tarih enstitüsü dergisi - Edebiyat Fakültesi

Transkript

tarih enstitüsü dergisi - Edebiyat Fakültesi
S ayı: 6
Ekim 1975
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TARİH EN STİTÜ SÜ
DERGİSİ
EDEBİYAT FAKÜLTESİ MATBAASI
İSTANBUL — 1975
TARİH
ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
(Kumlu? Tarihi: 1970)
ENSTİTÜ MÜDÜRÜ
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Afif Erzen — Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Prof. Dr. Münir Aktepe
Adres:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Enstitüsü.
TARİH
ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
( Kuruluş Tarihi : 1970 )
ENSTİTÜ MÜDÜRÜ
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Afif Erzen — Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Prof. Dr. Münir Aktepe
Adres:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Enstitüsü.
TARlH
EN ST İT ÜS Ü DERGİSİ
VI
/
Ekim 1975
Sayı : 6
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TARİH EN STİTÜ SÜ
DERGİSİ
EDEBİYAT FAKÜLTESİ MATBAASI
İSTANBUL — 1975
İÇİNDEKİLER
Oktay Akşit
Epikuros’cu. Ruh Teorisi .....................
1
M. Taner Tarhan Veli Sevin
İstanbul Arkeoloji Müzesindeki Urartı
at-koşum Parçaları ..................................
45
Erdoğan Merçil
Emir Savtegin ..........................................
63
Tuncer Baykara
Eski Türk İktisadî Hayatı ve Şehir ........
75
Özkan İzgi
Sung Devrinde Kao’oh’ang’dan Çin’e Gi­
den Elçiler .............................................
105
Abdurrahman Hibrî’nin Menâsik-i M esâlik’i .......................................................
111
Tevfik Temelkuran
Dîvân-ı Hümâyûn Mühimme Kalemi ...
129
M. Münir Aktepe
Kapudân-ı Derya Morali Aşçı Hacı İb­
rahim Paşa ve Vakfiyeleri ....................
177
Sevim İlgürel
KİTABİYÂT
Salih Özbaran
Salih Özbaran
Mücteba İlgürel
Jean Aubin (éd.), Mare Luso-Indicum,
Etudes et Documents sur l’Histoire de
l’Océan Indien et des Pays Riverains â
l’Epoque de la Domination Portugaise,
Tome I, Paris 1971 ............................
205
Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorlu­
ğu’nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, İs­
tanbul 1974 ...........
206
Münir Aktepe (yayınlayan), Mehmed
Emnî Beyefendi (Paşa)’nin Rusya Sefareti
ve Sefâret-nâmesi, Ankara 1974 ............
211
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ*
G İ R İ Ş
I
Oktay Akşit
Epikuros’ta ruh konusu çok karışık bir durumdadır. Bunun başlıca se­
bebi, Epikuros’un öğretisini geniş ölçüde anlatan bir eserin bize kadar aktarılamamış olmasıdır. Devrolagelen tekstlerde ise, birçok karanlık nokta­
lar bulunduğundan, açık bir bilgi elde etmemiz zorlaşmaktadır. Bundan do­
layı, çağdaş pek çok düşünürlerin bu konu çevresinde' çeşitli fikirler ileri
sürmelerine rağmen, ruh konusunun türlü yorumlara uygunluğu, bunların
kesin bir sonuçta birleşip, tek çözüm şeklinde karar kılmalarına engel ol­
muştur. Öyle ki, herhangi bir okuyucu, bunca çalışmalara ve açıklamalara
sahib olduğu halde, yine de ayni güçlüklerle karşı karşıyadır. İşte bu yüz­
den, Epikuros’ta ruh bahsini tez olarak alan, bu karanlıklara ufak bir ışık
tutabilirse kendisini mutlu sayacaktır.
Epikuros’ta ruh konusuna girmeden önce, sistemi hakkında bir kaç
söz söylemek uygun olur :
Epikuros herşeyden evvel maddeci bir filozoftur. Ona göre, evren iki
başlıca temele dayanmaktadır: Herodotos’a Mektup’ta, bütün evren cisimler
(yâni, atomlar) ve boşluktan oluşmuştur1 diyor. Ve, ‘bu ikisinin yanında
başka bir şeyin bulunduğu düşünülemez’2. Yâni, bütün evren bu ikisinin bi­
leşiminden meydana gelmiştir. Aym eserin diğer bir yerinde ‘boşluktan baş­
ka şeyin cisimsiz olduğunu düşünmek mümkün değildir’3 demekle, düşün*
Bu makale, Prof. Dr. Oktay Akşit tarafından hazırlanan ve 26. X I. 1957
tarihinde kabûl edilen Doktora Tezinin Giriş kısmıdır.
1
DİOGENES LAERTÎOS., X , 39, 8-10, London, 1950, R.D. H icks.TÖ ıtâv
EtTTl aCOJlOCTOC Kal KEVoV.
2
îb id . X , 40, 3 -4 ırapa Se TaGTa
oû6 ev oûS
3
İb id . X , 67, 4 -5
to
oûk eoti
vofjcraı
Eirtvoıı0iivaı Suvardı.
¿¡(TtapaTOv ırXr|v
toû kevoû.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 1
O K T A Y A K ŞÎT
2
cesini bir kere daha tekrar ediyor. Görüldüğü gibi, bu sistemde cisimsiz olan
tek şey, boşluktur; diğer her şey cisimlerden meydana gelmektedir. Epikuros’un, bu maddeci sisteme uyarak ruh teorisini de ayni şekilde maddeci te­
mel üzerine kurması tabüdir.
Ruhun bir cisim olduğunu, Epikuros, şöyle anlatıyor: ‘Cisim olmıyan
bir şey yoktur, boşluk müstesna’ diyor, çünkü yalnız ‘boşluk ne bir hare­
kette bulunabilir, ne de etkiye uğrar’4. Oysa ki, ‘bu iki nitelik, harekette bu­
lunma ve etkiye uğrama, açıkça belli olduğu gibi, ruha aittir, çünkü eğer
böyle (cisimsiz) olsa idi, ne bir hareket yapabilir ne de bir etkiye uğrardı;
bundan dolayı, ruhun cisim olmadığmı söyliyenler aptalca konuşmaktadır­
lar’5. Bundan başka, Epikuros şu şekilde bir tanımda da bulunuyor: ‘Ruh
duyumun meydana gelmesinde en büyük paya sahibtir’6. Ve, duyu-algısmda
ruhun bu cisimsel yapışım görmekteyiz, çünkü, duyu-algısmda ilk şart, duyu-organı ile nesne arasında bir temas bulunmasıdır. Temas için de iki cis­
min bulunmasına ihtiyaç vardır. O halde, duyumu oluşturan ruh unsurları­
nın da beden gibi cisimsel olmaları gerekmektedir. Çünkü, boşluk müstesna,
herşey cisimlerden meydana gelmektedir, ve ruh da boşluk değildir. ‘Ruh
bir cisimdir’7.
Ruh böylece, diğer herhangi bir madde gibi, cisimsel bir bileşim ola­
rak anlaşılınca, onun büeşimini açıklamak gerekmektedir. Hiç şüphesiz,
Epikuros bunu yapmıştır. Fakat, elimizdeki tekstlerin yetersizliği ve anlam­
larındaki karanlık, ruhun bileşimi ve görevleri hakkında kesin bilgiye var­
mamızı güçleştirmektedir. Bunun için, bu bahislerin açıklanmasına başla­
mak, en karışık ve kapalı konulara girmek oluyor. Epikuros’un kendisi ta­
rafından, ruh bahsinde, yazılmış bir eserin yokluğu ise, öğretisini nakleden
yazarların kişiliğine ve üslûbuna göre bir şekil almalarına da sebep olmak­
tadır. İşte bundan dolayı, ruh konusunda fikir edinmek istiyenkimsenin bü­
tün tekstleri ayrı ayrı, dikkatle incelemesi ve bunlardan bir sonucaulaşması
icabetmektedir.
DÎOGENES LAERTÎOS., X ,
4
to
ydp
5e
kevov
oü te
5
îb id .
av
¿S û v a to
T T O i ı)a a ı
oü te
X , 67, 7 -n oî
S ıa X a p p d v £ T a t
t t o ie îv
ır E p ı tÎ| v
6
îb id .
X ,
63,
13
7
* îb id .
X ,
63,
3
oü te
i)
67,
4 - 6 o û k e c t t i.... a c r u p a T o v
A ey ov teç
d cru p ccT O v
eî
tl) u x n
<pı>xû
Ta
flv
E Îv aı
T o ıa Û T i]
TÎ|v <]>uxiiv
vûv
5 ’
crû p d
to û
p a T a iÇ o u c r ıv ,
E v a p y û ç d .u c p o T E p a
(T u p u T G û p o tT a .
Trçç
TrXf(v
kevoû.
S û v c c tc c i.
ır d a y E iv ,
ıp ııx f| v
n
-ır a S s ıv
c c İc t S iîc t e u ç
e c tti.
t^ ç
it X e îc t t iiv
a İT İa v .
oû8ev
T aÛ Ta
EPIKUROS’CU RUH TEORÎSÎ
3
Giriş kısmında, ruhun bu anlaşılması zor ve karanlık noktalarının ne­
ler oldukları, bütün Grekçe ve Lâtince tekstlerde 1) Ruhun maddî bileşimi,
2) ruhun görevleri bakımından iki bölüme ayrılması, 3) maddî bileşimi ile
bölümlere ayrılmasının ilgileri; bundan sonra da, modem düşünürlerin fi­
kirleri gösterilmeğe çalışılacaktır.
Grekçe tekstler arasında ilk olarak açıklamasına başlayacağımız eser,
Epikuros’un bütün öğretisini özet olarak anlatmak için talebesi olduğu kabûl edilen Herodotos’ a yazdığı ‘birinci Mektup’tur8. Bu Mektup, elimizdeki
Grekçe tekstler içinde en uzun şekilde ruh bahsini anlatmaktadır. Diğer
mektuplar gibi, Diogenes Laertios tarafından aktarılmıştır.
Şimdi, yukarda bahsettiğimiz sıraya göre, tekstlerdeki güç noktaları
göstermeğe çalışalım:
1.
A.
Ruhun maddî bileşimi
Herodotos’a Mektup.
Epikuros ruh bahsini bu mektubun bilhassa 63-67. paragrafları ara­
sında açıklamakta, ruhun bileşimini de şöyle tanımlamaktadır: ‘Ruh, solu­
ğa pek çok benziyen belirli bir hararetin karışımıyla ince atomların oluş­
turduğu, bütün yapıda tamamen yayılmış bir cisimdir, bir bakıma buna, bir
bakıma diğerine benzemektedir’9. Bu tanımdan sonra hemen ilâve ediyor,
‘bileşimindeki incelikle bunlardan farklı olan <üçüncü'> bir kısım vardır,
ki bu sebepten geri-kalan yapı ile daha iyi bir şekilde bağlı bulunmaktadır.
Bütün bu, ruhun yetileri, duyguları ve kolay-hareketleri ve düşünmeleriyle
ve ölüm anmda kaybettiğimiz şeylerden bellidir’ 10. Ve, ‘ruh, duyumda en
8 DlOG. LAERTİOS., X, 35-83, R.D. Hicks, p.p. 564-613. (Birinci Mektup
Herodotos’a, tabiat ve ruh üzerine; İkincisi Pytokles’e, gök ’e ait olaylar üze­
rine; üçüncü Menoikeus’e, ahlâk teorisi üzerine).
9 îbid. X, 63, 3-7 (=U SE N E R ., Epicurea, 63, 3-6, p. 19-20). n «puxn
Xeitto|iepeç irap oXov to âSpaapa ıtapEcnrappEVo'v, TrpoaEp$EpEcrTaTOV 6e ttveij«n
i*
% *"* >
,
«
jıccTi Beppou tivcc Kpacrıv eyovTi
Kat ırfl pivtoutco TrpoaEptpEpoç, TTfl5c toutco.
10 İbid. X, 63, 7-12 ( = U., 63, 6-10) Etrrı Se to « tpîtov» pspoç uoXXrçv ıra"
eotti
,
pdtXXayrçv EİXT]tpoç tt)
XEUTopEp£Îa Kal aÛTÛv to ü tû v ,
ıcal t£> Xonr<p âOpolapaTi •toûto
Kal a l EÛKivr)crtou
6â trâv
Kal a l SıavorioEiç Kal
aupnaSEç Si toutcp
pâXXov
a l Suvâpsıç Trjç ı^uxnç SrpıoüorıKalrcc ırâStı
covcrtEpopEvaı 0vr|CTKOp£v.
O K T A Y A K ŞÎT
4
büyük paya sahiptir ve, ancak geıi-kalan yapı tarafından kapatılmış olması
ile bunu elde edebilmektedir, diğer taraftan geri-kalan yapı da, ruha verdi­
ği bu duyum sebebine karşılık, kendisi de ruh’tan zorunlu bir yetenek ka­
zanmakta, fakat ruhun bütün yeteneklerini elde edemediğinden, ruhun ay­
rılması halinde duygululuğunu kaybetmektedir. Çünkü, bu kuvvete kendisi
sahib değildir, fakat kendisi ile birlikte bulunan başka bir şey (ruh) bunu
kendisine (bedene) vermektedir. Bunun için, ruh bedende kaldıkça, beden
bazı parçalarını kaybetse bile, duyumunu asla kaybetmemektedir. Fakat, di­
ğer taraftan ister bütün olarak, ister kısmen hayata devam eden geri-kalan
yapı, hemekadar az sayıda olsa da ruhun yapısmı oluşturan atomlarını bir
kere kaybetti mi, artık duyuma sahip olamaz11. Bütün yapı parçalanınca,
ruh uzaklaşmıştır, artık ne aynı kuvvetlere ne de hareketlere malik olabilir,
öyle ki ne de duyumu elde edebilir12. Epikuros ruhun duyumda bedenle
olan ilgisini böylece açıkladıktan sonra, ruhun bir cisim olduğunu, çünkü
boşluktan başka şeyin gayri-cismanî olmadığım, zira boşluğun ne bir şey
yapabüdiğini ne de etkiye maruz kaldığını, halbuki bunların ikisinin de açık­
ça ruha ait olduğunu, bunun için ruhun gayri-cismanî olamıyacağmı söy­
lemektedir13.
Epikuros’un, Herodotos’a Mektup’ta açıkladığı ruh bahsini kısaca gör­
dükten sonra, bu tekstte karşılaştığımız gerçek anlamları zor noktalara ge­
çelim
Bunlardan ilki, ‘bileşimindeki incelikle bunlardan farklı olan üçüncü
bir kısım vardır ki..’ cümlesinde bulunan Kısım ( T Ö ^ n sp o ç) kelimesinden
doğmaktadır. Modem mütefekkirler, bunun mânâsını verebilmek için, esas
tekstte bulunmayan, bazı tamlamalar ileri sürmektedirler. Bunlardan Diels’in
yaptığı tamlamada bu k ısım ( t ö p c p o ç ) kelimesine bir üçüncü ( t p î t o v )
kelimesi ilâve edilmekte ve cümlenin mânâsı şu şekli almaktadır: üçüncü)
bir kısım da vardır ki bileşimindeki incelikle bunlardan üstündür’. Bu ifa­
deye göre, önce sözü geçen ‘hararete ve soluğa pek çok benzeyen unsur­
lar5, ruhu oluşturan iki unsur olarak kabul ediliyor ve bu k ısım ise, ruhun
üçüncü bir kısm ı olarak anlaşılıyor. Ve bu duruma göre de, bunlardan
( aüÛTÛv totcov
) kelimelerinin ifade ettiği mânâ, ‘soluk ve hararete pek
benziyen bu unsurlardan’, başka bir deyimle, ‘ruhun birinci ve ikinci un11
12
13
DİOGENES LAERTÎOS., X , 64-65.
İbid. X , 65, 9-11.
îbid. X , 67, 5-11.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
5
Sırlarından’ oluyor. Yâni bütün cümle: ‘üçüncü bir kısım da vardır ki bi­
leşimindeki incelikle bunlardan (yâni, soluğa pek çok benziyen belirli bir
hararetin karışımıyla meydana gelmiş bu iki unsurdan) pek farklıdır, ki bu
sebepten geri-kalan yapı ile son derece iyi bir şekilde bağlı bulunmaktadır’
anlamını veriyor.
Fakat, bu kısım ( tö pepoç ) keümesinin anlamını açıklamak için
eklenen üçüncü ( tpîtov ) tamlamasını çıkarıp, tekstin aslına sadık kala­
rak kısım ( tö pepoç ) kelimesini değiştirmeden14, ( tö pepoç ) kelime­
sinden ‘insanın bir kısmı' anlamında olmak üzere ra/z’un imâ edilmiş oldu­
ğunu da düşünebiliriz. Çünkü insan, ruh ve beden gibi iki kısımdan meyda­
na gelmiştir. Bu takdirde aym cümle şu şekle dönüyor: ‘kısım ruh bileşi­
mindeki incelikle bunlardan (yâni, soluk ve hararete pek benziyen unsurlar­
dan) pek farklıdır’. Bu duruma göre, ruhu oluşturan unsurların bileşimi
hangisi olmaktadır? İlk tanımlama mı, yoksa bu cümleden çıkması ihtima­
li olan mânâ mı?
Başka bir düşünür, H. Usener, bu cümleyi ayrı bir yönden inceliyor
ve değişik bir anlama varıyor. Ona göre, bu cümleyi yine metnin aslında­
ki gibi değil, fakat şöyle anlamalıdır : ‘bileşimindeki incelikle bunlardan pek
farklı olan kısım münasebeti ile, geri-kalan yapı ile, bu sebepten daha iyi
bir şekilde bağlı bulunmaktadır’15. Usener, ( ecrn 5e tö pepoç ) ifadesini
(
etti
5e toû
pepouç
) şeklinde okumamn daha uygun olduğunu be­
lirtmektedir ve buradaki ( toütco ) kelimesindeki dativus ( CTup-rraBeç ) e
bağlı olup sebep göstermektedir. Fakat, Epikuros burada üçüncü bir unsur­
dan mı bahsetmektedir ki, bunun münasebeti ile geri-kalan yapı daha iyi
bir şekilde bağlı bulunuyor olsun. Bu pek belli değüdir..
Usener, yukarda sözü geçeni takib eden cümlede de bir değişiklik yap­
makta, asıl metindeki ( SrjÂov )belli, aşikâr kelimesi yerine ( Sırjyov )
muhafaza etmektedir, tutmaktadır'm daha iyi bir mânâ verdiğini iddia et­
14
C. B AİLEY., Epicurus, 63, 5-8, p. 38, Oxford, 1926.
ev ti
5e
to
pepoç
ıroXXrçv irapaXXay^v EiXıı<poç Trj X e t t t o | 1 £ P E Îçc k c u aÛTÛv t o ü t c o v , aupuaSEç 8 e t o û t c p
paXXov Kai t£ > Xonrcp aSpoiopaTi.
15 USENER., Epicurea, 63, 6-8, p. 20, Lipsiae, 1887. e-itİ Si t o î i pEpouç
ıroXXr)v uapaXXayr|V £İXr|4>oç Tfl
Xov Kai Tip X o i t t w âSpoicrpaTi.
X e t t t o (ie p e î< jc
KOti
öû tû v
toü tg ov,
crupıraSeç
to û tcp
pâX-
O K T A Y A K ŞÎT
6
mekte16 buna misâl olarak Lucretius’un III. kitap 324. mısradaki ‘ve biz­
zat ruh bedenin muhafızı ve varlığının sebebidir’ 17 ifadesinin buradaki cüm­
leye tamamen uyduğunu söylemektedir. Yâni bu cümle18, şu şekilde çevrilmelidir : ‘bütün bu, ruhun yetileri ve duyguları ve hareketleri ve düşünme­
lerini ve ölüm anında kaybettiğimiz şeyleri muhafaza etmektedir’ . Fakat,
buradaki bütün bu ( t o û t o 5e -ırâv ) nun anlamı nedir? Bütün ruh mu, be­
den mi, yoksa buradaki tanıma göre üçüncü bir unsur mu?
Bunlardan başka bir güçlük de ‘bir bakıma buna, bir bakıma buna (di­
ğerine) benzemektedir’in
kccî
xrrj pev toiît&d ırpoaeiKpepeç,
ttü 5 e to ü tc o
mâ­
nâsından çıkmaktadır. ‘Buna
buna’ ( Toû-rcp.. .t o ü t c o ) ile soluğa ve ha­
rarete benzeyen unsurların anlatılmak istendiği açıktır. Fakat, ‘bir bakı­
ma
bir bakıma’ ( -n-fj pev...Trr) 5e ) ile ne imâ edilmiştir? Hangi bakım­
lardan bunlar benzemektedirler?
Bu Mektup’taki ikinci büyük güçlük, Epikuros’un hangi sebeple ru­
hun bileşimini ‘soluğa pek benziyen belirli bir hararet karışımı’ bir cisim
olarak tanımlamasından doğmaktadır. Gerçi, 63. paragrafın sonunda19, bu­
nun sebebini açıklar gibi görünen bir cümle bulunmaktadır. Fakat bu da
açık bir tanım değildir. Çünkü; bu cümledeki (
gev
ûv orEpojnvoı 0vfjoıKo
) ‘ölüm anında kaybettiğimiz şeylerden’ ibaresindeki; ‘bu şeylerden’
(cSv toütcov ) kelimeciğinin işaret ettiği şeylerin, ölüm anında bizi terkeden soluk ve hararet olabileceği kabûl edilebilir. Ve, Epikuros, deneysel
bir gözlem sonucunda bu fikre ulaşmış olabilir. Fakat, Epikuros, ruhun bi­
leşimini tanımlarken bu iki unsuru soluk ve hararet ( ırveûpa ve 0eppov)
olarak değil, ‘soluğa pek çok benziyen belirli bir hararetin
karışımı’
( ırpo-
creptpepeCTTaTov öe ırveüpctTi 0epgoû Tiva Kpâorv ) şeklinde göstermişti Yâni,
bunlar tam soluk ve hararet unsurları değildi. O halde, burada tamamen bir
uygunluk vardır, denilemez. Yeter ki, bu (
) bu şeylerden kelimesi ile
16
USENER., Epicurea, 63, 8-9 et seq., toûto 8e ırâv a'ı SuvotpEtç Ttjç liiuxifc
Sıiiyov Kai t<£ ıtâ0n .....
17
corporis
18
19
O. 1., p. 20, not 5; LUCRETÎUS., De Herum Natura, IH, 324 ipsaque
est custos et causa salutis et sequentia.
Bak. p. 3, not 10.
Bak. O. 1. ( = DIOGENES LAERTÎOS., X , 63, 10-12) toûto 8 e ırâv od
SuvâgEiç tt|ç ipuxns 8r|XoÛCTi Kai Ta ırd0n Kai aî EÛKivneiaı Kai ai SıavonaEiç Kai
âv aTEpo|iEvoı 8vr)GTKO|iEv.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
7
sadece ve aynen ‘soluğa pek çok benzeyen belirli bir hararet’ unsurları an­
laşılmış olsun. Eğer böyle kabûl edersek; yine ayni cümlede, öldüğümüz
zaman kaybettiğimiz ‘ruhun yetileri, duyguları ve kolay-hareketleri ve dü­
şünmelerinin’, bu ‘soluk ve hararete pek çok benziyen’ unsurlardan mey­
dana gelmiş olmaları icab edeceği için bu bileşime uyan unsurlar olmaları
gerekmektedir, ki bu duruma göre, yalnız kolay-hareketlerin ( EÛKivrıcrim)
hararet unsurundan oluşması uygun görünmektedir. Çünkü, ateş veyahut
hararet, unsurunda yanma esnasında görünen bir hareket olmaktadır. Fa­
kat, diğer ‘düşünme, duygu ve yetiler’in, ‘soluğa pek çok benzeyen hararet’
unsurları ile uygunlukları ne olabilir?
B.
Haşiye (Scholion).
Herodotos’a Mektup’ta, 66. paragrafın sonunda, Epikuros’un olma­
yıp, Diogenes Laertios’un kendisi veya bir başkası tarafından mı yazılmış
olduğu bilinmeyen, bir ‘Haşiye’ (Scholion) bulunmaktadır20. Bu parçada,
ruhun bileşimini oluşturan unsurlar hakkında şöyle deniliyor : ‘Başka bir
yerde, (Epikuros), onun (ruhun), ateşi oluşturan (atomlar)dan pek çok
farklı, çok düz ve yuvarlak atomlardan meydana gelmiş olduklarım söyle­
mektedir’21. Burada, ruhu oluşturan atomların ‘ateşinkilerden çok farklı’
( -rroAÂcp tivi 5ı JtıpîpovCTÛv tûv toû Trupoç ) oldukları ve ‘çok düz ve
çok yuvarlak’ (
aeiotöîtcov Kat cttpoy yuâcotgctcov
) atomlardan oluş­
tuğu belirtilmektedir, ki bu evvelki (Herodotos’a Mektup) kaynağımızdan
ayrı bir tanımlamadır. Herodotos’a Mektup’ta22, bu unsurlarm ‘soluğa pek
çok benzeyen belirli bir hararetin karışımıyla ince atomlardan’ meydana
geldiği anlatılmakta idi. Oysa ki, Haşiye bu atomların çok düz ve yuvarlak
olduklarını, Epikuros’un başka bir yerde söylemiş olduğunu bildiriyor. Bu
durum karşısında tanımların hangisini kabûl edeceğiz? Niçin ayrı ayrı ta­
nımlara rastlıyoruz? Bunlar cevaplan verilmesi gereken problemlerdir.
20
DİOGENES LAERTİOS., X , 66 sonu, 5-14.
21
İbid., X , 66 sonu 5-7 \iyzı ev öXAoıç
kcü e| ccto'|iuv aÛTİ|v auyKEÎoSaı
Aeiotoitmv Kai CTTpoyyuAuTâcov, ıroAAtp tivi 5ıatJ>£poucrüv tûv toû ırupoç.
22
Bak. p. 3, not 9.
O K T A Y A K ŞİT
8
C.
Plutarkhos; Adversus Coloten.
Kaynaklarımızdan birisini de, Plutarkhos’un Adversus Coloten ( ripoç
KcoAûtjiv ) ‘Kolotes’e karşı523 isimli eseri teşkil ediyor. Plutarkhos bu ese­
ri, Epikuros’un bir talebesi olan Kolotes’in, insanların Epikuros sisteminden
başkalarını kabûl etmeyip, yalnız Epikuros sistemi ile yetinebilecekleri id­
diasını çürütmek için yazmıştır. Plutarkhos’un bütün amacı, Platon’ca bir
tarzda, Epikuros felsefesinin karşıtını doğru göstermektir. Aristodemos’un
( 'Apıcrroöpııoç ö AiyiEuç ) Kolotes’e karşı sözleri diyalogun büyük bir
kısmını teşkil etmektedir.
.Eserin 20. bölümünde24, Kolotes, Sokrates’in insanın ne olduğunu bil­
memesinin bir filozofa yakışmadığım ve gülünç bir şey olduğunu söylemek­
tedir. Aristodemos ise, Kolotes’e karşı, kendi önderi Epikuros’un da ayni
şeyi yaptığını, hatta ‘başlangıç unsurlarının bileşimini’25 araştırdığım, ve
bunu pek de iyi yapamadığmı söylüyor. Bu sözlerden sonra da, Plutarkhos,
rühun bedenle ilgisi ve ruhun bileşimi hakkında Epikuros’un düşüncelerini
açıklıyor. Böylelikle, bize şimdiye kadar incelediğimiz tekstlerde görmedi­
ğimiz tanımlar veriyor. Bu tanıma göre ruh, şu şekilde dört unsurdan oluş­
maktadır: ‘( ruh) bir hararetten, ve soluktan ve havadan
ve isimsiz bir
unsurdan meydana gelmiştir’26. Bu durumda ruhu oluşturan unsurlar dörde
yükselmiş oluyor. Heodotos’ a Mektup’ta anlatılan ‘soluk ve hararete pek
benzeyen’ unsurlara, hava
(
dspcpSnç
)
ile isimsiz bir unsur
(
ockoctovo-
pctoTov ) eklenmektedir. Ve, buradaki soluk ve hararet unsurları, pek ben­
zeyen ( TrpocreptpEpECTTaTov) olarak değil, fakat bir hararet ve soluk '(....
tiv o ç
03ppoû kkİ trvEupaTiKoû ) şeklinde tanımlanmaktadır. İşte bu ayrılık ve
ruhun unsurlarının dörtlü bir bileşim kazanması, Herodotos’a Mektup ve
Scholion’dakilerden değişik bir tanımla karşı karşıya kalmamıza sebep ol­
maktadır. Aym zamanda, tanımların bu çeşitliliği ruhun yapışım oluşturan
unsurlar hakkında derhal kesin bir hükme varmam ıza da engel olmaktadır.
23 PLUTARKHOS., Moralin, VI, p. 422-478 (Adv. Colot.), Leipzig, Teubner, 1895.
24 PLUT., Adv. Colot, 20, 1118 G, 3-6, p. 452-453.
K al
25
PLUT., S. îbid., 20, 1118 D, 9-10, p. 453
26
îbid., 20, 1118 E, 19-25
ek
tiv o ç
ctK a T ov op a a T a û .
ek
tiv o ç
tou
dSpo'ou inç KaT0tpxn s.
0Eppoû Kai ırvcupciTiKOÛ Kai aEpûSouç......
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
9
Çünkü bu çeşitli ifadelerin hangisini temel olarak almamız gerektiğini, ilk
bakışta, anlıyamıyoruz. Sonra, Epikuros’u Mektup’ta açıklamadığı, unsur­
ların dörde çıkarılması, niçin Plutarkhos tarafmdan anlatılıyor? Epikuros
bu iki ayrı unsurdan niçin Mektup’ta bahsetmemiştir? Acaba bunların ek­
lenmesi Plutarkhos tarafından mı yapılmıştır?
Plutarkhos, ruhun bu dörtlü yapısından başka, ruhu oluşturan bu un­
surların ‘bedenle olan ügilerinden’27 söz açmaktadır. Daha sonra (II, C’de),
ayrı bir yönden inceleyeceğimiz ruh unsurlarının bu görevlerinin bedenle
olan ilgisini burada kısaca göstereceğiz: Ruhu meydana getiren dört unsur­
dan ilk üçü -bir hararet, soluk ve hava- bedene, ‘harareti, yumuşaklığı ve
gerginliği’28 vermektedir, deniliyor. ‘İsimsiz olan unsurun’ da, Plutarkhos,
‘hüküm verdiğini, hatırladığını, sevdiğini, ve nefret ettiğini ve bütün bütün
düşünücü ve aklî bir unsur olduğunu’29 söylemektedir.
Bu tanımla acaba Plutarkhos neyi belirtmek istemiştir? İlk üç unsur
bedene bazı görünüşler vermekte, ‘isimsiz unsur’ un görevleri ise akli, zihnî
şeylere münhasır kalmaktadır. O halde, Plutarkhos burada ruhun bütün gö­
rünüşlerini çizmemektedir. Çünkü, ruhun bunlardan başka görevleri ve du­
rumları da vardır. Bundan dolayı, bu tanımın tamam olmadığı sonucuna
varmak mümkündür. Bu eksiklik te, bu konuda tam bir bilgiye sahip ola­
mamamıza ve böylelikle yeni bir güçlükle karşı karşıya kalmamıza sebep
olmaktadır.
D.
Aetius’tan bir parça
Epikuros’ta ruh konusunun açıklanmasında faydalanacağımız kaynak­
lardan bir diğeri de, Aetius’tur. İ.S. I. yüzyılda yaşayan bu yazardan bize
devrolan bir parçada, Epikuros’un ruhun bileşimini şöyle kabûl ettiği anla­
27
İbid., 20, 1118
D, 16-17
28
İbid., 20, 1118
D, 17-18 atç 0Eppo'Tiyra Kai |jaXaKÖTiiTa Kal
tûv
ırepi aâpKa -rnç 4>uxnÇ SuvâpiEMv.
to' vov
ira p tı
TCp CTMpaTl.
29
İbid., 1118 E, 21-24
' tö yap £j Kpivsı Kai
xai öXcoç to <t>po'vi|iov Kai XoyıaxtKov
EtrıyiyvEaOaı.
ek tivoç’
iiviipoveuei
Kal <t>ıXEÎKat pıasî,
‘ (¡¡rçcriv. âKaTovopâaTOu ıroıoTnTOç
O K T A Y AKŞİT
10
tılıyor30 : ‘Epikuros diyor ki, ruh dört unsurun karışımıdır, belirli bir ateş
unsuru, belirli bir hava unsuru, belirli bir soluk unsuru ve isimsiz bir dör­
düncü unsur, bu sonuncusu kendisinde duyumu bulundurmaktadır’.
Görüldüğü gibi, Aetius’un tanımı Plutarkhos’la, ruhu oluşturan unsur­
ların dörtlü olmasında birleşmektedir. Bununla beraber, aralarında bazı ay­
rılıklar da vardır: İlk önce, dört unsurdan birisi, ateş ( uuptoSrıç ), Plutarkhos tarafından hararet (
0Eppov )olarak ifade edilmişti. Sonra, buradaki
unsurlar, Adversus Coloten’deki gibi, bir hararet, bir soluk v.s. değil, fakat
belirli bir ateş, hava, soluk (
uoıoû TrupcaSouç, ıroıoû âepûSouç, ıroıoû
ırvEU|iaTiKoû) unsurlandu.
Ruhun bileşimi yanısıra, bu unsurların bedene karşı olan görevlerini
anlatan Aetius, bu konuda şöyle diyor: ‘Bunlardan ( dört unsurdan) soluk
hareketi, hava sükûneti, hararet bedenin görünen sıcaklığını, isimsiz unsur
ise bizde duyumu meydana getirmektedir;’31. Bu tanım ile Plutarkhos’un
Adversus Coloten’deki açıklaması arasmda bir karşılaştırma yapacak olur­
sak, yalnız hararet ( 0£ppov
), Plutarkhos’taki tanıma uyarak Aetius’ta da
bedene harareti kazandırmaktadır. Plutarkhos’ta yumuşaklığı
( iilcAocko-
tr|TQ ) veren soluk ( ırveûpa ), Aetius’ta hareketi ( Kİvpcnv ) vermekte;
gerginliği ( tovov
) veren hava (dcpcûSpç ) unsuru ise Aetius’ta sükûneti
(rpEpi-iv) kazandırmaktadır. O halde, bu bakımdan da bu iki parça ara­
smda bir uyuşmazlık bulunmaktadır.
Aetius’ta karşılaştığımız bir güçlük de isimsiz unsurun kendisinde
aia0r)CTi,<öu
’u bulundurmasıdır32. Çünkü bu kelimenin gerçek anlamını
vermek zordur. Acaba bu kelimenin asıl mânâsı ‘duyum’ mudur, yoksa
30 AETİUS., IV 3, 11. (STOBAEUS., Eclogae Physicae et Ethicae, 1, 49,
lb, p. 320, 9-11, Wachsmuth.) ^EırİKopoç Kpâpa e k TetTapov, e k ıroıoû ırupciBoııç,
k ıroıoû ¿epuSouç, e k ıroıoû
ırvEupciTiKoû, e k TETaptoıı tıvâç âKaTOvopâcjTOu, t o û t o
Sfjv aûrcp t ö aicr8i)irKo'v.
31 AETİUS., IV 3, 11 (STOBAEUS., Edlog. Phys. et Eth, 1, 49, lb, p.
320, 12-15, Wachsmuth, 1884 ûv t o pâv ırveûpa Kİvıjaıv, t o 8e d£pa npepiav,
¿
8i
Seppov
r jp iv
x r [v
E p ır o iE İ v
32
(p a ıv o p £ v r | v
6 e p p o 'T i ] T a
toû
acoparoç,
to
8e
aK aT O vopaaT O v
a ı 'p â n p ı v .
İbid., I, 49, lb, p. 320, 11
toû to
8
flv
aÛ TU
to
aicrBıynKov.
t
^v
âv
EPIKUROS'GU R U H TEORİSİ
11
‘duygu’ mudur? Eğer duygu karşılığı kullanılmış ise pek güçlük yoktur.
Çünkü, Adversus Coloten’de Plutarkhos’un açıklamasına, oradaki duygu­
lar bakımından, uyabilir. Fakat, duyum anlatılmak isteniyorsa bu Plutarkhos’la nasıl uyuşturulabilir? Sonra, Aetius, bu unsura aklî görevler bağlamı­
yor. Bu da, Plutarkhos’un tanımı ile bir ayrılık meydana getiriyor.
Aetius’taki güç noktalan gördükten sonra, konumuzla ilgili küçük bir
parçaya geçelim:
E. Makrobius.
Makrobius’tan kalan bir parçada, Epikuros’a göre ruhun bileşimini
oluşturan unsurların üçlü olduğu anlatılıyor: ‘Epikuros (ruhun, dedi) biçi­
mi, ateş ve hava ve soluk kanşımı olarak oluşmuştur’33. Bu kısa açıklama
ruhun üç unsur bileşimi olduğunu ifade etmektedir. Oysa ki, bundan önceki
tanımlarda dört unsurdan bahsedilmekte idi. O halde, bu,değişik bir tanım
olmaktadır.
F.
Lucretius.
Lucretius’un De Rerum Natura adlı eseri konumuzla ilgisi bakımından
çok önemli bir kaynaktır. Kitabın bu önemi, herşeyden evvel, iki hususa
dayanmaktadır : Bunlardan birincisi, Lucretius’un Epikuros’a karşı duydu­
ğu hayranlık ve bağlılık sebebi ile eserin kazandığı değerdir. Lucretius’un
ruh konusunu çözümlediği III. kitabm başındaki övgü, bunun çok açık bir
kanıtını teşkil etmektedir. Burada, ‘ey Yunan soyunun şerefi, senin peşin­
den gidiyorum ve şimdi, bıraktığın izlerin üstüne ayaklarımı koyuyorum,
istediğim seninle yarışmak değil, bunu sevgim yüzünden yapıyorum, çünkü
niyetim seni taklit etmektir’34, diyor. Hemen alt mısralarında ise, önderine
olan sarsılmaz inancını, ‘sen, ey babamız, kâinatın bulucususun, sen bize
geniş ölçüde öğütler veriyorsun, senin ey ünlü, senin sahifelerin içinde, arı­
ların çiçekti çayırlarda herşeyden bir tât aldıkları gibi, biz de ayni şekilde,
senin altın sözlerinle ayrı ayrı faydalanarak besleniyoruz, altmdan diyorum,
çünkü onlar sonsuz hayatın daima en değerli hâzineleridir’35 sözleriyle açığa
33 MACROBİUS., Commet. I 14, 20 (= U S E N E R ., Epicurea, 315, p. 217)
‘Epicurus (animam dixit) speciem ex iğne et aere et spiritu mixtam.’
34 LUCRETİUS., De Rerum Natura, HE, 3-6, C. Bailey, Oxonii, 1921.
O K T A Y A K ŞİT
12
vuruyor. Bu balamdan, Lucretius, Plutarkhos’un Adversus Coloten’de Epikuros felsefesine karşı davranışı ile karşılaştırılınca büyük bir aykırılık gö­
rülmektedir : Lucretius, Epikuros’a ne kadar bağlı ise, Plutarkhos o kadar
karşıttır. Bunun için her iki eseri bu açıdan incelemek uygun olur.
De Rerum Natura’mn ikinci daha büyük önemi, çok ayrıntılı bir eser
oluşudur. Bu bahtı, Lucretius’un, Epikuros tarafından yazılmış ve bize ka­
dar gelmemiş büyük bir eserinden, herhangi bir şekilde, faydalanmış olma­
sıdır. Gerçekten, Epikuros’un böyle bir büyük eseri bulunduğuna dair bazı
kanıtlar mevcuttur:
a)
Pytokles’e yazdığı ikinci Mektup’ta36 ‘Herodotos’ a karşı yazdığı
küçük özet ( piKpoc e-m-ropıi
)’den söz açıyor, böyle bir tanımın yapılabil­
mesi için ancak ‘büyük özet’in (
peydAT] ettitopiî
) olması gerekir.
b) Herodotos’a Mektub’un başında37 ‘daha büyük bir özetin bütün
öğretilerini içine aldığını’ yazıyor, bu ise büyük eserinin bulunduğunu ispat
etmektedir.
c) Ayni mektubun bir başka yerinde38 ‘senin için ( Herodotos) bütün
düşüncelerimi içine alan başka bir özet ( bir mektup) hazırladım’ diyor, ki
bu da ayrıntılı bir eserin var olması ile açıklanabilir.
Bunların yanı sıra, 'büyük özet’in ( peydArı e-ırı-ropfj ) kendisinden,
Herodotos’ a Mektup’taki bazı Haşiyelerde (Scholion) doğrudan doğruya
bahsedilmektedir39.
W.E. Leonard’a göre40, Lucretius’un bu ‘büyük özei’ ten faydalanmış
olmasını gerektiren en az altı kısım gösterilebilir:
35
îbid., m , 9-13.
36
DÎOGENES IA E R T ÎO S., X . 85, 8
37
İb id., X , 35, 2 -4 ..Taç
p e îÇ o u ç t û v
ev
tu
piKpç Eirnopû ırpöç cHpo5oTOV.
cruvTETaypevov (Jipiouç SıaSpEÎv ¿uiTopf|V
rfjç oMlÇ ırpaypaTEİaç...
38 îb id ., X , 37, 4 -5 Euoit)crâ a oı Kai xoıaıjTi]v ı ı v â EnrTopf|v Kai aTOiyiEUirıv
tû v
oXuv SoŞûv.
39
to u to
USENER., Epicurea, 24, p. 99, 24, Scholion (= D İO G . LAERT., X , 39)
Kai âv Tr) pEyaXn âıriTopn cpn^ı.
O.I., 25, p. 99 ( = DÎOG. LAERT., X , 40).. Kai tu Mcyd^u âıriTOpu.
O.I., 26, p. 99 ( = DÎOG. LAERT., X , 73)f]Epi
¡pücrEuç Kai
ev
tu
MEyâku
lıriTopu-
40
W .E . LEONARD
p. 38, Madison, 1942.
ve S.B. SMÎTH., T. İMcreti Cari De Rerum Natura,
EPnruROS’c u
r u h t e o r îs î
13
1) I. kitapta diğer filozofların yerilmesi,
2) III. kitapta ruhun ölümlülüğünü tanımlayan kanıtlar,
3) IV. kitapta aşk heyecanının çözümlenmesi,
4) V. kitapta ilk-insanın ve medeniyetin başlangıcının anlatılması,
5) VI. kitapta şimşek ve gök gürültüsünün açıklanışı,
6) VI. kitapta önce-söylenmemiş olan mıknatısın tanımı.
Bu kanıtların hepsini bir noktada toplamak mümkün görülüyor: Lucretius’un, Epikuros felsefesini adetâ Lâtinceye tercüme etmesi. Bu düşünce­
nin doğruluğunu, Lucretius’un Epikuros’u taklit etmek arzusunu gösterdiği
zaman kullandığı imitari fiilinden çıkarmak güç bir şey değildir. Çünkü,
taklit etmekte bir çeşit kendine göre çevirme vardır41. Sonra, ‘senin sayfa­
larından.... faydalanıyoruz, besleniyoruz’42, diyor Lucretius, bu da ayni şe­
yi belirtmektedir. Lucretius’un birçok mısralarını, Epikuros’un kullandığı
kelimelerle aynileştirmek mümkündür. Bunu, her ikisinin eserlerinin başlığı
olan ‘Kâinat hakkında’ ( Flspî <j>ûcrEcoç veya De Rerum, Natura) kelime­
lerinde de görebiliriz. Lucretius, hiç şüphesiz, Epikuros’tan faydalanmıştır.
Ve, elimizdeki, Epikuros metinlerinden daha büyük bir eserden istifade et­
miş olması gerektiğine, mevcut kaynakların hiç birisinde rastlayamadığımız
açıklamalara Lucretius’ta tesadüf etmek, bir kanıt teşkil etmektedir. Konu­
muzla ilgisi bakımından, bu açıklamalardan, ruhun bileşimi hakkındaki ta­
nımı ele alabiliriz: Epikuros’un Herodotos’a Mektub’unda bu unsurlar iki
tane olarak açıklanmıştı. Bunu, Mektubun özet olarak yazılmasına veya bir
başka sebebe verebiliriz. Fakat, diğer kaynaklardan Aetius ve Plutarkhos,
bu bileşimin dörtlü olduğunu ifade ediyorlar. Ayni şekilde, biraz sonra gö­
receğimiz gibi, Lucretius da ruhun bileşiminin dört unsurdan oluştuğunu
söylemektedir. Fakat, Lucretius bu bileşim şeklini Herodotos’a Mektup’tan
almış olamaz, çünkü orada dört unsurdan söz açılmıyor. Oysa ki, Lucretius
dört unsur bileşiminden bahsetmektedir. Bunu kendisinin yaptığı da söyle­
nemez, çünkü diğer kaynaklar Epikuros’un ruhun bileşimini dörtlü olarak
açıkladığını bildirmektedir ve Lucretius’un önderine bağlılığı da onun fikir­
lerinden ayrılmağa müsait değildir.
. İşte, bir deyime göre, Epikuros felsefesini Lâtince mısralarla açıkla­
makta olan De Rerum Natura böyle bir eserdir. Fakat, Epikuros sistemini
41
LUCRETÎUS., De Rerum Natura, m , 6.. Te imitari aveo.
42
Ib id ., UT, 12.
O K T A Y A K ŞİT
14
geniş bir çerçeve içinde anlatan bu eser de, ne yazık ki, ruh konusunun çö­
zümlenmesinde kesin kanıtlar vermemektedir. Lucretius’un genç yaşta ölü­
mü, eserinin düzeltmelerim yapmasına imkân vermemiştir. Bundan dolayı,
karanlık ve anlaşılması güç parçalar bu eserde de bulunmaktadır.
De Rerum Natura üzerine bu sözlerimizden sonra, takib ettiğimiz sı­
raya göre, Lucretius’ta ruhun bileşimi ve bu bileşimin anlaşılması güç yer­
lerini göstermeğe çalışalım :
Lucretius’ta ruhun bileşimini oluşturan unsurların açıklanmasında,
şimdiye kadar incelediğimiz kaynaklarda karşılaşmadığımız bir özellik bu­
lunmaktadır. Bu, ruhun bileşimi anlatılırken ruh ( <jıuxn ) karşılığında tek
bir kelimenin kullanılmamış olmasıdır. Lucretius, ruh konusunu ele aldığı
III. kitabın başlarında ne anlatmak istediğini açıklarken, ‘akim (animus)
ve ruhun (amma) yapışım mısralarında aydınlatmağa çalışacağım’43 diyor.
Ve bu ikili yapımn bir arada anlaşılması gerektiğini daha sonraki mısralarda ısrarla tekrar ediyor: Akıl ve ruh’un birleşerek bir tek yapı oluşturduk­
larını14, bunların birlikte insanın bir parçası olarak bulunduklarım45, ikisi­
nin de cisimsel bir yapıda olduklarını46 ete. söylemektedir. Bu tanımlarla,
Lucretius’un bütün ruh ( ipuxrj ) karşılığında aklı (animus) ve ruhu (ara­
ma) kullanmakta olduğunu açıkladığı açıktır.
Ruhun yapısının, akıl (animus) ve ruh (anima) a göre açıklanması ru­
hu oluşturan unsurların bileşiminin çözümlenmesinde büyük güçlükler çı­
karmaktadır. Çünkü, bu açıklamalarda, ya akıl (animus) "veya ruh (anima)
ele alınmakta ve bunlardan hangisinden bahsediliyorsa ona göre bir bileşim
şekli verilmekte, veyahut ikisi ( animus ve anima) birleşik olarak anlatılır­
ken ikisine ortak başka bir bileşim şekli ile tanımlanmaktadır.
43
LUCRETÎUS., De Rerum Natura, UT, 35-36.
....................... .Animi natura videtur
atque animae elaranda meis iam versibus esse.
44
İbid., m , 136-137
45
nunc animum atque animam dico coniuncta teneri
inter se atque unam naturam conficere ex se,
İbid., UT, 130-131
.........................est animi natura reperta
atque animae quasi pars hominis,
46
Ibid., m , 161-162
corpoream
.....................naturam animi atque animae
esse.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
15
Şimdi, bunların nasıl ve ne şekilde açıklandıklarını mısralarda göster­
meğe çalışalım:
Epikuros gibi, Lucretius da ruhim bileşimini oluşturan unsurların ne­
ler olduklarını anlatırken, bedenin ölüm anında kaybettiği şeylerin tanımım
yapılmaktadır:
o halde, ruhun (anima) da organlarımız arasında olduğu­
nu ve bedenin bir âhenkle duygulanmakta olmadığını anhyabilirsiniz. İlk­
önce öyle olur ki bedenin büyük bir kısmı ayrıldığı halde, yine de hayatımız
organlarımızda kalır. Ve tekrar, ayni şey, az bir hararet atomu uçup gidin­
ce ve ağızdan hava dışarıya çıkınca, derhal damarları ve kemikleri terkeder
gider’47. Lucretius, bu mısralarda bedende iki unsurun, hararet (calor) ve
hava (aer), bulunduğunu ve bunların ayrılması ile hayatın sona erdiğini be­
lirtmektedir. Fakat, hemen aşağıdaki mısralarda, ‘rüzgârın ve sıcak harare­
tin atomlarının daha fazla iş gördüklerinden ve hayatın organlarımızda kal­
masına daha fazla etki ettiklerinden’ bahsetmekte ve ‘o halde vücûtta hararet
ve hayatî rüzgâr vardır, bizim uzuvlarımızı ölüm anında bırakıp giderler’48,
demektedir.
Görüldüğü gibi, biribirlerine bu kadar.yakın mısralarda ölüm anında
bedenin kaybettiği şeyler başka kelimelerle tanımlanmaktadır: Hararet (ca­
lor) ve hava (aer) unsurları olarak açıklandıktan soma, bu unsurların rüz­
gâr (yerttus) ve sıcak hararet (calidus vapor) oldukları söylenmekte, biraz
soma da hararet (calor) ve hayatî rüzgâr (ventus vitalis) diye tanımlanmak­
tadır.
Hatta, daha somaki mısralarda ölüm halinde bizi terkeden unsurlar
şöyle tanımlanıyor: ‘Ölüm hayatî duyum ve sıcak hararet müstesna, herşe-
47
LUCRETIUS., De Herum Natura, H I, 116-123
nunc animam quoque ut in membris cognoscere possis
atque eadem rursum, cum corpora pauca caloris
diffugere per os est editus aer,
deserit extemplo venas atque ossa relinquit;
48
Ibid., m , 126-129
sed magis haec, venti quae sunt caliduque vaporis
semina, curare in membris ut vita moretur.
est igitur calor ac ventus vitalis in ipso
corpore qui nobis moribundos deserit artus.
O K T A Y A K ŞÎT
16
yi ortada bırakır’49. Buradaki unsurlar ise hayatî duyum (vitalis sensus) ve
(sıcak) hararet (calidus vapor) olarak gösteriliyor.
Bu duruma göre, bunlardan hangisini kabûl etmemiz gerekiyor? Gerçi
vapor, calor ile eş anlamlı kabûl edilebilir, fakat aer (hava) ve ventus (rüzgâr)
arasında nasıl bir ilgi vardır? Sonra, vitalis sensus (hayatî duyum) bu unsur­
lardan hava (aer) veya rüzgâr (ventus) yerine mi kullanılmıştır ki diğer un­
sur aynen sıcak hararet (calidus vapor) olarak muhafaza edilmiştir?
Bu iki unsurun bileşimi ruh’u (anima) mu oluşturmaktadır? Çünkü, bu
iki unsurun açıklanmasının baş tarafında, anima’dan bahsedilmektedir. Fa­
kat acaba bu, aşağıda onun bileşimi mi açıklanıyor demektir? Zira, burada
unsurların ruhu (anima) oluşturdukları açıkça söylenmemektedir.
Başka bir yerde aklın (animus) bileşimini oluşturan unsurları anlattığı­
nı söyleyen Lucretius, onun atomlarının şekillerinden işe başlamaktadır:
‘Şimdi aklın (animus) nasıl bir cisim olduğunu ve neden oluştuğunu açıkla-?
yacağım
ilk önce pek ince ve pek küçük atomlardan meydana geldiğini
iddia ediyorum’50 diyor, ve aklın (animus) sür’atle hareket eden bir unsur
olması sebebi ile onu oluşturan atomların yapılarım ikili olarak tekrar açık­
lıyor : ‘O kadar hızla hareket eden o şeyin, pek yuvarlak ve pek küçük
atomlardan oluşması gerekir’51 diyor. Daha sonra da, bu iki tanımı birleş­
tirerek, ‘mademki akim pek fazla hareketli olduğu anlaşılmıştır, pek küçük,
pek hafif (düz) ve pek yuvarlak atomlardan oluşmuş olması gerekir’52 de­
mektedir.
49
50
51
52
LUCR., De Rerum Natura, UT, 214-215.
...............................................mors omnia praestat
vitalem praeter sensum cdlidumque vaporem.
îbid., 177-180.
is tibi nunc animus quali sit et unde
constiterit,............
principio esse aio persuptüem atque minutis
perquam corporibus factum constare.
îbid., 186-187.
at quod mobile tanto operest, constare rotundis
perquam seminibus debet perquamque minutis.
îbid., 203-205.
nunc igitur quoniam est animi natura reperta
mobilis egregie, perquam constare necessest
corporibus parvis et levibus atque rotundis.
EPIKUROS’CU RU H TEORİSİ
17
Aklı (animus) oluşturan atomlar böyle açıklanıyor, fakat ruhun (anima)
atomları nasıldır? Bu da ayni atomlardan mı oluşmuştur? Bu konuda bir
cevap bulamıyoruz. Eğer, ayni atomlardan meydana geliyorlarsa, niçin Luc­
retius animus’vm yanma anima’yı da eklememiştir? Ayrı atomların bir bi­
leşimi iseler, bu niçin belirtilmiyor?
Bir başka yerde53 akıl (animus) ve ruh (anima) atomlarından beraberce
bahsederken şöyle diyor:
akim ve ruhun pek ufak atomlardan oluşmuş
olduklarını anlıyabilirsiniz’. Burada, ikisine ortak olmak üzere tek bir yapı,
pek ufak olmaları söylenmektedir. Aklın (animus) bileşimindeki pek hafif
(düz) ve pek yuvarlak atomlardan niçin bahsedilmiyor?
Bu atomca açıklamaları takib eden mısralarda, ruhun ( tpuxn ) unsur­
ları bakımından çözümlenmesinde yine güçlüklerle karşılaşıyoruz: ‘Bu ya­
pı basit zannedilmemelidir, çünkü hafif bir nefes hararetle karışmış olarak
ölüm anında ayrılıp gider, hararet kendisiyle birlikte havayı da sürükler gö­
türür’54, dedikten sonra, ‘o halde, böylece, aklın (animus) yapısının üç katlı
olduğu öğrenilmiştir’55 ifadesini ilâve ediyor. Bunun devamında, bu üçlü
yapının sensus’u meydana getirmeğe yeterli olmaması yüzünden başka bir
unsur daha eklemektedir: ‘ ... bunlara (diğer üç unsura) dördüncü bir un­
surun da ilâvesi gerekmektedir, bu bütün bütün isimsiz bir unsurdur’56. Bu
dörtlü yapıda anlaşılması güç bazı noktalar bulunmaktadır :
1)
Bu yapı (haec natura) dan ne anlaşılmalıdır? Bütün ruh ( ipuxn )
mu yoksa, akıl (animus) mı? Bütün ruh ( ipuxó ) ise, niçin aşağıdaki mısralarda bu üçlü yapının aklın yapısı (animi natura) olduğu söylenmiştir de
ruh (anima) eklenmemiştir? Çünkü biliyoruz ki bu iki unsur tek bir yapı
oluşturmaktadır. Şayet, bu yapı (haec natura) akıl (animus) anlamında kabûl edilmeli ise, ruhun (anima) bileşimini oluşturan unsurlar nelerdir?
53
54
55
56
İbid., 228-230................mentis naturam animaeque
scire licet perquam pauxillis esse creatam
seminibus.
Ibid., 231-233.
nec tamen haec simplex nobis natura putanda est.
tenuis enim quaedam moribundos deserit aura
mixta vapore, vapor porro trahit aera secum.
Ibid., 237. iam triplex animi est igitur natura reperta.
ibid., 241-242.
quarta quoque his igitur quaedam natura necessest
adtribuntur.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 2
O K T A Y A K ŞİT
18
2) Burada, ölüm anında kaybettiğimiz şeylere bir hafif nefes (tenuis
aura) eklenmiştir, bunun rüzgâr’dan (ventus) ve hava’dan (aer) farkı nedir?
3)
Dördüncü unsur (quarta natura), bu yapı (haec natura) nm gerçek
anlamına göre, aklın yapısına mı, yoksa bütün ruhun ( ipuxn ) yapışma
mı dahildir?
Ruhun dört unsurdan oluşması, yukarda göstermeğe çalıştığımız ka­
ranlık noktalara karşılık yine de büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü, böy­
lelikle, Plutarkhos ve Aetius’un tanımlarının Lucretius tarafından da doğ­
rulandığını öğreniyoruz.
Bu unsurların ayrı ayrı görevleri :
Lucretius bu konuda diğer kaynaklardan çok daha geniş açıklamalar­
da bulunuyor; bunları şöyle sıralayabiliriz :
a) Ölüm anında kaybettiğimiz şeylerde: ‘Hafif bir soluk hararetle
karışmış olarak ölüm anmda ayrılıp gider, hararet kendisiyle beraber hava­
yı da sürükler götürür’57. Bu mısralarda üç unsur hayatın sona ermesinde
rol oynamaktadırlar ve böylelikle hayatta kalmamıza etki etmektedirler. O
halde, ölüm anında kaybettiğimiz bu unsurlar, dolayisiylé hayatiyetimizin
sebebini oluşturmaktadırlar.
b) Duyum’d a : Lucretius, duyu-taşıyan hareketlerin ilk önce dördün­
cü unsur'da başladığını söyledikten sonra, diğer üç unsurun bu hareketteki
önemlerini şu şekilde açıklıyor: ‘Duyu-taşıyan hareketi ilk önce organlar
arasına o ( dördüncü unsur) dağıtır, çünkü küçük atomlardan yapılmış ol­
duğu için ilk önce o harekete geçirilir; bundan sonra hararet ve rüzgârın
görünmeyen kudreti harekete geçer, daha sonra hava; ve en sonra bütün
vücûdu meydana getiren atomlar harekete geçerler, kan tahrik edilir, sonra
bütün kaslar hissetmeğe başlar, en sonunda bir haz da olsa veya hazzm kar­
57
L U C R ., jDe Rerum Natura, U t , 232-233.
tenuis enim quaedam moribundos deserit aura
mixta vapore, vapor porro trahit aera secum.
EPIKUROS;CU RUH TEORÎSl
19
şıtı bir heyecan da olsa hareket kemiklere ve iliklere kadar yayılır’58. Bu
parçada da bu unsurların duyu-algısmdaki görevleri belirli bir sıraya göre
çözümlenmektedir. Fakat bu sıra acaba hangi sebepten bu şekilde açıklanmaktadır? Lucretius bu tertibi niçin tercih etmektedir? Sonra, bu tanım akıl
(animus) adı altında verildiğine göre, buradaki hareket sırası sadece akla
mı aittir? Anima unsurlarının takib ettikleri sıra nasıldır? Rüzgâr (ventus)
niçin görünmeyen kudret olarak ifade edilmektedir?
c)
Yaradılış, Mizaç’ta : Lucretius’un unsurlar hakkında verdiği en
önemli açıklamalardan birisi, bunların yaradılış, mizaçtaki rolleridir. Bu
tanımda, dördüncü unsur (quarta natura) dan bahsedilmemektedir. Mizaç’ları
meydana getiren diğer üç unsurdur: ‘Akılda {animó) bahsettiğimiz hararet
vardır ve öfke halinde bunu ortaya çıkarır, hararetlenince ve gözler kızgın
bir durum ahnca âlev parlar. Çok soğuk soluk korkunun yoldaşıdır, çün­
kü organlar içinde ürperti uyandırır ve bedeni sarsar. Sakin havanın yarat­
tığı bir durum da vardır ki durgun bir kâlpte ve endişesiz bir yüz ifadesinde
kendini gösterir’59.
Lucretius burada, Aetius ve Plutarkhos’un verdikleri tanımlardan çok
ileriye giderek bu unsurlara, yalnız fizikî nitelikleri değil, fakat zihne, akla
ait nitelikleri de yüklemektedir. Bu unsurlar arasında, yalnız hava (aer) un­
suru Aetius’taki ayniliğini koruyarak, burada da durgunluğu vermektedir.
Diğer unsurlar ise, önceki kaynaklarımıza uymayan nitelikler ifade etmek­
tedir. Bunları biribirleri ile nasıl uygunluk haline getirebiliriz? Aykırılıkların
sebebleri neler olabilir? Bunların da cevaplarını bulmak gerekmektedir.
Bu parçada göze çarpan bir nokta da, mizaçları meydana getiren un­
surların ruh ( ipuxn ) ta olmayıp, akıl’da yer almalarıdır {animó). Bu ay­
rım niçin yapılmıştır? Diğer kaynaklarda böyle bir ayrıma rastlamamıştık.
Bunlar bütün ruhta meydana geliyorlardı.
58
LUCR., De Rerum Natura, m , 245-251.
sensíferos motus quae didit prima per artus.
prima cietur enim, parvis perfecta figuris;
inde calor motus et venti caeca potestas
accipit, inde ser; inde omnia mobüitantur,
concuitur sanguis, turn viscera persentiscunt
omnia, postremis' datur ossibus atque medullis
. sive voluptas est sive est contrarias ardor.
59 Ibid., 288-293.
O K T A Y A K ŞÎT
20
2.
Ruhun ( 4>uxn ) iki bölüme
ayrılması
Ruhun ( ıjıuxn ) bileşimini oluşturan unsurların açıklanması yanı sı­
ra, iki ayrı bölüme göre tanımlandığı da görülmektedir. Fakat, bu ayrımı
ifade etmek için yapılan açıklamalar da, unsurca yapıdaki kadar karışık ve
zor kısımlarla bizi karşılaştırmaktadır. İşte bu bölümde, ruhun ( i|juXiî ) bu
ikiye ayrılmasındaki güç noktaların neler oldukları belirtilmeğe çalışüacaktır.
A.
Herodotos’a Mektup:
Bu mektubun devamı boyunca ruhun ( ıpuxn ) iki kısma ayrılması
hakkında bir tanıma rastlamamaktayız. Hatta, bu bölümlerin yapıldığı şüp­
hesini uyandıracak en küçük bir işarete dahi tesadüf etmemekteyiz. Epikuros bu mektup’ta niçin bu ayrımdan söz açmamaktadır? Onun bu ayrımı
yaptığını bildiren bir kaynağa sahip olduğumuz için, Epikuros’un burada
ondan bahsetmemesi bir sebebe dayanmak gerekir. Bu ne olabilir?
B.
Scholion ‘Haşiye’.
Herodotos’a Mektup’taki Haşiye, Epikuros’un başka bir yerde bu ay­
rımı yaptığını söylemektedir: ‘Onun (ruhun) akla-ait olmayan kısmı ( &Aoyov) bütün bedende yayılmıştır; akla-ait olan kısmı ( ÂoyiKov ) ise kor­
kularımızdan ve neş’elerimizden belli olduğu gibi, göğüstedir’60. Burada,
herşeyden evvel, bu iki bölümün bedendeki yerleri açıklanmaktadır. Epikuros’a göre akla-ait olmayan kısım ( âAoyov ) bütün bedende yayılmıştır,
halbuki aklî, zihnî kısım göğüste yerleşmiştir. Göğüste bulunmasının sebebi
ise, korku ve neş’enin bu yerde belirmesindendir. Oysaki bu iki heyecan
duygularımızla ilgilidirler. Diğer taraftan, Yunan felsefesinde; Platon ve
Aristoteles’in de dahil bulundukları bir görüşe göre, korku ve neş’e akılda
60
D İO G .
ırapEcnrâpSaı
tî)ç xapâ<:.
I jA F İ R T .,
crcö p cm .
to
X ,
8e
66
S c h o lio n .
A o y iK Ö v
iv
t
koci t ö
pev t i S X oy ov
w SûpaK i,
ûç
S i]X o v
ek
a ı!n f)ç .
te
tû v
o
t û
X o v tt£ >
<po|3cav
Kal
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
21
değil, ruhun ( ı(juxn ) başka kısımlarında meydana gelmektedir. Epikuros ise bunları akla-ait kısma eklemektedir. O halde, bu açıklama ile iki ay­
rı görüş karşısmda kalmaktayız: birincisi, bu heyecanların akılda, İkincisi
akıldan başka yerlerde meydana gelmeleridir. Sonra, Epikuros’un bu heye­
canları göğüste göstermesinin sebebi nedir? Onu bu düşünceye yönelten ne
olabilir?
C.
Plutarkhos, Adversus Coloten.
Bu kaynakta ruhun ( ıjjuxn ) iki kısma ayrılmasının açık bir kanıtını
bulamıyoruz. Bununla beraber, Plutarkhos, ruhu ( ıpuxn ) oluşturan un­
surların bileşimlerini açıklarken, bu unsurlara bazı görevler atfetmektedir
ki, bu görevlerin anlamlarından bu şekildeki bir ayrımın yapıhp yapılmadığı
sorusu doğmaktadır. Plutarkhos ruhu ( ıpuxn ) oluşturan ‘belirli bir hara­
ret, soluk ve hava’ unsurlarını, anlatırken bunların bedenle olan ilgileri dolayısı ile ( Trspi adpKcc... Suvdpctov ) bir takım açıklamalarda bulunmak­
ta ve bu unsurların sırası ile bedene ‘harareti, yumuşaklığı, ve gerginliği’ ka­
zandırdıklarını söylemekte idi61. Bu açıklamada üç ruh unsurunun görevi,
hiç şüphesiz, bedenin fizikî yapısı üe ilgilidir. Başka bir deyimle, bedenin
fizikî yapısmda rol oynamaktadırlar.
Diğer taraftan, isimsiz unsur’un ( ccKcn-ovopacTTov
) görevleri ise
şöyle tanımlanıy o r: ‘o (unsur) ki hüküm verir, hatırlar ve sever ve nefret
eder, bütün bütün düşünücü ve aklî bir hassadan oluşmuştur’62. Bu tanım­
lamaya göre, isimsiz unsur’un akla-ait kısmı ( AoyiKÖv ) meydana getir­
diği söylenebilir. Çünkü, bizzat Plutarkhos isimsiz unsur’un aklî bir unsur
(AoyiCTTiKâv ) olduğunu ifade etmektedir. Ve burada açıklanan görevler
bunu doğrular gibidir.
Bu duruma göre, isimsiz unsur aklî kısmı (
ÂoyiKÖv ), diğer üç un­
sur da aklî olmayan kısmı mı ( dÂoyov ) oluşturmaktadır? Akla-ait olma­
yan kısmm görevleri de, böylece, bedenin fizikî yapısını mı oluşturmak­
tadır?
oX u ç
61
Bak. p. 9.
62
PLUT., Adv. Gölot, 1118 E, 21-24. cto
to
< p p r iv i| io v
Kaı
lo y ıc r n K o v ek t i v o ç 3
y a p
cp
K p iv E i
c d cK a T 0 V0 | id a T 0 u
K al
¡ ¡u A e î
ır o io T iy r o ç
Kai
|1ic te î>
â m y iy v £ a 0 a ı.
O K TAY A K ŞİT
22
Sonra, burada isimsiz unsur’a. atfedilen görevler dolayısı ile, isimsiz ünsur’un aklî kısmı ( ÂoyiKov ) meydana getirdiğini kabûl edecek olsak, bu
görevlerin Scholion ‘Haşiye’de aklî kısma ait oldukları söylenen görevlerle
uygunlukta bulunmaları gerekirdi. Oysa ki, buradaki görevler, Scholion’dakilere uymamaktadır. Scholion’da sadece korku ve neş’e gibi duygular
aklî kısma bağlanmakta idi, halbuki Plutarkhos’un verdiği tanımlarda isim­
siz unsur düşünücü ve aklî bir kısım olarak açıklanıyor. O halde bu iki ta­
nım arasında aykırılıklar bulunmaktadır.
D.
Aetius.
Aetius tarafından aktarılan parçada da, ruhu, ( ı(juxr]) oluşturan un­
surların bileşimlerinden sonra, bu unsurların bedenle olan ilgilerinden bah­
sedilmektedir. Buna göre Epikuros; ‘bunlardan ( dört unsurdan) soluk ha­
reketi, hava sükûneti, hararet de bedenin görünen sıcaklığını, isimsiz un­
sur da bizde duyumu (duyguyu) oluşturmaktadır, çünkü isimli unsurların
hiçbirisi duyumu (duyguyu) meydana getiremez’63. Görüldüğü gibi, bu par­
çada da, Plutarkhos’ta olduğu gibi, ilk üç unsur bedenin fizikî yapısı ile il­
gili görevlerle açıklanmaktadır. Fakat aklî kısımdan veya bununla ilgili ola­
bilecek görevlerden bahsedilmemektedir. Sadece fizikî yapı ile ilgili görev­
leri gösteren üç unsur bir tarafa bırakılacak olursa, geriye kalan ‘isimsiz un­
sur’ ise duyumu veya duygu’yu ( aîcr0r]cnç ) meydana getirmektedir, ki bu­
na göre aklın görevlerini neyin oluşturduğu belirsiz kalm'aktadır. O halde,
burada ruhun ( ıpuxn ) iki bölüme ayrılması yapılmamaktadır diyebiliriz.
E.
Yine Aetius tarafından nakledilen bir parçada da Epikuros’un ruh ko­
nusu hakkında şöyle bir tanımda bulunmuş olduğu söylenmektedir: [Demokritos] ve Epikuros ruhun iki kısmı olduğunu, akla-ait kısmın göğüste
sıkıca yerleştiğini, akla-ait olmayan kısmın ise bedenin bütünü arasında ka­
63
AETİUS., IV, 3. 11. ( =
p. 320, 12-15, Wachsmuth. ûv
S tp p ov
E | h t o ie İ v
to
STOBAEUS., Eclog. Phys. et Eth, I, 49, lb,
jie v
tcv eÛ | İ 0 c k î v i i o i v ,
tö w
6e
a ip a
iîpEpiav,
to
gi
<paıvo|iEvnv 0Eppo'TiiTa t o û crcopaTOç, t o S ’ o c K a T O v o p a c r T o v t Î | v e v f|piv
a’ÎCT0i]O'iv, e v o u S e v i yap t û v ovopaÇopEvuv o t o i x e î u v EÎvaı aîa0i]crıv.
tİ| v
EPIKIJROS’CU RUH TEORİSİ
23
rışarak yayıldığını (söylüyorlar)’6*. Bu açıklama, görüldüğü gibi, Scholion
'Haşiye’dekine benzeyen ve ona uyan bir tanımdır: aklî kısım göğüste yer­
leşmiştir, aklî olmayan kısım ise bütün bedende yayılmıştır. Fakat burada
iki kısmın görevleri hakkında bir şey bulmuyoruz. Yalnız bu iki kısmın ye­
rel durumları belirtiyor. Bununla beraber, Scholion’daki tanımı doğrula­
ması bakımından önemli bir kanıt sayılmaktadır.
F.
Bu kaynaklar arasında, yazarı bilinmediği, bazı eksik yerleri oldu­
ğu ve tamlamalar gerektirdiği halde bize yine de önemli kanıtlar veren bir
parça bulunmaktadır65. Bunda, bilhassa şu üç önemli noktayı pek fazla tam­
lama gerektirmeden, kesin olarak anlayabilmekteyiz:
a) Düşünücü, aklî kısmın burada da, Epikuros tarafından açıklan­
ması yapılmış olduğunu. Bunu, parçanın ilk satırlarında buluyoruz: ‘Epi­
kuros ruhun aklî kısmının yeri hakkında bir tanım yaptı’66.
b) Bu yerin göğüste bulunduğunu: ‘Açıktır ki bu çekme ( hareketi)
göğüs yönünde meydana gelir’67.
c) Bu yerin göğüste bulunmasının; ‘bir insanın düşünmeğe ve bir şe­
kilde endişe duymağa kendisini verdiğinde hareket ve hırsın bu insanı he­
men hemen sürüklemesi’68 sebebiyle olduğunu; zira bu sürüklenme de göğüs
istikametinde olmaktadır.
Bu üç tanımlamadan, Epikuros’un aklî kısmm açıklamasını yapma­
sından, bunun karşıtının da olması gerekmesi dolayısı ile, bir de aklî olma­
yan kısmın olduğunu düşünebilmekteyiz. Bu duruma göre, Epikuros’un ru­
hun ( ijiuxn ) iki bölüme ayrımını yapmış olduğunu kabûl etmemize bir
kanıt daha eklenmiş olmaktadır. Sonra, aklî kısmın göğüs etrafında olması
64
AETÍUS., IV, 4, 6. ( = USENER., Epicúrea, 312, p. 217). [AnpoKpıxoç]
•’EırİKOupoç Sıptpfj xr|v 4ıuxnv, T°
Sé aXoyov Ka0’ oXnw xf|V aúyKpiaiv
XoyiKÓv Exouaav év xcp 0úpocKi KaSiSpupévov,
trcópaxoq SiEarTrappÉvov.
to
toü
65
USENER., Epicúrea, 313, p. 217. ( = Scriptor Epicureus Incertus V H
2 v n 17 col. x x x n sq.)
66
Ibid., [Kct]TE\éfa8’ ó ’ EuİKOupoç Kai ırEpi
toû tóttou toû
Xoyt^opévou pépouq
rtjç <puxnç.
67
Ibid., (pavEpûç yap éiri xov
68
Ibid., ípapÉvtav ûç éiriPa[X ó]vxa Tiva túi XoyiÇEtj0a[i x]ı Kai xr[coç]páXia0’
i) KEÍvqarc; Kai xó ırâ0oç
eXkei .
0úpaK C C
r\
óXi<f| yE[í]v[E]xa[i].
O K T A Y A K ŞÎT
24
ile, aklî olmayan kısmın göğüsten başka yerlerde bulunması gerektiği fik­
rini uyandırmaktadır. Ve bu, aklî kısmın göğüste bulunmasının açıklanma­
sında, ‘düşünme ve bir şey üzerinde endişe duyma’ gibi hareketlerle bir ta­
nımlama yapılmış olması çok önemlidir. Çünkü, Epikuros’un, burada aklî
kısmı yine aklî hareketlerle anlatmış olduğu söylenmektedir. Halbuki şim­
diye kadar gördüğümüz kaynaklarda ya aklî kısma bazı heyecanlar dahil
ediliyor (meselâ, Scholion’da), veya bir tek unsurun aklî kısmı oluşturduğu
(meselâ, Plutarkhos’ta) söyleniyordu. Bundan dolayı, bu şekildeki bir açık­
lama diğerleri ile uyuşmazlık da meydana getirmektedir.
Bu tekstte, Epikuros’un ruh konusu üzerinde çok önemli bazı düşünçeleri de anlatılmaktadır. Fakat, parçada bazı eksiklikler bulunduğundan de­
ğişik anlamlar verebilen tanımlarla karşılaşıyoruz. Meselâ, ilk satırları Usener’in tekstini ele alarak okuduğumuz zaman, şöyle bir ifade ortaya çıkıyor:
‘Epikuros bu konunun deneye ve nazariyeye dayanan bir araştırmayı gerek­
tirdiğini düşünerek ruhun aklî kısmının yeri hakkında bir tanım yaptı’69.
Fakat burada
Usener’in tekstindeki
[Kal] kcctcc Aoyov
ifadesi yerine,
ayrı bir tamlama ile
|oû] koctö Aoyov
şeklinde okuyacak olursak:
‘Epikuros bu konunun deneye dayanan, fakat nazariyeye dayanmayan bir
araştırmayı gerektirdiğini düşünerek ruhun aklî kısmının yeri hakkında bir
tanım yaptı’, anlamını veriyor. Bu duruma göre, Epikuros’un bu tanımı iki
ifadeden hangisine uyarak yaptığını anlamak güçleşmiş oluyor.
Diğer taraftan, alt satırda, Usener’in tekstini muhafaza edersek : ‘Çün­
kü bu meseleye pek yakından bakanların ( Trpoopevco ‘yanında durmak,
ısrarla yanında bulunmak’ böylece ‘sabırla düşünmek’ anlamında) çok açık
olan fikrinin hiç bir akla uygun isbatı gerektirmediğini isbat etmek istediği
için’71 gibi bir açıklama okumaktayız. Yâni, bu fikir açıktır, deney tek ba­
şına bunu isbat etmektedir, hiç bir mantıkî isbatı gerektirmez. Halbuki,
tekstteki tamlama olan âva[pyeaT]e[pav
yerine, eva [vTico-r]e[pav gibi
bir okuma şekli ile tanılayacak olursak : Hasımlarının trpoCTpevco = {bura­
da) ‘karşı durmak, muarız olmak’ anlamında) biribirini tutmayan (eva[vT-
69
TJSENER., Epicıırea, 313, p. 217. [Ka]T£A£Ça9’ o -’E-rrİKOupoç Kai
AoyıÇopEvou pEpouç Ttjç <jjuxnç> â ç Kal
EXOvxoç, [Kai] k o t o c Aoyov.
t o 't t o u
70
tû v
to û
îb id .,
Aûyuv
[ t ]Î| v
|i e v
T t a p [a c r T Î jc r a ı
(3]
yap
[ toov]
o u A o' p e v o ç
toü tou
u f p o a j p E V o 'v T c o v
x
ı x
|]
ıtE p î
toû
TTpay|iaTiKT|v Tf|v [ŞJrçıııaıv
E v a [p y E C T T ]E [p a v
ır ia T i]v
d S s fı
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
25
icoTjépfav ) fikirlerinin hiç bir münakaşayı bile gerektirmez olduğunu isbat etmek istemediği için’ anlamını veren bir ifade ile karşılaşıyoruz. Yâni,
hasımlarınm düşüncesi çok ahmakçadır, bunun için tartışmaya bile değmez.
Buradan da, Epikuros’un ne demek istediğini kesin olarak anlayama­
dığımız sonucuna varmakta oluyoruz. Acaba Epikuros’un ifade etmek iste­
diği asıl düşüncesi ne idi?
Bundan başka, tekst tamamlanmayan bir cümle ile sona ermektedir ki,
Epikuros’un burada neden bahsettiği belli değildir.. Fakat, acaba bu boşluk
herhangi bir şekilde tamlanamaz mı? Epikuros’un önceki düşüncelerinden,
boş kısımda olması gereken fikirler hakkında bir iddia yürütülemez mi?
Gerçekten, cümle şöyle kalmaktadır : ‘Bundan sonra { Epikuros) bir
çok kimselerin,... maksadı ile kullandıkları şu belirtiye döner71. Buradaki
boş kısmın şu şekilde doldurulması teklif edilemez mi? ‘Bundan sonra ( Epi­
kuros ) bir çok kimselerin (düşünen kısmın başta olduğunu göstermek) mak­
sadı ile kullandıkları şu belirtiye döner. (Bunu da Epikuros’un bu fikri red­
di takip etmektedir72.
Görüldüğü gibi, bu tekst çeşitti açıklamaları gerektirebilmektedir. Fa­
kat bizi burada asü ilgilendiren, ruhun ( ipoxn ) iki kısma ayrılıp ayrılma­
dığıdır. Bu da aklî kısmın yerinin anlatılmış olması ile, aklî olmayan
kısmm da, hernekadar bahsedilmemişse de, aynca ele alınmış olduğunu kabûl etmemiz olmalıdır.
G.
Lucretius.
Ruhun ( ipuxfi ) iki bölüme ayrılmasını Lucretius’ta ardmus ve anima
kelimeleri belirtmektedir. Grekçe kaynaklarda XoyiKÔv ve
geçen kelimeler bunları karşılamaktadır.
aÂoyov olarak
Ruhun ( ipuxn ) iki bölüme ayrılmasını, Lucretius’ta III. kitabın baş­
larında hemen görmekteyiz. Ruhu açıklamağa başlarken, Lucretius, tanım­
larını bu iki ketime ile (animus ve anima) yapıyor: ‘îlk önce, içinde hayatın
idaresi ve şuuru (iradesi) yerleşmiş bulunan ve çok kere zihin adım verdiği-
71
İb id ., ıiETa
to u to
8 x x x .
72 P. M O RAU X
t[o u ]
[8] âvTifnpocr<p£]pETaı
tİ| v
anpcitotııv fjı xpû[v]TOtl iroXXoï
O K TAY A K ŞİT
26
miz aklın (animus) insanın bir parçası olduğunu söylüyorum’73. Ve sonra,
‘şimdi ruhun da {anima) organlarımız arasında olduğunu anlıyabilirsiniz’74
diyor. Ve bir çok yerlerde, akıl {animus) ve ruhun {anima) birleşerek tek bir
yapı oluşturduklarını anlatıyor75.
Fakat, bu iki bölümün {animus ve anima’nm) görevlerinin kesin tanım­
lan yapümamış olduğu için tam bir fikre sahib olamıyoruz. Bununla bera­
ber, Lucretius bu iki bölümün yerini açık olarak bildirmektedir: ‘Bu {ani­
mus) göğsün ortasında yerleşmiş olarak bulunur, çünkü korku ve dehşet
burada etkisini gösterir, bize hâz veren neş’e bu yerler etrafında kendisini
belli eder. O halde, akıl {animus) ve zihin {mens) buradadır’76. Buna karşılık,
‘ruhun diğer kısmı {anima) bütün bedende dağılmıştır’77. Bu açıklamadan,
Lucretius’un da, Scholion’dakine uygun bir şekilde, aklî kısmın göğüste ol­
ması sebebinin, korku ve neş’e heyecanları vasıtası ile tanımlandığını görüyo­
ruz. Scholion’da aklî kısmın yerini belirten bu heyecanların, Lucretius’ta da
aynı şekilde animus'u karşılamakta olduğu şüphesizdir; böylece bütün be­
dende dağılmış olan aklî olmayan kısmm ( ccAoyov ) da anima’dan başka
bir şey olması mümkün değildir.
Lucretius animus’a bu heyecanlardan başka görevler de vermektedir :
‘Herhangi bir şey ne ruh {anima) ne de beden üzerine bir etki yapmadığı
zaman, bu şey {animus) kendisi için tek başma akla sahiptir, sadece ken­
disi için neş’e duyar’78. Bu tanımla, aklın {animus), akla ait bir görevle açık­
landığını görüyoruz, bunda ruh {anima) un rolü yoktur. O halde, akıl {ard­
ız
74
75
76
77
78
LıUCR., De Rerum Natura, m , 94-96.
primum animum dico, mentem quam, saepe vocamus,
iı quo consilium, vitae regimenque locatum est,
esse hominis partem.
ibid., 117. nunc animam quoque ut in membris cognescere possis.
ibid., 136; 159.
nunc animum atque animam dico coniuncta teneri; ve,
esse animam cum animo coniunctam.
ibid., 140-142.
idque situm media regione in pectoris haeret.
hic exultât enim pavor ac metus, haec loca circum
laetitiae mulcent; hie ergo mens animusque est.
Ibid., 143. cetera pars animae per totum dissita corpus.
ibid., 145-146.
idque sibi solum per se sapit, id sibi gaudet,
cum ñeque res animam neque corpus commovet una.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
27
mus) aklî kısmı oluşturmak için bir kanıt vermektedir. Diğer taraftan, ‘ruh
{anima) ayrılıp gidince beden her.tarafta duyum {duygu) dan mahrum kal­
maktadır’79. Buna göre, anima duyumu {duyguyu) mu oluşturmaktadır? Oy­
sa ki daha önceki mısralarda80, ‘ne akıl {animus) ne de beden tek başma,
diğerinin yardımı olmadan duygulanma kudretine sahiptir’ deniliyor. Bu
ifadeye göre ise, akıl {animus) ve bedenin duyumu veya duyguyu oluştur­
dukları anlatılıyor demektir ki, anima'mn rolü burada yoktur. Sonra, ‘ruh
{anima)'un da organlarımız arasında sayıldığını ve bedenin bir ahenkle duy­
gulanmadığını, bedenin büyük bir kısmı ayrılıp gittiği halde hayatm yine
bizde kaldığını’81, söyleyerek anima!nın hayatî önemini belirten Lucretius,
ilerdeki mısralarda ise ‘akim {animus) hayatı tutan kudretinin daha fazla
olduğunu ve hayata ruhun {anima) kuvvetinden daha çok hakim olduğunu’32
ifade etmekle bu iki bölümün görevleri arasmda bir karşıtlık yaratmaktadır.
Acaba Luçretius’un her iki parçadaki tanımları aynı şeyi mi anlatmaktadır,
yoksa bunlar ayrı şeyleri mi ifade etmektedirler? Bu nasıl açıklanabilir?
İşte, bu ve bunun gibi daha birçok belirsiz tanımlar’, Lucretius’un ger­
çek fikirlerini anlamamızı güçleştirmektedir. Bunların çözümlenmeleri ge­
rekmektedir.
3.
Ruhun maddî bileşimini oluşturan unsurların, iki bölüm
{ ÁoyiKÓv, aÂocyov veya animus, anima) üzerinde
etkileri olup olmadığı hakkında:
Ruhun ( HJuxñ ) bileşimini oluşturan unsurların, iki bölüme ayrılma­
da acaba ilgileri var mıdır? Bu bölümlerin ikiye ayrılmasını, unsurların bi­
79
80
81
82
ibid., 356. at dimissa anima corpus caret undique sensu.
ibid., 333-334.
nec sibi quaeque sine alterius vi posse videtur
corporis atque animi seorsum sentire potestas.
Ibid., 117-120.
nunc animam quoque ut in membris cognescere possis
esse, ñeque harmonía corpus sentire solere, :
principio fit uti detracto corpore multo
saepe tarnen nobis iñ membris vita moretur.
ibid., 396-397.
et magis est animus vitai claustra coercens
et dominantur ad vitam quam vis animai.
O K T A Y A K ŞÎT
28
leşimleri mi, yoksa bazı unsurlar mı meydana getirmektedir? Bu soruların
cevaplarını verebilmek için şüphesiz tekstler üzerinde incelemeler yapmak
gerekmektedir:
A.
Herodotos’a Mektup.
Herodotos’a Mektup’ta ruhun ( ıpuxn ) iki bölüme ayrımı yapılma­
dığı için, ruhu oluşturan unsurların bu bölümler üzerindeki etkilerinden de
bahis edilmemektedir. O halde böyle bir ilginin bu Mektup’ta bulunmadı­
ğına hüküm verebiliriz.
B.
Scholion.
Schoüon’da ise, bu bölümlerin yerel durumları açıklanmaktadır. Fa­
kat bunlara hiç bir unsur eklenmekte değildir. Bunun için, Scholion’da da
maddî unsurların iki bölümle herhangi bir ilgisini göremiyoruz.
C.
Plutarkhos.
Adversus Coloten’de, isimsiz unsur’un ( dKon-ovöpocaTov ) aklî kıs­
mı oluşturduğunu kabûl edecek olursak, ki bu şüphelidir, aklî kısmı sadece
bu unsurun meydana getirdiğini farzetmek gerekecektir. Buna göre, şayet
diğer üç unsur, ki bunlar fizikî yapıyı etkilemektedirler, -akla ait olmayan
kısmı işaret ediyorlarsa, iki bölümden ctÂoyov
’u ifade ediyor demektir.
Oysa ki, bu unsurların, bu iki bölümü meydana getirip getirmediklerini ke­
sin olarak anlayamamaktayız. Bu sebeple bu unsurların bölümler üzerindeki
etkilerini de tanımlayamıyoruz.
D.
Aetius.
Aetius’un naklettiği bu parçada83 ruhun ( ıpuxri ) iki bölüme ayrılma­
sını gösterecek tanımlara rastlayamadığımızı söylemiştik84. Bundan dolayı,
ruhu ( ıpuxn ) oluşturan unsurların bu iki bölümle olan ilgilerini bilemi­
yoruz.
83
84
AETİUS., IV, 3, 11.
Bak. p. 22.
EPUÍUROS’CU RUH TEORİSİ
E.
29
Aetius.
Aetius tarafından aktarılan ikinci tekstte85 ise ruhun ( qjvXrj ) iki bö­
lüme ayrılmasının sadece yerel durumlarına göre yapıldığından, unsurların
görevleri hakkında bir bilgimiz olamıyor.
F. Yazarı belli olmayan parçada ise ruhu oluşturan unsurların yapı­
larından söz açılmamaktadır. Bundan dolayı, bu kaynaktan da bu konuda
faydalanamıyoruz.
G.
Lucretius.
Fakat, Lucretius geniş ölçüde bir eser yazmış ve bu da bize geçe gel­
miş olduğundan bu bölümler ve unsurlar hakkında oldukça uzun bahisle­
re sahib olmaktayız. Buna rağmen, karanlık noktaların bu tekstte de bu­
lunması gerçek ve kesin tanımlara sahib olmamızı güçleştirmektedir.
Lucretius, ruh ( tpuxú ) unsurlarını anlatırken bunları akıl {animus)
ve ruh {anima) diye ikiye ayırarak belirtiyordu: Acaba bu ayrımın anlamı,
bu unsurların yapıca biribirlerinden farkh olmaları sebebinden midir? Ger­
çekten, bu unsurların bileşimleri açıklanırken bizde böyle bir şüphe uyan­
maktadır. Çünkü, animus adı altında unsurların bileşimleri tanımlanırken
bunların üçlü yapıda olduğunu söylemekte ve hemen diğer bir isimsiz dör­
düncü unsuru bunlara ekleyerek bunu dörde çıkarmaktadır86. Halbuki, ha­
yatiyetin sebebi olan anima tanımlanırken, ölüm amnda kaybettiğimiz iki un­
surdan {hararet ve rüzgâr) söz açıyor, bu duruma göre anima bu ikisi bile­
şimi midir? Anima bu iki unsur bileşimi olduğu için mi hayat üzerinde
önemlidir?
Sonra, bu iki bölümün açıklanmasında en güç noktalardan birisi de
dördüncü isimsiz unsur’nn durumudur: Lucretius isimsiz unsur {nominis
expers) için, ‘organlarımız arasında duyu-taşıyan hareketi ilk önce bu unsur
dağıtır’87, diyor. Oysaki, aklın {animus) bulunduğu göğüste ‘korku ve neş’e
kendini göstermekte idi’88. Bu duruma göre, isimsiz unsur ile akıl {animus)
85
86
87
88
AETÎUS., IV, 4, 6.
Bak. LUCR., De Renim Natura, IH , 230-242.
LUCR., De Rerum Natura, UE, 245.
sensíferos motus quae didit prima per artus.
Bak. LUCR., De Rerum Natura, İÜ , 140-142.
O K T A Y A K ŞİT
30
arasında ne gibi bir ilgi vardır? Akıl (animus) bazı duyguları, dördüncü un­
sur (quarta natura) ilk. duyu hareketini oluşturduğuna göre bunlar arasında­
ki bağlılık nedir?
Sonra, isimsiz unsur ile aklın ortak oldukları başka bir durum daha
vardır. Her ikisi için de, ‘beden üzerinde hakimdir’ denmektedir : ‘Akıl {ani­
mus) ve zihin (tnens) adım verdiğimiz consilium {şuur, iraede) âdeta bir baş
gibidir ve bütün bedende hakimdir’89. Diğer taraftan, ‘isimsiz unsur.... âdeta
bütün ruhun ruhudur ve bütün bedende hakimdir’90.
Görüldüğü gibi, Lucretius burada her ikisi için de ‘hakim olmak’ (dominarî) fiilini kullanmıştır ve her ikisinin de beden üzerinde hakimiyetini be­
lirtmiştir. Bunun sebebi bu ikisinin aym olmaları mıdır? Değilse, bunların
herikisinin hakimiyetlerini nasıl açıklayacağız?
Ve sonra, isimsiz unsur duyu-hareketinin ilk sebebi olduğuna göre91,
nasıl oluyor da ruh (anima) un ortadan kalkması ile sensus {-duyum, duygu)
dan mahrum kalmaktayız? Birisi ilk hareket sebebini {isimsiz unsur), diğeri
(anima) bunun neticesini oluşturduklarına göre, ikisi arasında ne gibi bir
benzerlik vardır? Yoksa bunlar aym şey midirler?
89
90
91
LTJCR., De Rerum Natura, m , 138-139.
se caput esse quasi et dominari in corpore toto
consilium quod nos animum mentemque vocamus.
Ibid., 279-281.
sed tibi nominis haec expers.....
......................... Animae quasi totius ipsa
proporrost anima et dominatur corpore toto.
Ibid., 241-246; 356.
EPnCUROS’CU RUH TEORİSİ
31
n
Ruhun ( ipuxn ) yapısını oluşturan unsurların çeşitli kaynaklarda
gösterdiği güç ve karanlık yerleri belirtmeğe çalıştıktan sonra, ruh konu­
sundaki bu karışık bahisler hakkında modem düşünürlerin ne gibi fikirler
ortaya attıklarını, ve bu zor kısımları açıklamak için ne türlü düşüncelere
vardıklarını bu bölümde gözden geçireceğiz. Bunun da faydadan uzak ol­
madığı kanaatindeyiz. Çünkü, bu karışık konuda daha önce ileri sürülen fi­
kirleri ve açıklamaları bilmek, bundan sonraki düşüncelerin anlaşılmasını
kısmen kolaylaştırmaktadır.
Göreceğimiz gibi, faydalanmak zorunda olduğumuz tekstlerin yetersiz­
liği ve anlatmağa çalıştığımız güçlükler, bir çok düşünürlerin bu alanda fi­
kir yarıştırmalarına sebep olmuştur. Bazan pek ufak bir nokta uzun tartış­
malara yol açmaktadır.
Şimdi, bu çeşitli fikirlerin neler olduklarım görelim :
Tik grupta, Reisacker92, Brieger93, ve Rivaud94 bulunmaktadır. Bunla­
rın ileri sürdükleri teoriye göre, isimsiz unsur ve akıl aynidirler, ruh diğer
üç unsurdan meydana gelmiştir. Rivaud95 dördüncü unsuru düşünücü var­
lık olarak kabul ediyor, bu aklî görevlerin orijinidir ve göğsün ortasında
bulunmaktadır.
Brieger, akim göğüste olduğunu ve sadece ‘dördüncü unsuru’ itiva ede­
rek ruhun ‘daha kaba unsurları’ arasında hareket etmekte olduğuna inan­
maktadır; bu iki görüş arasmda pek az fark bulunmaktadır.
92 A.J. REtSACKER, Epicuri de animorum doctrina a iMcretio discipulo
tractata, Progr. Köln, 1855.
(Bu ve aşağıdaki eseri bulamadığım için maalesef bizzat okumuş değilim.
Bu düşünceler B A ÎL E T ’nin The Greek Atom ists and Epicurus adlı eserinden
alınmıştır. Bak. p. 580).
93 A . BRİEGER, Epikurs Lehre von der Seele, Progr., Halle a.S, 1893.
94 Albert R İVAU D , Les grands courants de la pensée antique, 3, Paris,
1938.
95
Ibid. p.p. 156-157.
O K T A Y A K ŞIT
32
Bu düşünürlerin görüşleri Plutarkhos’un bir parçasına ve Lucretius’un III. kitaptaki bazı açıklamalarına dayanmaktadır. Şimdi bu kanıtlan
inceleyelim :
1.) ‘Çünkü o unsur, ki bununla ruh hüküm verir ve hatırlar ve sever
ve nefret eder bütün bütün aklî ve düşünücü isimsiz bir unsurdan doğmak­
tadır (Colotes) diyor’96. Epikuros burada ‘isimsiz unsur’a aklın görevleri
olduğu şüphesiz olan görevleri vermiştir, diyorlar, bundan böyle, ikisinin
ayni oldukları anlatılmaktadır.
Bailey, buna itiraz ediyor97 ve bu sonucun haksızca çıkarıldığım iddia
ediyor: İsimsiz unsur sadece per je’dir (yâni, kendisi için duyuma sahip) ve
bunun için akılda ve ruhta, her ikisinde, anlayış (şuur) ve duyumun ilk ne­
denidir. Plutarkhos bunun için, akim görevlerini ona atfetmekle tamamen
haklıdır, çünkü bu hareketler hakikaten onun duyumu doğuran hareketleri­
ni meydana getirmektedir. Fakat o, bizim bedende ve duyu-organlannda
‘ruh atomları’nda duyumun başlamasmı ona tahsis etmemizi menetmek için
de bir şey söylemiyor. O burada sadece aklı düşünmektedir, ruhu değil:
onun açıklaması tamamen doğrudur, fakat eksiktir. O isimsiz unsurun bü­
tün görevlerinin özetini yapmayı niyet etmemiştir.
2.)
Lucretius’da bazı parçalardaki uygunluklarda :
(a)
‘Adeta bir baş gibi bütün bedende şuur’a hakimdir, ki biz buna
akıl veya zihin adım veriyoruz. Bu göğsün ortasmda yerle'şmiştir. Zira kor­
ku ve dehşet burada etkisini gösterir, bu yerler etrafında bize hâz veren
neş’e kendini gösterir: o halde akıl ve zihin buradadır’98.
Bunu şu ibare ile karşılaştırıyorlar:
‘O halde dördüncü bir unsurun bunlara ilâvesi şarttır, bu duyu-taşıyan
hareketleri ilk önce uzuvlar arasına dağıtır’99.
96
97
98
99
PLUT., Adv. Colot, 20, 1118 E. Bak. p.p. 9 ve 21.
C. B AİLEY., The Greek Atom ists and Epicurus, p. 582.
LUCR., Be Rerurn Natura, UT, 138-142.
LIJCR., HE, 241-246.
quarta quoque his igitur quaedam natura necessest
adtribuatur. east amnino nominis expers,
sensíferos motus quae didit prima per artus.
EPIKUROS’CU RU H TEORİSİ
33
İlk parçada bazı duyguların veya heyecanların kaynağı akla atfedilmiştir: İkincisinde ‘dördüncü varlık’, ‘uzuvlar arasına duyu-yayan hare­
ketleri taşıyan’ olarak anlatılmaktadır : bunun için, Brieger100 bunu akıl ve
dördüncü varlığın aym olmalarına atfediyor.
Baüey, buna şöyle itiraz etmektedir101 : Lucretius birinci parçada du­
yumlardan ayrı olarak sadece pasif heyecanlardan bahsetmektedir, ve bun­
lar tabiî, aklın görevidir; İkincisinde ise bedendeki ‘uzuvlar arasında’ {per
artus) doğrudan doğruya duyumdan bahsetmektedir, ki bu ‘dördüncü var­
lık’m. ruhtaki (anima) durumuna bağlıdır. Giussani’nin iddia ettiği gibi, kor­
ku ve sevinç heyecanlarının akılda harekete geçmesi keyfiyeti, parmak
yandığı zaman akılda başlıyan duyuma uymaktadır.
(b)
‘Bütün bedende adeta bir baş gibi hakim olan şuur, ki biz buna
akıl veya zihin admı veriyoruz’102.
İbaresini karşılaştırıyorlar
‘Fakat, isimsiz olan bu unsur, pek küçük atomlardan oluşmuş olarak,
gizli bir halde bulunur, adeta kendisi bütün ruhun ruhudur ve bütün beden­
de hakim bulunmaktadır’ 1-03. Bunların herikisinde, ‘akıl’ ve ‘dördüncü var­
lık’ için, dominari corpore■toto denilmiştir, o halde bunlar aynıdırlar, deni­
liyor. Giussani dominari’nin bir çok anlamlarda kullanıldığını, cevaben söy­
lemektedir: İlk parçada anlamı, ‘hükmü altında tutmak’tu, İkincisinde ise
‘yayılmak’tır. Bu ikinci anlam için Giussani, şunları karşılaştırmaktadır:
IV. kitap 224, yıldırımlar bir eve çarptığı yerde ‘binaların tâ içine kadar
yayılır’ dominatur in aedibus ipsis; hatta II. kitap 958, ‘{artık)vücûtta ölü­
mün yayılmakta olan hareketini’ leti dominantem in corpore motum, ve Di.
kitap 705, ki orada ruh atomları için ‘vücûdumuzda hükmetmektedir’ in
nostro dominantur corpore şeklinde kullanmıştır.
Bailey’e göre ise, anlamda büyük bir ayrım yapmak şiddetle gerektir:
akıl ‘bütün bedende hakimdir’, zira heyecan, düşünme ve istek durumunda­
100
101
102
BRİEGER., Epitcurs Lehre von der Seele, p. 13.
B AİLE Y., The Greek Atom ists and Epicurus, p. 582.
LUCR., m , 138-139. caput esse quasi et dominari in corpore toto
consüium quod nos animum mentemque vocamus.
103 ibid., 279-281.
sed tibi nominis haec expers vis facta minutis
Corporibus latet atque animae quasi totius ipsa
proporost anima et dominatur corpore toto.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 3
O K T A Y A K ŞÎT
34
dır; ‘dördüncü varlık’, ‘bütün bedende hakimdir’, zira heryerde duyumun
nedenidir. Fakat bunlar bu sebepten aynı değildirler.
(c)
Ve yine Lucretius’un bazı parçalarının karşılaştırılmasında :
‘Ve akıl hayatın metanetini daha fazla tutmakta ve hayat üzerinde ru­
hun kuvvetinden daha çok hakim bulunmaktadır, zira ruhun hiçbir parça­
sı akıl ve zihin olmadan uzuvlarımız arasında bir ân için bile kalamaz, fa­
kat derhâl yoldaşını takibeder ve havayı ayırır, soğuk uzuvları ölümün don­
durucu soğuğunda bırakır’104.
Bunu şu ibare ile karşılaştırıyorlar :
‘Şiddetli bir acı herşeyi altüst etmeden ızdırap buraya kadar {dördün­
cü unsur’a) geçemez, o derece ki hayat için bir yer kalmaz ve ruhun atom­
ları vücûdun bütün menfezlerinden uçup gider’ 105.
ilk parçada, diyorlar, eğer akıl ortadan kaldırılırsa, ruh uzuvlarımızda
baki kalamaz ve hayatı terkeder: İkincisinde, şiddetli bir ızdırap ‘dördüncü
unsur'z nüfûz ederek hayatiyetin ayrılmasına ve ruhun terkine sebeb ol­
maktadır: bunun için yine bir daha, akıl ve dördüncü unsur aynileştirilmiştir.
Bailey’e göre106, Lucretius’un heriki anlatımı da doğrudur, fakat hiç­
bir aynılik kanıtı yoktur. Eğer akıl yok edilirse, beden regimen ve consilium’âzn mahrum bırakılmıştır, böylece akıl, hiçbir duyguyu veya düşün­
meyi veya duyumu veya isteği oluşturamaz: başka bir deyimle, şuura malik
olamayacak ve ölecektir. ‘Dördüncü varlık"07 diğer üç ruh-unsuru altında
104
LTJCR., m , 396-401.
et magis est animus vital claustra coercens
et dominantior ad vitam quam vis animai.
nam sine mente animoque nequit residere per artus
temporis exiguam partem pars ulla animai,
sed comes insequitur facile et discedit in auras
et gélidos artus in leti frigore linquit.
105
106
107
Ibid., 252-255.
nec temere hue (dord. uns.) dolor usque potest penetrare ñeque acre
permanare malum, quin omnia perturbentur
usque adeo ut vitae desit locus atque animai
diffugiant partes per caulas corporis omnis.
B A lL E Y ., The Greek Atom ists and Epicurus, p. 583.
LTJCR., m , 273-274.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
35
gizlenmiştir ve onlar beden-atomlan arasında devir ederler: o halde bir ızdırap ‘dördüncü varlık’a fiilen nüfûz edince ve onun yapısını bozunca, bü­
tün c.onsiliurrida hayatı mahvedecek böylelikle büyük bir ayrılığa sebeb ola­
caktır. Fakat, hernekadar sonuç ayni ise de, sebepler, bu şekilde, ayrı ol­
maktadır.
3.) Ve Lucretius’tan bir parçada, yine ‘dördüncü varlık’m durumu ko­
nusunda şu ibareyi Öne sürüyorlar :
‘Zira bu unsur tâ içerde ve diğerlerinin altında gizlenmiş olarak bulun­
maktadır ve bizim vücûdumuzda bunun altında hiçbir şey yoktur’108..
Burada, Woltjer’in fikrine göre bu ibare, ‘dördüncü unsur’un (akıl ola­
rak anlayarak) durumunu, 274. mısradaki infra’yı, intra’ya çevirmeğe zor­
layarak, göğüste, bedenin ortasındaki durumunu imâ etmeğe çalışmaktadır.
Bailey109 ise infra1nm mânâsının penitus latet tarafından tamamen açık­
landığı gibi, bu ibare ‘dördüncü unsur’ un tıpkı akıl ve riıh’taki diğer ruhunsurlarmın dibinde gizlenmiş olması durumufiu gösterdiğini iddia etmek­
tedir.
Bu görüşleri gözden geçirdikten sonra, bunların fikirlerine- itirazlarda
bulunan C. Bailey’nin ruhun yapısı ve oluşumu hakkındaki düşüncelerini in­
celeyelim :
Bailey’e göre110 ruh (
) animus ve anima’nm her ikisinin birleş­
mesi ile meydana gelmiştir ve duyum ve idrak (şuur) ‘dördüncü unsur1 tara­
fından harekete geçmekte ve diğer üç unsura iletilmektedir. Animus ve anı­
ma böylece maddî oluşumda tamamen benzerdir ve sadece yer ve görev ba­
kımından ayrılmaktadır. Dördüncü unsur tek başına duyum kuvvetine sa­
hihtir111.
Ona göre, tam bu öğreti, bizzat Epikuros’un ve onun taraftarlarının an­
lattıklarıdır. Bailey, Alman münekkitlerinin iddia ettikleri, animus ve ‘dör­
108
findi, 273-274.
- nam penitus prorsum latet Jıaec natüra subestque
nec magis hac infra quicquam est in corpore nostro.
109 B AİLEY., The Greek Atom ists and Epicurus, p. 584.
110 îbid., p.p. 384-437, 580.
111 O.I., p. 393.
O K T A Y A K ŞÎT
36
düncü varlık’ m ayniliği düşüncesine karşıt olmak üzere şu kamdan ileri
sürmektedir112:
(a)
Epikuros’ta bulunan kamt:
Herodotos’a Mektup’ta akıl ve ‘isimsiz unsur’ arasında bir benzerlik
yapılmamıştır, fakat bunun karşıtı bir tanım bulunmaktadır. Epikuros akıl
ve ruh (anima) arasında bir ayrım yapmamıştır, eğer onların maddî yapı­
lan arasında, fonksiyonlan gibi bir fark bulunsaydı, derhâl bunu bağlıya­
caktı. Diğer taraftan, o ‘isimsiz unsur’u sanki ruhun genel yapısının başhca
kısmı imiş gibi, ikisinden (iki ruh unsurundan) hemen sonra bahsetmektedir,
ki bu, onun (Epikuros'un) dediğine göre, tekmil yapının arasında dağılmış­
tır. Ve, Herodotos’a Mektup, 67. deki Haşiy&(-Scholiori) aklî ve aklî ol­
mayan unsurlar arasında hiç bir maddî ayırma yapmadığına işaret etmek­
tedir.
(b)
Lucretius’taki kanıtiar:
Lûcretius, ruhun ( ıpuxn ) dört unsurunun yapısını dikkatie açıkla­
dıktan sonra animus ve arûmdyı yalnız görevlerinde ayırmaktadır, diyor. Ve
dikkatimizi şunlara vermemizi ihtar ediyor:
1.) Lucr., HE, 136-137 de, ‘akıl {anîmi«) ve ruh (anima) tek bir var­
lık oluştururlar’ denmektedir, ki bu, eğer onlar maddî yapılarında farklı ise­
ler açıklanması mümkün olmayan bir noktadır, diyor.
2.) Yine IH. kitap 262 deki: atomların biribiflerinden aynlamadıkları ve adeta vücûdun müteaddit kuvvetleri halinde bulunmalarını dört un­
surun ayrılmaz birliğine atfetmektedir.
3.) Aynı eser 231 de haec natura ‘bu varlık’ın anlamı 228 deki mentis natura animaeque ‘zihin ve aklın varhğı’ndan bellidir ki bütün dört unsu­
ru içine almaktadır.
4.) Ve yine IH, 269-272 de de hava, hararet, soluk (rüzgâr) ve mü­
teharrik unsur (dördüncü unsur) un tek bir varlık meydana getirmelerini
262. mısradaki aynı fikre bağlamaktadır.
112
B A ÎLE Y ., The Greele Aiomista and Epicurus, p. 584,
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
37
5.) IH. 275 de ise ‘dördüncü varlık’m ‘ruhun ruhu’ (animae anima)
olduğu açıklanmaktadır. Bailey, diyor ki, Brieger’in teorisinde bu ibare ‘ak­
im’ (animus) ruhu olarak ifade edilmeliydi, oysaki böyle bir şey yoktur.
(c)
Diğer yazarlarda:
Aetiııs, IV, 3, II (-Stob. Ecl. Phys. 41); U. 315 deki parçada (
5’ fiv
aÛTcp
tö
aiaBriTiKâv
)
‘ is im s iz
to û to
unsur’ sadece ruhun bir
kısmı olarak kaydedilmemiş, fakat aYaBnaıç ’in tek sebebi olduğu ifade
edilmiştir, ki bu aklın değil, ruhun (anima) görevidir, diyor, .Bailey113.
Lucretius’un IH. kitabı hakkında büyük bir şerhli eser kaleme almış
olan Alman mütefekkiri Richard Heinze’ye göre de, ruhu oluşturan unsur­
lar arasında, bazılarının akla (animus) bazılarının ruha (anima) ait olmaları
gibi bir düşünce olmadığından, Bailey ile aralarında benzerlik meydana gel­
mektedir. Bu her iki mütefekkire göre, dört ruh unsuru hem akılda (animus),
hem de ruhta (anima) ayni şekilde mevcuttur..
Richard Heinze, eserinin önsözünde114, Diogenes Laertios’tan bize in­
tikâl eden, Epikuros’un Herodotos’a Mektubunda bilhassa durmakta ve
Grekçe terimler üzerinde açıklamalarda bulunmaktadır. Bu Mektup’ta bah­
si geçen tö pepoç 115 kısım kelimesi için, ruhun { ıpuxrj ) bir kısmı ola­
bilir ki, bu takdirde, Lucretius’un quarta natura’sına eşit olabilir demekte­
dir116. Fakat, kendisi bu açıklamanın aleyhindedir, bu düşüncesi için bazi
kanıtlar vermektedir:
Birinci kanıt; bütün Mektup’ta bu quarta natura (dördüncü unsur)
hakkında hiç bir imâ bulunmamaktadır. Ve Epikuros bundan bahsetmiş
olacaktı, diyor, çünkü bu, ruhun en önemli bir unsurudur. Bundan dolayı,
pepoç ’un quarta natura (dördüncü unsur) anlamına gelmediği büyük bir
ihtimal dahilindedir.
İkinci kanıt; Epikuros ruhun bazı parçalara ayrılmasından sakınıyor
görünmektedir. Epikuros, Platon’un ruhun üç kısma ayrılması fikrine kar­
113
114
Teubner,
115
116
devamı.
B AİLE Y, The Greeh Atom ists and Epicurus, p. 586.
R. H EİNZE., T. iMcretius Carus De Rerum Natura, Buoh III, Leipzig,
1897.
Bak. DİOG. LAERTI, X, 63, 6.
R. H EİNZE., T. Lucretius Carus De Rerum Natura, Buch III, p. 34 ve
O K T A Y A K ŞÎT
38
şıttır. Heinze’ye göre, Epikuros ruhu ayrı ayrı üç kısma bölmekte değil,
fakat hepsi bir araya gelerek ruhu meydana getirmektedir. Ruh, ayrı ayrı
unsurlara bölünmemektedir. Heinze’ye göre pepoç
’un bu ikinci açıkla­
ması iyi bir açıklamadır ve anlamı bütün ruh.’tur; ki bunu Epikuros beşerî
varlık’ın bir kısmı olarak düşünmektedir. Bu cümlede, diyor Heinze,
|ia
ve
0£ppov
ttv eû -
’u Epikuros tam ruh’un karşılıkları olarak açıklama-
maktadır. Fakat, ruhu sadece Trveûpa (soluk) gibi, ve 0£p|iâv (hararet)
gibi veya ‘ona benzeyen’ olarak göstermektedir. Fakat bü bir ayrım meyda­
na getirmektedir. Çünkü en ince, en küçük atomlardan kurulmuşlardır.
Bundan dolayı, bedenin ruhla bağlantısı çok iyi olmaktadır.
CTupıraOeç 6e toütcp ’nıın117 mânâsı çok mühimdir. Heinze ve
Usener’e göre ( toûtco ) dativus instrunıentalis’tir ve mânâsı ‘bununla pek
küçük atomlara mâliktir’ dir. Heinze, cru|iira0eç ve bunun devamınm an­
lamını da ‘ruhun bir kısmı’ olarak değil, ‘bütün ruh’ olarak anlamaktadır.
Lucretius’ta da (V. 556 ve devamı) ayni cümleyi bulmaktayız. Böyle oldu­
ğunu al Suvdpeıç ‘ruhun yetileri’,
‘ruhun
kolay-hareketleri . ve
tcc.
ırd0n ‘duyguları’ ve. al euKiyrj.CTİaı
al Sıavofjcreıç
‘düşünmeleri’aâen
açıkça
görmekteyiz, diyor. Buradaki öuvdfieıç v.s. yi anlatan toûto
’nun mâ­
nâsı hakkmda Heinze, iki şeyin bir arada bulunduğunu, ilk önce; ruhun
‘soluk gibi’ olmasını, ikinci olarak ta; ruhun bedenle, sıkı bağlantısını işaret
ettiğini kabûl ediyor.
..Heinze118, Epikuros’un en mühim şeyleri Mektüb’unda anlattığını, fa­
kat bilgimizi tanımlamak için kesin surette diğer tekstlere bakmamız gerek­
tiğini söylemektedir, ilk önce, Scholion119 üzerinde bir araştırma yapıyor :
Bu parçada ruh’u meydana getiren atomların ırûp ‘ateş'âtn olduklarım gör­
mekteyiz, ki bu bir ayrılıktır. Scholion’un ikinci bölümünde (
koİ
tö
pev
t i dÂoyov
) ruhun görevleri bakımından ayrılmaktadır. Bu görevlerin
ayrılması Platon ve Aristoteles zamanından beri Grek felsefesinde, sık sık
geçmektedir. Hatta Stoik felsefede de görünmektedir. Stoiklerin teorisine
117
118
119
DlOG. LiAERT., X , 63, 9.
R. H ElN ZE ., T. Lucretius Carus De Berum Natura, Buch III, p. 39.
Bak. DtOG. LAERT., X , 66 sonu; U . 211.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
göre korku ve neş’e gibi duygular ruhun üst kısmında (
Aoyoç
39
AoyıoriKÖv,
) yer almaktadır. Platon ve Aristoteles’te bunlar Aoyoç ’ a ait değildirler.
Heinze, ruhun bu görevlerinin ayrılıklarından sonra, ruhun bileşimini
açıklıyor : Epikuros ilk önce, ölüm anında neİeri kaybettiğimizi düşünüyor :
Bunlar, hararet ve soluk’tar. Sonra, bunlara ‘sükûnet, durgunluk’u açıkla­
mak için başka bir unsur ekliyor, bu hava unsurudur. Fakat duyumu açık­
lamak için de bir unsur gerekiyor. Bu da bir maddî unsur olmalıdır, çünkü,
Epikuros maddecidir. Fakat, ruhun bu dört unsuru arasındaki ayrılığa ru­
hun ikiye ayrılan ( Aoyov, öcAoyov ) kısınılan arasındaki ayrılığa hiç bir
şey yapmadıklarını anlamak çok mühimdir. Ruh bileşiminin karışımından
yeni bir bileşim yapılmıştır, ve dördüncü unsuru diğer üç unsurdan ayırmak
olamaz. Lucretius diyor ki, duyu hareketi dördüncü unsurdan gelmekte ve
sonra diğer üç unsura gitmektedir120'. Bu bölümde quarta natura ‘dördüncü
unsur’ un bedenî organların da en dışmda bulunduğunun tanıtlamasını bul­
maktayız, diyor.
Heinze bundan sonra, Plutarkhos’un Adversus Coloten’i hakkında şöy­
le diyor : Plutarkhos’un anlatımından quarta natura’nm sadece akim görev­
lerinin kastedildiği düşünülebilir. Fakat aslmda Plutarkhos’un tanımı tam
değildir. Plutarkhos duyu-algısından hiç bahsetmemektedir. Diğer tekstlere
göre duyu-algısmm ‘dördüncü unsur’un bir görevi olduğunu düşünebiliriz.
Lucretius’un IH, kitabının 231-322. mısraları .için Heinze kitabın ta­
mamı ile bir bağlantı göremediğini söylemektedir121. Adı geçen bölümün
içine aldığı düşüncelere kitabın başka bir yerinde rastlamamaktayız. Ve bu
bölüm ile bütün kitap arasında bazı çelişmeler bulunmaktadır. Meselâ, 122
ve 126. mısralarda aer ‘hava’ ve ventus ‘rüzgâr1 ayni şeydirler. Burada ise
ayrıdırlar. İkinci güçlük animus ile amma arasındaki.ilgidir. Üstünkörü bir.
çözümleme ile quarta natura, animus’la. aynı olarak görülebilir. O halde, bu.
bölüm anlatılmadan önce, korku, ve neş’e animus’tzAn. Şimdi denilmiştir
ki her duygu ilk evvel quarta natura’da görülür. 281. mısrada quafta natu­
ra’nm (döminatUr corpöre toto) ‘bütün bedende hakimdir’ şeklinde olduğu­
nu okuyoruz, tıpkı 138. mısradaki animus için söylendiği gibi. Bu kanıtlara
120
121
Bak. LUCR., IH, 245.
R. H EtNZE., T. Lucretius Garus De Rerum Natura, Buch III, p. 78.
40
O K T A Y A K ŞİT
göre, bir kimse quarta naturanın animus ile ayni olduğunu düşünebilir. Fa­
kat bu benzerliği kabûl etmek mümkün değildir. Çünkü :
Birinci nokta; akün hareketleri animus1ta doğmaktadır, bilhassa animus’un quarta natura’smda. Diğer taraftan, duyu-algısı ruhta, anima’da oluş­
maktadır, ve herşeyden önce anima’mn quarta natura’smâa..
ikinci nokta; Lucretius diyor ki, animus göğüstedir. Fakat 264. mısrada Lucretius dört unsurun biribirinden ayrılmayacağım söylemektedir. O
halde, diyor, Heinze, dördüncü unsur diğer üç unsurdan ayrılmamakta ve
böyleçe dört unsur bir arada her yerde bulunmaktadırlar. Buna göre,..dört
unsur hem animus hem aninufda bulunmaktadır. Animus göğüstedir, -oysa­
ki quarta natura ayni zamanda anîmdda da vardır. O halde, animus ve
quarta natura aym olamaz..
Üçüncü nokta; (dominare corpore toto) ‘bütün bedende hakim olmak’ın anlamı, bulundukları her iki yerde de aym değildir.
Heinze’nin 231-322, mısralar için çıkardığı sonuç, Lucretius’un kay­
nak olarak başka bir eserden faydalanmış olmasıdır. Ona göre, 230 dan
323’e atlamak pekala mümkündür.
Aynı gruptan olan Paul Vallete de12Z, dördüncü unsur’un animus oldu­
ğunu kabûl etmemektedir. Dört unsur hem animus’da hem de animdda bu­
lunmaktadır. Yalnız, Lueretius IH, 276-281 arasmda quarta natura ile animus’un benzer olduklarım zannettirecek kısımlar bulunduğunu, fakat ken­
disinin bunu kabul etmediğini söylemektedir123. Çok kere, animus düşünme
unsurudur, anima ise duyumun ve hayatın sebebidir. Fakat fiiliyat alanında
bu iki unsur arasmda ekseriya bir bağlantı bulunuyor. Lucretius III, 115
ve bunu takip eden mısralarda akıl duygularımız arasmda görünmektedir,
III, 136 ve bunu takip eden mısralarda ise aklı bağımsız heyecanlar ara­
smda görüyoruz. Bu nasıl olabiliyor? İhtimal, biz buna aklın kendi başma
bağımsızlığını ve belirli bir kendi kendine oluşuna mal etmekle varmaktayız.
Valette, Lucretius IH, 231 ve bunu takip eden mısralarda maddî olan
bütün ruhun mahiyetini açıklamaktadır diyor124. Ventus (veya aura), aer,
122 Paul VALLETTE, La doctrirıe de l’âme ehem Lucrece, in Rev. d’Histolre et de philosophie religieuses, 1934, p. 1-37.
123 îbid. p.p. 25-28.
124 îbid.' p. 18.
r
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
41
calor, Lucretius tarafından pek açıkça anlatılmamaktadır, diyor. Hararet ve
soluk’un bir şeyin başlı başına maddeleri veya cevherleri veya sadece nitelik­
leri olup olmadıklarını anlamak kolay değildir.
Bundan sonra, Vallette, Lucretius’un ruhun bileşimi hakkmdaki kanıt­
lara dönerek, bunlar apaşında bazı çelişmeler bulunduğunu söylüyor125 :
(III, 121 ve bunu takip eden mısralarda) ruhu yalnız iki unsurun oluştur­
duğunu fakat başka yerde (III, 231 ve sonrası) ise üç unsurun meydana ge­
tirdiklerini görmekteyiz, diyor. Vallette’e göre, Lucretius 231 üâ 322. mısra­
ları, bütün kitabın tamamından sonra yazmış olmalıdır. Bu hususu doğrula­
mak için üç kanıt vardır :
1) 323. mısradaki haec natura 'bu varlık’ 228. mısranm açık bir de­
vamıdır.
2)
Ruhun dört unsura ayrılması Epikuros tarafından yapılmamıştır.
3)
Bu teori burada yalnız Lucretius tarafından ortaya atılmaktadır.
Vallette bu teorinin bir hazırlığım belki Herodotos’a Mektup’ta(63)
bulmaktayız, diyor126.
Aym eser (p. 25) de, quarta natura (dördüncü varlık,) Rivaud’nun iddia
ettiği gibi sadece animus değildir, o hataya düşmüştür, demektedir. Vallette’e
göre, ruhun dört unsura ayrılması teorisi animus ve anıma’nın her ikisi için
y a p ılm ış tır . Epikuros ruh atomları arasında bir ayrılık yapmamıştır, bun­
lar her ikisinde de küçüktürler, diyor. III, 276 dan 281 e kadar olan mısralarda animus ve quarta natura arasında bir ayrım yapılmadığı görülmek­
tedir. Fakat hakikatte biz bu ayrımı yapabiliriz127.
Vallette (p. 29) da duyu-algısı, duyum ve istek’in işleyiş şeklini açık­
lamaktadır : Lucretius tarafından iki iddiayla karşılaşmaktayız: Birincisi,
quarta natura ‘dördüncü varlık’ ruhun başh başına hareketinin sebebidir.
İkincisi, animus da ruhun başlı başma hareketinin sebebidir. Duyu-algısında, hareketler dış eşya’dan gelmektedir, bu hareket ilk önce quarta natura’ya gitmektedir, quarta naturddan ruhun diğer üç unsuruna iletilmektedir.
Oradan duyumun bedenî-organlanna ulaşır. Y ân i:
,125
126
127
İbid. p. 21 ve devamı.
İbid., p. 22.
İbid., p. 28.
O K T A Y A K ŞÎT
42
anima (ruh)
beden
|
I
l
Dış bir obje —> + 4. uns. —> 3 diğer uns. —> duyu-organları.
Dördüncü unsur ve diğer üç ruh unsuru duyu-algısında rol oynamak­
tadır, ki bu sadece anima ‘ruh’ ta olmaktadır. Animus?xm duyu-algısmda ro­
lü yoktur.
Düşünme, istek ve duyguda ise dış bir nesne yoktur, biz buna kendi­
mizde sahib bulunmaktayızdır, diyor. Yâni, hareket akıl (animus) da başla­
makta ve sonra anima’ya geçmektedir, oradan da bedene gitmektedir :
Animus (akıl) —> anima (ruh) —> corpus (beden).
Bütün ruhta iki çeşit ayrım bulunmaktadır: Birincisi, ruhun kısımları
ve görevlerinin yerine göredir. Meselâ : anima (ruh) bütün bedende bulun­
maktadır, animus (akıl) ise göğüstedir. Ve bunların görevleri ayrıdır, ikinci
çeşit ayrılık, dört ruh unsurunun bileşimindedir. Bu ikinci ayrım birincisine
bir şey yapmamaktadır. Bunun mânâsı da dört unsurun ruhun iki kısmında
da bulunmasıdır. Yâni, animus’ta olduğu gibi anima’da da bu dört unsur
vardır.
Vallette, ‘dördüncü varlık’ (quarta natura) hakkında iki başka tekste
mâlikiz diyor128. Bunlardan birincisi, Plutarkhos’un Adversus Coloten’idir.
Bu metne göre, isimsiz unsur (nominus expers), duyumun ve düşüncenin se­
bebidir. Bu görevlerin animus’a ait oldukları derhal kâbûl edilebilir. Fakat.
Plutarkhos burada doğru değildir, çünkü o münakaşa halindedir. İkinci ola­
rak, belki Plutarkhos’un metninin anlamı, akhn görevleri olabilir, fakat bü
‘isimsiz unsur’ olmadan imkânsız olacaktı, bunun için Plutarkhos’un iddiala­
rı tamamen yanhş değildir, fakat açıklaması noksandır. İkinci metin, Aetius’tur. Aetius’a göre, ‘isimsiz unsur’ duyu-algısınm sebebidir.. Ve ruhun an­
lamını Epikuros’ta açıklamak için bu iki metni ilâve etmemiz ve bunlardan
bir bileşim yapmamız gerekir.
De rerum natura üzerine geniş bir şerh yazmış olan Alfred Ernout ve
Léon Robin şimdiye kadar gördüğümüz düşüncelere benzeyen açıklamalar­
da bulunmuyorlar129. Bu eserde uzun felsefî fikirler yerine kısa kısa terim
128
ibid., p.p. 30-32.
129 Alfred ERNOUT ve Léon ROBİN, Imcrece De rerum natura, Com­
mentaire exégétique et critique, vol. I, 1925; vol. 11, 1926; vol. I l l , 1928, Pa­
ris, Les Belles Lettres.
EPIKUROS’CU RUH TEORİSİ
43
açıklamaları yeraldığından, arada bir geçen konumuzla ilgili kısımları seç­
mek gerekmektedir.
Léon Robin’e göre130, animus ve mens Epikuros’un
a o y ik ó v
’una
uymaktadır, diğer filozoflarında voûç ’una; bundan dolayı terimler arasın­
da ayrım yapmak imkânsız değildir. ‘Dördüncü unsur’un durumu için de131,
bu unsurun denemelerimizle bir eş-değeri olmadığından bunun ya anima’mn
(ruhun) bir kısmını meydana getirdiğini, yahut sadece animus’un (aklın) bir
kısmı olduğunu veyahut ta tek başına animus’u sınırladığını söylemektedir.
Epikuros’un da bu 'isimsiz unsur’ u tanımlamakta güçlük çektiğini,
dördüncü unsur’un sadece ruhun hareketlerini açıklamak için kullanıldığı­
nı, zira diğer üç unsurun (hava, hararet, soluk) bunu açıklamağa yeter ol­
madıklarım ilâve ediyor132. Ve hayat ve duyum geniş ölçüde ruhun ve be­
denin sıkıca birleşmeleri sonucudur, diyor133. Bu görevlerin biri veya diğeri
kendisine has ve dışmda olmak üzere devam etmesi mümkün değildir, (seorsum 334, per se 337, proprium 357).
Bu görüş yanı sıra, Woltjer134, Eichner135 ve Tohte136 nin dahil bu­
lundukları ayrı bir teori bulunmaktadır.
Bu düşünürlere göre, isimsiz unsur veya dördüncü unsur, akılda bu­
lunmaktadır, ruh (anima) diğer üç unsurdan meydana gelmiştir, akıl (ani­
mus) ise bu üç unsurla birlikte isimsiz unsuru da ihtiva etmektedir.
Görüldüğü gibi bu düşünce şekli, isimsiz unsuru yalnız animus’ta gör­
mekle, öncekilerden pek farklıdır. Fakat üçüncü bölümde (De rerum natura’nın çözümlenmesinde) açıklamağa çalışacağımız üzere, buradaki iddialar
doğru görülmemektedir.
130 Ibid. vol. n, p. 20, (= L U C R ., HI, 94).
131 Ibid. vol. H, p. 32. (= L U C R ., H t, 168-176).
132 Ibid., vol. H,p. 46, (= L U C R ., Ht, 270).
133 Ibid. vol. H, p. 54, (-LUCR., HE, 323-358).
134 J. WOLTJER, iMcretii Phïlosophia cuín Fontibus Comparata, p.p. 69
ff. Groningen, 1877. (Bu ve aşağıdaki iki eser bulunamadağı için tarafımdan
okunmuş değillerdir. Buradaki düşünceler BAİLıEY’nin The Greek Atomists and
Epicurus adlı eserinden alınmıştır.)
135 M. EİCHNER, Adnotationes ad Lucretii Epicuri interpretis de animae
natura doctrinam, Berlin, 1884.
136 T. TOHTE, Epikurs Kriterien der Wahrheit, Progr., Clausthal, 1874.
44
O K T A Y A K ŞÎT
Ayni şekilde, Munro da137 bu görüşe uygun düşünmektedir: quarta
natura sadece animus’ta bulunmakta ve duyu hareketi burada başlamakta­
dır. Anima’da. ise diğer üç unsur vardır, ve bu animus1tan gelen hareketi kabûl etmektedir.
William Ellery Leonard ve Stanley Barney Smith138, de Lucretius üze­
rine yazdıkları açıklamalı eserlerinde, ruhun yapısı ve oluşumu konusunda
ayrı düşünce şekli ortaya atmaktadırlar.
S.B. Smith’in anlatımına göre139, animus ve anima, ikisi, birleştikleri
zaman bütün ruhu ( qjuxn )teşkil ederler. Ayrı olarak düşünülünce, animus
rasyonel ‘aklî’ unsuru, Vesprit, quo regimur, quo sapimus; anima ise ‘ruh’u,
le souffle vital, qua vivimus meydana getirmektedir. Animus göğsün merke­
zinde yerleşmiştir (bak. L. 140), anima ise bütün beden arasında yayılmış­
tır (bak. L. 143-44). Ve Lucretius’un, bu terimlerin ayrımında bir karışık­
lıktan kaçınmanın imkânsız olduğunu kabûl ettiğini, ilâve ediyor (bak. L.
421-424).
Mens (zekâ, idrâk) ise, ona göre140, akim düşünücü kısmını teşkü et­
mektedir ki, bu to ÂoyiKov yâni animus’tur. Ve bu mens ‘hayatın, adeta
onun kılavuzu gibi hizmet eden, aklî unsuru’dur141.
İsimsiz unsur’un Aristoteles’in142 ‘beşinci urtsudun dan mülhem olarak
Epikuros tarafından alındığını söyleyen Smith, bu unsuru Epikuros’un ru­
hun içine, yeter derecede çok ince ve küçük bir unsuru dimağa ait aklî an­
lamayı açıklamak için katmış olduğunu, ilâve etmektedir. Bu unsurun du­
yum yetisi eşyalarda rengin meydana gelmesi şeklinde, hareketlerin kendi­
lerine has düzen ve özellikleri sonucu meydana gelmektedir.
137 H.A.J. MUNRO, T. Imereti Gari De Rerum Natura, vol. II, 4, Cam­
bridge, 1893.
138 W .E . LEONARD and S.B. SMITH., T. Imereti Gari De Rerum Na■ tura, Madison, The University of Wisconsin Press, 1942.
139
O.I., p, 424 (=L U C R ., HI, 3 5 )..
140
O.I., p.
431 (= L U C R ., XH, 94).
141
O.I., p.431 ( =LU C R ., .m , 95) consUiumvitae regimenque.
142
O.I., p.p. 443-444 (=L U C R ., HI, 241)ve Bak; CtCERO (Tus., 1, 10,
22) quintum genus adhibet vacans nomine.
Is t a n b u l
a r k e o l o j i m ü z e s in d e k i
U R A R T U
BRONZ AT-KOŞUM PARÇALARI*
M. Taner Tarhan -V eli Sevin
Doğu Anadolu’da Van (eski T u ş p a) merkez olmak üzere meyda­
na gelmiş olan U r a r t u krallığının sanatı hakkında, son yıllarda yapıl­
mış araştırmalar neticesinde toplu bilgiler edinilmiş ve eserlerin tarihlenme
sorunları üzerine daha cesaretli-bir şekilde eğmilebilmiştir. İstanbul Arke­
oloji Müzelerini ziyaretimiz sırasında, bir rastlantı sonucu- gördüğümüz iki
parça eser sayesinde, biz de bu sorunlara kısaca değinerek, bu konuya kat­
kıda bulunmağa çalışacağız.
Sözü geçen parçalar, İstanbul’da «Kapalı Çarşımda, eski antikacı Yorgo Zagos’un dükkânından müsadere edüen eserler arasında, Mayıs 1973 ta­
rihinde ele geçirilip, İstanbul Arkeoloji Müzelerine mâl edilmiştir. Bulunduldan yer bilinmemektedir.
1. Parça: (İst. Arkeo. Müz. Env. No: 73, 130) Bak. res, 1.
B oy: 6.1 cm./Genişlik: 2.6 cm./Kalmlık: 0.1 cm./Kabara çapı: 1.0 cm./
Perçin boyu : 0.7 cm./Sol taraftan kırıktır, az okside olmuştur./Üzerindeki
ana m otif: sağdan sola ilerleyen iki süvari.
2. Parça: (İst. Arkeo. Müz. Env. No : 73. 129) Bak. res. 2.
'B oy : 11.8 cm./Genişlik : 2.6 cm./Kalmlık : 0.1 cm./Kabara çapı: 0.9 cm ./
Perçin boyu: 0.5 cm./Sol taraftan kırıkta, az okside olmuştur ve yüzey aşınımı fazlacadır./Üzerindeki ana motif: sağdan sola derleyen dört süvari.
* (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeo­
loji Araştırmaları Merkezi Seri çalışmaları No : 2 ) . Bu. eserleri yayınlamamı­
za izin veren Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğüne,
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü sayın Necati D O LU N A Y’a, bronz eserler
kısım şefi sayın arkeolog Sümer A T A S O Y ’a ve desenlerimizi büyük bir titiz­
likle çizen saym arkeolog-desinatör  k if D  Β ye teşekkür ederiz.
46
TA N E R T A R H A N -V E L İ SEVÎN
Boyutlar ve işleniş tekniği, figürlerin kesin benzerliği, bu iki parçarun
aynı « K o ş u m T a k ı m ı » n a ait olduklarım göstermektedir. Bunlar
«A 1 1 n 11 k» parçalarıdır; üst ve alt «Diadem»e aittirler. Parçaların sağ
taraftaki uçlarında, yuvarlak «kabara» başlı perçinler görülür. İçte, perçin
uçlarının ezik ve eğik olması, bunların bir deri-meşin «k o 1o n» üzerine
raptedildiklerine işaret etmektedir. Boyutlar ve dış bükey kavis, normal bir
«At Alınlık Takımı»nın ölçülerinin aynıdır. (Bak. res. 3)
Parçaların üzerinde, Urartu sanatmda çok sevilen bir motif olan «s üv a r i» tasvirleri yer almaktadır1. Aynı motif, ardarda tekrarlanarak, birer­
li kolda ilerliyen bir süvari birliği tasvir edilmiştir. Urartu sanatına, daha
genel bir deyimle Mezopotamya - Doğu sanat ekollerine özgü «antitetik»
yerleştirmeyi, bu parçalar üzerinde de aramak gereklidir. Diademlerin orta
noktasında, halen elimizde olan parçalarda görülen «sağdan-sola» ilerleyen
süvarilerin, kayıp diğer parçalarda da «soldan-sağa» derleme motifi ile kar­
şıt bulduğu şüphesizdir. 2 no’lu parçanın kırık olan sol kısmındaki boşluk,
yâni birbirini izleyen, koşar durumdaki atlann ön ayakları ile kuyrukları
arasındaki mesafenin bu kesimde görülmemesi, eserin tam ortadan kırılmış
olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim, (res. 3) deki rekonstürüksiyonumuz, .gerçeğe uygun bir üst diademin tam uzunluğunu vermektedir ki, bu da
ortalama olarak 25 cm. kadardır.
1 Karmir-Blur’da bulunan Argigti I ’e ait bronz miğfer; Sarduri n ’ye ait
sadak ve miğfer üzerindeki süvari tasvirleri için bk. B.B. Piotrovskii, Iskusstvo
Urartu, lev. X X ; The Kingdom of Van, res. 20 a ve s. 23, res. 8; s'. 46, res. 30;
Urartu (Mundi), res. 85, 86, 93; R.D, Barnett - V. Watson, Iraq, X I V /2 (1952),
s. 140, res. 5, lev. X X X H , 1, 2; M.N. van Loon, Urartian A rt, lev. X X IX ; •G.
Azarpay, Urartian A rt, lev. 12, 21; F. Hancar, Das urartaische lebensbaummotiv, Archaeologia Iranica, (Miscellanea in Honorein R. Ghirshman), Leiden,
1970, lev. 22, res. 3; Erivan yakınlarındaki «Nor-Areş» kemerleri üzerindeki
süvariler için bk. A . Martirosyan, Isvestiia Akademii Naulc Armianskoi SSR,
195810, s. 71-77; B.B. Piotrovskü, IsTcusstvo Urartu s. 75, res. 44; R.D. Barnett,
A S , XTH (1963), res. 46-47; G. Azarpay, res. 11; Transkafkasya’da (güney Os­
setia) Tli’de bulunan kemer için bk. B.V. Tekhov, Ob odnom pogrebal’nom
komplekse iz s. Tli, SA , 4 (1961), s. 128-139, res. 507; G. Azarpay, res. 12; A ltmtepe kemeri için bk. T. Özgüç, Belleten, X X V /98 (1961), s. 258, 260, res. 23;
M .N. van Loon, lev. X X X ; G. Azarpay, lev. 23; Çavuştepe’de bulunan bronz
levha üzerindeki süvariler için bk. A . Erzen, TAT), X I-2 (1961) 1962, s. 31;
TTKong., V II/1 (1 9 7 0 ), s. 67 vd.; E. Bügiç - B. Öğün, Anatolia, v m (1 9 6 4 ), s.
122, lev. X X ; B.B. Piotrovskü, Urartu, s. 38.
U R A R TU BRONZ A T-K O ŞU M PAR Ç ALA R I
47
Yapım tekniği: «Baskı» ve «kazıma-çizgi» tekniği ile yapılmıştır. Ne­
gatif kalıp, ana motif olan süvari tasvirini taşımaktadır. İşlenecek olan bronz
levhacık, kızıl derecesinde ateşte tavlandıktan sonra, yumuşamış olan yü­
zeye negatif kalıpla, arkadan sert bir darbe ile vurularak pozitif figürün el­
de edilmesi sağlanmaktadır. Bronz levhacıkların arkasındaki dışa bombeli
girinti izleri bu görüşü doğrulamaktadır ki, bu teknik bütün Urartu eserlerin­
de anonimdir2. Kalıp ile basma işlemi bittikten sonra, sert uçlu bir madenî
kalemle hatlar barizleştirilmekte, yâni detaylar üzerinde rötuş yapılmakta­
dır. Figürler arasındaki bazı ufak tefek farklılıklar da bu kalem oynatması,
sırasında meydana gelmiştir. Ayrıca at gövdelerinin dışa taşkınlıklarındaki
farklılık da darbenin aynı derecede olmadığım göstermektedir.
Ana motifi, at ve süvarisi olmak üzere iki bölümde inceleyebiliriz: Dar
bir sahaya sığdırılan birleşik bu iki motiften, aslına uygunluk bakımından
at daha ağır basmaktadır. Ard ayakları üzerinde «galop» durumundaki atın
gövde proporsiyonlan süvarisine kıyasla daha realisttir. Süvarinin statik
oturuşuna karşılık, atın başmm hırçın fakat asil görünümlü bükülüşü3, ön
ayaklarm hamlesi, ard ayak baldırlarının gerilmiş adale kompozisyonu, za­
rif ard ayak bileklerinin bir kaide gibi sağlam yere basışlarıyle orantılı bir
şekilde kaynaştırılmıştır.
Atın başındaki bir sorguca (tepelik) hâvi gem takımı, hemen hemen
bütün akşamıyla canlandırılmıştır. Sorguç, üçgen şeklinde «tomurcuk» mo­
tifini andıran bir şekü göstermektedir4 (Bak. res. 4a ve res. 6). Profilden
2 E. Akurgal (Anatolia, IV, 1959, s. 86) tarafından ortaya atılan ve Urar­
tu arkeoloji edebiyatında B u e k e 1 stil (kabartma) terimi ile tanımlanan bu
teknik ve kritiği için bk. Die Eunst Anatoliens, s. 28 vdd.; Akurgal daha son­
ra Urartu bronz eserlerindeki stilistik ve ikonografik özelliklerden yararlana­
rak yeni bir tarihleme denemesine girişmiş ve burada «Buckel» tâbirini tama­
men terketmiştir. bk. Urartâische und Altiranische Kunstsentren, s. 63; krş.
T . Boysal, Anatolia, VT(1961-62), s. 79 vdd.; ayrıca bk. TTKong., V I(1967), s.
62; M.N. van Loon, s. 21 vd.
3 Krş. Karmir-Blur’da bulunan at b a ş ı: B.B. Piotrovskii, The Kingdom
of Van, lev. 24, 25; M .N. van Loon, lev. X X IV ; G. Azarpay, lev. 28.
4 Buna benzer Asur örnekleri için bk. A . Parrot, Assur, res. 44, 45 (Korsabat/Dur-Şarrukin kabartmalarından, M .ö . V ili. yüzyıl.); res. 64 (Assurbanipal n kabartmalarından, M .ö. IX . yüzyıl); B. Hrouda, Die Kulturgeschichte
des Assyrischen FlachbOdes, lev. 29 (8, 9, 12, 15), lev. 30 ( 1 ,8 ) ; Diademler ve
alın püskülleri için krş. H. Potratz, Die Skythen in Südrussland, lev. 4 ; Geç
Hitit örnekleri için bk. E. Akurgal, Orient und Okzident, s. 97 vdd.; res. 66
ve 86.
48
TA N E R T A R H A N -V E L Î SEVÎN
görülmesi gereken bu süsleme öğesi, muhtemelen zengin görünüş bakımın­
dan, sanatçı tarafından cepheden gösterilmiştir. Alınlık üzerini «t u ğ» şek­
linde bir püskül demeti süsler. Alınlığa ait üst diadem, bir kolonla birlikte
sorguç altına raptedümiştir. Alt diadem ise yarım olarak görülür. Geme rap­
tedilen bir çift dizgin kolonu, boynu katederek süvarinin kalkan tutan kolu­
na doğru uzanır. Yele düzgün tarama çizgilerle, kabarık olarak belirginleş­
tirilmiştir. Atm göğsünü önden tamamen, yanlarda ise sü varinin diz boyu
yüksekliğinde, bacak doğrultusuna kadar kapatan iki sırah bir «göğüs zır­
h ın ın varlığı belirtilmeğe çalışılmıştır5. Bu ak şam ın konturlan birbirine
paralel tarama çizgilerle belirtilmiştir. Taramalar muhtemelen ince zırh pul­
larını yansıtmaktadır. Ön ve ard ayakların zarif konturlan dikkat çekici­
dir. Eklem yerleri kesik, toynaklar da zarif üçgen hatlarla ayrıntılı bir şe­
kilde tasvir edilmiştir. Toynakların ve ayak bileklerinin işlenişi, mühürcü­
lük sanatındaki «oyma tekniği»nin stilize hath fakat çok canlı üslûbuna
benzerlik göstermektedir6. Ard ayaklara paralel bir görünümde olan kuyruk
işlenişi, diğer konturlara nazaran biraz kabaca tasvir edilmiştir ki, bu özel­
liği de bütün benzer Urartu bronz eserleri üzerinde teşhis etmek mümkün­
dür7. Ucu püskül şeklinde görülen kuyruğun iç konturlan yine tarama tekniğindedir. Burada dikkati çeken husus, kuyruğun ard sağn hizasında bir
boğumla bağlı oluşudur. Bu gelenek eski b o z k ı r âdetlerim yansıtır.
Orta Asya’lı « A t l ı K a v i m l e r » d e de görülen «kuyruk bağlama» mo­
tifi binlerce yıl devam edegelmiştir8. Bu arada kuyruk bağlama geleneğinin
5 Nor-Areş m no’lu mezarda bulunan kemerdeki süvarinin atı da göğüs
zırhı ile teçhiz edilmiştir, bk. B.B. Piotrovskii, The Kingdom of Yan, s. 20, res.
7; Asur örnekleri için bk. A . Parrot, res. 63 (Ninive’de bulunan, Assurbanipal’in
av sahnesi kabartmalarından, M .ö. V H . yüzyıl); B. Hrouda, lev. 3 0 ( 8 ) .
6 Krş. B.B. Piotrovskii, The Kingdom of Van, res. 51-53, 55; R.D. Bar­
nett, Iraq, X X I /1 (1959), res. 6, 15; A S , X U i (1963), res. 39-40; M.N. van Loon,
s. 139 vdd.
7 Kuyruğun bu kaba işleniş durumuna büyük taş eserler üzerinde de rast­
lanılmış olması, bu durumun sadece küçük bronz eserlere özgü olmadığını gös­
termektedir. Van müzesindeki büyük taş levha üzerindeki «Araba Kabartması»
için bk. T . Boysal, Ankara Üniversite Haftası, (1963), s. 85, res. 18; E. BilgiçB. öğün, Anatolia, V H I (1964) 1966, lev. X IX .
8 .A lta y yöresindeki Pazırık kurganlarında ele geçirilen malzemenin kar­
şılaştırılması için bk. K. Jettmar, A r t of the Steppes, s. 108, res. 87; s. 115,
lev. 18; İslam yazarlarmdan Ibn-el-Esir’in verdiği bügiye göre Alp Arslan,
Malazgirt meydan savaşma giderken, « . . . k e n d i
eliyle
atının
kuy­
r u ğ u n u b a ğ l a d ı v e a s k e r l e r i de o n u n g i b i y a p t ı l a r . . . »
bk. A . înan, TTKong, 11(1937), s. 149.
U R A R TU BRONZ A T-K O ŞU M P A RÇ ALARI
49
Balavat kabartmalarından da anlaşılacağı üzere Salmanassar III çağmdan
beri Asur’da var olduğunu belirtmek gerekir9. Bilinen bütün Urartu süvari
ve at tasvirlerinde bu motifin aynen tekrarlanması bizce çok ilginçtir.
At, genel görünümüyle ince uzun ayaklı, yüksek sağrılı, uzun boyunlu
arap atlarım andırmaktadır. Teslislerin ve üreme organının tasvir edilmiş
olması, savaş atlarında kısraktan çok « ayg ı r » l ar m tercih edildiğini gös­
termektedir10. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, at tasviri konusunda
Urartu sanatçıları Asur’dan almış oldukları at tipine değişik olarak herhan­
gi bir katkıda bulunamamışlardır.
Süvari, atmm üzerine sağlam bir şekilde oturmuştur. Ancak yukarıda
da belirttiğimiz üzere, süvarinin pozisyonu atm zarif ve dinamik hareketine
kıyasla daha donuk ye statiktir. Ayrıca, miğfer11 başm hacimli görünümüne
biraz aykırı kaçar şekilde gösterilmiştir. Sanatçının stilize hatlarla da olsa,
göz, burun, ağız ve kulak konturİarım gösterebilmek için başm hacmini bü­
yütmek zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. Bu özelliğe diğer Urartu tasvirle­
rinde de rastlamak mümkündür. Süvari sağ eüyle mızrak tutmaktadır. Mız­
rak, vücut aksma paraleldir. Ancak, mızrak tasvirlerindeki farklılık başlan­
gıçta da belirttiğimiz gibi rötuş farklarından dolayıdır. Sol kolu ile kalkanı­
nı taşımakta, aym zamanda atın dizginlerine hâkim olmaktadır. Kalkan, bi­
lindiği üzere, yürüyüş esnasmda içteki kulplar (tutamaklar) vasıtasıyle pazu üzerine geçirilmekte ve omuz hizasında, elle tutulmaksızın kolayca taşın­
maktadır12. Böylece serbest kalan sol el dizginlere ve dolayısıyle ata rahat­
9 A . Parrot, res. 44, 57, 345.
10 Savaş atlarında aygırların kullanılması da eski bir Türk geleneği olup,
eski Türk destanlarında, kahramanlar ölürken . « . . . a y g ı r
atım
kesip
aşım
v e r s i n . . . » diye vasiyet etmektedirler. Pazırık kurganında bulunan
atların hepsinin de aygır olması bu arada dikkat çekicidir, bk. A . inan, s. 149
vd.; ayrıca krş. G. Azarpay, lev. 23 vd.; M .N. van Loon, lev. X X IX .
11 Tigletpileser H l ’den beri kullanılan bu tip miğferlerin Asur etkisi al­
tında Urartu tarafından benimsendiği açıkça anlaşılmaktadır, bk. M.N. van
Loon, s. 118 vd.; not 193; B. Hrouda, lev. 1, 23.
12 C.A. Burney, A S , X V I (1966), s. 101, lev. 21 b-c, res. 20 (4); R.D. Bar­
nett, Iraq, X U /1 (1950), res. 8 ve lev. X ( 2 ) ; A S , X X H (1972) s. 165, res. 2, s.
166, res. 2A ; R.D. Barnett - N. Gökçe, A S , H I (1953), lev. 15, 1-2 ve res. 2 (s.
123); Asur örnekleri için krş. B. Hrouda, lev. 23 vd. lev. 44 (2); A .M . Snodgrass
(Early Greek Armour and Weapons from the End of the Bronze A g e to 600
B.C., s .37 vdd.) tarafından da işaret edildiği üzere, at üzerinde kalkanın bu
tarzda taşınması yöntemi ile Urartu kalkanı daha sonraki tek tutamaklı Asur
kalkanından tamamen ayrılmaktadır. Tek tutamaklı Asur kalkanları için bk.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 4
50
TA N E R T A R H A N -V E L Î SEVtN
ça hâkim olmaktadır. Süvarilerin tünik altma pantolon şeklinde bir alt giysi
giymiş olduğu kesindir13. Ayaklarında ise sivri uçlu, muhtemelen yumuşak
deriden çizmeler bulunmaktadır14. Burada uzun tuniğin uçları, çizmenin üst
kesiminde tarama çizgilerle belirtilmiştir. Pantolon hiç görülmemekle bera­
ber, bu tip önden açık ve ucu püsküllü, tünik altma, uçları çizmenin içine
giren uzun pantolon giyildiğini, şimdi Adana müzesinde sergilenen ve henüz
yayınlanmamış bir Urartu bronz kabartması üzerinde açıkça görmek müm­
kündür.
Biribiri peşisıra «birerlikol» düzeninde, alay halinde ilerleyen süvari­
lere, Urartu sanatında ilk kez bu iki parça üzerinde rastlanmaktadır. Bu du­
rum, bizce çok ilginçtir. Çünkü, diğer bütün süvari tasvirlerinde, süvariler
ya arabalar ya piyadeler ya da hayvanlar arasında gösterilmişlerdir. Elimiz­
deki bu örnek, Urartu sanatında, az da olsa, süvarilerin meydana getirdiği
frizlerin yanlız başma bir süsleme öğesi olarak kullanıldığını ortaya koy­
muştur.
Biz, şimdiye kadar ele geçirilmiş' bulunan örneklere dayanarak süvari
tasvirlerini iki ana gruba ayırıyoruz: a) savaşa giden süvariler, b) avlanan
süvariler.
Savaşa giden
süvariler:
Parçalarımız üzerinde olduğu
gibi, daima kalkan ve mızrakla teçhiz edilmiş durumda gösterilmişlerdir.
A . Parrot, res. 64. Ayrıca, bu tip Urartu kalkanlarının çok tutamaklı Grek
«Hoplit» kalkanlarının öncülüğünü yaptığı Ueri sürülür. Kritik için ayrıca bk.
G. Azarpay, s. 22 vd.; Homerik ve Arkaik çağda Grek süvarileri ve bunların
Asur ile üişkileri konusunda en yeni yayın için bk. P.A.L. Greenhalgh, Early
Greek Warfare : Horsemen and Chariots in the Homeric and Archaic A ges,
London, 1973.
13 Pantolon giyen Orta A sya menşeli atlı kavimlerin giysüeriyle karşı­
laştırma için bk. E.H. Minns, Scythians and Greeks, I, s. 53, 55 vdd.; M. Ebert,
Südrussland im Altertum, s. 88; T. Özgüç, Belleten, X X V /9 8 (1961), s. 258’de
Altmtepe kemerinin üzerindeki avlanan süvarinin uzun elbise giymiş bulundu­
ğunu bildirirse de, biz bu giysinin de tünik altma giyilmiş pantolon olduğu ka­
nısındayız.
14 Çeşitli Urartu merkezlerinde bulunan pişmiş topraktan yapılmış, içki
ya da libasyon kabı olarak kullanılan çizme modelleri, süvarinin tipik giysisini
tamamlayan bu teçhizat hakkında tam bir fikir edinmemizi sağlamaktadır.
Geniş bilgi için bk. G. Azarpay, Artibus Asiae, X X V U (1964/65), s. 61 vdd., res.
1-8; B.B. Piotrovskii, Urartu, res. 47-48; ayrıca bk. A . Erzen, T A D , XTV/1-2
(1965) 1967, s. 143. Asur tipleri için krş. B. Hrouda, lev. 8.
URARTU BRONZ A T-K O ŞU M P ARÇALARI
51
Ancak, kalkan, antitetik yerleştirme kurallarına göre, yürüyüş yönünde, sağ
ya da sol kol üzerinde tasvir edilmektedir. Argişti I miğferi, Sarduri n sa­
dağı, Nor-Areş I ve III no’lu mezarlarda bulunan bronz kemerler, Çavuştepe’deki bronz levhalar, Giyimli- (eski -Hırkanis)de bulunup şimdi. Adana
müzesinde sergilenmekte olan bir bronz levha ile İstanbul Arkeoloji Müze­
sindeki parçalarımız bu tipe giren süvari örnekleriyle benzemişlerdir15.
A v l a n a n s ü v a r i l e r : Kalkan taşımaksızın tasvir edilmişler­
dir. Bu tip' kompozisyonlarda mızrak tutan sağ veya sol el, önündeki av
hayvanma silâhı fırlatmak üzere, geriye doğru gerilmiş bir tarzda işlenmiş­
tir. Altıntepe, Tli Ve Nor-Areş II no’lu mezarda bulunan örnekler bu tipi
meydana getirmektedirler. Her iki grup süvari tasvirlerinde adar, daima
« g a l o p » durumunda eğersiz olarak gösterilmişlerdir:
Kesinlikle tarihlenebilen Argişti I miğferi, Sarduri II miğferi ve sada­
ğı üzerindeki süvari tasvirleriyle, incelediğimiz at koşum parçalarındaki sü­
variler karşılaştırıldığında, ilk bakışta arada büyük bir benzerliğin varlığı
görülmektedir. Ancak, Sarduri II çağma ait parçalar üzerindeki tasvirlerin,
gerek işçilik ve gerekse kompozisyondaki proporsiyonlar bakımından' at ko­
şum parçalarımızdaki süvarileri bir hayli geride bıraktıkları gözlenebilmek­
tedir. Özellikle, at ve üzerindeki binicisi arasındaki uyum yönünden Sarduri
II miğferi kabartmaları diğerlerine kıyasla özel bir yer tutarlar ve farklılık
gösterirler.
Nor-Areş ye Tli kemerlerinin, iyi fotoğraflarım maalesef ele geçiremediğimizden, detaylardaki farkı kesinlikle, tesbit etmek imkânım bulamadık.
Yalnız, desenlerinden de anlaşılacağı üzere, bu kemerlerdeki tasvirler di­
ğerlerinden farklıdırlar- G. Azarpay16 Nor-Areş II ve III no’lu mezarda ele
geçirilen kemerleri Argişti I ile Saduri II çağma, yâni M.Ö. VIII. yüzyılın
başlarına ve ortalarına tarihlemekte, R.D. Barnett17 ise bu kemerler
için,İğ­
dır mezarları ile çağdaş' olduklarını ileri sürüp -Transkafkaslar’la olan ba' ğıntıya da değinerek- M.Ö. VII. yüzyılın ikinci yarışım teklif etmektedir.
Tli kemeri için B.V. Tekhov18 ve G. Azarpay13 M.Ö. VIII. yüzyılın son­
15 Gaziantep Müzesindeki Urartu miğgeri üzerindeki süvariler ise - ara­
baların arkasmdaküer - çiftli gruplar şeklinde, değişik bir kompozisyonla tasvir
edilmiştir. O.A. Taşyürek, TAD. X X I /1 (1974),. s. 180, res. 1.
16 Urartian A rt, s. 47.
17 A S , X U I (1 9 6 3 ), s. 197; krş. M.N.. van Loon, s. .123.
18 SA , 4 (1961), s. 128 vdd.
19 A yn ı eser, s. 49; B.B. Piotrovskn, TJrartu, s . . 199.
52
TA N E R T A R H A N -V E L I SEVÎN
larını teklif ederler. Altıntepe kemeri ise, T. Özgüç20 tarafından Argişti II
çağma tarihlendirilmektedir.
İncelediğimiz bronz koşum parçalarının tariiılendirilmesi meselesine ge­
lince : bu eserler için M.Ö. VIII. yüzydın ilk yansım, Argişti I ve Sarduri
II çağını ileri sürmekteyiz. Her ne kadar, yukanda da belirttiğimiz üzere
bu parçalar Sarduri II miğferi üzerindeki kabartmalarla boy ölçüşebilecek
durumda değillerse de, özellikle « S o r g u ç » tasviri bakımından Argişti I
(Bak. res. 7a, b) ve Sarduri II21 miğferlerinin tasvirleriyle bizim parçaları­
mızın tam bir paralelini meydana getirmektedirler. Şimdiye kadar ele geçi­
rilmiş bulunan at tasvirleri incelenecek olursa, Urartu’da başlı başına iki tip
at sorgucu kullanıldığı ortaya çıkar. Bunlardan birinci tipe girenlere Argişti
I ve Sarduri II miğferleri üzerinde, kısmen de Nor-Areş II no’lu mezarda
bulunan kemer ve nihayet incelediğimiz parçalar üzerinde rastlanılmaktadır.
İkinci tipe giren sorguç işçiliğine ise Çavuştepe bronz plakaları ve M.Ö.
VII. yüzyıla ait örnekler üzerinde rastlanır ki, burada sorguç adeta iki yay­
van yapraklı ve ortasında da bir tomurcuk bulunan «P a 1m e t»i andır­
maktadır. İkinci tipi meydana getiren bu sorguçların Altmtepe’de bulunmuş
olan fildişi palmetlere olan benzerliğine değinmek gereklidir22. Yukarıda te­
mas ettiğimiz ikinci tipteki sorguçlara Asur örnekleri üzerinde hiç rastlanıl­
maz. Buna karşılık birinci tipe giren sorguçlar ise, ana motife sadık kalına­
rak, ufak tefek değişikliklerle M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren M.Ö. VH. yüz­
yılın sonuna kadar kullanılmıştır. Buradan anlaşılacağı üzere, birinci tipe
giren sorguçlar tamamen Asur örneklerinin kopyalarıdır (Bak. res. 4a, 7a,b).
İkinci tipteki sorguçlar ise (Bak. res. 4b) Urartu’ya özgü bir yenilik olarak
ortaya çıkmaktadırlar.
Bilindiği gibi Urartu sanatı Asur sanatının bir kopyacısı olarak ortaya
çıkmıştır. Özellikle ilk devirlerde Asur etkileri açıkça belli olmaktadır23.
Ancak M.Ö. VIII. yüzyılın başlarından itibaren Urartu sanatında büyük
20 BeUeten, X X V /98 (1961), s. 260; ayrıca bk. M.N. van Loon, s. 121;
G. Azarpay, s. 50.; N. özgüç, Mansel’e Aramağan İt, s. 859 vd.; m , lev. 298,
res. a-b.
21 B.B. Piotrovskii, The Kingdom of Van, s. 23, res. 8.; ayrıca krş. H.J.
Kellner, Ein neuer Mediallon-Typus aus Urartu, Situla, 14/15 (1974), s. 50, lev.
3; O.A. Taşyürek, TAD, X X t / l (1974), s. 179, 180 (res. 1).
22 T. özgüç, Altmtepe II, s. 49, res. 45, lev. XLVT.
23 B. B. Piotrovskii, s. 4 vdd.
U R A R TU BRONZ A T-K O ŞU M PAR Ç ALA R I
53
hamleler yapılmış ve kendine özgü motifler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bütün bu delillere dayanarak, parçalarımızı tarihlemek hususunda özetle
şuniarı söyliyebiliriz : sorguçlar birinci tipteki Asur sorguçlarına tamamen
benzediğinden elimizdeki at-koşum parçalarına M.Ö. VIII. yüzyılın ilk ya­
rısını, yâni Argişti I ve Sarduri II çağını teklif etmekteyiz.
Eserlerimizin kompozisyon bakımından ikinci bir benzeri olan NorAreş II no’lu mezarda bulunan kemer için R.D. Barnett’in ileri sürdüğü
M.Ö. VII. yüzyılın ikinci yansı tarihi kanımızca uygun değildir. Çünkü
aynı kemer üzerindeki aslan tasvirleri M.Ö. VII. yüzyıl Urartu aslanlanndan tamamen farklı özellikler göstermektedirler. Ayrıca E. Akurgal’m M.Ö.
VII. yüzyü Urartu aslanlannm kalçaları üzerinde varlığını tesbit ettiği (N)
şeklindeki stilizasyona24 da burada rastlanılmamış olması Nor-Areş keme­
rinin M.Ö. VII. yüzyılın ikinci yarısından daha önceye ve belki de M.Ö.
VIII. yüzyılın sonlanna tarihlenmesi gerektiğini göstermektedir.
Tli kemeri için ise B.V. Tekhov ve G. Azarpay’m aksine M.Ö. VII.
yüzyılın ilk yarısını ileri sürmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken hu­
sus, mahallî özelliklerin ağır bastığı ana motifler dışındaki yardımcı öğe­
ler olmalıdır. Meselâ Tli kemerindeki «Malta Haçı» motifi Urartu eserlerin­
de görmeye alışmadığımız bir süsleme elemanıdır. Özellikle M.Ö. VIII. yüz­
yıla ait eserler üzerinde böyle bir motifle karşılaşmak şimdilik imkânsızdır.
Buna karşılık bu motifin en güzel ve en çok sayıda kullanıldığı yer ise M.Ö.
VII. yüzyıla tarihlenen Adilceyaz kabartmasıdır. Burada tasvir edilmiş bu­
lunan, boğa üzerindeki tanrının (T e i ş e b a) elbisesinin «Malta Haçı»
moüfleriyle bezendiği görülmektedir23. Öyle anlaşılıyor ki, Urartu eserlerin­
de Malta Haçı motifi ancak M.Ö. VII. yüzyılın ilk çeyreğine doğru ortaya
çıkmaktadır. Bu fikrimizi B.N. Arakelyan da destekleyerek, Armavir’de bu­
lunan renkli keramikler (tabaklar) üzerinde görülen aynı motiflerin M.Ö.
VII. yüzyılda ortaya çıktığını ileri sürmekte, bu motifin Akdeniz ve Ege
etkisiyle Urartu’ya girdiğini kabul etmektedir26.
24
Urartâische und Altiranische Eunstzentren, lev. X X X V III, a; X X X I X ,
a.
25 C.A. Burney, A S , V H I (1958), s. 211-216, lev. X X X III; kr§. B.B. Piotrovskii, The Kingdom of Van, s. 65, res. 44; E . Bilgiç - B. öğün, Anatolia, V m
(1964) 1966, s. 90 vd.
26 Alcuni Risultati della Rıcera Archeologiea ad Armavir, Studi Micenl
ed Egeo-Anatolici, X IV (1971), s. 51, lev. V a, f.; (Kalah’daki Assurbanipal n
steli üzerindeki kabartmada münferid olarak bir Malta Haçı görülmektedir,
M.Ö. IX. yüzyıl : bk. A . Parrot, res. 14).
T A N E R TARHAN-VELıÎ SEVİN
54
Önemli bir husus da merkezî Urartu’da görülen ve haklı olarak/ «S ar a y Ü s 1û b ü» diye tanımlanan27 sanat ekolü ile bunun bir taklitçisi
şeklinde müşahede ettiğimiz « E y a l e t »
y a d a « T a ş r a » üslûbu ara­
sındaki farklılıkların ayırdedilebilmesidir. R.D. Barnett M.Ö. VII. yüzyıla
ait Urartu eserlerinde görülen «kaba» ve «itinasız» işçiliğe değinmektedir28.
Kanımızca bunun nedenlerini Urartu’nun siyasal tarihi içinde aramak ge­
reklidir. Zira kültür tarihleri incelenirken anonim olan «başlangıç», «yük­
seliş» ve «yıkılış» çağlarının sanat hareketleri siyasal tarihin grafiğine pa­
ralellik-göstermektedir. Bütün bunlara dayanarak şöyle bir genelleme yap­
mak mümkündür:
«Ana Motif» olarak tanımlayabileceğimiz tek bir figürün devamlı ya­
pılması, yâni tekrar tekrar kullanılması, o figürün üsluplaşmasma ve sade­
leşmesine yol açmıştır. Bununla ilgili olarak,sanat tarihçileri, devamlı bir
kopyacılığın üsluplaşmaya ve sadeleşmeye yol açtığım ileri sürmüşler ve ba­
zen de bu durumun tanınmayacak bir tahrif ve değişime sebeb olduğunu
söylemişlerdir29. Burada sözünü ettiğimiz motif «s ü v a r i»dir.
Sanatçı yüzyıllar boyunca gelmiş olan bezemeden tamamiyle ayrıl­
mayı düşünmemiş ve onu « a n ı t s a l » ya da «m i n y a t ü r» bir ölçü
üzerinden benimsemiştir. Bütün bunlara rağmen, Urartu hayvan tasviri de­
taylarım gösterme yöntemi Asur örnekleri göz önüne alınarak yapılmıştır.
Ancak Urartu sanatındaki kendine özgü bezemeler çok daha büyük bir
zenginlik gösterirler30.
. . .
Urartu « S a r a y - Sa n a t ı»nm meydana gelmesinde rol almış olan
etkenlerin yanısıra, Urartu sanatının kendine özgü özellikleri de açık ve
tam olarak göze çarpmaktadır. Bu özellikler, Urartu sanatı üzerine ilk ça­
lışmaları yapan E. Akurgal31 tarafından belirtilmiştir. Gerçekte bütün yü­
zeysel benzeyişlere rağmen Urartu sanatmı Asur sanatından ayırt etmek
mümkündür. Tipik yüz profilleri ile tasvir edilmiş «şişman» ve «hantal»
görünüşlü insan figürleri tipi Urartu sanatmm özellikleridir32. Süvarimiz bu­
nun tipik bir örneğini teşkil etmektedir.
27
28
29
30
31
32
Krş. B.B. Piotrovskii, s. 15 vdd.; M .N. van Loon, s. 166 vdd.
Iraq, X U (1950), s. 39.
B.B. Piotrovskii, The Kingdom of Van, s. 21.
B.B. Piotrovskii, göst. yer.
Anatolia, TV (1959), s. 71-75.
B.B. Piotrovskii, A yn ı eser, s. 16; B. Hrouda, Vorderasien I, s. 264.
U RARTU BRONZ A T-K O ŞU M P A RÇ ALARI
55
İncelediğimiz at-koşum parçaları üzerindeki süvari tasvirleri tümüyle
tipik, kalıplaşmış ana motife sadık kalınarak işlenmiştir. Burada sanatçının
getirdiği yenilik, başlangıçta da belirttiğimiz gibi, araya bir alternatif motif
koymadan, aynı motifi biribiri peşi sıra tekrarlamış olmasıdır. Motif bakı­
mından birçok benzeri olan bu kompozisyon, sunuş yönünden halen Urartu
sanatında ü n i k vasfmı korumaktadır.
Gaziantep Müzesindeki Urartu miğferi: 1973 yılında Gaziantep Mü­
zesi tarafından satın alınmış bulunan bu bronz miğferin kısa bir deskripsiyonu O. A. Taşyürek tarafından yapılmıştır33. Yayınlanan fotoğraf ve de­
senden anlaşılacağı üzere, kendisinin de belirttiği gibi, miğfer Sarduri II
çağı özelliklerini göstermektedir. Ancak desen üzerinde yaptığımız incele­
me sonucunda tesbit ettiğimiz bazı hususları O. A. Tasyürek’in deskripl
’
siyonuna eklemeyi yararlı buluyoruz:
Buradaki en önemli özellik (dip not 15’de) de belirttiğimiz gibi, ej­
der başlı yılanlarla çerçevelenmiş ana sahnedeki arabaların arkasında iler­
leyen süvarilerin, çiftli gruplar şeklinde kompoze edilmiş olmalarıdır. Sü­
varilerin «çiftli» gösterilmesi şeklindeki bu tarz bir uygulama Urartu plastik
sanatında ilk defa görülmektedir. Bugüne kadar bu uygulama tarzına sadece
araba motiflerinde rastlanmaktaydı ve süvariler ise daima tek tek gösterilmek­
teydi. Yanyana ilerleyen iki süvarinin arka pozisyonda kalanı, yamndakine
kıyasla biraz önde gösterilmiş, at b a şlarının öne doğru farklı bükülüşü de
statik kompozisyona hareket sağlamıştır. Bu tip bir uygulama kabartma­
ya derinlik vermekte ve üç buutlu bir görünüm sağlamaktadır. Ancak bu
kompozisyon tarzı Urartu sanatının orijinal bir buluşu değildir. Asur sa­
natçıları, özellikle yanyana ilerleyen atlı veya yaya, kalabalık grupları ba­
şarılı bir şekilde kompoze etmişlerdir34.
Miğferin getirdiği ikinci büyük yenilik ise, kompozisyon yönündedir.
Karmir-Blur miğferinde görüldüğü üzere35, ejder başlı yılanlarla çerçeve­
lenen ana sahnede, Urartu sanatçıları genellikle «libasyon» ve «adarasyon»
gibi dinî konulara yer vermişler, dünyevî konuları ise bu ana sahnenin dı­
şında kalan frizlere yerleştirmişlerdir. Gaziantep miğferinde ise sanatçı ge­
leneksel kalıptan kurtularak, antitetik şekilde yerleştirilmiş savaş araba33 The Bronze Urartian Helmet in the Gaziantep Museum : Gaziantep
Müzesindeki Bronz Urartu Miğferi, TAD , X X I /1 (1974), s. 177-181.
34 A . Parrot, res. 49, 55, 112-114, 128.
35 Bk. dip not 1 de gösterilen eserler.
TA N E R T A R H A N -V E L Î SEVİN
56
lan ve çifte süvariler motifini kapsayan «p r o f a n» anlamda bir konuyu,
miğferin alınlık kısmmı meydana getiren ana sahneye tatbik etmiştir.
Bunlardan anlaşılacağı üzere, Gaziantep miğferi M.Ö. VIII. yüzyı­
lın ortalanna ait diğer miğferlerin düşük kalitede bir kopyası gibi görün­
mekle beraber, kompozisyon yönünden getirmiş olduğu yeniliklerle dik­
kati çekmektedir.
Kısaltmalar
AS :
Anatolian Studies
SA :
Sovietskaya Arkheologiya
T AD :
Türk Arkeoloji Dergisi
TTKong.:
Türk Tarih Kongresi
4*
Res. 1—-(1) no’lu alınlık parçası (İst. Arkeo. Müz. Env. No: 73.130).
58
TARHAN-SEVIN - Levha II
Res. 2— (2) no’lu almlık parçası (İst. Arkeo. Müz. Env. No: 73.129).
TARHAN-SEVIN - Levha III
R es. 4.— Urartu at sorguçları : a) Asur tipi, b) Urartu tipi.
Res. 6— (1) no’lu parçadan detay : Urartu süvarisi.
62
TARHAN-SEVİN - Levha VI
Res. 7— Argişti I bronz miğferi kabartmalarından detay : a) Urartu süvarisi,
b) Harp arabası.
N
E M I R
S A V T E G İ N
Erdoğan Merçil
Selçuklu Devleti’nin genişlemesinde ve şehzâde isyanlarının bastırümasında mühim hizmetlerde bulunan büyük memlûk emirlerden birisi Savtegin’dir.
Savtegin Hakister’de doğdu1, onun âilesi, çocukluğu ve gençliği hak­
kında, kendisini hadım ettirmiş olmasından2 başka, bir bilgi yoktur. Savtegin’in Sultan Tuğrul Bey zamanında (1038-1063) Selçuklu sarayına has
hadim «hâdimü’l-hâss»3 olarak intisâb ettiği anlaşılıyor. Kaynaklardan tes­
pit edebildiğimiz kadarı ile onun ilk önemli görevi, Selçuklu şehzadesi İb­
rahim Ymal’ a elçilikle gönderilmesi olmuştur. Musul ve çevresini idare eden
İbrahim Ymal’m isyan edeceği şayiası çıkmış ve bunu haber alan Sultan
Tuğrul Bey, Savtegin el-hâdim el-hâssı Halife Kâim bi-Emrillâh (10311075)’m hediyeleri olan altm kaplamalı dibâc, bir ferace, altın işlemeli
mekkî sarık ve altm işlemeli takımlı bir at ile, bu şuada Musul’da bulunan
İbrahim Ymal’a göndererek acele yanma gelmesini emr etmişti (Muharrem
1 Sadr ed-dîn Ebi’l-Hasan A li b. es-Seyyîd el-îmâm eş-Şehîd Ebi’l-Fevâris
Nâsir b. A li el-Hüseynî, Ahbâr ed-Devlet is-Selçukiyye (Nşr. Muhammed İk­
bâl), Lahor 1933, s. 30. Türkçe tercüme, Necati Lûgal, Ahbâr üd-Devlet isSelçukıyye, Ankara. 1943. s. 21. Zahîr ed-dîn Ebu’l Haşan A li b. Ebi’l-Kâsım
Zeyd el-Beyhakî (Kitâb-ı Târîh-i Beyhak, n§r. Kuarı Seyyid Kelimullah Hü­
seynî, Haydarâbâd 1968. s. 460), Serhenk Savtegin’in Hâster (
)den ol­
duğunu kaydetmiştir. Onun zikrettiği yer, muhtemelen Hâkister’den bir harf
düşmesiyle kullanüan şekli olup, bu iki yer aynıdır.
Hâkister, İran'ın kuzey-dogusunda Lâyin kasabası köylerinden birisidir,
Ferheng-i Coğrafyây-ı İran, hş. 1329 Tahran, IX, s. 143.
2 Ahbâr, s. 31 (trk. trc. s. 21).
3 Sıbt b. el-Cevzî Şems ed-dîn Ebu’l-Muzaffer Yûsuf b. Kızoğlu, Mir’ât
-üz-Zemân fî Târihi’l-A'yân (nşr. A li Sevim), Ankara 1968. s. 27, 96. Hadim,
erkeklikten mahrum edüerek saraylarda çeşitli hususî ve mühim işlerde kul­
lanılan hizmetkâr, daha fazla bügi için bk. A.J. Wensinck ve M .F. Köprülü,
Bâdim mad., İA.
64
ERDOĞAN MERÇİL
450- m. Mart 1058). İbrahim Yınal Bağdad’a gelmiş (Muharrem’in son günü
veya Safer ayı içinde - m. 29 Mart veya Nisan 1058) ve Sultan ile Halife’yi
isyan halinde olmadığına inandırarak tekrar Musul’a dönmüştür (Cumâdâ
I. - m. Haziran - Temmuz 1058)4.
Daha sonra Savtegin’in sırasıyle «serheng»5 ve «hâcib»6 olduğunu gö­
rüyoruz. Sultan Tuğrul Bey, Arslan Besâsirî tarafından hapsedilen Halife’yi
kurtarıp makamma iâde etmiş ve Bağdad’da sükûneti sağlamıştı (1060).
Şimdi sıra gerek hilâfet makammın ve gerekse Selçuklu devletinin basma
belâ olan Besâsirî’ye gelmişti. Besâsirî bu sırada Hille emîri Dübeys b. Ali
b. Mezyed (öl. Mart-Nisan 1082)’in yanma sığınmıştı. Sultan Tuğrul Bey,
Humartegin Tuğrâî7, Anûşirvân, Yaruhtegin, Savtegin, Gümüştegin ve Er­
dem gibi büyük kumandanları ikibin kişilik bir kuvvetle Besâsirî üzerine gön­
derdi. Besâsirî 11 Zilhicce 45l ’de (m. 18 Ocak 1060) bir çarpışma sonucu
öldürüldü3. Onun üzerine gönderilen kuvvete dâhil olan Savtegin Zübdet’de
«serheng» olarak görünüyor9. Sıbt10 da ise Savtegin «el-hâcib» şeklinde kay­
dedilmiştir. Sıbt’daki hâcib kaydı onun daha Tuğrul Bey zamanında hâcibliğe yükseldiğine dâir bir işaret midir?. Yoksa daha sonra alacağı bu Un­
vandan dolayı mı Sıbt onu hâcib olarak kaydetmiştir?. Bu sebeble onun,
4 Sıbt, s. 27, 29,; îzz ed-Dîn Ebi’l-Hüseyn A li b. Ebi’l-Kerem Muhammed
b. Abdülkerîm b. Abdülvâhid eg-Şeybânî el-ma’rûf îbn el-Esîr, el-Kâmü fi’tTârîh (nşr. C.J. Tornberg), Leiden 1863-1864. IX, s. 439. Ayrıca krş. M .A. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963. s. 60.
5 Serheng (Çavuş) savaşda çeşitli hizmetlerde bulunan bir sınıf memur­
lara verilen ve orduda bir askerî rütbeyi ifade eden bir ıstüah, bk. F. Köp­
rülü, Çavuş mad., ÎA.
6 Hâcib, hükümdar saraymda mabeyinci olarak görev yapan ve icabın­
da devlet teşkilâtında değişik hizmetlerde bulunan bir sınıf memur, fazla bil­
gi için bk. M.F. Köprülü, Hâcib mad., ÎA .
7 M .A . Köymen (Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilâtı, Tarih
Araştırmaları Dergisi, sayı : 8-9, Ankara 1967. s. 10 not. 5) bunun «Tuğrul’a
mensup gulam manasına gelen Tuğrulî» şeklini tercih ediyor.
8 El-Feth b. A li b. Muhammed el-Bundârî el-Isfahânî, Zübdet ün-Nusra
ve Nuhbet el-Usra (nşr. M. Th. Houtsma, Recueil de Textes Relatifs à L ’His­
toire des Seljoucides serisi : Histoire des Seljoucides de L’Iraq, II.) Leiden
1899. s. 18. Türkçe tercüme, K. Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi,
Istanbul 1943. s. 17.; Sıbt, s. 64-66. Krş. O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk
Islâm Medeniyeti, Ankara 1965. s. 91.
9 bk. s. 18 (trk. trc. s. 17).
10 s. 64.
EMİR SAVTEGİN
65
Prof. M.A. Köymen’in11 belirttiği, gibi, Alp Arslan zamanında hâcib olduğu­
nu öne sürmek mümkün değildir. Belki de o daha Tuğrul Bey zamanında hâcibliğe yükselmiştir.
Savtegin hakkında medhiye ve kasideler yazan Katrân-ı Tebrîzî(1015?1089?) de şiirlerinde Besâsirî olaymdan bahsediyor. Katrân bir kasidesin­
de12
bir diğer şiirinde ise
1j U2JL—
j J c—'I j j d o
»I (_£j* -■i--* <Jj?"
-Vji;
Û-
ı3 1 j
j.J ' ıSjj
O jj-u Jjjl' cil; j j l i j l
diyerek Savtegin’in Besâsirî’nin ortadan kaldırılmasında önemli rol oynadı­
ğım belirtiyor13.
Sultan Tuğrul Bey, Halife’nin kızı Seyyide ile nikâh akdi için Halife’nin hâtunu olan Çağrı Bey’in kızı Arslan Hatun ve vezir Amîd ül-Mülk’ün
de dâhil olduğu büyüklerden meydana gelen bir heyeti Bağdad’a gönderdi.
Bu heyete Şems el-Mülûk Ferâmürz b. Alâ ed-Devle Kâkûye, Celâl ed-Devle
Surhab b. Kâmrevâ, Müntecib ed-Dîn Nâsir el-Mülûk Menûçehr ve Sultan’m ümerâsmdan Ağacı ve Savtegin de dâhildi (Rebî II. 453 - m. Nisan/
Mayıs 1061)14. Ancak Halife’nin verdiği sözden dönmesi Selçuklu veziri
Amîd ül-Mülk’ü kızdırmış ve beraberinde getirdiği hediyeleri Hemedân’a
göndermiş, kendisi de Bağdad’dan ayrılarak (26 Cumâdâ II. - m. 18 Mayıs
1061) durumu Sultan’ a bildirmişti. Bu sırada Halife, Humartegin Tuğrâî’ye
bir mektub göndererek vezir Amîd ül-Mülk’ün davranış ve ısrarından şikâ­
yet etmişti. Humartegin ise Halife’ye verdiği cevabta, yumuşak davranmayı
11 Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askerî Teşkilâtı, s. 24.
12 Kesrevî Tebrîzî, Şehriyârân-ı Gumnâm, Tahran hş. 1308 (m. 1930),
'cüz m , s. 56. Ancak Katrân-ı Tebrîzî’nin neşredilen divânında Besâsiri’den ba­
his yok. ^ n—
j
Jt ^
—^5"*
ok—
* 0)
J ^1 t
—
•
bk. Divân-ı Hakim Katrân-ı Tebrîzî (nşr. Muhammed Nahcuvânî) hş. 1333
Tebriz, s. 148.
13 Divân-ı Katrân, s. 133. Krş. Kesrevî Tebrîzî, aynı eser, III, s. 55.
14 Zübdet, s. 19-20 (trk. trc. s. 18); Sıbt, s. 77.; îbn el-Esîr, X , s. 13.;
Nâsir ed-Dîn Münşî Kirmânî, Nesâ’im el-Eshâr (nşr. Mîr Celâl ed-Dîn Hüseynî
Urmevî), hş. 1338 (m. 1959) Tahran, s. 22. Savtegin’in ismi yalnızca bu son
kaynakta geçmektedir. İbn el-Esîr ise bu heyetin h. 454 yılında gönderildiği­
ni kaydetmiştir.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 5
ERDOĞAN MERÇÎL
66
ve nâzikâne muamele etmeyi tavsiye etmişti. Amîd ül-Mülk Halife’nin sö­
zünden dönmesini Humartegin’in işe karışmasma bağlamış ve bu durumu
da Sultan’a bildirmiş olmalıdır. Tuğrul Bey de Halife’nin bu davranışına sebeb olarak Humartegin’i gördü ve ona karşı tutumu değişti. Bu değişiklikte
Sultan’a yakınlığından dolayı Humartegin’i kıskanan Amîd ül-Mülk’ün ro­
lü büyük olmuştu. Humartegin Sultan’ın gazabma uğramaktan korkarak
kaçtı15, fakat Burucerd’de yakalandı. İbrahim Ymal’m evlâdları babalarının
ölümüne Humartegin’in sebeb olduğunu öne sürerek Sultan’dan onu öldür­
mek için müsaade istediler. Amîd ül-Mülk de bu hususda onlara yardımcı
olunca, Sultan onu öldürmelerine müsaade etti. İbrahim Ymal’m evladlan
Humartegin’i öldürerek babalarının intikamını alm ış oldular. Sultan, Hu­
martegin’in yerine Savtegin’i tayin etti16. Ancak bu haberi veren İbn elEsîr17 onun hangi göreve tayin edildiğini kaydetmiyor.
Sultan Tuğrul Bey, Halife’nin kızı ile evlenmek için Bağdad’a hareket
etmeden önce Hoy ahalisinden 10.000 dînâr istemişti. Ancak onlar mücâhid bir topluluk olduklarmı ileri sürerek aslmda Sultan’m kendilerine mal
ve silah yardımı yapması gerektiğini bildirdüer. Buna rağmen Sultan’a 4.000
dînâr gönderdiler. Tuğrul Bey isteğinin yerine getirilmediğini öğrenince Hoy
üzerine asker sevk etti. Hoy halkı bu Selçuklu askerlerini mağlup etmeyi
başardı. Sultan Tuğrul Bey, muhtemelen bir anlaşma zemini bulmak için
şehrin reisi Yûsuf b. Mergin’e Tâc ül-Mülûk Ebî Kâlîcâr Hezâresb b. Bengîr(öl. Hazirân-Temmuz 1070) ile Savtegin el-hâdim’i yolladı. Fakat Yû­
suf onların şehre girmesine dahi izin vermemiş, Hezâresb ve Savtegin geri
dönmek zorunda kalmışlardı. Bundan sonra Selçuklu kuvvetleri ile Hoy
halkı arasında 40 gün süren bir savaş vuku buldu (Ramazan-Şevvâl 454
-m. Eylül-Ekim 1062). İki taraftan birçok kimse öldü. Şehir halkı bu ka­
dar uzun süren çarpışmadan sonra mukavemete devam edemeyeceklerini
anlamış olmalılar ki, Ebî Kâlîcâr Hezâresb vasıtası ile vezîr Amîd ül-Mülk’e
elçi göndererek aman dilediler. Amîd ül-Mülk de onların bu teklifini kabul
etti. Hezâresb ve Savtegin Hoy’a girdiler ve şehir halkının 30.000 dînâr öde­
mesini kararlaştırdılar. Üç gün sonra da Amîd ül-Mülk Hoy’a geldi ve Sultan’ın kuvvetlerine karşı savaşanlardan, başka şehrin reisi Yûsuf olmak üzere,
bir gurubu tutukladı. Ebû Sa‘îd b. Hamûye Hoy’un reisi oldu18.
15
16
17
18
Z-iibdet, s. 21 (trk. tre. s. 20).; Sıbt, s. 85.; İbn el-Esîr, X , s. 13.
Sıbt, s. 86.; îbn el-Esîr, X , s. 14.
bk. X , s. 14.
Sıbt, s. 95-96.
EM ÎR SAVTEGİN
67
Sultan Tuğrul Bey 4 Eylül 1063’de ölmüş, Amîd ül-Mülk ornm yerine
Çağn Bey’in oğlu Süleymân’ı tahta geçirmişti. Ancak Çağrı Bey’in diğer
oğlu Alp Arslan ve Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış da sultanlıklarım ilân
etmişlerdi. Kutalmış, Gird-kuh kalesinden aynlarak maiyyetindeki 50.000
Türkmen ile önce! Sâve’ye gitmiş, oradan da Rey üzerine yürümüştü. İşte
bu sırada Savtegin’in Alp Arslan’ın yanında olduğunu görüyoruz. Alp Ars­
lan, Kutalmış’ın hareketini öğrenince Emir Savtegin’i ona karşı gönderdi.
Savtegin’in Rey tarafına gittiğini bildiren kaynağımız19, onun bu havalide
ne yaptığı hakkında bilgi vermiyor. Bu sırada onun Alp Arslan’ın öncü
kuvvetlerinin kumandanı olduğunu tahmin edebiliriz. Daha sonra Alp Ars­
lan ile Kutalmış arasında Dâmeğân civarında Milh vadisinde vuku bulan
savaşa Savtegin de iştirâk etmiş ve Emîr Altuntak ile beraber Alp Arslan’ın
ordusunun sol kanadma kumanda etmişti. Neticede savaşı Alp Arslan ka­
zanmıştı (Ocak 1064) ve Kutalmış da ölmüştü20. Savtegin’in artık «emîr»
ünvam ile zikredildiğini21 ve Selçuklu Devleti’nin büyük ümerâsı arasında
yer aldığını görüyoruz. Bu savaş aym zamanda Türkmen ümerâsı ile Mem­
lûk ümerası arasındaki çekişmenin bir örneği olmuştu. Daha Tuğrul Bey
zamanında, Türkmen Beyleri’nin şehzâdeler etrafında toplanarak isyanlara
sebeb olmaları ve devlet otoritesini tanımamaları îranh vezîr Amîd ül-Mülk’
ün tesiri ile önemli mevkilere memlûk ümerâsının tayin edilmesine yol aç­
mıştı. Bu da Selçuklu Devleti’nin kurulmasında önemli katkıları olan Türk­
men Beyleri’nin devlet kademesinde daha az görev almasına ve Memlûk
ümerâsını k ısk anm asına sebeb olmuştu. Bu sebebden Türkmenler Kutalmış’la beraber olurken, Memlûk ümerâsı da Alp Arslan’ın tarafında yer
alarak savaşın kazanılmasında önemli rol oynamışlar ve mevkilerini muha­
faza etmişlerdir22.
Sultan Alp Arslan Selçuklu hâkimiyetini Azerbaycan’da kuvvetlendir­
mek ve Gürcü kıralı Bagrat’m Berdaa’ya kadar ilerlemesi ile karışan du­
rumu düzeltmek için ikinci kez Kafkasya seferine çıkmıştı (1068). Bu sefer
sırasında Selçuklu kuvvetlerinin öncü kumandanlığını Emîr Savtegin yap­
19 Ahbâr, s. 30 (trk. trc. s. 21)
20 A yn ı eser, aynı yer. Savaş hakkında fazla bilgi için bk. Turan, Sel­
çuklular Tarihi, s. 98.; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 63-65.
21 Ahbâr, aynı yer.
22 Krş. M.H. Yınanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, İstanbul 1944. s.
98-99.; F. Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-BoyTeçküâtı-Destanları, An­
kara 19722, s. 106-107.
68
ERDOĞAN MERÇÎL
maktaydı. Selçuklu kuvvetleri Şirvanşâh Feriburz b. Sallâr’m (1065-1092)
Azerbaycan’da ve Güney Dağıstan’da hâkim oldukları topraklardan geçmiş,
Nahçivan’a oradan da Gürcistan’a girmişti. Savtegin Ahal-kelek kalesini
alarak yağma etmişti23. Sultan Alp Arslan Tiflis’i aldıktan sonra Rustav
şehri de Selçuklular tarafından işgal edildi. Sultan, Tiflis ve Rustav şehir­
lerini Gence emıri Ebu’l-Esvâr’m oğlu II. Fazl (Fadlûn)’m (1067-1073) ida­
resine bıraktı. Ancak Batı Karahanlı hükümdarı Ebû İshak îbrâhim b. Nasr’m ölümü haberi Sultan’m daha ileri gitmesini engellemiş ve Gence yolu
ile Berdaa’ya dönmüştü24.
Sultan Alp Arslan’ın bu ikinci Kafkasya seferi sırasında Derbend (elBâb) halkı reisleri Ağleb b. Ali’nin (öl. 28 Aralık 1068) Şirvanşâh Feriburz
(1065-1092) elinde hapsedilmiş olmasmdan şikâyet etmişlerdi. Sultan’m de­
lâletiyle Ağleb b. Ah serbest bırakıldı. Alp Arslan Hâcib Savtegin idaresin­
de bir gurup Selçuklu askerini, beraberinde Ağleb b. Ah de bulunduğu hal­
de, Derbend’e gönderdi. Selçuklu ordusu önce el-Maskat’ı25 işgâl etmiş, son­
ra Şirvanşâhlar’dan (el-Bâb)’ın kalesini ele geçirerek buranın orta surlarını
yıkmış ve şehri de reislerinden almıştı. Savtegin, Ağleb b. Ali'yi nâibi ola­
rak el-Bâb’ a bıraktıktan sonra Sultan’m yanma dönmüştü26. Bu Selçuklular’m Derbend’de hâkimiyet tesis etmeleri için ilk teşebbüsleri olmuştu.
Sultan Alp Arslan geri döndükten sonra Gürcü Kıralı Bagrat sığınm ış
olduğu dağlardan aşağı indi ve Gence Emîri II. Fazl’a karşı Liparit’in oğlu
Ivane’yi gönderdi. Savaşta yenilen II. Fazl beraberinde sadece 15 kişi ol­
duğu halde kaçabildi ise de yakalanarak (Temmuz 1068) Bagrat’a teshm
edildi. Bagrat tekrar Tiflis’e sahib oldu. Errân halkı II. Fazl’dan ümid ke­
since kardeşi Aşot b. Şâvur b. el-Fazl’ı onun yerine emir yaptılar (Şevvâl
460 - m. Ağustos 1068)27. Hâdiselerin bu şeküde gelişmesi üzerine Sultan
23 bk. R .A. Hüseynof, Malazgird ve Kafkaslar, Tarih Araştırmaları Der­
gisi, sayı. 10-11, Ankara 1972, s. 66.
24 Ymanç, aynı eser, s. 63-64.; Turan, aynı eser, s. 173.
25 El-Maskat (veya Muşkur), Hazer denizinin batısında Samur nehrinin
güneyinde, adı geçen bu nehrin güney kolu Yalam a ile Belbela nehri arasın­
daki bölgedir, bk. Hudud al-A lam (translated and explained by V . Minosky),
London 1937, s. 456.
26 V. Minorsky, A History of Sharvan and Darband in the 10^-11^ cen­
turies, Cambridge 1958, s. 53-54 ve 73.
27 Aşot’un emir olması tarihi, herhalde bir baskı hatası neticesi V. Minorsky’in eserinde (Studies in Caucasian History, London 1953. s. 24) Şevvâl
470 olarak kaydedilmiştir.
EM ÎR SAVTEGÎN
69
Alp Arslan işleri düzeltmesi için Savtegin’i tekrar bu bölgeye gönderdi. Savtegin Zilkade aymda (m. Eylül 1068) beraberindeki Selçuklu kuvvet­
leri ile Errân’a girdi. Sonra kâfirlere karşı gazaya çıktı. îşte bu sırada Savtegin, D. Fazl’ın hürriyete kavuşmasmı sağladı (Cumâdâ II. 461 - m. Nisan
1069)28. Fazl tekrar Gence’de emirliğinin başına geçti.
Şâir Katrân’a göre, Savtegin Fazl’ı düşmanlarımn elinden kılıç zoru
ile kurtarmıştır29.
jy fi' j l
j\ -C—)
\j
Diğer bir iddiaya göre ise II. Fazl hem fidye hem de rehine vererek kur­
tulmuştu30. Minorsky ise Fazl’ın rehineleri verdiği ve sonra Savtegin’in ara­
ya girmesiyle Gence’ye dönebüdiği görüşündedir31. Kesrevî32 ve Ymanç33,
şâir Katrân’m verdiği bilgiyi kabul ediyorlar. Müneccimbaşı34 ise eserinde
Savtegin’in kâfirlerle mücadeleye gittiğini belirttikten sonra FazPın kurtulu­
şunu zikretmesi, bir noktada Katrân’ı destekliyor. Bu bakıjndan biz de Kesrevî’nin fikrine iştirâk ediyoruz. Bu son hadisede Savtegin’in ünvanmın daha
yükseldiğini ve kaynakda «el-hâs Emir el-Irakeyn» olarak zikredildiğini
görüyoruz35.
Savtegin Malazgird savaşma da (26 Ağustos 1071) iştirak etmiş ve
önemli hizmetlerde bulunmuştu. Sultan Alp Arslan, Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’e savaştan önce bir sulh teklifinde bulunarak bir elçi he­
yeti göndermişti. Bu heyette Halife Kâim’in Sultan nezdindeki elçisi İbn elMuhallebân ile Alp Arslan’m güvenilir kumandanı Savtegin bulunmaktay­
dı36. Mîrhond37 ise bu hususta daha değişik bir bilgi vermekte ve «Mukad­
dem el-Ceyş» Savtegin’in Sudan’ın emri ile imparator’a elçi göndermiş oldu-
-
28 Minorsky, Caucasicm History, s. 24 ve 66-67. Kr§. Turan, aynı eşer,
s. 113,
29 Divân-ı Katran, s. 148. Krş. Kesrevî Tebrîzi, aynı eser, III, s. 49.
30 Kesrevî Tebrîzî, aynı eser, aynı yer.
31 Caucasian History, s. 67 ve not. 2.
32 Şehriyârân-ı Gumnâm, III, s. 49.
33 Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, s. 83.
34 Caucasian History, s. 24. (arapça metin s. 17).
35 A yn ı eser, aynı yer.
36 Ymanç, aynı eser, s. 74.; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 266
ve î. Kafesoğlu, Malazgirt (muharebesi) mad., İA . s. 246.
37 Tarih-i Bavzat us-Safa, Tahran 1339. IV, s. 266.
ERDOĞAN MERÇİL,
70
gunu kayd etmektedir. Prof. Sümer ve Prof. Sevim38 Bizans müverrihi Nicephore Bryennios’un eserinde39 adı geçen Türk ordusunun önemli bir kısmmı
yöneten hadım kumandan Tarangès’le, Serheng ünvanının değişik bir şekilde
yazılmış olabileceğini belirterek, muhtemelen Savtegin’in kasdedildiğini öne
sürüyorlar ki, bu gerçekten uzak bir tahmin olarak gözükmüyor.
Sultan Alp Arslan'ın ölümü ile (24 Kasım 1072) oğlu Melikşâh onun
yerini almış, ancak amcası Kavurd da sultanlığını ilân etmişti. Selçuklu tah­
tına sahib olmak isteyen Kavurd ile Melikşâh arasında mücadele öncü kuv­
vetlerinin çarpışması ile başlamıştı. Bu ilk savaşta Melikşâh’ın öncü kuvvet­
leri kumandanı Savtegin, Melik Kavurd’un öncülerine hücum ederek onları
dağıttı40. Asıl ordular Hemedân civarında Kerec hududunda karşılaştılar
(4 Şaban 465 - m. 15 Nisan 1073)41. Bu savaşta Savtegin, Melikşah’m
ordusunun sağ koluna, Emir Temir-el de sol koluna kumanda ediyordu.
Kavurd önce Melikşah’m sağ kanadına hücum ederek bu kanadı bozmayı
başarmışsa da42, neticede savaşı kaybeden ve kaçmağa mecbur kalan yine
kendisi olmuştur. Daha sonra Kavurd’un Hemedân dağlarında saklandığı
haber alınınca, Sultan Melikşâh onun yakalanması için bir mikdar kuvvet
göndermiş, kendisi de o yöne doğru hareket etmişti. Bir rivayete göre Kavurd’u yakalayan Savtegin olmuştur43. Daha sonra Kavurd Melikşâh’ın
38 İslâm Kaynaklarına göre Malazgirt Savaşı, Ankara 1971. s. X IX -X X .
39 Nicéphore Bryennios, De quatre livres des Histoires (Fransızeası Hen­
ri Grégoire) Byzantion X X III (195S), s. 492.
40 Ahbâr, s. 56 (trk. trc. s. 39). Krş. I. Kafesoğlu, Sultan Melikşâh D ev­
rinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Istanbul 1953. s. 22.
41 Bundarî bu savaş günü için 4 Şaban’ı zikretmiş (Zübdet, s. 48 trk. trc.
s. 48. Ayrıca krş. Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devri, s. 22.; Ayn. mlf., Melik­
şâh mad., İ A .; Ayn. mlf., Kavurd mad., İA . Ancak bü araştırmalarm hepsinde
4 Şaban’ın milâdî tarih olarak karşüığı 16 Mayıs verilmiştir. Bu tarih 15 Ni­
san olacaktır.). Sıbt ise Şaban’ın 3. gününü kaydetmiştir (bk. s. 161, 163. A n ­
cak A li Sevim neşrinde s. 160’da bu savaşm tarihi için verilen gün <_roi_
ğil
¿JIT
de­
olmalıdır). Ibn el-Esîr (X, s. 53 ve not. 4) ise olayın vuku buldu­
ğu ay olarak Şaban’ı ve bir nüshasmda da 4 Şaban’ı zikretmiştir. Ahbar (s.
57, trk. trc. s. 39) ise bunlardan daha değişik bir şekilde 26 Cumâda I. 466’yı
(m. 27 Ocak 1074) bu olaym tarihi olarak belirtmiştir. Bu bakımdan savaş gü­
nünü iki kasmakta uygunluk gösteren 4 Şaban olarak kabul etmek mümkün
görünüyor.
42 Ahbâr, s. 57 (trk. trc. s. 39. Bu tercümede Savtegin’in ismi Sutekin
olarak geçiyor.); Zübdet, s. 48 (trk. trc. s. 48); Ibn el-Esîr, X , s. 53.
43 Sıbt, s. 161. Ahbâr (s. 57, trk. trc. s. 4 0 )’da ise Kavurd’u Emîr Temir
-el’in yakaladığı kayıtlıdır.
EM IR SAVTEGÍN
71
huzuruna getirildi. Sultan, Kavurd’u Savtegin’e teslim etti. Savtegin de onu
kendi çadmnda hapsetmişti44. Ancak çok geçmeden fazla para isteyerek
ayaklanan Türk askerlerinin kendisini tahta geçireceklerini îmâ ettikleri
Kavurd boğdurulmak suretiyle öldürüldü45.
Sultan Meükşâh, Savtegin’i Kavurd’un idaresi altındaki vilâyetlere tayin
ettiği gibi, amcasının mancınıklarını ve davullarım da ona vermişti. Ayrıca
Savtegin’i amcasının lakabı olan Imâd ed-Devle ile lakablandırmıştı46. Bu
tevcih, Savtegin’in Kavurd’la yapılan savaşta ve onun yakalanmasında gös­
terdiği büyük hizmetin neticesi olsa gerektir. Şâir Katrân da Savtegin’i öven
şürinde
diyerek onun «Kavurdluları-Kavurdiyân’ı» kahr eylediğini belirtmektedir47.
Yine Selçuklu devri şâirlerinden Muizzî48, Mehkşâh’m Savtegin’i İmâd edDevle diye lâkablandırması ve amcası Kavurd’un idaresi altındaki ülkeleri
ona vermesi sebebiyle medh ediyor.
t Â- J i
. .İ J1
C/SC-i
j
j
l
4*1,
^
j
¿İh
^
J)^
J
l » i — ■* «. c .
j
^1*
4"l*j
Ancak kaynaklarda onun Kavurd’un ülkeleri olan Kirman ve Fars’a
gittiği hususunda bir kayıda raslayamadık.
Diğer taraftan Sultan Alp Arslan’ın ölümünün yarattığı karışıklıktan
yararlanan Karahanlı hükümdarı Şems ül-Mülk Nasr b. İbrahim Toharistan’ı istilâ etmişti. Bu sebebden Sultan Melikşâh doğu sınırın­
daki işleri düzeltmek için harekete geçmiş ve önce Tırmiz üzerine yürümüş­
tü. Sultan, Emîr Savtegin’i Semerkand’dan gelecek Karahanlı yardımcı kuv­
vetlerinin yolunu kesmek üzere öncü olarak gönderdi. Savtegin, idaresinde­
ki Selçuklu öncülerini süratle sevk ederek Ceyhun kenarında Karahanlı or­
dusunu mağlup etti. Sonra Selçuklu ordusu Şems ül-Mülk’ün kardeşinin mü­
dafaa ettiği Tırmiz’i kuşattı. Selçuklu hücumlarına dayanamayan Tırmiz
halkı aman diledi. Sultan Meükşâh şehre girdi, Tırmiz kalesini Emîr Sav44 Sıbt, s. 163.; Ahbâr, s. 58 (trk. trc. s. 40).
45 Bu savaşın tafsilâtı ve Kavurd’un öldürülmesi için bk. Kafesoğlu, Sul­
tan Melikşâh Devri, s. 22-23 ve Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 69-71.
46 Zübdet, s. 49 (trk. trc. s. 50). Krş. Kafesoğlu, aynı eser, s. 25.; Köymen,
Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilâtı, s. 53.
47 Divân- 1 Katrân, s. 148. Krş. Turan, aynı eser, s. 141.
48 Divân- 1 Muizzî (nşr. Abbâs ikbâl), hş. 1318., s. 651.
72
ERDOĞAN MERÇİL
tegin’e teslim ederek buranın tahkim ve tamirini ve hendeklerin derinleşti­
rilmesini emr etti. Sonra Semerkand’ a doğru ilerledi. Neticede Karahanh
Hükümdarı af dilemek zorunda kaldı ve Vezir Nizâm ül-Mülk’ün tavassutu
ile sulh yapıldı (466-m. 1073-1074)43.
Yine aynı yıl içinde Gence ve Dovin Şeddadîleri’nden IH. Fazl, baba­
sı H. Fazl’a isyan ederek emirliği ele geçirmişti. Sultan Melikşâh onun is­
men mevcut olan vasalliğini daha da sağlamlaştırmak gerektiğini düşünmüş
bu maksatla da Bâb el-Ebvâb (Derbend) ve Errân’ı kumandanlarının en bü­
yüğü Savtegin’e iktâ etmişti50. Savtegin beraberinde Türkler’den bir gurup
olduğu halde o bölgeye gitti (h. 468 - m. 1075). IH. Fazl ülkesini pek tes­
lim etmeye arzulu görünmüyordu. Ancak Savtegin onun üzerine yürüyün­
ce, Türkler karşısında kendini müdafaa edemeyeceğini anlayarak Gence ve
Errân’ı teslim etmekten başka çare bulamamıştı. Türkler Errân ülkesinin
bütün ova, dağ, nahiye ve kalelerine yerleşirken, Savtegin de Gence vahşi
olmuştu51. IH. Fazl’a ise Gürgân’daki Esterâbâd şehri iktâ edilmişti52.
Bu sırada Emir Savtegin, nâibi Ahmed b. Ali’yi Sultan Melikşâh’m el­
çisi olarak el-Bâb (Derbend)’a gönderdi. Elçi, Sultan’ın el-Sugûr’u Savte­
gin’e iktâ etmiş olduğunu ve hutbenin minberlerde Sultan’dan sonra onun
nâmma okunacağım büdirdi (Cumâdâ I. 468 -m. Aralık 1075). Bu suretle
4 ay hüküm sürmüş olan el-Bâb emîri Meymûn’un emâretini bırakmak
mecburiyetinde kalması ile bu bölgede hakikî bir Selçuklu hâkimiyeti baş­
lamış oldu. Diğer taraftan Şirvanşâh Feriburz da el-Bâb’ı ele geçirmekten
ümidini kesmiş ve Selçuklular’a yıllık haraç ödeyen bir vassal durumuna ge­
tirilmişti53.
Savtegin bir müddet sonra beraberinde Dovin ve Dmanis54. Müslüman
emirleri olduğu halde Gürcü kıralı H. Giorgi (1072-1089) üzerine yürüdü
49 Ahbâr, s. 61-62 (trk. trc. s. 42-43).; İbn el-Esîr, X , s. 63-64. Kr§. Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devri, s. 28-29.; Ayn. mlf. Melikşâh mad., İA . Yalnız
Ahbâr’ 6 a. bu seferin yılı h. 467 olarak kaydedilmiştir. Yine Ahbâr 1m türkçe
tercümesinde (s. 42) Savtegin’in ismi Kaid b. Sebüktegin şeklinde yanlış ola­
rak zikredilmiştir.
50 Müneccimbaşı’nın metninde bu iktayı Sultan Alp Arslan’ın yaptığı ka­
yıtlıdır, bk. Caucasian History, s. 24 (arapça metin, s. 18). Ancak bu tarihden
daha önce Sultan Alp Arslan ölmüştü (24 Kasım 1072).
51 Minorsky, Gaucasian History, s. 24. Krş. Kafesoğlu, Sultan Melikşâh
Devri, s. 113-114.
52 İbn el-Esîr, X , s. 194. Krş. Kesrevî Tebrîzî, aynı eser, m , s. 51.
53 Minorsky, History of Sharvan, s. 41, 55, 66, 74.
54 Dmanis, Tiflis’in tahminen 100 kim. güney-batısmda önemli bir tica­
ret merkezi idi, bk. D.M. Dang, The Georgians, Bristol 1966. s. 142.
EMÎR SA V TE G lN
73
ise de Phartzkhis yakınında yenilerek geri çekilmek zorunda kalmıştı. Savtigin’in Gürcüler karşısında başarısızlığa uğraması, h. 471 (m- 1078-1079)
tarihinde Sultan Melikşâh’m bizzat Gürcistan’a gelmesine sebeb olmuştu.
Sultan, Somhet bölgesini yağladıktan sonra Şamşvüde’yi zapt ederek bura­
nın kumandam Liparit’in oğlu Yoane’yi esir aldı ve Kafkasya işlerini düzen­
ledikten sonra Savtegin’in yanına takviye kuvvetleri bırakarak geri döndü.
Savtegin yeni kuvvetlerle tekrar Gürcüler’e karşı harekete geçerek Samşvilde ovasma girdi,fakat Gürcü kıralı II. Giorgi bu kez de onu, yine Phartzkis yakınında, mağlup etmişti. Neticede Sultan Melikşâh işleri düzene koy
ması için Türkmen emirlerinden Ahmed’i bu bölgeye gönderdi. Emir Ahmed Gürcü kıralım ağır bir yenilgiye uğratmış ve Kars’ı kat’î olarak Türk
hâkimiyeti altına alarak bu bölgede düzeni sağlamıştı (1080)53.
Emir Savtegin’in bu bölgede bir müddet daha kaldığı anlaşılıyor. An­
cak buradan geri çağrıldığı zamana kadar ne yaptığı şimdilik meçhulümüzdür. Sultan Melikşâh h. 4ş6 (m. 1083-1084)’de onu «emir el-Hacc ve Küfe
emîri» tayin etti56. Bu bakımdan o 1083 yıh sonu veya 10,84’ün hemen ba­
şında Kafkaslar’dan ayrılmış olmalıdır. Savtegin oradan- ayrıldıktan sonra
önce Vâsıt’a gelmiş, sonra Ramazan ayında (m. 12 Ocak-1 0 Şubat 1084)
Nil’e57 ulaşmıştır. Burada iki türbeyi ziyaret etmiş ve bunların bakımı için
bol miktarda para vermiştir. O kendisinden önceki hacc emîri Hutlug (Kutlug)’un hacılardan aldığı vergileri indirdi ve onlardan alınan koruma para­
sım «Hufâretü’l-hâcc» kaldırdı. Sonra Arabları çağırarak onları yolları ko­
rumakla görevlendirdi ve onlardan alman vergileri kendi üzerine aldı. Ay­
rıca uzun zamandan beri harab bir durumda bulunan, aşağı Fırat’ın ya­
nında bir kanal olan el-AlkamîS8’yi kazdırdı59. Savtegin nihayet Bağdad’a
geldi, Halife’nin veziri Ebû Şücâ onu istikbâl etti ve 8 Zilhicce çarşanba ge­
cesi (m. 17 Nisan 1084) Haüfe el-Muktedî (1075-1094) tarafından huzura ka­
bul edildi. Halife, Savtegin’e hilat giydirmiş ve ihsanlar, da bulunmuştur60.
55 bk. M. Brosset, Histoire De La Georgie, S.-Petersbourg’ 1849. I, s. 343346.; Yınanç, aynı eser, s. 110-111.; Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devri, s. 113114.
56 Sıbt, s. 224.
57 Nil, Küfe ovasında Hille yakınında küçük bir belde, bk. Şıhâb ed-Dîn
Ebî Abdullah Yâkût b. Abdullah el- Hamevî, Mu'cem el-Buldân, Beyrut 19551957. V, s. 334.
58 bk. Alkamî mad., İA .
59 Zübdet, s. 77 (trk. trc. s. 79).; Sıbt, s. 224.
60 Zübdet, s. 78 (trk. trc. s. 79). Krş. Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devri,
s. 115.; Köymen, Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askerî Teşkilâtı, s. 29.
74
ERDOĞAN MERÇÎL,
Nizâm ül-Mülk’ün Ekim 1092’de öldürülmesi ile Selçuklu Devleti ve­
ziri olan Tâc ül-Mülk Ebu’l-Ganâim Merzubân b. Husrev Fîrûz daha ön­
ce bir müddet Savtegin’in hizmetinde bulunmuştu. Emir Savtegin, Melikşâh’m huzunmda onu medh etmiş ve Sultan’m hizmetine lâyık olduğunu
söylemişti. Sultan Melikşâh da bu tavsiye üzerine Tâc ül-Mülk’ü kendi hiz­
metine alarak ona sarayda görev vermişti61.
Bir müddet sonra sili (verem) hastalığına yakalanan Savtegin hiç vakit
geçirmeden Bağdad’dan İsfahan’ a gitmiş ve Cumada I. 477 (m. Eylül-Ekim
1084) tarihinde orada ölmüştür. Savtegin öldüğü zaman geride 2 milyon
dînâr, 9 bini rûm ipeğinden olmak üzere 15 bin elbise, 5.000 at, 1.000 de­
ve, 30.000 koyundan meydana gelen büyük bir servet bırakmıştı. Bu ser­
vete arazi, silahlar ve emtiâ dahil değildi62. Ayrıca doğduğu yer olan Hakister’de bir rıbât inşâ ettirmişti63.
Şâir Katrân ve Muizzî’nin şiirlerinden anlaşıldığı üzere Savtegin’in
İmâd ed-Devle’den başka «Nâsir ed-Dîn» ve «Kutb ed-Dîn» olmak üzere
iki lakabı ve Ebû Mansûr şeklinde bir künyesi vardı. Ancak bunlara tarihî
eserlerde Taşlanılmıyor. Bu lakabları ve künyeyi Errân’daki em irliği zama­
nında hıristiyanlara karşı savaşırken almış olduğu tahmîn ediliyor64.
61 Ziibdet, s. 61 (trk. trc. s. 61-62). Krş. A . Taneri, Büyük Selçuklu İm­
paratorluğunda Vezirlik, Tarih Araştırmaları Dergisi, s a y ı: 8-9, Ankara 1970,
s. 95.
62 Sıbt, s. 228. Krş. Ymanç, aynı eser, s.119.; Köymen, aynı eser, s.
32.
63 Ahbâr, s. 31 (trk. trc. s. 21).
64 Divan-ı Katrân, s. 133, 148.; Divân-ı Muizzi, s. 651. Krş.Kesrevî Tebrîzî, aynı eser, III, s. 55.
ESKİ TÜRK İKTİSADÎ HAYATI VE ŞEHİR*
Tuncer Baykara
G i r i ş :
Şehir, günümüzde nüfusu fazla ve İktisadî yapısı çeşitlilik gösteren yer­
leşmeler olarak tanımlanıyor. Geçmiş yüzyıllarda, özellikle Ortaçağlarda şe­
hir denince başlıca şu iki nokta .söz konusu olsa gerektir :
a.
İktisadî faaliyetin varlığı (pazar, el sanatları vs.)
b.
Savunma tesisleri (kale, sur vs.)1.
Günümüzdeki kalıntılarda, genellikle belirgin bir savunma tesisi, yâni
sur kalıntısı şehri belirlemektedir. Bu durum, özellikle Türk şehirlerinde
daha açık olarak görülmektedir. Zira hem devamlı yerleşmeyi sağhyan ya­
pılar, hem de İktisadî faaliyetin varlığını gösterecek özellikler pek kalma­
mıştır. Çünkü taşm kıt olduğu coğrafî ortamda yapılarda daha çok toprak
malzeme kullanılırdı.
I
Hayvancılık
V a r lık larım gerek tarihî kaynaklardan, gerekse günümüzdeki kalıntı­
larından anladığımız Türk şehirlerinin iktisâdî yapılarına, dâir bilinenleri
* Bu makale «XI. yüzyıla kadar Türk Şehri» adlı doktora çalışmamızın
kısmen tadü edilmiş bir bölümü olup, aynı konudaki tafsilâtlı araştırmamıza
da bir giriş olmaktadır.
1 G. Kessler, «¡¡¡ehir’in tarihi ve sosyal fonksiyonu», î.tî. Hukuk Fak-,
Mecmuası, 1 /4 (1935), s. 524-534.
76
TUNCER B A Y K A R A
toplamak gerekmektedir. Aslmda bu İktisâdi özellikler hem tarihî kaynak­
lanıl hem de bu şehirlerdeki kazıların yetersizliği yüzünden pek az bilin­
mektedir. Bununla berâber, bazı iktisâdî hususiyetlerin yine de çeşitli izler
gösterdiğini tahmin edebiliriz. Türklerin eski iktisâdî hayatları genellikle
pek incelenmemiş olmakla berâber2, bu hayatta en büyük yerin hayvancılı­
ğın tuttuğunu da biliyoruz3. Bu bakımdan ilk akla gelen özellik, Türk şe­
hirleri üe hayvancılığa dayalı ekonomi arasında bir ilgi bulunup bulunma­
dığıdır.
Burada bir nokta daha dikkati çekmektedir. Hayvancılık yerleşiklikten
çok göçebeliği gerektirmektedir. Çünkü Türklerin yaşadığı yerler ot bakı­
mından devamlı yeşil sahalar olmayıp, buraları mevsimlik otlarla kaplıdır.
Bu mevsimlik otlar hayvan yetiştiricilerinin göçebe olmalarını gerektiriyor­
du. Bu gerçeklere rağmen, gerek tarihî kaynaklardaki bazı şehir adları, ge­
rekse bazı şehirlerde bulunan hayvan kemikleri, hayvancılıkla şehir arasın­
da bir ilgi olabileceğini göstermektedir. Tarihî kaynaklarda ismi geçen bazı
şehirlerden özellikle A t b a ş ı , K o ç u n g a r b a ş ı , A t l ı k v e K o y 11 k ’ın adları dikkati çekmektedir. Çünkü bu isimlerde, aynı zamanda
hayvan adları da bulunuyor.
şı ,
Daha IX. yüzyılda İbn Hurdadbih tarafından da zikredilen4 A t b avarlığım daha geç tarihlere5, hattâ XIV. yüzyıla kadar korumuştur6.
2 Ancak özellikle Sovyet araştırıcıları bu konuda, belirli' bir açıdan dur­
maktadırlar. Meselâ bk. A .N . Bernştam, Sotsialno-ekonomiçeskiy Stroy Orkhon
Yeniseyskikh Tyurkov v V I-V II vekov, Leningrad 1946; bu eserin mâhiyeti
için bk. Z.V. Togan, Tarıhde Usul, İstanbul 1950, s. 125-126.
3 A . Von Gabain, «Köktürklerin Tarihine Bir Bakış», AÜDTCFD, H /5
(1944), s. 685-696; A .N . Bernştam, Trudı Semireçerıskoy Arkheologiçeskoy E kspeditsii : Çuyskaya Dolina, M ÎA 14 (1950), s. 75; Hudud ül-Alem’den öğrendi­
ğimize göre, X . yüzyılda hemen bütün Türk boylarmm servet ve zenginlikleri
hayvanları idi (Hudud al-Alam, London 1937, s. 94-100). Ayrıca bak. H. Ecsedy, «Trade and W ar Relations between the Turks and China in the Second
Half of the 6 th Century», Acta Orientalia, X X I /2 (1968), s. 131-180.
4 îbn Hurdadbih, Kitab ül-Mesâlik ve’l-Memalik, B G A V I Leiden 1889,
s. 30.
5 Tarihî Takvimler, (Neşr : Osman Turan), Ankara 1954, s. 94-95.
6 1331 tarihli Çin (Yüan) devri haritasmda A -t’e-ba shi şeklinde geçi­
yor : E. Bretschneider, Mediaeval Researches, H, London 1967, s. 50; At-başı
Temür devrinde de varlığını korumuştur.
E SK İ TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
77
A.N. Bemştam bu tarihî şehri, günümüzdeki Koşoy-kurgan harabeleri ile
birleştirmektedir7.
K o ç u n g a r b a ş ı , koç-başı anlamında olup Kaşgarh Mahmud ta­
rafından zikredilmektedir8. A.N. Bernştam bu ismi günümüzdeki Şirdakbek kalesi9, Z.V. Togan ise Koçkar ile birleştirmek istiyorlar10.
Gerek At-başı, gerekse Koçungar-başı hayvanla ilgisi açık isimler ta­
şımalarına rağmen, hu iki şehir admda daha başka özellikler aranabileceği
de akla gelmektedir. Daha geç tarihlerde (XVIII. yüzyıl ve sonraları) Ortaasya’da görülen bazı yer veyâ şehir adlan da dikkati çekiyor. Bunlar ara­
sında Töge-başı (deve-başı), Tonguz-başı, Keçi-başı ve Maral-başı gibileri
bilhassa dikkati çekiyor. Bu isimlerin, yöredeki kayaların bahsi geçen hay­
vanlara benzemesinden geldiği de söylenir. Bu neviden benzetmeler gerçek
olabileceği gibi, bu şehirler çevresinde ad veren hayvanların çok olmasından
da isimlerini almış olabilirler11. •
Tarihî kaynaklarda bahsi geçen isimlerden A t - l ı k daha da dik­
kati çekmektedir. Varlığını VIII. yüzyıl ortalarından beri bildiğimiz bu şe­
hir12, at yetişen bir yörede bulunduğundan bu ismi almış olmalıdır. Bu ta­
7 A . N. Bernştam, Materialı po Issledovanii Arkheologii (kısaltması
M İA ), 26 (1952), s. 100-102; B. ögel, Islâmiyetten önce Türk Kültür Tarihi,
Ankara, 1962 s. 175.
8 Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lmgat it-Türk, Ankara 1939-41, m , 135,
369 ve ayrıca bk. Dizin, Ankara 1943, s. 843; G. Doerfer, Türkische und Mongolische Elemente im Neüpersischen, IH, Viesbaden 1967, s. 540-541.
9 A . N. Bemştam, M İA 26 (1952), s. 103-107; B. ögel, Türk Kültür Tari­
hi, s. 175.
10 Z.V. Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, s. 110
11 A .N . Bernştam, «V gorakh i Dolinakh Pamira i Tyan’-Şanya», Po Sledam Drevnikh Kul’tur, Moskva 1954, s. 263-304, bilhassa 283.
12 Varlığını ilk olarak Talaş yöresinde 751 tarihinde yapılan tslam-Çin
savaşından öğreniyoruz. İslâm kaynaklarında adı
Atlakh/Atlıkh şeklin­
de yazılıyor : Doç. Dr. Hakkı D. Yıldız, «Talaş Savaşı», Cumhuriyetin 50. yılı­
na Armağan, Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1973, s. 71-82; Çin kaynaklarına da­
yanan bir tetkik de şudur : Liu En-Lin, «Talaş Seferi Hakkında Yapılan Bir
İnceleme», VHX Türk Tarih Kongresi Büdirileri, Ankara 1972, I, 414-420. Kaşgarlı ,_jUÎ şeklinde yazıp Itlıq okunacak şekilde harekelemiştir ve bu şehrin
Taraz’a yakın olduğunu belirtir (Divan, I, 98, 503, Dizin, 840). Şüphesiz Atlıkh
ve Atlıq aynı şehirdir ve bu ad açık olaraik At-lık’dan gelmektedir.
TUNCER B A Y K A R A
78
rihî şehrin, Talaş yöresindeki pek çok şehir, harabesinden hangisi olduğuna
dair tahminde bulunmak güçtür.
XIII. yüzyıl Papalık elçileri tarafından Cailac olarak bildirilen13, ElÖmerî de Q a y a l i q ( jL? ) yazılan14 şehir de «Kayalık» değil,
« K o y l ı k » olarak kabul edilmektedir15. Bilindiği gibi «Koy», «koyun»un
aslî şeklidir16. îh ırmağı boylarmda olması gereken ve Karlukların DC-XH.
yüzyıllardaki merkezi olan koyhk, yöredeki bir harabe ile aynîleştirihniştir17. Nitekim bu şehirdeki kazılarda da en çok koyun kemiklerine Taşlan­
mıştır18. Bu bakımdan sözü geçen şehrin adı da, çevresinde çok koyun ye­
tiştiğinden dolayı « K o y l ı k » olmuş olabilir.
Günümüz Anadolu’sundaki Susurluk kasabasının adı da, bir hayvan
ismine bağlıdır. Bilindiği «Su sığırı», manda (camız, kömüş, dombay vs.) nm
diğer bir adıdır. Bu kasabanın adı eski metinlerde açık olarak Su Sığırhğı
şeklindedir19.
Bu gibi isimler bile, hayvancılıkla şehirlerin varlığı arasında dikkate
değer özellikler bulunabileceğini göstermektedir. Ancak yine de bu isimle­
rin, şehirlerin değil, onların geliştiği coğrafî yerin adı olduğu da akla ge­
lebilmektedir.
Bir kısım yerleşmelerde hayvancılığın izleri açık olarak görülmekte­
dir20. «Ağıl» bilindiği gibi koyunun yattığı yer21 veyâ genellikle hayvan ya­
tağı anlamındadır. Böyle yerler etrafında gelişen yerleşmeler de bu isimle
13
Rubruq tarafından : I. De Rachewiltz, Papdl Envoys to the Great
Khans, London 1971, s. 130-131.
14 Neşr. ve Almanca tercümesi : K. Lech, Das Mongolisch.e Weltreich,
Wiesbaden 1968,. s. 14, 210-211; W . Barthold, Istoriya Kultum oy jizni Turkestana, Soçinenya, TL/1, Moskva 1964, s. 51, 66, 151.
15 A . Kh. Margulan, tz Istorii Gorodov i Stroitel’nogo tskusstva Drevnego Kazakhstana, Alm a-ata 1950, s. 56, 57.; Istoriya Kazakhskoy SSR, Almaata 1957, I, 62, 87.
16 Kaşgarlı, Dizin, Ankara 1943, s. 351.
17 A . Kh. Margulan, A yn ı eser, s. 56; Koy’la ilgili bir şehir ismi Koykırılgan-kalede de yaşamıştır.
18 A .N . Bemştam, Arkheologiçeskiy Oçerk Sevem oy Kirgizii, Frunze
1941, s. 94.
19
20
21
Ahmet Refik, Anadolu’da Türk Aşiretleri, İstanbul 1930, s. 96.
Istoriya Kazakhskoy SSR, Alm a-ata 1957, I, 83.
Kaşgarlı, Divan, I, 73.
eski türk
İk t i s a d î
h ayati ve
ş e h ir
79
anılmaya devam etmiştir. Bu türden yerleşme isimleri gerek Ortaasya’da ge­
rekse Anadolu’da22 hayli çoktur. Bu yerleşme yerlerinden bazıları, sonra­
dan şehir niteliğini de kazanmış olabilir.
Şehirlerle hayvancılık arasındaki ilgili, en açık olarak şehirlerdeki ka­
zılarda çıkan hayvan kemiklerinde görülüyor. Yedisu yöresinde bulunan Aktas II (I-VI. yüzyıl) ve Tanrıdağlannın kuzeyindeki Lugovoye-tepesi (I-V.
yüzyıllar) ndeki kazılarda çıkan kemikler şöyle dağılıyor23.
Aktas II
Koyun
%
A t ..................................... %
Büyük baş h.................... %
Diğerleri.......................... %
Lugovoye-tepe
48,4
32,7
16,3
2,6
K o y u n ..............................
Büyük baş h...................
At ....................................
Diğerleri
...............
% 37,9
% 33,1
% 22,8
% 6,2
Talaş nehri yöresinde, Ortaçağlardaki Kul şehri olduğu belirtilen Aktöbe şehri kalıntılarının iki devrinde de durum şöyledir24 :
VII-X. yüzyıl
Büyük baş h.....................% 33,9
A t .................................... % 32,3
Koyun ............................. % 21,4
Diğerleri.......................... %
6,4
X1-XII. yüzyıl
Koyun ..............................
Büyük baş h....................
At .....................................
E şek ..................................
Diğerleri..........................
% 41,0
% 26,2
% 18,9
% 8,0
% 5,9
Talas/Taraz şehrindeki kazılarda da VI-VIII. yüzyıllara ait katlarda
ençok koyun (% 55) ve büyük baş hayvan kemikleri (% 25) görülmüştür23.
22 Ak-ağıl, Kara-ağıl, Taş-ağıl gibi; «ağıl»lı yer isimleri pek çoktur. Yu­
karda sayılan Kara-ağıl’lardan birisi Bulanık’a bağlı bir nahiye merkezidir;
Ta§-ağıTların birisi de Serik’in nahiyesidir.
23 K .A . Akigev, «K Probleme Proislchojdeniya Nomadizma v Aridnoy
Zone Drevnego Kazakhstana», Poiski i Raskopki v Kazakhstane, Alma-ata
1972, s. 31-46.
24 M .A. Bubnova, «SredneveTeoyye Poselenie Ak-Töbe I w s. Orlovki»,
Arkheologiçeskie Pamyatniki Talaskoy Dolinı, Frunze 1963, s. 125-143.
25 T.N. Senigova, Srednevekovıy Taraz, Alm a-ata 1972, s. 109.
80
TUNCER B A Y K A R A
Daha geç tarihlerde ise Talas’da koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanlar da­
ha çok besleniyordu26. Bu Talas/Taraz örneği, Orta Asya Türk şehirlerin­
de, ticârî veya sanayi hayatı ne kadar yaygın olursa olsun, hayvancılığın az
da olsa şehir hayatındaki yerini göstermektedir. Aslında bu gerçeğe günü­
müz Anadolu şehirlerinde bile raslamak kabildir. Ancak bu durum Talas’­
da, Ortaçağlar için kesinlikle tesbit edilebiliyor.
Hayvancılığın Türk şehir hayatındaki izleri, günümüz Anadolu şehir­
lerinde de yaşamaktadır. Bilindiği gibi «tuz» hayvanlar için de son derece
gerekli bir maddedir. Bu sebeple çok miktarda hayvan yetişen bölgelerde
tuz ticâreti de yaygındır. Şehirlerde tuz ticâretinin yoğunluğu, bazı sokak­
ların «Tuz pazarı» diye anılmasına da vesile olmuştur. Birçok Anadolu şeh­
rinde bu isim varlığım hâlen de sürdürmektedir (Bursa, Afyon, Konya, Eğ­
ridir ve diğerleri).
Netice olarak diyebiliriz ki şehir hayatı ile hayvancılık arasında ilk ba­
kışta ilgi kurmak imkânsız gibi görünüyor. Gerek bizzat şehir adlarından,
gerekse şehirlerdeki hatıralardan ve maddî kalıntılardan anlaşılıyor ki Türk
şehirlerinde hayvancılığın tesirinden bahsedilebilir. Bu tesir kimi şehirlerde
az (Taraz/Talas gibi), kimi şehirlerde ise (Baba-ata’da) fazladır27. Bü­
tün Türk şehirlerinde hayvancılık ekonomisinin izlerinin az veyâ çok mevcud bulunduğu da söylenebilir.
n
Ziraat
Ziraat, şehir hayatı ile doğrudan olmasa bile, muhakkak ki yerleşik
hayatla yakından ilgilidir. Zira bir yerde ziraat yapılması, orada muhakkak
belirli bir zaman kalmak demektir. Toprağın hazırlanması, tohum ekilmesi,
sulanması ve hasadı aylar gerektiren işlerdir. Ziraatın varlığı yerleşik ha­
26 T.N. Senigova, Ayn ı eser, s. 170.
27 Y .I. Ageyeva - G.Î. Patseviç, «Otçet o Rdbotakh Yujno-Kaeakhstanskoy Arkheoeogiçeskoy Ekspeditsii 1958 goda», Trudı ttA E , I (Arkheologiya)
A lm a-ata 1956, s. 33-60; Arkheologiçeskiye Issledovaniye na Sevemikh Sklonakh Karatan, Alma-ata 1962.
ESKÎ TÜRK İKTİSA D I H A Y A T I V E ŞEHİR
81
yatın belirgin bir işareti olduğundan, ziraatla şehir arasında da ilgi olduğu
düşünülebilir.
Türkler arasında ziraatın varlığının kesin delili, MÖ: I. yıl ortaların­
dan itibâren kurganlarda çıkan «Ezme Taşı» denen âletlerdir28. Bu ne­
viden ezme taşlan, günümüz Anadolu’sunda hâlâ haşhaş veyâ tuz ezmek
için kullanılır29. Öğütme taşları, yabanî bitkilerin tohumlarım değil, her­
halde kültür bitkilerinin tanelerini ezmek için kullanılıyordu. Türklerin
hâkim iktisâdı faaliyeti hayvancılık olmakla berâber bazı bitkilerin hay­
vanlar-, özellikle at için gerekli olması, Türklerin bu nebatları bir kültür bit­
kisi olarak yetiştirmelerine vesile olmuş olabilir. Bu bakımdan gerek maddî
kalıntılar (ezme taşı) gerekse diğer deliller (sulama kanallan izleri) Türk­
ler arasında ziraatın pek eski zamanlardan beri varlığını gösteriyor.
Türklerin, özellikle bir kısım Oğuzların yerleşik hayatı tercih edip zi­
raat ve balıkçılıkla meşgul olduklarını da biliyoruz30. Türk hayatında asıl
makbul olan göçebelik olduğundan göçebe Oğuzlar, yerleşik kardeşlerini
«Yatuk» diyerek ayıplamışlârdır31. Ancak bu «yatuk»lar, belirli yerlerde
oturduklarından Oğuzlar arasında yerleşik hayatı geliştirmişler, hattâ Oğuz
şehirlerinin de temelini teşkil etmişlerdir.
Oğuzlara âit birçok ziraatçı yerleşmeler bilinmekle berâber, bunların
bir koruyucu sur içine alınarak âdeta şehir niteliğine dönüşmesi daha geç
tarihlerde görülüyor (VÜ-VHI. y. yıllar). sartıtam-kale harabeleri, geniş bir
ziraat sahası ortasında olup, çevresinde muhakkak ki geniş ölçüde ziraat da
yapılmıştır. Bu yöredeki sık kanallar da bu zirâî hayatı geliştiriyordu32.
Türk şehirlerinin etrafında, şehir hayatı için gerekli zirâî mahsullerin
yetiştiği bir mmtaka bulunuyordu. Kaşgarh, şehirlerin çevresindeki bu ye­
28 Bu öğütme taşları pek çoktur; meselâ bk. Istoriya Kazakhskoy SSR,
Alma-ata 1957, I, 21; dünyanın çeşitli köşelerinde de kullanılmıştır.
29 Kazakistan’da bulunan bir örnek için bk. resim : 4.
30 T .A . Zhdanko, «Semi-nomadism in tlıe H istory of Central Asia and
Kazakhstan», Trudı 25. Mejdunarodnogo
Kongressa Vostokovedov, Moskva
1963, IH , 176-184; L. Krader, Peoples of Central Asia, 1963, s. 77.
31 F. Sümer, Oğuzlar, Ankara 1967, s. 42, 202 : tembel karşılığı olarak
anıldığım belirtir.
32 S.P. Tolstov,
v.Rabotı Khorezmskoy
Arkheologo-Etnografiçeskoy
Ekspeditsii AN SSSR v 1958-1960 gg», Poleviye Issledovaniye Khorezmskoy
Ekspeditsii v 1958-1961 gg, Moskva 1963 I, 3-90.
Tarih Enstitüsü Dergisi F :
82
TUNCER B A Y K A R A
şil sahaya «Kent köki» dendiğini söylemektedir33. Ancak birçok şehirlerde
bu çevrenin mahsulü yine de şehrin ihtiyacına yetişmiyordu. Meselâ Oğuz
başkenti Yenikent’e, diğer ziraat mıntakalarından Sırderya yoluyla hububat
geliyordu34. Uygur başkenti Ordubahk çevresindeki ziraat sahası hem Ta­
mim bn Bahr tarafından zikredilmekte35 hem de izleri günümüzde de görü­
lebilmektedir36. Hazar şehirlerinden ÎtiTin çevresindeki ziraat sahası da bir­
kaç fersah uzanıyordu37.
Şehirlerin çevresindeki ziraatın varlığını, şehirlerde yapılan kazılar­
daki buluntular da işaret etmektedir. Baykal yöresindeki Aşağı (Nijney)
îvolgi şehrinde, Hun çağma ait bazı ziraat aletleri ile mahsulü saklamak
için kazılan çukurlara raslanmıştır38. Ayrıca buluntular arasında birçok
kültür bitkisinin çekirdek ve tohumları da bulunuyor39. Bu yörede ziraatın
varlığı, sulama kanallarının izleri ile. de anlaşılmaktadır.
Gerek Ordubalık’da,.gerekse diğer Uygur şehirlerindeki kazılarda, ba­
zı hububat taneleri, ayrıca el değirmenleri de bulunmuştur40. Ancak L.R.
Kızlasov’un dediği gibi ziraat-Uygurlarda ancak tâli bir meşgale idi. Tanrı
Dağlarının kuzeyindeki Akbeşim’deki kazılarda hayli zirâî buluntu ele geç­
miştir. Bir sabanın ökçesinden başka değirmen taşlan ve hububat taneleri,
kavun-karpuz çekirdekleri de görülmüştür41. Baba-ata şehrindeki kazılarda
bulunan hububat taneleri, çekirdekler ve oraklar şehir h alkının az da olsa
33 Kaggarlı, Divan, m , 132-133.
34 V . Barthold, İstoriya Kultum oy jizni
Turkestana, Soçineniya, U / l ,
Moskva 1964, s. 240.
35 Z.V. Togan, «İbn al-Fakih’in Türk'lere A it Haberleri», Belleten, X /4 5
(1948), s. 11-16; W . Minorsky, « Tamim bn Bohr’s Journey to Uygurs», BSOAS,
X H /2 (1948), s. 275-305.
36 S.V. Kiselev, «Drevnyaya Goroda Mongolii», SA, 1957/2, s. 91-101.
37 A .Y . Yakûbovskiy, «IX ve X . Asırlarda İtil ve Bulgar’ın Tarihî To­
mografisi Meselesine Dair», Belleten, X V I /6 2 (1952), s. 273-297.
38 Bu neviden anbar-çukurlar Türkler arasında yaygın bir usuldür.
39 B. ögel, Türk Kültür Tarihi, s. 139; İstoriya Buryat-MongoVskoy
ASSR, ulan-ude 1954, I, 35.
40 L.R. Kızlasov, «Srednevekomye Goroda Tuvı», SA, 1959/3, s. 66-80.
S.V. Kiselev, «Drevnie Goroda Mongolii», SA, 1957/2, s. 91-101.
41 L.R. Kızlasov, «Arkheologiçeskiye Issledovaniya na Gorodişçe A kbeşim. v 1953-1954 gg», Trudı Kirg. A .E . Ekspediksii, II (1959), S. 155-241.
ESK İ TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
83
ziraatla uğraştığını gösteriyor42. Bütün bu özellikler Türk şehirlerinde zi­
raatın v a rlığını ve önemini açık olarak göstermektedir. Taraz şehrinde de
orak ve değirmen taşları bulunmuştur43.
Tarihî kaynaklarda da bazı Hun şehirlerinde hububat depolarının bu­
lunduğuna dâir kayıtlar vardır. MÖ. 119 senesinde Çinliler İ-şi-şie Şanyü’ye karşı harekâtlarında Tien-yen dağındaki Hun şehri Cao-şın’da çok mik­
tarda hububat ele geçirmişlerdi44. MÖ. 81 yılında da Hun Şanyü’sü içinde
hububat anbarlarl da bulunan bir şehir inşaasma teşebbüs etmiş, ancak bu
başanlamamıştır45. Göktürklerden Kapağan Kağan, 697 tarihinde Çinliler­
den 40.000 ölçek tohumluk hububat ile; 3.000 ziraat aleti, almıştı46.
. . Umumiyetle bütün Türk kavimleri hayvancılık yanında az da olsa zi­
raat yaparlardı. İli vâdisi şehirlerinde zirâi faaliyet, hayvancılıkla berâber
yürütülüyordu^7. Karlukların ve Oğuzların da. ziraatla hayvancılığı bir ara­
da yürüttükleri biliniyor48. Bu gerçek, Uygur ve Kırgızlar için de söylene­
bilir, ki gerek kavim, gerekse şehir hayatı olarak Milâd yıllarından beri
mevcuddur49.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Türkler arasında ziraatm varhğı
milâddan önceki yüzyıllara kadar çıkmaktadır. Türk şehirlerinin çevresinde
bir ziraat mıntıkası olup, •bunların mahsülü özellikle şehir halkının istifâde­
sine sunuluyordu.; Ziraat, sadece insanların değil, özellikle at gibi daha titiz
bakım isteyen hayvanların ihtiyacı için de.yapılıyordu. Ancak Türkler ara-'
smdâ ziraat, genellikle kendisine yeter ölçüde olmuş, ihracata dönük özel­
liği pek olmamıştır. Türk şehirlerinde göze çarpan zirâi karakter, hayvancılık
yanında önemli olmakla berâber, tekmil hayatta bil husus büyük bir önemi
hâiz değüdir. Ancak ziraatın varlığı ve az da olsa bunun önemi kesinlikle
söylenebilir. ■
•
'
42 Y.İ. A g e y ev a -G .İ. Patseviç, «Otçet o Rabotakh...», Trudı.. 1 (1956) s.
33-60. . . . . . . .
43 T.N. Senigova, aynı eser, s. 106-107.
44 H.N. Orktın, Sunlar, İstanbul 1938, s. 32.'
'45 H.N. Orkun, A yn ı eser, s. 44.
46 Chang Jen-T’ang, Doğu Göktürk'lerine Dair Notlar 've Vesikalar, Taipei '
1968, s. 157-158.
.
.
47 V .A . Lavrov, GradostroiteVnaya Kul’tura Sredney Azii, Moskva 1950,
s. 77; Bu yöredeki Talgar şehri, ziraatçı karakteri ağır basan şehirlerdendir :
Bol’şaya Sov. Entsikloyediya, Vol. 41 (1956) s.' 550.'
48 Narodı Sredney Azii i Kazakhstana, Moskva 1962; s. 78.
49 S.V. Kiselev, Drevnyaya Istorii Yujnöy Sibiri, Moskva 1951, s. 568;
B. Ögel, Türk Kültür Tarihi, s. 78; Ziraatın eskidenberi varlığı için de bk, Istoriya Kazakhskoy SSR, Alma-ata 1957, I, 25.
84
TUNCER B A Y K A K A
m
El Sanatları
Türk hayatında el san’atlan sadece yerleşikler değil göçebeler arasın­
da da gerekli idi- Aslında el san’atlan gerekli kullanma eşyasmı hazırlıyor­
du ve bu özelliği ile bütün Türk toplumlarında olması lâzımdı. Türk hayatı
genellikle kendine yeter karakteristikler gösteriyordu. Neticede Türk ülke­
sinde, göçebeler arasında nisbeten az olmakla berâber, yerleşikler arasında
birçok saü’at erbabı bulunuyordu. Bunlar senelerdir, aym san’atı icra et­
tiklerinden ihtisaslaşan kişiler olmalıdır.
Türkler arasında el san’atlannı birçok guruplara ayırarak inceleyebi­
liriz. En başta gıda ile ilgili sanayi gelmektedir:
1.
Gıda ile ilgili Sanayi: Türk İktisadî hayatında, gıda ile ilgili ça­
lışmalar başta gelir. En önde de, zirâî bir mahsul olan hububatın un haline
getirilmesi söylenebilir. En eski zamanlarda bu iş, öğütme/ezme taşları
ile yapılıyordu. Öğütme taşlan, henüz «şehir» denemiyecek küçük yerleş­
melerde, daha çok göçebelerde kullanılmış olmalıdır. Zamanla taşlar dai­
mleşmiş ve bir mil etrafında döndürülmeye başlamıştır. Bu neviden el de­
ğirmenleri, milâd sulannda Türk hayatma girmiş olmalıdır50. Daha geç
tarihlerde Uygur çağı şehirlerinde bu neviden el değirmeni kalıntılarına Taş­
lanmıştır. Evlerde raslanan bu el değirmenleri, bu dönemde un öğütme faa­
liyetinin henüz ev ekonomisi safhasında olduğunu gösteriyor51.
Asıl büyük faaliyet, taşların büyüyüp su veyâ yel ile döndürülmesin­
den sonra görülmektedir. Bu neviden değirmen taşlarına Altay bölgesinde
ve Ak-beşim’de tesâdüf edilmektedir52. Bu taşların varlığı, ziraatın arttığım,
dolayısıyla elde edilen hububatm el değirmenlerinde değil, daha büyük
güç isteyen değirmenlerde öğütüldüğünü gösteriyor. Özellikle Talaş ve Çu
50 Daha geç tarihli (V n -V U L yüzyıllara ait) bir örnek için bk. Resim :
6 (Po Sledarn DrevntkU Kul’tur, Moskva 1954, s. 209’den).
51 D.R. Kızlosov, «Srednevekomye Goroda Tuvı?>, SA, 1959/3, s. 66-80.
52 L.R. Kızlasov, «Arkheologiçeskie Issledovaniya na Gorodigçe Ak-beşim
v 195S-1954 gg*, Trudı Kirg. A .E . Ekspeditsii, H (1959), s. 155-241.
ESK Î TÜ R K İKTİSA D I H A Y A T I V E ŞEHİR
85
vâdilerinde VII. yüzyıldan sonra ziraî hayat hayli gelişmiş, nehir boylarında
birçok değirmenler çalışmışlardır.
Et, sebze ve meyvelerden uzun süre dayanıklı gıda hazırlanması da hem
göçebeler, hem de çok daha geniş ölçüde yerleşikler arasında söz konusu­
dur. Etten pastırma yapmak, meyveleri kurutmak (kak) ve nihâyet üzüm­
den pekmez vs. yapmak, imkânları olan herkesçe yapılıyordu. Bu faaliyette
de, insanlar arasında karşılıklı yardımlaşma vardır. Özellikle yerleşme yer­
lerinde bu faaliyet daha da kesifleşmiş olmakla berâber, yine de kapalı aile
ekonomisi içinde düşünülmelidir53.
2.
Giyim sanayii: Giyimle ilgili sanatlar da, eski Türk hayatında bü­
yük yer tutmaktadır. Türkler arasında bir zamanlar bu neviden sanatlarda
ihtisaslaşma daha az olmuştur. Türk hükümdarı, kendisini ziyâret eden Ta­
mim bn Bahr’ a, askerleri arasında tabiblik, pabuççuluk ve terzilik eden
kimseler bulun m adığım söylemiştir54. Bununla berâber bir kısım Türk şe­
hirlerinde, bazı sanat kollarının, meselâ ayakkabı imâlinin yaygınlaştığım
da biliyoruz. Sayram şehrinde, bir zamanlar (VIII. yy?) «on bin demirci,
on bin etükçü ve on bin sabunhâne» vardı55. Geniş Türk kitleleri, giyimle­
rini bizzat karşılamakta veyâ karşılıklı yardımlaşma ile bunu sağlamakla be­
râber, bir kısım şehirlerde bu konuda ihtisaslaşma da görülmektedir.
Giyim hususunda en büyük yeri «deri» tutmaktadır. Deri, gerek ham,
gerekse işlenmiş olarak Türk giyiminin esasmı teşkil etmektedir. Ayrıca
kürkler de büyük yer tutar. Ancak bu konuda, yerleşme yerlerinde bir ikti­
sâdı faaliyete yol açmış olanı dericiliktir. Yakın yıllara kadar hemen bü­
tün Anadolu kasabalarında bulunan «tabakhâne»ler, şüphesiz eski Türk
dericilik sanatının izleridir. Zira hayvan derileri her zaman Türk toplumunda fazla olmuştur.
Keçe ham maddesi yün olduğundan, Türklerin yarattığı ve geliştirdiği
bir sanattır. Keçe imâlinde en usta olanlar Türklerdi. Keçe hem giyimde,
53 Kaşgarlı Mahmud’un eserinde bu konuda hayli çok malzeme vardır;
Bunlar M .A. Köymen tarafından da işlenmiştir : «Alp Arslan Zamanı Türk
Beslenme Sistemi», Selçuklu Araştırmaları Dergisi, IH (1971), s. 15-50.
54 Z. Velidî Togan, «tbn al-Fakih’in Türklere A it Haberleri», Belleten
X /4 5 (1948), s. 11-16.
55 Sayram Şehri Tarihi, Taşkent 1884, s. 18 : Bu rakamlar mübâlağalı
görünmekle beraber, yine de bir gerçeği aksettirse gerek.
86
TUNCER B A Y K A R A
hem de çadır yapımında kullanıldığından geniş bir sürüm imkânına sahipti.
Türk keçeleri îslâm dünyasında hayli meşhur- olup, Türklef en iyi keçe
imâlcileri olarak zikredilir56. Türkler arasında da Tuhsı’ların daha usta ol­
dukları sanılıyor57. Oğuzlar da keçe imâlinde hayli usta idiler38.
Yün veya diğer hayvan kılları, iplik haline getirildikten sonra çok ge­
niş bir kullanma alanına sahipti. İplik imâli de hemen her kadında veyâ
evde bulunan kirman/tengirek veyâ--çıkrıklarla yapılırdı-.- Elde edilen iplik­
lerden örgü, dokumacılık ve halı-kilim yapımında istifâde edilirdi. Bütün
bu sayılanlar ev ekonomisi şeklinde olup, ayrıca-köle veyâ esirler de bu iş­
lerde çalışırdı59. Özellikle yünlü kumaş imâli hayli yaygm olmalıdır ki, bun­
lar genellikle «suf» diye 'adlandırılıyordu60. Türk şehirlerinde bu sanatlar
hayü önemli bir yer tutmuştur.
İplikten hah ve kilim-imâli de önemlidir. Öyle karmaşık bir tekniğe
ihtiyaç göstermiyen bu sanatlar,- sadece yerleşik Türkler- arasında değü, gö­
çebeler arasında da çok -yaygındı. Türkler bu sanatlarını daha sonra Ana­
dolu’ya da getirmişlerdir:
Elde edilen kumaşlardan elbise yapımı, yâni terzilik Türk şehirlerinde
daha azdı. Elbiseler genellikle karşılıklı yardımlaşma i}e .de dikilirdi. Ancak
Kaşgarh devrinde «yiçi» adı verilen terziler de bulunuyordu61. Giyim imâ­
linin esâs aleti iğne (Kâşgârlı’yâ göre yigne) Türklef arasında‘ son derece
kiymetli idi. Z.V. Togan’ın belirttiğine göre bir'zamanlar iğnenin fiyatı bir
deve bile olmuştur.
• 3. K e r a m i k : -Türk şehirlerinde bir kısım sanatkârların- keramik
eşya yaptıklarını biliyoruz. Bunlar komşu ülkelerin,- bu konuda hayli za­
mandır ihtisas kazanan ustalarının yaptıkları kadar mükemmel olmamak­
56 Yakubî, Les Pays, Caire 1937, s. 113.
57 Budud al-Alem, London 137, s. 99.
58
F. Sümer,Oğuzlar, Ankara 1967, s, 43.
59 Meselâ Uygurlarda Ay-sılıg adlı dokumacı kadın köle; R.R. Arat,
Eski Türk Hukuk Vesikaları, Türk Kültürü Araştırmalari, I /T (1964), S. 5-53,
bilhassa s. 41.
60 Kaşgarlı, Divan m , 129: yün ipliklerdenelle örülenkuşak.
61
Kaşgarlı, Divan n , 93 : kadışmak, 106; 113 :tikişmek;
Yiçi : m , -’ 2İ6.
Ayrıca bk. M .A. Köyriıen, «AZp Arslan Zamanı Türki Giyim-küşâmı», Selçuklu
Araştırmaları Dergisi, m (1971), s. 51-90.
'
‘
ESK I TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHÎR
87
la berâber yine de Türk halkının ihtiyaçlarını geniş ölçüde karşılıyordu.
Türk ustaları tarafından yapıldıkları üzerlerindeki türkçe yazılardan da^ bel­
li olan bu eşya, bu neviden sanatların Türk yerleşmelerinde varlığını açık
olarak göstermektedir62. Türk yerleşme yerlerinde ve şehirlerindeki bu faa­
liyet, hem yerleşik Türklerin hem de göçebelerin ihtiyaçlarım, karşılıyordu.
Taraz’da63 ve diğer şehirlerde bu işlerle uğraşan sanatkârlar vardı.
4. M a d e n c i l i k : Türk ülkelerinde çeşitli madenlerin bulundu­
ğu bilinmektedir. Türk efsânelerinde de demir ve diğer madenler çok eskilerdenberi Türk hayatına girmiş gösterilir. Gerçekten de destanlara göre
Türklerin ilk vatanı olan Isık-göl çevresinde demir cevherine bol olarak
Taşlanmaktadır64.
Dünyanın diğer mmtakalarmda olduğu gibi, Türklerin de bakın daha
önce tanımış oldukları söylenebilir. Bir Türk şehrinin ismi B a k ı r b a 11 k olduğu gibi65, «Bakırhğ». gibi yer adlan da66 vardır. Bu şehir ve yer­
leşme yerleri şüphesiz bu adlarını, o yerde bakır çıkarıldığı veyâ işlendiği
için almışlardır.
.
Türk madencilik tarihinde Talaş yöresindeki madenci yerleşmeleri,
hattâ şehirlerinin de büyük yeri vardır. İslâm kaynaklan bu yörede pek
büyük olmayan Şelci şehri ile civarında bazı maden işlenen yerler olduğu­
nu kaydederler. Burada özellikle gümüş madeni vardı67. Bu yörede tetkik­
lerde bulunan arkeologlar buradaki madenci şehirlerin VII-VIIL yüzyıllar­
da yâni Göktürk hâkimiyeti devrinde meydana çıktığına işâret ediyorlar68.
62 Daha eski hattâ destanî kaynaklarda, bilhassa Isık-göl etrafındaki
Türklerin çömlekçilik, marangozluk ve nakkaşlık sanatlarını bildikleri zikredümektedir : Z.V. Togan, Giriş s. 28; A .N . Bemştam, M İA /llt (1950), s. 76;
L.R. Kızılasov, «Srednevekovıye Goroda Tuvı», SA, 1959/3 s. 60-80.
63 T.N. Senigova, aynı eser, s. 81-105.
64 İslâm Ansiklopedisi, V /2 (İstanbul 1950) s. 683-686' (M. Bala).
65 J. Baeot, «Reconnaissance en Haute Asie Septentrionale' par Cinq
Envoyés Ouighours au VIII siecle», JA, CCLTV/2 (1956) s. 137-153.
66 Kaşgarlı, Divan I, 495.
67 V. Barthold, Kültüm oy jizni.., Soçinenye n / l , s. 241; Togan, Giriş,
Su 54.
68 M .A . Bubnova, «K Istorii Srednevekovoy
G om oy Promışlennosti v
Sredney Asii», SA, 1963/2, s. 85-94; aynı yazar, «Dobtça Serebnosivintsvikh
Rud v Şelci v IX -X II w » , Arkheologiçeskie Pamyatniki Talaskoy Dolini, Frunze 1963, s. 225-263.
88
TUNCER B A Y K A R A
.Şelci yöresinde 78 maden izabe ve işleme yeri tesbit edilmiştir. Bunlar ara­
sında bilhassa zikredilebilecek olanlar Çaldıvar ve Aktepe I şehirleridir.
Gümüş elde edilmesi ve ticâreti bu yörenin başlıca İktisadî meşgalesi idi.
Bununla berâber bir kısım ahali ziraat, hayvancılık ve diğer sanatlarla da
meşgul oluyorlardı. Islâm kaynaklarında Şelci’de bir hayü çok, takriben
10.000 kadar Isfahanlımn bulunduğu kaydedilmiştir69. Bunlar da Göktürk
çağında gelen îranh işçiler olmalıdır70.
D e m i r Türk hayatmda büyük bir yer tutmaktadır. Göktürklerin
atalarının bir zaman Avarların demircüeri olduklarım biliyoruz71. Bu se­
beple gerek destânî kayıtlardan gerekse bu gerçekten demirciliğin m illî bir
türk sanatı olduğunu anlıyoruz. Altaylarda yaşıyan Türkler pek usta de­
mirci idiler72. Ancak bu yörede demir elde e dilm esi ve işlenmesi, küçük
madenci yerleşmelerin şehirleşmesinde etkili olmamışa benziyor73.
Hemen bütün Türk şehirlerinde demircüer bulunurdu. Ayrıca diğer
maden işleyenler de bulunuyordu. Ordubalık’daki kazılarda bir evin bir ma­
denci ustasma ait olduğu tesbit edilm iştir. Zira bu evde bronz külçeler, in­
ce bakır tabakalar ve zift kalıntıları görülmüştür74. Ulan-ude y a kın larında,
Aşağı İvolgi şehri kalıntılarında da Göktürk çağma ait demir döküm yer­
lerine raslanmıştır75. Bulgar şehri harabelerinde de demir döküm ocakları
bulunuyordu76. Uygur çağma âit Bezeklik’deki fresklerde çalışmakta olan
bir demirci ve altında da «bu temirci» yazısı görülmekte imiş77. Sayram
şehrinde de «bir zamanlar» «onbin demirci» bulunduğu söylenirdi78.
Demirden herşeyden önce silâh yapılmaktadır. Birçok şehirler silâhlan
ile ünlü idi. Farab şehri Karhıklann silah imalâthânesi idi79. Karluk süah69 Mukaddesi zikretmektedir : S. Volin, «Svedeniya Arabskikh..», Trudı
ÎIA E Kazakhstana, 8 (1960) s. 72-92; W . Barthold, Kültumojizni, 242.
70
Z.V.
Togan, Giriş, s. 54.
71 Z.V. Togan, Giriş, s. 31.
72 B. Ögel, Türk Kültür Tarihi, s .163.
73
S.V. Kiselev, Drevnyaya Istorii YujrıoySibiri, Moskva 1951,
s. 573.
74
S.V. Kiselev, «Drevnie GorodaMongolii»,
SA, 1957/2, s. 91-101.
75 B. Ögel, Türk Kültür Tarihi, s. 139.
76 İslâm Ansiklopedisi, II, 791-792 (A .N . Kurat).
77 A .N . Bemştam, M Î A / l i (1950), s. 78.
78 Sayram Şehri Tarihi, Taşkent 1884, s. 18.
79 İbn Hurdadbih, Kitab ül-Mesâlik ve’l-Memâlik, Leiden 1889, adlı eser­
de s. 29.
ESKİ TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
89
ları, özellikle kılıçları ortaçağda çok ünlüdür80. Diğer taraftan Orta Asya’­
da varlığını özellikle XIII. yüzyılda gösteren P u l a t şehri, şüphesiz bu­
radaki çelik yapımından dolayı bu adı almıştır81. Kırgızların özellikle Altaylıların demir silahları da pek ünlü idi82. Süah imâli yanında at için de
demir gereklidir. Gerek nal, gerekse diğer koşumlar için demir kullanılı­
yordu. Bunlardan başka gündelik kullanma eşyası için de demirden istifâde
edilmektedir.
5.
D i ğ e r S a n a t l a r : Türk ülkesinde günlük hayat için gerek­
li diğer eşyayı da Türk ustaları yapıyorlardı. Ancak bütün bu neviden eş­
yalarda Türk ustalarının yaptıkları, komşuların daha ihtisaslaşmış ustala­
rın yaptıklarından biraz kaba oluyordu. Onun içindir ki, komşu ülkeler eş­
yası daha rağbet görüyordu. Bunun yanında bir kısım sanatlar özellikle dik­
kati çekmektedir.
Türklerin severek ve özenerek yaptıklar; işlerden birisi at koşumları­
dır83. Bu sanat hattâ bir millî Türk sanatı olarak da kabul edilebilir. Nite­
kim İslâm halifesinin elçisi Türk hükümdarının huzuruna kabul edildiği za­
man, bizzat Türk hakanı eğeri ile meşgul bulunuyordu84. Bu tür at koşum­
ları ile meşgul olmak Türkler için son derece tabiî karşılanmıştır.
Ahşap işçiliği de Türklerin özellikle severek meşgul olduğu bir sanat­
tır. Çadır kapılarında veyâ diğer yerlerdeki ahşap malzeme, sanatkârlar ta­
rafından yapılırdı. Hattâ çadırların ahşap iskeletini yapmak da önemli bir
işti. Selçuklarm atalarının bu tür ahşap çadır iskeleti yapan bir usta oldu­
ğu da rivâyet edilir85. Herhalde ağaç işçiliği ile Türkler severek meşgul ol­
muşlardır86.
80 Prof. Z.V. Togan, «Eftalit ve Bermekîlerin Menşei Meselesi», İslâm
Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, IV /1 -2 (1964) s. 58-64.
81 E. Bretschneider, Mediaeval Researches, H, Dondon 1967, s. 41-42;
Ayrıca bak. I. De Rachewütz, Papal Envoys to the Great Khans, London 1971,
s. 130; Rubruk’a göre burada Almanlar da vardı.
Uygurlarda demirciBaltur
adlı bir köle için bk. R.R. Arat, «Eski Türk Hukuk Vesikaları», Türk Kültürü
Araştırmaları, 1 /1 (1964), s. 5-53, bilhassa s. 41.
82 S.V. Kiselev, Drevnyaya Istorii Yujnoy Sibirii, Moskva 1951, s. 574;
B. ögel, Türk Kültür Tarihi, s. 219.
83 B. Ögel, Türk Kültür Tarihi, bk. indeks.
84 Z.V. Togan, Giriş s. 51-52.
85 Z.V. Togan, Oğuz Destanı, İstanbul 1972, s. 73, 77, 110.
86 A .N . Bernştam, M İ A / 14 (1950) s. 79.
90
TUNCER B A Y K A R A
IV
Ticaret
Ticâret mal değişimi olarak insanlığın ilk zamanlarında bile büyük
önem taşımıştır. Zira insanlar buldukları, topladıkları veyâ avladıkları mal
ve mahsulleri diğerleri ile değiş-tokuş ederlerdi. Bu neviden' insanlığın ilk
ticâreti olan trampa (mübâdele/değiş-tokuş) aynı zamanda Türkler arasın­
da da görülmüş olmalıdır. Şüphesiz Türkler, kendilerinde bulunmiyan an­
cak varlıkları için gerekli olan malları, diğer insanlardan bu yolla temin edi­
yorlardı.
Mal mübâdelesi, yâni değiş-tokuş önceleri herhalde rasgele yapılıyor­
du. Ancak zamanla, bazı yerlerde bu faaliyet daha kesifleşmiştir ki, bu yer­
ler daha sonraları «pazar» olarak önem kazanacaktır. Küçük insan gurup­
ları arasındaki değiş-tokus yamnda, büyük toplumlar arası mal mübâdelesinden de söz etmek gereklidir. Bunlar genellikle belirli coğrafî mmtakalarda oturup belirli İktisâdi faaliyetle uğraşan büyük zümreler arasındaki değiş-tokuştur.
,
Bilindiği gibi, Türkler arasında yerleşik ve ziraatçılar olmakla berâber,. hâkim karakter göçebelik ve hayvancılıktır. Hayvan yetiştiriciliği boz­
kır insanının genel karakteri olarak da tanımlanabilir. Hayvan yetiştiren
Türklerle ziraatçı karakteristikleri ağır basan Çin, İran gibi ülkelerle ya­
pılan değiş-tokuş Türk iktisâdî hayatmda büyük önem taşır.
Türklerle komşuları arasındaki ticâret, şüphesiz bilinmiyen çağlara ka­
dar çıkar. Türklerin ticâreti efsânevî devirlerde de bildikleri söylenebilir.
Çünkü Oğuz Han’a bile «kâr ümidiyle sermâyeyi harcamak olmaz» diye
bir .söz izâfe edilir87. Dede Korkut; hikâyelerinde aygır ve boğa verilip alı­
nan yay ve kiriş’den bahsedilir88. Bu kayıtlar Türk ticâret hayatının efsâ­
nevî çağlara kadar uzandığının açık işaretleridir.
87 Z.V. Togan, Oğuz Destanı, İstanbul 1972, s. 24; ancak bu söz Reşideddin’in ilâvesi de olabilir.
88 Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, İstanbul 1969, s. 84.
E SK İ TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
91
Tarihimizde ilk olarak kesinlikle Hunlarla Çin arasında ticarî münâ­
sebetlerin varlığını biliyoruz. Bu ticaret özellikle Mao-dun (MÖ 209-174)
çağından itibâren açık-seçik olarak görülmektedb89. Bu ticâret Hun-Çin sı­
nırında, bu iş için ayrılmış özel pazarlarda yapılırdı. Ticârî faaliyetin devam
ettiği bu yerlerde •birisi, sonradan «At Pazarı Şehri» adını almıştı30. Şeh­
rin isminden anlaşılıyor ki, burada daha çok Hun ülkesinde yetişen at ticâ­
reti yapılıyordu; Bu isim, pazar yerleri üzerinde doğan ve gelişen şehirlerin
birisi, belki de ilklerindendir.
.
.
.
.
Çinle olan ticâret sonraki yüzyıllarda da devam etti. Göktürk çağın­
da da bu ticârî ilişkiler canlı olarak görülmektedir. Bilhassa Bilge Kağan
zamanında, 727 den sonra sınırdaki ticâret yerleri, bütün, güvenliği sağlan­
mış olarak bir kere daha açıldıs1. Bu yöredeki Türk-Çin ticâreti en parlak
çağım Üygurlar devrinde yaşadı92. Uygurlar sadece Çinle değil, Batıdaki
ülkelerle ticârete de büyük önem veriyorlardı. soğd ve Arap tüccarlarının
Ördubalık’da, Uygur hakanı nezdinde temsücileri bulunuyordu93- Diğer ta­
raftan Kitay başkentinde de Uygur tüccarlarına mahsus ayrı bir mahal
vardı94.
Doğudaki Türk-Çin sınırında, ticâret yerleri üzerinde gelişeni yerleşme
ve şehirlerden ancak «At Pazarı Şehri» gibi isimler hatıra olarak kalmıştır.
Çin gittikçe kuzeye yayıldığından buralardaki Türk yerleşmeleri ve şehir­
leri, özelliklerini kısmen değiştirmiş olmalıdır. Bununla berâber' «At Pa­
zarı Şehri» gibi isimlerden bu yöredeki pazarlar üzerinde bazı yerleşmele­
rin şehirleştiğini de kesinlikle anlıyoruz.
89 W . Eberhard, Çin Târihi, Ankara' 1947, s. 89.
90 W.- Eberhard, «.Çin Kaynaklarına ■Göre Ortaasya’da A t Cinsleri ve
Beygir Yetiştirme Hakkında Malûmat», Ülkü Mecmuası, Sayı : 92 (1940), s.
161-172. Daha geç tarihlerde Kazakistan’da bir «At-Basar» nehri vardır; an­
cak aralarında ilgi kurmak güçtür : Kasakhsko-Busskiy Otnoşeniye v X V IX V III vv, Alma-ata 1961, s. 623.
91 Chang Jen-T’ang, Tang Devrindeki Doğu Göktürkleri Halikında Yeni
Belgeler, Taipei 1968, s . 1 7 6 .
92 C. Mac-Kerras, «Sino-JJygur Diplomatie and Trade Contacts», CAJ,
X f f l /3 (1969), s. 215-240.
93 A . von Gabain, «Köktürklerin Tarihine Bir Bakış», .AÜDTCED, H /5
(1944), s. 685-696; V H I/3 (1950), s. 373-379...
94 B. Ögel, Türk Kültür Tarihi, s. 366. ■
................
92
TUNCER B A Y K A R A
Asya’nın, daha doğrusu Türklerin oturduğu sahanın batısındaki ziraat­
çı kavimlerle Bozkırın hayvan yetiştirici kavimleri arasındaki ticarî münâ­
sebetler de dikkate değerdir. Türkler arasında da bir kısım yerleşik halk
mevcud ve bunlar içinde sanatkârlar da yer almakla beraber, bunların imâ­
latı yeterli değildi. Genellikle hayvancılık ekonomisi hâkim olan Bozkır ka­
vimleri ile yerleşik ziraatçılar varlıklarını daha iyi şartlarda devam ettirmek
için birbirlerinin mal ve ürünlerine muhtaç idiler95. Bozkır inşam ziraatçı
yerleşiklerden zirâî ürünlerden çok sanayi mâmulleri alıyordu. Yerleşikler
de buna karşılık göçebelerden hem gıda olarak hem de sanayilerine ham
madde olarak hayvan ve hayvansal ürünler alıyorlardı. Yerleşiklerin de bu
açıdan bozkır mahsullerine ihtiyaçları vardı.
Bozkır Türkleri için bu ticâret Ortaasya’nm yerleşik halkının, bozkır
mahsullerine ihtiyaçlarından daha önemli idi. Zira bozkır in s a n ın ın önemli
ihtiyaçları bu ticâret yoluyla en iyi şekilde karşılanıyordu. Bu bakımdan
bozkır insanı, sözü edilen ticâretin kendileri için gösterdiği büyük önemi
biliyorlardı. Pazarları ve ticâret kervanlarını d a ,genellikle yağma etmezler,
onların güvenliğini sağlarlardı. Hattâ kimi zamanlar tüccarların mal, davar,
et, yün ve başka şeyler almak üzere bozkıra kadar gelmelerini beklemeden
kendileri bizzat sürülerini tüccarların ayağma kadar götürüyorlardı96. Bu
zaruret dolayısıyladır ki göçebeler arasında ticâretle uğraşanlar ve ticâretin
ö n e m in i bilenler çoğalmıştır. Bu bakımdan olsa gerek, genellikle göçebeler
sadece değil, aynı zamanda ticâretle meşgul kimseler olarak da kabul edil­
mektedirler97.
Türkler arasında ticâretle meşgul olanların varlığı da bilinmektedir.
Hudud ül-Alem Oğuzların şehirlerinden hiç söz etmediği halde, araların­
da tüccarların çok olduğunu belirtir98. Ayrıca Ebü Dülef de Guz/Oğuzların Çin ve Hind ile ticâret yaptıklarından bahseder". Bazı şehirlerde,
bilhassa «Karluk Ülkesi Kapısı» denilen Taraz/Talas’da varlığı bilinen
95 T.A . Zhankp, «Semi-nomadism in the H istory of Central Asia and Kazakhstan», Trudı 25. Mejdunarodnogo Kongressa...., Moskva 1963, m , 176-184.
96 V. Barthold, Kultum oy jizni (Sdçineniya, H / l ) , s. 239.
97 A .N . Bernştam, M İA/lJf (1950), s. 75.
98
Hudud al-Alem, London 1937, s. 100 : «among them merchants are
very numerous»; diğer kaynaklarda da bu açıkça belirtilir : Sümer, Oğuzlar,
Ankara 1972 s. 43.
99
Ebü Dülef (Şerefeddin), «Eski Türk Memleketler inde-», Yeni Mec­
mua S a y ı: 59 (1918) : Prof. Sümer bunu mübalâğalı bulur; ancak bir kısım
Oğuzların (Dokuz Oğuz) Çin sınırlarında yaşadığı da unutulmamalıdır.
E SK Î TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
93
tacirler içinde KarluMarm da bulunduğu muhakkaktır100. Karluk ülkesindeki
Mirki şehri de tüccarların bir uğrak yeridir101. Diğer taraftan bazı Türk
boyları ticârette özel kabiliyetleri ile dikkati çekerler. Herhalde bunlar tari­
hin pek eski çağlarından beri ticarî hayatın içindedirler. Oğuz ve Karluklardan başka batıda Çümük/Çomuklarla Çuğraklar, doğuda da Şato’lar bu
arada sayılabilir102.
Ticâret kimi zaman büyük kervanlarla, kimi zaman ise daha küçük öl­
çüdeki arabalı dükkanlarla yapılırdı. Kervan/Arkış, eski Türk hayatında
çok büyük bir yer tutar. Kervanlar bir ülkenin hayatmda öylesine büyük
önem taşıyorlardı ki, kervanlardan' önce müjdecileri gelir, halkı sevindi­
rirlerdi. Bir kısım tüccarlar da arabaları ile gezerek ticâret yaparlardı. Me­
selâ ticârete yatkın Türk kavimlerinden Çomuklann ismi, Güney Rusya
dillerinde, «çumak» şeklinde ve dükkânını arabaya yerleştirerek ticâret ya­
pan zümre mânâsmda muhafaza olunm u ştur103. Bu neviden tüccarlar en iyi
ticâreti «ordu»larda, yâni Hanların karargâhlarında yaparlardı. Orduların
konakladığı yerlerde, «Ordu»nun hemen yanında bir pazar teşekkül ederdi
ki, bu «Ordu-pazarı» olarak adlandırılmaktadır104. Buralardaki ticâret, tüc­
carlara çok büyük kârlar bırakırdı. Onun içindir ki tüccarlar nerede olursa
olsun Hanların «Ordu»larını takip ederlerdi105.
Ticâret daha büyük ölçüde, sınırlarda yapılırdı. Sınır boylarındaki
Türk göçebeleri bozkırdan bilhassa hayvan (at ve koyun) ile kıymetli kürk­
ler getiriyorlardı106. Bozkır Türklerinin satmak üzere Ortaasya pazarlarına
getirdikleri atlar Taşkent ve Fergane çevresinde adam başına 100 ilâ 500
arasında değişiyordu107. Ayrıca Taşkent’e deri getirildiği kaydediliyor. Da­
100 V. Barthold, Soçineniya, IV, s. 33; İA , X I, 769 (Taraş mad.). Ayrıca
bk. S. Volin, «Svedeniya Arabskihk...», Trudı ÎÎA E Kazakhkstana, 8 (1960) s.
.72-92; A .N . Bernştam, MÎA/1J, (1950), s. 75.
101 Hudud al-Alem (Minorsky), s. 97.
102 Z.V. Togan, Giriş, s. 51, 52, 68, 69.
103 Z.V. Togan, Giriş, s. 51, 428.
104 W . Barthold (Tere. Akdes Nimet), TJluğ B ey ve Zamanı, İstanbul
1930, s. 123’de bunu «Ordu’nun nakliyat katarı» olarak alıyor. Ancak yeni nâdir­
ler bunu «ordu-pazarı» olarak anlamışlardır.
105 A .N . Bernştam, M İ A / 14 (1950), s. 83.
106 A . N. Bernştam, M Î A /14 (1950), s. 82; P. Sümer, Oğuzlar, s. 43.
107 V. Barthold, Kultum oy jizni, Soçineniya H / l , 239; A .N . Bernştam,
M İ A / 14 (1950), s. 75.
94
TUNCER B A Y K A R A
ha kuzeydeki îsbicap başlıca köle pazarıdır. Bu köle ticâreti bozkır halkına
büyük kârlar bırakıyordu'!08. Türkler kendi mallarına karşılık, olarak Taş-,
kent’den iplik ve kumaş, Harezm’dem-yine iplik veyünlü kumaş,, Semerkant’dan- da ipek kumaşlar alıyorlardı. İsbicap’da da bir iplik, kumaş pa­
zarı bulunuyordu109.- Oğuzlar da komşu İslâm ülkelerinden, dokuma ma-'
mûlleri ahyorlardı110. Giyim malzemesi Türkler için oldukça önemli idi.
Bozkıra komşu yörelerde bu ticârî faaliyet çok muntazam cereyan edi­
yordu. Ayrıca bu ticâret için/belirli bâzi yerler <<pazaryeri» olarak ayrıl­
mıştı. Bu pazar yerlerinde yüzlerce yıl devam edegelen alış-veriş,' bu yer­
lerin'giderek birer yerleşme yeri, hattâ şehir haline gelmelerine sebep ol­
muştun Ortâasya^la î s b i c a p/Sayrâm, O t r ‘a r , S ı ğ r i a k ve C e n d
gibi şehirler,” vârhklarıiıı bu türden- ticâret yerleri olmalarına borçludurlar111.
Taraz/Talas, İbn Havqal’in belirttiğine göre Türkler tarafmdan İslâm tüc­
carları için ayrılmış'bir ticâret yeri idi112. Türgeş ve Karluklarm başkenti
Suyab ’dâ, aynı zamanda bir ticârî merkez olup, burada çeşitli yerlerden ge­
len tüccarlar bulunuyordu113. Bü tür ticâret özellikle Sırderya boylarında
büyüle bir hâciinde idi.
:
: Yöredeki pazar yerlerinde şehir halkının sanayi mamulleri ile bozkır
h alkının hayvan ve diğer ürünleri değiştiriliyordu. Bu alış-veriş faaliyeti ge­
rek savaş, gerekse barış zamanlarında yüzlerce yıl devam etmiştir. Bu pa­
zarlar pek nadir olanak göçebelerin akınlarına maruz kalıyordu. Zira böyle
pazar yerleri, bozkır halkı için büyük bir hayatî, önem taşıyordu. Aynı, anda,
yerleşik ziraatçı şehir halkı için de bozkırın.hayvancılık ürünlerinin önemi
büyüktü. Bu bakımdan bozkır, halkının, komşuları olan yerleşiklere felâket
değil, mallarına sürüm, sağlamakla hayat getirdikleri de belirtilmektedir114.
Böylece görünüşte düşman gibi görünen bu iki büyük kültür zümresi, as­
lında yaşamak için birbirlerine muhtaç durumda idiler.
Bu arada büyük ticâret yollarından ve onların şehirleşme açısından
öneminden de bahsetmek gereklidir. Burada söz konusu edeceğimiz ticâret,
108 E.H. Schafer, The Golden Peaches of Sarrtarkand, Berkeley 1963, s.
43-47.
109 V. Barthold, K ultum oy jizni, Soçineniya n /l , s. 239.
. 110 F. Sümer, Oğuzlar, s. 43.
111 V.A.'Lavrov, Gradöstrûitelnaya Kultura v Sredney Azii, Moskva 1950,
s. 77-78; V.L. Voronma, «Rannesrednevekovvy Gorod Sredney Azii», SA, 159/
1, s. 84-104.
112 V. Barthold, Kultum oy jizni, 241.
.113 V. Barthold, Four Studies..., Leiden I, 1962 s. 83.
114 T.A . Zhdanko, A yn ı eser.
E SK İ TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
95
artık küçük, ülkeler ve zümreler arasında değil, Çin ve Hind ile Akdeniz
veya Doğu Avrupa arasındaki büyük ticârettir. Hemen milâddan sonraki
yüzyıllarda, Kusanlar çağında, bu-ticâret oldukça gelişmişti. Şüphesiz bu­
nun temelleri-çök daha eski tarihlere, kadar gidebilir. Özellikle Çin ile batı
arasındaki yol birkaç kola ayrılıyordu. Çoğu da Türk ülkelerinden geçer­
di. Başlıca ipeğin nakledildiği bu yol, aynı, zamanda ters istikamette Budhizmin de yayılmasına vesile olmuştu115. Doğu-Batı yolu üzerinde bulunan ;
Taraz/Talas’dan ayrılan.bir yol ortaçağlarda Kimâk’ler ülkesine gidiyor­
du116. Bir diğer kol Yenisey Kırgızları ülkesine ulaşıyordu. Kırgız ülkesi
ile ticâret‘de hayü önemli idi117. VIII. yüzyıldan sonra özellikle müslüman
tüccarlar da bu yörelere kadar ulaşmışlardı118. Bu tüccarlar hem îslâmiye
tin gelişmesine sebep-olmuşlar hem de. büyük siyâsî hadiselere karışmış­
lardır119.
,
- .
Ortaasya’da bu yol üzerindeki, yerleşmelerin giderek şehir haline gel­
mesinde, bu yol üzerindeki, ticârî faaliyet en büyük sebeptir120. Zira .böylece
bir kısım, zirâî veya hayvancılık karakteri hâkim yerleşmeler, yeni .unsur­
ların gelmesiyle .kalabalıklaşmış,.kervanların çeşitti ihtiyaçları da yem.un­
surlar gerektirmiştir. Ve böylece yem gelenlerle birlikte, küçük yerleşmeler
gelişmiş ve «şehir» niteliğine bürünmüşlerdir.
Bu oluşumu daha başka açıdan-da gösterebiliriz. Yol boyunca -Türk
devletleri kervanların emniyetini sağlamak için kerpiçten dörtgen kuvvetti
kervansaraylar yaptırdılar12*. Zamanla bu yapılar etrafında yeni yerleşme
yerleri teşekkül etti ve bunlar, ticârî hayatın gelişmesine paralel olarak in­
kişaf ettiler ve şehirleştiler122. Bu ticâretin gelişmesinde özellikle VI. yüz­
yıldan sonra bu yörede yer yer görülen Soğd muhacirlere büyük rolatfedi115
A . Belenitsky, Central Asia, Geneva 1968, s.
97-98.
116 V. Barthold, Four Studies..., I, 18.
117
Bu ülkedeki ticârî hayat için bk. Ş.V. Kiselev,
Drevnyayg IstoriiYuj.noy Sibiri, Moskva 1951, s. 590-591; Z.V. Togan, Giriş, s. 125, 445-446.
118 Tuva ülkesinde müslüman tüccarlara âit olması muhtemel mezarlar
için bk. L.R. Kızlasov, «Pamyatnik Musülmanskogo Srednevekovıya v Tuvye»,
SA, 1963/2, s. 203-210.
119 Çengiz Han çağında olsun, daha sonraki dönemlerde olsun, bu tüc­
carlar büyük siyâsî hadiselere karışmışlardır; muhtemelen etküeri daha eski
tarihlerden beri geliyordu.
120 A .N . Bernştam, JÜİA/14 (1950), s. 76.; îstoriya Kasakhskoy..., I, 84.
121 A .H . Margulan, İz Istorii Gorodov i StroiteVnogo îskusstva Drevnego
Kazakhstana, Alma-ata, 1950, s. 29.
122 V .A . Lavrov, Gradostroitelnaya Kultura Sredney Asii, s. 77.
96
TUNCER B A Y K A R A
lir. Ancak daha başka etkiler de söz konusudur. Özellikle merkezî gücün
zayıfladığı dönemlerde, önceleri sayıları pek çok olan küçük ziraatçı yer­
leşmeler halkı, bazı kuvvetli şatolar yanma göçtüler. Bu şatolar etrafında
böylece «şehristan» teşekkül etti. Ticâretin bu yeni yerleşmelerde gelişme­
siyle bir kısım çevredeki dağınık kır nüfusu kayboldu. Şehristan da daha
sonra bir sur içine alındı ve buradaki ticârethânelere hem doğunun, Çin’in
mallan hem de batıdan gelen mallar konuldular.
Kıtalararası diyebileceğimiz bu ticârette Türklerin de yeri vardı. Zira
daha önce de gösterdiğimiz gibi, bir kısım Türkler bu ticârete faal olarak
katılıyorlardı. Soğdların da özellikle ipek ticâretindeki ihtisaslarından bah­
setmek gerekir. Ancak Türkler de daha Hun çağmdan beri Çin’den aldıklan ipeği Batı’ya gönderiyorlardı. Bu ipekler özellikle Uygur çağında hayli
artmıştı123. Onun içindir ki Yedisu yöresindeki pazarlar da hâkim dil türkçe olup, aynca Farsça, Arapça ve Çince sesler de duyuluyordu124. Bu ticârî faaliyet şehirlerin gelişmesiyle birlikte arttı. Kalabalıklaşan halka şeh­
ristan sahası yetişmez oldu ve önce tüccarlar kapıların hemen yanma dük­
kânlarım çıkardılar. Bu aynı zamanda, şehristan etrafındaki yeni kısmın
«rabad»m görülmesini de işaret etmektedir. Rabadlann ilk sâkinleri tüccar
ve sanatkârlar oldu. Önceleri şehristan kapısı yanında kurulan pazarda iş
yapan tüccarlar, şimdi bu pazarın kurulduğu Rabad’ a temelli olarak yer­
leştiler125. «Pazar» zaten burada görülen anlamı ihtiva etmektedir: «kapı
yanında iş»126. Artık bu pazarlarda hem dünyanın dört bir yanından ge­
len mallar, hem de yerli sanatkârların imal ettiği eşyalar satılıyorduTicârî hayat, sadece Ortaasya’da değil, diğer Türk ülkelerindeki şe­
hirlerde de büyük önem kazanmıştır. Doğu Avrupa ile ticâretin yarattığı
ve geliştirdiği Etil’i bu arada sayabiliriz127. Bu yolla yapılan ticâret hem
Avrupa içlerine hem de İskandinav ülkelerine kadar uzanıyordu. Daha geç
(XIV-XV. yüzyıllar) tarihlerde Altınordu ülkesinde «pazar» oluşları sebe­
biyle şehirleşen birçok yerler biliyoruz ki, sikke de basılmıştır128. Etil Bul­
123 C. Mac-kerras, «Sino-Uigur Diplomatic and trade..», CAJ, X m / 3
(1969) s. 215-240.
124 A .N . Bernştam, M İ A /l i (1950), s. 82.
125 A .N . Bernştam, A yn ı eser.
126 V. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1963, s. 24.
127 A .Y . Yakubovsky, «IX ve X . asırlarda İtil ve Bulgar’ın tarihî topografisi meselesine dair», Belleten, -X V I/6 2 (1952) s. 273-297.
128 A.G. Mukhamadiev, «Dva Telada TatarsTtikh Monet X V veha» SA,
1966/2, s. 259-273.
ESK I TÜ R K İKTİSA D Î H A Y A T I V E ŞEHİR
97
garları ülkesine giden İbn Fadlan, onların içinde birçok tüccarlar olduğunu
söyler129.
Ticârî hayatın gelişmesi, şehirlerin doğmasına vesile olduğu gibi, «para»nın da Türkler arasında görülmesine sebep olmuştur. Türk ülkelerinde
önceleri Çin, Roma, Bizans paraları geçerli iken VII. yüzyıldan sonra Türk­
ler kendileri de para basmaya başladılar. Türgeş’ler Çin modelinde ilk Türk
parasını basmışlardır130. VIII. yüzyıldan sonra, özellikle Türkler müslüman olduktan sonraları artık paralar islâm modeline göre kesilmiştir. Hem
İktisadî hayatm canlılığını gösteren bu sikkeler hem de birçok Türk şehri­
nin ismini bize bildirmektedir. Zira bir yerde para basılması orada önemli
bir İktisadî faaüyetin ve yerleşmenin bulunduğuna işâret etmektedir131.
Türk ülkesindeki şehirlerin varlığını ve yaşamasını sağhyan özellikle­
rin başında zaten ticârî hayat gelmektedir. Bu İktisadî hayatın en önemli
kısımlarından da biridir. Asya’nm büyük kervan yolları üzerindeki canlılık,
Türk şehirlerinin doğuşunu ve gelişmesini temin etmiştir. Şehirlerin canlı­
lığını sağhyan bu yolun XVI. yüzyıldan sonra işlemez olması, Asya’nm ön­
ce İktisadî daha sonra da siyâsî çöküşünü doğuracaktır. Anadolu’muz da
bu çöküşten kendisini kurtaramamıştır.
129 A . Zeki Velidi Togan, ibn Fadlan’s Reisebericht, Leipzig 1939, s. 67.
130 Türgeş paraları 1910’lardan beri tek tük ele gelmiş ve tetkik edil­
miştir: Z.V. Togan, «Göktürk Paraları», Çınaraltı Mecmuası, S a y ı: 128 (1944),
s. 6; ayrıca bk. A .N . Bernştam, «Novvy tip Tyürkesskikh monet», Tyürkologiçeskiy Sbornik, I, Moskva-Leningrad 1951, s. 68-72; bu sikkeler özellikle
1953-54 Ak-beşim kazılarında çok miktarda (57 adet) bulundu : L. R. Kızlasov,
Arkheologiçeskie issledovaniya na gorodişçe Ak-beşim v 1953-1954 g g», Trudı
Kirg. A .E . Ekspeditsii, (II) 1959, s. 155-241; bu eserin tanıtması için bk. A .
înan, «Bibliyografya: Trudı Kirg. A .E .E . II», Türk Kültürü, S a y ı: 16 (Şubat
1964) s. 60-63; B. ögel, Türk Kültür Tarihi, s. 194; ancak bu paraların üzerin­
deki yazılar hayli tartışılmaktadır: tiirkçe yerine soğdça olduğu da iddia edi­
liyor: meselâ bk. O.î. Smimova, «K voprosu o yazike legend na Tyürgeşskikh
monetakh», Tyürkologiçeskie îssledovaniye, Moskva-Leningrad 1963, s. 265-272.
131 Meselâ Halaç-ordu, Karluk-ordu gibi şehirleri, bu yerlerde basılan sik­
kelerden öğreniyoruz.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 7
BAYKARA - Levha 1
98
BAYKARA - Levha II
/ » i M n ı u ı i ı kum İ'i M it im
^
Resim 1
b ım n tu ıı,ı^
\
\
s,
'//'iiııııuHumunıuıuıuuuUHuiuuı
'«u n i m m //rfr/*ıujl*ttıın\ı\n\vii m h h k V U u u u i u . ( i h i i h . '« ‘
İT rrf ■
\
• ‘ O; i
I; ' • Al
€
II I I '• »VİM l Ifcl ı n ( V
— '2 T” J
-y*1*
t»
^L .
Resim 2
_ fr
Tm-Hm *
BAYKARA - Levha 1
98
BAYKARA - Levha II
/ » i M n ı u ı i ı kum İ'i M it im
^
Resim 1
b ım n tu ıı,ı^
\
\
s,
'//'iiııııuHumunıuıuıuuuUHuiuuı
'«u n i m m //rfr/*ıujl*ttıın\ı\n\vii m h h k V U u u u i u . ( i h i i h . '« ‘
İT rrf ■
\
• ‘ O; i
I; ' • Al
€
II I I '• »VİM l Ifcl ı n ( V
— '2 T” J
-y*1*
t»
^L .
Resim 2
_ fr
Tm-Hm *
B A Y K A R A - Levha III
100
Resim 5
Resim 7
101
B A Y KA R A - Levha IV
•'■'I I i n > ' r U l ’ l ı ı , n ı, H H ı . M M l U l O l t İ l l i n i
Resim 8
B A Y KA R A - Levha V
102
Resim 9
Â
B A Y K A N A - Levha VI
103
Resim 11
104
B A Y K A R A - Levha VII
Resim 12
SUNG DEVRİNDE KAO’CH’ANG’DAN ÇİNE GİDEN ELÇİLER
Özkan İzgi
Orta Asya Türk târihinde, Türkler’in Çinliler’le olan münâsebetleri
dâima pek önemli bir yer işgal etmiştir. Bu münâsebetler bâzen dostça, bâzen de her iki ülke arasında geçen savaşlarla devam ederken, bu münâse­
betlere Çin kaynakları geniş yer vermişlerdir. Hatta X. yüzyıla kadar Batı
kaynaklarında bulamadığımız Türkler hakkmdaki malûmata Çin kaynak­
ları, Türkler’le olan münâsebetleri nisbetinde yer vermişlerdir.
Orhun bölgesindeki Uygurlar’ın 840 târihinde Kirgızlar tarafından
mağlup edildikten sonra eski yurtlarını bırakıp güneye indiklerini bilmèkteyiz. İşte bu güneye inen Uygurlar’dan bir kısmı Turfan bölgesinde yeni
bir devlet kurup, merkezlerini bugünkü Turfan şehrinin 70 mil doğusunda­
ki Kao-ch’ ang1 şehrini yapmışlardır.
Uygurların yeni yerlerine yerleştikleri dönemin sonlarına doğnı Çinde
Sung sülâlesi hüküm sürmekteydi. Elimizdeki kaynaklar Sung devri Çin’i
ile Kao-ch’ang Uygurlar’ı arasındaki ilk münâsebetler hakkında sarih malumât vermemektedirler2. Bu durum bilhassa bu devreye âit olan ilk kay­
1 Kao-ch’ang şehrinin isim değişikliği hakkında bize en iyi malûmatı Yü
hai kitabı vermektedir. Bu mevzû ile ilgili olarak W ang Ying-lin, Yü hai, 1584
ed., bölüm 154, s. 25a-25b’de şu malûmatı vermektedir. «Han sülâlesi zamanın­
da Chi-shih ch’ien-wang t’ing’in (ismi) T ’ang sülâlesi zamanında Hsi-chou ol­
du. Bir devlet olarak ortaya çıkışından sonra Kao-ch’ang diye isimlendirildi.
Aynı zamanda Uygur (memleketi de) denir.» Kao-ch’ang şehrinin ismi daha
sonra Yüan -Moğol- sülâlesi zamanında Qoco olmuştur. Uygurların merkezi
olan Kao-ch’ang -Qoco- şehrinin Han sülâlesinden beri gösterdiği gelişmeler
için bak, Paul Pelliot, Notes on Marco Polo, Paris 1959, Cüt I, s. 161-165.
2 Uygurlar hakkında Sung sülâlesi zamanına âit bügüer şu Çin kaynak­
larında bulunmaktadır, ilk kaynaklar : a- Sung H ui-yao; b- Hsü Tz’u-chıh
t’ung-chien ch’ang-pien; c- Liao shıh; d- Sung-mo chi-noen; ikinci el kaynak­
ları ise: a- Yü hai; b- Wen-hsien t’ung-Tt’ao; c- Sung shıh; d- Shan-Pang k’aos o ; e- T’ai-p’mg huan-yü chi.
106
Ö ZK A N ÎZGİ
nağımız Sung Hui-yao’da görülmektedir3. Sung Hui-yao’da Kao-ch’ang hakkmdaki malûmatm büyük bir kısmı kaybolmuştur4. Bununla beraber Sung
Hui-yao’daki Uygur ve Kuça bölümlerinde Kao-ch’ang hakkında çok az
malûmat bulabilmekteyiz. Yine Sung Hui-yao’daki Uygur bölümü, bâzı is­
tisnalar hâriç tam olarak Kamchou5 Uygurlarından bahsetmektedir6. İlk
kaynağımız olan Sung Hui-yao’dan daha sonra yazılan Hsü Tz’u-chih fungchien ch’ang-pien7, Wen-hsien î’ung-k’ao&; Sung shih9 ve Yü hap0 kitap­
larında bilhassa Kao-ch’ang’dan Çine.giden elçiler hakkında daha çok ma­
lûmat vardır. Sung Hui-yao’daki Kuça bölümünde ise, Kao-ch’ang hakkın­
da verilen bilgiler daha ziyade siyâsî kuvvetin Kao-ch’ ang’dan Kuça’ya nak­
ledildiği devreye aittir. Bu devre ise, 993 târihinden itibâren başlamakta­
dır11.
Sung sülâlesi zamanında Kon chou Uygurları hakkında geniş bir araş­
tırma yapmış olan E. Pinks, Şnng sülâlesi zamanında 962 ve 965 senele3 Sung Hui-yao, Yung-lo T a-tien kitabından. Sung devrine âit olan kısım­
ların 1809-1810 târihinde Hsü Sung tarafından toplanmasıyla meydana gelmiş­
tir. 460 bölümden meydana gelen bü eser çok çeşitli ıiıevzu’lari' içine alır.
4. Sung Hui-yao’da Kao-ch’ang bölümü yalnız, bir sayfa- olarak yer al­
maktadır. Bak, Sung Hui-yao, Kuo-li Pei-p’ing T’u-shu-kuan ed., 1936, bölüm
197, s. 12a.
5 Kan-ehou bugünkü Chang-yeh şehridir. Uygurların bir kısmı 840 tari­
hinden sonra bu bölgeye gelip yerleşmişlerdir. Kan-ehou şehri hakkında daha
fazla malûmat için bak,. James Hamüton, Leş Ouiğhours a L ’époque des Cinq
Dynasties, Bibliothèque de L ’institut des Hautes Etudes Chinoises, Cüt X , Pa­
ris, 1955, s. 3-12 ve 64-66 ve P. Pelliot, Marco Polo, CUd I, s. 150-153.
6 Bak Elisabeth Pinks, Die ijigurèn von Kan-chou in der Frühen SungZeit (960-1028), Wiesbaden, 1968, s. 5.
.7 Li Tao tarafından (1115-1184) yazüan bu ansiklopedi hakkında Schwarz-Schüling’in Der Friede von Shan-yuan (1005 m. ehr) adlı makalesine ba­
lanız. Asiatische Forschungen, Cild I, Wiesbaden, ' 1859, s. 19, n. 43.
8 Ma Tuan-lin tarafından 348 bölüm hâlinde toplanmıştır. Kendisi ' Sung
devrinin son zamanlarıyla Yüan devrinin .başlarında yaşamıştır.
9 Sung sülâlesinin resmî genel târihi. T ’o-t’o başkanlığındaki bir hey’et
tarafından yazılmıştır. Sung shih hakkında daha geniş malûmat Otto Franke'nin, Geschichte,des Chinesischen Reiches (3 cild, Berlin 1930-1952, Cüd IV,
s. 2-4) adlı eserinde bulunmaktadır.
10 W ang Ying-lin (1223-1296) tarafından 200 bölüm hâlinde yazüan bu
Ansiklopedi Sung sülâlesi zamanmda yazümış olan günlüklerden, ve saray ar­
şivlerinden toplanmıştır. Hatta biz bu geniş Ansiklopedideki bügüeri Sung sü­
lâlesinin resmî târihi olan Sung shih'da dahi bulamamaktayız.
11. Bu devre için bak, Sung Hui-yao, bölüm 4, s. 13a.
K A O ’CH’A N G ’D A N ÇİNE GİDEN ELÇİLER
107
rinde Kao-ch’ang’dan Çine giden elçilik heyetleri hakkında bir şüphesi
olduğunu kaydetmektedir. Bu şüphesi, bu elçilerin Kao-ch’ ang’dan mı yok­
sa Kan-chou’dan mı hareket edip Çine vardıkları şeklindedir12. Hâlbuki
Kaynaklardan gördüğümüz kadariyle: Sung devrinde Kao-ch’ ang’dan
hareketle Çine vâsıl oldukları yolundadır.
Kaynaklardan gördüğümüz kadariyle Sung devrinde Kao-ch’ ang’dan
Çin’e giden ilk elçilik heyeti 962 senesinde Çin’e vâsıl olmuştur. Sung sü­
lâlesi zamanında son elçilik heyeti olarak da, Kao-ch’ang’dan 1004 târi­
hinde Çin’e vâsıl olan elçilik heyeti gözükmektedir. Şimdi yukarıda bah­
setmiş olduğumuz Sung devri kaynaklarındaki bu elçilik heyetleri hakkındaki bilgileri birbirleriyle karşılaştırarak periodik olarak görelim.
Kao-ch’ang’dan hareket eden ilk ticaret heyeti 962 senesinin üçüncü
ayının keng-tzu gününde Çin’e varmıştır. A Tutuq13 başkanlığındaki 42 ki­
şilik bu heyet saraya hediyelerini sunmuşlardır14.
İkinci ticaret hey’eti ise, Kao-ch’ ang’dan hareket edip 965 senesinin
onbirinci aymda Çine vâsıl olan râhib Fa-yuan başkanlığındaki hey’ettir.
12 Bak, E. Pinks, Ayn ı eser, s, 188, n. 639.
13 Bütün kaynaklar bu şahsın ismini A tu-t’u (A Tutuq) olarak yazma­
sına rağmen Sung Hui-yao’da. Ho Tu-t’u (Ho Tutuq) olarak geçmektedir. E.
Pinks, A yn ı eser, s. 122, n. 43, Edwin G. Pulleybank, «A Sogdian colony in in­
ner Mongolia,» T’oung pao, Cild X X X X
(1951), s. 320 ve J. Hamilton, Les
Ouighours..., s. 6 da bu ismin sogdça olduğunu ve bu devirde Sogd ■adlarının
Uygurlar arasmda kullanıldığını yazmaktadırlar. Fakat kanaatımıza göre, bü­
tün diğer kaynaklarda «A Tutuq» olarak geçen bu isim ve «A » kelimesine te­
kabül eden Çince karakterin Çinliler’ce çok kullanüan bir soyadı olması, bu
şahsın isminin Ho Tutuq yerine A Tutuq olmasmm daha doğru olacağı şek­
lindedir. Belki de Sung Hui-yao kitabını yazan kâtib tarafından, birbirine- çok
benziyen «A » ve «Ho» Çince karakterlerinin yazılışındaki bir hatadan üeri gel­
miş olabilir.
Tutuq kelimesi Çin menşeli bir Türk Unvanıdır. Kelime mânâsı «Vali» ola­
rak kullanılmıştır. Tutuq kelimesi için bak, P. Pelliot, «Kou-tch’a n g ,. Qoco,
Houo-tcheou et Qara-khodja,» Journal Asiatique, GUd X I X (1912), s. 585.
Tutuq kelimesinin etimolojisi hakkında Francis Woodman Cleaves, «The
Sino-Mongolian Inscription of 1362 in memory of Prince Hindu,» Harvard Jour­
nal of Asiatic Studies, Cild X H (1949), s. 105, n. 58 ve Hilda Escedy, «Old Tur­
kic titles of Chinese origin,» Acta Orientalia, Cild X V H I (-1965), s. 84, eserleri­
ne bakılabilir.
14 Bak, Wen-hsien t’ung-Jc’ao, bölüm 336, s. 18b-19a, Sung shıh, Bölüm
4, s. 8b, YU hai, bölüm 154, s. 25b, Sung Hui-yao, bölüm 4, s.-lb .
108
Ö ZK A N ÎZGİ
Bu hey’et Çin sarayına geldiğinde yine kendi memleketlerinin ma’mûllerini
imparatora sunmuşlardır. Bu hediyeler içinde kehribar, cam kâseler ve
Buda’nın bir dişi bulunmaktadır. Bu elçilik hakkmdaki kısa bilgiler kaynak­
larda önemli bir metin değişikliği göstermeden yazılmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu iki ticaret hey’etinin Kao-ch’ang’dan mı
yoksa Kan-chou’dan mı geldikleri hakkmdaki E. Pinksin tereddüdünü Sung
sülâlesi günlüklerinden ve saray arşivlerinden faydalanmış olan Yü hai ki­
tabı yazarı ortadan kaldırmaktadır. Yü hai kitabında bölüm 154, s. 22b23a’da bir Uygur bölümü vardır. Bu bölümdeki malûmat daha ziyade ti­
caret hey’etleri ile ilgilidir. Aynı zamanda Uygur bahsi şöyle başlamaktadır :
«Uyguriar, Kan (chou), Sha (chou) ve Hsi-chou (Kao-ch’ang) da otururlar.»
Yâni bu bahis bu üç yerdeki Uygurlar’la ügilidir. Bu bölümde daha sonra
Kan-chou’dan Çin’e giden elçilik hey’etleri hakkında bilgi verilmektedir. Bu
bahis yanhzca Sung sülâlesi kurulduktan (960) sonraki Uygurlarla ilgilidir.
Yine aynı kitabda bölüm 154, s. 25a-25b’de bir Kao-ch’ ang bahsi yer al­
maktadır. Bu bahsin başlığı aynen şöyledir. «Chien-lung (saltanat devrin­
de) Kao-ch-ang (devleti) ma’müllerini sundular.» Daha sonra yukarıda gör­
düğümüz Kao-ch’ang şehrinin isim değişikliklerinden ve hey’etlerinden bah­
setmektedir. Bu bahsin sonunda ise 962 ve 965 senelerindeki elçilik hey’etlerinin Kao-ch’ang’dan gittiğini belirliyecek Yü hai yazan Wang Ying-lin’in
önemli bir notu vardır. Bu notta şunlar yazılmaktadır. «O memlekette (Kaoch’ang) kai-yuan (719) takvimi15 kullanılır. (İmparator) T’ai-tsung16 ve
Ming huan’ın17 fermanlarının saklandığı bir yer vardır.» Bı> iki notun öne­
mi şuradan gelmektedir. Bütün kaynakların istisnasız kabûl ettiği 981 yı­
lında Çinden Kao-ch’ang’a giden Wang Yen-te’nin18 seyahatnâmesinde bu
15 Uygurların kullandıkları bu takvim için Chavannes-Pelliot «Un traité
Manichéen Retrouvé en Chine,» Journal Asiatique, 1 (1913) s. 309-310’da çok
geniş olarak ma’lûmat vermektedirler.
16 T ’ang sülâlesi hükümdarı 627-630 arasında imparatorluk yapmıştır.
17 Ming huan; aynı zamanda Hsüan Tsung olarak büinen bu imparator
719-756 arasmda T ’ang sülâlesi zamanında imparatorluk yapmıştır.
18 981 senesinde Çin’den Uygurlara giden hey’etin başkamdir. 984 sene­
sinde, dönüşünde gezi raporunu imparatora sunmuştur. Bu seyahatname ilk
olarak batı âlemine Claude de Visdelau tarafından 1677 senesinde tanıtılmış­
tır. Daha sonra 1847 senesinde Stanislas Julien tarafından yapılan tercüme
1864 senesinde Mélangés de géographie asiatique et de philologie sinico-indienne,
Paris 1864, s. 86-102’de basılmıştır. Fakat Julien’in kullanmış olduğu metnin
hatalı oluşu, tercümenin eksik yapılmasına ve ba’zı yanlışlıklara sebep olmuş­
tur. Bununla beraber bu tercüme uzun zaman bu mevzu ile ilgili âlimler ta-
K A O ’CH’A N G ’D A N ÇİNE GİDEN ELÇİLER
109
iki önemli durum anlatılmıştır19. Kao-ch’ang’a seyahat eden Wang Yen-te’nin bildirdiği bu ma’lûmatı Kao-ch’ang bahsinde anlatan Yü hai yazan, bü­
tün tereddüdleri ortadan kaldıracak durumdadır.
965 senesinde bir duraklamaya giren iki ülke arasındaki münâsebetler­
den sonra, 981 senesinde Kao-ch’ang’dan yeni bir ticaret hey’eti Çin’e doğ­
ru yola çıkmıştır. Bu sırada Kao-ch’ang hükümdarı olan Arslan Han’ı20
Çinliler ilk def’a bu hey’et vasıtasıyla tanımışlardır. Elçinin Çin imparato­
runa söylediklerinden ise, Arslan Han’m kendisini Sung İmparatoru’nun da­
madı olarak tanımladığını görmekteyiz21. Bu elçilik hey’eti kaynaklarda
şöyle geçmektedir : Hsü Tz’u-chih t’ung-chien ch’ang-pien, bölüm 22, s.
3a’da «tıng-ssu gününde [T’ai-p’ing Hsing-kou saltanat yılının altıncı sene­
sinin (981) üçüncü aymda] Kao-ch’ ang’ın Arslan Han’ı kendisini ilk defa
olarak Shih-tzu Wang (Arslan Kır al) olarak isimlendirdi. Hsi-choû’nun ye­
ğeni olan [Han] Tu-t’u (Tutuq) Mai-sun’u22 yolhyarak ma’mûllerini İmpa-
rafından kullanılmıştır. Bu arada ba’zı hatalar kısa da olsa düzeltilmiştir. P.
Pelliot - E. Chavannes, Yukarıdaki eser, s. 76 eserinde «Une nouvelle traduction
s ’impose» cümlesiyle bu eserin yeniden tercüme edilmesinin lâzım geldiğini be­
lirtmiştir. Türk târihi için çok önemli olan bu seyahatnamenin tümünün yeni
bir metinden faydalanarak ingüizceye tercümesi ve ona notlar üâvesi 1972
senesinde Harvard Üniversitesi’nde bir doktora tezinin konusu olmuştur. Öz­
kan îzgi, The Itinerary of Wang Yen-te to Kao-ch’ang (981-98Jf) Cambridge,
Massachusetts, 1972.
19 Bu seyahatname için Wen-hsien t’ung-k’ao, bölüm 336, s. 21a-21b;
Sung shih, bölüm 490, s. 10b; Huei-chu ch’ien-lu, Chm-tai pi-shu ed., bölüm
4, s. 6b kısımlarına bakılabüir.
20 Çince kaynaklar yine bu ünvanın türkçe şekli olan A-ssu-lan Han
(Arslan Han) şeklini de kullanmaktadırlar. Bu iinvan daha sonra Kan-chou
ve Kuça Hanları tarafından kullanılmıştır. Bu hususta daha fazla bilgi için
bak, Abe Takeo, A Study of the History of the W estern Uigur State, s. 365369 ve Karl A . Wittfogel-Feng, Chia-sheng, History of Chinese Society Liao
(901-1125), PhUadelphia, 1949, s. 102.
21 Uygur hükümdarları kendüerini Çin imparatorlarının damatları ola­
rak çağırmaktadırlar. Bu hâl T ’ang sülâlesi zamanında Uygur hükümdarları­
nın, Çinli prenseslerle evlenmelerinden sonra ortaya çıkmıştır.
22 Wen-hsien t’ung-Tc’ao, 336, s. 19a’da bu elçinin adını Mai-wen olarak
görmekteyiz. Sung shih, bölüm 490, s. 8b’de ise, elçinin adı Mai-so-wen olarak
geçmektedir. Tine Sung shih’da. imparator T ’ai-tsung’un biografisinde, bölüm
4 s. 14a sâdece Kao-ch’ang’dan bir elçilik heyetinin geldiği belirtilmektedir.
Sung shih’da. Mai-so-wen olarak geçen elçinin ismi kanaatime göre bu şahsın
bütün ismini belirtmektedir.
110
Ö ZK A N ÎZGİ
ratora sundu,» demektedir. Yü hai 154, s. 25b’de sâdece «memleketin hü­
kümdarı -ki kendisini Hsi-chöu’nun Arslan Kıral’ı olarak tanımlamıştırelçi yolladı» demektedir.
, Bu elçilik hey’etinden sonra 981 senesinde Wang Yen-te Kao-ch’ ang’a
hareket etmiştir. Yukarıda da söylediğimiz gibi bu elçilik raporu bütün kay­
naklarda olmasına rağmen büyük metin ayrdıkları vardır. Bu geniş ma’lûmattan sonra kaynaklar yine kısa cümleler hâlinde elçilik hey’etlerinden
bahsetmektedirler.
Yü hai, bölüm 154, s. 25b’de 983 senesinde tekrar bir elçilik hey’etinin Çin’e gittiğinden bahsetmektedir. Bu elçilik raporları hakkında Çin kay­
naklarından yalnızca Sung Hui-yao Kao-ch’ ang’dan Çin’e giden hey’eder
hakkında bize bilgi vermektedir. Sung Hui-yao’âaki bu bilgiler ise şunlardır;
984 senesinde Uygur elçisi ile Tatar elçisi birlikte gelip, hediyelerini sun­
muşlardır. Kao-ch’ ang’dan bundan başka 985 senesinin beşinci .ayında bir
hey’et daha Çin’e gitmiştir. Nihâyet bu elçilerin sonuncusu İmparator Chen
Tsung zamanında, Ching-te saltanat devrinin birinci senesinin (1004) altın­
cı ayında Çin’e giden elçilik hey’etidir.
Yukarıdaki bu ticaret hey’etlerinden başka Kao-ch’ang hakkında kay­
dedilmiş ma’lûmat Çin kaynaklarında pek azdır. Yalnız Yüeh Shih, T’aip’ing huan-yü chi kitabında bu bölgenin insanlarını ve ma’mûllerini anla­
tarak; bilgi vermektedir23.
Bu birkaç ticâret hey’eti arasında, Wang Yen-te’nin seyahatnâmesi bu
dönem için büyük bir-boşluğu doldurmaktadır. Bu seyahatnâmede Wang
Yen-te yalnız geçtiği yerlerdeki coğrafyaya âit malûmat vermekle kalmı­
yor aynı zamanda kabilelerin yaşayışları ve ma’mûlleri hakkında da geniş
bilgi vermektedir. Wang Yen-te aynca, Kao-ch’ang devleti hakkında, kül­
tür ve medeniyetleri bakımından geniş bilgi vermektedir. Bu bilgiler ise, ay­
rı bir makalede incelenecektir.
23 Bu kitab hakkındaki geniş bilgi için bak, Wilhelm Schott, «Zur Uigurenfrage,» Abhandlungen der Preussischen Akademie der Wissenschaften,
Phüosophisch-historische Eiasse, Cild n , 1876 s. 47-48.
IA B D U R R A H M A N
MEN ÂS Î K- İ
HÎBRÎ ’ NîN
MES Â L İ K ’ Î
Sevim İlğürel
Bu çalışmamıza konu teşkil eden Menâsik-i Mesâlik adlı risalenin mü­
ellifi olan Abdurrahman Hibrî Efendi (1012-1069 = 16.04-16.59), IV. Mehmed devri âlimlerinden olup, 1604 yılında Edirne’de dünyaya gelmiştir.
Babası müderris Haşan Efendi’dir. Çocukluk ve gençlik yıllarını Edirne’de
geçiren Hibrî.Efendi, ilk tahsilden sonra medrese tahsilini, İstanbul’da ta-,
nınmış müderrislerin yanında tamamlamıştır. Tahsilden. spnra hemen tedris. .
hayatına atılan Hibrî Efendi, önce Edirne’de Emir Kadıtmedresesi müder­
risi olmuştur. Bilâhare Dimetoka’da Oruç Baba müderrisliğini yapmış ve.
1041 (1632) yılında hacca gitmiştir.
Hacdan dönüşte, ölümüne kadar Edirne medreselerinde müderrislik
yapan Hibrî Efendi, bu arada birçok eser de telif etmiştir. Daha çok tarih­
çiliği ile tanınmış, fakat şair olarak da temâyüz etmiştir. 1069 (1656) yılın­
da Edirne’de vefat eden Hibrî Efendi, ayni, şehirde Yıldırım Mahallesinde
medfun bulunmaktadır
Eserleri arasında baş yeri tutan Enisü’l-müsâmirîn, bir Edime tarihi­
dir. Bundan başka, 1.040 (1630/1631) yılında yazdığı Hadâikü’l-cenân,
Defter-i ahbâr, IV. Murad’m Revan ve Bağdad seferlerine âit Tarih-i feth-i
Revan ile Tarih-i feth-i Bağdad, îr anlı şair Hüseyin Vâiz’in Risâlâtü’l-aliyye
fi’l-ahâdîsi’l-nebeviyye’sinin geniş; bir tercümesi olan Riyazü’l-ârifîn fi’lahâdisi’l-erbâin ile aşağıda metninin bir kısmını verdiğimiz Menâsik-i Mesâlik’ı sayabiliriz.
İ 041 (1632) yılında yaptığı hac dolayısiyle, dönüşünde yolda gördük­
leri ile haccm menâsikini anlatmak için kaleme alınan Menâsik-i Mesâlik,
on bâb ve bir terimine ile tertip edilmiştir. Bu eserde hacca gidiş ve dönüş-
SEVİM ÎLGÜREL
112
te yollar ve uğranılan yerler hakkında geniş bilgi verilmekte ve hac menâsiki bütün teferruatiyle anlatılmaktadır. Bölümler aşağıdaki hususları içine
almaktadırlar.
Birinci bölümde Edirne’den Şam’a kadar olan menziller hakkında bil­
gi verilmiş, müteâkıben, Şam’dan Antakya’ya kadar olan dönüş yolu anla­
tılmıştır. Bunu tâkip eden ikinci bölümde, Şam’dan Mekke’ye kadar olan
menziller sıralanmış, üçüncü bölümde ise, kendisi hacca gidip geldiği sıra­
da İstanbul, Anadolu ve Hicaz’da meydana gelen olaylar anlatılmıştır. Dör­
düncü ve beşinci bölümlerde Beyt-i Mükerreme ile Mescid-i Haram’ı yeni­
den yaptıranlar ve tamir ettirenlerden bahsedilmiştir. Altincı bölümde Beyti Şerif de okunacak dualar, yedinci bölümde de, Mescid-i Resulullah’ı tâmir ve yeniden inşâ ettirenler kaydedilmiş, sekizinci bölümde haccın nasıl
yapılacağı anlatıldıktan sonra, dokuzuncu bölümde hac sırasında okunacak
dualar ve sûreler, onuncu bölümde de peygamberin kabri ziyâreti tafsilâtıyla
izah edilmiştir. Tetimme kısmmda ise, Hicaz’da iken yazdığı bir manzumesi
bulunmaktadır.
Bu yazımızda yalnız birinci ve ikinci babım sunduğumuz, Menâsik-i
Mesâlik’m istifâde ettiğimiz nüshâsı İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi Lala
İsmâil Efendi kitaplığı 104 numarada kayıtlı bulunan bir mecmuanın ikin­
ci kısmını teşkil etmektedir. Düzgün bir nesihle yazılmış olup, harekelidir.
Dili oldukça sâde ve kolay anlaşılmaktadır. Müellifin tâkib ettiği Hac yolu
ve risâlede geçen diğer yer isimleri metnin sonuna eklenecek bir harita üze­
rinde gösterilecektir.
Ammâ ba’du bu salikân-ı Kâbe-i sıdk u safânun peyrevi Abdur­
rahman bin Haşan Edimevî’ye lutf-i rabbânî yâver ve hidâyet-i samedânî rehber olmağla a’zam-ı erkân-ı din-i mübin olan hacc-ı beyt-i rabbü’lâlemin ve ziyâret-i ravza-i mukaddese-i hâtemü’l-nebiyyîn
¿T jj'î ç'y
’«ûîA- j
^
müyesser olan gerü sıhhat ile vatan-ı aslî olan
Edime-i mahmiyeye vusûl mukadder oldukda şâkirü’l-ni’meti’l-cezîle bu
M E N Â SİK -İ M E SÂ LÎK
113
bir kaç evrak-ı perişânı tesvîd etmek ile tarîk-i Ka’be-i Mükerreme’nin bir
birine kurbü ve bu’di ve sâir-i (88 a) ahvâli ve bu fakir Hacc-ı şerife varup
gelince zuhûr eden havâdisi beyân ve münâsebetle binâ-yı Ka’be-i Mükerreme ve Mescid-i Haram ve Mescid-i Resullah
zJLA\
ile menâsikin Hacc-ı Şerifi ve adâb-ı ziyâret-i Resulullah-ı
1
f
«uJLc.
-
bi-tarîki’l-îcâzî ve ihtisârî ayân idem. Sâyet
ki, sebeb-i zikr-i cemîl ve bâis-i ecr-i cezîl ola. Zirâ garaz hayr ile anılmakdır. Cihânda bekâ yokdur. Zaman-ı bî-amanda bu tertible on bâb ve
bir tetimme üzerine tertib ve itmâmma şuru’ olup Menâsik-i Mesâlik ismi
ile müsemmâ kılındı.
Bâb-ı evvel: Mahmiye-i Edirne’den mahrûsa-i Şam’a varmca olan
menâzil ü merâhilin ahvâlini beyân eder.
Bâb-ı sânî: Şâm-ı şerif’den Mekke-i Mükerreme’ye varmca olan me­
nâzil ü merâhilin ahvâlini beyân eder.
Bâb-ı sâlis: Fakir hacc-ı şerife varup gelince İstanbul’da ve Anado­
lu’da ve Hicaz’da zuhûr eden vekâyii beyân eder.
Bâb-ı râbi’ : (88 b) Beyt-i Mükerrem’in binâsını tecdîd ve tâmir eden­
leri beyân eder.
Bâb-ı sâmin: Alâ tarîki’l-icmâl menâsik-i hacc-ı şerifi beyân' eder.
Bâb-ı sâdis: Pîrâmen-i Beyt-i Şerifte mahall-i icâbet-i duâ olan mevâzii beyân eder.
Bâb-ı sâbi’ :
Mescid-i Resulullah
^_j
aA î
,JL)
tec­
dîd ve tâmir edenleri beyân eder.
Bâb-ı sâmin: Alâ Tarîkü’l-icmâl menâsik-i hacc-ı şerifi beyân eder.
Bâb-ı tâsi’ : Hılâl-i ef’âl-i hacc-ı şerîfde kıraat olunan yâni kıraat olu­
nacak ed’iyye-i me’sûreyi beyân eder.
Bâb-ı âşir:
Adâb-ı ziyâret-i kabr-i Resûlullahı ı t
beyân eder.
Tetimme: Arâzi-i Hicâz’da bu fakirin tab’-ı keliminden sudur eden
kelimât-ı manzûmeyi beyân eder.
BÂB-I
EVVEL
Mahrûsa-i Edirne’den Mahmiye-i Şam’ a varmca olan menâzil ü merâ­
hilin ahvâlini beyân eder.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 8
114
SEVİM İLGÜREL
Bu fakîr-i pür-taksîr sene-i ihda ve erbain ve elf Receb-i şerifinin ye­
dinci günü ki yevmü’l-hâmis idi Mahmiye-i Edirne’den sefer edüp akreb-i
(89 a) menâzü olan Hafsâ nam menzil- ki Edirne ile mabeyni seyr-i vasat
ile tahminen altı saatlik yoldur- nuzûl olundu ve bu menzilde evâil-i ahd-i
Sultân Murad Hân-ı ibn Selim Hân’da vezîr-i a’zâm iken maktûl olan Mehemmed Paşa’nm bir câmi’-i şerifi ve bî-nazîr çifte hanı dahi vardır. Ertesi eyyâm-ı şitâ olmak ile Burgos’a erişilmeyip Baba nâm kasaba-ki Hafsa ile bu­
nun dahi mâbeyni altı saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bu menzilde Ebü’l-Feth
Sultan Mehmed Hân’ın bir câmi’-i şerifi vardır ve kasaba kenarı Edirne’de
çarşu sâhibi Ali Paşa’nm bî-nazîr câmi’-i şerifi vardır ve bu câmi’-i şerif
pişgâhmda câri olan nehr-i sagîrin üzerinde cisr sademât-ı seyl-i havâdis
üe harâb olmağın Sekbanbaşılıktan ma’zûl olan Edirneli Kasım Ağa bir
cisr-i âlî binâsma mübâşeret eyleyüp sene-i mezkûrede dahi nâ-tamam bir
seneden sonra tamam (89 b) oldu. Sene sâlis ve erba’in ve elf Şevvâlinde hâ­
lâ Hâdimü’l-harâmeyni’ş-şerîfeyn olan Sultan Murâd Hân hazretleri cisr-i
ma’hûda uğradıkda mezkûr Kasım Ağa ol mahalde hâzır olup cisri pâdişâh-ı
âlem-penâh hazretlerine hibe eyledi. Bunda dört beş han ve Sarı Saltık tür­
besi vardır. Ertesi kasaba-i Burgos -ki Baba ile bunun mâbeyni dahi altı
saattir- nuzûl olundu. Bunda dahi merkûm Mehmed Paşa’mn bir câmi’-i
şerifi ve medresesi ve bî-nazîr çifte ham ve hammamı ve kasabanın taşra­
sında câri olan nehr-i sagîr üzerinde bir âlî cisri vardır ve Mehmed Bey
nâm bir sancak beyinin bir câmii vardır ve Hünkâr sarayı vardır ve bir iki
hürde hanları vardır ve bu kasabanın her sene vakt-i ma’hûdda bâzârı olup
etrâf u eknâftan çok âdem cem’ olur. Ertesi Karışdıran nâm karye-ki
Burgos ile mâbeyni tahminen beş saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bunda Rüstem Paşa’nm (90 a) bir câmi’-i şerifi ve çifte hanı vardır. Bunun balçığı
vefret ü kesretde darb-ı meseldir. Ertesi Çorlu nâm kasaba -ki Karışdıran
ile bunun mâbeyni dahi beş saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bunda Hâin Ahmed Paşa’nm bir câmi’i ve bir medresesi ve çifte ham ve hammâmı vardır.
Amma âşir-i havâkîn-i Osmaniyân olan Sultan Süleyman Han’ın nâmiyle
meşhurdur. Sebebi, mezkûr Ahmed Paşa’nın Mısır Beylerbeyisi iken isyan
edüp iddiaây-ı saltanat etmekle maktûl olmasıdır. Bundan gayri bir iki câ­
mi’-i şerif ile dört beş ham ve bir hammâmı vardır ve suyu azdır, gâhi bu­
lunmaz. Ertesi Silivri nâm kasaba -ki Çorlu üe mâbeyni tahminen yedi saat­
lik yoldur- nüzûl olundu. Ve bu kasaba sâhü-i deryâda vaki’ bir iskeledir.
Bunda Sultân Selim Han asrında veziriazam olan Piri Paşa merhûmun bir
a’lâ câmi’-i şerifi ve pişgâhmda tabakhânesi ve medresesi vardır. Bundan
gayri bir iki câmi’-i şerifi (90 b) dahi vardır. Ve birisi dahi kal’a içinde
M E N Â SİK -Î M ESÂLÎK
115
kiliseden dönmedir. Kal’ası derya üzerine havâle ve mürtefi’ yerdedir. Eğerçi muazzam hanı yokdur. Amma hürde hanları çokdur. Hattâ yirmiüç adet
hanları vardır. Ertesi sâhil-i deryâda vâki’ Büyük-çekmece nâm menzil -ki
Silivri ile mâbeyni beş saatlik yoldur- nüzûl olundu. Bunda merhum Sul­
tân Süleyman Hân’m bir câmi’-i şerifi ve kurşun örtülü hanı ve kasabanın
taşrasmda bir âh cisri vardır. Ve bundan gayrı bir câmi’-i şerîfile üç-dört
hanı vardır. Ertesi yine sâhil-i deryâda vâki’ Küçük-çekmece nâm m enzile
nuzûl olundu. Büyük-çekmece ile bunun mâbeyni tahminen üç saatlik
yoldur. Bunda Ebü’l-feth Sultân Mehmed Hân’ın bir câmi’-i şerifi vardır.
Sultân Süleyman Hân merhûmun zamânmda defterdâr olan Abdüsselâm
merhûmun bir imâreti ve tabakhânesi ve medresesi ve dört-beş (91 a)
ham dahi vardır. Ve ertesi mâh-ı mezbûrun on beşinci gün cum’a günü
idi. Yeni-kapı’dan Mahmiye-i İstanbul’a duhûl müyesser oldu. Uzun-çarşu’da vâki’ Kilidçiler Han’ı demekle ma’rûf olan Piri Paşa Hanı’na nüzûl
olundu. Edirne’den İstanbul’ a gelince menâzilin cümlesinin tarîki sahrâlar
ve girive yollardır. Mâh-ı mezbûrun yirmi beşinde Üsküdar’ a geçüp Şa’bân-ı şerifin on üçüncü gün Cum’a gün Üsküdar’dan göçülüp Pendik
nâm karye -ki Üsküdar ile mâbeyni tahminen beş saatlik yoldur- nüzûl
olundu. Bu karyenin bir hanı var. Sükkânı keferedir. Tarîki sahrâlar ve
girivelerdir. Ertesi Gebze nâm kasaba -ki Pendik ile mâbeyni altı saat­
lik yoldur- nüzûl olundu. Ve bunda Sultân Süleyman Hân’m evâil-i sal­
tanatlarında vezir olup sene hamse ve selâsine ‘ ve tis’a-mi’e Şa’bânmda
vefât eden Mustafa Paşa’nın bir a’lâ câmi’-i şerifi ve pişgânında tabakhâ­
nesi ve imâreti ve medresesi ve hanı ve hammâmı vardır(91 b). Ve bir câ­
mi’-i şerif ile beş altı ham vardır. Tarîki sahrâlar ve girivlerdir. Ertesi
tahminen üç saat yürüdükten soma kayıklar ile dilden geçilüp duhâ zamanı
karye-i Hersek[Hereke]’e nüzûl olundu. Lâkin soma Mar’aş beylerbeyisi olup
ba’dehu kati olunan Rum Mehmed nâm ser be-baş anda olmağın gece­
lemek mümkin olmayup ba’de’z-zuhr kalkup Derbend nâm karye -ki Her­
sek ile mâbeyni beş saatlik yoldur- vakt-i gurûbda nüzûl olundu. Hersek’in
bir a’lâ câmi’-i şerifi ve pişgâhmda tabakhânesi ve imâreti ve iki üç hurda
hanları vardır. Ve Derbend’in iki ham vardır. Biri Piri Paşa’nındır. Sükkânı küffârdır. Tarîki Hersek’e varınca girivler ve deryâdır ve Hersek’den
Derbend’e varınca miyân-ı kûhsâr ve derûn-ı vâdide küçük Kırk-geçid su­
yudur. İki yolu vardır. Gâh derûn-ı vâdîden, gâh dâmen-i kûhsârdan gi­
dilir. Yine ertesi İznik nâm kasaba -ki Derbend ile mâbeyni tahm inen
(92 a) altı buçuk saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bunda üç câmi’-i şerif ile
iki medrese ve iki tabakhânesi ve dört han vardır. Medresenin biri Sul­
116
SEVİM. İLGÜREL,
tân Orhan’ındır -ki devlet-i Osmaniye’de evvel bina olunan medrese oldurve meşâyih-i kirâmdan Eşref-zâde Efendi bunda medfûndur. Türbesi câmi’-i
şerifi kurbündedir ve çevresi kal’adır. Amma ekser yeri arz-ı hâliye ve harâbedir ve kal’ ası dahi virândır. İznik gölü demekle ma’rûf gadîr-i azîmin
sâhilinde vâki’ olmuştur. Tarîk-i sâhil-i gadîre varmca kûhsârdır ve an­
dan kasabaya varmca behnâr[?]dır ve ertesi Yenişehir nâm kasaba -ki İznik
ile mâbeyni dört saatlik yerdir- nuzûl olundu. Bunda Sultân Murad Hân-ı
sâlisin asrında serdârı fâik olup fâtih-i Yemen ve Yanık olan Sinan Paşa’nın
bir câmi’-i şerifi ve bî-nazîr büyük çifte hanı ve imâreti vardır ve üç câmi’-i
şerif ile bir iki hurda hanları dahi vardır. (92 b) Pişvâ-yı selâtin-i Osmâniyân olan merhûm Sultân Osman’ın Karacahisar’da nâm-ı şerifine hut­
be okundukdan sonra bunu taht edinmiş idi. Sonra oğlu Orhan Hân
Mahrûsa-i Bursa’yı feth edüp taht edinmiş idi. Mahrûsa-i Bursa Keşiş
dağının cânib-i garbisinde, bu cânib-i şarkîsinde vâki’ olmuşdur. Bursa’ya
giden yol bundan ayrılıp bâlâ-yı kûhsârdandır. Ertesi Akbıyık medfûn ol­
duğu karye ki, Yenişehir ile mâbeyni dört buçuk saatlik yoldur. Anda uğ­
rayıp lâkin konulmayıp Pazarcık nâm menzil -ki Akbıyık ile mübeyni beş
saatlik yoldur- nuzûl olundu. Akbıyık’da ancak bir han vardır. Tarîk-i
kûhsârdır. Ve Pazarcık’da bir câmi’-i şerif ile iki han vardır. Tarîki kûhsârdır. Ba’dehu ertesi Bozüyük nâm menzil -ki Pazarcık’la mâbeyni dört
saatlik yoldur- nüzul olundu. Bunda Kasım Paşa’nm bir câmi’i ve pişgâhmda tabakhânesi ve hanı ve hammâmı (93 a) vardır ve bir iki virâne ham
dahi vardır. Tarîki miyân-i kûhsâr ve kenarı enhârdır. Ertesi Eskişehir
nâm kasaba -ki Bozüyük ile mâbeyni on saatlik yerdir- nüzûl olundu. Bun­
da üç dört ılıca vardır. Çarşı ile ılıcası nefs-i kasabadan bir mikdâr
yer munfasıl mâ-i câri kenarındadır. Nefs-i kasabada bir câmi’-i şerif ve
pişgânmda tabakhânesi ve hanı vardır. Ilıca yanında dahi bir iki hur­
da han vardır. Ekser yolcu anlara konarlar ki bunda bir gün oturak
olmak mu’tâd-ı kadîm olmağın ziyâde siklet çekilüp garâyib-i ittifaktandır
ki Üsküdar’dan Şâm-ı Şerife varmca her kangı menzilde oturak olmak
mu’tâd ise cümlesinde hanlar az vâki’ olmuştur. Konak muzâyakası çeKİlir. Bunun tarîki ekser sahrâlardır. Ertesi Seyyid Battal Gâzî kasabası
-ki Eskişehir’le mâbeyni tahminen dokuz saatlik yoldur- nuzûl olundu. Sey­
yid Battal Gâzî bunda medfûndur. (93 b) Konya’da Sultân Alâeddin-i
Selçûkî vâlidesinin bir câmi’i ve Mihal Bey evlâdından ba’zı beylerin
azîm binâlan vardır ve türbesin anlar binâ etmişlerdir ve türbesinin tarihi
bu mısrâ’d ır:
M E N Â SİK -Î M E SÂ LİK
117
Ve kasabanın ekser yeri virândır. Üç adet hanları vardır. Ve Dilâver Paşa
dahi bir han binâsma mübâşeret edüp lâkin itmâmına muvaffak olmamışdır.
Tarîki giriveler ve sahrâlardır. Ertesi Bardaklı nâm karye -ki Seyyid Gâzî
ile mâbeyni tahmînen dört saatlik yerdir- niizûl olundu. Bunda dahi iki
hurda han vardır. Tarîki kûhsârdır. Ertesi Yeni Han -ki Bardaklı ile mâ­
beyni beş saatlik yoldur- niizûl olundu. Bu hanın yeri kâfir zamanında bir
mâmûr karye imiş. Mürûr-ı ezmânla harâb olmağın eser-i binâdan ancak
kilisenin kubbesi dört tâk üzere muallak durur imiş. Sâbıka veziriazam
iken maktûl olan Husrev Paşa, sene-i tis’a ve selâsîn ve elfde (94 a) Bağdad seferine gider iken bu mahalle uğradıkda ol havâlide olan ahâli bu
menzili hevl-nâk makarr-ı düzdân-ı bî-bâk ve menzil-i harâmiyân-ı seffâk
olduğun i’lâm eylediklerinde hân-ı cedîd binâ eyleyüp etrâfdan re’âyâ sür­
mekle karyeyi ta’mir edüp ve ol kiliseyi dahi ta’mir edüp câmi’-i şerîf
etmek esnâsmda hikmet-i İlâhî sene ihdâ ve erbâ’in ve elf şa’bârunda mazhar-ı hışm-ı pâdişâhî oldu. Ammâ kendi vârislerinden Osman Ağa nâm
kimesne -ki emîn-i binâ idi- yine câmi’-i şerifin itmâmına sa’y edüp bir hammâm binâsma dahi mübâşeret eylemişlerdir. Bu fakîr hacc-ı şerîf’den gelürken sene-i isnâ ve erbâ’in ve elfde menzil-i ma’hûda uğradıkda câmi’-i
şerîf tamama karîb olup hammamdan dahi çok nesne kalmamış ve etrâfdan
gelüp anda sâkin olan re’âyâ dahi hânelerin binâ etmek üzere idi. Tarîki
kûhsârdır. Ertesi Bayat nâm karye -ki Yeni Han ile mâbeyni beş saatlik
yoldur- niizûl olundu (94 b). Bunun dahi bir câmi’-i şerifi ve bir hammâmı
ve bir ma’mûr ve bir virân hanı vardır. Bunun çeşmesini merhum Husrev
Paşa ta’mîr eylemişdir. Tarîki kûhsârdır. Ertesi Bolvadin nâm kasaba -ki
Bayat ile mâbeyni sekiz saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bunun dahi iki câmi’i ve iki ham vardır. Câmi’in biri Şeyh Hacı Halife’nindir. Ve kendisi
dahi bunda medfûndur. Ve büyük han Rüstem Paşa’nmdır ve tarîkinin nıs­
fından ekseri kûhsârdır ve mfsmdan ekalli sahrâdır. Ertesi tshakb nâm
mevzi -ki Bolvadin nâm kasaba ile mâbeyni beş buçuk saatlik yoldur- nu'ZÛl olundu. Bu menzil Karaman hudûdunun dâhilindedir. Karaman’ın had­
di Bolvadin’le İshaklı beyninde tahmînen nısf-ı tarîkde iki göz bir taş köp­
rüdür. Bu menzilde bir câmiî-i şerifle üç han vardır. Hanın biri Keykâvus
bin Keyhusrev’indir. Konya’da medfûndur. Ve Konya’da medfûn olan Selâtîn-i Selçûkîyedendir. Binası kârgirdir. Tarîki (95 a) sahrâdır. Ertesi Ak­
şehir nâm kasaba -ki İshaklı ile mâbeyni altı saatlik yoldur- nuzûl olundu.
Bunda üç câmi’-i şerîf ve üç han vardır. Câmi’in biri Haşan Paşa’nındır ki
118
SEVİM 1LGÜREL
Sultân Bâyezîd Hân asrının evâhırında
Tarihi bu mısrâ’d ır:
916 tarihinde binâ olunmuştur.
^
tabâkhânesi dahi vardır. Nasreddin Hoca bu câmi’in kurbündeki
mezâristanda medfûndur. Tarîki sahrâlardır. Ertesi Ilgm nâm kasaba -ki
Akşehir ile mâbeyni, on saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bunda Kars Fatihi
Kara Mustafa Paşa’nm bir a’lâ câmi’i vardır ki, sene erba’a ve semânîne ve
Y anında
tis’ a-mi’ede binâ eylemişdir ve tarihi
ve kurbünde bir kârgir
çifte hanı vardır ve bunda bir câmi’ ile bir han vardır. Tarîki sahrâlar ve
girivlerdir. Ertesi Ladik nâm karye -ki Ilgm ile mâbeyni on saatdir- nuzûl
olundu. Bunda iki han vardır. Birisi Pîrî Paşa’nm. Malkoç (95 b) Efendi
bunda bir hammâm binâsına mübâşeret edüp lâkin kendisi kable itmâmi’lbinâ fevt oldukda nâ-tamâm kalmışdır. Tarîki giriveler ve sahrâlardır. Er­
tesi Mahmiye-i Konya -ki Lâdik ile mâbeyni on saatlik yoldur- nuzûl olun­
du. Bunda merhûm Sultân Süleyman’ın iki minâreli bir büyük câmi’-i şe­
rifi vardır -ki İstanbul’da Sultân Mehemmed Hân câmi’-i şerifi tarzındadır.
Ve pişgâhında tabâk-hânesi ve kurbünde bir han vardır. Andan gayri yolcu
konacak ham yokdur. Mâ’adâsı bâzirgân hanları şeklindedir. Ücretle konu­
lur. Bu câmi şehirden taşra Hazret-i Mevlânâ Âsitânesi önündedir ve
şehr içinde Sultân Alâeddin Keykûbâd’m bir büyük câmi’i vardır ki içinde
yetmiş aded mermer sütûnu vardır ve dahi kendinin türbesi içindedir. Sadreddin Konevî hazretleri merkadi kurbünde bir câmi’ dahi vardır. Ve şehr
içinde Ank-oğlu câmi’i demekle ma’rûf bir bî-nazîr câmi’i' vardır ki (96 a)
Tophâne’deki Ali Paşa tarzındadır ve bu câmi’in cânib-i şarkîsinde Sarraçzâde Abdülfettâh Ağa sene ihdâ ve erbâ’ine ve elfde bir han binâ eylemiş­
dir ki fevkânî ve tahtânî odalara fakîr zehâb u iyâbda ol hana kondum idi.
Ve bunlardan gayri beş altı câmi’ dahi vardır. Birkaç medreseler dahi var­
dır ve altı hammâmı vardır. Konya’yı Selâtîn-i Selçûkî’den Kılıç Arslan
Süleyman sene-i semânîn ve erba’a mi’ede feth edüp kendiye dârü’l-mülk
edinmişdi ve kal’asm Selâtîn-i Selçûkîyeden Sultân Alâeddin binâ eylemiş­
dir. Sitte ve işrine ve sitte mi’ede ve hazret-i Mevlânâ’mn vâlidi Sultanü’lulemâ zamanında gelmişdir ve Âsitâne-i Mevlânâ pişgâhında olan şâdırvânı Sultân Sehm Hân-ı evvel binâ eylemişdir ve Âsitânenin harem kub­
belerin sene-i selâsîne ve elfde Bayram Paşa binâ eylemişdir. Ve Şems-i
Tebrizî’nin merkadi üzerinde bir mevlevî-hâne dahi vardır. Ve bunda dahi
oturak olmak mu’tâd-ı kadimdir. Tarîki (96 b) nısfı girive ve nısfı sahrâdır.
Ertesi İsmil nâm karye -ki Konya ile mâbeyni üç saatlik yoldur- nüzûl olun­
M E N Â SİK -Î M ESÂLİK
119
du. Bunda dahi bir câmi’ vardır. Ve Kıiavun Yusuf Paşa’nm toprak örtülü
çifte ham vardır. Amma suyu kuyuya muhtaçdır. Yâni muhtaç olmağla gehî bulunmaz. Tarîki sahrâdır. Ertesi Karapınar nâm menzil -ki îsmü ile
mâbeyni dokuz saâtdir- nuzûl olundu. Bunda Sultân Selim-i sâni hazretle­
rinin iki minâreü bir câmi’i ve pişgâhmda tabakhânesi ve bî-nazîr çifte ham
ve hammâmı vardır. Ve binâsı isneteyn ve semânîne ve tis’ami’ede tamâm
olmuşdur ki merhum Sultan Selim’in ham tarihdir. Tarîki sahrâdır. Ertesi
Ereğli nâm kasaba -ki Karapınar ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Ve
bunda Karaman oğlu’nun bir câmi’i ve bir ham vardır. Ve Ekmekçi-zâde
Ahmed Paşa dahi bir kârgîr han binâsma mübâşeret eyleyüp lâkin itmâmına
muvaffak (97 a) olmamışdır. Bunda dahi oturak olmak mu’tâd olmuşdur.
Tarîki sahrâdır. Ve bir mikdan kumdur. Ertesi Ulukışla nâm karye -ki
Ereğli ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Bunda Mehmed Paşa’mn bir
a’lâ kârgîr çifte ham ve tabakhâneleri vardır. Bir câmi’ binâsma dahi mü­
bâşeret edüp lâkin itmâmma muvaffak olmamışdır. Tarîki girîvelerdir. Er­
tesi Çiftehan hâm menzil -ki Ulukışla ile mâbeyni altı buçuk saatlik yoldurnuzul olundu. Bunda kasaba ve karye yokdur. Ancak iki küçük han vardır.
Murtaza Paşa dahi bir han binâ etmiş idi. Lâkin sene isneteyn ve erba’îne
ve elf evâiünde ihrâk oldu. Tarîkinin nısfı sahrâ msfı kûhsârdır. Kâfirsınduğı demekle meşhûrdur. Gâyet sa’b yoldur. Ertesi Ramazan-oğlu yaylasına
-ki Çiftehan ile mâbeyni sekiz buçuk saat yoldur- Adana’mn yaylasıdır. Ka­
raman hudûdu bunda tamâm olup arz-ı Ermeniyye’ye dâhü olunur. Bu
kûhsârın birkaç yerinde hanlar (97 b) vardır. Ammâ ekser Pîrî Paşa hanına
konulur -ki bir yerde iki handır- Birisi Âl-i Selçuk zamanlarından kalmadır.
Külek belinin ağzında ve Külek kal’asının altında vâki’ olmuşdur. Yayla
zamanlarında hanlarda konulmayıp yaylaya konulur. Ve bâzirgânlardan
bunda bâç alular. Tarîki miyân-ı kûhsârda vâki’ olan Kırk-geçid suyudur.
Ertesi cebel-i mezkûrun dâmenine karîb mahallinde vâki’ olup Çavuş ham
demekle ma’rûf han ki dibinde bir müferrih çayua konuldu. Bunun dahi
yayla ile mâbeyni dokuz saatdir. Miyân-ı kûhsârda binâ olunmuş bir a’lâ
kârgîr handır. Arabistan hanları tarzındadır. Karyesi yokdur. Ve bundan
öte Kurd-kulağı’mn ve Bakras’m hanlarından gayrı hanlar Arabistan tar­
zındadır. Tarîki kûhsâr ve gâyet de sa’bdır. Ertesi Adana -ki Çavuş-hanı ile
mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Bu bir a’lâ ve ma’mûr kasabadır. Kızıl
Irmak kenârında vâki’dir -ki Nehr-i Cihân derler- (98 a) Ammâ meşhûr
müteâref olan nehr-i Cihândır. Acem vilâyetinden gelür. Bunda Ramazanoğlu Pîrî Paşa’nm Arabistan tarzında bir bî-nazîr câmi’i ve medresesi ve
tâbhânesi ve bir âlî ham ve hammâmı vardır. Ve bundan gayrı bir yeni câ-
120
SEVİM İLGÜREL
mi’i dahi vardır. Ve nehir kenârında bir müstahkem kal’ası vardır -ki Sul­
tân Süleyman Hân binâ eylemişdir. Ve kafa önünde bir muazzam kadîmü’zzamândan kalmış cisri vardır. Üzerinde bâzirgânlardan bac alırlar. Tariki
girîvelerdir. Ve Çakıd-suyu dedikleri mâ’-i şedîdü’l-cereyân -ki her bâr bâzirgânlar bunda ziyân üzredir- bu mabeyindedir ki iki def’a geçilir. Ertesi
Misis Köprüsü nâm cisr -ki Adana üe mâbeyni altı saatdir- nuzûl olundu.
Bu cisr Seyhan dedikleri nehr-i Amîk’in üzerinde kal’a-i Misis nâm bir virân
kafanın önündedir. Karyesi yokdur. Ancak köprü başmda bir han vardır.
Bunda dahi geçen bâzirgânlardan baç alırlar. Bu nehre âdem girmek (98 b)
mümkin değildir. Zirâ dibinde kum akar ve kenârları gâyetde batakdır.
Hattâ su alınmak bile müta’ asirdir. Tariki sahrâdır. Ertesi Kurd-Kulağı nâm
karye -ki Misis ile mâbeyni altı saatdir- nuzûl olundu. Bunda Eski Mehemmed Paşa’nm bir kârgîr ham ve bir câmi’i vardır. Ertesi Payas nâm kasaba
-ki Kurd-kulağı ile mâbeyni on bir saatdir- nuzûl olundu. Bu deryâ-yı sefîd yâ’ni Akdeniz sahilinde bir iskeledir. Âb u hevâsı gâyet beddir. Mehmed
Paşa’nm bunda bir câmi’i ve büyük bir hanı ve bir muhkem kafası vardır.
Kırk-Kilid-kapı dedikleri cây-ı hevl-nâk-i bî-amân ve Deli-çay demekle ma’rûf mâ’-i şedîdü’l-cereyân bu mâbeyndedir. Tarîki Kırk-kilid’e varınca bîşezâr ve kapıdan geçdikden sonra sâhil-i deryâda vâki’ bir sahrâdır. Ertesi
İskenderun demekle ma’rûf olan karye -ki Payas ile mâbeyni altı saatlik
yoldur- kurbünde bir çayıra nuzûl olundu. Ve bu karye deryâ sâhilinde Ha­
leb’in iskelesidir. Sükkânı (99 a) Frenklerdir. Bunun taşrasmda Nasuh Pa­
şa bir kal’a binâsma mübâşeret edip lâkin itmâmma muvaffak olmamışdır.
Tarîki kenâr-ı derya ve dâmeni kûhsâr-ı bâlâdır. Ertesi Bakras nâm men­
zil -ki İskenderun ile mâbeyni beş saatdir- nuzûl olundu. Ve bu menzil Bakrasbeli demekle ma’rûf cebel-i azîmin bâlâsmda vâki’ olmuşdur. Aslında
nâmı Belen köyüdür. Bakras cebel-i mezkûrdadır. Yoldan sapa bir küçücek
kafanın nâmıdır. Kurbünde olmağla anm nâmiyle şöhret bulmuştur. Bun­
da Sultân Süleyman Hân’m bir câmi’i ve bir kârgîr hanı ve hammâmı dahi
vardır. Suları vefret üzeredir. Sâbıka Yeniçeri kitâbetinden ma’zûl iken sene-i erba’îne ve elfde fevt olan Malkoç Efendi kurbünde olan râh-ı hatarnâki düzeldip korkuluk yapmışdu. Ve bundan ileri Haleb’le Şam yolu Bakras-beh’nin üzerinden ayrılıp biz Haleb tarafından gitmek murâd edinmek
ile ertesi Amik ovası -ki elsine-i nâsda (99 b) meşhûr müteâref olan Mercdâbık nâm sahrây-ı behnâda vâki’ Murad Paşa cisri -ki Bakras ile mâbeyni
on saatdir- kurbünde bir çayıra nuzûl olundu. Merhûm Sultân Ahmed Hân
zamanında vezîr-i âzam iken vefât eden Murad Paşa merhûm Canboladoğlu nâm celâli ile -ki gerden-i itâ’ati tavk-ı inkiyaddan ihrâç edip Mahrûsa-i Ha-
M E N Â SİK -Î M E SÂLİK
121
leb’e musallat olmuş idi- sene-i sitte ve aşere ve elfde bu sahrâda ceng edüp
galib olmağla fesâd eylediği eyyamda cisr-i ma’hûdu binâ etmiş imiş. Tarîki
Bakras-beli’nden indikden sonra sahrâdır. Ertesi nehr-i İfrim [<Afrîn ?] nâm
mâ’-i câri -ki cisr-i Murad Paşa ile mâbeyni sekiz saatdir- kenârmda bir sahrâya nuzûl olundu. Tarîki sahrâdır. Ertesi Halefler yoluna gidilmeyip miyân-ı
seng-i zârda vâki’ bir harâb kilisenin kurbünden geçilüp miyân-ı sengistanda
Beş-Ağaç demekle ma’rûf mahal -ki Nehr-i İfrîm ile mâbeyni altı saattir- nu­
zûl olundu. (100 a) Tarîki sengistandır. Gâyet sa’bdır. Ertesi Ramazan-ı şe­
rifin yirmi üçüncü günü idi. Altı saat mikdarı yürüdükden sonra Mahrûsa-i
Haleb’e vusûl müyesser oldu. Dâhil-i şehirde Musullu.Hanı demekle ma’rûf
hana nuzûl olundu. Bunda bâzirgân hanları gâyet çokdur. Ammâ yolcu ko­
nacak hiç han yokdur. Bunun iç kal’ası ve etrâfmda hendeği acâyib-i dün­
yâdandır. Ve cevâmi’i, mesâcidi çokdur. Ve Ulu câmi’de Hazret-i Zekeriya
medfûndur. Hüsrev Paşa ol câmi’in tâmîrine mübâşeret edip biz vardıkda
henüz tamâm olmuş idi. Ramâzan-ı şerifin yirmi sekizinci günü Haleb’den
dahi çıkup sahâbe-i kirâmdan Şeyh Sa’di-i Ensârî hazretlerinin türbe-i âlî
rütbeleri -ki Haleb’den nısıf saatde varıhr- nuzûl olunup ertesi HanTuman nâm kal’a -ki Sa’di-i Ensârî ile mâbeyni beş saatdir- nuzûl olundu.
Bu kadimü’z-zamandan binâ olunmuş bir handır. Kılavun (100 b) Yusuf
Paşa Haleb’de mîrmirân iken ta’mir ettirip kal’e etmişdir. Kurbünde karye
vardır. Ertesi Serbin [Sermîn?] nâm kasaba -ki Han-ı Tuman ile mâbeyni se­
kiz saatdir- nuzûl olundu. Bu kasabanın ekser yeri virândır. Bir câmi’i ve ha­
nı vardır. Tarîki sahrâ ve girîvedir. Ertesi Ma’arra nâm kasaba kurbüne -ki
Serbin ile mâbeyni sekiz saatdir- nuzûl olundu. Bunun dahi ekser yeri virândır. Bir a’lâ câmi’i ve bir bî-nazîr kârgîr hanı vardn. Tarîki sahrâ ve girîvelerdir. Ertesi Hân-ı Şeyhun nâm menzil -ki Ma'arra üe mâbeyni sekiz saatdirnuzûl olundu. Bu beyâbanda binâ olunmuş bir handır. Kurbünde karye yok­
dur. Tarîki sahrâlar ve girîvelerdir. Ertesi yine sekiz saat yürüdükden sonra
Hama’nm taşrasına nuzûl olundu. Bu bir şehirdir ki kadîmü’l-eyyâmda bi­
nâ olunmuşdur; lâkin harâbesi çokdur. Nehr-i Âsî içinden akar. Büyük top­
ları vardır. Muhammed Dolabı dedikleri büyük dolab dahi bundadır. Nakl
ederler ki, dolab (101 a) ma’hûdı bir Yahudi binâ edip tekmil oldukda dönmeyicek alâ-tarîki’l-imtihân «Hazret-i Muhammed’i seversen dön!» deyip
recâ eyledikde fi’l hâl mânend-i dolab-ı âsûmân sûr’at-i tâmmile gerdân
olup ol yahudinin şeref-i islâmile müşerref olmasına sebeb olur. Ha­
ma’nm on mikdarı cevâmi’i vardır. Ve bir kaç hanları vardır. Ammâ
Çerkeş Hanı cümleden a’lâ ve binâsı kârgîr ve bahçeleri vardır. Ve bunda
dahi oturak olmak mu’tâddır. Tarîki sahrâ ve girîvedir. Haleb’den Hama’-
122
SEVİM ÎLGÜREL,
ya varınca vâki’ olan menâzilin yollarında kadîmü’z-zamandan koyunlar ve
sığırlar vardır ki, gayet de mnhâlifdir. Hatâ ile içine düşerler. Hattâ bizimle
refik olanlardan biri Hân-ı Tuman’dan kalkdığı gece atı ile içlerine düşüp
güç ile halâs oldu. Ertesi Hıms («Hamiş») -ki Hama üe mâbeyni oniki saatdir- nuzûl olundu. Hıms’ın çevresi hisârdır ve Haleb kakasına müşâbih bir
kal’ası vardır. Cevmâmi’i dahi hayli (101 b) vardır. Ammâ ekser-i şehr harâbdır. Kakasında olan cami’-i şerîfde kûfî hattiyle bir büyük kelâm-ı şerif
vardır. Hazret-i Osman Radıyallahu Anh’m olmak üzere meşhurdur. Hisar­
dan taşra üç adet büyük kârgîr hanı vardır. İkisi harâb biri me’murdur. Sahâbe-i kirâmdan Hazret-i Halid bin Velid bunda medfûndur. Merkad-i şerif­
leri şehirden munfasıl bir mahaldedir. Ve Baba ‘Amr’ın türbesi dahi şehir
içindedir. Bâ’z-ı kütübde mezkûrdur ki Hıms’da tılsım vardır ki akreb ve
hayye duhûl etmez. Ve Ârâsten köprü- ki nehr-i Âsî üzerindeki Hama ile
Hıms, mâbeyinde nısf-ı tarîkdedir. Gâyet mahûf yerdir. Sahrâdır. Ertesi
Hasiyye nâm kal’a kurbüne -ki Hıms, ile mâbeyni sekiz saatlik yoldur- nüzûl
olundu. Bu bir kakadır -ki Sultân Süleyman merhûm ta’mîr etmişdir. Nısfı
han, nısfı karyedir. Tarîki sahrâdır ve girivedir. Ertesi Benik [Nebk?] nâm
karye kurbüne -ki Hasiyye ile mâbeyni on saatdir- (102 a) nuzûl olundu. Bu­
nun bir hanı vardır. Ve bir bî-nazîr akarsuyu vardır. Tarîkinin nısfmm ekseri
geçildikden sonra Karalar nâm bir karyeye uğranır. Gâhî anda dahi konu­
lur. Tarîki sahrâlar ve girîvelerdir. Ertesi Kuteyfe nâm menzil -ki Benik ile
mâbeyni tahminen on saatdir- nuzûl olundu. Bu hayrât-ı kesîr sâhibi olan
meşhûr Sinân Paşa’nm bir câmi’i ve bir bî-nazîr kârgîr hanı ve hammâmı ve
kakası vardır. Ve suyu vâfirdir. Tarîki girîvllerdir. Ertesi Ri mâh-ı şevvâlin
onuncu günü -ki cum’a idi- on saat mikdârı yüründükden sonra Şâm-ı şerife
vusûl müyesser oldu. Bunda merhûm Sultân Süleyman'ın câmi’i önünde olan
tâbhânelerden ve handan gayrı yolcu konacak han yokdur. Cümlesinin
a’zamu akdemi câmi’-i Benî Ümeyye’dir -ki kable’l-islâm dahi ümem-i sâlifenin ma’bedi idi. Zamân-ı islâmda hülefâ-yı Ümeyye’den Velîd bin Abdülmelik binâsı (102 b) tecdîd ve ta’mir eyleyüp nakş u tezhibde ifrât et­
mekle emvâl-i bî-kerân ve hazâ’in-i firâvân hare eylemişdir. Hattâ Fezâyil-i
Dimışk’da, dört yüz sanduk hare eyledüğü; her sandukda yirmi sekiz bin
var idi, deyu yazar ve mihrâb pişgâhında olan kubbe dahi Velîd’in binâsıdır.
Câmi’-i şerifin binâsı mürûr-ı ezmân ile niçe kerre tebdil [ve] ta’mîr olup
halâ mevcûd olan binâsmın ekseri Çerâkseden Sultân Kayıtbay’ındır. Ve
içinde doksan aded somaki mermer direk vardır. Ve cidâr-ı garbisinden cidâr-ı şarkîsi seyr-i vasatda iki yüz kırk hatvedir. Ve cidâr-ı kıblesinden cidâr-ı şimâlisi yüz altmış hatvedir. Tûlânî değildir. Arzîdir. Ve dört kapusu
M E N Â SÎK -Î M ESÂLİK
123
vardır. Biri cidâr-ı garbidedir ki Bab-ı [Beride] derler. Ve biri cidâr-ı şar­
kisindedir ki Bâb-ı Ceyrûn derler. Biri cidâr-ı kıblesindedir ki Bâb-ı Ziyâde
derler. Ve biri cidâr-ı şimâlindedir ki Bâb-ı Nâtıfeyn derler. Ve üç minâresi
vardır. Biri cânib-i garbisindedir ve biri (103 a) cânib-i şarkisindedir ki
Hazret-i îsâ Aleyhisselâm’ın nuzûl edeceği minâredir. Ve biri dahi şimâlin­
dedir. Ve Cebel-i Kâsiyûn dameninde vâki’ olan Şâtiya nâm mahalde medfûn
olan Muhyiddin-i 'Arabi Hazretlerinin üzerinde merhûm Sultân Selim Hân-ı
evvel Şam’ı feth eyledikde bir câmi’-i şerif binâ edüp türbesin dahi tecdîd
etmişdir. Ve sene-i isneteyn ve sittîne ve tis’a-mi’ede Sultân Selim [Süleyman]
Hân dahi Gök-meydan semtinde Kaşr-ı Ablak nâm mahâlde iki minâreli câmi’-i şerif ve pişgâhmda azîm tâbhâneler ve imâret binâ eylemişdir. Ve ta­
rihi dahi budur:
Bir imâret yapdı kim Sultân Süleyman bin Selim
Niunete müstağrak oldu hep Dimaşk’m tâmi'i
Şemsî eksiğin dedi anın târihin
Şam’ı ihyâ eyledi Sultân-ı Rum’un câmi’-i
ve vüzerây-ı selâtîn-i Osmâniyândan Derviş Paşa’nm ve Sinan Paşa’nm Rum
câmi’leri tarzında birer câmi’leri vardır. Sinan Paşa (103 b) Câmi’inin minâ­
resi a’lâsmdan esfeline dek yeşil kâşî ile kaplıdır. Nakl ederler ki, böyle et­
menin sebebin ol zamânda kendiye su’ âl eylediklerinde «Buna Şâm-ı şerif
derler. Zâhiren şerifliğe alâmet gerekmez mi?» deyi latîfe-âmiz cevâb verip
ve Şâm-ı şerifin sâ’ir ahvâli meşhûr ve elsine-i nâsda mezkûrdur. Tarîki bir
mikdâr girîve ve ba’dehû sahrâdır.
F a s 1: Hacc-ı şerîfden avdet etdikde Haleb yoluna gidilmeyüp Hama’dan çıkıldıkda Şeyzer nâm menzil -ki âmme beyninde Şeyzer demekle
ma’rûfdur. Hama ile mâbeyni altı saatlik yoldur. Nısfü’l-leylde uğranıp lâ­
kin konulmayıp ta Mudîk kal’ asına -ki Şeyzer ile mâbeyni dokuz saatdirnuzûl olundu. Şeyzer nehr-i Âsî kenarında vâki’ câmi’ ve han ve hammâmı ve önünde taş-köprü ve kafası bir karyedir -ki tarîki girîvelerdirNehr-i Âsî kenârında bir tell-i refî’ üzerinde binâ olunmuş kafe-i bülend
ve bâlâdır. Esfelinde merhûm Sultân (104 a) Ahmed Hân hazretlerinin za­
manlarında kızlar ağası olan Mustafa Ağa Arabistan tarzında bir kârgîr
han binâ eylemişdir. Tarîki sahrâ ve girîvedir. Ertesi Şafder nâm menzil
-ki Mudîk ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Bunda karye yokdur. Hemân Nehr-i Âsî üzerinde vâki’ bir taş köprünün başmda bir han­
dır. Tarîkinin bir mikdârı ki Mudîk-ı ma’hûd da dâmen-i kûhsârdır ve
SEVİM ÎLGÜREL
124
seng-zârdır. Ve bir mikdârı girîvelerdir. Ertesi Zanbakya nâm karye -ki
Şafder ile mabeyni sekiz saatdir- nuzûl olundu. Bunda dahi Sinan Paşa’nın bir kârgîr ham vardır. Tarîki girîvelerdir. Ertesi Antakya -ki Zan­
bakya ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Bu dahi Nehr-i Asî kenânnda
dâmen-i kûhsârda vâki’ olmuşdur. Kadîmü’z-zamanda bir şehr-i azîm olmağla bir büyük kal’ası vardır. Hazret-i îsâ Aleyhisselâm tarafmdan üç
peygamber halkına da’vet-i dîn-i İsevî için vardıkda da’vetlerini kabûl et­
mediklerinden (104 b) mâ’adâ ol peygamberlere envâ’-ı eziyet ü cefâ etdikleri için mazhar-ı azâb-ı elîm olup sayha-i Cibrîl-i Emin ile helâk olmağın
kal’anm içi hâli kalmışdır. Kur’an-ı Azîmü’ş-şân’da Sûre-i yasin-i şerîfde
l
^
) âyet-i kerîmesindeki «karye»den murâd
Antakya idüği kütüb-i tefâsirde dahi mezkûrdur. Ve kıssa-i mezkûrenin taf­
sili dahi mastûrdur. Ve kal’a içinde medfûn olan Habîb Neccâr hazretleri
ol peygamberlere îmân getürmeğin müşrikin elinde şehîd olmuşdur. Bunda
dört cami ve dört han vardır. Câmi’in biri han içindedir. Bunun dahi nehr-i
Âsî üzerinde dolabları ve taş köprüleri vardır. Kakasının bir tarafı kûhsârdır. Ve taraf-ı âharı nehr-i Âsî kenârında Kuds-i şerîf etrafından zuhur edip
ol etrafda olan enhârın ekseri cenûb cânibine müteveccih olup bu cânib-i
şimâle müteveccih olmağla nehr-i Âsî denilmişdir. Tarîki girîvelerdir. Er­
tesi Bakras (105 a) -ki Antakya ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Ta­
rîkinin nısfı sahrâdır ve nısfı kûhsârdır. Kezâlik Eskişehir’e gelindikde Bozöyük yoluna gidilmeyip Söğüt nâm menzil -ki Eskişehir’le mâbeyni on
saatdir- nuzûl olundu. Bunun dahi bir câmi’i ve iki ham ve sâbıka Yeniçeri
ağası iken Van seferinde maktûl olan Süglün Muslusunun bir nâ-tamâm tabakhânesi vardır. Tarîkinin nısfı girîveler ve nısfı sâhil-i cebeldir. Ertesi
Lefke nâm kasaba -ki Söğüt ile mâbeyni on üç saatdu- Bu kasaba Sagarya suyu kenarında bir câmi’-i şerifi ve üç dört hanı vardır. Tarîkinin
n ısfı kûhsâr ve nısfı kenâr-ı enhârdır. Ertesi İznik’e -ki Lefke üe mâbeyni
altı saatdir- nuzûl olundu. Tarîkinin msfı sahrâ ve nısfı kûhsârdır.
B ÂB - I
SÂNÎ
Şam-ı şerîfden Ka’be-i muazzama’ya varınca olan menâzil ve merâhilin ahvâlin beyân eder.
Şam-ı şerîfden levâzım-ı tarîk-i Hicaz ki evvelâ istîcâr-ı cimâl ve iştirâ-ı (105 b) mihaffe ve zimâl ( JUj ) ve mihaffenin levâzımı keçe ve penbe ve astâr ve kmnâb ve çadır ve çuvaldız ve abhâne ve çadır için bir tokmak
M E N A SİK -Î M E SÂ LİK
125
ve demür ve ağaç kazıklar ve su için tulumlar ve iki aded koğa ve mataralar
ve tulum örülmeğe bez keçe ve yağ koymağıçün dabbe ve gararlar ve za­
hire koymağ içün dahi birkaç tulum ve bir çift mehâvi ve zahire torbalan
ve odun kesmek içün nacak -bir tarafı ocak kazacak kazmadır- ve bir ten­
cere ve tencere koyacak ve sirke kapağı ve habb-i riimman ve elek ve sarım­
sak ve döğeci ve fânûs ve şem’-i asel ve bir iki yel mumu ve bakırdan tu­
luma su koyacak kezâlik zâd-ı râh için peksimed ve pirinç ve revgan-ı sâde
ve 4,
ve habb-ı rümmân ve peynir ve pekmez ve zeytun ve revgan-ı
unnâb ve sirke ve kayısı kurusu ve kırmızı üzüm ve leblebi ve pestil ve kah­
ve ve nohud ve tuz ve soğan ve sarımsak ve demirhindi ve sükker-i nebât
ve nâ’ne ve micde nüvaz kurusu ve zencefil ve günlük ve eyir *S\ [?] ve maş­
taki ve mumya (106 a) iştirâ olundukdan sonra sene-i mezkûre şevvâlinin yir­
mi ikinci günü Şam-i şerif den kalkılıp Tarhana Ham nâm menzile -ki Şam ile
mâbeyni altı saatlik yoldur- nuzûl olundu. Bu menzilde bir kaba ve bir han
vardır ki ve suyu dahi çokdur. Ertesi Kutayba nâm menzil -ki Tarhana Ha­
nı ile mâbeyni on iki saatdir- nuzûl olundu. Bunda dahi bir kaba vardır.
Suyu dahi vardır. Ertesi Muzayrib nâm menzil -ki Kutayba ile mâbeyni do­
kuz saatdir- nuzûl olundu. Bu menzile Mîrii’l-hac mâh-ı şevvâlin yirmi
üçünde vâsıl olup gurre-i zilkadeye dek de’b-i kadîm üzere oturak eyleyüp ve çöl arabına surrelerin verüp anlardan zahire getirecek salma de­
veler isticâr etdikden gurre-i zilkade de kalkup Mafrak nâm menzil -ki
Muzayrib ile mâbeyni tahminen on üç saatdir- nuzûl olundu. Bunda
kaba ve karye ve su yokdur. Bundan ileri beriyyedir. Ertesi Aymzarkâ nâm
menzil -ki (106 b) Mafrak ile mâbeyni dokuz saatdir- nuzûl olundu. Bun­
da dahi kaba ve karye yokdur. Ammâ akar suyu vardır. Tarîkinde akabe var­
dır. Ertesi Balkâ [Balû'a]? nâm menzil -ki Aymzarkâ ile mâbeyni sekiz saatdir- nuzûl olundu. Bunda dahi kaba ve su yokdur. Ertesi Katrane kabası nâm
kaba -ki Balkâ ile mâbeyni on altı saatdir- karîbine nuzûl olundu. Ve bu
kabanın önünde bir büyük bürke vardır ki, âb-ı bârân ile dolar. Ol ecilden
gâhi suyu bulunmaz. Bu menzile Urbân-ı bâdiye-nişînân zahire getirirler.
Ertesi Aymhaşa nâm menzile -ki kaba-i Katran ile mâbeyni on saatdirnüzûl olundu. Bunda dahi kaba yokdur. Ammâ menzilden ba’id yerde su
vardır. Bunda dahi tânfe-i Urbân gâhi zahire getirirler. Ertesi Aran nâm
menzil -ki Aynıhaşâ ile mâbeyni sekiz saatdir- nuzûl olundu. Kabası ve su­
yu yokdur. Ertesi Ma<an kafasına -ki Aran ile mâbeyni on iki saatdir- nu­
zûl olundu. Bunda kaba pişgâhında (107 a) bürke vardır. Suyu kaba için­
dedir. Ve etrafında bahçeleri ve çiçekleri dahi vardır. Bunda dahi zahire
bulunmak olur. Ve hüccâc emânet zahire vaz’ ederler. Mugaylan ağacı bu
126
SEVİM ÎLGÜREL,
menzilden sonra görünür. Ertesi Akabe-başı nâm menzil -ki Şam Akabesi
demekle meşhûrdur. Ve Ma’ an kalfası ile mâbeyni on iki saatdir- nuzûl
olımdu. Ertesi Cufayman nâm menzil -ki nâm-ı diğeri Tabayliyyat’dır. Ve
Akabe başı ile mâbeyni on dört saatdir- nuzûl olundu. Bunda kaba ve su
yokdur. Hemen bir taş vardır ki, Nu’mân kabasının esâsıdır. Mazhar-ı
hışm-ı İlâhî vâkb olup ser-nügûn olmuş derler. Ertesi kaba-i Zatülhicce -ki
diğeri Peygamber eşmesidir- Cufayman ile mâbeyni on üç saatdir- nuzûl
olundu. Bunun dahi pişgâhmda bürke vardır. Suyu kabanın içinden çıkar.
Bunda dahi zahîre bulunur. Şam’dan bu menzile varınca ekseriyâ hurda
sengzârdır. Ve bundan Kabe’ye varınca ekseriyâ kum içinden gidilir. Er­
tesi (107 b) Kâm’l-bast nâm menzil -ki bir sahrây-ı behnâdır. Ve Zâtü’l-hac
ile mâbeyni sekiz saatdir- nuzûl olundu. Kabası ve suyu dahi yokdur. Erte­
si Asî-hurma -ki nâm-ı diğeri Kaba-i Tebûk’dur- nuzûl olundu. Bunun dahi
kabası pişgâhmda bir bürkesi vardır ve akar suyu vardu. Dönüşde Şam’dan
karşu bu menzile -ki nâm-ı diğeri Akabe-i Haydar’dır. Kabası ve suyu
yokdur. Bu menzilin akabesinden sonra Medine-i Münevvere’ye varınca ek­
ser vâdiler içre gidilir. Ertesi Evhâb kal’asma -ki Haydar Kabası demekle
meşhûrdur. Mağârât [Akadar?] ile mâbeyni iki saatdir- nuzûl olundu. Bu
kaba derûn-ı vâdide kum içinde vâki’ olmuşdur. Pişgâhmda üç aded sarnıç
bürkeler vardır. Derûn-ı kabada vâki’ bir büyük kuyu vardu. Mustahfızlar
suyu andan çeküp doldururlar. O Haydar derûn-ı kabada medfûndur. Ol
azizin nâmıdu derler. Ve hanzal -ki Ebû Cehl karpuzu derler. Bu kabanın
(108 a) etrâfmda kum içinde biter. Tazesi hemen karpuza benzer ve vâdi-i
Nâra -ki Cunayn Kadı dahi derler. Bu menzilden kalkılduğı uğranur. Ertesi
kaba-i Sa’îdü’l-melik nâm menzil -ki nâm-ı diğeri Bürke-i Mu’ azzam’dır. Ve
Kal’a-i Haydar ile mâbeyni on altı saatdir- nuzûl olundu. Ve bu menzilde
umerâ-yı mâziyeden Saûdü’l-melik nâm bir mîr-i sâhibü’l-ihtişâm bir kal’ a
ile bir büyük bürke binâ eyleyüp lâkin mürûr-ı ezmân ile harâb olmuş imiş.
Sonra sene-i selâsîne ve elfde merhûm Sultân Osman Hân bin Ahmed Hân
Ka’be-i Mükerreme’ye varmağa niyyet eyledikde ol bürkeyi ta’mîr etdirdüp
üzerine bir bî-nazîr büyük kal’ a binâ eyleyüp mustahfızlar dahi vaz’ olunmuş
imiş. Şehriyâr-ı mezkûr emr-i Melik-i müte’al mazhar-ı isâbet-i aynü’l-kemâl
oldukda vilâyet-i Şâm mezkûr kal’ anın mustahfızlan huâsetinde ihtimâm
etmemeğin bnakılup hâliyâ harâbedir. Ve Haydar akabesine dahi evvel
bir katar (108 b) sığmaz iken ol senede iki tarafından olan kuhsâr-ı sengi
birer mikdârı kesmek ile hâliya üç-dört katar bir yerden geçer. Bu bir su-yı
mâ-i câri olmayup muhtâc-ı bârân ve kal’a tehî olmağla menhel ü mevrid-i urbân olmağm suyu gâhi bulunur gâhi bulunmaz. Ertesi Şakku’l-acûz
M E N Â SİK -Î MESÂLıîK
127
nâm menzil -ki kal’a-i Sa’idü’l-Melik ile mabeyni on sekiz saatdir- nuzûl
olundu. Kal’ası yokdur. Ancak bir samıc vardır. Yağmur yağdıkça suyu
bulunur. Ve kal’a-i Sa'idü’l-Melik’den bu menzile varınca hurda pirince
benzer seng-zâr üzere gidilir. Ol etilden bu menzile tUSÜ—
.
derler. Hacer-i Taka Hazret-i Sâlih Aleyhisselâm bu menzilden kaldıkda uğranur. Ba’dehû Medine-i Sâlih demekle meşhûr olan Magârat’a uğranur.
Bu menzilden Ulâya varınca derûn-ı vâdiden gidilüp tarafeyn-i tarîkde
olan cibâlde eşkâl-i acîbe seyr olunur. Kimi virân câmi’lere ve minârelere
ve kimi virân kal’alara ve hanlara ve ekseri virân hammâm kubbelerine müşâbihdir (109 a). Ve arasında olan vâdiler dahi sokaklara benzer. Ertesi
Ulâ’ya -ki Şakku’l-'Acûz ile mâbeyni on beş sâatdir- nuzûl olundu. Bu cebeleyn mâbeyninde vâki’ bir karyedir ki iki yerde akar suyu vardır. Ve
zahiresi bulunur, vâfir hurma bağçeleri vardır. Bu mlnzilden medine-i
Münevvere’ye varınca ziyâde susuzluk zahmeti çekilür. Ve bunda Muzayrib’de isticâr olunan salma şuturlar bırakılıp bu havâlide olan kabâilden
salma şuturlar alrnır. Ve de’b-i kadîm üzere iki gün oturak oldukdan son­
ra kalkılup Bi’r-Zümürrüd nâm menzil -ki Ulâ ile mâbeyni on üç saat­
dir -karîbine nuzûl olundu. Bunun dahi kal’ası yokdur. Abyâr-ı mataran
nâm kuyular ki suyu bir mikdâr sûrdur. Ve hüccâc dönüşde Bi’r-Zümürrüd’den sonra anda nuzûl edip ertesi ‘Ulâ’ya varırlar. Bi’r-Zümürrüd ile
'Ulâ arasındadır. Ertesi Bbr-i mezkûre uğranıp bir mikdâr solundukdan son­
ra geçilüp (109 b) Şa'bü’n-Na'âm nâm menzü -ki Bi’r-Zümürrüd ile mâbeyni
on beş saatdir- nuzûl olundu. Kal’ası ve suyu yokdur. Ertesi Hadiyya eş­
mesi nâm menzil -ki Şa'bü’l-ni'âm ile mâbeyni on dokuz saatdir- nuzûl
olundu. Bunda kaba yokdur. Bir vâdidir ki akkâmlar kumunu bir âdem bo­
yu kazarlar su çıkar. Amma gâyetde şûr ve müshildir. Gâhi bir âdem bo­
yu kazmadan çıkar gâhi hurdaca balıklar çıkar derler. Bu menzüde Şam
koluna mîrîden şeker verirler. Ertesi Fııfrlîn nâm menzil -ki nâm-ı diğeri
Selâmkayası’dır - Eşme ile mâbeyni on altı saatdir- nuzûl olundu. Bunda
dahi kaba ve suyu yokdur. Ertesi Dârü’l-Kurâ nâm menzil -ki Fuhlîn ile
mâbeyni on beş saatdir- nuzûl olundu. Kabası ve suyu yokdur. Ammâ tarîkden baâd bir mahalde bir ayn varimiş. Eşrafdan bakılan evvelki men­
zilden sakaları ile gönderip su getirdürler. Ertesi Medine-i Münevvere
«Ujl
U jy
vâdi’l-Kurâ (110 a) ile mâbeyni on üç saatdir- nuzûl olun­
du. Cenâb-ı Hazret-i Fahr-i Enbiyâ
¿jyJ |
ziyâret olunup
De’b-i kadîm üzere iki gün oturak olundukdan sonra üçüncü gün kalküup
128
SEVÎM ÎLGÜREL,
Zi’l-halife nâm menzil -ki Medine-i Münevvere ile mabeyni üç saatdir- nu­
zûl olundu. Bunda bir mescid-i şerîf ile bir bürke vardır. Bu mahalde ihrâma girildikden sonra ol gece bade’l-işâ yine kalkılıp ertesi Kubûrü’şşühedâ nâm menzil -ki Zi’l-balife ile mâbeyni on bir saatdir- nuzûl olundu.
Bunda su yokdur. Ertesi Cudeyda nâm karye kurbüne -ki Kubûrü’ş-şühedâ
ile mâbeyni on dört saatdir- nuzûl olundu. Suyu vâfirdir ve hurma bahçe­
leri vardır. Zahiresi bulunur. Ertesi Bedr-i Huneyn nâm menzil -ki Cudey­
da ile mâbeyni on dört saatdir- nuzûl olundu. Bu bir büyük karyedir ki
sulan ve hurma bahçeleri vâfirdir. Tarîk-i Mısr ile tarîk-i Şam bunda mut­
tasıl olur. Cudeyda ile Bedr-i Huneyn’in mâbeyni Vâdi-i Şafra demekle
macriı f (110 b) bir vâdidir -ki bir başdan bir başa varınca hurma bahçele­
ridir. Ertesi Bedr-i Meymûn nâm menzil -ki nâm-ı diğeri Kâ’-ı Bazra’dır.
Bedr-i Huneyn ile mâbeyni on beş saatdir- nuzûl olundu. Bunda karye ve
su yokdur. Ertesi Râbha eşmesi nâm karye -ki Bedr-i Meymûn ile mâbeyni
on beş saatdir- nuzûl olundu. Bunun kuyulan vardır. Ve lâkin sulan gâyetde sûrdur. Bu bir karyedir. Deryâ sâhilindedir. Ertesi Kudayda nâm
karye -ki Râbha eşmesi ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Vâfir suyu
vardır. Ertesi Halis nâm karye -ki nâm-ı diğeri Güzelce bürkedir. Ve
Kudayda ile mâbeyni on saatdir- nuzûl olundu. Bunda bir büyük bürke
vardır ki, akar suyu vardır ve bunun yolunda bir akabe vardır ki,. Kum
akabesi derler. Ertlsi Bedr-i Affân nâm karye -ki Halis ile mâbeyni on saat­
dir- nuzûl olundu. Bunda bir kuyu Resûlüllâhü Sallallahü te’âlâ aleyhi ve’ssellem mubârek (111 a) ağzı yârım içine bırakmışlardır. _Gayet de leziz
sudur. Ertesi Vadi-i Fâtıma nâm karye -ki Bedr-i Affân ile mâbeyni on
saatdir- nuzûl olundu. Bunun suyu ve bağçeleri vâfirdir. Ertesi Kacbe-i Mükerreme Şerefehullâhü te’ âlâ -ki Vâdi-i Fâtıma ile mâbeyni yedi saatdırTerviye gecesi nısfı’l-leylde vüsûl müyesser olup menâsik-i tavâf-ı kudüm
ve sa=yi beyne’s-şafâ ve’l-mezveh rhâyet olundukda yevm-i terviyede ba’de’lasr Mekke-i Mükerremeden kalkup Minâ’ya uğrayup andan Arafat’a -ki
Mekke-i Mükerreme ile mâbeyni beş saatdir- nuzûl olundu. Yevm-i Arefede ba’de’l-asr rhayet-i şerâit-i vukûf dahi müyesser oldukdan sonra vakt-i
gurûbda rucû’ olunup Müzdehfe’de karâr olundu. Ertesi ba’de’d-du’ â pe’lvukûf Müzdelife’den kalkılup Minâ’ya nuzûl olunduğu gibi cemre-i akabe
remyolunup ve tıraş olunup kurbanlar dahi kesildikden sonra tavâf-ı ziyâret içün Ka’be-i Muazzama’ya varılup gerü gelüp Minâ’da (111b) karâr
edüp kavâdd-i menâsikin remy-i cemr ri'âyet olundukdan sonra barie’l-dd
Mekke-i Mükerreme’ye nakl edüp Bâb-ı Harîr mukabelesinde bir hâne isticâr olunup gurre-i Muharremü’l-harâma dek sâkin olundu.
Devana var
DİVÂN-I
HÜMÂYÛN
Mühimme
Kalemi
Tevfik Temelkuran
Giriş:
Osmanlı İmparatorluğu’nun merkez teşkilâtı üç büyük koldan teşek­
kül eder:
1.
\ 2:
3.
Divân-ı Hümâyun ve kalemleri:
Bâb-ı Âsafî ve kalemleri:.
Bâb-ı Defterî ve kalemleri:
Yazımızın esas konusunu Divân-ı Hümâyûn kalemlerinden Beylikti
Kalemi ve bu kalemde teşkil olunan Mühimme Kalemi (Mühimme Odası)
kapsamaktadır. Mühimme Kalemi, önce Mühimme Odası, sonra Mühimme
Müdürlüğü ve nihayet Mühimine Kalemi olarak tekâmül etmiştir: Mühim­
me Kalemini etraflıca anlıyabilmemiz için Divân-ı Hümâyun ve Divân-ı
Hümâyûn Beylikçi Kalemini kısaca görmemizin faydalı olacağı kanısındayız.
Osmanlı împaratorluğu’nun merkez teşkilâtı ile ilgili olarak şimdiye
kadar yapılan yayınlarda Mühimme Kalemi hakkında tam anlamı ile ay­
dınlatıcı bilgilere rashyamıyoruz. Değerli müellif İsmail Hakkı Uzuriçarşıh,
«Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtlı» adlı eserinde en aydın­
latıcı bilgileri ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak yine de imparatorluğun
merkez teşkilâtının henüz meydana çıkarılmamış yönleri vardır. Mühimme
Kalemi üzerinde yaptığım çalışmalarda faydalandığım esas kaynaklar Baş­
bakanlık Arşivi vesikaları olmuştur. Fakat, arşivde mevcut vesikaların pek
azından istifade olunabildi. Çünkü henüz tasnifi yapılmamış vesikalar ço­
ğunluğu teşkil etmektedir.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 9
TE V FİK TE M E LK U R A N
130
DÎVÂN-I
HÜMÂYÜN
Divân-ı Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu merkez teşkilâtında bugün­
kü Bakanlar Kurulu’nun gördüğü görevi yapan bir kuruluştur. Devletin si­
yâsî, idârî, askerî ve mâlî işleriyle meşgul olur, her türlü davalara ve şi­
kâyetlere bakardı. Dini ve ırkı ne olursa olsun herkes halledilmesi gereken
meseleleri için Divân-ı Hümâyûn’a danışabilirdi. Ülkenin bütün önemli iş­
leri burada miizakere edilir, her çeşit davalar burada karara bağlanırdı1.
«Divân» sözü O sm anlIlarda sınırlandırılm ıştır. OsmanlIlardan önceki
devletlerden Selçûkîlerde, Îlhânîlerde, Mısır ve Irak hükümetlerinde daha
geniş anlamda kullanılmıştır. Devletin çeşitli kısımlarına ait işlere bakan
dairelere de bu ad verilmiştir2.
Osmanlı Devleti’nde divan’m Orhan Bey (1326 - 1362) zamanından
beri mevcud olduğu eski tarihlerde b ahsedilmektedir. Âşıkpaşa-zâde’de3
« ... ve dahî burma dülbent4 Sultan Orhan zamanında oldu, beğlere kânî
burma dülbent derlerdi, divanda burma dülbent giyerlerdi...» denilmektedir.
Yıldırım Bayezid zamanında divân’ın mevcudiyeti ve hergün divân top­
lantısı yapıldığına dair şu bilgiye raslıyoruz: Yıldırım Bayezid, kendisini te­
davi ettirmek ve aynı zamanda Bursa’da yaptırdığı hastahanede çalıştırmak
için Mısır hükümdarı Melik Zâhir Berkuk’dan bir tabib istemiştir. Melik Zâhir de.Şemseddin İbn Sagîr adlı tabibi göndermiştir. Tabibin, İbn Hacer’e
verdiği malûmata göre, Osman-oğlu sabahlan erken, bir meydanda ve halk­
tan uzakça yüksek bir mevkide oturarak ahâlinin şikâyet ve davalarını din­
ler, haksızlıklarını gidermeye çalışırdı5.
1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez Ve Bahriye Teş­
kilâtı, T.T.K.B. Ankara 1948, s. 2; Midhat Sertoflu, Resimli Osmanlı Tarihi
Ansiklopedisi, İstanbul 1958, s. 79.
2 Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü,
İstanbul 1946, c. I., s. 462.
3 Tevârih-i Âli Osman, naşiri Âlî, İstanbul 1332, s. 40.
4
5
Burma sarık.
Mehmed Zeki Pakalm, Aynı eser, s. 464.
D tV Â N -I H Ü M Â Y Û N
131
Fâtih Sultan Mehmed (1451 -1481) in tertib ettirdiği kânunnâmede6
« ... divan’da hergün vüzerâm ve kazaskerlerim ve defterdarlarım geldikte
çavuşbaşı ve kapucular kethüdâsı önlerine düşüp istikbâl etsünler...» deni­
liyor. Bu maddeye göre Fatih devrinde de divan’m hergün toplandığı anla­
şılmaktadır.
Fâtih devrinde divan toplantılarında ilk zamanlar divan’a bizzat padi­
şah başkanlık yapmaktaydı. Daha sonraları toplantıları perde veya kafes
arkasından takib etmeye başlamıştır. Bu usul için kânunnâmesinde « ... ev­
velâ bir arz odası yapılsın, cenâb-ı şerifim pes-i perdede oturup haftada
dört gün vüzerâm ve kazaskerlerim ve defterdarlarım rikâb-ı hümâyûnuma
arza girsünler...» diye emretmiştir.
Hergün toplanmakta olan divan, yine Fatih devrinde haftada dört gü­
ne indirilmiştir. Fakat divan’m haftada dört gün toplanması usulü kesinlikle
kabul edilemez. Divan toplantılarının haftada bir veya iki gün yapıldığı gi­
bi her gün yapıldığı da görülmektedir. Ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısın­
dan itibaren divan’m cumartesi, pazar, pazartesi ve salı günleri olmak üzere
toplandığına dair bazı eserlerde kayıtlar vardır. 1554 M. (961 H.) tarihli
Mühimme defterindeki7 kayıtlarda divan’m, haftanın bazı günlerinde top­
landığı gibi hergün de toplandığı görülmektedir. XVII. yüzyılın sonlarına
doğru divan toplantdarı haftada iki gün yapılmaya başlanılmış fakat II. Ah­
met (1691-1695) in saltanata geçmesi ile birlikte yine dört güne çıkarılmış­
tır. XVIII. yüzyılda tekrar haftada iki güne indirilmiştir. Daha sonraları
haftada bir gün yapılmaya başlanmış ve imparatorluğun son zamanlarında
divan toplantılarının önemi azalmıştır.
1750 (H. 1163- 1164) de Bâb-ı Âsafî adı verilen Paşa Kapısı teşki­
lâtının kurulmasından itibaren Divan-ı Hümâyûn’un gördüğü işler bu teş­
kilâta geçmiştir. 1844 (H. 1260) de Bâb-ı Âlî teşkilâtı kurulmuş ve merkez
idare sisteminde önemli değişmeler olmuştur. Gerek Bâb-ı Âsafî gerek Bâb-ı
Âlî zamanlarında Divân-ı Hümâyûn’un vazifesi sadece devlet işlerinin yürültülmesinde yapılan işlemlere ait evrakı muhafaza etmek olmuş ve impa­
ratorluğun sonuna kadar bu. şekilde bir sembol olarak kalmıştır8.
•
6
7
8
Kânunnâme-i âl-i Osman, naşiri Mehmed Ârif, İstanbul 1330, s. 23.
Başbakanlık Arşivi, Mühimme Defteri, nr. 1.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, A ynı eser, s. 1-110.
TE V FIK TE M E LK U R A N
1 32
DÎVAN
TOPLANTILARI
Sarayda yapılan Divan toplantıları üç şekilde olurdu:
a)
Belirli günlerde toplanan «alelâde divân»,
b) Kapıkulu ocaklarına maaş verilmesi ve elçi kabulü dölayısı ile
toplanan «Galebe divânı»,
c) Olağanüstü olarak belirli divân günlerinden hariç padişahın tah­
tının Bâbü’s-sa'âde’ye kurulması ile yapılan «Ayak divânı».
Divân-ı Hümâyûn’da daimî olarak şu kimseler bulunurdu:
1 — Vezîr-i a<zam
2 — Diğer kubbe vezirleri
3 — Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri
4 —- Defterdarlar
5 •— Tevkii veya Nişancı.
.
•
Divan’da bu şahıslann oturmaları için özel yerleri vardı. Bunlardan
başka divan’da ayakta hizmet gören Reîsü’l-küttâb, Çavuşbaşı Ve Kapucular Kethüdâsı bulunurdu.
•
Divan toplantılarma gelecek olan görevli kimseler, sabah namazından
sonra merâsimle Divanhâne’ye9 girerlerdi. Divân-ı Hümâyun’da vezîr-i
aczam’m oturduğu sedir, Pâdişâhın Divân-ı Hümâyûn müzâkerelerini dinle­
diği Kasr-ı âdil denilen pencerenin altında yarım metre yükseklikte bulu­
nurdu. Vezîr-i a'zam’m sağında ve solunda mevkilerine göre diğer şahıslar
sıra ile yerlerine otururlardı.
İkinci Kubbe Altı denilen kısımda Divân-ı Hümâyûn’a bağlı kalemle­
rin âmirleri ve yardımcıları bulunurdu. Bu kubbenin yanındaki üçüncü kub­
be altında ise, ikinci kubbe altındaki kalem amirlerinin kalemlerine ait def­
terler sandıklar içinde hazır dururdu. Üçüncü Kubbe altının kapısı her di­
vân toplantısında Sadr-ı aczam’daki mühr-i hümâyûn ile mühürlenir ve açı-
9
Mehmed Zeki Pakalm, A yn ı eser, c: I., s. 462.
D İV Â N -I H Ü M Â Y U N
133
lirdi. Üçüncü kubbenin dışındaki kubbe altında ise Reîsü’l-küttâb ile Divân-ı Hümâyun kâtiplerinin dâireleri vardı.
Divân-ı Hümâyun’da müzâkerelere en önemli meselelerden başlanırdı.
Önce elçiliklerin istekleri ve verilecek cevaplar üzerinde durulur, karar ve­
rilirdi. Sonra eyâletlerin ihtiyaçları, yabancı devletlerle olan münasebetlere
dair meseleler, halkın istek ve şikâyetleri, arazi da’vâlan ve önem sırasına
göre diğer meselelere bakılırdı.
Da’vâlan Sadr-ı a<zam dinlerdi. Tezkireciler sırayla ve yüksek sesle di­
lekçe (arz-ı hâl)leri okurlar ve bunlara âit' verilen kararların kayıtlarım ya­
parlardı. Hukükî ve şer<î davalara bakılır, tevcihler varsa onlar da yapılırdı.
Kazaskerler, kendilerine havale olunan dâvâlârı dinler, gerektiğinde bazı
dâvâları kendi idareleri altındaki mahkemelere gönderirlerdi. Eğer vezîr-i
a‘zam, kazaskerlere devrettiği bir dava hakkında «mühimdir» derse o mese­
leye dair hâkimden bilgi isterdi. Eğer verilmiş olan bir kararı doğru bulmaz­
sa kararı bozabilirdi- Divan’da şikâyetçi çok olduğu zamanlarda, vezîr-i
a£zam, ikinci ve üçüncü derecede önem taşıyan meselelerin halledilmesi için
ikinci vezire izin verirdi.
Dİ V ÂN-I
HÜMÂYÛN
KALEMLERİ
Divân-ı Hümâyûn’da görüşülen meselelere ait verilen kararların kayıt­
larını yapan ayrı ayrı kalemler vardı. Bu kalemler birinci sınıf divân hoca­
larından olan Reîsü’l-küttâb. v e . beraberindeki Beğlikçi’nin idaresinde ça­
lışırlardı. Bunlardan başka Nişancı ve Defter Emini’nin idaresinde olan ta­
pu kayıtlarının bulunduğu defter hâzinesi ile Defterdar’m idaresi altında
bulunan mâliye defterlerinin ve vesikalaranm bulunduğu bir hazine daha
vardı.
.
Divân-ı Hümâyûn kalemleri, Bâb-ı Âlî’nin kurulmasından önce şun­
lardı :
1 — Âmedî kalemi
2 — Tahvil (Kise veya Nişan) kalemi
3 — Rüûs veya Nişan kalemi
4 — Beğlik veya Divân kalemi10.
10 Başbakanlık Arşivi, Hatt-% Hümâyûn, nr. 4470, 5254; Buyruldu defteri,
ur. 1, s. 62-63; Buyruldu defteri, nr. 2, s. 97.
134
TE V FİK TE M E LK U R A N
Bu dört esas kalemden başka, bugünkü Zât İşleri kaleminin gördüğü
görevi yapan Teşrifatçılık kalemi ile Vakanüvislik kalemi vardı.
Bu kalemlerden beylik veya Divân* kalemi, Divân-ı Hümâyûn Mühimme kaleminin ve konumuzun esasmı teşkil ettiğinden, bunun izahına geç­
meden önce diğer kalemler hakkında kısa bilgiler vereceğiz.
ÂMEDÎ
KALEMİ
Âmedî kalemi, Reîsü’l-küttâb’m özel kalemidir11. Sadâretle saray ara­
sında irtibat ve muhabereyi sağlamakla beraber devletin bütün haricî iş­
leri ile meşgul olurdu. Bu kalemin şefine «Âmedî-i Divân-ı Hümâyûn», veya
kısaca «Âmedî» denirdi. Bu zat Reisü’l-küttâb’m özel kalem müdürü duru­
mundaydı.
Âmedî kaleminde, devletin gizli işlerine dair meselelerin kayıtları ya­
pıldığı için bu kalemde çalışacak kimselerin iyi ahlaklı ve sır tutabilen kim­
seler olmasına çok dikkat edilirdi. Reisü’l-küttâb’m gizli ve açık bütün ya­
zıları Âmedci’nin elinden geçerdi. Âmedci, Reîsü’l-küttâb’m Sadrazama su­
nulmak üzere müsveddesini yaptığı yazıları beyaz üzerine (temiz olarak) ya­
zar ve ikinci derecedeki meseleler hakkında kendisi de telhisler yazardı12.
TAHVİL
KALEMİ
Tahvil Kalemi’ne «Nişan» veya «Kise» de denilirdi13. Vezir, beyler­
beyi, sancak beylerinin beratları ve bunlara verilecek vazifelerin yürütül­
mesi için verilmesi gereken tevcih fermanları, tahvil hükümleri ile tahvil
tezkireleri bu kalemde yazılıdır. Ayrıca tımar ve zecâmet tevcihlerinin iş­
lerine de Tahvil kalemi bakardı14. Tahvil kaleminin şefine «Tahvil kisedarı»
denilirdi.
11 İsmail Hakkı Uzunçarşüı, A ynı eser, s. 55; Başbakanlık Arşivi, Hatt-ı
Hümâyûn, nr. 5254.
12 Topkapı Sarayı Arşivi, nr. D /3208; Başbakanlık Arşivi, MUD, nr. 37,
s. 30; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, A ynı eser, s .55; Cengiz Orhonlu, Osmanlı Ta­
rihine A it Belgeler-Telhisler (1597-1607), İstanbul 1970, s. X V İİİ-X X IV .
13 Başbakanlık Arşivi, TVD. nr. 5, s. 11, 19.
14 Bütün tahvil kayıtlarında bu husus teyid edilmiştir.
D İV Â N -I H Ü M Â Y Û N
RÜÛS
VEYA
NİŞAN
135
KALEMİ
«Rüûs-ı hümâyûn» da denilen15 bu kalemde vezir, beylerbeyi, sancak
beyi ve vilâyet kadısı derecelerine kadar yükselmiş (ilmiye sınıfı hariç) bü­
tün devlet memuriyetlerine girenlerin işleri yapılırdı. Ayrıca kendilerine va­
kıflardan vazife verilen kimselerin işleri de Rüûs kalemi meşgul olurdu16.
Rüûs kaleminde başhca şu işlemlerin kayıtları yapılırdı:
1 — Rüûs kaleminde verilen rüûslar.
2 — Sefer dolayısı ile ordu seferde iken ordudan verilen rüûslar.
3 — Sard-ı a<zam cephede iken padişahm emri ile rikâbda verilen
rikâb-ı hümâyûn rüûsları17.
Rüûs kalemi şefine «Rüûs kisedârı» denilirdi.
TEŞRİFATÇILIK
KALEMİ
Teşrifatçılık kaleminde gerek saraya ve gerek devlet dairelerine ait me­
rasim ve tören işlerine bakılırdı18. Kalemin şefi olan «Teşrifâtî-i Divân-ı
Hümâyûn» veya kısa adı ile «Teşrifatçı», saraya âit bütün merasimleri yü­
rütürdü, Teşrifatçı’nm yanında yardımcı olarak «Teşrifat Kisedan» bulunur
ve bundan sonra teşrifat halifesi, kaftancı başı ve teşrifat kisedan yamağı
görev alırlardı.
Teşrifatçı, merasimleri elindeki teşrifat defterine göre idare ederdi. Ya­
pılan her merasim muntazam olarak teşrifat defterlerine kayıt edilirdi19.
15 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, A yn ı eser, s. 45.
16 Başbakanlık Arşivi, Cevdet Dahiliye Tasnifi, nr. 17407.
17 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, A yn ı eser, s. 46; Nejat Göyünç, X V I. Yüz­
yılda Rüûs Ve Önemi (Tarih Dergisi), sayı 22, s. 17-34.
18 Başbakanlık Arşivi, K.K., Teşrifatçılık Defterleri; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ayn ı eser, s. 58.
19 Başbakanlık Arşivi, Teşrifatçılık Defterleri kayıtları.
13 j 6
TE V FÎK TEM E LK U R A N
,Y A K ’ A - N Ü V İ S L İ K
KALEMİ
XVIII. asrın başlarında teşekkül etmiş bir memuriyettir. Daha önce­
leri bu görevi yapanlara «Şehnâme-nüvist» denilirdi20.
Vakca-nüvislik kaleminde devlet tarafmdan verilen vesikaların kayıt­
ları yapılırdı21. Bu kalemin özelliği olayların kayıtlarım zamanında yapıp
sonraki devirlere tarih olarak devretmesidir. Vakca-nüvis tarihleri doğrudan
doğruya vesikaların kayıtları olması bakımından önem taşımaktadırlar. An­
cak devletin birinci ve ikinci derecede ehemmiyetli konulara ait vesikaların
kayıtlarını aynen değil de ağızdan duyarak yahut sonradan tetkik oluna­
rak yazılması bakımından vakanüvis tarihleri ikinci derecedeki kaynak­
lardır.
BEYLİKÇİ
KALEMİ
Divân-ı Hümâyûn Dâiresi’nin birinci derecede mes’ul kalemi «Divân-ı
Hümâyûn Kalemi» dır. Sadece «Divân Kalemi» veya Beylikçi tarafından
idare olunduğu için «Beylikçi Kalemi» de denilirdi22.
Divan kalemi’nin mevcudiyetini Divân-ı Hümâyûn ile birlikte kabtıl
etmek- gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan sonuna kadar de­
vam etmiştir. Divân kaleminden çıkan herhangi bir vesika hakkında mutla­
ka, Divan-ı Hümâyûn’da verilmiş bir karara Veya görüşmesi yapılmış bir
meseleye âit olduğunu düşünmeliyiz. İmparatorluğun ilk zamanlarında İda­
rî .teşkilât henüz tekâmül etmemişken devletin yönetimine ait çalışmaların
ve yapılan işlemlerin kayıtları hep Divân Kaleminde tutulmakta ve saklan­
maktaydı. Daha sonraları birinci derece meselelere ait kayıtlar Divan kale­
minde, daha az önem taşıyan meselelerin kayıtları da yukarıda açıklama­
larım yaptığımız kalemlerde yapılmaktaydı.
20 İsmail Hakkı Uzungarşılı, A yn ı eser, s. 64;. Mehmed Zeki Pakalm, A y ­
nı eser, c. IH , s. 318, 574.
■21 Başbakanlık Arşivi, H.H. nr., 48063. •
22 Mehmed Zeki Pakalm, A yn ı eser, c. I., s. 467; İsmail Hakkı TJzungarşılı, A yn ı eser, s. 40.
D İV Â N -I H Ü M Â Y Û N
137
Divân Kalemi, II. Mehmed (1451-1481) in hükümdarlığından sonra
elde mevcud vesikalara göre Beylikçi’nin idaresi altında çalışmaktaydı23.
Beylikçi aynı zamanda Divân-ı Hümâyûn kalem lerinin âmiri olan Reisü’lküttâb’ın yardnncısı durumunda idi24. Divân k aleminin şefi olan kimsenin
resmî ünvanı «Beylikçi-i Divân-ı Hümâyûn» idi25. Buna sadece «Beylikçi»
de denilirdi26.
Divan veya Beylikçi kaleminde: devletin İdarî işlerinde kendilerine
yetki verilmiş kimselere (Beylerbeyi, kadı, nâib, vali, kaymakam vs...) ya­
zılan emirlerin kayıtlan, diğer devletler ile yapılan anlaşmaların kayıtları,
devletler ile ilgili emirler ve sözleşmelerin şartlarına uyularak tatbik olunan
ahidnâme ve nâme-i hümâyunların kayıtları ile bunlar hakkında verilen
emirlerin kayıtları yapılırdı27. Büyük divan’m vermiş olduğu kararlar da
bu kalemde yazılırdı. Divan’m «mühim» dediği konuların müzakerelerini
ve bu konular hakkında verilen kararlarım müsvedde (tesvid) ve beyaz üze­
rine (tebyiz) yazardı. Görüşülmesi sonraya bırakılan mes’eleler dışmda ve­
rilen emir ve hükümlerin suretleri de Divan kaleminde yazılırdı. Ahidnâ'"
meler, dâhilî idare ile ilgili gerek eski olsun gerek yeni olsun bütün nizam­
lar ve. imtiyazlar ile verilmesi lâzım gelen çeşidi emirlerin yazılması Divan
kalemine aitti. Yazılan bütün yazılar da bu kalemde saklanırdı28.
Yabancı devletlerin elçilerinden Hâriciye Nezâreti (Dış İşleri Bakanlı­
ğı) ne sorulan bir konuya ait evrak önce Beylikçi kalemine gelirdi. Kalem
âmiri olan Beylikçi, bu evraka «muktaza» işareti koyar ve kaleme gönderir­
di. Divân kalemine gelen «muktaza» işaretli evrak burada, anlaşmalara ve
şartlara uygun olup olmadığı incelendikten sonra evrakın ihtiva ettiği konu­
ya göre yapılacak işlemin şekli muktaza işaretinin altına belirtilir ve evrak
tekrar Hariciye Nezaretine gönderilirdi. Bundan başka diğer imtiyazlar ve
patrikhâne işlerine ait işlemlerde de aynı usul takib edilirdi.
23
2297.
24
25
26
27
28
1955, s.
Başbakanlık Arşivi ,MUD., nr. 37, s. 4; Cevdet Dahiliye Tasnifi, nr.
Mehmed Zeki Pakalın, A yn ı eser, c. I., s. 221.
Başbakanlık Arşivi, TVD., nr. 85, s. 4; HH. nr. 4852,23302/A.
Başbakanlık Arşivi, KK., nr. 858, s. 8; MUD. kayıtları, nr. 39.
Topkapı Sarayı Arşivi, nr. 3208/1.
Midhat Sertoğlu, Muhteva Bakımından Başvekâlet Arşivi, Ankara
13-38.
TE V FÎK TEM E LK U R A N
138
Divân-ı Hümâyûn kalemi tarafından yazılan yazılara da «muktaza»
adı verilirdi. Bu yazıların kayıtlarının yapıldığı defterlere «Muktaza defter­
leri» denilmiştir29.
Divân-ı Hümâyûn’da görüşülen mes’elelerin konularma ve önem sıra­
sına göre kalemlere havale edildiğini söylemiş, birinci ve ikinci derecedeki
mes’elelere ait işlemlerin Divân veya Beğlikçi kaleminde yapıldığını belirt­
miştik. Bu sebeble Divân kaleminde çalışan kâtiplerin bâzı hususlarda di­
ğer kalemlerde çalışan kâtiplerden farklı olduğunu görüyoruz. Divân-ı Hü­
mâyûn’da görüşülen ve kararı yine Divân-ı Hümâyûn’da verilen mes’eleler
için « m ü h i m » kaydı konulduğundan bu çeşit evrakın yazılarım yazan ve
işlemlerini yapan kâtiplere miihimme yazan anlamında olan « M ü h i m me - n ü v i s » denilirdi. Yazılacak konuların çok gizli tutulması lâzım
geldiği zaman bu çeşit yazıları Beğlikçi ya bizzat kendisi yazar, yahut kâ­
tipleri kendi odasma alır ve kendi kontrolü altında yazdırırdı. Daha az önem
taşıyan konular ise kalem odasında «kisedar» (kalem müdürü)lann kontro­
lünde yazılırdı. Valilere, kadılara, beylere vs... gönderilecek emirler ve hü­
kümler sık sık ve fazla sayıda yazılması gerektiğinden bu nevi yazılar ilgili
kalemlerin kâtipleri arasından seçilen istidatlı birine verilirdi. Bu kâtip müs­
veddesi yazümış olan evrakın gönderileceği makama ve yazıların örneklerine
göre yazdacak fermanları düzenli bir şekle koyar ve sonra müsveddeyi oku­
yarak yirmi otuz kâtibe birden yazdırırdı, yani çoğaltırdı30.
1776 (H. 1211) yılma kadar Divân kalemi çalışmaları bu şekilde de­
vam etmiştir. Bu tarihten sonra Divân-ı Hümâyûn kalemTerinin ayrı ayrı
kısımlara ayrıldığını görüyoruz. Daha önceleri Divân-ı Hümâyûn kalem­
lerine ait personel hepsi bir odada çalışırlardı. Bir kalemde görüşülen mes’ele hakkında diğer kalem mensupları da bilgi sahibi olurlardı. Halbuki dev­
letin gerek siyasî gerekse idârî işlerinin gizli tutulması, yapılan işlemlerin
sadece ilgililer tarafmdan bilinmesi gerekirdi. Usul böyle olduğu halde dev­
letle işi olan yabancı devlet tercümanları, elçilik mensupları, vezirler, bey­
lerbeyleri, kapıkethüdaları ve diğer iş sahibi kimseler, işlerini takib etmek
için büyük bir salonda bulunan kalemlerden Ademî kalemine girip çıktıkça
diğer kalemlerde görülen işlemleri de duymak hatta görmekle öğrenebilir­
lerdi. Bunun için mühimmenüvislerin diğer kalemlerin personeli ile aynı
odada çalışmaları zararlı görülmüştür. Bu düşünse ile mühimmenüvislerin
29
30
Başbakanlık Arşivi, Muhteza defterleri.
Başbakanlık Arşivi, M U D , nr. 37, s. 4-6.
D İV Â N -I H Ü M Â Y Û N
139
ayrı bir odaya alınmaları kararlaştırılmış ve bu karar üzerine yapılan yeni
bir nizâmnâmede öteki kalemlerin de zaman zaman özel odalara ayrılma­
ları öngörülmüştür.
MÜHİMME
Mühimme
ODASI
O d a s ı ’ nın
(KALEMİ)
kuruluşu
ve
görevi:
Divân-ı Hümâyûn’un çalışma şekli, kaleme alınacak kâtiplerin duru­
mu ve mühimmenüvisler için ayrı bir odanın yapılması hakkında 30. Ocak.
1797 (1. Şaban. 1211) tarihinde nizammâne hazırlanmış ve yürürlüğe kon­
muştur31. Divân-ı Hümâyûn’un bu tarihe gelinceye kadar çalışma şeklini be­
lirten ve . Mühimme Odası’nın ayrılmasını kararlaştıran bu nizâmnâmede
yapılan açıklama şöyledir : ■
«Divân-ı Hümâyûn kalemi, eskiden beri Osm anlı Devleti’nin gizli
tutulması gereken evrakının muhâfaza olunduğu eski bir kalemdir. Osmanh
Devleti’nin Avrupa devletleri ile yaptığı ilk anlaşma tarihinden bu güne ka­
dar elde tutulmuş olan eski ve yeni anlaşmaların hepsi bu kalemde saklan­
mıştır32. İstanbul’da oturan yabancı devlet elçilerinin hergün ortaya çıkan
kendi devletleri ile ilgili sulh, ticâret ve diğer konulara ait yapılan anlaş­
malar, bu anlaşmalarda kabûl edilen şartların görüşülmesi, ve yürütülmesi
için verilmiş olan beratlar üe padişahın emirlerine ait yazıların kayıtlan da
kalemde bulunmaktadır.
Yabancı devlet elçileri ile görüşülen mes’eleler esnasmda elçilerin yan­
larında tercümanlarının da bulunmaları gerekiyor. Bu sebebden bunlar da
kalem odasına aralıksız olarak girip çıkmaktadırlar. Ayrıca, Osmanh Dev­
leti hudutları içerisinde mevcud vilâyetlerin ve livaların mutasarrıfları,
kale ve hudud muhafızlan, vezirler, mirmiranlar ve diğer yetkili şahısların
sefer ve hazarda yeni görevlere tayinleri veya değiştirilmeleri esasında gere­
ken duruma göre kendilerine anlatılması lazım gelen harb. usullerine ve
idareye dâ’ir emirler ile diğer yapılması icab eden önemli konuların, Rume­
li’de ve Anadolu’da meydana gelen hukukî davalar ve idârî işlemlerin dü31 Başbakanlık Arşivi, MUD., nr. 37, s. 4-6.
32 Başbakanlık Arşivi, Divân-ı Hümâyûn defterleri ve Divân-ı Hümâyûn
evrakı. Bak. Midhat Sertoğlu, A yn ı eser, s. 13 - 38.
140
TE V FİK TE M E LK U R A N
zenti şekilde yapılması hakkında verilen emirlerin hepsinin Divân-ı Hümâ­
yûn kaleminde yazılması için herhangi bir kayıt ve açıklama yoktur: Kaldı
ki mühim işlerin gizli tutulması gerekenleri ve diğer işlere ait verilecek emir­
ler ile ilgili yazıların düzenlenmesi görevi, Riyâset makamından Divân-ı Hü­
mâyûn beğlikçilerine verilmektedir. Beğlikçiler, gündüzleri Beğlikçi odasın­
da, geceleri de kendi evlerinde, yazılacak olan emirlerin müsveddelerini ha­
zırlamaktadırlar. Yazılan müsveddeler önce Reîsü’l-Küttâb’a gönderilirdi.
Reîsü’l-Küttâb, müsveddeler üzerinde gerekli düzeltmeleri yapar, sonra ya­
zının üst kısmına « p e n ç e » 33 işaretini kor ve Sadrazam’a sunardı. Sad­
razam, yazıyı uygun görürse « S a h » 34 işaretini koyardı. Herhangibir ma­
kama veya şahsa yazılacak olan emirlerden gizli tutulması lâzım gelenleri
ve diğer önemli konuları Beğlikçi bizzat kendi gizli bir şekilde yazardı. Bazan da çok gizli tutulması gerekmiyen yazılar kendilerine güvenilir kâüblere
yazdırılırdı. Böyle durumlarda yazılacak yazıların değerine ve gerektirdiği
duruma göre mühemmenüvis kâtiblerinden en itimatlısı, en bilgilisi ve bu
hususlarda tecrübeli olan bir iki, kâtib, kalem odasından Beğlikçi’nin kendi
odasına getirilir ve yazılar onlara yazdırılırdı. Bu usul eskiden beri aynı şe­
kilde devam etmektedir. Bundan başka, gizü tutulması icab etmiyen emir­
lerin ve diğer yazıların kalem odasına götürülüp kalem şeflerinin kontrolü
altında kâtiblere yazdırıldığı bilinen bir husustur. Hal böyle iken bazı yazı­
ların aynı şekilde birçok yere yazılması gerektiğinde bunların bir an evvel
yazılması için kâtiblerin arasından, yazılacak yazıların sayısma göre en bil­
gilisi ve tecrübeü olanı seçilir ve bu kâtib bir odada toplanan diğer kâtible­
re yazılacak yazının müsveddesini okur ve yazdırırdı. Böylece on, yirmi,
daha az veya daha çok yazı örneği bir defada yazılmış olurdu. Bu usulde
yazılan yazıların mahiyetlerinin dahi başka bir kısma sızmamasına dikkat
edilirdi. Ancak yabancı devletlerin tercümanları ve yanlarındaki adamlariyle
ellerindeki dilekçeler veya diğer kalemlerden verilmiş olub işlemleri yapıla­
cak yazılar bulunan iş sahibi kimseler vakitli vakitsiz Divân-ı Hümâyûn kalemi’ne girip çıkmaktadırlar. Aslında kalemlerin işleri çok değüdir. Fakat
önemli konulara ait yazıları yazan kâtibler ile kayıt defterlerim işleyen kâ­
tiblerin ve hükümet tarafından işi görülmüş kimselere ferman yazan kâtib­
lerin yerleri ayrı değildir. Başlangıçtan beri bunların hepsi büyükçe bir oda
şeklinde olan kaİem odasmda bir arada oturmaktadırlar. Böyle bir kalem
33
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Tuğra ve Pençelere Dâir, Belleten, nr. 17-18
den ayrı basım, s. 113-114.
'
34 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ayn ı eser, s. 114.
D tV Â N -I H Ü M Â Y Û N
141
odasmda yazılması gereken yazılar hernekadar çök gizli işlere ait olmasa
bile kaleme hususî işler dolayısı ile girip çıkan kimselerden saklanması lâ­
zımdır. Yabancı tercümanlar ve beraberindeki adamlar dışarılı iş adamları
ile çeşitli sebeblerle kaleme gelmiş olan kimselerin herhangibir sebeble mü­
him işlere ait yazıların yazıldığı kısma girip çıkmaları hiçbir zaman doğru
değildir.
Bundan dolayı sözkonusu kalemin mühimmenüvis kâtiblerine özel bir
yer ayrılmalıdır. Yanlarına yabancı kimseler gidip gelmesin. Kayıd defteri
işlerine bakanlar ile iş sahiplerine ait yazıları yazan kâtiblerin ve kâtibliğe
yeni girmiş olan şâgird (staj yapan)ler de ayrı bir kısımda olsun. Bundan
sonra da olur olmaz kimselere şâgirdlik izni verilmesin.
Kalem odası iki kısma ayrılsın. Odanın bir tarafı duvar ile bölünüp
kapı mı açılır, yoksa kalem odasının civarında mühimmenüvisler için yeni
bir oda mı yapılması buyrulur? .Eğer mühimmenüvisler için ayrı bir oda ya­
pılırsa diğer bütün işler de yoluna girmiş ve düzene konulmuş olacaktır.
Böylece, bu adı geçen kalemin yüksek şahsınızın zamanında gelişmesi sağ­
lanmış ve ortaya yeni bir eser konulmuş olacaktır. Söz konusu kalem ile
Bâb-ı Âlî’deki diğer kalemlerin düzeni ve çalışmaları hakkmda irâde (emir)
çıkmış olması sebebi ile Divân-ı Hümâyûn kalemi için de bundan sonra
uyulması gereken şartların yerine getirilmesine çalışılmalıdır. Hiçbir zaman
bu yönetmeüğe aykırı hareket edilmemelidir. Bu nizâmnâmeye devamlı şe­
kilde uyulmasına dair aşağıda açıklanmış olan şartları herkese bildirmem
için tarafıma emir olunmuştur.
Bugünden sonra, verilen emirlere ve nizama uygun hareket etmeyen­
ler olursa bu gibi kimselere, hiçbir şekilde anlayış gösterilmeyecek, kalem­
den çıkartılacak ve işlediği suça göre cezalandırılacaktır.
■ Divân-ı Hümâyûn kalemi’nin düzenli bir şekilde çalışması için yeni
bir nizâmnâme çıkarılmıştır. Bugün için Divan ve Rüûs kalemlerinde ça­
lışan şâkirdlerin sayısı çok fazladır. Bunların çokluğu sebebi ile çalışma ye­
rinde sıkıntı çekilmektedir. Mühimme-nüvis kâtibleri önemli yazıları yaza­
bilmek için sıkışıklıktan dolayı güç durumlara düşmektedirler. Bu sebebden
yeni nizâmnâmeye göre kaleme bir müddet şâkird alınmaması kabul edil­
miştir. Belirtilen müddet bittikten sonra çalışma belgesi verileceklerin de
belirli sayıda olmaları gerekmektedir. Bu nizâmnâmenin kabul ediliş tari­
hinden itibaren iki sene sonuna kadar şâkirdlik isteğinde bulunanların di­
lekçelerinin üst kısmma nizâmnâme şartları belirtilecek, kalemde kayıtları
142
TE V FİK TEM E LK U R A N
yapılacak, belirtilen müddet zarfında çalışma belgesi verilemiyeceği ken­
dilerine bildirilecektir. Nizâmnâmenin kabul edilmesinden iki sene geçtik­
ten sonra dahî kâtiblerin oğullarından ancak onikisine çalışma belgesi veri­
lecektir. Bunlar da her ay bir, iki kişi olmak suretiyle bir yılda alınacaklar­
dır. Bu oniki kişiden altısı Divan-ı Hümâyûn, kalemi’ne, üçü Rüûs kalemi’ne, üçü de kise tarafına alınacaktır. Alınacak kâtibler orta yaşlarını geç­
memiş olacak, çalışmaya başladıkları zamanki hal ve hareketleri ile kâbiliyetlerinin dereceleri tetkik olunacaktır. Kaleme çıraklık için başvuranların
sayısı çök olunca içlerinden bazılarını kayırmak, başka kazalarda ileri ge­
len kimsedir deyip yahut bazı kapıkethüdâlarmm yanında çalışıp da sonra
kaleme şâkird olmak isteyenleri kabiliyetli de olsa hiçbir şekilde rica, ha­
tır, yardım yolu ile kaleme alınmaları yasaktır. Nizâmnâmeye göre, kaleme
alınacak kimselerin hal ve durumları incelendikten sonra, dilekçelerinin
kenarına yazılacaktır.
Bundan sonra Divân-ı Hümâyûn kalimi’nde mühim mes’elelerin yazı­
larını yazan kâtibler için başka bir yer ayrılacaktır. "Yanlarına yabancı dev­
letlere âit kimselerin ve görevlilerden başka herhangi bir kimsenin girip çık­
ması kesinlikle yasaklanacaktır».
1797 tarihinde çıkartılan bu nizamname ile Divân-ı Hümâyûn kalem­
lerinde yapılan en önemli değişiklik Divan veya Beğlikçi kalemindeki mühimmenüvislerin özel bir yerde çalışmaları için « M i i h i m m e O d a s ı » nın kurulması olmuştur. Mühimme Odası’nda yapılacak olan çalışmalarda
bir yenilik yapılmamıştır. Divân veya Beğlikçi kalemi’nin gördüğü göreve
Mühimme Odası’nda devam edilmiştir.
Mühimme Odası’na sonraları « M ü h i m m e M ü d ü r l ü ğ ü » adı
verilmiştir. Ancak Mühimme Odası’nın resmen diğer isimlerle söylenilmesine dair herhangibir vesikaya bütün araştırmalara rağmen raslanmamıştır.
Vesikalarda «Mühimme Odası», «Mühimme Kalemi»3S isimleri altmda ka­
yıtlar geçmektedir. Divân-ı Hümâyûn kalemi’nden bahsederken her kalemin
başında idareci olarak «Kisedâr»ların bulunduğu belirtilmişti. Kisedârlann
görevleri, emirleri altmda bulunan kâtiblerin çalışmalarını tâkib etmektir.
Mühimme Odası kuruldukdan sonra mühimmenüvislerin de başma bir kisedâr tâyin edilmiştir. Bu sebebten Mühimme Odası’na Mühimme Kalemi
35 Başbakanlık Arşivi, Devâir TeTcilâtı, Dosya nr. 26, Kısım, Menâsıb-ı
Sadâret.
D ÎV À N -I H Ü M Â Y Ü N
143
de demek uygun görülmüştür. Zamanla Divân-ı Hümâyûn kalemlerinde ça­
lışanlar arasında bu isim benimsenmiş ve Mühimme Odası sözü yerine de­
vamlı şekilde Mühimme Kalemi adı kullanılmıştır.
Divân-ı Hümâyûn Kalemlerinden biri olan Mühimme Kalemi’nin di­
ğer kalemlerden bir farkı da, bu kalemin idarecisi olan kisedâr’m «Müdür»
adını almış olmasıdır. Bu hususda Lütfî Tarihi’nde35 «... Divan Kalemi’nin
Mühimme Odası, Beğlikci kisedârımn zîr-i idâreşinde ise de kisedârlar, de­
vamlı olarak odada bulunamadıklarından odanın müstakil bir müdür ile
idaresine lüzum görülerek Mühimme Odası seremdânından ve erbâb-ı ilim
ve dânişden Sünûhî Efendi, Evâmir-i Mühimme Müdürlüğü nâmı ile zâbıt
nasb olundu...» denilerek 1837 (1253) yılı olaylarında bahsedilmektedir.
Ayrıca, Sünûhî Efendi’nin biyoğrafisinde37 « ... Mühiminenüvist olup Di­
van Kalemi Müdürü oldu..., 1253 de Evâmir-i Mühimme Müdürü, 1840
(1256) da Beğlikçi Kisedârı oldu» denmektedir.
1837 yümdan sonra Mühimme Odası için yine «Divan-ı Hümâyun
Mühimme Kalemi» veya «Beylikçi-i Divân-ı Hümâyûn. Kalemi» denildiği
hatta «Mühimme Odası» olarak da söylendiği ve İmparatorluğun sonuna
kadar bu isimler altında devam ettiği vesikalardan anlaşılmaktadır. Zaten
Divân-ı Hümâyun’a bağlı kalemlerin arasında başlangıçtan beri «Mühim­
me Kalemi» diye özel bir kalem yoktu. Devletin gizli tutulması ve konusu
bakımından önem taşıyan mes’elelerin kayıtlarını gerek bilgi ve gerek ça­
lışma yönünden üstün vasıflar taşıyan kâtiblere yazdırırlardı. Bu kâtiblere
de mühimmenüvis adı verilmişti. Sonradan mühimmenüvislerin özel bir
odaya ayrılmasıyla bu odaya da «Mühimme Odası» denilmiştir. 1837 de
Mühimme-nüvislerin başına âmir olarak tâyin edilen kimseye müdür adı
verilince odanın adı «Mühimme Müdürlüğü» olmuştur. 1846 (1253) yılın­
dan sonra tertiblenmeye başlayan devlet salnâmelerinde de «Mühimme Oda­
sı» diye kayıtlı olup bir müdür idaresinde bulunduğu gösterilmektedir38.
Divân-ı Hümâyûn ve bağlı kalemleri hakkında aydınlatıcı bilgiyi ve­
ren en son tarihli vesika, Divan-ı Hümâyûn dairesi kalemleri ve bu kalem­
lerin çalışma şekline dair hazırlanıp 16 Şubat 1873 (18 Zilhicce 1289) da
yürürlüğe konan nizâmnâmedir39. Bu nizâmnâmeye göre Divân-ı Hümâyûn
dâiresine bağlı kalemler şunlardı :
36
37
38
39
Ahmed Lütfî, Tarih, İstanbul 1303, c.v., s. 99.
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, İstanbul 1308., c. HX, s. 114.
Salnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniÿye, sene 1263 - 1334.
Başbakanlık Arşivi, Dahüiye İrâdeleri, nr. 46122; Bak. Ek I.
T E V F İK TEMEL.KURAN
144
1
Divân-ı Hümâyûn Kalemi
2 — Mühimme Odası
3 — Mezâhib Odası
4 — Rüûs-ı Hümâyûn Kalemi
5 — Tahvil Kalemi
6 — Tuğrakeş odası
Nizâmnâmeye göre Mühimme Odası, Divân-ı Hümâyûn Kalemi’nin
bir bölümü halinde çalışmaktadır. Divân-ı Hümâyûn Kalemi, bir kisedâr,
bir mümeyyiz idaresi altındadır. Aynca kalemde bir kânun memuru, iki
mukâbeleci, iki hülâsa memuru, bir başdefterci' ve dört yardımcısı memur
vardır. Yine bu nizâmnâmede Mühimme Odası’mn bir müdür tarafından
idare edildiği gösterilir. Mühimme Odası’nm gördüğü vazife hakkında tam
olarak bilgi veren bu nizâmnâme, olmuştur. Mühimme Odası’nm teşkilâtı
ve çalışmaları şöyle anlatılır:
Mühimme Odası’nda idareci olarak bir müdür ve bir mümeyyiz, şef
olarak bir nâmenüvis ve iki müzekkire memuru bulunuyordu.
Diğer memurlar üç sınıfa ayrılmıştır:
a)
Birinci sınıf (on memur)
b)
İkinci sınıf (onbeş memur)
c)
Üçüncü sınıf (yirmi memur)
Miihimme Odası’nda idareci ve memur olarak elli kişi görevli bulunu­
yordu. Bu elli kişinin dışmda stajyer olarak çalışan kâtibler (mülâzım) de
vardı.
Nizâmnâmeye göre Mühimme Odası’nm çalışmaları şu konular üze­
rindeydi :
Yabancı, devletler ile yapılan anlaşmaların ve herhangi bir iş hususun­
da şahıslar veya diğer devletlerle yapılan sözleşmelerin senedleri ile devle­
tin önemli mes’elelerine ait verilen emir ve beratların yazılmaları odanın
esas görevini teşkil ediyordu. Bu çeşit mes’elelere ait, irâde-i seniyyeler, za­
bıtlar, kararlar ve diğer evrak, Mühimme Odası’na gelirdi. Gelen evrak ya
aynı gün veya akşam geç saatte gelen evrak ise ertesi gün «müzekkire defterisme40 özetleri çıkartılarak evrakın numarası ile kaydolunur ve «müsev40
Başbakanlık Arşivi, Müzekkire Defterleri.
D İV Â N -I H Ü M Â Y Ü N
145
vid»lere41 verilirdi. Eğer evrakın aynen yazılması gerekirse bunlar doğru­
dan doğruya «mübeyyiz»lere42 verilirdi. Mühimme Odası’na gelen müsved­
deleri yazılmış yazılar önce mümeyyiz (şef)e verilirdi. Yazdmasına öncelik
tanınan evrak hemen o gün yahut en geç ertesi gün gerekli işlemi yapıla­
rak müdüre verilirdi. Müdür, evrakı kontrol edip ’ gerekli düzeltmeyi yap­
tıktan sonra «Beğlik kisedârı’na verilsin, oradan da Beğlikçilik makamına
takdim edilsin» diye evraka işaret koyar ve kaleme gönderirdi. Müdür ta­
rafından kaleme gönderilen evrakın fermanları yazılır ve bu fermanlar «Mukâbeleci»ler43 tarafından mukâbele olunur ve çıkarılması için işaret konu­
lurdu. Bundan sonra evrak, yine müdüre gider ve müdür tarafından tekrar
kontroldan geçen evrak «sah» (tasdik) olunduktan sonra hemen o gün ve­
ya en geç ertesi gün müsveddesi ile beraber Beğlik Odası’na gönderilirdi.
Yazılan müsveddeler, emirler ve beratlar ile diğer mes’elelere ait e v rakın
karar veriliş tarihleri hangi gün ise müzekkire defterlerine «İrâde-i Seniyyesi ve diğer evrakın çıkarılmasına dair emir ve. senedi yazılmıştır» diye
kaydolunur ve tarih konularak ilgili kalemlere gönderilirdi.
Divân-ı Hümâyûn Kalemi ile Mühimme Odası’nda bulunan birinci ve
ikinci sınıf memurların arasında dost devletlere ait defterlerin kayıtlarını
yapanlar, herhangi bir dost devletin elçiliği tarafından bildirilen konsolos
veya vekillerinin işten alınması yahut tâyinlerine dair haberleri ve gönderi­
len yazıları anlaşma şartlarına uygun şekilde işlemlerini yaparlar ve yapı­
lan işlemleri özçl defterlerine kaydederlerdi. Deniz' taşıtlarına dair emirle­
rin de yazılmasını ve emirnâmelere «tuğra» çekme işini de bunlar yapar,
sonradan istenildiği vakit hemen Liman İşletmesi tarafına verilmek üzere
saklarlardı. Bu işler üzerinde çok dikkat ve titizlik gösterilirdi. Herhangi
bir gecikme meydana gelmemesine çalışılırdı. Yapılan yanlışlıklardan me­
murlar kendileri sorumlu tutulurdu.
İşte 16 Şubat 1873 tarihinde kabul edilen bu nizâmnâmede Mühim­
me Odası’nı yukarıda açıklandığı şekilde görüyoruz.
Ayrıca, Osmanlı Devleti Sâlnâme (yıllık)lerinde Mühimme Odası’nın
gelişmesi ve zaman zaman yapılan değişiklikleri şu şekilde görüyoruz44.
41
42
43
Yazılacak yazıların müsveddelerini yapan memurlar.
Müsveddesi yapılan yazıları temize çeken memurlar.
Evrak kayıd memurları.
44 Sâlnâme-i' Devlet-i A liyye-i ösm ânyye, sene. H. 1265 -1334.
gösterilmiyen yıllar bir önce gösterilen yüm aynıdır).-
(Arada
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 10
TE V FÎK TE M E LK U R A N
146
Yıl 1848-1849 (H. 1265):
Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkâne, Menâsıb-ı Divâniye, zâbıtân-ı aklâm : Mühimme Müdürü.
Y d 1872-1873 (H. 1289):
Bâbrı Âlî Zâbıtân-ı Aklâmı: Mühimme Odası Müdürü.
' Yıl 1873- 1874 (H. 1290):
Bâb-ı Âlî Zâbıtân-ı Aklâmı: Miihimme Odası Müdürü, Divân-ı Hü­
mâyûn Mühimme Odası Mümeyyizi.
Yıl 1877 (H. 1294):
Bâb-ı Âlî, Sadâret Dâiresi, Beğlikçi-i Divân-ı Hümâyûn îdâresi; Mü­
himme Odasu Müdürü,' Divân-ı Hümâyûn Mühimme Odası Mümeyyizi.
Yıl 1880 - 1881 (H. 1298) :
Başvekâlet Dâiresi, Divân-ı Hümâyûn Dâiresi Aklâmı; Mühimme Oda­
sı, Başkâtib, mmâyin, nâme-nüvis, mukâbeleci-i evvel, mukâbeleci-i sâni,
tuğrakeş-i evvel, tuğrakeş-i sâni. ,
Yıl 1896 - 1897 (H. 1314) :
Sadâret-i Uzmâ Dâire-i Çelilesi, Divân-ı Hümâyûn Aklâmı, M ühimme
Odası: Mühimme Müdürü, mümeyyiz, inu’âvin, nâme-nüvis, mukâbeleci-i
evvel, mukâbeleci-i sâni, tuğrakeş-i evvel, tuğrakeş-i sâni. *
Yıl 1897 - 1898 (H. 1315):
Bu yılda geçen yılki kadroya sâdece «sermüsevvidlik» Uâve olunmuş­
tur.
Yd 1902-1903 (H. 1320):
Bu ydda Sermüsevvidlik, Mühimme Odası’ndan alınarak Divân-ı Hü­
mâyûn Kalemi’ne Verilmiştir. Diğer kadro aynen muhâfaza olunmuştur.
Yd 1909 (H. 1327):
Dâire-i Sadâret, Divân Dâiresi :
Mühimme Kalemi Mümeyyizi. 1909’da Mühimme Odası’nın persone­
li dağılmış, odanın adı değiştirilerek «Mühimme Kalemi» olmuş ve sâdece
bir mümeyyizin idâresine verilmiştir.
d İ v â n -i
hüm âyûn
147
Yıl 1914 -1916 (H. 1333 - 1334):
Dâire-i Sadâret, Divân-ı Hümâyûn Beğlikçilik Dâiresi, Mühimme ve
Kalem-i Mahsus Müdüriyeti : Müdir, Mu’âvin.
1916 dan sonra Mühimme Kalemi’nin durumuna âit elimizde tek ve­
sika vardır45. Bu vesikada Mühimme Kalemi’nin son şeklini görüyoruz,
şöyleki:
Yıl 1918 - 1919 (H. 1337): .
Mühimme kalemleri ve devletin idâri işlerine bakan diğer kalemler
«Mektûbî Kalemi» adı altında tek kalem olarak birleştirilmiştir. Mektûbî Kalemi’nih müdürlüğüne Umûr-ı idâriye Kalemi mu’ âvini Server, birin­
ci muavinliğine Umûr-ı Mühimme Müdürü Seyfeddin, ikinci mu'âvinliğine
Umûr-ı Mühimme Müdür mu'âvini Feyzi beyler getirilmiştir.
Mühimme Kalemi’nin kuruluşu, gördüğü işleri ve bu kalemde çalışan
görevliler hakkında imkân nisbetinde eldeki vesikaları değerlendirmeye çahştık..Şimdi, Mühimme Kalemi’nin personeli arasmda en önemli yeri tutan
ve bilhassa Miihimme Odası’nm ayrı bir kalem haline getirilmesine sebeb
olan mühimmenüyisler hakkında daha geniş bilgüer vermeye çalışacağız.
MÜHÎ MM E -N Ü V İSLİK
Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilâtmın Divân-ı Hümâyun’dan idâre
olunmakta olduğu .buraya kadar : yapılan açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Divân-ı Hümâyun kalemleri hakkmda yapılan açıklamalarda Divân-ı Hümâyun’un gördüğü mes’elelere ait, yazıların en önemlilerinin «Divân» veya
«Beğlikçi» kaleminden geçtiğini ve 1797 yılında ayrı bir şube olarak çalış­
maya başlayan Mühimme Odası’nın bu işi üzerine aldığım gördük. İmpa­
ratorluğun önemli mes’elelerine dâir her türlü yazmm yazılması veya bun­
lar hakkmda gerekli işlemlerin yapılması için de özel kâtibler tahsis olun­
muştur.
Bugün resmî işlemlerde «önemli» denilen bir mesele için Osmanlı İm­
paratorluğu devrinde Arapça bir kelime olan « m ü h i m m » veya « m ü45
Sadâret.
Başbakanlık Arşivi, Devdir Teşkilâtı, Dosya nr. 26, Kısım, Menâsıb-ı
TE V FÎK TE M E LK U R A N
148
h i m m e » sözleri kullanılırdı. Bugün dahi resmî dairelerde bu çeşit ev­
rak için «önemli», «gizli», «çok gizli» vb... gibi damgaları kullanılmakta­
dır. Divân-ı Hümâyun’da bir mes’ele hakkında «mühimm» denildiği zaman
bu mes’eleye ait evrakın işlemleri özel olarak görevlendirilmiş olan kâtible­
re yaptırılırdı. Bu kâtiblere mühimme yazan anlamına gelen farsça «yazıcı»,
«yazan» demek olan «nüvis» kelimesi ile birleşik olarak «mühimme-nüvis»
adı verilmiştir.
Mühimme Odası’nm kuruluşuna kadar mühimme-nüvisler diğer kalem­
lerin kâtibleri ile aynı odada çalışırlardı. Bu devreye kadar mühimmenüvislerin sayıları ve özellikleri hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak
Mühimme Odası kurulduktan sonra bu odada çalışacak mühimmenüvisler
için bazı özel şartlar konmuş ve zaman zaman kendilerine üstün haklar ta­
nınmıştır.
Mühimme Odası’nm kurulması için hazırlanan ve yukarıda açıklama­
sı yapılan 1797 tarihli nizâmnâmeye göre Mühimme Odası’na ilk olarak
onbeş kâtib alınması kararlaştırılmıştır46. Bu onbeş kâtib, Divân-ı Hümâ­
yun Kaleminde çalışan kâtiblerin içinden güzel yazı yazan, temiz giyinişli,
kendisine güvenilir ve görevine bağh olanların arasından seçilecekti47. Da­
ha sonra mühim konuları yazmaya kabiliyetli ve tecrübeli olan diğer kâtiblerin arasından birer ikişer kâtib daha alınacak ve Mühimme Odası’na
tayin edilecek kâtiblerin sayısı otuzdan fazla olmıyacaktı. Mühimme-nüvis
olarak görevlendirilen kâtibler herhangi bir işe dair yazı yazmıyacaklardı.
Onların işleri, gece gündüz mühim işlere ait yazüarı yazmak olacaktı. Mü­
himmenüvisler, Divân-ı Hümâyûn Odası için ayrılan gelirlerden faydalana­
caklar, diğer kâtiblere örnek olarak gösterilecek şekilde çalışmalarına ve
haklarına göre mükâfat göreceklerdi. Mühimmenüvislerin maaş ve geçim
düşüncelerine meydan verilmiyecek şekilde rahatları sağlanacaktı. Bu şart­
lar altında Mühimme Odası’na ilk olarak onbeş kâtib seçilmiş ve durum­
ları hakkında incelemeler yapılarak tayinleri kabul edilmiştir. Bunların isim­
lerini ve haklarında yapılan incelemeleri aşağıda veriyoruz48 :
N e ş ’ et
Efendi:
Deveili kazalarına gönderilen emirlerin yazılarını yazan Neş’et Efendi,
yeni nizâmnâme gereğince Mühimme Odası’na alınmıştır. Onun görevi, yi­
,
46 Başbakanlık Arşivi, MUD. nr. 37, s. 6.
47 Başbakanlık Arşivi, HH., nr. 22873.
48 Başbakanlık Arşivi, MUD., nr. 37, s. 6.
D tV Â N -I H Ü M Â Y Û N
149
ne kendisinin kontrolü altında başka bir kâtibe verilmiştir. Bu kâtibin ya­
nma herkesin girmesi yasaklanmıştır. Yazdığı yazıları kontrol için Neş’et
Efendi’ye getirilip götürülmesinde sadece kalem kisedârı görevlendirilmiş­
tir.
Mehmed
Emin
Fâik
Efendi:
Mehmed Emin Fâik Efendi, evveldenberi mühime-nüvisdir. Uzun müd­
det mükâmelât ve müşâverât mazbatalarının temiz olarak yazılarını yaz­
mıştır. Sır tutabilen, temiz ahlâklı, hal ve gidişâtı düzgün bir kimsedir. Bü­
yük İspanya ve Dubrovnik defterleri üzerinde çalışmaktadır. Bu işi aym ka­
lemde çalışmakta olan Ahmet Tevfik Efendi’ye verilip Fâik Efendi, Mühimme Odası’na naklolmuştur.
Seyyid
Ahmed
Safâ
Efendi:
Divân-ı Hümâyûn kalemi Mühimme-nüvislerindendir1
. Güzel tavırlı bir
kimsedir. Daha önceleri Anadolu kazalarına gönderilecek yazıları yazmak­
la görevli idi. Mühimme Odası’nda, toplu hâlde yazılacak yazıları okuyup
yazdırmak ve aynı zamanda bazı yazıların müsveddelerini yazmakla görev­
lendirilmiştir. Diğer taraftan bir müddet daha kazalara gönderilecek emirleri
yazma görevine de devam edecektir. Ancak bu çeşit yazıları Mühimme Odası’na kalem kisedârı getirip götüreçektir.
Sâmi’
Efendi:
Birkaç ay önce Divan tercümanı yazıcılığına getirilmiştir. Yazısı gü­
zel olduğundan Mühimme işlerinde kullanılmak üzere Nâme-i Hümâyûn
yazması için Mühimme Odasma alınmıştır.
Kâşif
Efendi:
Yazısı güzel olduğundan mühimme işlerinde nâme-i hümâyûn yazmak
üzere Mihimme Odası’na alınmıştır.
Hâmi
Efendi
:
Güzel yazı yazan nâmen-nüvislerdendir. Nâme ve ceride denilen bü­
yük resmî kayıtların yapıldığı defterlere mazbataların kaydını yazmakla Mü­
himme Odası’nda görevlendirilmiştir.
TB V FİK TE M E LK U R A N
150
. Seydâ.Efendi:..
Olgun tavırlı bir kimsedir. Gece ve gündüz mühimm ve gizli yazıları
yazmak ve bâzı yazıların müsveddelerini hazırlamakla görevlendirilmiştir.
Münif
Efendi :
Mühimme yazılarını yazmak ve kayıdlarım yapmakla görevlendiril­
miştir.
Mukîm
;
Efendi :
aynı durumda.
Nimet
Efendi:
aynı durumda.
Hilmi
Efendi:
aynı durumda.
Ferdî
Efendi:
Müsvedde ve temiz yazıları yazmakla görevli.
Rlcih
Efendi:
Mühimmeye âit emirleri ve Mühimme Defterleri’ne kayıdları yapmak­
la görevlendirilmiştir.
Nuri
Râsih
Efendi:
Efendi:
aynı durumda.
aynı durumda.
Mühimme Odası’na alman bu kâtibler hakkında yukarıda belirtildiği
şekilde verilen raporlardan anlaşıldığına göre seçme işinde *daha ziyade ön­
ceden çalıştıkları işleri ve ahlâkları göz önünde tutulmuştur. Ayrıca güzel
yazı yazmaları da şart koşulmuştur. Bilhassa Divân-ı Hümâyûn Kalemi’nde
devletin gizli ve önemli işlerinde çalışmış olanlar seçilmiştir.
1799 (1214) tarihli bir vesikaya göre49 Divân.-ı Hümâyûn Kalemi’nde
mühimme-nüvis olarak çalışanların geçim sıkıntısı çekmemeleri ve bunlar
öldükten sonra aileleri ve çocuklarına yardım yapılması kararlaştırılmıştır.
Şöyle k i :
«Takrir mûcibince tanzim oluna,
Şevketlû kerâmetlû mehâbetlû kudretlû veliyyünni’metim pâdişâhım
efendim
49
Bagbakanlık Arşivi, HH., nr. 4470; îrade Dahiliye, nr. 1571.
D ÎV Â N -I H Ü M Â Y Ü N
151
Divân-ı Hümâyûn Kalemi, Beğlik ve Âmedî ve Kise ve Rü’ûs ta’biriyle dört kalem olup bunların ketebeşinin sefer ve. hazarda tahrirât-ı mühimme ile iştigalleri hasebiyle medâr-ı manâsları olmak içün gedüklü ve şâkird ve mülâzım olarak kadîmi bir mıkdar ze'âmet ve tımar şurûtiyle muhassis olub işbu kalem ze'âmet ve tımârına mutasarrıf olanlardan fevt olan­
lar bir ve iki ve üç ve daha ziyâde evlâd terk etdikde ber mûceb-i şurût ev­
lâdına taksim olunarak kalem-i mezkûre tahsis kılınan ze'âmet ve tımarın
kuyûd ve adedi ikiyüzü mütecâviz iken bundan akdem bâ kânunnâme-i hü­
mâyûn verilen nizamda kalem-i mezkûrun ze’âmet ve tımarı yüzon nefere
münhasır olmak üzre ma'dâsı bayrakları altma gitmek üzre haricde kaldı­
ğından mutasarrıflarından defe ile bilâ nânpâde kaldıkları ve bir mıkdan da­
hî Hâcegân-ı Divân-ı hümâyûn’dan bulunan bendeleri üzerinde olub ba'de’lvefat evlâdı var ise verilüb bayrağı altına gitmek ve evlâdı yoksa mülâzım­
larına verilmek üzre tanzim birle mahmî defterinde tevkif olunmuş olmağla
ketebe-i merkûmede kalan zecâmet ve tımarın ekseri çürük ve bî hâsıl oldu­
ğundan el-yevm leyi ve nehâr umûr-ı mühimme tahrîrinde müstahdem olan
ketebenin eşedd zarûretleri derkâr ve fakr u fakâya dûçâr ve bu def’a bâ
avn ve tevfîk-i Cenâb-ı rabbi kadir hareket idecek ordu-yu hümâyunla istishâbı iktizâ iden ketebenin azimetine adem-i iktidarları bedîdâr olmak
hasebiyle kalemlu tarafından olarak beğlikçi efendi kullan tarafından bu
deha bir kıta takrir takdim ile gelerek ordu-yu hümâyunda hizmetde bu­
lunacak ve gerek bu tarafda kaleme müdâvemet ile umûr-ı mühimme tah­
rîrinde müstahdem ve tahsîl-i fünûn ve ma'ârife râgıb ve sa'y olacak küttâbın tezâyüd-i şevk ve gayretlerini mûcib ve refte refte maaşlarına medâr
olmasını müstevcib olmak içün kalem-i mezkûrun el-hâleti hâzihî mmayyen
olan yetmiş nefer gedüklü ve kırk nefer pervâzî şerhlu çem'an yüzon ne­
ferden zikr olunan kırk nefer şerhluya yirmi nefer dahi ilâve ve pervâzî şerh
altmış adede iblâğ birle mahmî defterinde tevkif olunanlardan bilâ veled
fevt olanların ze'âmet ve tımarı sancak mülâzımlarına verilmiyerek o makuleden yirmi aded ze'âmet ve tımar bunlara ilhâk içün şurûta zeyl olunub
Defterhâne-i Âmire’ye ilm ü haberi i'tâ olunmak üzere mübârek hatt-ı hü­
mâyûn inâyet makrun sudûruna müsâ'ade-i seniyye sezâ Ve bu vecihle ka­
lem-i mezkûr ketebesi müceddeden ihyâ buyufulmasım istid'a ve işbu ilhâk
olunacaklardan ve gerek kalem-i mezkûrun sâ’ir ve ze'âmet ve tımarından
mahlûl vukû’unda evvelâ sefer-i hümâyuna azimet ile hidmette bulunan ketebeye verileceği inhâ olunduğuna binâ’en takrîr-i mezkûr manzûr-ı şâhâneleri buyrulmak içün ma'ruz-ı huzûr-ı mülûkâneleri kıhndı...»
TE V FİK TE M E LK U R A N
152
1801 (H. 1216) de mühimmen-nüvislerin sayılarının çoğaltılmasına
ihtiyaç duyulmuştur50. Bu tarihte mühimme-nüvislerin sayısı yirmidörde çı­
karılmış ve mühimm işlere ait işlemlerin daha kolaylıkla yapılması sağlan­
mıştır. Fakat bu artış bu kadarla kalmayıp zamanla ihtiyaçtan daha' fazla
artmıştır. - Bunun sebebinin işlerin çokluğundan değil, ıhühimme-nüvislere
tanınan haklardan dolayı bu göreve gösterilen rağbetin olduğunu görüyoruz.
1801 tarihli karara göre mühimme-nüvislerin en fazla otuz kişi olması lâ­
zım gelirken 1819 (H. 1234) da elli kişiye yaklaşmıştır. Bu artışın önüne
geçilebilmesi için yeni alman kararı aynen veriyoruz51 :
«İzzetlü Reîsü’l-küttâb Efendi,
Divân-ı Hümâyûn kaleminde olan Mühimme Odası me’murları fi’l-asl otuz nefere münhasır iken bir müddettenberu ba’zı rica ve şefâ<atle tekessür iderek elhâleti hâzihi elh nefere karîb olduğu ve oda-ı mezkûre ise
bir sagîr mahal olarak ol kadar ketebeye mütahammil olmadığı tahkik olunub bu keyfiyet oda-ı merkûmenin usûl-i kadîmesine münâfr olduğundan
gayri giderek oda-i mezbûrede zihâmdan umûr-ı mühimme tahrîri müşkil
olmak derecesine varacağı aşikâr ve bu cihetle husûs-ı mezkûrun menü lâ­
zım geldiği bedîhî ve bedîdâr olmağla imdi fî-mâ-ba’d kemâl-i ehliyet ve
istihfafı cümleye fâik ve hüner ve manifet ve edeb ve sadâkat cihetiyle lütf
ve inâyet lâyık olduğu zâbıtân-ı Kalem indinde müsellem olmadıkça oda-ı
mezkûre me’murları kadîmi üzere otuz nefere tenezzül etmeksizin kimesne
idhâl kılınmamak ve bir taraftan iltimas ve rica vuku- bulsa bile keyfiyet
ifade ile bir vecihle müsâade olunmamak hususunu Beğlikçi efendi ve sâır
lâzım gelenlere tembih ve te’kîd iderek vikâye-i nizâma ale’d-devam htinâ
ve ihtimâm olunması eshâbmı istihsâle mübâderet eyleyesiz deyu.» Fî 20
R sene 1234 (16. II. 1819).
Bu karara da devamlı olarak uyulmamış 1832 (1248) tarihinde Mü­
himme-nüvislerin sayısı yetmişi geçmiştir. Aynı tarihli vesikaya göre52 : Mü­
himine Odası’na nizâmnâmenin aksine olarak olur olmaz kimseler alınmış­
tır. Bunların arasında düzgün yazı yazamayacak kadar bilgisiz ve ehliyet­
sizler de bulunmaktaydı. Bu tarihde mühimme-nüvislerin sayısının yine om­
za indirilinceye kadar odaya kimsenin alınmaması hatta işe yaramıyanlarm
50
51
52
Başbakanlık Arşivi, Cevdet Dahiliye, nr. 14064; HH., nr. 5254.
Başbakanlık Arşivi, MUD., 37, s. 9.
Başbakanlık Arşivi, MUD., nr. 37, s. 8.
d î v A n -i
hüm âyün
153
kalemden çıkartılması emr olunduğu halde 1838 (1254) de azalma şöyle
dursun sayıları yüz kişiyi aşmıştır33.
Mühimme-nüvislerin sayılarının böyle sık sık artmasının sebebini yu­
karıda, kendilerine bilhassa maddî yönden tanınan farklı haklar olduğu be­
lirtilmişti. Bu sebebten vesikalarda da açıkça yazılmış olduğu gibi Mühimme
Odası’na rüşvet ve iltimas yolu ile nizamnameye aykırı olarak eli kalem tu­
tan âciz kimseler dahî alınmıştır. Bu durumun bilhassa Osmanlı Devleti’nin
son zamanlarında daha fazla meydana geldiğini görüyoruz. Divan-ı Hü­
mâyûn kalemleri içinde devletin en önemli ve hayâtî mes’elelerinin işlem­
lerini yapmakla görevli olan Mühimme Kalemi, Bâb-ı Âlî teşküâtmın kurul­
masına kadar bu görevi yürütmüştür. 1839 (1255) tarihinden sonra merkez
teşkilâtında yeni sistemler tatbik edilmeye başlandığında ilk olarak merkez
teşkilâtınm esasını teşkil eden idâri teşkilâtı görüyoruz. Daha 1832 (1248)
de kalemlerin durumundan şkâyetçi olarak ve gerekli tedbirlerin alınması
için Padişah II. Mahmud ile vezîri arasındaki yazışmayı aşağıda aynen ve­
riyoruz54 :
«Benim vezîrim:
İşbu takririn, manzûr-ı ma=lûm-ı hümâyûnum olmuşdur. Bu aklâm hu­
susu Devlet-i Aliyyemizin pek büyük maslahat-ı mu'tenâsmdan olmağla bi’lmütâla^a hüsn-i nizâmına bakılmak elzemdir. Gerçi bu hususu mukaddemâ
sana açmış idim. Ancak hayli vakit geçdiğinden aceb maslahatın tekessüri
cihetiyle hatmndan çıkmasm deyu bu’kerre dahi te’kîd eyledim. Takririnde
beyan eylediğin üzere gereği gibi etrafiyle bi’l-müzâkere kararını taraf-ı hü­
mâyunuma arz ve ifade idesin.
Şevketlü kerâmetlû mehâbetlû kudretlû pâdişâhım velînknetim efen­
dim:
Divân-ı Hümâyûn ketebesinden Selim Sâlim efendi bendelerinin oğlu
Eşref efendi kullarının zümre-i hâcegâna ilhâkı istîzânmı mutazammm merfûu atabe-i ulyâ-yı mülûkâneleri kılınan takrir-i çâkirânem bâlâsına şeref
efzâ-yı sudûr olan hatt-ı hümâyûn şevket-makrûn-ı şâhânelerinin bir fıkra-i celîle-i mecâl-i münîfinde bir müddetten beru gavâil sebebiyle ketebe-i
aklâmın ahvâline dikkat olunamamasıyle içlerine ba=zı mechûle’l-ahvâl ki53
54
Başbakanlık Arşivi, MUD, 37, s. 11, 42.
Başbakanlık Arşivi, H H , nr. 23969.
154
TE V FİK TE M E LK U R A N
mesnelerin karışmasında mazarrat derkâr ve baczı kalemlerin ketebesi ziyâ­
de ve ba-zısı noksan olub harc-ı kalem husûsunda dahî müstahdem olanlar
lâyıkiyle gözedilmediğinden Bâb-ı Âlî ve gerek Bâb-ı Defterî aklâmından
olan kâtibler he makûle adamlardır ve kimlerin evlad ve akraba ve ta^allukâtıdır bi’t-tahkîk defter olunarak içlerinden uygunsuzların tenkîhiyle işe
yararlarının kayırılması ve bulundukları kalemde lüzumundan ziyade olan­
ların kâtibi olmayan kalemlere ve Mühendishâne ve Tabhâne-i Hümâyûn’a
me’muriyetleri misüllü icab ve iktizâsı etrâfiyle bi’İ-mütâla-a hâk-ı pâ-yı hümâyun-ı şâhânelerine arz ve- ifâde kılınması emr ü fermân buyrulmuş olmagla vâkha riıahâll-i şâire devlet-i aliyyeleri olan aklâm feyz-i' insicâm
hazret-i pâdişâhîleri ketebesinin cümlesi ketûm ve müstakîmü’l-etvâr ola­
rak bulundukları kalemlere devam idüb vazife-i me’mûriyetlerinden hâriç
şeye karışmamak ve içlerinden uygunsuzları bi’t-tahkîk tenfîh' ve ifrâz ile
işe yararları kayırılmak ve kaleminde kadr-i kifâyeden ziyâde bulunanlar
iktizâsına göre münâsib mahallere ine’mur kılinmak üzere cümlesinin hâl u
sânları bilinmek lâzimeden olarak bu vecihle şerefbahş-ı sünûh ve sudûr
buyurulan irâde-i aliyye-i mülûkâneleri aklâm-ı pâdişâhileri hakkmda erzân
buyrula gelen âsâr-ı iltifat-ı bî gâyât-ı şehinşâhîleri muktezâsmdan olduğu
zâhir ve bedîdâr olmağla bu babda mukaddemâ çâkerkemînelerine şifâhen
dahi emr-i hümâyûn-ı mülûkâneleri şerefbahş-ı sudûr buyurulub başkaca
mülâhaza ve tedkîke muhtaç olması cihetiyle aralık aralık tezkere ve mütâla adan hâlî olmadığımız misüllü inşâallahü tacâlâ tıbkı emr-ü fermân-ı
hümâyun-ı şâhâneleri veçhile bundan böyle icâb ve iktizâsı etrâfiyle mütâlaca ve mülâhaza ve Bâb-ı Defterî ve Defterhâne aklâmımn" ahvâli dahi def­
terdar efendi ve şâir erbâb-ı vukûf bendeleri ile müzâkere olunarak hâkpâ-yi me’âlî ihtivâ-yi cihanbânîlerine arz ve işcâra ictisâr kıhnacağı muhât-ı
ilm-i âlîleri buyruldukda emr ü fermân şevketlû kerâmetlû mehâbetlû kııdretlû velînimetim efendim pâdişâhım hazretlerinindir.»
Vesikalardan da anlaşılacağı üzere idâri teşkilâtta çalışan görevliler ça­
lışmaları ile ilgili olarak sık sık değişiklikler yapılmış ve yeni tedbirler alın­
mak zorunda kalınmıştır. Zaman zaman çıkarılan nizâmnâmeler ve gönderi­
len emirler çoğunlukla genel mahiyette olmuştur. Nâdiren de özel olarak
emirler gönderilmiştir. Yazımızda konumuz ile ilgili olan vesikaları ortaya
çıkarmaya çalıştık. Gerek Mühimme Kalemi gerekse bu kalemde çalışanlar
ve yaptıkları işler hakkmda apaçık vesikaları bulmak pek güç oldu. Bu ba­
kımdan bazı hususlarda kıyaslama yoluna gitme zarureti hasıl oldu ki bunu
da bu konu ile ilgilenenlerin fikirlerine bırakmayı daha uygun gördük. Me­
D tV Â N -I H Ü M Â Y Û N
155
selâ, mühimme-nüvislerin her birinin ne .iş gördüğü, sayılarının kesin ola­
rak ne kadar olduğu ve son zamanlardaki durumları hakkında aydınlatıcı
vesikalara rastlanmadı.
Divân-ı Hümâyûn kalemlerinin ayrı ayrı çalışma şekillerine dair ni­
zamnameler çıkarılmıştır. Nitekim Divân-ı Hümâyûn kalemi ve Mühimme
Odası’na ait olanlardan bahsettik. Yine her bir kalemin gördüğü işlere ait
evrak ve defterlerin mevcut olduğu ortadadır. Bu evrakın ve defterlerin ma­
hiyetlerini iyice anlamak, ait oldukları kalemlerin çahşma durumlarını da­
ha açık olarak bilmemize yarıyacaktır. Bu sebeble Başbakanlık Arşivinde
mevcut olup istifadeye açılan evrak ve defterler üzerinde de tetkikler yapıl­
mış olundu. Ancak faydalanabilmen kısım daha, çok defterlerdir. Evrakm
tasnifi henüz tamamiyle yapılmamış olduğundan sadece mevcutlar üzerinde
yapılan incelemeden elde edilen bilgileri ortaya koymaya çalışacağız.
MÜHİMME
DEFTERLERİ'
Osmanlı Devleti’nin hemen hemen gerek dahilî, gerek haricî birinci ve
ikinci derece önem taşıyan mes’elelerine ait. verilen kararlar ve bunlara dair
yazılan ferman (emir)lann kayıt olunduğu defterlere « M ü h i m m e D e f ­
teri»
adı verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun siyâsî, İçtimaî, askerî
ve İdarî konularında bilgi veren kaynaklardan biri de mühimme defterleri­
dir.
MÜHİMME
DEFTERLERİNİN
BAŞLANGICI
Mühimme Defterlerinin başlangıç tarihini Başbakanlık Arşivindeki mü­
himme defterlerine göre her ne kadar Süleyman I. (Kanunî, 152Ö-1566)in
saltanat yıllarında yani 1553 (H. 961) olarak görüyorsak da bu tarihden da­
ha önce de bu defterler mevcuttur. Meselâ: Topkapı Sarayı Koğuşlar (nr.
888) da kayıtlı olan ahkâm defteri 959-960 hicrî yıllarına âit bir mühimme
defteridir. Aynı şekilde 951-952 hicrî yıllarına ait yine aynı yerde (nr.
12321) diğer bir mühimme defteri vardır. Bugün elde mevcut defterlerden
aşağı yukarı aynı konuyu kapsayan ve mühimme defterlerinden daha eski
tarihlere âit olan «Kadı Sicilleri» veya «Şerû Mahkeme Sicilleri» defterleri
TE V FÎK TE M E LK U R A N
1-56
vardır. Yapılan araştırmalar sonucunda 1553 tarihinden önceki mühimme
defterlerinin varlığına ve onların ne olduklarına dair elde edilen bilgiler nazariyeden öte gitmemektedir. Bununla beraber mühimme defterlerine kayıt­
ları yapılan fermanların asılları olan vesikalar da henüz tam olarak mey­
dana çıkmış değildir. Başbakanlık arşivinde halen tasnifi yapılmakta olan
vesikalar arasında Divân evrakının, bilhassa Divan-ı Hümâyûn Mühimme
evrakmm 1533 tarihinden öncesine ait olanları pek azdır. Bunlar da mü­
himme defterleri hakkında aydınlatıcı bir bilgi vermemektedir.
Uzunçarşılı’nın eserinde55, «Osmanlılar’ın onbeşinci yüz yılın ilk yarı­
sında arazi tahrîr defterleri tuttuklarına göre divan müzakeresine ait defter­
lerin de her halde Fatih devrinden itibaren tutulmuş oldukları kuvvetli ih­
timal d ahilindedir» denilmektedir.
Başbakanlık arşivinde mevcut mühimme defterlerinin ilki 1553-1554
(EL. N. 961 - EL. RA. 962), sonuncusu 1869 - 1905 (EL. C. 1286-EL.L.
1323) tarihlerini ihtiva etmektedir.
MÜHİMME
DEFTERLERİNİN
GEÇİRDİĞİ
GELİŞME
Başlangıçta, Divân-ı Hümâyûn tarafından verilen kararlara dâir her
çeşit ferman mühimme defterine kaydedilirdi. Bu kayıtlar tarih sırasına gö­
re yapıldığından divan toplantılarının günlerini bunlara göre tesbit etmek
mümkündür. Mühimme defterlerindeki kayıtlara göre 1469 (1059) tarihin­
den itibaren bütün ferman kayıtlarının bu defterlere yapılmadığını görüyo­
ruz. Aynı tarihte devletin İdarî, siyasî, askerî mes’elelerin dışında halkın
devlet ile münasebetlerine dair konular için ayrı defterler tutulmağa başlan­
mıştır. Bunlar daha ziyade şikâyet ve dilek mahiyetinde konular olduğun­
dan bu defterlere « Ş İ K Â Y E T D E F T E R L E R İ »
adı verilmiş­
tir. Şikâyet defterleri de 1742 tarihinden itibaren eyâlet eyâlet ayrılarak
« A h k â m - ı Ş i k â y e t » veya kısaca « A h k â m d e f t e r l e r i »
âdını almıştır.
55
İsmail Hakkı Uzunçargılı, Aynı eser, s. 79.
D İV Â N -I H Ü M Â Y Û N
MÜHİMME
157
DEFTERLERİNİN
MÂHİYETİ
Başbakanlık Arşivinde mevcud olan mühimme defterinin adedi 263
dür. Fakat aslında 262 olarak kabûl etmek gerekir. Çünkü 1-263 seri nu­
maralarda kayıtlı olan defterlerin 20 numaraları yoktur. Ne olduğu da
bilinmemektedir.
1 numaralı Mühimme Defteri 1553-1554 (H. Evâü N. 961 - Evâil RA
962) tarihlerim; 263 numaralı Mühimme Defteri de 1869- 1905 (. Evâil Cemaziyelâhir 1286-Evâil Şevval 1323) yıllarını ihtiva eder. Seri numara­
ları birbirlerini takîb eden defterlerin aralarında tarih bakımından birçok
boşluklar görülmektedir. Bu boşluklar bazen on yıla kadar çıkmaktadır.
Meselâ, 82 seri numaralı defterin ihtiva ettiği tarih 1617-1618 yıllandır,
83 numarah defter ise 1626- 1627 yıllannı ihtiva eder. Tarihler arasında­
ki bu boşlukların açık olarak sebebi bilinmemektedir. Ancak, Mühimme
Defterleri’nin cildlenmesi, yazıldığı tarihlerden çok sonra olmuştur. Cildsiz
hâlde duran sahifelerin zaman zaman yer değiştirebileceği hatta kaybolma­
sı ihtimali vardır. Nitekim Başbakanlık Arşivi’üde mevcut çeşitti tasniflerde,
defterlerde kayıtlı olması gereken bazı vesikalar vardır ki bunların tarihle­
rine tekâbül eden Mühimme Defterlerinden olmıyanları görülmüştür.
Bununla beraber seri numarası takib eden birkaç defterin aynı yıllan
ihtiva ettiği, hatta bir sonrakinin bir öncekinden daha eski tarihe ait olduğu
da görülür. Defterlerin, bu şekildeki tarih düzensizliğinin ciltleme esnasın­
da yapılan dikkatsizlikten ileri geldiğini kabul etmek gerekir.
MÜHİMME
DEFTERLERİNİN
YAZILIŞ
ŞEKLİ
Mühimme Defterlerinde kayıtlı bulunan fermanlara « H ü k ü m » de­
nilmektedir. Diğer defterlerde de bu böyledir. Her ferman kaydının başın­
da ferman, bir şahsa veya makama gönderilmişse ya o kimsenin adı ya da
makamın adı yazıldıktan sonra «... hüküm ki» denilir. Meselâ: «Kapdan
vezir Haşan Paşa’ya hüküm ki»; «Anadolu Valisi Vezir Mehmed Paşa’ya
hüküm ki»; «Galata Kadısı’na ve voyvodasına ve hâlâ mi’marbaşı’ya hü­
küm ki,» gibi.
TE V FİK TE M E LK U R A N
158
Hükümlerin üzerinde bâzı kayıdlar düşülmüştür ki, bunlarm başlıcalarmı şöyle srralıyabiliriz:
a)
Önce kararların verildiği Divân toplantısının tarihi.
. b) « Y a z ı l d ı » : Fermanın gideceği makam veya şahsa gönderil­
mesi için yazıldığını belirtir,
i c) ' « Bâ hatt-ı ş e r i f » :
ğıdır.
d)
diğidir.
e)
P a d işahın
«Mehmed Çavuş’a verildi» :
kendi el yazısı ile emrinin yazıldı­
Fermanın, yerine kiminle gönderil­
Fermanın yerine gitmesi için götürecek kimseye teslim edildiği
tarih.
f) «Bu dahî» :
şekilde yazıldığıdır.
Fermanın ,bir üst fermam gibi aynı tarihde ve aynı
g) « B i r S u r e t i » : Aynı ferman başka bir yerde de yazıldığı
zaman ö hükmün üstüne yazılır. Böyle hükümlerde sadece gideceği yerin
adı belirtilir.
Hükümlerin üstünde veya altında bulunan bu kayıtlara her zaman Tas­
lanmaz. Genellikle hükümlerin yazıldığı tarihlerde hükmün sonunda yazıl­
mıştır.
Bunlardan başka defterlerin yazılış üslûbunda bazı kayıtlar görürüz
ki, Mühimine Defterleri incelendiğinde çoğunlukla şu usûlün tatbik edildiği
görülmüştür:
Hemen hemen Mühimme Defterlerinin hepsinin ilk sahifesinde, ferman­
ların hangi sadrazam zamanında çıktığı ve hangi reîsü’l-küttâbın başkanlı­
ğında yazıldığı kaydedilip sonunda defterin başlangıç tarihi konulmuştur.
Bu başlığı bazı defterlerin ikinci veya daha sonraki sahifelerinde görürüz.
Hatta bir kısım defterlerde bunu hiç göremeyiz. Yine bazı defterlerin iç kı­
sımlarında ikinci, üçüncü ve daha fazla bu başlıklara raslanır. Bunlar, sad­
razam yahüt reisü’l-küttâbın değişmesi halinde görülmektedir. Meselâ: 94
numaralı Mühimme D efteri'nin56 birinci sahifesinde şu başlık kayıtlıdır:
«Ahkâm-ı Kuyûd-ı umûr-ı mühimme der zamân-ı kâymakâm-ı hazret-i vezîr-i muhterem İsmail Paşa yessirulTâhi mâyeşâ< ve kâymakâm-ı
reîsü’l-küttâb Mehmed Efendi ( ) zâde tâle beka ve nâle mâ yetemennâhü’l-vâkna Fi 17 Ş. sene 73».
56
Başbakanlık Arşivi, Mühimme Defteri, nr. 94.
D İV Â N I H Ü M Â Y Û N
159
Yine aynı defterin 45’inci sahifesinde şu başlık vardır:
«Der zamân-ı vezîr-i a^zam-ı sâbık hazret-i vezîr-i mükerrem ve muh­
terem Süleyman Paşa tâle bekâhu ve nâle mâ yetemennâhü’l-vâkı a Fî. 17
zilka>de tü’ş-şerîfuhû. sene 1075».
Aynca, defterin son sahifelerinde kısa. olarak yediyüze yakm ulak hü­
kümleri mevcuttur ki, bu hükümler tarih sırasına göre olup, iki senelik za­
manı kapsamaktadır. Bunların arasında da şu başlık, vardıjr:
«Der zamân-ı kâymakâm-ı vezir hazret-i îbrâhim Paşa el-vâkı<a Fî.
M. sene 74».
Diğer bir Mühimme Defteri’nden57 de şu örnekleri verebiliriz:
Birinci sahifede:
«Defter-i Ahkâm-ı Beğlik der zamân-ı hazret-i vezîr-i mükerrem ve
muhterem kâymakâm İsmâil Paşa yessirullahu fi’d-dârin mâ yürîdu ve mâ
yeşâ bi marifeti. Süleyman efendi kâimmakâm-ı reisü’l-küttâb fi’d-dîvani’lâlî el-vâkk Fî evâşıt-ı Ramazan el-mübârek sene 1069». . .
Onbirinci sahifede:
«Der zamân-ı hazret-i vezîr-i mmazzam ve muhterem Süleyman Paşa
bi: ma’rifetihi Süleyman Efendi kâimmakâm-ı reîsü’l-küttâb fi’d-Dîvâni’l-âlî
el-vâkic Fî gurre-i Z A sene 69».
■ .
(. .
Yetmişsekizinci sahifede:
'
«Umûr-ı Mühimme içün verilen ulak hükümleridir. Der zamân-ı haz­
ret-i vezîr-i mükerrem ve muhterem Süleyman Paşa ve bi marifeti Süley­
man efendi kâimmakâm-ı reisü’l-küttâb fi’d-Dîvani’l-âlî Fî gurre-i zilka<detü’ş-şerîfihi sene 1069».
Seksenyedinci' sahifede:
«Der zamân-ı vezîr-i mükerrem ve muhterem kâimmakâm hazret-i Yu­
suf Paşa yesserallahü ma yüriydu mâ yeşâu el-vâkna fî’s-sebnr-râbn ve’lışrîn şehri zilka’deti’ş-şerîfihi sene ¡70».
Mühimme defterlerinde kayıtlı bulunan fermanlara «hüküm» denildi­
ğini belirtmiştik. Bu hükümler genellikle tarih sırasma göre yazılmıştır. Ta­
57
Başbakanlık Arşivi, Mühimme Defteri, rir. '93.
T E V F lK TE M E LK U R A N
160
rihlerin sıra takib etmediği de görülür. Araştırma yapılırken bu hususa dik­
kat etmek gerekir. Çünkü aranılan tarihlere defterin diğer sahifelerinde de
raslamak mümkündür.
Bir kısım hükümler aynen başka başka .yerlere de gönderilirdi. Bu hü­
kümler defterlere kayıt olurken aynen tekrar edilmez, bir defa yazılır sonra
«bir sureti» denilerek sadece gideceği yerin adı yazılır. Böylece o hükümün
nerelere gönderileceği kaydedilmiş olur. «Bir sureti» şeklinde yazılan hü­
kümlerin tarihi de tam olarak yazılmış olan hükmün tarihidir.
Defterlerin sahife ve hüküm numaraları, yazıldıkları zaman konmuş
değildir. Sonradan konmuştur. Halen numaralanmamış olanlar da vardır.
MÜHİMME
ZEYİLLERİ
Mühimme defterlerinin sıralanışında aralarındaki tarih yönünden boş­
lukların ciltlenme esnasında kaybolmuş olan kayıtların bulunamamış olma­
sından ileri geldiğini kuvvetlendirici bir husus da «Mühimme Zeyli» defter­
leridir. Bu defterler, tasnifi devam etmekte olan evrakın arasından çıkan
mühimme kayıtlarının ciltlenmesi ile meydana gelmiştir. Midhat Sertoğlu,
kitabında58 bu defterler için şöyle der : «Köhne ve perâkende bir hâlde bu­
lunan mühimme defter ve parçalarının bir araya getirilmesinden çıkan bu
seri 14 adeddir...» Bugün bu defterlerin sayısı 17 yi bulmuş olup, halen
cildlenmemiş olan mühimme kayıüarı da vardır. Gerek Mühimme Zeyli def­
terlerinin tertiblenmesi ve gerek Divân-ı Hümâyûn Mühimme evrakmm tas­
nif edilmesi ile Mühimme. Defterlerinin noksanlarının tamamen olmasa da
kısmen doldurulacağı muhakkaktır.
MÜHİMME
MEKTUM
DEFTERLERİ
Mühimme Mektum defterlerinde, Divan-ı Hümâyûn’un vermiş olduğu
karârların çok gizli tutulması gerekenlerin kayıtlan vardır. Bu nevi defter­
lerin kayıüan bilhassa Beğlikçi tarafından yapılırdı. On aded olup 1788
(1203). - 18.77 (1294) yıllarını ihtiva ederler. Yazılış üslûblan Mühimme
Defterleri gibidir.
58
Midhat Sertoğlu, . A yn ı eser, s. 23.
D tV Â N -I H Ü M Â Y Û N
MÜHİMME-İ
MISIR
161
DEFTERLERİ
Mısır mes’elelerine ait çıkarılan fermanların kayıtlarının tutulduğu def­
terlerdir. Bunlar da iki guruptur: 1 - 1 4 seri numaralarda olanlar «Mühimme-i Mısır» adım taşırlar. 1707 (1119) - 1911 (1330) yıllarım ihtiva eder­
ler. 15 seri numaralı defter ise «Mühimme-i Mısır Mektûmî»dir. 1840
(1256) - 1914 (1333) yıllarım ihtiva eder.
Mühimme defterleri hakkında verdiğimiz bu malûmatı bir özet ve ön
bilgi olarak kabul etmeliyiz. Tam ve geniş bilgi için mevcut defterlerin her
birini ayrı ayrı incelemek gerekir. Böyle bir inceleme sonucunu ileride oku­
yuculara sunmak muhakkak ki çok faydalı olacaktır.
DÎVÂN-I HÜMAYUN DÂİRESİ KALEMLERİNİN VEZÂ’İF VE
NİZÂMÂT-I DÂHİLİYELERİ59
Divân-ı
Hümâyun
Kalemi
Kalem-i mezbûr bir kisedar ve bir mümeyyiz idaresindedir.
Kalem-i mezbûrda bir kânun me’muru ve iki mukâbeleci ve iki hülâ­
sa me’muru ve bir başdefterci üe dört nefer refiki olacak ve bunlar sınıfda bulunan efendilerden müstesnâ tutulub rüfekâsı ile başdefterci bulunan­
lar vazîfe-i müfîdlerini ifâ ile beraber kendüleri müsevvid itibar olunacak­
lardır.
Kalem-i mezbûr hulefâsı, sınıf-ı evvel ve sânî ve sâlis htibâriyle üç sı­
nıfa munkasım olub sımf-ı evvel beş ve sımf-ı sânî onbeş ve sâlis yirmi
efendiden ibâret olarak bunun hâricinde kalacaklar mülâzım bulunacakdır.
59
Başbakanlık Arşivi, Îrâde-Dahüiye, nr. 46122.
Tarih Enstitüsü Dergisi F ; 11
162
TE V FÎK TE M E LK U R A N
Vaktiyle kaleme tevdi'- olunmuş olan ve elyevm olunmakda bulunan
mu'âhedât ve nizâmât ile beraber kalemce umûr-ı âdiye ve şikâyete dâir
yazılan evâmir-i aliyye ve muktezâ müsveddeleri ve Mühimme Odası’nda
kayıd ve defâtir olmaması cihetiyle oradan yazılan her nevi' husûsâtm müsveddâti defterci bulunan efendiler ma'rifetleri ile defâtir-i mahsûsalarma
kayid ve bi’l-mukâbele hatî’ât ve sehviyyâtı ikmâl olundukdan sonra müsı/eddât-ı mezkûre ile defâtir vesâir hıfzı lâzım gelen evrâk-ı mühimme ve
âdiyenin hazîne-i evrakda kâ’in odâ-i mahsûsasma vazuyla emr-i muhâfazalarma kisedâr bulunanlar tarafından begâyet i'tinâ ve dikkat olunacakdır.
Ve süferâ-yı ecnebiye ve rü’esâ-yı milel-i muhtehfe taraflarından takdim kı­
lman takârîr ve ma'rûzât ile muharrarât ve müsted'iyât-ı vâkna kaleme vürûdunda evvel emirde hülâsa me’murları bulunan efendiler marifetleri ile
defter-i mahsûsuna işâret olundukdan ve kuyûda mürâca'at ve mu'âmelât-ı
kalemiyye-i sâ’iresi icrâ kılmdıkdan sonra husûsât-ı vâkna ötedenberu ka­
lemin icrâ-yı ahkâmını beyâna me’mûr ve me’zûn olduğu umûr-ı şerdyye ve
ahdiyye ve kânûniyye ve nizâmiyyeden herhangisine tacalluk ider ise ana
tevfikan kânûnî ve müsevvid efendiler taraflarından kaleme alman müsved­
deler başdefterciye ve oradan mümeyyiz efendiye i'tâ olunarak usûl-i kale­
me tevfîk ve battallarına tatbik ile lazım gelen tashîhâtı bi’l-icrâ kisedâr
tarafına verüüp tekrar tedkîkât-ı mukteziyesi ifâ olundukdan sonra beylik
kisedârhğına ve oradan beğlikcilik makâmına bi’t-takdîm « y a z ı l a » işâretiyle kaleme vürûdunda tebyiz ve makâbele olunarak ve tarih ve mühür
vaz'kıhnarak tekrar beğlik odasma bi’l-irsâl icabı icrâ ve_« s a h » keşide
olundukdan sonra hülâsaları üzerine muktazânın tarihi vaz' ve işâret ile eshâbı yediyle gelenler kalemce sahihlerine ve haricden vürûd edenler mensub olduğu mahallere gönderilmek üzere beğlikcilik makâmına takdim olunacakdır. Ve kalemce muktezâ-yı şer’iyesi bilinemiyen ve tereddüd hâsıl
olan husûsât icâbına göre cânib-i şerîf-i garrâdan istifsâra ve re’y-i âlî-i cenâb-ı âsafîye ve Şurâ-yı Devlet’e ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’ye ve devâ’ir-i
sâireye havâle kılmacakdır. Ve çünkü kalemce hıfz olunan evrak mu'âhedât ve mukâvelât ve senedât-ı resmiyeden ibâret olduğundan ve bu misüllü
evrâk-ı mühimmenin hâricde bırakılması kadîmdenberu memnu' idüğünden yine usûl-i kadîmesine ri'âyet olunarak istenilen evrak bâ sened verilüb
akşam üzeri gerüye almarak mahzene vaz' ile hıfz etdirilmesi ve herhangi
makamda olur ise olsun evrak bırakılmaması husûsuna begâyet i'tinâ ve
dikkat olunacakdır.
D ÎV Â N -I H Ü M Â Y Ü N
MÜHİMME
163
ODASI
Oda-i mezkûr bir müdür ile bir mümeyyiz idâresindedir.
Mezkûr oda hulefâsı bir nâmenüvis ve iki mukâbeleci ve iki müzekkire me’muru müstesnâ olmak üzere üç sınıfdan ibaret olarak sınıf-ı evvel
on ve sınıf-ı sânî onbeş ve sınıf-ı sâlis yirmi efendiden mürekkeb olacaktır.
Ve hâricde kalanlar mülâzım bulunacakdır.
Oda-i mezkûrda ru’yet olunmakda olan mesâlih kâffe-i mmâhedât ve
mukâvelât senedâtı ile umûr-ı mühimmeye dâ’ir evâmir ve berevât-ı aliyye
tasdîr ve tastîrinden ibâret olmasıyle bunlara dâ’ir odaya gelen irâde-i seniyye ve mezâbıt ve tekârir ve evrâk-ı sâ’ire günü gününe ve akşam üzeri ge­
lenler dahî ertesi gün müzekkire defterine hülâsa veçhile numarasiyle kayd
etdirilüb müsevvid efendilere ve aynen yazılıb tasdik olunacak mukâvelenâme ve şartnâme ve senedât-ı sâ’ire gibi şeyler dahi mübeyyiz efendilere verilüb kaleme ahnan müsveddeler evvelâ mümeyyize verilerek içlerinden
müsta'cel olanlan ol gün ve olmıyanları nihâyet ertesi gün battallarına tat­
bik ve lâzım gelen mahv ve isbâtı ba'de’l-icrâ müdir bulunana verilüb tek­
rar tetkik ve tashih olunduktan sonra beğlik kisedarhğma htâ ve oradan
beğlikcilik makamına takdim olunarak « y a z ı l a » , işâretiyle kaleme irsâl kıkndıkda fermanları yazılub mukabeleci efendiler tarafından mukâbele ve zahrına işâret edilerek müdir bulunana ve anm tarafmdan dahi bade’lkırâ’e « s a h » olundukdan sonra hemen ol gün ve mümkün olamadığı
takdirde nihâyet ertesi gün müsveddesi ile beraber beğlik odasma gönderi­
lecektir ve yazılan mu'âhedât ve evâmir-i aliyye ve berevât ve senedât ve
sâ’ireye vaz< olunan tarihler hangi güne ise müzekkire defterinde olan ka­
yıtlama ve irâde-i seniyyesi ve evrâk-ı sâ’iresi zahrına emr-i âlîsi ve senedâtı yazılmıştır işâretiyle beraber ol tarih vaz< olundukdan sonra evrak oda­
larına ve sâ’ir âid olduğu mahallere verilecekdir.
Divan-ı Hümâyân kalemi ile Mühimme Odası sınıf-ı evvel ve sânîsinde bulunan efendilerin içlerinde düvel-i metehâbbe defâtiri me’muru bulu­
nanlar ol devlet sefâreti canibinden konsolos ve vekillerin azl ve nasbına ve
mevâd-ı sâ’ireye dâ’ir gelen tekârriri uhûd ve kuyûduna tatbik ve mu'âmelât-ı kalemiyyesini icrâ ettikden ve iktizâ iden berevât ve evâmir-i aliyyesi
164
TE V F ÎK TE M E LK U R A N
tasdîrinden sonra defâtir-i mahsûsasma kaydına ve izn-i sefâin em irlerinin
dahî tahrîri ile resîd ve tuğrası keşîde olundukdan sonra hıfz ile istenildiği
halde hemen cânib-i limana irsâllerine begâyet titinâ ve dikkat ve te’hîr misüllü hâlâtdan mücânebet eylemeleri vazîfe-i me’mûriyetlerinden olduğun­
dan bu bâbda vukû= bulacak hatî’ât ve sehviyyâtdan kendileri mes’ûl ve
mu'âteb olacaklardır.
MEZÂHÎB
ODASI
Oda-i mezkûr bir müdirin zîr-i idaresinde olub heyeti bir mukabeleci
ve bir defterci ile beheri dörder efendiden ibâret olmak üzere üç sınıfdan
mürekkeb olacak ve sınıfın hâricinde olanlar mülâzım add olunacakdır.
Müdir, kaleme vürûd idecek evrâkm işârât-ı aliyye-i mevzması veya
makâm-ı âlî-i nezâret-i celîleden veyâhud beğlikcilik makamından alacağı
ârâ-yı mahsûsası üzerine icâb iden emirnâme ve telgrafnâme-i sâmî veya
tezâkir-i sâmiye ve âtiye müsveddâtmı sünat-i lâzime ile kaleme aldırarak
lâzım gelen mahv ve isbâtı icrâdan sonra doğndan doğru beğlikcilik makâmına takdim idecek ve « y a z ı l a » işaretiyle ûâde buyruldukda tebyiz
ettirterek ait olduğu makâm-ı âlîye mahsûs tobra veya çantaya mevzû'an
takdim eytiyecekdir.
Mukâbeleci bulunan efendi kalemde tebyiz olunan muharrerât-ı sâmi­
ye ve âtiyyeyi derhal müsveddeleriyle mukâbele ve tashih eyledikten sonra
mübeyyezâtı müdire ve müsevvedâtı defterci efendiye bta eyleyecek ve mübeyyezâtm müsveddelerine tevâfuk etmeyen sehv ve hatâsından mes’ûl olacakdır.
Defterci efendi kaleme birinci defca olarak vürûd iden evrâkı müzekkire defterine kayıd ve ikinci deûa veyâhud cevâben gelenlere evvelki ka­
yıtlan üzerine işâret ettikden sonra bilâ te’hîr müdire htâ eyleyeceği gibi
mukâbeleci efendi tarafından kendüsine verilecek müsveddâtı günü gününe
defâtir-i mahsûsasma yalnışsız olarak kayıd itdiriib her aym müsveddâtmı
aynca bir tobrada hıfz ve battal ve tevkif olunmak üzere verilen evrakı da­
hi tobra-ı mahsûslarına vaz= idecek ve evrak ve kuyûdâtın adem-i intizam
muhafazasından mes’ul tutulacaktır.
D ÎV Â N -I H Ü M Â Y Ü N
RÜÛS-I
HÜMÂYÜN
165
KALEMİ
Kalem-i mezbûr bir kisedâr ile bir mümeyyiz idâresindedir.
Kalem-i mezbûr hulefâsı üç sınıfa munkasım olup smıf-ı evvel müsevvid ve sınıf-ı sânı mübeyyiz ve sınıf-ı sâlis mübeyyiz ve mukayyidlik nâmlariyle tevsîm olunarak sınıf-ı evvel dört ve sınıf-ı sânî beş ve sınıf-ı sâlis
altı efendiden ibâret olacakdır. Ve sınıfların hâricinde kalacak efendiler mü­
lâzım i'tibâr olunacakdır.
Kalem-i mezbûr vezâifi hâricen ve dâhilen bi’l-cümle menâsıb ve me’mûrîn ve rütbe rü’ûsları üe medâris-i ilmiyye tevcih ve silsile rü’ûslan ve
vâizlik ve çıraklık ve sâ’ir bunlara mümâsil hizmete dâir rü’ûs-u hümâyun
tasdîrinden ibâret olmasiyle husûsât-ı muharrereye dâir kaleme vürûd idecek kâffe-i evrak sırasiyle müsevvid efendilere verilüb müsveddeleri kaleme
alınarak ve mümeyyiz efendi tarafından mukâbele olunarak kisedâr bulu­
nanlara bi’l-i'tâ tashîhât ve tetkikât-ı lâzimeyi icrâ ile beğlik kisedârhğma
ve oradan dahi beğlikcilik m a k am ın a bi’t-takdim « y a z ı l a »
işâret
olundukdan sonra bi’t-tebyîz yine mümeyyiz efendi tarafından mukabele ve
kayıdları dahi mukayyid efendiler marifetleriyle tashih ve tahrir olunarak
kisedâr efendi tarafmdan « s a h » m a k am ınd a olan tarih vazdyle ve ka­
lem buyruldusiyle beraber beğlik odasma gönderilecekdir. Menâsıb-ı divâniyye ve medâris-i ilmiyye ve rütub-i seniyye rü’ûs-ı hümâyunlarmm hıyn-i
tasdîrinde kuyûdât bi’l-etrâf taharri olunarak gerek me’mûrînin ve gerek
müderrislerin nakil ve infisalleri kayıdları bâlâlarına surh ile işâret edilerek
hüsn-ü muhâfaza-ı kuyûdâ ve bugünkü işin ferdâya k alm am asına kisedâr
bulunanlar tarafmdan i'tinâ ve dikkat olunacakdır.
TAHVİL
KALEMİ
Kalem-i mezbûr kezâlik bir kisedâr ile bir mümeyyiz idâresindedir.
Kalem-i mezbûr hulefâsı sınıf-ı evvel ve sânî ve sâlis btibariyle üç sınıf
olub sınıf-ı evvel ve sınıf-ı sânî mümeyyiz ve sınıf-ı sâlis mülâzım nâmlariy-
TE V F ÎK TE M E LK U R A N
166
le tevsîm olunarak beher sınıf altışar efendiden ibâret olacak ve hariçde ka­
lacaklar mülâzım bulunacaklardır.
Kalem-i mezbûrda südûr-ı izamdan İzmir mevleviyetine kadar pâye
ve mansıb ve arpalık tevcîhâtiyle kadîmdenberü oradan verilegelen ba=zı
me’mûriyet ve rütbe tevcihine ve tımar ve ze'âmet ve mülknâme ve mmafnâme-i hümâyuna dâir emr-i âlî ve berevât-ı âhye ve su’âl üzerine iktizâ
yazılmakda olmasiyle bunlara dair kaleme gelen evrakı günü gününe ve ak­
şam üzeri gelenleri ertesi günü müsevvid efendilere verilüb müsevvedâtı ka­
leme alınarak mümeyyiz ve kisedâr bulunanlar tarafından tetkik ve tashih
olunarak beğlik kisedârlığı cânibine ve oradan dahi beğlikcilik m a k am ına
takdim birle « y a z ı l a » işaretiyle kaleme irsâl olundukda tebyîz ve fer­
manları yazddıkdan sonra bi’l-mukâbele kisedâr bulunanlar tarafından
« s a h » olunarak beğlik odasma irsâl kılınacakdır. Ve bunların kayıdları
dahi usûli 'veçhile defâtir-i mahsûsasma kayıd ile muhafaza-ı kuyûda kise­
dâr bulunanlar tarafından begâyet i<tinâ ve sarf-ı mukadderet olunacakdır.
TUĞRAKEŞ
ODASI
Tuğrakeş efendi ile riifekâsmm vazifeleri dahi kendülerine her dâire­
den gerek doğrudan doğru ve gerek eshâb-ı yediyle gelecek resîdli her nevi'
evâmir-i aliyye ve berevât-ı şerife ve sened-i bahrî ve menzil _emirlerinin bilâ te’hîr tuğralarmı keşîde ile i'âde idüb işbu vazifelerinin icrâsmda teehhürât gösterdikleri takdirde mes’ûl ve mu'âteb olacaklardır. Ve içlerinden bi­
rinin gaybûbeti halinde diğerleri anın hidmetini ifâya mecbur bulunacak­
lardır.
AHKÂM-I
MEZKÜRENÎN
DÂHİLİYESİ
NÎZÂMÂT-I
Birinci madde : Müdir ve kisedâr bulunanlar kalemin birinci derecede
zâbıtı olub idâre-i dâhiliyesine nezâret ve kaleme gelen her nevi' mesâlihi
hüsn-i temşiyet ile beraber bunların sürat-i cereyânma dikkat idecek ve ka­
lemin ezher cihet nîk ve bed ahvâlinden mes’ûl olacakları misüllü anların
gaybûbetinde vezâifi mümeyyiz bulunanlara âid olacakdır. Ve hidmet-i tes-
D ÎV Â N -I H Ü M Â Y Û N
167
vîdiye birinci sınıf hulefânın vazifesi ise de ikinci ve üçüncü sınıflardan bu­
lunanlardan dahî istidât ve üyâkatları olanların bi’l-istihdâm kesb-i meleke
ve mahâret eylemelerine i'tinâ ve himmet edeceklerdir.
ikinci madde : Müsevvid efendilerin vezâifi müdir ve kisedâr ve mü­
meyyizin kendüerine tesvid olunmak üzere virecekleri evrakdan ehemm ve
müsta'cel olanlarmı ol anda ve sairlerini günü gününe tesvîd ve i'âde eyleyib evrâkı kesîr ve mütâla’aya muhtâc olanlarmı dahi müdir ve kisedâr veyâhud mümeyyiz taraflarından ruhsat-ı mahsusa üe gice hanelerine götüre­
bileceklerdir. Ve efendi-i mumâileyhimin yedlerinde umûr-ı âdiyeden tes­
vîd olunacak bir iş olub da hasbe’l-icâb andan ehemmi verildiği takdir­
de derhal anı yazub diğerini bariehû yazacaklar ve isimlerini dahi vaz=
idecekler ve kendülerine verilecek evrâkı tesvid etdirmek içün diğer hiçbir
efendiye veremiyeceklerdir.
Üçüncü madde : Mübeyyiz efendiler kendülerine lacelü’t-tebyîz veri-.
lecek müsevvidattan müstacel olanlarmı şerhan ve diğerlerini müteakiben
kemâl-i dikkatle tebyîz etdikden sonra evvel emirde rüfekâsiyle bi’l-mukâbele görebileceği hathat ve sehviyyâtı doğruldub mukâbeleci efendiye virecekler ve mumâileyhim kendülerine verilen müsevvedâtı hânelerine götüremeyib fakat mufassal olup da kalemde tebyizini bitiremedikleri olursa an­
ları istihsâl-i ruhsatla götürebileceklerdir.
Dördüncü madde : Mukayyid efendiler kendilerine verilecek nizâmât
ve müsevvedâtı kemâl-i dikkat ve i'tinâ ile kayd edib çünki aklâm ın usûl
ve kâide-i kadîmesinden aldığı üzre defâtirin giceleri hiçbir mahalle götürülemiyeceğinden o gün bitüremediği halde ertesi gün tekmil idecek ve hatî'ât ve sehviyyât vukûmndan mes’ul olacaklardır.
Beşinci madde : Sınıf-ı sânî ve sâlisde bulunan efendiler verilecek iş­
leri hüsn-i tesviyeye müsâra'at ve işleri olmadığı takdirde vakitlerini beyhu> de izâ'a etmeyib gerek onlar ve gerek hâriç smıfda bulunacak efendiler hüsn-ü
hat ve fenn-i kitâbeti ve usûl-i kalemi tahsile sarf-ı mesâ'î eyleyeceklerdir.
Altıncı madde : Aklâm-ı merkûme zâbıtânı kendilerine âid vezâifin
yoliyle ifâ olunmasmdan ve kalemce mevzû' olan kavânin ve nizâmât ve
usûlün hâricinden hareket olunmasından dolayı mes’ûl olacakları gibi hulefâ efendiler dahî kendülerine verilen işlerden mes’ul ve mu'âteb olacaklar­
dır.
.1 6 8
TE V FÎK TE M E LK U R A N
Yedinci madde: Hulefâ-yı mumâ-ileyhimden vezâ’if-i mütereddibesini ifâda tekâsül ve bilâ mâni' şerâ devamda veyâhud vaktiyle mahall-i me’mûriyetine gelüb gitmekde kusûr edenler olur ise detia-i ûlâda zabıtanı ta­
raflarından ve deba-i saniyede makâm-ı beğlikciden tembih ve te’kid ile ısgâ olunmadığı halde bi’l-istîzân bulundukları sınıfdan çıkarılacakdır.
Sekizinci madde: Hulefâ-yı mumâ-ileyhimden birinin bir mahalle
me’muriyeti vukûnında işbu me’mûr olacak efendi birinci sınıfdan ise yeri­
ne ikinci sınıfdan ikinci sınıfdan ise üçüncü sınıf efendilerinden ve üçüncü
sınıfdan ise hâriç sınıfda bulunan efendilerden bi’l-imtihân her kimin tefev­
vuk ve rüçhâniyyeti tebeyyün ider ise alınacaktır.
Dokuzuncu madde: Hulefâ-yı mumâüeyhimden hiçbir efendinin her
ne me’mûriyetle olur ise olsun kalemin haricine çıkardığı halde maaşını
almağa hakkı olamıyacak ve muvakkaten me’muriyetlere ta=yin ve i'zâm olu­
nacakların makaslan dahi kendüsi hangi sınıfdan ise ol sınıfda bulunan hulefâya muvakkaten tevzi' olunacakdır.
Onuncu madde: Hariç sınıfda bulunub devam etmekde olan mülâ­
zım efendilerden birisi sınıfa dâhil olmadıkça hâricden hiçbir efendinin ka­
leme alınması câ’iz olmayacakdır.
MahâU-i mühür
Sami
îşbu nizâm düstûrü’l-'amel tutulmak ve dâimen ve müstemirren merâyyetü’l-icrâ olmak üzere irâde-i seniyye-i hazret-i pâdişâhî müte'allik ve şerefsudûr buyrulmuş olmağla Divan-ı Hümâyûn kalemine kaydiyle icâbı ic­
ra olunmak.
18Z. (Zilhicce) Sene 289 (1289)
Mukâbele olundu.
TEM ELK URAN - Levha I
İ>s ¿ » ¿ i <&/PeriAs *& *'*•
¿¿/¡S ‘■¿Sf*
î: i.:;';".-.■ J -j.*'rS
0' ...
■: '
t
* 4*
i.*
■• •W
*.** *>j>* i'* ^ ¿ r , ' .■**■&**>'
/(/’ « ¿ i
»¿s
■■
*f.4,>;c<±/j
■. ■■. ,J
" » '¿ ¿ '¿ 'i /
¿ 'j j
s\>*>
*''*>'**■ < * * '&
*0
*
4>S*'*^>'2/* ***«•?>
&)t Jr*
JZ*'JL*-'; *•
a tisi*.
i h 't/ 4 » J ? * * '& »r & 4 & ^ Ks ı, j/£{*Mji*Ptts*'js'i»j ı > L /r f v V r ' * Â A i>
1
¿ j ; > Û>*Z,W ¿A Aj»V ?/>^W pSÎS'ıSvtSj
&44S)
* '*/^
■A,' tri*\~İJ*u\fAM, ¿*p'y fljfj
•* *
.
C 'fr tt's ,
*
,
*
>
I
»' * A ,
■>Ty‘ %
Û; ,A* '\-r¿tip' *A.ı
• fa jjt
¿ 4 lif* 4'S~lfi*>
»
*
■'*' ■* *}: ■
*
*•*•»£*»?*»>■'¿>f'i4a&,th»lK>*<
ş * £ 1? M '# * * > * '# * ,' f * ¿‘ ¿ , , ğ
,5
»
^
j
i
ib^::":^;.::.:-....
Başbakanlık Arşivi Dâhiliye İrâdeleri : nr. 46122/1
*
TEM ELK URAN - Levha III
TEM ELK URAN - Levha II
¿►/İ'Vvk,.^
¿j>*<», ¿
ı
»
{
~
***>>>
t
*
•*
4rW ,* '# * * /
' *
***J>rAfr'}', ¿'»s *<?'**'> * & :’<?.'
, *Vrlf#-v Aikpj* A)*}, *„vy
ifP'iş'd’ » -i'* ***j>i*
» * 6 ~'<r*
»X
*
Âj> C
4rtîtsi>}
>
'
L&L
:...,
a «î
<*’ <^,->-'■'
^ ^ 1
ij
!
,
*
■ '. . ■ . • ■ ■
yJ>.^'<**> fa,»' ¿¿¿s* *»'*>>**■ !
'
’
•
W
".•
*
'.' '.:i?
J k ' , * * ? ' * * ' j ' f l U '
•*'*■+?>*' lj
t'A'-V v i, »/¿»L
1“'
o*1'' *».& > > "# *•
-s >
'¿¿¿/¿yupja »**,İ*a
.
‘
*
*
#
£ / & / 4JisU>',ı', S,ûtf j u A ^ n ' , * j 4 r A > ' *'i
¿Â>''&>*¿**1/' *">'& <
V
*
i
\•»&'*-,&'*A-> s
i
*
' *y
*
»
"
•
~• . ' p* M
Î t iM i'tP
**'#}&*.***
b
•
■f
; ■##. •! •
^ * * ¿ * '''* ’ '*»$>1'*'* &•' &>,j/ a «S •/+*& *'£* £ * '£ , ¥?'.*& /s* ■
'si/jş&, f.,^ ,c <
f
i
û,
i
'•?>
¿*,<
'£ & > ¿»¿O âb'j I
t
^
■
•' •: ' ■' ■ ■ . " -.x.:,#
'..-t- •'••'.)
-¿Js M&jŞ,.
‘
■
1i i f V W / » / j '
¿ y ,' i 1*tfU
•
•JA.r
^
»\
<tr>s? ¿pt -»A* ~A-> *£* » ¿ « 'f j + * & + * • » i
•’
»
'
/>W»W
i
:
a * # *■'*&,
A ݣ i*2
\
*•
i
■■: .*..% * 1
.
*Js* i'sf*
İUrŞ, .•.«*.■
ek> JPfA'&'/'j
rfjJ ¿¿¡»is' Ş#^<f ty t& 'tsstjf v#!
¿,,/t' aX>
<t&j> i'fr ji& fie jts s/ ^ it's r ' & »jjt
1
■
•
& İ'
il
^ / ' ■ „ ■ < ■ :- --■ ■•'
+>*
x:; •? .
•" 'V.
'L
.
•'
,•
l»* «&+
v'.v.r.>:---,v:/;v-, -. •.... ••••■•• ■■ " '
D âhiliye İrâdeleri nr. 46122/H I
Dâhiliye İrâdeleri nr. 46 1 2 2 /ü
^ >4^-
TEM ELK URAN - Levha III
TEM ELK URAN - Levha II
¿►/İ'Vvk,.^
¿j>*<», ¿
ı
»
{
~
***>>>
t
*
•*
4rW ,* '# * * /
' *
***J>rAfr'}', ¿'»s *<?'**'> * & :’<?.'
, *Vrlf#-v Aikpj* A)*}, *„vy
ifP'iş'd’ » -i'* ***j>i*
» * 6 ~'<r*
»X
*
Âj> C
4rtîtsi>}
>
'
L&L
:...,
a «î
<*’ <^,->-'■'
^ ^ 1
ij
!
,
*
■ '. . ■ . • ■ ■
yJ>.^'<**> fa,»' ¿¿¿s* *»'*>>**■ !
'
’
•
W
".•
*
'.' '.:i?
J k ' , * * ? ' * * ' j ' f l U '
•*'*■+?>*' lj
t'A'-V v i, »/¿»L
1“'
o*1'' *».& > > "# *•
-s >
'¿¿¿/¿yupja »**,İ*a
.
‘
*
*
#
£ / & / 4JisU>',ı', S,ûtf j u A ^ n ' , * j 4 r A > ' *'i
¿Â>''&>*¿**1/' *">'& <
V
*
i
\•»&'*-,&'*A-> s
i
*
' *y
*
»
"
•
~• . ' p* M
Î t iM i'tP
**'#}&*.***
b
•
■f
; ■##. •! •
^ * * ¿ * '''* ’ '*»$>1'*'* &•' &>,j/ a «S •/+*& *'£* £ * '£ , ¥?'.*& /s* ■
'si/jş&, f.,^ ,c <
f
i
û,
i
'•?>
¿*,<
'£ & > ¿»¿O âb'j I
t
^
■
•' •: ' ■' ■ ■ . " -.x.:,#
'..-t- •'••'.)
-¿Js M&jŞ,.
‘
■
1i i f V W / » / j '
¿ y ,' i 1*tfU
•
•JA.r
^
»\
<tr>s? ¿pt -»A* ~A-> *£* » ¿ « 'f j + * & + * • » i
•’
»
'
/>W»W
i
:
a * # *■'*&,
A ݣ i*2
\
*•
i
■■: .*..% * 1
.
*Js* i'sf*
İUrŞ, .•.«*.■
ek> JPfA'&'/'j
rfjJ ¿¿¡»is' Ş#^<f ty t& 'tsstjf v#!
¿,,/t' aX>
<t&j> i'fr ji& fie jts s/ ^ it's r ' & »jjt
1
■
•
& İ'
il
^ / ' ■ „ ■ < ■ :- --■ ■•'
+>*
x:; •? .
•" 'V.
'L
.
•'
,•
l»* «&+
v'.v.r.>:---,v:/;v-, -. •.... ••••■•• ■■ " '
D âhiliye İrâdeleri nr. 46122/H I
Dâhiliye İrâdeleri nr. 46 1 2 2 /ü
^ >4^-
TEM ELK U RAN - Levha IV
■'t*1f
.
A
' ■"
•
.
*... ‘ ' *
r.
*j
■V
.
„
e•
vj> ~ *ú
if- ¿ ÎÀ>' '¿ > ß ,
‘
. . .
.
.,
'•>
ÿ<J*AA'■/> J*if>
. r .Jb**»
.
.f.
'
A i J t t - r ' y b ' * * AA’
s* *> ''> 'Á $ e M * S
Z-Xtf*-} *1^*ä^yi> i
•**\ * %
*
*****
Wy✓
*¿s ¿ Js ‘
fÀ 'W è '* * {*> >
*,/ *£ ,& »
/( ílv
'J ,è J A ï/ 't.'jjP & s*4>„+ liiÿtJ p S j*
'¿f*i,'¿k>j> C* •
. * ..
m*
j'S / vS Ù
i* .> ¿ ,y s &C*'¿i}**
fv
if
._, ; , .... ;
. V-.
■ -•
■■-•■'■'.'
*
í*.
¿ r jú *.jyv> J ’Ai
'... . . • . 'N
tW :* J '/*
•
0
t
f
\
<i*SA-■>
»
^ /< Í / íÍ /V
/ *
\Sa
¿Íj4 #
Vúu>< Ş
**K tM s jjA V 'V ,
a, j£ X
*
t
■■■'*■■■
* ■ • * «i r . •;
¿ * 0 > 4 ¿ C A s 4 f,
A Ú étf, , > ^ , » >t <** «
*
•■•••'
•
'
-
* ;
Dâhiliye İrâdeleri nr. 46122/TV
'
- .,.
•■■•!>:...ÁV-.W?
•
" •.
TEM ELK URAN - Levha V
173
& > f+ jf& J -> "'* £ ‘»A/J f* *>*?>
•
S .J / İJ Â » İ*
* •
• *
•
4
•:«■#■■
|
¡f* öV'AAİi
5
,
«. ■■■■■. ■■' ■■
¡¡ffa jZ jsd v /***'*0*%
j*
& &j* j*vsy>yfj <+*
■6%
p~* ¿l>< '0p<K>-.Z&£\&P, tA**+' ¿kti'iS Lfr-
*
* ' *•
tfc
’ ' #'
, t .
*' •
**
**yf'/f.
.*.*.* »
sJ&Ai'İx*
tr'r* 0>j-' ¿ * */**>>>'
r *
’ ■
' " #■
t'J L « * ,/vv»y„ M -'tfi'j&
*>)(?&?&*'**?
*-***#£*
^ ¿M*
*
¿
^
/
*J/Îfat
4tSS *Jt'&
» »»
«
»•
^
•••jty
A
.î. • - ’
*
/'¿m»/i v-my
V '.
*• ♦ » ■' .0 »
• ,
•»
. * *4. « . . «
■.■.
«
L ’j ? ^ t i U * ^ > I s J v t J t j . <çâ>, w/ * ı
"J&, * .* ’ */•£+*, İ ^
Dâhiliye İrâdeleri nr. 46122/V
-^«T- :"■•
af
a/İ^AJ»*
TEM ELK URAN - Levha VI
.
- ♦.
¿
s
İ
.
.
U
.
.
<
.
İ
*
' v
-
»
/***>•
& *»'*
*/»**&
ij* * > »>ıî> ¿ V • Üûaİ %* ^
„\tb—» ¿C l *j &a • * ' mJ*A,\j\*<L* »,jp ’
AJ^» •<*k»As* />£*mVA »AStt ti»l><*L»
s>
ta t»
; . ■: . ■;■•■
i±\)ssy>
****<£*'
» » t i * â j - ' f r »¿$* ¿¿9
•
••:■■■■•:'■■■ ^<* .■ "■
***'** C*> *jjv & tfj *■>•"*>;
&»f\)>j si»
t» Â > s\
.V ■■■
..•■.■■■■■.:.:'• ^ ■•■■••.
r p n / j 'j
\
Ji*üi»jr'J
r:-■•¿■■'■•ir:":'
'*" '•'
•
■
'
/
&\f»»»u j*
>,A e &
» * »u<i
/■•
• #£«<y
•
t
V
»
i»» fjtJ 'yy ***** «¿uyi»
•»*£*>■»* *-'j& l& U »
•■'■•■■<■•
»t
/
'
-
w ^•
.-v. - ' '..■.:,■/■.:; .
♦u^* ^â**L#> w> a*•«*’
#
1»**A* <9sA> u t iÇy
<W
e & A ' ş * v > *
' - < «,* > . y > ' , g i , A , i ,
& < ..» » M jy . ¿ t
Dâhiliye İrâdeleri nr. 46122/V1
175
TEM ELK U RAN - Levha VII
?.
ö’V*
''s ',* '* ,
. *#*.
*& »:*• <Mf.*>./
Dâhiliye irâdeleri nr. 4612/VTE
ıf'/ ^ j.¿ ¿ i
KAPUDÂN-I DERYA MORALİ AŞÇI HACI İBRAHİM PAŞA VE
VAKFİYELERİ
M. Münir Aktepe
I.
İbrahim Paşa’nm Hayati :
XVHI. yüz yıl başlarında, yâni HI. Ahmed’in padişahlığı süresince,
Osmanlı İmparatorluğunda kapudân-ı derya olanlar arasında iki İbrahim
Paşa vardır1. Bunlardan biri Çorlulu kethüdası diye meşhur olan İbrahim
Paşa; diğeri ise Orsa-Poca İbrahim Paşa’dır. Orsa-Poca İbrahim Paşa, ay­
nı zamanda Pehlivan-zâde2, kel, deli ve hoca lâkaplarını- dahi alıyordu3. 4
Nisan 1713 tarihinde de sadrıazam. olmuşdu. Bizim konumuzu teşkil eden
Hacı İbrahim Paşa ise, Selim bin Hüseyin Efendi’nin oğludur4 ve Mora’nın
Tripoliçe kasabasında doğmuşdur5. Büâhire İstanbul’a gelerek, Saray’a intisab etmiş ve Matbah-ı âmire’de Koyun kâtibi, Pazar-başı olarak çalışmış­
tır. Bundan dolayı, Aşçı lâkabıyla dahi meşhurdur. İsmail Hâmi Danişmend, her ne kadar İbrahim Paşa’nm milliyetini meçhûl gösteriyorsa da6,
vakfiyesinde, babasının ve dedesinin adı kayıdh bulunduğuna, doğum yeri
de belli olduğuna göre, bu hususda şübhe etmemek îcab ettiği kanaatinde­
yiz. Zamanında Morali diye de şöhret yapan İbrahim Paşa’nm Saray’dan
1 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul
1961, c. IV. ve Mehmed Şem’i, İlaveli Esmârü’t-tevârih ma’-zeyl, İstanbul 1295,
s. 144.
2 Râmiz Paşa zâde Mehmed izzet, Harita-i Kapudânân-ı derya, İstanbul
1249, s. 89.
3 Pmdıklılı Silâhdar Mehmed Ağa, Nusret-nâme (ismet Parmaksızoğlu
neşri), İstanbul 1966, c. H, s. 296 ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
Ankara 1959, c. IV, ksm. 2, s. 298/99.
4 Kapudân-ı derya Hacı İbrahim Paşa Vakfiyesi, Tarih Araştırmaları
Enstitüsü Kitablığı.
5 İsmail Hami Danişmend, A yn ı eser, c. IV, s. 569 ve Mehmed Süreyya,
3 iciti-i Osmanî, İstanbul 1308, C. I, s. 122.
6 İsmail Hami Danişmend, A yn ı eser, c. IV, s. 571.
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 12
178
M. M ÜNİR A K TE P E
ne şekilde ayrıldığı hakkında bir bilgimiz yoktur. Ancak kendisi, 25 Mu­
harrem 1118 tarihli olan ilk vakfiyesinde, Çorlulu Ah Paşa’nm kethüdası
bulunduğunu yazmaktadır. Mehmed Süreyya Bey ise, Çorlulu Ah Paşa’nm
Trablus-Şam vâliliği sırasında ona kethüda olduğunu kaydediyor. 12 Ra­
mazan 1118 (18 Aralık 1706) tarihinde de, ilk defa Velî Paşa yerine ve­
zirlik payesiyle kapudân-ı derya olmuşdur7.
İbrahim Paşa, 25 Muharrem 1119 (28 Nisan 1707) tarihinde, Tersane’den çıkan Donanmâ-yi Hümâyun he İstanbul içinde yapılması gerekli
merasimleri tamamladıkdan sonra, 2 Safer 1119 (5 Mayıs 1707) da, 15
Çekdiri ile ilk defa Akdeniz’e açıldı. Ancak aynı gün, padişah HE. Ahmed,
hassa sandalı ile Fmdıklı’da bir Baştarda’ya hinmiş ve top atışları, şenlikler
arasında, vezirâzamı Çorlulu Ah Paşa da yanında olduğu hâlde İskender
Çelebi bağçesine, bugünkü Bakırköy mevki’ine kadar gelerek, burada kapudân-ı deryasını, serâsere kaph bir kürk ile tâltif etdikden sonra, kendi
karaya çıkıp, donanmayı Akdeniz’ e uğurlamışdı8.
İbrahim Paşa’nın, Donanmâ-yi Hümâyun ile birlikde Akdeniz’de bu­
lunduğu esnada, Akdeniz’de cereyan eden savaşlar hakkında bu devrin
Vak’anüvîs’i Râşid Mehmed Efendi şunları yazmakdadır:
«Vuku’-ı nusret-ü zafer der Bahr-i sefîd: Akdeniz havâlisi muhâfazasına memûr olan mîrî kapudânı El-hac Mehmed kapudan he ma’en ta’yin
olunan yirmi kıt’ a mîrî kalyonlar İspanya ve Mayorka savâhiline vusul bul­
duklarında levendât-ı sefâyin karaya ihrâc olunup « j_>j>. » ve Manastır nâm
iki kal’a muhâsarasına mübâşeret olundu. Avn-i Bâri he yürüyüş vechi üze­
re ikisin dahi kabza-i teshîre getirüp, bin kadar küffârı tu’me-i şemşîr-i tedmir eylediler. Lâkin Mesina ceziresi altmış mil kadar mahâlde vâki’ olmağla, devlet tarafından zabt ü rabtı muhtemel olmayup, ol kafaları kal’ ettik­
lerinden sonra üç yüz kadar üserây-i küffar ve ganâim-i bî-şümâr he Malta
önünde lenger-endâz-ı karar oldular. Zuhûr eden şeca’atleri şâir küffâra
husûsa Malta’da olan melâ’ine havf ve ıztırab verüp, ancak bir gün meks
ü ârâm ettiklerinden sonra avdet eyledher. Ol esnada cezâyir-i islâmiye
beyninde dâir olan iki kıt’a Malta kalyonlarının Eteri-pâre « «jleS/î » nâm
cezire önünde sefâyin-i mîrîyeden batrona kapudam Mustafa Kapdan iki
kıt’a mîrî kalyonlar he üzerlerine hücûm eyledi. Melâ’in-i hâsirin mukâve7 Raşid Mehmed, Başid Tarihi, İstanbul 1282, c. m , s. 211 ve Fmdıklılı
Silâhdar Mehmed Ağa, A yn i eser, c. n , s. 232.
8 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed Ağa, A yn i eser, c. ü , s. 234; Raşld Meh­
med, A yn i eser, c. UT, s. 234; Eremya Çelebi Kömürcüyan, İstanbul Tarihi
(Tercüme ve üâve Hrand D . Andreasyan), İstanbul 1952, s. 202 vd.
A ŞÇI H AC I İBRAH İM P A Ş A V E V A K FİYE LE R İ
179
met edemiyeceklerin büüp, firar ettiklerinde kalyonları sığa oturup bir ta­
rîk ile ferce-i halâs kalmadığı ma’lûmları oldukta, kalyonların cebe-hânesine ateş verip, içinde olan küffârm kimi gark ve kimi helâk olmak esna­
sında bir mikdarı esirlik ihtiyarı ve bir mikdarı dahi karaya çıkıp, firar
ettikleri haberi ile bir mikdar esir Kapudan Paşa kıbelinden vâsıl-ı südde-i
sa’ adet masîr oldu»9.
İbrahim Paşa bu seferden 17 Cemâzie’l-âhir 1119 (15 Eylül 1707)
tarihinde İstanbul’a dönmüşdü ve beraberinde, bir çok esir ve ganimet ile
birlikde beş de korsan gemisi getirmişdi. Bunları, Sadrıâzam Çorlulu Ali
Paşa aracılığı ile Yahköşkü’nde padişaha sunduğu içün kendisine yine
serasere kaph samur bir kürk verildi ve donanma da merasimle İstanbul’da,
Haliç’de Tersane’ye girdi10.
18 Muharrem 1120 (9 Nisan 1708) tarihinde, yedi yıldan beri Çorlu­
lu Ali Paşa ile nişanlı bulunan Emine Sultan’m izdivaçları dolayısıyla, eski
efendisinin yâni Ali Paşa’nın vekîli sıfatile Saray-ı Hiimâyun’a giderek,
Şeyhülislâm üe birlikde Ali Paşa’nın nikâhını kıyıp, 21 Muharrem (12 Ni­
san) günü de, Emine Sultan’ı çeğizi ile beraber Sadnâzam’ın sarayına ge­
tirdi11.
İbrahim Paşa, kapudân-ı derya olarak, 12 Safer 1120 (3 Mayıs 1708)
senesinde, ikinci defa Akdeniz seferiyle görevlendirildi ve 22 parça Çekdiri
ve Bastarda üe Tersâne’den hareket ederek, Yah-köşkü önünde, Sadrıâzam
Ali Paşa aracüığı üe padişah tarafından kabûl edüdikden sonra, Beşiktaş’a
geçdi ve büâhire Akdeniz’e açüdı12. İbrahim Paşa’nm bu seferi 9 Şaban
1120 (24 Ekim 1708) tarihine kadar devam etmiş ve mezkûr günde İstan­
bul’ a gelen Kapudan Paşa merâsimle donanmayı Tersane’ye sokmuşdur13.
Diğer tarafdan bu tarihe kadar İngütere’den satın alman yetmiş-seksen kan­
9 Raşid Mehmed, A yn ı eser, c. m , s. 231.
10 Fındıklılı Silâhdar Mehmed A ğa, A yn ı eser, c. n, s. 238; Raşid Meh­
med, A yn ı eser, c. U t, S. 234.
11 Raşid Mehmed, Ayn ı eser, c. m , s. 243/44; Fındıklılı Silâhdar Mehmed
Ağa, A yn ı eser, c. n, s. 243 vd.
12 Fındıklılı Silâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. n, s. 244; Raşid Meh­
med, Ayn ı eser, c. IH, s. 245.
13 Raşid Mehmed, A yn ı eser, c. m , s. 251; Fındıklılı Silâhdar Mehmed
Ağa, A yn ı eser, c. n, s. 245.
180
M. M Ü N İR A K TE P E
tar ağırlığındaki gemi demirleri, İbrahim Paşa’nm kapudan-ı deryahğı sırasmda, Tersane’de inşâ olunan yeni ocaklarda imâl edilmeye başlamıştı14.
Kapudan-ı derya İbrahim Paşa’nm, 1121 senesi Rebiü’l-evvel ayı (Ma­
yıs 1709) içinde ise, III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan ile evlenecek Silahdar Ali Paşa’nm düğün merasimiyle meşgul olduğunu görmekteyiz. 3 Re­
biü’l-evvel (13 Mayıs) pazar günü dördüncü vezir kapudan-ı derya Aşçı
Morali İbrahim Paşa, Padişah III. Ahmed’in emriyle sağdıç seçildi. Bu se­
beple Sadnâzam Çorlulu Ali Paşa’nm önünde sağdıçlık kürkü giydi- Daha
sonra Kallavi ve Erkân kürkü giymiş olduğu hâlde Ahır-kapısı’nda bulu­
nan sarayından çıkarak, Dîvân çavuşları ve kendi ağalan ile birlikde ve bir
alay hâlinde, Silâhdar Ali Paşa’nm Demirkapı’daki evine gitdi. Ali Paşa’nm
kethüdası Hüseyin Ağa’dan, nişan yüzüğü ile beraber sayısız mücevher, on
kise akçe, iki gümüş nakhıl, bohçalar içinde kumaşlar ve elbiseler teslim
aldı. Ayrıca kendine verilen şeker kutularını ve şekerden yapılmış iki köşk
ile şâir süslemeleri nişan hediyesi olarak Yeni-saray’ a getirdi. Burada Dârüssaade ağasına teslim etti. Bunun üzerine gelin Sultan Sağdıç Paşa’ya Dârüssaade ağası vasıtasıyla zarif bir erkân kürkü hediye etti15. Bilâhire dü­
ğün münâsebetiyle verilen ziyafetlerde hazır bulundu. Nihayet 18 Rebiü’levvel 1121 (28 Mayıs 1709) de 17 parça Çekdiri ile yine mûtad merasim­
den sonra Akdeniz’e sefere çıkdı. iki Çekdiri Özi kal’ asınm onarımma gitdiğinden ve üç Çekdiri de merkez hizmetinde kullanılmak üzere İstanbul’da
kaldığından, 22 parçalık donanmasının, bu defa 17 parçası Akdeniz’e açıl­
mıştı. Fakat bu esnada Limni kafasının cebehâneliğine yıldırım düşmesi
sonunda harab olduğu haberi alındığı içün bu kafanın ta’miri işi dahi Kapudân-ı derya İbrahim Paşa’ya havâle olundu16.
14 Raşid Mehmed, A yn ı eser, c. U t, s. 258; Mehmed Hafid, Sefînetü’lvüzerâ (İsmet Parmaksızoğlu neşri), İstanbul 1952, s. 44.
15 Vak’a-nüvis Raşid Mehmed Efendi, bu devrin sadrıâzamı olan Çorlulu
Ali Paşa’nm, sadâret makamında kendine rakib gördüğü SUâhdar A li Paşa’­
ya Fatma Sultan’ın verilmiyerek, kendi kethüdalarından Abdurrahman Paşa’­
ya tezvîci husûsunda çok çalışmış olmasma rağmen, HE. Ahmed’in, kızı Fatma
Sultan’ı İsrarla Süâhdar A li Paşa’ya vermek istediğini ve bu mes’elede, Çorlulu’nun eski kethüdası Kapdan-ı derya İbrahim Paşa’nm da HE. Ahmed ta­
rafını tutarak, Fatma Sultan’m, SUâhdar A li Paşa üe evlenmesinde büyük rol
oynadığını yazar. Bu düğünün tafsüâtı içün bak, Raşid Tarihi, c. HE, s. 26165 ve 270-281.
16 Fındıklılı Süâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. H, s. 250/52; Raşid
Mehmed, Ayn ı eser, c. HE, s. 281.
AŞÇI H AC I İBRAH İM P A Ş A VB V A K FİYE LE R İ
181
İbrahim Paşa, bahis konusu Akdeniz seferinden ise, 24 Receb 1121 (29
Eylül 1709) tarihinde üç Kalyon ve bir Şahtiya elde etmiş olarak döndüğün­
den Padişah yine memnundu ve mu’tad üzere Yalı-köşkü’nde yapüan mera­
simde, Sadrıâzam Çorlulu Ali Paşa aracılığı ile kürk ve kaftan giydi17. Fa­
kat İbrahim Paşa’nın bu birinci kapudân-ı deryalığı 21 Şaban 1121 (26
Ekim 1709) tarihinde sona erdi ve kendisi kapudân paşalıkdan azl oluna­
rak, sabık sadrıâzamlardan Morali Haşan Paşa’mn yerine Mısır valiliğine
ta’yin edildi18. Ancak Sadrıâzam Çorlulu Ali Paşa’nm sadâretden azli üze­
rine, 6 Cemâziye’l-âhir 1122 (2 Ağustos 1710) Mısır vâliliğinden dahi uzak­
laştırıldı ve kendisinden istenilen 1000 kise akçeyi verinceye kadar, BoğazHisar kal’asma habs edilmesi emr olunduğundan, Mısır’a gönderilen bir
mübâşir vasıtasıyla görevinden alındı. İbrahim Paşa’nm nekbete uğrama­
sına, azl ve habsine sebep sâbık sadrıâzam Çorlulu Ali Paşa’nm yakınla­
rından olması keyfiyeti idi19.
Kethüda, Aşçı ve Morah lâkabları üe meşhur olan eski kapudân-ı der­
yalardan İbrahim Paşa’nm menfâ hayatı, bilâhire Boğaz-Hisar kal’asmdan
Midilli’ye çevrildiği için, kal’a bend olarak evâsıt-ı Rebiü’l-âhır 1125 (Ma­
yıs 1713) tarihine kadar Midilli’de kaldı. Sicill-i Osmani yazarı Mehmed
Süreyya Bey ise, bu menfâ hayatının Sinop’da geçdiğini kaydeder. İbra­
him Paşa, ancak bütün emlâkini, Eski-saray (bugünki İstanbul Üniversitesi)
yanında yaptırdığı câmi’, mekteb ve sebiline vakf ettiğinden, servetine dokunulamamıştı. Nihâyet mezkûr tarihde bütün suçları afv edildiği içün, Abdurrahman Paşa yerine, Sayda-Beyrut sancak beyliğine ta’yin olundu20. 21
Rebiü’l-evvel 1126 (6 Nisan 1714) da Haleb beğlerbeğliğine getirildi21. Fa­
rt Fındıklüı Silâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, e. H, s. 255; Raşid Meh­
med, A yn ı eser, c. m , s. 303. Vaka-nüvis Raşid Efendi, Kapudân-ı derya Hacı
İbrahim Paşa’nm, her Akdeniz seferine çıkışında Rodos adasma uğrayarak,
bu adada menfada bulunan sâbık Kırım hanlarından Devlet-Giray üe görüştü­
ğünü ve
sefer dönüşlerinde Han hakkında sadrıâzam A li Paşa’ya bügi verdiği­
ni kayd etmektedir. Bak, Raşid Tarihi, c. UT, s. 257; îsmaü Hakkı Uzunçarşüı,
Osmanlı Tarihi, Ankara 1959, c. IV, Ksm. 2, s. 6.
18 Fındıkhlı SUâhdar Mehmed Ağa, Aynı eser, c. H, s. 255; Raşid Meh­
med, Ayn ı eser, c. UT, s. 306; Mehmed Hafid, Sefînetü’l-vüzerâ, s. 44’de, İbra­
him Paşa’nm birinci def’a Kapudân-paşalıktan ayrüış tarihi 23 Şâban 1121
(28 Ekim 1709) olarak gösterilmiştir. Îsmaü Hami Danişmend dahi aynı tarihi
kabûl etmiş bulunuyor. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. IV, s. 568.
19 Fındıkhlı SUâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. H, s. 261; Raşid Meh­
med, A yn ı eser, c. HE, s. 306 ve 329.
20
SUâhdar Fındıklüı Mehmed A ğa, Ayn ı eser, c. n, s. 298.
21
SUâhdar Fındıkhlı Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. n, s. 316.
182
M. M ÜNİR A K TE P E
kat 8 Zilhicce 1126 (15 Aralık 1714) da, Genç Ali Paşa Haleb beğlerbeyi
nasb edilince, Morali İbrahim Paşa, tekrar Sayda-Beyrut sancak beyliği­
ne gönderildi22. 8 Safer 1128 (3 Şubat 1716) tarihinde Kudüs Sancak beğliğine atandığını gördüğümüz vezir Aşçı İbrahim Paşa, Şevval 1128 (EylülEkim 1716) de ise, Topal Yusuf Paşa’nm yerine Şam Beğlerbeyi oldu ve bu
esnada çok önemli bulunan Emirü’l-haclık görevi dahi tecrübeli bir vezir
olması mülâhazasıyla uhdesine tevdi edildi23. Fakat İbrahim Paşa bu vazi­
fede ancak gurre-i Muharrem 1129 (16 Aralık 1716) tarihine kadar kala­
bildi. Bilâhire kendisine yine Haleb vâliüği tevcih olundu24. 2 Rebiü’l-evvel
1129 (14 Şubat 1717) tarihinde de, Korfu seferinde başarısızlığı görüldü­
ğü mütalâasiyle azl ve habs edilen Canım Hoca Mehmed Paşa’nın yerine,
ikinci defa Kapudan-ı Derya oldu25.
İbrahim Paşa’nm bu görevi sırasında, İstanbul Tersanesi’nde yeniden
yaptırılmış bulunan 10 Firkateyn, 12 Rebiü’l-âhir 1129 (26 Mart 1717)’da
Karadeniz üzerinden Tuna’ya gitmek üzere, emir aldı ve aym tarihde, Kapudan Paşa, Hindistan’a dönmek üzere Edirne’den İstanbul’a gelmiş olan
Hind elçisine mükellef bir ziyafet verdi26. Nihayet 25 Cemâzie’l-âhir 1129
(6 Haziran 1717) da, Yalı-köşkü’nde mûtad olan merâsim İstanbul Kay­
makamı tarafından icrâ edilmek suretiyle, Osmanlı donanması, İbrahim Pa­
şa kumandasında Akdeniz seferine çıkdı27. İbrahim Paşa, d o n anm a ile birlikde bir süre Gelibolu ve Çanakkale önlerinde kaldı. Bu esnada devam
eden Osmanlı-Venedik savaşları dolayısıyla, Venedik donanması da Bozca-ada civarına gelm işdi. V e n e d ik d o n an m asında dört bin kadar Avusturya
askeri dahi vardı. Durumdan haberdar olan Aşçı İbrahim Paşa, muvâfık
bir havada hareket ederek, İmroz adası önünde düşman donanması ile karşılaşdı28. 12, 13 ve 16 Haziran tarihlerinde Venediklilerle üç deniz savaşı
yapan kapudân-ı derya İbrahim Paşa, düşman gemilerinin Limni ve Bozca­
ada önlerinden çekilmesini sağladı. Bu savaşların en mühimmi Anaboli önün­
22 Silâhdar Fındıklılı Mehmed A ğa, A yn ı eser, c. II, s. 325.
23 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed A ğa, A yn ı eser, c. n, s. 341 ve 352; Raşid Mehmed, A yn ı eser, c. IV, s. 281.
24 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. H, s. 357.
25 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed A ğa, A yn ı eser, c. n, s. 359 veRaşid Ta­
rihi, c. IV, s. 332; J. de Hammer, Histoirede l’Empire Ottoman, c. XTTT(16991718), Paris 1839, s. 324.
26 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed, A ynı eser, c. II, s. 361.
27 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed, A ynı eser, c. II, s .363.
28 Raşid Tarihi, c. XV, s. 348.
A ŞÇI H AC I İBRAH İM P A Ş A V E V A K F İY E L E R İ
183
de ceryân etmişdi29. Venedik donanması amirâllerinden Flanigini de bu sa­
vaşlarda ölmüşdii. İbrahim Paşa, daha sonra Türk donanmasiyle, batı Mo­
ra ve Amavudluk kıyılarına kadar düşmanı tâkib etti. Ancak Adriyatik’de,
Venediklilerle yeni bir savaş olmadan, Donanmâ-yi Hümâyım geri İstan­
bul’a döndü30. Belgrad önündeki Osm ani ıl arın bozgunu ve kış mevsiminin
yaklaşması, Türk donanmasının Adriyatik’de yeni bir muhârebeye girme­
den avdetine sebep olmuşdu.
Sefer esnasında, savaşlarda iki kalyon gayb ederek, 27 Zilhicce 1129
(2 Aralık 1717) günü akşam üzeri Yedikule önlerine gelen Donanmâ-yi Hümâyun’a mensub gemüerden iki kalyonun da, hava muhalefeti sebebiyle,
Saray-Bumu’ndan Halic’e girmeye muvaffak olamadığı içün, Yeni-Kapı üe
Kum-Kapu arasında çarpışarak karaya oturduğu görüldü. Diğer tarafdan
Tophâne önünde demirlemek mecburiyetinde kalan donanmaya mensub ge­
milerden, Kavaf Emir Kapudan’ın idare ettiği, 55 arşın boyunda ve 60 aded
tunç topu ihtiva eden, Uzun-Çarşı adh kalyon dahi, kazâen cebehânesinin
ateş alması nedeniyle yanarak batdı. Bu gemide ve civârından geçmekte
olan kayıklarda bulunan bir çok kişi öldü. Bu yüzden Kapudân-ı Derya İb­
rahim Paşa, başarılı bir seferden dönmüş olmasına rağmen, sönük ve üzün­
tülü bir merasimle Tersâne’ye girdi31. Nihayet 23 Safer 1130 (26 Ocak
1718) tarihinde32, Tersâne’de meydana gelen büyük yangın İbrahim Paşa’nın kapudân-ı deryalıkdan azline âmil oldu.
Tersâne’de denize yeni indirilmiş 53 arşın boyundaki güzel bir kalyon,
Silâhdar’ın Nusretname'sine nazaran sabotajcılar tarafından tutuşdurulmuş
veya Râşid Tarihi'ne. göre kalafat ateşinden tutuşup yanmağa başlamışdı.
Bütün gayretlere rağmen, şiddetti lodos dolayısiyle bu ateşi söndürmek
mümkün olamamıştı. Kalyonun içinde bulunan bir çok gemici yandığı veya
boğulduğu gibi, bunun yanında olan diğer bir kalyon da sonradan ateş almışdı. Ateş bilâhire Tersâne’nin kereste mahzenine dahi sirayet etti ve bu
mahzende olan eski, kuru ağaçların yansından fazlasını yaktı. Böylece yan­
gın yirmi saat kadar devam etti ve zarar-ziyan, can gaybı çok oldu. Edir­
ne’de bulunan IH. Ahmed ise, durumu öğrendikden sonra, Kapudân-ı Der­
ya İbrahim Paşa’yı suçlu gördü. Onun ihmâli neticesi bu ve bundan önceki
29 Raşid Tarihi, c. IV, s. 377.
30 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1956, c. IV, Ks. 1.
s. 124.
31 Raşici Tarihi, c. IV, s. 379/80; Nusret-nâme, c. n , s. 373.
32 Nusret-nâme, e. U , s. 378/79, Raşid Mehmed Efendi, bu tarihi 22 Sa­
fer 1130 (25 Ocak 1718) olarak gösterir. Raşid Tarihi, c. IV, s. 387.
M. M ÜNİR A K TE P E
184
olayların meydana geldiği kanaatma vardı. Neticede, Aşçı Morali İbrahim
Paşa’yı Kapudân-ı Deryalıkdan azl ederek, Trabzon vâliliği ile Azak muha­
fızlığına ta’yin etti. III. Ahmed’in bu iş içün görevlendirdiği Elmas-Mehmed
Paşa’nm mühürdan İbrahim Ağa, 4 Cemâziye’l-evvel 1130 (5 Nisan 1718)
tarihinde İstanbul’a gelerek, İbrahim Paşa’yı Azak tarafına sevk etti33 ve
İbrahim Paşa, Receb 1133 (Mayıs 1721) tarihine kadar bu görevde kaldı.
Bilâhire memûriyeti Kandiye muhâfızhğma tahvil olunduğu için Girid’e
gönderildi34. Nihayet 1138 (1725-1726) senesi içinde Kandiye’de öldü35.
Burada inşâ ettirmiş olduğu mektebi dâiresine defnedildi36. İbrahim Paşa’­
nm bundan ma’ada, İstanbul’da, Eski Saray (yâni İstanbul Üniversitesi) ci­
varında ve Bayezid’den Süleymaniye’ye giden yol üzerinde, yaptırdığı bir
câmi’i ile mektebi, sebili ve hamamı vardır. İzzet Kumbaracılar, bu sebilin
mimarının muhtemelen Bekir Ağa olduğunu kaydeder37. Hüseyin Ayvansarayî ise, Câmi’-i mezbûrda, sadnâzam Çorlulu Ali Paşa’nm hediye ettiği
gayet kıymeüi mushaflarm mevcûdiyetinden bahseder38.
II.
yıs
Kapudân-ı Deryâ İbrahim Paşa’ya âit V akfiyeler:
Morali Aşçı İbrahim Paşa ilk vakfiyesini 25 Muharrem 1118 (9 Ma­
1706) senesinde tanzim ettirmiş bulunuyordu39. Kethüdası ol­
33 Ra§id Mehmed, A yn ı eser, c. IV, s. 387/89; Fmdıklılı Silâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. n , s. 378/79.
34 Fmdıklılı Silâhdar Mehmed Ağa, A yn ı eser, c. n , s. 417.
35 Mehmed Hafid, Sefînetü’l-vüzerâ, İst. 1952, s. 44. Mehmed Süreyya
Bey, Şaban 1137 (Nisan/Mayıs 1725)’de Kandiya’da öldüğünü yazar. Bak, Sicill-i
Osmanî, c. I, s. 122. Şemseddin Sâmi Bey ise, 1129 (1717)’de, Canım Hoca Meh­
med Paşa’nm yerine Kapudân-ı derya olduğunu ve bir sene memûriyetten son­
ra, donanma İle Kandiya’ya vardığında orada vefat ettiğini kaydeder. Bak,
Kâmûsii’l-a’lâm, İstanbul 1306, c. I, s. 558.
36 Hüseyin Ayvansarayî, Hadikatü’l-cevâmi’, İstanbul 1281, e. I. s. 175.
37 İzzet Kumbaracüar, İstanbul Sebilleri, İstanbul 1938, s. 31.
38 HadîJeatü’l-cevâmi’, c. I, s. 175.
39 Hacı İbrahim Paşa’nm, gerek 25 Muharrem 1118; gerek gurre-i Mu­
harrem 1120 tarihli iki vakfiyesi ayni cüd içindedir ve orijinâldir. Birinci vak­
fiyeden 27 Mart 1937 tarihinde bir sûret verilmiştir. Her ikisi de 11 Cemâziye’l-âhir 1295 senesinde, Cihat Kalemi’ne kayd olunmuştur. Birinci vakfiye
başdan on varak işgal etmektedir. İkinci vakfiye ise, 38 varaktır. Her sahifede 11 satır vardır ve gayet açık, iri bir nesih üe yazümıştır. Her iki vakfiyenin
de, baş kısımları altın tezhib ile süslüdür. Büumûm sahife kenarları, durak yer­
leri ve metin içindeki bâzı satırlar altm yaldızdır. Cildi kahverengi meşin, miklâblı ve altm yaldız şemselidir.
AŞÇI H AC I İBRAH İM P A Ş A V E V A K FİYE LE R İ
185
duğunu söylediği Çorlulu Ali Paşa’nın sadarete tâyininden (19 Muharrem
1118 = 3 Mayıs 1706) bir hafta sonra hazırlanan bahis konusu vakfiye­
nin şâhidleri kısmında ise; Müderris Mustafa Efendi’nin, Müderris Abdul­
lah Efendi oğlu Ahmed Efendi’nin; Hüseyin oğlu Ali Efendi’nin, Haşan oğ­
lu Yusuf Efendi’nin, İbrahim oğlu Ali Efendi’nin, Oruç oğlu Velî Ağa’nm,
Hüseyin oğlu Mustafa Efendi’nin, Hüseyin oğlu Yusuf Çelebi’nin, Ali oğlu
İbrahim’in isimlerini görmekteyiz. Ancak bu şahıslar ve ikisi hâriç diğerle­
rinin meslekleri hakkında herhangi bir bilgi olmadığından, hayatlarım tesbit etmek mümkün olamıyor. İbrahim Paşa, henüz kethüdahğı esnasmda,
hazırlatdığı bu vakfiyesiyle, vakıf işlerine bakmaya da, mütevelli olarak Ha­
şan oğlu İbrahim Çelebi’yi memûr etmişti. İbrahim Çelebi, vakıf sahibi
Kethüda İbrahim Ağa’nın : 1 — İstanbul surları kapılarından Kum Kapı
civânnda, Nişancı-Paşa mahâllesinde mevcut, her biri tahtânî ve fevkânî
ikişer oda ve birer sofa ve su kuyuları ile avluyu ihtiva eden yirmi bir adet
odalarından; 2 — Yine aynı mahallede bulunan iki oda ve bir kârgir mah­
zen ile terzi dükkânından; 3 — İstanbul’da, Hoca Paşa civarında, Elvanzâde mahâllesinde olan büyük bir evinden; 4 — Yine aym mahâllede olan
ve Gebze’de medfun Mustafa Paşa vakfına senede yedi yüz yirmi akçe mukata’ah katır-hânesinden; 5 — Diğer üç odasından; 6 — Nihayet nakid ola­
rak ayırdığı on bin kuruşdan elde edilen hâsılatı, vakıf şartları gereğince şu
işlere harcayacakdı: a— Sultan Ahmed Câmi’i Şerifinde ders-i âm olan
bir hocaya günde 12 akçe, b— Mahmud Paşa Câmi’i Şerifinde, halka
va’z ve nasihat edecek kudrette olan bir şeyhe günde yedi akçe; c— Bu vâizin seccâdesi hizmeti mukabilinde bir kayyuma günde bir akçe; d— Hoca
Paşa Câmi’inde ta’lim-i kur’an eden bir şeyhü’l-kurrâya günde on iki akçe
vazife verilecekdi. Bu hususlar bize gösteriyor ki, İbrahim Paşa, henüz Kethüdahğı sırasında bâzı hayır eserleri vücuda getirmeden, malının gelirin­
den büyük bir kısmım Sultan Ahmed Câmi’inde, Mahmud Paşa Câmi’i’nde
ve Hoca Paşa Câmi’i’nde vazifeli olan kimselere tahsis etmişdir. Ancak bu­
nun dışmda, bizzat kendisi bir mektep yapdırmayı dahi düşündüğü içün,
gelirinin mühim bir kısmını da mektebi ile alâkalı hususlara ayırmışdır. Ba­
his konusu vakfiyede buna dâir şu kaydı görmekteyiz : « ... Ve yine binâsına şurû’ murâdım olan mekteb-i şerifde sıbyâna müşfik ve ta’lîme kadir ve
perhizkâr bir kimesne muallim olup, hizmeti mukabelesinde yevmi on beş
akçeye mutasarrıf ola ve istikamet ile mümtaz bir kimesne dahi halîfe olup,
yevmi yedi akçe verile ve hâce-i mekteb olan, mekteb-i mezbûrun bevvâbı
olup, yevmi iki akçe verile ve mekteb-i mezbûr âb- keşliği yevmi iki akçe
vazife ile muâllim olanlara meşrûta ola ve halîfe olan, çârub-keş olup, hiz-
186
M. M ÜNÎR A K TE P E
rneti eda ve yevmî iki akçeye mutasarrıf ola ve mekteb-i mezkûrumda
taâllüm eden otuz kadar sıbyâna ve muâllim-i evveline ve halîfesine yevmî
kırk akçe olmak üzere, senede büyük bayramda yüz yirmi kuruşluk birer
kapama ve mest ve pabuç ve kavûk ve kuşak her biri içün mütevvelî yediy­
le iştirâ olunup, yedlerine ber-vech-i mu’tad def ü teslîm ve hayır duâ ile
yâd ettirile ve mekteb-i mezbûrda olan otuz sıbyânm her birine ayda onbeşer akçe verile ve yine büyük bayramda mezbûr hoca ile halîfesinin her
birine onar kuruş ve îyd-i adhâda beşer kuruş verile ve senede hoca içün
on küe pirinç ve on beş vakıyye sade yağı ve on çeki odun alma ve halîfe
içün dahi kezâlik on kile pirinç ve on beş vakıyye yağ ve on çeki odun ve­
rile ve eyyâm-ı şitâda mekteb-i mezkûr içün yevmî iki akçe olmak üzere,
senede yediyüz yirmi akçelik kömür alına ve mezbele içün ayda on beş ak­
çe virile ve mekteb-i mezkûr hasırı içün yevmî bir akçe ola ve mütevellî-i
vakıf, hizmeti mukabelesinde yevmî kırk akçeye mutasarrıf ola...»
Bu ifâdeden gayet açık olarak anlaşılıyor ki, İbrahim Paşa henüz Ali
Paşa Kethüdâ’sı iken, kat’î suretde bir mekteb yapdırmayı tasarlamış ve
ona âit vakıf şartlarını da kendi zamanında hazırlatmışdır. Hatta bu vakı­
fını idâre edecek mütevelliden ma’ada, bu vakfın kâtibliğini ve Câbiliğini
yapacak şahıslara dahi günde verilecek para mikdarlarım tesbit etmiştir.
İbrahim Paşa, bu vakfiyesinde, diğer vakfiyelerde dahi gördüğümüz veçhi­
le, malından elde edilecek hâsüatm fazlasına evvelâ kendinin, kendisinden
sonra da evlâdlarının ve onların çocuklarının tasarruf edeceğine dâir bir
şart koydurmuştu:
«ve ta’yin eylediğim masârif-i mezkûreden fazlasına hayâtımda ben
mutasarrıf olup, benden sonra evlâd-ı evlâd-ı evlâdım beynlerinde alessevîye taksim edüp mutasarrıf olalar...»
diyordu. Ancak âilesi inkıraz bulduğu takdirde köleleri ve kölelerinin ço­
cukları vakfına tasarruf edecek, onlar da olmazsa, yapılan masrafdan geri­
ye kalan para, vakfına zamm edüecekdi. Vâkıf m vakf eylediği 10 bin ku­
ruş nakid para ile de bir mülk ahnacakdı. Diğer tarafdan Bâbüssaade ağa­
ları bu vakfın nâzırı olarak, her türlü işini teftiş eyleyeceklerdi.
İbrahim Paşa’nm bu vakfiyesi, Çorlulu Ali Paşa’nın sadrıâzamhğı es­
nasında tanzim ettirmiş olduğu, 25 Muharrem 1118 (9 Mayıs 1706) tarih­
li bilinci vakfiyesiydi. Fakat İbrahim Paşa 12 Ramazan 1118 (18 Aralık
1706) tarihinde, birinci defa Kapudân-ı Derya olup, bol ganâim ile Ak­
deniz seferinden döndükden sonra, bu vakfiyesinden ayrı şekilde, Gurre-i
aşçi haci
İb r a h i m
paşa
ve
v a k f iy e l e r i
187
Muharrem 1120 (23 Mart 1708) senesinde. yeni bir vakfiye daha düzenlemişdi. İbrahim Paşa’nm bu ikinci vakfiyesinde arzu ettiği bir çok hayır
eserlerini inşâ ettirmeye muvaffak olduğunu gördüğümüz gibi, onun, bu
eserlerin bakımı ve orada çalışacak vâzifelilerin işlerini yapabilmeleri içün
de lâzım olacak paranın temini husûsunda, İstanbul içinde, hâricinde bu­
lunan bir çok mallarının gelirini dahi bu vakfına tahsis etmiş bulunduğunu
görmekdeyiz.
İbrahim Paşa’nm ikinci vakfiyesinde, yaptırmış olduğu eserlerden şu
şekilde bahs olunmaktadır:
« ... Evvelâ Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Kostantaniyyeti’l - mahmiyye’de Saray-ı atik-i sultânî kurbünde vâki’ iki tarafdan tarîk-ı âm ve bir tarafdan
bâzen odalar tarîki ve bâzen Ekmekci-zâde Ahmed Paşa vakfı odalar ve
bir tarafdan Kubad Çavuş vakfı odaları ile mahdud arsa-i memlûkeleri üze­
rine ( _/-“Vl rJJl j dil»
¿y dll-ia-l t
sU jı U» )
kavl-i kerîmi musdâkı üzre ve âsâr-ı nebevîyyeden ( «d dil & b», di
¿y
«ull j b ) mantuku üzre müceddeden binâ buyurdukları refi’ül-bünyan,
meni’ül-erkâü, ahsen-i esâlib ve eltâf-ı sanâyi’-i muhaassenâtı câmi’ üsrüb
ile musakkaf câmi’-i şerîf40 ve ma’bed-i lâtîfi ve câmi’-i şerîf mukabilinde
türbe içün ittihaz olunan arsa-i hâliye ve bahçeyi ve sıbyân-ı müslimîne
ta’lim-i kur’ân-ı azîm ve tefhîm-i furkân-ı kerîm içün kezâlik üsrüb ile mu­
sakkaf fevkânî bir mekteb-i şerîf ve muallim-hâne-i münîfi ve bir sebîl-i
râsihü’l-evtâdı ve mekteb-i mezkûr tahtmda vâki’ âb-dest-hâne-i müessisü’lerkânı ve yine kezâlik üsrüb ile musakkaf hamam ve bir câmekânı ve bir
su kuyusu mahzeni ve dolabı ve hamam odunu vaz’olunacak mevzi’i...» 41.
İbrahim Paşa, bu küllîyesine yâni zikr olunan Mekteb ile Hamam, Se­
bil ve Câmi’ abdesthânesinde kullanılmak üzere dört masura ve bir çuvalduz, tath su dahi getirmişti.
' 40 Fındıkhlı Silâhdar Mehmed A ğa, Eski Saray yanında ve Sultan Sa­
rayı yerinde inşâ edilen bu Câmi’in, 1120 (M. 1708) yılı başında tamamlandı­
ğını ve ilk cuma namazının gurre-i Muharrem 1120 (23 Mart 1708) tarihinde
kılındığını yazmaktadır. Bak, Nusretnâme (Parmaksız-oğlu neşri), İstanbul
1966, C. II, s. 243. Ayrıca bak, Râşid Mehmed, Râşid Tarihi, İstanbul 1282,
C. m , s. 242.
41 Mehmed Süreyya Bey, Sicîll-i Osmaânî’de, Eski Saray mukabilinde
bir Câmi’i, mektebi, sebili ve hamamı olduğunu yazdıktan ma’ada, Mora’da ve
vali bulunduğu mahallerde, Câmi’ ve mekteb gibi hayratı vardır diyor. Bak,
cild I, s. 122.
188
M. M ÜNİR A K TE P E
Bu kayıdlar bize gösteriyor ki, Üçüncü Ahmed devrinin Kapdan Pa­
şalarından olup, bu mevki’i iki defa işgal etmiş bulunan İbrahim Paşa, bu­
gün İstanbul Üniversitesi’nin Vezneciler tarafına açılan, kapısı karşısında
ve Üniversite Kitablığı köşesinde bulunan sabada, üzeri kurşun örtülü bir
Câmi’ ile yine üzeri kurşun kaplı ve fevkani bir Sıbyan mektebi inşâ ettir­
miş, bunların yanma da bir Sebil ile bir Hamam ve Abdesthâne, Su Ku­
yusu gibi şeyler yaptırmıştır. Ayrıca bir de türbe yeri bırakmışdır ki, hâlen
bu Külüye’nin haziresi hâlindedir ve maalesef gerek Câmi’ gerek Mekteb, Kütübhâne’nin müctemilâtı hâline getirildiğinden faal durumda değil­
dir. Sebil ise bir bakkal dükkânı olarak kiraya verilmiştir. Hâlbuki İbrahim
Paşa bu külliyesinin yaşaması içün aşağıda birer birer, yer ve isimlerini zikr
edeceğimiz emlâkinin gelirini, bahis konusu Vakfiye ile bu vakfına tahsis
etmiş bulunuyordu. Bunlar ise sırasiyle şöyledir:
A — İstanbul’da olanlar ;
1 — Külliyesi civârında ve her katmda bir oda ve bir sofa olmak üze­
re, dehlizli, avlulu, üç katlı, 13 aded ev.
2 — Yine aynı mahâlde, iki katlı ve iki oda ile bir sofa, dehliz ve
matbahı, avlusu bulunan iki ev.
3 — Bunlardan başka, her biri fevkani ve tahtânî birer oda ile sofa
ve dehlizi ihtiva eden bağçeli üç ev.
4 — Bahis konusu Hamam’ın kapısı civarında üç dükkân.
5 — Cerrah-Paşa Câmi’i yakınında, Hacı Ahmed mahâllesinde, etra­
fı taş duvarla çevrili 3750 zirâ’lık meyve bahçesi.
6 — Gedik Paşa yakınında ve Çadırcı Hacı Ahmed mahâllesinde,
kendine âit 1552 zirâ’ ve merhûme Hafsa Hatun vakfına âit, senede yediyüz
yirmi akçe mukata’alı 998 zirâ’ arsa üzerinde bulunan sandalcı odaları.
7 — Yine bu havâlide, muhtelif cins 16 oda, 5 sofa, 1 kasr, 4 dehliz,
1mahsen, 3 kiler, 2 anbar, 1 fırın ve 1 hamam ile 3 su kuyusu ve 1 ahır­
dan müteşekkil bulunan menzil.
8 — Gedik Paşa civarında, Çadırcı Hacı Ahmed Paşa mahâllesinde
19 aded sandalcı kârhânesi odaları.
9 — Serv ( 3 j^ ) mahâllesinde, 400 zirâ’ arsa üzerine yapılmış iki
oda ve bir su kuyusundan mürekkeb menzil.
10 — Küçük Ayasofya Cami’i kurbünde, Hüseyin Ağa mahâllesinde,
AŞÇI H AC I İBRAH İM P A Ş A V E V A K F İY E L E R İ
189
293 zirâ’ arsa üzerine yapılmış, üç kat, altı oda ve bir matbah ile bir terzi
dükkânı ve avlu ile su kuyusundan ibaret menzil.
11 — BabçeJKapısı civarında ve kal’a duvan dibinde, senede 150
akçe mukata’alı mirî arsa üzerine, Padişahın müsâdesiyle yapılmış bir kasab ve bir terzi dükkânı ile üzerlerinde bulunan birer oda.
12 — Galata’da, Topkapısı kurbünde, Sultan Bayezid mahâllesinde
150 zira’ arsa üzerine yapılmış, üç katil, beş oda ve iki dehliz ile bir kuyu
ve avlusu olan menzil.
13 — Beşiktaş’da, Dârüssaade Ağası mahâllesinde ve Sinan Paşa Muâüimhânesi ile Yağhâne ve Çarşı-Meydanı tarafından çevrili saha dâhilin­
de, fevkânî yedi oda, tahtânî dört oda ve yedi dükkân ile bunların üzerle­
rinde bulunan beş oda ve bir kuyudan ma’ada tahtânî diğer dört odayı hâvi
büyük bir menzil.
14 — İstanbul’da, Galata a’mâlinden, İstinye nâhiyesine bağlı Boğaz­
kesen Hisarı’nm Mollâ Fenârî inahâllesinde ve Ahmed Çelebi bahçesi ile
kal’a arasında, fevkânî iki oda bir dehliz ve altında ahır iİe bahçe ve bah­
çede köşk ile iki kuyusu olan bir menzil.
15 — İstanbul’da, Fener-Kapısı dâhilinde, Tahta-Minâre mahâllesin­
de, 235 zirâ’ arsa üzerine yapılan, üç katlı, dört oda, bir sofa, bir dehliz
ve bahçe ile avluyu hâvi menzil.
16 — Balat-Kapısı dâhilinde, Hamamcı Muhiddin mahâllesinde, 95
zirâ’ arsa üzerine kurulmuş, yine üç kath, altı odalı, iki sofa, bir dehliz,
bir mahzen ve iki matbah ile üç kuyuyu, ahır ile meyve bahçesini ihtivâ
eden menzil.
17 — İstanbul’da, Elvan-zâde mahâllesinde ve Ahmed Paşa Câmi’i
yanında, 120 zirâ’ arsa üzerine yapılmış, iki oda, bir sofa ve bir kuyulu
menzil.
18 — İstanbul’da, Dikili-taş kurbünde, Atik-Ah Paşa mahâllesinde
ve Abbas Ağa Vakfiyesinde olan 321 zirâ’ arsa üzerine inşâ edilmiş, üç
katil, altı odalı ve bir sofası ile üç dehlizi, bir matbahı, bir mahzeni, bir ha­
mamı, bir kuyusu ve müctemilâtı olan bir menzil.
19 — İstanbul’da, Dülbentci Hüsameddin mahâllesinde, 4 oda, 3 so­
fa, bir kuyu ve bir bahçeli menzil.
20 — İstanbul’da, Büyük-Langa civarında, Kâtib Kasım mahâllesinde,
136 zirâ’ arsa üzerine kurulmuş, üç oda, bir sofa, bir dehliz ile matbahı ih­
tivâ eden menzil.
190
M. M ÜNİR A K TE P E
21 — İstanbul’da, Süleymaniye mahâllesinde ve Süleyman Sübaşı Vak­
fı ile Su Kemeri arasında 210 zira’ arsa üzerine inşâ edilmiş, üç oda, bir
sofa, iki dehüz, bir matbah, bir taş mahzen ve bir ahır ile bir kuyudan mü­
teşekkil menzil.
22 — Yine Süleymaniye mahâllesinde, 4000 zirâ’ arsa üzerine yapıl­
mış, bir çok odaları ve bir hamamı ihtivâ eden bahçeli menzil.
23 .— İstanbul’da, Galata muzâfâtmdan Kasım Paşa’nın, Tahta Kadı
mahâllesinde 751 zirâ’ arsa üzerine mebnî, iki katlı ve on iki odalı, sofası,
bir ahırı ve altı dükkân ile bir kapısı bulunan menzil.
24 — Yine Kasım Paşa’nm Yahya Kethüda mahâllesinde ve 1596
zirâ’ arsa üzerinde bulunan iki kadı, 28 odalı ve üç kuyulu menzil.
25 — Yine Kasım Paşa’nm Kadı Mehmed Efendi mahâllesinde olan
1216 zirâ’ arsa üzerindeki, on iki oda ile 16 sofadan müteşekkil menzil.
26 — Yine aynı mahâllede olan ve iki oda ile birer dehlizden müte­
şekkil altı aded müteehhilin evleri.
27 — İstanbul’da, Kum-Kapı civârmda, Muhsine Hâtûn mahâllesinde,
135 zira’ arsa üzerine yapılmış, üç katlı ve her katda bir oda ile bir sofa,
bir matbah ve bir dehliz bulunan menzil.
28 — İstanbul’da Balat cânibindeki Muhiddin mahâllesinde 531 zirâ’
arsa üzerine mebnî iki katlı ve üç oda ile bir cihannüma, bir sofa, bir deh­
liz, bir kiler, iki matbah, bir su kuyusu ve meyve bahçesinden müteşekkil
menzil.
29 — İstanbul’da, Kâtib Kasım mahâllesinde, 360 zirâ’ arsa üzerin­
de yapılmış, üç katlı, dört oda ve iki sofa ile üç matbah, bir mahzen, bir
kuyu ve avludan mürekkeb menzil.
30 — Yine aynı mahâllede, 320 zira’ arsa üzerine inşâ edilmiş, iki
kath ve iki oda ile sofa, bir kiler, iki matbah, bir dehliz ve bir kuyudan
ma’ada, mahzen ve bahçesi olan menzil.
31 — İstanbul’da, Hamamcı Muhiddin mahâllesinde, 560 zira’ arsa
üzerine yapılan, 5 odalı, iki matbah, iki dehliz ve bir kuyu ile bahçeli di­
ğer bir menzil.
32 — İstanbul’da, Şeyh Ferhad mahâllesinde, 165 zira’ arsa üzerinde
mebni, üç kath, üç oda ile üç matbah, bir sofa, iki dehliz ve bir kuyu ile
kârgir mahzenden müteşekkil menzil.
33 — İstanbul’da, Büyük Ayasofya civarında Soğuk-Kuyu medrese­
A ŞÇI H A C I İBRAH İM P A Ş A V E V A K FİYE LE R İ
191
si yanında, 1315 zira’ arsa üzerine yapılmış, 15 oda, üç sofa, üç mahzen,
bir kiler, bir ahır, bir saman-hâne ve bir hamamdan mürekkeb menzil.
34 — İstanbul’da, Uzun Çarşı’da, Bezâz-ı cedîd mahallesinde bulunan
446 zir’a arsa üzerine yapılan 7 oda, iki sofa, 4 dehliz, bir kiler, bir matbah, bir hamam, bir ahur, bir mahzen ve bir kuyudan müteşekkil menzil.
B — İstanbul dışında olan emlâki ise, sırasıyla şöyledir:
1 — Sakız adasmda ve kal’a varoşunda, sekiz hâlvetli, câmekân ve
külhanı bulunan bir hamam ile bir hâli arsa.
2 — Sakız adasmda, kal’a varoşunun Aşağı-yalı mevki’inde ve Memi
Paşa-zâde Abdurrahman Paşa mülkü yanında, iki tarafı denizle çevrili 1300
zira’ arsa üzerinde yapılmış dokuz dükkân ile dört mahzen.
3 — Sakız adasmda, kal’ a hâricinde ve Çay-ağzı denilen mevki’de,
bir tarafı Haşan Paşa bahçesi ve diğer tarafı denizle çevrili sahada, üç kat­
lı, on odası ile bir mahzeni bulunan, aynı zamanda kule diye meşhur kârgir m enzil ve bunun hamamı ile meyve bahçesi.
4 — Sakız’da, Mısrî-zâde İbrahim Paşa vakıfları yanında üç aded su
dolabı.
5 — Sakız’da, Aşağı-yah’da, Hızır Baba mevki’inde mevcut değirmen.
6 — Sakız’da, Mühürdar Paşa bahçesi denilmekle meşhur mahâlde,
bir büyük ve bir küçük kule ile bir çok oda, matbah, havuz ve kuyuyu ihtivâ eden meyve bahçesi.
7 — Sakız’da, Hari Tomni (
zira’ hâli arsanın havi olduğu mülk.
)
mahâllesinde ve sâhilde 400
8 — Sakız’da, Kal’a içinde, Câmi’-i cedid mahâllesinde bulunan bir
çok odalarla birlikde bir hamam, bahçe ve kuyu; aynı yerde müceddeden
binâ olunan mahkeme arsasiyle, altodaki üç dükkân; ayrıca bir menzil; yi­
ne ayni mahâlde mevcut üç mahzen ile diğer bir menzil vesâir bir çok dük­
kân ve menziller.
9 — Aynı mahâllede, Dergâh-ı âli yeniçeri ağalarının oturmaları içün
binâ olunan evin arsası.
10 — Aynı mahâllede, Mezamorta-zâde Ali Paşa mülkü yanında,
yeniçeri ocağı neferâtma kışlak ve orta sofa yapılan binânın arsası.
11 — İzmir’de, Kasab Hızır mahâllesinde ve İsmail Paşa mahzeni
192
m
.
m ü n ir
aktepe
yanında bulunan üç fevkani oda ile bir matbah, bir köşk ve üç tahtanî oda
ve yol tarafında bir kapulu iki kepenk dükkânı hâvi bir freng-hâne.
12 — İzmir’de, Câmi’-i âtik mahâllesinde, Derviş Mehmed Paşa ve
İsmail Paşa emlâki yanında, 400 zira’ arsa üzerine yapılmış mülk menzil.
13 — İzmir’de, Kestane-pazarı denilen semtde, iki kasab dükkânı ile
daha bâzı dükkânlar.
14 — İstanköy adasmda, Kal’a hâricinde, Mısrî-zâde İbrahim Paşa
mülkü yanında mevcud, dört fevkani oda, bir hazîne odası ve dîvân-hâne
ile dehliz ve dört tahtânî oda, üç bostan kuyusu, bir havuzlu köşk ile iki
adet meyve bahçesini ihtiva eden menzil.
15 — Yine bu mahâlde mevcut sekiz adet mahzen.
16 — Rodos adasında, Kadırga limanı ile müslüman mezarlığı ara­
sında olan, fevkani dört oda, bir sofa, bir hamam, bir mahzen, bir matbah,
bir küer, üç dolap kuyusu ve iki kebir havuz ile tahtânî iki oda, üç kenif
ve iki parça bağı hâvi bulunan Mühürdar ve Tatar bahçesidemekle meş­
hur bahçeler.
17 — Kal’a-i Sultaniye’deki meşhur kal’a içinde mevcûd değirmenler
ile bu şehrin kazasmdan Kalabaklı köyü çayırlığında bulunan bir değirmen.
18 — Anadolu Vilâyeti’nin, Eskişehir kazasma tâbi’ Has-Öyük karye­
sinde olup, Kütahya nehri demekle mâruf nehirden ayrılan su ile çalışan,
bir çatı altındaki on aded değirmen; bunun yanında bir ahır ve iki oda ile
iki anbar ve değirmen ile alâkalı su bendinin tamiri içün 1000 akçe.
Bütün bunlar, hayatma dâir topluca bilgi verdiğimiz meşhur kapudân-ı
derya Kethüda Hacı İbrahim Paşa’mn serveti ve zenginliği hakkında bir fi­
kir vermektedir. Kendisi iki def’a kapudan paşa olduğu içün, emlâki de da­
ha ziyade İstanbul, Çanakkale, İzmir, Sakız, İstanköy ve Rodos gibi sâhil
şehirleri ile Akdeniz adaları üzerinde toplanmışta.
İbrahim Paşa, bu mallarını gurre-i Muharrem 1120 (23 Mart 1708)
tarihinde tanzim ettirmiş olduğu ikinci vakfiyesinde «vakf-ı sahîh-i şer’i ve
habs-i sarîh-i mer’i ile vakıf ve habs edüb», elde edilen hâsılatı ile de şu iş­
lerin görülmesini istemiştir.
1 — İnşâ ettirdiği Câmi’de, hutbe ve imâmet hizmetlerinde bulunacak
bir kimseye günde on beş akçe verilmesi.
2 — Kurân-ı Kerîm’i usûlü ve âdâbı üzere okumasmı bilen iki hâfızdan biri, birinci imam ve diğeri ikinci imam olup, mezkûr Câmi’de beş
aşçi h aci
İb r a h
im
pa şa
ve
v a k f iy e l e r i
193
vakit hazır olan müslümanlara imamlık etmek şartiyle, her birine günde
on üçer akçe verilmesi.
3 — Birinci ve ikinci imamların, sabah namazından sonra Yâsin, öğle
namazmdan sonra «Âmene’r-resûl», ikindi namazmdan sonra «sûre-i neba’ »
ve akşam namazmdan sonra «sûre-i mülk» okumalarma karşılık günde beş
akçe ödenmesi.
4 — Mezkûr imamların, her gün peygamberin rûhuna yüzer salavât-ı
şerife hediye etmelerine karşılık kendilerine günde iki akçe verilmesi.
5 — Aym Câmi’de, Cum’ a günleri va’z edecek tefsir ve hadîs il­
minde mahir bir âlime günde on iki akçe ödenmesi.
6 — Tecvîd ilminde mâhir bir şeyhü’l-kurra’ya günde sekiz akçe ve­
rilmesi.
7 — Devr okuyan altı hâfızdan her birine günde üçer akçe verilmesi
ve bunlardan ser-mahfil olana, ayrıca günde bir akçe ödenmesi.
8 — Cum’a günleri na’ât okuyacak, güzel sesli mûsikışinas bir kimse­
ye günde dört akçe verilmesi.
9 — Mezkûr Câmi’de, namaz vakitlerini bilen, ezan okuma şartlarım
hâiz ve güzel sesü dört müezzinden, baş müezzine günde sekiz akçe, di­
ğerlerinin her birine altışar akçe verilmesi; salâ müezzinlerine, hepsine ayni
seviyede, günde birer akçe ödenmesi.
10 — Câmi’in kapı ve temizlik işlerine bakan dört kayyumundan, baş
kayyuma günde sekiz akçe, diğerlerine de altışar akçe verilmesi.
11 — Bu dört kayyumun, Câmi’in ve minârenin kandil işlerine bak­
malarından dolayı, her birine ayrıca günde ikişer akçe verilmesi.
12 — Câmi’in buhurcusu olan bir kimseye günde iki akçe ödenmesi,
13 — Ayrıca bir kişi minber kayyumu ve bir kişi kürsü kayyumu nasb
olunup, her birine günde birer akçe verilmesi.
14 —- Baş kayyuma, Câmi’ye vaz’edilen kelâmû’l-allah’ı muhâfazasın­
dan, dolayı, günde bir akçe zam verilmesi.
15 — Mezkûr Câmi’de, hergün sabah namazlarından sonra «sûre-i
en’am» okuyup, padişaha ve sadrıâzama duâ eden altı kişinin her birine
günde üçer akçe verilmesi; bunlardan sandıkçı olana günde ayrıca bir ak­
çe yerilmesi.
16 — Bu Câmi’de bulunan ve öğle namazlarından soma birer cüz’
okumak sûretiyle her gün otuz cüz’ tamamhyarak, peygamber’e, Osmanh
Tarih Enstitüsü Dergisi F : 13
194
M. M ÜNİR A K TE P E
padişahlarına ve vakıf sâhibi ile cümle ecdâdına duâ eden otuz eczâ-handan
her birine, günde ikişer akçe verilmesi.
17 — Ramazan’da, teravih namazlarında, aşir okuyan Kurân-ı Kerim
hafızlarından üç kişiye günde dörder akçe verilmesi.
18 — Yine Ramazan’da, akşam namazlarından sonra «sûre-i mülk»
okuyan bir kimseye günde iki akçe verilmesi.
19 — Cami’ meydanı süpürgecisine, günde iki akçe ödenmesi.
20 — Câmi’ keniflerinin temizleyicisine günde iki akçe verilmesi.
21 — Câmi’ civârmdaki sokakların temizleyicisine ve çöpleri topla­
yana günde birer akçe verilmesi.
22 — Abdesthâne kapıcısına günde bir akçe verilmesi.
23 — Câmi’de ve minârede mevcut kandiller içün kâfi derecede zeytin
yağı alınması; mihrabın iki yanma iki büyük bal-mumu konulması ve bu
iş içün senede otuz okka bal mumu alınması.
24 — Câmi’in önünde olan sebilde, yılmadan münâvebe ile çalışan ve
her gün birisi sebilde kalarak, mevcud gözleri tadı su ile doldurup, mürûr
ve ubûr eden herkese su veren üç sebilciden birine günde altı, diğer ikisine
de günde beşer akçe verilmesi.
25 — Tulumba ile kuyudan su çıkaran, abdesthâne musluklarını, mekteb ve kenifleri su ile dolduran iki kişinin her birine günde üç akçe veril­
mesi.
26 — Câmi’in, sebilin ve hamam ile şâir mahallerin su yollarına bak­
mak üzere, muayyen bir su-yolcuya günde üç akçe verilmesi.
27 — Her devirde su nâzın olan şahsa, vakfın su yollarına nezaret
etmesi içün, günde iki akçe verilmesi.
28 — Sâbık ve lâhik cümle evkafın her devirde, hare ve sarf işlerine
bakan Dârüssaade ağalarına günde on üç akçe ödenmesi.
29 — Günde dört akçe ile mektebin vakfına kâtib olan şahsın, mez­
kûr Câmi’in vakfına dahi kâtib olub, bu iş içün de aynca dört akçe veril­
mesi.
30 — Keza günde dört akçe ile mekteb vakfının câbisi olan şahsa,
mezkûr Câmi’ vakfının câbisi olarak da, günde dört akçe ödenmesi.
31 — îlk vakfiyede kayıdlı olduğu üzere, Mahmud Paşa Câmi’inde
vaâz edecek bir hocanın, her haftanın ikinci günü, mezkûr Câmi’de dahi
va’azda bulundukdan sonra, günde yedi akçe alması.
AŞÇI H AC I ÎBRAH ÎM P A Ş A V E V A K F İY E L E R İ
195
32 — Yine ilk vakfiyede yazılı olduğu veçhile, Sultan Ahmed Câmi’inde talebe-i ulûma ders vermek içün tâyin edilen bir müderrisin, mezkûr
Câmi’de dahi ders verdikten sonra, günde on iki akçe alması.
33 — îlk vakfiyede zikr edildiği şekilde, Hoca-Paşa Câmi’inde, ta’lîm-i
kur’an içün tâyin olunan bir şeyhü’l-kurra’nm bahis mevzu’u Câmi’de dahi,
ta’lim-i kur’an etmek şartiyle, günde on iki akçeye mutassarnf olması.
34 — Mektebde meşk hocası olup, her gün yazı ta’liminde bulunan
bir kimseye günde beş akçe verilmesi.
35 — Vakfın gelirinden, her sene Mekke’ye gönderilecek yirmi beş
altmm on ikisinin, makâm-ı aliyye’de ders-i âm olana ve on üç altının da
ikişer ikişer, altı adet cüz okuyanlara verilmesi ve bu cüz okuyanlardan sermahfil bulunana bir altun fazla ödenmesi.
36 — Yine her sene Medine’ye 25 altm gönderilmesi ve bunun da
Mekke’deki veçhile Medine’de ders-i âm ve cüz-hân olanlar arasında tak­
simi.
37 — Bahis mevzu’u Câmi’in etrafındaki sokakların kaldırım tâmiri
içün senede bin akçe hare edilmesi.
38 — Borçlu ve mahbus müslüman fukarasına da senede bin akçe sa­
daka verilmesi.
39 — Mektebe âid vakfiyede bahis konusu edilen on bin kuruşun nak­
den, âkâra tebdil edilerek, gelirinin Câmi’ vakfına alınması.
40 — Mektebe âid vakıf geliri, masraflara kâfi gelmediği takdirde,
Câmi’ evkafının gelirinden bu masrafların fazlasının ödenmesi.
41 — Bilcümle vakıf gelirinden hâsıl olan para ile muayyen vazife ve
karşılanmasından sonra, fazlasına evvelâ, bizzat İbrahim Paşa’nın mutasarrıf olması ve kendinden sonra da çocuklarmm, onlardan son­
ra torunlarının ve kölelerinin, yâni hayatda kimi kalmış ise, sırasıyla tasar­
ruf etmesi.
m asrafların
İbrahim Paşa bu saydığımız şartlar dâhilinde, bütün emlâkini vakf
edüp, idâresini, mütevvellî tâyin ettiği Hacı İbrahim bn Haşan Efendi’ye bı­
rakmıştı. Ancak İbrahim Paşa, hâl-i hayatında, isterse bu vakıf şartlarını
değiştirebilecekti.
Diğer tarafdan bu devrin ricâlinden, sadâret kethüdası Hacı Abdurrahman Ağa; sâbık defterdarlardan Mehmed Efendi; Tophâne nâzın Ramazan
Efendi-zâde Abdullah Efendi; Sinan Paşa medresesi müderrislerinden Ali
196
M. M ÜNİR A K TE P E
Efendi-zâde Mustafa Efendi; Vâkıfın adamlarından Hasan-zâde müderris
Yusuf Efendi; İbrahim Paşa’nm Dîvân kâtiblerinden Süleyman zâde Mus­
tafa Efendi; İbrahim Paşa’nm Hazinedarı Mehmed-zâde Mustafa Ağa; sa­
bık Anadolu muhâsebecilerinden Naîmâ Mustafa Efendi; ayândan Sultan
Bayezid’de sâkin Muslu-zâde Mehmed Bey; Haremeyn müfettişi kâtiblerin­
den Abdullah Efendi-zâde müderris Ahmed Efendi ve nihayet vakfiyenin
kâtibi Hacı İbrahim-zâde Derviş Ah Efendi, bahis konusu vakfiyenin şâhidleri arasmda yer almış bulunuyorlardı.
XVHI. yüz yıl başlarında, sosyâl bir müessesenin nasıl kurulduğunu
ve nasıl işlediğini, buralarda ne gibi hizmetler olduğunu, görevlilerin ne ka­
dar ve ne şekilde ücret aldıklarını göstermesi bakımından çok dikkate de­
ğer gördüğümüz bu vakfiyeyi, böylece muhtevâ bakımından yayınlamakla,
Osmanlı sosyâl hayatmm, kısmen de olsa, aydınlanmasına hizmet etmiş ol­
duğumuz kanaatindeyiz. Hiç şüphesiz bu, örneği çok olan vakfiyelerden bir
tanesidir. Osmanlı împaratorluğu’nda buna benzer daha bir çok vakfiyeler
mevcuttur ve bunların orjinâlleri, Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü
Arşivinde’dir. Ancak, burada bize konu teşkil eden İbrahim Paşa’ya âid
vakfiye ise, kanaatımızca resmî bir yerden çıkmış ve özel ehere geçmiş Orjinâl bir vakfiyedir. Bu itibarla, mezkûr vesikanın görülmesi, istifade edil­
mesi güç bir hâl almıştır. Bu nedenle, yayınlanmasında ayrıca fâide mütalâa
etdiğimizi de söylemek isteriz42.
42 Bu vakfiyeler, makalemizi hazırladıktan sonra, Edebiyat Fakültesi,
Tarih Araştırmaları Enstitüsü tarafından satın alındığı içtin, hâlen bu Enstitü
kitablığma mâl olmuştur.
A K TEPE - Levha I
197
i
,. - 'ş
Ç's,'A
'j l,0 $ / 'ı-4 L
.¿fi*
la »
WU ^ f ?
^
t J ' *i ✓
İfa frş, <sJj£*
' <Ji:
%b
".'.'.o '£&|
\ Z S Â »a \
I
.-VLitiLk l
«_y Jto\SİS 1? £İ?U i ü J
İbrahim Paşa’ya âit ilk vakfiyenin baş sahifesi
A K TEPE - Levha II
198
ó U i^ W
j U ^ L ¿ * c>» j
l v
.
£> Ş *
•>
.
m**r. p-
^*^Lâİîİj
¿líió
Ibrahim Paga’ya âit ilk vakfiyeden vrk. 2
t a.
Levha III
İbrahim Paşa’ya âit ilk vakfiyenin son sehifesi.
199
200
A K TE PE - Levha IV
Ibrahim Paşa’ya âit ikinci vakfiyenin baş sehifesi.
A K TEPE - Levha V
fc-
201
*
.
V■
■'
t
. ■ ■
o >
.*• •
V
<* *
-
“w
t
'
* ?'**' ' j - A » *>"
*\ *
* ti-V ^ V ^ a -
A,
-
I
V
*%»
;-
m■ M
«L
. -v ^ f „ j; v !
- v .
\
&
İ
S -1
} »
* *
, «.
'■u*1
>» ı ■
»t
»W
V’
£\W *» # 4ğg #
^,W f1' # \*u 4 | ¿şgtir
İria—
İbrahim Paşa’ya âit ikinci vakfiyenin son kısmı, a
A K TEPE - Levha VI
İbrahim Paşa’ya âit ikinci vakfiyenin son kısmı, b
A K TEP E - Levha VII
203
i
KİTABİYÂT
Jean. Aubin (éd.), Mare L u s o -In dicum, Etudes et Documents sur l’His­
toire de l’Océan Indien et des Pays Ri­
verains à l’Epoque de la Domination
Portugaise, Tome I (Librairie Droz, Ge­
nève-P aris 1971), X IV +168 sahife, 3
harita; Tome 11(1973), X m + 2 3 7 sahil'e, 3 harita, 6 fotoğraf.
Onaltmcı yüzyıl başlarından itiba­
ren Portekizlilerin varlıklarını hisset­
tirdikleri devre içinde, Hint Okyanusu
ve bu okyanusu çevreleyen ülkelerin ta­
rihini konu olarak ele alan Mare LusoIndicum dergisi, seri başlığı [Hautes
Etudes Islamiques et Orientales d’Histoire Comparée ) ’nda da ifade edildiği
üzere, Avrupa ile Hint Okyanusu’na kı­
yısı olan ülkeler kaynaklarını beraber­
ce kullanma, çeşitli etüdler ile birlikte
Portekiz arşivlerinden muhtelif belge­
leri okuyucuya sunma bakımından bü­
yük bir gediği kapatacak nitelikte,
Türk tarihi açısından ise, ük iki cildiyle
dahi, gerçekten karanlık kalmış bir de­
vir için pek ümit verici mahiyettedir.
Sorbon Üniversitesi profesörlerinden J.
Aubin’in bu yoldaki gayretlerini şük­
ranla belirtir ve neşriyatm devamlı ol­
masını dileriz. Ancak dergiye isim ola­
rak seçilen Mare Duso-Indicum’a, değin­
mekte Osmanlı Tarihi açısından fayda
var zannederim :
16. yüzyü başında
Portekizlilerin çağdaş denizcilik tekni­
ği üe donatılmış gemilerle Hint Okya­
nusuna vardıkları ve orada bazı küit
noktalarında egemenlik tesis ettikleri
büiniyor; lâkin, Hindistan üe Kızüdeniz arasmda işleyen ticâret gemüerinin
hepsini durduramadıkları ve kendüerini her zaman endişeye düşüren Osman­
lı deniz gücü üe karşüaştıkları da ma­
lûmdur. 16. yüzyü sonunda ve 17. yüz­
yıldaki Hoüanda ve îngütere’nin bu böl­
gedeki faaliyetleri de düşünülürse söz
konusu asırlar içinde Hint Okyanusuna
tam bir Portekiz damgası vurmak bümem ne derece yerinde olur.
Derginin ük cüdinde üç uzun ma­
kale ve bazı belgelerin neşri yer alıyor.
Birinci makale (J. Aubin, Albuquerque
et les Négociations de Cambaye, s. 36 3 )’de onaltmcı yüzyü başında Gücerat
bölgesi araştırma konusu yapümakta,
Portekizlüerin -özeUikle Albuquerque
devrinde- ticarî bakımdan büyük önem
taşıyan bu bölge üe üişküeri tafsüâtlı
olarak anlatümaktadır. Bazı kaynak­
larda İslâv veya İranlı olarak kaydedi­
len ancak Hacı Dabir’de ‘Türlü’, el-Şıhrî’de ‘Rumî’ diye geçen Diu valisi ‘Ma­
lik Ayâz’m faaliyetleri sarahat kazan­
maktadır. Diğer iki makale (Geneviève
Bouchon, Les Rois de K otte au début du
X V Ie siècle, s. 65-96; J. Aubin, Cojeatar
et Albuquerque, s. 99-134)’de onaltmcı
yüzyü başlarında Seylan ve Hürmüz’e
Portekiz müdâhaleleri İncelenmektedir.
Belgeler kısmına gelince (s. 137168), burada bir İtalyanca ve altı Por­
tekizce vesika neşredümiştir. Dergide­
ki makalelerin konularma göre seçilmiş
bu vesikaların içinde Portekiz Devlet
Arşivi «Torre do Tombo»daki 1Cartas
dos Vice-Reis’ serisinden ‘Malik Ayâz’m
Diu’dan 1516 sonbaharında Portekiz’in
Goa valisi D. Goterre de Monroy’a gön­
derdiği mektup üe, yine ayni arşivde
(Corpo Cronologico, 1-20-132 numara­
da) saklı D. Goterre’den Kral D. Manuel’e yazüan (İ516) ve D. Goterre’den
Lopo Soares’e gönderüen (3 ocak 1517
206
SALÎH Ö ZB AR A N
tarihli olup CC, 1-21-2 dedir) mektup­
lar (s. 157-162) Türk tarihi bakımın­
dan ayrı değer taşımaktadırlar. Memlûklü hizmetindeki Osmanlı denizcileri
Selman Reis (Rayz Salmom) ve Emir
Hüseyin (Mirao A çem )’in Kızıldeniz’deki faaliyetlerinin daha iyi anlaşılma­
sı böylece mümkün olmaktadır. Söz ko­
nusu belgeler de saym Aubin tarafın­
dan hazırlanmıştır.
Mare Luso-Indicum’un ikinci cildin­
de üç araştırma ve bazı belgeler yer al­
maktadır. Geneviève Bouchon’un maka­
lesinde (Les musulmans du Kerdla à
l’époque de la découverte portugaise, s.
3-59) güney Malabar sahilleri konu ola­
rak ele alınıp Portekizlüerin gelişlerine
kadar işlenmiş; M.N. Pearson’ın araştır­
masında (Indigenous dominance in a co­
lonial economy, s. 61-73) Portekiz de­
nizaşırı iktisadiyatında Goa gelirlerinin
çoğunun Hindular tarafından sağlandı­
ğı
ortaya konulmağa
çahşümıştır.
Üçüncü uzun araştırma yine J. Aubin’e
ait olup, onaltmcı yüzyıl başlarında
Hürmüz ve tevabn mevzu edinilmiştir
(Le royaume d’Ormuz au début du
X V Ie siècle, s. 77-179). OsmanlIlar ta­
rafından 1552 de bir defa zorlanan ve
daha sonraları feth edilmesi düşünülen
ancak
alınması
gerçekleştirilemeyen
Hürmüz adası coğrafî, İktisadî, İdarî,
İçtimaî ve siyasî açıdan etraflıca anla-
tümıştır. Araştırmanın sonunda «A gente brança» başlığı altmda Hürmüz’de
‘gulam’ konu edilirken bu amaçla İran,
Irak, v.s. yerlerden getirilen Türklerin
sayüarmm bir hayli kabarık olduğu or­
taya konulmaktadır (s. 175-179).
İkinci cildin belgeler kısmında, ma­
kalelere ilişkin Arapça, Farsça ve Por­
tekizce vesikalar yer alırken Prof.
Aubin, ‘Les documents arabes, persan
et turcs de la Torre do Tombo’ (s. 183187) başlığı altmda Lizbon’da Torre do
Tombo’daki Arapça, Farsça ve Türkçe
vesikaların varlığından bahsetmektedir.
Burada listesi verilmeyen ve belki de
ileride J. Aubin tarafından tercümele­
riyle yayınlanacak ‘Cartas Orientals’
serisinde üç tane Türkçe belge vardır.
Onaltmcı asır ortalarma doğru Osman­
lIlar ile Portekizlüer baharat v.s. me­
selelerinde uzlaşma niyetini havi bu bel­
gelerden gayri ‘A s Gavetas’ serisinde
Kanunî Sultan Süleyman'ın Portekiz
kralı D. Sebastiao’ya H. 971 evail ve
evahirinde gönderdiği iki nâme daha
vardır.
Bundan sonraki sayılarında Osman­
lIların Hint Okyanusundaki faaliyetleri
ile ügüi araştırma ve belgeleri de gör­
mek arzusunu burada izhar ederken,
böyle bir dergiyi ilim hayatma kazan­
dıran Profesör J. Aubin’i samimiyetle
tebrik ederiz.
Salih Özbaran
Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmpara­
torluğunun Güney Siyaseti, Habeş E ya ­
leti, İstanbul, Edebiyat Fakültesi yayını,
1974, X X V H + 317 sahife, 59 TL,.
Osmanlı Devletine imparatorluk hü­
viyeti veren olaylardan en önemlilerin­
den birisi şüphesiz ki 1517 de vukubulan
Mısır fethiydi. OsmanlIlar bir yandan
Kızıldeniz yoluyla Hind Okyonusu âle­
mine yâni baharat yollarına açümışlar,
öte yandan da altın ticaretiyle şöhret
bulmuş Afrika ülkelerine komşu olup,
yepyeni dünyalarla, değişik iklimlerle
karşılaşmışlardı. Artık tslamiyetin de
rakipsiz temsüciliğini yapan padişahın
K tT A B İY Â T
adı, uzak Müslüman ülkelerde kurtarıcı
olarak amlır olmuştu. Hint Okyonusundaki müşterek düşman tehlikesi yâni
Portekiz varlığı, güney sularmda Os­
manlI siyasetine yön vermeye başlamış­
tı.
«Habeş Eyaleti»ni konu olarak ele
alan Profesör Cengiz Orhonlu bu ki­
tabında, Mısır fethinden sonra Kızüdeniz’deki
Osmanlı
faaliyetlerine,
Hindistan ve Uzak Doğu’dan gelip Kızıldeniz boyunca işleyen baharat ile Su­
dan’dan Mısır’a yapılan altın ticaretinin
önemine değindikten sonra özellikle,
1555 yılında resmen tesis edilmiş olan
Habeş
Beylerbeyliği’nin ve yirminci
yüzyıl başlarma kadar söz konusu böl­
genin ayrmtüı
olarak
incelenmesini
amaç etmiştir.
Gerçekten tarihçüerin
şükranla karşılayacakları bir araştır­
madır. Kaynaklarının ekseriyetini İs­
tanbul Başbakanlık Arşivindeki belge­
lerin teşkü ettiği eser, şu bölümlerden
meydana gelmektedir :
Giriş : XV I.
Yüzyılın ük yarısmda Kızüdeniz Sahil­
lerinde OsmanlIlar (s. 1-30) ki bu kısım
ve müteakip bölüm müellifin daha ön­
ce yayınladığı iki makalenin ikmal edümiş şekilleridir (krş. Tarih Dergisi, sayı
16 (1961), s. 1-24 ve sayı 20 (1965), s.
39-54); I. Bölüm : Habeş Eyaleti’nin
Tesis Edümesi, 1554-1560 (s. 31-42); H.
Bölüm : Habeşistan Topraklarında A s­
kerî Harekât (s. 43-61); IH . Bölüm: Ha­
beş Beylerbeyliği’nin
Diğer Afrika
Emirlikleri ile ilişkisi (s. 69-82); IV.
Bölüm : X V H . Yüzyılda Habeş Eyaleti
(s. 83-92); V. Bölüm: Habeş Eyaleti’nin
Teşkilâtı ve idaresi (s. 93-128); VI. Bö­
lüm : X V m . Yüzyılda «Cidde ve Sevvâkin Eyaleti» (s. 129-140); V II. Bö­
lüm: Kuzey-Doğu Afrika Topraklarında
Sömürgeci Devletlerin Yerleşmesi ve
Osmanlı-Mısır Siyaseti (s. 141-162);
V in . Bölüm :
Osmanlı-Habeş Siyasî
207
ilişkilerinin Başlaması (s. 163-174); So­
nuç (s. 175-180); Ekler : A - Habeş Bey­
lerbeyden Listesi (s. 183-184), B - Bel­
geler (s. 185-291; Dizin (s. 293-317).
Ayrıca Habeş Eyaleti ve Güney Ticaret
Yollarını gösteren iki harita ile çeşitli
harita ve gravürlerin ve bazı belgelerin
fotoğrafları yer almaktadır.
Müellife göre : «Hindistan ve diğer
yönlerden gelen doğu ticaretinin öne­
mini ve sağladığı faydaları takdir eden
Osmanlı Devleti, savaşın meydana ge­
tirdiği durgunluk
devresini bertaraf
ederek, bu ticâreti canlandırmağa ka­
rar verdi; bunun için altm ve baharat
ticâretini teşkiltâlandırmağa başladı.
Bu hususta yapüacak ük hareket Kızüdeniz’de hâkimiyeti ve kontrolü elde et­
tikten sonra Akdeniz Ue Hindistan ara­
sında emniyetin teessüsüne çalışmaktı.
Fakat, Osmanlüarm Kızü-deniz üe ügüenmelerini İran’da, Safevî devletinin
doğu üe temaslarmı -önleyecek bir blok
teşkü etmelerini bertaraf gayesi üe ol­
duğu da üeri sürülmektedir; doğu üe te­
masları -Türkistan, Hindistan v.s.- de­
niz yolu üe temin edüebüecekti. Osman­
lüarm en büyük rakipleri doğu ticâreti­
nin tekelini eüerinde bulundurdukları
iddiasında bulunan Portekizlüer idi...»
(s. 5). «Osmanlüar’ı Habeşistan’a iten
sebepler şüphesiz yalnız altm mes’elesi
değü idi. Diğer bir sebep de, doğu ticâ­
reti tekeli mes’elesi idi. Hint Denizinde
Portekiz üstünlüğüne bir son vermek
için Pîrî Reis ve Şeydi A li Reis idare­
sinde donanmalar sevkedilmiş, fakat
donanmayı teşkü eden gemüerin tek­
nik kifayetsizliğinden dolayı başarıya
ulaşamamışlardı. Osmanlüar bu duru­
mu telâfi etmek için, Habeşistan’ı he­
def olarak seçmişlerdi. Kızü-deniz ve
Hint denizinde sahilleri olan bu ülkeyi
ele geçiren devlet, Doğu Afrika üe Hin­
distan arasında sahiller boyunca cere­
208
SADÎH Ö ZBAR AN
yan eden doğu ticâretine ciddî müda­
halelerde bulunabilir ve bu ticarete ta­
mamen hâkim olabilirdi. Bir diğer hu­
sus da, bu bölgede gelecekleri tehlike­
de olan Müslümanların son yıllarda için­
de bulundukları zor durum idi. Böyle
bir gayeye yönelmiş bulunan hareket
1554-1555 de başlamıştır» (s. 32-33).
Osmanhlarm güney harekâtma se­
bep olan âmilleri böylece özetleyen ya­
zar, şüphesiz, Osmanlı nokta-i nazarın­
dan müspet olarak telâkki edüen, bühassa son on-onbeş yıl içinde geliştiri­
len, görüşlere de tercüman olmaktadır.
Ancak, ıspatlayıcı
mahiyette verilen
bazı belgelerin
(özellikle 1525 tarihli
Selman Reis lâyihasının) veya onaltmcı yüzyılın ikinci yarısını esas alan F.
Braudel, F.C.
Lane gibi tarihçüerin
eserlerinin, Osmanlüarın 1517 Mısır fet­
hini müteakip Kızıldeniz’de sürdürdük­
leri politikalarını ne derece aydınlığa
kavuşturabilir ? Orhonlun’un «Türk ar­
şiv belgeleri arasında baharat ticaretine
ait şimdiye kadar istifade edümemiş
hayli belge mevcuttur» (s. 9) ifadesi as­
rın ikinci yarışma daha uygun düşece­
ğine göre, Osmanlı Devletinin siyaseti­
ni aksettirecek tarih kaynaklarına ih­
tiyaç var demektir. Bu bakımdan zengin
Portekiz kronikleri ve arşiv belgeleri
büyük bir eksikliği kapatacak nitelik­
tedir. Lizbon’da
‘Torro do Tombo’da
saklı olan pekçok belge arasmda, 951/
1544 tarihinde Kanunî Sultan Süley­
man’dan Portekiz Kralı IH . D. Joao’ya
gönderden ve bu arada Duarte Catanho ve Diogo de Mesquita vasıtasıyla te­
ati edilen yazüar (Corpo Gronologico,
parte 1, Maço 72, Documento 16; Maço 3, Documento 4; Documentos Orien­
táis, Maço 1, Documentos 23 ve 24),
Osmanlı İmparatorluğunun güney siya­
setinde Profesör
Orhonlu’nun tezini
kuvvetlendirecek niteliktedir. Osman-
lüarı Habeşistan’a yönelten ve yukarı­
da sebepleri sıralanan harekâtm diğer
bazı âmillerini de Habeşistan patriği
Dom Andre de Oviedo, 15 haziran 1567
de Papa’ya yazdığı bir mektupta, Ha­
beşistan’da
Osmanlüarın
kadırgaları
için esir, erzak, demir v.b. ihtiyaçlarını
karşılamak için olduğunu bildirmişti :
«Porque se os Turcos vierem primeiro
e se fizererem senhores de Ethiopia, serao de grande periuizo a India; porque
ha nesta terra muitas cousas que Ihe
servem muito pera provimento de suas
gales, como sao escravos, vitualhas, ferro etc.,» (bak. P. Emmanuelis d’A lmeida S.I., Historia Aethiopiae, Romae
1907, eapitulo X V H ).
15 Şaban 962 (5 temmuz 1555) de
«ondört kerre yüzbinle»' Özdemir Paşa’ya Vilâyet-i Habeş’in fethi emrolunmuş ve böylece harekâta girişilmiştir
(s. 37).
Daha 1542 yüında Osmanlüarın Yemen’den, Habeş hâkimi olarak tanıdık­
ları Ahmed el-Mücahid’e Portekizlüerin desteklediği Galavdevos (Cladius)’a
karşı kullanmak üzere asker ve toptüfek yardımı yaptıkları büiniyor. Bu
defa, 1555 yüı ortalarmda, Mısır tara­
fından girişüen ve sadece Nü üzerinde­
ki Şellal’a kadar sürdürülebüen hare­
kâtı Orhonlu, Func Sultanlığına yöne­
lik kabul ediyor. Zira ona göre Habe­
şistan, Osmanlı kroniklerinde de belirtüdiği üzere, Mısır'ın güneyinden baş­
layıp Mozambik’e kadar uzanıyordu;
Kızüdeniz sahillerinden yapüacak çı­
karma hedefe daha kolay ulaşmayı sağlıyacaktı (s. 37). Gerçekten, zaten Kızüdeniz’in Arabistan yakasını egemen­
liği altına almış olan Osmanlüar, Mı­
sır’dan gelen kuvvetlerle 1557-59 yılla­
rında Özdemir Paşa idaresinde Massava, Arkiko, Tigre, Debarva (Debaroa)
gibi mevküerde üstünlük sağlamış, Ha­
K İT A B İY Â T
beşistan içlerine kadar nüfûz etmişler­
di. Gerçi 1560 da Özdemir Paşa’nın ölü­
mü Osmanlüarın duraklamasma, hatta
ele geçirüen bazı yerlerin kaybedilme­
sine yol açmıştı; fakat Kızüdeniz’i Ha­
beşistan’a bağlayan sahillerin üzerinde­
ki küit noktaları artık Osmanlı kontrolunda idi. Sefer Reis’in de denizden
kontrol ettiği bu bölgeler Portekizlüerin hiç de arzu etmedikleri bir durum
arzediyordu. Almeida’nm da ifade etti­
ği üzere (Livro IV, capitulo XXH) «bu­
na sebep özdemir Paşa (Baxâ Zamur)’nın Massava (M açua)’da pekçok Türkle bulunmasıydı». 17 Mart 1557 de P.
Andre de Oiuedo mahiyeti ile birlikte
dört ‘fusta’ üe Massava önüne geldiğin­
de orada Habeşistan’ı fethe kararh, 500
askeriyle beraber özdemir Paşa (Baxa
do Turco)’yı bulmuştu (P. Pais, His­
toria da Etiopia, H, 276)-. Orhonlu, Os­
manlIların Habeşistan'a 1400-1500 ka­
dar disiplinli bir kuvvet çıkardıklarını
tahmin etmektedir (s. 40). Bu miktar
açıkça, cesaretle çarpışmalarına rağ­
men, OsmanlIların değişik iklim ve ara­
zide sıkıntılara düçar olacaklarını açık­
lamaktadır. Türkçe kaynaklarda pek
bahsedilmediği müellif tarafından büdirilen bu fetih harekâtı Diogo do
Couto’nun Da Asia (Década Sétima)’smda ve Pero Pais’in Historia’smdaki
tafsilâtlı bügilerle sarahata kavuşturulabüir. özdemir Paşa’dan sonra oğlu
Osman Paşa Habeşistan’daki karışık
Üurumdan da istifadeyle fethe devam
etmiş, yeni yerler ele geçirmişti; ancak
Özdemir-oğlu Osman Paşa’nın beyler­
beylikten ayrılmasından
(1567) sonra
beylerbeyüer (Hüseyin Paşa, İskender
Paşa-oğlu Ahmed Paşa, Rıdvan Paşa,
Süleyman Paşa)
zamanında Eyalet
durgun bir devre geçirmişti. Osmanlılar’ın Hint Okyanusu politikasına da te­
sir etmiş Yemen’deki Mutahhar isyanı
209
(1569-70) Habeşistan’daki durumu etküemiş olacağı Orhonlu tarafından hak­
lı olarak gösteriliyor (s. 53). Ancak, ilgüi kısımda izah edüdiği vechüe (s. 93
vd.) Basra, Lahsa, Yemen ve Kuzey A f­
rika’daki Eyaletlerle İdarî parelellik
gösteren Habeş Eyaleti, sadece bazı
noktaları elde tutmakla, nasıl olsa tam
bir egemenlik altına alınamazdı. Ah­
med Paşa zamanında 1578 (veya 1579)
de Addi Qarro (Debra Qarro) savaşı
kaybedümiş, lâkin Hızır Paşa zama­
nında Arkiko’da Habeş-Arap kuvvet­
lerine karşı kazandan başarı ve 1582 de
Debarva zaferi Osmanhlara tekrar üs­
tünlük kazandırmıştır. 1582-89(?) yülarında Habeş beylerbeyi olan Mustafa
Paşa devrinde Habeş Melikiyle bir yak­
laşma olmuş, ancak, müteakiben Hüdaverdi Paşa zamanında husûmet süregel­
miş ve ondan sonra da onaltmcı yüzyıl
sonuna kadar gelen beylerbeyüer dev­
rinde bu durum devam etmiştir.
Üçüncü bölümde önce, Habeşistan'­
ın güneyinde Harar bölgesinde Müslü­
man Harar Emirliği (daha ziyade ken­
di tarihçesi ve Hıristiyan Habeş Meliki
Ue yaptığı mücadelesi) anlatılıyor. Bu­
günkü Sudan topraklarına tekabül eden
Func Devleti ise Osmanldar açısından
ayrı bir önem taşıdığı -İktisadî bakım­
dan Mısır için önemli bir durum arzettiği- için ayrmtüı olarak ele almıyor.
Başlangıcı I. Selim zamanına kadar gö­
türülen Osmanlı-Func üişküeri hiçbir
zaman iki devlet arasında siyasî müna­
sebet şeklinde olmadığı, Osmanlüarın,
aralarında Müslüman aşiretlerin de bu­
lunduğu Func Sultanlığına
kabüeler
topluluğu gözüyle
baktıkları, hattâ
itaatsizliklerinden dolayı âsi saydıkları
ortaya konuluyor. Bir ara fethi düşü­
nülen Func toprakları,
Osmanlüarın
böyle bir girişimine tanık olmamıştır.
Afrika emirlikleri ile üişkiler çerçeve­
210
SALİH Ö ZBAR AN
sinde en sön, Kızüdeniz Sahilinde, -Mo­
lla karşısında bulunan Beylül’deki Beylül Emirliği ve bu emirlikle OsmanlIlar
arasında geçen olaylar anlatılıyor.
XVH ." yüzyılda Habeş Eyaletine ge­
lince, bu asırda OsmanlIlar, ‘bir’ asır ön­
cesine nazaran Habeş Meliki ile daha
sakin, yâni sulhâne bir münasebet kur­
muşlardır. Buna da sebep, müellife gö­
re, limanları faal tutabümek, Habeşis­
tan içlerine giden kervanlardan gümrük
resmi alabümekti (s. 83). Yine bu 'dev­
rede bazı Osmanlı terimleri (başa=paşa
gibi) Habeş Melikinin ordusuna girmiş
olduğu belirtilirken özellikle Kral Fâsıladas ile zuhur eden yaklaşma tafsüâtlı verilmektedir. Faaliyetleri pek 'artan
Cizvit papazlarının Habeşistan’dan çı­
karılma çabaları,1 OsmanlIların Habeş
kralına sempati duymalarında belki de
ayrı bir etken olmuştu.
Ancak Habeş Beylerbeyliği bu yüz­
yılda küçülmeğe başlamış, âsrıh sonu­
na doğru' Türk nüfûzu, sahil kısma
münhasır kalmıştı : “Mâli bakımdan
noktaya inmişti” (s; 92). Onyedinci
yüzyılda böyle bir düşüş gösteren Ha­
beş Eyaletinin durumu dahilden, yâni
idâri yönden mükemmelen izah edilir­
ken dış tesirlerin, tabiatıyla, Kızıldeniz,
göz dikmiş Hollanda ve Ingiltere kum­
panyalarının: faaliyetlerine yer verilme­
mesi eksiklik sayümalıdır.
Habeş Eyaletinin teşküât ve idâresi kısmında, malzeme ve asker ikmâli
güçlüğüne dikkat çeküdikten sonra bey­
lerbeyliğinin yapısı üzerinde durulmuş­
tur. Habeş Eyaletine tayin' edüen beylerbeyüer «buraya yakın idâri bölgeler­
de hizmet etmiş kimseler arasından se­
çilmekte idi. Bunün en iyi örneğini bü
eyaletin kurucusu Özdemir Paşa ile Os­
man Paşa teşkil ederler. Bunun dışında,
Mısır’da Circe sancak beyi iken Habeş
Eyaletine tayin edilen Süleyman, Mısır
beylerinden olup Yemen’de hizmet gö­
ren Hızır Bey, Mısır’da1sancak beyliği
yapan Mustafa Bey gibi kimselere Eya­
let tevcih edümiştir... X V H . yüzyıldaki
beylerbeyi tayinlerinde bu hususa dik­
kat-edilmiştir.» Bazen «muhtelif menşe­
li görevliler de tayin edilir olmuştur.
Meselâ 8 mart 1660 da beylerbeyi tayin
edüen Haşan Paşa, daha evvel Karaman
defterdarı idi.» (s. 95). Eyalet mâliyesi
üzerinde durulurken liman hâsılatı, esir
ticâreti ve salyâne ayrı ayrı ele alınıp
incelenmiştir. Massâva, Sevvakin ve
B eylül(!) gibi limanların gümrük hası­
latını teşkü eden baharatm önemine,
bazı asker ulufelerinin baharattan alı­
nan rüsûm üe karşüandığma işâret edi­
lirken (s. 98) söz konusu gelirin hiç
bir zaman' eyaletin giderini karşılaya­
madığı belirtümiştir (s. 100). Bu arada
liman
işletmelerine görevli ‘bender
emirlerinden ve hasüata katkısi olan
inci ticâretinden - de bahsedümektedir.
öte yandan, mevzu-ı bahs limanlar ve
dahüî kara yollarıyla' Habeşistan’dan
dünyaya yayüan esirler konu edüiyor.
Önemli esir pazarlarından biri olan Ka­
hire yoluyla İstanbul’a gelen Sudan ve
Habeşistan menşeli 'esirlerin Darü’ssaâde ağalığı mevkiine getirüdikieri
açıklanıyor (s. 102). Osmanlı impara­
torluğu içinde salyâneli eyalet çeşidin­
den (yâni timar sisteminin tatbik edümeyip beylerbeyi, sancakbeyi ve kul tai­
fesinin salyâne (aylık) ve ulufelerinin
eyalet mahsûlünden verildiği sistemden)
olduğu büinen Habeş Eyaleti, gelirin
kifayetsizliği sebebiyle salyâne için ’Mı­
sır'a bağlı kalmış olması dolayîsıyla,
yazara
göre, salyâneli eyaletlerden
farklı durum arzeymektedir (çeşitli ör­
nekler : s. 105-107).
Eyâletin idâri teşküâtı, kadılığı ve
defterdarlığı (nâzır-ı emvâl) meselele­
rinde Prof. Orhonlu’nun veridği bügi-
K İT A B İY Â T
ler - kendisinin de ifâde ettiği üzere şimdilik eyaleti tam aydınlığa kavuştu­
racak nitelikte değildir. Esasında müel­
lif, Başbakanlık Arşivindeki mühimme
ve ruûs defterlerinde mevcut Habeş
Eyaleti ile ilgili, anlaşılması güç kayıt­
ları sabırla toplayıp okuyucuya sun­
muştur; ancak teşkilâtı tam
olarak
verecek tahrir defterinin olmayışı - veya
kaybolmuş bulunması - veya «malî du­
rumlarını ayrıntılarıyla öğrenmemize
yarayan gelir, gider, vergi v.s. gibi def­
terlere Habeş Eyaleti için sahip olmayı­
şımız» Habeş Beylerbeyiliği hakkındaki
bilgelerimizin eksik kalmamasına, müel­
lifin vâzıh ifadelerden mahrum kalma­
sına sebep olmaktadır (s. 115-116). Sevvakin’de merkezleşmiş Habeş Eyaleti­
nin. Mısır Beylerbeyliği ile kat’i smıra
sahip olmayışı biraz da bundandır. îsirn
verilmeden,, hattâ yeri belli edilmeden
sancak tevcihâtının yapılması impara­
torluğun uzak güney eyaletlerinde sık
sık görülen vak’a olmuştur.
A skerî teşkilâta gelince, yazarın
tamamen mühimme . defterlerinden çı­
kardığı neticeleri şöyle özetleyebiliriz :
asker ikmali bakımmdan tamamen Mı­
sır’a bağlı kaimmiş; sahü şehirlerinde
211
kaleler inşa edilmiş; gemüer için ‘kap­
tan’ ünvanıyla bir şahıs tayin edümiştir.
Yörede mevcut barut sıkıntısı, Osmanlüarm en büyük silâhı olan..topların tam
kullanümasma engel teşkü etmiştir.
Gerçek varlığını onaltmcı ve onyedinci yüzyıllarda göstermiş olan Habeş
Eyaleti, müteakip bölümlerde yirminci
yüzyüa kadar ğetirüiyor. Onsekizinci
yüzyılda artık ismen mevcut olan eya­
let (Cidde ve Sevvakin Eyaleti) devlet­
lerarası bir politika içinde veriliyor.
Ondokuzuncu asırda Sudan' ve Habeşis­
tan’da üstünlük tesis eden Mısîr valisi
Mehmed Ali Paşa ve halefleri devri ile
İngilizlerin Mısır ve Sudan’da hâkimi­
yet tesis edişleri ve güneyde Fransa ve
İtalya’nm müstemlekeci. politikaları an­
latılıyor. Esere eklenen 96 belge de, ko­
nu ile Ugilenen tarihçilerin takdirle kar­
şılayacakları, ayrı bir emek sonucunda
hazırlanan kasmaklardır«Habeş Eyaleti», sayın Orhonlu’nun içinden çıküması pek güç bir ko­
nuyu ceşâretle kaleme . aldığı, bir dene­
medir; yorucu bir araştırmanın mah­
sûlüdür. Hiç şüphesiz, Türk ve yaban­
cı tarihçüerin sık sık müracaat ede­
cekleri bir eserdir.
Salih Özbaran
1 ' Prof. Dr. Münir Aktepe (yayınla­
yan), Mehmed Emnı Beyefendi (Poşa)’nin Rusya Sefareti ve Sefâret-nâmesi,
Türk Tarih Kurumu yayınlarından,
v n . Dizi Sa. 62, Ankara 1974, DC+178,
fiyatı : 48 lira.
Türk tarihi üzerinde yapılan çalış­
malar, yavaş yavaş her alana teksif
edümeye başlanmıştır. Bu meyanda,
Türk elçileri tarafmdan hazırlanan se-
fâretnâmelere el atılması, hem siyâsî tâ­
rihimize hizmet, hem de âit olduğu tü­
kenin- siyâsî, askerî, coğrafî ve İktisadî
veçhesine ışık tutması- bakımmdan
ehemmiyet '1 kesbetmektedir. ' Yapılân
araştırmalardan, ‘ Osmanlı Devleti’hin
krrkiki krallık, imparatorluk, prenslik,
beylik veya hanlık nezdiûe elçüer veya
temsücÜer gönderdiği anlaşılmaktadır.
Bu elçi ve temsilcüerin mikdarı mühim
bir yekûn tutmakta olup, tesbit edile­
212
M ÜCTEBA İLGÜREL
bilen sefâretnâme sayısı ise kırkikidir.
Şimdiye kadar, sefirler ve sefâretnâmeler üzerinde yapılan çalışmalar hakkın­
da derli-toplu bügi, nâşir tarafından ön­
sözde verilmiştir.
Prof. Aktepe, Mehmed Emnî Beyefendi’nin Rusya sefaretine takaddüm
eden hadiseleri özetledikten sonra, n .
kısımda sefirimizin hayatmı incelemek­
tedir. m . ve IV. kısımlar, yazma sefâretnâmenin özelliğe ve bibliyografya­
ya ayrılmış olup, müteakip bölümler ise
sefâretnâme metni ve metnin tıpkı ba­
sımına, Osmanlı Devleti ile Rusya ara­
sında teati edilen mektuplar ve fotoğ­
rafı arma ve dizine tahsis edümiştir.
Mehmed Emnî Beyefendi’nin sefa­
retine sebep olan hadiselerin tetkik edüdiği bölümde : «İran Mukaseme-nâmesi»ni müteakip Osmanlı Devleti ile Rus­
ya arasında ihtilaflı bölge olarak kalan
Küçük ve Büyük Kabartay arazisi Osmanlı-Rus çatışmasına sebep olurken,
Fransa elçisi Marquis de Villeneuve’in
de bu hususta teşvikleri olmuştur. Di­
ğer taraftan Rusların, anlaşmalara ay­
kırı olarak, A zak kalesi civarmda bazı
yeni kaleler inşa etmeleri ve Don neh­
ri üzerinde yeni bir donanma vücuda
getirmeleri, Osmanlı Devleti’ni 17361739 yılları arasındaki savaşlara iten
diğer bir neden olmuştu. Osmanlı Dev­
leti, Azak, Kırım yarımadası, özü, Bender ve Aksu (Buğ) nehri havalisinde
Ruslarla; Bosna, Niş, Küçük Eflâk ve
Belgrad önlerinde
AvusturyalIlar ile
yaptığı savaşları başarı ile neticelen­
dirdi. Sadrıazam İvaz Mehmed Paşa,
1739 tarihinde önce AvusturyalIlar Ue,
daha sonra da Ruslar ile Belgrad an­
laşmalarını imzaladı. Büahire taraflar
arasındaki münâsebetlerin düzenlenme­
si ve bilhassa esirlerin gecikmeden mü­
badelesi, Rus çarlarma imparator ün-
vanının verilmesi, A zak kalesinin yıkıl­
ması gibi daha bazı hususların bir an
evvel tedviri ile anlaşma metinlerinin
imza ve mübadelesi için karşılıklı elçi­
ler gönderilmesine karar verildi. Bu sı­
rada Defter-emîni Mehmed Emnî Beyefendi’ye beylerbeyilik pâyesi verilerek
büyükelçi olarak Petersburg’a gönde­
rildi. Rusya tarafından, Ösmanlı Devle­
ti nezdine ise büyük elçi Alexandr Romansof gönderilmişti. Bu meyanda bi­
rinci Ruznâmçeci Cânib A li Efendi de
Avusturya’ya baş murahhas olarak gön­
derilmiş bulunuyordu.
Mehmed Emnî Beyefendi, Defterhâne-i âmire emini iken 15/1/1739 ( 4 /
Şevval/1151) tarihinde, Anadolu Bey
lerbeyi payesiyle,
mîrimîran olarak
Rusya sefâretine memur edildi. Padişa­
hın mektubunu hâmil olarak İ l/M a y ıs /
1740 (14/Safer/1153) da Davud Paşa
sahrasından ayrılıp yola koyuldu. Sefi­
rimizin görevini yerine getirip İstan­
bul’a varışı 20/M ayıs/1742 (15/Rebiülevvel/1155) dir. Mehmed Emnî Bey­
efendi’nin hayatmm ve sefâretinin kro­
nolojik olarak anlatıldığı II. bölümde,
ciddi bir araştırma ile kaynaklardan
azamî istifade sağlanmıştır.
Tek nüshası bulunan sefâretnâmenin 1-b varağında I. Mahmud devri
olaylarından, Osmanlı-Rus ve Avustur­
ya savaşlarından, bilhassa Belgrad ku­
şatmasından bahseden 37 beyittik bir
mesnevî vardır. 2-a, b varaklarını elçi
kendi hayatma tahsis etmiştir. Meh­
med Emnî Paşa ve yanındaki heyetin
28/E kim /1740 tarihinde, Aksu civarm­
da mübadele usulü ile Rus topraklarına
geçişinde karşüaşüan müşküller ve yo­
la çıkış 4-a,b varağında anlatılmakta­
dır. Türk heyeti, çeşitli müşküllerle
menzilleri katederek Moskova’ya vardı.
Bu sırada Çariçe Anna tvanovna öl­
müş, yerine V I. îvan çar olmuştu. Os-
K ÎT A B İY Â T
manii İmparatorluğu, yeni hükümdarı
da imparator olarak tanımaya karar
vermiş bulunuyordu. Türk heyeti, Mos­
kova’daki günlerini istirahat ve ziya­
retlerle geçirip Petersburg’a mütevec­
cihen yola çıktıktan sonra kâh nehir­
de kâh karada hareket ederek H aziran/
174:1 de Petersburg’a vardı. Emnî Paşa,
Petersburg’a varmcaya kadar uğranüan
kasabaları ve menzilleri bize tasvir ede­
rek devrin Rusyası hakkında bügüer
vermektedir. Emnî Paşa ayrıca nehir­
ler arası açüan kanalları bindikleri gemüeri renkli tasvirlerle anlatmaktadır.
Türk heyeti Petersburg’da muhteşem
bir merasimle karşılandı. Akabinde ya­
pılan görüşmelerle, A zak kalesinin yıküması, esirlerin mübadelesi ve Osman­
lIların, çarlara bundan böyle «impara­
tor» ünvanını vermeleri ve daha bazı
hususlar taraflar arasmda neticelendi­
rildi.
Emnî Paşa, görüşmeleri müteakip
gezip gördüğü yerleri anlattığı gibi
Rusya'nın Baltık Denizi sahillerindeki
deniz kuvvetlerinden, tersâne ve gemi
inşaatlarından dahi bahsetmektedir. Di­
ğer taraftan Emnî Paşa, sefirliği sıra­
sında Rus-Isveç siyasî münasebetleri­
nin gergin olması hasebiyle, bu sırada
vuku bulan olaylara ve bazı Fransızlardan edindiği bilgüere de sefâretnâme-
213
sinde yer vermiştir. Vazifesini tamam­
layan elçilik heyeti dönme hazırlıkları
içinde iken Rus elçisi de İstanbul’dan
ayrılıyordu (A ralık/1741). Tam bu sı­
rada Rusya’da ânî bir taht değişikliği
sefaret heyetimizin avdetini geciktirdi.
Tahta geçmeyi başaran Büyük Petro’nun kızı Elizabeth Petrovna da Emnî
Paşa’yı görmek üzere sarayma davet
ve kendisine verilen mektuplara üâveten Sultan I. Mahmud’a teslim edilmek
üzere bir mektup daha verdi. Mehmed
Emnî Paşa, Moskova tarikiyle hareket
ederek 20/M ayıs/1742 (15/R ebiülew el/
1155) de yorucu geçen bir yolculuktan
sonra İstanbul’a vardı.
Sefâretnâme ve tıpkı basımın neş­
rinden sonra ekler kısmı gelmektedir.
Bu kısımda Başbakanlık Arşivinde N âme-i Hümâyûn defterlerinden temin edi­
len Osmanlı Devleti ile Rusya arasmda
teati edüen mektupların fotoğrafları üe
neşredilmesi, sefâretnâmenin mânâ ve
ehemmiyetini bir kat daha arttırmış
bulunmaktadır. Sefirimizin gönderildi­
ği devre takaddüm eden siyasî olayla­
rın incelendiği bölümler, sefâretnâme ve
teati edilen mektuplar, Osmanlı-Rus si­
yasî münâsebetlerine ışık tutar mahi­
yette olması hasebiyle, böyle bir eserin
hazırlanması isabetli olmuştur.
Mücteba. tlgürel
\