsinin de ötesinde
Britanya, Bush’tan Irak’la ilgili kararlarında desteğini esirgememeli.
11 Eylül olayları, özgürlüğün her zaman tetikte olmayı gerektirdiğini hatırlatan korkunç
olaylardı. Biz sonuçta, mesela kentlerimizi hedef alacak balistik füzelere karşı savunmasız
haldeyiz. Bir füze savunma sistemi bu durumu değiştirecek.
Ancak bu değişim daha da derinlere inmeli. Batı bir bütün olarak haydut devletler
karşısındaki konumunu ve savunmasını güçlendirmeli. Ne mutlu ki ABD’nin bunu
başarabilecek bir liderliği var.
(The New York Times, 12 Şubat 2002)
VI-
Avrupalıların Gözüyle 11 Eylül
Çifte standarda alışalım!
Tarık Ali
Birkaç yıl önce Pakistan’a giderken, yolda eski bir generalle bölgedeki İslami militan
gruplar hakkında konuşmuştum. Ona, Soğuk Savaş sırasında ABD’nin yardımını ve
silahlarını seve seve kabul eden bu insanların, Amerika’ya karşı şimdi neden bu kadar öfke
dolu olduğunu sordum. 1951’den beri sadakatle ABD ordusuna hizmet eden birçok Pakistanlı
askerin, Washington’ın ilgisizliği karşısında kendilerini aşağılanmış hissettiklerini anlattı:
“Pakistan, ABD’nin Afganistan’ın içine girmek için kullandığı prezervatifti!” dedi ve
ekledi: “Biz amaca hizmet ettik, onlar bizim tuvalete atılabileceğimizi düşündü.”
Eski prezervatif bir kere daha kullanılmak üzere, ama işe yarayacak mı? ‘Terörizme
karşı oluşturulan yeni koalisyon’, Pakistan ordusunun desteğine ihtiyaç duyuyor, ancak ülke
başkanı General Pervez Müşerref, son derece temkinli olmak zorunda. Washington’a fazla
bağlılık, silahlı güçlerin bölünmesine ve Pakistan’da bir iç savaşa neden olabilir.
Pakistan’da İslamiyet artık sadece toplumun desteğini görmüyor, devletin himayesine
girdi.
Fanatizm, Washington’ın ürünü
Washington rejiminin ortodoks safsatacılarının sembolü Başbakan Tony Blair’in
dışişlerindeki eski asistanı Robert Cooper rahatlıkla diyor ki:
“Çifte standart fikrine alışmalıyız!”
Bu sinisizmin altında yatan atasözü; düşmanlarımız suçları karşısında cezalandırılacak,
dostlarımız ise suçları karşısında ödüllendirilecek. ‘Ceza’ onu uygulayanlar tarafından suçun
azalmasına değil, beslenmesine neden oluyor.
Körfez ve Balkan savaşları, seçici duyarlılığın ahlaki karşılıksız çekinin tıpatıp
örnekleriydi. İsrail, BM’nin kararlarını hiçe sayıp ceza görmeyebilir, Türkiye Kürtleri
ezebilir, Hindistan Keşmir’e eziyet edebilir, Rusya Grozni’yi yok edebilir, ancak Irak
cezalandırılmalı ve Filistinliler acı çekmeye devam etmeli.
Robert Cooper şöyle devam ediyor: “Postmodern ülkelere bir öğüt; hayatın bir gerçeği
olarak çağdaş olmayana müdahale etmeyi kabul etmeliyiz. Bu müdahaleler problemi
çözmeyebilir, ancak vicdanı rahatlatır. Ve olabileceklerin en kötüsü bu değildir.”
Gel de bunu New York ve Washington’da hayatta kalanlara anlat.
(The Guardian International, 15 Eylül 2001)
Gelecek bombayla kurulmaz
Tarık Ali
Pakistan’daki askeri yönetim son üç hafta boyunca, hazırlanan felaketi önleme çabası
içinde Taliban’ı Usame bin Ladin’i teslime ikna etmeye çalıştı. Fakat başaramadı. Bin Ladin,
Taliban lideri Molla Ömer’in damadı olduğu için bu pek de şaşırtıcı değil aslında. Asıl merak
uyandıran soru, Pakistan’ın askerlerini, resmi görevlilerini ve pilotlarını Afganistan’dan
çektikten sonra, Taliban’ı bölmeyi ve kendine bağlı grupları örgütten koparmayı becerip
beceremediği. Bu, askeri rejimin, ileride Kâbil’de oluşturulacak olan koalisyon hükümetinde
nüfuz sahibi olabilmesi açısından kilit önemdeki amaçlarından biri olmalı. Pakistan ve
Taliban arasındaki ilişkiler bu yıl pek gergindi doğrusu.
Pakistan kardeşlik bağlarını perçinlemek için altı ay önce Afganistan’a dostluk maçı
için bir futbol takımı gönderdi. Takımlar Kâbil stadyumuna daha ayak basar basmaz, güvenlik
görevlileri sahaya girip Pakistan takımının ‘uygunsuz’ kılıklar içinde olduğunu söyledi. Afgan
takımı dizin altına kadar uzanan şortlar giyerken, onlar kısa şort giymişlerdi. Belki de
Pakistanlıların kımıl kımıl baldırlarının tamamı erkek olan izleyiciler arasında kargaşaya
sebep olacağını düşündüler, kim bilir? Pakistan takımı tutuklandı, kafaları tıraş edildi ve
stadyum ahalisi zorla Kuran’dan ayetler okurken onlar âlemin önünde kırbaçlandı. Molla
Ömer’in Pakistan ordusunun kafasına kurşun sıkma yöntemi buydu işte.
Taliban’ın gücü yok
Kâbil ve Kandahar’ın ABD ve sadık müttefiki Britanya tarafından bombalanması,
‘Taliban eksi Pakistan grubu artı Bin Ladin’in kendisinin kurduğu Uluslararası Cihat’tan
kalma Araplardan oluşan özel birliğinin savaş gücünü pek etkilemeyecektir, mesele asker
sayısıysa tabii. Bu birleşik kuvvetin şimdilik 20-25 bin kıdemli savaşçıdan oluştuğu sanılıyor.
Fakat Taliban son derece etkili bir biçimde kuşatıldı ve tecrit edildi. Yenilmeleri kaçınılmaz.
Ülkenin iki önemli komşusu, hem Pakistan hem de İran onlara karşı. Birkaç haftadan fazla
dayanmaları imkânsız. Bazı güçlerin dağlarda saklanacağını, Batı’nın tamamen çekilmesini
bekleyeceğini, sonra da Roma’daki villasından çıkan seksenlik Kral Zahir Şah’ın Hotel
Intercontinental’den başka yıkılmamış binanın kalmadığı Kâbil harabeliğinde kuracağı rejime
saldıracağını öngörmek için ise kılavuza gerek yok.
Batı’nın desteklediği Kuzey İttifakı’na gelince... Taliban kadar dindar değiller, ama
başka işlerdeki sicilleri en az Taliban kadar feci. Geçen yıl eroin piyasasının büyük bölümünü
ele geçirdiler. Blair’in “Bu savaş aynı zamanda uyuşturucuya karşı savaştır” iddiası alay
konusu oldu böylece. Taliban’dan daha ileri oldukları düşüncesi, kargaları bile güldürür.
Çünkü ilk arzuları düşmanlarından intikam almak olacaktır. Fakat bir zamanlar Batı’nın
gözde ‘özgürlük savaşçısı’ olan, Beyaz Saray’da Reagan, Downing Street’te Thatcher
tarafından ağırlanan Gülbeddin Hikmetyar’ın ayrılması, ittifakı biraz zayıflattı. Bu adam artık
hainlere karşı Taliban’ı desteklemeyi kafasına koymuş. Evet, yerel ve bölgesel düşmanlıklar
dikkate alındığında Afganistan’ı yeni bir ‘müşteri ülke’ olarak ‘elde var bir’ saymanın kolay
olmadığı görülüyor.
Batı bakar görmez
Köşeye sıkışmış ve kendi ülkesinde yenilgiye uğramış Taliban’ın Pakistan’a yönelip,
kentlerde ve sosyal yapılanmada huzursuzluğa sebep olması ihtimali de bir başka büyük
endişe kaynağı. Böyle bir şey olursa, ‘zafer’ini kazanan Batı her zaman olduğu gibi
gelişmeleri görmezden gelecektir. Operasyonun asıl amacına gelince... Bin Ladin’in
yakalanması göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Pamir dağlarında saklanıyor, ayrıca
planlarını geçen üç hafta içinde yaptığından, pekâlâ ortadan kaybolmayı da seçebilir. Ama
Batı yine zafer ilan edecek, vatandaşlarının kısa süreli hafızalarına güvenecektir. Ama durup
bir de Bin Ladin’in öldürüldüğünü düşünelim. Bunun ‘terörizme karşı savaş’a ne faydası
olacak acaba? Başkaları 11 Eylül saldırılarını farklı biçimlerde taklit edebilirler, daha da
önemlisi odak noktasının Ortadoğu’ya kayması olacaktır.
Gelelim Suudi Arabistan’a. Kraliyet ailesi içindeki hizip kavgası giderek derinleşiyor.
Ölümü bekleyen Kral Fahd ve maiyeti saray içinde bir darbeden korkarak üç özel uçağa
doluşup İsviçre’ye gitti. Böylece yönetimden sorumlu Veliaht Prens Abdullah ve rakibi Prens
Sultan’ın arkaları zayıfladı. Suudi uzmanları Veliaht Prens’in Vahhabi mollalara yakın
olduğunu söylüyor. Böyle bile olsa, öfkeli sokak gösterileriyle karşı karşıya kalacak. Tıpkı
Mısır’daki Hüsnü Mübarek gibi. O da çok endişeli ve askerlerini kullandırtmayacağını
söyleyerek NATO ittifakına mesafeli durmayı tercih etti. Kahire’de sokaklar öfke dolu. Bu iki
ülkede halk galeyana gelirse, Washington’ın Filistin devletinin kuruluşu için bastırmaktan
başka çaresi kalmayacak. Ancak 11 Eylül’ün sonuçlarını haritaya dökmek için henüz erken.
(Znet, 8 Ekim 2001)
Eğlencenin terörizmi bu
Jean Baudrillard
Prenses Diana’nın ölümünden Dünya Kupası’na kadar geçen süre içinde dünyada birçok
olay oldu. Şiddet olayları ve kıyımlar... Ama dünyanın genel yapısına koşut olarak hiçbir olay
gerçekleşmemişti. 1990’lı yıllarda yaşanan bu genel durgunluk boyunca adeta bir ‘olay grevi’
yaşandı. Ve bu grev sona erdi artık. New York Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan uçak
saldırıları, şimdiye kadar görülmemiş türden bir olaydı.
Tarihin ve gücün oyunu tersyüz oldu ve analizin koşulları da tabii. Hiç acele etmemek
gerek şimdi. Çünkü olaylar durgunlaştıkları sürece buna karşı koymak ve onlardan daha hızlı
gitmek gerekir. Onlar bize yetiştiğindeyse de yavaşlamak... Buna rağmen söylem yığınları ve
savaşın karabulutları altında kalmamak, imaj bombardımanlarına tutulmamak gerekiyor.
Bütün söylemler ve yorumcular, olayın dış tepkilerini dev boyutlarda ele verdiği gibi
barındırdığı büyülenmeyi de ortaya çıkarıyor. Ahlaki yargılama, terörizme karşı oluşturulan
kutsal birlik, bu süper dünya gücünün yıkıldığını görmenin, daha da ötesi, onun şu ya da bu
biçimde kendini mahvederken, şaşaalı bir şekilde intihar ederken görmenin olağanüstü
sevincine denk düşmekte. Çünkü o dayanılmaz gücüyle bütün bu yerleşik şiddeti ve haliyle
(bilmeden de olsa) hepimizde yer etmiş olan bu terörist tahayyülü kışkırtan odur.
Yaptılar işte
Biz bu olayı hayal etmiştik, istisnasız herkes bunu hayal etmişti; çünkü bu noktada
egemen olan herhangi bir gücün yıkımını kimse düşleyemiyordu, bu Batı’nın ahlaki bilinci
için kabul edilemezdi; ama bu yine de bir olguydu, öyle ki bu olgu onu ortadan kaldırmak
isteyen bütün söylemlerin içli şiddetiyle ölçülebiliyordu tam olarak.
Sonuç olarak onlar bunu yaptılar ama bunu biz istedik. Eğer bunu gözden kaçırırsak,
olay bütün simgesel boyutlarını yitirir. Bu olayı katıksız bir kaza, tamamıyla keyfi bir eylem;
birkaç fanatiğin ölümcül fantazmagorisi olarak niteleyenlere göre sadece onları ortadan
kaldırmak yeterli. Oysa bunun böyle olmadığını çok iyi biliyoruz.
Kötülükten kurtuluşumuzun bütün kontrfobik taşkınlığı buradan ileri gelmekte, çünkü o
her yerde, hazzın karanlık bir nesnesi gibi. Bu sıkı suç ortaklığı olmasaydı, olay bugünkü
yankılarına ulaşamazdı bile ve kendi simgesel stratejileri içinde teröristler bu iğrenç suç
ortaklığına güvenebileceklerini çok iyi biliyorlar.
Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerinin yıkılması tahayyül edilemez bir şey, ama bu
durum ortaya gerçek bir olay çıkması için yeterli değil. Bir şiddet fazlalığı gerçekliğe
götüremez bizi. Çünkü gerçeklik bir ilke ve yok olan da işte bu. Gerçek ve kurgu içinden
çıkılamaz şeyler. Ve bu saldırının yarattığı şaşkınlık öncelikle imajın yarattığı şaşkınlık.
Sevinç ve felaket duyguları uyandıran sonuçlar muazzam derecede imgeseldir.
Bu durumda gerçek, terörün bir parçasıymış, fazladan bir korkuymuş gibi imaja katılır.
Sadece korku verici olmakla kalmaz, aynı zamanda gerçektir de. Gerçeğin şiddeti ortaya
çıktığı ve buna imajın yaydığı korku da eklendiği sürece, imaj ortaya çıkar ve gerçeğin
yarattığı korkuyu kendine katar. Kurguya benzer bir şey gibi, kurguyu aşan bir kurgudur bu.
Borges’in ardından Ballard da gerçeği bir son olarak yeniden yaratmaktan söz ediyordu ki
son, en korkunç kurgudur.
Bu terörist şiddet gerçekliğin ve tarihin geri dönüşü değil. Bu terörist şiddet ‘gerçek’
değil. Bir bakıma daha da kötü, çünkü simgesel. İçimizdeki şiddet kusursuz bir biçimde
savunmasız ve sıradan olabilir. Tekilliğin tek yaratıcısı simgesel şiddettir. Ve bu tekil olayda,
bu feci Manhattan filminde 20. yüzyılın iki büyülü kütle unsuru en yüksek noktada bir araya
gelmekte: Sinemanın beyaz büyüsü ve terörizmin kara büyüsü.
İsteyen istediği anlamı yükleyebilir ve istediği yorumu getirebilir, fakat bunun hiçbir
anlamı ve yorumu bulunmamakta, çünkü eğlencenin radikalliği bu; orijinal ve hakkından
gelinemez olan da eğlencenin katılığıdır. Terörizm eğlencesi, eğlencenin terörizmini ortaya
çıkarmıştır. Bu ahlaksız büyülenme karşısında (evrensel bir ahlaki tepki ortaya koymuş olsa
bile) politika düzeninin yapacak hiçbir şeyi yok. Ve bize kalan sadece vahşet tiyatromuz. Bu
aynı zamanda gerçek bir şiddetin merkezinin parıltılı bir mikro modeli ve meydan okumanın
en saf simgesel biçimi olan tarihsel ve politik düzene karşı çıkan bir model.
Herhangi bir katliam affedilebilirdi ve eğer ki bir anlamı olsaydı tarihsel bir şiddet
olarak da yorumlanabilirdi. İyiliksever şiddetin ahlaki aksiyomu böyledir. Herhangi bir şiddet
affedilebilirdi, eğer ki medya tarafından yeri doldurulmamış olsaydı. (Terörizm medya
olmadan kılını kıpırdatamaz.) Ama bunların hepsi aldatıcı. Medyanın doğru kullanılması diye
bir şey yok. Medya olayların bir parçası. Terörün bir parçası. Orada veya burada var olurlar.
Terörizmin gerçek zaferi
Baskı altına alıcı eylem, terörist eylemle aynı belirsiz sarmal üzerinde hareket eder.
Kimse onun nereye gittiğini, nerede duracağını ve nereden döneceğini bilemez. Haberleşme
ve imajlar düzeyinde simge ve heyecan vericilik arasında bir fark yok. ‘Cinayet’ ve baskı
arasında da bu anlamda bir fark yok. Ve işte geri dönülemezliğin denetlenemez öfkesi,
terörizmin gerçek zaferi.
Özgürlük düşüncesinin ki bu yenidir, geleneklerden ve bilinçlerden silinmek üzere
olduğu, liberal globalleşmenin bunun tam tersi bir biçimde kendini ortaya koyduğu noktada,
kolluk kuvvetlerinin, toplu bir denetimin, güvenlikçi bir terörün yönettiği bir globalleşme.
Üretimin, tüketimin, spekülasyonun ve büyümenin (ama asla çürümenin değil)
azalması: Hepsi sanki dünya sistemi bir stratejik geri çekilme yaşıyormuş gibi gerçekleşiyor,
kendi değerlerinin yeniden gözden geçirilmesiyle birlikte.
Panik tablosu
Teröristlerin zaferinin bir başka yüzü de bütün diğer şiddet biçimlerinin onların yararına
işlemesi: Enformatik terör, biyolojik terör, şarbon ve dedikodu terörizmi; bunların hepsi de
Bin Ladin’e atfedilmiş durumda. Bin Ladin, meydana gelebilecek bazı doğal felaketleri de
kendi hesabına yazabilir, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Her türlü düzensizlik ve dolaşım
bozukluğundan yararlanıyor. Enformasyonun iradesiz terörizmiyle beslenen terörizmin
otomatik yazısı gibi, dünyadaki bütün değiş tokuşların yapısı. Paniğin getirdiği bütün
sonuçlarla birlikte ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Bütün bir sistem, herhangi bir saldırıya karşı
kendini dayanıksız hale getiren kritik bir noktaya geldi, dayandı.
Uç noktadaki bu durum için bir çözüm olasılığı yok ve savaş asla çözümlerden biri
değil. Bu durum, aynı askeri güç tufanı, bilinmeyen istihbaratlarıyla bir deja vu’dan ibaret.
Özetle hiç olmamış Körfez Savaşı gibi bu da hiç vuku bulmamış olan bir olay.
Zaten bu olayın da ortaya çıkış nedeni şundan ileri gelmekte: Gerçek ve dört başı
mamur, eşsiz ve tahmin edilemeyen bir olayın yerine tekrarlayan ve daha önceden görülmüş
bir yalancı olayın yerleştirilmesi. Terörist saldırı her türlü yorum modellerinin üzerinde olayın
devinmesine uygun düşmekte. Halbuki aptalca askeri ve teknolojik hale getirilen bu savaş tam
tersine, modelin olay üzerindeki devinmesine uygun düşer, yani sahte bir beklentiye ve bir
kovuşturmazlık kararına. Bu da siyasetin başka yollarla işler hale getirilmesini yok eden bir
savaş anlamına gelmekte.
(Le Monde, 3 Ekim 2001)
11 Eylül’ün izi Hiroşima’da
John Berger
Artık, Amerikan bombardımanları sonucu Afganistan’da hayatını kaybeden sivillerin
sayısı, ikiz kulelerde hayatını kaybeden sivillerin sayısına eşitlendiğine göre, belki meseleyi
daha az trajik olmamakla birlikte daha geniş bir perspektiften inceleyebilir ve şu soruyu
sorabiliriz: Kasıtlı olarak öldürmek, sistematik olarak ve körlemesine öldürmekten daha
şeytani ve ayıp mı? Sistematik diyoruz, çünkü ABD silahlı kuvvetlerinin bu stratejisi Körfez
Savaşı’yla başladı.
Sorunun cevabını bilmiyorum. Yerde, B-52 uçaklarının attığı bombaların arasında ya da
Manhattan, Church Street’te yükselen boğucu kesif dumanın ortasında belki de etik
karşılaştırmalar yapmak mümkün olmaz.
11 Eylül günü, televizyon seyrederken hemen 6 Ağustos 1945’i hatırladım. Biz
Avrupa’da, Hiroşima’ya atılan bombanın haberini, aynı günün akşamı duymuştuk. İki olay
arasında hemen kurulabilecek ortak noktalar: Duru bir gökyüzünde ansızın beliren bir ateş
topu, sabah işlerine giderken saldırıya uğrayan siviller, açılmaya hazırlanan dükkânlar, derse
başlamak üzere olan öğrenciler. Sonra da vücutların havada uçuşması, tüm bunların küle
dönüşmesi ve her yerin moloz yığını haline gelmesi. Her iki olayda da o güne dek hiç
kullanılmamış olan yepyeni bir silahın varlığı: 60 yıl önce atom bombası, geçen sonbaharda
ise bir yolcu uçağı. Sarsıntının merkezinde, her şeyin ve herkesin üstünü örten kalın bir toz
tabakası.
İçerik ve ölçek farklılıkları elbette çok büyük. Manhattan’daki toz radyoaktif değildi.
1945 yılına gelindiğinde ABD, üç yıldır Japonya’yla savaş halindeydi. Bununla birlikte her
iki saldırı da, birer duyuru olarak planlanmıştı. Her ikisine de tanık olanlar, dünyanın artık
eskisi gibi olmayacağını, her yerde risk olduğunu, dupduru bir sabahta dünyanın tamamen
değiştiğini biliyorlardı.
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar Amerika Birleşik Devletleri’nin bundan böyle
dünyadaki süper silahlı güç olduğunu duyurmuştu. 11 Eylül saldırısı ise, bu gücün artık kendi
evinde bile güvende olmadığını ilan etti. İki olay, tarihsel bir dönemin başlangıcını ve bitişini
belirledi. Başkan Bush’un 11 Eylül’e tepkisi, önce ‘Sonsuz Adalet’, sonra ‘Kalıcı Özgürlük’
olarak adlandırılan ‘terörizme karşı savaş’ kavramı bir yana, geçtiğimiz altı ay içinde
karşılaştığım en acıtıcı ve yaralayıcı yorum ve analizler Amerikan vatandaşlarınca yapıldı ve
yazıldı. Şu anda Washington’da bulunan karar mercilerine karşı çıkanlarımıza yapılan ‘antiAmerikanizm’ suçlaması söz konusu politikalar kadar kısır. Halihazırda dayanışma içinde
bulunduğumuz sayısız ‘anti-Amerikanizmci’ Amerikan vatandaşı var.
Amerikalı aydınlar!
Buna karşılık bu politikaları destekleyenler de var. Aralarında Francis Fukuyama ve
Samuel Huntington gibi 60 entelektüelin de bulunduğu birçok Amerikan vatandaşı,
geçenlerde bir ortak bildiriye imza atıp genel olarak ‘adil’ savaş kavramını, özel olarak da
Afganistan’daki ‘Kalıcı Özgürlük’ harekâtını ve terörizme karşı sürdürülen savaşı akladı.
Bildiri ABD’de birçok yayın organında yayımlandı, Le Monde’da ve başka Avrupa
gazetelerinde de görüldü.
Onlara göre, adil bir savaşın ahlaki gerekçesi, savaşın nedeninin masumları kötülere
karşı korumak olmasıydı. Böyle bir savaşta, savaşa katılmayanların bağışıklığının da mümkün
olduğunca korunması gerektiğini de belirtmişlerdi.
Metni masumca okursak (ki elbette bu metin masumca ve spontane yazılmadı) insan
şöyle bir hisse kapılıyor: Birtakım sakin, akıllı, efendi, usta bilim adamı, uzman, saygıdeğer
kişi bir araya gelmiş, emirlerinde de muhteşem bir kütüphane varmış (hatta belki, ara
verdikleri zamanlar kullandıkları güzel bir de havuz olabilir) bunlar huzurlu huzurlu, hiç acele
etmeden tartışmışlar, konuşmuşlar sonunda bir karara varmışlar ve kararlarını da bize
sunmuşlar. Sanki bu toplantı da sadece helikopterle ulaşılabilen, geniş bir araziye kurulu,
çevresi çok çok yüksek duvarlarla çevrili, bu duvarların dibi nöbetçilerle dolu efsanevi bir altı
yıldızlı otelde yapılmış. Yani düşünen adamlarla normal halk arasında hiçbir bağlantı yok.
Birbirlerine rastlama ihtimali de yok. Sonuç olarak da, tarihte olanlar ve bu otelin duvarları
arkasında olanlar kabul edilebilir ve bilinebilir şeyler değil. İzole edilmiş Delüks Turist Etiği.
1945 yazına dönelim. Napalm bombaları Japonya’nın en büyük kentlerinden 66’sını
yakıp kavurmuş. Tokyo’da 1 milyon sivil evsiz kalmış, 100 bin kişi ölmüş. Bombalama
harekâtının başındaki General Curtis Lemay’a göre ölenler ‘kavrulmuş, çıtır çıtır kızarmış.’
Başkan Franklin Roosevelt’in oğlu ve sırdaşı, “Japonların sivil halkının yarısından çoğunu
imha edene kadar” bombalamanın sürmesi gerektiğini söylemiş. 18 Temmuz’da Japon
İmparatoru, Roosevelt’in yerine gelen Başkan Truman’a telgraf çekerek bir kez daha barış
istemiş. Bu mesaja hiç aldırış edilmemiş.
Böyle buyurdu amiral
Hiroşima’nın bombalanmasından birkaç gün önce Amiral Radford “Japonya, göçebe bir
halkı olan, kentsiz bir ulus olacak” buyurmuştu. Kentin merkezindeki bir hastanenin tepesinde
patlayan bomba yüzde 95’i sivil 100 bin kişiyi anında öldürdü. Bir diğer 100 bin kişi de
yaralardan ve radyasyon etkilerinden, daha sonra öldü.
Başkan Truman, “16 saat önce bir Amerikan uçağı, önemli bir askeri üs olan
Hiroşima’ya bir bomba attı” diye duyurdu olayı. Bir ay sonra, Avustralyalı gazeteci Wilfred
Burchett’in imzasını taşıyan ilk sansürsüz haber yayımlandı. Gazeteci, kentteki bir seyyar
hastaneyi ziyareti sırasında tanık olduğu inanılmaz vahşeti anlatıyordu.
Bombayı planlayan ve üreten Manhattan Projesi’nin başkanı General Groves, kongre
üyelerine radyasyonun hiçbir şekilde ‘aşırı acı çekmeye’ neden olmadığını, hatta
‘söylenenlere göre, radyasyonla ölmenin zevkli bir şey olduğunu’ hararetle anlattı. 1946’da,
Amerikan stratejik bombalama araştırması şu sonuca vardı: Atom bombası atılmasaydı da
Japonya teslim olacaktı.
Olayların gidişatını benim yaptığım gibi kısaca anlatmak elbette her şeyi fazlasıyla
basitleştiriyor. Manhattan Projesi, 1942’de Hitler gücünün doruğundayken ve Alman bilim
adamlarının atom bombasını üretme riski varken start almıştı. Bu risk artık yokken
Amerika’nın Japonya’ya iki atom bombası atma kararı, Japon silahlı kuvvetlerinin
Güneydoğu Asya’daki harekâtının ve Aralık 1941’de Pearl Harbor’a düzenlediği sürpriz
saldırının ışığında değerlendirilmeli. Manhattan Projesi’nde çalışan ve Truman’ın kararına
karşı çıkıp hiç değilse ertelemeye çalışan bazı kumandanlar ve bilim adamları da vardı.
Yine de, her şey olup bittikten sonra, Japonya’nın 14 Ağustos’ta teslim olması uzun
süredir beklenen bir zafer gibi kutlanmadı. Çünkü tam ortasında ıstırap ve körleştiren bir
körlük vardı.
Bu hikâyeyi, altı yıldızlı efsanevi otellerinde kalan 60 Amerikan düşünürünün kendi
tarihlerinin gerçekliğinden bile ne kadar uzak olduklarını göstermek için anlattım. Ayrıca,
1945 yılında başlayan Amerikan ‘silahlı’ egemenliğinin, ABD’nin yörüngesi dışında kalan
herkes için ne kadar mesafeli, umursamaz ve acımasız olduğunu hatırlatmak için. Başkan
Bush, “Neden bizden nefret ediyorlar?” diye kendine sorduğunda, biraz da bunları düşünsün ama o, altı yıldızlı otelin yöneticilerinden biri ve hiç dışarı çıkmıyor.
(The Guardian, 1 Temmuz 2002)
Bunun adı 4. Dünya Savaşı
Eliot A. Cohen
Siyasetçiler meselelere gerçek ismini koymayı pek sevmez. Gerçek, bilhassa savaş
zamanlarında öyle tatsızdır ki, ondan kaçmaya, onu perdelerin ardına itmeye çalışırız. Böyle
zamanlarda meselelere asıl ismini koymak hiç de kolay bir iş değildir.
Şu an yürütülen savaşı ele alın. Bu savaşın, basının tanımladığı gibi bir ‘Afgan
Savaşı’ndan başka bir şey olduğu son derece açık. Her şeyden önce en büyük çarpışma
Amerikan topraklarında yaşandı ve ABD yönetimi bu savaşı küresel olarak, sadece Afganlarla
sınırlı kalmadan yürüteceğine söz verdi.
‘11 Eylül Savaşı’ mı demeliyiz bunun ismine? Fakat savaş 11 Eylül’den önce başlamış
ve Afrika’daki Amerikan elçiliklerinde, USS Cole destroyerinde, Somali’de ve Hobar
Kuleleri’nde ölümler yaşanmıştı. ‘Usame bin Ladin’le Savaş mı’? Bunun tarihte öncülleri var
(Kral Philip’in Savaşı, Pontiac’ın Savaşı veya hatta Jenkins’in Kulak Savaşı), fakat savaş Bin
Ladin’le başlamadı ve onun ölümüyle de bitmeyecek. Ve bu ölüm, bizzat Bin Ladin’in
beklediğinden bile erken gelebilir.
Küresel, karışık, uzun ve ideolojik
Daha nahoş, ama daha doğru isim ‘Dördüncü Dünya Savaşı’dır. Soğuk Savaş, Üçüncü
Dünya Savaşı’ydı ve küresel çatışmaların sadece mültimilyarder adamların ordularından veya
harita üzerindeki konvansiyonel cephe hatlarından menkul olmadığını bize göstermişti. Soğuk
Savaş’la yapılacak bir benzetme şimdiki savaşın belirleyici niteliklerinden bazılarını ortaya
koyacaktır: Her şeyden önce gerçekten küresel bir savaş bu. Artı, içinde şiddet içeren ve
içermeyen çabaları bir arada barındırıyor; sadece tabur tabur askerin değil, yetenek, uzmanlık
ve kaynakların da seferber edilmesini gerektiriyor. Artı, uzun sürmesi muhtemel. Ve artı,
ideolojik kökleri var.
Amerikalılar hâlâ bu savaşın ideolojik kökleri olduğu gerçeğinin etrafından dolaşıyor.
Bu savaşta düşman, fantastik kitaplarda geçen saf kötü (deyin ki J. K. Rowling’in Lord
Voldemort’u, Tolkien’in Sauron’u veya C. S. Lewis’in Beyaz Cadı’sı) mahiyetinde ‘terörizm’
değil, ‘militan
İslam’dır. Düşmanın bir ideolojisi var. İnternette yapılacak bir saatlik bir gezinme, en
azından sıradan insanların 2. ve 3. Dünya Savaşları’nda Hitler’in ‘Kavgam’ kitabında veya
Lenin, Stalin ya da Mao’nun yazılarında ne bulmuş ve bu yazılardan ne gibi anlayışlar
edinmiş olabileceklerini gösterecektir. Bu anlayışlar elbette Batı’da (anlaşılabilir, ama
tehlikeli şekilde) sorunları daha idare edilebilir şekilde tanımlamayı tercih edenlerin bahanesi
olmuştur. Mesela Almanya’nın Versailles Anlaşması’ndan duyduğu rahatsızlık veya Rus milli
çıkarlarının abartılması gibi... Yahudi Soykırımı’ndan kurtulan birine sormuşlar,
‘1940’lardaki tecrübelerinden ne çıkardın’ diye. Şöyle demiş: “Eğer birisi size sizi
öldürmek niyetinde olduğunu söylerse, ona inanın.”
Kaide ve taraftarları, Müslüman fanatiklerden oluşuyor. Şuna hiç kuşku yok ki, ılımlı
Müslümanlar arasında en az kâfirler kadar çok düşman belleyecekler, hatta onlara karşı daha
acımasız davranacaklar. İnançlarının bu kalıba dökülmesine öfke duyan Müslümanlar
arasında bir tepki dalgası oluşması umut edilir. Müslümanların teokratik bir kâbusu
gerçekleştirmek için yürütülen bu savaşın doğuracağı felaketleri anlaması gerek. Ve bu
hareketlere karşı savaşta, Hıristiyanlar, Yahudiler, Hindular ve ateistlerden en önce
Müslümanların gayret göstermesi, taviz vermemesi beklenir.
İki önemli hedef
Afganistan Dördüncü Dünya Savaşı’nın sadece bir cephesini oluşturuyor. Orada
yürütülen savaş da daha büyük bir savaşın parçası. ABD orada iki önemli hedefe ulaşmak
üzere: Kaide örgütü ve lider kadrosunun ortadan kaldırılması ve böyle örgütlere kucak açan
devletlere aynı akıbete uğrayacakları yönünde ders verilmesi. Ya sonrası?
Aklıma üç şey geliyor:
Birincisi, eğer bu savaşın bir cephesinde Müslüman dünyayı özgür ve ılımlı yönetimlere
kavuşturmak varsa, ABD buralardaki Batı yanlısı ve yobazlık karşıtı güçlere arka çıkmalı.
İran konusunda ABD’nin önünde acilen verilmesi gereken bir karar duruyor. İran’daki rejime,
istihbarat paylaşımı, bazı terör örgütlerine verilen desteğin azaltılması karşılığında bazı
ödünler verebiliriz. Veya mollaları ve iktidarlarını alaşağı edecek bir sivil toplum hareketine
destek için elimizden geleni yaparız. İlkini tercih etmek akla yakın olanı, ama aynı zamanda
bazı müttefiklerimiz açısından hiç hoş karşılanmaz. Bununla birlikte ilk teokratik devrimci
Müslüman devleti yıkarak yerine ılımlı veya laik bir rejim kurmak da, Bin Ladin’in yok
edilmesinden hiç de aşağı kalır bir zafer olmaz.
Tabii ki Irak
İkincisi, ABD terörizme destek veren rejimleri hedef bilmeyi sürdürmeli. Irak bu
anlamda açıkça hedeftir. Çünkü Kaide’ye yardım etmekle kalmamış, Amerikalılara doğrudan
saldırmış (Başkan Bush’a karşı bir suikast girişimi de dahil) ve kitle imha silahları
geliştirmiştir. Bir kez daha Amerika’nın müttefikleri Irak meselesinden çekinecektir. Ordu da
yarım bırakılan Körfez Savaşı zaferini gidip tamamlamak konusunda gönülsüz davranabilir.
Fakat buna girişmemenin bedelleri ve başarı fırsatları göz önüne alındığında, sağduyu Irak’a
yönelmeyi gerektiriyor. Irak ordusu zayıf. Amerika Arap dünyasındaki ezeli düşmanını
ortadan kaldırırsa son 10 yıldır boş binaları vuran seyir füzelerinin yerle bir ettiği itibarını geri
kazanabilir.
Üçüncüsü, ABD kararlı hareket etmeli. Afganistan’da ulaşılan başarı (sadece iki ay
içinde ülkedeki iktidar dengeleri kökünden değiştirilmiş, Taliban yönetimi devrilmiş ve
Kaide’nin bir bölümü ortadan kaldırılmıştır),
Amerikan ordusu ve istihbaratının bir soruna yoğunlaştığında neler yapabileceğinin
kanıtı. Fakat Taliban işin en zor kısmı değil. Kandahar’la Kunduz’daki düşmana bomba atan
uçakların bazıları pilotlarından daha yaşlı ve yedek parçası bile yok.
Askeri dönüşüm
Hedefi vuran silahlar, özel harekât güçleri ve karmaşık istihbarat toplama sistemleri bir
araya getirildiğinde, Amerikan ordusunun hararetle ihtiyaç duyulan bir askeri dönüşümü
başlattığı görülüyor. Fakat bu dönüşüm, bütçedeki savunma harcamalarını 20 milyar dolar
artırmaktan fazlasına gerek duyacak.
Benzer şekilde, gerçek yetkilerden yoksun bir iç güvenlik bakanlığı kurmak, hükümetin
11 Eylül’e yönelik kapsamlı soruşturmalar açmaktaki gönülsüzlüğü ve büyük, yaratıcı
programların hazırlanmaması (mesela Batı’nın Körfez petrolüne bağımlılığını ortadan
kaldıracak ciddi bilimsel araştırma programlarına eğilinmemesi), Washington’ın alışıldığı
üzere ayak sürüdüğünü gösteriyor.
Elbette işin daha başındayız ve Bush ekibinin meseleyi ciddiye aldığına dair pek çok
işaret var (B-52’ler Taliban mevzilerini bombalarken, CIA timleri Afgan dağlarını tarıyor,
Hastalık Kontrol Merkezleri’ne daha fazla kaynak ayrılırken, yabancı teröristler için askeri
mahkemeler oluşturuluyor). Fakat yapacak daha çok şey var. Görevin kapsamı çizilmeli ve
ona göre hakeret edilmeli.
Velhasıl eğer Afganistan harekâtı bittikten sonra ABD yönetimi, istihbarat toplamaktan,
tutuklamalardan ve terörist kamplarındaki etkisi güdük patlamalardan menkul bir rehavetin
içine girerse, bu, meselelere gerçek ismini koymaktan kaçınmak olacaktır.
(The Wall Street Journal, 21 Kasım 2001)
11 Eylül neyi değiştirdi ki?
Niall Ferguson
New York 11 Eylül 2011’de nasıl bir yer olacak? Dışında, Müslüman olmayanların
sadece kimliklerinde özel damga varsa girebildiği bir Müslüman getto bulunan, bölünmüş bir
şehir. Manhattan’a giden her tünel ve köprünün başında terörle mücadele ekiplerinin arabaları
patlayıcı veya yasak zehirli maddeler için aramadan geçirmediği denetim noktaları... Trafik
sıkışıklığını dert etmeyin. Çünkü 2011’de yaşanacak üçüncü ve son petrol kriziyle yollarda
pek araba kalmayacak.
Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması sıcağı sıcağına Saraybosna suikastı ya da Pearl
Harbor’un bombalanması gibi tarihe yeni bir yön veren o olaylardan biri gibi göründü. Bazı
heyecanlı yorumcular kuleler çöker çökmez 3. Dünya Savaşı’ndan bahseder oldu. Bu
ihtimallerden biri. Ama daha büyük ihtimal yukarıda çizilen kâbusun gerçekleşmesi. Çünkü
bu kâbus senaryosunu 11 Eylül’den önceki gelişmelerden çıkarmak mümkün. Çok trajik ve
çarpıcı olmasına rağmen 11 Eylül bir dönüm noktası olmaktan çok uzakta.
Herhangi bir olaya çok fazla önem vermek konusunda dikkatli olmalıyız. 1. Dünya
Savaşı’nı Gavrilo Princip tek başına başlatmadı. Robert Musil ‘The Man Without Qualities /
Niteliksiz Adam’ adlı romanında tarihin bir bilardo topu gibi düz bir çizgide ilerleyip sadece
çarpıldığında yön değiştirdiği fikrini reddeder. Musil’e göre tarih ‘bulutların geçişi’ gibiydi,
sürekli hareket içinde, yönü kestirilemez. İşte tarihin bu niteliğinden ötürü 10 yıl sonra nerede
olacağımızı bilmek imkânsızdır.
Ancak Musil’in tarih ve bulut benzetmesi başka bir şeye daha ışık tutar. Hava durumunu
tahmin etmek zor olsa bile havanın nasıl olacağına dair ihtimaller sonsuz değildir. Yarın
yağmur yağmayabilir, ama biliriz ki eğer yağarsa yağan şey su olacaktır, kaynayan yağ değil.
Hava dünkü kadar sıcak olmayabilir ama -50 derece de olamayacaktır.
Başka bir deyişle, 11 Eylül şiddetli ve ani bir fırtınanın tarihi karşılığıydı. Fakat bu
fırtına yazın yerini yavaşça sonbahara bıraktığı gerçeğini değiştirmedi. Aynı biçimde New
York ve Washington’da olanlar ne kadar irkiltici olursa olsun derindeki tarihi akımların
yönünü değiştirmedi. Birçok anlamda dünya bu saldırılar olmasaydı bile 2011’de, bu tarihi
akımların etkisinde geçirdiği evrimle daha farklı bir yer olmayacaktı.
ABD’yi de vururlar: Derindeki ilk akım yeterince açık: Terörizmin, yani hükümet dışı
örgütlerin uç siyasi amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanmasının, ABD’ye yayılması. Bu tür
terörizm bir süredir ortalıkta. Uçak kaçırma ve kamikaze misyonları kesinlikle yeni şeyler
değil. 11 Eylül’ün yeniliği denenmiş taktiklerin birleştirilip ABD’de kullanılmasıydı. Yenilik,
evet, ama bir sürpriz değil. Terörizm, New York’un büyük kardeşi Londra da dahil olmak
üzere yıllardır büyük şehirlerde hayatın bir parçası. Şaşırtıcı olan New York’un bu kadar uzun
süre bundan nasibini almamış olmasıydı. Eğer ekonomi küreselleşebiliyorsa siyasi şiddet
neden küreselleşmesin? Aslında ikisi birbiriyle bağlantılı.
Yıllar geçtikçe küçük fanatik grupların büyük zararlar vermesi kolaylaşıyor çünkü bu
zararları verecek imkânlar ucuzluyor ve daha kolay elde ediliyor.
Kötü haber, teröristlere yataklık yapan ülkelere savaş açmanın terörist saldırıları asla
engelleyemeyeceği. Batı Avrupa’nın solcu ve milliyetçi terörle deneyimi, terörizmle gerçek
savaşın ülke içi istihbarat, polis ve güvenlik önlemleriyle yürütülebildiğini gösteriyor.
Günlük güvenlik kontrollü, haftalık bomba korkulu ve yıllık patlamalı dünyaya hoş
geldiniz. 10 yıl sonra New York’lu itfaiyeci ve Washington’lı postacılar kendilerini, IRA’nın
bombalama kampanyaları sırasında Londralı meslektaşlarının hissettiği gibi yorgun ve bıkkın
hissedecek.
Ekonomik düşüş: 11 Eylül’ün değiştiremediği ikinci akım ekonomik düşüş... 1990
sonlarının yatırım balonu teröristler saldırmadan 1.5 yıl önce doruk noktasına ulaşmıştı. 11
Eylül borsanın çökmesine değil sadece bir süre kapanmasına yol açtı.
Saldırılardan hemen sonra yatırımcılar fiyatların serbest düşüşe geçme tehditi karşısında
dişlerini gıcırdattı. Fakat şimdiye kadar 1990 sonlarının yatırım balonundaki düşüş
1920’lerdeki balonu takip eden büyük çöküşle karşılaştırılınca hafif kaldı. Bu anlamda 11
Eylül olaylarının ekonomik olarak en önemli sonucu önemsizliği.
İki zayıf nokta
Yine de dünya ekonomisinin -11 Eylül öncesinden beri es geçilemeyecek iki zayıf
noktası var:
Birincisi, küreselleşmenin küresel karşıtı yapısı. Tam bütünleşmeden çok uzak olarak
dünyadaki mal, sermaye ve iş piyasaları inanılmaz biçimde parçalanmış durumda. Bu yüzden
Amerikan, Kanada ve Meksika ticaretinin aslan payı Kuzey Amerika Serbest Ticaret
Bölgesi’nde gerçekleşirken, Avrupa ticaretinin aslan payı da Avrupa içinde gerçekleşiyor.
1913’te, uluslararası sermaye gerçekten uluslararasıydı: Doğrudan dış yatırımın yüzde 63’ü
gelişmekte olan ülkelere gitti. Bu oran 1996’da sadece yüzde 28’di.
İşgücü hareketi de bozuldu. ABD hem çeşitli vize programlarıyla Avrupa ve Asya
ekonomilerinin en nitelikli ve yetenekli işçilerini seçiyor hem de arka kapısı Meksika’dan
niteliksiz ve kaçak Latin kökenli işçileri ülkeye sokuyor.
Bu, küreselleşme dediğimiz eğilimin ülkeler arası eşitsizliği artırmasının en önemli
nedenlerinden biri. Ve bu eşitsizlik fakir ülkelerin en zengin ülke ABD’ye nefretini artırıyor.
(Bu, Kaide gibi birçok üyesi hali vakti yerinde ailelerden gelen örgütlerin desteklenmesinin
ana nedeni fukaralıktır demek değil).
Daha da endişe verici olan küresel enerji kaynaklarının orta vadeli görünümü. Özel
arabanın bir statü sembolü olarak yükselmesi Amerikalıların petrol kaynaklarından ne kadar
hoşnut olduklarını gösteriyor. Oysa hiç hoşnut olmamalılar. Doğru, benzin fiyatları şu anda
düşük. Fakat 1970’lerle 80’lerde fiyatların tavana vurmasının nedeni Ortadoğu’daki
istikrarsızlıktı: Arap petrol ambargosu, İran devrimi ve İran-Irak savaşı. Buna benzer bir şey
pekâlâ şimdi de olabilir.
Bu yüzden özel arabanın günleri sayılı. Amerikalı araba üreticilerinin benzine alternatif
ve ucuz bir enerji kaynağı bulabilmek için 10 yıldan daha az süreleri var. Eğer başarılı
olmazlarsa dünya ekonomisi kendini 1970’lerde bulabilir.
Gayriresmiden resmi emperyalizme: 10 yıldan daha uzun bir süredir kendini hissettiren
üçüncü bir akım daha var: ABD’nin küresel gücünün örtülü emperyalizmden resmi
emperyalizme dönüşmesi.
1945’ten beri ABD dünyayı dolaylı biçimde etkilemekle yetindi: Uluslararası şirketlerle
ve IMF’yle ekonomiyi yönetti, ‘dost’ ilkel rejimlerle politikaya hâkim oldu. Fakat 19’uncu
yüzyılda Britanya’nın keşfettiği gibi bu örtülü emperyalizmle elde edilebilecek şeyler sınırlı.
Devrimler kukla yöneticileri devirebilir. Yeni rejimler borçlarını ödemeyip ticareti bozabilir,
komşularıyla savaşa bilir hatta terörizme destek verebilirler.
ABD yavaş yavaş uzak ülkelerin içişlerine karışarak bu tarz krizlere karşılık vermeye
başladı. Evet bunu bir çokyanlılık perdesinin arkasında, BM ya da NATO adına hareket
edermiş gibi yaptı. 1990’larda bu bölgeler yeni tarz bir sömürge haline geldi: ABD’nin askeri
ve mali gücüyle denetimde tutulan ülkeler.
Amerikan ekonomisinin gücü doğal emperyal bir hegemonyanın gücüyle boy
ölçüşemeyebilir. Britanya İmparatorluğu büyük bir insan ve sermaye ihracına dayanıyordu
ama Amerikan ekonomisi 1972’den beri sermaye ithal ediyor. ABD dünyanın her yerinden
göçmenlerin tercih ettiği bir ülke, sömürge göçmenleri yaratıcısı değil. Ayrıca, Britanya altın
çağında Elizabeth dönemine kadar uzanan bir emperyalist kültürden besleniyordu. Oysa ABD
Britanya İmparatorluğu’yla savaşarak doğmuş bir ülke. Başka halkları yönetmekte hep
isteksiz davranacak.
Ama isteksizlik reddetmek demek değil. ABD’nin Britanya’nın resmi bir imparatorluk
olarak deneyiminden çıkaracağı en açık ders, dünyanın en başarılı ekonomisinin teknolojik
olarak daha geri toplumlara kendi değerlerini kolaylıkla aşılayabileceği. Ayrıca kimse, hiç
değilse finansal anlamda, Amerikan imparatorluğunu genişletmenin Afganistan’daki gibi bir
sürü küçük savaşı bile içerse çok pahalı olacağı için caydırıcı olacağını iddia edemez. Geçen
yıl ABD’nin savunma bütçesi gayri safi milli hasılasının 2.9’uydu, 1948-98 arasında ise bu
rakam yüzde 6.8’di.
Batı-İslam çatışması: Üzerinde çok yorum yapılan başka bir akımdan, demokratik
Batı’yla hoşgörüsüz bir İslam’ın çatışmasından henüz bahsetmedim. Bu bakış açısından 11
Eylül yeni bir yönelimden çok bir uyanıştı, Amerika Müslüman dünyanın yıllardır içinde
olduğu bir mücadeleye yeni uyanmıştı. Ben buna inanmıyorum.
Çünkü modern İslam’ın en karakteristik özellikleri heterojenliği ve coğrafi dağılımı.
Etnik ve dini guruplar arasındaki şiddet dünyayı büyük bloklar halinde bölmüyor.
Balkanlar’da gördüğümüz gibi (ki orada Müslümanların yanında olduğumuzu unutmayalım)
eğilim daha çok var olan siyasi birimlerin parçalanmasından yana. Yani herhangi bir
medeniyetler çatışmasının savaş meydanlarından çok Bosna gibi, hatta geçen yaz Müslüman
gençliğin ayaklandığı İngiltere’nin Bradford’u gibi çokkültürlü bölgelerin sokaklarında
yaşanması daha muhtemel.
Bunu küreselleşememe olarak düşünün: Zamanımızın en büyük paradokslarından birisi
ekonomik bütünleşmenin siyasi bölünmeyle karşılaşması. Sahra Afrika’sının dışında 1871’de
dünyada 64 bağımsız devlet vardı, 1995’te 192.
Bu bağlamda İslami köktendincilik gibi hareketlerin önemi merkezciliğinden çok
merkezkaç etkilerinde olabilir. Monolitik uygarlıklar arasında bir çatışma beklemek yerine
dini ve etnik çatışmalarla var olan entegre çokkültürlü ulus-devletlerin siyasi bir parçalanma
yaşamaya devam etmelerini beklemeliyiz. Sonuçta 1945’ten beri en çok yaşanan savaş türü iç
savaşlar: 2. Dünya Savaşı sonrası çatışmaların üçte ikisi ülkeler arası değil, ülkeler içinde
gerçekleşti. Yugoslavya’dan Irak ve Afganistan’a ABD’nin sürekli karşılaşmak zorunda
kaldığı şey birleşik bir İslam değil, iç savaşla parçalanmış bir takım yönetim biçimleri. (Aynı
şey Somali, Sierra Leone ve Ruanda için de geçerli.)
Ekonomik küreselleşme neden siyasi parçalanmayla karşılaştı? Bir açıklama
küreselleşen piyasa güçlerinin geleneksel ulus-devletler içindeki bölgesel eşitsizlikleri
artırması. Diğer bir açıklama, popüler kültürün yüzeysel biçimde homojenleşmesinin dini
kimliklerin tepki olarak ön plana çıkmasına sebep olması.
Fakat en iyi açıklama şu: Etnik olarak heterojen olan ülkeler Amerika’nın desteğiyle
ekonomik açıklık ve siyasi demokrasi fikirlerine uymaya çalıştıkça mantıktan uzaklaşıyor.
Merkezi hükümet ekonominin planlayıcısı olarak meşruluğunu kaybediyor ve etnik azınlıklar
ayrılıkçı partilere oy veriyor.
Bunlar 21. yüzyılın başlarını biçimlendiren dört akım.
Kehanetlerimi tekrarlayayım. Terörizm günlük hayatın parçası olacak. Amerikan
birlikleri Kâbil ve Kosova’da devriye gezecek. ABD’de ve dünyanın geri kalanında etnik ve
dini guruplar arasındaki ayrılıklar daha belirginleşecek. Bunlar kötü haberler. Ya iyi haber?
Caddeleri tıkayan daha az araba olacak.
Beşinci bir kehanetle bitireyim. İnsanların çoğu bunları 10 yıl önceki terörist saldırıların
doğrudan sonucu olarak algılayacak. New York Times Magazine’de 11 Eylül’ün modern
tarihte bir dönüm noktası olduğuna dair bir yazı çıkacak. Yanlış. Kaçınılmaz gerçek şu:
Bunların hepsi zaten olacaktı.
(The New York Times Magazine, 2 Aralık 2001)
ABD için savaşmamız isteniyor
Robert Fisk
Kendimiz söyleyip kendimiz inanıyoruz: Bin Ladin ve adamları saklanacak delik arıyor.
Kendi adıma o kadar emin değilim. Bin Ladin’in şu an ne yaptığı hiç de belli değil.
Aslında, biz Batı’nın, ne yaptığı da belli değil. Uçak gemilerimizin, savaş uçaklarımızın, ağır
bombardıman uçaklarımızın ve birliklerimizin Körfez bölgesine yığıldığı ortada. SAS
komandolarımız da hâlâ Şah Mesut güçlerinin denetimindeki Kuzey Afganistan dağlarında.
İyi güzel de tam olarak planımız ne? Bin Ladin’i kaçırmak mı? Kamplarını basıp Bin Ladin
ve yanındaki Cezayirli, Mısırlı, Ürdünlü, Suriyelilerin ve Körfez Araplarını öldürmek mi?
Yoksa, Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesine, Lübnanlı Hizbullah’ın ortadan
kaldırılmasına, Suriye’nin burnunun sürtülmesine, İran’ın madara edilmesine, İsrail ve
Filistin’e hileli ‘barış süreci’ külfetinin yeniden yüklenmesine doğru genişleyecek yeni
Ortadoğu maceramızın sadece ilk bölümü mü Bin Ladin?
Eğer bu hayalperestlik gibi geliyorsa, Washington ve Tel Aviv’den yükselen seslere
kulak vermelisiniz. New York Times’ın Pentagon kaynakları, ikinci bölümün Saddam
olabileceğini öne sürerken; İsrailliler Şaron’un ‘uluslararası terörün merkezi’ dediği Lübnan’ı
potaya sokmak istiyor, tabii bir ‘Bin Ladin hücresi’ keşfettikleri Yaser Arafat’ın çöplüğü
Gazze’ye bir iki bomba da fena olmaz hani.
Araplar da dünya terörünün sona ermesini istiyor elbette. Ama listeye birkaç isim de
kendileri eklemek ister. Filistinliler, İsrail ordusunun eğittiği Lübnanlı müttefikler tarafından
Sabra ve Şatila’da 1982’de gerçekleştirilen terörist katliamından sorumlu tuttukları Şaron’un
tutuklandığını görmek istiyor. Oradaki 1800 ölü, 11 Eylül’de ölenlerin çeyreği kadar...
Hama’daki Suriyeliler de aynı yıl Hama’da işlenen katliamın sorumlusu Rıfat Esat’ı terörist
listesinde görmek ister; 20 bin ölü, 11 Eylül ölü sayısının iki mislinden fazla...
Lübnanlılar, 1982’de Lübnan’ın işgalini planlayıp çoğu sivil 17 bin 500 kişinin
ölümüne neden olan İsrailli subayları mahkemede görmek ister, ölü sayısı yine 11 Eylül’ün
hayli üstünde. Sudanlı Hıristiyanlar, Başkan Ömer Beşir’in katliamla suçlanmasını ister.
Fakat Amerikalılar açıkça belirttikleri gibi kendi terörist düşmanlarının peşinde, terörist
dostları ya da Amerikan ‘ilgi alanı’ dışında kalan toplumları katleden teröristlerin değil. Hatta,
Amerika’da serbestçe yaşayan, fakat Amerika’ya zarar vermemiş olanlar bile güvende:
Örneğin, 1980’de güney Lübnan’da iki İrlandalı BM askerini öldüren, sonra da Tel Aviv’den
rahatça uçağa atlayıp Detroit’e gidip yerleşen İsrail sempatizanı militanı alın. FBI ilgilenirse
İrlandalılarda isim ve adresi var.
Asıl niyet ne?
Demek ki gerçekten de ‘dünya terörü’ne karşı savaşmamız istenmiyor. İstenilen,
Amerika’nın düşmanlarıyla savaşmamız. Eğer bu, New York ve Washington’a yapılan
iğrençliğin arkasındaki katilleri yakalamaksa pek itiraz eden çıkmaz. Ama akıllara şu soruyu
getiriyor; niçin bu binlerce masum, diğer binlerce masumdan daha önemli ve çabamızı, belki
de kanımızı diğerlerinden daha çok hak ediyor? Aynı zamanda çok daha rahatsız edici bir
soru daha geliyor akla: 11 Eylül’de Amerika’da insanlığa karşı işlenen suça adaletle mi
karşılık verilecek yoksa Ortadoğu’da Amerikan siyasi gücünü genişletmeye yönelik amansız
bir saldırıyla mı?
Her iki durumda da amaçları gizli kapaklı ve yanıltıcı bir savaşa katılmamız isteniyor
bizden. Amerikalılar bize bu savaşın tüm diğerlerinden farklı olacağını söylüyor. Ama
anlaşlılan o ki farklardan biri, kime karşı ne kadar süreyle savaşacağımızı bilmememiz.
Açıkçası bu sonu belli olmayan çatışmaya ne yeni bir siyasi girişim, ne Ortadoğu’yla kurulan
gerçek bir siyasi bağ ne de tarafsız adalet eşlik edecek. Ortadoğu insanının ıstırabı,
umutsuzluğu ve aşağılanmışlığının yeri yok savaş emellerimizin içinde. Yalnızca
Amerikalılarla Avrupalıların ıstırabı, umutsuzluğu ve aşağılanmışlığı var.
Bin Ladin’e gelince nerede olduğunu Taliban’ın bilmediğine kim inanır? Tabii ki
Afganistan’da. Peki hakikaten yeraltına çekildi mi? Ruslarla savaş sırasında, birdenbire ortaya
çıkar, işgalcilerle çatışırdı. Altı kez yaralanmasına rağmen, müthiş bir pusu ustasıydı. Bu
Ruslara pahalıya mal oldu. Şer ve şeytanilik bile, Amerika’daki kıyımı tanımlamaya yetmez.
Ama, bu işi Bin Ladin’in yaptıysa duracağı anlamına gelmez. Dahası kendi sahasında
savaşıyor olacak. Girebileceğimiz delik çok. Bize ateş edecek ucuz tüfek de. Buna hiç de
‘yeni tür bir savaş’ denemez.
(The Independent, 23 Eylül 2001)
İyiyle kötünün tiyatro oyunu
Eduardo Galeano
Meleğin şeytana karşı savaşımında nedense hep insanlar ölüyor. Teröristler, iyinin
kötüye karşı verdiği savaşımda, New York ve Washington’da 50 ülkeden emekçiyi
öldürdüler. İyiliğin adına kötülüğe savaş açan Başkan Bush, öç alma yemini etti. ‘Kötülüğü
yeryüzünden kazıyacağız’ diye buyurdu.
Kötülüğü kazımak? Kötülük olmadan iyilik ne işe yarar ki? Kendi çılgınlıklarını
meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duyanlar, sadece dinsel fanatikler değil. Silah endüstrisi
ve ABD’nin devasa savaş makinesi de varlığını meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç
duymakta. İyi ve kötü, kötü ve iyi: Yazarlarının arzularına göre aktörler maske değiştirir,
kahramanlar canavar, canavarlar ise bir kahraman haline gelebilir.
Bu da yeni bir şey değil. Alman bilim adamı Werner von Braun, Hitler’in Londra’yı
bombalamakta kullandığı V2 füzelerini icat ettiğinde kötüydü, ama yeteneklerini ABD’nin
hizmetine sunduğunda, iyi biri haline geliverdi. Stalin de, İkinci Dünya Savaşı’nda iyiydi
ama, Şeytan İmparatorluğu’nun lideri haline gelince kötü oldu.
Soğuk Savaş yıllarında John Steinbeck, “Belki de bütün dünyanın Ruslara ihtiyacı var,
öyle sanıyorum ki, Rusya’da dahi Ruslara ihtiyaç var. Belki de Rusya’daki Ruslar Amerikalı
sayılıyordur” diye yazmıştı. Daha sonra Ruslar bile iyi insanlar oldular. Bugün, ‘Kötülük
mutlaka cezalandırılmalı’ korosuna artık Putin de rahatlıkla katılabilir.
Saddam artık ikinci
İranlılar ve Kürtlere karşı kimyasal silah kullanırken Saddam Hüseyin iyiydi ama, sonra
kötü oldu. Amerika Panama işgalini sona erdirdiğinde, Kuveyt’i işgal etti diye Irak’ı işgal
etmek için ona Şeytan Hüseyin demeye başladı. Kendisi başlı başına kötülüğe karşı bir savaş
timsali olan Baba Bush, ailesini karakterize eden insancıl ve merhamet dolu hislerle,
çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 100 binden fazla Iraklıyı katletti.
Şeytan Hüseyin, olduğu yerde kaldı, fakat insanlığın bu bir numaralı düşmanı bir
basamak gerileyerek insanlığın iki numaralı düşmanı oldu.
Dünyanın bir numaralı baş belasına bugünlerde Usame bin Ladin deniyor. Ona terörizm
hakkında bildiği her şeyi CIA öğretti: Bin Ladin, Afganistan’da komünizm karşıtı başlıca
‘özgürlük savaşçısı’ olarak ABD hükümetince korunup silahlandırıldı.
Başkan Reagan bu kahramanlara ‘ABD’nin Kurucu Başkanlarıyla manevi eşitlik’
bahşederken, Baba Bush başkan yardımcısıydı. Hollywood da buna uydu ve Rambo 3
çevrildi: O günlerde, Afgan Müslümanları iyi çocuklardı. 13 yıl sonra bugün oğul Bush
döneminde ise, kötünün de kötüsü oldular.
Henry Kissinger, bu son trajediye ilk tepki verenlerden biri oldu. “Her kim ki destek
sağlar, finanse eder yahut teröristlere ilham verir, bunlar, en az teröristler kadar suçludur”
diye vurguladı. Bunlar, oğul Bush’un saatler sonra tekrarlayacağı sözlerdi. Eğer durum buysa,
şimdiki acil görev, Kissinger’ı bombalamak olur.
Kissinger’ın suç dosyası Bin Ladin ya da dünyadaki herhangi bir teröristten çok daha
kabarık. Üstelik bu suçlar, dünyanın birçok ülkesinde işlendi. Endonezya, Kamboçya, İran,
Güney Afrika, Bangladeş ve Akbaba Planı’nın [Plan Condor] kirli savaşından çok çekmiş
bütün Güney Amerika ülkelerinde devlet terörüne ‘destek, finans ve ilham’ sağladı Kissinger.
11 Eylül 1973’te, önceki haftaki felaketten tamı tamına 28 yıl önce, Şili Başkanlık
Sarayı’na hücum edilmişti. Kissinger, Allende ve Şili demokrasisinin mezar kitabesini,
Şili’deki seçim sonuçlarını yorumlamadan çok daha önce yazmıştı: “Bir ülkenin, kendi
halkının sorumsuzluğu yüzünden komünist olmasına neden göz yummamız ve tahammül
etmemiz gerektiğini anlamıyorum.”
Halkı aşağılamak
Halkı aşağılamak, devlet ya da özel terörün ortak paydalarından biri. Bask ülkesinin
bağımsızlığı için insan öldüren bir örgüt olan ETA’nın bir sözcüsünün dediği gibi: “Hakların,
azınlık veya çoğunluk olmakla hiçbir alakası yoktur.”
Düşük teknolojili terörizm ile yüksek teknolojili terörizm arasında, dinsel fanatiklerin
terörizmi ile piyasa fanatiklerinin terörizmi arasında, umutsuzların terörizmi ile güçlülerin
terörizmi arasında ve zincirinden boşalmış psikopatın terörizmi ile soğukkanlı üniformalı
profesyonelin terörizmi arasında epey ortak nokta var. Hepsi, insan hayatını hiçe sayma
noktasında buluşuyor: Kumdan kaleler misali yıkılan ikiz kulelerin altında ölen 5 bin 500
yurttaşın katilleri ve dünya gazete ve televizyonlarının ilgisini çekmeyen, çoğu yerli 200 bin
Guatemalalının katilleri gibi.
O Guatemalalılar, herhangi bir İslam fanatizmine kurban gitmediler, birbirini izleyen
ABD hükümetlerinden ‘destek, finans ve ilham’ alan ölüm mangalarınca öldürüldüler.
Bütün bu ölüm tapıcıları, sosyal, kültürel ve ulusal farklılıkları askeri terimlere
indirgeme ihtiyacı konusunda da hemfikir. Kötülüğe karşı iyiliğin adına, Tek Hakikat adına,
her şeyi önce öldürüp sonra sorarak çözümlüyorlar. Ve bu yöntemle, savaştıkları düşmanı
güçlendiriyorlar.
Başkan Fujimori’ye, bir terör rejimi kurabilmesi ve Peru’yu bir muz fiyatına satabilmesi
için aradığı kitle desteğini Aydınlık Yol’un zalimlikleri sağladı. Cihat adına terörizm zeminini
hazırlayan şey, ABD’nin Ortadoğu’daki zalimlikleridir.
Her ne kadar, Uygar Dünya’nın liderleri yeni bir Haçlı Seferi için bastırsalar da, Allah,
kendi adına işlenen suçlardan sorumlu değil. ‘Günün sonunda’ ne Tanrı Yahova’nın
izleyicilerine karşı bir Soykırım yapılmasını, ne Yahova, Şabra ve Şatila katliamlarının
yapılmasını emretti ve ne de Filistinlilerin topraklarından sürülmesini. Her şey bir yana,
Allah, Tanrı ve Yahova aynı kutsallığın üç farklı adı değil mi ki?
‘Göze göz kör eder’
Hatalar trajedisi: Artık, kimin kim olduğunu hiç kimse bilemiyor. Patlamaların
dumanları, hepimizi açık seçik görmekten alıkoyan çok daha kesif bir duman perdesinin bir
parçasını oluşturmaktadır. İntikamdan intikama, terörizm bizi kendi mezarlarımızı kazmaya
zorluyor. New York duvarlarındaki bir grafitinin geçenlerde basılmış bir fotoğrafında
gördüm: “Göze göze bütün dünyayı kör eder!”
Şiddet sarmalı, şiddet ve karışıklık doğurur: Acı, korku, hoşgörüsüzlük, nefret, çılgınlık.
Bu yılın başlarında, Porto Alegre’de, Ahmet bin Bella, “Danayı bile delirten bu sistem,
insanları da delirtiyor” uyarısında bulunmuştu. Ve bu delirmiş, nefretten çılgına dönmüş
insanlar, kendilerini yaratanlar gibi davranıyorlar. Luca adında, üç yaşındaki bir çocuk, bana:
“Dünya, evinin nerde olduğunu bilmiyor” demişti. O sırada bir haritaya bakıyordu. Bir
gazeteciye de bakıyor olabilirdi.
(La Jornada, 25 Eylül 2001)
Tek şüpheli Ladin mi?
Boris Kagarlitski
New York’ta yaşanan terörist saldırı, Pearl Harbor baskını ve Kursk denizaltısının
kaybıyla karşılaştırılıyor. Mihail Gorbaçov ise olayı Çernobil’e benzetiyor ki Amerikan
yönetiminin yaşadığı şaşkınlık ve maruz kaldığı alçaklık açısından yerinde bir benzetme. Her
iki olayda da yetersizlik, çaresizlik ve yetkililerin kendilerini aklama çabaları var.
Pek kimsenin aklına gelmeyen bir benzetme daha var; Reichstag yangını. Yaygınlaşan
Arap ve Müslüman karşıtlığı, 1930’larda yaşananları çağrıştırıyor. ABD otoriteleri suçluyu
hemen Arapların arasından aradı. Diğer şüpheliler akılların bir köşesine itilirken, bin Ladin ilk
ve en muhtemel şüpheli olarak görüldü. Daha ilk dakikalarda, saldırıları Arapların yaptığında
herkes hemfikirdi. Buna rağmen Arap bağlantısını destekleyen deliller arttıkça, şüphe de arttı.
Patlamalardan hemen sonra televizyonda ünlü âlim Viyaçeslav Nikonov suçluların kesinlikle
bulunması, en azından açıklanması gerektiğini söyledi ve ekledi: “Eğer suçlu Taliban ve bin
Ladin ise bu Rusya’nın işine gelir.”
Yine televizyonda konuşan Aleksander Gordon, saldırganların Oklahoma’daki
bombalama olayında olduğu gibi aşırı sağcı gruplar olabileceği görüşündeydi. Uzmanlar
operasyonun uçakta bıçak tehdidiyle kokpite girmek gibi bireysel ayrıntılarının ne kadar basit
olduğunu vurguluyor. 11 Eylül’de yapılan eylem çok sıkı bir yönetim, kontrol ve lojistik
gerektiriyordu. İslami terörün gücü, eylemin basitliğinde ve beklenmedik oluşunda yatıyor.
Her grup özerk biçimde çalışıyor. Çünkü Allah’ın savaşçılarından her biri, kendi başına
hareket edebilecek kapasiteye sahip. New York ve Washington’a yapılan saldırılar çok iyi
koordine edilmiş, her ayrıntı hiçbir hataya elvermeyecek kadar iyi planlanmıştı. Saldırı serbest
dolaşım hakkına sahip ve şüphe altında olmayan insanlarca gerçekleştirilmiş gibi. Profesyonel
olsalardı, eğitimlerini yeraltı terör gruplarında yapmazlardı. Saldırının Amerika içindeki
güçlerce ve ciddi bir askeri deneyimi olan kişilerce gerçekleştirildiği göz önünde
bulundurulmalı.
Neden saldırının aşırı sağcı grupların bir komplosu olduğu ihtimali değerlendirilmiyor?
Araplar saldırıyı yapmak için kullanılmış olamaz mı?
Saldırıları kim yapmış olursa olsun, Rusya ve İsrail üzerinde Reichstag yangınına
benzer bir rol oynadıkları gerçek. ‘Batı uygarlığı değerlerini destekleyen’ aşırı sağcı
politikacılar zaten intikamdan söz ediyorlardı. Yine ve bir kez daha aynı şey tekrarlanıyor:
“Müslümanlar barbar insanlardır ve onlarla pazarlık edilmez. Onlar bizler gibi değil,
dolayısıyla bizim demokrasi ve insan hakları anlayışımızla bağdaşmazlar”. Kimileri “Halkın
hoşlanmayacağı tedbirleri almakta çekinmeyelim”, kimileri de “Kendimizi demokrasi
kurallarıyla sınırlamayalım” diyor. Kısa vadede gerekçesiz tutuklamalar, geniş çaplı aramalar
ve toplu sınır dışı etme peşindeler. Amerika’dan İslami topluluklara karşı yapılan ırkçı saldırı
haberleri geliyor. Uygulanan baskının toplu direnişlere yol açacağı gayet açık. Bu da düşman
kazanmanın yolu. Bizi Müslümanların saldırılarıyla korkutmak isteyenler bunun farkında
değiller mi? Kesinlikle farkındalar. Küresel çapta olmasa da en azından yerel bölgede
alınabilecek kesin çözüm olasılığına inanıyorlar. Uzun vadede istedikleriyse etnik temizlik ve
soykırım.
(The Moscow Times, 18 Eylül 2001)
Ortadoğu’nun tavrı ABD’ye bağlı
Bernard Lewis
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırılar çoğu yorumda Pearl Harbor ile
ilişkilendirildi. Benzerlik saldırıların aniliği ve acımasızlığından daha ilerde. İki olay da
münferit değil; zafere gitmesi umulan bir savaşın açılış vuruşu.
Japonlar o zaman zenginliğine ve gücüne rağmen ABD’nin barışçı, hatta korkak
olduğunu düşünüp, Asya’ya el atmaması için kolayca korkutulabileceğini hesaplıyordu. Son
saldırıların arkasında da aynı türden bir hesap var. Amaçlarda da benzerlikler söz konusu:
Amerikalıları, ekonomik uzantıları, kültürleri ve yerel yardakçılarını İslam dünyasından
kovmak.
Dostluk var dostluk var
Hesap ilk bakışta mantıksız da değil. ABD’nin Vietnam’ı terk etmiş, Lübnan ve
Somali’den terör tehdidi nedeniyle çabuk çekilmiş olması bu düşünceyi doğuruyor.
Sözcülerin, dost sayılanlar dahil, diğer ülkelerin liderlerine seslenirkenki ikircikli, çekingen
tutumu da bu fikri destekliyor.
Dost ve dostluk kelimeleri, bireyler ve devletler arasında iki ayrı olguya işaret etmek
için kullanılır: İlki, ortak ilke ve beklentilere dayalı karşılıklı bir taahhüt. İkincisi ortak
menfaatler üzerinde yükselen geçici bir ortaklık.
İlki kalıcıdır, değişimlerden etkilenmez; diğerinin ömrü ise ortak çıkar hesaplarıyla
sınırlıdır. Siyasi anlamda ilki, bazı farklara rağmen, aynı ortak temelleri -hukuk devleti,
seçilmiş hükümet vs.- paylaşan demokrasilerin ilişkilerini kast eder. İkinci, iktidar olduğu ve
tutumunu değiştirmediği sürece otokratik bir yöneticiyle uzlaşmayı...
Peki otoriter bir iktidar niye tutumunu değiştirir? Bu noktalardaki tartışmalarda sıkça,
kamuoyu, seçim iklimi, seçmen kitlesi gibi Batı demokrasilerinin diline ait terimler kullanılır.
Ancak bunlar otoriter rejimlerin sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi yabancı kavramları
dert etmeyen siyasi dünyasında çok az şey ifade eder. Bir diktatörlükte siyaseten hayatta
kalmanın kuralı basittir: Vagona atla. Bugünün koşullarında ortaya çıkan sorun, trafik
karışıklığında bineceğiniz vagonu seçebilmekte. Çünkü yanlış bir seçim ölümcül olabilir.
Anlamak zor değil
Teröristler ve onları barındırıp koruyan hükümetlere yönelik tutumları anlamak o kadar
da zor değil. Saddam Hüseyin komşularından üçüyle savaştı, ikisini işgal edip ağır hasara yol
açtı. Açıkçası komşuları ne geçmişi unutabiliyor ne de geleceğe emin bir şekilde bakabiliyor.
Başlıca istekleri Saddam’ın devrilip yerine daha az tehditkâr bir rejimin geçmesi. Ama
Saddam’ı deviremeyip olsa olsa keyfini kaçıracak bir maceraya atılarak gazabına maruz
kalmayı göze alamıyorlar. Bu noktada öncelikli ihtiyaçları, diktatörlerin ve teröristlerin
siyaseti ve amaçlarını değerlendirmek değil; bunları biliyorlar. Asıl sorunları, ABD’nin
siyaset ve amaçlarını anlamak. Bu daha çetin bir iş.
Ellerinde iki kılavuz bulunuyor:
Birincisi tarih. Ne yazık ki tarih pek de teşvik edici değil. İkincisi ise Amerikalı devlet
adamları, asker ve diplomatlarla kurdukları ilişkiler.
Ortadoğu ülkelerinin ABD’nin destek çağrısına nasıl yanıt verecekleri Amerikalıların
tavrını nasıl değerlendireceklerine bağlı. Meselelerin, tarafların netleşmesi; siyasetin
belirlenip uygulanmasında kararlılık lazım. Bunlar sağlandığında bile korku içindeki
komşulardan gerekli desteğin alınacağı gibi bir kesinlik söz konusu değil, sadece bir olasılık
bulunuyor. Ama şundan eminiz ki onlar olmadan başarısızlık kesin.
(The Washington Post, 16 Eylül 2001)
Küresel teröre karşı küresel toplum
Edgar Morin
Şiddetin karşıtı yumuşaklık değil fikirdir.
Ettienne Baulieu, romancı
Önce sözcüklere bir göz atalım. Terörizm. Terörizm kavramı, katliamlar yapan
düzenleyen uluslararası cihat örgütü El Kaide için de kullanılıyor, kendisini demokratik
yollarla ifade edemeyerek, şiddet kullanan ulusal direniş örgütleri için de. Naziler kendilerine
direnen Avrupalılara terörist dedi. Çeçen direnişiyle karşı karşıya kalan Putin de. Tabii
direnişe geçen bir toplumu hedef alan devlet terörü de terörün bir çeşidi.
Kaide, terörizmin yeni bir biçimini oluşturdu. Teknik ve ekonomik alanda küreselleşme
terörizmin de küreselleşmesine, dolayısıyla da küreselleşmenin dünyayı tehdit eder boyutlara
ulaşmasına yol açtı.
İslamcı. İslamcı kelimesi yanlış anlamalara neden oluyor. Batılılar İslam dininin
ilkelerine inananları fanatik olarak değerlendirmeye başladı. Bu da fanatizmle terörizmin
birbirine karışma riskini doğurdu. Aslında İslamcılık Kuran’a, şeriata dönüşü benimsediğinde
Batı uygarlığının, demokrasinin ve siyasal liberalizimin reddini de benimsiyor. Ama,
İslamcılık cihattan terörizme dönüşebilse de kendi içerisinde, cihadı ve terörü içermiyor.
Uluslararası cihat örgütü Kaide’den bahsettiğimizde ise İslam dinine
indirgeyemeyeceğimiz muazzam bir dinsel sapmayla karşı karşıya kalıyoruz. Ama İslamcı
kelimesi, Batı medyasınca kullanılarak, bütün İslamcılara potansiyel bir terörist yaftası
yapıştırılmasına neden oluyor. Bu da İslam’ın kendi içindeki karmaşık yönünü görmemize
engel oluyor.
Her fikri hata, eylem hatasına dönüşüyor, dolayısıyla da karşımızdaki tehditleri
ağırlaştırıyor. Sadece kendi karmaşıklığıyla İslamı ele almak yetmez. İşin içine ABD, İsrail ve
küreselleşmenin bütün anlamlarını, uyuşmazlıklarını da katmak gerek.
O kadar basit değil
ABD, dünyanın en eski demokrasisi, en açık, aynı zamanda da artık en kırılgan
toplumu. Amerika, Avrupa’yı Nazizmin tehdidinden korudu, Bosna’da ve Kosova’da
Müslüman halkı kolladı. Kanlı Irak-İran savaşının, Cezayir’deki terörün, Araplar arasındaki
bütün çatışmaların sorumlusu ABD değil. Kültürü, McDonald’s’a veya Coca-Cola’ya
indirgenemez. Bilim, edebiyat, film, caz, rock alanında da yaratıcı oldu. Avrupa ne kadar
Amerikalaşıyorsa, Amerika da o kadar Avrupalılaşıyor.
Ancak, ABD aynı zamanda hem silahlanma, hem de ekonomi alanında dünyanın süper
gücü. Demokrasisi, kendi çıkarı söz konusu olduğunda diktatörleri desteklemesine engel
teşkil etmez. İnsaniyeti, aynı zamanda kör bir insanlık karşıtı düşünceyi de içerir: Alman
şehirlerini bombalamaktan geri kalmadı, Hiroşima ve Nagasaki’de yaptığını da unutmamak
gerekiyor. Afganistan’ı bombalaması da, sivil halkın ölümüne neden olan bir başka terör
eylemi. Çok uzaklardan sadece halkın üzerlerine bombalar yağdırarak, açlığa ve korkuya
neden oldu. Dünya Ticaret Merkezi’nde 5 bin kişinin kurban olmasının acısıyla, Afgan
halkını bombardımana tutarak, düşüncesizce insani felaketlere yol açtı. Terörizmle mücadele
etmek için yaptığı bombardımanla terörizme neden olarak kendi içinde çelişkili davrandığının
bilincinde değil.
İki görkemli ‘kule’ gerçeklikten de öte aynı zamanda bir o kadar da simgeseldi.
Amerikan gücünün, zenginliğin, kapitalizminin, yönetiminin, açılımının simgeleriydi.
Yıkılmaları sadece bizim değil aynı zamanda bütün dünyanın Mahnattan’a bakış açısında
delik açtı. Bazıları için, ABD’nin sömürgeciliği ve kapitalizmi yara aldı, diğerleri ise
demokrasi ve uygarlığın bundan zarar görmesinden dolayı kızgınlıklarını saklayamıyor. Her
iki düşünce birbirinin tamamlayıcısı.
Çeşit çeşit kompleks
Bununla birlikte ABD tüm dünyayı heveslendiriyor: Birçok insan ABD’ye gitmeye
çalışırken birçok toplum da Amerikan uygarlığına ait olmaya çabalıyor. Vassalları ABD’den
hem çekiniyor hem de saygı duyuyor. Avrupalılar da ABD’yle dayanışma içinde kalmayı
tercih ediyor. Ancak refah ve zenginliği bir taraftan derin bir hayal kırıklığına yol açıyor.
Dünyayı yönetmesi teknik bir aşağılık kompleksine (güney yarımküre için) neden olurken
kültürel açıdan da yükseklik kompleksine (Avrupalılar için) yol açıyor.
Birçok ülkenin gelişmemişliği, Amerikan ekonomisinin fazla gelişmişliğine bağlanıyor.
Bir yanda yetersiz beslenme, yoksulluğa bağlı sağlık sorunları ve AIDS’ten mustarip geniş
yığınlar, diğer yanda aşırı beslenen, aşırı sağlıklı Batılılar ve özellikle de ABD. İşte bu yüzden
Amerikan dünyası eskinin antik ve zafer elde etmiş, bugünün ise kendini küçük gören ve
tehdit altında hisseden kültürlerinde alerji ve saldırganlık uyandırıyor. Dünya pazarındaki
liberalleşmenin olumsuz sonuçları, eşitsizliğin ve ekonomik krizlerin daha da büyük boyutlar
kazanması, öfkeyi kabartıyor.
Marksizm ve Leninizm’i bir ütopya olarak gören düşünceler için, kendi düşleri
yıkılırken, Amerikan emperyalizmi ve kapitalizmin, yani kötünün ayakta kalması bir hayal
kırıklığı kaynağı. Bu düşüncedekiler, Amerika’yı kapitalizm ve emperyalizmiyle şeytan gibi
görürlerken, Komünist Sovyetler’in kapitalizmden beter olduğunun farkına varamadı.
Demokrasi ile totalitarizmi ayırt edemediler. Amerikan emperyalizminin özellikle de
Sovyetler’in başını çektiği eski emperyalizmden çok daha zararsız olduğunu göremediler.
Birbirine zıt iki gerçek
Bununla birlikte, gezegenin farklı yönlerinden yayılan inanılmaz düşmanlıklar ABD’yi
gezegenin bütün kötülüklerinin sorumlusu olarak görmekte. Madem onlar bu dünyanın
başındalar, demek ki bütün kötülüklerin sorumlusu da onlar, diye düşünülüyor. ABD, Batı’nın
en kötüsü olarak değerlendiriliyor.
Gerçi Batı 16’ncı yüzyıldan itibaren gerçekleştirdiği sömürgelerle, işgallerle, halklara
uyguladığı soykırımla kendisine yönelik bakış açısını olumsuz hale getirmedi değil.
Bununla birlikte, burada birbirine zıt iki ayrı gerçeği de vurgalamak gerekiyor. Batı’nın,
insanlık tarihinin uzunca bir evresinde gezegene yapacağını yaptığı doğru. Ancak,
sömürgecilik aynı zamanda Batı Avrupa’da insani değerlerin doğmasına da neden oldu: insan
hakları, halkların hakları, millet hakkı, demokrasi, kadın hakları. Demokraside, insan
haklarında, kadın haklarının uygulanmasında geç kalınmasının temel nedenini ancak dünyada
halen var olan tehlikeli devletlere bağlayabiliriz.
Tarih bize dini hoşgörünün, hem İslam’da, hem Hristiyanlık’ta, Yahudilik’te,
Endülüs’ten Osmanlı’ya kadar birçok yerde bulunduğunu gösterdi. İslam, dünyanın en büyük
uygarlığında, Bağdat Halifeliği zamanında doğdu. Ancak geçmişin zaferiyle yaşanırken, bir
taraftan da diktatörlüklerin, yoz polis devleti ve askeri rejimlerin altında ezilen, sosyalizmin,
komünizmin başarısızlığa uğramasıyla kalkınma umudunu yitiren bazı talihsiz kesimler
kendilerine dini kimlik arayışına girdi.
ABD-İsrail özdeşliği
Bu hayal kırıklığı ortamı, aşağılanmayla daha da arttı, Filistinlilerin maruz kaldığı baskı
ortamı yaşanılan günlük aşağılanmayı yüksek boyutlara ulaştırdı. İsrail-Filistin sorunu, Arap
ülkelerinin güçsüzlüğüne bağlı olsa da olmasa da, adaletsiz bir ortam doğurdu. ABD’nin
kayıtsızca İsrail’in yanında yer alması, İsrail’in ABD’nin, ABD’nin de İsrail’in ve
Yahudilerin bir aracı gibi değerlendirilmesine yol açıyor. ‘Şaronizm’ ile daha da vahimleşen
bu özdeşleştirme İsrail kadar ABD için de ölümcül.
İçinde bulunduğumuz durumda, hayal kırıklığı, hınç, geçmişteki büyük uygarlığa
özlem, uluslararası İslam toplumunu, yani 1 milyar Müslüman’ı etkilerken, cihadı da öne
çıkarıyor. Mağrip’ten Pakistan’a kadar bütün bir gençlik için Bin Ladin, Babil’in kulelerini
yerle bir eden inançlı bir süpermen. Ladin onlar için, İslam’ın dirilişini sağlayan, halifeliğin
geri gelmesine yarayacak kişi. Bir anlamda bundan sonra nasıl gelişeceğini bilmediğimiz yeni
bir mesih doğdu.
Aynı zamada, Batı uygarlığının en iyi değerlerinden etkilenenler de var: kişisel
özgürlükler, siyasi özgürlükler, eleştiri hakkı, kadın-erkek eşitliği. Gerçek savaş aslında, bir
taraftan kendi kimliklerini koruyup geleneklerine saygı gösterilmesini bekleyen, diğer taraftan
Batı’nın değerlerinden yararlanabilme hakkı isteyen İslamcıların düşüncelerinde yaşanıyor.
Zaferi de kendi kültürel kimliğiyle gezegen vatandaşlığı arasında sentez yapabilenler
yaşayacak.
Bir yandan Yahudilerin haklarını ararken, öte yandan Filistinlilere kötü davranan,
doğduğundan beri Arap komşularınca yok edilme tehdidiyle yaşayan, sonunda da askeri
açıdan onlardan daha kuvvetli hale gelen, geleceğine ilişkin hâlâ şüpheler yaşarken
Filistinlileri giderek daha fazla ezen İsrail’in varlığı ise Arapların düşmanlığıyla besleniyor.
İsrail, Filistin devletini, 1967 sınırları dahilinde tanıma konusunda çelişki yaşıyor. Ataları 2
bin yıldır aşağılanan, katledilen Yahudiler sonunda bunun sorumluluğunu sivillere, ailelere
yükleyerek, atalarının maruz kaldıklarının aynılarını Filistinlilerden çıkarmaya çalışıyor.
Filistin devleti, hemen şimdi
İsrail ve Filistin sorunu, sadece Ortadoğu’da değil, İslam-Batı dünyası arasında da bir
kansere dönüşerek bütün gezegene yayıldı. Bir Filistin devletinin varlığı, doğuşunun
güvenceye alınması artık bütün bir insanlık için acil bir gereklilik haline geldi.
Son 10 yılda iletişim sayesinde bir küresel toplum oluştu, ekonomi küreselleşti. Ancak
bu toplum, kontrolü kaybetti, suçu engelleyemiyor (mafya, uyuşturucu ve fahişelik). Şimdi bu
küresel toplumun bir de terörizmi var.
Ancak, bu küresel toplum ekonomiyi, polisi, siyaseti düzenleyecek güce, örgüte ve
haklara ulaşamadı. Gezegen vatandaşlığına yönelik ortak bir bilinç halen oluşmadı.
Terörizmin küreselleşmesi, küresel toplum düşüncesinin de bir anlamda oluşmuş
olduğunu gösterir. Çünkü Kaide’nin ne ait olduğu bir devleti, ne ulusal sınırları var. Bir
devlettten diğerine atlarken, ordusunun mali gücünün tamamen uluslararası olduğunu
unutmamak gerekiyor. Bu örgüt göçebe ve hareketli olan bir merkeze sahip olarak bir
devletten çok daha etkili davranabiliyor. Örgütün ağları, küresel toplumda mevcut. Yani
küreselleşmesi mükemmel. Din savaşı da küresel toplumun içinde bir iç savaş misali.
Bu sınır tanımayan, hayal kırıklıkları, umutsuzluklar ve inanılmaz bir inançla beslenen
terör makinesi bir anlamda, en gelişmiş barbarlık yöntemlerini kullanan bir yıkıcı güç,
öldürücü bir şiddete dönüştü. Kaide’nin mücadelesi, ülkeler arasında bir savaşı değil, polisi ve
siyaseti harekete geçirmeliydi. Ancak metaforik bir savaş Afganistan’ın bombalanmasıyla,
savaş kurbanlarına yol açan gerçek bir savaşa dönüştü. Oysa bu durumda gezegen karşıtı bir
düşmana karşı daha karmaşık ve ortak bir gezegen eylemi gerçekleştirmek gerekirdi.
11 Eylül’ün dinamiği giderek hızlandıkça riskler de artıyor.
Ekonomik riskler. Küresel pazarın kendine özgü karşılıklı bağımlılığı, düzenleyici
sistemlerin yokluğuyla daha da ciddi hale gelen bir kırılganlık ve tıpkı 1929 krizinde
totaliterlik için olduğu gibi, yeni diktatörlük kültürlerini besleyen tasarlanabilir bir genel kriz
hali ortaya koyuyor. Gezegenleşmiş bir dönemde ortaya çıkan bu karşılıklı bağımlılık, aynı
zamanda gezegenin kaderini de kırılgan hale getiriyor.
Histeri riski. ABD’ye yönelik sürekli ve değişik düzeyli tehditler ve Amerikan karşıtı
düşüncenin güçlenmesi histerik duyguları körüklemekten başka işe yaramaz.
İsrail-Filistin kanseri giderek kötüleşiyor. Soruna acil çözüm bulunmadıkça kanser
önüne geçilemez biçimde yayılıyor. İsrail karşıtı düşünce, hem Yahudi hem de Amerikan
karşıtlığına yol açarken, düşüncelerle bedenleri de kirletiyor. Şaron’un gidişatı sadece kötü
değil aynı zamanda, İsrail’i bir intihara sürükleyebilir. Bu intihar, Arap dünyasını da yok
edebilecek bir düzeye gelebilir. ABD’nin, Avrupa ülkelerinin ve BM’nin iki bölgeyi 1967 yılı
sınırlarına ayıracak bir uluslararası askeri müdahalede bulunmayı göze alamaması tarihi bir
felakete neden olabilir.
Bin Ladinci dalganın da etkisiyle, İslamcı rejimlerin demokrasiye doğru değil de dinci
fanatizme yönelmeleri mümkün olabilecek.
Zaten gezegeni etkileyebilecek nükleer, bakteriyolojik ve kimyasal risk, daha da
görünür hale geldi.
20. yüzyılda iki ayrı barbarlık, ortaklık yapmaya başladı. Birinci barbarlık, ilk çağdan
gelen katliam ve yıkım. Diğeri, kendi uygarlığımızın içinden gelen barbarlıktı. ‘Binladinizm’
işte bu iki barbarlığın yeni birlikteliğini oluşturuyor. Kendi uygarlığımızın içerisinde de,
ölümü üreten güçler olduğunu, bir barbalığın var olduğunu unutmamak gerekiyor. Bizim
bilimsel ve teknik anlamda çok fazla gelişmişliğimiz, etik ve düşünce açından az gelişmişlikle
birleşiyor. Bununla birlikte uygarlığımızın içerisinde iki ayrı erdem de mevcut: Laiklik ve
demokrasi.
Batı gidip geliyor
ABD, daha genel olaraksa Batı iki ayrı alanda gidip geliyor: Birincisi felakete neden
olabilecek düzeyde çılgınlık. Diğeri ulaşması hayli zor bilgelik.
Çılgınlık; Haçlı fikri, şeytani düşünceler, histerik bir savaş yaratarak, yığınların
ölümüne neden olmak olarak açıklanabilir. Ancak bilgelik; insanlığın bilincini, gezegenin
kaderini içinde taşıyor. Biz ne kadar, ‘Hepimiz Amerikalıyız’, ‘Hepimiz çocuğuz’, ‘Hepimiz
dünya vatandaşıyız’, dersek, ABD’nin de o kadar ‘Hepimiz Amerikalı değiliz’ düşüncesini
kabullenmesi gerekli.
Paul Valery’nin de dediği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sadece bilinç değil,
aynı zamanda gezegenin insanlığı da ölümsüzleşti. Bugünün bilinci, nefret karşısında tek
alternatifin demokrasi olduğunu bize gösteriyor.
Bu bilinç aynı zamanda, asgari bir etik düşüncesini de aşılıyor bize: Cahilce yöntemler
kullanarak yüce bir dünya yaratamayız.
‘Küresel toplum kimliği’ bilinci mutlaka oluşmalı. Sadece bir küresel toplum, terör
toplumuna karşılık verebilir. Sadece bir küresel toplum küresel pazarı düzenleyebilir.
Yeni bir barış
Bu yeni tip savaş yeni tip bir barış da gerektiriyor. Terörizmle mücadele ederken,
Müslümanları radikal köktenci fanatiklerden ayırarak, aynı zamanda İslam’la da barış
yapılmalı. Bu da Ortadoğu’da bir barışı acil hale getiriyor.
Bu konfederal gezegen politikası, imparatorluk politikasına dönüşmemeli. Çin,
Hindistan, Avrupa, Latin Amerika ve diğerleri gezegenin konfederal büyük vilayetleri haline
gelmeli.
Uygarlığın politikası, uygarlıklar arasında savaşa karşı verilebilecek tek yanıt. Somut
olarak, küresel toplumun en yoksul bölgelerine Marshall planının yapılması, refah ülkelerinin
gençlerinin yoksulluk içindeki ülkelerin gençlerinin yardımlarına koşması, sağlık giderlerini
karşılayamayan halkların yardımına koşmak üzere bir dünya sağlık ajansının kurulması lazım.
Sonuç olarak yeni tip savaş, terörizmi kökünden kazımak üzere bir küresel merkez
oluşturmak durumunda.
Amerikan politikası, çılgınlıkla bilgelik arasında zikzak çizmeye başladı. İmparatorluk
savaşı ile konfederal savaş, bilinç ile bilinçsizlik arasında kaldı. Bu zikzakların ardından,
Afganistan’a müdahale halen devam ediyor.
Karşılık verme zamanı
Gezegenin artık bu duruma karşılık verme zamanı geldi: Artık bütün çelişkilerin
görülmesi, bütün taraflar arasındaki ilişkilerin bilinmesi gerekiyor.
Her birimiz kendi içimizde ruhani büyük bir mücadele veriyoruz. İnsanlık düşüncesi,
kendi içinde kötünün kötüsünü, çılgınlığı, körlüğü, anlayışsızlığı, yanılsamayı barındıyor.
İnsanlık düşüncesi aynı zamanda kendi içinde mantığı, anlayışı ve merhameti de barındıyor.
Dünyanın bu barbar haline şu anda bulunan çözüm bizi hiçbir yere taşımayacak.
Başımıza gelebilecek olanın en kötüsünden kaçınarak, doğru yönde yol almak
gerekiyor: küresel toplum ve küresel vatana doğru.
Yoksa küresel toplumun, uluslar toplumunun ve ölüme karşı birleşmiş kültürlerin içinde
doğabilmesi için uçuruma daha da yaklaşılması mı gerekiyor? Dibi boylamadığımız sürece
başımıza gelen felaket bizim son şansımız olabilir.
(Le Monde, 22 Kasım 2001)
Mare Nostrum’da barış
Chris Patten
En kötü olaydan en iyi sonucu çıkarmak gerekiyor. Dünya kamuoyunun 11 Eylül
saldırıları nedeniyle bir şok içinde olduğu şu zamanda, bu sarsıntının bir umut kaynağı olması
gerekmektedir. Çünkü kin ve kaos teröristlerin işine gelmektedir.
Teröristlere vereceğimiz en iyi cevap, binlerce terör kurbanı için dikeceğimiz en güzel
anıt, dünyanın her yerinde bulunan insanlarla ilişkileri geliştirerek, sözde ‘uygarlıklar
savaşı’nı boşa çıkarmak olacaktır. Hiç kuşku yok ki bu saldırılar ve ardından gelişen olaylar
Avrupa Birliği’nin dış politikası bakımından karşılıksız kalmayacak.
Kalkınma ve barış
Bütün Akdeniz çevresinde bir barış ve kalkınma süreci oluşturmak hiçbir zaman bu
denli gerekli olmamıştır. Mitchell Komisyonu önerilerinin eksiksiz ve çabuk uygulanması ile
ilgili olarak Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından yapılan çabalara rağmen
Yakındoğu’da hiçbir zaman şiddetin yerini diyalog alamadı.
Cezayir’de, iç savaş, ekonomik durgunluk, başka yerlerde zar zor yol alan ekonomik ve
toplumsal çağdaşlaşma halkı çileden çıkarmaktadır. Ortadoğu’da barış sürecinin durması,
terörizme karşı mücadelemiz konusunda olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Her ne olursa
olsun, bir yanlış anlaşılmaya yol vermemek gerekiyor.
Avrupa Birliği kesin olarak terör ile Arap ve İslam dünyasını birbirine karıştırma
düşüncesini kabul etmemektedir. Eskiden olduğu gibi Akdeniz ülkeleri için daha dengeli ve
daha müreffeh bir geleceğin ve dayanışmanın güvencesi olan kalkındırma programlarını
kararlılıkla sürdürmektedir.
Brüksel’de toplantı
Gand’da yakın zamanlarda yapılan toplantıda, Avrupa Konseyi, Akdeniz ülkelerinin
sosyal ve ekonomik gelişmesini ve istikrarını sağlamak amacıyla Akdeniz ülkeleriyle
ilişkilerini geliştirme gereğini ortaya koymuştur.
Bu doğrultuda, Avrupa Birliği ve on iki Akdeniz ülkesinin dışişleri bakanları Kasım
2000’de Marsilya’da kararlaştırılan, ‘Barcelona kalkınma süreci’yle ilgili önlemleri almak
için dün Brüksel’de iki günlüğüne toplandı.
Bu bakanlar Nisan 2002 tarihinde, hem ‘iki taraflı’ hem ‘bölgesel’ işbirliğine dayanan
Avrupa-Akdeniz ortaklığını geliştirmek için İspanya’nın Valencia kentinde bir araya gelecek.
Somut olarak, ikili işbirliği Avrupa Birliği ile Akdenizli ortakları arasında yapılan ortak
anlaşmalara dayanmaktadır. Bu anlaşmaların, en hassas konular dahil, bütün konuları
ortaklarımızla birlikte ele almamıza olanak vermesi gerekmektedir. Daha önce buna benzer
altı anlaşma yapıldı.
Norm ortaklığı
Fas, Tunus, İsrail ve Filistin hükümeti ile yapılan dört anlaşma yürürlüğe girdi; Ürdün
ve Mısır ile yapılan anlaşmalar yakında yürürlüğe girecektir. Bütün Akdenizli ortaklarımızı
ilgilendiren bölgesel düzeyde ise, birçok program şimdiden bir realite olarak karışımızda
bulunmaktadır; bunlar özellikle bilgi toplumunu, yabancı yatırımları, kültür mirasını koruma
ve görsel-işitsel işbirliğini geliştirme ile ilgili konulardır.
Ayrıca Akdeniz ülkelerinin ulusal normlarını Avrupa Tek Pazarı normlarıyla
yakınlaştırmak için yapılan çalışmaları da destekliyoruz. Bu girişim, Akdeniz’in iki kıyısı
arasında ekonomik ilişkileri geliştirmek için önemli olmaktadır.
İstikrarın dayanakları
Ama bölgenin istikrarı ve kalkınması daha çok ve ancak, Güney di-yaloğu ile Akdeniz
ülkeleri arasında kurulan ‘ülkeler arası bağımlılıklar sistemi’nin desteklenmesinden
geçmektedir.
Günümüzde, Akdeniz kıyısı, her biri kendine özgü normlara sahip küçük çaplı birçok
pazara ayrılmıştır. Buna karşın bir çok olay değişmektedir; Fas, Tunus, Cezayir ve Ürdün
geçen 8 Mart tarihinde kendi aralarında serbest değişim bölgesi kurmayı taahhüt ederek
‘Agadir’ bildirisini imzaladı.
Başka ortaklara açık böyle bir girişim, gelecek 2010 yılında bitecek Avrupa-Akdeniz
serbest değişim bölgesine doğru adım atmak için önemli bir araçtır. Teknik yardım vermeye
hazırız. Birlik, ticaretin serbestleşmesi konusunda uzun yıllara dayanan bir deneyime sahip.
Avrupa Yatırım Bankası yoluyla, ulaşım ve telekomünikasyon bağlantısı veya liman
altyapılarının modernizasyonu gibi bölgesel alt yapıların geliştirilmesine yönelik finansmanı
sağlayabiliriz.
Öte yandan, Avrupa Birliği’nin bundan sonraki genişlemesi bizim Akdenizli
ortaklarımız için uygun bir imkân gibi algılanması gerekiyor. Çünkü, her birleşme
durumunda, Avrupa Birliği yeni üye ülkelere büyük kalkınma olanakları sağlayarak dışarıya
doğru daha fazla açılmaktadır. Bu sarmal devam edecektir; Akdeniz ülkesi komşularımız,
daha fazla yatırım alarak ve kendi ürünleri için daha büyük bir pzar olanaklarından
yararlanarak bu durumdan kazanç sağlayabilirler. Bu durum uygun siyasi ve ekonomik iklimi
gerektirmektedir.
11 Eylül’ün etkileri
Ayrıca 11 Eylül olayları ‘adalet ve içişleri’ konusunda bölgesel ve uluslararası
işbirliğini ne kadar geliştirmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Bu ihtiyaç daha önce
Marsilya’da kasım 2000 tarihinde yapılan Avrupa-Akdeniz Bakanlar Konferansı’nda
belirtilmiştir.
Bu geniş alan aynı zamanda hem adli işbirliğini, hem organize suç, uyuşturucu madde,
terörizme karşı mücadeleyi, hem yasal ve yasal olmayan göç ve insan ticareti sorunlarını
kapsamaktadır. Yasal göç Avrupa ülkelerine sonsuz olanaklar sağladı. Çok hızlı büyüme
döneminde iş gücüne katkıda bulundu ve kültürümüzün çeşitlenmesini ve zenginleşmesini
sağladı. Yasal olarak göç edenlerin ülkelerimizde koruyucu statü güvencesi altında
bulunmaları doğal. Ama illegal göçe karşı mücadele etmek ve insan ticareti gibi en iğrenç bir
kaçakçılık ile başkalarının sefaleti sayesinde zengin olanları cezalandırmak meşru bir haktır.
İki taraf arasında yapılan görüşmelerde çok sık ele alınan ve uluslararası çerçevede yer alan
bu hassas ve karmaşık sorunlar konusunda, eşit koşullar içinde açılan ve tabusuz bir diyalog
öneriyorum.
Bütün bu nedenlerden dolayı hem Avrupa Birliği ile Akdeniz ülkeleri arasında hem
ortaklar arasında, birçok uygarlığın beşiği olan şu Mare Nostrum’un (Bizim Denizimiz)
halklarımız arasında kalkınma ve değişim yeri olabilmesi için daha çok bütünleşmeye doğru
gitmemiz gerektiğine inanıyorum.
(Radikal, 6 Kasım 2001)
Ahbap çavuşlara gün doğdu
Ignacio Ramonet
Tarih 11 Eylül’ü gösteriyordu. Rutin uçuş görevlerini yapması gereken uçaklar,
görevlerinin dışına çıkıyor ve karşı oldukları siyasi bir sistemi vurmaya kararlı pilotlarca
büyük kentin kalbine saplanıyorlardı... Her şey çok kısa sürede gerçekleşti: patlamalar,
havada uçuşan beton ve demir parçaları, toza bulanmış kaçışan insanlar ve olayı canlı
vermekte olan medya...
2001 yılı New York mu? Hayır! 11 Eylül 1973, Şili’nin Santiago kenti... ABD’nin
işbirliğiyle Salvador Allende’ye karşı gerçekleştirilen Pinochet darbesi... Başkanlık sarayının
üzerinde uçan askeri uçaklar... Onlarca ölü ve 15 yıl sürecek bir terör kasırgası...
Masum insanların ölümünden acı duymamak bir yana, ABD’nin -ve diğer birçoğunun
masum oldukları söylenebilir mi? Söz konusu ülke ve ülkeler koalisyonu Latin Amerika’da,
Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da meydana gelen, siyasi şiddet olaylarının destekleyicisi,
mimarı olmadılar mı?... Ölümlerin, ‘kayıp’ların, işkencelerin, hapislerin, sürgünlerin baş
sorumluları değiller mi?
Batı’nın yöneticileri, medyası ve onların Amerikancı üstün gayretleri bize bu vahşi
gerçeği unutturmamalı.
Bugün, tüm dünyanın ve özellikle güney ülkelerinin tavrı şu şekilde özetlenebilir:
“Evet, Amerika’nın başına gelen çok üzücü ama bu saldırganlar, yöntemlerini kimden
öğrendi acaba?”
Bu tür bir yaklaşımı anlayabilmek için belki de biraz geriye dönüp, bazı şeyleri
hatırlamakta yarar var. Tüm ‘Soğuk Savaş’ yılları boyunca (1948-1989) ABD komünizme
karşı bir ‘Haçlı seferi’nin baş oyuncusu değil miydi? Bu Haçlı seferi ki; İran’da binlerce
komünistin öldürülmesinde, Guatemala’da sol muhalefetten 200 bin kişinin katledilmesinde,
yine Endonezya’da yaklaşık bir milyon komünistin yok edilmesinde en etkin rolü
üstlenmemiş miydi? Emperyalizmin ‘Kara Kitabı’ bu yıllar süresinde yazılmadı mı? Ayrıca
Vietnam Savaşı’nın (1962-1975) iğrençlikleri aynı yıllara rastlamadı mı? Evet, Batı için söz
konusu yıllar ‘iyinin kötüye karşı savaşı’ydı. Batı ve Amerika için, bu yıllarda teröristler her
zaman insanlık dışı değildi. ABD bu yıllar içerisinde, CIA aracılığıyla katliamlar, uçak
kaçırmaları, sabotajlar düzenlenmedi mi? Küba’da Castro rejimine, Nikaragua’ da
Sandinistlere, Afganistan’da Sovyetlere karşı yürütülen saldırıların, baş aktörü kimdi?
1970’li yıllarda Washington, Afganistan’da ‘demokratik’ iki ülkenin desteği, yani Suudi
Arabistan ve Pakistan ile birlikte medyanın ‘özgürlük savaşçıları’ olarak nitelendirdiği, ArapMüslüman müfrezelerinin oluşumunu örgütledi. Yine, bu bağlamda CIA, meşhur Usame bin
Ladin’i saflarına kattı.
1991’den sonra, uluslararası arenada ABD tek süper güç kalıyor, elinin tersiyle BM’yi
bir kenara itiyor ve daha ‘adil’ olacağını iddia ettikleri ‘Yeni Dünya Düzeni’ni tek başına
kuracağını ilan ediyordu. Sağlayacağını iddia ettiği bu yeni düzen adına bir yandan Irak’a
bombalar yağdırırken, diğer yandan Filistinlilerin haklarının İsraillilerce hiçe sayılamasına
göz yumuyor, hatta İsrail’i kayıtsız şartsız destekliyordu. Irak savaşı sonrası, ABD tüm
uluslararası karşı çıkışlara rağmen, binlerce masum Iraklının ölümüne neden olacak
ambargoyu uygulamaya koyuldu. Ancak tüm bunlar, Arap-Müslüman dünyasında radikal bir
İslamcılığın yeşermesine yol açıyor, ABD’ye karşı radikal bir kamuoyu oluşuyordu.
ABD şimdi tıpkı Dr. Frankenstein gibi, eskiden yarattığı canavarın kendine karşı
yönelmesiyle, evet, çılgınca bir şiddetle yönelmesiyle karşı karşıya. Ve şimdi, bu canavara
karşı iki devlete -Suudi Arabistan ve Pakistan- dayanarak savaşmaya hazırlanıyor. Bu iki
devlet ki en az 30 senedir, tüm dünyada radikal İslamcı hareketin yayılmasına en büyük
katkıyı sağlayan devletler. Ve bu yayılmayı gerektiği yerde hiç çekinmeden en terörist
metotlarla yapan devletler.
Diğer yandan, George W. Bush’un etrafındaki ‘Soğuk Savaş’ın ahbap çavuşları
olayların gidişatından mutludur hiç şüphesiz. Hiç beklenmedik bir imkân oluştu onlar için...
10 senedir, yani Sovyetler’in çöküşünden sonraki 10 senedir nihayet yeni bir umut doğdu
onlara... Yeni bir umut, yeni bir düşman ‘terörizm’ olarak adlandırılan bu yeni düşman,
‘radikal İslam’. Yeni bir McCharty’cilik. Küreselleştirme karşıtlarını hedef alan yeni bir
McCharty’cilik. Komünizmle mücadeleyi sevmiş miydiniz?..
Öyleyse buyrun İslamcılıkla mücadeleye!..
(Le Monde Diplomatique, 1 Ekim 2001)
Kaderlerimizi paylaşmalıyız
Edward Said
New York’u (ve daha küçük çapta Washington’u) vuran akıl almaz dehşet, meçhul
saldırganlar, siyasal mesajdan yoksun terör, havsalaya sığmayacak yıkımdan oluşan yeni bir
dünyayı karşımıza getirmiş bulunuyor...
Politikacılar, ünlü uzmanlar ve âlimler üzüntü dolu ve milliyetçi beylik ifadelerinin
yanında, yenilmeyeceğimizi, önümüzün kesilemeyeceğini ve terörizm silinene kadar
durmayacağımızı söyleyip duruyor. Herkes bunun terörizmle savaş olduğu görüşünde. Ama
nerede, hangi cephelerde ve hangi somut sonuçlar için? Bunlara cevap verilmiyor, karşımızda
Ortadoğu ve İslam’ın bulunduğu ve terörizmin yok edilmesi gerektiği ima ediliyor, o kadar.
Asıl moral bozucu olan, Amerika’nın, dünyadaki rolünü ve karmaşık gerçeklikle
doğrudan ilişkisini anlamaya ne kadar az zaman harcadığı. Sanarsınız ki Amerika, İslami
bölgelerde sürekli savaşan ya da çatışmalara giren bir süpergüç değil, uyuyan bir dev. Usame
bin Ladin artık Amerikalılara o kadar tanıdık ki, onun ve gölgedeki yandaşlarının her türlü
kötülüğün ve nefretin simgesi olmadan önceki hayatlarına dair her şey kolektif bellekten
silindi. Böyle olunca, kolektif tutkular, Kaptan Ahab’ın Moby Dick’in peşine düşmesi gibi,
asıl olup bitenler yerine bir savaş güdüsüne yönlendiriyor.
Asıl mesele ise yayılmacı bir gücün ilk kez kendi evinde yaralanmış olması, sınırları
belirsiz, oyuncuları görünmez karmaşık bir çatışma bölgesinde çıkarlarının peşine düşmesi.
Kıyamet günü senaryoları gelecekteki sonuçları düşünülmeden ve beyanlara sınırlama
getirilmeden havalarda uçuşuyor.
Şu anda gereken daha fazla savaş tamtamı değil, durumun mantıklı biçimde anlaşılması.
Bush ve ekibi net olarak savaş tamtamlarından yana. Fakat İslam ve Arap dünyasındaki
birçok insan için resmi Amerika, İsrail’e ve birçok baskıcı Arap rejimine bol keseden destek
veren, ama acı çeken insanlarla ya da laik hareketlerle diyalog ihtimaline bile önem vermeyen
arsız bir güç demek.
Bu anlamda Amerikan karşıtlığı bir modern toplum nefreti ya da teknoloji kıskançlığı
değil: Bu Amerikan karşıtlığı, ABD’nin dayattığı yaptırımlar altında ezilen Iraklıların ve
topraklarının İsrail tarafından 34 yıllık işgaline izin verilen Filistinlilerin dile getirdiği, somut
müdahaleleri, açık gaspları kapsayan bir olaylar örgüsünü temel alıyor. İsrail ise, fırsattan
istifade Filistinlilere baskısını artırarak ABD’nin trajedisini istismar ediyor. Amerika’daki
siyasal söylem ise önümüze ‘terörizm’ ve ‘özgürlük’ gibi sözcükler fırlatarak bunları örtmeye
ve petrolün etkisi gibi kirli maddi çıkarları saklamaya çalışmakta. Ortadoğu’daki egemenliğini
ve denetimini sağlamlaştıran Siyonist lobilerin İslam’a karşı kökü çağlarca gerilerde bir dini
nefreti (ve cehaleti) kullandığını da...
Ne var ki entelektüel sorumluluk, gerçekliğe daha eleştirel bir yaklaşım gerektirir.
Elbette terör var ve hemen bütün modern siyasi hareketler belli dönemlerinde terörden medet
umdu. Bunlara Mandela’nın ANC’si de, Siyonizm de dahil. Ancak, sivilleri F-16’larla ve
helikopterlerle bombalamak da konvansiyonel milliyetçi terörden farksız.
Terörizmin kötülüğü, dini ve siyasi soyutlamalara ve içi boş mitoslara dayandığında,
insanı tarihten ve mantıktan uzaklaştırmasında. İşte seküler bilincin ABD’de ya da
Ortadoğu’da ağırlığını koyması gereken nokta bu. Hiçbir dava, hiçbir Tanrı, hiçbir soyut fikir
masumların katliamını haklı kılmaz. Özellikle de, sorumlular küçük bir grupsa ve hiçbir
hakları olmadığı halde kendilerini bir davanın temsilcisi olarak görüyorlarsa.
Ayrıca, Müslümanların kendi aralarında çok tartıştıkları üzere, tek bir İslam yok. Nasıl
‘Amerikalar’ varsa, ‘İslamlar’ var. Bu çeşitlilik bütün gelenekler, dinler ve milletler için
geçerli, bunların bazı yandaşları beyhude yere etraflarına sınır çizip inançlarını tekmiş gibi
göstermeye çalışsalar da... Tarih, aslında kendi yandaşları ya da karşıtlarının iddia ettiğinden
çok daha az temsil gücüne sahip demagoglarca temsil edilemeyecek kadar karmaşık ve
çelişkili. Köktendinciler ve ahlaki köktencilerle ilgili sorun şurada: Günümüzde onların ölme
ve öldürme isteği dahil devrim ve direnişle ilgili ilkel fikirleri, teknolojiyle birleşebiliyor.
Buna karşılık, büyük ekonomik ve askeri güç sahibi olmak bilgeliği ve ahlaki öngörüşü
ille de beraberinde getirmiyor. Bu krizde, Amerika kendisini oralarda bir yerde yürütülecek
uzun bir savaşa hazırlar ve müttefiklerini sonuçları belirsiz, kaygan zeminde bir maceraya
zorlarken, kuşkulu, sorgulayan ve insani sesleri duymuyor.
Oysa, asıl şimdi insanları ayıran sanal eşiklerden geriye adım atmalıyız, etiketleri
yeniden incelemeli, kısıtlı kaynakları gözden geçirmeli ve savaş çığlıklarına rağmen,
kültürlerin çoğu kez yaptığı gibi kaderlerimizi paylaşmaya karar vermeliyiz.
‘İslam’ ve ‘Batı’ körü körüne peşinden gidilecek bayraklar olmak için çok yetersiz
etiketler. Bazıları bunların arkasından koşacak, ama bu kaçınılmaz değil, bize kalmış: eleştirel
düşünceye zaman ayırmadan, haksızlık ve baskının birbirine bağlı tarihlerine bakmadan, ortak
özgürlük ve aydınlanma için uğraşmadan, acı çekerek uzayan bir savaşa sürüklenmek gelecek
nesiller için kaçınılmaz değil.
‘Öteki’nin şeytanlaştırılması dürüst hiçbir politika için yeterli neden olamaz. Özellikle
şimdi, terörün haksızlığın içinde büyüyen kökleri ele alınabilecek ve teröristler ayrıştırılıp
caydırılıp ortadan kaldırılabilecekken. Bunun için eğitim ve sabra ihtiyaç var, ama bu yatırımı
yapmak, çok büyük şiddet ve acıların daha da fazlasını yaşamaktan iyidir.
(The Observer, 16 Eylül 2001)
Sağduyunun sesi
Edward Said
11 Eylül felaketini ve tepkilerini yaşayan, 2 milyonu Arap kökenli olan 7 milyon
Müslüman Amerikalı için oldukça üzücü bir dönemden geçiyoruz. Felaketin Arap ve
Müslüman kurbanları olmasının yanı sıra, bu gruba yönelmiş bir nefret havası da hâkim.
George W. Bush vakit kaybetmeksizin Amerika ve Tanrı’yı müttefik ilan ederek,
teröristlerin ölü ya da diri ele geçirilmeleri için savaş ilan etti. Ve gözler, ABD’nin büyük bir
çoğunluğu için İslam’ı temsil eden, ele geçirilmesi zor Müslüman fanatik Usama bin Ladin’in
üstüne çevrildi.
TV ve radyolar eski bir playboy olduğu iddia edilen bu karanlık radikalin fotoğraf ve
hayatına ilişkin dosyalar yayımlamaya başladı. Aynen Amerika’nın trajedisini ‘kutlayan’
Filistinli kadın ve çocukların görüntülerini yayımladıkları gibi.
Uzmanlar ve sunucular durmaksızın İslam’la ‘bizim’ savaşımızdan bahsederken, ‘cihat’
ve ‘terör’ sözcükleri de ülkedeki korku ve öfkeyi besledi. Biri Sih olan iki kişi, Savunma
Bakanlığı’ndan Paul Wolfowitz’in ‘biten ülkeler’ ve düşmanlara atom saldırısı gibi
sözlerinden de cesaret alarak öfkeli vatandaşlarca öldürüldü.
Yüzlerce Müslüman ve Arap dükkân sahibi, öğrenci, çarşaflı kadın ve sıradan vatandaş
hakarete uğrarken, bunların hemen öldürülmelerini talep eden afiş ve graffitiler de dört bir
yanı sardı. Bir Arap-Amerikan örgütünün yöneticisi daha bu sabah bana saatte 10 kadar
hakaret, tehdit ve intikam isteyen mesaj aldıklarını söyledi. Dün yayımlanan bir Gallup
araştırmasının sonuçlarına göre Amerikalıların yüzde 49’u ABD vatandaşı olsa bile Arapların
özel bir kimlik taşımasına evet demiş; hayır diyenlerin oranı da yüzde 49; yüzde 58 ise ABD
vatandaşı da olsalar Arapların daha yoğun güvenlik kontrolünden geçirilmesini istemiş, karşı
çıkanların oranı ise yüzde 41.
Ortalık sakinleşmeye başladı
Bush’un, müttefiklerinin kendisi kadar müdanasız olmadıklarını anlaması Colin Powell
gibi bazı danışmanlarının Afganistan’ın işgal edilmesinin Teksaslı milisleri oraya göndermek
kadar basit olmadığını anlatmaları üzerine, resmi kavgacılık da azalmaya başladı. CIA ve
FBI’ın Arap ve Müslümanlara kötü muamele ettiğine ilişkin duyumlar artsa da genel olarak
bir sakinleşme var.
Bush, Washington’da bir camiyi ziyaret etti, cemaat liderlerine ve Kongre’ye ‘nefret
söylevlerine’ son verme çağrısında bulundu; en azından Arap ve Müslüman dostlarımızla,
yani Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan gibi bildik olanlarla hâlâ tanımlanmamış teröristler
arasında ayrım yapmaya başladı. Bush, Kongre’de ABD’nin İslam’la savaşta olmadığını
söylerken, bütün ülkede Araplar, Müslümanlar ve Ortadoğuluya benzeyenlere yönelik artan
retorik ve fiili saldırılar hakkında hiçbir şey söylemedi. Powell, İsrail ve Şaron hakkında
ABD’deki krizi Filistinlileri daha çok ezmek için kullanmaları nedeniyle hoşnutsuzluk
belirtse de, genel kanı bölgeye ilişkin ABD politikasında değişiklik olmadığı yolunda. Tek
değişiklik büyük bir savaş hazırlığı.
Yine de Araplar ve Müslümanlar hakkında ortada dolaşan şehvet düşkünü, kindar,
vahşi, mantıksız, fanatik gibi aşırı olumsuz klişeleri dengeleyebilecek olumlu bilgi ve bakış
hemen hemen hiç yok. Bir amaç olarak Filistin, burada hâlâ düşünülen bir şey değil, özellikle
Durban Konferansı sonrasında. Öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin entelektüel çeşitliliği
ve he- terojenliğiyle tanınan benim üniversitemde bile Kuran üzerine bir derse rastlanmaz.
Philip Hitti’nin Arapların Tarihi/History of the Arabs adlı konuyla ilgili İngilizcedeki en
iyi kitabının bile baskısı yok. Baskısı olanların çoğu polemiksel ve düşmanca. Bunlarda
Araplar ve İslam kültürel ve dini olarak değil, bir çekişmenin konusu olarak ele alınıyor.
Yapılan sinema ve TV filmleri çirkin, saldırgan Arap teröristleriyle dolu. Bunlar, uçakları
kaçırarak, bunları Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’u hedefleyen katliam silahlarına
dönüştüren, herhangi bir dinden çok suç patolojisinin konusu olması gereken teröristlerden
önce de vardı.
Yazılı basında ‘Artık hepimiz İsrailliyiz’ kampanyasını ve Filistin intihar saldırılarıyla
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon saldırılarının aynı şeyler olduğunu vurgulayan
kampanyalar var. Bu süreçte, Filistinlilerin ülkesizlikleri ve uğradıkları baskılar ve benimkiler
dahil birçok Filistinlinin intihar saldırılarını lanetleyen sözleri de unutuluyor. Sonuçta 11
Eylül günü oluşan dehşeti ABD politikaları ve retoriğini de içeren bir kapsamda ele almak,
teröristlerin eylemlerini göz ardı etmek olarak yorumlanarak dikkate alınmıyor veya saldırıya
uğruyor.
Anlama ve göz ardı etme arasındaki eşitlenme gerçek dışı olduğundan bu tutum,
entelektüel, ahlaki ve politik olarak yanlış. Birçok Amerikalı, ABD’nin bir devlet olarak
Ortadoğu ve Arap dünyasında yaptığı şeylerin hoşnutsuzluk yarattığına ve ABD halkına mal
edildiğine inanmakta güçlük çekiyor. Örneğin, İsrail’e koşulsuz desteğin; yüz binlerce masum
Iraklıyı ölüme, açlığa ve hastalığa mahkûm ederken, Saddam Hüseyin’e dokunmayan, Irak’a
karşı uygulanan ambargonun; Sudan’ın bombalanmasının; Sabra ve Şatila katliamlarının yanı
sıra 20 bin sivilin ölümüne yol açan, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline yakılan yeşil ışığın;
Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ABD’nin özel kalkanı olarak kullanılmasının; baskıcı
Arap ve İslam rejimlerine verilen desteğin. Ortalama ABD’linin farkında olduğu şeyle
yurtdışında uygulanan acımasız ve adil olmayan politikalar arasında uçurum var.
ABD’nin tutumu belirleyici
BM Güvenlik Konseyi’nin işgal, yeni yerleşimler, sivillerin bombalanması konusunda
İsrail aleyhine aldığı her kararın, ABD’nin vetosuna takılması, Amerikalılar tarafından
önemsizken, bir Mısırlı, bir Filistinli veya bir Lübnanlı için asla unutulmayacak ve ciddi
yaralar açan bir olgu.
Bir başka ifadeyle ABD’nin belirli tutumları ve bunların sonucunda ABD’ye karşı
alınan tavırlar arasında diyalektik bir ilişki var ve bunun da Amerika’nın zenginliğine,
özgürlüklerine ve dünyadaki başarısına duyulan kıskançlık ve nefretle ilgisi yok. Tam tersine
konuştuğum her Müslüman veya Arap, Amerika gibi bu denli zengin ve muhteşem bir ülkenin
ve halkının daha az şanslı insanlara ilişkin, bu denli düşüncesiz olmalarını bir mistifikasyon
olarak ele alıyor. Araplar ve Müslümanlar, ABD politikasının İsrail lobisi tarafından
oluşturulduğunun, ‘The New Republic’ veya ‘Commentary’ gibi İsrail yanlısı yayınların
korkunç ırkçılıklarının veya sütunlarında Arap ve Müslümanlara sürekli nefret ve düşmanlık
kusan, A.M. Rosenthal, Charles Krauthammer, William Safire, George Will, Norman
Podhoretz gibi yazarların da farkında. Bu görüşler marjinal yayınların arka sayfalarından çok
herkesin okuyabildiği, örneğin The Washington Post gibi gazetelerin yorum sayfalarında yer
alıyor.
Bu nedenlerle de 11 Eylül felaketinin kamu bilincinde henüz canlı olduğu New York ve
Washington, daha fazla şiddetin ve terörizmin bilinci yenebildiği, uçucu ve sert bir duygusal
ortamdan geçiyor.
Sivil haklardaki kaygı
Medyanın kötü performansına karşın yavaş yavaş ortaya çıkan memnuniyetsizlik umut
verici. Barışçıl çözüm ve müdahale için toplanan imzalar, bombalama ve tahribata alternatif
arayışların yavaş da olsa seslendirilmesi ve yaygınlaşması olumlu göstergeler. Çünkü
hükümet, telefonları dinleme, terörizm şüphesiyle Ortadoğulu insanları gözetim altına alma
veya tutuklama hakkı ve Mc Carthyizme benzeyen bir paranoya ve şüphe ortamı yaratacak
yasaları talep ettikçe, sivil hakların ve kişisel mahremiyetin zedeleneceği konusunda ciddi bir
kaygı var. Amerika’nın bayrağı her yere dikme alışkanlığı vatanseverlik olarak da görülebilir
ama vatanseverlik aynı zamanda hoşgörüsüzlüğe, nefret eylemlerine ve her tür tatsız kolektif
tutkuya da yol açabilir. Başkan’ın konuşmasında İslam ve Müslümanlarla savaşta
olmadıklarını söylemesine rağmen bu tehlike hâlâ var.
Halkın yüzde 92’sinin istediği harekât konusunda da yorum ve toplantılar başladı.
‘Terörizmi kazımak’, somut olmaktan çok metafizik olduğundan ve yönetim bu savaşın
amaçlarının ne olduğunu henüz açıklamadığından, askeri olarak nereye gideceğimiz
konusunda da belirsizlik var. Ama genel olarak retorik, daha az kıyamet ve din sömürüsü
çağrıştıran hale büründü. Haçlı seferi fikri yok oldu ve ‘fedakârlık’ ve ‘diğerlerinden farklı
uzun bir savaş’ gibi genel laflardan uzaklaşılmaya başlandı.
ABD’nin bu saldırıya karşı ne yapması tartışılıyor. Masum kurbanların ailelerinden
bazıları, askeri intikamın doğru bir çözüm olmadığını açıkladı. ABD’nin Ortodoğu ve İslam
dünyasında güttüğü politikaların eleştirel bir yorumu ise henüz yapılmıyor.
Amerikalılar ve diğerleri dünya için uzun vadeli esas umudun, ister anayasal hakların
korunmasında, ister Irak’ta ABD gücünün masum kurbanlarına el uzatılmasında, isterse karşı
tarafı anlama ve mantıki analizlerle hareket etme konusunda olsun, bu anlayış ve vicdan
topluluğunun oluşmasında yattığını anlamak zorunda. Bu, bugüne kadar yaptığımızdan çok
daha fazla şey yapılmasını sağlayacak. Elbette bu, doğrudan Filistin’e ilişkin politikaların
değişmesi veya daha kısılmış bir savunma bütçesi, veya daha ileri enerji ve çevre
politikalarının uygulamaya konması anlamına gelmiyor. Bu tür bir geriye iz sürme dışında
umuttan bahsedilemez.
Belki böylesi bir tutum ABD’de oluşabilir ama bir Filistinli olarak benzer tutum Arap
ve Müslüman dünyasında da oluşmalı. Siyonizm ve emperyalizm hakkındaki şikâyetlerimize
rağmen, toplumları kıskaca alan yoksulluk, cehalet ve baskıdan, büyümesine izin verdiğimiz
bu kötülüklerden sorumlu olduğumuzu düşün-meye başlamamız lazım.
Örneğin kaçımız İsrail’de ve Batı’da Yahudilik ve Hıristiyanlığın belirleyiciliğine
yönelttiğimiz bütünlüklü ve içten eleştirileri, laik politikaları savunup, İslam dünyasında da
dinin kullanılmasına yönelttik.
Sömürgeci yerleşimcilere ve insanlık dışı toplu cezalandırmalara maruz kalsak da,
kaçımız tüm intihar saldırılarını kınadık.
Popüler olmayan liderlerimize Amerikan desteği konusunda pasif bir şekilde
hayıflanamayacağımız gibi, bize yapılan haksızlıkların arkasına da gizlenemeyiz. Bugün, adı
çılgınlık olan ayrım yapmaksızın öldürme militanlığını görmezden gelmeyecek ve
desteklemeyecek yeni laik bir Arap politikası ortaya çıkmalı.
Artık açık sözlü olunmalı
Yıllardır esas silahlarımızın askeri değil ahlaki olduğunu savundum. İsrail baskısına
karşı Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının, Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına karşı
verilen mücadele kadar dikkat çekmemiş olmasının nedeni, hedeflerimiz ve yöntemlerimiz
konusunda açık olmamamız ve amacımızın mitolojik bir geçmişe dönüş ve dışlama yerine bir
arada yaşama ve benimseme olduğunu açık seçik ifade etmemiş olmamızdır. Artık açık sözlü
olmamızın ve politikalarımızı ince eleyip sık dokumamızın zamanı geldi.
Başkalarından beklediğimizin daha azını kendimizden bekleyemeyiz. Liderlerimizin
bizi nereye ve ne adına sürüklediğini görmek için durup düşünme zamanı geldi. Kuşkuculuk
ve yeniden değerlendirme gerekliliktir, lüks değil.
(El Hayat, 28 Eylül 2001)
İki hedef: Terörizm ve kapitalizm
Alain Touraine
Bir savaş durumunda, taraflardan birini seçmek gerekir. Oysa bugün, Avrupalıların
çoğu için böyle bir seçim yapmak imkânsız. Çünkü kendimizi tek bir savaşın değil,
birbirinden farklı iki savaşın içindeymiş gibi hissediyoruz. Terörizme karşı mücadele
savaşlardan ilki. Terörist saldırıya en az saldırı kadar şiddetli biçimde karşılık vermek
gerekiyor. ABD’nin Afganistan’a düzenlediği harekâta destek vermeden, 11 Eylül’deki
saldırıları kınayamayız. Bir taraftan terörizmi lanetlerken, diğer taraftan harekâta karşı
olduklarını söyleyenler ikiyüzlü davranıyor. Çünkü karşımızdaki düşmanımız. Feministlerin,
Taliban’a destek verdiğini düşünemeyiz! Böylece, Taliban ve Kaide çökertilene kadar
Amerikan harekâtına destek vermek durumundayız.
Vahşi kapitalizmin ettiği
İkinci savaş diğerinden çok farklı bir düzlemde. Sovyetler yıkıldıktan sonra vahşi
kapitalizm dünyada zaferini ilan etti. Yani, ekonomi üzerindeki sosyal ve siyasi denetim yerle
bir oldu. Sonuçta üretim ve tüketim ekonomisinden bağımsız bir finans ekonomisi ortaya
çıktı, siyasi kurumların her türlü kuralı darmadağın oldu. Parlamentolar, sendikalar, sosyal
yasalar hatta entelektüel tartışmalar da...
Dünya çapında, alıp başını yürüyen küreselleşme ile ülkelerin ve hükümetlerin
aymazlığı veya eylemsizliği arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Böyle bir durum
karşısında, terörist saldırılara karşı net bir tavır almak ve dünyanın birçok bölümünün mali
mantığını yönlendiren bu küreselleşmeye karşı çıkmak gerekiyor. Her türlü düzlemde,
ekonomi politikasının denetimi yeniden oluşturulmalı.
Bu söylediklerimin hiçbiri hayal ürünü değil. Robert Solow gibi birçok ekonomi
profesörünün de dediği gibi, ekonomi ilerledikçe, ekonomik gelişmenin ekonomi dışı
etkenleri daha da önemli hale geliyor.
Eğitim, gelişme için en önemli etken. Ekonomik başarı için devletin iyi yönetimi de
temel bir etken. Küreselleşmenin karşısında yer alan hareketler, bu tekrar oluşan
kutuplaşmaya dikkati çekti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ikiz kulelerin yıkılmasına geçen
süreye kadar yeni düzene eleştiriler yöneltildi. Ancak eğer, mali gücün zaferi sona erdirilmek
isteniyorsa, bu karşı çıkma, 1989 yılında Sovyetler’in son bulmasına neden olduğunda
görüldüğü gibi, köktenci olmalı.
Terörizme verilecek karşılık ile son 10 yılda alıp başını giden vahşi kapitalizme karşı
yapılacak mücadele arasında tam tamına bir zıtlık var. Ancak, bu önerme kendi içinde de bir
soru işareti yaratıyor: Her iki sorun da aslında birbirine çok sıkı bağlarla bağlanmış değil mi?
Dengesiz büyüme ve yoksulluk isyanlara, sonuç olarak da terörist saldırılara neden olmuyor
mu? Ama bu mantık tamamen reddediliyor: Terörizmle mücadele Afganistan’ı yerle bir
etmekle aynı anlama gelmiyor. Bununla birlikte, Kaide’nin ve Taliban’ın ortadan
kaldırılmasıyla da yoksulluğun önüne geçilmiyor, sadece köktendinciliğe karşı mücadele
ediliyor. Bin Ladin’in bağlı bulunduğu kapitalist ağ ekonomiyi değil, dinsel ve siyasi mantığı
yıkmaya uğraşıyor. Ekonomik adaletsizlik farklı bir olgu, dinsel fanatizm bambaşka bir olgu.
Ama eğer, biz bu sorunları birbirinden tamamen ayırırsak o zaman her iki amacımıza
ulaşmak açısından kendimizi bir çelişkinin içinde de bulmaz mıyız? Hayır, çünkü Taliban
sonrası Afganistan’ın yeniden yapılanması çok zor da olsa, terörizm vakit kaybetmeden yok
edilmeli. Oysa, şu andaki dünyanın ekonomik sisteminin ortadan kaldırılması ancak sosyal ve
büyük çapta siyasi hareketle sağlanabilir ve de bu amaca ulaşılabilmesi uzun bir süre gerekir.
Teröristler yok edilmeli
Eğer bu iki sorunu birbirinden ayırt edemiyorsak, o zaman sadece kendimizi Amerikan
müdahalesinin karşısında buluruz. Avrupa, eğer böyle davranırsa, kendisini ikili bir oyunda
ve karmaşanın ortasında bulur, karar verme yetisini bile yitirebilir. Vahşi kapitalizme karşı
mücadele yarın yapılmalı. Bugün terörist saldırıların sorumluları yok edilmeli.
Ancak, bu iki savaşın da dünya çapında yapılması gerekliliği her iki mücadeleyi
birbirine yaklaştırıyor. Çünkü, işte bu noktada en büyük sorunlar baş gösteriyor. Bazı belirsiz
çağrılara rağmen, küresel kapitalizme karşı mücadelenin gerekliliğini kabul etmek zaman
alıyor.
Bugün bütün ülkeler sol için yeni bir proje arayışında. Ama şu ana kadar ortaya çıkan
tek öneri, içi neredeyse boş ‘üçüncü yol’ oldu. Ekonomiyi devlet kontrolünden alan küresel
kapitalizmin yerine ne konulacağına dair bir projeye şiddetle ihtiyaç var. Terörist saldırıları
gerçekleştirenlere karşı yapılan mücadelenin karşısında yer alarak, bugün ve yarın zihnimizi
asıl meşgul etmesi gerekenleri karıştırmayalım.
(Le monde, 26 Kasım 2001)

Benzer belgeler