Mayıs 2016
Transkript
Mayıs 2016
İÇİNDEKİLER DOSYA: DOĞU-BATI Ortaçağ’ın “karanlığı” • 8 Klasik Fizik Sarsılıyor… • 10 Psikanalizin kurucusu Freud • 11 Nörobiyoloji ve Epigenetik • 12 Her şey ev ekonomisiyle başladı… • 13 “Küçük güzeldir”• 16 MEKANLARIN RUHU: “İSTANBUL BİR MASALDI…” Yazar Mario Levi kendi İstanbul’unu anlatıyor… • Mine Türkili • 17 SÖYLEŞİ: “RUHUNUN ÇATLADIĞI YERDEN YAZ…” Yeşim Cimcoz ile röportaj • Mine Türkili • 22 EDEBİYAT: “SAATİN KENDİSİ MEKAN, YÜRÜYÜŞÜ ZAMAN, AYARI İNSANDIR...” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanından... Tülay Taç Kulca • 28 SANAT: “SANAT’IN TIBBI” Dostoyevski’nin aura’sı mıydı yoksa hayat mı? Adana Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Prof. Dr. Deniz Yerdelen • 35 TSDE ÇOCUK - ERGEN BİRİMİ Sınırlar Güven verir Uzman Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu • 42 SİNEMA: “PERDE DOĞU’DAN AÇILIYOR” Murat Erşahin ile Doğu ve Batı sineması üzerine söyleşi • Mine Türkili • 46 PSİKOMİTOLOJİ AŞK… Romantik mi? Mistik mi? • Hüseyin Şimşek • 54 TSDE DER ki DOĞU tıbbı, BATI tıbbı... Bitmeyen bir ayrımcılık hikâyesi • Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler • 62 İçimizdeki Ayrılık • Esra Can • 67 Modern tıpta Antik Yunan ve Roma felsefesinin etkileri • Dr. Murat Besler • 70 Batı’nın Performansı • Billur Tansel • 74 Bizim Mahalle • Nurhan Özer • 77 Meridyen Sistemi ve insan bedeninin bütüncül yapısı • Dr. Onur Aydınoğlu • 79 “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” Tiziano Terzani • Demet Yıldırım Durmuş • 85 TSDE ki Dergisi Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur. İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Editör: Ebru Kurtuluş, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan Katkıda Bulunanlar: Prof. Dr. Deniz Yerdelen, Uzm. Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu, Hüseyin Şimşek, Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler, Dr. Onur Aydınoğlu, Dr. Murat Besler, Tülay Taç Kulca, Nurhan Özer, Billur Tansel, Demet Yıldırım Durmuş Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3-4 Suadiye/Kadıköy Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: [email protected], [email protected] ©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. TSDE ki - Mayıs 2016 Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. 1 EDİTÖRDEN Nerede başlar, nerede biter? Belki de bir telaş içinde yetişiyoruz vapura ya da köprü trafiğinin tam ortasında “İstanbul yaşanılmaz oldu artık” diye geçiriyoruz içimizden. Ve hiç o heyecanı, o zenginliği özümsemeden bir bakıyoruz ki, şehrin karşı yakasındayız. Oysa, vapurda martılara simit atarken, köprüde, masmaviliğin içinde, sadece bir saniye yaşadığımız ayrıcalığı düşünelim, denizin tam ortasında, bir yanımız Avrupa, diğer yanımız Asya. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin sözleriyle büyüyen, Halk Edebiyatı’yla yoğrulan bu topraklarda, gerçekten Doğu ve Batı birbirinden keskin çizgilerle mi ayrılıyor? Tanrı’ya ulaşmaya çalışan Doğu Felsefesi, modernleşme sonrası insanı öne çıkartan Batı kültürü. Batı’nın Alman Filozofu Goethe’nin, Yunus Emre’nin şiirlerini “dönen yıldızlı gök kubbe” gibi tanımlaması, Mevlana’nın doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yerden söz ederken, yüzyıllar sonra Nietzsche’nin “İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde” yi yazması, akıllara şu soruyu ge- tirmiyor mu? Doğu nerede başlar, Batı nerede biter? Biz bu coğrafyada global trendleri plazalardan izleyen, ama bir yanıyla da geride bıraktığı memleketinin hasretini çekenlerle… Belki içimizdeki dinginlikle, bütünsellikle, hırslarımız, rekabet duygularımızın çatışmasıyla, o bize ait, bizi biz yapan geleneksel yanımızla, dilimize yerleşen “check etme”ler, “meeting”ler, brifing vermeler, shopping yapmalar ve yemeğimizde şatobiryana karışan tarhana kokusuyla, öylesine bir kültürel zenginliğin içindeyiz ki… Bu zıtlıklarla var olduğumuzu, hem Doğu hem Batı olmanın zenginliğini yaşadığımızı hissettiğimiz an, ruhumuzdaki dengeyi sağlayabiliriz. Doğu ile Batının kucaklaşması, eski ile yeninin, modernlikle gelenekselliğin ve içimizdeki acıyla mutluluğun bir aradalığı gibi… Ne Doğu, ne Batı... Gerçek olan, zıtlıkların dengesi… TSDE ki - Mayıs 2016 2 Batı’nın “Bilme” Doğu’nun “Olma” halleri! Doğu’da “Kalp bütün hastalıkların hekimidir.” Mesnevinin yazıldığı topraklarda kendi değerlerimize daha vefalı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Batı Sufilerin eğitici hikaye ve masallarını psikoterapinin ekseni yapıp, Mesnevi hikayelerini tedavilerde metafor olarak kullanırken, ülkemiz psikolojisi ve psikoterapisi modası, ağırlığı çoktan geçmiş kartezyenci anlayışın insanı makine gibi bölümlere ayırarak ele alan ve tedavi etmeye çalışan tıbbın ve psikolojinin arkasına saklanıp, evreni, evrenin bütünlüğünü ve karşılıklı etkileşim yasalarını görmezden gelip, bizim kültürel değerlerimizden bir haber şekilde insanlarımıza dokunmaya devam ediyorlar. Bunun yanı sıra kendini ‘kişisel gelişimci’ olarak adlandıran bazıları ve kimi ‘aile dizimcileri’ arınmak, aydınlanmak, geçmiş kuşaklarını ve kaderlerini temizlemek ve özlerini bulmak için binlerce kilometre uzaklara gidip, adlarını değiştiriyorlar. Hint kökenli isimler alarak, özlerinden ne kadar uzaklaştıklarından da bir haber adeta Nasreddin Hoca’nın kaybettiği anahtarı ‘ışıkta’ aradığı öyküde ki gibi bakar kör olabiliyorlar. Buralarda kaybettiklerini güya özlerini ‘bulup-geliyorlar’. Bana tuhaf gelen, bu topraklarda gelişmiş olan ve bizim izini yitirdiğimiz bilgeliğe şimdi Batıda sıkça rastlıyor olmamızdır. Hafızalarımızda unuttuğumuz ama kaybetmediğimiz bu bilgeliği aşarak, yüz yıllardır bu topraklarda şifa, huzur yöntemleri ve gelenekleri ile insanlarımıza hizmet veren bu değerleri yeniden keşfetmeliyiz. Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Velinin, Eşrefoğlu Rumi’nin, Mevlana Celaleddin’in ve daha birçok gönül adamını yeniden hatırlamamız ve keşfetmemiz gerekiyor. Hipnosistemik yaklaşımlı terapi ders kitaplarında ve eğitimlerinde Nasreddin Hoca’ya ve nüktedanlığın bilgelikle buluştuğu ustalığa verilen yer ve değeri görünce biz de Nasreddin Hoca’nın bulduğu karşılık yüreğimi sıkıştırıyor. Freud ve Jung’ tan yüz yıllarca önce rüya çözümünü bir bilim haline getirmiş, Batılı üniversitelerde adına kürsüler açılmış Mevlana’nın bu çalışmaları neden bu topraklarda yeni ve karşılaştırmalı bir bakış açısıyla ele alınmasın? Bu yeniden hatırlama ve keşifler üniversitelerde, terapi eğitimlerinde, terapi odalarında, kısacası bilim ortamlarında hiçbir eziklik hissetmeden yayılması gerekir. SDT olarak biz başımızı bu yola koymaya niyetli ve kararlıyız, evrenin bütünlüğünü baz alan sistemik entegratif yaklaşımı yukarıda dile getirmeye çalıştığım bizim topraklarımıza ait bir fenomenolojiyle harmanlayarak, gönülden-gönül’e bir diyalog anlayışıyla adeta Sema edercesine (Sema, Arapçada, dinlemek ve duymak demektir.) danışanlarımızın/hastalarımızın tüm ıstırap, acı ve rahatsızlıklarıyla farklı bağlantılar kurarak, öz hakikatlerini yakalayıp, evrensel bilince ulaşmalarını hedefliyoruz. Batılı psikoloji doğal olarak Batının kültürel ürünüdür, evrensellik önce yerel olana sahip çıkmak, onun parçası olduğunu kabul etmek, bu değerlerin kıyme- TSDE ki - Mayıs 2016 3 tini bilmek ve son adım olarak bütünleşmekten geçer. Ama bunun yanı sıra Richard M. Bucke; William James, Carl G. Jung, ve Erich Fromm, vahşi doğada yükselen sesler gibi, terapi dünyasının dikkatini nefsin öldürülmesi üzerinde çekmeye çalıştılar. Erich Fromm “Sevme Sanatı” kitabında şöyle diyor: “..insan içgüdüsel bir adaptasyon ile doğayı aştı- ondan asla kopmamasına rağmen; onun bir parçası olarak- bir kere doğaya yüz çevirecek olsa, bir daha ona geri dönemeyecektir; tıpkı cennetten çıkarılışı gibi- doğa ilk bütünlük hali(..) İnsan ancak muhakemesini geliştirerek ve ancak yeni ve insani bir ahengi bularak ilerleyebilir.” Bu noktada özellikle Jung’un analitik psikolojisi diğer ekollerden yerel olanın yanı sıra evrensel olana daha açık olanıdır. “Bilimsel psikolojinin yetersizliği ‘objektif’ bir bilim olma iddiasından ileri gelir. Freudyen ve birçok psikodinamik yaklaşım da, kurucusunun kısıtlı insan anlayışıyla sınırlıdır. Tüm bu çekincelere rağmen ego psikolojisi, ve psikanaliz tasavvufun bireyleşme ve “benlikten kurtulma” uygulamaları arasında ilginç benzerlikler bulmak da mümkündür. Tüm kadim öğretilerde olduğu gibi SD Terapisi de hayatı bir yolculuk olarak algılar ve yolculukta geçmişin çatışma ve yüklerinden özgürleşerek gerçek Batılı Aydının bilme ihtiyacını mizahi bir dille anlatan klasik sufi edebiyatından alınmış öğretici bir Nasreddin Hoca öyküsü: “Nasreddin Hoca bir gece ıssız bir yolda yürürken bir atlı bölüğün kendisine doğru yaklaştığını görmüş. Hayal gücü işlemeye başlamış ve yakalanıp bir köle olarak satıldığını veya zorla askere alındığını hayal etmiş. Kaçıp bir mezarlık duvarına tırmanmış ve açık bir mezara girip uzanmış. Hocanın tuhaf davranışı karşısında şaşıran adamlar- ki sadece yolcudurlar-onu takip etmişler. Bakmışlar ki, hoca mezara uzanmış, kokudan titriyor. “O mezarda ne yapıyorsun? Seni kaçarken gördük. Yardım ister misin? diye sormuşlar. O anda işin aslını anlayan hoca, “Bir soruyu sorabiliyor olmanız, onun bir cevabı olduğu anlamına gelmez” demiş. “ Bu tamamen sizin görüşünüze bağlı. Yine de bilmek istiyorsanız, ben sizin yüzünüzden buradayım, siz de benim yüzümden buradasınız” benliğini keşfetmesini hedefler. Batı kökenli Modern psikoloji anlayışının tersine, biz, insanı olgunlaşabilir, yetkinleşebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzularından kopup huzur ve güven bulabilir bir varlık olduğuna inanıyoruz. İnsan başına gelenlerden ve ıstıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde ıstıraba, acıya tahammül ve kaçınılmaz olan kadere rıza göstermek insanın olgunluk yolculuğunda kaçınılmaz basamaklardır. Geleneksel batı psikolojisi, iki temel olguyla hareket eder; ego ve modalitelerini varoluş katları arasına yerleştiren bir kozmoloji(evren bilimi) ve manevi hedefe yönelik bir ahlak olarak görür. Tasavvufta ise insan bir alem-i sağırdır… yani mikro kozmostur, alemin özüdür. Akıl bizi gizli güçlerimizi gerçekleştirmeye yönlendirir, hayatın temel amacını belirlememize yardım eder, ancak varoluşsal sorunumuz tek başına çözemez. Günübirlik toplumsal bir hayattan beslenen ego, içsel sesi kolaylıkla devre dışı bırakıp, evrensel bir benliğin gelişimini, engelleyebilir. SD Terapisinde yaptığımız kişinin yaşadığı çeşitli ilişkisel acıları sonrası benliğindeki bölünmelerle uzaklaştığı gerçek öz benliğine ulaşması, onu insanı-kâmil olma yolunda alıkoyan zihinsel bloklar, engeller ve örtüleri aşmasına yardımcı olarak kişiyi evrenin aynası olduğuna tanık etmektir. SDT çok gerçekli bir dünyada mutlak gerçeğin, Hakikat’ in kişinin kendi içinde yaptığı bir psiko-arkeolojik kazı işlemi ile açığa çıkarılmasıdır. Bu çalışma hep yakın öteki ile olan bağlantıdan hareket eder. ‘Ben’in iyileşmede Martin Buber’in söylediği gibi sadece ‘Ben’’ in ‘Sen’ ’den geçmesi ile mümkün olur. İyileşme bu anlamda hayat yolculuğundaki ötekilerle mümkün olacaktır. İyileşme de dolayısıyla rahatsızlıklar ve hastalıklar da doğal olarak ilişkiseldir. “Batının/Kuzeyin ‘Refahı’ - Doğunun/Güneyin Gönül Zenginliği ve ‘Yoksulluğu’ ” Sistemik Bir Etik Arayışı Ege’nin kıyılarına vuran Suriyeli çocuklarının cansız bedenleri bir kez daha post modern dünyaya ve bizlere batı-doğu, kuzey-güney arasındaki organik bağı ve bilinçli oluşturulan uçurumu hatırlattı. Çünkü Avrupa’nın başkentlerinden ve buranın kalburüstü yerlerinde Afrika’da her gün açlıktan ölen on binlerce çocuk uzun zamandır bir haber değeri taşımıyor! Değerler ve etik, insanlar bu kavramlar için farklı tanımlar kullanır ve anlaşılamazlar. Etik, farklı türden tanımlara sahiptir. Örneğin; mesleki etik, uygulayıcıya, belirlenen yönetmelik ve listeler çerçevesinde ne yapması gerektiğini ifade eder ve ne ile yükümlü olduğunu belirtir. Aynı şekilde dinler de insanlara TSDE ki - Mayıs 2016 4 neleri yapıp yapamayacağını söyler. Kurallar aslında kişinin içine doğduğu toplumdan gelir. Dizim çalışmalarında biz büyük bir tartışma yaşadık, çünkü toplumdan aldığımız formuyla bu etik anlayışın sıkça katastrofik etkilere sahip olduğunu ve bunların çoğunun da büyük bağlamda doğru olamayacağını gördük. Düşündüğümüzde, ne yapmalıyım, benim için ne önemli, nasıl yaşamak istiyorum, sevdiğim insanlarla nasıl bir ilişki içinde olacağım, fikir ayrılığı yaşadığım veya tehdit hissettiğim insanlara karşı nasıl var olacağım? Benim için “ne doğru” dan öte, ne makul-uygun? Bu durumda toplumdan, dinden üstlendiğim değerlerin doğruluğunu görmek için, yeniden kontrol etmek ihtiyacında ve zorundayım. Anlatılan hikâyeler ne kadar doğru? Özellikle ergenlikte, ebeveynlerle çatıştığımız değerleri düşünüp, bu değerlerin doğruluğunu sorgularız. Dizim çalışmaları, tüm bu tartışmalara farklı bir açılım getirdi. Öyle ki, dizimlerde, değerlerin etkisinin rasyonel olduğunu, çoğu zaman kalpten farklı olduğunu görüyoruz. Sevgi düzenleri, o anlamda kalbin yasalarını yazma çabasıydı. Sevginin genişlemesi için ne yapmaya iznim var, neye yok? Bu anlamda, dizim çalışmalarında “sevginin düzenlerinin” sıkça toplumun düzeni ve değerleri ile aksi yönde olduğunu idrak ettik. Özellikle çiftlerle yapılan terapötik çalışmalarda, alma ve verme dengesinde görürüz ki, birinin diğeri için verdiğinin aldığı ile doğru orantılı ve değerli olduğunu hissetmesi önemlidir. Çoğumuzun kişisel hikâyesinde de, “ben o kadar çok verdim ve o kadar az aldım ki.” gibi söylemlere rastlamak mümkün. Kalp, algılamanın organıdır. Kalp, bir şeyin veya alıp vermenin dengede olup olmadığını söyleme yetisi olan bir yerdir. Bilişsel tarafımızın (genellikle bu taraf kişiliğimizin baş aktörüdür) görevi, kalbin duyumsamalarını meşrulaştırmaktır. Bu durumun sevginin anlaşılması konusuna çok az yardımcı olduğunu düşünüyorum. Aldıklarım değer bulmuyor, ben veriyorum ama alamıyorum dediğimizde, kalp, özellikle toplumun değer yargılarından uzaklaştığında acı çeker. Sevginin nasıl bir fonksiyona sahip olduğuna üç düzlemde bakılması gerekir. 1 · Bireysel yaşamımda; eş, aile ve çocuklar, çevremizle olan ilişkilerin karmaşıklığı, 2 · İş düzleminde; psikoterapötik alanda iş etiğinin çok kompleks olması, 3 · Yaşadığımız dünyada; ruhsal, spiritüel düzlem, dünyadan aldıklarım ve benim yaşamımdan dünyaya geri verilen ne? Dizimlerden biliyoruz ki, benim jenerasyonumun yaşadıkları, gelecek nesiler üzerine etki yapar. Dolayısıyla bizim karar ve tercihlerimizin sadece bize değil, bizden sonraki kuşaklara ve ait olduğumuz topluma da etkisi vardır. Birinci düzlem: Biz farkında olmadan sürekli etik kararlar alırız ve bu kararları asli görevlerimiz gibi kabulleniriz. Ne kadar paraya ihtiyacım var, ne kadar çalışmalıyım, evim ne kadar büyük olmalı, çevrem benim hakkımda ne düşünmeli? Bu sorular karşısında hiç farkında olmadan çevremiz hakkımızda olumsuz düşünmesin diye düşünce ve niyetlerimizden vazgeçer ya da yaptığımız bir şeyi yargılanma korkusuyla saklar ya da yapmaktan vazgeçer veya öyle gösteririz. Bunlar etik kararlardır. Olduğumuz gibi gözükmemek için davrandığımızda ruhumuzda, kalbimizde ne olur? Eğer olduğumuz gibi gözükmemenin önemli olduğu bir ailede büyümüşsek ne olur? Olduğumuz gibi değil de beklenen gibi olduğumuzda ne olur? Bu söylediklerimden lütfen şundan yana olduğum anlaşılmasın. Nasılsak öyle olmalıyız! Mevlana’nın “ya olduğun gibi ol, ya da göründüğün gibi ol” felsefesinin post modern insan ve pompalanıp evrenin yeni umudu gibi sunula narsisist y kuşağı için çok zor hatta mümkün olmadığını görüyorum. Benim sizlere davetim, bu şekilde davrandığımızda ruhumuzda nasıl bir etki olduğuna bakmak yönünde. Büyük bir eve sahip olmak için beni hasta ve mutsuz eden bir işte çalıştığımda ruhumda ne oluyor? Rasyonel, bilişsel yanımın gerekçeleri hemen hazırdır “eve ihtiyacım var, bu nedenle bu işe de ihtiyacım var”. Oysa ruhum ve kalbim öylesine acı çeker ki bunu çocuklarımız bile fark eder. Onların fark etmediğini düşünmek de en büyük yanılgımızdır. Ve biz farkında olmadan bunu tekrar etmeleri için çocuklarımıza yansıtır ve devrederiz. Çocuklarımıza olduğun gibi görünmek iyidir derken, ne yazık ki senin olduğun gibi görünmen doğru ve makbul değildir gizli mesajını söyleyemeyiz. Diğer taraftan çift ilişkilerinde nihayet nasılsam öyle görülmek, kabul edilmek istiyorum, anlaşılmak ve dokunulmak istiyorum deriz. Bu dilekler çok yaşamsaldır ve etkisi çok muazzamdır. Ama eşimizin bunu altında yatan nedeni, incinmiş, ihmal edilmiş yanımızı görmesini istemeyiz. Bu etik bir problemdir. Davranışım için yön gösteren nedir, ne önemlidir? Bert Hellinger dizim çalışmalarına o kadar çok şey getirdi, geliştirdi ve yeni yollar gösterdi ki ancak bu yöntemlerin birçoğu benim gözümde idealize edilmiş çok da uygun olmayan kalıp çözümlerdir. Bert Hellinger’i yakından tanıyanlar onun bazen inanılmaz bir kalbi olduğunu bazen ise kaya gibi sert ve yargılayıcı olduğunu bilirler. Bazen ağzından sonsuz TSDE ki - Mayıs 2016 5 –ebedi hakikatin temsilcisi gibi sözler dökülürdü. Bunun da çok derin etik bir problem olduğunu düşünüyorum. Rasyonel yanımız kati-kesin hakikati bildiğini söyleyip kalbe bakmadığında, biz etik bir ikileme gireriz. Birçok terapi görüşmelerinde ve günlük yaşamımızda da kalbin kapatıldığı farklı durumlar yaşarız, haklı olmaya yönelik ikna turları yaparız. Aslında şimdilerde fark ediyorum ki, kişi aslında bu kanıt gösterme işini kazandığında kaybediyor. Çünkü bu kazanım sırasında kalp kapanır ve kişi kendini içsel bir şekilde köreltir. Bu durumda kazanç nerede? İktidarda mı, sevgide mi, diyalogda mı, içsellikte mi? İkinci düzlem: Belki bilmiyorsunuz ama dizim çalışmaları Avrupa ve özelikle Almanya’da çeşitli sebeplerden dolayı, yoğunlukla medya ve psikoloji alanından gelen baskılarla son on yılda oldukça kötü bir itibara sahip. Bu gelinen noktada sadece Bert Hellinger değil dizim çalışması yapan biz, tüm terapistler hatalar yaptık. Ve bu durumdan mağduriyet hissedip, “bize haksızlık yapıldı” halinin konforuna sığındık. Örneğin bir dizimde tüm benliğimizle ruh ve kalp ile olup, çözücü bir şeyin görünmesini beklemek yerine bilinen çözüm cümlelerine dört elle sarıldık. Dizimde görüneni, «al, işte tam da budur” gibi güya “kati hakikatleri” gösterdik. Bunu yaptığımızda bunun etkisi ne? Kalpte ne oluyor? Danışana neyi yansıtıp, aracı oluyoruz? Benim kalbime değil, cümlelerimle sana empoze ettiğim bu sözlere inan. Bazen katılımcılardan büyüleyici geri bildirimlere ve çözülmelere tanık olduk. Bazen de kendimizi, herkesin ve her şeyin üstünde gören bir geleneğin hizmete alınmış neferleri gibi gördük. Ama namusluca kalbe baktığımızda etkinin hiç de büyük olmadığı ortada. Aslında bu davranış bir tür fundementalist yaklaşımdır. Böylece, bir ideolojiye bağlı hissederken, farkında olmadan yanımızda duran danışana, kalbimizi ve onun bedeni ile kalbine de kendimizi kapatırız. Üçüncü düzlem: Naziler, merhamet, acıma, duygudaşlık, empati gibi halleri bir zayıflık olarak itham ederlerdi. Bu bir açıdan doğrudur, eğer iktidarı, gücü gözetiyorsanız, empati, duygudaşlık zayıflatıcıdır. Kişi iktidara güce adanmışken, kendini “candan biri” olarak da gösteriyorsa ne olur? Keith Lowe’ ın “SavageContinent” adlı kitabının ana teması, 2. Dünya Savaşı’nın Nazilerle batı ittifakı arasındaki bir savaş olduğu düşüncesinin dizayn edil- miş bir yanılsama olduğu yönündedir. Yazar, 45’li ve savaş sonrası yıllara kadar uzanan süreçteki dehşet verici olayları değerlendiriyor. Faşistlerin partizanlara, partizanların faşistlere, Ukraynalıların Polonyalılara, Polonyalıların Ukraynalılara yaptıklarına bakıyor. Milyonlarca insan, yaşayan insanların yakılması, patlayıcılarla yok edilmeleri, Yahudilerin toplama kamplarında uğradığı soykırım, korkutucu gerçekler. 1945’ten sonra barışın geldiği bir hayal. Bu kitapta ortaya çıkarılan sistemik sonuç, savaşın iki zihniyetin savaşı olduğu gerçeğiydi. Biri neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen ve karar veren faşist ideolojiyken, diğeri birazda olsa açık kalpli olmayı deneyen bir zihniyetin arasındaki savaşı. Netanyahu, son Amerikan Kongresi’nde, “Başkan’a ve kuruma saygı duyuyorum ama burada sizlere hakikatleri anlatacağım” dedi. Anlattı mı? Hayır. İsrail’in 200 nükleer silahı var. Kendi açısından bakıldığında bu durum belki anlaşılabilir. İsrail gizli ajanlarının İranlı atom bilimcilerini öldürdüğünü anlatmadı. Böylece o sadece gerçeğin bir yanını anlattı. Bu hakikat uzlaşmayı, barışı destekleyen bir hakikat değildi. Savaşlar hep devam edecek ve bu savaşlar aslında hep farklı zihniyetlerin savaşı. İster faşist güç, ister iktidar, aidiyet ya da yönetim imkânlarına sahip olalım ya da hangi zihniyette olursak olalım, kalp hep bunun altında ezilir ve acı çeker. Her bir yol sadece bir yoldur. Kalbimiz, bize bu yolu terk etmemizi söylerse, bizi bunu yapmaktan kimse alıkoyamaz… Bu nedenle her yola dikkatlice ve yakından bir bakıver. Bu yolu gerekli gördüğün kadar kullan. Ama bir süre sonra kendine (ve yalnızca kendine) şu soruyu sor. “Bu yolun kalbi var mı?” Eğer bu yolun bir kalbi varsa, bu iyi bir yoldur. Yok eğer bu yolun bir kalbi yoksa, o zaman bu gereksiz bir yoldur.” - Don Juan’ın Öğretileri / Carlos Castaneda TSDE ki - Mayıs 2016 6 rum? Bu bilgiyi içime alıyorum ve içimde derin bir acı hissediyorum, gerekli olan davranış değişikliklerini bir yana bırakıyorum. Bazen ruhuma küçük bir teselli, avuntu için vicdan azabı çekiyorum. Bu hiç yardımcı olmuyor ama ben daha iyi hissediyorum. Böyle bir inanç ve etik dünyasının zihniyetine doğduğumuzdan, bunu değiştirmenin hiç kolay olmadığını düşünüyorum. Aşırı uçlardaki kişilerle veya idealistlerle konuşurken kalbin kapalı olduğunu hiçbir ilerleme kaydedemediğinizi hissedersiniz çünkü kalp kapalıdır. Sistemik bağlamda etik konusuna geri dönersek, bir cevabım yok. Belki yapmaya çalıştığım şeyi size de önerebilirim. Yaşamın tüm karmaşık yapısına kendinizi kabulle bırakın, içsel, acele etmeden konuyu değiştirmeyin, ya da içsel hemen çözüm yollarını, kendinize ve diğerlerine anlatmayın. Bu şekilde benim huzursuzluğum geçsin demeyin! Bu güne kadar seyrettiğim filmler içerisinde beni en fazla etkileyenlerden biri, senaristliğini ve yönetmenliğini Michael Haneke’ın yaptığı, birçok ödülü olan 2009 yapımı siyah beyaz film ‘Beyaz Bant’. Almanya’da bir kasabanın 1. Dünya Savaşı’ndan hemen önceki durumunu konu almaktadır. Filmde çok insancıl ama bir ideolojinin içinde hapsolmuş bir papazın yaşamdaki duruşu şuydu: “Eğer çocuklara yumuşak davranılırsa onların duygularına zarar verilir”. Bu ideolojisine o kadar sıkı sıkıya bağlıydı ki, filmin bir sahnesinde oğullarından birinin büyük bir incelikle onun için hazırladığı hediyeyi kalbinin titremesine rağmen elinin tersi ile itti. Çünkü onun inandığı doğrusu farklıydı ve oğlu için en doğrusunun bu olduğunu düşünüyordu. Bu, aslında kalbe bir haksızlık ve bir dolanmışlık halidir. Diğer taraftan Müslüman terör örgütleri de en doğrusunu yaptıklarına inanarak “din” adına savaşıyorlar. Film, bize aslında iki savaş arasındaki toplumsal dönüşümün, Almanya’daki insan manzaraları ve Nazizmin nasıl taban bulabildiği sorusuna da yanıtlar bulmamıza olanak sağlıyor. Avrupalılar bir zenginlik içinde oturuyorlar, ancak sahip oldukları bu zenginlik, diğerlerinin Avrupalılar için üçüncü dünya ülkelerinin acısı ve yoksulluğu üzerine kurulu. Orta Doğu’da, Afrika’da yıllardır olanlar Avrupalılardan ve onların koloniyal ve misyoner anlayışlarından bağımsız nasıl anlaşılır? Suriyeli mültecilerim hepimizin yüreğini sızlatan halleri Avrupa ve Amerika’nın zenginliğinden ne kadar bağımsız? Avrupalılar veya ülkemizde refaha sahip bizler bu bilgiler ile ne yapıyoruz? Ben bu durumda ne yapıyo- Bert Hellinger’e tekrar geri dönersem, bazı çelişkilerine ve konuların karmaşa ve zorluğuna rağmen dünyaya çok kullanışlı bir şeyi gösterdi: “Eğer ben, diğerinden bir avantaja sahipsem, endüstri ülkelerinin 3. Dünya ülkelerinden elde ettikleri avantajlar gibi, bu durumda benim vicdanen kötü hissetmemin onlara nasıl bir faydası var ki? Hiçbir şey! Vicdanen kötü hissetmem sadece kendi imajımı muhafaza etmeye ve diğerleri gibi olmadığımı hissetmeme hizmet eder. Kanıt olarak da kendime “ama ben en azından vicdanen kötü hissediyorum” demek aptalca değil mi? Ama bunun mevcut diğer gerçeğe hiçbir etkisi yoktur. Bu aslında kendi içindeki halleri ile oluşan diyalogsuzluğuna, modern, kendi içinde ihmal ettiği şeyden kaçmak üzere kurduğu bilinçdışı bir tezgâhtır. Bert Hellinger şöyle dedi: “Eğer biz tam ve candan bir şekilde sahip olduklarımıza ve aldıklarımıza şükredip bunların tadına varırsak, alma ve vermenin akışını bizim aracılığımızla devam etmesini sağlayarak mağdurlara da hizmet etmiş oluruz”. Ne verebilirim, bu zor bir sorudur? Hemen düşünmeye başlarız, daha fazla çalışmalıyım, yapmalıyım, para yardımında bulunmalıyım vs. bu mecbur hissetme hali aslında diğer düşünce içine girme halidir. Söylenmek istenen aslında ne? Buna pek yönelmeyiz. Yüreklerimiz neyin söylenmek istendiğini duymak istiyor? Yüreklerimize ve içimizde ihmal ettiğimiz taraflarımıza kulak verme cesaretini ve yaratacağı acıyı duyumsama ve bazen acıda da kalarak, “acıyı bal eyleyeceğimiz bir yol var mı?” noktasında neleri geliştirmeyi tercih edebiliriz? Cevap bekleyen soru aslında bence budur! < Mehmet Zararsızoğlu TSDE Başkanı TSDE ki - Mayıs 2016 7 DOSYA KONUSU Türkiye coğrafyasında yaşayan atalarımızın göçlerini yüreğimizde hissederken, geçmişten bu yana Batılılaşma sürecinden geçerken ve bir kültür karmaşasında kendi öz benliğimizi unuturken, gerçekten içimizdeki Doğu neresi, Batı neresi? Doğu ve Batı İçinde soluk alıp verdiğimiz, Doğu ve Batı ile zıtlıklarla dengesini koruyan Dünya, gerçekten bir çıkmaza doğru mu gidiyor? Kendi yarattığımız, büyütüp geliştirdiğimiz teknolojinin bizi esir alması, doğal kaynakların tükenmesi, ekonomik kriz, küresel ısınma, kıtlık derken, Dünya’nın sancıları öylesine fazla ve problemi öylesine büyük ki… Bu sebeple dünyayı “Sistem Dizim Terapisi” içinde görmek istedik. ğu-Batı, aidiyetimiz ve gelenekselliğimizle, modern dünya değerlerinin çatışması. Ve biz de ait olduğumuz bu büyük sistemde, içimizde insan doğasının zıt kutuplarını taşırken, kimliğimizi bulmak için çabalıyoruz. Kim bilir belki de Do- Ortaçağ’ın “karanlığı” 1500’lerden önce, Aristoteles ve Kilise gibi iki otoritenin hâkim olduğu dünya görüşü hem akla hem de Dünyanın problemi ne? İlerlemenin, teknolojinin ve medeniyetin sembolü Batı iflas mı ediyor? Yüzyıllardır farklı kuramlarla, eski ve yeniyle bugüne gelen Batı’nın geldiği noktada, çıkmazını anlamak için, tarihin kapılarını aralıyoruz. Ben ne Hıristiyan’ım, ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslüman; ne Doğu’danım ne de Batı’dan. İkiliği bir kenara koydum, iki alemin bir olduğunu gördüm. - Mevlâna TSDE ki - Mayıs 2016 8 DOSYA KONUSU imâna dayanan, bilim ve insanın yeryüzünün derinliklerini keşfetme arzusu içinde olduğu bir dönem… Batı’nın “karanlık” olarak adlandırdığı Ortaçağ, on altıncı ve on yedinci yüzyılda köklü bir değişime uğrarken, baskı ve katledilme korkusu altında daha da artan bilim aşkı ve bilim adamlarının dünyanın sırlarını keşfetme arzusu korkusuzca yol alıyor. Bunun en güzel örneklerinden birisi, kimya dehası Levoisier. Giyotinle idama mahkûm edildikten sonra, matematikçi Lagrange’a, “Kafam sepete düştüğünde gözlerime bak. Eğer iki kere göz kırparsam, insanın kafası kesildikten sonra beyin bir süre daha düşünmeye devam etmekte demektir,” demesi; ardından sepete düşen kafasında gülümseme ifadesiyle birlikte iki defa göz En eski çağlardan beri, “Tanrı’nın yüceliği”ni ya da Çinlilere göre “doğanın düzenini örnek almayı” ve “Tao’nun akışı içinde akmayı araştıran” diğer bir deyişle, bütünleyici yin olan bilim, on yedinci yüzyılda tamamen zıt, bütünleyiciden çok kendini kanıtlayıcı olan yang’e doğru yönelir. kırpışı Lagrange’ın da dediği gibi bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesi olur. En eski çağlardan beri, “Tanrı’nın yüceliği”ni ya da Çinlilere göre “doğanın düzenini örnek almayı” ve “Tao’nun akışı içinde akmayı araştıran” diğer bir deyişle, bütünleyici yin olan bilim, on yedinci yüzyılda tamamen zıt, bütünleyiciden çok kendini kanıtlayıcı olan yang’e doğru yönelir. Batı’nın geldiği son noktadaki çıkmazı ya da dönüşümü anlamak için, kültürlerin değişiminin aslında fiziğe bağlı olduğunu görmemiz gerekiyor. 17. yüzyıldan beri fizik, “kesin” bir bilim örneği olarak diğer disiplinlere model oluyor. René Descartes’ın kartezyen felsefesi, Isaac Newton’un matematiksel teorisi, Francis Bacon’ın bilimsel metodolojisi çağa imzasını atarken, psikologlar, sosyologlar ve iktisatçılar Newtoncu fiziğin temel kavramlarından yararlanırlar. TSDE ki - Mayıs 2016 9 DOSYA KONUSU Descartes, tüm dünya görüşünü, birbirinden kopuk, bağımsız iki ayırım üzerine oturtuyor. Res cogitans (düşünen şey) ve res extensa (yer kaplayan şey). Ve böylece insan bedeni ile ruh da ayrılıyor. George Engel’ın dediği gibi, tıp, bedeni bir makine, hastalığı da makinenin bozulması ve doktorun görevini de makinenin onarılması şeklinde görür. Descartes, tüm dünya görüşünü, birbirinden kopuk, bağımsız iki ayırım üzerine oturtuyor. Res cogitans (düşünen şey) ve res extensa (yer kaplayan şey). Bu mekanistik kartezyen görüş, Batılı düşünce tarzında çok büyük etki yapar, özellikle bu ayırımı Tıp alanında hissederiz, çünkü insan bedeni ile ruhu birbirinden ayrılır. George Engel’ın dediği gibi, tıp, bedeni bir makine, hastalığı da makinenin bozulması ve doktorun görevini de makinenin onarılması şeklinde görür. Klasik Fizik Sarsılıyor Descartes’ın çağımızın ilk otuz yılına birçok alanda damgasını vurduğu kesin, ancak kartezyen görüşün ve Newtoncu mekaniğin temel teorileri, modern fiziğin temelinde yatan başka bir isimle yerle bir olur. Enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye dönüşebildiğini keşfeden Albert Einstein’a göre yalnızca tek bir enerji vardır: Birleşik alan. Einstein, sayısız kültür, fizik bedeni destekleyen, şekillendiren ve hareket ettiren gizli enerjiler matrisinden söz eder. Modern fizikle ortaya çıkan bu gerçekle madde, evrenin birbirine örülü ilişkiler ağı olması ve bu kozmik ağın aslında dinamik olduğunun farkına varılması ve maddenin dinamikliğini kabul eden kuantum teorisiyle sürekli dans eden titreşip hareket eden bir şey olarak yeniden tanımlanır. Fizik biliminde keşfedilen bu enerjiyle, insan bedeninin elektromanyetik, yerçekimsel ve nükleer enerji içinde doğduğu kabul edilir. Bedenin o muazzam işleyişinde, çakralar bedenin enerji merkezi; meridyenler, enerji yolları; aura enerji atmosferi olarak tanımlanır. Bu yaşam enerjisine, Çin’de qi veya chi, Hindistan ve Tibet’te prana, İbranice’de ruach, Japonca’da ki, tasavvufta baraka, Iraklılar ’da orenda, Hıristiyanlıkta Kutsal Ruh adı verilir. TSDE ki - Mayıs 2016 10 DOSYA KONUSU Doğu’da gelişen Enerji Tıbbına karşılık, Batı’nın Modern Tıp anlayışı, kartezyen düşüncenin de etkisiyle, bedeni ruhtan ayırmaya devam eder. Batı, biyolojinin de gelişmesiyle, bedeni git gide daha küçük parçalara ayırarak onarmaya çalışır. Ve bu dönemde, healer (şifacı) terimine kuşkuyla bakılırken, biyolojideki ilerlemelerle Tıp Bilimi, Pasteur’ün bakteriler ve hastalık bağlantısını kurması, 1928’de penisilinin keşfi, 1950’lerde antibiyotik çağı ve yine aynı yıllarda psychoactive (ruh etkinleştirici) ve antidepresif ilaçlar yan etkileri göz ardı edilerek, büyük bir heyecanla psikiyatride tedavi amaçlı kullanılmaya başlaması ve ardından hormonların keşfi ve insülinin bulunmasıyla inanılmaz bir hızla yol alır. Psikanalizin Kurucusu Freud Tıp Bilimi’nin bu önlenemez yükselişinde, psikolojinin de gelişimi kartezyen bir yol izler. Tarihi kökleri Antik Yunan Felsefesi’nde aranan ve on sekizinci yüzyılda başladığına inanılan psikolojide, bir nörolog olarak eğitim gören, bilinçdışını ve onun tüm dinamiklerini keşfeden psikanalizin kurucusu Freud, kartezyen ve Newtoncu anlayışın etkisinde kalır. Psikanalizin içgüdüsel, özellikle cinsel dürtüler gibi dinamik yönüyle, Newton fiziğinin dinamik yönü benzerlik gösterdiği gibi, Freudcu çatışma psikolojisinde, sistemindeki tüm mekanizmalar, aktif ve reaktif güçler, “dürtüler” ve “savunmalar” olarak ele alınır. Psikanalizde de Newtoncu teori gibi, mekanistik gerçeklik anlayışı kuralları geçerli olurken, her psikolojik olay belirli bir nedene bağlanır. Newton ve Freud’u birleştiren ilginç bir nokta da Newton’un teorisinde “çekim gücünün yapısı” tartışmalı bir konu olurken, Freud’un teorisinde de aynı tartışma, libidonun doğası konusunda çıkar. Psikolojinin de gelişimi kartezyen bir yol izler. Tarihi kökleri Antik Yunan Felsefesi’nde aranan ve on sekizinci yüzyılda başladığına inanılan psikolojide, bir nörolog olarak eğitim gören, bilinçdışını ve onun tüm dinamiklerini keşfeden psikanalizin kurucusu Freud, kartezyen ve Newtoncu anlayışın etkisinde kalır. Freud’un rasyonel ve mekanistik anlayışının bir göstergesi de, mistisizmi ve ayinleri reddederken dini “obsesif kompulsif nevroz” şeklinde ele almasıdır. Bulunduğu dönemde pek çok kişiyi kendisine çeken Freud’u zamanla fikir ayrılığı nedeniyle terk edenlerin en ünlüleri, psikanalizin veliahdı olarak bilinen Jung, Adler, Reich ve Rank gibi isimlerdir. C. G. Jung, psikolojiyi felsefe, din ve mitolojiyle ele alır; arketipler, kolektif bilinçdışı anlayışıyla Freud’dan ayrılır. Psikoterapisti, “yapabileceği en iyi şey, bilinçaltı (terapötik) sürecin doğal gelişmesini rahatsız etmemektir,” diye yeniden tanımlar. Bu sırada Doğu’nun geliştirdiği manevi gelenekler kartezyen anlayış içerisinde yer bulamaz. TSDE ki - Mayıs 2016 11 DOSYA KONUSU On yedinci yüzyılın iki büyük filozofu Baruch Spinoza ile Gottfried Wilhelm Leibniz, Descartes’in ikiliğini (düalizm) reddederek, mistik bir bircilik (monizm) geliştirir. Leibniz’e göre, ruh ve beden arasında hiçbir etkileşim yoktur ama her ikisi de “önceden kurulmuş uyum” içinde faaliyet gösterir. Ancak psikoloji, matematiksel formülasyondan ayrılmadı. Hobbes ve Locke, Descartes’ın doğuştan gelen fikirler kavramını reddederek, duyularda olmayan bir şeyin ruhta da olmayacağını iddia ettiler. Locke’a göre; fikirler duyusal algılardan geçerek bir beyaz kâğıda (tabula rasa) kazınıyordu. 19. yüzyılda sinir sistemi incelemeleriyle refleksoloji ortaya çıkarken, birçok psikoloğa, bütün insan davranışlarının temel refleks mekanizmalarının karmaşık kombinezonlarına dayanarak anlaşabileceği umudunu verir. Bu görüşün en ünlü temsilcisi Pavlov da şartlı refleks ilkesini geliştirmiştir. Aynı yüzyılın psikologları ruh ve madde arasında bu düalist ayırımı kabul ederken, Max Wertheimer’ın Gestalt psikolojisiyle, canlı organizmaların tek tek parçalarla değil, anlamlı bir bütünlükle anlaşılabileceği görüşüyle psikoloji farklı bir yola doğru sapmaya başlar. Nörobiyoloji ve Epigenetik Bugün gelinen noktada ise psikoloji kartezyen görüşün mekanik kurallarından ayrılarak, Doğu’nun enerji tıbbı ve mistik anlayışını da içine alarak, nörobiyolojik ve epigenetik araştırmalarla, Doğu ve Batı dengesini kurmaya doğru yol alır. Artık nörobiyolojik araştırmalarda duygularımızın tüm yaşamımız boyunca bize eşlik ettiği bir gerçek olarak kabul edilirken, bu duygusal yönetim sisteminde evrimsel mirasın atalarımızın temel tecrübelerini temsil ettiği vurgulanıyor. Moleküler biyolojinin önde gelen isimlerinden Jean Wilhelm Reich de, genlerimizin empatik ve interaktif olduğunun artık kanıtlandığını belirtiyor. Bowlby’nin bağlanma kuramı da Freudcu analitik yaklaşımdan uzaklaşarak, çocuklarda yaşanan kişilik bozukluklarında, çocukla anne arasındaki duygusal ilişkiyi düzenleyen biyolojik sistemi sorumlu tuttular. Rudolf Jaenisch da, hücrelerimizin yapmış olduğumuz her şeyin belleği olduğunu, hiçbir şeyi unutup atlamadıklarını vurgular. Bugün gelinen noktada ise psikoloji kartezyen görüşün mekanik kurallarından ayrılarak, Doğu’nun enerji tıbbı ve mistik anlayışı da içine alarak, nörobiyolojik ve epigenetik araştırmalarla, Doğu ve Batı dengesini kurmaya doğru yol alır. TSDE ki - Mayıs 2016 12 DOSYA KONUSU Nörobiyoloji ve epigenetiğin geldiği son nokta da, genlerimizin çok hareketli ve uyumlu olduğu, aynı zamanda çevreyle sürekli iletişim içinde oldukları söylenirken, hastalıkların da beyindeki epigenetik şebekede bir bozukluktan ortaya çıktığını gösterir. Batı Tıbbı’nın teknolojik gelişmeleriyle, Manyetik Rezonans tekniğiyle, beynin görüntülerine ulaşılırken, beynin de artık empatik sosyal bir organ olduğu kabul edildi. Çünkü duygularımız, düşüncelerimiz ve ötekilerle olan ilişkilerimiz, beyindeki hormonal ve nöronal sistemi harekete geçirerek, diğer organlara da ulaşır. Ekonomi, Batı Avrupa’nın eril, toplumumuzda geçerli olan yang yönelimli teorileri arasında yer bulur. Böylece sistemde rekabet, yayılma ve “katı teknoloji”, “katı bilim” oldukça kabul görürken, Hristiyanlıkta günah olarak kabul edilen gurur, bencillik ve hırs da yavaş yavaş yükselen bir değer olur. Her şey ev ekonomisiyle başladı… Ortaçağın sonlarında, felsefe ve siyasetten ayrı disiplin olarak görülen ekonomi, Batı Avrupa’nın eril, toplumumuzda geçerli olan yang yönelimli teorileri arasında yer bulur. Böylece sistemde rekabet, yayılma ve “katı teknoloji”, “katı bilim” oldukça kabul görürken, Hristiyanlıkta günah olarak kabul edilen gurur, bencillik ve hırs da yavaş yavaş yükselen bir değer olur. Aslında, ilkel toplumlarda, ekonomi teriminin kökü Yunanca oikonomia (ev idaresi) ilkesine dayanır; özel mülkiyete Private (özel) sözcüğü komünal bir mülkiyete dayanan Latince privare (yoksun bırakmak) sözcüğünden gelir. Özel mülkiyete herkesin refahına hizmet ederse, hoşgörüyle yaklaşılır. Elbette ekonomi ve hoşgörünün bir arada olması zaman içinde sadece bir hayal olurken, bu komünal görüş yerini, özel mülkiyet ve bireycilik anlayışına bırakır. Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın yanı sıra on altıncı ve on yedinci yüzyılda kapitalizmin doğması dünyadaki birçok dengeyi değiştirir. Martin Luther’in, Protestan hareketiyle doğan ve kendini yok edercesine çalışmayı dünyevi bir erdem olarak kabul eden, “Protestan Çalışma Ahlakı”yla, toplumda yerleşen değer- TSDE ki - Mayıs 2016 13 DOSYA KONUSU ler ve güdüler kapitalizmin doğması için gerekli olan temel duygusal dürtü ve enerjiyi sağlar. Max Weber’in bu görüşüyle, on altıncı ve on yedinci yüzyılda, geleneksel feodal sistemin çöküşüyle, on yedinci yüzyılda Descartes ve Newton’dan oldukça etkilenen Sir William Petty “modern ekonomi” nin kurulmasına öncülük eder. Petty’nin “emek değer teorisi”, onu takip eden Smith, Ricardo ve Marx tarafından da benimsenir. Petty ve merkantilistlerle birlikte modern ekonominin temellerinin atılmasına hizmet veren bir diğer isim de John Locke’tır. Locke ile mülkiyet hakları, bireyciliğin yeni değerleri yükselir. Merkantilistlerle birlikte, “bir evin idaresi” anlamındaki ekonomi, evin yöneticisi olarak görülen devletin eline geçer ve “sosyal ekonomi” kavramı “modern ekonomi” kavramıyla yer değiştirir. 19. yüzyılda Engels, kapitalizm ile ataerkil değerler arasındaki bağlantıya dikkat çekince Marksist nesiller onu izler. Böylece “Klasik Siyasal Ekonomi” dönemi, Adam Smith’in 1776’da Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma adlı kitabıyla resmen başlar. Aynı dönemde de ekonomi, tarım ekonomisinden uzaklaşarak, buhar gücünün ve makinelerin egemen olduğu Sanayi Devrimi’ne doğru yol alır. Smith, görünmez el metaforuyla (laisser faire, laisser passer; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) diye ilerlerken ekonomideki dengeyi, Newton’un denge, hareket yasaları ve bilimsel nesnellik kavramlarına dayandırıyordu. Kuşkusuz ekonomiyi de diğer bilimlerden bağımsız düşünmemek gerekiyor. Thomas Malthus’un nüfusun yiyecek arzından daha hızlı artacağı şeklindeki “kötümser” görüşünü kabul eden ve bunun ekonomide analizini yapan Ricardo, bu konuyu refah eko- Yunan filozof Herakleitos’un dediği gibi, “Karşıtlık uyum getirir. Uyuşmazlıktan ahenklerin en büyüğü doğar… Sağlığın güzelliği hastalıkla, iyiliğin güzelliği kötülükle, doygunluk açlıkla, yorgunluk dinlenmeyle anlaşılır.” TSDE ki - Mayıs 2016 14 DOSYA KONUSU nomisi kavramıyla, bireysel ve toplumsal tercihler ve matematiksel şemalar yardımıyla çözmeye çalıştı. Amaç mevcut düzenin korunmasıydı. Ekonomide başlayan reform hareketinin en önemli isimlerinden John Stuart Mill, ekonomiyi üretim ve servetin kıtlığı olarak tek bir konuyla sınırlarken toplumsal değerleri, örf ve adetleri, felsefeyi ve hatta sanatı da, ekonominin içine soktu. Karl Marx, kapitalizmin eleştirisini yaptığı üç ciltlik kitabı Das Kapital ile filozof olarak bir eylem felsefesi geliştirdi ve şöyle dedi: “Filozoflar, dünyayı çeşitli yollarla yorumlamakla yetindiler; asıl sorun ise onu değiştirmektir.” Dünya ekonomisi on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyılın başlarında, kapitalizmi sarsan Marksist teorileri doğrulayan “Büyük Depresyon”u yaşar. Daha sonra yönetimler toplumsal ve ekonomik müdahalelerle kapitalizmin çarklarını bir kez daha döndürmeye başlar. Bu müdahaleler de Keynes’in teorisine dayanmaktadır. Bu dalgalanmaları ulusal ekonomilerin bir parçası olarak gören Keynes, ekonomiyi mikro düzeyden makro düzeye ele alır. Ona göre yatırımlarla istihdam artarken, tüketim mallarına da talep artacak ve toplam gelir düzeyi yükselecektir. Keynesçi ekonomi siyasal şartları, çokuluslu şirketlerin büyük gücü gibi önemli ayrıntıları göz ardı ederek geçerliliğini yitirir. Ekonomide var olan bu Newton’un mutlak, sınırsız mekân ve zaman kavramlarıyla büyüme olan tek gerçeği, elbette ekolojik sorunlara hiç dikkati çekmedi. Hatta büyüme saplantısı iki zıt güç olan Sovyetler Birliği ve Amerika’yı da birbirine öylesine yaklaştırır ki, bu iki süper güçte, ister devlet eliyle, ister “özel” çokuluslu şirketler tarafından, büyüme ve yayılma evrensel tutkusuyla, Marx’ın deyimiyle, “halkın afyonu” olan büyümeyle, giderek birbirine benzer. Bu büyüme tutkusunun geleceği noktada doğal kaynakların yok olacağını 1950’lerde öngören M.King Hubbert, matematiksel kesinliğe ulaşarak, 1970’lerde Amerika’nın doğalgaz ve petrol üretiminin en yüksek noktasına ulaşacağını ve daha sonra inişin başlayacağını tahmin etmişti. Bu tutkuyla giden insanlığı bugün bekleyen iki tehlike var: Doğal kaynakların yok olması ve hızla artan nüfus. Bugün geldiğimiz noktada, kültürümüzü ele geçiren bu katılığın, sadece bilimde değil, teknolojide de ortaya koyuyor. Bu teknoloji, bütüncül olmaktan çok, parçalı; işbirliğinden çok, yönetim ve de- Marx’ın deyimiyle, “halkın afyonu” olan büyümeyle, giderek birbirine benzer. Ekonomide var olan bu Newton’un mutlak, sınırsız mekan ve zaman kavramlarıyla büyüme olan tek gerçeği, elbette ekolojik sorunlara hiç dikkati çekmedi. TSDE ki - Mayıs 2016 15 DOSYA KONUSU Bu çürüme döneminin ardından dönüm noktası gelir. Uzaklaşmış olan kudretli ışık geri döner. Hareket vardır, ama zoraki değildir… Hareket doğaldır, kendiliğinden doğar… Bu nedenle eskinin (yeniye) dönüştürülmesi kolay olur. Eski bir kenara bırakılır ve yeni benimsenir. Her ikisi de zamana tabidir; bu yüzden hiçbir zarar meydana gelmez. ne yönelen Batı, hale, heal ve holy sözcükleri kadar health (sağlık) ve whole (bütünlük) gibi İngilizce’ de sağlam, tam ve sağlıklı anlamına gelen “hal” kökünden türeyen sözcükleri tanıdı. netime dayalı; bütünleyici olmaktan ziyade kendini kanıtlayıcı. Sonuç: Anti ekolojik, anti sosyal, sağlıksız ve insanlık dışı. “Küçük Güzeldir” Peki, ne yapabiliriz? İngiliz iktisatçı ve filozof Dr. E. F. Schumacher’in, Small is Beautiful (Küçük Güzeldir) kitabında dediği gibi biz, “insan yüzlü bir teknolojiye” muhtacız. Evet, yukarıda anlatılanlar, son yüzyılda dünyaya damgasını vurmuş Batı’nın bugüne geliş sürecinin küçük bir özeti. Ve bugün anlıyoruz ki, Doğu’nun bütünselliği, aslında yaşamımızın her alanında geçerli. Yani ne ekonomi sırf rakamlardan, ne de teknoloji ekolojik dengeden bağımsız olabiliyor. Kartezyen anlayışın parçalı görüşü, günümüze eski ve yeni bütünleşmesiyle geldi; “sağlık” ile “bütünlük” arasında bir bağlantı kuruldu. Doğu Tıbbı’nın bu bütünlüğü- Bugün Doğu’nun Batı‘dan daha iyi olduğu söylenemez, aslında her ikisi de bir bütünün ana öğeleri. Doğu ve Batı birbirine karşıttır ama dünyayı bütünler. Yunan filozof Herakleitos’un dediği gibi, “Karşıtlık uyum getirir. Uyuşmazlıktan ahenklerin en büyüğü doğar… Sağlığın güzelliği hastalıkla, iyiliğin güzelliği kötülükle, doygunluk açlıkla, yorgunluk dinlenmeyle anlaşılır.” Soyut, öznel, felsefe ve sanattan doğan bütünsel, hastanın kendi kendini iyileştirdiği, şifacının yol gösterdiği Doğu Tıbbı karşısında somut, nesnel, teknik bilimden doğan belirtisel, hastayı doktorun ve tıbbın iyileştirdiği Batı Tıbbı. Birbirleriyle olan uyumu, tıpkı bir aile içinde bağları ve duyguları kontrol eden dişil karakterle; eylemi ve dışa dönük faaliyetleri gerçekleştiren eril karakterin gücünün birleşimi gibi. İkisinin uyumu ailenin güçlü yapısını ortaya koyar. Umudumuz dünyanın, Doğu’nun bütünsel ve bağlayıcı bakışıyla, Batı’nın uygulayıcı ve eyleme yönelik tutumunun birleşimiyle dengeyi sürdürmesi yönünde… < TSDE ki - Mayıs 2016 16 MEKANLARIN RUHU Mario Levi’nin İstanbul’u Doğu-Batı arasında sıkışmış bir kent, İstanbul. Ve bu şehr-i İstanbul’u yıllardır kelimeleriyle anlatan, İstanbul’u yüreğinin ta derinliklerinde hisseden yazar, Mario Levi. İstanbul Bir Masaldı dedi, İstanbul Fotoğrafları dedi ve bize Pandispanya bile yaptı. Bugüne kadar yazdığı yedisi roman on bir kitapta, onun cümleleri, gözlemleri ve hissettikleriyle; İstanbul da hüznüyle, terk edenleriyle, kavuşamayanlarıyla, komşularıyla, kadınlarıyla, aşkıyla var oldu. Levi, en çok Kadıköy Yeldeğirmeni Kehribar Apartmanı’na bağlandı. 20 yıl yaşadığı apartmanda şimdi sadece kitapları var. “Döneceğim bir gün kitaplarımın arasına, sadece yazmak için döneceğim” diyor. Doğu ve Batı arasına sıkışmış şehr-i İstanbul’u yıllardır kelimeleriyle anlatan, İstanbul’u yüreğinin ta derinliklerinde hisseden yazar... “İstanbul Bir Masaldı” dediniz, bu masal nasıl başladı? 1997 yılıydı sanırım. O yıllarda hayatımda değer verdiğim Norveçli bir kadın vardı. İstanbul’a gelmişti. Biraz da turistik olması kaçınılmaz bir İstanbul gezisinde Galata Kulesi’ndeydik. Bir yaz akşamıydı ve güneş battı batacaktı. Bilenler bilir, Galata Kulesi’nin terasından Haliç çok güzel gözükür. O gün de bir yabancı için adeta peri masalı görünümündeydi. Gökyüzünde bir lacivertlik, hafif kızıllık deniz yine bir başka renge bürünmüş, çivit mavisi gibiydi. Tarihi yalılar, şunlar bunlar derken fevkalade güzel bir İstanbul manzarası vardı. Bir ara arkadaşım yalnız kalmak istediğini söyledi. Ben de yalnız bıraktım onu ve terasın arka tarafına geçtim. Arka taraftaki görüntü o kadar da güzel değildi. Orada birbirinin içine girmiş birçok ev vardı. Kimilerinin gözünde zevkten bütünüyle yoksun, köhne evler. Aniden beklemediğim bir olay oldu ve bir takım sesler duymaya başladım. Geçmişten gelen, hayalimdeki sesler. Bunun farkındaydım elbette, kahkahalar, çocuk cıvıltıları, şarkılar… Sanki tarih gözümün önünde canlanmıştı. İstanbul Bir Masaldı’yı yazmakta olduğum günlerdi. Aslında romanda bir hayli yol almıştım fakat gördüklerim başka bir ruh, başka bir derinlik kattı. Sonra ne kadar doğru bir yolda olduğumu anladım. Neydi bu TSDE ki - Mayıs 2016 17 MEKANLARIN RUHU derinlik? “İstanbul’un özellikleri nedir?” diye sorsanız, benim aklıma ilk gelenlerden biri tarih duygusudur, İstanbul’daki derinliktir. Bu sebeple çok etkileyici ve edebiyat açısından fevkalade esinleyici bir şehirde yaşadığımın farkındaydım; bu çok özel bir deneyim. Kokuların sizin için ayrı bir önemi olduğunu biliyoruz. Peki, İstanbul nasıl kokuyor? Kokular bambaşka bir konu. Aslında hayatımızda sanıldığından çok daha önemli bir yere sahip. Bizi geçmişe, tarihe, dolayısıyla da hayatımızın derinliklerine bağlayan en önemli köprülerden biri… Bu söylediğim sadece bir yazar görüşü değil, aynı zamanda bilimsel de. Hafızayı güçlendiren ve hafızanın derinliklerinde kaybolmuş gibi görünen bir takım duygu ve olayları geri getirebilen en güçlü duyu, koku alma duyusudur. İstanbul’un nasıl koktuğu nasıl bakmak istediğine bağlı. Kimileri çok veciz bir şekilde “bok kokuyor” diyebilir, yahu fazla romantik olmaya gerek yok, “egzoz” kokuyor da diyebilir. Bunların hepsi de doğru olabilir. Fakat ben şuna inanıyorum. Hâlâ çok güzel kokuları var İstanbul’un. Hâlâ şehri benim gözümde yaşanılmaya değer kılan, hâlâ gizemli ve özel kılan bir takım kokular… Meselâ bunların en güçlülerinden biri Kadıköy ve Eminönü iskelelerindeki balık ekmek kokusu. Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin önünden geçerken yeni kavrulmuş ve yeni çekilmiş kahve kokusu, Mısır Çarşısı’nda baharat kokusu. Büyükada’daki birçok kişinin hiç sevmediği at pisliği kokusu… İstanbul’un Doğu ve Batı dediğimiz yönlerinin bir arada olduğunu gösteren ayrıntılara girdiğimizde çok farklı yerlere ait başka kokular da var. Sakızlı Paskalya Çöreği kokusu -ki hâlâ Baylan bu çöreği en iyi yapan yerlerden biri- hemen karşısında da Hacı Bekir’in çifte kavrulmuş lokum kokusu. İşte bunların hepsi bize Doğu-Batı sentezini çok güzel anlatmaz mı? “Hâlâ çok güzel kokuları var İstanbul'un. Hâlâ şehri benim gözümde yaşanılmaya değer kılan, hâlâ gizemli ve özel kılan bir takım kokular… Meselâ bunların en güçlülerinden biri Kadıköy ve Eminönü iskelelerindeki balık ekmek kokusu. Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin önünden geçerken yeni kavrulmuş ve yeni çekilmiş kahve kokusu, Mısır Çarşısı’nda baharat kokusu…” TSDE ki - Mayıs 2016 18 MEKANLARIN RUHU “Her şeyden önce ben bir İstanbul anlatıcısıyım. İstanbul bir Masaldı’da asıl amacım İstanbul’dan bir masal çıkartmak değil, öncelikle İstanbul'u anlatmaktı. Tarihiyle, yaşanmışlıklarıyla ve tarihin karanlıklarına gömülmüş ya da gömülmek isteyen insanlarıyla, duygularıyla…” “İstanbul’un ‘batı’ya’ en yakın yarımadasında, bir ‘yabancı’ olarak doğmak benim suçum değildi… İstanbul’u bir masal gibi yaşamak da benim suçum değildi…” dediniz. İstanbul Bir Masaldı’da en sevdiğim cümlelerden biri. Asıl amacım İstanbul’dan bir masal çıkartmak değil, her şeyden önce İstanbul’u anlatmaktı. Tarihiyle, yaşanmışlıklarıyla ve tarihin karanlıklarına gömülmüş ya da gömülmek isteyen insanlarıyla, duygularıyla... Her şeyden önce ben bir İstanbul anlatıcısıyım. Bu romanı oluştururken hayat serüveninden tabii ki çok yararlandım. Mesela benim geniş bir ailem vardı. Anneannem dokuz kardeş; beş kız, dört erkek. Babaanne deseniz, o da öyle sayılır; iki kız iki, erkek. Bütün bu yaşananların beraberinde getirdiği bir takım tanıklıklar var. Çocuksunuz ve o günlerde size bir hayli yaşlı görünen büyük teyzeler, büyük dayılar, halalar var. Çocukken ben onları yaşlı bulurdum, oysa benim şimdiki yaşımdalar. Dolayısıyla aile büyük olunca arada husumetler, kırgınlıklar, barışmalar, beraberinde getirdiği hikâyeler ve birbirinden söz etmeler, yakınmalar olabilir. Bir de bana şöyle hikâyelerle geliyorlar: Bir evlilik yapıp da genç yaşında dul kalan bir büyük teyze, kocası veremden ölmüş ama ailenin en küçüğü ve bir takım mental problemleri olan kız kardeş… Aile tarafından biraz dışlanan, dışlandığı için de san- ki inadına aileye kendini göstermek ve hissettirmek için ailenin yüz kızartıcı bulabileceği şeyler yapan bir kız kardeş... Tuhaf kıyafetlerle Nişantaşı’nda dolaşıyor. Onu tanıyorsun ama sen de çocuksun en nihayetinde ve ailenin etkisinde kaldığın için ona çok fazla yaklaşamıyorsun. Ailen sana “ne yaptın?” diyecek diye korkuyorsun. İlerleyen yıllarda kadın ölmüş hatırasını bırakmış. Bir bakıyorsun ki bu anlatılacak bir hikâye. Kendinden de bir şeyler ekliyorsun, hikâyeyi daha derinleştirmek için uyduruyorsun. Artık çok eski zamanda kaldığı için yaşananlar biraz da gerçek dışı gibi geliyor, bir masala dönüşüyor… Belirli yaşa gelmiş olanlar, ben bile, geçmişte yaşanan bazı güzellikleri örneğin İstanbul’un kıyılarından, plajlarından denize girmeyi artık bir masala dönüşmüş gibi görüyorum çünkü anlatamazsın. Şişli’de otururken, yaz aylarında Erenköy’e denize girmeye gittiğini nasıl anlatabilirsin? Benim kahramanlarım, 20. yüzyılın başında doğmuş, sonlarına doğru 80-90 yaşına gelmişler; büyük değişimi, iki dünya savaşını, Kurtuluş Savaşı’nı görmüşler. İki ayrı devlette yaşamışlar. Bütün bunlar görüldüğünde elbette bizim için bir masal oluyor her şey. Masal anlatmak, hikâye anlatmak da aslında bir hayatta kalma çabasıdır. Tıpkı Şehrazat gibi... TSDE ki - Mayıs 2016 19 MEKANLARIN RUHU İstanbul yazarlara, şairlere ilham kaynağı olmuş. Bir de bu açıdan baksak İstanbul’a. İstanbul hüzünlü bir kent ama hareketi, eğlenceyi vadeden taraflarını bir yana bırakmak koşuluyla. Neden esin kaynağı? Çünkü çocukluk, ergenlik döneminden size aktarılanlar var. Bunlar farklı deneyimlerin sonuçları. Mesela İstanbul’da üç kuşak boyunca yaşamış ailelerin tamamında göç hikâyesi vardır. Ya Kafkas göçü, ya Balkan, hiç yoksa Anadolu göçü vardır. Göç, topraklarını terk etmek, kayıp, yas demektir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Örneğin yazı atölyelerinde roman yazan öğrencilerimin çoğunda bunun izleri var. Kimisi Girit’ten göç eden anneannesinin hayat hikâyesine dalmış, kimisi bir savaş sonucunda İstanbul’a gelen ailenin hikâyesine. Çünkü bu hikâyeler bir miras olarak bırakılıyor. Siz zaten buna benzer hüzünlü hikâyelerle büyüyorsunuz ve zaman içinde bu hikâyeler sizin karakterinizi etkiliyor. Öte yandan yaşadıklarımız da var. Bireysel serüveni bir yana bırakalım. Herkesle kucaklaşabileceğimiz hüzünlerimiz, acılarımız da oldu. Askeri darbeler gördük, deprem yaşa- dık. Kendimizi ifade etmenin ya da aykırı düşünceler taşımanın bize ne kadar pahalıya mal olabileceğini, yasaklı kitap saklamanın ne kadar tehlike içerdiğini gördüğümüz günler yaşadık. Bunların hepsi birer acıydı. Erken ölümler, zamansız kayıplar gördük. Bu acılar da gelecek kuşaklara kalacak. Yazarlar olarak biz, bu olaylar duygusuyla kalsın diye romanlar yazıyoruz. Görmek, bilmek ve yüzleşmek bir terapi aslında. Terapiye bizim ne kadar katkımız olabilir? Ben şuna inanıyorum: Birinci elden yaşanmış duygular ve deneyimler mutlaka anlatılmalı. Karanlık Çökerken Neredeydiniz’de tam da bunu yapmaya çalıştım. Gençlik yıllarımızın, 70’li yılların duyarlılığını vermeye çalıştım. İlerleyen kuşaklar, bu insanların başlarından neler geçmiş görsün istedim. Romanlarda anlatılanlar, dönemin gazetelerine bakıldığında da ortaya çıkabilir ama mesele o değil. Ne hissetmiş insanlar? Kendilerini nasıl bulmuşlar? Biraz da bir tanıklığı yaşatmaya ve aktarmaya çalışıyorum. İstanbulluluğu bir yazınızda “palamutların yağlanması” olarak tanımlamışsınız. Gerçekten nedir İstanbullu olmak? Tarih duygusu… Galata Kulesi’nden başladık. Neve Şalom Sinagogu’na giden yolu önümüze alırsak, sağda hâlâ Bizans döneminden kalma surlar var. Her “İstanbul hüzünlü bir kent ama hareketi, eğlenceyi vadeden taraflarını bir yana bırakmak koşuluyla. Mesela İstanbul’da üç kuşak boyunca yaşamış ailelerin tamamında göç hikâyesi vardır. Göç, topraklarını terk etmek, kayıp, yas demektir ve kuşaktan kuşağa aktarılır…” TSDE ki - Mayıs 2016 20 MEKANLARIN RUHU an dokunabilir, elimizi koyabiliriz. Bu tarihe elimizi koymak, hissetmek, İstanbul’un kültürünü, tatlarını, kokularını, yemeklerini, dillerini bilmek, şehrin değerini bilmek demektir. Noel Bayramı’nı, Paskalya Pesa Bayramı’nı ve Şeker, Kurban Bayramı’nı aynı coşkuyla, birlikte yaşamayı bilmek. Benim İstanbul’um böyle bir İstanbul, maalesef İstanbul’u böyle yaşayacak çok az kişi kaldık. Size Pandispanya Yaptım romanınızdaki gibi, siz de “Alikobeni” çocuğuydunuz. Annesi tarafından komşuya alikobeni almak için yollanan çocuklardan... Evet “alikobeni” yani “alıkoy beni” dönemin kadınlarının ne kadar zeki olduğunu gösterir. Çocukları oyalamak amacıyla, evde pişen ne varsa verilirdi. Kadın olmayı sadece çocuk doğurmak, bakmak, büyütmek olarak yaşamak zorunda kalan kadınların aslında kendi içlerinde hayatı anlamlandırmak için yaratıcı çözümler bulduklarını göstermesi açısından muhteşem. Kadınlar diyorum. Bir gün birileri eserlerim hakkında inceleme yaparsa, gerçekten ilginç ve etkileyici bulduğum kadınlarım olduğunu görürler. Ortak tarafları var mı, emin değilim. Vardır mutlaka. Belki ben hayalimdeki tek kadını ya da hayatımın kadınlarının beni etkileyen bileşkelerini yazdım. Kadın kahramanlarım kesinlikle erkek kahramanlarımdan çok daha güçlü, hiç çaktırmadan neler öğretmişler. Boğazın sularını da ana rahmine benzetmişsiniz… Su çok önemli bir kavram, suyun içinde büyüyor ve annemizin rahminden çıkıyoruz. En nihayetinde suyla yuğulup toprağa verileceğiz. Su deyince ana rahmi değer kazanıyor. Yurtdışı deneyimlerim oldu ve “Hayatımın en büyük aşklarını İstanbul’da yaşadım. Yaşadığım aşklar bana yetiyor artık başka bir aşk yaşamasam da olur. Bir yazar olarak hep şunu merak ediyorum, gördüğüm en son görüntü kim olacak ve merak ettiğim diğer şey, kuracağım son cümlemin ne olacağı…” her seferinde İstanbul’a dönmekten büyük mutluluk duydum. Ben İstanbul’la öylesine bütünleştim ki, burada kendimi daha güvende, daha çok kendimi kendimde hissediyorum. Bizim en güvenli olduğumuz yer de ana rahmi değil miydi? Hüzün dedik, tarih dedik, Doğu-Batı dedik… Aynı zamanda İstanbul bir sevda kenti, değil mi? Hayatımın en büyük aşklarını İstanbul’da yaşadım. Paris’te de yaşamak isterdim ama olmadı. Şu anda artık başka bir aşk yaşamasam da olur. Yaşadığım aşklar bana yetiyor. Onlarla da bir daha birbirimizi görür müyüz, bilmiyorum. Bir yazar olarak hep şunu merak ediyorum, gördüğüm en son görüntü kiminki olacak ve merak ettiğim diğer şey kuracağım son cümlemin ne olacağı... Ne olabilir biliyor musunuz: Şaka yaptım! < Mine Türkili Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Mayıs 2016 21 SÖYLEŞİ “Yazıyla terapinin uç noktası, kendi yaşadıklarını alıp bir romana ya da öyküye çevirmek. Önce bir yazı kusuyor, sonra kendi hayatını yaşıyor, onu süslüyor, içine arada kurgular ekliyor veya bir başka karakter yaratıp onu konuşturuyorsun.” “Ruhunun çatladığı yerden YAZ...” · YEŞİM CİMCOZ KİMDİR? “Yazarak Hafifleyin” ve “Şifayı Beklerken” kitabının yazarı. George Mason Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık ve Edebiyat mezunu. Bilkent Üniversitesi’nde dil eğitimi üzerine master yaptı. 2012 yılında, yazmak isteyen, yazı alanında büyümek, gelişmek, öğrenmek, pratik yapmak isteyen herkese açık bir mekân olan “Yazı Evi”ni kurdu. 13 yıldır şifa ve yazarlık üzerine eğitimler veriyor. Moda’da tarihi bir mekândayız, kelimelerin, öykülerin kokusu ahşabın kokusuna karışmış. Roman, öykü, senaryo ya da terapi… Sadece yazılıyor. Yeter ki sözler kâğıda dökülsün. Yazı Evi’nin kurucusu Yeşim Cimcoz, “Kafamdaki sesleri, diyalogları susturmak için, adeta zehir akıtmak için yazdım, ne yazdığımın hiç önemi yoktu,” diyor. İngiltere, Nijerya ve Amerika’da farklı kültürler, kentler arasında geçen bir dönemde, gerçekten de anlatacak çok şey biriktirmiş. Köklenememiş yıllarca. “Kök salarsam, diğer kimliğimi kaybedeceğim diye korktum ama korkmaya gerek yokmuş çoğalıyormuşsun sadece. Kök salarak özgürleştim; evlendim, çocuk doğurdum ve Yazı Evi’ni açtım,” diyor Cimcoz. TSDE ki - Mayıs 2016 22 SÖYLEŞİ Yazıyla terapi yapıyorsunuz, bir nevi günlük tutmak gibi mi? Yazıyla terapide hep şu söyleniyor: “Ben kendime günlük tutacak ve kimseye de bunu sunmayacaksam niye derse geleyim? Niye dilimi düzeltmek isteyeyim? Kurgu yapmayı öğreneyim?” Yazının terapi olduğu alanlar çok farklı, bir tanesi içindekini kusmak. Çaresizlik sürekli gündemde tutulursa, zamanla depresyon ve umutsuzluğa sebep oluyor. Kendi hayatımda neler olduğunu yazarsam, duygudan uzak kalabiliyorum. Ama metafor kullanarak, dilimi şıklaştırarak kendimi okurken bir roman okuyorum diyebiliyorsam, dil orada terapi yerine geçiyor. Yaşadıklarımızı yazarak anlamlandırıyoruz. Bunu kuru bir dille yaparsak, duyguyu aktaramayız, yazdım gitti olur. Örneğin benim bir çalışmam var, ”Fırtınayı anlat” derim, yani şu an hayatın fırtına gibiyse problemini değil, fırtınayı anlat. Fırtınanın soğukluğunu duyabiliyorsan, tekrar okurken o soğukluğu hissedip, kendine izin vermiş oluyorsun. Yazıyla terapinin uç noktası, kendi yaşadıklarını alıp bir romana ya da öyküye çevirmek. Önce bir yazı kusuyor, sonra kendi hayatını yaşıyor, onu süslüyor, içine arada kurgular ekliyor veya bir başka karakter yaratıp onu konuşturuyorsun. Onların hepsinde dil çok önemli, kelimeler epey güçlü. Ne dersen onu çağırırsın gibi duyguları sevmiyorum, söyleyen kişiye gereksiz bir suçluluk yüklüyor. O zaman kanser olan birisi de, “Ben çağır- dım,” duygusuna kapılıyor. Şuna inanıyorum, güzel konuşursan güzel şeyler gelmeye başlıyor, hep olumsuz konuşursan da, olumsuz şeyler. Bence yazıyla terapinin en güzel yanı, ağır yazabilmek. Örneğin ben ağır bir insan değilim ama yazarken çok karanlık yazarım. Oya Baydar, “Umut vermeyeceksiniz yazmayın,” diyordu. Evet, Baydar hep karanlık yazıyor, dili, tasvirleri, metaforları da öyle. Ama karanlığın içine o kadar güzel bir umut koyuyor ki, bunu da dil becerisiyle yapıyor. Sadece hikâye değil, dil becerisi. Bazı kelimeler zihnimizde başka şeyler uyandırıyor. Yani yazarın, “Bir kadın sandalyeye oturdu,” demesiyle, “Bir kadın sandalyeye çöktü,” demesinin zihinde yarattığı etki çok farklı. Karanlık yazmayı yazarın mutsuzluğu, travmaları, depresif ruh hali mi sağlıyor? Herkes atölyeye, “Kendimi yazmayacağım,” diye gelir; ben de, “Gelmeyin o zaman, “ derim. Çünkü kendinden geçmedikçe yazılmaz. Feridun Andaç, “Öykücünün Kitabı”nda, İnci Aral’ın bir öyküsünden söz ediyor. Öykü, babanın kendisini asmaya çalıştığı bir sahneyle başlıyor. “Kendimi bu zerdali ağacına asacağım” diye ilerleyen babanın ayaklarına kapanan çocuk ve sinirli bir şekilde elini bulaşıktan çıkarıp, adama dönerek, “Çocuğun yanında yapma bunu,” diyen bir anne… Kısacık yazıda, baba sürekli bunu yaptığı için kadının artık bıktığını anlıyoruz ve sahnedeki tek “Kök salarsam, diğer kimliğimi kaybedeceğim diye korktum ama gördüm ki, çoğalıyormuşsun sadece. Kök salarak özgürleştim; evlendim, çocuk doğurdum ve Yazı Evi’ni açtım.” TSDE ki - Mayıs 2016 23 SÖYLEŞİ kurban çocuk… Bir sonraki paragrafta anlıyoruz ki, baba genç yaşta kötürüm kalıyor, dili peltek ve bacağı aksıyor. Karısını çok kıskanıyor, sürekli ilgi istediği için de bu yola başvuruyor. Bir gün, çocuk babasıyla evde yalnızken adam ipin ucunu düğümleyip boynuna geçiriyor, zerdali ağacına gidiyor, çocuk yalvarıyor, ayaklarına kapanıyor ve adam vazgeçiyor. İnci Aral o günü şöyle anlatır: “İşte o gün, ruhumda bir şey çatladı ve ben, nevrotik sorunlu bir kadın olduğumu, yıllar sonra o parçaları toparladığımda fark ettim. Ruhumuz bir yerde çatlamıştır, büyük ya da küçük, çatladığı yerden yazacaksın. Ruhun nerede çatladı, hangi olay ya da olaylarda çatladı, oradan sızmasına izin verirseniz, hem şifa olur, hem de muhteşem yazılar çıkar.” Kişi, yazarak kızgınlıklarını azaltıyor, bağışlıyor mu? Şifa ile yazının arasında hem büyük bir bağ hem de büyük bir uçurum var. Şifada affetmek, iyileşmek ve bırakmak istiyoruz, edebiyatta öfkemizi de yaşatmak isteriz. Kâğıdın üstünde de yaşatalım. Onun için Baydar’ın dediği önemli, “Yaşat ama içinden bir umut çıkararak çık o kitaptan.” Oysa birçok kitap, sana bu duyguyu yaşatıyor ve öylece bırakıyor. Ben şifa çalış- “Herkes atölyeye, kendimi yazmayacağım diye gelir; ben de, gelmeyin o zaman" derim. Çünkü kendinden geçmedikçe yazılmaz.” malarında şunu fark ettim: “Yazmak, hayatı ısırmakla ilgili, kıtır kıtır yiyorsun hayatı, acısıyla, mutluluğuyla…” Şifada niye öyle yaptığını anlamam gerekiyor. Bence bir taraf aşırı kötü, öbür taraf iyi. Ben ikisinin ortasındaki yeri şifa olarak görüyorum. Bu dünyada yaşıyorum. Bombalar patlıyor ve daha birçok tatsız olay yaşanıyor. Her gün çocuğumu okula götürüyorum. Korkma demekle olmuyor, her şeye hazırlıklı olarak yaşamak önemli. Onun için de, o aradaki yerden yazmak gerekiyor. Teslim olmayı, affetmeyi becerebilmeliyiz. Okur da hissetmeli. Kitabı bitirdiğinde okur da affetmeli. Roman ya da öykünün kurallarından biri de, hiç bir karakteri tam iyi ya da tam kötü yazamayacak olman. Örneğin; babana kızgınsın ve baba karakterini kitapta sürekli kötü bir adam olarak anlatıyorsun. Bir TSDE ki - Mayıs 2016 24 SÖYLEŞİ süre sonra okumam ben o kitabı. O senin için kötü bir adam olabilir ama dışarıdan bakana zorla onun bu karakterde olduğunu düşün diyemezsin. Kendi gerçekliğinde görerek anlatmak önemli. Onun sana yaptıklarını affetmek, aslında onun sana yaptıklarını taşımamayı seçmek demek. Affetmek, “Seni artık onaylıyorum,” demek değildir. “Onaylamıyorum “ demek bana iyi gelmez. Bu dünya düzleminde bugün bana etkileri bambaşka olabilir. Peki, acı ya da travma bize ait değilse. Örneğin Hakan Günday Daha’da, insan kaçakçılığına dair “Sadece yarayan yerimi yazdım” dedi. Acıyı, travmayı anlatan bir kitabı yazmak için acıyı yaşamamız gerekmiyor. Bence insanlar çok ciddi bir ağ ile birbirlerine bağlılar; Jung’un “kolektif bilinci.” Ben herkesin yaşadığı duyguyu ortak bir duygu olarak taşıyorum. Sadece onu kendi çerçevemde anlatmayı öğrenmem lazım. Onun teknikleri bile var: “Sınırları oluşturmak.” Benim hayatımda ben nerede bitiyorum, başkası nerede başlıyor. Sınırları bilmediğim bir dönem var aslında, oğlumun doğumuyla iyice arttı. 2,5 senedir dip dibeyiz. Geçenlerde bir yuvanın oyun grubuna götürdüm, haftada iki gün, birer saat. Amacım onu bırakıp yakınlarda bir cafe’de, kitap okuyup yazı yazmak. Oğlumu bıraktım ama gidemedim. Yuvanın dışında bir çay bahçesinde sürekli saate bakarak okula baktım. Aynı satırı üç defa okudum, zaman bitti, geri döndüm. Bir kadının kucağında kahkahalar atarak indi merdivenlerden. Çok sinirlendim, aldım ve eve gittim. Bensiz iki saat yaşadı. Oradan şu sonucu çıkardım, şarkıda söylendiği gibi: “Alışmak sevmekten daha zor.” Sonra, başka bir gün, gazete haberlerine bakarken, bir kadının sokakta dayak yediğini, polise gittiğini ama polislerin kadını tekrar kocasına teslim ettiğini okudum. Dedim ki: ”Ben hayatımda hiç dayak yemedim. Bunu anlatabilir miyim?” Dayak olayını, oğlum Yusuf’la yaşadığım hikâye üzerinden çok güzel anlattım. Yusuf’la anımı, bütün ayrıntıları ve duygularıyla yazdım. İniş-çıkışını ve duygularını tuttum, gerçek hikâyeyi çektim içinden. Sonra aynı hikâyeyi diğer hikâyeye kurguladım. Dayak yiyen bir arkadaşıma okuttuğumda, ”Nasıl bu kadar gerçekçi yazdın,” dedi. Çünkü saat üçte ben deprem oluyor diye paniklerdim, onun yerine o kadını kocası dürtüyor saat üçte. “Şifa ile yazının arasında hem büyük bir bağ hem de büyük bir uçurum var. Şifada affetmek, iyileşmek ve bırakmak istiyoruz, edebiyatta öfkemizi de yaşatmak isteriz. Kâğıdın üstünde de yaşatalım.” TSDE ki - Mayıs 2016 25 SÖYLEŞİ “Git, çay koy,” diyor. Normalde yazarken bu aklıma gelmezdi. Sonra adam bir şeyden yakalandı. Orada Yusuf ile adam arasında bir bağlantı kurdum. Yusuf nasıl yuvaya gitti, adam da hapishaneye. Normalde ben bunu kadın kurtuldu diye yazardım. Oysa bu dürtüyü Yusuf’tan biliyorum. Nasıl ki ben yuvanın önünde bekledim, Yusuf yuvada olsa bile rahat edemedim. Aynı şey bu kadın için de geçerli. Kadın, hâlâ beş kap yemek çıkarıyor, hâlâ sabahın üçünde uyanıyor, hâlâ arkadaşlarıyla sokağa çıkınca beşe doğru, “Ben eve gitmeliyim,” diyor. Çünkü hiçbir neden olmasa bile eve gitme dürtüsü çok tanıdık. Onu alıp oraya monte etmek önemli. Mesele ortak duygularımız olduğunu, tek değil bir sürü insan olduğumuzu algılamaktan geliyor. Tıpkı mantarların da bütün dünyada birbirleriyle iletişim kurması gibi. Öyle ki, mantarların bu bağlantı için incecik ağları varmış. Atölyede yazmak üzerine yapılan çalışmalar arasında, bir de “kahramanın yolculuğu” var. Nasıl bir çalışma bu? “Kendi romanının kahramanı mısın? Yoksa başka bir romanın yan karakteri olarak mı yaşıyorsun? Ken- “Atölye çalışmalarında, “Fırtınayı anlat” derim yani şu an hayatın fırtına gibiyse problemini değil, fırtınayı anlat. Fırtınanın soğukluğunu duyabiliyorsan, tekrar okurken o soğukluğu hissedip, kendine izin vermiş oluyorsun.” di romanının kahramanıysan, yazdığın hikâyeden memnun musun? Bu hikâyeyi değiştirmek istiyorsan seni engelleyen ne? Hangi “canavarlarla” savaşacaksın? Sonunda iksir ne? Hangi iksiri alıp geri döneceksin? Çünkü geri dönmen gerekiyor. Ve yeniden hangi hikâyeyi yazmak istiyorsun?” Yazmakla yaşam enerjisi “chi” arasında da bir bağlantı kurmuşsunuz… Evet, bedeni açtığın anda enerji bir şekilde geliyor. Yogada bedene, şifada ise ruha odaklanıyoruz. Aslında bana göre chi boş oturduğunuzda, gerçekten bırakabildiğinizde geliyor. O zaman boş yazdığımızda mı gelecek chi? Bize iyi gelen kelimeler de olsa gerek… Mevsimleri, onların çağrıştırdıklarını, doğumu, elementleri yazarsak onlarla ilgili çalışırsak, o enerjiyi çağırmaya başlıyoruz. Çünkü chi enerjisi doğada çok güçlü bir şekilde var. Doğaya çıkamasan bile ağacı yazarsan, o enerjiyi kendine çağırıyorsun. Ağacın gücü ve güveni temsil etmesini istiyorum diye çalışırsan, o duygu gelebiliyor. Belki de en güzel çağırma yolu her gün serbest yazmak, zihni boşaltmak... Yazı patatesle başlasın ama çorapla bitsin. Bir şey TSDE ki - Mayıs 2016 26 SÖYLEŞİ “İnsanlar iyileşmek için değil, konfor alanını geliştirmek için geliyor, sana anlattıkça büyütüyor o alanı. Madalyalarını seriyor önüne, ”Bak bu yaralarım var,” diyor. Ne kadar yaralı olduğunu söyleme derdine düşüyor. Yazıyla terapiye gelen kişi yazıyı kendine bir araç olarak seçiyor.” ve renkte gördükten sonra yazabiliyorum. Mandala ve rüya… Bir buçuk senedir rüyalarımla ilgili konuşuyorum. Onların neyi sembolize ettiğini görmek bana çok iyi geliyor. Bir öykü yazıyorsak aslında rüyalarımızı yazıyoruz. Rüya üzerine bir kitap okumuştum, özünde sorusu şuydu: “Uyurken mi rüya görürsün uyanıkken mi?” Hep kafamı kurcalamıştır, aslında yazarken rüyayı davet ediyoruz. Rüyalarımızı önemsemiyoruz. Hayata da rüyaya baktığımız gibi sembolik bakarsak, çok şey anlattığını görürüz. Hele terapi olacaksa… Sembolik baktığında problemi senden uzak tutuyorsun. anlatmaya çalışma, sadece zihninin var olmasına izin ver. Chi, boş bir kanal olduğunda geliyor, bunun için de boş yazmak, bir anlam ifade etmeye çalışmadan yazmak gerek. Keşif sürecinde olmak demek. Öykü yazacağım diye çabalarsan yaşam enerjisini getiremezsin. Zihnimdeki kelimeleri kovalarsam, boşluğa düşerim, boşluğu da chi doldurur. Rüyalar ve mandala da sizin atölyelerinizde önemli bir yer tutuyor. “Dün akşam rüyamda” diye yazmaya başlıyorsun ve uyduruyorsun, saçmalama hakkı veriyorsun kendine. Ya da bir dünya problemi, sonra bir rüya daha ve kişisel bir problem yazıyorsun. Bu olguların arasında ortak bir tema buluyor ve o temayı sembolize eden nesne ya da şekli yazıyorsun. Örneğin özgürlükle ilgiliyse kelebeği anlatıyorsun. Kelimelerin yetmediği yerde renk ve şekilleri konuşturup onları yazıya dökebiliyorum. Aslında farkında olup, farkında olduğumu bilmediğimi de, bir resim İnsanlar neden geliyor Yazı Atölyesi’ne? İnsanlar iyileşmek için değil, konfor alanını geliştirmek için geliyor, sana anlattıkça büyütüyor o alanı. Madalyalarını seriyor önüne, “Bak bu yaralarım var,” diyor. Ne kadar yaralı olduğunu söyleme derdine düşüyor. Yazıyla terapiye gelen kişi yazıyı kendine bir araç olarak seçmiş demektir. Bu sebeple yazıyla terapide hiç yorum yapmam. Örneğin “Bir valiz getirdiniz, bütün hayatınızı içine koydunuz” derim. Senin o gülüşünü üstteki cebe koyduğum gibi metaforlar da eklerim. Sonra katılımcılara ne hissettiklerini sorarım, kişi farklı duygularla ve yepyeni bir perspektifle, diretilmeden, hiç fark etmeden iyileşme sürecine girer, yazmak içinizdeki öfkeyi ve şiddet duygusunu da ortaya çıkarabilir. “Neyi hatırladın?” derim. Belki de yanıt şu olur: “Öfkemi yaşama izni buldum ve bu duyguma kimse karışmadı. Öyle ki ben, sonuna kadar masada öfkeli oturma hakkına sahiptim.” < Mine Türkili Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Mayıs 2016 27 EDEBİYAT Saatleri Ayarlama Enstitüsü “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...” -Ahmet Hamdi Tanpınar II. Mahmut döneminde başlayan yenileşme hareketleri Tanzimat döneminde yoğunlaşır ve toplumsal yaşamın bir parçası haline gelir. Batı’nın edebiyatına, müziğine, düşünce sistemine yönelen sanatçılarımız ve aydınlarımız bir yandan da Doğu kültürünü daha sistematik bir bakış açısıyla değerlendirmişlerdir. Tarih, toplum, edebiyat, düşünce, müzik ve bilim gibi konular yeniden ve derinlemesine irdelenip, tabu olan birçok şey ele alınıp sorgulanmıştır. Bu gelgitleri tabii ki belli bir buhran ortamını da hazırladı. Siyasi, sosyal, kültürel sonuçları da tartışıldı ve hâlâ tartışılmaya devam ediyor ancak Türk romanı da bu buhrandan nasibini almış DOĞU-BATI uygarlıkları arasında bocalamıştır. “Batılılaşma” ,”Doğu-Batı çatışması”, “yanlış Batılılaşma”, “Doğu-Batı çelişkisi” üst başlıklarıyla Tanzimat romanından günümüz romanına kadar başat konulardan biri olmuştur. Ahmet Mithat’tan, Recaizade Mahmut Ekrem’e, Halit Ziya’dan Yakup Kadri’ye, Ah- Ahmet Hamdi Tanpınar'ın yazdığı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Doğu-Batı arasında modernlik ve geleneksellik arasında kalmış toplumumuzu en iyi anlatan eserlerden biridir. 1961 yılında yazılan romanda, toplumun değer karmaşası ve yaşadığı travma ironik bir dille anlatılırken ne Doğu ne de Batı dışlanmıştır. TSDE ki - Mayıs 2016 28 EDEBİYAT Onun romanlarını salt "Doğu-Batı" çatışması düzleminde irdelemek gündelik tartışmalara indirgemek olur, ki bu da Tanpınar'ın aydın kimliğine, entelektüel duruşuna saygısızlık olur… met Hamdi’den, Kemal Tahir’e, Peyami Safa’dan Atilla İlhan’a, Oğuz Atay’dan Orhan Pamuk’a kadar yazarlarımız bu başat konuyu farklı bakış açıları, farklı edebi anlayışları ile eserlerine taşımışlardır. Türk romanındaki “Batılılaşma” sorunsalını ele alırken aslında yukarıda saydığım bütün yazarları ve eserlerini de derinlemesine incelemek bu konunun Türk romanındaki yerini ve önemini anlamak için gerekli diye düşünüyorum. “Bir romancı, bir insandır; fakat bütün bir kalabalığı, bütün bir müstakbel insanlığı kafasında taşıyan insandır.” “Türk hikâyesinin değişebilmesi için ferdin kıymetlenmesi lazımdı. Modern roman ferdin üzerinde döner,” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bizde Batılı anlamda modern romanın ilk temsilcisi olmasından dolayı yeri apayrıdır. Ahmet Hamdi’nin çocukluk ve gençliği imparatorluğun en sancılı dönemine rastlar; yeni bir devletin kurulma aşamasına, Batılılaşma çabalarına ve toplum hayatındaki yansımalarına tanıklık eder. Bir yandan Schopenhauer ve Nietzsche gibi Batı’yı da derinden etkilemiş felsefecileri okurken, bir yandan da Freud ve Bergson okuyarak bilinçaltı, rüya ve zaman konusunda kendini derinleştirir. Roman türünde ise Dostoyevski, Virginia Woolf, James Joyce ve Marcel Proust okur. Ancak o, Rönesans ve Reform hareketlerini tamamlayarak pozitivist düşünceyi yaşamın her alanına yayarak “modern olmayı” içselleştirmiş; Batı’nın karşısında Osmanlı Devlet adamlarının, bu uzun süreci göz ardı ederek eskiyi reddetme ve yeniyi olduğu gibi alma yanılgısına düşmez. O, bir yandan da gelenekten kopmayarak Fuzuli okur, Dede Efendi dinler. Eskiyi ve yeniyi okurken ya da dinlerken etkilenmez, onlardan zevk alır. Yani köklerinin ona sunduğu değerlerin kıymetini bilir; yaşamına yenilik için yer açar. TSDE ki - Mayıs 2016 29 EDEBİYAT Bergson’un süre kavramından etkilenerek akıp giden zaman yerine yaşanan zamanı koyar ve estetik anlayışını da bölünmez bir bütün olan zaman üzerine inşa eder. Tanpınar’a göre zaman “Yekpare geniş bir an” ve “Parçalanmaz bir bütün”dür. Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eserini bu bağlamda irdelemek gerekli diye düşünüyorum. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, dört bölümden oluşuyor: Büyük Umutlar Küçük Hakikatler Sabaha Doğru Her Mevsimin Bir Sonu Vardır Bu bölümlerde Hayri İrdal’ın çocukluğu, yetiştiği sosyal çevre, gençlik yılları, sosyal ve siyasi değişimlerin birey üzerindeki etkileri ağır bir dille ama akıcı bir anlatımla, diğer romanlarından farklı olarak ironik bir biçimde ele alınır. Aydın sınıfının içinde bulunduğu durum iç-dış, gelenek-modernleşme, eski-yeni gibi kavramlarla yoğun imgesel bir dille ifade edilir. Romanda kullanılan SAAT hem bireyin hem de toplumun içsel ve dışsal zaman algısıdır. Tanpınar bu romanında zamana, bireye ve topluma yönelik gözlemler yapar. Taraf seçmez. Onun duruşu tam bir aydın duruşudur. Bu yüzden onun romanlarını salt Doğu-Batı çatışması düzleminde irdelemek gündelik tartışmalara indirgemek olur, ki bu da Tanpınar’ın aydın kimliğine, entelektüel duruşuna saygısızlık olur diye düşünüyorum. “Beni tanıyanlar öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler” diye başlayan roman, Türk aydın sınıfının en büyük eksiğinin tespitini de en başta ortaya koyarken, zaman karşısında aldıkları tutumları da dört saat üzerinden simgeleştirir ve var olan durumu hicvederek ortaya koyar. Romanda kullanılan SAAT hem bireyin hem de toplumun içsel ve dışsal zaman algısıdır. Tanpınar bu romanında zamana, bireye ve topluma yönelik gözlemler yapar. Taraf seçmez. Onun duruşu tam bir aydın duruşudur. TSDE ki - Mayıs 2016 30 EDEBİYAT ZAMAN-SAAT-İNSAN sarmalını “toplum” “aydın” konumları üzerinden belirleyen; Birinci Saat: MÜBAREK ”Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir yekpare gibi başıboş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı” diye romanda anlatılan Mübarek dini, kendine özgü bir zamanı niteleyen Seyit Lütfullah, Abdülselam Bey ve Aristidi Efendi’nin görüntüsünde, kıraathanelerde, simya deneyleriyle varlığını ortaya koyar. İkinci Saat: MASA SAATİ “Bu saat birincisi gibi dini veya uhrevi değildi. Tam aksine olarak laik bir saatti. Hususi zembereği kurulunca saat başlarında o zamanın çok moda olan bir türküsünü çalardı” diye anlatılan masa saati Halit Ayarcı ve Dr. Ramiz, Hayri İrdal, Selma, Pakize gibi ete kemiğe bürünmüş modaya düşkün karakterlerle, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ve İspritizma Cemiyeti, Psikanaliz Cemiyeti, Saat Sevenler Cemiyeti’nde varlığını sürdürür. Üçüncü Saat: KOYUN SAATİ “Pusulalı kıblenümalı takvimli, alaturka ve alafranga, mevcut ve gayri mevcut bütün zamanları sayan acayip bir saatti” diye söz edilen bu saat ise Nuri Efendi ve Ahmet’in şahsında kimlik bulur. Dördüncü Saat: MUAADDEL Bu saatler Nuri Efendi’nin tamir ettiği saatlerdir. Çünkü bu saatlerde zemberek, tulumba, çarklar her biri ayrı fabrikalardan, ayrı işçilikten gelmiş olurdu. Bu cinsten bir saati eline alıp da evirip çevirirken “ne kadar bize benziyor... Tıpkı bizim hayatımız!” der Nuri Efendi. Yazar dört farklı saat üzerinden modernleşme sürecinde gösterdikleri tutuma göre, dört farklı aydın tipini ortaya koyar. Ayrıca bu dört saat üzerinden “zaman”ı, kültür-uygarlık farklılığı olarak da çözümler. Hayri İrdal’ın yaşamı ve kişiliği ironik bir dille anlatılırken onun çevresinde olup biten her şey hicvedilir. Hayri İrdal; önyargılı, içe kapanık, geleneksel ama bir yandan da Batılı değerleri sorgular. Bütün sorgu- Yazar romanda, dört farklı saat üzerinden modernleşme sürecinde gösterdikleri tutuma göre, dört farklı aydın tipini ortaya koyar. Ayrıca bu dört saat üzerinden “zaman”ı, kültür-uygarlık farklılığı olarak da çözümler. TSDE ki - Mayıs 2016 31 EDEBİYAT lamalarına rağmen bu değerleri olduğu gibi kabul eden biridir. Hayatını iki bölüme ayırır: Halit Ayarcı öncesi ve sonrası. Halit Ayarcı öncesi Hayri İrdal, bir anlamda zamana sahip olan saat ustası Mukavvıt Nuri Efendi’nin yanında çalışandır. Halit Ayarcı sonrası ise artık o işi ve yaşamı zamana uydurmaya çalışan bir kurum olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndedir. Hayri İrdal ve bu kurum zamanı algılayışta bir dönüşümü imler. Bu kurum aslında bütün bu dönüşümün yarattığı yabancılaşmanın birey ve toplum üzerindeki etkisinin kurumsallaşmış halidir. Tanpınar modernleşme sürecini dört farklı saat üzerinden irdeler. MUADDEL SAAT ise başka fabrikalardan gelen farklı saatlerin parçalarından oluşur. Bu da modernleşme sürecinde yeniliği içselleştiremeyen, Batı değerlerinin geçmiş-gelecek sentezini doğru anlamayan, şimdiki zamanı kaçıran Türk aydınının simgesidir. Üçüncü saat, var olan ve var olacak bütün zamanlara sahiptir. Burada Tanpınar, Bergson’un etkisiyle süreklilik kavramını ortaya koyar. Muvakkıt Nuri Efendi geçmiş, Hayri İrdal’ın oğlu Ahmet ve kızı Zehra ise gelecektir. “Yekpare, geniş bir an”ın gelecek ayağını Ahmet ve Zehra ile görünür kılar. Nuri Efendi ise Meşrutiyet’in ilanından sonra ayarsız saat görme korkusuyla sokağa bile çıkmaya korkar. Yüzyıldır süren bu yenileşme gayretleri bir türlü kendi ayarını bulamamıştır.(Aynı hayal kırıklığını Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma adlı şiirinde görürüz.) Oysa modernleşmek bir süreç işidir; bu süreci Fuzuli’ye, Şeyh Galip’e, Dede Efendi’ye, Itri’ye sırtımızı dönmeden- hatta yaşadığı dönemlerden daha fazla irdeleyerek yerkürenin neresinden gelirse gelsin “yeni”ye de kapılarımızı kapatmadan insanlığın ortak uygarlığı içinde yerimizi bulabiliriz. Onun romanlarını salt “Doğu-Batı” çatışması düzleminde irdelemek gündelik tartışmalara indirgemek olur, ki bu da Tanpınar’ın aydın kimliğine, entelektüel duruşuna saygısızlık olur… TSDE ki - Mayıs 2016 32 EDEBİYAT Tanpınar, maden buradadır, ancak bizim eksiğimiz, o madenden Batılı gibi pırlanta yapamıyoruz, diye bir saptama yapar. Türk Dil ve Tarihi üzerine derinlemesine araştırmalar yapan ve yaptıran Mustafa Kemal belki de bu madene ilk kez gerçek değerini vermiş; ta Eski Türklerde var olan ancak zamanla unutulan kadının değerini Cumhuriyet Türkiyesi’nde seçme ve seçilme hakkı olarak pırlantaya çevirmiştir. Aynı şekilde Abbasi halifesi ile Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey arasındaki din ve devlet işlerinin paylaşımı belki de adı henüz konmamış laik sistemin muştusuydu. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Geçmişi reddederek yeniyi kuramayacağını bilen, bir yandan Zeybek oynayan bir yandan da bir Viyanalı kadar iyi vals yapan, bir yandan senfoni dinlerken bir yandan da Safiye Ayla’dan klasik Türk sanat müziği dinlemekten zevk alan Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği “muasır medeniyet” yolu bizim gerçek yolumuzdur. Tanpınar, “Şeyh Ahmet Zamani ve Eseri”ni Hayri İrdal ‘a, “Lodos Rüzgarlarının Kozmik Ayarları Üzerindeki Tesiri”ni küçük baldızının kocasına, “Saat ve Psikanalizm”i Dr. Ramiz’e, “Sosyal Manizm ve Saat”i Halit Ayarcı’ya yazdırıp kitabın başındaki cümleye gönderme yaparak okuma-yazma işleriyle ilgisi olmayanların bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmalarını alaya almaktadır. “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...” Modernleşmek bir süreç işidir; bu süreci Fuzuli’ye, Şeyh Galip’e, Dede Efendi’ye, Itri’ye sırtımızı dönmeden, hatta yaşadığı dönemlerden daha fazla irdeleyerek yerkürenin neresinden gelirse gelsin “yeni”ye de kapılarımızı kapatmadan insanlığın ortak uygarlığı içinde yerimizi bulabiliriz. Başkalarının eski elbiseleriyle başka biri olma yanılsamasından çıkıp insanın ayarı olan okumanın gerçekliğini yaşamımızın her bir zerresine kadar nüfuz etmesi için çalışmalıyız. Bu yazıdan bağımsız olarak Virginia Woolf’ un 1925’te önce “Saatler” adını verdiği daha sonra Mrs.Dalloway olarak bastırdığı kitabını Tanpınar büyük olasılıkla okumuştur diye düşünüyorum. Woolf da, bu romanında bilinç akışı tekniğini kullanarak zaman kavramını Mrs. Dalloway’ın zihninde geçmiş ve gelecek arasında gelgitlerle savaşı, toplumu, yönetim sistem- TSDE ki - Mayıs 2016 33 EDEBİYAT lerini bireyin gözünden yirmi dört saatlik bir zaman aralığında aktarır. Bu yüzden Ahmet Hamdi’nin romanını sadece Doğu-Batı çatışmasına indirgemek, salt bu bakış açısıyla incelemek “Bir romancı, bir şair, bir tiyatro muharriri... Bütün bunların yetişebilmesi için memlekette evvela kendimizle, sonra bütün ile alakadar bir edebiyatın bulunması lüzumu vardır. Hâlbuki bu, bizde yoktur. Türkçe, henüz ferde ait tecessüsle başlayan tecrübe dediğimiz şeyi tanımıyor.” “Roman meselesi tek başına değildir. Evvela ferdin yetişmesinde, ikinci olarak memleketimizin umumi sanat anlayışında ve nihayet kitapçılık hayatımızda değişmesi lazım gelen birtakım şeyler vardır.” bu ve buna benzer düşüncelerini yok saymak olur ki bu da Tanpınar’ a haksızlık olur. Yaşadığı yıllara kadar yetişmiş bütün sanatçılardan farklı olarak bütün bu sorunlara estetik açıdan yaklaşmış, çağdaşlaşmaya değil köksüzlüğe ve zevksizliğe karşı çıkmıştır. Sürekliliği olan bir uygarlık oluşturmamız için de “Eski ister istemez değişecek, aşılacaktır. Ancak yeniyi yaratırken hem eskiden yararlanacağız hem de içine girdiğimiz Batı uygarlığından” diyerek “kendimize has” “bize mahsus” olanı oluşturmamız gerektiğini vurgulamaktadır. Nasıl ki “ayar, saniyenin peşinde koşmaksa” biz de çağın getirdiklerine karşı hazır olmalı; ayarlarımızı okuyarak daha çok okuyarak, kendimizi ve dünyayı daha iyi tanıma yollarını arayarak yapmalıyız. < Tülay Taç Kulca O, bir yandan Batıyı takip ederken diğer yandan da gelenekten kopmayarak Fuzuli okur, Dede Efendi dinler. Eskiyi ve yeniyi okurken ya da dinlerken etkilenmez, onlardan zevk alır. Yani köklerinin ona sunduğu değerlerin kıymetini bilir; yaşamına yenilik için yer açar. Tanpınar’ın, Batılı anlamda modern romanın ilk temsilcisi olmasından dolayı Türk edebiyat tarihinde yeri apayrıdır. TSDE ki - Mayıs 2016 34 SANAT “A moment of happiness is worth a lifetime” Dostoyevski’nin aura’sı mıydı yoksa hayat mı ! “Epilepsim gittikçe kötüleşiyor ve beni ümitsizliğe sürüklüyor. Her nöbetimden sonra bazen haftalarca süren yaşadığım kederi bilemezsin. Mümkün olan en kısa zamanda epilepsi konusunda bir uzmanı görebilmek için Berlin (Romberg) ve Paris’e (Trosseau) gideceğim. Rusya’da bu konuda uzman yok ve buradaki çelişkili önerilerde bulunan doktorlara güvenim kalmadı.” “Dönüş yolumda aniden epileptik nöbet geçirdim. Bu karımı çok korkuttu, bense üzüntü ve depresyon içindeyim. Doktor, epilepsim olduğunu ve boğazımın kasılması nedeni ile bu nöbetlerden biri sırasında boğulabileceğimi söyledi. Yeni ay sırasında da dikkatli olmamı önerdi.” İlginç olarak, Moritz Heinrich Romberg de (Nörolojide kullanılan “Romberg İşareti”ni tanımlayan o dönemde yaşamış ünlü hekim) bu tip epileptik nörolojik tablo ve ay arasında ilişki olduğuna inanıyordu. 1850’de Romberg, epilepsinin seyri üzerinde ayın (özellikle yeni ve dolunayın) gezegensel etkisinin olduğuna dair bilgilerin antik dönemlere kadar gittiğini, bu konuda şüpheler olmasına rağmen bazı gözlemlerin bu bilgileri doğruladığını not etmiştir. Dostoyevski’nin bir tanık varlığında geçirdiği ilk epileptik nöbet (sara) için en makul açıklama Ekim 2014’de 22 yaşındayken yaşadığıdır. Askeri Mühendis Akademisi’nde okul ve oda arkadaşının anımsadıkları: “Yürüyüşteyken defalarca nöbeti oldu. Bir TSDE ki - Mayıs 2016 35 SANAT Dostoyevski’de nöbet ve auralar -sara öncesi hissedilen her türlü duyum, belirti- romanlarındaki karakterlerde kimlik bulur... keresinde, Troitsky sokağında yürürken cenaze tören alayına rastladık. Dostoyevski hızla bir yana döndü, eve dönmek istedi, ancak, birkaç adım attıktan sonra çok şiddetli bir atak geçirdi. Yoldan geçenlerden yardım alarak bir eczaneye götürdük, kendine gelmesini güçlükle sağladık. Böyle nöbetlerden sonra genellikle 2-3 gün süreli depresyona girerdi.” İlk doktoru ve arkadaşı olan Stefan Ianovsky de ilk nöbetlerine şahit olanlardandı. Onu, sokakta nöbet geçirmiş halde askerler yardım ederken görmüştü. Dostoyevski’nin oğullarından biri de muhtemelen ensefalit (beyin iltihabı) ile ilişkili uzamış epilepsi atağı nedeni ile ölmüştü. Veremden ölen ilk karısından sonra katibe olarak işe aldığı ve sonradan evlendiği ikinci karısı epilepsiden korkmuyordu ve ona büyük destek oluyordu. Kocasının hastalığı hakkında şu sözleri söylemiştir: “Hastalığı en çok 4 ay ara veriyor, bazen her hafta oluyordu. Haftada 2 kez olduğu kötü zamanlar ve saatler sonra ikincisinin tekrarladığı sık nöbetleri de olabiliyordu. Normal bir insanın çıkaramayacağı korkunç bir çığlık sesi ile odasına gittiğimde yüzü kasılma nedeni ile buruşmuş, tüm vücudu sallanır halde bulurdum. Bu anlar genellikle geceleri olurdu. Bu nedenle geniş ve alçak yatakta yatardı. Bu hastalığın tedavisi yoktu. Tek yapabildiğim gömleğinin düğmesini gevşetmek ve başını ellerimin arasına almaktı.” Dostoyevski’nin doktorlarının isimleri ve onunla ilişkili bir literatürde “19. yüzyılda nöroloji” isimli bir alt başlıkta adı geçen hekimler, bir nörolog olarak beni heyecalandırmıyor desem yalan olur. CE Brown-Séquard, JM Charcot (ilk nöroloji profesörü), Romberg, Trosseau... Bizim kitaplarını ve makalelerini okuduğumuz bu ünlü hekimler-nörologlar Dostoyevski’nin doktorlarıydı. Ne yazık ki, o dönemde bu hastalık ve birçok hastalık için yapılabilecekler çok azdı. Ve bromid epilepsi tedavisinde Dostoyevski ile birlikte bir kez daha karşımda. Epilepsisi olan Van Gogh’un da o dönemde bromidle tedavi edildiği bildirilmiştir. Dostoyevski’nin tıp ve doktorlarla ilişkileri hiçbir zaman çok iyi değildi. Otobiyografisi özelliğinde olan 1865’de yazdığı “Yeraltından Notlar”ın açılış paragrafı bu durumu açıklıyor: “Ben hasta bir insanım... Huysu- TSDE ki - Mayıs 2016 36 SANAT zum. Hiçbir cazibesi olmayan biriyim. Karaciğerimin hasta olduğunu düşünüyorum. Ancak, hastalığımla ilgili ne doğru dürüst bir şey biliyorum ne de galiba tam olarak neremin hasta olduğunu. Tıbba ve doktorlara saygı duymama rağmen tedavi olmuyorum, hiçbir zaman da tedavi olmadım. Üstüne üstlük aşırı batıl inançlıyım; hiç olmazsa tıbba saygı duyacak kadar.” Dostoyevski’de nöbet ve auralar (sara öncesi hissedilen her türlü duyum, belirti) romanlarındaki karakterlerde kimlik bulur... “Öteki”de tarif edilen karanlıkta bir görünüp bir kaybolan kendi ikizinin Dostoyevski’nin yaşadığı iktal otoskopisi (nöbet sırasında kişinin kendini dışardan görmesi) olup bu deneyimle Golyadkin karakterini oluşturmuş olabileceği ileri sürülmektedir. “Mr. Prokharchin” hikayesinde jeneralize nöbet sonrası karakterin dilini oynatamaması ile iktal afaziye (nöbet sırasında konuşamama) işaret edildiği, alkollü olmadığı, bayıldığı, birisi tarafından vurulduğu veya inme geçirdiği gibi ihtimalleri sıralayarak nöbetin ayırıcı tanısına da gittiği belirtilmektedir. “Ev sahibi”nde hikayenin kritik bir anında kahramanda jeneralize bir nöbet tarifleniyor. “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”da birçok jeneralize nöbet sonrası gelişen bilinç ve konuşma bozukluğu (postiktal konfüzyon ve disfazi) tanımlanmıştır. “Budala”da Prens Myshkin epileptiktir. Yarı bilinçli halde dolanırken jeneralzie tonik-klonik nöbet ile sonuçlanan otomatik hareketler ve birçok kompleks parsiyel nöbetleri olur. Myshkin epileptik aurasını da “Ben hasta bir insanım... Huysuzum. Hiçbir cazibesi olmayan biriyim. Karaciğerimin hasta olduğunu düşünüyorum. Ancak, hastalığımla ilgili ne doğru dürüst bir şey biliyorum ne de galiba tam olarak neremin hasta olduğunu. Tıbba ve doktorlara saygı duymama rağmen tedavi olmuyorum, hiçbir zaman da tedavi olmadım. Üstüne üstlük aşırı batıl inançlıyım; hiç olmazsa tıbba saygı duyacak kadar.” TSDE ki - Mayıs 2016 37 SANAT tanımlar. Nöbet öncesi ekstazi hissi yaşar: “beyin ve kalbim yoğun bir ışıkla doldu, içerden gelen bir ışık ruhumu aydınlattı.” Bu anda yaşadığı sınırsız mutluluğun tüm ömre değecek kadar güçlü olduğunu tanımlıyor. “Ecinniler”de Dostoyevski 19. yüzyılda Rusya toplumunda nihilizm inancını inceliyor. Bir ateist olan Kirilov, dünya ile ilgisi olmayan uğruna hayatını verebileceği 5-6 saniye süreli ekstatik auralarını anlatıyor. “Karamazov Kardeşler”de sık sık epileptik nöbet geçiren Smerdyakov babasını öldürdüğünü saklamak için nöbet taklidi yapar. Dostoyevski’nin yazılarında kullandığı en çok sevdiği kelimenin “aniden” (suddenly) olduğu belirtilmiş. Romanlarında birçok olay hazırlıksız ve açıklama olmadan aniden başlar, tıpkı nöbetleri gibi denilmekte. Freud’a göre bu kadar olağanüstü düşünsel eserleri olan birisinin organik bir hastalığının olması mümkün değildi ve Dostoyevski’nin geçirdiği nöbetler psikojenikti; ancak Helmhöltz gibi parlak zekaya sahip birisinin de epilepsiden etkilenmiş olduğunu bilmesi nedeniyle ileri sürdüğü kendi düşünceleri hakkında şüpheleri vardı. Dostoyevski’nin nöbet tipi konusunda birçok yorum yapılmış, hemen hemen birçok nöbet tipine sahip olduğu belirtilmiştir. Ancak, epilepsinin araştırılma tekniklerinin gelişmesi ile son yıllardaki makalelere ait yorumlar muhtemelen en makul olanlarıdır. Ekstatik auraları (nöbet öncesi hissedilen mutluluk verici duygular) olması nedeni ile bu auralar başlangıçta beynin temporal lobu ile ilişkilendirilmiş. Sonraki çalışmalar ile otonom sinir sistemi, duyusal işlevler ve tad almadan sorumlu olduğu ileri sürülen insular korteksin fonksiyonu ile ilişki olmasının daha muhtemel olduğu belirtilmiştir. TSDE ki - Mayıs 2016 38 SANAT Ayrıca Dostoyevski’nin kumara düşkün, sinirli, aşırı duyarlı ve içe kapanık oluşu epileptik kişilik özellikleri olarak değerlendirilmiştir. “A moment of happiness is worth a lifetime (bir anlık mutluluk tüm ömre bedeldir)” düşüncesi Dostoyevski’ nin muhtemelen epileptik aurasının bir esintisiydi. “Yeraltından Notlar”ın ikinci bölümü olan “In Apropos of the wet snow (Sulusepkene Dair)”da yarı bilinçlilik hali olan dreamy state ve deja vu hislerini de içeren fenomenleri tanımlamıştır: “Yine de ilginçti: o gün olan her şey, şimdi uyanırken karşımda, sanki çok çok uzun zaman önce yaşamışım gibi.” Ve belki de Dostoyevski’nin ekstatik aurası deja vu fenomeninin mübağala edilmiş hali idi. Dostoyevksi’nin doktorları, epileptik ataklarının önlenmesi için defalarca yazmamasını önermişti. Kendisi de fazla konsantre olmanın ve uykusuzluğun epilepsi üzerine kötü etkisi olduğunu notlarında onaylamıştır. Neyse ki, hem okurları hem de kendisi için, çünkü edebiyatın zihinsel sağlığına iyi geldiğini söylüyordu, önerilere uymadı ve sonuna kadar yazdı. Dostoyevski hastalığını akıllıca kullanıp yaşadığı acıları sanatı ile birleştirmiştir. Hayatının üçte ikisinde epilepsiden muzdarip olan ve bu tablonun değişken doğasının bilincinde olan Dostoyevski, epilepsiyi farklı yaş, cins, sosyal statülü karakterler olarak eserlerinde betimleyerek birçok yazardan daha fazla oranda o dönemde epilepsi hakkında bilinçlenmeye katkıda bulunmuştur. Özellikle “Budala” ve “Ecinniler”de kendi yarı bilinçlilik (dreamy state), düşünsel veya ekstatik auralarını kullanması nedeni ile epi- Dostoyevski’nin yazılarında kullandığı en çok sevdiği kelime “aniden” (suddenly)… Romanlarında birçok olay hazırlıksız ve açıklama olmadan aniden başlar, tıpkı nöbetleri gibi… TSDE ki - Mayıs 2016 39 SANAT lepsisi kimi zaman yaşamının pozitif bir kısmıymış gibi yanlış yorumlanmıştır. Aslında gerçekte böyle değildi, yakınlarına ve doktoruna da söylediği gibi Dostoyevski, epilepsiyi kendisinde parçalanma duygusu, hafıza problemleri ve hayattan zevk alamamasına neden olan bir yük olarak düşünüyordu: “Sorun şu ki, 25 yıldır, Sibirya’da başlayan epilepsiden muzdaribim. Hastalık, yavaş yavaş yüzleri ve olayları hatırlamamı engellemeye başladı. O kadar ki, romanlarımın içeriğini ve detaylarını bile unuttum. Bu nedenle zamanı, yerleri ve toplantımız olduğunu unuttuğum için bana kızmayın.” Dostoyevski’nin eserlerine, üzerine yazılmış kitap ve yazılara, bilimsel makalelere şöyle bir göz gezdirmiş birisi olarak ona hayranlık duyduğumu söylemek gibi basit bir cümle kurarak ilgimi anlatmaya başlamak istiyorum. Nedenini birazdan açıklayacağım. Özellikle kullandığı bazı cümleler sanki bir kenarda durmalı ve arada bir okunmalı: “Tümümüz, yaşama alışmamış kişileriz” diyor kahramanlarından biri. Ben de üzüntülü zamanlarımda “bu dünyaya sığnaşamadım” cümlesini tekrarlarım. Karşılaştığımız zorluklar karşısında hayat ya da dünya bize yabancılaşıyor, kaybolmuş hissettiriyor belki de. “Ölüler Evinden Anılar”da ise “İnsan her şeye alışan bir yaratıktır” diye yazmış. Zıddı gibi olan cümleler aslında çok farklı şeylerden bahsediyor. Sanatını çok iyi anlayabildiğimi söylemem mümkün değil. Lise yıllarında okumaya çalıştığım “Suç ve Ceza”yı tekrar okumaya çalışırken yine zorlandığımı söylemeden geçemeyeceğim. “Yeraltından Notlar”ı okurken kendime “oku ve bitir” komutu verdim. Eserleri belki defalarca okunmalı, sonra başka yazarların da eserlerini okuduktan sonra dönüp tekrar okunmalı belki de. Artık içinden ne çıkarabilirsek. Dostoyevski hastalığını akıllıca kullanıp yaşadığı acıları sanatı ile birleştirmiştir. Hayatının üçte ikisinde epilepsiden muzdarip olan ve bu tablonun değişken doğasının bilincinde olan yazar, epilepsiyi farklı yaş, cins, sosyal statülü karakterler olarak eserlerinde betimleyerek birçok yazardan daha fazla oranda o dönemde epilepsi hakkında bilinçlenmeye katkıda bulunmuştur. “Her şeyin bilincinde olmak hastalıktır, hakiki ve tam bir hastalıktır. Ama her şeye rağmen şundan kesinlikle eminim ki, bilincin sadece az değil, eser miktarı dahi hastalık demektir”, diyen farklı dünyalar arasında gidip gelen ve her iki dünyaya da uyum sağlayan Dostoyevski çevresinde olup biten her şeye rağmen yazmaya devam etmiştir. Bütün hayatı acılarla geçmiş olan (diktatör bir baba, idamdan son anda kurtulma, sürgün, kendisini farklı dünyalara götürüp getiren sık epilepsi nöbetleri) Dostoyevski acısız mutluluğun olamayacağını, hatta acının daha büyük bir zevk verdiğini savunmuştu, bu nedenle bir anlık mutluluk belki de bir ömre yeter de artardı bile. Önceki yazılarımdan birinde konuklarımdan biri olan Cemal Süreya’nın Dostoyevski’ye olan ilgisi de şüp- TSDE ki - Mayıs 2016 40 SANAT hesiz beni çok etkilemişti: “Dostoyevski’yi okudum, o gün bugündür huzurum yok.” Dostoyevski’yi okumuşsa Cemal Süreya bir süre sonra sindirebilirdi, hele de bu kadar çok edebiyatla ilgili birisi. Onu nasıl sürekli bir etki altına almıştı. Söyleşilerinde okuduklarından bahsederken “Paris Esrarı ise beni, sanırım, Dostoyevski’ye fırlattı” sözleri ile ona ilk ilgisinin başladığı anı anlatıyor. İlkokul üçüncü sınıfta ağabeyinin getirdiği “Suç ve Ceza”dan sonra döne döne okumuş Dostoyevski’yi. “Karamozov Kardeşler”i beş kez okumuş. Kendi hayatında da onun kahramanlarının karşılığını bulmuş: “Razmuhin”i olmadığı için biraz hüzünlü bir Raskolnikov gibi yürürdüm. Sonya’m da yoktu...” Şimdiye kadar yazdığım sanatçıların var olan hastalıklarına, nörolog olmam nedeni ile tabi özellikle nörolojik hastalıklarına, ki sanatla birlikte konuşulabilecek en uygun hastalıklar da bence nörolojik hastalıklar, vurgu yaparak sanatları ile hastalıklarını nasıl birleştirdiklerine özellikle bilimsel verilerle dikkat çekmeye çalıştım. Benim dikkat çektiğim bu özellikleri bilim adamları mevcut eserleri ile çoktan ortaya koymuş. Ben naçizane bu verilerden faydalanarak bu bilgileri biraz daha bilinir hale getirmek istiyorum. Bu yazılarla hastalıksız sanat olmaz demiyorum, gerçek sanatçılar hastalığı da çok güzel sanata çevirir diyorum. < Prof. Dr. V. Deniz Yerdelen Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Adana TSDE 9. Eğitim Grubu Kaynaklar: • Iniesta I. Epilepsy in Dostoevsky. Prog Brain Res. 2013;205:277-93. • Iniesta I. Epilepsy in the process of artistic creation of Dostoevsky. Neurologia. 2014;29(6):371-8. • Tényi D, Rajna P, Janszky J, Horváth Z, Tényi T, Gyimesi C. [Dostoyevsky’s epilepsy in the light of recent neurobiological data]. Ideggyogy Sz. 2014;67(1-2):52-5. • Wolf P. The epileptic aura in literature: aesthetic and philosophical dimensions. An essay. Epilepsia. 2013;54(3):415-24. doi: 10.1111/ epi.12051. • Voskuil PH. Epilepsy in Dostoevsky’s novels. Front Neurol Neurosci. 2013;31:195-214. • Horváth Z. [Dostoevsky’s epileptic experiences and his descriptions of epilepsy in the mirror of modern neurology]. Orvostort Kozl. 2011;57(1-4):69-95. • Nakken KO1, Brodtkorb E. [Epilepsy and religion]. Tidsskr Nor Laegeforen. 2011;131(13-14):1294-7. • Seneviratne U. Fyodor Dostoevsky and his falling sickness: a critical analysis of seizure semiology. Epilepsy Behav. 2010;18(4):424-30. • Lima AF, Gallian DM. Dostoyevsky and epilepsy: between science and mystique. Arq Neuropsiquiatr. 2010;68(1):140-2. • Iniesta I. [Neurology and literature]. Neurologia. 2010;25(8):507-14. • Sengoku A. [Kumagusu Minakata with temporal lobe epilepsy: a pathographic study]. Seishin Shinkeigaku Zasshi. 2006;108(2):132-9. • Sirotkina I. [The pathography of Dostoyevsky or the dangers of being the Father of the Idiot]. Gesnerus. 2005;62(1-2):33-49. • Hughes JR. The idiosyncratic aspects of the epilepsy of Fyodor Dostoevsky. Epilepsy Behav. 2005;7(3):531-8. • Baumann CR1, Novikov VP, Regard M, Siegel AM. Did Fyodor Mikhailovich Dostoevsky suffer from mesial temporal lobe epilepsy? Seizure. 2005;14(5):324-30. • Hughes JR. Did all those famous people really have epilepsy? Epilepsy Behav. 2005;6(2):115-39. • Altschuler E. Familial neuro-oromotor dysfunction syndrome with dysmorphia in Dostoyevsky’s Crime and Punishment. Arch Otolaryngol Head Neck Surg. 2003;129(12):1357. • DeToledo JC. The epilepsy of Fyodor Dostoyevsky: insights from Smerdyakov Karamazov’s use of a malingered seizure as an alibi. Arch Neurol. 2001;58(8):1305-6. • Senanayake N. The Idiot, Dostoyevsky, and epilepsy. Ceylon Med J. 2000;45(4):160-1. • Aarli JA. Tryggve Andersen: epileptic hallucinations in the 1890s, fact or fiction? Epilepsia. 1995;36(3):308-15. • Retamal P. [Psychopathological considerations on the diagnosis of Feodor Dostoevski’s illness]. Actas Luso Esp Neurol Psiquiatr Cienc Afines. 1983;11(3):231-4. • Dostoyevski. Yeraltından Notlar. İtahi yayınları; 2. baskı; 2014, İstanbul. • Henri Troyat. Dostoyevski. İletişim Yayınları 1-2. baskı; 2004-10, İstanbul. TSDE ki - Mayıs 2016 41 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Sınırlar güven verir Sınırlar çocukların çok hoşuna gitmese de, sağlıklı ve güvenli bir büyümenin olmazsa olmazıdır. Çocuklar sınırlara ihtiyaç duydukları kadar, hayatları üzerinde özgürlük, güç ve kontrole de ihtiyaç duyar ve tüm bunlar sağlıklı gelişim için gerekli ortamı oluşturur. Çocuk yaşadığı ortamı anlamak ve kuralları öğrenebilmek için sınırlara ihtiyaç duyar. Kendisinden ne beklendiğini anlayabilmesi ve diğer kişilerle mesafeyi ayarlayabilmesi için sınırları öğrenmesi gerekir. Sınırlar ona yol çizip güvende olmasını sağlarken, sınırların net olmadığı ortamlarda çocuk, kolayca dağılabilir. Elbette, sınırlar çok hoşuna gitmese de, sağlıklı ve güvenli bir büyümenin olmazsa olmazıdır. Öyle ki, büyümesi ve dünyayı tanıması için onu yönlendiren etken sınırlardır. Çocuk Sınırlara İhtiyaç Duyar -Sınırlar kabul edilen davranışları tanımlar Çocuk, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, kendisine konan sınırlarla belirler. Ancak, doğru davranış biçimine ulaşması için, sınırların net ve tutarlı olması gerekir. -Sınırlar ilişkileri tanımlar Çocuk, yetişkinle ilişkisinde ne kadar güç ve kontrole sahip olduğunu, nerede durulması gerektiğini kendisine koyulan sınırlarla anlar. Eğer yetişkin bu sınırları koyarken, kararsız kalır ya da net bir şekilde uygulamazsa, farkında olmadan, çocuğa çok fazla güç ve kontrol vermiş olur. Çocuk sınırını aşarak, kendisini otorite olarak görmeye başlar ve çevresiyle güç mücadelesi içinde bir ilişkiye girer. Bu durum hem yetişkinle hem de yaşıtıyla olan ilişkisinde, belirli bir mesafenin oluşmasını zorlaştırır ve saygı kavramının gelişmesini engeller. -Sınırlar güvenlik sağlar Aslında çocuk da anne-babasından sınır koyarken bir kararlılık bekler. Bu kararlılık, çocuğun ebeveyne gü- TSDE ki - Mayıs 2016 42 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ venmesini ve sürekliliği sağlar. Çocuk anne-babanın gücünü kendisine koyulan sınırlarla hisseder. Ve bu sınırlarda ebeveyn otoritesi olmazsa, çocuk bir anlamda gücü ele geçirir. Sınırlar aslında hem çocuk hem ebeveyn için etkilidir. Çünkü çocuk da anne-babanın gücünü ve güvenilirliğini sınırlarla test eder. Çocukların Gelişim Dönemlerine Göre Sınırlar Farklı Olmalıdır Çocuğun gelişim sürecinde beceri ve ihtiyaçları da değişir. 4 yaşındaki bir çocuğun ihtiyaçlarıyla 11 yaşındaki çocuğunkinin aynı olması düşünülemez. Yatma saatinden arkadaşlarıyla oynama süresine kadar her şey farklıdır. Elbette çocuk büyüdükçe daha fazla özgür olmak isterken, sorumluluk almaya da hazır hale gelir. Burada ebeveynin yapması gereken sınırları koyarken çocuğun yaşını göz önünde bulundurmak ve artık onun ayrı bir birey olduğunu görerek, gerekirse sınırları genişletmektir. Çocuk sınırını aşarak, kendisini otorite olarak görmeye başlar ve çevresiyle güç mücadelesi içinde bir ilişkiye girer. Bu durum hem yetişkinle hem de yaşıtlarıyla olan ilişkisinde, belirli bir mesafenin oluşmasını zorlaştırır ve saygı kavramının gelişmesini engeller. Sınırlar Belirlenirken Kullanılan Yöntemler ve Sıkça Karşılaşılan Durumlar Çocuk sınıra ihtiyaç duyduğu kadar, hayatında özgürlük, güç ve kontrole de ihtiyaç duyar. Konulan sınırın ne kadarı fazla ne kadarı az veya ne kadar onu özgür bırakıyor; bunu ayarlamak hiç de kolay değildir. Bunlar anne-babaların sınır belirleme sürecinde en çok zorlandıkları yerdir. Temel sorun, belirlenen sınırlar içinde özgürlük, güç ve kontrol, sağlıklı gelişim dengesinin nasıl sağlanacağıdır. Bazen aşırı kontrol içeren çok kısıtlayıcı sınırlar konulur. Bu yöntemde sınırlar çocuğun yaşı ve ihtiyaçları dikkate alınmadan belirlenir. Örneğin 13 yaşında bir TSDE ki - Mayıs 2016 43 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ çocuğun okul sonrası etkinliklere katılmasına izin verilmemesi, ödevini bitirdikten sonra bile telefonunu kullanamaması, her gece saat 21.00’de yatması gibi. Çok kısıtlayıcı olan sınırlar büyüme ve öğrenme için gerekli fırsatları engellerken, deneme ve keşfetme için de özgürlük alanını daraltır. Sonuç olarak, öğrenme ve sorumluluk kazanmayı engeller, isyanı artırır. Bazen de bu örneğin tam tersine çok kontrolsüz ve geniş sınırlar kullanılır. Bu yöntemde sınırlar isteğe bağlıdır. Örneğin 6 yaşındaki bir çocuğun arkadaşına ne zaman gideceğine kendi karar vermesi, ödevlerini yapmaması, akşam dilediği zaman yatması gibi. Çok geniş ve net olmadığı zaman çocuklar sınırları görmezden gelir ve kabul edilebilir davranışların dışına çıkar. Kontrolsüzlük, öğrenmeyi azaltır ve sorumluluk kazanmayı engeller. Aşırı denemeyi, test etmeyi artırır. Bazı durumlarda da karışık kontrol ve tutarsız olan sınırlar kullanılmakta, bu durumda sınırlar anne-babanın keyfine bağlı olarak değişmektedir. Örneğin 6 yaşındaki bir çocuğa, evde top oynamaması, eğer oynayacaksa da dışarıda oynayabileceği söylenmiş. Fakat anne-baba, çocukla ilgilenemeyecek kadar meşgul olduğu ya da kendi dertlerine düştükleri bir anda, evde top oynanmasını görmezden gelebilirler. O zaman çocuk, kendisine konulan yasaklar konusunda ikileme düşer, hangisinin ne zaman geçerli olduğunu bilemez. Bu durum çocuğa, tutarsız sınırlarla birlikte gereksiz bir özgürlük sağlar. Sonuç olarak öğrenmeyi ve sorumluluk kazanmayı engeller, deneme ve isyanı arttırır. En sağlıklı olan durum ise kontrol ve sınırlarda tutarlılığın uygulanması. Böylece anne-baba ve çocuklar arasında özgürlük, sorumluluk ve kontrol daha dengeli dağılır. Çocuklar için sınırlar belirlenirken, izleyeceği yol da netleşir. Çocuk ondan ne beklendiğini ve görevini yapmazsa ne olacağını bilir. Sınırlar çocuklara hem özgürlük sağlar, hem de sorumluluk kazandırır. Dengeli kontrol sağlıklı büyüme ve gelişme için iyi bir zemin hazırlar. Sonuç olarak öğrenmeyi ve sorumluluk kazanmayı artırır ve işbirliğini yüreklendirir. Sınır koyma kültür ve toplumlara göre farklılık gösterse de, anne-babaların çocuklarına kural koymaları ve beklentilerini öğretmek için kullandıkları süreç evrenseldir. Herkesin doğrusu farklı olabilir, ancak temel araçlar aynıdır; önemli olan, dünyanın neresinde olursa olsun ve nasıl olursa olsun, ebeveynin söylediğiyle uyguladığının aynı olması. Bu ikisi ara- Çok kısıtlayıcı olan sınırlar büyüme ve öğrenme için gerekli fırsatları engellerken, deneme ve keşfetme için de özgürlük alanını daraltır. Sonuç olarak, öğrenme ve sorumluluk kazanmayı engeller, isyanı artırır. TSDE ki - Mayıs 2016 44 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Elbette çocuk büyüdükçe daha fazla özgür olmak isterken, sorumluluk almaya da hazır hale gelir. Burada ebeveynin yapması gereken, sınırları koyarken çocuğun yaşını göz önünde bulundurmak ve artık onun ayrı bir birey olduğunu görerek, gerekirse sınırları genişletmek. sındaki denge ve tutarlılık istenen sonuca götürür. Söylenenler, uygulananlardan çok farklı ise o zaman çocukta akıl karışıklığı oluşur ve iletişim bozulur. Burada bahsedilen örnekler nasıl bir uygulama olması gerektiğini anlamaya yardımcı olabilir. Bazen ebeveyn, çocuk ve kendisi için neyin iyi olduğunu bilse de, uygulama kısmı o kadar kolay yürümeyebilir. Eski alışkanlıklar, geçmişteki modeller çok kolay devreye girebilir. Ancak önemli olan, bunun farkına varmak ve değişim yolunda yeni yöntemleri hayata geçirmek. Amaç, ideal duruma ulaşmak değil ilerleme kaydetmektir. Bugün geliştirilen yeni yöntemlerle çocuk, bir yetişkin olduğunda gerekli olan iletişim ve problem çözme becerilerini kazanmış olur. Bu beceriler onun daha huzurlu ve mutlu bir birey olarak hayatta ilerlemesine, aynı zamanda sağlıklı ilişkiler kurmasına yardımcı olacaktır. Sınırlar çocuk yetiştirmenin en önemli konularından biri. Ancak bazen ebeveyn kuralları da, özgürlükleri de bilirken, sınır koymakta güçlük çekebiliyor. Ve öyle bir an geliyor ki, otorite çocuk oluyor. Anne baba sınır koymakta neden zorlanıyor? İşte bu sorunun yanıtını önümüzdeki sayıda ele alacağız. < Nazan Baloğlu Uzman Psikolojik Danışman TSDE Çocuk Ergen Birimi Kaynakça Mackenzie, Robert (1998). Çocuğunuza Sınır Koyma. Ankara (2000) : HYB Yayıncılık. TSDE ki - Mayıs 2016 45 SİNEMA Perde Doğu’dan açılıyor… Sinema toplumları, hüznü, aşkı, gitmeyi, kalmayı, savaşı, şiddeti, nefreti anlatır. Ama Doğu ve Batı, sinemada farklı bir dil konuşur. Sinema eleştirmeni Murat Erşahin’le Doğu sineması üzerine başlayan sohbetimizi, Kore sinemasının kızgınlığı, Slav hüznü, İran sinemasının kadınları, Rus sinemasının Tarkovski’si, Japon sinemasının Ozu’su derken, Doğu ile Batı sineması arasında sıkışıp kalmış Türk sineması ile noktaladık. Doğu ve Batı gerçekten iki zıt toplum, iki ayrı ruh hali, iki ayrı varoluş biçimi. Sinemaya bakmak için buradan yola çıkmak lazım. Ne yazık ki sinema da metalaştırılıyor, sadece seyrettiği film sayısını artırma peşinde olan genç arkadaşlar var. Oysa benim yaklaşımım daha doğulu. Kafamda tasarladığım ikiüç filmi görür ve beğenirsem, bu benim için yeterli. Sürekli rasyonel davranmak bizi samimiyetsiz yapar. İnsan zamanla yüreğinin sesini dinlemeli. Doğu sineması dediğimiz zaman karşımızda aslında koskoca bir Slav sineması da var. Rus oluşu var. Bunun içine Ukrayna, Beyaz Rusya, Baltık ülkeleri Doğu ile Batı arasına sıkışmış bir kültürde sinemanın kavram farklılıkları vardır. Aynı hüzün gibi; gidememek, kalmak, aşk, kavga, politika… İki sinemaya da bakarsak genel olarak kavramların, Doğu ve Batı’da farklı olduğunu ve bu kavramların perdeye farklı yansıdığını görürüz… giriyor. Büyük olasılıkla doğu Avrupa sineması da doğu sinemasıdır, çünkü bir Slav hüznü vardır. Hüzün meselesine, Doğu’da ve Batı’da farklı yaklaşılır. Sözgelimi Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabından uyarlanan Hatıraların Masumiyeti adlı filmin, hüzün tarafının bana pek uymadığını söyleyebilirim. Çok batılı bir hüzün. Benim hüznüm çok yoğun bir TSDE ki - Mayıs 2016 46 SİNEMA melankoliyle besleniyor. “Hüzün ki en çok yakışandır bize… ”Laurel-Hardy filminde şişko sıskayı döver siz hüzünlenirsiniz, çok insani bir hüzündür bu. Öte yandan hüzün, tuhaf bir melankoliyi de beraberinde getirir. İstanbul sokaklarında gece kaybolmak, kedi-köpeklerin hükümdarlığını görmek, sabaha doğru çöp toplayan insanların hayatının varlığını bilmek ve bu şehre hapsolup, her türlü olumsuzluğuna karşın kurtulamamak, aslında bu şehrin hüznüdür. Doğu ile Batı arasına sıkışmış bir kültürde sinemanın kavram farklılıkları vardır. Aynı hüzün gibi; gidememek, kalmak, aşk, kavga, politika… Eğer iki sinemaya da bakarsak genel olarak kavramların Doğu ve Batı’da farklı olduğunu ve bu kavramların perdeye farklı yansıdığını görürüz. Bunun iyilik ya da kötülükle ilgisi yok. Sadece kavramların yoğunluğu bizi farklı etkiler. “Yeni Dalga” akımının öncülerinden Fransız yönetmen JeanLuc Godard ile İranlı yönetmen Abbas Kiarostami; ikisi de hayatı -devinimi- ölümü çok farklı anlatır. Doğu ile Batı’nın da ölüme, ölümden sonraki olası hayata ve sonsuz boşluğa bakışı farklıdır. Kavramlar iki sinemada da seyirciyi zorluyor ve daha da zenginleştiriyor. Slav sinemasında Batı’nın göbeğinde oluşan bir doğu var. Polonyalı Krzysztof Kieslowski 90’lı yıllarda çektiği Mavi, Kırmızı ve Beyaz üçlemesinde ölüm hakkında çok tuhaf bir şey anlatır. Özellikle Mavi’de. Ölümün, aslında geride kalanı özgürleştirecek bir süreç olduğundan bahseder. Gerçekte bu durum çok tuhaf bir doğu bakışı içerir. Hâlbuki Batı’da bu ritüeli beraber yaşar geride kalan. Ölenle ölünmez, hayat bütün gücüyle devam eder. Belçika’nın, Hollanda’nın, İsveç’in ortasında çok sevdiğiniz birini kaybedersiniz, mezarlıktasınızdır ve on dakika sonra karnınızın acıktığını hissedersiniz. On beş dakika sonra sevişirsiniz. Ölüm de hayatın parçasıdır. Doğu’da daha farklıdır, ölenle ölünür. Yönetmenliğini Özcan Alper’in yaptığı Sonbahar filminde, bir anne ve tutuklana oğlunun hikâyesi anlatılır. Anne, oğlu ha- Doğu ile Batı’nın ölüme, ölümden sonraki olası hayata ve sonsuz boşluğa da bakışı farklıdır. İkisinde de aynı hüzün, aynı dert yaşanır ama bir tanesinde ölenle ölünür ötekindeyse ölenle ölünmez, hayat bütün gücüyle devam eder. piste açlık grevinde diye on sene boyunca çay içmez. Film, Doğu ile Batı arasındaki kalın çizgiyi gösteren iyi bir örnektir. Her iki sinemada da aynı hüzün, aynı dert yaşanır ama bir tanesinde ölenle ölünür. Doğu ve Batı, ikisi de, tarihsel açıdan çok önemli gelişmeler kaydetmiş. Her ikisinde de, hem “Arthouse” hem de ticari sinema yapılıyor. Batı’da ticari sinemanın başını Hollywood, Doğu’da da Bollywood çeker. “Arthouse”ı hayatımıza sokan Avrupa’dır; “Yeni Gerçekçilik”i İtalya, “Yeni Dalga”yı ise Fransa. Günümüzde “Amerikan Bağımsız Sineması” da çok güçlüdür. · MURAT ERŞAHİN KİMDİR? Ankara Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi” bölümünden mezun oldu. Üniversitede kurucusu olduğu şiir ve sinema kulüplerinde çalışmalar yaptı, süreli dergiler çıkardı. Yüksek lisansın ardından uzunca bir süre “bankacılık” ve “reklam yazarlığı” yaptı. Yok olmak üzere olduğunu fark etti ve rekabetçi büro ortamından kaçarak uzaklaştı. 2001 yılından beri sadece sinema yazarlığı yapıyor. Önceleri Milliyet Sanat Dergisi başta olmak üzere bir takım dergilerde sinema yazıları yayımlandı. İki yıl boyunca çıkan Milliyet Gazetesi Haftalık Rehber ekinde sinema bölümünü hazırladı. Digiturk dergisinde, DVD+’da yazdı. Total, Film+ ve Empire dergilerinde yazı ve haberleri yayımlandı. Televizyonda, TRT 2 kanalında film eleştirileri yaptı ve radyoda TRT FM’de “Buyrun Radyo” programında beş yıl boyunca sinema köşesini hazırlayıp sundu. Mayıs 2008’de, Adam Mutsuz ve Orta Yaşlıydı adlı öykü kitabı, Hayal Et Kitap’tan çıktı. TSDE ki - Mayıs 2016 47 SİNEMA Uzakdoğu’ya bakacak olursak, Japonya’da 1940’lardan itibaren dev bir yönetmen görürüz. Yasujiro Ozu, “Hepimiz Ozu’nun paltosundan çıktık” der günümüz Uzakdoğu yönetmenleri. Çok çarpıcı başka isimler de var TsaiMing-Liang, Hsio-Hsien Hou... Ozu, Japon sinemasının baş mimarlarından biridir, ama değerinin çok fazla bilinmediğini düşünürüm. De Sica’nın Umberto D filmi bizi fazlasıyla yaralar. “Yeni Gerçekçilik” akımının öncülerinden Antonioni nasıl De Sica’nın bıraktığı yerden devam etmişse, Ozu da Japon sinemasına, anlatım biçimi açısından, yeni bir soluk getirmiştir. Kamerayı göz hizasında tutar ve çekim yaparken hayatımızın içine girer. Ozu, Geç Gelen Bahar filminde, evlenmek üzere olan bir kızın babasını terk etmek zorunda kalışını dramatik biçimde anlatır. Baba ile kızın ayrılacağı gün, yapraklar dökülür, güz gelir; güz aynı zamanda evin içindedir de… Ozu’nun bir diğer filmi olan, Tokyo Hikâyesi’inde, hayatın ayrı yerlerine savrulan anne, baba ve çocukların hikâyesine şahit oluruz. Yıllar sonra benzeri konuyu, İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore Herkesin Keyfi Yerinde ile işledi. Ozu, Kurosawa, Oshima... Japon sineması üç yönetmenin sırtında yükselir. Kurosawa’nın sineması daha epik, Ozu daha geleneksel ve Oshimo halk geleneklerinde biraz daha serttir, tıpkı Shohei Imamura’nın yönettiği, Narayama Türküsü’nde olduğu gibi. Filmde, ölmek üzere olan yaşlılar, kediler gibi dağlara yok olmaya giderler… TOKYO HİKAYESİ Yasujiro Ozu Uzakdoğu’ya bakacak olursak; Japonya’da 1940’lardan itibaren dev bir adam var. Yasujiro Ozu. Hepimiz Ozu’nun paltosundan çıktık derler günümüz Uzakdoğu yönetmenleri. Ozu Japon Sineması’nın baş mimarlarından biri, ama çok fazla değerinin bilinmediğini düşünürüm...” TSDE ki - Mayıs 2016 48 SİNEMA İLKBAHAR, YAZ, SONBAHAR, KIŞ Kim Ki-Duk Güney Kore filmlerinin de politik yanı çok fazladır. Bence Kore sineması, sokak sinemasını en iyi yansıtan sinemadır. Baskıcı iktidarlar yüzünden çok öfkeli ve şiddete eğilimlidirler. En sert polislerden biri Kore polisidir. En sert gövde gösterileri Kore’de olur. Kore’de sokağın şiddeti, sanata sinemayla taşınıyor. Bu, başka bir dalda da olabilirdi. Örneğin Kim Ki-Duk filmleri. Sisteme itirazı olan yönetmen bu tepkisini sokakta yaşanan gerçeklikle size çok tuhaf, sert ve ürkütücü öykülerle gösteriyor. Sokağın kiri fütursuzca işleniyor, durup dururken sokağa tüküren, geğiren insanlar… Toplumun genelinde, insanların günlük hayatlarında paradokslara yol açan faşist bir gelenek var. Kim Ki-Duk’un ruhani bir yanı da var. Bu yanını kendi masallarıyla birleştiriyor. İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış filmi tevekkül, Tanrı, beklemek, şifacılık kavramlarının hepsini işlediği bir film. Özellikle “şifacılık” Kim Ki-Duk sinemasında çok önemli bir yer tutar. Şifacı karakterler var ve halk şehirlerden kalkıp şifacılara gelir. Son dönemde aynı konuya batı da eğiliyor. Claudia Llosa’nın Paramparça filminde Jennifer Connelly adlı karakter, ölmüş çocuğunun hatırası üzerinden şifacılık yaparak başka ruhlara dokunmak isteyen bir kadını canlandırıyor. Bu film, Batı’nın son dönemde bu konuda çektiği en net örneklerden biri olma özelliğini taşıyor. Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul, filmlerinde bizi çok tuhaf ve gizemli bir dünyaya götürüyor. O dünyanın içine masallar, şifacılar, cinler gibi metafizik varlıklar koyuyor ve ortasına da bir Kim Ki-Duk’un ruhani, spiritüel bir yanı da var. Bu yanını kendi masallarıyla birleştiriyor. “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış” filmi, tevekkül, Tanrı, beklemek, şifacılık bunların hepsinin olduğu bir film. Özellikle, şifacılık onun sinemasında çok önemli. TSDE ki - Mayıs 2016 49 SİNEMA insan… Farklı evrenlerin olabileceğini insanın gözünden anlatıyor. Bu tarz filmlerin, bilinenden başka enerjilerin ve evrenlerin varlığının gerçek olduğunu sinemaya aktaran yapıları var. Elbette doğu sinemasında, çok önemli politik filmler de var. Sebebi baskı. Aslında bütün baskılar ve insanların baskılara verdiği reaksiyon hep aynı. Tek fark, baskıların tarzı ve geldiği yön. Buna göre de çok değişik sinemacılar yetişiyor. Baskı deyince akla İran sineması geliyor. Mollalar, İranlı yönetmen Jafar Panahi’nin film çekmesine izin vermiyorlar, evinde hapis. Buna rağmen Panahi inatla “evinde” film çekiyor. Dört göz odalı bir evde tek başına kalmanın ne demek olduğunu Perde filminde TAHRAN TAKSİ Jafar Panahi ELMA Samira Makhmalbaf anlatıyor. Tahran Taksi’de ise taksisine binen yolcularla ülkesinin politik baskısı hakkında sohbet ediyor, şoför koltuğunda oturan da Panahi’den başkası değil. Film, Berlin’de Altın Ayı Ödülü’nü aldı. Kadınların da İran sinemasında ayrı bir önemi var. On yedi yaşında ilk yönetmenlik deneyimini yaşayan Samira Makhmalbaf, kırsalda küçük kız çocuklarının, erkek çocuklarının alınıp satılmasıyla ve kadının durumuyla ilgili çok içeriden filmler çekiyor. Bir nevi ülkenin politik durumuna haykırış. İran sineması, Acem kültüründen gelen dirayetle, olanaksızlıklar içinde yapılan çok cesur bir sinema. İranlı bir arkadaşım “biz ne olursa olsun toparlıyoruz çünkü çok aydın adamlarımız var” derdi. Her iki sinemanın da çok büyük tarihsel bir gelişimi var, ikisinde de Arthouse ve ticari sinema var. Batı’da bu ticari sinemanın başını Hollywood, Doğu’da da Bollywood çekiyor. Arthouse’u sağlayan Avrupa… İtalyan Yeni Gerçekçilik, Fransız Yeni Dalga. Günümüzde de çok güçlü. Amerikan Bağımsız Sineması var. TSDE ki - Mayıs 2016 50 SİNEMA KARANLIK HARMONİLER Bella Tarr Bella Tarr, “Karanlık Harmoniler” adlı filmde “sona gelindiğinde her şey aynıdır” der ve biz sona gelindiğinde her şeyin aynı olduğunu onun filmlerinde görürüz…”Rus Sineması’nda bu lafı, Tarkovski perdeye aktarır. Aslında onun ruh hali Doğu ile Batı arasını da anlatır. Filmlerinde şifacılık, ölüm, Tanrı, Tanrı’nın evi, baba oğul, din, anne, geçmişe özlem, yolculuk… Bunlar çok yoğun olan şeylerdir.” Persepolis, fazla politik olmasına karşın saldırmayan, slogan atmayan, insani ve masalsı bir atmosferde anlatılan, yürekli bir kadının, Marjane Satrapi’nin filmi. Aynı yönetmenin bir diğer filmi de, Azrail’i Beklerken. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış ve ölmek isteyen bir adamın hikâyesi. Bir gece Azrail adamın ziyaretine geliyor, Azrail’le sohbet ederken İran’ı ve “aşk”ı öyle inanılmaz bir zarafetle anlatıyor ki bu zariflik ilimle beraber insanları besliyor. İlimle zarafet bir araya geldiğinde de ortaya “sanat” çıkıyor. PERSEPOLIS Marjane Satrapi Bizim de çok güzel Anadolu geleneklerimiz, ninni, masal ve ağıtlarımız var. Doğu sinemasından farkımız, belki de bu zenginlikleri aynı zarafetle bir araya getiremiyor olmamızdır. Batı’da daha kaba bir tüketim toplumu görüyorsunuz. Batı’nın göbeğindeki acımasızlığı İran “Yeni Dalga Akımı” yönetmenlerinden Abbas Kiorastami, Rüzgâr Bizi Götürecek filminde çok daha farklı, şiirsel bir biçimde anlatıyor. Film, adını İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad’ın aynı adlı şiirinden alıyor. Doğu yolculuğumuzda Rus sinemasının da çok ayrı bir yeri var ama ben Rus sinemasına, Rus olmayan bir yönetmenle girmek istiyorum. Macar yönetmen Bela Tarr. Bela Tarr, Karanlık Harmoniler adlı filminde “Sona gelindiğinde her şey aynıdır” der ve biz filmin sonuna gelindiğinde “her şeyin aynı olduğunu” görürüz. Rus sinemasında bu söylemi, benim en sev- TSDE ki - Mayıs 2016 51 SİNEMA STALKER Andrei Tarkovsky diğim yönetmenlerden biri olan Tarkovski perdeye aktarır. Aslında Tarkovski’nin ruh hali Doğu ile Batı arasını da anlatır. Filmlerinde şifacılık, ölüm, Tanrı, Tanrı’nın evi, baba, oğul, din, anne, geçmişe özlem, yolculuk… Hepsine çok yoğun yer verir. Bu yolculukta süregelen gizem ve bunun yanı sıra, hatıra ve unutma şekillerimiz… Tarkovski’den sonra sinemada öne çıkan önemli isimlerden Alexandr Sokurov’un yönettiği Ana ve Oğul, doğu sinemasının en önemli filmlerinden biridir. Genç bir adamın, ölmek üzere olan annesiyle geçirdiği son günün hikâyesi... Anneyle oğul bir bütündür zira ayıramazsınız. Sokurov diğer filmi Güneş’ te, Japon İmparatoru Hirohito’nun, savaşı kaybedince kılıcını teslim etmesini anlatır. Andrey Zvyagintsev’in Dönüş filminde de, iki çocuk ve bir baba ilişkisi işlenir. Yıllar sonra eve dönen baba, çocuklarıyla zaman geçirmek ister ve bir adaya giderler. Filmde, içinde ne olduğu bilinmeyen bir kutu vardır. Hiç unutmuyorum prömiyerinde, “O kutunun içinde ne vardı,” diye sorulduğunda yönetmen, “Kimin umurunda” diye cevapladı, “Çünkü hikâye o değil, hikâye fotoğrafların hikâyesi.” Zvyagintsev daha sonra, bir kadın ve erkek arasındaki mutlak kopuşu anlatan Sürgün’ü çekti. Batı sineması bu kopuşu Antonioni’nin La Notte filminde işler: Kadın, adamın kendisine yazdığı ilk mektubu okur. Adam kıskançlıkla, “Bunu kim yazdı” diye sorar. “Sen,” der kadın hüzünle. Aynı filmin Rus versiyonu olan Sürgün, sadece kadın ve erkek arasındaki kopuşu değil, modern şehir ve kırsal hayat arasındaki uçurumu da anlatır. Kadın adama, “Hamileyim ama senden değil,” der. Zvyagintsev, sürgünlük ve parçalanmışlığı anlatırken film, ilahi bir ağıt eşliğinde tarlada, köylü kadının çocuğu doğurup büyüteceği sinyaliyle biter. Tuhaf bir masalsı evrende Batı’nın yaptığını çok daha anlamlı yapmaya çalışan bir adam olarak görürüz Zvyagintsev’i. TSDE ki - Mayıs 2016 52 SİNEMA Ve Doğu-Batı arasında kalmış Türkiye Sineması, bana göre, gümbür gümbür bir sinema. Tayfun Pirselimoğlu kimlik peşinden koşar, Zeki Demirkubuz yaşam acılarının, sokaktaki acıların birebir anlatımından sorumlu hisseder kendini. Nuri Bilge Ceylan, insan iletişimsizliğinin, yalnızlığının şehirde de taşrada da aynı olduğunu söyler, Semih Kaplanoğlu daha uhrevi bir dünya kurar. Doğu ve Batı arasında kalmış, bana göre gümbür gümbür bir sinema: Türkiye sineması. Tayfun Pirselimoğlu kimlik peşinden koşar, Zeki Demirkubuz yaşam acılarının, sokaktaki acıların birebir anlatımından sorumlu hisseder kendini. Nuri Bilge Ceylan insan iletişimsizliğinin, yalnızlığının şehirde de taşrada da aynı olduğunu söyler. Semih Kaptanoğlu daha uhrevi bir dünya kurar. Gerçekten de doğu-batı sıkışmasını da hissettiren kişilikli filmlerdir. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir zamanlar Anadolu’da, unutulmuşluğu, sesini duyuramamayı anlatır. Ancak batı öyle bir tüketim toplumu ki, bizde de günde üç dört film seyredip, eleştiri yazanlar var. Ne acı, ne neşe tam yaşanamıyor. Oysa acının da, neşenin de gerçekten hakkını vermek gerek. Türkiye’de son jenerikler okunmaz. Arkadaşım Tunca Aslan’ın çok sevdiğim bir lafı var, “Salonu en son siz terk edin. Film ilk jenerikle başlar, son jenerikle biter. Film bitmez aslında, sinemadan çıkan insanda devam eder, filmin ruhu kalmıştır onda.” < Mine Türkili Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Mayıs 2016 53 PSİKOMİTOLOJİ Aşk... Romantik mi, Mistik mi? Hem taşıdığı anlam, hem bu anlamı deneyimleme tarzımız olarak bildiğim en trajik kelimenin “aşk” olduğundan eminim. Taşıdığı anlam gibi aşk, bir duygu olarak da öncelikle zıt olmak koşulu ile insan deneyiminin çok sayıda düzleminde kendini farklı biçimlerde gösterir. Öyle ki içinde aşkın izi olmayan tek bir öykü bile bulmak neredeyse imkânsız ve içinde aşkın umudunu ve yarasını taşımayan ya da taşımamış olan bir insan yüreği bulmak da bir o kadar imkânsızdır. İçgüdüsel olanın durdurulamaz dürtülerinden, mistisizmin ilahi vecdlerine kadar insani varoluşun tüm yelpazesine yayılmış bir ikinci duygunun bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bebeğin annesine, aşık olan bir kadının adama-adamın kadına, ebeveynlerin çocuklarına, mistiklerin tanrılarına, sanatçının eserine bakarken hissettikleri duyguya hepsi bir ağızdan aşk diye ifade eder. Tenin tene değmesinin Bazı kelimeler öyle derin anlamlar taşırlar, ifade ettikleri kavram o kadar çok boyutlu gerçekleri aynı anda kendinde barındırır ki, bu yükün birkaç harf tarafından taşınıyor olması bile kendi başına trajiktir. yakıcı arzusundan, mistiğin gözyaşlarının sebebine kadar ruhumuzun her düzlemindeki kavuşma çabalarımıza eşlik eden bu duyguyu biraz daha anlamaya ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Çünkü hilebaz, manipülatif ve narsistik temelli duyguların çoğu zaman, aşk kılığında hayatımızda bulunduğundan habersiz ilişkiler sürdürürüz. Neyin aşk neyin aşk kılığında olduğunu anlamanın bir yolunun olduğuna inanıyorum. Ve aşk denilen bu başına buyruk duygunun gerçekten yaşanılabilecek düzleminin nerede olduğunu aramaya niyetimden bu yazıyı yazmak istedim. Psikomitoloji insan ruhunu ve ruhun işlevlerini ifade etmek için mitolojik öyküleri bir araç, öykülerin analizi ile yaşam deneyimlerinin analiz edilmesini paralel bir süreç olarak ele alır. Böylelikle eğer içinden geçtiğimiz ruhsal hali ifade edebilen bir öykü ile bağımızı TSDE ki - Mayıs 2016 54 PSİKOMİTOLOJİ keşfedersek, aynı öykünün analizi bize terapötik bir süreç de de eşlik edebileceği varsayımları üzerine kuruludur. İnsan için kavuşmak yaşamının her evresinde yönlendiriliciliği açısından en güçlü yönelimlerindendir. Her neyi elde etmiş olursak olalım, içinde bulunduğumuz her hâl bir parça eksiktir. Gebe bebeğine, aşık sevgilisine, çocuk yetişkinliğe, fakir zenginliğe, hasta sağlığa, kimisi ölüme kavuşmak ister. Bu eksik hâl ve onu tamamlamaya çalışan kavuşma çabası hayatın en önemli enerji kaynağıdır. Önemli olan tam ve eksiksiz olmak değil, ki zaten mümkün değildir. Bu doğal eksikliğimizi tamamlayacak hakiki yönelimi keşfedilmektir. Aşk, insanın hayata yöneliminin en temel itekleyici gücü olmakla, bu yönelimi sonsuza kadar kilitleyecek olan pranga olma arasında gerili bir duygu durumunun kaynağı olarak kullanılabilir. Aşk ya da aşkmış gibi olanın ayrımını yapmadan evvel, mitos kavramının içeriğini de kısaca açıklamak isterim. Arkaik insan için sadece mitos vardı. Evrenin oluşumunu, insan hayatını; doğumu, ölümü, sosyal rollerin edinimini ve dini ritüellerin tümünü belirleyen mitoslar tartışmasız bir biçimde insanı yönetme gücüne sahiptiler. Daha sonra Logos keşfedildi. Logos, tüm bu varoluşsal fenomenleri mantık zemininde açıklanmasını oluşturuyordu. Ancak ne logos ne de mitos tek başlarına hakikati açıklama gücüne sahip değillerdir. İkisinin uyumlu beraberliği deneyimlerimizin fenomenolojik olarak açıklanmasını, sahiplenilmesini ve yaşanmasını destekler. Logos beynimizin sol yarım küresi ile bakmak iken mitos sağ yarım küresi ile bakmaktır. Oradaki gerçeklik ise bu iki zıt algının uyumundan meydana gelir. M.Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci isimli kitabında pek çok defa “filogenez içinde ontogenezi, ontogenez içinde filogenezi barındırır” der. Yani insanın tür olarak evrimi ile bireyin gelişim aşamaları birbirine aşama aşama benzer. İkisi birbiri için sağlam bir analoji kaynağıdır. İster tür olarak, ister birey olarak gelişimimiz için içine doğduğumuz ilksel gerçeklik dünyası mitosdur. Hiçbir bebek dünyayla ilgili somut verilerle donanmış olarak gelmez. İnsan yavrusu hayalleri, korkuları, öğrenme biçimi ve içgüdüleri ile fantastik ve mitsel bir algıyı beraberinde getirir. Logos insana öğretilendir, dikte edilendir. Mitos, ruhtan aşama aşama dışa ifade edilen gerçekliğin yarım Arkaik insan için sadece mitos vardı. Evrenin oluşumunu, insan hayatını; doğumu, ölümü, sosyal rollerin edinimini ve dini ritüellerin tümünü belirleyen mitoslar tartışmasız bir biçimde insanı yönetme gücüne sahiptiler. Daha sonra Logos keşfedildi. Logos, tüm bu varoluşsal fenomenleri mantık zemininde açıklanmasını oluşturuyordu. TSDE ki - Mayıs 2016 55 PSİKOMİTOLOJİ Doğrusallık, neden ve sonuç, hep ileriye ya da hep geriye giden şeyler mantığa ya da bilince ait olurken; döngüsellik, öncesiz ve sonrasız bir varoluş, kaybolmak, dönüşmek, birden ortaya çıkmak gibi kavramlar mantık dışına ya da bilinçdışına aittir. önce o kadının sevgisini kazanan ötekini de arkaik bir düzlemde ortadan kaldırmak ister. Bu durum bilinçdışı bir süreçtir ve bilince getirilmeden ya da logosa ait olana sahip olmadan bu sınırlı bakış açısından bakmaya zorunlu hissedebilir. Bireysel olarak arkaik mitoslarından sıyrılamadan bilinçdışı yansıtmalardan da sıyrılmanın alternatif bir yolu bulunmamaktadır. Aşkın da yaşayan bir sevgiye dönüşmesi için partnerlerin etkisi altında oldukları bu büyüyü logosla dönüştürmeleri ile aşkın sevgiye dönüşmesine paralel bir süreçtir. illüzyonlarıdır. Bireysel oluş için kişi mitostan logos ile arınır. Hiçbir oğlan çoçuğuna “Oidipus Komplesi” öğretilmez. Tam tersine öğretilen herşey ondan sıyrılması adınadır. Doğumda olduğu gibi aşk duygusunda da kişi ilişkinin başında aşk duygusunun kendine özgü mitosları tarafından sarılıdır. Aşık olunan kişi bizim içimizdeki kavuşma dürtüsünün en arkaik olasılıklarını canlandırır. Çoğunlukla gördüğü de karşısındaki partneri değil, kendi bilinçdışı yansımalarıdır. Ve hissettikleri ilişkisel deneyimden evvel içinde bulunduğun mitosun duygusal sıçramalarını hisseder. Oğlan çocuğu annesine karşı evvelde Oidipus’un gözleri ile bakar; annesine o kadar bağlıdır ki onunla bağını bozan her şeye karşı ayrıştırıcı bir duygu geliştirir. Kendisinden İnsan ruhunun tüm dinamikleri çift başlıdır. Doğrusallık, neden ve sonuç, hep ileriye ya da hep geriye giden şeyler mantığa ya da bilince ait olurken; döngüsellik, öncesiz ve sonrasız bir varoluş, kaybolmak, dönüşmek, birden ortaya çıkmak gibi kavramlar mantık-dışına ya da bilinçdışına aittir. Mitoloji her şeyiyle bilinçdışının neye benzediğini, nasıl çalıştığını anlatan simgeler dünyasıdır. Ruhu en genel anlamı ile ifade eden simge Janus’dur. Janus çift yüzlü tanrıdır. Bir yüzü genç bir adam diğer yüzü ise yaşlı bir adam olarak betimlenir. Hayat ve ölüm, iyi ve kötü, varlık ve yokluk gibi tüm zıtlıkların ortak temsilidir. Aşk da bu ikilikten nasibini almıştır. Çünkü herkes gibi onun da bir annesi ve bir babası vardır. Bir versiyonda aşk babası Poros (Bolluk) annesi Penia (Yokluk) ‘dan dünyaya gelmiştir. (Diğer versiyon olan Ares TSDE ki - Mayıs 2016 56 PSİKOMİTOLOJİ ile Afrodit’in oğlu olan Eros, romantik aşkın simgesidir.) Bu nedenle aşk duygusu içinde aynı anda hem varlığı hem de yokluğu beraberinde taşır. Sevgilinin ne varlığının yettiği ne de yokluğuna dayanılamadığı zamanlar, aşkın en merkezinde olduğumuz zamanlardır. Aşık olduğumuzda da içine düştüğümüz illüzyonun iki temel kuvveti bolluk ve yokluktur. Bu iki güçlü zıt çekim insanı halden düşürmeye, ondan başka birini düşünememeye, tüm varlığını dolduracak olanın, yaşamına amaç verenin o olduğunun inanmasına yetip artacaktır. Bir diğer açıdan da aşık olduğumuzda tüm eski benliğimizi terk edecek gücü bulur, bizim için o zamana kadar yapılamaz olan pek çok girişimin yapılabilir olduğunu duyumsamaya başlarız. Kısacası aşk ile ya sanılara gömülür ya da kendi varlığımızı genişletecek adımlar atarız. Bunu belirleyen ise aşk mitosunu, ilişkinin logosu ile karşılayıp karşılayamama becerimizdir. Sevgilinin ne varlığının yettiği ne de yokluğuna dayanılamadığı zamanlar, aşkın en merkezinde olduğumuz zamanlardır. Aşık olduğumuzda da içine düştüğümüz illüzyonun iki temel kuvveti bolluk ve yokluktur. Bu yazıda aşkın hallerinden, dönüşüm süreçlerinden, kadın-erkek düzlemindeki yaşantılanmasından, yersel aşk (Venüs Pandemus) ya da göksel aşk (Venüs Uranüs) farklarından bahsetmeyeceğim. Çünkü öncelikle aşk gibi gelen, öyle görünen ama arkasında narsistik, manipülatif ve hilebaz duyguları taşıyan mitoslardan bahsetmeyi daha yerinde buluyorum. Hakiki olanın bir açıklamaya hepsinden daha az ihtiyacı olacaktır. Eski Grek mitlerinin en ünlülerinden bir olan Odysseus mitosu içinde onlarca psikolojik sembol barındırır. Özellikle aşka ve ilişkilere dair pek çok dinamiğin bulunduğu bu mitte kahramanın Sirenler ile olan macerası, erkeklerin aşk sanılan duygu ile deneyimlerini açık bir biçimde anlatmaktadır. Öyküde Odysseus evinin ve karısının kendisini beklediği İthaka’ya doğru yol almaktadır. Yolculuk süresince geçirmesi gereken pek çok denemeden birisi de Sirenlerdir. Sirenler, güzel sesleri, dolgun göğüsleri, pürüzsüz ciltleri ve TSDE ki - Mayıs 2016 57 PSİKOMİTOLOJİ uzun saçları ile dünya üzerindeki en güzel kadınlar olarak anılırlar. Denizde kayalıklarda yaşarlar, bir nevi denizkızı olarak da geçerler. Ancak sirenler aşktan ya da başka bir duygudan değil tuzaklarına düşürdükleri erkek gemicilerin hayal kırıklığından beslenirler. Aylardır denizde ilerlemekte olan gemiciler, Sirenlerin bulunduğu yerden geçerken onların büyülü seslerine kapılırlar ve geminin yönünü bu sözde kadınların bulunduğu yere doğru çevirirler. Gemicileri hem sesleri hem de çıplak vücutları ile öyle baştan çıkarırlar ki çoğunlukla kayalara çarpıp batan gemilerini, gemiden dağılan ganimetlerini fark etmezler bile, tek odaklandıkları şey aylardır çektikleri yalnızlığı gidermektir. Ancak bunun da mümkün olmadığını kısa bir süre anladıklarında yollarına devam etmek için bir gemilerinin artık olmadığını anlarlar. Sirenler bazen normal kadın vücudu biçiminde resmedilse de orjinalinde belden aşağıları balıktır. Bu da demek olur ki denizcilerin arzulu emellerine ulaşacakları bir vajinadan yoksundurlar. Ben böylesi dinamiklerin yaşandığı hallere “Siren Sendromu” demeyi yerinde buluyorum. Çünkü bu durum gerek tekrarı gerekse de yaygınlığındaki ortak etiyoloji açısından bir sendrom denebilecek verileri barındırıyor. Bu yazı ayrıntılı bir açıklama için çok kısa ama yine de belli temel işaretleri çözümleyebiliriz. Siren Sendromu gerçek bir ilişki yaşamanın getireceği sorumluluklardan gizliden gizliye korkan, uzun süredir yalnızlık duygusu içinde yaşayan erkeklerin bilinçdışı düzlemde etkisinde bulundukları bir dinamiktir. Ne aşk gibi görünen durumlar için tek bir dinamik ne de tek bir mitos vardır. Çok sayıda dinamik ve çok sayıda mitos olması gerçeğini atlamadan sadece birinin dahi yeterli fikri vereceğini düşünüyorum. Sirenler, gemicilere sanki ihtiyaçları olanı alabilecekleri, yalnızlıklarını giderebilecekleri ve gerçekten kadınmış gibi görünürler. Ancak Sirenlerle karşılaşmak içindeki “oğlan çocuğunu” yetiştirememiş, babası ile bağını kuramamış, aradığı avuntuyu bir kadında bulacağını zanneden her erkeğin hem korkulu rüyası hem de kaçınılmaz deneyimidir. Bu aşk gibi görünen ama tamamen yokluğun bir ürünüdür. Düzlemin diğer tarafından kadınlara aşk gibi görünen şeylerden bir tanesini en iyi anlatan öykülerden birisi “Mavi Sakal” mitosudur. Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında naklettiği bu masalda (masal ve mitosun eşanlamı her ikisinin de “bilinçdışı öyküler” olmasındadır) kadınların korkulu rüyası mavi bir sakalın öyküsünü anlatır. Üç kız kardeşten en küçüğünü elde etmeye çalışan Mavi Sakal anneleri ile birlikte kız kardeşleri birgün kır gezisine götürür ve elinden gelen tüm “iyi adam” rollerini oynayarak küçük kızı ve annesinin güvenini kazanmayı başarır. Günün sonunda küçük kız kendi kendine şöyle der “sakalı da o kadar mavi değilmiş.” Gün gelir Mavi Sakal ile en genç kız evlenirler ve büyük şatoda yaşamaya başlarlar. Mavi Sakal uzun bir seyahate gideceği zaman genç karısına der ki “Sen, ablalarını ben yokken şatoya çağırabilirsin. Bütün anahtarları sana vereceğim, bütün odaları gezebilir içlerinde ne varsa yiyip içebilirsiniz. Ancak sakın şu küçük anahtarın açtığı odaya girmeyesin” der. Tabii ki de ablalarının aklına uyup hangi anahtar hangi TSDE ki - Mayıs 2016 58 PSİKOMİTOLOJİ odayı açacak oyunu oynamaya başlayan genç kız ve ablaları bir süre sonra, o küçük anahtarın açtığı odayı bulurlar. Odanın içinde onlarca kadın iskeletinin bulunduğunu gördüklerinde iş işten çoktan geçmiştir. Çünkü Mavi Sakal bu korkunç sırrını öğrenen her karısını öldürüp bu odayı atmıştır. Şimdi mutlu genç kızımız, kaçınılmaz ölümünden kurtulmanın yollarını aramak zorunda kalmıştır. Ruhun sanılarını aydınlatacak, beklentilerini düzenlemeye yardım edecek doğru bir psikoterapi bireyi ruhsal kazalardan uzak tutma imkânına sahiptir. Pek çok kişi bir ilişkiyi içgüdüsel olarak yürütebileceğini düşünür, hissettikleri aşk duygusunun yeterli yönergeyi kendilerine vereceği varsayımı ile ilişkide bulunurlar. O güne kadar kendisini Mavi Sakal’ın gözdesi zanneden, hayatındaki tek aşk ve gerçekten sevildiğini düşünen genç kadın sakalının oldukça mavi olduğunu artık öğrenmiştir. (Bu tarz farklılıklar ve sıradışı haller bir tehlikenin habercileridir.) Öyküde genç kız öncesinde hiç ilişki yaşamamış hem saf hem bakire bir karakter iken sonradan öğrendiğimiz kadarı ile onlarca ilişkiyi aynı dehşetle sonlandırmış adamla evlenmiştir. Aradaki bu fark adamın kadından oldukça büyük olduğunu göstermektedir. Birinin oldukça masum bir diğerinin ise seri cinayetlerini şatosunda saklayacak kadar fail olduğu bir ilişkide aşk illüzyondan başka bir şey değildir. Her iki öyküde de ortak duygu hüsrandır. Ne gemicilerin aradığı arzu Sirenlerde vardır, ne de genç kızın aradığı mutluluk bu tuhaf adamda. Bu iki öyküde hem kadın hem erkek için aşk gibi görünen şeylerin içeriği anlatılmaktadır. Logos böylesi duygu durumlarından geçen kişiler için psikoterapidir. Ruhun sanılarını aydınlatacak, beklentilerini düzenlemeye yardım edecek doğru bir psikoterapi bireyi ruhsal kazalardan uzak tutma imkânına sahiptir. Pek çok kişi bir ilişkiyi içgüdüsel olarak yürütebileceğini düşünür, hissettikleri aşk duygusunun yeterli yönergeyi kendilerine vereceği varsayımı ile ilişkide bulu- TSDE ki - Mayıs 2016 59 PSİKOMİTOLOJİ birini bulmak ve bu peri masalını sonsuza kadar onunla yaşamak üzerine kurulu olan bir duyguymuş gibi ifade ediliyor. Sarkacın diğer tarafında ise buna zerre kadar inanmayanlar da bulunmaktadır. Her iki taraftan uzakta aşk ve sevgi adına yeni bir tanıma ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Doğu’da uçmakta olan bir ilah varlık olan aşk, Batı’da kanatları kesilmiş ve düşmüş bir melek konumundadır. Plotinus aşkın bu iki halini Venüs Uranüs (Göksel Aşk) ve Venüs Pandemus (Yersel Aşk) olarak ayırmaktadır. Tamamlanma ve kavuşma kavramları ruhsal tepi olmaktan, bir güdü hatta içgüdü seviyesine indirildiğinde, sonu hüsranla biten onlarca mitosa davetiye çıkarırız. Fizyolojik olarak dahi aşk gibi yoğun bir duyguya en fazla iki yıl dayanabilen bir sinir sistemine sahip olduğumuzu hatırlayarak işe başlayabiliriz. Bu iki yıl aşk duygusunu ait olduğu yere götürmemiz için aslında oldukça uzun bir zamandır. Doğu’da uçmakta olan bir ilah varlık olan aşk, Batı’da kanatları kesilmiş ve düşmüş bir melek konumundadır. Plotinus aşkın bu iki halini Venüs Uranüs (Göksel Aşk) ve Venüs Pandemus (Yersel Aşk) olarak ayırmaktadır. nurlar. Tabii ki logos burada iki yetişkine akıl vermek olarak anlaşılmamalıdır; doğrusu bu kavuşma ve tamamlanma duygusunun arkaik döngülerinden nasıl çıkacaklarını, beklentilerin değil ilişkiye verilebileceklerin açılacağı duygusal düzlemi elde etmek adına bu illüzyonlardan sıyrılmayı deneyimletmektir. Bu noktada en önemli eksik kültürümüzün aşka dair yüklediği anlamlardır. Sanki aşk, bizim tüm eksiklerimizi giderecek, arzularımızı sürekli tatmin edecek, bizi her ne olursa olsun her halimizle kabul edecek Aşk dünyayı yönetir, insan kişiliğini en derininden etkileyen psikolojik faktörlerden biri travma ise diğeri de aşktır. Ve ikisini birbirinden ayıran ince bir sınır vardır. Travma bizi ruhsal bütünlüğümüzden uzaklaştırırken aşk yakınlaştırır. Her eylemin arkasında bir yerlerde aşkla ilgili ya da travma ile ilgili bir bağlantı bulmak psikoterapinin en iyi yaptığı işlerden biridir. Aşk güçlü çekimi, kişide uyandırdığı geçici özgüven ile iki insanı birbirine yaklaştırma gücünü içinde saklar. Ancak iki insan arasında emanet bir duygu olduğunu, iki kişiyi saran bu mitostan arınmanın sevgiye yer açacağını unutmamak gerekir. Çünkü her ne biçimde olursa olsun bu tutkulu duygu sonunda biter ve geriye derin bir hüsran bırakır. İlişkiyi sadece aşka bırakmak, romantizm ve erotizm döngüsünü kıramamak bir süre sonra iki tarafa da taşıması zor bir duygusal yük oluşturur. Batı’da aşk romantik-erotiktir ve böyle olması doğru kabul edilir. Doğu’da aşk mistiktir, ancak gerçek aşkın bir yansıması kadınla erkek arasında bulunur ve bu kiminle yaşayacağımız konusunda kısmi bir rehberlik adına kullanılır. Aşk asla ulaşılamayacak kavramlara yönlendirildiğinde kişiye manevi bir varoluş ve bir bağlantıda olma hissi ve- TSDE ki - Mayıs 2016 60 PSİKOMİTOLOJİ rirken, bir kadına ya da adama yönlendirildiğinde ya siren kayalıklarında ya da iskelet dolu bir odada hüsranı bulmaya neden olmaktadır. Çünkü hayat tüm boyutları ile yaşanırken her zaman mükemmel bir aşk nesnesi olmaya uygun bir gerçekliğe sahip değildir. Yaşayan bir ilişkide bulunmak adına başlangıçta bizi saran yakıcı duygudan, yoğun beklentilerden, mutlu edilmekten feragat edip; diğerini ve en çok da bir araya getiren ilişkide olmayı ön plana alan bir paylaşıma, sevgiye dönüştürmenin bir yolunu bulmalıyız. Belki de ipucu sıradanlaşmak ve normalleşmekten geçmektedir. Psikolojik düzlemde, daha ruhsal bir anlamda bütünleşme arayan manevi bir yola sahip olmadıkça aşk duygusunun her zaman ayağımıza “erotizm-romantizm” bağlamında dolanacağını düşünüyorum. Eliade’nin dediği gibi, “İnsan tarihin tekerrüründen, mitosların teröründen ancak kutsal bir imgeyi algılayabildiği kadar tamamlanabileceği gerçeğini, idrak edebildiği ölçüde uzaklaşabilir.” Gerçekte benliğimizin boşluklarını dolduracak olan, üzerimizdeki travmaları giderecek ve daha asli bir bütünlüğü bulabileceğimiz kaynak kendi içimizde bir yerlerdedir. İlla bir isim vereceksek ruhtadır. Ve hiç bir kadın ya da erkek bir diğerinin tamamlayıcısı, ruh eşi ya da müjdecisi olmak gibi ağır bir misyona sahip değildir. Kimse kimsenin diğer yarısı değildir; ancak ben ve part- Özümüzdeki ateşli tamamlanma isteği mistik bir düzleme taşınabildiğinde, ilişkilerimizde de sevgiye, diğerini düşünmeye, hayatı paylaşırken illa tutkulu değil sıradan herşeyi yapabilecek motivasyona yer açılır. O zaman aşk bazen göğe çıkar, bazen yere iner. nerim ilişkimizin diğer yarıları olabiliriz. Birbirimizin tamamlanmasına eşlik edebilir ama bunu bir araya geldik diye birbirimize sunamayız. Özümüzdeki ateşli tamamlanma isteği mistik bir düzleme taşınabildiğinde, ilişkilerimizde de sevgiye, diğerini düşünmeye, hayatı paylaşırken illa tutkulu değil sıradan her şeyi yapabilecek motivasyona yer açılır. O zaman aşk bazen göğe çıkar, bazen yere iner. Bu durumdan hem ben hem partnerim hem de aşk memnundur. Çünkü bir aradayız ama özgürüzdür. < Hüseyin Şimşek TSDE 7. Eğitim Grubu / İzmir TSDE ki - Mayıs 2016 61 TSDE DER ki DOĞU TIBBI, BATI TIBBI... Bitmeyen bir ayrımcılık hikâyesi... Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamasına göre sağlık, “fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan iyi olma halidir”. Tıp ise “sağlığın korunması, hastalıkların önlenmesi, iyileştirilmesi veya hafifletilmesi amacıyla başvurulan teknik ve bilimsel çalışmaların tümüyle ilgilenen bilim ve sanattır”. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) “sağlık fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan iyi olma halidir” diyerek bence en güzel tanımlardan birini yapmıştır. Bu tanımda hastalık ve ilaç kavramları kullanılmadan, sadece insanın sağlıklı haline yönelik bir tanım vardır yani olması gereken... Tıp ise “sağlığın korunması, hastalıkların önlenmesi, iyileştirilmesi veya hafifletilmesi amacıyla başvurulan teknik ve bilimsel çalışmaların tümüyle ilgilenen bilim ve sanattır” diyebiliriz. Tıp fakültesinden mezun olduğunuzda “Doktor” olursunuz, sonra hayat boyu “Hekim” olmaya çalışırsınız. Ben de bunlardan biriyim… Çin’de doktor olmak istiyorsanız tıp fakültesine gidersiniz. İkinci sınıftan sonra seçim yapma şansınız vardır. İsterseniz dört sene geleneksel Çin tıbbı (Traditional Chinese Medicine) okuyup TCM doktoru unvanını alırsınız; isterseniz dört sene standart batı tıbbı okuyup Tıp Doktoru (M.D.) unvanını… Devlet, üniversite ve özel hastanelerin bir kısmı sadece Batı Tıbbı veya TCM yöntemlerini, bir kısmı da her ikisini uyguluyor. İsterseniz eğitim sürenizi on seneye uzatıp her iki unvanı kullanabiliyorsunuz. TSDE ki - Mayıs 2016 62 TSDE DER ki Eğer Hindistan’da iseniz benzer şekilde iki senenin üzerine dört sene ister geleneksel Ayurveda Tıbbı, ister Batı Tıbbı okuyabilirsiniz. Başka açıdan bakarsak Doğu’da hepsini öğrenebiliyorsunuz ama Batı’da yasal olarak üniversitelerde sadece Batı Tıbbı öğretiliyor. Bu açığı kapatmak için Batı’da üniversiteler küçük birimlerde kısa süreli eğitim düzenlese de geleneksel tıp bilgilerini felsefesiyle birlikte tam olarak öğretemiyorlar. Rönesans’a kadar tıp, paylaşılan ve üstüne yeni bilgiler eklenen bir alandı. Sümerlerden gelen tıp bilgilerini Asurlular ve Babilliler geliştirmişti. Bunları Sümer Doğu’da hem doğu hem batı tıbbını öğrenebiliyorsunuz ama Batı’da yasal olarak üniversitelerde sadece Batı Tıbbı öğretiliyor. Bu açığı kapatmak için Batı’da üniversiteler küçük birimlerde kısa süreli eğitim düzenlese de geleneksel tıp bilgilerini felsefesiyle birlikte tam olarak öğretemiyorlar. kil tabletlerinde, Hammurabi kanunlarında görüyoruz. Mısır’da bulunan papirüslerde tıbbi bilginin daha da geliştiğini, Akdeniz’deki, ipek yolu ticaretinin etkisiyle başka kültürlerle paylaşıldığını ve zenginleştiğini biliyoruz. İskenderiye Kütüphanesi dev bir bilgi merkeziydi. O dönemde en zengin bilgi kaynaklarıyla herkese ışık tutuyordu. Bu bilgileri Antik Yunan’da Hipokrat ve Galen dönemi hekimlerinin öğrenerek daha da geliştirdiği yazılıdır. Bu dönemlerde hekimler özgürce uygulamalar yapıyor, bilgileri paylaşıp yazıyor ve okullarda öğretiyorlardı. Sağlık merkezleri irili ufaklı etrafa yayılıyordu. (Örneğin Antik Yunan’da 350 kadar Asklepion sağlık merkezi olduğu yazılıdır.) Bu sağlık merkezlerinde bugün modern bir SPA’da bulunan tüm birimler bulunur, teşhis, tedavi ve cerrahi girişimler uygulanırdı. Doğu ve Batı’da tıbbi bilgilerdeki ortak paylaşım ve gelişme sürerken Batı’da karanlık bir çağ başladı. M.S. 350 yıllarında Bizans ve Roma, din baskısı kurarak sağlık merkezlerini ortadan kaldırdı. Oralardaki kitaplar kiliselere getirildi ve Batı’da “Kütüphane Tıbbı” dediğimiz dönem başladı. Tıbbi bilgiler artık ortaçağ karanlığı içinde Avrupa’da yaklaşık bin yıl uyuyacaktı... Ortak akla dayalı geliştirilmiş bu bilgiler, ortaçağ karanlığı dışına çıkarak Grekçeden Farsçaya, diğer dillere çevriliyordu. Hatta Bağdat Kütüphanesi’nde binlerce eserin Grekçe, Latince, Farsça, Arapça, Sanskritçe ve Süryaniceye çevrildiği bilinmektedir. İlginçtir ki İskenderiye ve Bağdat Kütüphaneleri, bilginin TSDE ki - Mayıs 2016 63 TSDE DER ki ışığından korkan tutucu güç odakları tarafından yakılıp, yağmalanmış, tahrip edilmiştir. Bu dönemlerde din yasakları nedeniyle insan vücudu incelenememiş ve tıbbi bilgiler gözleme dayalı olarak gelişmeye devam etmiştir. İbn-i Sina (Avicenna), Hipokrat’tan, Galen’den gelen Antik Yunan bilgilerini “Unani Tıp” olarak çevirmiştir. Unani Tıp bilgileri Gazneli Mahmut’un Hint seferleri sonunda Hindistan’a yayılmış ve orada belli bir bölgede halen uygulanmaktadır. Bu uygulama Hint Sağlık Bakanlığının benimsediği “AyushMedicine” politikasının beş elementinden biri olmuştur. (A:Ayurveda, Y:Yoga, U:Unani, S:Siddha, H:Homeopati.) Ortaçağ karanlığı döneminde yaygın olan Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin insan vücudunda inceleme yapmayı yasaklaması, tıbbi bilgilerde büyük bir duraklama yapmıştır. Bu süre içinde Çin Tıbbı ve Hint Tıbbı ilerlemesine devam etmiş teşhis ve tedaviler üzerine binlerce sayfa kitap yazmışlardır. Bu bilgiler yine ticaret ve kültür yolu üzerinde Mezopotamya’da yoğunlaşmış Endülüs etkisiyle Kuzey Afrika’dan İspanya’ya giderek Avrupa’ya ulaşmıştır. Ortaçağ karanlığını bitiren, halkın isyanı olmuştur. Sümerlerde, Mısırlılarda suyolları, kanalizasyon ve umumi tuvaletler yapılmışken Avrupa’nın yüzlerce Rönesans’a kadar tıp, paylaşılan ve üstüne yeni bilgiler eklenen bir alandı. Sümerlerden gelen tıp bilgilerini Asurlular ve Babilliler geliştirmişti. Bu dönemlerde hekimler özgürce uygulamalar yapıyor, bilgileri paylaşıp yazıyor ve okullarda öğretiyorlardı. Sağlık merkezleri irili ufaklı etrafa yayılıyordu. TSDE ki - Mayıs 2016 64 TSDE DER ki yıl veba salgınlarıyla baş edememesi ders alınacak bir göstergedir. Halkının sağlığını koruyamayan yönetimler isyanlarla devrilmiş ve Rönesans aydınlığı Avrupa’yı aydınlatmaya başlamıştır. Rönesans’ta sağlık üzerinde kilise baskısı kalkmıştır. Aynı anda hem insan üzerinde çalışmaların serbest bırakılması, hem de endüstri ve teknolojinin gelişmesi tıbbi bilgileri ilerletmiştir. Bu gelişme döneminde Avrupa’da kurulan üniversitelerde Avicenna kürsülerinde İbn-i Sina’nın eserleri 400 yıl okutulacaktı. Ortaçağ karanlığı döneminde yaygın olan Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin insan vücudunda inceleme yapmayı yasaklaması, tıbbi bilgilerde büyük bir duraklama yapmıştır. Bu süre içinde Çin Tıbbı ve Hint Tıbbı ilerlemesine devam etmiş teşhis ve tedaviler üzerine binlerce sayfa kitap yazmışlardır. 1900’lü yıllara kadar insanlar diğer ülkelerdeki bilgileri okuyup öğreniyor ve bölgelerinde uygulamaya çalışıyorlardı. Eski gazete kupürlerindeki doktor reklâmları bu konuda pek çok fikir vermektedir. Akupunktur, herbal tedaviler, kupa ve sülük tedavileri uygulanmaktaydı. Mikrobun bulunuşu, antibiyotik ve anestezik ilaçların üretilmesi, cihazların geliştirilmesi tıpta baş döndürücü şekilde ilerlemeler kaydetti. Vücudun cihazlarla inceleneceği, hastalık etkenlerinin mikroskopla tanınacağı, tedavide ilaçların kullanılacağı katı bir disiplin organize olmaya başladı. Amerika ve Avrupa’da hızla oluşturulan bu iskelet, sömürgeciliğin etkisiyle tüm dünyaya hızla yayıldı ve standardize olmaya başladı. Kadim bilgileri bir anda rafa kaldıran bu yeni iskelet kendine Batı Tıbbı, Ortodoks Tıbbı, “Standart Tıp” adını verdi. Diğer bütün tıbbi bilgileri kocakarı tıbbı, şarlatanlık, hurafe, cahillik olarak nitelendirdi. Tıp otoriteleri ruh-zihin-beden bütünlüğünü dikkate almayıp sadece bedenin atomik parçalarına giden yolculuğa dalmıştır; ruhsal travmaları bile, ürettiği bir kısım moleküllerle tedavi etmeyi amaçlamış ve bu konuda taviz vermek istememiştir. Bu acımasız saldırı daha sonra yumuşadı. Batı tıbbı geliştirdiği sağlık bilgilerinin dünyanın her yerinde uygulandığını fakat yeterli olmadığını gördü. Her ülke bu standart doğru bilgileri alıp kullanıyor ama sağlık sorunlarını tam olarak çözemediği için eski denilen itilmiş ve yasaklanmış bilgileri de kullanarak daha çok sorunu çözebiliyorlardı. Bu bir gerçekti. Bu nedenle katı tutum yumuşamaya başladı ve eski kökenli bilgilerin tedavi metotlarına şu adlar verilmeye başlandı: TSDE ki - Mayıs 2016 65 TSDE DER ki Alternatif tıp Geleneksel tıp Tamamlayıcı tıp Destekleyici tıp Önleyici tıp Koruyucu tıp Günümüzde Amerika Sağlık Enstitüsü (NIH) kendi içinde Komplementer Alternatif Tıp (CAM) bölümünü açmış ve üniversitelerle birlikte kullanmaya başlamıştır. Avrupa Birliği de aynı şekilde “Eurocame” projesini resmen başlatmıştır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) özellikle 1990’lı yıllarda artan şekilde kadim bilgilerin standart bilgilerle entegrasyonunda epey yol almıştır. Bizler bütüncül bakış açısına sahip olduğumuz için dünyada bilginin “Tek” olduğunu biliyoruz. Bu nedenle doğru tıbbi bilgilerin elden geçerek “Entegre” edilmesi gerektiğine inanan bilinçli kesim artmaktadır. Dünyada bugüne kadar üretilen doğru bilgilerin -Doğu Tıbbı ve Batı Tıbbının- “Entegratif Tıp” kavramı içinde yoğurulup hazmedilerek, bütüncül şifa olan “Holistik Şifa” yolunda ilerleyeceği günleri görmeyi umuyoruz. < Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler · YRD. DOÇ. DR. EROL ERGÜLER KİMDİR? 1983 yılında İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Nükleer Tıp alanında teşhis ve tedavileri (tiroid-guatr, radyoaktif iyot-atom tedavisi, radyosinovektomi ve diğer radyofarmasötik tedavileri) uygulamaktadır. Bununla birlikte muayenehanesinde akupunktur, hipnoz, homeopati, ayurvedik tedavi, bitkisel tedavi, B.I.T, ozon ve meditasyon gibi bütüncül ve holistik tedavi yöntemleriyle hastalarını tedavi etmektedir. Tamamlayıcı Tıp Enstitüsü Derneği’nin Kurucu Başkanlığını yapmış olup, tamamlayıcı tıp alanında Türkiye, Avrupa, Rusya ve Çin (Uzakdoğu) kongrelere, seminerlere düzenli olarak katılmakta, tamamlayıcı tıp ile ilgili ulusal ve uluslararası pek çok kongrede konuşmacı ve organizasyon yönetiminde görev almaktadır. Dr. Ergüler, “Bilinçli Farkındalık Programı”nı geliştirmiş olup, stres yönetimi, motivasyon, yaratıcılık, takım-aile bütünlüğü, konsantrasyon konularında bireysel ve kurumsal eğitimler vermektedir. Hekimlere yönelik hipnoz, ozonterapi, Vegamed Akademi (Almanya) biyorezonans ve elektro akupunktur eğitimleri vermektedir. Entegratif Tıp Akademisi’nin Kurucusu olup doktor olan ve olmayanlara “Entegratif Tıp ve Holistik Şifa Temel Eğitimleri” düzenlemektedir. TSDE ki - Mayıs 2016 66 TSDE DER ki İçimizdeki ayrılık Doğu ve Batı kavramları bize hem yön belirten kelimeler olarak dünyanın Doğu ve Batısını hem de burada oluşan düşünce, kültür ve felsefeyi anlatır. Her iki kültürde de öne çıkan değerler, benzerlikler, ayrılıklar varken ortak olan tek şey bu anlayışı benimseyip hayatını bu değerlere göre şekillendiren insandır. Rönesans’la başlayıp sanayileşmeye geçildikten sonra daha da derinleşen Doğu ve Batı arasındaki kültür ve anlayış farklılığı zamanla iyice birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrım doğal olarak bireye, onun düşünce sistemi ve yaşama biçimine de yansımıştır. Doğu-Batı, her iki kültürde de öne çıkan değerler, benzerlikler, ayrılıklar varken ortak olan tek şey bu anlayışı benimseyip hayatını bu değerlere göre şekillendiren insandır. İnsanlık tarihi boyunca maddeyi her şeyin üzerinde tutan Batı felsefesi neredeyse bütün insanlığı etkileyip değiştirmiştir. Bu değişimle bireye güç, maddi imkân ve teknik donanım gibi maddi kazanımlar sağlarken, onun huzur ve mutluluk gibi manevi yönlerini görmezden gelmiştir. Batı felsefesine karşılık on bin yıllık geçmişe sahip Doğu felsefesi ise kültür değerleri ve düşünce tarzı olarak insanlığa zengin bir içsel miras sunmuştur. Bu düşünce, tabiatı bir bütün olarak ele alarak kişiyi de bireysel yolculuğunda bu bütünün içinde görüp değerlendirmiştir. Doğrusal ve sonuç odaklı Batı düşüncesinin aksine Doğu düşüncesi tıpkı tabiatta olduğu gibi döngüseldir. Zihin ve düşünceden çok sevgi ve hisler ön planda yer almaktadır. Genel olarak Batılı’nın daha çok aklı ile Doğulu’nun ise sezgileri ile hareket ettiği yönünde bir inanç vardır. Bu bakış açısıyla, akıl Do- TSDE ki - Mayıs 2016 67 TSDE DER ki ğulu bir kişi için önemsiz değildir, aklın insanın özelliklerden birisi olarak kabul edildiği düşünülmelidir. Batı’nın etkinliğine karşın Doğu edilgenliği savunur çünkü “olmak”, “yapmaktan ve sahip olmaktan” daha önemli ve değerlidir. Doğu’da eril-dişil, etken-edilgen, hâkim-boyun eğen gibi hayatın temel çelişkilerine vurgu yapılmaktadır. Bu ikilikler sonucunda kişinin başarısız veya mutsuz olacağına inanılır ve zıtlıkların birliği ile farklılıkların bütünlüğü sağlanır. Batılı düşünceye göre insanın huzur ve mutluluğu maddi ihtiyaçlarının karşılanmasıyla gerçekleşir. Kişiler maddi bakımdan ne kadar güçlülerse o kadar var olurlar, hep daha fazlası vardır, daha fazlası istenilip arzu edilmelidir, tüm bu kazanımlar için ise rekabet gereklidir. Bütün hedef ve hesap kişinin kendi menfaati olduğu için rekabet için manevi değerlerden de kolaylıkla vazgeçilebilir. Her varlık tek başınadır. Kazanmak için gerekirse güce de başvurulabilir. Doğu’da ise insan kutsal ve değerlidir, kişi bir başkasına yaptığı herhangi kötü bir davranışın kendisini de ilgilendirdiğinin farkındadır. Doğu ve Batı’yı iyi-kötü, ileri veya geri olarak nitelendirmek doğru olmadığı halde her iki taraf için böyle değerlendirmeler kullanılarak diğer taraf ötekileştirilir. Yeryüzünün neresinde olursa olsun sorumluluğun insanda olduğu unutulmamalıdır. Peki biz içimizdeki Doğu ve Batı’yı nasıl yaratıyoruz, bu ayrılık bize ne yapıyor? Birey olarak yaşamımız boyunca zihnimiz ve ruhumuz dolayısıyla düşüncelerimiz ve duygularımız arasında o kadar çok gider geliriz ki… Birine yaklaşırken diğerinden uzaklaştığımızda hep bir eksiklik duyar belki de arayışa tüm yaşamımız boyunca devam ederiz. Yaşamda eğer Batılı yanımız dile gelmişse rasyonel bir şekilde alınmış kararlarımız vardır. Sezgisel yanımızdan dolayısıyla duygulardan uzaklaşılır. Önemli olan birey olmaktır. Bu yolda güçlü ve kararlı bir şekilde yol alınır. Alınan kararlar ölçülebilir, kendi kendine kanıtlanmış kalıp düşünce biçimleridir. Güç ve kontrol kişide, hayatındaki her şey ise mantık silsilesi içinde sonuç odaklıdır. “Gökyüzünde Doğu ve Batı diye bir ayrım yoktur; ayrımları insanlar kendi zihinlerinde yaratır ve ardından gerçek olduğuna inanırlar. “ -Budha TSDE ki - Mayıs 2016 68 TSDE DER ki Doğu ve Batı’yı iyi-kötü, ileri veya geri olarak nitelendirmek doğru olmadığı halde her iki taraf için böyle değerlendirmeler kullanılarak diğer taraf ötekileştirilir. Yeryüzünün neresinde olursa olsun sorumluluğun insanda olduğu unutulmamalıdır. Dile gelen Doğulu yanımız ise sezgisel bir şekilde duygularla yoğrulunur. Rasyonel yanımızdan, zihin ve düşünceden uzaklaşılır. Önemli olan tam olma, bütüne ulaşmadır. Bu yolda zıtlıklarımızla çeşitlenir, kendi rengimizi ancak diğer renklerle birlikte fark edebiliriz. Gücümüzü sevgiden ve paylaşımdan doğal bir şekilde karşılarız. Hayatımızdaki her şey döngüsel ve rastlantısaldır. Batılı yanımızla birey olma yolunda ilerlerken Doğulu yanımızı hatırlayıp görmek, Doğu’nun meditatif halinden biraz yaşama dönmek belki de tüm denklemi doğru kurmamıza yardım edecek olandır. İnsanın tek bir doğruya inanması ve kesin sonuca ulaşma çabası mı oluşturur içindeki ayrılıkları yoksa diğerleri tarafından görülüp sarılma arayışı mı? Doğru ve yanlışı hangi yanımız bilir, sevgiye ihtiyaç duyan yanımız hangisidir, zihnimiz mi yoksa kalbimiz mi? Bizim için öncelikli olan hangisidir, aklımız mı, ruhumuz mu? Kararları rasyonel tarafımızla mı sezgisel tarafımızla mı almalıyız? İçimizdeki kadın ve erkek ile ne yapabiliriz? Annem benim Doğu’m, babam Batı’m ise içimizdeki çocuk Doğu’ya mı Batı’ya mı uzaktır? İçimizdeki tüm bu ayrılıklar ruhumuza, bedenimize, yaşamımıza ne yapıyor, tüm bunlarla yaşamda ne kadar var olabiliyoruz? Hiç düşündünüz mü içinizdeki Doğu neresi, Batı neresi, sınırlarınız nerededir? Hâlbuki insan bir sınır koyana kadar her şey bir ve bütün değil miydi? Her şeyi ayıran biziz, bizi mutsuz eden de aslında bu ayrılıklar değil mi? Oysaki hayat tek ve derin bir nefes… Batı’da bireyin yolculuğu, Doğu’da ise her yürek tek bir nefes. < Esra Can Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Mayıs 2016 69 TSDE DER ki Modern tıpta Antik Yunan ve Roma felsefesinin etkileri Ne oluş ne de yok oluşun birbirine göre üstünlüğü vardır. Temel parçacıklar, sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından sonludur. Bazı parçacıklar birbirleriyle düzenli olarak bir araya gelirken bazıları ise birbirini iter ve direnç gösterir. Bu yazı ile sizlere modern tıbbın doğuşuyla ilgili farklı bir bakış açısı sunmaya çalışacağım. Bu bakış açısı da çağımız tıbbının hangi fikirlerden etkilendiğini ve nasıl bir felsefi temel içinde olduğunu göstermeyi hedefleyecek. Modern tıbbın; erken dönem bağnaz Hristiyanlık etkilerinden kurtularak, günümüz tıbbının temellerini oluşturduğunu felsefi bir anlatımdan yararlanarak aktaracağım. Her şey Ortaçağ karanlığında kıvranan Avrupa’da; cesur bir hümanist, bir İtalyan kitap avcısı ve dönemin papasının özel kalem müdürü olan Poggio Bracciolinin 1417 yılında Almanya’nın güneyinde ücra bir ma- nastırın tozlu raflarında, batı medeniyetinin kaderini değiştiren ve tarihe yön veren Roma döneminden kalan çok önemli bir yazıt bulmasıyla başladı. ‘’De Rerum Natura’’, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiirden gelen bu yapıt tarihin her dönemi için tehlikeli ve aykırı fikirlerle doluydu. Bu yazmaların yazarı Roma döneminde yaşamış, TİTUS Lucretius KARUS tur. TİTUS Lucretius KARUS; İ.Ö. 95 ila 55 yıllarında yaşamış olan Romalı büyük bir şair ve filozoftur. Zamanımıza ulaşan en önemli eseri De Rerum Natura’dır. Evrenin doğası üzerine anlamına gelen göz kamaştırıcı altı ciltten oluşan bir şiir kitabıdır. Lucretius TSDE ki - Mayıs 2016 70 TSDE DER ki bu şiir kitabında; varlıkların özünü, yapısını, evrenin temel niteliklerini eski çağların didaktik şiir yapısıyla anlatmıştır. Lucretius; felsefe ve bilim içeren bu eserinde, maddeci Yunan filozofu EpikurusUN öğretisini örnek almış ve geliştirmiştir. Büyük filozof EPİCURUS’da İ.Ö. 500 yıllarında yaşamış büyük Yunan filozofları LEUKİPPOS ve DEMOKRİTOS’un etkisinde kalmıştır. Bu iki düşünür, evrenin maddesel bir yapısı olduğunu ve atomlardan meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir. İ.Ö. 342 yılında doğmuş olan Epikurus’a göre bütün varlıklar maddesel olan sürekli hareket halinde olan atomlardan oluşuyordu. Maddenin yanı sıra birde boşluk ve uzay vardı. Atomlar bölünmez ve yok olmazdı. Evren sonsuzdu ve bize benzeyen başka dünyalarda vardı. Yani bugün evrenin oluşumunu anlatan modern bilimin öncü fikirlerini oluşturan kuramlar İ. Ö. 342 yılında doğmuştur. ‘’De Rerum Natura’’, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiirden gelen yapıt tarihin her dönemi için tehlikeli ve aykırı fikirlerle doluydu. Lucretius bu eserinde varlıkların özünü, yapısını, evrenin temel niteliklerini eski çağların didaktik şiir yapısıyla anlatmıştır. Epikurus’UN sadık öğrencisi ve takipçisi Lucretius’un yazdığı evrenin yapısının da anlatıldığı başlıksız altı kitaptan oluşan şiir; yoğun lirik güzelliği ile din konulu felsefi düşüncelerini, hazzı, ölümü, maddi dünyanın karmaşık düzenini, insan topluluklarının evrimini, cinselliğin tehlike ve sevinçlerini, hastalığın doğasını adeta iç içe örer. TİTUS Lucretius CARUS büyük eseri De Rerum Natura öne sürdüğü fikirlerin bazıları şunlardır: Her şey, görünmez parçacıklardan oluşur. Atom kelimesini kullanan Lucretius bunlara maddenin cisimcikleri ve tohumları da demiştir. Ona göre her şey bu tohumlardan meydana gelir ve sonunda dağıldıklarında yine onlara döner. Değişmez bölünmez görünmez ve sayıca sonsuz olan tohumlar daima hareket halindedir. Maddenin temel parçacıkları olan bu tohumlar ebedidir. Zaman sonsuzdur. Tüm evreni oluşturan bu parçacıklar ölümsüzdür. Parçacıklar yok edilemez ama bunların oluşturduğu belirli nesneler fanidir. Onların meydana getirdiği yapı taşları, er veya geç dağılacaktır. Ne oluş ne de yok oluşun birbirine göre üstünlüğü vardır. Temel parçacıklar, sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından sonludur. Bazı parçacıklar birbirleriyle düzenli olarak bir araya gelirken bazıları ise birbirini iter ve direnç gösterir. Lucretius, aslında maddenin bir şifresi olduğu kavramına da dikkati çeker. Tüm maddeler sonsuz bir boşlukta hareket halindedir. Zaman gibi uzay da hudutsuzdur. Madde dopdolu değildir. Kurucu parçaların hareket etmesine TSDE ki - Mayıs 2016 71 TSDE DER ki çarpışmasına birleşmesine ve ayrılmasına müsaade eden bir boşluk vardır. Varoluşun durmak bilmeyen, tamamen tesadüflere bağlı oluş ve yok oluş dışında bir amacı ve hedefi yoktur. Her şey bir sapmanın sonucu meydana gelir. Parçacıklar standart belirli hareketler yapsalar hiçbir değişim olmaz. Belirsiz zamanlarda ve yerlerde oluşan sapmalar sonucu yön değiştiren parçacıkların konumu belirsizdir. Bu sapmalar hareketin en küçüğüdür ve belli belirsizdir. Evrende ne varsa bu minicik parçaların rasgele çarpışmasıyla oluşur. Lucretius’ a göre, özgür iradenin kaynağı da sapmadır. Ona göre her ölümlü canlının özgür iradesi vardır. Bunun nedeni de temel parçacıkların tesadüfi çarpışmasıdır. Lucretius doğanın durmadan deney yaptığını söyler. Tek bir başlangıç anı, mitsel bir yaradılış yoktur. Bütün canlılar karmaşık uzun bir deneme yanılma sonucu evrimleşmiştir. Uyum sağlayanlar ve üreyebilenler yaşamlarını sürdürmüştür. Lucretius eserinde, evrenin insanlar için yaratılmadığını söyler. Ona göre insan türü evrenin merkezinde değildir. Bizden önce başka türler olduğu gibi, bizim türümüz yok olduktan sonra da başka yaşam biçimleri olacaktır. İnsanlar benzersiz değildir. Ona göre insanlar, bizden başka her şey ile aynı hamurdandırlar. İnsanlar varoluşta seçkin bir yer işgal etmezler. Lucretius, tüm örgütlü dinlerin, hurafeler dolu yanılgılar olduğunu söyler. Bu yanılgılar, kökü derinlere inen özlem ve korkuların, cehaletin bir sonucudur. İnsanlar güç ve güzelliğe sahip olmak istemişler, tanrılarını da bu yolla tasarladıklarından dolayı, hayallerinin esiri olmuşlardır. (O zamanlar İsa henüz doğmamıştı.) Lucretius’a göre, insanın en büyük amacı hazzı arttırmak ve acıyı azaltmaktır. Burada haz nedir diye sormak gerekir. Epikurus’UN felsefesinde; onun takipçisi Philedemos haz için söyle söylemiştir. Sağduyulu haysiyetli ve adilce yaşamayı sürdürmeden, cesur, ölçülü ve yüce gönüllü bir tarz yaşamadan, dostluklar kurmadan ve hayırsever olmadan, haz dolu ve güzel bir hayat sürülemez. Lucretius, “hayat, mutluluk arayışına hizmet edecek şekilde yaşanmalıdır” der. Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgıdır. Ölme, yok olma, yerin Varoluşun durmak bilmeyen, tamamen tesadüflere bağlı oluş ve yok oluş dışında bir amacı ve hedefi yoktur. Her şey bir sapmanın sonucu meydana gelir. Parçacıklar standart belirli hareketler yapsalar hiçbir değişim olmaz. Evrende ne varsa bu minicik parçaların rasgele çarpışmasıyla oluşur. Lucretius’a göre, özgür iradenin kaynağı da sapmadır. TSDE ki - Mayıs 2016 72 TSDE DER ki altında acılar çekme gibi gelecek korkusunda olmanın, insanı birçok fiziksel ve ruhsal sorunlar sarmalına soktuğunu söylemiştir. Ona göre var olmanın sevinci, yanlış inanç dogmalarıyla yok olma korkusunun altında kalmıştır. Medeniyetin, bilim ve tıbbın bugün geldiği mesafe Lucretius’un yaklaşık 1500 yıl önce yazdığı ve unutulan muhteşem eseri De Rerum Natura etkisiyle gelişmiş ve insanın mutluluğu için de gelişimine devam edecektir. < Büyük filozof şöyle der; doğanın ne istediğini duymuyor musunuz, beden için acıdan uzak, ruh için tasasız olmaktan başka bir isteği var mı ki? Dr. Murat Besler Sistem Dizim Terapisti Lucretius’un etkilendiği ve felsefesini sürdürdüğü büyük Yunan filozofu Epikurus’a göre, zevk insanın ulaşması gereken bir şeydir, ama bu zevk zamanımızın dejenere ve doyumsuz zevk anlayışından çok uzaktır. Epikurus zevki şöyle tanımlar; beden alanında tamamıyla acısızlık, ruh alanında tam bir dinginliktir. Epikurus’un zevk felsefesine göre en üstün mutluluğa erişmek için bizde saklı olan bizzat doğanın bize vermiş olduğu bütün kuvvetleri hepsinden öte ruhumuzun bütün güçlerini seferber etmeliyiz. Ölüm artık korkunç değildir. Ölüm acı olsun, tatlı olsun, sevinçli ve ıstıraplı olsun bütün duyguların ortadan kalkmasıdır. ‘’Eğer biz varsak, ölüm orada yoktur, eğer ölüm orada ise o zaman artık biz yokuz’.” Epikurus; “ölüm korkusu, ölüm sonrası çekeceğimizin söylendiği acı ve cezalandırma insanların mutluluklarına zehir katan ve ruhların dinginliğini bozan ve yok eden en önemli şeydir” der. Epikurus akıl ve doğruluğun insanlara mutluluk vereceğini söylemiştir. Çünkü doğruluk; yüksek duygululuk ve akıllılıkla yaşanmazsa, mutlu olarak yaşamak mümkün değildir. TSDE ki - Mayıs 2016 73 TSDE DER ki Batı’nın Performansı Değişik disiplinlerin buluştuğu en etkin ifade biçimi olan sanat, zamanın katmanlarını içerisinde barındırmaktadır. Performans sanatı ise çağdaş batı sanat türü olarak bu katmanların derin izlerini, isyan çığlıklarını taşır. Yüzyıllardır değişik medeniyetler gelip geçmişti yeryüzünden. Kimi arkasında derin izler bırakmış, kimi sessizce yok olanlara eklenmişti. Her birinin günümüz kültürüne önemli etkileri oldu. Değişik disiplinlerin buluştuğu en etkin ifade biçimi olan sanat, zamanın katmanlarını içerisinde barındırmaktadır. “Üst üste gelen ve katmanlar arası zaman aşırı bir ilişkiyi meydana getiren sanatın, tam olarak da bu sebeple ortaya çıkan ağırlık durumu, diğer bilim dalları ile sanatın arasındaki yatay geçişli alakayı meydana getirmektedir. Performans sanatı ise çağdaş batı sanat türü olarak bu katmanların derin izlerini, isyan çığlıklarını taşır. Ortaçağda halk ozanları ve gezgin müzisyenler performans sanatı için öncü olarak görülse de, 1960’lı yıllarda Amerika’da ortaya çıkan “canlı sanat” türü veya “aksiyon sanatı”, varlığını dünya savaşlarından sonra sosyal başkaldırı unsuru olarak ortaya çıkan fütürizm, dada, fluxus, neo-dada, body art gibi akımlara borçluydu. Savaşlar sayısız insanı etkilemiş; açlığa, yoksulluğa, hastalıklara, psikolojik travmalara ve ölümlere sebep olmuştu. Yaşananlar, derin ekonomik, sosyal ve politik rahatsızlıkları da beraberinde getirdi. Daha sonra bu rahatsızlıklar, sanat yoluyla ifade bulacaktı. Dünyaya bakış, kültür ve sanat yaşananların derin izlerini taşıyordu. Avant-garde yılları olarak adlandırılan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar, geleneklere hiç bu kadar büyük çapta bir başkaldırı olmamıştı. Geleneksel yaratıcılık ve sanat kurallarıyla ilgili tüm prensipler, toplumsal değişimin sonucu olarak tekrar sorgulanıyordu. Performans sanatının oluşumuna sebep olan bu akımlara değişik ülkelerden öncülük yapmış olan birçok sanatçı sayabiliriz. En ünlüleri arasında Romen akti- TSDE ki - Mayıs 2016 74 TSDE DER ki vist Tristan Tzara, konseptüel sanatın babası Marcel Duchamp, Dadaizmin öncüsü Kurt Schwitters, yine konseptüel sanatta Sol LeWitt, happening sanatının öncülerinden Allan Kaprow, action painting’de Jackson Pollock ve fluxus akımı için de Joseph Beuys… İngiltere’de canlı heykel performansları ile tanınan performans sanatçıları Gilbert ve George’dan sonra yakın dönemde farklı ülkelerden, performansla ilintili en önemli çağdaş sanatçılar arasında Marina Abramovich, Marcel Marceau, Carole Sheerman, Yayoi Kusama, Joan Jonas, Rebecca Horn ve Yoko Ono sayılabilir. Performans sanatı diğer gösteri sanatlarından farklı olarak kavramsal bir sanat türüdür ve izleyicilerin etkin varlığı çok önemlidir. Sanatçının malzemesi vücududur ve eylem üzerine kurgulanmıştır. Gösteri; zaman, mekân, performans sanatçısının bedeni ve izleyici-sanatçı arasındaki ilişki olarak dört ana unsurdan oluşur. Performans sanatı, izleyicileri yeni ve alışılmamış biçimlerde düşünmeye davet eder. Sanatı form ve düşünce biçimi açısından geleneksellikten uzaklaştırır. Tipik olarak canlı performans yoluyla sanatçı, güne dair rahatsızlık duyduğu düşüncelere ve olaylara işaret eder, reaksiyon verir. Toplumca yaşanılan sıkıntılar, acılar, hatalar, haksızlıklar, baskılar bu sanat türünde konu alınır. Çoğu zaman sıkıcı, tuhaf, rahatsız edici olduğu düşünülebilir. Gerçekte amaç, insanları konfor alanlarından çıkararak, reel yaşama referans veren bu rahatsız edici sorunlara değinmektir. Eğer izleyici bu rahatsızlığı deneyimliyorsa performans amacına ulaşmış ve bu konular üzerinde düşünmeye zorlamış demektir. Savaş, kapitalizm, cinsiyet ve ırk eşitsizlikleri konu alınırken, performans sanatında bunlara bir gönderi yapmak amacıyla şiddet, korku gibi rahatsız edici niteliklere de rastlanabilir. Bu çağdaş sanat türü happening ve konseptüel sanat akımlarından beslenir ve önemli bir avant-gard sanat tipi olarak vücut bulur. Postmodern sanatçılar arasında gitgide önem kazanan teatral bir ifade biçimidir. Günümüzde her alanda yaşamakta olduğumuz radikal değişim sürecinde, insan ya kendi içine kapanıp sessiz kalacak, ya da kendi yöntemleriyle müdahale etmeyi, yani etkin şekilde tarihsel sürecin bir parçası olmayı seçecektir. Savaş, kapitalizm, cinsiyet ve ırk eşitsizlikleri konu alınırken, performans sanatında bunlara bir gönderi yapmak amacıyla şiddet, korku gibi rahatsız edici niteliklere de rastlanabilir. VestAndPage'in Francesco Kiais ve Burcak Konukman işbirliği ile yaptığı “AEGIS II: Rüyalar” performansı. Açık Diyalog Istanbul ve Open Space Istanbul tarafından organize edilen“Göçebe Bedenler” projesinin bir parçasıdır. Alt, Istanbul (2016) Fotograf telif hakları © Kayhan Kaygusuz ve sanatçılara aittir. Open Space Istanbul & Açık Diyalog Istanbul izniyle yayınlanmaktadır. TSDE ki - Mayıs 2016 75 TSDE DER ki Performans sanatı diğer gösteri sanatlarından farklı olarak kavramsal bir sanat türüdür ve izleyicilerin etkin varlığı çok önemlidir. Sanatçının malzemesi vücududur ve eylem üzerine kurgulanmıştır. İzleyicileri yeni ve alışılmamış biçimlerde düşünmeye davet eder. Bu bağlamda, küratörlüğünü Francesco Kiais ve Burçak Konukman’ın yaptığı “Göçebe Bedenler” isimli projeye değinmek gerekir. Proje, estetikten toplumsala, etikten şiire uzanarak bugünün ilgi alanlarının farklı noktalarına dokunan birçok etkinliği içinde barındırmaktadır. Göçebe Bedenler kavramı geçici olana, disiplinler, kültürlerle insanlar arasındaki engelleri aşmaya dayanan ve içsel bir bakış açısı sağlayan bu sanat türünü okuyabilmek için bir rehberdi. Göçebelik kavramı, performans sanatçılarının sanatlarını icra ederken ait oldukları kültürü umursamaksızın, farklı ülkelerde dünya meselelerini ele almaları ile önem kazanıyordu. İzleyicileri de kendi önerdikleri alternatif dünyaya beraberlerinde götürmek suretiyle göçebelik kavramını onlara da bulaştırmış oluyorlardı. Günümüzde sınırların gitgide yok olması ve yeni medya anlayışının devreye girmesinden sonra dünya meselelerinin artık her dünya bireyinin meselesi haline gelmesi de göçebelik gerçeğine şüphesiz katkıda bulunuyordu. Bedenler ise sadece iletişim kurmak ve tasvir için bir araç olabilirdi. Uluslararası bilinirliği olan performans sanatçılardan VestAndPa- VestAndPage'in Francesco Kiais ve Burcak Konukman işbirliği ile yaptığı “AEGIS II: Rüyalar” performansı. Açık Diyalog Istanbul ve Open Space Istanbul tarafından organize edilen“Göçebe Bedenler” projesinin bir parçasıdır. Alt, Istanbul (2016) Fotograf telif hakları © Kayhan Kaygusuz ve sanatçılara aittir. Open Space Istanbul & Açık Diyalog Istanbul izniyle yayınlanmaktadır. ge’in “Aegis II, Bir rüya meselesi” isimli performansı, bireyin sürekli değişmekte olan siyasal toplumsal sistemde kendisine yabancılaşmasından, kendini yineleyen kimlik arayışından ilham alarak kurgulanmıştır. Mutlak sınırlar içinde tanımlanması mümkün olmayan ve sonsuz yorumlama olasılığı sunan “Performans ve Yaşayan Sanat”, Batı’da küresel ölçekte yaygın bir fenomen niteliği taşıyor olması sebebiyle bu sanat türüne odaklanılmıştır. < Billur Tansel • Ali Akay, Sanatın Gramları kitabından alıntıdır. • http://www.theartstory.org/movement performance-art.htm kaynak olarak alınmıştır. • https://www.khanacademy.org/humanities/global-culture/ conceptual-performance/a/performance-art-an-introduction • Art Today, by Brandon Taylor, s10. • Francesco Kiais, Transient Bodies Project kitapçığı, Küratoriyel Metinden alıntıdır. • Projede yer alan tarihi performansların kısa filmleri: ‘Rest Energy’ by Marina Abramovic & Ulay, ‘Second Hand’ by Vito Acconci, ‘Practisse’ by Cheryl Donegan, ‘Breath Text: Love Poem’ by Valie Export, ‘Eyes Skinned’ by Mona Hatoum, ‘Milk and Blood’ by Franko B. Filmler sanatçıların izni ile LUX ve EAI Arşiv şirketlerinden alınmıştır. TSDE ki - Mayıs 2016 76 TSDE DER ki Bizim Mahalle Sabahın telaşlı saatlerinde eskiciler, simitçiler, hurdacılar tek tek sokaktan geçmeye başlar. Kendilerine has bir lisan türetip ekmeklerini kazanmak için emek verirler. Sokağa dökülen nağmeleri anlamasak da hoşumuza gider. Yaşayan bir şehrin dile gelerek canlanmasıdır. “Yaşamın özü iletişimdedir”, türü ne olursa olsun. Oldum olası mahalle yaşamını sevmişimdir. İlişkileri samimi ve sıcaktır. Bakkal her zaman yardımınıza koşar, gerektiğinde anahtarınızı bırakırsınız, gerektiğinde veresiye alırsınız; sabah gazetenizi, ekmeğinizi almaya gittiğinizde mahallede olup biten olayları ilk ondan duyarsınız. Sabahın telaşlı saatlerinde eskiciler, simitçiler, hurdacılar tek tek sokaktan geçmeye başlarlar. Kendilerine has bir lisan türetip ekmeklerini kazanmak için emek verirler. Sokağa dökülen nağmeleri anlamasak da hoşumuza gider. Yaşayan bir şehrin dile gelerek canlanmasıdır, Mehmet hocamın söylediği gibi, “Yaşamın özü iletişimdedir” türü ne olursa olsun… Bir mahallenin insanı, sokaklarında barındırdığı hayvanlardan belli olurmuş derler. Bizim mahallenin de en büyük güzelliği kedilerin, martıların, köpeklerin, kargaların iç içe yaşıyor olması. Sokakta salına salına yürüyen martı insana alışmıştır, hiç istifini bozmaz, kendine zarar gelmeyeceğini bilir. Görünmeyen ama hissedilen bir huzuru vardır bu sokakların. Her şey güllük gülistanlık değildir aslında; komşu kavgaları, park yeri sorunları, küsmeler, barışmalar... Yaşamın ta kendisidir bu devingen. Mahalleler yaşayan büyük bir organizma gibidir. İçine giren yabancıyı kucaklar ve barındırır. Bakkalı, fırını, kasabı, terzisi, döşemecisi, kuaförü, ayakkabı tamircisi… Yeni taşınmış olman, kimseyi tanımıyor olman, bu organizmanın bir parçası olamayacağın TSDE ki - Mayıs 2016 77 TSDE DER ki Mahalleler yaşayan büyük bir organizma gibidir. İçine giren yabancıyı kucaklar ve barındırır. Bakkalı, fırını, kasabı, terzisi, döşemecisi, kuaförü, ayakkabı tamircisi… Yeni taşınmış olman, kimseyi tanımıyor olman, bu organizmanın bir parçası olamayacağın anlamına gelmez. anlamına gelmez. Bir defa kapılarından içeri adımını attın mı tamamdır, sen de bir mahalleli olur çıkarsın. İşte, döşemeci Osman Usta da mahallenin vazgeçilmezlerinden biridir. Bu civarın en eski, en tecrübeli döşemecisi olarak tanınır. Kapısından içeriye adım attığınızda hali, tavrı, kumaşlara dokunuşu işini ne kadar sevip değer verdiğini anlatır aslında. En hurda, en yıpranmış, sizde çöpe atma isteği uyandıran koltuk ya da kanepeleri birkaç gün sonra gördüğünüzde gözlerinize inanamazsınız, yepyeni pırıl pırıl mobilyalara dönüşmüşlerdir. Ben de açacağım yeni ofisim için yolu Osman Usta’nın dükkânından geçenlerdenim. Ben “ikinci el koltuk alırım, Osman Usta da kaplar,” diye düşünürken o bana, “Sen koltuk bulma işini bana bırak kızım, ben sana tam istediğin gibi mobilya bulacağım, sen sadece kumaş ve renk seç yeter,” dedi. Aynen dediği gibi hem rahat hem de şık iki eski koltuk buldu, bana da kumaşı ve rengini seçmek kaldı. Onlarca belki de yüzlerce çeşit arasından seçim yapmak ne zordur bilirsiniz, hele de titiz bir kadınsanız. Kumaş yığınları arasında kaybolmuş durumdayken Osman Usta’nın yardımcısı Ersin Usta bana baktı ve şöyle dedi: “Kalbinle seç, kalbinle yaptığın seçim seni hiçbir zaman yanıltmaz.” O anki şaşkınlığımı tarif edemem. “Kalbin kılavuzluğu”… Bunun ne demek olduğunu hissedebilmem (bilinmez ancak hissedilebilir), benim onlarca yılımı aldı. Defalarca duvara tosladım, aldığım onca yanlış kararın içinde debelenip durdum, üstelik birçok insanın kalbini kırmak da cabası… Okuduğum onca kitap ve aldığım üç yıllık eğitim sonrası anladım ki kalp, insan hayatında sadece bir organ olmaktan çok öteymiş. Karşımda ışıl ışıl gözleriyle bu genç adam “ kalbinle seç, kalbinle yaptığın seçim seni asla yanıltmaz,” diyordu. Derler ki “büyük ruhlar”ın hangi surette karşınıza çıkacağı hiç belli olmaz; bazen bir ayakkabı tamircisi, bazen bir terzi bazen de döşeme ustaları olarak. Hele de elinde cımbızı saatlerce bir martının diline takılmış misinayı çıkarmaya çalışan ve çıkardıktan sonra sevinçten ağlayan simitçiyi görürseniz, hayatın sürprizlerle dolu olduğuna bir kez daha inanırsınız. Eğer isterseniz mahalle yaşamı sizlere çok şey öğretebilir. Şimdi danışanlarımla çıktığımız yolculuğa, bana her zaman “kalbin kılavuzluğunu” hatırlatan bu koltuklarda başlıyoruz. Teşekkürler Osman Usta… Teşekkürler Ersin Usta… Bana hatırlattığınız güzel değerler için… < Nurhan Özer TSDE İzmir 7. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2016 78 TSDE DER ki Meridyen sistemi ve insan bedeninin bütüncül yapısı Batı ve Doğu’da İnsan Bedeni Algısı Ortodoks Batı Tıbbı’nda (OBT), insan bedeninin çok gelişmiş bir makina olduğu algısı hakimdir. Teşhis ve tedavi yöntemleri de bu algıya göre gelişmiştir. Farklı parçaların toplamından oluşan bu akıllı makinanın parçaları ayrı ayrı bozulup tamir edilebilir. Bu indirgeyici bakış açısı, akut ve bölgesel sorunların tedavisinde veya rahatsızlık veren semptomların hızlı bir şekilde giderilmesinde başarılı olurken, kronik ve sistemik sorunların uzun vadeli tedavisindeki başarısı ise oldukça sınırlı kalmaktadır. Geleneksel Çin Tıbbı insan bedenini bütüncül olarak algılar. Bedenin birbirinden ayrı parçalardan oluştuğu değil, bir hologram gibi, tüm parçaların aynı bütünün bilgisini içerdiği düşünülür. Geleneksel Çin Tıbbı (GÇT), insan bedenini bütüncül olarak algılar. Bedenin birbirinden ayrı parçalardan oluştuğu değil, bir hologram gibi, tüm parçaların aynı bütünün bilgisini içerdiği düşünülür. Bir hologram kırıldığında, kırık parçaların her birinde o resmin sadece bir parçasını değil, daha küçülmüş boyutta olsa da yine resmin tamamını görürsünüz. Geleneksel Çin Tıbbı’na göre beden de böyledir. Bir semptom bedenin neresinde olursa olsun, insanın ruh-zihin-beden bütünlüğü hakkında bilgi sunar. Tedavi de yalnızca bölgesel değil, her zaman sistemik bir yaklaşımla yapılır. Bu bağlamda, her hastalık kıs- mi olarak psikolojik, kısmi olarak somatiktir. Terapist, tamamen fiziksel görünen bir sorunun tedavisinde dahi, hastanın ruhu, zihni ve bedeninin bütünlüğü ile ilgilenmelidir. Meridyen Nedir? Geleneksel Çin Tıbbı’na göre meridyen sistemi, insanın ruh-zihin-beden bütünlüğünün alt yapısını oluşturmaktadır. Tüm teşhis ve tedaviler, meridyenlerin bedenin dışından gözlemlenmesi, hissedilmesi ve onlara müdahale edilmesi ile yapılır. Geleneksel Çin Tıbbı’nda meridyenler, bedenin enerji otobanları- TSDE ki - Mayıs 2016 79 TSDE DER ki Bir semptom bedenin neresinde olursa olsun, insanın ruh-zihinbeden bütünlüğü hakkında bilgi sunar. Tedavi de yalnızca bölgesel değil, her zaman sistemik bir yaklaşımla yapılır. Bu bağlamda, her hastalık kısmi olarak psikolojik, kısmi olarak somatiktir. dır. Bedenin temel işlevsel maddeleri olarak tanımlanan Çi (elektromanyetik enerji veya yaşam enerjisi), kan ve sıvılar bu enerji otobanları boyunca akarak bedenin tümüne ulaşır. Meridyenlerin temsil edildiği akupunktur şemalarında çoğunlukla sadece bedenin üzerindeki kısımları gösterilse de, aslında meridyenler sadece yüzeyde bulunmaz, bedenin tümünü içten dışa kapsarlar. Toplam 12 temel organın adıyla anılan 12 “sıradan” meridyen, bedenin her iki yanında, birbirleri ile simetrik çiftler halinde bulunurlar. Buna ek olarak 8 adet “sıra dışı” meridyen vardır. Sıradan meridyenler, bağlı oldukları Yin veya Yang organların adıyla anılırlar. Yin ve Yang, Geleneksel Çin Tıbbı teorisinin en temel kurallarından biridir. Buna göre, evrendeki tüm fenomenler bir zıtlıklar dualitesi bağlamında tanımlanır. Yin genel olarak dualitenin daha dişil karakter özelliklerini, Yang ise daha eril karakter özelliklerini tanımlar. Yang organlar, bedenin saf maddelerini (Çi, kan ve sıvılar) depolamayan, geçici olarak dolup, işleyip aktaran organlardır. Altı Yang organdan ismini alan altı Yang meridyen –kalın bağırsak, mide, ince bağırsak, mesane, üçlü ısıtıcı ve safra kesesi– kollar ve bacakların arka ve dış yüzeylerinde bulunur. Yin organlar ise, bedenin saf maddelerini saklayan, koruyan, arındıran ve tüm dokulara gerektiği ölçüde dağıtılmasını sağlayan organlardır. Altı Yin organdan ismini alan altı Yin meridyen –akciğer, karaciğer, dalak, kalp, kalp çeperi, böbrek, kollar ve bacakların ön ve iç yüzeylerinde bulunur. Her bir Yin meridyen bir Yang meridyen ile Yin-Yang çifti ilişkisindedir ve bu meridyenlerin işlevleri ve enerji dengeleri birbirleriyle yakından etkileşim halindedir. Bu meridyenle- re “sıradan” denilmesinin sebebi, bedenin süreklilik taşıyan gündelik sıradan fizyolojik işlevlerinden sorumlu olmalarıdır. Ceninin oluşumu esnasında sıra dışı meridyenlerin ilk altyapıyı oluşturduğu, bunun üzerine sıradan meridyenlerin karmaşık ağının oluştuğu söylenir. Meridyen sisteminde enerji hep belirli bir yönde akmakta ve meridyenlerin başlangıç ve bitiş noktalarından belirli bir sırayı takip ederek, bir meridyenden sıradaki meridyene aktarılmaktadır. Başka bir deyişle meridyen sistemi, tüm bedende hiç kesintiye uğramadan devam eden tek bir enerji akışını temsil eder. Meridyen sistemindeki akışın yönü, geleneksel Çin felsefesinin insanın dünya üzerindeki konumunun ve insanın yaşam amacının ne olduğu yönündeki görüşüne ışık tutar. Kişi, kolları yukarıda ve avuçları karşıya bakar pozisyonda durduğunda (bu standart GÇT anatomik duruş pozisyonudur), tüm Yin meridyenlerin enerji akışı ayak parmak uçlarından (yani yerden) TSDE ki - Mayıs 2016 80 TSDE DER ki kalbe ve kalpten ellerin parmak uçlarına (yani göğe) doğru iken, tüm Yang meridyenlerin enerji akışı da ellerin parmak uçlarından (yani gökten) gözlere ve gözlerden de ayakların parmak uçlarına (yani yere) doğrudur. Bu akış şekli, insanı gök ve yer arasında bir bağ veya bir katalizör olarak konumlandırır. Sıra dışı meridyenler, bedenin daha temel ve daha ilkel işlevlerini üstenirler. Bu sekiz meridyenden biri omurga boyunca perinyumdan başa kadar çıkan merkez Yang meridyen, bir diğeri de yine perinyumdan bedenin önünü takip ederek başa çıkan merkez yin meridyendir. Merkez Yang meridyenin ismi “Yönetici Meridyen”dir ve merkezi sinir sistemine denk diyebileceğimiz, bedenin tüm işlevlerini yöneten üst düzey bir yönetici konumundadır. Merkez Yin meridyenin ismi “Gebelik Meridyeni”dir ve endokrin sistemine denk diyebileceğimiz, türün devamına yönelik işlevlerden sorumludur. Sıra dışı meridyenlerden “Ana-arter meridyeni” olarak anılan meridyen ise perinyumun merkezinden başlayıp bedenin eksenini takip ederek başın en tepe noktasına uzanır ve bedenin tüm dolaşımından sorumludur. “Kemer meridyeni,” karın ve bel bölgesini yatay olarak sarar ve tüm fasyal dokunun sağlamlığından ve organların yerli yerinde durmasından sorumludur. Bunların dışındaki 4 adet sıra dışı meridyen de, sıradan meridyenlerde olduğu gibi bedenin her iki yanında birbiri ile simetrik çiftler halinde bulunmaktadır. On iki çift sıradan meridyen 4’ü çift, 4’ü tek olmak üzere toplam 12 sıra dışı meridyendir. Meridyen sistemi, bedenin içindeki ve dışındaki tüm dalları ve uzantıları ile, insan bedenini içten dışa, tepeden tırnağa kapsayan oldukça karmaşık bir sistemdir. On iki çift sıradan meridyenin beden yüzeyindeki kısımları üzerinde yer alan akupunktur noktaları, bir meridyenin dışarıya açılan kapıları ve pencereleri gibidir. Dışarıya içeriden, içeriye de dışarıdan bilgi ve enerji taşırlar. Bu yüzden beden bazlı terapilerde, teşhis ve tedavi genelde bu noktalar kullanılarak yapılır. On iki çift sıradan meridyenin beden yüzeyindeki kısımları üzerinde yer alan akupunktur noktaları, bir meridyenin dışarıya açılan kapıları ve pencereleri gibidir. Dışarıya içeriden, içeriye de dışarıdan bilgi ve enerji taşırlar. TSDE ki - Mayıs 2016 81 TSDE DER ki Meridyenleri Batı Zihniyle Anlamak Geleneksel Çin Tıbbı’na göre “Meridyen” kavramı, bedenin genel enerji dağılımı sistemini tanımlamakta ve bedenin temel maddelerinin (Çi, kan, beden sıvıları) tüm bedene nasıl yayılıp nüfuz ettiğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Klasik metinlerde, meridyenlerin ana kollarından, kimi zaman “kanal” veya “damar” olarak da bahsedilir. Bu, onların hayati enerji ve maddeleri içinde tutma, bedenin farklı bölgeleri arasında taşıma ve ulaştırma işlevlerine ışık tutar. Meridyen sistemini, modern anatomiden tanıdığımız dolaşım sistemi, lenf sistemi veya sinir sistemi gibi, ancak bunlara ek yeni bir anatomik sistem olarak düşünmek cazip görünebilir. Ne de olsa meridyenlerin de kan damarları gibi kanı, lenf damarları gibi sıvıları ve sinir sistemi gibi elektrik enerjisini ve bunlar vasıtasıyla gerekli besin, atık ve bilgileri bedenin tümünde taşıdıkları söylenmektedir. Ancak aralarında önemli bir fark vardır; meridyenler kan damarları gibi anatomik olarak bulunamazlar. Meridyenleri, bilinen anatomik-fizyolojik sistemlerin dışında ekstra bir sistem olarak düşünmek yerine, tüm anatomik-fizyolojik sistemleri kapsayan ve işlevsel olarak tanımlanabilen bir üst-regülasyon enerji sistemi olarak düşünmek daha faydalı olacaktır. Başka bir deyişle meridyenler yapısal olarak değil, işlevsel olarak anlaşılmalıdır. Geleneksel Çin Tıbbı hekimleri, meridyenlerin bu enerjik ve işlevsel yapısı hakkında derin, detaylı ve kapsamlı bilgiye sahip olmalıdırlar. Bu bilgi tam olmadan doğru teşhise ulaşmak ve gerek akupunktur gibi beden terapileri, gerekse bitkisel ilaçlarla etkili bir tedavi uygulayabilmek güç olacaktır. Bir GÇT hekimi, bedenin enerjisi (Çi) ile nereden ve nasıl temas edebileceğini bilmelidir. Ortodoks Batı Tıbbı bedeni klasik olarak önce anatomik, sonra fizyolojik olarak tanımlar. Yani önce bedende var olan yapılar belirlenir, sonra onların işlevleri anlaşılmaya çalışılır. Bu bağlamda, eğer bir işlev bozukluğu gözlemleniyorsa, bunun teşhisi ve tedavisi ancak o işlevin sebebi olan anatomik yapının bulunabilmesi ve fizyolojisinin anlaşılabilmesiyle mümkün olur. Ancak yakın dönemlerde “İşlevsel Tıp” (Functional Medicine) veya “Düzenleyici Terapi” (Regulation Therapy) adları altında geliştirilen yeni tıp ekolleri, bedeni öncelikli olarak işlevsel bir bütün olarak anlamaya ve tedavi etmeye başlamıştır. GÇT ise insan bedenini başlangıcından itibaren temelde anatomik değil, işlevsel bir anlayışla açıklamaktadır. Zihin-beden bütününde hangi süreçlerin hangi sü- Ortodoks Batı Tıbbı’nda insan bedeninin çok gelişmiş bir makina olduğu algısı hâkimdir. Farklı parçaların toplamından oluşan bu akıllı makinanın parçaları ayrı ayrı bozulup tamir edilebilir. TSDE ki - Mayıs 2016 82 TSDE DER ki reçlerle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlamak, bedenin anatomik yapısını anlamaya göre daha önceliklidir. Bugün dahi Geleneksel Çin Tıbbı, bedenin belli öğeleri için Ortodoks Batı Tıbbı’nda kullanılan terimleri kullansa da, aslında ifade edilmek istenen anatomik bir yapı değil, işlevsel bir süreçtir. Örneğin Geleneksel Çin Tıbbı’na göre karaciğer, Ortodoks Batı Tıbbı anatomisinde bildiğimiz karaciğer organından ibaret değildir, aynı zamanda kendine bağlı meridyenin tüm beden-zihin-ruh bütünlüğü üzerindeki işlevselliğini de kapsamaktadır. Bu bağlamda karaciğer, yalnızca bir organ olarak kanın arındırılması ile değil, bedende kanın ve Çi’nin düzenli döngüler halinde toplanıp boşaltılması, rahmin, cinsel organların, eklemlerin, derinin, saçların, gözlerin ve beynin kan ve Çi ile beslenmesinden de sorumludur. Karaciğer meridyeni, ayak baş parmağından başlayarak, bacağın iç kısmından cinsel organlara ve rahme, daha sonra kaburgaların altına ve karaciğer organına ulaşır. Bedenin içindeki kolu ise bağırsaklar, mide ve kalbin içinden geçerek boğaza, gözlere ve beyne çıkar. Karaciğer meridyenindeki Çi tıkanıklığı, meridyen güzergâhındaki tüm bu organları ve karaciğerin kanı ve enerjiyi ulaştırmaktan sorumlu olduğu tüm dokuları etkileyebilir. Karaciğer ayrıca, zihinsel işlevlerimizden yaratıcı çözüm üretme kapasitemizi ve duygulardan öfkeyi de yönetir. Karaciğer meridyenindeki tıkanıklık, kişinin yaratıcı düşünme kapasitesini kısıtlayarak, bununla bağlantılı bir depresyon hali yaşanmasına ve kişinin kolay öfkelenerek bunu çevresine yansıtmasına veya öfkesini ifade edemeyip hep içine atmasına sebep olacaktır. Bununla birlikte tabii ki karaciğer organının kendisinde de yağlanma, safranın kireçlenmesi, kistler veya hepatit gibi semptomlar oluşabilir. Ancak sadece organın kendisi değil, organla ilgili tüm meridyen sistemi de dikkate alınmalı ve gerekiyorsa tedavi edilmelidir. Bütüncül Yaklaşımın Avantajı Bütüncül yaklaşımla elde edilen bilginin sağladığı en önemli avantaj; bir rahatsızlığın tedavi edilebilmesi için fiziksel sebebinin ne olduğunun bilinmesine, yani tıbbi teşhis zorunluluğu olmamasıdır. Meridyenlerin ve organların karakterlerini ve işlevlerini bilen bir Geleneksel Çin Tıbbı hekimi, hastanın genel mizacını, beden ve yüz yapısını, semptom ve belirtilerini değerlendirerek, hangi meridyenlerde nasıl dengesizlikler olduğunu belirleyip o dengesizlikler üzerinde tedaviye başlayabilir. Daha da önemlisi, hastadan edinilen bilgiler ışığında ortaya çıkan bütüncül örüntüye yönelik tedavi uygulandığında, he- Meridyen sisteminde enerji hep belirli bir yönde akmakta ve meridyenlerin başlangıç ve bitiş noktalarından belirli bir sırayı takip ederek, bir meridyenden sıradaki meridyene aktarılmaktadır. TSDE ki - Mayıs 2016 83 TSDE DER ki nüz semptom veya belirti olarak kendini göstermeyen tüm sorunlu süreçler de otomatik olarak tedavi edilmekte, yani hastalık daha oluşmadan dönüştürülebilmektedir. Başka bir deyişle, bütüncül bir yaklaşımla tedavi uyguladığımızda, yalnızca ortaya çıkan / bildiğimiz şeyleri değil, henüz ortaya çıkmamış olan/ bilmediğimiz şeyleri de tedavi etmiş oluruz. Çok sorulan sorulardan biri de bir organ, mesela safra kesesi alındığında meridyenine ne olduğudur. Cevabı sorunun içindedir. Organ ve meridyen işlevsel bir bütünse, o zaman organ alınsa bile meridyen yerli yerinde durur. Eğer safra kesesi meridyenindeki bir enerji tıkanıklığı safra kesesi organında taş oluşması olarak belirir ve safra kesesi ameliyatla alınırsa, meridyendeki tıkanıklık devam ettiği sürece, meridyen güzergahında başka sorunlar oluşacaktır. Safra kesesi meridyeni örneğinde bu migren ağrıları, reflü, rahim miyomları veya siyatik ağrısı olarak da kendini gösterebilir. Meridyen sistemi hakkında verebileceğimiz bilgilerin hepsini tabii ki bu makalenin sınırlarına sığdırmamız mümkün değildir. Zira konu hakkında çeşitli dillerde yazılmış yüzlerce kitap bulunmaktadır. Bu kitapların bazıları tarihi temel metinleri, bazıları ise meridyen sistemi ve akupunktur noktaları üzerine yapılan bilimsel araştırmaları temel almaktadır. Bu bilgi Batı’da daha iyi anlaşıldıkça Geleneksel Çin Tıbbı kendine daha kapsamlı bir yer edinmekte, aynı zamanda meridyen bilgisi modern teknolojilerle entegre edilebilmektedir. Geleneksel olarak bu bilginin uygulama alanları Çi-gong (Enerji geliştirme egzersizleri), akupunktur ve çeşitli manuel terapilerle sınırlıyken, günümüzde biyorezonans, homeopati, EFT (Emotional Freedom Technique) gibi Batı’da geliştirilen pek çok yeni yöntem ve teknolojiye de temel oluşturmaktadır. < Dr. Onur Aydınoğlu · DR. ONUR AYDINOĞLU KİMDİR? Dr. Aydınoğlu, Naturopati, Geleneksel Çin Tıbbı, meridyen terapisi, akupunktur, tıbbi çigong, fitoterapi ve biyorezonans uzmanıdır. Geleneksel Çin Tıbbı yüksek lisans ve doktorasını Bastyr Üniversitesi’nde (Washington, ABD) tamamlamıştır. Takiben uzman hekim olarak New Mexico Üniversitesi’nin entegre ve alternatif tıp merkezi Center For Life’da, uzman eğitmen olarak da Southwest Acupuncture College’da (New Mexico, ABD) çalışmıştır. 2012 yılından beri, kurucusu olduğu Heal İstanbul Doğal ve Bütüncül İyileşme Merkezi’de sağlık danışmanlığı ve terapileri sunmaktadır. TSDE ki - Mayıs 2016 84 TSDE DER ki “ATLIKARINCADA BİR TUR DAHA” T i z i a n o Te r z a n i “Hayattaki en gerçek şeyin aynı zamanda en gizemli şey olması ne kadar şaşırtıcı! Bize kendimiz hakkında bilmediklerimizi öğretecek tek kılavuzun bilinmeyenin kendisi oluşu nasıl bir gizem? Ölüm; gizemli kılavuzun ta kendisi! Varlığı yok olmaktan kurtaran kesin çizgi… Hayatı kendi elleriyle var eden gizli mimar… Hayat yüzünün (haydi buna resimli taraf diyelim) var olmasına sebep olan şey, madalyonun yazgı olan öteki yüzü; ölüm.” Tiziano Terzani’nin “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” isimli kitabının giriş sayfasına bu satırları yazmışım. Satırları okuyunca kitabın bana bunları neden yazdırdığını içimde tekrar hissediyorum. Amansız bir hastalığa yakalanan yazarın, hastalığına deva arayışı için dünyada son bir tur daha atışı, hayatının sınırında kendi gerçekliğine son bir bakıştır aslında. Dünyayı son bir kez daha turlamak… Siz olsanız ne yapardınız? Gerçekten başımıza gelmeden sanki bizden hep uzakmış gibi duran kanser, kendi kapımızı çalsa ne yapardık acaba? Tiziano Terzani diyor ki, “Doktor, ‘Bay Terzani, kansersiniz’ dediğinde, onu benimle değil de başkasıyla konuşuyormuş gibi dinledim; sanki bu konu hiç de benimle ilgili değilmiş gibiydi… İnsanın kendine, kendi dışında bir özün gözleriyle bakabilmesi her zaman işe yarar. Bu alıştırmadır ve öğrenilebilir”(s.9). Ölüm kendi kapısını çaldığında o, kalbinin sesini dinledi ve ölümü kendisine arkadaş edindi. Onunla kavga etmedi. Rehberiyle el ele tutuştu ve ölümün keskinleştirdiği bakışıyla Batı’dan doğuya TSDE ki - Mayıs 2016 85 TSDE DER ki birlikte gezdiler. Amerika, Hindistan, Tayland, Hong Kong, Filipinler… Öyle geniş, öyle duru bir bakış ki bu, sadece atlıkarıncaya son kez bindiğinin farkında olmanın keskinleştirebileceği bir bakış. “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” Hindistan Himalayaları’nda bir dağ kulübesinde gerçek mesleği “Asya muhabirliği” olan yazarın, bu turunu kaleme aldığı ve bitirdikten kısa bir süre sonra, 66 yaşında hayata veda ettiği kitabı. Yaklaşık yedi yüz sayfalık satırlarının bitmesini istemeyeceğiniz, oturduğunuz yerden dünyanın doğusunu da batısını da yazarın gözleriyle görebileceğiniz, kültürel açıdan zengin bir kitap. Bitirince tekrar okumak isteyeceğiniz, her okuduğunuzda yaşama, dünyaya ve kendinize ait farklı şeyler keşfedeceğiniz bir hazine adeta. “Atlıkarıncada Bir Tur Daha” alternatif şifa yöntemlerini merak edenler için de eşsiz bir kitap. Kitapta Terzani’nin, Batı’da doğup gönlünü doğuya kaptırmış bir çelebi, kelimenin tam anlamıyla “küresel” bir insan olduğunu gözlemliyorsunuz. Yetiştiği kültürden bambaşka coğrafyalarda yaşamını devam ettiren hemen her insan gibi “ne oralı, buralı” aynı zamanda “hem oralı, hem buralı” bir kimlik taşıdığına şahit oluyorsunuz. Yeri geliyor yetiştiği batı medeniyetinin bencilliğini yerden yere vuruyor ama yeri geliyor hayranı olduğu doğu kültürünün kocakarı şifacılarından kaçıp kendini Batı tıbbına teslim ediyor. Kitap doğu-batı medeniyeti içinde insanı sorgula- “Biz Batılıların huzursuzluğunun bir bölümü, dünyada olup biten her şeyle ilgilenmek ve hatta onu değiştirmek arzusundan ortaya çıkıyor olmasın? Doğu düşüncesi, bizim dışımızdaki hiçbir şeyin değiştirilemez, tek umudun bizim kendi içimizde gerçekleştirebileceğimiz değişiklik olduğunu ileri sürerken gerçekten büyük bir bilgelik sergiliyor olmasın?” manıza neden olurken, aynı zamanda mantarlardan cıva tozuna, reikiden suyun hafızasına, genetik bilimden karma etkisine, ayurvedik beslenmeden oruç tutmanın etkisine, kemoterapiden homeopatiye kadar tıp dünyasının Doğu’daki ve Batı’daki yöntemleri hakkında etraflıca bilgi edinme şansı veriyor. Kitabı okuduktan sonra şifacılık yönü hakkında kendimce bir çıkarımda bulundum. Konuyu özetlemek için kısaca bu çıkarımımı paylaşmak isterim. Doğu tıbbında hastalığa yakalandıktan sonra güvenilir bir şifaya ulaşmak oldukça zor, öyle ki her an sahte bir tedaviyle kandırılma, dolandırılma riskiniz var. Batı tıbbında ise tedavi çok daha kesin ve ölçülebilir nitelik taşıyor. Bunun yanı sıra batı kültürü hastalık öncesiyle ilgilenmiyor, kârlı olmayan hiçbir şeyle ilgilenmediği gibi. Tam tersine batı medeniyeti, teknoloji alışkanlıklarından beslenme alışkanlıklarına kadar TSDE ki - Mayıs 2016 86 TSDE DER ki her unsuruyla, insanı doğallığından uzaklaştırarak hasta olması için hızla zemin hazırlıyor. Tiziano’nun kitabında belirttiği gibi, sadece kârlılık hesaplarıyla ilgilenildiği için de tedavi ilaç, ilaç da kazanç demek oluyor (s.79). Hastalık tetkiklerini yapmak ve tedavi geliştirmek için muazzam teknolojik donanımlara sahip batı medeniyeti, hastalığa yakalanmadan önce onun nedenlerini ortadan kaldırmak konusunda epey aciz, hatta işine gelmiyor gibi. Bu noktada doğu kültürü ise başarıda göz alıcı bir üstünlüğe sahip. Batı tıbbının tersine, doğu tıbbı hastalığa yakalanmamak için kişisel bir düzen ortaya koyuyor. Doğu kültüründe insanın zihinsel, bedensel ve ruhsal bütünlüğünü ve sağlığını korumayı amaçlayan bir yaşam biçimi, bir alışkanlık disiplini ön plana çıkıyor. Ciddi bir hastalığa yakalanana kadar doğu, yakalanınca da batı tıbbına yüz çevirmek daha olumlu sonuç verecek gibi duruyor. “Biz Batılıların huzursuzluğunun bir bölümü, dünyada olup biten her şeyle ilgilenmek ve hatta onu değiştirmek arzusundan ortaya çıkıyor olmasın? Doğu düşüncesi, bizim dışımızdaki hiçbir şeyin değiştirilemez, tek umudun bizim kendi içimizde gerçekleştirebileceğimiz değişiklik olduğunu ileri sürerken gerçekten büyük bir bilgelik sergiliyor olmasın?” (s. 238) “Doktorun ‘Bay Terzani, kansersiniz’ dediğinde, onu benimle değil de başkasıyla konuşuyormuş gibi dinledim; sanki bu konu hiç de benimle ilgili değilmiş gibiydi… İnsanın kendine, kendi dışında bir özün gözleriyle bakabilmesi her zaman işe yarar. Bu alıştırmadır ve öğrenilebilir.” diyor Terzani ve devam ediyor, biz batılılar ölmüş kişinin bedenine bakarız ve onu acımızın nesnesi haline getiririz. Kendi bedenimizin de böyle, benzeri bir nesne olacağını düşününce acımız daha da büyür… Çok sevdiğim Rumi’nin (Mevlana Celaleddin-i Rumi) bakış açısı bile bizi avutmaya yetmez; Mineraldim öldüm, bitki oldum, Bitkiydim öldüm, hayvanlığa yükseldim, Hayvanken öldüm ve şimdi insanım. Neden korkayım? Ölerek hiç daha eksilmedim ki. (s.239) Terzani her ne kadar kendini batılı olarak ifade etse de, doğu kültürüne ait derin izler taşıdığı,satırlarında TSDE ki - Mayıs 2016 87 TSDE DER ki açıkça görülüyor. Doğu’dan bakıp batıyı, Batı’dan bakıp doğuyu eleştirebilecek kadar iki kültürün de bilgi ve deneyimine sahip olduğunu hissettiriyor bizlere. Eleştirilerini muhabirlik mesleğinin devamı niteliğinde, salt gözlem olarak sunuyor. Kitabında, yaşarken kendisine sorması gerektiğini keşfettiği soruları soruyor ve doğu felsefesinde, Hintli bilgelerin sözlerinde, bilgelik öykülerinde cevaplarının izini sürüyor. “Budist bakış açısıyla kötü, bütün kötülükler yani hem fiziksel, hem ruhsal olanlar, tek bir köke sahiptirler: Bilgisizlik. ‘Ben’ hakkında bilgisiz olmak, insanı doğumundan ölümüne dek rahat bırakmayan bir bilgisizlik yaratır; işte yine bu bilgisizlik ‘zihnin üç büyük zehiri’ yani arzu, öfke ve dar kafalılık bedende hastalıklara yol açar.” (s.258) Kitapta ara ara Doğu’nun geleneksel ve mistik öykülerinin birbirinden güzel örnekleriyle karşılaşıyorsunuz. İşte onlardan birisi, Nehri aşmakta olan sandalda bir pandit (Hindu din âlimi) bir de brahmin (ermiş) yani kutsal yazılarda uzman olan kişi vardı. Pandit yaşlı sandalcıya sordu: -Sanskritçe bilir misin? -Hayır, dedi sandalcı. -Sanskritçe bilmiyorsan, hayatının dörtte biri yok sayılır, dedi pandit. Hiç olmazsa klasik edebiyatı biliyor musun? -Hayır. -Hayatının dörtte biri daha gitti, çünkü bu konuda öyle güzel kitaplar var ki; okumak insana büyük mutluluk verir. Hiç olmazsa okuyup yazma biliyor musun? -Hayır, dedi sandalcı. -Hayatının dörtte biri daha gitti. O sırada pandit sandalın su aldığını ve suyun ayaklarından yukarıya doğru yükselmekte olduğunu fark etti. Sandalcı deliği tıkamaya uğraştı ama yapacak bir şey yoktu. Su yükseliyor, sandal batıyordu. Ölüm kapısını çaldığında o, kalbinin sesini dinledi ve ölümü kendisine arkadaş edindi. Onunla kavga etmedi, rehberiyle el ele tutuştu ve ölümün keskinleştirdiği bakışıyla dünyayı batıdan doğuya birlikte gezdi… -Sandalcı pandit’e Yüzme biliyor musun? diye sordu. -Hayır, dedi pandit korkuyla. -Gitti hayatının hepsi dedi sandalcı. Anafikir: İnsan kendi kendini tanımıyorsa Sanskritçeyi de, klasik edebiyatı da bilmesi işe yaramaz. (s.40506) Terzani, en önemli bilginin “kendini bilmek” olduğuna dikkatleri çekerken, kendini bilmekten uzak aklın, oldukça tehlikeli bir alet olduğuna değiniyor, batıyı bu anlamda eleştiriyor, “Arada sırada dünyaya, özellikle New York’a yaptığım ziyaretler; sadece TSDE ki - Mayıs 2016 88 TSDE DER ki sevgili hastanem değil, batı uygarlığının üretmeyi başardığı en ileri noktayı temsil eden her şey; insan sorunlarına yanıtın, akıl yoluyla bulunamayacağı çünkü bizzat aklın bütün insani sorunların kaynağı olduğu biçimindeki düşüncemin güçlenmesine yardım etti… Akıl, şiddete son verebileceğimizi sandığımız şiddetin arkasında duruyor. Hep daha çok sayıda ürettiğimiz ve sattığımız -sonra da neden bu kadar çok savaş ve öldürülen çocuk olduğunu sorduğumuz- silahların arkasında akıl duruyor. Yoksulları bir gün zengin olabilecekleri biçiminde kandıran ekonominin alaycı vahşetinin arkasında duruyor ve bu ekonomi, her geçen gün daha çoğuna sahip olanla, daha azına sahip olanın arasındaki uçurumu büyütüyor.” (s.621) Terzani, en önemli bilginin “kendini bilmek” olduğuna dikkatleri çekerken, kendini bilmekten uzak aklın, oldukça tehlikeli bir alet olduğuna değiniyor, batıyı bu anlamda eleştiriyor. Öte yandan Doğu’nun da gerçeği yanlış anladığı zaman nasıl akılsız hale düştüğüne inceden bir mercek tutuyor. Öte yandan Doğu’nun da gerçeği yanlış anladığı zaman nasıl akılsız hale düştüğüne inceden bir mercek tutuyor. Himalayalar’ın gölgesindeki Almora Pazarı’nda iki çift laf etmek için mola verdiğinde, Said Ali isimli sıska ve dağınık saçlı ama son derece sıcak bir gülümsemesi olan Müslümanla yaptığı sohbeti kitabına taşıyor, “Hayat Said Ali’ye karşı acımasız davranmıştı ama o yine de hayatı seviyordu. İki oğlu ansızın şizofreni olmuştu; ne büyücüler ne hekimler bir çare bulabilmişlerdi. Yaptıkları tek şey Said Ali’yi olduğundan daha da yoksul etmek olmuştu o kadar. Karısı bu kadersizlik yüzünden mutsuzdu ve günün uzun saatlerini oğullarını iyileştirmesi için Allah’a yakararak geçiriyordu. Said Ali de inançlı bir Müslümandı ve beş vakit namazını kaçırmıyordu ama yine de oğulları konusunda karısına katılmıyordu. ‘Allah’a insani olaylara müdahale etmesi için yalvarılmaz. Ben bir saat tamir edeceğim zaman istediğim kadar dua edebilirim. O benim yerime benim işimi yapamaz. Zaten yeterince yapmıştır: Bana göz, kulak, el ve akıl vermiştir. En azından tamir işini ben yapmalıyım’ diyordu.” (s.610) Doğu-batı karşılaştırması yaparken tarihi bir süreci ele alarak günümüz hakkında somut bir analiz ortaya koyuyor, “Doğu ve Batı. Bir zamanlar bunlar iki coğrafi kimlik olmanın ötesinde iki farklı hayat tarzıydı: Biri dış dünyayı hiç ya da pek az önemseyerek, içsel dünyayı keşfetmek üzerine kurulmuştu; öteki ise içsel dünyayı görmezden gelerek dış dünyayı egemenlik altına almayı amaçlıyordu. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren pek çok Batılının umudu, bu iki bakış açısını birbiriyle dengeleyebilmek, her ikisini de yaşatabilmek ve böylece insan ırkı için büyük bir nitelik sıçraması yaratabilmek olmuştu. Ama bu umutlar hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. Batının bakış açısının materyalist gücü doğuyu altüst etti. Tanrılar ve dü- TSDE ki - Mayıs 2016 89 TSDE DER ki şünceler borçlu olduğumuz Asya, bizleri (Batılıları) çoktan mutsuz etmiş olan o mutluluk tarzının peşine düşerek kendi huzurunu da yitirdi.”(s.290) Yer yer özeleştiride de bulunuyor Terzani. Yaşamının son evresinde kültürel geleneklerin kıymetini daha da derinden sezen yazar, kültür erozyonu hakkında şunları dile getiriyor, “Hayat sürecimde ayinlerin bir bir ortadan kalkışına tanık oldum; şimdi dönüp geriye baktığımda bu kayba o dönemde benim de coşkuyla destek verdiğimi görerek çok üzülüyorum… Oysa küçükken törenlere bayılırdım.” (s.422) Yaşlılık ve kendi yaşlılığı hakkındaki düşüncelerine de yer veriyor, “Sık sık alabildiğine dişi, alabildiğine kendine güvenen, yirmili yaşlarından çok kırklı ve Terzani kitabında doğu-batı karşılaştırması yaparken tarihi bir süreci ele alarak günümüz hakkında somut bir analiz ortaya koyuyor, doğu ve batı... Bir zamanlar bunlar iki coğrafi kimlik olmanın ötesinde iki farklı hayat tarzıydı: Biri dış dünyayı hiç ya da pek az önemseyerek, içsel dünyayı keşfetmek üzerine kurulmuştu; öteki ise içsel dünyayı görmezden gelerek dış dünyayı egemenlik altına almayı amaçlıyordu. ellili yaşlarında kadınsı olan Hintli kadınları düşünüyordum. Atletik değillerdi ama doğal bir güzellikleri vardı. Onlar gerçekten de ayın öteki yüzüydüler. Ve sonra annemin kuşağının Avrupalı kadınları gibi Hintli kadınlar da asla yalnız değillerdi; her zaman büyük bir ailenin, bir grubun parçasıydılar ve asla yalnızlığa terk edilmezlerdi.” (s.67) “Her yaşta. Önemli olan kim olduğumuzu anlamaktı. Ne yazık ki kültürümüz, daha doğrusu artık kültürü belirleyen sanayigençliği efsaneleştirdi, ileri yaşta olmayı bir tür hastalık gibi gösterdi ve zavallı yaşlıları olduklarından farklı davranmaya, gençmiş gibi yapmaya zorladı. Ama yaşlılık kötü bir şey değildir; bir pişmanlık dönemi hiç değildir. Tam tersine… Ben deli miydim? Hayır. Artık yalnızca yaşlıydım ve zorunluluklarım olmadığı için şimdiye dek hep olmak istediğim kişiyi olmuştum: Kâşif. Ama artık dış dünyayı değil -onu iyi kötü tanımıştım- bütün kültürlerin bilgelerinin her zaman bizim içimizde olduğunu söyledikleri dünyayı keşfetmek istiyordum.” (s.397-98) TSDE ki - Mayıs 2016 90 TSDE DER ki Onun, Hindistan’ı çok sevdiği, özellikle yoga felsefesinden etkilenip düşüncelerini bu felsefeyle derinleştirdiği anlaşılıyor. Terzani, Hindistan’ın ona nasıl ölünmesi gerektiğini öğreteceğini düşünürmüş. Son nefesini huzur içinde verdiği söyleniyor, öyleyse bu düşüncesi kendi adına yerinde ve isabetli olsa gerek. Kitabının sonunda şöyle diyor Terzani, “Önemli olan şu ki; bu hastalık oldu. Oldu ve bu bana çok yardım etti çünkü bu hastalık olmasaydı, yaptığım yolculuğu gerçekleştirmeyecek, en azından şimdilik, önemli bulduğum soruları kendime hiç sormayacaktım… Ve sonra: Hayat baştan sona bir gül bahçesi olsaydı, bu bir kutsama mı sayılırdı yoksa bir mahkûmiyet mi? Belki de bir mahkûmiyet sayılabilirdi çünkü insan kendine neden yaşadığını hiç sormadan yaşarsa çok büyük bir fırsatı boşa harcamış olur. Ve insanı buna, bu soruyu sormaya iten, yalnızca acıdır.” (s.651) Beyazı görmemizi sağlayan siyahın kendisidir. Tiziano’nun hayatını anlamlandıran, hayatının beyaz rengini ona gösteren ölümün ta kendisi, ölümün siyah rengiydi. Atlıkarıncadaki son turunda, “siyah”ı kahramanca avuçlarında tutup “beyaz”ın güzelliğini apaçık görmeyi başardı ve ne mutlu ki bunu bizlerle paylaştı. “Hayat baştan sona bir gül bahçesi olsaydı, bu bir kutsama mı sayılırdı yoksa bir mahkûmiyet mi? Belki de bir mahkûmiyet sayılabilirdi çünkü insan kendine neden yaşadığını hiç sormadan yaşarsa çok büyük bir fırsatı boşa harcamış olur. Ve insanı buna, bu soruyu sormaya iten, yalnızca acıdır.” Siyahla beyazın koyun koyuna olduğunu, aslında bir ve tek olduklarını şu büyüleyici sözlerle dile getiriyor Terzani, bu sözleri aslında onun keşfinin özeti gibidir. Yaşamla ölümün, doğuyla Batı’nın, aydınlıkla karanlığın sonsuza uzanan öyküsüdür bu. “Hindistan’da günün en güzel saatinin seher vakti olduğu söylenir; gece hâlâ havanın içinde süzülmektedir; gündüz dolu dolu başlamamıştır; ışık ve karanlık arasındaki fark net olarak belli değildir ve insan isterse, dikkat edebilirse, birkaç dakika için hayatta birbirine zıt gibi görünen karanlık ve ışığın, sahte ve gerçeğin, aynı şeyin iki yüzü olduğunu sezebilir: farklıdırlar ama birbirlerinden kolay ayrılmazlar, ayrıdırlar ama ‘iki değildirler.” Olağanüstü biçimde birbirlerinden farklı olan ama içerisinde ‘Bir’ olan kadın ve erkek gibi…” (s.62) < Demet Yıldırım Durmuş TSDE ki - Mayıs 2016 91