notlar 32 - Bilim ve Sanat Vakfı

Transkript

notlar 32 - Bilim ve Sanat Vakfı
ANADOLU KRONİKLERİ
Aralık 2011 - Haziran 2012
Konuşmacılar
Fatih BAYRAM
Turgay ŞAFAK
Harun YILMAZ
Sara Nur YILDIZ
Kadir TURGUT
Musa Şamil YÜKSEL
Hazırlayan
Yusuf Ziya ALTINTAŞ
Serhat ASLANER
Redaksiyon
Fatih BAYRAM
Yunus UĞUR
Harun YILMAZ
Ahmet ÖZER
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
BİLİM VE SANAT VAKFI
Türkiye Araştırmaları Merkezi 14
NOTLAR 32
Anadolu Kronikleri
Kasım 2015
Baskı Cilt
Aktif Matbaa ve Reklam Hizmetleri
Söğütlüçeşme Mah. Halkalı Cad.
no:245/1A Küçükçekmece-İSTANBUL
tel:0212 698 93 54-55
Matbaa Sertifika No: 13978
Vefa Cad. No. 41 34134 Vefa İstanbul
Tel 0212. 528 22 22 pbx
Faks 0212. 513 32 20
e-mail [email protected]
www.bisav.org.tr
Türkiye Araştırmaları Merkezi
[email protected]
Takdim
Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi olarak düzenlediğimiz “Tarih
Okumaları” üst başlıklı tartışmalı program serimizde her dönem farklı bir alt başlık etrafında sunumlar ve tartışmalar gerçekleştiriyoruz. “Osmanlı’dan Günümüze
Türkiye’de İskan Politikaları”, “Osmanlı Kuruluş Tartışmaları”, “Kendi Metinleriyle
Osmanlı Tarihleri: Kronikler”, “Bizans Kronikleri” daha önce Tarih Okumaları kapsamında düzenlediğimiz ve Notlar olarak neşretmek sureti ile istifadenize sunduğumuz program serilerinden bir kaçı. Elinizdeki Anadolu Kronikleri ise gerek tematik gerekse kronolojik bakımdan bu serinin yeni bir halkasını teşkil ediyor. Daha
önce yaptığımız ve kısmen yukarıda işaret ettiğimiz programlarda Bizans dönemini,
Osmanlı kuruluş ve sonrası dönemlerini birincil kaynaklar üzerinden tartışma imkanı bulmuş, Osmanlı öncesi Anadolu’daki vaziyete ilişkin bir takım göndermeler
dışında mufassal tartışmalar yürütememiştik. İşte; “Anadolu Kronikleri (11.-14. yy)”
alt başlıklı seri ve dolayısıyla da elinizdeki Notlar ile de sahanın uzmanları ile birlikte Selçuklu ve beylikler dönemi Anadolu siyaseti, entelektüel ve dini hayatı, sosyal
yapısı vb. hususlar üzerine yaptığımız sunum ve mufassal tartışmaları nazar-ı dikkatlerinize sunma imkânı bulmuş oluyoruz.
Aralık 2011 - Haziran 2012 tarihleri arasında yedi farklı oturum halinde gerçekleştirdiğimiz bu toplantılarda ezcümle; Fatih Bayram ile Mevlanâ’ya dair menkıbelerin
derlendiği devrin tasavvufi hayatı ve beylikleri için önemli bilgiler içeren Ahmed Eflâkî’nin Menakıbü’l-ârifin’ini, Turgay Şafak ile Anadolu ve Balkanların İslamlaşma
süreçlerinin halk destanlarında vücut bulan metinlerinden Danişmendnâme ve Sal3
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
tuknâme’yi, Harun Yılmaz ile Yazıcızade Ali tarafından Tevârih-i Âli Selçuk ismiyle
tercüme edilen ve Büyük Selçuklu’ların dağılma sürecini ele alan Muhammed b.
Ali b. er- Râvendî’nin Râhatü’s-sudûr ve Ayetü’s-sürûr’unu, Sara Nur Yıldız ile 13.
yüzyıl Anadolu’sunda Selçuklu ve Moğol hakimiyetinin - bilhassa idare ve idareciler noktasında - kesişim noktalarına dair önemli bir kaynak olan ve İbn Bîbî tarafından yazılan El-Evâmirü’l-´alâiyye fi’l-umûri’l-´alâiyye’yi, Kadir Turgut ile Kadı
Burhaneddin ve siyasi faaliyetleri hakkındaki en önemli kaynaklardan birisi olan
Aziz bin Erdeşir-i Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’ini, Musa Şamil Yüksel ile Timur’un
meşruiyet zeminini oluşturmaya çalışan, Timur ve devleti açısından önemli bir kaynak olan Nizameddin Şami’nin Zafername’si, ve nihaî olarak yine Fatih Bayram ile
Osmanlılar ve Karamanlılar arasındaki ihtilafın şahit ve taraftarlarından bir metni,
Şikârî’nin Karamanname tercümesini tartıştık.
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin bu programı düzenlemesinde başından itibaren
ciddi katkılarda bulunan Fatih Bayram hocamıza bu vesile ile bir kez daha teşekkür ederek ve elinizdeki Notlar’ın Osmanlı öncesi Anadolu araştırmaları konusunda
okuyucuları tahrik ve teşvik edeceği ümidiyle sizi metinlerle baş başa bırakıyoruz.
Önümüzdeki Notlar’da görüşmek üzere
Türkiye Araştırmaları Merkezi
4
Anadolu Kronikleri
İçindekiler
Menâkıbu’l-arifîn, Ahmed Eflakî
FATİH BAYRAM 7
Danişmendnâme
Saltuknâme, Ebu’l Hayr Rumi
TURGAY ŞAFAK 29
Râhatü’s-sudûr Âyetü’s-sürûr, Râvendî
HARUN YILMAZ 45
el-Evâmirü’l-alâiyye fi’l-umûri’l-alâiyye, İbn Bîbî
SARA NUR YILDIZ 63
Bezm ü Rezm, Esterâbâdî
KADİR TURGUT 79
Zafernâme, Şâmî
MUSA ŞAMİL YÜKSEL 93
Şikârî Tarihi / Karamannâme
FATİH BAYRAM 115
5
Menâkıbu’l-arifîn, Ahmed Eflakî
Fatih BAYRAM
Yrd. Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Arkadaşlar hoş geldiniz. Bugün yeni bir serinin ilk oturumunu gerçekleştireceğiz. Daha önce çeşitli tarihlerde Bizans ve Osmanlı kroniklerini seri toplantılar
halinde okumuş ve tartışmıştık. Şimdi de çok öncesinden beri aklımızda olan, planladığımız ama şu anda gerçekleştirme fırsatı bulduğumuz Anadolu Kroniklerini ele
alacağız. Aslında Osmanlı öncesi ya da Osmanlı’nın ilk yıllarına ve İstanbul’un fethi
dönemine tesadüf eden yıllara dair Anadolu coğrafyasında yazılmış kronikleri tartışacağız demek daha doğru olur. Bugün Fatih Bayram sunum yapacak. Kendisi şu
anda Medeniyet Üniversitesi’nde görev yapmakta. Bilkent Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezi Osmanlı’da Karaman Eyaleti üzerine idi. Fatih Bayram bugün bize
Ahmed Eflakî Dede’nin Menâkıbü’l-ârifîn adlı eserini sunacak ve bu eseri tartışacağız. Kitap ismiyle çok da müsemma değil, çünkü sadece menkıbeden oluşmuyor.
Onun için bizim de açılışı yapmamız için iyi bir tercih belki. Tekrar hepinize ve Fatih
Bey’e teşekkür ederim. İsterseniz başlayalım.
7
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Neden Menâkıbü’l-ârifîn’le başlıyoruz sorusu sorulabilir, çünkü eser başlı başına
bir kronik değil, menkıbeler de var işin içinde. Ama kroniklerin tarihî hakikatine
uygun rivayetlerin çokça zikredildiğini de görüyoruz ki bunu Fuat Köprülü Belleten’de
yayınlanan “Anadolu Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları” adlı çalışmasında tespit
etmişti. Fuat Köprülü bu çalışmasında Menâkıbü’l-ârifîn’in birçok kroniğe göre
tarihî hakikatlere çok daha yakın olduğunu, gerek kronoloji açısından gerekse şahıs
isimleri ve yer isimleri açısından çok daha vuzûha kavuşmuş bir metin olduğunu
ifade ediyor. Ayrıca Fuat Köprülü’nün “Anadolu Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları”
metninin İngilizce tercümesi de basılmıştır ve kullanıcılar için hazırdır.
Menâkıbü’l-ârifîn, Mevlânâ’nın torunu Ulu Arif Çelebi’nin emriyle yazılıyor.
Mevlevîlik tarikatının teşkilatlanması daha çok Mevlana zamanında değil, onun
oğlu Sultan Veled ve Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebi zamanında yaşanıyor. Arif
Çelebi bir yandan Mevlevîliği büyük Selçuklu bakiyesi özellikle Hârizmşah bakiyesi
topraklar üzerinde, o zamanlar İlhanlı toprakları -İlhanlı ve Anadolu- üzerinde
yaymaya çalışırken aynı zamanda müridi olan Eflakî’ye de Mevlevîliğin tarihini
yazmayı emrediyor.
Eserde 1200’lü yılların başlarından 14. asrın ortalarına kadar olan dönem ele
alınıyor. Menâkıbü’l-ârifîn’i seçmemizin nedeni de bu. Eser, Sultanü’l-ulemâ
Bahaeddin Veled’le, yani Mevlana’nın babasıyla başlıyor ve Hârizmşahlar dönemini
de içine alıyor. Daha sonra Moğol istilası dönemini anlatıyor. Ayrıca Moğol istilası
döneminde Anadolu’daki İlhanlı Devletiyle ilgili ilginç ayrıntılara yer veriyor.
Özellikle Ulu Arif Çelebi’nin hayatının anlatıldığı dönemde… -1319/1320’de vefat
ettiğini düşünürsek- onun o zaman Gazan Han’ın tahtı Tebriz’e ve 1316 yılında yine
İlhanlı hükümdarı Olcaytu’nun tahtı Sultaniye’ye seyahatleri var. Bu seyahatlerde
Ulu Arif Çelebi’yle birlikte Eflakî’nin de bizzat bulunduğunu biliyoruz. Bir anlamda bu
olaylara bizzat şahit olan birisi olarak onun nakline ve kronolojiye bakacak olursak,
verilen tarihlerin hemen hemen hakikate uygun olduğunu görüyoruz. Eser Anadolu
beylikleri için de çok önemli bir kaynak. Eserde Eşrefoğullarıyla, Aydınoğullarıyla,
Menteşoğullarıyla, Germiyanoğullarıyla ilgili pek çok rivayetle karşılaşabiliyoruz.
Merkezde yer alan Karamanoğullarıyla ilgili çokça rivayetler var ki, bu Mevlevî
mirasının daha sonra Karamanoğullarına aktarıldığını Şikarî’nin Karamanoğulları
Tarihi’nde de belirgin bir şekilde görüyoruz. Esterâbâdî’nin Bezm-u Rezm’i -belki
daha sonra tartışılacak-, Kadı Burhaneddin tarihi ya da benzer rivayetler, Çelebi
Arif’in seyahatleri, Mevlevî öğretisiyle ilgili olarak Sadreddin Konevî Menâkıbü’lârifîn’de çokça geçmektedir.
Menâkıbü’l-ârifîn’de gerek Selçuklu dünyası gerekse Orta Asya/Belh’ten
Anadolu’ya gelen Mevlana Ailesi, ailenin buradaki fikir alışverişleri ve seyyahların
bu coğrafyaya seyahatleri ile ilgili birçok ayrıntıyı bulabiliyoruz.
8
Anadolu Kronikleri
Yine Marshall Hodgson’un İslam’ın Serüveni eserinin ikinci cildinde sûfilerin
seyahatleriyle ilgili tespitleri var: Burada dervişlerin kurduğu uluslararası bir
medeniyetten bahsediyor. Bununla ilgili yine Resul Aydemir’in Gezgin Dervişler
adında Türkçe bir çalışması var: 13. ve 14. asırda Anadolu’daki dervişleri inceliyor.
Tüm bu ayrıntıların temellerini Menâkıbü’l-ârifîn’de görebiliyoruz. Hem tematik
olarak, hem de vakıf kaynaklarıyla, özellikle Osmanlı vakıf kaynaklarındaki
kayıtlarla Menâkıbü’l-ârifîn arasındaki kayıtların çokça benzerlik gösterdiğini bizzat
Fuat Köprülü ifade ediyor.
Benim tez çalışmam da bunun bazı örneklerini sunmaya çalışıyor. Emir
Musa’nın Larende’de inşa ettiği medrese, sonra Aktekke ve Mevlânâ tekkesiyle
ilgili Menâkıbü’l-ârifîn’deki kayıtlarla Osmanlı vakıf defterlerindeki kayıtlar hemen
hemen birbirine uygunluk gösteriyor.
Büyük Selçuklu mirası daha sonra Anadolu Selçuklu’ya geçiyor. Büyük
Selçuklu mirasını Anadolu Selçuklu sultanlarının sahiplendiğiyle ilgili birçok kayıt
İbn-i Bibi’de de var. Mesela İstanbul’la ilgili kayıtlara rastlayabiliyoruz Menâkıbü’lârifîn’de. İki yerde ben bunu gördüm. Mesela Mevlana’yla ilgili kısımda, bir
Mevlevî tacirin İstanbul’a seyahatinden bahsediyor ve Mevlana’nın bir papaza/bir
rahibe İstanbul’a seyahat eden bu Mevlevî taciriyle selam yolladığını öğreniyoruz.
Bu tacirlerle ilgili rivayetlerden o zamanki ticaretin ne denli gelişmiş olduğunu
anlıyoruz. Claude Cahen’in çalışmalarında da bunu görüyoruz, özellikle Osmanlı
öncesi Anadolu’yla ilgili çalışmasında. Hintli tacirlerden bahsediliyor Menâkıbü’lârifîn’de, İstanbul’a seyahat eden tacirlerden bahsediliyor ve rahibe selam yollayan
bir Mevlana figürüyle karşı karşıyayız. Claude Cahen bu uç toplumlarındaki
beyliklerle Bizanslılar arasındaki iyi niyetin ticaret yoluyla, barışçıl ilişkilerle
gelişiminden bahsediyor. Bunda Mevlana’nın ve Menâkıbü’l-ârifîn’deki rivayetlerin
de hakikate yakın rivayetler olduğunu da bizzat ifade ediyor.
Menâkıbü’l-ârifîn’de Şems-i Tebrizî ile ilgili kısımda yine İstanbul bahsinin
geçtiğini ve ilim ve hakikat arayışında, eğer bir hakikat sahibi İstanbul’daysa bir
Mekkelinin ona uyması gerektiğini; yani burada asıl olan ilmin kendisi olduğunu,
nereli olursa olsun eğer İstanbul’daki kişi daha âlimse, daha fazılsa Mekkeli kişinin
ona uyması gerektiğiyle ilgili rivayetler var. Onu da şundan dolayı söylüyorlar: “Nasıl
olur da Konyalı büyük bir âlim, Horasan’dan gelen büyük bir âlim, Belh şehrinden
gelen Mevlana, Tebriz’den gelen bir Şems’e boyun eğer?” şeklinde Mevlana’ya
karşı o zamanlar dedikodular var ve buna karşı da Şems-i Tebrizî’nin: “Eğer bir
kişi İstanbul’da ilim sahibiyse, hüner sahibiyse Mekkeli de olsa kişi, o İstanbul’daki
kişiye uymalı” şeklinde ifadesi var.
Yine İstanbul’a seyahat eden sadece tacirler olmamıştır. Anadolu Selçuklu
sultanlarından da İstanbul’a gelenler olduğunu biliyoruz. Bunlardan mesela
9
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Süleyman Şah’tan sonraki Anadolu Selçuklu prensi var, daha sonra Ebu’l-Kasım,
daha sonra II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’da 80 gün kaldığı rivayet ediliyor. Bunu İbn-i
Bibi’ye dayanarak Osman Turan ifade ediyor. 80 günde at yarışlarının ve İstanbul’daki
Bizans ihtişamının kendisine gösterildiği, ayrıca II. Kılıç Arslan’ın tacını/tahtını
Bizans’a borçlu olduğuyla ilgili rivayetler var ki bunlar dönemin kaynaklarına da
yansımıştır. II. Kılıç Arslan’ın yolladığı elçiye o zamanki Zengî hükümdarı Nureddin
Zengî’nin “Söyle sultanına tecdîd-i iman etsin, dinden çıkmıştır, böyle Bizanslılarla
ittifak kurarak ve onların düşmanını düşman bilip onların dostlarını dost bilmekle
dinden çıkmıştır, tekrar iman getirsin” diye rivayetleri o zamanın tarihlerinde
görüyoruz.
Menâkıbü’l-ârifîn Anadolu Selçuklu tarihi açısından önemli bir kaynak olduğu
gibi, Bizans tarihi açısından da önemli rivayetlere sahip -özellikle 13. asrın
başlarından itibaren Hârizmşahlar ve Hârizmşahların yıkılışına dair-. Diğer tasavvuf
metinlerinde gördüğünüz gibi bu metinde de -Menâkıbü’l-ârifîn’de- hanedanların
yükselişi ve düşüşü, şeyhlere gösterilen hürmetle paralel bir şekilde aktarılıyor.
Ne zamanki Hârizmşah sultanıyla Mevlana’nın babasının arası açılıyor, ondan
sonra Hârizmşahlar Moğol istilasına maruz kalıyor. Yine Mevlana’nın babasının
Hârizmşahlar ülkesini terk etmesi, bir anlamda Moğol istilasına sebep oluyor. Daha
sonra Mevlana’nın ölümüyle birlikte Konya’nın, Rum ikliminin harap olduğuyla
ilgili rivayetler var. İşte Mevlana döneminde Anadolu Selçuklu sultanı Keyhüsrev’in
Baba-yı Merendî’ye iltifat edip Mevlana’yı hor görmesinin, bir anlamda Anadolu
Selçuklularının daha sonra uğrayacakları felaketlerin habercisi olduğuyla ilgili
rivayetler var.
Avrupa’nın durumuna bakacak olursak: IV. Haçlı Seferi’nin yaşandığı bir
dönem, özellikle Mevlana ve babasının olduğu bir dönem ve Konya ile birlikte
İznik’teki Bizans hükümdarlığını görüyoruz. IV. Haçlı Seferi sonrası Trabzon Rum
İmparatorluğu dönemi, İznik-Bizans İmparatorluğu ve Anadolu Selçukluları...
Güneyde de Ermeni krallığının, Kilikya krallığının olduğunu görüyoruz. Anadolu
Selçuklu sultanı Sultan Mesut’un son seferi Kilikya üzerinedir. Ermeni kaynakları
bundan çokça bahsederler. Bu sefer sırasında Anadolu Selçukluları arasında veba
hastalığı zuhur ediyor. Bu Ermeni kaynaklarında “Tanrı’nın Ermenilere -Türklere
karşı- bir yardımı” olarak zikrediliyor. Benzer rivayetlere Selçuklu kaynaklarında
da rastlanıyor: 1064’te Alparslan’ın ele geçirilemez Ani Kalesi’ni aldığında, orada
bir depremin zuhuru, “Tanrı’nın Türklere yardımı” olarak ele alınıyor. 1354’te
Gelibolu’nun fethi sırasında gene Gelibolu’da bir depremin zuhuru, “Tanrı’nın
Türklere yardımı” ve “Türkler’in Rumeli’ye geçişinin bir anlamda ilahi bir takdir
olduğu” şeklinde kaynaklarda yorumlanıyor. Bunlar da karşılaştırmalı çalışmalar
açısından ilginç örnekler olarak aktarılabilir.
10
Anadolu Kronikleri
Anadolu’nun Moğol istilası öncesindeki durumu: Eyyubîler zamanın güçlü
devleti olduklarından, Anadolu Selçuklularının Eyyubîlere karşı açıkça mücadeleden
çekindiklerini, bir anlamda zımnen de olsa Eyyubîlerin gücünün Anadolu Selçuklu
hükümdarları tarafından tanındığını görüyoruz. Bunun da en önemli belirtilerinden
biri yine II. Kılıç Arslan’ın çağdaşı Selahaddin Eyyubî’nin, II. Kılıç Arslan’ın III. Haçlı
Seferi’nde Alman haçlı ordusuna yol vermesini -bir anlamda- İslam’a ihanet olarak
yorumladığını ve yine Selçuklu elçisine II. Kılıç Arslan’ı eleştiren ifadeler kullandığını
biliyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki Anadolu Selçuklularıyla Haçlılar arasında bir elçi
alışverişi yaşanıyorken, Bizanslılarla Eyyubîler arasında da benzer bir elçi alışverişi
var. Hatta Kudüs’teki kiliselerin idaresi Haçlılara karşı Bizanslılara, yani Ortodoks
Hıristiyanlığına veriliyor. Bizans’la Eyyubîler arasında bir yakınlaşma var; Haçlılarla
Anadolu Selçukluları arasında bir yakınlaşmadan söz ediliyor o dönemlerde. Bir
yandan da denge siyaseti...
Selçukluların şeceresine baktığımızda, Selçuk’un oğlu Çağrı Bey, Tuğrul Bey,
Alparslan ve Melikşah bu koldan, Mikail’den geliyor. Yine Kutalmışoğulları da
Anadolu Selçukluları da burada. Menâkıbü’l-ârifîn’de en çok ismi geçen bir Anadolu
Selçuklu sultanı -adil bir sultan figürü olarak- Alaeddin Keykubad’ın, daha önce
içkiye, zevke, sefaya düşkün bir hükümdarken sultanü’l-ulema Bahaeddin Veled’in
telkinleri sayesinde içkiyi terk ettiği ve adil bir hükümdar olduğu belirtiliyor.
Daha önce bahsettiğimiz II. Kılıç Arslan’ın İstanbul seyahati... İmparator, sultanı
büyük bir merasim ve tazimle karşılıyor; 80 gün kaldığı İstanbul’da ona muhteşem
ziyafetler, merasimler yaptırıyor; at yarışları, eğlenceler tertip ederek misafirini
hayran bırakmak için hiçbir şey esirgemiyor. Sultan fener alayları ile ihtişamlı
günler geçiriyor. İstanbul vurgusunu Menâkıbü’l-ârifîn’de de görebiliyoruz.
Nureddin Zengî’nin, Selçuklu sultanını tecdîd-i imana davet ettiğinden bahsettik.
Peki, Eflakî’ye neden Eflakî ismi veriliyor? Menâkıbü’l-ârifîn’in Türkçe
tercümesinin başında Tahsin Yazıcı, Felekiyat ilmiyle/ilm-i nücûmla ilgilendiğinden
dolayı Eflakî dendiğini söylüyor. Asıl adı Şemseddin Ahmed ve Eflakî’ye şeyhi Çelebi
Arif’e nispetle Arifî lakabı da veriliyor. Asıl adı Şemseddin Ahmet el-Eflakî el-Arifî
şeklinde kaynaklarda geçiyor.
Hârizmşah’la ilgili bilgilerden bahsettik. Hârizmşah hanedanının düşüşünde
Mevlana ailesine ve Mevlana’nın babasına karşı hürmetsizliğin rol oynadığı
Menâkıbü’l-ârifîn’de ifade ediliyor. Moğol istilasıyla ilgili ilginç ve biraz da abartılı
yorumlar var. Mesela Belh şehrinin yıkılışıyla ilgili; Menâkıbü’l-ârifîn’e göre Belh
şehrinde Cengiz Han’ın oğlu Çağatay ölünce Cengiz Han büyük bir hiddete kapılıyor.
Sadece Belh şehrinde 12 bin mescidi ateşe veriyor. Bu abartılı bir rakam. Belh
şehri ve civarında 50 bine yakın talebe ve hafızı katlediyor. Belh şehri ve civarında
200 bine yakın insanı gömdükleri ifade ediliyor. Abartılı, ancak hakikat payı olan
11
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
ifadeler. Bunu İbnü’l-Esîr’in Moğollarla ilgili yazdıklarıyla karşılaştırırsak: Mesela
Moğol zulmünü… Nebuchadnezzar ya da Buhtunnasr... M.Ö. 586’da Kudüs’ü yakıp
yıkan Buhtunnasr’ın zulmünden daha büyük bir zulüm olarak aktardığını görüyoruz.
İskender’in yıkımından çok daha büyük bir yıkım olduğunu İbnü’l-Esir ifade ediyor.
Eflakî’nin verdiği rakamlar biraz abartılı olsa da, İbnü’l-Esîr’le karşılaştırdığınızda,
yıkım açısından ve İslam alemi için büyük bir buhran olması açısından Eflakî’de de
bu tür rivayetlerin olduğunu görüyoruz.
Ama Moğollar için bazen sempatik ifadelerin olduğu yerler de var. Mesela
Moğol hükümdarı Baycu, Konya’yı muhasara ettiğinde Konya halkı Mevlana’dan
medet umuyor. Mevlana Konya surlarının dışına çıkıyor, kuşluk namazı kılmaya
başlıyor ve Moğol askerleri ne kadar ok atarsa atsın Mevlana’ya isabet etmiyor.
Atlar bir türlü hareket etmiyor, Menâkıbü’l-ârifîn’de anlatıldığına göre... Askerler
aciz kalınca, son çareyi Baycu’ya başvurmakta buluyorlar ve Baycu da Mevlana’ya
doğru atını sürmeye çalışıyor. Ama onun da atı gitmiyor. Mevlana’ya okunu isabet
ettirmeye çalışıyor, fakat olmuyor bir türlü, aciz kalıyor ve durumu anlıyor: “Bu
Allah’ın bir veli kuludur, ona dokunursak bizim halimiz haraptır” şeklinde bir kayıt
geçiyor Menâkıbü’l-ârifîn’in Mevlana kısmında. Ondan sonra Mevlana’nın: “Baycu
Tanrı’nın veli kuludur, ama bunu kendisi bilmiyor. Tanrı’nın dostudur, ama bilmiyor”
diye Moğollara sempatiyle yaklaşan ifadelerin olduğunu görüyoruz. Bunu özellikle
Menâkıbü’l-ârifîn’in İlhanlı kısmında, Çelebi Arif ile ilgili kısımda, Gazan Han’ın
Müslüman oluşu üzerine Ulu Arif Çelebi’nin Tebriz’e gidişinde ve İlhanlı hükümdarı
Olcaytu’nun Şiiliği benimsemesi üzerine Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in oğlu Ulu
Arif Çelebi’ye Sultaniye’ye gitmesini emretmesi ve Olcaytu’yu Şiilikten Sünniliğe
çevirmesi için çaba sarf etmesiyle ilgili rivayetlerde görebiliyoruz. Özellikle Moğol
hanedanının bazı bölümlerde yıkıcı ve yakıcı olarak algılanmasına rağmen, kimi
yerlerde de sempatiyle yaklaşılır. Bir anlamda Tanrı’nın gazap ateşi olarak ifade
edildiğini görüyoruz.
Keykubad’la ilgili “adil sultan”, “büyük sultan” ibarelerini başka kaynaklarda,
mesela 13. asrın ikinci yarısında Anadolu’da yazılan Anadolu Selçuklu Sultanlarının
tarihi olan İbn-i Bibi’de de görebiliyoruz. Mesela Keykubad övgüsü: “Selâtîn-i kadîmi
ta´zim ile zikreder”. Gazneli Mahmud’a büyük bir ilgisi var Alaaddin Keykubad’ın.
Ayrıca Kabusnâme’deki hükümdara büyük bir muhabbeti var. Kabusnâme’yi
okuduğu ifade ediliyor. Onlara benzemeye çalışıyor. Alaaddin Keykubad’ın, Gazali’nin
Kimya-yı Saadet’ini elinden düşürmediği ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme:
Siyer-i Mülûk’unu mütalaa ettiği gibi ifadeler, bir anlamda Anadolu Selçuklularının
kendilerini Büyük Selçukluların devamı olarak gördüğünü gösteriyor.
İbn-i Bibi’nin ilginçtir... Mesela biraz önce Ali Anooshahr’ın Ghazi Sultans
kitabından bahsettik... Gazneli Sultan Mahmut ve gaza mirasının, gaza kültürünün
12
Anadolu Kronikleri
Anadolu’ya aktarılması... İbn-i Bibi Alaaddin Keykubad’ı överken Utbi’ye referansta
bulunur: Gazneli Mahmut’un tarihini yazan büyük tarihçi Utbi’ye. “Eğer Utbi bu
asırda yaşasaydı, Gazneli Mahmut’u değil, Alaaddin Keykubad’ı överdi” diyor. Tarih
yazımı açısından da buradan şunu öğreniyoruz: Utbî’nin Gazneli Sultan Mahmut ile
ilgili yazdığı eseri, Anadolu’da okunan eserler arasında.
O zamanki okunan eserler arasında neler var, fikir sahibi olmamız açısından:
Mesela, yine Klasik Yayınlarından çevrilen Necmeddin Daye’nin kitapları* bunlar
arasında. Ulu Arif Çelebi’ye, bir seyahatinde Doğu Anadolu beylerinden birisi
Necmeddin Dâye’nin tefsirini hediye ediyor. Eflakî “Bu tefsir Anadolu’ya daha önce
hiç girmemişti” diyor ve Necmeddin Dâye’nin eserlerinin Konya’ya, Selçuklu sınırları
içerisine ve beylikler ile Karamanoğulları sınırları içine gelmesinin bilhassa Ulu Arif
Çelebi’nin himmetiyle olduğu şeklinde bir iddia var Menâkıbü’l-ârifîn’de.
İbn-i Bibi’yle ilgili daha sonra ifade edilecek... Eflakî’yle İbn-i Bibi’nin ailesinin
bir benzerliği var ilm-i nücüm açısından. Mesela huzur-ı hümayuna geldiği
zaman sultan ona iltifat buyuruyor. İbn-i Bibi’nin ve Mevlana’nın aileleri daha önce
Hârizmşahlar hükümdarlığında hizmette bulunmuşlar, hatta Mevlana’nın babası
Hârizmşah soyundan bir hatunla evlenmiş. Bibi Hatun da Hârizmşahlarda hizmet
gören, ilm-i nücüm bilgini bir kadın. Onun daha önceki öngörülerinin, kehanetlerinin
genelde doğruya yakın şekilde vuku bulduğuyla ilgili ifadeler var. İbn-i Bibi de adını
Bibi Hatun’dan, annesinden alıyor. Babası da yine Selçuklu münşîleri arasında yer
alıyor, Hârizmşahlara hizmet ediyor. Daha sonra Alaaddin Keykubad’ın da bilhassa
onu hizmetine aldığını görüyoruz. Şimdi Claude Cahen’in çalışmasında -İbn-i Bibi’ye
dayanarak- Alaaddin Keykubad’ı daha önceki siyasetnâme eserlerini okuyan bir
sultan olarak ifade ettiğini görüyoruz.
Bir de Anadolu’daki, gerek Selçuklular gerekse beylikler dönemindeki ticaret
hayatıyla ilgili önemli ifadeler var. Anadolu’da sadece Selçuklular döneminde değil
Moğol idaresi döneminde de ticaretin çokça geliştiğini görüyoruz. Bununla ilgili
Menâkıbü’l-ârifîn’de bir sema ayiniyle ilgili şöyle bir ifade var, o zamanki bolluk asrı
olarak. Tarih 1258: Tam Moğol idaresindeki Anadolu… Eflakî şöyle diyor: “O tarihte,
hicri 656, miladi 1258 tarihinde, herkes emniyet içinde olup toplantıların, semaların
ve şenliklerin çokluğundan hiçbir nimet Konya halkına ve onun mülhakâtına
yetmiyordu. O kadar şenlik havası var. Moğol idaresine rağmen insanlar halinden
memnun. Bolluk ve sema ayinleri düzenleniyor, şenlikler düzenleniyor.” Böyle bir
zamandan bahsediyor, ki Claude Cahen’in çalışmaları da bunu doğrular niteliktedir.
Claude Cahen bunları ifade ettikten sonra “20. asrın totaliter zihinleri olarak nasıl olur
da gaziler ve Bizans uçlarında yaşayan insanlar bu derece iyi ilişkiler geliştirebilir?
meselesini anlamakta zorlanıyoruz” diye devam eder.
* Necmeddîn-i Dâye, Sufi Diliyle Siyaset, Özgür Kavak (haz.), İstanbul: Klasik Yayınları, 2010.
13
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Daha önce de bahsettiğimiz gibi Eflakî, bir Mevlevî tacirinin İstanbul’a gelişini
anlatıyor. Mevlana’nın İstanbul’daki bir rahibe selam söyleyişi ve rahibin de tekrar
ona selamını iade etmesi... Mevlana’dan hürmetle bahsediyor. İstanbul’da bir
mamur kasabadan söz ediyor. Ama mamur kasabanın ne olduğuna dair bir kayıt
vermiyor Menâkıbü’l-ârifîn: “Bir kasaba var, mamur bir kasaba ve orada da bir
rahip oturur”. Ama kasabanın hangisi olduğu ifade edilmiyor. Tartışmalar kısmında
bu konuda fikir verecek arkadaş olabilir.
Kasabaya dair?
Evet, sadece mamur bir kasaba vardır diyor ve onda bir rahip oturur...
Kim bunu söyleyen?
Ahmed Eflakî, Menâkıbü’l-ârifîn’de.
Yine ihtidalarla ilgili bilgiler de var eserde: Mesela, Mevlana Celaleddin Rumî’nin
etkisi ile ihtida eden Gürcü Hatun’dan bahsediliyor. Selçuklu Anadolu hükümdarı II.
Gıyaseddin Keyhüsrev’le evlenen Gürcü Hatun’un İslam’a geçmesinin Mevlana’nın
himmetiyle olduğuyla ilgili ifadeler var ki bu ihtida hareketlerini Fransız tarihçi Claude Cahen’in de bizzat Mevlana’yla, Mevlana’nın manevî etkisiyle açıkladığını görüyoruz. Mevlana’yla ilgili 18 bin kişinin Mevlana’nın manevî nüfuzundan dolayı ihtida
ettiğiyle ilgili rivayetler var Menâkıbü’l-ârifîn’de.
Ticaret hayatıyla ilgili bir örnek olması açısından bir menkıbeyi buraya naklettim. “Meryem-i sânî” yani “İkinci Meryem” Kira Hatun rivayet etti ki: [Bir gün
Mevlana hazretleri Şems-i Tebrizî’yle birlikte evin bir odasında sohbetle meşguldü.
Ben de ne sırlar söylüyorlar diye odanın kapısının deliğine kulağımı koymuştum.]
Neler konuşuyorlar diye Mevlana’nın hanımı dinliyor. [Birden bire evin duvarının
açıldığını, gayb âlemine mensup altı heybetli adamın içeri girip selam verdiklerini,
yeri öptüklerini, bir deste gülü de Mevlana’nın önüne bıraktıklarını gördüm. Sonra
Mevlana dışarı çıktı ve o bir deste gülü de saklamak üzere bana emanet etti. Ben o
gülden birkaç yaprak alıp “Bu ne cins güldür? Biz hiç görmemişiz, bu nerenin gülüdür ve adı nedir?” diye attar dükkanlarına gönderdim.] Halbuki Mevlana gizli tutmasını tembih ediyor hanımına. Ama hanımı dinlemiyor merakından. [Bütün attarlar o
gülün tazeliğinden, renginden ve kokusundan şaşakaldılar ve “Kışın ortasında bu
garip gül nereden geldi?” dediler. O aktarlar içinde saygın, daima ticaretle Hindistan’a giden, görülmedik ve nadir mallar getiren Şerefeddin-i Hindî adında bir tacir
vardı.] Bu hikaye doğru mu bilemiyoruz. Ama şunu öğreniyoruz: Şerefeddin Hindî
adında bir tacir var o zaman Konya’da ve devamlı Hindistan’dan yükte hafif, pahada
ağır nadir mallar getiriyor. [Gülü ona gösterdikleri vakit, o “Bu gül Hindistan gülüdür. Özellikle orada, Serendip havalisinde yetişir” diyor.] Serendip, Seylan havalisi...
14
Anadolu Kronikleri
Serendip’ten menâkıbnâmelerde çokça bahsedilir. Cemal Kurnaz tarafından
neşredilen Makalat-ı Seyyid Harun 1555 tarihli Osmanlı sınırları, Karaman sınırları içerisindedir diye yazıyor... Hz. Adem’in cennetten kovulması hadisesi anlatılıyor
burada. Hz. Adem’in Serendip havalisine, Seylan havalisine gittiği anlatılıyor. Havva Anamızın da Cidde yakınlarına geldiği ve sonunda Hicaz’da buluştukları... Orada
bir ifade var: “Adem Havva’yı görünce şâd oldu” o günün, 16. asır Türkçesiyle söylenmiş... Serendip havalisinin 14. asırda yazılan Menâkıbü’l-ârifîn’de de geçtiğini
görüyoruz. Bu eserin yazılmasına 1319’da başlanıyor ve 1353’te bitiriliyor. İlk nüshasının adı Menâkıbü’l-ârifîn ve merâkibü’l-kâşifîn iken ikinci redaksiyonu 1353’te
Menâkıbü’l-ârifîn adıyla tamamlanıyor. 14. asrın tam ortalarında yazılmış bir metin… [Tacirin “Bu gülün Rum ikliminde ne işi var?’” demesi üzerine, Kira Hatun’un
hizmetçisi yaprakları alıp tekrar eve geldi ve hikayeyi anlattı.] Rum iklimi meselesi...
Hindistan’da Rum iklimi... Anadolu ile arasında kültürel ilişkiler var, siyasi ilişkiler,
askeri ilişkiler var bunun evveliyatı var... 16. asırda Babürnâme’de mesela, Babür
Şah, Rum usulü silah kullanan Rumîlerden, tüfek-endazlardan bahseder. Yine Hindistan’ın fethinde Rum usulü silah teknolojisine vakıf Mustafa Rumî’den bahseder.
Hindistan’ın fethinde onların büyük katkısı olduğunu, ateşli silahlar teknolojisine
vakıf Anadolu’dan gelen Rumî askerlerin bir anlamda Hindistan’ın fethini hazırladığını ifade eder. Rumî askerlerle ilgili Salih Özbaran’ın güzel bir çalışması var;
İnalcık Hoca’nın “Rûmî” maddesi var, Encyclopedia of Islam’da. Yine 2010 yılında
Giancarlo Casale bir kitap yazdı: Ottoman Age of Exploration (Osmanlı Keşif Çağı).
Casale çalışmasında, Rumî askerlerin Anadolu’dan Hindistan’a, hatta Gücerat’a kadar, Açe’ye kadar ne kadar etkili olduklarını anlatıyor. Bunların temelleri ta Anadolu
Selçukluları, Gazneliler, Büyük Selçuklular zamanında atılıyor. Karşılaştırmalı çalışmalar için Menâkıbü’l-ârifîn vazgeçilmez kaynaklardan birisi.
[Ve birden bire Mevlana Hazretleri içeriye giriyor ve “Gül demetini sakla ve
kimseye gösterme” diyor; “çünkü onu Hindistan kutupları onun gözünü kuvvetlendirsin diye armağan etmişlerdir”.] Hindistan’dan gelen şeyhlerin manevî âlemden
onu getirdiklerini, hediye ettiklerini anlatılıyor. [Kira Hatun son nefesine kadar o gül
yapraklarını sakladı, o yapraklardan sadece birkaçını Gürcü Hatun’a verdi.] Bu da
Mevlana’nın izniyle... Gürcü Hatun Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi ve bunun kızı Gürcü Hatun, diğer bir kızı da var... Bunun iki ihtimali
var: Ya Anadolu Selçuklu sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi ya da Muineddin Pervane’nin eşini de Gürcü Hatun olarak biliyoruz... Ve Gürcistan’dan Gürcü krallarıyla, kraliçeleriyle Anadolu Selçuklu sultanlarının savaşları var... II. Süleyman Şah’ın
Gürcistan seferi başarısızlıkla sonuçlanıyor... Ayrıca 12. asrın sonlarında Gürcistan
kraliçesi Tamara’nın ordusunun II. Süleyman Şah’ın ordusunu perişan ettiğini biliyoruz. Daha sonra 13. asrın ikinci yarısında İzzeddin Keykavus ve Alaaddin Keykubad döneminde üstünlüğün Selçuklulara geçtiğini görüyoruz.
15
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Burada birçok menkıbevî, efsanevî unsurlar var. Eserde hatunların o zamanki
Konya’nın Selçuklu hayatındaki rolü ile ilgili ipuçları var. Örneğin İlhanlı ülkesine
ziyarette bulunan Ulu Arif Çelebi’nin ziyaretlerine gelen Gazan hükümdarının eşi
İltermiş Hatun’un Tebriz’de bir sema ayini verdiği ve kendisinin Mevlevî müridi olduğu ifade ediliyor. Başka bir İlhanlı hanedanı ailesine mensup Paşa Hatun’un Sultaniye’de bir sema ayini düzenlediği ifade ediliyor. Selçuklu hatunlarından Huand
Hatun ve Selçuk Hatun gibi Mevlevîliği benimseyen hatunlarla ilgili birçok rivayetleri burada da görebiliyoruz... Ve Karaman eyaleti evkaf defterlerine baktığımızda
Menâkıbü’l-ârifîn’deki ifadelerin vakıf kaynakları tarafından da doğrulandığını görüyoruz. Bunlar hakikate yakın otantik rivayetlerdir.
Rüya meselesine de Menâkıbü’l-ârifîn’de çokça değinildiğini görüyoruz. Alaaddin Keykubad’ın bir rüyasından bahsediliyor: “Rüyamda başımın altından, göğsümün ham gümüşten, göbeğimden aşağısının tamamıyla tunçtan, her iki kalçamın
kurşun, iki ayağımın kalaydan olduğunu gördüm” diyor Keykubad. Zamanındaki
rüya tabircileri bu rüyanın tabirinden âciz kalıyorlar ve bu rüya Mevlana’nın babasına anlatılıyor. Sultanü’l-ulema Alaaddin Keykubad’ın rüyasını şöyle yorumluyor:
“Sen dünyada oldukça, insanlar ve halk temiz yaşayacaklar ve altın gibi kıymetli
olacaklar. Senin oğlunun zamanında gümüş derecesine, ondan sonra tunç devresine düşecek, Rum ülkesi tamamıyla harap olacak. Selçuk ailesi zevale uğrayacak.”
Böyle bir rüya tabirinin Menâkıbü’l-ârifîn’de geçtiğini görüyoruz.
Yassı Çemen savaşı öncesi 1229 tarihini tamamen doğru veriyor Menâkıbü’l-ârifîn. Yassı Çemen savaşı: Celaleddin Hârizmşah ile Alaaddin Keykubad arasındaki
mücadele... Rivayete göre Alaaddin Keykubad tebdil-i kıyafet edip Hârizmşah ordugâhına yaklaşıyor. Bizzat Celalaeddin Hârizmşah’la görüşüp Alaaddin Keykubad
aleyhinde konuşuyor. Bu Celalaeddin Hârizmşah’ın hoşuna gidiyor. Daha sonra
şüpheye düşüyor ve “bu konuştuğumuz kimdi?” diyor. Sonunda anlaşılıyor Alaaddin
Keykubad’ın olduğu. Tam Alaaddin Keykubad’ı yakalamak için emir verecekken rüyasında Alaaddin Keykubad, Sultanü’l-ulema Bahaeddin Veled’i -Mevlana’nın babasını- görüyor. Mevlana’nın babası “Çabuk kalk ve ülkene geri dön” diye onu uyarıyor.
Bu tür rivayetler de var. Efsane mi gerçek mi onu bilememekle birlikte, en azından
savaşların tarihini doğru olarak veriyor. Yine eserde yer isimleri hususunda da birçok doğru rivayeti görüyoruz.
Rüya meselesinin tarihçilikteki önemiyle ilgili Peter Brown’ın bir değerlendirmesi var, The World of Late Antiquity AD 150-750 adlı çalışmasında... “İnsanoğlunun
hayatının önemli bir kısmı uykuda geçiyor ve rüyalar bunun ayrılmaz bir parçası”
diyor Brown. Cemal Kafadar’ın yayınladığı Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken adlı
kitabındaki “Mütereddid Bir Mutasavvıf Üsküplü Asiye Hatun’un Rüya Defteri”nde
16
Anadolu Kronikleri
bunun güzel bir örneğini görüyoruz. Menâkıbü’l-ârifîn rüya çalışmaları ve yorumları
için de önemli bir kaynak.
Rüyaların medeniyet tarihi açısından önemi ile ilgili güzel bir çalışma var: “Dreams and Conversions: A Comparative Analysis of Catholic and Buddhist Dreams in
Ming and Qing Chiina”. Eski Yunan, Hıristiyan, Hindu, Amerikan Medeniyeti, Çin medeniyetiyle, hemen hemen tüm medeniyetlerle ilgili bir çalışma, 2005’te R. Po-Chia
Hsia tarafından yayınlanmış bir makale.
Rüya hadiselerine özellikle Anadolu’da yazılan metinlerde çok sık rastlıyoruz. Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi’nde mesela... Selçuklu şehnâmeleri… Firdevsî’nin Şehnâme’si örnek alınıyor. Firdevsî’nin Şehnâmesi’nden bazı beyitlerin
Menâkıbü’l-ârifîn’e de girdiğini görüyoruz. Beyitlerin çoğu Mesnevî’den alınma.
Menâkıbü’l-ârifîn’de bazen Firdevsî’nin Şehnâmesi’ne atıflarda bulunulduğunu görüyoruz. Firdevsî’nin Şehnâmesi’nin Selçuklularda halen yaşadığı da önemli verilerden birisi... Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi 14. asrın ikinci yarısında Yarcanî
tarafından Farsça olarak yazılıyor, Karamanoğlu Alaaddin Ali Bey’e ithaf ediliyor.
Ama Şikârî 16. asırda bunu Türkçe’ye çeviriyor. 15. asır kısmını da kendisi idame
ediyor ve eser Cem Sultan’ın Karaman valiliğine kadar geliyor. Buradan Karamanoğulları hükümdarlarından daha ziyade Mevlevî şeyhlerinin ve Mevlana’nın bir tarihî
figür olarak çokça bahsi geçmektedir. Mesela Mevlana’nın bir rüyasında Alaaddin
Ali Bey’e Gorigos Kalesini (Kız kalesini) fethedeceğini ifade ettiğini anlatıyor Şikârî
ve Sultan bunun üzerine gazaya çıkıyor... Bugün gördüğümüz Yeşil Türbenin bu gazadan gelen ganimet sayesinde inşa edildiği ve Alaaddin Ali Bey’in Mader-i Mevlana
(Aktekke) zaviyesini bizzat bina ettiğini söylüyor Şikarî ki bu Osmanlı vakıf kaynakları tarafından doğrulanan bir hadise.
Bunun başka örnekleri de var, Babürnâme’de çokça görüyoruz. Babürnâme’de
Şeyh Ubeydullah Ahrar Babür Şah’a bir yerin fethini müjdeliyor ve Babür Şah gazaya çıkıyor. Kanunî ile ilgili -ne derece doğrudur bilinmez ama- Şakâyık-ı Numaniye’ye zeyl yazan Atâî’nin bir rivayeti var: Zigetvar seferinin Nureddinzâde adlı bir
Halvetî şeyhinin gördüğü bir rüya neticesinde yapıldığına dair. Bu tarihî hakikat midir, değil midir onu biz bilemiyoruz. Ama sûfî kaynaklarında buna benzer çok atıflar
var, yani rüya yorumcusu olarak bir şeyh ve onu dinleyen bir sultanın gaza hareketine geçmesi... Şikarî Tarihi’ndeki rivayet biraz abartılı ve tarih açısından hatalı. Zira
Kız Kalesi Karamanoğlu Alaaddin Bey değil, Karamanoğlu İbrahim Bey zamanında
fethediliyor.
Menâkıbü’l-ârifîn’de 1353 yılında yazılmış olmasına rağmen Osmanlı beylerine
bir atıf göremiyoruz. Sadece bunların bağlı olduğu Çobanoğullarıyla ilgili bir atıf var.
Kitapta İlhanlılar, Çelebi Arif kısmında geçiyor. Sultaniye’de Mevlevî ayini düzenleniyor. Olcaytu Han yeni ölmüş. Reşidüddin -Câmiu’t-Tevârih’in, dünya tarihinin
17
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
yazarı- İlhanlı veziri ve Çelebi Arif’e kızıyor bir anlamda. Adamını yolluyor “Biz yas
içindeyken nasıl sema ayini düzenlersin? Daha yeni sultanımız, Çobanbeyi gelmemişken, nasıl böyle bir sema ayini düzenlersin?” şeklinde Reşidüddin’in hoşnutsuzluğu var. Burada Çobanbey diye geçiyor; Çobanbey bizim bildiğimiz Çobanbey mi?
Ama muhtemelen İlhanlı devlet adamlarından birisi. Fakat 1353 yılında tamamlanmış olmasına rağmen eserde Osmanlı’yla ilgili hiçbir atıf göremedim.
Yine rüya neticesinde Anadolu’ya gelen şeyhlerden birisi Seyyid Ali Semerkandî’dir. Menâkıbü’s-Seyyid Ali Semerkandî’yi Türk Tarih Kurumu yazmaları
arasında ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde de görebilirsiniz. Resûl aleyhisselamın
(beyne’l-yakaza ve’l-menam) Karamanoğullarını irşad etmesi için Seyyid Ali Semerkandi’yi yollaması… Seyyid Ali Semerkandi Osmanlı öncesi Anadolu açısından
önemli bir isim. Bir tefsir yazıyor ve eseri Karamanoğlu İbrahim Bey fark ediyor. Bu
tefsir Süleymaniye Kütüphanesi’nde var şu anda. Kur’an’daki Mücadele Sûresi’ne
kadar geliyor bu tefsir; Karamanoğulları sınırları içerisinde yazılmış bir tefsir olarak
önemli bir eser. Yine Timur-Osmanlı mücadelesinde Seyyid Ali Semerkandî’nin, Semerkand asıllı olduğu için Yıldırım’la mücadelede Timur Han’ı desteklediğini görüyoruz. Hatta menâkıbnâmeye göre bir şeyhini Timur Han’a dua için memur ediyor.
Bir de nasıl ki Moğollar Menâkıbü’l-ârifîn’de “Tanrı’nın gazabının ateşi” olarak
görülüyorsa, daha sonraki metinlerde Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi’nde de
benzer bir anlatım vardır. Mesela Karamanoğlu sınırları içerisinde bir abdal dervişten bahsedilir. Bu derviş, Timur Anadolu’yu istila etmeden önce, Konya sokaklarında “Horasan ateşi Rum’u yaktı” diyerek dolaşıyor. Dervişin Konya halkını dehşete
sevk ettiğinden bahsediliyor. “Horasan ateşi Rum’u yaktı” demekle bu meczup neyi
kast ediyor? Bu durumdan haberdar olan Karamanoğlu II. Mehmet Bey bu divanenin ne demek istediğini Mevlana dergâhı şeyhi II. Arif Çelebi’ye danışıyor, yani Karamanoğullarının başdanışmanı, baş müşaviri konumunda olan Mevlevî dervişleri ve
Mevlevî şeyhine. Şeyhin, “Timur Allah Teâlâ’nın gazap ateşidir” şeklinde bir yorumu
var. Nasıl ki Moğolları Mevlevî kaynakları ‘Tanrı’nın gazap ateşi’ olarak gördülerse
13. asırda, 14. asrın sonlarında da benzer bir yaklaşımı Mevlevî dervişlerinde görüyoruz.
Bir de bu Eflakî’nin İngilizce çevirisi… The Feats of Knowers of God diye. Bilmiyorum gören oldu mu? John O’Kane’in, Brill Yayınları arasından çıktı. Ben Bilkent’te
tez yazarken -sağ olsun- [Mehmet] Kalpaklı Hoca’dan istemiştim, onun himmetiyle
Bilkent Kütüphanesine gelmişti bu eser. John O’Kane’in güzel bir çalışması, Eflakî
çevirisi.
Burada, Arif Çelebi’nin dervişlerin tarihine nazarı açısından önemli bir husus
var. Çelebi Moğol askerlerine biraz sempatiyle yaklaşıyor ve “Biz dervişiz, bizim nazarımız Tanrı’nın nazarıyla paraleldir. Tanrı nereye nazar ederse biz de oraya nazar
18
Anadolu Kronikleri
ederiz ve Tanrı’nın himmeti ne taraftaysa, ilahi teyit ne taraftaysa, hangi sultan müeyyed min indillah ise, biz de o sultanın yanındayız. Tanrı saltanatı Selçuklulardan
aldı ve onu Moğol sülalesine verdi. Biz de bundan dolayı Moğol sülalesinin yanındayız” diye Çelebi Arif’in ifadeleri var. Eflâkî’den bunları aktardığını görüyoruz.
Eflâkî, Çelebi Arif’in birçok seyahatinde bulunmuştur. Ulu Arif Çelebi’nin Menteşoğlu Beyliğine, Aydınoğlu Beyliği’ne seyahati var, Ayrıca Eşrefoğlu Mübarizüddin
Mehmet Bey’e, Beyşehir Beyi’ne seyahati var. Tüm bu ziyaretler esnasında tüm beyler Mevlevîliği benimsemiş gibi bir yaklaşım sergileniyor. Ama başka kaynaklarla
bunları mukayese ettiğimizde biraz abartı görüyoruz. Mesela Menâkıbü’s-Seyyid
Harun’da Eşrefoğlu Mübarizüddin Mehmet Bey, Çelebi Arif’le hemen hemen çağdaş
olan Seyyid Harun’un bir müridi olarak aktarılıyor. Ama Menâkıbü’l-ârifîn’e baktığımızda bir Mevlevî müridi olarak aktarılıyor. Bunu da göz önünde bulundurmakta
fayda var. Hemen hemen zamanın tüm beyleri Mevlevîymiş gibi abartılı bir yaklaşım
görüyoruz Eflâkî’de. Ama Aydınoğlu Umur Bey’le ilgili rivayeti önemli: Le destan
d’umur Pacha adıyla Düstûrnâme’nin bir parçası olarak; İrene Melikoff neşretti bunu. Buradaki Aydınoğlu Umur Bey tasviriyle Menâkıbü’l-ârifîn’deki Aydınoğlu
Umur Bey tasviri çokça benzerlik gösteriyor. Burada Aydınoğlu Umur Bey’in Sakız
Adası’nın fethi için gazaya çıkışı ve gene bu sefer esnasında hayatta olmayan Çelebi Arif’i rüyasında görmesi, rüyası neticesinde Sakız Adası’nı fethi, oradan birçok
sakız getirmesi ve birçok ganimetle dönmesi ile II. Hamza olarak adlandırılması
anlatılıyor. Mesela Sultan Veled, Mevlana’nın oğlu yine benzer bir ifadeyi Aydınoğlu Mehmet Bey için kullanılıyor. Âdil sultan/sultan-ı âdil diye zamanın sultanlarına
ünvan bahşeden bir şeyh rolü oynadıklarını da görüyoruz bu Mevlevî dervişlerinin.
Sunumumu bir metinle bitireyim. Karaman eyaleti sınırları içerisinde yazılan
Baba Yusuf -Somuncu Baba’nın oğlu- Aksaray’da yaşamıştır. Yine Mevlana’nın
eserlerini okuyan, mesela Fîhi mâ fîh; Mevlana’nın başka bir eserinden bahsediyor burada. Fîhi mâ fîh’de “Eydür ol zamanın hûbların bir yere cem ettiler ve dahi
Mecnun’a eyittiler Hak Telala kemâl-i kudretinden gör âlemde nice güzeller yaratmıştır.” Mecnun ise başını kaldırıp bakmıyor. “Leylî mahabbeti bir tiğ-i bürrandır
ve başum kaldırmağa korkarım ki boynum vura” diye bir ifade var burada. Leyla
ve Mecnun hikayesini anlatıyor ki bu Baba Yusuf’un tasavvuf risalesinden bir alıntı.
Fîhi mâ fîh’den bahsediyor. Mevlana’nın Fîhi mâ fîh’indeki bir hikayeye göre “Leyla ve Mecnun” hikayesinden etkilenen zamanın padişahı zamanın güzellerini bir
araya topluyor ve Mecnun’u getiriyor. “Gel, bunlara bir baksana!” diyor. Mecnun da
böyle boynu bükük bir şekilde, hiç boynunu kaldırmadan duruyor. Ve hiçbir şekilde
bakmıyor. “Neden bakmıyorsun?” diye zamanın hükümdarı soruyor. O da “Leyla
aşkı bir tiğ-i bürran koymuştur boynumun üzerine [keskin bir kılıç koymuştur].
Eğer boynumu kaldırıp bakarsam boynumu vurmasından çekinirim” diye bir ifade
kullanıyor.
19
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Menâkıbü’l-ârifîn’den beslenen kaynaklar pek incelenmedi. Aydınoğlu Umur
Bey’in Destan-ı Umur Paşa’nın, Enverî’nin Düsturnâmesi’nin kaynaklarından birisi Menâkıbü’l-ârifîn olabilir mi? Mukayese ettiğinizde sanki Menâkıbü’l-ârifîn’in
de Düsturnâme’nin kaynaklarından birisi olabileceği hissine kapılıyorsunuz. Ancak
bununla ilgili bir yazıya rastlamadım şimdiye kadar. Yine önemli addedilen Fîhi mâ
fîh’in, Mevlevîliğin Baba Yusuf’un risalelerinde geçtiğini görüyoruz. Baba Yusuf figürü aynı zamanda Ahi Evran ve ahilikten çokça bahseder. Mikail Bayram’ın ifadesine
göre bu Ahi Evran’ın bir eserinin Türkçeye tercümesidir. Yani Ahi Evran’la Mevlana’yı buluşturan bir figürdür Baba Yusuf. Zamanlarında düşmanlıkları eserlere
konu olan Mevlana’yla Ahi Evran’ı buluşturan, bir anlamda sentez üreten bir 15. asır
Karaman eyaleti. Daha sonra Fatih idaresindeki Aksaray’da yaşayan Baba Yusuf,
1479 tarihinde vefat ediyor. Baba Yusuf Osmanlı vakıf kaynaklarında da geçiyor ve
orada Aksaray’ın önemli şeyhleri arasında sayılıyor.
Bir Selçuklu’dan Karamanoğlu’ya Karamanoğlu’ndan Osmanlı’ya geçiş sürecinde yaşananları anlama açısından Menâkıbü’l-ârifîn olsun, Şikarî Tarihi olsun,
Baba Yusuf’un metinleri olsun hepsi önemli bilgiler sunuyor. Baba Yusuf’un bir de
divanı var: Hakîkî Divânı, Kültür bakanlığından kitap olarak da yayınlandı ve doktora
tezlerinde kullanıldı. Benim tezimde kullandığım nüsha Somuncu Baba’nın soyundan gelen Sadi Somuncuoğlu’nun nüshasıydı. O dönemde böyle bir sentez üretilebiliyor ve hiçbir şekilde Aksaray’da sürgüne tabi tutulmuyor Baba Yusuf. Onların
haricinde Osmanlılarla ilgili ifadeleri var. Örneğin “Gazilik garete mübeddel olup”
diyor. Burada Osmanlı’nın gaza idealinin bir anlamda yağmaya dönüştüğünü söylüyor. Bu şekilde Osmanlı’nın Karaman işgalini eleştirdiğini, zamanın sultanından
adalet talep ettiğini görüyoruz. Bütün bu protest tavırlarına rağmen Osmanlı onu
Aksaray’dan sürgün etmemiştir ve hatta Aksaray vakıfları arasında ilk olarak Baba
Yusuf’un vakıflarının zikredildiğini görüyoruz. Bu geçiş sürecini anlamamız açısından, kroniklerin az olduğu bir dönemde Menâkıbü’l-ârifîn, Baba Yusuf’un eserleri,
Şikarî Tarihi, Menâkıbü’s-Seyyid Harun ve Menâkıbü’s-Seyyid Ali Semerkandî göz
ardı edilemeyecek kaynaklardır. Biz biliyoruz ki Aşıkpaşazade’nin eserinin ismi
menâkıblardan beslenmesinden mütevellid Menâkıb-ı Âl-i Osmân diye geçer, Halil
İnalcık da “How to read Aşıkpaşazâde?” makalesinde bunu ifade etmektedir.
Teşekkür ederim.
Biz çok teşekkür ederiz. Sorulara geçelim. Buyurun.
Birinci sorum, Mevlevî tarikatı Mevlana’dan sonra kuruldu diye biliyorum. Mevlana zamanında da ayinler var mıydı? İkinci olarak da Mevlana’ya yönelik ciddi eleştiriler var. Ajanlık gibi ve daha birçok şey var. Bunun hakkında neler söylersiniz?
Bir de Nasreddin Hoca, Şeyh Edebali ve Mevlana üçlüsü tarih olarak aynı dönemde
midir? Onları nereye oturtabiliriz?
20
Anadolu Kronikleri
Evet, bu soruyu sorduğunuz iyi oldu. Bu metin 1353 yılında tamamlandı dedim.
Mesela Mevlana 1353’de Mesnevî’yle ilgili şu ifadeyi kullanıyor: “Tanrıya tekrar tekrar yemin ederim ki bu mana -yani bu mana dediği Mesnevî- güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak ve uzak iklimlere gidecektir.” Bugün Amerika’da bestsellerlar arasında Mesnevî . “Hiçbir mahfil ve meclis olmayacak
ki orada bu sözler okunmuş olmasın.” Mesela ben geçen sene Avrupalı bir Budist
ile konuştum. Biz Budist tapınaklarında Mesnevî okuyoruz dedi. Hatta o dereceye
kadar ki musibetlerde Mesnevî okunuyor. “Zevk ve safa yerlerinde okunacak. Bütün
milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır.” Bütün milletlerin
şimdi ortak kültür hazinesinin bir parçası Mesnevî. Bu Moğol hükümdarlarının himayesi olmasaydı Mesnevî bugüne kadar gelmeyecekti. İlhanlılar da, Mevlana’nın
bir uzak görüşünün ifadesi olarak görebilir. Mesela ilk Moğol hükümdarı İslamiyet’i
kabul eden Berke Han, 1260’da Altınordu hükümdarı ve İlhanlılara karşı Memluklarla işbirliği yapıyor. İlhanlılar Moğol ailesinden geliyor. Sonra Gazan Han 1290’lı
yıllarda Müslüman oluyor ve Reşidüddin gibi büyük bir tarihçinin İlhanlı veziri oluyor
ve Tebriz yakınlarında -Marshall Hodgson anlatıyor bunu belki daha ayrıntılı bilenler
olabilir- ilim adamları için bir kasaba inşa ediliyor ve sırf ilim adamları için hastane
yapılıyor. 50 doktorun hizmet verdiği zamanın tüm bilim adamlarının toplandığı bir
kasaba ve burada ilmi çalışmalar yapılıyor ve ilim adamlarının tüm ihtiyaçları düşünülüyor. Bu devletin veziri Reşidüddin, Câmiü’t-tevârih adlı bir dünya tarihi yazan,
belki de derli toplu ilk dünya tarihi yazan bir isim. Ben Baba Yusuf örneğini onun için
verdim. Hem Ahi Evran’dan hem de Mevlana’dan öğreneceğimiz şeyler var. Tarihe
bir açıdan bakmamak gerekiyor. Moğol casusu gibi değil ki Moğolları eleştirdiğini
biraz önce konuşmanın başında ifade ettim. Moğolların tahribâtıyla ilgili ifadeler var,
bunu bir Mevlevî dervişi anlatıyor mesela. 12 bin mescidi ateşe verdiklerinden bahsediyor aynı eser. 50 bine yakın talebe hafızı katlettiklerinden bahsediyor. 200 bin
insanı yere gömdüklerinden bahsediyor ve belki bir zorunluluk o zaman Moğollarla
iyi geçinmek. Ayrıca Nureddin Pervane devrinde Mevlevî vezir ve onun döneminde
Konya en müreffeh devirlerinden birisini yaşıyor. Taşköprüzade Şakayık-ı Numaniye’de bahsediyor: Mesela bir Osmanlı âliminden, belki ismini bilen vardır ben Arapçasından okurken karşılaşmıştım. Hacca iki kitap götürüyor birisi Kur’an-ı Kerim
diğeri de Mesnevî Şerif, böylesine kapsayıcı bir metin. Mesela Victoria Hollbrook
Şeyh Galip’le ilgili kitabında İslam dünyasında Kur’an’dan sonra en fazla okunan
kitap olarak Mesnevî’yi söylüyor. Mesela Annemarie Schimmell’in çalışmaları var.
Mesnevî’yi Fransızcaya çeviren Eva Hanım var bunları nereye koyacaksınız ki. Bu
söylediğimiz Annemarie Schimmel gibi kişiler hem tarih metodolojisi açısından
hem getirdikleri yorumlar açısından Türkiye’de birçok kişiden daha fazla o döneme
vakıf insanlar. Ben bu konuda Türkiye’deki yorumların çok kısır yorumlar olduğunu
düşünüyorum.
21
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Teşekkür ederim. Nasreddin Hoca Şeyh Edebalı aynı dönemde mi? Ahiler ve
ayin mevzuuna da biraz değinir misiniz?
Mevlana döneminde Mevlevî ayinleri var, semaları var, sema törenlerinden bahsediliyor. Hatta Selçuklu sultanları Anadolu Selçuklu sultanlarının bizzat katıldığı
ayinler var. Mesela Muineddin Pervane’nin düzenlediği ayinler var.
Ama sistematik hale gelmemiş değil mi?
Sistematik hale gelmiyor evet. Mevlana daha çok düşünce kısmını oluşturuyor.
Daha sonra kurumsallaşması Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi dönemi…
Ben birbirlerine soğuk baktıkları gibi bir şey hatırlıyordum da…
Ahilerde mi?
Evet.
Şöyle bir şey var: Ahiler Moğollara karşı bir hareket güttükleri için Moğollar
idaresinde şöyle oluyor: Hankâh-ı Ziya var, Hankâh-ı Lala Ruzbe var. Hankah dediğimiz büyük tekkeler. Ahilerin elindeki bu tekkeler ahilerin elinden alınıp Moğol
idaresinde Mevlevîlere veriliyor. Bunu Menâkıbü’l-ârifîn’de görüyoruz.
Yoksa Mevlevîlikle, Mevlevîlerle Şeyh Edebali arasında bir anlaşmazlık
olduğundan değil, Moğollarla ilgili yani.
Moğollarla ilgili siyasi sebepler… Farklı sûfîleri desteklediklerini görüyoruz.
Bir soru sorabilir miyim? Menâkıbü’l-ârifîn’de Mevlana’nın soyu hakkında bir
bilgi var mı?
Hazreti Ebu Bekir’e dayandığı söyleniyor.
Kitapta geçiyor değil mi?
Evet geçiyor.
Teşekkürler hocam.
Bu kaynakları -menakıbları- tarihsel bir kaynak olarak kullanırken herhalde
bazı dikkat edilmesi gereken, ya da ihtiyatlı olunması gereken noktalar var. Aynı
şey Osmanlı kronikleri için de geçerli. Siz burada Eflâkî’nin Arif Çelebi’nin müridi olduğunu zaten söylediniz. Devamında da konuşmanızın tarihsel figürler olarak
daha ziyade Mevlevî şeyhlerinin ön planda olduğunu söylemiştiniz. Bu herhalde çok
şaşırtıcı olmasa gerek. Yani yazarın kimliğini bütün metinde görmemiz yeterli mi?
22
Anadolu Kronikleri
Nasıl yaklaşmak lazım tarihsel kaynak olarak, nasıl kullanmak lazım? Mesela olayların tarihlerini pek de doğru nakletmiyor gibi.
Çoğu tarihler hakikate uyuyor. Birçok kronikte göremediğimiz kesinliği eserde
görmek mümkün.
Bununla bağlantılı ek olarak şunu sorayım. Güvenilirliğini neye borçlu bu kaynak? Bir de yazımının 34 yıl sürmesinin bir sebebi var mı?
Daha sonra redakte ediliyor. Ulu Arif Çelebi ölüm döşeğindeyken emrediyor.
Ama aklında Mevlana ailesinin tarihinin yazılması var. 1319’da bir nüshasını yazıyor,
daha sonraki Emir Arif Çelebi kısımlarını da ekliyor, daha sonraki şeyhleri -1350’ye
kadar olan- gözden geçiriyor ve tekrar Arif Çelebi sonrasındaki yeni şeyhleri de
ekliyor. Ama en orijinal kısmı tabi Arif Çelebi’yle ilgili bizzat kendisi şair olarak
seyahatleri anlattığı kısım. En uzun kısmı Mevlana’yla ilgili kısmı, ama en orijinal
kısmı Ulu Arif Çelebi’nin olduğunu görüyoruz. Tabi mukayeseli ele almak gerekiyor
bununla ilgili örnek çalışmalar var mesela. Elizabeth Zachariadou’nun hem Bizans
kaynaklarını kullanarak hem de diğer kaynakları ve Osmanlı kaynaklarını kullanarak yaptığı çalışmalar var. İşte tabi biraz dil bilgisiyle alakalı, İnalcık usulünü
kullanarak Bizans kroniklerinden Türkçe basılı onlara bakmak gerekiyor. Gürcü ve
Ermeni kaynaklarına da bakmak gerekiyor. Ebu’l-Ferec gibi kaynaklara da bakmak
gerekiyor. Bizde yapılan doktora tezlerine de bakmak gerekiyor o dönemlerdeki.
İbn-i Bibi’ye, Müsameretü’l-ahbar’a bakmak gerekiyor. Selçuknâme ışığında ve işte
İrene Melikoff’un çalışmaları bununla ilgili daha sonra Fransız tarihçilerin önemli
çalışmaları var.
Bir de seyyahlar da var.
Mesela burada Anadolu Mevlevîleriyle ilgili bilgilerin benzerini mesela İbn-i Batuta Anadolu Mevlevîliğiyle ilgili de vermektedir. Mesela bir yere gidiyor ve orada
kendisine iyi ve seçkin atlar, değişik kumaşlar hediye ediliyor. Anadolu Mevlevîliğiyle ilgili rivayetleri İbn-i Batuta’yla karşılaştırdığında ilginç benzerlikler ortaya
çıkıyor. Anadolu’nun müreffehliğiyle ilgili ilginç şeyler ama Orhan Gazi’yle ilgili veya
Osman Gazi’yle ilgili bir şey göremiyoruz.
Şimdi ben şeyi belirteyim de Menâkıbü’l-ârifîn’den esinlenen kaynaklarından
bahsettiniz. Baba Yusuf gibi bir de Menâkıbü’l-ârifîn’in kullandığı kaynaklar var.
Onlara da değinmek gerekiyor aslında. Bundan yaklaşık 50 ve 60 yıl önce yazılmış
olan Sipehsalar Risalesi var. Büyük oranda menkıbeler oradan alıntılanıyor ama
abartılarak anlatılıyor Menâkıbü’l-ârifîn’de. Mevlevîliği tesis eden yani sistematik
hale getiren Ulu Arif Çelebi olduğu için böyle bir tarih yazılmasını kendisi istiyor.
Kurduğu sistemin belki bir ideolojik alt yapısı için. Çünkü orada çok acayip bir Mev23
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
lana figürü var. Normalde Sultan Veled’in eserlerinde, Sipehsalar’da da yaklaşık
40 tane kerametinden bahsediliyor Mevlana’nın. Ama bunlara bakıldığında çok da
olağanüstü şeyler olmadığı görülüyor. Bununla beraber Eflâkî’nin anlattıkları çok
olağanüstü olaylar ve bu kerametlerin pek çoğu da daha önce peygamberlerin anlatılan kıssalarından bahsedilen ve daha önceki sûfîlerden bahsedilen kerametler
bir nevi ona adapte etmiş gibi bir ideolojik metin olarak görülebilir.
Doğru, Sipehsalar... Tahsin Yazıcı da onu söylüyor hatırlattığınız iyi oldu.
Yani Ulu Arif Çelebi özellikle pek çok şeyi kuran olduğu için onun dönemi çokça
anlatılıyor. İşte Mevlana’ya karşı çıkanların felç olmaları, kolunun, kafasının kırılması, Mevlana’ya karşı çıkanların başına gelenlerin olağanüstü halleri onu biraz
güçlendirmek için yazılmış olabilir.
Tabi ve hatta Ulu Arif Çelebi kısmında daha belirgin o. Karşı çıkanların olağanüstü şekilde aniden ölmeleri vs. Bizim bildiğimiz o mutedil Mevlevî tipine biraz
aykırılık…
Normalde Sultan Veled Mevlana’dan bahsederken hiç olağanüstü olaylardan ve
hallerden bahsetmiyor. Belki Sipehsalar 40 tane olay anlatıyor bazen de zorlama
biraz belki 40 sayısına ulaşabilmek için anlatıyor ama Eflâkî epey abartıyor.
Evet, Sultan Veled’in eserleri de söylediğiniz o kaynaklar arasında. Bir de Eflâkî’nin kaynakları arasında Sultan Veled’in İbtidanâme’si var. İşte benzerlikleri
Tahsin Yazıcı hazırlıyor. Mesela Sultan Veled’in Rebabnâme adlı eseri var ve İntihanâme adlı eseri var ve Maarif adlı eseri var, Makâlât-ı Şemseddin Tebrizi adlı
eseri var. Bütün bu eserler Menâkıbü’l-ârifîn kaynakları arasında yer almakta. Yine
Maarif-i Sultan Bahaüddin Veled adlı eseri… Fîhi mâ fîh de Mevlana’nın Mektûbât’ı
da Menâkıbü’l-ârifîn’in kaynakları arasında. Mesnevî ve Divan-ı Kebir de yine Menâkıbü’l-ârifîn kaynakları arasında yer almakta.
Hocam, şimdi ben merakımı gidermek adına şunu söyleyeyim; şimdi hankahlar
Mevlevî tarikatlarına dönüştürülüyor diye biliyorum.
III. Selim döneminde Bektaşilerin bazı tekkelere verilmesi gibi Moğol idaresi
altında da bazı ahi hankahları veriliyor.
İşte ahi hankahı… Bir de yani şöyle bir şey de var. Hani Türkiye Cumhuriyeti
döneminde de malumunuz bütün tarikatlar kapatılıyor ve sadece Mevlevî tarikatları
serbest bırakılıyor. O dönemde de acaba bu Mevlevî tarikatları efdal midir, yoksa
devletle güçlü bir bağı güçlü bir geleneği mi var yani Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kadar hani güçlü bir bağ mı var?
24
Anadolu Kronikleri
Gölpınarlı bunu şununla izah ediyor: Mevlevîlik yüksek muhite hitap ediyor.
Ahmet Avni Konuk?
Ahmet Avni Konuk… Klasik’ten çıkan çalışmada* kültürel açıdan Türkiye’deki Mevlevî etkisi üzerine çok daha güzel bilgiler görebileceksiniz. Aynı zamanda
Ahmet Avni Konuk İbn-i Arabi’ye de şerh yazabilen, musiki meşk edebilen birisi.
Mesela Ahmet Avni Konuk ile ilgili Dücane Cündioğlu mesela bir televizyon programında dinlemiştim şöyle demişti: “20. asrın tüm günahlarını terazinin bir kefesine
koysanız terazinin diğer kefesine Ahmet Avni Konuk’u koysanız, Ahmet Avni Konuk
tarafı daha ağır gelir” diye böyle bir ifade kullanmıştı. Biraz mübalağalı olsa da gerçek payı olan bir şey.
Biraz da şâirâne hocam.
Evet.
O dönem sûfî oluşumlar var. Torlaklar, Kalenderîler gibi hani bu tarz kurumsal
seyre katılmayan hatta geleneksel o yapılara da karşı çıkışta olan tavır ve üslupları
olan kişilere nasıl bakışı var onu merak ettim?
Kalenderîlere sempatik ve müsamahakâr yaklaşıyor, Mevlana muhibbi şeklinde... Menâkıbü’l-ârifîn’de geçen esrarengiz şahsiyetlerden birisi de Ahmet Fakih.
Ahmet Fakih meselesi… Mesela onu söyleyecektim: Akşemseddin Menâkıbnâme’sinde İstanbul’un fethinin iki büyük mimarından bahsediliyor. Birisi Hızır Nebi
diğeri de Ahmet Fakih. Anadolu kutupları arasında Ahmet Fakih… Karaman eyaleti
evkaf defterlerine baktığımızda ilk önce Mevlana Celaleddin Rûmî zikredilir Osmanlı’daki Karaman eyaleti evkaf defterlerinde. İkinci Sadreddin Konevî, üçüncü ise Ahmet Fakih. Bu derece önemli olmuş ve Akşemseddin menâkıbına girmiş bir isim.
Yine 1470’li 80’li yıllarda Eğridir‘de yazılan Hızırnâme’de de yine Ahmet Fakih’in
Anadolu evliyaları arasında gösterildiğini görüyoruz. Ahmet Fakih, Menâkıbü’l-ârifîn’de zikredilen kalender-meşrep birisi.
Hocam Kalenderîleri Mevlana’nın hoş görmediğini ben duydum onunla ilgili
yanlış mı biliyorum yoksa?
Menâkıbü’l-ârifîn’de zikredildiği kadarıyla daha çok sempatik.
Bazı yönleri itibariyle saçları kesmeleri yönüyle tamam ama diğer yönleriyle
mesela kullandıkları bir takım bağımlılık verici şeyler, kıyafet… Şey itibariyle tembel tembel durdukları gibi bir takım rivayetler…
* Savaş Barkçin, Ahmet Avni Konuk, İstanbul: Klasik Yayınları, 2009.
25
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Tembellik meselesinde şöyle bir sözü var Mevlana’nın: “Boşuna da olsa çaba
sarf etmek uyumaktan daha iyidir” diye, Mesnevîde geçer. Menâkıbü’l-ârifîn’de de
ifadesini bulan bir şey var.
Uyumaya çalışmak uyumaktan evladır.
Bilmiyorsunuz ama Şems’in Kalender olduğu rivayetleri de göz önünde bulundurulursa sempatiyle bakması daha makul.
Bunu Ahmet Karamustafa ifade ediyor kitabında. Tanrının Kuraltanımaz Kulları
başlıklı kitabı.
Sünnilik-Şiilik-Alevi gibi ayrımlar görülüyor mu?
Yani öyle bir ayrım Ulu Arif Çelebi kısmında Olcaytu’nun Şiiliğe meyletmesi bağlamında Olcaytu’nun bu tür sapkınlıklara düştüğüyle ilgili Şiiliği eleştiren pasajlar
var.
Keykavus ve Kabusnâme geçiyor mu bu kitapta?
Menâkıbü’l-ârifîn’de mi?
Evet.
Onlar geçmiyor, ama mesela Gazalî geçiyor burada. “Muhammed Gazali şayet
Ahmet Gazali gibi olsaydı gönül dünyasına biraz daha girseydi çok daha farklı olurdu” diye öyle bir ifade var.
Osmanlı kitaba itibar ediyor mu?
Evet, tercümeleri var. Osmanlı’da yapılmış tercümeleri var.
Sayı itibariyle ortalamanın üzerinde midir? O sayıdan da yola çıkarak bir yorum
yaparsak...
15. asırda tercümeden bahsediyor: Mesela 1588-89 yılında Konya’dan İstanbul’a
gelen derviş Muhammed Mesnevî Han’ın Menâkıbü’l-ârifîn eserini tercüme ettiği
ifade ediliyor. Süleymaniye Kütüphanesi’nde var.
Mevlevî dışı mahfiller veya diyelim ki devlet ricali birçok tarikatla doğrudan irtibatlı olmayan ya da medrese çevreleri vesaire tarihçiler kitaba nasıl bakıyor?
Bizzat Menâkıbü’l-ârifîn’e mi yoksa… ?
Yani bu kitaba duyulan ilgi.
26
Anadolu Kronikleri
Ben tercümeleri biliyorum.
Tercümeler de var şerhler de var. Süheyl Ünver yayınlamıştı.
Çok mu bunlar
Benim bildiğim hem Farsça hem Osmanlıca beş altı tane var.
Menâkıbü’l-ârifîn’in de birçok nüshası var Süleymaniye Kütüphanesinde ve
çoğu da yazma şeklinde, kolaylıkla kullanılabilir.
Peki başka soru yok sanırım. Hocam çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Önümüzdeki ay yeni bir kroniği tartışmak üzere hepinize iyi akşamlar diliyorum.
27
Danişmendnâme
Saltuknâme, Ebu’l Hayr Rumi
Turgay ŞAFAK
Öğr. Gör. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü
Anadolu kroniklerine başlamıştık, bugün Saltuknâme ve Danişmendnâme’yle
bu toplantıların ikincisini gerçekleştiriyoruz. Battalgazi veya Battalnâme’yi de
ekleyip belki bunu üçleme yapmak lazımdı. Herhalde bu iki kitap ya da bunlardan
bir tanesi, belki biraz kişiler farklı olmakla beraber üçünü temsil edebilir bir yerde.
Biraz birbirinin devamı gibi; Battalnâme, Danişmendnâme, en son ayağı bunun
Saltuknâme.
Bugün Dr. Turgay Şafak konuğumuz. Kendisinden biraz Saltuknâme ağırlıklı olmak üzere Danişmendnâme ve Saltuknâme dinleyeceğiz. Erken dönem Osmanlı ve
bu dönemde Anadolu’da cereyan eden savaşlar ve mücadelelerin biraz menkıbevî
anlatımı üzerine bir sunum olacak. Tekrar teşekkürler ve buyurunuz.
Belirttiğiniz gibi bu Anadolu İslamî destanların üç önemli eseri var: ilki Battalnâme, ikincisi Danişmendnâme, üçüncüsü Saltuknâme. “Saltuk”u iki türlü de okuyanlar/yazanlar var. Mesela Ahmet Yaşar Ocak özellikle “Saltıknâme” olarak tercih et29
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
miş. Eseri de var bununla ilgili Sarı Saltık; Saltık diye yazmış özellikle. Pek çok yerde de onu kullanmış ama Osmanlıca’da “Saltuk” diye geçiyor. Sarı Saltuk’un veya
Saltuknâme’nin diğerlerinden ayrılan bir tarafı var aslında. İkisi yani Battalnâme ve
Danişmendnâme daha gazâ ağırlıklı, fetihler ve savaş ağırlıklı diyebileceğimiz bir
özelliğe sahip. Saltuknâme’nin menkıbevî tarafı olduğundan dolayı daha tasavvufî,
sûfî bir tarafı da var.
Kitaptaki aktörler itibariyle de öyle biraz.
Tabii, tabii… Eserden bahsedeyim önce sonra içeriğe gireriz. Bu sunum için
daha ağırlıklı olarak Saltuknâme’ye baktım. Saltuknâme 15. yüzyılda kaleme alınmış. Yazarı Ebu’l Hayr Rûmî: Cem Sultan’ın maiyetinde bulunan bir yazar ve şair.
Gerçi başka eserleri bize ulaşmamış ama bu eser bile tarihe geçmesine sebep
olmuş. Fatih Sultan Mehmet, Uzun Hasan’la savaşa gittiği zaman Osmanlı geleneği olarak şehzadeyi sınır bölgesine gönderme geleneğine uyarak Cem Sultan’ı
Edirne’ye gönderiyor. Cem Sultan da bölgeyi gezerken Babaeski’de Sarı Saltuk’un
türbesine rastlıyor ve bu menkıbeleri duyuyor. Ebu’l Hayr Rûmî’ye bunu kaleme
almasını ve derlemesini söylüyor. Müellifin kendisinin belirttiğine göre yedi yıl boyunca bunları derliyor. Bundan önce veya 15. yüzyılda kaleme alınmış ama olay 12.
yüzyıl 13. yüzyılın başlarında geçiyor. Sarı Saltuk’un ölüm tarihi 1298, bir yıl daha
yaşasa Osmanlı’ya yetişecekti. Bundan önce Sarı Saltuk’tan bahseden kaynaklar
var. Tabi bunlar ya menkıbevî özellikler veya efsanevi özellikler kazanmış. Sarı
Saltuk’tan bahseden ilk eser İbn-i Batuta. Yaklaşık Sarı Saltuk’ın ölümünden 50 yıl
sonra. Demek ki Sarı Saltuk hem yaşadığı dönemde hem de kısa süre sonra halk
arasında bir kahraman haline geliyor. İbn-i Batuta’nın ondan bahsediyor olması
ilginçtir.
İbn-i Batuta duymuyor herhalde?
Kırım’dan geçerken duyuyor. İfade şu; “Nihayet Baba Saltuk adı ile bilinen ve
Türklerin yaşadıkları toprakların sonu olan kasabaya geldik”, bahsettiği yer Dobruca tarafları, “onların inançlarına göre olağanüstü güçlere sahip kerametli biriymiş.”
İbn-i Batuta yazıyor bunu. Lakin hakkında söylenenler dinin temel prensipleriyle
bağdaşmamaktadır. Yani Kalenderîlik özellikleri taşıyan bir şahsiyet. Kalender olduğunu özellikle vurguluyor Ahmet Yaşar Ocak. Ama Saltuknâme’de bunun tam
tersi bir şey var.
Kitaptaki görüntüsü dikkatimi çekti de bu Hıristiyanların aziz…
Ebussuud Efendi’nin de Sarı Saltuk’la ilgili bir fetvası var, birazdan söyleyeceğim. İbn-i Batuta bölgede duyuyor ve bunu aksettiriyor eserinde. Ama Saltuknâme’de bahsedildiğine göre Sünnî Hanefî mezhebinden mutaassıp bir şahsiyet.
30
Anadolu Kronikleri
Belki kitaba almamış olabilir Rûmî.
Bence kendisi özellikle yazmıştır.
Tamam, ben de onu diyorum. Bu tür dairenin dışında olabilecek rivayetleri almamıştır.
Almamıştır veyahut değiştirmiştir.
Sarı Saltuk tam olarak nerede? Hangi yörede?
Şimdi söyleyeceğim onların hepsini. Saltuknâme’nin bilinen belli başlı üç büyük
nüshası var. Birisi en sağlam ve eksiksiz olanı Topkapı Sarayı’nda. Onun da maalesef ilk yaprağı yok. Diğer nüshanın da aynı şekilde ilk yaprakları yok. O yüzden doğumuyla ilgili net bilgi bulunmamakta. Muhtemelen doğumuyla ilgili yine efsanevî
şeyler yer alacak bu kitapta; babasının seyit olduğu, soyunun Hz. Peygamber’e dayandığı gibi şeyler var. Diğer eser, Yazıcızade’nin Oğuznâme’si: İbn-i Bibi’nin Tarih-i
Âl-i Selçuk’un tercümesi olan Oğuznâme. Ama İbn-i Bibi’de olmayan bilgiler var kitapta. Özellikle Sarı Saltuk’la ilgili bilgi İbn-i Bibi’nin Farsça tarihinde yok. Ama aynı
dönemde İbn-i Bibi’yle kaleme alınan Bizans kaynaklarında Sarı Saltuk’tan bahsediliyor. Ahmet Yaşar Ocak ‘bunu muhtemelen o bölgeden duymuştur, öyle yazmıştır’ diyor. Ama şunu iddia edebiliriz: Yazıcızade, belki o, Bizans eserlerini görmüştü.
Çünkü II. Murat dönemi kaleme alınıyor o zaman yoğun bir tercüme faaliyeti var,
hem Arapçadan hem Farsçadan kültürel hayatta bir hareketlilik var. Yazıcıoğlu’nun
o eserleri, Bizans kroniklerini görmüş olma ihtimali uzak değil.
Zaten Yazıcızade, kendi kitabı Tevârih-i Âl-i Selçuk’u çeviriyor. İbn-i Bibi’yi ve
önümüzdeki ay sunulacak olan Ravendî’yi tercüme ederek oluşturuyor bir yerde o
iki kitabı. Dolayısıyla zaten bir derleme gibi yazan birisi mutlaka başka kaynakları
da görmüş olabilir. Böyle bir ihtimal daha ağır basıyor gibi.
Evet bence de öyle. Geçen hafta Sadık Yazar’ın bir sunumu vardı, Osmanlılarda
Tercüme Geleneği diye… Orada ben kalamadım sonuna da muhtemelen şey diyordu: “II. Murat döneminde” diyor, “Avrupa’dan yapılan tercümeler var” diyor. Sonunu
dinleyemedim, o yüzden tam net söylemeyeyim. Ama var, bana göre öyledir. Kitap
yedi cilt olarak tıpkıbasımı Harvard’da yapıldı. Şinasi Tekin’le Fahir İz hoca birlikte
yayınladılar. Yedi fasikül olarak yayınladılar. Maalesef bizim kütüphanemizde olmadığı için getiremedim. Şehir Üniversitesi’nde bir fasikül vardı sadece. Onun dışında
Şükrü Haluk Akalın üç cilt olarak yayınladı -bu doktora tezi aynı zamanda, transkript
ederek yayınladı-. Hiçbir şey yok ama, önsözde bilgi vermemiş.
Zaten edebî açıdan, yani cümle yapısı vesaire çerçevesinde inceliyor.
31
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Evet muhtemelen tezi de o şekildeydi.
Aldığım notlardan aktarayım. Mensur Türk destanlarını söyledim size. 13’üncü
asır alperenlerinden biri olan Sarı Saltuk’un menakıb ve hayatını anlatıyor. Kitap
aslında üç kademeli bir kitap: İlk olarak Sarı Saltuk’un gerçek yaşamına dair bilgiler var. Türkiye’den balkanlara göçle ilgili çok önemli bir kaynak. Selçukluların
son dönemi, taht kavgalarının olduğu dönem... II. İzzettin Keykavus, -annesi Bizans
tekfurunun kızı- taht kavgaları başlayınca taraftarlarıyla birlikte aşiretiyle birlikte
oraya sığınıyor: Bizans’a, İstanbul’a sığınıyor ama orada rahat durmuyorlar Türkler,
imparatoru devirmeye kalkıyorlar.
İmparatoru?
Evet, Bizans kralını diyelim.
Nasıl destekliyor bunu?
Çok kalabalık geliyor, tek kişi gelmiyor. 3000-4000 kişiden bahsediliyor. Onu
devirmeye kalkışınca Bizans imparatoru bu sefer II. Keykavus’u hapsediyor. Diğerleri de Sarı Saltuk önderliğinde Dobruca’ya yerleştiriliyor. Balkanlara yerleşen ilk
Müslüman Türk grubun da bunlar olduğu söyleniyor. Hatta daha sonra Bulgarlar
vesaire diğer Balkan halkların etkisiyle Hristiyanlaşan Türkler olan Gagavuzların
Keykavus’tan dolayı o adla anıldığı iddia ediliyor.
Gagavuz kelimesinin Keykavus’dan geldiği?
Evet, Keykavus’tan geldiğini. Kemal Karpat Hoca’nın Gagavuzların kökeniyle ilgili bir makalesi var, orada ayrıntılı olarak anlatmış bunu. Farklı rivayetlerde farklı
şekilde anlatılmış Sarı Saltuk. Evliya Çelebi’de genişçe bilgi var, bazı menkıbeler
anlatılıyor. Evliya Çelebi’ye göre Ahmet Yesevî’nin müridi. Ahmet Yesevî’nin ismi de
Muhammed Buharî’dir, yani kendisi Buhara asıllıdır. Evliya Çelebi’ye göre Hacı Bektaş’a destek vermesi için yanında müritleriyle birlikte Anadolu’ya gönderiyor. Velayetnâme’de, Bektaşi kaynaklarındaysa, Hacı Bektaş’ın müridi olarak görünüyor.
Sıradan bir çobanken Hacı Bektaş’la karşılaşıyorlar. Hacı Bektaş buna bazı sorular
soruyor. O da çok itaatkâr üslupta cevaplar veriyor. Bu durum hoşuna gidiyor ve
sonra “seni Rumeli’ne saldım” gibi bir tabir kullanıyor. Saltuk’un da salınan/gönderilen anlamında olduğu Bektaşi kaynaklarında geçiyor. Tabii bu sonradan uyarlanmış Bektaşîlik. Soyu Saltuknâme’de Hz. Ali yoluyla Hz. Peygamber’e dayandırılıyor.
Ama kullanırken Saltuk-i Türk diye kullanıyor, bu da onun belki Türk olduğuna da
bir işaret. Olayın geçtiği mekanlar arasından bakarsak -dedik ya üç katmanlı bir hikaye- gerçek yaşamla ilgili bilgiler var. Türklerin balkanlara yerleşmesi, bölgedeki
diğer kavimlerle yaptığı mücadele, tekrar Dobruca’dan Kefe’ye bir göçleri var, ikinci
bir göç. Onunla ilgili bilgiler Kefe’den tekrar Dobruca’ya/Balkanlara göçmeleri var,
32
Anadolu Kronikleri
onunla ilgili bilgiler var. Bu birinci katman… İkinci katmanda bol bol menkıbe var.
Yani ondan önceki tasavvuf literatüründeki menkıbelerin hatta peygamber mucizelerinin pek çoğu buna da uyarlanmış: İşte suda yürüme mucizesi ya da kerameti
diyelim, ölüyü diriltme… Onunla ilgili “biz” diyor “nasıl diriltelim ölüyü, Hz. İsa’ya
verilmiş bir mucizeydi bu”. “Ancak Hz. İsa yapabilirdi” diyor. Sonra genel şeylerde
olduğu gibi rüyasında ona yapabileceği telkin ediliyor ve ölüyü diriltiyor. İşte kuyuya
atılıp boğulmaması, suda boğulmama mucizesi kerameti veya pek çok şey ona da
uyarlanmış. Üçüncü katmanında daha efsanevi tarafı var Sarı Saltuk’un: Cinlerle
savaşı, ejderhaları öldürmesi gibi.
Aziz Jhon efsanelerine benzetiliyor.
Onu şimdi söyleyeceğim. Balkanlarda anlatılan bir şey var: Azize atfedilen bir
padişahın kızını ejderhalar hapsediyor. Padişah diyor ki “kim onu kurtarırsa kızımı
onunla evlendireceğim”. Hıristiyanların anlattığı hikayeye göre o aziz kurtarıyor kızı.
Aynısı Sarı Saltuk’a da uyarlanmış, gidip ejderhayla savaşıyor ve kızı kurtarıyor.
Tabii kurtardıktan sonra kralın yanına gitmiyor Sarı Saltuk. Başkaları çıkıp ortaya
diyor ki biz kurtardık. Onun kahramanlıkları anlatılınca, Sarı Saltuk bu sefer kendisi
“hayır” diyor, “olur mu öyle şey, bizim yaptığımız bir şey neden başkasına mal ediliyor”. Bu sefer onların yalan söylediğini iddia ediyorlar. Sonra kıza soruluyor, kız da
onaylıyor Sarı Saltuk’un yaptığını.
Böyle Hristiyan kültüründe olan bir şeyin Müslüman bir topluluğun kültüründe
de yer alması enteresan bir şey. Bu yaklaşım o dönemde metinlerde yer alıyor muydu, bu tür efsanevi şeyler?
Tabii.
Ama bunlar, olağanüstü hadiseler olarak geçmiyor herhalde. Menâkıb dediğinde aslında gerçek dışı demiş olmuyor. Olağanüstü, herkesin harcı olmayan, gerçek
dışı olan şeyler…
Tabii, onlara Allah’ın lütfettiği bir olağanüstülük…
Bir de özellikle Balkanlarda galiba, gerçi Anadolu’da da benzer şeyler var, hatta
son dönemlere kadar kesintili kesintisiz diyemeyeceğim son dönemde de rastladığımız şeyler var: Mesela gayrimüslimler… İşte bizim evliya olarak bilinen kişilere
çocuklarını götürüyorlar, okutturuyorlar, üflettiriyorlar veya kendilerini okutturuyorlar Müslüman olmamakla beraber.
Hep böyle efsaneleştirme geleneği.
Klasik dönem için zaten işin hakim unsuru o.
33
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Farklı yerlerde türbeler var. Sarı Saltuk’un özellikle Balkanlarda, Bosna’da,
Dobruca’da, Babaeski’de… Babaeski gibi isimler zaten Sarı Saltuk’tan dolayı konmuş isimler. Babaeski var, Babadağ var Romanya’da…
Anadolu’da da var bir şeyler.
Anadolu’da da var, Kütahya’da…
Mesela Yuşa Tepesi, aynı zamanda Hristiyan bir azizden gelme bir karakter.
Ama Müslümanlar da aynı şekilde onu kendilerine mal etmişler.
Bulgar sanat tarihçisi Michael Kiel’in, Sarı Saltuk üzerine çok araştırmaları var,
türbeler üzerine özel çalışmaları var. Orada daha önceden Hristiyan azizlerin türbesi olduğunu söylüyor. Ama aynı durum mesela İran’da da var. İran’da da şu an
türbeler var, İmamzade diyorlar: 12 İmam’ın çocukları, onların çocuklarının çocukları, amcasının oğlu, dayısının kızı, vesaire onlar da ziyaret ediliyor. Bazıları diyor ki
buralarda eskiden ateşgedeler vardı ve onların üzerine bina edildi bunlar.
Yani Mardin’deki Zaferan Manastırını bilirsiniz. Onun altında da daha önceden
ateş tapınağı, yani Zerdüşt Tapınağı varmış.
Yani halk bir şekilde onu uyumlu hale getiriyor. “Update” ediyor bir nevi.
Süreç aynı şekilde devam ediyor yani ilginç bir durum.
Bunun gibi olaylar da aslında üç katmanlı ve olayların geçtiği mekanlar da o
şekilde. Mesela şehirler: Anadolu coğrafyasının pek çok şehri geçiyor. Balkanlardaki şehirlerin hemen hemen hepsi geçiyor. Bunun yanında Afrika’da, Osmanlı’nın
hâkimiyet alanında bulunan yerler, yine yer alıyor. İkinci kademe diyebileceğimiz
Türkistan geçiyor, Çin, Türkistan, Horasan… Hani normalde ulaşamayacağı yerler aslında. Hayatın geçtiği yer Anadolu, Batı Anadolu, özellikle de Amasya, Sinop,
Kastamonu... Dedesi, babası Kastamonu’nun fethinde öldürülüyor, şehit oluyor.
Kendisini dedesi büyütüyor, orada da olağanüstü haller var. Üçüncü aşamada ise
daha mitolojik yerler var. Kaf Dağı var, Cinnistan var, Kuhistan, Caberka, Cabersa,
Şahmaran ülkesi… Bu tür hayalî ülkeler var. Yine Hindistan, Habeşistan, Arabistan,
buralardaki savaşları var, anlatılıyor.
Yerler de herhalde tasavvufi boyutuyla alakalı oluyor sanırım, Caberka…
Bunlar mensur Osmanlı hikayelerinde de geçiyor. Bu tip efsanevi hikayelerde
bu iki şehir geçiyor. Mesela Cinnistan’da da bazı kötü cin taifesiyle savaşıyor. Bir de
mesela yardımcıları da var, Sarı Saltuk’a yardım eden gerçek şahsiyetler var. Bir de
cin taifesinden yardımcıları var. Herhalde gerçek yaşamında onlar yardım ediyor,
efsanevî yaşamında bunlar yardımcı oluyorlar.
34
Anadolu Kronikleri
İki boyutta yaşıyor.
Üç boyut; bir gerçek, bir menkıbevî, bir de efsanevî yaşam.
Bir şey söyleyeceğim. Bu geçen yer isimlerinde yer tasvirleri yapılıyor mu? Yoksa bu yerler sadece isim olarak mı geçiyor?
İsim olarak geçiyor.
Bir tasvir yapılmıyor, değil mi?
Yok, genel olarak rastladığım şöyleydi, böyleydi gibi.
Bu çok boyutlu hayat bugün hala bizim saz şairlerinde devam ediyor. Onların
biyografilerine baktığınızda çok görürsünüz, yani “gerçek hayat hikayesi”, “efsanevî
hayat hikayesi” diye. Çünkü bunlar da mesela bir takım sıra dışı tecrübeler yaşıyorlar. İşte bir kere, hani işin başı bir pir, piri rüyada gördü, onun elinden bir şey içmesi
gerekiyor âşık ya da şair olabilmesi için. Ondan sonra da esrarengiz olaylar gelişmeye başlıyor. Yani belki cumhuriyette yaşamış adamlarda da var bu. Herhangi bir
yerin halk şairlerine baktığımızda hepsinin bir efsanevî boyutunun da, olağanüstü
boyutunun da olduğunu görüyoruz. Bu bir tarafıyla çok büyük bir tecrübe de değil
yani.
Tabii, tabii. Menâkıbnâmelerde bu tür şeyler var. Özellikle rüya zaten çok önemli. Yani rüyada birinin ona yol göstermesi, Sarı Saltuk’ta da bol bol var o. Sıkıştığı zaman kurtaran genelde rüya oluyor. Gerçek şahsiyetler var yani ismi geçen. Osman
Gazi’nin ismi geçiyor tabii bu Ebu’l Hayr’ın uyarladığı bir şey. Umur Bey’in ismi geçiyor, Sultan Alaaddin veya Gıyasettin Keyhüsrev, Cengiz Han, Nasreddin Hoca’nın adı
geçiyor. Ahmet Fakih, Karacaahmet, yani Anadolu’nun kurucu şahsiyetleri -manevi
kurucuları diyelim-, onların adı da özellikle geçiyor. Şehir adları olarak özellikle çok
geçenler; Amasya, Sinop, Edirne, Kastamonu, Konya, Babadağı -az önce bahsettiğim Romanya’daki Babadağı- isimleri çok sık geçer. Babaeski, Horasan, Kaşgar,
Kefe… Zaten oradan bir göçleri var. Dobruca’dan tekrar Kefe’ye Kefe’den Dobruca’ya dönüyorlar. Şam, Halep, Bağdat, Basra ve Mekke, Kafdağı, Cinnistan efsanevî
yerler, hayal ülkeleri Ceburka, Kuh-i şua, Cebelulkamer yer isimleri olarak geçen
yerler. “Ebu’l-Hayr’ın uyarlaması Osman Gazi”ye özel bir önem veriyor Sarı Saltuk.
Onunla karşılaşması anlatılıyor mesela, buna ayrıntılı bir şekilde yer veriliyor. O dönemin devlet adamlarından Gıyasettin Keyhüsrev, İzzettin Keykavus, Alaattin Keykubat, Karamanoğlu Ali Bey, Candaroğlu Ali Bey, Aydınoğlu Umur Bey, o dönemin
önde gelen isimleri geçiyor eserde.
Osman Gazi çok ön planda olan bir isim mi mesela?
35
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Tabii, tabii. Çok övgüyle bahsediliyor Osman Gazi’den. Bu muhtemelen Osmanlı’nın hedefleriyle uyuşturmak için. Cem Sultan yazdırdığı için Cem Sultan’a zaten
özel bir övgü var ve şu anlatılıyor: Fatih sefere gidiyor ve yenileceği düşünülüyor.
Cem Sultan öyle bir beklenti içinde; Fatih savaşta yenilecek ve oradan kendisi padişahlığını ilan edecek. Eserde şöyle deniyor: “Cem Sultan Edirne’yi ve çevresini çok
sevdi. Bir gün padişah olduğu zaman Edirne’yi tekrar payitaht yapacak”. Tahminim
Cem Sultan, kendisine bir metin oluşturmak için Osmanlı’nın belki dayandığı şeyi, o
bölgedeki Balkanlar’a hakimiyet kurmak için oradaki menkıbeleri, toplatıp oradaki
bütün halkın önem verdiği önem atfettiği bir şahsiyet üzerinden bir dayanak, belki
ideolojik/siyasî bir dayanak oluşturmak için bunu yaptığını söyleyebiliriz. Aslında
yaptırmış olabilir.
Böyle bir iddia var mı yoksa?
Yok, bu benim çıkartabildiğim. Hani çünkü genellikle böyle oluyor. Bir kurucu
metin oluyor. Kurucu metin üzerinden bir oluşum… Bu bir tarikat da olabilir, bir
devlet de olabilir… O metne dayandırılıyor veya bir şahsiyete. Burada Sarı Saltuk’a
belki öyle bir misyon yükleniyor. Önem veya güç yükleniyor.
Bir de kitap 1458’de galiba bitiriliyor. Dolayısıyla yedi, sekiz yıl süren bir çalışma.
Yedi yıl sürmüş.
Daha İstanbul alınmamış durumda, yani Cem’in de öyle bir iddiası yoktur belki.
Tekrar İstanbul’dan sonra yazılıyor.
Bitmesi İstanbul’dan sonra, tabii müellif gözden geçirmiştir yeni gelişmeler
ışığında.
İşte “Cem Sultan padişah olduğu zaman Edirne’yi tekrar başkent yapacak” diyor.
Demek öyle bir niyeti var, beklenti içinde ki diğer veriler de onu biraz destekliyor.
Cem Sultan, Fatih’in vefatından sonra sultanlığını ilan etmek için zaten hemen harekete geçiyor. Yine Velayetnâme’de Hacı Bektaş’ın müridi olduğunu söyledik. Evliya
Çelebi de Ahmet Yesevî tarafından Anadolu’ya gönderiliyor, asıl adı Muhammed Buharî. Saltuknâme’deki geçen adı “Seyyid-i Şerif”, isim olarak da farklı.
Neseb olarak hem seyit hem şeriflik var mı?
Babasının tam künyesi Hz. Ali’ye dayandırılıyor ama “Saltuk-i Türk” diye geçiyor.
Hani Türk o şeyde var, babası Seyit Hasan, dedesi Seyit Hüseyin… Kitabı Ebu’l Hayr
Rûmî üç cilt olarak düzenlemiş. Birinci ciltte “Hikaye-i Mısr”, ikincisinde “Hilafet-i
Beni Hazreti Abbas”, “Hikaye-i Selâse Diyâr-ı Arab” başlıklı bölümlerde Sarı Saltuk’ın bölümleri yer alıyor. Diğerleri de Frenk kâfirlerinin Hz. Resul’ün türbesine
36
Anadolu Kronikleri
kast ettikleri ve Sarı Saltuk’un onu kurtarması… “Kıssa-i Tatar Han”, “Kıssa-i Umur
Bey” ve “Osman Gazi” başlıklı bölümler aslında Sarı Saltuk’tan sonra geçmesine
rağmen ona atfediliyor, onunla bağlantı kuruluyor. Dediğimiz gibi eserin ilk sayfası
kopuk olduğu için doğumuyla ilgili pek bilgimiz yok. Dedesi Seyit Hüseyin, babası
Seyit Hasan, onların gazalarından da bahsediliyor, yaptığı savaşlardan. Babası dedik, Kastamonu’da şehit ediliyor. Kendisinin bir bakıcısı var, lalası “Seramil” adlı,
o büyütüyor Sarı Saltuk’u. Anlatılan önemli şeylerden birisi: Mesela Ayasofya’da
hutbe okuması var. Ayasofya’nın Bizans’ın elindeyken papaz kılığına girip Hristiyan
toplulukları Müslüman etmesi anlatılıyor. Yine aynı şekilde papaz kılığında geliyor
ve Ayasofya’da vaazlar veriyor Hıristiyanlara. Sonra birden gerçek kimliğini anlatıp
onların yanlış yolda olduklarını, İslam’ın doğru yol olduğunu anlatıyor, onları ikna
ediyor ve Ayasofya’yı ikiye bölüyorlar. Bir taraf Müslümanların oluyor, bir taraf Hristiyanların. Bu tür şeyler var. Özellikle eserde en fazla yapılan Hristiyan grupların
Sarı Saltuk eliyle İslam’ı kabulü. Yakın arkadaşlarından Alyon Rûmî var, aslında
bir Hristiyanken dövüşüyorlar, düello yapıyorlar, onu yeniyor. Yendiği zaman Alyon
İslam’ı kabul ediyor ve onun en büyük yardımcılarından birisi oluyor. Yaptığı seferlerden bahsetmiştik, hem gerçek mekanlar hem efsanevî mekanlar.
Bu gerçek mekanlarla efsanevî mekanların geçtiği yerler kitapta iç içe mi? Yani
mesela bir sayfada Konya’dayken, üç sayfa sonra efsanevî bir mekan da mı?
Karışık, yani birinci ciltte gerçek hayatı, ikinci cilt menkıbevî hayatı, üçüncü cilt
efsanevî hayatı…
Üst başlıklar olmasa bile öyle bir tasnif gibi bir şey var mı müellifin kafasında?
Yok, karışık, yaşa göre… İşte gençken nerede bulunmuşsa… Sırayla belli bir
tasnif yok zaten kitapta. İşte doğuya yaptığı seferler, batıya yaptığı seferler, diğer
münasebetleri var mesela, cadılarla savaşı… Yani tamamen iç içe geçmiş durumda olaylar. Bunun dışında eski Türk inanışlarıyla ilgili İslamîleşmiş olan şeyler var.
Ahmet Yesevî Anadolu’ya gönderirken onu kendisine bir “tahta kılıç” veriyor Evliya
Çelebi’nin anlattığına göre. O tahta kılıçla bütün düşmanları yeniyor. Battal Gazi’nin
peygamberi rüyasında görmesiyle ona yol gösteriyor ve bir mağarada bir at buluyor,
Battal Gazi’de anlatılan hikaye. Saltuknâme’de de aynı şekilde bir hikaye var. Rüyasında bir pir, peygamber değil, burada bir pir ona yol gösteriyor. Bir mağarada bir at
ve diğer savaş malzemelerini buluyor. “Bu” diyor, “Battal Gazi’nin emanetidir”. Bazı
yerlerde Battal Gazi direkt rüyasına girip yol gösteriyor. Gerçek diğer dönemin tarih
kitaplarıyla uyuşan pek çok konu var ama menkıbe ve efsaneyle karıştığı için çok
ciddi tahkik yapıldığında muhtemelen daha önemli şeyler çıkacaktır.
Daha önceden Şam Emevi Camii’nde de olmuştu. İlk zamanlar bir kısmı
Hristiyanlara bir kısmı Müslümanlara ayrılmış. Müslümanların yönetimine geçtikten
37
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
sonra da Hristiyanlara dinî ibadet görevlerini yerine getirmeleri için yer ayrılmıştı.
Yani yaşanmış şeyler, kısa sürede olsa olmuş şeyler. Bir de haçlılarla ilgili anlatılan şeyler de var. İsim isim sayıyor mesela. “Sarı Saltuk” diyor, “Çek’le Alman
ve Bulgarlardan oluşan savaşçılarla savaştı” diyor. O dönemdeki haçlı seferlerine
katılan grupların büyük çoğunluğunu bunlar oluşturuyordu. Bir şekilde orada efsaneye dönmüş bu olay. Ama gerçek hayatta da yaşanmış, meydana gelmiş olaylar.
Aslında bu şekilde okunduğunda belki pek çok tarihî husus da açığa kavuşturulabilir. Hani “efsanedir”, “menkıbedir” deyip kenara itmektense bu şekilde okumalar
yapılabilir diye düşünüyorum. Benim aldığım notlar bunlar. Şu hususu da söyleyeyim. Ebussuud Efendi’nin fetvası var bununla ilgili. Kanunî Sultan Süleyman bölgeyi
gezerken türbeyi görüyor ve bölgedeki menkıbeleri işitiyor. Ebussuud Efendi’ye Sarı
Saltuk’un kim olduğunu, Müslüman olup olmadığını soruyor. Ebussuud Efendi: “O
riyazetten kadit olmuş bir keşiştir” diye cevap veriyor. Yani “riyazetle uğraşmış, riyazetten iskelet haline dönüşmüş bir Hristiyan papazıdır” diyor açık, açık. Bununla
ilgili Tayyip Okiç’le Yusuf Ziya Yörükan arasında ciddi bir tartışma yaşanmış. Tayyip
Okiç 1952’de bunu Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yayınlamış ve o Ebussuud
Efendi’nin neden böyle bir fetva verdiğini, hâlbuki kendinden önceki şeyhülislam
İbn-i Kemal’in Mohaçnâme isimli eserinde, onun Sarı Saltuk’tan övgüyle bahsettiğini, çok övücü sözlere yer verdiğini söylüyor. Yusuf Ziya Yörükan karşı çıkıyor ve bu
fetvaya “uydurmadır, Ebussuud Efendi’nin öyle bir fetvası olmamıştır, vermemiştir” diyor. Fetva da Kilisli Rıfat’a ait bir mecmuada bulunmuş: Fetvalar Mecmuası.
Tayyip Okiç de “İbn-i Kemal onu fetva olarak kaleme aldığı bir eserde değil, edebî
olarak kaleme aldığı bir eserde övdü. Eğer ona belki sorulmuş olsaydı o da öyle
cevap verecekti veya İbn-i Kemal’e ulaşan rivayetler aynı şeyin söylediği aziz hikayeleriyle…”
Yani birebir Hıristiyanlık kültüründe olan efsanevî
Azizlere atfedilen pek çok menkıbe ve olay Sarı Saltuk’a da atfedilmiş. O yüzden
Ebussuud Efendi’nin bu olayları duyduğu bildiği ve resmî bir şey olduğu için sonuçta
fıkhi şeye göre cevap vermesi gerektiğinden dolayı öyle demiştir diyor. Kitapla ilgili
yapılmış çalışmalar: Ahmet Yaşar Ocak’ın Sarı Saltık diye bir kitabı var, Kemal Yüce’nin bir doktora tezi var “Saltuknâme’de Tarihî, Dinî ve Efsanevî Unsurlar”… İyi bir
çalışma, güzel incelemiş, yani bazı eksiklikler olmasına rağmen. Onun dışında Tayyip Okiç’in makalesi var, iyi bir makale. Hem Balkanlardaki ilk Türk İslam gruplarını
anlatmış, “ilk kimler balkanlara yerleşmiş?”, “ilk gelen Türk grupları kimlerdi?”...
Kendisi de Balkan kökenli.
Evet. Ciddi bir araştırma yapmış. Onun dışında makaleler var yine sağda, solda… İslam Ansiklopedisi’ndeki madde, Bulgar bir şahıs Michel Kiel’di galiba, o yaz38
Anadolu Kronikleri
mıştı. Tabii eserden ilk bahseden, her şeyde olduğu gibi Köprülü. Fuat Köprülü,
“Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları” isimli makalesinde bahsediyor.
Belleten’de miydi?
Belleten’de.
İslam Ansiklopedisinde madde olarak?
Onu da Babinger yazmış. Fuat Köprülü epey eleştirmiş onu: “Yazdığı bilgilerin
hiçbir orijinalliği yok, hepsi bizim eserimizden araklanmış” diye. Ama Babinger,
Köprülü’nün yaptığı şeyden hiç bahsetmemiş. Kaynak göstermeden pek çok şey
anlatmış.
Onu nasıl yayınlamışlar ki öyle? O da enteresan yani...
Zaten Babinger’le araları pek iyi değilmiş.
Köprülü, ansiklopedinin uzağında birisi değil, ansiklopediyi hazırlayanlar da
Köprülü’nün hışmından korkmadan nasıl yayınlamışlar?
Evet, burada dipnotta bahsediyor galiba. İlk bahseden kişi Köprülü, 1943’teki
Belleten’de çıkan makalesinde. Köprülü, “hazırladığımız bir monografide detaylı
olarak bu konuyu anlatacağız” demiş ama hiç hazırlanamamış maalesef.
Basılmamış kitapların bibliyografyası.
Evet o da ona eklenebilir. Belki başlamıştır çalışmaya.
Köprülü’nün dipnotu çok, mutlaka fişleri vardır.
Yani onu ayarlamıştır bir şekilde, kafasında vardır. “Daha sonra çalışırım” diyerek şey yapmıştır.
İbn-i Batuta dışında Saltuknâme öncesinden bahseden başka kişi, eser var mı?
Yeni bulunan bir şey vardı, onu not almıştım. Michael Kiel’in tespit ettiği bir
şeyler vardı. Yusuf b. İsmail Nebhanî başka bir eserden nakille alıyor Câmiu
kerâmâti’l-evliya eserinde. Türkiye hakkında bilgi verirken İbn Serrâc’a dayandırılıyor. Eser 1315’te kaleme alınmış. O da yani İbn Serrâc de Tuffahu’l-ervâh isimli
esere gönderme yapmış. Ona göre; “Sarı Saltuk, Dobruca’da yaşamış ve 1297-98
yılında zaman zaman inzivaya çekildiği dağın yakınlarında gömülmüştür” diyor.
Ölümüyle de ilgili bir şey var Sarı Saltuk’un. Kendi vasiyeti var: “Beni yedi tabuta
koyup yedi ayrı şehirde cenaze törenimi düzenleyin” diyor. Bunu da şey olarak alabiliriz, hani Tayyip Okiç; “Sarı Saltuk” diyor, “kendinden sonra fethedilmesi gereken
39
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
bölgeleri aslında bu şekilde göstermiş oluyor. Çünkü ismini saydığı yerler o zamanlar henüz İslam’ın tam yerleşmediği bölgeler”. Hani o vesileyle bir türbesinin
yapılması orada İslam’ın güçlenmesine İslam’ın kök salmasına vesile olacağı için
bu şekilde bir vasiyette bulunmuş Sarı Saltuk. “Ama” diyor, “maalesef ondan sonra
gelenler onun vasiyetini yerine getiremediler ve fethedemediler”. Yaklaşık 10 yerde
şu an türbe ve makamı var. Birçoğu Balkanlarda, hatta Yusuf Ziya Altıntaş birini
ziyaret etmiş.
Mostar’da Blagay adında bir köyde, kayalıkların dibinde enteresan bir tekke.
Hala orası tekke mi?
Evet, yarı yaşayan. Turizme açık ve bir müze gibi kullanılıyor.
İçinde turistik faaliyetler var mı?
İçerisi müze gibi.
“Kolonizatör Dervişleri”nde yer alıyor mu Sarı Saltuk?
Tabii, orada epey bahsediliyor. Ayrıca vakıflar dergisinde yayınları var Barkan
Hoca’nın. Bölge vakfiyeleriyle ilgili belgeler var. Orada türbelerden epey bahsediyor.
Ona bakılabilir yani özellikle.
Gayet stratejik bir karaktere benziyor. Mesela Cem Sultan’a dair yaklaşımı hep
stratejik yani.
Yani benim tahminim, Cem Sultan az önce söylediğim gibi bir niyetle kitabı yazdırdı. Bundan sonra şöyle bir şey düşünüyorum inşallah: Önemli eserlerin yazımıyla
ilgili neden yazdırıldı, niçin yazdırıldı, yazan… ?
Spekülatif konular.
Olabilir diye düşünüyorum.
Yani Cem Sultan’ın yazdırdığı mı iddia ediliyor Saltuknâme’yi?
Cem Sultan yazdırıyor zaten. Ben diyorum ki; hani bu padişahlığa oynuyordu, o
da kendisine bir ideolojik alt yapıyı oluşturmak için yazdırmış olabilir.
Tam kültür savaşı var gibi. Gaza düşüncesine sahip insanlarla merkeziyetçi
insanlar arasında bir çatışma var. Daha doğrusu Fatih Sultan Mehmet döneminden
beri var zaten.
40
Anadolu Kronikleri
Şey ilginç yani, Saltuknâme’de Sünnî bir kahraman olarak çıkıyor karşımıza.
Mesela bazı tekkelerde kadın erkek karışık zikir ayinleri yapıldığını duyuyor, gidiyor
onlara müdahale ediyor, onları yasaklıyor. Bunları Sünnîleştirme durumu var.
Bir hadis gördüm İmam-ı Azam için “Numan bu ümmetin başıdır?”
Tabii tabii. Yani o tür Hanefîlik yönü de çok güçlü.
Halihazırda balkanlarda bu Saltuknâme, karakteriyle yaşıyor mu insanların
zihninde? Yoksa hani tarihî bir şey olarak mı kalmış? Ya da ders kitaplarında veya
ne bileyim balkanların İslamlaşmasına yönelik insanların zihninde/hafızasında
böyle bir karakter hala canlı mıdır?
Herhalde türbesi olan yerlerde olabilir.
Evet.
Makedonya’da mesela.
Ya da Danişmendnâme, Saltuknâme okuma konusunda mesela: Hani
Anadolu’da köy odalarında okunur.
O şeyde Battal Gazi daha yaygındır.
Evet, Battal Gazi, Danişmend ya da Saltuk… Bilmiyorum, metin olarak daha az
bir metin olduğu için midir nedir sebebini bilmiyorum ama, benim de rastladığım
köy odalarında okunan hep Battal Gazi Destanları.
Peki muhtasar metinleri var mı bunun?
Var. Evliya Çelebi iki tane eser yazıldığını söylüyor Saltuknâme olarak. Birisi
Yazıcızade Ahmet Bican’ın. Ama şu an ortada yok onlar. Bunun dışında bir eserden
daha bahsediyor. Evliya Çelebi muhtemelen bunları görmüş, ama şu an bize ulaşmamış bu eserler. Muhtemelen şu an Balkanlarda -benim tahminim- farklı versiyonlar sözlü olarak anlatılıyordur.
Zaten bu kitap da “sözlü tarih” netice itibariyle.
Tabii tabii.
Gelmiş olma ihtimali çok yüksek gibi geliyor bana.
İşte türbe olan yerlere bakmak lazım, sormak lazım.
O yörenin insanlarıyla böyle bir konuşmak lazım aslında.
41
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Evet, muhtemelen devam ediyordur. Yani türbe devam ediyorsa, ziyaretler de
yapılıyorsa, sözlü gelenek de benim tahminim devam ediyordur.
Özellikle yönetimin de desteklediği bir oluşum, yani bu tür dervişler, tekkeler bu
tür yerleri destekliyor.
Bir de mesela Arnavutluk’da Bektaşilik çok baskın olduğu için, oradaki karakter
biraz daha ona yakın olmalı.
Tabii, zaten dedik velâyetnâmelerde ya da diğer Bektaşî kaynaklarında Hacı
Bektaş’ın müridi olarak görünüyor.
Orada da tabii o, esas alınabilir.
Muhtemelen de şu an balkanlarda yaşayan, Arnavutluk’ta olduğu gibi Bektaşî
bir evliyadır muhtemelen.
Evliya versiyonu.
Evet, benim söyleyeceklerim bu kadar diyeyim.
Şu Ayasofya meselesini ben kaçırdım sanırım.
Sarı Saltuk papaz kılığına girip Hristiyan bölgelere gidiyor, oradaki insanları İslam’a davet ediyor. Hatırlarsınız “Battal Gazi” filminde Cüneyt Arkın papaz kılığına
girip gidiyordu. Sarı Saltuk da Ayasofya’ya gidiyor, Hristiyanlara vaaz veriyor ve tabii
İncil’den bazı şeyler okuyor. En sonunda gerçek kimliğini açıklıyor ve hakikat İslam’dadır diyerek onları İslam’a davet ediyor. Papazlarla tartışıyor, onları yeniyor.
Ayasofya’da gerçekleşiyor olay ve sonra Ayasofya’nın bir kısmı, Müslümanların kullanması için ayrılıyor.
Fetih öncesi değil mi bu olay?
Tabii tabii, fetih öncesi.
Biz eğer başka soru ya da katkı yoksa programın sonuna geldik.
Ben bir şey soracaktım. Birçoğu o devre ait kronikler neşredildi ve herhalde
neşredilmeyenler vardır. Yeni yazıya aktarılmayan, transkripsiyonu yapılmayan
eserler var mı?
Var olduğunu biliyoruz, fakat ben isimlerini şu anda söyleyemeyeceğim.
Bir de hem Şükrü Haluk Akın neşretmiş hem de Şinasi Tekin Saltuknâme’yi.
Arada ne fark varmış?
42
Anadolu Kronikleri
Aynı şey. Şükrü Haluk’un neşrettiğini transkript etmişler, Harvard’da tıpkıbasım…
Yani sadece tıpkıbasım, değil mi?
Tabii. Giriş kısmında açıklamalar vesaire var.
Ama günümüz Türkçesine transkripti yok.
Sadece tıpkıbasım büyük boy basmışlar, güzel temizlemişler nüshayı. Okunaklı
bir nüsha zaten.
Evet, başka soru ya da katkı yoksa bitirelim isterseniz. Tekrar çok teşekkürler
arkadaşlar. Önümüzdeki programlarda görüşmek üzere. Turgay Bey ağzınıza
sağlık.
43
Râhatü’s-sudûr Âyetü’s-sürûr, Râvendî
Harun YILMAZ
Arş. Gör. Dr., Marmara Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü
Anadolu kroniklerinin üçüncü oturumuna hoş geldiniz. Bugün Râhatü’s-sudûr
ve âyetü’s-sürûr kitabını Harun Yılmaz’dan dinleyeceğiz. Kendisi Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisi. Davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Buyurun lütfen.
Teşekkürler. İlk önce kitap hakkındaki birikimimi sorabilirsiniz. Çünkü ben de
kitabı bu vesileyle tanıdım. Duymuşluğum, bilmişliğim, kütüphanede görmüşlüğüm
vardı, ama baştan sona okuma fırsatım olmamıştı. Sunuma geçmeden önce şöyle nelerden nasıl bahsedeceğime dair size biraz bilgi vereyim: Kitap iki cilt olarak
neşredilmiş. Râhatü’s-Sudûr’un aslı Farsça. İlk önce kendi kitabından yola çıkarak
Râvendî hakkında biraz bilgi vereceğim size. Daha sonra eser hakkında konuşacağım. Eser hakkında konuşurken kitabın nüshasından, kısa tarihinden, kitabın yazılış
hikâyesinden, yine Râvendî’nin kendi ifadeleriyle dil ve üslubundan biraz bahsedeceğim. Kaynak değeri açısından ne anlam ifade edebilir bunun hakkında birkaç
şey söyleyeceğim. Sonra muhtevasından yani Râvendî’nin ele aldığı konular neler
onlardan bahsedeceğim. Âl-i Selçuk hakkındaki düşünceleri, dönemin siyasî-sosyal olaylarına dair bir takım noktalar ve siyasetnâme-nasihatnâme yönü açısından
45
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
önce çıkan bir eser oluşundan hareketle kendi notlarımı sizinle paylaşacağım. Benim burada eserle ilgili olarak öne çıkaracağım şeyler benim tamamen kişisel ilgi
alanımla alakalı olabilir. Atladığım ya da hızlı geçtiğim noktalar olacaktır şüphesiz,
ama ben kendi açımdan önemli gördüğüm hususları burada mümkün olduğunca
size sunmaya çalışacağım. Zaten maksat da öncelikle kitabın tanıtılması.
Önce Râvendî hakkında birkaç not aktarayım size... Şimdi, bu bir Selçuklu tarihi... Fakat kitapta o kadar çok isim ve tarih geçiyor ki, takip edemiyorsunuz. Hele
doğrudan doğruya Selçuklu tarihi çalışan birisi değilseniz isimler havada uçuşmaya
başlıyor. Bu benim için kitabı okurken bir süre sonra problem haline geldi. Yani bu
isimleri-şecereyi bir tablo içerisinde nasıl görebilirim derken internette bir tablo ile
karşılaştım. Tablo üzerinde biraz değişiklikler yaptım ve kitabın muhtevasını burada
göstermeye çalıştım size. Selçuklu şeceresine dair bu tablodaki koyu olanlar Râvendî’nin eserde bahsettiği isimler. Bu şecere içerisinde hangi sultanlardan bahsediyor ise bu isimleri koyu renge boyadım. Diğerlerinden ise Râvendî eserde bahsetmiyor. Râvendî ulema ailesine mensup bir isim. Büyük Selçukluların parçalanma
ve dağılma sürecinde Irak Selçuklularının son sultanı Tuğrul zamanında yaşamış.
Dolayısıyla Büyük Selçukluların yıkılış sürecine şahitlik etmiş bir isim.
Kaçıncı yüzyıl acaba?
Râvendî muhtemelen 13. asrın ilk çeyreğinde vefat ediyor, vefat tarihi kesin
olarak bilinmiyor. Ulema ailesine mensup ve Selçukluların son dönemlerini görmüş
bir isim. Sultan Tuğrul’un gözde nedimleri arasında yer alıyor. Anladığım kadarıyla
sarayda yer bulmasının asıl sebebi dayıları. Dayıları, özellikle hat sanatında uzman
kişiler ve aynı zamanda da önde gelen ulemadan isimler. Sultan Tuğrul’a güzel
yazı yazmayı öğretiyorlar, onun yanında bulunuyorlar. Onların vesilesiyle Râvendî
de Sultan Tuğrul’un yanında bulunuyor. Dayılarının tedrisinden geçiyor ve Sultan
Tuğrul’a güzel yazı yazmayı ve tezhibi öğreten isimlerden bir tanesi.
Sultan Tuğrul döneminde sarayda birçok alimle irtibat kurma imkanı oluyor.
Sultan Tuğrul adına elçilik görevinde bulunuyor bir dönem. Fakat 1189 (585) yılına
gelindiğinde Sultan Tuğrul’la ilişkisi kesiliyor. İlişkisinin kesilme sebebi de siyasî
karışıklıklar ve iktidar mücadeleleri sırasında Sultan Tuğrul’un başına gelenler.
Sultan Tuğrul’dan sonra altı yıl kadar zengin bir ailenin himayesinde vakit geçiriyor
Râvendî. Onların çocuklarına hocalık yapıyor altı yıl süreyle. Sonra Hârizmşahların
bölgeye hâkim olmasıyla birlikte tamamen gözden düşüyor. Hemedan’da uzlete çekiliyor ve münzevî bir hayat yaşamaya başlıyor ta ki Konya’ya Keyhusrev’in yanına
gelene kadar.
Koyu bir Hanefî olduğu anlaşılıyor Râvendî’nin. Çünkü İmam-ı Azam ve Hanefîlik hakkında uzun uzadıya övücü ifadeleri var. İyi bir kelam tedrisi aldığını zannedi46
Anadolu Kronikleri
yorum yine bir takım ifadelerinden. Siyasi mücadelelere paralel olarak bu dönem
ilmî-kelamî çekişmelerin ve özellikle mezhepler arası tartışmaların çok yoğun olduğu bir dönem. Râvendî’nin bu tartışmalardaki konumuna dair eserde bir takım
ipuçları var. Mezheplerin birbirlerini tekfir etmesinden tutun kelâmî bir takım izahlarla ehl-i sünnetin görüşlerine ve bunun karşısındaki muhalif görüşlerine bakışına
kadar bir takım ifadeler var. Ama koyu bir Hanefî olarak tanımlayabiliriz Râvendî’yi.
Hayatı hakkında zaten çok fazla bir bilgi yok. Hayatına dair geri kalan bilgilere birazdan kitabın tarihinden bahsederken değineceğim.
Elimizdeki nüsha 1921’de Muhammed İkbal tarafından Farsça olarak neşredilen Farsça yazmanın tercümesi. Yine eserden yola çıkarak bu elimizdeki iki ciltlik
kitabın kısa tarihinden bahsedeyim. Râvendî Selçuklular zamanında ikbal ve izzet
görmüş bir isim. Sultan Tuğrul’un iktidarı kaybetmesi Selçukluların yıkılışı Hârizmşahların gelişiyle de gözden düşmüş bir isim aynı zamanda. Gözden düştükten sonra bu eseri yazmaya başlıyor. Yaklaşık 1203 (599) yılı -benim takip edebildiğim kadarıyla- eseri yazmaya başladığı tarih. Eseri yazılış amacından bahsediyor Râvendî.
Aslında eseri okuyunca iki yazılış amacı olduğunu anlıyorsunuz. Bir tanesini kendisi
açıkça söylüyor, diyor ki; “kendimden sonra ismimi yaşatacak bir şey bırakmak istedim. Hayatta artık ömrünün sonuna gelmiş bir adam olarak düşünürsek yaşadıklarından sonra bunun da en güzel yolunun arkada bir eser bırakmak olduğuna
kanaat getirdim ve bu eseri yazdım. Sonra da bu eseri Âl-i Selçuk’tan birisine ithaf
etmek istedim”. Fakat satır aralarından şu anlaşılıyor: Mesela bir yerde diyor ki;
“âlemin efendisi olan ademoğullarının sultanı, ‘Gıyasu’d-devle ve’d-dîn Ebu’l-Feth
Keyhusrev b. Kılıç Arslan’ devletinde bütün muratlarına erecektir ve onun ikbalinin
uğuru ile devletinin gölgesinde lütuflar elde etsin”. Yani aslında eseri yazarken şöyle
bir psikolojisi var gibi: Gözden düşmüş ve hayatı boyunca maddî ve manevî ne elde
ettiyse bunu Âl-i Selçuk’a borçlu bir isim Râvendî ve bunun farkında. Selçukluların
o dönemde hayattaki en güçlü temsilcisi olan Anadolu Selçuklu Sultanı Keyhusrev’i
görüyor, bu eseri yazarak tekrar o ikbal ve izzeti kazanma amacında olduğunu satır
arasında itiraf ediyor gibi, ama bunu açıkça söylemiyor. Ve zaten “onun ikbalinin
uğuru ile devletinin gölgesini tekrar lütuflar elde edesin” derken de sanki biraz bunu
itiraf ediyor gibi. Bana öyle geliyor ki bu eser vasıtasıyla Selçuklu ailesiyle olan ilişkilerini tazelemek gibi bir derdi var aslında.
Eseri ilk önce Anadolu Selçuklu sultanı Rüknettin Süleyman Şah’a ithaf etmiş.
Fakat daha sonra bir değişiklik yaparak Gıyâsettin Keyhusrev’e ithaf ediyor. Ve
eserde diyor ki; “sonra duydum ki Rüknettin Süleyman Şah tahtın gâsıbıymış, asıl
hak eden Gıyâsettin Keyhusrev’miş. O yüzden bunu duyduktan sonra değiştirdim,
eseri Keyhusrev’e ithaf ettim”. Yine kuvvetle muhtemel ki Râvendî kitabını yazdığında Rüknettin Süleyman Şâh devletin başında. Fakat taht kavgaları sırasında Gıyâsettin Keyhusrev tarafından alaşağı edilince, tam da kitabın ithaf aşamasında, ese47
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
rinde hemen bir takım değişiklikler yapma ihtiyacı duyuyor sanırım. Çünkü yine bazı
yerlerde hala Rüknettin Süleyman Şah’a bir takım övücü ifadeleri var. Muhtemelen
birçoğunu silmiş değiştirmiş ama arada bazı şeyler kalmış gibi. Kitabı neşreden
de aynı şeyden bahsediyor. Râvendî, Gıyâsettin Keyhusrev’in Antalya’yı fethini buna
vesile kıldım diyor ithafta ve Antalya’yı fethi münasebetiyle kitabı gidip Konya’da
Gıyâsettin Keyhusrev’e sunuyor.
Kitap “matbaada”yken yani böyle değişikliklere uğruyor!
Evet biraz öyle, alelacele.
Belli ki Keyhusrev de okumamış herhalde.
Bilmiyorum. Şimdi şunu aktarayım size eskiden sahip olduğu ikbali yeniden,
ama bu defa Keyhusrev’in himayesinde kazanmak istediğine dair bir not almışım
ben. Orada diyor ki Râvendî; “onun [yani Keyhusrev’in] hadsiz hududsuz iyiliklerinin
ihsanları ile saadet ve talih kazanmak için bu devlete dua ederek bin fersaha yakın
mesafe kat eden, bu huzura yakınlık göstererek yücelik ve yüksekliklerinin eşiğine
baş koyan ve oradan kaybetmiş olduğu rızkı arayan böyle bir duacıya [kendini kast
ediyor] âlemin efendisi, âdemoğullarının padişahı Gıyâsüddin Keyhusrev’in taşan
cömertliğinin onu kendisine yaklaştırmakla Tanrı’ya yaklaşması, muhaceret ve
yolculuk hakkına riayet etmesi yerinde olur. Çünkü o hem mültecidir [kendisinden
bahsediyor hala] hem de ümidini ona bağlamıştır. Bu hakların korunması cömertlik
vazifelerindendir. [Arada dua cümleleri ve en son] …kulu da bu ısrarından dolayı
mazur sayılsın”. Sonunda yani artık işi yüzsüzlüğe vurduğunu düşünüyor herhalde
en sonunda ve kulu da bu ısrarından dolayı mazur sayılsın diyerek bitirmiş. Yani
aslında kitabı yazarken güttüğü kaygılardan bir tanesi de o eski durumunu tekrar
kazanmak istemesi anladığım kadarıyla. Ve yine eserden genel olarak anlaşılan
şey şu ki o, Büyük Selçuklular döneminde yaşanan parlak devirlere olan hasretini
kitabın birçok yerinde dile getiriyor ve Keyhusrev’in Selçukluların mirasçısı olarak
o parlak devirleri tekrar yaşatabilecek isim olduğunu söyleyerek şahsî beklentisini,
Keyhusrev’den umduğunu dile getiriyor. Kitabın kısa tarihi ve kısaca yazılış hikayesi
görebildiğim kadarıyla bu.
Kitabın dil ve üslubuyla ilgili birkaç nokta paylaşayım. Eserin orijinali Farsça,
onu söylemiştim. Eser Türkçe’ye Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alameti diye çevrilmiş.
Rahatus-sudur ve âyetüs-sürûr için isabetli bir tercüme herhalde. Niye böyle bir
isim koymuş olabilir sorusu akla gelebilir. Çok fazla niyet okuyucu olmamak lazım
belki ama bence Râvendî kitabı yazdığı dönemde içinden geçtikleri kargaşa döneminden o kadar çok şikayetçi ki çok parlak devirler görmüş bir isimken bir anda
Hârizmşah isyanı, gözden düşüşü, bir alt üst oluş söz konusu ve Keyhusrev onun
için bu alt üst oluşu sonlandırabilecek bir isim olarak gözüküyor. O yüzden Gönül48
Anadolu Kronikleri
lerin Rahatı ve Sevinç Alameti derken aslında Keyhusrev’e duyduğu ümidi bence
dile getiriyor gibi. Yine Allah’a hamd ve senanın ardından eserine, ilk cümlelerine
Nisan ve baharın sahibi diye başlıyor: Allah’ı tavsif ettiği cümleler Nisan ve baharın
sahibi diye başlıyor. Nisan ve bahar huzuru, mutluluğu ve rahatı çağrıştırıyor. Bence bu da bir tesadüf olmasa gerek diye düşünüyorum. Mesela Hz. Peygamber’den
bahsediyor hemen peşi sıra. Hz. Peygamber’in de ilk olarak öne çıkardığı vasfı Hz.
Peygamberin cehaleti sona erdirişi, kargaşayı sona erdirişi, insanlığı mutluluğa
eriştirişi… Doğrudan ilk olarak vurgu yaptığı şeyler bu yine. Bütün bunlar sanki
içinde yaşadığı o kargaşayı bitirecek olan kişinin Keyhusrev olduğunu, onu bir ümit
olarak gördüğünü ve eserine de o yüzden bu ismi verdiğini gösteriyor gibi. Bunlar
tabii tamamen benim yorumum.
Eserde çok fazla şiir var. Aslında eserin dili sade fakat şiirler eserin dilini çok
ağırlaştırıyor gerçekten. İki cilt bu kitap, muhtemelen şiirleri alt alta koysak bir cilde yakın tutar. O kadar fazla ve ayrıca şiirler tercüme edildikten sonra da bunları
anlayıp anlamlandırmak çok kolay olmuyor. Eserde kıssadan hisse kabilinden yine
çok fazla şey anlatılıyor ve bu şiirler, darb-ı mesel vesaire hikayeler çok da böyle metinle örtüşen, metni ve tarihi bütünleyen şeyler olmayabiliyor çoğu zaman. O
yüzden takibi sıkıcı ve zor olabiliyor. Eserde takip ettiği hiç değişmeyen bir metod
var, özellikle de Selçuklu sultanlarından bahsederken. İlk önce doğum tarihlerini
söylüyor sultanların. Kaç yıl hükümdarlık yaptıklarını, vezirleri ve haciplerini kesinlikle zikrediyor. Daha sonra kişisel özellikleri, fizikî yapıları ve ahlakları hakkında bilgiler veriyor. Burada önemli olan nokta vezir ve haciplerini tek tek zikrediyor
olması. Siyasetnâme bahsinde belki bir iki cümle de onunla ilgili söyleyebilirim.
Sonra Selçuklu sultanları hakkında bilgi veriyor. Onların döneminde yaşanan bir
takım olaylar hakkında uzunca anlatıyor, fakat bunu aslında neden anlattığı son bir
iki paragraftan anlaşılıyor. Şunu demeye getiriyor Râvendî, Keyhusrev’e: “Ben sana
bu olayları anlatıyorum, ama senin görmen gereken işte bu anlatılanlardan şunlar
şunlardır. Ben sana bunları bunun için anlattım”. Neredeyse her Selçuklu sultanının
sonuna Keyhusrev’e hitaben dua cümleleriyle, övgü cümleleriyle bezenmiş bir iki
paragraflık ifadeleri var Râvendî’nin. Bu bütün kitabın geneli için söz konusu. Onun
dışında son olarak üslubuyla ilgili şunu söyleyebilirim; belki tarihe kaynaklık etmesi
açısından çok muhtasar bir kitap. Çok hızlı geçtiği bölümler var. Mesela Alparslan’la
ilgili çok şey anlatmasını bekliyorsunuz ilk başta, ama o kadar az şey söylüyor ki
Alparslan’la ilgili hiçbir şey söylemiyor neredeyse. Çok hızlı geçiyor bazı bölümleri.
Özellikle siyasî tarihe dair malumatın en fazla olduğu bölümler Tuğrul ve ondan
önceki sultanın dönemleri, orada çok fazla detay var. Bu sefer de isimleri ve tarihleri takip etmek çok zor. Yani eğer siz doğrudan doğruya Sultan Tuğrul dönemini
çalışan bir isim değilseniz hakikaten metin ve olaylar sizin için anlamsızlaşabilir. Bu
metni okumadan önce isimleri ve tarihleri takip edebilmek için iyi bir Selçuklu tarihi
okumak gerekiyor. Kaynak değeri açısından zaten bir takım şeyleri söyledim. Ama
49
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
sarayda oluşu, özellikle Sultan Tuğrul ve ondan önceki sultan dönemini yakından
görebilme imkanı tanımış Râvendî’ye. Zira çok detay şeyler anlatıyor bu döneme
dair. Birinci elden kaynak niteliğinde ama çok geniş bir tafsilatı var. Kitabın özellikle İslam siyaset düşüncesi ve siyasetnâme geleneği açısından değerlendirilmesi
gerekiyor. Bu açıdan yaklaşıldığında kitabın kaynak değeri ve orijinalitesi ortaya çıkarılabilir. Çünkü eser aynı zamanda bir siyasetnâme-nasihatnâme özelliği taşıyor.
Fakat bunun ne kadar Râvendî’nin orijinal tarafı olduğunun tespiti mukayeseli çalışmalarla anlaşılabilecek bir şey. Çünkü kendisinden önceki ya da kendi dönemine
dair birçok isimden alıntıları var. Bunların ne kadarı Râvendî’nin ne kadarı değil ve
ne kadar orijinal bu gibi hususlar işin ehli olan insanlar tarafından gözden geçirilmeli kanaatimce. Bu eserin değerinden bahsedilecekse üzerinde durulması gereken birincil nokta bence siyasetnâme-nasihatnâme literatürü içerisindeki yerinin
tespiti olmalı. Bununla ilgili bir tez de yapılmış aslında ama tez herhangi bir mukayeseyi içermiyor. Yani “Râvendî’nin İslam siyaset düşüncesi içerisindeki yeri nedir”e
cevap vermeyen bir tez. Râhatü’s-sudûr’da alt alta dizmiş her şeyi, sultanda olması
gereken özellikler mesela bunlar tezde de dizilmiş. Fakat bunlar hakikaten Râvendî’nin orijinal olarak ortaya koyduğu şeyler midir? Yoksa zaten bilinen şeyler mi?
Bunların ne kadarı Râvendî’ye ait, ne kadarı değil? Bunun ayrıca tespiti gerekiyor.
Şimdi muhtevadan biraz bahsedeyim, kitabın genel olarak içeriğine dair neler
var. 1194’teki (590) yıkılışına kadar Selçuklu tarihinden bahsediyor kitap. Râvendî’nin bu kısımlarda kendisinden önceki bir takım kitaplardan istifade ettiği anlaşılmakta. Bu eser ve müelliflerin isimlerini de yer yer zikrediyor.
Bunlardan ayrıca bahsedecek misiniz?
Hayır, ayrıca bahsetmeyeceğim. Mesela bir isim söyleyeyim. Zahirettin Nişaburî’nin Selçuknâme’sinden mesela çok istifade etmiş. Kendi muasırı olan birçok
şairin şiirlerini kitabında toplamış. Daha önce de bahsettiğim gibi çok fazla yekün
tutuyor bu şiirler. Kitabı yayına hazırlayan tarafından tespiti yapılmış. Bir bilgi aktarayım: Mesela 264 tane Arapça darb-ı mesel ve 2799 da beyit varmış eserin içerisinde. Kendisinden sonraki bir takım tarihlere kaynaklık yapıyor. Mesela bir tanesi
Tevârih-i Âl-i Selçuk, Yazıcızade’nin; yine Kadı Ahmed Gaffârî’nin Tarih-i Cihan-ârâ
isimli kitabının önemli bir kaynağıymış. Reşidüddin’in Câmiü’t-tevârih’i de Selçuklular bahsinin önemli bir kaynağıymış.
Râvendî eserin bu tarih kısmına sultanların lakaplarından bahsederek işe başlıyor. Burada yaklaşık bir 10 sayfa kadar Gıyâsettin Keyhusrev üzerinden sultanların ne kadar güzel lakaplar taşıdığını ve bu lakapların hepsine Keyhusrev’in sahip
olduğunu izah ederek başlamış. Buna dair örnekler çok fazla, ama ben bir tanesini
söyleyeyim: İslam Siyaset Düşüncesi Atölyesinde de sıkça gündeme gelen “sultanın Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduğuna dair ifadeleri birçok yerde tekrarlıyor.
50
Anadolu Kronikleri
Keyhusrev için doğrudan doğruya Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi veya “zıllullah”,
yani gölgesi diyor. Bu lakaplardan dikkat çekici olarak bunları söyleyebiliriz. Sonra
Râvendî’nin genel olarak Âl-i Selçuk hakkındaki düşüncelerine değineyim. Genellikle Selçuklulara bakışı, onların ilimle meşguliyetleri ve ulemayı himaye etmeleri
üzerinden şekilleniyor. Onlar için daha çok taltif söz konusu. Selçuklu Ailesinin en
önemli özelliğinin ulemaya ve ilme olan düşkünlükleri olduğunu söylüyor Râvendî. Bununla bağlantılı olarak mesela Keyhusrev’i yine överken şöyle diyor. “O [yani
Keyhusrev], Selçuk ağacının meyvesidir. Bu öyle bir ağaçtır ki kökü dini geliştirme
ve kuvvetlendirme, meyvesi ise medrese, hankah, mescitler, konaklar ve hicaz yolu
su mahzenleri gibi hayır binaları yaptırma, âlimlere bakma, evliya ve zâhitlerle düşüp kalkma, mal bağışlama, adalet kaidelerini yenileştirme, siyaset adetlerini canlı
tutmadır”.
Sanata ve sanatçıya değer veriyor.
Evet, hiçbir şeyi dışarıda bırakmıyor. Mesela başka bir yerde diyor ki; “yeryüzünde bilhassa Irakeyn ve Horasan’da âlimlerin yetişip fıkıh kitapları yazmaları,
peygamberin hadislerini toplamaları, Selçukoğulları arasında çıkan hükümdarların
âlimlere bakmalarının, ilmi sevmelerinin ve ona hürmet etmelerinin bereketidir”.
Âl-i Selçuk’un Hanefîleri himaye ettiklerini, onların döneminde Hanefîliğin bölgede
güçlendiğini, fakat Nizâmülmülk’ün ise mutaassıp bir şahsiyet olduğuna değiniyor
mesela. Hulefâ-i Râşidînden sonra en adil sultanlar Âl-i Selçuk’tu diyor.
Nizâmülmülk’ten mi bahsediyor.
Hayır, hayır. Hulefâ-i Râşidînden sonra sultanların en dindarları Selçuklu padişahlarıydı diyor. Nizâmülmülk’le ilgili olan kısmı şu; “Selçuklu Ailesi Hanefiliği
himaye ettiler güçlendirdiler. Nizâmülmülk ise koyu bir Şâfiîydi” diyor. İslam dünyasının her yerini vakıflarla donattıklarına dair uzun uzadıya bilgiler var. Ama Âl-i
Selçuk hakkındaki genel anlatımı onların ilimle ulemayla olan ilişkileri üzerinden.
Selçuklu tarihi açısından devletin kuruluş hikâyesiyle ilgili olarak onların Gaznelilerle olan mücadelelerinden başlamış. Selçukluların Gaznelileri mağlup edişleri
ve tarih sahnesine çıkışları… Fakat Dandanakan’a hiç girmiyor mesela, çok muhtasar bir anlatımı var bu noktada. Sonra Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelişi hakkında birkaç
cümle söylemiş. Tuğrul Bey’in hükümdarlığını tanıması için Abbasî halifesine elçi
gönderişi, sonra halifenin Tuğrul Bey’e bir elçi gönderişi. O hikayeyi anlatmış, sonra
Tuğrul Bey’in halife tarafından dünya işlerinin hâkimi ilan edilişine değinmiş. Burada belki dikkat çekici olan şey şu olabilir -bilmiyorum benim en azından dikkatimi
çeken şey-: Tuğrul Bey’in Abbasî halifesiyle zorla bir akrabalık ilişkisi kurma niyeti
var gibi. Tuğrul Bey halifenin kızıyla evlenmek istiyor, fakat halife bunu kesinlikle
kabul etmiyor. Nihayet baskılar sonucu kızını vermeye mecbur kalıyor. Fakat düğün
51
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
gerçekleşmeden Tuğrul Bey ölüyor. Halife de bu zor durumdan kurtulmuş oluyor.
Selçukluların Abbasîlerle akrabalık ilişkisi inşa etme ihtiyacı duymaları ve halifenin
buna karşı çıkışı önemli bir nokta.
Halifelik makamı o dönemde tabi çok daha farklı bir boyutta.
Tabii o var, halifenin bundan uzak dururken gözettiği bir takım şeyler var. Birçok
şey söylenebilir belki bunun üzerinden. Sonra eserde Tuğrul Bey’in ardından gelen Alparslan hakkında o kadar az şey var ki insan hakikaten şaşırıyor. Malazgirt’e
muhtasar bir anlatımla değinmiş. Kendisinin dikkatini çeken şey belki şu; Nizâmülmülk’ün onayıyla Tuğrul Bey’in veziri Amîdülmülk’ü öldürmesinden bahsediyor ki
bunun çok yanlış bir şey olduğunu söylüyor Râvendî. Nizâmülmülk’e epeyce kızmış
bu konuda. Sonra Alparslan’ın öldürülüş hikâyesini anlatıyor. Alparslan’la ilgili anlattıkları bundan ibaret. Melikşah’ın dönemini şöyle özetliyor Râvendî -yine kendi
ifadeleriyle söyleyelim daha açıklayıcı olur-: “Onun cedleri cihangirlik yaptılar, çok
ülkeler fethettiler, o bunları muhafaza etti. Cedleri devlet ağacını diktiler, o meyvesini
yedi. Ötekiler saltanat tahtını kurdular, o taht üzerinde hüküm sürdü. Zannedersin ki
onun devri devletin gençliği, hükümdarlık zamanının baharı, padişahlık elbisesinin
sırmalı süsleriydi. Bütün cihan elde bayrak muzaffer halk memnun, memleket mamur bulunuyordu”. Melikşah dönemini tamamen böyle özetlemiş. Melikşah’ın tahta
çok rahat çıktığından bahsetmiş. Sadece amcası Kavurd’u devre dışı bırakması ve
bunda Nizâmülmülk’ün rolü önemli. Burada Nizâmülmülk’ten övgüyle bahsediyor
ve onun devlet işlerinde ne kadar yetenekli birisi olduğuna değiniyor.
Müspet bahsediyor.
Evet, Nizâmülmülk’ten müspet bahsediyor. Râvendî, Melikşah bahsini Nizâmülmülk ile Melikşah’ın karısı Terken ya da Türkan Hatun arasındaki anlaşmazlıktan
söz ederek bitiriyor. Terken Hatun kendi oğlu Mahmud’un Melikşah’tan sonra başa
geçmesini istiyor. Nizâmülmülk ise Melikşah’ın diğer oğlu Berkyaruk’un başa geçmesini savunuyor. Terken Hatun’un bu konuda Melikşah’a baskı yaptığından bahsediyor uzun uzadıya ve bu baskıları neticesinde Nizâmülmülk’ün azlediliş sürecine
geçildiğini ve Melikşah’ın Nizâmülmülk’ü azlettiğini, kısa bir süre sonra da Nizâmülmülk’ün öldürüldüğünden bahsediyor. Terken Hatun’un bu tavrı Melikşah’ın vefatından sonra Berkaruk olaylarından bahsederken kendini gösteriyor. Terken Hatun kendi oğlu adına Abbâsî halifesinden onay alabiliyor. Bunu yaparken de halifeyi
bu işe mecbur bırakıyor metinden anlaşıldığı kadarıyla. Halifenin oğlunu halife ilan
etmekle tehdit ediyor. O dönemde siyasi ve askeri gücü büyük ölçüde Selçuklular
ellerinde bulundurdukları için devletin böyle gücü var anladığım kadarıyla. Devletin
başında mücadeleden galip çıkan ilk önce Mahmud. Fakat kısa bir süre sonra Mahmud’un ölmesi üzerine Berkyaruk tahtın sahibi oluyor. Fakat Râvendî’nin ifadesiyle
Berkyaruk dönemi Âl-i Selçuk’tan ve Âl-i Selçuk’a bağlı ümeradan isyan edenler52
Anadolu Kronikleri
le baş etmekle geçiyor. Bu şekilde özetliyor durumu ve en sonunda Berkyaruk’un
daha önce dört kez mağlup ettiği kardeşi Muhammed’e yenilerek esir düştüğünü
söylüyor. Sonra Muhammed’den bahsedecek. Muhammed dönemi Râvendî tarafından yine çok muhtasar bir anlatımla ele alınıyor. Bâtınilikle mücadele daha çok
bu dönemin karakteriydi diyor. İşte Alamut Kalesi’nin kuşatılmasından bahsediyor
fakat başarısızlıkla sonuçlanan bir kuşatma olduğuna değiniyor.
Hasan Sabbah’ı anlatıyor mu?
Hayır. Sadece ehl-i sünnet dışı hareketlerin bir takım faaliyetlerinden bahsediyor ama kayda değer şeyler değil bunlar. Hasan Sabbah’ın ismi ise hiç geçmiyor.
Çünkü Melikşah’ın öldürülmesinde…
Yok, mülhit ifadesini kullanıyor sadece. Ama bu da çok muhtasar gerçekten,
öyle kayda değer bir şey yok. Sencer dönemiyle ilgili anlattıkları diğerleriyle mukayese edildiğinde daha geniş. Sultanlar hakkındaki klasik ifadelerini tekrarlıyor,
vezirleri vs. Sencer için Selçuk Oğullarının en nasiplisiydi diyor. “72 yaşında öldü, 20
yıl Horasan meliki 41 yıl da cihan hâkimliği yaptı” diyor Sencer hakkında. “Cihana
hâkim olma merasimlerini, hükümdarlık kanunlarını, padişahlığın esaslarını, hükümetin kanunlarını iyi bilirdi, fakat küçük işlerde bön ve aptalca idi” diyor. “Ordu
sevk edip bir düşmanla muharebe etme zamanlarında düşünceleri isabetli ve kararı doğruydu” diye özetlemiş Sencer’i. Böyle büyük cümleler kurmayı çok seviyor
galiba, çünkü her sultanla ilgili bu tip özetleyici ve büyük bir iki cümlesi var. “Gazne’yi ilk defa ele geçiren Sencer’di” diyor. “Birçok yeri fethetti ve Melikşah’ın hâkimiyetindeki bütün toprakları kontrol altına aldı” diye bahsediyor ondan. Fakat döneminde ortaya çıkan birçok karışıklık var: Karahitayların Selçuklularla savaşları,
Selçukluları mağlup edişleri, Hârizmşah isyanı ve daha sonra Oğuz isyanı gelecek.
Sencer dönemini, Selçuklu tarihi okurken Selçukluların yıkılış sürecinin başladığı
birçok isyanın çıktığı dönem olarak biliyoruz. Fakat Râvendî bu kötü gidişlerin faturasını her seferinde Âl-i Selçuk’tan olan sultana değil de genelde vezir ve ümeraya
çıkarıyor. İyilikler sultanın hanesine yazılırken, başa gelen kötü şeyler vezirlerin ve
ümeranın hanesine yazılıyor kitapta. Mesela Karahitaylar’ın bölgeye gelişleri, vergi
toplama memurlarının halka yaptıkları haksızlık üzerinden anlatılıyor. Yine Büyük
Selçukluların sonunu hazırlayan isyan, Oğuz isyanı, tamamen Oğuzlardan vergi
toplayan memurların ve onları kontrol eden ümeranın rüşvet işlerine bulaşmış olması üzerinden anlatılıyor. Hatta Sencer’in Oğuz isyanını bastırmak için harekete
geçtiğinde savaştan önce Oğuzlarla barış yapmak istediğini, fakat yine ümeranın
buna engel olduğunu ve Sencer’i bundan vaz geçirdiklerini, nihayetinde Sencer’in
Oğuzlara yenilip esir düştüğünü anlatıyor. Sencer’in iki yıl kadar Oğuzların elinde
esir kaldığından, serbest kaldıktan sonra ise ülkeyi toparlamakta artık çok geç kaldığından bahsediyor. Sencer’den sonra arka arkaya birçok melikten bahsediliyor.
53
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Artık Irak Selçukluları dönemine geçiyoruz. Burada çok hızlı ve muhtasar bir anlatım hakim. Sadece belki meliklerin isimlerini takip edebilirsiniz elinizdeki listeden.
Mahmud b. Muhammed b. Melikşah, Tuğrul b. Muhammed b. Melikşah, Mesud b.
Muhammed bin Melikşah, III. Melikşah Melikşah b. Mahmud, Muhammed b. Mahmud b. Melikşah, Süleyman b. Muhammed b. Melikşah, sonra Arslan b. Tuğrul b.
Muhammed b. Melikşah. Buradan itibaren anlattıkları detaylanmaya başlıyor artık
Râvendî’nin diğer isimlere göre. Ve o kadar çok isim ve tarih geçmeye başlıyor ki
hakikaten takibi imkansız bir hal alıyor. Bu olaylar silsilesini belli bir sistematik
içerisinde anlatmıyor. Eğer siz hakikaten konunun uzmanı değilseniz bu tarihleri ve
isimleri takip etmeniz gerçekten çok zor.
Kronolojik sıraya uygun değil mi?
Tarih zikretme konusunda bir problemi var. Çoğu zaman tarih zikretmeksizin
olayı anlatıyor. Olsa da isimleri takip etmek o kadar çok zor ki. Muhtemelen müellifin zihninde o olaylar arasındaki bağlantılar tam, fakat bizim zihnimizde o olayların
hakkındaki sebep sonuç ilişkilerinden tutun kronolojik bağlantıya kadar hiç bir şey
olmadığı için, siz onu okurken sizin için orada anlatılanlar çok fazla bir şey ifade
etmiyor. En son Tuğrul b. Arslan kendi dönemindeki sultan ve aynı zamanda himayesinde yaşadığı isim Selçuklu sultanı. Çok övücü ifadeleri var Tuğrul’la ilgili. Dönemini çok yüceltiyor. Onun hakkında övgü dolu bir çok sözü var. “Onun döneminde
her şey çok iyiydi de nasıl yıkıldı bu devlet?” sorusuna tabi klasik bir cevap veriyor
Râvendî: “Ümera ve vezirleri yüzünden oldu bu iş. Çok iyi bir atabeyi vardı” diyor ilk
başta ve Muhammed b. İldeniz’den bahsediyor. “İşleri çok iyi yürütür, idare ederdi.
Fakat bir süre sonra idarede yaptığı değişiklikler aleyhine döndü ve devletin sistemi
bozuldu. Onun vefatından sonra yeni atabeyin Tuğrul’la arasındaki ilişkilerin kötü
gitmesi devleti yıkıma kadar götürdüğünü” söylüyor özetle.
Râvendî, ümeradan Kızıl Arslan diye bir atabeyden bahsediyor, son atabey bu.
Aynı zamanda Tuğrul’u tahttan indiren ve Hemedan’ı terk etmeye mecbur bırakan
isim. Sonra Kızıl Arslan’ın bir iç hesaplaşmayla öldürülüşü, sonra Tuğrul’un tekrar
başa geçişi ve nihayet Hârizmşah isyanı eserde konu ediniliyor. Hârizmşah isyanı Tuğrul’un öldürülmesiyle neticeleniyor. Râvendî’ye göre Tuğrul’un öldürülmesi
parlak devrin tamamen kapanması anlamına geliyor ve Hârizmşahlar eserin sonuna kadar isyancı, yağmacı, insanlara zulmeden, adaletten nasibini almamış bir kavimmiş gibi anlatılıyor. Muhtemelen bunun arkasında yatan sebep Râvendî’nin Âl-i
Selçuk’a olan muhabbeti ve Hârizmşahların parlak dönemi kapatanlar olmaları ve
kendisinin gözden düşüşü olmalı. Hârizmşahlara karşı gerçekten kötü bir anlatımı
var. Bu noktada unutmamak lazım ki iktidar değişiklikleri çoğu zaman kargaşa ve
yıkımı beraberinde getirmiştir. Râvendî de tam bu kırılma noktasında Hemedan’da
bulunduğu için söz konusu kötü günleri yaşamış olabilir.
54
Anadolu Kronikleri
Siyasetnâme-nasihatnâme açısından eserin önemli olduğunu söyledim. Selçuklu sultanlarının hayat hikâyelerinden bahsettikten sonra Keyhusrev’in bu anlatılanlardan ne anlaması, ne öğrenmesi ve nelerden ibret alması gerektiğine dair
bir fasıl mutlaka yer alıyor. Sultanın adaleti üzerine çok fazla vurgusu var. Bununla
ilgili bir sürü darb-ı mesel de zikretmiş. Mesela kendi ifadesinden yine buna dair
bir aktarım yapayım: “Cihanın mamurluğu ve cihandakilerin asayişi adalet sayesindedir. Padişah adaletli, iyi niyetli, himmet sahibi olursa onun bu tavrı insan, hayvan,
meyve, sebze, ekin, su, her şeye tesir eder” diyor. Adalet vurgusu önemli… “Sultan
tanrının yeryüzündeki vekilidir. Dinin ve farzlarının esaslarını yerine getirir. Allah
onu diğerlerinin arasından seçip ona ihsanda bulunmuş, hükümdarlığında onu kendisine ortak tutmuştur. Halkına iyi muamele etsin diye ona lütuflarda bulunmuş,
Hakk’ın zaferi için çağırmıştır. Bundan dolayı sultan, tanrının buyruk ve yasaklarına
itaat ederse tanrı da onu kazan ırmağı üzerine alır. Yok eğer bu hususlarda tanrının emrine uymazsa onu nefisin eline bırakır”. Önemli bir nokta, devlet idaresinde
vezir sultanın en yakınındaki isimler olduğu. Vezir ve haciplerin son derece önemli
olduğuna eserin birçok yerinde vurgu yapıyor Râvendî. Bir de devlet işleri düzenli ve
toplum müreffeh yürüyecekse neredeyse sultandan daha önemli olan şey vezirler
ve haciplerdir diyor. Mesela yine kendi ifadesiyle; “bil ki el nasıl parmaklarla el olursa hükümdarlar da seçip yetiştirdikleri sayesinde hükümdar olurlar. Hükümdarın
veziri gözü, müstevfisi kulağı, katibi dili, hacibi huyu, elçisi aklı, nedimi eşi benzeridir” diyor Râvendî. En son doğrudan Keyhusrev’e hitaben yine şöyle bir ders veriyor.
Birçok şey anlattıktan sonra diyor ki; “hükümdarın, ordusunun vazifesini yapması
için ihsanlarının dizginini çekmesi, müstağni kalmamaları için onlara bol bol servet
vermemesi ve bununla beraber kendisinden kaçmamaları için az da vermemesi,
ortalama ve mutedil bir yol tutması lazımsa da -diyor buraya kadar dersi verdi- bu
muradı -yani bu isteği- süren padişah para, ev, altını hakir tutarak orduyu iyi sözler
ve güzel muamele ile hizmetçi kılmıştır zaten. Onlara o kadar ihsan buyurmaktadır
ki onlar bütün varlıklarıyla ona teşekkür için bu eşiğe hizmet etmeyi vacip bilirler”.
Laf arasında Keyhusrev’e de nasihatini veriyor.
İlginç bazı hususlar da var eserde ilgilenenler olursa mesela; savaşta sultanın
ordusunu nasıl idare etmesi gerektiğine dair uzun uzadıya, yaklaşık beş - altı sayfa anlatım var. Orduda filler varsa nasıl savunma savaşı yapılır, süvarilerin sayısı
çoksa yayalar azsa ne yapmak lazım, işte şu tip savaş aletleri var da bunlar yoksa
nasıl davranmak gerekir. Çok detaylı şeyler anlatıyor. İlgisi olanlar bakabilirler bu
kısımlara ve son olarak padişahların eğlencelerinden bahsediyor. Bununla ilgili de
satranç, tavla, içki hakkında bir bahis var. At yarışı, ok atmak, avlanmak, güzel yazı
yazmak... Padişahların eğlencelerine dair beş hususu zikrediyor. Satranç ve tavlayı
kimin icat ettiğinden başlıyor ve bunları Hintliler buldu diyor. Onlar bu oyunu İranlılara gönderdiler, İranlılar bunu geliştirdiler ve bir oyun ilave ettiler. İranlılar satrancı
55
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Bizanslılara gönderdi ve onlar da iki oyun ilave ettiler diyor. Sonrasında bu oyunların
nasıl oynandığına dair detaylı bir anlatımı var.
Bizim bugünkü bildiğimiz satrançtan mı?
Yani ben çok iyi satranç oynamayı bilmiyorum. İptidai olarak mesela işte fil çapraz gider, işte at, L gider…
Taktik de veriyor değil mi?
Uzun uzadıya anlatıyor. Mesela İranlıların oynadığı satrançtan bahsediyor, bununla ilgili şekiller de var. Mesela bu Hintlilerin oynadığı usul diyor. İranlıların oynadığı satrançtan bahsediyor biraz daha farklı bir şey. Satranç tahtası diyoruz ya
biz, o mesela daha farklı bu çizimlerde. Ayrıca daha farklı taşlar var. Onlar bunu
nasıl oynuyorlar detaylı anlatmış. Bizanslılar neyi değiştirdiler onlar nasıl oynamaya
başladılar… Detaylı bir satranç dersi veriyor aslında orada. Peki neden icat edildi
bu satrançla tavla? diyor. Bu arada tavlayı küçümsüyor; yani tavla böyle sıradan
boş iştir, satranç ise asıl önemli olandır. Diyor ki; “bu oyun -yani satranç- nedimler
şahlarla oynasınlar ordunun merkezinin sağ ve sol kanatlarının nasıl olması lazım
geldiği, bir taraftaki hasım hazırlık yapıp malzemesini tertip ederken diğer taraftaki
hasmın da gafil olmadığını, her ikisinin de savaşta azimkâr olmalarını onlar telkin
etsinler diye icat edilmiştir” diyor.
Stratejik bir oyun yani?
Tabii. İçki hakkındaki fasılla bitireyim. Bu en ilginç fasıllardan bir tanesi. “Her
sultanın diyor bir şaraphanesinin olması lazım” diyor. Kim olursa olsun her sultanın
bir şaraphanesi vardır. “Önemli olan bu şaraphanedeki şarapların şeriata uygun
olup olmadığıdır” diyor. Râvendî’ye göre asıl önemli olan içilenin şer’an caiz olup
olmadığıdır. Hangi içki haramdır hangisi değildir? İşte şu kadar kaynatırsan, bu kadar kokutursan haram olur. İşte 100 derece değil de 80 derece ısıtırsan helal olur
vs. bunu tartışmaya başlıyor. Çok içilip sarhoş olunursa günaha düşüleceği, sarhoş
olunmayacak kadar içilirse bunda bir şey olmadığına dair sanki biraz da haddini
aşan birtakım ifadeleri var.
Meşrulaştırmaya mı çalışıyor?
Aslında tam öyle değil.
Bu yorumlar nadir midir?
Yok, nadir değil.
Dönemine göre ya da ne bileyim İstanbul tarihindeki yapılan tartışmalara göre…
56
Anadolu Kronikleri
Yani şu kadar söyleyeyim, mesela fıkıhta bu tartışılan bir konu. Nebiz diye bir
şey belki duymuşsunuzdur. Nebiz içmenin helal ya da haram olup olmadığı çokça
tartışılıyor. Bu üzümün ne kadar kaynatılıp kaynatılmadığı, oranın ne kadar olup
olmadığıyla alakalı bir konu ve fıkıhta bu çokça tartışılmış bir şey. Râvendî de işte
biraz işin o ucundan tutuyor. Bununla ilgili kendince izahlar getirmeye çalışıyor.
Kendisi şarap içmenin haram olduğunu kabul ediyor zaten. Fakat müselles içmek
helaldir diyerek oradan bir kapı açıp işte hangi şarap helaldir? Hangisi değildir? Ne
zaman helal olur? Ne zaman haram olur? Bunu tartışmaya başlıyor.
Müselles içmek?
Müselles, teknik olarak ben de tam bilmiyorum ama kaynatılarak üçte biri kalmış üzüm suyu. Dediğim gibi oranları tartışıyor burada. Ama bizim metinden hareketle bunun nasıl bir şey olduğunu bilmemiz zor.
Meşruiyet arayışı gibi gelmedi bana. Sanki adam ciddi ciddi hesap yapmış.
Mesela Keykavus’u hatırlıyorum da, şimdi evet içki haramdır diyor. Bunu biliyoruz
ama şunu da biliyoruz; öyle ya da böyle içeceksin sen bunu, o zaman iyisini iç. Yani
o da mesela bir sürü ayetler, hadisler zikrediyor.
Ama o meşrulaştırma değil yani. Kaçınılmaz son gibi bir şey.
Buradaki de meşrulaştırma gibi gelmedi bana.
Ben zaten meşrulaştırıyor demedim. Ama tartışmayı buraya döküyor. Ne zaman
helal olur? Ne zaman haram olur? Şarabın da içkinin de helali vardır diyor, hatta
faydalarından da bahsediyor. Hazmı kolaylaştırır vs. gibi.
Başında zaten bir meşrulaştırma var yani. O nebiz dediğiniz şeyi ben duymuştum. Alimler bir alan açıyorlar sanki oradan.
Ama buna meşrulaştırma dersek yanlış olur. Mesela nebiz içmekle ilgili anlatılan bir şeydir: -Yanlış hatırlamıyorsam- Hz. Ali’nin misafirine nebiz ikram ettiği,
misafirinin bir süre sonra sarhoş olduğu, sonra da Hz. Ali’nin ona had cezası uyguladığı anlatılır. Misafiri de hem içiriyorsun hem dövüyorsun dediği zaman da Hz.
Ali’nin ‘ama sarhoş olmaman lazımdı’ şeklinde mukabelede bulunduğu şeklinde
bir rivayet var. Bu çokça tartışılıyor. Mezhepler arasında da farklı görüşler var. Bu
tamamen fıkhî bir konu yani. Râvendî de bir ucundan tutmuş ve kendince bir takım
cevaplar getirmiş buna.
Şöyle diyebilir miyiz? Meşrulaştırmaktan ziyade meşru olanı arıyor gibi?
Zaten meşru olan şeyi kendince tarif ediyor. Ama onun meşru dediği şey hakikaten meşru mu? Bunun fıkhî açıdan ayrıca tartışılması gerekir.
57
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
At yarışı ve ok atmakla ilgili olarak ise bunları sultanlara tavsiye ediyor çünkü bunun bir anlamda cihada hazırlık anlamı taşıdığı için yapılması gereken şeyler
olduğunu belirtiyor. Eğlence için avlanmak hükümdarlar için helaldir diyor ve başkaları için helal olmadığını ima ediyor sanki. Burada da mesela uzun uzadıya hangi av helaldir? Hangisi değildir? Nasıl avlanırsa helal olur? Nasıl öldürülürse helal
olmaz? Etlerinin hangi durumda yenmesi caizdir? Hangi durumda caiz değildir? vs.
gibi konulardan bahsediyor. Yani bir fıkıh usulü kitabında tartışılan konuları burada
da tartışmış sanki.
Kendisinin kelam veya fıkıh dersi alıp almadığına dair bir bilgi var mı?
Mesela Hanefîlikten bahsederken uzun uzadıya orada Hanefîliği övücü ifadeleri
var. İyi bir Hanefî olduğunu biliyoruz ama ne okudu, tahsili ne derece idi? Bunu
kitaptan anlamak çok zor. Benim görebildiğim kadarıyla ikincil literatürde de buna
dair bir şey yok.
Saraydaki görevi?
Saraydaki görevi şu; dayıları güzel yazı yazma yani hat konusunda uzman isimler. Sultan Tuğrul’a bu konuda hocalık yapıyorlar. Hatta Sultan Tuğrul’un kendisi
bir Kur’an yazmaya başlıyor. Hattı iyice ilerlettikten sonra tezhip işini dayılarına ve
Râvendî’ye havale ediyor. Bir hocalık ilişkisi söz konusu o dönemde. Son olarak
güzel yazı yazmaktan zaten bahis açıyor en sonunda, burası da yine çok detaylı bir
bölüm. Arapça bir harf nasıl güzel yazılır, mesela “ha”yı nasıl güzel yazacaksın?
Güzel “he” nasıl yapılır? Nerden başlanır, ne kadar yuvarlanır vs. Buna dair mesela
o kadar detaylı şeyler var ki konuyla ilgilenen arkadaşların görmesi lazım bunları.
Harfler nasıl güzel yazılır? Rakamlar nasıl güzel yazılır? Buna dair teknikler nelerdir? Genel olarak benim eser hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Yani her şeyini
Âl-i Selçuk’a borçlu bir adamın yeniden o parlak günlere duyduğu özlemle ve yeniden o eski günlerine dönme amacıyla yazılmış bir eser gibi duruyor. Çok da kesin
söylemeyeyim ama.
Hem Selçukluların hem kendisinin.
Selçuklu dönemine dair zaten bir hasreti var. Kendisi de yeniden o parlak günlere duyduğu özlemi yine Selçuklu ailesiyle inşa edebileceğini düşünüyor muhtemelen. Zaten Hârizmşahların bölgeye gelmesiyle birlikte çok büyük karışıklıklar
başlıyor orada. Yani istese de bir dala tutunması mümkün değil. Tuğrul’un öldürülmesinden sonra siyasî olarak alt üst oluş var. Mesela, “Hârizmşahların gelmesiyle
birlikte Iraklılar gözden düştü” ifadesi önemli. Yani artık muhtemelen Irak uleması,
ümerası, artık kim varsa tamamen devre dışı kalıyorlar ve bunların arasında kendisi de var şüphesiz. Bir ikbal ümidi yok, yani kaldığı Hemedan’da. Bunu tekrar
yakalayabilmesinin yolunun da Âl-i Selçuk’tan geçtiğini düşünüyor herhalde. O yüz58
Anadolu Kronikleri
den Konya’ya geliyor ve bu eseri yazıyor. Zaten eserde de açık açık kendisi de yeri
geldiğinde, aralarda böyle bir beklentisinin olduğunu söylüyor.
Evet, ağzınıza sağlık. Ekleyeceğiniz soracağınız şeyler varsa biraz tartışmaya
devam edelim.
Merak ettiğim iki mesele var; halifelik hakkında bir fikri/zikri var mı? Bir de
halifenin sultanla ilişkisini merak ettim.
Klasik anlamda Selçuklu-Abbasî ilişkilerine dair bir şey söylüyor mu diye soruyorsanız burada bir şey yok. Abbasî halifesi üzerinden hiçbir şey anlatmıyor. Yani
Abbasî halifesinin sadece ismi eserde geçiyor.
Sultana Allah’ın gölgesi diye bir unvan veriyor, halife ne oluyor?
Bilmiyorum. Cevabı yok Râvendî’de.
Bir de ümera ve vezirler. Hani olumsuz durumlarda genellikle onlara bir
gönderme olduğunu söylemiştin. Burada acaba kendisiyle onlar arasında -hani satır
aralarından okunabilir mi- bir mücadele veya da onlara alakalı bir çekişmesinden
bahsedilebilir mi? Aşırı bir yorum mu olur?
Kendisinin ümerayla arasındaki dostluktan da düşmanlıktan da bahsetmiyor.
Ama kitabın yazılış gayesi düşünülürse faturayı Âl-i Selçuk’a çıkarmasını da beklemek, kitabın yazılış amacına aykırı bir durum olurdu. Ama bu tamamen benim
şahsi yorumum.
Biraz stratejik olmuş yani.
Stratejik davranmış olabilir, bunun böyle olduğunu düşünüyor olabilir. Metin
içerisinde vezirin ve hacibin önemine dair çok sık atıf var. Râvendî’nin devlet idaresine bakışı ve siyasetten anladığı şey, burada vezirler ve ümera takımı çok kritik olabilir ve faturayı onlara çıkarırken sadece bir suçlama anlamında değil onları
hakikaten devleti idare eden, devlet için önemli olan insanlar olarak gördüğünden
olabilir. Böyle düşündüğü için bunların yaptığı hatalar sonucu buralara gelindi diye
düşünüyor olabilir. Ama Âl-i Selçuk’a çıkarmasını açıkçası metinin genel karakterinden beklemezsiniz. Keyhusrev’e sunulmuş, tamamen her yerinden anlaşılan
bir metin bu. Metnin her sayfasında, her başlığın altında mutlaka Keyhusrev’i övücü, taltif edici, yüceltici ve beklentilerini dile getirdiği ifadeler bulmak mümkün. Bu
çerçevede Âl-i Selçuk’un kabiliyetsizliğini ve hatalarını dile getirip faturayı onlara
çıkarmasını beklemek çok doğru değil. En iyi ihtimalle şunu yapıyor, “bak ben sana
anlatıyorum şunlar şunlar hatalardır, sen bunlara düşme”. Yani genelde Âl-i Selçuk’u çok güzel anıyor.
59
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Baya çok yönlü bir yazar. Hani spor yorumu yapıyor, yani askeri strateji…
O yüzden dedim, siyasetnâme ve nasihatnâme açısından eser ele alınıp çok detaylı bir çalışma yapılması lazım.
Yoksa Selçukluların siyasî ve sosyal tarihine dair fazla bir bilgi yok?
Bir şey yok diyemem, yani bu bakan gözle alakalı bir şey. Ben mesela kendi
çalıştığım alanda sosyal tarih ve ilim-ulema gibi konular üzerine çalışıyorum. İster
istemez o kalıplarla yaklaşıyorsunuz metne. Ama şu kesin; siyasetnâme-nasihatnâme literatürü açısından değerlendirilmesi gereken bir eser. Ne kadar orijinal,
ne kadar değil ortaya konması gereken bir eser benim görebildiğim kadarıyla. Bir
değeri, bir önemi varsa ilk önce bu husus ön plana çıkarılabilir.
Hiç atıf var mı? Yani şu konuda şundan aldım şeklinde, yoksa tamamen böyle
araştırılıp incelenerek tespit edilmesi mi gerekir?
Mesela şiirlerle ilgili bu tip atıflar çok fazla. Birisinin şiirini naklederken konuyla
ilgili “falancanın şiirini naklediyorum” derken bu tip atıflar var.
Hazır şiirden de bahsetmişken genelde çağdaşı olan şiirlerden alıntılar mı var?
Çağdaşı da var, öncesi de var.
Öncesi de var, yani hepsi çağdaş değil bilinçli olarak?
Kendi şiirleri de var mesela
Onların sahiplerini söylüyor mu?
Hepsinin değil tabii, ama yeri geldiği zaman isimlerini söylüyor. İsim vermeden
naklettiklerinin, ya da benim dediği şiirler ne kadar kendisinin onları da ayrıca tespit
etmek lazım tabii. Çünkü çok fazla şiir var gerçekten. Beyit, darbı- mesel, ibret verici
hikaye vs. Bazen hakikatle hikayenin karıştığı yerler de var.
Onu soracaktım ben de. Yani normalde bu tür eserlerde menâkıb ya da kıssa
çok fazla oluyor. Temelde onlar üzerinden anlatılıyor. Bunların varlığı ne düzeyde
eserde? İkincisi de referans arasında ayet, hadis var mı?
Eserde bu şekilde bir anlatım tarzına örnek hiç hatırlamıyorum. Varsa da bilmiyorum yani belki bir iki yerde geçiyordur. Ayet, hadislerle ilgili mesela İmam-ı Azam
ve Hanefî mezhebinden bahsederken uzun uzadıya övgüyle bahsediyor, o bölümlerden sayfalarca fasıllarda İmam-ı Azam’ı övücü Hanefiliği tahkim edici birçok hadis
rivayet ediyor. O hadisleri okurken benim de dikkatimi çekmişti. Bunların sahihliğinin ortaya konması gerekir tabii. Kendisi bu hadisleri rivayet ederken herhangi
bir kaynak belirtmiyor. Bunların hepsinin tahric edilmesi gerekir. Bazılarının ise
60
Anadolu Kronikleri
çok bariz bir şekilde uydurma, sonradan tedavüle sokulmuş şeyler olduğunu fark
ediyorsunuz. Ama bazılarının da hakikaten ne kadar sahih olup olmadığına ayrıca
bakmak lazım.
Onların dışında çok fazla kullanmıyor sanırım.
Onun dışında yok, hayır. Yani mesela Âl-i Selçuk’tan bahsederken öyle hadis
veya ayet referansı yok.
Diğer mezheplere yaptığı eleştiri var mı? Ya da bakışını gösterecek bir ifade?
Mesela Nizâmülmülk’ün Şâfiîliğiyle ilgili kullandığı ifade neydi?
Nizâmülmülk için çok tutucu, sağlam bir Şâfiîydi diyor ve bunu Âl-i Selçuk’un
Hanefîliği himayesinin hemen arkasından söylüyor. Selçuklular Hanefîleri himaye
ettiler ve Hanefilîk onlarla güçlendi diyor. Ama bunun nasıl olduğuna dair bir şey
söylemiyor. Yani bize keşke bazı şeyler söylese veya Nizâmülmülk’ün Şâfiîliği üzerinden keşke bir şeyler anlatsaydı.
Eser biraz genel çerçeveden bakıyor sanırım, detaylara fazla değinmiyor gibi.
Melikşah’ın öldürülmesine mesela.
Hani beklemek ne kadar doğru ayrı mesele ama keşke anlatsaydı diyor insan.
Ama metinde ehl-i sünnetle, ehl-i sünnet dışı mülhitlerin -Hasan Sabbah ve taifesinin- arasında bir mücadelenin olduğunu görüyorsunuz. Ama onun da detayına dair
hiçbir şey söylemiyor bize.
Râvendî eseri yazdıktan sonra ikbaline erdi mi?
Râvendî bu metni yazdıktan sonra ne oldu? Râvendî’nin ne olduğunu bilmiyoruz.
Büyük Selçukluların Irak ve İran’da hanedanı ortadan kalktı. Anadolu’da ise Anadolu Selçukluları devam ediyor. Fakat Râvendî’nin bundan sonraki hayatına dair bir
şey bilmiyoruz.
Bir geçiş sürecine denk geldiği için aslında bir şey de beklenemez yani.
Hemedan’daki hayatından daha iyi bir hayat sürmüş olduğu kesin. Çünkü Hemedan’daki hayatını anlatırken Hemedan’ı, coğrafyayı, o bölgeyi, yaşadıklarını, çok
büyük sıkıntılar, zulüm, haksızlık, hukuksuzluk vs. üzerinden anlatıyor. Konya’ya
gelip bu eseri Keyhusrev’e sunduktan sonra daha mutlu bir hayat sürmüş olduğunu
tahmin edebiliriz.
Konya’ya dair bir şeyler var mı?
Yok, hayır hiçbir şey yok.
61
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Bugün adalet dairesi dediğimiz metni çağrıştıracak cümleler silsilesine rastladın
mı?
Bizim klasik anlamda o daireyi bize ihsas edecek bir şey yok. Ama doğrudan
böyle bir daireyi değil de, anlattıkları üzerinden, aslında bir yönüyle Râvendî adalet
dairesini anlatmaya çalışıyor diyebilirsin rahatlıkla.
Son bir şey söyleyeyim sonra soru yoksa kapatalım isterseniz. Bu verdiğin
tablodaki bahsetmediği isimlerden niçin bahsetmemiş olabilir sence?
Bahsetmediği isimler, zaten diğer Selçuklular. Şimdi, Büyük Selçuklularla
başlıyor, anlatıyor ve sonra Büyük Selçuklular yıkılıyor. Biz ona Büyük Selçuklular
yıkılıyor diyoruz, aslında Irak Selçuklularıyla devam ediyor iş. Biz bugün ona Irak
Selçukluları diyoruz. Büyük Selçukluların yaşadığı coğrafyada Âl-i Selçuk’un sona
eriş silsilesi bu silsile. Anadolu’ya gidenler yok, mesela Anadolu Selçukluları yok.
Suriye’ye gidenler yok. Tutuş mesela, onlar Suriye Selçukluları... Tuğrul’un diğer
kardeşleri var, onlar silik karakterler, hüküm sürmemişler vs. Bu sadece o silsileyi
takip etmiş. Atladığı bir isim var mesela bu listede olup da metinde geçmeyen. Onu
niye zikretmiyor, bilmiyorum. Belki Selçuklu siyasî tarihi okunduğunda daha rahat
görülebilir.
Anadolu’ya ilk gelenlerle ilgili bilgi var mı?
Yok. Ayrıca eserde sosyo-kültürel tarih açısından da malzeme çok sınırlı.
Evet, tekrar teşekkür ederiz.
Dinlediğiniz için ben teşekkür ederim.
Ağzınıza sağlık. Size de çok teşekkürler arkadaşlar. Önümüzdeki programda
Yazıcızâde’nin bir başka kaynağından İbn-i Bibi’yi tartışacağız. Önümüzdeki ay görüşmek üzere.
62
el-Evâmirü’l-alâiyye fi’l-umûri’l-alâiyye, İbn Bîbî
Sara Nur Yıldız
Dr., İstanbul Orient Enstitüsü
Bugün Anadolu Kronikleri toplantılarının dördüncüsünü gerçekleştireceğiz.
Sara Nur Yıldız Hanım konuğumuz. İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umûri’lAlâiyye adlı eseri üzerine konuşacağız. Sara Nur Hanım Chicago Üniversitesi’nde
doktorasını tamamladı. Selçuklu, Moğol, Osmanlı öncesi ve erken dönem Osmanlı
üzerine uzmanlaşmış, aynı zamanda da Orient Enstitüsü’nde araştırmacı olarak
bulunuyor. Buyurun Sara Nur Hanım.
Herkese teşekkür etmek istiyorum geldiğiniz için. Akademik sunum için
Türkçem çok iyi değil, sabrınızı rica ediyorum. Türk Tarih Kurumu basımevinden
çıkan belki hayatımdaki en önemli kitap İbn Bibi’nin kitabıdır. Farsça bir metin;
aynen neşredilmiş ve bir indeks ilave edilmiştir. İndeks çok önemli bir katkı
olmakla birlikte keşke bazı kavramların Osmanlıca-Türkçe karşılığı da verilseydi
diyorum. Zira geçmişteki ifadelerle bugünkü Türkçe arasında bazı nüanslar tam
olarak ortaya çıkmıyor ve bu büyük bir problem oluyor. Neyse biz eserimize
dönelim. el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye bizim Selçuklu dönemi için ana
kaynağımızdır. Bu eser olmasaydı aslında Selçuklu dönemi üzerine fazla bir şey
63
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
bilemezdik. Bildiğimiz çoğu şey bu metinden çıkıyor. Fakat maalesef, bu en önemli
metnimiz üzerine fazla analitik bir çalışma olmadı şimdiye kadar: Bu metin nasıl
yazıldı, nasıl okumamız lazım diye. İşte ben bu konu üzerine yaklaşık on senedir
çalışıyorum. Birkaç ay sonra da benim hazırladığım halini bitireceğim ve yayınevine
metni vereceğim. Artık başka bir konuya geçmek istiyorum.
Bu konudan sıkıldınız mı?
Yok, hiç sıkılmam. Ben bir Osmanlı tarihçisi olarak Chicago Üniversitesi’nde
öğrenciliğe başladım. Bütün dersler genellikle Ortadoğu tarihi ve aynı zamanda
ortaçağ tarihi ile ilgili idi. Tezim de XV. yüzyıl üzerine olacaktı. İbn Bibi’yi sonra
keşfettim. Karamanoğlu üzerine çalışacaktım ve İbn Bibi’de nasıl geçtiklerine
dair bir bölüm yazacaktım. Neyse ben İbn Bibi üzerine çalışmaya başladıktan
sonra metni bırakamadım. Moğol dönemi Anadolu üzerine bir tez ortaya çıktı.
Karamanoğulları rafta kalktı bir şekilde. Şunu söyleyebilirim: Gerçekten dönemin
Osmanlı tarihi eserlerini iyi okudum. Geçenlerde yayınlanan bir kitaba da Farsça
yazılmış olan Osmanlı tarihi eserleri üzerine bir bölüm yazdım. İbn Bibi gibi başka
bir eser yok. Onun üslubu, derinliği, retoriği, hikayesi harika. Böyle bir hikaye yok.
Bunun hikayesini bugün anlatacağım.
İbn Bibi metnini nasıl okuyalım? Önce başlığına bakalım el-Evâmirü’l-Alâiyye
fi’l-Umûri’l-Alâiyye. Bunu mesela ben İngilizceye “exalted orders” ya da “the most
exalted orders” olarak çevirebilirim. İngilizce’de “the most exalted” daha hoş geliyor
kulağa. Türkçe’ye ise “En İyi İşlerde En Âli Emirler” gibi bir çeviri belki uygun. Yani
bu başlık aslında çok retorik içeriyor. Somut bir şey değil, soyut anlam içeriyor.
Niye böyle bir başlık verdi İbn Bibi? Hiçbir zaman Selçukname diye adlandırmadı.
Bu, sonradan takılan bir addır. Türkçe edebi sanat olarak çok önemli bir şey var
bu isimde: Kinaye. İlk kısımda, bu ulvi işlerle ilgili olarak Atâ Melik Cüveyni’nin
emirlerinin yanı sıra Allah’tan gelen emirleri de kastediyor. İkinci kısımda ise “ulvi
işler” ile Alaaddin Keykubat’ın durumu veya olayları da kastediliyor. Tarihi bağlam
şöyle: Cüveyni (Atâ Melik) çok önemli bir şahıs ve Alaaddin Keykubat da bildiğimiz
en önemli Selçuklu sultanı. Burada bir şey görüyoruz, bir yandan İlhanlı dönemi
en önemli devlet adamlarından bahsediyoruz diğer yandan en önemli sultandan.
Bu ne demek? Bu eserin ismi aslında bu eserin iki esas noktasına değiniyor.
Moğol hakimiyeti altında Bağdat’ın ilk valisi Atâ Melik Cüveyni’dir ve emirleri verir.
Fakat Anadolu Selçuklu saltanatı sırasındaki en parlak dönem Alaaddin Keykubat
zamanında yaşanmıştır. En ulvi işler Alaaddin Keykubat zamanında olmuştur. Atâ
Melik Cüveyni’nin aynı zamanda bizim müellifimizin hâmisi olduğunu düşünürsek
bir taraftan Moğol, diğer taraftan Selçuklu’yu bir arada ifade etme gayreti açıkça
görülür. Dolayısıyla bu metin sadece Selçuklu tarihini anlatmak için yazılmadı.
64
Anadolu Kronikleri
İbn Bibi “Konya’da bir Selçuklu tarihi yazayım; belki birisi beğenir” gibi bir şey
dememiştir. Bu bir emirdir. Hem de çok önemli bir bağlamda yani 1277 senesinden
sonra gelen bir emirdir. Malum bir isyan söz konusudur. Konya’yı Türkmenler yani
Karamanoğulları işgal etti, aynı zamanda Kayseri’yi de Baybars işgal etti. İki travma
yaşanıyordu bu dönemde. Abaka Han, o dönemdeki İlhanlı hükümdarıdır ve gelip
her şeyi yoluna koyuyor. Ama sadece askerî bir şekilde yoluna koyuyor. Esasen
Anadolu’nun yönetimini oturtmak gerekiyordu ve bu iş Han tarafından Şemseddin
Cüveyni’ye verildi. İki tane Cüveyni’den bahsediyoruz şimdi. Aynı zamanda İbn
Bibi’nin iki hâmisinden: Atâ Melik Cüveyni -Bağdat valisi- ve ikincisi Şemseddin
Cüveyni. Şemseddin Cüveyni’nin işi Anadolu’yu sakinleştirmek, yani yeni bir finansal
ve idari bir düzen kurmaktır. Anadolu’ya geliyor, geziyor ve bu arada galiba tahmin
edebiliriz İbn Bibi’ye geliyor. Ve İbn Bibi’ye “şöyle bir şey yazar mısınız?” diyor. İbn
Bibi, eserinde “benden istendi” diyor zaten.
Kösedağ Savaşından sonra mı?
Bu, Kösedağ savaşından çok sonra. 1277 senesinde isyanın bitişi ile Cüveyni
geldi ve eser yazılması talimatını verdi. Kösedağ 1243 senesinde olduğuna göre
30 seneden fazla bir zamandan bahsediyoruz. Moğol hakimiyeti sarsıldı bu isyanla
birlikte. Yani bu eserin yazılışının sebebi bu isyandan sonra Moğol hakimiyetini nasıl
oturtabiliriz diye bir teşebbüs, bu benim iddiam. Bunun üzerine bir şey yazmıştım.
Cüveyni sadece bir Selçuklu tarihi istemedi; nasıl bu tür bir karışıklık ortaya çıktı,
bunu anlatan bir metin istedi galiba. Niye başkaldırdılar bu Selçuklular ve Anadolu
saltanatı nasıl yönetilmeli diye esaslı iki soru soruluyor bu metinde. Bu esaslı sorular
aslında Cüveyni’den gelen bir emirdir demek istemiyorum ama bu düşünceleri,
görüşleri İbn Bibi’yle paylaşmış ve İbn Bibi de çok önemli ilişkisi olan Cüveyni için
bu eseri kaleme almış ve bu meseleleri işlemiş olmalı diyorum. İbn Bibi, Cüveyni
için sadece Konya’da oturan bir insan değildi; Cüveyni aslında Bağdat’ta oturuyordu
ama İbn Bibi’nin ailesi ile Cüveyni arasında bir tanışıklık vardı. Cüveyni bir ağ
içinde idi ve Moğollardan önce belki biliyorsunuz Harizmşah için çalışıyorlardı. İbn
Bibi’ler de biliyorsunuz Harizmşah için çalışıyorlardı. Cüveyni’nin dedesi ve İbn
Bibi’nin dedesine bakarsak; Cüveyni’nin dedesi galiba Harizmşah’ın divanbaşısıydı
ve o divanda yani bürokraside İbn Bibi’nin ailesi de çalışıyordu. Annesi de çok
önemliydi, hatta babasından daha önemli: Müneccimbaşı idi. Harizmşah’ın acayip
bir hikayesi var; bu Harizmşah Moğollardan sürekli kaçıyordu, 10 sene kadar. Nasıl
biliyor musunuz? Onun yanında bir müneccim vardı, yani İbn Bibi’nin annesi. Ne
zaman hareket etmeleri gerektiğini astrolojik yöntemlerle tahmin ediyordu. Doğru
da tahmin ettiği için meşhur oldu. Ama sonra Harizmşah öldürüldü ve İbn Bibi’nin
annesi ile babası da Şam’a kaçtılar ve orada kaldılar. Sonra Alaaddin Keykubat,
hikayesini duyunca onu çağırdı yanına. O sıralarda Harput’u almaya çalışıyordu
(1234 yılları) Alaaddin Keykubat ve onu denemek istedi. Bibi Hatun çok doğru
65
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
tespitler yaptı; ne zaman hareket etmesi gerektiğini söyledi ve Harput alındı. Ondan
sonra ödül olarak kendisi müneccim, kocası da (Mecidüddin Muhammed) divanda
tercüman yapıldı. Bu kadar anlatıyor İbn Bibi, maalesef sonrasını bilmiyoruz; annesi
ile ilgili de başka bir bilgimiz yok. Ama babası 1272 senesinde ölmüş. Sonuç olarak,
İbn Bibi’nin ailesi çok soylu bir alim ailesinden geliyor. Bunların hepsi Cüveyni’yle
beraber bir ağ içinde zaten. İlginç olan, Harizmşah’tan sonra ikisi farklı yerlerde
Moğollar için çalışıyorlar. Bunu İran’da bürokrasinin devamlılığını gösteren bir şey
olarak da değerlendirebiliriz. Devamlılık aslında çok önemli bir unsurdur Ortadoğu
tarihi için; çünkü devlet değişir ama siyasi kültür tamamen değişmiyor. Çünkü
orada sabit bir şey var: Ulema ve bürokrasi. Devlet geliyor, gidiyor; bürokrasi ve
ulema istikrarı sağlıyor ve devlet yönetimine devam ediyor.
Charles Melville’den esinlenerek diyebiliriz ki Cüveyni’nin amacı bir Bağdat
valisi olarak ya da sahib-i divan-ı İran ya da bir vezir olarak İslam dünyasını
bu pagan Moğollardan kurtarmaktır. Cüveyni’nin esas projesi budur. Melville
bir de İslamlaştırmadan bahsediyor, yani Pagan Moğol devlet yapısını İslam
müessesesine dönüştürmek ve güçlendirmekten. Düşünün Bağdat 1258 senesinde
fethedildi Moğollar tarafından ve Abbasiler yok oldu. Belki İslam tarihinde bundan
daha büyük bir travma olmadı. Bu acayip bir travma. Bu olayın arkasından ise Ata
Melik Cüveyni’yi Bağdat valisi olarak tayin ediyor Hülagu Han. Hülagu Han öyle bir
yetki veriyor ki adam istediği gibi medreseleri, camileri, yani tüm bu vakfedilmiş
dini müesseseleri yeniden hem de eşiyle beraber inşa ediyor eski Bağdat’ın yerine.
Hem de burayı önemli bir İslam merkezi olarak ihya etmeye çalışıyor.
İkinci olarak çok ilginç bir şey yapıyor Cüveyni. Malum halifelerin çok önemli
rolleri vardı İslam dünyasında ve Bağdat’ın kadi’l-kudât’ını (baş kadı) da tayin
ediyordu. Şimdi ise Cüveyni, bu tür tayinleri hem Bağdat hem de Irak için yapmaya
başlıyor. Irak’ta baş kadı olarak İzzeddin b. Zencâni kalıyor ama kendi adamı
Siracettin İbn Ebu’l-Firas el-Hanisi‘yi Cüveyni Bağdat’a kadi’l-kudât olarak tayin
ediyor. Zencânî yerine bu ismin atanması, ulemanın hiyerarşisine müdahale oluyor
bir anlamda. Yine çok önemli bir hatip pozisyonunu Ulucami hatibini tayin ediyor.
Bununla da kalmayıp Cüveyni, Şems-i Duha ile evlendi yani son Abbasi halifesinin
eşiyle. Kardeşi Şemseddin’in oğlu Harun’u da başka bir Abbasi prensesi, elMutasım’ın kızıyla evlendiriyor. Böylece Cüveyni, Abbasi ailesinin bir parçası
olmaya çalışıyor. Sanki Cüveyni kendisini sadece bir Moğol valisi olarak görmüyor
Bağdat’ta, Halifenin rolünü üstleniyor.
İlhanlılar da henüz Müslüman değil yani.
Evet. İlhanlılar biliyorsunuz iki senelik bir saltanat yürüten Ahmet dışında Gazan
Han zamanında İslamlaştırılıyor tam anlamıyla. Önceden, Moğollar pagan ama
idari sınıfı Müslümandır. Cüveyniler Müslümanlık için gerçekten bastırıyor ama
66
Anadolu Kronikleri
başı derde giriyor. Bu Cüveyni hikayesini niye anlatıyorum; bu metinle çok ilişkili,
anlatacağım size sabrederseniz. Cüveyni’nin başı neden derde giriyor? Prens Abaka
Han ölüyor ve Argun, han olmak istiyor ama han olamıyor çünkü onun amcası
Ahmet han oluyor. Argun Han aynı zamanda çok koyu dindar bir Budist ve Argun
Han’ın yanında bir Budist ekip var. Bunlar çok fanatik ve aktif Budistler. Zira, Argun
Han tahta çıkınca çok kısa bir süre içinde camiler yıktırılıyor. Besbelli ki büyük bir
rekabet ve çekişme vardı bu Budist ve Müslüman grupları arasında. Cüveyniler
de bundan nasibini alıyor. 1283 senesinde Atâ Melik Cüveyni bir kalp krizinden
ölüyor çünkü Argun Han’ın onu idam ettireceğini öğreniyor. Kardeşi Şemseddin ise
sonraki sene idam ediliyor. Budistlerin kurbanı oluyorlar. Cüveyni’nin hikayesi de
böylece bitiyor. Bu hikaye çok önemli bizim konumuz için çünkü Cüveyni bu eseri
yazdırdığı zaman Cüveyniler hakkında nasıl denir sürekli suçlamalar çıkartılıyordu
onları alaşağı etmek için...
Tezvirat, Entrika…
Tezvirat güzel kelime, tamam. Bu tezvirat süreci ne zaman başladı? Suç nedir?
Cüveyniler, Memluklerle işbirliği içinde ve Bağdat’ı aslında Memluklulara vermek
istiyorlardı diye bir suçlama yapılıyordu. Başka bir suçlama, bu Cüveynilerin çok
zengin olmasıydı. Yani halktan çok para saklayıp, bu parayı gömüyorlardı. Üçüncüsü
de Abaka Han’ı aslında zehirlemiş Atâ Melik Cüveyni.
Benzer şeyler Nizamülmülk için de vardı mesela.
Tabi ki onun da çok düşmanları vardı. Ama burada Cüveyni’yi indiren herhangi
bir hareket değildi, bu Budist ekipti. Ayrıca, Moğol bir generalin babası (Tuku Ağa)
1277 senesinde Memluklerle yapılan bir savaşta ölmüştü. Onun için de Memlukler
en büyük düşmandı ve onlar da Cüveyni’yi Memluklerle işbirliği yaptığını söyleyerek
suçladı. Delilim yok ama Bağdat’taki bazı Müslüman kesimden de Cüveyni’ye tepki
olabilir. Zira Abbasi halifesi olmadığı halde onlar gibi davranıyordu ve ulemaya
yaptığı müdahale kendisine düşmanlar üretmiş olabilir. Bu tezvirat dönemi ile
İbn Bibi’ye kitap yazma emri örtüşmektedir. Dolayısıyla bu eser aynı zamanda
Cüveynilerin bir savunmasıdır. Eserin 15-20 sayfası sırf övgüdür. Hiçbir Osmanlı
eserinde bu kadar övgü yok. Bu metin için önemli bir şey. İkinci sayfaya bakalım Atâ
Melik’e gelince Seyyid-i selatîn-i zaman diyor...
Zamanın sultanlarının efendisi…
Evet. Metin biraz garip. Farsça ve Arapça karışımı -görüyorsunuz- ve çok
önemli. Hulefa-i raşidin ile bitiriyor bu kısmı, varis kelimesini kullanarak, görüyor
musunuz? Bu sadece belki retorik olabilir.
Böyle bir niyeti var yani.
67
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
O yüzden hikayeyi anlattım size. Bu adam gerçekten Bağdat’ta o halifeliğin
boşluğunu dolduruyordu ve “varis” oluyordu. Ve sadece Atâ Melik’le bitirmiyor bu
övgü kısmını Şemseddin de var.
Selçuklular bile kullanmadı bu unvanı, yani “varisi”.
İki katman var bunu göstermeye çalışayım. Bu Cüveyniler, pagan Moğol altında
İslam dünyasını korumayı amaçlamışlar ve önemli olan budur; Selçuklu saltanatı
bunların altındadır -ona da geleceğim zaten-. Şemseddin de çok önemli, çünkü
Anadolu’ya geliyor ve Anadolu’yu düzeltiyor. Anadolu saltanatının her şeyine
müdahale ediyor. Bu Şemseddin hakkında İbn Bibi bakın ne yazıyor: “Bu dünyaya
Han’ın hizmetkarı olarak gönderildi ”.* Ama ilginç bir şey var. Bu metinde bir X var
gerçekten de metinde X yazılıyor. Bu çok önemli çünkü Moğol hanların ölümünden
sonra onun ismini kullanamazsınız. Bu yasaktır, tabudur, bir Moğol adetidir. Bazen
Sayın Han kullanılır. Mesela Batuhan öldükten sonra genellikle Batuhan’a Sayın
Han olarak hitap ediliyor çünkü Batuhan öldü ve ismini kullanamazsın. X yazılan han
kimdir bazen çözmek de zor olabiliyor. Claude Cahen bile karıştırmıştır. Dolayısıyla
metni okumak, anlamak için Moğol tarihini iyice bilmeniz gerekiyor. Hem de sadece
İlhanlı tarihi de yetmiyor. Hülagü’nün 1256 yılındaki Aksaray Savaşı’ndan sonra
malum İlhanlı dönemi başlıyor, öncesi Moğol.
İki katman demiştik biri Moğol diğeri Selçuklu bağlamlı. Selçuklu olayları
anlatılıyor ama kime? Selçukluyu bilmeyenlere. Genellikle bu Cüveyniler ve onun
çevresi yani İlhanlı idaresinde çalışanlar. O yüzden, Moğolların bildiği kısımları
anlatmıyor İbn Bibi ama modern okuyucu olarak biz bilmiyoruz. Abdülkadir Yuvalı
diyor ki İbn Bibi tarihinde manadan çok şekle önem verilmiş; birkaç cümleyle ifade
edilebilecek bir bilgi birkaç sayfaya sığdırılmış. Zaman zaman nadir kullanılan
kelime ve deyimlerle manadan uzaklaşılmıştır. Bu, çok sık görülen bir görüş ve bu
görüşten dolayı aslında metni tam anlamıyoruz. Oryantalist sendromu da diyebiliriz
buna. Retorik, gerçek olguları çıkarmaya engel oluyor. Okuyacağız ve “fact” yani
olguları çıkartacağız ve böylece iyice anlayacağız her şeyi. Bu görüşle elimizdeki
metne yaklaşıldı hep. Benim iddiam şu; eğer İbn Bibi metnini okumak istiyorsanız bu
retoriği ciddiye alacaksınız çünkü kitabın başlığından itibaren bu retorik çok manalı
bir stratejidir ve retoriği bir tarafa koyarsanız, bu metini okumuş da anlamış da
olmazsınız. Yuvalı yine diyor ki sık sık kullanılmış olan Arapça ve Farsça atasözleri
ve benzetmeleri eserin akıcılığını bozmuş ve okuyucu konunun dışında bırakılmıştır.
Ben diyorum ki aslında modern okuyucu zaten konunun dışında. Ama İbn Bibi’nin
muasır okuyucu kitlesi yani Atâ Melik Cüveyni, kardeşi Şemseddin Cüveyni ve
onların çevresi yani Pagan Moğolları için görev yapan Müslüman İranlı bürokratlar
* Farsça (zate eşraf eşra bendegiye dergahe cehan behane padişahe ruyi zemin X müteveccehceh
gerdan-i dent).
68
Anadolu Kronikleri
ve aynı zamanda Selçuklular için çalışanlar hiç de konu dışında bırakılmış değiller.
Modern okuyucunun dışarda bırakılması sadece retorikten de değil zaten. Retorik
önemli ve ben onun üzerine çok çalıştım. Türkçede ne diyoruz eserin bu özelliğine...
Üslup
Üslup evet. Şimdi bunları bir kenara bırakalım. Moğol döneminde, Moğol devlet
adamından gelen emir ile yazılmış olan bir Selçuklu tarihiyle nasıl bir tarih olur?
Yani içeriği...
Evet içeriği nasıl? Övgü kısımlarıyla başlıyor. Sayfa sayfa yazdım; bütün metnin
burada bir taslağı var.
Hangi nüshadan?
Tek nüsha zaten. Buna bakmalısınız çünkü bazı şeyler yanlış çevriliyor. Özellikle
de retorik kısımları sadece Türkçe ile anlaşılacak gibi değil. Sonra Alaaddin
Keykubat’ın saltanatı anlatılıyor. Tam 263 sayfa. Bu eserin büyük bir kısmı. XIII.
yüzyıldan başlıyor aslına bakarsanız yani Keykubat zamanından. Çünkü Keykubat
zamanı Selçukluların zirvesidir, değil mi? Sonra Keyhüsrev geliyor ki felaket bir
dönem İbn Bibi’ye göre. Çünkü bu adam saltanattan yani hükümdarlıktan anlayan
bir adam değildi. Gerileme dönemi diyebiliriz bu döneme; Kösedağ savaşı ile Moğol
hakimiyeti başlıyor. Ondan sonra yani II. Keyhüsrev’den sonra 1282 senesine kadar
tahta geçen hiç yetişkin görmüyoruz; çocuklar saltanatı. Keyhüsrev ölüyor; arkasında
üç tane oğul bırakıyor ve en büyüğü dokuz yaşında. Bu dokuz yaşındaki çocuk bu
travma dönemini yönetemez. Kim yönetiyor peki? Onun devlet adamları. Bu dönemi
benim kitabımda “regency” olarak adlandırıyorum. Yani saltanat naibliği dönemi gibi
bir şey. Bir heyet oluşturulmuş o yönetiyor. Şemseddin el-Isfahani vezirlerden biri,
sonra Celalettin Karatay ki Moğol dönemi en parlak dönemi. Karatay aynı zamanda
elimizdeki metnin de kahramanlarından biri. Gulam kökenli, Müslüman olmuş, çok
dindar ve gerçekten çok önemli Sühreverdiyyeden biri. Şeyh Ömer Sühreverdi’nin
müridi olmuş. Onun döneminde her şey bir şekilde idare ediliyordu yani Moğollar
altında. O ölünce tekrar karışıklıklar başlıyor. Yetişkin olmaya başlayan sultanlar
birbirine giriyor. II. İzzettin Keykavus ve Rükneddin IV. Kılıçarslan kavga etmeye
başlıyor. Bu dönemde Pervane ortaya çıkıyor ve Pervane öldürüyor sultanı. Pervane,
ikinci “regent” gibi oluyor sanki. Ama o çok kötü bir adamdı İbn Bibi’ye göre, neyse
ona döneceğim.
Böylece dokuzuncu kısma geliyoruz. Pervane dönemi tam bir karmaşa,
isyan ortaya çıkıyor ve Pervane idam ediliyor. Memluklerle işbirliği yapmış diye
suçlanıyor. Sonrasında III. Keyhüsrev devam ediyor hükümdar olarak ama pek iyi
bir hükümdar değilmiş. Şimdi metin nasıl bitiyor bu çok önemli. Burada önemli
69
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
bir nokta gündeme getiriliyor: II. Mesut’un -Keykavus’un oğlunun- ortaya çıkması.
Kırım’dan gelmiş Sinop’a ve Karadeniz sahilindeyken Samagar diye bir Moğol
valisiyle temas kurmuş. Orduya gitmesi, Han’la konuşması için karar veriliyor. Ve
Tebriz’de 1282 senesinde tahta çıkıyor. Aynı zamanda III. Keyhüsrev de var Selçuklu
sultanı olarak. Dolayısıyla iki tane sultan var denilerek metin bitiyor. Fakat metinde
sanki II. Mesut saltanatı kurtaracak, tüm ümitler onda… şeklinde bitmiş oluyor.
Akıbetini bilmiyoruz tabii çünkü bitiyor eser. Bir kelime daha yazmıyor. Sadece çok
ümitli, çok önemli, çok güzel bir padişah olacak deniliyor.
Malum II. İzzettin Keykavus kaçtı ve Bizans’a gitti sonra da Kırım’a. Moğollarla
çatışmış ve kötü adam olmuştu. Ama İbn Bibi şöyle bir hikaye anlatıyor ki aslında bu
İzzettin Keykavus, gençliğinden ve yanındaki kötü devlet adamlarından dolayı çok
hata yaptı. Kırım’da ölürken pişmanlığını ifade etmiş ve oğlu Mesut’tan Han’a gidip
görüşmesini, onun altında iyi bir sultan olacağını söylemesini istemiş. Bir anlamda
İzzettin Keykavus’un hatalarının affedilmesi isteniyor bu kitapta. Çünkü Mesut’un
kurtarıcı olarak ortaya çıkması için babasının ihanetinin temizlenmesi gerekiyordu.
Selçuklu sultanının Moğol hanlarına vefalı yani sadık olacağı söylenmek isteniyor.
Bu noktada Han adına ülkeyi yönetenleri unutmayalım: Cüveyni Atâ Melik ve
Şemseddin. O zaman bu İslami bir yapıdır da aynı zamanda. Han pagan olmasına
rağmen yöneticileri Müslümandı, dolayısıyla Sultan sadece Moğol hanlara değil
Cüveyni’ye de sadık kalacaktı o zaman. Pratikte, Selçuklu sultanı Bağdat’taki
Müslüman hükümdara sadık olacaktı. Böylece, İslam dünyasını iki Müslüman
hükümdar yönetmiş olacak ama Bağdat hükümdarı daha üstün olacaktı. Abbasi
ideolojisine göre de zaten böyle olması gerekirdi, değil mi? Bağdat halife, Selçuklu
da dünyevi bir güç olarak onun yardımcısı. Cüveyni böyle bir düzen kurmak istiyor.
Bilmem biraz anlatabildim mi?
Ağzınıza sağlık...
Bir saat oldu sabrettiniz, teşekkür ederim ama bir hikayeyle bitirmek istiyorum:
Kösedağ savaşının hemen ardından İbn Bibi, Selçuklularla savaşan meşhur general
Baycu Han’dan bahseder. Bu Baycu’nun yanına gelen iki Selçuklu devlet adamından
biri Mühezzebüddin Ali’dir ki kim bu biliyor musunuz? Pervane’nin babası. Baycu
Han’a diyor ki siz Moğollar bu sefer bizi yendiniz, bitirdiniz ama kesinlikle uyarıyorum
ki bir İslam Padişahı olmadan bu Rum memleketini yönetemezsiniz, kaos olur.
İbn Bibi belki böyle bir şeyi uyduruyordur ama esas olan böyle bir uyarının metne
girmesi. Benim aklıma gelen şey şu, acaba bu kaotik ortamda Moğollar, Selçuklu
saltanatını mı kaldırmayı düşündü? Metinde saltanatın gerekliliği herhalde boşu
boşuna vurgulanıp durmuyordur?
Siyasi düzenin kurulması adına değil mi?
70
Anadolu Kronikleri
Eğer bir siyasi düzen olmazsa felaket olacak deniliyor. Saltanatı kaldırma
konuşuluyordu muhtemelen. Biliyorsunuz, Moğollarla aynı dönemde Pers
bölgesinde isyan eden bir hanedan vardı, adı aklıma gelmiyor şimdi, Moğollar onları
yok etti. Diğer taraftan II. Mesut’a da bir mesaj var burada. Alaaddin Keykubat gibi
bir hükümdar olursa sorun olmaz. Metinde ne deniliyordu; Keykubat zamanında
yani 1236 civarında Ögedey Han, İranlı bir tüccar olan Şemseddin Kazvini’yi elçi
olarak gönderiyor ve diyordu ki siz çok zengin ve çok güzel memleketsiniz, Han
da sizi korumak istiyor. Keykubat da eninde sonunda kabul ediyor Ögedey Han’ın
hakimiyetini. Fakat bir sonraki sene ölüyor hem de her ikisi. Bu anlaşma da suya
düşüyor. II. Keyhüsrev, Kösedağ savaşını yapıyor sonra. Keykubat yaşamış olsaydı
öyle bir savaş olmayacaktı ve öyle bir karmaşıklık da olmayacaktı. Dolayısıyla,
II. Mesut için Keykubat dönemi örnek bir dönemdir. Böyle bir hikaye İbn Bibi’nin
yazdığı. Tamam bitirdim.
Teşekkür ederiz.
En önemli şeyi unuttum. Biraz zaman alıyorum pardon. Şu kağıdı dağıtalım. Çok
keyifli. Siz okuyun ve çözün. Bu nedir?
İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlenme adına bir şey mi?
Bir bakar mısınız? Başlık: Kitab-ı el-Evamirü’l-Alâiyye fi Umûri’l-Aliyye. Sonra
bir madalyon var. Bunu, beraber okuyalım mı?
Okuyalım.
Tamam. Bu Arapça ama ben Arapça’yı Farsça gibi okurum, kusura bakmayın.
“Bi resm-i hizane.” Bu bir formül. Yani bir sarayın kütüphanesinde bir kitap
yapılırsa o kütüphanesi için böyle bir formül kullanılır. Hazine koleksiyonundan
gibi. Ondan sora isimle başlıyor: “Sultanu’l a´zam zıllullah fi’l-alem kefilü’l-ümem
Gıyasü’d-dünya ve’d-din rüknu’l-İslam ve’s-selam Ebu’l-Feth Keyhüsrev b. Kılıç
Arslan b. Keyhüsrev halledallahu mülkehu ve devletehü... Abdülahrar el-Hüseyni
Muhammed el-Mürşi el-Caferi”. İşte bu bir örnek III. Keyhüsrev’in kütüphanesine
gönderilmiş. Nasıl bitiyor kitap; II. Mesut’un tahta çıkışıyla. “Haberiniz var mı,
başka biriyle paylaşacaksınız bu tahtı” diye bir kitap gönderiliyor sanki. II. Mesut’un
rakibine gönderiliyor. Biliyor musunuz bu adam çok bozulmuş bu kitaba. Nerden
biliyoruz? İbn Bibi’den bilmiyoruz, o bitiyor zaten. Aksarayî’den biliyoruz. Genellikle
1277 senesinden sonrasını, yani XIV. yüzyıl ortasına kadar dönemi kapsayan bir
eser. Aksarayî diyor ki II. Mesut Abaka Han’ın ordusuna geliyor ve fakat Abaka Han
ölüyor çünkü çok fazla içiyordu ve çok acı çekiyordu. Abaka Han, 1277 senesindeki
olayları ve en sevdiği generalin öldürülmesini kaldıramıyor. Ayrıca, önceki sene
Memluklerle tekrar bir savaş vardı ve hiçbir şey yapamadığı için yıpranmış ve
71
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
tamamen kendisini içkiye vermiş. Ve Nisan 1282 senesinde ölmüş. Bu sıralarda
Mesut geliyor Han’ın ordusuna ve padişah olmak istiyor. Uygun görülüyor çünkü
Keyhüsrev’den memnun değillermiş zaten. Fakat Mesut altı ay, bir sene orada
kalıyor; deneniyormuş. Yani hükümdarlık yapabilir mi, bize sadık kalacak mı
diye deneme yapıyorlarmış. Sonra Erzincan’dan III. Keyhüsrev’i çağırıyorlar. Sen
de gel orduya, hep beraber eğlenelim, beraber olalım; zaten senin kuzenin de
geldi tanışırsın diye. Gelmiyor ve çok kızıyor ama bir sene sonra ne oluyor biliyor
musunuz? Sarayında ölü bulunuyor. Tesadüf mü? Sonra II. Mesut tahta geçiyor. O
yüzden bu metnin hedefleri çok iç içe; bir taraftan Moğol ve Selçuklularla iç içe,
diğer taraftan da kişiler arası siyasetle iç içe. Dolayısıyla bu metin asla sadece bir
Selçuklu tarihi değildir.
Fakat olaylar Selçuklu tarihi olayları...
Selçuklular evet var ama onu şekillendiren şey Moğol dönemi ve Moğol
hakimiyeti. Bu metin ne kadar güzelse de Anadolu tarihi için yeterli değil. Çok
boşluk var. Bu boşluğu nasıl doldurmamız gerekiyor ben de onun üzerine
çalışıyorum şimdi. Nümismatik, arkeoloji, mimarlık... Mesela Alaaddin Keykubat’ın
eşi Mahperi beş tane kervansaray yaptırmış ve biliyor musunuz İbn Bibi onlardan
hiç bahsetmiyor. Kadınlardan zaten bahsetmiyor annesinin dışında. Annesinden
bahsediyor. Ama genel olarak kadınlar geçmiyor metinde. Mimari çok önemli bir
unsurdur Selçuklu dönemi için. Fahreddin Ali Sahip Ata, fazla önemli biri değildir
ama biliyoruz ki en uzun süren Selçuklu veziriydi Moğol döneminde. Zengin ve en
çok bina yapan çok önemli bir adamdı. Bu eserde pek geçmiyor ve o zaman fazla
bilgimiz olmuyor onun hakkında. Daha fazla bilgiyi ben şahsen yaptığı binalardan
dolayı Selçuklu sanat tarihçiliğinden öğrendim.
İnce Minare’nin banisi...
Evet. O yüzden başka kaynaklara başvurmamız gerekiyor. Tamam, teşekkür
ederim.
Ağzınıza sağlık. Sorular varsa soruları alalım isterseniz.
Bu dönemde Selçukluların Bizanslılarla olan ilişkileri ne durumdaydı acaba?
Çok önemli ilişkileri var askeriyeyle. İzzettin Keykavus’un filan önemli ilişkileri
vardı. Gerçekten Georgios Akropolites’le İbn Bibi’yi beraber okursanız çok önemli
şeyler ortaya çıkıyor ve ben kitabımda onları yazdım.
Bir de işin o yönü var o zaman yani Bizans-Selçuklu ilişkileri üzerinden metne
bakmak lazım...
72
Anadolu Kronikleri
Evet çok önemli ilişkileri var.
Peki İbn Bibi bu tarihin yazımına başlarken herhangi bir belgeden yararlandı
mı?
Çok güzel bir soru. Yani evet, her şeye bakmak lazım. Çok önemli bir vakfiye
var. Nurettin İbn Caca yani Cacaoğlu’na ait. Duymuşsunuzdur belki çünkü Türk
Tarih Kurumu tarafından yayınlandı. Bu vakfiye, 1272 senesinde Kırşehir civarında
kurulmuş olan bir cami, külliye için Nurettin Cacaoğlu’nun vakıflarını içerir. Bu
adam, Pervane’nin adamlarından biridir ve İbn Bibi ondan bahseder. Vakfiyenin
özelliği Moğolca da bir özetinin oluşu. Moğol generaller de şahit oldukları için
Moğolca isimler yazılıyor. Hem Arapça kısmı var hem de Moğolca özeti. Genellikle
bu dönemde vakfiyeler Arapça yazılıyordu ama şöyle bir ihtiyaç duyulmuş olmalı:
Biz önemli kısımlarını Moğolca yazalım ki Moğol generaller bilsinler hangi köyler
vakıf köyleri diye. Nerede olduklarını da bilsinler isteniyor. İbn Bibi’yi okuyacaksanız
önemli bir bilginin vakfiyelerden geldiğini bilmeniz gerekiyor. Vakfiyeler üzerine
çalışan uzmanlarımız var zaten. Biri de aramızda, burada.
Eserin dili, Farsçası nasıl hocam o döneme göre?
Bu zor bir metin. Okuyup çözüyorsunuz metni. Bu çözme işinden keyif
alabilirseniz o zaman keyifle okursunuz ama yavaş yavaş.
Eser kronolojik mi, tahta oturanlara göre mi?
Anlattım. Çok net bir kronolojisi var. O kronoloji içinde acayip insan hikayeleri
var. Düşünün, bir kavgadan sonra, 1249 senesinde, tam Moğol dönemi başlamadan
üç saltanat dönemi deniyor ama aslında üç tane çocuk sultan var ortada ve
üç değişik hizip. İzzettin Keykavus ve Kılıç Arslan’ın hizipleri Aksaray’da 1249
senesinde bir savaş yapıyor. İzzettin Keykavus’un adamları kazanıyor. Kılıç Arslan
o kadar korkmuş ki bu olaylardan sonra barışmışlar. Yapacak bir şey yok, İzzettin
kazanmış. Fakat İbn Bibi şöyle yazıyor: İzzettin geliyor küçük kardeşlerine sarılıyor,
ağlıyor ve çocuk gibi onu yatıştırmaya çalışıyorlar. Teselli ediyorlar, sonra da oturup
yemek yiyip kardeşliklerini devam ettiriyorlar. Böyle kardeş hikayeleri çok var ki
bunlarla sanki özel bir mesaj veriyor. Kime; III. Keyhüsrev’e. Yani şimdi kuzen
gelecek paylaşacaksın saltanatı demek istiyor.
Osmanlı dönemindeki taht kavgalarına benzer bir taht kavgası...
Taht kavgası, ortaçağ dünyasında nerede olursa olsun Türk dünyasında da
İslam’da da her yerde...
Hanedan yapısının olduğu her yerde...
73
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Evet, taht kavgası olur. Avrupa’da çözülmeye çalışıldı ama XIII. yüzyıldan
sonra... Ama şöyle bir şey var kardeş katli olmamalıdır Selçuklularda. Bunu İbn
Bibi’de görüyoruz. Mesela I. İzzettin Keykavus, 1211 yılında babası ölünce Alaaddin
Keykubat’la kavga etti. I. Keyhüsrev’in ve Keykavus’un bir şeyhi vardı, Mecdüddin
İshak, dedi ki Alaaddin Keykubat’ı öldürmeyin.
Sadrettin Konevi’nin babası.
Evet aynen öyle. Mecdüddin İshak diyor ki öldürmeyeceksiniz. Şöyle bir korku
var eğer İzzettin Keykavus ölürse hanedan biter. Ne yapıyorlar; birlikler uzak bir
yerde, bir kalede tecrit ediyorlar. Rükneddin de II. İzzettin Keykavus’u aynı şekilde
gönderdi. Tabi Osmanlılar ortaçağ yapısından çıkıp erken modern bir yapının devleti.
Yeni bir strateji ortaya çıkarttılar.
Kösedağ savaşı özellikle dikkatimi çekti yani o savaşın başlama nedenini yazar
nasıl izah ediyor?
Niye savaş ortaya çıkıyor diyorsun? Yani zaten o anlaşma suya düştü ve bir
Han’ın tahta çıkması çok zaman alıyor. Kurultay olacak herkes kabul edecek birkaç
sene sürüyor. Bu sırada Ögedey Han 1239 senesinde ölünce eşi Töregene Hatun
ki “regent” oluyor, nâib mi diyelim Türkçe yani hiç bir zaman Han olamayan, onun
sadece yetkisini taşıyan anlamında. Gök Han ancak beş sene sonra Han olabilecek
çünkü Batu Han kabul etmiyor.
Saltanat naibi, naib-i saltanat
Saltanat naibi evet ama biliyorsunuz “naib-i saltanat” kullanılıyor İbn Bibi’de
ve “regent” anlamına gelmiyor. O yüzden çok da kullanmak istemiyorum naibi. O,
spesifik bir görev ama “regent” genel bir fonksiyon. Bu “regent” yani Töregene Hatun
bölgeyi yönetmek isteyen Batu Han’a onay vermiyor. Batu Han’ın belki anlaşmadan
haberi yok bilmiyorum. Kavga çıkıyor. Bu Batu Han’ın yaptığı bir şey, merkezden
gelen bir şey değil. Bunun Saray diye bir şehri var.
Altınordu...
Altınordu’nun başkentinden geliyor. Töregene Hatun kızıyor öyle hakkın yok
diye Batuhan’a. Böyle bir şey ancak merkezden gelebilir. Bu, gayri meşru diyebiliriz.
Bu yasa meselesiyle ilgili metinde bir şey var mı acaba yani hukuk uygulamaları
kimin üzerinden oluyor?
Yok. Bu Selçukluları anlatan bir metin. Moğol yapısından hiç bahsetmiyor.
Yukarıda İlhanlı aşağıda Cüveyniler. Burada kural koyma yetkisi kimde?
74
Anadolu Kronikleri
İbn Bibi bu konuya girmiyor çünkü onun amacı değildi. Zaten bu tür şeyler niye
İlhanlı’dan alınsın? Saltanat yetkisini çözmeye çalışıyor metin. Bir saltanat olarak,
bir yasal devlet gibi doğrudan yönetilmiyordu. Mesela İlhanlıların bir sürü bölgesi
doğrudan yönetiliyordu. Burada o zaman bir saltanat var neticede. Yasa olayı varsa
da bu Moğollar arasındadır.
Bir de İslam meselesi...
Şer’i hukuk aynen devam ediyor. Moğollar karışmıyor bu işlere. Yasa sadece
Moğollar için yani kendi adamları için yasa uygulanıyor. Hiçbir zaman Moğollar,
Moğol olmayan insanlara yasayı dinleyeceksin demiyor. Onların amacı vergiyi,
parayı çıkarmaktı. İkinci amacı da askerî idi. Cüveyni zamanında biliyorsunuz
Anadolu’daki plato var, Kırşehir’den Erzincan’a, Erzurum’a kadar ki bu plato Moğol
askerleri için ayrıldı. O yüzden de Türkmenler dağlara çıktılar. Klasik beylikler de
uçlar da oradan oluştu.
Tarihte böyle oluyor herhalde. Moğollara has bir özellik değil. Arada bir
geçişkenlik olabilir tabi…
Bir şeyi söylemem lazım. Hükümdarlıkta bir değişme olursa, yeni sultan vesaire,
kesinlikle Moğol Han’ın bunu kabul etmesi gerekir. Bu yeni tahta çıkan kişi gidecek,
aynen Mesut’un yaptığı gibi ve kabul alacak. Hem de Moğol yarlıklar gönderiliyor ve
onlar dinlenecek. O kadar yani yarlık gönderiliyor yasa olarak.
Muhatabı halk değil yani hiçbir şekilde...
Vergilerle alakalı var da tek tük kitabe, çok yaygınlaşmış değil.
Nedir, mesela?
Bu Moğol vergileriyle ilgili, o dönemle ilgili birkaç kitabe...
Aslında derli toplu değil.
Çok da çalışılmış değil yani.
Evet çok daha derli toplu bir çalışma gerekiyor. Bizim kaynaklarımız genellikle
son dönemden. Dolayısıyla son dönemdeki uygulamayı anlayabiliriz. Belki erken
döneme ait zenginleştirmek gerekir.
Bu Osmanlılardaki kanun geleneğinin İlhanlı’ya Altınordu’ya doğru uzandığına
dair bazı iddialar var. Bunun bir zemini var mı acaba?
Şöyle bir şey var. İbn Bibi’nin işlediği dönem aslında saltanatın son yılları.
Saltanat aslında Cüveyni’nin projesi ve başarılı değil. Saltanat’ın II. Mesut ile birlikte
75
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
bittiğini söyleyebiliriz. Zira o, bir sultan gibi çalışmıyor bir vali gibidir. Bir valinin
yetkisine sahipti diyebiliriz. Bu saltanat olayı bitti.
Sembolik olarak kalıyor diyorsunuz...
Sembolik ama bitiyor. 1280’lerden sonrasını İbn Bibi anlatmıyor ve o yüzden
ben ona girmiyorum. İyi bildiğim dönem de 1280 öncesi. Sonrasında gerçekten
her şey değişiyor. 1280 senesinden 1330’lara kadar süren dönemi ayrıca çalışmak
gerekiyor. Çünkü bu dönem çok farklı. Saltanat gidiyor ve Moğollar doğrudan
yönetmeye çalışıyorlar.
Orada mı aramalı kanun-yasa ilişkisini?
Osmanlı’ya geçen şeyler bu dönemden kaynaklanıyor yani bir sonraki
dönemden. Bu dönem üzerine iyi bir çalışma yok. Var mı aday? Bence çok iyi olur
ama Farsça öğreneceksiniz.
Selçuklu-Osmanlı diyorduk ama arada büyük bir kesinti var, Moğol-İlhanlı etkisi
var. Osmanlı mali sistemine etkiler doğrudan Selçukludan değil de İlhanlılardan
sanki. Muhasebe kayıtları var mesela XIV. yüzyıla ait. Nahcıvani...
Evet Nahcıvani mesela. Yayınlandı ama değerlendirilmedi hiçbir şekilde; bir
çalışma yapılmadı daha. Evet derli toplu bir şey bilmiyorum bu dönemle ilgili çünkü
kimse bu dönemi çalışmadı. Birkaç tez lazım…
Bir de kitapta dikkatimi çeken bir şey vardı. Harzemşahlarla Kösedağ Savaşı
başlıyor aslında. O dönemde Selçuklulardan da o bölgeye yönelik ticari şeylere
yönelik bir hamle var. Orası dikkatimi çekmişti çok ilginç şeyler çıkabilir. Ticari
normlar var, ekonomi var, mimari var, siyaset var; her yönden ele alınması gerekiyor
bu dönemin. Özellikle mimariden baktığımızda bir sürü şey: İlhanlı kökenli sultan
ve hanımlarına ait yapılar. Bunlar, tarihi bağlamda ele alınmalı. Çok enteresan bir
şey…
Keykubat’ın çizgisini oğlu devam ettiremedi. Yani büyük bir boşluk oldu, onun
çok büyük etkisi var. Keykubat ne kadar başarılıysa oğlu da tam tersi. Tamamen
bıraktı Sadettin Köpek’e. Bütün tecrübeleri birikimi olan devlet adamlarını harcadı
saf dışı etti kimseyi bırakmadı ortalıkta.
Bir de Anadolu’nun kendisi zaten karmakarışık bir ortamdı. Yani birçok beylikler
oluştu, Germiyanoğulları...
Moğolların oluşturduğu boşluktan faydalanarak bu ortam oluştu. Keykubat
ölmeseydi belki Kösedağ olmayacaktı. Böyle bir ortam da oluşmayacaktı. Keykubat,
saldırıları geciktirmiş, bütün tedbirleri almıştı. O oyalamasını biliyordu. Moğollarla
76
Anadolu Kronikleri
savaşmamalıyım diyordu.
Basiretli adam gücünü biliyor; karşılaşmamak için tedbirler alıyor yani bir
şekilde onları oyalıyor hoş tutuyor. Böyle bir siyaseti vardı ama öldü. Oğlunda ise hiç
yok yani o devlet adamlığı yeteneği maalesef yoktu; o çizgi devam edemedi.
Ögedey Han’ın gönderdiği mektubun Farsça çevirisi var bu metinde. Ben de
kitabıma onu koydum. Bir Moğol tarihçisi uzmanı bu bölümü okurken “bu tam
gerçek bir mektup olabilir, Moğolların mektup yazışına benziyor” dedi. İbn Bibi
uydurmuyor yani. Elinde büyük ihtimalle mektup da vardı. Alaaddin Keykubat’a
gönderilen mektup ve “submission” boyun eğdirmek kelimesi kullanılıyor...
Tâbîlik...
İbn Bibi gösteriyor ki Alaaddin Keykubat zamanında gerçekten böyle bir şey oldu
ve fakat hikayesinin sonu geldi.
XIII. yüzyıl başına dair ya da ilk yarısına dair kent yaşamıyla alakalı ve diğer
aristokrasiyle alakalı bir şey bulabiliyor muyuz İbn Bibi’de?
İbn Bibi’de neyi görebiliriz? Yani genellikle İbn Bibi’nin babasının çevresinde
onun etrafında dolaşan ilmiyenin varlığını görüyoruz. Alaaddin Keykubat öncesi ile
ilgili de detay bilgiler yok. En detaylı bilgi Alaaddin Keykubat zamanında bulunuyor,
neden? Çünkü, düşünün, İbn Bibi’nin babası önemli bir kaynakmış. Hem de babası
Karatay, saraya 1234 senesinden sonra gelmiş; bu tam Alaaddin Keykubat zamanı,
I. İzzettin Keykavus zamanında babası yoktu ve bilgi de yok. Karatay, Alaaddin
Keykubat’ın en önemli adamlarından biriydi. Yani şöyle yazıyor, hem Mecidüddin
Muhammed hem İbn Bibi’nin babası Karatay 18 sene boyunca Alaaddin Keykubat’ın
yanındaydı. Savaş zamanında da barış zamanında da hep Alaaddin Keykubat’ın
yanında oluyordu. Keykubat’ı o kadar iyi biliyorlardı ki bu adamlar mükemmel
kaynaklardı. Karatay bu metnin en büyük kahramanı bence…
İbn Bibi’den yerel aristokrasi ile ilgili mesela Alaaddin Keykubat Erzurum’u
alıyor, ona ihtar veriyor ve artık müstakil bir hükümdar olmuyor. Mesela böyle
şeyler görüyoruz. Yani Selçuklu değil ama Türk asıllı hükümdarlardan birkaçını yok
ediyor. Onları görüyoruz. Ayrıca, Mavrozomes’den bahsediyor. Bizans aristokrasisi
ama Selçuklu emiri oluyor. Oğulları da emir oluyor. Emir Komnenos geçiyor
metinde. Emir Sivastos da geçiyor mesela Rum asıllı emir. Mavrozomes hiçbir
zaman Müslüman olmuyor, Hıristiyan kalıyor.
Gavraslar da var o dönemde Selçuklu sarayında yarı aristokrat...
Evet, evet. O daha önceki dönemden ama evet.
77
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Kitapta kadınlardan pek bahsetmiyor dediniz. Adı annesinden geliyor ama
kadınlardan bahsetmiyor.
Annesinden bahsediyor.
Annesine tepki mi var hayranlık mı?
Bence bu bir strateji. Kadınlardan bahsetmiyor çünkü onun anlatmak istediği
hikayede kadınların rolü her zaman olumlu değildir. Mesela Mahperi belki büyük
ihtimalle Keyhüsrev’le beraber. Mahperi Keykubat’ı öldürmüş olabilir. Öyle bir şüphe
var çünkü Keykubat tavuk yerken birden zehirlendi ve öldü. Keyhüsrev hükümdar
olamayacak diye korkuyordu Mahperi; bu da ondan şüphe etmeyi doğurdu. Klasik
saray entrikasından kaynaklanan bir şey.
Keykubat’ın da ölümüne dair bir şey var mı?
Metinde tam bir zehir etkisinden ölüyor deniliyor, İbn Bibi anlatıyor. Hem
yanında Kemalettin Kamyar vardı ve adam felç geçiriyor böyle zehirden diyor. Yani
zehirlendiği belli. Şüphe yok. Evet çok uzattık sanırım.
Çok sağ olun ayağınıza sağlık, ağzınıza sağlık.
78
Bezm ü Rezm, Esterâbâdî
Kadir TURGUT
Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü
Anadolu Kroniklerini okumaya ve tartışmaya devam ediyoruz. Bugün ele alacağımız, tartışmaya çalışacağımız kitabın adı Bezm ü Rezm. Özellikle 14. yüzyılın ikinci
yarısı açısından Anadolu tarihine dair birinci derecede önemli bir kaynak. Sivas bölgesinde hüküm süren Kadı Burhaneddin’in talebiyle telif edilmiş ve ona sunulmuş
bir kitap. Muhtevası itibariyle Anadolu’dan daha fazlasını da içeriyor aslında. Bugün
Anadolu dışında kalan bölgelere dair bilgiler de veriyor. Timurlar ve Anadolu’daki
diğer beylikler hakkında da malumat içeren bu Farsça eserin bildiğim kadarıyla
1928’de bir Osmanlıca tercümesi var. Onun öncesinde bir de Türkçe’ye kazandırılmış bir metni var. Bugün kitabı bize Kadir Turgut sunacaklar. Hem kabul ettiğiniz
için, hem de geldiğiniz için, herkese, başta size teşekkür ederim.
Teşekkürler. Bu eserin yazarı hakkında kendi bahisleri dışında çok da bilgi yok.
Yazarı, kitabın yazıldığı tarihten kısa bir süre sonra vefat etmiş olmalı. Ama kesin
tarih bilinmiyor. Bu kitabın yazılış tarihi -kitapta bizatihi not edilmiş- hicrî 800 yılının Recep ayı olarak gösterilmiş. Kitap, Kadı Burhaneddin’in -daha sonra içeriğinde
bahsedeceğimiz gibi- soyundan başlıyor ve kitabın yazıldığı tarihe kadar geliyor.
Kitap yazılış tarihi itibariyle de Kadı Burhaneddin’in hem hayatının hem de saltana79
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
tının son dönemi sayılabilir. Dolayısıyla büyük oranda Kadı Burhaneddin’in hayatını,
devletini ve siyasî faaliyetlerini içeriyor.
Yazma nüshalardan şimdiye kadar zaten daha önce başkaları da bahsetmiş.
Bunun haricinde başka bir nüsha ben tespit edemedim. Ayasofya kütüphanesinde
(nr. 3465) bir tane yazma nüshası var. Bu nüshanın istinsah tarihi hicrî 800 yılı ve
yer olarak da Sivas geçiyor. Anlaşıldığı kadarıyla müellif nüshası değil, çünkü müstensihin adı, “Halilü’s-Sultanî” diye bir isim var. Bu “Halilü’s-Sultanî” aynı zamanda
Kadı Burhaneddin’in divanını da istinsah eden kişi. Sultan lakabının da Kadı Burhaneddin’e nispetle verildiği zannediliyor. Bu nüsha oldukça güzel tertip edilmiş. Hatta
nüshanın bazı yerlerinde boşluklar bırakılmış. Boşluklarda minyatür başlıkları verilmiş, fakat minyatürler yok. Ama minyatürlerde çok açıklayıcı başlıklar var. Minyatür yerlerinde mesela Bağdat’tan bahsederken Bağdat’ın hali, Kadı Burhaneddin’in
-varsayalım ki- Erzincan emiriyle harbi, falancayla şuraya gidişi, meclislerde şöyle
eğlence tertip edilişi vb. şeylerden bahsediyor. Bundan sonraki bir nüsha Topkapı Sarayı’nda (III. Ahmet Kitaplığı nr. 2822) bulunuyor. Bu nüshanın istinsah tarihi
1127, yani daha yeni bir nüsha. Fakat nüshada verilen bilgilere göre bu nüsha, Şehit
Ali Paşa için müellif nüshasından istinsah edilmiş. Dolayısıyla müellif nüshasından
eğer istinsah edildiyse gerçekten o zaman çok kıymetli bir nüsha oluyor. Ama biraz
önce söylediğimiz nüshanın müellif nüshası olmadığı zaten belliydi. Kilisli Rıfat bu
nüshayı daha sonra karşılaştırma için listede vermiş, yoksa asıl metni Ayasofya
nüshasına göre hazırlamış. Daha sonra iki tane daha nüsha var (Esad Efendi nr.
2079; Ragıp Paşa nr. 962). Bunlar diğerlerinden çok daha yeni ve birinci nüshayla
oldukça tutarlı görünüyor. Muhtemelen bundan istinsah edildi ya da buna benzer bir
başka nüsha daha vardı, oradan istinsah edildi.
Kilisli Rıfat’ın hazırlamış olduğu metin 1928’de İstanbul Üniversitesi Türkiyat
Enstitüsü’nün yayınları arasında çıkmış. (Aziz bin Erdeşir-i Esterâbâdî, Anadolu
Türklerine Aid Tarihi Menba’lar I: Bezm’u Rezm, İstanbul 1928, 21+541+75 s.) Fuat
Köprülü’nün yalnızca bu yayına “bir başlangıç” başlıklı giriş yazısı var (5-21). Onun
dışında Fuat Köprülü’nün herhangi bir yayını yok. Kilisli Rıfat’ın mukaddimesi yok.
Eserin tanıtılmasında ve değerlendirilmesinde Fuat Köprülü’nün oldukça büyük
katkıları olmuş. Zaten nüshadaki yazmaları değerlendiren de yine Fuat Köprülü, oldukça dikkatli yapıyor bunları. Dolayısıyla belki ortak hazırladıkları bile söylenebilir.
Hatta sonuna bir indeks ve fihrist konmasını da yine Fuat Köprülü istiyor. Dolayısıyla
Fuat Köprülü’nün ortaklaşa neşri sayılabilir bu, Kilisli Rıfat adına olmakla birlikte.
Daha sonra bir başka bilgiye daha ulaştım: Ruşen Saidlu ve Tevfik Subhanî diye iki
kişinin adı geçiyor ki bunlar da metni hazırlamışlar. (Aziz bin Erdeşir-i Esterabadi,
Bezm u Rezm, yayımlanmamış). Ama yayınlandığına dair herhangi bir şey görmedim. Tevfik Subhanî, Türkiye’de İstanbul Üniversitesi’nde doktora yapmış. Türkçeyi
de iyi bilir, çeşitli eserleri Türkçeden Farsçaya tercüme etmiş bir kişi. Bazı çok iyi
80
Anadolu Kronikleri
bildiğimiz Türkçe eserleri orada tıpkıbasımını yayınlıyor ya da biraz daha değiştirerek çalışmalar yapıyor. Bunu da belki öyle hazırlamış ya da tıpkıbasım olarak
bastırmaya niyet etmiş olabilir. Ama basıldığına dair herhangi bir bilgi yok. Hazırlamışsa bunun tıpkıbasım olacağını zannediyorum. Daha sonra çeviriler kısmı var.
Şimdiye kadar tespit etmiş olduğum üç tane çevirisine rastladım. Bir tanesi Ahmet
Tevhid Bey’in daha sonra yayınlanan Türkçe çevirisi var (Ahmed Tevhid, “Kadı Burhaneddin Ahmed”, Tarih-i Encümen-i Osmani Mecmuası, İstanbul, 1330-31, XXVI,
106-109; XXVII, 178-182; XXVIII, 234-241; XXIX, 296-307; XXX, 347-357; XXXI, 405-409;
XXXII, 468-478), Fuat Köprülü bundan bahsediyor. Tercüme tarihinin 1330 ve daha
sonrasında olduğunu düşünüyorlar ama öyle değil. Çünkü ben bunun 1325 tarihli
yazmasını gördüm (Süleymaniye Kütüphanesi Erzincan Kitaplığı nr. 74). Demek ki
daha önce yazmış, bunun yazması da var. Daha sonra peyderpey Tarih-i Osmanî
Encümeni Mecmuası serisindeki yayın birkaç sayı devam ediyor. Yalnızca tarihî
olayları aktarıyor; özet tercüme deniyor; belki de tercüme de değil kitabın özeti denilebilir. Yalnızca onlara değiniyor. Böyle bir neşri daha sonra Helmut Giesecke Almanca’ya tercüme etmiş (Heinz Helmut Giesecke, Das Werk des ‘Aziz b. `Ardassir
Astarabadi: eine quelle zur geschichte des spaetmittelalters in Kleinasien, Leipzig,
1940, XVII+145 s.) O metin de bunun gibi biraz daha özet bir tercüme. Fakat yöntem
olarak biraz daha geniş ele alıyor, bazı değerlendirmeleri, tavsifleri var. Bir de Mürsel Öztürk Hoca’nın çevirisi var (Aziz b. Erdeşir Esterabadi, Bezm-u Rezm (Eğlence
ve Savaş), çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1990, XII+508 s.) Mürsel Öztürk Hoca Ankara
Üniversitesi’nde Fars dili hocası. Bunu çevirmiş fakat yalnızca metin olarak çevirmiş, eksiksiz metin; fakat herhangi bir tarihî değerlendirme ya da notlandırma yok.
Dolayısıyla üç tane çevirisi var.
Bundan sonra eserden bahseden kaynaklara gelelim. Şimdiye kadar bu eserin
varlığından modern kaynaklar dışında iki tane bahis var. Bir tanesi Timur’un tarihçisi olan İbni Arabşah: biraz böyle efsanevi diyebileceğimiz bir tarzda bahsediyor
(İbn Arabşah, Acaibü’l-makdur, İstanbul 1142, c. I, s. 177-228) Diyor ki; -güya şöyle
bir şey varmış- “Aziz Esterâbâdî, Ahmet Celayir’in adamlarından biriymiş ama pek
de memnun değilmiş, ondan şikâyetçiymiş. Kadı Burhaneddin bunu Ahmet Celayir’den istemiş, ‘senin çok değerli bir adamın varmış onu bana göndersen’ demiş.
Bu da memnun olmamış, memnun olmadığı gibi kaçar diye tedbir almış sıkı sıkı.
Ama bir yolunu bulup kaçmış, gelmiş Kadı Burhaneddin’e. İşte burada dört ciltlik
bir tarih yazmış.” İbni Arabşah buradaki bilgileri neye göre yazmış bilmiyorum. Ama
Esterâbâdî Bezm u Rezm’in girişinde, sebeb-i telif kısmında bir hikaye anlatıyor. Bu
metinde anlatıldığı kadarıyla da Timurlulardan kaçarak gelmiş. Timurlular Bağdat’ı
istila edince kaçarak 796 yılında Sivas’a, ardından Kayseri’ye gelmiş, orada Kadı
Burhaneddin’e katılmış. Ayrıca eser dört cilt de değil, dört cilt olacak hali de yok zaten. Eseri 800 yılına kadar getiriyor. Bundan sonra yaşasaydı dört cilde kadar daha
ne yazacaktı belli değil. Ama eserin sonunda yine şöyle bir ibare var: “Ben buraya
81
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
kadar yazdım, bundan sonraki kalanları da daha sonra yazacağım”. Muhtemelen
bundan sonra saltanatın devam edeceğini, kendisinin ve Kadı Burhaneddin’in de yaşayacağını ve yazmaya devam edeceğini düşünüyor. Ama öyle olmamış, 800 yılında
ya da en fazla 801 yılında Kadı Burhaneddin vefat ediyor, öldürülüyor. Saltanat da
bitiyor. O zaman Esterâbâdî de, İbn-i Arabşah’ın dediğine göre, Mısır’a Memlukluların yanına gidiyor ve vefat edene kadar uzun süre orada yaşıyor.
Pusuya mı düşürülüyor Kadı Burhaneddin?
Savaşta Kara Yülük Osman Bey tarafından öldürülüyor. Bu eser sayesinde Kadı
Burhaneddin’in 800 yılına kadar ki hayatı ayrıntılı olarak biliniyor. Fakat ölüm tarihi
kesin değil, çünkü burada yok.
Daha sonra Katip Çelebi Keşfü’z-zünûn’da bahsediyor (Hacı Halife Mustafa b.
Abdullah Katib Çelebi, Keşfü’z-zünûn an esâmi’i’l-kütüb ve’l-fünûn, haz. M. Şerafettin Yaltkaya, Kilisli Rifat Bilge, Ankara 1943, I, 299). Fakat Katip Çelebi tamamen
İbn-i Arabşah’a dayanarak eser şöyledir, bu adam böyle bir adamdır, eser de dört
cilttir diyor. Anlaşıldığı kadarıyla eseri hiç görmemiş, bakmamış.
Bundan sonraki rastlanan ilk kaynak Halil Edhem’le Van Berchem diye bir adamın. Arapça kitabeler için katalog anlamına gelebilecek bir eserde Kayseri - Sivas
dönemindeki birkaç kitabeden bahsederken bundan bahsediyor (Van Berchem ve
Halil Edhem, “Menakıb-ı Kadı Burhaneddin”, Corpus Inscriptionum Arabicarum,
Kahire 1910, s. 50). O kadar ayrıntılı değil kısa bahisler var. Daha sonra Ahmed
Tevhid Bey yine Meskûkât-i Kadîme-i İslâmiyye Kataloğu diye bir eserinde bundan
bahsediyor (Ahmed Tevhid Bey, Meskukat-ı Kadime-i İslamiye Kataloğu, İstanbul
1321/1903, s. 444). Muhtemelen Ahmed Tevhid Bey belki bundan alıntılar yapmış ya
da yararlanmış olabilir. Daha sonra İslam Ansiklopedisi’nin ilk edisyonunun “Burhaneddin” maddesinde bu kaynaktan bahsedildiği görülüyor. Daha sonra bir kaynak daha var; Hüseyin Hüsamettin Bey’in Amasya Tarihi adlı kitabında bir dipnotta
bahsi geçiyor ve İstanbul ilim-irfan âlemine bu eseri ben tanıttım diyor, ardından
Ayasofya’daki nüshasını zikrediyor (Halil Hüsameddin Bey, Amasya Tarihi, İstanbul
1927, III, s. 85). Köprülü eserin mukaddimesinde bu iddiayı tenkit ediyor ve “daha
önce falanca kişiler eserden bahsetmişti” anlamına gelecek bir şey söylüyor. Ahmed Tevhid Bey bundan yaklaşık 15 yıl kadar önce bunu tercüme ettiğine göre, belki
Ahmed Tevhid Bey’e şifahen söylemiş olabilir. Daha sonra meşhur Osmanlı tarihçiliğiyle alakalı eserin giriş kısmında böyle bir eser daha vardır diye bahsi geçmiştir. Halil Edhem Bey bir makalesinde yine Tarih-i Osmânî Encümeni Mecmuası’nda
Kadı Burhaneddin’in veziri olan bir kişinin yaptırdığı çeşmenin üzerindeki kitabeyi
anlatırken bu eserden bahsediyor (Halil Edhem, “Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin
Namına Kayseri’de Bir Kitabe”, Tarihi-i Osmani Encümeni Mecmuası, İstanbul 1328,
XVI, s. 1019). Bu eserdeki bazı olaylara dayanarak da Kadı Burhaneddin’in haya82
Anadolu Kronikleri
tından bahsediyor. Belki o da bu eserin özet tercümesi sayılabilir, makalede öyle
bir şey var. Bundan sonra Fuat Köprülü’nün Kilisli Rıfat Bilgen’in neşrine yazmış
olduğu başlangıç kısmı var, oldukça önemli bilgiler veriyor eser hakkında, hem
yazma nüshaları hem de diğer değerlendirmeleri yapıyor. Daha sonra Fuat Köprülü’nün bir başka makalesinde gene kısaca değiniliyor. Tarih-i Nazm u Nesr diye
Said Nefisi’nin bir Farsça edebiyat tarihi var, orada da bundan bahsediliyor (Said
Nefisi, Tarih-i Nazm u Nesr der İran ve der Zebân-i Fârsî, Tahran 1383, I, s. 193).
İslam Ansiklopedisi’nin ikinci edisyonunda “Burhaneddin” maddesi bundan bahsediyor. Bir başka makalesinde bahsi geçiyor ve yazmalarından da bahsediliyor az ya
da çok. Daha sonra Ankara Üniversitesi’nden Yaşar Yücel Hoca Kadı Burhaneddin
Ahmed ve Devleti adıyla bir kitap yazıyor (Ankara, 1983). Bu kitapta aşağı yukarı
çoğunlukla bu kitabı kaynak veriyor, siyasî olayları anlatıyor. Neredeyse bu kitabın
Kadı Burhaneddin Ahmed’e dair olan bütün tarihî bilgilerini orada kullanmış oluyor.
Ondan sonra bir başka ansiklopedi maddesi var. Uzunçarşılı’nın Anadolu Beylikleri
kitabında bundan bahsediliyor. Yaşar Yücel’in yine bir başka çalışmasında bu eserden bahsediliyor ve kaynak olarak kullanılıyor (M. Yaşar Yücel, “Kastamonu’nun İlk
Fethine Kadar Osmanlı Candar Münasebetleri (1361-1392)”, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 1993,
sy. 1, c. 1, s. 133-144). Muhammed Emin Riyahî diye bir kişinin Anadolu topraklarındaki Fars edebiyatını incelediği bir kitabı var ve bu Türkçeye de tercüme edildi
Burada genel olarak diyebiliriz ki Fuat Köprülü’nün verdiği bilgiler tekrar ediliyor
(Muhammed Emin Riyahi, Zeban u Edeb-i Farsi der Kalemrov-i Osmani=Osmanlı
Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı, çev. Mehmet Kanar, İstanbul 1995, s. 143-145).
Aynı zamanda değerlendirmelerin yanı sıra “Farsça bu kadar geçerliydi, şu kadar
geçerliydi” diye biraz daha ilaveler yapıyor. Bezm u Rezm’in sebeb-i telif kısmında
şöyle bir ibare var: “Ben bu kitabı aslında Arapça yazmak istedim. Ama Kadı Burhaneddin dedi ki ‘bunu Farsça yaz’. Çünkü Anadolu’da Fars diline rağbet daha fazla”.
Bundan yola çıkarak Farsçanın ne kadar geçerli olduğu üzerinden eseri anlatmaya
çalışıyor. Tarihî değerine dair hiçbir şey yok içerisinde. Yine Yaşar Yücel Hoca’nın bir
başka kitabında daha bu eser kullanılıyor (Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında
Araştırmalar II, Ankara 1991). Nihayet Tahsin Yazıcı Hoca, Esterâbâdî adına ayrıca
bir ansiklopedi maddesi yazıyor. Burada yukarıdaki bibliyografik kaynakların çoğu
yok ama yine de oldukça geniş bir değerlendirme sayılabilir o zamana kadar. Aynı
şekilde Türkiye’deki Fars edebiyatıyla alakalı bir çalışma içerisinde yaklaşık beş altı
sayfa bu eserden bahsediliyor ama tarihî değerlendirmeler içerisinde yok. Bibliyografya bundan ibaret, benim bulabildiğim bunlar. Eseri çok sayıda kişi tezinde ya da
başka çalışmalarda kullanmış olabilir. Fakat eseri tavsif eden şeyler değil onlar.
Eserin kendisinden bahsetmeye geçmeden önce iki tane mazeret beyan etmeliyim. Bir tanesi ben tarihçi değilim, söyleyeceğim anlatabileceğim şeyler elbette
tarih olması bakımından eksik olacaktır. Şimdiden özür dilerim. İkincisi bu eser
83
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
benim çalışma konum olmadığı gibi kısa zamanda programa hazırlamak zorunda
kaldım, ondan dolayı eserin tamamını okuyamadım. Eğer eksiğim olursa kusura
bakmayın lütfen. Bu kitabı okuduğunuzda şöyle bir kanaat ediniyorsunuz: Kadı Burhaneddin ne kadar huzursuz bir adammış. Yani rahat durmaz mı bu adam? Sürekli
şuraya buraya gitmek değil, onun haricinde sürekli birileriyle komplo halinde. Belki
yazarı da böyle anlatıyor olabilir. Yazarın tarihî olaylara ilginç bir sadakati var ve
Kadı Burhaneddin’in başarısızlıklarını da anlatıyor.
Bu şundan kaynaklanıyor olabilir, ben az çok tarih kısmını kafamda oluşturdum
da: İlhanlıların hâkimiyetinin zayıfladığı bir dönemde Kadı Burhaneddin hâkimiyet
kurmaya çalışıyor. Bu genelde gayet normal aslında, birçok beylik orada konumunu
sağlamlaştırmaya çalışıyor, birçok çekişme var ve o dönemin büyük beyliği de bu
beylik oluyor. İlhanlıların son vadisinde kalan bir beylik.
Öyle olmalı muhakkak, şimdi bir defa Kadı Burhaneddin’in etrafı güçlü siyasî
yapılarla çevrilmiş durumda. Bir tarafta Osmanlı, bir tarafta Karamanoğlu, bir tarafta Akkoyunlular, bir tarafta da Karakoyunlular ve bunlar hiç de öyle küçük güçler
değil. Bir tarafta da Karadeniz, onun dışında her tarafı çevrili durumda ve bunlarla
mücadele ediyor. Bu arada bunlarla mücadele ederken bir yandan da Arap medeniyetinin kalıntılarıyla mücadele ediyor. Aynı zamanda Akkoyunlularla ve Memlüklerle bir şekilde irtibatı olan küçük beyliklerle de mücadele ediyor. Bir taraftan
Memlüklerle de ilişkileri iyi ama çok da iyi değil, yani mücadele de var.
Anlatılanlardan anlaşılıyor ki Erzincan emirliğini Akkoyunlular da Karakoyunlular da kendine çekmeye çalışıyorlar. Karakoyunlularla ittifak kuruyor Erzincan
emirliği. Şimdi bu Eretna Devleti’nin bir varisi olarak etrafında buna muhalif olanlar
var. Sürekli düşmanca bir mücadele var. Bunlardan bir tanesi de Erzincan emiri.
Erzincan emiri böyle sürekli taciz ediyor topraklarını.
Tâceddinoğulları mı onlar?
Tâceddinoğulları özellikle onun dönemine denk gelen. Burada bu konuda ilginç
bir şey var, diyor ki “Erzincan emiri yenile yenile yenmeyi öğrenmişti”. Kadı Burhaneddin gidiyor, Erzincan kalesini kuşatıyor ama başarılı olamıyor ve geri dönmek zorunda kalıyor. Niye başarılı olamadığını sayıyor eserde. Bir, kış bastırıyordu,
vakitsiz gitti uygun değildi. İki, askerlere yağma müsaadesi vermedi. Üçüncüsü,
Erzincan emiri Mutahhar, kendisi için müttefik toplamıştı. Kadı Burhaneddin toplamadı, kendi başına gitti oraya… Bu ve benzeri sebepleri anlatıyor. Nihayet hem bir
iç eleştiri de var. Kısacası tarihe sadakati de var. Bunu söyleyebiliriz ki genel olarak
verdiği bilgiler diğer kaynaklarla doğrulanmış gibi. Fakat zaten Kadı Burhaneddin’le
alakalı bilgiler için bundan daha başka bir kaynak yok. Dolayısıyla buna dayanıyor
herkes. Başka kaynaklar da buradaki bilgileri kullanmışa benziyorlar. Yalnız şöyle
84
Anadolu Kronikleri
bir şey daha var: Bu eserde verilen bilgiler ikiye ayrılabilir. Bir, şahit olduğu bilgiler;
iki, duyduğu ya da topladığı/derlediği bilgiler. Çünkü 796 yılına kadar Sivas’ta veya
Kayseri’de değildi, Anadolu’da da değildi, Bağdat’taydı. Buradaki olaylara şahit olması söz konusu değildi. Buraya geldikten sonra kendisine bir eser yazmasını Kadı
Burhaneddin teklif ediyor. Yazma teklif edilince elbette başlıyor bilgileri derlemeye,
işte bu bilgileri derleyip eseri yazıyor. Eseri 896 yılına kadar getiriyor. Belli ki bunları
toplayarak edindi. Bundan sonra bizzat şahit olduğu olayları anlatıyor. Hatta kendisi
savaşlara/seferlere de gidiyor. Zaten eserinin adı bu, Bezm ü Rezm. “Bezm”; âlem,
işret meclisi demek. Kadı Burhaneddin bol bol böyle meclisler düzenliyor. “Rezm”
de “savaş meydanı, muharebesi” anlamına geliyor. “Bezm” eklemesinin sebebi de
şu; -içeride bir yerde geçiyor- Kadı Burhaneddin sadece savaşan birisi değil, aynı
zamanda bir üst kültüre de sahiptir.
Sofra kültürü de var.
“Sofra kültürü var, işret kültürü var” demeye çalışıyor. Derlediği/topladığı bilgilere göre Kadı Burhaneddin’in dört göbek ötesi de kadıymış Kayseri’de. Kadı Burhaneddin bir Türkmen kabilesinden. Kabile Hârizm taraflarından gelmiş ve buralara
yerleşmiş. Dört göbek kadılık yapmışlar ve birden sultan olmak merakı doğuyor.
Kadı Burhaneddin bir şeyhle görüşüyor ve onunla yakınlık kuruyor. Bu sırada Eretna Devleti zayıflama zamanlarında, taht kavgaları vs. var. Aynı zamanda Eretna
Devleti’nin damadı da oluyor. İşte savaş sırasında hasbihal yapıyorlar bu şeyhle.
Şeyhe; “ne olacak bu devletin hali? Kim düzeltecek bunu?” diyor. Şeyh de “sen” diyor. Aziz Esterâbâdî’ye göre kafasına o sokuyor devlet fikrini. O buna müjdelemiş
oluyor. Sonra sürekli bir fırsat kolluyor ve nihayet Eretna Beyliğinden Ali Bey ölünce
-bir tane çocuğu var- çocuğunu yerine bey yapıyorlar. Kendisi de onun yerine işler
yapıyor. Bir süre sonra da kendisi yerine geçiyor. Sultan unvanını da o etrafta kimse
kullanmazken kendisi kullanıyor. Kitapta ta başından beri ısrarla sultan deniyor.
Bunun bir politika olduğu belli. Mademki bu Kadı Burhaneddin’in resmî tarihi, politik olduğu belli. Kadı Burhaneddin’e “Sultan” diyerek etrafındaki diğer beylere göre
kendisinin üst konumda olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Kitabı okuduğumda kadıyı gaza getirme gibi bir durumla karşılaştım. Devleti
nasıl yöneteceksin, halkı nasıl idare edeceksin ya da bir strateji nasıl gerçekleştireceksin gibi her şey ayrıntılı ve detaylı bir şekilde sunuluyor. Sanki eğitimden
geçiriyormuş gibi bir izlenim veriyor.
Aslında ben o gözle bakmadım ama buradaki bilgiler o manada Nizâmülmülk’ün
Siyasetnâmesi’ni andırıyor. Dolayısıyla oradan alıntı mıdır yoksa başka bir şey midir
bilemiyorum. “Siyasetnâme” anlamına gelebilecek bilgiler acaba diğer siyasetnâmelerden mi alınma yoksa Aziz b. Erdeşir Esterâbâdî’nin Kadı Burhaneddin’e özellikle söylemek istediği malumatlar mıdır? Acaba Kadı Burhaneddin’le alakalı böyle
85
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
bir sorun mu görüyor? Böyle bir şey mi hissediyor? Halil Edhem’in, makalesinde
şöyle bir iddiası var; “çok gaddar bir adamdı”. Şimdi gaddarlığıyla alakalı iki tane sebep var. Öncelikle kolaylıkla elde edememiş saltanatı. Saltanatına da göz koyanlar
var. Onlarla mücadele ediyor. Bir de Osmanlı kaynakları Kadı Burhaneddin’i hiç iyi
gözle anmıyorlar. Ondan da kaynaklanıyor olabilir. Ama bir de kitabı okuyorsunuz,
falan ihanet etti, falan sözünde durmadı vs. Sürekli böyle bir durum var. Etrafında
ta ilk vezirliğinden beri sürekli yanında bulunan meşhur iki kişi var. Biri Cüneyt,
diğeri de Müeyyed, ikisini de öldürtüyor. Tabii onlar ihanet etmiş burada anlattığına
göre, ihanet ettikleri için öldürtmüş. Bir şey daha var Kadı Burhaneddin aynı zamanda saltanatı da ele geçiriyor, yani bey vekilini ve vezirini bizzat kendi eliyle/kılıcıyla öldürüyor. Burada da anlatıyor, tabii ki yererek değil. Hatta kimileri tarafından
söylendiğine göre kendi has adamı Müeyyed’i öldürdüğü için Kadı Burhaneddin’i
öldüren Kara Yülük Osman Bey var. Kara Yülük Osman Bey Karakoyunluların maiyetindeymiş ya da bu Eretna Devleti’nin adamlarından birisiymiş. Fakat Kadı Burhaneddin Eretna Beyi’ni öldürmesinin ardından -bazılarına göre de sultan olduktan
sonra- kendi has adamı Müeyyed’i öldürünce Kara Yülük Osman Bey gidiyor, onun
için “beylik sevdasına düşmüştü” anlamına gelecek şeyler söylüyor. Ki daha sonra
zaten öyle olduğu belli. Savaşıyorlar ve Kara Yülük Osman Bey savaşta öldürüyor
Kadı Burhaneddin’i. Buradan Kadı Burhaneddin’e dair çıkarılacak yeni bir şey pek
yok ama şu belki önemli: Birincisi, etrafındaki Osmanlı da dahil olmak üzere diğer
beyliklere dair bazı bilgiler var. İkincisi de sosyal tarih var. Memleket tarihçiliği için
önemli bir eser. Şehirler, küçük kasabalar vs. Bu bakımdan belki önem arz ediyor.
Belki onun bahsettiği coğrafyanın bir haritası çıkarılabilir. Sosyal olaylar; mesela
onun bahsettiğine göre o civarda, etrafta ne kadar insan yaşıyordu? Neler vardı?
İlginçtir, burada bahsettiğine göre etraftaki şehirlerin çoğunun ismi Türkçe. Ayrıca
buradaki bahsedilen kişilerin önemli bir kısmının lakabı var. Bu lakaplar sosyal hayat bakımından önemlidir. Burada aşağı yukarı iki şey göze çarpıyor: Biri dinî lakaplar, diğeri halk arasında yaygın lakaplar. Yürük, Kara, Bozok gibi lakaplar var. Yani
bu konularda belki bir çalışma yapılabilir. Yoksa tarihî olaylara dair çalışma yapanlar diğer hususları açıkça göstermişler. İşte Ahmed Tevfik Bey’in yazdıkları dışında
da kabaca tarihî bilgi verdiği yok. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu eserde merkezde
Osmanlı yok. Yani ona göre Osmanlı Beyliği, Karamanoğullarından daha önemsiz
bir beylik. Karamanoğlu daha önemli. Osmanlılardan o kadar da çekinmiyorlar, öyle
bir anlayış var. Belki Osmanlıların o zamanki yeri de tespit edilmiş olabilir böyle bir
çalışmayla. Ben bu metnin tümünü değil ama yarısından çoğunu okudum. Okurken
böyle bir kanaat edindim. Benim söyleyebileceklerim bu kadar.
Teşekkür ederiz. Sorulara geçebiliriz. Buyur Turan.
Eserde dönemin ilmî hayatıyla ilgili medreseler, âlimler vs. hakkında çok bilgi
yok gibi?
86
Anadolu Kronikleri
Eserde bununla alakalı bilgi var. Kadı Burhaneddin kendisi medrese okumuş.
Okuduğu medreselerden bahsederken geçiyor. İkincisi de Kadı Burhaneddin’in Tokat’ta yaptırdığı medreseyi anlatıyor ve onu burada övüyor. Kendisi de ilmiye sınıfından. Dolayısıyla çevresini de ilmiye sınıfından oluşturuyor. Kadı Burhaneddin Tokat’ta yaptırdığı medrese için, “ben de imaretler yaptırıyorum, her zaman yıkmıyorum” anlamına gelebilecek bir şey göstermek için yapmış diye bir kayıt var burada.
Kayıtlar bence enteresan. İsmine “Bezm” gelmesi acaba kitabın kaynak değerini artırıyor mu daha sonradan? Yani “ben tarafsızım” havası vermeye mi çalışıyor,
yoksa hakikatte öyle mi? Kadı Burhaneddin’le arası bozuldu da -çünkü birinci nüshayla alakalı bazı endişelerinizi dile getirdiniz- acaba bir müsveddesi vardı da sonra
değişti mi? Arada çok farklar olduğunu söylediniz.
Evet, burada bir nüsha listesi var öyle.
Mesela biz de düşünelim, İran’daki şehnâmelerde olsun, bizde Selimnâme’de,
Süleymannâme’de niye onu yerici bir şeyler yazsın ki? Bunun esprisi nedir?
Yerici değil onlar, aksine övücü, aslında Kadı Burhaneddin’i savunuyor. Kadı
Burhaneddin için her tarafı yıkıyor, bir yerleri alıyor. Hatta Sivas’ın, Kayseri’nin etrafındaki yerler sürekli el değiştiriyor. Mesela Erzincan’a gidiyor, kaleyi yakıyor. Tokat’a gidiyor yakıyor… Ve o diyor ki; “hep böyle değil, yaptırdı da işte”.
Daha önce başka bir şey söylediniz. Kadı Burhaneddin’in başarılı olmamasının sebeplerini zikrediyor ve düpedüz de biz yenildik ifadesini kullanıyor. Metinde,
doğrudan bu başarısızlığın sebeplerini sayarken, bundan Kadı Burhaneddin’i mi
yoksa “bürokrasiyi” mi sorumlu tutuyor? Eğer Kadı Burhaneddin’i sorumlu tutarak
bunu yapıyorsa, bu tarafıyla çok emsaline rastlanabilecek bir üslup değil. Doğrudan
sultan olarak gördüğü birisini yetersiz görmek veya eleştirmek ya da sorumlu tutmak… Bu açıdan biraz farklı tarafı var.
Sipariş üzerine yazılmış da değil, değil mi eser?
Sipariş üzerine yazıldı.
Sipariş yani, bu açıdan daha da ilginç..
Yani şunu söyleyebilirim belki küçük bir eleştiri var ama öyle şiddetli bir eleştiri
yok.
Yani şiddetli olmasını zaten beklemiyoruz da eleştirinin olması enteresan.
Gerekçeleri neler mesela? Ortak sebepleri mi görüyor, kendisinde mi görüyor?
87
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Yok, tamamen kendisinde görüyor ve diyor ki kış bastırdı.
Ona benzer başka örnekler var mı? Yani o sefer dışında, bu tarzda.
Var. Mesela yine Cüneyt diye bir adamını ihanetinden dolayı öldürmüş. “Zamanında bunu düşünecekti” anlamına gelen bir beyit yazmış ve zamanında tedbir almazsan, sonra bu işin önünü alamazsın demeye getiriyor.
Benzer değerlendirmeler Osmanlı kroniklerinde de var. Aşıkpaşazade’ye bakarsanız o da kendi dönemini eleştirir.
Buna benzer şeyleri en fazla bir kıssa üzerinden yapıyorlar.
Kendinden önceki dönemde yapabilir, gerçek olmayan veya o gün yaşamayan
karakterler üzerinden yapabilir. Ama burada doğrudan sultanın bir eksikliğinden
bahsedilmesi Osmanlı kroniklerinde çok olan bir şey değil.
Her ne kadar sultan dese de sultan gibi görmüyor, bir derebeyi gibi görüyor
aslında.
Benim kanaatimce öyle değil. Velinimeti olarak görüyor onu; kaçmış, gelmiş,
sığınmış zaten ona.
Hiç şüphesiz.
Ama “Bezm ü Rezm” isminin verilmesi kısmına gelince, benim kanaatimce
“Bezm ü Rezm” yergi ya da tarafsızlık değil, bir övgü. Böyle cafcaflı bir isim yani.
Hatta bu isimden dolayı “acaba bu ne anlatıyor” diye merak bile uyandırıyor.
Etkilendiği eserler, kaynaklar vs. hakkında bilgi var mı?
Maalesef ki yok.
Şimdi bu gibi şeyler çok yani, mesela bir ara Eretna Beyi, Kadı Burhaneddin’i
Sivas’a çağırıyor ve orada tutukluyor, tabii sultan olmadan önce. O zaman diyor ki;
“bunun vakası tam da Yusuf’la kardeşleri vakasıdır.” Oraya güvenerek gitti, onlar da
hapse attılar. “Onu cimrilerin yüreği kadar dar, cahillerin kafası kadar karanlık bir
kuyuya attılar” diye böyle ağdalı anlatıyor. Şimdi orada belli ki Hz. Yusuf’a gönderme
yapıyor. Bu gibi göndermeler, bu metinde çok sıradan bir şey.
Ayet ve hadisin referans olarak kullanımı var mı?
Var.
Oranı yüksek mi daha doğrusu?
88
Anadolu Kronikleri
Epey var. Hatta Kadı Burhaneddin’in meşruiyeti için çok kullanılıyor. Mesela sefere çıkmaya ya da birisini öldürmeye karar veriyor. Oradan hemen “bilmem şu
fehvasınca” deyip bir hadis ya da bir başka özlü söz veriyor.
Yani tamamen gösterme olay mı anlatıyor yoksa şifahi olarak, bir vakanüvis gibi
mi yazıyor?
Söylediğim gibi bu eserdeki bilgiler iki kısma ayrılıyor. Bir kısmı, 796 yılından
önceki kısım. 796 yılından önce müellif, Kadı Burhaneddin’in yanında değil. Bu vakalara bizzat şahit olması imkansız. Bizzat görmesi imkansız, ama bunları da anlatıyor. Sebeb-i teliften sonra Kadı Burhaneddin’in soyundan başlıyor, onları bir yerden duymuş. Muhtemelen Kadı Burhaneddin’in kendisinden duydu ya da etrafından
duydu. Fakat anlatırken hep üçüncü şahıs kullanıyor; “böyle yaptı”, “öyle gitti” gibi.
“Ben buradan okudum”, “bana falan söyledi” gibi. 796 yılından itibaren 800 yılına kadar bizatihi olayları anlatıyor, burada tabii ki bazen orada kendisiyle alakalı olayları
doğrudan anlatabiliyor bazen.
Otobiyografik şeyler var mı yani kendi biyografisini anlatıyor mu?
Ayrıntılı değil ama gayet kesin bir şekilde anlatıyor. Bu adam, İran’da Esterebad denilen yerde doğmuş. Ondan sonra gelmiş Bağdat’a ve burada eğitim almış.
Bir süre orada yaşamış. Timurlular Bağdat’ı işgal edince bir süre Kerbela’da saklanmış. Ondan sonra bunu bulmuşlar, bir yere hapsetmişler. O da bir şekilde kurtulmuş ve gelmiş Diyarbakır üzerinden Kadı Burhaneddin’in yanına. Kendisi böyle
anlatıyor. Fakat yine de kendisi hakkında çok fazla bir bilgi yok.
Ben bir soru daha sormak istiyorum, izninizle, Ahmed Tevhid Beyle alakalı.
Onun biyografisine dair bir bilginiz var mı?
Maalesef bilmiyorum, yalnız şunu söyleyebilirim; Târîh-i Osmânî Encümeni
Mecmuası’nda 20’den fazla makalesi var.
Bu yazma nüshası İstanbul’da mı?
Süleymaniye Kütüphanesi’nde, Erzincan kitaplığında.
Daha doğrusu nüshanın burada olup olmadığını sormuyorum da nüshada o
metni nerede hazırladığını belirtiyor mu? Erzincan’da gibi.
Yok, bir şey yok. Ama nüsha Süleymaniye’deki Erzincan koleksiyonunda. Fakat
onunla da karşılaştırmadım bu yayınlanan metni. Acaba bir gözden geçirip yeniden
mi yayınladı, yoksa o haliyle mi yayınladı bilemiyorum.
1907’de, yani niçin böyle bir şey yapmış ki acaba?
89
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Bütün diğer yazıları da o dönemlerle alakalı mı?
Ahmed Tevhid Bey genel olarak 14. ve 15. yüzyıllarla ilgileniyor. Osmanlı tarihiyle de ilgileniyor. Beylikler, şunlar bunlarla alakalı şeyler var. Mesela mezarlarla
ilgileniyor, Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmuası’ndaki bu makalelerinden anladığım
kadarıyla. Ne zamana kadar yaşadığı, başka ne gibi şeyleri var bilemiyorum.
Metnin sonuç kısmı nasıl acaba?
Metnin sonuç kısmında; “ben bir tane daha yazacağım, kalanı da orada anlatırım” diyor.
Peki yazmış olduğuna dair bir bilgi var mı?
İkinci bir cilt yok, yazmadığını söyleyebiliriz. İki şeyden dolayı söyleyebiliriz. Bir
tanesi hiçbir nüshası yok ortalıkta. İkincisi de şu; bu eseri 800’de yazıyor. 801 yılında
da Kadı Burhaneddin vefat ediyor. Kadı Burhaneddin öldürüldüğüne göre yazacak
bir şey kalmadı artık. Yani himaye edecek kimse de kalmadı. Bunu kim yazacak?
Ayrıca kendisi İbn-i Arabşah’ın yazdığına göre Mısır’a gidiyor. Mısır’da çok içtiği için,
bir gece damdan düşüp ölüyor. Ama İbn-i Arabşah’a göre bu eser dört cilt.
Üslubunu nasıl buldunuz? Kitabın sonunda -Mürsel Hoca’nınkinden baktım ben
aslında- “Arapça yazacaktım ama ısrar edince Farsça yazmak zorunda kaldım” diyor. Farsçayı biraz da zemmediyor anladığım kadarıyla burada. İyi Farsça bilmediğinden dolayı mı acaba?
İyi Farsça bilmediğine dair bir şey yok. Mürsel Hoca, “Târîh-i cihângûşah’a özeniyor ama onun kadar olmaz” anlamına gelen bir şey söylüyor. Yani benim kanaatimce dili fena değil. Şiirleri de güzel, Arapçası da fena değil, öyle anlaşılıyor.
Şiirler kendisinin mi?
Kendisinin de şiirleri var. Ben saymadım ama Köprülü saydığını söylüyor. Şiirlerin 100 küsur kadarı galiba kendisininmiş. İlginç bir şey; Farsça bir metinde Arapça
şiirlere bir şey yazmıyor, şiir diyor geçiyor. Ama Farsça olanlara “Fârisiye” yazıyor.
Kendisine ait olduklarını nasıl tespit ediyoruz?
“Bi-müellifi” şeklinde gayet açık yazıyor. Bir de öbürlerinin çoğunda kime ait
olduğunu yazıyor.
Şimdi burada ilginç bir şey var, Kadı Burhaneddin’in para bastığından bahsediyor. Eretna Beyliği’nin küçük oğlunun yerine geçiyor ve aslında para bastırmıyor.
90
Anadolu Kronikleri
Sonra küçük oğlanı divana almıyor, o zaman da para bastırmıyor. Fakat Sivas’ta
Eretna Devleti’nin başındaki Ali Bey ölünce, Kayseri’de para bastırıyor.
Onun dışında dönemin iktisadi koşullarına ilişkin detaylar var mı?
Bu metin, söylediğim gibi daha çok böyle bir savaş konusu üzerinde ilerliyor.
Yani bazen de meclisler düzenledi, eğlendi gibi şeyler geçiyor. Mesela Eretna Beyliği’nden birisinin Amasya’da eşi vefat ediyor. Gidiyorlar orada bir eğlence tertip ediyorlar, onu şenlendirmek, acısını azaltmak için. Öyle ballandırarak anlatıyor bunu.
Esterâbâdî’nin başka eseri var mı?
Esterâbâdî’nin herhangi bilinen başka bir eseri yok. Zaten hakkında burada
yazdığının dışında hiçbir bilgi yok. İbn-i Arabşah’ı zaten pek kale almamak gerekir
anlaşıldığı kadarıyla. İbn-i Arabşah bundan yaklaşık olarak 50 yıl sonra. Yani o da
850’de falan yazıyor.
Evet, başka soru yoksa tekrar çok teşekkür ederiz.
Rica ederim.
Önümüzdeki programlarda görüşmek üzere hepinize iyi akşamlar...
91
Zafernâme, Şâmî
MUSA ŞAMİL YÜKSEL
Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Ortaçağ Tarihi Bölümü
Arkadaşlar hoşgeldiniz. Anadolu Kronikleri serimizin altıncı ayağındayız. Bugün
İzmir’den bir misafirimiz var. Doç. Dr. Musa Şamil Yüksel bugün bize Zafernâme’yi
anlatacaklar. Hocam öncelikle davetimizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. Buyurun hocam.
Ben de teşekkür ederim davet ettiğiniz için. Ben genelde Timurlular üzerine
çalışıyorum, yüksek lisans ve doktora tezim Timur üzerineydi. Doktora tezim “Timurlularda Din-Devlet İlişkisi”, Türk Tarih Kurumundan basıldı. Onun dışında şu
anda Hüseyin Baykara ve Zamanı konulu bir kitap hazırlıyorum, o da bitmek üzere.
Genelde çalışmalarım Timurlular üzerine.
Şimdi ben getirmiş olduğum kitapları da şöyle arkadaşlara takdim edeyim görsünler. Türkçesi de var. Birisi Felix Tauer tarafından Prague’da 1937 yılında yapılan
baskısı, diğeri ise -birazdan bahsedeceğim- Tauer’in baskısı temel alınarak İran’da
yapılan baskısı.
Farklılıklar var mı ikisi arasında.
93
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Yok, şöyle ana metin aynı, ondan bahsedeceğim zaten. İran’daki baskıyı yapan
Penahî Simnânî ne yapmış? Adeta Felix Tauer’in baskını faksimile olarak yayınlamış. Çatı aynı, sayfa sayfasına baskı aynı. Sadece ona giriş ve bir indeks eklemiş
ve o şekilde tekrardan basmış. Ana metin aynı. Yalnız bir de Prag baskısının ikinci
cildi var. Onu bir arkadaşıma vermiştim, geri gelmedi hala. Onu da getirmek istedim ama olmadı. İkinci cilt sadece indeks ve açıklamalar var. Bir de bu eserin
devamı var Zeyl-i Zafernâme. Gene Felix Tauer’in yayınlamış olduğu bu zeyl (ek)
Hâfız Ebrû tarafından yazılmıştır. Şimdi ben şöyle yavaştan başlayayım eserimizi
anlatmaya.
Eserimizin adı Zafernâme: Bizzat Timur tarafından yazdırılan, hicrî 804 yılı, miladî 1401-1402’de kaleme alınmaya başlanan, 1404 yılında bitirilen bir hal tercümesi
veya biyografi tarzında bir eser. Müellifine geldiğimizde; müellif, Nizameddin Şâmî
diye bir kişi. Tam adı Mevlana Nizameddin Ali Vâiz-i Şâmî veya Şenbî şeklinde geçiyor. Tabii yazar hakkında çok fazla malumatımız yok.
Şemdizadelerden mi acaba Şam’daki meşhur Şemdizadeler?
Yok. Şam’la alakası yok müellifin. Adı Şâmî ama kendisi Tebrizli. Niye Şâmî diye
adlandırılıyor onu da anlatacağım birazdan. Müellif hakkında bilgimiz kısıtlı ama
isminde Mevlana olması ve vaiz lakabı taşıması önemli bizim için. Bu kelimelerden kendisinin bir din âlimi olduğunu anlıyoruz. Kendisi Timur’un hizmetinde iken
bizzat Timur’un emriyle bu kitabı kaleme almış. Fakat Timur’un hizmetine girmeden önce Celayirli sultanlara hizmet eden bir kişi. Özellikle de Sultan Üveys’e ki, bu
meşhur Ahmet Celayir. Ankara Savaşı sebeplerinden birisi olarak bildiğimiz Bağdat
hâkimi Celayirlilerden Ahmet Üveys’e de hizmet etmiş bir kişi. 1393 yılının Ağustos ayında Timur Bağdat’a girdiğinde, Bağdat hâkimi Ahmet Celayir tutunamayarak
kaçıyor. O kaçtıktan sonra Timur şehre girerken kendisini ilk karşılayan kişi. Bu
durumu eserinde de bizzat ifade etmiş Nizameddin Şâmî. “Bendeniz Timur ilk geldiğinde ona itaate giden ilk kişi idim” şeklinde ifade ediyor. Diyor ki; “o zaman ben
de Bağdat’ta oturuyordum. Şehirde sakin olanlardan en evvel huzura girip yeri öpen
ben idim. Elbet Timur benim böyle herkesten evvel geldiğime memnun oldu. Buna
mukabil bana muhabbet ve iltifat gösterdikten sonra…” diye devam ediyor. Bunu
bizzat kendisi söylüyor. Fakat daha sonra Timur’la irtibatı kalmamış. Timur Bağdat’ta çok fazla kalmıyor biliyorsunuz, devamlı hareket halinde. İkinci defa Timur’la
karşılaşması Halep şehrinde oluyor, o da 1400 yılının Ekim ayında. Timur Halep’i aldığı sırada Nizameddin Şâmî de Halep’te. Hac ibadetini yerine getirmek için Hicaz’a
doğru giderken Şam’a uğruyor, Şam’dan gidecek. Fakat o arada da Timur, şehri kuşatıyor. Timur’un şöyle bir özelliği var, casuslarıyla ün salmış bir hükümdar. Daha
kendisi gitmeden casuslarını yıllar önceden bir şehre gönderdiğini, orada çok iyi
bir istihbarat teşkilatıyla çalıştığını biliyoruz. Nizamettin Şâmî, Memluk yetkililerin94
Anadolu Kronikleri
ce tutuklanıyor Timur casusu olmak suçundan. Çünkü Tebrizli, Tebriz’den gelmiş,
Fars dilini konuşan birisi… Büyük ihtimalle bu, Timur’un casusu diyorlar. Çünkü Timur’un casuslarının arasında din adamları, âlimler, şeyhler, bir bakıyorsunuz tüccar var hiç beklemediğiniz, asker vs. değil. Tutuklanınca tam kalenin karşısında bir
damda hapis tutuluyor. Oradan da Timur’un şehri kuşatmasını ve şehrin düşmesini
kendi gözleriyle de bizzat görmüş. Timur Halep şehrini aldıktan sonra, emirlerinden
birisi tarafından tutsak olduğu yerden kurtarılıp Timur’un huzuruna getiriliyor. Tabii
Timur daha önce de gördüğü için onu tanıyor ve kendisine iltifatlarda bulunuyor.
Böylece ikinci defa Timur’la görüşmüş oluyor, Timur’un huzuruna gelmiş oluyor.
Ve Timur kendisini alıp Anadolu ve Suriye seferine devam ediyor. Bu sırada Timur,
kendisinden bir kitap yazmasını da isteyecek, birazdan ondan bahsedeceğiz.
Timur’un Anadolu seferi dönüşünde 1404 yılının Nisan ayına kadar Timur’un yanında kalıyor. Timur en son Karabağ’a geldikten sonra oradan ayrılıp Semerkand’a
dönerken müellifimize Tebriz’e, memleketine gitme izni veriyor. Timur’la ilişkisi bu
şekilde. Ölüm yılı olarak da İslam Ansiklopedisi veya bazı eserlerde 814/1411-12
yılı veriliyor. Fakat bu tarih kanaatimce, başka araştırmacıların da kanaatine göre
yanlış. 814 yılında Hâfız Ebrû’nun bir kaydında Nizamettin Şâmî’den bahsederken,
işte bu tarihte ölmüş olduğundan bahsediyor. Araştırmacılar da tarih olarak bunu
almışlar. Fakat onun ölümünün 812/1409 tarihinden önce olduğunu biliyoruz. Yani
ölümü 1409. Tabii Timur kendisini Tebriz’e gönderdiğinde Timur’dan kurtulamıyor.
Tebriz’e gittiğinde, Timur Semerkand’a dönerken “Hülâgühan tahtı” dediğimiz Azerbaycan ile Anadolu hâkimiyetini (idaresini) torunu Ömer Bahadır’a tevdi ettiği için,
müellifimiz ölümüne kadar da Timur’un torununa hizmet ediyor..
Evet, müellifin hayatı hakkında bildiklerimiz bunlar. Diğer Timurlu müellifler ya
da tarihçilerinin ifadelerinden Nizamettin Şâmî’nin dönemin seçkin edipleri arasında olduğunu anlıyoruz. Yani onlar Nizamettin Şâmî’den bahsederken dönemin
seçkin ediplerinden oluşundan, Fars dilini çok güzel kullandığından, üslubunun iyi
olduğundan bahsediyorlar. Müellifimiz böyle önemli bir kişi ve bu eser dışında üç
tane daha eseri olduğunu biliyoruz.
Şimdi müellifin ismindeki “Şâmî”ye değinelim: Aslında kendisi Tebrizli, Şenb-i
Gâzân Mahallesi’nden, Tebriz’in batı kısmında. Gazan Han’ın medresesini inşa ettirdiği yer, sonra mahalleye dönüşüyor. Şenb-i Gâzân mahallesi konuşma dilinde
farklı telaffuz ediliyor, “Şâmî” şeklinde. Şâmî lakabı buradan geliyor. Müellif hakkında bildiğimiz şeyler bu kadar. Şimdi eserin yazılışına bakalım: Daha önce de bahsettiğim gibi eser, bizzat Timur tarafından yazdırılmış. Çünkü diğer bütün doğulu hükümdarlar gibi Timur da başarılarının kaleme alınması, şahsının ebedîleştirilmesi
arzusuna sahip bir hükümdar. Çünkü doğulu hükümdarların çoğunda bu istek var,
yani eskilere Selçuklulara, İranlılara baktığımızda böyle bir şey var. Timur’da da bu
95
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
arzu var, bunun için de Timur ne yapıyor? Daima sarayında ya da sefere giderken
yanında, yani barış ve savaş dönemlerinde otağında devamlı ne taşıyor yanında?
Bitikçiler, Uygur bahşileri, İranlı katipler… Bitikçi dediğimiz kimseler neyi yazıyorlar? Sefere çıktığında “rûznâme” dediğimiz sefer günlüğünü, ülkede olan olayları…
Bunları devamlı kaleme alan, yazıya geçiren kimseler barındırıyor Timur. Timur
niye bunu yapıyor? Hem ebedîleşme arzusu var hem de tarihi çok seven bir kişi.
Özellikle siyer, İslam tarihi gibi ilimlere de düşkün ve tarih konusunda da oldukça
bilgili bir kişi ki İbn Haldun’la görüşmesi var Şam şehrinde. İbn-i Haldun’u bile tarih
bilgisiyle şaşırtıyor. Yani İbn-i Haldun’la bile tartışabiliyor tarih konusunda. Bunun
için de devamlı günlükler tutuyorlar. Ülkede olan olayları, Timur’un başarılarını kaleme alıyorlar. Daha sonra da Timur’un huzurunda okuyup kendisine sunuyorlar.
Timur beğeniyor, “evet, güzel olmuş” şeklinde ifadeleri var. Bu tip küçük eserlerden,
günlüklerden haberimiz var, bunları nereden biliyoruz? Böyle çeşitli eserler yazılmış, diğer tarihçilerin eserlerinden biliyoruz. Fakat bunların hiçbiri bizim günümüze
gelmiş değil. Biz bunların isimlerini biliyoruz. Tarihçilerin ifade ettiği üzere bunların
dışında Timur’a büyük tarih kitapları da yazılmıştır. Bunlardan iki tane var bildiğimiz, elimize ulaşan iki tane büyük eser var.
Buna geçmeden önce Gıyaseddin Ali Yezdî’nin asıl adı Saadetnâme olan bir
eseri var, fakat nasıl biliniyor bu eser Ruznâme-i gazavât-ı Hindustan, yani Hindistan seferlerinin günlüğü şeklinde yazılan bir eser var. Bu yazılmış, tabii Timur
asker bir hükümdar, Arapçası çok iyi değil. Arapça ve Farsça konuşabilir ama çok
mükemmel bir Arapçası yok, Farsçası var. Ağdalı, ağır bir üslupla yazılan şiirleri
ve eserleri çok fazla anlayamadığı için inceliklerini de anlamak istediğinden kendi
adına kaleme alınacak bu eserlerin sade bir dille yazılmasını istiyor. Gıyaseddin Ali
Yezdi’ye diyor ki; “bana daha önceki başarılarımı ve Hindistan seferimin günlüğünü
yaz”. Bizzat Rûznâme-i gazavat-ı Hindustan’da müellif Gıyaseddin Ali, “benden istedi” şeklinde yazıyor. Timur’un Hindistan seferi dönüşünden iki yıl sonra 1400’de
kaleme alıyor eserini, Timur’a sunuyor fakat Timur’u bu çok memnun etmiyor. Zira
Timur; “ağdalı olmasın, üslubu anlaşılır olsun” dediği halde ağır bir dille yazılmış
bir eser karşısına çıkıyor. Tabii sade dille yazmak da müelliflerin işine gelmiyor. O
dönemde siz, sade dilde bir kitap yazdığınızda hiçbir değeri olmuyor. Diğer Zafernâme’yle karşılaştırdığımızda, tabii değersiz demiyorum ama, diğer Zafernâme daha
şöhretli bir kitap, çünkü ağdalı dille yazılmış. Sade bir dille yazılması o dönemde
kabul gören bir şey değil. Ama Timur böyle yazın diyor, Gıyaseddin Ali’nin eserini
beğenmediği için de Anadolu seferinde Halep’te 804/1401-2 yılında Karabağ’dayken
Nizamettin Şâmî’yi çağırıyor, “bana eser yaz başarılarımı anlatan, hikâyemi, saltanatımın tarihini anlatacak kâmil bir eser, büyük bir eser yaz” diyor. “Fakat bunun dili
oldukça sade olsun” diyor. Zaten 10’uncu sayfayı açtığımızda Türkçe tercümesinde
11’inci sayfada, 804 senesinde Nizamettin Şâmî “bu eserin yazılması bendenize emredilmiştir” şeklinde açıkça ifade etmiş. Evet, yazmaya başlıyor Nizamettin Şâmî.
96
Anadolu Kronikleri
Bu arada sefer devam ediyor, Timur Anadolu’ya geliyor, Ankara Savaşı ve Timur’un
Anadolu’da askerlerle bir altı ay kadar kalması, Foça’yı ve İzmir’i fethetmesi... Bu
arada Nizamettin Şâmî de devamlı olarak Timur’un huzurunda. Eserini bizzat gözlemlerine dayanarak yazıyor. Özellikle Anadolu ve Suriye seferi öncesi dönemleri de
“Timur’un huzurunda devamlı olarak bulunan bitikçilerin, Uygur bahşilerin, İranlı
kâtiplerin yazmış oldukları günlüklerden ya da notlardan faydalanıp eserini iki yılda
tamamlıyor. Timur Semerkand’a dönerken -1404 yılında, 12 Nisan’da dönmüştüondan bir 15-20 gün önce olduğu tahmin ediliyor, yani Mart 1404 yılında Timur’a
eseri sunmuş. Tabii eser üslup açısından Timur’u gerçekten memnun eden bir üslupta, sade bir dilde yazılmış eser. Gerçekten Timur bundan memnun oluyor. Eserin
yazılış şekli bu şekilde.
Dönemin mektuplarından, diplomatik kaynaklarından da faydalanmış mı?
Tabii, Timur kendisine bu eser yazıldığında beraberindeki bitikçilerin elinde
olan, yani münşeat yazan, mektup yazan bütün belgeleri Nizamettin Şâmî’ye veriyor. Belki Nizamettin Şâmî bu mektuplardan bahsetmiyor. Mesela İbn-i Arabşah’a
baktığınızda onda daha çok mektup var veya Feridun Bey münşeatına baktığınızda
Timur’un mektuplaşmaları orada daha çok.
Ankara Savaşından önce dört mektuplaşma durumu var, bunlardan bahsediyor
mu acaba?
Yok, eserde o mektuplardan çok fazla bahsetmiyor. Mektupların içeriği, bu
eserde yok. Onları biz daha çok İbn Arabşah’ta Feridun Bey’de ve Memluk tarihçisi
Kalkaşandî’nin Subhu’l-a‘şâ adlı eserinde görüyoruz. Burada maalesef pek mektup
yok. Ama “Timur’dan elçi geldi, Timur’dan Yıldırım Beyazıt’a elçi gitti, Yıldırım Beyazıt’dan elçi geldi” ifadeleri var. Mektup tarzında bilgi ise yok. Zaten okuduğunuzda
da görülecektir.
Eser, bir anlamda propaganda amacıyla yazılmış/yazdırılmış denebilir mi?
Tabii, zaten amacı kendisini ebedîleştirmek. Timur, -gerçekçi konuşursak- bugünün tabiriyle egosu yüksek olan bir hükümdar. Dediği dedik, astığı astık, kestiği
kestik, gerçekten otoriter bir kişi. Lafının üzerine laf söyletmeyen, en makbul adamı
bile emrettiği bir şeye itiraz ettiğinde gözden çıkarabilen bir kişi…Mesela Hindistan
seferinde, İbn Arabşah’a göre, bir kale var, çok yüksek bir kale: “Sevale Kalesi”. Ne
kadar hücum yapılsa alınamıyor, öyle yüksek, korunaklı, muhkem bir kale. Timur
“bunu mutlaka alalım, arkamızda düşman bırakmamamız lazım” diyor. Adamı ise;
“vazgeçelim, bu kadar adamı kaybettik. Değer mi bu küçücük kaleye?” diyor. Bunu
dediği anda ordusundaki en kötü adamın elbisesini ona giydiriyor, onun elbisesini
97
de o kötü adama giydiriyor ve mal varlığının hepsini bu adama devrettiriyor ve “Ben
arkamda düşman bırakmadan giderim” diyor.
Alıyorlar mı kaleyi?
En sonunda da kaleyi alıyorlar tabiki.
Soruları sonraya bırakalım isterseniz, yani sunum bölünmesin.
Evet, Timur’a takdim etti dedik, Timur’u hoşnut etti. Tabii Timur, Semerkand’a
dönerken Nizamettin Şâmî’yi Tebriz’e gönderiyor. Ondan sonra; “Tebriz’e git ve -valisi yaptığı torunu- Ömer Bahadır’a da bir nüshasını sun” diyor. Elimizde eserin iki
farklı nüshası var. Çünkü Nizamettin Şâmî, Ömer Bahadır’a sunarken kitapta biraz
değişiklikler yapıyor. Giriş kısmında Ömer Bahadır’a övgüler, -çünkü ona takdim
edilecek- biraz eklemeler yapıyor, biraz üslupta oynama var, ama çok fazla değil.
Mesela kendisi de Timur’a ilk sunduğunda kitaba Zafernâme diye bir isim koymamış. Zaten genelde ismin konup konmaması tartışma götüren bir konu. Kitabın isminin Zafernâme olduğunu Nizamettin Şâmî’ye bizzat Timur’un kendisi söylüyor.
Zafernâme ismi Tebriz’de torununa sunulan ikinci nüshada yapılan en önemli değişikliklerden bir tanesi. Şimdi eserin kapsamına bakalım. Yani eser hangi yılları
kapsıyor, neyi kapsıyor? Eser Timur’un iktidara gelmesinden, tahta oturmasından
önceki dönemde, yaklaşık 747/1346’da başlıyor. Çağatay Ülkesinde, Bayan Kuli diye
bir hükümdarın tahta çıkmasıyla olayları anlatmaya başlıyor müellif. Başlarda bir
Maveraünnehir ve Çağatay tarihi anlatılıyor ki Timur, Maveraünnehir’de Çağatay
tahtına oturacak. 1335’lerden sonraki Çağatay tarihinden başlayıp hicrî 806 yılı Ramazan ayı, yani Mart 1404 yılı olaylarıyla bitiyor. Yaklaşık 60 yıllık bir tarihi kapsıyor. Mart ayında torunu ve veliahdı Şehzade Muhammed’in Anadolu’da ölmesi var.
Öldükten hemen sonra Şehzade Muhammed de ölüyor. Onun ölüm yıldönümüyle
ilgili Karabağ’dayken onun adına fakirlere sadaka dağıtılması, ziyafet verilmesi gibi
şeyler var. Bunları anlatıyor sonra da “seyyid” ailelerden birinden Seyyid Rıza Kiya
diye birinin Timur’u ziyarete gelişini anlatıyor ve eseri orada bitiriyor. Yani 1404 (806)
yılının Mart ayında biten bir eser.
Evet, şimdi üslubuna bakalım: Üslup sade demiştik daha önce. Rûznâme-i gazavât-ı Hindustan’dan memnun olmayan Timur, özellikle tembih ediyor bunu. Nizamettin Şâmî de Timur’un isteğinin dışına çıkmamış, oldukça sade yazmış. Bu
da Timur’u memnun eden bir şey. Bunun dışında kaynak olarak Nizamettin Şâmî,
Timur’un sarayındaki bitikçilerin, Uygur bahşilerin, katiplerin yazdığı günlükleri
kullanıyor. Rûznâme-i gazavât-ı Hindistan adlı eseri kullanıyor. Özellikle Hindistan
seferine dair bilgileri bu eserden alıyor. Az önce kayboldu dediğimiz eserleri, günümüze gelmeyen eserleri de kullanmış ama ana kaynakları bunlar. Tabii şöyle bir
şey var, 1393 öncesi ve sonrası durumu var. 1393 sonrası kendi şahit olduğu olayları
Anadolu Kronikleri
ihtiva ediyor, özellikle Ankara ve Anadolu seferini. 1393 öncesi ise az önce bahsettiğimiz eserlerden aktarıyor. Tabii Timur Anadolu’nun her yerinde miydi? Timur
Kütahya’dayken bir oğlu Bursa’da, Osmanlı çelebilerini kovalıyor. Burada bulunan
kimselerden yani oradaki olayları gören kimselerden faydalanıyor, böyle bir özelliği
var. Tabii bu olay da esere yansımış. Kitaba baktığımızda kitabın birinci ve ikinci
bölümünde farklı diyebileceğimiz bir üslup var. 1391 öncesindeki tarihlere baktığımızda özellikle şöyle bir şey var mesela, 12 hayvanlı Türk takviminde “Sıçgan” yılına
denk gelen 700 bilmem kaç yılında bu olay oldu gibi. Eski 12 hayvanlı Türk takvimini
de kullanıyor müellif. Bunları aslında kim kullanıyor? Uygurlar. Eskiden kullanılan
tarihlerin etkisini eserde görebiliyoruz. Önceki tarihlemelerde bunlar kullanılıyor.
1391’den sonraki tarihlemeye baktığımızda ise ay, gün, yıl şeklinde devam ediyor.
Mesela 805 hicri yılının Recep ayının 17’nci günü, Salı, Perşembe ya da Cuma şeklinde tarihlemeler bu şekilde üsluba yansımış. Diğer kaynaklarla da karşılaştırıldığında üslupta da fark edilebilen/fark edilebilecek kısımlar var. Bunun için konunun
uzmanı olmak lazım.
Nüshalarına bakalım, kaç tane nüshası var? Onu söyledim aslında, iki tane nüshası var; bir, Timur’a sunulan nüsha; iki, torununa sunulan nüsha. Torununa sunulan nüsha şu anda British Museum’da saklanan bir eser. Müellif el yazması, yalnız
biraz eksik, bazı sayfaları kaybolmuş. Timur’a sunulan birinci nüsha ise elimizdeki
eserde basılmış durumda. Hafız Ebru’nun -zeyl yazan bir diğer meşhur Timur tarihçisi, Şahruh dönemi tarihçilerinden- Mecmua diye bir kolleksiyonu var, 11 eserden
oluşuyor toplam. İşte o Mecmua’nın içine Zafernâme’yi de almış. Bu eser, Topkapı
Sarayı’nda, Bağdat Köşkü 272/1 numarada mevcuttur. Çeşitli başka nüshaları da
olabilir.
British’deki ya da Topkapı’dakinin müellif nüshası var mı?
British Museum’daki müellif nüshası.
Bu eser kendisinden sonra yazılan Timurlu tarihlerine kaynaklık etmiştir. Mesela Şahruh döneminde yazılan diğer Zafernâme, Şerefettin Ali Yezdî tarafından
yazılan, bu eseri kaynak olarak kullanıyor. Tabii bunu daha da geliştiriyor. İki cilt
ve bunun neredeyse sayfa olarak üç, dört katına yakın bir eser. Şahruh’un oğlu İbrahim Sultan döneminde yazılan bir eser o. Orada üslup sınırlaması yok. Dediğim
gibi yani öyle bir üslup sınırlaması olmadığı ve başkentteki bütün imkânlar da onun
hizmetine sunulduğu için daha geniş, daha kapsamlı bir eser. Üslup sınırlaması
olmayınca çok daha kabul görmüş, çok fazla okunmuş, çok fazla istinsah edilmiş/
kopyası çoğaltılmış. Çok güzel yaldızlı süslemelerle, tezhip sanatıyla bezenmiş bir
nüshası var. Onun için çok erken yıllarda Fransızcaya, İngilizceye ki Özbekler döneminde bile Özbekçeye çevrilen bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Yani tabiri caizse
99
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
bunun pabucunu dama atmış diyebiliriz ya da değerini biraz düşürmüş ama gene de
Timurlu tarihi için önemli bir kaynak Şami’nin Zafernâme’si.
Türkçesi var mı?
Şerefeddin Yezdî’nin Zafername’sinin Türkçesi yok. Türkçesini yapmak da biraz
cesaret isteyebilir, ağdalı, gerçekten ağdalı bir dili var. Yapılabilir mi yapılamaz mı o
ayrı mesele. Necati Lugal Fars dilini, Arapçayı iyi biliyor, Almancası var, Fransızcası
var… Filolog biri aynı zamanda, o bile bunu çevirirken herhalde…
Belli şeyler var, boş bıraktığı yerler var. Tercümesini gördükten sonra, tek başına Farsça bilmenin de bir işe yaramadığını anlıyor insan. Ya Arapça ve Farsçayı
çok iyi bilen iki kişinin ya da ikisini çok iyi bilen bir kişinin çalışması gereken bazı
kaynaklar var. Şerefeddin Ali Yezdi’nin Zafernâme de onlardan bir tanesi diyelim.
Hocam Yezdî hakkında tez yok mu Marmara Üniversitesi’nde?
Yezdî hakkında en son Amerika’da bir tane yapıldı.
90’larda bir tane yapılmıştı sanki?
Zannetmiyorum, ondan haberim yok yapıldıysa da, ama en son iki sene önce
Amerika’da John Woods Hocanın yanında Evrim Binbaş bu ikinci Zafernâme üzerine doktora tez çalışmasını tamamladı. Bu ikinci Zafername’nin elimizde üç tane
baskısı var. Bir Taşkent baskısı var; Muhammed Abbas’ın yaptığı çok eski bir İran
baskısı var. Son bir yıl içerisinde İran’da ikinci bir baskı daha yapıldı. Nüshalar da
fazla, çok fazla istinsah edildiği için, ama dili ağır gerçekten ağır.
Osmanlıca tercümesi ne zaman hocam biliyor musunuz?
Osmanlıca tercümesi yok, yanlış bir bilgi vermeyelim onu düzeltelim.
Zafernâme’nin yok.
Bildiğim kadarıyla onun yok.
Evrim Binbaş bizzat Yezdî’yi mi çalıştı?
O, Yezdî’yi çalıştı. Yezdî’nin tercümesi, biraz da diplomatik yönünden siyaset yönüne irdelenmesi şeklinde yakında yayınlanacak doktora çalışması var. Evet, ikinci
olarak Hafız Ebru’nun Zübdetü’t-tevârîh-i Baysungurî adlı eserine kaynaklık etmiş.
Zaten Mecmua’sına almıştı. Bunu diğer bir eser Zübdetü’t- tevârih-i Baysunguri’de
de çok kullanmış. Kendince eksik gördüğü yerleri tamamlamış. Biraz daha teferruat eklemiş. Temel olarak da bunu esas alıp kullandığını biliyoruz orada. Bu ikisi
önemli, bunun yanında diğer Timurlu tarihleri de bundan faydalanmış şüphesiz.
100
Anadolu Kronikleri
Bunun dışında bir de buna yapılan zeyller var: Timur’un oğlu Şahruh’un emriyle
Hâfız Ebrû tarafından yapılan bir zeyl. “Bu eseri Timur’un ölümüne kadar getir” diyor
Şahruh. Bu eserin 1404’te kaldığı yerden Timur’un ölümüne kadar yapılan bir zeyl.
Bu da Felix Tauer tarafından basılmış. İran’da da bu zeylin bir eski baskısı yapıldı.
Kitapta Timur’un ilk dönemine dair bilgi var mı? Çünkü bazı çalışmalar/değerlendirmeler ilk döneme dair herhangi bir bilginin olmadığı yönünde.
Olmadığını da bizzat Timur söylüyor. Kendini önemli göstermemek için gençlik,
çocukluk yıllarıyla ilgili bilgi koydurmamış. Siyasî mücadeleye başladığı 1360’tan
sonra bilgiler var. Timur’un şeyhlerle görüştüğü gençlik yılları hakkında, Acâibü’l-makdûr’dan biraz bilgi alıyoruz. Çok fazla bilgi yok ki bunu özellikle bizzat
Timur’un kendisinin saklattığı bu eserde de bahsediliyor. Evet zeyl dedik, bu bağlamda gene Şahruh döneminde yazılan bir eser var, Zafernâme’nin kaldığı yerden
alıp 29 Mart 1409 tarihine -ben burada miladisini verdim- kadar gelen Tâcü’s-Selmânî’nin Tarihnâme adlı eseri var. Doğrudan “zeyl-i Zafernâme” ismi almamış, fakat bu amaçla yazıldığını biliyoruz.
Evet, Nizameddin Şami’nin Zafername’sinin iki tane neşri var. Bir tanesi işte
Felix Tauer’in yaptığı Beyrut’ta basılan aslında Prague baskısı diyor ama Beyrut
- Amerikan Matbaası’ında yapılmış olan- baskısı. Bir de bu baskı esas alınarak
İran’da yapılmış olan baskı var. Yazı karakterine, sayfasına kadar aynı. Sadece buna
fihristler eklenmiş. Eserin bir de Türkçe tercümesi var, Necati Lugal’ın yaptığı tercüme. Tabi Felix Tauer İstanbul ve Londra’daki nüshaları kullanmış o neşri yaparken, tenkitli neşir yapmış. Ayrıca da Zübdetü’t-tevârîh-i Baysungurî de yani Hâfız
Ebrû’nun eserlerini de kullanıp eksikleri oradan tamamlama şeklinde bir tenkitli
neşir olarak yayınlamış. Evet, tercümesine baktığımızda tercüme gerçekten güzel
bir tercüme. Hani bundan daha iyisi olur muydu, onu artık arkadaşların takdirine bırakmak lazım. İncelediğinizde, orijinaliyle karşılaştırdığınızda, benim tespit ettiğim
ufak tefek şeyler var. Ama bu kitabın tercümesine halel getirecek bir şey değil. Ufak
tefek kelime mesela, orada olmayıp burada olan, birkaç yerde ben tespit ettim ama
çok problem değil. Emin olamadığı yer adlarında, isimlerde okunan şekilde yazmış, parantez içinde de Farsçasını vermiş, olması gerektiği şekilde. Herhalde güzel
bir tercüme olmasında da dilinin sade olmasının rolü de yüksek. Tabi Necati Lugal
Hocanın da hakkını yememek lazım. Kitabın tümü, kapsamı veya yazım özelliklerinden belki bahsedilebilir. Kitabın türü dediğim gibi biyografi ya da hal tercümesi.
Timur’un hal tercümesini/biyografisini anlatan bir eser. Olaylar kronolojik sıraya
göre verilmiş. Kronolojik yıl takibiyle gidiyor. “Hikayeci tarihçilik” şeklinde bir anlatımı var. Eser 1346’yla 1404 yılları arasındaki olayları kapsıyor. Onlardan bahsettik,
Bayan Kuli’nin tahta çıkışıyla Timur’un Semerkand’a, Anadolu seferinden dönüşü
101
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
dedik. Mart’taki Muhammed Sultan’ın ölüm yıldönümünde yapılan organizasyonu
söyledik, en son bunu anlatmış.
Esere baktığımızda, Farsça eserlerde 11. yüzyıldan sonra 12. yüzyıldan itibaren
görülmeye başlanan nesri süslemek için metnin içinde şiirler bulunuyor ki bunun
ilk örneklerinden birini herhalde Beyhakî oluşturuyor. İçinde gördüğünüz gibi şiirler
var. Şiirlerle süslenmiş bir yazım tarzı var, bu geleneği devam ettirmiş. Şiirler Farsça genellikle. Bazen beyit, bazen dörtlük, bakıyorsunuz iki dörtlük tek mısra halinde, bir standardı yok yani. Tabii bu şiirlerin Arapça olanları da var, sadece Farsça
değil. Arapça şiirler de kullanmış. Darb-ı mesel kullanmış, bazı yerlerde atasözü
şeklinde kullanımlar var. Sadece bununla da kalmıyor Kurân-ı Kerîm’den ayetler,
Hz. Peygamber’den hadisler kullanmış sıkça. Bunu daha çok hamisine yazdığı için,
hamisinin saltanatını meşru kılmak amacına yönelik kullanmış. Onun saltanatını
meşru kılmak ve yapmış olduğu bazı faaliyetleri meşru zemine taşıyabilmek için.
Mesela Timur Isfahan’ı ele geçirdiğinde kaleye dokunmuyor, önce emanla alıyor.
Kaleye askerlerini gönderiyor emniyeti sağlaması için. Geceleyin Isfahan halkı isyan edince şehirde büyük bir katliam gerçekleştiriliyor. Eserde; “ayak takımının iki
gün zarfında çıkardığı fitne ve fesadın zararı, padişahların 100 senede yaptığı zulüm
ve cebirden daha ziyadedir” diyor. Tabii daha çok Kurân-ı Kerîm’den ayetler var,
ondan birazdan bahsedeceğim.
Şimdi eserin kurgusu kaynak olarak değerine baktığımızda müellif eserine dönemin tarih yazıcılığı geleneğine uygun olarak ne yapmış? Nasıl başlıyor? Allah’a
hamdla başlıyor, o dönemin özelliği Allah’a hamd yapılıyor, şükrediliyor. Arkasından
sırasıyla Hz. Peygamber, dört halife, Hz. Ali soyundan gelen kimseler, aşere-i mübeşşere gibi din büyüklerine selâm salavât getiriliyor. Ardından Timur’un iktidarının
meşruiyetini sağlamak için bir zemin hazırlanmaya çalışılıyor. Kitabın esas önemi
buradan geliyor diye düşünüyorum, benim şahsî düşüncem. Burada, o dönemde
geçerli olan İslam siyaset teorileri var, Mâverdî’yle başlayan. Şii Büveyhilerin hakimiyeti altına giren halife otoritesini kaybettikten sonra Mâverdî, el-Ahkâmu’s-sultâniyye diye bir kitap yazıyor. Halifenin meşruiyetini, haklılığını ortaya çıkarıp onu kuvvetlendirmeye çalışan bir teori var bu kitapta: “Halife Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir”. Daha sonra Nizâmülmülk’le başlayıp Gazâlî’yle devam eden bir İslam siyaset
teorisi var; orada “sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, halife değildir”. Böyle bir
şey var, sultanlar artık bu işi yapmalıdır. Bu teoride sultan merkez edinilmiş, sultan
doğrudan Allah tarafından seçilmiş bir kimsedir ve O’nun yeryüzündeki gölgesi olup
sadece O’na karşı, yani sadece Allah’a karşı sorumlu olduğu savunulur. Din-devlet
ikiz kardeş, birisi olmasa diğeri de olmaz, yok olur. İşte bunun amacı hamisinin
iktidarını meşru kılmaktır. Bu teoriye göre hükümdar şeriatı uygulayan, toplumu
kötülüklerden koruyan, adaleti sağlayan gerçek otorite olarak gösteriliyor. Yani saltanatın doğrudan Timur’a Allah tarafından verildiğini dile getiriyor. Bu düşünceyi de
102
Anadolu Kronikleri
ayetlerle destekliyor eserinde, ki Zafernâme’nin bizzat Timur tarafından yazdırılmış olduğunu düşündüğümüzde Timurlularda da siyaset teorisi var denebilir. Niye?
Çünkü kendi teorilerini ortaya koyacaklar. Ortaya konmasında bu eserin ilk örnek
olduğunu söyleyebiliriz, bu açıdan önemli. Mesela eserde Timur’dan önce ortaya
atılan sultan merkezli siyaset teorisinden farklı olarak göze çarpan bir şey var. Yeni
bir özellik var burada diyor ki; -sayfa yediyle dokuz arasında- mesela “hükümdarın cezalandırma sistemi” yani “siyaset hakkının vurgulanması ve güç kullanması
gerekliliğinin dile getirilmesi” diğer bir deyişle dinin kılıç ile takviye edilmesi. Son
sözün kılıç tarafından söylenecek olması. Sayfa yediyle dokuz arasında, yani tam bir
cümle değil ama oradan çıkıyor bu şey. Yani bu fikir var. Bu fikri daha sonra Timurlu
kaynaklarda özellikle bir coğrafyacı olarak Hâfız Ebrû’nun coğrafyasında göreceğiz.
Burada daha önceki teoriye eklenmiş bir şey var. Bu kavramı dile getirmenin sebebi
olarak da Nizamettin Şâmî, insanoğlunun Allah’ın emirlerini uygulamadaki isteksizliğini gösteriyor. Ne diyor? Sayfa sekizde; “Halk Kurân’dan ziyade sultanlardan
korkar. Halk üzerinde sultanın tesiri/etkisi Kur’ân’dan daha fazladır. Müfsitler de
devlet adamlarından korktukları kadar Allah’tan korkmazlar” şeklinde açıklamış.
Ki ayrıca Allah da bu durumu Kurân-ı Kerîm’de Haşr Sûresi 13’üncü ayette “onların
kalplerinde sizin korkunuz Allah’ınkinden fazladır”. Allah’tan çok, sizden korkarlar anlamında böyledir, çünkü onlar anlamaz bir topluluktur. Ben genelde Süleyman Ateş’in mealini kullanıyorum. Oradan almış olabilir, aynısı olmayabilir ama
bu mealde bir şey. Böylece halkın doğru yoldan ayrılmaması, şeriatın uygulanması
ve asayişin hâkim olması ve sultanların buradaki rolüyle ilgili olarak da şu manaya gelen bir hadis naklediyor. Hadis-i şerifte; -o hadis olduğunu söylüyor sahih
midir değil midir tabii onun ben uzmanı değilim- “Ben sultanlar sultanı Allah’ım.
Bütün padişahların kalpleri ve mukadderatlar benim kudret elimdedir. Emrimi yerine getirenler hakkında padişahların kalplerini onlara karşı merhametli yaparım.
Benim emirlerimi yerine getirmeyenler hakkında onların kalbini ise kin ve kahır
ile doldururum”. Sultanların kalbinden bahsediyor. Bu nedenle padişahlara fena
söylemeyiniz, fakat tövbe ediniz ve bana dönünüz ki ben de sizlere karşı onların
kalbine merhamet vereyim. Yani sultanı öyle bir şeye çıkarmış. Nizamettin Şâmî
devamında yedinci sayfada bilinçli olarak Hadîd Sûresinden bir bölüm almış: “And
olsun biz, elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberinde kitabı ve mizanı
yani teraziyi indirdik. Kendisini de şiddetli bir korku müthiş bir güç ve insanlar için
birçok faydalar bulunan demiri de gönderdik”. Niye bunu aktarıyor? Timur’un adı
zaten “demir” demek, “bu” diyor, “Timur’un geleceğini Allah da söylemiş ve Timur’u
göndermiştir”. Yani bunu Timur’un saltanatında yapmış olduğu faaliyetleri meşru
zemine taşımaya yönelik cümleler olarak görmek lazım.
103
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Hıristiyan âleminde de bu var.
Hepsinde var. Şimdi Şâmî eserin ilerleyen bölümlerinde de bu teoriye uygun
olarak aynı şekilde hükümdara mutlak itaat edilmesi gerektiğini -az önce dediğimiz,
Isfahan’daki olayla ilgili ayak takımının iki gün zarfında çıkardığı fitne ve fesadın zararı, padişahın 100 senede yaptığı zulüm ve cebirden daha fazladır şeklinde- ifade
ediyor. Ki Gazâlî de İhyâü ulûmi’d-dîn’de veya diğer eserlerinden Nasîhatülmülûk’te
bu şekilde ifade ediyor. Orada “normal halkın yaptığı bir günlük zulümdense sultanın yaptığı 100 yıllık zulüm efdaldir/daha iyidir” diyor. Bu şekilde devam ediyor. Ayrıca din ve devletin bu ayrılmaz bütünlüğü, ikiz kardeş fikri, çok sık bir şekilde eserde
söz ediliyor. Evet, müellif bu şekilde Timur’un iktidarının meşruiyet meselesini ilahi
bir zemine oturttu. Ondan sonra da eserin yazılış amacına geçiyor.
Dokuzuncu sayfa, “çünkü adalet siyasete yakın ve kahrı lutf ile karışıktır”.
Evet devam ediyor aynı şekilde; “Bu âdil ve tanrı dergahının seçilmişi en adil
ve en büyük olanı Timur Göregen’in şeref olan zatıdır. Tanrı onun saltanatını ebedî
kılsın”.
Buradaki “siyaset” idam manasında mıdır?
Siyaset cezalandırma demek.
Ölüm cezası mı?
“Siyaseten katl” diye bir şey vardır, o işte. Siyaset, Farsça ceza anlamına gelen
bir kelime, eski dilde Osmanlıcada da kullanılıyor.
Ben siyaset teorisi derken oradaki benim kullandığım siyaset politik anlamda,
ceza anlamındaki siyaset değil. Evet, kitabın yazılış amacından da bahsettik. Timur’un iktidarını anlatmaya başlayacak, tabii bunu anlatmaya geçmeden önce bir
meşruiyet kaynağı daha kullanıyor. Ona özellikle vurgu yapmak istiyorum. Timur’un
iktidarının pratikte kabul görmesi neye bağlı? Timur, o dönemde Semerkand’ın
“Şehrisebz” dediğimiz şehrinde doğuyor. Semerkand’da tahta çıkıyor o dönemde.
Çağatayların iktidarına geçiyor, tabii kendi değil ondan belki bahsedeceğiz birkaç
cümle sonra. Orada iktidara geliyor. Burada geçerli olan meşruiyet kaynağı nedir?
Cengiz Han soyundan gelmiş olmak. Cengiz Han soyundan gelmiş olamazsanız tahta oturamazsınız, yani han olamazsınız. Ne yapıyorlar? Çağatayların son döneminde
Emir Kazak Hanlığı; bir kukla hükümdarı, yani Çağatay soyundan ya da Cengiz Han
soyundan gelen bir kişiyi han yapıyorlar. Arkadan o kukla han, arkada emir unvanıyla devleti idare ediyor. Böyle bir şey var. Bunu da ifade etmek zorunda, çünkü
pratikte kabul görmeyecek. Öteki daha çabuk kabul gören bir şey. Yani Cengiz Han
soyundan gelmediği için ne yapacak? Timur’u öyle bir zemine oturtması lazım ki
104
Anadolu Kronikleri
Cengiz Han soyundan gelmiyor ama tahta hâkim. Timur’u, ataları vasıtasıyla aralarında özel bir bağ olduğunu öne sürdüğü Çağatay hanedanının kurucusu konumuna
oturtuyor. Yani Timur’la Çağatay hanedanı arasında özel bir bağ var diyor. Nizamettin Şâmî Zafernâme’de işte bunu nasıl yapıyor? Sayfa 10-11’de anlatmaya başlamış onu. Zafernâme’ye göre Cengiz Han, çocuklarını büyütürken yasak ve yosun
konusunda diğerlerinden daha bilgili olan Çağatay’ı özel olarak yetiştirmiş ve onun
hizmetine askerlerinin en seçkinini vermişti. Çağatay bu askerler arasında devlet
işleriyle yasak ve yosunun muhafazasından da sorumlu olarak Timur’un atası olan
Karaçay Noyan’ı seçmiş. Timur’un atası Karaçay Noyan kimdir? Çağatay’ın yasak
yosundan sorumlu şehzadesi. Cengiz Han’ı da en iyi bilen kişi o ki Cengiz öldükten
sonra bile yasayı en iyi bildiği için hürmet gören bir kişi. Bunun havalisini de Çağatay
Han, Timur’un atasına vermiş.
Bir de kan bağı var.
Karaçay Noyan, Timur’un atası, Cengiz’le kan bağı yok. Timur da şimdi atası
Karaçay Noyan’ın görevini devralıyor. Cengiz Han soyundan gelen bir kimse adına
hanlığı diriltip yasak ve yosunu yeniden uygulamak üzere tevarüs ediyor bu hakkı,
yani miras olarak alıyor. Sayfa 13-17, 68-69’da da bunlardan bahsediliyor. Böylece
Timur’un iktidarı da meşru hale geldi, yani pratikte. Bir tane han ilan edecek. Cengiz
Han soyundan gelen Suyurgatmış denen bir kişi var. Onu tahta oturtuyor, ülkeyi
onun adına yönetiyor. Bu şekilde sayfa 68-69’da bu açıkça ifade edilmiş. Nizamettin Şâmî bundan da kaçınıyor. Timur’un Cengiz soyundan gelmediğini gerçekçi bir
şekilde itiraf ediyor. Ama daha sonraki kitaplara baktığımızda özellikle Timur’un
ölümünde Şahruh’la başlayan dönemde, Uluğ Bey tarafından Timur’un mezar taşında bile Türkistan’dan getirilen yeşil taşlardan şecereler yapılıyor. Baktığınızda
Timur’un atası Tumanay Han’a gidiyor. Tumanay Han’la Cengiz Han’ın atası beş kuşak ileride birleşiyor. Timur aslında Cengiz Han’ın soyundan geliyor ataları ortaktı
gibi ifadeler var.
Cengiz’in soyundan değil ama.
Atası birleşiyor, evet.
Amca çocukları gibi.
Evet. İkisinin atası birleştiriliyor. Yani böyle bir arayış içine daha sonra girilmiş.
Ama Nizamettin Şâmî döneminde bunu yapmıyor, dediğim gibi Şâmî daha gerçekçi.
Böylece Timur’la Çağatay Han arasında bir bağlantı kuruluyor. Timur’un saltanatını fiilî olarak da meşru bir zemine taşıyor, sonra da anlatmaya başlıyor. Cengiz
Han’ın dört çocuğundan bahsediyor. Ayrıca Cengiz Han’ı anlatmayacağım, çok anlatıldı kitaplarda diyor. Dört çocuğa çocuklarının isimleri veriliyor. Ondan sonra Çağa105
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
tay sülalesine geçiliyor. Haleflerinin durumu 747/1346’ya gelene kadar bir sayfada
özetlenmiş. Bayan Kuli’nin tahta çıkışından Anadolu seferi dönüşüne kadar olaylar
anlatılıyor. Şâmî’nin Zafernâme’sini bir kaynak olarak, içerik olarak değerlendirirsek ortaya şu çıkar: Şüphesiz Timurlu tarihi için en önemli kaynaklardan bir tanesi.
Kur’ân-ı Kerîm nasıl İslamiyet’in temel kitabı, İncil Hıristiyanlığın temel kitabıysa
Timur tarihi için de temel kitaplardan bir tanesi bu. Diğer Zafernâme de tabii önemli,
hemen aynı minvalde biraz daha geniş.
Tabi eserin Anadolu kısmına da geleceğim. İlhanlılarla zirveye çıkan İran tarihi yazıcılığı var. Fakat Ebû Said’in ölümüyle siyasî kargaşa başladıktan sonra bu
yazıcılıkta hamiler azalınca, siyasî ortam kötüleşince bu tarih yazıcılığı geriliyor. Timur’un saltanatıyla bu tekrardan yükseliyor. John Woods’un tabiriyle Timur tarihçiliği erken dönem, orta dönem ve son dönem diye üçe ayrılabilir: 1370-1430 arası
erken dönem, 1430-1470 arası orta dönem ve 1470-1510 arası son dönem. Erken
dönemde yazılan kaynaklardan iki tanesi elimizde mevcut, zaten en önemlisi de bu.
Onun için oldukça önemli.
Makalesinde mi diyor hocam?
Evet, “The Rise of Timurid Historiography” diye bir makalesi var. Birincisi son
derece önemli dedik. Timur’un hayatının, eserlerinin yazıldığı yıla kadarki bütün faaliyetlerini alan tek kitap. Yani 1404’e kadar gelen “gazavât” mesela Semerkand’ın
fethiyle başlar Hindistan’ın fethiyle biter. Maveraünnehir tarihi Çağataylıların son
dönemi için de önemli bir kaynak. Çünkü Çağataylılarda tarihçilik çok yok. Daha
çok İlhanlılarda var ve o devir karmaşa yılları; 1330’lar 40’lardan sonraki karmaşa
dönemindeki olayları da anlatan Çağatay tarihi için de önemli. Maveraünnehir’deki
gelişmeler için önemli, Anadolu tarihi açısından baktığımızda da oldukça değerli bir
eser olarak karşımıza çıkıyor. Bizzat Timur’la birlikte Anadolu’ya geldiği için bölgede cereyan eden Ankara Savaşına, diğer muharebelere ve Timur’un askerlerinin
faaliyetlerine şahit oluyor. Yıldırım Beyazıt’ın esir alınması, vefat etmesi gibi olaylardan bolca bahsediyor. Osmanlı tarihçilerinin Osmanlı kroniklerinden bahsettiğimizde genelde bunlar 1400’den sonra yazıldı. 1400 öncesinde bildiğim kadarıyla
yok, yanlışsam düzeltebilirsiniz.
1450 öncesi.
50’lerde başlıyor bu Tevârih-i Âl-i Osman’lar. O dönemde Osmanlı kroniği olmadığı için belki birkaç tane Farsça yazılan eser var. Bunlar da Osmanlı kroniği değil,
Selçuklu-İlhanlı valilik döneminin devamı niteliğinde. Onun için de Anadolu seferiyle ilgili Anadolu’daki bazı olaylarla ilgili o dönemdeki tek ana kaynak diyebiliriz.
Ayrıca Osmanlı hakkında sonradan yazılan kaynaklardan da çok bilgi verdiğini iddia
106
Anadolu Kronikleri
etmek belki yanlış olmaz. Belki bir tanesinde daha uzun ele almış olabilir ama gene
burada da geniş bilgi var.
Evet, yani dediğim gibi Timur’un İlhanlı geleneği, devam eden Timurlu tarihçiliği gerçekten üst düzeye ulaşmış. Kaynak olarak Anadolu tarihçiliği için de önemli
olabilir. Tabii şunu da söylemek lazım, Nizamettin Şâmî resmî saray tarihçisi, bu
durum göz ardı edilmemeli. Ta antik çağlardan bu yana baktığımızda yazılan eserler
kime yazılmış? İstisnası belki vardır ama genelde iktidardaki bir hükümdara veya
soylu bir kimseye, bir valiye yazıyorlar. Onlara takdim edilen eserler karşılığında
maddî çıkar sağlıyorlar. Kitap yazdığınızda para da verecek, kendilerine maaş bağlananlar var bu şekilde. Övgü dolu sözler söyleyeceksiniz. Resmî tarihçi olmanın
böyle bir sıkıntısı var. Tabii bu sadece bu eserle ilgili bir durum değil, hamilere yazılan eserlerde de hep gördüğüm bir şey. Bu yüzden aynı durum Timurlu döneminde
de geçerli. Zafernâme’yi Timur’a sunduğu için onu övecek. Mesela Timur çok dindar
bir hükümdar mıydı? Hayır. Ben bu işin uzmanıyım demeyeyim ama din-devlet ilişkisini yazdığım için biliyorum, Timur çok dindar bir adam değil. Din, Timur’un elinde
bir alet, silah yani, siyasî amaçlarına ulaşmak için kullandığı bir amaç. Şeriata çok
mu uymuş? Hayır. Cengiz yasasını, eski Türk-Moğol yasasını diyelim, onu kullanan,
devleti idare ederken ondan feyiz alan bir kişi. Ondan feyiz alan ya da onu uygulayan
bir kişi, ama esere baktığınızda Timur az önce de bahsettik şeriatı uygulayan, dinden hiç sapmayan, dindar bir hükümdar gibi. Allah’ın istediği şekilde hüküm süren
bir kimse olarak -dönemin tarih yazıcılığı geleneği şeklinde- göstermiş, yani böyle
bir dezavantajı var. Tabii burada da görev biz tarihçilere düşüyor. Bu tip eserleri
kullanırken biraz dikkatli olmak lazım. Bir savaş hakkında iki tarafın eserini de ele
almak lazım. Mesela Arap kaynakları… Timur tarihçiliği daha yeni yeni çalışırken
Arap tarihçiliği daha da ileride İlhanlılara göre. Yani Fars tarihçiliğine göre daha
ileride diyelim. Orada da baktığınızda Timur, dinle hiç alakası olmayan birisi. İbn-i
Arabşah’ta öyle cümleler var, benim yüksek lisans tezim Arap Kaynaklarına Göre
Timur Tasviri idi. Söz konusu kaynaklarda Timur insan değil, mezarına bile gökten
gece köpek sesi gelen, uğultu gelen, toprağın kabul etmediği birisi gibi kayıtlar var.
Bunlar doğru mu? Bunlarda da dediğim gibi sübjektif şeyler var. Bunların güzel bir
süzgeçten geçirilip değerlendirilmesi, buna göre yazılması lazım. Osmanlı kroniklerinde de Timur adına çok iyi şey yazılmıyor. Bir adam geldi, yaktı, yıktı, gitti. Bir de
Yıldırım Beyazıt’ı öldürdü şeklinde. Yani esir etti, demir kafes meselesi var tabii. O
tip şeylerde baktığınızda burada demir kafes meselesinden bahsedilmez. Yıldırım
Beyazıt öldüğünde mesela diyor ki orada, Timur Semerkand’a dönerken Yıldırım
Beyazıt’ı serbest bıraktı. O da tekrar ülkesinde tahtına oturacak gibi bir ifadeler var.
Bunda ne kadar haklı ne kadar değil, dediğim gibi bu tip bilgiler var. Demir kafes meselesi var İbn-i Arabşah’dan kaynaklanan, Osmanlı kroniklerinde öyle bir
şeyden bahsediliyor. Timur’un Yıldırım Beyazıt’ı sofrasına davet ettiği zevk u işret
eylediği, içki içip ne bileyim eğlence tertip ettiği… Burada içki içmesinden de bahse107
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
diyor. Hem şeriat -az önce konuyla ilgili- hem dindar, ardından şu ziyafetler verildi,
böyle davet verdi deniliyor. Anadolu tarihi için de önemli, ama Yıldırım Beyazıt vali
olarak Rum valisi olarak…
Kayzer.
Kayzer der, Rum valisi der, onu hükümdar olarak bile görmez. İşte Anadolu savaşının sebepleri, Ahmet Celayir gibi şeyler var. Ben tek tek şu konudan bahsediyor
diye girmedim.
Yok zaten ona girmeye gerek yok.
Yani şöyle 45-50 sayfalık bir tercümede bir bölüm Anadolu tarihiyle ilgili ayrılmış. Benim söyleyeceklerim bu şekilde. Sizin sorunuz varsa…
Çok teşekkür ederiz, ağzınıza sağlık. Kısaca birkaç soru alalım. Buyurun.
Kaynaktan ziyade, biraz tarih sorusu olacak. Yazarın aynı zamanda 12 imamla
ilgili bir eserinin olduğunu söylediniz. Timur’a bu kadar yakın bir şahsın 12 imamla
ilgili bir eser yazmış olması Timurlu Devletinin dinî görüşü açısından nasıl yorumlanabilir?
12 imam derken, Hz. Ali soyundan gelenler gibi bir şey, fakat eser hakkında bir
bilgim yok.
Eserden ziyade nasıl bağlantı kurabiliyor?
Timur da mesela Hz. Ali’yi çok seven, ehl-i beyte çok düşkün birisi. Mesela Şam’a
geldiğinde orada çok kızıyor. Ellerinde bu kadar imkan varken Fatımatü’z-Zehra
gibi, Peygamber Efendimizin torunlarının, sahabesinin mezarlarını, türbelerini kötü
bir halde görünce böyle bayağı bir söyleniyor mesela. Orada Şiî âlimler tartıştırıyor.
Batılı yazarlara baktığımızda Timur için Şiî deniyor. Şam’da huzurunda devamlı münazara yaptırıyor, âlimlerle sohbet ediyor, çok siyer okumuş, çok dinlemiş, devamlı
okuyor. Arap kaynaklarına göre de Timur Şiî’dir. Aslında hayır, değildi ama Ehl-i
Beyt’e çok sevgisi var. Hz. Ali’ye çok büyük bir saygısı var. Ama bazen de gidip oradaki seyitlerle tartışıyor, ehl-i sünnet ve’l-cemaate “kötü itikadınızı değiştirin” gibi
cümleler de sarf ediyor. Onun için elinde “din”, bir siyaset dedim, iyi kullanıyor onu.
Bir de Nakşibendî şeyhinin ayakucuna defnedilmesi…
Evet, Seyyid Bereke’nin ayakucuna defnediliyor. Öyle bir şey de var, onun vasiyeti olarak oraya defnediliyor.
108
Anadolu Kronikleri
Karakoyunlu Sultanı Kara Yusuf, Bağdat Sultanı Ahmet Celayir, bir de Yıldırım
Beyazıt… Bunlar Timur’la birlikte İslam âleminin hâkimi olma rolünde, Timur’un
İslam hakimiyetine dair yaptığı şeylerden bahsediyor mu? Mesela hutbe okutmak,
para bastırmak…
Tabii tabii. Hutbeden bahsediyor, “buralarda hutbe okudu”, “sikke kesildi” gibi
şeylerden bahsediyor. Ayrıca “Karayusuf’la Ahmet Celayir’i çıkarın” diyor. “Onlar Firavun’un veziri Haman gibilerdir” diyor mesela İbn Arabşah’a baktığınızda. “Onları
çıkarın, onlar Müslümanlıktan kalma müfsitlerdir” diyor mesela. Timur hakkında
İslam padişahı, padişah-ı İslam şeklinde geçen tavsifler var. Şahruh’da var bu tip
şeyler.
Daha önceki eserlerde -siyasetnâme gibi- önerileri oluyor mu yazarın?
Mesela savaşırken sağ kolda şu şu emirler vardı, sol kolda bunlar vardı. Öncü
buydu, artçı bunlardı şeklinde… Yani çok bir askeri teşkilat yok ama en azından savaş düzenini anlatırken Yıldırım Beyazıt’ın ordusunda sağ kolunda şu paşa bulunur
gibi şeyler var.
Nasihat boyutu?
Nasihat boyutu yok, bu biyografik bir eser. Ama mesela Hüseyin Baykara döneminde yazılan Ahlâk-ı Muhsinî diye bir eser var. Mesela onda var, o siyasetnâme
türünde bir eser.
Mesela Osmanlı tarihçisi Neşrî diyor ki; “Yıldırım Beyazıt sefere çıkmadan önce
zaferden o kadar emindi ki inşaallah demeyi unuttu”. Mağlubiyetini ona bağlıyor.
Tabii burada da Timur’dan bahsederken, Timur’un secde ettiğini, dua ettiğini
anlatıyor. Zafernâme’de Nizamettin Şami; “Timur’un zaferi Allah’ın takdiriydi” diyor.
“Zaten önceden Allah tarafından kader olarak, yazgı olarak yazılmıştı” gibi cümleler
geçiyor.
Karakoyunlu Kara Yusuf, bir de Ahmet Celayir savaşlardan sonra Osmanlıya
sığınıyorlar.
Onu istiyor. Zaten Zafernâme’de pek Kara Yusuf’un adı geçmiyor. Diğer eserde Kara Yusuf özellikle İbn Arabşah’da geçiyor, ama “Ahmet Celayir’i bana gönder,
bana göndermezsen çoluk çocuğunu gönder, kendisi kaçtı gitti” diyor. “Hiç yapamazsan çocuklarını gönder” diyor, bunları istiyor. Yıldırım Beyazıt Sivas’a geldiğinde Savaş nedeni olarak “biz senden istedik” diyor, “gelen mektuplarda bunu dedik
yapmadın, en azından ülkenden çıkar dedik koruma sağlama dedik yapmadın, en
azından ailesini gönder bize teslim et dedik, dinlemedin” diyor.
109
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Kemah Kalesi vs.
Tabii Kemah Kalesinde hakkında oldukça bilgi var. Avnik Kalesi, Avnik’in düşmesi, Atlamış’a verilmesi, Halep ve Dımaşk’ın fethiyle ilgili epey bilgi var.
Oğullarından birini gönderdiği…
Evet.
Çok iyi bir sunum oldu teşekkür ederim. Yeni bir kitap çıktı belki görmüşsünüzdür, The Ghazi Sultans and The Frontiers of Islam diye, yeni dediğim 2009 yılında. Ali
Anooshahr diye İranlı bir tarihçi, herhalde Amerika’da... İddiası şu yazarın: Babürşah
Hindistan’ı fethetmeden önce Timurlu ananesine çok bağlıydı diyor. Hindistan’ı fethettikten sonra gaza fikri onda çok daha belirgin hale geldi. O devrin de en büyük gazi
sultanları Osmanlılar olduğu için Timurlu geleneğinden çok kendisini Osmanlılara
bağlamaya çalıştı ve bunu da Babürşah’ın Babürnâme’sinde görüyoruz diyor. Yani
Hindistan’ı fethettikten sonra böyle bir dönüşüm olduğuna inanıyor musunuz?
Şimdi tabii Babür belki daha farklı. Babür çok mücadele ediyor Timur tahtı için.
Safevîlerden, Şiîlerden bile yardım alıyor mesela. Bir o tarafa geçiyor, bir bu tarafa
geçiyor Babür. Babür Safevîlerden aldığı destekle 1500’lerde bir ara Semerkand’a
hâkim oluyor. Sonra şehir halkı isyan ediyor kendisine karşı. Yani Şiîlerden de yardım alıyor. Dediğim gibi bunlar siyasî adamlar; oraya gider gazi olur, buraya gelir
Şiilerden yardım ister. Yani demek istediğim olabilir.
Şâmî’yi okuyor Babürşah.
Tabii okuyor. Onun için Timur da Anadolu’ya, Suriye’ye geldiğinde Şiî diyorlar,
sonra gidiyor Sünnî oluyor. Dediğim gibi o dönemin anlayışında siyaset öyle bir şey
ki bir defa sultan olma fikri girdi mi içinize her şey mubah sizin için.
Zaten din ve devlet yapışık olduğu için, yani din ve siyaset.
Babür dediğim gibi çok ilgi alanım değil ama Babür’e Hindistan’a gittikten sonra,
Hindistan’ı fethettikten sonra zaten bırakıyor. Artık Orta Asya ya da Maveraünnehir
bölgesiyle bağını kesiyor. Araya Safevilerin de girmesi var. Tabii orada cihat yapıyor.
Babürşah çok da sevilen biri ama ordusunda Rûmî insanlar ne kadar etkili oldu?
Hatta Ali Anooshahr, Timur’la ilgili de şöyle diyor: “Timur’un fazla gaza fikri yoktu, ancak Osmanlıları yenilgiye uğrattıktan sonra kendisi eleştirilmeye başlandı. Gazi
bir devletle sen ne uğraşıyorsun, gaza yapıyorsun. Sonra Hindistan’ın fethine geçtikten sonra gaza fikrini yoğun olarak kullanmaya başladı”.
Ama Hindistan’a Anadolu’dan önce gidiyor.
110
Anadolu Kronikleri
Kim eleştiriyor Timur’u bilmiyorum. Timur’un Türk Cihan Hâkimiyeti dediğimiz
bir anlayışı var. Diğer Zafernâme’de; “nasıl gökte bir Allah varsa, Tanrı varsa, yeryüzünde bir hükümdar olacak” der. Onun için Osmanlı’yı yıkması veya Suriye’ye gitmesi gaza değil. Nedir? “Benden başka büyük hükümdar olmayacak, ben tekim” düşüncesidir. Yani güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar hâkim olacak. Toktamış’a da
gidiyor, orayı da yıkıyor. Hindistan’a da gidiyor ama Hindistan’da ne yapıyor? Orada
Mecûsîler var, Müslüman olmayanlar var. Bunlar biraz daha gaza şeklinde anlaşılabilir belki. Anadolu’ya gelirken de gaza demiyor. Memluk sultanlarına öyle mektuplar yazıyor ki -Subhü’l-a´şâ’da mektuplar var- “bunlar çocukların, yetimlerin malını
yiyen, alimleri öldüren dinden çıkmış bir adamdır”.
Aşağılayıcı bir üslupla.
Tabii. İslam’ı yeniden restore etmek, yani İslam’ı yeniden sağlamlaştırmak amacıyla Anadolu’ya gelirken, “sen Firavun ve Haman gibi şeyleri tutuyorsun” diyor.
Kara Yusuf için “bunlar müfsittir” diyor. “Sen git, gazanla uğraş. Öbür tarafa, Avrupa’ya yönel. Hristiyanlarla savaşmaya devam et. Eretna dönemindeki Anadolu valiliğini sana vereceğim” diyor. Burada bir gaza durumu yok ama İslamiyet’i de kullanıyor. “Din bozulmuş, müfsitler başa gelmiş, hak yeniyor, zulüm yapılıyor, yetimlerin
malı yeniyor, bunları düzelteceğim” diyor mesela. Öbür tarafta gaza ya da işte dediği
gibi İzmir kalesinin alınması… Belki Osmanlı kroniklerinde çok bahsi geçmez. Foça’nın şövalyelerden alınması da öyle. İzmir yıllardır alınamamış, bir haftada hemen
hallediyor mesela.
Yazar orada diyor ki; “Timur Hindistan’ı fethettikten sonra oğluna gönderdiği
mektupta gaza kelimesini kullanmamıştır. Ama Nizamettin Şâmî Zafernâme’sini
yazdığında o Hindistan fethini gaza olarak gösterdi. Burda da Osmanlılara yenilgiyi
tattırması, gazi bir devlete saldırmasını meşrulaştırması, ‘biz gaziliğin de şampiyonuyuz, en büyük gazi devletiyiz’ gibi bir düşünce var.
Olabilir. Ama görebildiğim kadarıyla Timur sadece Yıldırım’ı kendine ciddi bir
rakip olarak alıyor.
Sanki en fazla zorlayan savaş bu olmuş gibi.
Tabii, Ankara Savaşı önemli bir savaş. Orada da belki Yıldırım’ın strateji hatası
var. Bazı paşalar “hemen saldıralım”, diğerleri “saldırmayalım, dinlenelim” diyorlar.
Çünkü Timur çok dolaştırıyor Yıldırım’ı, Kızılırmak vadisine geliyor. Timur arkadan
dolaşıp Ankara’ya Yıldırım Beyazıt’tan önce geliyor. Yıldırım Beyazıt bir buçuk ay
sonra geliyor ve askeri yorgun. Gelir gelmez de dinlenmesine izin verilmiyor. Yıldırım Beyazıt doğrusu çok yorgun belki Yıldırım Beyazıt erken gelip konmuş olsa,
111
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
savaşın kaderi değişecek. Filler var, sular kapatılmış. Timur sulak bir yerde, Yıldırım’ın ordusu ise susuz .
Hatta Neşrî, “Kerbela gibi susuz bir yere kondu” diyor.
Aslında Çubuk Ovası, Çubuk Irmağı var. Ama Timur suyu arka tarafına alıyor.
Ankara’nın yakınlarında.
Tabii, Ankara Havaalanı Esenboğa… İşte Esenboğa Timur’un ordusundaki bir
komutan.
Çubuk nehrinin akmadığı söyleniyor. Temmuz ayı…
Yani hem Temmuz, hem sayıca az, hem su imkanı yok, hem de yorgun. Belki dediğim gibi başka bir ortamda Yıldırım Beyazıt’ın ordusu galip gelebilirdi. Sayı olarak
da az 80 bin, 150 bin de deniyor tabii bu rakamlar biraz abartı. Diğer bazı kaynaklarda
150 bin civarında Timur ordusu var, 70-80 bin civarında Yıldırım Beyazıt’ın ordusu.
İki katı neredeyse... Bu rakamlar tabii ne kadar gerçekçi o ayrı. Ayrıca bir moral var
Timur’un ordusunda da. Şam’ı almış gelmiş. Yıldırım Beyazıt kuşatmaları kaldırıp
geliyor, içinde yabancı askerler var, Sırp kuvvetler var.
Birçok nedeni var yani.
Dediğim gibi birçok nedeni var, tabii savaş uzmanı değilim. Ama Timur hiçbir
savaş kaybetmeyen bir hükümdar, bir de o var.
Ama Timur’la savaşmayı göze almakla sıkıntı yaşamış herhalde, mektuplardan
anlaşılıyor. Okuduğumuzda göze alamıyor aslında Timur’la savaşmayı. Sıkıntılı yani.
Kolay değil tabi.
Ama Yıldırım da büyük bir hükümdar sonuçta.
Niğbolu’yu kazanmış.
Ayrıca Anadolu birliğini sağlamak için beyliklerin topraklarını aldıkça düşman
kazanıyor olması Yıldırım için bir dezavantaj. Çünkü bütün beyler karşıya geçiyor,
beylerin askerleri...
Timur da bundan dolayı Yıldırım’la dalga geçiyor. “Sen burada hâkimiyet kuramıyorken ben kurdum” diyor. Böyle mektuplarında çok enteresan aşağılayıcı şeyler
var.
112
Anadolu Kronikleri
Kadı Burhanettin de aynı şekilde Yıldırım’la dalga geçiyor, “soyunuz sopunuz bile
belli değil” diye. Dolayısıyla, Yıldırım niye çıktı Timur’un karşısına? Artık bir onur
mücadelesi var burada.
Peki, evet. Başka soru yok gibi. Tekrar ağzınıza sağlık hocam. Ayaklarınıza sağlık sizin de.
Benim için mutluluktu, böyle gelip hevesli arkadaşlara anlatmak.
Eyvallah. Çok teşekkür ederiz tekrar.
113
Şikârî Tarihi / Karamannâme, Şikârî
Fatih BAYRAM
Yrd. Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Evet, arkadaşlar Anadolu Kroniklerinin yedinci ve son oturumuna hepiniz hoş
geldiniz. Açılışı Fatih Bayram Hocamızla yapmıştık, sezonu yine Fatih Hocamızla
kapatacağız. Bugün Fatih Bayram Hocamızdan Şikârî’nin Karamannâme’sini dinleyeceğiz. Eser kendisinin doktora tezi çerçevesinde ele aldığı, incelediği bir eserdi.
Onun için beklentinizi dilediğiniz kadar yükseltebilirsiniz. Teşekkür ederiz hocam
tekrar hem bu oturum için hem bütün seri oturumları için.
Teşekkür ederim bana bu fırsatı verdiğiniz için. Sara Nur Yıldız’ın Diyanet İslam
Andiklopedisi’ndeki “Şikârî” maddesinde belirttiği gibi, Rudi Paul Lindner’in kitabında yaklaşık iki üç sayfalık Şikârî’yle ilgili değerlendirmesi var. Şikârî her şeyden
önce bir mahlas. Ava çok meraklı olduğu söyleniyor bu zatın ve 16. asır Osmanlı
müellifi olduğu şeklinde rivayetler var, teoriler var. Şikârî mahlaslı bir kişi olduğunu
gösteren tek ibare de eserin giriş kısmındaki şu beyit: “Eğer bilmek dilersen bu gubarı ayaklar toprağı yani Şikârî” diye kendisinden bahsediyor. Derviş meşrep birisi,
son derece mütevazı bir üslup takınıyor kendisinden bahsederken. “Eğer bilmek
dilersen bu gubarı” yani toz toprağı “ayaklar toprağı yani Şikârî” diye… Kendisini
burada Şikârî diye anlatıyor. Âşık Çelebi üç Şikârî mahlasını taşıyan kişiden bahse115
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
diyor; birincisi 16. yüzyılda kadılık yapan Şikârî, diğer bir Şikârî ise Kânûnî’nin oğlu
Şehzade Mustafa’nın yanında bulunan Hazinedarzâde Mustafa Çelebi, onun mahlası
da Şikârî. Yine Ahmet Şikârî, Diyarbakır mal defterdârının oğlu. Yusuf ile Züleyha
mesnevisini bitirmeden vefat eden bir Şikârî’den bahsediliyor ki Sara Hanımın ve
Rudi Paul Lindner’in üzerinde en fazla durduğu ihtimal bu, Ahmet Şikârî. Bu Şikârî
tarihin hem mütercimi hem de 15. asır ve 16. asırla ilgili kısımları ilave eden ya da
daha önceki ilaveyi Osmanlıcaya çeviren kişi olarak ele alınıyor. Bu çok büyük müphem noktaları beraberinde getiriyor.
Şikârî Tarihi, Karamanoğullarının kuruluşundan, hatta ilk olarak Sâsânîlerden
başlıyor. Firdevsî’nin Şehnâme’sini andıran birçok kısmı var. Bundan dolayıdır ki
Süleymaniye Kütüphanesi Ali Emîrî nüshasının ilk sayfasında Ali Emîrî şu notları
düşmüş: “Sultan Mahmud-ı Gaznevî namına Firdevsî’nin meşhur Şehnâme’si olduğu gibi…”Yani Gazneli Sultan Mahmud için yazılan Şehnâme, Farsça yazılıyor
biliyorsunuz. Firdevsî’nin Şehnâme’si 1010 yılında Gazneli Sultan Mahmud’a takdim ediliyor ve başlangıçta Gazneli Sultan Mahmud’a bir övgü var. Ali Emîrî; “Gazneli Sultan Mahmud için Firdevsî tarafından bir Şehnâme yazıldıysa, yine Selçuklu
Sultanı Alâeddin Keykubad için -bunun III. Alâeddin Keykubad olduğu söyleniyorDehhânî’nin Selçuknâme’si yazıldı” diye not düşmüştür. Firdevsî’nin Şehnâme’si
Gazneli Mahmud için yazılıyor. Dehhânî’nin Selçuknâme’si Sultan III. Alâeddin Keykubad için yazıldığı söyleniyor. Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, bir gün devlet adamlarıyla, ulema ve şairlerle otururken kendisine Şehnâme okunuyor mecliste. Diyor
ki; “ben Selçuklu Şehnâme’sini okudum, Selçuknâme’yi okudum, Karamanlılar için
de bir Şehnâme yazılsın: Karamannâme”. Bu görevi Yarcânî adında bir şaire tevdi
ediyor ve Yarcânî bu Şehnâme’yi yani Karamannâme’yi yazıyor. Daha sonra Yarcânî tarafından 14. asrın sonlarında yazılan Karamannâme’yi Şikârî Osmanlıcaya
çeviriyor. 16. asırda bilinmeyen nokta şu; 15. asırla ilgili Şikârî’nin Karamanoğlu
Tarihi’ndeki, hatta Şah İsmail’e kadar gelen kısımda -son paragraf Şah İsmail’le bitiyor- Karamanoğlu Pir Bayram’ın Şah İsmail’in ordusuna katılması anlatılıyor. Oraya kadar olan kısmı bizzat Şikârî kendisi mi yazdı veyahut Yarcânî’den sonra başka
bir Karaman müellifi mi bunu yazdı da onu Şikârî Osmanlıcaya tercüme etti, bu
konu pek bilinmiyor. Yine Şikârî’nin kim olduğunu da kesin olarak bilemiyoruz, bazı
ihtimaller var. İlginçtir, Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi’nin son paragrafında Şah
İsmail’in Osmanlılara karşı savaşması için böyle sanat erbabından leşker cem ettiği, asker topladığı, yanındaki danışmanın da; “sultanım bunlar savaş yapamazlar,
savaş edecek kimselerin böyle kelle vuran kimseler olması lazım, böyle merhamet
sahibi kişilerden asker olmaz” şeklindeki bir nasihati anlatılıyor. “Siz eğer asker istiyorsanız ben çok iyi asker ruhlu insanlar biliyorum, Karamanoğulları Osmanlıların
hizmetine girmiştir ama Karaman askeri sizin hizmetinize girmek istiyor. Hatta size
bir mektup yolladı” diyor. Pir Bayram maiyetindeki üç dört tane askerle birlikte Şah
116
Anadolu Kronikleri
İsmail’in huzuruna gelişiyle biten bir eser. 16. asrın başında Sultan Selim dönemine
kadar devam ediyor.
İlginç kısımlardan birisi Fatih’in oğlu Cem Sultan ile ilgili rivayetler Şikârî’nin
Karamanoğlu Tarihi’nde karşımıza çıkıyor. Şehnâme, biliyorsunuz, Türkçeye Necati
Lugal çevirisiyle Kabalcı Yayınları’ndan kazandırılmıştır. Sâsânî sarayında, İran tarihini ve mitolojisini ezbere bilen kişiler bulunmaktadır. Firdevsî, “Behram Gur ava
giderken yolda Cemşit ve Feridun hikâyeleri anlatılırdı” şeklinde, Sâsânîlerin, özellikle İran tarihi hususunda, tarih bilincinin devamlı canlı tutulması gerektiğine vurgu
yapmaktadır. Gaznelilerde, özellikle Gazneli Mahmud’un Sâsânî tarihine büyük ilgi
duyduğunu biliyoruz. Şehnâme’de Sâsânî tarihinde eski Ahamenid İran tarihini de
içine alacak şekilde Büyük İskender’le ilgili kısımlar da var. O kısımların önemli
denecek seviyede Arapça yazıldığı, İskender’le ilgili kısımların bilhassa Arapça yazıldığı, ama genelde kitabın dilinin Farsça olduğunu biliyoruz.
Selçuklular Firdevsî’nin Şehnâme’sine benzer eser yazdırmak istiyorlar. Karamanoğulları ve Geylânîoğullarının da böyle isteklerinden haberdarız. Ahmedî’nin
İskendernâme’si gibi Şehnâme’ye benzer eserler yazılmaya devam ediyor ve “İskendernâmeler” de aynı şekilde benzer üslupta yazılıyor, daha sonraki 1000 yıla
yön vermiş bir eser olarak takdim ediliyor. Şehnâme’nin öncesinde “Hudaynâmeler” var İran tarihinde ve Hudaynâme’nin Pehlevice aslı ortadan kayboluyor. İran
tarihi ve mitolojisini konu alan kaynaklardan özellikle Abdullah b. Mukaffa’nın Siyerü’l-mülûk diye bir eseri var. Yine İbn Mukaffa’nın Abbâsîler döneminde telif ettiği
Âdâbu’s-suğra diye bir eseri var. Bu eser aynı zamanda 8. asrın sonlarına doğru
Abbâsî halifesi olan Mehdî’nin bir anlamda başucu kitabı, onun da yine İran’da, daha
doğrusu Abbâsîlerde ve Gaznelilerde tarih bilincinin oluşmasında önemli etkisi olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda Kelile ve Dimne’yi Farsçadan/Pehlevice’den çeviriyor. Yine Gazneli Mahmud sadece Şehnâme’ye ilgi duymuyor, mesela 10. asırda
Taberî (ö. 923) Arapça yazıyor Tarih’ini, ama aynı asırda bu eser Farsçaya çevriliyor.
Gazneli Mahmud’un bu Tarih’i okuduğu ve ondan etkilendiği söyleniyor. Taberî Tarihi’nin ilginçliği şu ki Şikârî de kaynaklar arasında bir yerde bu esere referansta
bulunuyor. Dolayısıyla Şikârî’nin kaynakları arasında Taberî Tarihi’ni de sayabiliriz.
Burada anlatmak istediğim Gazneli, Selçuklu, Osmanlı devlet geleneklerinde şehnâmelerin önemli bir rolü var. Biliyoruz ki Kânûnî döneminde “Şehnâmecilik” diye
tarih yazıcılığı için makam ihdas ediliyor. Kânûnî döneminde Şehnâmeci Lokman’ın
eserleri var ve daha sonra da bu gelenek devam ettiriliyor. Şehnâmeci Lokman’ın
Hünernâme’si ile ilgili Zekeriya Eroğlu’nun güzel bir yüksek lisans tezini* burada
zikretmek isterim.
* Zekeriya Eroğlu, Şehnameci Lokman’ın Hüner-namesi (2. cilt, 1-154. varak), (yayınlanmamış
yüksek lisans tezi), 1998.
117
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Tabi Şehnâme’nin kaynakları arasında eski İranlı Zerdüşt geleneğinin ve Arapça
çevirilerin de önemli bir payı var. Özellikle Firdevsî’nin, İskender’le ilgili kısmı Arapça yazabilecek derecede Arapça bildiğini görüyoruz. Burada mesela Şehnâme’yle
ilgili web sayfası var: www.sehname.net. Burada Farsçasını görebiliyoruz Şehnâme
metninin. İkincisi de Princeton Üniversitesi’nin Şehnâme projesi… Orada da Şehnâme’nin birçok el yazması nüshasına erişebiliyoruz. Diğer bir linkte ise burada İsmailî Enstitüsü’nde Firdevsî’nin Şehnâme’sinin 1000’inci yılı münasebetiyle yapılan
Dr. Fransesca Leoni’nin yaptığı Şehnâme’yle ilgili İngilizce bir konuşma var. Orada
Fransesca Leoni, 1000 yıl boyunca hangi devletlerden ne tür şehnâme el yazması nüshaların olduğundan bahsediyor. Mesela orada özellikle İlhanlı dönemindeki
şehnâme nüshalarından örnekler görebiliyoruz. Hatta İran’daki 19. asır Kacar dönemindeki örnekleri görebiliyoruz. Çok faydalı bir konuşma “Şehnâme” literatürünü
anlamamız açısından. Yine konuşmanın başında da ifade ettiğim gibi Lindner, Nomads and Ottomans in Medieval Anatolia kitabında Şikarî hakkında birkaç ihtimal
üzerinde duruyor: Ahmed veya Haydar Şikârî… Bunlar Şikârî Tarihi’nin genelde 16.
asır müellifleri. Yine Sara Hanım’ın “Şikârî” maddesinde ifade ettiği gibi, muhalif bir
eser oluşu itibariyle çok önemli, Osmanlı muhalifi bir eser. Pek karşılaşmadığımız,
genelde pro-Osmanlı eserler yazıyor. Bununla birlikte -konuşmamda bahsedeceğim- Karamanlı bazı şairler var, bunların divanları var: Mesela Karamanlı Aynî yine
muhalif bir kaynak. Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi, Şehzade Cem’in yanındaki
meşhur nedimlerinden Karamanlı Aynî’nin Baba Yusuf Aksarâyî Divanı gibi birkaç
muhalif eserden birisidir. Bazı “menâkıbnâmeler” de var: Mesela Seyyid Ali Semerkandî’nin Menâkıbnâme’si. Orada Timur hadisesine beylikler gözünden nasıl bakıldığı anlatılıyor. Seyyid Ali Semerkandî, Semerkand asıllı, Yıldırım Beyazıt’a karşı
zafer bulması için Timur’a dua etmek için bir müridini görevlendirdiğini söylüyor.
Bu bir anlamda tarihi, beylikler gözüyle aksettiren bir menkıbevî eser. Şikârî Tarihi
de biraz menkıbevî, efsanevî bir tarih. Kronoloji kullanılmıyor Şikârî Tarihi’nde, hiç
bir tarih yer almıyor, yazılış zamanı tam olarak bilinmiyor. Yazarın yer ve tarih konusunda çok büyük eksikleri var. Mesela I. Murat’ın Kosova’da şehit olduğunu anlatırken Edirne’yle İstanbul arasında bir yerde şehit olduğundan bahsediyor, Kosova
ifadesini kullanamıyor ya da o konularda pek fazla bilgi sahibi değil. Kulaktan duyma bilgilere yer veriyor ama mesela “Osmanlıların Karamanoğullarının arazilerini
işgali, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinden yedi yıl sonra…” şeklinde,
tarih vermiyor ama bazı olaylara referansla anlattığını görüyoruz.
Bu durum Osmanlı olmasından ziyade Karamanlılarla ilgili de hatalar…
Tabii, kronolojiye pek fazla riayet etmiyor. Osmanlıyla ilgili rivayetleri, 15. asrı
kimin eklediği belli değil. Şikârî mi ekliyor veya başka biri mi ekliyor da Şikârî tercüme ediyor, pek fazla emin değiliz. Basit bir Anadolu Türkçesiyle yazılıyor. Halk
destanları gibi; battalnâme tarzında, danişmendnâme tarzında bir üslup var. Kahra118
Anadolu Kronikleri
manlık hikâyeleri çokça anlatılıyor. Özellikle Karamanoğulları beylerini, Firdevsî’nin
Şehnâme’sindeki gibi, zamanın Feridun’u, zamanın Rüstem’i gibi ifade ediyor. Ama
şunu da yapıyor Şikârî; Karamanoğulları, zamanın müstemidi idiler ama şu anda
onlara zaaf geldi. 15. asrı anlatırken onu da eklemeyi ihmal etmiyor “şu anda zaaf
dönemlerdir” diye. Bazen hakikate uygun ifadeleri de görebiliyoruz. Karamanoğullarıyla ilgili hemen hemen tek kaynak. Bazı vakıf kaynaklarıyla, vakfiyelerle karşılaştırdığımızda, Osmanlıdaki vakıf defterleriyle karşılaştırdığımızda kimi bilgilerin
gerçekten hakikate uyduğunu görüyoruz. Mesela Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey’in
Gorigos Seferinden, Kız Kalesini fethetmesinden bahsediyor. Şikârî Karamanoğlu
Tarihi’nde “Ona ‘Ebü’l-Feth’ lakabı verildi” diyor. Kitabelere baktığımızda gerçekten
“Ebü’l-Feth” lakabını Alâeddin Ali Bey kullanıyor. Ya da Osmanlı vakıf defterlerine
baktığımızda “Karamanoğullarının kurucusu Nure Sofi’dir” diyor. “Nure Sofi, Baba
İlyas’ın mürididir” diyor. Yine Karaman evkaf defterine baktığımızda Nure Sofi,
“ceddi evlad-ı Karaman” diye geçiyor. Birçok açıdan kronolojik hakikate uygun öğeler var ve gerçekten o dönemin tarihi için vazgeçilmez eserlerden birisi. Mesela
Lindner, Gölpınarlı’dan bahsederken; “Şikârî Tarihi’ni tamamen gözden kaçırmış ve
Şikârî Tarihi’ne hiçbir önem atfetmiyor” diyor. Paul Lindner, Gölpınarlı’dan ”dervish
scholar” diye bahsederek, bir anlamda ikilemenin bir sonucu olarak Şikârî’ye yeterince değer vermediğini ifade ediyor.
Çok nüshası var Şikârî’nin Karamanlı Tarihi’nin. Yusufağa nüshası, Mesut Koman neşri: Yusufağa nüshasından yapılmıştır. Metin Süzen’le Necdet Sakaoğlu’nun,
Karaman Belediyesi tarafından hazırlanan/yayınlanan bir neşri var. Hem faksimile metin hem de transkripsiyonu ile birlikte güzel bir çalışma. Milli Kütüphane’de
bir nüshası var; İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi’nde, Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde
nüshaları var. Ali Emiri nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcut, e-yazma
olarak bakabiliyorsunuz. Tez yazarken o nüshayı kullanmamıştım, basılı nüshayı
kullanmıştım ama Ali Emîrî nüshası gayet kolay okunabilir bir nüsha. Yine Belediye
Kütüphanesinde bir nüsha var, Berlin nüshasından bahsediyor Mesut Koman, ama
bu nüshayı ben görmedim. Gördüğüm tek nüsha Süleymaniye Kütüphanesindeki
Ali Emîrî nüshası.
Osmanlılarla Karamanoğulları arasındaki mücadele, Selçuklu vârisliğiyle ilgili
bir mücadele. Bundan dolayı Şikârî Tarihi’nde Karamanoğulları, Selçukluların vârisi olarak gösterilmeye çalışılıyor. Onunla ilgili bir rivayet var -bunu Süleymaniye
Kütüphanesindeki Ali Emîrî nüshasından aldım-: “Ravi eydür âl-i Selçuk neslinden
Keyhüsrev kızının bir kızı kalmış idi. Gayet mahbubeydi -gayet güzeldi-. Hatun Bânû
dirlerdi. Aksaray’da sarayları var idi” diyor. Aksaray, Selçuklular için çok önemli bir
merkez. Farsça Karamannâme’yi yazan Yarcânî bunun farkında. Şu anda Farsçası
elimizde yok, ancak Şikârî’nin yaptığı Osmanlıca tercümesi elimizde ve burada diyor
ki “Aksaray’da sarayları var” idi. Mesela burada Şikârî ya da Yarcânî, Aksaray’ın II.
119
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Kılıç Arslan tarafından bina edildiğini biliyor. Tam bir tipik Müslüman şehri ve özellikle II. Kılıç Arslan’dan bahsedildiğini biliyoruz. Alâeddin Mehmet Bey Selçuklu hanedanından gelen bir hatunla evlenerek aynı zamanda Karamanoğullarının, Selçukluların vârisi olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Larende sahrasının tamamını
doldurdular. -Bugünkü Karaman ili, o zamanki Larende sahrası- Selçuklu hatunuyla Karamanoğlu Alâeddin Mehmet Bey 40 gün düğün yapıyorlar ve 40 gün boyunca
Larende’de insanlara ziyafet veriliyor. Yazar ziyafet geleneğinin Türk geleneklerinde ne kadar önemli olduğunu biliyor. “Sonra bir oğlu vücuda geldi” diyor ve “adını
İbrahim Bey koydular”. Karamanoğlu İbrahim Bey, Şikârî’ye göre velî bir hükümdar.
Nasıl ki biz, Osmanlı kaynaklarında II. Beyazıt’a velî diyorsak, onlara göre de Karamanoğlu İbrahim Bey velî sultan. Selçuklu mirasını burada görebiliyoruz. Eser boyunca Osmanlıların kötülendiğini görüyoruz. Sara Hanım’ın da ifade ettiği gibi muhalif bir eser. Mesela, “ravi eydür Keykubad oğlu Alâeddin’in Osman şahnesiydi.
İnönü’de sürüsü gezerdi; koyun, at, deve beslenürdü. Osman ânlara müvekkel idi.
Zira kâfir ol tarafa yakın idi. Gelüb almasun diye Osmanlı müvekkel kılmıştı. Ol zaman ki Alâeddin firar eyleyip Karamanoğlu Mehmed Bey kendi beglerine vilâyet
tevzî´ eyledi. Osman gelüb himmet idüp sultanın ne kadar sürüsü varsa getürüp
muhalefet eylemedi. Mehmet Bey dahi Osman’a üç pâre şehir bağışlayıp tabl u alem
verüp beg eyledi”. Yani Şikârî’ye göre Osmanlılar saltanatlarını Karamanoğullarına
borçlular. Çünkü Karamanoğlu Mehmed Bey “tabl u alem” veriyor. Ama Osmanlı
kuruluş çalışmalarına baktığımızda, Halil İnalcık’ın Kuruluş eserine baktığımızda
Osmanlılar Karamanoğullarına değil Kastamonu beylerine bağlı. Bu tarihî hakikate
uygun düşmüyor gibi bir anlamda. Şikârî’nin bu rivayetinde Karaman gözüyle tarihe
bakışı görebiliyoruz. Mesela burada Nure Sofi’den bahsettik, Karaman 888-1483 tarihli evkaf defteri Nure Sofi’yle ilgili Osmanlı vakıf kaydı. Şikârî’deki geçtiği şeklindeyse şöyle; “Nureddin mülkü Karaman’a verüp biat eyledi. Baba İlyas kati olur
şeyh idi”. Burada Baba İlyas’ın çok büyük bir şeyh olduğu ifade ediliyor, Karamanoğulları nezdinde Nurettin Sofi uzlet edip “hırka-puş” oldu. Yani uzlet hayatını tercih
etti ediyor ve Karaman mülkünü, Karaman idaresini oğlu Karaman’a veriyor. Yedi
yıl mağaralarda yatıyor, yedi yıl boyunca uzlet hayatı... Şehnâme’de “Yarcânî onun
hakkında bu beyitleri söylemiştir” diye de ilave ediyor. Yani burada bir anlamda
Şikârî araya girmiş oluyor. Nure Sofi aslen Oğuzhan neslinden geliyordu. Karamanoğulları yine kendilerini Oğuzhan nesline bağlıyorlar. Avşar kolundan geldiği söyleniyor Karamanoğullarının ve çok yüksek kişilikte bir insan olarak Nure Sofi’yi
görüyoruz burada. Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi’nin asıl kahramanı, gördüğümüz kadarıyla Karamanoğulları beyleri değil, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve türbesi.
Tarih aktörü olarak beylerden ziyade Mevlânâ ve türbesini görüyoruz, bu önemli bir
nokta. Karaman beyleri ne zaman başları sıkışsa Mevlânâ’nın türbesine gidiyorlar.
Onlara ya rüyalarında yardımcı oluyor, rüyalarında fethi müjdeliyor ya da rüya gördüklerinde gidip türbedeki Mevlevî şeyhine rüyanın tabirini soruyorlar. Bu mesela
120
Anadolu Kronikleri
Timur hadisesinde de böyle oluyor, birazdan geçecek. Bu bir anlamda Karamanoğullarının Selçuklu vârisliğini de gösteriyor. Mevlânâ türbesine sahip olmakla, bir
anlamda Selçuklu vârisi olduklarını ifade etmeye çalışıyorlar ki bu gelenek Osmanlılarda da devam ediyor. Gülru Necipoğlu Sinan Çağı kitabında anlatıyor bunu. Mustafa Âli’nin eserinde, Kânûnî’nin oğlu II. Selim’in, kardeşiyle taht kavgasına girişmeden önce Mevlânâ türbesine gittiği, türbede yaptığı dua neticesinde kardeşine karşı
galebe çaldığı ifade ediliyor. Mevlânâ türbesi bir anlamda tarihî aktör olarak karşımıza çıkıyor ve Şikârî Tarihi’nde bu sıkça tekrarlanıyor. Bu şu soruyu aklımıza getiriyor: Menâkıbü’l-ârifîn acaba Şikârî’nin kaynakları arasında yer alıyor mu? Benim
izlenimim yazar, Menâkıbü’l-ârifîn ya da Sipehsalar Tercümesi ve Mevlevî kaynaklarına az da olsa aşina. Timur’dan Konya halkının nasıl kurtulduğuyla ilgili bir rivayet var. Timur bir gece -aslında gelmemiştir, ama Şikârî’ye göre- Konya’ya geliyor.
Gece rüyasında Mevlânâ’yı görüyor, Mevlânâ yanındaki erenleriyle birlikte Timur’a
Konya’yı terk etmesini emrediyor ve onun neticesinde Timur sabah kalkar kalmaz
tası tarağı toplayıp Konya’yı terk ediyor. Buna benzer bir hikâye Menâkıbü’l-ârifîn’de
Moğollarla ilgili… Baycu Konya’ya geliyor, Alâeddin tepesinde Mevlânâ’yı görüyor.
Atını sürmek istiyor, Mevlânâ’ya karşı atı bir türlü hareket etmiyor. Sonra kılıcıyla
üzerine yürümeye çalışıyor. Bir türlü Mevlânâ’yı alt edemiyor, sonunda pes ediyor
ve Konya’yı terk ediyor. Baycu’nun Konya’yı terk etmesinde de benzer bir hikâye.
Sanki Timur için Şikârî tarafından esere yerleştirilmiş gibi. Ama çok fazla delilimiz
yok, benim sadece intibaım bu yönde. Mesela Süleyman Şah ile ilgili Karamanoğlu
beylerinden rivayetler var. Seyfüddin Süleyman Bey’in 1356’dan 1361’e kadar beş
yıllık bir hükümdarlığı var, tabii bu tarihleri Şikârî vermiyor, diğer kaynaklardan
bulabiliyoruz. Diyor ki Süleyman Şah; “dün gece rüyamda Hz. Mevlânâ’yı gördüm,
‘Cümle evliya Konya’yı sana bağışladılar’ dedi”. Yani Karamanoğullarına bağışlıyorlar. Aynı zamanda Orhan Gazi’nin, Süleyman Şah’ın Rumeli fütühatlarına tekabül
eden o dönemde, gene Karamanoğulları kendilerini Selçukluların vârisi olarak görüyorlar. Karamanoğlu kaynaklarında rüyaya atıflar çok var. Karamanoğlu şeyhlerinden olan Seyyid Ali Semerkandî Bahru’l-ulûm diye bir tefsir yazıyor, dört ciltlik
bir tefsir. Bunu Karamanoğlu İbrahim Bey’e takdim ediyor, ona ithaf ediyor. Bu tefsir
el yazma olarak Süleymaniye Kütüphanesi’nde var, Arapçadır, Mücadele Sûresine
kadar geliyor. Bu bir anlamda Timur ilim geleneğinin Semerkand’dan Karaman’a
sirayet ettiğini de görüyoruz. Seyyid Ali Semerkandî’nin Menâkıbnâme’si var ve orada bir rüya motifi var. Rüyasında Seyyid Ali Semerkandî’ye Hz. Peygamber emrediyor ki “sen Karaman iline varasın, onun halkını irşad edesin” diye. Seyyid Ali’nin
Menâkıbnâme’si yine Süleymaniye Kütüphanesi’nde el yazma olarak var. Beylik
kaynaklarından Seydişehirin kurucusu Seyyid Harun, Horasan’dan gelip Seydişehir’de bir şehir bünyâd etmesi emrolunur beyne’l-yakaza ve’l-menâm. Rüya motifi
de şu: “Horasan’dan kalkıp Seydişehir civarına gelip Küpe dağının şark canibine bir
şehir yap” diye kendisine emir veriliyor. Ve o da geliyor bir şehir bünyâd ediyor. Bu
121
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
da gerçekten bugünkü Osmanlı vakıf kaynaklarında görülür. Cemal Kurnaz’ın yayına hazırladığı Seyyid Harun Menâkıbnâmesi Tarih Kurumu yayınlarından çıkmıştır.
Bugün Seydişehir, ismini kurucusu Seyyid Harun’dan almıştır. Osmanlı vakıf defterlerinde, Seydişehir’deki vakıf yine “Seyyid Harun Vakfı” olarak geçiyor. Burada anlatmak istediğim bu menkıbevî eserleri ihmal etmemek gerekiyor. Zaten o dönemlerle ilgili kaynağımız çok mahdut. Vakıf kaynakları ışığında tekrar değerlendirdikten ve onları tenkit süzgecinden geçirdikten sonra ilginç detaylara ulaşabiliyoruz.
Bunu da en iyi yapanlardan birisi Irene Melikoff. 14. ve 15. asır için bu metodu kullanan özellikle Fransız ekolünün çalışmalarını söyleyebiliriz. Şikârî diyor ki; “ravi eydür Süleyman Şah pak mezhep, itikadı muhkem bir padişahtı”. Yani itikadı çok sağlam bir padişahtı. “Bir vakit namazın kazaya kalmamış idi, tüm namazlarını vaktinde
kılardı”; bu dinî propaganda derecesini gösteriyor. “Ehl-i Kur’ân, hafız idi”; işte hafız
bir hükümdar figürü karşımızda. “40 yıldır haftada bir hatmederdi”; Kur’ân’ı haftada
bir hatmeden bir Karamanoğlu hükümdarı portresi çiziliyor Şikârî’de. O zamanki
halk muhayyilesine hitap edecek rivayetler bunlar. Uzunçarşılı “Hz. Mevlânâ’ya muhabbeti o derece kuvvetli ki Hz. Mevlânâ’nın validesinin yanına defnedilmiştir” şeklinde Karamanoğulları’nın Mevlânâ muhabbetini ifade ediyor. Bu Şikârî Tarihi’ne
çokça yansıyan bir şey. Yani Şikârî bir anlamda zamanın ruhuna hitap eden bir yazar. Şikârî Tarihi’ni, Aşıkpaşazâde Tarihi’yle ve Neşrî Tarihi’yle karşılaştırdığımızda
muhteva olarak farklı olsa da üslup olarak birbirlerini anımsatan ifadeler var, halk
muhayyilesine tesir eden ifadeleri görebiliyoruz. Mesela Yarcânî’nin Karamannâme’sini yazmasını emreden Alâeddin Ali Bey 1398 yılında ölüyor. “Ekseri musahabet
ulema idi”. Ulemaya çokça değer veren bir hükümdar olarak gösteriliyor. “Cümle
beyler gelip Hz. Mevlânâ’yı ziyaret eylemiş”. Hz. Mevlânâ’ya ziyaretiyle karşımıza
çıkıyor. “Konya’da ne kadar evliya varsa ziyaret eyledi, kurban kesti, fukaraya riayet
etti” şeklinde kurban kesiyor, fukaraya riayet ediyor. Kurban kesmek, evliya ziyaretleri vs. hemen hemen Türk devletlerinde çokça geçen bir figürdür. Mesela Babürlülerde de bunu görüyoruz; büyük Babürlü Hükümdarı Ekber Şah 1556-1605 yılları
arasında Hindistan hükümdarıdır. Ekber Şah’ın oğlu olmuyor uzunca bir süre. Selim Çiştî diye bir şeyh var, onun türbesini ziyaret ediyor oğlunun olması için - Annemarie Schimmel kitabında anlatıyor-, üç sene peş peşe üç tane oğlu dünyaya geliyor
o ziyaretten sonra. İşte türbe ziyareti, sultanın Selim Çişti’yi ziyareti gibi evliya ziyaretleri Türk devlet geleneğinde çok önemli bir yere sahip. Mesela kurban kesmek ya
da fukaraya sadaka dağıtmak; Babür Şah Hindistan’ı fethetmeden önce kurban kesiyor, fakirlere yardımda bulunuyor. Bunun Osmanlıdaki en güzel ifadelerinden birisi Halil İnalcık’ın neşrettiği II. Murat’ın vasiyetnamesidir. Orada II. Murat’ın Mekke
ve Medine fukarasına, Kudüs fukarasına sadaka dağıtmasıyla ilgili birçok ifadeleri
görebiliyoruz. Karaman devlet geleneği de diğer Türk geleneklerinden farklı değil,
benzer motiflere farklı eserlerde de rastlayabiliyoruz. Gaza inancıyla ile ilgili yine
birçok ifade olduğunu biliyoruz. Mesela Osmanlıların gaza yaptığıyla ilgili ifadeler
122
Anadolu Kronikleri
var. Ama Karamanlıların da yine bir gaza faaliyeti söz konusu, özellikle Gorigos
Kalesinden -bugünkü Kız Kalesi’nin olduğu yerde- elde edilen gaza malıyla Mevlânâ’nın üzerine bir yeşil türbe yaptırma niyetleri var. Gaza malı neden kutsaldır?
Çünkü Müslümanların vergisi karışmıyor. Mesela Yıldırım Beyazıt’ın, Ulu Cami’yi
Niğbolu Gazası neticesinde elde ettiği ganimetle yaptığı söyleniyor. Yine benzer bir
motifi Şikârî’nin Karamanoğlu Tarihi’nde de görüyoruz. Gerçekten de Gorigos Kalesindeki ganimetten sonra Mevlana’nın yeşil türbesini Alâeddin Ali Bey bina ettiriyor
ve Şikârî Tarihi’nde bunun bilhassa gaza malıyla yaptırıldığı vurgulanıyor.
Gedâ ne demek?
Gedâ, dilenci… “geda iken şah eyledi Osmanlıları” diye Karamanoğullarının
Osmanlılara karşı eleştirileri var: “İbn-i Osman’ın ne ahdi dürüst ne de imanı”,
bunların imanına da güven olmaz diye… Bu aslında sadece Osmanlılar için değil
Selçuklular zamanında da öyle. Mesela II. Kılıç Arslan, Selâhaddin Eyyûbî’ye elçi
gönderiyor. Selâhaddin Eyyûbî onu tecdîd-i imana davet ediyor; “sen III. Haçlı Seferine yol verdin, memleketinden geçmesine izin verdin” diye. Bizans hatununun oğlu
olan Gıyaseddin sürgün yıllarında Bizans sarayında kalıyor. O zamanın kaynaklarına göre Gıyâseddin Keyhüsrev Konya’yı muhasara edince Kadı Tirmizî fetva yayınlıyor: “Gıyâseddin Keyhüsrev’in imanına güven olmaz. Çünkü o, yıllardır İstanbul’da
kaldı, Bizans keferesinin elinde kaldı” diye. Daha sonra Gıyâseddin Keyhüsrev, Kadı
Tirmizî’yi idam ettiriyor. Bu sadece Osmanlılarla ilgili değil. Devletlerin o zamanki
tarihî eserlerine yansıyan propagandalarıyla da ilgili. Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi’nde de benzer ifadeler var Osmanlılar için; “bunlar bir han oğlu değildir”.
Yani iyilik nedir mürüvvet nedir, bilmezler. Selçuklu tahtından geliyor, Selçuklu ve
Oğuzhan’dan geldiklerini söylüyor Karamanoğulları. Osmanlılarsa asılsız olarak
görülüyor.
Osmanlı, Germiyanlılarla bazen ortak hareket ediyor. Bu hikâyeyi biraz farklı
anlatıyor galiba.
Beylikler tarihiyle ilgili mesela Gorigos Kalesi fethedilirken Aydın Bey’in ona
yardıma geldiğini anlatan rivayetler var. Bir anlamda biz, nasıl Osmanlılara sempati
duyduğunu söylüyorsak, Karamanoğulları da diğer beylikler tarafından lider olarak
görülüyor. Ayrıca mesela Kadı Burhaneddin Devletiyle Karamanoğulları birbirlerine
hasım. Kadı Burhaneddin’in oğlu Esterâbâdî, Bezm ü Rezm’inde diyor ki; ”habâset-i
peser-i Karaman”: Karamanoğullarının habasetinden/habisliğinden bahsediyor. O
da Karamanoğullarına muhalif bir kaynak. Mesela burada Aydınoğlu’nun Gorigos
seferinde Karamanoğlu’na yardımı ile ilgili bir rivayet var. Aydınoğlu, Karamanoğlu’nu sultan olarak kabul ediyor: “Ey Sultan! Mel´unlar safi demir ne et batar ne kılıç
keser, heman inayet Allah’a kaldı.” Böyle zaafa düştükleri zamanları da Şikârî’nin
bazen anlattığını görüyoruz. Yani eserde başarısızlıkları da kısmen de olsa aksettir123
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
diğini görüyoruz. Bir de daha önce de söylediğim gibi Şikârî Tarihi’nde Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey için Ebü’l-Feth lakabı kullanılıyor. Ayrıca Karamanoğlu sultanı
için “es-Sultânü’l-A‘zam” lakabı kullanılıyor. Karamanoğulları beyleri için “Seyyidü’s-Selatin‘l-Arab ve’l-Acem”, Arapların ve Acemlerin sultanı.... Yani Osmanlı sultanlarının lakaplarına benzer ifadeleri kitabelerde görebiliyoruz. Yarcânî mesela Kız
Kalesini sanki Alâeddin Ali Bey fethetmiş gibi anlatıyor ama bu doğru değildir. Kız
Kalesi 1448 tarihinde Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından fethediliyor. Böyle tarihe
muhalif ifadeler de var. Mesela İskender’le ilgili ifadeleri de görüyoruz. İskendernâme’yi ya da Şehnâme’yi okumuş olabileceği kesinlik kazanıyor. Kaleden bahsederken; “Seddi İskender zamanında divler yapmış idi”. Sedd-i İskender’den bahsediyor.
İskender’le ilgili rivayetleri de görebiliyoruz burada. Timur’la ilgili kısım çok ilginç,
Timur tarihine de referansta bulunuyor. Timur Han mesela o sene gelip Sivas’a
çıktı diyor. “Namı dünyayı tuttu, mehabet ve şecaati diyar-ı Rum’a velvele bıraktı”
diye ifade ediyor. Şikârî’nin, bu dönemdeki tarihî şahsiyetlerden, mesela Timur’un
rakibi daha sonra Timur tarafından yenilgiye uğratılan Timurtaş’tan da bahsettiğini
görüyoruz. Muasır hükümdarlardan tarih vermeksizin ismen de olsa bahsediyor.
Mesela Abdal Hasan adında bir derviş, Timur zuhur etmeden önce Konya sokaklarında dolaşıyor; “Horasan ateşi Rum’u yaktı” diye. Bu adamın dediklerinden halk
paniğe kapılıyor. Sonunda Karamanoğlu II. Mehmet Bey, yine diğer Karamanoğlu beylerinin yaptığı gibi, Mevlânâ dergâhına geliyor. II. Arif Çelebi’ye danışıp onun
fikrini soruyor ve o da diyor ki; “Timur Allah Teâlâ’nın gazab ateşidir”. Bu da yine
Menâkıbü’l-ârifîn’deki sanki Moğollarla ilgili kısımların taklidi gibi. Mesela orada da
Ulu Arif Çelebi diyor ki; “Moğollar tanrının veli kullarıdır, tanrının dostlarıdır” diyor.
Mevlânâ’nın; “Baycu aslında Tanrının dostudur ama bunun farkında değil” şeklinde
Fîhi mâ fîh’deki ifadesini görüyoruz. Mevlânâ’nın, Cengiz Han’ın fetih hareketlerine
başlamadan önce günlerce mağarada kaldığı, gök tanrıya yalvardığıyla ilgili övgülerini görüyoruz. Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi’nde de Cengiz Han ve Moğollarla
ilgili anlatılan benzer hikâyeler Timur’a uyarlanıyor. Ulu Arif Çelebi, Mevlânâ’nın
torunu, onlara ithamda bulunuyor; “siz niye Moğollarla dost geçiniyorsunuz?” diye.
Onun da cevabı şu oluyor: “Tanrının yardımı şu anda Moğolların üzerinde”, yani
Tanrının iradesi Moğollarla birlikte, “biz onun için Tanrı ne buyurursa onun yanındayız”. Karaman kaynaklarında da “Tanrının iradesi/buyruğu Timur’la birlikte, biz
de onların yanındayız” şeklinde bir propaganda geliştiriliyor. Larende’de o asırda
Mir Hasan derler, bir budala var idi. Hemen çağırıp dedi ki; “Horasan ateşi Rum’u
yaktı. Mehmet Han Karaman beylerine eydür bu divanenin rumuzun bildinüz mü?
dedi. Gelin Konya’ya varalım Hz. Mevlânâ Çelebi’ye buluşalım, görelim ne buyurur?”
Onun fikrini almadan hareket etmiyor.
Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-Nüfûs adlı eserinde 15. asırda abdallardan bahsederken “dünyada 30 abdal vardır, bunların 20’si Şam-ı Şerif’tedir” şeklinde ermiş
kullarından oldukları anlatılıyor. Şikârî Tarihi’nde de bir abdalın Konya sokaklarında
124
Anadolu Kronikleri
dolaştığı ve Timur hadisesini önceden haber verdiği anlatılıyor ve Timur hadisesinde daha önce de bahsettiğim gibi Menâkıbü’s-Seyyid Ali Semerkandî’ye atıfta
bulunuluyor. Burada görüyoruz ki Şikârî Tarihi’nde menâkıbnâmelerin örtüştüğü
çokça yönler var. Özellikle Timur hadisesinde, Timur’u destekleyenler arasında
Karamanlı şeyhler de yer almaktaydı. Hatta Yıldırım Beyazıt - Timur mücadelesinde, Timur’un zaferi için dua ettikleri anlatılmaktadır. Seyyid Ali Semerkandî’nin Timur’un muzafferiyeti için bir halifesini duayla vazifelendirdiği ifade edilmektedir.
“Hz. Seyyid Ali Semerkandî, beni nusret-i cuş hizmetine kodu. Hatta Timur, Sultan
Yıldırım’a ahz eyledi ki Timur Han’ın nusretine memnun olmuştum” diye, onun için
duaya memur kılınmıştım şeklinde Seyyid Ali Semerkandî’nin bir müridinin ifadesi
var. Bu şaşırtıcı değil ki zaten Semerkandlı, Timur’un başkentinden gelen bir Karamanlı şeyhi. Timur’u desteklemesi kaçınılmaz. Bu da yine âl-i Selçuk/Selçuklu mirasıyla ilgili. Daha önce bahsettiğim İbrahim Bey’in Selçuklu hatunuyla evlenmesi
ve Karamanoğullarının Selçuklu vârisliği iddiasını sıkça görüyoruz Şikârî Tarihi’nde. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İbrahim Bey’in vakfiyesini yayınladı Belleten dergisinde, gerçekten vakfiyesiyle de ispat olunmuş. Karamanlı İbrahim Bey imarethanesi,
vakfiyesiyle de gerçekten Şikârî Tarihi’ni doğrulayacak derecede. Tekkesi var, cami
var, imaret ve köprüsü, hanları… “Cümle 60 tanedir hayratı bi-nihayedir. Nihayetsiz
hayrat sahibi hem kendüsü ehl-i tevhiddir. Tevhid inancına mensup tabakâtı evliyada kutb makamına vâsıl olmuş.” Yani evliyalığın, veliliğin en yüksek mertebesine
varmış birisi olarak anlatılıyor Şikârî Tarihi’nde. Yine benzer bir ifadeyi Seyyid Ali
Semerkandî’nin Menâkıbnâme’sinde görüyoruz: “Karamanoğlu İbrahim Bey, Sultan
İbrahim Hazreti Pir’in duası ve nefesi ve himmetin evradın alıp süruru hubur ile
tahtına gitti”. Burada da sultan, İbrahim Seyyid Ali Semerkandî’nin, Karamanlı şeyhin müridi olarak karşımıza çıkıyor. Yani Akşemsettin ile Fatih örneği gibi. Burada
da Seyyid Ali Semerkandî ile İbrahim Bey örneğini görebiliyoruz. Muhalif eserlerden bahsetmiştik. Sadece Şikârî Tarihi değil, bunlardan birisi 15. Asırda Karamanlı
Baba Yusuf, Somuncu Baba’nın oğlu aynı zamanda. Türbesi Aksaray’dadır. Onun
divanından bir kısım var, burada Osmanlıya karşı eleştirileri görebiliyoruz. Yani Osmanlıların bir yanda cihan devleti iddiasında bulunduklarını, diğer yandan Karaman
eyaletinde, özellikle Aksaray’da büyük yağmada bulunduklarını söylüyor. Şikârî de
300 âlim, şeyh ve sanat erbabını Fatih’in zorla Aksaray’a sürdürdüğünü, İstanbul’a
sürdürdüğünden bahsediyor ki bu tarihî hakikattir. Aksaray biliyorsunuz ismini oradan alıyor ama Şikârî; “bunların çoğu geri döndü, İstanbul’da yapamadılar” diyor.
Baba Yusuf Aksarayî de sürgün ve yağmalardan dolayı Osmanlıları eleştiriyor, ama
kendisi sürülenler arasında değil. Osmanlıların gazilik iddiasına karşı da büyük bir
saldırı var burada. Mesela “gazilik garete mübeddel olup” yani Osmanlılar gazilik
iddiasındalar, ama Müslüman bölgelerinde, Karaman gibi ehl-i tevhid, ehl-i sünnet,
dindar insanların bulunduğu, Mevlânâ türbesinin bulunduğu bir vilayette yağma yapıyor diye bir propaganda da görüyoruz.
125
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Bir şey söyleyebilir miyim? Yıllar önce hocamız Bursa Ulu Cami tarihini anlatırken Karamanoğullarının bir zamanlar bu camiyi yaktığını ifade etmişti. Ben bir türlü
anlayamamıştım niçin böyle oluyor diye, meğer evet, ondan kaynaklanan bir şey.
Bunu söylediğiniz iyi oldu, aynısını Şikârî de söylüyor. Gedik Ahmet Paşa, Karaman vilayetini işgal ederken birçok camiyi yıktı, birçok eseri yerle bir etti diyor.
Ama bu yıkıntıya da son veren Cem Sultan olmuştur. “Cem Sultan geldi, Fatih Sultan
Mehmet tarafından Karaman valisi olarak atandı. Karamanlıların harap halini gördü, çok üzüldü, ağladı ve bu şehri nasıl tekrar bünyad edebiliriz diye çokça gayret
sarf etti. Ve halk ondan hoşnut oldu ve hayran kaldı. Ondan dolayı Beyazıt’a karşı
Cem Sultan’ı destekledi” diye Şikârî bizzat kaydediyor.
Cem Sultan’ın annesi kimmiş? Bu çok önemli, Cem Sultan’ın annesi Karamanoğlu.
Karamanoğlu, evet. Zaten Konya’da doğuyor. Onu söylüyor özellikle, bizzat söylüyor Konya’da doğdum diye. Evet, Cem Sultan’la ilgili mesela “ehl-i insaf padişah
idi” diyor, “Larende’de bir saray, bir bedesten, bir miktar çarşı pazar yaptı. Zulmü
def edip adalete başladı. Karaman halkı Cem Sultan’dan hoşnud olup yine mülklerin mağmur eylediler” şeklinde anlatıyor Cem Sultan’ı. Diğer bir muhalif kaynak
Baba Yusuf’un Divan’ıdır, Erdoğan Boz tarafından yayınlandı.* Tezimde Baba Yusuf
Divanı’nın Sadi Somuncuoğlu nüshasını kullandım. Sağ olsun onun oğlu Tümen Somuncuoğlu, bana o nüshanın CD’sini vermek lütfunda bulundu, ondan istifade ettim.
Dahası, bu nüshayı Kültür Bakanlığı e-kitap şeklinde yayınlandı. Daha sonra Aksaray Valiliği tarafından bizzat kitap olarak yayınlandı. Baba Yusuf’un diğer bir eseri
Tasavvuf Risalesi. Burada Osmanlı ve Karamanoğullarının buluştukları nokta olan
Mevlânâ’ya hürmetini görüyoruz. Burada Mevlânâ’nın Fîhi mâ fîh adlı eserinden
bahsediyor. Orada zamanın güzelliklerini bir yere topluyorlar. Mecnun’a gösteriyorlar, bir baksana sadece Leyla yok dünyada, başka güzeller de var. Ama Mecnun bir
türlü başını kaldırmıyor. Sonra diyor ki “neden başını kaldırıp bakmıyorsun?”. Mecnun da; “Leyla aşkı bir tiğ-i buğran gibi keskin kılıç gibi durur boğazımda ve eğer
başımı kaldırırsam keskin kılıç gibi başımı vurur “diye ifade ediyor. Burada Azeri
lehçesini kullanıyor. “Eydür ol zamanın hubların bir yere cem ettiler dahi Mecnun’a
eyittiler. Hak Teâlâ kemâl-i kudretinden göre ki” yani Azeri diline göre ki âlemde neler yaratmıştı manasında, “Mecnun başun kaldurup birine nazar etmedidir”. Yani o
şekilde diyor. “eyittiler Fîhi mâ fîh’de eydür: ‘Ol zamânun hûbların bir yire cem´ itdiler.’ Dahî Mecnûn’a eyitdiler: ‘Hak Te´âlâ kemâl-i kudretinden kürre-i ´âlemde neler
yaratmışdur!’. Mecnûn başın kaldurub birine nazar itmedidir. Eyitdiler: ‘Hey, işbu
* Yusuf Hakiki Baba, Yusuf Hakiki Baba Divanı: Karşılaştırmalı Metin (Sadi Somuncuoğlu ve Mevlana
Müzesi Nüshaları), haz. Erdoğan Boz, Aksaray: Aksaray Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü,
2009.
126
Anadolu Kronikleri
hûblara bir nazar itsene!’. Mecnûn eyitdi: ‘Leylî mahabbeti bir tîğ-i büğrân üstüme
dutmışdur. Başumı kaldurmağa korharam ki boynum ura’.” Mürîd tâ şeyhün vilâyet-i cemâline ´âşık olub saltanat-i vilâyeti, siyâseti gönline eser itmeyince münâsebet-i ma´nevî hâsıl olub şeyhün bâtınından mürîde meded yitişmez.” diye Tasavvuf
Risalesi’nde bahsediyor. Beyliklerle Safevîler arasındaki münasebet açısından bu
risale çok önemli. Şu açıdan burada dört Safevi şeyhini görüyoruz.
Baba Yusuf, Karamanoğulları şeyhlerine, daha sonra Osmanlı zamanında da
bunu vakıflara tevdi ediyor. Fatih döneminde bir anda protest bir figür olarak karşımıza çıkıyor ama aynı zamanda vakfını da devam ettiriyor Osmanlı. Evladına evlatlık vakıf olarak tesis ettiriyor. Bir anlamda eser yazmaya veriyor kendisini, hiçbir
şekilde yazmanın ötesinde siyasî olarak bir harekete karıştığını bilemiyoruz ama
Aksaray’da ve Osmanlı vakıf defterlerinde vakfı devam ediyor. Baba Yusuf Vakfı’nın,
Aksaray‘ın ilk vakıflarından birisi olarak geçtiğini görüyoruz. Şu açıdan önemli; burada Safevî tarikatının ilk kurucu dört şeyhin büyük bir hürmetle anıldığını görüyoruz. Şeyh Safiyyüddin, Şeyh Hâce İbrahim vs. ilk kurucu dört figürün büyük bir hürmetle anıldığını… Sünnî oldukları için ama Şeyh Cüneyt ve Haydar’la ilgili pek bir
şeye rastlamıyoruz. Onlar Şiîliği benimsemeye gayret gösterdiklerinden olsa gerek.
Burada Safevî tarikatının özellikle ilk kurucu dört Sünnî şeyhin özel hürmetle anıldığını, hatta Baba Yusuf’un babası Somuncu Baba’nın şeyhi Sadreddin Ali’nin özellikle
hürmetle anıldığını görüyoruz. Şeyh Safiyyüddin Erdebilî’nin hürmetle anıldığı, hatta
bu risalenin de onların etkisinde yazıldığıyla ilgili ifadeler var. Mikail Bayram’a göre
bu Tasavvuf Risalesi Ahî Evran’ındır, Baba Yusuf bunu Türkçeye çevirmiştir.
Tasavvuf Risalesi’nin Türkçesini Mikail Bayram “Tasavvufun Boyutları” adıyla
yayınladı. Ben tezde bunu kullanmıştım. İsteyenlere daha sonra takdim edebilirim.
-Baba Yusuf’un ölüm tarihi 1487- Fîhi mâ fîh’i İngilizceye çeviren Arberry aynı hikâyeyi nakledişi hakikate uygun. Yani Baba Yusuf’un Fîhi mâ fîh’den aldığı kısım birbirine çok benzer.
Karamanlı Aynî ve Divan’ını Ahmet Mermer yayınladı, Akçay Yayınları arasında.
Yine burada Osmanlıların yaptıkları zulümler “yıktı dâr-ı devlet-i mülk-i Karaman
her gören ağladı” şeklinde ifade edilmektedir. Cem Sultan’ın en yakınlarından birisi
Karamanlı Aynî. Tabii Beyazıt eleştirisi daha belirgin, Cem’in rakibi Beyazıt. Karaman veçhesinden olaylar böyle. Osmanlılar da Karamanoğullarını nasıl görüyorlar
küçük bir örnek vereyim: Gazavât-ı Sultan Murad Han’da -Varna Zaferi anısına 15.
asrın ortalarında yazılmış bir eser- görebiliriz. Karamanoğullarına Osmanlılar nasıl
bakıyorlar onu yansıtan bir pasaj burada: “Ezin-canib padişah-ı alem-penah hazretleri bu elçilere [Karamanoğlu elçilerine] asla iltifat etmeyüp ve yüzlerine bakmayup buyurur kim Karamanoğlu dedikleri pelidin dini imanı yoktur ve kafir-i bîdin ile arka edüp taht avcusuna düşmüş”. Osmanlıların da propagandası şu yönde;
127
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
biz gaza yaparken kefereyle, Karamanoğlu bizi arkadan vurup devamlı bizi meşgul
ediyordu. Bir anlamda Karamanoğlunun misyonunu daha sonra Safevîler üstleniyorlar. Bu şekilde Safevîlere karşı nasıl bir propaganda geliştiriyorsa o zamanlar
Karamanoğullarına benzer bir propaganda geliştirilmiş. Ama şu farklı, o dönemde
Karamanoğulları hiçbir zaman Şiîlikle itham edilmiyor.
Pelit ne demek?
“Habâset-i peser-i Karaman” dediği işte. Toparlayacak olursak Esterâbâdî’nin
Bezm ü Rezm’i muhalif bir eser olması açısından çok önemli. Elimizdeki tek Karamanoğlu tarihi, beylikler tarihiyle ilgili buna benzer bir eser yok. Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi, Germiyanoğullarıyla ilgili, diğer beyliklerden Aydınoğullarıyla
ilgili kronolojik olmasa da yer isimlerinde, şahıs isimlerinde bazı karışıklıklar olsa
da derli toplu bir eser olması açısından, birçok problemi aşmamız için kaynak eser
hüviyetinde bir çalışma. Şehnâme’nin Anadolu beylikleri üzerindeki etkisini görmemiz açısından önemli bir eser. Selçuklu mirasının ne tür söylemlere yol açtığı, gaza
söyleminin ne tür boyutlarda olduğu, gaza motifini o dönemlerde görmek açısından çok önemli. Ayrıca Mevlevîliğin Anadolu beylikleri üzerindeki etkisini görmemiz
açısından, özellikle türbe ziyaretleri olsun, rüya motifinin ne denli önemli olduğunu
görmemiz açısından Şikârî Tarihi yadsınamaz bir eser. Ancak sonunda da belirtildiği gibi diğer muhalif kaynaklarla karşılaştırıldığında, mesela Enveri’nin Düsturnâme’sinde, benzer söylemlerin Karamanoğulları aleyhinde geliştirildiğini görüyoruz.
Mesela Neşrî ve Aşıkpaşazade’ye baktığımızda Karamanoğlu beldesini yıkan Osmanlılar değil, Gedik Ahmet Paşa değil, Uzun Hasan. Osmanlılara karşı Karamanoğulları Uzun Hasan’dan yardım istiyorlar. Uzun Hasan geliyor, onların beldesini
yağmalıyor. Karamanoğulları buna pek fazla ses çıkaramıyorlar. Onlara vaatlerde
bulunuyor. Asıl yıkıcı Uzun Hasan Osmanlılara göre, kendi yıkımlarını görmezden
geliyor. Ama Şikârî Tarihi’nde Cem Sultan’ın adil bir hükümdar olarak anlatılması
ilginçtir. Gedik Ahmet Paşa’nın, yaptığı yıkıma son veren, adaleti yeniden tesis eden
bir Osmanlı şehzadesi olarak anlatılması da bizim açımızdan önemlidir. Mesut Koman’ın da ifade ettiği gibi, bu eserlerdeki asılsız rivayetleri atıp hakikatleri almak
peşinde olmalıyız. Bir anlamda “imagination”. Tarihçinin “imagination”ıyla ve o dönemin kaynaklarıyla birlikte, yeni tarihçilik metotlarıyla birlikte kullanıldığında çok
şey öğreneceğimiz bir eser bu. Teşekkür ederim.
Çok teşekkür ederiz. Bize sadece Şikârî’nin Karamannâme’si değil, büyük resmi de çok açık bir şekilde anlattınız için ağzınıza sağlık. Katkı ve sorulara geçmeden
önce sürpriz olacak ama sözü Şikârî’yi de yazmış birisi olarak Sara Nur Hanım’a
vermek isterim.
Sara Nur Yıldız: Teşekkür ederim ama rahat bir şekilde konuşalım. Benim zaten
söyleyeceklerim var tabii. Ama Şikârî Tarihi’ne dair başka sorular varsa…
128
Anadolu Kronikleri
Cem Sultan ve Osmanoğullarıyla Karamanoğulları arasındaki mücadelenin temelini merak ediyorum. İsterseniz bunu konuşabiliriz.
Özellikle Kütahya Beyşehir havalisi üzerinde çokça mücadele olduğunu biliyoruz. Şunu kabul etmek lazım: O dönemlerde kültürel açıdan Karamanoğulları
Osmanlılardan önde, özellikle 15. asrın ilk yarısında. Farklı bir kontekste de olsa
Ertuğrul Ökten bunu gösterdi tezinde.* Mesela Fatih Sultan Mehmet, Molla Camî’yi
İstanbul’a davet ettiğinde Molla Cami pek gelmek istemiyor. Çünkü Semerkand’ın
kültür seviyesi, İstanbul’un kültür seviyesinden çok daha üstte. Benzer bir şeyi de
Konya’da görebiliyoruz. Yıldırım Beyazıt döneminde görüyoruz, Karamanoğullarına
son veriliyor. Daha sonra tekrar Osmanlıların eline geçiyor Karamanoğulları ve yani
Selçuklu vârisliği mücadelesi var. Bunu Neşrî de bizzat tarihin başında ifade ediyor. Önce Oğuzhan’la başlıyor tarih, sonra Selçuklularla başlıyor, ondan sonra da
işi Osmanlılara yıkıyor. Tarih ilmini ilahî ilimlerden birisi olarak görüyor ve ondan
sonra da bir anlamda şunu söylemeye çalışıyor; “nasıl ki daha önce tevhid-i ilahî
Selçukluların yanındaysa, şimdi Osmanlıların yanında”, propaganda açısından. Bir
de Anadolu birliği mücadelesi var ve Karamanoğulları’nın Memluklarla sıkı münasebeti var. Memluklar Karamanoğullarını destekliyorlar. Bir anlamda tampon bölge
olarak görüyor Memluklular. Şehabettin Tekindağ’ın güzel çalışmaları var eğer meraklıysanız, o konulara bakabilirsiniz. Yine daha sonra muhalif unsurlar Safevîler’e
kayıyor. Akkoyunlularla münasebetleri var. John Woods Akkoyunlular kitabında
ifade ediyor bunu. Bir anlamda kendi varlıklarına tehdit olarak görüyorlar Karamanoğullarını. Çünkü Memluklularla irtibat içindeler. Akkoyunlularla, daha sonra
Dulkadiroğullarıyla birlikte Anadolu’daki siyasî birlik bir tehdit olarak algılanıyor.
Molla Câmî’nin buraya gelmek istemediğini söylediniz. O kısma dair İhsan Fazlıoğlu Hoca, yetişen öğrencilerin Semerkand Matematik Okulu’nda olduğunu, Osmanlıya gönderildiğini de söyledi. Oradaki hocaları, Ali Kuşçu’yu Osmanlı topraklarına gitmesi için teşvik etti, nasıl?
Tabii Molla Câmî’nin kendi dostlukları da var. Sultan Hüseyin Baykara olsun, Ali
Şir Nevâî olsun… Sonra daha yeni inşa ediliyor İstanbul, birçok sorunu var biliyorsunuz. Günümüzde de bir şehir yeni inşa edilirken birçok sorunu olur. Daha oturmuş bir yapı var Semerkand’da. Mesela Ali Kuşçu’yu biz hep matematikçi olarak
biliriz, ama kelamla ilgili eserleri varmış, onu bilmiyoruz. Fatih Soysal diye bir arkadaş onun kelamla ilgili eserini Marmara İlahiyatta doktora tezi** olarak hazırlıyor
* Ertuğrul Öktem, Jāmī (817-898/1414-1492): his biography and intellectual influence in Herat,
(University Of Chicago PhD Dissertation), 2007.
**Fatih Soysal, Ali Kuşcu’nun Şerhu Tecrîdi’l-Kelâm’ından Usûl-i Selâse Konularının Tahkiki ve
İlâhiyat Meselelerinin Tahlili, (Marmara Üniversitesi Temel İslam Bilimleri Kelam ABD Doktora),
2014.
129
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
şu anda. Ama o dönemlerde mesela Seyyid Ali Semerkandî’nin bir tefsir yazması
önemli bir hadise. Karamanlı Taşköprüzâde’nin Mevzuâtü’l-ulûm kitabına bakacak
olursak “Karamânî” nisbesiyle Osmanlı kuruluş dönemine nüfuz eden birçok âlim
var. Osmanlılar bir şekilde kendi devlet geleneğinde onlardan istifade ediyorlar.
Rum Mehmet Paşa örneği var mesela, Karamanlı Rüstem var, Osmanlı devlet geleneğinde çok önemli yerleri olmuş. Yine vergilerin ihdas edilmesinde etkililer. Bu
Karamanlılar da normal Osmanlı devlet adamları tarafından büyük bir antipatiyle
karşılanıyor.
Benim başlarda söylediğiniz bir şey dikkatimi çekti ama yani yanlış da olabilir,
düzeltiniz beni. Nüshaları saydınız, yani bugüne kadar dinlediğimiz eserlerde bu
kadar çok nüshası olan yok gibi hatırlıyorum. Biraz nüsha sayısı bol gibi geldi, bunu
nasıl okumak lazım?
Sara Nur Yıldız: Aslında ben bu konuya değinmek istedim, iyi ki açtınız bu konuyu. İlginçtir, ancak bu beş nüsha o kadar da erken değil. En eski nüshası miladî 1704
senesinde, Millet Kütüphanesi’nde olan el yazması. İzzet Koyunoğlu’nun kütüphanesindeki ve Yusuf Ağa Kütüphanesi’ndeki el yazmaları 1710-11’dir, yani baya geç.
Paul Lindner ilginç bir şey söylüyor: “Müneccimbaşının kullandığı Şikârî nüshasının kopya tarihi 1615”. Hicrî 1025 tarihliymiş.
Sara Nur Yıldız: Yani çok geç, hiç daha erken nüsha yok. Bence bu çok ilginç bir
vaka. Ve bu eserin önemli olduğu zannedildi. Namık Hüseyin diye bir tarihçi, Osmanlıca yazıyor o dönemde. İlk bilimsel makale ortaya çıkıyor ve o dönemde birkaç
tane kopya çekiliyor. Çünkü böyle bir şeyle İstanbul da ilgileniyordu. Anadolu’da bir
eser var, Anadolu tarihi bizim için alternatif bir tarih olabilir diye ilgileniyorlar. Ali
Emîrî o yüzden topluyor o eserleri. Yani bol nüsha derken aslında yarısı bu dönemden kalma, eski kaynak yok.
II. Meşrutiyet döneminde daha yerel tarih çalışmalarının ön plana çıkarılması
biraz anlamlı geliyor ama?
Sara Nur Yıldız: Bu 1911 senesinde kurulan Türk derneğinden çıkan bir fikir.
Bizim kültürümüzü, Anadolu’daki kültürümüzü keşfedelim diye bir teşebbüs vardı.
Bu eseri kullanan tarihçiler var mı?
Var, Paul Wittek Menteşe Beyliği adlı eserinde bahsediyor.
O olsa bile 1700’lerin başında ne var ki nüshalar artıyor. Bildiğim kadarıyla Keykavus’un da muhtasar tercümeleri var 18. yüzyılda yapılan, muhtasar tercümeleri
var. Devletin arayışlarıyla bir alakası olabilir mi acaba?
130
Anadolu Kronikleri
Biraz Müneccimbaşı’nın şahsî ilgileri, o tür şeylere çok meraklı. Buna Lindner’in
cevabı da şu şekilde: -Müneccimbaşının kişiliğiyle cevaplıyor- “Bu tür eski kroniklere çok büyük ilgisi vardı, ondan dolayı Şikârî’nin üzerinde durdu.”
Sara Nur Yıldız: Evet, evet. Ama sadece müneccimbaşıyla mı yazıldı, tekrar istinsah edildi mi?
1615’den önce yazıldığının kesin olarak delilidir bu.
Sara Nur Yıldız: O dönemde çok çalkantılı olaylar oluyordu o bölgede? Mesela
Şikârî mahlası… Bence gerçek kimliğini göstermek istemediği için böyle bir Şikârî
mahlası seçti, ama o bile çok önemli.
Hem bu eser Sâsânîlerin oluşma süreci, yani Anadolu’daki etkileri açısından
güzel bilgi veriyor hem de Cem Sultan’ın nasıl bu noktaya geldiğine dair az çok
ipucu veriyor.
Çok ilginç şeyler var. Mesela Mevlana’nın Divân-ı kebîr nüshası, Timur istilası
sırasında kayboldu deniyor. Tek nüsha; Divane Mehmet Çelebi Safevîlerin ülkesine
gitti, Şah İsmail döneminde oradan getirdi diye anlatıldı ama hiçbir şekilde ispatlanamamış bu şey. Divanlardan birçok malzeme çıkıyor ama biz tarihçiler herhalde
edebiyatçıların hızına yetişemiyoruz bu tür şeylerde.
Sara Nur Yıldız: Ama aslında Şikârî’yi okuyacaksanız, gerçekten edebî eser olarak okuyacaksınız önce. Diğer eserlere bakıyorsunuz, divana vs. yaptığınız şey çok
önemli. Çünkü gerçekten tek bir metin okurken, çok şeyi kaçırmış oluyorsunuz. Bir
şekilde o metinsel bağlamda okuyunca çok daha net ortaya çıkıyor. Onun için çok
güzel yaptınız Fatih Bey, teşekkür ederiz. Yani bu eser aslında çok önemli, bir bağlantı var İran’la. Hem biraz Gubarî’den bahsettik. Başı ve sonu çok ilginç aslında.
Ben çözmeye çalışıyorum hâlâ. Eserin yapısı önemli, ben öyle inanıyorum. Benim ilk
Osmanlı tarihi dersini aldığım hocam, bazı şeyleri Yarcânî’nin uydurmuş olduğuna
inanıyordu. Ben buna katılmıyorum. Şikârî denen kişi diyor ki; “Yarcânî’nin eserini
aldım, Türkçeye çevirdim”. Yarcânî’nin de ne yazdığı belli: Karamanoğlu Alâeddin’in
hayatını yazmış. Çevrilen bir eser var ve bu çevrilen eser bence Yarcânî’nin. Alâeddin Bey’in hayatına dair en sağlam bilgi bu. Katılıyor musunuz buna?
Evet, tabii ki.
Sara Nur Yıldız: Şikârî Tarihi’ne dair diğer bilgiler çok şüpheci olmuş gerçekten.
Şikârî, bir eser almış, sonuna Karamanoğlu Ahmet Bey’den sonraki tarihi eklemiş.
Karamanoğlu generalleri ile bitmiş. Karamanoğulları zaten kalmamışken bir general Şah İsmail’e gidip gelmiş, hem de 1551 senesinde. Generallerin devamı İran’da.
Yani onların geleceği İran’daydı zaten.
131
Notlar 32 Türkiye Araştırmaları Merkezi
Bu eser dinî referanslarıyla da diğer eserlerden farklı. Özellikle o dikkatimi çekti. Bir de İran coğrafyasındaki dört şeyhe ilgili... Çok enteresan, o ilişkiler ağını da
çözdürüyor bir anlamda.
Sara Nur Yıldız: Evet, evet. İyi bir nokta yakaladınız. Ama bitmiyor bununla, bu
açık kalmış aslında. Osmanlılar için bu çok tehlikeli bir eser.
Evet, sizin sorduğunuz soru vardı, Meşrutiyet dönemi tarih yazıcılığı… Onunla
ilgili ilginç bir şey anlatıyor -siz de bahsettiniz- Arifi Paşa, Tarihi Osmani Encümeni
üyesi. Şikârî Tarihi’ne çok merak sarıyor ve Şikârî Tarihi’ni yayınlıyor. Ama Osmanlı’ya muhalif kısımları çıkarttırıyor, tekrar inşa ediliyor. Böyle garip müdahaleler
oluyor Şikârî Tarihi’nde.
Sara Nur Yıldız: Bu eserin en esrarengiz kısmı bence Alâeddin Bey’in -tam eserin ortasında bir hikaye var- hikâyesi, hatırlıyor musunuz? Biri bir mağaraya giriyor, içinde nehir var. İçinde bir gemiyle gidiyor ve sonra bir kitap buluyor. O kitabı
çıkartıyorlar, Alâeddin Bey’in sarayına sunuyor. Kimse okuyamıyor, ancak yaşlı bir
Yahudi pir buluyorlar ve o, bu kitabı okuyor. Yani aslında ondan sonra garip şeyler
anlatılıyor. Hermes Batlamyus… Tamamen hermenötik bilgisi var içinde.
Zaten İskender’e dayandırmak fikri de ona dayanıyor.
Rum imparatorluğu arasındaki yazışmalarda da mücadeleler geçiyor. Mesela
Yıldırım Beyazıt’la Timur arasındaki mektuplaşmaları biliyorsunuz, çoğunlukla hakaret içerikli mektuplar; Timur, Yıldırım Beyazıt’a “sen kayzersin” diyor. “Sen Rum
diyarının kayzerisin”, “sen İslam dünyasının lideri olamazsın” diyor.
Sara Nur Yıldız: Ayrıca da meşruiyet sorunu vardı. Karamanoğulları da bunun
üzerine gidiyor, yani aslında bu bir meşruiyet kavgası.
Babâîler var hocam. Onlarda hafif böyle Alevîlik varmış gibi geliyor. Hatta Şeyh
Edebali Babâîlerden geliyor. Ya da Nure Sofi, o da Babâî tarikatından?
Hatta Aşıkpaşazade’nin soyu Baba İlyas’a dayanır.
İranî gelenek, daha Şiîlik ortaya çıkmamış bu dönemde.
Aslında Kızılbaşlık.
Sara Nur Yıldız: Yani ilginç bir şekilde Kızılbaştan bahsetmiyorlar. Şikârî’de öyle
bir şey yok.
Ama Safevî propagandasının etkisi var.
Sara Nur Yıldız: Olabilir de doğrudan Şiîlikle ilgili bir şey yok.
132
Anadolu Kronikleri
Bazı metinler yeniden yazılıyor sanki. Mesela Seyyid Harun Velî Menâkıbnâmesi
1555’te tekrar yazılıyor. Abdülkerim Şeyh Musa diyor ki; “Seydişehir’de daha önceki menâkıbnâme kayboldu. Aydın’dan, şuradan buradan müritler geldiler ki bizim
şeyhimizin menâkıbını tekrar yazalım”. Bu bana pek ikna edici gelmiyor. Metinler,
kontekst değiştikçe tekrar yenileniyor gibi.
Sara Nur Yıldız: Evet, bu çok önemli bir nokta aslında. Çok dikkatli olmamız
gerekiyor, o yüzden bu çok zor bir metin.
Evet, çok teşekkür ederiz hocam.
Ben de Sara Hanım’a çok teşekkür ederim katkılarından dolayı.
Sara Nur Yıldız: Esas size teşekkür ediyoruz.
133
Türkiye Araştırmaları Merkezi
Tarafından Hazırlanan
Diğer NOTLAR
134
Kendi Metinleriyle Osmanlı Tarihi 2005, 71 s.
Osmanlı Kuruluş Tartışmaları 2005, 79 s.
Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku 2007, 48 s.
İstanbul Kütüphaneleri Üzerine Söyleşiler 2007, 72 s.
Göğe Bakan Adam: 420. Ölüm Yıldönümünde
Takiyüddin Rasıd 2007, 56 s.
Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde
Fatma Aliye Hanım 2008, 56 s.
Kurtuluşun İki yüzü: Hakikat ve Siyaset
350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi 2008, 64 s.
Osmanlı İlmiyesi 2008, 79 s.
Osmanlı Siyaset Geleneği ve Avrupa’da
Doğu Sorunu 2008, 72 s.
Son Dönem Bizans Tarihleri ve Osmanlı
Anlatımları 2009, 103 s.
Osmanlı’da Nüfus ve İskan Politikaları 2009, 112 s.
Osmanlı Askeri Tarihi
2011, 200 s.
Yayınevleri ve Yayıncılık Üzerine Sohbetler
2012, 105 s.

Benzer belgeler