F. Tulga Ocak`a - Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Transkript

F. Tulga Ocak`a - Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
F. Tulga Ocak’a
Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan
rmagan
Prof. Dr.
F. Tulga Ocak’a
Prof.Dr.
ARMAĞAN
Ankara 2013
SUNUŞ
Prof. Dr. Osman HORATA
P
rof. Dr. F. Tulga OCAK’la ilk karşılaşmam, bundan 30 yıl
önce bir Eylül ayında Hacettepe Üniversitesinde yapılan
yüksek lisans giriş sınavında oldu. Selçuk Üniversitesinden
mezun bir öğrenci olarak amacım, “Türk Dili Okutmanı”
olarak meslek hayatına atıldığım Hacettepe Üniversitesinde
lisansüstü eğitimimi devam ettirmekti. Hocam, sınavdan
sonra beni çağırarak eksiklerimden bahsetti fakat başarılı
bulduklarını söyledi. Bu sınav, Hocamla yollarımızın kesiştiği noktaydı. Yüksek lisansa başladıktan yaklaşık bir yıl
sonra da Hocamın ilk asistanı olma mutluluğuna eriştim.
Sonra aynı anabilim dalında Hocamızla birlikte su gibi akıp
geçen 30 yıl…
Hacettepe’ye ilk adım attığım 1983 yılı, Eski Türk Edebiyatı açısından Prof. Dr. Meserret Diriöz’ün Erciyes Üniversitesine gitmesi sebebiyle anabilim dalının bütün yükünün Hocamıza kaldığı bir yıldı. Ondan önce de, anabilim
dalının kurucu kadrosundan Prof. Dr. Amil Çelebioğlu bir
başka üniversiteye dekan olarak atanması, Dr. Gönül Alpay
da yurt dışına gitmesi sebebiyle üniversiteden ayrılmışlardı.
O yıl, Halil Erdoğan Cengiz gibi son derece iyi yetişmiş bir
araştırmacı da verdiği derslerle dışarıdan anabilim dalımıza
destek vermeye başlamıştı.
2
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Prof. Dr. Tulga Ocak’ın hayatı, bundan sonra hep bölümü, bizler ve öğrencileri
oldu. Öğrenci yetiştirme, ders yükünün fazlalığı, onun akademik çalışmalara yeterli
zaman ayırmasını engelledi. Bu zorluk, titizliğiyle de birleşince büyük emek mahsulü
doktora ve doçentlik tezlerinin bile okuyucusuyla buluşmasını engelledi.
Hocamız, daha sonra sırasıyla değerli mesai arkadaşlarım Fatma Sabiha Kutlar
(Oğuz), Berrin Akalın (Uyar), Özge Öztekin ve son olarak da Fazile Eren (Kaya)’i anabilim dalımıza kazandırdı. Farklı üniversitelerden birçok arkadaşımız da doktoralarını yapmak üzere aramıza katıldı. Bugün bu kadrolar farklı üniversitelerde akademik
hayatlarını sürdürmektedirler.
Hacettepe Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin öncü üniversitelerinden sonra
1967 yılında kurulan fakat atılan doğru ve güçlü temeller üzerinde kısa sürede ülkemizin önde gelen yükseköğretim kurumları arasında yer almayı başaran bir yükseköğretim kurumu… Bizleri çatısı altında toplayan bir yuva… Farklı kurumlarda
Hacettepe Üniversitesini temsil etme fırsatını bulan biri olarak, doğru isimlerin doğru
zamanlarda doğru yerlerde bulunmasının bir kurum açısından ne kadar önemli olduğunu gözlemleme fırsatı buldum. Bu, bilhassa kurumların geleceğinin bina edileceği
kuruluş dönemlerinde büyük bir önem arz etmektedir. Yoksa atılan zayıf, yanlış temeller üzerinde güçlü yapılar oluşturmak güç olmaktadır.
Hacettepe Üniversitesi, bu açıdan son derece şanslı kurumlardan biridir. Bu şans
da, kuruluş döneminde İhsan Doğramacı ismiyle Hacettepe Üniversitesinin buluşmasıdır. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açısından da en büyük şans, bu kurucu kadroyla
3
SUNUŞ | Prof. Dr. Osman Horata
Prof. Dr. Şükrü Elçin’in yollarının kesişmesiydi. Şükrü Elçin, Cumhuriyet’in ilk kuşak
“mektep hocaları”nın yanında yetişen “mektep insanların” son temsilcilerinden biriydi. 1969’dan 1983’e kadar bölümümüzün başkanlığını yürüten ve 5 Kasım 2008’de
de aramızdan ayrılan Hocamız, bölümümüzü güçlü temeller üzerine oturtmuş, yetiştirdiği öğretim üyeleri ve öğrencilerle bilim ve kültür hayatına büyük hizmetlerde
bulunmuş bir hocamızdı.
Bugün, onun yanında yetişen bizlerin hocaları da birer birer bayrağı yetiştirdikleri öğrencilere teslim ediyorlar. Bu vesileyle, bölümümüze hizmeti geçen, bir kısmı hayatta olmayan
değerli hocalarımızı bir kez daha minnet ve şükranla yad ediyoruz.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ailesinin Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için de en
büyük şans, bütün hayatını üniversitesine ve öğrencilerine adayan bir hocaya sahip olmasıydı. Prof. Dr. Tulga Ocak, anabilim dalımızın temeli atmasa bile iskeletini kuran, içini
dolduran, kısacası anabilim dalımızın mimarı olan bir isimdi. Değerli Hocamız, akademik
birikiminin yanında “hocalığın” vasıflarını da hakkıyla taşıyan bir insandı. O, etrafındaki
insanların bilimsel çalışmalarının yanında tavır ve davranışlarıyla da ilim insanı olmasını
isterdi.
Bölümümüze ve anabilim dalımıza büyük hizmetleri olan değerli Hocamız da, yaklaşık kırk yıllık bir hizmet süresinden sonra, anabilim dalımızın yükünü bizlere bırakarak
2013 yılında resmî akademik hayatını noktalıyor.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalını oluşturan
mensupları olarak, bu kadroyla yolu kesişen arkadaşlarımız ve onunla aynı şekilde yıllarca
birlikte bölümümüze hizmet eden değerli hocalarımız Prof. Dr. Umay GÜNAY, Prof. Dr.
Bilge ERCİLASUN ve Prof. Dr. Dursun YILDIRIM’ın katılımıyla, bir armağan kitabıyla da
4
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
olsa Prof. Dr. Tulga OCAK’a şükranlarımızı ifade etmek istedik. Öncelikli teşekkürümüz,
yazılarıyla bu armağan kitabını anlamlandıran değerli hocalarımız ve değerli meslektaşlarımıza... Sağ olsunlar. Yazıların toplanması ve basım sorumluluğunu ise, anabilim dalımızdaki genç arkadaşlarım Doç. Dr. Özge Öztekin, Arş. Gör. Aslı Aytaç Gürsoy ve Arş.
Gör. Fazile Eren Kaya ile paylaştık. Onlara da vefakârlık ve fedakârlıkları için teşekkür
ediyorum.
Değerli Hocamız Prof. Dr. Tulga OCAK’ın her sabah duymaya alıştığımız o tok ve hoş
sesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü koridorlarında sussa bile bizlerin, öğrencilerin hafızalarında hep çınlamaya devam edecektir.
Bu vesileyle değerli hocamız Prof. Dr. Tulga OCAK’a, Eski Türk Edebiyatı Anabilim
Dalına, Bölümümüze ve Üniversitemize yaptığı değerli katkıları için, yetiştirdiği öğrenciler
adına bir kez daha şükranlarımızı arz ediyor, bundan sonraki hayatında da sağlık, huzur
ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz.
Ankara, 2013
5
İÇİNDEKİLER
02 SUNUŞ
08 Prof. Dr. F. Tulga OCAK’ın Özgeçmişi
14 Prof. Dr. F. Tulga OCAK ile Söyleşi
25 YAZILAR
26 ESKİ TÜRK TARİHİNİN ROMANLAŞMASI: HUNLAR
Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN
52 21. YÜZYILDA EDEBİYAT VE SİBER-PUNK
Prof. Dr. Umay GÜNAY
60 NEF’İ’NİN “SÖZÜM” REDİFLİ KASİDESİNİN
İSTİARE ZEMİNİ
Prof. Dr. Osman HORATA
72 EMİNE HALAM’DAN DERLENMİŞ TÜRKÜLER
Prof. Dr. Dursun YILDIRIM
78 ANTEPLİ İBRÂHÎM BİN BÂLÎ’NİN
HİKMET-NÂME’SİNDE TAŞLAR
VE MADENLER
Doç. Dr. Fatma Sabiha KUTLAR OĞUZ
109 XVIII. YÜZYIL OSMANLI TOPLUM
HAYATINDAN YANSIMALAR IŞIĞINDA
ÇELEBİZÂDE ÂSIM DİVANI’NI OKUMAK
Doç. Dr. Özge ÖZTEKİN
140 FUZÛLÎ HAKKINDA BİR İKİ SÖZ
Yrd. Doç. Dr. Hasan GÜLTEKİN
6
162 ABDÎ’NİN HEFT PEYKER MESNEVÎSİ
Yrd. Doç. Dr. Hanzade GÜZELOVA
205 18. YÜZYILA AİT YAZARI BİLİNMEYEN
BİR HAC SEYAHATNAMESİ: MENÂZİLÜ’L-HAREMEYN
Yrd. Doç. Dr. Orhan KURTOĞLU
218 NEF’Î’YE GİDEN YOLDA FAHRİYE ŞAİRİ OLARAK BÂKÎ
Doç. Dr. Cafer MUM
232 18. YÜZYIL ŞAİRLERİNDEN SÂLİM EFENDİ
VE SÂLİM EFENDİ’NİN HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVİSİ
Yrd. Doç.Dr. Elif AYAN NİZAM
254 ŞERH-İ PEND-İ ATTÂR’DA YER ALAN ÖZEL İSİMLER
VE ESER İSİMLERİ
Dr. Tuba ONAT ÇAKIROĞLU
266 NÂFİZ’İN ŞİİRLERİNDE SOSYAL HAYATIN İZLERİ
Dr. Hiclâl DEMİR
276 BÂKÎ’NİN HAYATINI KASİDELERİNDEKİ HASBIHÂL
BEYİTLERİNDEN OKUMA DENEMESİ
Arş. Gör. Fazile EREN KAYA
287 NEV’Î-ZÂDE ATÂYÎ’NİN HEFT HÂN MESNEVÎSİ'NDEN
BİR HİKÂYE
Arş. Gör. Aslı GÜRSOY
310 GÜFTÎ VE GAM-NÂME’Sİ
Okt. Asuman BAYRAM
324 PROF. DR. F. TULGA OCAK’IN FOTOĞRAFLARI
7
ÖZGEÇMİŞ
Prof. Dr. F. Tulga OCAK
15
Mayıs 1946 tarihinde, Gaziantep’de, Ali Ocak ve Türkan
(Barlas) Ocak’ın ikinci çocukları olarak dünyaya geldi. Ali
Ocak’ın 14 Mayıs 1950 seçimlerinde milletvekili olmasıyla Ankara’ya geldi. İlkokula TED Ankara Koleji’nde başladı
ve 1963-64 ders yılında, bu okulun lise kısmından mezun
oldu. Aynı yıl, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitimine devam
etti. Edebiyat kürsüsünde, Eski Edebiyat dalında, Prof. Dr.
Hasibe Mazıoğlu’nun danışmanlığında, XVII. yüzyıl şairlerinden Esâd Selânikî Divanı’nın Transkripsiyon ve İncelemesini lisans tezi olarak hazırladı (1968). RCD Bursu ile 1 Nisan 1969 yılında Tahran’a gitti. Tahran Üniversitesi Edebiyat
ve İnsanî Bilimler Fakültesi’nde, Prof. Dr. Mehdi Mohakkık
danışmanlığında, Tahlîl-i Eş’âr-ı Dîvân-ı Fârsî-i Ahmed-i Dâ’î
başlıklı doktora tezi ile 8 Temmuz 1973 tarihinde doktorasını aldı. Türkiye’ye dönüşünde, 31 Aralık 1973 tarihinde,
Milli Kütüphane Eski Harfli Türkçe Kitaplar Bölümü’nde
memuriyet görevine başladı. 1 Ağustos 1974 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde açılan Farsça öğretim görevliliğine atandı.
Doçentlik tezi olarak hazırladığı, Nef’î’nin Türkçe Divanı’nın
8
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Tahlili başlıklı çalışması ile 19 Ekim 1980 tarihinde doçent unvanını aldı. 13 Mayıs
1988 tarihinde profesör oldu. 1988-2002 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüttü. 1993 yılında, Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektör Yardımcılığı
görevinde bulundu. 1997-2006 yılları arasında, Prof. Dr. Tuğrul İnal’ın dekanlığı döneminde, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fakülte Kurulu Üyeliği yaptı.
2005-2008 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı görevini yürüttü. 2005-2008 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Senato Temsilciliği yaptı. Senato’da, eğitim
dilinin Türkçe olması konusunda çalışmalar yürüttü. YÖK Başkanlığı tarafından,
yurtdışı yüksek öğretim diplomaları denklik yönetmeliği uyarınca, Türk Dili ve Edebiyatı alanında yapılan seviye tespit komisyonunda görevlendirildi. 2006-2007 öğretim yılında, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, Eski Türk Edebiyatında Nazım ve Nesir ile Eski Türk Edebiyatına Giriş
derslerini yürüttü. 10-13 Aralık 2007 tarihlerinde, Hacettepe Üniversitesi ile Kiev
Millî Dilbilim Üniversitesi arasındaki ilişkileri geliştirmek üzere yapılan bir çalışmaya
katıldı. 8 Nisan 2008 tarihli Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı toplantısında, filoloji
temel alan danışma komisyonuna üye seçildi. 5-15 Mayıs 2010 tarihleri arasında, 23.
Uluslararası Tahran Kitap Fuarı’nda, Türk Yazarları TEDA Projesi kapsamında Farsça
olarak yayımlanan eserlerin yerinde incelenmesi ile Türk-İran edebiyatları ve yayınları
arasındaki ilişkilerin etüt edilmesi kapsamında Tahran’da görevlendirildi.
9
ÖZGEÇMİŞ
Yönettiği Yüksek Lisans ve Doktora Tezleri
Yüksek Lisans Tezleri:
Osman Horata
Fatma S. Kutlar
Berrin Uyar Akalın
Bilge Kaya
F. Belgin Tezcan Aksu
Özge Öztekin
Sibel Akman
Nilay Yavuz
Muhammet İnce
Nedîm-i Kadîm Divançesi Üzerine Bir İnceleme
(1986).
XVIII. Yüzyıldan Bir Şair: İzzet Ali Paşa (1988).
Tıflî Ahmed Çelebi ve Divanı (1991).
17. Yüzyıl Divan Şairi Mantikî Ahmed Efendi ve
Divançesi (1991).
18. Yüzyıl Divan Şairi Hazık Mehmed ve Divanı
(1996).
Râsih Divanı (İnceleme-Tenkitli Metin-Özel Adlar
Dizini) (1997).
İbni Kemal’in Dakâyıku’l-Hakâyık’ı (2002).
XVII. Yüzyıl Tarih Manzumelerinde Toplumsal
Yaşam (2009).
Şemî’nin Mantıku’t-Tayr Şerhi (İnceleme-Metin)
(2012).
Doktora Tezleri:
Osman Horata
Fatma S. Kutlar
Özge Öztekin
Hanzade Güzelova
Elif Ayan
Tuba Onat Çakıroğlu
Cemâlî Hümâ vü Hümâyûn (Gülşen-i Uşşâk)
İnceleme - Tenkitli Metin (1990).
Arpaemini-zâde Sâmî Divanı (1996).
XVII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın
İzleri: Divanlardan Yansıyan Görüntüler (2004).
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevisi (İnceleme-MetinDizin) (2008).
Sâlim Efendi’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevisi ve Türk
Edebiyatında Hüsrev ü Şîrîn Mesnevileri (2010).
İsmail Hakkı Bursevî’nin “Şerh-i Pend-i Attâr” Adlı
Eseri Üzerine Bir İnceleme ve Attâr’ın Pend-nâme’si
İle Karşılaştırılması (2012).
Yayınlar
Ulusal ve Uluslararası Hakemli Dergilerde Yayınlanan Makaleler:
“Nef’î’nin Bilinmeyen Şiirleri”
“Nef’î Konusunda İki Yeni
Belge”
“Nef’î İçin Söylenmiş Bir Hiciv
Beyti Üzerine”
10
Journal of Turkish Studies, Volume: 4, 1980.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: X, Sayı: 4, 1981: 125-130.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: I, Sayı: 1, 1983: 19-20.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Ulusal ve Uluslararası Hakemli Dergilerde Yayınlanan Makaleler:
“Ölümünün Üç Yüz Ellinci
Yılında Nef’î”
“Walter G. Andrews, Poetry
Voice Society’s Song Ottoman
Lyric Poetry (Tanıtma)”
“Nâbî’nin Hayriyye’sinde Bir
Türk Gencinin Eğitimiyle
İlgili Görüşleri ve Seçilecek
Meslekler”
“Sultan Veled’in Rebâbnâme’si”
“Ahmed-i Dâ’î’nin Farsça
Divanı’nda İran Şairlerinin Etkisi”
“XVII. Yüzyıl Şairi Nef’i ve
Kaside”
“XVII. Yüzyılın İlk Yarısında
Divan Edebiyatı ve Sebk-i Hindî”
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: III, Sayı: 2, 1985: 1-20.
Erdem, C. II, Sayı: 4, 1986: 315-317.
16-19 Kasım 1987 Şanlıurfa ve Güneydoğu
Anadolu Projesi (GAP) Sempozyumu Bildirileri,
1988: 189-205.
Erdem, C. IV, Sayı: 11, 1988: 541-591.
Türkbilig Türkoloji Araştırmaları, 2000/1: 20-31.
Türkbilig Türkoloji Araştırmaları, 2000/3: 63-82.
Türkler, C.11, Ankara, 2002: 733-741.
Bildiriler:
“Ahmed-i Dâ’î’nin Farsça
Divanı’nda İran Şairlerinin
Etkisi”
Kütahyalı Şairler Sempozyumu (4-5 Haziran 1998),
Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya.
“Klasik Türk Edebiyatı’nda
Fars Edebiyatı’nın Etkisi”
Tarihten Günümüze Türk-İran İlişkileri, Türkiyeİran Kültürel İlişkiler Sempozyumu (1-4 Aralık
2006), Tahran.
“Eski Türk Edebiyatı
Araştırmalarında Ferheng-i
Mo’in’in Yeri ve Önemi”
Mo’in’i Anma Günleri (28-29 Nisan 2011), Tahran.
Ulusal Kitaplarda Bölümler:
“Nef’î ve Türk
Ölümünün ÜçYüz Ellinci Yılında Nef’î, Atatürk
Edebiyatındaki Yeri”
Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1987: 1-44.
Çağdaş Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış:
“Labial Hı’nın Çeviriyazıda
Nevin Önberk Armağanı, Simurg Yayınları,
Yazımı Sorunu”
Ankara, 1997: 167-172.
Kitap:
Ahvâl ü Âsâr ü Tahlîl-i
Eş’âr-ı Dîvân-ı Fârsî-i
Ahmed-i Dâ’î
Encümen-i Âsâr ü Mefâkir-i Ferhengî, Tahran,
2006.
11
A
12
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Söyleşi
13
Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi
Osman HORATA: Yaklaşık olarak 30 yıla yakın bir
süredir sizleri tanıyorum. Bir öğrenciniz olmaktan da
gurur duyuyorum.
 Tulga OCAK: Teşekkür ederim.
 Osman HORATA: Bir hoca olmanızın dışında geriye
dönük baktığım zaman Tulga Ocak deyince ilk aklıma
gelen, son derece zarif, bakımlı, etrafında da zarafete
ve adabı muaşerete çok önem veren bir insan aklıma
geliyor. Şüphesiz bu, kişiliğiniz kadar yetiştiğiniz ortamla da ilgili olsa gerek. Geriye baktığınız zaman kişiliğinizin oluşmasında etkili olduğunu düşündüğünüz
ilk akla gelen şeyler nelerdir? Bu konuda ne söylersiniz?
 Tulga OCAK: Efendim, çok teşekkür ederim. Bunların
hepsi büyük birer iltifat bence. Biz o kadar da nazik ve
zarif yetişmedik ama herhalde bunun en iyi şahidi şu
anda karşımda oturan Ankara Koleji’nden sınıf arkadaşım Çiğdem (Ergüvenç) olabilir.
 Çiğdem ERGÜVENÇ: Bizim kuşağımız çok şanslı bir
14
kuşaktı. Tulga da onun en iyi örneklerinden biridir.
Bir kere her şeyi bir arada yapma öğretildi bize. İyi bir
akademisyen, çok iyi bir dost, çok iyi bir arkadaş, çok
güncel olayları rahat izleyen ve kendine has çok değerli, çok tutarlı görüşleri olan bir insandır. Bunu kendi
kişilik özelliklerinin yanı sıra bence çok iyi bir aileden,
çok iyi bir ortamdan ve Atatürk’ün 1. kuşağının yetiştirdiği bir çocuk. Kendi de özel vasıflara sahip.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
 Tulga OCAK: Çok teşekkür ederim. Herhalde insanın ailesi hayatındaki en önemli
ilk eğitimi oluyor. Annem, babam, anneannem, halam, amcalarım farkına varmadan örnek oluyordular. Annem sevgi doluydu ama istediğini yaptıran bir kişiydi.
İstediği olmadığı zaman büyük tepkiler gösteren bir insandı. Onun için annemden
çekinirdim. Babamı çok severdim. O yumuşak gözüken, mesafeli bir insandı. Her
ikisi de Çiğdem’in demin söylediği gibi Atatürkçü bir eğitimden geçmişlerdi. Annemin ailesi aydın ama İslam’ın şartlarını yerine getiren modern bir aile: Barlas’lar.
Babamın ailesi soyadı kanunundan sonra Ocak soyadını alan Antep Mevlevihanesi
ile ilgili Mevlevî bir aileydi. Ben 4 yaşında maalesef Ankara’ya geldim. Maalesef
diyorum çünkü Antep’i çok sevdiğim için. İlkokula Ankara Koleji’nde başladım.
Ankara Koleji’ndeki 12 senelik tahsil hayatımı hayatımın en tatlı anısı olarak hatırlıyorum. Arkadaşlarımız çok iyi çocuklardı. Ankara Koleji diğer okullara göre
daha yumuşak daha hoşgörülü bir ortama sahipti. Hepimiz son derece eğlenceye
düşkün ve okula eğlenmek için giden çocuklardık. Ailemizin dışında Ankara Koleji’ndeki hocalarımız bizim üzerimizde etkili oldular. Mesela ben lise birinci sınıftayken Nevin Önberk edebiyat hocamız oldu. Bütün sınıf hocanın karşısında şaşırdık. Tokat yemiş gibi olduk. Ciddi bir edebiyat dersiyle karşılaşınca notlarımız bizi
aruz veznine kadar idare etti. Aruz veznine gelince bütün sınıf döküm döküm dökülmeye başladı. Annem bu duruma çok üzüldü. Bu esnada babam Yassıada’dan
Kayseri hapishanesine geçmişti. Biz de para bulduğumuz zaman babamı ziyarete
gidiyorduk. Annem Nevin Hanım’la görüşmeye gitmiş. Nevin Hanım da “Tulga
bütünlemeye kalmak üzere. Lütfen söyleyin birazcık çalışsın, tahtaya kaldıracağım.” demiş. Nevin Hanım beni sözlüye kaldırdı. Yarım yamalak cevaplar verdim
ve kalacağıma kanaat getirerek yerime oturdum. Karneyi almaya gittiğimde edebiyattan geçtiğimi gördüm. Hem utandım, hem hak etmediğim bu not karşınında
Nevin Hanım’a karşı bir minnet duygusu duydum. O tarihe kadar hukuk veya
siyasal okumak isterken Nevin Hanım’ın bu insanca davranışı karşısında edebiyat
okumanın insanı geliştireceği konusunda bir kanaate sahip oldum. Nevin Hanım
son derece hoş bir insandı. Son derece zarifti. Türkçeyi çok güzel konuşurdu. Her
edebiyat fakültesine gidenin Nevin Hanım gibi olacağını zannettim. Böylece artık
edebiyat derslerini büyük bir ilgiyle çalışıyordum. 10’dan aşağı not aldığım zaman
üzüntü duyuyordum. Kolej biterken hoca bana hangi fakülteye gideceğimi sordu.
Türkoloji’ye gideceğim deyince Nevin Hanım hemen “Hayır, Türkoloji’ye gitme”
dedi. “İnci (Enginün) Türkoloji’ye gitti. İnci Muslu Türkoloji’ye gitti. Sen lütfen
gitme” dedi. Ama ben Üniversite Seçme Sınavları’ndan aldığım, her üniversiteye girebilecek yükseklikteki puanımla birinci tercihim olan Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldum.
Türkoloji’ye gittiğime bazen pişman oldum mu olmadım mı bilmiyorum. Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesinde çok iyi bir eğitim vardı. Bu vesileyle de çok sevdiğim
hocam Nevin Önberk’i de anmış oldum. Bana ailemin dışında şekil veren insanlardan biri Nevin Hanım oldu.
15
Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi
 Osman HORATA: Hocam iyi ki gelmişsiniz.
 Tulga OCAK: Nevin Hanım’la da sonra Hacettepe’de meslektaş oldum. Bu benim için büyük bir mutluluk oldu. Nevin Hanım çok iyi bir hocaydı. Herhalde
Özge’nin de hocasıydı. Çok çok kıymetli bir insandı. Nevin Hanım benim üzerimde insan olarak ve hoca olarak çok müspet bir etki uyandırdı. Öğrenciyi etkileyerek kazanmak gerek Nevin hanım gibi olmak için.
 Osman HORATA: Evet kazanmak çok önemli.
 Özge ÖZTEKİN: Ocak ailesi nasıl bir ailedir?
 Tulga OCAK: Mehmet Önder’in yaptığı araştırmaya göre ve ailenin elindeki şecereye göre Ocak ailesi Şeyh Şaban Dede isimli bir Mevlevî şeyhinden gelmektedir.
Şeyh Şaban Dede, IV. Murad’ ın Bağdat seferine katılmış. Biliyorsunuz Mevlevî
şeyhleri, Bektaşî şeyhleri orduyla beraber gidiyorlar. Bağdat Seferi’nden dönerken Antep’te rivayete göre gece asasıyla bugünkü Mevlevîhane’nin ve arasa denilen çarşının bulunduğu yeri çizmiş ve padişahtan buraları kendisine vermesini
rica ediyor. Şıh Camii olarak da tanınan Mevlevîhane bu şekilde kuruluyor. 17.
Yüzyıl’dan itibaren Antep Mevlevîhanesi Şıh Şaban Dede’den gelen çocukların
post-nişin olduğu bir kültür merkezi olarak tekke ve zaviyelerin kaldırılışına kadar
devam etmiştir. Ocak ailesi önce “Şıhzade” ve “Şıhgil” lakabıyla tanınırken soyadı
kanunu dolayısıyla “Ocak” adını almış bir ailedir. Maalesef ailenin elindeki 17.
Yüzyıldan günümüze kadar gelen şecere Ocak ailesine ait çiftliğin işgali dolayısıyla
Ankara’ya getirilmiş ve kaybedilmiştir. Dedem Mevlevîhane’nin son post-nişinidir.
Mevlevîhane’de büyük dedem Şeyh Münib Efendi vakfına ait çok büyük bir kitaplık mevcut iken bugün bu kitaplıktan birkaç parça kitap geriye kalmıştır. Önce
Mevlevîhane ilkokul olarak kullanılarak tahrip edilmiş, bugün ise restorasyondan
geçirilip bir müze hâline getirilmiştir.
 Osman HORATA: Çok güzel olmuş. Özel hayatınızda ailenizin çok önemli bir
yeri olduğunu gördük.
 Tulga OCAK: Dedem kahraman ruhlu bir adammış. Uzun zaman şeyhlik yapmak
istememiş sonunda şeyh olmak mecburiyetinde kalmış. Antep harbinden önce
belediye başkanlığı yapmış. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bazı siyasi yanlışlıklara karşı durmuş, halk tarafından çok sevilen bir adam olarak tanınmış, kendisi
Antep harbini başlatanlardan ve Antep harbinde savaşanlardan biri olduğu için
İstiklal madalyası sahibidir. Bu savaştaki kıtlık dolayısıyla bütün servetini halk
uğruna harcamaktan çekinmemiştir.
 Osman HORATA: Bir yazarımız “Tarih ayrıntılarda gizlidir.” der. Hakikaten ayrıntılar önemli. Bunların aktarılmasının, yazıya geçirilerek kalıcı hâle gelmesinin
çok yararlı olacağını düşünüyorum.
 Aslı AYTAÇ: Hayatınızda sizi çok etkileyen, dönüm noktası diyebileceğiniz olaylar oldu mu?
16
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
 Tulga OCAK: Hayatımın dönüm noktası herhalde 27 Mayıs olsa gerek. 27 Mayıs
ben orta ikideyken oldu. Bu siyasi zulüm üzerimde kötü bir etki bıraktı. Kolejde
babalarımızdan dolayı bizi itham eden hocalarımız oldu.
 Osman HORATA: Siz hep Ankara’da mıydınız hocam? Eğitim hayatınız hep burada mı geçti?
 Tulga OCAK: Ankara Koleji’ndeydim evet, başka bir yere gitmedim.
 Osman HORATA: Doğum yeriniz Gaziantep mi?
 Tulga OCAK: Evet 1946 yılında Antep’te doğdum. 1950’de babamın milletvekili
seçilmesiyle Ankara’ya geldim.
 Osman HORATA: Antep yıllarını çok hatırlamıyorsunuz öyleyse…
 Tulga OCAK: Hayır, çok az. Daha çok sonraki yıllarımda Antep’i hatırlıyorum ben.
 Osman HORATA: Daha sonra TED Koleji öğrencisi olmakla bildiğim kadar hep
memnun kaldınız.
 Tulga OCAK: Tabi, çok memnun kaldım.
 Osman HORATA: Tabi hocanızın muhalefetine rağmen Türk Dili ve Edebiyatı
bölümünü seçtiniz. Niçin Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü? Çok merak ediyorum.
 Tulga OCAK: Türkoloji’ye gitmeye karar verdim ve üniversite seçme sınavında 10
tane seçenek vardı önümde. İlk seçeneğim Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi oldu.
Çünkü annem benim yurtlarda kalamayacağım düşüncesindeydi. Edebiyat fakültesini çok istememe rağmen yurtta kalamam korkusuyla Ankara’yı birinci olarak
yazdım. Esasen, Türkoloji’yi kazanmasaydım üniversiteye girmeyecektim. Bundan
dolayı Ankara, İstanbul, Erzurum Türkoloji’yi sırayla tercihime yazdım. Dördüncü
olarak da Felsefe bölümünü tercih ettim. Diğer seçenekleri boş bıraktım. Ben eski
Türk edebiyatı okumak istiyordum. Birinci sınıfta Sedit Yüksel eski edebiyat hocam
oldu. Maalesef Sedit Bey, Reşit Rahmeti Arat’ın cenazesine İstanbul’a gitti ve rahatsızlanarak bir daha derslerimize gelemedi. Bundan sonraki senelerde eski edebiyat
derslerini Hasibe Mazıoğlu’ndan okudum. Hasibe Hanım çok iyi bir hocaydı, iyi bir
metodu vardı. Hasibe Hanım’la, Es’ad Selânikî Dîvânı’nı mezuniyet tezi olarak hazırladım. Hasibe Hanım’ın dışında, Hasan Eren, Meliha Anbarcıoğlu, Saadet Çağatay, Zeynep Korkmaz, Doğan Aksan gibi kıymetli hocalardan faydalanma imkânını
buldum. Meliha Hanım’ın derslerini hiçbir zaman unutamam. O kadar güzel Farsça
dersi verirdi ki ben her ders sonrası Farsçayı öğrendiğimi zannederdim. Kızılay’a
gelinceye kadar tabi ki bütün öğrendiklerimi unuturdum. İyi hocalarımız vardı.
 Osman HORATA: Hocam kaç öğrenci vardı sınıflarda?
 Tulga OCAK: Birinci sınıf 35 kişi fakat kalmış öğrencilerle 80 kişilik sınıflarda
ders yapıyorduk. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde hiçbir insanın bilmeden geçtiğini görmedim ama çok iyi bilenlerin de kaldığını çok gördüm. Dil Tarih’te çok
ciddi bir eğitimden geçiriyorlardı. Çünkü öğrencilerin senelerce tek bir dersten
17
Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi
gidip gidip geldikleri bir dönemdi. Öyle aman efendim geçen seneden kalmış geçireyim yoktu.
Özge ÖZTEKİN: Evet, Dil Tarih Fakültesi’nin eski edebiyat alanına katkısını nasıl
değerlendirirsiniz?
 Tulga OCAK: Ben Dil Tarih’e başladığımda Hasibe Hanım profesördü. Hasibe
Hanım’ın doktora tezi olarak Hâfız ve Fuzûlî üzerine bir karşılaştırma yapmış, Mukayeseli olan bu çalışma eski Türk edebiyatı konusunda Ali Nihat Tarlan’ın yaptığı
Şeyhî Divânı’nı Tahlil’den sonra ikinci önemli karşılaştırmalı çalışmadır. Bu çalışma ben henüz Dil Tarih’e girmeden önce edebiyata çok meraklı olan ağabeyim
sayesinde elime geçmişti. Ağabeyim bu kitap üzerinden Farsça öğreniyordu. Yani
henüz Türkoloji talebesi olmadan önce böyle bir kitabın varlığından haberim vardı. Sonra da doçentlik tezi olan “Nedim’in Türk Edebiyatına Getirdiği Yenilikler”.
Hasibe Hanım çok ciddi bir hocaydı, dersinden geçmek zordu ve eski Türk edebiyatına bilimsel katkısı çok büyük oldu. O dönemde eski Türk edebiyatının en yaşlı
hocası Ali Nihat Bey kendisinin şair olması, Osmanlı geleneğinden gelmesi, metin
şerhi üzerindeki başarılı çalışmalarıyla tanınan bir hocamızdı. Hasibe Hanım da
Ali Nihat Bey’den sonra bu alana katkılar yapmış, önemli talebeler bu alanın diğer
önemli hocasıydı. Öğrencisiyle dikkatle uğraşır, herkesin bitirme tezini tek tek
okur, bütün yanlışları üşenmeden işaretlerdi. Eski edebiyata meraklı öğrencilerin
önünü açardı. Ben ikinci sınıftayken metin hazırlarken Farsça bilmeden bu alanda
şiiri anlamanın mümkün olmadığını fark ederek İran’a gitmeye karar verdim. Tabi
ki hocam Hasibe Hanım’ın bu kararımda rolü büyük oldu. Hoca bana asistanım
olur musun diye sorduğunda İran’a gitmek istediğimi söyledim. Çok memnun
oldu. Ben Farsça bilmenin ne kadar kıymetli olduğunu hocanın derslerinde anladım. Hasibe hanım bizim ufkumuzu açtı.
 Osman HORATA: Peki hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin başarılı bir
öğrencisi olduğunuz anlaşılıyor. Biz aynı fakültede akademik hayatınızı devam ettirmenizi beklerdik. Ama çok isabetli olmuş. Biraz önce de söylediğiniz gibi İran’a
gitme fırsatı buldunuz. Bu nasıl oldu? Bilinçli bir tercih miydi ?
 Tulga OCAK: Evet, bilinçli bir tercihti. Biraz önce de söylediğim gibi ben ikinci
sınıftayken gitmeye karar vermiştim. İran’ın Ankara’da son derece önemli bir misyonu vardı. İran sefareti evimize çok yakın olduğundan birçok İranlı dostumuz
komşumuzdu. Ankara’da son derece önemli bir misyonları vardı. Çok önemli bir
İran Edebiyatı araştırmacısı olan Dr. Riyahi başkanlığındaki kültür müsteşarlığı
Tunalı Hilmi Caddesi’nde bulunuyordu. Ama ben henüz eski edebiyatla uğraşmakla meşgul olduğumdan İran elçiliğinin sunduğu çok önemli yardımlardan ve
Dr. Riyahi’den yararlanamadım. İran’a gitmek için İran sefareti müsteşarı komşumuz olan Sefinyan’dan yardım istedim. O beni dışişleri bakanlığı AR.Sİ.Dİ başkanlığına gönderdi. Burada yapılan yabancı dil ve bilim imtihanını başarıyla kazandım
ama bir türlü burs haberi gelmedi. Uzun zaman sonra, o sırada devlet bakanı
18
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
olan amcam, büyükelçi Rahmi Gümrükçüoğlu’nun kendisine gelip 1 Nisan 1969
günü İran’a gitme onayının geldiğini bana müjdeledi. Esasen amcam Türkoloji’ye
girmeme karşı olduğu gibi İran’a gitmeme de karşıydı. 1956’da İran’a gitmiş ve
oranın Türkiye’den çok geri olduğu intibaına kapılmıştı. Onların anlamadıkları
şey, benim İran’da Fars edebiyatı öğrenmekten başka gayemin olmadığıydı.
 Özge ÖZTEKİN: Doktora yılları nasıl geçti?
 Tulga OCAK: İran’daki doktora yıllarım yararlı oldu. Ben 1 Nisan 1969’da gittim.
Sömestr ortası olduğu için derslere başlamadım. 1969 Ekim’inde üç sene süren
doktora sınıflarına başladım. 17 Eylül 1973’te doktoramı alarak döndüm. Yani 4,5
yıl kadar kaldım. Tahran Üniversitesi’nde yabancılar için çok akıllıca bir doktora
sistemi kurulmuştu. 3 sene devam eden ve İran Edebiyatı’nın en önemli hocalarının ders verdiği bu merkezde Dr. Nasr, Dr. Muhakkık, Dr. Hatib Rehber, Dr.
Zebiullah Safa, Dr. Şehidi gibi profesörler belli bir program dahilinde derslerimize girerlerdi. Ben başarılı bir öğrenci oldum. Dr. Muhakkık benimle doktora tezi çalışabileceğini söyledi. Ona Fuzûlî’nin Farsça divanı veya başka bir Türk
şairin Farsça divanı üzerinde çalışmak istediğimi bildirdim. Sonra ne olduğunu
hatırlamıyorum, Fuzûlî yerine Ahmed-i Dâî’nin Farsça Dîvânı’nın tahlilini doktora
konusu olarak aldım. Tezi hazırlarken hocam Dr. Muhakkık’ın sık sık bu adam
ne söylüyor diye söylendiğini hatırlıyorum. Bir İranlı hoca için Türkçe düşünüp
yazılmış Farsça şiirler çok yavan geliyor olmalıydı. O sırada Edebiyat Fakültesi’nde
dekan olan Dr. Nasr da sık sık bana Türkiye kütüphanelerinde çok önemli Farsça yazmaların olduğunu ve Türk Edebiyatı’nı bırakıp İran’a ait bu felsefi kitaplar
üzerinde çalışmam gerektiğini söylerdi. Doktora talebesiyken Fars Edebiyatı bölümünde “Anadolu sahasındaki Fars Edebiyatı” dersini verdim. Bu esnada Meliha
Anbarcıoğlu bir seminer için İran’a geldi. Dönüşümde bana attığı teşekkür kartında hocamın Türkiye’ye dönmemi istediğini belirtti. Halbuki ben Arapça öğrenmek
için bir müddet daha İran’da kalacaktım. Tezim biter bitmez Türkiye’ye döndüm.
Maalesef Dil Tarih’de kadro yoktu. Hasibe Hanım Milli Kütüphane’de çalışmamı
istedi. 7 ay eski harfli Türkçe kitaplar bölümünün şefi olarak Milli Kütüphane’de
çalıştım. Bu sırada Prof. Dr. Abdülkadir Karahan Edebiyat Fakültesi’nde boş bulunan eski edebiyat asistanlığı kadrosu için müracaatımı istediyse de İstanbul’da
yaşamak beni her zaman korkuttuğu için kabul etmedim. Bu sırada Nevin Hanım’ı
ziyarete Hacettepe’ye gitmiştim. Orada Gönül Hanım (Alpay Tekin) ile tanıştırıldım. Bir müddet sonra Gönül Hanım beni Milli Kütüphane’de ziyarete geldi.
Hacettepe’de Farsça için bir öğretim görevlisi kadrosunun açıldığını ve bu göreve Meserret Diriöz’ün alınacağını, benim bu kadroya müracaat etmem gerektiğini
söyledi. Kabul etmek istemedim. Fakat o kadar ısrar etti ki Hacettepe’ye başvurmaya gittim. Bölüm başkanı Şükrü Elçin bu kadroya Meserret Hanım’ı alacaklarını
söyledi, buna rağmen ben de müracaat ettim. Neticede öğretim görevlisi olarak 1
Temmuz 1974’te Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde göreve başladım.
19
Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi
 Osman HORATA: Hacettepe deyince çok duygulandık. Sizlerle bizim yollarımızın
kesişmesine vesile olan yer, üniversitemiz… O yıl mı başladınız Hacettepe’ye…
 Tulga OCAK: Farsça öğretim görevliliği kadrosunun açıldığını Gönül Hanım
bana söylediğinde galiba 1974’tü galiba. 1974’ün 1 Ağustos’unda göreve başladım.
 Osman HORATA: Neredeyse kırk yıla yakın bir süre…
 Tulga OCAK: Evet. Ben Hacettepe’de çok mutlu oldum.
 Osman HORATA: Güzellikleri kadar zorlukları, sıkıntıları da olmalı Hacettepeli
yılların?
 Tulga OCAK: Çok kolay geçti. Çok güzel geçti.
 Osman HORATA: Çok güzel geçti muhakkak…
 Tulga OCAK: Kolay… Şöyle kolay geçti. Fakülte dekanı Emel Doğramacı, bölüm
başkanımız da Şükrü Elçin’di. Her ikisi de yönetici olarak çok adil, hoşgörülü
insanlardı. Daima bizim çalışmalarımızı yapabilmemiz için ellerinden geleni yapar, bize sevgiyle davranırlardı. Hacettepe’de ayrıca Prof. Dr. Talat Tekin’den çok
büyük dostluk gördüm. En büyük şansımız yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz oldu.
Önce Osman (Horata)’ı alma şansına sahip oldum.. Osman çok çalışkan, çok
nazik, başarılı bir asistandı. Sonra Fatma (Kutlar Oğuz) bizim bölümden mezun
oldu. Başarılı bir öğrenciydi. Şimdi iyi bir bilim adamı olarak eski Türk edebiyatına katkıda bulunuyor. Sonra Özge (Öztekin) başarılı yüksek lisans ve doktora
teziyle iftihar ettiğim öğrencilerimden oldu. Şimdi Aslı (Aytaç Gürsoy) geldi. Hocalar öğrencilerini çok sevmelerine rağmen bazen günlük hayat içerisinde onları
kırabiliyorlar. Ama daima onların başarılarından kendilerine pay biçiyorlar. Şimdi
Aslı’nın başarısını bekliyoruz.
 Osman HORATA: Gökçehan (Ağaoğlu)’ı da siz almıştınız hocam. O da hem Selçuk Üniversitesi’ni kazanmış asistanlıkta hem de Osmangazi Üniversitesi’ni…
 Tulga OCAK: Aaa çok memnun oldum.
 Osman HORATA: Çok terbiyeli, gayretli bir öğrencimiz.
 Tulga OCAK: Sizler kabiliyetli çocuklarsınız, artık onları sizler yetiştireceksiniz
ve onların başarılı olması için elinizden geleni yapacaksınız. Bir asistanın yetişmesi
uzun yıllar alan bir çalışma, tabi ki hocasının rolü olsa da asıl gayret asistanın
kendisinde. Ben Hacettepe’de hiç mutsuz olmadım. Hacettepeli olmaktan da mutluluk duyuyorum.
 Osman HORATA: Hocam siz de ismi Hacettepe’yle bütünleşen birkaç hocamızdan birisiniz. Sizin kırk yılınız, kısa bir dönemini yurt dışında geçirmenizin dışında, hep Hacettepe’de geçti. Bölümümüzün koridorlarında hep sesinizi duymaktan
büyük bir mutluluk duyduk. Hacettepe Üniversitesinin sizin hayatınızda olduğu
kadar bence özellikle bütün Türk Dili ve Edebiyatı araştırmaları tarihinde de ayrı
bir yeri var.
20
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
 Özge ÖZTEKİN: Peki hocam bu doçentlik teziniz Nefi divanı üzerineydi.
 Tulga OCAK: Nef’i’nin Türkçe dîvânının tahlili.
 Özge ÖZTEKİN: Şimdi doçentlik tezinizi yeniden kitap hâline getirmek için çalışmalara başladığınızı biliyorum.
 Tulga OCAK: Divanı kontrol ediyorum. Divanın sayfa düzenini yapınca yazıya
geçirmiş olduğum doçentlik tezimin örneklerini çoğaltmak istiyorum… Doçentlik
tezini yaparken daktiloyla yazıldığı için örnekler çok az. Artık grup çalışması yapılmasının önemine inanıyorum. Divanlar tek başına bir insanın çalışması yerine
bir grup tarafından tenkitli metin olarak çıkarılırsa daha bilimsel olacaktır. Doktora tezlerinin kontrolsüzce basılması işi biraz basite indirgemek gibi geliyor bana.
Üzerinde çok fazla düşünmek de baskıyı geciktiriyor.
 Osman HORATA: Hocam, zaman geçtikçe gerçekten toplamaya insanın eli varmıyor. Gerçekten çok zor.
 Tulga OCAK: Varmıyor. O yüzden ben diyorum ki doktoranız, teziniz bittiği
anda yayımlayın.
 Osman HORATA: Özge çok iyi yaptı.
 Tulga OCAK: Çok iyi yaptı.
 Osman HORATA: Ben hâlâ yayımlayamadım. Ama önümüzdeki günlerde ilk işim
bu olacak.
 Tulga OCAK: Yayımla, çünkü…
 Osman HORATA: İnşallah, uğraşıyorum.
 Tulga OCAK: Benim en büyük hatam, çok fazla ders vermem oldu. YÖK’ten sonra üniversite hocalarının ders sayısı fazlalaştı, profesörlük tezi kaldırıldı. Tezlerin yayımlanmasında büyük yarar olduğuna inanıyorum. Benim doktora tezim
İran’da benden habersiz bir enstitü tarafından yayımlandı. Bana düzeltmek için
bıraksalardı, düzeltiyim derken yeniden yazmaya çalışırdım.
 Osman HORATA: Muhakkak. Bilim dünyası açısından büyük bir kazanç olur.
 Tulga OCAK: Mutlaka. İnşallah. Eğer çok büyük hatalar yapmazsan yani bilemiyorum.
 Osman HORATA: Hatasız eser olmaz.
 Tulga OCAK: Olmaz tabi.
 Osman HORATA: Dediğiniz gibi üzerine eğildikçe çok farklı yönleri ortaya çıkıyor.
 Tulga OCAK: Nevin Hanım derdi ki “Estikçe tozuyor, vurdukça tozuyor.”
 Aslı AYTAÇ: Hocam, Hacettepe Üniversitesi’nde, bu 40 yıl içerisinde, sizi çok
mutlu eden veya tam tersine sizi üzen günleriniz olmuştur, paylaşabilir misiniz?
 Tulga OCAK: Hemen hemen hiç üzüldüğüm gün olmadı. Belki biraz kendi kişiliğimden mi acaba ben beklentisi çok yüksek bir insan değilim. Yani şu da bana
21
Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi
verilsin, bu da bana verilsin gibi hırslarım yok. Hacettepe’de daima rahat bir çalışma
ortamı olduğu için çok mutlu oldum. Osman, hiç mutsuz oldum mu, kavga ettim
mi?
 Osman HORATA: Biz sizi her zaman pozitif enerji veren bir hocamız olarak bildik.
 Tulga OCAK: Hiç mutsuz olmadım çünkü Hacettepe’de iyi bir yönetim vardı.
Emel Hanım dekan olarak çok iyi bir yöneticiydi. Kimsenin özlük haklarıyla oynamazdı. Şükrü Bey (Elçin) de bölüm başkanı olarak çok iyi bir yöneticiydi. Talat
Bey (Tekin) de öyleydi. Eğer bir bölümde kavga varsa çekişme varsa orda hiç
kimse mutlu olamaz. Biz Umay’la (Günay) Hacettepe’ye aynı dönemde alındık.
İkimiz de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu idik. Kendi aramızda hiç kavga
etmemeye karar verdik.
 Osman HORATA: Bizler de sizleri örnek alıyoruz. Gerçekten bilhassa eski Türk
edebiyatındaki bütün arkadaşlarımız olarak…
 Tulga OCAK: Evet, birbirinize daima yardım edin. Şimdi bakın, önünüzde iyi bir
örnek olduğu zaman sizi kavgadan ve şeyden uzaklaştırıyor. Hepiniz uyumlu olmanın mutluluğunu ilerde göreceksiniz. Hacettepe’de hiç kırılmadım, üzüldüğüm
bir olayı hatırlamıyorum.
 Osman HORATA: Farklı yerleri gördükçe, iyi ki Hacettepe Üniversitesi’ndeymişim, iyi ki hocamızın asistanı olmuşum, iyi ki Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü öğretim üyesiyim diye her zaman şükrediyorum.
 Tulga OCAK: Ben de öyle.
 Osman HORATA: Kısa bir süre de olsa Kazakistan’a gittiniz. Onun ne gibi etkileri
oldu? 15 gün mü 1 ay mı?
 Tulga OCAK: 1993 yılının Mayıs ayında gittim. 15 gün kaldığım Kazakistan istemeden gittiğim bir yerdi. Bir gün Mehmet Sağlam YÖK başkanı iken bana telefon
etti ve bana bu görevi vereceğini söylediği zaman böyle bir görevi kabul etmeyeceğimi söyledim. İkinci telefondan sonra resmî bir yazıyla beni Hoca Ahmed Yesevi
Üniversitesi Rektör Yardımcısı olarak görevlendirdi. Çok üzüldüm. Kazakistan görevi beni üzen bir macera oldu. Döner dönmez Mehmet Sağlam’a istifamı verdim,
o da kabul etmek lütfunda bulundu.
 Osman HORATA: Üniversite için bir kayıp ama bölüm açısından, eski Türk edebiyatı açısından büyük bir kazanç oldu bu. Bölümde o zaman sadece Fatma ile
ikimiz vardık.
 Tulga OCAK: Ya evet hakikaten. Özge de yoktu.
 Osman HORATA: Ben her yerde söylüyorum Türkiye’deki en başarılı bölümlerden, anabilim dallarından biri.
 Tulga OCAK: İnşallah hep böyle devam eder.
22
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
 Aslı AYTAÇ: Hocam, hayatınızda bundan sonrası için ne gibi planlarınız var?
 Tulga OCAK: Bundan sonra yapmayı planladığım çalışmalarımı yapıp yarım bıraktıklarımı da tamamlayacağım. Onun dışında spor yapmayı çok seviyorum. Kitaplarımı toplamaya çalışıyorum.
 Osman HORATA: Kütüphaneye verilebilir.
 Tulga OCAK: Kütüphaneler iyi çalışmıyor. Eski Türk edebiyatı ile ilgili tezleri
acaba bir odada mı toplasak. Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde yaptırılmış olan
bütün lisans tezleri SEKA’ya gönderildi. Böylece çalışmalar yok oldu. Çok dikkatle yaptırılmış tezler vardı. Doktora, doçentlik ve profesörlük tezlerinin de hepsi
SEKA’ya gönderildi. Hacettepe’nin yegâne kötü tarafı bulunduğu yer. Fakülteye
ulaşmak için zamanımızın büyük bir kısmını harcıyoruz.
 Osman HORATA: Pek çok zamanımız yollarda geçiyor.
 Tulga OCAK: Evet. Yollarda geçiyor maalesef.
 Aslı AYTAÇ: Öğrenciler için de öyle.
 Osman HORATA: Yine de artıları var Beytepe’nin.
 Tulga OCAK: Evet çok, insan artısı çok fazla Osman. Bir kötü yanı uzun çalışma
hayatında birçok arkadaşlarımızın üniversiteden ayrıldığını görüyorsunuz.
 Osman HORATA: Hocam, birlikte geçmişe çok güzel bir yolculuk yaptık. Gerçekten bugün hayatınızın o güzel sayfalarını bizlere açtınız…
 Tulga OCAK: Sizler gibi öğrencilerimin olması benim için büyük bir şans. Bu
soruları bana sormuş olmanızdan dolayı çok teşekkür ederim.
 Osman HORATA: Biz çok teşekkür ediyoruz.
 Tulga OCAK: Ben teşekkür ediyorum.
 Osman HORATA: Bundan sonraki günleriniz, Hacettepe’deki günlerinizden çok
daha güzel olsun.
 Tulga OCAK: İnşallah. Sizlerin başarısı beni mutlu edecektir.
 Osman HORATA: Bunların hepsi güzel hatıralar…
 Tulga OCAK: Çok güzel hatıralar.
 Osman HORATA: Hasibe Hanım’a da uzun ömürler diliyoruz. Alanımıza büyük
katkısı oldu.
 Osman HORATA: Hocam bir kez daha bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz.
 Tulga OCAK: Sağ olun çocuklar, ben de teşekkür ederim.
23
A
24
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Yazılar
25
Eski Türk Tarihinin
Romanlaşması: Hunlar
Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN
T
GİRİŞ
arihî romanlar her zaman ilgi gösterilen, merak edilen
ve okunan bir edebiyat türü olmuştur. Bu tip eserler Romantizm döneminden beri yazılmaktadır. Romantizmden önce destanlar, masallar, halk hikâyeleri bu ihtiyacı
karşılıyordu. Bu da insanların her zaman tarihe meraklı
olduğunu gösterir. İlkçağdan itibaren batıda tiyatrolar ve
destanlar, doğuda destan, halk hikâyesi gibi çok daha çeşitli türler bu ihtiyacı görmekteydi.
Hunlar hakkında yazılmış dört roman bulunmaktadır. Bunlar Ahmet Haldun Terzioğlu tarafından yazılmış
nehir roman niteliğinde eserlerdir ve sırasıyla Teoman
Han, Mete Han, Kiok Han ve Çiçi Han adlarını taşırlar.
1. Serinin ilk romanı olan Teoman Han 334 sayfalık bir
eserdir.
Roman, Teoman Han’ın kendini tanıtan konuşması
(hitabeti) ile başlar.
26
Daha sonra tarihe Teoman adıyla geçecek olan Duman, küçüklüğünden beri kendine mahsus özellikleri
olan sıra dışı bir çocuktur. At seçmesinde, düşüncelerinde, evlenmeye karar vermesinde, bu vasıfları belli
olmaktadır. Hunların büyük devlet olması, onun zamanında gerçekleşmiş, ilk askerlik yapılandırmaları onun
buluşlarıyla ortaya çıkmıştır. Romanda bu özel savaşçılara Kartal Savaşçıları, Böriler gibi adlar verilmiştir.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Roman, Duman’ın küçük yaşından itibaren başlıyor. Babası Tuvu Beyin ölmesi
ve Duman Beyin Bey olmasına kadar devam ediyor. Duman’ın oğlu doğmuş, Tuvu
Bey torununa Bahadır adını vermiş ve sonra uçmağa varmıştır. Romanda Duman’ın
büyümesi, ad alması, devlet, askerlik, Hunlar hakkındaki fikirleri ve bu fikirlerini gerçekleştirmek için yaptıkları anlatılır.
2. Mete Han, bu tarihî roman serisinin ikinci kitabıdır ve 560 sayfadan meydana
gelmektedir.
Roman, sonradan Bahadır Şad’ın (Mete Tanhu) askeri, yoldaşı, ayguçisi ve yakın
dostu olan Salık’ın ağzından anlatılmaktadır. Roman başladığı zaman Salık dokuz yaşındadır. Salık’ın yiğitliği ve kahramanlığı, küçük yaşına rağmen ad almasıyla ve bir
ata ve yaya sahip olmasıyla gösterilir.
Romanın başında, Teoman Han yiğitlerini Hun boylarına göndererek bütün Hun
boylarının ayrı ayrı yaşadıklarını söyler, bunun zorluklarını belirtir ve onları birliğe çağırır ve kendi hanlığını tanımalarını ister. Herkes devlet olmanın öneminden bahsetmektedir. Romanda Mete Han’ın, babası Teoman Han’la mücadelesi, Hun tahtına oturduktan sonraki savaşları, reformları, orduda değişiklik ve yenilik yapması anlatılır. Çinlilerle
ve Yüeçilerle yapılan mücadeleler ve savaşlar anlatılmış, Mete Han’ın düşüncelerine yer
verilmiştir. Mete’nin bulduğu ve geliştirdiği yeni savaş taktikleri her zaman işe yaramış
ve o tarihten beri üzerinde durulmuş ve incelenmiş, dikkati çekmiş taktiklerdir.
Romanda pek çok tarihî olaya yer verilmiştir. Bunların bazıları şunlardır: Teoman
Han’ın Çinli bir prensesle evlenmesi, ondan bir oğlunun olması ve Bahadır Şad’ı veliahtlıktan çıkararak küçük oğlunu veliaht yapması, Bahadır Şad’ı Yüeçilere rehin gönderdikten sonra onlara savaş açması ve Bahadır Şad’ın kaçması, Teoman Han’ın oğlu
Bahadır Şad tarafından oklanması, Tunghuların Hunlardan at, kadın ve toprak istemeleri ve bunlara Mete Han’ın cevabı, Mete Han’ın Çinlilere, Yüeçilere ve Tunghulara
karşı savaşları ve kazandığı zaferler.
3. Üçüncü romanda Mete Han’ın oğlu Kiok Han devri anlatılır. 335 sayfalıktır.
Roman, Kiok Han zamanında yaşayan Talay adlı bir Hun bedizcisinin (ressamının)
hikâyesidir. Yazar Talay’ın başından geçenleri, devri ile beraber vermektedir. Olaylar
Talay’ın etrafında cereyan eder. Bu arada Talay’ın iç sıkıntıları, devrinin hayat görüşü, (savaşçılık ile sanatçılık arasında sıkışıp kalmış olmanın verdiği rahatsızlık) ve
psikolojisi verilmektedir. Talay kendi devrindeki adamlara benzememenin, onlar gibi
olamamanın verdiği sıkıntı ile, kendi içindeki sanat dünyasını yaşayamamanın, keşfedememenin, yansıtamamanın yarattığı huzursuzluk arasında boğuşmaktadır. Onun
zaman zaman sanatını icra etmesiyle rahatlaması, zaman zaman da iç dünyasında gelgitler yaşaması, devrinin tarihî olayları arasında yansıtılır.
Roman, kuraklığın hüküm sürdüğü bir tabiatın tasviriyle ve yağmur beklentisiyle
başlar. Bu, Orta Asya’nın sert ikliminde, bozkırların hâkim olduğu bir coğrafyada,
arada sırada görünen tabiî bir hadisedir. Roman, Kiok Han’ın Hun tahtına oturduğu
yıllardan başlar, Kiok Han’ın ölümüyle sona erer.
27
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Romanda yer verilen tarihî olaylar şunlardır: Yüeçilerle savaş, Kral Kitolo’nun yenilmesi, Çin’den vezir Chung Hang-Yüeh’in gelmesi, Tailin yaylasındaki sayımın kayıtlarının tutulması, Çin’le yapılan savaşlar ve yazılan mektuplar, vezir Yüeh’in Hun
devletine hizmetleri.
4. Serinin dördüncü kitabı Çiçi Han adını taşır ve 600 sayfadan meydana gelir.
Romanda Çiçi Han devri anlatılmıştır. Bu devirde Hun ülkesinde ayrılıklar başlamış, beş Hun beyi, hakanlıklarını ilan etmiştir. Bu hakanlar, birbirleriyle çarpışmaktadırlar, yani Hunlar, birbirleriyle savaşmaktadırlar. Hunları yakından izleyen Çin İmparatoru da, siyasetini bu ayrılık üzerine kurar ve Hunların birleşmelerine mani olmak
için mücadele eder, elçiler, çaşıtlar gönderir.
Bu bölümde Hunların o yıllardaki tarihi anlatılır. Çin, her zaman Çiçi Han’ın kardeşi Hohanyeh Han’ı desteklemiş, bu suretle Hunların Çiçi Han etrafında toplanmasına
mani olmuştur. Hohanyeh, Çin taraftarı olan, Çinli bir prensesle evli olan, yeteneksiz,
zayıf kişilikli bir yaratılışa sahiptir. Çin karşısında zayıf kalan Hun budununun bir kısmı
Hohanyeh’i seçmiş, bu yüzden Çiçi Han istediği gibi, yani Mete Han gibi, mutlak bir
kuvvet sahibi olamamıştır. Bu devirde Çin güçlenmiş, Hunlara karşı yeni taktikler geliştirmiş, kuvvetli bir ordu kurmuştur. Çinliler diğer ülkelere tacir, elçi gibi çeşitli meslekler ve görünümler altında casuslar göndermektedirler. Çinliler iyi bir istihbarat ağı
kurarak diğer ülkelerde neler olduğunu sıkı bir şekilde takip etmekte, onlarla bıkmadan
usanmadan mücadeleyi sürdürmektedirler. Romanda Çiçi Han’ın savaşları, zaferleri,
Çinlilerle yaptığı mücadeleler ve diğer devletlerle yaptığı savaşlar anlatılır.
Romanda yer alan tarihî olaylardan bazıları şunlardır: Hunların bölünmeleri ve
birbirleriyle savaşmaları, Çiçi Han, Hohanyeh Han, Çin elçisi Wu-Se’nin Hunlarla
münasebeti ve Hunlara karşı kazandığı başarılar, Hohanyeh’in Çin’e bağlanması, Çiçi
Hanın batıya göçü ve Batıda zaferler kazanması, Semerkant seferi, Tanhu Kale’yi yaptırması ve trajik ölümü.
İNCELEME:
1. Romanların Yapısı ve Edebî Özellikleri:
Bu bölüm, olay örgüsü, karakterler, dil ve üslûp, düşler, sanat ve edebiyat, tabiat
başlıkları altında olmak üzere altı altbölümde ele alınmıştır.
Olay Örgüsü: Romanlarda tarihî olaylar, kendine mahsus bir gerilim içinde başarılı bir şekilde kurgulanmıştır. Yazar romanlarındaki vakaları ayrıca hayalî maceralara
dayandırmayıp tarihî kaynaklardan aldığı bilgileri, yer yer destanî bir üslûp ve anlatımla, zaman zaman o devrin ifade ve kelimelerini kullanarak, bir olaylar zinciri içinde
kurgulamış ve anlatmıştır. Burada gerilimi sağlayan, bizzat tarihin kendisi, yani tarihten alınan olaylar olmaktadır. Yazar bu konuda oldukça başarılı, usta ve inandırıcıdır.
Aynı zamanda öğreticidir de.
28
Karakterler: Burada yalnız aslî karakterler üzerinde durulacaktır. Bunlar Teoman
Han, Mete Han, Kiok Han, Çiçi Han, Salık ve Talay’dır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Mete: Zekâsı, askerî ve siyasî dehası, zamanı ve mekânı aşan geniş ufku, kuvvetli
kişilik yapısı, planlı ve sabırlı oluşu, millî konulardaki hassasiyeti ve diğer bir çok
meziyetleri ile Mete Han, Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir. Onun
yaptıkları, sözleri, düşünceleri etrafında Oğuz Kağan Destanı gibi büyük ve güçlü bir
destan meydana gelmiştir.
Mete Han hakkındaki tarihî bilgiler, Çin kaynaklarında yer almaktadır. Romancı,
bütün bu bilgileri toplayarak romanında işlemiş ve Mete Tanhu karakterini yaratmıştır.
Mete Tanhu’nun askerî alanda yaptığı pek çok yenilik (ıslık çalan oku icat etmesi,
orduda on’lu sistem kurması, askerliğe emre itaat ve hiyerarşik düzen getirmesi, at
rengi kuşatması), askerî dehasının işaretleridir. Kaynakların yazdıkları, Mete Han’ın
yalnız askerlikte değil pek çok konuda deha olduğunu göstermektedir. Tailin yaylasında sayım yapılması, Hunların onun zamanında büyük şehirler kurması ve zenginleşmesi, onun bütün yay çeken budunları birleştirdim ifadesi, onun yüzyılları aşan bir
ufka ve zekâya sahip olduğunu gösteren başlıca örneklerdir.
Romanda bütün bu tarihî olaylar ayrıntılarıyla işlenmektedir. Romanda ayrıca
Mete Han’ın sabırlı ve kararlı olması da işlenmiştir. Mete Han, çağları aşan, destanlar
ve tarihî olaylarla ölümsüzleşen güçlü bir karakterdir. Romanda Mete Han’ın bu özellikleri, ustaca yansıtılmıştır.
Mete Han öldükten sonra onun meziyetleri Salık Bey’in ağzından romanda şöyle
ifade edilmiştir:
“Çok sürmedi.
Ertesi gündoğumuna yakın, acundan göçtü Mete Han’ım! Güneş doğarken o, veda
ediyordu. Acun, yitirdi onu. Hun budun, yitirdi onu. Gök kazandı. Gök mutlu şimdi,
yer ağlarken…
Acundan bir han uçtu!
Çöktüm! Başının ucunda toplanan yoldaşları, artık gizlemiyoruz gözyaşlarımızı.
Ağlıyoruz. Ağlamalıyız! Mete Tanhu gitti. Acuna yön vermek, ordular yönetmek,
ordular yenmek, tam yirmi altı budunu tek bir bayrak altında toplamak için gelen
Mete Han gitti. ‘Hun’ adını acuna yazmak için gelen Mete Han gitti.
Attığı her adım yeni bir izdi. Söylediği her söz, yeni bir gizdi.
Bir daha ne benzeri ne gölgesi…
Bir daha onun gibisi gelmeyecek…
Ulu Han Mete Tanhu gitti!” (M: 539).
Romanda Mete Han hakkındaki bilgiler bundan ibaret değildir. Mete Han, Türk
tarihinin en çok üzerinde durulan hükümdarlarından biridir. Romanda tarihe dayanarak Mete Han üzerinde ayrıntılı olarak durulmuş, şahsiyeti, prensipleri ve düşünceleri
ile ilgili ayrıntılı tasvirler yapılmıştır.
Teoman: Romanda Teoman Han’ın şahsiyeti ve yaratıcılığı ortaya konulmaktadır.
O, çocukluğundan beri herkesten farklı olmuştur. Bu fark babasından at istemesinde
29
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
ve babasının atları arasından at seçmesinde, isim almasında, büyük devlet anlayışını
her zaman tekrar etmesinde, kısaca onun yaptığı bütün işlerde görülmektedir. Teoman
Han’ın en belirgin isteği ve düşüncesi büyük devlet kurma ve büyük bir devlet olma
hayalidir. Teoman Han’ın bu rüyasını gerçekleştirdiği görülmektedir. Yazar romanda
Teoman Han’ı, tarihten aldığı bütün özellikleri ve düşünceleriyle işlemiştir.
Mete Han romanında ise Teoman Han’ın zamanla değiştiği, farklılaştığı, Çinli prensesle evlendikten sonra Çinli danışmanlarının tesirinde kaldığı, oğlu Bahadır
Şad’ı veliahtliktan çıkarması ve töreyi bozarak Çinli prensesten oğlunu veliaht ilan
etmesi anlatılmıştır.
Çiçi: Tarihe Çiçi Han adıyla geçen hükümdar, Çin kaynaklarında Hotovusu Han
adıyla anılır. Halk arasında “Kara Kemikli Han” ünvanıyla tanınır. Başlangıçta ordusu küçük, taraftarı azdır. Halk tarafından çok sevilmesine rağmen onun idaresinde
olanlar azınlıktadır. Çiçi Han’a duyulan bağlılık, gerçek ve içten gelen bir sevgidir.
Menfaatçi olanların Çiçi Han’ın yanında yerleri yoktur. Orada zorluk ve sıkıntı vardır
(Ç: 109). Çiçi Han başlangıçta küçük fakat güvenilir bir orduya sahiptir. Zamanla bu
ordu büyür ve güçlenir.
Çiçi Han’ın büyüyüp güçlenmesinde, ayguçisi olan Püdey Ata’nın çok tesiri
olmuştur. Püdey Ata, Han’a ümitsiz olmamasını, buduna ümit yaymasını ve düş
sunmasını söylemiştir. Obaları dolaşmak, fikirleri anlatmak ve tanınmak gerektiğini
belirtir. Savaşçı toplamalı, “yeni bir düş olup” ortaya çıkmalıdırlar. (Ç: 109). Kardeşi
Hohanyeh Han’la anlaşmalı ve Hunlar arasında birliği sağlamalıdır…
Püdey Ata’nın bu tavsiyelerini dinleyen Han kısa zamanda ordusunu büyütür.
Çiçi Han, Mete Tanhu’nun hayranıdır ve özellikleriyle de ona benzemektedir. Onun
gibi “hırslı ve ihtiraslı”, onun gibi “sinirli ve güçlü”dür. Onun gibi “karakterli”dir.
Çiçi Han, Çinlilerin bakışıyla “tam bir çılgın Hun”dur. Çin onun güçlenmesinden ve
bütün Hunları etrafına toplamasından çok korkmaktadır. Çünkü Hun inanınca, güvenince önünde durulmaz bir sel hâline gelmektedir (Ç: 286).
Çiçi Han amansız bir Çin düşmanıdır. Çin’in gerçek yüzünü gören, Çinlilerin
Hunlar için nasıl bir tehlike olduğunun farkında olan, onların emellerini ve niyetlerini
bilen, onlara hiçbir zaman kanmayan bir handır. Hayatı boyunca Çinlilerle mücadele
etmiştir. Yalnız savaş meydanlarında değil, şehirlerde de onları takip etmiş, Hun şehirlerinde serbestçe dolaşmalarına müsaade etmemiş, evlerinde Çinli çalıştıran Hunlara
karşı müsamahasız davranmış ve onları cezalandırmıştır.
Çiçi Han, askerî deha, kahramanlık, milliyetçilik gibi pek çok meziyetlere sahiptir.
Çok yiğit, kahraman ve korkusuzdur (Ç: 105). Gözü kara ve cesurdur. Bu cesaretini
hiçbir zaman kaybetmemiştir. Romanın sonunda anlatılan trajik ölümünde, bu gözü
karalığın, bu cesaretin de büyük payı olduğu unutulmamalıdır.
30
Çiçi Han, cesur ve yiğit mizacıyla, başta Çinliler olmak üzere bütün düşmanlarını
ürkütmüştür. Çiçi Han güçlü ve iradelidir. Çiçi Han’ın samimî, dürüst, âdil bir kişiliği
vardır. Metanet sahibidir. Karşılaştığı felaketlerin pek çoğunu atlatmasını bilmiş, hatta
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
bir kısmını başarıya çevirmiştir. Çiçi Han’ın Semerkant seferi buna örnektir. Çiçi Han
kimseyi dinlemeden soğukta Semerkant’a doğru ordusuyla yola çıkar, fakat ordusu
soğuktan dağlarda donar. Çiçi Han baharda ordusunu yeniden düzenler ve Wusunları
yener. Çin’in ticaret yollarını ele geçirir.
Çiçi Han zaman içinde değişir. Zamanın şartları ve karşılaştığı olaylar, onu
değiştirtirmiştir. Çiçi Han aksi, zalim ve hırçın olmuştur. Fazla atak, gözü kara,
düşünmeden hareket eder olmuş, sonunu düşünmeden emirler vermeye başlamıştır
(Ç: 105). Kimseyi dinlemez. Siyaseti ciddiye almaması, sabırlı olmaması, çabuk
umutsuzluğa kapılan mizacı onu telâfisi mümkün olmayan hatalar yapmaya zorlar.
Siyasî şartlar, Çiçi Han’ı çok kırıcı ve kan dökücü, zalim bir hükümdar hâline
getirmiştir. Tahammülsüz ve sabırsız olmuştur (Ç: 530-531). Gurur gözünü kör etmiş,
doğru ile yanlışı ayıramaz hâle gelmiştir (Ç: 532). Sonunda, ayguçi Çibek Apa “Sen
kahraman ve yiğit bir Tanhu’sun, ama sabırsızsın! Siyaset bilmiyorsun. Söz de dinlemiyorsun” diyerek onu terketmiştir (Ç: 508).
Çiçi Han romanında Çiçi Han’la Mete karşılaştırılır. Mete Han’ın ondan farklı olduğu
belirtilir. Mete Han, çok sabırlı, planlı ve kararlıdır. Beklemesini bilir. Uygun zamanı
beklemiş, kendini kabul ettirmiş ve buduna sevdirmiş, ancak ondan sonra harekete
geçmiştir. Çünkü budun önce umuda, sonra destana inanır. Budunun önünde büyük
ufuklar açılmalı, budun oraya ulaşmak için canını feda etmeyi düşünmelidir. (Ç: 264-265).
Unutulmaması gereken bir nokta Çiçi Han devrinin diğer devirlerden farklı olmasıdır. Çiçi Han bulunduğu devir itibariyle şanslı değildir. Talih, ortam ve şartlar ona
hiç yardım etmemiş, her şey aleyhine çalışmıştır. Çiçi Han da bütün dehasına ve üstün
meziyetlerine rağmen kendi devrini yenebilecek bir konuma ulaşamamıştır.
Çiçi Han, hayatı felâketlerle dolu olmasına ve trajik bir sonla ölmesine rağmen,
savaşlarda ve devlet yönetiminde büyük ve üstün başarılar elde etmiş, Hun devletini
güçlü bir konuma getirebilmiştir. Hunlar ticaret yollarını ele geçirmişler, Batıda
üstünlük ve zafer kazanmışlar, refaha ulaşmışlardır. Çiçi Han, Hunlara Batıyı gösteren,
Batıyı tanıtan ilk hükümdar olarak da tarihte yerini almıştır.
Romanda Çiçi Han’ın karakteri, tarihî kaynaklara uygun olarak, bütün özellikleriyle yansıtılmaktadır.
Kiok: Mete Han’ın oğlu olan Kiok Han, babasının ölümünden sonra Hun tahtına geçmiştir. Hun devleti onun zamanında sınırlarını genişletmiş, güçlenmiş, Mete
Han’ın kurduğu sistemleri iyice yerleştirmiştir. Etrafındaki kavimler Hunlardan korkar hâle gelmişlerdir.
Kiok Han’ın kişiliği romanda şöyle verilmektedir:
“Acunun en güçlü devletinin hakanı! Gözü kara… Kararlı! Söz konusu devleti,
budunu olunca…Tek bir hedef çizerdi.
-Bir tek Hun eri için acunu yakarım! Bir karış Hun toprağı için acunu yakarım!
Hun Budun’un birliği, dirliği için acunu yakarım!
31
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Yakardı. Bunu bildikleri için budunlar, budunları yönetenler öylesine alttan alıyorlardı ki onun isteklerinin karşısında. Çin, neredeyse ayaklarına kapanmış, Kiok
Han’ı kızdırmamak için nasıl dil dökeceğini, ne armağan göndereceğini bilemez hale
gelmişti. Elçilerin biri gidiyor, biri geliyordu.” (K: 63).
Kiok Han’ın Hun Devleti için yaptıkları, hizmetleri de özetleniyor:
“Savaşlarla geçmiş, Hun adını, Hun Devleti’ni yükseltmek için harcanmış kutlu
bir ömür. Budununu seven, onu koruyup kollayan ve zengin eden, aç, çıplak koymayan bir hakan…
Atasının bıraktığından daha genişlemiş sınırlar, daha kalabalıklaşmış budun…”
(K: 320).
Salık: Salık, Mete Han devrinde yaşayan bir savaşçıdır. Olaylar onun ağzından
ve onun gözünden anlatılır. Mete Han romanının baş kahramanıdır. Mete Han gibi
uzun yaşamış, daima onun yanında, yakınında olmuş güçlü ve sağlam bir şahsiyettir.
Romanda Salık, Mete Han devrine şahit olmuş talihli bir insan olarak gösterilir. Devrinin bütün kurallarını, değerlerini anlatan, tarihteki olayları bizzat yaşayan bir kişidir
(Salık, kurmaca bir karakterdir).
Talay: Kiok romanının baş kahramanı olan Talay, devrine uymayan ve devrinden
farklı olan bir özellik taşır. Talay bir sanatçıdır ve birçok sanatçı gibi psikolojisi karmaşık, bunalımları derinden yaşayan bir yapıya sahiptir. Kiok devrinin olayları onun
vasıtasıyla, onun bulunduğu ortam vasıtasıyla verilir.
Talay sık sık psikolojik sarsıntılar geçirir. İç dünyası karışır, birbirine uymayan değişik şeyler ister, ne yapmak istediğine karar veremez, ne yapmak istediğini bilemez.
Talay’ın hür bir yapısı vardır. O, hür, bağımsız, farklı, herkesten ayrı, sıradışı, çevresine uyamayan, çevresinin kendini anlayamadığı bir kişiliktir. Bu yüzden de yalnızdır. Zaman zaman ne istediğini bilemez. Bu yüzden de sıkıntılar yaşar, bunalımlar
geçirir. Halbuki o, eserleriyle çevresine ölümsüzlük kazandırmakta, yaşananlar onun
çizdikleri sayesinde bir anlam kazanmaktadır.
Talay, ruhundaki sanatçılık özelliği yüzünden zaman zaman kabına sığamaz, bir
gün uyandığında içinde dayanılmaz bir dağ özlemi duyar ve dağlara çıkmak, kayalara
resimler çizmek ister (K: 91).
Bir başka gün atıyla dağlarda dolaşır ve bir çobana rastlar. Çoban ona yelin sesini
dinlemesini söyler. Talay, çobanın dediğini yapar ve yelin sesini dinler ve bir ağlayan
kadın sesi duyar. Çoban ona yelin ağladığını söyler. Yel, Mete Han’ın öldüğü günden
beri Mete Han için ağlamaktadır. Talay kendini kaybeder, etrafında kalabalıklar görmeye başlar. Etrafındaki herkes ve herşey ona çizmesini söylemektedir. Talay da bu
sesleri dinler ve etrafındaki herşeyi çizmeye başlar, “çobanı, koyunları, koçları, çiftleşmelerini” çizer (K: 290).
32
Talay bir başka gün Mete Han’ın mezarını bulmaya Tanrı dağlarına gider ve günlerce dolaşır durur.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Romanda onun sanatçı merakı ve bu merak yüzünden bir Şaman ayinini gizlice
seyretmesi ve bu yüzden kendini kaybetmesi, bu sırrı taşıyamaması ve bu durumun
Talay’ı nasıl perişan ettiği de anlatılmaktadır.
Romanda Talay vasıtasıyla sanatın önemi, eserin ölümsüzlüğü üzerinde de durulmaktadır. Talay, romanın sonunda istediğine ulaşmış, düşündüklerini gerçekleştirmiş
bir kişi olarak gösterilir. Talay artık mutludur. Han otağında en önemli olaylara tanık
olmakta ve bunları çizmektedir. Ayrıca çevresinde, yaptıklarına ilgi duyan ve onu takdir eden, onu destekleyen pek çok insan bulunmaktadır. Bir taraftan da kendisi gibi
bedizciler yetiştirmekte, bu suretle sanatının sırrını öğretmekte ve yarattığı resimlerin
kalıcılığını sağlamaktadır. Romanın sonunda bu durum şöyle anlatılır:
“Han otağında, Tanhu’yu, altın örgün’ün üzerinde otururken, ardında kırk yiğit börisi
ile birlikte verdiği muhteşem görüntüyü çiziyordu Talay. Düşündüğünü yapmış, çizdikleri
daha kalıcı olsun diye uygun bir deriyi bu işe özel tabaklatmış, gerdirmiş, yine ona uygun
boyalar yaptırmıştı. Bir yandan bedizci yetiştirip bir yandan Han bedizcibaşısı olarak çizmeye devam ederken yaşamaya adeta zaman bulamıyordu. Bir dediği iki olmuyordu. Bu arada
Hun kızları, kadınları onun çiziklerini taklit etmeye başlamışlardı. Halılarda, kilimlerde,
keçe abalarda, çadır bezlerinde çiziklerinin örneklerini görüp seviniyordu.” (K: 305).
Burada sanatın ve sanat eserinin ölümsüzlüğü anlatılıyor. Bir medeniyeti yaşatan
şeyin sanat olduğuna dikkat çekiliyor. Bu bize, Eski Yunandan kalan heykellerin, Eski
Yunan mitolojisini ve tarihini yaşatmasını hatırlatıyor.
Talay, tarihî şahsiyetlerden farklı olarak kurmaca bir karakterdir.
Dil ve Üslûp: Romanlarda sanatlı bir üslûp kullanılmış, olaylar, estetik özelliklerle
verilmeye, anlatılmaya dikkat edilmiştir. Bunlar arasında tekrarlar, secili ifadeler, şiirsel
ifadeler yer almaktadır.
“Akın başladı!
Çin’e akın!
Büyük bir devlet akını!
Bahadır Şad’ın dediği çıkmış, Teoman Han daha fazla geciktirememişti akını!” (M: 296)
Burada secili ve şiirli bir dil kullanılmakta ve tekrarlardan faydalanılmaktadır:
“Yiğit, at üstünde gerektir!
Yiğit, akında gerektir!” (M: 451).
Yukarıda şiirli ve edebî bir dil, tekrarlar, veciz ifadeye bir başka örnek görülüyor.
Ozan tasvirinde yine bir üslûp örneği verilmiştir: Kısa cümle, veciz ifade, tekrarlar,
seci ve şiirsellik:
“Ozan söylenmeyeni söyleyendir. Dillendirilmeyeni dillendirendir. Kutludur dilleri. Susturulamaz. Diktir başları, eğilemez.
Durmadan gezer, görür, duyar, söylerler. Zamanla bir buyruk haline gelir dilekleri.
Engellenemez olur!
Ozanlar budunun dili olur!” (T: 129).
33
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Romanlarda olaylar çoğunlukla hikâye etme tekniğiyle ile anlatılmaktadır. Hikâye
etme üçüncü şahıs ağzından yapılır, yani ilâhî karakterli anlatım tekniği kullanılır.
Mete Han romanında ise olaylar birinci şahıs ağzından (ben-anlatım) anlatılmaktadır.
Ben-anlatım, zaman zaman destanî üslûba dönüşmektedir. Romanlarda hitabet üslûbu
da kullanılmıştır. Teoman Han romanında Teoman Han’ın romanın başındaki ve sonundaki konuşması, Mete Han romanında Salık’ın bazı anlatıları hitabet üslûbuna
örnektir. O hâlde romanlarda, hikâye etme, destanî üslûp, hitabet üslûbu olmak üzere
üç çeşit üslûp kullanıldığını söyleyebiliriz. Teoman Han’ın hitabetinden başka yerlerde de hitabet üslûbu kullanılmıştır. Romancı tarihçi üslûbunu da kullanmış, zaman
zaman olayları bir romancı gibi değil bir tarihçi gibi anlatmıştır. Bu özellik, romana
tarih niteliği kazandırmıştır. Bu tarz anlatımı Mete Han romanında görmekteyiz. Salık
olayları genel olarak hikâye ederek anlatıyor. Fakat bu hikâye, bazen destana, bazen
tarihe dönüşmekte, bazen de nutuk tarzına bürünmektedir.
Aşağıdaki paragrafta Hunların inançları, özellikleri, yaşayışları anlatılmaktadır.
“Gök Tanrı’nın çocukları, Gök’e bağlı olarak yaşayan, ona inanan Hunlar, çok
yüksek ideallerin töresini uygulayan, Gök’ü çadır, güneşi de bayrak bilen güçlü bir yönetme ve sahiplenme inancının sahibiydiler. etkinlikleri gün geçtikçe artıyordu. Törelerine bağlı, oğuşlarına tutkun, uruglarına düşkün, boylarına, budunlarına sadıktılar.
Boy beyleri tarafından yönetiliyorlardı ancak en soylusundan en uçtaki erine, hepsi
aynı hayatı paylaşıyor, aynı çadırlarda yaşıyor, aynı eğitimlerden geçiyordu. Hepsi savaşçı, hepsi çobandı. Güçlü ve dayanıklı atları, çok uzak menzile ok salabilen yayları,
hedefini mutlaka bulan okları, ustalıkla kullandıkları kargıları, kılıçları…” (M: 113).
Bu paragrafta üslûbun bütün özellikleri görülmektedir. Tekrarlar, seciler, veciz ifadenin yanısıra paralellik, tasvir gücü ve zenginlik. Burada Hunların özellikleri de çok
belirgin ve vurgulayıcı nitelikte verilmektedir. Bu, kelimeler ve ifadeler üzerinde işlenmiş, estetik özelliklerle zenginleştirilmiş, edebî bir üslûptur.
Mete Han romanında, Mete Han’ın Çin İmparatoruna gönderdiği mektuptan da
geniş olarak bahsedilmiştir. Bu mektup özetlenirken Orhun Âbidelerinden örnek alındığı görülmektedir. Mektup Mete Han’ın “Gök Tanrı tarafından Hun Tahtı’na oturtulmuş, kut verilmiş; Büyük Hun Devleti’nin Hakanı, Mete Tanhu der ki…” (M: 524)
hitabıyla başlamaktadır. Bu hitap, Orhun Âbidelerinde Bilge Kağan’ın “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit” ifadesiyle
benzerlik göstermektedir (Ergin t.y.: 57).
Mete Han’ın çizdiği ve genişlettiği Hun Devletinin sınırı, yine Orhun
Âbidelerininkini andıran bir üslûpla belirtiliyor. Aşağıdaki cümlelerde bu benzerlik
görülmektedir:
“Bu arada yeni topraklar da katılıyor Hun iline. Gündoğusunda Taluyka’ya kadar
ulaştık. Günbatısında ise Baykal Gölü, Obi, Urtiş, İşim ırmakları kıyılarına kadar hükmümüz geçiyor.” (M: 466).
34
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
“Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece
ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti düzene soktum.”
(Ergin t.y.: 57).
Yazar devrini aksettirebilmek için Eski Türkçeden alınmış kelimelere yer vermiş, sayfanın altına da bugünkü karşılıklarını koymuştur. Bu Nihal Atsız’ın romanlarında uyguladığı bir yoldur. Atsız, Göktürkler devrini konu aldığı Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar
Diriliyor adlı tarihî romanlarında çaşıt, konçuy, evdeş, yağı gibi kelimeler kullanmıştır.
Burada romancının eski Türkçeden aldığı kelimelere oldukça fazla yer verdiği görülmektedir. Bunlardan birkaçını gösterelim: Us (akıl), oğuş (aile), kişioğlu (insan), atbaş (başkan), yağı (düşman), karayan (kuzey), kızılyan (güney), elig (bey), örgün (altın taht),
ayguçi (vezir, danışman), bedizci (ressam), muyanlık (misafirlik), tarıgcı (çiftçi) gibi.
Çiçi Han romanının, özellikle sonu bakımından, destanî bir üslûpla kaleme alınmış
olduğu söylenebilir. Romancı, Çiçi Han’ın karakter yapısını, Hunları büyük devlet
yapmadaki başarısını, trajik sonunu, kişiliğinin ve hizmetlerinin destanlaşmasını da
göz önüne alarak konuya uygun bir destanî anlatım içinde sunabilmiştir.
Romanda üzerinde durulması gereken bir başka konu, leitmotif’tir. Yazar romanlarında Oğuz Kağan Destanı’ndan alınmış “kün tuğ bolgıl kök kurıkan” mısraını leitmotif olarak kullanıyor. “Gök çadırımız, güneş bayrağımız!”- (M: 443, 453, 532), “Çadırı
Gök, bayrağı da güneştir.” (Ç: 28) ifadeleri romanlarda sık sık geçmektedir.
Romanlarda başka leitmotifler de vardır. Bunlardan biri, Mete Han romanında
ben-anlatıcının ağzından yapılan konuşmalardır. Roman kahramanının ağzından “Ben
Salık” diye başlayan bu nutuk tarzı anlatılar, romanda sık sık tekrarlanmakta, romana destanî bir karakter kazandırmaktadır. Bunların bir tanesi 534. sayfada yapılan
hitabettir. Burada Salık’ın hayatı özetlenmekte, Mete Han’a yakınlığı belirtilmektedir.
“Ben Salık!
Ulular ulusu Mete Tanhu’nun yoldaşı! Ayguçisi… En yakın dostu! Hanlar Han’ının
eri olmayı bütün orunlarının üzerinde tutan Hun Kartal Savaşçısı, Salık Bey…
Kocamış bir savaşçı!” (M: 534).
Bu, Mete Han romanının önemli leitmotiflerinden biridir. Burada Salık’ın anlatımı
vasıtasıyla devrinin olayları anlatılmakta ve Mete Han’ın yaptıkları, büyüklüğü, önemi belirtilmektedir. Görüldüğü gibi bu, aynı zamanda bir tarih anlatımı şeklidir, bir
tarihçi üslûbudur.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta yazarın ara sıra orijinal imajlar
kullanmasıdır. Bunlardan en önemlisi Kiok Han romanındaki “ağlayan yel” imajıdır. Kırlara çıkan bedizci Talay rüzgârın sesini dinler ve ağlayan bir kadın sesi duyar.
Dağda karşılaştığı bir çoban ise rüzgârın Mete Han’ın öldüğü günden beri ağladığını,
rüzgârın Mete Han’ın ölümüne ağladığını söyler. Burada yapılan hüsn-i talil sanatı ve
yaratılan imaj, sanat ve estetik açısından orijinal ve yenidir. Aynı zamanda Talay’ın
sanatçı dünyası ile uyum hâlindedir. Romancı bu imajla, Talay’ın sanatçı kişiliğini
yansıtabilmiştir.
35
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Düşler: Rüyalar, insan psikolojisiyle ilgilidir ve insanın iç dünyasına dair ipuçları
verir. Romanlarda rüyalara yer verildiğini görüyoruz. Bu rüyaların her birinin bir fonksiyonu vardır. Romanlarda görülen rüyalar, büyük önem taşımaktadır. Roman kahramanlarının önceden gördükleri rüyalar, gelecekteki olayların habercisidirler ve bu
yüzden kehanet niteliği taşımaktadırlar.
Bir başka rüya Bahadır Şad, Han olmadan bir gece önce Salık’ın gördüğü rüyadır.
Bu rüya, romanda “Kutlu Düş” başlığı altında verilmiştir. Salık rüyasında Mete Han’a
bir bozkurtun yol gösterdiğini görür. Bu da, geleceği haber veren düşlerden biridir.
Çiçi Han romanında düşlerin önemi, “Düşler önemlidir. Gerçek hayattan izler
taşırlar içlerinde. Düşünceye oturan fikirlerin etkisini içerir bir kısmı. Duygulardan
etkilenir. Bir kısmı da gelecekten haber verir. Anlamak ve çözmek gerek.” diye belirtilir
(Ç: 249).
Çiçi Han, düşünde Mete Tanhu’yu görür. Tanhu ona beni izle Çiçi Han diyerek
güneşin battığı yeri işaret etmektedir (Ç: 312-313). Bu düş Çiçi Han’a çok tesir
etmiştir. Çiçi Han bu rüyayı unutamamış ve bundan sonra yaptığı savaşlarda, verdiği
kararlarda bu rüyayı düşünerek hareket etmiştir.
Sanat ve Edebiyat: Romanlarda vurgulanan önemli bir nokta, şiirler ve destanlardır. Bu destanlar, Ozanlar ve Destancılar vasıtasıyla ifade edilir, yayılır ve geleceğe taşınır. Ozanlar da Kamlar gibidir, geleceği görürler, sezerler ve destanlarında anlatırlar.
Teoman Han ve Çiçi Han romanlarında Destancı çıkıp destanı anlatmaktadır. Teoman, Mete, Çiçi Hanlar artık destanlaşmışlardır. Romanlarda tarihte yaşayan ve hüküm süren hükümdarlar hakkındaki destanların oluşumu da böylece verilmiş olur.
Teoman Hanın babası Tuvu Bey, oğlu Duman’ın hayallerinin sebebinin Destancı
olduğunu söyler ve oğlunun bir destana sevdalandığını belirtir (T: 59). Bu da, destanın
ne kadar önemli olduğunu ve insanlar üzerinde nasıl bir etki yarattığını gösteren bir
örnektir. Duman’ın etrafındaki efsanenin belirlenmesinde Destancının rolü büyüktür.
Duman’a yay yapmak üzere gelen Yaycı, Destancının kendisine Duman için onda bir
ışık gördüğünü, onun özel ve farklı olduğunu, üstün olduğunu, ona uygun özel bir yay
yapmasını söylemiştir.
Teoman Han romanında Ozan çıkar, Koru ve Kırgı adlı yiğitlerin adlarını da içine
alan destanlar söyler. Bu, geleceğe dair bir bilgi, bir sezgidir. Koru ile Kırgı, başlarına
gelen olaylardan sonra, ölümlerinden sonra destanlaşacaklardır.
Ozanların bir başka özellikleri gerçekleri dile getirmeleridir. Ozan söylenmeyeni
söyler, dillendirilmeyeni dillendirir. Ozan dili kutludur. Susturulamaz. Başları diktir,
eğilemez. Ozanlar gezer, görür, duyar ve söylerler. Zamanla dilekleri bir buyruk hâline
gelir. Engellenemez (T: 129). Ozanlar kutsaldırlar, sorgulanmazlar, yargılanmazlar (T:
130-131).
Teoman Han yanlışlar yaptığı zaman budun susmuş, fakat ozanlar konuşmuşlar,
Bahadır Şad’ı yücelten yırlar da söylemişlerdir (M: 118).
36
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Çiçi Han romanında Ozan, birlik üzerine şiirler söyler, Tanrı Dağlarının
kaybedilmesine yakılan ağıtı dile getirir (Ç: 52). Herkesi birliğe çağırır. Ozanlar
Hunların birbirleriyle savaşmalarından hiç hoşlanmazlar.
“Ozan diline gem olmaz. Sözüne kızmak olmaz. Ozan doğruyu söylemezse doğruyu söyleyen kimse kalmaz!
Destanları yiğitler yaratır. Destanların yayılmasını, duyulmasını ozanlar sağlar.
Ozan olmasa destanın ne önemi olur? Ozan dilinde güzelleşir destan. Ünlenir. Acuna
yayılıp, Gök’e kadar yükselir. Böylece destan; yiğidi, yiğitliği yaratır yeniden. Ölümsüz
yapar! Destanı olmayan, söylenmeyen yiğidin vay haline! Unutulur gider! Yok olur!
Tanrı, destanlar yok olmasın diye ozanları dillendirmiştir.” (Ç: 48).
“Ozandı. Ne zaman ne yapacağını, ne zaman ne diyeceğini çok iyi bilirdi. Yüreğine doğardı.
Ozandı. Ozan olmak kolay değildi.” (Ç: 51).
“Dokunulmazlığı vardı ozanların. Kimse karışmazdı onlara. Güven içinde ilden ile
gezer, dolaşırlardı. Her yerde saygı ile karşılanır, ağırlanır ve yolcu edilirlerdi.” (Ç: 54).
Ozanlar gibi davranan bir diğer şahıs Destancıdır. Destancı da Ozan gibi söylediği
ve anlattığı destanlarla şiirlerle buduna millî şuur kazandırırlar. Ozanın çaldığı türküler ve ağıtlar, toplumu eğitir, geçmişini öğretir ve bilinçlendirir ve milletin sürekliliğini
sağlar. Destancılar ve Ozanlar, anlattıklarıyla toplumu tesir altına almaktadırlar.
Destanlar, romanlarda vurgulanan önemli bir konudur. Yapılan yanlışlar, ölümler,
yenilgiler, destanı ve destanlaşmayı önleyemez. Destan ise ölümsüzlük demektir. Mete
Han, Teoman Han, Çiçi Han daha hayatta iken kendileriyle ilgili destanlar türemiştir.
Ölümlerinden sonra da bu destanlar gittikçe zenginleşir. Destandan çok korkan Çin,
Çiçi hakkındaki efsaneye son vermek için Han’ın başını keser ve bu başı halka teşhir
eder, yine de Çiçi Hanın etrafında meydana gelen efsaneye mani olamaz. Destan olmak, unutulmamak demektir. Destan olmak hiç ölmemek demektir (Ç: 374).
Çin, Hun destanlarından daima ürkmüş ve korkmuştur.
“Destanları Türkler yazardı. Çin bu destanlardan korkardı. Düş gücü yüksek Hun
Budunu besleyen damardı destanlar.
Önce destan başlamıştı.
Şimdi başka bir destan doğmuştu. Destanlar çağı ara vermeden sürüyordu.
Düş ülkesine müdavim bir budunun destanlarını yıkmak, bozmak gerekiyordu.
Çiçi Han destan olmuştu çoktan. General C’heng T’ang’ın derdi bu destanı
bitirmek, çürütmek yok etmekti. Bu nedenle kestirecekti Çiçi Han’ın kutlu başını. O
baş bir mızrağın ucunda gezdirildikçe Çiçi Han destanı ölecekti.” (Ç: 590).
Tabiat: Romanlarda tabiata ve tabiat varlıklarına da genişçe yer verilmektedir. Tabiat varlıkları kutsal ve canlıdır. Ayrıca tabiatın kendisi de kutsal ve canlı bir varlıktır.
Her birinin ayrı canı ve ruhu vardır. Onları üzmemek ve incitmemek gerekmektedir.
Od, gök, bozkır (dağ, taş, ağaç, ot, yaprak) yel, turna gibi birçok tabiat varlığının tasvirine romanlarda yer verilmiştir.
37
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Kutsal varlıklardan biri de ateştir. Romanda şöyle ifade edilir:
“Od mutlu ama ben mutsuzum.
Zaten görevin, od’u mutlu etmek, kendini değil.” (Ç: 7).
“Od’u kızdırması demek, Gök’ü kızdırması demekti.” (Ç: 13).
Burada ateş, mutlu edilmesi, memnun edilmesi, kızdırılmaması gereken canlı ve
kutsal bir varlık olarak düşünülmüştür. Ateşi sevmek lâzım geldiği, ateşe sevgi ile yaklaşmak gerektiği anlatılmaktadır.
Hunlar tabiatın bütün varlıklarını severler ve korurlar. Bunlardan biri de topraktır.
Hunların toprak sevgisi şöyle belirtilir:
“Dosttu aslında Hunlar. Kangdaştı toprakla. ayrılmaz bir bütün, her fırsatta kavuşan iki sevgili…
Hunlar toprağı severler, toprak Hunları.
-Gök kadar değil.” (T: 63).
Burada toprak kavramının Hunlar için gök gibi, onun kadar olmasa da, kutsal bir
varlık olduğu ifade edilmektedir.
Hunların toprağa bakışı, Mete Han’dan sonra genişler ve daha farklı boyut kazanır. Mete “toprak devletin temelidir” der. Bu söz, Mete Han’dan sonra devletin temel
prensibi olur (Gumilev 2002: 94). Mete Han, bütün davranışlarıyla toprağın vatan
olduğunu, bunun için kutsal ve değerli olduğunu ortaya koymuştur. Onun, atı ve kadını düşmana gönderip çorak bir toprak parçası için savaşı göze alması, bu görüşün en
karakteristik örneğidir. Burada toprak olgusunun, estetik ve coğrafî boyutu aştığını,
devletin gücünün ve milletin varlığının simgesi hâline geldiğini, kutsal ve sarsılmaz bir
değer olarak toplumun hafızasında yer aldığını görmekteyiz.
Hunların kutsal değerlerinden biri de bozkırdır. Hunların bozkıra bakışı şöyle anlatılıyor:
“Bozkır, insanı düşsel yapar. Görmek istediğini gösterir, inanmak istediğine inandırır. Geceleri, karanlık basınca bozkır konuşur. Dağlar konuşur. Taşlar, ağaçlar, otlar,
yapraklar…Hatta yel bile fısıldar insanın kulağına. Gölgeler büyür küçülür, yansımalardan. Bir şeylere benzer, benzetilir. Düşsel öğelerin esiri olur insan.” (Ç: 158).
Mevsimler içinde en çok değer verdikleri bahardır. Baharın gelişi şairane ve edebî
bir üslûpla anlatılır.
“Güneşin soğuğu yenmesinin utkusudur bahar. Yeniden doğuşun örneğidir.
Uzun süren bir savaş sonunda, doğayı ısıtmayı başaran güneş, beraberinde bereketi, güzelliği ve üretimi getirir. Yeşile tutunur bütün renkler, teslim olur. Sürüler
yeşile koşar. Sular bir başka çağlar. Ağaçlar, yepyeni giysilere bürünür. Neşenin tanımı
yoktur, çünkü gereğincedir. Bahar gelmiştir, daha ne olsun?
Bahar bir başka karşılanır Hun İli’nde.” (K: 287).
38
Romanlarda tabiat ve tabiat varlıkları üzerinde durulur, tasvirler yapılır. Bunlar arasında turna hakkında uzun tasvirler yapılmıştır. Oradan alınan birkaç cümle şöyledir:
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
“Hun, Turna’ya benzetir kendini. Turnayı sever sayar.” (Ç: 422).
“Göç kuşları… Göçerlerin arkadaşları…
Turna bir başkadır.
Turna kutlu. Turna vefalı. Turna özgürlüğüne düşkün.” (Ç: 422).
Burada turna estetik bir şekilde tasvir edilmiş, ayrıca turna ile Hunlar arasında
münasebet kurulmuştur.
2. Romanlarda Ele Alınan Meseleler:
Bu bölüm, devlet fikri, Çin ve siyaset, istihbarat, askerlik ve savaş, adalet kavramı
ve töre, ekonomi ve ticaret, eğitim, meslekler, günlük hayat ve yaşayış olmak üzere
dokuz altbölümde ele alınmıştır.
Devlet Fikri: Romanlarda devlet kavramı ayrıntılı olarak işlenmektedir. Yazar güçlü devlet imajını sık sık vurgular. Hun devletinin güçlü olduğunu her fırsatta belirtir.
Devlet fikri Duman’ın düşleri ile başlar. Devlet ve millet fikri, Hunları birleştirmek
fikri, Duman’dan itibaren tekrarlanır. Duman babasına, durmadan büyük devlet olmaktan bahseder.
Devletin gücü ve büyüklüğü, ihtişamı her tarafa yansır. Aynı şekilde devletin zayıflığı ve geriliği de her yerde görünür, belli olur.
Devlet fikrini biz Mehmet Âkif’te de görürüz. Âsım kitabında şair, Kartal’da gittiği
bir köy düğününden bahseder. Bu köy düğününde gördüğü perişan, güçsüz kuvvetsiz
insanlar, zayıf ve cılız hayvanlar, çorak ve kurak tabiat, devletin perişanlığını göstermektedirler. Devletin perişan hali, sahip olduğu bütün unsurlara yansımıştır.
Düğünde kırk elli kişi otsuz bir çayırın karşısında toplanmışlardır. Hepsi “bet beniz
sapsarı”, şiş karınlı, kamburu çıkmış, göğüsleri çökmüş, gözler bulanık, göz kapakları
şiş, buruşuk yüzlü, dalgın bakışlı, sıtmalı, sıska, ihtiyar görünümlü insanlardır. Davullar “tık nefes”, zurna “hım hım”dır. Pehlivanlar sıska ve çelimsizdir (Ersoy 1955:
380-381).
Şair bu durumu uzun ve ayrıntılı olarak tasvir eder.
Âkif bu tezatlarla güçlülüğü ve zayıflığı anlatır. Âkif’in yukarda özetlenen uzun ve
ayrıntılı olarak tasvir ettiği “güçlü devlet” imajı, Kiok Han romanında “Bu bahar çok
verimli olacak!”, “Devletin gücü yansıyordu sanki her yana. Devlet güçlüyse doğa da
senden yana…” şeklinde ifade edilir (K: 290).
Yazar bütün romanlarında devletin önemini belirtir ve özelliklerini vurgular. Devlet atı, devlet avı gibi pek çok varlığın kurumsal olduğunu belirtir. Devlet kavramını
yüceltir ve Hunların büyük ve sistemli bir devlet kurduklarını söyler.
Romancının verdiği bilgilerin, Hunlardan bahseden bütün tarih kitaplarında mevcut olduğu görülmektedir. Hunlar üzerinde araştırma yapan yerli ve yabancı tarihçiler
Hunların büyük, düzenli ve sürekli bir devlet kurduklarından ve bu devletin uzun
süreli olduğundan bahsetmektedirler.
39
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Romanlarda, üzerinde durulan bir başka nokta, barış ve devletin yapılanmasıdır.
Devlet için savaş kadar barış da önemlidir. Barış zamanında oturmak ve devleti yapılandırmak lâzımdır... Romanlarda bu konu üzerinde de durulur.
Ayguçi Uluğ Ata, Mete Han’a artık savaşa gitmemesini, Ötüken’de oturmasını,
devlet işleriyle ilgilenmesini söyler. Halkının sana ihtiyacı var, der. Romanda bu husus, şöyle belirtiliyor:
“Mete Tanhu, uzun bir süre akına çıkmayacak. Uluğ Ata’nın nasihatı bu! Onun
yeterince savaştığını düşünüyor.
-Devletin sana ihtiyacı var Mete Tanhu! diyor. Ötüken’de otur biraz! Devleti yönet!
Yapılandır. Eksikleri tamamla! Senin usun gerek artık, kılıcından çok.” (M: 438).
Büyük devlet olmak için büyük kan, yani savaş ve zafer gerekir. Ama alın teri,
emek, adalet, düzen de lâzımdır (M: 439). Kalıcı olmak lâzımdır. Artık eserler bırakmak gerekir… (M: 439). Burada gelecek fikri oluştuğunu görmekteyiz. Burada devleti
meydana getiren kurumların oluşmasına önem verildiği görülmektedir.
Devletin sembolleri vardır. Tuğlar ve bayraklar, bağımsız devletin sembolleridir.
Romanlarda sık sık Hun devletinin varlığı ve gücü, onu simgeleyen tuğlar ve bayraklarla belirtilir ve yüceltilir.
Hun devletinin yapısı, danışma olgusuna dayanır. Han, mutlak ve bağımsız değildir. Kararlarını danışarak almak zorundadır. Başlıca iki danışma kurumu vardır. Bunlar büyük kurultay ile ayguçilerdir. Bu bir töredir. Romanlarda bu durum, vurgulanır
ve bu töre’nin önemi belirtilir.
Devlet yapısını meydana getirmek ve devam ettirebilmek için birtakım kavramlara
ve fikirlere ihtiyaç vardır. Bunlar hâkimiyet arzusu ve yönetme isteği, ideal ve idealizm, kudret, birlik ve beraberlik, milliyetçilik, vatan duygusu gibi değerlerdir.
Mete Han, Çin imparatoruna yazdığı mektuplardan birinde tek ve büyük bir devlet kurduğunu söyler ve kuzeydeki bütün yay çeken kavimleri birleştirdiğini, çünkü
onların zaten bir olduğunu, aynı olduğunu söyler. Bu düşünce, o devir için hayli ileri
bir millî şuurun ve olgun bir milliyetçilik anlayışının ifadesidir. Romanda bu durum,
“bütün yay çeken budunları Hun yaptım”, diye daha açık bir şekilde ifade edilmiştir
(M: 523).
Hunların, destanı ve düşü çok sevdiğini bilen Mete Han, onlara Çin Seddi gibi
bir duvar yapmanın doğru olmadığını belirtir. Onun yerine zihinlerine, yıkılması
imkânsız bir manevî duvar yapacağını söyler. Bu, Mete Han’ın Hunlara vereceği idealdir. Mete Han “acunu Hunlar yönetmeli”, demiştir. Mete Han’a inanan ve güvenen
Hun budunu, yüzyıllarca bu düşün arkasından gider (M: 444). Bu, dünyaya hâkim
olma arzusudur. İdealizm (mefkûrecilik), romanda “büyük düş” diye geçer.
Devletin unsurlarından biri de kudrettir. Romanda devletin kudreti şöyle anlatılıyor:
40
“Mete Tanhu’nun adaletli yönetimi, üleşteki haktanırlığı, yiğitliği, kazandığı utkular, kendini acunun hâkimi sanan budunları, kralları dize getirmesi, Hun İlini çekici
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
kılıyordu. Bu nedenle artık savaşsız kazanıyorduk budunları. Bunların başında bizimle aynı soydan, aynı dilden budunlar geliyordu.” (M: 465).
Mete Han romanında, bütün bu kurumları gerçekleştirmek için bazı hasletlere sahip olmak gerektiği belirtilmiştir. Bunlar sabır, devamlılık ve kararlılık, planlı olma,
düzen ve disiplin, sürekli ve sıkı bir çalışma gibi değerlerdir. Bütün bu meziyetlere
sahip olan Mete Han, güçlü ve üstün bir devlet yapısı meydana getirebilmiştir.
Hun Devletinin sağlamlığı ve Mete Han’ın devlet için önemi, Salık tarafından şöyle
belirtilir:
“Mete Han gibi bir han, bir daha gelmeyecek ve Hun budun onu asla unutmayacak! Acun onu asla unutmayacak!”
“Hun Devleti çok sağlam temellere oturmuştu. Mete Han’dan sonrası…” (M: 535).
Mete Han romanında kalıcılık, ölümsüzlük, geleceğe hitap etme üzerinde de durulmaktadır. Uluğ Ata’yı tanıdıktan sonra bunun değerini kavrayan Salık, onun vasiyetine uyarak taş yazıtları yazdırmaya ve onları çok derine gömdürmeye devam ediyor…
Bu düşünce, gelişmiş bir tarih anlayışını göstermektedir. Talay’ın resim çizmesi, çizgilerle olayları ve tarihleri anlatması, Uluğ Ata’nın taşlara tarihi yazdırması, destancıların ve ozanların destanları anlatmaları hep bunun işaretleridir. Daha sonra Göktürkler
çağında aynı düşünce ile davranan Bilge Kağan, Orhun Âbidelerini yazdırarak kendini
ve devletini ölümsüzlüğe ulaştırmıştır. Ayrıca geleceğe de unutulmayacak mesajlar vermiştir. Aynı zamanda, kullandığı Türkçe ile, hitabetiyle, Türk dilinin ve edebiyatının
zengin örneklerini vermiş olmaktadır.
Salık bunu “Uluğ Ata’nın sayrılığında bir kez daha farkettim ki acun geçicidir. Kalıcı olmak için kalıcı işler yapmak gerek. Bu nedenle yaşananları taşlara kaydettiriyor
Uluğ Ata…” diye ifade ediyor (M: 465). Salık “Taş yazıtlara sahip çık. Devamını getir.
Unutulmasın olanlar…” diyen Uluğ Ata’nın ve yaptığı işin önemini, büyüklüğünü anlamış bulunmaktadır (M: 505).
Üzerinde durulması gereken bir başka şey, Mete Han’ın koyduğu ve töre hâline
getirdiği Tailin yaylasında yapılan nüfus sayımıdır. Bu nüfus sayımı, Kiok Han zamanında
Ötüken’e gelen vezir Yüeh tarafından kayıt altına alınmıştır. Bir başka yenilik ve ilerilik
de, Kiok Han zamanında vezir Yüeh’in tavsiyesiyle buduna konulan vergi sistemidir.
Devletin bir göstergesi de yoldur. Devlet yollar yapar, bu yollarda insanlar emin ve
güvenli bir şekilde dolaşırlar. Çünkü devletin görevi bu yolların emniyetini ve güvenliğini sağlamaktır (Ç: 44).
Romanlarda yol, devletin önemli bir belirtisi, alâmeti olarak sunulur. Mete Han romanında Çinliler, Hunlardan aldıkları topraklara şehirler kurmuşlar ve yollar yapmışlardır. Böylece şehirler birbirine bağlanmış, ticaret, Çinliler için kolaylaşmış, Hunların oralara girmesi ise zorlaşmıştır. Çinlilerin yaptıkları bu yollar “inanılmaz bir hızla vadileri
aşıyor, dağları geçiyor, ırmakları kesiyor, uzuyor, uzuyordu” diye tasvir edilir (M: 119).
41
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Çin ve Siyaset: Romanlarda Çin’in durumu, Çin’in Hun Devletine karşı tavrı üzerinde de durulmuştur. Hun akınlarından korkan Çin, bu akınlara mani olmak için duvar yaptırmaya başlamıştır. İmparator Şi-Huang-ti zamanında bu duvar geliştirilmiş,
birleştirilmiş, aralara kuleler konulmuş ve Çin Seddi hâline getirilmiştir. Çin, savaşla
yenemediği Hunlara karşı çeşitli korunma ve yenme yolları denemiştir. Hun ülkesine
hizmetkâr, tacir, elçi görünümünde çaşıtlar göndermiş, Hunlar hakkında bilgi almaya
çalışmıştır. Hun hanlarına zaman zaman Çin prensesleri göndermiştir. Çin prensesleri
de her zaman Çin Devleti için çalışan casuslar olmuşlardır. Çin, Hunlar arasında fitne
ve dedikodu yaymada, Hunları birbirine düşürmede de çok başarılı olmuştur. Romanlarda bütün bunlar üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. Romanlarda Çin’den ve o
yıllardaki Çin İmparatorlarından ayrıntılı olarak bahsedildiği görülmektedir.
İstihbarat: Dış siyaset, düşman devletlerle başetme, güçlü bir istihbarat ile mümkündür. Mete Han ve Kiok Han zamanlarında buna dair örnekler görülmüştür. Sağlam
bir istihbarat ağı kurmuş olan Kiok Han’ın, Çin’de yapılan hazırlıkları zamanında
öğrenip tedbir alması gibi.
Askerlik ve Savaş: Hunlar için en önemli konu, savaştır. Hunlar savaşçı bir millettir. Savaşlarda ve akınlarda da çok başarılıdırlar. Tarihlerin “ata yapışık budun” diye
kaydettiği Hunlar, at üzerinde başka milletlerin yapamadığı becerileri kazanmışlar,
düşmanlarını bu yolla rahatlıkla yenmişlerdir. Salık, Hunları “Ata yapışık budun diye
anılırız acunda. Her şeyimizi at üzerinde yapmayı isteriz, bunu beceririz de. Hatta
uzun yollar giderken at üzerinde uyuruz.” diye anlatıyor. (M: 14-15).
Hunlar çok uzaktan ok atıp hedefe isabet ettirme hünerine sahiptirler. Ayrıca geriye
dönüp ok atarak hedefi vurmada da çok ustadırlar. Romanlarda bu savaşçılara “Kartal
Savaşçıları” ve “Börüler” isimleri verilmiştir. Savaşçıların maharetleri, özellikleri uzun
ve ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Savaş taktiklerinin akın, geri çekilme, tekrar saldırma
şeklinde üç aşamalı olduğu belirtilmiştir.
Savaşçılar, özel savaşçılar (Kartal Savaşçıları), zorlu, sıkı, düzenli, disiplinli bir
eğitimden geçirilir. Hunlar savaş alışkanlıklarını, ok atma, at sürme becerilerini kaybetmemek, sağlam, diri, üstün tutmak, keskin nişancılıklarını korumak için devamlı
eğitim yaparlar. Zorlu bir eğitimden geçerler. Özelliklerinden biri de atı kullanmadaki
maharetleri ve süratleridir. Onlar “görünmeyen savaşçılar” olarak tasvir edilirler. Değişik yollardan çok hızlı bir şekilde giderek birden Çin sınırında beliriverirler. Bütün
bu özellikleri onların kendilerinden sayıca kat kat üstün Çin ordularını rahatlıkla yenmelerini sağlamıştır.
Hun ordusu çevik, hızlı ve hareketlidir (M: 422). Hızla ve korkusuz hareket ederler (M: 425). En zor şartlarda savaşmasını bilirler. Hun savaşçısının özellikleri “çeviklik, hız, dikkat, beceri” diye belirtilir (Ç: 129).
Hun savaşları şöyle anlatılıyor:
42
“….Akın ve geri çekilme… Çin’i canından bezdirmeye yetiyordu.
“Hak ettikleri budur!
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Yaza doğru yeniden büyük bir devlet akını yapılacağı, Kiok Han’ın ordusunun
başında, Çin’e gireceği söylentisi dolaşıyordu. Hun Budun büyük bir mutlulukla bu
akına hazırlanıyordu. Göçler yaylalara yönlendirilip, sürüler rahata kavuştuktan sonra
kim tutardı artık onları?
Kimse tutamazdı.
Hun İli mutluluk içinde iken Çin, düşünceli, huzursuz ve yorgundu. Ardı arkası
kesilmeyen, önü alınamayan, büyük kayıplara sebep olan Hun akınlarını durdurmanın yolu aranıyordu.” (K: 291).
Mete Han’ın getirdiği savaş taktikleri ise Hun akıncılarının üstün ve yenilmez olmasını, asırlarca efsaneleşmesini sağlamıştır. “At Rengi Kuşatması” bu taktiklerden en
önemlisidir.
Hun savaşçıları devamlı eğitim yaparlar. Avlar (sürek avı, devlet avı) hem savaş için
bir talimdir, hem de yiyecek temini için gereklidir. Dayanıklı ve seri Fergana atlarına
binerler. Bunlar, tarihe “kanatlı atlar” diye geçmiş ve efsaneleşmiş atlardır. Atı hem bir
savaş aracı, hem de ev olarak kullanırlar. Ok ve yay yapımında ileridirler.
Hun savaşçıları için at, yay, ok en önemli ve vazgeçilmez vasıtalardır. Romanlarda at,
bu özellikleriyle yer tutar. At, sahibinin dilinden anlayan, insana yakın, neredeyse destanî
bir varlıktır. Mete Han’ın atı “destansı, kutlu bir devlet atı” olarak belirtilir (Ç: 56).
Türk tarihi üzerinde araştırma yapan Jean-Paul Roux, Hunlar için “sanki at üstünde
doğmuş” olduklarını söyler ve onların at üzerinde yaptıkları faaliyetleri, “orada düş kurar, orada yemek yerler, hatta kimi zaman yine orada uyuklarlardı” diye belirtir (Roux
1998: 76). Avı da “savaşı en iyi öğreten bir etkinlik” diye açıklar (Roux 1998: 77).
Hun savaşçısının en önemli silâhı, yaydır. Özel ağaçtan yapılır. “Sert, dayanıklı,
bir o kadar esnek, kırılmayan ağaçtan.” Üzeri deri veya kemikle kaplanır. (T: 124).
Adalet Kavramı ve Töre: Romanlarda töre olgusu sık sık vurgulanır ve adalet
kavramına dair çeşitli örnekler verilir. Bunların en önemlilerinden biri ayguçi Uluğ
Ata’nın Mete Han’dan istekleri arasında şöyle belirtilir:
“Töre konulduktan sonra ne olursa olsun değiştirilmemesi, uygulamada asla değişik
kişilere göre, davranılmaması, danışmanın esas olması, Han’ın kurultayın aldığı kararlara mutlaka uyması, âdil ve eşit bir yönetim, boylar arası denge…” (M: 358-359).
Bu, adalet ve töre kavramının Türklerde ne kadar eski olduğunu gösteriyor.
Mete Han, âdil ve eşit bir yönetim kurmuş, düşmanları bile onun adaletine güvenmiş ve bu adaletten şüphe etmemişlerdir.
Töreden ayrılmak çok büyük, ölümcül bir suçtur. Töreden ayrılan Teoman Han, bu
suçunun bedelini hayatıyla ödemiştir.
Töre çok önemlidir. Çiçi Han romanında “Töre! Bir anlayış! Zamanın geçmişten bugüne taşıdığı kurallar zinciri! Tecrübelerle elde edilmiş sonuç… Sadece uygulanır…” diye ifade edilir (Ç: 132).
Adalet, Hun Devletinin temelidir (K: 106).
43
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Mete Han’ın oğlu Kiok Tigin’e ölmeden önce yaptığı nasihatler, yani vasiyeti, adalet ve töre anlayışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
“Yoldaşlarını iyi seç oğul! Onları koru ve kolla. Mutlaka dinle. Kurultayları sakın
ihmal etme. Tailin’de sayımı da… Budunu töre ve gelenekler yaşatır! Danışma müessesesini koru. İyi ve saygın bir ayguçi seç.
Kurultaya danış bunu yaparken. Hun birliğini bozdurma. Bozmak isteyenleri asla
bağışlama. Anlaşmalara uy. Sözünden dönme! Yağılarının ardına düş. Hun iline saldıranlara misliyle karşılık ver! Bir de… Töreyi uygula. Adaletli ol!” (M: 538).
Ekonomi ve Ticaret: Güçlü bir devlet kurmak ve onu sürdürmek için ekonomik
durum önemlidir. Bunun için budunun zenginlik ve refah içinde olması lâzımdır.
Hunlar güçlü oldukları yüzyıllarda İpek Yolunu, ticaret yollarını ellerinde tutmuşlar,
bundan dolayı diğer budunlara üstünlük sağlamışlardır. Kiok Han romanında yoksul
bir Hun köylüsü olan Talay, aşevine yemek yemeye gidince dikkat çekmiş, bu durum
da romanda belirtilmiştir. Mete Han romanında Hunların zenginliği ve refah içinde
oldukları sık sık belirtilir. Budunun zenginliği, büyük devlet olmanın gereği olarak
gösterilir.
Hunlar şehirler kurmuşlar ve zenginleşmişlerdir. Kurdukları şehirler asırlar boyu,
büyük şehirler olarak devam etmiş ve üstünlüklerini korumuştur.
Eğitim: Hunlarda her alanda sıkı ve düzenli bir eğitim görülmektedir. Bu alanların
başında askerlik gelir. Romanlarda askerlik ve savaşçılık ile ilgili bilgiler, yeri geldikçe
verilmiş, savaş düzeni, askerlik eğitimi anlatılmıştır. Bunlar arasında avlar (sürek avı,
devlet avı), yarışlar, akınlar ve talimler sürekli olarak yapılanlardır.
Diğer bir eğitim ve öğretim yolu, öğütlerdir. Öğütlerin Türk hayatında çok önemli
bir yeri vardır. Bu, çok eski bir gelenektir. Tecrübe, bilgi, töre, sosyal ve ferdî değerler,
adalet kavramı bu öğütlerle yeni nesillere aktarılır. Dede Korkut Hikâyelerinde de görülen bu tavır, sosyal ve ferdî bir nitelik taşır (Bu hikâyelerde Dede Korkut, Şaman’ın,
Kam’ın veya aile büyüğünün simgesi olur. Dede Korkut veya Korkut Ata, hikâyelerde
arka planda daima ağırlığını hissettirir bir şekilde durmakta, karakterlere yön vermektedir). Romanlarda bunlara da yer verilmiştir. Birkaç örnek verelim: Teoman romanında
Şaman’ın Duman’a töreden ayrılma diye verdiği öğüt, Mete Han’ın ölmeden önce Kiok
Han’a vasiyeti, bütün romanlarda Şamanların söyledikleri, ayguçilerin tavsiyeleri gibi.
Bu romanların önemli bir özelliği de, ibret verici bir nitelik taşımasıdır. Yazar tarihte vuku bulan olayları anlatırken yapılan yanlışlara da dikkat çeker. Bir taraftan tarihi,
bütün bilinen gerçekliği ile ortaya koyarken diğer taraftan da yanlışlara işaret eder ve
ibret verici noktaları vurgular.
Öğütler, Türklerin hayatında çok büyük bir yer tutarlar. Çok farklı zamanlarda
yazılan eserlerde bunlara dair karakteristik örnekler bulmaktayız. Bunlardan biri de
Mübadiller romanında karşımıza çıkar. Romanda Abdurrahman Ağa kadınlara ve
erkeklere ayrı ayrı şu öğütleri vermektedir:
44
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
“Bak Fatme Hanım! Çocuklara diyeceklerimi sen de dinle! Yeni memlekette üç şeye
dikkat edin. Rumeli’de elimiz açık idi, kapımız açık idi, soframız açık idi. Anadolu’da
da öyle olun!” (Gürbüz 2008: 479).
“Oğlanlar! Üç şeye gözünüz kapalı olsun! Kimsenin ayıbını görmeyesiniz. Bu biir.
iki, diliniz, ağzınız kapalı olsun; kimseye fena söz söylemeyesiniz. Üç, beliniz bağlı
olsun; kimsenin kızına, namusuna göz dikmeyin.” (Gürbüz 2008: 479).
Görüldüğü gibi Abdurrahman Ağa’nın nasihatleri, Eski Türklerden beri gelen Şamanların, bilgelerin, ozanların öğütlerine çok benzemektedir. Bu da, törelerin, değer
yargılarının, hayata bakışın, hayat anlayışının, yalnız eserlerle değil sözlü gelenek vasıtasıyla da nasıl günümüze kadar geldiğini göstermektedir. Gerek Mübadiller romanında, gerekse Hun tarihini konu alan romanlarda, değerlerin yüzyılları aşarak devam
ettiği ve çok güçlü bir şekilde hayatımızda yer aldığını görmekteyiz.
Meslekler: Romanlarda bazı karakterler, özel adlarıyla değil meslekleriyle anılır.
Yaycı, Destancı, Ozan gibi. Ozanlar, Kamlar ve Şamanlar gelecekten haber vermeye ve
budunu uyarmaya çalışırlar. Her zaman birlik, adalet, dürüstlük gibi ferdî ve beşerî
değerleri yüceltirler. İnsan olmanın ve ölümsüzlüğe ulaşmanın faziletlerini anlatmaya,
öğretmeye çalışırlar. Doğru yolu göstermeye gayret ederler.
Romanlarda karakterler, isimleriyle değil meslekleriyle tanınırlar. Romanlarda bu
konuda önemli kişilerden biri de yaycıdır. Duman’a yay yapmaya gelen Yaycı bir sene
kalır, Duman’a pek çok şey öğretir. Yay yapımının incelikleri, malzemesi, ince işçilik
ve ustalık, hepsini anlatarak ve göstererek Duman’a anlatır. Bütün bunlar Duman’ın
ilgisini çekmiştir. Yaycı, yay yapımının bir ata mesleği olduğunu, öyle kolay öğrenilmeyeceğini söyler (T: 91). Yay için dört şey lâzım olduğunu belirtir. Bunlar ağaç, boynuz, hayvan siniri ve tutkaldır. Yaycı bunların nasıl bir araya getirileceğini ve nasıl
kullanılacağını da anlatır. Önemli olan, Duman gibi özel birine özel bir yay yapmaktır.
Bu özel yayın özellikleri de şöyle belirtilir:
“Yay yapımında böylesi işler olduğunu bilmiyordu Duman. Oysa ustanın derdi,
onun gelecekteki vücut gelişimini tahmin ederek, her zaman kullanacağı bir yay yapmaktı. Bütün gücünü kullanabileceği, yayı gererken zorlanmayacağı, hızını arttırıcı,
hedefi vurmada kolaylaştırıcı… Özel bir yay.” (T: 88).
Yaycı yay üzerine bir destan bile olduğunu söyler. Bu destanı şöyle anlatır:
“Köklerimizin yaratıldığı Altay Dağları’nda bir destan doğmuş, yay üzerine. Derler
ki Kara Atlı Han diye bir han, kendine yay yapmak için yedi dağ dolaşır, yedi erkek
geyiğin boynuzunu alırmış. Bu yedi boynuzu yan yana getirir, yapıştırır kendine bir
yay yaparmış. Bu yaya gereken kirişin de özel olması gerek ya. İşte onun için de Yağan
diye bilinen bir canavarın derisini kullanırmış.” (T: 95).
Önemli ve özel bir meslek de ayguçiliktir. Ayguçilerin işi de önemli ve kutsaldır.
Onlar Hanlara danışmanlık yapmakta, yanlış yaptıkları zaman onları uyarmakta,
onlara doğruyu göstermektedirler.
45
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Toplumda saygı gören bir diğer grup, Şamanlardır. Hunlar, Şamanları sever sayar,
onlardan çekinir, onların sözlerini dinlerler. Bütün romanlarda Şamanlara geniş, ayrı
bir yer verilir, onlara değer verilir, onların her sözü, her davranışı anlamlı ve kutsaldır.
Onların dediklerine uyulur, çünkü onların bir bildikleri olduğuna inanılır. Gölgelerden ve karanlıktan korkan, bunların kötü ruhlarla ilgisi olduğuna inanan Hunlar, bu
korkularını ancak Şamanların âyinleri ile giderebilirler.
Günlük Hayat ve Yaşayış: Romanlarda Hunların yaşayışları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiş bulunmaktadır. Bunlar, Hunların savaş ve barış zamanlarında neler yaptıkları, nasıl vakit geçirdikleri, eğlenceleri, yemekleri ile ilgili bilgilerdir. Bu bilgiler de
roman kurgusu içinde devrin havasını yansıtacak bir şekilde anlatılmaktadır. Şölenler,
ad verme törenleri, yoğ törenleri, yarışlar, avlar, romanlarda en çok ve en sık geçen
ritüellerdir. Bunlar romanlarda teferruatlı bir biçimde anlatılır.
Hunlarda soyluluk olgusunun bulunduğu, han, bey ve yabgu gibi yöneticilerin
belli boylardan seçildiği bilinmektedir. Romanlarda sosyal sınıflar üzerinde fazla durulmadığı görülür. Bazı boyların asil olduğu, Hanların o boylardan seçildiği sadece
birkaç kere söylenmiş, üzerinde ayrıntılı olarak durulmamıştır. Esasen Hun devlet
yaşayışı içinde bu konu çok da önemli değildir. Devletin güçlü zamanlarında herkes
sırasını ve yerini bilmekte, ona göre davranmaktadır. Devletin zayıf zamanlarında ise
böyle bir problem daima çıkmış, Hun boyları birbirlerinden ayrılmış ve birbirlerine
düşman olmuş, başta Çin olmak üzere de bu ayrılık körüklenmiştir. Bu durum da,
Hun Devletinin sonunu getiren bir davranış olmuştur.
Bazı Hun boylarının asil olduğu (Huyen boyu, Hoçi Boyu gibi) ve hanların bu
boylardan seçilmesi gerektiği bir iki yerde belirtilmektedir. Devlet kavramı ve devlete
ait eşya ve varlıklar (devlet avı, devlet atı gibi) yüceltilmiş ve bundan dolayı kıymetli
oldukları her fırsatta ifade edilmiştir. Romanlarda halk, karabudun diye değil budun
diye geçmektedir. Bu da sosyal sınıfların üzerinde açık ve net bir şekilde durulmadığını gösteriyor.
Bir başka konu, yaşayış ve kültür farkıdır. Teoman Han zamanında ortaya çıkan
bir problem, bu bakımdan üzerinde durulmaya değer. Çin bir prenses göndermiş, Teoman Han da bu prensesle evlenmiştir. Bu prenses zamanla Teoman Han’ı çok etkilemiş, bütün dediklerini yaptırmaya başlamıştır. Çinli prenses Hunların yaşayış şekline
ayak uyduramamış, Çin’deki yaşayışını devam ettirmek istemiştir. Teoman Han’dan
Çin usulü bir saray yaptırmasını istemiş, Han da onun bu isteğini kabul etmiştir. Çinli
prenses için Ötüken’de Çin usulü bir saray yaptırılır ve Çinli prenses bu sarayda yaşamaya başlar. Fakat Teoman Han bu yaşayış tarzına ayak uyduramaz ve otağda kalmaya
devam eder. Bu da farklı kültürlerin ve farklı yaşama biçimlerinin olduğunu, birlikte
yaşayan insanların bu farklılıktan etkilendiğini göstermektedir. Çin ile Hun devletleri
arasında her zaman görülen bu çok büyük kültür farklılığı, her zaman büyük problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Burada önemli olan şey, Teoman Han’ın
böyle bir farklılığa razı olması ve bu farklı ve ayrı yaşayışın kendi han olduğu ülkede
46
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
kendi rızasıyla sürdürülmesidir. Zaten problem de buradadır. Teoman Han’ın töreden
ayrılmasına ve kendi budununa yabancılaşmasına da, bu gibi olaylar sebep olmuştur.
Hunlar hayvancılık ve avcılıkla uğraşmaktadırlar. Romanlarda avcılık üzerinde durulmuş, fakat hayvancılıktan hiç bahsedilmemiştir.
Romanlarda ferdî değerlerden bahsedilir. Çalışma, alın teri, emek, yiğitlik ve kahramanlık, ataklık, cesaret, savaşçı bir toplumda her zaman övülen üstün değerler olmuştur.
Romanlarda Hunların ölüm karşısındaki tavırlarına da yer verilmektedir. Hunlar
ölümden korkmazlar; savaşta ölmek, bir Hun için gurur verici bir şeydir. Ölüm, yok
olmak değil, göğe yükselmek, Gök Tanrı’ya kavuşmaktır, mutluluktur. Bu yüzden ölüme de meydan okurlar, korkusuzca savaşırlar.
Yiğitlik ve kahramanlık, toplumun üstün değerlerinden biridir. Ad koyma da, gösterilen kahramanlığın ve cesaretin neticesidir. Böylece kahramanlık ve cesaret toplumun değer verdiği, teşvik edilen, mükâfatlandırılan olumlu bir değer haline geliyor
(hem sosyal hem ferdî bir değer) ve geliştirilen, gelişen bir değer oluyor.
Romanlarda toplum psikolojisi de ele alınmış, halkın çabuk yalana ve dedikoduya
kapıldığı, söylenenlere hemen inandığı, söylenenler üzerinde düşünmediği, olayların
aslını araştırmadığı üzerinde durulur. Bu, halkın çabuk ve kolay çözüm istediği şeklinde ifade ediliyor. Hunlarla Çinliler arasında yapılan bir savaş dolayısıyla vezir Yüeh
bu konunun üzerinde durmuş, Kiok Han’a Çin imparatorunun ve Çin halkının psikolojisini izah etmiş, ne yapılması gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Bu konuya ayrıntılı
olarak yer verilmiştir (K: 307).
***
Asya Hunları hakkındaki ilk bilgileri Çin kaynaklarından alıyoruz. Çin kaynakları
Hunların varlığını M.Ö. 1700’lere kadar götürmektedirler. Fakat bu devreye ait ayrıntılı bilgi, kaynaklarda yer almamaktadır. Hun adının geçtiği ilk tarihî kayıt M.Ö. 318
yılına aittir (Ercilasun 2010: 52).
Tuman’ın oğlu Mete (Motun Yabgu) M.Ö. 209-174 tarihleri arasında Hun tahtında
hüküm sürmüştür. Onun oğlu Kiok, M.Ö. 174-161 tarihleri arasında Hun Devletini
idare etmiştir. Kiok zamanı, Hun Devletinin en güçlü devirlerinden biridir. Kiok romanında da bu güçlülük ve Hunların dünyaya hükmetmesi vurgulanmaktadır.
M.Ö. 55 tarihinde Hunlar ikiye bölünmüş ve Çiçi Yabgu Batıya çekilmiştir. M.Ö.
36 yılında Çiçi Yabgu öldürülür. Demek ki Çiçi Han romanı bu tarihler arasındaki
olayları anlatmaktadır (Ercilasun 2010: 468).
Burada üzerinde durulması gereken en önemli şey, Hunların kurdukları düzenli
ve sistemli devlet sistemidir. Bu konuyu Türklerin Psikolojisi adlı kitabında ayrıntılı
olarak ele alan Erol Göka, devlet kurmanın önemini belirtir ve “ulus” tarifini bu kavrama oturtur.
47
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
Göka’ya göre devlet çok yüksek bir organizasyondur ve devlet kurmuş halka ulus
denir. Devlet, insan topluluklarının kurabildiği en gelişmiş organizasyon şeklidir.
Bir topluluk, devlet kurabilmek için bir hukuk üstünde ittifak etmiş olmalıdır. Bu
da ancak ortak bir tarih, ortak bir toprak, ortak bir değerler sistemi, ortak bir bellek
üzerinde anlaşabilmiş olmak demektir. Ortak bir kamu kültürü, hukuk ve ekonomi
üzerinde anlaşmış bulunmak demektir (Göka 2008: 28-29). Göka bunun ortak anadil
ile gerçekleştirilebileceğini söyleyerek anadilin insan psikolojisini oluşturmada ve
geliştirmede en önemli faktör olduğunu belirtir (Göka 2008: 26, 28).
Bu açıdan bakıldığı zaman M. Ö. 300’lerde gelişmiş ve üstün bir devlet kurduğunu
bildiğimiz Hunlar, incelenmeye değer çok gelişmiş yapılara, değerlere ve sistemlere
sahip bir milletti. Bu gerçekler ise yalnızca tarihî bilgilerle yaşatılacak şeyler değil çeşitli sanat eserleri ile var olabilecek ve kıymet kazanabilecek türden değerlerdir.
Romanlardan anlaşıldığı üzere yazar bu romanları kaleme almak için ciddî bir
tarih araştırması yapmıştır. Tarihi ayrıntılarıyla anlattığı görülmektedir. Yazarın Hun
tarihinden bahseden yerli ve yabancı araştırıcıların kaleme aldığı kitapların pek çoğunu okuduğu anlaşılmaktadır. Bunlar arasında Bahaettin Ögel, İbrahim Kafesoğlu,
Abdülkadir İnan, Rene Grousset, Jean-Paul Roux, Lev Nikolayeviç Gumiliev, Liu MauTsai gibi birçok âlimin kitapları bulunmaktadır. Romancı tarihe sadık kalmış, tarihten
sapmamış, bu konuda büyük bir titizlik göstermiş ve adeta bir araştırmacı gibi davranmıştır.
Son yıllarda eski devirlerle ilgili çalışmalar ilerlemiş, yapılan arkeolojik kazılar da
bunu desteklemiş, pek çok Türkolog ve Şarkiyatçının eseri Türkçeye tercüme edilmiş,
bütün bunlar ilim âlemine sunulduğu kadar geniş okuyucu ve meraklı kitlesinin önüne açılmış bulunmaktadır. Son zamanlara kadar bu kaynaklar Türk topluluğu için bilinmez ve ulaşılmaz kalmıştı. Şimdi ise yapılan tercümeler ve gelişen yayın imkânları
sayesinde kolayca ulaşılabilir hâle gelmiş bulunmaktadır.
İşte bu sebeple, Hun tarihi Türk romanı için yeni bir konu olmuştur. Şimdiye
kadar Türk romanında en eski Türk tarihi olarak Göktürkler devri ele alınmaktaydı.
Atatürk devrinde yazılan romanların ve diğer kurgusal eserlerin bu kadar bilgiye
dayanmadığı görülmektedir. Bu yüzden o devirde yazılan tarihî roman, tiyatro gibi
eserler uzak ve mitolojik devirleri anlatmakta, belli belirsiz zamanlardan bahsetmekte
ve muğlak bilgileri kullanmaktaydı. Faruk Nafiz’in Akın piyesi buna örnektir.
Terzioğlu’nun romanları, tarihî romanlardır. Yazar tarihî olayları ve şahsiyetleri
ustaca romanlaştırmıştır ve olayları belli başlı Türk hükümdarları etrafında toplamıştır. Bunlar klasik görüşle kaleme alınmış tarihî romanlardır. Olaylar tarihe uygun bir
şekilde kronolojik olarak anlatılmıştır. Bu romanlarda tarihî olaylarda gerçeklik, tarihe uygunluk esastır. Bu romanların önemli bir özelliği ve amacı genç nesillere tarihi
öğretmek ve sevdirmektir. Bu tip eserler yalnız genç nesillere tarih öğretmekle kalmaz,
tarihin canlı kalmasını ve yaşamasını da sağlar.
48
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Romanlarda göze çarpan bir başka nokta, bazı karakterlere insanüstü, destanî bir
kimlik verilerek anlatılmasıdır. Yaycı, Destancı, Ozan, Şaman gibi karakterler, romanlarda kutsal destanî şahsiyetler olarak tasvir edilmişlerdir. Bu, hem devirden, hem de
mesleklerden gelen bir durumdur. Yazar, konu edilen mesleklere kutsallık vermektedir. Bu suretle romanlar o devrin havasını, anlayışını, inancını ve hayata bakışını
yansıtmış olmaktadır.
Bir başka özellik, yazarın, olayları uzun ve ayrıntılı anlatmasıdır. Ele aldığı bir şahıs, varlık veya olayı uzun uzun tasvir ederek ve bütün özelliklerini belirterek anlatır. Yaycının yay yapması ve bu arada Duman’la konuşması buna örnektir. Yazar, bir
olayın, bir âletin, bir vasıtanın bütün özelliklerini, insanların ona verdikleri değeri,
ayrıntılı olarak ve tekrar ederek anlatır ve tasvir eder. Bu, şuurlu yapılmış bir harekettir. Romancı o devrin havasını vermeye çalışmakta, okuyucuda anlattığı olaya veya
o devre karşı ilgi, dikkat ve merak uyandırmaya çalışmaktadır. Ayrıca ustalara, işinin
ehli olanlara, destanî bir hava vermiş, şamanî vasıflar yüklemiştir. Onları destanlaştırmıştır. Romanlarda devrin yaşama şartları, değer yargıları, inançları, töreleri uzun ve
ayrıntılı olarak verilmiştir.
Yazarın akıcı, sürükleyici, açık bir üslûbu vardır. Eski Türkçeden aldığı kelimeler
ve ifadelerle devrin havasını vermektedir. Cümleleri kısa, açık ve etkilidir. Bu özellikleriyle yazarda Atsız tesiri görülmektedir.
Romanın en önemli unsuru olan dramatik unsur, bu romanlarda olay kahramanının kişiliği ve olayların akışı ile sağlanmaktadır. Tarihî macera romanlarının birçoğunda olduğu gibi, dramatik unsur, hayalî bir aşk etrafında yaratılmamıştır. Meselâ
Teoman’ın yetişmesi, bütün hayatı, Mete’nin hayatı, yaptıkları, düşünceleri, savaşları,
reformları, babasıyla yaşadığı gerilimli gerginlik, romanlarda dramatik yapının esasını teşkil eder. Yazarın burada tamamen gerçeklerden hareket ettiği (ki bu gerçeklere
ulaşmak için tarihî kaynakları kullanmıştır), böylece dramatik yapıyı oluşturduğu görülmektedir.
Romancı tarihteki hükümdarların kişiliklerini mümkün olduğu kadar gerçeğe uygun bir şekilde yansıtmada başarılı olmuştur.
Romanlarda hükümdarların özelliklerinin ortak ve benzer olduğu görülmektedir.
İlkçağdan, Mete Handan başlayarak İstemi, Bilge ve Alparslan’la devam eden, Fatih
Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk ile uzun bir zincir oluşturan hükümdarlar,
davranışlarıyla şaşılacak kadar aynı özellikleri göstermekte ve birbirlerine benzemektedirler. Asırlar, şartlar, coğrafya ne kadar değişirse değişsin, o şaşırtıcı benzerlik devam etmektedir. Mete Han’ın Çinlilere olan yenilgiyi kabul etmemesi, At Kenti’ni geri
almadaki direnci, kararlılığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Savaşında askerlere “Düşmandan kaçılmaz” diyerek mani olması ve “Ben size ölmeyi emrediyorum”,
diyerek kaçan askerlerin önüne çıkması, Mütareke devrinde İstanbul Boğazı’nda
gördüğü İngiliz gemileri için kullandığı “Geldikleri gibi giderler” ifadesi, hep aynı
kararlılığın ifadesidir. Mustafa Kemal de Mete Han gibi vatan müdafaasını ve mille49
Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar
tin istiklâlini her şeyden üstün tutmuştur. Kararlı ve planlıdırlar. Mete Han’ın askerlik alanında pek çok buluşu, taktiği, mesela At Rengi Kuşatmasının, yüzyıllar sonra
Fatih’in İstanbul’da gemileri karadan yüzdürmesi şeklinde ortaya çıktığını söylemek
yanlış olmaz. Mustafa Kemal’in “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh
bütün vatandır” görüşü, bir savaş taktiği olarak yenidir ve aynı şekilde bir buluştur;
askerlik alanında bir yaratıştır.
Bütün bu olaylar benzerlikler, davranışlar, sözler ve diğer bütün kültür izleri,
maddî ve manevî kültür vasıtaları, Hunların Türk olduklarını açıkça göstermektedir.
Pek çok davranış kalıbı, düşünce tarzı, yorum bugünkü hayata bakışımız Mete ve
Teoman Hana, Oğuz Kağana, Hunlara kadar dayanmakta, hattâ dikkati çekecek kadar benzemektedir. Yabancı hayranlığı, yabancılara özenme ve benzeme arzusu, onlar
gibi olma isteği, birbirleriyle mücadele ve çekişme, kardeş kavgası, yöneticilik arzusu,
trafikte ve günlük hayatta, büyük küçük önemli önemsiz herşeyde gereksiz bir aldırmazlık ve gözü karalık, ölüme meydan okuyuş gibi özellikler bugünkü hayatımıza
zannettiğimizden çok daha fazla hâkimdir ve bizi yönetmektedir. Hükmetmek ve yönetmek arzusu, parlak bir zekâ ve yaratıcılık, onun yanında şaşırtıcı ve ürkütücü bir
saflık (belki aptallığa varan bir saflık)… Bütün bu özellikler (meziyetler ve kusurlar),
herhalde sıradan ve alışılmış olmamanın, olamamanın, daima olağanüstü olmanın ve
uçlarda yaşamanın belirtisi olsa gerektir.
Son yıllarda yazılan tarihî romanları incelediğimiz zaman, tarihî roman anlayışının
yeni bir devreye girdiğini görmekteyiz. Bunlar, tarihi yeniden yorumlayanlar, ayrıntılarıyla tarihteki gerçekleri yazarak tarihi yaşatmaya ve öğretmeye çalışanlar ve tarihî
malzemeye fantastik bir boyut kazandıranlar olmak üzere üç grupta toplanabilir. Bunların her biri bir sanatçı için ilgi çekici ve değerli olabilir. Fakat tarihi yeniden yorumlamak veya tarihe fantastik bir boyut kazandırmak için önce tarihi olduğu gibi bilmek
ve öğretmek lâzımdır. İşte klasik tarihî roman tarzı, bunun için her zaman gündemde
kalabilecek, okuyucu kitlesi bulabilecek ve değerini hiçbir zaman kaybetmeyecek bir
türdür.
KAYNAKLAR
Ahmet B. ERCİLASUN. Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla, Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, dokuzuncu baskı, Ankara 2010.
Muharrem ERGİN. Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, 21. baskı, İstanbul t.y.
Mehmet Âkif ERSOY. “Âsım”, Safahat, Hazırlayan Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, dördüncü baskı, İstanbul 1955.
Erol GÖKA. Türklerin Psikolojisi, Tarihin Ruhumuzda Bıraktığı İzler, Timaş Yayınları, üçüncü
baskı, İstanbul 2008.
L. N. GUMİLEV. Hunlar, Çeviren Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul 2002.
Yılmaz GÜRBÜZ. Mübadiller, Elips Yayınları, ikinci baskı, Ankara 2008.
Jean Paul ROUX. Türklerin Tarihi, Büyük Okyanus’tan Akdeniz’e İki Bin Yıl, Çeviren Galip
Üstün, Milliyet Yayınları, altıncı baskı, İstanbul 1998.
50
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Çiçi Han, Türklere Batının Yolunu Açan Türk Hakanı, Bilge Oğuz
Yayınları, ikinci baskı, İstanbul 2010/Ç.
Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Teoman Han, Büyük Hun Devletini Kuran Türk Hakanı, Kripto
Yayınları, Ankara 2011/T.
Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Mete Han, Türklerin Büyük Hakanı Hun Tanhusu, Kripto Yayınları, Ankara 2011/M.
Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Kiok Han, Mete Han’ın Oğlu, Hun Tahtının 3. Tanhusu, Kripto
Yayınları, Ankara 2011/K.
51
21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk
Prof. Dr. Umay GÜNAY
B
52
iz 20. yüzyılı temsil edenler 21.yüzyılda şekillenmekte
olan dünyayı algılamakta zorlanıyoruz. Bunda mutlaka
bir takım yaklaşımlarımızın ve peşin hükümlerimizin
de etkisi vardır. Ancak 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte
20.yüzyılın insanlık adına daha iyi bir yüzyıl olması beklenti ve önerilerini aktaran edebi eserlerin ve bu eserler
yanında ideolojileri ve çeşitli felsefi akımları tanıtan ve
tartışan gazete ve dergilerin payının önemli olduğunu
düşünüyorum. Gerek Batıda gerek Türkiye’de 20.yüzyılın şekillenmesinde felsefi ve ideolojik akımların yanında edebî eserlerin etkisi büyüktür. Mensup oldukları ideolojileri yansıttıkları düşünülen bazı yazarların eserleri
yasaklanmıştır. İdeologlar ve yazarlar görüşlerini aktardıkları eserler sebebiyle yargılanmışlardır. Çünkü edebiyatın insanın kişiliğini, düşüncelerini ve davranışlarını
yönlendireceği düşünülmüştür. Olumlu ve olumsuz anlamda edebiyat ve yaratıcıları önemsenmiştir. Bugün
geldiğimiz noktadan bakıldığında 20. yüzyılda yazar ve
şâirler sanki insanlık tarihinin altın çağını yaşamış gibi
görünüyorlar. Eğitim ve öğretim içinde edebiyata öncelik
ve geniş anlam verilmiş hatta liselerde yetenekler gruplandırılırken edebiyat ve fen kolları kurulmuştur. Edebiyat, sosyal bilimlere geçişi sağlayan önemli bir alt yapı
olarak kabul edilmiştir.
Edebiyat hayatın aynası olduğuna göre insanlığın birikimi bir şekilde edebiyata yansıdığından edebiyat de-
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
ğerlendirmelerinde de bu anlayış etkili olmuştur. İdeolojiler, politik yaklaşımlar ve
oluşması istenen yaşama tarzlarıyla ilgili beklentiler, hayata dâir her türlü eleştiri ve
umutlar edebî eserlerde yer almıştır.
Hayatı büyük ölçüde sembollerle ve bugünkü anlayışımıza göre tek düze anlatan Divan
Edebiyatı, Yeni Edebiyat temsilcileri tarafından hayatın her yönünü aksettirmediği ve farklı dünya görüşlerine yer vermediği için hem dili hem içeriğiyle eleştirilerek dışlanmıştır.
Böyle değerlendirmeler yapılırken “Edebiyat-ı Cedide /Yeni Edebiyat “ adının ne zamana
kadar geçerli olacağı hiç düşünülmemiştir. Yeni yüzyıldan bakınca bu edebiyat da artık
eski sıfatını kazanmıştır. 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde edebî eserler ne kadar yeni
yüzyıla ışık tutuyor sorusunu sorduğumuzda yeni yüzyılın gelişmiş dünyada belirsiz bir
kargaşa ifade ettiğini algılıyoruz. Biz de ise yeni yüzyıl hemen hemen hiç tartışılmamaktadır. 20 yüzyılın söylem ve tartışmaları devam etmektedir. Gelecekle ilgili politik söylemler
de 20. yüzyılın iyi ve kötü kavramlarına ve göreceli hedefleri ifade etmektedir. Edebiyatta
bir ölçüde ifade bulan bireysel özgürlükler ve haklar, kadın hakları gibi söylemler Avrupa
Birliğinden aktarılan altı doldurulmamış ve bütünleştirilmiş bir dünya görüşüne dayanan
bir gelecek senaryosu ve zemini olmadan tekrarlanan kavramlar olarak görülmektedir.
Türkiye’deki edebiyat batıdaki akımların bazı serpintilerini aktarmakla beraber
büyük ölçüde 20. yüzyıl anlayış ve kabullerini sürdürmekte, ve entelektüel birikimde
etkisini kaybetmekte gibi görünmektedir.
Anglo-Amerikan edebiyatında ise 20. yüzyılda yapılan bizde de tekrarlanan edebiyat tanımına karşıt görüş belirtmeyen edebiyat eleştirmeni yok gibidir. Bugün yapısalcılık; yapısalcılık sonrası ve yapıbozuculuk gibi dilbilimine dayalı eleştiri kuram ve görüşlerinin Anglo-Amerikan edebiyatını etkilemeleri, post-modernism, post-feminism,
koloni-sonrası edebiyat
eleştirisi ile kültürel araştırmalar alanlarının popüler kültür ürünlerinin de “edebiyat” kapsamına alınmalarını sağlamaları, günümüzde tekrar edebiyat nedir tartışmasını gündeme getirmiştir. Özellikle post-modernismin alt kültür, üst kültür ayrımının ideolojik olduğunu savunması, “edebiyat” tanımlarının salt üst kültür ürünlerini
ve onların da yalnızca bir kısmını içerdikleri ve estetik değerlerin hakim sınıfların
ideolojik öğretileri oldukları yolundaki görüşleri, geleneksel edebiyat kavramını ve
normlarını yıkmıştır1. Maalesef Türk Edebiyatı alanında çalışanlar kuramlar ve eleştiri
geliştirme safhasına geçememiştir. Hem edebiyatımız hem de teorik yaklaşımlar ve
metodlar batıdan ödünç alınmış kavramların, ilhamların ışığında oluşturulmaya ve
değerlendirilmeye çalışılmaktadır.
21. yüzyıldan dünyaya baktığımızda bilgisayar teknolojisi ile şekillenen ve siber
yüzyıl da denilen yeni yüzyılda küreselleşme kavramıyla toplumlar yeknesaklaştırılırken birey denetim altına alınmaktadır. Denetim altına alınan bireyin bir çeşit feryadı
kabul edilebilecek siber-punk edebiyat adı verilen bilimkurgu edebiyata bir başkaldırı
gibi görünen bir alt tür doğmuştur.
1 Prof. Dr. Oya Batum Menteşe, “Edebiyat Nedir?” .Atılım Üniversitesi WEB Sayfası
53
21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk
Siber-punk türü, 1980’lerin başında ortaya çıkmıştır; “sibernetik”(İngilizce: cybernetics/güdümbilim) ve “punk/ saçma/ çürümüş” kelimelerinin bileşimidir. Terim, ilk
olarak yazar Bruce Bethke’nin “Amazing Science Fiction Stories” dergisinin Kasım 1983
sayısında yayınlanan “Cyberpunk” adlı kısa öyküsünde kullanılmıştır. Daha sonra William Gibson’ın2 siber uzayı tanımladığı kabul edilen kitabı “Neuromancer” ile kavram
daha belirginleşmiştir. Bu eserlerde zaman dilimi genellikle yakın gelecektir ve ortam da
genellikle distopyandır/ütopik olmayan /iyi olmayan. Siber-punk türünün yaygın temaları içinde bilgi teknolojilerindeki gelişmeler özellikle İnternet / siber uzay ve şirketlerin
devletlerden daha etkin olduğu demokrasi ötesi toplumsal kontrol sistemleridir. Nihilizm3 post-modernizm ve kara film4 teknikleri yaygın olarak kullanılmakta ve lider karakterler memnuniyetsiz ve isyankâr anti-kahramanlardır. Bu karakterlerin çözümsüzlük ve beklentisizlik içinde olmaları bu türü diğer edebiyat akımlarından farklılaştıran
özelliklerindendir. Bu türün dikkat çekici yazarları arasında William Gibson Bruce Sterling5 Alfred Bester6 ve Pat Cadigan7 sayılabilir. 1982 yapımı “Blade Runner” filmi ve büyük çoğunluğun bildiği ‘Matrix’ filmi görsel siber-punk türünün en belirgin örnekleridir.
Bilimkurgu Ansiklopedisi /“The Encyclopedia of Science and Finction”, siber-punk’u
1980’li yıllarda doğmuş ve popüler olmuş bir edebiyat ekolü olarak tanımlamaktadır.
Bruce Bethke’in8 “Cyber-punk” adlı kısa hikâyesi ve William Gibson “Neuromancer” adlı romanı bilinen bilimkurguya farklı bir boyut kazandırmıştır. Birçok önde
2
3
4
5
6
7
8
54
William Ford Gibson (d. 17 Mart 1948) yazdığı bilim kurgu romanları ile tanınır. Siber-punk akımının babası olarak bilinen Gibson’ın ilk romanı Neuromancer, yayınlandığı 1984 yılından beri dünyada
6.5 milyonun üzerinde satmıştır
Nihilizm; metafizik ve ahlaki güçleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir
iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıdır. Nihilizm; bilgi felsefesi, ahlak ve siyaset alanında kabul
görmüştür. Ve yine nihilizm, her şeyi, her gerçeği ve değerleri reddetme şeklinde ortaya çıkmıştır. Nihilizm; her türlü bilgi imkanını reddeder ve hiçbir doğru, genel-geçer bilginin olamayacağını savunur.
Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok sayar.
Kara film (Fransızca: film noir), Kahramanlarını çürümüş ve itici algılanabilecek bir dünyanın içine
yerleştiren Hollywood suç filmlerini tanımlamak için kullanılan bir sinema terimidir. Hollywood’un
klasik kara film dönemi, 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar uzanır. Bu dönemin az ışıklı, siyah beyaz çekilmiş kara filmleri, Alman Dışavurumcu sinemasından etkilenmiştir. İlk kez 1946
yılında İsviçreli eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan “kara film” terimi,
zamanında klasik kara filmler yapmış ve yapmakta olan film yapımcıları ve oyuncular tarafından bilinmiyordu. Pek çoğu, kara filmlere imza atmış olmasına rağmen, böyle bir tür yarattığının farkında
olmadığını itiraf etmiştir. Kara film akımının ölçütleri, tarihçiler ve eleştirmenler tarafından sonradan
belirlenmiştir.
Michael Bruce Sterling 14 Nisan 1954 doğmuş, Amerikalı bilimkurgu yazarıdır. Siber-punk türünü
tanımlanmasına katkıda bulunduğu Mirrorshades antolojisindeki romanlarıyla tanınmaktadır.
Alfred Bester (18 Aralık 1913 – 30 Eylül 1987) Amerikalı bilimkurgu yazarı, TV ve radyo senaristi,
dergi editörü ve çizgi roman çizeridir. Bütün bu alanlarda başarılı olmakla beraber bugün daha çok
bilimkurgu yazarlığıyla ve “The Demolished Man” adlı romanıyla 1953 yılında Hugo ödülünü ilk kazanan yazar olarak hatırlanmaktadır.
Pat Cadigan (1953 yılında Amerika’da doğan şimdi İngiltere’da yaşayan bilim kurgu yazarıdır. Eserleri
siber-punk hareketinin bir parçası olarak kabul edilmektedir. Romanlarının ve kısa hikâyelerinin hepsi
insan beyni ile teknoloji arasındaki bağlantıyı araştıran ortak teme sahiptir.
Bruce Bethke, 1955 yılında doğmuş, 1983’te yayınlanan ve çok tanınan kısa hikâyesi “Cyberpunk”la
bilinen Amerikalı yazardır. Siber-punk teriminin dünyada yaygınlaşması bu hikâye ve “Headcrash”
adlı romanıyla gerçekleşmiştir . Bethke’nin siber-punk alt kültürü konusundaki düşünceleri ve “The
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
gelen post-modern akademisyen siber-punk’ı yeni bir akım olarak kabul etmektedir.
Siber-punk akımını diğer bilimkurgu veya edebiyat akımlarından farklı kılan önemli bir özellik ise sadece edebiyat dünyası içerisinde kalmayıp günlük hayatta somut
yer bulabilmesidir. “Neuromancer”in yayınlanmasının ardından iki üç sene içerisinde
siber-punk sadece bir edebi akım olmaktan çıkmış belli kesimler tarafından benimsenen bir alt kültür ve bir hareket halini almıştır. Bu alt kültürün romandan doğduğunu
düşünmek eksik bir değerlendirme olur. Batıdaki teknolojik ilerlemeyle şekillenmekte
olan siber-çağın hissedilen yansımalarının özellikle genç nesiller tarafından algılanmasına roman bir cevap olmuştur da denilebilir. Edebiyat, bir çeşit hayatın köpüğüdür.
Gibson’ın kitaplarında anlattığı doğduğu günden itibaren bilgisayar ile iç içe büyüyen bilgisayarın dilini konuşan yeni nesiller, şekillenmekte olan bu alt kültürü şimdiden benimsemişlerdir. Siber-punk türü eserlerde bilimkurgu eserlerinde olduğu gibi
teknolojik ve geleceğe ait objeler veya terimler kullanılmaktadır. Ancak siber-punk
kahraman bu teknolojiye baş kaldırı ve mücadele içindedir. Bilim kurgu eserlerinin
çoğu kahramanların teknolojiyi kullanarak karşılaştıkları problemleri nasıl çözdüğü
ile ilgilidir. Siber-punk diyarında ise birey bu teknoloji ile çatışmaktadır. Siber-punk
kahraman için asıl problem, teknolojinin oluşturduğu kültür değişiminin yarattığı ortam ve kabullerdir. Siber-punk yazarları daha çok teknolojinin getirdiği insanı yönlendiren ve yöneten bireysel seçim ve kararları ortadan kaldıran olumsuzluklar ve sorunlar üzerinde durmaktadırlar. Siber-punk dünyasında teknoloji insan hizmetinden
çıkmış, insan teknolojinin hem parçası olmuş hem de teknolojinin emrine girmiştir.
Kültürü insan yaratmakta ancak bütünüyle hiçbir zaman yönetememekte, kültür insanı
yönetmektedir. Siber-uzay denilen alanı da insan yaratmıştır. Ancak ulaşılmakta olan
noktada siber-uzay bireyi ve toplumları yöneterek, esir alacak gibi görünmektedir.
Siber-punk “yüksek teknoloji - düşük kalitede yaşam” kavramlarına dikkat çekerek ünlenmiş bilimkurgunun alt türüdür. Siber-punk kavramı Bruce Bethke 1980’de
yazdığı kısa hikâyenden adını almakla beraber terimin yaygın kabulü hikâyenin basılmasından önce editör Gardner Dozois9 tarafından sağlanmıştır. Dozois, bu yazısında
bilgi teknolojisi ve sibernetik gibi bilimler konusunda bilgi verdikten sonra sosyal
hayatta getirdiği çöküntü ve radikal değişikliklere dikkat çekmiştir.
Lawrence Person’a10, göre siber-punk karakterlerinin ortak özellikleri şöyledir:
Distopik/ütopyası olmayan/karamsar geleceklerde toplumdan uzak, günlük yaşamın
hızlı teknolojik gelişmelerle sıkıştırıldığı, bilgisayarla işlenmiş bilgilerin yaygınlaşmasıyla ve insan bedenini değiştirebilen saldırgan veri alanlarında yaşayan; farklılaştırılmış ve yabancılaştırılmış karakterlerdir.”
Etymology of Cyberpunk” başlıklı, siber-punk etimolojisi ile ilgili bir denemesi kendi web sitesinde
yayındadır. .
9 Gardner Raymond Dozois, 23 temmuz 1947’doğan Amerikalı bilimkurgu yazarı ve editörüdür.
Asimov’un “Science Fiction” dergisinin 1984- 2004 yılları arasında editörlüğünü yapmıştır. .
10 Lawrence Person, bilimkurgu ile ilgili röportajlar, tanıtma yazıları ve eleştirel makaleler yayınlayan
yazılı bilimkurguya odaklanmış Nova Express’in editörüdür.
55
21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk
Genelde siber-punk hikâyelerinin konusu, merkezi hackerlar11 yapay zekalar12 ve mega
şirketler arasındaki anlaşmazlık ve gerilimlerdir. Siber-punk yazarları, Isaac Asimov’un13
“Foundation” veya Frank Herbert’in14 “Dune”u gibi romanlardaki uzak gelecek kurgularını
yakın bir gelecek içine yerleştirmişlerdir. Bu kurgular genellikle endüstriyel distopyalardır.
Siber dünyanın15 yaratıcıları ortaya çıkan sıra dışı kültürel tahrik ve teknoloji kullanımının ulaşacağı olumsuz boyutu asla tahmin etmemişlerdir. Sokaklar ve farklı yara-
56
11 Hacker, Türk Dil Kurumu’nun internet üzerindeki sözlüğüne göre bu kelimenin anlamı “Bilgisayar
ve haberleşme teknolojileri konusunda bilgi sahibi olan,bilgisayar programlama alanında standartın
üzerinde beceriye sahip bulunan ve böylece ileri düzeyde yazılımlar geliştiren ve onları kullanabilen
kişi” olarak tanımlanır. Hacker, yetenekli ve zeki bir bilgisayar kurdudur. Gerçek yeteneği ise bilgisayar
güvenliği ve mantıksal programlama üzerinedir.
Hacker kavramının nasıl Türkçeleştirileceği konusundaki karmaşa dışında, bu kavramın evrensel boyuttaki anlamı da gerçek bir muammadır. Değişik sözlüklerde bu kavram hakkında bazı ortak ifadeler
olsa da, bu konuda tam anlamıyla bir mutabakata varılmış değildir.
Bilgisayar programcılığı alanında, bir hacker var olan bir birikime bir dizi düzeltme uygulama veya var
olan kodları kullanma yoluyla bir amaca ulaşan ya da onu ‘kıran’ bir programcıdır. Türkçede yaygın
olarak günlük kullanımda, “hacker” kelimesi “sistem kıran” anlamında olumsuz programcılık görevlerini yapan kişiler için kullanılmaktadır.
12 Yapay zekâ/ Artificial Intelligence, insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay
yönergeleri geliştirmeye çalışmaktır.Bir bakış açısına göre, programlanmış bir bilgisayarın düşünme
girişimi gibi görünse de bu tanımlar günümüzde hızla değişmekte, öğrenebilen ve gelecekte insan
zekâsından bağımsız gelişebilecek bir yapay zekâ kavramına doğru yeni yönelimler oluşmaktadır.Bu
yönelim, insanın evreni ve doğayı anlama çabasında kendisine yardımcı olabilecek belki de kendisinden daha zeki, insan ötesi varlıklar meydana getirme düşünün bir ürünüdür.Bu düş, 1920 li yıllarda
yazılan ve sonraları Isaac Asimov’u etkileyen modern bilim kurgu edebiyatının öncü yazarlarından Karel Čapek’in eserlerinde dışa vurmuştur. Karel Čapek, R.U.R adlı tiyatro oyununda yapay zekâya sahip
robotlar ile insanlığın ortak toplumsal sorunlarını ele alarak 1920 yılında yapay zekânın insan aklından
bağımsız gelişebileceğini öngörmüştür.
13 Isaac Asimov, (2 Ocak 1920 - 6 Nisan 1992), Rus asıllı ABD’li yazar ve biyokimyacı.Pek çok konuda
eserleri olmakla beraber, bilim kurgu eserleri ve popüler bilim kitapları ile tanınmıştır. Kurgu olmayan
çok sayıda eserinin yanı sıra Fantezi dalında da yazmıştır. Dewey Ondalık Sınıflandırma sistemindeki
felsefe hariç tüm ana dallarda eserleri vardır. Asimov ortak görüşle bilim kurgu dalının ustasıdır, Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte yaşadığı dönemde üç büyük bilim kurgu yazarından
biri olarak kabul edilmiştir.
14 Frank Patrick Herbert (8 Ekim 1920 - 11 Şubat 1986), Amerikalı bilim kurgu kitapları yazarı, 1938’de
üniversiteden mezun olmuş, 1939’da Glendale Star adlı gazetede yazarlık kariyerine başlamıştır. Frank
Herbert’in roman yazarlığı kariyeri 1955’te yazdığı Denizdeki Ejderha “The Dragon in The Sea” ile
başlamıştır. Adını duyuran ve en önemli eseri olan Dune adlı bilimkurgu serisi için ilk araştırmalarına
1959 yılında başlamış ve kitabı tamamlaması altı yıl sürmüştür.
15 Siber uzay, orijinal anlamını karşılamasa da yaygın olan bir başka kullanımıyla sanal alem/cyberspace
terimi bilgisayarların ve onu kullanan insanların İnternet ve benzeri ağlar içinde kurduğu iletişimden
doğan sanal gerçeklik ortamını anlatan metaforik bir soyutlamadır.
İnternet’e karşılık olarak da kullanılan siber uzay /cyberspace ilk olarak Kanadalı ünlü bilimkurgu
yazarı William Gibson tarafından bir bilgisayar korsanının Matrix adı verilen bir bilgisayar sistemine
sızarken yaşadıklarını anlatan Neuromancer adlı romanda kullanılmıştır. Bu ünlü roman aynı
zamanda sanal gerçeklik /virtual reality, yapay zeka /artificial intelligence ve genetik mühendisliği gibi
kavramların da ilk olarak işlendiği eserdir.
Çokça birbirine karışıyor olsa da siber ve sanal ayrı kavramlardır. İnternet hem sanal hem de siberdir.
Siber terimi sibernetik kökeninden gelmektedir. İlk olarak 1958 yılında (canlılar ve/veya makineler
arasındaki iletişim disiplinini inceleyen Sibernetik biliminin babası sayılan) Louis Couffignal tarafından
kullanılmıştır.
İnternet’i anlatan sanal alem ve siber alem kavramlarının ikisi de doğru bir önermedir. İnternet,
iletişim yöntemi açısından siber, yarattığı ortam açısından sanaldır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
dılışlar bu teknolojiyi kendi amaçları için kullanabileceklerini keşfetmişlerdir. Böylece
dünya kurulduğundan bu tarafa süregelen çatışmalar yeni bir anlam ve yeni bir boyutta yeniden şekillenmiştir. Masalların sihirli imkânları gerçek hayatın içine taşınmış,
ancak insanların birbirlerine zarar vermeleri engellenememiş ve insanı mutlu edecek
sağlıklı ortamlar yaratılamamıştır. Basit ifade ile mitolojilerin anlattıkları gece ile gündüzün iyilikle kötülüğün mücadelesi yeni yüzyılın da temel konusu haline gelmiştir.
Masallarda mutlu sonlar varken siber-punk dünyasında mutluluğun ve huzurun yeri
olmadığı gibi ulaşma umudu da yer almamaktadır. Bu tür eserlere göre insanlık tarihinde ilk defa bütünüyle umutlar yitirilmiş gibidir. Yazılı edebiyatın başlangıcından itibaren şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanlığın dâima umutları ve iyi beklentilerini
gerçekleştirecek kahramanları olmuştur. Siber-punk türü hem edebî hem alt kültür
olarak bu açıdan çok düşündürücü ve araştırılmaya ihtiyaç gösteren bir alan olarak
görülmelidir. Bu türdeki çoğu eserin, atmosferi filmlerin karamsarlığından esinlenmekte ve genelde bu tarzda yazılan kitaplarda polisiye teknikler kullanılmaktadır. İlk
zamanlar ve 1980’lerin ortaları boyunca siber-punk’ın post-modernist araştırmaları
akademik çevrelerde modaya uygun bir konu haline gelmiştir. Aynı zaman içerisinde
Hollywood’u da etkilemiş ve sinemanın bilimkurgu biçimlerinden biri haline gelmiştir. “Blade Runner” “Matrix Trilogy” veya son zamanlardaki P. K. Dick’in “A Scanner
Darkly” uyarlaması gibi çoğu etkileyici film siber-punk biçimi ve temasının görsel
alandaki göze çarpan örnekleridir.
Bilgisayar oyunları board game ve role-playing games ( Shadowrun ya da Cyberpunk
2020 gibi) genelde siber-punk yazılarınca ve filmlerince belirlenmiş hikâye şekillerine
sahiptir. 1980’lerin başlarında modada ve müzikte bazı eğilimler de siber-punk’dan
etkilenmiştir. Yazarların bir çeşitlilik olarak çalışmaya başladığı siber-punk kavramları
bilimkurgunun yeni alt başlığı olarak görülmektedir. Kendi içinde bir takım bölümleri, etkilerine, teknolojiye ve sosyal yansımalarına farklı yollarla dikkat çekmeye çalışılmaktadır. Örnek olarak Tim Powers16 K.W. Jeter17 ve James Blaylock öncülüğünde
Steampunk (endüstri çağında siber-punk teması) ve biopunk18 (Paul Di Filippo’nun
yazdığı Ribofunk’ı19 da içeren bio-teknolojinin siber-punk temasını başat hale getir16 Timothy Thomas “Tim” Powers 29 Şubat 1952’de doğmuş, Amerikalı bilimkurgu ve fantezi yazarıdır.
Powers, Last Call and Declare adlı romanlarıyla “World Fantasy Award” ödülünü iki kere kazanmıştır.
1988’de yayınlanan “On Stranger Tides” adlı romanı “Fourth Pirates of the Caribbean” adlı filme uyarlanmıştır. Powers’ın romanlarının çoğu gizli tarihlerdir. Belgeli tarihi olayları ve tanınmış kişileri kullanmakla beraber onları farklı açılardan gösterirken olağanüstü niteliklerle karakterlerin motivasyon ve
hareketlerini şekillendirmektedir.
17 Kevin Wayne Jeter, 1950’de doğmuş Amerikalı bilimkurgu ve korku yazarıdır. Karanlık temlerden,
paranoid ve antipatik karakterlerden oluşan edebî üslubuyla tanınmaktadır. Romanları Star Trek, Star
Wars evrenlerini şekillendiren romanlar yanında Blade Runner’ın üç bölümünü yazmıştır.
18 Biopunk (“biotechnology” and “punk” kelimelerinin birleştirilmiş kısaltması) terimin anlamları:
DNA ve genelerin bağlantılarını araştıran meraklı kişi
Genetik bilgileri kontrolsuz araştırmayı savunan bir çeşit teknolojik gelişme hareketi
Biyoteknoloji ve yıkıcılık üzerine odaklaşmış bir bilimkurgu türü
19 Siber-punk alanının öne çıkan yazarlarından Paul Di Filippo, hikâyelerini ribofunk, diye adlandırmıştır. Bu kelime “ribosome” and “funk” kelimelerinin birleştirilerek kısaltılmasıdır. Di Filippo’nun
57
21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk
mesiyle alt ekoller ortaya çıkmıştır. Bazı eleştirmenler ise Neal Stephenson’un20 “The
Diamond Age” gibi ve benzeri diğer çalışmaların da post-siber-punk’u şekillendirdiğini ileri sürmektedirler. Siber-punk yazarları bir elektronik toplumun gizli nihilistlik
yanını açıklamak için karmaşık dedektif romanlarını kara filmleri ve post-modernist
düz yazıları kullanarak yeni bir tarz geliştirmektedirler. 1940’lardan itibaren bu tarz
geleceğin ütopik vizyonu olarak değerlendirilmiştir. Gibson siber-punk’ın antipatik
eğilimini 1981’de yazdığı kısa hikâyesi “The Gernsback Continium”da tanımlamıştır.
Aksiyon yeri internet ve siber uzay olan bazı siber-punk yazılarında güncel ya da sanal
gerçeklilik arasındaki sınır bulanıklaştırılmaktadır. Bu tür çalışmalardaki tipik mecaz
insan beyni ile bilgisayar sistemlerin arasında direk bağlantı kurmaktır. Siber-punk
karanlık uğursuz yerler ile birleşmiş hayatın her bir parçasına hükmeden bilgisayarlarların olduğu bir dünyayı göstermektedir. “Siber-punk” dünyayı hayatın her bakış açısını ele geçiren şebekeleşmiş bilgisayarlarla karanlık ve kötü olarak tanımlar. Dev gibi
çok uluslu şirketler ekonomik politikanın merkezi olan hükümeti değiştirme gücü ve
hatta askeri güç olarak büyük haklara sahiptirler. Her ne kadar geleneksel bilim kurguda totaliter sistemler sterilize düzenli ve toplumcu olsa da dışlanmış yabancıların
totaliter ve yarı totaliter sisteme karşı verdikleri savaş bilim kurgunun ve özellikle
“Cyberpunk”ın yaygın temasıdır (Nineteen Eigthy-Four 1984)21.
Siberpunk yazılarının başkahramanları genellikle Robin Hood Zorro gibi adaletsizliklerle savaş düşüncesinde sabitlenmiş bilgisayar korsanlarını içerir. Onlar genelde
mahrum edildikleri insanların yerleştirildiği statülerden parlak bilim adamlığı ve uzay
mekiği kaptanlığından ziyade macera ararlar ve her zaman doğru kahraman/ örnek
karakter değillerdir. Clint Eastwood’un “Man with No Name” filmindeki karakter
bu ahlaki bulanıklığa uygun bir örnek olabilir. Cyberpunk tarzının proto-tip karakRIBOFUNK Manifestosu : Niçin Ribo? Siber-funk doğduğunda sibernetik alanı ölü bir bilim halindeydi. Yaşayan uygulayıcıları yoktu. Dahası çizgi romanlarda ve kötü sinema örneklerinde “cyber” ön
eki düzetilmesi hemen hemen mümkün olmayacak kadar itibarsızlaştırılmıştı. Şimdi bu etiket halkın
zihninde bilgisayar hakerleri ve Robocop gibi hayali yaratıklardan başka birşey çağrıştırmamaktadır.
Weiner’s mevcut metni sistematik bir dünya görüşü kurabilmek için yeterli ve verimli metaforlara sahip değildir. Niçin Funk? Punk, cyberpunk doğduğunda her ne kadar icracıları daha mesajı almamış
olsalar bile ölü bir müzik türüydü. Bu müzik nihilistic, acılı dünya görüşüyle kendi sınırları içinde
ulaşabileceği son noktaya ulaşmıştı. O zaman Ribofunk nedir? Ribofunk, önümüzdeki ciddî devrimin
biyoloji alanında olacağını kuramsal fantazilerle resimleyerek canlandıran ve bu yolla bilgilendiren
inanç ve kabuldur. Bir diğer deyişle , ribofunk “ İnsan cinsinin bütünüyle incelenmesidir” denebilir.
Forget Fizik ve and kimya, hayatı araştırmakta birer alet oldukları için biyolojinin yanında önemlere
yoktur.Bilgisayarlar? sadece hayat için taklit ve modellerdir. Kral, hücredir.
20 Neal Town Stephenson, 31 Ekim 1959 da doğan kuramsal romanlarıyla tanınan Amerikalı yazar.
Stephenson’u sınıflandırmak zordur. Çünkü romanları bilimkurgu, tarihi kurgular, siber-punk, post
siber-punk ve barok gibi pek çok alanla ilişkilidir. Stephenson, matematik, cryptography/ gizlenebilen
yazı türlerini araştıran bilim dalı, felsefe, ve bilimtarihi gibi ve türkçe karşılığı olmayan başka alanları
araştırmaktadır. Aynı zamanda kurgu olmayan “Wired “ gibi yayınlarda teknoloji konusunda da yazmaktadır.
21 Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından yazılmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi
distopik bir dünyada geçer. Distopya romanlarının ünlülerindendir. Kitapta tanımlanan Big Brother
(Büyük Birader) kavramı günlük hayata giren kavramlardandır.
58
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
terlerinden biri de Gibson’un “Neuromancer”ından Case’tir. Case örgütlenmiş suçlu
ortağına ihanet eden parlak bir bilgisayar korsanıdır. İntikamcı ortağı tarafından yeteneğinin kalıcı bir hasar ile çalınmasının acısını çeker. Case ansızın medikal uzmanın
katkısıyla iyileşir, ama tek koşul yeni bir tayfa ile başka bir suça katılmasıdır. Case gibi
birçok siber-punk başkahramanı istemedikleri bir seçime zorlanmış manipüle edilmiş
az şeye ya da hiçbir şeye sahip olmadıkları bir yere yerleştirilmiş ve bu tarz şeyleri
gördüğü halde gerekenleri yapamamış kişilerdir. Bu anti kahraman suçlular yabancılar hayalperestler muhalifler ve uygunsuzlardır. Epik karakterler gibi kahramanların
serüvenini denemezler, deneyemezler. Onun yerine en hileli durumları çözebilen ama
asla bir ödül almayan dedektif romanlarının özel gözleri gibidirler. Uygunsuzluk ve
hoşnutsuzluk üzerindeki vurgu siber-punk’ın parçası olan ‘punk’ı temsil etmektedir.
Büyük ölçüde Amerika’da şekillenen bu kültürel birikim ve yaklaşım üzerinde kurulmakta olan edebiyat ve ilgili değerlendirmeler, bilgiyi ve teknolojiyi üretenlenlerin
kültürü ve sanatı da ürettiklerini ve şekillendirdiklerini göstermektedir. Geçen yüzyılda başta Ziya Gökalp olmak üzere bizim düşünürlerimizin ileri sürdüğü gibi fenni ve
teknolojiyi batıdan alıp kendi harsımızla birleştirerek yeni bir terkibe ulaşmak mümkün değildir. Çünkü, gelişen teknoloji kültür dinamiklerini de kodları da şifreleri de
değiştirmektedir. Bilgiyi üreten ve keşif yapan toplumlar sanayi devriminde olduğu
gibi kültürü de üretmektedir. Geçen yüzyılda Amerika tüketim toplumlarının oluşmasını ve bunun üzerinde şekillenen edebiyat ve sanatın da öncüsü olmuştur. Bu dönüşüme karşı çıkmalarına rağmen dünyadaki bütün toplumlar az veya çok bu değerleri
paylaşmışlardır. Mutluluğun kokakola ile simgeleşmesi, günlük hayatın süratine uygun olarak fast-food modasına anlamlar yüklemek gibi. Bilgisayar teknolojisiyle gelişen internet/siber uzay ortamı edebiyatı da görsellikle buluşturmakta, bilgiye. sanata,
edebiyata sanal alemde ulaşılmakta, basılı malzeme kullanımı giderek azalmaktadır.
Yazılı malzeme siber-punk örneğinde olduğu gibi kısa sürede sinema, çizgi film, bilgisayar oyunları ile kaynaşmaktadır. Bu teknolojilerin alıcısı kullanıcısı olan bütün toplumlar kendi yaratmadıkları hissetmedikler bunalımları da ödünç alarak yeni çağda
Amerika’yı izlemeye devam edecekler gibi görünmektedirler,
21. yüzyıl yukarıda çok kısaca tanıtmaya çalıştığım siber-punk akımı çizgi filmlerle
ve bilgisayar oyunlarıyla çocukları, sinema ve müzik klipleri ile gençleri etkilemektedir. Anne ve babaların yanında öncelikle öğretmenlerin, eğitimcilerin, sosyolog ve
psikologların ödünç alınmakta olan bunalım ve kargaşa içeren bu konulara eğilmeleri
ve savunma ve korunma refleksleri için çalışma yapmaları gerekmektedir.
Benim görüşüme göre, Türk Edebiyatı araştırıcıları, edebiyatı yeniden tanımlamanın yanında elimizdeki malzemeye dayalı kuram ve eleştiri metotları geliştirme
çabalarının yanında teknoloji-edebiyat-kültür bağlantılarını da araştırmalıdırlar. 19.
yüzyıl penceresinden 20. yüzyıla bakmak yerine 21. yüzyıldan hem geriye hem ileriye
bakabilmek yetenekleri geliştirmelidirler.22
22 Bu yazıdaki alıntılar internetten ilgili maddelerden yararlanarak hazırlanmıştır.
59
Nef’i’nin “Sözüm” Redifli
Kasidesinin İstiare Zemini*
Prof. Dr. Osman HORATA**
Ş
ÖZET
iirini methiye ve fahriyeye adayan Nef’i, mağrur edası,
yüksek düzeyde zekâsı ve hayal gücüyle kendine özgü
üslup sahibi olmayı başarmış, klasik şiirin birkaç
şairinden biridir. Kendini övme ve mağrur bir eda, onun
şiirlerinde taviz vermediği yönlerinin başında gelir. Bu,
dinî şiirler için de geçerlidir. Nef’i’nin türünün en güzel
örneklerinden biri olan “sözüm” redifli na’ti de, klasik
na’tlerden farklı, üslubu ve muhtevasıyla onun kişilik
özelliklerini bütünüyle aksettiren bir kasidedir. Kasidede
şair, kendi şiirini “Huda’nın ilhamı” (ilham-ı Huda)
olarak niteler ve genellikle Peygamber ağzından seslenir;
şiir evrenini de İlahî gerçekleri açıklama imgesi etrafında
örer. Makale, bu kasideyi temel istiare zemini açısından
analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler
Klasik Türk Şiiri, 17. Yüzyıl, Nef’i, kaside, na’t, istiare
zemini, İlahî gerçekleri açıklama
60
* Bu makale, daha önce bilig/ Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi’nde (Sayı 61/Bahar 2012, s. 143-156)
yayımlanmıştır. Bölümümüze yıllardır hizmet eden ve ilk asistanı olmak onuruna eriştiğim değerli
hocamın Nef’î üzerinde yaptığı çalışmaları göz önüne alınarak o çalışmalara küçük de olsa bir katkı
olması düşüncesiyle, onun adına çıkan armağan kitabında makale tekrar yayımlanmıştır.
**Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü/ ANKARA
[email protected]
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
GİRİŞ
Övgü ve yerginin sınırları arasında gidip gelen bir şair olan Nef’i, mağrur edası,
yüksek düzeyde zekâsı ve hayal gücüyle, klasik şiirin üslup sahibi birkaç şairinden
biridir. Şiirlerinde, dinî veya din-dışı olsun genellikle mağrur edasından taviz vermez.
Mehmed Çavuşoğlu, Nef’i’nin başka bir ortamda çok önemli bir görevi ifa eden,
ülkeye ülkeler katan bir komutan olabilecekken, kaderin onu şair olarak dünyaya
getirip mana ülkelerini fethettirdiğini söyler:
“Engin ilhamının müdhiş fırtınalarıyla bocalayan cihangir rûhu onu övgünün bazen hududsuzmedlerinde, bâzan ölçüsüz cezirlerinde dolaştırdı. Dostlarını överken
de, düşmanlarını yererken de alışılmamış bir üslubda, duyulmamış perdelerde haykırıyordu; edâsıdâimâ bir kahraman edâsı idi.” (Çavuşoğlu 1991: Sunuş)
Nef’i’nin türünün en güzel örneklerinden biri olan “sözüm” redifli na’ti de, klasik
na’tlerden farklı, üslubu ve muhtevasıyla onun kişilik özelliklerini bütünüyle aksettiren bir kasidedir. Bu na’ti dışında dinî şiire yer vermeyen Nef’i, kasidesinde Hz.
Muhammed’i övme amacını unutmuş gibidir. Bir na’tte olması gereken lirizm de,
kasidede yerini şairin mağrur edasına bırakmıştır.
Çavuşoğlu, Nef’i’nin fahriyeye yönelmesini “Devlet-i Âliye”nin içinde bulunduğu
duruma ve yönetim kademesindeki kişilerin övgüye değer olmamasına bağlar (1987:
89). Fakat bu tespit, Hz. Peygamber için yazılan na’t için geçerliliğini yitirir. Bu sebeple
onun fahriyeye yönelmesinin sebeplerini kişiliğinde aramak gerekir.
Yukarıdaki tespitler, fahriyeninin Nef’i’nin sanatının asli gayelerinden biri hâline
geldiğini göstermektedir. Memduhunu övme, şairin ruhundaki gelgitlerin ve mağrur
edasının baskısı altında geri plana düşer. “Sözüm” redifli na’tin yapısı da bunu göstermektedir. Kaside, Ünver’in (1991:62) belirttiği gibi başarılı bir na’tten ziyade başarılı
bir fahriye olarak öne çıkar.
Orta uzunluktaki 45 beyitlik bu kaside fahriye ile başlar. Kasidenin ilk 30 beyti
yaklaşık 2/3’ü fahriyedir. Kasidenin 31. beyti girizgâh, 32-42. beyitler arası ise methiyedir. Kasidede, fahriyeye 30 beyit ayrılırken methiye için sadece 10 beyit ayrılmıştır.
Nesip ve tegazzül kısmına yer verilmeyen kasidede, 43-45. beyitler arası ise duadır.
NEF’İ’NİN ŞİİR EVRENİNİN İSTİARE ZEMİNİ
“Sözüm” redifli na’tte, Nef’i’nin şiir evreninin istiare zemini hangi temel kavrama
dayanmaktadır? Bilindiği üzere şiir benzeme üzerine kurulur. İstiare ise benzetmenin
daha ileri bir aşamasıdır. Bu sebeple istiare, hem mecaz hem de teşbihtir (bk. Saraç
2006: 117-119). İstiare zemini, beytin/şiirin benzetme ve mecaz evreninin arkasındaki
temel kavramı/kavramları ifade eder.
Tanpınar, divan şiirinin “saray istiaresi” etrafında şekillendiğini belirterek; şairlerin hayal dünyasında “bütün bir sarayın yaşama tarzını buluruz” der (1976: 6,7).
Aynı şekilde Walter Andrews de, şairin âşıkane şiirlerde şairin dünyayı otorite yani
saray/hükümdar örüntüsü etrafında yorumladığını söyler (2000: 115). Tanpınar’a
61
Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini
haklı eleştiriler getiren Tunca Kortantamer, klasik şiirin düşünce ve duygu zemininin
kaynağıyla ilgili bu yaklaşımın, parıltısına ve birçok kişi tarafından kabul görmesine
karşılık; divan şiirinin duygu, düşünce ve hayal dünyasını şekillendiren asıl kaynağın
“saray” ve hatta ondan daha önemli olarak “Allah” düşüncesi olduğunu söyler:
“Klasik şiirimizin gerçek duygu ve düşünce zemini şairin evrenidir; bu evrende saray olabilir de olmayabilir de, olduğu zaman önemli bir yere sahip olması da
mümkündür, olmaması da; ancak en dünyevî ve saraya dönük yazan klasik şairimizde bile temel fikir olarak Allah, padişahtan büyüktür; ruhların arındığı yer, saraydan
önemlidir; duygu ve düşünce zeminini belirleyen en önemli istiare alanı da bunlara
dayanır. Yine de şurası muhakkak ki rolü abartılmış ve ön plana çıkarılmış olsa dahi
Tanpınar’ın “saray istiaresi” adını verdiği benzetme zemini klasik şiirimizin sık başvurduğu anlatım araçları arasında bulunur.” (Kortantamer 1993 : 413-414)
Şüphesiz her şairin duygu ve hayal dünyası şairin evreni etrafında şekillenir.
Fakat asıl önemlisi ise şiir evrenini şekillendiren temel kavramdır. Divan şairinin şiir
evrenini şekillendiren zemin, geleneğin yanında inanç dünyasından dış dünyaya,
toplum hayatından saray hayatına kadar geniş bir alanı kapsar. Bu sebeple, klasik
şiirin istiarezeminini tek bir kaynağa dayandırmak güçtür.
Nef’i’nin “sözüm” redifli kasidesinde de, her ne kadar fahriye ön plana çıksa da,
dinî alan dünyevî alanın önüne geçer ve şiirin benzetme/istiare zemii dinî alan etrafında şekillenir. Nef’i, kasidesinde bazı beyitlerde “manevi âlemin peygamberi”,
bazı beyitlerde “şiir ülkesinin hükümdarı” ağzından seslenir. Bazı beyitlerde de, “İlahî
gerçekleri açıklayan bir şair” olarak, kendini vahyin kaynağıyla özdeşleştirir. Fahriyenin ölçüsüz medlerinde dolaşan kasidenin bu beyitleri, mutasavvıf şairlerin cezbe
hâlindeki sözlerini hatırlatır. Bu sebeple kasidenin istiare zemini, hem “saray” hem de
“Peygamber” ve “Allah”tır.
Kendini şiir ülkesinin “cihan-şümul” bir hükümdarı olarak niteleyen Nef’i, İlahî
sırların “elçi”si ve “bekçi”siolduğu imgesine diğer şiirlerinde de sık sık yer verir. Ona
göre şairliği, bu mazhariyetinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır:
Sühan bir genc-i bî-pâyân-ı esrâr-ı İlahî’dür
Ki tab’-ı nükte-dânumdur o gencüñ şimdi gencûru
Eyledi sun’-ı meded-kârî-i Feyyâz-ı ezel
Hâmemikufl-ı der-i genc-i ma’ânîye kilîd
Bu nazm-ı dil-âvîzedahl eyleyemez hâsid
Eş’ârdegülzîrâilhâm-ı Hudâ’dur bu (Dîvân-ı Nef’î; Ünver 1991: 64’ten)
“Söz, İlahî sırların sınırsız bir hazinesidir. Şimdi o hazinenin bekçisi ise nüktedan
şairliğimdir.”
“Ezeli feyz bahşeden (Allah)’ın yardım eli, kalemimi mana hazinesinin kapısının
anahtarı yaptı.”
62
“Hasetler, gönül çekici bu şiire söz edemezler; çünkü bu, şiir değil Huda’dan bir ilhamdır.”
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Nef’î’nin şiir evrenini oluşturan temel faktörlerden biri olan şiirinin Allah’ın ilhamı
(ilhâm-ı Hudâ) olması, “sözüm” redifli naatin de temel istiare zemininden birini oluşturur. Kasidede asıl amaç memduhunu övmek değil bu zemin etrafında kendini övmektir.
“SÖZÜM” REDİFLİ NA’TİN İSTİARE ZEMİNİ
Nef’î, kasidesinde “söz”ünü “gizlilik sırlarının mecmuası” (mecmu’a-i râz-ı
nihanî), kendini de bu sırların şarihi (açıklayıcısı) olarak niteler ve İlahî sırları açıklamayan bir manayı nazma çekmeyeceğini söyler. Bu sebeple, kendisini İlahî sırların
elçisi Hz. Muhammed’le özdeşleştirir. Bu kısımlarda Nef’i’nin şiir evreninin istiare
zeminiHz.Peygamber’dir.
Binde bir ma’nâyınazm itmem yine bir lafz ise
Yoklasan mecmû’a-ı râz-ı nihânîdür sözüm (23)1
“Sözlerim sadece basit bir sözden ibaret olsaydı, mananın binde birini bile nazm
etmezdim. Dikkatlice bakarsan, benim sözüm gizlilik (İlahî) sırlarının toplandığı bir
mecmua gibidir.”
Kasidede, İlahî gerçekleri açıklama imgesi etrafında bir bütünlük vardır. Nef’i,
mana bütünlüğü konusunda diğer kasidelerinde de hassas bir şairdir. Tulga Ocak,
onun “mana birliğini” koruma çabasının bütün kasidelerinde hissedildiğini söyler
(1991: 17). Bu düşünce, doğrudan ve dolaylı olarak ifade edilmekte, çok az sayıdaki
beyitte ise farklı imgelere başvurulmaktadır. Methiye kısmında da, bu temel imgenin
sağladığı bütünlük devam etmekte, yani methiyeden ziyade yine şairin sözü ve sözünün de bu yönü öne çıkmaktadır.
Kasidenin birçok beytinde (1,2,3, 21,22 ve 23. beyitler), şairin hayal dünyası İlahî
âlemin sırlarını açıklama düşüncesi etrafında şekillenir. Bu imge, ilk iki beyitte yoğun
bir şekilde ifade edilmeye çalışılmıştır.
Şairin sözü, ilk mısrada “gizlilik sırlarının düğümü”ne benzetilir. Bu düğüm de
tespihteki “imame”dir. İkinci mısrada ise Fatiha Suresinin ayetleri bir inciye, şairin
sözü ise bu incilerin (ayetlerin) dizildiği ipe benzetilir. Gizlilik sırları, görünmeyen,
İlahî âleme ait hakikatlerdir. Şair, bu sırları öğrenmenin, Nef’i’nin sözünü yani
na’tini anlamakla mümkün olacağını söylemektedir. İkinci mısrada, İlahî sırların
yani Kur’an’ın bütün sırlarının Fatiha Suresinde gizli olduğuna telmih yapılmakta,
sözlerinin de bütün İlahî sırları ihtiva ettiği söylenmektedir. İlk beyit, kasidenin
“imamesi” gibidir.
Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdür sözüm
Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdür sözüm (1)
“Benim sözüm, gizlilik sırlarının ipucunun düğümüdür. Sözüm ise Fatiha suresinin
incilerinin dizildiği tespihin ipidir.”
1
Beyitler, Nef’i’nin matbu Divanından alınmıştır. Numaralar, matbu nüshadaki beyit numaralarını göstermektedir. bk. Dîvân-ı Nef’î, Bulak 1252, s.2-3. Nef’î Divanının baskısı için ayrıca bk. Akkuş 1993.
63
Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini
İkinci beyitte de, şair sözünü gayp âleminden yani Allah’tan armağan olan, benzeri
görülmemiş bir inciye benzetir. Şaire göre, İlahî sırlara vâkıf olmak isteyenler, şairin
bu kasidesini okumak ve anlamak zorundadır. Nef’î’nin na’tini farklı kılan da budur:
Bir güherdür kim nazîrin görmemişdür rûzgâr
Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdur sözüm (2)
“Benim sözüm âlemin bir benzerini daha görmediği bir cevherdir. Sözüm, bu zamana gayp âleminden getirdiğim bir armağandır.”
20- 24 arasındaki beyitlerde de şiirin istiare zemini , İlahî gerçekleri açıklama düşüncesine dayanır. Şaire göre, nükteli, güzel söz söylemede kimse kendisiyle yarışamaz. Sözü, Hz. Musa’ya Tur Dağı’nda Allah tarafından söylenen “Lenteranî” (“Sen
beni göremezsin.”, A’râf Suresi 7. Ayet) cevabı gibidir. Şair, ne söylerse “kaza” gibi
mutlaka gerçekleşir; onun sözü İlahî sırların toplandığı bir mecmuadır:
Nüktede âlem harîf olmaz baña gûyâ benüm
Her ne söylersem cevâb-ı “lenterânî”dür sözüm
Her ne söylersem kazâ mazmûnını isbât eder
Anı bilmez ki hitâb-ı imtihânîdür sözüm
Ben ne Keşşâf’am ne sahib-keşf ammâ ma’nâda
Mû-şikâf-ı nüktehâ-yı âsmânîdür sözüm
Binde bir ma’nâyı nazm itmem yine bir lafz ise
Yoklasan mecmû’a-ı râz-ı nihânîdür s özüm
Hâsid-i keç-rev hayâle râst gelmezse n’ola
Ehl-i dil yârâne her dem yâr-ı cânîdür sözüm (20-24)
“İnce, güzel söz söylemede kimse bana eş olamaz. Konuşan, şiir söyleyen sadece
benim. Ben ne söylersem hepsi “len-terânî” (“Sen beni göremezsin.”, A’râf Suresi 7.
Ayet) cevabıdır.”
“Kaza, ben ne söylersem onun içindeki anlamı gerçekleştirir. Onlar, sözlerimin
imtihan sözü olduğunu bilmezler.”
“Ben, manada ne Keşşâf, ne de keşif sahibiyim. Sözüm, semavî (İlahî) nükteleri kılı
kırk yararcasına, dikkatlice açıklar.”
“Sözlerim sadece basit bir sözden ibaret olsaydı, mananın binde birini bile nazm
etmezdim. Dikkatlice bakarsan, benim sözüm gizlilik (İlahî) sırlarının toplandığı bir
mecmua gibidir.”
“Yanlış yoldaki, kıskanç insanlar benim hayallerimi anlayamasalar şaşılır mı? Benim sözüm, şiirden anlayan, ehil insanlara candan bir dosttur.”
64
Yukarıdaki beyitler, şiirini tasavvufa açan divan şairleri ve mutasavvıf şairler için
belki yadırganmayacak söyleyişlerdir. Divanında dinî şiir olarak sadece bu na’te yer
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
veren, tasavvuftan da bir istiare ve telmih unsuru olarak yararlanan, rint meşrep bir
şair olan Nef’î içinse yadırgatıcıdır. Nef’îde bunun farkındadır; “Her ne kadar herkese
gönül veren kararsız bir âşık, ayık bir rint isem de, gönlüm aşk meyhanesi sözüm ise
vahdet nişanıdır.” diyerek, buna açıklık getirir:
Rind-i huşyâram harâbât-ı muhabbetdür dilüm
Âşık-ı hercâyîyem vahdet nişânıdur sözüm (30)
Şairin, istiare/benzetme zeminini doğrudan İlahî sırları açıklama düşüncesinin
oluşturduğu beyitleri şöyle gösterebiliriz. beyitlerde, “istiare” ve “benzetme” karışık
olarak kullanıldığı için, “istiare/benzetme zemini” ifadesi tercih edilmiştir.
beyit
numarası
1
2
3
21
22
23
şiiri/sözü istiare/benzetme zemini
Söz
söz
söz
söz
söz
söz
söz
gizlilik sırlarının düğümü
Fatiha Suresinin incilerinin dizildiği tespihin ipi
gayp âleminin bir armağanı olan cevher
ebedî hayatın feyzi
her söylediği gerçekleşen bir imtihan hitabı
İlahî nüktelerin açıklayıcısı
İlahî sırların toplandığı bir mecmua
Nef’î, bu düşüncesini bazı beyitlerde de dolaylı benzetmeler ve imgelerle anlatmaya çalışır. Şair, ilk üç beyitteki İlahî gerçekleri açıklama düşüncesini, sonraki dört
beyitte de “cevher” imgesiyle dolaylı olarak devam ettirir. Nef’inin sözü, İlahî gerçekler gibi bir “cevher” yani asıl, özdür, “araz” (varlığı için bir cevhere muhtaç olan şey)
değildir. Sözü, bütün denizler ve maden ocaklarının kaynağını, aslını oluşturur. Tıpkı
bütün şairlerin kendi şiirlerinin tercümanı olması gibi… Şair, bu sözleriyle, sözünün
İlahî sırların kendisi olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir:
Bî-araz bir cevher-i sâfîdür ammâ muttasıl
Ehl-i tab’uñzîver-i tîg ü sinânıdur sözüm (5)
“Benim sözüm saf, arazsız (varlığı için başka bir cevhere muhtaç olmayan) bir
cevherdir. Fakat her zaman şairlerin kılıç ve mızraklarının süsüdür.”
Nef’i’nin sözleri, arazsız, saf bir cevherdir. Şair, şiirini kılıca benzeterek onun saf,
katışıksız çelikten yapıldığını söyler. Diğer şairler ise, şiirlerini ondan aldıklarıyla güzelleştirir. Onun sözü, sürekli olarak şairlerin “kılıç ve mızraklarını” süsler. Şairlerin
kalemiyle yazdıkları ve ağızlarındaki sözlerinin de özü Nef’i’ye aittir. Bu hayalin ardında da, şairin sözünün bütünüyle İlahî gerçekleri anlatması fikri yatmaktadır.
Nef’i, bu sözleriyle sıra dışı bir şair tablosu çizmektedir. Kendisi de bunun farkındadır ve âdeta meydan okurcasına, bir adım daha öteye gider. Şair, kendisi gibi
cesaretli bir şairin olmayacağını söyleyerek şiirini “İlahî sözler”le özdeşleştirir ve söz-
65
Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini
lerini “kaza” (kaderin gerçekleşmesi) ile eş tutar. Onun sözü “kaza kılıcı” yani takdir-i
İlahîdir. Şair, burada doğrudan sözünü Hak sözüyle bir tutmaktadır. Bu kısımda şiirin
istiare zemini “Allah” kavramı etrafında şekillenmektedir. Şair, birkaç beyitte de bu
düşüncesini, “muska” imgesi etrafında sürdürerek, sözünü, talihli, bahtı açık kişilerin
kem gözlerden korunmak için taktıkları kol muskasına benzetir. Bu beyitte de İlahî
sözlerle aynileşme devam etmektedir.
Gönlünü bir “Mushaf”a benzeten şair, sözlerinin ise “nunve’l-kalem” (Kur’an,
68. Sure) ayeti olduğunu söyler. Onun düşüncesinin değerini, mahiyetini kimse inkâr
edemez. Onun sözü, şairlerin dilini bağlayan bir muskadır. Mana ülkesinin padişahı
olan Nef’i’nin sözleri, hatibin hutbesine, dili ise ülkeye güven ve korkusuzluk vermenin sembolü, hatibin elindeki kılıçtır.
Şiirin istiare/benzetme zemini, dolaylı olarak İlahî gerekçeleri açıklama
düşüncesinin oluşturduğu beyitler ise şunlardır:
beyit
numarası
şiiri/sözü
7
11
15
[Nef’î ]
söz
[söz]
söz
söz
[söz]
söz
söz
söz
16
söz
20
söz
dil kılıcı
söz
söz
söz
4
5
6
26
30
31
İstiare/benzetme zemini
ehil olanların kıymetini bildiği bir cevher
âlemin denizleri ve maden ocaklarının sermayesi
arazsız saf bir cevher
şairlerin kılıç ve mızraklarının süsü
şairlerin kalemlerinin cızırtısı
[şairlerin] sürekli tekrarladıkları vird (söz)
ansızın gelen kaza kılıcının cevheri
gönül Mushaf’ındaki “Nunve’l Kalem” ayeti
kıskanç insanların dillerini bağlayan bir muska
manalar yaratıcı (Kemaleddin-i İsfehanî)’nin gözünün
açtığı yarayı def edici (muska)
“len-terânî” (beni göremezsiniz) cevabı
hatibin kılıcı
nazm ülkesinin güven veren hutbesi
vahdet nişanı
ahir zaman ümmetinin yüzü suyu
Şairin, Hz. Peygamberi övdüğü methiye kısmı da, dolaylı olarak şairin duygu ve
hayal dünyasının bu temel zeminetrafında şekillendiği beyitlerden oluşmaktadır (3244). Sadece bir beyit (40) bunun dışındadır.
Methiye kısmın da da şair, sözünün değerini na’t olmasına bağlar. Kıyamete kadar, Onun
na’ti insanların övüncü olacak, kendisi “na’t-hân” olarak kalacaktır. O, Peygamberin huzuruna uzak olsa da şiirleriyle onun mekânına yüz sürmektedir. Onun Hz. Peygamber’i övmeye başlamasından sonra söylediği şiirleri, şiir dükkânının en güzel süsü olmuştur. Şairin
66
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
gönlü, hidayet sabahının doğduğu yer, sözü ise onun yıldızlar saçan, kutsal bir güneş; sözü
sadece insanların değil, meleklerin bile elindeki tespih ve ağızlarındaki zikir olmuştur:
Nef’îyem endîşe-i nâ’t ile oldum kâm-yâb
Nâ-murâdân-ı cihâna müjdegânîdür sözüm
Hâk-i pây-ı na’t-gûyânam ki arş-ı a’zâmın
Zikr-i tesbîh-i lisân-ı kudsiyânıdur sözüm (41-42)
“Ben Nef’îyim; onun na’tının düşüncesiyle bahtiyar oldum. Sözüm, cihanda muradına ermemiş insanlara bir müjdedir.”
“Ben na’t yazanların ayağının toprağıyım. Sözüm, büyük, ilahî arştaki meleklerin
bile zikir ve tesbihi olmuştur.”
Methiye kısmındaki, istiare/benzetme zemini dolaylı olarak İlahî gerçekleri anlatmadüşüncesine dayanan beyitler ise şunlardır:
beyit
şiiri/sözü İstiare/benzetme zemini
numarası
32
söz
33
söz
34
söz
35
söz
36
söz
37
söz
38
39
41
42
söz
söz
söz
söz
Peygamber’in na’tinin feyziyle gönül cihanının canı
kıyamete kadar âlemin canı (varlık sebebi), insanlığın
övüncü peygamberin naat-hanı
(peygamberin övgü deryasına dağlıç olalı) şairlik cevherinin
dükkânının süsü
(Peygamber’in) vasıflarının feyziyle sanki Hüsrev
hazinesinin anahtarı
(Hidayet sabahının doğduğu yerin) kutsal güneşi, yıldızlar
saçan ışığı
(Hidayet sabahının doğduğu) yerin ipi kopmuş ülker
yıldızı gerdanlığı
Miracı anlatırken Ümmühani’nin kulağındaki büyük inci
mucizeleri sınırsız olsa da mucizelerini söyleyen bir ravi
cihanın bahtsızlarına bir müjde
meleklerin bile dilinin zikri ve tespihi
Görüldüğü gibi ilk gruptaki 6 beyit, kasidedeki temel düşünceyi ifade etmekte;
ikinci gruptaki 11 ve methiyedeki 10 beyit de aynı düşünceyi dolaylı olarak anlatmaktadır. Bu 27 beyit, 45 beyitlik kasidenin yarısından fazlasını oluşturmaktadır.
Şair, dua kısmında da (43-45), na’t yazmanın şiirine etkisi üzerinde durur. Bu
kısımlar da, söz konusu edilen temel zeminle dolaylı olarak ilgilidir.
Onun şiiri, tertemiz na’tyazmakla mutluluk duası hâline gelmiştir. Latif manası ve
renkli üslubuyla dünyanın gönlünü süsleyen bir destan, Peygamberin ruhuna her an
yüz binlerce selam ulaştıran bir elçidir:
67
Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini
beyit
numarası
şiiri/sözü İstiare/benzetme zemini
43
44
söz
söz
45
söz
mutluluk duası
gönülleri süsleyen bir destan
her an (Peygamber’in) ruhuna yüz bin selam ulaştıran bir
haberci
Bunun dışındaki az sayıdaki beyitte ise, istiare/benzetme zemini, yukarıdaki temeldüşünceden farklı, tamamıyla din- dışı düşüncelere dayanmaktadır. Bunlarda da
şair sözünü över fakat daha çok sevgiliye ait imajları kullanır. Tasvir edilen sevgilinin
ardında da, “saray” yani “hükümdar” istiaresi vardır. Şairin sözü, işveli, âşıkları öldüren, gönül delici bir gamzeye, bir oka benzer. Sözü, hayal bahçesinin latif suyu ve gönülleri fetheden bir gelin gibidir. Şairler onun gibi söyleyebilmek için tuzak kurarlar;
fakat kurdukları tuzaktaki yemin yani söyledikleri şiirin de aslı Nef’i’ye aittir. Dnun
şiiri “cevher” (asıl, öz) diğer şairlerin şiiri ise “araz”dır.
Şairin düşüncesinin değerini, mahiyetini kimse inkâr edemez. Onun sözü, şairlerin
dilini bağlayan bir muskadır. O, gerçek Hallak-ı Ma’anî (manalar yaratıcısı) olarak
nitelenen Fars şairi Kemâleddîn-i İsfehanî (ö.635/1237)’dir. Kemal-i İsfahanî’nin
ruhunun unsuru, yani onun sözlerinin aslı da kendi sözleridir. Gerçek manalar
yaratıcısı âleme şimdi gelmiştir. Onun sözü, Kemal-i İsfahanî’den sonra kuruyan
“hayalkalıbı”na ikinci bir ruhtur:
İşte Hallâk-ı Ma’anî şimdi geldi âleme
Gûş edin âsârını kim tercamânıdur sözüm
Sonra gelsem dehre Hallâk-ı Ma’ânîden n’ola
Kâleb-i huşk-ı hayâle rûh-ı sânîdür sözüm (18-19)
“İşte gerçek manalar yaratıcısı dünyaya şimdi geldi. Onun izlerine, etkilerine kulak
verin. Hepsi benim sözümün tercümanıdır.”
“Dünyaya manalar yaratıcısı (Kemaleddin-i İsfehanî)ndan sonra gelsem ne zararı
var? Çünkü benim sözüm, hayalin kuru kalıbına ikinci bir ruhtur.”
Şairin şiiri, şiirden anlayan ehil insanlara can dostu, bir rehberdir. Nef’i, mana
ülkesinin padişahı, sözleri de sözlerin padişahıdır. Kalemi, gönül hazinesini bekleyen
bir ejder, sözü ise hazinenin bekçisinin elindeki ışık; aşk meclisinde kıyamete kadar
binlerce âşığı sarhoş edecek, aşk meclisinin büyük kadehidir.
68
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Şiirin istiare/benzetme zemini, din dışı düşünceye dayanan beyitler ise şunlardır:
beyit
numarası
şiiri/sözü
9
söz
10
söz
11
söz
hayal
dil
söz
hayal
hâme
söz
12
13
14
söz
15
söz
16
söz
17
18
söz
söz
19
söz
24
25
söz
söz
kalem
söz
kalem
söz
söz
27
28
29
benzetme/istiare zemini
düşünce bakiresinin acımasız, yiğitleri öldüren gamzesi
şuh bir güzelin gönülleri delici, kaşlarının misk kokulu
yayının oku (bakışı)
düşünce Rüstem’inin oku ve yayı
gül bahçesi
şakıyan bülbül
hayal bahçesinin latif akan suyu
gelin odası
[gelin odasının] zenci hizmetçisi
gelin odasının gönül alıcı gelini
(diğer şairlerin kurdukları) tuzağın minnet borçlu
oldukları tanesi
kıskanç insanların dillerini bağlayan bir muska
manalar yaratıcı (Kemaleddin-i İsfehanî)’nin gözünün
açtığı yarayı def edici
Kemal-i İsfehanî’nin ruhunun unsuru
(şairlerin) eserleri onun tercümanı
Hayalin kuru kalıbına (Hallak-ı Ma’anî’den) sonra ikinci
bir ruh
şiirden anlayan ehil insanların can dostu
sözlerin bahtiyar sultanı
şairliğinin taze dilli tercümanı
kalemimin nüktedan bir dildaşı
gönül hazinesini bekleyen bir ejder
hazine bekçisinin elindeki ışık
aşk meclisinin büyük kadehi
SONUÇ
Yukarıdaki çözümleme, Nef’i’nin fahriye ve methiyenin sınırlarında dolaşan şiir evreninin dayandığı temel istiare zeminini ortaya koymaktadır. Bu, şiir ülkesi söz konusu
olduğunda padişah, manevi âlem söz konusu olduğunda Hz. Peygamber veya Allah,
bunların dışındaki yerlerde ise dış dünyaya ait gül bahçesi, bülbül, kadeh vb. olabilmektedir. Bu kasidede ise, na’t olması sebebiyle dinî zemin ön plana çıkmaktadır.
Şairin şiir evrenini şekillendiren, inanç dünyasından dış dünyaya, toplum hayatından
saray hayatına kadar geniş bir alanı kapsayan zemindir. Bu, divan şiirinin genel yapısı
için de geçerlidir. Bu sebeple, divan şiirinin istiare zeminiyle ilgili tekçi yaklaşımlar, bu
şiiri açıklamak için yetersiz kalmaktadır.
69
Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini
Nef’i’yi farklı kılan asıl husus ise, şiir evreninin dayandığı istiare zemini değil,
onun kendine özgü, ses ve anlamı özgün bir terkipte bütünleştiren üslubudur. Kendine uygun, yeni bir ses arayışında olan Nef’i, aradığı sesi Sebk-i Hindî şairlerinde
ve özellikle de dilinin sertliği ve mağrur edasıyla tanınan Fars şairi Örfî (ö.1595)’de
bulur.
Nef’i’nin şiirinde yükselen ses veya bir başka ifadeyle söz ve mananın oluşturduğu
varlık bütünlüğü, kasidenin bir na’t olmasının da etkisiyle sarayın veya dış dünyanın
şaşaasından ziyade, vakur edası, yerli yerinde kullanılan edebî sanatları, kendinden
emin edasıyla dinî mimarideki derinlik ve ölçülü görkemi hatırlatmaktadır.
Şair, duygu ve düşüncesini ifade gederken genellikle basit isim cümlelerini tercih
eder. Kasidenin yarıya yakını, her mısrası birer isim cümlesinden oluşan beyitlerden
meydana gelir. Fakat bunlar, girift anlamlar ve zincirleme tamlamalarla yüklü ağır
anlatıma hareket kazandırmaya yetmez, üslup genellikle meddin sınırlarında dolaşır.
Şiirde, bu sebeple soyutu somutlaştıran zincirleme tamlamalar ve sübjektif hayallerle
yüklü tavsifî, ağır bir anlatım hâkimdir.
Sözüm” redifli bu kasideye, şu anki bilgilerimize göre nazire yazan bir şair çıkmamıştır. Nef’i’nin “sözüm” redifli gazeli ise Fehim tarafından tanzir edilmiştir. Çünkü
bu tür bir na’t yazabilmek için, Nef’î gibi mana ülkesini fethetmek isteyen cihangir
bir ruh ve bu ruha uygun bir sese sahip olmak gerekir. O da sadece Nef’i’de vardır.
Nef’i’nin na’ti, bu sebeple şairin kendine özgü kişiliği ve üslubuyla edebiyatımızda
ulaşılması güç bir zirveyi temsil eder.
KAYNAKLAR
Akkuş, Metin (1993).Nef’î Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay.
Andrews, Walter G. (2000), Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı, Osmanlı Gazelinde Anlam ve Gelenek.
İstanbul: İletişim Yay.
Çavuşoğlu, Mehmed (1987). “Sunuş”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara: AKM
Yay.,s.V.
Çavuşoğlu, Mehmed (1987). “Kaside Şâiri Nef’î”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara:
AKM Yay., s.79-89.
Kortantamer, Tunca (1993). “Gül Kasidesi”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler. Ankara: Akçağ Yay.,
s.413-435.
Nef’i (1252).Dîvân-ı Nef’î. Bulak.
Ocak, Tulga (1987). “Nef’î ve Türk Edebiyatındaki Yeri”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î.
Ankara: AKM Yay., s.1-44.
Saraç, M. A. Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi, Belâgat. 4. bs., İstanbul: Gökkubbe Yay.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1976). 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi.
Ünver, İsmail (1987). “Övgü ve Yergi Şairi Nef’î”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara:
AKM Yay., s.45-78.
70
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
The Metaphor Ground Of Nef’i̇’s
Kaside With “My Word” Redif
Prof. Dr. Osman HORATA*
D
ABSTRACT
evoting his poem to eulogy and self-praise, Nef’î who
has achieved having self-specific style with a proud manner, high-level intelligence and imagination, is one of a
few poets of classical poem. Self-praise and proud manner is the most important aspect of his poems which he
hasn’t made any concessions. This is also the same for
religious poems. Nef’i’s “na’t” (poems for Prophet) with
“my word” “redif” (one who rides behind another on
the same beast) which is one of the most beautiful examples of its type, different from other classical “na’ts”,
is an “kaside” (ode) that reflects entirely his personality traits with its style and content. At his “kaside”, the
poet qualifies his poem as “the inspiration of God” and
addresses from the Prophet’s mouth; knits his poems
around to explain the divine truths. The article aims to
analyze the “kaside” in terms of basic metaphor ground.
Key words:
Classical Turkish Poetry, Seventeenth Century, Nef’i, kaside (ode), naat (poems for Prophet), metaphor ground,
explaining the divine truths
*
Prof. Dr., Hacettepe University, Faculty of Letters, Department of Turkis Language andLiterature / ANKARA
[email protected]
71
Emine Halam’dan
Derlenmiş Türküler
Prof. Dr. Dursun YILDIRIM*
B
en, armağan tarzı eserlere doğup büyüdüğüm köyden bir
türkü güldestesi derleyip yazmayı tercih ediyorum. Tulga Ocak için de aynı yolu izleyeceğim. Kırk yıla yaklaşan
bir zamandır aynı bölümde çalışıyoruz. Bunca yıl içinde
elbette güzel anılar da burada yazılabilirdi. Son yıllarda
odalarımız da yan yana düştü. Her sabah, odasına girmeden önce kapıdan uzanıp günaydın sesi tiryakilik hâline
geldi. O ses sabahları kapıdan duyulmayınca, o zaman
onun gelmediğini anlarım. Uzun yıllar emek verdiğimiz
bölümden ayrılma günleri içindeyiz, emekli olma zamanı gelip dayandı. Önümüzde yeni bir dönem başlıyor.
Bu yoldan bizden önce geçenlerin kervanına katılıyoruz.
Büyük hülyalar içinde geçen zaman, bu kervana her yıl
elbette nicelerini katmayı sürdürüyor ve sürdürecek. Bu
takip bitmez tükenmez bir tekrar işlemi gibidir. Bizden
önce nasıl vardıysa, bizden sonra da devam edecektir.
Bu cümleden arkadaşım Tulga Ocak’a bundan sonraki yeni hayatında, türkü güldestesi ile güzel ve esenlik
dolu günler dilerim.
***
İnsan, duygu ve düşüncelerini, sözlü ortam yaratıcılığı
dediğim ortam içinde en saf ve en içten duyuş ile türküler
ile ifade eder. Yalınlık, sadelik, samimiyet, olduğu gibi
kendini ifade etmek üstüne türküden daha iyi bir tür
72
*
Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden, köyümün türkülerini toplayıp dostlara sunmayı
seviyorum.
Köyüm bir dağüstü köyü. Rize ili içinde bir dağ/orman köyü . Dağ bellerinde kurulu bir köy. Adını birkaç kez değiştirdiler. En son adı, ‘Hurmalık’. Büyükdere’nin
yatağında bir zaman hurma ağaçları varmış, adını yeniden ordan vermişler. Büyükdere
adını verdiğimiz dere, İkizdere’den kopup gelir, dağların yamaçlarının diplerini yalayarak ‘İyidere’ adıyla denize dökülür. Köyler, bu ırmağı besleyen dağların ormanla
çevirdiği yamaçlarına dizilidir. Hepsinde köylüler, zamanında tarım ve hayvancılık ile
yaşar; erkeklerin bir kısmı ise, para kazanmak için gurbete çıkardı. Şimdilerde, her
yerde olduğu gibi, bu köylerde de düzen bozuldu. Dağlarda türkü sesleri duyulmaz
durumda. Düğünler bitti biter. Ne atma türkü, ne kemençeciler, ne tulum/zurna çalan
türkü yaratıcısı, ne horon ustaları kaldı. Hafızalarda kalan türküler, eskilerin yaratıp
söylediği metinlerden ibaret. Tabii, onların da ezgileri unutuldu, sözleri kaldı. İşte
böyle bir köyden sözleri derlenmiş türkülerden bir güldeste var elimde.
Türkü adı verilen bu metinler çoğunlukla dört dizeden kuruludur ve dize yapıları
genellikle, 4+3 veya 3+4 duraklı olabilir. Fakat, bu bir kural değildir. Dize sayısı dörtten büyük olabilir. Ancak, köyümde yaygın olanlar daha çok dört dizeli örneklerdir.
Bu dörtlüklerin uyak düzeni iki türlü olabilir: 1. xaxa ; 2. aaxa. Dize sayısı dörtten çok
olan türküler, uyak düzeni ilk yapıya uygun yürür. Örnek:
Evinun ustiyani1
Persalukdur persaluk2
O hala senun kizun
Nazarlukdur nazarluk
Verursen oni baa3
Gel edelum pazarluk
Güldestede yer alan türküler, Emine Halam’dan derlenmiştir . Emine Halam, rahmetli Halil Amcam’ın eşi. Halil Amcam, rahmetli dedem Hasan’ın kardeşi rahmetli
Ömer Amcamın oğludur. Çocukluğumda rahmetli Halil Amcam’ın oğlu Yaşar ile birlikte büyüdük. O benden dört ay küçüktür. Köyde geçen günlerimiz, o dağ senin bu dağ
benim gezer oynardık. Kahrımızı da, ya anam çekerdi, ya Emine halam. Tabii, hayat
sürekli değişim içinde, bizim hayatlarımız da. Köy, zaman geldi uzaklarda kalmaya başladı. İstanbul’a yerleştik . Ben okudum, Yaşar bir süre sonra iş hayatına atıldı. Zaman
geldi, evlendik, çoluk çocuğa karıştık. Kader beni birgün Ankara’ya taşıdı. Eskisi kadar
sık görüşemez olduk. İstedimki, uzaklarda da kalsak, sık sık görüşemesek de, bizi hatırlatacak bir güldeste ortaya çıksın, yayınlansın. Bu yazı böyle bir istekten doğdu. Ama,
ne İstanbul’a gidebildim, ne de Emine Halam’dan türkü derleyebildim. Bunun üzerine
bir yol aradım. Ve bu işi Emine Halam’ın torunu ve Yaşar’ın oğlu Vedat Yıldırım’a havale
1
2
3
Üstiyanı< üst yanı.
Persaluk: pırasa tarlası.
Baa < bana.
73
Emine Halam’dan Derlenmiş Türküler
ettim. Vedat, eksik olmasın, babaannesinden köyümüzün türkülerinden bir güldeste derleyip yazıya aldı. Bunları yazıya alırken biraz, İstanbul şivesine yaklaştırmış. Bu doğaldı,
ne de olsa o, köyde değil, şehirde büyümüştü. Hafızama güvenerek o metinlere az/çok
müdahele edip Halamın söyleyişine tahminen yaklaştırmaya çalıştım. N e de olsa, ben
de köyde büyümüş biri olarak bu ağzın özelliklerini kısmen hatırlıyordum. Fakat, böyle
de olsa, Vedat Yıldırım önemli bir iş yapmıştır, kendisine teşekkür ederim.
Emine Halam’dan Vedat Yıldırım’ın derlediği ve tarafımdan da düzeltilmiş şekilleri ile türküler aşağıda okuyucularına sunuyorum. Türkü dizelerinde yer alan kimi sözler veya söyleyişler için açıklama verme ihtiyacı duyulmuştur ve bunlar, dipnotlarında
gösterilmiştir. Emine Halam’dan derlenmiş türküler:
Türkü türküyi açar
Türküden kaldım naçar
Ne mutlu gözlerine
Ha bu köyden kim kaçar
***
İpi atdum direkden
Bir yar sevdum yürekden
O da gitdi gelmedi
Usandum beklemekden
***
Bu konak eyi konak
Eğri oldu binasi
Ara yerden mi kalkdi
Allah’ un merabasi4
***
Gece çıktım dışarı
Rahmet yağayi5 rahmet
Göremeyirum oni
Neredur Topal Ahmet
***
Çayirunun dibine
Pali vururum pali6
Sen benle edemesun
O yetimun Topali7
***
4
5
6
7
74
Merabasi<merhabası
Yağayi, yağıyor anlamında.
Pali, tahta kazık anlamında.
Yetim’den kasıt burada, köydeki ‘Yetimler’
mahallesi, ve bu mahalleden biri, gazi madalyalı Topal Ahmet adlı büyüğümüz.
İçme tutun8 kötidur
Tutun yaban otidur
Bir gün olur ölürsün
Hayatına kötidur
***
Gemi üç direklidur
İrizeye9 eklidur
Aldi da gitti yari
Ne hain yureklidur
***
Karşidan gül bak bana
Gülersen güleceğum
Günlerum senin olsun
Ben sensuz öleceğum
***
Çiçek açar bastirur
Şeftali ağaçlari
Üç günluk aya benzer
Nazli yarun saçlari
***
Karşiya kayalara
Çimen mi keseyisun
Orakla10 işmar ettun
Beni mi isteyisun
***
Elindeki bal kabi
Düştü kırıldı sapi
Kaybana sevdalığun
Biz olalum erbabi
***
8 Tutun, sigara anlamındadır.
9 İrize<Rize
10 Orak, çimen kesme aleti.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Atun uşaklar atun
Tozi dumana katun
Barutunuz yoğ ise
Toprak doldurun atun
***
Ayna düşdi cebumden
Odaya dolaşiyir
Kurban o ince boya
Gezerken sallaniyir
***
Dere akayir dere
İki uci bulanuk
Gözden çok irak olduk
Gönülden olmayaluk
***
Efendi minareden
Atayi kaşuklari
O mevlam tez kavuştur
Biz gibi aşuklari
***
Yüksek minarelerden
Atacağum kendumi
Aradum bulamadum
Ha bu köye dengumi
***
Kukulam11 kara yünden
Alamaduk soyundan
Bakup da doyamadum
O cilveli boyundan
***
Bu dediğum türkiler
Gidiyormu camiye
Efendi korkusundan
Çıkmayi minareye
***
Parmağunda yüzüğü
Gördüm isteyeceğum
O ki sorarlar bana
Nişandur diyeceğum
***
Hasan12 çayırun duzdur
Uzdur kayuği uzdur13
11 Kukula, yağmurlu havalarda başa giyilen
başlık.
12 Bu benim rahmetli dedem Hasan bey.
13 Uzdur- :yüzdürmek.
Meliğa14 iyi kizdur
Başuna altun dizdur
***
Evinun saçaklari
Ağa15 yatacaklari
Hiç süpürge tanimaz
Evinun bucaklari16
***
Anlayup dinlemeden
Ne bozardun sirayi
Deniz var ara yerde
Sen unuttun burayi
***
Aykiri yol diyani17
Boyun elma fidani
Seni gelur alurdum
Darıldamam babami
***
Denizun dibi çaylar
Bitmez böyle bu aylar
Beklerum mektubunu
Her gelende haftalar
***
Komar yapraklarini
Deşurdum18 elek elek
Kolaya19 ayrilmazduk
Ayirdi bizi felek
***
Komar yaprağı dardur
Sever dalini duşmez
Sevdaluk etmeyelum
Bize sevda gelüşmez
***
Denizun dibi mildur
Beni söyleten dildur
Bir sen söyle birde ben
Bakalım dertli kimdur
***
Dereye in dereye
Dere alaylarina
14
15
16
17
18
19
Meliga<Meliha: benim anam.
Ağa: işte
Bucak: köşe.
Aykiri yoldiyanı : aykırı yol tarafına doğru
Deşur-: toplamak.
Kolaya: kolay kolay, kolayca
75
Emine Halam’dan Derlenmiş Türküler
Sen niçun bakayisun
Elun20 yalanlarina
***
Gitdi benum çiceğum
Gene gelecek gene
İzin vermişum ona
Gezecek alti sene
***
Koyun gider yaylaya
Kuzusunun adi yok
Sevduğum senden sora21
Bu dağlarun tadi yok
***
Kara koyun kuzulu
Kara dağa düzülu
Başuma neler geldi
Daha neler yazilu
***
Sevduğumun saçları
Mamulika22 tikeni
Benden ne darilursun
Al anandan huçeni23
***
Usta nasil kondurdun
Taş üstüne binayi
Haram ettiler bana
Ha bu yalan dünyayi
***
Ağustoya24 kar yağdi
Lahuslar25 kamiş kaldi
Olmadi dediğumuz
Yüreğum yanmiş kaldi
***
Askerun çamurluğu
Dize çıkıyor dize
Perçemsuz delikanli
Hiç makbul değil bize
***
20
21
22
23
76
Elun: başkalarının.
Sora< sonra
Mamulika, meyveleri yenen bir tür diken.
Huçe: hınç, öfke, hırs. Arapça bir sözün bozulmuş şekli.
24 Ağusto: ağustos ayı.
25 Laus/lahus/lağus : mısır,darı.
Kestum kestaneleri
Tokuldi26 taneleri
Bu sene evleniyİ
Evin bitaneleri
***
Geldi geçdi yanumdan
Ceket omuzlarina
Beni benzetiyisun
Sen köyün kizlarina
***
Kızıl ağaç beyin beyin27
Göğemi vuracasun
Evlensene güzelum
Bekar mi duracasun
***
Koyun karali koyun
Başı parali koyun
Senden korkum odurki
Edersun bana oyun
***
Kar yağar karamişe28
Dalını eğer yere
Kim aldı birbirini
Biz gibi seve seve
***
Mor koyunu bağladum
Kestane direğine
Merak koyma sevduğum
A canım yüreğine
***
Gel çıkalum dağlara
Dağlar olsun evimuz
Her komardan29 bir yaprak
Olsun kiremetimuz
***
Sevduğumun saçlari
Sanki vapur dumani
Yedi kere evlensen
Senden kesmem gümani
***
26
27
28
29
Tokul- :dökülmek.
Beyin beyin: büyü, uzan git yukarı.
Karamiş < kara yemiş.
Komar < humar. Bir tür zakkum.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
O Hasan evun alçak
At nere bağlanacak
Uzun boylu Meliha
Nere şerşaflanacak
***
Sevdaliyim sevdali
Çubuğun kiraz dali
Verin benim sevdami
İstemem dünya mali
***
Duman aldi dağlara
İnce bir çise yağdi
Senlan sevdaluğumuz
Nafile bir şey idi
***
Yikuldi kendirluğum30
Kaldı da kuvelluğum31
Düştüm gavur içine
Kör oldu gelinluğum
***
Kiz babanun evine
Eğretisun eğreti
Hangi kiz babasina
Çalıştı da kar etdi
***
Gel gidelum oduna
Kar yağarken üşiruz
Evun yol üstünedur
Dönerken konuşuruz
*****
30 Kendirluk : kendir tarlası
Türküler, geçmişin izlerini geleceğe taşır, 31
yeniKuvel:
kuşaklarla
eder.tohuma
Her toplukendir tanış
bitkilerinin
dönen
baş kısmı.
mun/ulusun medeniyetini korumada, onun estetiğini,
duyuş tarzını ve tefekkür dünyasını bu söz ve ezgili eşliğinde yaratılmış metinler, insanlığın ortak medeniyet mirasına kazandırırlar. Dört dize içinde koca bir dünyayı sığdırma, az söz ile çoğu anlatma
sanatı, bu türkülerin temel özelliklerinden biridir. Değirmi evde yaşarken de böyleydi,
tahta ve taştan inşa ettiği ama değirmi eve göre tasarladığı yeni evinde de Türk insanı böyleydi. Geçmişten bu yana, yaratılan türkülere, her yüzyılda yenileri eklendi ve
eklenmeye devam ediyor. Türküler bize bizi ve medeniyetimizi anlatır. Bizi bize anlatan sözlü/ezgili bu türkü metinlerini , kendimizi anlamak için her yerden toplayalım,
inceleyelim. Emin olun onlar, bize, çok yönlü bilgiler verip önümüzü aydınlatacaktır.
Yeterki onları, doğru ve yeterli düzeyde anlamaya çalışalım.
Türküleri yiten toplumlar, zaman dehlizinden akıp gitmişlerdir. Bize onlardan arta
kalan sadece taş binalar, çanak çömlek gibi eşyalar, ezgisi yitmiş yazılar. Bugün onları,
bunlarla anlamaya çalışıyoruz . Bu bakımdan biz, tarihin şanslı uluslarından biri sayılırız.Türkülerimiz geleceğe yürüyor. Köyümün türkülerinden bir güldeste de, bu yazı
ile onlara katılmış oluyor. Emine Halam’a binlerce teşekkür, onca sene hafızasında
sakladığı türküleri kültürümüze katmamıza imkân verdi.
12 3 4
28
29
30
31
Karamiş < kara yemiş.
Komar < humar. Bir tür zakkum.
Kendirluk : kendir tarlası
Kuvel: kendir bitkilerinin tohuma dönen baş kısmı.
77
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin
Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve
Madenler
Doç. Dr. Fatma Sabiha KUTLAR
O
*
ÖZET:
smanlı döneminde kaleme alınmış kimi telif ya da tercüme nitelikli ansiklopedik kitaplarda da madenlerle
değerli, yarı değerli hatta değersiz taşlara ayrılan bölümlerin olduğu görülmektedir. Bu tür eserlerden biri de 15.
yüzyıl şairlerinden Antepli İbrâhîm bin Bâlî’nin Memlük Sultanı Kayıtbay adına yazdığı Hikmet-nâme isimli
12.753 beyit uzunluğundaki mesnevîsidir. Bâlî, bu eserin 219 beytinde maden ve taşların oluşumu hakkında
genel bilgiler vermekte ve bunlardan bir kısmının özelliklerini anlatmaktadır. Bu yazıda önce tezkirelerde yer
almayan İbrâhîm bin Bâlî’nin kimliği hakkında, bilinen
tek eseri Hikmet-nâme’de yer alan beyitlerden hareketle
bilgi verilecek, daha sonra da eserinin maden ve taşlara ayırdığı faslında hangi taşları nasıl ele aldığı ve hangi
kaynaklara göndermeler yaptığı üzerinde durulacaktır.
Çalışmamızın sonunda eserin ilgili kısmının günümüz
harfleriyle yapılmış çevirisi ile bu 219 beyit içerisinde
geçen maden, madencilik, taş ve taşçılıkla ilgili kelimeler
ve özel isimlerden oluşan bir dizin verilecektir.
Anahtar Kelimeler:
15. yüzyıl, Antepli İbrâhîm bin Bâlî, Hikmet-nâme, taş,
maden, divan şiiri, Acâ’ibü’l-Mahlûkât, Memlük, Sultan
Kayıtbay.
78
* Hacettepe Ünivesitesi, Edebiyat Fakültesi / ANKARA
[email protected]
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
I. Türkçe değerli taş ve madenleri konu alan kitapların ilk örnekleri 15. yüzyıl başlarına
tarihlenir. Bu yüzyılda biri dışında mensur olan konuyla ilgili metinlerin en eskisi
Şirvanlı Muhammed b. Mahmud’a aittir. Şirvanlı, Tîfâşî’nin Ezhârü’l-Efkâr’ını esas
alarak H.831/M.1427’de kaleme aldığı eserini Cevher-nâme ismiyle Umur Bey’e ithaf
eder. Kitabın H.833/M.1429’te tamamladığı genişletilmiş şeklini iseTuhfe-i Murâdî
ismini vererek Sultan II. Murad’a sunar. Aynı yüzyılda yine Sultan II. Murad adına
Mustafa bin Seydî, Nâsırüddîn-i Tûsî’nin Tansûh-nâme-i İlhânî’sini Cevâhir-nâme-i
Sultân Murâdî ismiyle tercüme eder ve tercümeyi muhtemelen H.842/M.1438’de
bitirir. Bunların yanı sıra belirleyebidiğimiz kadarıyla cevherlerin anlatıldığı müstakil
metinlerin Türkçe manzum tek örneği de 15. yüzyıla aittir. Ahmed-i Bîcân, 38 beyitlik
Cevher-nâme ’yi mesnevî nazım şekliyle kaleme alnmıştır. 15. yüzyılda, adı geçen bu
metinlerin dışında ansiklopedik nitelikli kimi kitaplarda da değerli, yarı değerli hatta
değersiz taşlarla madenlere ayrılan bölümlerin bulunduğu görülür. Mesela Ahmed-i
1
Bîcân’ın Acâ’ibü’l Mahlûkât ve Dürr-i Meknûn adlı mensur eserleri ile Antepli
İbrahim bin Bâlî’nin Hikmet-nâme ’sindeki madenler ve taşlarla ilgili bölümler bu
tür metinlerin örnekleri olarak anılabilir. Bu çalışmada önce Antepli İbrâhîm bin
Bâlî’nin Hikmet-nâme’sinde hangi taşlarla madenlerden söz ettiği ve bunların hangi
özellikleri üzerinde durduğu ele alınacak, ancak bundan önce Hikmet-nâme’de
verdiği bilgilerden hareketle kısaca şair hakkında bilgi verilecektir. Yazının sonunda da
sırasıyla metnin ilgili kısmının yazı çevirisi, sonra burada geçen maden ve taş isimleri
ile bunlarla ilgili terimlerle özel isimlerden oluşan bir dizin verilecektir.
II. Hikmet-nâme’nin şairi İbrâhîm Bin Bâlî hakkında şuara tezkirelerinde herhangi bir bilgi
2
bulunmamaktadır. Hikmet-nâme’nin aşağıdaki beyitlerinde dile getirdiği üzere Anteplidir:
Şu şehristân ki şehr-i mevlidümdür
Eben ‘an-ced makâmum mahbûbumdur
Ki ya‘nî ‘Ayn-tâb [ol] şehr-i ra‘nâ
‘Arûs-ı ‘âlem ü ma‘şûk-ı dünyâ
N’ola medh eylesem ben ol me’âbı
Ki ‘âlem medh idüpdür ‘Ayn-tâb’ı
Vatandur bize hod ögmek revâdur
Vatan hubbı hadîs-i Mustafâ’dur (İbrâhîm bin Bâlî Yz. A 1606 : 60b-61a)
Yine Hikmet-nâme’nin şu beyitlerinden anlaşıldığı kadarıyla İbrâhîm bin Bâlî,
Memlük sultanı Kayıtbay’ın hizmetine girmiş, Halep’te bulunduğu sırada Kayıtbay
tarafından elçi sıfatıyla Sultan II. Bâyezîd’e gönderilmiştir. Şairin, İstanbul’a gittiği, II.
1 Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Demir ve Kılıç 2003: 1-64; Kutlar 2005: 47-52.
2 Şairin hayatıyla ilgili bilgiler konusunda Altun 2003a: 13’ten yararlanılmıştır. Ancak bu çalışmada
okunuşuna katılmadığımız kimi kelimelerin olması nedeniyle alıntı beyitler için Hikmet-nâme’nin Millî
Kütüphane koleksiyonundaki nüshası kullanılmıştır. Kaynakçada bkz. İbrâhîm bin Bâlî Yz. A. 1606.
79
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
Bâyezîd’in huzuruna çıktığı, iltifatına mazhar olduğu, bu esnada birçok yeri gezdiği,
işittiklerini değil gördüklerini anlattığı da hayatı ile ilgili olarak verdiği sınırlı sayıdaki
bilgiler arasındadır:
Şerîf iklîm-i Mısr’uñ pâdişâhı
Ki ya‘nî Kubbetü’l-İslâm şâhı
Melik Eşref cihâna pâdişâdur
Ebu’n-nasr ismi Sultân Kaytba’dur
Meger bir şehriyâr-ı sâhib-i dil
Kim olupdı Haleb milkine kâfil
Revâ görmiş idi olam revâne
Varam yüz[üm] sürem ol âsitâne
Süleymân’a resûl itmiş idi mûr
3
Ki konmak kâsıdın kılmışdı ‘usfûr
Bu bende hazret-i sâhib-celâle
Ki virmişdüm ‘ alâ vechi risâle
Ki ya‘nî hazret-i hâkân-ı devrân
Şeh-i deyyâr Sultân Bâyezîd Hân
Bana i‘zâz ü ikrâm eylemişdi
4
……îr ü in‘âm eylemişdi
Geçürüpdüm bu ‘ömr ü rûzigârı
Teferrüc eylemişdüm ol diyârı
Cemî‘isin temâşâ itmişem ben
Dimeñ kim özgeden işitmişem ben
Gözümle gördügümdür söyledügüm
Size bir bir hikâyet eyledügüm
Bu az ‘ömrüm içinde bî-nihâyet
Görüpdürem il ü şehr [ü] vilâyet
Müsâfir olmışam kerrât kerrât
Teseyyür itmişem merrât merrât (İbrâhîm bin Bâlî Yz. A 1606 : 6a, 68a-68b)
İbrâhîm bin Bâlî’nin eserleri hakkındaki bilgilerimiz de hayatına ilişkin olanlar gibi
azdır. Ona ait olduğu belirtilen iki eserden biri eski Anadolu Türkçesi metinlerinden
Kitâb-ı Güzîde’dir. Kitâb-ı Güzîde’nin Mehmed bin Bâlî’ye değil de İbrâhîm bin Bâlî’ye
3
80
İtalik yazdığımız iki kelime Millî Kütüphane nüshasında bozuktur. Dolayısıyla kelimeler, veznin de
yardımıyla ancak tahmin yoluyla okunabilmiştir.
4 Millî Ktp. Yz. A 1606’da mürekkep dağıldığı için bu kelime okunamamaktadır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
ait olabileceğini Köprülü ileri sürmüşse de adı geçen bu eser hakkında Köprülü’den
sonra yapılan değerlendirmeler de tahminle sınırlı kalmıştır (Altun 2003a: 14). Dolayısıyla elimizdeki mevcut metinden hareketle İbrâhîm bin Bâlî’nin kaleme aldığını
söyleyebileceğimiz tek eser Hikmet-nâme’dir.
Bâlî’nin Hikmet-nâme isimli ansiklopedik mesnevîsi, iki nüshasından hareketle yapılmış çevriyazılı metnine (Altun 2003b: 18-404; Şeylan 2003: 18-517) göre 12.753
5
beyit uzunluğundadır . Aruzun “hezec bahri”nin mefâ‘îlün mefâ‘îlün fe‘ûlün kalıbıyla kaleme alınmıştır. İçeriği ve düzenlenişi Hikmet-nâme’nin manzum bir Aca’ibü’lmahlûkât çevirisi olabileceğini düşündürmektedir. Nitekim daha önce de işaret ettiğimiz gibi (Kutlar 2005: 49) eserin Milli Ktp. Yz. A 1606 numaralı nüshasının başlığının
6
Hikmet-nâme değil de Kitâbu Acâ’ibi’l-mahlûkât olması bu düşüncemizi desteklemektedir. Dolayısıyla Hikmet-nâme ile Kazvînî’nin, kâinatın oluşumundan başlayarak
dünyadaki şaşırtıcı şeylerden söz ettiği ansiklopedik nitelikli eseri Acâ’ibü’l-mahlûkât
ve bu eserin çevirileri arasında yapılacak karşılaştırmalı bir çalışma, İbrâhîm bin
Bâlî’nin eserinin çeviri olup olmadığını, eğer çeviriyse manzumeyi yazarken nasıl bir
yol izlediğini, söz konusu metindeki bilgilere sadık kalıp kalmadığını, metne kendi
yaptığı eklemeler bulunup bulunmadığını ve şairin başka eserlerden yararlanıp yararlanmadığını da gösterecektir. Böyle bir karşılaştırma ile mesela bu yazının sonuna
eklediğimiz Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlarla ilgili bölümündeki:
Arestu’dan rivâyet kılmış üstâd
7
Ki vardur bir hacer seng-i ‘utâs-ad (149)
beytinden “‘utâs” taşı hakkındaki bilgileri Aristo’dan aktaran, Bâlî’nin de eserinden yararlandığını anladığımız “üstâd”ın kim olduğu sorusunun ve benzeri diğer soruların cevabı verilebilecektir.
III.
Hikmet-nâme’de, dünyanın yaratılışından, gezegenlerden, yıldızlardan,
meleklerden, gökyüzünden, arzdan, Hz. Âdem ve Havva’dan başlayarak ülkeler,
şehirler, nehirler, dağlar, akarsular, bitkiler gibi yüzlerce farklı konu hakkındaki
bilgiler ve şaşırtıcı olanlarıyla ilgili küçük hikâyeler yer almaktadır. Bunlar arasında
madenlerle cevherlere ayrılmış bir bölümün de olduğu dikkati çekmektedir. Hikmetnâme’nin Altun’un hazırladığı karşılaştırmalı metninin 3752. beytiyle başlayan
8
faslındaki 219 beyit (2003b: 245-259) madenlerle değerli, yarı değerli hatta değersiz
5
Çalışmamızda Hikmet-nâme üzerinde Altun ve Şeylan tarafından hazırlanan iki doktora tezinden yararlanılmıştır. Eserin metninin ikiye bölünmesiyle yapılan bu tezler çeviriyazılı metin, dil incelemesi ve
dizinden oluşmaktadır. Bkz. Altun 2003a, 2003b; Şeylan 2003.
6 Eser Millî Kütüphane’de Hikmet-nâme adıyla kayıtlıdır.
7 Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlar kısmına ait bütün beyitler çalışmamızın sonuna eklediğimiz metinden alınmıştır. Dolayısıyla beyitlerin sonunda parantez içinde verdiğimiz rakamlar burada beyitlere
verdiğimiz numaraları göstermektedir. Alıntılanan beyitlerin, Altun 2003b’de hangi numaralar ve sayfalar arasında yer aldığı ve İbrâhîm bin Bâlî Yz. A 1606’da hangi varaklarda bulunduğu dipnot 31’de
gösterilmiştir.
8 Metnin bu bölümünde hem (Altun 2003b: 245-259)’da hem de (İbrâhîm bin Bâlî, Yz. A 1606:
81
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
taşlara ayrılmıştır. Faslın başında madenlerin ve taşların oluşumu hakkında genel
bilgilerin verildiği 37 beyit mevcuttur. Bunu maden çeşitlerinin sıralandığı 4 beyit
izlemektedir. Daha sonra madenin ya da taşın isminin yer aldığı başlıklar altında,
biribirine sayıca eşit olmayan beyitlerle sırasıyla “zeheb, fıdda, elmâs, hâr-çînî, sâmûr,
murâd, lukkâtü zeheb, magnâtîs, lâkıtü’l-fıdda, lâkıtü’l-kutn, lâkıtü’s-sûf, lâkıtü’şşa‘r, lâkıtü’l-‘azm, câlibü’n-nevm, târidü’n-nevm, matar, bâhit, ‘utâs, Tedmür, kar,
bahr, fâr, Feylakûs, bâh, yeşb, billûr, yâkût, zümürrüd, fîrûzec, ‘akîk ve cez‘” olmak
üzere toplam 31 maden ve taştan söz edilmektedir.
Şair, Hikmet-nâme’nin “Faslun fî-in‘ikâdi’l-ahcâr fî-cevfi ma‘âdini’l-arz” başlığı
altındaki beyitlerinde öncelikle madenlerin ve taşların nasıl oluştuğuna dair bilgiler
verir. Buna göre farklı özelliklerde ve farklı biçimlerde ortaya çıkan madenler ve taşlar
âlemlerin Rabb’inin yeryüzündeki yaratılarındandır. Aynı yerde oluşmalarına rağmen
onların renk, nitelik ve değer bakımından ayrı özelliklere sahip fîrûz (firuze), zeberced (zebercet), balhaş (lal), zümerred (zümrüt), la‘l-i Bedahşân (Bedahşan lali), ‘akîk
(akik), yeşm (yeşim), yâkût (yakut) ve mercân (mercan) gibi farklı taşlara dönüşmelerinin nedeni konusunda ehl-i hikmet ve taşçılar şunları söylemiştir:
“Arzın içindeki boşlukta büyük hava mağaraları vardır. Gökyüzünden inen yağmuru toprak orada yutar ve yutulan su günlerce kalır. Suya toprağın cüzleri karışıp
da bulandırmamışsa madenin hararetinin etkisiyle suyun saflığı artar. Saf su gümüş ile
dolduğunda katılaşır ve saydamlaşır. Uzun zaman sonra da Allah bu suyu taşa dönüştürür. Madende hapsolan suya toprağın cüzleri karışırsa güneşin ısısının etkisiyle saydam olmayan yoğun bir katılık kesbeder ve letafeti gider. Ancak, taşlardaki çeşitliliğin
yeri konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Kimilerine göre arzın içindeki buharların dumanla hapsolması ve üzerinden zamanın da geçmesiyle taşlar maden içinde
çeşitlenir. İçinde buhar fazlaysa Allah’ın emriyle saf, latif ve şeffaf taşlar yani ‘yeşm
(yeşim), billûr (billur), yâkût (yakut), rasâs (kurşun) ve zîbak (civa)’ oluşur. Duman
çoksa bu maden ocağında bulanık taşlar ‘milh (tuz), zâc (demir sülfat), kibrît (kükürt)
ya da nûşâdır (nişadır)’ meydana gelir. Zîbaka (civa) kibrît (kükürt) karışırsa ondan
9
da yedi maden ‘hadîd (demir), gümiş (gümüş), altun (altın), nuhâs (bakır), hâr-çînî ,
kal’î (kalay) ve kurşun ortaya çıkar. Bazıları da taşlardaki çeşitlenme hakkında farklı
sözler söylemiştir. Onlara göre yıldızlar gökte dolaşırken her saatte bir yere ulaşır. İşte
bu seyrin tesiri ile madende farklı taşlar oluşur. Nitekim nücum ilmiyle uğraşanlar da
yıldızları ‘zuhal kara, müşterî yeşil, merih kızıl, güneş sarı, zühre mavi, utarit mülevven (karışık renkli), kamer beyaz’ olmak üzere yedi renge mahal kılmıştır.
Metnin bu genel girişinden sonra Bâlî, “Fî-zikri’l-ma‘âdin ve minhe’z-zeheb” başlıklı bölümün girişinde ehl-i hikmetin madenleri beş gruba ayırdığını belirtir. Buna
10
göre birinci grupta “hadîdî (demir), hâr-çînî , gümiş (gümüş), altun (altın), nuhâs
82
83a-88b)’de 220 beyit yer almaktaysa da incelememiz sonucunda beytin birinin mükerrer olduğu
tespit edilmiştir.
9 “Hâr-çînî: Çinlilerin ayna ve ok ucu yapımında kullandıkları sert bir cevher.” (Steingass 1988: 438).
10 Anlamı için bkz. dipnot 9.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
(bakır), üsrüb (kurşun), kurşun”, ikinci grupta “kibrît-i ahmer (kırmızı kükürt)”,
üçüncü grupta “milh (tuz)”, dördüncüde “zîbak (civa), beşincide “la’l (lal), yâkût (yakut), zeberced (zebercet)” yer alır.
Bölümün sonraki beyitleri “zeheb/altun” (altın)’e ayrılmıştır. Eflatun’un da “hacer”
(taş) sınıfının en değerlisi olduğunu söylediğinin belirtildiği altının değeri ve altın sahibi
olmanın insana kazandıracağı izzetin işaret edildiği üç beyitten sonra sıra Aristo’nun
konuyla ilgili sözlerine gelir. Aristo’ya göre elinde altını olanın sözü etkili, özü saygın,
yüreği sağlam ve gönlü gamsız olur. Takip eden beyitlerde yer alan bilgilerin Aristo’dan
aktarılıp aktarılmadığı belirgin değildir. Bu beyitlerde anlatılanlara bakılırsa altın Hz.
Süleyman’ın mührü gibi etkilidir. İnsanları ele geçirmek, hürleri köle yapmak, bitmeyen
işleri bitirmek onunla mümkündür. Gurbette yaşayan biri, yanında altını varsa vatanındaymış gibi rahattır. Fakat altını olmayana vatanı mihnet yeridir. Altınla süslenen her
şey güzelleşir. Altın; ateşten, topraktan, sudan ve rüzgârdan etkilenmez. Altının sağlık
üzerindeki etkilerine gelince: “Zer-i asfer” (sarı altın) her sıkıntıyı engeller. Safrayı döker.
“Tûtiyâ” (sürme), göze altın mil ile çekilirse ziya (ışık) verir.
Metnin “Fî-zikri’l-fıdda” başlıklı sekiz beyti gümüşün özelliklerine ayrılmıştır.
Şair, altınla kıyaslayarak anlattığı gümüşün ticaretteki yeri üzerinde durmuş, fakat
sağlıkla ilgili etkilerine yer vermemiştir. Bâlî’nin, “filizât ehli”nden naklettiği bilgiye
göre gümüş, altına en yakın, altın olmazsa onun yerini tutacak nitelikte bir madendir.
Zaten altını bilmeyenler gümüşü tazim ederler. Elinde gümüş dirhemi olan dilenci
durumuna düşmez. Altın gibi gümüş de belayı def eder ve fakrı engeller. İkisi de alım
satım için kullanılmakla birlikte gümüş altına kıyasla daha fazla sürümdedir. Oysa
altın, gümüşün yaptığı işi yapmaz, yani gümüş yerine kullanılmaz. “Sekkâk” (sikke
döken kişi), bakırı ateşle kalıba döküp ondan “füls-i meskuk” (sikkelenmiş mangır)
yapar. Halk, ticarette gümüş gibi buna da muhtaçtır.
Elmas, “Fî-zikri elmâs” başlığı altındaki 22 beyitte anlatılmıştır. Metinde çalışmamızın sonraki bölümünde şairin göndermelerinden söz ederken üzerinde ayrıntılı
şekilde duracağımız üzere İskender’le ilgili bir efsaneye yer verilir. İbrâhîm bin Bâlî,
anlatıyı takiben Aristo’ya izafe edilen ancak adını vermediği bir kitaba gönderme yaparak elmasın iyisi hakkındaki bilgileri özetler: Nişadır renkli (beyaz) elmas saf ve
berrak görünür. Ayrıca kara, ak, kızıl hatta bakınca yeşil renkli sanılan elmas cinsleri de vardır. Bu fende üstat kişi, bunların birine “tebnî” (saman renkli), diğerine de
“fıddî” (gümüş renkli) adını vermiştir. Yine Nasıreddîn-i Tûsî de elmasın iyisinin nasıl
anlaşılacağı konusuna değinmiştir. Etrafına ak “şem’a” (mumlu fitil) konmuş elmas,
güneş karşısında tutulduğunda, bakanlar onda gökkuşağı gibi bir işaret görürlerse o
elmas iyidir.
Elmasın metinde sıralanan diğer özelliklerine gelince. Elmas taşları küçüktür, büyüğü nadir bulunur. Hiçbir maden elması kıramaz ama o, hepsini kırar. Mesela demirci, çekiçle ona vursa taş ya çekice ya da örse batar. Demir, elmasla kesilir, inci delinirken “rasâs” (kurşun)’ın elması kesmesi şaşırtıcıdır. Daha da şaşırtıcı olansa taşın,
83
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
ister içten ister dıştan daima “müselles” (üçken) şeklinde kırılmasıdır. Elmasın sağlık
üzerindeki etkileri konusunda verilen bilgi ler sadece son iki beyittedir. Buna göre elmas; ağza alınırsa kişinin dişi ufalanır, dökülür, eğer yanlışlıkla yutulursa bağırsakları
delip çıkar.
Hikmet-nâme’de anlatılan madenlerden biri de “hâr-çînî/hâr-çîn”dir. Hâr-çînî,
daha önce de işaret edildiği üzere Çin’de ayna ve ok yapımında kullanılan sert bir
cevherdir (bkz. dipnot 9). Nitekim:
Ma‘âdinde birisi hâr-çînî
Ki Çîn iklîmidür anuñ zemîni (84)
beytinde hâr-çînî madeninin Çin’de bulunduğunu söylendikten sonra diğer beyitlerde taşın iyisinin kırmızıya çalan siyah renkte olduğu, rengi dolayısıyla ocağının
bakıra benzediği, insanın o ocağı her zaman bulamayacağı belirtilmekte, takiben hârçînînin sağlık üzerindeki etkilerine değinilmektedir. Verilen bilgilere göre hâr-çînîden
üretilmiş kılıcın darbesi son derece öldürücüdür. Kimi tabipler “lakve”nin (ağzı çarpıl11
mış) hâr-çînîden yapılan aynaya baktığında iyileştiğini sınamışlardır. Ayrıca hâr-çînî
cımbızla koparılan kılın da genellikle bir daha çıkmadığı işaret edilmiştir.
12
Hâr-çînîden sonra sırayı “sâmûr” alır. Adı geçen taşın, Mağrip’te âlemde meşhur
bir dağda bulunduğu belirtilmişse de hangi dağ olduğu metinde belli değildir. Kelimenin 12 numaralı dipnota Steingass’tan aktardığımız anlamına bakılırsa dağın adı
da muhtemelen “Sâmûr”dur. Bu kısımdaki beyitlerde tacirlerin taşı Mağrip’ten getirdikleri ve bununla diğer taşları keserken hiçbir ses çıkmadığı dışında sâmûr hakkında
başka bir bilgi verilmez. Sadece taşın ses çıkmasını engelleme özelliği hakkında içinde
13
Hz. Süleyman’ın da yer aldığı bir kıssa aktarılır.
Hikmet-nâme’de anlatılan taşlardan biri de “murâd”dır. Aristo’ya ait olduğu belirtilerek aktarılan bilgilere göre “murâd”ın madeni güney taraflarında bulunmaktadır.
Güneş; güneye her ulaştığında taşın rengi kara, tabiatı kuru ve sıcak; batıya erişince
de rengi yeşil, tabiatı nemli ve soğuk olur. Murâd taşını üzerinde taşıyana şeytanlar
daima itaat eder.
84
11 Bu noktada “hâr-çîn” kelimesinin “cımbız” (Devellioğlu 2000: 328) anlamında kullanıldığı da hatırlanmalıdır.
12 Steingass’ta (1988: 644, 645) “Sâmûr” ya da “Sâhûr” kelimesine “çok sert bir taş çeşidinin elde edildiği
dağın ismi” karşılığı verilmiştir.
13 Çalışmamızın metnin göndermelerine ayırdığımız bölümünde bu kıssa üzerinde de durulacaktır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
14
15
Taşlardan “lukkât- zeheb”e (altın kalıntısı / altın toplayanlar ?) gelince. Şairin
yine Aristo’dan aktardığına göre Mağrip diyarında bulunan, sarı ve “agber” (toz renkli) taşı görenler altın sanır, ancak bu yumuşaktır. Üstelik altın topraktan temizlenince
anlaşılır.
Eserde “magnatîs” (manyetit, mıknatıs taşı) sadece iki beyitle anlatılmıştır. Kulzüm
adasında bulunan magnatîs taşının kırmızıya çalan kara renklisinin iyi olduğu ve onda
16
çok hasletler bulunduğu vurgulanmış, konuyla ilgili başka bir bilgi verilmemiştir.
Hikmet-nâme’de “Fî-lâkıti’l-fıdda” (gümüş toplayan) başlığı altında Aristo’dan
aktarılan bilgilerle anlatılan taşın diğer adının “lukkât-ı sîm” (gümüş kalıntısı/gümüş
17
toplayanlar ?) olduğu da belirtilmektedir . Beyaz veya toz renkli (agber) bu taş, bir
arşın yerden gümüşe doğru tutulsa, gümüş çivilenmiş bile olsa onu koparabilecek güçtedir. Dolayısıyla çekme özelliği bulunan taşların en üstünüdür ve aynı niteliği taşıyan
taşlar arasında çekme gücü bunun gibi olan yoktur.
Aristo’dan nakledilen taşlardan biri de “lâkıtü’l-kutn” (pamuk toplayan)’dur. Verilen bilgilere göre sahillerde bulunan ve rengi gayet beyaz bu taş, pamuk cinsinin
yakınında bulundurulursa pamuk, fitil gibi onun içine dışına dolaşır. Ayrıca pamuklanmış çuhanın yüzüne sürülürse kumaş temizlenir.
Hikmet-nâme’de Aristo’nun tavsif ettiği vurgulanan taşlar arasında “lâkıtü’s-sûf”
(yün toplayan) da bulunmaktadır. İçinde sarı ve yeşil damarlar bulunan beyaza mail
14 Sözlüklerde tespit edemediğimiz tamlama şeklindeki bu ismi taşıyan taş, taşlarla ilgili Arapça bir sitede
“haceru lâkıti’z-zeheb” başlığı altında anlatılmakta, fakat tamlamanın ne “lukkât” kelimesiyle kurulmuş şekli ne de İngilizce ya da Latince karşılığı verilmektedir. Ayrıca sitede, adı geçen taş hakkında
Aristo’dan nakledildiği belirtilen bilgilerle Hikmet-nâme’dekilerin aynı olması da dikkat çekmektedir.
Bkz. http://www.hidden-science.net/stones/stonetable.html (erişim tarihi: 19.02.2012). Yine elimizdeki yazmada üzerine şedde konduğu için “lukkât” okuduğumuz kelimeyi de bu şekliyle sözlüklerde
bulamadığımızı belirtmek gerekir. Bunun bir vezin tasarrufu olup olmadığına da karar veremedik.
Nitekim kelimenin ulaşabildiğimiz sözlüklerde “lukât” “yerde bulunup alınan, toplanan, devşirilen,
çerçöp” (Güneş 2010: 1073); “lakât” “ekin biçildikten sonra orak dokunmayan yerde kalan başak”,
“likât” “başak derme” (Mütercim Âsım 1305: 511) okunan ve anlamlandırılan şekillerini tespit edebildik. Bu bağlamda anadili Arapça olan bir bilim adamı Arapçada “lâkıt”ın, “toplayanlar, koparanlar,
cımbızla koparanlar” anlamındaki çokluğunun telaffuzunun “lukkât” olduğunu belirtti. Bunun şifahî
bir bilgi olması nedeniyle yukarıda tamlamanın anlamını yazarken yanına soru işareti koymayı uygun
gördük.
15 Hikmet-nâme’nin Altun tarafından hazırlanan çevriyazılı metninde bu taştan “Fî zikri hacer-i lukâti’zzeheb” başlığı altında iki beyitle söz edilmekte, takiben “Fî zikri hacer-i mıknâtîsî” başlıklı beş beyitlik
bir bölüm gelmektedir. Ancak dikkatle incelenince bu beş beytin ilk ikisi dışındakilerde “lukkât-ı
zeheb”in anlatıldığı, hatta beyitlerden birinin de kelime farkıyla önceki bölümün ikinci beytiyle aynı
olduğu görülmektedir (Altun 2003b: 251-252). Müstensih hatasından kaynaklanması muhtemel bu
durum eserin Millî Ktp. Yz. A. 1606 nüshası için de söz konusudur. Ayrıca Millî Ktp. nüshasında
“lukkât-ı zeheb”le ilgili bölüm başlığı da yanlıştır. Bu yazının sonunda Millî Ktp. Yz. A 1606’ya dayanarak hazırladığımız metinde hem beyitlerin yeri hem de başlık değiştirilmiş ve mükerrer beyitler
arasındaki fark da dipnotta gösterilmiştir.
16 Bu ve önceki bölümde görülen karışıklık; burada da müstensihlerin atladığı beyitlerin olabileceğini,
dolayısıyla ikinci beyitte işaret edilen “hasâyil”le kastedilenlerin anlatıldığı beyitlerin bulunmama nedeninin de bundan kaynaklanabileceğini düşündürmektedir.
17 Sözlüklerde bulamadığımız bu taştan, yukarıda erişim adresini verdiğimiz sitede “haceru lâkıti’l-fıdda”
başlığı altında yine Aristo’dan nakledilen bilgilerle söz edildiğini belirleyebildik. Taşın ismi ve sitenin
erişim adresiyle ilgili açıklamalar için bkz. dipnot 14.
85
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
yeşil renkteki “lâkıtü’s-sûf”, yeşimin yakınındaysa süratle aşınarak mahvolup kaybolur. Taşın tıptaki etkisine gelince: Dövülüp eskiden ak düşmüş göze çekilirse gözü
iyileştirir.
Metindeki taşlardan biri de “lâkıtü’ş-şa‘r” (kıl toplayan)’dır. Yine Aristo’dan rivayet edildiğine göre taşı, kıllı birine sürerlerse kılların hepsini döküp kişinin tenini nura
çevirir. Dövüp koydukları yerde de tıraş izi kalmaz.
“Lâkıtü’l-‘azm” (kemik toplayan)’e gelince. Belh’te bulunan bu sert taş, kemiklerin uzağına da yakınına da konsa onları aynı yere toplama özelliğine sahiptir.
Eserde “câlibü’n-nevm” (uykuyu çeken) taşı hakkındaki bilgiler de Aristo’dan
aktarılmıştır. Bu, berrak, saf, ışıklı ve saydam/parlak görünen oldukça kızıl renkli bir
taştır. Hava açıkken ona bakan taşın buğu ve buharının çıktığını görür. Geceleyin mum
gibi ışıldayarak bulunduğu yeri aydınlatan “câlibü’n-nevm”in iki dirhemini üzerinde
taşıyanın uykusu gelir ve onu yanından uzaklaştırmadığı müddetçe de uyanamaz.
Bâlî’nin Aristo’dan rivayet edildiğini belirttiği taşlardan biri de “târidü’n-nevm”
(uyku kovan)’dir. Siyaha çalan beyaz renkte, kurşuna denk bu taşı üzerinde bulunduranın uykusu gelmemekte, şaşırtıcı olan da bu taştan kaynaklanan uykusuzluktan kişinin sıkıntı duymaması, üstelik taşı nazarından uzaklaştırsa da uzun müddet “seher”
illetinden (uykusuzluk hastalığından) kurtulamamasıdır.
Mesnevîde “târidü’n-nevm”den sonra Türk memleketlerinde “hacerü’l-matar/
seng-i matar” (yağmur taşı) denen bir taşa yer verilmiştir. Dört beyitlik bu bölümde
görüp de anlatanlar tarafından doğrulandığı belirtilerek aktarlan bilgilere göre taş suya
bırakıldığında bulutlar gökyüzüne yürümekte, ardından nehirleri sel alacak kadar çok
yağmur yağmakta ve hatta az da olsa dolu ve kar düşmektedir.
“Seng-i bâhit/hacerü bâhit” (güldüren taş)’e gelince. Beyaz renkli, berrak, saf ve
“merkaşîşâ” (markazit) gibi parlak bir taştır. “Seng-i bâhit”e bakan derhal gülmeye
başlamakta ve aklı başından gidinceye kadar da gülmektedir. Sonuçta ne düşünceleri
ne de anlattıkları anlaşılmakta, taşı nazarından uzaklaştırmadıkça da gülmekten kurtulamamakta, bu nedenle de irfan ehli ona “galiba bu, magnâtîs-i insân” demektedir.
18
Bâlî’nin metinde yer verdiği taşlar arasında “hacerü’l-‘utâs/seng-i ‘utâs” da bulunmaktadır. Taş hakkındaki bilgiler, şairin üstad dediği, ama adını zikretmediği bir
âlimin Aristo’dan aktardıklarına dayanmaktadır. Buna göre “‘utâs”ı, sol eline alanın
cömertliği tutar, dilinin altına koyan ne kadar şarap içerse içsin sarhoş olmaz. İçine
konduğu ateşi de hiç alevi kalmayacak şekilde söndürür.
Hikmet-nâme’de “seng-i Tedmür/hacerü Tedmür” (Palmira taşı) başlığı altındaki
bilgilerin kaynağı da yine Aristo’dur. Mağrip’te deniz kenarında bulunan taşı insan,
86
18 Kâmûs’da “‘utâs” kelimesine “aksırmak; aksırık; sabah vakti; şafak sökmek; uğursuz sayılan şey; karşıdan zuhur eden âhû” (Mütercim Asım 1305: 262) anlamları verilmişse de bu taşa ilişkin bir bilgi
mevcut değildir. Dolayısıyla taşın ismi, sıralanan anlamlardan herhangi biriyle ilişkili mi ya da başka
bir kelimenin bozulmuş şekli mi bunu belirlemek mümkün olamamıştır. Dipnot 14’te erişim adresini
verdiğimiz taşlarla ilgili Arapça sitede de “‘utâs” hakkında da Aristo’dan naklen Bâlî’nin verdiği bilgilerin çok benzeri yer almakta, taşın isminin ne Latince ne de İngilizce karşılığı verilmektedir.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
eline alıp yalarsa kanı damarında kurur ve o anda ölür. Çünkü bu öldürücü taş zehir
taşıdır. Onun olduğu yere yollar ulaşmaz.
Aristo’dan aktarılan bilgilere göre “hacer-i kar/hacerü’l-kar” (kar taşı), kara renkli
ve cismi arı bir taştır. Kar, ateşin bile eritemeyeceği kadar çok olsa üstüne konursa onu
eritir. Hatta akan suyun içine bırakılırsa suyu da kaynatır.
“Hacerü’l-bahr” ya da diğer adıyla “deniz taşı”nın derya buharından oluştuğu ve
kıyıda katılaştığı bilgisi de Aristo’ya aittir. Küçük de olsa büyük de olsa suya bıraksalar
hafifliği nedeniyle batmayan bu taşı üzerinde bulunduran kişi de boğulmaz. Hatta
ateşteki kabın içine konursa kaynama kesilir.
“Hacerü’l-fâr”a (fare taşı) gelince. Görünüşüyle yani rengi ve konumuyla fareye
benzer. İnsan, taşı nereye koyarsa fareler üzerine toplanır ve böylece kaçamayıp yakalanırlar. Bu nedenle “hacerü’l-fâr”ın bulunduğu yerde fare az olur.
19
“Hacer-i Feylakûs ” (Feylakûs taşı, Philip taşı) da Aristo’nun yadettiği taşlardandır. Her gün başka bir renge dönüşür. “Hacer-i Feylakûs”a gece bakılırsa ayna olur20
muş. Onu, Zü’l-karneyn-i Yunan (İskender) bulmuştur . Mutalsam (büyülü, tılsımlanmış) olduğu için yırtıcı ve yabanî hayvanlarla cinler bu taştan kaçar.
Aristo’nun söylediğine göre “hacerü’l-bâh/hacer-bâh” (şehvet taşı)’ın madeni Afrika kıtasındadır. Onu da bu mahalde İskender bulmuştur. Yanında “hacer-i bâh” taşıyan sürekli
cinsel istek duyar. Susamış biri taşı dilinin altına koyduğu anda kişinin susuzluğu gider.
Metinde adı geçen taşlardan biri de “seng-i yeşb/hacerü’l-yeşb” (jasper taşı)’dir.
Üzerinde taşıyan savaşta yenilmediği için insanlar bu taşı saklar, sultanlar da ondan
kemer yaparlar. Susamış kimse bu taşı ağzına alırsa susuzluğu geçer, suya kanar.
“Hacerü’l-billûr” (billur), metinde verilen bilgilere göre camların/sırçaların en güzelidir. Sanatla yakuta benzetilebilir. Rengi berrak ve parlak beyazdır. İnsan üzerinde
billur taşırsa onun etkisiyle bedenine araz olan hastalıklar iyileşir. Billur güneşe tutulduğunda oluşan ışık pamuğa dokunsa onu yakar…
Farklı renkleri bulunan “hacerü yâkût/ yâkût taşı”a (yakut) gelince. Yakut sert,
saf, şeffaf ve parlak bir taştır. Madenlerin topraktaki uyumsuzluğu nedeniyle bu taşın
kimisi kırmızı, kimisi sarı, kimisi mavi kimisi de yeşil renktedir. Metinde yakutun
psikolojik ve fizyolojik etkilerinden de söz edilmektedir. Verilen bilgilere göre yakut,
insanın üzüntüsüne iyi gelir, ağza alınırsa susuzluğu giderir. Yakut macunu gönülden
ihtilafı yok eder, gönlü açar ve neşe verir. Bedende kanı temizler ve kanın katılaşmasını engeller. “Tûtiyâ”sını (sürme) göze sürseler gözün nurunu açığa çıkarır ve ışığını
artırır.
Bâlî’nin nazma çektiği tam değerli taşlardan biri de “hacerü’z-zümürrüd/zümürrüd taşı” (zümrüt)’dür. Sarraflar, yeşil renkli saf ve şeffaf bu taşın altın madeninden
19 “Feylakûs/Feylâkûs: Makedonyalı Philip.” (Steingass 1988: 945).
20 Bâlî, İskender’le cinler arasında geçen olayı kısaca anlatmıştır. Çalışmamızın metnin göndermelerine
ayırdığımız bölümünde bu anlatı üzerinde durulacaktır.
87
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
çıkarıldığını söylemiştir. Zümrüdün etkileri konusunda tabipler; sürekli olarak zümrüde bakanın gözünün nurunun artacağını, ama yılan ona çok fazla bakarsa eriyip bir
nefeste su olacağını, sara hastası üzerinde zümrüt taşırsa aklının başına geleceğini,
zehir içmiş kişiye dövülmüş zümrüt içirilirse zehrin zararının dokunmayacağını belirtmişlerdir.
Yarı değerli taşlardan “hacerü’l-fîrûzec/fîrûze”in (firuze, türkuaz) madeni ya Nişabur ya da Horasan’dır. Rengi yeşildir. Karışırsa maviye çalar. Hava açık olursa açık,
bulanık olursa bulanık renkli görünür. Ona bakmak gözleri parlatır, derdi giderir ve
dişleri iyileştirir. İmam Cafer-i Sâdık’a göre, firuze yüzük takan (hâtem) fakir olmaz.
“Fî-haceri’l-‘akîk” (akik) başlığı altında yer verilen akike Aristo “hasların hası”
dermiş. Çok kızıl ya da saf sarı olan bu taşın sarılığı ve saydamlığı her yana ulaşır.
21
Yemen ve Tayif illerindeki “Arâdan?” denizi sahilinde bulunur. Hz. Peygamber’den
rivayet edilen hadise göre üzerinde akik mühür taşıyanın gönlünde gam kalmaz; o
kişi, mutlu yaşar ve üzülmez. Akik taşından yüzük (hâtem) taşıyan, yoksulluk görmez,
vefat ederken de ruhunu kolay teslim eder, ölümden önce de ona yeri gösterilir demişlerdir. Akik yüzük (hâtem) taşıyan sinirlense de haddini aşmaz.
Hikmet-nâme’de Bâlî’nin yer verdiği son taş yine Aristo’dan rivayet edilen
“hacerü’l-cez‘” (damarlı akik, gözboncuğu)’dir. Âlimler, farklı renkleri olan bu çark
taşının Çin ve Yemen’den getirildiğini söylemiştir. Tecrübe edenler, “cez‘”e bakmanın
ve üzerinde taşımanın gam vereceğini, taşıyanın aptes bozmaya da yetişemeyeceğini,
“cez‘” takılan çocuğun salyasının akacağını ve daha çok ağlayacağını belirtmişlerdir.
Ayrıca bu taş dövülüp su ile içilirse içenin dilinin ağırlaşacağını, uykusunun azalacağını, korkusunun artacağını, içinin sıkılacağını, tabiatının kötüleşeceğini de işaret
etmişlerdir.
Metinde verilen taşlar ve madenler hakkındaki yukarıda sıraladığımız bilgiler arasında gerek sıra gerek aynı özelliğe değinme bakımından ne bir düzen ve eşitlik ne
de beyit sayıları arasında bir denklik vardır. İbrâhîm bin Bâlî, bu 219 beyitte kendi
gözlemlerini değil, sadece kimi madenlerle taşların nasıl ve nerelerde oluştuklarına,
renklerine, çeşitlerine, psikolojik ve fizyolojik etkilerine, bunlara ilişkin inanışlara,
haklarında anlatılan efsanelere ve hadislere varıncaya kadar kaynak/kaynaklardan aldıklarını ya da duyduklarını nazma çekerek okura aktarmıştır. Mensur cevher kitaplarında da görülen farklı alanlara ait bilgilerin metindeki bu birlikteliğini Foucault,
neyin bilimsel bilgi sayıldığına ilişkin ölçütlerdeki farklılığa bağlamaktadır. Ona göre
dilin ve doğanın birbirinden ayrışmadığı döneme ait bu metinlerde doğa, birbirinden
ayrışmamış bir kelimeler ve işaretler bütünüdür. Doğa bilimci ise sadece bunları derleme görevini yapmakla yükümlüdür. Dolayısıyla herhangi bir şey hakkındaki gözleme
dayalı özelliklerle derleme ve rivayete dayalı uydurma duyumlar (mitoloji, anekdot,
etimoloji vb.) bu dönemlerde kaleme alınmış eserlerde iç içe yer alabilir (Yavuz 2003:
145-146).
88
21 Bu kelimeyle kastedilenin hangi deniz olduğu belirlenemedi.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
IV. Metnin göndermelerine gelince: İbrâhîm bin Bâlî, maden ve taşlar bölümünün
kimi beyitlerinde bilgileri aktardığı âlimlerin birkaçının ismini verir. İsmini en sık
22
andığı bilge, Aristo ise de onun hangi eserinden yararlandığını yazmaz. Sadece:
Kitâb içinde dimişdür Arestu
Ki elmâsuñ taşına şoldur eyü (69)
beytinde elmas hakkındaki bilgilerin kaynağı olarak Aristo’nun kitabını gösterir.
23
Aristo’ya nisbet edilen bu kitabın adı kimi cevâhir-nâmelerde Kitâbü’l-ahcâr’dır.
Ama metnin, ne bu beytinde ne de Aristo’dan söz ettiği diğer beyitlerinde kitabın
ismini verir. Şairin bu ismi zikretmeme nedeni, muhtemelen kimi bilgileri doğrudan
Aristo’nun kitabından değil de ondan alıntı yapan başka bir kaynaktan aktarmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim bu bölümün bir beytinde verdiği bilginin “üstâd”
diye bahsettiği ve kim olduğunu söylemediği bir yazarın Aristo’dan rivayet ettiklerine
dayandığını söylemesi de bu düşüncemizi güçlendirmektedir:
Arestu’dan rivâyet kılmış üstâd
Ki vardur bir hacer seng-i ‘utâs-ad (149)
Şair, Hikmet-nâme’nin bu bölümünde bir kere de Yunan filozofu Felatun’u (Platon) altun madeninin değeri hakkındaki görüşü dolayısıyla şu beyitte:
Hacer sınfında dimişdür Felatun
‘Azîz olur cemî‘isinden altun (42)
ve bir kere de Şeyh-i Tûsî lakabıyla bahsettiği Nâsırüddîn-i Tûsî’yi elmasın iyisi konusunda verdiği bilgi nedeniyle aşağıdaki beyitte anmaktadır. Bâlî, Eflatun’un
değerlendirmesini nereden aldığına ilişkin herhangi bir ipucu da vermez. Bu da yine
muhtemelen doğrudan değil dolaylı bir aktarmanın söz konusu olduğunu gösterir. Oysa elmas konusunda verdiği bilgileri dolaylı olarak değil de doğrudan Şeyh-i
Tûsî’nin kitabından aldığını, yine eserinin ismini belirtmeden işaret eder. Tûsî’nin
22 Metnin kimi beyitlerinde Aristo’dan şu isim ve lakaplarla söz edilmektedir: “Arestu (69, 99, 114,
118, 122, 128, 134, 149, 153, 157, 161, 175, 213), Arestu-yı hakîm (104, 110, 169, 205), Ristetalis-i
hakîm (45), Şeyh-i Yunan (205).”
23 İslamî döneme ait cevâhir-nâmeleri biçim ve içerik bakımından en fazla etkileyen iki kitaptan biri olan
ve yanlışlıkla Aristo’ya nispet edilen Kitâbü’l-Ahcâr’ın, Aristo Mektebi’nde mineroloji konusunda yapılan
araştırmaların küçük bir kısmını da içeren Acemce, Süryânice ve Yunanca kaynaklardan yapılmış bir
derleme olduğu belirtilmiştir. Bilim tarihçileri Aristo’nun konuyla ilgili müstakil kitap yazmadığını, sadece jeolojik sorunlara ilk defa değinilen Meteorologica isimli bir eser kaleme aldığını, bu eserin üçüAncü kitabının sonlarında Peri Lithon (Taşlar Üzerine ) isimli kitabı yazacağını söylediği için madenlerin
ve taşların oluşumu hakkındaki metnin de yanlışlıkla Aristo’nun sanılarak Meteorologica’nın dördüncü
bölümünün sonuna eklendiğini söylemişlerdir. Ancak metinde çok sayıda Arapça özel isim bulunması
dikkati çekmiş ve yapılan araştırmayla bunun İbn Sînâ’nın Kitâbü’ş-şifâ’sının bazı bölümlerinin özet
bir çevirisi olduğu ispatlanmıştır. Benzeri şekilde Aristo’nun öğrencilerinden Theophrastos’un kaleme
aldığı ve madenî cevherlerin konu edildiği ilk inceleme kabul edilen De Lapidibus’un (Taşlar Üzerine)
da Aristo’ya ait olduğu bile ileri sürülmüştür. İncelemeler sonucunda bu son eserdeki bilgilerin özellikle Eskiçağ ve Ortaçağ’da yazılan cevâhir-nâmeleri büyük ölçüde etkilediği anlaşılmıştır (Demir, Kılıç
2003: 4, 7-9, 11, 13-14, dipnot 7 ve 23).
89
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
cevher-nâme yazanlar tarafından iyi bilinen ve hatta Türkçeye de çevrilmiş bu Farsça
24
metnin adı Tansûh-nâme-i İlhânî’dir :
Kitâbında dimişdür Şeyh-i Tûsî
Şu nev‘a durur elmâsuñ eyüsi (73)
Hikmet-nâme’nin maden ve taşlarla ilgili bölümünde âlimlere yapılan göndermelerin yanı sıra, benzeri metinlerde de görüldüğü gibi, çok olmasa da dinsel nitelikliler
de mevcuttur. Şair, akikten söz ettiği şu beyitlerde Hz. Peygamber’in bir hadisine yer
verir:
Rivâyetdür nebîden bil hakîkî
Ki her kim götüre mühr-i ‘akîki
Dahı göñlinde kalmaya hem ü gam
Giçe hurrem cihânda görmeye hem
Götüren hâtem-i seng-i ‘akîki
Dimişler fakr görmeye hakîkî (208-210)
Aslında Hz. Muhammed’in akik hakkındaki manzumedeki hadisinin sadece
Hikmet-nâme’de değil taşlar hakkında yazılmış diğer eserlerde de kullanıldığı gö25
rülür . Bu noktada dikkat çekici olansa, güvenilmeyecek derecede zayıf ve mevzû
hadislerden kabul edilmesine, hatta M. 934’te vefat etmiş ünlü hadis bilgini Ukaylî
tarafından da Hz. Peygamber’den rivayet edilmediği kesin olarak bildirilmesine rağmen “akiğin mübârek olduğuna, akik yüzük kullanmanın fakirliği giderdiğine dair”
(Erdem 1989: 362-363) hadise konuyla ilgili metinlerde ısrarla yer verilmesidir. Bu
da yine bu ve benzeri eserleri kaleme alanların söz konusu bilgiyi doğruluğunu araştırmadan sadece kullandıkları kaynakdan/kaynaklardan kopyalamakla yetindiklerini
işaret eder.
Şair, eserinin firuzeye ayırdığı kısmınını bir beytinde İmam Cafer-i Sâdık’ın “firuze yüzük takanın asla fakir olmayacağı” (Mehmed Es’ad 1261/1263: 1160) anlamındaki sözünü hatırlatarak da yazdıklarının okur üzerindeki inandırıcılığını ve etkisini
artırmaya çalışmıştır:
Didi Ca‘fer ‘avez görmeye her bâr
Şol el kim hâtem-i fîrûzesi var(204)
Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlar bölümünde iki kez Hz. Süleyman anılır. Şair,
bunların ilkinde “zeheb” (altın)’in insanları ele geçirme özelliğini, Hz. Süleyman’ın
cinlere, şeytanlara, perilere hükmettiği ve kaşında ism-i azam yazılı olan meşhur yü-
90
24 Bkz. Demir, Kılıç 2003: 17-18; Kutlar 2005: 47-48.
25 Farklı dönemlerde kaleme alınmış Tuhfe-i Murâdî, Cevâhir-nâme, Risâle-i Cevâhir-nâme gibi metinlerdeki “akîk” bölümlerine bakmak hadisin bu tür eserlerdeki kullanımı hakkında fikir verecektir. Bkz.
Argunşah 1999: 163; Demir, Kılıç 2003: 61; Kutlar 2005: 100.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
26
züğüne benzetmektedir. Burada da amacının anlattıklarını daha etkili kılmak olduğu
açıktır:
Var anda haslet-i hatm-i Süleymân
Kim anuñla olur teshîr-i insân (47)
Hz. Süleyman, “Sâmûr” taşından söz edilirken aktarılan kıssa dolayısıyla metinde
ikinci kez anılır. Bu beyitlerde belirtildiğine göre Hz. Süleyman, Kudüs’teki yapıyı
27
(Mescid-i Aksâ/Beytü’l-Makdis) inşa ettirdiği sırada kırılan taşların çıkardığı sesten
cinler rahatsızlık duyar ve bu durumu Hz. Süleyman’a şikâyet ederler. Hz. Süleyman
ifritleri çağırıp ferman vererek Mağrip şehirlerinden Sâmûr taşını getirtir. Sonra adı
geçen taştan, devler kullansın diye tasarladığı şekilde âletler yaptırır. Böylece taşları
bu âletlerle kestiklerinde artık ses çıkmaz:
Hikâyetde gelüpdür kim Süleymân
Kılıcak Kuds bünyâdını bünyân
Meger âvâze-i kat‘-ı hacerden
Katı incindiler cin ol eserden
Şikâyet kıldılar tâ kim Süleymân
‘Afârîti getürdi kıldı fermân
Hemân Magrib bilâdından o sengi
Getürdi dîvler içün kıldı hengî
Pes andan düzedüp çok dürlü âlât
Keserlerdi taşı çıkmazdı esvât (94-98)
Hikmet-nâme’nin taşlar kısmında İskender, “Zü’l-karneyn-i Rûmî, Zü’l-karneyni Yunan, Sikender” gibi isim ve lakaplarla anılır. Bunların ilki “elmâs” bölümünde
karşımıza çıkar. İskender’le ilgili bu anlatıya göre “Hindistan’da içi elmas dolu bir
vadi vardır, ama insanların, yılan dolu bu yere gitmesi güçtür. Yılanların üreyip gece
gündüz ayrılmadıkları vadiye ‘Zü’l-karneyn-i Rûmî’ (İskender) gelip etler döktürür
ve karakuşları etlere salar. Kuşlar, üzerine elmasların yapıştığı et parçalarını kaparlar.
Böylece taşlar da etlerle birlikte oradan çıkar.” Birçok cevâhir-nâmede ayrıntılarda26 Hz. Süleyman’a cennette Rıdvan’ın hediye ettiği ya da Hz. Havva tarafından cennetten çıkarılarak Hz.
Süleyman’a miras kaldığı belirtilen cennet kökenli bu kutsal yüzük için bkz. Taberî 1980: 485-486,
504; Yıldırım 2008: 647.
27 Ulaşabildiğimiz kaynaklarda mescidin yapımı sırasında devlerin işçilik yaptığından ve cinlerin varlığından söz edilmekle birlikte Sâmûr taşına ilişkin herhangi bir bilgiye yer verildiği tespit edilememiştir:
“Saltanat Süleyman aleyhisselam üzerine geçince devleri müsahhar eyledi. Ve Mescid-i Aksâ’yı imâret
eyledi. Devler işçilik yaparlardı (…) Bu mescidin tamamlanmasına daha çok vardır. Devler ölümümü
duyarlarsa mescidi terk ederler, benim ölümümü bunlardan gizle, tâ ki bu mescidi tamam eyliyeler
(…)” (Taberî 1980: 471, 504). “Beytü’l-Makdis’in yapımı sırasında Süleyman inşaat alanında iki ay
bulunmuş (…) ölümünden cinlerin haberi olmamasını Allah’tan isteyerek dua etmiş ve birgün asasına
dayanmış ayakta dururken ölmüş, ölümünden kimsenin haberi olmamış, o ayakta öyle dururken mescidin yapımı da tamamlanmış (…)” (Yıldırım 2008: 647).
91
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
ki küçük farklar dışında benzeri şekilde aktarılan bu rivayeti Nizâmî’nin İskender28
nâme’de zikrettiği belirtilmekteyse de Hikmet-nâme’deki anlatıda böyle bir gönderme bulunmaz:
İşitmişüz ki söylenür lisânda
Meger bir vâdîdür Hindûstân‘da
Kim ol vâdîde olur seng-i elmâs
Varımaz ol mekâna cehd idüp nâs
Katı düşvâr dirler ol bıkâ‘ı
Temâmet içi_anuñ tolu efâ‘î
Dürimişdür anuñ içinde hayyât
Tutarlar yaz ü kış anda makâmât
Hikâyetdür ki Zü‘l-karneyn-i Rûmî
Gelüp ol vâdiye dökdi lühûmı
Havâle kıldı ol etlere ‘ıkbân
Pes indi anlaruñ ardınca murgân
Kapup her pâreyi bir murg-ı tayyâr
Bile çıkdı yapışup ete ahcâr (62-68)
İskender, metnin aşağıdaki beyitlerinde ise “hacerü’l-bâh”ın ve “hacer-i
Feylakûs”un madenini bulan kişi olarak yer alır:
Pes Afrîkıyye arzı oldı kânı
Sikender ol mahalde buldı anı (176)
Hikâyetdür ki Zü’l-karneyn-i Yunan
Çün aldı ol hacerden buluban kân (171)
Ancak “hacerü’l-bâh”a ayrılan bölümde bu taş hakkında İskender’le ilişkilendirilebilecek herhangi bir hikâyeye yer verilmez. Aristo’nun yadettiği taşlardan “Hacer-i
29
Feylakûs ” İskender’in babası Makedonya Kralı II. Philip’in adını taşımaktaysa da
beyitlerde taşa bu ismin verilme sebebine ilişkin bir ayrıntı yoktur. Sadece “hacer-i
Feylakûs” madenini bulan İskender’in (Zü’l-karneyn-i Yunan) taştan aldığı, kimsenin
bu taşı bulmasını istemeyen cin kavminin de geceleyin o madenin üstünü attıkları
taşlarla kapattığı aktarılır. Cinlerin bunu yapma sebebi taşın mutalsam (büyülü, tılsımlanmış) olmasına ve bu nedenle yırtıcı ve yabanî hayvanlarla cinlerin ondan kaçmasına bağlanır:
92
28 Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Kutlar 2005: 58, dipnot 71, 72. Ayrıca bkz. Argunşah 1999: 144;
Demir, Kılıç 2003: 35; 47-48.
29 “Feylâkûs/Feylakûs: Makedonyalı Philip.” (Steingass 1988: 945).
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Gice oldukda cinnüñ kavmi yek-bâr
Anuñ üstine recm itmişler ahcâr
Muhakkak böyledür kim millet-i cân
Dilemez kim bula ol taşı insân
Mutalsamdur ki gördükde o taşı
Kaçar andan sibâ‘ ü cinn ü vahşî (172-174)
Hikmet-nâme’nin madenlerle taşlara ayrılan bu 219 beytinde anlatılara veya ismi
verilen kişilere yapılan başka gönderme bulunmaz. Sadece verilen bilgilerin; “ba‘zılar,
beşer, bu fende üstâd, cevherî, ehl-i fen, ehl-i haber, ehl-i hikmet, ehl-i ‘irfân, ehli tecribe, ehl-i teseyyür, ehl-i zîver, etıbbâ, filizât ehli, insân, kavm, merd-i sarrâf,
üstâd” gibi genel ifadelerle işaret edilenlerden aktarıldığını belirten “didiler, dir, dirler,
dimiş, dimişdür, dimişler, dimişler durur, işidilmiş,işitmişüz, haber virmiş, söylenür,
rivâyetdür, rivâyet eyledi, rivâyet kılmış, rivâyet kılupdurlar, rivâyet oldı, rivâyet olınmışdur, musahhah söz” gibi kelimelerle yapılan duyumlara dayalı belirsiz göndermeler yer alır. Metin boyunca maden ve taşlara ilişkin inanışlara yapılan telmihlere de
sıkça başvurulduğunu da eklemek gerekir.
Sonuç olarak İbrâhîm bin Bâlî‘nin, ansiklopedik bilgileri döneminin bilim
anlayışı doğrultusunda duyuma dayalı olarak Hikmet-nâme’ye aktardığını söylemek
mümkünüdür. Metinde yer alan bilgilerin çoğunun Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış
cevherler kitaplarında bulunması Arap, Fars ve Türk âlimlerin yaptıkları tercümelerle bu bilgileri kendi kültürlerine taşıdıklarını gösterir. Bâlî’nin metnindeki taşların
30
hepsi cevâhir-nâmelerde yer almaz. Ancak konuyla ilgili Arapça bir sitede bunların
çoğu mevcuttur. Bu noktada dikkat çekici olansa metinde kimi taşlar hakkında mesela
Aristo’dan rivayet edilen bilgilerin benzerinin bu sitede de Aristo’dan alıntılanmak
suretiyle ve yine nereden alındığı belirtilmeksizin verilmesidir. Sayfanın hangi kaynaklar kullanılarak hazırlandığını belirleyemesek de bu durum bize Bâlî’nin eseri yazarken yararlandığı kaynak/kaynaklar arasında Arapça olanların bulunduğunu da işaret
eder. Bu, eğer Hikmet-nâme bir Acâ’ibü’l-mahlûkât tercümesi değilse şair, kendi dönemine kadar yazılmış kimi kaynakları görmüş ve bunlardan yararlanmıştır anlamını
taşır. Başta da belirttiğimiz gibi Hikmet-nâme’nin Acâ’ibü’l-mahlûkât tercümesi olup
olmadığı, eğer tercümesi ise mütercimin eserin aslına ne kadar bağlı kaldığı ancak
karşılaştırmalı çalışmalarla ortaya konabilecektir.
Bu tür metinlerin çevriyazılarının yapılması, incelenmesi ve dizinlerinin yapılması,
öncelikle bilim tarihi çalışmaları için önemlidir. Ayrıca özellikle divan şairlerinin,
yaşadıkları döneme ya da öncesine ait ve birçoğu artık unutulmuş bilgileri eserlerine taşıdıkları göz önüne alınırsa böyle çalışmaların klasik edebiyat metinlerinin
anlaşılmasını kolaylaştırmak noktasında da katkılar sağlayacağını eklemek gerekir.
30 Bkz. http://www.hidden-science.net/stones/stonetable.html (erişim tarihi: 19.02.2012)
93
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
V. Metin31
Faslun fî-in‘ikâdi’l-ahcâr fî-cevfi ma‘âdini’l-arz
1. Gel iy ehl-i tefekkür bu zemîne
Nazar kıl sun‘-ı Rabbü’l-‘âlemîne
2. Ma‘âdinler ki var tahte’s-serâda
Neden peydâ olur memzûc [ü] sâde
3. Nedendür kim yirüñ altında ahcâr
Biter kudretden olur şöyle izhâr
4. Meger her topraguñ içinde sengi
Mugâyirdür biri birine rengi
5. Sıfâtı sûreti hüsn ü safâsı
32
Cilâsı kıymeti vezni bahâsı
6. Kimi fîrûz olur kimi zeberced
33
Kimi balhaş olur kimi zümürred
34
7. Gümiş altun güher la‘l-i Bedahşân
‘Akîk ü yeşm ü hem yâkût [ü] mercân
8. ‘Aceb budur ki cümle bir serâda
Neden bu nâkıs olur ol ziyâde
9. Kamunuñ ma‘denidür kûre-yi hâk
Neçün bu tîredür yâ ol neden pâk
10.Kamu bir yir içinde münteşâdur
Neden bu kıymetî ol kem-bahâdur
11.Meger bir hilkat üzre ehl-i hikmet
Niçe sözler kılupdurlar rivâyet
12.Dimişdür cevf-i arz içinde haccâr
35
Magârât [ü] kühûf-ı ehviye var
13.Semâdan kim iner emtâr anda
Kaçan bel‘ ider anı hâk peydâ
14.İner habs olur ol tahte’s-serâda
Kalur eyyâm ile ol âb-ı sâde
94
31 Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlarla ilgili bölümü Altun’un (2003b) hazırladığı metnin 245 ile 259. sayfaları arasında yer alan 3752–3971 numaralı beyitlerdir. Adı geçen çalışmada kimi kelimelerin okunuşlarının doğru olmadığı ve birçok yerde vezin hatası yapıldığı görülmektedir. Bu nedenle biz eserin, Millî
Ktp. Yz. A 1606’da kayıtlı nüshasının 83a-88b varakları arasındaki kısmını yeniden okumayı, amacımız
Altun’un çalışmasının yanlışlarını saptamak olmadığı için de onlara işaret etmemeyi tercih ettik.
32 vezni: vezni vü (metinde)
33 Kimi balhaş olur kimi: Balhaş olur kimi kimi (metinde)
34 güher la‘l-i: gevher la‘l ü (metinde)
35 kühûf-ı: kühûf ü (metinde)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
15.Karışmasa aña eczâ-yı hâkî
Mükedder olmasa ol âb-ı pâki
83b
16.Eser kıldukça ma‘denden harâret
Dahı artuk olur ol suda safvet
17.Çü tola gümiş ile âb-ı sâfî
Tecemmüd bulur ü artar şefâfı
18.Delim eyyâm ile ya‘nî kim ol âb
Hacer olur zihî Hallâk [ü] Vehhâb
19.Kaçan kim habs ide ma‘den ol âbı
Karışsa aña eczâ-yı türâbı
20.Mükedder kılur ol suyı bu eczâ
Zemân [ü] müddet ile turup ol mâ
21.Aña tahlît olup cüz’i türâbuñ
Eser kıldukça harrı âfitâbuñ
22.Salâbet kesb ider hem galz [ü] sıklet
Kesîf olur gider andan letâfet
23.Bu taşlar muhtelif oldugı bi’z-zât
Budur kim var yirinde ihtilâfât
24.Ya dirler yirüñ içinde buhârât
Duhân ile ki habs ola her evkât
25.Zemân dönmeg ile devrân içinde
Televvün bulur ol taş kân içinde
26.Buhârı gâlib olsa sâf olur ol
Latîf ü râyik ü şeffâf olur ol
27.Ki ya‘nî yeşm ü yâ billûr ü yâkût
Rasâs ü zîbak olur emr-i lâhût
28.Duhânı mâddesinüñ olsa ekser
Olur kânında ol ma‘den mükedder
29.Ki ya‘nî milh ü yâ zâc ü ya kibrît
Ya nûşâdır olur bu sözi işit
30.Karışsa zîbaka kibrît ‘an-ced
Yidi ma‘den olur andan müvelled
31.Nedür ya‘nî hadîd ü gümiş altun
Nuhâs [ü] hâr-çînî kal‘î kurşun
32.Dimişler ba‘zılar bir kavl-i âher
Tagayyür levne bu taşlarda ekser
95
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
33.Budur kim seyr idüp gökde kevâkib
Gelür bir yire her sâ‘atde sâyib
34.Anuñ te’sîridür seyrân içinde
Televvün bulur ol taş kân içinde
35.Rivâyetdür ki kılmışdur nücûmî
Yidi levne mahal yidi nücûmı
36.Zuhal esved yaşıldur müşterî hem
Kızıl mirrîh ü saru şems-i a‘zem
37.Çü zühre gök mülevvendür ‘utârid
Kamer agdur dimiş ehl-i kavâ‘id
Fî-zikri’l-ma‘âdin ve minhe’z-zeheb
84a
38.Ma‘âdin biş durur dir ehl-i hikmet
Nedür bil ma‘den-i evvel hakîkat
39.Hadîdî hâr-çînî gümiş altun
Nuhâs ü üsrüb ü hem kân-ı kurşun
40.İkinci kısmıdur kibrît-i ahmer
Üçünci milh sınfıdur ser-â-ser
41.Nedür dördünci zîbakdur mu‘akkad
Bişinci la‘l ü yâkût ü zeberced
42.Hacer sınfında dimişdür Felatun
‘Azîz olur cemî‘isinden altun
43.Kamu eşyâya çün altun bahâdur
Pes imdi mâlı vechinde bahâdur
44.Kimüñ kim altunı var ni‘meti var
Bu halk içinde anuñ ‘izzeti var
45.Sözidür Ristetalis-i hakîmüñ
Elinde altunı var ise kimüñ
36
46.Sözi nâfiz olur özi mükerrem
Kavî olur yüregi göñli bî-gam
47.Var anda haslet-i hatm-i Süleymân
Kim anuñla olur teshîr-i insân
48.Biter altun ile her bitmeyen kâr
Zer ile bende olur cümle ahrâr
49.Zeheb kişiye gurbetde vatandur
Zehebsüz her vatan cây-ı mihendür
96
36 nâfiz: nâfid (metin)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
50.Zer-i asfer olur her hemme mâni‘
Müferrihdür döker safrâ-yı fâki‘
51.Neyi kılsalar altun ile zînet
Kabîh ise virür aña melâhat
52.Zehebden mîl ile ger tûtiyâyı
Çekerlerse göze virür ziyâyı
53.Oda yanmaz çürütmez anı toprak
Sudan yaş olmaz ü yil eylemez şâk
Fî-zikri’l-fıdda
54.Meger kim filizât ehl[i] dimişdür
Hacerden altuna akreb gümişdür
55.Zer olmasa tutar anuñ yirin sîm
Anı bilmeyen ider bunı ta‘zîm
56.Şu kimse kim ola keffinde dirhem
Gedâlikden cihânda görmeye hem
57.Şol iki taş kim adı sîm [ü] zerdür
Belâya dâfi‘ ü fakra siperdür
58.Alup satmag içündür sîm eger zer
Velî nâfikdur andan sîm ekser
59.Gümiş itdügi işi altun itmez
Ki ya‘nî_altun gümiş harcına gitmez
84b
60.Bakır kim ideler od ile mesbûk
Düze sekkâk anı füls-i meskûk
61.Gümiş gibi aña dahı ziyâde
Bu halk ahvec durur bey‘ ü şirâda
Fî-zikri elmâs
62.İşitmişüz ki söylenür lisânda
Meger bir vâdîdür Hindûstân’da
63.Kim ol vâdîde olur seng-i elmâs
Varımaz ol mekâna cehd idüp nâs
64.Katı düşvâr dirler ol bıkâ‘ı
Temâmet içi_anuñ tolu efâ‘î
65.Dürimişdür anuñ içinde hayyât
Tutarlar yaz ü kış anda makâmât
66.Hikâyetdür ki Zü’l-karneyn-i Rûmî
Gelüp ol vâdiye dökdi lühûmı
97
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
67.Havâle kıldı ol etlere ‘ıkbân
Pes indi anlaruñ ardınca murgân
68.Kapup her pâreyi bir murg-ı tayyâr
Bile çıkdı yapışup ete ahcâr
69.Kitâb içinde dimişdür Arestu
Ki elmâsuñ taşına şoldur eyü
70.Nuşâdır-gûn ola vü sâfî berrâk
Kimi kara görinür kimi var ak
71.Dahı bir sınf var baksañ kızıldur
Meger bir nev‘ var san kim yaşıldur
72.Birine tebnî dir bu fende üstâd
Dahı fıddî durur bir sınfına ad
73.Kitâbında dimişdür Şeyh-i Tûsî
Şu nev‘a durur elmâsuñ eyüsi
74.Ki ag şem‘a koyup havline bir dem
Güne karşu kosa ol taşı âdem
75.Nazar kıldukda ol elmâsa nuzzâr
Görinse bir eser kavs-i kuzah-vâr
76.Uşak olur hasâsı evvel âhir
Bulınmaz ulusı illâ ki nâdir
77.Ma‘âdinden sımaz bir nesne anı
Velî ol cümlesin sır yok gümânı
78.Demürci mıtrakıyla anı ursa
Hemân batar çeküce yâhud örse
79.Sınur elmâsla âhen delinür dür
Rasâs elmâsı sındurur ‘acebdür
37
80.Sıyabilmez anı pûlâd-ı haddâd
Anı kurşun sır kurşunı pûlâd
81.Dahı bundan ‘acebdür iç eger taş
Sınıcak hem müselles sınur ol taş
85a
82.Alursa agzına elmâsı kişi
Uvanur dökilür agzında dişi
83.Yudarsa kimsene anı hatâdan
Deler em‘âyı çıkar mâ-verâdan
98
37 pûlâd-ı: pûlâd ü (metinde)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Fî-zikri hâr-çînî
84.Ma‘âdinde birisi hâr-çînî
Ki Çîn iklîmidür anuñ zemîni
85.Eyüsi hâr-çînüñ ne durur bil
Ki levni kara ola surha mâyil
38
86.Nuhâsa beñzer ol levn ile ol kân
Bulımaz degme kez ol kânı insân
87.Kılıç kim ol güherden ola ma‘mûl
Katı mühlik olur kesdügine ol
88.Etıbbâdan kılanlar imtihânî
Dimişler âyine düzseler anı
89.Karañu yirde ger ashâb-ı lakve
Aña baksa gider andan o lagve
90.Anuñ minkâşıla kopan kıl ekser
Dahı bitmez dimişdür ehl-i zîver
Fî-zikri haceri’s-sâmûr
91.Meger bir kûh var ‘âlemde meşhûr
Hem anda bir hacer var adı sâmûr
39
92.Anuñ Magrib zemînidür mekânı
Oradan getürür tüccâr anı
93.O taşuñ hâssasın bil çog eger az
Keser ahcâr lîkin çıkmaz âvâz
94.Hikâyetde gelüpdür kim Süleymân
Kılıcak Kuds bünyâdını bünyân
95.Meger âvâze-i kat‘-ı hacerden
Katı incindiler cin ol eserden
96.Şikâyet kıldılar tâ kim Süleymân
‘Afârîti getürdi kıldı fermân
97.Hemân Magrib bilâdından o sengi
Getürdi dîvler içün kıldı hengî
98.Pes andan düzedüp çok dürlü âlât
Keserlerdi taşı çıkmazdı esvât
Fî-zikri haceri murâd
99.Dimiş durur Arestu merd-i üstâd
Cihânda bir hacer vardur murâd-ad
38 ol : şol (metinde)
39 zemînidür mekânı: zemîni durur kânı (metinde)
99
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
100. Bu taşuñ ma‘deni [kim] vasf olınur
Nevâhî[-i] cenûbînde bulınur
101. Cenûba varsa gün ol taşı her bâr
Kararur tab‘ı olur yâbis ü hâr
85b
102. Yaşıl olur çü garba ola vârid
Olur tab‘ı o taşuñ ratb ü bârid
103. Şeyâtîn ol taşı haml idene hem
Mutî‘ olur yürür emrinde her dem
40
Fî-zikri lukkâtı zeheb
104. Arestu-yı hakîm ol ehl-i ferheng
Didi var Magrib iklîminde bir seng
105. O taşuñ adı lukkât-ı zehebdür
41
Ki levni saru vü agberdür iy hur
106. Anı altun sanur gördükde âdem
Velî leyyin durur habs itdügi dem
107. Seçer altunı toprakdan kılur pâk
Çıkar bir yaña altun bir yaña hâk
Fî-zikri haceri magnâtîs
108. Bu magnâtîsi dir ehl-i teseyyür
Ki yiri bahr-i Kulzüm adasıdur
109. Kara olsa vü levni surha mâyil
Eyüdür vardur anda çok hasâyil
Fî-lâkıti’l-fıdda
110. Kelâmıdur Arestu-yı hakîmüñ
Ki bir taş var durur lukkât-ı sîmüñ 111. Hem ismi lâkıtü’l-fıddadur anuñ
Ag [ü] agber olur levni_ol hasânuñ 112. Bir arşun yirden olsa sîme ‘arza
Koparur ger müsemmer olsa fıdda
42
113. Hicâr-ı câzibât içinde gâlib
Bunuñ tek yok durur bir seng-i câzib
100
40 lukkâtı zeheb: haceri murâd (metinde)
41 iy hur: eyüdür (mükerrer beyitte). Konuyla ilgili açıklama için bkz. dipnot. 15.
42 câzibât : câdibât (metinde)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Fî-zikri lâkıti’l-kutn
43
114. Arestu ‘ilm-i hikmet ehline baş Didi var lâkıtü’l-kutn adlu bir taş
115. O taşuñ ag olur gâyetde rengi
Sevâhilde olur dirler o sengi
44
116. Yakın olsa pamuk sınfına o taş Tolaşur fetl olur aña iç ü taş
117. Bulaşsa çuganuñ yüzine penbe
45
Anuñla_arınur anı sürse sevbe Fî-haceri lâkıti’s-sûf
118. Arestu’dan olupdur böyle mevsûf
Ki bir taş vardur adı lâkıtü’s-sûf
86a
119. Yaşıldur lîkin aga oldı mâyil
Tamarlar var içinde saru yaşıl
46
120. Yiner yeşme yakın ola hemân ol Biter ol yeşm içinde_olur nihân ol
121. Göze kim eskiden düşmiş ola ag
Anı dögse göze çekse olur sag
Fî-haceri lâkıti’ş-şa‘r
122. Meger bir taş var adı lâkıtü’ş-şa‘r
Arestu’dan rivâyet oldı bu emr
123. Anı ger süreler zât-ı şu‘ûra
Döke hep şa‘rını şöyle ki nûra
124. Nereye sahk idüp koysalar anı
Bulınmaya tirâşınuñ nişânı
Fî-haceri lâkıti’l-‘azm
125. Didiler bir hacer var okugıl nazm
Adına dirler anuñ lâkıtü’l-‘azm
126. Haşindür elde habs itseler anı
Diyâr-ı Belh durur anuñ mekânı
127. Yakın ü ger ırak gelse ‘izâma
47
Çeküben cem‘ kılur bir makâma
43
44
45
46
47
‘ilm-i: ‘ilm ü (metinde)
pamuk: pambuk (metinde)
anı sürse: sürse anı (metinde)
yeşme: ne peşme kim (metinde)
Çeküben: Çekiben (metinde)
101
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
Fî-haceri câlibi’n-nevm
128. Arestu didi bir taş var durur hem
Adına câlibü’n-nevm eydür âdem
129. Katı kızıl durur berrâk ü sâfî
Ki görinür şu‘â‘î vü şefâfî
48
130. Bakuñ aña hevâ oldukda arı
Çıkar anuñ bugı vü hem buhârı
131. Gicede şem‘-veş çıkar şu‘â‘ı
Münevver kılur oldugı bıkâ‘ı
132. Eger kim ol hacerden ibn âdem
Götürse bilesince iki dirhem
133. Gözini tuta anuñ hâb [ü] uyhu
Uyanmaya katından gitmese bu
Fî-haceri târidi’n-nevm
134. Arestu’dan rivâyet eyledi kavm
Ki bir taş vardur adı târidü’n-nevm
135. Ag olur lîke meyl ider sevâda
Rasâs ile çü birdür istivâda
136. Götürse kendüde anı her insân
Gözine gelmiye_uyhu kala sehrân
137. Seher gerçi kim insâna ta‘abdur
49
Gücünmez ol seherden bu ‘acebdür
86b
138. Giderse dahı ol taşı nazardan
Niçe eyyâm kurtulmaz seherden
Fî-haceri’l-matar
139. Bilâd-ı Türk’de bir taş vardur
Kim ol taşuñ adı seng-i matardur
140. Kaçan bıraksalar ol taşı mâya
Bulutlar yüriye vech-i semâya
141. Yaga yagmur aka seyl ola enhâr
Az olur kim düşer hem tolu vü kar
142. Musahhahdur bu söz ehl-i haberden
Haber virmiş durur gören beşerden
102
48 Bakuñ: Bakın (metinde)
49 ol: gerçi ol (metinde)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Fî-haceri bâhit
143. Cihânda bir hacer var añla sâbit
K’anuñ adına dirler seng-i bâhit
144. Ag olur levni berrâk ü musaffâ
Mücellâdur nitekim merkaşîşâ
145. Nazar kim eyleye ol taşa âdem
Hemân gülmek tutar içini ol dem
146. Güler şol deñlü kim fevt ola ‘aklı
50
Tefehhüm olmaya fikr[i] vü nakli
147. Gidermeyince ol taşı nazardan
Ki gitmez gülmek aslâ ol beşerden
148. Dahı ol taş durur dir ehl-i ‘irfân
Meger var ise magnâtîs-i insân
Fî-zikri haceri’l-‘utâs
149. Arestu’dan rivâyet kılmış üstâd
Ki vardur bir hacer seng-i ‘utâs-ad
150. Alıcak sol ele anı enâsî 51
Gelür ol kimsenüñ ol dem ‘atâsı
151. Yanar oda kosalar ol metâ‘ı
Söyüne kalmaya_aslâ iltimâ‘ı
152. Dili altına alup anı insân
Şarâb içse dahı olmaya sekrân
Fî-haceri Tedmür
153. Arestu’dan olupdur bu tezekkür
Meger bir seng var adı seng-i Tedmür 154. Diyâr-ı Magrib arzıdur mekânı
Kenâr-ı bahrde olur dirler anı
155. Ele alup yalasa anı âdem
Demi kurur tamarda ölür ol dem
156. Agu taşı durur ol seng-i mühlik
Ol oldugı yire varmaz mesâlik
87a
Fî-haceri’l-kar ve mâ-bihâ
157. Dimiş durur Arestu bir hacer var
Ki dirler adına_anuñ hacer-i kar
50 olmaya (Altun 2003: 254): ‘aklı vü hem (metinde)
51 Kelimeyi “utâsı” okuyarak “aksırığı” şeklinde anlamlandırmak da mümkündür.
103
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
158. Karadur levni vü cismi arıdur
Kosalar kar üstine eridür
159. Ne deñlü çog olursa kıra ger kar
Eridür şöyle kim eritmeye nâr
160. Eger içine bir ‘ayn-ı revânuñ
Bıraksa kaynadur suyını anuñ
Fî-haceri’l-bahr
161. Arestu’dan olınmışdur rivâyet
Deñiz taşı durur bir taşa şöhret
162. Olur deryâ buhârından tevellüd
Kenâr-ı bahrde bulur tecemmüd
163. Eger küçük ola yâhud büyükdür
Bıraksalar suya batmaz sebükdür
164. Ne kişinüñ kim içinde ola ol
Dahı gark olmaya dir ehl-i ma‘kûl
165. Kosalar kıdre_anı yanar iken nâr
Diñe kaynamaya ol kıdr-ı fevvâr
Fî-haceri’l-fâr
166. Müşâbih sûretiyle fâra ol seng
Sanasın mûşdur bâ-vaz‘ [ü] bâ-reng
167. Nerede kim koya ol taşı insân
Dirilür cem‘ olur üstine fiyrân 168. Kaçabilmez tutarlar anı her bâr
Bu taş oldugı yirde az olur fâr
Fî-haceri Feylakûs
169. Arestu-yı hakîm idüp durur yâd
Cihânda bir hacer var Feylakûs-ad
170. Ki her günde döner bir dürlü renge
Gice gözgü olur baksañ o senge
171. Hikâyetdür ki Zü’l-karneyn-i Yunan
Çün aldı ol hacerden buluban kân
172. Gice oldukda cinnüñ kavmi yek-bâr
Anuñ üstine recm itmişler ahcâr
173. Muhakkak böyledür kim millet-i cân
Dilemez kim bula ol taşı insân
104
174. Mutalsamdur ki gördükde o taşı
Kaçar andan sibâ‘ ü cinn ü vahşî
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Fî-haceri’l-bâh
87b
175. Dimiş durur Arestu olgıl âgâh
Ki bir taş var aña dirler hacer-bâh
176. Pes Afrîkıyye arzı oldı kânı
Sikender ol mahalde buldı anı
177. Kimüñle kim ola ol taş her gâh
Aña gâlib ola bu şehvet ü bâh
178. Susuz kimse eger tahte’l-lisâna
Kosa anı hemân ol demde kana
Fî-haceri’l-yeşb
179. Bu seng-i yeşbi ger götürse âdem
Savaşda kimse_anı yeñmege bir dem
180. Bu sırr içün anı saklar halâyık
Selâtîn ider ol taşı menâtık
181. Anı agzına alsa merd-i ‘atşân
‘Ataşdan kurtıla pes ola reyyân
Fî-haceri’l-billûr
182. Zücâcuñ ahsen[i] billûrdur bil
K’olur san‘atla yâkûta mümâsil
183. Ag olur levni_anuñ berrâk tâbân
Götürse bilesince anı insân
184. Ne emrâz olsa cism içinde a‘râz
Gide kalmaya te’sîriyle emrâz
185. Getürse güneşe tutsa mukâbil
Dokunsa penbeye şavkı yakar bil
Fî-haceri yâkût
186. Olur yâkût taşı zât-ı elvân
Şedîd [ü] sâfîdür şeffâf ü tâbân
187. Kimi ahmer olur ü kimi asfer
Kimi ezrak olur ü kimi ahzar
188. Bu elvân ihtilâfı ol hasâda
Ma‘âdin ihtilâfıdur serâda
189. Kişinüñ menfa‘atdür bil gamına
Susuzlık kandurur alsa femine
190. Siler ma‘cûnı dilden ihtilâtı
Fasîh ider dili virür neşâtı
105
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
191. Demi râyik kılur dirler bedende
Komaz kanı k’ola câmid [o] tende
192. Göze sürseler anuñ tûtiyâsın
Açar nûrın mezîd ider ziyâsın
Fî-haceri’z-zümürrüd
193. Zümürrüd taşını dir merd-i sarrâf
Yaşıldur levni vü hem sâfî şeffâf
88a
194. Dimişdür cevherî añla beyânı
Ki altun ma‘deninden çıkar anı
195. Eger ol taşa dâyim baksa insân
Gözinüñ nûrı artar dir tabîbân
196. Zümürrüd k‘ola fâyik baksa_aña mâr
Eriye bir nefesde su ola mâr
197. Götürür bilesince anı masrû‘
Gele başına ‘akl[ı] ola mecmû‘
198. Agu içen kişiye dögüp anı
İçürse olmaya zehrüñ ziyânı
Fî-haceri’l-fîrûzec
199. Şu taş kim aña fîrûze durur ad
Dimişdür ol taşuñ vasfında üstâd
200. Sorarsañ milk içinde ol taşa kân
Ya Nîsâbûr olur yâhud Horâsân
201. Meger ol taşuñ olur levni yaşıl
Karışur rengi olur göge mâyil
202. Olur sâfî hevâ sâfî ola ger
Mükedder olsa hem olur mükedder
203. Aña bakmak münîr ider ‘uyûnı
Giderür derdi sag ider sünûnı
204. Didi Ca‘fer ‘avez görmeye her bâr
52
Şol el kim hâtem-i fîrûzesi var
Fî-haceri’l-‘akîk
205. Arestu-yı hakîm ol Şeyh-i Yunan
53
Dimişdür ki ‘akîke hâs-ı hâsân
106
52 hâtem-i: hâtemi (metinde)
53 hâs-ı: hâs ü (metinde)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
206. Katı kızıl ola yâ zerd-i sâfî
54
Ki düşe her yana zerdî şefâfî
55
207. Bulınur bahr-Arâdan sâhilinde
Ki deryâdur Yemen Tâyif ilinde
208. Rivâyetdür nebîden bil hakîkî
Ki her kim götüre mühr-i ‘akîki
209. Dahı göñlinde kalmaya hem ü gam
Giçe hurrem cihânda görmeye hem
210. Götüren hâtem-i seng-i ‘akîki
Dimişler fakr görmeye hakîkî
211. Göre ‘inde’l-vefât [ol] eshel-i kabz
Ola kable’l-memât aña yiri arz
212. Anı hâtem düzedüp götüren de
Tecâvüz itmeye_itse hışm-hande
Fî-haceri’l-cez‘
88b
213. Arestu’dan rivâyet kılmış insân
Olur bu çarh taşı zât-ı elvân
214. İşidilmiş durur hem ehl-i fenden
Getürürler anı Çîn ü Yemen’den
215. Dimişler durur ehl-i tecribe hem
Aña bakmak götürmek getürür hem
216. Götüren irmeye emniyyetine
İrişmeye kazâ-yı hâcetine
217. Anı etfâle baglasa anası
Lu‘âbı aka vü arta bükâsı
218. Dögüp anı suyıla içse âdem
Girân ola lisânı didiler hem
219. Az ola nevmi çog ola fezâ‘ı
Tar ola hulkı bed ola tıbâ‘ı
54 zerdî: zerdi vü (metinde)
55 Mısrada “bahr-i Arâdan” okunması gereken kısım vezin zarureti dolayısıyla izafet-i maktu olarak
“bahr-Arâdan” şeklinde okundu. Ancak özel isim olduğu anlaşılan “Arâdan” kelimesini sözlüklerde
bulamadığımızı da belirtelim. Belki de bu, iki heceli ve izafet-i maktu yapmayı gerektirmeyecek başka
bir kelimedir ve müstensihler yazarken yanlışlık yapmışlardır.
107
Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler
KAYNAKLAR
ALTUN, Mustafa (2003a). İbrâhim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (1b-149a)–İncelemeDizin, İstanbul: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83486/ibrahim-b-bali--hikmetname-i.html (erişim tarihi: 10.01.2012).
ALTUN, Mustafa (2003b). İbrâhim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (1b-149a)–Metin, İstanbul:
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83486/ibrahim-b-bali---hikmetname-i.html
(erişim tarihi: 10.01.2012).
ARGUNŞAH, Mustafa (1999). Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî, İncelemeMetin-Dizin, Ankara: TDK Yayınları.
DEMİR, Remzi; KILIÇ, Mutlu (2003). “Cevahirnameler ve Osmanlı Döneminde Yazılmış İki
Cevahirname”, OTAM, 14: 1-64.
DEVELLİOĞLU, Ferit (2000). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kitabevi.
ERDEM, Sargun (1989). “Akik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2, İstanbul: 362-363.
GÜNEŞ, Kadir (2010). Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul: Mektep Yayınları.
http://www.hidden-science.net/stones/stonetable.html (erişim tarihi: 19.02.2012)
İbrâhîm bin Bâlî, Hikmet-nâme, Millî Ktp. Yz. A 1606.
KUTLAR, Fatma Sabiha (2005). Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risâle-i
Cevâhir-nâme, Ankara: Öncü Kitap.
Mehmed Es’ad; Ekmekçizâde Hâfız Ahmed (1261/1263). Terceme-i Mustadraf, II, İstanbul:
Matba’a-i Âmire.
MÜTERCİM ÂSIM, Ebu’l-Kemal es-Seyyid Ahmed (1305). El-Okyanûsu’l-Basît fî-Tercemeti’lKâmûsi’l-Muhît, 2, İstanbul: Matba‘atü’l-Osmâniyye.
STEİNGASS, F. ( 1988). Persian-English Dictionary, London: Routledge.
ŞEYLAN, Ali (2003). İbrâhim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (149b-300a)–Metin, İstanbul:
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83487/ibrahim-b-bali---hikmetname-ii.html
(erişim tarihi: 10.01.2012).
TABERÎ, Ebû Ca’fer Muhammed bin Cerîr (1980). Tarih-i Taberî Tercemesi, I, Konya: Can
Kitabevi.
YILDIRIM, Nimet (2008). Fars Mitolojisi Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
YAVUZ, Hilmi (2003). “Kemal Tahir ve Söylemin Tekilliği”, Kara Güneş, Can Yayınları, İstanbul: 145-146.
108
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum
Hayatından Yansımalar Işığında
Çelebizâde Âsım Divanı’nı Okumak
Doç. Dr. Özge ÖZTEKİN*
E
debî metinler, birer sanat eseri olarak, kendilerine özgü
estetik kurallar taşırlar. Sahip oldukları “çokanlamlılık”
niteliği sayesinde, sonsuz sayıda okumaya “açık” bir
yapı özelliği gösterirler. Bundan dolayı, edebî bir metin
yazınsal olarak incelenebileceği gibi; dilbilimsel, deyişbilimsel, metinlerarası ilişkiler ya da psikolojik, felsefî
vb. yönlerden de değerlendirilebilir. Okuma eylemi
metnin içinde kalarak eseri kendisiyle açıklama yoluna
gidebilir veya metni aşarak onun ardında yer alan gerçekliklere eleştirel bir gözle bakabilir. Eseri algılayıştaki farklılık, yorum ve performansta sonsuz sayıda yeni
perspektifler sunar. Edebiyatın meydana geldiği kültürün ve dönemin tanığı olabileceği görüşü, bu sonsuz
sayıda okumanın bir yönünü de kültürel yaşam çözümlemesine çevirmektedir. Bir toplumun veya dönemin temel olgularının somut çalışmalara nasıl yansıdığı, tarihsel-toplumsal-kültürel çevreleriyle izlenerek ele alınır**.
Türk edebiyatı üzerinde bu şekilde bir çalışma yapılabileceği gibi, Türk edebiyatı içerisinde çok önemli
bir yeri olan Divan edebiyatı alanında da bu yönde bir
araştırma yapmak mümkündür. O dönemde yazılan
metinleri doğru anlayabilmek için, yazıldığı çağın kültür tarihini bilmek gerekir. Eski edebiyatımızdaki metin
neşirlerinin “kültürel yaşam çözümlemesi” bağlamında
* Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA
[email protected]
** Ayrıntılı bilgi için bkz. Escarpit 1968, Pospelov 1995, Moran 1999, Eco 2001.
109
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
titiz ve ayrıntılı bir taramaya tâbi tutulmasıyla elde edilecek malzeme, konuyla ilgili
çok sayıda eleştirel sonuç çıkarmaya “açık” bir yapıdadır. Klasik metin şerhiyle ya da
sosyolojik veya kültürel altyapıya dayalı diğer yöntemlerle bir esere yaklaşıldığında;
arka planına yoğun bir kültür tarihi incelemesinin alındığı her divan metninin, Osmanlı gündelik hayatından yansımalar sunabilecek zenginlikte olduğu söylenebilir.
Nitekim son yıllarda, bu şekilde bir veya birkaç divan metni ele alınıp incelenerek
yazıldığı devrin toplumsal yaşantısından kesitler sunan çalışmaların sayısında dikkate
değer bir artış göze çarpmaktadır1.
Kültürel çözümlemeye yoğun malzeme verecek divanlara dönemsel olarak bakıldığında, Divan şiirinin gelişiminde kendine özgü nitelikleriyle bazı “kırılmalar”ın yaşandığı XVIII. yüzyılın ayrı bir yeri olduğu görülür:
“XVIII. yüzyılda yazılmış Divan metinlerinin, Osmanlı sosyal tarihine ışık tutabilecek kültürel kimlik göstergeleri açısından hayli zengin olduğu düşünülmektedir.
Çünkü metinlerin büyük çoğunluğunda, yerlileşmeye olan yoğun ilginin de etkisiyle,
1
110
Klasik Türk şiiri ve sosyal hayat bağlamında yapılan çalışmalardan bazıları için aşağıdaki yayınlara
bakılabilir:
AYLAR Selçuk. “Divan Şiirinde Sosyal Hayatın İzlerine Dair”, Dergâh, 65, Temmuz 1995: 10-11.
BİLİR Jülide. “Kadın Divan Şairlerinden Mihri Hatun, Leyla Hanım ve Şeref Hanım Divanlarında Sosyal Hayat” (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Afyon:Dumlupınar Üniversitesi, 2009.
ÇETİNKAYA Ülkü. “Divan Şiirinde Sosyal Hayattan Yansımalar: Necâtî ve Hayretî’nin Arpa Kıtlığını
Anlatan İki Manzumesi”, Türkbilig Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 17, 2009: 47-55.
DİLÇİN Cem. “Türk Kültür Kaynağı Olarak Divan Şiiri” Türk Dili, 571, Temmuz 1999: 618-626.
DOĞAN Muhammed Nur. “Klasik Türk Edebiyatında Osmanlı Hayatının İzleri”, Eski Şiirin Bahçesinde,
2002: 51-62.
KESKİN Neslihan İlknur. “Sosyal Hayatın 17. Yüzyıl Divan Şiirine Yansımaları ve Anlam Çerçeveleri”
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara: Gazi Üniversitesi, 2009.
KÜÇÜK Sabahattin. “Bâki’nin Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri” Türk Dünyası Araştırmaları, 123, 1999:
165-179.
ÖZKAN Ömer. Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı (XIV-XV.Yüzyıl). İstanbul, 2007.
ÖZTEKİN Özge. XVIII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri: Divanlardan Yansıyan Görüntüler.
Ankara, 2006.
ÖZTOPRAK Nihat. “Divan Şiirinde Osmanlı Geleneğinin İzleri” Türk Kültürü ve İncelemeleri Dergisi,
III, 2000: 155-168.
PALA İskender. “Klasik Şiirde İstanbul’dan Hayat Sahneleri” İstanbul Armağanı 3: Gündelik Hayatın
Renkleri, 1997: 27-54.
SARI Mehmet. “Divan Şiirinde Toplum ve Sosyal Hayat” Edebiyat ve Toplum Sempozyumu (4-5 Haziran
1999) Bildirileri. TÖMER Dil Öğretim Merkezi Gaziantep Şubesi, 1999: 60-61.
SERDAROĞLU Vildan. Sosyal Hayat Işığında Zâtî Divanı. İstanbul, 2006.
ŞENTÜRK, Ahmet Atillâ. “Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Âdetler ve Günlük Hayattan
Sahneler” Türk Dili, 495, Mart 1993: 175-188.
-----. “Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Âdetler ve Günlük Hayattan Sahneler II” Türk Dili, 500,
Ağustos 1993: 211-223.
-----. “Osmanlı Şairlerinin Gözlemciliği ve Klasik Edebiyatımızda Realiteye Dair” Dergâh, 41, Temmuz
1993: 8-10.
TUNÇ Gökhan. “Osmanzâde Tâ’ib’in Bir Kasidesiyle 18. Yüzyılın Gündelik Hayatına ve Kasidenin
Yazılma Amacına Bir Bakış”, Kebikeç, 26, 2008: 333-341.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
muhtevada içten dışa yönelme ve böylece çağına tanıklık edebilecek derecede gerçek
hayattan ipuçları verme söz konusudur... Şiir merkezli bu bilgilerle birlikte Osmanlı
toplumsal tarihi de okunduğunda, Divan metinleri tarihsel/kültürel arka planıyla disiplinler arası incelemelere açık bir hale gelecektir. Musikîden mimarîye, yangınlardan
eğlencelere, giyim-kuşamdan yiyecek-içeceğe, gelenek-görenekten inanış ve ritüellere
kadar Osmanlı gündelik hayatını şiire yansıtan her türlü kesit, kültür tarihi okumaları için başlı başına bir “çok seslilik” ifadesidir. Böylece beyitler/manzumeler, değişik
bakış açılarından değerlendirildiğinde yeni anlamlara dönüşerek farklı bir yorum zenginliği kazanmış olacaktır. Bu açıdan, klâsik edebî zevkin en üst düzeyde gelişmişliğinin bir göstergesi olmasıyla birlikte, sahip olduğu çok boyutlu anlama düzlemi sayesinde çoğul okumalara da açık olması ve yazıldığı devrin sosyal ortamına gönderme
yapabilecek kadar gerçeğe yakın durması, XVIII. yüzyıl Divan şiirini diğer dönemlere
göre daha ayrıcalıklı kılmaktadır” (Öztekin 2006: 3, 5).
Yukarıdaki değerlendirmemizin yer aldığı ve doktora tezimizden kitap haline getirdiğimiz çalışmamızda, XVIII. yüzyıla ait yetmiş beş divanı taramıştık. Elde ettiğimiz
malzemeye göre; yerleşim merkezlerinden manzaralar, devrin ulaşım araçları, Osmanlı mutfak kültürü, devrin giyim-kuşamına dair bilgiler, çiçeklerin dünyası ve bir devre
adını veren lale, devrin eğlence ve şenlik anlayışından kesitler, sporla ilgili öğeler,
Osmanlı nümizmatiği ve Darphane-i Âmire, müzikle ilgili öğeler, sağlıkla ilgili öğeler,
Osmanlı toplum yaşamına dair gelenek-inanış-ritüeller, mimari yapılar ve özellikleri
adı altında on iki bölüm meydana getirmiştik.
Yıllar sonra, doçentlik tezi ve kitabı için aynı yüzyılın tarihçi şairlerinden Çelebizâde
Âsım’ın Divan’ının tenkitli metnini hazırladığımızda; aralarında toplumsal hayatın izlerinin de bulunduğu, birbirinden farklı üç yönden oluşan bir eser incelemesi yaptık.
Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne lisans öğrencisi olarak
adım attığım 1990 yılından bu yana kendisini tanıdığım, değerli hocam ve sevgili
tez danışmanım Prof. Dr. Tulga Ocak onuruna hazırladığımız bu Armağan Kitap için
seçtiğim konu da -anlamlı bir akademik devamlılıkla- Âsım Divanı’nın kültürel yaşam
çözümlemesi olacaktır.
Eserde, bu bağlamda tespit edilen en belirgin unsurları şöyle sıralamak mümkündür:
1. DÖNEMLE İLGİLİ TARİHÎ BİLGİLER
Divan’daki iki kasidenin fahriye bölümleri ile özellikle tarih manzumelerinden edinilen malzemeler, XVIII. yüzyıldaki fetihler, barış antlaşmaları, padişah cülusları ve
sadrazamların vezareti gibi konular hakkında fikir vermektedir. Kronolojik bir sıra
halinde, tarihî olaylar2 ve ilgili beyitler şu şekilde gösterilebilir:
2
XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin genel durumuna yönelik detaylı bilgi veren tarihî kaynaklar için
bkz. Danişmend 1971, Shaw 1994, Uzunçarşılı 1995.
111
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
1.1. Fetihler:
M. 1715: Gördös’ün fethi
Gördös, Karlofça Antlaşması’nın hükümlerini çiğneyerek Osmanlı gemilerini kuşatma altına alan Venedikliler’in Akdeniz’deki kontrol noktası olan Mora’yı tutan önemli kalelerinden biridir. M. 1715’de (H. 1127) Silahtar Ali Paşa komutasındaki ordu,
Venedik’in Girit ile de bağlantısını kesen bu fetihle Gördös’ü Osmanlı topraklarına katar.
Âsım, “cesur Ali Paşa, Gördös’ü savaşarak aldı” ifadesiyle hem bu olaya tarih düşürmekte, hem de sadrazamı tebrik etmektedir:
Şevk ile ‘Âsım-ı şeydâ didi târîhin anuñ
Gördösi ceng ile aldı ‘Alî Paşa-yı dilîr [H.1127]
(Divan-ı Âsım, T1/4)
M. 1723: Tiflis’in alınması
İran’a sefer kararının ardından Kafkasya, Azerbaycan ve Irak olmak üzere üç ana
cephe oluşturulur. Kafkas cephesindeki Tiflis, M. 1723’de (H. 1135) fethedilir. Aynı
yıl içerisinde, İran’ın Irak sınırındaki eyaleti Kirmanşah da Osmanlı topraklarına katılır.
Âsım da Divan’ındaki bir beytinde önce Tiflis’in, sonra bütün Kirmanşah ülkesinin ele geçirildiğini söylemektedir:
Evvelâ hıtta-i Tiflîs olındı teshîr
Soñra feth oldı bütün ülke-i Kirmânşâhân
(Divan-ı Âsım, T3/7)
M. 1724: Hemedan’ın fethi
Osmanlı Devleti’nin İran seferleri sırasında Irak cephesindeki kilit noktalardan
Hemedan’ı alması, M. 1724 (H. 1136) yılına rastlar.
Âsım, “Ahmed Han’ın askeri/ordusu, Hemedan’a varıp aldı” ifadesiyle bu olaya
tarih düşürmektedir:
Didi ‘Âsım yine tebşîr iderek hâtif-i àayb
Hemedâna varup aldı sipeh-i Ahmed Hân [H.1136]
(Divan-ı Âsım, T3/12)
M. 1725: Loristan’ın fethi
İran’ın batısında yer alan Loristan eyaleti, M. 1725’de (H. 1137) ele geçirilir.
Âsım, “Loristan’ı da yüce gayretli Sultan Ahmed Han aldı” dizesiyle bu fetih için
düşürdüğü tarihi vermektedir:
Didi bir mısra’ içre ‘Âsım anuñ fethine târîh
Loristânı da Sultân Ahmed-i vâlâ-himem aldı [H.1137]
(Divan-ı Âsım, T4/5)
112
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
M. 1725: Nahcıvan’ın ele geçirilmesi
Osmanlı’nın İran’a düzenlediği seferde zaptedilen önemli merkezlerden Nahcıvan, M. 1725 (H. 1137) yılında alınır.
Âsım, Nahcıvan şehrinin savaşılarak bir günde fethedildiğini söylemekte ve “cömert Sultan Ahmed, Nahcıvan’ı aldı” dizesiyle tarih mısraını oluşturmaktadır:
Kuvvet-i baht-ı hümâyûn-ı şehenşâhîdür
Nahcıvân şehrini bir günde iden feth hemân
(Divan-ı Âsım, T3/9)
Nahcıvân şehri de bir gün ceng ile feth olınup
Müjdesiyle şâdmân oldukda cümle şeyh ü şâb
Bende-i ‘Âsım didi mısra’la târîhin anuñ
Nahcıvânı aldı Sultân Ahmed-i ‘âlî-cenâb [H.1137]
(Divan-ı Âsım, T5/9-10)
M. 1725: Tebriz’in alınması
Tarih boyunca Osmanlı ve İran arasında belli zamanlarda el değiştiren Tebriz, M.
1725 (H. 1137) tarihinde yeniden alınır.
Âsım, “Tebriz ülkesi Sultan Ahmed’e kutlu olsun” diyerek tarih düşürmektedir:
Du’â-gûne kemîne bende ‘Âsım didi târîhin
Hümâyûn-bâd Sultân Ahmede Tebrîz iklîmi [H.1137]
(Divan-ı Âsım, T6/10)
M. 1737: Niş’in fethi
Sırbistan, Bosna ve Eflak’a silahlı birlikler gönderen Avusturya, bir süre sonra Niş’i
zapteder. Balkanlar’da Banyaluka’ya kadar gelen Avusturya ordusu, burada Osmanlı
Devleti’nin eski sadrazamı yeni Bosna valisi Hekimoğlu Ali Paşa’nın direnişi ile karşılaşınca, kısa sürede gücünü kaybederek yenilgiye uğrar. Böylece, Avusturya’nın Bosna
yönünde daha fazla ilerlemesi engellenmiş olur. Kazandığı zaferle yeniden kendine
gelip güçlenen Osmanlı ordusu, M. 1737’de (H. 1150) Niş’i geri alır.
Âsım, sınırların her birine asker takviyesi ile yardım gönderen Sultan Mahmud’un
gerektiği zaman harcanmak üzere saklanan zahireleri de kullanıma hazır ederek
Rumeli’nin bütün kalelerini levazımla donattığını anlatmaktadır. Düşman ordusunu Tanrı’nın yardımıyla yenilgiye uğratan padişah, bir zamanlar Nemçe’nin /
Avusturya’nın eline geçen Niş’i böylece yeniden geri almıştır:
Hudâ pâyende kılsun haşre dek taht-ı hilâfetde
Şehenşâh-ı cihân Mahmûd Hân-ı ma’delet-pîşi
***
İdüp ser-hadlerüñ her birine imdâd-ı ‘askerle
Zahâ’irle müheyyâ eyledi ser-mâye-i ‘ayşı
113
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
Olınca himmetiyle cümlesi âmâde ol şâhuñ
Kılâ’-ı Rûmelinüñ hep levâzımdan kem ü pîşi
***
Sipâh-ı àaybuñ imdâd ile çünkim kıldılar teshîr
Mukaddem kâfirüñ àaflet ile zabt itdügi Nîşi
Kemîne bende ‘Âsım lafzen ü ma’nen didi târîh
Alındı Nemçe biñ yüz ellide almış iken Nîşi [H.1150]
(Divan-ı Âsım, T28/3, 6-7, 10-11)
Bir alış aldı ‘adûdan Nîşi kim halk-ı cihân
İdemez teşbîh evvel fethine bu def’asın
Şâd olup ‘Âsım didi bu fethinüñ târîhini
Nemçeden Sultân Mahmûd aldı Nîşin kal’asın [H.1150]
(Divan-ı Âsım, T29/4-5)
1.2. Barış Antlaşması:
M. 1727: Afgan Şahı ile sulh
Osmanlı Devleti ve Rusya arasında Batı İran’ın paylaşımına dair İstanbul
Antlaşması’nın yapılmasından kısa bir süre sonra, İran yeniden karışmaya başlar. Afgan şahı Eşref Han, Osmanlı Devleti’ne bir elçi göndererek Batı İran’da işgal ettiği
topraklardan çekilmesini ister. Ancak bu talep İbrahim Paşa tarafından reddedilince, Osmanlı ordusundaki Kürtler’in orduya ihanet etmelerini sağlayarak, M. 1726’da
(H. 1139) Andıcan savaşıyla Osmanlılar’ı yenilgiye uğratır. Osmanlı Devleti’nin daha
kuvvetli bir karşı saldırıya geçeceğinden emin olduğu için de hemen sulh yoluna gider. M. 1727’de (H. 1140), iki devlet arasında Hemedan Barış Antlaşması imzalanır.
Buna göre Osmanlı’nın daha önceden ele geçirdiği İran toprakları kendisinde kalacak,
Afganlılar’ın Andıcan savaşını kazanarak aldığı Sultaniye, Zencan ve Ebher de Osmanlı Devleti’ne verilecektir.
Âsım bu konuda yazdığı iki şiirinde, Isfahan’da hüküm süren Afgan şahı Eşref Han
ile savaşarak ona haddini bildiren III. Ahmed’i kutlamak gerektiğini söylemektedir.
Zira artık barış zamanı gelmiştir:
Fâtih-i Îrân-zemîn hâkân-ı mansûrü’l-livâ
Husrev-i sâhib-kırân u kahramân-ı mâ’ u tıyn
***
İşte ez-cümle bir Eşref-i Şeh-i Afgân ile
Ceng ü sulhı eyledi ber-mûcib-i şer’-i mübîn
Bildi haddin eyledi çünkim niyâz-ı âştî
Sulh idüp Îrâna çekdi gûyiyâ hısn-ı hasîn
114
***
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Ben didüm ‘Âsım sezâdur atsa Eşref tâcını
Oldı Eşref sulh olup Sultân Ahmedden emîn [H.1140]
(Divan-ı Âsım, T11/2, 10-11, 13)
Isfahânda şâh olan Eşref Şeh-i Afgân ile
Zıll-ı Hak Sultân Ahmed Hân-ı ‘âlî-mesnedüñ
Bâ’is-i emn-i cihân olmaàla sulhı didiler
Sulhı Eşrefle hümâyûn oldı Sultân Ahmedüñ [H.1140]
(Divan-ı Âsım, T12/1-2)
1.3. Padişah Cülusu:
M. 1730: I. Mahmud’un tahta çıkışı
Lâle Devri’nin Patrona Halil İsyanı ile son bulmasının ardından, Osmanlı tahtına
II. Mustafa’nın oğlu ve III. Ahmed’in yeğeni olan I. Mahmud çıkar.
Âsım, “gönlüyle bilen/anlayan Sultan Mahmud Han cülus eyledi” diyerek yeni padişahın tahta çıkış yılının tarihini vermektedir:
Hazret-i Sultân Mahmûd ibn-i Sultân Mustafâ
Kim çekerdi hasret-i dîdârını cümle nüfûs
***
Sâl-i târîh-i cülûsın didi ‘Âsım bendesi
Eyledi Sultân Mahmûd Hân-ı dânâ-dil cülûs [H.1143]
(Divan-ı Âsım, T23/3, 9)
1.4. Sadaretteki Yükselmeler:
M. 1718: Damat İbrahim Paşa’nın sadrazam oluşu
1717’de, III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan ile evlenen Nevşehirli İbrahim Paşa, bu
tarihten bir yıl sonra da sadarete getirilmiştir.
Âsım da padişahın Damat İbrahim Paşa’yı vekil yaptığını söyleyerek, memleketi
baştan başa adalet ile bayındır kıldığını söylemektedir:
K’eyleyüp Dâmâd İbrâhîm Paşayı vekîl
Mesned-i devletde fark-ı cümle-i nîk u bede
Eyledi mülki ser-â-pâ ‘adl ile ma’mûrezâr
Koymadı zâlimde kudret habbeye vaz’-ı yede
(Divan-ı Âsım, T2/3-4)
M. 1732: Hekimoğlu Ali Paşa’nın ilk sadrazamlığı
Osmanlı’nın savaşarak kazandığı Tebriz, Kirmanşah, Hemedan ve Loristan topraklarını İran’a geri vermesini öngören bir antlaşmayı imzalayarak devletin dış politikasını zedelediği düşünülen Osman Paşa sadrazamlıktan alınarak, M. 1732’de (H.
1144) Ali Paşa bu göreve getirilir.
115
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
Âsım, “Ali Paşa pek yüce bir vezir oldu, kutlu olsun” ifadesiyle sadrazamın bu
makamı teşrifine tarih düşürmektedir:
Du’â-gûne didi bu mısra’ı teşrîfine târîh
‘Aceb a’lâ vezîr oldı ‘Alî Paşa mübârek-bâd [H.1144]
(Divan-ı Âsım, T25/17)
M. 1737: Yeğen Ahmed Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi
Dârü’s-saade Ağası Beşir Ağa’nın zoruyla görevinden alınan Abdullah Paşa’nın yerine, M. 1737’de (H. 1150) Yeğen Ahmed Paşa sadrazamlığa atanır.
Âsım, “Ahmed Bey vezaret ile ünlü oldu, kutlu olsun” diyerek tarih mısraını söyler:
Alınca hâtif üç tûàı du’â-gûne didi târîh
Vezâret ile Ahmed Beg be-nâm oldı mübârek-bâd [H.1150]
(Divan-ı Âsım, T30/13)
M. 1742: Hekimoğlu Ali Paşa’nın ikinci sadrazamlığı
Âsım, sadrazamlığının azille sona ermesinden bir sene sonra Bosna’ya vali olarak
atanan Ali Paşa’nın burada yaptıklarını sadece o memlekette yaşayanların değil tüm
Rumeli halkının takdir ettiğini ifade etmektedir. Şaire göre, Belgrat fatihi Paşa’nın her
savaşı başlı başına bir kitap olsa uygundur. Ve şimdi ikinci kez, sadaret mührü yine
kendisindedir:
Sâbıkâ mesned-i sadâretden
Yoàıken ‘azline sebeb kat’â
Bir sene soñra oldı ma’lûmı
Cümlenüñ hikmet-i cenâb-ı Hudâ
Bosna mülkin meger ki kâfirden
Hıfz imiş kasd-ı hazret-i Mevlâ
Bu vezîr-i mücâhidüñ el-hak
Bosnada itdügi cihâd u àazâ
‘Ahd-ı ashâbdan beri bî-şek
Olmamışdur cihânda rûy-nümâ
Yalıñız ol diyâr ehli degül
Rûmeli halkın itdi hep ihyâ
Yâ Belegrad-ı saht-ı bünyâduñ
Fethi anuñ degül midür ‘acebâ
Hak bu kim her àazâ-yı àarrâsı
Müstakil bir kitâb olsa revâ
***
116
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Hamdü’lillâh ‘adl-i yümniyle
Aldı mühri yine ‘Alî Paşa [H.1155]
(Divan-ı Âsım, T32/8-15, 19)
2. BAŞKENT İSTANBUL VE SEMTLERİ İLE DİĞER YERLEŞİM
MERKEZLERİ
Osmanlı Devleti’nin payitahtı İstanbul, İstanbul’un semtleri ile Anadolu ve Rumeli’deki diğer bir çok kent ve kasabanın adı, sahip oldukları çeşitli özellikler vesilesiyle
XVIII. yüzyıl divan metinlerinde yer almaktadır3. Âsım Divanı’nda rastlanan yerleşim
merkezlerinin dökümü ise şu şekilde yapılabilir:
2.1. İstanbul
Güzelleriyle meşhur İstanbul, bu yönüyle pek çok şairin dizesine konu olmuşken;
anlaşılan o ki, Âsım için aynı duyguları ifade etmemektedir. Şair; taşradaki temiz yürekli ay yüzlüleri, İstanbul’un hafifmeşrep vefasızlarına tercih eder:
Kenâruñ sâde-dil meh-rûsı yegdür ülfete ‘Âsım
Sitanbul şehrinüñ âlüfte-meşreb bî-vefâsından
(Divan-ı Âsım, G57/5)
Sultan Ahmed’in yaptırdığı çeşmeleri anlatırken İstanbul’u “gönül açan” sıfatıyla
niteleyen Âsım, suyundan bir damla içen hastanın o an sıhhat bulacağını söyleyerek
mübalağa yoluyla İstanbul’un bu yönden de meşhur olduğu gerçeğini vurgulamaktadır:
Kim bu şehr-i dil-güşânuñ halkını sîr-âb idüp
Eyledi lutfıyla her bir kûçesin gûyâ mesîl
Çeşmeler bünyâd olındı sû-be-sû kim âbınuñ
Katresin nûş eylese sıhhat bulur ol dem ‘alîl
(Divan-ı Âsım, T20/5-6)
2.1.1. Çamlıca, Hisar
Sık sık Çamlıca tepesine çıkıp İstanbul’un eşsiz manzarasını seyreden Âsım, bir zaman gelip de kendisine Hisar uzak kalınca, bahtının yıldızı sevgiliye “bari Sadâbâd’a
gidelim” çağrısında bulunur. Zira, Kağıthane’de “seyr-i Sa’dâbâd4”a çıkılarak yapılan
eğlencelerin ayrı bir yeri vardır:
Çamlıca seyri mükerrerdür Hisâr ise ba’îd
Necm-i bahtum gidelüm gel bârî Sa’d-âbâde dek
(Divan-ı Âsım, G43/4)
2.1.2. Üsküdar
Üsküdar’ın su problemini anlatmak için, “halkın yaz günü susuzluktan gülün üstündeki
şebnemi kaptığını” söyleyen Âsım, III. Ahmed’in emri ve sadrazam İbrahim Paşa’nın gayret3
4
Bkz. Öztekin 2006: 66-141.
Bkz. Öztekin 2006: 676-683.
117
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
leriyle Üsküdar’da yaptırılan çeşmeler kadar semte su getiren maksemi de âdeta “âb-ı hayat”
gibi algılamıştır. Çünkü bunlar yapılmadan önce, Üsküdar’da yazın susuzluk yaşanmaktadır:
Şâhid ister mi bu da’vâ Üsküdaruñ halkı hep
Teşnelikden yaz güni gülden kaparken şeb-nemi
(Divan-ı Âsım, T17/7)
O sultân-ı cihânbân Üsküdaruñ fasl-ı germâda
İşitdi suyı çün âb-ı hayâtâsâ olur nâ-yâb
(Divan-ı Âsım, T18/6)
Gördi çünkim Üsküdaruñda zamân-ı sayfda
Suyı ‘izzetde olup âb-ı hayâtuñ tev’emi
(Divan-ı Âsım, T19/9)
2.2. Rodoscuk
Şarabıyla meşhur Tekirdağ’da (eski adıyla Rodoscuk’ta) bulunup da içkiye dair bir
gazel söylememek olur mu? Âsım da böyle düşünüyor olmalı ki, “mazur görün” diyerek, hafifletici sebebi kentin sahip olduğu meşhur ürünün hükmüne bağlamaktadır:
N’ola hep ‘ayşa dâ’ir düşse ‘Âsım bu àazel yârân
Rodoscuk şehrinüñ hükmi budur ma’zûr görsünler
(Divan-ı Âsım, G13/6)
2.3. Bursa
Muhtemelen Bursa’daki kadılığı sırasında yazmış olduğu aşağıdaki kıt’asında
Âsım, vaktiyle Yıldırım Bayezid’in kızı ile evlenerek Bursa’ya yerleşen ve orada adına
bir cami ve türbenin de bulunduğu âlim ve evliya Emir Sultan’ın huzurunda olmaktan
duyduğu mutluluğu dile getirmektedir:
Ey hıtta-i Burusayı feyziyle eyleyen
Bir gülşen-i hemîşe bahâr-ı İrem-nazîr
Reh-yâb-ı kurb-ı hazretüñ olmak ne ihtimâl
‘Âsım kemîne bende cenâbuñ ise Emîr
(Divan-ı Âsım, Kt.2)
3. Mimari Faaliyetler
XVIII. yüzyıl İstanbul’unda, yeni yaptırılan ya da restorasyondan geçirilen pek
çok mimari yapı vardır. Konaklama mekânları, askerî ve dinî mekânlar ile eğitim
mekânlarının sayısız örneği bir yana, bilhassa su mimarisinde döneme damgasını vuran eşsiz örnekler verilmiştir. Dönemin divan metinlerinde bu konunun özellikle tarih
manzumeleriyle detaylı bir şekilde işlendiğini söylemek yanlış olmaz5. Âsım Divanı’ndaki tarih manzumeleri ile birkaç gazelde, İstanbul’da yeni yaptırılan ve restore
edilen yapılarla birlikte çeşitli vesilelerle adı geçen iki ayrı mekândan söz edilmektedir:
118
5
Bkz. Öztekin 2006: 635-753.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
3.1. İnşa Edilen Yapılar
3.1.1. Su Mimarisi:
M. 1724: Kaymak Mustafa Paşa Çeşmesi
Sadrazam İbrahim Paşa’nın damadı Kaptan (Kaymak) Mustafa Paşa tarafından
Kuleli Bahçe’deki aynı adlı caminin yakınında yaptırılmış fakat bugün artık mevcut
olmayan çeşmedir. Kitabesini Âsım yazmıştır6.
Bu kitabeye bir beyit daha ekleyerek Divan’ına alan şair, “bu yüce çeşmeyi Kaptan
Mustafa Paşa yaptı” mısraı ile tarih düşürmektedir:
Du’â-gûy-ı kemîne bende ‘Âsım didi târîhin
Bu vâlâ çeşmeyi yapdı Kapudan Mustafâ Paşa [H.1137]
(Divan-ı Âsım, T7/10)
M. 1728: III. Ahmed Meydan Çeşmesi
Üsküdar, İskele Meydanı’ndadır. Çeşmenin denize bakan cephesinde III. Ahmed
ve sadrazam İbrahim Paşa’nın birlikte hazırladıkları bir beyit ile padişahın celî sülüs
hattıyla yazdığı, devrin önemli şairlerinden Nedîm, Rahmî ve Şâkir’e ait tarih kitabeleri yer almaktadır7.
Kış mevsiminde suyu “âb-ı hayat” gibi bulunmaz olan Üsküdar’a çeşmeler yaptırarak semti âdeta suya kandıran III. Ahmed’in inşa ettirdiği çeşmelerden birinin de
bu olduğunu belirten Âsım, çeşmenin tarih kitabesini Rahmî’nin söylediğini ifade etmektedir:
Bahr-ı mevvâc-ı kerem Sultân Ahmed kim odur
Şehryârân-ı zamânuñ ser-firâz u a’zamı
***
‘Âsımâ âbın içüp Rahmî didi târîhini
Hükm-i Sultân Ahmed icrâ itdi el-hak zemzemi [H.1141]
(Divan-ı Âsım, T17/1, 12)
O sultân-ı cihânbân Üsküdaruñ fasl-ı germâda
İşitdi suyı çün âb-ı hayâtâsâ olur nâ-yâb
Suyın buldurdı dil-cû çeşmeler yapdurdı her sûyın
Bu şehrüñ suyı çok fass-ı nigînveş eyledi àark-âb
Husûsâ bir münevver çeşme kim vasfında şâyândur
Dinilse menba’-ı deryâ-yı nûr u çeşme-i meh-tâb
***
6
7
Bkz. Çoruhlu 1994: 117-118; Aynur-Karateke 1995: 163.
Bkz. Ödekan 1994: 116; Aynur-Karateke 1995: 189-194.
119
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
Bu âbuñ ‘Âsımâ icrâsına Rahmî dimiş târîh
Bu şehri mâ ile Sultân Ahmed eyledi sîr-âb [H.1141]
(Divan-ı Âsım, T18/6-8, 10)
M. 1728: Damat İbrahim Paşa Çeşmesi
Üsküdar’da inşa edilmiş ama bugün artık mevcut olmayan bu çeşmenin kitabesi,
Âsım’a aittir. Aynı tarihte yine Üsküdar’da sadrazam tarafından yaptırılan maksemden
beslenen çeşmelerden biridir8.
Adı geçen çeşme için Divan’daki tarih manzumesi ile söz konusu kitabe metni
karşılaştırıldığında, şiirin sonundaki tarih mısraı dışında, yeni baştan yazıldığı görülmektedir. Yazın da Üsküdar’da su bulmanın “âb-ı hayat”la eşdeğer olduğundan söz
eden Âsım, suyun icrası için her yeri gezen sadrazamın sonunda aradığı suyu bulduğunu belirtmektedir. Maksem’den de bahseden şair, pek çok çeşmenin bağlandığı bu
maksem sayesinde semtin suya kavuştuğunu dile getirmektedir. Bu çeşmelerden biri
de, “zemzem”e benzeyen suyuyla İbrahim Paşa Çeşmesi’dir:
Gördi çünkim Üsküdaruñda zamân-ı sayfda
Suyı ‘izzetde olup âb-ı hayâtuñ tev’emi
Bir su icrâ eylemek fikriyle gezdi sû-be-sû
Deşt ü kuhsârı olup bâd-ı bahâruñ hem-demi
‘Âkıbet buldı çıkardı taşdan bu suyı kim
Añdırur kıymetde âb-ı sâf fass-ı hâtemi
***
Ulayup başından anı şehre çün kıldı revân
Eyledi mecrâ aña çok çeşmesâr-ı hurremi
İşte ez-cümle biri bu çeşme-i dil-cûydur
Kim nezâketle binâsında behemdür muhkemi
***
Oldı târîhi su gibi hâmeden cârî hemân
İbrâhîm Paşa içürdi nâsa ‘ayn-ı zemzemi [H.1141]
(Divan-ı Âsım, T19/9-11, 13-14, 18)
M. 1728: Dördüncü Kadın Çeşmesi
Üsküdar’dadır. III. Ahmed’in dördüncü eşi tarafından yaptırılmış olmalıdır. Ama
ismi tespit edilememiştir. Çeşmenin kitabesi, Âsım’a aittir9.
Divan’ındaki iki tarih manzumesinde de Dördüncü Kadın olarak söz ettiği çeşme
sahibinin asıl adını vermeyen Âsım, manzumelerden birinde Üsküdar’da yapıldığını
da söylemektedir. Bu arada, III. Ahmed’in eşlerinin pek çok çeşme yaptırdığı da aynı
manzumeden edinilen bilgiler arasındadır:
120
8
9
Bkz. Sezen 1994: 546; Aynur-Karateke 1995: 183-184.
Bkz. Aynur-Karateke 1995: 188.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bânû-yı ‘ismet-serây-ı hâs Dördünci Kadın
Eyledi bünyâd Hak ihsân ide ecr-i cezîl
Hep görenler didiler tahsîn idüp târîhini
Yapdı Dördünci Kadın ey çeşmesâr-ı bî-bedîl [H.1141]
(Divan-ı Âsım, T20/8-9)
Üsküdara idicek ‘ayn-ı ‘inâyetle nazar
Oldı her kûçesi mîzâb u zemîni merbû’
***
Gerçi ‘ismetlü kadınlar hazerâtı dahı hep
Yapdılar her biri bir çeşme-i pâk ü masnû’
Lîk bu çeşme-i dil-cûyı görenler didiler
Oldı Dördünci Kadın çeşmesi hakkâ matbû’ [H.1141]
(Divan-ı Âsım, T21/4- 6-7)
3.1.2. Dini Mimari:
M. 1734: Hekim Ali Paşa Camii
Kocamustafapaşa’daki aynı adlı külliyenin içindedir. Lâle Devri’nin mimarî anlayışını yansıtan külliye; cami, kütüphane, sebil, çeşme, şadırvan ve tekkeden meydana
gelmektedir. Altıgen kubbeli merkezî mekân geleneği ve rokoko motifleriyle barok
üslûbun habercisi olmuştur. Kitabesi, Şeyhülislam İshak tarafından yazılmıştır10.
Âsım da, parasını hayırlı işlere harcayan sadrazamın yaptırdığı bu mabedin kıyamete dek müslümanlara secdegah olmasını dilemektedir:
Hayra vakf itdügine ‘âlemde nakd-ı himmetin
Bu mu’allâ câmi’-i zîbende kâfîdür güvâh
***
Kim görenler diyeler ‘Âsım gibi târîhini
Haşre dek olsun bu ma’bed müslimîne secdegâh [H.1147]
(Divan-ı Âsım, T27/14, 18)
3.2. Restorasyon
M. 1726: Simkeşhane
İstanbul’un fethinden sonra inşa edilen yapılardan biri olup, Beyazıt’tadır. XVIII. yüzyılda, üst yapısı değiştirilmiş ve bugüne o görünümüyle gelmiştir. III. Ahmed’in annesi Baş
Kadın Emetullah Gülnûş Valide Sultan tarafından “sim çekme” için yaptırılan bu binanın
ortasında üst üste iki mescit vardır. Bunlardan alttaki Fatih’e, üsteki Gülnûş Sultan’a aittir11.
10 Bkz. Kuban 1994: 43-46.
11 Bkz. Cantay 1994: 561.
121
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
Âsım, Simkeşhane için yazdığı iki tarih manzumesinin birinde, mekâna yeni görünümünü veren Baş Kadın’ına da gönderme yapmaktadır:
Ser-be-ceyb-i fikr iken ehl-i suhan ‘Âsım hemân
Didi kim târîhi oldı sîm-keş-hâne binâ [H.1139]
(Divan-ı Âsım, T8/1)
Didi bir mısra’da hâtif iki târîh-i tamâm
Baş Kadın itdüñ dil-ârâ sîm-keş-hâne binâ [H.1139]
(Divan-ı Âsım, T9/1)
M. 1727: Fatma Sultan Camii
Eminönü’ndeki bu camiin yerinde önceden bir mescid varken, III. Ahmed’in kızı
Fatma Sultan tarafından cami yapılmıştır. Kitabesi, Nedîm’e aittir12.
Tarih’inde açılışından söz ettiği bu cami için Divan’ında da bir tarih manzumesi
yazan Âsım, binanın mescidden camie dönüşümünden bahsederek Fatma Sultan’ın
yaptığı yenilemeyi anlatmaktadır:
Hazret-i Sultân Ahmed Hân-ı Sâlis kim odur
Kutb-ı dehr ü àavs-ı ‘âlem sâye-i Rabb-ı Mecîd
***
Kim zamân-ı devletinde nev-be-nev olmakdadur
Nice câmi’ler hüveydâ köhne mescidler cedîd
İşte ez-cümle bu câmi’ kim mukaddem sa’y idüp
Mescid olmak üzre yapmış anı bir merd-i sa’îd
***
Sâha-i devlet-serâsında biraz yer zamm idüp
Yapdı bir pâkîze câmi’ kıldı her rengin sedîd
***
Göricek ‘Âsım didi bu câmi’üñ târîhini
Fâtıma Sultân bu rûşen ma’bedi kıldı cedîd [H.1140]
(Divan-ı Âsım, T14/1, 4-5, 8, 10)
Tamâm oldukda bir mısra’la ‘Âsım didi târîhin
Bu vâlâ câmi’i tevsî’ kıldı Fâtıma Sultân [H.1140]
(Divan-ı Âsım, T15/1)
Düşürdüm ‘Âsımâ itmâmına bir mısra’ı târîh
Bu vâlâ ma’bedi tevsî’ kıldı Fâtıma Sultân [H.1140]
(Divan-ı Âsım, T16/1)
122
12 Bkz. Âsım 1282: 498-499; Eyice 1994: 273, Ayvansarayî 2001: 213.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
3.3. İsmen Anılan Mekânlar
Sa’dâbâd
XVIII. yüzyıl Lale Devri İstanbul’unun önemli yapılarından bir tanesidir. 1722’de,
III. Ahmed’in emriyle İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. Kağıthane mesiresindeki
“seyr-i Sa’dâbâd” eğlenceleri meşhurdur13.
Âsım da, bir gezinti ve eğlence yeri olması nedeniyle Sa’dâbâd’dan söz etmektedir:
Çamlıca seyri mükerrerdür Hisâr ise ba’îd
Necm-i bahtum gidelüm gel bârî Sa’d-âbâde dek
(Divan-ı Âsım, G43/4)
Şehzade Camii
Eminönü Şehzadebaşı’ndaki bu cami, aynı adlı külliyenin içerisindedir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından, oğlu Şehzade Mehmed adına Mimar Sinan’a yaptırılmıştır14.
Âsım bir kıt’asında, muhtemelen bir Ramazan gecesinde -ki bu açık olarak belirtilmemekle birlikte “kutlu gece” olarak nitelendirilmektedir- Şehzade Camii’ndeki Hz.
Ali’nin kılıcının resmedildiği mahyaları seyredenlerin, “devleti ihya eden Âsaf menkıbeli sadrazam, gökyüzüne mücevheri Allah’ın yardımı/üstünlük olan bir kılıç astı”
dediklerini söylemektedir:
Bu şeb-i ferhundede mâhiyyeden Şeh-zâdede
Seyr idenler resm-i tîà-ı zülfekâr -ı Hayderi
Didiler muhyî-i devlet sadr-ı Âsaf-menkabet
Eyledi âvîze çerhe tîà-ı nusret-cevheri
(Divan-ı Âsım, Kt.5)
Gül Camii
Haliç kıyısında, eski bir Bizans kilisesidir. İstanbul’un fethinden sonra bir süreliğine Tersane-i Âmire’nin levazımı için mahzen olmuş, daha sonra camie dönüştürülmüştür15.
Sevgilinin kırmızı yanağını görünce kaşına gönlünü bağladığını söyleyen Âsım,
“sanki Gül Camii mihrabına kandil astım” diyerek bu mekânın adındaki gül sözcüğü
ile güzelin yanağının rengi arasında bir ilgi kurmuştur. Kaş ile mihrap arasında şekil
yönünden ilgi vardır. Gönül ile kandil arasındaki bağlantı da düşünüldüğünde, beyitte
düzenli bir leff ü neşr sanatı ortaya çıkmaktadır:
Ruh-ı alın göricek baàladum ebrûsına dil
Sanki Gül Câmi’i mihrâbına kandîl asdum
(Divan-ı Âsım, Mf.1)
13 Bkz. Eldem 1977.
14 Bkz. Kuban 1994b: 152-155; Ayvansarayî 2001: 54-56.
15 Bkz. Kuban 1994c: 434-435, Ayvansarayî 2001: 250.
123
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
4. Paralar
Akçe, sultânî, eşrefî, tuğralı altın, fındık altını, zer-i mahbûb, mangır, füls, kuruş,
dinar, dirhem, zencirli gibi pek çok para çeşidinin XVIII. yüzyıl divan metinlerinde
çeşitli vesilelerle kullanıldığı bilinmektedir16. Âsım Divanı’nda geçen para adları ise
şunlardır:
4.1. Nakd
Âsım ilk beyitte, ki Hekim Ali Paşa’nın yaptırdığı bir camiye düşürdüğü tarih manzumesinden alınmıştır, sadrazamın gayret/emek parasını hayırlı işlere vakfettiğinin
delili olarak bu süslü, yüce cami yeterlidir demektedir. Bir gazelinden alınan ikinci
beyitte ise, tıpkı açgözlülerin paralarını maksadına ulaşamamış müflis için saklamaları
gibi, feleğin de her gece müneccimlere yıldızları sunduğunu söylemektedir:
Hayra vakf itdügine ‘âlemde nakd-ı himmetin
Bu mu’allâ câmi’-i zîbende kâfîdür güvâh
(Divan-ı Âsım, T27/14)
Felek her şeb nücûmı ‘arz ider ahter-şinâsâna
Tama’ erbâbı nakdin müflis-i nâ-kâm içün saklar
(Divan-ı Âsım, G12/4)
4.2. Eşrefî
III. Ahmed’in övgüsünde yazdığı bir kasidesinde Âsım, aslında padişahın İran’la
olan mücadeleler sırasında Eşref Han’ı nasıl dize getirdiğini hatırlatarak ona bir gönderme yapsa da, “nâkıs-‘ayâr-eşrefî-ıslâh-nakkâd” sözcükleri arasındaki tenasüp, dolaylı olarak eşrefî altının düşük olan ayarını da akla getirmektedir:
Nâkıs olmaàla ‘ayâr-ı Eşrefî ıslâhını
Sâhib-i nakkâdına emr itdi fermân eyledi
(Divan-ı Âsım, K3/21)
4.3. Akçe
Sadrazam İbrahim Paşa övgüsündeki bir Ramazaniyye’sinin sonunda Âsım, kasidenin artık “ihsan”a gelip dayandığını ve bu yüzden sözü uzatmamak gerektiğini
belirterek, şimdi akçe toplamanın zamanı olduğunu söylemektedir:
Sözi ‘Âsım uzatma akçe devşirmek zamânıdur
Tayandı kâfiye zannumda zîrâ lafz-ı ihsâne
(Divan-ı Âsım, K7/27)
4.4. Dirhem
Âsım; Üsküdar’daki su için “Gümüşsuyu” tabirini kullanırken, dirhemin “gümüş
para” anlamına gelmesinden de yararlanmaktadır. O, yoluna para saçacak kadar kıymetlidir çünkü şehrin uzun süren susuzluğuna çare olmuştur:
124
16 Bkz. Öztekin 2006: 465-481.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Nâmına dinse Gümüşsuyı revâdur ol kadar
Yolına dökdi anı icrâ idince dirhemi
(Divan-ı Âsım, T19/12)
5. Yiyecek-İçecek
Osmanlı mutfak kültürünün zengin yemek çeşitleri, XVIII. yüzyıl divan metinlerinde kimi zaman ismen, kimi zaman da çeşitli özellikleriyle yer almaktadır. Alkollü
ve alkolsüz içecekler de bir o kadar revaçtadır17. Âsım Divanı’nda bu konuyla ilgili
örnekler ise şöyledir:
5.1. Tatlı:
Helvâ-yı Hâkânî
III. Ahmed’in İbrahim Paşa’nın evini teşrifi dolayısıyla kaleme aldığı bir kasidesinde Âsım, padişahın “helvâ-yı hâkânî”yi beğenmesi halinde, saray mutfağında aşçılık
yapmak üzere Çin hakanının bile geleceğini söylemektedir:
Eylese helvâ-yı hâkânîye raàbet Çînden
Matbahında âş-pezlik itmege hâkân gelür
(Divan-ı Âsım, K4/15)
5.2. Şarap:
Frenk/Fransız Şarabı
Gönül ehli her zaman gamlı olur. Ancak Âsım’a göre daha da kötüsü, bu gamı
defedecek bir Frenk/Fransız şarabının18 olmamasıdır:
Yâ Rab nic’olur ehl-i dilüñ hâli o yerde
Kim def’-i àama bâde-i efrenc bulınmaz
(Divan-ı Âsım, G29/3)
6. Giyim-Kuşam
Kumaşlardan giyeceklere kadar XVIII. yüzyıl giyim-kuşamının pek çok ayrıntısını, dönemin divan şiiri örneklerinde görmek mümkündür. Renk, şekil, tür ve isimlendirmeler gibi, devrin modası üzerine kısa bilgiler de göze çarpmaktadır19. Âsım
Divanı’nda tespit edilenler şu şekilde sıralanabilir:
6.1. Kumaşlar
6.1.1. Dîbâ
III. Ahmed’in İran seferlerine telmihen Âsım; hükümdarın ihtiyaçsızlık gözüne
İran topraklarının, geçerken ayağının altına serilen Acem dîbâsından yapılma bir yaygı
kadar ucuz geldiğini ifade etmektedir:
17 Bkz. Öztekin 2006: 170-209.
18 Dünyanın en sofistike şaraplarını üretildiği Fransa, ikibin yıllık bir bağcılık ve şarapçılık geçmişine
sahiptir. Bu geçmişin kökeninde de Anadolu vardır. Fransa’ya ilk asma çubukları, Marsilya yoluyla
Foça’dan taşınmıştır.
19 Bkz. Öztekin 2006: 215-264.
125
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
Bir ‘Acem dîbâsı pây-endâz deñlü şübhesiz
Çeşm-i istiànâsına Îrân-zemîn erzân gelür
(Divan-ı Âsım, K4/19)
6.1.2. Perend
İbrahim Paşa övgüsündeki bir kasidesinin dua bölümünde, “perend” sözcüğünü
ihamlı kullanan şair hem “ipekten dokunmuş, düz, nakışsız kumaş” anlamını, hem
de “kılıç veya hançer cevheri” anlamını akla getirmektedir:
Girân-ser-mâyegân-ı şevk-i ‘irfân saklaya tâ kim
Perend-i hoş-kumâş-ı nazmını hengâm-ı a’yâde
(Divan-ı Âsım, K5/28)
6.2. Giyecekler
6.2.1. Câme, Delk
Ayıplama/kınama elbisesinin her rengini giydiğini belirten Âsım, artık biraz da
omza siyah renkli ve eski püskü/yamalı bir derviş cübbesi almak gerektiğini söylemektedir:
Melâmet câmesinüñ ‘Âsımâ her rengini geydüñ
Biraz da dûşa bir delk-i siyeh-fâm almamuz vardur
(Divan-ı Âsım, G19/5)
6.2.2. Burka
Şair; ay kadar güzel sevgili, yanağından gizleme burkasını/peçesini kaldırırsa, avare aşığın kara bahtının da açılacağı görüşündedir:
Kaldursa o meh burka’-i setrini ruhından
Baht-ı siyeh-i ‘âşık-ı âvâre açılsa
(Divan-ı Âsım, G80/4)
6.2.3. Etek
Âsım, güzelin eteğini kemerle bağlayarak bir garip hızla -sanki yakıcı bir ateş gibigeldiğini belirtmektedir:
Eylemiş dâmânını ber-beste-i tarf-ı kemer
Bir ‘aceb sür’atle hem çün âteş-i sûzân gelür
(Divan-ı Âsım, K4/2)
6.2.4. Ferve
Âsım şu kıt’asında, padişah III. Mustafa’nın vaşak bir kürk verdiğini söylemektedir:
126
Hazret-i şehryâr-ı heft-iklîm
Mustafâ Hân-ı memleket-pîrâ
Kemterîn bendesine lutfından
Eylemiş ferve-i vaşak i’tâ
(Divan-ı Âsım, Kt.13/1-2)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
6.2.5. Poşu
Âsım, başında siyah poşu ile aşıkların kara püsküllü belası olan güzelden söz ederken bu giyeceğin adını kullanmaktadır:
Ey hüsn ile yektâsı bütün âfâkuñ
Ârâm-rübâ-yı denî bu müştâkuñ
Başuñda siyeh pûşî ile olmışsun
Püskülli belâ-yı siyehi ‘uşşâkuñ
(Divan-ı Âsım, R6)
7. İnanışlar ve Âdetler
Osmanlı toplum hayatındaki inanışlar ve inançlara bağlı ritüeller, dinî aylar ve
bayramlarla ilgili gelenekler, yeme-içme ve giyim-kuşam âdetleri, XVIII. yüzyıl Divan şiirinde de yansımalarını göstermiştir20. Bunların içerisinde, Âsım Divanı’nda yer
alanlar şu şekilde sıralanabilir:
7.1. Geceleyin Aynaya Bakılmaması
Sevgiliye kavuşamamak ve delirmek gibi bir takım uğursuzluklara neden olduğu için gece aynaya bakılmazmış21. Âsım da kara bahtının sevgiliyi görmesine engel
oluşunu bu sebebe bağlamaktadır. Beyit içerisinde “miyân-ı şeb” ile “baht-ı siyâh”,
“mir’ât” ile “sîne” arasında simetrik leff ü neşr vardır:
Miyân-ı şebde mir’âte bakılmaz diyü ey ‘Âsım
Baña göstermeyen ol sîneyi baht-ı siyâhumdur
(Divan-ı Âsım, G14/6)
7.2. Yılanın Zümrüte Bakamaması
Doğu efsanelerinden gelen bir inanışla zümrütün zehir için tiryak olduğu, yılan ve
akrebin zümrütten kaçtığı, hatta yılanın onu görünce kör olduğu söylenir22. Âsım da
buna bir gönderme yaparak, eğri yaradılışlıların sevgilinin yeşil ayva tüylerine beğenerek bakmayacaklarını çünkü yılanın gözüne zümrütün seyrinin uygun olmayacağını
dile getirmektedir. Yine “nigâh” ile “temâşâ” ve “çeşm”, “hatt-ı sebz” ile “zümürrüd”,
“kec-tab’ân” ile “mâr” arasındaki leff ü neşr dikkat çekicidir:
Nigâh-ı raàbet itmez hatt-ı sebz-i yâre kec-tab’ân
Temâşâ-yı zümürrüd sâz-kâr-ı çeşm-i mâr olmaz
(Divan-ı Âsım, G23/3)
7.3. Bal Harareti Artırdığı İçin, Şarabın Hararetinin Ekşi İle Kesilmesi
Balın pek çok hastalığın tedavisinde şifa olduğu ve eski tababete göre harareti artırdığı bilinmektedir. Ekşi ise -özellikle de sirke- harareti düşürmek için kullanılır. O
20 Bkz. Öztekin 2006: 598-634.
21 Daha geniş bilgi için bkz. Onay 1993: 173.
22 Daha geniş bilgi için bkz. Onay 1993: 447, Pala 2004: 496, Kutlar 2005: 64.
127
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
yüzden, şarabın hararetini sirkeli bir şey içerek gidermeye çalışırlar23. Âsım da gururun ekşi yüzünün, tatlı sözün düşmanı olduğunu belirterek “şaraba tapanların mizacı,
bala uygun olmaz” demektedir:
Türuş-gûyân-ı nahvet düşmen-i güftâr-ı şîrîndür
Mizâc-ı mey-perestân sâz-kâr-ı engübîn olmaz
(Divan-ı Âsım, G25/3)
7.4. Rüya Yorumu
Âsım, teklifsizce gelip evini teşrif eden sevgilinin “herkese anlatmak zor, sana kolay gelir” diyerek kendisinden rüya tabirinde bulunmasını istediğini söylemektedir.
Daha sonra iki beyit halinde geçen diyalogda sevgili der ki: “Hayır olsun, uykumda
nur saçan güneşin ay ağılına niyet edip Kabe’den geldiğini gördüm”. Bunu duyan
şairin güneş ve ay metaforunu yorumlayarak verdiği yanıt ise oldukça enterasandır:
“Seçkin sadrazamın evine zamanın padişahı gelecek”:
Bî-tekellüf geldi teşrîf itdi çün kâşânemi
Didi da’vetsizce gelmek baña nâ-çesbân gelür
N’eyleyem bir vâkı’am var kim anı ta’bîr içün
Herkese ‘arz eylemek müşkil saña âsân gelür
Hayr ola hâbumda gördüm hâle-i mâha hemân
‘Azm idüp beytü’ş-şerefden mihr-i nûr-efşân gelür
Gûş idüp hâbın didüm Allâhu a’lem bu gice
Menzil-i sadr-ı güzîne husrev-i devrân gelür
(Divan-ı Âsım, K4/4-7)
Halk arasında, görülen rüyanın tersi çıkacağına dair bir inanış vardır. Bu fani dünyada ağlayanın, ahirette güleceğini söyleyen Âsım; bu görüşünü desteklemek için, “uykusunda ağlayan, uyanıkken güler” demektedir:
Olur ‘ukbâda handân bezm-i fânîde olan giryân
İder bîdâr olınca hande kim aàlarsa hâb içre
(Divan-ı Âsım, G71/5)
7.5. Misafir Gelmeden Önce Evi Temizlemek
Âsım, o güzellik şahı olan sevgilinin kendisine misafir geleceğini anladığı için, gönlündeki üzüntü tozunu süpürdüğünü dile getirmektedir:
Sîne sadrın rüft ü rû[b] kıldum àubâr-ı àussadan
Añladum çün ol şeh-i hûbân baña mihmân gelür
(Divan-ı Âsım, K4/3)
128
23 Daha geniş bilgi için bkz. Onay 1993: 47, 66, 409.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
7.6. Ramazanla İlgili Âdetler
“Bu zamanın hükmü odur” diyerek bir Ramazâniyye’sinde içki yasağından bahseden Âsım, yeniden pîr-i mugâna kavuşma hasretiyle şarap şişesini mescide kandil
yaptığını, şarap içmeyi tütün şerbeti içmeye çevirdiğini ve kağıda sarılan afyonun da
şarap kadehinin yerini tuttuğunu anlatmaktadır. Kendisi, bayrama dek gece gündüz
mescit köşesinde oturacak ve başka hiçbir mekâna gitmeyecektir:
Hâlâ bu demüñ hükmi de oldur ki senüñle
Yâhû diyüben hasret ile pîr-i muàâne
Mînâ-yı şarâbı kılalum mescide kandîl
Nûş-ı meyi tebdîl idelüm şürb-i duhâne
Tutsun yerini câm-ı meyüñ habb-ı müzehheb
Necm-i seher olsun bedel-i mihr-i zamâne
***
Şâm u seher olsun yerümüz gûşe-i mescid
Tâ ‘îde degin varmayalum àayrı mekâne
(Divan-ı Âsım, K9/3-5, 7)
7.7. Bayramla İlgili Âdetler
Ramazan sona erip bayram geldiğinde, bezm meclislerinin yeniden kurulmaması için hiçbir sebep kalmaz. Böylece, unutulan sohbetler de akla gelir. Bayram
âdetlerinden biri de, meydanlara kurulan salıncaklara binmektir. Âsım, naz ve edayla
salınarak yürüyen servi boylu sevgilinin salıncağa binip sallanmasında bir sakınca görmemektedir. Kandiller ise, tıpkı Ramazan gecelerinde olduğu gibi, bayram gecelerinde
de yanar. Kadehi şekil açısından bir kandile benzeten şair, bayramın gelişiyle sakiden
kadeh kandilini yakmasını yani içki sunmasını isteyerek, kandilin etrafa vereceği aydınlıkla -ki bu, içkinin gönle vereceği ferahlık gibidir- kadeh çeken rindin gözünün de
bu vesileyle biraz dünyayı göreceğini söylemektedir:
Yine ‘îd irdi sâkî bezm-i ‘ayşı eyle âmâde
Ferâmûş olınan sohbetleri cümle getür yâde
***
Salıncak hastesi olursa da ‘âlem kayırmaz tek
Salınsun ‘îdgehde ol hırâmân serv-i âzâde
(Divan-ı Âsım, K5/1, 5)
Şeb-i ‘îd irdi yandur sâkiyâ kandîl-i sahbâyı
Gözi görsün biraz rind-i kadeh-nûşuñ da dünyâyı
(Divan-ı Âsım, K16/1)
129
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
8. Eğlenceler
Kış gecelerinin vazgeçilmez helva sohbetleri, ilkbahar geceleri yapılan Çerağan eğlenceleri, yaz geceleri çıkılan mehtap sefaları ya da saltanat düğünleri, sünnet törenleri,
doğum ve çeyiz şenlikleri veya sıra sohbetleri, oyunlar gibi Osmanlı eğlence hayatına
dair bir çok unsurun, XVIII. yüzyıl divan metinlerinde de yer aldığı bilinmektedir24.
Âsım Divanı’nda ise, helva sohbetleri ile satranç ve tavla gibi oyunlar üzerine birkaç
şiir bulunmaktadır:
8.1. Helva Sohbetleri
Sultan Ahmed’e damadı İbrahim Paşa tarafından verilen ziyafette, geceleyin yapılan helva sohbetinin de adı geçmektedir. Kış gecesi helvasının ayrı bir lezzeti olduğunu
düşünen Âsım, gönül mülkündeki tatlı telaşın zevkini buna benzetmektedir. İbrahim
Paşa’nın damatları Kethuda Paşa ve Mustafa Paşa da, kışın ziyafetler düzenleyerek
helva sohbeti geceleri yapmaktadırlar. İlkbahar gelince gül bahçesini dolaşmanın tadına doyulmadığını söyleyen şair, kışın ise gündüz güneş yüzlülerle hamamda, gece
ay parçası güzellerle helva sohbetinde olma zevkinin diğerinden daha üstün olduğu
görüşündedir:
Bir böyle dem olur mı ki düstûr-ı cihâne
Dâmâdı ider sohbet-i helvâ-yı şebâne
(Divan-ı Âsım, K11/7)
Göñül mülkinde gördüm bir temâşâ zevk u hâlet var
Ki helvâ-yı şeb-i sermâ kadar nuklında lezzet var
***
Nümâyândur bu kim sadr-ı çerâà-efrûz-ı yektâya
Bu gice Kethudâ Paşada tertîb-i ziyâfet var
(Divan-ı Âsım, K14/1, 9)
Nev-bahâruñ gerçi seyr-i gülşen ü sahrâsı var
Zevk-i sermânuñ velî andan dahı a’lâsı var
Gündüzi hurşîd-rûlar cilvesi germ-âbede
Giceler meh-pârelerle sohbet-i helvâsı var
***
Cümlesi tursun bu yetmez mi ki sadr-ı a’zama
Mustafâ Paşanuñ anda sohbet-i helvâsı var
(Divan-ı Âsım, K15/1-2, 6)
8.2. Oyunlar
Silahşör Yahya Bey’in vefatı dolayısıyla yazdığı bir tarih manzumesinde Âsım, satrancın mucidi ile satrançtaki taşların isimlerini ve oyuna dair kavramları birer benzet130
24 Bkz. Öztekin 2006: 349-415.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
melik olarak kullanmaktadır. “Leclâc”, “rahş”, “piyâde”, “pîl”, “mât” terimleri arasındaki tenasüp aslında adı geçen şahsın ölümünü anlatmaktadır:
Rahş-ı ‘ömrinden piyâde alıcak Leclâc-ı dehr
Kıldı zîr-i pây-ı pîl-i kahrda ferzâne mât
(Divan-ı Âsım, T34/2)
Aşağıdaki beyitte geçen “şeş”, “güşâd”, “best”, “bâb”, “nerd” sözcükleri de oluşturdukları tenasübün yanı sıra, yine birer benzetmelik olarak seçilmiştir:
Bu şeş dergehde mihr ü mâhdan ümmîd-i feyz itme
Güşâd u best bâbı ka’beteyn-i nerdler bilmez
(Divan-ı Âsım, G28/5)
Oyun/eğlence yeri metaforuyla özdeşleştirdiği dünyanın satranç ve tavlasındaki
hüner, Âsım’a göre, hemen bir şaha çatıp bir pul almaktır:
Hüner bir şâha çatmak bir pul almakdur hemân yohsa
Bu bâzî-hânenüñ hâsıl nedür satranc u nerdinden
(Divan-ı Âsım, G62/2)
9. Müzikal Unsurlar
XVIII. yüzyıl divan metinlerindeki müziğe dair öğeler; makamlar, usûller ve müzik aletleri etrafında şekillenmektedir. Bu kavramların isimleri bazen benzetmelik
olarak, bazen de musikî açıdan özellikleri verilerek beyitlerde geçmektedir25. Âsım
Divanı’nda rastlanan müzikal ise unsurlar şöyledir:
9.1. Müzik Aletleri
9.1.1. Şeş-tâ
Âsım, mutribden epeydir kırık dökük ve nefesi bağlanmış/suskun bir şekilde yatan
altı telli tanburu dizine alıp yeniden çalmasını istemektedir:
Şikeste-beste dem-beste yatar haylî zamânlardur
Alup zânûña söylet mutribâ lutf ile şeş-tâyı
(Divan-ı Âsım, K16/8)
9.1.2. Saz, Tar
Âşığın gönül derdinin “âh” diyerek uzun uzun içini çekip ağlamasıyla ortaya çıktığını söyleyen Âsım, buna benzer nağmelerin bir sazda, bir de tarda olduğunu eklemektedir:
Göñül derdi cihâna oldı medd-i âhdan zâhir
Bu deñlü naàmeler bir sâzdan bir târdandur hep
(Divan-ı Âsım, G7/3)
25 Bkz. Öztekin 2006: 486-564.
131
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
9.1.3. Ney, Çeng, Çegâne, Rebap
Mutribin sesinin kıvılcımının canına işlediğini anlatan şair, neyin inleyen sesinin
feryat perdesinin kubbesine çıktığını ifade etmektedir:
Şu’le-i âvâz-ı mutrib cânına kâr eyleyüp
Nâle-i ney çıkdı bâm-ı perde-i feryâde dek
(Divan-ı Âsım, G43/2)
Mutribe seslenen Âsım, neyin ahengine aynı nağmelerle karşılık vermenin tam
zamanı olduğunu söylemekte ve çeng ile çalparanın sesinin feleği tutmasını istemektedir:
Mutrib demidür kıl neye âheng-i terâne
Tutsun felegi velvele-i çeng ü çeàâne
(Divan-ı Âsım, K11/1)
Bir başka beytinde ise şair, çeng ve rebabın hüzün dolu sesini, mutribin elinden
feryat etmelerine bağlamaktadır:
Eylemez kimse zamânında anuñ âh u fiàân
Dest-i mutribden meger feryâd ide çeng ü rebâb
(Divan-ı Âsım, T5/4)
9.1.4. Kûs
Âsım’a göre, feleğin kubbesinde çınlayan ses gök gürültüsü değil yüce alemde şevk
ile çalınan büyük kös davuludur:
Ra’d sanma kubbe-i çerhi tanîn-engîz iden
‘Âlem-i bâlâda çalınmakdadur şevk ile kûs
(Divan-ı Âsım, T23/2)
9.2. Makamlar
9.2.1. Nihâvend, Büzürg, Kûçek
Isfahan’ın fethi dolayısıyla yazdığı bir tarih manzumesinde Âsım, “Nihâvend” sözcüğünü hem kent adı, hem de makam adı şeklinde kullanarak yaptığı iham sanatını
“büzürg” ve “kûçek” sözcüklerinin de aynı zamanda birer makam olması dolayısıyla
iham-ı tenasübe çevirmektedir:
Hirâs-ı tîàı kan terletdi çün Hoyda Kızılbaşa
Nihâvendüñ büzürg u kûçegi terk itdi ‘isyânın
(Divan-ı Âsım, T13/4)
9.2.2. Irak, Acem
Yine aynı manzumesinin aşağıdaki beytinde ise Âsım, yer adı olmalarının yanı sıra
aynı zamanda birer makam adı da olan “‘Irâk” ve “‘Acem” sözcükleri ile birlikte “karâr
itmek” ve “âvâze” gibi müzikal terimleri bir arada kullanarak tenasüp yapmaktadır:
132
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
‘Irâk içre ne mümkindür karâr itmek ‘Acem hergiz
Görüp gûş eyler iken şevket ü âvâze-i şânın
(Divan-ı Âsım, T13/5)
10. Sağlıkla İlgili Öğeler
XVIII. yüzyıl divan metinlerinde bir çok hastalığın adı ve özelliklerine dair kısmî
bilgiler yer alırken, bunların benzetmeliklere konu olan biçimleriyle de beyitlerde işlendiği görülmektedir26. Âsım Divanı’nda tespit edilenler ise şunlardır:
10.1. Hastalıklar
10.1.1. Remed
Gönül alan sevgilinin saf yüz aynasına bakılmaz diye, sürme çekenlerin remedli
göze karaltı astığından bahseden şair; remedli gözün ışık ve havadan etkilenmemesi
için örtülen örtünün adı olan “karaltı”yı kullanırken, sürmenin renginden dolayı bu
örtünün siyah olabileceği izlenimini de uyandırmaktadır. Normal bir gözde, kirpikle
gözbebeğinin arasında sulanma olmazken; remedli gözdeki iltihap, “arada kanlı bir
deniz peyda oldu” ifadesiyle anlatılmaktadır. Âsım bir rubaisinden alınan beyitte ise,
remedli gözdeki kanlanmayı sevgilinin yaptıklarına bağlayarak “içtiğin gönül kanım
gözüne gelmiştir” şeklinde söylemektedir:
Bakılmaz diyü mir’ât-i cemâl-i sâf-ı dil-dâre
Karaltı asdılar kehhâller çeşm-i remed-dâre
***
Müjeyle merdüm-i çeşmüñ susazmazken miyânından
Remedden oldı peydâ arasında bahr-ı hûn-hâre
(Divan-ı Âsım, G79/1, 4)
Çeşmüñ remed-âzurde degül gelmişdür
Nûş eyledügüñ hûn-ı derûnum gözüñe
(Divan-ı Âsım, R10/2)
10.1.2. Humar
Sarhoşluktan kaynaklanan başağrısı ve ağırlığı gidermenin birçok çaresi vardır.
Âsım, humârın verdiği başağrısı derdinin ilacını yine şarap içmekte bulmaktadır. Bu
humar üzüntüsünü o kadar yoğun yaşamaktadır ki, âdeta ızdırapla dolmuştur:
Derd-i ser-i humârı ey rind şarâb-hâra çek
Kim didi saña zevrak-ı câm-ı meyi kenâra çek
(Divan-ı Âsım, G45/1)
áam-ı humâr ile sâkî pür-ıztırâb oldum
Be-hey harâb olası gel yetiş kebâb oldum
(Divan-ı Âsım, G52/1)
26 Bkz. Öztekin 2006: 567-582.
133
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
10.1.3. Sıtma, Başağrısı
Âsım’a göre; kâh kavuşmanın sıtma titreyişini, kâh ayrılığın baş (ağrısı) derdini
çeken çaresiz aşığın görmediği illet yoktur:
Gehî teb-lerze-i vuslat gehî derd-i ser-i firkat
‘Aceb bî-çâre ‘âşık görmedük ‘illet mi kalmışdur
(Divan-ı Âsım, G18/4)
10.2. Sıhhat-nâme
Âsım, III. Ahmed övgüsünde yazdığı bir sıhhat-nâme kasidesinin şu beytinde,
Tanrı’nın lutuf evinden müjde verdiğini ve âlemin sığınağı olan padişaha –hastalığını
açıkça belirtmeden- sıhhat ihsan eylediğini söylemektedir:
Müjde-dâd u hâne-i lutf-ı ‘amîminden Hudâ
Husrev-i ‘âlem-penâha sıhhat ihsân eyledi
(Divan-ı Âsım, K3/8)
11. Ulaşım
XVIII. yüzyıl Osmanlı sosyal hayatında kullanılan kara ve deniz ulaşım araçları,
ismen ya da bir takım özellikleri ile dönemin Divan metinlerine de yansımıştır27. Âsım
Divanı’nda ise, sadece deniz ulaşım araçlarından örnekler tespit edilmiştir:
11.1. Fülk
Kaptan Mustafa Paşa’nın yaptırdığı bir çeşme için tarih manzumesi yazan Âsım,
Paşa’nın bir gün felek yüzlü bir gemi ile denizde gezerken bu güzel gezinti yerini bulduğunu söyleyerek çeşmenin yaptırıldığı mekânı betimlemektedir:
Gezerken sû-be-sû fülk-i felek-peykerle deryâda
Sa’âdetle bu nüzhetgâh-ı hûbı eyledi me’vâ
(Divan-ı Âsım T7/5)
11.2. Keşti
Âsım şu beytinde bedeni bir gemiye benzeterek, beden gemisinin zararı hep kaptanından olur demektedir:
Komaz àark-âb-ı teslîm olmaàa ‘aklı selâmetçün
Gezendi keştî-yi cismüñ olur hep nâhudâsından
(Divan-ı Âsım, G57/4)
12. Çiçekler
Divan şiirinde çiçek deyince akla gelen ilk dört isim olan lâle, gül, sümbül ve karanfil bu dönemin şiir metinlerinde de geçmekle beraber, XVIII. yüzyılın ilk yarısında
bir döneme adını veren lalenin ve lale çeşitlerinin, özellikle o dönemde yazılmış divanlarda elbette daha fazla öne çıktığı bilinmektedir28.
134
27 Bkz. Öztekin 2006: 142-169.
28 Bkz. Öztekin 2006: 266-348.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Âsım Divanı’ndaki şu beyitte, bir lale çeşidi olan “nahl-ı eràuvân” geçmektedir. Bu
lalenin rengi ile koldaki yaranın kırmızılığı birbiriyle ilişkilendirilmiş, dolaylı olarak
“eràuvân” çiçeği de anımsatılmıştır:
Dâà-ı hûn-âlûdelerle zeyn idüp bâzûları
Her birin bir şâh-ı nahl-ı eràuvân itsem gerek
(Divan-ı Âsım, 40/2)
Aşağıdaki beyitlerde ise, birer gül çeşidi olarak “gül-i nesrîn”, “gül-i ra’nâ” ve
“gül-i sad-berg”e rastlanmaktadır:
Gül-i nesrîne döndi rûzeden ruhsâre-i dil-dâr
Süzüp sâkî meyi meşşâtaveş kıl çihre-pîrâyî
(Divan-ı Âsım, K16/6)
Çehâr-bâà-ı ‘anâsırda çün gül-i ra’nâ
Bahâr-ı ‘ömrümi hem-pehlû-yı hazân buldum
(Divan-ı Âsım, G51/4)
Hayâl-i ‘ârız-ı cânân dil-i pür-âb u tâb içre
Gül-i sad-bergdür peymâne-i sahbâ-yı nâb içre
(Divan-ı Âsım, G71/1)
13. Yangın
XVIII. yüzyıl, İstanbul’daki yangınlar açısından vak’a sayısının hayli fazla olduğu
bir dönemdir. III. Osman padişahlığı ve Bahir Mustafa Paşa’nın sadrazamlığı zamanında da, Cibali’de bir yangın çıkmıştır. Tarihte “harîk-i ekber” olarak bilinen bu büyük
yangın sırasında kentin büyük bir kısmının yanıp kül olduğu bilinmektedir29.
Âsım Divanı’nda da, İstanbul’daki bir yangından bahsedilmektedir. Adı tam olarak söylenmese de, III. Osman ve Mustafa Paşa’nın görevde oldukları zaman dilimi
içerisinde -ulaşabildiğimiz kaynaklara göre- yukarıda adı geçen yangından başka bir
yangına rastlanmadığından, muhtemelen ona yazılmış olmalıdır. Şair, ciğer yakan aleviyle İstanbul’u perişan eden yangını söndürmek için suların yetişmediğini söylemektedir:
Şehenşâh-ı zamân Sultân ‘Osmân Hân ile sadrı
Vekîli Mustafâ Paşayı dâ’im eyleye Mevlâ
Ki İstanbulı vîrân eyleyen nâr-ı ciger-sûzı
Sular yetmezken itfâya meger tûfân ola peydâ
Nisâr-ı eşk-i çeşm ü bezl-i diremle idüp gûşiş
Gümüşsuyı ile gözyaşı ile itdiler itfâ
(Divan-ı Âsım, Kt.12)
29 Bkz. Andreasyan 1973, Sakaoğlu 1994.
135
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
14. Miras Hukuku
Eskiden miras hukukuna göre “kassam” denilen kimseler, “ölülerin metrûkatını
(bıraktıkları şeyleri) taksim işiyle uğraşan şer’î memurlar” (Pakalın 1993: 209) olup;
ölenin varislerine mirası dağıttıkları gibi, dağıtılan mirasla orantılı olarak bir miktar
vergi de keserlerdi. Âsım da, malını kassamın alacağı kısmetin/verginin korkusuyla
saklayan mirasyedinin kimseye yararı olmayacağı görüşündedir:
Olur mı feyzi ol mîrâs-hâruñ kimseye sârî
Ki mâlı bîm-i resm-i kısmet-i kassâm içün saklar
(Divan-ı Âsım, G12/3)
15. Şair ve Patronaj
Osmanlı toplumu; sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak bir hükümdar tarafından belirlendiği “patrimonyal” bir toplumdur. Saray kültürünün ağırlığı her alanda kendini hissettirir. Şiir açısından bakıldığında, “sultan şairler”in şiire ilgileri veya
hâmisi sultan olan şairler önemli bir inceleme konusudur. Şiir, imparatorluğun her
döneminde kendisine bir itibar ortamı bulmuştur. Padişahın sanat zevki, koruduğu
şairlerin de zaman zaman ona göre eser vermesini gerektirmiştir. En gözde şair, padişahın lutfunu ve ilgisini kazanan “sultânü’ş-şu’arâ”dır. Hele ki sultanın özel ilgisine
mazhar olanlar, böylece iyi mevkiler de elde etmişlerdir. Bu şekilde her türlü nimetin
sadece sultanın yetkisinde olduğu patrimonyal bir devlette, deyim yerindeyse kıyasıya
bir rekabetin olmaması da düşünülemez. Bunun için en elverişli saha, kaside nazım
şeklidir. Tanrı’nın varlığı-birliği, günahlara tövbe etme ve Hz. Peygamber’i övme gibi
dinî konular bir yana, şairler asıl hükümdarlar için yazdıkları övgü kasideleriyle himaye
edilir ve maddi açıdan bu gayretlerinin karşılığını görürler. Bir de sultanın “musahib”i
olabilirlerse, bundan alâ iltifat yoktur. Onun hizmetindeki diğer bilgin ve sanatkârlar
gibi, gittiği her yere giderler. Savaşlardaki cephelerden, sarayda düzenlenen eğlencelere kadar çok geniş bir yelpazedir bu. Özellikle günlerce süren saray merkezli şölenler,
patrimonyal ilişkileri pekiştiren ortamlardır. Pek çok şair, bu toplantılar vesilesiyle
söyledikleri şiirlerle hükümdarın takdirini kazanmıştır. Kaside sunulduktan sonraki
beğeni/bahşiş/ihsan, çeşitli şekillerde tezahür eder. Örneğin şairin meslek durumuna
göre başnakkaşlık, divan katipliği, müderrislik gibi çeşitli yükselmeler olabilir ya da
câize/ulûfe adı altında maaşına zam yapılıp gümüş akçe/altın sikke verilebilir veya
yünlü/ipekli kumaşlardan kaftanlıklar hediye edilir. Saray maliyesine dair bilgi veren
kaynaklardan biri olan İn’am Defterleri’ne göre, padişahın yaptığı bütün bu bağışlar
devlet hazinesinden çıkmaktadır. Hükümdarların yanı sıra bazı sadrazamların, vezirlerin, valilerin, sancak beylerinin, şeyhülislamların ve kadıların da şair ve sanatkârları
koruyup kolladıkları bilinmektedir. Şiire olan ilgileri nisbetinde onların takdirleri de
yine câize yoluyla olur30.
136
30 Bkz. Dadaş 2002, İnalcık 2003a ve 2003b, Kalkışım 2003.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Âsım Divanı’nda, sadrazam İbrahim Paşa’nın övgüsünde yazılan bir
Ramazâniyye’de geçen aşağıdaki beyitler bu konuda dikkat çekici ifadelerle doludur.
Bilindiği gibi, kasidenin belli bölümleri vardır. Memduhun övüldüğü medhiye bölümünden sonra, eğer fahriye yoksa, kafiye yavaş yavaş “teng” olmaya yani daralmaya
başlar. Söylenecek her şey söylenmiştir zira ve artık dua bölümüne geçmenin zamanıdır. Âsım da bunu dile getirerek, “akçe devşirme zamanı”nın geldiğini belirtir. Çok
sözün -mücevher de olsa- insanın kulağına ağır geleceğini ifade ederek, sadrazamın
görevinde daha nice uzun yıllar kalmasını diler:
Sözi ‘Âsım uzatma akçe devşirmek zamânıdur
Tayandı kâfiye zannumda zîrâ lafz-ı ihsâne
Du’âya başla ıtnâb-ı suhandan ihtirâz eyle
Girândur çok suhan gevher de olsa gûş-ı insâne
***
Cenâb-ı Hak zamân-ı haşre dek sadr-ı sa’âdetde
Seni baàışlasun hünkâre anı halk-ı devrâne
(Divan-ı Âsım, K7/ 27-28, 30)
Âsım yine Damat İbrahim Paşa övgüsünde helva gecesi münasebetiyle yazdığı bir
başka kasidesinde ise, şiire meraklı sadrazamın etrafında bir-iki tane kaside söyleyen
şairin olduğunu söylemektedir. Bu seçkin memduhun vasıflarını anlattıktan sonra ya
kendi övgülerinde bir fahriye veya bir yakarışta bulunma ile ticaret olduğunu belirten
şair, keramet sahibi sadrazam için böyle bir tarife ve tasdike asla gerek olmadığı fikrindedir:
Hıdîvâ hâk-pây-ı devlete ma’lûmdur dâ’im
Miyânında kasîde-gûlaruñ bir iki ‘âdet var
Tamâm itdükde memdûh-ı güzînüñ vasf u ta’rîfin
Yâ fahriyye yâhud ‘arz-ı niyâz ile ticâret var
***
Bilür nakkâd-ı ‘âlemsin ne lâzım kendüyi ta’rîf
Kerem hod ‘âdetüñdür aña tasdîke ne hâcet var
Hemân zât-ı şerîfüñ dâ’im olsun sadr-ı devletde
Ki lutfuñla cihân ma’mûrdur ‘âlemde zînet var
(Divan-ı Âsım, K14/ 20-21, 24)
SONUÇ
Âsım Divanı Osmanlı kültür tarihine dair toplumsal hayatın izleri ışığında okunduğunda, hem şair hem tarihçi bakış açısıyla Çelebizâde’nin yaşadığı devre ait pek çok
özelliği gözler önüne serdiği görülmektedir. İran’a üç cepheden düzenlenen seferler
ile bu sırada ele geçirilen topraklar, Avrupa’daki bir fetih, Afgan şahı ile yapılan sulh,
137
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde...
Kırım Hanlığı’ndaki yönetimle ilgili tarihî ve askerî bilgilerin yanı sıra, Osmanlı tahtındaki padişah değişimi ile sadaretteki görev değişiklikleri de beyitlerden okunmaktadır. Payitaht İstanbul ve bazı semtlerinin özellikleri ile birlikte Rodoscuk ve Bursa gibi yerleşim merkezleri çeşitli nitelikleriyle Âsım’ın şiirlerinde yer bulmaktadır.
İstanbul’daki bazı cami ve çeşmeler ile Simkeş-hanenin yapımı için yazılmış tarih
manzumeleri vardır. Çelebizâde Âsım, İstanbul’un özellikle su mimarisi örneklerinde
tarih kitabesi olan şairlerdendir. Yazdığı kitabelerden bazılarını, kısmî değişikliklerle,
Divan’ına da taşımıştır. Bu da bir kez daha gösteriyor ki, dönemin Divan şiiri metinlerini kamulaştırma anlamında özellikle çeşme ve cami kitabeleri oldukça kullanışlı
bir sunum alanı olmaktadır. Çünkü sadece yapanın adını ve yapım yılını vermiyor bu
şiirler, yapılış hikâyesini de anlatarak karşılıyor okuyanları. Üstelik bir tane de değil,
bir camide ya da çeşmede dönemin önde gelen birkaç şairinin tarih kitabesini bir arada bulmak mümkün. Devrin şiir dünyasıyla mimari dünyasını buluşturan bir düzlem
âdeta. Âsım da Rahmî’yi bu sebeple anıyor kendi şiirinde. Dolayısıyla, cami ve çeşme
kitabelerinden devrin edebî gelişimini bir ölçüde takip etmek mümkün. Zira orada
da Divan şiiri örnekleri var. Âsım Divanı’nda kent mimarisiden diğer sosyal unsurlara geçildiğinde ise, metinlerde nakd, eşrefî, akçe, dirhem gibi para isimleri; helva-i
hakânî, Frenk şarabı gibi yiyecek-içecek türleri; dîbâ, perend, câme, delk, burka, etek,
ferve, poşu gibi kumaş ve giyim-kuşam örnekleri ile karşılaşılmaktadır. Geceleyin aynaya bakılmaması, yılanın zümrütten kaçması, şarabın hararetini balın/tatlının yerine
ekşinin kesmesi, rüya yorumu, misafir gelmeden önce evi temizlemek, Ramazan ve
bayramla ilgili âdetler ve inanışlara da şiirlerde değinilmektedir. Kış gecelerinin vazgeçilmez eğlencesi olan helva sohbetleri; satranç ve tavla gibi oyunlar; şeş-tâ, saz, tar,
ney, çeng, çegâne, rebâp, kus gibi müzik enstrümanları; nihavend, büzürg, kûçek,
ırak, acem gibi makam isimleri; remed, humar, sıtma, başağrısı gibi rahatsızlıklardan
bahsedilmektedir. Fülk ve keştî gibi deniz ulaşım araçlarının adları geçmektedir. Lale
ve gül çeşitlerine rastlanmaktadır. III. Osman zamanında İstanbul’da çıkan bir yangın; miras hukuku kapsamında kassamdan korkan mirasyedinin sergilediği davranış;
şair-patronaj ilişkisi çerçevesinde Âsım’ın Osmanlı sadaretinden beklediği maddi ve
manevi destek gibi, dikkat çekici birçok konu da metinlerde yer almaktadır.
KAYNAKLAR
ANDREASYAN Hrand. “Eremya Çelebi’nin Yangınlar Tarihi”, Tarih Dergisi, 27, 1973: 59-84.
Âsım (Küçük Çelebizâde İsmail). Divan-ı Âsım. İstanbul, 1268.
AYNUR Hatice - Hakan KARATEKE. III. Ahmed Devri İstanbul Çeşmeleri (1703-1730). İstanbul,
1995.
Ayvansarayî Hüseyin Efendi, Hadîkatü’l-Cevâmî İstanbul Camileri ve Diğer Dinî-Sivil Mimarî Yapılar (Hazırlayan: Ahmet Nezih Galitekin). İstanbul, 2001.
CANTAY Gönül. “Simkeşhane”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1994: 561.
ÇORUHLU Tülin. “Kuleli Bahçe”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V, 1994: 117-118.
138
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
DADAŞ Cevdet. “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Şairlere Verilen Caize ve İhsanlar”, Türkler, 11,
2002: 748-757.
DANİŞMEND İsmail Hami. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. İstanbul, 1971.
ECO, Umberto. Açık Yapıt (Çeviren: Pınar Savaş). İstanbul, 2001.
ESCARPIT Robert. Edebiyat Sosyolojisi (Çeviren: Ali Türkay Yazıcı). İstanbul, 1968.
EYİCE, Semavi. “Fatma Sultan Camii”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III, 1994: 273-274.
HORATA Osman. Has Bahçede Hazan Vakti XVIII. Yüzyıl: Son Klasik Dönem Türk Edebiyatı. Ankara, 2009.
İNALCIK Halil. Şair ve Patron – Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme.
Ankara, 2003a.
----------. “Osmanlı Medeniyeti ve Saray Patronajı”, Osmanlı Uygarlığı I (Yayına Hazırlayanlar:
Halil İnalcık, Gülsen Renda). İstanbul, 2003b: 13-27.
KALKIŞIM Muhsin. “Osmanlı Devleti’nde Şair ve Yazarları Himaye Kriterleri”, Milli Folklor, 57,
2003: 105-108.
KUBAN Doğan. “Gül Camii”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III, 1994a: 434-435.
----------. “Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1994b: 4346.
----------. “Şehzade Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII, 1994c: 152-155.
KUTLAR Fatma Sabiha. Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risale-i Cevâhir-nâme. Ankara, 2005.
MORAN Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul, 1999.
ONAY Ahmet Talat. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Hazırlayan: Cemal Kurnaz). Ankara,
1993.
ÖDEKAN Ayla. “Ahmed III Meydan Çeşmesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I, 1994:
116.
ÖZTEKİN Özge. XVIII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri: Divanlardan Yansıyan Görüntüler. Ankara, 2006.
----------. Çelebizâde Âsım Divan. Ankara, 2010.
PALA İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul, 2004.
POSPELOV Gennady N. Edebiyat Bilimi (Çeviren: Yılmaz Onay). İstanbul, 1995.
SAKAOĞLU Necdet. “Yangınlar (Osmanlı Dönemi)”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII,
1994: 427-438.
SEZEN Ziya Nur. “Damat İbrahim Paşa Çeşmesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II,
1994: 546.
SHAW, Stanford. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Çeviren: Mehmet Harmancı). İstanbul, 1994.
UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi IV. Ankara, 1995.
139
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
Yrd. Doç. Dr. Hasan GÜLTEKİN *
İ
ÖZET
brahim Aşkî tarafından kaleme alınmış olan bu risalede,
onun Fuzulî hakkında dönemin edebî çevreleri ve daha
önceki dönemlerde söylenmiş, iddia edilmiş bazı görüş
ve yaklaşımlara dair fikirlerini; Fuzulî ile ilgili Râfizî
veya Şii gibi yanlış olduğunu söylediği ve asılsız olduğu
konusunda tereddüt etmediği birtakım düşünceleri
çürütmeye çalıştığını ve şiirlerinden örnekler vererek
Fuzulî’nin anlaşılması konusunda farklı yaklaşımlar
ortaya koyduğunu görmekteyiz. Fuzulî konusunda
yazılmış makalelere bir yenisinin eklendiği ve Fuzulî’nin
farklı bir bakış açısı ile anlatıldığı bu risalenin yeni bir
bakış açısı olacağı şüphesizdir.
Anahtar Kelimeler: Ibrahim Aşkî, Fuzûlî, Divan şiiri,
Rafizî, Şii.
ABSTRACT
At this treatise was written by İbrahim Aşkî, literary circles of his era and earlier periods have been said about
Fuzulî and claimed some of the opinions and his ideas
about the approaches and about Fuzulî that Rafidi and
Shiite he said was wrong and did not hesitate to be unfounded, and some thoughts of trying to disprove by
140
* Adnan Menderes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / AYDIN
[email protected]
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
giving examples of his poems had demonstrated that we see different approaches to
understanding Fuzulî. Articles written about Fuzulî added a new one with a different
perspective, and he described these treatise is no doubt that a new perspective.
Keywords: İbrahim Aşkî TANIK (1874-1977), Fuzulî is a Divan poet, Divan poetry,
Rafidi, Shiite.
GİRİŞ
Bu risale, İbrahim Aşkî [TANIK] (1874-1977) tarafından 1337/1919 yılında kaleme
alınmış ve Ali Şükrî Matbaası, Dersaadet 1338/1922, 47 sayfa, künyesi ile Arap harfleriyle basılmış olup metin tarafımızdan Latin harflerine çevrilmiştir. Matbu olan bu eseri Ege
Üniversitesi, Nadir Eserler Kütüphanesi 928.943335 İbr 1922 numaralı kayıttan aldık.
İbrahim Aşkî ile ilgili ayrıntılı bilgi veren az sayıda kaynak bulunmaktadır. Bunlardan
Fahri Çoker’in Deniz Harp Okulumuz 1773, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargâh
Basımevi, Ankara, 1994 adlı eserinde kısa biyografik bilgi bulunmaktadır. Bunun yanında Ahmet Akyol web sitesinde İbrahim Aşkî Tanık, asker yazarlar fihristinde yer almaktadır. Bir başka web sayfasında da 1912 yılında İstanbul’da kurulan Halaskar Zabitan
Grubu’nun kurucularından birinin de Bahriye Binbaşısı İbrahim Aşkî olduğu yazılıdır.
İbrahim Aşkî, Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne’nin makine bölümü mezunu olup,
emekli oluncaya kadar bu okulda matematik ve edebiyat öğretmenliği yapmıştır.
Bahriye Mektebi öğrencilerinden Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Aşkî’den O ve Ben
ile Kafa Kâğıdı adlı eserlerinde: “Derin ve irfan sahibi; edebiyat ve felsefeden riyaziyeye ve fiziğe kadar iç ve dış birçok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar nüfuz
edebilmiş bir öğretmen” olarak söz eder. Yine Necip Fazıl, onun Tatar asıllı olduğunu
ve Heybeliada’da öldüğünü fakat dar bir muhitte tanındığını söylemektedir: “… Birkaç risalecikten başka hiçbir şey neşretmemiş ve kabuğunun içinde sönüp gitmiş, bu
kızıla çalan palabıyıklı ve Tatar suratlı insan, sonradan bize edebiyat muallimi oldu ...”
Çok sayıda olmasa da ilmî çalışmalar yapmış olan İbrahim Aşkî’nin İbn Arabî’den
Tasavvuf Makamı adıyla yaptığı tercüme, Türkiye Ticaret Matbaası tarafından, 1955’te
İstanbul’da basılmıştır. Arapça’dan yapılan bu tercüme Fütûhâtü’l-mekkiyye’nin marifet ve başka birkaç bölümünün tercümesinden ibarettir. Bundan başka, Çocukların
Şiir Defteri, İstanbul 1333 (rumi) 1917 (miladi) Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı, Ay
Yıldız Kitabhanesi, 48 sayfa; Bu eser de Doç. Dr. Şener Demirel tarafından yayımlanmıştır: İbrahim Aşkî (TANIK), Çocukların Şiir Defteri, (Haz. Ş. DEMİREL), Malatya,
2010; İngilizce›den Tercüme Nümuneleri, İstanbul 1332 (rumi) 1916 (miladi) İkdam
Matbaası, 68 sayfa; Mekteb Terbiyesi, İstanbul 1330 (rumi) 1914 (miladi) Zarafet
Matbaası, 168 sayfa; Mekteb-i Bahriye Edebiyat Dersi Hülâsaları, İstanbul 1340
(rumi) 1924 (miladi) Bahriye Matbaası, 33sayfa, künyeli eserleri bulunmaktadır.
Aşağıdaki yazı İbrahim Aşkî’nin risalesinin çevriyazısı olup tarafımızdan metne
herhangi bir ekleme yapılmamıştır. Dipnotlar ise tarafımızdan eklenmiş olup bilgi
verme amaçlıdır. Parantez içinde gösterilen rakamlar da risalenin sayfa numaralarıdır.
141
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
“Fuzûlî’ye ve âsâr u efkârına dâir bu günlerde yazılıp neşr edilen kıymetli yazıların içinde müşârun ileyhi kemâline göre olmasa da senâ edenler kendisini bilen ve
sevenler tarafından şüphesiz takdîr ve teşekkürle görülmüş, lâkin sarîh, zımnî kadrini
tenzîle sa‘y edenler elbette hoş görülmemiştir ki bunlardan en ziyâde göze çarpan söz
“râfizî”dir1 diye verilen hükmdür. Şimdi bu hükmü âcizâne muhâkeme edeceğiz.
Râfizîlik bir i‘tikâd-ı dîni mi, bir fikr-i siyâsî mi? Böyle gelip geçmiş, lâkin dîn,
‘aşk, rûh âleminde silinmez derin ve ma’nâlı izler bırakmış bir zâtın fikrini, i’tikâdını,
mesleğini, meşrebini hakkıyla ta’yîn etmek vesâik-i sahîhaya, muhâkemât-ı selîmeye
istinâd etmeyen, rivâyât-ı âmiyâneden ibâret olan târîh-i mücerred tarîkiyle mümkün
olur mu? Bir fikir, bir i’tikâd, bir meslek bunlara yabancı ve soğukkanlı duran bir kimse tarafından kendi yaptığı mi’yâr ile mu’âyene ve öyle bir mîzân ile muvâzene edilirse
sahîh mâhiyyet ve kıymeti bulunmuş olur mu?
(4) Râfizî; târîhin ifâdesine göre vaktiyle Zeyd bin Ali bin Hüseyin bin Ali
kerremallâhu vecheye bî’at edip onu Ebu Bekr ve Ömer radiyallâhu ‘anhümâdan yüz
çevirmeğe da’vet ederek ashâb-ı resûlullâh (s.a.v)’dan yüz çeviremeyeceğini beyân etmesi üzerine müşârun ileyhi terk eden bir tâ’ife imiş. Fuzûlî bu tâ’ifeye nisbet ediliyor.
Hâlbuki bundan evvel ve bundan ziyâde müşârun ileyh Şi’îlikle itham edilmiştir. Bu
tâ’ife ise Resûlullâh aleyhisselam efendimizden sonra nass-ı celî yâhûd hafî imâmet-i
kübrâ-yı İslâmiyenin evvelâ Hz. Ali’ye ve ba’dehu evlâdına âid olduğunu ve Hz. Ali’nin
ba‘de’n-nebiyyi aleyhisselam efdalü’n-nâs bulunduğunu i’tikâd edenlerdir ki bu esâs
üzerinde ifrât ve tefrît i’tibâriyle yirmi kadar fırka-i muhtelifeye ayrılmışlardır. Ehl-i
sünnet ve cemâ’atin akâ’id-i hasenesiyle mu’tekîd olmakla berâber hânedân-ı nübüvvete müntesib ve fart-ı muhabbetle vâyedâr olanlar hîçbir zamân fark-ı muhtelîfe-i
mezkûrenin hîçbirinden sayılmazlar, çünkü öteden beri şerî’at, tarîkat ehli ve ‘ale’lhusûs hakîkat ve ma’rifet ashâbı, sâdık mümin ve muvahhid sıfatıyla ehl-i beyte fart-ı
muhabbet ve mezîd meftûniyetlerini ızhâr u i’lân edegelmişlerdir ki bu meslekden
ya’ni irfân-ı Muhammedî tarîkinden yetişip kesb-i kemâl eden şâire ve şâirlerimizin
(Süleyman Çelebi, Yûnus Emre, Nesîmî, Bâkî, Nef’î, Belîğ, Nedîm, Şeyh Gâlib, Avnî,
Zeynep Hatun, Leylâ (5) Hanım, Şeref Hanım… gibi) bu ilhâm ile yazdıkları na’tleri,
medhiyeleri, mersiyeleri buna şehâdet eder.
Târîhde okuduğumuza göre Hz. Ali’ye fevkal’âde teveccüh ve muhabbet besleyenler miyânında müşârun ileyhe hitâben “
” diyenler sallallâhu aleyhi ve
1
142
Fuzûlî’nin Şii veya Rafizî olduğu iddialarına Arapça Divanı’nda bulunan şiirlerinden yola çıkarak bir
de Müşe’şe’î tarikatına bağlı biri olduğu görüşü eklenmiştir. Bu iddianın sahibi Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi İbrahim Dakukî’dir. İbrahim Dakukî, bu konuda kaleme aldığı makalesinde Arapça Divan’da bulunan kasidelerde övülen kişinin Ali b. Ebi Talib değil kasidelerin yazıldığı
tarihlerde Fuzûlî’nin yaşadığı bölgelere hâkim olan ve Müşe’şe’î adlı batınî bir tarikatin ve aynı adlı
devletin hükümdarı, Fuzûlî’nin hamisi Ali b. Muhsin b. Muhammed b. Falah olduğunu ortaya koymaya çalışmış ve bu görüşünü de kasidelerde geçen Müşe’şe’î tarikatı ıstılahlarını vererek desteklemiştir.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Dakukî, İbrahim (1996), “Fuzûlî’nin Hayatı Hakkında Bazı Yeni Tesbitler ve
Arapça Divanı Üzerine Düşünceler”, Fuzûlî Kitabı-500. Yılında Fuzûlî Sempozyumu Bildirileri, (Yayına
Hazırlayan: Beşir Ayvazoğlu), İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı
Yayınları.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
sellem efendimizin âhireti teşrîflerinden sonra Hz. Ali’ye bî’at etmediklerinden dolayı ashâbı, hakkını taleb etmediğinden dolayı da Hz. Ali’yi inkâr edenler, şeyhaynı
Hz.Ali’ye hasm görüp onlara buğz edenler, Hz. Ali’ye Resûlullâh nazarıyla bakanlar,
hâsılı Ali’ye ulûhiyyet hulûl etmiştir i’tikâdında bulunanlar varmış ve şimdi de olabilir. Fakat görünürde sözlerinden başka bir eseri olmayan hazret-i Fuzûlî hakkında
şöyledir böyledir diyebilmek için evvelâ sözlerini iyi okuyup doğru ve tamâm anlamak
lâzım gelmez mi? Bu bâbda eski veya yeni bir müverrihin senedli veya senedsiz bir
kavli bize ne îmân verebilir ne itminân.
Bundan evvel bir tasavvuf tarihi yazılması mâddesine dâir gâlibâ İkdâm ile neşr
edilen makalelerin birinde Köprülüzâde Fuâd Bey bu bâbda tasavvuf ehlinden olmayan kimselerin yâhûd bî-taraf zâtların söz söylemesini ve yazı yazmasını ileri sürüyordu ki bu fikri o vakitte iptâl edilmiş idi. Filhakîka tasavvufdan ehli olmayan yani
nâ-ehli olan bahsetsin ne demektir? İnsân için bilmediği bir şey hakkında söylenecek
yegâne söz, “bilmiyorum” (6) değil midir? Hâlbuki tasavvuftan, ona nisbeti ve ihtisâsı
olmayanlar bahsetsin demekte bir vech ile tasavvufdan bahsetmektir ve tasavvuf nedir
biliyorum demektir, acaba öyle mi? Elinde öyle bir miftâh olaydı Fuzûlî’nin hazîneleri
ona öyle kapalı kalmazdı. Sâdece müverrih olan zâtlar bilmedikleri pek yüksek ve pek
derin bahislerde kat’î hüküm verecek derecede ileriye gitmemeğe ve salahiyyetlerini
velev cüz’î olsun tecâvüz etmemeğe dikkat ederler. Görmüyor muyuz ki mahkemelerde hâkimler ihtisâs gözetilecek noktalarda dâimâ ehl-i hibrenin re’ylerine göre hüküm
verirler. Vâkı’a her mesleğin ehli onu müdâfa’a ve fazîletini isbât etmekte ileri gider,
fakat gidebildiği için gider. Kezâ haktan ehliyetle bahseden tarafgirâne söz söyler, fakat
hakkın taraftarı olur; Bu ise muâheze veya ihtirâz edilecek bir şey değildir. Meselâ şimdi Fuzûlî’yi, şâirliğini, ârifliğini, âlimliğini müdâfa’a edeceğiz. Tasavvuftan, meslek-i
irfândan, biraz da hikmet-i şi’riyeden ve ma’rifet-i şâirâneden bahsedeceğiz. Maksadımız hep hak ve hakîkati izhâr etmek olduğu için sözlerimiz o hedefe müteveccih
olacak! İnsân elbet da’vâsını isbât edecek sözü söyler. Hüküm verecek kimse her tarafı
iyice dinledikten sonra kendince muvâzene yapar.
Râfıza tâ’ifesi İmâm Ali Zeynelabidîn bin Hüseyin efendimizin (7) üçüncü
mahdûmları Zeyd hazretlerine bî’at edip bilâhare müşârun ileyhi kendi ictihâd ve hükümlerine tâbi’ kılamadıklarından dolayı terk eden ve ba’dehu i’tikâd ve mu’âmelede
türlü türlü dalâletlere düşen bir halktır ki bizzât imâmlarının da matrûd ü mel’ûnu
olmuşlardır. Fuzûlî rahmetullâhın gerek meşreb-i âşıkânesi, gerek kabiliyyet-i ilmiyye
vü edebiyyesi o derekelere düşmekten ve Hz. Hüseyin’in bir hafîdine, âlim ü fâzıl bir
hafîdine yüz çevirmekten pek yüksektir.
Tekrâra hâcet yoktur ki Fuzûlî, ta’rîf-i târîhîsine göre Râfizî olsaydı tertîb ile beşinci gelen ve Kerbelâ bakiyyesi Ali Zeynelabidîn’in ilk mahdûmu olan İmâm Bakır’ın
yerine Zeyd-i Şehîd’i kabûl ve ba’dehu terk ederdi. Hâlbuki şehîd müşârun ileyhden
ne lehde ne ‘aleyhde hiç bahs etmemiştir. Geçenlerde bir zât Fuzûlî’den bahs ederken
şeyhaynı niçin medh etmemiş? İ’tirâzını der-miyân etmiş ve buna “zemmetmemiş ya”
cevâbı verilmiş idi. Ma’amâfih Leylâ vü Mecnûn’daki:
143
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
Ey âfitâb-ı zâtına her zerre bir nebî
Bin şer’ ü dîn diyârına her zerreden ziyâ
gibi parlak beyitleri havî olan kasîde-i Muhammediyye’sinde:
Ey çâr-yar-ı kâmilin a’yân-ı mülk ü dîn
Erbâb-ı sıdk u ma’delet ü re’fet ü hayâ
Devrün bürûdet-i fasl ile bir mu’tedil zamân
Şer’ün bu dört rükn ile bir mu’teber binâ
(8) beyitleriyle hulefâ-yı râşidîn hazerâtını senâ ediyor. Bu kasîdeden evvelki
mi’râciyyesinde de şu beyt vardır:
Gülzar-ı vücûdum ide sîr-âb
Bârân-ı rızâ-yı âl ü ashâb
Şi’îliğe gelince: Bu âna kadar hânedân-ı zî-şân-ı nübüvvete fart-ı muhabbetle
iştihâr eden zevâtı Şi’î ve böyle bir Şi’îliği de ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına
mugayîr diye öğrenmişiz. Hâlbuki sallallâhu ‘aleyhi ve sellem efendimiz ümmetinin
yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve yalnız bir fırkanın necât ü sa’âdet bulacağını
haber verdiği vakt hâzırûnun vâkı’ olan su’âli üzerine o fırkanın kendi ashâbı
yolundan ayrılmayanlar ya’ni ehl-i sünnet ve cemâ’at olduğunu ifâde buyurmuş ve
2
âyet-i kerîmesi dahi peygamber-i zî-şân ile
ashâb-ı kirâmın eserine iktifâ vü iktidâ edenlerin üzerine hânedân-ı nübüvvete müvâlât
ü meveddeti emr eylemiştir. İşte muhbir-i sâdık aleyhisselâm efendimiz kimleri severse
ve nasıl, niçin severse biz müminler de onları öyle severiz. Şüphe yoktur ki ehl-i
beytini sûret-i mahsûsada sevmiştir. Ve Hz. Selmân’ı hattâ kavm-i Arab’dan olmadığı
hâlde kendisinden ve ehl-i beytinden addetmiş ve bu cümleye kendi eserlerine iktifâ,
kendi hizmetlerini edâ eden, muhabbetullâhda ve muhabbet-i Resûlullâhda mâddî ve
ma’nevî her varını fedâ ve bu fedâkârlığını da fedâ ve ifnâ eden sevdiklerini de idhâl
eylemiştir.
(9) Hz. Ali kerremallâhu vechehu efendimizin ehl-i beyt arasında ‘uluvv-i kadr ü
menzileti ehâdîsi-i şerîfe-i menkûle vü makbûle ile pek güzel ve pek parlak bir sûretde
gösterilmiştir. Ulemâ-yı dîn ve evliyâ-yı kâmilîn ilm ü irfân-ı Muhammedî ile rûh, zevk
3
ve sa’âdet buldukları için
hadîs-i şerîfine göre dâimâ ‘ilm kapısında bulunurlar ve kemâl-i muhabbet ü sadâkatle o kapıdan ayrılmazlar. İşte Fuzûlî
de o kâmillerdendir. Hz. Resûlullâh’ı ve cenâb-ı Murtezâ Esedullâh’ı bilhassa öyle yanık ve parlak neşîdelerle senâ etmesi bu yüzdendir. Binaen’aleyh Şi’îlik hânedân-ı nübüvvete fart-ı muhabbetden ibâret ise Fuzûlî’ye gelinceye kadar Hz. Ali’yi muktedâya
ittihâz edenler, emrinden ve nezdinden ayrılmayanlar ve bütün tabiîn-i bi’l-ihsân, ya’ni
2
144
Kur’an 42:23: Ey Muhammed! De ki: “Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir
ücret istemiyorum.”
3 Ben ilmin şehriyim Ali de onun kapısıdır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Hasan-ı Basrî’den İmâm Gazalî’ye, Mevlânâ’ya, Hâcı Bayram’a Yazıcı-zâde’ye gelinceye kadar bütün ârif-i billâh olan velîler, müellifler, mu’allimler, şâirler bu ma’nâ ile
Şi’î ve ulvî sayılmak lâzım gelir. Şunu da düşünelim ki akl ile re’y ile dalâlete düşenler
nefsine fetvâ arayıp hevâ vü hevesine tâbi’ olanlar teşeyyü’ sıfatıyla zuhûr eylediği gibi
alelhusûs siyâsî ve târihî esbâb ile berâber Şi’îlik nâmına görülen bazı çirkin hâl ve hareketler, gayr-ı meşrû’ kavl ü fi’ller ve hükûmet edenlerde halkı bu zaîf noktalarından
ahz u sevk etmek cihetiyle görülen fesâd u nifaklar, hırs u şeytânatlar bizde ‘alel’ıtlak Şi’îlik nâmına karşı adavet (10) derecesinde bir bürûdet hâsıl etmiştir. Hâlbuki
ma’nâ-yı sahîhayla muhibb-i hânedân olan, ya’ni mümin-i sâdık ve muvahhid-i âşık
zümresinden bulunan Fuzûlî gibi, Hâfız ve Sa’dî-i Şirazî gibi, Ömer bin Abdülaziz
gibi dîn-i Muhemmedî ulularının kavl ü fi’line, hâl ü hareketine, zevk ü muhabbetine,
nasîhat ü hikmetine vâkıf u tâbi’ olursak bu nâbe-câ ve mevhûm bürûdet zâ’il olur.
Bundan evvel Fuzûlî kasîde-i İlâhiyye vü Muhammediyye yazmış olduğu gibi
pâdişâh-ı zamân Sultân Süleymân’a da medhiye yazıyor. Çünkü gerek müşârun ileyh
gerek pederi Selim-i evvel ârif-i billâh idiler, yoksa Fuzûlî, hâşâ yalancı ve dilenci olmak lâzım gelir. Çünkü:
İktidâsı i’tilâ-yı şer’a istidlâl-ı sıdk
Nusreti cem’iyyet-i İslâma bürhân-ı yakîn
Hilâfetde velâyet ehlinün himmetlü serdârı
Velâyetde hilâfet tahtınun devletlü sultânı
Binâ-yı ihtimâmında dem-â-dem olmasa muhkem
Tılısm-ı dîn-i hak tuğyân-ı küfr ile olur bâtıl
gibi senâları lâyık olmayana bezl etmek o kadar büyük bir iştir ki Fuzûlî onu
yapmaktan ‘âcizdir. Müşârun ileyh tam Türk ve dini bütün Müslümân olduğu hâlde
Şi’îlik ve Râfizîlik isnâdıyla onu hîç terk etmediği Türkiye’den ve Türklerden ayırıp
İran’a ve Safevîler’e (11) nefy etmek yakışık almasa gerek. Bağdâd’ın, Basra’nın fethini adâlet ve şerî’at-ı Muhammediyye nâmına alkışlayan bir adama böyle bühtânlarda
bulunmak hiçbir vakt câ’iz görülmez.
Cihângîrî ki gün tek mülk teshîrine azm itsem
Muhakkar cilvegâhı arsa-i Îrân u Turandur
Dil ü cândan Fuzûlî izz ü ikbâline ol şâhun
Rızâ-yı Hak içün dâim du’â-gûy u senâ-hândur
Fuzûlî kasîdelerinde isimleri mezkûr bazı zâtları da medh etmişse de anlaşılıyor ki
bu zâtlar hakîkaten irfân sâhibi ve medhe lâyık zâtlar imiş. Müşârun ileyh böyle medhiyelerinde yalnız şâirliğini göstermemiş, sâir ‘ârif şâirler gibi üstâdâne bir zarâfetle
nasîhatlerde, irşâdlarda bulunmuş. Hattâ medh ü senâ ikinci derecede kalıyor da asıl
vazîfe ilân-ı hakîkat ve izhâr-ı ma’rifet oluyor. Fi’l-hakîka hakîkate, ma’rifete halkı
da’vet etmek hem tahdîs-i ni’mettir hem velîni’mete hizmettir. Fuzûlî gibi kâmiller
145
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
zamânlarının büyüklerine medhiye yazmak vesilesiyle nice hikmetler beyân ederek büyükleri adâlete, küçükleri itâ’ate ve cümleyi ubûdiyyete teşvîk etmişlerdir ki vazîfeleri
de budur, ya’ni marûfu emr ve münkeri nehy etmektir. Ma’amâfih ba’zen böyle medhedilenler hakîkaten öyle senâlara lâyık olmayabilir, fakat o vakt şâir, zâhirde olanları
medh eder gibi görünerek hakîkatde (12) bildiği gerçek ve yüksek uluları murâd eder
ve öyle söz söyler. Buna sanat pek müsâittir ve ayrıca bir zarâfet de gösterilmiş olur.
Bir de şunu düşünelim ki bilene, görene ve doğru, iyi söyleyene hiçbir vakt hiçbir
yerde kolay kolay söz söyletmezler. Bunun için bazı müstebit ve mütegallib kimselere
umûmun nef’i için müdârâ etmek yalnız câ’iz değil lâzımdır da:
“İki âlemin asayişi şu iki hakikatte münderictir: Dostlara lutf, düşmanlara müdârâ”
Medh edilmeğe lâyık olmayanı doğrudan doğruya zemmetmek şöyle dursun, medh
sûretinde zemmetmek bile bazı mizâc ve meşreblere hoş görünmez; O vakt medhe
lâyık sıfat ve ahlâk-ı haseneyi göstermekle iktifâ etmek edebe, nezâhet ü nezâkete pek
muvâfık düşer. Bir de ma’lûmdur ki a’lâ, ednâ her ferd bir büyük sâni’in sun’u bir
büyük üstâdın eseri olduğu için hadd-i zâtında büyüktür, bi’l-kuvve bütün kemâlâtı
iktisâb ve izhâra müsta’iddir; Fakat vazîfemiz bi’l-fi’l kesb-i kemâl etmek olduğu cihetle bu vazîfeden tegâfülümüz ve bu yoldan sapışımız muâheze olunuyor; Ya’ni kendimize mevhûm bir vücûd verdiğimiz hasenâtımızı nefsimize ve seyyiâtımızı âhere
isnâd etdiğimiz ve bütün ef’âlimizde kendimizi haklı yâhûd ma’zûr yâhûd mecbûr
gördüğümüz içindir ki mes’ûl oluyoruz. Bunlardan (13) en âdî en hakîr gördüğümüz
bir kimse dahi tecerrüd etse o anda en büyük olur. Bunun için hâkim-i âdil en kirli
mücrim ile en temiz ma’sûmun zâtlarına, hakîkatlerine aynı nazarla nazar edip öyle
mu’âmele eder ve hükmü, cezâyı mücrimin cürmüne, fi’line göre verir. Yine bu sırra
mebnîdir ki en habîs cânîler, kâtiller fi’llerinin çirkinliğini, alçaklığını kabul ederler
de zâtlarına toz bile kondurmazlar ki bu, insânın ulviyyet-i fıtriyyesine delâlet eder.
Hülâsâ eski büyük şâirlerimizi meddâh yâhûd mütebasbıs diye tahkîre yeltenip
de kendimizi hakîr yapmayalım. Şimdi en iyimiz kendimizi ve kendimiz gibi olanları
medh ediyoruz. Vaktiyle şairlerimiz ekseriyetle şi’ri seven büyüklere kasîde ve gazel
takdîm edip ihsân alırlarmış. Biz yazılarımızı tab’ edip bilmediğimiz ve bilinmediğimiz müşterilere ucuz ve aşağı satıyoruz! Sâir gizli işlerimiz ve kazançlarımız zâhir
târîhe mâl olduktan sonra söylenecek!
146
Yirmi sene kadar oldu. Bir İngilizce tenkîd kitâbında Kerbelâ Fâci’ası ser-levhalı
bir uzun makale okumuştum. Muharrir, münekkid ve şâir Matiyo Arnold, Gibon’un
tarihinden Hz. Ali ve evlâdının şehâdetlerini muhtasaran nakl ile eski zamanda o uzak
yerlerde Hüseyn’in böyle feci ‘âkıbete uğrayışı en soğukkanlı adamın bile rikkatine dokunacağını ve şehadetinin devr-i senevîsinde İranlı (14) muhibleri meşhedini ziyâret
ederek mecnûnâne bir hüzn ü mâtem ile ‘âdetâ kendilerini gâib ettiklerini söyledikten
sonra vaktiyle Tahran’da Fransız sefîri bulunan Kont Gobinon’un Bâbil’in hakkında
yazmış olduğu bir kitâbında dahi vak’a-i Kerbelâ’nın bütün İran için bir fâci’a-i milliyye gibi sahnede temsîl ve irâ’e edildiğini ve buna nisbeten Latin, İngiliz, Fransız ve
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Alman dramlarının âdetâ oyuncak mesâbesinde kaldığını nakl ederek “ta’ziye” denilen ve bilhassa Muharrem’de yirmi bin kişiliğe kadar büyükleri mevcûd tekyelerde
canlı misâllerle irâ’e edilen fâci’anın sûret-i cereyânını hikâye ediyor ve ba’dehu bu
mecnûnâne muhabbet ü meftûniyyetin menba’ını taharrîye koyularak kendi fikrine ve Gibon’un fikrine göre, meselâ evlâd-ı Resûle yapılan zulmlerin huşûnetinden
bu hüzn ü mâtemlerinde nezâket ü rikkatten ileri geldiğini ve Hz. Hüseyn’in haremi Sâsânîlerin son ‘uzvu olan Yezdicerd’in kerîmesi olduğu cihetle meselenin içine
kavmiyyet ve memleket hisleri girdiğini söyledikden sonra ta’assubuna yol vererek
ve iki tarafı da mümin ü muvahhid görerek bu tarîkten dîn-i Muhammedî’nin za’f u
noksânına ve dîn-i Îsevî’nin kuvvet ü kemâline hükm ediyordu. Hâlbuki herifin ne
Muhammed’den haberi var ne Îsâ’dan. Fakat dâhildeki “dostlar” varken hâricdeki
düşmenlerle uğraşmak ‘abes olacağından şimdi o sahîfeyi kapatıp şunu arz edeceğim
ki bu makaleyi okuduğum vakt (15) sahhâflarda kitâbcı İranlı Abdullâh Efendi’ye uğrayıp bazı istîzâhlarda bulunmuş idim. Mûmâ ileyh hemân “evet” diyerek, âh çekerek
izâhat vermiş ve o esnâda dudakları titremiş, gözleri yaşarmış, pek derûnî ve pek şiddetli bir heyecâna tutulmuş idi. O vakt bi’n-nisbe soğukkanlı durduğumdan hâlâ utanırım. Diyelim ki ‘avâmın havsalası dar olduğu için cüz’î fakat samîmî bir muhabbet
teheyyücüyle galeyâna gelerek sabr u sükûn ile kendilerini zapt edemeyerek âh u vâha
başlıyor, göğsünü döğüyor, çıplak başını hançerliyor …Ve bu ifrâttır, lâkin mermer
gibi duygusuz ve soğuk durmak da tefrîttir. Vaktiyle Muharrem’de billûr bardakdan
su içilmez, içilirken de o Kerbelâ Çölü’nde susuzlukdan yana yana şehîd olan nevcevânlar ve fedâkârlar yâd edilir, o fâci’anın hikâyeleri ve mersiyeleri okunur, fukarâya
aş ve su verilir, tekyelerde âyînler yapılır, hâsılı ma’kûl ü makbûl sûret ve derecede
ağlanır ve mâtem edilirdi. Şimdi bu mu’tedil te’essürlerden de samîmî eserler pek
görünmüyor; yani meşrû’ ve insânî ızhâr-ı muhabbet ve kesb-i mu’ârefe edemiyoruz
ki bunun sebebi, cemâl ve kemâl-i Muhammedî’den gaflet ü mahrûmiyettir.
Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı
Eyledüm tahkîk görmüş kimse yok cânânumı
Muhabbet ü ma’rifet de şüphesiz bir kabiliyyet ü mazhariyyet meselesidir. Bakınız
Fuzûlî ne üstadâne ne kamilâne söylüyor: (16)
Mâh-ı Muharrem oldı meserret harâmdır
Mâtem bu gün şerî’ate bir ihtirâmdır
Tecdîd-i mâtem-i şühedâ nef’siz değil
Gaflet-serâ-yı dehrde tenbîh-i âmdur
Fuzûlî’nin dîn-i Muhammedî ile edeb ü kemâl kesb etmeğe ne derece müştak ü
muvaffak olduğu kendi sözlerinden anlaşılmıyor mu? Şâir ve ‘âşık yaradılmış olduğu
hâlde ulu orta yürüyüp gitmemiş, yani engin ve karanlık bir deniz seferine kıyam
edecek kapudan gibi haritasını, pusulasını, kılavuzunu tedârük etmeden her çi bâd-abâd yola çıkmamış. Hakîkati göremeyip de gördüğüne hakîkat diyen, nazarı enâniyet
ve cehâlet perdesiyle örtülü olduğu için perdenin ortasındaki hak ve hakîkatin par-
147
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
lar söner ışıklarını gözleyip hayâlâta dalan ve binâenaleyh bâtılı hak, hayâli hakîkat,
kâzibi sâdık sûretinde söyleyip bu kizb ü iftirâlarını ‘âleme arz eden şâirlere ancak
ehl-i dalâletin tâbi’ olduğu ve onlar her vâdîde sersem sersem gezdiği cihetle kendisi o şâirler zümresinden çıkarılıp îmân, ‘amel-i sâlih ve zikrullâh ehlinden olarak
“sahîh vü sâlim sâhil-i necâta” çekildiğini söylüyor? Şi’r, mufassalı icmâl etmek,
vazîfe-i nübüvvet ü risâlet ise beyân, yani mücmeli tafsîl etmek olduğuna göre (17)
şi’r, Resûlullâh’ın vazîfesi değil iken o muhâtab-ı kelâm-ı İlâhî, şi’rde muhakkak hikmet olduğunu beyân ile İslâm’da şi’ri ve şâirliği lutfen sevdi ve sevdirdi diyor. Hâsılı
sahîfe-i cibilletine ezelde harf-i muhabbet rakam kılınmış ve hadîka-i hilkatine tohm-ı
meveddet ekilmiş olduğunu yani şâir doğduğunu, ‘âşık yaradıldığını “ilmsiz şi’rden
kâlıb-ı bî-rûh gibi teneffür” ettiğini ve iktisâb-ı “ilm-i aklî vü naklî” ve “tetebbu’-ı
ehâdîs ü tefâsîr” etdiğini söyleyerek buradaki ilm-i naklî (El-ilmü fi’s-sudûri, lâ fi’ssutûri4) tasavvuftur, bâb-ı Alî’den girilecek medîne-i ilm, ma’rifet-i Hak, ilm-i billâh.
Kezâlik tufûliyyet add ettiği sabırsızlık ve söyleyicilik zamanlarındaki gazellerden
cem‘ ettiği dîvân için: “İlâhî bu muhabbet-nâmeyi -ki tevfîkini hem-râh edip ‘ademden vücûda, gaybdan şühûda getirdin- nereye gitse mübârek edesin; ve bu mahbûbu
-ki lutfun ona zînet vermiştir- ve tevfîkin hüsnünü ikmâl etmiştir - ehl-i fesâdın yani
câhil müstensihin, nâkıs karî’in, hâsidin şerrinden muhâfaza edesin” diye du’â ediyor.
Demek ki Fuzûlî ne söylediyse sevgi üzerinedir ve sevgilisine dâirdir ve bunun için
sevgili ve sevimlidir. Allâhu teâlâya sen yol gösterdin de buldum, gördüm ve söyledim
diyor; Sözlerimi sen tezyîn ü tahsîn ettin diyor.
Muhabbet dört sınıftır: (1) Menfa’ate müstenid ve aklîdir.(18) (2) Hazz u lezzetten
mütevellid ve nefsanîdir. (3) Efkâr u ahlâkın tevaffukuna mebnî ve kalbîdir. (4) Ezelî
ülfet ü karâbete mebnî ve rûhânîdir. Fânî bir garaza, zâil bir sebebe istinâd eden muhabbetler garaz ve sebebin zevâliyle zâil olur; Bâkî ancak muhabbetullâh ve muhabbet-i
Resûlullâh’dır ki Fuzûlî’nin ezel gününde kaza kalemiyle cibilleti sahîfesine yazıldığını
söylediği muhabbet işte bu ‘aşk-ı ilâhîdir. Hâcesinin kızına ta’aşşuk etmesi, rivâyet-i
sahîh ise, o ezelî, fıtrî muhabbetinin sûret ve bidâyette zuhûrundan başka bir şey değildir. Çünkü muvahhid ü muhakkık nazarında Hak’tan gayrı güzel, Hakk’ı sevmekten gayrı sevgi yoktur. Fuzûlî dâ’imâ bu ‘aşk ile, bu muhabbet ‘âleminde yaşadığı için
ya’ni ‘aşk bütün kalbine, rûhuna bütün hissiyât u tefekkürâtına hâkim olduğu içindir
ki, sözü, özü olmuştur ve hep mahbûbundan bahs etmiştir; Hep mahbûbunun hüsnünü, yerde gökde renk renk ve şekl şekl cemâlini temâşâ ile karîrü’l-ayn ve mes’ûd
yaşamıştır. Hâsılı rûh-ı âlem olan aşk-ı ilâhî ilhâmıyla söylediği için sözleri rûhludur
yâhûd aynı rûhdur.
Hâsılum ruhsâr u la’l ü çeşm ü gamzen olmasa
Ömr bir ân bir zamân bir lahza bir dem olmasun
Cânlar virüp senün gibi cânâna yetmişem
Rahm eyle kim yetince sana câna yetmişem
148
4
İlim, kalplerdedir satırlarda değil.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
(19)
Zülfü siyeh sanemler olmuş senün esîrün
Aşkunda her birinün öz zülfi boynı bâğı
İşte Fuzûlî’nin böyle rûhlu sözleri kalbinde cüz’î ve suverî muhabbeti olanlara
da tesirli ve sevimlidir ve muhabbet yükseldikçe, gerçekleştikçe zevki, neşvesi ziyâde
olur. Şu kadar var ki herkes kendi mertebesini nokta-i kemâl gördüğü için sözün
rûhunu kendi anladığından, kendi duyduğundan ibâret bilir. En yüksek ve en gerçek
muhabbet ve aşk sâhibleridir ki en iyi anlayıp en ziyâde zevk bulurlar.
Meselâ Beng ü Bâde, bu ‘aşk-ı ilâhî, bu ‘ilm-i ilâhî üzerine tertîb edilmiştir ki âşık
ve âlim olmayanlara hikmetsiz, lezzetsiz gelir.
Meselâ Leylâ vü Mecnûn, ezelî hüsn ile ezelî aşk hikâyesidir ki mecâz sûretinde hakîkattir;
Cemâl-i ilâhîyi ‘aşk-ı ilâhî nazarıyla görmeyen, sevmeyen okuyup zevkine varamaz.
Hüsn ü Aşk, Yûsuf u Züleyhâ, Gül ü Bülbül, Cemşîd ü Hûrşîd, Şâh u Gedâ, Ferhâd
u Şîrîn gibi eserler hep bu cümledendir.
Abdülhak Hamid Beg’in Makber’i velev suverî, mecazî olsun bir hüsn-i câzib ve
bir ‘aşk-ı meczûb eseri olduğu içindir ki sâir eserleri içinde güzeldir ve sevimlidir.
Fuzûlî’nin Farsî Sâkî-nâme’si sâir emsâli gibi sülûk-ı hakîkat ü ma’rifeti, ya’ni
tarîk-i Hak’ta kat’-ı mesâfeyi ve Hakk’a vüsûlü ta’rîf eder:
“Fuzûlî” ism-i ‘alem olmak üzere bir akdde ne asîl ne vekîl olmayan, yani hîç olan zâta
derlermiş. Fi’l-hakîka müşârun ileyh kendine hîç vücûd ve pâye vermediği için ya’ni, tarîkat
(21) ıstılahınca fenâfillâh ve bekâbillâh ile mütehakkık olduğu için fuzûlî oluyor; Ya’ni ne biliyor
ne görüyor ve ne söylüyorsa hep Hakk’ın olup kendisinin ismi bulunuyor ki “El-abdü ve mâyemlikühû kâne li-mevlâhi” hakîkatince fakr-i tâm, ubûdiyyet-i tâma böyle tahakkuk ediyor.
149
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
Fakr u zillet ey Fuzûlî izz ü câhumdur benüm
Şîve-i mihr ü muhabbet resm ü râhumdur benüm
Serîr-i saltanat zevkinden efzûndur bana ol söz
Ki lutfunla demişsin bir gulâm-ı kemterînümdür
Şu esnâda a’yândan Feylesof Rıza Tevfik Beg’in Hâmid-nâme’de Fuzûlî’ye ve
edebiyatımıza ettiği iftirâyı gözden geçirmek ve düşürmek için zemîn ü zamânı pek
muvâfık buldum:
1. Hâmid-nâme’nin 366. sahifesinde: “Hâmid Beg Avrupa irfânıyla âşinâlıktan
büsbütün mahrûm kalsaydı Fuzûlî ile Şeyh Gâlib’in his ve karîha i’tibârıyla bi’l-cümle
kâbiliyâtını câmi’ bir dehâ-yı şi’r olarak cilve gösterirdi sanırım” diyor.
496’da: “Bu adamlar (Fuzûlî ile Şeyh Gâlib), Nef’î ve Nedîm ile beraber edebiyât-ı
atîkamızın en büyük ve hakikî şâirleridir … O kadar sahîh ve fıtrî şâirlerdir … Fakat
bu iki kişinin biri, yani Fuzûlî, Hâfız-ı Şîrâzî’nin mukallidi, diğeri Hz. Mevlânâ’nın
tufeyli idi …” diyor. (22) Hâlbuki 471’de de şöyle diyor: “Hâmid Beg munsif ve hakşinâs bir adamdır. Bir gün Sa’dî ile Hâfız’dan bahs edildiği ve bazı mukâyeselere girişildiği sırada “Onlar pek büyük dâhîlerdir, bizim gibi adamlar o mertebeye hiçbir vakt
ve hiçbir vech ile yetişemezler.” demiş idi. Bu söz mahviyyeten söylenilmiş değildir.
Şimdi insâf edelim. Hakîkî ve fıtrî bir şâir mukallid olur mu? Mukallid, fıtrî ve
hakikî isti’dâd sâhibi olmaz da onun için taklîd yolunu tutar. Sonra Feylesof, Hâmid
Beg’e müte’addid yerlerde dâhî diyor; Hâmid Beg de Hâfız’ı o kadar yüksek buluyor
ki “asla yetişemem” diyor ve Feylesof da bunu mahviyyet değil hakîkat olarak telakkî
ediyor. Hâlbuki Hâmid Beg ona: “kendine gel, haddini bil, yere yatıp çamura batıp
gökteki yıldızlara el uzatma” demek istemiş. Feylesof zeki olduğu için müşârun ileyhin
verdiği bu zarâfet dersini anlamış olmalı ki o da bi’l-mukâbele şâire çok rişvet-i kelâm
takdîm ediyor. Her ne ise Rıza Tevfik Beg nazarında Hâfız’a pek benzeyen ve onun gibi
göz kamaştıran Fuzûlî, mukalliddir! Farz edelim ki yegâne meziyeti bu mukallidlik
olsun. Hâmid Beg’in kendinden nâ-mütenâhî yüksek gördüğü yani makâmına ne
yapsa yetişemeyeceğini anladığı ve i’tirâf ettiği bir zâtı fuzûlî üstâd edinmiş demektir,
himmeti âlî imiş! Hiç ‘aşk, isti’dâd ve mazhariyyet, ma’rifet ve kemâl taklîd ile hâsıl
olur mu? Hâlbuki (23) Fuzûlî ile Hâfız ‘aynı aşk-ı ilâhî ateşiyle yanıp tasfiye edilmiş
ve ‘aynı irfân-ı Muhammedî nûruyla parlatılıp göklere yükseltilmiş iki şairdir ki
meşrebleri, mizâcları ikiz yıldız gibi birbirine pek benzer; mektebleri ve kitâbları,
mu’allimleri ve ilimleri, velini’metleri ve ni’metleri, hâsılı, sevgileri ve sevdikleri
birdir. Bunun için özleri gibi sözleri de kardeştir.
2. 496’da mesela:
Havâ arâyis-i gülzâra oldı çehre-güşâ
Bahâr gülşene giydürdi hulle-i hadrâ
150
gibi daha birçok sözler söylüyor ki bugün mekteb çocuklarının bile hande-i
istihfâfını mûcib oluyor. Bunların hiçbirinin şi’r ile münâsebeti yoktur, deniliyor.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Garîb değil midir ki bir adam anadan doğma şâir ve âşık olsun da böyle çocukların
eğleneceği sözleri söz diye söyleyip, beğenip âleme arz ü neşr etsin ve bununla Hakk’a
ve halka hidmet ettim diye iftihâr ve zevk duysun! Halk ise bu cem’ ü tedvînden evvel
kendisinden isteyip seve seve okusunlar. Eğer öyle ise hem Fuzûlî hem o vaktki ve
şimdiki kârî ve muhibleri sersem ve ahmaktır. Ne çâre ki bugün eseri meydanda olan
Fuzûlî ile geçmiş ve gelmiş bütün sevenlerine ahmak demek kolay değildir. Yine eseri
meydanda olan bir kişi için âkil yâhûd değil (24) hükmünü vermek ise o kadar güç
değildir. Çünkü hakîmler kendi ‘aklını kâfî ve kâmil görenlere ahmak demişlerdir.
Çünkü Fuzûlî’nin sözlerini mekteb çocukları istihfâf ederse ma’zûr görülebilir; Lâkin
en büyük bir mekteb mu’allimi ve mu’allimlerin mu’allimi istihfâf ederse kendi hıffetine haml olunur.
Acaba Rıza Tevfik Beg’i de yaşına, mü’ellifliğine ve mu’allimliğine rağmen mekteb
çocuğu farz edersek mesele halledilir mi? Yoksa böyle bir farazada bulunamaz mıyız?
Feylesofumuz diğer taraftan: “Şeyh Gâlib’in şâh eseri olan Hüsn ü Aşk dahi böyle
bir sürü zevzekliklerle mâlîdir, hele mi’râciyyeyi okuyunuz hemân ser-â-pâ mülâ’ib-i
lafziyyeden ibârettir” diyor.
Müşârun ileyh bu bâbda ma’zûrdur. Çünkü edebiyât-ı atîka dediği asıl
edebiyâtımızın rûhundan, hikmet ve ma’rifet-i şâirâneden gâfil ve mahrûmdur. Bu
üstâd şâirlerimiz irfân-ı Muhammedî feyziyle kalb ve rûh ‘âlemine girmiş, cûşân u
hurûşân hayâtın menba’ını bulmuş, cemâl-i Hak ve kemâl-i mutlakın enfes ve âfâktaki
dâimâ müteceddid tecelliyâtını mütâla’a edecek miftâhı elde etmiş, hâsılı zulmetten
nûra, mevtten hayâta, yokluktan varlığa geçmiş, aklın ve enâniyyetin soğukluğundan
ve darlığından ‘aşkın sıcaklığına ve genişliğine çıkmış kâmillerdir ki tırtıl gibi kendi
ifrâzâtından yaptığı koza içinde uyuyan ve istihâle bekleyenler onları görmez ve yabancı görür. Çünkü arada münâsebet yoktur. (25) 500’de: “ Zavallı Fuzûlî fıtraten pek
nezîh bir şâir, hatta ‘âşık olarak doğmuş iken zamânının bâtıl, galîz, zevksiz ve âşüfte-i
tasannu’ olan tasallüf-perver hikmet-i edebiyyesinden gâfil görünmemek ve üstâdlıkta
isbât-ı haysiyyet etmek için hemân her gazelini, her beytini melâ’ib-i lafziyye ile ifsâd
etmiş idi!” diyor. Zavallı Rıza Tevfik Beg Efendi fıtraten iyi bir şâir, hatta fasîh ve selîs
bir hatîb iken bununla kanâ’at etmeyerek Garb’ın âtıl, akîm, rûhsuz ve âlûde-i vehm ü
hayâl olan mütelevvin felsefelerinden bî-haber görünmemek ve üstâd-ı küll tanınmak
için hemân her vadîde, her kavl ü fi’linde şeş cihetten hudûdunu tecâvüz etmiş ve
yüzüne gözüne bulaştırıp bırakmıştır!
4. 354’te: “Bizim klasik edebiyâtımız ….. İrân edebiyâtının tufeylîsi olarak geçiniyordu. O koca kütükte kuvvet kalmayınca bizimki de soldu gitti” diyor.
Bir kere bizim edebiyâtımız İrân edebiyâtının bedeninde değil zemîninde ve
semâsında yani ‘âleminde ekildi, büyüdü, semere verdi ve yaşadı … Hâlen yaşıyor.
İrân edebiyâtı, Arap edebiyâtı da öyledir. Kuvveti kalmayan, solup kuruyup giden bir
şey varsa o da (yalnız Rıza Tevfik Beg gibi muhakkak düşeceği çukura ihtiyârsız ve
habersiz yaklaşmışlar da değil) ma’atte’essüf ba’zı gençlerimiz de edeb-i millî, rûh-ı
edebî; mîrâs-ı ‘ilmî vü dînîdir ki bunun vebâli, dalını (26) budağını budamağa, yaprağını yemişini dökmeğe, kütüğünü kökünü kesip çıkarmağa tasaddî edenlere aittir.
151
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
Geçen gün Kadı Burhaneddin nâmında bir eski Türk şâirinin ‘ârifâne ve ‘âşıkâne
eserleri bir müsteşrik himmetiyle istinsâh ve ikmâl edilerek tab’ u neşr olunacağı Cenâb
Şehabeddin Beg tarafından teşekkürle tebşîr ediliyordu. Kuruyup giden edebiyât böyle tâzelenir mi? Şu ecnebîler bu sözlerde ne kıymet, ne rûh bulurlar acaba? Rıza Tevfik
Beg Avrupa’ya kaç defa gitti. İngiltere’de aylarca durdu ve profesör Brown gibi müsteşriklerle görüştü. Londra müzelerinde teşhîr edilen şark âsâr-ı edebiyyesini gördü.
Acaba bu soğukkanlı İngilizler nâr-ı ‘aşk ile yanıp nûr olan bu Muhammed-perest,
Allâh-perest Hâfız’dan bu muhakkık u müdekkik, bu ‘ârif ü ‘âlim Ömer Hayyâm’dan
ne anlıyorlar ki tercüme ve neşr etmişler? Her kütüphânede müzehheb ciltler bulunur
… Acaba soğukkanlı Almanlar Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ünü niçin tercümesiyle berâber
tab’ u neşr etmişler? Daha benim görmediğim, bilmediğim neler vardır kim bilir? Eğer
profesör Brown gibi müsteşrikler bizim edebiyâtımızı ve dînimizi Feylesof’tan öğrendilerse vay başımıza gelenler.
Darvinci bir mü’ellif, Mevlânâ’nın cemâd, nebât, hayvân mertebelerinden
sûret-i insâniyyeye doğru mâddî ve rûhânî seyr ü ‘urûcunu beyân eden beyitlerini
Mesnevî’den nazmen tercüme edip (27) kitâbının en baş sahîfesine dîbâce veya Fâtiha
gibi koymuş ve onu tekâmül nazariyyesinin sıhhatine bir hüccet yapmış idi ki Garb’ın
bu iki ucu kesik yeni keşfine şarkın eski ve bütün ilminin mukaddime yapılışına o
vakt hayret etmiş idim. Kezâlik vaktiyle edebiyâtımızın müntehâb parçalarından bir
mecmû’a te’lîf eden Dr. Wells ile şi’rimizin, şâirlerimizin hem şekl hem rûh cihetiyle
târîhini yazmağa çalışan Mr. Gibb ve emsâli müsteşrikler lisânen, dînen, ırken ecnebî
oldukları hâlde edebiyâtımızda câzibeli bir fazîlet, üdebâmızda güzel ve büyük bir
rûh bulmuşlar da o ‘âlim düşmenlerin karşısında bu câhil dost bu fazîlet ve ‘ulviyyet ‘âleminin içinde doğup büyümüş iken inkâr ediyor ve bu inkâr ile, mukallidi ve
tufeylîsi olmağa çalıştığı Garb hükemâsını hakkıyla taklîd ne de hazm ve temsîl edemediğini isbât etmiş oluyor!
5. Nef’î için: “Bu mağrûr şâirimiz kendisinin mazhar-ı ilhâm olarak söz söylediğini
hemân dâimâ iddi’â eder. Gûyâ na’t-ı nebî olmak üzere yazılmış olan “sözüm” redifli
manzûme-i meşhûresi başka bir şey söylemek için yazılmıştır.” diyor.
Nef’î mağrûr değil, ‘ârif ve hakîm olduğu için, Allâh’ın ve Muhammed’in kelâmına
muhâtab ve âşinâ olduğu için mufassal kitâb-ı ‘âlemi ve muhtasar nüsha-i âdemi okuyup anladığı için, nefsini ve rabbini bilip fânî fillâh ve bâkî billâh olduğu için, ne
kadar müftehir ü müteşekkir olsa (28) hakkıdır. Mağrûr o değil onun sözünü ve özünü
anlamadığı hâlde gurûruna tâbi’ olup anladım diyendir. Gülistân’ı İngilizceye tercüme eden İngiliz, Şeyh’in “Mahbûb”unu anlamadığı için Sa’dî’yi de sâir uşşâk-ı ilâhî
gibi kız yerine oğlan seviciliği ile ithâm etmiş ve tercümede bütün mahbûb yerine
mahbûbe yazmış!
152
6. 430’da “Bu ‘ârif ve mutasavvıf Müslümân ancak Fuzûlî gibi düşünebilirdi.” diyor ve daha birçok noktalarda tasavvufun felsefe-i Nev-Felâtûniyye’den ibâret olarak
Garb’den ve İskenderiye’den Şarka geçtiğini ve bizim ehl-i tasavvuf u felsefeyi, bu
hikmeti mâl bulmuş mağribî gibi kabûl ve neşr ettiğini söylüyor ki Feylesof’un bu
iddi’âsı evvelce kendisine mükerreren i’âde edildiği hâlde müşarün ileyh sükût ve
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
sükûn ile yine tekrâr ediyor. Türk mizâcına ve mümin ü muvahhid i’tikâdına zıdd ve
zehr olan bu bâtıl fikri Feylesof’umuz kendi doğurmayıp kendinden her vech ile pek
yüksek olan bazı Avrupa ve Amerika filozoflarının ihtiyât ve ihtimâl ifade eden târihî
mütâla’alarından almıştır; Yani bu fikir onda âhiretliktir, eğer benim derse veled-i
gayr-ı meşrû’dur. Ma’amâfih gençlikte, te’ennî, tedbîr, temyîz henüz iyi nemâ bulmadığı için meselâ aktörlerin tercüme ve ezberleme sözlerini bile millî edebiyât nâmına
dinlemek ve sevmek gibi gelip geçici hâller vâkı’ olabilir. Gençlerin sözünü dinleyeceği adamlar “
”den (29) hiç gâfil olmamalı. Bu emr Feylesof’un
elbette mechûlü değildir, lâkin sâdık ve kâmil müminlere mahsûs olduğu da belki
ma’lûmu değildir.
Tasavvuf, ahîren edebiyât ve felsefe ‘âleminde hayli müzakereyi mûcib oldu zannederim, ‘ilm midir, meslek midir? Dîn ve i’tikâd mıdır? Bir tarîkat veya hikmet ve
felsefe midir? Yerli midir yoksa hâricden gelme midir? Hele şimdi Rıza Tevfik Beg ile
olan bahsimizde tasavvufun iyi anlaşılması lâzımdır. Çünkü muhakkaktır ki bizim
edebiyâtımızda ölmez ve yaşatır bir rûh vardır ki o rûh ile dirilenler gözlerini açıp,
kendilerini ve ‘âlemi görüp, okuyup, anlayıp cânlı cânlı söylediler ve seve seve, sevine sevine yazdılar, halk da isteye isteye dinledi. Çünkü o sözlerde zevk ve neşe,
hayât, rûh buldu. Pâdişâhtan en hakîr bir köylüye varıncaya kadar bütün millet havâss
ü ‘avâmıyla, ağniyâ vü fukarâsıyla berâber o rûh ile yaşadılar, o rûhu nefh edenlere mensûb ve meczûb oldular. Bulundukları ‘âlemi de anladılar, gidecekleri ‘âlemi
de. Ma’îşetleri, ma’neviyyet, fazîlet ve insâniyyetleri şu şimdiki hâlimize kıyâsen a’lâ
idi. Askerler, pâdişâhlarıyla berâber sulhda ‘âriflerin eserlerini okur, nasîhatlarını ve
derslerini alır, misâllerini görürdü. Harbde de ‘ilmiyle ‘âmil olurdu. Ulemâ şerî’at-i
Muhammediyye’nin ahkâmını hıfz (30) ve icrâya ihtimâm eder; şâirler hak ve adâleti,
hüsn ü zarâfeti insâniyyet ve muhabbeti, ahlâk ve kemâlâtı tezyîn ü te’yît ile nâsın
rûhunu beslerdi. Vüzerâ, vükelâ, ricâl-i pâdişâh ile halk beyninde mâddî ve mâ’nevî
güzel bir vasat hidmetini görerek hâkim ile mahkûmu muvâzenede tutardı.
İçine düşen en koyu ecnebîleri bile kendine kalb eden bu kuvvetli ve mü’essir
hayâtın, bu cem’iyyet ve millet hayâtının refâh ve sa’âdet ile geçen cereyânın menba’ı
Osmanlı Türkleri hesâbına Ertuğrul’un son ve Osmân’ın ilk günlerine kadar gider.
Sultân Osmân’a bî’at edilip nâmına hutbe okunacağı ve imâret ve saltanatla te’yît
olunacağı vakt kendisine tâbi’ ve zâhir olacak ulular ve bunların içinde vâris-i nebî
velîler, ‘âlimler dîn-i Muhammedî’nin ve ehlinin hâmisi ve hâdimi olmak şartıyla sözleştiler ve özleştiler de Osmân’ı öyle hükûmete geçirdiler. Osmân’ın ve evlâdının dîn-i
Muhammedî’ye hidmetleri, adâlet ve ahde vefâları sâyesindedir ki bu devlet, derin
köklü ağaç gibi büyümüş ve uğradığı sadmelere dayanıp yıkılmamıştır.
Ma’lûmdur ki Sultân Osmân bir velînin damadı idi ve târîhde okuduğumuza
göre o zât, irfân-ı Muhammedî tarîkine sülûk etmedikçe Osmân’a kızını vermemişti.
Ba’dehu hemân bütün pâdişâhlar ve şehzâdeler meslek-i hakîkat ü ma’rifete sülûk
etmişler ve ba’zıları (Fâtih ve Selîm-i evvel ve Süleymân gibi) kesb-i kemâl ederek
vâsilînden, (31) kâmilînden olmuşlardır.
153
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
Meselâ târîh-i ‘âlemde yeni bir karn feth etmiş ve ‘ilmiyle, adâletiyle ya’ni kemâlâtıyla
‘asrının yegâneliğini kazanmış olan Fâtih hazretlerinin şu beyitlerini okuyalım
Yüzün meh-i ‘îd ü ser-i zülfün şeb-i İsrâ
Gamzen yed-i Mûsâ leb-i la’lün dem-i ‘Îsâ
Zülfünün zincîrine bend eyledi şâhum beni
Kulluğundan itmesün âzâd Allâh’um beni
Bunlar şüphesiz medîha-i Muhammediyyedir. Lâkin Muhammed ‘aleyhissâlâtü
ve’s selâm efendimizin vechleriyle mâh-ı ‘îd beyninde, zülfleriyle şeb-i Mi’râc beyninde, gamzeleriyle yed-i Mûsâ ve leb-i la’liyle dem-i ‘Îsâ beyninde ne münâsebet olduğu
‘ilm-i tasavvuf, ‘ilm-i ilâhî vü Muhammedî mesâ’ilinden ve esrâr-ı ‘ilmiyyedendir.
Kezâlik Yavuz Sultân Selîm hazretlerinin:
154
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bir meyvenin lezzetini hiç tanımayan ve ağzının tadı yerinde olmayan nasıl bilir
ve söyler? ‘Ale’l-husûs o meyvenin hîç misli olmazsa. İşte tasavvuf böyle bir ni’mettir.
(33) Tasavvufu, en iyisi ‘ulemâ-yı dînin mu’allimi ve “el-‘ilmü noktatün”5 sırrının
şârihi olan Muhyiddin ‘Arabî’den öğrenelim. Müşârün ileyh Fütûhât-ı Mekkiyye’sinin
bâb-ı mahsûsunda diyor ki: “Tarîkullâh ehli der ki: tasavvuf, ahlâktır; Ne ki ve kim ki
ahlâkta seni yükseltir, tasavvufta yükseltir. Ümmü’l-müminîn ‘Ayişe (r.a)’den ahlâk-ı
Resûlullâh (s.a.v) su’âl edildi, o da ‘ahlâkı Kur’ân idi’ cevabını verdi ve Allâh, onu
verdiği ahlâk ile senâ etti ve dedi:
“
”6. Tasavvuf ile muttasıf olmanın şartıdır hikmet sâhibi hakîm
olmak. Eğer olmazsa o ‘unvân ile ‘alâkası yoktur. Çünkü tasavvuf, kâmilen hikmettir, çünkü ahlâktır ki bu da muhtâctır ma’rifet-i tâmmeye, ‘akl-ı râcihe, a’râz-ı
nefîse hükm süremeyecek derecede kuvvetle nefsine hâkim ve kendine mâlik olmaya,
Kur’ân’ı kendine imâm, yani rehber yapmaya … Emr-i tasavvuf, bu tarîk ile ahz eden
nefsi için ahkâm istihrâc ve bu bâbda mîzânı Hak’tan hurûc etmeyen kimse için kolay bir iştir… Te’emmül et ki cenâb-ı Hak kitâbının neresinde kahr u şiddet sıfatını
zikretti ise yanı başında lutf u mülâyemet sıfatını da zikretmiştir. Sonra ehl-i sa’âdetin
sıfatlarından birini zikrederse yanı başında takdîm veya te’hîr ile ehl-i şekâvetin sıfatlarından birini zikretmiştir …. Sûfî o kimsedir (34) ki Hak, kitâbında ve kitâblarında
nasıl kâ’im ise o da nefsinde, sırrında ve sûretinde öyle kâ’im olur; (Binâen’aleyh sana
hasenâtdan ne isâbet ederse Allâh’tandır ve seyyiâttan ne isâbet ederse nefsindendir)
…. İşte sana tarîki gösterdim. Tasavvuf, ehl-i tasavvuf ‘indinde şu zikr ü beyân ettiğimden zâ’id bir şey değildir; Lâkin Allâh mîzân (şerî’at), ‘ilm-i mevâtın ve ‘ilm-i hâl
inzâl etti. Hikmet ne istiyorsa onun muktezâsından cüz’î olsun hârice çıkma; (ve biz
Kur’ân’dan müminler için şifâ ve rahmeti inzâl ettik) çünkü Kur’ân ile tahalluk ve
Kur’ân ile tevakkuf ve ikâmet maraz-ı nefsîyi izâle eder; Fakat bu, müminler için böyledir. “Ve zâlimlerin ancak ziyânlarını ziyâdeleştirir.” Çünkü bunlar Kur’ân’ı mavtınından çevirir ve kelâmı mevzi’inden değiştirirler; Hâssı ta’mîm ve ‘âmı tahsîs ederler
ve zâlimlere kâsıt derler. Hâlbuki muksitler hükemâdır, “Ve kime ki hikmet verildi,
muhakkak hayr-ı kesîr verildi.” Allâh bunu kesretle vasf etti çünkü kıllet ‘ârız olmaz.
Kesretle vasf etmesinin sebebi: Çünkü hikmet, mevcûdâta sereyân etmişti; Mevcûdâtı
Allâh vaz’ etmiştir ve ba’dehu insânı halk edip ona emânet tahmîl etmiştir ki o da
mevcûdâta nezâret ve mevcûdâtta tasarruf etmek ve her hak sâhibine hakkını i’tâ etmektir; Nasıl ki Allâh herşeye hakkını i’tâ eder; Bu sûretle insânı sâ’ir mahlûklardan
mümtâz olarak arzda halîfe (35) yaptı; Çünkü halkullâh üzerine, emîndir ve onlar ile
mu’âmelesinde sünnet-i ilâhîden ‘udûl etmez. Hâsılı mevcûdât, insânın eline arz u
teslîm edilmiş emânettir ve insân o emâneti tesellüm etmiştir. Eğer emâneti edâ ederse sûfîdir, etmezse zalûm ü cehûldür. Hikmet cehlin ve zulmün nakîzasıdır; ahlâk-ı
ilâhiyye ile tahalluk etmek tasavvuftur. ‘Ulemâ, esmâ-i hüsnâ-yı ilâhiyye ile tahalluku
ve bunların mevzi’lerini ve hulk ile münâsebetini pek mufassal beyân ederler. Hulk
5
6
İlim, bir noktadır.
Kur’an 68/4: ”Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”
155
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
da en güzel tasarruf, bi’l-hassa tasarruf-ı ma’allâhdır; Kim ki bunu idrâk eder ve Allâh
ile tasarruf eder, mevcûdâtı tasarrufta ihâta-i ‘ilmiyye sâhibidir ve o bir ma’sûmdur ki
ebediyen hatâ etmez ve ‘abes hareketten ve sükûndan da mahfûzdur ….”
Bu derece-i kemâle vüsûl için şerî’at bâğçesine girip ‘ilme’l-yakîn, ‘ayne’l-yakîn,
hakka’l-yakîn mertebelerine vâsıl olmalı ki tahalluk bu tahakkuktan sonra olabilir.
Bu da mutlaka kâmil ve mükemmel ahlâk-ı ilâhiyye ile mütehallık, ‘âlim, hakîm,
mutasavvıf, vâris-i nebî zâtların ta’lîm ü terbiyesiyle mümkündür. Meselâ Mekke’de
Kabe’yi hepimiz şüphesiz biliriz ki bu ‘ilme’l-yakîndir; Bir de gidip görürüz ve görmekten bilemeyeceğimizi de öğreniriz ki bu da ‘ayne’l-yakîndir. Ba’dehu Ka’be nedir,
niçin vaz’ edilmiştir ve niçin ziyâret ve tavaf ediliyor … Bunları fikir ve ictihâdımızla
değil vâzı’ı olan Allâh’ın bildirmesiyle biliriz ki bu hakka’l-yakîndir. Bunun fevkindeki mertebe tahalluk mertebesidir (36) ki gâye-i kemâldir. Bütün kâmiller bu mertebeden söz söyler. Mesela Seyyid Nesîmî’yi dinleyelim:
Fitnedür ‘aynun yüzün şems ü kamer
Fitne-i devr-i kamer sensin meğer
Sûretün Hakk’dur budur Hak’dan haber
Söyleyen Hak’dur velî adı beşer
Her katre muhît-i a’zam oldı
Her zerre Mesîh ü Meryem oldı
Fuâd Beg’in fikrince Nesîmî’nin “hurûfî” olduğu bilindiği için mezhebi, meşrebi
anlaşılırmış. İşte müşarün ileyhin sözleri, anlasınlar da lutfen bize de anlatsınlar. Rıza
(37) Tevfik Beg yıllanmış ‘akl sâhibi olduğu için bu tasavvufa “tasallüf” deyip kesmiş.
Fu’âd Beg öyle yapamıyor. “Tasallüf, hiçbir sermâyesi yok iken atıp tutmak demek
olduğuna göre ben bu hâli Feylesof’a yakıştırıyorum. Hatâ ettiğim anlatılırsa hemen
dönerim ve afv dilerim. Şimdi Fuzûlî’nin ba’zı beyitlerini okuyalım, meselâ:
Olsa isti’dâd-ı ‘ârif kâbil-i idrâk-ı vahy
Emr-i Hak irsâline her zerredür bir Cebre’îl
beyitinde Fuzûlî münkir için değil mümin için de gayb, sır olan bir hakikatten
bahs ediyor, kelime ile oynamıyor. Ciddi ve münsif olalım. Bundan evvelki:
156
Reh-rev-i ‘irfâna besdür sâgar u sâkî delîl
Kim meh ü hûrşîdden kılmış temennâsın Halîl
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
beyitinde sâgar, sâkî kelimeleriyle oynanmış denilirse burada zikrine hâcet olmayan nice âyet ve hadîsler için de böyle denilebilir ki Rıza Tevfik Beg bilmem öyle bir
merdlik yapabilir mi? Hoş, Fuzûlî’nin hep âşıkâne, hakîmâne, mutasavvıfâne olan
sözlerini istihfâf etmek ma’şûkuna ta’arruz etmektir ya!
Vâdî-i vahdet hakîkatde makâm-ı ‘aşkdur
Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultândan gedâ
(38)
Cihân ehline tâ esrâr-ı ‘ilmün kalmaya mahfî
Kılupdur hikmetün küffâr içinde enbiyâ peydâ
beyitlerinde de lafz oyunu var mı? Şu nokta câlib-i nazardır ki Kur’ân’da zemmedilen kâzib ü kâfir şâirler için işlemediklerini söylerler ve her vâdîde sersem sersem
dolaşırlar deniliyor ve şu’arâ-yı İslâm istisnâ ediliyor. Filhakîka Fuzûlî söylediğini
dâimâ bilir ve dâimâ bildiğini, gördüğünü söyler bir şâirdir. Meselâ ‘ârifin isti’dâdı
vahyi idrâke kâbil olsa ona her zerre emr-i Hakk’ı getirir bir Cebre’îl olur me’âlindeki
beytinde evvelâ ‘ârif kimdir Fuzûlî bilir, hem iyi bilir, insân kendisi ‘ârif olmazsa ‘ârif
kim olduğunu bilmez. Sonra vahy nedir, idrâk etmiştir, lügat kitâbında ma’nâsına
bakarak değil. İsti’dâd nedir, onu da bilir … Her zerreye baktığı vakt kendisine ‘aynen ve hakîkaten Cebre’îl nâzil olup emr-i Hakk’ı getirmiştir. İşte tahakkuk eden şey
söz olur ve bunun için söz, özdür demişlerdir. Kezâlik ikinci beyit de böyle. Fuzûlî o
beytinde söylediğini his, tahayyül veya tevehhüm ederek değil ‘ayne’l-yakîn, hakka’lyakîn bilerek ve bu ‘ilmini de hikmet ve ahlâk edinerek yani kendinden gayrı değil
‘aynı yaparak söylemiştir. İsti’dâdının sevkiyle sâkîyi yani mu’allimi, mürşidi arayıp
bulmuş ve ondan feyz alıp kemâl kesb ederek kendisi de mu’allim ü mürşid olmuştur. Kur’ân’da beyân buyrulduğu üzere Hz. (39) İbrahim (a.s)’in yıldız, ay ve güneşi
görüp de “Hâzâ rabbî” demesi mâzînin olup bitmiş bir vak’a-i târihiyyesinden ibâret
değildir. Kur’ân’ın ahkâmı ile’l-ebed ve dâ’imâ cârî olduğuna göre her ân ve her yerde
bu taleb, bu taharrî, bu temennî cereyân edegelmektedir. İşte Fuzûlî burada hem mütekellim hem muhâtab olmuştur. Yûnus Emre daha açık olarak şöyle söylüyor:
İbrahîmem Cebrâ’îl’e hîç ihtiyâcum kalmadı
Muhammed’e dosta gidem ben tercemânı neylerem
***
Rütbe-i hikmet-i mi’râc-ı kemâline göre
Hükemâ fırka-i dûn felsefe cem’-i süfehâ
beytinde Fuzûlî diyor ki kemâlât-ı Muhammediyyeye ‘urûc etmekle insân öyle bir
mertebe-i hikmete yükselir ki hükemâ nisbeten dûn bir fırka, filozoflar da sefîhler cemiyeti kalır. Bu mertebeye bizzât i’tinâ etmeden hükemâ ve felâsifeyi kendilerinde iyi
bilmeden böyle demek Fuzûlî’ye ve hiçbir ciddi adama yakışmaz. Buradaki sefîhler,
Kur’ân’ın ifâdesince dîn-i İbrâhîm’den, tevhîdden ayrılıp kendi nefsâniyyeti ve
157
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
enâniyyeti zulmetine dalan kimselerdir ki târîh felsefeci olanları tanısa gerek. Hazret-i
Fuzûlî meselâ şu beyitleri de böyle tahakkuk ve tahalluk mertebesinden söylemiştir:
(40)
Ne bilir okumayan mushaf-ı hüsnün şerhin
Yere gökden ne içün indiğini Kur’â’nun
Dehr ser-mest-i şarâb-ı gaflet etmiş âlemi
Bunca ser-mestün temâşâsına bir hûşyâr yok
Görmeyince hüsnüni îmâna gelmez ‘âşıkun
Yüz peyember cem’ olup gösterseler bin mu’cizât
Virmeyen cânın sana bulmaz hayât-ı câvidân
Zinde-i câvîd ana dirler ki kurbândur sana
Âlemi vîrâne-i şerm’-i cemâlün kıldı ‘aşk
Cân-ı âlemsin fedâ her lahza bin cândur sana
‘Âşıka şevkünle cân virmek sana müşkil değil
Çün Mesîh-i vaktsin cân virmek âsândur sana
Subh salup mâh ruhundan nikâb
Çık ki temâşâya çıka âfitâb
Mest çıkup salma nazar her yana
Görme revâ kim ola âlem harab
158
İşte bu ‘aşk-ı ‘ilme, bu ma’şûkun ahlâkına tahalluk etmek (41) kemâline Rıza Tevfik
Beg hiç çekinmeden “tasallüf” diyor. İngiliz’in derin ve gerçek düşünücü âlimlerinden
Karlayl, Kur’ân’ın tercümesini okumuş, evvelâ samîmi, rûhlu, meteheyyic bir rûhun
kelâmı diye senâ ediyor, ba’dehu mükerrer haşvlerle, sert, kaba, kısa kısa cümlelerle
dolu nizâmsız, gelişigüzel yazılıvermiş bir mecmû’a diye tenkîd ediyor ve nihâyetle
müminlerin kâğıdına ve yazısına bile mukaddes nazarıyla bakıp ta’zîm ettiklerini
ve okudukları, dinledikleri vakt huzûr-ı İlâhîde gibi huzû’ ve huşû’ gösterdiklerini
söyleyerek işte mümin ile gayr-ı mümin ecnebînin zevklerindeki farka bu güzel misâl
diye Kur’ân hakkındaki tenkîdlerinin zevk, mi’yâr ve mîzân ihtilâfından ileri geldiğini
söylüyor. Bizim Feylesof Rıza Tevfik Beg’imiz ise şu muta’assıb Hristiyan filozofu kadar
insâf gösteremiyor. Ne yazık! Hz. Muhammed’den itibâren gelip giden bütün uşşâk-ı
ilâhî, hiçbir şey bilmedikleri hâlde en yüksek uçmak ve en derin görmek da’vâsında
bulunan şarlatan mı diyeyim, mürâ’î mi, sahtekâr mı? İşte öyle imişler. Feylesof’un
“nefis” diye yazdıkları güzel yazılara bakılırsa tasavvuf âlemine, okuya okuya, kendi
kendine sârik gibi girmek istemiş, fakat bir adım atmağa muvaffak olamamış. Zîrâ
muvaffak olaydı Fuzûlî’yi yabancı bulmayacaktı ve böyle edebiyât vâdîsinde edebe
pek muvâfık görülmeyecek ve isthfâf ü istihkâr (42) yapmayacak idi. Demek ki o
“nefis”lerinde, Feylesof hep lafz oyuncakçılığı etmiş ve bu san’atı icrâ etmesi için ona
yine Fuzûlî gibi kâmiller ve sözünün eri zâtlar sermâye vermiş …
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
İşte bu tasavvufu –ki dîn-i Muhammedî’nin zübdesi, gâyesi, semeresidir- Rıza
Tevfik Beg: “Hâricden, Mısır’dan gelmedir.” diyor; Bizim sûfiyyûn yâhûd mutasavvıfa bu ‘ilm ü ahlâkı, bu dîn ü kemâlâtı Nev-Felâtûnî mezhebinden almış. Feylesof
burada yanlış değil ma’atteessüf başından büyük yalan söylüyor. Çünkü görmediğini
gördüm demek, anlamadığını anladım demek yanlış değil yalandır. Ecnebi müdekkik ve münekkidlerin bizim görmediğimiz ve okumadığımız kitaplarını okuyor ve
onların söylediklerini kendi düşünüp tetebbu’ edip bulmuş gibi bize satıyor. Eğer,
tasavvuf cereyânı hâricî bir menba’dan akıp gelmiş ve bütün muhakkıkîn ve evliyâyı dîn kaplarını ondan doldurmuştur fikri Feylesof’un hakîkaten kendi fikri, kendi
mahsûl-i tetebbu’u olaydı yani Feylesof bizce sözünün eri olaydı tasavvufun ve bütün
kemâlât-ı mâddiyye vü ma’neviyyenin sâhib ü mu’allim-i yegânesi olan Muhammed
(s.a.v.) efendimiz de bu ilmi, bu dîni Fillo’dan, Embadiklus’dan, Yaniblikus’dan mı
öğrendi diye suâl eder ve mutlaka cevap isterdik.
İnsâf vir ey hasûd insâf
Ta’n etmeğe cevherin değil sâf
(43) Âlim düşmen câhil dosttan iyidir derler. Fuzûlî’nin câhil dostları onu
kemâlinin tamâmıyla göstermek şöyle dursun, kemâlini noksân olarak gösteriyorlar.
Bu cehâlete bir de hırs u hased iltihâk ederse Hakk’ın ve halkın öyle bir kâmili işte
böyle garîb ve mazlûm olur. Hatırlıyorum ki Muallim Nâci merhûm Fuzûlî’nin:
Pâre pâre dil-i mecrûh u perîşânumdan
Ser-i kûyında gezen her ite bir pâre fedâ
beytini belâgatsiz, çîrkîn bir söz misâli olarak göstermiş idi. Hâlbuki gerek bu ve
gerek evvelki:
Çâk-ı sînemde olan kanlı ciger pâreleri
Mest çeşmünde olan gamze-i hûn-hâra fedâ
beyti hadd-i zâtında çîrkîn değil belki ciger, kan ve it kelimeleriyle çîrkînliği ve iğrençliği zihnimizde cem’ ettiğimiz için bize öyle geliyor. Yüreğim parça parça oldu denmez
mi? İçimden kan gitti demiyor muyuz? Münekkid, değişmez esâslara binâ-yı mütâla’a
etmezse bir gün gelir kendi sözleri de çîrkîn görünebilir. Bunun için her şeyin hakîkatine
nazar etmeli. Çirkin evlâdını ana baba acaba niçin sever? Evlâdının hakîkatinde güzellik gördüğü için değil mi? İşte hak ve hakîkatine vâkıf olan nazar-ı hakîm sâhibi üstâd
şâirlerimiz her şeyin hakîkatini gördükleri için (44) mehâsin içinde mest ve müstagrak
yaşamışlar ve hep güzellikten bahsetmişlerdir. Şeyh Sa’dî bu bâbda diyor ki:
“Bu cihandan memnunum, çünkü cihan ondan memnundur, her âleme âşıkam,
çünkü her âlem onundur.”
159
Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz
Fuzûlî’nin sevdiğinin kûyu, işte bu âlem-i ‘aşk u muhabbettir ve onun köpekleri
kendi gibi uşşâk-ı ilâhîdir; Fuzûlî bunlara gönlünü vermiş, bir gönül ki ‘aşk uğrunda
mecrûh u perîşân olmuş.
Bir de Fuzûlî’nin sevdiğinin hamâma girişini ve çıkışını tasvîr eden gazeli de edebe mugâyir ve şâir için ayb sayılıyor. Fakat gerek o, gerek meselâ Belîğ’in, Nedîm’in
bu vâdîdeki gazel ve kasîdeleri zâhiren öyle görünmekle berâber rûhun bedene
ta’alluku gibi ba’zı hakâyık u esrârı ifâde eder ki zâten hakîkati görmüş ve sevmiş olan
şâirlerimizin bütün sözleri böyle zâhir ü bâtını câmi’dir ( Fuzûlî’nin mektûbu gibi ki
şöhreti en ziyâde iç yüzü olduğundandır) ve ekserîsinin zâhiri câhil halkın i’tirâzına
hedef olur, çünkü halk, hakîkati kendi gördüğünden, kendi duyduğundan ibâret
zanneder. Mansûr’un, Nesîmî’nin, (45) Şems-i Tebrzî’nin, Olanlar Şeyhi İbrâhîm
Efendi’nin mâcerâları kavl ü fi’llerinin zâhirî küfr görülmesindendir.
İşte bizim Feylesof da Şeyh Gâlib’in mi’râciyyesi için: “Ser-â-pâ melâ’ib-i lafziyyeden ibârettir.” diyor. Şeyh, orada bir hakîkat-i Muhammediyyeden bahsediyor ki
o, Feylesof’a mechûldür ve bunun için inkâr ediyor. Diyeceksiniz ki insân her bilmediğini inkâr mı eder? Evet etmez. Lâkin bilmediğini de bilmeyen olursa o vakt
eder ve câhil merkeb olur. Bir ihtimâl daha var: Bilmediğini bilir de enâniyyetinden,
gurûrundan, ‘inâdından i’tirâf edemez. Ebû Cehl’in Muhammed’i ve Hakk’ı kabûl
edememesi gibi. Şey Gâlib gibi asrının ve ahlâfının tekrîmine nâ’il olmuş bir zâtın
mi’râciyyesine değil bir küçük beytine zevzekliktir deyivermekle herkes kabûl etmez.
Delîl isterler. Delîlsiz da’vâ pâdişâh elinde olsa yine kabûl edilmez. Delîl ile isbât edilen da’vâ ise fakîr ve sâ’il elinde olsa yine makbûldür. Nef’î’nin:
Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm
Silk-i tesbîh-i dür-i seb’al-mesânîdir sözüm
Matla’lı kasîdesine Feylesof: “Na’t değil, başka bir şey, o da anlaşılmıyor, binânen
‘aleyh hiçbir şey değil.” diyor. Yûnus Emre, ‘âşık olmayanlara sözünün, kayalardan
‘akseden sese benzediğini söylüyor ki burada ‘aynen cârîdir (Filozoflar zâhir pek âkil
ve mütefekkir olduğu için soğukkanlı oluyor). Nef’î, demek istiyor ki: “Bir gizli sır
vardır, gayb, rûh, Hak …. derler ... Onun ip ucu vardır, benim sözüm onun bağıdır,
düğümüdür.
Seb’a’l-mesânî, Fâtiha, bütün Kur’ân incisinin tesbîh dizisidir; O inci ise yine
rûhtur; Hep rûhtan bahsederim, hep rûhlu söylerim … İnanmayan cânı isterse inansın. Her şeyi erbâbı bilir. Fuzûlî, Leyla vü Mecnûn’u bitirdikten sonra:
Billâh ger olaydı bir harîdâr
Bin genc-i nihân kılardım ızhâr
diyor; Eşref-zâde şöyle diyor:
Cihân tılsımınun bendi benüm elümdedir şimdi
160
Görürsin sûretâ âdem benüm emrümdedür âlem
Feleklerle melekler hep bana mahkûmdur ins ü cân
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Sûre-i Şuarâ’nın hâtimesinde Allâh te’âlâ buyuruyor ki:
…. = Ey
Kur’ân’ın taraf-ı Hak’dan nüzûl eden kelâm-ı mu’ciz olduğunu reddile onu bizzât
şeyâtîne ve onların tahyîlâtı cümlesinden şi’re nisbet eden merdûdlar! Şeyâtîn kimlere nâzil olur size haber vereyim mi? Bütün müfterî, âsî ve fâsık kimselere nâzil olur
ki bunlar melâ’ikeyi dinleyip ba’zı gaybî (47) hakîkatler duyarlar ve duyduklarını
kabûl ve salâh için değil redd ü fesâd için söylerler ve bu cihetle ekserîsi kâzib olur,
çünkü duyduklarını fesâd uğruna tahrîf ü tezyîf ederler; Ve bu cümledendir o şâirler ki
kâzib ü bâtıl sözleriyle nâs arasında müzebzeb dolaşırlar ve onlara şeytânın askerlerinden, sözlerini tervîc ve neşretmek isteyen ehl-i dalâlet tâbi’ olur; Bunları ve tâbi’lerini
görmez misin ki her türlü dalâl ü tuğyân vâdîsinde sersem ve serseri dolaşırlar ve
gafletlerinden, ma’îşet dalgınlığından dolayı kendiler yapamadıkları hasenâttan, ve
hâ’iz olmadıkları ahlâk u ma’âriften bahsederler; Fakat müstesnâdır o hakîm şâirler
ki tevhîde îmân ve hikmet ile tahalluk etmişler ve ötekilerin fesâdını salâha, seyyiâtını
hasenâta çevirecek işler yaparlar, ve bir tarâftan tevhîdi isbât ve ma’ârif ü esrâr-ı ilâhîyi
beyân ederek ve bir tarâftan da ehl-i dalâl ü fesâdı zem ve teşhîr ederek her vakt bütün
sözlerinde ‘adâlet ve istikâmet üzere Allâh’ı zikrederler; Ve ehl-i muhabbete husûmet
ve tekebbür gösteren kâfirlerin dilinde ve câhillerin elinde zulm görmeleri üzerine
şi’rleriyle intikâm alırlar; Ehl-i Hakk’a cevr, kavlen ve fi’len ezâ eden ve onlara mülhid
ü mu’annid diyen bu müfsid zâlimler ve müstehzî kâfirler böyle dönüp dolaşıp nereye
varacaklarını yakında öğrenirler] (Şeyh Ni’metullâh Tefsîri).
Heğbeli 10 Şubat 1337 yevm-i Cum’a.”
SONUÇ
İbrahim Aşkî’nin Fuzûlî’ye dair kaleme aldığı bu risalesinde, derin tasavvufî bilgisi
olduğu, dönemindeki ve kendinden önceki yerli ve yabancı şairleri ve yazarları
okuduğu, özellikle dinî ve felsefî bilgisinin filozoflarla tartışacak kadar geniş olduğu
göze çarpmaktadır. Rıza Tevfik’in Fuzûlî ile ilgili gerçeği yansıtmayan hatta “yalan”
olduğunu söylediği yorumlarına yer veren İbrahim Aşkî, bir münekkit gözüyle tasavvuf
ve felsefeye dair görüşlerini ortaya koyarken Rıza Tevfik’in tasavvuf ve Fuzûlî’ye
dair olumsuz görüşlerini7 deliller getirerek çürütmeye çalışmaktadır. Fuzûlî’ye isnat
edilen Rafizî ve Şii yakıştırmalarının yanlışlığını delillerle ortaya koymaktadır. Şiiliğe
ve Hz. Ali’yi sevenlere dair ortaya koyduğu isabetli görüşleri de bu konuyu aslından
saptıranlara karşı önemli deliller içermektedir. Bunların yanında Divan şiirinin usta
şairlerinden bazılarının eserleri veya şiirleri hakkında ileri sürdüğü tasavvufî bakış
açısının, bahsettiği şairlerin anlaşılması konusunda önemli bir merhale olacağı
kanısındayız. Makale okunurken değişik ve farklı bir bakış açısıyla ortaya konan
Divan şiiri ve şairine dair bilgiler ve yorumlarla karşılaşılacaktır. Risalenin Divan şairi
ve şiirine bakışta yeni bir anlayış oluşturması da olasıdır.
7
İbrahim Aşkî, “Feylesof Rıza Tevfik Beg’in Hâmid-nâme’de Fuzûlî’ye ve edebiyatımıza ettiği iftirâyı …”
diyerek başladığı cümlesini, Hâmid-nâme dediği Rıza Tevfik’in Abdülhak Hâmid ve Mülâhazat-ı Felsefiyyesi adlı eserinden aldığı cümlelerin birbirini çürütüğünü örnekleriyle göstererek devam ettirmektedir.
161
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Yrd. Doç. Dr. Hanzade GÜZELOĞLU*
S
ayın Prof. Dr. Tulga OCAK danışmanlığında yaptığım
doktora tezimin konusu olan “Abdî’nin Heft Peyker
Mesnevîsi” hakkında bir makale ile Hocamın adına düzenlenen bu anlamlı armağanda küçük bir katkımın olması beni mutlu kılacaktır.
Doktora tez konusu araştırmalarımız sırasında rastladığımız ve Lami’î’nin olarak bilinen, ancak XVI. yy. şairlerinden Abdî’ye ait olduğunu tespit ettiğimiz Abdî’nin
bu eserini, daha önce yayımlanan ilgili makalemizde kısaca tanıtmıştık**. Bu yazı, Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsi
hakkında önceki yazımızda bahsedilmeyen ve tezimizde
eseri inceleme bölümünde yer alan ayrıntılı bilgilerin
özeti niteliğindedir.
Sasanî hükümdarlarından V. Behrâm (Behrâm-ı
Gûr)’ın aşk ve av maceralarını konu alan Heft Peyker mesnevîsi ilk defa Nizâmî tarafından yazılmıştır.
Nizâmî, Heft Peyker mesnevîsinde Behrâm’ın hayatını ilk
defa müstakil bir eser halinde kaleme alan ve böylece
bu hikâye türünün de iskeletini kuran şairdir. Nizâmî,
Behrâm-ı Gûr’la ilgili hikâyesini, başta Firdevsî’nin Şehnâme’si olmak üzere diğer kaynaklardan da istifade ederek oluşturmuştur. Hamsesi’nin dördüncü mesnevîsi
olan Heft Peyker, H. 593/1197)de bitirilmiş ve Meraga
162
* Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi / ARDAHAN
** Bkz.: Hanzade Güzelova, “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevisi: Heft Peyker tercümesi”, Bilig dergisi,
Sayı: 38 Yaz, 2006, S. 35-49.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
hakimi Aksungur ailesine mensup Alaeddin Körp Arslan’a ithaf edilmiştir. Eser genel
olarak bu adla bilinmekle beraber bazı yazar ve edebiyatçılar tarafından “Heft Gunbed” veya “Behrâm-nâme” olarak da adlandırılmaktadır. Aruz vezninin Hafif bahri
feèilâtün mefâèilün feèilün kalıbıyla yazılan eser toplam 5600 beyittir.
Tesiri yüzyıllarca süren Nizâmî Hamse’sinde yer alan diğer mesneviler gibi Heft
Peyker de İran edebiyatında ve Türk edebiyatının Çağatay ve Anadolu sahalarında
yazılan mesnevîler için bir model teşkil etmiştir.
Behram konusunu İran edebiyatında daha sonra Hüsrev-i Dihlevî Heşt Behişt adlı
eserinde, Rai Hidayetullah Heft Peyker’inde, Derviş Eşref Meragî Heft Evreng’inde ve
Hatifî Heft Manzar’ında işlemişlerdir. (Levend 1984:228; İlaydın 1935: 278 vd).
Türk edebiyatında ise Heft Peyker (Behrâm-ı Gûr) konulu mesnevîler daha çok
Nizamî’nin eseri tanzir ya da tercüme edilerek oluşturulmuştur. Bu mesnevîler, bazen
hamseler içinde, bazen de müstakil bir eser olarak kaleme alınmışlardır. (Kahraman
1995: 354-366). Bugünkü bilgiler ışığında Türkçe yazılmış ve metinleri elde bulunan Heft Peyker çevirileri veya nazireleri sırasıyla şunlardır: Aşkî’nin Heft Peyker’i1,
Nevaî’nin Seb’a-i Seyyâre’si, Behiştî’nin Heft Peyker’i, Abdi’nin Heft Peyker’i, Ahmed-i
Rıdvân’ın Heft Peyker’i, Atayî’nin Heft Hvân’ı ve Subhizâde Feyzî’nin Heft Seyyâre’si.
Ayrıca Emin Yümnî’nin mensur bir Heft Peyker çevirisi vardır.2
Bugün elimizdeki bilgiler ışığında Heft Peyker adlı veya konulu Türkçe yazılmış
mesneviler arasında toplam 7 tane eser bilinmektedir. Bunlardan bir tanesi (NevayiSeb’a-i Seyyare) Çağatay sahasında yazılmış; iki tanesi (Atayi-Heft Hvan ve Feyzi-Heft
Seyyare) Heft Peyker’i sadece plan bakımından model alarak oluşturulmuş ve farklı
konuda yazılmış; 3 tanesi de (Aşki, Abdi, Ahmed-i Rıdvan-Heft Peyker) Nizami’nin
eserine tercümedir. Bunlardan Aşki Heft Peykeri kısaltılarak yapılan çeviri,
Ahmed-i Rıdvan Heft Peykeri Nizami’den kısaltılarak yapılan serbest tercümedir.
Abdi’nin Heft Peyker’i Nizami’den genişletilerek yapılan bir tercümedir. Behişti’nin
Heft Peyker’i ise yarı telif yarı tercüme niteliğindedir. (Bkz. Demirel 1995b: 57)
Eski kaynaklarda sözü edilen Ulvî, Kudsî Çelebî, Hayatî (XV.yy.) ve Trabzonlu
Ramazan (XVI. yy.)’ın Heft Peyker mesnevîleri ise henüz ele geçmemiştir. Bunlardan
Bursalı şair Ali Ulvî’nin Heft Peyker’inin Aşkî’nin Heft Peyker’i ile aynı eser olduğu ortaya konulmuştur (Kut 1972: 128). Hayatî’nin olarak bilinen Heft Peyker’in ise Ahmed-i
Rıdvân’ın eseri olduğu tespit edilmiştir (Ünver 1986: 120-125). Ancak son yıllarda
Bahaeddin Sürelli tarafından Hayatî’nin Heft Peykeri üzerine bir doktora çalışması
yapılmaktadır. Bu bilgi de, Hayati’nin Heft Peykerinin ele geçmiş olduğu ihtimalini
1
2
Eserle ilgili bir doktora tezi hazırlanmaktadır: Aslı Aytaç, “Aşkî’nin Heft Peyker Mesnevisi”, Hacettepe
Üniv.(Danışman: Doç.Dr. Fatma Kutlar)
İran ve Türk edebiyatlarında Heft Peyker mesnevileri hakkında daha ayrıntılı bilgi için tezimizin Giriş
kısmına bakılabilir: Güzelova 2008: 28-65.
163
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
düşündürmektedir.3 (Hayati’nin bu eseri ile ilgili B. Sürelli’nin aynı adlı bir bildirisi
de bulunmaktadır.)4
Manzum-mensur çok sayıda telif ve tercüme eser bırakan ve bundan dolayı “Camî-i
Rûm” lakabıyla anılan Bursalı Lâmi’î Çelebî (1472-1532)’nin de Nizamî’den yaptığı
bir Heft Peyker tercümesinin olduğunu eski kaynaklar ve araştırmalar belirtmektedir.
Lami’î Çelebî’nin Heft Peyker’i de henüz ele geçmemiş Heft Peyker mesnevîleri arasındadır.5
İleride ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz XVI. yy. şairlerinden Abdi’nin bu Heft Peyker
mesnevisi, Türkçe yazılmış ve metinleri elde olan Heft Peyker mesnevileri arasında
hacimce en büyüğüdür ve diğer Heft Peyker tercümeleri arasında genişletilerek
yapılan bir tercüme olarak yer almaktadır.
ABDİ VE HEFT PEYKER’İ
Eserin incelenmesine geçmeden önce Abdî ve eserleri hakkında kısa hatırlatma yapmakta yarar vardır kanaatindeyiz.
Edebiyat tarihimizde daha çok “Niyâz-nâme-i SaǾd u Humâ şairi” olarak bilinen
XVI. yüzyıl şairlerinden Abdî hakkında bilinenler yok denecek kadar azdır.
Çeşitli dönemlerde yaşamış birçok Abdî mahlaslı şair ve yazar vardır.6 Bizim konu
edindiğimiz XVI. yüzyılda yaşamış mesnevî şairi Abdî hakkında ise tezkire ve diğer
kaynaklarda herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. Ancak Abdi’nin bugün bilinen
dört mesnevîsinin yazılış tarihlerinden şairin Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566),
II. Selim (1566-1574) ve III. Murat (1574-1595)’ın saltanat dönemlerinde yaşadığı
anlaşılmaktadır. İlk üç mesnevisini de şehzade iken Manisa’da bulunan II. Selim’e
sunmuş olması da, şairin belli bir dönem bu şehirde kaldığına işaret etmektedir.
Elimizdeki tezkirelerde adı geçmeyen bu Abdî’den ilk defa edebiyat tarihi içerisinde Sadettin Nüzhet Ergün şairin Niyâz-nâme-i SaǾd u Humâ adlı mesnevîsinin
adını vererek bahsetmiştir. (Ergün: 189 vd). Vasfi Mahir Kocatürk, bu eserin yanı sıra
şairin bir Divânı ve Nüzhet-nâme adlı bir mesnevîsinin de bulunduğunu belirtmiştir.
(Kocatürk 1970: 362-363) Şairin Cemşîd ü Hurşîd ve Nüzhet-name (Gül ü Nevruz)
adlı mesnevileri de Adnan İnce tarafından bilim dünyasına tanıtılmıştır (İnce 1986,
2008). Son olarak da, Lami’î’nin Heft Peyker’i olarak bilinen Dublin’deki yazma üzerinde yaptığımız çalışma neticesinde Abdî’nin dördüncü bilinmeyen bir mesnevîsi de
3
164
B. Süreli, “Türk edeiyatında Heft peyker Mesnevîleri ve Hayatî’nin Heft Peyker’i”, Boğaziçi Üniv.devam
eden dok.tezi.(Danışman: Prof.Dr. Zehra Toska)
4 TUDOK 2010. Tüm girişimlerimize rağmen bildiri metnine ulaşamadık.
5 Detaylı bilgi için bkz. H. Güzelova, a.g.m.
6 Agah Sırrı Levend’in yazdığı Eski Türk Edebiyatı Giriş (Ankara 1984) adlı eserinde de Abdî mahlaslı 24
şairin adı geçmektedir. ( Abdi mahlaslı şairlerin listesi için eserin dizin kısmına bakılabilir.) Genel olarak tezkire verilerine göre, Abdî mahlası, 24 şair tarafından ortak kullanılmıştır. (Mustafa İsen, “Divan
Edebiyatında Mahlasdaş Şairler”, Ötelerden Bir Ses, Ankara 1997: 198.)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
bulunmuştur.7 Bugüne kadar bu eserleriyle tanınan XVI. yy. şairlerinden Abdî’nin
başka eserlerinin olup olmadığı konusunda şimdilik kesin bilgiye sahip değiliz. Divanının olduğu bazı kaynaklarca8 belirtilse de eser henüz bulunamadı. Hayatı hakkında
kaynaklarda bilgi bulunmamakla beraber eserlerinden, Abdi’nin mesnevi şairi ve mütercim bir şair olduğu anlaşılmaktadır.
Heft Peyker mesnevisi Abdi’nin yazılış tarihi (1550) itibariyle ikinci ve bugün bilinen ve metni bulunan dördüncü eseridir. Abdi’nin diğer üç mesnevisinde olduğu gibi
(Niyaz-name-i Sad u Hüma(1545), Cemşid ü Hurşid (1558), Gül ü Nev-ruz (1577))
Heft Peyker (1550/51) mesnevisinde de İran edebiyatından alınan bir konu işlenmektedir. Edebiyat tarihçisi V. M. Kocatürk’ün de tabiriyle “İran edebiyatında maruf olan
bu mesnevileri Türk şiirine naklederek işlemiş bulunması”9 Abdi’nin İran edebiyatı ve
lisanına vakıf olduğunu göstermektedir.
Abdi’nin ilk mesnevisi olan Niyaz-name-i sad u Hüma adlı mesnevisi Türk edebiyatında daha önce işlenmemiş bir konudur. Abdi’nin diğer iki mesnevisi de Cemşid u
Hurşid ve Gül ü Nev-ruz da edebiyatımızda sayıca fazla olmayan allegorik mesneviler
arasındadır. Şairin Heft Peyker mesnevisi de gerek hacim, gerek kuruluş (Behram hikayesinin içinde 7 ayrı hikaye) itibariyle pek sık ele alınan konular arasında değildir.
Belki de şairin böyle konuları seçmesi, eserlerinin fazla rağbet görmemesine ve şairin
eski kaynaklarda dönemin tanınmış şairler arasında yer alamamasına sebep olmuştur.
Abdi’nin bugün elimizde olan mesnevileri arasında Heft Peyker mesnevisi tespitimize göre toplam 6891 beyit olup şairin hacimce en büyük eseridir.
1- Heft Peyker’in Yazılış Tarihi ve Sunuşu:
Abdî Heft Peyker mesnevîsini H. 957/M.1550 yılında yazmıştır. Bu tarih eserde
ebced hesabıyla düşürülmüştür. Heft Peyker’in Hatime bölümünde eserin yazılmasının
başlangıç tahirihinş gün ve ay olarak ve bitiş tarihini gün, ay ve saat olarak lafzen
verilmektedir. Buradan eserin 6 Şevval (28 Ekim 1549, Pazartesi) günü yazılmaya
başlandığı ve 7 Muharrem (26 Ocak 1550, Pazar) günü saat 12’de son şeklini bulduğu
anlaşılmaktadır:
Sitte ŞevvÀ içre olup ÀàÀz
Düzdi terúìmine ùabièat sÀz
Sebèanuñ hem Muóarrem’iydi i yÀr
èAşre åÀnìde buldı nÀme nigÀr(6820)
Basit bir hesaplamayla eserin dört ayda yazılmış olduğu düşünülebilir. Şair,
mesnevînin sonunda, eserini bitirmesine ömrünün yettiği için de Allah’a şükretmektedir. Hatime bölümünde bundan sonraki beyitlerde ise Abdî, gaipten gelen bir sesin
7
Hanzade Güzelova, “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”, Bilig, Sayı: 38, 2006:
35-49.
8 Kocatürk 1970: 362-363.
9 Kocatürk, Türk Edeb. Tarihi, Ank. 1970.
165
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
kendisine, eserine tarih düşürmesinin gerekli olduğunu söylediğini anlatmaktadır.
Bunun üzerine Abdî, eserin bitirilişine ebced hesabı ile tarih düşürmüştür:
Didi hÀtif baña ki iy dildÀr
Ùarz-ı bu nÀme oldı heft nigÀr
Bu kitÀbuñ ùırÀz gibi Àòi
Heft Peyker gerek tÀrìòi
Ùabèum itdi buña küşÀyiş-i tÀm
Óamdu’li-llÀh ki oldı nÀme temÀm (6826-6828)
Eserin 166a varağında kırmızı mürekkeple koyu şekilde yazılmış yukarıdaki üç kelimenin
„dÖ dJšÄ XH£ (Heft Peyker gerek) ebced hesabına göre harf değerlerinin toplamı 957
tarihini vermektedir. Nitekim mısranın hemen altında küçük şekilde ٩٥٧ rakamı da yazılıdır.
Böylece XVI. yüzyıl şairlerinden Abdî’nin bugün bilinen üç eserinin yazılış tarihlerine göre, Heft Peyker tercümesi, şairin ilk mesnevîsi olan Niyâz-nâme-i Sa’d u
Humâ’nın yazıldığı 952/1545 tarihinden beş sene sonra ve Cemşîd ü Hurşîd (966/1558)
den dokuz sene önce yazılmıştır.
Abdî, Heft Peyker mesnevîsini Manisa’da şehzade iken II. Selim’e sunmuştur. Şairin diğer üç mesnevîsinden ikisi- Cemşîd ü Hurşîd (1558) ve Niyâz-nâme-i Sa’d u Humâ
(1545) da bu padişaha sunulmuştur.
II Selim’in adı Heft Peyker’de ilk defa “Padişaha övgü” bölümünde, “Hân Süleymân
oğlu Şâh Sultân Selîm” olarak şu şekilde geçmektedir:
èUmde-i milk [ü] zübde-i devrÀn
NÀãır u nÀôır-ı zemìn ü zemÀn
ŞÀh SulùÀn Selìm-i kişver-gìr
Oña lÀyıú hemìşe tÀc u serìr
Nesl-i èOåmÀn’a ol virür teyìd
Ced ü eb hem eb [ü] cedile saèìd
Olalı pÿr-ı ÒÀn SüleymÀn ol
Buldı tesòìr-i cinne daòı yol (339-342)
Heft Peyker’de padişahın adı “Hatime” bölümünde de geçmektedir. Aşağıdaki beyitlerden şairin, eserini överek Sultan Selim’e sunduğu ve eserinin padişaha layık olmasını dilediği anlaşılmaktadır:
Yaèni bu gevher-i temÀm-èayÀr
Genc-i sulùÀna lÀyıú olsa ne var
166
Bu zer-i òvoş-èayÀra naúş hemÀn
NÀm-ı sulùÀn gerekdür iy òÀn
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
NÀm-ı şÀh ile nÀmdÀr ola
Revnaú hem revÀc daòı bula
Vireyin ùarz-ı şÀhla aña ùırÀz
Nice şÀh belki şÀh-ı èişret-sÀz
Ùabè-ı pÀkı óalìm ü nÀm[ı] Selìm
Nuãret ü fetó õÀtına teslìm (6735-6739)
2 -Eserin Yazma Nüshası ve Tavsifi:
Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin bugün bilinen tek yazma nüshası yurt dışında bulunmaktadır. Yazma, İrlanda Dublin Chester Beatty Kütüphanesi (CBL) Meredith Owens No: 12’de kayıtlıdır. Prof. Dr. Günay Kut’un ilgili makalesinde10 belirttiği
Türkçe yazmalar listesinde11 yer alan bu yazma, Chester Beatty Kütüphanesi’ndeki
Türkçe Yazmalar koleksiyonunda bulunmaktadır. Yazma, katalogta Lâmièî’nin Heft
Peyker mesnevîsi olarak kaydedilmiştir. Kütüphanedeki Türkçe yazmalarının yeniden
numaralandırılmasına göre söz konusu yazmanın kayıt numarası CBL T.505’dir .12
Bu nüsha, Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin müellif hattı nüshadan istinsah edilen ve bugünkü bilgilerimize göre, eserin tek yazma nüshasıdır.
Toplam 168 varaktan oluşan yazmanın ölçüleri 18 x 28,5 cm (8,5 x 20 cm)dir.
Her varak ortalama 21 beyittir. Yazmanın cildi dağılmış, bazı sayfaları kopmuş. Sayfaların kenar ve iç kenarlarında kurt yeniği vardır. Metin çift cetvelli, başlıklar Farsça
olup renkli mürekkeple yazılmıştır. Bunlardan sarı, gri ve beyaz renkle yazılanlarda
bazı kelimeler silinmiş. Eser, yer yer harekeli olan düzgün bir nesihle yazılmıştır.
Bununla beraber bazı başlıklar ve metin içinde bazı yerlerde yazı okunaklı değil. Yazmanın tamamı harekeli olmayıp, baştan iki varak (1b-2a), bölüm başlıklarının hepsi
(59 başlık) ve metin içinde bazı kelimeler harekelidir. Eserde geçen yedi gezegen, yedi
gün ve yedi güzelle ilgili kelimelerin yazılışında renkli mürekkep kullanılmıştır.
Eser, varak 1b’de yer alan
İftitÀó-ı nÀme der-óamd-i ÒudÀ
Güm-rehÀn-rÀ nÀm-ı pÀkeş reh-nümÀ
Evvel-i evvel buved Àn õÀt-ı pÀk
Áòir-i Àòir şeved Àn kibriyÀ
10 KUT, Günay (1976), “Lami’î Chelebi and His Works” Journal of Near Eastern Studies,
35, Chicago, 73-93.
11 Daktilo yazısı olan bu listenin başlığı şöyledir: “The CBL Supplement-Handlist and Later Additions”,
Dr. Elean Wright.
12 Dublin Chester Beatty Kütüphanesi Yazmalar bölümünde toplam 160 Türkçe yazma eser bulunmaktadır. 401-493 numaralar arasında kayıtlı Türkçe yazmalar, Vladimir Minorsky’nin hazırladığı The Chester Beatty Library: A Catalogue of the Turkish Manuscripts and Miniatures (Dublin, 1958) adlı katalogta
yer almaktadır. Bu kataloğun devamı olan yukarıdaki listede (daktilo yazısı) ise Türkçe yazmalarla ilgili
494-560 arasındaki kayıtlar vardır. Bu listedeki yazmalar, Minorsky kataloğunun devamı niteliğinde
yeniden numaralandırılmıştır. Buna göre, daktilo yazısı listede 12. sırada yer alan (Meredith-Owens:
12 kayıtlı) Heft Peyker adlı eser, T.505 olarak yeniden kaydedilmiştir.
167
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
iki beyitlik Farsça bir başlıktan sonra ilk beyti:
Bi’smi men lÀ-ilÀhe hìç sivÀh
Şehida’llÀhu vahdetine güvÀh
olan Besmele manzumesiyle başlamakta ve varak 167 b’de Hâtime bölümünün son
beyti olan:
Maôhar-ı luùf olup o devlet-òvÀh
Ola dÀyim cihÀnda ôıllu’llÀh (6891)
dua beytiyle sona ermektedir.
Yazmadaki istinsah kaydından da anlaşıldığı gibi, bu nüsha, eserin yazıldığı
H.957 tarihinden yaklaşık iki yıl sonra H.959 (M.1551/52) yılında müellif hattı olan
nüshadan kopya edilmiştir.
Yazmasının sonunda (v. 167b) kırmızı mürekkeple yazılmış Arapça feragat kaydında, bu nüshanın H. 959 yılı 12 Safer (Pazartesi)/M.1552 yılı 8 Şubat tarihinde Uşak
kasabasında Abdurrahman bin Abdullatif tarafından müellif nüshasından istinsah
edildiği belirtilmektedir:
Arapça kaydın okunuşu şöyledir: úad vaúa’al-ferÀà èan-tesvìdi heõÀ’s-sivÀdi’lmunìfi fi’l-ÀvÀnı’s-saèìd ve’l-vaúti’ş-şerìfi min-nüsòa’il-mü’ellifi’ø-øaèìfi èAbdi’rraómÀn bin èAbdi’l-laùìf fi’l-èaşri’s-sÀnì min-şehri ãaferi’l-muôaffer- òaúúa’llÀhu bi’lòayri ve’ô-ôafer- min-şühÿri sene tis’a ve òamsìn ve tisaè-mi’ye-il-hilÀliyye fi-úaãabai
èuşşÀúi- ãÀn’allÀhu sevÀkin èan-nifÀú temme
(Büyük karayı (yazıyı) karalama (yazma) sona erdi. Bu mutlu anda ve şerefli bir
zamanda, zayıf Abdurrahman bin Abdullatif’in müellif nüshasından ay (hilali) takvimine göre 959 yılının aylarından, Allah’ın hayır ve zaferle donattığı muzaffer Safer
ayının on ikinci gününde Uşak kasabasında-Allah onun sakinlerini nifaktan korusunyazma işi sona erdi.)
Yazmanın 3b-7a ve 12a varaklarında der-kenar yazıları bulunmaktadır. Bunların
yazısı, metin kısmındaki yazıyla aynıdır. Sayfa kenarlarındaki bu şiirler, kaside nazım
biçimiyle yazılmış 4 Naèt’tir. Bu şiirlerde şairin mahlası geçmediği için, kasidelerin
Abdî’ye ait olup olmadığı konusunda hüküm vermek güçtür. Abdî’ye ait Divan’ın da
bugün bulunmayışı, bu konuda herhangi bir karşılaştırmanın veya tespitin yapılmasını mümkün kılmamaktır.
Yazmanın12a varağının alt kısmında, ters olarak yazılmış der-kenar beyitte eserin
istinsah tarihi rakam olarak 959 ve ebced hesabıyla tarih düşürülerek bir beyitte yer
almaktadır.
168
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
3- Nüshanın İmlâ Özellikleri:
Okunaklı bir nesihle yazılan bu nüshanın imlâ özelliklerini genel olarak şöyle
sıralayabiliriz:
1. Yer yer harekeli olan yazmanın ilk iki varağı (1b-2a) ve metin içindeki bölüm başlıklarının hepsi harekelidir. Metin içinde bazı Arapça tabirler, yazılışları benzer Türkçe
kelimeler ve doğru okunmasını sağlamak amacıyla bazı kelimeler harekelenmiştir.
2. Atıf ‫ و‬vav’ları ve izafet‫ ی‬y’leri bazen harf, bazen hareke, bazen de her ikisi ile
verilmiştir.
Atıf ‫ و‬vâv’nın hem harf hem ötre ile gösterildiği yerler de var: tek ü pÿy ÈuÄ Ë 3pÔ
(170), TÀziyÀn u Derì È—œ Ë 3ÊU²Å“UÔ (8a), bay u yoòsul ë¼u33‫ﺳ‬¥² Ë3 ÈU‫( ﺑ‬11a), ter ü şirìn ü naàz
eGì Ë 3s²d– Ë 3dÔ (164b).
Metinde izafet kesresi çoğu zaman È y ile verilmektedir: maôharı luùf nD¼ ÈdäE¦
(167b), òüsrevi devrÀn Ê«—Ëœ ÈËdŽ• (23b), düri yek-dÀne ëì«œ p² È—œ (153b). Bu y’ler,
imâle yapılması gereken hecelerde yazılmaktadır.
İzafet kesresinin ötreyle gösterilmesine de rastlanmaktadır: fülkü felek, mülkü
melek (86).
3. Akuzatif (yükleme durumu), datif (bulunma durumu) ve 3. t. ş. iyelik ekleri yer
yer yazılmayıp bazen hareke ile belirtilmiştir: cÀnı ÅÊU2 (17b), kilìdi Åbš*½ (30a), kÀòı
ÅŒU½ (23b), FerhÀd’ı ÅœU0d§ (164b); lebi ÅV¼ (154a), leb-i yÀúÿtı Å®u­U² ÅV¼ (153b); şÀha ÓˆU–
(229.b, 30a), AllÀh’a Óë*¼¬ (134a), nuãrete Ó…dBì (167b).
4. Sonu “e/ a” sesinin karşılığı olan ë (güzel h) ile biten kelimelerde akuzatif eki,
dönemin diğer yazmalarında olduğu gibi, çoğu zaman ¡ hemze ile gösterilmiştir. Bu
tür yazılışlar genellikle Farsça ve Arapça kelimelerde görülmektedir: bendeyi Zühre’yi
¡ˆd£“ (178.beyit), mühreyi (46b), ¡ˆbM (154a), óarbeyi ¡ëd• (1378.beyit), cÀmeyi ¡ë¦U2
(164a), nÀmeyi ¡ë¦Uì (165b).
Datif ekinin de bu tür kelimelerde hemzeyle gösterildiği yerler vardır: bendeye ¡ˆbM
(892. beyit); endìşeye ¡ëA²bì« (8a).
Eserde “de” edatı, “mı/mi” soru edatı kendinden önceki kelimeye bitişik yazılmaktadır: olur mı —u¼Ë«; “ki” bağlacının da kelimeye bitişik yazıldığına rastlanmaktadır: şol ki- p¼u–, ki aãıl-‰#P½ , ki andan-ÊbìU½.
5. Arapça aslındaki doğru yazımı hemzeli olan bazı kelimelerdeki hemzeler
Farsça’nın etkisiyle y È ile yazılmıştır. Bu imlâ özelliği önceki dönemin eserlerinde13
de görülen bir durumdur: dÀyimÀ UL²«œ (←ULz«œ), dÀyim r²«œ (←rz«œ ), úÀyim r²U­(←rzU­).
Yine önceki dönem metinlerinde görülen bir durum olan, bazı Farsça kelimelerin
õ ‹’li yazılışlara rastlanmaktadır: künbeõ c¾M½ kelimesi (Nizamî’de günbed b¾M½ olarak
geçer); [rÿz-ı] Àõìneh ëM²‹¬; eõdehÀ U£œ‹« (metinde ejdehÀ U£œŠ« /ezdehÀ U£œ“« yazılışları
da görülmektedir).
13 Bkz. Cem Dilçin, Süheyl ü Nev-BÀhÀr (İnceleme-Metin-Sözlük), Ankara 1991: 39.
169
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
6. Vezin gereği bazı Türkçe kelime ve eklerin yazılışında ikilik görülmektedir: —Ë—Ëœ
≠ ——Ëœ (durur); —Ëœ ≠ —œ (-dur); r½ ≠ rš½ (kim); ëJŽ ≠ ë½UŽ (saña); v•œ ≠ v•«œ (dahı);
ãanki ëJìU# ≠ rJìU# ãan kim; çünki / çün kim; v¾½ ≠ Vš½ ≠ v¾š½ (gibi); dÓ×# ≠ dÔU# ãatar.
Vezin zaruretinden dolayı bazı Türkçe kelimelerin yazılışı veya harekelenmesinde klâsik imlânın dışında çıkıldığı görülmektedir: ‘olamaz’ kelimesi ØeÓL¼Å 3Ë« ‘olımaz’
şeklinde harekelenmiştir (31b).
Eserde vezin gereği bazı Farsça kelimelerin de ikili yazılışına rastlanmaktadır:
zinhÀr: —UäM²“ (16b) (vezne göre bazen y’li yazılmaktadır); zindegì: vÖbM²“ (17a) ve “zinde” ˆbì“ (17a); “òaylì-òayli” v*š• ≠ Åqš• .
7. Metinde bir beyitte Çağatayca unsur da görülmektedir:
èArż oldur ki senden istermin
Suòan oldur ki saña söylermin (77)
8. Yazmada bazı dizelerde yan yana iki kelimenin altına  mim ve Õ ha harfleri
yazılarak bu kelimelerin yerlerinin değiştirilmesine işaret edilmiş ve böylece vezin bakımından düzeltmeler yapılmıştır (76, 331). Metinde bazı kelimenin da altında açıklamalı (eşanlamlı) kelimelerin de yazıldığı görülmektedir:dÀhiyÀn-ı dihìz (9b, dÀhiyÀn
kelimesinin altında bendegÀn yazılı); yÀrÀ (45b, yÀrÀ kelimesinin altında küçük yazıyla
®u­úuvvet yazılı).
9. Yazmada birkaç yerde kelimelerde harflerin noktaları unutulmuş veya yanlış
konulmuştur. Bunun yanı sıra eserde kelimelerin yanlış yazılışına da rastlanmaktadır:
Êb*JMÔ tenglikden (165b); “şìfte” kelimesi birkaç yerde ëךH– (83b, 84b), baver kelimesi
“barev” (2025) olarak yazılmıştır.
10. Metinde bazı kelimelerin, Farsça’daki aslına uygun olarak harekelendiği görülmektedir: «dÓÇ çerÀà, ˆœU×Ó§ UÄ pÀ-fetÀde, “«uÓì nevÀz.
Bazı kelimelerin klasik imlânın dışındaki yazılışına veya harekelenmesine de rastlanmaktadır: òvÀb »«u• kel-si »U• (18a) şeklinde “vav”sız yazılmıştır, däE¦ (mahzar),
“muzhir” (4b) şeklinde, gencÿr “güncÿr” olarak, gezend “güzend” olarak harekelenmiştir.
“se” kelimesi ÅëŽ se kesreli olarak; başlıklardaki gün adları ëžM– şenbih, yekşenbih
şeklinde harekelenmiştir.
Müellif nüshasından kopya edilen bu nüshanın imlâ özellikleri ile Abdî’ye ait bugün elde olan diğer eserlerindeki imlâ özellikleri arasında benzerlikler vardır. Abdî’nin
bugün bilinen dört mesnevîsine ait yazmalardan üçünün (biri müellif hattı olduğu
eserdeki kayıttan anlaşılan, diğer ikisi de yazı ve yazım benzerliğinden dolayı müellif
hattı olduğu düşünülen) yazım özellikleri de birbirine benzemektedir. Abdî’nin bu
eserleri üzerine yapılan çalışmalarda da bu eserlerdeki bazı kelimelerin yazılışında
“klâsik imlânın dışına çıkıldığı, kelimelerin okunuşta halk ağzına yaklaştırıldığı” belirtilmektedir. (İnce 1987: ; 2008: 60-61; Kuloğlu 1989: I/41-42)
170
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Abdî’nin müellif nüshası olan Cemşîd u Hurşîd’in yazımında da bazı kelimelerdeki
alışık olmayan harekelenmeler görülmektedir. (Bkz. Kuloğlu 1989: I/4-5) Heft Peyker
yazmasında da görülen benzer yazım özellikleri, müstensihin tutumu olarak değerlendirilebileceği gibi, müstensihin kopyasını yaptığı müellif nüshasındaki imlâ özelliklerini yazmaya aynen aktarmış olabileceği ihtimalini de düşündürmektedir.
A. MESNEVÎ'NİN DIŞ YAPISI
1- Nazım Biçimi
Abdî’nin Heft Peyker mesnevisinde başlıklar dışında, tek bir nazım biçimi kullanılmıştır.
Eserin tamamı mesnevî nazım şeklinde ve Nizamî’nin Heft Peykeri ile aynı vezinde,
Fe’ilatün Mefa’ilün Fe’ilün (Fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır.
Abdî’nin eserinde, klasik bir mesnevînin giriş kısmında bulunması gereken bölümlerin hepsi yer almaktadır. Sadece “Münacat” ayrı bir başlık altında olmayıp,
“Tevhîd” bölümünün sonunda; “Mucizat” da ayrı bir bölüm olmayıp, “Mirac” bölümünün son kısmında anlatılmaktadır. Abdî’nin çevirisini yaptığı Nizamî’nin eserinde
de bu bölümler bulunmamaktadır. Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin düzenleniş şekli
şöyledir:
Tercüme-i Heft Peyker başlığından sonra, eserin giriş kısmını oluşturan sırasıyla
Besmele (19 beyit), Tevhîd (63 beyit) , Na’t(27 beyit), Dört halifeye övgü(16 beyit), Mirac
(100 beyit), Eserin yazılış sebebi(73 beyit), Özür, Padişah için övgü, Sözün övgüsü, Nasihat
manzûmesi yer almaktadır. Daha sonra 47 başlık altında anlatılan hikâye kısmı gelir.
59. bölüm olan Hâtime bölümüyle de eser sona erer.
Bilindiği gibi, İslami geleneğe uygun olarak mesneviler “Besmele” ile başlar. Mesnevide “Besmele” ilk manzumenin ilk beyti olabileceği gibi, bütünüyle ayrı bir bölüm
de olabilir. (Ünver 1986: 434).
Abdî’nin Heft Peyker’inde “Besmele” manzûmesinin baş kısmı “tahmid” niteliğinde
olup devamındaki beyitlerde “Besmele”nin harfleri, noktaları ve harekeleri ile ilgili
çeşitli benzetmeler yapılmaktadır.14 “Tevhîd” bölümünden itibaren, Abdî, Nizamî’yi
tercüme etmeye başlamaktadır.
Abdî’nin eserindeki “Tevhîd” bölümünün başlığı, Kur’ân’daki “Kul hüvallâh” (“De
ki, O Allah birdir.”) sözüyle başlamaktadır. Tanrı’nın varlığını ve birliğini dile getiren
bu bölüm 63 beyittir (20-82). “Tevhîd” bölümünün ikinci kısmı, “Münâcât” niteliğini
taşımaktadır. Eserde ayrı bir başlık altında “Münâcât” bölümü yoktur. Tevhîdin devamındaki beyitlerde Abdî Allah’a yakarmakta, kul olarak güçsüzlüğünü, her konuda
Tanrı’nın yardımına muhtaç olduğunu dile getirmektedir. Daha sonra 27 beyitlik (83109) “Naèt” bölümü gelmektedir.
14 Bu benzetmeler daha çok şekil yönündendir: (mesela, » be -çukur altındaki nokta, « elif - asâ-yı kelîm,
” sin- testere, Â mim- âb-ı hayat çeşmesi, ‰ lam- kâkül, şedde- tarak vb.)
171
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Eserdeki “Medh-i çehâr-yâr” bölümü ise 16 beyitlik kısa bir bölümdür (110-125).
Dört halife için övgü içeren bu bölüm, eserde “Mirâc”tan öncedir. (Nizamî’de bu
bölüm ayrı değil, “Naèt”in son kısmında yer alır.) Abdi’nin Heft Peyker mesnevîsinde
“Mirâc” bölümü 126-225. beyitler arasında toplam 100 beyittir.
“Sebeb-i nazm-ı kitab” bölümünde şair gaipten duyduğu bir ses (hâtif)in kendisine
bu eseri yazmasını söylediğini anlatır. Bu bölüm 226-298. beyitler arasında ve toplam
73 beyittir.
Daha sonra 29 beyitlik bir bölümde şair eserinden dolayı özür diler.(299-327)
Eserde “Padişah için övgü” bölümü 328-461. beyitler arasında yer alır. Burada
eserin sunulduğu II. Selim övülmektedir. Burada II. Selim’den padişah olarak söz edilmektedir. Bölümünün son kısmında iki şehzade olarak bahsedilen II. Selim’in oğulları
Murat ve Mahmut için övgü beyitleri yer almaktadır.
Bu bölümden sonra sözün övüldüğü, hikmetin değerinin anlatıldığı bir bölüm
gelmektedir.(462-570)
Mesnevîde bundan sonra harflerle ilgili benzetmelerin yer aldığı 15 beyitlik kısa
bir bölüm gelir. Daha sonra da Nasihat (oğula öğüt) bölümüne geçilir. (586-676)
Mesnevînin Giriş kısmını oluşturan bu manzumeler, 11 başlık altında anlatılmakta
ve toplamda 676 beyittir.
677. beyitten itibaren Abdî,
Kon ser-ÀàÀz-i óikÀyÀt-i mülÿk
Hem be-kon der-şÀnışÀn medó ü åenÀ
(“Padişahların hikayesini anlatmaya başla ve onların şanına övgü yap.”) başlığıyla
(12. başlık) asıl hikâyeye girer ve konuya toplam 47 başlık ayırır. Hikâye 6730. beyitle
bitmektedir. Buna göre, eserin hikaye kısmı toplam 6062 beyitten oluşmaktadır.
Eserde “Hâtime” bölümü, son başlık (59. başlık) altında anlatılmaktadır. Bu bölüm 152 beyittir (6731-6882). Şair burada, eserin başlangıç ve bitiş tarihini “lafzen”
söyler, ayrıca eserin bitişine ebced hesabıyla tarih düşürür; eserini överek Sultan II.
Selim’e sunduğunu ve eserinin beğenileceğini umduğunu dile getirir, padişaha övgü
yapar ve ona dua ederek eserini bitirir.
Eserde kullanılan ikinci bir nazım biçimi de başlıklarda görülmektedir. Başlıklar,
Farsça olup metin kısmından ayrı bir nazım şekliyle ve vezinde yazılmıştır. Burada
belirtmek gerekir ki, başlıkların manzum oluşu, Abdî’nin eserini Nizamî’nin Heft Peyker’inden ayıran başlıca özelliktir.
172
Heft Peyker mesnevisinde toplam 59 bölüm başlığı yer almaktadır. Birinci başlıktan itibaren bütün başlıkların aa ba ca ... xa şeklinde kafiyelendiği görülmektedir.
Birinci başlık (Besmele manzumesi) iki beyit halinde ve aa ba biçiminde kafiyelidir.
Diğer başlıklar ise birer beyit olup birinci mısraı serbest, ikinci mısraı birinci başlıktaki birinci beyitle kafiyelidir (xa).
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Eserdeki başlıkları oluşturan beyitler alt alta sıralandığında toplam 60 beyitlik bir
“kıtèa-i kebîre” nazım biçimi ortaya çıkmaktadır. (İlk beyti kafiyeli, son beyitte şairin
mahlası geçmektedir.)
Bilindiği gibi, mesnevi içinde-özellikle uzun hikayelerin anlatımında- şekil ve vezin monotonluğunu gidermek için hikaye arasına farklı nazım biçimleri veya farklı
vezinli manzumelere yer vermek sık görülen bir durumdur. Nitekim Abdi’nin diğer
mesnevilerinde bu tutumu görmek mümkündür: Niyaz-name’de hikaye kısmındaki
gazel, ferd ve rübai gibi şiirlerin serpiştirilmesi; Cemşid ü Hurşid’deki giriş kısmını
oluşturan özellikle dini manzumelerin kaside, rübai ve kıt’alar şeklinde olması, Gül
ü Nev-ruz’da da eserin vezninden farklı, bir tane farklı nazım şeklinin kullanılması
gibi.15 Ancak Abdi’nin diğer mesnevilerinde olduğu gibi Heft Peyker mesnevisinde
farklı nazım şekillerine yer verilmemiş ve eser, başlıklar dışında tümüyle tek bir nazım
biçimiyle (mesnevi) ve tek vezinle yazılmıştır.
2- Vezin ve Kafiye
Vezin
Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsi, Nizamî’nin Heft Peykeri ile aynı vezinde, aruzun
Hafif bahrinin Fe’ilatün (Fâ’ilâtün) Mefa’ilün Fe’ilün (Fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır.
Eserde kullanılan bir diğer kalıp ise bölüm başlıklarında görülmektedir. Bölüm
başlıklarının hepsi Farsça ve manzum olup eserin yazıldığı vezin kalıbından farklı
olarak Remel bahrinin Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün (Fa’lün) kalıbındadır.
Heft Peyker’de vezin özelliklerinden imâle ve ulama gibi durumlara sıkça rastlanmaktadır. İmalelerin çoğu, ı, i, u, ü ünlülerinde yapıldığı görülmektedir. İmâlelerden
bir kısmı gösterme hali (akuzatif) eki olan –ı/i üzerine; bazen de izafet kesresine (“ya-i
izafet”) denk gelmektedir. Aşağıdaki örneklerde altı çizgiyle gösterilen hecelerde imâle
vardır:
ÓarekÀtiyle oldı çün berekÀt
SÀlik-i rÀha odur yaraàla yat (17)
º
TengnÀ-yı cihÀndan ol birÿn
Dut melÀmet yaúasını iy dÿn (23 5)
Cüst ü cÿ eyledüm o demde hemÀn
Defter-i köhne-i zemìn ü zemÀn (249)
Geldi NuèmÀn cenÀbına SimnÀr
İtdi luùf u kerem oña ãad bÀr (746)
Beyitlerde imâle yapılan heceler, daha çok kelime sonundaki Türkçe ekler, Türkçe kelimelerde ise son hecelerdir.
15 İnce 1986; 2008.
173
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Bunun yanı sıra birçok beyitte hece düşürülen ulamaya rastlanmaktadır. Bu vezin
özelliği Abdî’nin diğer eserlerinde de görülmektedir. (Kocatürk 1970: 363; İnce 1987:
161; 2008: 55; Kuloğlu 1989: I/20-21).
Abdî’nin Heft peyker’inde vezin gereği bazı beyitlerde iki kelime arasında ulama
yapılırken bir hecenin düştüğü görülmektedir. Bu tür ulamalar gerek önceki gerek
sonraki dönem şairlerinin çoğunun eserinde de görülmektedir.16 Heft Peyker’de görülen bu ulamalar iki tür olarak gruplandırılabilir:
1) ki bağlacıyla yapılanlar. ki bağlacı ve sonra gelen ünlü ile başlayan kelime arasında ulama yapılırken ki’nin -i ünlüsü düşmektedir:
Noúùalar ki oldı anda necm-i hüdÀ (k’oldı)
º
Dìv [ü] şeyùÀnı recme yidi sezÀ (16)
Heft haù ki oldı Àòir iy dildÀr
º
Noúùası olur nişÀne-i pür-kÀr (277)
º
Faãl-ı evvel sütÿde-i YezdÀn
Ki itdi cihÀna èaùÀ tÀb u tevÀn (331 k’itdi)
º
2) Diğer bir durum ise, sonu ünlü ile biten herhangi bir kelimeden sonra gelen ve
ünlü ile başlayan ikinci kelime (genelde it- , ol-, al- gibi Türkçe fiiller) arasında yapılan ulamadır. Bu durumda ilk kelimenin sonundaki ünlü düşmektedir. Eserde en sık
rastlanan ulama türü de budur. Birkaç örnek:
ÓarekÀtiyle oldı çün berekÀt
SÀlik-i rÀha odur yaraàla yat (17)
º
NÀòunıyla itdi ol óabìb-i ÒudÀ
º
Sìb-i mÀhı du nìm bì-pervÀ (122)
KÀf [u] nÿn emri olalı mÀder-zÀd
º
Olmadı bir peser suòan gibi zÀd (464)
Ol ki òÿy-ı òoşile olur zÀde
º
Merg vaútinde rÿyı olur sÀde (527)
º
Dögülür def gibi iy saèÀdet-bìn
º
Bilmeyen bu cihÀnuñ dÀiresìn (449)
Aşağıdaki örneklerde de sonu ünlü ile biten bir kelimeden sonra gelen o işaret sıfatı
arasında yapılan ulamadır ki, bu durumda da vezin gereği ilk kelimenin sonundaki
ünlünün düştüğü görülmektedir:
Kilk-i meşşÀùa o zülf-i cÀnÀna
º
Şeddeden düzdi èanberìn şÀne (11)
ÒvÀr-ı àamzeyle o àamzesi àammÀz
º
Virdi èuşşÀúa òayli sÿz u güdÀz (3702)
174
16 Cem Dilçin, Mesèûd bin Ahmed, Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Sözlük), Ankara 1991: 139-140.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
İtdi dünyÀyi terk ü istedi dìn
ÒÀnemÀn terkin urdı o merd-i güzìn (933)
º
Hece düşmeli ulamalara Abdî’nin bilinen diğer üç mesnevisinde (Niyâz-nâme-i
Sa’d u Hümâ, Cemşîd u Hurşîd, Gül ü Nev-ruz) de sıkça rastlanması, şairin aruz veznini
kullanmadaki bir özelliği olarak değerlendirilebilir.
Eserde bazı Arapça ve Farsça kelimelerle zihaf yapılmıştır. En çok zihaf yapılan
kelimeler şunlardır: gÀhì, ãÀfì (164b), fevrì, òaylì, úumrì.
Aşağıdaki beyitte altı çizili hecede zihaf vardır:
ÒÀkdan tÀ-eåìr dÿd u kef
äÀfì oldur ki oldı aãl[ı] şeref (6756)
Türkçe kelimelerle vezin gereği med yapıldığına da rastlanmaktadır:
İkilige_eylemez o şÀh vuãÿl
Birdür bir bilür cemè-i èuúÿl
Kafiye
Eserde ahengi sağlayan şiir unsurlarından biri olan kafiyenin her çeşidine Heft
Peyker mesnevîsinde rastlıyoruz. Bunun yanı sıra eserde Farsça kelimelerle yapılan
kafiyelerin ağırlıkta olduğu göze çarpmaktadır. Bunun yanı sıra Türkçe kelimelerle
yapılan kafiyelerin de azımsanmayacak kadar olduğu da görülmektedir. (Örnekler:
çoú-yoú, ol-yol, anı-úanı)
Farsça kelimelerle yapılan kafiyelerin bir kısmı, Nizamî’den çevrilen beyitler ve çeviri sırasında kafiyeyi oluşturan kelimelerin de aynen korunması neticesinde meydana
gelse de, şairin kendi eklediği beyitlerde de bu durum söz konusudur.
Farsça kelimelerle yapılan kafiyelerin yanısıra Türkçe, Arapça (daúiú-tedúiú, lahut-nasut, melek-felek), Türkçe ve Farsça (çerag-ag), Türkçe ve Arapça (bana-hata,
Buraú-aú, muhtac-aç), Farsça ve Arapça (bi-tab-sevab) kelimelerle yapılan kafiye çeşitlerine de rastlanmaktadır.
Rediflerde daha çok Türkçe fiiller (eyle-, ol-, ur-, úo-, úıl- gibi) görülmektedir:
Kafiye endişesinden dolayı bazı kelimelerin yazımında ikilik görülmektedir. Metinde “aú” kelimesinin “aà” şeklinde yazılması gibi.
Eserdeki kafiye çeşitliliğinden, Abdî’nin kafiye bulmada zorlanmadan çok çeşitli
kafiyeler kullanarak göze ve kulağa daha iyi hitap etmeyi başardığı anlaşılmaktadır.
Dil ve Anlatı
Abdî’nin dile olan hakimiyeti, mesnevinin farklı yerlerinde farklı şekilde kendini
göstermektedir. Mesela, “Tevhid, Münacat” gibi eserin giriş kısmını oluşturan bölümlerde dilin daha ağır, Arapça kelimelerin ve çoklu terkiplerin daha fazla yer aldığı
görülmektedir. Olayın anlatıldığı kısımda ise daha sade bir dil kullanılmıştır.
Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinde Türkçe kelimeler ve deyimlerin yanı sıra XVI.
yüzyıl Türkçesi’ne girmiş çok sayıda Arapça ve Farsça kelimeler yer alır. Bununla
175
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
beraber Arapça ve Farsça’daki kurallara göre yapılmış tamlamaların da bulunduğu
görülür.
Eserinde Arapça ve Farsça kelimelerin çokluğu, özellikle fazla kullanılmayan, alışık olmayan Arapça kelimelere yer vermesi, Abdî’nin bu iki dile iyi derecede vakıf
olduğunu göstermektedir.
Eserde çok sayıda Arapça ve Farsça kelimelere, bu dillerdeki kurala uygun olarak
yapılan ikili, üçlü tamlamalara rastlamak mümkündür. Ancak bunların yanında Eski
Anadolu Türkçesi’ne ait ve bir kısmı günümüz Türkçesi’nde anlam değişikliği gösteren kelimelerin de yer aldığı görülmektedir.
Heft Peyker mesnevîsinde geçen bu Türkçe kelimelere örnek: baàlamak- (hasıl etmek), barmaà, bay (zengin), beg, berü, birle, çoà/çoàı, dir-, dögmek, durmak (kalkmak), dut- (farzet-), dükeli (hepsi, bütünüyle), dün (dün ü gün: gece gündüz), em
(ilaç, deva), girü, ıraà, ilçi, iñen (çok, pek çok), irgür-, ordu, Tañrı, tek (sadece, yalnızca; gibi), úaçan (ne zaman), úanda (nerede), úanı (hani, nerede), úaú-, ucından (yüzünden, sebebinden), úıl-, úo-, úoú-, úut, ãaúın-, ãun-, ùoyla-, ur-, uş-, ùuş ol- (ulaşmak, vasıl olmak), yaraà (yaraàla yat, techizat, levazım), yeg, yil, yil-(hızlı esmek),
yid- (yedekte getirmek), yit-, yoà, yoòsul.
Heft Peyker’de dikkat çeken dil ve imla özelliklerinden başlıcaları şunlardır: bazı
Türkçe fiillerde yuvarlak ünlüyle kullanılan I. tekil şahıs ekinin yazılışında düzleşme
eğilimi görülmektedir: r²b×Ö gitdim, r²bÔ« itdim, rš*Öœ degilim (66b).
Eserde bazı kelimelerin bilinenin dışında harekelendiği de göze çarpmaktadır: birÿnbürÿn (83a), gencÿr- güncÿr, Òalac- Òaluc (83a) rÿşena- rÿşinÀ, çehre-çihre (62a),
delÀl-dilÀl (73b), èeşÀyir- èüşÀyir (86b); “se” sayısının kesre ile ëÅ Ž şeklinde verildiği;
Türkçe “ıraà” kelimesinin “araà” (87a) olarak, “çekse, oldukça, olmaz” gibi kelimelerin
de “çikse, oldakça, olımaz” okunacak şekilde harekelendiği görülmektedir.17
Abdî’nin diğer eserleri (Niyaz-name-i Sa’d u Hüma, Gül ü Nev-ruz, Cemşid ü
Hurşid) üzerine yapılan araştırmalarda da böyle alışılmışın dışındaki harekelenmelere
işaret edilmektedir. (İnce 1987: 161, 2008: 60; Kuloğlu 1989: I/4-5; )
Heft Peyker’de dil ve üslup bakımından dikkat çekici bir diğer nokta da, Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle yapılan tamlamalardır. Bu tamlamalar arasında Türkçe kelimelerle
yapılan izafet terkipleri de vardır. Çoklu terkiplerin, daha çok eserin giriş kısmını oluşturan dinî manzumeler ile padişaha övgü içeren bölümlerde kullanıldığı görülmektedir.
“u/ü/vu/vü” bağlacının Türkçe kelimler arasında kullanıldığı da görülmektedir:
bay u yoòsul; yat u yaraà 146b; baş u cÀn (105a); ben ü sen (85a); Türkçe ve Farsça:
ben ü yÀr (144a), daà u deşt (145b).
Şiirde ahengi arttıran unsurlardan biri de kelime tekrarından oluşan ikilemeler-
176
17 Diğer eserlerde de görülebilen benzer harekelenmeler üzerine yapılan değerlendirmelerde bunların
“bir ağız özelliği yansıması olarak” kabul edildiği görülmektedir. (Bkz. F.S. Kutlar, Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risâle-i Cevâhir-nâme, Ankara 2005: 71)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
dir. Heft Peyker’de gerek Türkçe gerekse Farsça ve Arapça söz tekrarlarından oluşan
ikilemelerin kullanıldığı da görülmektedir: úat úat (34b), dilim dilim (89a), ãaf ãaf
(107a),ùas ùas 146b, vaút vaút (125a), fevc fevc (146b), dÀne dÀne (13b), endek endek
(52a, 71a, 113b); hezÀr hezÀr; yegÀn yegÀn kelimeleriyle yapılanlardır:
Heft Peyker’de beyitlerin çoğu, paralel ve simetrik bir yapıya sahiptir. Aşağıda verilen örnek beyitler için simetrik bir söyleyiş söz konudur:
BÀdbÀn-ı laùìf-i fülk-i felek
PÀsbÀn-ı şerìf-i mülk-i melek 86
İy èaùÀ-pÀş-ı òÀlıú-ı åaúleyn
V’iy óaùÀ-pÿş-ı rÀzıú-ı kevneyn 222
TÀb-ı óaşr içre sÀyedÀr eyle
Áb-ı luùfile mÀyedÀr eyle 224
Genc-i bì-mÀr-ı dehr kim gördi
Gül-i bì-óÀr-ı èasr kim dirdi 242
Heft Peyker mesnevîsindeki beyitlere cümle yapısı olarak bakıldığında, çoğu beyitlerde, birinci dizede başlayan cümleye ait fiilin (veya fiilimsinin) genelde ikinci
dizenin başında yer aldığı görülmektedir:
TÀ-ebed mÀh-ı devletüñ tÀbÀn
Ola mihrüñ cihÀna ide seyrÀn 461
Çekdi yÀrı kenÀra èöõr-i temÀm
Diledi Fitne’den o dem BehrÀm
Didi bu òÀne kim saña zindÀn
Oldı èöõrüm úabÿl it iy cÀnÀn
Abdî eserinde çok sayıda Türkçe deyime de yer vermiştir. Türkçe deyimlerin yanında Farsça ve Arapça kelimelerle kurulan deyimlerin de kullanıldığı görülmektedir.
Farsça deyimler, Nizamî’nin Heft Peyker mesnevîsindeki beyitlerde geçen deyimlerden
aktarılarak oluşturulmuştur. Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinde geçen deyimlerden
bazıları şunlardır:
(ãu gibi) ayaàına aúmak, barmaàın ıãırmak, başa çıkmak, başa (Àlem) tar
olmak,başına seng dokunmak/düzmek, başına taş vurmak, başına zindÀn olmak, diline geleni söylemek, el ãunmak (=el sür-, el uzat-), eli irmek, elin çikmek, kemer
bağlamak, úana girmek, úanın içmek, úaşıyacaú tırnaú bulamamak, (başkasının) kapısına salmak, úulak asmak, ùuş olmak, yaş ãaçmak, yavuz ãanmak (kötülük dile-);
Farsça ve Arapça kelimelerle kurulan aktarma deyimler de var: (kìn) davulunu beline
urmak, (yoluna) cÀn u baş fedÀ olmak,èaúlını başına dirmek,èaúlını yaàmÀ ittirmek,
ÀvÀzı dökülmek, belÀ çekmek, belÀ virmek, ber-bÀd eylemek, bì-cÀn itmek, birine
(deşti, arãayı) teng eylemek, cÀn almak, cÀn virmek, cÀnda cÀy itmek, cÀnına yitmek,
cÀnuna tÀlÀn virmek, cigeri pür-dÀà úılmak, cigerin dökmek, dÀmen der-miyÀn itmek,
derd virmek, dil (veya baàrı) kebab olmak, dili pür-óÿn úılmak, dil-teng olmak, efsÿn
177
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
urmak, farú úomak, àam yimek, àam gitmek, gerdeninde günÀh olmak, gerd(àubÀr )-i
zevÀl úonmamak, gÿrını ferah eylemek, gÿş dutmak, gÿşına gÿşvÀr itmek, gÿşını pür
itmek, úadem urmak (úurmak), leked yimek, miyÀn baàlamak, naúş baàlamak, nÀz
u şìve ãatmak, nerm eylemek, òÿn yudmak, òÿn-ı ciger yimek, òÿn bahÀsıyla virmek,
renc cekmek, reng virmek, rÿhını niåÀr itmek, rÿyı siyah (surh) olmak, ser eğmemek,
sirke-füruş olmak, yÀbÀna atmak (düşmek), yÀdına gelmek.
Eserde Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan deyimlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir.
Aşağıdaki beytilerde “şaşmak, hayret etmek” anlamında “parmağını ısırmak” ve
“aldatmak” manasındaki “reng virmek” deyimleri kullanılmıştır. Komutanından, köle
kızı köşkün damına koca bir ineği sırtında taşıyabildiğini duyan Behram, şaşkınlığından parmağını ısırır, buna inanmaz ve bu işi kendi gözleriyle görmek istediğini söyler:
Iãırur barmaàın olup óayrÀn
Didi bu òaber kÀr olur mı iy òÀn
º
Eger olursa da olur nìreng
Bize óìle ile virmegil gel reng
BÀverüm yoú bu kÀrdur nÀdır
TÀ meger ben olam oña nÀôir (2023-25)
Aynen çevrilen atasözüne örnek:
Abdî:
Her kimesne bahÀnede hÿş-yÀr
Duàunı turş dir kes olmaz iy yÀr (485)
Nizamî:
X‫‘ ¬ﺳ‬dÔ s¦ ‫ﻍ‬Ëœ ë½ b²u~ì f½X‫ «ﺳ‬g£ešÔ ëìUä‫— ﺑ‬œ v‫ ½ﺳ‬d£ (37)
Herkesi der-bahâne tîz-huş est Kesi ne-guyed ki duà-ı men turş est
(“Herkes bahanede zeki oldugunu iddia eder. Kimse ayranım eksidir demez.”)
B. MESNEVÎ'NİN İÇ YAPISI
1- Olayın Özeti:
Heft Peyker mesnevîsinin hikaye kısmında anlatılan olayların özeti şöyledir:
178
İran padişahı Yezdcird’in yirmi yıl çocuğu olmaz. Bir süre sonra bir oğlu dünyaya gelir.
Adını Behrâm koyarlar. Çocuğun talihine bakan müneccimler Behrâm’ın Arap diyarında
yetişeceğini söylerler. Şah, Yemen padişahı Numan’ı huzuruna çağırarak Behrâm’ı ona
teslim eder. Numan, çocuğu kendi çocuğu gibi çok sever ve bütün bildiklerini ona
öğreterek yetiştirir. Behrâm’ın Yemen’in sıcak ikliminden zarar görmemesi için havası
ve suyu güzel ve latif olan bir yerde Rûm ilinden getirttiği meşhur mimar Simnâr’a
Havernak köşkünü yaptırır. Köşk bitince bir eşinin daha yapılmaması için mimar
Simnar’ı, yaptığı kasrın tepesinden attırarak öldürtür. Bir gün Numan bir iz bırakmadan
bilinmeyen bir şekilde ortadan kaybolur. Oğlu Munzir babasının yerine tahta geçer.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Babası gibi, o da Behrâm’a sonsuz sevgi ve merhamet gösterir.
Behrâm Arap diyarında bütün hünerler ve bilgilerle birlikte silah kullanmayı ve
avlanmayı öğrenir. Bütün zevki yaban eşeği avlamaktır. Bundan ötürü Gûr sanını alır.
Behrâm bir gün avda bir yaban eşeği yakalamış arslana rastlar. Hemen attığı okla arslanı da eşeği de yere saplar. Yine bir gün Eşkar adlı atına binip ava çıkan Behrâm, bir
yaban eşeğini kovalar. Bir mağaranın önüne gelince bir ejderin kapıda yatıp uyumakta
olduğunu görür. Hemen yayını alıp okla ejderi öldürür. Karnını yarınca eşek yavrularının çıktığını görür. Tanrı’nın inayetiyle eşeği kovalayarak buraya geldiğini anlar.
Mağaraya girince orada hazine bulur.
Behrâm bir gün Havernak kasrının içini dolaşırken kapısı kapalı bir odayı farkeder. Odayı açtırır. İçeri girince odanın mücevherle dolu olduğunu, duvarda da yedi
güzelin resimlerini görür. Bunlar Hint, Çin, Harezm, Saklap, Mağrip padişahları ve
Kayser ile Kisrâ’nın kızlarının resimleridir. Bir halka şeklininde oturan bu kızların arasında da, yeni yetişmiş güzel bir gencin resmi (kendi timsali) bulunmaktadır. Behrâm
burada kendi talihini görür.
İran padişahı Yezdcird ölür. İranlılar, Behram Arap diyarında bir Arap gibi
yetişmiştir, İran’ı tanımaz diyerek Hüsrev adında birini tahta geçirirler. Behram bunu
haber alınca çok üzülür. Numan’ın topladığı askerle savaşa hazırlanır. Yeni İran şahı
Behram’a mektup gönderir. Behram da İranlılara cevap verir. Babasının yaptıklarından
kendisinin sorumlu tutulmamasını diler, kendisinin tahta layık olacağını söyler ve bir
şartı teklif eder: iki arslan arasına konan tacı alabilen padişah olsun. Sonunda İran
tacı iki arslanın arasına konur. Behram arslanları öldürüp tacı alır. Böylece babasının
tahtına oturur.
Behram adaletle hüküm sürerek halkını sevindirir. İran bir yıl kıtlık içinde kalır.
Behram hazineleri açarak ve ambarlardan buğday dağıtarak halkı açlıktan kurtarır.
Bir gün Behram ava çıkar. Yanından hiç ayrılmayan Fitne adındaki cariyesi de ona
eşlik eder. Behram rastladığı yaban eşeklerini okla birer birer düşürür. Önüne bir
yaban eşeği daha çıkınca şah, “Söyle, neresinden vurayım?” diye Fitne’ye sorar. O da,
“Başından vur, tırnağından çıksın” diye cevap verir. Behram attığı okla eşeğin kulağını
tırnağına mıhlar. Sonra kıza dönerek: “Gördün mü hüneri?”-der. Kız, “İdman sahibi
için güç bir iş değildir”-diye cevap verince öfkelenen Behram, komutanına Fitne’yi öldürmesini emreder. Fitne, şahın öfkesi geçince pişman olacağını söyleyerek komutana
yalvarır. Komutan da onu şehir dışındaki evine götürüp saklar. Fitne’nin verdiği yedi
mücevheri satarak, kıza altmış basamaklı bir köşk yaptırır. Kız, o sırada doğuran bir
inek yavrusunu çok sever. Onu kucağında taşır. Her gün altmış basamak merdiveni
yavru ile çıkıp iner. Buna o kadar alışır ki, yavru büyüdüğü halde boynunda taşıyarak
aynı merdiveni tırmanır.
Bir gün Fitne, komutana birçok mücevher vererek ziyafet hazırlığı görmesini; avlanmak üzere buralara gelen şahı köşküne davet etmesini söyler. Behram, ava çıktığı bir
gün komutanın davet etmesi üzerine eve gelir. Köşkü beğenir, ziyafetten hoşlanır. Ko-
179
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
mutana: “Yerin çok güzel; ancak altmış yaşını geçtiğin halde bu altmış basamaklı merdivenden nasıl çıkıyorsun?”- diye sorar. O da: “Bu benim için şaşılacak bir şey değil, ben
erkeğim. Asıl şaşılacak şey, güzel ve ince bir kızın koca bir ineği bu merdivenden indirip
çıkarmasıdır”- der. Şah inanmaz. Fitne, kucağına ineği alıp merdiveni çıkınca herkes
şaşırır. Şah “Bu kuvvetle değil, ancak idmanla olabilir” deyince, Fitne şaha eski sözlerini
hatırlatarak karşılık verir. Şah bu sözler üzerine geçmişi hatırlar, Fitnesine kavuşur.
Behram, bundan sonra içip eğlenmek ve avlamakla vaktini geçirmektedir. Yönetimi
veziriyle vezirin oğullarına bırakır. Bunu fırsat bilen Çin hakanı askerini toplayarak İran’a
yürür. Horasan’a kadar gelir. Behram telaşa kapılır; adamlarına güveni olmadığı için kaçmaktan başka çare bulamaz. Yüz atlı ile şehirden çıkıp gizlenir. Hakan kolayca şehre hakim olur. Behram bir gece baskın yaparak şehre girer. Hakanın askerlerini kılıçtan geçirir.
Sabah olunca tahtına geçip oturur; ordu kumandanlarını toplayıp onları azarlar.
Behram, Havernak köşkünde gördüğü resimleri hatırlar. Hint, Çin, Saklap, Mağrip
ve Harezm şahlarıyla Kayser ve Kisra’ya birer elçi gönderip kızlarını ister. Yedi köşkün
yapılmasını emreder. Köşkler tamamlanır, her biri yedi iklimin rengine göre boyanıp
döşenir. Yedi iklim padişah kızları bu köşklere yerleştirilir. Haftanın her günü güzellerden birine ayrılır. Behram haftanın her günü sırasıyla yedi köşkten birini ziyaret
eder. Günün ve köşkün rengine uygun olarak giyinen Behram, köşkteki güzel prenses
tarafından karşılanır. Akşama kadar içip eğlenilir. Gece olunca köşkteki kız Behram’a
bir masal anlatır. Bu masallar, köşkün, dolayısıyla mensup olduğu yıldızın, iklimin ve
kızın rengini övmekle biter.
Cumartesi günü, Behrâm haftanın birinci günü olan Cumartesi sabahı siyah elbiselerini giyerek siyah köşkü ziyaret eder. Mecliste yiyip içip eğlenildikten sonra gece
köşkün kızından bir hikaye anlatmasını ister. Birinci iklim şahının kızı olan Fûrek, siyah
köşkte Behram’a şu hikayeyi anlatır: bir zamanlar evlerine misafir gelen siyahlar giyen
bir kadının anlattığı bu hikaye, günün birinde ortadan kaybolan ve bir süre sonra siyahlar giyinmiş olarak dönen bir şahın hikâyesidir. Hikayede şah, çok sevdiği cariyesinin
ısrarı üzerine, gizlice yolculuk yaptığı siyahlar giyenlerin ülkesinde başından geçenleri
anlatmaktadır. Şahtan bu hikayeyi öğrenen kadın da bundan sonra hep siyah giyermiş.
Pazar günü Behrâm baştan aşağı sarı renge bürünerek sarı köşkü ziyarete gider. Burada köşkün sahibi olan kızla akşama kadar hoş vakit geçirir, gece olunca bir
hikaye dinler. İkinci iklim padişah kızının sarı köşkte Behram’a anlattığı hikaye şudur: Irak şehirlerinden birinin zengin ve akıllı şahı, kadın yüzünden zarar göreceğini
müneccimlerden öğrendiği için evlenmezmiş. Aldığı cariyeleri de uzun süre tutmaz
satarmış. Şahın sarayındaki bir kocakarı cariyelerin huyunu bozup yoldan çıkarırmış.
Bir gün yeni bir tüccardan satın aldığı güzel bir cariye şahın beğenisini toplar. Gönülden bağlanan şah önce aşkının karşılığını bulamaz. Kocakarının tavsiyesiyle, başkasını sever görünerek kızı kıskandırır. Acı öeken kız dayanamayıp ona üzerindeki bir
uğursuzluk yüzünden evlenmediği gerçeği anlatır. Sonunda şah ile köle kız aşklarına
boyun eğerek evlenirler ve mutlu olurlar.
180
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Pazartesi günü üçüncü iklim padişahının kızı yeşil köşkte padişaha şu masalı
anlatır: Rum diyarında güzel, iyi kalpli, hünerli, bilgili, günahtan kaçınır bir kişi olan
Bişr bir gün yolda peçeli bir kadına rastlar. Ansızın esen rüzgarla peçesi açılan kadının
güzelliğine hayran olan Bişr aşk ateşiyle tutuşur. Çareyi şehirden uzaklaşıp kutsal
topraklara- Beytü’l-Mukaddes’e gitmekte görür. Yolda Meliha adında çok konuşan,
her şeyi bildiğini söyleyen biriyle tanışır. Bir gün kızgın bir çölü aç ve susuz geçtikten
sonra bir yeşilliğe varırlar. Orada toprağa gömülmüş ağzı açık, içi su dolu bir küp
görürler. Susuzluklarını giderdikten sonra Meliha suya girip yıkanmak ister. Bişr suyu
kirletmemesini söylese de Meliha dinlemez, soyunup küpe girer. Fakat küp derin bir
kuyu imiş. Bişr boğulan arkadışını çıkarıp orada gömer, eşyasıyla parasını ailesine
vermek üzere alıp memleketine döner. Meliha’nın evini bularak karısına kara haberi
verir, eşyaları teslim eder. Kadın, gösterdiği bu doğruluktan dolayı Bişr’i takdir eder.
Kadın yüzündeki örtüyü kaldırınca, Bişr hayretle karşısındaki kadının sevdiği o kadın olduğunu görür. Bir nara atıp bayılır. Kendine gelince durumu kadına anlatarak
Tanrı’ya şükreder. Bişr ile kadın anlaşıp evlenmeye karar verirler. Kadın da murada
erdiği için yeşiller giyer.
Salı günü dördüncü iklim padişahının kızı kırmızı renkli köşkte Behram için şu
masalı söyler: Rus illerinde bir padişahın güzel bir kızı varmış. Kızın güzelliği dünyaya
yayıldığı için onu isteyenler çokmuş. Fakat çok güzel olduğu kadar çok akıllı da olan
bu kız, kimseyi kendine eş olarak layık görmez. Babası kendisi için yüksek bir dağın
tepesine bir kale yaptırır. Bütün bilimleri öğrenmiş olan bu kız, tılsım bilgilerine de
sahipti. Bu bilgilerini kullanarak, taş ve demirden birtakım tılsımlı şekiller yaptırır
ve bunları kaleye giden yola yerleştirir. Aynı zamanda usta bir ressam olduğu için
kendi resmini de bir kumaşa işler, altına da “Kim beni isterse şu dört şartı yerine
getirsin” diye şartlarını yazıp resmi şehre astırır. Bu şartlar: kendini isteyenin iyi soylu
ve yakışıklı bir delikanlı olması, kaleye götüren tılsımlı yolu bulup çözmesi ve daha
sonra babasının yanında soracağı sorulara cevap vermesidir. Birçok istekli başaramayıp
canını verir. Zalim güzel, yolunda ölenlerin başlarını da bu resmin iki yanına sıra sıra
dizdirir. Bir genç tesadüfen o yerden geçerken şehrin kapısında asılı kızın resmini
görüp aşık olur. Delikanlı mağarada oturan yaşlı bir filozofun yanına gider,ondan
tılsımların sırrını öğrenir. Tılsımları çözüp kaleye giden yolu bulmayı başarır. Daha
sonra sarayda padişahın huzurunda kızın sorduğu sorulara cevap vererek onunla
evlenir. İki sevgili muradına erer.
Çarşamba günü beşinci iklim şahının kızı mavi köşkte Behram’a şu masalı anlatır:
Mısır’da Mahan adında güzel bir genç varmış, dostlarıyla gezer eğlenirmiş. Bir gün hoş
bir bostanda akşama kadar yiyip eğlenirler. Ortalık kararınca Mahan biraz dolaşmak
ister. Gezerken bir kişiye rastlar. Rastladığı adam Mahan’a tanışıklık gösterir ve kendisiyle gelmeyi teklif eder. Mahan peşine takılır. Sabaha kadar yorgun argın onu izler.
Sabah olunca adam ortadan kaybolur. Ne yapacağını bilemeyen Mahan tenha bir yere
çekilip yatar. Gözlerini açınca karşısında biri erkek biri kadın iki insan görür. Bunlar,
öteki adamın dev olduğunu söyleyerek Mahan’ı birlikte götürürler. Sabah olunca on-
181
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
lar da ortadan kaybolur. Mahan akşama kadar bir yere gizlenir. Bir ara yedeğinde bir
at götüren bir süvariye rastlar. Süvari, kaybolan iki insanın da dev olduklarını söyler.
Mahan, yedek ata binip süvari ile yola çıkar. Ansızın bir gürültü kopar. Siyahlar
giymiş, fil gibi hortumlu, sığır gibi boynuzlu devler sahrayı kaplar. Her biri, elinde
ateş, kuyruklarında zil dolaşır. Mahan, altındaki atın da dört ayaklı, iki kanatlı ve yedi
başlı bir ejder olduğunu görür. Bu işkence içinde sabahı eder. Sabah olunca devler
dağılır, delikanlı kendini kan gibi kırmızı, cehennem gibi sıcak kum deryası içinde
bulur. Akşama kadar yürüdükten sonra sulak bir yere varır. Bin basamaklı bir kuyu
görerek merdivenden iner. Işık beliren bir delikten bakınca güzel bir bağ görür. İçeri
girip ağaçtaki yemişlerden toplamaya başlar. O sırada görünen bir ihtiyar onu saraya
götürür. Delikanlı bahçeyi dolaşırken peri kızlarının geldiğini görür. Beraber yiyip
içip eğlenirler. Mahan sarhoş olup peri sultanını öper. Gözlerini açınca karşısında
çirkin bir kocakarı görür. O gece ifritler Mahan’a işkence eder. Sabah olunca ifritler
dağılır. Mahan kendini çok kötü bir yerde bulur. Ağlayarak Tanrı’ya yalvarır, secdeye
kapanıp dua eder. Başını kaldırınca, yeşiller giyinmiş nur yüzlü birini karşısında görünce yalvarır. O: “Ben Hızır’ım, sana el uzatmaya geldim, gel seni evine götüreyim”der. Mahan, Hızır’ın eline yapışır. Gözlerini açınca kendini selamette, ilk devin alıp
götürdüğü yerde bulur. Bağda ise arkadaşları maviler giyinmiş sessiz oturmaktadır.
182
Perşembe günü altıncı iklim padişahının kızının sandal ağacı renkli köşkte
Behram’a söylediği masal şudur: Hayr ile Şer adındaki iki genç birlikte yola çıkar.
Yolları susuz ve sıcak bir çöle düşer. Şer, daha önce su ile doldurduğu kırbasınından
arkadaşından gizli su içer. Bir süre sonra Hayr susuzluğa daha fazla dayanamayacağını
anlayarak mücevherlerini Şer’e vererek su ister. Şer razı olmaz, suya karşılık Hayrın
iki gözünü ister.Hayr, gücü tükenince Şer’in teklifine sonunda razı olur. Şer arkadaşının gözlerini oyar; mücevherlerini alır, bir damla su da vermeden ayrılıp gider.
Hayr, çölün ortasında kanlar içinde kalır. Oralara yakın bir yerde yerleşmiş zengin
bir göçebe kabile reisinin kızı, Hayrı bulur, su verir, başından geçenleri öğrenerek zavallıyı hizmetçilerinden birine teslim ederek evine gönderir. Akşamüstü kızın babası
eve gelip durumu öğrenince iki dallı ağacın yapraklarından merhem yaparak hastanın gözüne koyar. Zamanla Hayr’ın gözleri iyileşir, eskisi gibi görmeye başlar. Hayr
Tanrı’ya şükredip bu göçebe reisinin yanında bir süre kalır, kurtarıcısına canla başla
hizmet eder. Hayr kıza aşık olur ve çaresiz yurduna dönmeye karar verir. Gitmesine
üzülen reis Hayrı oğlu gibi sever ve kızını verir. Hayr kızla evlenir, hepsi mutludur.
Bir süre sonra başka bir yere göçmeye karar verirler. Hayr, giderken kendisini iyileştiren ağacın her iki dalının da yapraklarını alır. Vardıkları bir şehrin şahın kızının
sarası varmış. Hayr getirdiği yapraklarla kızı iyi eder, şahın vaadi üzerine de onunla
evlenir. Vezirin kızı da gözlerinden hasta imiş. Hayr getirdiği ağaç yapraklarıyla bu
kızın gözlerini iyi edince vezirin kızını da alır. Hayr bir gün pazarda dolaşırken Şer’i
görür; saraya getirmelerini söyler. Hayr’ın kayın pederi- göçebe reisi- de elinde kılıç
karşıda durur. Saraya gelen Şer, Hayr’ı tanıyınca ayaklarına kapanarak özür diler,
yalvarır. Hayr Şer’i affeder. Şer’in arkasından giden Hayr’ın kayınpederi onun başını
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
keser; çaldığı mücevherleri Hayr’a götürür. Hayr mücevherleri kurtarıcısı olan göçebe
reisine verir. Hayr iyilikle ün kazanır. İkide bir kendine mutluluk veren ağacı selamlayarak Tanrı’ya şükreder.
Cuma günü yedinci iklim padişahının kızı beyaz köşkte padişaha aşağıdaki masalı
söyler: Zengin bir gencin cennet kadar güzel bir bağı ve içinde güzel bir köşkü varmış.
Genç her hafta buraya gelip eğlenirmiş. Bir gün bağına gelir ve kapıdan içeri giremez.
İçeriden de saz ve eğlence sesleri gelmektedir. Etrafı dolaşır, bir delik görüp içeriye
girer. Meğer şehrin güzel kızları toplanıp elenmek için bağa gelmişler. Kızlardan ikisi delikanlıyı görünce hırsız sanarak yakalayıp döver. Genç bağın sahibi olduğunu
söylese de bir türlü inandıramaz. Sonunda kızlar durumu anlayarak özür dilerler ve
delikanlıyı alıp meclislerine götürürler. İki kız kendilerini affettirmek için beğendiği
kızı ona getireceklerini söylerler. Havuz başına toplanan kızları gizlice izleyen genç
saz çalan kızı hepsinden çok beğenir. Bu kızı ikna edip getirirler. Delikanlı kızla yalnız
kalınca bir süre konuştuktan sonra kızı kucaklayıp öper. O arada bulundukları ahşap
kulübe birden sallanır ve dökülür. Delikanlı ve kız ayrılır. Ertesi günü iki kız, çalgıcı
kızı tekrar delikanlıya getirir. Delikanlı kıza sarılmak ister, tam bu sırada bir fare, asılı
bulunan kabakların ipini dişleriyle keser. Yere düşen kabaklar o kadar gürültü çıkarır
ki, iki sevgili korkudan her biri bir tarafa kaçar. Kız tekrar arkadaşlarının yanına döner. İki kız bunun üzerine delikanlıyı arayıp bulurlar, teselli ettikten sonra kızı tekrar
yanına getirirler. Delikanlı kızla başbaşa kaldığı sırada yine bir aksilik olur: bulundukları yerin yakınındaki mağarada birkaç tilkinin bulunduğunu sezen bir kurt, ansızın
oraya saldırır. Tilkiler kaçışır, kurt da onları kovalar. Neye uğradığını anlayamayan
delikanlı, korkudan kızı da sürükleyip kaçmaya başlar. İki kadın bunları karşılayıp
durdurur. Delikanlı böylece Tanrının kendisini günahtan koruduğunu anlar, kızı nikahla alır. İki sevgili evlenip muratlarına erer.
Behram bir gün divanda iken bir haberci gelir. Çin hakanının askerleriyle İran’a
yürüdüğünü, birçok şehri yakıp yıktığını söyler. Behram bu haberi duyunca çok üzülür. Hazine boş, asker dağınıktır. Şah içip eğlenmekle vaktini geçirmiş, yeni vezir ise
haksızlık ve hırsızlıkla halkı kırmıştır. Vezir her zaman halkın edepsiz, küstah olduğunu, yoksul kalması ve baskı altında tutulması gerektiğini şaha söylemiştir. Behram
derdini dağıtmak için ava çıktığı sırada bir duman görerek atını oraya sürer. Dağları
aşıp dumanın çıktığı yere varır. Bir köpeğin ağaçta asılı olduğunu görerek oradaki
ihtiyara sebebini sorar. İhtiyar şu cevabı verir: “Bu köpek benim koyunlarımın bekçisi
idi. Bir yere gittiğim vakit sürüyü ona emanet ederdim. Bir gün koyunlarımı sayınca,
yedisinin eksik olduğunu gördüm. Koyunlar günden güne eksiliyor, bir kısmını da
zekât adı altında “âmil-i sadakat” alıp götürüyordu. Bir gün uykuya dalmıştım. Gözlerimi açınca bir kurdun yaklaştığını gördüm. Köpeğin sürüden semiz bir koyun seçerek kurda verdiğini gördüm. Artık durumu anlamıştım. Bir süre sabrettim, sonunda
köpeği böyle astım. Emanete hıyanet edenin hali budur.”
Bu hikayeyi ihtiyar çobandan dinleyen Behrâm ibret dersi alır. Şehre dönünce durumu inceleyerek kararını verir. Ertesi gün tahta oturup divanı toplar. O sırada gelip yerine
183
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
kurulan vezire şiddetle çıkışıp yaptığı kötülüklerinden dolayı onu kınar ve zindana attırır.
“Kimin şikayeti varsa gelsin” diye ilan ederler. Herkese divana koşar, zindandakiler de
çıkarılır. Bunlardan yedisi şahın huzurunda gelip şikayetlerini anlatırlar. Bu yedi mazlumdan birinin kardeşi işkence ile öldürülmüş, ikincinin bağına el konulmuş, üçüncünün
cevherleri elinden alınmış, saz çalan dördüncünün sevgilisi zorla alınmış, beşincinin malı
mülkü gasp edilmiş, sipahi olan altıncının köyü elinden alınmış, bir sofu olan yedincinin de, vezire kötü dua eder korkusuyla elleri bağlanmıştır. Şah, vezir tarafından zindana
atılan bu zavallılara kaybettikleri malları ve değerleri geri verir. Vezirin mallarını da mazlumlardan yedincisi olan sofuya bağışlarsa da, o bunu kabul etmeyip gözden kaybolur.
Behrâm’ın o gece gözüne uyku girmez. Sabah olunca şah darağacını kurdurur; herkesi
toplar, zincire bağlı veziri de getirterek astırır. Adalet dersi aldığı çobanı da çağırtarak ihsanlarda bulunur. Memleket huzura kavuşmuş, hazine dolmuş, asker de düzene girmiştir.
Çin hakanı bu olayları duyunca yaptığına pişman olur ve özür diler. Vezirin yazdığı mektupları gönderir. Meğer hakanı şah aleyhine kışkırtan da vezir imiş. Behrâm içki ve eğlenceyi bırakır. Yedi köşkü yedi tapınak haline getirir. Her birine ünlü birer “mûbid” koyar.
Behrâm bir gün avlanmak hevesiyle atına binip kıra çıkar. Rastladığı bir yaban eşeğini kovalayarak bir viraneye varır. Yaban eşeği oradaki mağaraya dalınca Behrâm da
atını sürer. Arkadan adamları yetişir. Mağaranın kapısında toplanırlar. Ne mağaraya
giden yolu ne de şahla avı bulurlar. Şahın askeri de gelir. Mağaranın kapısını yıkıp her
yeri ararlar. Şehre birini gönderip Behrâm’ın annesini çağırırlar. Mağaranın içindeki
kuyuyu kırk gün kazarlar, fakat şahın izi bulunmaz.
Behram hikayesi burada sona erer.
2- Kişiler:
Behrâm-ı Gûr’un menkıbevî hayatı, aşk ve maceraları etrafında yazılan Heft Peyker mesnevîsi, konu bakımından “kahramanları tarihten alınmış hikayeler” arasında
(Husrev u Şirîn, İskender-nâme gibi) yer almaktadır.18 Yapısı ve kahramanların durumu
bakımından ise bu hikaye, (İskender-nâme ile beraber) tek kahramanlı veya “tek kahramanı eksen yapan hikâyeler”dendir. (Levend 1967: 73)
Heft Peyker, Bin Bir Gece Masalları gibi, “çerçeve hikaye üslubu”na (Hint hikaye tarzı, yani hikaye içine hikaye yapısına sahiptir. Genel olarak Heft Peyker mesnevîsinde
anlatılan olayları ikiye ayırabiliriz:
1-Behram’ın doğuşundan sonraki yetişmesi ve tahta oturması, yedi iklim padişah
kızlarıyla evlenmesi ve haftanın belirli gününde belli bir köşkü ziyaret etmesi, Çin
Hakanıyla savaşması; yaşlı çobandan dinlediği hikayeden ders çıkarması; vezirinin
kötülüklerinden haberdar olması, yedi mazlumun hikayesini dinlemesi, zalim veziri
cezalandırması; esrarengiz sonu.
2- Heft Peyker’in ikinci ve önemli bölümünü oluşturan, yedi iklim padişah kızlarının anlattığı yedi hikaye kısmı.
184
18 A.S.Levend, “Divan Edebiyatında Hikayeler”, TDAY-Belleten, Ankara 1967: 72.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Behram hikayesinde, yedi hikayeye kadarki bölümde etkili ve önemli olan kişiler şunlardır: Yezdcür (Behram’ın babası), Numan (Behram’ı yetiştiren Yemen şahı),
Münzir, Münzir’in oğlu Numan, Fitne, Serheng (komutan).
Behram hikayesindeki diğer karakterler: Çin Hakanı, Husrev (Yezdcürd’den sonra
İran tahtına seçilen padişah), Behram’a mektubu getiren haberci, Behramın annesi
(hikayenin sonunda Behramın mağarada kaybolması olayında ortaya çıkar). Bunlar,
Behram’la ilgili olayların gelişmesi sırasında ortaya çıkan ve genel hikayede küçük
rolleri olan üçüncü derece şahıslardır.
Yedi hikayenin anlatıldığı kısımdaki şahıs kadrosu: yedi ilkim padişahının kızları:
Fûrek, Yaàma-nâz, Nâz-perî, Nesrîn-nûş, Azeryûn, Hümâ (Hümâyûn), Dürsi
(Dürset).
Eserde bu kızların adları ilk defa, Behram’ın Havernak köşkünde gezerken gizli bir
odada duvardaki yedi kızın resmini gördüğü sırada geçer.
Hikayenin bu kahramanlarının olayın gelişimindeki rolleri ve karakter özellikleri şöyledir:
Behrâm: Hikayede Behram-ı Gûr, Behram Şah adlarıyla da geçer. Heft Peyker’in
baş kahramanıdır. İran’ın Sasanî hükümdarlarından Behrâmın hayatı, ölümünden
sonra yarı tarihî, yarı destanî, yarı masal unsurlarıyla süslenerek çeşitli şairler tarafından kaleme alınmıştır. Ancak ilk defa Nizamî tarafından ayrı bir eserde konu olarak
işenmiştir. Heft Peyker’de Behrâm, İran padişahı Yezdcürd’ün biricik oğludur. Hikaye
onun doğumuyla başlar. Tahta geçinceye kadar Yemen şahı Numan’ın yanında büyümesi, oradaki yaşayışı, yetişmesi, bilgiler öğrenmesi, avları, av esnasındaki maceraları,
yaptığı kahramanlıklarıyla karşımıza çıkmaktadır. Behram güçlü, cesur, akıllı, ava ve
eğlenceye düşkün birisidir. Adaleti ve cömertliği sayesinde halkı tarafından sevilen
bir padişahtır. Avlandığı avlarına bile merhametli davranan biridir. Avladığı yaban
eşekler (gûrları) arasında dört yaşından küçük olanları öldürmezdi:
Ùutsa bisyÀr gÿr u úılsa şitÀb
ÇÀr-sÀle olmasa itmez idi kebÀb
Demi ol gÿruñ olur idi óarÀm
K’olmasaydı çehÀr-sÀle temÀm 1026-1027
Kıtlık zamanında şehirdeki ambarları açtırıp halka yiyecek dağıtmakla cömertliği:
Gördi şeh úadr-i dÀnedür vÀlÀ
Der-i enbÀr[ı] açdurur óÀlÀ
Her diyÀra itdi nÀmeler fermÀn
Ki õehÀirle pür müdür enbÀn
DÀneye ger olursanız muótÀc
Gelüñ aluñ cihÀnda úalmañ ac 1715-1717
mazlumların hakkını vermekle ve zalim vezirini cezalandırmakla adaleti; savaşlardaki kahramanlıkları ve cesareti gibi özellikleri övülmektedir. Hikayede Behram’ın
185
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
ihtiyar çobandan öğrendiği ders, zalim vezirini cezalandırma ve mazlumların hakkını
verme bölümlerinde Behram’ın “ideal yönetici tipi”nin19 özellikleri gösterilmeye çalışılmıştır. Şairin düşüncesine göre, yönetici adaletli olmalıdır. Behram’ın bir ara devlet
işlerini vezirine bırakıp zevk ve eğlenceye dalması sırasında ülkede yolsuzluk ve adaletsizlik boy göstermiştir. Behram, bu durumdan, ihtiyar bir çobandan dinlediği olay
sayesinde haberdar olur ve adaletinin gereğini hemen yerine getirir.
Hikayenin sonunda Behram’ın bir av sırasında kovaladığı bir yaban eşeğinin arkasından mağaraya girerek bir daha geri çıkmaması, herkes üzerinde üzüntü yaratır.
Yezdcürd: (Yezdgürd, Yezdcird, Yezdecird olarak da geçer): Behram’ın babası ve İran hükümdarıdır. Zalimliliği dolayısıyla ölümünden sonra İran halkı, oğlu
Behram’ın İran tahtına oturmasını istememiş. Hikayede ilk olarak, çocuksuz bir padişah olarak bahsedilir. 20 yıl sonra babalık duygusunu tatmış olmasına rağmen, çocuğunun talihini yıldızlardan tayin eden müneccimlerin tavsiyesi üzerine kendinden
uzağa göndermeye karar verir.
Numan: Yemen şahıdır. Behram’ı Arap ülkesi olan Yemen’de büyüten de odur.
Behramı doğduğu sıradan beri kendi çocuğu gibi sevgi ve şefkatle büyütmüştür. Münzir diye bir oğlu vardır. Behram için mimar Simnar’a Havernak köşkünü yaptıran daha
sonra bir eşinin daha yapılmaması için mimarı öldürten padişahtır. Baba sevgisi ve
şefkati gibi özellikleriyle tanıtıldığı gibi, Simnar olayında “padişah öfkesi”ne de bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Behram’ın yetişmesinde önemli fonksiyonu vardır.
Bir gün tahtı bırakıp ortadan kaybolmakla olayın dışında kalır.
Simnar: Meşhur Hevernak köşkünün mimarıdır. Numanın isteği üzerine Rum’dan
gelip bir köşk yapar ve daha sonra padişahın gazabına uğrayarak yaptığı köşkün damından aşağı attırılarak canından olur. Baş kahramana herhangi bir etkisi gözlenmemektedir. Olayda “dil belasını”in kurbanı olarak görülür.
Münzir: Numanın oğlu, Yemen prensidir. Babası Numan’ın ani kaybolmasından
sonra onun yerine tahta geçer. Babasının isteği üzere, Behram’ın daha rahat etmesi
için yapılacak köşkün yerini arayıp bulur. Behram’a babası gibi şefkatli davranır.
Numan: Münzirin oğlu ve Numan’ın torunudur. Behram’ın çocukluk arkadaşı
olarak beraber yetişmişlerdi. Daha sonra İran tahtına oturması için Behram’a asker
vererek yardım etmiştir.
Fitne: Behram’ın gözde cariyesidir. Behram’ın av ve eğlence vakitlerinde hep onun
yanındadır. Eserde, anlatılan yedi hikayelerden önceki bölümde yer alan Behram-cariye epizotunun kadın kahramanıdır. Behram’ın tahta oturup yedi renkli köşkü yaptırması olayına kadarki bölümde “İdmanla her iş yapılabilir” cevabını verdiği olayda ve
“buzağı” motifiyle karşımıza çıkar. Behram’ın bir av sırasında padişahın öfkesine sebep olan bir cevap vermesi, öldürülmesi için padişahın komutanına teslim edilmesi ve
186
19 S. Yılmaz, “Nizami-i Gencevî’de Adaletli Yönetici İdeası”, Atatürk Üniv. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, Sayı: 18, Erzurum 2001: 201-210.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
kendisini öldürmemesi için komutana yalvarması; daha sonra komutanın köşkünde
oturması ve büyümüş bir buzağıyı altmış basamaklı köşkün damına sırtında taşıması
olaylarında geçmektedir. Hikayenin ilk kısmında fonksiyonu olan bir kahramandır.
Komutan: (eserde serheng olarak geçer). Hikayede “Behram-cariye” olayında
ortaya çıkar. Behram bir kızgınlık anında sevdiği Fitne adlı cariyesini öldürmesini
ona emreder. Komutan, cariyenin yalvarması ve padişahın kızgınlığı geçince pişman
olacağını söylemesi üzerine kızı öldürmez. Daha sonra padişahı köşküne misafirliğe
götürmesi, orada kızın dama buzağıyı çıkarması ve padişahın Fitne’sine kavuşması
olayında görülür.
Rastrûşen: Behram’ın veziri. Zalimliği ve kötülükleriyle tanıımlanmaktadır. Behram eğlence ve zevke daldığı sırada ülkedeki birçok yolsuzluğa ve huzursuzluğa sebep
olmuştur. Zindana attığı yedi mazlumun şikayeti üzerine ve padişaha ve ülkesine yaptığı ihanetin farkedilmesi sonucu ölümle cezalandırılmıştır.
Çoban: Hikayenin son kısımlarında ortaya çıkar. Sürüsünü emanet ettiği köpeğinin ihanetinden dolayı onu asarak cezalandırmasını padişaha anlatması dolayısıyla
“padişah-çoban” olayında görülen şahıstır. Behramın, gerçekleri görmesi ve vezirin
ihanetini öğrenmesinde vesile olan da budur.
Yedi iklim padişahları: Hint Reyi, Çin Hakanı, Horezm Şahı, Saklab padişahı,
Mağrip şahı, Rûm Kayseri, Kisrâ (İran).
Yedi İklim Padişahlarının Kızları:
Fûrek: birinci iklim padişahı olan Hint padişahının kızı, siyah renkli köşkün sahibi ve birinci hikayeyi anlatan kızdır. Anlattığı hikaye: Cumartesi günü, “Siyah giyen
bir şehrin ve padişahın öyküsü”.
Yaàma-nâz: İkinci iklim (Çin) padişahının kızıdır. Sarı renkli köşkün sahibi ve
ikinci hikayeyi anlatan kızdır. Anlattığı hikaye: Pazar günü “Evlenmek istemeyen
şahın hikayesi”.
Nâz-perî: üçüncü iklim (Harezm) padişahının kızı ve yeşil renkli köşkün sahibidir. Pazartesi günü şaha üçüncü hikayeyi anlatan kızdır. Anlattığı hikaye:”Bişr ile
Meliha’nın hikayesi”.
Nesrîn-nûş: dördüncü iklim (Saklab) padişahının kızıdır. Salı günü kızıl renkli
köşkte şaha anlattığı hikaye: “Tılsım bilen bir prensesin bilmeceleri”.
Azeryûn: beşinci iklim (Maàrib) padişahının kızı. Perşembe günü firûze renkli
köşkte “Mahan’ın hikayesi”ni anlatan prensestir.
Hümâ :(Hümâyûn): altıncı iklim padişahı Kayser kızıdır. Sandali renkli köşkün
sahibi olarak Perşembe günü şahı ağırlar ve ona “Hayr ve Şer” hikayesini anlatır.
Dürsi:(Dürset): Yedinci iklim padişahının (Kisra’nın) kızı olarak beyaz renkli
köşkte yerini alır. Cuma günü şaha “iki sevenin çilesi”ni anlatan bir hikaye söyler.
Yedi prensesin anlattığı çeşitli hikayelerde de ayrı ayrı olaylar ve kişiler yer almaktadır.
187
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Behram hikayesi çerçevesinde anlatılan yedi hikayenin içinde çok sayıda olağanüstü olaylarla masal motifleri yer almaktadır. Aşağıda Heft Peyker’de anlatılan yedi
hikayenin kısaca konusu ve özellikleri ile ilgili değerlendirmeler yer almaktadır.
Bu hikayelerin özelliği, anlatıldığı köşkün rengi, haftanın günü ve mensup olduğu
seyyârenin özellikleriyle uyum içinde olmasıdır.
Heft Peyker’de yer alan, yedi iklim padişah kızlarının anlattığı yedi hikayedeki şahıs kadrosu ise şöyledir:
1. hikaye: siyah giyinen bir padişah, siyah giyinen bir kadın, yolcu, tüccar, Türktaz adlı peri ve onun maiyetindeki kalabalık kızlar grubu. Burada içiçe geçmiş
hikayeler (çerçeve hikaye üslubu) söz konusudur.
2. hikaye: melik, köle kız, yaşlı kadın (pîrezen), köle kızlar satıcısı; saraydaki
diğer cariyeler. Bu hikaye içinde ayrıca köle kızın anlattığı kısa bir hikayede
de: Hz. Süleyman, Belkis ve oğlu. Çerçeve hikaye üslubu burada da görülmektedir.
3. hikaye: Bişr, Bişr’in âşık olduğu güzel kadın, Meliha.
4. hikaye: Rus ülkesinin padişahı, padişahın kızı, soylu delikanlı, ihtiyar bilgin.
Çok sayıda dekoratif unsurlar ve şahıslar.
5. hikaye: Mahan; Mahan’ın arkadaşları, insan kılığına giren divler, periler, ihtiyar muhafız, acûze.
6. hikaye: Hayr, Şer, göçebe kabile reisi, reisin kızı, annesi, diğer hizmetçiler;
dekoratif karakterler: padişah, padişahın kızı, vezir, vezirin kızı, saraydaki hizmetçiler.
7. hikaye: genç bir melik (bağın sahibi), çalgıcı kız, iki kız (bağa girip eğlenen
kızlardan), bağa giren kalabalık kız topluluğu.
3- Tahkiye Özelliği:
Yukarıda da belirtildiği gibi, Heft Peyker mesnevîsi, konusunu tarihten alan, tek
kahramanı eksen yapan bir orta çağ hikayesidir. Bununla beraber, içinde olağanüstü
olaylar ve varlıklara da yer vermesi yönüyle bir masal özelliği de taşımaktadır. Özellikle mesnevîde yer alan yedi ilkim güzelinin anlattıkları hikayeler birer masal niteliğindedir. Olağanüstü olaylar, devler, periler, ejderhalar, sihirli ortamlar bu hikayelere
zenginlik ve renklilik katmıştır.
188
1. Mesnevîde baş kahraman olan Behram’ın doğumu, doğumundan sonraki yetişme dönemi, İran tahtına oturuncaya kadarki olayların geliştiği yer, Yemen olarak
geçer. Hikayede daha çok Behram’ın gençliğini geçirdiği Havernak köşkü, daha sonra
saray ve yedi hikayenin anlatıldığı bölümde yedi renkli köşk (günbed) geçmektedir.
Hikayede yedi iklim ülkeleri ve padişahlarından söz edilse de bunlar olayların geliştiği
yerler değildir. Yedi iklim padişah kızlarının da sadece adı ve hangi ülkeye ait olduğu
belirtiliyor. Mesnevîde anlatılan yedi hikayede de ise mekanlar değişiyor, olaylar farklı
yerlerde gelişiyor.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
2. Hikayede zaman olarak, Behrâm’ın doğumundan ölümüne kadarki geçen zaman işlenmektedir. Gece ve gündüz ayırımı vardır. Behram’ın uygun renkte giyinip
yedi köşkten birini ziyaret etmesinin sırası haftanın günlerine göredir. Gün sabahla
başlar ve o günün bitiminde gece Behram, bir güzelden hikaye dinler. Anlatılan yedi
hikayede ise zaman kavramı değişmekte.
3. Masal özelliği taşıması nedeniyle, hikayede Behram’ın özellikle av sırasında gösterdiği kahramanlıklar mübalağalıdır. Olağanüstülükler ve diğer masal unsurlarının
yoğun olduğu kısım, yedi iklim padişahının yedi renkli köşkte Behram’a anlattığı hikayelerdir.
4. Heft Peyker mesnevîsi çerçeve hikaye özelliğine sahiptir. Heft Peyker’de Behram’ın
hikayesi (çerçeve hikaye) içinde yedi iklim padişahlarının kızları tarafından anlatılan
yedi ayrı hikaye yer almaktadır. Hikaye içinde hikaye anlatma özelliği Bin Bir Gece
Hikayeleri’nden20 gelmektedir.21 Ancak Heft Peyker’deki hikayeler Bin Bir Gece Hikayeleri kadar fazla girift ve çok sayıda değildir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Heft Peyker mesnevîsinin çerçeve hikayesini Behram-ı
Gûr’la ilgili bölümler oluşturmaktadır. Bunlar: Behram’ın doğumu, yetişmesi, İran
tahtına oturuncaya kadar geçirdiği dönem; av ve savaşları, eğlence meclisleri; aşkları, hükümranlığı ve esrarengiz sonunu anlatan bölümlerdir. Bu genel hikaye içinde
yer alan, Behram’ın yedi iklim padişahlarından isteyip getirttiği yedi kızın yedi renkli
köşklerde şaha anlattıkları hikayelerdir. Behram haftanın her günü sırasıyla bu köşklerden birini ziyaret eder ve oradaki güzelden bir hikaye dinler.
Böylece Heft Peyker mesnevîsinin merkez çekirdeğini, haftanın yedi gününde yedi
renkli köşkte yedi güzel tarafından anlatılan yedi hikaye oluşturmaktadır. Dr. Muhammed Muin, Nizamî’nin Heft Peyker’i üzerine yaptığı tahlilde22 bunu şöyle bir çizimle göstermektedir:
20 Arapça adı Elfü’l-leyleti ve leyle olan Bin Bir Gece Hikayeleri’ndeki hikayelerin Hint menşeli olduğu
motiflerden, Hint kültürüne ait izlerden ve anlatım tekniğinden anlaşılmaktadır. (H. Kavruk, Eski Türk
Edebiyatında Mensur Hikayeler, İstanbul, 1998: 54-57.)
21 Çerçeve hikaye üslubu, Hint hikayecilik geleneğinden gelmektedir. Bu konuda bkz. Günay Kut, “Hint
Edebiyatından Türk Hikayelerine”, Marmara Üniv. Türklük Araştırmaları Dergisi, 8, İstanbul 1997: 357377. (Yazar, Bin Bir Gece masalları’nın kaynağı Hindistan’a dayandığı, oradan Farsça’ya Hezar Efsane
adıyla kitaplaştığı ve Abbasi devrinin de birçok özelliğini içine katarak Arapça’ya çevrildiğini belirtir.
Çerçeve hikaye tarzında olmasını Hint hikayecilik geleneğine bağlı olduğunu söyler. (Kut 1997: 363364)
22 Tahlîl-i Heft Peyker-i Nizamî, Tahran 1338: 269-270.
189
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Açıklama:
1- yedi hikaye;
1 2 3 4
2- yedi ülke padişahlarının yedi kızı;
3- yedi köşk (yedi renkli, yedi seyyareye mensup);
4- haftanın yedi günü (yedi seyyareye mensup)
Ayrıca bu yedi hikayeden bazıları da kendi içinde girift yapıya sahiptir. Örneğin,
ikinci gün (Pazar) anlatılan 2. hikayenin çerçevesini şöyle tespit etmek mümkündür:
Sarı köşkün sahibi Kayser kızının hikayesinde “evlenmek istemeyen melikin hikayesi” anlatılmaktadır. Bu genel hikaye içinde bir de melikin, cariyenin kendisine açılması için dürüstlük konusunda anlattığı küçük bir hikaye daha yer almaktadır: Süleyman
ve Belkis hikayesi. Buna göre, genel olarak Heft Peyker’deki 2. hikayenin çerçevesini
yukarıdaki şemada olduğu gibi şöyle çizebiliriz:
Açıklama:
1- Behram hikayesi çerçevesi içinde;
2- evlenmek istemeyen melikin hikayesi;
3
2
1
3- melikin cariyeye anlattığı Süleyman ile
Belkis hikayesi.
Heft Peyker mesnevîsinde yedi hikayeye bağlı olarak yedi renk önemli bir yer almaktadır. Genel olarak eserde yedi sayısı ile ilgili şu kavramların işlendiği görülmektedir: yedi iklim padişahı, yedi hikaye, yedi prenses, yedi köşk, yedi renk, yedi gün,
yedi gezegen, yedi mazlumun hikayesi.
Heft Peyker mesnevîsinde yedi iklim padişah kızlarının anlattığı bu yedi hikayenin
özellikleri aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir.
190
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Heft Peyker Mesnevisindeki Yedi Hikayenin Kuruluşu ile İlgili Bir Cetvel
Haftanın Günleri
Yedi İklim
Ülkelerinin Adları
Yedi İklim
Şehzadelerinin Adları
Köşkün rengi
ve Behram’ın Giydiği
Renk
Yedi
Şehzadenin
Anlattığı
Hikayeler
Siyah Giysili
Kralın Hikayesi
Günlere
Uygun
Seyyareler
Zuhal/
Keyvan
(Satürn)
1
Şenbe
Cumartesi
Hind
Fÿrek
Siyah
2
Yekşenbe
Pazar
Çin
YaàmÀ-nÀz
Sarı
3
Duşenbe
Pazartesi
Òarezm
NÀz-peri
Yeşil
4
Seşenbe
Salı
Saúlab
Nesrin-nÿş
Kırmızı
Rus Prensesinin
Bilmeceleri
Mirrih
(Mars)
5
Çehârşenbe
Çarşamba
Maàrib
Azeryÿn
Piruze
Mahan’ın
Hikayesi
Utarid
Merkür
6
Pençşenbe
Perşembe
Úayser
HümÀ
Sandal ağacı
rengi
Hayr ile Şer’in
Hikayesi
Müşteri
(Jüpiter)
7
Cuma
Cuma
KisrÀ
Dürsi (Dürset)
Beyaz
Sevenlerin Çilesi
Kamer
(Ay)
Melik ile
Cariyenin
Hikayesi
Bişr ile
Meliha’nın
Hikayesi
Şems
(Güneş)
Zühre (Venüs)
Behram hikayesi içerisinde yedi iklim padişah kız tarafından anlatılan yedi hikayenin her biri köşkün rengi ve haftanın belirli gününe hakim olan gezegenin rengi
ile uyum içerisindedir. Bu yedi köşkten her biri farklı renklerde olup, köşklerin içi
o renkte kumaş, değerli taşlar ve dekoratif unsurlarla süslenmiştir. Köşklerde seçilen
renkler, kullanılan unsurlar, anlatılan hikayelerin her biri geniş bir sembolizm içermekte ve birbirleriyle ilişki içinde bulunmaktadır. Behram-ı Gûr ziyaretine haftanın
ilk günü olan Cumartesi başlar ve sırasıyla siyah renkli köşkü, Pazar günü sarı köşkü,
Pazartesi-yeşil renkli köşkü, Salı günü-kırmızı renkli köşkü, Çarşamba günü pirûze
renkli köşkü, Perşembe- sandal ağacı renkli köşkü ve son olarak da Cuma günü beyaz
köşkü ziyaret eder ve orada bir hikaye dinler. Her hikayenin sonunda anlatılan rengin
önemi ve övgüsü yer almaktadır. Yedi prenses tarafından anlatılan bu hikayelerin konuları insanlığın yedi durumu olarak yorumlanabilir. Öyle ki, siyah köşkte anlatılan
1. hikaye siyah renge sahip olup melankoliyi, sarı-kıskançlık, yeşil- yaşam ve ölümü,
pirûze- nefse karşı geçirilen süreci, sandal ağacı- iyilik ve kötülüğün arasındaki tezatı,
beyaz renk ise saflık ve temizliği temsil etmektedir. Örneğin, Behram’ın pirûze renkli
köşkte dinlediği hikayenin kahramanı Mahan’ın başından geçen olağanüstü olaylar
vasıtasıyla, nefsine karşı geçirdiği süreç anlatılmaktadır.
191
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
4- Motifler ve Masal Unsurları:
Heft Peyker mesnevîsinde, özellikle de yedi güzelin anlattığı yedi hikayede çok
sayıda motif23 ve masal unsurları yer almaktadır. Bunlardan belli başlılarını şöyle sıralamak mümkündür:
1. Çocuğu olmayan padişah: masal, halk hikayeleri ve aşk mesnevîlerinin çoğunda da rastlanan bir motiftir. Heft Peyker msnevîsinde Yezdgird’in yirmi yıl hiç çocuğu
olmaz. Gökteki yıldızların ve burçların durumuna bağlı talihli bir vakitte bir oğlu
dünyaya gelir. Adını Behram koyarlar.
2. Anahtarı saklı gizli bir oda: Behram’ın Havernak köşkünde tesadüfen farkettiği kapalı bir oda vardır. Behram, daha önce kimsenin ayak basmadığı bu odayı açtırıp
içeri girer ve orada yedi padişah kızının resmini görür. Kendisinden başka birinin
girmesini yasakladığı bu odaya bundan sonra sık sık gelir ve kendi talihini düşünür.
3. Resimde görüp âşık olma: aşk konulu mesnevîlerde çok sık rastlanan bu motif,
Heft Peyker’de de işlenmektedir. Behram’ın Havernak köşkünde farkettiği kapalı bir odayı
açtırıp odanın duvarında yedi iklim padişahının kızının resmini görür. Behram, resimde
bir daire şeklinde oturan yedi güzelin ortasında kendini de görür. Resmin altındaki yazıdan da bu güzellerin bir gün kendisinin eşleri olacağını öğrenir. Bu motif Heft Peyker’de ayrıca, kızıl renkli köşkte Saklab güzelinin anlattığı hikayede (4. hikayede) de geçmektedir.
4. Mektuplaşma: çift kahramanlı aşk mesnevilerinde iki seven arasındaki bir
haberleşme şekli olarak görülen mektuplaşma motifi, Heft Peyker’de de önemli bir yer
almaktadır. Burada yer alan iki mektup hikayede ayrı birer bölüm oluşturmaktadır.
Birinci mektup, İranlıların Behram’a gönderdiği mektup ve ikinci mektup: Behram’ın
İranlılara yazdığı cevaptır. Mektupları getiren haberci (peyk)dir.
5. Padişah seçme: önceki dönem mesnevîlerinde24 de görülen bu motif, Heft
Peyker’de biraz değişik bir biçimde görülmektedir. Burada padişahlık şartı olarak “iki
arslan arasından tacı alma yarışı” motifi işlenmektedir. Yezdcird ölünce, İran halkı,
padişahın uzakta yetişmiş olan Behram’ı tahta layık görmeyip kendi aralarında Hüsrev
adlı birini tahta geçirirler. Buna üzülen Behram, padişahlık tacına sahip olmak için zor
ve tehlikeli bir yarışı kabul eder. Padişahlık tacı iki arslan arasına konur. Tacı alabilen
padişah olur. Sonunda Behram kazanır ve tahtla taca sahip olur.
6. Sevgililerin kavuşması: hikaye tek kahramanlı olması nedeniyle iki sevgilinin
kavuşmasından söz edilemez. Genelde masalların sonunda “mutlu son” olarak görülen bu motif, Behram hikayesinde ancak Behram-cariye (Fitne) olayında bir nebze
görülebilir. Behram’ın öfkesine uğrayıp ondan ayrı düşen Fitne, sabrı, aklı ve zekası
sayesinde bir süre sonra padişahına tekrar kavuşur. Behram’ın Havernak köşkünde
resimlerini gördüğü yedi iklim padişahının kızlarını getirtip onlarla evlenmesinde bu
motif düşünülebilir.
192
23 Burada, konusu aşk ve macera olan mesnevilerde sık sık karşılaşılan ve küçük farklarla birbirine benzeyen motifler kastedilmiştir. (Ünver 1986: 456).
24 Süheyl ü Nev-bahâr’da (Dilçin 1991: 87); Hümâ vu Hümâyûn mesnevîsinde (Horata 1990: 265-266).
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Mesnevîdeki yedi hikayeden 2., 3., 4., 6. ve 7. hikayelerde de bu motif yer alır. 1.
hikayede de aşk konusu işlenmesine rağmen, bu motifin tersi olan “sevgililerin kavuşamaması” motifi vardır. Çünkü, hikaye kahramanı bir şah, güzel Türktaz’ın sevgisine
layık olamamıştır. Hikaye bu yüzden mutlu sonla bitmemektedir.
7. Kötülerin cezalandırılması: masallarda olduğu gibi, kötülerin cezalandırıldığı
görülmektedir. Heft Peyker’de zalim vezirin cezalandırılmasında bu motif işlenmiştir.
Ayrıca eserdeki 3. hikaye (“Bişr ile Melihâ”hikayesi) ve 6. hikaye (“Hayr ve Şer”
hikayesi)de de bu motif işlenmiştir. Bu hikayelerin ana konusunu da zaten “iyiler kazanır, kötüler cezalandırılır” teması oluşturmaktadır.
Heft Peyker’deki masal unsurları ve motifler bakımından asıl zengin bölüm, yedi
iklim padişah kızının anlattığı yedi hikayedir. Burada çok sayıda masal unsurları de
yer almaktadır: devler, periler, bazı sıradışı yaratıklar. Bu unsurlar, mesnevide anlatılan yedi hikayede işlenmektedir. Mesela, 5. hikaye (Mahan’ın maceralarını anlatan hikaye)de yaratıklar, devler, acûzeler, insan kılığına giren dîvler gibi masallardan gelen
unsurlar daha çok görülür ve engelleyici tipler olarak karşımıza çıkar.
Bunun dışında, yukarıda bahsedilen “resimde görüp âşık olma”, “karşılaştıkları ilk
insanı padişah seçme” gibi motifler, eserde anlatılan yedi hikayede de rastlanmaktadır.
Masalların temel unsurlarından biri olan olağanüstülükler de Heft Peyker mesnevisinde daha çok yedi hikayenin olduğu kısımda yer almaktadır. Behram’ın hikayesinde ise ejderlerle savaşmasında görülür.
Yine Behram’ın dinlediği 1. hikayede: bir padişahın, insanları siyah giyinen bir
şehrin sırrını çözmek için olağanüstülüklerle ve sırlarla dolu bir yolculuk yapması (bir
sepet içinde göğün bilinmez yerine yükselmesi, dev bir kuşun ayağına tutunarak bir
ovaya inmesi); burada karşılaştığı olağanüstü varlıklar: başlarında Türktaz adlı güzelin
bulunduğu peri kızlarından oluşan büyük bir kalabalık; gözlerini kapayıp tekrar açtığı
bir anda da bütün bunların aniden yok olup gitmesi ve kendini tekrar bindiği sepetin
içinde bulması da olağanüstülükler çerçevesinde anlatılmaktadır.
Hikayelerde rastlanan bir diğer unsur da tılsımdır. 4. hikayede anlatılan Rus ülkesi
padişahının kızı, öğrendiği tılsım bilgilerini kullanarak kendisine bir kayanın tepesinde tılsımlı bir köşk yaptırır. Soylu ve iyi yürekli bir genç, tılsımların hepsini çözer,
kaleye giden yolu bulmayı başarır. Böylece kızın şartlarını yerine getirerek onunla
evlenir.
Her milletin, özellikle orta çağa ait edebî eserlerinde görülen masal unsurlarının,
mesnevilerde de yer alması, kaçınılmaz bir durumdur. Bununla beraber, mesnevileri
masallarla aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. (Horata 1990: 268)
5-Heft Peyker’de duygu unsurları
Bir aşk mesnevisi olması nedeniyle Heft Peyker’de aşk en önemli duygu unsuru
olarak yer almaktadır. Eser tek kahramanlı olmasına rağmen, baş kahraman olan
193
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Behram’ın hikayesi içerisinde anlatılan maceraları, av ve savaşları yanında aşkları da
önemli bir yer tutmaktadır. Eserin ilk kısmında Behram’ın cariyesi Fitne ile olan aşkı,
daha sonra yedi iklim padişah kızlarına karşı olan aşkı işlenmektedir. Behram hikayesi çerçevesinde yedi iklim padişah kızları tarafından anlatılan yedi hikaye içerisinde
de aşk önemli bir unsur olarak işlenmektedir. Mesnevide ye alan bu yedi hikayenin
eksenini beşeri aşk oluşturmaktadır. Sadece 5. hikayede (Mahan’ın hikayesi) bu aşk
ilahîdir. Burada baş kahramanın yaşadığı olaylar, insanın nefsine karşı geçirdiği süreç,
doğru yolda ilerlemesi, Tanrı inancından uzaklaşmaması gibi konulara işaret etmektedir.
Heft Peyker mesnevîsinde aşk bahsi geçince şairin bu konudaki düşüncesini belirttiği görülmektedir. Nasihatler ve veciz sözler arasında aşk konusuna da değinmiştir:
Gizlüce her kişiye vardur yÀr
Dil-rübÀ àam-güsÀr u hem dildÀr 498
Eserin baş kahramanı olan Behrâm-ı Gûr’un aşk konusunda hassas kişiliği ortaya
çıkmaktadır. Hikayenin ilk kısmında o, sevdiği cariyesi Fitne’ye karşı duyduğu aşkla
görülmektedir. Hikayenin ikinci kısmında, Behram’ın daha önce Havernak köşkünün
gizli bir odasında resimlerini görerek aşık olduğu yedi iklim padişah kızları ile geçirdiği günler anlatılmaktadır.
Behram’ın ülke işlerini unutup zevke dalması, haftanın altı günü aşk ve eğlenceyle
geçirmesi, bir günü de devlet işlerine ayırmasının anlatıldığı aşağıdaki beyitlerde de
şair, “aşktan bir eser taşımayan cansız kuru bir kalıp gibidir” derken aşkın önemini
vurgulamaktadır:
Heftden kÀr-ı òalú olur bir rÿz
èAşú [u] bÀz ile şeş olur pìrÿz
èAşúdan bir dem olmayup bìrÿn
èAşúını eyler idi rÿz-efzÿn
Kimdür ol ki èaşúdan nişÀnı yoú
Úuru úÀlıb durur ki cÀnı yoú (1692-1694)
Heft Peyker’de şehevî duygular da yer almaktadır. Mesnevîde anlatılan yedi hikayelerdeki âşıkların sevişmelerine de yer verilmiştir. Örneğin, 1., 4. ve 7. hikayelerde
bu sahneler yer almıştır. Ancak bunlar, üstü kapalı çeşitli benzetmeler ve mecazlar
vasıtasıyla anlatılmıştır.
194
Her aşk hikayesinde olduğu gibi, Heft Peyker’de de aşkın yanında ayrılık acısı ve
kavuşma sevinci gibi işlenen diğer duygu unsurlarıdır. Aşağıdaki beyitlerde Behram’ın
Fitne’den ayrı kaldığı vakit çektiği acı dile getirilmektedir:
áamuñ idi enìsüm iy dil-ber
Fikrüñ idi celìs-i şÀm u seóer
Dìdem oldı òayÀlüñe cÿyÀn
Dilüm oldı viãÀlüñe pÿyÀn
CÀnumı èaşúuñ eyledi perdÀòt
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Şevúüñe naúd-i èömrüm itdüm bÀòt
Sìne büryÀn u dìdeler giryÀn
Ser-i mihrüñde iy büt-i devrÀn
Behram’ın acı çekmesi ve gönlünden yaralanması “Fitne olayında” da gözlenmektedir. Bir av sırasında Behram’ın gösterdiği kahramanlığa Fitne’nin “bu ustalık değildir” diye verdiği cevap Behram’ı derinden yaraladığı, aynı zamanda da öfkelendirdiği
şöyle anlatılmaktadır:
Eyledi şÀhı pÀsuò-ı dildÀr
Òaste-dil àam-zedÀ vu sìne-figÀr
NÀr-ı àayret dilin kebÀb itdi
Óasret Àbı gilin yebÀb itdi 1841-1842
Eserde işlenen bir diğer duygu unsuru ise ölümden dolayı duyulan üzüntüdür.
Buna örnek olarak, Behram’ın babasının ölüm haberini alınca duyduğu üzüntü, Yemen kralı Numan’ın ani kaybolmasından dolayı oğlu Munzir’in yaşadığı üzüntü ve en
son olarak da eserin sonunda Behram’ın avın peşinde bir mağaraya girerek ortadan
kaybolmasından dolayı askerleri ve annesi tarafından yaşanan üzüntü gösterilebilir.
6- Ahlakî Unsurlar:
Heft Peyker mesnevîsinde yedi güzel tarafından anlatılan yedi hikaye, içerdikleri ahlakî noktalar bakımından manevî değerlerin anlatımı niteliğindedir. Bunlar,
Behram’ın manevî uyanışı, kötülüklerden arınması için birer vesile oluşturmaktadır.
Her hikayeden çıkarılan sonuç, insanın manevî yönden arınması25 ile ilgilidir. Örneğin, “Hayr ve Şer” hikayesinde çıkarılan sonuçlardan birkaçı şunlardır: 1- İyi insan
her zaman iyidir ve her durumda iyilik düşünür. Bunun karşılığında yine iyilik görür;
2- Kötülük cezasız kalmaz; 3- Adalet yerini bulur.
Hikmetli sözler ve nasihatler Abdî’nin eserinde giriş kısmındaki “sözün ve hikmetin övüldüğü” bölümde (7. bölüm) ve “oğula nasihatler” bölümünde (8. bölüm) yer
almaktadır. Bu bölümler Nizamî’nin eserinde de vardır.26
Heft Peyker mesnevîsindeki “sözün ve hikmetin övüldüğü” bölüm ve “oğula nasihatler” bölümünde söylenen hikmet ve nasihat tarzındaki sözler genellikle şu konulardadır: Tanrı’ya sığınmak, iyilik etmek, dilini tutmak, haramdan kaçınmak, iyilerle
dostluklar kurmak, kötülerle arkadaşlık etmemek, iyi ad bırakmak, akıllı olmak, cömert
olmak, helal lokma aramak, başkasının derdine gülmemek, düşmanlarını sevindirmemek,
bencil olmamak, şefkatli olmak, iyimser olmak, zorluklar karşısında sabırlı ve güçlü olmak,
dünyaya çok bağlanmamak, mal biriktirmemek, nimet hakkını bilmek, az yemek, yalnız
yemek yememek, bilgili olmak, hüner sahibi olmak.
25 Nizamî’nin eserlerinde katarsis (insanın acı çekerek, manevî yönden arınması) durumu hakkındaki şu
çalışma bulunmaktadır: S. Yılmaz, Nizamî’nin Estetik Anlayışı, Erzurum 2002.
26 Bilindiği gibi, Nizamî, İran şiirinde hikemî tarzın ustasıdır. Hikmete çok önem verdiği için eserlerinde
de hikmetli sözleri sıkça kullanmış bir sanatkardır. Hikmet, Nizamî’nin diğer mesnevîlerinde de önemli bir unsurdur.
195
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Hikmetli sözler “sözün ve hikmetin övüldüğü” bölümde de yer almaktadır.
Nizami’nin Heft Peykeri’ndeki “SitÀyiş-i suòan u óikmet ü enderz” bölümünün çevirisi
olan bu bölümde şair çeşitli hikmetli sözler söylemektedir: en başta sözün öneminden, sözün kainatta var olan her şeyden üstün olduğundan bahsedilmektedir. Sonra
atasözü ve hikmet niteliğinde söyleyişler yer almaktadır. Burada da bilginin önemi,
hayatta en büyük rehber bilginin olduğu belirtilmekte; herkesin kendinden hoşnut
olduğu, kimsenin kendi kusurunu kolay kabul etmediği, iyi yaratılışlı olanların uzak
görüşlü olduğu, dünya malına bağlanmamak gerektiği, öbür dünya için hazırlıkların
bu dünyada yapmak gerektiği vb. konular dile getirilmektedir.
Nizami’nin (“Der-naśìóat-ı ferzend-i òvìş Muóammed” (Oğlu Muhammed’e nasihat) bölümünden çevrilen Nasihat bölümünde şair oğluna şu nasihatleri vermektedir:
En başta ilmin ve bilginin önemini vurgulamakta; oğluna gaflet uykusunda olmamasını, aklının uyanık olmasını söylemekte; ölümü, herkesin yolcusu olduğu bir uyku menziline benzetmekte; oğlunun Muhammed gibi kutlu bir ad taşıdığı için mutlu olmasını ve
adıyla Gazneli Mahmut’un savaş davulu gibi duyulmasını ve ün salmasını dilemektedir.
Oğlunun iyi ad bırakmasından kendi başının da göğe ereceğini belirtmektedir.
Tecrübesiz bir avcının ava düşkünlüğü diğer avcıların da tuzağa düşmesine sebep
olacağını belirtmekte; yürüdüğü yolda önüne bakmasını, değişken feleğin çeşitli cilveleri karşısında mert ve cesur olmasını, yükünü ağırlaştırmamasını, gönlünü ferah
tutmasını; gam okları gönül yakıcı olsa da sabrını siper etmesini; Allah’a olan bağına
sadık kalmasını, diğer her şeyi gönlünden uzaklaştırmasını böylece gamsız olmasını,
din yolunda beline kemer bağlamasını; kötü yaradılışlı olandan uzak durmasını, bunlardan vefa ummamasını, böyle birisinin yaşamaktansa ölmesinin daha iyi olacağını;
hüner ehlinden hüner öğrenmesi, tembel olmamasını, marifetli birisinin taştan lal,
sudan inci çıkarabileceğini belirterek hüner sahibi olmasını tembihlemektedir.
Heft Peyker’de hikaye kısmında da sırası gelince olaylarla ilgili hikmetli sözlere
yer verilmektedir. Mesela, aşağıdaki beyitlerde, Havernak köşkünü yapan mimar
Simnar’ın, köşkün damından atılıp öldürülmesi olayı anlatılırken, olaya uygun olarak
“dil belasını çekmek”, “dilini tutmak” gibi sözler de yer almaktadır:
Yapdı úaãr u revÀú bir nice sÀl
Áòiri itdi õebÀn anı pÀ-mÀl
İsterise selÀmeti insÀn
Oña lÀzımdur añla óıfô-i lisÀn
KelimÀtı keåìr olan cÀnÀ
Çoú çeker rÿzgÀr içinde belÀ
Çeker insÀn dilÀ belÀ-yı lisÀn
Turıcaú dil óużÿr ider insÀn (796-799)
196
Ayrıca bir olayı anlatırken devamındaki beyitlerde şair, “sana itdüm pend” sözüyle
giriş yapıp diğer öğütlere de yer vermektedir (810-845. beyitler). Bu öğütler, “dünyanın değişkenliği, faniliği ve vefasızlığı”, “kanaatkâr olmanın faydaları” konusundadır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Abdî’nin Nizamî’den çevirdiği beyitler dışında, kendi eklediği beyitlerde de hikmet ve öğüt niteliğindeki söyleyişler var. Bunlar, çevrilen beyitteki öğüdün anlamını
pekiştiren benzerleridir.
Nasihat bölümünden alınan birkaç örnek:
Kötülerden uzak durmak:
Hem-nÀnuñ ki ola èayba medÀr
NÀmuñı zişt ider senüñ zinhÀr 597
Yalnız yemek yememek:
Òalú içinde yime òvoriş tenhÀ
Yiyesin cümlesine di ki biyÀ 517
Cömert olmak, haram yememek:
NÀn(ı) nÀnuñdan eyle òalúa fidÀ
Kimse òÿniyle tek yime helvÀ
Heft Peyker mesnevîsinde yer alan yedi ayrı hikayenin içinde de anlatılan olaylarla
ilgili hikmet tarzı sözlere ve “olaydan ders çıkarma” niteliğindeki sözlere sık rastlanmaktadır. Esasen hikayelerin konuları, kahramanların başından geçen olaylardan
da vermek istenilen “mesajlar” insanlığın değer yargılarıyla ilgilidir. Örneğin, 1. hikayede işlenen konuyla bağlantılı olarak “sabırlı olmak”; “Hayr ve Şer” hikayesinde:
“iyilik yapmak”, “iyiliğin her zaman kötülüğü yeneceğine inanmak; “Bişr ve Meliha”
hikayesinde “Allah’a olan inancını yitirmeme”, “kibirlenmeme” vb. ahlakî noktalar
vurgulanmaktadır.
7- Toplum Yaşayışıyla İlgili Unsurlar:
Heft Peyker mesnevîsindeki folklorik unsurlar (o günkü ortamda halkın günlük
yaşayışından kesitler) çeşitli araç-gereçler, gelenekler, inanışlar vb’dan oluşmaktadır.
Bilindiği gibi, Nizamî’nin şiirinin beslendiği kaynaklardan biri, sözlü edebiyat ve halk
kültürüdür. Nizamî, dönemin bütün ilimlerine vakıf olduğu gibi, halk kültürünü de
biliyordu. Eserinde folklordan da yararlanmıştır. (Meisami 1995: 8)
Abdî mesnevîsinde Nizamî’nin eserine bağlı kaldığı için eserdeki folklorik unsurları da aynen aktarmıştır. Heft Peyker’de geçen önemli folklorik unsurları ve eserde
kullanılış amaçlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Taç için yarış: Hikayede Behram, varisi olduğu İran tahtına tehlikeli bir yarışı
kazanarak çıkmıştır. Behram’ın isteğiyle İran tacı iki arslan arasına konur ve tacı alabilen padişah olur. Bir bakıma, “tahta çıkma”motifinin şartlı bir şekli olan bu yarışı
Behram kazanır, taht ve taç onun olur.
2. Eğitim: Hikayede Behram’ın eğitiminde de söz edilmektedir. Doğduğundan
beri Arap ülkesinde Numan şahın yanında yetişen Behram’ın devrinin bütün ilimlerini öğrendiği söylenmektedir. Okul arkadaşı olan Munzir’in oğlu Numan’la birlikte
çeşitli ilimleri öğrendikleri anlatılmaktadır: matematik, kimya, geometri, astroloji vb.
197
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
3. Yıldızlardan fal bakma: Behram doğduğu zaman, gökteki yıldızlar ve gezegenlerin uğurlu durumundan müneccimler Behram’ın talihli bir vakitte doğduğunu tayin ederler ve babası Yezdcird’e oğlunun uzakta yetişeceğini söylerler. Bu fal üzerine,
Yezdcird, oğlunu Numan’a teslim eder.
4. Ad Koyma: İran şahı Yezdcird’in biricik oğlu dünyaya geldiği vakit, gökteki
yıldızların talihli durumundan bahsedilir ve çocuğa Behram adı verilir:
5. Okçuluk (Nişancılık): hikayenin baş kahramanı Behram, keskin bir nişancıdır.
Attığı okla mutlaka hedefini vurur. Hatta bir okla iki yaban eşeğini birden vuracak
kadar keskin bir atış yapar. Hikayede önemli bir yer alan ve ayrı bir başlık altında
anlatılan Fitne olayında da bunu görmekteyiz.
6. Saçı saçmak: Behram, zengin- yoksul herkese altın dağıtır, her tarafa altın ve
gümüş saçar.
7- Savaş ve savaş araçları: Hikayede Behram’ın Çin hakanının ordusuyla yaptığı
iki savaş anlatılır. Savaş araç ve gereçleri olarak şunlar geçer: ok (peykÀn, nÀvek), yay
(kemÀn, tìr), kılıç (tìg, şimşìr), hançer, kemend, nÀçeò (eyer baltası), mızrak (nìze),
cevşen, der’a, zırh, şest, zere.
8. Avlanma: Heft Peyker’de avlanma çok önemli bir yer tutmaktadır. Behram’ın
ava ve eğlenceye düşkünlüğü bilinmektedir. Gençlik çağından beri sürekli ava çıkmaktadır. En çok avlandığı hayvan gûr (yaban eşeği)dur. Hatta kendisine “Behram-ı
Gûr” lakabı da bu ava olan düşkünlüğünden dolayı verilmiştir. Behram’ın maceralarının çoğu avlarda geçer. Sonu da, yine bir av sırasında olur. Behram, yanındakilerle
birlikte bir gün avlanırken bir gûrun peşine düşerek bir mağaraya girer ve kendisinden bir daha haber alınamaz.
9. Eğlence meclisleri: eserde Behram’ın avları ve maceraları kadar eğlence meclisleri de önemli bir yer almaktadır. Her av sonrası Behram meclis düzenler. Burada
yemekler yenir, şarap içilir, çalgıcılar (mutribler, sÀzendeler) dinlenir, rakkaslar seyredilir. Hikayede ayrıntılı olarak Behram’ın bir kış mevsiminde düzenlediği bir meclis
tasvir edilir. Bundan başka, yedi köşkü ziyareti sırasında da her köşkte gece kadar
süren eğlenceler yer alır. Eğlenceler ya av yerinde yapılır ya da köşklerde. Bu eğlence
meclislerine ayrıca yedi hikayede de sık rastlanmaktadır. (Burada daha çok bahçe
meclislerinden söz edilmektedir.)
10. Mektuplaşma: Hikayede mektuplaşmanın özel bir anlamı vardır. Burada bu,
bir haberleşme şeklidir. Eserde iki mektuptan söz edilmektedir. Her biri eserde birer
ayrı bölüm halindedir. Vatanından uzakta yetişen Behram, babasının ölüm haberini
ve tahta başka birinin seçildiğini, haberciyle gelen bir mektuptan öğrenmektedir.
Aynı haberciyle gönderdiği uzunca bir mektupta ise İranlılara cevap vermektedir.
Mektuplar, Allah’ın adıyla başlamakta. Burada belirtilmesi gereken bir nokta, mektuplarda Abdî tarafından eklenen harflerle ilgili benzetmelerdir.
198
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Eserde yer alan yedi hikayelerde de ayrıca bir çok folklorik unsur görmek mümkündür. Örneğin, “kılık değiştirme” unsuru siyah köşkte anlatılan hikayede (1. hikaye) geçer.
8- Diğer Unsurlar:
Heft Peyker mesnevîsindeki yedi köşk ve yedi hikayenin özelliği, kozmik alemle
ilgili unsurlar (felek, seyyâreler, yıldızlar ve burçlar) ve özellikleriyle bağlantılıdır. Heft
Peyker’deki astrolojik unsurlar ve geçtiği yerler şunlardır:
1. Mirâc olayı anlatılırken feleğin katlarında bulunan seyyârelerden bahsedilmektedir;
2. Heft Peyker’de Behramın doğumu sırasında gökyüzünde seyyârelerin ve yıldızların durumundan bahsedilmekte, burçlar sayılmaktadır;
3. Doğduğu sırada, yıldız ve burçların uygunluk durumuna bakarak müneccimler, Behram’ın talihli olacağını babasına söylerler. Hikayede Behram’ın, uzakta
büyüyüp yetişeceğini ve babası Yezdcird’in yerine geçerek krallık tahtına oturacağını da müneccimler söylüyorlar.
Heft Peyker mesnevìsinde giriş kısmındaki “Mirâc” bölümünde yıldızlardan ve feleğin katlarında bulunan seyyârelerden bahsediliyor. Burada Hz. Peygamber’in, mirâc
gecesinde feleğin Mâh, Tîr, Zühre, Sipihr, Mihr, Behrâm, Keyvân katlarını geçtiği anlatılmaktadır.
Heft Peyker’de Behram’ın doğumundan bahsedilen bölümde, o sırada gökyüzündeki yıldızların durumundan bahsedilmekte ve burçlar sayılmaktadır.
Heft Peyker’de diğer yerlerde seyyâreler, çeşitli özelliklerinden dolayı bahsedilmektedir. Bazen de seyyâreler, Behram’ın eğlence meclisinin birer unsuru olarak tasavvur
edilmiştir.
Abdî’nin Heft Peyker tercümesinin özellikleri üzerine bazı tespitler:
Abdî’nin Heft Peyker’inde, diğer mesnevîlerinde olduğu gibi, İran edebiyatından
alınan bir konu işlenmektedir. Abdî’nin diğer mesnevîleri, Cemşîd u Hurşîd ve Nevrûz
u Gül mesnevîlerinin konuları da İran edebiyatından alınmıştır. Bu mesnevîlerin yazılışıyla ilgili şair, eserlerinde “Türkçe söylemek” ve “Türkî dil ile yazmak” gibi tabirleri
kullanmaktadır. Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsinde de Abdî, bu eserin ilk olarak Selmân’ın
yazdığını, fakat kendisinin Türkçe söylediğini belirtir. Hacû-yı Kirmânî’den bir tercüme olduğu söylenen27 Nüzhet-nâme (Gül ü Nevruz, H.985/M. 1577) adlı mesnevîsini
Abdî, IV. Murat’ın emri üzerine Türkçe (“Türkî dil ile”) yazdığını belirtir. Nitekim,
Adnan İnce Abdî’nin Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsini Selman-ı Saveci’den “telif niteliğinde tercüme” olarak değerlendirmektedir.28
27 Kocatürk 1970: 362-363.
28 A. İnce, “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîleri”, FÜ dergisi 1989, 3(2): 109-139.
199
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Heft Peyker mesnevîsinin Hatime bölümünde Abdî, Nizamî-i Gencevî’den söz
eder. Bu kitabı onun yazdığını, kendi eserini onun “hazinesinden” derleyip bir “tac”
yaptığını söyler. Burada şair alçakgönüllülüğün bir belirtisi olarak kendisinin “şeyh”
hazinesinden ancak bir karınca misali gücünün yettiğini alabildiğini ifade etmektedir:
Gencevì gencin eyleyüp tÀrÀc
Zer ü sìminden eyledüm bir tÀc
Òırmen-i şeyòe dÀne-çìn oldum
Mÿrveş úÀdir olduàum aldum
Abdî, bu eserin Nizamî’nin yazdığını, kendisinin “şeyh”e layık olamayacağını belirterek eserinde onu mümkün oldukça “taúrìr” ettiğini söyler ve bu eseri yazmasında
kendisine feyz veren Nizamî’yi rahmetle anar. Şair, bu arada Nizamî’den “şeyh” ,
“Gencevî” ve “sultan” olarak söz etmektedir:
Mürşid-i sÀlikÀn-ı rÀh-ı ÒudÀ
HÀdi-i güm-rehÀn-ı arø u semÀ
Şeyò-i èÀlì-cenÀb u úuùb-ı cihÀn
Úadve-i evliyÀ-yı kevn ü mekÀn
İtdi tedvìn bu kitÀb[ı] hemìn
Dür-i şehvÀrı èıúd idüp çendìn
Cemè idüp bir araya zehr ü nikÀt
Eyleyüp virmiş aña çoú óarekÀt
Rìze-çìn olup óaúìr u naúìr
Mümkün olduúca eyledüm taúrìr
Bende sulùÀna olımaz pey-rev29
Mihr olur mı hìc sehÀya girev
FÀtióa ola rÿóına bizden
Feyødür bu óaúìre nÿr viren
Bu beyitlerde de görüldüğü gibi, Abdî, Nizamî’nin eserini “takrir” ettiğini
söylüyor.“Takrir” kelimesinin sözlükte “yerleştirme, yerini tayin etme; sağlamlaştırma, sabit ve muhkem etme” gibi manaları yanında “ağızdan beyan ve ifâde etme,
anlatma, uzun uzadıya tarif etme; bir işi resmen ve tahriren beyân etme” anlamı da
verilmektedir.30 Bazı Osmanlı sözlüklerinde bu kelime, “nakl” kelimesinin tanımlamasında kullanılmaktadır.31
Devamındaki beyitlerde de Abdî kendi eserini bir güzele benzeterek “Fars elbisesini çıkarıp Türk elbisesini” giydirdiğini söyler:
200
29 Olmaz “olımaz” şeklinde harekelenmiş.
30 Ş.Sami, Kâmus-ı Türkî.
31 Eski edebiyatta “terceme” kavramı üzerine yapılan bir doktora çalışmasında, eski edebiyattaki “terceme” olan eserlerinin çeşitleri üzerinde ayrıntılı örnekleriyle durulmakta. Bunlar arasında “nakl” olarak
tanımlanan eserlere de yer verilmektedir. (Nakl (convey)= “dönüştürmek” demektir.)(C.Demircioğlu,
From Discourse to Practice: Re-thinking “Translation” (Terceme) and Related Practices of Text Production in
the Late Ottoman Literary Tradition, Yayımlamamış doktora tezi, Boğaziçi Üniv., İstanbul 2005: 143145.)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bu dil-ÀrÀ nigÀr-ı şìve-nümÀ
NÀz u şìveyle oldı şeker-òÀ
Giydi Türkì şièÀr-ı TürkÀne
èAcemì cÀmeyi atdı yÀbÀna
º
“Acemî câme”yi atıp “Şiâr-ı Türkî giymek”, “Türki libas giymek” tabirleri, “çeviri”
olan eserlerde karşılaşılan ifadelerdir. (Demircioğlu 2005: )
Yukarıda da belirtildiği gibi, Abdî, Nizamî’den Heft Peyker mesnevîsini genişleterek tercüme etmiştir.
Nizamî’nin eseri 5600 beyit, Abdî eserini 1291 beyitlik bir farkla 6891 beyit olarak
yazmıstır. Şair bazen bir beyti iki beyitle çevirmiş, bazen de çevirdiği bir beyte kendinden de birkaç beyit eklemiştir. Bu genişletmeye esere şairin şahsiyetini ilave etmek
istemesi de etki yaptığı düşünülebilir. Mesela, Behram’ın Havernak köşkündeki kapalı
odada resimlerini gördüğü güzellerin anlatıldığı bölümde Nizami’deki her güzelle ilgili beyti, Abdi ayrıca iki beyit daha ekleyerek çevirmektedir. Nizamî’nin güzellerin
sadece hangi ülkenin prensesi, hangi kralın kızı olduğu ve adı verilmektedir. Abdi,
güzellerin saç, göz, kaş, dudak,diş gibi güzellik unsurlarıyla klasik benzetmeler de
yaparak bir- iki beyit daha ekler:
Nizamî:
ÂUì „—u§ bM£ È«— dוœ
ÂULÔ ˆU¦ “ d׏u• dJšÄ
Abdî:
Duòter-i şÀh-ı Hind Fÿrek-nÀm
MÀh-peyker durur u òÿb-endÀm
Lebi yÀúÿt u dişleri dürdür
Gözi şehlÀ vü ãaçı sünbüldür
Zülfi Zengì vü òÀlıdur Hindÿ
áamzesi tìr ü çeşmidür cÀdÿ 1175
Güzellerin tasvirlerinde yapılan bu benzetmeleri içeren beyitlerde bazen benzer,
hatta tekrarlanan dizeler de görülmektedir:
NÀm óÀúÀn úızına YaàmÀ-nÀz
NÀzla itmişdi èÀleme pervÀz
Rÿyınuñ mübtelÀsı mihrle mÀh
Rÿz-ı èuşşÀú mÿyıyla siyÀh
PÀdişÀh-ı Òvorezm duòtı biri
NÀzla nÀmın[ı] itdi NÀz-perì
Nazenìn idi ol perì-peyker
Lebleri mübtelÀsı şìr ü şeker
201
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
Úaddi bÀlÀ miyÀnıdur bÀrìk
Rÿz-ı èuşşÀúı zülf ider tÀrìk 1180
Heft Peyker mesnevîsinin önemli kısmını oluşturan yedi hikaye iki eserde de aynıdır. Eserdeki yedi güzelin adları Nizamî’ninkiyle aynıdır. Abdî, eserdeki bazı şahıs
adlarının telaffuzunda Nizamî’den ayrılmıştır: Nizamî’deki “Yezdgird Abdî’de “Yezdecird” olarak harekelenmiştir. Bu küçük ayrılık eserdeki diğer Farsça kelimelerde de
görülmektedir: Nizamî’de “künbed” Abdî’de “künbeõ” şeklinde; Farsça gün adlarının
“şenbe” kısmı Abdî’de “şenbih” olarak telaffuz edilmektedir.
Abdî de, genellikle bu tür tercümelerde oldugu gibi, eserini aynen tercüme etmekle beraber bazı bölümleri almayarak veya Nizamî’de olmayan bölümleri eklemekle eserine farklılık vermekistemistir. Bunun yanında Abdî,Nizamî’nin Heft Peyker
mesnevîsinin konusunu Türk diline çevirirken hikayedeki olayları oldugu gibi aktarmıstır.Heft Peyker’de yer alan yedi hikaye de Abdî’de aynıdır.
Orijinaldeki manayı korumak, beyitlerin manasını olduğu gibi vermek, Abdi tercümesinin özelliklerinden biridir. Abdî, bazı beyitleri Nizamî’den aynen çevirmiştir;
bazı beyitlerde kelimeleri eşanlamlılarıyla değiştirerek çevirmiş; bazen beyitlerdeki
bazı Farsça kelimelerin yerine yine Farsçadaki eşanlamlısını kullanarak, bazen de bu
kelimelerin Arapça eşanlamlısı olan kelimeleri kullanarak aktarmıştır.
Eserinde sekilce yaptıgı degisiklik bölüm baslıklarında ve bazı bölümlerin baslangıc ve bitis kısımlarında görülmektedir. Abdî, Nizamî’den aynen çevirdigi mesnevînin
giris kısmında bazı bölümlerin sırasını degistirmis, bazı kısa bölümler ilave etmistir.
Hikaye kısmında ise bazı bölümleri tek baslık altında birlestirmistir. Abdî’nin Heft
Peyker’inde bölüm baslıkları manzumdur.
Abdî tercümesinin en önemli yönlerinden biri, Nizamî’nin eserindeki hikmetli
sözlerin, nasihatlerin, didaktik konulardaki söyleyislerin aynen korunmaya calısılmasıdır. Deyim, atasözü aynen çevrilmistir. Tercüme sırasında Farsça deyim ve tabirleri,
atasözlerini bazen sadece fiilini Türkçelestirerek Farsça olarak siire aldıgı, bazen de
Farsça kelimelerin esanlamlısını kullanarak çevirdigi görülmüstür. Nizamî’nin Heft
Peyker’inde geçen Arapça unsurlar (ayet ve hadislerden iktibaslar, atasözü ve veciz
sözler) aynen kullanılmıstır.
Sonuç olarak, Abdi’nin Heft Peyker mesnevisi, yazıldıgı tarih, sunuldugu kisi, dil
ve üslup bakımından Abdî’nin bugün bilinen diğer üç mesnevisi ile (Niyâz-nâme-i
Sa’d u Humâ, Cemsîd u Hursîd ve Nüzhet-nâme) bütünlük göstermektedir.
Abdî’nin Heft Peyker’i Nizamî’den genisletilerek yapılmıs bir tercümedir. Aynı
zamanda eser şairin diğer esereleri arasında en hacimlisidir. Abdî’nin bu Heft Peyker tercümesi, Türk edebiyatında Nizamî’den yapılan Heft Peyker çevirileri halkasını
genisletmektedir. Eser bugün bilinen Türkçe Heft Peyker mesnevileri arasında
Nizami’den genişletilerek yapılan bir tercüme olarak yerini almaktadır.
202
Abdi, konu ve muhteva, olayların anlatım sırası ve şekil bakımından tümüyle
Nizami’nin Heft Peykerine bağlı kalmıştır. Bununla beraber tercüme sırasında kul-
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
landığı farklı kelimelerle, yaptığı eklemelerle esere kendi şairliğini de yansıtmak istemiştir.
Abdi’nin bu Heft Peyker mesnevisi, içerdiği çok sayıdaki deyim ve atasözleri bakımından da zengin malzeme sergilemektedir.
KAYNAKLAR
AKALIN, Nazir (1998), “Nizamî-i Gencevî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri” , Bilig,
Sayı: 7, s. 67-91.
ALTUNMERAL, Mehmet (2011), “Abdî’nin Gül ü Nevrûzunda Mûsikî Terimleri”, CBÜ Sosyal
Bilimler dergisi, C: 9, Sayı: 2, Ekim 2011, Prof. Dr. Mahmut Kaplan Armağan Sayısı.
ATEŞ, Ahmet (1944), “Behrâm-ı Gûr”, İA, c. II, İst., s. 453-454.
AYAN, Gönül (1994), “Lâmi’î Çelebî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği ve Eserleri”, SÜ Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 1, Kasım, Konya, s. 43-66.
BAŞARAN, Orhan (2002), “Osmanlı Tarihçisi İdris-i Bitlisî’nin Ünlü Türk Şairi Nizamî’ye Bir
naziresi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 20, S. 107-125.
DEMİREL, Şener (1995), Behiştî Heft Peyker (Metin-İnceleme), yayımlanmamış yük. l. tezi, Elazığ.
GÜZELOVA, Hanzade (2006), “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”,
bilig, Sayı: 38 yaz, S. 35-49.
GÜZELOVA, Hanzade (2008), Abdi’nin Heft Peyker Mesnevisi (İnceleme-Metin-Dizin), Hacettepe
Üniv. basılmamış doktora tezi, Ankara (Tez danışmanı: Prof.Dr. Tulga OCAK)
ERGÜN, Sadettin Nüzhet (1960) Türk Şairleri, c. 1, s. 189 vd.
İLAYDIN, Hikmet T. (1935), “Behrâm-ı Gûr Menkabeleri. Mir Ali Şîr Nevâyî ile Hatifî’nin
Eserleri Arasında Müşterek Bazı Hususiyetler Hakkında”, Türkiyat
Mecmuası, c.V, s. 275-290.
İNCE, Adnan ( 1986), “XVI. yy. Şairlerinden Abdî ve Eserleri”, TD Dergisi, Sayı:
410/Şubat, s. 186-192.
İNCE, Adnan (1987), “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sa‘d ü Hümâ’sı”, FÜ Dergisi (Sosyal
Bilimler), I (2), s. 155-206.
İNCE, Adnan (1989), “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîleri”, FÜ Dergisi (Sosyal Bilimler), 3
(2), s. 109-139.
İNCE, Adnan (2008), “Abdî’nin Gül ü Nevrûz Mesnevîsi”, TÜBAR-XXIII, Bahar 2008, S. 51130.
KAHRAMAN, Bahaettin (1994-95), “Heft Peyker Çevirileri ve A. Nevayî’nin Seb’a-i
Seyyâre’si”, SÜ Fen-Ed. Fak. Derg., Sayı: 9-10, s. 345-366.
KARAHAN, Abdülkadir (1972), “Lâmi’î” maddesi, İslam Ansiklopedisi, c.7, İst., s. 12.
KOCATÜK, Vasfi Mahir (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, s. 362-363.
KULOĞLU, Nazan (1989), Abdî Cemşîd ü Hurşîd, İnceleme-Metin, FÜ y.l.t., Elazığ.
KUT, Günay (1972 ), “Aşkî ve Heft Peyker Çevirisi”, TDAY-Belleten, s. 127-157.
203
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
KUT, Günay (1976), “Lâmi’î Chelebi and His Works”, Journal of Near Eastern Studies, 35, Chicago, s. 73-93.
LEVEND, A. S.( 1964), Ali Şîr Nevaî, (cilt I) Hayatı-Sanatı-Kişiliği, (cilt III) Hamse
(1967), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
LEVEND, A. S.( 1984), Türk Edebiyatı Tarihi Giriş, Ankara.
MİNORSKY, Vladimir (1958), The Chester Beatty Library: A Catalogue of the
Turkish Manuscripts and Miniatures, Dublin.
MUİN, Muhammed (1338/1919), Tahlil-i Heft Peyker, Neşriyat-ı Tehran, c. I, Tehran.
PALA, İskender (1999), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara.
TEZCAN, Nuran, “Bursalı Lâmi’i Çelebi”, Türkoloji Dergisi, c. VIII, 1979, s.305-343.
TUMAN, Nail (1961), İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Katalogu, İstanbul.
ÜNVER, İsmail (1986), “Ahmed-i Rıdvân”, Belleten, c. L, Sayı: 196 (Nisan 1986), s.
73-125, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
YILDIZ, Mesut (1992), Nizamî-i Gencevî Heft Peyker Mesnevîsi ve Türkçe Çevirisi,
AÜ y.l.t.
204
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen
Bir Hac Seyahatnamesi:
Menâzilü’l-Haremeyn
Yrd. Doç. Dr. Orhan KURTOĞLU*
S
eyahatnameler, genel olarak sanatkârların yapmış oldukları seyahatler esnasında uğradıkları yerlerde gözlemledikleri coğrafî, mimarî, etnografik, tarihi vs. hususiyetlerle ilgili olarak kaleme aldıkları eserlerdir. Bu türden
eserlerde, konu edilen yerleşim yerlerinin bahsedilen
bu hususiyetlerinin dışında, yeme içme, eğlence, ölüm,
düğün, giyim kuşam, gelenek görenek gibi maddî veya
manevî kültür unsurlarına dair son derece önemli malzemeler bulunmaktadır.
Müslümanlığın önemli şartlarından biri olan hac ibadeti için seyahatin düzenlenmesi ve gerçekleştirilmesi,
hem hacı adayı hem de devlet için ayrı bir önem taşır.
Devrin şartları gereği kafileler hâlinde gerçekleşen bu
seyahatlerle ilgili diğer Müslüman toplumların edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da birçok eser kaleme alınmıştır. “Bu eserler İstanbul’dan Mekke’ye kadar
uzanan çok geniş bir coğrafya üzerindeki önemli yerleşim birimlerinin gelişimi hakkında dolaylı fakat mühim
bilgiler verirler. Bu eserler aynı zamanda yazarlarının
mentaliteleri, inançları, eğitimleri ve dilleri hakkında da
dolaylı bilgi içerirler.” (Coşkun, 2002: 3).
Hac yolculuğuna çıkacak kimseler, bir yandan
manevî olarak kendilerini bu yolculuğa hazırlarken bir
yandan da hac ibadetini usulüne uygun şekilde ifa ede-
* Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA
[email protected]
205
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:...
bilmek için tecrübelerinden faydalanacağı kişilere başvurur, bu arada ilim adamlarından ve kitaplardan faydalanır (Öğüt, 1996: 394). Başvurulan bu kitaplar da genellikle
bu ibadetin nasıl yapılacağına dair kaleme alınmış eserler ve yolculuk sırasında karşılaşabilecekleri meseleler, uğranılacak şehirler, dinlenilecek menziller, ziyaret edilecek
mekânlar vs. hakkında yazılmış kitaplardır.
Türk edebiyatında Ahmed Fakîh tarafından yazılan Kitâbu evsâfı mesâcidi’şşerîfe’den başlamak üzere bu mukaddes yolculuğa çıkacakların işlerini kolaylaştırmak
ve yol göstermek vs. maksatlarla Sulhî, Gubârî (ö. 1566), Bahtî (17. yy), Bahrî, Hacı
Seyyid Hasan Rızâî (17. yy), Cûdî (18. yy), Kâmil (19. yy), Abdurrahman Hıbrî (ö
1658), Kadrî (17. yy), Seyyid İbrâhim Hanîf (ö. 1802), Mehmed Edîb (19. yy), Fevrî
ve Nâbî (ö. 1712) gibi pek çok sanatçı tarafından hac seyahatnameleri kaleme alınmıştır (Coşkun, 2002: 7-49).
Menderes Coşkun, Türk edebiyatında yazılmış hac seyahatnameleriyle ilgili olarak
Türkiye’de Süleymaniye, Millet, Köprülü, Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul Üniversitesi ile İngiltere’de British Library, John Rylands ve Cambridge Üniversitesi kütüphanelerinde bulunan hacla ilgili eserlerden hareketle hazırladığı çalışmasında (Coşkun,
2002), Türk edebiyatında yazılmış hacla ilgili eserleri içerik ve yazılış gayelerine göre
dört grupta toplamıştır. Bunlar:
1. Hac El Kitapları:
a. Menâzil-i Hac Adlı Hac El Kitapları
b. Menâsik-i Hac Adlı Hac El Kitapları
2. Rehber Niteliğindeki Hac Seyahatnameleri:
a. Rehber Nitelikli Manzum Hac Seyahatnameleri
b. Rehber Nitelikli Mensur Hac Seyahatnameleri
3. Hatıra veya Rapor Nitelikli Hac Seyahatnameleri
4. Edebî Hac Seyahatnameleri (Coşkun, 2002: 6-31)’dir.
MENÂZİLÜ’L-HAREMEYN:
Eserin yazarı ve adına dair seyahatname metninde herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak eserin iki nüshasının bulunduğu Millet Kütüphanesi kayıtlarında eserin
müellifinin Üsküdârî Mustafa Dede, adının da -herhâlde benzerlerinin isminden hareketle- Menâzilü’l-Haremeyn; olduğu belirtilmektedir. Biyografik kaynaklarda Üsküdarlı Mustafa Dede adıyla geçen şahısların ise böyle bir eserinden bahsedilmemektedir. Bu sebeple en azından şimdilik eserin müellifinin bilinmediğini söylemek daha
doğru olacaktır.
206
Menâzilü’l-Haremeyn’in iki nüshası bulunmaktadır. Millet Kütüphanesi Ali Emiri Tarih 851’de bulunan bu iki nüsha, aynı cilt içerisinde yer almaktadır. Her iki nüsha da
14’er varaktan oluşmaktadır. Seyahatnamenin ikinci nüshasında temmet kaydı olarak
1208/1793 tarihi bulunmaktadır. Nesih bir hatla kaleme alınan eserin cildi meşin kaplı
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
ve zencireklidir. Bu iki nüsha arasında küçük de olsa bazı farklılıklar dikkat çekmektedir1.
Menâzilü’l-Haremeyn, Coşkun’un tasnifine göre “rehber nitelikli mensur hac seyahatnameleri” arasında değerlendirilebilir. Eser, aynı düşüncelerle yazılmış diğer
rehberlere benzemekle birlikte müellif, sadece menzillerin isimlerini ve bir önceki
menzile saat olarak mesafesini belirtmekle yetinmemiş, bahse konu olan yerleşim
yerlerinin genellikle nesnel bir üslupla olmak üzere coğrafî, tarihî, mimarî, etnografik ve iktisadî bir takım özelliklerinden bahsederek ziyaret edilmesini tavsiye ettiği
mekânları da belirtmiştir.
Müellifin seyahatnamesinde belirttiği ve hac yolculuğu sırasında takip ettiği güzergâh ve menzillerle surre alaylarının takip ettiği güzergâh arasında büyük
bir paralellik görülmektedir. Benzer örneklerde olduğu gibi bu eserde de yolculuk
Üsküdar’dan başlamaktadır. Üsküdar’ın Müslümanlığın en kutsal beldelerinin de
içinde bulunduğu kıtanın ilk toprakları olması dolayısıyla burası Müslüman Türkler
için farklı bir değer ifade etmektedir.
Müellifin Üsküdar’dan başlayıp Arafat’ta sonlanan yolculuğu sırasında uğradığı irili
ufaklı yerleşim yerleri sırasıyla şunlardır: Üsküdar, Kartal, Gegbûze (Gebze), Hersek,
İznik, Lefke, Vezirhanı, Söğüt, Eskişehir, Seyyid Battalgazi, Husrev Paşa, Bolavidin, İshaklı, Akşehir, Ilgın, Lâdik, Konya, İsmil, Karapınar, Ereğli, Ulukışla, Çiftehan, Ramazanoğlu Yaylası, Çakıt, Adana, Misis, Kurtkulağı, Payas, Belenk, Antakya, Zanbakıyye,
Şugûr, Madik, Hama, Hums, İki Kapulu, Nebek Yer, Kuteyfe, Şam, Kubbetü’l-hac,
Tarhana Hanı, Sahrâ-yı Üveyk, Muzayrıb, Sahrâ-yı Minâ, Mafrak, Ayn-ı Zerka, Yarka,
Kal’a-i katrân, Tâbût Korusu, Vâdî-i Aneze, Ma’ân, Akabebaşı, Cugayman, Eşmeler,
Sahrâ-yı Kâ’, Kal’a-i betüs, Sahâ-yı Megâyir, Haydar, Birke-i Mu’azzama, Dâru’l-hamrâ,
Medâyîn-i Sâlih, Kal’a-i Ûlâ, Bi’r-i ganem, Sahrâ-yı Matarân, Bi’r-i cedîd, Hediyye Eşmesi, Fuhleteyn, Vâdî’ü’l-Kurâ, Medîne-i Münevvere, Bi’r-i ‘Alî, Kubûr-ı Şühedâ, Cedîde,
Bedr-i Huneyn, Kâ’-ı kebîr Meymûn Ovası, Râbi’a Eşmesi, Kadîde, Bi’r-i Isfân, Vâdî-i
Fâtıma, Mekke-i Mükerreme, Minâ, Müzdelife, Cebel-i Arafât.
Müellif, eserinde bir önceki konağa uzaklığını saat olarak belirterek başladığı ve
kimi zaman orada kaç gün kalınacağını söyleyerek bitirdiği yerleşim yerleriyle ilgili
anlatımlarında, muhtasar da olsa coğrafya, iklim, nüfus, ziyaret edilmesi gereken yerler ve ekonomik durum ile bu yerleşim yerlerinde yetiştirilen veya imal edilen ürünler
hakkında bugün bile önemli kabul edilebilecek bir takım bilgiler de vermektedir.
COĞRAFÎ ÖZELLİKLER:
Eserde coğrafî durumla ilgili olarak, öncelikle bahsedilen yerin hangi ölçekte bir yerleşim yeri olduğu, varsa başka isimleri, yollarının durumu, havası ve suyunun özellikleri ile bilhassa su kaynaklarının durumu hakkında değerlendirmeler yapılmıştır:
ÜsküdÀr: Áb u hevÀsı òoş cümleniñ maèlÿmudur. Úartal: Áb u hevÀsı laùìf sÀóil-i
1
Eserin tenkitli metnindeki A kısaltması Millet Kütüphanesi Ali Emiri Tarih 851’de bulunan eserin
1b-14b; B kısaltması ise aynı eserin 17b-31a varakları arasında yer alan nüshalarını ifade etmektedir.
207
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:...
baórdir. CÀmiè öñünde úuyusı vardır. äuyu òafìfdir. Hersek: Bir küçük úaãabadır.
İzniú: Aôìm gölü vardır. TaròÀna: Yolu düz lÀkin àÀyet ùaşlıúdır. (…) Bir ismi daòi
äanemeyn dirler. Madìú: Áb-ı hevÀsı óarÀret üzredir äu kenÀrıdır ùaà dibinde úalèası
var. äaórÀ-yı MaùarÀn: Ilàınlıú taèbìr olunur. Bir ùarafı orman ve bir ùarafı ùaàdır. Úalèa-i
betüs: èÁãì Óurması daòi dirler. Bir küçük úalèadır. Cebel gibi aàaçlar vardır. äaóÀ-yı
MeàÀyir: Dere içinde bir úalèadır. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Úalèa içinde bir ãaórÀ-yı
èaôìmedir. (…)KÿhistÀna beñzer baèø aàaçlar vardır. Ve bir birkesi vardır. Ùatlı ãuyu
vardır. (…) AmmÀ bir miúdÀr hevÀsı åaúìldir.
MİMARÎ YAPILAR:
Yolculuk sırasında konaklanılan yerlerdeki başta camiler olmak üzere han, hamam,
tekke, medrese, imaret, misafirhane, köprü, su dolabı ve birke gibi mimarî yapılardan
bahseden müellif çoğu zaman bu yapıların bânîlerinin ismini de belirtirken kimi yapılarla ilgili canlı tasvirler de yapmaktadır:
Gegbÿze: İki cÀmiè vardır. Birin fÀtió-i vilÀyet áÀzì Oròan binÀ itmişdir ve birin
Çoban MuãùafÀ Paşa binÀ itmişdir. Tekye ve medrese ve müsÀfüròÀne ve muèaôôam
èimÀreti vardır ve yÀúÿt òaùùıyla bir muãóaf-ı şerìf vardır. Hersek: Hersek Meóemmed
Paşa’nıñ cumèası úılınır bir cÀmiè[i] vardır. Vezìr Òanı: ÓammÀmı vardır. Meróÿm
Köprülü Meóemmed Paşa binÀ itmişdir. İsóÀúlı: SulùÀn èAlÀèu’d-dìn binÀsı bir òan
vardır. EånÀé-i ùarìúde dört yüz úırú üç adım bir köprüsü vardır. Bolavidin köprüsü
dirler. Úarapıñar: SulùÀn SüleymÀn iki menÀreli laùìf bir cÀmìè-i şerìf binÀ itmişdir.
Ulu Úışlaú: Öküz Meóemmed Paşa bir muèaôôam vÀcibü’s-seyr bir òan binÀ itmişdir. Adana: İki úapulu bir muèaôôam küprüsü vardır bir muèaôôam dÿlabla şehre ãu
çıúar. Ve RamaøÀnoàlu’nuñ vÀcibü’s-seyr kÀşìyle maãnÿè bir cÀmièi vardır. Úuùeyfe:
SinÀn Paşa’nıñ mükellef muèaôôam cÀmiè ve óammÀm ve òanı ve èimÀreti var. Birke-i
Muèaôôama: Öñünde birkesi vardır. Yaàmur ãuyundan cemè olur imiş. Üç dört gün
kifÀyet miúdÀrı ãu Óaydar’dan getirirler.
ZİYARET EDİLEBİLECEK MEKÂNLAR:
Kutsal bir maksatla ile çıkılan bu seyahat sürsince güzergâhlarında bulunan din, tasavvuf ve devlet büyüklerinin mezar ve makamlarının bulunduğu yerleri belirterek
benzer bir yolculuğa çıkacaklar tarafından ziyaret edilmesini de tavsiye etmektedir:
208
ÜsküdÀr: AãóÀb-ı kirÀm-ı õevi’l-iótirÀmdan Ebu’d-DerdÀ óaøretleri ve Úaraca
Aómed SulùÀn ve HüdÀyì Maómÿd Efendi ve SelÀmì èAlì Efendi ve Naãÿóì Efendi
ve sÀéir müteèÀref olan maóaller ziyÀret oluna. Gegbÿze: ÒvÀce Faølu’llÀh Paşa ve
Òalvetiyye’den Şeyò İlyÀs Efendi anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. İzniú: EşrefzÀde
Efendi óaøretleri anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Aú şehr: ÒvÀce Naãru’d-dìn meróÿm
anda medfÿndur. Úonya: Óaøret-i MevlÀnÀ Kuddise sırruhÿ anda medfÿnlardır. ŞÀm:
Cennet-meşÀm cÀmiè-i ümmiyye ve merúÀd-i YaóyÀ èAleyhi’s-selÀm ve Óaøret-i
èOåmÀn òaùùıyla iki úıùèa muãóaf-ı şerìf Óaøret-ièAlì kerrema’llÀhu vecheniñ muãóaf-ı
şerìfi andadır. Ve Óaøret-i Hÿd èAleyhi’s-selÀm cÀmiè-i şerìfiñ miórÀbı öñünde dìvÀr
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
dibinde medfÿndur deyü rivÀyet iderler. Ve Óanefì MiórÀbı öñünde bir maóal vardır. Óaøret-i Óıør èAleyhi’s-selÀm maúÀmı dirler ol maóalde òaùù-ı yÀúÿù ile bir cüzé-i
şerìf vardır. Cebel-i Uhud: Úubÿr-ı şühedÀ ve èamm-i muóterem Óaøret-i Óamza
raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanhu óaøretlerini ziyÀretleriyle bedé oluna. Cedìde: AãóÀb-ı
kirÀmdan Ebÿ èUbeyde İbnü’l-Óarå raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanh anda medfÿndur ziyÀret
oluna.
Eserde ziyaret edilmesi tavsiye edilen tarihî ve tasavvufî kişilere ait mekânlardan
Orhan Gazi’nin türbesinin Söğüt’te, Şeyh Edebalı’nın türbesinin ise Eskişehir’de bulunduğunun söylenmesi gibi bazı yanlış bilgiler de bulunmaktadır. Bu yanlışlıklar,
müellifin bu eserini hac seyahatini tamamladıktan bir müddet sonra kaleme alması
dolayısıyla bu türbelerin yerlerini yanlış hatırlamasından kaynaklanmış olmalıdır.
YETİŞTİRİLEN VEYA İMAL EDİLEN ÜRÜNLER:
Bu grupta verilen bilgilerde bahse konu olan menzilde yetiştirilen tarım ürünleri ile
imal edilen diğer ürünlerinden bahsedilerek bir nevi devrin iktisadi hayatına dair somut
veriler de ortaya koymaktadır. Bu husus için şu birkaç menzille ilgili değerlendirme
örnek olarak verilebilir:
Vezìr Òanı: Óarìr olur. Sögüt: NÀzük üzüm ùurşusu ve laùìf ayva olur. Bilecik úarìb
olmaàla úadìfe yasduú getirip ãatarlar. Eski şehr: AhÀlìsi ekåerì lüle yaparlar. Maóalle
ãomunu dirler àayet bişkin etmeği olur. Òusrev Paşa: AhÀlìsi kilim işlerler. Bolavidin: AhÀlìsi kilim işler. Der-bend olup ùaà olmaàla odun mübÀódır. Aú şehr: Mükellef
òanları laùìf úaymaàı vardır. Ucuzluúdur. Úarapıñar: ÓammÀmı vardır. AhÀlìsi ekåer
cevreb işlerler. Çifte Òan: Ve Şeker Pıñarı ol ùarìkdedir ılıcası vardır. BeyÀø aèla gömec
balı olur. Anùaúiyye: BÀà bÀàçe mìve taèbìre ãıàmaz. Şuàÿr: Laùìf üzüm ve óarìr olur.
Lâdik: Süd yoàurt ve àÀyet laùìf ruàan-ı sÀde bulunur. Úonya: Mìvesi çoúdur, óalvası
meşhÿrdur. Her şey bulunur. Úalèa-i úatrÀn: Paşa için otlaú ve ãaman cemè iderler.
MaèÀn: Òalìlü’r-RaómÀn karìb olmaàla her şey bulunur. Mìveniñ envÀèı mevcÿd
èaôìm ordu bÀzÀr olur. Cuàayman: KerbelÀ çölü dirler ki iki sÀèat yerden deryÀ gibi
görünür. äu ôann idersin lÀkin aña şerÀb dirler. MeékÿlÀt [u] meşrÿbÀta müteèallıú
úaùèÀ bir şey bulunmaz. äu ve arpa bulunur. Úalèa-i betüs: Cebel gibi aàaçlar vardır.
EùrÀfdan úoyun úuzu gelür ve úarbÿz bulunur.
DİĞER BİLGİ VE DEĞERLENDİRMELER:
Müellif, yukarıda bahsetmiş olduklarımızın dışında, bahse konu olan menzil/konakla ilgili olarak başka değerlendirmeler de yapmıştır. Bu değerlendirmelerde bilhassa
Anadolu’nun güneyinden itibaren “su” ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Bu konaklarda su bulunup bulunmadığından tutun mevcut suyun niteliğine varıncaya değin
çoğu öznel bir takım değerlendirmeler yapmıştır.
Òusrev Paşa: Bir òarÀb yerdir. Suyu daòi úalìldir. Ulu Úışlaú: Ve lÀkin ãuyu azdır.
İki Úapulu: Bir şey bulunmaz. äuyu daòi àÀyet alçaúdır. Úuùeyfe: áÀyet óafìf ãuyu
vardır. Beèalbek’den gelir imiş. ŞÀm yaúın olmaàla her şey mebõÿldür. äaórÀ-yı MinÀ:
209
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:...
ÚaùèÀ bir şey bulunmaz. ÓattÀ ãu daòi yoúdur. Úalèa-i úatrÀn: äuyu yaàmur ãuyudur.
Aúabebaşı: ÚatèÀ bir şey bulunmaz ãuyu yoúdur. MaèèÀndan ve Úalèa-i ÚaùrÀn’dan
belki èayn-ı Zırka’dan daòi iótiyÀùen ãu getirirler. Cuàayman: MeékÿlÀt [u] meşrÿbÀta
müteèallıú úaùèÀ bir şey bulunmaz äu ve arpa bulunur. Eşmeler: äu úalèa içinden gelir.
Ve baèø yerleri eşerler ãu çıúar lÀkin óayvÀn daòi ikrÀhen içer. İçilmesi mümkin degildir. äaórÀ-yı ÚÀè: ÚaùèÀ ãu yoúdur. Bir àayri şey daòi aãlÀ bulunmaz. Hediyye Eşmesi:
Bir şey bulunmaz ÓuccÀc úonduúda úuyular úazarlar sekizyüz belki biñe yaúın. äular
çıúar lÀkin kerìh rÀyióası olmaàla içilmek mümkin degüldür. ÓayvÀn daòi ikrÀhen
içer. Fuòleteyn: Yedi úuyu vardır. Ve ãuları Àb-ı zülÀle beñzer hevÀsı laùìfdir. Úubÿr-ı
ŞühedÀ: ZiyÀreti müsteóab olan maóallerdir. Bu úonaúda daòi ãu bulunmaz.
Su ile ilgili olanların dışında, yapılan bu türden değerlendirmeler arasında buralarda yaşayan insanlar ve onların etnik kimlikleri, kişilikleri gibi özellikleriyle ilgili
olanlar da vardır:
Ilàın: maøbÿù úaãabadır. İsmil: AhÀlìsi óuccÀcı iki sÀèat maóallinden úarşularlar
äuyu úuyu ãuyudur. Úarapıñar: Muúaddimen taót-ı èAlÀèu’d-dìn anda imiş. Eregli:
AhÀlìsiniñ ekåeri sÀdÀt-ı kirÀmdır. Belenk: áÀyet nÀzük etmek bişirirler. Zanbaúıyye:
AhÀlìsinin ekåeri Türk’dür. TaròÀna: TaròÀna çorbası bişirüpvaranlara iùèÀm iderler.
Biér-i èAlì: Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem anda namÀz úılmışdır.
Kısa cümlelerle sade bir anlatımın tercih edildiği eserin metni aşağıdadır:
[A1b, B17b]
Bİ’SMİ’LLÁHİ’R-RAÓMÁNİ’R-RAÓÍM
r¼UF¼« d•¬ v¼« rÒ*Ž Ë ë¾1# Ë ë¼« v* Ë bÒL1¦ ëI*• dš• v* ë*¼« vÒ*# Ë r*F² r¼ U¦ Èc¼« ë*¼
bL1¼«Ë r*I¼U rÒ* Èc¼« ë*¼« rŽ
ÜsküdÀr: Áb u hevÀsı òoş cümleniñ maèlÿmudur. AãóÀb-ı kirÀm-ı õevi’l-iótirÀmdan
Ebu’d-DerdÀ óaøretleri ve Úaraca Aómed SulùÀn ve HüdÀyì Maómÿd Efendi ve SelÀmì
èAlì Efendi ve Naãÿóì Efendi ve sÀéir müteèÀref olan maóaller ziyÀret oluna. Úartal 4
sÀèat: Áb u hevÀsı laùìf sÀóil-i baórdir. CÀmiè öñünde úuyusı vardır. äuyu òafìfdir.
Gegbÿze 5 sÀèat: Úaãabadır. Aãlı Geyik Yazı imiş. İki cÀmiè vardır. Birin fÀtió-i vilÀyet
áÀzì Oròan [A2a] binÀ itmişdir [B18a] ve birin Çoban MuãùafÀ Paşa binÀ itmişdir.
Tekye ve medrese ve müsÀfüròÀne ve muèaôôam èimÀreti vardır ve yÀúÿt òaùùıyla bir
muãóaf-ı şerìf vardır. ÒvÀce Faølu’llÀh Paşa ve Òalvetiyye’den Şeyò İlyÀs Efendi anda
medfÿndur. ZiyÀret oluna. Hersek 3 sÀèat: Bir küçük úaãabadır. Hersek Meóemmed
Paşa’nıñ cumèası úılınır bir cÀmiè[i] vardır. Derbende úonulmayıp ùoàru varılır. İzniú
12 sÀèat: Aôìm gölü vardır. EşrefzÀde Efendi óaøretleri2 anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Lefke 42 sÀèat: Yolu ãarbdır. Aúarãuyu vardır ve óarìr olur. Vezìr Òanı 5 sÀèat:
Aúarsuyu3 ve óammÀmı vardır. Meróÿm Köprülü Meóemmed Paşa binÀ itmişdir ve
210
2
3
óaøretleri -A
Aúarsuyu: aúarãuyu vardır B
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
óarìr olur. Sögüt 9 sÀèat: NÀzük [B18b] üzüm ùurşusu ve laùìf ayva olur. Bilecik úarìb
olmaàla úadìfe yasduú getirip ãatarlar. Eyü òaùb(?) mebõÿldür. [A2b] Ve áÀzì Oròan
anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Eski şehr 9 sÀèat: Ál-i èOåmÀn’ıñ cedd-i mÀderleri
Şeyò Ede Balı anda medfÿndur. èAzìm mÀé-i cÀrì ve ılıcalar vardır. Çoban MusùafÀ
Paşa’nıñ anda mükellef cÀmiè[i] vardır. Maóalle ãomunu dirler àayet bişkin etmegi
olur. AhÀlìsi ekåerì lüle yaparlar. İúamet-i yevm: Seyyid BaùùÀl áÀzì 9 sÀèat: Seyyid
áÀzì ile ùaş uran úız bir türbe içindedir Miòal Oàulları ùaşrada bir türbededir. Ve çoban
(…)4 yanında bir türbededir. SulùÀn èAlÀèu’d-dìn’iñ vÀlidesi yuúaruda zìr ü zemìnde
bir türbede ol [B19a] maóalliñ bÀnìsidir. Odun úıymetlidir. Òusrev Paşa 8 sÀèat: Bir
òarÀb yerdir. Suyu daòi úalìldir. AhÀlìsi kilim işlerler. Bolavidin 13 sÀèat: Bir úaãabadır.
Yolu àayet maòÿfdur. İn öñü taèbìr olunur maóalden geçilir. Ve ahÀlìsi [A3a] kilim işler
ve beyne’ù-ùarìú Bayat namında bir úarye vardır. Der-bend olup ùaà olmaàla odun
mübÀódır. İsóÀúlı 7 sÀèat: èAzìm bÀàçeleri ve aúarsuyu vardır Mìvesi çoú laùìf yerdir.
SulùÀn èAlÀèu’d-dìn binÀsı bir òan vardır. EånÀé-i ùarìúde dört yüz úırú üç adım bir
köprüsü vardır5. Bolavidin Köprüsü dirler. Aú şehr 5 sÀèat: Mükellef òanları laùìf
úaymaàı vardır. Ucuzluúdur ve ÒvÀce Naãru’d-dìn meróÿm anda medfÿndur. [B19b]
ZiyÀret oluna. Ilàın 9 sÀèat: Yaz günleri hevÀsı aàırdır. Ve akarsuyu ve ùaşrasında ılıcaları vardır ve MusùafÀ Paşa’nıñ anda daòi bir nÀzük cÀmièi vardır. Maøbÿù úaãabadır.
Lâdik 10 sÀèat: Bir èazìm úaryedir. Aúar suyu ve óammÀmı vardır. Süd yoàurt ve àÀyet
laùìf ruàan-ı sÀde bulunur. Úonya 8 sÀèat: Muèaôôam úalèası vardır. [A3b] VÀlide Òanı
dirler bir òan vardır. Ve óaøret-i MevlÀnÀ kuddise sırruhÿ anda medfÿnlardır6. Ve türbesi úurbinde SulùÀn Meóemmed CÀmièine müşÀbih bir cÀmiè-i şerìf vardır. Mìvesi
çoúdur, óalvası meşhÿrdur. Her şey bulunur. İúamet-i yevm: 1. İsmil 12 sÀèat: Bir
èazìm úaryedir. AhÀlìsi óuccÀcı iki sÀèat maóallinden7 úarşularlar. äuyu úuyu ãuyudur.
[B23a] Yaz günü hevÀsı åaúìl olur. ŞitÀda odun bulunmaz. Úarapıñar 10 sÀèat: Bir
èazìm úaryedir SulùÀn SüleymÀn iki menÀreli laùìf bir cÀmìè-i şerìf binÀ itmişdir.
ÓammÀmı vardır. AhÀlìsi ekåer cevreb8 işlerler ve muúaddimen taót-ı èAlÀèu’d-dìn
anda imiş. Moñla HünkÀr Úonya’ya gelince. Eregli 12 sÀèat: áÀyet laùìf yerdir. BÀà u
bÀàçesi çoúdur. Áb-ı revÀn u hevÀsı laùìf mìvesi mebõÿldür. AhÀlìsiniñ ekåeri sÀdÀt-ı
kirÀmdır. İúÀmet-i yevm: 1. Ulu Úışlaú 10 sÀèat: Bir úaryedir. Öküz Meóemmed Paşa
bir muèaôôam [A4a] vÀcibü’s-seyr bir òan binÀ itmişdir. Ve lÀkin ãuyu azdır. Çifte
Òan’a varınca yol àÀyet sarpdır. Çifte Òan 8 sÀèat: Ùaà içidir. èAzìm ãular var. ÓattÀ
bir ãudan úırú defèa geçilir. Ve Şeker Pıñarı ol ùarìkdedir ılıcası [B20b) vardır. BeyÀø
aèla gömec balı olur, mìve bulunur úış günü. RamaøÀnoàlu Yaylası 7 sÀèat: Ùaàdır. İki
ùarìúiñ yolları àÀyet ãarpdır. Laùìf ãular vardır. Ve hevÀdÀr nÀzük maóaldir. Çaúıd 13
sÀèat: Öñünde èazìm ãular aúar iki defèa geçilir. Ve yolları iniş yoúuşdur. Adana 10
4
5
6
7
8
Okunamadı
EånÀé-i ùarìúde dört yüz úırú üç adım bir köprüsü: bir cisri B
medfÿnlardır: medfÿndur A
maóallinden: maóalden A.
cevreb: çorap B.
211
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:...
sÀèat: Laùìf bÀà u bÀàçeleri var Seyóÿn önünden aúar iki úapulu bir muèaôôam küprüsü vardır. BÀc-dÀr oturur ve bir muèaôôam dÿlabla şehre ãu çıúar. Ve RamaøÀnoàlu’nuñ
vÀcibü’s-seyr kÀşìyle maãnÿè bir cÀmièi vardır. Yaz günü hevÀsı àÀyet åaúìldir. Úış günü
balçıàı çoúdur. Misis 7 sÀèat: Bir karyedir. [A4b] ÓammÀmı ve bir muèaôôam cÀmièi
vardır. Ceyóÿn önünden aúar yolu èaúabe gibidir. Yaz günü hevÀsı åaúìldir. Bir cisri
var. Cisrin öte başında bir òarÀb [B21a] maóalli vardır. Muúaddimen medrese imiş.
Yediler anda óÀøır olur diyü meşhÿrdur. El-uhdetü èale’r-rÀvì. Úurd Kulaàı 7 sÀèat: Bir
palanúa gibi maóaldir. İçinde cÀmiè ve òan var ve bir úaç èaded ufaú temur ùopları var,
yaz günleri úonulmayıp minúÀrı cisrine úonarlar. Payas 9 sÀèat: SÀóil-i baórdir. Aúar
suyu var, hevÀdÀr yerdir. Nazük úaãabadır. Ve sehldir. BÀà bÀàçeleri var. İbrÀhìm
Òan’ıñ vaúfı bir muèaôôam òan ve cÀmiè ve óammÀmı vardır. VÀcibü’s-seyrdir. Yaz
günü úonulmayıp òayme ile úonarlar hevÀdÀr yerdir. Belenk 7 sÀèat: NÀzük úaãabadır.9
äuları çoú laùìf yerdir. SulùÀn SüleymÀn’ıñ cÀmièi ve óammÀmı [A5a] vardır. áÀyet
nÀzük etmek bişirirler. Yolu èaúabedir. Derbend ve deryÀ kenÀrından geçer äaúal
Ùutan didikleri maóal vardur. Maòÿfdur. Anùaúiyye [21b] 9 sÀèat: áÀyet büyük
úalèadır.10 Şenligi bir ùarafdadur. BÀà bÀàçe mìve taèbìre ãıàmaz èÁãì ãu öñünden aúar.
Óaøret-i Şemèÿñ ve Óabìb-i NeccÀr cÀmiè içinde zìr-i zemìnde medfÿndur. ZiyÀret
oluna. Yolu èaúabe gibidir. Zanbaúıyye 11 sÀèat: èÁãì ãuyu11 öñünden aúar eùrÀfı
zeytunluúdur. Laùìf incir ve sÀéir mìve olur. İki òanı vardır. AhÀlìsinin ekåeri Türk’dür.12
Şuàÿr 7 sÀèat: NÀzük úaãabadır. èÁãì ãuyu13 öñünden aúar bÀà bÀàçeleri büyük14 ve
laùìf üzüm ve óarìr olur. Köprülü meróÿmuñ muèaôôam òanı var çorbası çıúar. Yolu
èaúabedir.15 Úışlarda çamur olur. Madìú 11 sÀèat: äu kenÀrıdır. Ùaà dibinde úalèası
var. [A5b] Áb [u] hevÀsı óarÀret üzredir. Óama 12 sÀèat: èÁãì ãu öñünden aúar ve
Mÿóammedì dÿlabı [B22a] andadır. Laùìf bÀà bÀàçeleri var. AèlÀ penbe ipligi olur.
Òumã 11 sÀèat: Óama ile beynlerinde bir úarye vardır. Resen úarye dirler. Òanı ve
köprüsü vardır. Ebÿ Yezìd-i BistÀmì anda medfÿndur dirler. EnbiyÀ-ı èıôÀm ve aãóÀb-ı
kirÀmdan çoú kimseler medfÿndur. SuéÀl olunup ziyÀret oluna ve úalèada Óaøret-i
èOåmÀn òaùùıyla bir Muãóaf-ı şerìf vardır. İki Úapulu 7 sÀèat: Bir palanúa gibi maóaldir.
İçinde bir òan ve bir mescid ve bir úaç evler vardır. Bir nÀzük yerdir. Bir şey bulunmaz.
äuyu daòi àÀyet alçaúdır. Nebek yer 7 sÀèat: Bir nÀzük úalèadır. Laùìf cÀmiè ve
muèaôôam òanı vardır. Úuùeyfe 8 sÀèat: áÀyet óafìf ãuyu vardır. Beèalbek’den gelir
imiş. Bir úaryedir. SinÀn Paşa’nıñ mükellef muèaôôam cÀmiè ve óammÀm ve òanı
[A6a] ve èimÀreti var. èAbdu’l-úÀdir GeylÀnì’niñ maúÀmı var. ŞÀm yaúın olmaàla her
şey mebõÿldür. [B22b] Ve ŞÀm’a iki sÀèat maóalde Telli MenìnÀ (?) dirler Vâlâ Köyü
212
9
10
11
12
13
14
15
úaãabadır: úaãaba B.
úalèadır: úalèa B.
ãuyu: ãu A.
Türk’dür: Kürt’dür A.
ãuyu: ãu A.
Büyük: èazìm B.
èaúabedir: èaúabe gibidir B.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
dirler bir yer vardır. áÀyetü’l-àÀye müferrÀó maóaldir. ŞÀm: Cennet-meşÀm cÀmiè-i
ümmiyye ve merúÀd-i YaóyÀ èAleyhi’s-selÀm ve Óaøret-i èOåmÀn òaùùıyla iki úıùèa
muãóaf-ı şerìf Óaøret-ièAlì kerrema’llÀhu vecheniñ muãóaf-ı şerìfi andadır. Ve Óaøret-i
Hÿd èAleyhi’s-selÀm cÀmiè-i şerìfiñ miórÀbı öñünde dìvÀr dibinde medfÿndur deyü
rivÀyet iderler. Ve Óanefì MiórÀbı öñünde bir maóal vardır. Óaøret-i Óıør èAleyhi’sselÀm maúÀmı dirler ol maóalde òaùù-ı yÀúÿù ile bir cüzé-i şerìf vardır ve mÀ-i cÀrì geçer
ve yine cÀmiè-i şerìf içinde bir úuyu vardır. Yaz günlerinde àÀyet ãavuú ve óafìf ãuyu
vardır. Ùaşrada olan ziyÀretler Óaøret-i BilÀl-i Óabeşì [A6b] ve Óaøret-i MuèÀviye ve
ezvÀc-ı ùÀhirÀtdan ümmü’l-müéminìn Óaøret-i èAtìke [B23a] ve Zeyneb ve Ruúiyye
RıêvÀnu’llÀhi TeèÀlÀ èaleyhim ecmaèìn óaøerÀtı ve ãÀlióiyyede Şeyò Muóyi’d-dìn İbni
èArabì ve èAbdu’l-àaniyyü’l-nablÿsì èale’l-óuãÿã óadìå-i şerìf ile åÀbit Kÿh-ı Úayãun
taèbìr olunur cebel ki beyne’l-arza ve’l-bürze(?) yetmiş biñ peyàamber-i èıôÀm óaøeratı
medfÿn olduàu mütevÀtirdir. Ve maúÀm-ı åülüåe ve maúÀm-ı sebèa ve maúÀm-ı erbaèìn
taèbìr olur maóaller ziyÀret oluna. Ve sÀéir emkine-i müteberrike ve óayÀtda olan
èulemÀ vü ãuleóÀ vü meşÀyiò-i kibÀr istifsÀr olunup ziyÀretlerine ve celb-i duèÀlarına
saèy u ihtimÀm lÀzımdur. áazel-i Rÿóì:
Zìr ü bÀlÀsına bu ol òaù-ı èanber-fÀmıñ
Cennet altında ya üstünde dimişler ŞÀm’ıñ
Úubbetü’l-óac: ŞÀm’ın16 kenÀrında olmaàla ãu bentleri (?) var ve ãuffe şeklinde bir
úubbe vardır. Anda ãurre emìnine ve ãaúalara øıyÀfet olunup [A7a] bir gice [B23b]
anda meks olunup bir ãaórÀ-yı èaôìmdir. äuyu ve mescidi ve bir maùbaòı vardır.
TaròÀna Òanı 42 sÀèat: TaròÀna çorbası bişirüp varanlara iùèÀm iderler. Bir ãaórÀ-yı
èaôìmdir17. Yolu düz lÀkin àÀyet ùaşlıúdır. Yolda iki cisri vardır. Meróÿm èAbdu’llÀh
Paşa kaldırım yapdırmışdır.18 Bir ismi daòi äanemeyn dirler. äaórÀ-yı Üveyk 13 sÀèat,
Muzayrıb 7 sÀèat: Bir küçük úalèası vardır. Áb [u] hevÀsı eyüdür. EùrÀfında bÀà u
bÀàçeleri vardır. Mìvesi mebõÿldür. èAôìm ordu bÀzÀr olup her şey bulunur cümle
úuãÿr úılan tetimmÀt-ı óac anda temÀm olacaúdır. İúÀmet-i yevm: 3. äaórÀ-yı MinÀ 7
sÀèat: Bir èaôìm ãaórÀdır. úaùèÀ bir şey bulunmaz. ÓattÀ ãu daòi yoúdur. Mafraú 7
sÀèat: Bu maóalde daòi ãu yoúdur. Muzayrıb’dan getirirler. Óıfôa taèbìr olunur
merÀtib-i óuccÀca [B24a] göre her ne ki tertìb-i ãufÿf-ı tarìúatde [A7b] anda olur.
Emìrü’l-óuccÀc ehemm-i muãÀlióìni anda itmÀm iderler. èAyn-ı Zerúa 12 sÀèat: Laùìf
aúar ãuyu vardır. Yolu taşlıúdır. èAúabe taèbìr olunur. İúÀmet-i yevm: 1. Yarúa 15
sÀèat: BalÀù daòi dirler. KeõÀlik bir ãaórÀ-yı èaôìmdir. AmmÀ ãuyu yoúdur. èAyn-ı
Zerúa’dan getirirler. Úalèa-i úatrÀn 11 sÀèat: Bir küçük úalèadır. Öñünde iki birke vardır. äuyu yaàmur ãuyudur. Şenligi yoúdur. Paşa için otlaú ve ãaman cemè iderler.
áayri bir şey bulunmaz. TÀbÿt Úorusu 13 sÀèat: Berr ü yÀbÀndır. Bir dere içindedir.19
16
17
18
19
ŞÀm’ın: ŞÀm B.
ãaórÀ-yı èaôìmdir: èaôìm ãaórÀdır B.
yapdırmışdır: yapmışdır B.
içindedir: içinde B.
213
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:...
Suyu yoúdur. áazze ùarafından baèøı kerre yaàmur ãuyundan cemè olmuş ãu getirirler.
Úuds-i şerìf yaúın olmaàla èurbÀn miúdÀr-ı kifÀye zaòìre getirirler. VÀdì-i Aneze 12
sÀèat: Çöldür.20 Bir şey bulunmaz. Suyu ÚatrÀn [B24b] úalèasından getirirler. Maòÿf
maóaldir. MaèÀn 13 sÀèat: Bir küçük [A8a] úalèası vardır. Áb u hevÀsı eyüdür. Òalìlü’rRaómÀn úarìb olmaàla her şey bulunur. Mìveniñ envÀèı mevcÿd21 èaôìm ordu bÀzÀr
olur. İúÀmet-i yevm: 1. èAúabebaşı 19 sÀèat: Bir dere içindedir. ÚatèÀ bir şey bulunmaz. MaèÀndan kalkıp beş sÀèat mürÿrunda22 maóall-i meõbÿrda bir Ümm-i áaylan
aàacı dirler èArablar ana. äuyu yoúdur. MaèÀndan ve Úalèa-i ÚaùrÀn’dan belki èayn-ı
Zerúa’dan daòi iótiyÀùen ãu getirirler. Cuàayman 13 sÀèat: ÇuàÀn daòi dirler. Berr ü
yÀbÀndır. Bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. MeékÿlÀt [u] meşrÿbÀta müteèallıú úaùèÀ bir şey bulunmaz. KerbelÀ çölü dirler ki iki sÀèat yerden deryÀ gibi görünür. äu ôann idersin
lÀkin aña şerÀb dirler. Úumdur. Meróÿm èAbdu’llÀh Paşa bir úalèa [B25a] ve bir birke
daòi binÀ itmişdir. äu ve arpa bulunur. Eşmeler 10 sÀèat: Bir küçük úalèadır. Öñünde
birkesi vardır. äu úalèa içinden gelir [A8b] ve baèø yerleri eşerler ãu çıúar. LÀkin
óayvÀn daòi ikrÀhen içer. İçilmesi mümkin degildir. Otlaúdan àayri bir şey bulunmaz.
Baèø yabÀni òurma aàaçları vardır. äaórÀ-yı ÚÀè 12 sÀèat: äaàìr kazıú tutmaz daòi dirler
bir ãaórÀ-yı èaôimedir. ÚaùèÀ ãu yoúdur. Bir àayri şey daòi aãlÀ bulunmaz. Úalèa-i betüs
12 sÀèat: èÁãì Óurması daòi dirler. Bir küçük úalèadır. EùrÀfında ùaş aralarında èArab
evleri vardır. Cebel gibi aàaçlar vardır. Birkesi vardır. EùrÀfdan úoyun úuzu gelür ve
úarbuz bulunur. äaóÀ-yı MeàÀyir 13 sÀèat: Dere içinde bir úalèadır. CevÀnib-i erbaèası
ùaàdır. Úalèa içinde bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. Bir şey bulunmaz. äu daòi yokdur.
KÿhistÀna beñzer baèø aàaçlar vardır. Ve bir birkesi vardır. Ùatlı ãuyu [B25b] vardır.
Úoyun úuzu ve úarbuz vardır. AmmÀ bir miúdÀr [A9a] hevÀsı åaúìldir. Óaydar 9 sÀèat:
Dere içinde bir úalèadır. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Úalèa içinde bir úuyu vardır. Ve
taşrasında bir birkesi vardır. äuyunuñ leùÀfet ve óıffeti ŞÀm’dan bu maóalle gelince
birine úıyÀs olunmaz derÿn-ı úalèada Baba Óaydar-nÀm bir velì medfÿndur. Bir mescid-i şerìf vardır. On altı nefer úalèa úulu vardır. Ve Óaøret-i Eyyÿb èaleyhi’s-selÀm
úurdu dirler ùaş gibi bir şey anda olur. Anı teberrüken döşerler ve bir birke dahi
èAbdu’llÀh Paşa meróÿm binÀ itmişdir. Birke-i Muèaôôama 20 sÀèat: Bir èaôimü’şşÀn ova içinde bir úalèadır. Öñünde birkesi vardır. Yaàmur ãuyundan cemè olur imiş.
Üç dört gün kifÀyet miúdÀrı ãu Óaydar’dan getirirler. Birkeniñ ãuyu olduàu óÀlde daòi
yaàmur ãuyu olup üstü açıú olmaàla tìz bozulur. DÀru’l-óamrÀ 17 sÀèat: [B26a]
äaórÀdır. Pirinç ovası [A9b] ve berdü’l-èacÿz daòi dirler. Bir şey bulunmaz. äu daòi
yoúdur. Köçek Úayası dirler bir maóal vardır taúrìben MedÀyìn-i äÀlió’e üç sÀèatdir.
MedÀyìn-i äÀlió 18 sÀèat: Óaøret-i äÀlió èaleyhi’s-selÀm úavmi AllÀh TeèÀlÀ’nıñ
àaøabına irip òasf olan şehrler imiş. Pirinç ovasında şaúúu’l-èacÿz-nÀm maóalle
gelince yolları úumãal ve ùaşlıú ve èaúabedir ki vaãf olunmaz. BÀúìsi boàazlardır.
Yahÿdìler cemel-i maèhÿdı boàazlayıp ahÀlìsi òasf olan yerlerdir. Üç boàazdır. Bir şey
214
20 Çöldür: Çoúdur B.
21 mevcÿd: mevcÿdedir B.
22 mürÿrunda: mürÿrundan B.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
bulunmaz. Maòÿf yerlerdir. Úalèa-i ßlÀ 7 sÀèat: Bir èacÀéib maóaldir. Ùopraúdan
úalèası vardır içinde iki cÀmiè ve bir mescid vardır. Ve laùìf suyu var. BÀà ve bÀàçeleri
çoú, mÀé-i cÀrì var, lÀkin úalèası maòÿf olmaàla içine girmeyorlar. İúÀmet yevm: 1.
Biér-i àanem 15 sÀèat: Úuyular vardır. Meróÿm àÀzì oàlu SüleymÀn Paşa bir úalèa
[A10a] binÀ itmişdir. äaórÀ-yı MaùarÀn 18 sÀèat: Bir ãaórÀdır. Yolları [B26b] àÀyet
ãarbdır. Ve maòÿfdur. Ekåerì boàazdır. Ve ılàınlıú taèbìr olunur. Bir ùarafı orman ve bir
ùarafı ùaàdır. Ol maóalde bir úaç defèa óuccÀc-ı müslimìn zaómet çekmişlerdir. Biér-i
cedìd 20 sÀèat: VÀlide sulùÀn binÀ itmişdir. Muèaôôam úuyudur ve yanında mescid
gibi bir maóal vardır. Bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. Bir şey bulunmaz. äuya øarÿret çekilir.23
Bu maóalde eşmelere bir buçuú sÀèat maóalde zümürrüd úuyusu dirler bir yer vardır.
äuyu gelir, laùìfdir. Hediyye Eşmesi 17 sÀèat: èAvdetde cerde mülÀúì olduàu yerde bir
maóaldir. Bir ãaórÀ-yı èaôìmdir.24 Bir şey bulunmaz. İsmÀèil Paşa meróÿm bir úalèa
yapdırmışdır. ÓuccÀc úonduúda úuyular úazarlar sekizyüz belki biñe yaúın. äular
çıúar lÀkin kerìh rÀyióası olmaàla içilmek mümkin degüldür. ÓayvÀn daòi ikrÀhen
içer25. [A10b] Ol maóalde sinÀmekì olur ehl-i medìne teéåìrin ol maóalde müşÀhede
iderler. Fuòleteyn 21 sÀèat: SelÀm Úayası daòi dirler. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Yedi
úuyu vardır. Ve ãuları Àb-ı zülÀle beñzer, hevÀsı laùìfdir. Olan bu maóalle gelince ãu
òuãÿãì emr-i müşkildir. VÀdì’ü’l-úurÀ 10 sÀèat: CevÀnib-i erbaèası eyøen ùagdır. Orta
yerde bir ova gibi yerdir. äuyu yoúdur. Bir şey bulunmaz. Duòÿlü yevm-i Cumèa,
óareketi yevmü’l-eóaddir. èOåmÀn oàlu meróÿm bir úaç úuyu úazmışdır. áÀyet edebe
mürÀèÀt olunacaú yerlerdir. Medìne-i Münevvere 22 sÀèat: äalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi
ve sellem26 óarem-i şerìf-i MuãùafÀ ve ravøa-i muùahhara-i nebevì ziyÀret olunup
baèdehÿ itmÀmu’ã-ãalÀtu ve’s-selÀm ziyÀret-i şeyòeyn ve benÀt-ı Resÿlü’å-åaúaleyn ve
ezvÀcihi ve aãóÀbihü’l-kirÀm èaleyhi efêali’ã-ãalÀt ve ekmelü’s-selÀm ziyÀret oluna.
Medìne-i münevvere’de aãóÀb-ı güzìnden on biñ nüfÿs [A11a] medfÿndur diyü
menúÿldür. Òuãÿãan Peyàamberimiz ãalla’llÀhu èaleleyhi ve sellem ve şerref ve kerrem óaøretleri ióyÀnen meúÀbir-i [B27b] baúíèi (?) ziyÀret iderler imiş. Baúíèiñ feøÀéili
óaúúında eóÀdìå-i keåìre vardır. Ve lÀyıú olan Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu èaleyhi ve sellem
saèÀdetle óayÀtlarında baèø maóallere varıp namÀz úılmışlar ve baèø pıñardan abdest
almışlar ve àusl itmişler bunlar cümle emkine-i müteberrikedir. Tefaòòuã olunup ziyÀretleri lÀzımdır ve elzemdir. Cebel-i Uhud ve anda olan úubÿr-ı şühedÀ ve èamm-i
muóterem Óaøret-i Óamza raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanhu óaøretlerini ziyÀretleriyle bedé
oluna ve mescid-i ÚubÀé ziyÀret oluna. Ve mescid-i Fetó vardır. MÀ-beyne’ô-ôuhru
ve’l-èaãr varıp namÀz úılmaú sünnet ü vÀcibdir27. Nitekim Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ
èaleyhi ve sellem óaøretleri úıldı ve beş vaúti óarem-i şerìfde úılmaàa ihtimÀm lÀzımdır.
áÀyet edeb üzre óareket [A11b] olunacaú yerlerdir. ZìrÀ zaómetiñ hebÀ olduúdan
23
24
25
26
27
çekilir: çekilen yerlerde A.
Bir ãaórÀ-yı èaôìmdir: ãaórÀdır B.
ikrÀhen içer: muøırdır B.
èaleyhi ve sellem: èalÀ münevverihÀ B.
sünnet ü vÀcibdir: müsteóabdır B.
215
18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:...
ãoñra muhÀn olursun. Ecri ne gÿne ise cürmü daòi öyledir. Ve Óarem-i şerìf’de [B28a]
gicelemege saèy u himmet oluna. Eger bir gice daòi olursa aèlÀdur. Biér-i èAlì 27
sÀèat: Bir nÀzük yerdür. Úuyular vardır. Ve bir mescid vardır. Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu
teèÀlÀ èaleyhi ve sellem anda namÀz úılmışdır. Ve eùrÀfında bÀà u bÀàçeler bostÀnlar
vardır. Laùìf maóaldir. Ve müsteveffÀ maóall-i mìúÀtdır. Úubÿr-ı ŞühedÀ 13 sÀèat: ZiyÀreti müsteóab olan maóallerdir. Bu úonaúlara àÀyet-i òuøÿè u òuşÿè ve ol maóall-i
ziyÀretdir diyü niyyet oluna ve keåret-i úırÀéat ve õikr ü ãalÀt u selÀmlar vird oluna ve
bu úonaúda daòi ãu bulunmaz. Cedìde 13 sÀèat: Boàaz içinde ãuyu ve cÀmièi vardır.
BÀàçeler ve sebzevÀt ve nÀzük òurma olur. AãóÀb-ı kirÀmdan Ebÿ èUbeyde İbnü’l-Óarå
raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanh anda medfÿndur. [A12a] ZiyÀret oluna ve úurbünde äufre
dirler bir úarye vardır. Maòÿf maóaldir. Bedr-i Óuneyn 15 sÀèat: Laùìf şerìf nÀzük
maóaldir. DÀòil [B28b] olunduúda aãóÀbdan şühedÀ-yı Bedr’e selÀm virile zìrÀ
Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem ol maóalde èarìş binÀ itdiler ve yanında
bir pıñar ve bir mescid vardır. ZiyÀret oluna. äalÀt u selÀm ve õikr u tesbìó ile giceleri
ióyÀ lÀzımdır. Mıãr óuccÀcı ŞÀm óuccÀcına bu maóalde mülÀúì olurlar. èAôìm ordu
bÀzÀr olur. áÀyet laùìf òurması vardır. Ve mÀé-i cÀrì vardır. ÚÀè-ı kebìr Meymÿn ovası
13 sÀèat: Bir ãaórÀdır. äuyu yoúdur. Ve bir şey bulunmaz. RÀbièa Eşmesi 17 sÀèat: Bir
ãaórÀdır. äuyu vardır. èArablar baèø şey getirirler. Úarbuz ve otlaú ve saman gibi. Óucfe
dedikleri maóaldir. Ve cevben maóall-i iórÀmdır. Úadìde 17 sÀèat: Güzelce birke daòi
dirler. Ber-hevÀdÀr yerdir. Laùìf ãuyu vardır ve yolu ùaşlıúdır. [A12b] Biér-i èIãfÀn 21
sÀèat: Maóall-i èabÿrdur. Laùìf zülÀle beñzer ãuyu vardır. Úarbuz ve baèø [B29a] şey
bulunur. Ve şekk-i èaúabesi eånÀ-yı tarìúdedir. Maútÿl-zÀde èAlì Paşa anda medfÿndur.
Raómetu’llÀhi èaleyh. VÀdì-i FÀùıma 6 sÀèat: Bir ãaórÀdır. Laùìf ãuyu vardır. Ehl-i Mekke ve şürefÀ-yı èıôÀm gelip èaôìm alay ile óuccÀcı istiúbÀl ider. EùrÀfında baàçeler
vardır. Kadì çiçegi anda bulunur. TedÀrük oluna. Mekke-i Mükerreme 9 sÀèat: İbtidÀ
gördükde duèÀlar müstecÀbdır. Ve bir ãÀlió kimse delìl olmalıdır. áaflet olunmaya ve
lÀyıú olan oldur ki kişi èÀôim-i óacc-ı şerìf olduúda eånÀ-yı seferde leyl ü nehÀr èibÀdÀt
u ùÀèÀta iştiàÀl eyleye. Yoòsa yol meşaúúati vardır diyü tenbellik itmeye. EmÀkin-i müteberrikede evúÀt-ı icÀbeti taóarrì lÀzımdır. Vaút-i feyøde dÀéimÀ teraúúub gerek. Gicelerde òÀlì olmamalıdır. Ve gerek Medìne-i münevvere [A13a] ve gerek Mekke-i
mükerreme’de evúÀt-ı òamseyi óarem-i şerìfde cemÀèat ile úılmaàa [B29b] muótÀcdır.
Gerek ziyÀret gerek tilÀvet gerek saèy u èunre cemÀèata mÀniè olmaz ve onuñ åevÀbı
cemÀèat åevÀbına muúÀbil olmaz. Ve derÿnunda bir ferde àaøab u óased ü óıúd var ise
çıúarıp istiàfÀr idip ve fìma baèd bir kimseye buàø u èadÀvet itmemege niyyet lÀzımdır.
Òaşyetu’llÀhı derÿnundan çıúarmamalıdır. æevÀb ne úadar ise günÀh daòi öylecedir.
Saèy u ihtimÀm yeridir. ZìrÀ Àdem èömründe bir kerre vÀúıè olur. İèÀdesi müşkildir.
Bütünèömrünüñ taóãìli ancaú bu sekiz dokuz ay içinde óÀãıl olacaúdır.
216
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
«d½ô«Ë v¼ö¼«‹ U² sš¦¬ ÂöŽ¼«Ë …öB¼« ëš* bL1¦ W¦« lšL¼«Ë UM¼ dŽ² rä*¼« ëìU1¾Ž ë*¼«uIÔ«
MinÀ 2 sÀèat: Mescid-i Óanefì dirler bir cÀmiè vardır. MinÀ’da bir óacer dibinde Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem bir çÀder úurmışlar [A13b] ve óÀlÀ
èalÀmet içün ol maóalde bir úubbe vardır. Ol maóalde cÀmiè ùarafına ŞÀm óuccÀcı
úonarlar. Ve úarşı ùarafına Mısr óuccÀcı úonarlar. MÀ-beyni tarìú ü çÀrşÿ bÀzÀrdır ve
elsine-i nÀsda MinÀ BÀzÀrı meşhÿrdur. Müzdelife 2 sÀèat: Bir mescidi vardır. Faúat
ãabÀó onda vaúfeye ùururlar. Andan MinÀ’ya gidilir. Bu vaúfede óuúÿú-ı èibÀdıñ èavfını
èulemÀ yazmışdır óadìå ile. áÀyet vaút-i úalìle enìn ü bükÀ ile günÀhlarını taèdÀd iderek
teveccüh lÀzımdır. áaflet olunmaya. Cebel-i èArafÀt 2 sÀèat: Mescid-i İbrÀhìm dirler
bir mescid vardır. èArefe günü anda öyle namÀzı ile ikindi namÀzın birden edÀ iderler.
Ve Kaèbe-i mükerreme úÀêísı veyÀ müftìsi minbere çıkıp èarefe òuùbesini úırÀéat idip
baèdehÿ vaúfeye giderler lÀkin èarefe gicesi ol maóalde òÀlì olmaúdan ve uyumaúdan
óaõer ideler. Õikr ü tesbìóe meşàÿl [A14a] olup ve ãalÀt [u] [B30b] tesbìó úılalar. Ve
úaøÀ-yı fevÀéit ü nÀfile ve her ne dürlü olursa ol giceyi ióyÀ ideler. Saèy u ihtimÀm
lÀzımdır. Ol giceye dÀòil olan èömründe bir kerre vÀãıl olur, åÀnìsi yoúdur. Şedd-i raól
u itèÀb ve vücÿd u infÀú-ı mÀldan vuúÿè bulan åemere ol gice taóãìl olacaúdır. áaflet
maóalli değildir. Ve kitÀb-ı menÀsik dÀéimÀ muùÀlaèa oluna. SÀéir tafãìlÀt anda yazılıdır. Ve ol maóalde óavølar vardır ve aúar ãular vardır. Ve ordu bÀzÀr úurulur. NÀzük yeşil èasel ü zeytÿn ve sÀéir mìve vü laùìf yaà ve eşyÀ-yı sÀéire mevcÿddur. On sekiz sÀèat
öte ùarafda ÙÀéif dirler hevÀsı nÀzük müferraó bir úaãaba vardır. Her dürlü mìve ve
her dürlü şey anda bulunur. MücÀvir olan õÀtlara ol maóalle varmamaú revÀ değildir.
ÂUšI¼«Ë dA1¼« Âu² v¼« «dJ¼« 뼫 Ë ÂöŽ¼« ëš* bL1¦ W¦« [A14b] lšL¼«Ë —uJAL¼«vFŽ¼«Ë —Ëd¾L¼« Z1¼« UM¼
dŽ² rä*¼«
Ve úaçan èArafat’a teveccüh itse bu duèÀ oúuya:
®œ—« pä2Ë Ë X*½uÔ pš* Ë Xä2uÔ pš¼« rä*¼«
Ve güneş batmasına yaúın bunu oúuya
p ‹u« U¾zU• pM¦ XF2— Ê« v¼U0 ¡«uŽ³ UL§ p×L0— s¦ sš¾MÔô rä*¼«
…dŽU• „œu2 v¼« vF¦UD¦ Èb²« …dºUì pš¼« v¼U¦« Êuš v伫 p¼‹ s¦ ÈbšŽ s¦
Temmet sene 1208
KAYNAKLAR:
BUDAK, Mustafa vd., Osmanlı Belgelerinde Surre Alayları, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Yay., Ankara 2010.
COŞKUN, Menderes, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’lHaremeyn’i, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002.
ÖĞÜT, Salim, “Hacla İlgili Fıkhî Hükümler”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 14, İstanbul 1996, s.
389-397.
Menâzilü’l-haremeyn, Millet Kütüphanesi Ali Emiri Tarih 851.
217
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi
Olarak Bâkî
Doç. Dr. Cafer MUM*
B
Bu devr içinde benem pâdişâh-ı mülk-i suhan
Bana sunıldı kasîde bana virildi gazel
GİRİŞ
akî, Türk edebiyatının zirve şahsiyetlerinden biri olup,
klâsik üslûbun en verimli dönemini yaşadığı 16. yüzyılda yaşamıştır. Bu dönemde Bakî’nin yanı sıra Fuzulî,
Zatî, Hayalî Bey gibi büyük şahsiyetler yetişmiştir. Osmanlı devletinin en güçlü padişahlarından Kanunî de
Muhibbî mahlasıyla yazdığı şiirleriyle dönemin önemli
şairlerindendir.
Başından beri Fars edebiyatını örnek alarak gelişimini sürdüren Divan edebiyatı, 16. yüzyılda yetiştirdiği
büyük şahsiyetlerle söz konusu edebiyat ile yarışabilecek bir seviyeyi yakalamıştır. Bu dönemde Türk şiirine
hâkim olan dönemsel üslûp klâsik üslûptur. Klâsik üslûp
ise Fars şiirindeki Irak üslûbuna karşılık gelmektedir.
Fars edebiyatındaki gelişme ve değişmelerin kısa bir
süre sonra Türk edebiyatında da gözlemlendiği bilinen
bir gerçektir. Irak üslûbu, bir önceki yüzyılın sonunda
Molla Camî’nin vefat etmesiyle birlikte gücünü kaybetmeye başlayınca Fars edebiyatı 16. yüzyılda birtakım
arayışlar içine girmiştir. Bu yüzyılda İran’da Safevilerin
iktidara gelmesiyle birlikte, hem saraya hem de medreselere koyu bir mezhep taassubu hâkim olmuş; bu da Fars
edebiyatında dengeleri alt üst etmiştir. Safevi sarayı ve
218
* İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı / MALATYA
[email protected]
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
onun hâkimiyeti altındaki medreseler sadece mezhebî şiirlere ilgi göstermiş ve onun
dışında kalan şiirleri dışlamaya başlamıştır. O güne kadar klâsik tarzda şiir yazan şairler, sarayın ve medresenin himayesini kaybedince ister istemez başka alanlara yönelmişlerdir. Bu yeni alanlar, Hindistan ve Osmanlı sarayları ile İran’ın İsfahan ve Herat
gibi bazı kentlerindeki edebî havzalardır. Söz konusu edebî havzalar, bir yandan eski
tarz üzere şiir söylemeyi sürdürürken bir yandan da şiirde yeni arayışlara sahne oluyordu. Onun içindir ki 16. yüzyıl, Fars şiiri için bir arayışlar yüzyılıdır. Sebk-i Hindî
olarak adlandırdığımız dönemsel üslûp, işte bu arayışların bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır (geniş bilgi için Bkz. Mum, 2007: 373-380).
Fars edebiyatı, 16. yüzyılı bir arayışlar dönemi olarak geçirirken, aynı dönemde Türk edebiyatı Fuzulî, Bakî ve Hayalî Bey gibi büyük şahsiyetlerin elinde klâsik
üslûbun en başarılı ürünlerini veriyordu. Bu yüzyılın sonlarına doğru Hindistan’da
ortaya çıkarak kısa sürede İran’da yayılan Sebk-i Hindî’nin, aynı dönemin Türk edebiyatında herhangi bir etkisi görülmez. Çünkü dönemin Türk edebiyatında Fars edebiyatındakine benzer sorunlara rastlanmamaktadır. Osmanlı sarayı, eskiden olduğu
gibi, bu dönemde de klâsik tarzda şiir yazan şairlere verdiği desteği devam ettirmiştir.
Osmanlı tahtında, sadece kendi döneminin değil, bütün Osmanlı’nın en muktedir
padişahı olan Kanunî Sultan Süleyman bulunuyor ve Muhibbî mahlası ile şiirler yazıyordu. Bu dönemde şiirde de herhangi bir tıkanma yoktur. Çünkü Divan şiirinin en
güçlü şahsiyetlerinden birkaçı bu dönemin şairleridir. Onların yaşadığı bir dönemde
şiirde bir tıkanmadan bahsedilemez. Sebk-i Hindî’nin Türk edebiyatındaki ilk etkilerini görebilmek için, Nef’î’nin bir sonraki yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmasını
beklemek gerekiyordu. Çünkü Türk edebiyatında arayışlar yüzyılı bir sonraki yüzyıldır. 17. yüzyılda Türk şairlerinin de birtakım arayışlar içine girdikleri; Şeyhülislâm
Yahya ve Bahayî gibi bazı şairlerin klâsik üsûbu devam ettirdiği; Nef’î’den başlayarak
Nailî, Neşatî, Nabî gibi şairlerin Sebk-i Hindî ile bütünleştiği, hatta Nabî’nin bu üslûp
içinde Saib-i Tebrizî yolunda giderek âdeta kendi adıyla özdeşleşen hikemî tarzı öne
çıkardığı; bazı şairlerin ise bir sonraki yüzyılda ortaya çıkacak olan Nedîm’de en güzel biçimde ifadesini bulan mahallî-folklorik üslûbu hazırladıkları görülecektir (Bkz.
Mum, 2011: 41).
Türk edebiyatında Sebk-i Hindî’nin ilk defa 17. yüzyıl başlarında görülmesi, kendisini hazırlayan birtakım şartların 16. yüzyılda bulunmadığı anlamına gelmez. Çünkü
klâsik edebiyatın doğası gereği dönemsel üslûplar bir anda değil, daima yaşanan belli
süreçler sonunda ortaya çıkmaktadır. Her dönemsel üslûp kendini hazırlayan birtakım
şartların ürünüdür. Bu nedenle önceki dönemlerde onun belirtileri görülebilmektedir.
Aynı şekilde her dönemsel üslûp, bir anda değil, geride birtakım etkiler bırakarak
sahneden çekilmektedir. Bu da o üslûbun sonraki dönemlerde birtakım etkilerinin
gösterilebilmesine imkân sağlamaktadır.
16. yüzyıl şairlerinden Bakî, birçok bakımdan son klâsik dönemin hazırlayıcılarındandır. Onun Necatî Bey’den devraldığı ve büyük bir ustalıkla işlediği şiir tarzı, bir
sonraki yüzyılda Şeyhülislâm Yahya tarafından sürdürülmüş ve nihayet 18. yüzyılda
219
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî
mahallî-folklorik üslûbun büyük temsilcisi Nedîm’de en olgun biçimine kavuşmuştur.
Bakî ile Nef’î arasında da büyük benzerlikler vardır. Nef’î denince ilk akla gelen şey
kuşkusuz fahriyeci yanıdır. Fahriye, onun için ayırt edici bir üslûp özelliğidir. “Eski
şairlerimiz arasında fahriyeye en çok yer ayıran Nef’î’dir. Medihde gösterdiği başarıyı, Örfî etkisiyle, kendini övmekte de gösterir” (Ocak, 1985: 11). Bakî’nin kişisel
üslûbunda da fahriyenin öne çıktığı dikkati çekiyor. İki şairin fahriyeciliği elbette aynı
düzeyde değildir. Fakat Bakî’nin fahriyeciliği, Nef’î’ninki ile aynı düzeyde olmamakla
birlikte, kendi çağdaşlarınınkinden öndedir.
Fahriye, kasidenin ana bölümlerinden biri olduğu için, edebiyat tarihinin her döneminde olduğu gibi, klâsik üslûbun hâkim olduğu dönemde de varlığı sürdürmüştür
(Divan şiirinde fahriye konusunda geniş bilgi edinmek için Bkz. İsen, 2002) 1. Fakat
Sebk-i Hindî şairlerinde fahriye, çok fazla öne çıkması nedeniyle ayırt edici bir üslûp
özelliği olmuştur. Bu da Nef’î’deki fahriyeciliğin şairin sadece psikolojisi ile izah edilemeyeceğini göstermektedir. Şairin kendi psikolojisinin bu işte hiç etkili olmadığını
söylemek düşüncesinde değiliz. Nef’î’nin sahip olduğu farklı psikolojinin, bunda belli
bir düzeyde etkili olduğunu kabul ediyoruz; fakat onun fahriyeciliğini bütünüyle psikolojisine bağlamanın ve dönemin genel özelliklerini hesaba katmamanın doğru olmadığını düşünüyoruz. “Klasik Şiirde ‘Benlik’ Psikolojisi” başlık makalesinde M. Muhsin
Kalkışım şu değerlendirmede bulunmuştur: “Fahriyyelerde 14. yüzyılda muhatabından
talepte bulunan ve mütevâzı olan şair, 16. yüzyılda kendi san’atını öne çıkarır. Bu ivme
17. yüzyılda Sebk-i Hindî’nin de etkisiyle yükselir ve bilhassa Nef’î ile önemli bir ‘benlik’
psikolojisine bürünür. Bu hal 19. yüzyılda da devam eder” (2010: 149).
Şairlerin 17. yüzyıldan itibaren fahriyeye daha fazla yer vermeleri, hem Sebk-i
Hindî’nin bazı özellikleriyle hem de dönemin genel özellikleriyle ilişkilendirilebilir.
Sebk-i Hindî, yeni teşbihler bulma, yeni istiareler kullanma ve yeni mazmunlar
yaratma konusunda şaire doğrudan sorumluluk yükleyen bir üslûptur. Bu da ister
istemez şiirde ferdiliği öne çıkarmıştır. 17. yüzyılın bir arayışlar yüzyılı olması da
şairlerin omzuna birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Şair, bir çıkış yolu bulmak,
uygulamak ve başkalarına da göstermek yükümlülüğü altındadır. Bu da şiirde ferdiliği
öne çıkarmıştır. Ferdilik öne çıkınca da, şair kendine vurgu yapmak, dikkatleri üzerine
çekmek, farklılığının görülmesini sağlamak zorunda kalmıştır. Orta klâsik dönemdeki
“biz” vurgusunun yerini son klâsik dönemde “ben” vurgusu almıştır. Çünkü edebî
ortam bu dönemde, şairi tekil olarak sorumluluk altına sokmuş ve ona “sen” demeye
başlamıştır. Tekil olarak sorumluluk altına sokulan ve “sen” diye muhatap alınan şairin
de, “ben” vurgusuyla ortaya çıkarak “ben, ben, ben…” demesi doğal ve kaçınılmaz bir
sonuçtur (ayrıca Bkz. Bilkan, 2007: 143-144).
1
220
Kasidelerde fahriye, bu nazım şeklinin bir bölümü olarak her dönemde var olmuştur. Fakat gazel
nazım şeklindeki fahriye, şiirde ferdiliğin öne çıkması ve “ben” vurgusunun artmasının bir sonucu
olarak değerlendirilmelidir. Sebk-i Hindî’nin Divan şiirinde kendini henüz hissettirmediği bir dönemde Bakî’nin kasidelerin yanı sıra gazellerinde de fahriyeye yer vermesi, söz konusu dönemsel üslûbun
şiirimizde görünmeye başladığı 17. yüzyılı hazırlayan bir durum olarak kabul edilebilir.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bakî’nin aşağıdaki müfredi, onun hem fahriyeci yanını hem de büyük fahriye şairimiz Nef’î’yi hatırlatan ve hazırlayan yanıyla dikkat çekicidir:
Bu devr içinde benem pâdişâh-ı mülk-i suhan
Bana sunıldı kasîde bana virildi gazel (Küçük 1994: 450).
1. FAHRİYEYE KONU EDİLEN ÜÇ KAVRAM: TAB‘, EDÂ VE TARZ
Bakî, şairliği ile övünürken, kendi tab‘ı, edâsı ve tarzı üzerinde durmuş; onların ayırt
edici özelliklerini anlatma yoluna gitmiştir. Aşağıdaki başlıklarda şairin kendi tab‘ı
(tabiatı), edâsı ve tarzı hakkında neler söylediği, onları hangi özellikleriyle ele aldığı
üzerinde durulacaktır:
1.1. Tab‘: Bakî’nin şiir söyleme biçimini adlandırmak için kullandığı kelimelerden tab‘, daha çok yaratılışla irtibatlı olup, Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’te mizaç,
huy, tabiat, karakter sözcükleriyle açıklanmıştır (2005: 1878).
Bakî, şairlik yeteneğini sonradan kazanmadığını ve ona doğduğu günden beri sahip olduğunu vurgulamak için, yaratılış ve tabiat anlamındaki tab‘ sözcüğünü özellikle
kullanmıştır. O, kendi şairlik tabiatını, çeşitli objelere benzeterek anlatmış; böylece
okuyucu zihninde somutlaşmasını sağlamıştır. Benzetmelerde kendi tabiatı benzeyen
unsur konumundadır. Benzetilen unsurlar ise sırasıyla at, ayna, şahbaz, hümâ, kılıç,
hazine, selvi ve denizdir. Benzetmelerdeki vech-i şebehler, şairin kendi tabiatına hangi
özellikleri yüklediğini de ortaya koymaktadır.
Şiir ve belâgat sahasını bir savaş meydanına benzeten Bakî, şairlik tabiatını bu
meydanın atı, kendini de o atın süvarisi olarak göstermektedir (Küçük 1994: 52, 244,
375). Hatta bazen elindeki kalemi Zülfikâr, tabiatını Düldül olarak somutlaştıran şair,
kendisini de o kılıç ve atın sahibi olan Hz. Ali’ye benzetmektedir (Küçük 1994: 109,
258). Başka bir yerde ise şair, kalem yerine tabiatını kılıca benzetmiş ve onun Zülfikâr
olduğunu söylemiştir (Küçük 1994: 245). Şiir-meydan, kalem-kılıç, tabiat-kılıç,
tabiat-at ve şair-süvari teşbihlerinde öne çıkan vech-i şebehler rakiplerini alt etmek,
onları ezip geçmek, boyun eğdirmek ve kendilerine karşı üstünlük sağlamaktır:
Hayder-i Kerrârıyam meydân-ı nazmun Bâkıyâ
Nevk-i hâme Zü’l-fekâr u tab‘ Düldüldür bana (Küçük 1994: 109).
Olmaz ey Bâkî-i bî-dil ser-i a‘dâ pâ-mâl
Yine sen tab‘ semendine süvâr olmayıcak (Küçük 1994: 244).
Bakî, kendi şairlik tabiatını, temiz ve berrak bir aynaya benzetmiş; böylece, hem aynanın hem de kendi tabiatının açık ve net biçimde gösterme ortak özelliğine vurgu
yapmıştır (Küçük, 2004: 55). Ayrıca şair, aynı biçimde temiz bir yaratılışa ve neşeyle
dolu bir kalbe sahip olduğu için, âdeta âyîne-i âlem-nümâya, yani İskender’in dünyayı
gösteren aynasına sahip olduğunu söylemiştir:
221
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî
Biz ki tab‘-ı pâk ü kalb-i pür-safâya mâliküz
Gûyiyâ âyîne-i âlem-nümâya mâliküz (Küçük, 2004: 217).
Bakî, aşağıdaki beyitte de kendi şairlik tabiatını aynaya, mânâyı ise bir güzele benzetmiştir. Bir güzelin sahip olduğu güzellik ancak temiz ve berrak bir aynada kendini
gösterir. Bakî, neşeli tabiatında mânâ güzeli kendini gösterdiğinden beri, aynaların
şairlik tabiatını kıskandığını söylemiştir:
Cilvegâh-ı şâhid-i ma‘nâ olaldan Bâkıyâ
Reşk ider âyîneler tab‘-ı safâ-âyînüne (Küçük, 2004: 364).
Şairlik tabiatıyla övünen Bakî, sahip oldukları özellikler nedeniyle hümâ, şâhbâz
ve tûtî adlı kuşların adından da yararlanmıştır. Kuşlardan ilki olan hümâ efsanevi bir
kuştur. En önemli özelliği yükseklerde uçması ve bu nedenle ulaşılmaz olmasıdır.
Şair, şiir sahasında kendisiyle uçacak kimse bulunmadığını ve yüksek yaratılışının
belâgatin yüksekliğinde bir hümâ kuşu olduğunu söylemiştir:
Bâkî suhanda sana bu gün hem-cenâh yok
Tab‘-ı bülendün evc-i belâgat hümâsıdır (Küçük 1994: 150).
İkinci kuş olan şâhbâz, akdoğan olarak bilinen avcı kuşudur. Bu da hümâ kuşu
gibi yükseklerde uçabilir ve diğer kuşları avlayabilir:
Şâh-bâz-ı tab‘umun pervâzın urmaz kimseler
Çâre ey Bâkî hemân olur önince varalar (Küçük 1994: 137).
Üçüncü kuş ise tûtî, yani papağandır. Papağan adının çağrışımları arasında
ilk sırayı konuşma alır. Fakat Bakî, papağanın adını sadece konuşması, tatlı sözler
söylemesi yönüyle değil, diğer kuşların birçoğundan farklı olarak kafeste yaşıyor
olması yönüyle gündeme getirir. Onu kafese mahkûm eden konuşabilme ve tatlı sözler
edebilme özelliğidir. Şairi şair yapan şey de sözdür. Bakî, kendi tabiatını papağana,
çektiği sıkıntıları da kafese benzetmiştir. Papağanı kafese mahkûm eden şey her ne ise
şairi de gama mahkûm eden aynı şeydir:
Kafes-i gamda yatur tûtî-i tab‘-ı Bâkî
Çekdügi kahra anun lutf-ı suhandur bâ’is (Küçük 1994: 117).
Şairin kendi şairlik tabiatını anlatmak için burada adlarını andığı kuşlardan hümâ
yükseklerde yalnız, rakipsiz ve ulaşılmaz olmayı, şahbaz rakiplerini alt etmeyi ve
yenilmezliği, tûtî ise şiir söyleme nedeniyle sıkıntı çekmeyi sembolize etmektedir.
222
Kendi şairlik tabiatı için hümâ kuşu ile yükseklik vurgusu yapan Bakî, aynı vurguyu selvi bağlamında da yapmıştır. Şair, aşağıdaki beyitte sevgilisini selvi ağacına
benzetmiştir. Bu ağacın en fazla öne çıkan özelliği düzgünlük ve yüksekliğidir. Şairin
görevi onu vasfetmektir. Yüksek bir şeyi doğru vasfedebilmek için yüksek bir yerde
durmak icap eder. İşte bu bağlamda Bakî, kendi şairlik tabiatının yüksekliğine vurgu
yapmıştır:
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Vassâfısın o serv-kadün râstı bu kim
Tab‘-ı bülend-tarzuna ahsent Bâkıyâ (Küçük 1994: 108).
Bakî’nin kendi şairlik tabiatını övmek için yararlandığı unsurlardan biri de denizden inci çıkarılmasıdır. Şair, şiiri denize, kendini denizcilikle uğraşan reise, tabiatını
sedefe, söylediği gazelleri ise inciye benzetmiştir:
Re’îs-i bahr-i nazm oldun be gün âlemde ey Bâkî
Gazel dimek senün tab‘-ı dür-efşânunda kalmışdur (Küçük 1994: 204).
Bakî, tab‘-ı selim sahibi olduğunu (Küçük, 1994: 312), şairlik sanatında herhangi
bir kusurunun gösterilemeyeceğini söylemiş ve bu nedenle Allah’a şükretmiştir. Çünkü tabiatı mevzun, yani ölçülü ve dengeli, akıl terazisi ise doğrudur:
Bâkıyâ fennünde tutmaz kimse noksânun senün
Hamdü li’llâh tab‘ mevzûn akl mîzânı dürüst (Küçük 1994: 115).
Şairlik tabiatını şiir mücevherinin hazinesi olarak niteleyen Bakî, “bir iki bengîler”
dediği diğer şairlerin kendi hayallerine erişemeyeceğini söylemiştir (Küçük 1994:
443). Bakî’nin şairlik tabiatının sahip olduğu bütün bu özellikler, hem Arap hem de
Fars şairlerini susturmuştur:
Hâmûşlık senden aceb tab‘un müsellem tutdı hep
Sihr-âferînân-ı Arab pâkîze-gûyân-ı Acem (Küçük 1994: 297).
Önceki yüzyıllarda Arap ve Fars -özellikle de Fars- şairlerinin Türk şairleri
arasında tartışılmaz bir itibarı ve üstünlüğü vardı. 16. yüzyılda Bakî’nin onlardan
üstün olduğunu vurgulamış olması, Türk şairlerinin bu dönemde özgüvenlerinin ne
kadar artmış olduğunu göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır.
Bakî’nin tabiatı büyüleyici olduğu için gönüller ona meyleder. Bu hâliyle onun
beğeni gören şiirinin tadı efsunlu gibidir. Başka şairler kendi şiirlerine derme çatma
elbiseler giydirirken Bakî’nin dünyaya hükmeden şiirinin elbisesi yaldızlıdır:
Tab‘-ı sâhir-pîşene Bâkî gönüller meyl ider
Şekker-i şi‘r-i dil-âvîzün meger efsûnludur
Derme çatma geydürür iller libâsı şi‘rine
Hil‘at-i nazm-ı cihân-gîrün senün altunludur (Küçük 1994: 443).
1.2. Edâ: Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’te edâ sözcüğü için, “1. Davranış, tavır.
2. Naz, işve. 3. Anlatış biçimi, tarzı.” (2005: 599) karşılıkları verilmiştir (ayrıca Bkz.
Güzey, 2000: 20-21).
Aşağıdaki beyitte edâ sözcüğü iki defa kullanılmıştır. İlk mısrada sözcük, “et-” yardımcı fiiliyle beraber “yapmak, uygulamak, bir görevi yerine getirmek” anlamındaki
“edâ et-” birleşik fiilini oluşturmuştur. Şair, sözü herkesten daha iyi söylediğini, bu işi
223
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî
herkesten daha iyi yaptığını iddia etmektedir. İkinci mısrada ise aynı sözcük bu defa
tarz anlamında kullanılmıştır. Şairin “edâ budur” dediği, ilk mısrada da ifade edildiği
gibi, sözü herkesten daha iyi söylemektir.
Bâkî kelâmı cümleden a‘lâ edâ eder
Hakk-ı suhanda hâsıl efendi edâ budur (Küçük 1994: 135).
Bakî, şiirinin hem edasının hem de mânâsının güzel olduğunu belirtirken, edâ için
“hûb”, mânâ için “ra’nâ” sıfatlarını kullanmış; öteki şairleri kıskandıranın da bu mânâ
olduğunu söylemiştir:
Edâsı hûbdur ma‘nâsı ra‘nâ şi‘r-i Bâkînün
Ana reşk itdüren erbâb-ı nazmı hep bu ma‘nâdur (Küçük 1994: 180).
Yukarıdaki beyitte edâsının güzelliğine vurgu yapan şair, başka yerlerde “rengîn”
ve “girân-mâye” sıfatlarını kullanarak onun çok renkli ve değerli olma vasıflarını gündeme getirmiştir:
Ser-firâz olsak bu devr içre aceb mi Bâkıyâ
Biz sürâhî-veş bu gün rengîn edâya mâliküz (Küçük 1994: 218).
Arûs-ı dehre senânı benem kılâde kılan
Güher edâ-yı girân-mâye rişte ince hayâl (Küçük 1994: 54).
Yukarıdaki beyitte şair, zamanı bir geline, Ebu Suût Efendi için yazdığı övgüyü de
o gelinin boynuna takılan gerdanlığa benzetmiştir. Gerdanlık bir ip ile o ipe dizilen
mücevherattan oluşmaktadır. Burada şair, şiirindeki değeri yüksek edâyı mücevher,
ince hayali ise ip olarak göstermiştir. Bir önceki beyitte edâ ile mânâ, burada ise edâ ile
ince hayal arasındaki ilişkiye dikkatlerimiz çekilmektedir.
Aşağıdaki beyitlerde ise, edânın hakkını vermek, edâya boyun eğmek ve gönlün
hoşlandığı şiirin edâsı gibi kullanımlar yer almaktadır:
Virdi hakk-ı edâyı ma‘nâya
Kavl-i Bâkî ki mâ-bihi’l-hakdur (Küçük 1994: 203).
Zarûrî ser-fürû kıldı edâna düşmen ey Bâkî
Senün şemşîr-i tab‘un Zü’l-fekâr-ı Murtazâ ancak (Küçük 1994: 245).
Edâ-yı nazm-ı dil-cûyet sadâî dâred ey Bâkî
Ki o râ kuvvet-i cân-ı ehl-i irfân mî-tüvân güften
Der-în müddet kesî dil-şâd ne-tüvân yâften hod râ
Suhan râ gerçi nâzükter zi-Selmân mî-tüvân güften (Küçük 1994: 467).
224
1.3. Tarz: Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’te tarz sözcüğü için “1. Özel oluş veya davranış biçimi, üslup, stil. 2. Bir kimse için özel anlatım biçimi. 3. Güzel sanatlarda üslup, stil.”
(2005: 1910) karşılıkları verilmiştir (ayrıca Bkz. Güzey, 2000: 21-22). Bakî, şairlik tabiatının
sahip olduğu tarzın yüksekliğine, dolayısıyla onun erişilmezlik özelliğine vurgu yapmıştır:
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Vassâfısın o serv-kadün râstı bu kim
Tab‘-ı bülend-tarzuna ahsent Bâkıyâ (Küçük 1994: 108).
Bakî, şiirde sahip olduğu tarzın Allah vergisi olduğunu söyleyerek onun doğuştan
gelen ve sonradan kazanılmamış bir özellik olduğunu vurgulamıştır:
Dâd-ı Hakdur bu sühan her kişinün Bâkî-vâr
Tarz-ı eş‘ârı pesendîde vü makbûl olmaz (Küçük 1994: 444).
Yukarıdaki beyitte de ifade edildiği gibi, herkesin şiir tarzı insanlar arasında beğenilmez
ve kolay kolay kabul görmez. Bakî’ye göre şiir tarzı hem zarif hem de gösterişli olmalıdır:
Bâkıyâ tarz-ı şi‘r böyle gerek
Hem zarîfâne hem levendâne (Küçük 1994: 393).
Şair, sözün güzel olmasını önceleyen tarzında çok fazla gazel bulunmayacağını söylemiştir. Çünkü güzel söz mücevherdir. Mücevher ise daima az bulunan bir değerdir:
Çoğ olmaz bu tarza gazel Bâkıyâ
Güzel söz güherdür güher az olur (Küçük 1994: 170).
Aşağıdaki beyitte ise şair, Anadolu şairlerinin gazel tarzını kendisinden öğrendiklerini söylemekte; bunu da, sevgilinin ceylan gözlerini methetmesine bağlamaktadır:
Meddâh olalı çeşm-i gazâlânene Bâkî
Ögrendi gazel tarzını Rûmun şu‘arâsı (Küçük 1994: 416).
2. FAHRİYEYE KIYAS MALZEMESİ YAPILAN ÜSTAT ŞAİRLER
Divan şairleri kendi şairlikleriyle övünürken üstat olarak gördükleri bazı şairlerin
adlarını “kıyas malzemesi” olarak kullanmış, hatta bezen kendilerini onlardan üstün
tutmuşlardır. Menderes Çoşkun, şairlerin bu tutumlarını değerlendirirken, kıyaslamalarda kullanılan özelliklere dikkatlerimizi çekmiştir (Bkz. 2007: 115). Bakî de, övünürken bazı üstat şairlerin adını anmıştır. Bu şairler Selman-ı Savecî, Zahîr-i Faryabî,
Hakanî-i Şirvanî, Hazret-i Hassan, Molla Camî, Emir Hüsrev-i Dihlevî ve Kemal-i
Hocendî’dir. Bu şairlerden sadece Hazret-i Hassan bir Arap şairidir. Onun dışındakiler
Fars edebiyatına mensup şahsiyetlerdir.
2.1. Selman-ı Savecî (ö. 1376): Bakî, şiir sahasında Selman gibi bir şair olma arzusundadır. Çünkü Selman’ın şiiri yüksek bir payeye sahiptir. Onun şiirine bu yüksek
payeyi veren özellikler ise akıcılık ve nazikliktir:
Husrevâ Bâkî kulun nazm içre Selmân olmaga
Hep senün lutfun mu‘în olmışdur ihsânun zâhir (Küçük 1994: 192).
Oldı vasf-ı suhan-ârân ile şi‘r-i Bâkî
Rif‘at-i pâyede hem-sâye-i nazm-ı Selmân (Küçük 1994: 9).
225
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî
Zuhûr itdi Zahîrün sırrı tab‘-ı nükte-dânumda
Akıtdı kendüye şi‘rüm revân-i pâk-i Selmânı (Küçük 1994: 19).
Der-în müddet kesî dil-şâd ne-tüvân yâften hod râ
Suhan râ gerçi nâzükter zi-Selmân mî-tüvân güften (Küçük 1994: 467).
Bakî, şiirini Selman’ın seviyesine çıkarma gayreti içindedir ve bunda başarılı olduğunu düşünmektedir. Şaire göre, artık İran sahasında Selman, Anadolu sahasında ise
kendisi vardır:
İrdi Selmâna sözi şi‘ri kemâlin buldı
Lutfuna kaldı eyâ husrev-i sâhib-dîvân (Küçük 1994: 10).
Degülsin medhine kâdir ne denlü tutsalar mâhir
Gerekse Rûmda Bâkî Acem mülkinde Selmân ol (Küçük 1994: 30).
Bakî, yazdığı methiyeyi okuması durumunda, Selman ile Hazret-i Hassan’ın maneviyatlarının kendisini dinlemeye geleceğini söyleyerek şiirinin üstünlüğüne vurgu
yapmış; hatta bir adım daha ileri giderek kendi şiirinin Selman’ın şiirini alt ettiğini
bile söylemiştir:
Okudukça na‘tunı her gûşeden gûş itmege
Cân-ı Selmân rûh-ı pâk-i Hazret-i Hassân gelür (Küçük 1994: 21).
Bâkıyâ ser-nahl-bend-i gülşen-i ebyâtsın
Eyledi nazm-ı bülendün hâsılı Selmânı pest (Küçük 1994: 116).
2.2. Zahîr-i Faryabî (ö. 1201): Bakî, “Zahir’in sırrı benim nüktedan tabiatımda
zuhur etti.” diyerek hem onun hem de kendisinin nüktedan özelliğine vurgu yapmıştır (Zahîr-i Faryâbî hakkında geniş bilgi için Bkz. Ferîver, 1341: 189-191):
Zuhûr itdi Zahîrün sırrı tab‘-ı nükte-dânumda
Akıtdı kendüye şi‘rüm revân-i pâk-i Selmânı (Küçük, 1994: 19).
2.3. Hakanî-i Şirvanî (ö. 1199): Bakî, şairin adını doğrudan anmak yerine, sözcük
anlamından da yararlanarak Hâkânî ismini kinayeli kullanma yoluna gitmiştir:
Belâgat kûsın urdum husrevâne heft kişverde
Suhan menşûrına çekdüm bu gün tuğrâ-yı Hâkânî (Küçük, 1994: 19).
Bir hükümdar gibi bütün dünyada belâgat davulunu çaldığını söyleyen Bakî, “Bu
gün şiir fermanına tuğra-i Hâkânî çektim.” diyor. Burada anahtar sözcük Hâkânî’dir.
Beyitteki belâgat ve sühan sözcükleri şiirle; kûs, husrevâne, kişver, menşûr ve tuğra sözcükleri ise iktidarla ilgili ayrı ayrı tenasüpler oluşturmaktadır. Her iki tenasüp
de Hâkânî sözcüğüne; ilki onun şair, diğeri ise hükümdar anlamına bağlanmaktadır.
Böylece şair, hem belâgat ve şiire hâkimiyetini hem de Hakanî-i Şirvanî ile olan
benzerliğini anlatmış oluyor.
226
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
2.4. Hazret-i Hassan (ö. 680): Bakî, Hz. Muhammed’in ashabından olan şair
Hassan b. Sabit’in adını Selman-ı Savecî adı ile birlikte aynı bağlamda kullanmıştır. Şiirlerinin bütün dünya tarafından can kulağıyla dinlendiğini belirten şair, Sultan Murat
için yazdığı övgüyü okuması durumunda adı geçen şairlerin ruhlarının da kendisini
dinlemeye geleceğini söylemiştir. Bu sözleriyle şair, söz konusu şairlerin bile çok beğeneceği bir şiir yazdığını söylemiş olmaktadır:
Şimdi gûş-ı cân ile dinler cihân eş‘ârumı
Medhün itsem bir yere mecmû‘-i ins ü cân gelür
Okudukça na‘tunı her gûşeden gûş itmege
Cân-ı Selmân rûh-ı pâk-i Hazret-i Hassân gelür (Küçük, 1994: 21).
2.5. Molla Camî (ö. 1492): Şiiri kadehe benzeten şair, kadehin içki meclisinde
devretme özelliğinden yararlanarak kendi şiirinin dünyayı dolaştığını söylemiştir. Cihandan maksat, dünyanın bizzat kendisi değil, onun bir parçası olan şairler meclisidir. Şairlerin meclisinde Molla Camî’nin adının çokça anılması bilinen bir durumdur.
Bakî, artık kendi adının da şairler arasında çokça anıldığını, zamanın Molla Camî’si
olduğunu söylemek suretiyle anlatmıştır:
Cihânı câm-ı nazmum şi‘r-i Bâkî gibi devr eyler
Bu bezmün şimdi biz de Câmî-i devrânıyuz cânâ (Küçük, 1994: 109).
2.6. Emir Hüsrev-i Dihlevî (ö. 1325): Bakî, kendi şairliğiyle övünürken, adındaki
çağrışımların zenginliği nedeniyle olsa gerek bu şaire çok fazla yer vermiştir. Fahriyelerde, Emir Hüsrev adı hem asıl anlamıyla hem de kinayeli kullanımla karşımıza
çıkar. Aşağıdaki beyitte Hüsrev isminin “Dehlû” ile bir arada kullanılmış olması, onun
doğrudan şair adı olarak kullanıldığını göstermektedir:
Bâkî suhanda nevbet-i şâhî sana degüp
Dehlûda gûş-ı Husreve irdi sadâ-yı kûs (Küçük, 1994: 230).
Beyitteki “nevbet-i şâhî” ifadesi, hükümdarlık sırası anlamında ele alınabilir. Fakat
aynı ifadenin saraylarda veya başka mekânlarda icra edilen bir tür resmî mızıka olarak
da anlaşılması mümkündür.2 Her iki durumda da şair, şiirdeki hâkimiyetini anlatmış
olmaktadır. Bakî’nin şiir sahasındaki hâkimiyetini sembolize eden davul sesi, Dehli’deki Emir Hüsrev’in kulağına kadar gitmiştir. Bu sözleriyle şair, onun hâkimiyet
alanında dahi kendi davulunun sesinin duyulduğunu söylemiş, böylece onun hâkim
olduğu alanları ele geçirdiğini ifade etmiştir. Emir Hüsrev isminde hem şairlik hem de
güç ve iktidar anlamlarının bulunması, Bakî’nin Hüsrev ismini kinayeli kullanmasına
da imkân sağlamıştır. Aşağıdaki beyitlerde bu kinayeli kullanımı görüyoruz:
2
Nevbet kelimesinin başka bir beyitte çal- fiiliyle beraber ve velvele-i kûs-ı iştihâr ile aynı bağlam içinde
kullanılmış olması, bu anlamlardan ikincisinin daha doğru olduğunu göstermektedir: “Mülk-i sühanda
nevbetümüz çaldı rûzgâr / Âfâkı tutdı velvele-i kûs-ı iştihâr” (Küçük, 1994: 39).
227
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî
Bâkî musahhar oldı bana kişver-i suhan
Geçdüm serîr-i nazma bu gün husrevâne ben (Küçük, 1994: 321).
Husrev-i mülk-i suhan oldugunı ey Bâkî
Fehm ider ehl-i nazar defter ü dîvânundan (Küçük, 1994: 340).
Belâgat kûsın urdum husrevâne heft kişverde
Suhan menşûrına çekdüm bu gün tuğrâ-yı Hâkânî (Küçük, 1994: 19).
2.7. Kemal-i Hocendî (ö. 1401): Bakî, aşağıdaki beyitte bu şairi “pîr-i Hocend”
olarak anmıştır. İlk mısrada geçen “kemâl” sözcüğü de kinayeli kullanılmış olup, şairin
“Kemâl” olan adı hatırlatılmak istenmiştir:
Sözüm Bâkî kemâlin buldı vasf-ı nev-cevânumla
Özüm lutf-ı suhanda hem-ser-i pîr-i Hocend itdüm (Küçük, 1994: 308).
Burada Bakî, sevgiliyi vasfetmekle kendi şiirinin kemale erdiğini söylemektedir.
Kemâl sözcüğü ilk anlamıyla ele alınırsa onun şiirinin iyice olgunlaştığı, diğer anlamıyla alınırsa Kemâl-i Hocendî seviyesini yakaladığı sonucu ortaya çıkar. Nitekim
ikinci mısrada şair, bu anlamı pekiştirecek bir ifade kullanmış ve “Özümü Hocend’in
piriyle arkadaş ettim.” demiştir.
3. FAHRİYELERDE KULLANILAN TEŞBİHLER
Bakî, önceki başlıklarda da görüldüğü üzere, kendi şairliğiyle övünürken sık sık
teşbihlerde bulunmuş, teşbihlerindeki vech-i şebehlerden yararlanarak kendi şairlik
kudretini ve ayırt edici özelliklerini ortaya koymuştur. Aşağıdaki tabloda, Bakî’nin
bazı teşbihlerinde yer alan müşebbeh (benzeyen) ve müşebbehünbih (kendisine benzetilen) unsurları verilerek onun hangi vech-i şebehlerden yararlanarak kendi şairliği ile
övündüğü ortaya konmaya çalışılmıştır:
bahr-ı nazm
dürr-i mâye-girân
âb-ı hayvân
kümeyt-i hâme
fâris-i meydân
mülk-i suhan
âb-ı revân
puhte piyâz
228
hâm anber
micmere-i nazm
Müşebbeh
Müşebbehünbih
Geçtiği Yer
şiir
(Bakî’nin şiiri)
âşıkâne şiir
kalem
(şair)
şiir
söz (şiir)
başkalarının olgun
şiirleri
Bakî’nin şiirleri
şiir
deniz
çok değerli inci
ölümsüzlük suyu
at
meydanın süvarisi
ülke, devlet
akarsu
pişmiş soğan
(Küçük, 1994: 10).
(Küçük, 1994: 10).
(Küçük, 1994: 19).
(Küçük, 1994: 21).
(Küçük, 1994: 21).
(Küçük, 1994: 39).
(Küçük, 1994: 39).
(Küçük, 1994: 43).
ham amber
buhurdan
(Küçük, 1994: 43).
(Küçük, 1994: 43).
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
hâtem-i nazm
şiir
nîze-bâz-ı arsa-i
mülk-i ma‘ânî vü
beyân
kemend-endâz-ı
meydân-ı belâgat
giyeh-i huşk
sünbül
rişte = ma’nî-i bârîk
güher = lafz-ı güzîn
bu bir akar sudur
şairin kendisi
başkalarının şiiri
Bakî’nin şiiri
ince anlam
seçkin lafız
Bakî’nin şiirleri
yüzük, mühürlü
yüzük
meydanın baş
binicisi
meânî ve beyan
meydanının
mızraklısı
belâgat meydanının
kement atanı
kuru ot
sümbül
ip
mücevher
akarsu
hâme = kibrît-i
ahmer
sütûr-ı defter-i şi‘r
= emvâc-ı deryâ
dil = çeşme-i
belâgat
lûle = kalem
kalem
kırmızı kibrit
şiir defterinin
satırları
gönül
deniz dalgaları
kalem
lüle
âb-ı zülâl =
şi‘r-i selâset-şi‘âr
söz = tûtiyâ
akıcı şiir
berrak su
söz (şiir)
sürme
şemşîr = zebân
dil
kılıç
sevâd-ı hat =
çemenzâr
nazm-ı âb-dâr =
akar su
dürr-i nazm
yazı
çimenlik
yeni şiir
akarsu
şiir
inci
san’at-ı şi’r =
kalem-kârlık
kılıç = şi’r
şiir sanatı
kalemkârlık, ince
kalem işçiliği
kılıç
şeh-süvâr-ı meydân şairin kendisi
şairin kendisi
şiir
belâgat çeşmesi
(Küçük, 1994: 48).
(Küçük, 1994: 52).
(Küçük, 1994: 58).
(Küçük, 1994: 58).
(Küçük, 1994: 66).
(Küçük, 1994: 66).
(Küçük, 1994: 72).
(Küçük, 1994: 72).
(Küçük, 1994:
129).
(Küçük, 1994:
131).
(Küçük, 1994:
132).
(Küçük, 1994:
156).
(Küçük, 1994:
156).
(Küçük, 1994:
156).
(Küçük, 1994:
195).
(Küçük, 1994:
322).
(Küçük, 1994:
345).
(Küçük, 1994:
345).
(Küçük, 1994:
346).
(Küçük, 1994:
408).
(Küçük, 1994:
449).
229
Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî
SONUÇ
Fahriye, kasidenin bir bölümü olduğu için, Divan edebiyatının her döneminde varlığını sürdürmüş bir muhteva unsurudur. Fahriye denilince ilk akla gelen, kuşkusuz
17. yüzyıl Divan şairi Nef’î’dir. Ancak 16. yüzyıl şairi olan Bakî’nin de fahriyeleriyle
dikkat çektiği ve bu yönüyle Nef’î’yi hatırlattığı, hatta onu hazırladığı görülmektedir.
Bu durum, başta Nef’î olmak üzere 17. yüzyılda birçok şairin fahriyeye yönelmesi
için, uygun ve teşvik edici özellikte bir edebî ortamın, aslında bir önceki yüzyıldan
hazırlanmış olduğunu göstermektedir. Nef’î’nin fahriyeye yönelmesinde, Örfî etkisinin yanı sıra, şairin içinden çıkıp geldiği kendi edebî ortamının ve bu arada Bakî’nin
de etkisi hesaba katılmalıdır.
KAYNAKLAR
BİLKAN, Ali Fuat, Şadi AYDIN (2007). Sebk-i Hindî ve Türk Edebiyatında Hint Tarzı, İstanbul:
3F Yayınları.
COŞKUN, Menderes (2007). Klâsik Türk Şiirinde Edebî Tenkit –Şairin Şiire Bakışı-, Ankara: Akçağ Yayınları.
FERÎVER, Huseyn (1341). Târîh-i Edebiyât-ı Îrân ve Târîh-i Şu‘arâ, Çâp-ı Dehhum, Tehrân.
GÜZEY, Fatma (2000). Bazı Divanlardaki Üslûpla İlgili Kelimelerin Değerlendirilmesi, Çukurova
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.
İSEN, Tûbâ Işınsu (2002). Divan Şiirinde Fahriye, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
KALKIŞIM, M. Muhsin (2010). “Klasik Şâirde ‘Benlik’ psikolojisi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Klâsik Türk Edebiyatının Kaynakları Özel Sayısı -Prof. Dr. Turgut Karabey
Armağanı-, C. 3, S. 15, s. 138-150.
KÜÇÜK, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı Tenkitli Basım, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
MUM, Cafer (2007). “Sebk-i Hindî”, Türk Edebiyatı Tarihi, (Editörler: Talat Sait Halman, Osman
Horata v.d.), 2. Baskı, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 371-394.
MUM, Cafer (2011). Divan Şiirinde Bercesteli Beyitler, Malatya: Mengüceli Yayınları.
OCAK, Tulga (1985). “Ölümünün 350. Yılında Nef’î”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, C. 3, S. 2, s. 1-20.
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük (2005). 10. Baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
230
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi
ve Sâlim Efendi’nin Husrev ü
Şîrîn Mesnevîsi*
Yrd. Doç. Dr. Elif AYAN NİZAM**
H
I. GİRİŞ
usrev ü Şîrîn, Ferhâd u Şîrîn ve Ferhâd-nâme isimleriyle
yazılan mesnevilerin tarihî kaynağı, Sâsânî hükümdarlarından Husrev Pervîz’in savaşları ve aşklarıdır. Husrev ü Şîrîn hikâyesi, Şehnâme, Taberî Tarihi gibi tarihî
kaynaklarda da yer almaktadır. Kaynaklar, Husrev’in
590-628 tarihleri arasında hükümdarlık yaptığı konusunda hemfikirdirler. Firdevsî’nin Şehnâme’sinde***
ve diğer kaynaklarda Husrev Pervîz ve hayatıyla ilgili
anlatılanların birçoğu, mesnevilerde geçen tarihî konularla, birkaç ufak farkın dışında aynıdır. Ferhâd’ın ve
Şîrîn’in gerçek kişilikleri hakkında birkaç rivayet bulunmaktadır. Fakat, bu şahsiyetler hakkında kaynaklarda kesin bilgiler bulunmamaktadır****.
Husrev Pervîz’in Ermen melikesinin yeğeni Şîrîn ile
aralarında geçen aşk macerasının anlatıldığı Husrev ü
Şîrîn mesnevisi İslâmî edebiyatın en tanınmış ve en sevil-
*
Bu çalışma, Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri
adlı yayımlanmamış doktora tezimizden üretilmiştir (Hacettepe Üniversitesi, Ankara 2010).
** Hitit Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ÇORUM
[email protected]
*** Firdevsî (1370), Şehnâme, Tehran: Celâlî ve İhtirâmî Yay. 4. cilt (6-7. cilt), s. 2025-2225.
****Bu rivayetlere değinmek bu makalenin sınırlarını aşacağı için daha geniş bilgi için Sâlim Efendi’nin
Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri adlı doktora çalışmamıza ve
orada yararlanılan kaynaklara bakılabilir.
231
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
miş hikâyelerindendir. Bu hikâyeyi edebî gayeyle ilk ele alan XII. yüzyılın meşhur İran şairlerinden Senâî’dir (Timurtaş 1952: 15). XII. yüzyılda Selçuklu döneminde yaşamış meşhur şair Nizâmî, bu hikâyeyi ilk defa bir mesnevî konusu olarak ele almıştır. Nizâmî’nin
bu eserine İran şairlerinde olduğu kadar Türk şairleri tarafından da nazireler yazılmıştır1.
Bunların çoğu Nizâmî’nin eserinin çevirisi mahiyetinde olup bir kısmı da te’lif diyebileceğimiz özellikler taşımaktadır. Türk edebiyatına Altın Ordu sahasında yetişen şair Kutb’un
Nizâmî’den yaptığı tercüme eserle giren hikâye, Şeyhî ve Nevâî’nin anlatımlarıyla en güzel
örneklerini verir (Timurtaş 1952: 15). Türk edebiyatı alanında kütüphanelerde kayıtlı bulunan ve araştırmacılarca incelenen Husrev ü Şîrîn ve Ferhâd u Şîrîn mesnevîleri; Fahrî,
Kutb, Şeyhî, Ali Şîr Nevâî, Ahmed Rıdvan, Firâkî2, Âhî, Celîlî ve Lâmi’î’ye aittir. Tezkirelerde ve diğer kaynaklarda adı geçen diğer şairlerin eserlerine rastlanılmamıştır.
II. SÂLİM EFENDİ’NİN HAYATI
Sâlim Efendi’nin doğum yeri ve tarihi kaynaklarda belirtilmemiştir. Şiirlerinde de bu
konuya ışık tutacak herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak şair, Husrev ü Şîrîn
mesnevisinin 4602. beyitinde3 bu eseri yazdığında yirmi yaşında olduğunu şöyle belirtmiştir:
Bu naômı hem etdiginde inşÀd
èİşrìn idi olsa sinni aèdÀd
Şairin, eserinde verdiği bu bilgiye göre, onun 1780-81 yıllarında doğmuş olduğu
söylenebilir. Dolayısıyla, Sâlim Efendi’nin 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında
yaşadığı anlaşılmaktadır.
Sâlim Efendi’den bahseden tek kaynak ise Ârif Hikmet Tezkiresi’dir.4 Bu tezkirede şairin babasının adı, “Rÿmeli eşrÀfından Tevfìú Efendi KetòüdÀsı MuãùafÀ RÀşid
Efendi” (Ârif Hikmet, vr. 34a) olarak verilmiştir. Sâlim Efendi’nin, Fuzûlî’nin Farsça
olarak yazdığı Rind ü ZÀhid adlı eserini çevirdiği Muhavere-i Rind ü ZÀhid adlı bir
eseri daha bulunmaktadır.5 Bu eserinin vr. 53a kısmında şair kendi ismini, Es-Seyyid
232
1 Husrev ü Şîrîn ve Ferhâd u Şîrîn mesnevisi yazan şairler ve bu mesneviler hakkında daha fazla bilgi
edinmek için tezimizde verilen kaynakça ve dipnotlara bakılabilir.
2 Firâkî’ye ait mesnevi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim
Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalında Asuman Bayram tarafından Doktora tezi olarak çalışılmaktadır.
3 Mesneviden yapılan alıntılarda, Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü
Şìrìn Mesnevileri adlı doktora çalışmamızda tenkitli metni hazırlarken vermiş olduğumuz beyit ve bend
numaraları esas alınmıştır (Hacettepe Üniversitesi, Ankara 2010).
4 Arif Hikmet Tezkiresi dışında Sâlim hakkında bilgi veren kaynaklar, bu bilgileri Arif Hikmet
Tezkiresi’nden almışlardır. Bu kaynaklar; İnehan-zâde Mehmed Nâil Tuman (Haz. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatcı), “Sâlim”, Tuhfe-i Nâilî, Bizim Büro Yayınları, Ankara 2001: C.I, 1691/407; Haluk İpekten-Mustafa İsen-Recep Toparlı-Naci Okçu-Turgut Karabey, “Sâlim”, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı
İsimler Sözlüğü, KTB Yay., Ankara 1988: 423.
5 Sâlim’in bu eseri Nurgül Sucu tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlanmıştır (Sâlim, Hayatı, Edebî
Kişiliği, Eserleri ve “Rind ü Zâhid” Tercümesi (İnceleme-Metin), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Danışman: Prof. Dr. Ahmet
Sevgi, Konya 2004.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
MustafÀ SÀlim ibnü’s-Seyyid Mehmed RÀşidü’l-Hüseynì olarak belirtmektedir. Kaynaklarda, öz babası hakkında bu bilgi dışında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Sâlim Efendi’nin eserlerinde ve şair hakkında bilgi veren kaynaklarda üvey babası İhyâ
Efendi hakkında daha çok bilgi bulunmaktadır. Şairin, üvey babasından çok yardım gördüğü ve onun yardımıyla müderrisin zümresine dahil olduğu Ârif Hikmet Tezkiresi’nde
belirtilmektedir.6 Sâlim Efendi, kendisi de Husrev ü Şîrîn mesnevisinde (b. 4613-4621)
üvey babası İhyâ Efendi’nin kendisi için öneminden bahsetmektedir. Şairin sözlerinden
İhyâ Efendi’nin, Sâlim’in yetişmesinde de büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır.7
Arif Hikmet, Tezkiresi’nde Sâlim Efendi’den bahsederken “èaleyhi’r-raóme” tabirini kullanmaktadır. Arif Hikmet’in, Tezkiresi’ne H.1250/M.1834/35 tarihine dek
yetişen şairleri almış (Levend 1998: 336) olması, Sâlim Efendi’nin, bu tarihten önce
ölmüş olduğunu düşündürmektedir. Mehmed Süreyyâ’nın Sicill-i Osmânî adlı eserinde belirttiği Sâlim Mehmed Efendi’nin ölüm tarihi olarak verilen H.1233/M.1818 tarihi, Husrev ü Şîrîn şairi Sâlim Efendi’nin ölüm tarihi olabilir (Mehmed Süreyya 1996:
1476). Ârif Hikmet Tezkiresi’nde “Vezìr-i müfettiş ve şerèiyyÀtì olarak Àòir Burÿsada
müfettiş vekili olduàu óÀlde (...) vefÀt eylemişdir”8 demektedir. Bursa’da müfettiş yardımcısı iken ölmüş olması Mehmed Süreyyâ’nın Sicill-i Osmânî’de şairi Bursalı olarak
göstermesine sebep olmuş olabilir. Sicill-i Osmânî’de ayrıca 1226’da (1811) Haleb
mollası olduğu, öldüğünde Davudpaşa’da defnedildiği, oğlunun adının ise Seyyid
Mustafâ Efendi (Mehmed Süreyya 1996: 1476) olduğu yazılıdır. Sâlim Efendi hakkında bilgi veren kaynaklarda başka bilgi bulunmamaktadır.
III. SÂLİM EFENDİ’NİN ESERLERİ
Sâlim Efendi’nin doktora tezi olarak ele aldığımız Husrev ü Şîrîn mesnevisinden başka Fuzûlî’nin Farsça olarak yazdığı Rind ü Zâhid adlı eserini çevirdiği Muhavere-i
Rind ü Zâhid adlı bir eseri daha bulunmaktadır.9 Sâlim Efendi’nin bugüne kadar
bilinen bu eserlerinden başka bir eserinin olup olmadığı kaynaklarda belirtilmemiş,
kütüphanelerde başka bir eserine de rastlanmamıştır.
1. Husrev ü Şîrîn
Makalemizin konusu olan bu eser ayrıntılı olarak tanıtılacağı için burada tekrar verilmemiştir.
2. Muhavere-i Rind ü ZÀhid
Sâlim Efendi’nin bu eseri, Fuzûlî’nin Rind ü ZÀhid adlı Farsça eserinin tercümesidir. Nurgül Sucu çalışmasında; “Zahid” bir baba ile onun “Rind” oğlu arasında geçen çeşitli konulardaki tartışmaları ihtiva eden Muhavere-i Rind ü ZÀhid adlı eserin
6
7
8
9
Arif Hikmet, vr. 34a.
İhyâ Efendi hakkında daha fazla bilgi için Arif Hikmet Tezkiresi’ne bakınız (vr. 3b-4a).
Ârif Hikmet, vr. 34a.
Salim’in bu eseri Nurgül Sucu tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlanmıştır (Sâlim, Hayatı,
Edebî Kişiliği, Eserleri ve “Rind ü Zâhid” Tercümesi (İnceleme-Metin), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Konya 2004).
233
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
mensur bir risale mahiyetinde olduğunu, karşılıklı konuşmalardan oluşan bu eserde,
Zahid’in ve Rind’in hemen her konuşmasından sonra, Farsça bir rubai veya kıt’anın
yer aldığını, esere Muhavere-i Rind ü ZÀhid denmesinin sebebinin de baştan sona kadar iki kişinin karşılıklı konuşmasından ibaret olmasından (Sucu 2004: 50) kaynaklandığını söyler.
Sâlim Efendi, H.1219/1804 yılında Fuzûlî’nin bu eserini görmüş ve bu güzel eseri
Türkçeye çevirmeye karar vermiştir. Hemen bu işe başlayan şair, muhtemelen aynı yıl
içerisinde eserini tamamlamıştır (Sucu 2004: 51).
Sâlim’in bu eserinde H.1215/M.1800’de Husrev ü Şîrîn adlı manzûmeyi kaleme
alıp Sultan Selîm Han’a sunduğunu söyler. (…) Eserde Farsça toplam 61 kıt’a, 66
rubâî, 1 mesnevî, 4 beyit ve 1 mısra; Türkçe 3 beyit ve mısra vardır (Sucu 2004: 52).
Muhavere-i Rind ü ZÀhid’in bir matbû, bir de yazma olmak üzere iki nüshası bulunmaktadır. H.1285/M.1869 yılında Tasvîr-i Efkâr Matbaasında basılan matbû nüsha, 135 sayfa ve 3 sayfalık hata-savab cetvelinden ibarettir. Süleymaniye Ktp., Esad
Efendi Böl. Nu. 289’da kayıtlı bulunan yazma nüsha ise 53 yapraktan oluşmaktadır. Yazma nüshanın sonunda yer alan (…) Eåer-i òame-i èAbdü’l-óamìd Óaşmet ibn-i
Muóammed SÀlim el-ÜsküdÀrì şeklindeki kayda göre bu nüshanın Sâlim’e ait olan
müellif hattı nüshadan istinsah edildiğini (Sucu 2004: 200) düşündürmektedir.
IV. SÂLİM EFENDİ’NİN HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVÎSİ
1. Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn Mesnevisinin Konusu
Husrev ü Şîrîn mesnevisinin konusu şu şekilde özetlenebilir:
234
Nûşînrevân’ın oğlu Hürmüz’ün çocuğu olmamaktadır. Sonunda Allah yüzünü güldürür
ve Husrev Perviz adında güzel yüzlü ve bahtlı bir oğlu olur. Büzrügümmîd adında bir
alimden dersler alan Husrev, her alanda çok büyük bir usta olur. Ava çıktığı bir akşam yaptığı eğlencede yanındakiler ve hayvanları halkın malına zarar verince babası
tarafından cezalandırılır. Ülkenin ileri gelenlerinin ricaları sonucunda Hürmüz, oğlunu
affeder. Dedesi Nûşînrevân’ı rüyasında gören Husrev’e kaybettiği dört şey yerine Şebdîz
adında çok hızlı bir at, çok güzel sesli Bârbed adında bir şarkıcı, çok güzel bir taht ve
eşi bulunmaz Şîrîn adında bir sevgili geleceği söylenir. Husrev’in Şâvur adında bir arkadaşı vardır. Bu arkadaşı bir eğlence esnasında Husrev’e Şîrîn’den bahseder. Şâvur’un
anlatışından Husrev, Şîrîn’e âşık olur. Şâvur’u, bu durumu Şîrîn’e bildirmesi ve onun
düşüncelerini öğrenmesi için Şîrîn’in yanına gönderir. Şâvur, Şîrîn’in bulunduğu dağa
gelir, Husrev’in resmini çizer ve bir ağaca asar. Şîrîn, ağaca asılı resmi görür ve resimde
gördüğü surete âşık olur. Şâvur bu resmi kendisinin yaptığını ve Husrev’in de Şîrîn’e
âşık olduğunu açıklar. Husrev’in durumunu Şîrîn’e anlatarak ona bir yüzük verir. Şîrîn
av kıyafetlerini giyer ve Husrev’in olduğu yere gitmek için yola çıkar. Şîrîn, bir çeşme başında yıkanmak için durur. Husrev’i babasına kötüleyen gammazlar yüzünden
Husrev, Medayin’den Ermen’e kaçar. Çeşme başında Şîrîn’le karşılaşır fakat Husrev
tebdil-i kıyafet olduğu için Şîrîn onu gördüğünde tanıyamaz. Husrev, Ermen’e Şîrîn
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
de Medâyin’e gider. Şîrîn buraya geldiğinde Husrev’i bulamaz ve çok üzülür. Şîrîn için
taşlık bir alanda Kasr yaptırılır. Husrev, Şîrîn’i getirmesi için Şâvur’u gönderir. Bu arada
Husrev’in babası Hürmüz’ün gözüne mil çekerler ve Husrev’i de tahta geçmesi için
Medâyin’e çağırırlar. Hürmüz’ün eski vezirlerinden Behrâm Husrev’i kıskanır ve ona
savaş açar. Husrev tahtı bırakarak tekrar Ermen’e kaçar. Ermen’de Şîrîn’e kavuşmuş
olur. Şîrîn’in teyzesi Mehîn Bânû, Husrev ve Şîrîn arasındaki aşkı fark eder ve Şîrîn’den
nikahlanmadan Husrev’e teslim olmaması için söz alır. Birgün Husrev, Şîrîn’e sahip olmak isteyince Şîrîn ona teslim olmaz. Aralarında geçen tartışma sırasında Şîrîn, Husrev’i
kaçmakla suçlar. Şîrîn’in sözlerine kızan Husrev, Ermen’den ayrılarak Rum ülkesine
Kayser’den yardım istemeye gider. Kayser, Husrev’e kızıyla evlenme şartı koyar. Husrev Meryem’le evlenir. Bir ordu kuran Husrev, Behrâm’ı yenerek tahta geçer. Bu sırada
Şîrîn, Husrev’den ayrıldığı için çok üzgündür. Bunun üzerine bir de teyzesi Mehîn Bânû
ölür. Şîrîn tahta geçer. Fakat Husrev’in hasretine dayanamayan Şîrîn, Kudüs’e gidiyorum diyerek Medâyin’e gider. Şîrîn, Kasr’ına süt ırmağı yaptırmak için Ferhâd’ı çağırdığında Ferhâd Şîrîn’i görür ve ona âşık olur. Bunu duyan Husrev çok kıskanır. Ferhâd’ı
çağırarak ondan Şîrîn’i bırakmasını ister. Ferhâd kabul etmeyince ondan Bîsütun dağından yol açarsa Şîrîn’i kendisine vereceğini söyler. Ferhâd da Şîrîn için bunu kabul eder.
Ferhâd, dağları çok hızlı delmeye başlayınca Husrev, Ferhâd’ın işi başaracağını düşünür
ve ondan kurtulmak için bir çare arar. Acuze bir kadın bulduran Husrev, Ferhâd’a bu
kadın aracılığıyla Şîrîn’in ölüm haberini gönderir. Bunu duyan Ferhâd üzüntüsünden
ölür. Şîrîn, Ferhâd’ın ölüm haberine çok üzülür ve yas tutar. Husrev, Şîrîn’in Ferhâd
için üzüldüğünü duyunca onu suçlayan bir mektup yazar. Bunun ardından Husrev’in
eşi Meryem de ölür. Şîrîn de Husrev’e aynı şekilde bir mektup yazar. Şîrîn’in ona hâlâ
teslim olmaması Husrev’i çok sinirlendirir ve Şâvur’u Şîrîn’in yanından alarak onu yalnız bırakır. Fakat yine de dayanamaz ve av bahanesiyle Şîrîn’in kasrına gider. Husrev ve
Şîrîn uzun uzun konuşurlar. Husrev hatalı olduğunu söyler fakat Şîrîn’i bir türlü razı
edemez. Husrev oradan ayrılınca Şîrîn pişman olur. Husrev’in arkasından gider ve ondan sonra bütün ülke padişahlarının katıldığı muhteşem bir düğünle evlenirler.
2. Eserin Yazılış Tarihi
Sâlim Efendi, Husrev ü Şîrîn mesnevisini H. 1215/M. 1801 tarihinde yazmıştır.
Mesnevinin sonunda bulunan aşağıdaki tarih kıt’asındaki “ÀåÀr-ı èaşú-ı dil-cÿ” ibaresi
de ebced hesabıyla H. 1215 tarihini vermektedir:
äad óamd òÀme-i ter dizdi süùÿra gevher
Òˇoş görsün ehl-i diller mir’Àt-i èaşúdır bu
SÀlim erip òitÀma gül gibi işbu nÀme
TÀrìò dedi òÀme ÀåÀr-ı èaşú-ı dil-cÿ
Şair, 4631. beyitte de aynı tarihi “lafzen” söylemektedir:
Erdikde òitÀma her me’Àli
235
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
Biñ iki yüz on beş oldu sÀli
Ayrıca Muhavere-i Rind ü ZÀhid adlı eserinin 3a-3b varaklarında 1215 yılında Husrev ü Şîrîn mesnevisini yazdığını söylemiştir (Sucu 2004: 34). 3. Eserin Kime Sunulduğu
Sâlim, Husrev ü Şîrîn mesnevisini, kendi tabiriyle, Sulùanü’l-áÀzì Selìm ÒÀn’a sunmuştur (Sucu 2004: 34). Şair, mesnevisinde der-Medh-i PÀdişÀh-ı CihÀn Selìm ÒÀn
EyyedellÀhu Mülkehu başlığıyla verdiği “padişaha övgü” kısmında Selîm Han’dan
bahsetmesi eserini ona sunduğunu göstermektedir. III. Selîm’in adı mesnevide şu şekilde geçmektedir:
Ser-tÀc-ı şehenşehÀn-ı devrÀn
Yaènì ki Selìm ÒÀn-ı devrÀn (b. 61)
4. Nüshaların Tanıtımı
Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn mesnevinin bilinen iki nüshası bulunmaktadır.
Yazma nüshalarından biri, Vatikan Kütüphanesi Türkçe Yazmalar bölümünde Vat.
Turco 284 numarayla kayıtlıdır. Bir diğeri de Tahran’da Kitabhane-i Meclis-i Şura-yı
Milli’de 8574 numara ile kayıtlıdır. Tenkitli metnin hazırlanmasında Vatikan nüshası
esas alınmış, Tahran nüshası karşılaştırma için kullanılmıştır.
a. (V10) Vatikan Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, Vat. Turco 284.
Milli Kütüphane Yazmalar bölümü bilgisayar veritabanında Vatikan nüshasının
156 varak ve 17 satırdan meydana geldiği yazılmaktadır. 210x115 mm. ölçülerindeki
eserin yazı türü nestalik olarak verilmiştir. Yazmayla ilgili bunlardan başka herhangi
bir bilgi bulunmamaktadır. Tenkitli metnin hazırlanmasında kullanılan nüshayla ilgili
tespit edilen özellikler ise şunlardır:
Vatikan nüshası, 155 varaktan oluşmaktadır. Bu nüshada 166 başlık tespit edilmiş
olup bir muhammes başlıklı 16 tardiyye, 1 terci’-i bend ve 1 tarih kıt’ası bulunmaktadır. Husrev ü Şîrîn, Vatikan nüshasında, tardiyyeler, terci’-i bend ve kıt’a haricinde
4632 beyitten oluşmakta ve nüshanın sonunda H.1215 tarihi yer almaktadır. Nüshanın istinsah tarihiyle eserin yazılış tarihinin aynı olması bunun müellif hattı nüsha ya
da Tahran nüshasına nazaran yazım hatalarının az olması, birkaç beyit eksiğiyle iyi
bir müstensihin elinden çıkmış olduğunu düşündürmektedir. Buna rağmen bu nüshada da vezni bozuk olan yedi mısra bulunmaktadır. Nüshanın başında 1b, 2a ve 2b
varaklarında üç adet takriz bulunmaktadır. Bu takrizler; İhyâ Efendi, Bahâr Efendi ve
Refî’â Efendi’ye aittir11. Yazmada bundan başka herhangi bir temellük kaydına rastlanılmamıştır.
Tenkitli metin hazırlandığında Vatikan nüshasında 552, 681, 1165, 1166, 1189 ve
236
10 Bunlar, nüshaların kısaltılmış şekillerini ifade etmektedir.
11 Bu takrizler ve bu eser için takriz yazan şairlerle ilgili daha geniş bilgi için Sâlim Efendi’nin Òusrev ü
Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri adlı doktora tezimize bakılabilir.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
2603. beyitlerin bulunmadığı tespit edilmiştir.
b. (T) Tahran, Kitâbhâne-i Meclis-i Şûra-yı Millî, 8574.
Milli Kütüphane Yazmalar bölümü bilgisayar veritabanında, Tahran nüshasının
122 varak ve 21 satırdan meydana geldiği yazılmaktadır. Ayrıca eserin istinsah tarihi
1217 (1802) olarak verilmekte, eserle ilgili başka bilgi bulunmamaktadır. Tenkitli
metnin hazırlanmasında kullanılan nüshayla ilgili tespit edilen özellikler şunlardır:
Tahran nüshası 122 varaktan oluşmakta ve 165 başlık ihtiva etmektedir. Bu nüshada da biri muhammes başlıklı olmak üzere 16 tardiyye, 1 terci’-i bend ve 1 tarih
kıt’ası bulunmaktadır. Husrev ü Şîrîn, Tahran nüshasında tardiyyeler, terci’-i bend
ve kıt’a haricinde 4549 beyitten oluşmaktadır. Tahran nüshasında, 1576’ncı beyitten
1658’inci beyte kadar olan kısım eksiktir. Tahran nüshasındaki bu 83 beytin eksik
olması, nüshanın iki varağının eksik olmasından kaynaklanmaktadır.12
Yazmanın sonundaki ketebede müstensihin ismi ve istinsah tarihi bulunmaktadır:
v#u*• qšFLŽ« d²bI¼« 돗 uH ‰« dšIH¼« ë¾×½
“Ketebehu’l-Faúìr El-èAfve Rabbehu’l-Úadìr İsmÀèil Òulÿãì-121713”
Tahran nüshasında aşağıdaki beyit bulunmamaktadır:
Terk etmeyip arada rüsÿmu
Birbirine etdiler hücÿmu (b. 1700)
Vatikan nüshasıyla karşılaştırdığımızda, Tahran nüshasında birçok beyitin ve mısraın yer değiştirdiği tespit edilmiştir.
Aşağıdaki beyit, yazmanın 28a varağının kenarında, bulunması gereken mısralar
arasından başlanarak yukarıya doğru 45 derecelik bir açıyla yazılmış bulunmaktadır:
Der-óÀl yapıp berÀy-ı Şìrìn
Ol mevøièe bir maóall-i rengìn (b. 1045)
Bu beyit Vatikan nüshasında normal sırasında bulunmaktadır. Vatikan nüshasının
istinsah tarihi daha önce olduğu için bu beytin Tahran nüshası istinsah edilirken unutulduğu ve daha sonra eklendiği düşünülmektedir.
Tahran nüshasında müstensihe ait olan pekçok vezin hatası bulunmaktadır.
12 Milli Kütüphane Yazmalar bölümünün bilgisayar veritabanında nüsha hakkında verilen genel bilgilerde ve Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof.
Dr. Ahmet Sevgi’nin yazmış olduğu “Sâlim’in Husrev ü Şîrîn’i Üzerine…” başlıklı tanıtım yazısında da
eser 122 varak olarak tespit edilmiştir (Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, S. 17,
Konya 2007: 25-31).
13 Bu ifadenin Türkçesi: Fakir İsmail Hulûsî, -Kadîr olan Allah onu affetsin- yazmıştır 1217.
237
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
V. HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVÎSİ'NİN DIŞ YAPISI
1. Nazım Şekilleri
Mesnevi nazım şekliyle yazılan bu eser, toplamda 166 başlıktan oluşmaktadır. Bu
başlıklardan 16’sı tardiyye, 1’i terci’-i bend ve 1’i kıt’a nazım şekliyle yazılmıştır. Son
başlıkta bulunan tarih kıt’ası hariç eserin tamamında bahr-i hezecin mefèÿlü mefÀèilün
feèÿlün kalıbı kullanılmıştır. Tarih kıt’ası bahr-i muzarînin mefèÿlü fÀèilÀtün mefèÿlü
fÀèilÀtün kalıbı ile yazılmıştır.
2. Husrev ü Şîrîn’de Üslûp
Husrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn gibi konuları ortak olan mesnevilerde konudan
çok, şairin söyleyişi önemlidir. Şairler eserlerinde de kendisinden önce bu konuda
mesnevilerin yazıldığını, ama kendisi gibi kimsenin yazamadığını iddia ederler. Sâlim
de Husrev ü Şîrîn adlı mesnevisinin “yazılış sebebi” kısmında, kendisinden önce
Şeyhî Üstad’ın bu eseri kaleme aldığını, fakat sözü çok uzatarak konudan uzaklaştığını söyler ve kendisinin kısa ve öz bir şekilde, lafı uzatmadan yeni bir Husrev ü Şîrîn
mesnevisi yazacağını belirtir. Bu mesnevisinin vezninin Şeyhî’ninkinden farklı olacağını söyleyen şair, eserinde kıl başı kadar da kusur olmayacağını iddia eder:
Etmişdi meger ki Şeyòì üstÀd
Bu nÀme-i pÀki evvel inşÀd
LÀkin ederek kelÀmı taùvìl
ÌcÀzdan eylemişdi taóvìl (b. 142-143)
Söz konusunda bu kadar iddialı olan Sâlim, gerçekten de Şeyhî gibi sözü uzatmamış, Şeyhî’nin önem verdiği konuları, kısaltarak anlatma yoluna gitmiştir. Sâlim,
eserini hikmetli sözler söyleme yeri olarak görmemiş, asıl konunun “aşk” hikâyesi
olduğunu böyle bölümler yazmayarak göstermiştir.
Sâlim’in dile olan hakimiyeti, mesnevinin tamamında aynı orandadır. Sadece “giriş” ve “bitiş” bölümlerinde değil, eserin anlatıldığı bölümlerde de Arapça, Farsça kelimelerle çoklu terkiplerin olduğu görülmektedir.
Her dilde belli kavramları anlatmak için birden fazla sözcük bir araya getirilerek
tamlamalar, deyimler kurulur. Bunlar şiir dilinde somutlama ve alışılmamış bağdaştırma yoluyla yapılır. Doğan Aksan bağdaştırmayı, söz varlığı içindeki ögeleri, tümce ya
da sözceleri anlamlı, kabul edilebilir birimler halinde bir araya getirmek olarak tanımlamaktadır. Alışılmamış bağdaştırma ise anlam ayırıcıları arasında uyum bulunmayan
bağdaştırmalardır (Aksan 2006: 83-84). Eski şiir türlerinden yeni türlere kadar pek
çok türde alışılmamış bağdaştırmalara rastlanmaktadır. Bu bağdaştırma türü okurun
zihninde farklı çağrışımların oluşmasını sağlayarak şiiri hayal bakımından zenginleştirmektedir.
238
Sâlim’in, eserinde alışılmamış bağdaştırmalardan ve somutlamalardan sıkça yararlandığı görülmektedir. Şair, özellikle ikili tamlamalarda somut kavramlarla soyut
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
kavramları bir araya getirip anlam derinliği yaratmaya çalışmıştır: “Ààÿş-ı peder ,
èarÿs-ı merg, èÀşıú-ı serserì, bÀb-ı şefúat-evb, dest-i eyyÀm, dü-çeşm-i óayret, erre-i
àam, gehvÀre-i ıøùırÀb, àırbÀl-ı felek, óamÀme-i saèÀdet, kilk-i mÀh, pÀy-ı nigeh, rişte-i
taóammül, ruòsÀr-ı èadem, Àyìne-i ãunè-ı şÀhid-i kÀr, ÀzÀde-i cevr-i bì-girÀn, burúaèkeş-i òaclegÀh-ı vuãlat, àubÀr-ı rÀh-ı bì-reng, kuól-i dìde-i cÀn, tamàa-yı metÀè-ı óüsn-i
bì-àayb, zìb-i gÿş-ı idrÀk, zìnet-dih-i nev-úımÀù-ı iúbÀl…”
Şair ayrıca atıf vavları ve vasf-ı terkibilerle Farsça kurallara göre kurulmuş birleşik
tamlamalar da yapmıştır: “Àfet-i cÀn u bì-ÀmÀn, èaraú-feşÀn-ı dil-cÿ, èÀrıø-ı şuèle-dÀr
u dil-keş, cÀme-dÿz-ı devrÀn, deryÿzeger-i èaùÀ vü ümmìd, òÀme-i siyeh-pÿş, nÀme-i
dil-siyÀh, zer-lÿle-i mihr…”
Şair, “ben” kişi zamiriyle ve “al” renk adıyla Farsça tamlama kurallarına göre
tamlama kurmuştur:
Yaènì ki eyÀ felek-sitÀre
MihmÀn olasın ben-i nizÀra (b. 1576)
Òançer ki boyandı òÿn-ı ale
äaórÀ-yı èadem bitirdi lÀle (b. 1290)
Ayrıca eser içinde Arapça kurallara göre yapılmış tamlamalar da bulunmaktadır:
“bi’l-Àòire, bi’ø-øarÿre, el-óÀãıl, el-óaú, el-úıããa, fi’l-óÀl, felekü’l-burÿc, İnşÀ’allÀh,
Nÿn ve’l-Úalem, TebÀrekallÀh, billÀhi, neèÿõu billÀh, ve’l-óÀãıl…”
Günlük dilde kullanılan “AllÀh bilir, AllÀh içün olsun, İnşÀ’a’l-lÀh òayrdır, kör
olsun eger baúarsa dìde, başıñ içün, baú baú baña, baú n’eyledi, n’eyler baúalım, òˇoş
geldiñ, òayr ede ãoñun cenÀb-ı AllÀh” gibi birtakım kalıplaşmış ifadelere de şairin yer
verdiği görülür:
Baş üstüne dedi düşdü rÀha
èAzm eylediler úarÀrgÀha (b. 1582)
Òˇoş geldiñ eyÀ civÀn-ı òürrem
Şevúiñle göñüller oldu bì-àam (b. 1669)
Türkçe sözcükleri kullanmaya özen gösteren Sâlim’in şiirlerinde yer verdiği Türkçe deyimlerden ve arkaik kelimelerden bazıları şunlardır: “(Àòiret) anası, baş üstüne,
bitik işi, çil aúçe, delik delik, iş kesme, úayırmak, konmak (konaklamak), kör dilenci,
(Àòiret) oàlu, özge, süt (birÀder), şenlik, tamàa, tar, telli úurşun, ùonanma, ùatlu (cÀn),
ùuracaú (zamÀn), urmak (vurmak), yeñi ùoàmuş, yüz ãuyu, yüz úaralıgı, zülfünü yazmak (saçını taramak, süslemek)…”
Eski Anadolu Türkçesinde görülen bazı kelime ve yapıların 18. yy.da da devam
ettiği görülmektedir. Sâlim’in mesnevisinde de dil özelliği olarak Eski Anadolu Türkçesinin bu kelime ve yapılarına rastlanmaktadır: “aña, deñlü, budurur, çoàa, çölmek
(çömlek), daòı, dek, deyü, esbÀb (giysi), eyü, gerü, imdi, úanàı, úanda, úandan, úanı,
239
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
úanzil, úapuña, úarşu, kendüde, kendüden, kendüsü, kendüye, kesim, ne deñlü, nedurur, niçün, oldur, oldurur, oùaà, úardaş, şimden gerü, şol, şu deñlü, tek, yalıñızca,
yarlıà…”
Dilde bulunmayan yeni sözcük ve anlatım biçimlerini kullanma denilen sapmaları
(Aksan 2005: 166) Sâlim’in de devrinin dil özelliği olarak bazı Arapça ve Farsça kelimelere Türkçe yapım ekleri getirerek yaptığı görülmektedir: “vedÀèlaşdı, ãÀdıúlıàıña,
àÀzelendi, ÀşinÀlıàımdan, bed-nÀmlıú, bendelikle, òˇoşca, òastelendi, revişince, şerbetlene, şikestelendi…”
Bazen Arapça aslında çekimi bulunmayan kelimeleri de kullanmıştır. Şair,
“naúúÀş” kelimesinin yanında “nÀúış” kelimesini de kullanmaktadır:
Anda daòı nÀúış-ı dil-ÀrÀ
Aãmışdı bir özge naúş-ı zìbÀ ((b. 604)
Sâlim’in, bazı bölümlerde ses tekrarlarına düştüğü de görülmektedir. Bu tür kullanımlar şairin edebî yönünü olumsuz etkileyen unsurlardandır:
Tedbìrde úılmayıp úuãÿru
Saèy eyledi maènevì vü ãÿrì (b. 492)
Saèy eyledi maènevì vü ãÿrì
İúdÀmda etmeyip úuãÿru (b. 1059)
Eserde çok fazla cinas sanatı örneklerine de rastlanmaktadır. Şairin, cinas sanatını
sadece sanat yapma kaygısıyla yapmadığı, anlama da önem verdiği görülmektedir.
Sâlim, dilin imkanlarından bu kadar çok yararlanırken halkın bilgeliğinin eserleri
olan, az sözle çok şey anlatan atasözü ve deyimlerden de uzak kalamazdı. Ancak Sâlim,
mesnevisinde bir tane atasözüne yer vermiş, ama mesnevi içinde atasözü mahiyetinde
sözler söylemiştir. Buna rağmen birçoğunun bugün de kullanıldığı deyimlere eserinde
sık sık yer vermiştir.Aşağıda, mesnevi içinde kullanmış olduğu atasözü verilmiştir:
“Kendi düşen ağlamaz.”14
CÀn verme ki bunda muótemeldir
Kendi düşen aàlamaz meåeldir (b. 2433)
Şairin mesnevisinde atasözü mahiyetinde kullandığı sözlerden bazıları ise şunlardır:
Fehm etdi ki olmayınca taúdìr
Bì-fÀ’idedir her işde tedbìr (b. 1434)
Bir taòtda iki şÀh olmaz
Bir burcda mihr ü mÀh olmaz (b. 2640)
240
14 Deyim ve atasözleri konusunda, Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü (1-2, İnkılap Yay.,
İstanbul 1998)’nden ve Türk Dil Kurumunun internet ortamında yayımlamış olduğu Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nden (http://tdkterim.gov.tr/atasoz/) yararlanılmıştır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Şair, atasözlerinden çok fazla yararlanmasa da sadece Türkçe kelimelerden ve
Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerden oluşan deyimlere oldukça fazla yer vermiştir.
Husrev ü Şîrîn mesnevisinde deyimleri içeren beyitlerden örnekler aşağıda verilmiştir:
aàzı suyun aúıtmak:
Etdikçe şinÀh o şemè-i ümmìd
Aàzı ãuyun aúıdırdı òˇurşìd (b. 856)
úabına ãıàmamak:
Pür-neş’e-i cÀm-ı feyø olup şÀd
äıàmazdı úabına àonçe nÀ-şÀd (b. 1764)
yeñi ùoàmuşa dönmek:
Kesb etdi sürÿr-ı bì-bahÀne
Döndü yeñi ùoàmuşa cihÀna (b. 4230)
èaceb külÀh etmek (kandırmak):
Baúdıúça fiàÀn u Àh ederdi
Çarò aña èaceb külÀh ederdi (b. 613)
çenber-i felekden geçmek:
ReftÀrda raòşı öyle pür-fen
Geçse n’ola çenber-i felekden (b. 1703)
zülf-i yÀre ùoúunmak15:
Defèinde ararlar idi çÀre
AmmÀ ùoúunurdu zülf-i yÀre (b. 2296)
2. Âhenk Unsurları
Birçok araştırmacı şiir dilini “dil içinde ayrı bir dil” olarak kabul eder. Bunun
nedenini ise şiirin amacının iletişim olmadığı, heyecan verme ve etkileme oluşuna
bağlar. Şiir dilinin öteki metinlerin dilinden ayrı olması, şiir dilinde kafiye, redif, ses
yinelemeleri, ölçü, ritm gibi ögelerden yararlanılarak müzikalite sağlanmaya yönelmesinden kaynaklanmaktadır (Aksan 2005: 18-19).
Genel olarak bakıldığında, Sâlim Efendi’nin vezin ve kafiye konusunda, birkaç
zorlama vezin ve birkaç kafiyesiz beyit haricinde şiirde vezni ve kafiyeyi kullanmakta
oldukça başarılı olduğu görülmüştür. Şair; aliterasyon, asonans, ikilemeler ve ses tekrarlarından yararlanarak şiirinin müzikalitesini arttırmaya çalışmış ve bu konuda da
başarılı olduğu görülmüştür.
15 Ömer Asım Aksoy’un Deyimler Sözlüğü’nde (s. 1145) ve TDK İnternet sözlüğünde bu deyim “zülfü
yÀre dokunmak” olarak geçmektedir.
241
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
a. Vezin
Şiirde ritmin oluşmasında en önemli etkenlerden biri de vezindir. Manzum metinlerde vezin; kelime seçiminde, dilin musikisini ortaya çıkarmada, redif ve kafiyedeki
ses düzeninin sağlanmasında çok etkilidir (Macit 2005: 77).
Sâlim Efendi, Husrev ü Şîrîn mesnevisinin tamamında son başlıkta bulunan tarih
kıt’ası hariç, bahr-i hezecin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün kalıbını; tarih kıt’asında ise
bahr-i muzarînin mefèÿlü fÀèilÀtün mefèÿlü fÀèilÀtün kalıbını kullanmıştır. Husrev ü
Şîrîn mesnevisinin vezninin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün olması, şairin birçok beyitte
sekt-i melih yapmasına olanak sağlamıştır. Bu durumda ölçü mefèÿlün fÀèilün feèÿlün
biçimine girmiştir:
Şìrìn şìrìn óikÀyetiñ var
ÔÀhir bu ki yÀre òidmetiñ var (b. 2896)
İnşÀ’allÀh òayrdır fÀl
Yüz ùutdu gibi faúìre iúbÀl (b. 4319)
Sâlim’in eserinde bazı mısralarda vezinle ilgili hatalar bulunmaktadır. Hatta aşağıdaki beyitin ikinci mısraının vezni bozuktur:
Vermekde óayÀtdan peyÀmı
Olmuş idi cÿy-ı Aras nÀmı (b. 1921)
b. Kafiye
Sâlim’in Husrev ü Şîrîn mesnevisinin kafiye açısından çok zengin bir yapıya sahip
olduğu söylenebilir. 4638 beyitten oluşan bu mesnevinin 4617 beyitinde kafiyenin
her türlüsüne rastlamak mümkündür. Bunlardan 4433 beyitte tek ses, iki ses, üç ve
daha fazla ses benzerliğinden oluşan kafiyeler bulunmaktadır.
Husrev ü Şîrîn’in de 196 beyitinde ses ve harf benzerliğine dayanan ve göz kafiyesi
ya da kulak kafiyesi denilen bu türlerden örneklere rastlanmaktadır:
èAşú oldu tecellì-i İlÀhì
YeksÀn úodu gedÀ vü şÀhı (b. 7)
Açdıúça ãabÀ anıñ şikencin (sMJ–)
Taórìk úılardı fitne gencin (sMJ) (b. 1756)
Rüstem gibi ol vezìr-i òÿn-òˇÀr
èİãyÀnını úıldı şÀha iôhÀr (b. 1391)
Şair, mesnevi içinde çok az miktarda kusurlu kafiye kullanmıştır. 9 beyitte ise hiç
kafiye kullanmamış, redifle yetinmiştir:
ÁrÀyiş-i taòtgÀh-ı kisrÀ
Zìnet-dih-i bÀrgÀh-ı kisrÀ (b. 642/4352)
242
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
ZìrÀ ki bilirdi derd-i èaşúı
ZÀr etdi niçe bezir-i èaşúı (b. 1617)
Sâlim Efendi’nin, kafiye kusuru bulunan beyitler yazmasına rağmen kafiye kullanmakta ve özellikle cinaslı kafiyeler yapmakta oldukça başarılı olduğu görülmektedir.
c. Redif
Sâlim, Husrev ü Şîrîn mesnevisinde âhenk ögesi olarak redife de önem vermiştir. Tardiyyelerde ve 1366 beyitte redif kullanmıştır. Bu durumda şair, mesnevisinin
yaklaşık % 30’luk bölümünde redif kullanmıştır. Bu oran, mesnevinin yaklaşık üçte
birini oluşturmaktadır. Şairin redif kullanımının azımsanmayacak oranda olduğu görülmektedir.
Mesnevide “ek halindeki redifler”in büyük çoğunluğu kapsadığı görülür. 1366 redifin 910 tanesi ek halindeki rediflerdir. “Sözcük redifler” kısmında toplamda 241 redif kullanılmıştır. 173 redif ise “ek+sözcükten oluşan redifler”dir. “İki sözcükten oluşan redifler” kısmında 26 redif bulunmaktadır. “Sözcük grubundan oluşan redifler”de
ise 4 redif bulunmaktadır. “Ek+sözcük grubundan oluşan redifler”de ise toplamda 12
redif bulunmaktadır.
Mesneviye bakıldığında şairin Türkçe kelimeleri redif olarak kullanmayı tercih ettiği görülmektedir. “Ek halindeki redifler” çıkarıldığında geriye kalan 458 rediften
387’si Türkçe kelimelerden, 56’sı Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerden, sadece 15’i
Arapça ve Farsça kelimelerden oluşmaktadır. Divan şiirinin bir özelliği olan redifte
Türkçe kullanma durumunu, Ömer Faruk Akün şöyle açıklar:
Redif, divan şiirinin yerli olduğu, başka deyişle yerliyi en iyi bulduğu bir cebhesidir (Akün 1994: 402).
Sonuç olarak Sâlim’in eserinde redif kullanmayı tercih ettiği, şiirde âhengi oluşturmada rediflere büyük görev yüklediği, mısraın yarısını kaplayan uzun redifleri de ara
sıra kullanarak mesneviyi oluşturduğu söylenebilir. Sâlim’in, redifleri bir çağrışım ögesi
olarak değil de anlatılan durumu ya da sözü pekiştirmek amacıyla kullandığı görülür.
ç. Yinelemeler
Şiirde ahengi sağlayan ögelerden biri de ses yinelemeleridir. Yinelemeler yazınsal
yapıtların, özellikle şiir türlerinin temel ögelerinin başlıcaları olmuştur. Yazın yapıtlarına bir estetik güzellik getirmek, çağrışımlar yaratmak, anlamları ve kavramları pekiştirmek için kullanılmaktadır (Özünlü 2001: 115). Divan şiirinde genellikle uyak
ve rediflerin tekrarı ile sağlanan bu yinelemeler, mısra sonları dışında, dizenin tamamında çeşitli seslerin tekrarıyla da oluşturulmaya çalışılır. “Divan şairleri, şiirlerinde
uyumu sağlamak için geleneğin imkanları içerisinde değişik yöntemlere başvururlar”
(Macit 2002: 172).
Sâlim de mesnevisinde âhengi sağlamak için aliterasyon ve asonanslardan yararlanmıştır. Aşağıdaki beyitlerde d, n, r ve À sesleri mısra ya da beyitte tekrarlanarak
müzikalite yaratılmıştır:
243
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
CÀnım ki bedendedir seniñdir
Her neş’e ki bendedir seniñdir (b. 866)
Baú baú úanı úanda úaldı nÀmÿs
èÁrıñ yoà imiş hezÀr efsÿs (b. 3635)
Şiir dilinde en çok biçimbirimsel yinelemeler kullanılmıştır. Biçimbirimsel yinelemelerden en çok kullanılanlar ise; bağlaç yinelemesi, önyineleme, ardyineleme, kıvrımlı yineleme, zıt yapılı yineleme, ikizleme, çaprazlama ve ek yinelemesi gibi alt başlıklarda incelenmektedir (Özünlü: 2001: 117-122). Sâlim’in mesnevisinde sık olarak
kullandığı yinelemeler şunlardır:
-Bağlaç Yinelemesi
Sâlim, mesnevisinin birçok yerinde bağlaç yinelemelerinden faydalanarak bir ritim
sağlamış ve anlamı pekiştirmiştir.
Yaènì ki silÀó u raòş u çevgÀn
Tìà ü teber ü kemÀn u meydÀn (b. 206)
Gördü ki ne yÀr var ne aàyÀr
Ne rÿó u ne cÀndır bedìdÀr (b. 3254)
-Önyinelemeler
“Bu yineleme, birbiri peşisıra gelen tümcelerin baş tarafındaki sözcük ya da sözcük gruplarının yinelenmesiyle yapılır” (Özünlü 2001: 118). Önyinelemeler, divan
şiirinde sözün anlamını güçlendirmek amacıyla yapılan “tekrir” sanatını ifade eder
(Öztekin 2001: 27). Sâlim, mesnevinin birçok yerinde bu tür yinelemelerden yararlanmıştır. Aşağıdaki beyitlerde önyineleme örnekleri görülmektedir:
Geh fikr ile etdi yem gibi cÿş
Geh münfaèil idi oldu òÀmÿş (b. 254)
Bir elde ùutardı cÀm-ı zerrìn
Bir elde idi şarÀb-ı rengìn (b. 355)
Sâlim’in, Husrev ü Şîrîn mesnevisinin başında “aşk” ve “hüsn” kelimelerini yinelemesi, konunun bütünlüğünü sağlamış ve bir aşk mesnevisi olan Husrev ü Şîrîn’in
içeriğini pekiştirmiştir:
èAşú ile cihÀnı úıldı ióyÀ
Bu sözle o lafža verdi maènÀ (b. 2)
èAşú olmasa bì-vücÿd olurduú
Güm-kerde reh-i şühÿd olurduú (b. 3)
èAşú oldu cihÀna mÀye-i kÀr
Óüsn oldu o kÀra zìb-i bÀzÀr (b. 4)
244
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
èAşú oldu cihÀna óÀlet-engìz
Óüsn oldu o èaşúa şöhret-engìz (b. 5)
***
Mesnevi içinde önyinelemelerden en ilgi çekici olanı mesnevinin sonundaki “dua”
bölümünde Allah’a seslendiği beyitler ve padişaha övgü kısmında III. Selîm’e “ey”,
“v’ey” sözcüklerini yineleyerek seslendiği beyitler önyinelemelere örnek verilebilir.
-Ardyinelemeler
“Ardyinelemeler, birbiri peşisıra gelen tümcelerin sonundaki sözcüklerin ya da sözcük gruplarının yinelenmesiyle yapılır. Yalnızca ritim için değil, tümce sonundaki sözcüğün anlamını pekiştirmek ve vurgulamak için de kullanılır” (Özünlü 2001: 118). Bu
yineleme türü, divan şiirinde, mısra sonlarındaki rediflerle sağlanmaktadır. Mesnevi, nazım şekli olarak iki mısraın kendi aralarında kafiyeli olmasını gerektirmektedir. Bu da şaire her beyitte kafiye ya da redif yapma zorunluluğu doğurur. Sâlim, mesnevide yaklaşık
1370 beyitte redif kullanmıştır. Bu da yaklaşık Husrev ü Şîrîn mesnevisinin %30’udur.
Bu oranlar, Sâlim’in, mesnevide ardyinelemelere sıklıkla başvurduğunu göstermektedir.
Redif bahsinde değinildiği için burada ardyineleme örnekleri verilmeyecektir.
-Kıvrımlı Yineleme
“Bu yineleme, bir tümcedeki son sözcüğün, daha sonra gelen tümcenin başında yinelenmesiyle yapılır” (Özünlü 2001: 120). Bu yineleme türü divan şiirinde kullanılan
“iade” sanatına benzemektedir:
Dedi ki èaceb nedir bu ãÿret
äÿret mi yaòˇud òayÀl ü èibret (b. 545)
Keşf et baña vaódet içre vaódet
Vaódetde vücÿda ver ferÀàat (b. 3845)
-İkizleme
Deyişbilimde, biçimbirimsel yinelemelerin bir türü olan ikizleme, aynı sözcüğün
bağlaçlı ya da bağlaçsız tekrarı olarak tanımlanır (Özünlü 2001: 121). Genel olarak
“ikileme” adıyla bilinir. Bu yineleme türü, diğer yineleme türlerindeki gibi şiir ve müzik arasındaki geçişleri sağlamak amacıyla yapılır.
Şiirde kullanılan ikilemeler, tekrarın yanı sıra içerdiği seslerin mısradaki diğer seslerle uyumu ile de âhenk arttırıcı bir ögedir (Demir 2008: 128). Sâlim, dilin
imkânlarını çok iyi kullanan bir şairdir. Anlatımı zenginleştirip güçlendirmek amacıyla kullanılan “ikilemeler” onun eserinde de yerini almıştır. Şair ikilemeleri kullanırken
sadece anlamı pekiştirmeyi düşünmemiş, dizelerdeki ses ve ahengi artırma amacını
da gütmüştür. Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle ve yapı olarak da daha çok aynı
sözcüğün tekrarı ile oluşan ikilemeleri kullanan Sâlim’in Husrev ü Şîrîn mesnevisinde
yapmış olduğu ikilemeler, mısra başında, mısra ortasında ve mısra sonunda yer alan
ikilemeler başlıkları altında toplanabilir:
245
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
ÁåÀr-ı ÒudÀya edip imèÀn
Bel bel baúar idi çeşm-i reyóÀn (b. 349)
BÀrÀn gibi fevc fevc èÀlem
Varırdı o cÀygÀha òürrem (b. 3201/4497)
Ey bÀd varırsan ol civÀna
ÓÀl-i dili söyle yana yana (b. 776/2875/3256/3898)
Şair, “sekt-i melih” yaptığı mısralarda, özellikle ikilemelerden yararlanmış ve
vezinde oluşturduğu bu duraklamalar, ikilemelerin uzun söylenişleriyle durumu
pekiştirerek bir ahenk sağlamıştır:
GiryÀn giryÀn dedi ki ey şÀh
Úıldı pederiñ cihÀndan ikrÀh (b. 1201/2518/3419/4068)
-Paralel (Koşut) Yineleme
Bu yineleme türü, “bir bölükte belli dize sonlarındaki sözcüklerin başka bir bölükte aynı yerlerde yinelenmesiyle yapılır” (Özünlü 2001: 121). Tercî’-i bendin en
önemli özelliği de “bendleri birbirine bağlayan vasıta beyitlerinin her bendin sonunda
yinelenmesi” (Dilçin 1995: 250)dir. “Bu beyitler, şiirin her bölüğünde hep aynı yerde
tekrarlandığı için, bir anlamda biçimbirimsel olarak da koşut (paralel) yineleme yapılmış olur” (Öztekin 2002: 89). Sâlim’in Husrev ü Şîrîn mesnevisinde bulunan tercî’-i
bendin vasıta beyitleri, Nizâmî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevisinden tazmin edilmiştir.
Nizâmî’den tazmin edilen bu vasıta beyti şöyledir:
Zülfeş reh-i bÿse-òˇÀh mì roft
MüjgÀneş ÒudÀ dehÀd mì goft
(X§— v¦ ˆ«u• ëŽu ˆ— gH¼“)
(XH½ v¦ œU£œ «b• gìU½ó¦)16
-Ek Yinelemesi
Ek yinelemeleri, “aynı yapım ya da çekim ekinin başka başka sözcüklerle kullanılması ile yapılır” (Özünlü 2001: 122). Divan şiirinde kafiye ve redif sebebiyle mısra
sonlarında sık sık karşılaşılan bir yineleme türüdür. Sâlim, mesnevinin birçok yerinde
ek yinelemelerinden yararlanmıştır. Örneklere bakıldığında Sâlim’in ek tekrarlarını
iki mısraın aynı yerlerine gelecek şekilde kullanarak paralel bir yapı oluşturduğu görülmektedir:
Şìrìn idi evc-i èişvede mÀh
Pervìz idi mülk-i şìvede şÀh (b. 1561)
EfàÀna verirdi gerçi ruòãat
İôhÀra çekerdi lìk òaclet (b. 2441)
246
16 Beytin anlamı: “Onun saçları buse isteyenin yolunu süpürür; kirpikleri (ise) ‘Allah versin!’ derdi.”
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
d. Paralelizm
“Paralelizm, şiir dilinde beyti oluşturan mısralar arasındaki benzer dil birliklerinin
ve mütevazin kelimelerin anlamla bütünleşen sesin eşliğinde paralel sıralanışını ifade
eden bir terimdir” (Macit 2005: 53). Burada söz konusu olan aynı kelimelerin her iki
mısrada tekrarlanması değildir. Paralelizmde esas olan ses, anlam ve vezin itibariyle
benzer kelimelerin tekrarıdır (Macit 2005: 53).
Paralelizm, divan şiirinin anlatım tekniklerinden yalnızca biri olarak genellikle bütün şairlerde belirli oranlarda karşımıza çıkmaktadır (Dilçin 2004: 56). Divan
edebiyatında şairlerin sanat göstermek gayesiyle yaptıkları “tarsi” sanatına benzeyen
bu söyleyiş biçimine Sâlim’de de rastlanmaktadır. Aşağıdaki beyitlerde, beyitteki tüm
ögeler arasında paralellik vardır:
Telòìã ederek muùavvelÀtın
Tenúìó ederek mufaããalÀtın (b. 147)
Tertìb-i åiyÀb-ı rÀh eyle
Tebdìl-i maúÀm-ı cÀh eyle (b. 698)
Geçdim niçe kÿh u niçe ãaórÀ
Gördüm niçe baór u niçe deryÀ (b. 1098)
Paralelizmin esasını, uzuv sayısının aynılığı, münasebet-nisbet aynılığı ve kuruluşyapı aynılığı oluşturmaktadır. Bu üç unsurun yer aldığı beyitlerde tam paralelizm söz
konusudur (Macit 2005: 57). Yukarıdaki beyitlerde tam paralellik sağlanmıştır. Bu üç
unsurdan biri ya da ikisi eksikse yarı paralellikten söz edilir. Aşağıdaki beyitler yarı
paralelliği örneklemektedir:
Bir elde ùutardı cÀm-ı zerrìn
Bir elde idi şarÀb-ı rengìn (b. 355)
Ney iñler idi çü şaòã-ı maózÿn
Mey aàlar idi edip dilin òÿn (b. 532)
Her óarfi rumÿz-ı èaşúa dÀ’ir
Her saùrı miåÀl-i mevc-i sÀ’ir (b. 4585)
Sâlim, şiir dilinde paralelizmden oldukça çok yararlanmış ve ustalık gerektiren,
özellikle tam paralellik taşıyan beyitleri ile paralelizmi bir söyleyiş biçimine dönüştürmüştür.
e. Şairin Üslubunda Görülen Kültürel ve Bilimsel Unsurlar17
Sâlim, mesnevisinde tarihi, mitolojik ve dinî şahsiyetler, edebî unsurlar (kitap ve
şair isimleri), musiki terimleri gibi “Kültürel Unsurlar”dan; tıp ve hastalık, astronomi,
coğrafya (ülke ve yer isimleri) gibi “Bilimsel Unsurlar”dan ve gece ve gündüz, bahar,
17 Makalede verilen başlıklar ve maddeler, tezimizde verdiğimiz başlıklardan alınmıştır.
247
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
bitki adları, hayvan adları ve değerli taşlar gibi “Tabiata ait Unsurlar”dan da bahsederek kelime hazinesinin zenginliğini göstermiştir.
VI. HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVÎSİ'NİN İÇ YAPISI
1. Tahkiye Unsurları18
Tahkiye unsurları denildiği zaman kişiler, bakış açısı, zaman, mekân ve olaylar19
akla gelmektedir. Olayların kimin gözünden anlatıldığı, hangi zaman ve mekânda geçtiği, kimlerin başından geçtiği çok önemlidir. Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn mesnevisinde geçen tahkiye unsurları şunlardır:
a. Kişiler
“Çift kahramanlı aşk mesnevileri”nden olan Husrev ü Şîrîn mesnevisinde olayların
meydana gelmesinde rol alan çok sayıda şahıs bulunmaktadır. Mesnevideki şahısların
üstlendikleri görevler çok önemlidir. Mesnevide şahısların üstlendikleri görevlere göre
dağılımları; baş kahramanlar (Husrev ve Şîrîn), yardımcı kahramanlar (Ferhâd, Hürmüz, Behrâm, Mehîn Bânû, Şâvur, Meryem, Büzürgümmîd, Rûm Kayseri) ve yardımcı
figürler (Nûşinrevân, Şekker, Medâyin’in ileri gelenleri, Bârbed ve Nakîsâ, Şîrîn’in cariyeleri, Husrev’in cariyeleri, acuze kadın, gammazlar, Sâye Hakan, Amr Azrak, Şebdîz
ve Gülgûn) şeklindedir.
b. Bakış Açısı
Husrev ü Şîrîn mesnevisi de kahramana dayalı, olayların anlatıldığı diğer mesneviler gibi “hakim” bakış açısı ve “kahraman” bakış açısıyla yazılmış bir eserdir. Mesneviye bakıldığında ağırlıklı olarak “hakim” bakış açısının kullanıldığı görülmektedir.
c. Zaman
Eserde kullanılan zamanların çoğu sadece hatırlatılmakla geçilmiş, zaman kavramına çok önem verilmemiştir. Zaman sürekli olarak akşam, sabah ve bahar mevsimi
üzerine kurulmuştur. Kış, yaz ve sonbaharın adı verilse de onlar sadece Şîrîn ve Mehîn
Bânû’nun o mevsimleri başka yerlerde geçirdiğini belirtmek içindir. Olayların gelişimi
açısından hiçbir önemleri yoktur.
ç. Mekân
Husrev ü Şîrîn mesnevisi mekân olarak Ermen ve İran (Medâyin) arasında geçer.
Fakat diğer yerlerin, mekân olarak kullanılmasalar da çeşitli nedenlerle isimleri geçmektedir. Bunlar; ülke isimleri, şehir isimleri ve diğer coğrafi unsurlar olmak üzere üç
kısma ayrılmıştır.
248
18 Bu sınıflandırmalar Nesrin Çoruh’un, XV. Yüzyıl Mesnevilerinden Hamdi’nin Yusuf u Züleyha, Cem
Sultan’ın Cemşid ü Hurşid ve Şeyhi’nin Husrev ü Şirin’inin Modern Roman Unsurları Açısından Değerlendirilmesi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Trakya Üniv., Edirne: 2003) adlı tezinden yararlanılarak
yapılmıştır.
19 Makalemizin sınırlarını aşacağından olaylar hakkında bilgi verilmemiştir. Olaylarla ilgili bilgi için
doktora tezimizdeki mesnevinin özetine bakılabilir.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
2. Motifler ve Masal Unsurları20
Aşk ve macera mesnevilerinde sık sık karşılaşılan ve ufak farklarla birbirine benzeyen (Ünver 1986: 456) motifler ve masal unsurlarına Sâlim’in mesnevisinde de rastlanmaktadır. Bu motifler ve masal unsurları; “çocuğu olmayan padişah”, “resimde
görüp âşık olma”, “resimde âşık olunan sevgilinin aranması”, “mektuplaşma”, “padişah seçme”, “sevgililerin kavuşması”, “kötülerin cezalandırılması”, “tanınma aracı”,
“rüya motifi”, “kılık değiştirme”, “kahramanların olağanüstü işler yapması”, “gurbete
çıkma” olarak verilebilir.
3. İnsan Kişiliğine Ait Değerler ve Duygular
İçinde insan bulunan, insanî olaylardan bahseden bir eserde insana ait değerlerin
ve duyguların bulunmaması imkansızdır. Sâlim’in mesnevisinde geçen ve kahramanların karakterlerinde tespit edilen değerler aşk, sabır, vefâ (sadakat); değersizlikler
açgözlülük, gurur, hırs, iftira, ikiyüzlülük, intikam alma, sitem; duygular ise acıma/
acımasızlık, hayal kırıklığı, huzursuzluk (kaygı), kıskançlık, pişmanlık, şüphe, üzüntü, yalnızlık, korku ve heyecandır.
4. Dinî ve Ahlakî Unsurlar
İslamî Türk edebiyatı döneminde yazılmış olan bir eserde dinî ve ahlakî unsurların
bulunmaması düşünülemez. Divan şairlerinin hepsinin yararlandığı kaynaklardan,
çok olmasa da Sâlim de yararlanmış, eserinde dua cümlelerine, ayetlere, hadislere,
kaza ve kader inancına yer vermiştir. Bunun yanında mesnevisinde halk inanışlarına
da yer veren şair, “ahiret anası”, “ahiret kardeşi” ya da “ahiret oğlu” gibi terimleri
kullanmıştır. Eserinde beyitlere yayılmış olarak ahlakî unsurlara da rastlanmaktadır.
5. Toplumsal Yaşayışla İlgili Unsurlar
Husrev ü Şîrîn mesnevisinde yeri geldikçe toplumsal yaşayışa ilişkin konulara da
değinilmiştir. Bunların çoğu, mesnevilerin genel konularındandır. Bu bölümle ilgili
tespit edilen konular ise “yönetim ve siyaset”, “taç için yarış”, “eğitim”, “yıldızlardan
fal bakma, fala inanış”, “ad koyma”, “okçuluk (nişancılık)”, “saçı saçmak”, “savaş
ve savaş araçları”, “avlanma”, “eğlence meclisleri”, “kadın”, “Tûb u Çevgân oyunu”,
“para adları”, “kıyafetler”, “şenlikler, ziyafetler” ve “düğün alayı” olarak sıralanabilir.
VII. Sonuç
Asırlarca varlığını sürdürmüş olan divan edebiyatı alanında dinî, tasavvufî, ahlakî,
aşk, kahramanlık gibi birçok konuda mesnevi yazılmıştır. Çift kahramanlı aşk
hikâyelerinden biri olan Husrev ü Şîrîn mesnevisinde Sâsânî hükümdarlarından Husrev Perviz ve Şîrîn’in aşkı anlatılmıştır. Ferhâd u Şîrîn ya da Ferhâd-nâme olarak adlandırılan mesnevilerde Husrev ü Şîrîn mesnevisinin başkahramanı olan Husrev’in
20 “Motifler ve Masal Unsurları” bölümündeki sınıflandırmalar için İsmail Ünver’in “Mesnevi” ( Türk Dili,
Türk Şiiri Özel Sayısı (Divan Şiiri), S. 415-416-417, Temmuz-Ağustos-Eylül 1986, s. 430-463.) adlı
makalesinden ve Cem Dilçin’in (1991) Mesèÿd bin Ahmed Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Dizin)
(Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay. s. 83-89.) adlı kitabından yararlanılmıştır.
249
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
yerine Ferhâd geçmiştir. Bu mesnevilerde konunun anlatımı masallaştırılmış ve olağanüstü olaylar eklenmiştir.
Husrev ve Şîrîn’in hikâyesini bir mesnevisi konusu olarak ilk defa bu hikâyeyi
ele alan şair, Nizâmî-i Gencevî’dir. Hem İran edebiyatında hem de Türk edebiyatında
çok sevilen Nizâmî’nin bu mesnevilerine İran ve Türk edebiyatı şairlerince nazireler
yazılmıştır.
Husrev ü Şîrîn mesnevisi yazmış şairlerden biri de 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında yaşamış olan ve Bursa’da müfettiş iken vefat eden Sâlim Efendi’dir. Sâlim
Efendi’nin, Husrev ü Şîrîn mesnevisi dışında, Fuzûlî’nin Farsça olarak yazdığı Rind ü
Zâhid adlı eserini çevirdiği Muhavere-i Rind ü Zâhid adlı bir eseri daha bulunmaktadır. Şairin Farsça çeviri yapabilmesinden, bu çevirisinde kullandığı Arapça ve Farsça
kelimelerden Sâlim’in daha çocukken üvey babası İhyâ Efendi sayesinde çok iyi bir
eğitim aldığı düşünülmektedir.
Sâlim Efendi’nin H. 1215/ M. 1801 yılında tamamlayarak III. Selîm’e sunduğu bu
eserinin çıkarılan tenkitli metni sonucunda, 4638 beyit, 16 tardiyye, 1 tercî’-i bend
ve 1 kıt’adan oluşan hacimli bir eser olduğu görülmektedir. Vatikan nüshasının yazım
özelliklerine bakıldığında bu nüshanın müellif hattı ya da müellif hattından istinsah
edilen bir nüsha olduğu düşünülmektedir. Tahran nüshasındaki müstensih hatalarının
çokluğundan dolayı müstensihin dalgın, dikkatsiz, hatta gramere hakim olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Sâlim’in, Nizâmî ve Şeyhî’nin Husrev ü Şîrîn mesnevilerini gördüğü, onların eserlerindeki bazı konuları aldığı ve bazılarını çıkardığı tespit edilmiştir. Sâlim, bazı yerlerde Şeyhî’nin bir başlık altında verdiği konuları birkaç başlıkla anlatmıştır. Nizâmî
ve Şeyhî gibi konunun akışını keserek hikmetli sözler ve öğütler vererek sözü uzatmamıştır. Ama yine de mesnevi nazım şekliyle yazdığı bölümlerde Şeyhî ve Nizâmî
etkisinde olan şairin, tardiyyelerde de Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ındaki tardiyyelerden
etkilendiği görülmektedir.
Husrev ü Şîrîn mesnevisinde, klâsik mesnevilerin giriş bölümlerin bulunması gereken bütün bölümler bulunmamaktadır. Sâlim, mesnevisinde nazım tekniğine, ahengi
sağlayan unsurlardan kafiye ve redife, söz sanatlarına, şiirde müzikaliteyi arttıran ses
yinelemelerine, biçimbirimsel yinelemelere ve paralelizme çok önem vermiş, eserde iç
ahengi sağlamak konusunda oldukça başarılı olmuştur. Şair, söylenişi kolay ve canlı
olan hezec bahrinin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün kalıbını kullanmıştır. Hemen hemen
bütün şairlerde görülen kusurlar Sâlim’in mesnevisinde de görülmektedir. Birkaç beyitte vezinde zorlandığı da görülmektedir. Bu vezin kusurlarına rağmen eserin tümüne
bakıldığında veznin başarılı bir şekilde kullanıldığı söylenebilir.
250
Sâlim, mesnevide sadece dış özelliklere değil, iç özelliklere de büyük önem vermiştir. Husrev ü Şîrîn mesnevisi motifler açısından da zengin bir özellik taşımaktadır. Motifler ve masal unsurları, toplumsal yaşayışla ilgili unsurlar, insana ait unsurlar
eserde neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak verilmiş, olaylar ve motifler arasında ko-
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
pukluklar olmamıştır. Kahramanların duygularına da önem veren şair, olayların akışı
içinde onların duygularını okuyucuya göstermiştir. Mesnevide her toplumda rastlanabilecek toplum yaşayışıyla ilgili özellikler bulunmakla birlikte, bazı yerlerde XVIII.
yüzyıla ait unsurlar da görülebilmektedir. Eserde doğadışı varlıklara yer verilmemesi
mesneviye daha gerçekçi bir özellik kazandırmıştır. Ancak eserin diğer Husrev ü Şîrîn
mesnevilerden ayrılan yönü, mesnevinin sonunun masallarda olduğu gibi mutlu sonla
bitmesidir.
Sâlim hakkında bilgi veren tek kaynak olan Arif Hikmet Tezkiresi’nde sanatı hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Şairin, nazım teknikleriyle söz sanatlarını bir arada kullanmaktaki başarısına bakıldığında bu eserini yazmadan önce de şiirler yazdığı
düşünülmektedir. Vatikan nüshasının başında bulunan üç takrizde söylenen, şairin
ifadesinin güçlü ve başarılı olduğu konusundaki görüşlerin sadece övgü amaçlı olmadığı görülmektedir. Kendisi, eserinde on yaşından beri şiir söylediğini ifade etmektedir. Bu eseri yazdığında yirmi yaşında olduğuna göre on yıllık süre içinde yazdığı
şiirlerinin ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Nizâmî’nin 1180 tarihinde bir mesnevi konusu olarak ele aldığı hikâye, Türk edebiyatına Kutb’la girer ve Şeyhî ve Nevâî gibi usta şairlerin elinde başarılı örneklerini
verir. H. 1215/ M. 1801 yılında Sâlim Efendi’nin yazdığı Husrev ü Şîrîn mesnevisiyle,
Husrev ü Şîrîn mesnevilerine yeni bir halka, belki de son bir halka eklenmiş olur.
KAYNAKLAR
AKSAN, Doğan (2005). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili. Ankara: Engin Yay.
AKSAN, Doğan (2006). Anlambilim. Ankara: Engin Yay.
AKSOY, Ömer Asım (1998). Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 1-2. İstanbul: İnkılap Yay.
AKÜN, Ömer Faruk (1994). Divan Edebiyatı. TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 9, İstanbul: TDV
Yay. s. 389-427.
ALPAY TEKİN, Gönül (1994). Alî-Şîr Nevâyî Ferhâd ü Şîrîn (İnceleme-Metin). Ankara: TDK Yay.
Arif Hikmet. Tezkire-i Şu’arâ. Millet Ktp. Ali Emîrî Efendi Bölümü, No. 789.
AYAN, Elif (2010). Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü
Şìrìn Mesnevileri. Yayımlanmamış Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi: Ankara.
ÇINARCI, M. Nuri (2007). Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyin Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve
Transkripsiyonlu Metni. Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Gaziantep Üniversitesi:
Gaziantep.
ÇORUH, Nesrin (2003). XV. Yüzyıl Mesnevilerinden Hamdi’nin Yusuf u Züleyha, Cem Sultan’ın
Cemşid ü Hurşid ve Şeyhi’nin Husrev ü Şirin’inin Modern Roman Unsurları Açısından Değerlendirilmesi. Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Trakya Üniversitesi: Edirne.
DEMİR, Hiclal (2008). Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini).
Yayımlanmamış Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi: Ankara.
DİLÇİN, Cem (1991). Mesèÿd bin Ahmed Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Dizin). Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yay.
DİLÇİN, Cem (1995). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: TDK Yay.
251
18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev...
DİLÇİN, Cem (2004). Ahmet Paşa’nın Şiirlerinde Paralelizm. İstanbul’un Fethinin 550. Yılı Anı
Kitabı, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 55-72.
ERKAL, Abdulkadir (1998). Lâmi’î Çelebi Ferhad u Şirin (Ferhadname)(İnceleme-Metin). Basılmamış Yüksek Lisans tezi, Atatürk Üniversitesi: Erzurum.
FİRDEVSÎ (1370). Şeh-nâme. Tehran: Celâlî ve İhtirâmî Yay. C. 4 (6-7. cilt), s. 2025-2225.
FLEMMİNG, Barbara (1974). Fahris Husrev u Şirin. Ein türkische Dichtung von 1367, Wiesbaden.
HACIEMİNOĞLU, Necmettin (1969). Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’inin Dil Hususiyetleri. Türk Kültürü, Ankara, 05.1969, 7(79), s. 75-76.
İPEKTEN, Haluk, Mustafa İsen vd. (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü.
Ankara: KTB Yay.
KAZAN, Şevkiye (1997). Hâmdî-zâde Celîlî ve Husrev ü Şîrîn Mesnevisi. Basılmamış Yüksek Lisans tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi: Isparta.
KÖKSAL, Fatih (1998). Âhî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevîsi. Türklük Bilimi Araştırmaları, Sivas,
(6), s. 209-253.
LEVEND, Âgâh Sırrı (1998). Türk Edebiyatı Tarihi I (Giriş). Ankara: TTK Yayınları.
MACİT, Muhsin (2002). Ses Yapısı. Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yay., s. 171-198.
MACİT, Muhsin (2005). Divan Şiirinde Âhenk Unsurları. İstanbul: Kapı Yay.
SÜREYYA Mehmed (1311). Sicill-i Osmânî. 4 C., İstanbul: Matbaa-i Amire.
SÜREYYA Mehmed (1996). Sicill-i Osmânî. (Hzl. Nuri Akbayar, Eski Yazıdan Çev. Seyit Ali
Kahraman), C. 5, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
NİZÂMÎ-İ GENCEÎ (1370). Külliyyât-ı Hamse Hakîm Nizâmî Genceî. Tehran: Mü’essese-i
İntişârât-ı Emîr-i Kebîr, 5. baskı.
ÖZTEKİN, Özge (2001). Divan Şiirinde Deyişbilime Ait Bir Yapı Ölçütü Olarak Biçimbirimsel
Yinelemeler. 21. Yüzyıla Girerken Yazında Dil Kullanımları, Denizli, s. 25-36.
ÖZTEKİN, Özge (2002). Divan Şiiri ile Deyişbilim Arasında Yapısal Bir Köprü: Fuzûlî ve Bâkî
Divanlarında Yer Alan Biçimbirimsel Yinelemeler. Türkbilig, S. 3, s. 83-105.
ÖZÜNLÜ, Ünsal (2001). Edebiyatta Dil Kullanımları. İstanbul: Multilingual.
SEVGİ, Ahmet (2007). Sâlim’in Husrev ü Şîrîn’i Üzerine. Selçuk Üniv. Fen-Edebiyat Fak. Edebiyat
Dergisi, Konya, S. 17, s. 25-31.
SUCU, Nurgül (2004). Sâlim, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve “Rind ü Zâhid” Tercümesi (İnceleme-Metin). Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Selçuk Üniversitesi: Konya.
Şeyh Gâlip (2006). Hüsn ü Aşk. (Hzl. Orhan Okay-Hüseyin Ayan), İstanbul: Dergah Yay.
TABERÎ (1965). Milletler ve Hükümdarlar Tarihi. (Çev. Zâkir Kadirî Ugan-Ahmet Temir), İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.
TAHİR, Mehmet (1333). Osmanlı Müellifleri. 4 C., Matbaa-i Amire, İstanbul.
TAVUKÇU, Orhan Kemâl (2000). Ahmed Rıdvân Hüsrev ü Şirin (İnceleme-Metin). Basılmamış
Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi: Erzurum.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1952). Husrev ü Şirin” ve “Ferhad u Şirin” Yazan Şairlerimiz. TD,
Ankara, 1(10), 07.1952, s. 15-21.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1961). İran Edebiyatında Husrev ü Şîrîn ve Ferhad ü Şirin Yazan
Şairler. Şarkiyat Mecmuası, İstanbul (4), 1961, s. 73-86.
252
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
TUMAN, Mehmet Nâil (2001). Tuhfe-i Nâilî. 2 C., (Tıpkıbasım: Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı),
Ankara: Bizim Büro Yay.
ÜNVER, İsmail (1986). Mesnevi. Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı (Divan Şiiri), S. 415-416-417,
Temmuz-Ağustos-Eylül, s. 430-463.
ZAJACZKOWSKİ, Ananıasz (1958-1961). Kutb’un “Husrev ü Şirin”i (Metin, Faksimile, Lûgatçe).
3 cilt, Warszawa.
http://tdkterim.gov.tr/atasoz/
fatmaozdirekiran.blogspot.com/2007/05/kermana...
253
Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan
Özel İsimler ve Eser İsimleri
Dr.Tuba Onat ÇAKIROĞLU*
İ
slâmî edebiyat mahsulleri yazıldıkları ilk devirlerden itibaren, anlaşılma zorluğu endişesiyle şerh etmiştir. Türk
edebiyatında Arap ve İran edebiyatlarında olduğu gibi
daha çok dinî ve tasavvufî eserlerin şerhi yapılmıştır.
Açıklanma ve yorumlanma ihtiyacı sadece edebî metinler için söz konusu değildir. Farklı konularda ve sahalarda yazılmış metinler üzerinde de incelemeler yapılmıştır. Bu nedenle şerh kelimesinin yanı sıra hâşiye, hâmiş,
tefsîr, tahlîl, tedkik ve buna benzer kelimeler kullanılmıştır. Başta dinî eserler (hadis, fıkıh kitapları, esmâ-ı
hüsnâ ve duâ mecmuâları vb.) olmak üzere, dil, gramer
ve astronomi sahalarında yazılmış eserlere de şerhler yazılmıştır. Kelimelerin arasına gizlenmiş mânâları bulup
çıkarmak her zaman zor olmuştur.
Şerhlerin ise bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünebiliriz. Metin şerhi önceleri anlaşılamayan noktaların
açıklanması şeklinde karşımıza çıkar. Şerh yazma geleneğinin temelinde Kur’ân-ı Kerim mealleri ve tefsirleri
vardır. Şerh, şârihin bilgi ve birikimine bağlı olarak bir
eserin açık olmayan taraflarını yorumlamasıdır. İsmail
Hakkı Bursevî** öncelikle Kur’ân tefsiri yazmıştır. Türk
254
* Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
** İsmail Hakkı Bursevî’nin hayatı ve eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Namlı, A. (2001). İsmail
Hakkı Bursevî Hayatı, Eserleri, Tarîkat Anlayışı, İstanbul: İnsan Yayınları; Aynî, M. A.(1944).Türk
Azizleri I İsmail Hakkı, İstanbul: Marifet Basımevi; Kara, M. (1993) Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler 2,
Bursa: Uludağ Yayınları.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
edebiyatında önemli bir eser olan Mevlânâ’ nın Mesnevî’ sini Ruhü’l- Mesnevî ismiyle şerh etmiştir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’sinin şerhinin adı Ferahu’rRûh’tur. Feridüddin Attâr’ ın eserini Şerh-i Pend-i Attâr ismiyle şerh etmiştir. Bu
eserler dışında pek çok edebî ve tasavvufî esere şerh yazmıştır.
Mutasavvıfların tasavvufî eserleri şerh etmesindeki amaç kuşkusuz tasavvufî düşünce yapısını öğretmektir. Bunun yanı sıra Arapça ve Farsça bilgisini de kullanarak;
metinler vasıtasıyla öğrencilerine ve okuyucularına dil bilgisi öğretmek ister. Şârih
olarak İsmail Hakkı her şeyden önce bir eğitimci olduğunu bize hissettirir. Şerh sahasında verdiği eserlerin sayısı ve hacmi onun iyi bir şârih olduğunu kanıtlamaktadır.
Klâsik Türk edebiyatında yapılan şerhlere baktığımızda metinlerin filolojik olarak
çözümlendiğini, metnin anlamına ve yorumlanmasına dayalı olduğunu söyleyebiliriz.
Şerhlerde farklı metotlar kullanılmıştır. Bazen parçadan bütüne yani kelimeden başlayarak cümleye bazen de bütünden parçaya cümleden kelimeye sırayla izah edilir. Kelimeler dilbilgisi ve anlam bakımından değerlendirilir. Şerh edilen eserlerin nüsha karşılaştırılmasının yapılması da şerhlerin önemli bir yönüdür. Hatta şârihlerimiz gerekli
gördükleri yerlerde metin tamiri de yapmışlardır. İsmail Hakkı Bursevî Şerh-i Pend-i
Attâr’ ı yazarken oluşturduğu Pendnâme metninde nüsha karşılaştırması yapmıştır.
Bursevî’ nin şerhinde dikkat çeken bir başka özellik ise okuyucu kitlesini göz
önünde bulundurarak yorum yapmasıdır. Şerh-i Pend-i Attâr’ı incelediğimizde didaktik bir gaye ile eserin kaleme alındığını söyleyebiliriz. İsmail Hakkı okuyucuya hitap
ederken “ey oğul, dinle ki, bil ki v.b.” ifadeleri kullanmıştır. Eserinde öğrencilerine
ders anlatan bir hoca, mürşid ve mutasavvıftır. Okuyucuyu ikna etmeyi, bilgilendirmeyi ve düşündürmeyi hedeflediğini söyleyebiliriz.
Eserinde yeri geldiğinde alıntılama yapmıştır. Kur’ân-ı Kerim ve hadisler başta olmak üzere kültür dünyamıza ait eserlerden cümlelere ve ibârelere yer vermiştir. Şerhlerde kullanılan metotlardan birisi de “istişhâd/şahit gösterme” metodudur.
Klâsik Arap dilciliğinde bir kelimenin veya bir ifadenin lâfız, anlam ve kullanım
doğruluğunu ispatlayabilmek için doğruluğu kesin olan eserlerden örnek vermek
anlamındadır(Dağlar, 2007, s.294). Türk edebiyatında kaleme alınan şerhlerde de
istişhâd metodu kullanılmıştır. Âyet, hadis, atasözleri, dinî ve ilmî konularda yazılmış
çeşitli eserlere, manzum ve mensur olarak kaleme alınmış edebî eserlere şahit olarak
başvurulmuştur.
Şârihler bir eseri şerh ederken çeşitli kaynaklardan yararlanmışlardır. Tefsir, hadis,
fıkıh, kelâm, tasavvufî eserler, edebî eserler, sözlükler v.d. Şârihin bilgi ve birikimine bağlı olarak eserler derinlik kazanmıştır. İsmail Hakkı Bursevî Pendnâme’ yi şerh
ederken söylediği bir şeyi desteklemek için âyet ve hadislerden örnekler vermiştir. Kelimelerin anlamlarını açıklarken değişik sözlükleri kaynak göstermiştir. Günümüzdeki
bilimsel çalışmalarda görülen kaynak gösterme ilkesinin XVIII. yüzyılda eserler veren
İsmail Hakkı tarafından uygulandığını görmekteyiz.
255
Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri
İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i Pend-i Attâr’da kaynak olarak bazı âlimlerden ve
eserlerden bahseder. Burada âlimler ve eserler kısaca tanıtıldıktan sonra Şerh-i Pend-i
Attâr’ dan örnek cümleler alınmıştır.
Attâr: (ö.618/1221) İranlı Şâir ve mutasavvıf. Doğum ve vefat tarihleri kesin olarak
bilinmektedir. Devletşah’a göre 513 Hicrî’de Nişabur’da doğmuştur. Attâr’ın Tasavvuf
terbiyesini kimden aldığı, irade hırkasını giyip giymediği kesin olarak bilinmemektedir.
Eserlerinden, devrindeki birçok mutasavvıf ve şeyhle tanıştığı tasavvuf merhalelerini
aşmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Tasavvufu benimseyip, seyr ü sülûk ile uğraşmış,
pek çok mutasavvıf ve şaire önderlik etmiştir. Bunlar arasında Mevlânâ, Mahmûd-ı
Şebüsterî, Sa’dî, Hâfız ve Molla Câmî sayılabilir. Attâr’ın eserlerini üslûp bakımından
üç devreye ayırmak mümkündür. Birinci devrede, bütün şiir ve edebî sanatlara hâkîm,
üstad bir hikâyecidir. Tasavvufî düşüncelerini belli bir plâna göre verir. İkinci devrede,
plân ve tertif gevşemeğe başlar. Duygularını fazlasıyla ön plâna çıkarır, mısra başlarında
kelime tekrarı sık görülür. Üçüncü devrede, ihtiyarlık evresidir. Şairin kuvveti söner,
plân ve tertipten artık hiçbir iz görülmez. Yalnız Hz.Ali’ye ve ehl-i beyte karşı sınırsız
bir sevgi kendini gösterir. Eserlerinin bazılarının isimlerini şöyle verebiliriz: İlâhînâme,
Esrârnâme, Musîbetnâme, Hüsrevnâme, Muhtârnâme, Mantıku’t-Tayr, Dîvân, Tezkiretü’lEvliya, Pendnâme, Haydarnâme, Usturnâme (Vaux, 1979, s.7-12).
Eczacılık ve tıp ile meşgul olduğu için “Attâr” lakabını alır. Çocukluk ve gençlik devresi hakkında kaynaklarda verilen bilgiler birbirinden farklı ve yetersizdir. İsmail Hakkı
eserinde Attâr’ın özellikle hayatı hakkında bize bilgi verir(Şahinoğlu, 1989, s.95).
“èaùùÀr dükkÀnında oturup çoú mÀla vü niçe bendelere mÀlik idi
Àòir dervìş üslÿbunda ricÀlullahdan bir kimesnenüñ irşÀd ü işÀretiyle
úalbine vecd ü ceõbe vÀkiè olup úulların ÀzÀd ü mÀlın yaàma itdürüp
ùarìú-i tecerrüde sÀlik oldı ve yalñız meèÀãìden tevbe degil belki cemìè
mÀsivÀya taèalluúdan münúaùıè olup ne devlet bulduysa andan ãoñra
buldı ”(Bursevî,1319, 33b)
İbn Abbas: (ö.68/687) Tam adı Abdullah bin Abbas bin Abdulmuttalib’dir.
Hz.Peygamber’in amcasının oğludur. 30/619 yılında Mekke’de dünyaya gelir, 68/687
yılında Taif’te vefat eder “Bahru’l-İlm, Hibr, tercümânü’l-Kur’ân vasfını kazanmış olan
bu zat”, Hz.Peygamber’in “Allahım ona Kitab’ı öğret ve dinde mütehassıs kıl” tarzındaki
duasına nâil olur. Bu duanın bereketiyle tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve
çok hadis rivayet edenler arasında yer alan bir zattır(Çakan, İ.- Eroğlu, M., 1989, s.77).
“ve bir kimse ‘ibn ‘abbas radya’l-lahü ‘anhüma gıybet idüp sonra gelüp
istihlal itdikde ‘ibn ‘abbas dahi ben hakkun haram itdügi nesneyi helal
idemem. velakin senün içün istiğfar ideyim didi.” (Bursevî, 1319, 1b)
Câmî: (ö.898/1492) 23 Şaban 817/Kasım 1414 Horasan’ın Câm şehrinde Harcird
kasabasında doğar. Daha çok Molla Câmî ünvanıyla tanınır. Ahmed-i Nâmekî’yi
Câmî’nin hatırasına saygısının bir ifadesi olarak Câmî mahlasını aldığını söyler. İlk
256
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
tahsiline babasının yanında başlar. Devrinin meşhur âlimlerinden ders alır. Genç
yaşta döneminin bütün ilimlerine vâkıf olmasına rağmen bu ilimler onu tatmin
etmez. Semerkant’a döndüğünde tasavvufa yönelerek Nakşibendî şeyhlerinden
Sa’adeddîn-i Kaşgârî’ye intisab eder. Kaynaklarda Câmî’nin Farsça ve Arapça olmak
üzere kırkbeşin üzerinde eseri bulunduğu belirtilmektedir. Ancak bunların bir kısmı
günümüze ulaşmamıştır. Eserlerinin konusunu tasavvuf, edebiyat, edebî ve dinî ilimler
teşkil eder. Eserlerinden bazılarının isimleri: Dîvan, Heft Evreng, Hadis-i Erba’in,
Nefehatü’l-Üns, Şerhu Fusûsü’l-Hikem, Levâ’ih, Bahâristan (Kandemir, 1993, s.95).
“mevlânâ câmî’nüñ bu beyiti evvelkiye dâldur beyit (İsmail Hakkı,1319 ,69b)
Ebû Hanife: (136/699-208/769) Hanefî mezhebinin kurucusu, Ebû Hanife künyesiyle tanınan Numân bin Sâbit bin Zuta’dır. İmâm-ı A’zâm lâkabıyla anılır. Kûfe’de
dünyaya gelir. Küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim görür. Kur’ân’ı Kûfe’de ezberler.
Arap Dili ve Edebiyatı’nı tahsil eder. Hadis ve fıkıh ilmiyle uğraşır, ayrıca kelâm ilmine
de vâkıftır. Ebû Hanife vefat ettiğinde cenazesine pek çok kişi katılır. Günümüze kadar ulaşmış eseri al-Fıkh al-Ekberdir. Bu esere pek çok şerhler yazılmıştır. Eser akaid
meselelerinden bahsetmektedir. Bundan başka Ebû Hanife’ye nisbet edilen eserler de
mevcuttur (Çubukçu, - Çağatay, 1985, s.157).
“allahü te’ala imam ebu hanife şakirdi olan imam muhammedden
hoşnÿd ola ve hiçbir vechle gazab yüzini göstermiye ki anun ehl-i cennet ve kurbet olması nişanidür”(İsmail Hakkı, 1319, 30a)
Hallâc: (243/857-320/922) Tam adı Hüseyin bin el-Mansûru’l-Hallâc’dır. Tasavvufa dair eserlerin müellifi olup Türklerin İslâm dinini kabulünde tesiri olmuştur. 857
yılına doğru al-Bayzâ civarında al-Tur’da doğmuştur. Pek genç yaşında iken kendini
tasavvufa verir, sıkı ve şiddetli riyâzet ve itikaf hayatına kapanır. Va’z ve irşad seyahatleri nedeniyle bu hayat tazı zaman zaman fasılalara uğrar. Üç defa Mekke’ye hacca gider. Üçüncü haccı sırasında Arafat’da Vakfe’de iken; kendisinin tezlil edilmesini
ve nefsinin azab olunmasını alenen halktan talep eder. Bağdat sokaklarında “Ene’lHakk” (Hakk benim) diye bağırması bir ihtilâl ve keşif sayhası, Kur’an’daki sayha
bi’l-Hakk’ın maâdi bir tecellisi gibi meşhur olur. Sonunda da bu nedenle idam edilir.
Hallâc hakkında pek çok menkıbeler mevcuttur(Uludağ, 1996, s.377).
“nitekim hüseyin bin el-manşuru’l-hallâc pederi ismiyle müştehir olmuşdur. ba’deza e’immenün ekseri mu’aãırlardur”(İsmail Hakkı,1319 , s. 30a).
Hüseyin bin Baykara: (842/1438-913/1507) XV.yy.’ın hükümdür şairidir.
Timur’un torunu olan Ebü’l-Gaazî Hüseyin Baykara, XV.yy’ın ikinci yarısından baş
şehri Herat olmak üzere, Horasan, Sîstan, Belh ve Harzem bölgelerine hâkim olarak,
uzun bir zaman buralarda ileri bir hâkimiyet ve medeniyet kurar. Hüseyin Baykara iyi
bir devlet adamı olduğu gibi aynı zamanda ilim ve sanat âşığıdır. Devrinin en üstün
âlim ve şairlerini sarayında toplar, bu toplantılar tarihe Baykara meclisleri olarak geçer.
Bu meclislerde bilhassa Nevâî’nin şiirleri okunur. Hüseynî mahlâsıyla Farsça ve Türk257
Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri
çe şiirler söyler. Mecâlisü’l-Uşşâk adlı eserin müellifi olduğu söylenirse de, bu eserin
ona aîdiyeti şüphelidir (Banarlı,1987, s.423).
ibrahim azer ve ibrahim edhem ve ebû ‘ali sina ve hüseyin baykara ve
seyf ziyezen ve emsali gibi. zira bunların takdirleri ibrahim bin azer ve
ibrahim bin edhem ve ebu ‘ali bin sina ve hüseyin bin baykara ve seyf
bin ziyezen dimekdür (İsmail Hakkı,1319 ,30a).
İbrahim bin Edhem: (ö.161/778) Zâhid sûfilerden Ebû İshâk İbrahim bin Edhem
Mansûr (r.a) Belh şehrinde dünyaya gelir. Bir melikin oğlu bir prenstir. Rivâyete göre,
bir gün avlanmak için çıktığında, avına nişân alırken kulağına bir ses gelir onu gafletten
uyarır. Başka bir rivâyete göre de rüya görür. B,r müddet dağlarda, mağaralarda
riyâzetle meşgul olur. Daha sonra Mekke’ye giderek orada imam ve sûfîlerle arkadaşlık
yapar. Oradan Şam’a geçerek, ölünceye kadar elinin emeğiyle geçinir. Lazkiye’ de 778
yılında vefat etmiştir (Onay, 2009, 162).
“ibrahim azer ve ibrahim edhem ve ebû ‘alisina ve hüseyin baykara
ve seyf ziyezen ve emsali gibi. zira bunların takdirleri ibrahim bin azer
ve ibrahim bin edhem ve ebû ‘ali bin sine ve hüseyin bin baykara ve seyf
bin ziyezen dimekdur” (İsmail Hakkı,1319, 30a).
İmam Ahmed bin Muhammed bin Hanbel: (164/780-241/855) Hanbeli mezhebinin kurucusudur. Tam adı Ebû Abdillâh Ahmed b.Muhammed b.Hanbel eş-Şeybâni
el-Mervezî’dir, 164/780 yılında Bağdat’ta doğar. Kur’an-ı Kerîm’i ezberledikten sonra
bir müddet gramer ve fıkıh okur. Sonra hadis öğrenmeye başlar. İmam Şâfiî’den fıkıh
ve usûl-i fıkıh öğrenir. Esasen iyi bir hadisçi olması Selefiyye’nin görüşlerîni iyi tanımasına yol açar. Hatta birçok bilginler onu fakîh değil muhaddis sayarlar. Ahmed b.
Hanbel’in el-Müsned isimli 700 bin hadis arasından seçerek tertip ettiği hacimli bir
eseri vardır( Çubukçu -Çağatay, 1985, s.75-87).
“imâm ahmet bin muhammed bin hanbel fıkh u imâm olup ictihad
rütbesine vaşıl idi. ve anun zühd u takva vü vera’ı şöyle idi ki mevti
güni niçe kin nasara vü yehûd u mecus imana geldiler ve imam ahmed
hızır ‘aleyhi’s-selam şehadetiyle şıddıklardan ve hazreti ömer radıyallahü anh meşrebi üzerine gelen akkabdan idi” (İsmail Hakkı, 1319, 31a).
İmam Malik: (93/712-179/795) Mâlikî mezhebinin kurucusudur. Tam adı Ebû Abdullah Mâlik b.Enes b.Ebî Âmir b.Amr b.al-Hâris b.Gaymân b.Amr b.al-Hâris al-Asbahî’dir.
93/712 yılında doğmuştur. (Doğum yılıyla ilgili çeşitli rivayetler vardır.) İmam Mâlik eğitimini Medine’de tamamlar; tanınmış bir fakîh ve iyi bir muhaddistir. Fetvalarında başka
kitap ve sünnete önem verir. İmam Mâlik al-Muvatta adlı eseriyle de şöhret kazanmıştır.
179/795 yılında Medine’de vefat eder (Çubukçu - Çağatay, 1985, s.175-180).
258
“imam malik hulefa-i ümmiye’den süleyman bin abdü’l-melik hilafetinde rahm-i mÀderde üç sene karÀrdan sonra vücuda gelüp yüz yetmiş tokuz tÀrihinde hilÀfet-i reşid de vedÀ’ı Àlem-i fÀni idüp medine’-i
münevvere’de baki’de Àsudedir”(İsmail Hakkı,1319, v.30a).
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
İmam Şâfii: (767-820) Ebû Abd Allah Muhammed b.aş-Şâfiî, Şafiî mezhebinin
kurucusudur. Tam adı Muhammed b.İdris b. al-Abbas b.Osman b.Şâfiî b. Ubeyd
b.Abd Yezî b.Haşim b.al-Muttalib b.Abd Menâf’tır. Şâfiî mezhebi dört büyük Ehl-i
Sünnet mezhebinin üçüncüsüdür. Baba tarafından Kureyş kabilesine sahip olduğu bilinen İmam Şâfiî Gazze’de doğmuştur. Yedi yaşında Kur’an’ı on yaşında Malik bin
Enes’in Muvatta adlı eserini hıfz eder. Daha sonra İmam Malik’in talebesi olur. İmam
Şafiî devrinin en derin ve en fazıl fıkıhçısı durumuna gelir. En tanınmış eseri Kitab alUm’m’dur (Çubukçu - Çağatay, 1985, s.181-186).
“şÀfi’iden murÀd muhammed bin idrisü’ş-şÀfi’iyyu’l-imÀm’dur. ki
nesebi cedd-i nebevi olan ‘addülmuttÀlib bin hÀşim’in ‘ammı olan
muttalib bin ‘abd menÀfih müntehadur. anunçün ÀnÀ imÀm matlabidirler. ve şÀfi’i imÀm mezkurun ecdÀdından birinün ismidür ki ana nisbet
olunmuşdur. kendine şÀfi’i denildügi gibi mezhebi üzerine olana dahi
şÀfi’i dirler tahfif içün feefhem burada şÀfi’i muhammed yerine vaz’
olunmuşdur”(İsmail Hakkı, 1319, v.30a).
İmam Züfer: Züfer bin Huzeyl 110/728 yılında doğar. Ebû Hanife’nin öğrencisi olur.
Ne yazık ki hocasının ölümünden sekiz sene sonra 157/774’de vefat eder. Ebû Hanîfe’nin
öğrencileri arasında kıyastaki mahareti ile tanınır. Basra’da Ebû Hanife’nin görüşlerinin
yayılmasında önemli hizmeti olmuştur (Çubukçu - Çağatay, 1985, s.181-186).
“maksud züfer bin huzeylü’l-kufiyyül-imÀm’dır ki pederi hüzeyl vÀli’-i
basra idi ve kendi dahi kÀdi-i basra oldı ashÀb-ı ebu hanifenüñ eşbehlerinden idi bu dahì imÀm ebu yusuf ve muhammed gibi fıkıhda fÀ’ik
olup Àhir derece’-i ictihÀha irdi nitekim mezheb-i imÀm a’zaim üzerine
akvÀliyle fetva virürler”(İsmail Hakkı, 1319, v.64a).
“bÀzüfer bÀ muã Àóabet içündür züfer ãured vezni üzerine esed ve şücÀè
ve mec maènÀlarına gelür maúãÿd züfer bin hezilü’l-kÿfìyyül-imÀmdur
ki pederi hüzeyl vÀli-i baãra idi ve kendi daòi úÀêì-i baãra oldı aãóÀb-ı
ebÿ óanìfenüñ eşbehlerinden idi bu daòi imÀm ebÿ yÿsuf ve muóammed
gibi fıúıhda fÀéik olub Àòir derece-i ictihÀda irdi nitekim meõheb-i imÀm
èaôam üzerine aúvÀliyle fetvÀ virürler ve burada şÀfìè mübtedÀé ve idrìs
maóõÿf olan ibnüñ muøÀf-ı ileyhì ve ibn şÀfìèye ãıfatdur ve mÀlik şÀfìè
üzerine maèùÿf ve züfer mÀ-úablinden óÀldür ve bu mıãrÀèuñ maènÀsı
mÀ-baèdına merhÿndur zìrÀ òaber mıãrÀèı åÀnìdedür nitekim gelür “(İsmail Hakkı, 1319, 30b).
“maènÀ-yı beyit budur ki imÀm şÀfìè ve imÀm mÀlik ve imÀm züfer bunlarla bile oldıàı óÀlde bu imÀmlardan dìni aómed ve millet-i muóammed
ve şerèi muãùafa èaleyhi’s-ãalÀt ve’s-selÀm ziynet u cemÀl u úuvvet u
revnaú u øiyÀ buldı zìr-i ÀsmÀnuñ ziyneti kevÀkıb ile oldıàı gibi arøuñ
ziyneti daòi èulemÀé iledür”(İsmail Hakkı, 1319, 30b).
259
Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri
Lokman Hekim: Büyük bir hekim, kıymetli sözleri ve hikâyeleriyle ün salmış bir
hakîm olan efsanevî şahsın ismi olup dilimizde “hâzık tabip” ve “feylesof” anlamında kullanılır. Kur’an-ı Kerîm’de de adı geçmektedir. Rivâyete göre Lokman her derdin devasını bilen bir doktordu; bütün otlar hangi derdin dermanı olduklarını ona
söylerlerdi(Onay,2009, s.311).
“maènÀ-yı beyit budur ki ey birÀder eger èaúl-ı tÀmm ùutarsañ yaènì
èaúluñ kÀmil ise merdüme yaènì Àdem aàlanına kelÀmı nerm ü şìrìn
söyle yaènì kelÀmuñı rıfúla eyle ve sözüñi ùatlu úılup yaàla bal úarışdur
tÀki òalúa teåìr eyliye ve óüsn istimÀèla istimÀè iderler zìrÀ mülÀyim sözi
her kes úabÿl ider ve ùatlu kelÀma úulÀú ùutar nitekim loúmÀn óekim
oàluna vaãiyyet idüb acı olma seni aàzdan atarlar ve pek ùatlu daòi olma
ki seni yudarlar dimişdür pes eger kelÀm ü eger àayrì iètidÀl ü tavassuù
üzerine gerekdür ki aña istiúÀmet-i iètidÀliyye dirler ki ekÀmil nÀse
müyesserdür àayrìye degil”(İsmail Hakkı, 1319, v.59b).
Mehmed Muhyiddin Üftâde (895/1490-998/1580): Celvetiyye tarikatinin kurucusu Mehmed Muhyiddin Üftâde Bursa’ da dünyaya gelmiştir. Vâkıât isimli eserinde
belirttiği üzere Arapça ve Farsça’nın yanında tefsir, hadis, siyer, kelâm gibi ilimlere
hâkimdir. Hızır Dede’nin yanında tahsile devam ederken çok genç yaşta Ulucami’de
fahrî müezzinliğe başlamıştır. Hayatı boyunca müezzinlik, imamlık ve irşat hizmetlerinde
bulunmuştur. Divan ve Vakıât isimli eserleri vardır (Kara, 1993, s.107).
“óarf-i müteóarrik olan yerde mersÿm olur velakin telaffuô olınmaz
cÀn ve dil gibi ve ilÀ øamme ile telaffuô olınur zìrÀ øammeye nişÀndür
evÀéili türkìde vÀvdan øamme veyÀdan kesre ile iktifÀ iderlerdi nitekim
muóammediye kitÀbında naôÀéiri çoúdur àalaù itmek gerekdür ãoñra
gelenler vÀv veyÀ imlÀ idilir òaùÀ ve ìhÀmdan maãÿn olmaú içün meåelÀ
mülk ü mÀl dirler vÀvla tÀ ki mÀlik maèùÿf oldıàı aøher ola ve geldi
ve gitdi dirler yÀ ile ve iètibÀr-ı müteúaddimìn üzerinedür ki burusada
Àsÿde olan şeyò üftÀde úuddise sırruh türbesinde göçdi üftÀde bursanuñ
úutbı diyü tÀrìò yazılmışdur” (İsmail Hakkı, 1319, v.64a)
Şiblî: (ö.334/945) Sûfi zâhidlerden Ebû Bekir Dülef Cahder Şiblî aslen Üşrüşne’den
olup Bağdat’ta doğar. Ve orada yetişir. Cüneyd ve çağdaşı olan sûfîlerin sohbetinde
bulunur. İlim, zerafet ve hal bakımından zamanın şeyhi idi, mezhebi Mâlikî idi
334/945 senesinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Başlangıçta haddinden fazla mücahede ve
riyazetle uğraştığı söylenir(İz, t.y., s.126).
260
“maènÀ-yı beyit budur ki óaú teèÀlÀnuñ èafv ü maàfiret ü èaùÀsı úapusına
geldi bir èabd-ı Àbıú yaènì nefs ü şeyùÀna uyup efendisi òidmetinden
firÀr iden úul ki kendi Àb-ı rÿyını èiãyÀn ü muòÀlefeti sebebiyle dökmüş
vü sÿ-i óÀlinden kendine óürmet úomamışdur zìrÀ ibÀú iden bende her
ne úadar rücÿè idüb maèfüvv olsa daòi faøÀóat ü òicÀlatdan òÀlì olmaz
nitekim şeyò şiblì úuddise sırruh èarafÀtdan èavdetde vÀ sevéetÀh ve
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
inèafevk diyüp giryÀn oldı”(İsmail Hakkı, 1319, 35b).
Zeyneb Hatun: (ö. 879/1474) Osmanlı şairelerinin en meşhurlarından birisidir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra ancak on beşinci asırda Türk kadın şairlerinin
de eserler meydana getirdiği görülmektedir. Bu şairlerin başında Zeyneb Hatun gelir.
Doğum tarihi bilinmemekle beraber ölüm tarihi kaynaklarda 1474 olarak verilmektedir.
Âşık Çelebi’ye göre bir kadının kızı, Latifî Tezkiresi’ne göre de Kastamonulu’ dur.
Bursalı Mehmed Tahir Osmanlı Müellifleri’nde Amasyalı Karabelâî Mehmed Çelebi’nin
kızı ve İshak Fehmi Çelebi’nin de halîfesi olduğunu söyler. Fatih Sultan Mehmed Han
devrinde gibidir. Babası, yaratılışında kabiliyet ve zihninde kavrama yeteneği gördüğü
için her türlü konuda ve bilim alanında yetişmesini sağlar. Zeyneb Hatun Divân’ını Fatih
Sultan Mehmed Han’a sunarak şairliğini isbat ederek mükafat alır.
“maènÀ-yı beyit budur ki dünyÀ bir úocaúarı gibi iken kendini gelin gibi
ziynetlemiş vü düzüp úuşamışdur tÀ ki ehl-i dünyÀ ve erbÀb-ı şehveti ifsÀd
eyliye ve bilÀ nikÀó taèalluú ile fièl-i fÀóiş ile mübtelÀ ide her iki günde àayrì
er ùaleb eylemiş ve oynaş idinmişdür yaènì èaciz dünyÀ gerçi bir hìle ile bu
gün saña gelin olup saña yÀr olmaú ãÿretin gösterir femmÀ ikinci gün seni
terk eyleyüp àayri vü ÀşınÀ peydÀ idüb aña yÀr olur pes anuñ şol muùrib ü
çengiye beùrib ü çengiye beñzer ki her gün bir òÀnede çalup çıàırup oynar
ve bir òÀnede úarar itmez çünki bì-vefÀdur sen daòi anuñ yüzüne baúma ve
ãìt ü ãadÀsına úulÀú ùutup ol cÀnibe aúma ve Àrayişine firìfte olma ve merd
olmaàa saèy eyle nitekim zeyneb şaèire dimişdür beyt:
Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyÀya zen gibi
MerdÀne vÀr sÀde dil ol terk-i ziver it” (İsmail Hakkı, 1319, v.64a)
Eserler:
Bu bölümde Şerh-i Pend-i Attâr’da yer alan eserler kısaca tanıtıldıktan sonra, İsmail
Hakkı Bursevî’ nin eserinden örnek cümleler verilmiştir. Ayet ve hadîslere hâdiseleri, davranış biçimlerini izah ederken sıklıkla yer vermiştir. Sözlük isimleri kelimeler izah edilirken
sıklıkla eserde geçmektedir. Aşağıda eserde geçen herhangi bir cümle örnek olarak alınmıştır.
Dekâiku’l-Hakâik: (Hakikatlerin İncelikleri) Kemalpaşazâde’nin (ö.940/1534)
bazı Farsça eş anlamlı ve eş sesli kelimeler arasındaki anlam farklarına dair Türkçe
eseri: Vezîr-i âzam Makbul İbrâhim Paşa’ya ithaf ettiği eserde Farsça 411 kelimeyi
incelemiştir. Anlam bakımından birbirine benzeyen kelimeleri inceleyerek, bunlar
arasındaki anlam ve yapı farklılıklarını ortaya koymaya çalıştı. Ayrıca eserde yer alan
Farsça kelimelerin Türkçe ve Arapça karşılıkları verilerek bu dillerdeki kullanış şekilleri üzerinde durulur. Her kelimenin önce telaffuzu daha sonra yapısı ile ilgili açıklamalara yer verilir. Yapılarıyla ilgili açıklamalar sırasında bunların türemiş veya birleşik
oluşlarına da temas edilmekte, unsurları ayrı ayrı ele alınmaktadır. Eser bu yönüyle bir
kısım gramer bilgilerini de içine alan açıklamalı bir sözlük mahiyetindedir. Yurt içinde
ve yurt dışında bir çok yazma nüshası bulunmaktadır (Özkan, 1994, s.111).
261
Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri
“meselÀ ko dirler ki aşlı ki odur kezÀ fi-dekÀyık-ı ibnü’l-kemÀl.”(İsmail
Hakkı,1319, v.64a)
deúÀéiúde gelür ki bìnÀ mürekkebdür bir cüzé-ì bìndür ki ism-i fÀèildür
görici maènÀsına dìdenden meéòÿõdur òilÀf-ı úıyÀs üzerine bir cüzéìde
elifdür ki lisÀn-ı fÀrsìde vaãf-ı cebellì eyle tavãìfüñ irÀtìdür maènÀ-yı bìn
óaúìúatde çeşmüñ içinde ki bir èuøvuñ óÀlidür çeşmle ol èuøvuñ arasında olan èalÀúa-i òılúiyyeye delÀlet içündür çeşmüñ vaãfı olan bìnÀdaki
elif gibi intihÀ miftÀóu’l-luàada gelür ki ãıfat-ı müşebbehe muøÀrièinde
müştaúdur ùarìú-i iştiúÀúda gÀh fièl-i muøÀrièuñ Àòir óarfini elife ibdÀl
idüb meåelÀ kÿyed ü bìned lafôında kÿyÀ vü bìnÀ dirler ve gÀh elife bir
nÿn øam idüb meåelÀ kiryed ü nÀledde giryÀn ü nÀlÀn dirler bu ãìga ile
mübÀlaàaé-i ism-i fÀèil murÀd olsa cÀéizdür (İsmail Hakkı,1319, v.138b)
Hâşiye-i Keşşâf: Hâşiyenin terim anlamı sayfa boşluklarına ilâve edilen açıklayıcı ve tamamlayıcı bilgiler içeren ifadelerdir. Sa’deddin et-Teftâzânî tarafından şerhle
ve belâgatla ilgili eserlerin üzerine çok sayıda hâşiye kaleme alınmıştır. İsmail Hakkı
Bursevî’ de eserinde onun hâşiyesine işaret etmiştir.
“ziyÀé vü øavé ecsÀm-ı neyyireden münteşir olan eczÀ-i nÿriyyedür
anuñçün luàaùde øiyÀ vü nÿr birdür ve baèøılar didiler ki øiyÀé bióükmü’l-vaøè vel-istièmÀl nÿrdan aúvÀdur anuñçün øiyÀé şemse ve
nÿr úamere nisbet olınur ve èinde’l-óükemÀ-i żiyÀ bi’õ-õÀt olana dirler
şemsdeki gibi nÿr bi’l-èarż olana dirler úamerde ki gibi anuñçün dirler
1
ü saèded-dìn óÀşiye-i keşşÀfda dìmişdür
ki bu farú luàatda yoúdur belki nÿrü’ş-şems ü nÿrü’l-úamer dimek
åÀyièdÿr” (İsmail Hakkı, 1319, v.52a)
Kâmûs: (816/1413) Muhammed bin Ya’kûb Fîruzâbâdî’nin telif ettiği Arapça’dan
Arapça’ya bir sözlüktür. Bu eser Musliheddin Merkez Efendizade Ahmet Efendi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.(Çakan, 1989, s. 45)
“‘arabide fetha ile key vezni üzerine diÀ’-i karib içün oldığı KÀmusda
muãarrahdur.” (İsmail Hakkı,1319, v.64a)
Kitâb-ı Gülistân: Sa’di mahlası ile tanınan büyük şair Ebû Abdullah Musarrif
b.Muslih-i Şirâzî (ö.691/1292)’nin eseridir. Gülistân makame tarzında yazılarak, mensur bölümlerin arasına manzumeler yerleştirilmiştir. Bir mukaddime ve sekiz bâbdan
meydana gelir: I.bâb hükümdarların hâl ve hareketleri, II.bâb dervişlerin ahlâkı, III.
bâb kanaâtin fazlası, IV.bâb susmanın faydası, V.bâb aşk ve gençlik, VI.bâb tâkatsizlik
ve ihtiyarlık, VII.bâb terbiyenin tesiri, VIII.bâb sohbet âdâbı. Ahlâkî ve terbiyevî bir
eserdir. Gülistân defalarca tercüme ve şerh edilmiştir (Yazıcı, 1978, s.38)
262
1
“Ayın ışığı güneştendir.”
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
“nitekim kitÀb-ı gülistan da gelür: meger in penç ruz deryÀ bi”(İsmail
Hakkı,1319, v.64a).
KitÀb-ı Muvatta: İmam Mâlik’in meşhur hadis kitabıdır. Muvatta kendisinden
önceki hadis edebiyâtının tertib muhtevâsını bize yansıtan kitap olma özelliğini taşır.
İmam Mâlik, Muvatta’ı önceleri on bin hadisten meydana getirir. Fakat eseri her sene
gözden geçirip bazı hadisleri çıkarır. Sonunda elimizdeki 1720 rivâyeti ihtiva eder
Muvatta kalır. Muvatta, Buhârî ve Müslimi’n sahihleri ile birlikte hadis kitaplarının
birinci tabakasını meydana getirir(Çakan, 1988, s.45).
“ve hadisde kitÀb-ı muvattÀ yı imÀm mÀlik te’lif eylemişlerdür ki hadisde ibtidÀ te’lif budur”(İsmail Hakkı, 1319, v.64a).
Lugat-ı Halimî: Halimî önce Bahru’l-GarÀ’ib adlı Farsça ’dan Türkçe’ye lugat
yazmış, sonra onu izah için de Lugat-ı Halimî adlı eseri yazmıştır. Eser 882/1477’de
Fatih’e takdim edilmiştir(Karatay, 1961, s.202).
“bÀyed giriften dimekdür tutmak gerek ma’nÀsına. nitekim halimîde
gelür ki girift şiga’-i mÀzidür ve maşdar ma’nÀsına dahi isti’mÀl
olunur”(İsmail Hakkı, 1319, v.64a).
Lugat-ı Ni’metullah: Farsça ’dan Türkçe’ye bir lugat olan bu kitabın müellifi
Ni’metullah bin Ahmet bin KÀzi Mubarek er-Rumi (ol.969/1561-62) Eser üç kısma
ayrılmıştır: 1.Fiilleri 2.Fars gramerinin Farsça izah edilmiş kaidelerini, 3.Alfabe sırası
ile cins isimleri ihtiva eder (Karatay, 1961, s.385).
“iy ni’metu’llahda fethada ve kesrede yazılmışdur ki harf-i nidÀdur.”
(İsmail Hakkı,1319, v.65a)
es-Sıhâh: Ebu Nasr İsmail bin Hammâd el Cevheri (400/1009) tarafından kaleme
alınan sözlüğün adıdır. Bu sözlüğün asıl ismi “Tâcu’l-Luga”dır. Ancak Sıhahu’l-luga,
es-Sıhah fi’l-Luga veya kısaca es-Sıhah diye bilinir. Arap sözcükçülüğü tarihinde tertip
itibariyle yeni bir çığır açtığı sadece sahih kelimeleri ihtiva etmesi açısından da ayrı bir
özellik arz etmektedir (Karatay, 1961, s. 382) .
“arus äıhÀhda lugat-ı müşterekedür dimişdür.” (İsmail Hakkı, 1319, v.64a).
Şerh-i Pend-i Attâr edebî ve tasavvufî yönü olan bir eserdir. Pendnâme bir ahlâk kitabı
olduğu için günlük hayatta sıklıkla karşılaştığımız sosyal hayata dair problemleri çözümleyebilecek bir eserdir. İsmail Hakkı Pendnâme’ yi şerh ederken okuyucuya zaman zaman
uyarılarda bulunur, dilbilgisi kurallarını anlatırken tasavvufî bir öğretiden bahsedebilir.
Şark İslâm geleneğinde sıklıkla karşılaştığımız nasihat etme ve tecrübelerin dile getirilerek
okuyucunun uyarılması Şerh-i Pend-i Attâr’da görülen bir husustur. Klâsik Türk edebiyatının şerh sahasında önemli isimlerinden birisi olan İsmail Hakkı eserini kaleme alırken
derin bilgi ve birikimini kullanmıştır. Gerekli gördüğü yerde kendi görüşünü bazen desteklemek bazen de örneklendirmek düşüncesiyle kaynak eserlerden bahsetmiştir.
263
Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri
KAYNAKLAR
ATTÂR, F. (1993). Pendnâme, (Çev. M. Nuri Gençosman), İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı.
ATTÂR, F. (1387). Pendnâme, (Haz.Abbas Ali Sarrâfî) , Tahran: İntişârât Revvâz
AYNÎ, M. A. (1944).Türk Azizleri I İsmail Hakkı, İstanbul: Marifet Basımevi
AYVERDİ, İ. (2010).Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: Kubbealtı Yayınları.
BURSEVÎ, İ. H. (2000).Üç Tuhfe Seyr-i Sülûk (M.Ali Akidil-Şeyda Öztürk, Haz.), İstanbul:
İnsan Yayınları.
BURSEVÎ, İ. H. (2002). Kitabü’l-Envâr, (Naim Avan, Çev.) İstanbul: İnsan Yayınları.
BURSEVÎ, İ. H. (2005). Kırk Hadis Şerhi (Hikmet Gültekin, Araştırma-Sami Erdem, Haz.) İstanbul: İnsan Yayınları.
BURSEVÎ, İ. H. (2008). Tuhfe-i Atâiyye (Kâbe ve İnsan) (Veysel Akkaya, Haz.) İstanbul: İnsan
Yayınları.
BURSEVÎ, İ. H. (2008). İlahi İsimler (Tuhfe-i Recebiyye) (Selim Çakıroğlu, Haz.) İstanbul: İnsxan Yayınları.
CANIM, R. (1986). “Pend-nâmeler ve Türk Edebiyatında Benzer Nitelikli Nasihat Kitapları” Atatürk
Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, S. 1.
CEYLAN, Ö. (2000). Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul: Kitabevi.
CUNBUR, M. (1990). Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
ÇAKAN, İ. L. (1989). Hadis Edebiyatı, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
ÇELEBIOĞLU, Â. (1998). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları.
ÇUBUKÇU, İ.-Çağatay, N. (1985). İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
DAĞLAR, A. (2007). “Vassâf Tarihi Şerhinden Hareketle Şerh Kaynakları Meselesi”, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic (Volume 2/4).
DEVELLİOĞLU, F. (1992). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara: Aydın Kitabevi.
DİLÇİN, C. (1983). Yeni Tarama Sözlüğü, Ankara: TDK Yayınları.
DURU, R. (2007). Modern Metin Çözümleme Teknikleri Bakımından Şerh Geleneği ve İsmail Hakkı
Bursevî, Doktora Tezi, Ege Üniversitesi, İzmir.
HOLBROOK, V. R. (1998). Aşkın Okunmaz Kıyıları, İstanbul: İletişim Yayıncılık.
HORATA, O. (2002). “Zihniyet Çözülüşünden Edebî Çözülüşe: Lâle Devri’nden Tanzimat’a Türk
Edebiyatı”, Türkler (c.11 s.573-592), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. İz, M. (1990).
Tasavvuf, İstanbul: Kitabevi .
KANDEMİR, Y. (1996). “Câmî”, İslam Ansiklopedisi (c.8 s.94-101) İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
264
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
KAPLAN, M. (2002).“Türk Edebiyatında Manzum Nasihat-nâmeler”, Türkler, c.XI, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları.
KARA, M. (1993). Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler 2, Bursa: Uludağ Yayınları.
KARTAL, A. (1999). Osmanlı Medeniyetini Besleyen Kültür Merkezleri, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara.
KARTAL, A. (2007). Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh Yayınları.
KOÇİN, A. (1999). “Feridüddin Attâr’ın Pendnâmesinin Türk Edebiyatına Etkisi ve Zaifî’nin Bustân-ı
Nasâyıhı ile Karşılaştırılması”, bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, (10/99, 93100)
KORTANTAMER, T. (1994). “Teori Zemininde Metin Şerhi Meselesi”, Türk Dili ve Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi, (8,1-10).
LEVEND, A. S. (1982).“Divan Edebiyatı”, Türk Ansiklopedisi,c.13, Ankara:Milli Eğitim Bakanlığı.
LEVEND, A. S. (1984). Divan Edebiyatı, İstanbul:Enderun Kitabevi.
LEVEND, A. S. (1988). Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları.
MAZIOĞLU, H. (1982). “Türk Edebiyatı, Eski”, Türk Ansiklopedisi (c.32 s.80-135) Ankara:
Milli Eğitim Bakanlığı.
MAZIOĞLU, H. (1997). “Fuzûlî’de Hâfız-ı Şîrâzî’nin Etkisi”, Fuzûlî Üzerine Makaleler, Ankara:
Türk Dil Kurumu.
NAMLI, A. (2001). İsmail Hakkı Bursevî Hayatı, Eserleri, Tarîkat Anlayışı, İstanbul: İnsan
Yayınları.
ONAY, T. (2009). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmunlar ve İzahı,
(Cemâl Kurnaz Haz.) İstanbul: H Yayınları.
ÖZKAN, M. (1994). “Dekâiku’l-Hakâik”, İslam Ansiklopedisi (c.19 s.111-112) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
PALA, İ. (2006). “Nasihatnâme”, İslam Ansiklopedisi (c.21 s.409-410) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
PEKOLCAY, N.-Sevim, E. (1991). Yunus Emre Şerhleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
STEİNGASS, F. Ph. D. (1975). Persian-English Dictionary, Beyrut.
TARLAN, A. N. (1937). Metinler Şerhine Dâir, İstanbul: Sühulet Basımevi.
ULUDAĞ, S. (1991). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Marifet Yayınları.
ULUDAĞ, S. (1996). “Hallâc-ı Mansur”, İslam Ansiklopedisi (c.15 s.377-381) İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
YILDIZ, S. (1976). “Türk Müfessiri İsmail Hakkı Burûsevî’nin Hayatı”, İslâmî İlimler Fakültesi
Dergisi, I, 103-126.
265
Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri
Nâfiz’in Şiirlerinde
Sosyal Hayatın İzleri
Dr. Hiclâl DEMİR*
K
GİRİŞ
lasik Türk şiirinde XVIII. yüzyıl, edebî anlayış olarak bir
önceki yüzyılın devamı olmakla birlikte dış dünyanın
şiirlerde daha çok yer bulduğu bir dönem olmuştur.
XVII. yüzyılda Sâbit ile belirgin bir hâl alan mahallileşme, bu yüzyılda günlük hayattan alınan konulara daha
fazla yer verilmesini ve böylece edebiyatın yerlileşmesini sağlamıştır. Osmanlı Devletinin “Lale Devri” ile sosyal ve kültürel alanda yaşadığı değişim de bu durumda
etkili olmuş, İstanbul şehri; semtleri, mimari özellikleri
ve şenlikleriyle canlı bir şekilde tasvir edilerek günlük
yaşama ait pek çok ayrıntı edebî eserlere girmiştir.
XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Lâzikî-zâde
Feyzullah Nâfiz’in (öl. H. 1181/ M.1767) şiirlerinde de
yaşadığı devrin izlerini bulmak mümkündür. Müderris
olduktan sonra kadı ve molla olarak çeşitli yerlerde görev yapan Nâfiz, H. 1177’de (M.1763) Anadolu Kazaskeri, H. 1181’de ise (M. 1767) Rumeli Kazaskeri olmuş-
266
* Hitit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / ÇORUM
[email protected]
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
tur. Edebiyatla da yakından ilgilenen Nâfiz’in Dîvân’ında dönemin sosyal yaşamına
ışık tutan pek çok unsur yer almaktadır.
Lâziki-zâde Feyzullah Nâfiz’in Dîvân’ında yer alan sosyal yaşama dair unsurlar;
İstanbul ve semtleri, şenlikler, mevlid alayı, kıyafetler, para adları ve yiyecekler başlıkları altında toplanabilir.
1. İSTANBUL VE SEMTLERİ
XVIII. yüzyılda özellikle Nedîm’de görülen İstanbul’un semtlerine ve eğlence yerlerine Nâfiz’in şiirlerinde de rastlamak mümkündür. Çoğunlukla âşıkâne gazeller yazan
şair için İstanbul sadece bir mekân değildir. Onun semtleri, Boğaz’ı ve denizi sevgilinin güzelliğinin etkili bir şekilde anlatılması için vasıtadır aynı zamanda.
Aşağıdaki beyitte, sevgilinin gece renkli saçlarının gerdana dökülmesi ile Boğaz’a
dalga dalga gelen Karadeniz arasında ilgi kurulmuştur:
Mevc mevc oldu gelir ãan Boàaza Baór-i SiyÀh
Gerden-i yÀre döküldükce o zülf-i şeb-gÿn K13/ 281
Sevgilinin dişleri ise Boğaz’daki Akdeniz incisine benzetilir:
Boàazda Aúdeñiz dürrüne dönse ol çıúan dürler
Yüzüne gelse incÿlar dile siór-i vefÀ olsa K15/ 16
Nâfiz’in şiirlerinde “Boğaz” dışında İstanbul’un “Hisar”, “Kirazlı”, “Vefa” “Aksaray” ve “Bebek” semtlerinden de söz edilmiştir. Bu yerler, kimi zaman, semt anlamlarının yanında gerçek anlamları çağrıştırılacak şekilde kullanılır. Örneğin aşağıdaki
beyitte, sevgilinin Aksaraylı olması ile gümüş sineli olması arasında ilişki kurulmuştur:
Ol sìm-sìneye naôar et Aúsaraylıdır
GÿyÀ vücÿdu òÀm gümüşden úalaylıdır G226/ 1
Şair, sevgilinin dudağının gül çiçeği aklına düşerse bulunduğu yerden değil
Kirazlı’ya Hisar’a bile gitmeyi göze alacağını söyler. Burada Kirazlı ile sevgilinin
dudağı arasında da bir ilişki kurulduğu düşünülebilir:
Düşünce òÀùıra gül-nÀr-ı laèli cÀnÀnıñ
Degil Úiraslıya semt-i ÓiãÀra dek gideriz G311/ 4
Aşağıdaki beyitte de İstanbul’un semtlerinden biri olan “Vefa” tevriyeli kullanılmıştır:
Ey meh sipihr-i bezm-i ãafÀya gelir misin
Devr-i felekde semt-i VefÀya gelir misin G515/ 1
1
Şiirlerden yapılan alıntılarda “Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini)” adlı doktora tezimizdeki şiir numaraları esas alınmıştır (Hacettepe Üniversitesi, Ankara 2008).
Gazel için G, kaside için K, Musammat için Mus, nazm için N kısaltmaları kullanılmıştır. Kısaltmanın
yanındaki ilk rakam şiir numarasını, ikinci rakam ise beyit numarasını göstermektedir.
267
Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri
Sevgilinin gerdanının seyrinde dudağıyla söz birliği eden şair, onun Boğaz zevkini
yalnız yapmasını ister: Ben seyr-i gerdeniñde lebiñle aàız birim
Sen de Boàaz õevúine tenhÀ gider misin G516/ 2
Aşağıdaki nazmda, sevgilinin Bebek’te oturduğu anlaşılmaktadır:
Bebekde şimdi bir nev-reste meh-pÀre ôuhÿr etdi
HemÀn mehd-i ãadefde dürr-i şehvÀre ôuhÿr etdi
Görüp endÀm-ı mevc-Àmìzini ol baór-i pür-nÀzıñ
O dem fülk-i dile lerzende hem-vÀre ôuhÿr etdi N34
Lale Devrinin gözde eğlence yerlerinden Sadabad’e Nâfiz’in bir beytinde rastlanmıştır.
Beyitte şair, burada yaptıkları safayı sevgilisine hatırlatmaktadır:
Unutduñ mu ãafÀ-yı seyr-i Saèd-ÀbÀdı ÀyÀ kim
Neler olmuşdu ey mÀh-ı zamÀnım ol zamÀnlarla G555/ 2
Lale Devrinin bir diğer eğlence yeri olan Göksu’ya Nâfiz, Sadabad’e göre daha fazla yer
vermiştir. Aşağıdaki beyitte, sevgilinin mavi elbisesini görünce Göksu’nun sümbülünün
kıskançlıktan gömgök kesileceği belirtilmektedir:
Gökãunuñ gömgök kesilsin sünbül[ü] mÀèì ile
NÀfizÀ olduúca úaddi zìb [ü] zìver mÀèili G672/ 5
Dîvân’da yer alan iki murabbaın nakarat bölümlerinde de “Göksu”dan söz edilmektedir:
Göster revişiñ naòl-i güle serv-i bülendim
Gel Gökãuya al ãÿflu siyeh-çerde efendim
Gül-nÀr ola reng-i çemen ey òÿnì levendim
Gel Gökãuya al ãÿflu siyeh-çerde efendim Mus28/ I
èÁlemi ùutdu amÀn ü nÀle vü Àh ü enìn
Geldi Gökãu seyrine bir mÀè-i cÀrì nÀzenìn
Gökãuyu gömgök tere batırdı ol çìn-i cebìn
Geldi Gökãu seyrine bir mÀè-i cÀrì nÀzenìn Mus32/ I
Dîvân’da yer adı olarak “Yeni Saray” ve “Sultan Ahmed Camii” de geçmektedir.
Yeni Saray, bugünkü Topkapı Sarayı’dır. Hibetullah Sultan’ın doğumu için yapılan
şenlikler tasvir edilirken değinilmiştir. Sultan Ahmed Camii ise her yıl burada okutulan mevlid dolayısıyla anılmıştır:
268
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Yeñi serÀy döndü bir maóbÿb-ı zümrüd-cÀmeye
Sebze-gÿn oldu miåÀl-i serv-i dil-keş ser-be-pÀ K1/ 32
CÀmiè-i SulùÀn Aómed oldu zìnet-baòş-ı nÿr
Úıldılar taèôìm içün daèvet kibÀrı ser-be-pÀ K7/ 3
2. ŞENLİKLER
Çağatay Uluçay, İstanbul’da XVIII. ve XIX. Asırlarda Sultanların Doğumlarında Yapılan Törenler ve Şenliklere Dair adlı eserinde, XVII. asra kadar hanedana mensup
sultanların doğumlarına dair çok az vesika olduğunu; ancak XVIII ve XIX. yüzyıllarda
doğan sultanların doğum tarihleri ve yapılan törenler hakkında daha fazla belge bulunduğunu belirtir. Bu doğum listelerden biri de III. Mustafa’nın kızlarına aittir. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan bu listede Hibetullah Sultan’ın H. 1172’de doğduğu
belirtilmektedir (Uluçay 1958: 199).
Hibetullah Sultan’ın şehrayin ve donanma yapılarak kutlanan doğumunu Nâfiz,
Dîvân’ın ilk kasidesinin nesip bölümünde uzun uzun tasvir etmiştir. Reşat Ekrem
Koçu, Vilâdetname’ye yazdığı önsözde bu donanmanın sebebini şöyle açıklar: “Birinci
Mahmud ve Üçüncü Osman kız ve oğlan hiç evlâd bırakmadan ölmüşlerdi. Hanedanın ilerisini düşünenler endişeye düşüyorlardı. Nihayet Hicrî 1172 yılı recebinin on
beşinci günü, Mustafa’nın bir kızı dünyaya geldi. Hibetullah adı verilen bu Sultanın
şerefine de on gün on gece süren bir donanma yapıldı” (Haşmet 1940?: 6). Sadrazam
Ragıp Paşa’nın donanmayı yazması için görevlendirdiği şair Haşmet, Vilâdetname-i
Hümayun adlı eserinde donanma hazırlıklarını şöyle anlatır:
Babı hümayunun içi ve dışı nice kıymetli avizelerle ve nice eşsiz kandiller ve aynalarla süslendi ve aydınlatıldı. Babı hümayunun sağında,
dış hazineden hâs fırın kapısına varıncaya, Hastalar kapısı ve Düzme
kapı denilen yerlere; solunda da Enderun Cebehanesi ve Darbhane ve
Şehremini ambarlarının kapı ve duvarlarına, altın ve gümüşten yapılmış güneş gibi şekiller ve nice kıymetli nakışlı, işlemeli kumaşlardan
flândre şeklinde bayraklar asıldı; saray avlusu sayısız kandillerle donatıldı. Ortakapı’nın iki tarafına gayet büyük aynalar kondu, onlara uygun
gayet büyük nâdide ve güzide avizeler asıldı. (Haşmet 1940?: 9-10)
Haşim’in tasvir ettiği bu ortamı, Nâfiz’in beyitlerinde de görmek mümkündür:
Görünen zerrìn-nümÀ Àvìzeler ùop ùop degil
Rişte-i nÿr-ı baãar yÀ èayn-ı şems üzre rişÀ
Buldu zìver pertev-i neôôÀre-i seyyÀreden
Nÿrdan úandìllerle ser-be-ser revnÀú-nümÀ K1/ 24-34
269
Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri
Şair, betimleme yaparken “Genellikle ince bezden yapılmış, uçkurluk bölümü dar,
kurdele biçiminde bayrak”2 olarak tanımlanan ve şenlikte süsleme malzemesi olarak
kullanıldığı anlaşılan İtalyanca “flandra” sözcüğüne de bir beytinde yer vermiştir:
Bir hilÀl idi du-rÿze görünen Àyìneden
Õü’l-cenÀó olan hevÀda per-zenÀn filandera K1/ 26
Sadrazamın evinin süslendiği de Nâfiz’in şu beytinden anlaşılmaktadır:
Keåret-i ÀrÀyiş-i beyt-i vezìr-i aèôamıñ
Óüsn-i taèbìr ile ùaèdÀdında èÀcizdir edÀ K1/ 35
Haşim’in, “Köşe köşe gönül kandırıcı köçekler ve yer yer hokkabazlar binlerce
görülmemiş şeyler tertip ettiler” (Haşim 1940?: 15) diyerek anlattığı şehrayin eğlencelerini Nâfiz şöyle tasvir eder:
Def-zenÀn-ı şevú raúúÀãÀn-ı devrÀn her ùaraf
Şuèbe-kÀrÀn-ı ãafÀ cÀn-bÀziyÀn-ı cilve-zÀ
Her ãuver oldu temÀåìl-i ùılısmÀt-ı feraó
Her bir eşkÀl-i raãad bir àıbùa-fermÀy-ı ãafÀ K1/ 9-10
Şehrayinin sonunda bir de fişek şenliği yapılmıştır: “Tersanede, Tophanede ve
Cebehanede büyük sallar yapıldı. Bunların üzerinden Yalıköşkü önünde deniz ve hava
fişekleri atıldı. Deniz fişekleri suyun içinden fıskiye gibi fırlıyordu” (Haşmet 1940?:
29). Bu gösteri Nâfiz’in beyitlerine şöyle yansır:
Áteş-endÀz-ı ãafÀyìdir hevÀyì ãanmañız
Sünbül-i surò oldu nÀrencì perìşÀn her yaña
Şuèle-i tÀb-ı fişeng ile çıúan meh-tÀblar
Şemè-i mıãbÀó-ı çerÀàÀndır felekde cÀ-be-cÀ K1/ 17-18
Nâfiz, Dîvân’ındaki 3. kasidenin nesip bölümünde de bir şehrayin tasviri yapmış,
bu defa III. Mustafa’nın oğlu Selim’in doğumunda yapılan şenlikleri anlatmıştır. İ.
Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nde verdiği bilgiye göre, Şehzade Selim’in doğumu (H. 1175/ M. 1761) büyük şenliklerle kutlanmış, yedi gün yedi
gece “Şehrâyîn” ve üç gece de “Deniz donanması” yapılmıştır (Danişmend 1961: 41).
Nâfiz’in bu eğlenceleri anlattığı birkaç beyit aşağıya alınmıştır:
Rÿz u şeb kevkeblenip bu şevú-i şehr-Àyìn ile
Devr-i saèdın mihr ü meh eyler medÀr-ı müstaúìm
Cilve-i raúúÀãiyÀn-ı naàme-sÀzı seyr edip
ÇÀr-bÀà-ı IãfahÀn oldu óased ile du-nìm
Seyr-i timåÀl-i ãafÀ naúş-ı cedìd-i cilve-zÀ
Şekl-i nev-peydÀ temÀşÀlar merÀsìm-i úadìm K3/ 5-9-10
270
2
http://tdkterim.gov.tr/bts/
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
3. MEVLİD ALAYI
Sultan Ahmed Camii’nde her yıl yapılan mevlid törenini Nâfiz, Dîvân’ın 7. kasidesinde tasvir
etmiştir. O. Zeki Pakalın, Hazret-i Muhammed’in doğum gününe rastlayan Rebiyülevvelin 12.
günü Sultan Ahmed Camii’nde yapılan mevlid alayını, Atâ Tarihi’nden şöyle aktarır:
Sultan Ahmed camiinde sadreyn, mevali, müderrisler mertebelerine göre minberin
soluna ve sofa kenarına mahfil-i hümayuna doğru, vezirler de mihrabın sol tarafına
konulan seccadelere otururlar. (…) Yeniçeri ağası selamlıktan sonra Sadrazama temenna edip oturur. (…) Sadrazam, kalâi ve mevsime göre erkân kürk veya ferace giymiş
olduğu ve kendisini sarayından alan divan-ı hümayun çavuşları arkasından takip ettiği
halde gelir ve etrafına selâm vererek mihrabın önüne konulan seccadeye otururdu.
(Pakalın 1983: 521)
Mevlid töreni için devlet erkânının Sultan Ahmed Camii’ne gelişini Nâfiz şöyle
anlatır:
CÀmiè-i SulùÀn Aómed oldu zìnet-baòş-ı nÿr
Úıldılar taèôìm içün daèvet kibÀrı ser-be-pÀ
ÚÀøì-èaskerler mevÀlì vü müderrisler ricÀl
Her biri bir zìnet ile oldular çehre-nümÀ
Geldi defterdÀr ile defter emìni vü reèìs
Defter-i èiãyÀnı maóva úıldılar ez-dil recÀ
äadr-ı aèôam daòı teşrìf edicek iclÀl ile
ÓÀøırÿn taèôìm içün ùurdu ayaàa ser-be-pÀ K7/ 3-7-8-11K
Padişahın gelişi ile yaşanan hareketlilik de ayrıntılarıyla tasvir edilmiştir:
Şevket-i şÀn ile teşrìf etdi sulùÀn-ı cihÀn
Úıldı bu yüzden şehenşÀh-ı zamÀn èarø-ı liúÀ
Yeñiçeri aàası ser-mÿzesin bÿs eyleyip
Naòl-i gül gibi baàalde òidmetin etdi edÀ
Geldi şevket-òÀneye verdi úafes içre selÀm
Cümlesi úıldı úıyÀm ile duèÀya iútidÀ K7/ 26-27-29
Ayasofya kürsü şeyhi ve Sultan Ahmed Camii vaizi, kısa bir vaaz verdikten sonra şerbetler dağıtılır ve mevlid okunmaya başlar (Pakalın 1983: 521):
Ùabla ùabla geldi bÀdÀm ü èaúìdeyle nebÀt
Oldu aàız misk ile şìrìn-dehen sükker-edÀ
èAndelìbÀn-ı ãafÀya şerbet-i gül verdiler
TeşnegÀna úıldılar rìbÀs ile tÀze devÀ
271
Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri
Vaèô edip bir bir meşÀyiò oldu semmÿr-pÿş-ı cÿd
Úıldılar cümle devÀm-ı devlete òayr-ı duèÀ
Naàme-senc oldu úırÀèat ile mevlÿd-ı nebì
ÓÀlet-efzÀy-ı derÿnumdur bu eõkÀr-ı nevÀ K7/ 33-34-36-37
Mevlidden sonra, müjdecibaşının getirdiği name okunur ve hacıların selamet müjdesi padişaha verilir. Dualar edildikten sonra sadrazam, şeyhülislâm ve diğer devlet
ricali, camiden çıkıp padişahı selamlarlar ve padişah sarayına döner. Törenin bu bölümü Nâfiz’in beyitlerine şöyle yansır:
Müjdecibaşı o sÀèat geldi ãadr-ı aèôama
İôn alıp vardı óuøÿr-ı óaøret-i şehden yaña
PÀdişÀh-ı èÀlemi buldu ayaà üzre hemÀn
NÀmesin verdi şerìfiñ eyledi òayr-ı duèÀ
ŞehriyÀra verdi óüccÀcıñ selÀmet müjdesin
ÒÀùır-ı sulùÀnı úıldı gül gibi revnaú-güşÀ K7/ 46-47-48
äadr-ı aèôam ãÀóibü’l-fetvÀ ricÀl-i devleti
Reh-güõÀrında úudÿme oldular dìde-güşÀ
Ol şehenşÀh-ı cihÀn taòtına èavdet eyledi
Kevkeb-i şevketle evreng-i şeref buldu øiyÀ K7/ 50-51
Görüldüğü gibi şair, mevlid töreninin tüm aşamalarını ayrıntılarıyla anlatmış ve
okurun zihninde törenin canlanmasını sağlamıştır.
4. KIYAFETLER
Nâfiz, dönemin Osmanlı giyim geleneğinin yansıtan kıyafet adlarına da şiirlerinde zaman zaman yer vermiştir. Dîvân’da adları anılan giyim-kuşama ait unsurlar şunlardır:
“arak-çîn”, “çakşır”, “çizme”, “fes”, “çözmeli şelvâr”, “destâr”, “dülbend”, “kar saçağı şekli destâr”, “kaşbastı”, “kullevî destâr”, “mest”, “şâl”, “şelvâr”, “terlik”, “tutuk”.
Bu kıyafetler çoğunlukla, sevgilinin güzelliği anlatılırken betimleme amacıyla kullanılmıştır:
èİõÀr-ı alını dülbend ile setr etdi ol mümtÀz
äanasın lÀle üzre tente çekdi bÀàbÀn-ı nÀz G317/ 1
NÀfiõÀ surò [ü] sefìdi àonçeden verdi nişÀn
GÀh al olur gehì destÀr-ı cÀnÀne beyÀø G412/ 5
Bu úullevì destÀr ile bu cübbe-i zer-tÀr ile
Bu çözmeli şelvÀr ile èÀlemde kim sevmez seni G667/ 4
272
Kıyafet adları genellikle gazel ve diğer nazım şekillerinde dağınık olarak yer almaktadır; ancak Nâfiz, “fes” redifli bir gazel yazmış ve tüm beyitlerinde “fes”i anlatmıştır.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
İlginç olması bakımından bu gazelin tamamı aşağıya alınmıştır:
Kec-nümÀ ser-germ olur bezm içre gör merdÀne fes
CÀm-ı gül-gÿn-veş getirmezken seri mestÀne fes
Kevkeb-i òÀlin hilÀl ile suèÀl eyler döner
Hep düşer ùÀs-ı felek gibi kef-i iósÀna fes
Pür-çemen eyler duòÀn-ı Àh ile gül-pÿş-ı nÀz
Naòl-i verde èarø eder gÿyÀ ãabÀ şeyòÀne fes
Ser-bürehne èandelìbi èaşúa feryÀd etdirir
Gül gibi ÀrÀyiş-i reès oldu [ol] rindÀna fes
Áteşìn-verdi ser-i naòl üzre gördükce bu şeb
NÀfiõ ister şuèle-i şemèi ede pervÀne fes G354
Şiirlerde, kıyafetle bağlantılı olarak kumaş çeşitlerine de rastlanır. En sık rastlanan
kumaş adı “germ-sûd”dur. İpekli bir kumaş türü olan “germ-sûd” ile Nâfiz, tamlamalar
yapmış “cûd, vefâ, vasl” gibi soyut kavramları onunla somutlaştırmıştır:
KÀlÀ-yı luùf ile işimiz mìnÀkÀrìdir
Dil germ-sÿd-ı cÿdu ile iótişÀm eder K8/ 11
Òod-fürÿş-ı nÀz sÿú-ı èişveden ùafra ãatar
Germ-sÿd-ı vaãl-ı èuşşÀúa bu istiànÀ ãatar G237/ 1
ÚumÀş-ı zülfünü sÿú-ı vaãıldan ey NÀfiõ
O germ-sÿd-ı vefÀ ile iótişÀm alırız G292/ 5
5. PARA ADLARI
Nâfiz yaşadığı dönemde kullanılan “akçe”, “dinar”, “dirhem”, “Firengî altun”, “kızıl
akçe”, “kuruş”, “pâre”, “zer-i mahbûb”, “zer-i magşûş” gibi para adlarına şiirlerinde
yer vermiştir. Para adları, çoğunlukla parasız âşığın yalvarmalarına yüz vermeyen sevgilinin yüzünü güldüren unsur olarak kullanılmıştır:
Geçer mi bir pÿla biñ pÀre de olsa èuşşÀú
Nuúÿd-ı zerdir o maóbÿb-ı bì-vefÀya feraó G71/ 3
Yalvarıp yatma yapılmaz úaãr-ı vuãlat pÀresiz
Bir Firengì altun èarø et iş o kÀfirden geçer G121/ 2
Naúd-i niyÀz geçmedi bir pÿla gördüler
Bir pÀre yalvarıp zer-i maàşÿşa çekdiler G205/ 2
Yüzü sìmìn-bedenÀnıñ zer-i maóbÿba güler
YÀre biñ naúd-i niyÀz ile beşÀşet gelmez G320/ 6
273
Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri
6. YİYECEKLER
Dîvân’da, âşığın yanan gönlünü anlatmak için kullanılan “kebâb” ve “biryân” dışında
yemek adına rastlanmaz:
Yaúdı yandırdı kebÀb etdi yine laóm-ı dili
NÀfiõ ol mest-i nigeh biryÀna hìç baúmaz geçer G146/ 5
Mest [ü] ser-keş yÀre èarø-ı cÀme-òˇÀb etmek de güç
CÀnı sìò-i nÀr-ı fürúatde kebÀb etmek de güç G58/1
Nâfiz, tatlı ve şeker adlarına daha çok yer vermiştir. Şiirlerde, “gül-şeker”, “helvâ”,
“pâlûde-i şeker”, “râhatü’l-hulkûm”, “senbûse”, “sükkerî” gibi tatlı adlarına, “akîde”,
“bâdem”, “nebât” gibi şeker adlarına ve “şerbet-i gül” gibi içecek adlarına rastlanır.
Tatlı adları çoğunlukla sevgili için benzetmelik olarak kullanılır. Sevgilinin baldırı,
palûde-i şekere benzer, boğazı lokumdan daha tazedir:
PÀlÿde-i şeker gibi ditrerken ayaàı
Baldır demek o sÀú-ı laùìfe vebÀldir G189/ 2
RÀóatü’l-òulúÿmdan terdir gelÿsu ãorma hìç
Ol leb-i şìrìnden el sükkerì óelvÀ ãatar G237/ 4
SONUÇ
Edebî eserler, yazıldıkları dönemin siyasi, toplumsal ve kültürel yaşamına dair doğrudan veya dolaylı bilgiler içerirler. Klasik bir edebiyat olan Divan edebiyatının günlük
yaşamdan uzak durduğu söylense de her yüzyılda sosyal yaşamın ve yerli konuların
yer aldığı şiirler yazılmıştır. XVIII. yüzyılda bu durum daha da artmış; konular yerlileşmiş, dış dünya canlı bir şekilde şiirlerde tasvir edilmiştir. Bu yüzyıl Divan şairlerinden Lâziki-zâde Feyzullah Nâfiz de yaşadığı dönemin sosyal yaşamına uzak kalmamış,
Dîvan’ında doğum şenliklerine ve törenlere yer vermiştir. Hibetullah Sultan ve III.
Selim’in doğumu için yapılan “şehrayin”i ayrıntılarıyla betimlemiş, Sultan Ahmed Camii’inde her yıl yapılan Mevlid törenini anlatmıştır. Aksaray, Hisar, Boğaz, Bebek gibi
semtleri, Göksu, Sadabad gibi eğlence yerleriyle İstanbul, Nâfiz’in şiirlerinde mekân
olmanın yanı sıra sevgilinin güzelliğini ifade etmek için bir vasıta olmuştur. Para, kıyafet ve yemek adları gündelik hayata dair ipuçları vermektedir. Sonuç olarak Nâfiz,
sosyal yaşama dair verdiği bu bilgilerle devrinin tarihî olaylarına ve kültürel yaşamına
ışık tutmuştur.
274
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
KAYNAKLAR
DANİŞMEND, İsmail Hâmi (1961), İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4, İstanbul: Türkiye
Yay.
DEMİR, Hiclâl (2008), “Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini)”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Ankara.
HAŞMET (1940?), Vilâdetname, (hzl. Reşad Ekrem Koçu), İstanbul: Çığır Kitabevi.
PAKALIN, M. Zeki (1983), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı Yay.
ULUÇAY, Çağatay (1958), İstanbul’da XVIII. ve XIX. Asırlarda Sultanların Doğumlarında Yapılan Törenler ve Şenliklere Dair, İstanbul (İstanbul Enstitüsü Mecmuası Sayı 4’ten Ayrı
Basım).
275
Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki
Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma
Denemesi
Arş. Gör. Fazile EREN KAYA*
D
ÖZET
ivan şairlerinin ikinci kişiyle ya da kendileriyle konuşup
felekle ya da yaşadıklarıyla ilgili şikâyetlerini, beklentilerini anlattıkları, gönül maceralarından bahsettikleri
eserlere hasbıhâl denir. Hasbıhâller müstakil eserler olabildikleri gibi, bir mesnevinin veya kasidenin içerisinde
de karşımıza çıkabilirler.
Çalışmamızda 16. yy. şairlerinden Bâkî’nin kasidelerinde tespit edebildiğimiz hasbıhâl beyitlerinden yola çıkarak şairin hayatındaki dönüm noktaları ve bu beyitlerin
kasidenin genellikle hangi bölümünde bulunduğu tespit
edilmeye çalışılmıştır.
I. Hasbıhâl, kelime olarak “konuşup dertleşme,
halleşme, sohbet” (Ayverdi 2005: 1192) anlamlarına
gelir. Ayrıca divan şiirinde, şairin herhangi bir eserinde
ikinci kişiyle konuştuğu bölümlere ya da dönemiyle
ilgili şikâyetlerini, özlemlerini, beklentilerini, manevi
serüvenlerini ve gönül maceralarını anlattığı eserin
bütününe de bu ad verilir. Temelinde karşılıklı
konuşmanın bulunduğu hasbıhâllerde, şairin ön plana
geçerek kendisiyle ilgili konuları ya somut bir muhatapla
ya kişileştirilmiş rüzgâr, felek, kalem gibi unsurlarla ya
276
*
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
da kendi kendisiyle konuştuğu görülür. Ancak her durumda öne çıkan, şairin kendi
durumudur (Mengi 2000: 123).
Hasbıhâlleri sergüzeşt-nâmeler ile birlikte hikâyelerin bir kolu olarak kabul eden
Âgâh Sırrı Levend, Türk edebiyatında tespit edebildiği hasbıhâller ve sergüzeştnâmelerin listesini birlikte verir. Bu listede hasbihâl başlığı taşıyan tek eserin Edirneli
Güftî Ali’ye ait olması dikkat çekicidir. Ancak Mûyî’nin de Nâlân u Handân başlıklı
hasbıhâl niteliğinde bir eseri vardır (Levend 1988: 141-142). Bunların dışında Nev’î,
Vasfî ve Sâfî’nin hasbıhâl başlıklı eserlerinin olduğu da tespit edilmiş ve bu tür müstakil eserler ya da mesneviler değerlendirildiğinde hasbıhâl sözcüğünün bir tür adından
ziyade genel bir adlandırma olduğu görülmüştür (Gökalp 2009: 27). Mine Mengi,
kaside nesiplerindeki hasbıhâller üzerine yaptığı çalışmasında hasbıhâllerin müstakil
eserler olabildiği gibi yalnızca bir bölümünde hasbıhâle yer verilen kaside örneklerinin
bulunduğundan da bahseder:
“Eski şairlerimizin divanlarında başlığı hasbıhal olan ve şairin kendi
halini anlattığı, şikayetlerini dile getirdiği, dert yandığı manzum örneklerin bulunduğunu da söyleyelim. Bunlar da ya doğrudan ya da
başka başlıklar altında verilmiş, müstakil manzumelerdir. Fuzuli’nin
kasideleri arasında yer alan “Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gazi”, Bağdatlı Rûhî Divanı’ndaki “Kasîde Der Hasb-i
Hâl-i Zamâne Gofte Şud” başlıklı kasideyle, adı hasbıhâl olmamakla
birlikte, anlattıkları ve üslupları itibariyle hasbıhâl diyebileceğimiz yine
Rûhî’nin “Kasîde Berây-ı Letâif Gofte Şud” başlıklı iki kasidesini, Cem
Sultan Dîvânı’ndaki müstakil hasbıhal diyebileceğimiz […] kasideyi ve
Nâbî’nin ünlü Azliyye Kasidesi’ni bu tür manzumelere örnek olarak verebiliriz. Söz konusu bu kasidelerden ikisi hariç diğerlerinde şair kendi
kendisiyle konuşmakta; dönemden, zamandan yakınmakta, başına gelenleri anlatmaktadır. […] Ayrıca söz konusu manzumeler gibi müstakil
hasbıhallerin yanı sıra, yalnızca bir bölümünde –özellikle nesip bölümünde – hasbıhale yer verilmiş olan kaside örnekleri de vardır. Kısacası
eski şiirimizde, ister başlı başına ister bir bölüm halinde olsun, konusu dertleşme yollu sohbet, konuşma olan kasidelerin varlığından söz
etmek mümkündür. Bu dertleşme yollu sohbet, bazen beyitlerin akışı
içerisinde –özellikle Nedim’in bazı kasidelerinde olduğu gibi – manzum küçük hikâye kurgusuna da dönüşebilmektedir” (Mengi 2000:
123-125).
Bâkî’nin, Kânûnî’nin Nahcıvan Seferi’nden dönüşü için söylediği kasidesinde Mengi’nin
yukarıda belirttiği “dertleşme yollu sohbet” beyitlerine rastladık. “Der-tehniye-i kudûm-i
Sultân Süleymân Hân ez sefer-i huceste-eser” (Küçük 1994: 7) başlıklı bu kasidenin fahriye
bölümünün hemen ardından gelen 19 beyitlik hasbıhâl kısmı, bizi Bâkî’nin kasidelerini farklı bir gözle okumaya sevk etti. Kasidenin söz konusu bölümünde Bâkî, Hocası Kadızâde’ye
277
Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi
Süleymaniye Medreseleri’nden birinin müderrisliğinin verildiğinden, kendisinin de üç yıldır
bu medresenin hücrelerinde kaldığından, bir yıldır da medresenin diğer binalarının yapımında nezaretçi olarak görev yaptığından şu sözlerle bahsederek padişahtan yardım ister:
Serverâ devr-i felekden yine şekvâmuz var
Tapuñâ ‘arz idelüm ruhsat olursa el-ân
Muktedâ-yı ‘ulemâ Hazret-i Kâdî-zâde
Ma’din-i fazl u hüner menba’-ı ‘ilm ü ‘irfân
Ol zamân kim birisin medrese-i ‘âliyenüñ
Eyledüñ aña kemâl-i keremüñden ihsân
Bu tarîkuñ nice yıl künc-i medârisde yatup
Elemin çekmiş iken her birümüz nice zamân
Şeref-i hidmetine yüz süre geldük gûyâ
Cûylar kim olalar tâlib-i bahr-i ‘ummân
‘Arsa-i bahse girüp cevherümüz ‘arz itdük
Tîgveş her birümüz şimdi kalupdur ‘uryân
Zillet ü mihnet ile şimdi tamâm üç yıldur
Yaturuz zâviye-i hücrede bî-nâm u nişân
İrdiler pâye-i a’lâya ser-â-ser emsâl
Buldılar mertebe-i ‘âliye cümle akrân
Ne revâdur fuzalâ kala kıbâb altında
Kim görüpdür k’ola deryâyı habâb içre nihân
Mihnet-i fakr belâ gayret-i akrân müşkil
Fukarâ bendelerüñ arada deng ü hayrân
Bir yıl emrüñle binâ hidmetine nâzır olup
Gördük ol maslahat-ı hayrı bi-kadri’1-imkân
Bu fakîr anda turup hidmete meşgûl oldum
İtmeyüp zerrece sa’yinde kusûr u noksân
Hâsılı cûd u kerem vakti irişdi şimdi
Lutfuña nâzıruz ey Pâdişeh-i ‘âli-şân
Sûz-ı dilden bu kadar yanmaz idüm hidmetüñe
Câna kâr eylemese âteş-i dâg-ı hirmân
Merhamet mevsimi ihsân demidür sultânum
Lutf kıl her ne ise devletüñe lâyık olan
278
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bezl ile az ola mı ni’met-i cûd u keremüñ
Yimeden eksile mi h˘ân-ı Halîlü’r-Rahmân
Serverâ tevsen-i eyyâm katı ser-keşdür
Aña lutf eyle iñen eyleme irhâ-yı ‘inân
Emr-i ‘âlî yine dergâh-ı mu’allâñuñdur
Hele biz eyleyelüm vâki’-i ahvâli beyân
Zehre-i çûn u çirâ kimsede yokdur hâşâ
Südde-i devletüñüñdür yine bâkî fermân1 (Küçük 2011: 8-9)
Bâkî’nin hayatının ilk dönemlerine ilişkin bilgilere ulaşabildiğimiz bu beyitlerden
başka divanındaki sekiz kasidenin içerisinde de buna benzer hasbıhâl beyitlerine rastlanmaktadır. Bu kasidelerin kimlere yazıldığı belirlenip kronolojik olarak sıralandığında Bâkî’nin hayatının önemli noktalarına ışık tuttuğu görülmektedir. Bu nedenle çalışmamızda tespit ettiğimiz hasbıhâl konulu beyitleri dört padişah dönemini yaşayan, bir
cihan devletinin en üst kademelerinde inişli çıkışlı bir hayat süren Bâkî’nin hayatıyla2
birlikte vermeyi uygun gördük.
II. 933 yılında İstanbul’da doğan Bâkî, fakir bir ailenin çocuğu olmasına rağmen
zekâsı, yeteneği ve okuma isteğiyle medrese öğreniminde ilerler, devrin tanınmış
müderrisleri Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendilerden ders okur. Genç yaşta
şiir yazmaya başlar. Yukarıda hasbıhâl beyitlerini verdiğimiz kaside şairin kendisini
Kanuni’ye tanıttığı, padişahın ikram ve ihsanını gördüğü ilk kasidedir. Bâkî bu
kasideyi sunduğu dönemlerde Halep kadılığına gönderilen hocası Kadızâde’yle
birlikte Halep’e gider ve orada dört yıl kalır. Bu dönemde yazarak Halep Beylerbeyi
Kubad Paşa’ya sunduğu kasidenin medhiye bölümünün ardından gelen on iki beyit
de hasbıhâl özellikleri taşımaktadır. Bu beyitlerde Bâkî, felekten ve kaderinden
1
Ey padişahım feleğin dönüşünden şikâyetimiz vardır. İzin verirseniz bunu sizin katınıza arz edelim.
Büyük medreselerden (Süleymaniye Medreseleri) birini cömertliğinden âlimlerin kendisine uyduğu,
fazilet ve hünerin kaynağı, ilim ve irfanın pınarı Hazret-i Kadızâde’ye ihsan ettin. Bu yolda uzun zaman
medrese köşelerinde yatıp sıkıntı çektik. Şimdi de engin denizleri arayan ırmaklar gibi hizmetinin şerefine yüz sürerek geldik. Söz meydanına girip cevherlerimizi sunduk. Şimdi hepimiz kılıç gibi çıplak
kaldık. Üç yıldır çeşitli eziyet ve sıkıntılar çekerek adımız sanımız kalmadan hücre köşesinde yatıyoruz.
Emsallerimiz yüksek rütbelere ulaştılar, akranlarımız yüce mertebelere çıktılar. Oysa deryanın su kabarcığı içinde saklandığının görülmediği gibi faziletlilerin kubbeler altında kalması da uygun değildir.
Fakirlik sıkıntısı bela ve akranların çekemezliği müşkil ve bunların arasında kalan kulların sersemlemiş
durumdadır. Bir yıl emrinde bina hizmetine bakıp o hayırlı işi mümkün olduğunca yaptık. Ben fakir de
orada eksiksiz, kusursuz çalışarak hizmet ettim. Artık cömertlik ve kerem vakti geldi. Ey şanlı padişah
lutfunu bekliyoruz. Mahrumluk yarasının ateşi canımı etkilemeseydi gönül ateşinden hizmetine bu
kadar yanmazdım. Ey sultanım merhamet mevsimi, ihsan zamanıdır. Devletine lâyık şekilde lutfet.
Yemekle Halil İbrahim sofrasının eksilmediği gibi saçmakla da cömertlik ve kerem nimetin azalmaz. Ey
şahım, günlerin atı çok itaatsizdir, ona lütfet ve bu atın dizginlerini çok gevşetme. Biz sadece durumumuzu anlattık, yüce emir senin dergâhındandır. Neden niçin soruları sorma cesareti kimsede yoktur.
Ferman senin yüce katındandır.
2 Bâkî’nin hayatı hakkındaki bilgilerin yazımında şu kaynaklar kullanılmıştır: Ergun 1935, İpekten
2004, Pala 2001.
279
Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi
şikâyet eder ve Kubad Paşa gibi halkın derdine derman olabilecek imkânları elinde
bulunduran, cömert bir insanın kendisine yardım etmesini ister:
Şu câmı sundı baña serverâ bu sâkî-i dehr
Şarâbı zehr ile âlûde dârû-yı kattâl
Şarâb-ı hayret ile şöyle mest ü medhûşam
Ne dest-i ‘akla tasarruf ne pây-ı fikre mecâl
Hemîşe san’at u pîşem dem-â-dem endîşem
Özümle bahs u cedel yılduzumla ceng ü cidâl
Kemend-i ‘acz ile olmazdı dest ü pâ beste
Bu bendi geçmese baña zamâne-i muhtâl
Elüñdedür çü bu gün hall-i müşkilât-ı enâm
Enâmil-i keremüñ kıl bu ‘ukdeye hallâl
Sehâb-ı mekremet ü menba’-ı mürüvvetsin
Nem-i sehâñ ile ser-sebz gülşen-i âmâl
Bu gülşen içre seni serv-i ser-firâz görüp
Su gibi ayaguna akdı hâtır-ı meyyâl
Sezâ-yı merhamet ü müstahakk-ı ‘âtıfetem
Nevâl-i fazluñ idersen mahallidür ifzâl
Boyandı kanlu yaşum silmedin elüm ale
Ayakda kaldum eyâ ma’din-i kerem elüm al
Tapuña yüz süre geldüm safâ-yı hâtır ile
Zülâl gibi beni gülsitân-ı lutfuña sal
Dilümde şekker-i şükr-i fevâzıl-ı keremüñ
Tapuña arz ide geldüm ne ise mâ-fi’1-bâl3 (Küçük 2011: 38-39)
Bu beyitler, henüz 28-29 yaşlarında olan ve cemiyette tutunmaya çalışan bir şairin
hâmî arayışını da göstermektedir. Nitekim dört yılın sonunda İstanbul’a dönerken
Konya’da tanıştığı dönemin şeyhülislamı Ebussuûd Efendi’nin oğlundan babasına hitaben tavsiye mektubu alması ve bu mektubu bir kasideyle şeyhülislama sunması da
3
280
Ey Paşa, bu dünya sakisi bana şarabı zehre bulaşmış çok öldürücü bir ilaç olan şu kadehi sundu.
Hayret şarabı ile o kadar sarhoşum ki ne aklımın elini kullanabiliyorum, ne de fikrimin ayağında mecal
var. Her zaman tek düşüncem, sanatım, mesleğim, kendimle iddialaşma, çekişme ve yıldızımla savaştır. [.?.] bugün insanların müşküllerini çözmek senin elindedir. Cömert parmaklarını bu düğümün
çözücüsü eyle. Cömertlik bulutu ve iyilikseverlik kaynağısın. Cömertliğinin nemiyle dilekler bahçesi
baştan başa yeşerir. Hatırım, bu bahçe içerisinde senin uzun bir servi olduğunu görüp su gibi ayağına
aktı. Merhamete ve iyiliğe lâyığım, lutfunu bahşedersen tam yeridir. Kanlı gözyaşımla elim ala boyandı
ama silmedin. Ey cömertlik madeni, ayakta kaldım elimi tut. Gönlümün saflığıyla huzuruna yüz sürmeye geldim, tatlı su gibi beni ihsanının gül bahçesine sal. Yüce faziletlerinin şükrünün şekeri dilimde/
gönlümde olduğu halde yüreğimde ne varsa katına böylece arz ettim
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
bu arayışın bir sonucudur. Dîvânında yirmi birinci sırada olan bu kasidenin mehdiye
bölümünün sonunda şair, şeyhülislamın kendisini ihmal etmemesini ister ve onun
övgüsünü en iyi kendisinin yaptığını söyleyerek sanatlı bir şekilde fahriyeye geçer.
Kemîne-bende-i dîrînenem hudâvendâ
Bu bende cânibini lutfuñ itmesün ihmâl (Küçük 2011: 41)
Bâkî, fahriyeden sonra gelen aşağıdaki beyitlerde ise talihinden şikâyet ederek
içinde bulunduğu durumu anlatır. Ardından isteğinin ne olduğunun anlaşıldığını söyleyerek duaya başlaması gerektiğini işaret eder:
Velîkin âyine-i tab’-ı safvet-âyînüñ
Bu rûzgârda var sûretinde gerd-i melâl
Fezâ-yı fakr u felâketde savlecân-ı kazâ
Getürdi gûy-sıfat döne döne başuma hâl
Hemîşe nergis-i ikbâl u baht hvâb-âlûd
Hemîşe turra-i tâli’ müşevveşü’l-ahvâl
Nigîn-i baht u sivâr-ı sa’âdet elde degül
Ayakda kodı zamâne niteki zer halhâl
Hezâr-bâr belâ pûtesinde kâl oldum
Henûz âteş-i mihnetde yok halâsa mecâl
Du’â-yı devletine kıl ‘azîmet ey Bâkî
Murâd neydügi ma’lûm zâhir oldı me’âl4 (Küçük 2011: 41)
Bâkî, bu ve benzeri kasidelerle devrin büyükleriyle dostluk kurmaya başlar. Sadrazam Semiz Ali Paşa’ya sunduğu” Bahâriyesi” ve “Hâtem” redifli kasidesiyle sadrazamın beğenisini kazanır ve danişment olur. Şiirleri padişaha kadar ulaşır ve padişah
tarafından önce Silivri Medresesinde ardından da Mahmud Paşa Medresesinde müderris olarak görevlendirilir. Bu ani yükseliş rakiplerinin tepkisini çekse de Bâkî, sarayda
şiir sohbetlerinde bulunduğu, hükümdarla karşılıklı olarak nazireleştiği rahat ve mutlu bir devir yaşar. Kânûnî’nin ölümüyle hem korumasız hem de düşmanlarıyla karşı
karşıya kalan şair, ünlü mersiyesinde yeni padişaha da bir bend ayırmayı ihmal etmez.
Ancak bunlar yeterli olmaz ve düşmanlarının kötülüğüne uğrayıp görevinden alınır.
Üç yıl görevinden uzak kalan Bâkî’nin bu dönemde yaşadığı sıkıntının izlerine Sultan
Selim’in hocası Birgili Atâullah Efendi’ye sunduğu kasidelerdeki hasbıhâl beyitlerinde
rastlanır. Bâkî Divanı’nda yirmi iki numaralı ve
4
“Bu zamanda temiz yaratılışımın aynasının yüzünde üzüntü tozları var. Fakirlik ve felaket göğünde
kaza sopası sıkıntıyı başıma top gibi attı. Baht ve ikbal nergisi devamlı uyumakta, talihin ise saçı başı
dağınık. Baht yüzüğü ve saadet bileziği elde yok. Zaman beni halhal gibi ayakta bıraktı. Binlerce kez
bela potasında eritilmiş olsam da hâlâ sıkıntı ateşinden kurtulmaya gücüm yok. Ey Bâkî, isteğinin ne
olduğu anlaşıldı, şimdi Şeyhülislam’ın devleti için duaya başla.”
281
Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi
Gülşene altun varaklar zeyn idüp bâd-ı hazân
Gûyiyâ zer-kûblar dükkânı oldı gülsitân (Küçük 2011: 42)
matlalı kasidenin medhiye bölümünün son dört beytinde şair durumunu anlatmaktadır:
Sarsar-ı gam fikrüm evrâkın perîşân eyledi
Çihre-i zerdüm belâdan buldı reng-i za’ferân
Cür’a-i câm-ı belâ-encâm-ı gam bî-hûş idüp
‘Âkıbet kıldı humâr-ı derd ü mihnet ser-girân
Cür’aveş ayakda kodı sâkî-i devrân beni
Dest-gîr ol ey emîr-i meclis-i devr-i zamân
Himmetüñ şimşâdınuñ şâh-ı bülendi var iken
Kanda yapsun şâh-bâz-ı tab’-ı Bâkî âşiyân5 (Küçük 2011: 43)
Bu kasideden hemen sonra gelen ve yine Birgili Atâullah Efendi’ye yazılmış olan
kasidenin mehdiye bölümündeki 28-31. beyitlerde de şair memdûhundan yardım dilemektedir:
Ey Hˇâce-i yegâne senüñ âsitânuña
Bâkî kemîne bende geçer kemterîn gulâm
Hâk-i derüñ sücûdın ider bir fütâdedür
Lutf eyle dest-gîri ol itsün biraz kıyâm
Ser-rişte-i murâdı n’ola elde bulsa ol
Habl-i metîn-i ‘ahdüñe kılmışdur i’tisâm
Gerdûn-ı dûna eylemez ol ‘arz-ı ihtiyâc
Tapuñ tururken eyleye mi minnet-i li’âm6 (Küçük 2011: 45-46)
Bütün bu çabalarının sonunda ve Feridun Beğ’in desteğiyle üç yıllık aranın ardından önce Murad Paşa Medresesine sonra Eyüp Sultan Medresesine atanır. Bâkî,
müderrislikte adım adım yükselerek 1573’te Sahn-ı Seman Medresesine müderris
olur. Bu yıllar, Bâkî’nin padişahın sevgisini ve takdirini tekrar kazandığı, dönemin
büyük şairlerinden sayıldığı ve saray toplantılarına katıldığı yıllardır. III. Murad döneminde de sarayla yakın ilişkisi devam eder. Padişahın cülusundan hemen sonra
Süleymaniye Medresesi müderrisliğine getirilir. Ancak düşmanları yine boş durmaz ve
5
282
“Gam rüzgârı fikrimin yapraklarını dağıttı, sarı yüzüm sıkıntıyla zaferan rengini aldı. Gamın bela
getiren kadehinin bir yudumu sersemleştirip sonunda dert ve sıkıntı baş ağrısıyla sarhoş etmiştir. Ey
zamanın devreden meclisinin emiri, feleğin devranın sakisi beni son yudum gibi kadehte/ayakta bıraktı, sen benim elimden tut. Senin şimşir ağacı gibi olan himmetinin yüce dalı varken Bâkî’nin tabiatının
doğanı nerede yuva yapsın?”
6 “Ey eşsiz Hoca, Bâkî senin eşiğine göre aciz bir kul, hakir bir köledir. Kapının toprağına yüz sürmek
isteyen bir düşkündür. Lutfedip elinden tut da biraz olsun doğrulsun. Senin sözünün sağlamlığına güvendiğime göre murat ipinin ucunu elimde olmasına şaşılmaz. Alçak dünyadan bir şey istemem, senin
kapın dururken cimri insanlara minnet etmem.”
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
şairin bir gazelini yalan yanlış yorumlayarak padişahın gözünden düşmesini sağlarlar.
İstanbul’dan uzaklaştırılan Bâkî, önce Edirne Selimiye Medresesine müderris olarak
gönderilir. Ardından Mekke Kadılığı, bir yıl sonra da Medine kadılığı verilir. Ancak
bu vazifeleri sırasında görevini ihmal etmesi üzerine ve halkın şikâyetleri nedeniyle
görevden alınıp İstanbul’a çağrılır. Ancak İstanbul’da kendisine görev verilmemesi
sıkıntılı günler geçirmesine neden olur.
Bâkî Divanı’ndaki III. Murad’a sunulan kasidenin bu sıkıntılı dönemlerde kaleme
alındığını düşünmekteyiz. Kasidenin ilk sekiz beyti tegazzül özellikleri gösterir ve aşk
derdinden acı çeken bir aşığın duygularını yansıtır. Dokuzuncu beyitte ise şair:
Bâkıyâ çarh-ı sitemkâruñ ne cevr itdüklerin
Yek-be-yek ‘arz it ki şâh-ı maèdelet-güster bile (Küçük 2011: 22)
diyerek felekten çektiklerini adalet yayan padişaha tek tek anlatmak istediğini söyler. Ardından kendisi gibi büyük bir yeteneğin desteksiz bırakıldığında köreleceğini şu
sözlerle anlatır:
Hayli demdür hırka rehn-i hâne-i hammârdur
Havfum oldur ki ola dîvân ile defter bile
Korkaram çâpük-süvâr-ı ‘arsa-i ‘irfân iken
Esb nâ-geh bir gice bî-cev kala ester bile7 (Küçük 2011: 22)
Bâkî, sıkıntılı günlerden kurtulmak ve padişaha tekrar yaklaşabilmek için Mekke
kadılığı sırasında Türkçeye çevirdiği Mekke Tarihi’ni birkaç manzumesiyle birlikte
padişaha sunar. Eski dostları Ferhad Paşa, Siyâvuş Paşa ve Hoca Sadeddin Efendi’nin
de vasıtasıyla İstanbul kadılığına getirilse de bir yıl olmadan görevden alınır. Bir yıl
kadar açıkta bekledikten sonra yeniden İstanbul kadılığına, birkaç ay sonra da Anadolu Kazaskerliğine getirilir. İki yıl süren bu görevden sonra üç yıllık bir sıkıntı dönemi
daha yaşar. 1591’de yeniden Anadolu kazaskeri, bir yıl sonra da Rumeli kazaskeri
olur. Bâkî, bundan sonra tüm çabasını yükselebileceği son makam olan şeyhülislamlık
için sarf eder. Ancak bir süre sonra Rumeli Kazaskerliği görevinden de alınır.
Bâkî Divanı’nda on üçüncü sırada olan “‘Arz-ı hâl be-südde-i bî-misâl-i Sultân
Mehemmed Hân” başlıklı kasideyi şair bu inişli çıkışlı dönemde söylemiştir. Kasidenin ilk sekiz beytinde padişaha yaşadığı hayal kırıklıklarını, içinde bulunduğu kötü
durumu ve bunun suçlusu olan feleği şikâyet eder:
Aldanurdum gül-bün-i ‘ömrüñ yüze güldügine
‘Ahdine tursa zamâne dönmese devrân eger
Hˇâr u zâr olmazdı bülbül hâre yâr olmazdı gül
‘Aksine devr itmeyeydi günbed-i gerdân eger8 (Küçük 2011: 24)
7
“Uzun zamandır hırkam meyhanede rehin kaldı, şiirlerimi yazdığı defterimin ve divanımın da orada
kalmasından ve irfan sahasında hızlı koşan atın bir gece arpasız kalacağından korkuyorum.”
8 “Eğer zamane sözünde dursaydı, devran dönmeseydi, ömrün gül dalının yüzüme güldüğüne inanır-
283
Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi
Şair felekten şikâyet ettiği beyitlerinden sonra medhiyeye girizgâh yapar ve
ardından gelen beyitlerde övdüğü yüce vasıflara sahip padişahın kendisine yardım
etmesini bekler:
Lâ-cerem bir gün zemîn-i huşk olur deryâ-yı Nîl
Menba’ından yagmasa bir nice dem bârân eger
Derd ü mihnet çekme dergâhında ey Bâkî yüri
‘Arz kıl bilmezse hâlüñ hazret-i sultân eger9 (Küçük 2011: 24-25)
Bâkî Divanı’nda içerisinde hasbıhâl beyitleri tespit edebildiğimiz son manzume on
beşinci sıradaki “Bahâriyye be-nâm-ı Sultân Mehemmed Hân-ı Gâzî” başlıklı on bir
beyitlik kısa kasidedir. Kasidenin ilk altı beytinde şair tasvirî bir üslupla baharın gelişini, çiçeklerin açmasını, taze kokuların etrafa yayılmasını, kuşların ötüşünü anlatır.
Ancak yedinci beyitte birden içinde bulunduğu kötü durumdan bahsetmeye başlar:
Ne mümkin dest-res dâmân-ı vasl-ı yâre ey Bâkî
Felek nâ-mihrbân düşmen kavî dildâr her-câyî
Talup gavvâs-ı dil kaldı derûn-ı bahr-i hayretde
Sanur arayı arayı bulam ol dürr-i yek-tâyı10 (Küçük 2011: 28)
Ardından gelen beyitte ise şair kendisinin değerinin bilinmemesinden yakınır:
Sözin lü’lû-yı lâlâdan zamâne tutdı zî-kıymet
Neden şâh-ı cihân bî-kıymet eyler böyle lâlâyı11 (Küçük 2011: 28)
Kaside bir medhiye ve bir dua beytiyle son bulur. Bâkî bu kasidesinde nesipteki
renkli, canlı, mutluluk veren bahar tasviriyle içinde bulunduğu kasvetli durumu çarpıcı bir tezat oluşturacak şekilde bir araya getirmiş ve yardım beklentisiyle padişaha
sunmuştur. Ancak bu çabaları şeyhülislam olmasına yetmemiş ve amacına ulaşamadan vefat etmiştir.
III. Bâki’nin tevhid, münacat ya da na’t bulunmayan divanının kasideleri bütün
olarak incelendiğinde şairin her kasidesini, yükselmek istediği makamlara ulaşmak
için sunduğu görülür. İçinde hasbıhâl beyti bulunmayan kasidelerin kimlere
sunulduğuna dikkat edilirse, şairin hayatının dönüm noktalarında etkili olan isimlerle
karşılaşılacaktır. Bunlar konumuzun dışında olduğu için onlara ayrıca değinmedik.
dım. Bu dönen kubbe eğer tersine dönmeseydi, bülbül alçalmış ve düşkün, gül de dikene yar olmazdı.”
“Şüphesiz kaynağına bir süre yağmur yağmazsa Nil nehri kuru bir zemine döner. Ey Bâkî, evinde
sıkıntı çekip durma, eğer sultan hazretleri senin halini bilmiyorsa git ve halini arz et.”
10 “Ey Bâkî sevgiliye kavuşma eteğine ulaşmak mümkün değil, feleğin acımasız, düşmanın güçlü, sevgilinin ise kararsız. Dalgıç gönlüm hayret denizine dalıp kalmıştır. O, tek olan, kıymetli inciyi arayarak
bulacağını sanıyor.”
11 “Zamane bu şairin sözünü parlak inciden daha değersiz gördü. Cihan padişahı neden böyle bir lalaya,
büyüğe değer vermez”
9
284
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bâkî’nin içerisinde hasbıhâl beyitleri olduğunu tespit ettiğimiz sekiz kasidesi vardır. Kasideler içerisindeki hasbıhâl beyitlerinin sayı olarak dağılımı ve kasidenin içerisinde yer aldıklarını bölümler şöyledir:
Kasidenin Sunulduğu
Kişi
Hasbıhâl Beyitlerinin
Sayısı
Kaside İçerisinde
Bulunduğu Yer
Kanuni Sultan Süleyman
19
Fahriyeden sonra
Kubad Paşa
11
Medhiye ile fahriyenin
arasında
Ebussuûd Efendi
7
Medhiye ile fahriyenin
arasında
Birgili Atâullah Efendi
4
Medhiye ile fahriyenin
arasında
Birgili Atâullah Efendi
4
Medhiyenin içinde
III. Murad
3
Tegazzül ile medhiyenin
arasında
III. Mehmed
4
Kasidenin başından
medhiyeye kadar
III. Mehmed
3
Nesipten sonra
Prof. Dr. Mine Mengi “Kaside Nesiplerindeki Hasbıhâller Üzerine” (Mengi 2000: 122138) yaptığı çalışmasında karşılıklı konuşma ya da iç monolog şeklinde söylenen ve
şairin kendi duygu düşünce dünyasını öne çıkaran beyitlerin çoğunlukla nesip bölümünde yer aldığını;
“Söz konusu ettiğimiz kaside nesiplerindeki hasbıhaller, şair (ben) merkezli oluşları dikkate alındığında, eski şiirimizin kaside geleneğinde Nef’î’yle birlikte önem
kazanmış olan fahriye bölümünün ön plana çıkarılışının başka bir tezahürü olarak
değerlendirilebilir. Bu durumda verdiğimiz örneklerin bazılarında da görüldüğü gibi,
şair fahriyeyi nesibe taşımış; nesip bölümünün yerini fahriye almıştır. Böylece şair,
öveceği kişiden önce kendini övmüş, yani kendini övmeyi ön plana koymuştur. Tefahhur nedeni ise övülen devlet büyüğünün sıradan bir şair tarafından övülmediğini
yani övgünün övülenin şanına yaraşır olarak usta, ünlü bir şair tarafından yapıldığını
vurgulamak biçiminde gösterilir” (Mengi 2000: 137).
bu sözlerle belirtmişse de Bâkî’nin kasidelerindeki hasbıhâl beyitlerinin hiçbiri
nesipte yer almaz. Hasbıhâl nitelikli ifadeler, on bir beyitlik kısa kasidede nesipten,
üç kasidede medhiyeden sonra, iki kasidede ise medhiyeden önce gelmektedir. Beyitlerin bu şekilde yerleşmesi muhtemelen kasidelerin sunulma nedenlerinden kaynaklanmaktadır. Şair memduhunu övdükten sonra dileğini söylemeyi uygun görmüş
ve ardından memduhunun lütfuna layık olduğunu göstermek ister şekilde kendisini
285
Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi
övmüştür. İçerisinde hasbıhâl beyitlerinin bulunduğu bu kasideleri de bir makam elde
etmek ve kaybettiği bir makamı kazanmak için kendisine yardımcı olabilecek kişilere
sunmuştur.
Sonuç olarak, incelediğimiz sekiz kasidede karşımıza, içinde yükselme hırsı taşıyan ve istediğine ulaşabilmek için sanatını da kullanan bir Bâkî çıkmaktadır.
KAYNAKLAR
Ayverdi, İlhan (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı Yay.
Batislam, Hanife Dilek (2003). Hasbıhâl-i Sâfî İnceleme-Metin-Tıpkıbasım. İstanbul: Kitabevi Yay.
Çavuşoğlu, Mehmed (1986). Kaside. Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri). 415-416417, 17-77.
Ergun, Sadedin Nüzhet (1935). Bakî Hayatı ve Şiirleri. C.1. İstanbul: Sûhulet Kitab Yurdu.
Gökalp, Halûk (2009). Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlân u Handân’ı. Adana: Karahan Kitabevi.
İpekten, Halûk (2004). Bâki -Hayatı Sanatı Eserleri-. Ankara: Akçağ Yay.
Küçük, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı Tenkitli Basım. Ankara: TDK Yay.
Küçük, Sabahattin. Bâkî Dîvânı. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-75644/baki-divani.
html (Son erişim tarihi: 30.01.2011)
Levend, Agâh Sırrı (1988). Türk Edebiyatı Tarihi. C.1. Ankara: TTK Yay.
Mengi, Mine (2000). Kaside Nesiplerindeki Hasbıhâller Üzerine. Divan Şiiri Yazıları (s. 122138). Ankara: Akçağ Yay.
Pala, İskender (2001). Bâki. İstanbul: Timaş Yay.
Tanpınar, Ahmed Hamdi (2005). Fuzulî ve Bâkî. Edebiyat Üzerine Makaleler (s. 151-154). İstanbul: Dergah Yay.
286
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân
Mesnevisinden Bir Hikâye
Arş. Gör. Aslı GÜRSOY
N
*
ÖZET
ev’î-zâde Atâyî XVII. mesnevi şairlerindendir. Hamse
sahibidir. Şairin 1626 yılında, Nizamî-i Gencevî’nin
“Heft Peyker” mesnevisine nazire olarak meydana getirdiği “Heft Hân”, hamsesindeki mesnevilerden bir
tanesidir. Mesnevi içerisinde yedi hikâye bulunmaktadır. Biz çalışmamızda, bu hikâyelerden biri olan “Der
Efsâne Güften-i La’lî-i Suhandân” başlıklı hikâyeyi
çeşitli yönlerden ele almaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler:
hamse, Heft Hân…
Nev’î-zâde Atâyî, mesnevi,
A Story From The Masnavi Heft Hân Of
Nev’î-Zâde Atâyî
ABSTRACT
Nev’î-zâde Atâyî is a masnavi poet from 17th century.
He has a khamsa. “Heft Hân” written by poet on 1626
which is a comparison to Nizâmî-i Gencevî’s masnavi
“Heft Peyker” is one of his masnavis in khamsa.. There
are seven stories in “Heft Hân”. In our study, we will
*
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA
[email protected]
287
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
handle one of the stories which is named as “Der Efsâne Güften-i La’lî-i Sühandân”
from several aspects.
Key words: Nev’î-zâde Atâyî, masnavi, khamsa, Heft Hân…
GİRİŞ
Ölümü 1635 yılına rastlayan ve XVII. yüzyılın mesnevi şairi olarak bilinen Nev›îzâde Atâyî İstanbul doğumlu bir Osmanlı bilginidir.1 Değişik konularda yazdığı manzum ve mensur pek çok eseri bulunmaktadır. Bunlardan; divân ve hamse manzum,
“Hadâiku’l-hakâik fî tekmiletü’ş- Şekâik” adlı eseri de mensur olarak en tanınmış eserleridir.
Çalışma konumuz olan hikâye Atâyî’nin hamsesindeki mesnevilerden biri olan
“Heft Hân”ın içinde yer alan yedi hikâyeden (bölümden) beşincisi olup “Der Efsâne
Güften-i La’lî-i Suhandân”2 başlığını taşımaktadır. “Heft Hân” şairin, Nizâmî-i Gencevî’
nin “Heft Peyker” isimli eserine yaptığı bir nazire olarak vücuda getirilmiştir. Vezni,
mesnevî yazmaya çok elverişli olan, hafîf bahrinin “fâ’ilâtün mefâ’ilün fâ’ilün” kalıbıdır. 1626 yılında yazılmıştır. Mesnevi içerisindeki hikâyeler klasik mesnevî tertibine
uymaktadır. Hikâyelerin her biri farklı birer meclistir ve farklı bir anlatıcı eşliğinde
sunulur. Ele alacağımız hikâye, La‘lî adlı anlatıcı tarafından, kırmızı renkli şafak vaktinde anlatılmakta ve 256 beyitten oluşmaktadır.
Çalışmamız sırasında Prof. Dr. Turgut Karacan’ın doktora tezinde hazırlayıp
bastırdığı metinden yararlanacağız.3
I. İÇERİK
I.a. Özet:
Rey şehrinde, Mecnûn ve Vâmık’a halife sayılabilecek Abdullah isimli bir âşık vardır. Lakabı Şûh’tur. Şarabı asla terk edemeyen, rind yaradılışlı biridir. Bir gün pazar
yerinde, gönlünü vermek istediği bir dilber ararken, birden şah kafilesiyle birlikte gelir. Şûh gönlünü, şahın yanındaki dilber Şâtır’a kaptırır. O günden sonra başını taştan
taşa vurarak çöllerde gezer.
Şâtır’ın lakabı Gonca’dır. Güzelliği Kur’an sayfaları gibidir. Şûh, içindeki aşk acısına
dayanamayarak saraya gider. Şâtır’ı göremese de onun bulunduğu yerde olmak ister.
Şâtır, sevgilinin âhıyla hastalanmıştır. Çare yalnız, aşığın doğrulukta ettiği duadadır.
Şûh, cama geldiğinde Şâtır da oradadır. Şâtır, camdan yüzünü gösterir. Şûh’un meyli
rakipler tarafından anlaşılınca, Şûh darbelerle oradan sürülür. Sonunda durum şahın
kulağına da ulaşır. Şah bunu işittikten sonra onun Rey’den uzak tutulmasını emreder.
Haluk İpekten , “Atâî, Nevèîzâde”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1991, C. 4, s. 41.
Turgut Karacan, Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hvân Mesnevisi (İnceleme-Metin), Sevinç Matbaası, Ankara,
1974, s. 269-291.
3 Bknz. Turgut Karacan, Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hvân Mesnevisi (İnceleme-Metin), Sevinç Matbaası, Ankara, 1974.
1
2
288
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Bu sıralarda Isfahan’da adaletli bir padişahın olduğu bilinir. Şûh, bu padişahın
namını duyar ve derdine ancak onun çare olacağını düşünür. Şahın huzuruna varır
ve halini arz eder. Şah ile birlikte Rey şahına mektup yazarlar. Mektupta, Şâtır’ın
Isfahan’a gönderilmesini istediklerini yazarlar. Eğer reddedilirse sonucun savaş olacağını bildirirler. Kısa bir zaman sonra haberci Rey şehrine ulaşır. Şah mektubu okuyunca sinirden köpürür. Savaş haberinin Isfahan şahına iletilmesini tembihler. İki ordu
kıran kırana savaşırlar. Savaş esnasında cefakâr Şûh, dua etmeye başlar. Âşığın duası
hemen tesir eder ve Rey şahı düşmanlığı bozar. Şâtır onun durmadan dua ettiğine
şahit olur ve kendisine olan sadakatini anlar. Atlasını çıkarıp, hırkasını giyer.
Sonunda Şûh ve Şâtır gönül mutluluğu ile Ka‘be yolunu tutarlar. Dünya nimetlerinden arınırlar ve en sonunda toprak olurlar.
I.b. Muhteva:
Hikâyede asıl konu, realist bir aşk hikâyesidir. Olay basit bir şekilde kurgulanmıştır. Karmaşık durum ve kişilere yer verilmez. Hikâyede, âşıkların aralarına saldırgan kişi sebebiyle
önce ayrılık girer, sonra bir yardımcı kahraman yardımıyla kavuşup sonunda da ölürler.
Atâyî’nin bu hikâyesinin içeriği, yalnızca bir halk hikâyesi özelliği göstermemekle birlikte, mahallî özellikler taşımasından da kaynaklı olarak, halk hikâyelerine ait
unsurlar barındırmaktadır. Halk hikâyelerini meydana getiren temel unsurlar olan
doğaüstü olaylar, cinler, periler, devler, pirler bu hikâyede yer almaz ancak onun yerine doğaüstü özellik taşımayan karakterlerde ve hikâyenin ilerleyişinde biz, onlara ait
davranışlar, yerler ve özellikler buluruz.
Hikâyenin başlangıcı ve sonu tam olarak bir halk hikâyesi mahiyetindedir. Başlangıç cümleleri kısadır. Hemen konuya girilir. Bir iki beyti geçmez. Bu durum, Atâyî’nin
hamsesini oluşturan “Heft Hân” mesnevisinin diğer hikâyelerinde de bu şekildedir.4
Eserin sonunda kahramanların yola girerek, dünyanın nimetlerinden temizlenerek, duyulmamış sırları duymaları ve adeta tek bir vücut olmaları dinî-tasavvufî unsurlardır. Atâyî, mesnevilerinin sonunda genellikle bu sonu tercih etmiştir.5 Ancak bu
onun eserlerinin tasavvufî mahiyette olduğu anlamına gelmez. Bu öğeler kullanılarak,
olay tek bir vücuda, birliğe erdirilip, sonu hakikî aşka bağlanır.
I.c. Zaman:
Hikâyede nesnel zaman belli değildir. Daha çok “olay zamanı” kullanılarak anlatım yapılmıştır. Yani belli bir tarih söz konusu olamaz. Masalsı bir eda ile “Var idi
şehr-i Reyde bir âşık…” şeklinde hikâyeye başlanır. Olaylar zaman sırasında anlatılırken “özetleme” yolu tercih edilmiştir. Yani anlatılacaklar, zaman sırasına göre tüm
geçen dakikaları aktarmayla ya da zamanda bir ileri bir geri giderek anlatmayla değil,
oluş sırası göz önüne alınarak, önemli olan olayları anlatma ve önemli olanda ayrıntıya
girme şeklinde verilmiştir.
4
5
Turgut Karacan , a.g.e., s. 42-43.
Turgut Karacan, a.g.e., , s. 48.
289
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
I.d. Mekân:
Tanzimat öncesi türlerde mekâna önem verilmemesine rağmen, bizce bu tür realist
hikâyelerde mekân önemli bir unsurdur. Örneğin, Şûh’un Şâtır’ı pazarda görüp âşık
olmasında pazar yeri önemli bir unsurdur. Çünkü birbirlerini görebilmeleri için yaratılabilecek sayılı ortamlardan birisidir. Veya yine aynı işlevle; cam ve pencere görüş
sağlaması açısından önemlidir.
I.d.a. Somut Mekânlar:
Şehr-i Rey, kûy-ı bâzâr, yol, semt-i sahrâ, pîş-i sarây, kasr, şeh-nişîn, tâk, kafes,
câm, bâğ, deşt, kuhsâr, Isfahân, pîş-i der-gâh, püşte, semt-i mahbûb, mülk-i ‘âlem-i
cân, Ka‘ be.
I.d.b. Soyut Mekânlar:
Hikâye realist bir hikâye olduğundan, soyut mekânları görememekteyiz. Olayların
hepsi somut ve gerçekte var olan yer ve diyarlarda geçer. Bu mekânlar, daha çok doğaüstü kişiler ve olayların olduğu masalsı hikâyelerde ve destanlarda görülür.
I.e. Bakış Açısı ve Anlatıcı:
Anlatıcı, anlatıma bağlı olan türlerde sıklıkla yer alır. Yazılı olmayıp, sözel yolla
aktarılan hikâyeler, destanlar, masallar döneminde, olayı üçüncü bir kişinin anlatması
durumu vardı. Anlatıma dayalı olan bu türlerdeki anlatıcı, toplumdaki değişimlere
paralel olarak değişiklikler gösterir, yavaş yavaş üçüncü şahıslıktan, birinciliğe doğru
geçiş yapar. Şairin veya yazarın, toplumu ve insanı anlatma konusundaki tercihleri,
“anlatıcı”nın işlevini de tayin eder.6
Bizim hikâyemizde, anlatıcı “ilâhî” anlatıcıdır. Bu, destandan gelen bir kök olmasına rağmen, diğer türlere de aktarılmıştır. Destan türünde anlatıcı, hiçbir şekilde kendisini gizlemez ve düşüncelerini kendi üslubuyla aktarır.7 Hep ön plandadır. Anlatıcının
bu yapısı, “ilâhî”likten (o anlatıcı), “beşerî”liğe (ben anlatıcı) doğru kayacağı roman
türüne kadar devam etmektedir.8
Hikâyenin bir anlatıcısı vardır ve anlatıcının ismi başlıkta verilir. Hikâye, La‘lî tarafından anlatılmaktadır. Şair kendi anlatısını, La‘lî’nin diline verir ve onun kimliğinde anlatır.
La‘lî’ nin ismi başka bir yerde tekrar geçmez. Asıl anlatıcı şairin kendisidir. O tanrısal bir
kudretle, hikâyedeki tüm kişilere hâkimdir. Olayları yönlendirir ve biçimlendirir.
Hikâye çok az istisnası olmakla beraber hâkim bakış açısı kullanılarak anlatılmıştır. “Tanrısal konumlu gözlemci anlatıcı” da diyebileceğimiz, hâkim bakış açısı kullanılarak anlatılan hikâye, bu anlatıcı türünün özelliği olarak III. tekil kişi ile anlatılır.
Anlatıcı, hikâyedeki her şeyi görür, her şeyi bilir ve herkesi tanır. Olaylara hâkimdir ve
objektiftir. Anlatıcı, iyi ve kötüsüyle birlikte her şeyi gördüğü gibi aktarır:9
290
6
7
8
9
Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul, 2001, s.18.
Rene Wellek-Austin Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, KTB yay., Ankara, 1983, s.307.
Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul, 2001, s.20.x
Ayrıntılı bilgi için bknz. Nurullah Çetin, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2004.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Var idi şehr-i Reyde bir ‘âşık
Nakd-i Mecnûn halîfe-i Vâmık (Karacan, 1974: 269)
I.f. Şahıs Kadrosu:
Destansı mahiyet taşıyan eserlerde ve Tanzimat’a kadar bu kurguda yazılan eserlerde, şahıs kadrosu tiplerden oluşur. Onların belli özellikleri vardır. Eğer eser bir destansa
alp tip- velî tipi ve eğer bizde olduğu gibi eser aşk odaklı halk hikâyesi veyahut mesnevî
ise o zaman da “âşık tipi” vazgeçilmez tiptir. Bu tipin sınırları bellidir. Bu sınırları çoğunlukla aşmaz. Onu diğer âşık tiplerinden ayıran belki çok ufak farklar vardır.
İslamiyet’ ten sonraki Türk edebiyatında sosyal yönleri ağır basan gazi ve veli tipi
yanında, âşık tipi de önemli yer tutar. 10 Âşık tipi dünyevi bir hayatla ilişkide olduğu
gibi, dini görüşten etkilenerek, dini bir yönde kazanmıştır.
Hikâyenin şahıs kadrosu çok geniş değildir. İki kahramanlı aşk hikâyelerinin genelinde olduğu gibi, bu hikâyede de asıl olay iki kişi üzerinden verilmektedir. Yer verilen
diğer karakterler, hikâyedeki kurguyu uygulamaya olanak verir.
I.f.a. Birinci Dereceden Şahıslar:
1. Şûh (Abdullah): Hikâyedeki başkahramandır. Şair onu bize Mecnûn ve
Vâmık’ ın varisi olarak tanıtır. Rind bir âşıktır. Rindlik dîvân şiirinde önemli
bir unsurdur. Âşığın mazmunudur. Kahramanımızın sahip olduğu bu tip, eski
şiirimizin vazgeçilmez tiplerindendir.11 Her daim sarhoştur ve hep acı çekmektedir. En büyük dileği gönlünü bir güzele vermektir ve bir gün Şâtır’ı görüp
gönlünü ona kaptırır. Doğru ve dürüst bir karakteri vardır. Sadık bir âşıktır.
Tıpkı Mecnûn gibi iyileşmekten çok acı çekmek ve derbeder olmak isteyen
bir aşk hastasıdır.12 Ancak yalnız aşkı yaşama yönünden benzerlik arz ederler
Mecnun ile Şûh. Şûh’un aşkı Mecnun kadar beşeriyeti aşmış bir aşk değil,
daha dünyevî nitelikte bir aşktır. Diğer bir aşk hikâyesi kahramanı olan kerem,
sevgilisinin peşine düşme ve ona ulaşmaya çalışmaya gayret etmesi yönünden
Şûh ile örtüşür ve Mecnun’dan ayrılır. Evet, Şûh da âşık olduktan sonra çöllere
düşer ancak bu Mecnun kadar uzun soluklu değildir. Şûh sonra tekrar hemen
işe koyulur, çare aramaya başlar. Şâtır’ ı tekrar görmek ister, elde etmek ister.
Bunun için çabalar.
Teknik olarak, Şûh’un en önemli özelliği bir “ilkörnek”’i temsil etmesidir.
Bir arketipi vardır: Mecnûn. Sevgisi ve sevgilisi uğruna çöllere düşen ve beşerî
aşktan ilâhî aşka geçen Mecnûn, bizim tipimizin ilk modelini teşkil eder. Yalnız
bizim tipimiz, Mecnun kadar eski Türk kültürüne aykırı bir tip teşkil etmez. O
daha sıyrılmış ve törpülenmiş özellikleri taşıyan bir tiptir.
10 Ayrıntılı bilgi için bknz. Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri,
Ankara, 1985.
11 Hasan Aktaş, Çağdaş Türk Şiirinde Tip ve Karakterler, Yort Savul yayınları, Edirne, 2006.
12 Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, Dergah yay., 1985, s. 144.
291
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
2. Şâtır (Gonca): Hikâyenin kadın kahramanıdır. Şûh’ un gönlünü kaptırdığı dilberdir. Fidan boyludur ve eşsiz bir güzelliktedir. Nazlıdır ve bu nazıyla
Şûh’a acı çektirir. Şâtır’ ın en önemli özelliği naz yapmasıdır. Bu eski Türk şiirinde sevgilinin vazgeçilmez unsurudur. Diğer bir tanesi de aşığa acı ve ızdırap
vermesidir. Önce gamzesiyle aşığın gönlünü gasp eder, sonra da nazıyla aşığı
yaralar. O da Şûh’u görüp ilgi duyar ama naz araya girer.
Aslında divan şiirinin vazgeçilmez sevgili tipi ile Şâtır’ ın sergilediği tip
farklılıklar gösterir. Şöyle ki Şâtır, divan şiirinde tanık olduklarımız kadar fazla
cefa çektirmez aşığına. O da acı çeker, hastalanır. Rakibin çektirdiği acı bazen
daha fazladır sevgilinin cevrinden ve cefasından. Âşık çekmek istediği cefayı
kendisi çeker, kendi kendine eziyet eder. Cevreder, acı çektirir ancak bunlar
aynı zamanda feleğin de bir oyunudur. Şâtır, Şûh’ un sevgisini fark ettikten
sonra ona yüzünü gösterir ve adeta “kafeste inleyen bir bülbül” edasıyla arz-ı
didar eder. Sonra da güzelliğinin gereği olarak, Şûh’ unda meylini fark eder ve
naz yapmaya başlar. Tüm olayların sonunda da Şûh’ u esir alır, dağlarda sürükleyerek tenhaya götürür. Aşığın doğruluğu ve dürüstlüğünü öne sürerek kendi
meylini de gösterir. Elini öper ve bir daha hiç ayrılmak istemediğini söyler.
Böylece kavuşmuş olurlar. Görüldüğü gibi, burada kavuşmanın temelini atan
Şûh ise de, kavuşma işini tam anlamıyla gerçekleştiren bizzat Şâtır’ ın kendisi
olmuştur.
3. Rey Şahı: Hikâyede şahın kişiliği çok belirgin çizgilerle çizilmemiştir.
Yalnız, Şûh’ un ağzından onun adaletli bir şâh olduğunu da öğreniriz:
Didi baña niçün ola bî-dâd
Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd (Karacan, 1974: 275 )
Onun hikâyedeki asıl rolü, düğümü sağlamaktır. Teknik bir görev üstlenmiştir. Aşkın önüne çıkan engel pozisyonundadır. Fakat hikâyenin sonunda
düğüm çözülürken, bu aşka şah da destek olur.
4. Isfahan Şahı: Yardımına ihtiyaç duyulan şahıs olarak karşımıza çıkar.
Şûh, kendi şahından darbe yiyince, çareyi Isfahan şâhında arar:
Didi şefkat bu zâra andan olur
Eger olursa çâre andan olur (Karacan, 1974: 277)
Isfahan şahı adaletli, eli bol, mazlumun her zaman yanında, fakir
olana yardım eden ve bütün zorlukları hemen giderebilen bir kişiliktir:
‘Azmine yok idi anuñ hâ’il
Sehl olurdı öñünde her müşkil (Karacan, 1974: 276)
292
***
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Müflîse itdi ol kadar ihsân
Hasret oldı gedâya halk-ı cihân (Karacan, 1974: 277)
I.f.b. İkinci Dereceden Şahıslar:
Hikâyede ana kişiler dışında, yardımcı şahıslara rastlayamıyoruz. Destansı mesnevilerde olduğu gibi; cin, peri, büyücü, cadı, dev, hayvan görünümlü insanlar, daha
farklı doğaüstü varlıkları bu hikâyede ve yazarın diğer hikâyelerinde fazlaca görememekteyiz. Bu da mesnevinin realist bir çerçevede yazılmasından kaynaklı olmalıdır.
Buna bağlı olarak da, şahıs kadrosu ve olay örgüsüsün daraldığını düşünmekteyiz.
Hikâyede yukarıda saydığımız isimlerin dışında, isim olarak farklı bir kişi bulunmamakla birlikte, sadece işinin sıfatıyla adı geçmiş birkaç şahıs bulunmaktadır. Bunlar; hâcib, kâtibü’s-sırr ve peyk (kâsıd)’ dir.
Hâcib, Şûh’un Şâtır’ı izlediği anlaşılınca, Şûh’u yaka paça dövüp kovan kapıcıdır.
Özel bir isim verilmeden sadece hâcib olarak bahsedilmiştir.
Kâtibü’s-sırr, Isfahan şahının, Rey şahına yazdırdığı mektubu kaleme alan kâtiptir.
Peyk ya da diğer bir ifadeyle kâsıd ise, Isfahan şahının yazdırmış olduğu bu mektubu, rey şahına iletmekle görevli habercidir.
Görüldüğü gibi, adı geçen tiplerin hepsi gerçek hayatta karşılaşabileceğimiz türden
kişilerdir. Gerçekliğe uygun olarak tasarlanıp seçilmişlerdir. Hikâyenin oluşumunda
hepsinin bir görevi vardır. Atâyî’nin mesnevileri eğer bu kadar gerçekliğe yatkın olmasalardı, elbette içerisinde masalsı birçok unsur barındıran kişilikler de artacaktı.
II. HİKÂYEDE KULLANILAN ANLATIM TEKNİKLERİ VE METİNLER
ARASI İLİŞKİLER
II.a. Anlatım Teknikleri:
1. Anlatma Tekniği (Diegesis): Hikâyede en fazla kullanılan anlatım tekniğidir. Bu
tekniğe, bir “anlatıcı”nın olduğu eserlerde rastlanır. Yukarıda da söylediğimiz gibi,
anlatıcı mesnevilerin vazgeçilmez bir unsurudur ve kuşbakışıyla olaya hâkim olur.
İşte bu kadar olayın ana konumunda yer alabilmesi için, anlatma-gösterme tekniğine
ihtiyacı vardır. Anlatıcıyı, mutlak anlamda öne çıkaran “anlatma (telling)”dır.13 Anlatma bir sunma, ortaya koyma biçimidir. Bu tekniği uygularken yaptığı açıklama ve
yorumlarla, anlatıcı dikkati kendi üzerine çeker:
Her güzel şevkine olub medhûş
Bir belâ yok idi ki olmaya dûş
Meyl-i bâlâ hevâ-yı kâmet ile
‘Ömri dâ’im geçerdi mihnet ile (Karacan, 1974: 269)
13 Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul, 2001, s.190.
293
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
2. Tasvir Tekniği: Temel manasıyla “anlatma, somutlaştırma” anlamına gelen bu teknik, anlatımlarda sıkça başvurulan bir tekniktir. Bu tekniğe, okuyucuyu metne daha
fazla inandırmak ve daha çok yaklaştırmak için başvurulur. Tasvir, anlatılanı daha
gerçek kılar. Hikâyede realist bir konuda işlendiğinden bu teknik ister istemez devreye girmiş olmalıdır. Tasvir öznel ve nesnel olmak üzere iki türlü yapılır.14 Buradaki
tasvirler daha çok öznel konumdadır:
Kaddi râ’yet-misâl ber-ter idi
Tal‘atı mushaf-ı müdevver idi
Peyk-i zer-tâc-ı şâh-ı ‘âlem idi
Ahter-i bahtı gibi hem-dem idi (Karacan, 1974: 271)
3. Otobiyografik Teknik: Otobiyografik yöntemin bakış açısı çok dar olduğundan, bu yöntemden yalnızca, anlatıcının yükünü hafifletmek adına bir miktar yararlanmak gerekir.15
Hikâyede otobiyografik yöntemden, yani anlatıcının biraz aradan çıkıp, sözü
kahramana bıraktığı durumdan, Şûh Isfahan şahına gidip, ona arz-ı halde bulunduğu zaman yararlanılır:
Dil-i zârum yanında ben mehcûr
Oldı bu vaz‘-ı bed hıredden dûr (Karacan, 1974: 278)
Dil ucından bu hâle koydı beni
Şehrden sürdi togrı söyleyeni (Karacan, 1974: 278)
‘Âşıkam n’eyleyüm karârum yok
Cürmüm ıkrâra ihtiyârum yok (Karacan, 1974: 279)
4. Leitmotiv Tekniği: “Leitmotive” kelimesi; ana motif, tüm eser boyunca tekrarlanan
düşünce, duygu veya kişi hatırlatmaya yarayan ayırt edici nitelikteki motif manasına gelmektedir. Bu yöntem edebiyata müziğin armağanıdır.16 Edebiyatta bazı eserlerde, sık sık tekrarlanan ve kahramanın bir parçası olan (yaradılış özelliği, jest-mimik,
onunla bütünleşmiş bir sıfat) söz, kelime, davranış olarak karşımıza çıkar. Bu tekrarlama, kahramanın gerek iç gerek dış dünyasını okuyucuya daha iyi yansıtmak anlamında işlevli bir tekrarlamadır.
Hikâyede, Şûh’ un aşka ve içkiye düşkünlüğünü okuyucuya verebilmek adına
baştan sonra “âşık, bâde, mey, mest, sarhoş…” gibi içkiyi ve aşkı hatırlatacak
kelimeler sıkça kullanılmıştır. Onun dertlerle dolu olup sürekli sıkıntı çektiğini
gösteren “mihnet, gedâ, dert, belâ, şeydâ, âvâre…” kelimeleri art arda sürekli
tekrarlanarak kullanılmıştır. Şûh, Şâtır’a âşık olduktan sonra da, değişen ruh
halini yansıtan “âşık-ı zâr, bülbül-i zâr” terkipleri çok fazla tekrarlanmıştır.
294
14 Mehmet Tekin, a.g.e., s. 208.
15 Mehmet Tekin, a.g.e., s.249.
16 Mehmet Tekin, a.g.e., s.51.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Hikâyede; “âşık” kelimesi 26, “zâr” kelimesi de 13 kere kullanılmıştır. Öyle ki bu kelimelerle kurulmuş sıfat tamlamaları, kahramanın adından daha fazla yer almaktadır.
5. İç Çözümleme Tekniği (Interior Analysis): Şairin, anlatıcıyı araya koyarak
kahramanın ruh halini okuyucuya aktarmak adına seçtiği bir yöntemdir. Bu bir başka
şahıs aracılığıyla da anlatıcı aracılığıyla da yapılabilir. Hikâyede bu teknik anlatıcı
aracılığıyla yapılmıştır. Toplam on bir beyitte iç çözümleme örneği görülebilmektedir.
Şair özellikle hikâyenin başında, Şûh’un iç dünyasını anlatabilmek için, anlatıcı
vasıtasıyla bu yöntemi kullanmıştır:
Olmış idi o zâr-ı dil-rîşe
‘Işk-pîşe visâl-endîşe
***
Bilmeyüb kendü kendünüñ kâmın
‘Âşıkam dirdi sorsalar nâmın (Karacan, 1974: 269)
Gördi kim ‘ışk tâkatin almış
Ten-i zârında bir nefes kalmış (Karacan, 1974: 279)
6. İç Monolog Tekniği: Kahramanın kendi kendine yaptığı konuşmalar bu teknikten
yararlanıldığını gösterir. Hikâyede toplam dört beyitte iç monolog bulunmaktadır:
Didi kim görmek olmasa yârı
Görürin bârı bâm u dîvârı (Karacan, 1974: 272)
Didi baña niçün ola bî-dâd
Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd
***
Baña mı kaldı şâhuñ âzârı
Şimdi mi çıkdı bu cefâ-karî (Karacan, 1974: 275)
Didi şefkat bu zâra andan olur
Eger olursa çâre andan olur (Karacan, 1974: 277)
II.b. Metinler Arası İlişkiler (Intertextuality):
II.b.a. Montaj Tekniği:
Hikâyeye farklı alandan bir metin eklenmek istendiğinde başvurulan bir tekniktir.
Mehmet Tekin bu yöntemi şöyle tanımlar: “Bir romancının, genel kültür bağlamında
bir değer ifade eden anonim, bireysel ve hatta ilahî nitelikli bir metni, bir söz veya yazıyı, ‘kalıp halinde’ eserin terkibine belirli bir amaçla katması, kullanması demektir”.17
Bu da bize, “şairlerin söylediklerine inandırıcı bir hava kazandırmak için”18 başvur17 Mehmet Tekin, a.g.e., s.243.
18 Abdülkadir Karahan, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İ. Ü. Edebiyat Fak. Yay., İstanbul, 1980, s.43.
295
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
dukları “iktibas” yani alıntı yapma, aktarma sanatını hatırlatmaktadır. Bu sanatla, tanınmış kişilerden cümle, mısra, beyit, kıt’a ya da parça alınabildiği gibi ayet ve hadisler de alıntılanabilir. Elbette ikisinin uygulama düzeyinde farklar bulunmaktadır.
Hikâyede bu tekniğe başvurulan birbirine bağlı iki beyit aşağıdaki gibidir:
Tâlib-i ‘ışkı itmege irşâd
Bu iki beyti hoş dimiş ustâd
Gelmelü olsa o meh-i devlet
Yedilür bir kıl ile bî-zahmet
Gitmelü olsa eylemeñ tedbîr
Tutamaz anı nice biñ zencîr (Karacan, 1974: 288)
Şair, cevr etmenin maşuğun özelliği olduğunu anlatırken de montaj tekniğiyle bir
ehl-i kemâlin sözüne yer vermiştir:
Cevr-i ‘âşıkda eylemez ihmâl
Bu sözi hoş dimiş bir ehl-i kemâl
‘Âşıka dil-rübâ mı eksük olur
Ehl-i derde belâ mı eksük olur (Karacan, 1974: 270)
II.b.b. Metin Dönüştürme Yöntemi:
Bu teknikten yararlanılan eser, başka bir eserden izler taşır. Bizim hikâye ya da
daha geniş boyutta düşünecek olursak, Atâyî’nin “Heft Hân” mesnevisi, genel itibarıyla zaten metin dönüştürme yöntemi uygulanarak oluşturulmuş bir eserdir. Çalışmamızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi, şairin bu eseri, Nizâmî’nin “Heft Peyker”
adlı eserine yapılmış bir nazire konumundadır. Yani Heft Peyker’in tercümesi değil,
onu belli ölçülerde takip ederek, belli özellikleri benzer tutularak oluşturulmuştur.
Bu yapılırken, metin dönüştürmenin çeşitli yolarından olan, “kurgu-teknik taklidi”
yöntemi kullanılmıştır. Yani, içerikten ziyade, eserin biçim özelliklerine yansıyan kurgu ve teknik temelli benzetmeler yapılmıştır. Örneğin, Nizâmî’nin eseri gibi eser yedi
bölüme ayrılmıştır, yedi küçük hikâyeden oluşmuştur. İsmi de Farsça olan “Heft Peyker” yerine, benzer bir şekilde “Heft Hân” koyulmuştur. Nazire olduğundan dolayı da
iki eserin vezinleri aynıdır. Bu söylediklerimizden sonra, modern romandaki “metin
dönüştürme yöntemi” ile klasik edebiyatımızın hemen her devresinde karşılaştığımız
“nazirecilik geleneği”nin benzer özellikler taşıdığını görebilmekteyiz.
Özel olarak, çalışmamızda incelemeye çalıştığımız Şûh ve Şâtır’ın hikâyesinde
yine metin dönüştürme yönteminden yararlanıldığını görmekteyiz. Bu sefer bu yöntemin alt bir dalı olan “çağrışımsal göndermeler” tekniği kullanılmıştır. 296
Eserin ilk beyti olan beyitte bu gönderme açık bir şekilde görülmektedir. Şair ünlü
iki aşk kahramanı olan “Mecnûn” ve “Vâmık”ın ismini zikrederek, kendi kahramanını
bu iki isme denk tuttuğunu gösterir ve hemen bizlere “Leylâ vü Mecnûn” ve “Vâmık
u Âzra” hikâyelerini çağrıştırır:
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Var idi şehr-i Reyde bir ‘âşık
Nakd-i Mecnûn halîfe-i Vâmık(Karacan, 1974: 269)
III. HİKÂYEDE GEÇEN MOTİFLER
Çalışmamızın bu bölümünde, Vladimir Proop’un “Masalın Biçimbilimi”19 isimli çalışmasında ortaya koyduğu verilerden yola çıkarak hikâyede yer alan motifleri göstermeye çalışacağız.
Bilindiği üzere Proop’un masal çözümleme yönteminde, masalların ortak öğeleri
olarak verilen unsurlar, muayyen bir tasnifle sıralanmıştır. Öğeler, masalın başından
sonuna kadar olan olaylardan sırayla seçilerek dizilmiş, buna göre de numaralandırılmıştır. Amacımız yalnızca elde edilen verileri sıralamak olduğundan numaralandırma
yapmaksızın motif başlıklarıyla birlikte simgeleri vermekle yetineceğiz.
Başlangıç Durumu (α) : Proop’a göre bu kısım, masalın başlangıcını oluşturur.20
Ailenin üyeleri sayılır ya da kahramanın adı ve/veya durumu zikredilir. Hikâyede bu
tanıtma kısmı olan başlangıç durumu 12 beyit sürmektedir.
Menzili kûçe-gâh u san’atı âh
Lakabı Şûh nâmı ‘Abdullâh (Karacan, 1974: 275)
Yukarıdaki beyitle yazar, hikâyenin asıl kahramanın adını verir. Sonraki beyitlerde
de kahramanın uğraşlarını sıralar ve onu dış görünüşüyle ruh halini bizlere bildirir.
Aileden Biri Evden Uzaklaşır (β): Konu edilen bu uzaklaşma, çalışma, gezme,
mal alıp satma, savaşma, işle ilgilenme, ana ya da babanın ölümü sonucu zorlamayla
uzaklaşma, balık tutma, çilek toplama, birini görme… gibi çeşitli sebeplerle olabilir.21
Hikâyede kahraman, hayatında hiç âşık olmadığı için, gönlünü verecek bir güzel bulmak için gezmeye pazara gitmektedir: (β3)
Bir gün ol derd-cûy-ı âvâre
Gezerek vardı kûy-ı bâzâre
Nakd-i dil elde kendi sûda-ger
Virmege arar idi bir dil-ber (Karacan, 1974: 270)
Aileden Biri Bir Şeyi Elde Etmek İster (a): Bu motifte söz konusu eksiklik ya da
elde edilmesi gereken nesne çok çeşitli olabilir.22 Hikâyede elde edilmek istenen ve
eksikliği düşünülen şey, yukarıda da söylediğimiz gibi aşktır. Kahramanımız bekârdır
ve gönlünü verecek bir dilber aramaktadır. Sevgisiz olduğu için gezmeye çıkar ve git19
20
21
22
Vladimir Proop, Masalın Biçimbilimi, çev. Mehmet Rifat – Sema Rifat, Kültür yay, 2008.
Vladimir Proop, a.g.e., s. 29.
Vladimir Proop, a.g.e., s. 29.
Vladimir Proop, a.g.e., s. 37.
297
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
tiği pazar yerinde gönlünü verecek bir güzel ararken, hikâyenin diğer bir kahramanı
Şâtır’ı görür ve âşık olur: (a1)
Bir nice vakt idi kim ol şeydâ
Olmadı mübtelâ-yı ‘ışk u hevâ
Degmeyüb derd-mende nevbet-i ‘ışk
Aralık virmiş idi dârbet-i ‘ışk
Bir gün ol derd-cûy-ı âvâre
Gezerek vardı kûy-ı bâzâre (Karacan, 1974: 270)
Saldırgan Aileden Birine Zarar Verir (A): Bu işlev masallarda çok önemli bir
işlevdir çünkü olaya düğüm burada atılır, her kötülük kurgu için atılmış birer düğüm
görevinde yer alır.23 Hikâyede bu durum bizlere, Şûh’ un Şâtır’ı görebilmek için pencereye geldiğinin, kapıcının kulağına erişmesiyle verilir. Sonrasında da Şûh darbelerle
yaralanarak kovulur: (A6)
Darb u müşt ü lekedle bi-takrîb
Oldı mehcûr ol gedâ-yı garîb
Hâr-ı hâtır-hırâşun âzârı
Bâgdan sürdi bülbül-i zârı (Karacan, 1974: 275)
Aynı maddenin içerisinde yer alan “kovulma” motifi de hikâyede yer almaktadır. Hırpalanma olayından sonra, kahramanımız aşkından hala vazgeçmez ve gelip gitmeye devam
eder. Neticesinde olayı şah öğrenir ve onun şehirden kovulması için ferman buyurur: (A9)
Etdi fermân ki nâ-bedîd ideler
Şehrden şöhretin bâ’id ideler (Karacan, 1974: 276)
Kötülüğün ya da Eksikliğin Haberi Yayılır, Bir Dilek ya da Bir Buyrukla Kahramana Başvurulur, Kahraman Gönderilir ya da Gitmesine İzin Verilir (B): Şûh
uğradığı gazap sonucunda şehri terk etmek durumunda kalınca, Isfahan isimli diyarda
adaletli bir padişah olduğunu duyar ve onun yanına gidip derdine derman olmasını
ister. Bu sebeple de terk-i diyar eyler: (B3)
Gûş idüp nâmını o bî-çâre
Tutdı yüz ol şeh-i kerem-kâra
***
Isfahâna varup o zâr u garîb
Kurb-ı sultâna buldı bir takrîb (Karacan, 1974: 277)
Bu noktada kahraman olarak belirlediğimiz isimde bir kayma meydana gelmelidir.
298
23 Vladimir Proop, a.g.e., s. 33.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Çünkü artık, bozulan bir durumu düzeltmek ve ümitsizliğe çare olabilmek için, zuhura yeni bir kahraman getirilmiştir: Isfahan şahı. Yalnız hikâyenin sonuna doğru bu
kahraman saldırgan biçiminde değerlendirilmek durumuna geçecektir. Önce yardım
dilenen kişidir, sonra ise rakip pozisyonunda karşımıza gelecektir.
Kahraman Büyülü Bir Nesneyi ya da Yardımcıyı Edinmesini Sağlayan Bir Sınama,
Sorgulama, Saldırı, vb. İle Karşılaşır (D): Proop tarafından bu sınıfa birçok öğe
dâhil edilmiştir.24 Aslında başlıkta, hikâyede yer alan motifi görememekte, ancak alt
sınıflara inince asıl işlevi bulabilmekteyiz. Söz konusu motif, kahramana başvurularak
aman dilenmesidir. Daha önce hikâyede atılan düğümün çaresi olarak başvurulur bu
zata ve yardım dilenir: (D5)
‘Arz-ı hâl idicek o bî-devlet
Isfahân şâhı eyledi şefekat
***
Meded irmezse hâl bed-terdür
Derd ile ölmesi mukarrerdür (Karacan, 1974: 279)
Kahraman Ve Saldırgan Bir Çatışmada Karşı Karşıya Gelir (H): Hikâyede yer
alan saldırgan (Rey şahı) ve kahraman (Isfahan şahı)’dır. Şûh Isfahan şahına halini arz
edip, yardım talebinde bulunduktan sonra şah, Rey şahına bir mektup yazıp Şâtır’ı
yanına istemeyi uygun görür. Şah bu talebe sinirlenince de sonuç savaş olur. İki taraf
bir savaşta karşı karşıya gelirler: (H2)
Şâh-ı rey destine irüp nâme
Açılınca büyüdi hengâme (Karacan, 1974: 280)
***
Varıruz biz cedel mukarrer ise
Hazır olsun o da hemân er ise
***
İşidüp anı ol şeh-i hun-rîz
Çekdi nâr-ı gazâb şerâre-i tîz
***
Reyde çün şâh-ı âsumân-mesned
Isfahânî kelâmın eyledi redd (Karacan, 1974: 282)
Başlangıçtaki Kötülük Giderilir ya da Eksiklik Karşılanır (K): Bu işlev, masalın
en üst aşamasını oluşturmaktadır.25 Biz bunun, çatışma ve çözülme olaylarının ikisinin
24 Vladimir Proop, a.g.e., s. 52.
25 Vladimir Proop, a.g.e., s. 53.
299
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
de tam o anda yaşanmasıyla ilgili olabileceğini düşünmekteyiz. Hikâyede, bu işlevin
alt başlığında yer alan “aranan nesnenin çekicilik sayesinde elde edilmesi” motifi yer
almaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz savaş sonunda Şâtır, Şûh’ un kendisine olan sadakatini anlayarak ve bu yönünden etkilenerek onun elini öper: (K3)
Bildi kim sıdk ile olup ‘âşık
Oldı bezm-i visâline lâyık (Karacan, 1974: 286)
Düzmece Kahraman ya da Saldırgan Cezalandırılır (U): Bu noktada, önceden
kahraman olarak belirlediğimiz Isfahan şahının akıbeti yer alır. Zaten hikâyeye, uzaktan bir kahraman olarak sokulduğu için, rolü çok fazla olmayacaktı. Düğümün çözülme noktasında artık onun da işlevi biter. Şûh’un tepeye çıkıp sevdiğinin efendisinin
zarar görmesini istemediği için Allah’a dua eder. Hemen sonrasında duası kabul olur
ve savaş biter. Isfahan şahı yenilir:
İtdi mânend-i tîr-i tîz eser
‘Âşık-ı sâdıkuñ du’âsı meger
***
Bozdı fi’l-hâl hâsımı hâkim-i Rey
Sanki hayl-i bahârı Hüsrev-i Dey
***
Kimi maktûl olup kimisi esîr
Güc ile kaçdı şâh-ı mâh-mesîr (Karacan, 1974: 285)
Saydığımız motiflerin hikâyede karşılık ve yer bulmasının sebebini, Tunca Kortantamer konuyla ilgili yaptığı çalışmasında şöyle dile getiriyor: “Halk hikâye ve masallarından alınan unsurların Heft Hân’daki bu yoğun kullanılışında, herhalde, halk
zevkinin yaygınlaşmasından, hatta sarayı bile etkilemeye başlamasından dolayı, Halk
edebiyatı ürünlerinin seçkinlerin de ilgisini çekerek, Divan edebiyatında bazı esinlenmelere yol açmasının rolü büyüktür.”26
IV. DİL VE ÜSLÛP
Dil ve üslup inceleme çalışmalarının ikisinin de çok geniş ve kendilerine has yöntemleri olduğunu biliyoruz. İncelediğimiz hikâye çok uzun ve karmaşık bir hikâye olmadığı için, tespit ettiğimiz unsurlar elbette çok sınırlı sayıda olacaktır. Biz bu çalışma
kapsamında ayrıntılı bir dil incelemesi ve üslûpbilim açısından derin bir çözümlemeye
yer veremeyeceğimiz için yalnızca, şairin dil ve üslup açısından göze çarpan özelliklerini vermekle yetineceğiz.
300
26 Tunca Kortantamer, Nev‘î-zâde ‘Atâyî ve Hamse’si, Ege Üni., Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir,
1997, s. 323.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
IV.a. Deyimler:
Hikâyede deyimlere de çok yer verilmiştir. Deyimlerin çok olması, şairin yerli unsurlara yer verdiğini önemi de göstermektedir. Hikâyede kullanılan deyimler;
kendini bilme-
(1832)
yâda gel-
(1835)
belâya dûş ol- (1837)
dil ver-
(1849)
belâsını bul-
(1860)
gâfil avla-
(1861)
başını taşdan taşa vur-
(1866)
yüz ur-
(1867)
yüz tut-
(1927)
gönlünü kap-
(1939)
cân fedâ et-
(1952)
iclâl sat-
(1980)
üstine yürü-
(1982)
kıyâmet kop-
(2001)
düçâr ol-
(2007)
cân çekiş-
(2012)
birbirine gir-
(2015)
üstine yürü-
(2033)
el vir-
(2061)
IV.b. Tamlamalar:
Mesnevideki tamlamalar genellikle kısa ve anlaşılır tamlamalardır. En uzun tamlama, üç kelimeden oluşur. Ancak buna karşılık, Türkçe tamlamaların yanında daha çok
Farsça tamlamalar tercih edilmiştir.
İki unsurdan oluşan tamlamalar çok fazladır: şehr-i Rey, nakd-i Mecnûn, câm-ı
leb, meyl-i bâlâ, kalb-i hâzır...
Farsça sıfat tamlamaları da azımsanamayacak kadar çoktur: dil-rîşe, pür-âteş, derdmend, çarh-ı dü-tâ, dil-rübâ, şifte-dil, zerrîn-külâh, çâre-sâz, kelle-kûb, ‘akl-ber-bâddâde, dil-sitân, mahabbet-kîş, âhen-dilân, cefâ-kâr ...
Hikâyede az olmakla birlikte dört unsurlu tamlamalar da bulunmaktadır: merdüm-i
dîde-i ulü’l-ebsâr, kâtibü’s-sırr-ı kilk-i nükte-ver, hubbetü’l-kalb-i migfer-i hûnîn, cezb-i
kullâb-ı ‘ışk-ı kûh-efgen, seyr-i mülk-i ‘âlem-i cân, peyk-i zer-tâc-ı şâh-ı ‘âlem. Görüldüğü gibi, bu dört kelimeden oluşan tamlamaların ilk üç tanesinde Arapça tamlama
da bulunmaktadır.
Yukarıda geçen “ulü’l-ebsâr”, “kâtibü’s-sırr”, “hubbetü’l-kalb” tamlamaları ile birlikte “fi’lhâl” ve “Tevâliü’l-envâr” tamlamaları da hikâyedeki Arapça tamlamaları oluşturmaktadır.
IV.c. Cümle Çeşitleri:
1. Devrik Cümleler: Devrik cümleler anlatımdaki tekdüzeliği kırmaya olanak sağlarlar. Hikâyede devrik cümleler, tabii olarak çok fazla kullanılmıştır:
301
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
İtdi sahrâya sâye gibi güzer
Komadı secde itmedik bir yir (Karacan, 1974: 272)
Tâli’i gör ki Şûh-ı dil-dâde
Gelicek buldı yârı âmâde (Karacan, 1974: 273)
Dolaylı anlatım yapılırken de devrik cümlelerden faydalanılmıştır:
Didi baña niçün ola bî-dâd
Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd (Karacan, 1974: 275)
2. Birleşik cümleler:
1. “ki” Bağlacıyla Oluşturulmuş Birleşik Cümleler: “ki” bağlacıyla kurulmuş
birleşik cümleler hikâyede fazlaca yer almaktadır. Toplam yirmi altı beyit, içerisinde ki’li birleşik cümle bulundurmaktadır. Bunların bir kısmı “kim”, bir kısmı
“ki” şekliyle kurulmuştur.
Tâli’i gör ki Şûh-ı dil-dâde
Gelicek buldı yârı âmâde (Karacan, 1974: 273)
Bildi kim sıdk ile olup ‘âşık
Oldı bezm-i visâline lâyık (Karacan, 1974: 286)
İtdi fermân ki nâ-bedîd ideler
Şehrden şöhretin ba’îd ideler (Karacan, 1974: 276)
2. Şartlı Birleşik Cümleler:
Hikâyede toplam on yedi beyitte şartlı birleşik cümle tespit edilmiştir:
Mahv olurdı hırâma gelse eger
Cilve-i âb ü sür’at-i sarsar (Karacan, 1974: 271)
Dili bend-i kemend-i kâkül idi
Kande bir gül işitse bülbül idi (Karacan, 1974: 269)
Katl-i kâsıd eger olaydı revâ
Senden alurdı ‘ibret ehl-i şekâ (Karacan, 1974: 281)
IV.d. İkilemeler:
İkilemeler de dil kullanımında önemli bir unsurdur. Atâyî bu hikâyede altı adet
ikilemeye yer vermiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Çıkarur kât kat anı çarh-ı dü-tâ
Bir bir eyler geçen belâyı kazâ (Karacan, 1974: 270)
Zahm-ber-zahm hecr ü cevr-i rakîb
Oldı feryâda gül gibi takrîb (Karacan, 1974: 275)
302
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
IV.e. Hikâyede “zaman” ile ilgili unsurlar:
Atâyî’nin yedi küçük hikâyeden oluşan Heft Hân mesnevisinde, her hikâyenin bir
anlatılış zamanı vardır. Bu zamanlar gökyüzünün rengine isimlendirilmişlerdir. Bizim
konumuz olan V. hikâyenin anlatılış zamanı kırmızı renkli şafak vaktidir. Bu zaman,
hikâye anlatılmaya başlanmadan önce verilen ve geçiş mahiyetinde olan beyitlerde
belirtilir.
Hikâyede belli bir zaman dilimi verilmemekle birlikte, az çok hangi devirlerde geçmiş olabileceğini sezebilmekteyiz. Örneğin hikâyede padişah, şah gibi unvanlar kullanılmıştır ve gerçek dışı hiçbir unsur bulunmamaktadır. Bu izlerle az çok, hikâyenin
tarihin yakın bir çağında yaşanmış olduğunu anlayabiliyoruz. Şairin realiteye yatkınlığı ve dönemin anlayışının da genel olarak mahalliliğe ve realiteye düşkünlüğü ile de
kanımızı kuvvetlendirebiliriz.
Olay anlatılırken zamanla ilgili olarak kullanılan sıfatlar kullanılmıştır. Bunları örneklerle göstermenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz:
Bir nice vakt idi kim ol şeydâ
Olmadı mübtelâ-yı ‘ışk u hevâ (Karacan, 1974: 270)
Burada “bir nice vakt” ifadesi, belirsiz bir zamanı anlatmaktadır. Zaman zarfı olmakla birlikte belirsizliği de gösterir. “öyle bir vakitti ki” manasında kullanılmıştır:
Bir gün ol derd-cûy-ı âvâre
Gezerek vardı kûy-ı bâzâra (Karacan, 1974: 270)
Aynı şekilde, “bir gün” ifadesi yine belirsiz bir gün olduğunu gösterir. “günlerden
bir gün” anlamındadır:
Var idi Isfahânda ol demler
Bir şehin-şâh-ı ma‘adilet-güster (Karacan, 1974: 276)
Burada da şair, hikâyenin yaşandığı zamanı “ol demler” diyerek anlatır ve bu ifadeyle hikâyenin anlatılış zamanı ile yaşanış zamanının farklı zamanlar olduğunu belirtir.
Geçmiş zaman tahkiyeli eserlerde ortak olarak kullanılan zamandır. Anlatım yapılırken, haber kiplerinden olan görülen geçmiş zaman ekini (–dI), duyulan geçmiş zaman ekine (–mIş) nazaran çok daha fazla görmekteyiz. –mIş ekine, yalnızca duyulmuş
olay ve kişilerden bahsedilirken başvurulmuştur. Bu da yine hikâyenin realist yapısını
gözler önüne serer nitelikte bir göstergedir. Çünkü bilindiği gibi görülen geçmiş zaman, gerçekliğe yakınlığı ifade eder, şahitlik bildirir. Ancak duyulan geçmiş zaman,
daha çok rivayet bağlamında kullanılmaktadır. Masallar genellikle, kurmaca olduğunu
belirtircesine duyulan geçmiş zaman kullanılarak anlatılır:
Derd ile yâra keşf-i râz itdi
Beni öldür diyü niyâz itdi (Karacan, 1974: 286)
303
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
Lutfına halk mazhar olmış idi
Merd-i ‘âciz tuvân-ger olmuş idi (Karacan, 1974: 277)
Gördi kim ‘ışk tâkatin almış
Ten-i zârında bir nefes kalmış (Karacan, 1974: 279)
IV.f. Redif ve Kâfiye: Hikâyede kafiye olarak genellikle tam ve zengin kafiye kullanılmıştır. Atâyî’nin tüm mesnevilerinde de genel itibar ile tercih edilen kafiyeler tam
ve zengin kafiyelerdir.27 Bu kafiyeler kurulurken sadece Arapça, Farsça ve Türkçe kelimeler kullanıldığı gibi beyit bazında karışık olarak kullanıldığı da görülmektedir.
Redifler ise daha çok –imek fiilinden oluşturulan “idi” yüklemiyle kurulmuştur.
Arapça kafiye ile redifin birlikte bulunduğu bir örnek olarak:
Lakabı Gonca kendi Şâtır idi
Gül-’ızâr ü güşâde hâtır idi (Karacan, 1974: 271)
Farsça ve Arapça kelimeler kullanarak oluşturulan bir kâfiye olarak:
Virdi bergin hevâya gonce-i dil
Şâh-veş oldı Şûh aña mâ’il (Karacan, 1974: 271)
Türkçe kök ve ek kullanılarak oluşturulmuş kâfiye ve redif olarak:
Gördi kim ‘ışk tâkatin almış
Ten-i zârında bir nefes kalmış (Karacan, 1974: 279)
Hikayenin başından sonuna rediflere baktığımızda; idi, ise, ile, olur, itdi, oldı, dâd,
olunur, ideler, gibi, degül, ider, olanı yok, ‘ışk, aña, bu kelimelerini görüyoruz. Bu
da redif kullanımında Türkçe kelimelerin ne kadar fazla tercih edildiğini görmemize
olanak verir.
Bazı beyitlerde, yalnız ses benzerliği bulunan kelimelerle oluşturulmuş kafiyeler
(pinhânî/ añı, tâmi’ / tâli’ kelimeleri gibi), bize Atâyî’ nin göze önem vermediğini göstermez. O tam ve zengin kafiyelerle birlikte redifleri çok daha fazla kullanmıştır eserlerinde. 28
Redifler ses örgüsünde önemli bir role sahiptirler. Atâyî’ bunu olabildiğince iyi
değerlendirmiş ve redif ve kafiyeye ne kadar önem verdiğini bizlere göstermiştir.
IV.g. Edebî Sanatlar: Atâyî iyi bir eğitim almış ve şiir kültür seviyesini yükseltmiştir. Bu sayede edebi sanatlara sık yer verebilmektedir. Konuyu dağıtmadan yeni ve
etkileyici bir şekilde söylemek ister sözünü.29 Ancak konu bir tahkiyeli eser olunca,
304
27 Tunca Kortantamer, “Nev‘î-zâde ‘Atâyî ve Hamse’si, İzmir, 1997, s. 255.
28 Tunca Kortantamer, a.g.e., s. 259.
29 Tunca Kortantamer, a.g.e., s. 293.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
farklı hayal ve imajları fazlaca görememekte, sanat kullanımının da buna bağlı olarak
fazla çeşitlenemediğini görmekteyiz. Sanatlar daha çok tasvir yapılırken kullanılmış ve
dolayısıyla bunların çoğunluğunu teşbih ve istiareler oluşturmuştur.
Şairin hikâyede en çok yer verdiği sanatlardan örnekler göstererek, onun sanatları
eserine uygulayışını göstermek istiyoruz;
Teşbîh ve İstiâre:
Nâ-gehân oldı bir sehî-bâlâ
Şeh yanında ‘alem gibi peydâ (Karacan, 1974: 271)
Oldı çün kim güsiste târ-ı nazar
Dîdesinden dökildi gevherler (Karacan, 1974: 274)
Teşhis:
Bilmez anı ki çarh fettândur
O kadar ruhsata peşîmândur (Karacan, 1974: 270)
Mübâlağa:
Müflise itdi ol kadar ihsân
Hasret oldı gedâya halk-ı cihân (Karacan, 1974: 277)
Leff ü Neşr:
Âh-ı ‘âşıkla haste olsa habîb
Ne mu’azzim ‘illâc ider ne tabîb (Karacan, 1974: 273)
IV.h. Tasvirler:
IV.h.a. Âşık İle İlgili Tasvirler:
Âşığın Bulunduğu Yer ve İşi: Aşığın bulunduğu yerler, Şâtır’ı görmeden önce ve
sonra olarak ikiye ayrılmalıdır. Yaşadığı yer ise hikâyenin başında söylenir. Rind bir
âşık olan Şûh, Şâtır’dan önce hep viraneler ve kûçe-gâhlardır. Sürekli içer ve sarhoş
olmadığı bir dakika bile yoktur. Mey onun tek arkadaşıdır:
Var idi şehr-i Reyde bir ‘âşık
Nakd-i Mecnûn halîfe-i Vâmık
Menzili kûçe-gâh u san’atı âh
Lakabı Şûh nâmı ‘Abdullah
Bade-peymâ idi gedâ-veş idi
Şîşe-i mey gibi pür-âteş idi (Karacan, 1974: 269)
Şâtır’ı görüp sevdikten sonra ise, aşkının yangınıyla âşık çöllere düşer. Sürekli
çöllerde ve dağlardadır, avare avare dolaşır:
305
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
İtdi sahrâya sâye gibi güzer
Komadı secde itmedik bir yir (Karacan, 1974: 272)
IV.h.b. Sevgili İle İlgili Tasvirler:
1. Sevgilinin Güzelliği: Sevgili uzun boylu bir kadındır ve güzelliği Kur’an’a benzetilmiştir:
Nâ-gehân oldı bir sehî-bâlâ
Şeh yanında ‘alem gibi peydâ
Kaddi râ’yet-misâl ber-ter idi
Tal’atı mushaf-ı müdevver idi
***
Mihr ammâ ki seyri mâh-şitâb
Mâh ammâ ki sür’at itse şıhâb
Çâpük ü cüst dil-ber-i ra’nâ
Mülk-i hüsn içre fitne-i ber-pâ (Karacan, 1974: 271)
2. Sevgilinin Cefası: Sevgili aşığa cefa çektirir, yan bakışıyla aşığı yaralar ve acılar çektirir:
GÀfil avladı bülbül-i zârı
Tîz tutup kapdı kalb-i hûn-bârı (Karacan, 1974: 271)
İşledi câna nâvek-i müjgân
Göñlini kapdı gamze-i fettân
***
‘Ömri geçdi belâ ile ammâ
Görmedi ‘ömr içre böyle belâ (K1aracan, 1974: 272)
3. Sevgilinin İltifatı: Sevgili aşığın doğrulukla ettiği duayı duyunca visaline layık
olur ve ona cefa suretinde iltifat etmeye başlar:
Ey hoş ol iltifât-ı pinhânî
Ki görenler cefâ saña anı
***
Lütf-ı mahsûsdur bilür zürefâ
‘Ârife sûret-i cefâda vefâ (Karacan, 1974: 286)
***
Hâtırın sordı şefkat itdi aña
Cân u dilden mahabbet itdi aña (Karacan, 1974: 287)
IV.h.c. Şahlarla İlgili Tasvirler:
1. Rey Şahı: Şahlar adaletleriyle bilinirler. En büyük özellikleri adaletli olmalarıdır. Rey şahının tasviri Şûh’ un ağzından şu şekilde yapılır:
306
Didi baña niçün ola bî-dâd
Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Şeh kapusında ‘adl ü dâd olunur
Zâr ü nâ-kâm ber-murâd olunur (Karacan, 1974: 275)
2. Isfahan Şahı: Isfahan şahı hikâyede, tasvirine en çok yer ayrılan tiptir. Ne Şâtır’
ın güzelliğine ne de Rey şahının sıfatlarına bu kadar yer ayrılmıştır. 13 beyit sadece
medh ile onun sıfatları sıralanır.
Isfahan şahının yardım dilenen kişi olup, kurtarıcı vasfı olduğunu çalışmamızın
başında belirtmiş ve onun sahip olduğu özellikleri sıralamıştık. Burada ise onunla
ilgili yapılmış tasviri vermek istiyoruz:
Var idi Isfahânda ol demler
Bir şehin-şâh-ı ma’adilet-güster
Vâdi-i lutf u himmetüñ ferdi
Husrev-i ‘âlem ü cevân-merdi
Lutfı mebzûl idi sehâb gibi
Feyz-i ‘amm idi âfitâb gibi
Kadr ile olmış idi ‘âlem-gîr
Lutf ile eylemişdi halkı esîr (Karacan, 1974: 276)
***
Lutfına halk mazhar olmış idi
Merd-i ‘âciz tuvân-ger olmuş idi
Teng-destâna açık idi eli
İltizâm itmiş idi ol ‘ameli
Müflise itdi ol kadar ihsân
Hasret oldı gedâya halk-ı cihân (Karacan, 1974: 277)
Şair onun adaletini, eski adaletiyle ünlü hükümdar Behram’ın adaletiyle
karşılaştırıp, adaletinin Behram’ın şöhretini unutturduğunu söyletiyor yarattığı
kahraman Şûh’a;
‘Âleme velvele salub nâmuñ
Sıyt-ı ‘adlin güm itdi Behrâmuñ (Karacan, 1974: 277)
IV.h.d. Savaş Tasviri: Rey şahı ve Isfahan şahının karşı karşıya geldikleri savaş
manzarası, 11 beyitle anlatılmış ve ilginç benzetmeler kullanılmıştır:
Merd-i âhen-dilân giyüb cevşen
Döndi âyîneci dükânına ten
***
Kobdı nâ-geh kıyâmet-i zed ü bürd
Sîne çâk oldı üstühvânlar hurd
307
Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye
Möhre-i tob kıldı hasmı tebâh
Gârdan çıkdı sanki dîv-i siyâh (Karacan, 1974: 283)
Kılıcın ucunun ikiye bölünmüş hali, Hz. Ali’ nin kılıcı Zülfikar’ a benzetiliyor:
Tîga gaddâre kim düçâr oldı
Çâk olup şekl-i zülfikâr oldı (Karacan, 1974: 284)
Savaş saflarının birbirine girmiş hali, şaire pençe pençeye savaşan iki merdi anımsatıyor:
Birbirine girüb sufûf-ı neberd
Pençe-gîr oldı gûyiyâ iki merd (Karacan, 1974: 284)
SONUÇ
Çalışmamızda, XVII. yüzyıl şairlerinden Nev’î-zâde Atâyî’ nin hamsesindeki
mesnevilerden biri olan “Heft Hân” mesnevisinin içerisindeki yedi hikâyeden “Der
Efsâne Güften-i La’lî-i Suhandân” başlıklı hikâyesi ele alındı. Hikâye, anlatım teknikleri, metinler arası ilişkiler, motifler, dil ve üslup açısından değerlendirildi.
Anlatım tekniklerinden; anlatma tekniği (diegesis), tasvir tekniği, otobiyografik
teknik, leitmotiv teknik, iç çözümleme tekniği (interior analysis), iç monolog tekniği
ile metinler arası ilişkileri tespitte kullanılan montaj tekniği ve metin dönüştürme tekniğinden yararlanılmıştır.
Hikâyeden elde edilen motifler ise; aileden biri evden uzaklaşması, aileden birinin
bir eksiği olması, saldırganın aileden birine zarar vermesi, kötülüğün ya da eksikliğin
haberinin yayılması, bir dilek ya da bir buyrukla kahramana başvurulması, kahramanın gönderilmesi, kahramanın büyülü bir nesneyi ya da yardımcıyı edinmesini sağlayan bir sınama, sorgulama ya da saldırı ile karşılaşması, düzmece kahramanın ya
da saldırganın cezalandırılması, başlangıçtaki kötülüğün giderilmesi ve kahraman ile
saldırganın bir çatışmada karşı karşıya gelmesi motifleridir.
Dil ve üslup açısından değerlendirdiğimizde dikkat çeken hususlar şunlardır;
hikâyede on dokuz adet deyim kullanıldığını görürüz. Bu deyimlerin çoğu sık karşılaştığımız basit deyimlerdir. Teşbîh, istiâre, teşhis, mübâlağa ve mürettep leff ü neşr en
sık yer verilen edebi sanatlardır. Tamlama olarak en fazla “çâre-sâz, kelle-kûb” gibi iki
unsurlu Farsça tamlamalara yer verilmiştir. Sayısı çok az olmakla birlikte dört unsurlu
tamlamalar da hikâyede yer almıştır.
KAYNAKLAR
AKTAŞ, Hasan (2006), Çağdaş Türk Şiirinde Tip Ve Karakterler, Yort Savul yayınları.
AKTAŞ, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara.
308
AYAN, Gönül (1992), “Bazı Mesnevilerde Rastlanan Masal Unsurları”, Selçuk Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, s. 6, Konya.
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
BORATAV, Pertev Naili (1982), “Roman ve Destan”, Folklor ve Edebiyat 2, İstanbul.
ÇELEBİOĞLU, Amil (1999), Türk Edebiyatında Mesnevî, Kitabevi yayınları.
ÇETİN, Nurullah (2004), Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara.
DUNKOFF, Robert (1984), “Lyric of The Romance: The Use of Ghazals in Persian and Turkish
Masnavis”, Journal of Near Eastern Studies 43.1, s. 9-25.
ECE, Selami (2004), “Mesnevilerde Öyküleme Özellikleri ve Üslûp”, Atatürk Üni., Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 24.
HORATA, Osman (1997), “Esrar Dede’nin Şiirlerinde Tahkiye I”, Türk Dili, Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 544, s. 423-433.
HORATA, Osman (1997), “Esrar Dede’nin Şiirlerinde Tahkiye II”, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 546, s. 593-599.
İPEKTEN, Haluk (1991), “Atâî, Nev’îzâde”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, C. 4, s. 40.
KAPLAN, Mehmet (1975), “Destan, Mesnevî, Roman”, Hisar Dergisi, Sayı: 139, c. 15, Temmuz, Ankara.
KAPLAN, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, Dergah yay.,
Ankara.
KARAAĞAÇ, Günay (2009), Türkçenin Söz Dizimi, Kesit Yay., İstanbul.
KARACAN, Turgut (1974), Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hvân Mesnevisi (İnceleme-Metin), Sevinç Matbaası, Ankara.
KARAHAN, Abdülkadir (1980), Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İ. Ü. Edebiyat fak. Yay., İstanbul.
KORTANTAMER, Tunca (1997), Nev‘î-zâde ‘Atâyî ve Hamse’si, Ege Üni., Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İzmir.
KUTLAR, Fatma Sabiha. (2010). “Seher Abdal’ın Helva vu Nan’ı”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş
Veli Araştırma Dergisi, 56: 269-298.
KUTLAR, Fatma Sabiha. (2011). “Menkabet-i Penc Keştî”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Dergisi, 58: 21-48.
LEVEND, Agah Sırrı (1959), Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leyla vü Mecnun Mesnevileri,
TTK, Ankara.
LEVEND, Agah Sırrı (1969), “Dîvân Edebiyatında Hikâye I”, Türk Dilleri Araştırmaları Yıllığı,
Ankara.
ÖZTEKİN, Özge (2009), “Türk Şiirinde Metinler Arası İlişkiler-I: Çağdaş Türk Şiirinde Art Zamanlı
Üretim Bağlantıları”, JOTS, 33/II.
PROOP, Vladimir (2008), Masalın Biçimbilimi, çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat, Kültür yay.
SIRRI, Nahid (1928), “Roman ve Hikâyelere Dair Bazı Mülahazalar”, Hayat Mecmuası 4, Ankara.
ŞENTÜRK, Ahmet Atilla (1996), Klasik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden Sûfî Yahut Zâhid, Enderun
Kitabevi, İstanbul.
TEKİN, Mehmet (2001), Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul.
Türk Edebiyatı Tarihi (2006), C. 2, Kültür Bakanlığı, İstanbul.
WELLEK, Rene -Austin Warren (1983), Edebiyat Biliminin Temelleri, KTB yay., Ankara.
YAŞAROĞLU, Macit (1940-41), Heft-Hvân Mesnevisi, İstinsah ve Tahlili, Türkoloji 1. Disiplin
tezi, İstanbul.
309
Güftî ve Gam-Nâme’si
Asuman BAYRAM*
G
GENEL BİLGİLER
üftî ömrünü yoksulluk ve sıkıntı içinde geçirmiş bir şairdir. Yaşadığı bu zorluklar ve hak ettiği takdiri görmediğine olan inancı şairin bütün eserlerinde hayata karşı
bedbin ve öfkeli bir tavır takınmasına sebep olmuştur.
Şairin bu tutumuna bütün eserlerinde rastlanmakla birlikte Gam-nâme başlı başına şairin devrinden ve talihinden şikayetini dile getirmek maksadıyla yazdığı bir
eserdir.
781 beyitlik eser mukaddime, konunun işlendiği
asıl bölüm ve hatimeden oluşur.
Mukaddimede sırasıyla başlık, Allah’ın varlığının ve
kudretinin anlatıldığı tahmid, Hz. Peygamber’in övüldüğü bir na‘t, eserin yazılma sebebinin anlatıldığı ve zamandan şikayet edilen sebeb-i te’lif bölümü ve padişah IV.
Mehmed’in övüldüğü medhiyye bölümü yer alır.
Asıl konunun işlendiği bölümde beş hikâye yer almaktadır. Bu beş hikâyede de işlenen konu, zamanın
makam sahiplerinin cimriliği ve marifet ve ilim sahiplerinin hak ettikleri değer ve itibarı görmeyişleridir.
Sonuç bölümünde zamanın kötülüğünün anlatıldığı
310
*
Hacettepe Üniversitesi Türkçe ve Yabancı Dil Öğretimi ve Araştırma Merkezi (HÜ TÖMER) / ANKARA
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
ve felekten şikayet edilen kısımlar ve hatime bölümleri yer alır. Eserin düzenleniş biçimini şöyle ifade edebiliriz:
Mukaddime
1. Tahmid
2. Na’t
3. Sebeb-i Te’lif
4. IV. Mehmet’e ithafen bir kasíde
Asıl konunun anlatıldığı bölüm
5. Şâirin hikâyesi ve seyahati
6. Yaşlı kadın, iyi ahlaklı hakim ve pazardaki adamın hikâyesi
7. Cömertliğin yokluğu ve HÀtem’in hikâyesi
8. Şâirin hikâyesi ve zamanın ekabir ve eşrafının cimriliği
9. Şâirin zamanın müftüsünden mutluluk talep etmesi ve mutsuzluk güzelinin yüzünü göstermesi ve ye’se düşmüşlük neticesi
Hatime
10.Kötü gidişli zamanın bahtsızlığı
11.Felekten şikÀyet
12.Gam-nâme’nin hatimesi
1. a. Gam-nâme’nin Konusu
Gam-nâme şâirin yaşadığı yoksulluğu, bütün çabalarına karşın bir türlü kavuşamadığı
lutuf ve ihsan beklentisini, kadrinin bilinmeyişine olan isyanını ve kendisine değer
vermeyen devrinin ekabir ve eşrafına duyduğu öfkeyi konu ettiği bir eserdir.
1. b. Gam-nâme’nin Tahkiye Unsurları Açısından Değerlendirilmesi
1. b. a. Özet
1. hikâye: Akıllı, anlayışlı, yazdığında manaya hayat bağışlayacak kadar marifet
sahibi şair, bu özelliklerine karşılık bahtsızdır ve kötü talihi onu adeta arzu çölünde
bir gezgine benzetmiştir. Hiç hak etmediğini düşündüğü bir hayatı yaşayan rind bu
kötü talihinin eziyetinden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır. Talihinin bahtsızlığını
yeneceğine dair sürekli içinde bir ümit barındıran rind, bunun için yollara düşer. Cennet görünüşlü gönle ferahlık veren bir yere ulaşır. Önce bu yeri uzun uzun seyreder,
merakla ve istekle şehrin pazarını ve koruluğunu gezer.
Bu sırada akıllı bir rindle karşılaşır. Ona şehir ve halkıyla ilgili sorular sorar. Nükte sahibi rind, şairin bu sorularına karşılık ona şehrin o gönül açıcı görüntüsüne aldanmaması gerektiğini, halkının şiire ve şaire kıymet verir gibi görünmesine rağmen
adeta şairliğin can düşmanı gibi davrandıklarını, iyi şair ve kötü şairi birbirinden ayı311
Güftî ve Gam-Nâme’si
ramadıkları gibi iyi ve kötü şiiri de fark edemediklerini belirtir. Ancak bilgili rind, bir
efendiyi diğerlerinden ayrı tutar. Şairi himaye edebilecek sadece o’dur. O diğer devlet
sahiplerinden başkadır, onun eli adeta Hâtem’in elidir. Şairin ondan başkasından ihsan beklemesi anlamsızdır. Tek yapması gereken bu cömert kimsenin dergahına alın
sürmek ve isteğini dile getirmek olacaktır. Bilgili rindin bu ümit verici konuşmaları
şairi bu kişinin meclisine yakın olmak için çabalamaya sevk eder ve şâir sonunda
zahmet ve mihnetle o meclise ulaşmayı başarır. Güzel bir kıt’ayı mecliste okur ve karşılığında bahşiş ümit ederken zengin efendiden duyduğu sayısız iltifat ile meclis uzar
ve ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan vaatler ile de son bulur. Hikâye şairin bahşiş
ümidine lanet etmesi ve himmet görme arzusundan vazgeçmesiyle sona erer. Hikâyeyi
anlatıcı/Güftî’nin hikâye ile ilgili yorumları takip eder.
2. Hikâye: İlim ve irfan sahibi şair uzlet köşesinde yaşarken bir gün şehrin pazarını mekân tutar. Keramet sahibi olduğu için kimse kendisini görmediği halde o,
herkesi ve her şeyi görebilmektedir. Bir dükkanda oturup âlemin halkını seyre dalar.
Dükkanın sahibi zengin bir efendidir. Dükkanını ipek kumaşlarla, altın eşyalarla donatmıştır. O dükkana önce zavallı bir yaşlı kadın gelir. Paraya ihtiyacı vardır. Bunun
için rehin olarak bir parça kumaş getirmiştir. Durumunu arz eder. Uyanık mal sahibi,
kadının yaşadığı çaresizliği fırsat bilip rehini en düşük fiyatla satın almak niyetindedir.
Bunun için de kumaşa pek çok kusur bulur. Kadın, durumun farkına varır ve dükkan
sahibine acil paraya ihtiyacı olduğunu söyleyip getirdiği malın karşılığında ne verirse
kabul edeceğini söyler. Fırsatçı dükkan sahibi yok denecek bir kıymet karşılığı kumaşı
alır. Zavallı kadın, dükkan sahibinin verdiği parayı çaresiz kabul eder. Bundan sonra
dükkana bir müşteri gelir ve gömlek için uygun kumaş aradığını söyleyince yalancı
dükkan sahibi türlü kusur bulup hiç karşılığı bir paraya satın aldığı kumaşı binbir
övgü ile oldukça yüksek bir fiyata müşteriye satar.
Olanları seyreden şair, zengin dükkan sahibinin karşısına çıkar ve kendisinin uzun
zamandır himmet talebinde bulunmasına karşın kimsenin kıymet vermediğini değerinin bilinmesi için herhalde kocakarıdan alınan kumaş gibi dükkan sahibinin sandığına girmesi lazım geldiğini söyler. Hikâye, şairin bu sözleri ile sona erer.
Hikâyeyi yine anlatıcı/ Güftî’nin yorumları takip eder.
3. Hikâye: Baht yıldızı bir türlü parlamayan şair, cömertliğiyle meşhur Hâtem’in
hikâyesini duyar ve bunun bir masal mı yoksa gerçekten yaşanmış mı olduğunu merak eder. Bunu ve cömertliğin yokluğunun sadece kendisinin yaşadığı zamana mahsus
olup olmadığını sorar. O da cömertlik ve bahşiş semtinin dünyanın hiçbir döneminde
cimrilerin uğrağı olmadığını anlatır. Hâtem’in hikâyesinin ise sadece esersiz bir ses olduğu ve zamanın halkının uydurması, laftan ibaret manasız bir rivayet olduğu cevabını verir. Zaten şair rindin de felek hakkında kendisinin bildiklerini bilse boş cömertlik
arayışından vazgeçeceğini söyler ve insanoğlunun yeryüzüne gelişinden itibaren hep
bolluk ve refah içinde yaşama arzusu duymasına karşın bu emeline asla ulaşamadığını
tarihten ve efsanelerden verdiği örneklerle açıklar. Cem’in, İskender’in, Hızır’ın ve en
312
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
son olarak da Hâtem’in döneminde insanlığın ihsan ve bolluktan hep uzak olduğunu
vurgular. Öyle ki bilgili rinde göre insanların her dileğini yerine getirdiğine inanılan
Hızır bile aslında cimridir, öyle olmasaydı “abıhayat”ı bütün insanlara selsebil ederdi.
Hâtem’in gösterdiği de esersiz bir el açıklığıdır, adeta temeli olmayan bir binadır.
Bilgili rind, şaire cimriliği ortadan kaldırmak için uğraşanların da az olmadığını
ama bunu başaramadıklarını anlatır. Bu durumda akıllı insanın yapacağı tek şey bu
boş cömertlik, ferahlık ve bolluk hayallerinden vazgeçmek olmalıdır ve şair de derhal
bu hayalden bu dedikodu malzemesinden vazgeçmelidir.
Şair de ihsan harfinin dünya levhasına yazılmamış olduğunu, arzu etmenin tek
başına faydasızlığını anlar ve ihsan talebinden vazgeçer. Hikâye anlatıcı/şairin yorumuyla devam eder.
4.Hikâye: Hüner sahibi şair rind tüm zamanını ilim ve şiire vakfetmektedir ve şairlikte de kadrini ispat etmiştir. Ancak sahip olduğu şairlik gücü onu dünyada zavallı,
aşağılık bir kişi yapmıştır. Zamanın halkı, hüner sahiplerine hak ettikleri değer ve
itibarı göstermemektedir. Halkın iyi ile kötüyü ayırmadaki bu vurdumduymazlığı şairin kederini iyice arttırmakta ve şair kendisini vatanında gurbette gibi hissetmektedir.
Yaşadıklarının zaman geçmesine rağmen değişmemesi ve vatanın kendisi için gurbetten farksız hâle geldiği düşüncesi şairde bulunduğu yeri terk edip kadrinin bilineceği
başka bir diyara yolculuk etme düşüncesini uyandırır ve bu düşüncelerle vatanından
ayrılır.
Dünya üzerinde mutluluğun varolduğu yeri arayan şair, tuhaf bir şehirde yer tutar.
Binbir güzellikle dolu bu şehirde ilimle uğraşanlar da hep rütbe sahibidir. Bu duruma
oldukça şaşıran ve sevinen şair, gamlı gönlünün arzu atını bu yola doğru koşturur. Birkaç kaside düzenler. Bu kasidelerinde şehirde şöhret sahibi olan bütün büyük âlimleri
tek tek anlatır. Kasidesini tamamlayınca nükteden anlayan bir efendiye sunar. Kasideyi
dinleyen efendi övgü dolu sözlerle şairi yüceltir. Şairin gönlünü övgüsüyle mutlu eder
ama kasidenin bahşişini dile getirmez. Şair bu durumu :
“Pür – zînet egerçi bezm-i rağbet
Bî - nûr velik şem’-i himmet”
dizeleriyle dile getirir.
Şair sonunda bu meclisten himmete dair bir nişan alamayacağını anlar ve görünüşteki gösterişe ve mevki sahiplerine lanet okuyarak meclise veda eder. Talihinin
tersliğine sövüp sayar. Şairin mutluluk arayışı bu kez de ümitsizlikle sona erer. Hikâye
anlatıcı/Güftî’nin yorumlarıyla sona erer.
5.Hikâye: Zamanın birinde cömertliğinin ünü bütün ülkeye yayılmış her zaman
cömertlik davası süren bir efendi vardır. Bu kişi, meclisinde Hâtem’in adı anılsa ona
bin türlü kusur bulacak kadar cömertliğine güvenir. Bu cömert efendi adeta halkın
sığınağı gibidir. Aynı zamanda yaşayan bir de umutsuz, gamlı, ümitsiz bir şair rind
vardır. Bir gün cömertliği dilden dile gezen bu efendinin adını işitir ve hâlini arz ettiği
313
Güftî ve Gam-Nâme’si
bir kaside efendi için bir küçük kaside de efendinin oğlu için yazar. Bin türlü eziyetin
ardından bu cömert kişinin meclisine girmeyi başarır ve kasidesini sunar. Kasideyi
çok beğenen efendi, şaire sadece sözle ihsan vaadinde bulunur. Şair bu cömert olarak
tanınan efendiye oğlu için yazdığı kasideyi de sunar. Efendi bu kasideyi de çok beğenir
ve oğluna iletmesini ister. Şaire de bir makam vaadinde bulunur. Cömert efendinin
meclisine yapılan ziyaret bu şekilde son bulur. Aradan bir süre geçer eline hiçbir bağış
geçmeyen şair, adı cömertlikle meşhur efendinin meclisini tekrar ziyaret eder. Efendi, şairi görür ama evvelce söz verdiği vaatleri dile getirmez, hâl- hatır sorar, şairden
meclisini ziyaret sebebini açıklamasını, başından geçenleri nakletmesini ister. Şair de
macerasını özetler ve efendiye vaatlerini hatırlatır. Bunun üzerine efendi, aynı vaatleri
yineler.
Şair, çaresiz ve umutsuz meclisten ayrılır. Efendinin oğluna ait meclisi son bir umutla
ziyaret eder. Oğlu da kendisine sunulan kasideyi çok beğenir ve türlü övgünün ardından
babasına şairden söz edeceğini söyler. Oğlunun meclisi de bu şekilde sona erer.
Gama alışkın şair bundan sonra ümit binasını yıkar, ümide ve himmet isteğine
lanet eder. Hikâye, anlatıcı/Güftî’nin yorumuyla sona erer.
1.b. b. Olay örgüsü
Olayların zaman sırasına gore düzenlenerek anlatılmasıdır.
Geleneksel mesnevi anlayışımız içinde mesnevideki olaylar genel olarak bir bütününün birbirinden ayrı parçalarına benzerler. Halbuki olay örgüsü olay halkalarının
başarılı bir biçimde birbirine bağlanmasıdır ki burada asıl olan olay halkaları arasındaki
sebep sonuç ilişkisinin gözetilmesidir; çünkü olay örgüsü küçük hikaye ya da olay
parçalarından oluşur; ama bir bütünlük arz eder. Gam-nâme’deki 5(beş) hikâyeyi bu
açıdan değerlendirdiğimizde hikâyelerdeki her olayın sebep ve sonuç ilişkisinin kurularak metin içine yerleştirildiğini görmekteyiz.
Olay örgüsü aynı zamanda olayların bir zaman sırasına göre düzenlenerek
anlatılması olduğundan hikâyelerdeki olayların zaman açısından nasıl bir sıra takip ettiklerine de değinilmelidir: Hikâyelerde olay örgüsü kronolojik bir sırayı takip etmekte
yani düz bir çizgi halinde ilerlemektedir. Bu tür olay örgüsünde anlatılan her şey eserde
söz konusu olan şahısla ilgilidir. Gam-nâme’deki hikâyelerde de şair/rind hikâyelerin
merkez kişisi durumundadır ve her olay onun etrafında, merkezinde gelişir. Birbirine
zincirleme bağlanmış metin halkaları tek bir vak’anın parçaları durumundadır.
1. b. c. Bakış Açısı ve Anlatıcı
“Bakış açısı, anlatma esasına dayalı metinlerde vak’a zincirinin ve bu zincirin meydana
gelmesinde kullanılan mekân, zaman, şahıs kadrosu gibi unsurların kim tarafından
görüldüğü, idrak edildiği ve kim tarafından kime nakledilmekte olduğu sorularına
verilen cevaptan başka bir şey değildir” (Aktaş 1983: 73-74).
Gam-nâme’deki hikâyeleri anlatan şairdir ve bu da anlatım formu içinde üçüncü tekil
şahıs ağzından gerçekleştirilen anlatım biçiminin varlığını ortaya koyar. Üçüncü tekil
314
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
kişi olarak belirtilen anlatıcı aynı zamanda hakim bakış açısına sahiptir ; yani eserde
her şeyi bilen ve gören konumundadır. Anlatıcı eser aracılığıyla vak’a, şahıslar, zaman
ve mekânı kendine özgü bakış açısından nakleder. Hakim bakış açısında anlatıcının
en önemli ve belirgin özelliği ilahî kudrete sahip oluşudur. Anlatıcı eserin her yerinde
varlığını hissettirir, hazırdır. Hakim bakış açısına ait bu özellikler beş hikâyede de
kendisini göstermektedir. Hikâye zemini baştan sona kadar anlatıcının hakimiyetindedir. Varlığını daima hissettirir, unutturmaz. Beş hikâyenin de baş kahramanı olan
şairi elinden tutar, onu çeşitli olaylara dahil eder ve kahramanını kendi tasarladığı
sona doğru yürütür.
1 . c. Anlatım Tekniği
Mesnevi türünün sahip olduğu tahkiyeli yapı şairine farklı anlatım tekniklerini
kullanma imkanı verir. Gam-nâme’de kullanılan anlatım teknikleri şöyle sıralanabilir:
1. c. a. Anlatma Tekniği
Mesnevi edebiyatımız içinde şairlerin en çok kullandıkları teknik hiç şüphesiz
anlatma tekniğidir. Gam-nâme’de de bu özelliğin değişmediği görülür. Zaten hakim bakış açısına sahip olduğu belirtilen hikâyede şairin bu tekniği kullanması
kaçınılmazdır. Anlatma, bu bakış açısının gereğidir; çünkü hakim bakış açısında
anlatıcı kendini ortaya çıkarma eğilimindedir, aradan çekilip kaybolmaz, açıklama
ve yorumlar yaparak yargılarda bulunarak adeta “Ben buradayım.” der. Söz konusu bakış açısının tezahürü Gam-nâme’deki beş hikâyede de açıkça gözlemlenebilmektedir. Okur olarak dikkatimiz tamamen anlatan üzerindedir, anlatıcı hep ön
pladadır. Her zaman hikâyeyle aramıza giren kişidir. Beş hikâyede de anlatıcı olarak
tek duyduğumuz ses Güftî’nin sesidir. Kahramanların yaşadıklarını bize nakleden
Güftî’dir ve biz onun anlattığı kadarıyla olup bitenden haberdar oluruz. Anlatma
tekniği tezli romanlarda çok kullanılan bir tekniktir. Yazarın doğruluğuna inandığı
bir tezi vardır ve kahramanın yaşadıkları sonunda ulaştığı nokta tezli roman yazarının
tezinin doğruluğunu kanıtlayan mukarrer son’dur. Gam-nâme’nin de tezli bir eser
olduğu açıktır. Yaşadıkları, Gam-nâme şairinin hayat ve insanlar karşısında kesin bir
yargıya varmasına yol açmıştır. Bu hüküm “Hüner sahiplerinin, gerçek sanatçıların
hayat ve insanlar tarafından asla ödüllendirilmeyeceği gerçeğidir.” Şair bunun kendisi için değiştirilemez bir yazgı olduğuna inanır ve hikâyelerinin baş kahramanlarını
kendisiyle aynı yazgının ortağı olarak görür; kahramanların bir umutla çıktıkları ihsan
arayışından bu arayıştan yorulmuş ve bezgin bir şekilde dönmeleri her hikâyenin sonunda şairin tezini doğrulayan mukarrer son’dur.
1. c. b. İç Monolog
İç monolog, kahramanların akıllarından geçeni, içlerinden geçirdiklerini kendi
kendileriyle konuşmaları tarzında yansıtma tekniğine verilen addır.
Aşağıdaki beyitlerde vatanında kendisine kıymet verilmediğine inanan kahramanın
gurbete çıkıp kötü talihinden kurtulmaya niyetlendiği aşamada kesin bir karara varmadan
önce kahramanın düşünce dünyasındaki “gurbet”le ilgili çağrışımlara yer verilmiştir:
315
Güftî ve Gam-Nâme’si
537) Çekmezse bulur mı şem‘-i dil-sûz
Pervâne eger ki àurbet-i rûz
538) Mey-hâra olur mı neşve-güster
Çekmezse humâr àurbetin ger
539) Olmazsa olur mı nahl-i mümtâz
Ger àurbet-i kûdekîye dem-sâz
540) Çeşm ola mı Rûşenâ-delîli
Ger görmese àurbet-i ‘alîli
1. c. c. Anlatıcının Bir Kahramanın Arkasına Gizlenerek Anlatması
Bilindiği gibi anlatma tekniğinin kullanım yollarından biri de anlatıcının bir
kahramanın arkasına saklanarak yani kendisini gizleyerek; kahramanlardan birini
kullanarak fikir ve düşüncelerini aktarmasıdır. Kanımızca Gam-nâme şairi hikâyelerinde bu anlatım tekniğini de kullanmıştır: Hikâyelerin baş kahramanı olan arayış
içindeki şair/rind’in farklı hikâyelerde akıl danıştığı akıllı ve bilge kişi sanki söylemiyle Gam-nâme şairinin sözcüsü durumundadır. Bu bilge kişi, sözleriyle bir gün ümit
ettiği ihsan ve iltifatı göreceğine dair ümit taşıyan başkahraman şairi sürekli olarak bu
boş ümitten vazgeçirmeye çalışır; özellikle Hâtem’in hikâyesinin anlatıldığı bölümde
“Hâtem’in hikâyesi”ni merak eden onun gerçekten yaşayıp yaşamadığını sorgulayan
başkahramanla diyaloğunda konuşan bilge kişi olsa da okura ulaşan sesin aslında
Güftî’ye ait olduğu son derece açıktır; bilge kişinin sözleri tamamen Gam-nâme
şairinin eserin odak noktasını oluşturan tezini doğrular niteliktedir.
418) Olmış mı sadâ-yı cûd bilmem
Bir kerre tanîn-i gûş-ı ‘âlem
419) Tutmışdı meger ki anda me’vâ
Bir çeşm- güşûde pîr-i dânâ
435) Lutf eyle bu müşkili ‘ayân it
Bu sırr-ı ‘adîmi hem beyân it
436) Bu nükte-i sırr-ı mübhemi hem
Âvâze-i cûd-ı Hâtemi hem
474) Bu bezme soñra geldi Hâtem302
Gösterdi o da sâhâ-yı mübhem
[14b]
475) Bir gûne sâhâ ki bî-nişândur
Bir úavl-i mücerred-i zamândur
316
30
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
476) Minnet-keş-i iltifâtı yoúdur
Bir gûne binâ sebâtı yoúdur
1. c. d. Tasvir
Gam-nâme’de tasvir şair tarafından olaylara uygun bir şekilde yerleştirilmiştir.
Bunlar edebî açıdan çok zengin tasvirler olmasa da olayla doğrudan ilgisinin
bulunuşu sebebiyle bir tahkiyeli eserde tasvirin asıl işlevi olan olayın göz önünde
canlandırılmasına büyük katkı sağlamaktadır.
318) İtmişdi o hâce-i felek-sân
Kâlâ-yı nefîsi zîb-i dükkân
319) İtmişdi dükânı cümle tezyîn
Dîbâ-yı haten metâ‘-ı zerrîn
320) Bir turfe ‘acûze-i zamâne
Nâ-gâh irişdi ol dükâna
321) Ammâ ne ‘acûz dâye-i çarh
Yârâ-yı hamîr-i mâye-i çarh
322) Hemzâd-ı sipihr-i sifle-peymân
Hemşîre-i rûzgâr-ı gerdân
1. c. e. Sahneleme
HİKÂYET-İ ÂN ZEN ‘ACÛZÎ VE HAKÎM-İ NÎK-SÎRET VE MERD-İ
BEZZAZİSTÂNÎ, DER-TA‘RÎF-İ TALEB-İ KÂM-KERDEN-İ ŞÂ‘İR EZ MÜFTÎ-İ ‘ASR;
ŞÂHİD-İ NÂ-KÂMÎ RÛY-NÜMÛDEN ve ME’YÛS-ŞODEN başlıklı öykülerde sahneleme en az anlatma kadar belirgin bir anlatım tekniği olarak öne çıkmaktadır. Şair
bu üç hikâyede şahıs kadrosunu zenginleştirerek ve diyalogları metnin diline hakim
kılarak anlatımı akıcılaştırıp olay akışını hızlandırmış; bu sayede olay örgüsü adeta bir
tiyatro metni kurgusuna büründürülmüştür. Bu bölümler aynı zamanda eserin geneline
yayılmış olan hakim bakış açısının varlığını daha az sezdiğimiz, anlatıcının sesini en
alçak perdeden duyurduğu bölümler olması sebebiyle okurun metinle ve kahramanlarla
başbaşa kalabildiği, tekdüzeliğin kırıldığı bölümler olarak ayrıca dikkati çekmektedir.
1. c. f. İroni
İnce bir zekanın da göstergesi olan ironi Gam-nâme şairinin başvurduğu anlatım
tekniklerinden biridir. HİKÂYET-İ ÂN ZEN ‘ACÛZÎ VE HAKÎM-İ NÎK-SÎRET VE
MERD-İ BEZZAZİSTÂNÎ isimli hikâyede dükkan sahibinin yaşlı kadından çok ucuza
satın aldığı kumaşı bir başka müşteriye fahiş bir fiyatla sattığına şahit olan bahtsız
hikâye kahramanı şairin, kurnaz satıcıya söylediği sözler, kahramanın çaresizliğini ortaya koyması kadar çaresizliği ile artık acı bir biçimde alay edebildiğini de göstermektedir. Şairin dükkan sahibine söylediği “Benim de kıymet bulmam için herhalde senin
kumaş sandığına girmekten başka çarem yok, zira üç kuruşa zavallı yaşlı kadından
317
Güftî ve Gam-Nâme’si
satın aldığın kumaşı çok yüksek bir fiyatla sattın.” Yolundaki sözleri mizahî yönü ile
olduğu kadar Gam-nâme şairinin talihine ve devrin ileri gelenlerine duyduğu öfkeyi
en etkili bir biçimde ortaya koyduğu bölümlerden birini oluşturmaktadır.
Yine DER TA‘RÎF-İ MA‘DÛMÎ-İ KEREM VE HİKÂYET-İ HÂTEM başlıklı
hikâyede kendisine akıl danışan bahtsız şaire Hâtem’in hikâyesini anlatan bilge
kişinin Hâtem ve Hızır gibi cömertliğin simgesi kabul edilen kişiler için söylediği
sözler belki de klasik edebiyatımız içinde eşine sık rastlanmayacak cinsten, orjinal
söyleyişler olarak dikkati çekmektedir. Bilge kişi bu beyitlerde insanlık tarihinde ve
halkın zihninde cömertlik simgesi olarak tanınan kim varsa hepsini topa tutar, hepsiyle alay eder. İroninin güçlü biçimde hissedildiği bu beyitlerden birkaçı:
470) Hızr oldı bu bezme soñra zîver
Virdi o da dehre revnak u fer
471) Resm-i hisset dilinde yek-ser311
Ger olmasa rû-nümâ vü mazhar
472) Feyzân-ı âb-ı hayât-ı ma‘nâ
Olmazdı nasîb-i kâmî tenhâ
473) Belki ânı bezl-i ‘âm iderdi
Heb ‘âleme feyz-i kâm iderdi
2.4.4. Gam-nâme’de Şahıs Kadrosu
Gam-nâme’deki beş hikâyede de başkahraman şiirle, ilimle uğraşan, nüktedan,
akıl ve anlayış sahibi bu özelliklerine karşın bir türlü talihin kendisine gülmediği,
sıkıntı ve yoksulluk içinde yaşayan ümitsiz, mutsuz ve sürekli kadrinin bilineceği ve
takdir göreceği anın hayaliyle yaşayan bir rind olarak düşünülmüştür.
Her hikâyedeki şahıs kadrosu farklılık arz etmekle birlikte iki yardımcı kahraman figürünün bütün hikâyelerde ortak olarak kullanıldığı görülür. Bunlardan biri
her hikâyede aşağı yukarı aynı sıfatlar kullanılarak tanıtılan ve başkahramana nasihat
ederek onu içinde yaşadığı dünyanın gerçekleriyle yüzleştiren akıllı ve anlayışlı rind,
diğeri ise başkahramanın himmet ve ihsan görme umuduyla kapısını çaldığı devrin
ileri gelenlerini temsil eden zengin ama cimri şahıs figürüdür.
Başkahraman Gam-nâme şairini temsil etmektedir.. Taşıdığı üstün vasıflara
karşılık bahtsızdır, adeta gamın esiridir, o da Gam-nâme şairi gibi uğursuz talihlidir. “Vârûn-tâli’çü baht-ı şa’ir”. Sürekli hak ettiğini düşündüğü mutluluğu elde
etme peşindedir. Hikâyenin sonunda şairin bu çabalarının sonuç vermediği görülür
ve hikâyenin başındaki ümitsiz rind karşımıza tekrar çıkar. Öyle ki yaşadıklarından
sonra artık himmet ve ihsan ümidine lanet etmektedir ve dünyadaki nasibinin sadece
üzüntü bulmak olduğunu kabullenen rind yaşadığı ızdırap ve sıkıntıdan kurtulma
318
31
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
adına yaptığı çalışmaları beyhude ızdırap ve telaş olarak niteler ve bundan vazgeçer,
gam dolu dünyasına geri döner.
1. hikâyedeki yardımcı kahramanlar
Rind: Başkahramanla yolculuğundan sonra vardığı şehirde karşılaşırlar. Akıllıdır,
nükte sahibidir. Başkahramanın ulaştığı şehrin yerlisidir ve yaşadığı yeri çok iyi
tanımaktadır. Kendisine sorduğu bütün soruları cevaplar. Bahtsız şairin şehirdeki rehberi olur. Şehir halkını tanıtırken son derece iyi bir gözlemci olduğu anlaşılır. Bu
esnada duyulan ses aslında anlatıcının sesidir. Güftî devrin halkının tenkidini ilk
hikâyede önce bu rindin ağzından yapar. Kahramanı bilgilendirdikten ve arzu ettiği
refahı bulabileceği kişiye yönlendirdikten sonra sahneden çekilir, hikâyenin sonuna
kadar başka bir yerde de karşımıza çıkmaz.
DÀver-i Dil-nüvÀz: Bilgili rinde göre şehirde cömertliğine güvenilecek tek kişidir. O himmette Hâtem-i zamandır. Başkahraman taltif göreceği umuduyla bu kişinin
huzuruna çıkar. Ancak cömert sandığı bu kişiden vaat dışında somut hiçbir yardım
göremez. Bu kişi zengin ama cimri kişileri temsil etmektedir.
2. hikâyede başkahramana ait sıfatların tasavvufí unsurlarla zenginleştirildiği görülür. Gayb ilmine vakıf olmasının yanı sıra felsefe ilmiyle de uğraştığından, tasavvuf
terbiyesi aldığından, taríkatta belli bir noktaya ulaştığından bahsedilir. Bu hikâyede
başkahramanın şehrin çarşısına uğradığı sırada bir dükkanda zengin dükkan sahibinin elindeki kumaşı satarak para kazanmaya çalışan zavallı bir yaşlı kadın ve sonradan
dükkana gelen bir müşteri ile olan konuşmalarını dinleyerek hikâyenin sonunda zengin dükkan sahibinin yüzüne karşı gördükleri ile ilgili yaptığı yorum başkahramanın
ilk hikâyeye göre daha gerçekçi ve yapılan haksızlığa karşı isyanını yüksek sesle dile
getirebilen bir kimliğe sahip olduğunu gösterir. Denilebilir ki bu hikâyede başkahraman ilk hikâyedeki akıllı rindin vasıflarını da üzerine almıştır.
Zengin dükkan sahibi; cimri zenginleri temsil eder. Para hırsı merhamet duygusunu da yok etmiştir. Fırsatçıdır, zor durumdaki kadının elinden çok az bir para
karşılığı aldığı malı çok yüksek fiyata satar. Yalancıdır, malını methederken mübalağayı
elinden bırakmaz, mala adeta kutsal bir nitelik kazandırır.
Yaşlı Kadın; paraya sıkışmıştır, iki yaşında bir torunu vardır. Çok yaşlıdır
anlatıcı bunu “hemzâd-ı sipihr” sözüyle anlatır. Gözleri neredeyse ışığını tamamen
kaybetmiştir, iki büklümdür. Beş hikâyenin içinde anlatıcı/Güftî tarafından fiziksel
özelliklerine değinilen tek kahramandır.
319
Güftî ve Gam-Nâme’si
3. hikâyede; başkahramanın hemen hemen 1. hikâyedekiyle aynı kişi olduğu
görülür. Anlatıcı, bu kişi için 1. hikâyede kullandığı sıfatları burada da hemen hemen
aynen tekrar eder:
Anlatıcı/Güftî bu hikâyede başkahramana yardımcı olmak üzere 1.hikâyedeki bilgili rindi tekrar sahneye çıkarır.
Hikâyedeki işlevi bahtsız rindin müşkülünü çözmektedir. Nitekim ye’sle hem-dem
olmuş rinde Hâtem’in hikâyesinin iç yüzünü anlatarak onu dünyanın hiçbir devrinde
lutuf ve ihsanın hak edenlere nasip olmadığı sonucuna ulaştırarak Hâtem’in hikâyesinin düzmece, asılsız bir hikâye olduğu fikrine inandırır ve bahtsız rinde dünyada atâ
ve ihsana ulaşmaya dair boş yere umutlanmamasını nasihat eder.
Başkahraman önceki hikâyelerdeki özelliklerini bu hikâyede de taşımakla beraber
anlatıcı/şâir 4. hikâyede başkahramanın özellikle şâirlik vasfını vurgular. “Rind-i hünerver-i sütÿde” olarak tanıtılan kahramanın işi ilimle iştigaldir. Ve tüm zamanını bu
işe sarf etmektedir. Yaradılışı baştan ayağa hünerdir. Ama bu üstün vasıflar onu sefil bir
yaşamdan kurtaramamıştır. Taşıdığı bütün kıymetlere, söz söylemedeki maharetine
karşılık anlatıcı/şâirle aynı kaderi paylaşmakta, bir türlü hünerine lutufla karşılık görememektedir, o da anlatıcı/şâir gibi zamanın halkının iyi ile kötüyü ayıramamasından
şikayetçidir. Bu durum onu öylesine bunaltmıştır ki çareyi bulunduğu yerden
uzaklaşıp gurbete çıkmakta arar. Fakat burada da aradığını bulamayan şâirin hikâyenin başındaki vasıfları hikâyenin sonunda da değişmez.
Bu hikâyede de anlatıcı/Güftî başkahramanı zamanın gerçekleri ile yüzleştirecek
rind tipini sahneye çıkarır. Özelliklerini evvelce sıraladığımız bu yol gösterici rind,
başkahramanı yine ihsan talebinden vazgeçmesi, bu yolda boş yere vakit harcamaması
konusunda uyarır, dünyanın neresine giderse gitsin durumun değişmeyeceğine
kahramanı inandırmaya çalışır.
Devrin ileri gelenlerini temsil eden zengin ama cimri şahıs tipi yine bu hikâyede
de kahramanlar arasında yerini almıştır. Bu kişinin hikâyedeki özellikleri 2. hikâyedekiyle aynıdır. Bu defa bir vezir olarak gördüğümüz zengin/cimrinin başkahramanın
sanatına gösterdiği kayıtsızlık yine aynıdır.
5. hikâyedeki başkahraman yine bir gün cömertliğiyle meşhur bir efendinin methini duyar ve bundan evvelki hikâyelerde olduğu gibi hep özlem duyduğu himayeyi görebilme umuduyla harekete geçer. Neticede başkahramanın durumunun bu
hikâyede de değişmediği görülür. Yine mihnet ve gamın esiridir ve artık ümit binasını
da kendi elleriyle yıkmış ve ümide lanet etmiştir. Hikâyenin sonunda hep arzusuyla yanıp tutuştuğu lutuf ve himmet görme davasından tamamen vazgeçmiş olarak
karşımıza çıkar.
320
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Gam-nâme’de zaman
Gam-nâme’de zaman, eserin yazıldığı zaman, hikâyelerdeki olayların geçtiği zaman yani kurmaca zamanı ve Güftî’nin bu hikâyelerdeki olayları öyküleme zamanı
olmak üzere üç boyutlu olarak ele alınacaktır.
Eserin yazıldığı zaman 1066 yılıdır.
Gam-nâme beş hikâyeden oluşmaktadır ve hikâyelerde anlatılan olayların geçtiği
zaman ile ilgili hiçbir tarih ifadesine rastlanmamaktadır. Buradan hareketle olayların
geçtiği zaman kapalı ve belirsizdir sonucuna ulaşılabilir.
Hikâyelerdeki olayları anlatma sırası olarak açıklanabilecek öyküleme zamanı ise
kronolojik bir seyir takip etmekte bir başka deyişle anlatıcı/Güftî olayları başından
başlayarak olaylarla aynı sırada anlatmaktadır (Kıran 2003:164).
Örneğin birinci hikâyede talihin kendisine hiçbir şekilde yardımcı olmadığını
düşünen bahtsız şair bir yolculuğun ardından ferah-feza bir yere ulaşır. Bu yolculuğa
ne zaman çıkılmıştır? Yolculuk ne kadar sürmüştür? Ulaştığı yere ne zaman varmıştır?
Olay zamanı ile ilgili olan bu soruların hiçbirine cevap verilememektedir. Anlatıcı bu
yolculuğun ardından kahramanı şairin vardığı gönül açıcı yeri tanımak için yaptığı
gezintiyi anlatır burada da zaman ile ilgili bir ifadeye rastlanmaz. Sonra anlatıcı
kahramanını oranın yerlisi bir zatla karşılaştırır, bu karşılaşmanın zamanı da yine
belirsizdir. Kahramanın sorularına bilgili zatın verdiği uzunca bir cevap bölümünü
takibeden nasihat kısmının ardından kahraman şairin o yerin ileri gelenlerinden
birine olan yakınlaşma çabaları ve bu çabanın sonuçsuz kalışı anlatılır. Anlatıcı/şâir,
kahramanı şâirin bu yakınlaşma çabalarının ne zaman başladığı, ne kadar sürdüğü ve
ne zaman sona erdiği hakkında da hiçbir zaman ifadesine yer vermez.
Görüldüğü gibi öyküleme zamanı “süredizimsel bir sıra” (Kıran 2003:164)
bir başka deyişle kronolojik bir seyir takip ederken öyküde yer alan olayların oluş
zamanları ile ilgili hiçbir açık ifadeye yer verilmemektedir.
İkinci hikâyede de anlatıcı şâirin zaman ile ilgili olarak ilk hikâye ile aynı anlatım
yolunu tercih ettiği görülmektedir.
Üçüncü hikâyede ilk iki hikâyeden farklı olarak olayların sırasını belirtmek için
“sonradan, devr-i pesin, sonra” kelimelerinin kullanıldığı görülmekle beraber olayların
oluş zamanı ile ilgili açık ifadeler kullanılmamıştır.
Dördüncü hikâyede anlatıcı/şâirin öykü zamanını anlatmak için “ahir, ol dem, gehi,
geh” gibi ifadelerin yanında eser içinde zaman ile ilgili olarak kullanılmış en net belirteçler
olarak nitelenebilecek “niçe yıl, seherî, kıyâm-ı mahşer” ifadelerine yer verdiği görülür.
Beşinci yani son hikâyede de anlatıcının öykü zamanını aktarırken ilk hikâyeden
itibaren ortaya koyduğu tavrı sürdürmekle birlikte “bir gün, ol demde, bir niçe zaman, min ba’d, ahir” gibi belirteçleri kullandığı gözlenmektedir. Anlatıcı öyküde
geçen olayların sıklığını anlatırken de diğer hikâyelerde kullandığı “hiç, hep, tekrar,
hemişe” belirteçlerini kullanmıştır.
321
Güftî ve Gam-Nâme’si
2.4.3. Gam-nâme’de Mekân
“Gam-nâme’de mekân ifade eden sözcüklerden sadece ikisi doğrudan doğruya
coğrafyaya ilişkin bir yer ifadesi” (Kıran 2003:194) taşır. ŞirÀz ve hıtta-ı milket-i
Acem. (Bk.307. ve 308.beyit) Bunun dışında kullanılan yer adları hep cins isimlerdir. Bu durum bize “gerçek mekândan”dan çok “kurmaca mekân” anlayışının hakim
olduğunu gösterir.
Gam-nâme’de eserin yazıldığı yer ile ilgili olarak da bir açıklamaya rastlanmamaktadır.
Mekân kavramı, zaman olgusunun incelenmesinde olduğu gibi her hikâye için ayrı
ele alınacaktır.
Hikâyelerde mekânı belirtmek için kullanılan isimler metinde tasvir edilen özellikleri açısından incelendiğinde şu neticelere ulaşılabilir:
1. hikâyede betimlenen tek mekân vardır. Diğer mekân sözcükleri bu yeri tasvir için
kullanılmıştır. Bu yerin yapılan tasvirden “açık bir mekân” (Kıran 2003:194) olduğu
anlaşılıyor. Burası ayrıca özel bir mekân değil “herkese açık bir mekân”dır. (Kıran
2003:196) Metinde 224. ve 233. beyitler arasında bu yerin tasviri yapılmaktadır.
Anlatıcı burayı acayip, cennet görünümlü, baştan başa yüksek kale duvarlarıyla
çevrilmiş, gönül açan, yeşilliğin bol olduğu adeta yeşilliklerin gökyüzü ile karıştığı,
cennettekilerin bile gördüklerinde cennete dönmek istemeyecekleri bir yer olarak
betimliyor. Bu yeri belirten herhangi bir özel isim kullanılmamıştır.
2. hikâyede mekânı ifade eden iki özel isim kullanılmıştır. Bunlardan ilki hıtta-ı
milket-i Acem (307) ikincisi ŞirÀz’dır. (308) Bu hikâyede betimlenen bir diğer mekân
ise “herkese açık ve kapalı mekân” (2003:194) özelliği gösteren bir dükkandır. 317.,
318., 319. beyitler bu dükkanın betimlendiği beyitlerdir. Anlaşıldığına göre dükkan
sahibi varlıklı bir efendidir. Dükkanını baştan başa altın eşyalar ile ipekli kumaşlar ile
süslemiştir.
4. hikâyede betimlenen ise bir şehirdir. Bu şehir için de özel bir isim kullanılmamıştır.
Betimlemesi ise 545. ve 553. beyitler arasında yapılmıştır. Anlatıldığına göre burası
“şehr-i ‘acîb” “işret-engiz” dir.
Son hikâyede tasvir edilen, “özel ve kapalı bir mekân”(2003:195) olan müftü’nün
has meclisidir. Şair burayı 668. ve 674. beyitler arasında tasvir etmiştir. Son derece
canlı bir tablo hâlindeki bu tasvir o dönemin şiir meclislerine dair izler de taşır.
Metnin tamamında mekân ifadesi taşıyan isimlerden sadece ikisinin (Şiraz ve
hıtta-i Milket-i Acem) coğrafyada bir yer işaret eden özel isimler olduğu açıklamasına
metnin girişinde yer verilmişti. “Gerçek mekân” (2003:196) anlamı taşıyan isimlerin
azlığı şairin metinde “kurmaca mekân”a (2003:196) ağırlık verdiğini göstermektedir.
322
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
SONUÇ
Felekten, talihinden, yaşadığı zamandan şikayet klasik şiirimizde tür farkı gözetilmeksizin hemen hemen her eserde var olduğunu gördüğümüz ortak bir konudur. Güftî,
Gam-nâme’de şikayet temini eserinin merkezine oturtmuş ve bu konuyu son derece canlı ve renkli sahnelerle, canlandırmalarla realist bir anlayışla işlemiştir. Şair,
hikâyelerin hiçbirinde başkahraman değildir, o daima anlatıcıdır; ama anlatılanların
tamamının Gam-nâme şairinin yaşadığı olaylar olduğu açıktır. Şair hiçbir zaman
“ben” dilini kullanmamıştır; kendisini anlattıklarının dışında tutmaya çalışmıştır.
Sürekli vurguladığı başkahramanın kendisi gibi talihsiz bir şair oluşudur; en önemli benzerlikleri budur; ama bu yaşananlar kendisine ait değildir mesajını veren
şair, eserin sonuna kadar bu tavrını sürdürmüştür. Böylelikle okur için anlatılanlar
daha ilgi çekici hale getirilmiştir. Eğer açık bir “ben” dili kullanılsaydı bu belki de
eserin kurgu yönünü zayıflatacak, okuru sürekli bir gerçeklik avı peşinde koşmaya
sürükleyecekti; ama Güftî yaşadığı gerçekten yola çıkarak inşa ettiği eserinin kurmaca boyutunu da sağlam bir biçimde kurmuş, okura bir taraftan eserin macera ve
hayal ürünü olduğu düşüncesini sezdirirken diğer taraftan her hikâyenin sonunda
yaptığı yorumlarla da “Yalnızca anlatıcı değilim, kahraman da benim ve anlattıklarım
yaşadıklarımdır.” düşüncesini uyandırabilmiştir. “Şikayet” gibi okur için pek de cazip
olmayan bir konuyu tahkiye unsurlarını başarılı sayılabilecek bir biçimde kullanarak
işleyebilen ve okuru uyanık tutabilen şairin bu yönüyle ayrıca takdir edilmesi gerektiği
düşüncesindeyiz. İroni ve tezat gibi esere damgasını vuran, şairinin orjinal söyleyişleri
yakalamasına imkan veren iki tekniğin metnin dokusuna son derece başarılı bir
biçimde yayılmış olması da eserin en özgün taraflarından birini oluşturmuştur. Bütün
bu özellikleriyle Gam-nâme’nin realist anlayışla yazılmış mesneviler içinde sıradışı bir
örnek teşkil ettiği kanaatindeyiz.
KAYNAKLAR
AKTAŞ, Şerif (1984) Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara, Birlik Yayınları.
(2002). Edebiyatta Üslup ve Problemleri, Ankara, Akçağ Yayınları.
BAYRAM, Asuman (2006). “Güftí ve Gam-nÀme’si (İnceleme-Metin), Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
KIRAN, Ayşe ve Zeynel (2003) Yazınsal Okuma Süreçleri, Ankara, Seçkin Yayıncılık.
KÖKSAL, Fatih, 1997, “Tahkiyeli Bir Eser Olarak Taşlıcalı Yahya’nın Şah u Geda’sı”, Türklük
Bilimi Araştırmaları (Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil Armağanı), (5): 245-282.
YILMAZ, Kâşif (2001) Güftî ve Teşrifâtü’ş-Şu‘arâsı, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları.
323
A
Prof. Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları
23 Nisan 1952
324
Ankara Koleji Mezuniyet (1964, Ankara)
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
A
H. Cengiz Erdoğan ve Prof. Dr. Talat Tekin ile
Türkoloji Kongresi (1975), Tuğrul Günay, Prof. Dr. Umay Günay ve Dr. Nevin Önberk ile
325
A
Prof.
Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları
Prof. Dr. Süleyman Sağlam, Prof. Dr. Gönül Uçele, Prof. Dr. Oya Batum Menteşe ile
(1981, Beytepe)
2. Türkoloji Kongresi (1975), Prof. Dr. Şükrü Elçin, Prof. Dr. Umay Günay ve Dr. Nevin Önberk
ile
326
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Mezuniyet Töreni (1981, Beytepe)
Türkiye Üniversiteleri ve Balkan Üniversiteleri Fars Edebiyatı Öğretim Üyeleri Toplantısı
327
A
Prof.
Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları
Hıdrellez şenlikleri: Prof. Dr. Dursun Yıldırım, Prof. Dr. Bilge Ercilasun, Prof. Dr. Abide
Doğan ve Prof. Dr. Osman Horata ile (1995, Beytepe)
Nevin Önberk ile
328
F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN
Prof.Dr.
Prof. Dr. Emel Doğramacı ile (2008, Beytepe)
Mezuniyet töreni (2007, Beytepe)
329
A
Prof.
Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları
Dr. Binnur Erdağı Doğuer, Arş. Gör. Aslı Aytaç ve Doç. Dr. Özge Öztekin ile, 2009
15 Mayıs 2011
330

Benzer belgeler