Mayıs 2016

Transkript

Mayıs 2016
İÇİNDEKİLER
DOSYA: DOĞU-BATI
Ortaçağ’ın “karanlığı” • 8
Klasik Fizik Sarsılıyor… • 10
Psikanalizin kurucusu Freud • 11
Nörobiyoloji ve Epigenetik • 12
Her şey ev ekonomisiyle başladı… • 13
“Küçük güzeldir”• 16
MEKANLARIN RUHU: “İSTANBUL BİR MASALDI…”
Yazar Mario Levi kendi İstanbul’unu anlatıyor… • Mine Türkili • 17
SÖYLEŞİ: “RUHUNUN ÇATLADIĞI YERDEN YAZ…”
Yeşim Cimcoz ile röportaj • Mine Türkili • 22
EDEBİYAT: “SAATİN KENDİSİ MEKAN, YÜRÜYÜŞÜ ZAMAN, AYARI İNSANDIR...”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanından...
Tülay Taç Kulca • 28
SANAT: “SANAT’IN TIBBI”
Dostoyevski’nin aura’sı mıydı yoksa hayat mı?
Adana Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Prof. Dr. Deniz Yerdelen • 35
TSDE ÇOCUK - ERGEN BİRİMİ
Sınırlar Güven verir
Uzman Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu • 42
SİNEMA: “PERDE DOĞU’DAN AÇILIYOR”
Murat Erşahin ile Doğu ve Batı sineması üzerine söyleşi • Mine Türkili • 46
PSİKOMİTOLOJİ
AŞK… Romantik mi? Mistik mi? • Hüseyin Şimşek • 54
TSDE DER ki
DOĞU tıbbı, BATI tıbbı... Bitmeyen bir ayrımcılık hikâyesi • Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler • 62
İçimizdeki Ayrılık • Esra Can • 67
Modern tıpta Antik Yunan ve Roma felsefesinin etkileri • Dr. Murat Besler • 70
Batı’nın Performansı • Billur Tansel • 74
Bizim Mahalle • Nurhan Özer • 77
Meridyen Sistemi ve insan bedeninin bütüncül yapısı • Dr. Onur Aydınoğlu • 79
“Atlıkarıncada Bir Tur Daha” Tiziano Terzani • Demet Yıldırım Durmuş • 85
TSDE ki Dergisi
Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili
Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve
alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur.
İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK
Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın
Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili
Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Editör: Ebru Kurtuluş, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan
Katkıda Bulunanlar: Prof. Dr. Deniz Yerdelen, Uzm. Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu, Hüseyin Şimşek,
Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler, Dr. Onur Aydınoğlu, Dr. Murat Besler, Tülay Taç Kulca, Nurhan Özer,
Billur Tansel, Demet Yıldırım Durmuş
Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3-4 Suadiye/Kadıköy
Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: [email protected], [email protected]
©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK
tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı,
fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.
TSDE ki - Mayıs 2016
Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
1
EDİTÖRDEN
Nerede başlar,
nerede biter?
Belki de bir telaş içinde yetişiyoruz vapura ya da köprü trafiğinin tam ortasında “İstanbul yaşanılmaz oldu
artık” diye geçiriyoruz içimizden. Ve hiç o heyecanı,
o zenginliği özümsemeden bir bakıyoruz ki, şehrin
karşı yakasındayız. Oysa, vapurda martılara simit
atarken, köprüde, masmaviliğin içinde, sadece bir
saniye yaşadığımız ayrıcalığı düşünelim, denizin tam
ortasında, bir yanımız Avrupa, diğer yanımız Asya.
Mevlana’nın, Yunus Emre’nin sözleriyle büyüyen, Halk
Edebiyatı’yla yoğrulan bu topraklarda, gerçekten
Doğu ve Batı birbirinden keskin çizgilerle mi ayrılıyor?
Tanrı’ya ulaşmaya çalışan Doğu Felsefesi, modernleşme sonrası insanı öne çıkartan Batı kültürü. Batı’nın
Alman Filozofu Goethe’nin, Yunus Emre’nin şiirlerini
“dönen yıldızlı gök kubbe” gibi tanımlaması, Mevlana’nın doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yerden söz
ederken, yüzyıllar sonra Nietzsche’nin “İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde” yi yazması, akıllara şu soruyu ge-
tirmiyor mu? Doğu nerede başlar, Batı nerede biter?
Biz bu coğrafyada global trendleri plazalardan izleyen, ama bir yanıyla da geride bıraktığı memleketinin hasretini çekenlerle… Belki içimizdeki dinginlikle, bütünsellikle, hırslarımız, rekabet duygularımızın
çatışmasıyla, o bize ait, bizi biz yapan geleneksel
yanımızla, dilimize yerleşen “check etme”ler, “meeting”ler, brifing vermeler, shopping yapmalar ve yemeğimizde şatobiryana karışan tarhana kokusuyla,
öylesine bir kültürel zenginliğin içindeyiz ki…
Bu zıtlıklarla var olduğumuzu, hem Doğu hem Batı
olmanın zenginliğini yaşadığımızı hissettiğimiz an,
ruhumuzdaki dengeyi sağlayabiliriz. Doğu ile Batının kucaklaşması, eski ile yeninin, modernlikle gelenekselliğin ve içimizdeki acıyla mutluluğun bir
aradalığı gibi…
Ne Doğu, ne Batı... Gerçek olan, zıtlıkların dengesi…
TSDE ki - Mayıs 2016
2
Batı’nın “Bilme”
Doğu’nun “Olma” halleri!
Doğu’da “Kalp bütün hastalıkların hekimidir.”
Mesnevinin yazıldığı topraklarda kendi değerlerimize daha vefalı olmamız gerektiğini düşünüyorum.
Batı Sufilerin eğitici hikaye ve masallarını psikoterapinin ekseni yapıp, Mesnevi hikayelerini tedavilerde
metafor olarak kullanırken, ülkemiz psikolojisi ve psikoterapisi modası, ağırlığı çoktan geçmiş kartezyenci anlayışın insanı makine gibi bölümlere ayırarak ele
alan ve tedavi etmeye çalışan tıbbın ve psikolojinin
arkasına saklanıp, evreni, evrenin bütünlüğünü ve
karşılıklı etkileşim yasalarını görmezden gelip, bizim
kültürel değerlerimizden bir haber şekilde insanlarımıza dokunmaya devam ediyorlar. Bunun yanı sıra
kendini ‘kişisel gelişimci’ olarak adlandıran bazıları
ve kimi ‘aile dizimcileri’ arınmak, aydınlanmak, geçmiş kuşaklarını ve kaderlerini temizlemek ve özlerini bulmak için binlerce kilometre uzaklara gidip,
adlarını değiştiriyorlar. Hint kökenli isimler alarak,
özlerinden ne kadar uzaklaştıklarından da bir haber
adeta Nasreddin Hoca’nın kaybettiği anahtarı ‘ışıkta’
aradığı öyküde ki gibi bakar kör olabiliyorlar. Buralarda kaybettiklerini güya özlerini ‘bulup-geliyorlar’.
Bana tuhaf gelen, bu topraklarda gelişmiş olan ve
bizim izini yitirdiğimiz bilgeliğe şimdi Batıda sıkça
rastlıyor olmamızdır. Hafızalarımızda unuttuğumuz
ama kaybetmediğimiz bu bilgeliği aşarak, yüz yıllardır bu topraklarda şifa, huzur yöntemleri ve gelenekleri ile insanlarımıza hizmet veren bu değerleri
yeniden keşfetmeliyiz. Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı
Velinin, Eşrefoğlu Rumi’nin, Mevlana Celaleddin’in
ve daha birçok gönül adamını yeniden hatırlamamız
ve keşfetmemiz gerekiyor. Hipnosistemik yaklaşımlı
terapi ders kitaplarında ve eğitimlerinde Nasreddin
Hoca’ya ve nüktedanlığın bilgelikle buluştuğu ustalığa verilen yer ve değeri görünce biz de Nasreddin
Hoca’nın bulduğu karşılık yüreğimi sıkıştırıyor. Freud
ve Jung’ tan yüz yıllarca önce rüya çözümünü bir bilim haline getirmiş, Batılı üniversitelerde adına kürsüler açılmış Mevlana’nın bu çalışmaları neden bu
topraklarda yeni ve karşılaştırmalı bir bakış açısıyla
ele alınmasın? Bu yeniden hatırlama ve keşifler üniversitelerde, terapi eğitimlerinde, terapi odalarında,
kısacası bilim ortamlarında hiçbir eziklik hissetmeden yayılması gerekir. SDT olarak biz başımızı bu yola
koymaya niyetli ve kararlıyız, evrenin bütünlüğünü
baz alan sistemik entegratif yaklaşımı yukarıda dile
getirmeye çalıştığım bizim topraklarımıza ait bir fenomenolojiyle harmanlayarak, gönülden-gönül’e
bir diyalog anlayışıyla adeta Sema edercesine (Sema,
Arapçada, dinlemek ve duymak demektir.) danışanlarımızın/hastalarımızın tüm ıstırap, acı ve rahatsızlıklarıyla farklı bağlantılar kurarak, öz hakikatlerini
yakalayıp, evrensel bilince ulaşmalarını hedefliyoruz.
Batılı psikoloji doğal olarak Batının kültürel ürünüdür, evrensellik önce yerel olana sahip çıkmak, onun
parçası olduğunu kabul etmek, bu değerlerin kıyme-
TSDE ki - Mayıs 2016
3
tini bilmek ve son adım olarak bütünleşmekten geçer. Ama bunun yanı sıra Richard M. Bucke; William
James, Carl G. Jung, ve Erich Fromm, vahşi doğada
yükselen sesler gibi, terapi dünyasının dikkatini nefsin öldürülmesi üzerinde çekmeye çalıştılar. Erich
Fromm “Sevme Sanatı” kitabında şöyle diyor: “..insan
içgüdüsel bir adaptasyon ile doğayı aştı- ondan asla
kopmamasına rağmen; onun bir parçası olarak- bir
kere doğaya yüz çevirecek olsa, bir daha ona geri
dönemeyecektir; tıpkı cennetten çıkarılışı gibi- doğa
ilk bütünlük hali(..) İnsan ancak muhakemesini geliştirerek ve ancak yeni ve insani bir ahengi bularak
ilerleyebilir.”
Bu noktada özellikle Jung’un analitik psikolojisi diğer
ekollerden yerel olanın yanı sıra evrensel olana daha
açık olanıdır. “Bilimsel psikolojinin yetersizliği ‘objektif’ bir bilim olma iddiasından ileri gelir. Freudyen ve
birçok psikodinamik yaklaşım da, kurucusunun kısıtlı insan anlayışıyla sınırlıdır. Tüm bu çekincelere rağmen ego psikolojisi, ve psikanaliz tasavvufun bireyleşme ve “benlikten kurtulma” uygulamaları arasında
ilginç benzerlikler bulmak da mümkündür.
Tüm kadim öğretilerde olduğu gibi SD Terapisi de
hayatı bir yolculuk olarak algılar ve yolculukta geçmişin çatışma ve yüklerinden özgürleşerek gerçek
Batılı Aydının bilme ihtiyacını mizahi bir dille
anlatan klasik sufi edebiyatından alınmış öğretici
bir Nasreddin Hoca öyküsü:
“Nasreddin Hoca bir gece ıssız bir yolda yürürken bir
atlı bölüğün kendisine doğru yaklaştığını görmüş.
Hayal gücü işlemeye başlamış ve yakalanıp bir
köle olarak satıldığını veya zorla askere alındığını
hayal etmiş. Kaçıp bir mezarlık duvarına tırmanmış
ve açık bir mezara girip uzanmış. Hocanın tuhaf
davranışı karşısında şaşıran adamlar- ki sadece
yolcudurlar-onu takip etmişler. Bakmışlar ki, hoca
mezara uzanmış, kokudan titriyor. “O mezarda ne
yapıyorsun? Seni kaçarken gördük. Yardım ister
misin? diye sormuşlar.
O anda işin aslını anlayan hoca, “Bir soruyu
sorabiliyor olmanız, onun bir cevabı olduğu
anlamına gelmez” demiş. “ Bu tamamen sizin
görüşünüze bağlı. Yine de bilmek istiyorsanız,
ben sizin yüzünüzden buradayım, siz de benim
yüzümden buradasınız”
benliğini keşfetmesini hedefler. Batı kökenli Modern
psikoloji anlayışının tersine, biz, insanı olgunlaşabilir,
yetkinleşebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzularından kopup huzur ve güven bulabilir bir varlık
olduğuna inanıyoruz. İnsan başına gelenlerden ve
ıstıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde ıstıraba,
acıya tahammül ve kaçınılmaz olan kadere rıza göstermek insanın olgunluk yolculuğunda kaçınılmaz
basamaklardır.
Geleneksel batı psikolojisi, iki temel olguyla hareket
eder; ego ve modalitelerini varoluş katları arasına
yerleştiren bir kozmoloji(evren bilimi) ve manevi
hedefe yönelik bir ahlak olarak görür. Tasavvufta
ise insan bir alem-i sağırdır… yani mikro kozmostur,
alemin özüdür. Akıl bizi gizli güçlerimizi gerçekleştirmeye yönlendirir, hayatın temel amacını belirlememize yardım eder, ancak varoluşsal sorunumuz tek
başına çözemez. Günübirlik toplumsal bir hayattan
beslenen ego, içsel sesi kolaylıkla devre dışı bırakıp,
evrensel bir benliğin gelişimini, engelleyebilir. SD
Terapisinde yaptığımız kişinin yaşadığı çeşitli ilişkisel
acıları sonrası benliğindeki bölünmelerle uzaklaştığı
gerçek öz benliğine ulaşması, onu insanı-kâmil olma
yolunda alıkoyan zihinsel bloklar, engeller ve örtüleri
aşmasına yardımcı olarak kişiyi evrenin aynası olduğuna tanık etmektir. SDT çok gerçekli bir dünyada
mutlak gerçeğin, Hakikat’ in kişinin kendi içinde yaptığı bir psiko-arkeolojik kazı işlemi ile açığa çıkarılmasıdır. Bu çalışma hep yakın öteki ile olan bağlantıdan
hareket eder. ‘Ben’in iyileşmede Martin Buber’in söylediği gibi sadece ‘Ben’’ in ‘Sen’ ’den geçmesi ile mümkün olur. İyileşme bu anlamda hayat yolculuğundaki
ötekilerle mümkün olacaktır. İyileşme de dolayısıyla
rahatsızlıklar ve hastalıklar da doğal olarak ilişkiseldir.
“Batının/Kuzeyin ‘Refahı’ - Doğunun/Güneyin
Gönül Zenginliği ve ‘Yoksulluğu’ ”
Sistemik Bir Etik Arayışı
Ege’nin kıyılarına vuran Suriyeli çocuklarının cansız
bedenleri bir kez daha post modern dünyaya ve bizlere batı-doğu, kuzey-güney arasındaki organik bağı
ve bilinçli oluşturulan uçurumu hatırlattı. Çünkü Avrupa’nın başkentlerinden ve buranın kalburüstü yerlerinde Afrika’da her gün açlıktan ölen on binlerce
çocuk uzun zamandır bir haber değeri taşımıyor!
Değerler ve etik, insanlar bu kavramlar için farklı tanımlar kullanır ve anlaşılamazlar. Etik, farklı türden
tanımlara sahiptir. Örneğin; mesleki etik, uygulayıcıya, belirlenen yönetmelik ve listeler çerçevesinde
ne yapması gerektiğini ifade eder ve ne ile yükümlü
olduğunu belirtir. Aynı şekilde dinler de insanlara
TSDE ki - Mayıs 2016
4
neleri yapıp yapamayacağını söyler. Kurallar aslında kişinin içine doğduğu toplumdan gelir. Dizim
çalışmalarında biz büyük bir tartışma yaşadık, çünkü toplumdan aldığımız formuyla bu etik anlayışın
sıkça katastrofik etkilere sahip olduğunu ve bunların
çoğunun da büyük bağlamda doğru olamayacağını
gördük. Düşündüğümüzde, ne yapmalıyım, benim
için ne önemli, nasıl yaşamak istiyorum, sevdiğim insanlarla nasıl bir ilişki içinde olacağım, fikir ayrılığı yaşadığım veya tehdit hissettiğim insanlara karşı nasıl
var olacağım? Benim için “ne doğru” dan öte, ne makul-uygun? Bu durumda toplumdan, dinden üstlendiğim değerlerin doğruluğunu görmek için, yeniden
kontrol etmek ihtiyacında ve zorundayım. Anlatılan
hikâyeler ne kadar doğru? Özellikle ergenlikte, ebeveynlerle çatıştığımız değerleri düşünüp, bu değerlerin doğruluğunu sorgularız. Dizim çalışmaları, tüm
bu tartışmalara farklı bir açılım getirdi. Öyle ki, dizimlerde, değerlerin etkisinin rasyonel olduğunu, çoğu
zaman kalpten farklı olduğunu görüyoruz. Sevgi düzenleri, o anlamda kalbin yasalarını yazma çabasıydı. Sevginin genişlemesi için ne yapmaya iznim var,
neye yok? Bu anlamda, dizim çalışmalarında “sevginin düzenlerinin” sıkça toplumun düzeni ve değerleri ile aksi yönde olduğunu idrak ettik. Özellikle çiftlerle yapılan terapötik çalışmalarda, alma ve verme
dengesinde görürüz ki, birinin diğeri için verdiğinin
aldığı ile doğru orantılı ve değerli olduğunu hissetmesi önemlidir. Çoğumuzun kişisel hikâyesinde de,
“ben o kadar çok verdim ve o kadar az aldım ki.” gibi
söylemlere rastlamak mümkün. Kalp, algılamanın organıdır. Kalp, bir şeyin veya alıp vermenin dengede
olup olmadığını söyleme yetisi olan bir yerdir. Bilişsel
tarafımızın (genellikle bu taraf kişiliğimizin baş aktörüdür) görevi, kalbin duyumsamalarını meşrulaştırmaktır. Bu durumun sevginin anlaşılması konusuna
çok az yardımcı olduğunu düşünüyorum. Aldıklarım
değer bulmuyor, ben veriyorum ama alamıyorum
dediğimizde, kalp, özellikle toplumun değer yargılarından uzaklaştığında acı çeker. Sevginin nasıl bir
fonksiyona sahip olduğuna üç düzlemde bakılması
gerekir.
1 · Bireysel yaşamımda; eş, aile ve çocuklar, çevremizle olan ilişkilerin karmaşıklığı,
2 · İş düzleminde; psikoterapötik alanda iş etiğinin
çok kompleks olması,
3 · Yaşadığımız dünyada; ruhsal, spiritüel düzlem,
dünyadan aldıklarım ve benim yaşamımdan dünyaya geri verilen ne? Dizimlerden biliyoruz ki, benim
jenerasyonumun yaşadıkları, gelecek nesiler üzerine
etki yapar. Dolayısıyla bizim karar ve tercihlerimizin
sadece bize değil, bizden sonraki kuşaklara ve ait olduğumuz topluma da etkisi vardır.
Birinci düzlem:
Biz farkında olmadan sürekli etik kararlar alırız ve bu
kararları asli görevlerimiz gibi kabulleniriz. Ne kadar
paraya ihtiyacım var, ne kadar çalışmalıyım, evim
ne kadar büyük olmalı, çevrem benim hakkımda ne
düşünmeli? Bu sorular karşısında hiç farkında olmadan çevremiz hakkımızda olumsuz düşünmesin diye
düşünce ve niyetlerimizden vazgeçer ya da yaptığımız bir şeyi yargılanma korkusuyla saklar ya da yapmaktan vazgeçer veya öyle gösteririz. Bunlar etik
kararlardır. Olduğumuz gibi gözükmemek için davrandığımızda ruhumuzda, kalbimizde ne olur? Eğer
olduğumuz gibi gözükmemenin önemli olduğu bir
ailede büyümüşsek ne olur? Olduğumuz gibi değil
de beklenen gibi olduğumuzda ne olur? Bu söylediklerimden lütfen şundan yana olduğum anlaşılmasın. Nasılsak öyle olmalıyız! Mevlana’nın “ya olduğun
gibi ol, ya da göründüğün gibi ol” felsefesinin post
modern insan ve pompalanıp evrenin yeni umudu
gibi sunula narsisist y kuşağı için çok zor hatta mümkün olmadığını görüyorum. Benim sizlere davetim,
bu şekilde davrandığımızda ruhumuzda nasıl bir
etki olduğuna bakmak yönünde. Büyük bir eve sahip olmak için beni hasta ve mutsuz eden bir işte çalıştığımda ruhumda ne oluyor? Rasyonel, bilişsel yanımın gerekçeleri hemen hazırdır “eve ihtiyacım var,
bu nedenle bu işe de ihtiyacım var”. Oysa ruhum ve
kalbim öylesine acı çeker ki bunu çocuklarımız bile
fark eder. Onların fark etmediğini düşünmek de en
büyük yanılgımızdır. Ve biz farkında olmadan bunu
tekrar etmeleri için çocuklarımıza yansıtır ve devrederiz. Çocuklarımıza olduğun gibi görünmek iyidir
derken, ne yazık ki senin olduğun gibi görünmen
doğru ve makbul değildir gizli mesajını söyleyemeyiz. Diğer taraftan çift ilişkilerinde nihayet nasılsam
öyle görülmek, kabul edilmek istiyorum, anlaşılmak
ve dokunulmak istiyorum deriz. Bu dilekler çok yaşamsaldır ve etkisi çok muazzamdır. Ama eşimizin
bunu altında yatan nedeni, incinmiş, ihmal edilmiş
yanımızı görmesini istemeyiz. Bu etik bir problemdir.
Davranışım için yön gösteren nedir, ne önemlidir?
Bert Hellinger dizim çalışmalarına o kadar çok şey
getirdi, geliştirdi ve yeni yollar gösterdi ki ancak bu
yöntemlerin birçoğu benim gözümde idealize edilmiş çok da uygun olmayan kalıp çözümlerdir. Bert
Hellinger’i yakından tanıyanlar onun bazen inanılmaz bir kalbi olduğunu bazen ise kaya gibi sert ve
yargılayıcı olduğunu bilirler. Bazen ağzından sonsuz
TSDE ki - Mayıs 2016
5
–ebedi hakikatin temsilcisi gibi sözler dökülürdü. Bunun da çok derin etik bir problem olduğunu düşünüyorum.
Rasyonel yanımız kati-kesin hakikati bildiğini söyleyip kalbe bakmadığında, biz etik bir ikileme gireriz.
Birçok terapi görüşmelerinde ve günlük yaşamımızda da kalbin kapatıldığı farklı durumlar yaşarız, haklı
olmaya yönelik ikna turları yaparız. Aslında şimdilerde fark ediyorum ki, kişi aslında bu kanıt gösterme
işini kazandığında kaybediyor. Çünkü bu kazanım
sırasında kalp kapanır ve kişi kendini içsel bir şekilde köreltir. Bu durumda kazanç nerede? İktidarda mı,
sevgide mi, diyalogda mı, içsellikte mi?
İkinci düzlem:
Belki bilmiyorsunuz ama dizim çalışmaları Avrupa
ve özelikle Almanya’da çeşitli sebeplerden dolayı,
yoğunlukla medya ve psikoloji alanından gelen baskılarla son on yılda oldukça kötü bir itibara sahip. Bu
gelinen noktada sadece Bert Hellinger değil dizim
çalışması yapan biz, tüm terapistler hatalar yaptık.
Ve bu durumdan mağduriyet hissedip, “bize haksızlık yapıldı” halinin konforuna sığındık. Örneğin
bir dizimde tüm benliğimizle ruh ve kalp ile olup,
çözücü bir şeyin görünmesini beklemek yerine bilinen çözüm cümlelerine dört elle sarıldık. Dizimde
görüneni, «al, işte tam da budur” gibi güya “kati hakikatleri” gösterdik. Bunu yaptığımızda bunun etkisi
ne? Kalpte ne oluyor? Danışana neyi yansıtıp, aracı
oluyoruz? Benim kalbime değil, cümlelerimle sana
empoze ettiğim bu sözlere inan. Bazen katılımcılardan büyüleyici geri bildirimlere ve çözülmelere tanık
olduk. Bazen de kendimizi, herkesin ve her şeyin üstünde gören bir geleneğin hizmete alınmış neferleri
gibi gördük. Ama namusluca kalbe baktığımızda etkinin hiç de büyük olmadığı ortada. Aslında bu davranış bir tür fundementalist yaklaşımdır. Böylece, bir
ideolojiye bağlı hissederken, farkında olmadan yanımızda duran danışana, kalbimizi ve onun bedeni ile
kalbine de kendimizi kapatırız.
Üçüncü düzlem:
Naziler, merhamet, acıma, duygudaşlık, empati gibi
halleri bir zayıflık olarak itham ederlerdi. Bu bir açıdan doğrudur, eğer iktidarı, gücü gözetiyorsanız,
empati, duygudaşlık zayıflatıcıdır. Kişi iktidara güce
adanmışken, kendini “candan biri” olarak da gösteriyorsa ne olur?
Keith Lowe’ ın “SavageContinent” adlı kitabının ana
teması, 2. Dünya Savaşı’nın Nazilerle batı ittifakı arasındaki bir savaş olduğu düşüncesinin dizayn edil-
miş bir yanılsama olduğu yönündedir. Yazar, 45’li ve
savaş sonrası yıllara kadar uzanan süreçteki dehşet
verici olayları değerlendiriyor. Faşistlerin partizanlara, partizanların faşistlere, Ukraynalıların Polonyalılara, Polonyalıların Ukraynalılara yaptıklarına bakıyor. Milyonlarca insan, yaşayan insanların yakılması,
patlayıcılarla yok edilmeleri, Yahudilerin toplama
kamplarında uğradığı soykırım, korkutucu gerçekler.
1945’ten sonra barışın geldiği bir hayal. Bu kitapta
ortaya çıkarılan sistemik sonuç, savaşın iki zihniyetin
savaşı olduğu gerçeğiydi. Biri neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen ve karar veren faşist ideolojiyken, diğeri birazda olsa açık kalpli olmayı deneyen
bir zihniyetin arasındaki savaşı.
Netanyahu, son Amerikan Kongresi’nde, “Başkan’a
ve kuruma saygı duyuyorum ama burada sizlere hakikatleri anlatacağım” dedi. Anlattı mı? Hayır. İsrail’in
200 nükleer silahı var. Kendi açısından bakıldığında
bu durum belki anlaşılabilir. İsrail gizli ajanlarının
İranlı atom bilimcilerini öldürdüğünü anlatmadı.
Böylece o sadece gerçeğin bir yanını anlattı. Bu hakikat uzlaşmayı, barışı destekleyen bir hakikat değildi.
Savaşlar hep devam edecek ve bu savaşlar aslında
hep farklı zihniyetlerin savaşı. İster faşist güç, ister
iktidar, aidiyet ya da yönetim imkânlarına sahip olalım ya da hangi zihniyette olursak olalım, kalp hep
bunun altında ezilir ve acı çeker.
Her bir yol sadece bir yoldur.
Kalbimiz, bize bu yolu terk etmemizi
söylerse, bizi bunu yapmaktan
kimse alıkoyamaz… Bu nedenle
her yola dikkatlice ve yakından bir
bakıver. Bu yolu gerekli gördüğün
kadar kullan. Ama bir süre sonra
kendine (ve yalnızca kendine) şu
soruyu sor. “Bu yolun kalbi var mı?”
Eğer bu yolun bir kalbi varsa, bu
iyi bir yoldur. Yok eğer bu yolun bir
kalbi yoksa, o zaman bu gereksiz
bir yoldur.”
- Don Juan’ın Öğretileri / Carlos Castaneda
TSDE ki - Mayıs 2016
6
rum? Bu bilgiyi içime alıyorum ve içimde derin bir acı
hissediyorum, gerekli olan davranış değişikliklerini
bir yana bırakıyorum. Bazen ruhuma küçük bir teselli,
avuntu için vicdan azabı çekiyorum. Bu hiç yardımcı
olmuyor ama ben daha iyi hissediyorum. Böyle bir
inanç ve etik dünyasının zihniyetine doğduğumuzdan, bunu değiştirmenin hiç kolay olmadığını düşünüyorum. Aşırı uçlardaki kişilerle veya idealistlerle
konuşurken kalbin kapalı olduğunu hiçbir ilerleme
kaydedemediğinizi hissedersiniz çünkü kalp kapalıdır. Sistemik bağlamda etik konusuna geri dönersek,
bir cevabım yok. Belki yapmaya çalıştığım şeyi size
de önerebilirim. Yaşamın tüm karmaşık yapısına kendinizi kabulle bırakın, içsel, acele etmeden konuyu
değiştirmeyin, ya da içsel hemen çözüm yollarını,
kendinize ve diğerlerine anlatmayın. Bu şekilde benim huzursuzluğum geçsin demeyin!
Bu güne kadar seyrettiğim filmler içerisinde beni en
fazla etkileyenlerden biri, senaristliğini ve yönetmenliğini Michael Haneke’ın yaptığı, birçok ödülü olan
2009 yapımı siyah beyaz film ‘Beyaz Bant’. Almanya’da
bir kasabanın 1. Dünya Savaşı’ndan hemen önceki
durumunu konu almaktadır. Filmde çok insancıl ama
bir ideolojinin içinde hapsolmuş bir papazın yaşamdaki duruşu şuydu: “Eğer çocuklara yumuşak davranılırsa onların duygularına zarar verilir”. Bu ideolojisine
o kadar sıkı sıkıya bağlıydı ki, filmin bir sahnesinde
oğullarından birinin büyük bir incelikle onun için hazırladığı hediyeyi kalbinin titremesine rağmen elinin
tersi ile itti. Çünkü onun inandığı doğrusu farklıydı ve
oğlu için en doğrusunun bu olduğunu düşünüyordu.
Bu, aslında kalbe bir haksızlık ve bir dolanmışlık halidir. Diğer taraftan Müslüman terör örgütleri de en
doğrusunu yaptıklarına inanarak “din” adına savaşıyorlar. Film, bize aslında iki savaş arasındaki toplumsal dönüşümün, Almanya’daki insan manzaraları ve
Nazizmin nasıl taban bulabildiği sorusuna da yanıtlar
bulmamıza olanak sağlıyor.
Avrupalılar bir zenginlik içinde oturuyorlar, ancak
sahip oldukları bu zenginlik, diğerlerinin Avrupalılar için üçüncü dünya ülkelerinin acısı ve yoksulluğu
üzerine kurulu. Orta Doğu’da, Afrika’da yıllardır olanlar Avrupalılardan ve onların koloniyal ve misyoner
anlayışlarından bağımsız nasıl anlaşılır? Suriyeli mültecilerim hepimizin yüreğini sızlatan halleri Avrupa
ve Amerika’nın zenginliğinden ne kadar bağımsız?
Avrupalılar veya ülkemizde refaha sahip bizler bu
bilgiler ile ne yapıyoruz? Ben bu durumda ne yapıyo-
Bert Hellinger’e tekrar geri dönersem, bazı çelişkilerine ve konuların karmaşa ve zorluğuna rağmen dünyaya çok kullanışlı bir şeyi gösterdi: “Eğer ben, diğerinden bir avantaja sahipsem, endüstri ülkelerinin 3.
Dünya ülkelerinden elde ettikleri avantajlar gibi, bu
durumda benim vicdanen kötü hissetmemin onlara
nasıl bir faydası var ki? Hiçbir şey! Vicdanen kötü hissetmem sadece kendi imajımı muhafaza etmeye ve
diğerleri gibi olmadığımı hissetmeme hizmet eder.
Kanıt olarak da kendime “ama ben en azından vicdanen kötü hissediyorum” demek aptalca değil mi?
Ama bunun mevcut diğer gerçeğe hiçbir etkisi yoktur.
Bu aslında kendi içindeki halleri ile oluşan diyalogsuzluğuna, modern, kendi içinde ihmal ettiği şeyden
kaçmak üzere kurduğu bilinçdışı bir tezgâhtır.
Bert Hellinger şöyle dedi: “Eğer biz tam ve candan bir
şekilde sahip olduklarımıza ve aldıklarımıza şükredip
bunların tadına varırsak, alma ve vermenin akışını bizim aracılığımızla devam etmesini sağlayarak mağdurlara da hizmet etmiş oluruz”. Ne verebilirim, bu
zor bir sorudur? Hemen düşünmeye başlarız, daha
fazla çalışmalıyım, yapmalıyım, para yardımında bulunmalıyım vs. bu mecbur hissetme hali aslında diğer düşünce içine girme halidir. Söylenmek istenen
aslında ne? Buna pek yönelmeyiz. Yüreklerimiz neyin
söylenmek istendiğini duymak istiyor? Yüreklerimize
ve içimizde ihmal ettiğimiz taraflarımıza kulak verme
cesaretini ve yaratacağı acıyı duyumsama ve bazen
acıda da kalarak, “acıyı bal eyleyeceğimiz bir yol var
mı?” noktasında neleri geliştirmeyi tercih edebiliriz?
Cevap bekleyen soru aslında bence budur! <
Mehmet Zararsızoğlu
TSDE Başkanı
TSDE ki - Mayıs 2016
7
DOSYA KONUSU
Türkiye coğrafyasında yaşayan atalarımızın göçlerini yüreğimizde
hissederken, geçmişten bu yana Batılılaşma sürecinden geçerken
ve bir kültür karmaşasında kendi öz benliğimizi unuturken,
gerçekten içimizdeki Doğu neresi, Batı neresi?
Doğu ve Batı
İçinde soluk alıp verdiğimiz, Doğu ve Batı ile zıtlıklarla dengesini koruyan Dünya, gerçekten bir çıkmaza
doğru mu gidiyor? Kendi yarattığımız, büyütüp geliştirdiğimiz teknolojinin bizi esir alması, doğal kaynakların tükenmesi, ekonomik kriz, küresel ısınma, kıtlık
derken, Dünya’nın sancıları öylesine fazla ve problemi öylesine büyük ki… Bu sebeple dünyayı “Sistem
Dizim Terapisi” içinde görmek istedik.
ğu-Batı, aidiyetimiz ve gelenekselliğimizle, modern
dünya değerlerinin çatışması.
Ve biz de ait olduğumuz bu büyük sistemde, içimizde insan doğasının zıt kutuplarını taşırken, kimliğimizi bulmak için çabalıyoruz. Kim bilir belki de Do-
Ortaçağ’ın “karanlığı”
1500’lerden önce, Aristoteles ve Kilise gibi iki otoritenin hâkim olduğu dünya görüşü hem akla hem de
Dünyanın problemi ne? İlerlemenin, teknolojinin ve
medeniyetin sembolü Batı iflas mı ediyor? Yüzyıllardır farklı kuramlarla, eski ve yeniyle bugüne gelen
Batı’nın geldiği noktada, çıkmazını anlamak için, tarihin kapılarını aralıyoruz.
Ben ne Hıristiyan’ım, ne Musevi, ne Farisi, ne
de Müslüman; ne Doğu’danım ne de Batı’dan.
İkiliği bir kenara koydum, iki alemin bir
olduğunu gördüm.
- Mevlâna
TSDE ki - Mayıs 2016
8
DOSYA KONUSU
imâna dayanan, bilim ve insanın yeryüzünün derinliklerini keşfetme arzusu içinde olduğu bir dönem…
Batı’nın “karanlık” olarak adlandırdığı Ortaçağ, on altıncı ve on yedinci yüzyılda köklü bir değişime uğrarken, baskı ve katledilme korkusu altında daha da artan bilim aşkı ve bilim adamlarının dünyanın sırlarını
keşfetme arzusu korkusuzca yol alıyor. Bunun en güzel örneklerinden birisi, kimya dehası Levoisier. Giyotinle idama mahkûm edildikten sonra, matematikçi
Lagrange’a, “Kafam sepete düştüğünde gözlerime
bak. Eğer iki kere göz kırparsam, insanın kafası kesildikten sonra beyin bir süre daha düşünmeye devam
etmekte demektir,” demesi; ardından sepete düşen
kafasında gülümseme ifadesiyle birlikte iki defa göz
En eski çağlardan beri, “Tanrı’nın
yüceliği”ni ya da Çinlilere göre
“doğanın düzenini örnek almayı” ve
“Tao’nun akışı içinde akmayı araştıran”
diğer bir deyişle, bütünleyici yin olan
bilim, on yedinci yüzyılda tamamen
zıt, bütünleyiciden çok kendini
kanıtlayıcı olan yang’e doğru yönelir.
kırpışı Lagrange’ın da dediği gibi bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesi olur.
En eski çağlardan beri, “Tanrı’nın yüceliği”ni ya da
Çinlilere göre “doğanın düzenini örnek almayı” ve
“Tao’nun akışı içinde akmayı araştıran” diğer bir deyişle, bütünleyici yin olan bilim, on yedinci yüzyılda
tamamen zıt, bütünleyiciden çok kendini kanıtlayıcı
olan yang’e doğru yönelir.
Batı’nın geldiği son noktadaki çıkmazı ya da dönüşümü anlamak için, kültürlerin değişiminin aslında
fiziğe bağlı olduğunu görmemiz gerekiyor. 17. yüzyıldan beri fizik, “kesin” bir bilim örneği olarak diğer
disiplinlere model oluyor. René Descartes’ın kartezyen felsefesi, Isaac Newton’un matematiksel teorisi,
Francis Bacon’ın bilimsel metodolojisi çağa imzasını
atarken, psikologlar, sosyologlar ve iktisatçılar Newtoncu fiziğin temel kavramlarından yararlanırlar.
TSDE ki - Mayıs 2016
9
DOSYA KONUSU
Descartes, tüm dünya görüşünü,
birbirinden kopuk, bağımsız iki
ayırım üzerine oturtuyor. Res
cogitans (düşünen şey) ve res
extensa (yer kaplayan şey). Ve
böylece insan bedeni ile ruh da
ayrılıyor. George Engel’ın dediği
gibi, tıp, bedeni bir makine,
hastalığı da makinenin bozulması
ve doktorun görevini de makinenin
onarılması şeklinde görür.
Descartes, tüm dünya görüşünü, birbirinden kopuk,
bağımsız iki ayırım üzerine oturtuyor. Res cogitans
(düşünen şey) ve res extensa (yer kaplayan şey). Bu
mekanistik kartezyen görüş, Batılı düşünce tarzında
çok büyük etki yapar, özellikle bu ayırımı Tıp alanında hissederiz, çünkü insan bedeni ile ruhu birbirinden ayrılır.
George Engel’ın dediği gibi, tıp, bedeni bir makine,
hastalığı da makinenin bozulması ve doktorun görevini de makinenin onarılması şeklinde görür.
Klasik Fizik Sarsılıyor
Descartes’ın çağımızın ilk otuz yılına birçok alanda
damgasını vurduğu kesin, ancak kartezyen görüşün
ve Newtoncu mekaniğin temel teorileri, modern fiziğin temelinde yatan başka bir isimle yerle bir olur.
Enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye dönüşebildiğini keşfeden Albert Einstein’a göre yalnızca tek
bir enerji vardır: Birleşik alan. Einstein, sayısız kültür,
fizik bedeni destekleyen, şekillendiren ve hareket ettiren gizli enerjiler matrisinden söz eder.
Modern fizikle ortaya çıkan bu gerçekle madde, evrenin birbirine örülü ilişkiler ağı olması ve bu kozmik
ağın aslında dinamik olduğunun farkına varılması ve
maddenin dinamikliğini kabul eden kuantum teorisiyle sürekli dans eden titreşip hareket eden bir şey
olarak yeniden tanımlanır.
Fizik biliminde keşfedilen bu enerjiyle, insan bedeninin elektromanyetik, yerçekimsel ve nükleer enerji
içinde doğduğu kabul edilir. Bedenin o muazzam işleyişinde, çakralar bedenin enerji merkezi; meridyenler, enerji yolları; aura enerji atmosferi olarak tanımlanır. Bu yaşam enerjisine, Çin’de qi veya chi, Hindistan
ve Tibet’te prana, İbranice’de ruach, Japonca’da ki,
tasavvufta baraka, Iraklılar ’da orenda, Hıristiyanlıkta
Kutsal Ruh adı verilir.
TSDE ki - Mayıs 2016
10
DOSYA KONUSU
Doğu’da gelişen Enerji Tıbbına karşılık, Batı’nın Modern Tıp anlayışı, kartezyen düşüncenin de etkisiyle, bedeni ruhtan ayırmaya devam eder. Batı, biyolojinin de gelişmesiyle, bedeni git gide daha küçük
parçalara ayırarak onarmaya çalışır. Ve bu dönemde,
healer (şifacı) terimine kuşkuyla bakılırken, biyolojideki ilerlemelerle Tıp Bilimi, Pasteur’ün bakteriler
ve hastalık bağlantısını kurması, 1928’de penisilinin
keşfi, 1950’lerde antibiyotik çağı ve yine aynı yıllarda
psychoactive (ruh etkinleştirici) ve antidepresif ilaçlar yan etkileri göz ardı edilerek, büyük bir heyecanla
psikiyatride tedavi amaçlı kullanılmaya başlaması ve
ardından hormonların keşfi ve insülinin bulunmasıyla inanılmaz bir hızla yol alır.
Psikanalizin Kurucusu Freud
Tıp Bilimi’nin bu önlenemez yükselişinde, psikolojinin de gelişimi kartezyen bir yol izler. Tarihi kökleri
Antik Yunan Felsefesi’nde aranan ve on sekizinci
yüzyılda başladığına inanılan psikolojide, bir nörolog olarak eğitim gören, bilinçdışını ve onun tüm
dinamiklerini keşfeden psikanalizin kurucusu Freud,
kartezyen ve Newtoncu anlayışın etkisinde kalır.
Psikanalizin içgüdüsel, özellikle cinsel dürtüler gibi
dinamik yönüyle, Newton fiziğinin dinamik yönü
benzerlik gösterdiği gibi, Freudcu çatışma psikolojisinde, sistemindeki tüm mekanizmalar, aktif ve reaktif güçler, “dürtüler” ve “savunmalar” olarak ele alınır.
Psikanalizde de Newtoncu teori gibi, mekanistik gerçeklik anlayışı kuralları geçerli olurken, her psikolojik
olay belirli bir nedene bağlanır. Newton ve Freud’u
birleştiren ilginç bir nokta da Newton’un teorisinde
“çekim gücünün yapısı” tartışmalı bir konu olurken,
Freud’un teorisinde de aynı tartışma, libidonun doğası konusunda çıkar.
Psikolojinin de gelişimi kartezyen
bir yol izler. Tarihi kökleri Antik
Yunan Felsefesi’nde aranan ve
on sekizinci yüzyılda başladığına
inanılan psikolojide, bir nörolog
olarak eğitim gören, bilinçdışını ve
onun tüm dinamiklerini keşfeden
psikanalizin kurucusu Freud,
kartezyen ve Newtoncu anlayışın
etkisinde kalır.
Freud’un rasyonel ve mekanistik anlayışının bir göstergesi de, mistisizmi ve ayinleri reddederken dini
“obsesif kompulsif nevroz” şeklinde ele almasıdır.
Bulunduğu dönemde pek çok kişiyi kendisine çeken
Freud’u zamanla fikir ayrılığı nedeniyle terk edenlerin en ünlüleri, psikanalizin veliahdı olarak bilinen
Jung, Adler, Reich ve Rank gibi isimlerdir.
C. G. Jung, psikolojiyi felsefe, din ve mitolojiyle ele
alır; arketipler, kolektif bilinçdışı anlayışıyla Freud’dan
ayrılır. Psikoterapisti, “yapabileceği en iyi şey, bilinçaltı (terapötik) sürecin doğal gelişmesini rahatsız
etmemektir,” diye yeniden tanımlar.
Bu sırada Doğu’nun geliştirdiği manevi gelenekler
kartezyen anlayış içerisinde yer bulamaz.
TSDE ki - Mayıs 2016
11
DOSYA KONUSU
On yedinci yüzyılın iki büyük filozofu Baruch Spinoza ile Gottfried Wilhelm Leibniz, Descartes’in ikiliğini
(düalizm) reddederek, mistik bir bircilik (monizm)
geliştirir. Leibniz’e göre, ruh ve beden arasında hiçbir
etkileşim yoktur ama her ikisi de “önceden kurulmuş
uyum” içinde faaliyet gösterir.
Ancak psikoloji, matematiksel formülasyondan ayrılmadı. Hobbes ve Locke, Descartes’ın doğuştan gelen
fikirler kavramını reddederek, duyularda olmayan
bir şeyin ruhta da olmayacağını iddia ettiler. Locke’a
göre; fikirler duyusal algılardan geçerek bir beyaz kâğıda (tabula rasa) kazınıyordu.
19. yüzyılda sinir sistemi incelemeleriyle refleksoloji
ortaya çıkarken, birçok psikoloğa, bütün insan davranışlarının temel refleks mekanizmalarının karmaşık
kombinezonlarına dayanarak anlaşabileceği umudunu verir. Bu görüşün en ünlü temsilcisi Pavlov da
şartlı refleks ilkesini geliştirmiştir.
Aynı yüzyılın psikologları ruh ve madde arasında bu
düalist ayırımı kabul ederken, Max Wertheimer’ın
Gestalt psikolojisiyle, canlı organizmaların tek tek
parçalarla değil, anlamlı bir bütünlükle anlaşılabileceği görüşüyle psikoloji farklı bir yola doğru sapmaya başlar.
Nörobiyoloji ve Epigenetik
Bugün gelinen noktada ise psikoloji kartezyen görüşün mekanik kurallarından ayrılarak, Doğu’nun
enerji tıbbı ve mistik anlayışını da içine alarak, nörobiyolojik ve epigenetik araştırmalarla, Doğu ve Batı
dengesini kurmaya doğru yol alır.
Artık nörobiyolojik araştırmalarda duygularımızın
tüm yaşamımız boyunca bize eşlik ettiği bir gerçek
olarak kabul edilirken, bu duygusal yönetim sisteminde evrimsel mirasın atalarımızın temel tecrübelerini temsil ettiği vurgulanıyor.
Moleküler biyolojinin önde gelen isimlerinden Jean
Wilhelm Reich de, genlerimizin empatik ve interaktif
olduğunun artık kanıtlandığını belirtiyor.
Bowlby’nin bağlanma kuramı da Freudcu analitik
yaklaşımdan uzaklaşarak, çocuklarda yaşanan kişilik
bozukluklarında, çocukla anne arasındaki duygusal
ilişkiyi düzenleyen biyolojik sistemi sorumlu tuttular.
Rudolf Jaenisch da, hücrelerimizin yapmış olduğumuz her şeyin belleği olduğunu, hiçbir şeyi unutup
atlamadıklarını vurgular.
Bugün gelinen noktada ise
psikoloji kartezyen görüşün
mekanik kurallarından ayrılarak,
Doğu’nun enerji tıbbı ve
mistik anlayışı da içine alarak,
nörobiyolojik ve epigenetik
araştırmalarla, Doğu ve Batı
dengesini kurmaya doğru yol alır.
TSDE ki - Mayıs 2016
12
DOSYA KONUSU
Nörobiyoloji ve epigenetiğin geldiği son nokta da,
genlerimizin çok hareketli ve uyumlu olduğu, aynı
zamanda çevreyle sürekli iletişim içinde oldukları söylenirken, hastalıkların da beyindeki epigenetik şebekede bir bozukluktan ortaya çıktığını gösterir. Batı Tıbbı’nın teknolojik gelişmeleriyle, Manyetik Rezonans
tekniğiyle, beynin görüntülerine ulaşılırken, beynin
de artık empatik sosyal bir organ olduğu kabul edildi. Çünkü duygularımız, düşüncelerimiz ve ötekilerle
olan ilişkilerimiz, beyindeki hormonal ve nöronal sistemi harekete geçirerek, diğer organlara da ulaşır.
Ekonomi, Batı Avrupa’nın eril,
toplumumuzda geçerli olan yang
yönelimli teorileri arasında yer bulur.
Böylece sistemde rekabet, yayılma ve
“katı teknoloji”, “katı bilim” oldukça
kabul görürken, Hristiyanlıkta günah
olarak kabul edilen gurur, bencillik
ve hırs da yavaş yavaş yükselen
bir değer olur.
Her şey ev ekonomisiyle başladı…
Ortaçağın sonlarında, felsefe ve siyasetten ayrı disiplin olarak görülen ekonomi, Batı Avrupa’nın eril,
toplumumuzda geçerli olan yang yönelimli teorileri arasında yer bulur. Böylece sistemde rekabet, yayılma ve “katı teknoloji”, “katı bilim” oldukça kabul
görürken, Hristiyanlıkta günah olarak kabul edilen
gurur, bencillik ve hırs da yavaş yavaş yükselen bir
değer olur.
Aslında, ilkel toplumlarda, ekonomi teriminin kökü
Yunanca oikonomia (ev idaresi) ilkesine dayanır; özel
mülkiyete Private (özel) sözcüğü komünal bir mülkiyete dayanan Latince privare (yoksun bırakmak)
sözcüğünden gelir. Özel mülkiyete herkesin refahına
hizmet ederse, hoşgörüyle yaklaşılır. Elbette ekonomi ve hoşgörünün bir arada olması zaman içinde sadece bir hayal olurken, bu komünal görüş yerini, özel
mülkiyet ve bireycilik anlayışına bırakır.
Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın yanı sıra on altıncı
ve on yedinci yüzyılda kapitalizmin doğması dünyadaki birçok dengeyi değiştirir. Martin Luther’in, Protestan hareketiyle doğan ve kendini yok edercesine
çalışmayı dünyevi bir erdem olarak kabul eden, “Protestan Çalışma Ahlakı”yla, toplumda yerleşen değer-
TSDE ki - Mayıs 2016
13
DOSYA KONUSU
ler ve güdüler kapitalizmin doğması için gerekli olan
temel duygusal dürtü ve enerjiyi sağlar. Max Weber’in bu görüşüyle, on altıncı ve on yedinci yüzyılda, geleneksel feodal sistemin çöküşüyle, on yedinci
yüzyılda Descartes ve Newton’dan oldukça etkilenen
Sir William Petty “modern ekonomi” nin kurulmasına öncülük eder. Petty’nin “emek değer teorisi”, onu
takip eden Smith, Ricardo ve Marx tarafından da benimsenir. Petty ve merkantilistlerle birlikte modern
ekonominin temellerinin atılmasına hizmet veren bir
diğer isim de John Locke’tır. Locke ile mülkiyet hakları, bireyciliğin yeni değerleri yükselir. Merkantilistlerle birlikte, “bir evin idaresi” anlamındaki ekonomi,
evin yöneticisi olarak görülen devletin eline geçer ve
“sosyal ekonomi” kavramı “modern ekonomi” kavramıyla yer değiştirir.
19. yüzyılda Engels, kapitalizm ile ataerkil değerler
arasındaki bağlantıya dikkat çekince Marksist nesiller onu izler.
Böylece “Klasik Siyasal Ekonomi” dönemi, Adam
Smith’in 1776’da Ulusların Zenginliğinin Doğası ve
Nedenleri Üzerine Bir Araştırma adlı kitabıyla resmen
başlar. Aynı dönemde de ekonomi, tarım ekonomisinden uzaklaşarak, buhar gücünün ve makinelerin
egemen olduğu Sanayi Devrimi’ne doğru yol alır.
Smith, görünmez el metaforuyla (laisser faire, laisser
passer; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) diye
ilerlerken ekonomideki dengeyi, Newton’un denge,
hareket yasaları ve bilimsel nesnellik kavramlarına
dayandırıyordu.
Kuşkusuz ekonomiyi de diğer bilimlerden bağımsız
düşünmemek gerekiyor. Thomas Malthus’un nüfusun yiyecek arzından daha hızlı artacağı şeklindeki
“kötümser” görüşünü kabul eden ve bunun ekonomide analizini yapan Ricardo, bu konuyu refah eko-
Yunan filozof Herakleitos’un
dediği gibi, “Karşıtlık uyum getirir.
Uyuşmazlıktan ahenklerin en
büyüğü doğar… Sağlığın güzelliği
hastalıkla, iyiliğin güzelliği
kötülükle, doygunluk açlıkla,
yorgunluk dinlenmeyle anlaşılır.”
TSDE ki - Mayıs 2016
14
DOSYA KONUSU
nomisi kavramıyla, bireysel ve toplumsal tercihler ve
matematiksel şemalar yardımıyla çözmeye çalıştı.
Amaç mevcut düzenin korunmasıydı.
Ekonomide başlayan reform hareketinin en önemli
isimlerinden John Stuart Mill, ekonomiyi üretim ve
servetin kıtlığı olarak tek bir konuyla sınırlarken toplumsal değerleri, örf ve adetleri, felsefeyi ve hatta sanatı da, ekonominin içine soktu.
Karl Marx, kapitalizmin eleştirisini yaptığı üç ciltlik
kitabı Das Kapital ile filozof olarak bir eylem felsefesi geliştirdi ve şöyle dedi: “Filozoflar, dünyayı çeşitli
yollarla yorumlamakla yetindiler; asıl sorun ise onu
değiştirmektir.”
Dünya ekonomisi on dokuzuncu yüzyıl sonları ve
yirminci yüzyılın başlarında, kapitalizmi sarsan Marksist teorileri doğrulayan “Büyük Depresyon”u yaşar. Daha sonra yönetimler toplumsal ve ekonomik
müdahalelerle kapitalizmin çarklarını bir kez daha
döndürmeye başlar. Bu müdahaleler de Keynes’in
teorisine dayanmaktadır. Bu dalgalanmaları ulusal
ekonomilerin bir parçası olarak gören Keynes, ekonomiyi mikro düzeyden makro düzeye ele alır. Ona
göre yatırımlarla istihdam artarken, tüketim mallarına da talep artacak ve toplam gelir düzeyi yükselecektir. Keynesçi ekonomi siyasal şartları, çokuluslu
şirketlerin büyük gücü gibi önemli ayrıntıları göz ardı
ederek geçerliliğini yitirir.
Ekonomide var olan bu Newton’un mutlak, sınırsız
mekân ve zaman kavramlarıyla büyüme olan tek
gerçeği, elbette ekolojik sorunlara hiç dikkati çekmedi. Hatta büyüme saplantısı iki zıt güç olan Sovyetler
Birliği ve Amerika’yı da birbirine öylesine yaklaştırır
ki, bu iki süper güçte, ister devlet eliyle, ister “özel”
çokuluslu şirketler tarafından, büyüme ve yayılma
evrensel tutkusuyla, Marx’ın deyimiyle, “halkın afyonu” olan büyümeyle, giderek birbirine benzer.
Bu büyüme tutkusunun geleceği noktada doğal kaynakların yok olacağını 1950’lerde öngören M.King
Hubbert, matematiksel kesinliğe ulaşarak, 1970’lerde Amerika’nın doğalgaz ve petrol üretiminin en
yüksek noktasına ulaşacağını ve daha sonra inişin
başlayacağını tahmin etmişti.
Bu tutkuyla giden insanlığı bugün bekleyen iki tehlike var: Doğal kaynakların yok olması ve hızla artan
nüfus. Bugün geldiğimiz noktada, kültürümüzü ele
geçiren bu katılığın, sadece bilimde değil, teknolojide de ortaya koyuyor. Bu teknoloji, bütüncül olmaktan çok, parçalı; işbirliğinden çok, yönetim ve de-
Marx’ın deyimiyle, “halkın afyonu”
olan büyümeyle, giderek birbirine
benzer. Ekonomide var olan bu
Newton’un mutlak, sınırsız mekan
ve zaman kavramlarıyla büyüme
olan tek gerçeği, elbette ekolojik
sorunlara hiç dikkati çekmedi.
TSDE ki - Mayıs 2016
15
DOSYA KONUSU
Bu çürüme döneminin ardından
dönüm noktası gelir. Uzaklaşmış
olan kudretli ışık geri döner.
Hareket vardır, ama zoraki
değildir… Hareket doğaldır,
kendiliğinden doğar… Bu nedenle
eskinin (yeniye) dönüştürülmesi
kolay olur. Eski bir kenara bırakılır
ve yeni benimsenir. Her ikisi de
zamana tabidir; bu yüzden hiçbir
zarar meydana gelmez.
ne yönelen Batı, hale, heal ve holy sözcükleri kadar
health (sağlık) ve whole (bütünlük) gibi İngilizce’ de
sağlam, tam ve sağlıklı anlamına gelen “hal” kökünden türeyen sözcükleri tanıdı.
netime dayalı; bütünleyici olmaktan ziyade kendini
kanıtlayıcı. Sonuç: Anti ekolojik, anti sosyal, sağlıksız
ve insanlık dışı.
“Küçük Güzeldir”
Peki, ne yapabiliriz? İngiliz iktisatçı ve filozof Dr. E. F.
Schumacher’in, Small is Beautiful (Küçük Güzeldir)
kitabında dediği gibi biz, “insan yüzlü bir teknolojiye” muhtacız.
Evet, yukarıda anlatılanlar, son yüzyılda dünyaya
damgasını vurmuş Batı’nın bugüne geliş sürecinin
küçük bir özeti. Ve bugün anlıyoruz ki, Doğu’nun bütünselliği, aslında yaşamımızın her alanında geçerli.
Yani ne ekonomi sırf rakamlardan, ne de teknoloji
ekolojik dengeden bağımsız olabiliyor. Kartezyen
anlayışın parçalı görüşü, günümüze eski ve yeni bütünleşmesiyle geldi; “sağlık” ile “bütünlük” arasında
bir bağlantı kuruldu. Doğu Tıbbı’nın bu bütünlüğü-
Bugün Doğu’nun Batı‘dan daha iyi olduğu söylenemez, aslında her ikisi de bir bütünün ana öğeleri.
Doğu ve Batı birbirine karşıttır ama dünyayı bütünler. Yunan filozof Herakleitos’un dediği gibi, “Karşıtlık
uyum getirir. Uyuşmazlıktan ahenklerin en büyüğü
doğar… Sağlığın güzelliği hastalıkla, iyiliğin güzelliği
kötülükle, doygunluk açlıkla, yorgunluk dinlenmeyle
anlaşılır.” Soyut, öznel, felsefe ve sanattan doğan bütünsel, hastanın kendi kendini iyileştirdiği, şifacının
yol gösterdiği Doğu Tıbbı karşısında somut, nesnel,
teknik bilimden doğan belirtisel, hastayı doktorun ve
tıbbın iyileştirdiği Batı Tıbbı. Birbirleriyle olan uyumu,
tıpkı bir aile içinde bağları ve duyguları kontrol eden
dişil karakterle; eylemi ve dışa dönük faaliyetleri gerçekleştiren eril karakterin gücünün birleşimi gibi. İkisinin uyumu ailenin güçlü yapısını ortaya koyar.
Umudumuz dünyanın, Doğu’nun bütünsel ve
bağlayıcı bakışıyla, Batı’nın uygulayıcı ve eyleme
yönelik tutumunun birleşimiyle dengeyi sürdürmesi yönünde… <
TSDE ki - Mayıs 2016
16
MEKANLARIN RUHU
Mario Levi’nin
İstanbul’u
Doğu-Batı arasında sıkışmış bir kent, İstanbul. Ve bu
şehr-i İstanbul’u yıllardır kelimeleriyle anlatan, İstanbul’u yüreğinin ta derinliklerinde hisseden yazar,
Mario Levi. İstanbul Bir Masaldı dedi, İstanbul Fotoğrafları dedi ve bize Pandispanya bile yaptı. Bugüne
kadar yazdığı yedisi roman on bir kitapta, onun cümleleri, gözlemleri ve hissettikleriyle; İstanbul da hüznüyle, terk edenleriyle, kavuşamayanlarıyla, komşularıyla, kadınlarıyla, aşkıyla var oldu.
Levi, en çok Kadıköy Yeldeğirmeni Kehribar Apartmanı’na bağlandı. 20 yıl yaşadığı apartmanda şimdi
sadece kitapları var. “Döneceğim bir gün kitaplarımın arasına, sadece yazmak için döneceğim” diyor.
Doğu ve Batı arasına sıkışmış şehr-i
İstanbul’u yıllardır kelimeleriyle
anlatan, İstanbul’u yüreğinin ta
derinliklerinde hisseden yazar...
“İstanbul Bir Masaldı” dediniz,
bu masal nasıl başladı?
1997 yılıydı sanırım. O yıllarda hayatımda değer verdiğim Norveçli bir kadın vardı. İstanbul’a gelmişti.
Biraz da turistik olması kaçınılmaz bir İstanbul gezisinde Galata Kulesi’ndeydik. Bir yaz akşamıydı ve
güneş battı batacaktı. Bilenler bilir, Galata Kulesi’nin
terasından Haliç çok güzel gözükür. O gün de bir
yabancı için adeta peri masalı görünümündeydi.
Gökyüzünde bir lacivertlik, hafif kızıllık deniz yine
bir başka renge bürünmüş, çivit mavisi gibiydi. Tarihi yalılar, şunlar bunlar derken fevkalade güzel bir
İstanbul manzarası vardı. Bir ara arkadaşım yalnız
kalmak istediğini söyledi. Ben de yalnız bıraktım onu
ve terasın arka tarafına geçtim. Arka taraftaki görüntü o kadar da güzel değildi. Orada birbirinin içine
girmiş birçok ev vardı. Kimilerinin gözünde zevkten
bütünüyle yoksun, köhne evler. Aniden beklemediğim bir olay oldu ve bir takım sesler duymaya başladım. Geçmişten gelen, hayalimdeki sesler. Bunun
farkındaydım elbette, kahkahalar, çocuk cıvıltıları,
şarkılar… Sanki tarih gözümün önünde canlanmıştı.
İstanbul Bir Masaldı’yı yazmakta olduğum günlerdi.
Aslında romanda bir hayli yol almıştım fakat gördüklerim başka bir ruh, başka bir derinlik kattı. Sonra ne
kadar doğru bir yolda olduğumu anladım. Neydi bu
TSDE ki - Mayıs 2016
17
MEKANLARIN RUHU
derinlik? “İstanbul’un özellikleri nedir?” diye sorsanız,
benim aklıma ilk gelenlerden biri tarih duygusudur,
İstanbul’daki derinliktir. Bu sebeple çok etkileyici ve
edebiyat açısından fevkalade esinleyici bir şehirde
yaşadığımın farkındaydım; bu çok özel bir deneyim.
Kokuların sizin için ayrı bir önemi olduğunu
biliyoruz. Peki, İstanbul nasıl kokuyor?
Kokular bambaşka bir konu. Aslında hayatımızda sanıldığından çok daha önemli bir yere sahip. Bizi geçmişe, tarihe, dolayısıyla da hayatımızın derinliklerine
bağlayan en önemli köprülerden biri… Bu söylediğim sadece bir yazar görüşü değil, aynı zamanda
bilimsel de. Hafızayı güçlendiren ve hafızanın derinliklerinde kaybolmuş gibi görünen bir takım duygu
ve olayları geri getirebilen en güçlü duyu, koku alma
duyusudur. İstanbul’un nasıl koktuğu nasıl bakmak
istediğine bağlı. Kimileri çok veciz bir şekilde “bok
kokuyor” diyebilir, yahu fazla romantik olmaya gerek
yok, “egzoz” kokuyor da diyebilir. Bunların hepsi de
doğru olabilir. Fakat ben şuna inanıyorum. Hâlâ çok
güzel kokuları var İstanbul’un. Hâlâ şehri benim gözümde yaşanılmaya değer kılan, hâlâ gizemli ve özel
kılan bir takım kokular… Meselâ bunların en güçlülerinden biri Kadıköy ve Eminönü iskelelerindeki balık ekmek kokusu. Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin
önünden geçerken yeni kavrulmuş ve yeni çekilmiş
kahve kokusu, Mısır Çarşısı’nda baharat kokusu. Büyükada’daki birçok kişinin hiç sevmediği at pisliği
kokusu…
İstanbul’un Doğu ve Batı dediğimiz yönlerinin bir arada olduğunu gösteren ayrıntılara girdiğimizde çok
farklı yerlere ait başka kokular da var. Sakızlı Paskalya
Çöreği kokusu -ki hâlâ Baylan bu çöreği en iyi yapan
yerlerden biri- hemen karşısında da Hacı Bekir’in çifte kavrulmuş lokum kokusu. İşte bunların hepsi bize
Doğu-Batı sentezini çok güzel anlatmaz mı?
“Hâlâ çok güzel kokuları var
İstanbul'un. Hâlâ şehri benim
gözümde yaşanılmaya değer kılan,
hâlâ gizemli ve özel kılan bir takım
kokular… Meselâ bunların en
güçlülerinden biri Kadıköy ve Eminönü
iskelelerindeki balık ekmek kokusu.
Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin
önünden geçerken yeni kavrulmuş
ve yeni çekilmiş kahve kokusu, Mısır
Çarşısı’nda baharat kokusu…”
TSDE ki - Mayıs 2016
18
MEKANLARIN RUHU
“Her şeyden önce ben bir İstanbul
anlatıcısıyım. İstanbul bir Masaldı’da
asıl amacım İstanbul’dan bir
masal çıkartmak değil, öncelikle
İstanbul'u anlatmaktı. Tarihiyle,
yaşanmışlıklarıyla ve tarihin
karanlıklarına gömülmüş ya da
gömülmek isteyen insanlarıyla,
duygularıyla…”
“İstanbul’un ‘batı’ya’ en yakın yarımadasında,
bir ‘yabancı’ olarak doğmak benim suçum
değildi… İstanbul’u bir masal gibi yaşamak da
benim suçum değildi…” dediniz.
İstanbul Bir Masaldı’da en sevdiğim cümlelerden biri.
Asıl amacım İstanbul’dan bir masal çıkartmak değil,
her şeyden önce İstanbul’u anlatmaktı. Tarihiyle, yaşanmışlıklarıyla ve tarihin karanlıklarına gömülmüş
ya da gömülmek isteyen insanlarıyla, duygularıyla...
Her şeyden önce ben bir İstanbul anlatıcısıyım. Bu
romanı oluştururken hayat serüveninden tabii ki çok
yararlandım. Mesela benim geniş bir ailem vardı. Anneannem dokuz kardeş; beş kız, dört erkek. Babaanne deseniz, o da öyle sayılır; iki kız iki, erkek. Bütün
bu yaşananların beraberinde getirdiği bir takım tanıklıklar var. Çocuksunuz ve o günlerde size bir hayli
yaşlı görünen büyük teyzeler, büyük dayılar, halalar
var. Çocukken ben onları yaşlı bulurdum, oysa benim
şimdiki yaşımdalar. Dolayısıyla aile büyük olunca arada husumetler, kırgınlıklar, barışmalar, beraberinde
getirdiği hikâyeler ve birbirinden söz etmeler, yakınmalar olabilir. Bir de bana şöyle hikâyelerle geliyorlar:
Bir evlilik yapıp da genç yaşında dul kalan bir büyük
teyze, kocası veremden ölmüş ama ailenin en küçüğü ve bir takım mental problemleri olan kız kardeş…
Aile tarafından biraz dışlanan, dışlandığı için de san-
ki inadına aileye kendini göstermek ve hissettirmek
için ailenin yüz kızartıcı bulabileceği şeyler yapan bir
kız kardeş... Tuhaf kıyafetlerle Nişantaşı’nda dolaşıyor. Onu tanıyorsun ama sen de çocuksun en nihayetinde ve ailenin etkisinde kaldığın için ona çok fazla yaklaşamıyorsun. Ailen sana “ne yaptın?” diyecek
diye korkuyorsun. İlerleyen yıllarda kadın ölmüş hatırasını bırakmış. Bir bakıyorsun ki bu anlatılacak bir
hikâye. Kendinden de bir şeyler ekliyorsun, hikâyeyi
daha derinleştirmek için uyduruyorsun. Artık çok
eski zamanda kaldığı için yaşananlar biraz da gerçek
dışı gibi geliyor, bir masala dönüşüyor… Belirli yaşa
gelmiş olanlar, ben bile, geçmişte yaşanan bazı güzellikleri örneğin İstanbul’un kıyılarından, plajlarından denize girmeyi artık bir masala dönüşmüş gibi
görüyorum çünkü anlatamazsın. Şişli’de otururken,
yaz aylarında Erenköy’e denize girmeye gittiğini nasıl
anlatabilirsin?
Benim kahramanlarım, 20. yüzyılın başında doğmuş,
sonlarına doğru 80-90 yaşına gelmişler; büyük değişimi, iki dünya savaşını, Kurtuluş Savaşı’nı görmüşler.
İki ayrı devlette yaşamışlar. Bütün bunlar görüldüğünde elbette bizim için bir masal oluyor her şey.
Masal anlatmak, hikâye anlatmak da aslında bir hayatta kalma çabasıdır. Tıpkı Şehrazat gibi...
TSDE ki - Mayıs 2016
19
MEKANLARIN RUHU
İstanbul yazarlara, şairlere ilham kaynağı olmuş.
Bir de bu açıdan baksak İstanbul’a.
İstanbul hüzünlü bir kent ama hareketi, eğlenceyi
vadeden taraflarını bir yana bırakmak koşuluyla. Neden esin kaynağı? Çünkü çocukluk, ergenlik döneminden size aktarılanlar var. Bunlar farklı deneyimlerin sonuçları. Mesela İstanbul’da üç kuşak boyunca
yaşamış ailelerin tamamında göç hikâyesi vardır. Ya
Kafkas göçü, ya Balkan, hiç yoksa Anadolu göçü vardır. Göç, topraklarını terk etmek, kayıp, yas demektir
ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Örneğin yazı atölyelerinde roman yazan öğrencilerimin çoğunda bunun
izleri var.
Kimisi Girit’ten göç eden anneannesinin hayat hikâyesine dalmış, kimisi bir savaş sonucunda İstanbul’a
gelen ailenin hikâyesine. Çünkü bu hikâyeler bir miras olarak bırakılıyor. Siz zaten buna benzer hüzünlü
hikâyelerle büyüyorsunuz ve zaman içinde bu hikâyeler sizin karakterinizi etkiliyor. Öte yandan yaşadıklarımız da var. Bireysel serüveni bir yana bırakalım.
Herkesle kucaklaşabileceğimiz hüzünlerimiz, acılarımız da oldu. Askeri darbeler gördük, deprem yaşa-
dık. Kendimizi ifade etmenin ya da aykırı düşünceler
taşımanın bize ne kadar pahalıya mal olabileceğini,
yasaklı kitap saklamanın ne kadar tehlike içerdiğini
gördüğümüz günler yaşadık. Bunların hepsi birer
acıydı. Erken ölümler, zamansız kayıplar gördük. Bu
acılar da gelecek kuşaklara kalacak. Yazarlar olarak
biz, bu olaylar duygusuyla kalsın diye romanlar yazıyoruz. Görmek, bilmek ve yüzleşmek bir terapi aslında. Terapiye bizim ne kadar katkımız olabilir? Ben
şuna inanıyorum: Birinci elden yaşanmış duygular
ve deneyimler mutlaka anlatılmalı. Karanlık Çökerken Neredeydiniz’de tam da bunu yapmaya çalıştım.
Gençlik yıllarımızın, 70’li yılların duyarlılığını vermeye çalıştım. İlerleyen kuşaklar, bu insanların başlarından neler geçmiş görsün istedim.
Romanlarda anlatılanlar, dönemin gazetelerine bakıldığında da ortaya çıkabilir ama mesele o değil. Ne
hissetmiş insanlar? Kendilerini nasıl bulmuşlar? Biraz
da bir tanıklığı yaşatmaya ve aktarmaya çalışıyorum.
İstanbulluluğu bir yazınızda “palamutların
yağlanması” olarak tanımlamışsınız.
Gerçekten nedir İstanbullu olmak?
Tarih duygusu… Galata Kulesi’nden başladık. Neve
Şalom Sinagogu’na giden yolu önümüze alırsak,
sağda hâlâ Bizans döneminden kalma surlar var. Her
“İstanbul hüzünlü bir kent ama hareketi,
eğlenceyi vadeden taraflarını bir yana
bırakmak koşuluyla. Mesela İstanbul’da
üç kuşak boyunca yaşamış ailelerin
tamamında göç hikâyesi vardır. Göç,
topraklarını terk etmek, kayıp,
yas demektir ve kuşaktan
kuşağa aktarılır…”
TSDE ki - Mayıs 2016
20
MEKANLARIN RUHU
an dokunabilir, elimizi koyabiliriz. Bu tarihe elimizi
koymak, hissetmek, İstanbul’un kültürünü, tatlarını,
kokularını, yemeklerini, dillerini bilmek, şehrin değerini bilmek demektir. Noel Bayramı’nı, Paskalya Pesa
Bayramı’nı ve Şeker, Kurban Bayramı’nı aynı coşkuyla, birlikte yaşamayı bilmek. Benim İstanbul’um böyle bir İstanbul, maalesef İstanbul’u böyle yaşayacak
çok az kişi kaldık.
Size Pandispanya Yaptım romanınızdaki gibi,
siz de “Alikobeni” çocuğuydunuz. Annesi
tarafından komşuya alikobeni almak için
yollanan çocuklardan...
Evet “alikobeni” yani “alıkoy beni” dönemin kadınlarının ne kadar zeki olduğunu gösterir. Çocukları
oyalamak amacıyla, evde pişen ne varsa verilirdi.
Kadın olmayı sadece çocuk doğurmak, bakmak, büyütmek olarak yaşamak zorunda kalan kadınların
aslında kendi içlerinde hayatı anlamlandırmak için
yaratıcı çözümler bulduklarını göstermesi açısından
muhteşem. Kadınlar diyorum. Bir gün birileri eserlerim hakkında inceleme yaparsa, gerçekten ilginç ve
etkileyici bulduğum kadınlarım olduğunu görürler.
Ortak tarafları var mı, emin değilim. Vardır mutlaka.
Belki ben hayalimdeki tek kadını ya da hayatımın kadınlarının beni etkileyen bileşkelerini yazdım. Kadın
kahramanlarım kesinlikle erkek kahramanlarımdan
çok daha güçlü, hiç çaktırmadan neler öğretmişler.
Boğazın sularını da ana rahmine
benzetmişsiniz…
Su çok önemli bir kavram, suyun içinde büyüyor ve
annemizin rahminden çıkıyoruz. En nihayetinde suyla yuğulup toprağa verileceğiz. Su deyince ana rahmi değer kazanıyor. Yurtdışı deneyimlerim oldu ve
“Hayatımın en büyük aşklarını
İstanbul’da yaşadım. Yaşadığım
aşklar bana yetiyor artık başka bir
aşk yaşamasam da olur. Bir yazar
olarak hep şunu merak ediyorum,
gördüğüm en son görüntü kim
olacak ve merak ettiğim diğer şey,
kuracağım son cümlemin
ne olacağı…”
her seferinde İstanbul’a dönmekten büyük mutluluk
duydum. Ben İstanbul’la öylesine bütünleştim ki, burada kendimi daha güvende, daha çok kendimi kendimde hissediyorum. Bizim en güvenli olduğumuz
yer de ana rahmi değil miydi?
Hüzün dedik, tarih dedik, Doğu-Batı dedik…
Aynı zamanda İstanbul bir sevda kenti, değil mi?
Hayatımın en büyük aşklarını İstanbul’da yaşadım.
Paris’te de yaşamak isterdim ama olmadı. Şu anda artık başka bir aşk yaşamasam da olur. Yaşadığım aşklar bana yetiyor. Onlarla da bir daha birbirimizi görür
müyüz, bilmiyorum. Bir yazar olarak hep şunu merak
ediyorum, gördüğüm en son görüntü kiminki olacak
ve merak ettiğim diğer şey kuracağım son cümlemin
ne olacağı...
Ne olabilir biliyor musunuz: Şaka yaptım! <
Mine Türkili
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Mayıs 2016
21
SÖYLEŞİ
“Yazıyla terapinin uç noktası,
kendi yaşadıklarını alıp bir
romana ya da öyküye çevirmek.
Önce bir yazı kusuyor, sonra
kendi hayatını yaşıyor, onu
süslüyor, içine arada kurgular
ekliyor veya bir başka karakter
yaratıp onu konuşturuyorsun.”
“Ruhunun çatladığı yerden YAZ...”
· YEŞİM CİMCOZ KİMDİR?
“Yazarak Hafifleyin” ve “Şifayı Beklerken” kitabının yazarı. George Mason Üniversitesi Yaratıcı
Yazarlık ve Edebiyat mezunu. Bilkent Üniversitesi’nde dil eğitimi üzerine master yaptı. 2012
yılında, yazmak isteyen, yazı alanında büyümek,
gelişmek, öğrenmek, pratik yapmak isteyen herkese açık bir mekân olan “Yazı Evi”ni kurdu. 13
yıldır şifa ve yazarlık üzerine eğitimler veriyor.
Moda’da tarihi bir mekândayız, kelimelerin, öykülerin
kokusu ahşabın kokusuna karışmış. Roman, öykü, senaryo ya da terapi… Sadece yazılıyor. Yeter ki sözler
kâğıda dökülsün. Yazı Evi’nin kurucusu Yeşim Cimcoz,
“Kafamdaki sesleri, diyalogları susturmak için, adeta
zehir akıtmak için yazdım, ne yazdığımın hiç önemi
yoktu,” diyor. İngiltere, Nijerya ve Amerika’da farklı kültürler, kentler arasında geçen bir dönemde, gerçekten
de anlatacak çok şey biriktirmiş. Köklenememiş yıllarca. “Kök salarsam, diğer kimliğimi kaybedeceğim diye
korktum ama korkmaya gerek yokmuş çoğalıyormuşsun sadece. Kök salarak özgürleştim; evlendim, çocuk
doğurdum ve Yazı Evi’ni açtım,” diyor Cimcoz.
TSDE ki - Mayıs 2016
22
SÖYLEŞİ
Yazıyla terapi yapıyorsunuz,
bir nevi günlük tutmak gibi mi?
Yazıyla terapide hep şu söyleniyor: “Ben kendime
günlük tutacak ve kimseye de bunu sunmayacaksam niye derse geleyim? Niye dilimi düzeltmek isteyeyim? Kurgu yapmayı öğreneyim?” Yazının terapi
olduğu alanlar çok farklı, bir tanesi içindekini kusmak. Çaresizlik sürekli gündemde tutulursa, zamanla depresyon ve umutsuzluğa sebep oluyor. Kendi
hayatımda neler olduğunu yazarsam, duygudan
uzak kalabiliyorum. Ama metafor kullanarak, dilimi
şıklaştırarak kendimi okurken bir roman okuyorum
diyebiliyorsam, dil orada terapi yerine geçiyor. Yaşadıklarımızı yazarak anlamlandırıyoruz. Bunu kuru
bir dille yaparsak, duyguyu aktaramayız, yazdım
gitti olur. Örneğin benim bir çalışmam var, ”Fırtınayı
anlat” derim, yani şu an hayatın fırtına gibiyse problemini değil, fırtınayı anlat. Fırtınanın soğukluğunu
duyabiliyorsan, tekrar okurken o soğukluğu hissedip, kendine izin vermiş oluyorsun. Yazıyla terapinin
uç noktası, kendi yaşadıklarını alıp bir romana ya da
öyküye çevirmek. Önce bir yazı kusuyor, sonra kendi
hayatını yaşıyor, onu süslüyor, içine arada kurgular
ekliyor veya bir başka karakter yaratıp onu konuşturuyorsun. Onların hepsinde dil çok önemli, kelimeler
epey güçlü. Ne dersen onu çağırırsın gibi duyguları
sevmiyorum, söyleyen kişiye gereksiz bir suçluluk
yüklüyor. O zaman kanser olan birisi de, “Ben çağır-
dım,” duygusuna kapılıyor. Şuna inanıyorum, güzel
konuşursan güzel şeyler gelmeye başlıyor, hep olumsuz konuşursan da, olumsuz şeyler. Bence yazıyla terapinin en güzel yanı, ağır yazabilmek. Örneğin ben
ağır bir insan değilim ama yazarken çok karanlık yazarım. Oya Baydar, “Umut vermeyeceksiniz yazmayın,” diyordu. Evet, Baydar hep karanlık yazıyor, dili,
tasvirleri, metaforları da öyle. Ama karanlığın içine o
kadar güzel bir umut koyuyor ki, bunu da dil becerisiyle yapıyor. Sadece hikâye değil, dil becerisi. Bazı
kelimeler zihnimizde başka şeyler uyandırıyor. Yani
yazarın, “Bir kadın sandalyeye oturdu,” demesiyle, “Bir
kadın sandalyeye çöktü,” demesinin zihinde yarattığı
etki çok farklı.
Karanlık yazmayı yazarın mutsuzluğu,
travmaları, depresif ruh hali mi sağlıyor?
Herkes atölyeye, “Kendimi yazmayacağım,” diye gelir;
ben de, “Gelmeyin o zaman, “ derim. Çünkü kendinden geçmedikçe yazılmaz. Feridun Andaç, “Öykücünün Kitabı”nda, İnci Aral’ın bir öyküsünden söz
ediyor. Öykü, babanın kendisini asmaya çalıştığı bir
sahneyle başlıyor. “Kendimi bu zerdali ağacına asacağım” diye ilerleyen babanın ayaklarına kapanan çocuk ve sinirli bir şekilde elini bulaşıktan çıkarıp, adama dönerek, “Çocuğun yanında yapma bunu,” diyen
bir anne… Kısacık yazıda, baba sürekli bunu yaptığı
için kadının artık bıktığını anlıyoruz ve sahnedeki tek
“Kök salarsam, diğer kimliğimi
kaybedeceğim diye korktum ama
gördüm ki, çoğalıyormuşsun sadece.
Kök salarak özgürleştim;
evlendim, çocuk doğurdum
ve Yazı Evi’ni açtım.”
TSDE ki - Mayıs 2016
23
SÖYLEŞİ
kurban çocuk… Bir sonraki paragrafta anlıyoruz ki,
baba genç yaşta kötürüm kalıyor, dili peltek ve bacağı aksıyor. Karısını çok kıskanıyor, sürekli ilgi istediği
için de bu yola başvuruyor. Bir gün, çocuk babasıyla
evde yalnızken adam ipin ucunu düğümleyip boynuna geçiriyor, zerdali ağacına gidiyor, çocuk yalvarıyor, ayaklarına kapanıyor ve adam vazgeçiyor. İnci
Aral o günü şöyle anlatır: “İşte o gün, ruhumda bir
şey çatladı ve ben, nevrotik sorunlu bir kadın olduğumu, yıllar sonra o parçaları toparladığımda fark
ettim. Ruhumuz bir yerde çatlamıştır, büyük ya da
küçük, çatladığı yerden yazacaksın. Ruhun nerede
çatladı, hangi olay ya da olaylarda çatladı, oradan
sızmasına izin verirseniz, hem şifa olur, hem de muhteşem yazılar çıkar.”
Kişi, yazarak kızgınlıklarını azaltıyor,
bağışlıyor mu?
Şifa ile yazının arasında hem büyük bir bağ hem de
büyük bir uçurum var. Şifada affetmek, iyileşmek ve
bırakmak istiyoruz, edebiyatta öfkemizi de yaşatmak
isteriz. Kâğıdın üstünde de yaşatalım. Onun için Baydar’ın dediği önemli, “Yaşat ama içinden bir umut
çıkararak çık o kitaptan.” Oysa birçok kitap, sana bu
duyguyu yaşatıyor ve öylece bırakıyor. Ben şifa çalış-
“Herkes atölyeye, kendimi
yazmayacağım diye gelir; ben de,
gelmeyin o zaman" derim. Çünkü
kendinden geçmedikçe yazılmaz.”
malarında şunu fark ettim: “Yazmak, hayatı ısırmakla
ilgili, kıtır kıtır yiyorsun hayatı, acısıyla, mutluluğuyla…” Şifada niye öyle yaptığını anlamam gerekiyor.
Bence bir taraf aşırı kötü, öbür taraf iyi. Ben ikisinin
ortasındaki yeri şifa olarak görüyorum. Bu dünyada
yaşıyorum. Bombalar patlıyor ve daha birçok tatsız
olay yaşanıyor. Her gün çocuğumu okula götürüyorum. Korkma demekle olmuyor, her şeye hazırlıklı
olarak yaşamak önemli. Onun için de, o aradaki yerden yazmak gerekiyor.
Teslim olmayı, affetmeyi becerebilmeliyiz. Okur da
hissetmeli. Kitabı bitirdiğinde okur da affetmeli. Roman ya da öykünün kurallarından biri de, hiç bir karakteri tam iyi ya da tam kötü yazamayacak olman.
Örneğin; babana kızgınsın ve baba karakterini kitapta sürekli kötü bir adam olarak anlatıyorsun. Bir
TSDE ki - Mayıs 2016
24
SÖYLEŞİ
süre sonra okumam ben o kitabı. O senin için kötü
bir adam olabilir ama dışarıdan bakana zorla onun
bu karakterde olduğunu düşün diyemezsin. Kendi
gerçekliğinde görerek anlatmak önemli. Onun sana
yaptıklarını affetmek, aslında onun sana yaptıklarını taşımamayı seçmek demek. Affetmek, “Seni artık
onaylıyorum,” demek değildir. “Onaylamıyorum “ demek bana iyi gelmez. Bu dünya düzleminde bugün
bana etkileri bambaşka olabilir.
Peki, acı ya da travma bize ait değilse. Örneğin
Hakan Günday Daha’da, insan kaçakçılığına dair
“Sadece yarayan yerimi yazdım” dedi.
Acıyı, travmayı anlatan bir kitabı yazmak için acıyı yaşamamız gerekmiyor. Bence insanlar çok ciddi bir ağ
ile birbirlerine bağlılar; Jung’un “kolektif bilinci.” Ben
herkesin yaşadığı duyguyu ortak bir duygu olarak
taşıyorum. Sadece onu kendi çerçevemde anlatmayı
öğrenmem lazım. Onun teknikleri bile var: “Sınırları
oluşturmak.” Benim hayatımda ben nerede bitiyorum, başkası nerede başlıyor. Sınırları bilmediğim bir
dönem var aslında, oğlumun doğumuyla iyice arttı.
2,5 senedir dip dibeyiz. Geçenlerde bir yuvanın oyun
grubuna götürdüm, haftada iki gün, birer saat. Amacım onu bırakıp yakınlarda bir cafe’de, kitap okuyup
yazı yazmak. Oğlumu bıraktım ama gidemedim. Yuvanın dışında bir çay bahçesinde sürekli saate bakarak okula baktım. Aynı satırı üç defa okudum, zaman
bitti, geri döndüm. Bir kadının kucağında kahkahalar
atarak indi merdivenlerden. Çok sinirlendim, aldım
ve eve gittim. Bensiz iki saat yaşadı. Oradan şu sonucu çıkardım, şarkıda söylendiği gibi: “Alışmak sevmekten daha zor.”
Sonra, başka bir gün, gazete haberlerine bakarken,
bir kadının sokakta dayak yediğini, polise gittiğini
ama polislerin kadını tekrar kocasına teslim ettiğini
okudum. Dedim ki: ”Ben hayatımda hiç dayak yemedim. Bunu anlatabilir miyim?” Dayak olayını, oğlum
Yusuf’la yaşadığım hikâye üzerinden çok güzel anlattım. Yusuf’la anımı, bütün ayrıntıları ve duygularıyla
yazdım. İniş-çıkışını ve duygularını tuttum, gerçek
hikâyeyi çektim içinden. Sonra aynı hikâyeyi diğer
hikâyeye kurguladım. Dayak yiyen bir arkadaşıma
okuttuğumda, ”Nasıl bu kadar gerçekçi yazdın,” dedi.
Çünkü saat üçte ben deprem oluyor diye paniklerdim, onun yerine o kadını kocası dürtüyor saat üçte.
“Şifa ile yazının arasında hem büyük
bir bağ hem de büyük bir uçurum
var. Şifada affetmek, iyileşmek ve
bırakmak istiyoruz, edebiyatta
öfkemizi de yaşatmak isteriz.
Kâğıdın üstünde de yaşatalım.”
TSDE ki - Mayıs 2016
25
SÖYLEŞİ
“Git, çay koy,” diyor. Normalde yazarken bu aklıma
gelmezdi. Sonra adam bir şeyden yakalandı. Orada
Yusuf ile adam arasında bir bağlantı kurdum. Yusuf
nasıl yuvaya gitti, adam da hapishaneye. Normalde
ben bunu kadın kurtuldu diye yazardım. Oysa bu
dürtüyü Yusuf’tan biliyorum. Nasıl ki ben yuvanın
önünde bekledim, Yusuf yuvada olsa bile rahat edemedim. Aynı şey bu kadın için de geçerli. Kadın, hâlâ
beş kap yemek çıkarıyor, hâlâ sabahın üçünde uyanıyor, hâlâ arkadaşlarıyla sokağa çıkınca beşe doğru, “Ben eve gitmeliyim,” diyor. Çünkü hiçbir neden
olmasa bile eve gitme dürtüsü çok tanıdık. Onu alıp
oraya monte etmek önemli. Mesele ortak duygularımız olduğunu, tek değil bir sürü insan olduğumuzu algılamaktan geliyor. Tıpkı mantarların da bütün
dünyada birbirleriyle iletişim kurması gibi. Öyle ki,
mantarların bu bağlantı için incecik ağları varmış.
Atölyede yazmak üzerine yapılan çalışmalar
arasında, bir de “kahramanın yolculuğu” var.
Nasıl bir çalışma bu?
“Kendi romanının kahramanı mısın? Yoksa başka bir
romanın yan karakteri olarak mı yaşıyorsun? Ken-
“Atölye çalışmalarında, “Fırtınayı
anlat” derim yani şu an hayatın
fırtına gibiyse problemini
değil, fırtınayı anlat. Fırtınanın
soğukluğunu duyabiliyorsan, tekrar
okurken o soğukluğu hissedip,
kendine izin vermiş oluyorsun.”
di romanının kahramanıysan, yazdığın hikâyeden
memnun musun? Bu hikâyeyi değiştirmek istiyorsan
seni engelleyen ne? Hangi “canavarlarla” savaşacaksın? Sonunda iksir ne? Hangi iksiri alıp geri döneceksin? Çünkü geri dönmen gerekiyor. Ve yeniden hangi
hikâyeyi yazmak istiyorsun?”
Yazmakla yaşam enerjisi “chi” arasında da
bir bağlantı kurmuşsunuz…
Evet, bedeni açtığın anda enerji bir şekilde geliyor.
Yogada bedene, şifada ise ruha odaklanıyoruz. Aslında bana göre chi boş oturduğunuzda, gerçekten
bırakabildiğinizde geliyor.
O zaman boş yazdığımızda mı gelecek chi? Bize
iyi gelen kelimeler de olsa gerek…
Mevsimleri, onların çağrıştırdıklarını, doğumu, elementleri yazarsak onlarla ilgili çalışırsak, o enerjiyi
çağırmaya başlıyoruz. Çünkü chi enerjisi doğada çok
güçlü bir şekilde var. Doğaya çıkamasan bile ağacı
yazarsan, o enerjiyi kendine çağırıyorsun. Ağacın
gücü ve güveni temsil etmesini istiyorum diye çalışırsan, o duygu gelebiliyor. Belki de en güzel çağırma yolu her gün serbest yazmak, zihni boşaltmak...
Yazı patatesle başlasın ama çorapla bitsin. Bir şey
TSDE ki - Mayıs 2016
26
SÖYLEŞİ
“İnsanlar iyileşmek için değil, konfor
alanını geliştirmek için geliyor,
sana anlattıkça büyütüyor o alanı.
Madalyalarını seriyor önüne, ”Bak bu
yaralarım var,” diyor. Ne kadar yaralı
olduğunu söyleme derdine düşüyor.
Yazıyla terapiye gelen kişi yazıyı
kendine bir araç olarak seçiyor.”
ve renkte gördükten sonra yazabiliyorum. Mandala
ve rüya… Bir buçuk senedir rüyalarımla ilgili konuşuyorum. Onların neyi sembolize ettiğini görmek bana
çok iyi geliyor. Bir öykü yazıyorsak aslında rüyalarımızı yazıyoruz. Rüya üzerine bir kitap okumuştum,
özünde sorusu şuydu: “Uyurken mi rüya görürsün
uyanıkken mi?” Hep kafamı kurcalamıştır, aslında yazarken rüyayı davet ediyoruz. Rüyalarımızı önemsemiyoruz. Hayata da rüyaya baktığımız gibi sembolik
bakarsak, çok şey anlattığını görürüz. Hele terapi olacaksa… Sembolik baktığında problemi senden uzak
tutuyorsun.
anlatmaya çalışma, sadece zihninin var olmasına izin
ver. Chi, boş bir kanal olduğunda geliyor, bunun için
de boş yazmak, bir anlam ifade etmeye çalışmadan
yazmak gerek. Keşif sürecinde olmak demek. Öykü
yazacağım diye çabalarsan yaşam enerjisini getiremezsin. Zihnimdeki kelimeleri kovalarsam, boşluğa
düşerim, boşluğu da chi doldurur.
Rüyalar ve mandala da sizin atölyelerinizde
önemli bir yer tutuyor.
“Dün akşam rüyamda” diye yazmaya başlıyorsun ve
uyduruyorsun, saçmalama hakkı veriyorsun kendine. Ya da bir dünya problemi, sonra bir rüya daha ve
kişisel bir problem yazıyorsun. Bu olguların arasında
ortak bir tema buluyor ve o temayı sembolize eden
nesne ya da şekli yazıyorsun. Örneğin özgürlükle ilgiliyse kelebeği anlatıyorsun.
Kelimelerin yetmediği yerde renk ve şekilleri konuşturup onları yazıya dökebiliyorum. Aslında farkında
olup, farkında olduğumu bilmediğimi de, bir resim
İnsanlar neden geliyor Yazı Atölyesi’ne?
İnsanlar iyileşmek için değil, konfor alanını geliştirmek için geliyor, sana anlattıkça büyütüyor o alanı.
Madalyalarını seriyor önüne, “Bak bu yaralarım var,”
diyor. Ne kadar yaralı olduğunu söyleme derdine
düşüyor. Yazıyla terapiye gelen kişi yazıyı kendine
bir araç olarak seçmiş demektir. Bu sebeple yazıyla
terapide hiç yorum yapmam.
Örneğin “Bir valiz getirdiniz, bütün hayatınızı içine
koydunuz” derim. Senin o gülüşünü üstteki cebe
koyduğum gibi metaforlar da eklerim. Sonra katılımcılara ne hissettiklerini sorarım, kişi farklı duygularla
ve yepyeni bir perspektifle, diretilmeden, hiç fark etmeden iyileşme sürecine girer, yazmak içinizdeki öfkeyi ve şiddet duygusunu da ortaya çıkarabilir. “Neyi
hatırladın?” derim. Belki de yanıt şu olur: “Öfkemi
yaşama izni buldum ve bu duyguma kimse karışmadı. Öyle ki ben, sonuna kadar masada öfkeli oturma
hakkına sahiptim.” <
Mine Türkili
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Mayıs 2016
27
EDEBİYAT
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü
zaman, ayarı insandır...”
-Ahmet Hamdi Tanpınar
II. Mahmut döneminde başlayan yenileşme hareketleri Tanzimat döneminde yoğunlaşır ve toplumsal
yaşamın bir parçası haline gelir. Batı’nın edebiyatına,
müziğine, düşünce sistemine yönelen sanatçılarımız
ve aydınlarımız bir yandan da Doğu kültürünü daha
sistematik bir bakış açısıyla değerlendirmişlerdir. Tarih, toplum, edebiyat, düşünce, müzik ve bilim gibi
konular yeniden ve derinlemesine irdelenip, tabu
olan birçok şey ele alınıp sorgulanmıştır. Bu gelgitleri
tabii ki belli bir buhran ortamını da hazırladı. Siyasi,
sosyal, kültürel sonuçları da tartışıldı ve hâlâ tartışılmaya devam ediyor ancak Türk romanı da bu buhrandan nasibini almış DOĞU-BATI uygarlıkları arasında bocalamıştır.
“Batılılaşma” ,”Doğu-Batı çatışması”, “yanlış Batılılaşma”, “Doğu-Batı çelişkisi” üst başlıklarıyla Tanzimat
romanından günümüz romanına kadar başat konulardan biri olmuştur. Ahmet Mithat’tan, Recaizade
Mahmut Ekrem’e, Halit Ziya’dan Yakup Kadri’ye, Ah-
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
yazdığı “Saatleri Ayarlama
Enstitüsü”, Doğu-Batı arasında
modernlik ve geleneksellik
arasında kalmış toplumumuzu
en iyi anlatan eserlerden biridir.
1961 yılında yazılan romanda,
toplumun değer karmaşası ve
yaşadığı travma ironik bir dille
anlatılırken ne Doğu ne de Batı
dışlanmıştır.
TSDE ki - Mayıs 2016
28
EDEBİYAT
Onun romanlarını salt "Doğu-Batı"
çatışması düzleminde irdelemek
gündelik tartışmalara indirgemek
olur, ki bu da Tanpınar'ın aydın
kimliğine, entelektüel duruşuna
saygısızlık olur…
met Hamdi’den, Kemal Tahir’e, Peyami Safa’dan Atilla
İlhan’a, Oğuz Atay’dan Orhan Pamuk’a kadar yazarlarımız bu başat konuyu farklı bakış açıları, farklı edebi
anlayışları ile eserlerine taşımışlardır.
Türk romanındaki “Batılılaşma” sorunsalını ele alırken
aslında yukarıda saydığım bütün yazarları ve eserlerini de derinlemesine incelemek bu konunun Türk
romanındaki yerini ve önemini anlamak için gerekli
diye düşünüyorum.
“Bir romancı, bir insandır; fakat bütün bir kalabalığı,
bütün bir müstakbel insanlığı kafasında taşıyan insandır.” “Türk hikâyesinin değişebilmesi için ferdin
kıymetlenmesi lazımdı. Modern roman ferdin üzerinde döner,” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bizde
Batılı anlamda modern romanın ilk temsilcisi olmasından dolayı yeri apayrıdır.
Ahmet Hamdi’nin çocukluk ve gençliği imparatorluğun en sancılı dönemine rastlar; yeni bir devletin kurulma aşamasına, Batılılaşma çabalarına ve toplum
hayatındaki yansımalarına tanıklık eder. Bir yandan
Schopenhauer ve Nietzsche gibi Batı’yı da derinden
etkilemiş felsefecileri okurken, bir yandan da Freud
ve Bergson okuyarak bilinçaltı, rüya ve zaman konusunda kendini derinleştirir. Roman türünde ise
Dostoyevski, Virginia Woolf, James Joyce ve Marcel
Proust okur. Ancak o, Rönesans ve Reform hareketlerini tamamlayarak pozitivist düşünceyi yaşamın
her alanına yayarak “modern olmayı” içselleştirmiş;
Batı’nın karşısında Osmanlı Devlet adamlarının, bu
uzun süreci göz ardı ederek eskiyi reddetme ve yeniyi olduğu gibi alma yanılgısına düşmez. O, bir yandan da gelenekten kopmayarak Fuzuli okur, Dede
Efendi dinler. Eskiyi ve yeniyi okurken ya da dinlerken etkilenmez, onlardan zevk alır. Yani köklerinin
ona sunduğu değerlerin kıymetini bilir; yaşamına
yenilik için yer açar.
TSDE ki - Mayıs 2016
29
EDEBİYAT
Bergson’un süre kavramından etkilenerek akıp giden zaman yerine yaşanan zamanı koyar ve estetik
anlayışını da bölünmez bir bütün olan zaman üzerine inşa eder. Tanpınar’a göre zaman “Yekpare geniş
bir an” ve “Parçalanmaz bir bütün”dür. Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eserini bu bağlamda irdelemek
gerekli diye düşünüyorum.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, dört bölümden oluşuyor:
Büyük Umutlar
Küçük Hakikatler
Sabaha Doğru
Her Mevsimin Bir Sonu Vardır
Bu bölümlerde Hayri İrdal’ın çocukluğu, yetiştiği sosyal çevre, gençlik yılları, sosyal ve siyasi değişimlerin
birey üzerindeki etkileri ağır bir dille ama akıcı bir
anlatımla, diğer romanlarından farklı olarak ironik bir
biçimde ele alınır. Aydın sınıfının içinde bulunduğu
durum iç-dış, gelenek-modernleşme, eski-yeni gibi
kavramlarla yoğun imgesel bir dille ifade edilir.
Romanda kullanılan SAAT hem bireyin hem de toplumun içsel ve dışsal zaman algısıdır. Tanpınar bu
romanında zamana, bireye ve topluma yönelik gözlemler yapar. Taraf seçmez. Onun duruşu tam bir
aydın duruşudur. Bu yüzden onun romanlarını salt
Doğu-Batı çatışması düzleminde irdelemek gündelik
tartışmalara indirgemek olur, ki bu da Tanpınar’ın aydın kimliğine, entelektüel duruşuna saygısızlık olur
diye düşünüyorum.
“Beni tanıyanlar öyle okuma yazma işleriyle büyük
bir ilgim olmadığını bilirler” diye başlayan roman,
Türk aydın sınıfının en büyük eksiğinin tespitini de
en başta ortaya koyarken, zaman karşısında aldıkları
tutumları da dört saat üzerinden simgeleştirir ve var
olan durumu hicvederek ortaya koyar.
Romanda kullanılan SAAT
hem bireyin hem de toplumun
içsel ve dışsal zaman algısıdır.
Tanpınar bu romanında
zamana, bireye ve topluma
yönelik gözlemler yapar.
Taraf seçmez. Onun duruşu
tam bir aydın duruşudur.
TSDE ki - Mayıs 2016
30
EDEBİYAT
ZAMAN-SAAT-İNSAN sarmalını “toplum” “aydın” konumları üzerinden belirleyen;
Birinci Saat: MÜBAREK
”Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir yekpare gibi başıboş, dalgın
dalgın bir yürüyüşü vardı” diye romanda anlatılan
Mübarek dini, kendine özgü bir zamanı niteleyen
Seyit Lütfullah, Abdülselam Bey ve Aristidi Efendi’nin
görüntüsünde, kıraathanelerde, simya deneyleriyle
varlığını ortaya koyar.
İkinci Saat: MASA SAATİ
“Bu saat birincisi gibi dini veya uhrevi değildi. Tam
aksine olarak laik bir saatti. Hususi zembereği kurulunca saat başlarında o zamanın çok moda olan bir
türküsünü çalardı” diye anlatılan masa saati Halit
Ayarcı ve Dr. Ramiz, Hayri İrdal, Selma, Pakize gibi ete
kemiğe bürünmüş modaya düşkün karakterlerle, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ve İspritizma Cemiyeti,
Psikanaliz Cemiyeti, Saat Sevenler Cemiyeti’nde varlığını sürdürür.
Üçüncü Saat: KOYUN SAATİ
“Pusulalı kıblenümalı takvimli, alaturka ve alafranga,
mevcut ve gayri mevcut bütün zamanları sayan acayip bir saatti” diye söz edilen bu saat ise Nuri Efendi
ve Ahmet’in şahsında kimlik bulur.
Dördüncü Saat: MUAADDEL
Bu saatler Nuri Efendi’nin tamir ettiği saatlerdir. Çünkü bu saatlerde zemberek, tulumba, çarklar her biri
ayrı fabrikalardan, ayrı işçilikten gelmiş olurdu. Bu
cinsten bir saati eline alıp da evirip çevirirken “ne kadar bize benziyor... Tıpkı bizim hayatımız!” der Nuri
Efendi.
Yazar dört farklı saat üzerinden modernleşme sürecinde gösterdikleri tutuma göre, dört farklı aydın
tipini ortaya koyar. Ayrıca bu dört saat üzerinden “zaman”ı, kültür-uygarlık farklılığı olarak da çözümler.
Hayri İrdal’ın yaşamı ve kişiliği ironik bir dille anlatılırken onun çevresinde olup biten her şey hicvedilir.
Hayri İrdal; önyargılı, içe kapanık, geleneksel ama
bir yandan da Batılı değerleri sorgular. Bütün sorgu-
Yazar romanda, dört farklı saat
üzerinden modernleşme sürecinde
gösterdikleri tutuma göre, dört
farklı aydın tipini ortaya koyar.
Ayrıca bu dört saat üzerinden
“zaman”ı, kültür-uygarlık farklılığı
olarak da çözümler.
TSDE ki - Mayıs 2016
31
EDEBİYAT
lamalarına rağmen bu değerleri olduğu gibi kabul
eden biridir. Hayatını iki bölüme ayırır: Halit Ayarcı
öncesi ve sonrası. Halit Ayarcı öncesi Hayri İrdal, bir
anlamda zamana sahip olan saat ustası Mukavvıt
Nuri Efendi’nin yanında çalışandır. Halit Ayarcı sonrası ise artık o işi ve yaşamı zamana uydurmaya çalışan
bir kurum olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndedir.
Hayri İrdal ve bu kurum zamanı algılayışta bir dönüşümü imler. Bu kurum aslında bütün bu dönüşümün
yarattığı yabancılaşmanın birey ve toplum üzerindeki etkisinin kurumsallaşmış halidir.
Tanpınar modernleşme sürecini dört farklı saat üzerinden irdeler. MUADDEL SAAT ise başka fabrikalardan gelen farklı saatlerin parçalarından oluşur. Bu da
modernleşme sürecinde yeniliği içselleştiremeyen,
Batı değerlerinin geçmiş-gelecek sentezini doğru
anlamayan, şimdiki zamanı kaçıran Türk aydınının
simgesidir.
Üçüncü saat, var olan ve var olacak bütün zamanlara
sahiptir. Burada Tanpınar, Bergson’un etkisiyle süreklilik kavramını ortaya koyar. Muvakkıt Nuri Efendi
geçmiş, Hayri İrdal’ın oğlu Ahmet ve kızı Zehra ise
gelecektir. “Yekpare, geniş bir an”ın gelecek ayağını Ahmet ve Zehra ile görünür kılar. Nuri Efendi ise
Meşrutiyet’in ilanından sonra ayarsız saat görme korkusuyla sokağa bile çıkmaya korkar. Yüzyıldır süren
bu yenileşme gayretleri bir türlü kendi ayarını bulamamıştır.(Aynı hayal kırıklığını Tevfik Fikret’in Han-ı
Yağma adlı şiirinde görürüz.) Oysa modernleşmek
bir süreç işidir; bu süreci Fuzuli’ye, Şeyh Galip’e, Dede
Efendi’ye, Itri’ye sırtımızı dönmeden- hatta yaşadığı
dönemlerden daha fazla irdeleyerek
yerkürenin neresinden gelirse gelsin
“yeni”ye de kapılarımızı kapatmadan
insanlığın ortak uygarlığı içinde yerimizi bulabiliriz.
Onun romanlarını salt
“Doğu-Batı” çatışması
düzleminde irdelemek
gündelik tartışmalara
indirgemek olur, ki bu da
Tanpınar’ın aydın kimliğine,
entelektüel duruşuna
saygısızlık olur…
TSDE ki - Mayıs 2016
32
EDEBİYAT
Tanpınar, maden buradadır, ancak bizim eksiğimiz, o
madenden Batılı gibi pırlanta yapamıyoruz, diye bir
saptama yapar. Türk Dil ve Tarihi üzerine derinlemesine araştırmalar yapan ve yaptıran Mustafa Kemal
belki de bu madene ilk kez gerçek değerini vermiş;
ta Eski Türklerde var olan ancak zamanla unutulan
kadının değerini Cumhuriyet Türkiyesi’nde seçme ve
seçilme hakkı olarak pırlantaya çevirmiştir. Aynı şekilde Abbasi halifesi ile Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey
arasındaki din ve devlet işlerinin paylaşımı belki de
adı henüz konmamış laik sistemin muştusuydu. Bu
örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Geçmişi reddederek
yeniyi kuramayacağını bilen, bir yandan Zeybek oynayan bir yandan da bir Viyanalı kadar iyi vals yapan,
bir yandan senfoni dinlerken bir yandan da Safiye
Ayla’dan klasik Türk sanat müziği dinlemekten zevk
alan Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği “muasır
medeniyet” yolu bizim gerçek yolumuzdur.
Tanpınar, “Şeyh Ahmet Zamani ve Eseri”ni Hayri
İrdal ‘a, “Lodos Rüzgarlarının Kozmik Ayarları Üzerindeki Tesiri”ni küçük baldızının kocasına, “Saat ve
Psikanalizm”i Dr. Ramiz’e, “Sosyal Manizm ve Saat”i
Halit Ayarcı’ya yazdırıp kitabın başındaki cümleye
gönderme yaparak okuma-yazma işleriyle ilgisi olmayanların bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmalarını alaya almaktadır. “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü
zaman, ayarı insandır...”
Modernleşmek bir süreç işidir;
bu süreci Fuzuli’ye, Şeyh Galip’e,
Dede Efendi’ye, Itri’ye sırtımızı
dönmeden, hatta yaşadığı
dönemlerden daha fazla irdeleyerek
yerkürenin neresinden gelirse
gelsin “yeni”ye de kapılarımızı
kapatmadan insanlığın ortak
uygarlığı içinde yerimizi bulabiliriz.
Başkalarının eski elbiseleriyle başka biri olma yanılsamasından çıkıp insanın ayarı olan okumanın gerçekliğini yaşamımızın her bir zerresine kadar nüfuz
etmesi için çalışmalıyız.
Bu yazıdan bağımsız olarak Virginia Woolf’ un 1925’te
önce “Saatler” adını verdiği daha sonra Mrs.Dalloway
olarak bastırdığı kitabını Tanpınar büyük olasılıkla
okumuştur diye düşünüyorum. Woolf da, bu romanında bilinç akışı tekniğini kullanarak zaman kavramını Mrs. Dalloway’ın zihninde geçmiş ve gelecek
arasında gelgitlerle savaşı, toplumu, yönetim sistem-
TSDE ki - Mayıs 2016
33
EDEBİYAT
lerini bireyin gözünden yirmi dört saatlik bir zaman
aralığında aktarır. Bu yüzden Ahmet Hamdi’nin romanını sadece Doğu-Batı çatışmasına indirgemek,
salt bu bakış açısıyla incelemek “Bir romancı, bir şair,
bir tiyatro muharriri... Bütün bunların yetişebilmesi
için memlekette evvela kendimizle, sonra bütün ile
alakadar bir edebiyatın bulunması lüzumu vardır.
Hâlbuki bu, bizde yoktur. Türkçe, henüz ferde ait tecessüsle başlayan tecrübe dediğimiz şeyi tanımıyor.”
“Roman meselesi tek başına değildir. Evvela ferdin
yetişmesinde, ikinci olarak memleketimizin umumi
sanat anlayışında ve nihayet kitapçılık hayatımızda
değişmesi lazım gelen birtakım şeyler vardır.” bu ve
buna benzer düşüncelerini yok saymak olur ki bu
da Tanpınar’ a haksızlık olur. Yaşadığı yıllara kadar
yetişmiş bütün sanatçılardan farklı olarak bütün bu
sorunlara estetik açıdan yaklaşmış, çağdaşlaşmaya
değil köksüzlüğe ve zevksizliğe karşı çıkmıştır. Sürekliliği olan bir uygarlık oluşturmamız için de “Eski
ister istemez değişecek, aşılacaktır. Ancak yeniyi yaratırken hem eskiden yararlanacağız hem de içine
girdiğimiz Batı uygarlığından” diyerek “kendimize
has” “bize mahsus” olanı oluşturmamız gerektiğini
vurgulamaktadır.
Nasıl ki “ayar, saniyenin peşinde koşmaksa” biz de çağın getirdiklerine karşı hazır olmalı; ayarlarımızı okuyarak daha çok okuyarak, kendimizi ve dünyayı daha
iyi tanıma yollarını arayarak yapmalıyız. <
Tülay Taç Kulca
O, bir yandan Batıyı takip ederken
diğer yandan da gelenekten
kopmayarak Fuzuli okur,
Dede Efendi dinler. Eskiyi ve
yeniyi okurken ya da dinlerken
etkilenmez, onlardan zevk alır. Yani
köklerinin ona sunduğu değerlerin
kıymetini bilir; yaşamına yenilik için
yer açar. Tanpınar’ın, Batılı anlamda
modern romanın ilk temsilcisi
olmasından dolayı Türk edebiyat
tarihinde yeri apayrıdır.
TSDE ki - Mayıs 2016
34
SANAT
“A moment of happiness is worth a lifetime”
Dostoyevski’nin aura’sı
mıydı yoksa hayat mı !
“Epilepsim gittikçe kötüleşiyor ve beni ümitsizliğe
sürüklüyor. Her nöbetimden sonra bazen haftalarca
süren yaşadığım kederi bilemezsin. Mümkün olan
en kısa zamanda epilepsi konusunda bir uzmanı görebilmek için Berlin (Romberg) ve Paris’e (Trosseau)
gideceğim. Rusya’da bu konuda uzman yok ve buradaki çelişkili önerilerde bulunan doktorlara güvenim
kalmadı.”
“Dönüş yolumda aniden epileptik nöbet geçirdim.
Bu karımı çok korkuttu, bense üzüntü ve depresyon
içindeyim. Doktor, epilepsim olduğunu ve boğazımın kasılması nedeni ile bu nöbetlerden biri sırasında boğulabileceğimi söyledi. Yeni ay sırasında da
dikkatli olmamı önerdi.”
İlginç olarak, Moritz Heinrich Romberg de (Nörolojide kullanılan “Romberg İşareti”ni tanımlayan
o dönemde yaşamış ünlü hekim) bu tip epileptik
nörolojik tablo ve ay arasında ilişki olduğuna inanıyordu. 1850’de Romberg, epilepsinin seyri üzerinde
ayın (özellikle yeni ve dolunayın) gezegensel etkisinin olduğuna dair bilgilerin antik dönemlere kadar
gittiğini, bu konuda şüpheler olmasına rağmen bazı
gözlemlerin bu bilgileri doğruladığını not etmiştir.
Dostoyevski’nin bir tanık varlığında geçirdiği ilk
epileptik nöbet (sara) için en makul açıklama Ekim
2014’de 22 yaşındayken yaşadığıdır. Askeri Mühendis Akademisi’nde okul ve oda arkadaşının anımsadıkları: “Yürüyüşteyken defalarca nöbeti oldu. Bir
TSDE ki - Mayıs 2016
35
SANAT
Dostoyevski’de nöbet ve auralar
-sara öncesi hissedilen her türlü
duyum, belirti- romanlarındaki
karakterlerde kimlik bulur...
keresinde, Troitsky sokağında yürürken cenaze tören
alayına rastladık. Dostoyevski hızla bir yana döndü,
eve dönmek istedi, ancak, birkaç adım attıktan sonra çok şiddetli bir atak geçirdi. Yoldan geçenlerden
yardım alarak bir eczaneye götürdük, kendine gelmesini güçlükle sağladık. Böyle nöbetlerden sonra
genellikle 2-3 gün süreli depresyona girerdi.”
İlk doktoru ve arkadaşı olan Stefan Ianovsky de ilk
nöbetlerine şahit olanlardandı. Onu, sokakta nöbet
geçirmiş halde askerler yardım ederken görmüştü.
Dostoyevski’nin oğullarından biri de muhtemelen ensefalit (beyin iltihabı) ile ilişkili uzamış epilepsi atağı
nedeni ile ölmüştü. Veremden ölen ilk karısından sonra katibe olarak işe aldığı ve sonradan evlendiği ikinci
karısı epilepsiden korkmuyordu ve ona büyük destek
oluyordu. Kocasının hastalığı hakkında şu sözleri söylemiştir: “Hastalığı en çok 4 ay ara veriyor, bazen her
hafta oluyordu. Haftada 2 kez olduğu kötü zamanlar
ve saatler sonra ikincisinin tekrarladığı sık nöbetleri
de olabiliyordu. Normal bir insanın çıkaramayacağı
korkunç bir çığlık sesi ile odasına gittiğimde yüzü kasılma nedeni ile buruşmuş, tüm vücudu sallanır halde
bulurdum. Bu anlar genellikle geceleri olurdu. Bu nedenle geniş ve alçak yatakta yatardı. Bu hastalığın tedavisi yoktu. Tek yapabildiğim gömleğinin düğmesini
gevşetmek ve başını ellerimin arasına almaktı.”
Dostoyevski’nin doktorlarının isimleri ve onunla ilişkili
bir literatürde “19. yüzyılda nöroloji” isimli bir alt başlıkta adı geçen hekimler, bir nörolog olarak beni heyecalandırmıyor desem yalan olur. CE Brown-Séquard,
JM Charcot (ilk nöroloji profesörü), Romberg, Trosseau... Bizim kitaplarını ve makalelerini okuduğumuz
bu ünlü hekimler-nörologlar Dostoyevski’nin doktorlarıydı. Ne yazık ki, o dönemde bu hastalık ve birçok
hastalık için yapılabilecekler çok azdı. Ve bromid epilepsi tedavisinde Dostoyevski ile birlikte bir kez daha
karşımda. Epilepsisi olan Van Gogh’un da o dönemde
bromidle tedavi edildiği bildirilmiştir.
Dostoyevski’nin tıp ve doktorlarla ilişkileri hiçbir zaman çok iyi değildi. Otobiyografisi özelliğinde olan
1865’de yazdığı “Yeraltından Notlar”ın açılış paragrafı
bu durumu açıklıyor: “Ben hasta bir insanım... Huysu-
TSDE ki - Mayıs 2016
36
SANAT
zum. Hiçbir cazibesi olmayan biriyim. Karaciğerimin
hasta olduğunu düşünüyorum. Ancak, hastalığımla
ilgili ne doğru dürüst bir şey biliyorum ne de galiba
tam olarak neremin hasta olduğunu. Tıbba ve doktorlara saygı duymama rağmen tedavi olmuyorum, hiçbir zaman da tedavi olmadım. Üstüne üstlük aşırı batıl inançlıyım; hiç olmazsa tıbba saygı duyacak kadar.”
Dostoyevski’de nöbet ve auralar (sara öncesi hissedilen her türlü duyum, belirti) romanlarındaki
karakterlerde kimlik bulur... “Öteki”de tarif edilen
karanlıkta bir görünüp bir kaybolan kendi ikizinin
Dostoyevski’nin yaşadığı iktal otoskopisi (nöbet sırasında kişinin kendini dışardan görmesi) olup bu
deneyimle Golyadkin karakterini oluşturmuş olabileceği ileri sürülmektedir.
“Mr. Prokharchin” hikayesinde jeneralize nöbet sonrası karakterin dilini oynatamaması ile iktal afaziye
(nöbet sırasında konuşamama) işaret edildiği, alkollü
olmadığı, bayıldığı, birisi tarafından vurulduğu veya
inme geçirdiği gibi ihtimalleri sıralayarak nöbetin
ayırıcı tanısına da gittiği belirtilmektedir.
“Ev sahibi”nde hikayenin kritik bir anında kahramanda jeneralize bir nöbet tarifleniyor.
“Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”da birçok jeneralize nöbet
sonrası gelişen bilinç ve konuşma bozukluğu (postiktal konfüzyon ve disfazi) tanımlanmıştır.
“Budala”da Prens Myshkin epileptiktir. Yarı bilinçli
halde dolanırken jeneralzie tonik-klonik nöbet ile
sonuçlanan otomatik hareketler ve birçok kompleks
parsiyel nöbetleri olur. Myshkin epileptik aurasını da
“Ben hasta bir insanım... Huysuzum.
Hiçbir cazibesi olmayan biriyim.
Karaciğerimin hasta olduğunu
düşünüyorum. Ancak, hastalığımla
ilgili ne doğru dürüst bir şey biliyorum
ne de galiba tam olarak neremin hasta
olduğunu. Tıbba ve doktorlara saygı
duymama rağmen tedavi olmuyorum,
hiçbir zaman da tedavi olmadım. Üstüne
üstlük aşırı batıl inançlıyım; hiç olmazsa
tıbba saygı duyacak kadar.”
TSDE ki - Mayıs 2016
37
SANAT
tanımlar. Nöbet öncesi ekstazi hissi yaşar: “beyin ve
kalbim yoğun bir ışıkla doldu, içerden gelen bir ışık
ruhumu aydınlattı.” Bu anda yaşadığı sınırsız mutluluğun tüm ömre değecek kadar güçlü olduğunu tanımlıyor. “Ecinniler”de Dostoyevski 19. yüzyılda Rusya toplumunda nihilizm inancını inceliyor. Bir ateist
olan Kirilov, dünya ile ilgisi olmayan uğruna hayatını
verebileceği 5-6 saniye süreli ekstatik auralarını anlatıyor. “Karamazov Kardeşler”de sık sık epileptik nöbet
geçiren Smerdyakov babasını öldürdüğünü saklamak için nöbet taklidi yapar.
Dostoyevski’nin yazılarında kullandığı en çok sevdiği
kelimenin “aniden” (suddenly) olduğu belirtilmiş. Romanlarında birçok olay hazırlıksız ve açıklama olmadan aniden başlar, tıpkı nöbetleri gibi denilmekte.
Freud’a göre bu kadar olağanüstü düşünsel eserleri
olan birisinin organik bir hastalığının olması mümkün değildi ve Dostoyevski’nin geçirdiği nöbetler
psikojenikti; ancak Helmhöltz gibi parlak zekaya
sahip birisinin de epilepsiden etkilenmiş olduğunu
bilmesi nedeniyle ileri sürdüğü kendi düşünceleri
hakkında şüpheleri vardı.
Dostoyevski’nin nöbet tipi konusunda birçok yorum
yapılmış, hemen hemen birçok nöbet tipine sahip
olduğu belirtilmiştir. Ancak, epilepsinin araştırılma
tekniklerinin gelişmesi ile son yıllardaki makalelere
ait yorumlar muhtemelen en makul olanlarıdır. Ekstatik auraları (nöbet öncesi hissedilen mutluluk verici duygular) olması nedeni ile bu auralar başlangıçta
beynin temporal lobu ile ilişkilendirilmiş. Sonraki
çalışmalar ile otonom sinir sistemi, duyusal işlevler
ve tad almadan sorumlu olduğu ileri sürülen insular
korteksin fonksiyonu ile ilişki olmasının daha muhtemel olduğu belirtilmiştir.
TSDE ki - Mayıs 2016
38
SANAT
Ayrıca Dostoyevski’nin kumara düşkün, sinirli, aşırı
duyarlı ve içe kapanık oluşu epileptik kişilik özellikleri olarak değerlendirilmiştir.
“A moment of happiness is worth a lifetime (bir anlık
mutluluk tüm ömre bedeldir)” düşüncesi Dostoyevski’
nin muhtemelen epileptik aurasının bir esintisiydi.
“Yeraltından Notlar”ın ikinci bölümü olan “In Apropos of the wet snow (Sulusepkene Dair)”da yarı bilinçlilik hali olan dreamy state ve deja vu hislerini de
içeren fenomenleri tanımlamıştır: “Yine de ilginçti:
o gün olan her şey, şimdi uyanırken karşımda, sanki
çok çok uzun zaman önce yaşamışım gibi.” Ve belki
de Dostoyevski’nin ekstatik aurası deja vu fenomeninin mübağala edilmiş hali idi.
Dostoyevksi’nin doktorları, epileptik ataklarının önlenmesi için defalarca yazmamasını önermişti. Kendisi de fazla konsantre olmanın ve uykusuzluğun
epilepsi üzerine kötü etkisi olduğunu notlarında
onaylamıştır. Neyse ki, hem okurları hem de kendisi
için, çünkü edebiyatın zihinsel sağlığına iyi geldiğini
söylüyordu, önerilere uymadı ve sonuna kadar yazdı.
Dostoyevski hastalığını akıllıca kullanıp yaşadığı acıları sanatı ile birleştirmiştir. Hayatının üçte ikisinde
epilepsiden muzdarip olan ve bu tablonun değişken doğasının bilincinde olan Dostoyevski, epilepsiyi farklı yaş, cins, sosyal statülü karakterler olarak
eserlerinde betimleyerek birçok yazardan daha fazla
oranda o dönemde epilepsi hakkında bilinçlenmeye
katkıda bulunmuştur. Özellikle “Budala” ve “Ecinniler”de kendi yarı bilinçlilik (dreamy state), düşünsel
veya ekstatik auralarını kullanması nedeni ile epi-
Dostoyevski’nin yazılarında
kullandığı en çok sevdiği
kelime “aniden” (suddenly)…
Romanlarında birçok olay hazırlıksız
ve açıklama olmadan aniden başlar,
tıpkı nöbetleri gibi…
TSDE ki - Mayıs 2016
39
SANAT
lepsisi kimi zaman yaşamının pozitif bir kısmıymış
gibi yanlış yorumlanmıştır. Aslında gerçekte böyle
değildi, yakınlarına ve doktoruna da söylediği gibi
Dostoyevski, epilepsiyi kendisinde parçalanma
duygusu, hafıza problemleri ve hayattan zevk alamamasına neden olan bir yük olarak düşünüyordu:
“Sorun şu ki, 25 yıldır, Sibirya’da başlayan epilepsiden muzdaribim. Hastalık, yavaş yavaş yüzleri ve
olayları hatırlamamı engellemeye başladı. O kadar
ki, romanlarımın içeriğini ve detaylarını bile unuttum. Bu nedenle zamanı, yerleri ve toplantımız olduğunu unuttuğum için bana kızmayın.”
Dostoyevski’nin eserlerine, üzerine yazılmış kitap ve
yazılara, bilimsel makalelere şöyle bir göz gezdirmiş
birisi olarak ona hayranlık duyduğumu söylemek
gibi basit bir cümle kurarak ilgimi anlatmaya başlamak istiyorum. Nedenini birazdan açıklayacağım.
Özellikle kullandığı bazı cümleler sanki bir kenarda
durmalı ve arada bir okunmalı: “Tümümüz, yaşama
alışmamış kişileriz” diyor kahramanlarından biri. Ben
de üzüntülü zamanlarımda “bu dünyaya sığnaşamadım” cümlesini tekrarlarım. Karşılaştığımız zorluklar
karşısında hayat ya da dünya bize yabancılaşıyor,
kaybolmuş hissettiriyor belki de. “Ölüler Evinden
Anılar”da ise “İnsan her şeye alışan bir yaratıktır” diye
yazmış. Zıddı gibi olan cümleler aslında çok farklı
şeylerden bahsediyor. Sanatını çok iyi anlayabildiğimi söylemem mümkün değil. Lise yıllarında okumaya çalıştığım “Suç ve Ceza”yı tekrar okumaya çalışırken yine zorlandığımı söylemeden geçemeyeceğim.
“Yeraltından Notlar”ı okurken kendime “oku ve bitir”
komutu verdim. Eserleri belki defalarca okunmalı,
sonra başka yazarların da eserlerini okuduktan sonra dönüp tekrar okunmalı belki de. Artık içinden ne
çıkarabilirsek.
Dostoyevski hastalığını akıllıca
kullanıp yaşadığı acıları sanatı
ile birleştirmiştir. Hayatının
üçte ikisinde epilepsiden
muzdarip olan ve bu tablonun
değişken doğasının bilincinde
olan yazar, epilepsiyi farklı yaş,
cins, sosyal statülü karakterler
olarak eserlerinde betimleyerek
birçok yazardan daha fazla
oranda o dönemde epilepsi
hakkında bilinçlenmeye
katkıda bulunmuştur.
“Her şeyin bilincinde olmak hastalıktır, hakiki ve tam
bir hastalıktır. Ama her şeye rağmen şundan kesinlikle eminim ki, bilincin sadece az değil, eser miktarı
dahi hastalık demektir”, diyen farklı dünyalar arasında gidip gelen ve her iki dünyaya da uyum sağlayan
Dostoyevski çevresinde olup biten her şeye rağmen
yazmaya devam etmiştir. Bütün hayatı acılarla geçmiş olan (diktatör bir baba, idamdan son anda kurtulma, sürgün, kendisini farklı dünyalara götürüp
getiren sık epilepsi nöbetleri) Dostoyevski acısız
mutluluğun olamayacağını, hatta acının daha büyük
bir zevk verdiğini savunmuştu, bu nedenle bir anlık
mutluluk belki de bir ömre yeter de artardı bile.
Önceki yazılarımdan birinde konuklarımdan biri olan
Cemal Süreya’nın Dostoyevski’ye olan ilgisi de şüp-
TSDE ki - Mayıs 2016
40
SANAT
hesiz beni çok etkilemişti: “Dostoyevski’yi okudum, o
gün bugündür huzurum yok.” Dostoyevski’yi okumuşsa Cemal Süreya bir süre sonra sindirebilirdi, hele de
bu kadar çok edebiyatla ilgili birisi. Onu nasıl sürekli
bir etki altına almıştı. Söyleşilerinde okuduklarından
bahsederken “Paris Esrarı ise beni, sanırım, Dostoyevski’ye fırlattı” sözleri ile ona ilk ilgisinin başladığı anı
anlatıyor. İlkokul üçüncü sınıfta ağabeyinin getirdiği
“Suç ve Ceza”dan sonra döne döne okumuş Dostoyevski’yi. “Karamozov Kardeşler”i beş kez okumuş.
Kendi hayatında da onun kahramanlarının karşılığını
bulmuş: “Razmuhin”i olmadığı için biraz hüzünlü bir
Raskolnikov gibi yürürdüm. Sonya’m da yoktu...”
Şimdiye kadar yazdığım sanatçıların var olan hastalıklarına, nörolog olmam nedeni ile tabi özellikle nörolojik hastalıklarına, ki sanatla birlikte konuşulabilecek
en uygun hastalıklar da bence nörolojik hastalıklar,
vurgu yaparak sanatları ile hastalıklarını nasıl birleştirdiklerine özellikle bilimsel verilerle dikkat çekmeye
çalıştım. Benim dikkat çektiğim bu özellikleri bilim
adamları mevcut eserleri ile çoktan ortaya koymuş.
Ben naçizane bu verilerden faydalanarak bu bilgileri
biraz daha bilinir hale getirmek istiyorum. Bu yazılarla hastalıksız sanat olmaz demiyorum, gerçek sanatçılar hastalığı da çok güzel sanata çevirir diyorum. <
Prof. Dr. V. Deniz Yerdelen
Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Adana
TSDE 9. Eğitim Grubu
Kaynaklar:
• Iniesta I. Epilepsy in Dostoevsky. Prog Brain Res. 2013;205:277-93.
• Iniesta I. Epilepsy in the process of artistic creation of
Dostoevsky. Neurologia. 2014;29(6):371-8.
• Tényi D, Rajna P, Janszky J, Horváth Z, Tényi T, Gyimesi C.
[Dostoyevsky’s epilepsy in the light of recent neurobiological
data]. Ideggyogy Sz. 2014;67(1-2):52-5.
• Wolf P. The epileptic aura in literature: aesthetic and philosophical
dimensions. An essay. Epilepsia. 2013;54(3):415-24. doi: 10.1111/
epi.12051.
• Voskuil PH. Epilepsy in Dostoevsky’s novels. Front Neurol Neurosci.
2013;31:195-214.
• Horváth Z. [Dostoevsky’s epileptic experiences and his
descriptions of epilepsy in the mirror of modern neurology].
Orvostort Kozl. 2011;57(1-4):69-95.
• Nakken KO1, Brodtkorb E. [Epilepsy and religion]. Tidsskr Nor
Laegeforen. 2011;131(13-14):1294-7.
• Seneviratne U. Fyodor Dostoevsky and his falling sickness: a
critical analysis of seizure semiology. Epilepsy Behav.
2010;18(4):424-30.
• Lima AF, Gallian DM. Dostoyevsky and epilepsy: between science
and mystique. Arq Neuropsiquiatr. 2010;68(1):140-2.
• Iniesta I. [Neurology and literature]. Neurologia. 2010;25(8):507-14.
• Sengoku A. [Kumagusu Minakata with temporal lobe epilepsy: a
pathographic study]. Seishin Shinkeigaku Zasshi.
2006;108(2):132-9.
• Sirotkina I. [The pathography of Dostoyevsky or the dangers of
being the Father of the Idiot]. Gesnerus. 2005;62(1-2):33-49.
• Hughes JR. The idiosyncratic aspects of the epilepsy of Fyodor
Dostoevsky. Epilepsy Behav. 2005;7(3):531-8.
• Baumann CR1, Novikov VP, Regard M, Siegel AM. Did Fyodor
Mikhailovich Dostoevsky suffer from mesial temporal lobe
epilepsy? Seizure. 2005;14(5):324-30.
• Hughes JR. Did all those famous people really have epilepsy?
Epilepsy Behav. 2005;6(2):115-39.
• Altschuler E. Familial neuro-oromotor dysfunction syndrome
with dysmorphia in Dostoyevsky’s Crime and Punishment. Arch
Otolaryngol Head Neck Surg. 2003;129(12):1357.
• DeToledo JC. The epilepsy of Fyodor Dostoyevsky: insights from
Smerdyakov Karamazov’s use of a malingered seizure as an alibi.
Arch Neurol. 2001;58(8):1305-6.
• Senanayake N. The Idiot, Dostoyevsky, and epilepsy. Ceylon Med J.
2000;45(4):160-1.
• Aarli JA. Tryggve Andersen: epileptic hallucinations in the 1890s,
fact or fiction? Epilepsia. 1995;36(3):308-15.
• Retamal P. [Psychopathological considerations on the diagnosis of
Feodor Dostoevski’s illness]. Actas Luso Esp Neurol Psiquiatr Cienc
Afines. 1983;11(3):231-4.
• Dostoyevski. Yeraltından Notlar. İtahi yayınları; 2. baskı;
2014, İstanbul.
• Henri Troyat. Dostoyevski. İletişim Yayınları 1-2. baskı;
2004-10, İstanbul.
TSDE ki - Mayıs 2016
41
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
Sınırlar güven verir
Sınırlar çocukların çok hoşuna
gitmese de, sağlıklı ve güvenli bir
büyümenin olmazsa olmazıdır.
Çocuklar sınırlara ihtiyaç duydukları kadar, hayatları
üzerinde özgürlük, güç ve kontrole de ihtiyaç duyar ve tüm bunlar sağlıklı gelişim için gerekli ortamı
oluşturur.
Çocuk yaşadığı ortamı anlamak ve kuralları öğrenebilmek için sınırlara ihtiyaç duyar. Kendisinden ne
beklendiğini anlayabilmesi ve diğer kişilerle mesafeyi ayarlayabilmesi için sınırları öğrenmesi gerekir.
Sınırlar ona yol çizip güvende olmasını sağlarken,
sınırların net olmadığı ortamlarda çocuk, kolayca
dağılabilir. Elbette, sınırlar çok hoşuna gitmese de,
sağlıklı ve güvenli bir büyümenin olmazsa olmazıdır.
Öyle ki, büyümesi ve dünyayı tanıması için onu yönlendiren etken sınırlardır.
Çocuk Sınırlara İhtiyaç Duyar
-Sınırlar kabul edilen davranışları tanımlar
Çocuk, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, kendisine konan sınırlarla belirler. Ancak, doğru davranış
biçimine ulaşması için, sınırların net ve tutarlı olması
gerekir.
-Sınırlar ilişkileri tanımlar
Çocuk, yetişkinle ilişkisinde ne kadar güç ve kontrole
sahip olduğunu, nerede durulması gerektiğini kendisine koyulan sınırlarla anlar. Eğer yetişkin bu sınırları
koyarken, kararsız kalır ya da net bir şekilde uygulamazsa, farkında olmadan, çocuğa çok fazla güç ve
kontrol vermiş olur. Çocuk sınırını aşarak, kendisini
otorite olarak görmeye başlar ve çevresiyle güç mücadelesi içinde bir ilişkiye girer. Bu durum hem yetişkinle hem de yaşıtıyla olan ilişkisinde, belirli bir
mesafenin oluşmasını zorlaştırır ve saygı kavramının
gelişmesini engeller.
-Sınırlar güvenlik sağlar
Aslında çocuk da anne-babasından sınır koyarken bir
kararlılık bekler. Bu kararlılık, çocuğun ebeveyne gü-
TSDE ki - Mayıs 2016
42
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
venmesini ve sürekliliği sağlar. Çocuk anne-babanın
gücünü kendisine koyulan sınırlarla hisseder. Ve bu
sınırlarda ebeveyn otoritesi olmazsa, çocuk bir anlamda gücü ele geçirir. Sınırlar aslında hem çocuk
hem ebeveyn için etkilidir. Çünkü çocuk da anne-babanın gücünü ve güvenilirliğini sınırlarla test eder.
Çocukların Gelişim Dönemlerine Göre
Sınırlar Farklı Olmalıdır
Çocuğun gelişim sürecinde beceri ve ihtiyaçları da
değişir. 4 yaşındaki bir çocuğun ihtiyaçlarıyla 11 yaşındaki çocuğunkinin aynı olması düşünülemez. Yatma saatinden arkadaşlarıyla oynama süresine kadar
her şey farklıdır. Elbette çocuk büyüdükçe daha fazla
özgür olmak isterken, sorumluluk almaya da hazır
hale gelir. Burada ebeveynin yapması gereken sınırları koyarken çocuğun yaşını göz önünde bulundurmak ve artık onun ayrı bir birey olduğunu görerek,
gerekirse sınırları genişletmektir.
Çocuk sınırını aşarak, kendisini
otorite olarak görmeye başlar ve
çevresiyle güç mücadelesi içinde
bir ilişkiye girer. Bu durum hem
yetişkinle hem de yaşıtlarıyla olan
ilişkisinde, belirli bir mesafenin
oluşmasını zorlaştırır ve saygı
kavramının gelişmesini engeller.
Sınırlar Belirlenirken Kullanılan Yöntemler
ve Sıkça Karşılaşılan Durumlar
Çocuk sınıra ihtiyaç duyduğu kadar, hayatında özgürlük, güç ve kontrole de ihtiyaç duyar. Konulan
sınırın ne kadarı fazla ne kadarı az veya ne kadar onu
özgür bırakıyor; bunu ayarlamak hiç de kolay değildir. Bunlar anne-babaların sınır belirleme sürecinde
en çok zorlandıkları yerdir. Temel sorun, belirlenen
sınırlar içinde özgürlük, güç ve kontrol, sağlıklı gelişim dengesinin nasıl sağlanacağıdır.
Bazen aşırı kontrol içeren çok kısıtlayıcı sınırlar konulur. Bu yöntemde sınırlar çocuğun yaşı ve ihtiyaçları
dikkate alınmadan belirlenir. Örneğin 13 yaşında bir
TSDE ki - Mayıs 2016
43
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
çocuğun okul sonrası etkinliklere katılmasına izin verilmemesi, ödevini bitirdikten sonra bile telefonunu
kullanamaması, her gece saat 21.00’de yatması gibi.
Çok kısıtlayıcı olan sınırlar büyüme ve öğrenme için
gerekli fırsatları engellerken, deneme ve keşfetme
için de özgürlük alanını daraltır. Sonuç olarak, öğrenme ve sorumluluk kazanmayı engeller, isyanı artırır.
Bazen de bu örneğin tam tersine çok kontrolsüz ve
geniş sınırlar kullanılır. Bu yöntemde sınırlar isteğe
bağlıdır. Örneğin 6 yaşındaki bir çocuğun arkadaşına
ne zaman gideceğine kendi karar vermesi, ödevlerini
yapmaması, akşam dilediği zaman yatması gibi. Çok
geniş ve net olmadığı zaman çocuklar sınırları görmezden gelir ve kabul edilebilir davranışların dışına
çıkar. Kontrolsüzlük, öğrenmeyi azaltır ve sorumluluk kazanmayı engeller. Aşırı denemeyi, test etmeyi
artırır.
Bazı durumlarda da karışık kontrol ve tutarsız olan
sınırlar kullanılmakta, bu durumda sınırlar anne-babanın keyfine bağlı olarak değişmektedir. Örneğin
6 yaşındaki bir çocuğa, evde top oynamaması, eğer
oynayacaksa da dışarıda oynayabileceği söylenmiş.
Fakat anne-baba, çocukla ilgilenemeyecek kadar
meşgul olduğu ya da kendi dertlerine düştükleri
bir anda, evde top oynanmasını görmezden gelebilirler. O zaman çocuk, kendisine konulan yasaklar
konusunda ikileme düşer, hangisinin ne zaman geçerli olduğunu bilemez. Bu durum çocuğa, tutarsız
sınırlarla birlikte gereksiz bir özgürlük sağlar. Sonuç
olarak öğrenmeyi ve sorumluluk kazanmayı engeller,
deneme ve isyanı arttırır.
En sağlıklı olan durum ise kontrol ve sınırlarda tutarlılığın uygulanması. Böylece anne-baba ve çocuklar
arasında özgürlük, sorumluluk ve kontrol daha dengeli dağılır. Çocuklar için sınırlar belirlenirken, izleyeceği yol da netleşir. Çocuk ondan ne beklendiğini ve
görevini yapmazsa ne olacağını bilir. Sınırlar çocuklara hem özgürlük sağlar, hem de sorumluluk kazandırır. Dengeli kontrol sağlıklı büyüme ve gelişme için
iyi bir zemin hazırlar. Sonuç olarak öğrenmeyi ve sorumluluk kazanmayı artırır ve işbirliğini yüreklendirir.
Sınır koyma kültür ve toplumlara göre farklılık gösterse de, anne-babaların çocuklarına kural koymaları
ve beklentilerini öğretmek için kullandıkları süreç
evrenseldir. Herkesin doğrusu farklı olabilir, ancak
temel araçlar aynıdır; önemli olan, dünyanın neresinde olursa olsun ve nasıl olursa olsun, ebeveynin
söylediğiyle uyguladığının aynı olması. Bu ikisi ara-
Çok kısıtlayıcı olan sınırlar
büyüme ve öğrenme için gerekli
fırsatları engellerken, deneme ve
keşfetme için de özgürlük alanını
daraltır. Sonuç olarak, öğrenme ve
sorumluluk kazanmayı engeller,
isyanı artırır.
TSDE ki - Mayıs 2016
44
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
Elbette çocuk büyüdükçe daha fazla
özgür olmak isterken, sorumluluk
almaya da hazır hale gelir. Burada
ebeveynin yapması gereken,
sınırları koyarken çocuğun yaşını
göz önünde bulundurmak ve
artık onun ayrı bir birey olduğunu
görerek, gerekirse sınırları
genişletmek.
sındaki denge ve tutarlılık istenen sonuca götürür.
Söylenenler, uygulananlardan çok farklı ise o zaman
çocukta akıl karışıklığı oluşur ve iletişim bozulur.
Burada bahsedilen örnekler nasıl bir uygulama olması gerektiğini anlamaya yardımcı olabilir. Bazen
ebeveyn, çocuk ve kendisi için neyin iyi olduğunu
bilse de, uygulama kısmı o kadar kolay yürümeyebilir. Eski alışkanlıklar, geçmişteki modeller çok kolay
devreye girebilir. Ancak önemli olan, bunun farkına
varmak ve değişim yolunda yeni yöntemleri hayata
geçirmek. Amaç, ideal duruma ulaşmak değil ilerleme kaydetmektir.
Bugün geliştirilen yeni yöntemlerle çocuk, bir yetişkin olduğunda gerekli olan iletişim ve problem
çözme becerilerini kazanmış olur. Bu beceriler onun
daha huzurlu ve mutlu bir birey olarak hayatta ilerlemesine, aynı zamanda sağlıklı ilişkiler kurmasına
yardımcı olacaktır.
Sınırlar çocuk yetiştirmenin en önemli konularından
biri. Ancak bazen ebeveyn kuralları da, özgürlükleri de bilirken, sınır koymakta güçlük çekebiliyor. Ve
öyle bir an geliyor ki, otorite çocuk oluyor. Anne
baba sınır koymakta neden zorlanıyor? İşte bu sorunun yanıtını önümüzdeki sayıda ele alacağız. <
Nazan Baloğlu
Uzman Psikolojik Danışman
TSDE Çocuk Ergen Birimi
Kaynakça
Mackenzie, Robert (1998). Çocuğunuza Sınır Koyma.
Ankara (2000) : HYB Yayıncılık.
TSDE ki - Mayıs 2016
45
SİNEMA
Perde Doğu’dan açılıyor…
Sinema toplumları, hüznü, aşkı, gitmeyi, kalmayı,
savaşı, şiddeti, nefreti anlatır. Ama Doğu ve Batı, sinemada farklı bir dil konuşur. Sinema eleştirmeni
Murat Erşahin’le Doğu sineması üzerine başlayan
sohbetimizi, Kore sinemasının kızgınlığı, Slav hüznü,
İran sinemasının kadınları, Rus sinemasının Tarkovski’si, Japon sinemasının Ozu’su derken, Doğu ile Batı
sineması arasında sıkışıp kalmış Türk sineması ile
noktaladık.
Doğu ve Batı gerçekten iki zıt toplum, iki ayrı ruh
hali, iki ayrı varoluş biçimi. Sinemaya bakmak için
buradan yola çıkmak lazım. Ne yazık ki sinema da
metalaştırılıyor, sadece seyrettiği film sayısını artırma peşinde olan genç arkadaşlar var. Oysa benim
yaklaşımım daha doğulu. Kafamda tasarladığım ikiüç filmi görür ve beğenirsem, bu benim için yeterli.
Sürekli rasyonel davranmak bizi samimiyetsiz yapar.
İnsan zamanla yüreğinin sesini dinlemeli.
Doğu sineması dediğimiz zaman karşımızda aslında koskoca bir Slav sineması da var. Rus oluşu var.
Bunun içine Ukrayna, Beyaz Rusya, Baltık ülkeleri
Doğu ile Batı arasına sıkışmış
bir kültürde sinemanın kavram
farklılıkları vardır. Aynı hüzün
gibi; gidememek, kalmak, aşk,
kavga, politika… İki sinemaya da
bakarsak genel olarak kavramların,
Doğu ve Batı’da farklı olduğunu
ve bu kavramların perdeye farklı
yansıdığını görürüz…
giriyor. Büyük olasılıkla doğu Avrupa sineması da
doğu sinemasıdır, çünkü bir Slav hüznü vardır. Hüzün meselesine, Doğu’da ve Batı’da farklı yaklaşılır.
Sözgelimi Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabından uyarlanan Hatıraların Masumiyeti adlı filmin,
hüzün tarafının bana pek uymadığını söyleyebilirim.
Çok batılı bir hüzün. Benim hüznüm çok yoğun bir
TSDE ki - Mayıs 2016
46
SİNEMA
melankoliyle besleniyor. “Hüzün ki en çok yakışandır
bize… ”Laurel-Hardy filminde şişko sıskayı döver siz
hüzünlenirsiniz, çok insani bir hüzündür bu. Öte yandan hüzün, tuhaf bir melankoliyi de beraberinde getirir. İstanbul sokaklarında gece kaybolmak, kedi-köpeklerin hükümdarlığını görmek, sabaha doğru çöp
toplayan insanların hayatının varlığını bilmek ve bu
şehre hapsolup, her türlü olumsuzluğuna karşın kurtulamamak, aslında bu şehrin hüznüdür.
Doğu ile Batı arasına sıkışmış bir kültürde sinemanın
kavram farklılıkları vardır. Aynı hüzün gibi; gidememek, kalmak, aşk, kavga, politika… Eğer iki sinemaya
da bakarsak genel olarak kavramların Doğu ve Batı’da farklı olduğunu ve bu kavramların perdeye farklı
yansıdığını görürüz. Bunun iyilik ya da kötülükle ilgisi yok. Sadece kavramların yoğunluğu bizi farklı etkiler. “Yeni Dalga” akımının öncülerinden Fransız yönetmen Jean­Luc Godard ile İranlı yönetmen Abbas
Kiarostami; ikisi de hayatı -devinimi- ölümü çok farklı
anlatır. Doğu ile Batı’nın da ölüme, ölümden sonraki
olası hayata ve sonsuz boşluğa bakışı farklıdır.
Kavramlar iki sinemada da seyirciyi zorluyor ve daha
da zenginleştiriyor. Slav sinemasında Batı’nın göbeğinde oluşan bir doğu var. Polonyalı Krzysztof Kieslowski 90’lı yıllarda çektiği Mavi, Kırmızı ve Beyaz
üçlemesinde ölüm hakkında çok tuhaf bir şey anlatır. Özellikle Mavi’de. Ölümün, aslında geride kalanı özgürleştirecek bir süreç olduğundan bahseder.
Gerçekte bu durum çok tuhaf bir doğu bakışı içerir.
Hâlbuki Batı’da bu ritüeli beraber yaşar geride kalan.
Ölenle ölünmez, hayat bütün gücüyle devam eder.
Belçika’nın, Hollanda’nın, İsveç’in ortasında çok sevdiğiniz birini kaybedersiniz, mezarlıktasınızdır ve on dakika sonra karnınızın acıktığını hissedersiniz. On beş
dakika sonra sevişirsiniz. Ölüm de hayatın parçasıdır.
Doğu’da daha farklıdır, ölenle ölünür. Yönetmenliğini
Özcan Alper’in yaptığı Sonbahar filminde, bir anne ve
tutuklana oğlunun hikâyesi anlatılır. Anne, oğlu ha-
Doğu ile Batı’nın ölüme, ölümden
sonraki olası hayata ve sonsuz
boşluğa da bakışı farklıdır. İkisinde
de aynı hüzün, aynı dert yaşanır
ama bir tanesinde ölenle ölünür
ötekindeyse ölenle ölünmez, hayat
bütün gücüyle devam eder.
piste açlık grevinde diye on sene boyunca çay içmez.
Film, Doğu ile Batı arasındaki kalın çizgiyi gösteren
iyi bir örnektir. Her iki sinemada da aynı hüzün, aynı
dert yaşanır ama bir tanesinde ölenle ölünür. Doğu
ve Batı, ikisi de, tarihsel açıdan çok önemli gelişmeler
kaydetmiş. Her ikisinde de, hem “Arthouse” hem de
ticari sinema yapılıyor. Batı’da ticari sinemanın başını
Hollywood, Doğu’da da Bollywood çeker. “Arthouse”ı
hayatımıza sokan Avrupa’dır; “Yeni Gerçekçilik”i İtalya, “Yeni Dalga”yı ise Fransa. Günümüzde “Amerikan
Bağımsız Sineması” da çok güçlüdür.
· MURAT ERŞAHİN KİMDİR?
Ankara Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi” bölümünden mezun oldu. Üniversitede
kurucusu olduğu şiir ve sinema kulüplerinde
çalışmalar yaptı, süreli dergiler çıkardı. Yüksek
lisansın ardından uzunca bir süre “bankacılık”
ve “reklam yazarlığı” yaptı. Yok olmak üzere olduğunu fark etti ve rekabetçi büro ortamından
kaçarak uzaklaştı. 2001 yılından beri sadece sinema yazarlığı yapıyor. Önceleri Milliyet Sanat
Dergisi başta olmak üzere bir takım dergilerde
sinema yazıları yayımlandı. İki yıl boyunca çıkan
Milliyet Gazetesi Haftalık Rehber ekinde sinema
bölümünü hazırladı. Digiturk dergisinde, DVD+’da yazdı. Total, Film+ ve Empire dergilerinde
yazı ve haberleri yayımlandı. Televizyonda, TRT
2 kanalında film eleştirileri yaptı ve radyoda TRT
FM’de “Buyrun Radyo” programında beş yıl boyunca sinema köşesini hazırlayıp sundu. Mayıs
2008’de, Adam Mutsuz ve Orta Yaşlıydı adlı öykü
kitabı, Hayal Et Kitap’tan çıktı.
TSDE ki - Mayıs 2016
47
SİNEMA
Uzakdoğu’ya bakacak olursak, Japonya’da 1940’lardan itibaren dev bir yönetmen görürüz. Yasujiro Ozu,
“Hepimiz Ozu’nun paltosundan çıktık” der günümüz
Uzakdoğu yönetmenleri. Çok çarpıcı başka isimler
de var Tsai­Ming-Liang, Hsio-Hsien Hou...
Ozu, Japon sinemasının baş mimarlarından biridir,
ama değerinin çok fazla bilinmediğini düşünürüm.
De Sica’nın Umberto D filmi bizi fazlasıyla yaralar.
“Yeni Gerçekçilik” akımının öncülerinden Antonioni nasıl De Sica’nın bıraktığı yerden devam etmişse,
Ozu da Japon sinemasına, anlatım biçimi açısından,
yeni bir soluk getirmiştir. Kamerayı göz hizasında tutar ve çekim yaparken hayatımızın içine girer. Ozu,
Geç Gelen Bahar filminde, evlenmek üzere olan bir
kızın babasını terk etmek zorunda kalışını dramatik
biçimde anlatır. Baba ile kızın ayrılacağı gün, yapraklar dökülür, güz gelir; güz aynı zamanda evin
içindedir de… Ozu’nun bir diğer filmi olan, Tokyo
Hikâyesi’inde, hayatın ayrı yerlerine savrulan anne,
baba ve çocukların hikâyesine şahit oluruz. Yıllar
sonra benzeri konuyu, İtalyan yönetmen Giuseppe
Tornatore Herkesin Keyfi Yerinde ile işledi. Ozu, Kurosawa, Oshima... Japon sineması üç yönetmenin sırtında yükselir. Kurosawa’nın sineması daha epik, Ozu
daha geleneksel ve Oshimo halk geleneklerinde biraz daha serttir, tıpkı Shohei Imamura’nın yönettiği,
Narayama Türküsü’nde olduğu gibi. Filmde, ölmek
üzere olan yaşlılar, kediler gibi dağlara yok olmaya
giderler…
TOKYO HİKAYESİ
Yasujiro Ozu
Uzakdoğu’ya bakacak olursak;
Japonya’da 1940’lardan itibaren
dev bir adam var. Yasujiro Ozu.
Hepimiz Ozu’nun paltosundan
çıktık derler günümüz Uzakdoğu
yönetmenleri. Ozu Japon
Sineması’nın baş mimarlarından
biri, ama çok fazla değerinin
bilinmediğini düşünürüm...”
TSDE ki - Mayıs 2016
48
SİNEMA
İLKBAHAR, YAZ, SONBAHAR, KIŞ
Kim Ki-Duk
Güney Kore filmlerinin de politik yanı çok fazladır.
Bence Kore sineması, sokak sinemasını en iyi yansıtan sinemadır. Baskıcı iktidarlar yüzünden çok öfkeli
ve şiddete eğilimlidirler. En sert polislerden biri Kore
polisidir. En sert gövde gösterileri Kore’de olur. Kore’de sokağın şiddeti, sanata sinemayla taşınıyor. Bu,
başka bir dalda da olabilirdi.
Örneğin Kim Ki-Duk filmleri. Sisteme itirazı olan yönetmen bu tepkisini sokakta yaşanan gerçeklikle
size çok tuhaf, sert ve ürkütücü öykülerle gösteriyor.
Sokağın kiri fütursuzca işleniyor, durup dururken sokağa tüküren, geğiren insanlar… Toplumun genelinde, insanların günlük hayatlarında paradokslara yol
açan faşist bir gelenek var. Kim Ki-Duk’un ruhani bir
yanı da var. Bu yanını kendi masallarıyla birleştiriyor.
İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış filmi tevekkül, Tanrı,
beklemek, şifacılık kavramlarının hepsini işlediği bir
film. Özellikle “şifacılık” Kim Ki-Duk sinemasında çok
önemli bir yer tutar. Şifacı karakterler var ve halk şehirlerden kalkıp şifacılara gelir. Son dönemde aynı
konuya batı da eğiliyor. Claudia Llosa’nın Paramparça filminde Jennifer Connelly adlı karakter, ölmüş çocuğunun hatırası üzerinden şifacılık yaparak başka
ruhlara dokunmak isteyen bir kadını canlandırıyor.
Bu film, Batı’nın son dönemde bu konuda çektiği en
net örneklerden biri olma özelliğini taşıyor.
Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul,
filmlerinde bizi çok tuhaf ve gizemli bir dünyaya
götürüyor. O dünyanın içine masallar, şifacılar, cinler gibi metafizik varlıklar koyuyor ve ortasına da bir
Kim Ki-Duk’un ruhani, spiritüel
bir yanı da var. Bu yanını kendi
masallarıyla birleştiriyor. “İlkbahar,
Yaz, Sonbahar, Kış” filmi, tevekkül,
Tanrı, beklemek, şifacılık bunların
hepsinin olduğu bir film. Özellikle,
şifacılık onun sinemasında
çok önemli.
TSDE ki - Mayıs 2016
49
SİNEMA
insan… Farklı evrenlerin olabileceğini insanın gözünden anlatıyor. Bu tarz filmlerin, bilinenden başka
enerjilerin ve evrenlerin varlığının gerçek olduğunu
sinemaya aktaran yapıları var.
Elbette doğu sinemasında, çok önemli politik filmler
de var. Sebebi baskı. Aslında bütün baskılar ve insanların baskılara verdiği reaksiyon hep aynı. Tek fark,
baskıların tarzı ve geldiği yön. Buna göre de çok değişik sinemacılar yetişiyor.
Baskı deyince akla İran sineması geliyor. Mollalar,
İranlı yönetmen Jafar Panahi’nin film çekmesine izin
vermiyorlar, evinde hapis. Buna rağmen Panahi inatla “evinde” film çekiyor. Dört göz odalı bir evde tek
başına kalmanın ne demek olduğunu Perde filminde
TAHRAN TAKSİ
Jafar Panahi
ELMA
Samira Makhmalbaf
anlatıyor. Tahran Taksi’de ise taksisine binen yolcularla ülkesinin politik baskısı hakkında sohbet ediyor,
şoför koltuğunda oturan da Panahi’den başkası değil. Film, Berlin’de Altın Ayı Ödülü’nü aldı.
Kadınların da İran sinemasında ayrı bir önemi var.
On yedi yaşında ilk yönetmenlik deneyimini yaşayan
Samira Makhmalbaf, kırsalda küçük kız çocuklarının,
erkek çocuklarının alınıp satılmasıyla ve kadının durumuyla ilgili çok içeriden filmler çekiyor. Bir nevi ülkenin politik durumuna haykırış. İran sineması, Acem
kültüründen gelen dirayetle, olanaksızlıklar içinde
yapılan çok cesur bir sinema. İranlı bir arkadaşım “biz
ne olursa olsun toparlıyoruz çünkü çok aydın adamlarımız var” derdi.
Her iki sinemanın da çok büyük
tarihsel bir gelişimi var, ikisinde de
Arthouse ve ticari sinema var. Batı’da
bu ticari sinemanın başını Hollywood,
Doğu’da da Bollywood çekiyor.
Arthouse’u sağlayan Avrupa…
İtalyan Yeni Gerçekçilik, Fransız Yeni
Dalga. Günümüzde de çok güçlü.
Amerikan Bağımsız Sineması var.
TSDE ki - Mayıs 2016
50
SİNEMA
KARANLIK HARMONİLER
Bella Tarr
Bella Tarr, “Karanlık Harmoniler”
adlı filmde “sona gelindiğinde
her şey aynıdır” der ve biz sona
gelindiğinde her şeyin aynı olduğunu
onun filmlerinde görürüz…”Rus
Sineması’nda bu lafı, Tarkovski
perdeye aktarır. Aslında onun ruh
hali Doğu ile Batı arasını da anlatır.
Filmlerinde şifacılık, ölüm, Tanrı,
Tanrı’nın evi, baba oğul, din, anne,
geçmişe özlem, yolculuk… Bunlar
çok yoğun olan şeylerdir.”
Persepolis, fazla politik olmasına karşın saldırmayan,
slogan atmayan, insani ve masalsı bir atmosferde anlatılan, yürekli bir kadının, Marjane Satrapi’nin filmi.
Aynı yönetmenin bir diğer filmi de, Azrail’i Beklerken. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış ve ölmek
isteyen bir adamın hikâyesi. Bir gece Azrail adamın
ziyaretine geliyor, Azrail’le sohbet ederken İran’ı ve
“aşk”ı öyle inanılmaz bir zarafetle anlatıyor ki bu zariflik ilimle beraber insanları besliyor. İlimle zarafet
bir araya geldiğinde de ortaya “sanat” çıkıyor.
PERSEPOLIS
Marjane Satrapi
Bizim de çok güzel Anadolu geleneklerimiz, ninni,
masal ve ağıtlarımız var. Doğu sinemasından farkımız, belki de bu zenginlikleri aynı zarafetle bir araya
getiremiyor olmamızdır. Batı’da daha kaba bir tüketim toplumu görüyorsunuz. Batı’nın göbeğindeki
acımasızlığı İran “Yeni Dalga Akımı” yönetmenlerinden Abbas Kiorastami, Rüzgâr Bizi Götürecek filminde çok daha farklı, şiirsel bir biçimde anlatıyor. Film,
adını İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad’ın aynı adlı şiirinden alıyor.
Doğu yolculuğumuzda Rus sinemasının da çok ayrı
bir yeri var ama ben Rus sinemasına, Rus olmayan
bir yönetmenle girmek istiyorum. Macar yönetmen
Bela Tarr. Bela Tarr, Karanlık Harmoniler adlı filminde
“Sona gelindiğinde her şey aynıdır” der ve biz filmin
sonuna gelindiğinde “her şeyin aynı olduğunu” görürüz. Rus sinemasında bu söylemi, benim en sev-
TSDE ki - Mayıs 2016
51
SİNEMA
STALKER
Andrei Tarkovsky
diğim yönetmenlerden biri olan Tarkovski perdeye
aktarır. Aslında Tarkovski’nin ruh hali Doğu ile Batı
arasını da anlatır. Filmlerinde şifacılık, ölüm, Tanrı,
Tanrı’nın evi, baba, oğul, din, anne, geçmişe özlem,
yolculuk… Hepsine çok yoğun yer verir. Bu yolculukta süregelen gizem ve bunun yanı sıra, hatıra ve
unutma şekillerimiz…
Tarkovski’den sonra sinemada öne çıkan önemli
isimlerden Alexandr Sokurov’un yönettiği Ana ve
Oğul, doğu sinemasının en önemli filmlerinden biridir. Genç bir adamın, ölmek üzere olan annesiyle
geçirdiği son günün hikâyesi... Anneyle oğul bir bütündür zira ayıramazsınız. Sokurov diğer filmi Güneş’
te, Japon İmparatoru Hirohito’nun, savaşı kaybedince kılıcını teslim etmesini anlatır. Andrey Zvyagintsev’in Dönüş filminde de, iki çocuk ve bir baba ilişkisi işlenir. Yıllar sonra eve dönen baba, çocuklarıyla
zaman geçirmek ister ve bir adaya giderler. Filmde,
içinde ne olduğu bilinmeyen bir kutu vardır. Hiç
unutmuyorum prömiyerinde, “O kutunun içinde ne
vardı,” diye sorulduğunda yönetmen, “Kimin umurunda” diye cevapladı, “Çünkü hikâye o değil, hikâye
fotoğrafların hikâyesi.”
Zvyagintsev daha sonra, bir kadın ve erkek arasındaki mutlak kopuşu anlatan Sürgün’ü çekti. Batı sineması bu kopuşu Antonioni’nin La Notte filminde
işler: Kadın, adamın kendisine yazdığı ilk mektubu
okur. Adam kıskançlıkla, “Bunu kim yazdı” diye sorar.
“Sen,” der kadın hüzünle. Aynı filmin Rus versiyonu
olan Sürgün, sadece kadın ve erkek arasındaki kopuşu değil, modern şehir ve kırsal hayat arasındaki
uçurumu da anlatır. Kadın adama, “Hamileyim ama
senden değil,” der. Zvyagintsev, sürgünlük ve parçalanmışlığı anlatırken film, ilahi bir ağıt eşliğinde
tarlada, köylü kadının çocuğu doğurup büyüteceği
sinyaliyle biter. Tuhaf bir masalsı evrende Batı’nın
yaptığını çok daha anlamlı yapmaya çalışan bir adam
olarak görürüz Zvyagintsev’i.
TSDE ki - Mayıs 2016
52
SİNEMA
Ve Doğu-Batı arasında kalmış
Türkiye Sineması, bana göre,
gümbür gümbür bir sinema. Tayfun
Pirselimoğlu kimlik peşinden
koşar, Zeki Demirkubuz yaşam
acılarının, sokaktaki acıların birebir
anlatımından sorumlu hisseder
kendini. Nuri Bilge Ceylan, insan
iletişimsizliğinin, yalnızlığının
şehirde de taşrada da aynı olduğunu
söyler, Semih Kaplanoğlu daha
uhrevi bir dünya kurar.
Doğu ve Batı arasında kalmış, bana göre gümbür
gümbür bir sinema: Türkiye sineması. Tayfun Pirselimoğlu kimlik peşinden koşar, Zeki Demirkubuz
yaşam acılarının, sokaktaki acıların birebir anlatımından sorumlu hisseder kendini. Nuri Bilge Ceylan insan iletişimsizliğinin, yalnızlığının şehirde de taşrada
da aynı olduğunu söyler. Semih Kaptanoğlu daha
uhrevi bir dünya kurar. Gerçekten de doğu-batı sıkışmasını da hissettiren kişilikli filmlerdir. Nuri Bilge
Ceylan’ın Bir zamanlar Anadolu’da, unutulmuşluğu,
sesini duyuramamayı anlatır. Ancak batı öyle bir tüketim toplumu ki, bizde de günde üç dört film seyredip, eleştiri yazanlar var. Ne acı, ne neşe tam yaşanamıyor. Oysa acının da, neşenin de gerçekten hakkını
vermek gerek.
Türkiye’de son jenerikler okunmaz. Arkadaşım Tunca
Aslan’ın çok sevdiğim bir lafı var, “Salonu en son siz
terk edin. Film ilk jenerikle başlar, son jenerikle biter.
Film bitmez aslında, sinemadan çıkan insanda devam eder, filmin ruhu kalmıştır onda.” <
Mine Türkili
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Mayıs 2016
53
PSİKOMİTOLOJİ
Aşk...
Romantik mi,
Mistik mi?
Hem taşıdığı anlam, hem bu anlamı deneyimleme
tarzımız olarak bildiğim en trajik kelimenin “aşk” olduğundan eminim. Taşıdığı anlam gibi aşk, bir duygu
olarak da öncelikle zıt olmak koşulu ile insan deneyiminin çok sayıda düzleminde kendini farklı biçimlerde gösterir. Öyle ki içinde aşkın izi olmayan tek bir
öykü bile bulmak neredeyse imkânsız ve içinde aşkın
umudunu ve yarasını taşımayan ya da taşımamış olan
bir insan yüreği bulmak da bir o kadar imkânsızdır.
İçgüdüsel olanın durdurulamaz dürtülerinden, mistisizmin ilahi vecdlerine kadar insani varoluşun tüm
yelpazesine yayılmış bir ikinci duygunun bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bebeğin annesine, aşık
olan bir kadının adama-adamın kadına, ebeveynlerin çocuklarına, mistiklerin tanrılarına, sanatçının
eserine bakarken hissettikleri duyguya hepsi bir
ağızdan aşk diye ifade eder. Tenin tene değmesinin
Bazı kelimeler öyle derin anlamlar
taşırlar, ifade ettikleri kavram
o kadar çok boyutlu gerçekleri
aynı anda kendinde barındırır ki,
bu yükün birkaç harf tarafından
taşınıyor olması bile kendi başına
trajiktir.
yakıcı arzusundan, mistiğin gözyaşlarının sebebine
kadar ruhumuzun her düzlemindeki kavuşma çabalarımıza eşlik eden bu duyguyu biraz daha anlamaya
ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Çünkü hilebaz,
manipülatif ve narsistik temelli duyguların çoğu
zaman, aşk kılığında hayatımızda bulunduğundan
habersiz ilişkiler sürdürürüz. Neyin aşk neyin aşk kılığında olduğunu anlamanın bir yolunun olduğuna
inanıyorum. Ve aşk denilen bu başına buyruk duygunun gerçekten yaşanılabilecek düzleminin nerede
olduğunu aramaya niyetimden bu yazıyı yazmak istedim.
Psikomitoloji insan ruhunu ve ruhun işlevlerini ifade
etmek için mitolojik öyküleri bir araç, öykülerin analizi ile yaşam deneyimlerinin analiz edilmesini paralel
bir süreç olarak ele alır. Böylelikle eğer içinden geçtiğimiz ruhsal hali ifade edebilen bir öykü ile bağımızı
TSDE ki - Mayıs 2016
54
PSİKOMİTOLOJİ
keşfedersek, aynı öykünün analizi bize terapötik bir
süreç de de eşlik edebileceği varsayımları üzerine
kuruludur. İnsan için kavuşmak yaşamının her evresinde yönlendiriliciliği açısından en güçlü yönelimlerindendir. Her neyi elde etmiş olursak olalım, içinde
bulunduğumuz her hâl bir parça eksiktir. Gebe bebeğine, aşık sevgilisine, çocuk yetişkinliğe, fakir zenginliğe, hasta sağlığa, kimisi ölüme kavuşmak ister.
Bu eksik hâl ve onu tamamlamaya çalışan kavuşma
çabası hayatın en önemli enerji kaynağıdır. Önemli
olan tam ve eksiksiz olmak değil, ki zaten mümkün
değildir. Bu doğal eksikliğimizi tamamlayacak hakiki
yönelimi keşfedilmektir. Aşk, insanın hayata yöneliminin en temel itekleyici gücü olmakla, bu yönelimi
sonsuza kadar kilitleyecek olan pranga olma arasında gerili bir duygu durumunun kaynağı olarak
kullanılabilir. Aşk ya da aşkmış gibi
olanın ayrımını yapmadan evvel, mitos kavramının içeriğini
de kısaca açıklamak isterim.
Arkaik insan için sadece mitos
vardı. Evrenin oluşumunu, insan hayatını; doğumu, ölümü,
sosyal rollerin edinimini ve dini
ritüellerin tümünü belirleyen mitoslar tartışmasız bir biçimde insanı
yönetme gücüne sahiptiler. Daha sonra Logos keşfedildi. Logos, tüm bu varoluşsal fenomenleri mantık zemininde açıklanmasını oluşturuyordu. Ancak ne logos ne
de mitos tek başlarına hakikati açıklama gücüne sahip değillerdir. İkisinin uyumlu beraberliği
deneyimlerimizin fenomenolojik olarak açıklanmasını, sahiplenilmesini ve yaşanmasını destekler.
Logos beynimizin sol yarım küresi ile bakmak iken
mitos sağ yarım küresi ile bakmaktır. Oradaki gerçeklik ise bu iki zıt algının uyumundan meydana gelir.
M.Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci isimli kitabında pek çok defa “filogenez içinde ontogenezi, ontogenez içinde filogenezi barındırır” der. Yani insanın
tür olarak evrimi ile bireyin gelişim aşamaları birbirine aşama aşama benzer. İkisi birbiri için sağlam bir
analoji kaynağıdır. İster tür olarak, ister birey olarak
gelişimimiz için içine doğduğumuz ilksel gerçeklik
dünyası mitosdur. Hiçbir bebek dünyayla ilgili somut verilerle donanmış olarak gelmez. İnsan yavrusu
hayalleri, korkuları, öğrenme biçimi ve içgüdüleri ile
fantastik ve mitsel bir algıyı beraberinde getirir. Logos insana öğretilendir, dikte edilendir. Mitos, ruhtan aşama aşama dışa ifade edilen gerçekliğin yarım
Arkaik insan için sadece mitos vardı.
Evrenin oluşumunu, insan hayatını;
doğumu, ölümü, sosyal rollerin
edinimini ve dini ritüellerin tümünü
belirleyen mitoslar tartışmasız bir
biçimde insanı yönetme gücüne
sahiptiler. Daha sonra Logos
keşfedildi. Logos, tüm bu varoluşsal
fenomenleri mantık zemininde
açıklanmasını oluşturuyordu.
TSDE ki - Mayıs 2016
55
PSİKOMİTOLOJİ
Doğrusallık, neden ve
sonuç, hep ileriye ya
da hep geriye giden
şeyler mantığa ya da
bilince ait olurken;
döngüsellik, öncesiz
ve sonrasız bir varoluş,
kaybolmak, dönüşmek,
birden ortaya çıkmak
gibi kavramlar
mantık dışına ya da
bilinçdışına aittir.
önce o kadının sevgisini kazanan ötekini
de arkaik bir düzlemde ortadan kaldırmak ister. Bu durum bilinçdışı bir süreçtir
ve bilince getirilmeden ya da logosa ait
olana sahip olmadan bu sınırlı bakış açısından bakmaya zorunlu hissedebilir. Bireysel
olarak arkaik mitoslarından sıyrılamadan
bilinçdışı yansıtmalardan da sıyrılmanın alternatif bir yolu bulunmamaktadır. Aşkın da
yaşayan bir sevgiye dönüşmesi için partnerlerin etkisi altında oldukları bu büyüyü logosla dönüştürmeleri ile aşkın sevgiye dönüşmesine paralel
bir süreçtir.
illüzyonlarıdır. Bireysel oluş için kişi mitostan logos
ile arınır. Hiçbir oğlan çoçuğuna “Oidipus Komplesi”
öğretilmez. Tam tersine öğretilen herşey ondan sıyrılması adınadır.
Doğumda olduğu gibi aşk duygusunda da kişi ilişkinin başında aşk duygusunun kendine özgü mitosları
tarafından sarılıdır. Aşık olunan kişi bizim içimizdeki
kavuşma dürtüsünün en arkaik olasılıklarını canlandırır. Çoğunlukla gördüğü de karşısındaki partneri
değil, kendi bilinçdışı yansımalarıdır. Ve hissettikleri
ilişkisel deneyimden evvel içinde bulunduğun mitosun duygusal sıçramalarını hisseder. Oğlan çocuğu
annesine karşı evvelde Oidipus’un gözleri ile bakar;
annesine o kadar bağlıdır ki onunla bağını bozan her
şeye karşı ayrıştırıcı bir duygu geliştirir. Kendisinden
İnsan ruhunun tüm dinamikleri çift başlıdır. Doğrusallık, neden ve sonuç, hep ileriye ya da hep geriye
giden şeyler mantığa ya da bilince ait olurken; döngüsellik, öncesiz ve sonrasız bir varoluş, kaybolmak,
dönüşmek, birden ortaya çıkmak gibi kavramlar
mantık-dışına ya da bilinçdışına aittir. Mitoloji her şeyiyle bilinçdışının neye benzediğini, nasıl çalıştığını
anlatan simgeler dünyasıdır. Ruhu en genel anlamı
ile ifade eden simge Janus’dur. Janus çift yüzlü tanrıdır. Bir yüzü genç bir adam diğer yüzü ise yaşlı bir
adam olarak betimlenir. Hayat ve ölüm, iyi ve kötü,
varlık ve yokluk gibi tüm zıtlıkların ortak temsilidir.
Aşk da bu ikilikten nasibini almıştır. Çünkü herkes
gibi onun da bir annesi ve bir babası vardır. Bir versiyonda aşk babası Poros (Bolluk) annesi Penia (Yokluk) ‘dan dünyaya gelmiştir. (Diğer versiyon olan Ares
TSDE ki - Mayıs 2016
56
PSİKOMİTOLOJİ
ile Afrodit’in oğlu olan Eros, romantik aşkın simgesidir.) Bu nedenle aşk duygusu içinde aynı anda hem
varlığı hem de yokluğu beraberinde taşır.
Sevgilinin ne varlığının yettiği ne de yokluğuna
dayanılamadığı zamanlar, aşkın en merkezinde olduğumuz zamanlardır. Aşık olduğumuzda da içine
düştüğümüz illüzyonun iki temel kuvveti bolluk ve
yokluktur. Bu iki güçlü zıt çekim insanı halden düşürmeye, ondan başka birini düşünememeye, tüm
varlığını dolduracak olanın, yaşamına amaç verenin
o olduğunun inanmasına yetip artacaktır. Bir diğer
açıdan da aşık olduğumuzda tüm eski benliğimizi
terk edecek gücü bulur, bizim için o zamana
kadar yapılamaz olan pek çok girişimin
yapılabilir olduğunu duyumsamaya
başlarız. Kısacası aşk ile ya sanılara gömülür ya da kendi varlığımızı genişletecek adımlar
atarız. Bunu belirleyen ise aşk
mitosunu, ilişkinin logosu
ile karşılayıp karşılayamama
becerimizdir.
Sevgilinin ne varlığının yettiği
ne de yokluğuna dayanılamadığı
zamanlar, aşkın en merkezinde
olduğumuz zamanlardır. Aşık
olduğumuzda da içine düştüğümüz
illüzyonun iki temel kuvveti
bolluk ve yokluktur.
Bu yazıda aşkın hallerinden,
dönüşüm süreçlerinden, kadın-erkek düzlemindeki yaşantılanmasından, yersel aşk
(Venüs Pandemus) ya da göksel
aşk (Venüs Uranüs) farklarından bahsetmeyeceğim.
Çünkü öncelikle aşk gibi
gelen, öyle görünen ama
arkasında narsistik, manipülatif ve hilebaz duyguları taşıyan mitoslardan
bahsetmeyi daha yerinde
buluyorum. Hakiki olanın bir
açıklamaya hepsinden daha az
ihtiyacı olacaktır.
Eski Grek mitlerinin en ünlülerinden bir
olan Odysseus mitosu içinde onlarca psikolojik sembol barındırır. Özellikle aşka ve ilişkilere dair pek çok dinamiğin bulunduğu bu
mitte kahramanın Sirenler ile olan macerası,
erkeklerin aşk sanılan duygu ile deneyimlerini açık bir biçimde anlatmaktadır. Öyküde
Odysseus evinin ve karısının kendisini beklediği İthaka’ya doğru yol almaktadır. Yolculuk
süresince geçirmesi gereken pek çok denemeden birisi de Sirenlerdir. Sirenler, güzel
sesleri, dolgun göğüsleri, pürüzsüz ciltleri ve
TSDE ki - Mayıs 2016
57
PSİKOMİTOLOJİ
uzun saçları ile dünya üzerindeki en güzel kadınlar
olarak anılırlar. Denizde kayalıklarda yaşarlar, bir nevi
denizkızı olarak da geçerler. Ancak sirenler aşktan ya
da başka bir duygudan değil tuzaklarına düşürdükleri erkek gemicilerin hayal kırıklığından beslenirler.
Aylardır denizde ilerlemekte olan gemiciler, Sirenlerin bulunduğu yerden geçerken onların büyülü
seslerine kapılırlar ve geminin yönünü bu sözde kadınların bulunduğu yere doğru çevirirler. Gemicileri
hem sesleri hem de çıplak vücutları ile öyle baştan
çıkarırlar ki çoğunlukla kayalara çarpıp batan gemilerini, gemiden dağılan ganimetlerini fark etmezler
bile, tek odaklandıkları şey aylardır çektikleri yalnızlığı gidermektir. Ancak bunun da mümkün olmadığını
kısa bir süre anladıklarında yollarına devam etmek
için bir gemilerinin artık olmadığını anlarlar. Sirenler
bazen normal kadın vücudu biçiminde resmedilse
de orjinalinde belden aşağıları balıktır. Bu da demek
olur ki denizcilerin arzulu emellerine ulaşacakları bir
vajinadan yoksundurlar.
Ben böylesi dinamiklerin yaşandığı hallere “Siren
Sendromu” demeyi yerinde buluyorum. Çünkü bu
durum gerek tekrarı gerekse de yaygınlığındaki ortak etiyoloji açısından bir sendrom denebilecek verileri barındırıyor. Bu yazı ayrıntılı bir açıklama için
çok kısa ama yine de belli temel işaretleri çözümleyebiliriz. Siren Sendromu gerçek bir ilişki yaşamanın
getireceği sorumluluklardan gizliden gizliye korkan,
uzun süredir yalnızlık duygusu içinde yaşayan erkeklerin bilinçdışı düzlemde etkisinde bulundukları bir
dinamiktir. Ne aşk gibi görünen durumlar için tek bir
dinamik ne de tek bir mitos vardır. Çok sayıda dinamik ve çok sayıda mitos olması gerçeğini atlamadan
sadece birinin dahi yeterli fikri vereceğini düşünüyorum. Sirenler, gemicilere sanki ihtiyaçları olanı
alabilecekleri, yalnızlıklarını giderebilecekleri ve
gerçekten kadınmış gibi görünürler. Ancak Sirenlerle karşılaşmak içindeki “oğlan çocuğunu”
yetiştirememiş, babası ile bağını kuramamış,
aradığı avuntuyu bir kadında bulacağını zanneden her erkeğin hem korkulu rüyası hem de
kaçınılmaz deneyimidir. Bu aşk gibi görünen
ama tamamen yokluğun bir ürünüdür.
Düzlemin diğer tarafından kadınlara aşk gibi
görünen şeylerden bir tanesini en iyi anlatan öykülerden birisi “Mavi Sakal” mitosudur. Clarissa P.
Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında naklettiği
bu masalda (masal ve mitosun eşanlamı her ikisinin
de “bilinçdışı öyküler” olmasındadır) kadınların korkulu rüyası mavi bir sakalın öyküsünü anlatır. Üç
kız kardeşten en küçüğünü elde etmeye çalışan
Mavi Sakal anneleri ile birlikte kız kardeşleri
birgün kır gezisine götürür ve elinden gelen
tüm “iyi adam” rollerini oynayarak küçük kızı
ve annesinin güvenini kazanmayı başarır.
Günün sonunda küçük kız kendi kendine
şöyle der “sakalı da o kadar mavi değilmiş.”
Gün gelir Mavi Sakal ile en genç kız evlenirler ve büyük şatoda yaşamaya başlarlar.
Mavi Sakal uzun bir seyahate gideceği zaman genç karısına der ki “Sen, ablalarını
ben yokken şatoya çağırabilirsin. Bütün
anahtarları sana vereceğim, bütün odaları
gezebilir içlerinde ne varsa yiyip içebilirsiniz. Ancak sakın şu küçük anahtarın açtığı
odaya girmeyesin” der. Tabii ki de ablalarının aklına uyup hangi anahtar hangi
TSDE ki - Mayıs 2016
58
PSİKOMİTOLOJİ
odayı açacak oyunu oynamaya başlayan genç kız ve
ablaları bir süre sonra, o küçük anahtarın açtığı odayı
bulurlar. Odanın içinde onlarca kadın iskeletinin bulunduğunu gördüklerinde iş işten çoktan geçmiştir.
Çünkü Mavi Sakal bu korkunç sırrını öğrenen her
karısını öldürüp bu odayı atmıştır. Şimdi mutlu genç
kızımız, kaçınılmaz ölümünden kurtulmanın yollarını
aramak zorunda kalmıştır.
Ruhun sanılarını aydınlatacak,
beklentilerini düzenlemeye yardım
edecek doğru bir psikoterapi
bireyi ruhsal kazalardan uzak
tutma imkânına sahiptir. Pek
çok kişi bir ilişkiyi içgüdüsel
olarak yürütebileceğini düşünür,
hissettikleri aşk duygusunun yeterli
yönergeyi kendilerine vereceği
varsayımı ile ilişkide bulunurlar.
O güne kadar kendisini Mavi Sakal’ın gözdesi zanneden, hayatındaki tek aşk ve gerçekten sevildiğini
düşünen genç kadın sakalının oldukça mavi olduğunu artık öğrenmiştir. (Bu tarz farklılıklar ve sıradışı
haller bir tehlikenin habercileridir.) Öyküde genç kız
öncesinde hiç ilişki yaşamamış hem saf hem bakire
bir karakter iken sonradan öğrendiğimiz kadarı ile
onlarca ilişkiyi aynı dehşetle sonlandırmış adamla
evlenmiştir. Aradaki bu fark adamın kadından oldukça büyük olduğunu göstermektedir. Birinin oldukça
masum bir diğerinin ise seri cinayetlerini şatosunda
saklayacak kadar fail olduğu bir ilişkide aşk illüzyondan başka bir şey değildir.
Her iki öyküde de ortak duygu hüsrandır. Ne gemicilerin aradığı arzu Sirenlerde vardır, ne de genç
kızın aradığı mutluluk bu tuhaf adamda. Bu iki öyküde hem kadın hem erkek için aşk gibi görünen
şeylerin içeriği anlatılmaktadır. Logos böylesi duygu durumlarından geçen kişiler için psikoterapidir.
Ruhun sanılarını aydınlatacak, beklentilerini düzenlemeye yardım edecek doğru bir psikoterapi bireyi
ruhsal kazalardan uzak tutma imkânına sahiptir. Pek
çok kişi bir ilişkiyi içgüdüsel olarak yürütebileceğini
düşünür, hissettikleri aşk duygusunun yeterli yönergeyi kendilerine vereceği varsayımı ile ilişkide bulu-
TSDE ki - Mayıs 2016
59
PSİKOMİTOLOJİ
birini bulmak ve bu peri masalını sonsuza kadar onunla yaşamak üzerine kurulu
olan bir duyguymuş gibi ifade ediliyor.
Sarkacın diğer tarafında ise buna zerre
kadar inanmayanlar da bulunmaktadır. Her iki taraftan uzakta aşk ve sevgi adına yeni bir tanıma ihtiyacımız
olduğuna inanıyorum.
Doğu’da uçmakta olan bir ilah
varlık olan aşk, Batı’da kanatları kesilmiş ve düşmüş bir melek
konumundadır. Plotinus aşkın
bu iki halini Venüs Uranüs (Göksel Aşk) ve Venüs Pandemus
(Yersel Aşk) olarak ayırmaktadır.
Tamamlanma ve kavuşma kavramları ruhsal tepi olmaktan, bir
güdü hatta içgüdü seviyesine indirildiğinde, sonu hüsranla biten
onlarca mitosa davetiye çıkarırız.
Fizyolojik olarak dahi aşk gibi yoğun bir duyguya en fazla iki yıl dayanabilen bir sinir sistemine sahip olduğumuzu hatırlayarak işe başlayabiliriz.
Bu iki yıl aşk duygusunu ait olduğu yere
götürmemiz için aslında oldukça uzun bir zamandır.
Doğu’da uçmakta olan bir ilah
varlık olan aşk, Batı’da kanatları
kesilmiş ve düşmüş bir melek
konumundadır. Plotinus aşkın bu iki
halini Venüs Uranüs (Göksel Aşk) ve
Venüs Pandemus (Yersel Aşk) olarak
ayırmaktadır.
nurlar. Tabii ki logos burada iki yetişkine akıl vermek
olarak anlaşılmamalıdır; doğrusu bu kavuşma ve
tamamlanma duygusunun arkaik döngülerinden
nasıl çıkacaklarını, beklentilerin değil ilişkiye verilebileceklerin açılacağı duygusal düzlemi elde etmek
adına bu illüzyonlardan sıyrılmayı deneyimletmektir.
Bu noktada en önemli eksik kültürümüzün aşka dair
yüklediği anlamlardır. Sanki aşk, bizim tüm eksiklerimizi giderecek, arzularımızı sürekli tatmin edecek,
bizi her ne olursa olsun her halimizle kabul edecek
Aşk dünyayı yönetir, insan kişiliğini en derininden etkileyen psikolojik faktörlerden biri travma ise diğeri
de aşktır. Ve ikisini birbirinden ayıran ince bir sınır
vardır. Travma bizi ruhsal bütünlüğümüzden uzaklaştırırken aşk yakınlaştırır. Her eylemin arkasında bir
yerlerde aşkla ilgili ya da travma ile ilgili bir bağlantı
bulmak psikoterapinin en iyi yaptığı işlerden biridir.
Aşk güçlü çekimi, kişide uyandırdığı geçici özgüven
ile iki insanı birbirine yaklaştırma gücünü içinde saklar. Ancak iki insan arasında emanet bir duygu olduğunu, iki kişiyi saran bu mitostan arınmanın sevgiye
yer açacağını unutmamak gerekir. Çünkü her ne biçimde olursa olsun bu tutkulu duygu sonunda biter
ve geriye derin bir hüsran bırakır. İlişkiyi sadece aşka
bırakmak, romantizm ve erotizm döngüsünü kıramamak bir süre sonra iki tarafa da taşıması zor bir
duygusal yük oluşturur. Batı’da aşk romantik-erotiktir
ve böyle olması doğru kabul edilir. Doğu’da aşk mistiktir, ancak gerçek aşkın bir yansıması kadınla erkek
arasında bulunur ve bu kiminle yaşayacağımız konusunda kısmi bir rehberlik adına kullanılır. Aşk asla
ulaşılamayacak kavramlara yönlendirildiğinde kişiye
manevi bir varoluş ve bir bağlantıda olma hissi ve-
TSDE ki - Mayıs 2016
60
PSİKOMİTOLOJİ
rirken, bir kadına ya da adama yönlendirildiğinde ya
siren kayalıklarında ya da iskelet dolu bir odada hüsranı bulmaya neden olmaktadır. Çünkü hayat tüm
boyutları ile yaşanırken her zaman mükemmel bir aşk
nesnesi olmaya uygun bir gerçekliğe sahip değildir.
Yaşayan bir ilişkide bulunmak adına başlangıçta bizi
saran yakıcı duygudan, yoğun beklentilerden, mutlu edilmekten feragat edip; diğerini ve en çok da bir
araya getiren ilişkide olmayı ön plana alan bir paylaşıma, sevgiye dönüştürmenin bir yolunu bulmalıyız.
Belki de ipucu sıradanlaşmak ve normalleşmekten
geçmektedir. Psikolojik düzlemde, daha ruhsal bir
anlamda bütünleşme arayan manevi bir yola sahip
olmadıkça aşk duygusunun her zaman ayağımıza
“erotizm-romantizm” bağlamında dolanacağını düşünüyorum.
Eliade’nin dediği gibi, “İnsan tarihin tekerrüründen,
mitosların teröründen ancak kutsal bir imgeyi algılayabildiği kadar tamamlanabileceği gerçeğini, idrak
edebildiği ölçüde uzaklaşabilir.” Gerçekte benliğimizin boşluklarını dolduracak olan, üzerimizdeki travmaları giderecek ve daha asli bir bütünlüğü bulabileceğimiz kaynak kendi içimizde bir yerlerdedir. İlla bir
isim vereceksek ruhtadır. Ve hiç bir kadın ya da erkek
bir diğerinin tamamlayıcısı, ruh eşi ya da müjdecisi olmak gibi ağır bir misyona sahip değildir. Kimse
kimsenin diğer yarısı değildir; ancak ben ve part-
Özümüzdeki ateşli tamamlanma
isteği mistik bir düzleme
taşınabildiğinde, ilişkilerimizde
de sevgiye, diğerini düşünmeye,
hayatı paylaşırken illa tutkulu
değil sıradan herşeyi yapabilecek
motivasyona yer açılır. O zaman aşk
bazen göğe çıkar, bazen yere iner.
nerim ilişkimizin diğer yarıları olabiliriz. Birbirimizin
tamamlanmasına eşlik edebilir ama bunu bir araya
geldik diye birbirimize sunamayız.
Özümüzdeki ateşli tamamlanma isteği mistik bir
düzleme taşınabildiğinde, ilişkilerimizde de sevgiye,
diğerini düşünmeye, hayatı paylaşırken illa tutkulu
değil sıradan her şeyi yapabilecek motivasyona yer
açılır. O zaman aşk bazen göğe çıkar, bazen yere iner.
Bu durumdan hem ben hem partnerim hem de aşk
memnundur. Çünkü bir aradayız ama özgürüzdür. <
Hüseyin Şimşek
TSDE 7. Eğitim Grubu / İzmir
TSDE ki - Mayıs 2016
61
TSDE DER ki
DOĞU TIBBI,
BATI TIBBI...
Bitmeyen bir
ayrımcılık hikâyesi...
Dünya Sağlık Örgütü’nün
açıklamasına göre sağlık,
“fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan
iyi olma halidir”. Tıp ise “sağlığın
korunması, hastalıkların önlenmesi,
iyileştirilmesi veya hafifletilmesi
amacıyla başvurulan teknik ve
bilimsel çalışmaların tümüyle
ilgilenen bilim ve sanattır”.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) “sağlık fiziksel, ruhsal ve
sosyal açıdan iyi olma halidir” diyerek bence en güzel
tanımlardan birini yapmıştır. Bu tanımda hastalık ve
ilaç kavramları kullanılmadan, sadece insanın sağlıklı
haline yönelik bir tanım vardır yani olması gereken...
Tıp ise “sağlığın korunması, hastalıkların önlenmesi,
iyileştirilmesi veya hafifletilmesi amacıyla başvurulan
teknik ve bilimsel çalışmaların tümüyle ilgilenen bilim
ve sanattır” diyebiliriz. Tıp fakültesinden mezun olduğunuzda “Doktor” olursunuz, sonra hayat boyu “Hekim” olmaya çalışırsınız. Ben de bunlardan biriyim…
Çin’de doktor olmak istiyorsanız tıp fakültesine gidersiniz. İkinci sınıftan sonra seçim yapma şansınız
vardır. İsterseniz dört sene geleneksel Çin tıbbı (Traditional Chinese Medicine) okuyup TCM doktoru
unvanını alırsınız; isterseniz dört sene standart batı
tıbbı okuyup Tıp Doktoru (M.D.) unvanını… Devlet,
üniversite ve özel hastanelerin bir kısmı sadece Batı
Tıbbı veya TCM yöntemlerini, bir kısmı da her ikisini
uyguluyor. İsterseniz eğitim sürenizi on seneye uzatıp her iki unvanı kullanabiliyorsunuz.
TSDE ki - Mayıs 2016
62
TSDE DER ki
Eğer Hindistan’da iseniz benzer şekilde iki senenin
üzerine dört sene ister geleneksel Ayurveda Tıbbı,
ister Batı Tıbbı okuyabilirsiniz.
Başka açıdan bakarsak Doğu’da hepsini öğrenebiliyorsunuz ama Batı’da yasal olarak üniversitelerde
sadece Batı Tıbbı öğretiliyor. Bu açığı kapatmak için
Batı’da üniversiteler küçük birimlerde kısa süreli eğitim düzenlese de geleneksel tıp bilgilerini felsefesiyle birlikte tam olarak öğretemiyorlar.
Rönesans’a kadar tıp, paylaşılan ve üstüne yeni bilgiler eklenen bir alandı. Sümerlerden gelen tıp bilgilerini Asurlular ve Babilliler geliştirmişti. Bunları Sümer
Doğu’da hem doğu hem batı tıbbını
öğrenebiliyorsunuz ama Batı’da
yasal olarak üniversitelerde sadece
Batı Tıbbı öğretiliyor. Bu açığı
kapatmak için Batı’da üniversiteler
küçük birimlerde kısa süreli eğitim
düzenlese de geleneksel tıp
bilgilerini felsefesiyle birlikte tam
olarak öğretemiyorlar.
kil tabletlerinde, Hammurabi kanunlarında görüyoruz. Mısır’da bulunan papirüslerde tıbbi bilginin daha
da geliştiğini, Akdeniz’deki, ipek yolu ticaretinin etkisiyle başka kültürlerle paylaşıldığını ve zenginleştiğini biliyoruz. İskenderiye Kütüphanesi dev bir bilgi
merkeziydi. O dönemde en zengin bilgi kaynaklarıyla herkese ışık tutuyordu. Bu bilgileri Antik Yunan’da
Hipokrat ve Galen dönemi hekimlerinin öğrenerek
daha da geliştirdiği yazılıdır. Bu dönemlerde hekimler özgürce uygulamalar yapıyor, bilgileri paylaşıp
yazıyor ve okullarda öğretiyorlardı. Sağlık merkezleri
irili ufaklı etrafa yayılıyordu. (Örneğin Antik Yunan’da
350 kadar Asklepion sağlık merkezi olduğu yazılıdır.)
Bu sağlık merkezlerinde bugün modern bir SPA’da
bulunan tüm birimler bulunur, teşhis, tedavi ve cerrahi girişimler uygulanırdı. Doğu ve Batı’da tıbbi bilgilerdeki ortak paylaşım ve gelişme sürerken Batı’da
karanlık bir çağ başladı. M.S. 350 yıllarında Bizans ve
Roma, din baskısı kurarak sağlık merkezlerini ortadan kaldırdı. Oralardaki kitaplar kiliselere getirildi ve
Batı’da “Kütüphane Tıbbı” dediğimiz dönem başladı.
Tıbbi bilgiler artık ortaçağ karanlığı içinde Avrupa’da
yaklaşık bin yıl uyuyacaktı...
Ortak akla dayalı geliştirilmiş bu bilgiler, ortaçağ
karanlığı dışına çıkarak Grekçeden Farsçaya, diğer
dillere çevriliyordu. Hatta Bağdat Kütüphanesi’nde
binlerce eserin Grekçe, Latince, Farsça, Arapça, Sanskritçe ve Süryaniceye çevrildiği bilinmektedir. İlginçtir ki İskenderiye ve Bağdat Kütüphaneleri, bilginin
TSDE ki - Mayıs 2016
63
TSDE DER ki
ışığından korkan tutucu güç odakları tarafından yakılıp, yağmalanmış, tahrip edilmiştir.
Bu dönemlerde din yasakları nedeniyle insan vücudu incelenememiş ve tıbbi bilgiler gözleme dayalı
olarak gelişmeye devam etmiştir. İbn-i Sina (Avicenna), Hipokrat’tan, Galen’den gelen Antik Yunan
bilgilerini “Unani Tıp” olarak çevirmiştir. Unani Tıp
bilgileri Gazneli Mahmut’un Hint seferleri sonunda
Hindistan’a yayılmış ve orada belli bir bölgede halen
uygulanmaktadır. Bu uygulama Hint Sağlık Bakanlığının benimsediği “AyushMedicine” politikasının beş
elementinden biri olmuştur. (A:Ayurveda, Y:Yoga,
U:Unani, S:Siddha, H:Homeopati.)
Ortaçağ karanlığı döneminde yaygın olan Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin insan vücudunda inceleme
yapmayı yasaklaması, tıbbi bilgilerde büyük bir duraklama yapmıştır. Bu süre içinde Çin Tıbbı ve Hint
Tıbbı ilerlemesine devam etmiş teşhis ve tedaviler
üzerine binlerce sayfa kitap yazmışlardır.
Bu bilgiler yine ticaret ve kültür yolu üzerinde Mezopotamya’da yoğunlaşmış Endülüs etkisiyle Kuzey
Afrika’dan İspanya’ya giderek Avrupa’ya ulaşmıştır.
Ortaçağ karanlığını bitiren, halkın isyanı olmuştur.
Sümerlerde, Mısırlılarda suyolları, kanalizasyon ve
umumi tuvaletler yapılmışken Avrupa’nın yüzlerce
Rönesans’a kadar tıp, paylaşılan
ve üstüne yeni bilgiler eklenen
bir alandı. Sümerlerden gelen tıp
bilgilerini Asurlular ve Babilliler
geliştirmişti. Bu dönemlerde
hekimler özgürce uygulamalar
yapıyor, bilgileri paylaşıp yazıyor
ve okullarda öğretiyorlardı.
Sağlık merkezleri irili ufaklı
etrafa yayılıyordu.
TSDE ki - Mayıs 2016
64
TSDE DER ki
yıl veba salgınlarıyla baş edememesi ders alınacak
bir göstergedir. Halkının sağlığını koruyamayan yönetimler isyanlarla devrilmiş ve Rönesans aydınlığı
Avrupa’yı aydınlatmaya başlamıştır.
Rönesans’ta sağlık üzerinde kilise baskısı kalkmıştır.
Aynı anda hem insan üzerinde çalışmaların serbest
bırakılması, hem de endüstri ve teknolojinin gelişmesi tıbbi bilgileri ilerletmiştir. Bu gelişme döneminde Avrupa’da kurulan üniversitelerde Avicenna kürsülerinde İbn-i Sina’nın eserleri 400 yıl okutulacaktı.
Ortaçağ karanlığı döneminde
yaygın olan Hıristiyanlık ve İslam
dinlerinin insan vücudunda
inceleme yapmayı yasaklaması,
tıbbi bilgilerde büyük bir duraklama
yapmıştır. Bu süre içinde Çin Tıbbı ve
Hint Tıbbı ilerlemesine devam etmiş
teşhis ve tedaviler üzerine binlerce
sayfa kitap yazmışlardır.
1900’lü yıllara kadar insanlar diğer ülkelerdeki bilgileri okuyup öğreniyor ve bölgelerinde uygulamaya
çalışıyorlardı. Eski gazete kupürlerindeki doktor reklâmları bu konuda pek çok fikir vermektedir. Akupunktur, herbal tedaviler, kupa ve sülük tedavileri
uygulanmaktaydı.
Mikrobun bulunuşu, antibiyotik ve anestezik ilaçların üretilmesi, cihazların geliştirilmesi tıpta baş
döndürücü şekilde ilerlemeler kaydetti. Vücudun
cihazlarla inceleneceği, hastalık etkenlerinin mikroskopla tanınacağı, tedavide ilaçların kullanılacağı katı
bir disiplin organize olmaya başladı. Amerika ve Avrupa’da hızla oluşturulan bu iskelet, sömürgeciliğin
etkisiyle tüm dünyaya hızla yayıldı ve standardize
olmaya başladı.
Kadim bilgileri bir anda rafa kaldıran bu yeni iskelet
kendine Batı Tıbbı, Ortodoks Tıbbı, “Standart Tıp” adını verdi. Diğer bütün tıbbi bilgileri kocakarı tıbbı, şarlatanlık, hurafe, cahillik olarak nitelendirdi. Tıp otoriteleri ruh-zihin-beden bütünlüğünü dikkate almayıp
sadece bedenin atomik parçalarına giden yolculuğa
dalmıştır; ruhsal travmaları bile, ürettiği bir kısım moleküllerle tedavi etmeyi amaçlamış ve bu konuda taviz vermek istememiştir.
Bu acımasız saldırı daha sonra yumuşadı. Batı tıbbı
geliştirdiği sağlık bilgilerinin dünyanın her yerinde
uygulandığını fakat yeterli olmadığını gördü. Her
ülke bu standart doğru bilgileri alıp kullanıyor ama
sağlık sorunlarını tam olarak çözemediği için eski
denilen itilmiş ve yasaklanmış bilgileri de kullanarak
daha çok sorunu çözebiliyorlardı. Bu bir gerçekti. Bu
nedenle katı tutum yumuşamaya başladı ve eski kökenli bilgilerin tedavi metotlarına şu adlar verilmeye
başlandı:
TSDE ki - Mayıs 2016
65
TSDE DER ki
Alternatif tıp
Geleneksel tıp
Tamamlayıcı tıp
Destekleyici tıp
Önleyici tıp
Koruyucu tıp
Günümüzde Amerika Sağlık Enstitüsü (NIH) kendi
içinde Komplementer Alternatif Tıp (CAM) bölümünü açmış ve üniversitelerle birlikte kullanmaya başlamıştır. Avrupa Birliği de aynı şekilde “Eurocame”
projesini resmen başlatmıştır. Dünya Sağlık Örgütü
(WHO) özellikle 1990’lı yıllarda artan şekilde kadim
bilgilerin standart bilgilerle entegrasyonunda epey
yol almıştır.
Bizler bütüncül bakış açısına sahip olduğumuz için
dünyada bilginin “Tek” olduğunu biliyoruz. Bu nedenle doğru tıbbi bilgilerin elden geçerek “Entegre”
edilmesi gerektiğine inanan bilinçli kesim artmaktadır. Dünyada bugüne kadar üretilen doğru bilgilerin
-Doğu Tıbbı ve Batı Tıbbının- “Entegratif Tıp” kavramı
içinde yoğurulup hazmedilerek, bütüncül şifa olan
“Holistik Şifa” yolunda ilerleyeceği günleri görmeyi
umuyoruz. <
Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler
· YRD. DOÇ. DR. EROL ERGÜLER KİMDİR?
1983 yılında İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden
mezun oldu. Nükleer Tıp alanında teşhis ve
tedavileri (tiroid-guatr, radyoaktif iyot-atom
tedavisi, radyosinovektomi ve diğer radyofarmasötik tedavileri) uygulamaktadır. Bununla
birlikte muayenehanesinde akupunktur, hipnoz, homeopati, ayurvedik tedavi, bitkisel tedavi, B.I.T, ozon ve meditasyon gibi bütüncül
ve holistik tedavi yöntemleriyle hastalarını tedavi etmektedir.
Tamamlayıcı Tıp Enstitüsü Derneği’nin Kurucu Başkanlığını yapmış olup, tamamlayıcı tıp
alanında Türkiye, Avrupa, Rusya ve Çin (Uzakdoğu) kongrelere, seminerlere düzenli olarak
katılmakta, tamamlayıcı tıp ile ilgili ulusal ve
uluslararası pek çok kongrede konuşmacı ve
organizasyon yönetiminde görev almaktadır.
Dr. Ergüler, “Bilinçli Farkındalık Programı”nı
geliştirmiş olup, stres yönetimi, motivasyon,
yaratıcılık, takım-aile bütünlüğü, konsantrasyon konularında bireysel ve kurumsal eğitimler vermektedir. Hekimlere yönelik hipnoz,
ozonterapi, Vegamed Akademi (Almanya) biyorezonans ve elektro akupunktur eğitimleri
vermektedir. Entegratif Tıp Akademisi’nin Kurucusu olup doktor olan ve olmayanlara “Entegratif Tıp ve Holistik Şifa Temel Eğitimleri”
düzenlemektedir.
TSDE ki - Mayıs 2016
66
TSDE DER ki
İçimizdeki ayrılık
Doğu ve Batı kavramları bize hem yön belirten kelimeler olarak dünyanın Doğu ve Batısını hem de burada oluşan düşünce, kültür ve felsefeyi anlatır. Her
iki kültürde de öne çıkan değerler, benzerlikler, ayrılıklar varken ortak olan tek şey bu anlayışı benimseyip hayatını bu değerlere göre şekillendiren insandır.
Rönesans’la başlayıp sanayileşmeye geçildikten sonra daha da derinleşen Doğu ve Batı arasındaki kültür
ve anlayış farklılığı zamanla iyice birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrım doğal olarak bireye, onun düşünce
sistemi ve yaşama biçimine de yansımıştır.
Doğu-Batı, her iki kültürde de
öne çıkan değerler, benzerlikler,
ayrılıklar varken ortak olan
tek şey bu anlayışı benimseyip
hayatını bu değerlere göre
şekillendiren insandır.
İnsanlık tarihi boyunca maddeyi her şeyin üzerinde
tutan Batı felsefesi neredeyse bütün insanlığı etkileyip değiştirmiştir. Bu değişimle bireye güç, maddi
imkân ve teknik donanım gibi maddi kazanımlar
sağlarken, onun huzur ve mutluluk gibi manevi yönlerini görmezden gelmiştir. Batı felsefesine karşılık
on bin yıllık geçmişe sahip Doğu felsefesi ise kültür
değerleri ve düşünce tarzı olarak insanlığa zengin bir
içsel miras sunmuştur. Bu düşünce, tabiatı bir bütün
olarak ele alarak kişiyi de bireysel yolculuğunda bu
bütünün içinde görüp değerlendirmiştir.
Doğrusal ve sonuç odaklı Batı düşüncesinin aksine
Doğu düşüncesi tıpkı tabiatta olduğu gibi döngüseldir. Zihin ve düşünceden çok sevgi ve hisler ön
planda yer almaktadır. Genel olarak Batılı’nın daha
çok aklı ile Doğulu’nun ise sezgileri ile hareket ettiği
yönünde bir inanç vardır. Bu bakış açısıyla, akıl Do-
TSDE ki - Mayıs 2016
67
TSDE DER ki
ğulu bir kişi için önemsiz değildir, aklın insanın özelliklerden birisi olarak kabul edildiği düşünülmelidir.
Batı’nın etkinliğine karşın Doğu edilgenliği savunur
çünkü “olmak”, “yapmaktan ve sahip olmaktan” daha
önemli ve değerlidir. Doğu’da eril-dişil, etken-edilgen, hâkim-boyun eğen gibi hayatın temel çelişkilerine vurgu yapılmaktadır. Bu ikilikler sonucunda
kişinin başarısız veya mutsuz olacağına inanılır ve
zıtlıkların birliği ile farklılıkların bütünlüğü sağlanır.
Batılı düşünceye göre insanın huzur ve mutluluğu
maddi ihtiyaçlarının karşılanmasıyla gerçekleşir. Kişiler maddi bakımdan ne kadar güçlülerse o kadar var
olurlar, hep daha fazlası vardır, daha fazlası istenilip
arzu edilmelidir, tüm bu kazanımlar için ise rekabet
gereklidir. Bütün hedef ve hesap kişinin kendi menfaati olduğu için rekabet için manevi değerlerden
de kolaylıkla vazgeçilebilir. Her varlık tek başınadır.
Kazanmak için gerekirse güce de başvurulabilir. Doğu’da ise insan kutsal ve değerlidir, kişi bir başkasına
yaptığı herhangi kötü bir davranışın kendisini de ilgilendirdiğinin farkındadır.
Doğu ve Batı’yı iyi-kötü, ileri veya geri olarak nitelendirmek doğru olmadığı halde her iki taraf için böyle
değerlendirmeler kullanılarak diğer taraf ötekileştirilir. Yeryüzünün neresinde olursa olsun sorumluluğun
insanda olduğu unutulmamalıdır.
Peki biz içimizdeki Doğu ve Batı’yı nasıl yaratıyoruz,
bu ayrılık bize ne yapıyor? Birey olarak yaşamımız
boyunca zihnimiz ve ruhumuz dolayısıyla düşüncelerimiz ve duygularımız arasında o kadar çok gider
geliriz ki… Birine yaklaşırken diğerinden uzaklaştığımızda hep bir eksiklik duyar belki de arayışa tüm
yaşamımız boyunca devam ederiz.
Yaşamda eğer Batılı yanımız dile gelmişse rasyonel
bir şekilde alınmış kararlarımız vardır. Sezgisel yanımızdan dolayısıyla duygulardan uzaklaşılır. Önemli
olan birey olmaktır. Bu yolda güçlü ve kararlı bir şekilde yol alınır. Alınan kararlar ölçülebilir, kendi kendine kanıtlanmış kalıp düşünce biçimleridir. Güç ve
kontrol kişide, hayatındaki her şey ise mantık silsilesi
içinde sonuç odaklıdır.
“Gökyüzünde Doğu ve Batı diye bir
ayrım yoktur; ayrımları insanlar
kendi zihinlerinde yaratır ve ardından
gerçek olduğuna inanırlar. “
-Budha
TSDE ki - Mayıs 2016
68
TSDE DER ki
Doğu ve Batı’yı iyi-kötü, ileri
veya geri olarak nitelendirmek
doğru olmadığı halde her iki
taraf için böyle değerlendirmeler
kullanılarak diğer taraf ötekileştirilir. Yeryüzünün neresinde olursa
olsun sorumluluğun insanda olduğu
unutulmamalıdır.
Dile gelen Doğulu yanımız ise sezgisel bir şekilde
duygularla yoğrulunur. Rasyonel yanımızdan, zihin
ve düşünceden uzaklaşılır. Önemli olan tam olma,
bütüne ulaşmadır. Bu yolda zıtlıklarımızla çeşitlenir,
kendi rengimizi ancak diğer renklerle birlikte fark
edebiliriz. Gücümüzü sevgiden ve paylaşımdan doğal bir şekilde karşılarız. Hayatımızdaki her şey döngüsel ve rastlantısaldır.
Batılı yanımızla birey olma yolunda ilerlerken Doğulu yanımızı hatırlayıp görmek, Doğu’nun meditatif
halinden biraz yaşama dönmek belki de tüm denklemi doğru kurmamıza yardım edecek olandır.
İnsanın tek bir doğruya inanması ve kesin sonuca
ulaşma çabası mı oluşturur içindeki ayrılıkları yoksa
diğerleri tarafından görülüp sarılma arayışı mı?
Doğru ve yanlışı hangi yanımız bilir, sevgiye ihtiyaç
duyan yanımız hangisidir, zihnimiz mi yoksa kalbimiz
mi? Bizim için öncelikli olan hangisidir, aklımız mı, ruhumuz mu?
Kararları rasyonel tarafımızla mı sezgisel tarafımızla mı almalıyız? İçimizdeki kadın ve erkek ile ne yapabiliriz? Annem benim Doğu’m, babam Batı’m ise
içimizdeki çocuk Doğu’ya mı Batı’ya mı uzaktır? İçimizdeki tüm bu ayrılıklar ruhumuza, bedenimize,
yaşamımıza ne yapıyor, tüm bunlarla yaşamda ne
kadar var olabiliyoruz?
Hiç düşündünüz mü içinizdeki Doğu neresi, Batı neresi, sınırlarınız nerededir? Hâlbuki insan bir sınır koyana kadar her şey bir ve bütün değil miydi?
Her şeyi ayıran biziz, bizi mutsuz eden de aslında bu
ayrılıklar değil mi?
Oysaki hayat tek ve derin bir nefes…
Batı’da bireyin yolculuğu,
Doğu’da ise her yürek tek bir nefes. <
Esra Can
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Mayıs 2016
69
TSDE DER ki
Modern tıpta Antik Yunan ve
Roma felsefesinin etkileri
Ne oluş ne de yok oluşun birbirine göre üstünlüğü vardır. Temel parçacıklar, sayıca
sonsuz ama şekil ve boyut bakımından sonludur. Bazı parçacıklar birbirleriyle
düzenli olarak bir araya gelirken bazıları ise birbirini iter ve direnç gösterir.
Bu yazı ile sizlere modern tıbbın doğuşuyla ilgili farklı bir bakış açısı sunmaya çalışacağım. Bu bakış açısı
da çağımız tıbbının hangi fikirlerden etkilendiğini ve
nasıl bir felsefi temel içinde olduğunu göstermeyi
hedefleyecek. Modern tıbbın; erken dönem bağnaz
Hristiyanlık etkilerinden kurtularak, günümüz tıbbının temellerini oluşturduğunu felsefi bir anlatımdan
yararlanarak aktaracağım.
Her şey Ortaçağ karanlığında kıvranan Avrupa’da; cesur bir hümanist, bir İtalyan kitap avcısı ve dönemin
papasının özel kalem müdürü olan Poggio Bracciolinin 1417 yılında Almanya’nın güneyinde ücra bir ma-
nastırın tozlu raflarında, batı medeniyetinin kaderini
değiştiren ve tarihe yön veren Roma döneminden
kalan çok önemli bir yazıt bulmasıyla başladı.
‘’De Rerum Natura’’, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiirden gelen bu yapıt tarihin her dönemi için
tehlikeli ve aykırı fikirlerle doluydu. Bu yazmaların
yazarı Roma döneminde yaşamış, TİTUS Lucretius
KARUS tur. TİTUS Lucretius KARUS; İ.Ö. 95 ila 55 yıllarında yaşamış olan Romalı büyük bir şair ve filozoftur.
Zamanımıza ulaşan en önemli eseri De Rerum Natura’dır. Evrenin doğası üzerine anlamına gelen göz kamaştırıcı altı ciltten oluşan bir şiir kitabıdır. Lucretius
TSDE ki - Mayıs 2016
70
TSDE DER ki
bu şiir kitabında; varlıkların özünü, yapısını, evrenin
temel niteliklerini eski çağların didaktik şiir yapısıyla
anlatmıştır.
Lucretius; felsefe ve bilim içeren bu eserinde, maddeci Yunan filozofu EpikurusUN öğretisini örnek almış ve geliştirmiştir. Büyük filozof EPİCURUS’da İ.Ö.
500 yıllarında yaşamış büyük Yunan filozofları LEUKİPPOS ve DEMOKRİTOS’un etkisinde kalmıştır. Bu
iki düşünür, evrenin maddesel bir yapısı olduğunu
ve atomlardan meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir.
İ.Ö. 342 yılında doğmuş olan Epikurus’a göre bütün
varlıklar maddesel olan sürekli hareket halinde olan
atomlardan oluşuyordu. Maddenin yanı sıra birde boşluk ve uzay vardı. Atomlar bölünmez ve yok
olmazdı. Evren sonsuzdu ve bize benzeyen başka
dünyalarda vardı. Yani bugün evrenin oluşumunu
anlatan modern bilimin öncü fikirlerini oluşturan kuramlar İ. Ö. 342 yılında doğmuştur.
‘’De Rerum Natura’’, bin yıldan
uzun geçmişi olan kadim şiirden
gelen yapıt tarihin her dönemi için
tehlikeli ve aykırı fikirlerle doluydu.
Lucretius bu eserinde varlıkların
özünü, yapısını, evrenin temel
niteliklerini eski çağların didaktik
şiir yapısıyla anlatmıştır.
Epikurus’UN sadık öğrencisi ve takipçisi Lucretius’un
yazdığı evrenin yapısının da anlatıldığı başlıksız
altı kitaptan oluşan şiir; yoğun lirik güzelliği ile din
konulu felsefi düşüncelerini, hazzı, ölümü, maddi
dünyanın karmaşık düzenini, insan topluluklarının
evrimini, cinselliğin tehlike ve sevinçlerini, hastalığın
doğasını adeta iç içe örer.
TİTUS Lucretius CARUS büyük eseri De Rerum Natura öne sürdüğü fikirlerin bazıları şunlardır: Her
şey, görünmez parçacıklardan oluşur. Atom kelimesini kullanan Lucretius bunlara maddenin
cisimcikleri ve tohumları da demiştir. Ona
göre her şey bu tohumlardan meydana gelir ve sonunda dağıldıklarında yine onlara
döner. Değişmez bölünmez görünmez
ve sayıca sonsuz olan tohumlar daima
hareket halindedir.
Maddenin temel parçacıkları olan bu
tohumlar ebedidir. Zaman sonsuzdur. Tüm evreni oluşturan bu parçacıklar ölümsüzdür. Parçacıklar yok
edilemez ama bunların oluşturduğu belirli nesneler fanidir. Onların
meydana getirdiği yapı taşları, er
veya geç dağılacaktır. Ne oluş ne de
yok oluşun birbirine göre üstünlüğü
vardır. Temel parçacıklar, sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından
sonludur. Bazı parçacıklar birbirleriyle
düzenli olarak bir araya gelirken bazıları ise birbirini iter ve direnç gösterir.
Lucretius, aslında maddenin bir şifresi olduğu kavramına da dikkati çeker. Tüm maddeler sonsuz bir boşlukta hareket halindedir.
Zaman gibi uzay da hudutsuzdur. Madde dopdolu değildir. Kurucu parçaların hareket etmesine
TSDE ki - Mayıs 2016
71
TSDE DER ki
çarpışmasına birleşmesine ve ayrılmasına müsaade
eden bir boşluk vardır.
Varoluşun durmak bilmeyen, tamamen tesadüflere
bağlı oluş ve yok oluş dışında bir amacı ve hedefi
yoktur. Her şey bir sapmanın sonucu meydana gelir.
Parçacıklar standart belirli hareketler yapsalar hiçbir
değişim olmaz. Belirsiz zamanlarda ve yerlerde oluşan sapmalar sonucu yön değiştiren parçacıkların
konumu belirsizdir. Bu sapmalar hareketin en küçüğüdür ve belli belirsizdir. Evrende ne varsa bu minicik parçaların rasgele çarpışmasıyla oluşur.
Lucretius’ a göre, özgür iradenin kaynağı da sapmadır. Ona göre her ölümlü canlının özgür iradesi
vardır. Bunun nedeni de temel parçacıkların tesadüfi
çarpışmasıdır.
Lucretius doğanın durmadan deney yaptığını söyler. Tek bir başlangıç anı, mitsel bir yaradılış yoktur.
Bütün canlılar karmaşık uzun bir deneme yanılma
sonucu evrimleşmiştir. Uyum sağlayanlar ve üreyebilenler yaşamlarını sürdürmüştür.
Lucretius eserinde, evrenin insanlar için yaratılmadığını söyler. Ona göre insan türü evrenin merkezinde değildir. Bizden önce başka türler olduğu gibi,
bizim türümüz yok olduktan sonra da başka yaşam
biçimleri olacaktır. İnsanlar benzersiz değildir. Ona
göre insanlar, bizden başka her şey ile aynı hamurdandırlar. İnsanlar varoluşta seçkin bir yer işgal etmezler.
Lucretius, tüm örgütlü dinlerin, hurafeler dolu yanılgılar olduğunu söyler. Bu yanılgılar, kökü derinlere
inen özlem ve korkuların, cehaletin bir sonucudur.
İnsanlar güç ve güzelliğe sahip olmak istemişler,
tanrılarını da bu yolla tasarladıklarından dolayı, hayallerinin esiri olmuşlardır. (O zamanlar İsa henüz
doğmamıştı.)
Lucretius’a göre, insanın en büyük amacı hazzı arttırmak ve acıyı azaltmaktır. Burada haz nedir diye sormak gerekir. Epikurus’UN felsefesinde; onun takipçisi Philedemos haz için söyle söylemiştir. Sağduyulu
haysiyetli ve adilce yaşamayı sürdürmeden, cesur, ölçülü ve yüce gönüllü bir tarz yaşamadan, dostluklar
kurmadan ve hayırsever olmadan, haz dolu ve güzel
bir hayat sürülemez.
Lucretius, “hayat, mutluluk arayışına hizmet edecek
şekilde yaşanmalıdır” der. Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgıdır. Ölme, yok olma, yerin
Varoluşun durmak bilmeyen,
tamamen tesadüflere bağlı oluş
ve yok oluş dışında bir amacı ve
hedefi yoktur. Her şey bir sapmanın
sonucu meydana gelir. Parçacıklar
standart belirli hareketler yapsalar
hiçbir değişim olmaz. Evrende ne
varsa bu minicik parçaların rasgele
çarpışmasıyla oluşur. Lucretius’a
göre, özgür iradenin kaynağı da
sapmadır.
TSDE ki - Mayıs 2016
72
TSDE DER ki
altında acılar çekme gibi gelecek korkusunda olmanın, insanı birçok fiziksel ve ruhsal sorunlar sarmalına
soktuğunu söylemiştir. Ona göre var olmanın sevinci,
yanlış inanç dogmalarıyla yok olma korkusunun altında kalmıştır.
Medeniyetin, bilim ve tıbbın bugün geldiği mesafe
Lucretius’un yaklaşık 1500 yıl önce yazdığı ve unutulan muhteşem eseri De Rerum Natura etkisiyle gelişmiş ve insanın mutluluğu için de gelişimine devam
edecektir. <
Büyük filozof şöyle der; doğanın ne istediğini duymuyor musunuz, beden için acıdan uzak, ruh için
tasasız olmaktan başka bir isteği var mı ki?
Dr. Murat Besler
Sistem Dizim Terapisti
Lucretius’un etkilendiği ve felsefesini sürdürdüğü büyük Yunan filozofu Epikurus’a göre, zevk insanın ulaşması gereken bir şeydir, ama bu zevk zamanımızın
dejenere ve doyumsuz zevk anlayışından çok uzaktır.
Epikurus zevki şöyle tanımlar; beden alanında tamamıyla acısızlık, ruh alanında tam bir dinginliktir. Epikurus’un zevk felsefesine göre en üstün mutluluğa erişmek için bizde saklı olan bizzat doğanın bize vermiş
olduğu bütün kuvvetleri hepsinden öte ruhumuzun
bütün güçlerini seferber etmeliyiz. Ölüm artık korkunç değildir. Ölüm acı olsun, tatlı olsun, sevinçli ve
ıstıraplı olsun bütün duyguların ortadan kalkmasıdır.
‘’Eğer biz varsak, ölüm orada yoktur, eğer ölüm
orada ise o zaman artık biz yokuz’.”
Epikurus; “ölüm korkusu, ölüm sonrası çekeceğimizin
söylendiği acı ve cezalandırma insanların mutluluklarına zehir katan ve ruhların dinginliğini bozan ve yok
eden en önemli şeydir” der.
Epikurus akıl ve doğruluğun insanlara mutluluk vereceğini söylemiştir. Çünkü doğruluk; yüksek duygululuk ve akıllılıkla yaşanmazsa, mutlu olarak yaşamak
mümkün değildir.
TSDE ki - Mayıs 2016
73
TSDE DER ki
Batı’nın Performansı
Değişik disiplinlerin buluştuğu
en etkin ifade biçimi olan sanat,
zamanın katmanlarını içerisinde
barındırmaktadır. Performans
sanatı ise çağdaş batı sanat türü
olarak bu katmanların derin izlerini,
isyan çığlıklarını taşır.
Yüzyıllardır değişik medeniyetler gelip geçmişti yeryüzünden. Kimi arkasında derin izler bırakmış, kimi
sessizce yok olanlara eklenmişti. Her birinin günümüz kültürüne önemli etkileri oldu.
Değişik disiplinlerin buluştuğu en etkin ifade biçimi
olan sanat, zamanın katmanlarını içerisinde barındırmaktadır. “Üst üste gelen ve katmanlar arası zaman
aşırı bir ilişkiyi meydana getiren sanatın, tam olarak
da bu sebeple ortaya çıkan ağırlık durumu, diğer
bilim dalları ile sanatın arasındaki yatay geçişli alakayı meydana getirmektedir. Performans sanatı ise
çağdaş batı sanat türü olarak bu katmanların derin
izlerini, isyan çığlıklarını taşır.
Ortaçağda halk ozanları ve gezgin müzisyenler performans sanatı için öncü olarak görülse de, 1960’lı
yıllarda Amerika’da ortaya çıkan “canlı sanat” türü
veya “aksiyon sanatı”, varlığını dünya savaşlarından
sonra sosyal başkaldırı unsuru olarak ortaya çıkan
fütürizm, dada, fluxus, neo-dada, body art gibi akımlara borçluydu. Savaşlar sayısız insanı etkilemiş; açlığa, yoksulluğa, hastalıklara, psikolojik travmalara ve
ölümlere sebep olmuştu. Yaşananlar, derin ekonomik, sosyal ve politik rahatsızlıkları da beraberinde
getirdi. Daha sonra bu rahatsızlıklar, sanat yoluyla
ifade bulacaktı. Dünyaya bakış, kültür ve sanat yaşananların derin izlerini taşıyordu. Avant-garde yılları olarak adlandırılan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar,
geleneklere hiç bu kadar büyük çapta bir başkaldırı
olmamıştı. Geleneksel yaratıcılık ve sanat kurallarıyla
ilgili tüm prensipler, toplumsal değişimin sonucu
olarak tekrar sorgulanıyordu.
Performans sanatının oluşumuna sebep
olan bu akımlara değişik ülkelerden öncülük yapmış olan birçok sanatçı sayabiliriz. En ünlüleri arasında Romen akti-
TSDE ki - Mayıs 2016
74
TSDE DER ki
vist Tristan Tzara, konseptüel sanatın babası Marcel
Duchamp, Dadaizmin öncüsü Kurt Schwitters, yine
konseptüel sanatta Sol LeWitt, happening sanatının
öncülerinden Allan Kaprow, action painting’de Jackson Pollock ve fluxus akımı için de Joseph Beuys…
İngiltere’de canlı heykel performansları ile tanınan
performans sanatçıları Gilbert ve George’dan sonra yakın dönemde farklı ülkelerden, performansla
ilintili en önemli çağdaş sanatçılar arasında Marina
Abramovich, Marcel Marceau, Carole Sheerman, Yayoi Kusama, Joan Jonas, Rebecca Horn ve Yoko Ono
sayılabilir.
Performans sanatı diğer gösteri sanatlarından farklı olarak kavramsal bir sanat türüdür ve izleyicilerin
etkin varlığı çok önemlidir. Sanatçının malzemesi
vücududur ve eylem üzerine kurgulanmıştır. Gösteri;
zaman, mekân, performans sanatçısının bedeni ve
izleyici-sanatçı arasındaki ilişki olarak dört ana unsurdan oluşur.
Performans sanatı, izleyicileri yeni ve alışılmamış biçimlerde düşünmeye davet eder. Sanatı form ve düşünce biçimi açısından geleneksellikten uzaklaştırır.
Tipik olarak canlı performans yoluyla sanatçı, güne
dair rahatsızlık duyduğu düşüncelere ve olaylara işaret eder, reaksiyon verir. Toplumca yaşanılan sıkıntılar, acılar, hatalar, haksızlıklar, baskılar bu sanat türünde konu alınır. Çoğu zaman sıkıcı, tuhaf, rahatsız
edici olduğu düşünülebilir. Gerçekte amaç, insanları
konfor alanlarından çıkararak, reel yaşama referans
veren bu rahatsız edici sorunlara değinmektir. Eğer
izleyici bu rahatsızlığı deneyimliyorsa performans
amacına ulaşmış ve bu konular üzerinde düşünmeye
zorlamış demektir. Savaş, kapitalizm, cinsiyet ve ırk
eşitsizlikleri konu alınırken, performans sanatında
bunlara bir gönderi yapmak amacıyla şiddet, korku
gibi rahatsız edici niteliklere de rastlanabilir. Bu çağdaş sanat türü happening ve konseptüel sanat akımlarından beslenir ve önemli bir avant-gard sanat tipi
olarak vücut bulur. Postmodern sanatçılar arasında
gitgide önem kazanan teatral bir ifade biçimidir.
Günümüzde her alanda yaşamakta olduğumuz radikal değişim sürecinde, insan ya kendi içine kapanıp
sessiz kalacak, ya da kendi yöntemleriyle müdahale
etmeyi, yani etkin şekilde tarihsel sürecin bir parçası
olmayı seçecektir.
Savaş, kapitalizm, cinsiyet ve ırk
eşitsizlikleri konu alınırken,
performans sanatında bunlara bir
gönderi yapmak amacıyla şiddet,
korku gibi rahatsız edici niteliklere
de rastlanabilir.
VestAndPage'in Francesco Kiais ve Burcak Konukman
işbirliği ile yaptığı “AEGIS II: Rüyalar” performansı.
Açık Diyalog Istanbul ve Open Space Istanbul tarafından
organize edilen“Göçebe Bedenler” projesinin bir parçasıdır.
Alt, Istanbul (2016)
Fotograf telif hakları © Kayhan Kaygusuz ve sanatçılara aittir.
Open Space Istanbul & Açık Diyalog Istanbul izniyle yayınlanmaktadır.
TSDE ki - Mayıs 2016
75
TSDE DER ki
Performans sanatı diğer gösteri
sanatlarından farklı olarak
kavramsal bir sanat türüdür ve
izleyicilerin etkin varlığı çok
önemlidir. Sanatçının malzemesi
vücududur ve eylem üzerine
kurgulanmıştır. İzleyicileri yeni ve
alışılmamış biçimlerde düşünmeye
davet eder.
Bu bağlamda, küratörlüğünü Francesco Kiais ve Burçak Konukman’ın yaptığı “Göçebe Bedenler” isimli
projeye değinmek gerekir. Proje, estetikten toplumsala, etikten şiire uzanarak bugünün ilgi alanlarının
farklı noktalarına dokunan birçok etkinliği içinde barındırmaktadır.
Göçebe Bedenler kavramı geçici olana, disiplinler,
kültürlerle insanlar arasındaki engelleri aşmaya dayanan ve içsel bir bakış açısı sağlayan bu sanat türünü okuyabilmek için bir rehberdi. Göçebelik kavramı,
performans sanatçılarının sanatlarını icra ederken ait
oldukları kültürü umursamaksızın, farklı ülkelerde
dünya meselelerini ele almaları ile önem kazanıyordu. İzleyicileri de kendi önerdikleri alternatif dünyaya beraberlerinde götürmek suretiyle göçebelik kavramını onlara da bulaştırmış oluyorlardı.
Günümüzde sınırların gitgide yok olması ve yeni
medya anlayışının devreye girmesinden sonra dünya meselelerinin artık her dünya bireyinin meselesi
haline gelmesi de göçebelik gerçeğine şüphesiz
katkıda bulunuyordu. Bedenler ise sadece iletişim
kurmak ve tasvir için bir araç olabilirdi. Uluslararası
bilinirliği olan performans sanatçılardan VestAndPa-
VestAndPage'in Francesco Kiais ve Burcak Konukman
işbirliği ile yaptığı “AEGIS II: Rüyalar” performansı.
Açık Diyalog Istanbul ve Open Space Istanbul tarafından
organize edilen“Göçebe Bedenler” projesinin bir parçasıdır.
Alt, Istanbul (2016)
Fotograf telif hakları © Kayhan Kaygusuz ve sanatçılara aittir.
Open Space Istanbul & Açık Diyalog Istanbul izniyle yayınlanmaktadır.
ge’in “Aegis II, Bir rüya meselesi” isimli performansı,
bireyin sürekli değişmekte olan siyasal toplumsal
sistemde kendisine yabancılaşmasından, kendini
yineleyen kimlik arayışından ilham alarak kurgulanmıştır. Mutlak sınırlar içinde tanımlanması mümkün
olmayan ve sonsuz yorumlama olasılığı sunan “Performans ve Yaşayan Sanat”, Batı’da küresel ölçekte
yaygın bir fenomen niteliği taşıyor olması sebebiyle
bu sanat türüne odaklanılmıştır. <
Billur Tansel
• Ali Akay, Sanatın Gramları kitabından alıntıdır.
• http://www.theartstory.org/movement
performance-art.htm kaynak olarak alınmıştır.
• https://www.khanacademy.org/humanities/global-culture/
conceptual-performance/a/performance-art-an-introduction
• Art Today, by Brandon Taylor, s10.
• Francesco Kiais, Transient Bodies Project kitapçığı,
Küratoriyel Metinden alıntıdır.
• Projede yer alan tarihi performansların kısa filmleri: ‘Rest
Energy’ by Marina Abramovic & Ulay, ‘Second Hand’ by Vito
Acconci, ‘Practisse’ by Cheryl Donegan, ‘Breath Text: Love Poem’
by Valie Export, ‘Eyes Skinned’ by Mona Hatoum, ‘Milk and
Blood’ by Franko B. Filmler sanatçıların izni ile LUX ve EAI Arşiv
şirketlerinden alınmıştır.
TSDE ki - Mayıs 2016
76
TSDE DER ki
Bizim Mahalle
Sabahın telaşlı saatlerinde
eskiciler, simitçiler, hurdacılar
tek tek sokaktan geçmeye başlar.
Kendilerine has bir lisan türetip
ekmeklerini kazanmak için emek
verirler. Sokağa dökülen nağmeleri
anlamasak da hoşumuza gider.
Yaşayan bir şehrin dile gelerek
canlanmasıdır. “Yaşamın özü
iletişimdedir”, türü ne olursa olsun.
Oldum olası mahalle yaşamını sevmişimdir. İlişkileri samimi ve sıcaktır. Bakkal her zaman yardımınıza
koşar, gerektiğinde anahtarınızı bırakırsınız, gerektiğinde veresiye alırsınız; sabah gazetenizi, ekmeğinizi
almaya gittiğinizde mahallede olup biten olayları ilk
ondan duyarsınız. Sabahın telaşlı saatlerinde eskiciler, simitçiler, hurdacılar tek tek sokaktan geçmeye
başlarlar. Kendilerine has bir lisan türetip ekmeklerini kazanmak için emek verirler. Sokağa dökülen
nağmeleri anlamasak da hoşumuza gider. Yaşayan
bir şehrin dile gelerek canlanmasıdır, Mehmet hocamın söylediği gibi, “Yaşamın özü iletişimdedir” türü
ne olursa olsun… Bir mahallenin insanı, sokaklarında barındırdığı hayvanlardan belli olurmuş derler. Bizim mahallenin de
en büyük güzelliği kedilerin, martıların, köpeklerin,
kargaların iç içe yaşıyor olması. Sokakta salına salına
yürüyen martı insana alışmıştır, hiç istifini bozmaz,
kendine zarar gelmeyeceğini bilir. Görünmeyen ama
hissedilen bir huzuru vardır bu sokakların. Her şey
güllük gülistanlık değildir aslında; komşu kavgaları,
park yeri sorunları, küsmeler, barışmalar... Yaşamın ta
kendisidir bu devingen. Mahalleler yaşayan büyük bir organizma gibidir.
İçine giren yabancıyı kucaklar ve barındırır. Bakkalı,
fırını, kasabı, terzisi, döşemecisi, kuaförü, ayakkabı
tamircisi… Yeni taşınmış olman, kimseyi tanımıyor
olman, bu organizmanın bir parçası olamayacağın
TSDE ki - Mayıs 2016
77
TSDE DER ki
Mahalleler yaşayan büyük bir
organizma gibidir. İçine giren
yabancıyı kucaklar ve barındırır.
Bakkalı, fırını, kasabı, terzisi,
döşemecisi, kuaförü, ayakkabı
tamircisi… Yeni taşınmış olman, kimseyi tanımıyor olman,
bu organizmanın bir parçası
olamayacağın anlamına gelmez.
anlamına gelmez. Bir defa kapılarından içeri adımını
attın mı tamamdır, sen de bir mahalleli olur çıkarsın.
İşte, döşemeci Osman Usta da mahallenin vazgeçilmezlerinden biridir. Bu civarın en eski, en tecrübeli
döşemecisi olarak tanınır. Kapısından içeriye adım
attığınızda hali, tavrı, kumaşlara dokunuşu işini ne
kadar sevip değer verdiğini anlatır aslında. En hurda, en yıpranmış, sizde çöpe atma isteği uyandıran
koltuk ya da kanepeleri birkaç gün sonra gördüğünüzde gözlerinize inanamazsınız, yepyeni pırıl pırıl
mobilyalara dönüşmüşlerdir.
Ben de açacağım yeni ofisim için yolu Osman Usta’nın dükkânından geçenlerdenim. Ben “ikinci el
koltuk alırım, Osman Usta da kaplar,” diye düşünürken o bana, “Sen koltuk bulma işini bana bırak kızım,
ben sana tam istediğin gibi mobilya bulacağım, sen
sadece kumaş ve renk seç yeter,” dedi. Aynen dediği
gibi hem rahat hem de şık iki eski koltuk buldu, bana
da kumaşı ve rengini seçmek kaldı. Onlarca belki de
yüzlerce çeşit arasından seçim yapmak ne zordur bilirsiniz, hele de titiz bir kadınsanız. Kumaş yığınları
arasında kaybolmuş durumdayken Osman Usta’nın
yardımcısı Ersin Usta bana baktı ve şöyle dedi: “Kalbinle seç, kalbinle yaptığın seçim seni hiçbir
zaman yanıltmaz.” O anki şaşkınlığımı tarif edemem. “Kalbin kılavuzluğu”… Bunun ne demek olduğunu hissedebilmem
(bilinmez ancak hissedilebilir), benim onlarca yılımı
aldı. Defalarca duvara tosladım, aldığım onca yanlış
kararın içinde debelenip durdum, üstelik birçok insanın kalbini kırmak da cabası…
Okuduğum onca kitap ve aldığım üç yıllık eğitim
sonrası anladım ki kalp, insan hayatında sadece bir
organ olmaktan çok öteymiş. Karşımda ışıl ışıl gözleriyle bu genç adam “ kalbinle seç, kalbinle yaptığın
seçim seni asla yanıltmaz,” diyordu. Derler ki “büyük ruhlar”ın hangi surette karşınıza çıkacağı hiç belli olmaz; bazen bir ayakkabı tamircisi,
bazen bir terzi bazen de döşeme ustaları olarak. Hele
de elinde cımbızı saatlerce bir martının diline takılmış misinayı çıkarmaya çalışan ve çıkardıktan sonra
sevinçten ağlayan simitçiyi görürseniz, hayatın sürprizlerle dolu olduğuna bir kez daha inanırsınız. Eğer
isterseniz mahalle yaşamı sizlere çok şey öğretebilir.
Şimdi danışanlarımla çıktığımız yolculuğa, bana her
zaman “kalbin kılavuzluğunu” hatırlatan bu koltuklarda başlıyoruz.
Teşekkürler Osman Usta… Teşekkürler Ersin Usta…
Bana hatırlattığınız güzel değerler için… <
Nurhan Özer
TSDE İzmir 7. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2016
78
TSDE DER ki
Meridyen sistemi ve
insan bedeninin bütüncül yapısı
Batı ve Doğu’da İnsan Bedeni Algısı
Ortodoks Batı Tıbbı’nda (OBT), insan bedeninin çok
gelişmiş bir makina olduğu algısı hakimdir. Teşhis ve
tedavi yöntemleri de bu algıya göre gelişmiştir. Farklı
parçaların toplamından oluşan bu akıllı makinanın
parçaları ayrı ayrı bozulup tamir edilebilir. Bu indirgeyici bakış açısı, akut ve bölgesel sorunların tedavisinde veya rahatsızlık veren semptomların hızlı bir
şekilde giderilmesinde başarılı olurken, kronik ve sistemik sorunların uzun vadeli tedavisindeki başarısı
ise oldukça sınırlı kalmaktadır.
Geleneksel Çin Tıbbı insan
bedenini bütüncül olarak
algılar. Bedenin birbirinden ayrı
parçalardan oluştuğu değil, bir
hologram gibi, tüm parçaların
aynı bütünün bilgisini içerdiği
düşünülür.
Geleneksel Çin Tıbbı (GÇT), insan bedenini bütüncül olarak algılar. Bedenin birbirinden ayrı parçalardan oluştuğu değil, bir hologram gibi, tüm parçaların aynı bütünün bilgisini içerdiği düşünülür. Bir
hologram kırıldığında, kırık parçaların her birinde
o resmin sadece bir parçasını değil, daha küçülmüş
boyutta olsa da yine resmin tamamını görürsünüz.
Geleneksel Çin Tıbbı’na göre beden de böyledir. Bir
semptom bedenin neresinde olursa olsun, insanın
ruh-zihin-beden bütünlüğü hakkında bilgi sunar. Tedavi de yalnızca bölgesel değil, her zaman sistemik
bir yaklaşımla yapılır. Bu bağlamda, her hastalık kıs-
mi olarak psikolojik, kısmi olarak somatiktir. Terapist,
tamamen fiziksel görünen bir sorunun tedavisinde
dahi, hastanın ruhu, zihni ve bedeninin bütünlüğü
ile ilgilenmelidir.
Meridyen Nedir?
Geleneksel Çin Tıbbı’na göre meridyen sistemi, insanın ruh-zihin-beden bütünlüğünün alt yapısını oluşturmaktadır. Tüm teşhis ve tedaviler, meridyenlerin
bedenin dışından gözlemlenmesi, hissedilmesi ve
onlara müdahale edilmesi ile yapılır. Geleneksel Çin
Tıbbı’nda meridyenler, bedenin enerji otobanları-
TSDE ki - Mayıs 2016
79
TSDE DER ki
Bir semptom bedenin neresinde
olursa olsun, insanın ruh-zihinbeden bütünlüğü hakkında bilgi
sunar. Tedavi de yalnızca bölgesel
değil, her zaman sistemik bir
yaklaşımla yapılır. Bu bağlamda,
her hastalık kısmi olarak
psikolojik, kısmi olarak
somatiktir.
dır. Bedenin temel işlevsel maddeleri olarak
tanımlanan Çi (elektromanyetik enerji veya
yaşam enerjisi), kan ve sıvılar bu enerji otobanları boyunca akarak bedenin tümüne ulaşır. Meridyenlerin temsil edildiği akupunktur şemalarında
çoğunlukla sadece bedenin üzerindeki kısımları
gösterilse de, aslında meridyenler sadece yüzeyde bulunmaz, bedenin tümünü içten dışa
kapsarlar.
Toplam 12 temel organın adıyla anılan 12
“sıradan” meridyen, bedenin her iki yanında,
birbirleri ile simetrik çiftler halinde bulunurlar.
Buna ek olarak 8 adet “sıra dışı” meridyen vardır. Sıradan meridyenler, bağlı oldukları Yin veya Yang organların adıyla anılırlar. Yin ve Yang, Geleneksel Çin
Tıbbı teorisinin en temel kurallarından biridir. Buna
göre, evrendeki tüm fenomenler bir zıtlıklar dualitesi bağlamında tanımlanır. Yin genel olarak dualitenin
daha dişil karakter özelliklerini, Yang ise daha eril karakter özelliklerini tanımlar.
Yang organlar, bedenin saf maddelerini (Çi, kan ve
sıvılar) depolamayan, geçici olarak dolup, işleyip
aktaran organlardır. Altı Yang organdan ismini alan
altı Yang meridyen –kalın bağırsak, mide, ince bağırsak, mesane, üçlü ısıtıcı ve safra kesesi– kollar ve
bacakların arka ve dış yüzeylerinde bulunur. Yin
organlar ise, bedenin saf maddelerini saklayan, koruyan, arındıran ve tüm dokulara gerektiği ölçüde
dağıtılmasını sağlayan organlardır. Altı Yin organdan
ismini alan altı Yin meridyen –akciğer, karaciğer, dalak, kalp, kalp çeperi, böbrek, kollar ve bacakların ön
ve iç yüzeylerinde bulunur. Her bir Yin meridyen bir
Yang meridyen ile Yin-Yang çifti ilişkisindedir ve bu
meridyenlerin işlevleri ve enerji dengeleri birbirleriyle yakından etkileşim halindedir. Bu meridyenle-
re “sıradan” denilmesinin sebebi, bedenin süreklilik
taşıyan gündelik sıradan fizyolojik işlevlerinden sorumlu olmalarıdır. Ceninin oluşumu esnasında sıra
dışı meridyenlerin ilk altyapıyı oluşturduğu, bunun
üzerine sıradan meridyenlerin karmaşık ağının oluştuğu söylenir.
Meridyen sisteminde enerji hep belirli bir yönde akmakta ve meridyenlerin başlangıç ve bitiş noktalarından belirli bir sırayı takip ederek, bir meridyenden
sıradaki meridyene aktarılmaktadır. Başka bir deyişle
meridyen sistemi, tüm bedende hiç kesintiye uğramadan devam eden tek bir enerji akışını temsil eder.
Meridyen sistemindeki akışın yönü, geleneksel Çin
felsefesinin insanın dünya üzerindeki konumunun ve
insanın yaşam amacının ne olduğu yönündeki görüşüne ışık tutar. Kişi, kolları yukarıda ve avuçları karşıya bakar pozisyonda durduğunda (bu standart GÇT
anatomik duruş pozisyonudur), tüm Yin meridyenlerin enerji akışı ayak parmak uçlarından (yani yerden)
TSDE ki - Mayıs 2016
80
TSDE DER ki
kalbe ve kalpten ellerin parmak uçlarına (yani göğe)
doğru iken, tüm Yang meridyenlerin enerji akışı da
ellerin parmak uçlarından (yani gökten) gözlere ve
gözlerden de ayakların parmak uçlarına (yani yere)
doğrudur. Bu akış şekli, insanı gök ve yer arasında bir
bağ veya bir katalizör olarak konumlandırır.
Sıra dışı meridyenler, bedenin daha temel ve daha
ilkel işlevlerini üstenirler. Bu sekiz meridyenden biri
omurga boyunca perinyumdan başa kadar çıkan
merkez Yang meridyen, bir diğeri de yine perinyumdan bedenin önünü takip ederek başa çıkan merkez
yin meridyendir. Merkez Yang meridyenin ismi “Yönetici Meridyen”dir ve merkezi sinir sistemine denk
diyebileceğimiz, bedenin tüm işlevlerini yöneten
üst düzey bir yönetici konumundadır. Merkez Yin
meridyenin ismi “Gebelik Meridyeni”dir ve endokrin sistemine denk diyebileceğimiz, türün devamına
yönelik işlevlerden sorumludur. Sıra dışı meridyenlerden “Ana-arter meridyeni” olarak anılan meridyen
ise perinyumun merkezinden başlayıp bedenin eksenini takip ederek başın en tepe noktasına uzanır
ve bedenin tüm dolaşımından sorumludur. “Kemer
meridyeni,” karın ve bel bölgesini yatay olarak sarar
ve tüm fasyal dokunun sağlamlığından ve organların yerli yerinde durmasından sorumludur. Bunların
dışındaki 4 adet sıra dışı meridyen de, sıradan meridyenlerde olduğu gibi bedenin her iki yanında birbiri
ile simetrik çiftler halinde bulunmaktadır.
On iki çift sıradan meridyen 4’ü çift, 4’ü tek olmak
üzere toplam 12 sıra dışı meridyendir. Meridyen sistemi, bedenin içindeki ve dışındaki tüm dalları ve
uzantıları ile, insan bedenini içten dışa, tepeden tırnağa kapsayan oldukça karmaşık bir sistemdir. On iki
çift sıradan meridyenin beden yüzeyindeki kısımları
üzerinde yer alan akupunktur noktaları, bir meridyenin dışarıya açılan kapıları ve pencereleri gibidir.
Dışarıya içeriden, içeriye de dışarıdan bilgi ve enerji
taşırlar. Bu yüzden beden bazlı terapilerde, teşhis ve
tedavi genelde bu noktalar kullanılarak yapılır.
On iki çift sıradan meridyenin beden
yüzeyindeki kısımları üzerinde yer alan
akupunktur noktaları, bir meridyenin
dışarıya açılan kapıları ve pencereleri
gibidir. Dışarıya içeriden, içeriye de
dışarıdan bilgi ve enerji taşırlar.
TSDE ki - Mayıs 2016
81
TSDE DER ki
Meridyenleri Batı Zihniyle Anlamak
Geleneksel Çin Tıbbı’na göre “Meridyen” kavramı,
bedenin genel enerji dağılımı sistemini tanımlamakta ve bedenin temel maddelerinin (Çi, kan, beden
sıvıları) tüm bedene nasıl yayılıp nüfuz ettiğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Klasik metinlerde, meridyenlerin ana kollarından, kimi zaman “kanal” veya
“damar” olarak da bahsedilir. Bu, onların hayati enerji
ve maddeleri içinde tutma, bedenin farklı bölgeleri
arasında taşıma ve ulaştırma işlevlerine ışık tutar.
Meridyen sistemini, modern anatomiden tanıdığımız dolaşım sistemi, lenf sistemi veya sinir sistemi
gibi, ancak bunlara ek yeni bir anatomik sistem olarak düşünmek cazip görünebilir. Ne de olsa meridyenlerin de kan damarları gibi kanı, lenf damarları
gibi sıvıları ve sinir sistemi gibi elektrik enerjisini ve
bunlar vasıtasıyla gerekli besin, atık ve bilgileri bedenin tümünde taşıdıkları söylenmektedir. Ancak
aralarında önemli bir fark vardır; meridyenler kan
damarları gibi anatomik olarak bulunamazlar. Meridyenleri, bilinen anatomik-fizyolojik sistemlerin dışında ekstra bir sistem olarak düşünmek yerine, tüm
anatomik-fizyolojik sistemleri kapsayan ve işlevsel
olarak tanımlanabilen bir üst-regülasyon enerji sistemi olarak düşünmek daha faydalı olacaktır. Başka
bir deyişle meridyenler yapısal olarak değil, işlevsel
olarak anlaşılmalıdır.
Geleneksel Çin Tıbbı hekimleri, meridyenlerin bu
enerjik ve işlevsel yapısı hakkında derin, detaylı ve
kapsamlı bilgiye sahip olmalıdırlar. Bu bilgi tam olmadan doğru teşhise ulaşmak ve gerek akupunktur
gibi beden terapileri, gerekse bitkisel ilaçlarla etkili
bir tedavi uygulayabilmek güç olacaktır. Bir GÇT hekimi, bedenin enerjisi (Çi) ile nereden ve nasıl temas
edebileceğini bilmelidir.
Ortodoks Batı Tıbbı bedeni klasik olarak önce anatomik, sonra fizyolojik olarak tanımlar. Yani önce
bedende var olan yapılar belirlenir, sonra onların
işlevleri anlaşılmaya çalışılır. Bu bağlamda, eğer bir
işlev bozukluğu gözlemleniyorsa, bunun teşhisi ve
tedavisi ancak o işlevin sebebi olan anatomik yapının bulunabilmesi ve fizyolojisinin anlaşılabilmesiyle mümkün olur. Ancak yakın dönemlerde “İşlevsel
Tıp” (Functional Medicine) veya “Düzenleyici Terapi”
(Regulation Therapy) adları altında geliştirilen yeni
tıp ekolleri, bedeni öncelikli olarak işlevsel bir bütün
olarak anlamaya ve tedavi etmeye başlamıştır. GÇT
ise insan bedenini başlangıcından itibaren temelde
anatomik değil, işlevsel bir anlayışla açıklamaktadır.
Zihin-beden bütününde hangi süreçlerin hangi sü-
Ortodoks Batı Tıbbı’nda insan
bedeninin çok gelişmiş bir makina
olduğu algısı hâkimdir. Farklı
parçaların toplamından oluşan bu
akıllı makinanın parçaları ayrı ayrı
bozulup tamir edilebilir.
TSDE ki - Mayıs 2016
82
TSDE DER ki
reçlerle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlamak,
bedenin anatomik yapısını anlamaya göre daha önceliklidir. Bugün dahi Geleneksel Çin Tıbbı, bedenin
belli öğeleri için Ortodoks Batı Tıbbı’nda kullanılan
terimleri kullansa da, aslında ifade edilmek istenen
anatomik bir yapı değil, işlevsel bir süreçtir.
Örneğin Geleneksel Çin Tıbbı’na göre karaciğer, Ortodoks Batı Tıbbı anatomisinde bildiğimiz karaciğer
organından ibaret değildir, aynı zamanda kendine
bağlı meridyenin tüm beden-zihin-ruh bütünlüğü
üzerindeki işlevselliğini de kapsamaktadır. Bu bağlamda karaciğer, yalnızca bir organ olarak kanın arındırılması ile değil, bedende kanın ve Çi’nin düzenli
döngüler halinde toplanıp boşaltılması, rahmin, cinsel organların, eklemlerin, derinin, saçların, gözlerin
ve beynin kan ve Çi ile beslenmesinden de sorumludur. Karaciğer meridyeni, ayak baş parmağından
başlayarak, bacağın iç kısmından cinsel organlara ve
rahme, daha sonra kaburgaların altına ve karaciğer
organına ulaşır. Bedenin içindeki kolu ise bağırsaklar, mide ve kalbin içinden geçerek boğaza, gözlere
ve beyne çıkar. Karaciğer meridyenindeki Çi tıkanıklığı, meridyen güzergâhındaki tüm bu organları ve
karaciğerin kanı ve enerjiyi ulaştırmaktan sorumlu
olduğu tüm dokuları etkileyebilir. Karaciğer ayrıca,
zihinsel işlevlerimizden yaratıcı çözüm üretme kapasitemizi ve duygulardan öfkeyi de yönetir. Karaciğer
meridyenindeki tıkanıklık, kişinin yaratıcı düşünme
kapasitesini kısıtlayarak, bununla bağlantılı bir depresyon hali yaşanmasına ve kişinin kolay öfkelenerek bunu çevresine yansıtmasına veya öfkesini ifade
edemeyip hep içine atmasına sebep olacaktır. Bununla birlikte tabii ki karaciğer organının kendisinde
de yağlanma, safranın kireçlenmesi, kistler veya hepatit gibi semptomlar oluşabilir. Ancak sadece organın kendisi değil, organla ilgili tüm meridyen sistemi
de dikkate alınmalı ve gerekiyorsa tedavi edilmelidir.
Bütüncül Yaklaşımın Avantajı
Bütüncül yaklaşımla elde edilen bilginin sağladığı en
önemli avantaj; bir rahatsızlığın tedavi edilebilmesi
için fiziksel sebebinin ne olduğunun bilinmesine,
yani tıbbi teşhis zorunluluğu olmamasıdır. Meridyenlerin ve organların karakterlerini ve işlevlerini bilen bir Geleneksel Çin Tıbbı hekimi, hastanın genel
mizacını, beden ve yüz yapısını, semptom ve belirtilerini değerlendirerek, hangi meridyenlerde nasıl
dengesizlikler olduğunu belirleyip o dengesizlikler
üzerinde tedaviye başlayabilir. Daha da önemlisi,
hastadan edinilen bilgiler ışığında ortaya çıkan bütüncül örüntüye yönelik tedavi uygulandığında, he-
Meridyen sisteminde enerji hep
belirli bir yönde akmakta ve
meridyenlerin başlangıç ve bitiş
noktalarından belirli bir sırayı takip
ederek, bir meridyenden sıradaki
meridyene aktarılmaktadır.
TSDE ki - Mayıs 2016
83
TSDE DER ki
nüz semptom veya belirti olarak kendini göstermeyen tüm sorunlu süreçler de otomatik olarak tedavi
edilmekte, yani hastalık daha oluşmadan dönüştürülebilmektedir. Başka bir deyişle, bütüncül bir yaklaşımla tedavi uyguladığımızda, yalnızca ortaya çıkan /
bildiğimiz şeyleri değil, henüz ortaya çıkmamış olan/
bilmediğimiz şeyleri de tedavi etmiş oluruz.
Çok sorulan sorulardan biri de bir organ, mesela
safra kesesi alındığında meridyenine ne olduğudur.
Cevabı sorunun içindedir. Organ ve meridyen işlevsel bir bütünse, o zaman organ alınsa bile meridyen
yerli yerinde durur. Eğer safra kesesi meridyenindeki
bir enerji tıkanıklığı safra kesesi organında taş oluşması olarak belirir ve safra kesesi ameliyatla alınırsa,
meridyendeki tıkanıklık devam ettiği sürece, meridyen güzergahında başka sorunlar oluşacaktır. Safra
kesesi meridyeni örneğinde bu migren ağrıları, reflü,
rahim miyomları veya siyatik ağrısı olarak da kendini
gösterebilir.
Meridyen sistemi hakkında verebileceğimiz bilgilerin
hepsini tabii ki bu makalenin sınırlarına sığdırmamız
mümkün değildir. Zira konu hakkında çeşitli dillerde
yazılmış yüzlerce kitap bulunmaktadır. Bu kitapların
bazıları tarihi temel metinleri, bazıları ise meridyen sistemi ve akupunktur noktaları üzerine yapılan bilimsel
araştırmaları temel almaktadır. Bu bilgi Batı’da daha
iyi anlaşıldıkça Geleneksel Çin Tıbbı kendine daha
kapsamlı bir yer edinmekte, aynı zamanda meridyen
bilgisi modern teknolojilerle entegre edilebilmektedir. Geleneksel olarak bu bilginin uygulama alanları
Çi-gong (Enerji geliştirme egzersizleri), akupunktur
ve çeşitli manuel terapilerle sınırlıyken, günümüzde
biyorezonans, homeopati, EFT (Emotional Freedom
Technique) gibi Batı’da geliştirilen pek çok yeni yöntem ve teknolojiye de temel oluşturmaktadır. <
Dr. Onur Aydınoğlu
· DR. ONUR AYDINOĞLU KİMDİR?
Dr. Aydınoğlu, Naturopati, Geleneksel Çin
Tıbbı, meridyen terapisi, akupunktur, tıbbi çigong, fitoterapi ve biyorezonans uzmanıdır.
Geleneksel Çin Tıbbı yüksek lisans ve doktorasını Bastyr Üniversitesi’nde (Washington, ABD)
tamamlamıştır. Takiben uzman hekim olarak
New Mexico Üniversitesi’nin entegre ve alternatif tıp merkezi Center For Life’da, uzman
eğitmen olarak da Southwest Acupuncture
College’da (New Mexico, ABD) çalışmıştır. 2012
yılından beri, kurucusu olduğu Heal İstanbul
Doğal ve Bütüncül İyileşme Merkezi’de sağlık
danışmanlığı ve terapileri sunmaktadır.
TSDE ki - Mayıs 2016
84
TSDE DER ki
“ATLIKARINCADA BİR TUR DAHA”
T i z i a n o Te r z a n i
“Hayattaki en gerçek şeyin aynı zamanda en gizemli şey olması ne kadar
şaşırtıcı! Bize kendimiz hakkında bilmediklerimizi öğretecek tek kılavuzun
bilinmeyenin kendisi oluşu nasıl bir gizem? Ölüm; gizemli kılavuzun ta
kendisi! Varlığı yok olmaktan kurtaran kesin çizgi… Hayatı kendi elleriyle
var eden gizli mimar… Hayat yüzünün (haydi buna resimli taraf diyelim) var
olmasına sebep olan şey, madalyonun yazgı olan öteki yüzü; ölüm.”
Tiziano Terzani’nin “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” isimli
kitabının giriş sayfasına bu satırları yazmışım. Satırları okuyunca kitabın bana bunları neden yazdırdığını içimde tekrar hissediyorum. Amansız bir hastalığa yakalanan yazarın, hastalığına deva arayışı için
dünyada son bir tur daha atışı, hayatının sınırında
kendi gerçekliğine son bir bakıştır aslında. Dünyayı
son bir kez daha turlamak… Siz olsanız ne yapardınız? Gerçekten başımıza gelmeden sanki bizden hep
uzakmış gibi duran kanser, kendi kapımızı çalsa ne
yapardık acaba? Tiziano Terzani diyor ki, “Doktor, ‘Bay
Terzani, kansersiniz’ dediğinde, onu benimle değil
de başkasıyla konuşuyormuş gibi dinledim; sanki bu
konu hiç de benimle ilgili değilmiş gibiydi… İnsanın
kendine, kendi dışında bir özün gözleriyle bakabilmesi her zaman işe yarar. Bu alıştırmadır ve öğrenilebilir”(s.9). Ölüm kendi kapısını çaldığında o, kalbinin
sesini dinledi ve ölümü kendisine arkadaş edindi.
Onunla kavga etmedi. Rehberiyle el ele tutuştu ve
ölümün keskinleştirdiği bakışıyla Batı’dan doğuya
TSDE ki - Mayıs 2016
85
TSDE DER ki
birlikte gezdiler. Amerika, Hindistan, Tayland, Hong
Kong, Filipinler… Öyle geniş, öyle duru bir bakış ki
bu, sadece atlıkarıncaya son kez bindiğinin farkında
olmanın keskinleştirebileceği bir bakış.
“Atlıkarıncada Bir Tur Daha” Hindistan Himalayaları’nda bir dağ kulübesinde gerçek mesleği “Asya
muhabirliği” olan yazarın, bu turunu kaleme aldığı
ve bitirdikten kısa bir süre sonra, 66 yaşında hayata
veda ettiği kitabı. Yaklaşık yedi yüz sayfalık satırlarının bitmesini istemeyeceğiniz, oturduğunuz yerden
dünyanın doğusunu da batısını da yazarın gözleriyle
görebileceğiniz, kültürel açıdan zengin bir kitap. Bitirince tekrar okumak isteyeceğiniz, her okuduğunuzda yaşama, dünyaya ve kendinize ait farklı şeyler
keşfedeceğiniz bir hazine adeta. “Atlıkarıncada Bir
Tur Daha” alternatif şifa yöntemlerini merak edenler
için de eşsiz bir kitap.
Kitapta Terzani’nin, Batı’da doğup gönlünü doğuya
kaptırmış bir çelebi, kelimenin tam anlamıyla “küresel” bir insan olduğunu gözlemliyorsunuz. Yetiştiği
kültürden bambaşka coğrafyalarda yaşamını devam
ettiren hemen her insan gibi “ne oralı, buralı” aynı zamanda “hem oralı, hem buralı” bir kimlik taşıdığına
şahit oluyorsunuz. Yeri geliyor yetiştiği batı medeniyetinin bencilliğini yerden yere vuruyor ama yeri
geliyor hayranı olduğu doğu kültürünün kocakarı şifacılarından kaçıp kendini Batı tıbbına teslim ediyor.
Kitap doğu-batı medeniyeti içinde insanı sorgula-
“Biz Batılıların huzursuzluğunun
bir bölümü, dünyada olup biten
her şeyle ilgilenmek ve hatta
onu değiştirmek arzusundan
ortaya çıkıyor olmasın? Doğu
düşüncesi, bizim dışımızdaki
hiçbir şeyin değiştirilemez, tek
umudun bizim kendi içimizde
gerçekleştirebileceğimiz değişiklik
olduğunu ileri sürerken gerçekten
büyük bir bilgelik sergiliyor
olmasın?”
manıza neden olurken, aynı zamanda mantarlardan
cıva tozuna, reikiden suyun hafızasına, genetik bilimden karma etkisine, ayurvedik beslenmeden oruç
tutmanın etkisine, kemoterapiden homeopatiye kadar tıp dünyasının Doğu’daki ve Batı’daki yöntemleri
hakkında etraflıca bilgi edinme şansı veriyor.
Kitabı okuduktan sonra şifacılık yönü hakkında kendimce bir çıkarımda bulundum. Konuyu özetlemek
için kısaca bu çıkarımımı paylaşmak isterim. Doğu
tıbbında hastalığa yakalandıktan sonra güvenilir bir
şifaya ulaşmak oldukça zor, öyle ki her an sahte bir
tedaviyle kandırılma, dolandırılma riskiniz var. Batı
tıbbında ise tedavi çok daha kesin ve ölçülebilir nitelik taşıyor. Bunun yanı sıra batı kültürü hastalık öncesiyle ilgilenmiyor, kârlı olmayan hiçbir şeyle ilgilenmediği gibi. Tam tersine batı medeniyeti, teknoloji
alışkanlıklarından beslenme alışkanlıklarına kadar
TSDE ki - Mayıs 2016
86
TSDE DER ki
her unsuruyla, insanı doğallığından uzaklaştırarak
hasta olması için hızla zemin hazırlıyor. Tiziano’nun
kitabında belirttiği gibi, sadece kârlılık hesaplarıyla
ilgilenildiği için de tedavi ilaç, ilaç da kazanç demek
oluyor (s.79). Hastalık tetkiklerini yapmak ve tedavi
geliştirmek için muazzam teknolojik donanımlara
sahip batı medeniyeti, hastalığa yakalanmadan önce
onun nedenlerini ortadan kaldırmak konusunda
epey aciz, hatta işine gelmiyor gibi. Bu noktada doğu
kültürü ise başarıda göz alıcı bir üstünlüğe sahip. Batı
tıbbının tersine, doğu tıbbı hastalığa yakalanmamak
için kişisel bir düzen ortaya koyuyor. Doğu kültüründe insanın zihinsel, bedensel ve ruhsal bütünlüğünü
ve sağlığını korumayı amaçlayan bir yaşam biçimi,
bir alışkanlık disiplini ön plana çıkıyor. Ciddi bir hastalığa yakalanana kadar doğu, yakalanınca da batı
tıbbına yüz çevirmek daha olumlu sonuç verecek
gibi duruyor.
“Biz Batılıların huzursuzluğunun bir bölümü, dünyada olup biten her şeyle ilgilenmek ve hatta onu değiştirmek arzusundan ortaya çıkıyor olmasın? Doğu
düşüncesi, bizim dışımızdaki hiçbir şeyin değiştirilemez, tek umudun bizim kendi içimizde gerçekleştirebileceğimiz değişiklik olduğunu ileri sürerken gerçekten büyük bir bilgelik sergiliyor olmasın?” (s. 238)
“Doktorun ‘Bay Terzani, kansersiniz’
dediğinde, onu benimle değil de
başkasıyla konuşuyormuş gibi
dinledim; sanki bu konu hiç de
benimle ilgili değilmiş gibiydi…
İnsanın kendine, kendi dışında bir
özün gözleriyle bakabilmesi her
zaman işe yarar. Bu alıştırmadır
ve öğrenilebilir.”
diyor Terzani ve devam ediyor, biz batılılar ölmüş
kişinin bedenine bakarız ve onu acımızın nesnesi haline getiririz. Kendi bedenimizin de böyle, benzeri bir
nesne olacağını düşününce acımız daha da büyür…
Çok sevdiğim Rumi’nin (Mevlana Celaleddin-i Rumi)
bakış açısı bile bizi avutmaya yetmez;
Mineraldim öldüm, bitki oldum,
Bitkiydim öldüm, hayvanlığa yükseldim,
Hayvanken öldüm ve şimdi insanım.
Neden korkayım?
Ölerek hiç daha eksilmedim ki. (s.239)
Terzani her ne kadar kendini batılı olarak ifade etse
de, doğu kültürüne ait derin izler taşıdığı,satırlarında
TSDE ki - Mayıs 2016
87
TSDE DER ki
açıkça görülüyor. Doğu’dan bakıp batıyı, Batı’dan bakıp doğuyu eleştirebilecek kadar iki kültürün de bilgi
ve deneyimine sahip olduğunu hissettiriyor bizlere.
Eleştirilerini muhabirlik mesleğinin devamı niteliğinde, salt gözlem olarak sunuyor. Kitabında, yaşarken
kendisine sorması gerektiğini keşfettiği soruları soruyor ve doğu felsefesinde, Hintli bilgelerin sözlerinde, bilgelik öykülerinde cevaplarının izini sürüyor.
“Budist bakış açısıyla kötü, bütün kötülükler yani
hem fiziksel, hem ruhsal olanlar, tek bir köke sahiptirler: Bilgisizlik. ‘Ben’ hakkında bilgisiz olmak, insanı
doğumundan ölümüne dek rahat bırakmayan bir
bilgisizlik yaratır; işte yine bu bilgisizlik ‘zihnin üç
büyük zehiri’ yani arzu, öfke ve dar kafalılık bedende
hastalıklara yol açar.” (s.258)
Kitapta ara ara Doğu’nun geleneksel ve mistik öykülerinin birbirinden güzel örnekleriyle karşılaşıyorsunuz. İşte onlardan birisi, Nehri aşmakta olan sandalda bir pandit (Hindu din âlimi) bir de brahmin (ermiş)
yani kutsal yazılarda uzman olan kişi vardı. Pandit
yaşlı sandalcıya sordu:
-Sanskritçe bilir misin?
-Hayır, dedi sandalcı.
-Sanskritçe bilmiyorsan, hayatının dörtte biri
yok sayılır, dedi pandit. Hiç olmazsa klasik
edebiyatı biliyor musun?
-Hayır.
-Hayatının dörtte biri daha gitti, çünkü bu
konuda öyle güzel kitaplar var ki; okumak
insana büyük mutluluk verir. Hiç olmazsa
okuyup yazma biliyor musun?
-Hayır, dedi sandalcı.
-Hayatının dörtte biri daha gitti.
O sırada pandit sandalın su aldığını ve suyun ayaklarından yukarıya doğru yükselmekte olduğunu fark
etti. Sandalcı deliği tıkamaya uğraştı ama yapacak bir
şey yoktu. Su yükseliyor, sandal batıyordu.
Ölüm kapısını çaldığında o, kalbinin
sesini dinledi ve ölümü kendisine
arkadaş edindi. Onunla kavga
etmedi, rehberiyle el ele tutuştu
ve ölümün keskinleştirdiği
bakışıyla dünyayı batıdan
doğuya birlikte gezdi…
-Sandalcı pandit’e Yüzme biliyor musun?
diye sordu.
-Hayır, dedi pandit korkuyla.
-Gitti hayatının hepsi dedi sandalcı.
Anafikir: İnsan kendi kendini tanımıyorsa Sanskritçeyi de, klasik edebiyatı da bilmesi işe yaramaz. (s.40506) Terzani, en önemli bilginin “kendini bilmek” olduğuna dikkatleri çekerken, kendini bilmekten uzak
aklın, oldukça tehlikeli bir alet olduğuna değiniyor,
batıyı bu anlamda eleştiriyor, “Arada sırada dünyaya, özellikle New York’a yaptığım ziyaretler; sadece
TSDE ki - Mayıs 2016
88
TSDE DER ki
sevgili hastanem değil, batı uygarlığının üretmeyi
başardığı en ileri noktayı temsil eden her şey; insan
sorunlarına yanıtın, akıl yoluyla bulunamayacağı
çünkü bizzat aklın bütün insani sorunların kaynağı
olduğu biçimindeki düşüncemin güçlenmesine yardım etti… Akıl, şiddete son verebileceğimizi sandığımız şiddetin arkasında duruyor. Hep daha çok sayıda
ürettiğimiz ve sattığımız -sonra da neden bu kadar
çok savaş ve öldürülen çocuk olduğunu sorduğumuz- silahların arkasında akıl duruyor. Yoksulları bir
gün zengin olabilecekleri biçiminde kandıran ekonominin alaycı vahşetinin arkasında duruyor ve bu
ekonomi, her geçen gün daha çoğuna sahip olanla,
daha azına sahip olanın arasındaki uçurumu büyütüyor.” (s.621)
Terzani, en önemli bilginin “kendini
bilmek” olduğuna dikkatleri
çekerken, kendini bilmekten uzak
aklın, oldukça tehlikeli bir alet
olduğuna değiniyor, batıyı bu
anlamda eleştiriyor. Öte yandan
Doğu’nun da gerçeği yanlış anladığı
zaman nasıl akılsız hale düştüğüne
inceden bir mercek tutuyor.
Öte yandan Doğu’nun da gerçeği yanlış anladığı zaman nasıl akılsız hale düştüğüne inceden bir mercek
tutuyor. Himalayalar’ın gölgesindeki Almora Pazarı’nda iki çift laf etmek için mola verdiğinde, Said Ali
isimli sıska ve dağınık saçlı ama son derece sıcak bir
gülümsemesi olan Müslümanla yaptığı sohbeti kitabına taşıyor, “Hayat Said Ali’ye karşı acımasız davranmıştı ama o yine de hayatı seviyordu. İki oğlu ansızın
şizofreni olmuştu; ne büyücüler ne hekimler bir çare
bulabilmişlerdi. Yaptıkları tek şey Said Ali’yi olduğundan daha da yoksul etmek olmuştu o kadar. Karısı bu
kadersizlik yüzünden mutsuzdu ve günün uzun saatlerini oğullarını iyileştirmesi için Allah’a yakararak
geçiriyordu. Said Ali de inançlı bir Müslümandı ve
beş vakit namazını kaçırmıyordu ama yine de oğulları konusunda karısına katılmıyordu. ‘Allah’a insani
olaylara müdahale etmesi için yalvarılmaz. Ben bir
saat tamir edeceğim zaman istediğim kadar dua
edebilirim. O benim yerime benim işimi yapamaz.
Zaten yeterince yapmıştır: Bana göz, kulak, el ve akıl
vermiştir. En azından tamir işini ben yapmalıyım’ diyordu.” (s.610)
Doğu-batı karşılaştırması yaparken tarihi bir süreci
ele alarak günümüz hakkında somut bir analiz ortaya koyuyor, “Doğu ve Batı. Bir zamanlar bunlar iki
coğrafi kimlik olmanın ötesinde iki farklı hayat tarzıydı: Biri dış dünyayı hiç ya da pek az önemseyerek, içsel dünyayı keşfetmek üzerine kurulmuştu; öteki ise
içsel dünyayı görmezden gelerek dış dünyayı egemenlik altına almayı amaçlıyordu. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren pek çok Batılının umudu, bu iki bakış
açısını birbiriyle dengeleyebilmek, her ikisini de yaşatabilmek ve böylece insan ırkı için büyük bir nitelik sıçraması yaratabilmek olmuştu. Ama bu umutlar
hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. Batının bakış açısının
materyalist gücü doğuyu altüst etti. Tanrılar ve dü-
TSDE ki - Mayıs 2016
89
TSDE DER ki
şünceler borçlu olduğumuz Asya, bizleri (Batılıları)
çoktan mutsuz etmiş olan o mutluluk tarzının peşine
düşerek kendi huzurunu da yitirdi.”(s.290)
Yer yer özeleştiride de bulunuyor Terzani. Yaşamının
son evresinde kültürel geleneklerin kıymetini daha
da derinden sezen yazar, kültür erozyonu hakkında
şunları dile getiriyor, “Hayat sürecimde ayinlerin bir
bir ortadan kalkışına tanık oldum; şimdi dönüp geriye baktığımda bu kayba o dönemde benim de coşkuyla destek verdiğimi görerek çok üzülüyorum…
Oysa küçükken törenlere bayılırdım.” (s.422)
Yaşlılık ve kendi yaşlılığı hakkındaki düşüncelerine
de yer veriyor, “Sık sık alabildiğine dişi, alabildiğine
kendine güvenen, yirmili yaşlarından çok kırklı ve
Terzani kitabında doğu-batı
karşılaştırması yaparken tarihi
bir süreci ele alarak günümüz
hakkında somut bir analiz ortaya
koyuyor, doğu ve batı... Bir
zamanlar bunlar iki coğrafi kimlik
olmanın ötesinde iki farklı hayat
tarzıydı: Biri dış dünyayı hiç ya da
pek az önemseyerek, içsel dünyayı
keşfetmek üzerine kurulmuştu;
öteki ise içsel dünyayı görmezden
gelerek dış dünyayı egemenlik
altına almayı amaçlıyordu.
ellili yaşlarında kadınsı olan Hintli kadınları düşünüyordum. Atletik değillerdi ama doğal bir güzellikleri vardı. Onlar gerçekten de ayın öteki yüzüydüler.
Ve sonra annemin kuşağının Avrupalı kadınları gibi
Hintli kadınlar da asla yalnız değillerdi; her zaman
büyük bir ailenin, bir grubun parçasıydılar ve asla
yalnızlığa terk edilmezlerdi.” (s.67) “Her yaşta. Önemli
olan kim olduğumuzu anlamaktı. Ne yazık ki kültürümüz, daha doğrusu artık kültürü belirleyen sanayigençliği efsaneleştirdi, ileri yaşta olmayı bir tür hastalık gibi gösterdi ve zavallı yaşlıları olduklarından
farklı davranmaya, gençmiş gibi yapmaya zorladı.
Ama yaşlılık kötü bir şey değildir; bir pişmanlık dönemi hiç değildir. Tam tersine… Ben deli miydim? Hayır.
Artık yalnızca yaşlıydım ve zorunluluklarım olmadığı
için şimdiye dek hep olmak istediğim kişiyi olmuştum: Kâşif. Ama artık dış dünyayı değil -onu iyi kötü
tanımıştım- bütün kültürlerin bilgelerinin her zaman
bizim içimizde olduğunu söyledikleri dünyayı keşfetmek istiyordum.” (s.397-98)
TSDE ki - Mayıs 2016
90
TSDE DER ki
Onun, Hindistan’ı çok sevdiği, özellikle yoga felsefesinden etkilenip düşüncelerini bu felsefeyle derinleştirdiği anlaşılıyor. Terzani, Hindistan’ın ona nasıl
ölünmesi gerektiğini öğreteceğini düşünürmüş. Son
nefesini huzur içinde verdiği söyleniyor, öyleyse bu
düşüncesi kendi adına yerinde ve isabetli olsa gerek.
Kitabının sonunda şöyle diyor Terzani, “Önemli olan
şu ki; bu hastalık oldu. Oldu ve bu bana çok yardım
etti çünkü bu hastalık olmasaydı, yaptığım yolculuğu gerçekleştirmeyecek, en azından şimdilik, önemli
bulduğum soruları kendime hiç sormayacaktım… Ve
sonra: Hayat baştan sona bir gül bahçesi olsaydı, bu
bir kutsama mı sayılırdı yoksa bir mahkûmiyet mi?
Belki de bir mahkûmiyet sayılabilirdi çünkü insan
kendine neden yaşadığını hiç sormadan yaşarsa çok
büyük bir fırsatı boşa harcamış olur. Ve insanı buna,
bu soruyu sormaya iten, yalnızca acıdır.” (s.651) Beyazı görmemizi sağlayan siyahın kendisidir. Tiziano’nun
hayatını anlamlandıran, hayatının beyaz rengini ona
gösteren ölümün ta kendisi, ölümün siyah rengiydi.
Atlıkarıncadaki son turunda, “siyah”ı kahramanca
avuçlarında tutup “beyaz”ın güzelliğini apaçık görmeyi başardı ve ne mutlu ki bunu bizlerle paylaştı.
“Hayat baştan sona bir gül bahçesi
olsaydı, bu bir kutsama mı sayılırdı
yoksa bir mahkûmiyet mi? Belki de
bir mahkûmiyet sayılabilirdi çünkü
insan kendine neden yaşadığını
hiç sormadan yaşarsa çok büyük
bir fırsatı boşa harcamış olur. Ve
insanı buna, bu soruyu sormaya iten,
yalnızca acıdır.”
Siyahla beyazın koyun koyuna olduğunu, aslında bir
ve tek olduklarını şu büyüleyici sözlerle dile getiriyor
Terzani, bu sözleri aslında onun keşfinin özeti gibidir.
Yaşamla ölümün, doğuyla Batı’nın, aydınlıkla karanlığın sonsuza uzanan öyküsüdür bu. “Hindistan’da
günün en güzel saatinin seher vakti olduğu söylenir;
gece hâlâ havanın içinde süzülmektedir; gündüz dolu
dolu başlamamıştır; ışık ve karanlık arasındaki fark net
olarak belli değildir ve insan isterse, dikkat edebilirse,
birkaç dakika için hayatta birbirine zıt gibi görünen
karanlık ve ışığın, sahte ve gerçeğin, aynı şeyin iki
yüzü olduğunu sezebilir: farklıdırlar ama birbirlerinden kolay ayrılmazlar, ayrıdırlar ama ‘iki değildirler.”
Olağanüstü biçimde birbirlerinden farklı olan ama
içerisinde ‘Bir’ olan kadın ve erkek gibi…” (s.62) <
Demet Yıldırım Durmuş
TSDE ki - Mayıs 2016
91

Benzer belgeler