Yordam Toplu Katalog - Bahçeşehir Üniversitesi

Transkript

Yordam Toplu Katalog - Bahçeşehir Üniversitesi
BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
HÜKÜMET VE LİDERLİK
OKULU
Genel Müdür:
Genel Koordinatör:
Derleyen:
Dizgi-Grafik:
Basım Yeri:
Bilgi ve Sipariş İçin:
Basım Tarihi:
ISBN Numarası:
i
İÇİNDEKİLER
Önsöz
1
Türk-Yunan İlişkileri
Arzu GÜMÜŞKAYNAK
3
Fener Rum Patrikhanesi ve Ekümeniklik
Betül CANAN
17
Kıbrıs Vakıf Malları ve Annan Planı Toprak
Paylaşımı
Fatih AKIN
33
1990 Sonrası Türkiye-İsrail İlişkileri
Gamze HELVACIOĞLU
75
Cumhuriyet Döneminde Toprak ve Tarım Reformu
Çalışmaları
Hamdiye Yüksel UĞURLU
93
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi
İnci SÖKMEN
126
Türkiye’de İnanç Turizmi
Merve KOÇOĞLU
139
Türkiye-Kuzey Afrika İlişkilerinin Önemi
ve Geliştirilmesine Yönelik Öneriler
Mevhibe Nalan Dümrol
167
Türkiye’de ve Dünyada Enflasyon
Murat Türk
188
AB Otobüsü
Nilay Baycar
215
ii
Elektronik Seçim ve Demokrasi
Osman Murat Elibol
229
Türkiye’nin Türki Cumhuriyetlerle İlişkisi
Rauf Bora Ersezen
260
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)
ve Türkiye’nin Geleceği
Sevgi Zülfikar
290
Türkiye’de Aydın Sınıf ve Toplum İlişkileri
Vedat Mol
321
iii
ÖNSÖZ
Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu
tarafından oluşturulan düşünce grubu 2005 yılı itibariyle
çalışmalarına başlamıştır. İki senedir aktif çalışmalarını
yürüten düşünce grubumuz bünyesinde, farklı mesleklerden,
ihtisaslardan ve uzmanlık alanlarından kıymetli katılımcıları
bulundurmaktadır. Düşünce grubunun kıymetli üyeleri daha
evvelden Siyaset Okulu 1, Siyaset Okulu 2, Terör Okulu 1,
Terör Okulu 2, Avrupa Birliği Çalışma Programı, Amerikan
Araştırma Programı ve Küresel Liderlik Forumu gibi
programlara katılıp birçok farklı konuda bilgi ve donanım sahibi
olmuşlar ve bu programların akabinde, programlarda yapılan
tartışmalarda çok farklı konularda “Türkiye’nin Sorunlarına
Çözüm ve Öneriler” adı altında bir sene süren uğraşlar
neticesinde bir kitap biraraya getirmişlerdir. Değerli
katılımcılarımız bir sene boyunca Türkiye’nin içinde bulunduğu
farklı sorunlara değinmiş, bunlara akılcı çözüm önerileri
sunmuşlardır. 2005 yılında yayımlanan bu kitap oldukça
beğeni toplamış ve birçok çalışmada da kullanılmıştır.
2006 yılı itibariyle çalışmalarına başlanan dış politika,
uluslararası ilişkiler, ekonomi, kültür ve sosyoloji dallarında
yapılan araştırmalar neticesinde Hükümet ve Liderlik Okulu
düşünce grubu üyelerinin makalelerinin biraraya gelmesinden
oluşan “Yeni Bakış Açıları ve Perspektifler” adlı kitap görüş ve
beğenilerinize sunulmuştur. Bu çalışmalar, birincisinde olduğu
gibi, muhtelif konularda incelemelere, toplanan bilgilere ve
analizine dayanan bir çaba neticesinde oluşturulmuştur. Farklı
meslek gruplarından ve farklı siyasi görüşlerden oluşan
1
Hükümet ve Liderlik Okulu düşünce grubu üyelerinin,
ülkelerinin geleceğine dair yaptıkları bu çalışma çok büyük
önem arzetmektedir.
Ülkelerinin geleceği için, gördükleri sorunlara sadece
seyirci kalmayıp, bunlara çözüm üreten ve bu çözümleri
sadece sözle değil, yazılı da ifade eden, bir sene boyunca
çalışmalar yapan üyelerimizin hepsine şükranlarımı sunarım.
Bununla birlikte, böyle bir grubun oluşmasına vesile olan ve
destekleyen Bahçeşehir Üniversitesi ailesine Türkiye’nin
önünü açacak projelere verdikleri destekten dolayı
minnetlerimi sunmak isterim.
Saygılarımla,
Burak KÜNTAY
Başkan
Hükümet Ve Liderlik Okulu
2
TÜRK–YUNAN İLİŞKİLERİ
Hazırlayan
Arzu GÜMÜŞKAYNAK
3
TÜRK YUNAN İLİŞKİLERİNE TARİHSEL SÜREÇ
İÇİNDE BAKIŞ
Türk-Yunan ilişkilerinin günümüze dek dostane
olmayan bir anlayış çerçevesinde geliştiğini söylemek yanlış
olmaz. İki ülke ve toplum arasında tarih boyunca var olan
çatışma konularının güncel somut meselelerden önce tarihsel
bir alt yapısı bulunmaktadır.
İki ülke ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına
karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla
ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun
sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu söylenebilir.
Hiç şüphesiz ilişkilerde tarih boyunca süregelen
soğukluk ve hatta bazen çatışma ve düşmanlığa varan
yaklaşımların psikolojik unsuru olarak, başta Yunanistan’ın
Osmanlı idaresinde bulunmuş olması, ardından da
Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal teşebbüsü gelmektedir.
18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devleti’nin bir gerileme
süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devrimi’nin
etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş
yaşanmaya başlamıştır. Bu bağlamda Balkanlar, ulus bilincinin
etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi
yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel
serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu
özelliklerini kullanarak diğer yandan da, Osmanlı Devleti'nin
Avrupa'dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri
bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek
sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanmalar
başlatmışlardır.
Yunanlıların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks
Kilisesi'nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin
izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden
canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer
yandan
da,
Fransız
Devrimi'nin
ideolojik
çatısına
4
dayandırılmaya çalışılmıştır.[196] Özellikle, Avrupa ile
bağlarını geliştiren Yunan ticaret burjuvazisi, sınıfsal etkinliğini
ve gücünü kullanarak, kurulacak Yunanistan devletinin
yönetiminde söz sahibi olmanın arayışı içinde olmuştur.
Aslında Osmanlı’nın Yunan yarım adasını fethetmesi o
döneme dek var olamayan Yunan birliğinin temellerinin
atılmasına sebebiyet vermiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun
son dönemlerinde uyanmaya başlayan Helen bilinci, bir birlik
anlayışının oluşmasına Osmanlı idaresinin bölgede kurduğu
hakimiyet ve bunun neticesinde bölgede oluşan barış süreci
neticesinde kavuşmuştur.
Fransız İhtilali sonrasında filizlenmeye başlayan
milliyetçilik düşüncesi başta Yunanlılar olmak üzere tüm
Balkanlarda Osmanlı’nın bozulmaya başlayan düzeninin de
etkisiyle güçlenme imkanı bulmuştur. Osmanlı’nın bozulan
düzeniyle tüm reayada olduğu gibi Yunanistan’da da köylünün
ağırlaşmaya başlayan şartları ve o dönemlerde Yunanlıların
deniz ticaretinde iyice artmış bulunan etkileri Yunan
milliyetçiliğini tetikleyen unsurlar arasında yer alır. Neticesinde
durum Osmanlı’ya karşı bir Yunan ayaklanmasına ve
bağımsızlığa kadar varacaktır.
Yunan ayaklanması, İmparatorluk bünyesindeki diğer
ulusal hareketlerin doğuşunu ve gelişmesini etkilemesi ve
onlara başarılı bir örnek teşkil etmesi cihetiyle Osmanlı
tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur. Ancak aynı
hareket Osmanlı sınırları içinde kalan Rumların itibarını
sarsmış ve yükseliş süreçlerini yavaşlatmış, hatta
durdurmuştur. “...Osmanlı Rumlarının önemli bir kısmı yeni
kurulan küçük Yunan Devleti’ne fazla bir güven duymamışlar,
çıkarlarının Osmanlı İmparatorluk kadrosu içinde daha iyi
korunduğu inancı ile Osmanlı Devletine sadık kalmışlardır."
Osmanlılar açısından bakılırsa aradaki dostça
olmayan yaklaşımın temel sebeplerinden birisi Osmanlı’nın
Rusya ile olan mücadelesi sırasında Yunanlıların bu fırsattan
yararlanarak Osmanlı’yı zor dönemlerde vurmuş olması
5
sayılabilir. Bu dönemin neticesindedir ki Ruslar karşısında kan
kaybetmiş olan Osmanlı Devleti Yunanistan’a karşı kaybetmiş
ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasını kabul etmek
zorunda kalmıştır.
Yunanistan ile Türkiye arasındaki anlaşmazlık
sürecinin temel psikolojik unsurunu ise esas olarak Yunan
güçlerinin Anadolu’yu işgali oluşturmaktadır. Bu hadise
günümüze dek iki ülke ve toplumsal ilişkilerdeki güvensizliğe
dayanan bakış açısının temel faktörünü oluşturmaktadır.
Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti'ne kabul
ettirilen barış, gerçekte bu devletin egemenliği altındaki
toprakların İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi
emperyalist devletler tarafından parçalanmasını sağlamak
üzere düzenlenmiş bir geçiş dönemi niteliğindedir. Bunun
akabinde Anadolu'nun güney ve batısında yer alan toprakların
İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılması konusunda ortaya
çıkan görüş ayrılıkları, giderek Anadolu'nun hızla işgal
edilmesine yol açmıştır.
İngiltere, bölgedeki çıkarlarının sağlama alınması ve
korunması için Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırmasına destek
verirken bu ülkenin insan gücünden ve stratejik olanaklarından
yararlanmak istemiş ve Anadolu'nun batı kıyısının ve özellikle
İzmir ve çevresinin İtalya'nın eline geçmesini istemediğinden
bu bölgelerin Yunanistan tarafından işgal edilmesine destek
vermiştir. Sonuçta, Yunanistan Batı Anadolu’nun işgalini
"Megali İdea" olarak adlandırılan geleneksel dış politika
ülküsünü gerçekleştirebilecek önemli bir fırsat olarak görmüş
ve 15 Mayıs 1919'dan itibaren bölgeyi işgale başlamıştır. [204]
Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir
faktör Milli Mücadeleyi teşvik eden ve hatta başarı
kazanmasında etken olan unsurlardan birisi Yunan işgalidir.
Aynı dönemde, Amerikan ve İngiliz mandasının tartışılabildiği
bir dönemde, Yunan işgali çok büyük tepki oluşturmuştur.
Diğer işgal güçlerini oluşturan İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla
ilişkilere fazlaca yansımamış olan Mondros sonrası işgal,
6
Yunanistan’la ilişkilerde son derece etkin olumsuz bir bilinçaltı
doğurmuştur.
Bunun gerçek sebebini Anadolu işgalinin İngiltere'nin
desteklediği Sevr devamı bir proje olmaktan çok, gerçekte,
Türk ve Yunan uluslarının karşılıklı olarak bir mücadelesine
dönüşmesi oluşturur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da iki
komşu devlet arasında bir çok anlaşmazlık çıkmış ve buraya
kadar açıklanmış bulunan sebeplerin doğurduğu bakış açısı
içerisinde çoğu günümüze dek çözümlenemeden gelmiştir.
Cumhuriyet döneminde Kıbrıs sorunu Türk-Yunan
ilişkilerinin en çetrefillisini oluşturmuş, bu sebeple iki devlet
savaşın eşiğine kadar gelmiştir. Bir diğer anlaşmazlık
konusunu Ege Denizi oluşturmuş, bu sorun bağlamında kıta
sahanlığı,
kara
sularının
genişletilmesi,
adaların
silahlandırılması
problemi,
Ege’deki
statüsü
belirsiz
adacıkların sahiplenilmesi, hava sahası meselesi, NATO
bünyesindeki bazı problemler çerçevesinde iki ülke arasındaki
ilişkiler çoğunlukla olumsuzluk aksettiren bir şekilde devam
ede gelmiştir.
Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişkilerde barışçıl
çözümlere ve uzlaşmaya engel olan unsurlardan birisi iki ülke
arasındaki sorunların çoğunlukla iç politik hesaplar ve amaçlar
doğrultusunda her iki ülke politikacıları tarafından da araç
olarak kullanılmış olmasıdır. İki toplum arasındaki güvensizlik
iç politik hedefler için bazen suiistimal edilmiştir. Kamuoyu
oluşturmak, iç sorunlardan ilgiyi uzaklaştırmak, zaman
kazanmak yada ulusal dayanışma sağlamak gibi saiklarla
zaman zaman politikacıların hareket etmeleri her iki ülke
açısından da ilişkilerin ivme kazanmasına engel olmuştur. Bu
gibi durumlar sorunların ciddiyet ve önemini gölgelemekle
beraber çözümsüzlüğün keskinleşmesine de sebebiyet
vermiştir. Hatta Kıbrıs konusunda olduğu gibi bazı meselelerin
iç mesele haline dönüşmesine de katkıda bulunmuşlardır.
7
Yönetimlerin iç politika kaygılarıyla davranarak iki ülke
arasındaki ilişkileri sarsacak olaylara sebep olmaları her iki
ülke açısından da geçerlidir. Türkiye ve Yunanistan arasındaki
ilişkilerin bozulmasında oldukça önemli bir yere sahip olan
Kıbrıs konusunun Yunanistan'da iç politika gündeminin bir
parçası haline dönüşmesi ve Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesi
konusunun bir ulusal dava niteliği kazanması süreci dikkate
alındığında, iç politika kaygılarının yoğun etkide bulunduğu
görülmektedir.
On-iki Adalar'ın Yunanistan'a bırakılması konusu da
endişeleri tetikleyen ve kamuoyunun beklentilerini aşırı ölçüde
etkileyen bir durum olmuştur.
Türk-Yunan ilişkilerinde kilisenin etnik/dinsel ayrılıkları
körükleyici bazı yaklaşımları da Yunanistan zaviyesinden
ilişkilere olumsuz yaklaşımları tetikleyen unsulardan olmuştur.
Kimi dini liderlerin Türkiye aleyhtarı hamasi söylemlere zaman
zaman yönelmiş bulunmaları ilişkilere zarar verdiği gibi,
yöneticileri de zor duruma düşürmüştür.
Bunun bir örneği Kardak Kayalıkları Krizinin
doğmasına yol açanıdır. Bir papaz Türkiye ve Yunanistan'ı
sıcak bir atışmanın eşiğine getirmiştir. Neticede Osmanlı
dönemi sırasında uzun zaman birlikte yaşanmasına rağmen iki
ulus arasındaki ilişkiler yakın zamana kadar dostluktan
düşmanlığa uzanan bir çizgide seyretmiştir. Ancak aradaki
ilişkilerin son dönemlerde duygusal düşmanlıktan çok ortak
menfaatler ve akılcılık ilkeleri doğrultusunda yönlenmeye
başladığını söylemek mümkündür.
Özellikle 1990’lardan sonra Türk-Yunan ilişkilerinde
yeni sıkıntılar başlamakla beraber, yine bu dönemde her iki
taraftan da farklı ve uzlaşma arayıcı yaklaşımların belirgin hale
gelmesi söz konusudur. Bilhassa Yunanistan cephesinden bir
siyaset değişikliğinin belirginleştiği açıkça görülmektedir. Bu
değişimin esaslı sebebini her iki ülke için önemli olan Avrupa
Birliği oluşturmaktadır. Bu dönemde Yunanistan’ın AB’ye
uyum sürecini istikrara kavuşturmak için ılımlı yaklaşımlara
8
girdiği görülmektedir. Bu yeni yönelimde Türkiye ile olan
uyuşmazlıkların esasları ön plana çıkarılmadan iki ülke
arasında diyalog sürecini hızlandırarak işbirliğini arttıracak
girişimler ağırlıklı olarak uygulamaya konulmaya çalışılmıştır.
Yunanistan açısından bir başka gelişme de 2000 seçimleri
döneminde Türk-Yunan ilişkileri bakımından en önemli
değişiklik, iki ülke arasındaki uyuşmazlığın eskisinden farklı
olarak, siyasi partiler arasında bir çekişme, propaganda
konusu edilmemesi olmuştur.
Bilhassa İsmail Cem – Yorgo Papandreou arasında
başlatılan ılımlı diyalog arayışları ve yakınlaşmalar TürkYunan ilişkilerinin olumlu yönde gelişmesi sinyalleri vermiştir.
Bu iki politikacı arasındaki yakınlaşmanın devam etmesi iki
ülke arasındaki ilişkilere son derece olumsuz yansımış olan
önyargı, yanlış algılama ve imaj problemlerinin bertaraf
edilmesi açısından çok faydalı olmuştur.
İKİ ÜLKE ARASINDAKİ TEMEL SORUNLAR
Türkiye'nin Yunanistan’la ilişkileri sadece bu iki ülkeyi
değil, AB ve NATO çerçevesinde topluluk ve topluluk üyesi
ülkeleri de etkileyici boyuttadır. Dolayısıyla, Yunanistan'la olan
uyuşmazlıklar, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini yürütürken
yoğun bir mücadele sergilemesi gereken bir konu olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Coğrafi konumları gereği bir arada yaşamaya zorunlu
olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık, oldukça
karmaşık bir sorunlar yumağı olarak karşımıza çıkmaktadır; bu
sorunları şu başlıklar altında sıralamak mümkündür:
- Kıbrıs sorunu
- Türkiye ve Yunanistan’daki azınlıklar sorunu
- Ege Denizi’ne ilişkin sorunlar
- Avrupa Birliği ile ilişkili sorunlar
- NATO çerçevesindeki sorunlar
Bu sorunların bir kısmının çözümünde bazı gelişmeler
kaydedildiği bir gerçektir. Nitekim Avrupa Birliği’ne adaylık
9
konusunda Yunanistan’ın ikna edilmiş olması yada NATO
çerçevesindeki bazı konularda belli bir uzlaşmaya varılmış
olması olumlu adımlardır. Ancak bunların 3. ülkelerin ikna
çabalarıyla gerçekleştiğini de göz ardı etmemekte fayda
vardır.
Uluslararası gelişmeler doğrultusunda hareket etme
çabası içerisinde olan Türkiye ve Yunanistan için öncelikli
olarak aşılması gereken konuların başında dış politikalarını
karşılıklı sorunların ipoteğinden kurtarmak gelmektedir. Ancak
bu zor bir konudur. Yunanistan açısından olduğu gibi, Türkiye
de, dış politikasını saptarken ve diğer ülkelerle diplomatik
faaliyetlerini yürütürken Kıbrıs ve Ege Denizi'ndeki
uzlaşmazlıkların etkisini göz önünde bulundurmak zorunda
kalmaktadır. Öncelikli muhatap olarak Türkiye’nin karşısında
Avrupa Birliği bulunmakla beraber özellikle Kıbrıs sorunu şu
an için hala iki ülke arasındaki en hassas konulardan biri
olmaya devam edecek görünmektedir.
İki ülkenin uzlaşma çabalarında duygusal faktörlerin
eskisi kadar etkili görünmediğini söylemek mümkünse de,
psikolojik faktörlerin yerini tam anlamıyla mantık esasına
dayalı bir bakış açısına bıraktığını söylemek pek mümkün
görünmüyor. Ancak bu noktada iki ülke arasındaki güvensizlik
ve rekabet anlayışının yavaş yavaş zayıflar bir görünüme
girdiği hissediliyor.
SORUNLARIN ÇÖZÜMÜNDE YAKLAŞIMLAR–ÖNERİLER
Türk-Yunan ilişkilerinde iletişim, uzlaşma ve diyaloğu
engelleyen sebeplerin başında her iki toplumda da görülen
önyargıların rolü yadsınamaz. Tarihi, milli ve dini faktörlerden
kaynaklanan bu önyargıların tamamen haksız olduğu
düşünülemez. Ancak güncel sorunların hallinde bu ön
yargıların etkinliği çözüm yoluna ulaşma konusunda engel
oluşturmaktadır. Bu sebeple en azından ön yargıları bertaraf
edecek ortak bir yaklaşım tespiti öncelikli olmak zorundadır.
10
Her şeyden önce tarihsel bir sürece ve olaylara
dayanan düşmanlık, güvensizlik ve çatışma esaslı karşılıklı
politikalar yerine uzlaşma ve adil çözüm arayışlarına yönelmek
yıllardır bekleyen sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Bu
romantik bir yaklaşım olarak görülse ve bu tarz bir yaklaşıma
uluslararası ilişkilerde yer verilmese bile gerçekte öyle
olmadığı görülecektir. 2000’li yıllara doğru iki ülke ilişkilerine
hakim olmaya başlayan iyimser ve uzlaşma arayıcı, diyalogcu
yaklaşımın devam ettirilmesi için her iki taraf da çaba sarf
etmek mecburiyetindedir. Böyle bir yaklaşımın teslimiyetçilik
ve saf iyimserlik olmadığı anlayışıyla bu tarz bir diyalog
sorunlara çözüm arayışını kolaylaştıracaktır. Ancak bu tarz
yaklaşımları zorlamanın mütekabiliyet esasına dayanacağı da
açıktır.
Türk-Yunan ilişkilerinde daima olumsuz anlamda etkili
bir psikolojik faktör olan ve tarihi süreçten kaynaklanan
güvensizlik ve negatif milliyetçi yaklaşımların bertaraf edilmesi
gerekir. Bu, zaman isteyecek bir meseledir. Ancak diyalog
yakınlaşmalarıyla gerçekçi bir şekilde sorunlara yaklaşılması
çözümler için kolaylık sağlayacaktır.
İki ülke arasındaki kimi stratejik anlaşmazlıkların
varlığı göz önüne alındığında bu yaklaşımların kısa vadede
sonuç doğurmayacağı ortadadır. Ancak uzun vadeli arayışlara
yönelme konusunda faydalı ve kolaylaştırıcı olacağına da
kuşku yoktur. Nitekim 1999 yılına kadar Türkiye’nin başlıca
problemi olan terörle ilgili olarak Abdullah Öcalan’ı himaye
eden Yunanistan (dış baskıların bir eseri olsa da) bu konuda
son anda yaptığı hamlesiyle Türkiye ile çok büyük bir krizin
eşiğinden döndüğü gibi, o tarihten sonra da ılımlı bir ilişki
tarzına doğru yönelebilmiştir. Türkiye adına taviz kapısını
aralamamak için Yunanistan’la ilişkiler de 3. ülkelerin
arabuluculuğundan ziyade iki ülke arasında aracısız olarak
çözümde ısrarcı olmak, en azından önceliği bu aşamaya
vermek denenmelidir.
Türkiye açısından en önemli çıkmazlardan birisi de
Kıbrıs konusunda yaşanmaktadır. Bu konunun çözümü Avrupa
11
Birliği ile Türkiye ilişkilerini etkileyecek bir mahiyettedir. Son
görünümde bu konu Türkiye açısından Avrupa Birliği
konusuna endeksli bir hal almış gibi görünmektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dahil edilmesi durumunda
Yunanistan’la olan sorunların büyük bir kısmının sadece
teorikte kalacağı, fiilen sorun olmaktan çıkacağı söylenebilir.
Bu noktada en önemli sorun hala Kıbrıs meselesi olarak
kalacaktır ki, bu sorunun da Avrupa Birliği’ne girişle eski
şiddetini kaybedeceği düşünülebilir.
Uluslararası ilişkilerde esas, aktörler arasında ahde
vefanın bozulmaması ve karşılıklılık ilkesi üzerinde
gelişmektedir. Bununla birlikte, aktörlerin sayısının arttığı ve
çeşitliliğin söz konusu olduğu günümüz uluslararası
toplumunda, bu aktörler arasında yaşamın her alanında yoğun
bir ilişki ve çıkar etkileşiminin yaşandığı görülmektedir. Bu
etkileşim, beraberinde, hala temel aktör durumundaki ulus
devletlerin sisteme müdahalelerini ve sistemle olan bağlarını
hangi ölçütlere öncelik vererek yürütecekleri sorusunu
gündeme getirmektedir. Bu bakımdan ele alındığında, temel
aktör durumunda olan ulus devletlerin ikili ve çok taraflı
ilişkilerinde dış politikalarını belirlerken çok yönlü düşünmeleri
gereği ortaya çıkmaktadır. Kısa dönemli çıkar paylaşımlarına
ve işbirliklerine koşut olarak, aktörler arasında uzun dönemlere
ertelenen farklı çıkar beklentilerinin ve amaçlarının bulunması
da mümkündür. Dolayısıyla, uluslararası ilişkilerde dostluk ve
işbirliğinin yanı sıra, uzlaşmazlık ve çıkar çatışmaları da
sürekli olasılıklar arasında bulundurulmak zorundadır.
Bu durum Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde
de söz konusudur; iki ülke arasında pek çok sorunun
bulunmasına karşın son dönemde ılımlı bir yakınlaşma nasıl
yaratılabilmiş ise, bu ılımlılığın yerini bir anda soğuk savaş
koşullarına bırakması da mümkündür. Bu ılımlı yakınlaşmanın
sürmesi ise, büyük ölçüde uzlaşmazlığa taraf olan devletlerin
politikalarını belirlerken sıfır toplamlı strateji ve taktiklerden
kaçınmalarına bağlı olmaktadır. Bu ise, ulusların tarihinde
yoğun çabalara ve zamana bağlı olarak şekillenebilecektir.
12
Dolayısıyla, Türkiye'nin ulusal dış politika stratejilerini
belirlerken ulusal çıkarlardan hareketle, bölgesel ve
uluslararası dengeleri etkileyebilecek politikalar izlemesi
gerekmektedir. Bu bakımdan, ulusal güç kavramının, ‘güç’e
atfedilen her alanda ülke gerçekleriyle bağdaşır bir şekilde
analiz edilerek yorumlanması ve sistem içerisindeki diğer
aktörlerle rekabet edebilecek, dengeleyebilecek, üstünlük
sağlayabilecek şekilde geliştirilmesi gerekmektedir. Hiç
kuşkusuz, bu durum özellikle uluslararası sistem içerisindeki
diğer aktörlerle olan ilişkilerde bağımlılık ilişkisinin en aza
indirgenmesi ve/veya en azından, bu bakımdan bir
karşılıklılığın sağlanabilmesi ile mümkündür.
Mevcut durumda bu bağımlılık ilişkisinin azaltılması
hem Avrupa Birliği siyaseti güdülürken hem de ABD’nin Orta
Asya merkezli politikaları ve stratejileri ortadayken pek
mümkün görünmemektedir.
Türk-Yunan ilişkilerindeki yakınlaşmanın çok kısa
sürede sorunların bütünüyle çözülmesini sağlayacağını
düşünmek aşırı iyimser bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla,
Türkiye, bir yandan yakınlaşmayı kolaylaştıracak politikaları
üretirken, diğer yandan karşılaşabileceği kimi sorunlara da
hazırlıklı olmak zorundadır.
13
KAYNAKÇA
-Armaoğlu, Fahir; 20. yy Siyasi Tarihi, Ankara: Türkiye İş
Bankası Yayınları, 1983.
-Atatürk, Mustafa Kemal; Nutuk
-Atatürk’ün Dış Politikası I-II, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 1994.
- Aksu, Fuat; Türk Yunan İlişkileri, Ankara,2001
- Aktar, Cengiz; Dış Politika Makaleleri
-Gürün, Kamuran; Savaşan dünya ve Türkiye, Ankara,1986
- Hatipoğlu, M. Murat; Türk yunan İlişkilerinin 1001 Yılı,
Ankara,1988
- Oran, Baskın
- Ortaylı, İlber; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı; İstanbul, 2005
- Türsan, Nurettin, Yunan Sorunu, Ankara, 1987
- Uzunçarşılı, İsmail hakkı; Osmanlı Tarihi
14
HABİBE ARZU GÜMÜŞKAYNAK
İstanbullu toptan perakende beyaz eşya gıda sektörü
inşaat ve emlak işleriyle uğraşan tüccar bir ailenin kızı olarak
1957 yılında İstanbul Aksaray-Yenikapı Büyükada’da doğdum.
Oruç Gazi İlkokulu’ndan sonra İstanbul Lisesi’nde öğrenim
gördüm. 1970 yıllarda 3 yıl Günaydın gazetesinde çalıştıktan
sonra kendi ticari aile şirketlerimizin toptan, perakende satış,
depo, mağaza ve market yöneticiliği gibi çeşitli bölümlerinde
çalıştım, şirket müdürlüğü yaptım. Halen Suadiye’de kendi
ofisimde inşaat ve emlak müşavirliği yapan İstanbul Ticaret
Odası üyesiyim.
Bugüne kadar çeşitli kulüp ve sivil toplum örgütlerinde
faal olarak kurucu, üye, yöneticilik ve başkanlık görevlerinde
bulundum. Programlara katılıp sertifika aldım. Türkiye Yardım
Sevenler Derneği İstanbul Merkezi’nde merhum Türkan
Eczacıbaşı ile çalıştım.
Yer aldığım diğer dernek ve kuruluşlar:
ˆ Saint Benoit Lisesi Okul Aile Birliğinde 8 yıl,
ˆ Türkiye Yardım Sevenler Derneği Adalar Şubesi Kurucu
Üyeliği ve on yıl başkanlık
ˆ Ada Dostları Derneği Kurucu Üyeliği
ˆ Türk Hava Kurumu Adalar Şubesi Yönetim Kurulu Üyeliği
ˆ Türk Kadınlar Birliği Adalar Şubesi Kurucu üyesi
ˆ Demokrat Merkez Parti Kurucu Üyeliği, İlçe Sekreterliği
ˆ 1968-1973 Türk Yunan dernek çalışmaları.
Yüzme, seyahat, dağ yürüyüşleri, adada yaşamak
yaşamımın olmasa olmazı gibidir.
Siyaset ve Liderlik Okulu 2 programına katıldığım 16
hafta boyunca:
Soğuduğumuz siyaseti tekrar sevdiren, temiz, düzgün, şeffaf
demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir
geleceğe ışık tutan bir toplum olmamız için alt yapının
oluşmasını sağlayan bize (halka);
15
Bahçeşehir Üniversitesi’nin kurucularına;
Hukukun, demokrasinin, şeffaflığın üstünlüğüne inanmış
Bahçeşehir Üniversitesi’nin değerli hukukçu dekanı Sayın
Süheyl BATUM’a
Politikada, siyasette, devlet kurumlarında (bürokraside) görev
yapmış çeşitli görüş, düşünce sahibi kişileri ve bilim
adamlarımızı bize yakınlaştıran, bizi aydınlatan, bundan sonra
ülke siyasetinde statükodan uzak temiz toplumun gereği olan
şeffaflık ve demokrasi ilkelerinin oluşmasına temel olacağına
inandığım Hükümet ve Liderlik Okulu’nun değerli başkanı
Sayın Burak KUNTAY’a,
Bize makale gurubunda yardımcı olan Sayın Zafer
EKMEKÇİOGLU’na,
teşekkürlerimi sunarım.
16
FENER RUM PATRİKHANESİ VE EKÜMENİKLİK
HAZIRLAYAN
Betül CANAN
17
ÖZET
Makalede Fener Rum Patrikhanesi’nin kuruluşundan
bu yana izlediği süreç; Patrikhane’nin Ekümenik unvanını
alması, 20.y.y.’a kadar geçen zaman, 1908-1923 arası, Lozan
Antlaşması ve son olarak Patrikhane’nin bugünkü halini alışı,
çeşitli
araştırmacıların
da
fikirleriyle
desteklenerek
anlatılmıştır.
GİRİŞ
M.S. 451 yılında ekümenik unvanı alan İstanbul
Patrikliği bugüne kadar gerek siyasi gerek dini anlamda
kendini tanıtmış ve tarihten bu yana da ekümenikliği her
zaman tartışıla gelmiştir. Yüzyıllardan beri dünyanın odak
noktası hatta merkezi olan İstanbul’da, Bizans’la başlayıp
Osmanlı’da gücünü sürdüren ve Türkiye Cumhuriyeti’nde de
bazı çevrelerin desteğini (yurtiçi ya da yurtdışı) alarak yoluna
devam eden; Türkiye’de resmi olarak Fener Rum
Patrikhanesi,
dünyada
Konstantinopolis
Ekümenik
Patrikhanesi olarak anılan kurum (250 milyon mümine sahip
olup Ortodoks dünyasının ruhani önderi konumunda olan) 1
Lozan Antlaşması ile düzenlenen son halinden sonra özellikle
2000’li yıllarda tartışma boyutunu daha da genişleterek ön
plana çıkmıştır. Tarihi, yüzyıllara dayanan ve asıl sırrın da
zaten tarihinde yattığı, bazı kimselerin ya da devletlerin
ideolojileri uğruna kullandığı Fener Rum Patrikhanesi’ni M.S.
37 yılından, günümüze genişleyen boyutuyla karşılaştırmalı bir
şekilde inceleyelim.
a) Ekümenik Unvanını Alma Süreci
İstanbul’da ilk kilisenin M.S. 37 yılında Aziz Andreas
(Hristiyan geleneğine göre, İsa’nın on iki havarisinden biri ve
Petrus’un kardeşidir. Anadolu’nun Volga nehrine kadar geniş
1
www.megarevma.net/patrikhane.htm
18
bir alanda tebliğ çalışmalarını yürüttüğü ve çarmıha gerilerek
tarafından
kurulduğu
ileri
öldürüldüğü
belirtilmiştir.) 2
3
sürülmüştür. Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı Roma olmak
üzere ikiye ayrıldıktan sonra, Doğu Roma İmparatorluğu’nun
başkentinin İstanbul olmasıyla kilise bağımsız bir piskoposluk
haline gelmiş, yapılan değişiklikle kilisenin başında bulunan
başpiskopos “Yeni Roma ve Konstantinopol Başpiskoposu”
olarak isimlendirilmiştir. 4 İstanbul’un imparatorluk içerisinde
gerçek değerine kavuşması, İmparator Konstantin’in başkenti
Roma’dan İstanbul’a taşımasıyla başlamıştır. Bilindiği gibi
Hristiyan dini, Roma İmparatorluğu bünyesinde resmen 313
Milano Fermanı ile tanınmıştır. Bu tarihe kadar kiliselerin
teşkilatlandırılması ve teolojik tartışmalar gibi bütün dini
faaliyetler gizlice yapılmıştır. Ardından Kadıköy’de (Khalkidon)
toplanan konsülle birlikte ekümenik sıfatını almıştır. 5
“Ekümen” kelimesi, Yunanca’da, ikamet edilen dünya, bütün
dünya anlamlarına gelmektedir. Bu kelime, günümüzde yakın
dönemlere kadar genel konsülleri özel konsüllerden ayırt
etmek için kullanılmıştır. Yine bu kelime, günümüzde Fener
Rum Patrikhanesi tarafından siyasal içeriklerle doldurulmuş ve
asıl anlamından saptırılarak farklı anlamlar yüklendirilmiştir.
Günümüz Fener Rum Patrikhanesi, Kadıköy (Khalkidon)
Konsülü’nün ( M.S. 451 ) 28. maddesi ile birlikte ekümenik
sıfatına haiz olduğunu iddia etmiş ve bu sıfatı dolayısıyla
Ortodoks Kiliseleri içerisinde “Primus Inter Pares” denilen bir
sistemle eşitler arasında birinci olduğunu öne sürmüştür.
Ekümen sıfatını Fener Patrikhanesi’nin tarihinde ilk kullanan
Patrik Johan olmuştur. Fener Patrikhanesi’nin ekümenik haiz
olup olmayacağı gerek Hristiyan ilahiyatında gerekse de
siyasal platformda uzun süre tartışma konusu yapılmıştır. Bu
çerçevede Fener Patrikhanesi kendisini evrensel bir kilise,
2
Gündüz, Şinasi, “Din ve İnanç Sözlüğü”, Ankara 1998, s. 32.
Yorgo Benlisoy; Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ankara
1996, s. 19.
4
Yorgo Benlisoy; Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ankara
1996, s. 19.
5
Yıldırım, Münir, “Yunanistan ve Ortodoks Kilisesi”, Ankara
2005, s.36 – 37.
3
19
Ortodoks Kilisesine mensup Hristiyanlar’ın hamisi ve en
büyüğü olduğunu vurgulamıştır. Fener Patrikhanesi’nin siyasal
bir tercihle almış olduğu bu sıfat başta Roma Kilisesi olmak
üzere diğer kadim Hristiyan kiliseleri tarafından büyük tepki
görmüş ve hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Ayrıca Roma
Kilisesi bu kararın alındığı konsül sürecini boykot ederek
Roma’ya geri dönmüştür. Hristiyan ilahiyatı açısından Fener
Patrikhanesi’ne verilen ekümenik statü, kutsal kilise
kanunlarına ve kutsal kitaba aykırı görülmüş, dini bir statü olan
ekümenik siyasi bir tasarrufla elde edilmiştir. Diğer taraftan
kadim kiliselere göre Fener Patrikhanesi’nin ekümenik olma
iddiası, Hristiyan inancının kesin olarak şekillendiği ve bütün
Hristiyan Kiliseleri tarafından tartışmasız olarak kabul edilen 1.
İznik Konsülü (M.S. 325) kararlarını açıkça çiğneme anlamına
gelmiştir. Hristiyan kilise geleneğine göre bir kilisenin
ekümenik olma iddiası onun “Apostolik” yani herhangi bir
havari tarafından kurulmasıyla mümkündür. Bu özellik de
İstanbul Fener Patrikliği’nde olmadığından ekümenik bir kilise
olması mümkün değildir. Ekümenik kiliseler: I. İznik
Konsülü’nde (M.S. 325) belirtilmiş olduğu gibi Roma,
İskenderiye ve Antakya Kiliseleri’dir. Dolayısıyla Fener
Patrikhanesi’nin ekümenik olma iddiası I.İznik Konsülü
kararlarına aykırı bir tavırdır. 6 (Bizans Kilisesi olarak anılan
İstanbul Patrikliği’nin başında imparatora bağlı bir piskopos
olmakla birlikte kilise kendi içerisinde bazı organizasyon ve
yönetim anlayışına sahip bulunmuş, yapı itibariyle demokratik
bir görünüm arz edip hiyerarşinin oluşmasında seçim yöntemi
tercih edilmiştir. Küçük bir piskopos bölgesinin din adamları,
metropolitler, bölge piskoposları ve İstanbul Patriği Kutsal
Sinod tarafından seçilmiş ve bu usul bir gelenek haline
getirilmiştir. Kutsal Sinod’un belirlediği üç kişi, İmparator’a
Çelik, Mehmet, Fener Patrikhanesi’nin Ekümeniklik
İddiası’nın Tarihi Seyri (325 – 1453 ), İzmir 2000, sayfa: 113.
A. Hikmet Eroğlu, Ökümenik Hareketin Ortaya Çıkışı, DTA,
Cilt: 1, Türkiye ve Ortodokslar, Ankara 2002, s. 100, 180
6
20
sunulmuştur ve bunlardan birinin de İmparator eliyle Patrik
olarak atandığı bilinmektedir. 7
b) 20. Yüzyılın Başına Kadar Olan Süreç
Uzun yıllar varlığını sürdürmüş olan Bizans, 1204’deki
Haçlıların yıkıcı yağmasından sonra bir daha hiç eski halini
alamamış ve Osmanlı Devleti gibi bir tehlike ile karşı karşıya
olduğunu görüp, Vatikan ile birleşmeyi düşünse de başarısız
olmuş, istediği amaca ulaşamamıştır. Hatta birleşme taraflısı
Patrik Gregorius Mammas İstanbul’un fethedileceğini anladığı
an 1451’de şehirden kaçıp, Rumların gözünden düşmüştür.
Fatih’in ise ilk işi Ortodoks Kilisesi’nin ayakta durmasını
sağlayacak doğru politikayı belirleyip, şehri bütünleştirmek,
güçlendirmekti. Bu yüzden en sağlam karar; birleşmeye karşı
olan ünlü bilim adamı Georgius Scholarius Gennadius’u yeni
patrik seçmekti. Fatih’in politikasının ana çizgileri; Rumların
Osmanlı İmparatorluğu içinde bir ‘millet’ olarak yaşamaları,
Sultan’a karşı sorumlu olan Ortodoks Patriği yönetimi altında
kendi kendilerini yönetmeleridir. Buna karşılık 1461 yılında
Fener Rum Patrikhanesi gibi Ermeni Patrikhanesi’nin
açılmasına da izin verilmiştir, Fatih’in buradaki amacı biraz da
Ortodoksları bölmek olabilir. Ayrıca Fatih, “Ortodoksları kimse
rahatsız etmeyecek, Gennadius ile bağlı piskoposları her türlü
vergi ve resimden bağışık olarak yaşayacaklar, kiliseler cami
olmayacak, kilise evlenme, boşanma, ölü gömme ve diğer
ibadetleri serbestçe yerine getirebilecek, Paskalya Yortusu
tam bir özgürlük içinde kutlanacak ve üç bayram gecesi
Fener’in kapıları açık kalacak; Patrik tarafından, Rumlar
arasındaki cezayı gerektiren konuların dışında, öteki
anlaşmazlıkların giderilmesi için kilise mahkemeleri kurulacak
yani piskopos ve metropolitler yargı ayrıcalıklarına sahip
7
Runciman, Steven, “The Orthodox Church and The Secular
State”, Oxford Uni. Pres 1971, s. 16.
Runciman, Steven “The Great Church in Captivity”, Cambridge
1968, s. 26.
21
olacaklar”, şeklinde yetki ve ayrıcalıklar tanımıştır. 8 Osmanlı
Devleti’nin Patriklere verdiği imtiyazlar zamanla bir nevi
kapitülasyon mahiyetini almış, Patrikhane de devlet içinde
devlet haline gelmiştir. Bunun en büyük kanıtlarından biri de;
II. Mahmud’un adilane ihtarlarından ıslah olmayarak Filiki
Eterya hizmetlerini sürdüren Patrik Grigorios ilk başta
görevinden alınıp, 10 Nisan 1821 tarihli ferman ile İstanbul
Fener Meydanı’nda idam edilmiştir. 9 Osmanlı Devleti’nin
verdiği tüm mücadelelere özellikle de azınlık haklarına önem
verilerek hazırlanan yasalara rağmen (Tanzimat ve Islahat
Fermanları) Patrikhane bu devletin bir kurumu olduğunu göz
ardı ederek yabancı devletlerle ilişkilere giriyor, Osmanlı’yı zor
durumda bırakıyordu. Yayınlanan fermanlar, nizamnameler ve
en son anayasa ile meşru bir zemine oturtulmaya çalışılan
uygulamalar, genel anlamda Ortodoks ve Rumları memnun
ediyordu çünkü bu uygulamalar, halkı Patrikhane’nin
üzerlerine uyguladığı maddi ve manevi sömürüden
uzaklaştırmaya yönelikti, fakat Patrikhane bu gelişmelerden
rahatsız görünerek Babıali’ye karşı kamuoyu oluşturmaya
çalışıyordu. Patrikhane zaman zaman kendisine Fatih
döneminde bazı hakların verildiğini iddia ederek Babıali’ye
geliyor, elinde hiçbir kanıtlı belge olmadığı için de bir şey elde
10
En önemli gelişmelerden biri de 1842 yılında
edemiyordu.
kurulan ve 1844'ten beri faaliyette bulunan Heybeliada
Ruhban Okulu o tarihten, 1971 YÖK yasası (özel okulların
devletleştirilmesi) uyarınca kapatılıncaya dek Ortodoks din
adamları yetiştirmeye devam etmiştir. Kuruluşundan itibaren
de Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı olarak çalışmıştır. 11
AB’ne uyum çalışmaları doğrultusunda son olarak Milli Eğitim
Sandıklı, Atilla – Göral, Emirhan, “ Patrikhane ve Ekümenlik
Tartışması” - TASAM
9
Özyurtkan, Süreyya, “Başlangıçtan Günümüze Patrikhane
Dosyası” İstanbul 2005, s. 58.
10
Atalay, Bülent, “Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin
Siyasi Faaliyetleri ( 1908 – 1923 )”, İstanbul 2001,s. 33 – 34.
11
http://www.kuzeyhaber.com/ke1/kuzeyhaber.php
8
22
Bakanlığı ve YÖK'ten gelen raporlar üzerinde çalışan Dışişleri
Bakanlığı vakıf bünyesinde iki yıllık ön lisans programı
şeklinde eğitim vereceğini açıklamıştır, fakat 2003’te bulunan
bu formül hala uygulanmamış ve okul hala açılmamıştır.
c) 1908–1923 Arası Siyasi Faaliyetleri
1908 seçimlerinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti
gayrimüslimler ile gerçekleştirilecek pazarlığın sıkıntısız
geçmesi ve galibiyet ile sonuçlanması için uğraşıyordu, iki
taraf seçim sonunda belli bir taslak üzerinde anlaştılar, fakat
Rumlar çok tecrübeli oldukları için anlaşmaya uymadılar ve
toplu halde hareket ederek oylarını bölmeden paylarına
düşenin üzerinde milletvekili çıkarmaya başladılar. Buna
karşılık İttihat ve Terakki de Türkleri toplu hareket etmeleri için
teşvik etti. İttihat ve Terakki’nin bu hareketi üzerine Patrikhane
İttihat ve Terakki’nin dahil olduğu gerekçesiyle birçok yerde
seçimlere itiraz etti ve bu itirazlar da lehine sonuçlanmaya
başladı. Bunu fırsat olarak değerlendirmek isteyen Patrikhane,
usulsüzlük yapılıyor iddiası ile Babıali’yi yabancı elçiliklere
şikayet etti, bu tutum da Türk–Rum ilişkilerinde gerginlik
yaratmıştır. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen seçimleri
İttihat ve Terakki tam liste kazanmış, 17 Aralık 1908 tarihinde
de meclis açılmıştır, fakat Patrikhane gelen uyarılara
aldırmadan, dini liderliğin fazlasıyla dışına taşmış ve siyasi
propagandalarını devam ettirerek, Yunanistan ile gönül birliği
ve işbirliği yapmıştır. Hatta Drama Metropolitanı diğer
metropolitler gibi gizli değil, açık bir şekilde bölücü propaganda
yapmaktan çekinmiyordu ve Persiçan Kilisesi’nde yaptığı bir
konuşmada; “…Rumlar tavizkâr olmamalıdır. Bu durum böyle
devam ettiği müddetçe Rumeli’de Yunanilik imha olacaktır…”
gibi sözler sarf edebiliyordu ve Drama metropolitin yanında
bulunan bazı Rumların jandarmalara saldırmaları üzerine
öğrenildiği üzere, Yunan Hükümeti’nden alınan emirle Rumlar
teşkilatlanıyorlarmış, tabi bu konuşma üzerine metropolitin
23
köylerde dolaşması yasaklanıyordu. 12 Patrikhanenin bu
çalışmaları günbegün yeni boyutlar kazanarak devam
ediyordu, bunlara karşılık Osmanlı Hükümeti tedbirler almaya
çalışsa da, Patrikhane özellikle Yunanistan’dan aldığı güç
dolayısıyla Rumlaştırma girişimlerine devam ediyor, hatta
Ortodoksları bile Rumlaştırma isteği güdüyordu. Birçok yeni
kanun, yasa konmasına rağmen hiçbiri Patrikhane üzerinde
yeterli etkiyi yaratamamıştır. Balkan Buhranı, Trablusgarp
Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı zamanlarında da
kendilerine bir fırsat geldiği düşüncesiyle güçlü bir şekilde
birliklerini kurup, propagandalarına ve savaşlarına devam
etmişlerdir.
En sonunda ise, bizim için en önemli kısma geliyoruz;
yani gerek bugünkü sınırlarımızı çizdiğimiz gerekse de
Patrikhane’nin şekillendiği antlaşma olan; Lozan Antlaşması.
d) Lozan Antlaşması ve Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti
içinde Patrikhanenin Şekillenmesi
Lozan Konferansı’nın 12 Aralık 1922 tarihli genel
oturumunda uzun bir açıklama yapan Türk Baş delegesi İsmet
Paşa, Türkiye’deki azınlıklara İstanbul’un fethinden beri
tanınmış olan hakları ve bu hakların azınlıklar tarafından nasıl
kötüye kullanıldığını ve ayrıca bu azınlıkların ve kiliselerin
hamisi kesilen Çarlık Rusyası’nın bu yoldan Osmanlı
topraklarını nasıl ele geçirmek istediğini, batılı tarih
yazarlarının eserlerini belirterek ve belgelere dayanarak
anlatmış ve sonuç olarak da hem Türkiye’nin hem azınlıkların
selameti için en hayırlı yolun, bunların komşu memleketlerdeki
ve bilhassa Yunanistan’daki Türklerle mübadelesi olduğunu ve
mübadele dışında kalıp Türkiye’de oturmakta olan azınlıkların
da tamamen Türk kanunlarına ve Türk vatandaşlığının
12
Atalay, Bülent, “Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin Siyasi
Faaliyetleri ( 1908 – 1923 )”, İstanbul 2001, s. 35, 36, 37, 38,
39, 40.
24
icaplarına riayet edenlere her zaman tatbik edile gelmiş olan
liberal muameleye tabi olmaları lüzumunu ileri sürmüştür.
Türkiye’nin bu kararlı tavrına karşılık; Patrikhane’nin
İstanbul’da kalmasını temin için Konferansın 10 Ocak 1923
tarihli oturumunda İngiliz baş delegesi ve konferansa
başkanlık eden Lord Curzon şu teklifi yapmıştır: “Müttefik
Devletler Patrikhane müessesesini kaybetmesi gerektiğini
kabul eder ve İstanbul’da kalmakla beraber sırf dini bir
müessese haline gelmesini teklif ederler.” Lord Curzon’un bu
teklifini Fransız delegesi Barrere, Romanya delegesi
Diamandy, Hırvat Sloven Krallığı delegesi Rakiç ve Yunan baş
delegesi Venizelos desteklemekte ve Türk Hükümetini
Patrikhaneyi Türkiye’den çıkarmak kararından vazgeçirmek
için gayret sarf etmektedirler. İsmet Paşa 10 Ocak 1928
oturumunda, müttefik ve Yunan murahhas heyetleri tarafından
yapılan, Patrikhanenin bir daha hiçbir suretle siyasi ve idari
mahiyetteki işlerle uğraşmayacağı ve sırf dini sahadan dışarı
çıkmayacağı yolundaki beyanatı ve verilen resmi ve aleni
teminatı konferans önünde senet ittihaz ettiğini ve riyaset ettiği
Türk murahhas heyetinin uyuşma temayüllerinin büyük bir
delili olmak üzere, açıklanan şartlarla ve verilen teminata
istinaden
Patrikhane’nin
Türkiye’den
çıkarılmasından
vazgeçtiğini beyan etmiştir. Milli Hükümet Türk Ortodokslarını
ayrı bir teşkilat kurmağa teşvik etmiş ve Türk Ortodoksları,
1923’den sonra Fener Patrikhanesi’nden ayrılarak Papa Eftim
idaresinden ayrı bir teşkilat kurmuşlardır. 10 Temmuz 1923’de
Yunanistan’a kaçmak suretiyle cezadan kurtulabilmiştir. Bu
yüzden, Türk Hükümetinin haklı tutumundan endişe eden
Yunan Hükümeti, Patrikhaneyi Selanik’e veya Mont Athos da
Lavra Manastırı’na nakletmeyi düşünmüştür. Bu sebeple,
meşrutiyetini kaybeden bu makamın İstanbul’da kalıp
kalmaması birçok müzakere ve münakaşalara konu
13
olmuştur. Son olarak Lozan Antlaşması’na Patrikhane olarak
13
Özyurtkan, Süreyya, “Başlangıçtan Günümüze Patrikhane
Dosyası” İstanbul 2005, s. 87, 88.
25
bir ek yapılmamış olup sadece azınlık hakları çerçevesinde
incelenmektedir.
e) Tartışmalar Doğrultusunda
Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi Eric Edelman’ın
rezidansında düzenlenen yemeğe Fener Rum ORTODOKS
Patriği Bartholomeos’un “ekümenik” unvanıyla davet
edilmesiyle başlayan “ekümenik” tartışmaları konusunda
Fener Rum Patrikhanesi Basın Sözcüsü Peder Dositeos
“Ekümenik yeni bir sıfat değildir, Türkiye Cumhuriyeti
kurulduktan sonra, yani 1923’den sonra oluşmuş bir sıfat da
değildir” diyerek açıklamasına devam ediyor; “Biz bunu
Türkiye dışında her yerde kullanıyoruz; kilisenin içinde
kullanıyoruz; ancak kamusal hayatta kullanmıyoruz” diyor.
Dositeos, ekümenik tartışmasının neden şimdi gündeme
getirildiği konusunda “Bunun yorumu çok zor. Ancak Amerikan
Büyükelçisi ‘Ekümenik Patrik’ diye yazmış davetiyede. Biz
Türkiye’de kullanmıyorduk. Onlar kullanmışlar; bundan çıktı”
değerlendirmesi yapıyor. Hatta “Laik bir Cumhuriyette, bir
devletin, bir kilisenin adına karışması tuhaf bir şey değil mi”
diye de ekliyor. Ekümenik unvanını neden şimdiye dek
Türkiye’de kamusal alanda kullanmadıkları konusunda da
“Kullanmayın diye ne bir kanun, ne de bir yönetmelik yok.
Yalnız arzu edilen bir şey olmadığını hissediyorsunuz kilise
olarak; o yüzden kullanmadık” yanıtını veriyor. Lozan’da
ekümenik konusunda madde olmadığı iddiasıyla Atılım
Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Levent Köker aynı
şekilde basında yazılıp çizilen ve “ekümenik sıfatının Lozan
Antlaşmasına aykırı olduğu” şeklindeki ifadelerin yanlışlığına
işaret ediyor: “Lozan’da ekümenik sıfatına ilişkin herhangi bir
madde yok. Ekümenik unvanının kullanılmasını yasaklayan
herhangi bir yasa maddesi, yönetmelik veya uluslararası bir
belge de yok” diyen Prof. Köker’in belirttiğine göre, “Yalnızca
Fener Patriği’nin Türk vatandaşı olması gibi bir zorunluluk var.
Bu da 1923 tarihinde İstanbul Valiliği’nin yazdığı bir
tezkereden kaynaklanıyor.” Hukuki anlamda bu belgenin
26
öneminin de oldukça az olduğunu ifade eden Prof. Köker,
“Ekümenlik meselesi yanlış tartışılıyor. Bu aslında dini bir sıfat;
siyasi polemiğe getirilebilecek bir konu değil”, değerlendirmesi
yapıyor. 14 Yazar Murat Bebiroğlu ise şu iddiada
bulunmaktadır; “Burada Ekümeniklik, Fener Rum Patriği’nin
tüm dünya Ortodoksları üzerinde tek yetkili olduğu anlamına
gelmez. Fener Rum Patrikliği, diğer Ortodoks patrikleri
arasında eşitler arasında birinci (primus inter peres) ve
koordinatör olması ve daha önemlisi, diğer patriklik, milli kilise
ve özerk kiliselere bağlı olmayan tüm Ortodoks kiliselerinin
üzerinde yetkili olması nedeniyle ekümeniktir. Lokal ya da
bölgesel bir patrikliğin Avrupa’dan Kuzey ve Güney
Amerika’ya, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’ya kadar bütün
Ortodoks Kiliseleri üzerinde yetkili olması düşünülebilir mi?
15
Patriklik ekümenik değilse nedir?” Son olarak açıklama aynı
görüşe sahip Yeditepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nden Adnan Ekşigil’den gelmektedir:
“Türkiye'nin Patrikhane ile Ekümeniklik konusunda süregelen
sorunu, tüm idari, hukuki, siyasi ve ideolojik mülahazaların
ötesinde, kısaca şudur: Kendisine uzun geçmişinden miras
kalan bir sıfatı sahiplenerek, Patrikhane 'Ben ekümeniğim'
demekte, Türkiye ise bu sıfatın Patrikhane'nin kendi cemaati
içinde ve o da ancak sınırlı bir şekilde geçerli olduğu ve başka
kimseyi bağlamadığı gerçeğini inatla göz ardı ederek, 'Hayır
sen ekümenik değilsin' diye diretmekte, ama bununla da
yetinmeyip, Patrikhane'nin sıfatını kabul edenlerle de
cebelleşmektedir.
Türkiye'nin
konumundaki
iğretilik,
sağduyunun şu en basit kuralına karşı direnmekten
kaynaklanmakta: Herkes istediği adı almakta serbesttir; kimse,
16
bir başkasını başka bir ad taşımaya zorlayamaz.”
14
http://www.megarevma.net/ekumenik.htm
http://www.hyetert.com/yazi3.asp?s=0&AltYazi=Makaleler+%
5C%3E+Kilise&Id=238&DilId=1
16
Radikal Gazetesi, Yorum sayfası, 03 Aralık 2004.
15
27
Patrikhanenin ekümenikliğini onaylayan pasajlar
yanında, tam aksini de savunanlar bulunmaktadır. Bunlardan
patrikhanenin ekümenik olmadığına dair en büyük mücadeleyi
veren; araştırmacı–yazar Aytunç Altındal’dır. Altındal
misyonerlik faaliyetleri hakkında geniş bir araştırma yapmış ve
4’e ayırmıştır. Ana başlıkları dinler arası diyalog çalışmaları,
ekümenizm çalışmaları, tolerans=hoşgörü toplantıları ve
İbrahimi dinler toplantıları’dır. Burada bizi ilgilendiren tabii ki de
ekümenizm çalışmalarıdır. Altındal’a göre ekümenik
hareketin iki hedefi vardır: birincisi, Türkiye’de Fener Rum
Patriği’ni ‘Ekümenik Patrik’ ilan ettirmek ve böylece Lozan
Antlaşması’nı delmek ve Anayasayı değiştirmektir. İkincisi ise,
misyonerlik faaliyetlerini yasal kılıflar altında sürdürmektir. II.
Vatikan Konsülü’nden sonra diyalog olayı başladığında Dünya
Kiliseler Birliği; -ki bu birlik, 1919–1920 yıllarında Fener Rum
Patrikhanesi’nin yazdığı mektuplarla başlamıştır- Anglikan,
Protestan, Ortodoks Kiliseleri’nden ve bunların çeşitli değişik
alt açılım kiliselerinden oluşmakta idi ancak, Vatikan
girmemişti. Şimdi o da bunun içindedir. Bu hareketin adı
ekümenizm hareketidir. Yani bu kiliselerin bir araya gelerek,
birbirlerini şu veya bu şekilde bütünleştirerek, farklılıklarını gizli
tutup aralarındaki benzerlikleri öne çıkararak yaptıkları
hareketin
adına
ekümenizm
hareketi
denilmektedir.
“Farklılıklarınızı saklayın, benzerliklerinizi öne çıkartın”; bu,
ekümenizm hareketidir. Ekümenizm hareketine dediler ki,
“Bizim birinci vazifemiz misyonerliktir. Bu misyonerliği
yaparken de bizim yapmamız gereken şudur: ‘İllaki Katolik ol,
illaki Ortodoks ol, illaki Anglikan ol’ demeyelim. Ne diyelim?
‘Hristiyan ol da hangi kiliseden olursan ol’ diyelim. Bunun
adına Evangelizasyon denir. Yani önce “Evangel” dediğimiz
İncil’le tanış, İncil’i öğren, oku ve çıkarımlarda bulun. Sonuç
olarak onlar için önemli olan ‘Hristiyan’ olmak, hangi
mezhepten olursan ol, gel, Hristiyan ol. Bu şekildeki görüş
hakim olduğu için de Altındal Türkiye içinde ekümenizme onay
17
vermemektedir.
17
www.megarevma.net/patrikhane.htm
28
Emin Şirin de hemen hemen Altındal ile aynı görüşlere
sahip ve Ekümeniklik konusunda ABD ve AB’nin baskılarına
maruz kalınacağından bahsetmiş ve şöyle devam etmiştir;
“Bekledik gördük ki hükümet, tam da öngördüğümüz gibi ABD
ve AB’nin bu konudaki baskılarına maruz kalınca, maalesef
utangaç bir şekilde, “gizli” genelgelerle durumu geçiştirmeye
kalktı.”
Dışişleri Komisyonu Başkanı AKP’li Mehmet Dülger’in
katıldığı bir TV programında ise konuyla ilgili düşüncelerini,
“Bu kadar baskı yapılmazsa, gürültü koparılmazsa zaman
içinde İstanbul’da da Roma’daki Vatikan gibi Ekümenik bir
Patrikhane ve patrik olabilir, bunun hiçbir mahsuru yoktur”,
şeklinde dile getirmiştir.
Fener Rum Patrikliği’nin hiçbir zaman ekümenik ve
Apostolik olmadığını ileri süren Doç. Dr. Mehmet Çelik; “Bu
Patrikhanelere Ekümenik sıfatı verilirken de, kriter olarak ‘bir
havari tarafından kurulmuş olma’ yani ‘Apostolik’ kökenli olma
şartı aranmıştır. Hristiyan aleminde bu üç kilisenin (Roma,
İskenderiye, Antakya, MB) dışında bu sıfat ve yetki hiçbir
kiliseye verilmemiştir. Daha sonra oluşturulan ‘Patriklikler’ milli
kiliselerin kendi iç organizasyonu ile ilgilidir ve sadece kendi
kiliseleri üzerinde yetki sahibidirler. Hiçbir zaman ’evrensel
yetki’ye sahip olmamışlardır. Nitekim siyasi otorite
zaruretinden dolayı İstanbul Piskoposluğu 381 İstanbul
Konsilinde
Patriklik
statüsüne
kavuşturulmuşsa
da,
18
Ekümeniklik sıfatını hiçbir zaman alamamıştır.”
Son olarak da Prof. Dr. Kenan Erzurumlu’nun
görüşlerine kısaca değinelim; “Atatürk milliyetçiliğini kabul
etmiş olan ve Misak-ı Millî'yi vazgeçilemez temel prensip kabul
eden TC'nin kendi sınırları içinde yeni bir güç odağını
(hedefleri ve temel stratejileri kendisi ile çelişen) kabulü söz
Doç. Dr. Mehmet Çelik -Türkiye’nin Fener Patrikhanesi
Meselesi- Akademi Kitapevi İzmir 1998,s. 5.
18
29
konusu olamaz. Bu durumu daha açık olarak anlatmak
gerekirse: TC'nin bir kurumu olan adalet sistemimizin, eğitim
kurumlarının, sağlık kuruluşlarının, dini kurumların, güvenlik
örgütlerinin ve benzeri resmi kurumların kendilerini TC
kanunlarının ve milli bütünlüğünün üstünde görmeleri nasıl ki
mümkün değilse; Fener Rum Patrikhanesi de bu kuruluşlar
gibi davranmak ve diğer milletlerin kurumları ile işbirliğine
girerken TC'nin temel prensiplerine uymak zorundadır.
Patrikhanenin tüm dünya Ortodokslarının merkezi (YENİ
VATİKAN) olmak iddiası TC'nin temel stratejileri ve prensipleri
ile uyuşmamaktadır. Bu açıdan, patrikhanenin 1994'te yaptığı
hata hiçbir şekilde kabul edilemez: 1994'te patrikhane
tarafından tertiplenen toplantı öncelikle "Konstantinopolis
toplantısı" adıyla gerçekleştirilmek istenmiş; devletin itirazı
üzerine "Boğaziçi Toplantısı" olarak yapılmıştır. Aynı
toplantının sonuç bildirgesi İngilizce ve Türkçe olarak
hazırlanmıştır. İngilizce metinde yer alan ve patriğe atfedilen,
"Ben Konstantinopolis’teki ekümenik tahtının varisiyim" ifadesi
Türkçe
metinde
yer
almamıştır.
Bu
ayıp
halen
düzeltilmemiştir.” 19
f) SONUÇ
Patrikhane’nin ekümenik olup olmadığını anlamak için
objektif ve tarafsız bakmak yeterli olmayabilir, çünkü Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde bütünlüğün bozulmaması için hiçbir
şekilde ödün verilmemiş olması gerekir. Zaten tarihi gerçekler
de ödün vermememiz gerektiğini açıkça gözler önüne
sermektedir. Patrikhanenin dini faaliyetlerle sınırlı kalacağı
incelediğimiz üzere Lozan müzakerelerinde belirtilmiştir fakat
hiçbir zaman patrikhane bunu başaramamış ve misyonerlik
faaliyetleri ülkenin bütünlüğüne zarar vererek büyümüştür.
Günümüz itibariyle değerlendirirsek Fener Rum Patrikhanesi
ekümenik değil sadece T.C. ‘ye bağlı bir kurumdur.
19
30
http://www.kuzeyhaber.com/ke1/kuzeyhaber.php
KAYNAKÇA
1- www. Megarevma.net/patrikhane.html
2- Gündüz, Şinasi, “Din ve İnanç Sözlüğü”, Ankara 1998
3- Yorgo Benlisoy – Elçin Macar, Fener Patrikhanesi, Ankara
1996
4- Yıldırım, Münir, “Yunanistan ve Ortodoks Kilisesi”, Ankara
2005
5- Çelik, Mehmet, Fener Patrikhanesi’nin Ökümeniklik
İddiası’nın Tarihi Seyri (325–1453 ), İzmir 2000
6- A. Hikmet Eroğlu, Ökümenik Hareketin Ortaya Çıkışı, DTA,
Cilt: 1, Türkiye ve Ortodokslar, Ankara 2002
7- Runciman, Steven, “The Orthodox Church and The Secular
State”, Oxford Uni. Pres 1971
8- Runciman, Steven “The Great Church in Captivity”,
Cambridge 1968
9- Sandıklı, Atilla– Göral, Emirhan, “ Patrikhane ve Ekümenlik
Tartışması” – TASAM
10- Özyurtkan, Süreyya, “Başlangıçtan Günümüze Patrikhane
Dosyası” İstanbul 2005
11- Atalay, Bülent, “Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin
Siyasi Faaliyetleri ( 1908 – 1923 )”, İstanbul 2001
12- http://www.kuzeyhaber.com/ke1/kuzeyhaber.php
13http://www.hyetert.com/yazi3.asp?s=0&AltYazi=Makaleler+%5
C%3E+Kilise&Id=238&DilId=1
14- Radikal Gazetesi, Yorum sayfası, 03 Aralık 2004
15- Doç. Dr. Mehmet Çelik -Türkiye’nin Fener Patrikhanesi
Meselesi- Akademi Kitapevi İzmir 1998
31
ÖZGEÇMİŞ
31 Ağustos 1986 yılı İstanbul’da doğdu. İlkokulu
Hobyarlı Ahmet Paşa İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi Şişli
Anadolu Lisesi’nde bitirmiştir. Şuan lisansını Bahçeşehir
Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
bölümünde
yapmaktadır.
Bahçeşehir
Üniversitesi
bünyesindeki birimlerden Sürekli Eğitim Merkezi (BÜSEM) ve
Hükümet ve Liderlik Okulu’nda sayın Burak Küntay’ın yanında
stajyer olarak çalışmaktadır. Ayrıca sayın Ercan Çitlioğlu’nun
koordinatörlüğünde gerçekleştirilen Terör Okulu Sertifika
programlarında da stajyer olarak çalışmıştır.
32
KIBRIS VAKIF MALLARI VE ANNAN PLANI
TOPRAK PAYLAŞIMI
HAZIRLAYAN
Fatih AKIN
33
GİRİŞ
“Toprak kutsaldır… Uğruna ölenler olduğu için de
toprak vatandır” inanç ve düşüncesi toprağı kutsal kılan bir
değer, toplumları da ulus haline getiren en önemli etkendir.
Uluslar bu topraklar üzerinde yarattıkları sosyo-kültürel
değerlerle ayakta kalırlar; dağılmadan bir bütün olarak birlikte
yaşayabilirler.Türk ulusu için toprak her zaman kutsal olmuş,
bu kutsallık için de canlar korkusuzca feda edilmiştir.
Tarih boyunca Türk ulusu toprak elde etmek amacıyla
sürekli fetihler gerçekleştirmiştir. Fakat fetihler sonrasında da
azınlıkların toprak mülkiyeti haklarını teminat altına almak için
büyük bir gayret sarf etmiştir. Azınlıkların hakkını korumaya
yönelik bu politika diğer fethedilen yerlerde olduğu gibi Kıbrıs
üzerinde de hakim kılınmıştır. 1571’de Ada’nın Anadolu
Türkiye’sinin bir parçası olmasının ardından Ada’daki “Türk
Yönetim Süreci” 1878 yılına kadar devam etmiştir. Bu
hakimiyet sürecinde Türk ulusu toprak üzerindeki diğer ulusları
asla birbirine düşürmemiş, adaleti hakim kılarak zayıfı güçlüye
karşı sürekli korumuştur. Bu süreçlerde toprak üzerindeki
adalet sistemi her zaman eşit şekilde halka ulaştırılmıştır.
Fakat 1800’lü yıllarla birlikte Rum Ortodoks Kilisesi
özellikle Kıbrıs Türk toplumunun haklarını yok etmek için
büyük bir çaba sarf etmiştir. Bu çalışmanın amacı “Megali
İdea” düşüncesi olmuştur. Kelime anlamı olarak "büyük ideal,
büyük fikir" anlamına gelen bu politika Kıbrıs Türk toplumunun
haklarını yok etmeyi ve Türklerin Ada’daki taşınmaz mal
varlıklarına el koymayı amaçlamaktadır. Bu süreç zamanla
Ada’nın tamamına el koymak için büyük gayretlerin sarf
edildiği kanlı bir dönem olarak tarih sahnesindeki yerini
almıştır.
“Megali İdea”ya göre, 1453'de Fatih Sultan Mehmet
tarafından fethedilen İstanbul tekrar ele geçirilecektir. Buna
bağlı olarak Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs ve Anadolu
toprakları işgal edilecek; bir Helen İmparatorluğu olarak kabul
edilen Büyük Bizans İmparatorluğu da zamana yayılmış
34
uzunca bir periyotta yeniden kurulacaktır. Bu imparatorluğun
başkenti ise eski Bizans'ta olduğu gibi günümüzde bile
"Konstantinopolis" diye anılan İstanbul şehri olacaktır. Fakat
1878’de İngiltere’nin Kıbrıs’ı işgal etmesi ile Ada üzerindeki
Türk topraklarının gasp edildiği yeni bir dönem başlamış ve
İngiliz Sömürge İdaresi’nin yanlı tavırları ile Ada Türklerinin
hakları sıkıntılı bir sürece taşınmıştır. Bununla birlikte Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin 1960 yılında kurulmasının ardından Kıbrıs
Türkleri uzun yıllar boyunca azınlık statüsünde muamele
görerek mal varlığını büyük ölçüde yitirmiş ve topraktan
kaynaklanan güç, Türk halkının elinden kasıtlı olarak
alınmıştır.
Bugün ise yeni bir tartışma konusu gündemdedir.
Kıbrıs’ta barışı hakim kılmak için yazılan bir anlaşma metni,
yani Annan Planı tartışılmaktadır. Kimilerine göre hemen
imzalanması gereken bir metin, kimilerine göre de var olan
haklarımızı tamamıyla yitirdiğimiz, kelimelerin ve maddelerin
arasına sıkıştırılmış ve kesinlikle imzalanmaması gereken
büyük bir tuzaktır. Kıbrıs’taki dengeleri tamamen değiştirecek
bu yeni plan eğer imzalanacaksa da Ada’daki Türk
toplumunun geçmişten gelen haklarının neler olduğu ve hangi
hakların bu anlaşma metni ile teslim edildiği iyice
araştırılmalıdır. Bu hakların belki de en önemlisi vakıf malları
ve toprak dağılımıdır. Osmanlı’dan ata yadigarı olan vakıf
mallarımızın ve topraklarımızın neler olduğunu iyi bilmeli ve
masada ona yönelik bir pazarlık yapmalıyız. Bundan dolayı
Kıbrıs Ada’sı üzerinde bir barış ortamı sağlanacaksa Kıbrıs’ın
dününü, bugününü ve yarınını düşünerek hareket etmek tarihi
ve milli bir sorumluluktur. Tarih, bu bilince sahip olmayan
yetkilileri asla affetmeyecektir.
Fatih Akın
35
1.KIBRIS VE ÖNEMİ
Ada, M.Ö 4000 yılından itibaren insanların yaşadığı bir
kara parçasıdır. Tarih boyunca pek çok kavmin istilasına
uğrayan bu ada, 1571’de tümüyle Osmanlı himayesine girmiş
ve 1878 yılına kadar Osmanlı denetiminde kalmıştır. 20 18771878 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından Ada 4 Haziran 1878
tarihinde İngiltere’ye kiralanmıştır. 1914 senesinde ise
Osmanlı’nın 1. Dünya Harbi’ne girmesinin ardından İngiltere
Ada’yı ilhak etmiştir. Lozan Anlaşması ile Türkiye İngiltere’nin
tek taraflı ilhakını kabul ederek Kıbrıs’ta yeni bir dönem
başlatmıştır. 21
Kıbrıs’ı bu denli önemli kılan etken Ada’nın
konumudur. Kıbrıs, Akdeniz’in kuzeydoğusunda ve Anadolu’ya
sadece 44 mil (71 km) uzaklıktadır. Sicilya ve Sardunya’dan
sonra Akdeniz’in de üçüncü büyük adasıdır. Yüzölçümü 9251
km² (3584 mil kare)’dir. Kıbrıs ile Suriye arasındaki en kısa
mesafe Ada’nın kuzeydoğusundaki Zafer Burnu ile Suriye’nin
Lazkiye Şehri’nin kuzeyindeki İbnhan Burnu olup aradaki
mesafe 98 km.(68 mil)’dir. Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a olan
uzaklığı 800, Lübnan’a 221, Mısır’a 316 km.’dir. Kıbrıs, bu
konumu ve komşularının yalnızca denizden olmasıyla büyük
bir jeostratejik ve jeopolitik öneme sahiptir. Doğu Akdeniz’deki
ticaret yollarını, Anadolu kıyılarını ve Ortadoğu’yu denetim
altına alabilecek durumda olması, tarih boyunca birçok
devletin Kıbrıs’ı egemenlik altına almak istemesine neden
olmuştur. Adaya hakim olan devletler, genellikle Doğu Akdeniz
ticaretine de hakim olmuş ve halkına önemli kazançlar
sağlamıştır. Fakat değişen dünya konjonktürü, 19. yy.ın
sonundan itibaren, farklı nedenlerle, özellikle beş ülkenin,
20
Serter, V.Z., “Kıbrıs’ta Vakıfların Vatanlaşmada Etkileri”
http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong4-2/tk4-224_serter.htm [14-04-2006]
21
“Kıbrıs Sorununun Kronolojik Olarak Tarihi Gelişimi,” 12
Ocak 2006,Güvenlik Kuvvetleri Dergisi,
http://www.mucahit.net/diger_konular/kibrisTarihi.htm,[14-042006]
36
“Türkiye, Yunanistan, İngiltere, ABD ve Rusya’nın” Kıbrıs’a
büyük ilgi göstermesine neden olmuştur. 22
Bu konuya ilişkin günümüze kadar çok büyük bir
mücadele yaşanmış kapalı kapılar ardında Kıbrıs her zaman
büyük bir pazarlık konusu olmuştur. Kıbrıs Türklerine karşı
verilen mücadeleyi Sebahattin İsmail 23 şu şekilde ifade
etmektedir: 24
“…1894 yılında kurulan Ethniki Eterya'nın Türklere
bakışını ve Megali-İdea konusundaki tutumunu da yayınlamış
oldukları bir bildiriden öğrenmek olasıdır. Bu bildiride özetle şu
unsurlar vurgulanmaktadır:
- Ezeli ve ebedi düşmanımız Türklerdir.
- Megali- İdea'yı gerçekleştirmek için savaş esastır.
-Mukadder olan vaktin gelmesinden sonra, ezeli ve ebedi
düşmanımız Türklere taarruz edilecektir.
-Tanrının
yardımı
ile
Megali-İdea
kesin
olarak
gerçekleşecektir.”
Bu yayılmacı fikirlerin sadece gizli örgütlerde
benimsenmediğinin ilk kanıtlarından biri, Yunan Meclisinde
yapılan konuşmalar ve Yunan hükümetlerinin açıklamalarıdır.
Örneğin 1844 yılı Ocak ayında Yunan Meclisi’nde konuşan
Yanni Koletti adlı milletvekili, şöyle demiştir:
"...Yunan krallığı Yunanistan değildir. Sadece Yunanistan'ın en
küçük ve en fakir parçasıdır. Yunanlı sadece krallık ülkesi
halkı değildir. İyonya, Selanik, Serez, Edirne ve İstanbul ya da
Trakya ve Girit, Sisam Adası ve Yunan tarihi ile Yunan ırkına
bağlanan tüm bölge ve yörelerde yaşayan halklardır.
Elenizmin iki büyük başkenti vardır. Bunlardan ilki Atina,
22
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Enformasyon Dairesi,
http://www.trncinfo.org/turkce/turkcesayfa.htm [16-04-2006]
23
Sebahattin İsmail, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Birinci
Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ın Danışmanıdır,
http://www.bilimarastirmavakfi.org/kibris_istanbul.html, [08-052006]
24
İsmail, S., “İngiliz Yönetimi’nde Türk-Rum Kavgaları”,
http://www.pubinfo.gov.nc.tr/h130299c.htm [18-04-2006]
37
krallığın başkenti, ikinci başkent İstanbul ise büyük başkent,
tüm Yunanlıların ümit ve hayallerinin kentidir.”
Rigas Ferreros'un, Filiki Eterya'nın ve Ethniki
Eterya'nın görüşleri bu şekilde Yunan Meclisinde de
yansıdıktan sonra Venizelos'la birlikte hükümet politikalarını
oluşturmaya başlamıştır. Nitekim Venizelos, 1906'da açıkladığı
BÜYÜK YUNANİSTAN programını, 1922'de Türk Kurtuluş
Savaşı ile bozguna uğratılmalarına kadar sürdürmüştür.
Yunanistan'ın Kıbrıs'ı ilhak istemini dile getirdiği ilk
uluslararası toplantı, Paris Barış Konferansı'dır. Yunanistan'ın
Kıbrıs'a yönelik ilhak politikası tek kelimelik bir hedef şeklinde
özetlenmiştir: ENOSİS... Enosis kelime anlamı ile İLHAK
anlamına gelmektedir, fakat bu kelime Rum-Yunan siyasi
literatüründe Kıbrıs'ın Yunanistan'a katılmasını anlatmaktadır.
Yunanistan tarafından ilk kez 1828 yılında resmen ifade edilen
ENOSİS, 150 yıldır Rum-Yunan politikacılarının dilinden
düşmeyen bir hedef olmuştur. 18 Ekim 1828 günü İngiltere,
Rusya ve Fransa'ya bir nota veren Yunanistan, Enosis fikrini
resmen ilk kez ortaya atmış ve Ada’nın kendisine
bağlanmasını istemiştir. BÜYÜK YUNANİSTAN'ı kurma ülküsü
ile iktidara gelen Venizelos, İngiltere'nin verdiği büyük politik
desteğe güvenerek, Kıbrıs'ın bu ülke tarafından kendilerine
hediye edileceğine inanmaktadır. Nitekim 1 Mart 1915'de krala
yazdığı bir mektupta bu inancını şöyle ifade etmektedir:
"İngiltere, Doğu Akdeniz'deki çıkarları, bizim çıkarlarımızla
mükemmelin bağdaşabilecek bir devlettir. 1913 Ocak ayında
Londra'da Maliye Bakanı Llyod George, Deniz Bakanı Winston
Churchill ve bendeleri arasında geçen görüşmeleri de bilen
Majesteleri için, bu koşullar altında İngiltere tarafından
Kıbrıs'ın Yunanistan'a terk edileceğini kabul etmek, hiç de aşırı
bir iyimserlik olmayacaktır.”
Venizelos'un, İngiltere'nin tutumundan bu denli emin
olmasının nedeni, bu ülkenin 1915 yılında, Yunanistan'a, kendi
saflarında savaşa girmesine karşılık Kıbrıs'ı vaat etmiş
olmasıdır.
38
Savaştan sonra ise, Llyod George'un 1915'de verdiği
sözü tutacağından emin oldukları için, Kıbrıs'ı talep etmekte bir
sakınca görmemiştirler. Ne var ki, yine de İngiltere'yi
gücendirmek istemedikleri için Paris Barış Konferansı'nda
Venizelos tarafından Kıbrıs konusunda ısrarlı davranmazlar.
Sadece genel ifadeler kullanılarak şöyle denilmiştir:
"... Adalar konusuna gelince, tümü de binlerce yıldan beri
Yunan'dır ve bu yüzden hepsinin de Yunanistan'a verilmesi
gerekir.." Venizelos Kıbrıs'ı ayrıca niye vurgulamadığını da, 3
Şubat 1919 tarihinde On’lar Konseyi'nde yaptığı konuşmada
şöyle izah etmektedir: "Kıbrıs Adası konusunda kesin bir
istemde niçin bulunmadığımız sorusu akla gelebilir. Bunu
yapmayışımızın çeşitli nedenleri vardır. En önemlisi 50 yıl
önce İYONYA adalarını vermek suretiyle, Yunan krallığının
büyümesine yardım eden ilk devlet niteliğini kazanan ve savaş
sırasında Kıbrıs'ı Kral Konstantin'e önermiş olan İngiltere'nin,
sonunda, Kıbrıs'ı da Yunanistan'a verecek kadar lütufkâr
davranacağına inanmakta oluşumuzdur. Kısacası, Yunanistan,
Kıbrıs, Rodos, Meis, On İki Adalar, İmroz, Bozcaada, dahil
olmak üzere, bütün Doğu Akdeniz adalarını istemektedir.”
Venizelos'un bu inancında haksız olmadığı, 13 Mart 1919'da
DÖRTLER Konferansı'nda Llyod George, Clemanceau ve
25
Başkan Wilson arasında geçen şu konuşmadan da bellidir:
"Llyod George:- Niyetim, Kıbrıs Adası’nı Yunanistan'a
vermektir.
Clemaceau: -Unutmayınız ki, Berlin Anlaşması'na göre bu
konuda benden izin almanız gerekmektedir.
Llyod George:-Bu izni bana vereceğinizi ümit ederim.
Başkan Wilson:-Yunanistan'a bu hediyeyi verebilirseniz,
büyük ve değerli bir iş yapmış olacaksınız."
İtalya’da İngiltere ve ABD gibi Kıbrıs’ı Yunanistan’a hediye
etmeyi istemektedir. Buna örnek olarak da şunlar
26
gösterilebilir:
25
İsmail, S., “İngiliz Yönetimi’nde Türk-Rum Kavgaları”,
http://www.pubinfo.gov.nc.tr/h130299c.htm [18-04-2006]
39
Venizelos ile Tittoni arasında imzalanan ve Anadolu ile
adaların paylaşılmasını öngören 29 Temmuz 1919 tarihli
anlaşmanın 5.inci maddesinde de şöyle deniyordu:
"İngiltere'nin Kıbrıs'ı Yunanistan'a verme kararı aldığı gün,
İtalya da Rodos halkına self-determinasyon hakkını
tanıyacaktır..." Görüldüğü gibi Megali-İdea ve bu çerçevede
ENOSİS, Yunanistan daha bağımsız bir devlet haline
gelmeden gündeme getirilmiş ve Yunanistan bağımsızlığını
kazandıktan sonra da, bu ülkenin milli politikası haline
gelmiştir. Nitekim 1982 yılında Yunan Kültür Bakanlığı ile 1991
Martı’nda ABD'deki Yunan lobisinin yaptığı Megali-İdeacı
yayınlar, bugün de ayni yayılmacı politikanın devam ettiğini
kanıtlamaktadır.
1.1. Kıbrıs’ın Fethi ve Türklerin Adaya Gelişi
Osmanlı’nın tarih boyunca fethettiği topraklara adaleti
götürmesi İslamiyet’teki “Cihad” anlayışının bir parçasıdır.
Cihad Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre; 27 “Din uğruna
yapılan savaş” anlamında kullanılırken, hutbelerde daha çok
‘Allah uğrunda malı, canı sarf etmek’ ifadeleri ile
aktarılmaktadır. Başka bir sözlükte kelime anlamı olarak da
cihad; 28 “Cehd eden. Din için düşmanla savaş. Allah’ın adını
yüceltmek için yapılan her türlü faaliyet. Nefsiyle malıyla,
canıyla fert ve toplum halinde o niyetle yapılan çalışmaların
tamamına” denir şeklinde tanımlanmaktadır. Osmanlı ele
geçirdiği topraklarda haklıyı haksıza karşı sürekli korumuş
azınlıkların da haklarına çok fazla önem vermiştir. Kıbrıs’ın
yerli halkı, Venedikliler döneminde zor anlar yaşamış ve ağır
vergiler altında ezilmiştir. Bunun yanı sıra Ada halkının
Ortodoks olması ve Katolikleştirilmeye çalışılmasının yanı sıra
Ortodoks Kilisesi de kapatılarak inanca da müdahalede
bulunulmuştur. Bundan son derece rahatsız olan Ada halkı da
26
İsmail, S., “İngiliz Yönetimi’nde Türk-Rum Kavgaları”,
http://www.pubinfo.gov.nc.tr/h130299c.htm [18-04-2006]
27
www.hackhell.com/archive/index.php/t-9451.html - 4k,
[15-04-2006]
28
Osmanlıca Türkçe Sözlük,Ziya Ofset,İstanbul, Kasım 2003
40
Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı himayesine girmek
istemiştir. 29
Kıbrıs’ın fethinin tamamlanmasının ardından hem
Kıbrıs’ın imarı hem de kalkınması açısından “Sürgün Hükmü”
kararı ile Anadolu’dan Ada’ya Türklerin götürülmesine karar
verilmiştir. Sürgün Hükmü’ne göre, Anadolu, Karaman, Rum
ve Dülkadiriye Kadıları, şehir ve kasabalarda oturan zanaat ve
meslek sahiplerinden her on haneden bir hane aile seçilerek
Kıbrıs’a gönderilecektir.
Kıbrıs’a gitmek için Osmanlı Ferman Tahtı’ndaki
göçmen listelerine “Gönüllü Olarak Kıbrıs’a Yerleşmeyi
Dileyenler” başlığı altında kayıtlar yapılmıştır. 1572 senesi
itibariyle gönüllüler listesine 777 kişi kayıt yaptırmıştır.
Osmanlı, kişiliği ve ahlaki değerleri yönünden sorunsuz kişileri
yetkili organları vasıtasıyla tespit etmiş ve yapılan araştırmalar
sonucunda da iyi hal belgesi alan kişiler Kıbrıs’a
gidebilmiştir. 30
Ada’nın adaletli bir yapıya kavuşturulması temel
anlayış olurken 307 yıl süren Türk egemenliği süresince de
Ada’da yapılan eserler Ada’yı bir Türk yurdu haline
dönüştürmüştür.
2. KIBRIS’TA
KURULUŞU
TÜRK
EGEMENLİĞİ
VE
VAKIFLARIN
Vakıf kelime anlamına göre incelendiğinde, “mükellef
kimsenin, kendi mülkü olan belli ve dayanıklı malının
29
T.C.Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, “2-Kıbrıs’ın
Tarihi,Osmanlı Hakimiyetine Kadar Kıbrıs”,
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kibrisveb/birinci
bolum/osmanli_oncesi.htm, [22-04-2006]
30
Altan, M.H.,Kıbrıs’ta Türk Malları Cilt 1, Kastaş
Yayınevi,İstanbul,Eylül 2001, S.11,19,20
41
menfaatini bir şarta bağlamadan Müslüman veya zımni
fakirlere bırakmasıdır” 31 anlamına gelir.
Başka bir deyişle bir malın Tanrı malı kabul edilmesi,
insanların yararına devredilmesi, insanlık yararına sunularak
özel
mülkiyet
durumundan
çıkarılması,
toplumun
yararlanabileceği bir kaynak haline getirilerek geliştirilmesidir.
Kıbrıs arazisi önceleri Hatt-ı Hümayunlarla işlem
görmüş ve hayır uğruna yapılan vakıf malları ise “Ahkamü’lEvkaf” adı altında Evkaf’la ilgili yasalarla yönetilmiştir. Osmanlı
arazi kanunlarına göre Kıbrıs arazisi beş kısımdan
oluşmaktadır. Bunlar:
1-Arazi-i Memluke, 2-Arazi-i Miriye, 3-Arazi-i Metruke,
4-Arazi-i Mevat, 5-Arazi-i Mevkufe’ dir.
Mülkiyet yoluyla tasarruf edilen ve dört grupta toplanan
arazilere “Memluke arazi” denilmiş, bu araziyi de elinde
bulunduran kişilere malik denilmiştir. Mülkiyeti devlete ait olan
araziler ise “Miri arazi” olarak kabul edilmiştir. “Beytü’l-mal”
olarak nitelenen çayır, tarla, yayla, kışlak, koruluklar,
harmanlıklar de miri arazi kabul edilmiştir. Yol ve benzeri
geçitler gibi kamu yararına ayrılmış olan yerler köy ve kasaba
halkının ortak kullanımına bırakılan meralar, otlaklar metruk
arazi kapsamında tutulmuştur. Mevkuf Araziler ise iki farklı çatı
altında toplanabilir. Bunlar:
a-)Başlangıçta kişinin mülkiyetinde bulundurduğu memluke
türü arazi iken daha sonra vakıf kurallarına uygun olarak hayır
amaçlı vakfedilen arazidir. Bu araziler Evkaf hükümlerince
yönetilmiştir.
b-)Miri araziden ayrılmak suretiyle padişahların bizzat emri ile
devlet büyüklerinin vakfettikleri arazilerdir. Bu arazilerin büyük
bir bölümüne İngiliz Sömürge Yönetimi döneminde el
32
konulmuş ve bunlar gelir getiren arazi olmaktan çıkarılmıştır.
31
www.turkcebilgi.com/vak%FDf, [12-04-2006]
Altan, M.H.,Kıbrıs’ta Türk Malları Cilt 1, Kastaş
Yayınevi,İstanbul, Eylül 2001, S.46
32
42
K.A. Mithat Berberoğlu, Halkın Sesi Gazetesi’nin 27 Ocak
1954 tarihli nüshasında özetle şunları ifade etmiştir: 33
“…Kıbrıs, Türk hakimiyetine geçtiği zaman Ada’da Evkaf diye
herhangi bir müessese veya mevhum mevcut değildi. Kilise
mallarını ve teşkilatını saran esaret zincirini paramparça eden
ve kiliseye hakiki mevzuni bahşeden ecdadımız, aynı hak ve
menfaat esasından yürüyerek, mülkiyeti Allah’a ait olup menafi
cemaatin dini, maarif, nafıa, sosyal ve sağlık ihtiyaçlarına
hasredilmek üzere bir çok gayri menkullerini vakıf namı altında
tescil ettirdiler. Gün geldi bütün bu gayrimenkul mallar Evkaf
müessesini vücuda getirdi…”
Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’nin yönetiminde bulunduğu
1571 yılından İngilizlere kiralandığı tarih olan 1878’e kadar
Kıbrıs Vakıfları Ahkamü’l-Evkaf’a göre yönetilmiştir. Vakıf
işleri, 1826 yılına kadar nazır ve mütevelliler, 1878’e kadar da
Evkaf-ı Hümayun Nezareti tarafından atanan bir muhasebeci
tarafından idare edilmiştir. Kıbrıs Vakıfları, 1878’den 1915
yılına kadar Türkiye’deki Evkaf Nezareti’nce Kıbrıs Türkleri
arasından seçilen bir temsilciyle birlikte İngiliz yetkililerin tayin
ettiği bir delege tarafından idare edilmiştir. 34
Osmanlı Devleti’nde yenileşme hareketleri nedeniyle
tapu ve arazi kurallarının değişikliğe uğratıldığı, vergi
alımlarına yeni kriterlerin getirildiği 1850’li yıllarda Kıbrıs’ta
görev yapan Türk tapu ve vergi uzmanlarının görev yapmaları
Ortodoks Kilisesi Başpapazları ve başta Fransız Konsolosluğu
olmak üzere Larnaka’da ikamet eden diğer yabancı elçiliklerce
engellenmeye çalışılmıştır. Bu memurlara baskı yapılmış ve
memurların görevlerini yapmalarına engel olunmuştur.
Kıbrıs’ta tapusal yenilikleri sabote etmeye çalışan
konsoloslukların, İstanbul elçilikleri aracılığıyla saray
yetkililerine dilekçe yazarak Türk tapu görevlileri Sırrı Efendi
33
Serter,V.Z.,a.y.
http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong4-2/tk4-224_serter.htm [12-04-2006]
34
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kibrisveb/birin
cibolum/kibris_vakiflari.htm [28-04-2006]
43
ve Salim Efendi’yi şikayet ettikleri ve bu konuyla ilgili
birbirlerine gizli raporlar gönderdikleri ispatlanmıştır. Belgelerle
kanıtlanan yazışmalardan bir kaçı şu şekildedir: 35
Fransız Başkonsolosluğu Yazışmaları
“Marquis De La Valette”
Fransız Büyükelçisi
İstanbul
Larnaka, 2 Ocak 1853
Sayın Büyükelçi,
Türk tapu uzmanı Sırrı Efendi 1850’de Kıbrıs’a tapu
işlemlerini yürütmek için getirildi. Larnaka’da Fransız
Konsolosluğu tapu işlerine de bakmakta idi. Bu arada
Konsolos Tastu, Kıbrıs’ta özel olarak çalıştırılan, yabancı vergi
memurlarının işine son verdi. Avusturya, Rusya, Hollanda,
İspanya Elçileri tapu düzenlemeleri ve arazi mülkiyeti
konularına ilişkin çalışmaları, birlikte Amerikan Elçisi’nin
evinde sürdürmektedirler.
Balthazar Mattei ve Giacoma Boscovich Lefkoşe’de
beraberce yeni bir tapu çalışması başlatmışlardır.
Bay Tatsu, önce kendi hükümetine şikayet ettiği Ali
Sırrı Efendi’den daha sonra övgü ile söz edip tapu işlerini
doğru dürüst halledebileceğini ileri sürdü. 5 Eylül 1850’de tapu
işlemlerini başlattı. İki yılı aşkın bir süre geçmesine karşın
hiçbir ilerleme kaydedilmedi. 28 Ekim’de Salim Larnaka’ya
gözlemci olarak gönderildi. Sırrı Efendi, bir sır gibi sakladığı
tapu belgelerini her nedense Salim Efendi’ye gösterdi. Böylece
Sırrı Efendi tüm elçilikleri saf dışı bırakmış, onları dikkate
almamıştı. Vergi memurlarının tutumu da böyledir. Nitekim 15
Kasım’da, Meclis-i Vala Üyesi Arif Efendi’nin vergi
memurlarının elçilik temsilcilerinin evinde toplanmaları
35
Altan, M.H.,a.g.e., S.96,97,98,
44
çağrısına hiç kimse katılmadı. 15 Kasım’da toplantı evimde
gerçekleşti. Tüm elçilikler Sırrı Efendi’ye ateş püskürüyordu,
tavırları ise düşmanca idi. Bana da biraz kızgındılar. İddia
ettiklerine göre Sırrı Efendi, mal varlığı üzerinde hiçbir
araştırma yapmadan, yabancı azınlıklara sormadan işlem
yapmakta idi. Avrupalılar taşınmaz mallarını yalnızca Larnaka
civarında göstermiştir. Halbuki bunların iç bölgelerde de inşa
edilmiş evleri ve adlarına kayıtlı taşınmaz malları
bulunmaktadır. Tapu kayıtlarında ise bunların kaydı yoktur.
Sırrı Efendi’nin bu görevi sonuna kadar götüremeyeceği
kanısındayım.
“K. Doazan”
Bir başka belge de Diplomat Adolphe Lafflon’un Fransız
Konsolos Doazan’a yazdığı rapordur: 36
Fransız Konsolosu
Kıbrıs
28 Mart 1853, Lefkoşe
Sizinle hemfikrim. 23 Mayıs’tan itibaren gönderdiğin yıllık
bilgileri aldım; oradaki durumu iyi anladım. Sırrı Efendi’nin
çalışmaları kuşkusuz kabul edilemez. Sırrı Efendi’nin işlemlere
başlaması 1850 yılına kadar rastlar. 4 Türk’le 4 Rum’dan
oluşan ekiple çalışmalara başladı. Avrupalılar O’na 2 Avrupalı
başkanın gözetiminde çalışmalarını sürdürmesini önerdi.
Ancak kabul etmedi. 2 Avrupalı, Sırrı Efendi’yi tanıdı ve
kendisi ile çalışmayı teklif ettiler. Yine olmadı. Üyelerin 5 Türk
ve 5 Rum’dan olması daha uygundu. Arazi dağıtımlarında
yapılan değerlendirmelere karşı çıkan Georgiou Louki’ye Sırrı
Efendi baskı kullanır. Louki istifa eder. Diğer üyeleri korkuttular
ve ses çıkarmadılar. Tapu tartışmalarında Hacı Kyriako,
Başpiskoposla aynı görüşü paylaşır. Sırrı Efendi buna çok
bozuldu. Bir Türk ve iki Türk’ten oluşan vergi memurları
kazalara gönderilir. Rum vergi memuru yine Başpiskoposun
güdümünde kalarak çalışmalara karşı çıkar. İki Türk vergi
36
Altan, M.H.,Kıbrıs’ta Türk Malları Cilt 1,Kastaş Yayınevi,
İstanbul, Eylül 2001, S.98,99,100
45
memuru Rum vergi memurunu Kocabaş’a şikayet ettiler. Sırrı
Efendi’yi kınadı. Sırrı Efendi’nin fazla vergi topladığı ve kendi
masraflarını karşıladığı söylendi. Elçiliklere 5000 kuruşluk
eşya alarak onları memnun etmek istedi. Bir gün Hacı Mihail
isminde bir köylü Hükümet kapısına çıkarak vergi
veremeyecek durumda olduğunu söyledi. Sırrı Efendi O’na;
“Yalan söylüyorsun! Senin 4 dönüm değil, 8 dönüm tarlan var.
10 değil 19 baş davarın var” diyerek gönderir. Avrupalılar Sırrı
Efendi’den korkuyorlar diye ses çıkartmıyorlar. Tanzimat-ı
Hayriye gelince elçilikler de göreve müdahale ederek gözlemci
olurlar. Kendi gözlerimle gördüm bu olaya inanın Bay
Konsolos, yine kabul edin ki size olan candan bağlılığım
nedeniyle bunları yazmaktayım.
“Adolphe Lafflon”
Bu yazışmalardan da anlaşılacağı gibi Sırrı Efendi ve Salim
Efendi’nin Kıbrıs’taki Türk ve yabancı azınlıkların edindikleri
taşınmaz malları tespit etmeleri ve bunların vergilendirilmesine
yönelik
çalışmaları
sabote
edilmiştir.
Tapulandırma
çalışmalarını sürdürmek üzere Türk ve Rum azınlıklardan
oluşturulan komite sürekli olarak Rum Ortodoks kilisesi ile iş
birliği yapan Fransa Konsolosluğu, Avrupalı konsoloslar ve
diğer
yabancı
yetkililer
tarafından
sürekli
şekilde
engellenmiştir.
2.1. Kıbrıs’ın
Yönetimi
İngiltere’ye
Kiralanması
ve
Vakıfların
Osmanlı İmparatorluğu, 1877-1878 Osmanlı-Rus
harbinden sonra Rusların Ayestafanos Anlaşması ile sağladığı
üstünlüğü kaldırmak için İngiltere’nin baskı ve direnmeleri
sonucu Ada’yı 4 Haziran 1878’de yıllık 92 bin altın kira
karşılığı İngiltere’ye vermiştir. 1 Temmuz 1878 protokolüne
göre Rusya işgal ettiği Osmanlı topraklarından (BatumArdahan) çekilirse Kıbrıs Osmanlılara geri verilecektir. 37 14
Eylül tarihinde çıkarılan bir krallık konseyi emri ile ilk İngiliz
37
Güvenlik Kuvvetleri Dergisi,
http://www.mucahit.net/diger_konular/KibrisTarihi.htm
46
Anayasası yürürlüğe girmiştir. Bu metin, bundan önce diğer
İngiliz kolonileri için kabul edilmiş olan düzenlemelerin
Kıbrıs’ta uygulanmasını öngörmektedir. Böylece 1878 yılı
sonbaharında Kıbrıs’ta İngiliz yönetimi başlamıştır. Türkler de
Ada’nın tümüyle İngilizlere bırakıldığını uzun süre
anlayamadılar. Rumlar ise Ada’nın İngiliz yönetimine
geçmesine başlangıçta karşı çıktılar çünkü Rum cemaatinin
asıl amacı Yunanistan ile birleşebilmekti. İngiltere’nin
topraklarına kattığı bir Kıbrıs için bu çok zor bir hedeftir.
Halbuki Ada Osmanlı’da kalsa bu hedefi gerçekleştirmek daha
kolay olacaktır. Bundan dolayı Rum Cemaati ve kilise ilk
aşamada
nasıl
bir
tavır
alacaklarını
çok
net
belirleyememişlerdir. Zaman içinde tavırlar netleşmiş, Rum
Cemaati ve kilise Enosis taleplerini devam ettirmişler, bu
çerçevede İngiliz yönetimi ile kimi zaman karşı karşıya
gelmişler, kimi zaman da uzlaşmacı bir politika izlemişlerdir.
1878’de
Başpiskopos
Sophronius
İngilizlerce
Türk
boyunduruğundan kurtarılmalarına şahitlik etmekten fevkalade
mutlu olduğunu belirtmiştir. O, bu olayı Kıbrıs’ın Yunanistan ile
birleşmesinin bir öncüsü olarak gördüğünü beyan etmiştir. Bu
yüzden de İngiliz yönetimine minnettarlığını sunmuştur. 38
Türk temsilciliğinin İngilizler tarafından 1915 yılında
iptal
edilmesinin
ardından
vakıfların
yönetimini
gerçekleştirecek ve kendileri tarafından tayin edilecek bir Türk
ve bir İngiliz’den oluşan ikili evkaf delege sistemi
kurulmuştur. 39 Valinin tayin ettiği biri Türk, diğeri İngiliz iki
Evkaf Murahhası da (delegesi), Evkaf’ı Vali adına 1928
yılından itibaren yönetmeye başlamıştı. Bu ferman 14 Aralık
1928 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak ikinci bir emirle 1
38
Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli
Komitesi,III.Bölüm,”Osmanlı Yönetiminde Kıbrıs ve Kıbrıs”
Sorunu
http://www.saemk.org/yayin_detay.asp?sbj=icerikdetay&id=40
&dba=001&dil=tr, [12-04-2006]
39
ttp://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kibrisveb/birinci
bolum/kibris_vakiflari.htm,
[28-04-2006]
47
Ocak 1929 yılında yürürlüğe konmuştur. 1928 Kral
Fermanı’nın 7. maddesi ile de 1. Kıbrıs Evkafı bir “Hükümet
Dairesi” durumuna getirildi. İngiliz Hükümeti, kilise mallarına
hiç müdahale etmezken, Türkün malı olan Evkaf İdaresi’ni
tamamen kendine bağlamış ve istediği şekilde yönetmeye
başlamıştır. Bu Kıbrıs Türk halkı için asla kabule şayan bir
durum değildi ve Evkaf’ın tekrar kendilerine verilmesi yönünde
mücadele de bunun akabinde hemen başlamıştır. Türk Evkaf’ı
İngiliz yönetiminde çok büyük tahribata uğramış, camiler de
aynı sıkıntılı duruma taşınmıştır. Çok düşük maaş verilen
imamlar geçim sıkıntısı çekmiş fakat imamlar büyük
fedakarlıkta bulunarak camilerin tamamen kapatılmasının
önüne geçmişlerdir. Türklere meskun bölgelerde Evkaf malları
Türklere değil, Rumlara uzun vade ile ucuz olarak
kiralanmıştır. Fakat Rumlar kiliseye ait hiçbir yere Türkleri
sokmamışlardır. 1928 yılından itibaren Evkaf malları için
yapılan en önemli işlem küçük tamiratlar olmuştur. Evkaf
mallarını değerlendirerek daha çok gelir sağlamak
mümkünken bu yapılmamış böylece Evkaf’ın Türk halkı
menfaatlerine gelişmesi engellenmiştir. Bu yanlı yaklaşım da
Evkaf sorununu yaratmış ve Kıbrıs Türk halkının büyük bir
40
mücadele vermesini sağlayan temel etken olmuştur.
Kral Fermanı’nın kabulünün ardından Kıbrıs
vakıflarının Türkiye ile olan bağlantısı tamamen kopartılmıştır.
İngiliz Hükümeti sadece vakıf mallarının idaresini yapacağı
yönünde güvence vermiş fakat, hükümet ilk günlerden itibaren
vakıflar üzerinde çok büyük bir baskı kurmuştur. Vakıfların
yönetimi bu dönemde Türk cemaatinin tamamen elinden
alınmış ve İngilizler tarafından Kıbrıs Valisi olarak atanan Sir
Ronald Stros’un yönetimine teslim edilmiştir. Stros’un göreve
geldikten sonraki en büyük gayesi Kıbrıs Türk cemaatini
susturmak ve Ada’yı yanlı şekilde yönetmek olmuştur. Oysa
İngiltere Lozan görüşmelerinde Türk tarafına Kıbrıs’taki
vakıflarla ilgili gerekli teminatı vermiş ve Ahkamü’l Evkaf’ın
40
Serter,V.Z. a.g.e
http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong4-2/tk4-224_serter.htm [12-04-2006]
48
aynen devam edeceğini ve vakıf geleneğinin korunacağına
dair söz vermiştir. Fakat Stros’un Rumlarla daha sıkı ilişkilere
girdiği, Kıbrıs Türk Toplumu’nun varlığını ve köklü kuruluşlarını
yağmalamaya çalışarak parçalamayı amaçladığı ortaya
çıkmıştır. Bu dönemde bir yandan vakıf mal varlıkları İngilizler
ve Rumlar tarafından sömürülmüş, Müftülük ve Kadılık
kurumları ise kaldırılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte Türk
okullarına vakıf gelirlerinden tahsis edilmesi gereken yardımlar
kesilerek Türk cemaati sıkıntı yaşasın istenmiştir. 41
2.2. KATAK Mücadele Süreci
1915 yılında Yunanistan’ın İngiltere’nin yanında
savaşa girmesi karşılığında Kıbrıs, İngilizler tarafından
Yunanistan’a teklif edildiyse de Yunanistan politikası gereği bu
teklifi –şimdilik– kabul etmedi. Ne var ki bu Yunanistan’ın
gerçekten Enosis’ten vazgeçtiği anlamına da gelmiyordu.
Nitekim 1916-17 yıllarında Yunanistan’ın Kıbrıs’taki Konsolosu
Vatimbella ilhak lehinde her türlü kışkırtıcılığa devam ediyordu.
Bu çerçevede Aralık 1918’de Rumlar Başpiskopos Cyril
başkanlığındaki bir heyeti Enosis lehinde kulis yapmak üzere
Londra ve Paris’e gönderdiler. Yine bu tarihte Yunanistan
Enosis’i resmen talep etti, fakat Türk toplumunun sert
muhalefeti çerçevesinde İngiltere bu kararından vazgeçti.
1920’li yıllar Yunanistan için çok zor geçti. Pahalıya
patlayan Anadolu macerası ve ardından gelen iç karışıklıklar,
ekonomik sorunlar Enosis konusunda Kıbrıslı Rumları kendi
başlarına bırakmıştır. 1929 yılında Mısır’daki özgürlükçü
gelişmeler ve İngiltere’de İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi
Enosisçi Rumları bir kez daha ümitlendirmiştir. 1930 yılında
Yunanistan’ın bağımsızlığını elde edişinin yüzüncü yıldönümü
törenleri Kıbrıs’ta da şenliklerle kutlanır. Bu çerçevede
Yunanistan’a ilhak talebi 500 imzalı bir dilekçe ile Sömürgeler
Bakanlığı’na iletilmiştir. Ertesi yıl da Ada’da büyük bir
ayaklanma organize edilir. Yunan Konsolosu Kyrou’nun
41
ttp://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kibrisveb/birinci
bolum/kibris_vakiflari.htm, [28-04-2006]
49
kışkırtmaları ile Papa Nikodimos’un önderliğinde kalabalık bir
grup “ilhak” naralarıyla hükümet konağını yakar. Olaylar
sırasında ölenler ve yaralananlar olur. Böylece 1800’lü
yıllardan beri süren yoğun Enosis propagandası sonunda fiili
bir ayaklanmaya dönüşmüş oluyordu. Nitekim Vali Stross’a
göre 1931 olaylarının nedeni “elli yıldır hoşgörüyle karşılanan
bölücü kışkırtmalarda aranmalı” idi. 1931 olayları İngiliz
politikası açısından da önem taşır. Öncelikle bu olaylarda ilk
kez İngiliz karşıtı söylemler geliştirilmiştir. Enosisçiler artık
İngiltere’ye yanaşmıyorlar hatta, onlara karşı olarak Enosis
mücadelesine girişmişlerdir. Böylece silahın kendine dönmüş
olduğunu anlayan İngiltere de artık Enosis’i kesin olarak
engelleme sürecine girmiştir 42. İsyana katılmayan, hatta
isyana karşı çıkan Kıbrıs Türkleri de sömürge yönetimi
tarafından cezalandırılmış, temsilcileri Kavanin Meclisi’nden
uzaklaştırılmış, konan tüm yasaklamalara Türkler de muhatap
olmuştur. Böylece Türk halkı, bir kez daha sömürge
yönetiminin haksız baskısına uğramıştır. İsyanın en önemli
sonucu; Türk halkının başlattığı sömürge karşıtı savaşın ve
sömürge yönetimi tarafından gasp edilen toplumsal haklarını
elde etmek için verilen mücadelenin engellenmesi olmuştur.
Nitekim 1942 yılında Dr. Küçük tarafından çıkarılacak olan
Halkın Sesi’nin yayın yaşamına girmesine kadar, sömürge
yönetimine karşı etkili bir mücadele verme olanağı
kalmamıştır. 43
Ada’da 1931 Rum isyanı münasebetiyle durdurulan
siyasi faaliyetler 1940’lı yıllarda hafifletildi. Bu arada Kıbrıs
Türkleri, Avukat Fadıl Korkut Başkanlığı’nda KATAK’ı (Kıbrıs
Adası Türk Azınlığı Kurumu) kurdular (18 Nisan 1943). KATAK
kısa bir sürede Ada çapında örgütlendi, güçlendi ve Kıbrıs
Türk’ünün hak ve hukukunu Sömürge Yönetimi’ne karşı
42
Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi,
http://www.saemk.org/yayin_detay.asp?sbj=icerikdetay&id=41
&dba=001&dil=tr [02-05-2006]
43
http://www.turkforum.net/showthread.pp?t=12490&page=2
[18-04-2006]
50
korumağa başladı 44. 1940’a kadar dondurulan siyasi
faaliyetler, belediye seçimlerinin yapılmasına izin verildiği için
yeniden bir canlanma içine girmiştir. Belediye seçimlerine
katılan Türklerin çok dağınık olması ve Rumların artan Enosis
faaliyetleri, toplum aydınlarını ciddi olarak düşündürmeye
başlamıştır. Birlik ve beraberliğe susamış olan Kıbrıs Türkleri
KATAK’ın kurulmasından sonra bu örgüte sahip çıkmış ve
yaptığı cömertçe bağışlarla örgütün güçlenmesini sağlamıştır.
Diğer yandan da tüm Ada’da en ücra köylerde bile örgütlenme
için büyük çaba içine girilmiştir. Tüzüğü ve programı bulunan
siyasi bir örgütlenme olan KATAK, kendine politik hedefler
seçmiştir. Bir yandan İngiliz sömürgecilerine ve Enosis
eylemlerine karşı aktif bir politika izleyen KATAK, diğer yandan
Türk toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınması için
çalışmalarını sürdürmüştür. İlk kongresi 18 Nisan 1943’te
Evkaf’ta gerçekleştirilen KATAK’ın yönetimine emekli hakim
İzzet Bey, Dr. Rauf ve Fadıl Korkut seçilmişlerdir. Kongreden
sonra Lefkoşe, Mağosa, Baf, Larnaka ve Girne’de çalışacak
heyetleri oluşturan KATAK’ın amacı, kuruluş tüzüğünün 3.
maddesiyle şöyle özetlenmektedir:
“Cemiyetin maksadı, Kıbrıs Türk Azınlığı’nın haklarını aramak,
ilmi, iktisadi ve sınai seviyelerini yükseltmek ve umumiyetle
Kıbrıs Türklerinin menfaatlerini temine çalışmaktır…” 45
Kıbrıs Türk halkının örgütlenerek birliğini sağlaması ne
kadar sevindirici ise, kurulan örgüte AZINLIK kelimesi
eklenmesi de o derece talihsizlik olmuştur, çünkü Kıbrıs
Türkleri, ilk kez kendilerini AZINLIK olarak nitelemişlerdir. Bu
durum ise sürdürülen politik savaşım açısından hem o
günlerde, hem de daha sonraları, hatta günümüzde bile bir
çok sakıncaları beraberinde getirmiştir. Ada’nın esas halkı
olduğunu iddia eden ve bu doğrultuda propaganda yapan
Rumlar, böylece Enosis tezlerine gerekçe bulabileceklerdir.
44
Serter,V.Z. “Kıbrıs’ta Vakıfların Vatanlaşmada Etkileri”,
Serter,V.Z.,http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong42/tk4-2-24_serter.htm [12-04-2006]
45
http://www.kibris.gen.tr/turkce/sorular/soru020.html, [21-042006]
51
Nitekim daha sonraları “Ada’nın halkı olarak biz Enosis
istiyoruz. Türkler azınlıktır. Onlara da azınlık hakları verebiliriz”
şeklindeki tezler ileri sürdükleri görülecektir. 46
Rauf R. Denktaş 21 Ocak 1948 tarihli Halkın Sesi
Gazetesi’nde Evkaf’ın durumu ile ilgili yaptığı açıklamada
şunları belirtmektedir 47:
“...Ada’nın bir çok köylerinde Evkaf İdaresi’nde olan mallar,
tarlalar ve çiftlikler vardır. Uzağı gören bir baş kolaylıkla bu
malları köylülerimiz için birer örnek haline getirilebilir ve aynı
zamanda verimde ve idarede ön safta olurdu. Halbuki netice
tam aksi olmuştur. Ata mallarının bir çoğu maalesef günden
güne acınacak bir vaziyete düşmüştür. Rumların Cikko
Manastırları, Apostol Andrreas Çiftlikleri en verimli ve takdire
layık bir vaziyette idare olunurken bizim Hala Sultan’ımızdan
tutunuz da Hz. Ömer’imize kadar enmübarek ve aziz yerimiz iç
yakan bir vaziyette bulunmaktadır.
Halkçılar ve Evkafçılar sınıfı diye Ada Türklerinin iki
kısma ayrılmaları ve Evkaf idaresi’ni hükümetin sırtlaması ile
halka sırtını büsbütün dönmesi neticesi olan bu hale çare
Evkaf’ın derhal halka verilmesi olacaktır.”
Bu dönem, Türk halkının Evkafla ilgili tepkilerinin tam
olarak ortaya konulduğu dönem olarak tarihteki yerini
almaktadır.
11 Haziran 1948 tarihinde Hükümet tarafından Evkaf,
Müftülük, Aile Kanunu, Maarif ve Şer’iye Mahkemeleri
konularını incelemek ve Hükümete tavsiyelerde bulunmak
üzere Mehmet Zeka Bey Başkanlığında Türk İşleri Komisyonu
kurulmuştur. Komisyon 24 Haziran 1948 tarihinde ilk
toplantısını yaparak göreve başlamıştır. Türk İşleri Komisyonu,
çalışmalarını büyük bir süratle sürdürmüş ve hazırladığı “ara
46
http://www.emu.edu.tr/english/ingeneral/trnc/books/kibrissoru
nu/bolum2/turklerinsavasimi/
ingilizlerinyonetimi/siyasi/katak.html
47
Serter,V.Z.,http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong42/tk4-2-24_serter.htm [12-04-2006]
52
raporu” 20 Ocak 1949 tarihinde hükümete sunmuştur. Bu
raporun hemen arkasından hükümet, 1928 Kral Fermanı’nı
feshettiğini açıklamıştır (24 Şubat 1949). Kıbrıs Türk Halkı’nın
önde gelen parti liderleri 8 Eylül 1949 tarihinde “milli birlik ve
beraberlik” içinde çalışacaklarını ilan etmişlerdir. 23 Ekim
1949’da Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu kurulmuş,
federasyon başkanlığına önceleri Faiz Kaymak, daha sonraları
da Rauf R. Denktaş getirilmiştir. Federasyon Kıbrıs Türklerinin
kültürel, ekonomik sorunlarının yanı sıra siyasi hayatı ile de
ilgilenerek mücadeleye büyük katkı sağlamıştır. 48
2.3. Evkaf için Büyük Miting
28 Mart 1954 tarihinde Evkafla ilgili olarak çok büyük
çaplı bir miting kararı alınmış bu konuya ilişkin Kıbrıs Türk
basınında pek çok yazı yayımlanarak Evkaf’ın durumu bir kez
daha gözler önüne serilmiştir. 28 Mart Miting günü Halkın Sesi
Gazetesi’nde yayımlanan “Niçin Toplanıyoruz” başlıklı
makalede özetle şunlar belirtilmektedir:
1-Kan dökülerek fethedilen bu Ada’da ata yadigarı vakıf
mallarından ancak hükümet, belediye ve yabancı unsur
yararlanmakta, vakıf malları yağma edilmektedir.
2-Terk edilen ve harap hale getirilen vakıf malları yok
pahasına, ucuz fiyatlarla satılmaktadır.
3-Evkaf Dairesi, terk edilen vakıf malları yanında din
adamlarının acıklı durumlarını görmemekte, asıl görevini
yapmamaktadır.
4-Evkaf Dairesi, yıllarca bir siyaset ve entrika ocağı haline
dönüştürülmüştür.
5-Mekteplerimiz, milli kültürümüz Evkaf’a rağmen körlenmekte,
dejenere edilmektedir.
6-Milli gururumuz liselerde yıllarca ecnebi müdürlere
çiğnetilmiştir.
7-Ulu Ata’nın bu resmine bu cemaat müessesinde (Evkaf) yer
verilmemiş Şanlı Türk Sancağı’na bu cemaat müessesinde
gönder bulunamamıştır. 49
48
Serter,V.Z.a.e.
Serter,V.Z.a.e.
49
53
Kıbrıs Türk halkının evkaf için verdiği mücadele semeresini
vermiş ve 14 Nisan 1956 tarihinde Evkaf’ın idaresi, halkın
reyiyle seçilen mümessillere yeniden devredilmiştir. 50
2.4. Evkaf’ın Türk Halkına Devrinden Sonra Vakıfların
Durumu
Evkaf’ın 15 Nisan 1956 tarihinden sonra Kıbrıs Türk
Halkı’na devredilmesinin ardından Kıbrıs Türkleri için yeni bir
dönem başlamıştır. Bundan sonra ata yadigarı vakıflar, gerçek
sahipleri Türkler tarafından yönetilecek ve Türk halkının
istifadesine sunulacaktır. Ancak 1 Nisan 1955 yılından itibaren
Kıbrıs Rumlarının Enosis amacı ile başlattığı tedhiş ve bunun
sonucunda vuku bulan kanlı saldırılar, Evkaf yönetimini de
olumsuz etkilemiştir. Çünkü 1955-1959 yılları arasında
Enosis’e karşı olmaları nedeni ile Rumların saldırıları ile
Kıbrıs’ta bir iç harp yaşanmış ve bunun sonucunda da Türk
halkı büyük ölçüde can ve mal kaybına uğramıştır. Kanlı
saldırırları karşısında kendilerini savunamaz durumda olan 6
bini aşkın soydaşımız mallarını, mülklerini, arazilerini, velhasıl
her şeylerini terk ederek göçmen durumuna düşmüşlerdir. Bu
yıllar arasında Evkaf’a bağlı pek çok emlak ve arazi Rumların
elinde kalmış ve bundan dolayı Türk halkı büyük ölçüde maddi
kayba uğramıştır. 1960-63 yılları arasında iki halkın ortaklığına
dayalı “Kıbrıs Cumhuriyeti” döneminde Evkaf rahatlar gibi
olmuş ancak Rumların 21 Aralık 1963’te kanlı saldırılarını
yeniden başlatmaları üzerine vakıflar yine büyük ölçüde zarara
uğramıştır. Bu durum Mutlu Barış Harekatı’na kadar devam
etmiştir. Mutlu Barış Harekatı ile pek çok soydaşımız Rum
hakimiyetinde bulunan Güney Kıbrıs’tan, Kuzey’e özgür
bölgeye göç etmişlerdir. Bu göç nedeni ile vakıflara ait pek çok
mülk Güney’de kalmıştır. Bu mülkler Rumlar tarafından
yağmalanmış ve daha sonra da Rum yönetimi tarafından
Rumların istifadelerine sunulmuştur. 15 Nisan 1956’dan sonra
düzenlenen yasalarla Vakıflar İdaresi’ne dini ve sosyal
görevlerin yanında iktisadi alanda da görevler verilmiştir.
50
htttp://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kibrisveb/biri
ncibolum/kibris_vakiflari.htm, [28-04-2006]
54
Bundan sonra Vakıflar İdaresi, Kıbrıs Türk Halkı’nın ilk iktisadi
kamu kuruluşu olarak faaliyete geçmiştir. 1956 yılından
itibaren vakıfların yapmış olduğu ekonomik atılımlar ve
kazandığı deneyimler, Kıbrıs Türk Halkı’nın bugünkü iktisadi
kalkınmasında büyük rol oynamasına olanak sağlamıştır. 51
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Birinci Cumhurbaşkanı
Rauf R. Denktaş Evkafa yönelik yaptığı açıklamada şunu dile
getirmektedir: “-Kıbrıs Türk Halkı’nın Ada üzerindeki temel
haklarını oluşturan en büyük emlak ve mal varlığı olan Evkaf,
Kıbrıs Türk varlığının teminatını oluşturur.” 52
3.KIBRIS CUMHURİYETİ VE KANLI NOEL
Kıbrıs Rumlarının Enosis için başlattığı silahlı
kampanyaya Türklerin “Taksim” talebiyle karşı çıkmaları
üzerine bir orta yol bulma arayışları başlar. Bu arayışlar
sonucunda Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve ABD tarafından
benimsenen formül Ada’nın bağımsızlığıdır. Kıbrıs, iki
toplumun egemenliğine ve yönetimine dayalı, iki eşit toplumun
iç içe yaşayacağı bir cumhuriyet olacaktır. Bu kapsamda Zürih
ve Londra Anlaşmaları çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti
kurulur. Bu anlaşmaları Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın
yanı sıra Kıbrıs Rum ve Türk temsilcileri de imzalayarak 16
Ağustos 1960’da eşit statüde iki toplumlu bir cumhuriyet
kurulmuştur. Bu anlaşmalar çerçevesinde oluşturulan Kıbrıs
Anayasa’sında parlamento, hükümet ve kamu yönetimi
yapılanmasında yüzde 70 Rum, yüzde 30 Türk, polis ve
jandarmanın yapılanmasında yüzde 60 Rum, yüzde 40 Türk
esası getirilmiştir. Bu anlaşmaların en önemli sonucu da
Ada’dan ayrılan Türk askerinin yeniden Kıbrıs’a dönmesi
olmuştur. Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı 650 kişilik mevcudu ile 1
Ağustos 1960’da Ada’ya gelmiştir 53. Fakat Kıbrıs’ta Türk
Halkı’nı azınlık statüsüne düşürmek isteyen Rum liderliği
51
Serter,V.Z.a.g.e.
Serter,V.Z.a.ge.
53
Güvenlik Kuvvetleri Dergisi,
http://www.mucahit.net/diger_konular/KibrisTarihi.htm
52
55
amacını gerçekleştirmek için anayasa’da değişiklik öngören 13
maddelik bir öneri sunmuştur. 54 Bu önerinin amacı Enosis’tir.
Makarios 22 Kasım 1962’de Ankara’yı Kıbrıs Cumhurbaşkanı
sıfatıyla ziyaret eder ve anayasanın değiştirilmesi gerektiğini
belirtir. 16 Aralık 1963 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti
Hükümeti, Makarios’un tekliflerini reddettiğini açıklar. Bu
durumun ardından Makarios 1960 Anlaşması’nın geçersiz
olduğunu açıklar ve Türk Milletvekilleri Meclise sokulmaz.
Bundan dolayıdır ki Kıbrıs sorununa genel olarak bakıldığında,
batılıların iddia ettiği gibi Kıbrıs sorunu Türkiye’nin 1974’teki
müdahalesi ile başlamamış aksine 1963 yılında Rumların tek
yanlı olarak Kıbrıs’ın anayasasını yok etme ve Kıbrıs’ı tek
başına yönetme girişimi ile başlamıştır. Bu olayın ardından
Yunan subayları tarafından gizlice eğitilip silahlandırılan beş
bin kişilik gizli EOKA gücü, 950 kişilik Yunan Alayı mensupları
ile beraber 21 Aralık 1963’te Ada’nın her yanında Türklere
karşı saldırıya geçmiştir 55. Kanlı Noel olarak anılan bu olaylar
Türk Halkı’nın direnişi ile başarıya ulaşamamıştır. Bu olayların
sonucunda yüzlerce Türk şehit olmuş, 103 köy yakılıp yıkılmış
ve 30 bin Türk kendi öz vatanlarında göçmen durumuna
düşürülmüştür 56. Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde Evkaf rahatlar
gibi olmuş ancak kanlı saldırıların 21 Aralık 1963’te yeniden
başlaması üzerine Vakıflar yine büyük zarara uğramıştır. Bu
durum 1974 Mutlu Barış Harekatı’na kadar devam etmiştir. 57
3.1. Barış Harekatı Sonrası Vakıf Malları
20 Temmuz 1974 Harekatı sonrasında Vakıflar
İdaresi’ne ait emlakın büyük bir kısmı, Kıbrıs Rum Kesimi’nde
54
Güvenlik Kuvvetleri Dergisi,
http://www.mucahit.net/Dergiler/Dergi62/sayfa_24htm, [Aralık
2004]
55
Güvenlik Kuvvetleri Dergisi,
http://www.mucahit.net/diger_konular/KibrisTarihi.htm
56
Güvenlik Kuvvetleri Dergisi,
http://www.mucahit.net/Dergiler/Dergi62/sayfa_24htm, [Aralık
2004]
57
Serter,V.Z.a.g.e
56
yani güneyde kalmıştır. Adet itibariyle ortalama %44’ü, gelir
kaynakları itibariyle de ortalama %63’ü güneyde kalan ve çok
kısa zamanda hiç bir yatırım gerektirmeden yüksek gelir
getiren ve yatırımlar için finans kaynağı niteliği taşıyan mallar
güneyde kalmıştır. Buna karşılık kuzeyde Rumlardan kalan ve
çoğunluğunu kilise emlakinin oluşturduğu emlak ve araziden
Vakıflar İdaresi kısa zamanda gelir elde edemediği gibi
işletmeye de açmak için büyük paralar harcamıştır. Güney’de
kalan vakıf mallarına eş değer olarak Kuzey’de tahsis edilen
emlak ve arazinin gelir getirir nitelikte olmaması, harap bir
durumda bulunması, tamir ve işletilebilir duruma gelebilmesi
için büyük yatırımlara gerek duyulması, çoğunun giderlerinin
gelirlerinden fazla olması nedeniyle zarar etmesi, bir kısım
güneyden gelen göçmenlere devlet tarafından tahsis edilmesi
nedeniyle Vakıflar İdaresi’ne tatminkar bir gelir getirmemiştir. 58
3.2.Vakıf
Topraklarının
Türklerinin Mağduriyeti
Yağmalanması
ve
Kıbrıs
Vakıf hukuku ve Vakıfların statüsü, "Ahkamül Evkaf"
olarak tanımlanır. Bugüne dek Ada'da 700'den fazla vakıf
kurulmuştur. Kıbrıs'taki tüm vakıflar, 1571'den itibaren
"Ahkamül Evkaf" ve "Mülhak Vakıf" kuralları çerçevesinde,
Kıbrıs Vakıflar İdaresi'nin yönetim ve denetimi altındadır. Bu
kurallara göre; vakıf malları devredilemez ve zaman
aşımından etkilenmez. Nitekim, bu kurallar, 1878-1960 İngiliz
Yönetimi ve 1960-1974 ortak Cumhuriyet döneminde de yasal
ve Anayasal düzeyde tanınmıştır. 4.6.1878 tarihinde İngiltere
ile Osmanlı Devleti arasında yapılan ve Kıbrıs Adası'nın
İngiltere'ye kiralanmasını da içeren anlaşma ekindeki 1.7.1878
tarihli protokolün 2. maddesi "Ahkam ül Evkaf"ı yürürlükte
tutmaktadır. 1914'de İngilizler, 1. Dünya Savaşı'nı bahane
ederek Kıbrıs'ı ilhak ederken Ahkam-ül Evkaf'ı ilga eden bir
düzenleme de yapmadılar. Tam tersine 1915 Kıbrıs
(Müslüman Dini Taşınmaz Mallar) İmparatorluk Emirnamesi
Ahkam-ül Evkaf'ın yürürlükte olduğunu teyit etmektedir. Lozan
Anlaşması’nın 20.maddesi ile Kıbrıs İngiltere'ye resmen
58
Serter,V.Z.a.g.e.
57
devredilirken Ahkam-ül Evkaf ile ilgili aksi bir düzenleme veya
karar da bulunmamaktadır. 1959 Londra ve Zürih anlaşmaları
yapılırken ise, Rauf R. Denktaş, "gasp edilen vakıf mallarıyla
ilgili Kıbrıs Türk toplumunun haklarının saklı olduğuna ve söz
konusu malların geri alınması ve tazmini için gerekli çarelere
başvurulacağına" dâir anlaşma metin taslağına şerh
koydurmuştur. Tüm bu hukuki çerçeveye rağmen, 1878'den ve
özellikle de 1913'ten itibaren aşamalı olarak bu kurallar İngiliz
ve Rumlar tarafından ihlal edilmiş ve vakıf emlakin önemli bir
kısmı gasp edilmiştir. Yasa dışı yöntemlerle el konulan bu
emlakin kaba bir hesaplama ile yalnızca arazi olarak değerinin
100 milyar doları aştığını ve Vakıflar İdaresi'nin 100 yıla
yaklaşan sürede yoksun kaldığı mali gelirin 1 trilyon dolar
civarında olduğunu söylemek, olayın önemi ve mali boyutu
hakkında bir fikir verebilecektir. 59 Vakıfların yüz yıllık yaklaşık
tazminat tutarı 100 milyar dolar olarak açıklanmaktadır.
Rumların el koyduğu mallar için harekete geçen Vakıflar
İdaresi Rumlardan 173 milyon dolarlık bir tazminat talebinde
bulunmuştur. Rumlar tarafından gasp edilen mallar için girişim
başlatan Vakıflar İdaresi ilk olarak Larnaka’daki Bekir Paşa
suyu için Rum Yönetimi’nden 173 milyon dolar tazminat talep
etmiştir. Vakıflar İdaresi Genel Müdürü Taner Derviş 18781960, 1960-1974 ortaklık cumhuriyeti döneminde vakıf
emlaklarının yağma edildiğini belirterek bu dönemle ilgili
tazminat hakkının 500 milyar doları aştığını açıklamıştır. Vakıf
emlakının uluslararası hukuka aykırı şekilde gasp edildiğinin
belgelerle ispatlandığını ve bu çerçevede bir eylem planının
devreye sokulduğunu dile getiren Derviş, Kapalı Maraş’ın da
oturuma açılmasıyla birlikte 20 bin yatak kapasiteli 5 bin iş
yerinin ekonomiye kazandırılacağını, 15 bin kişilik istihdam
yaratılacağını ve milli gelirin yüzde 100 oranında artacağını
söylemiştir 60 .Özellikle sömürge idaresi döneminde vakıf
emlakın önemli bölümü Kıbrıs Rum Kilisesi tarafından gasp
59
Sezer S., Atun A.,
http://www.siyasitarih.com/arsiv/martnisan.doc,
F:\makale\kapalımaras_vakıflar_internet.htm, [28-04-2006]
60
http://www.cyprusmedianet.com/TR/article/9602, [28-042006]
58
edilmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan, Kıbrıs Rum Kilisesinin
özerkliği muhafaza edilmiş ve iktisadî açıdan güçlenmesi de
sağlanmıştır. Başlangıçta hiç bir maddî varlığı olmasa da, bu
kilise, günümüzde, bir televizyon kanalı ile 13 şirketin sahibi ve
ana hissedarı durumuna gelmiştir. Kıbrıs Rum Kilisesi’nin
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki toprak varlığı 600 dönüm
olarak tespit edilmiş olup, 1974 öncesi emlak varlıkları gasp
edilmiş olan Mağosa bölgesindeki sadece iki varlığımızın tutarı
91 dönüm tutarındadır. Son günlerde tartışılan Birleşmiş
Milletler’in Kıbrıs sorununa ilişkin çözüm planı, 1571 yılından
bu yana Ada genelinde geçerli olan vakıf hukukunu ve vakıf
statüsünü de göz ardı etmektedir. Birleşmiş Milletler Planı’nda,
anayasal düzeyde tanınmış vakıf kurallarına yer verilmemekte,
buna karşın vakıf kurallarına aykırı düzenlemelere yer
verilmektedir. Birleşmiş Milletler Planı, 1878-1963 döneminde
gasp edilmiş bulunan vakıf emlakının tespiti ve iadesini de göz
ardı etmektedir. İlaveten, Birleşmiş Milletler Planı, vakıf emlak
mülkiyetinin tazminat karşılığında emlak komitesine devrini de
öngörmektedir. 61 Annan Planı’nda yer alan ve haritada büyük
bölümünün Rumlara bırakılması öngörülen Vakıflar İdaresi’nin
Güzelyurt Ovası’ndaki mülkiyet haklarının resmi tescili
yapılmış olup buralar Vakıflar İdaresi arşivinde bulunan sekiz
adet vakıftan oluşmaktadır. Bu vakfiyede yer alan bilgilere
göre, Güzelyurt Ovası’ndaki vakıf emlakinin 7 bin 141 dönüm
sulu arazi ve kesin büyüklükleri hala tespit edilememiş, 2
çiftlikten oluştuğu açıklanmıştır. Söz konusu çiftliklerin
büyüklüğü binlerce dönüm olup çiftliklerle ilgili kesin tapu
kayıtları henüz sonuçlandırılamamıştır. 62 Emekli Büyükelçi ve
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Gündüz Aktan
Kıbrıs’taki vakıf malları hakkında şunları söylüyor: 63
61
Aydın Dumanoğlu, Birinci Oturum
http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22/yil1/ham/b08801h.ht
m, [28-04-2006]
62
http://www.haber.net.kk.tc/haber_detay.php?haber_id=
1182, [28-04-2006]
63
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=176976&tarih
=28/01/2006, [28-04-2006]
59
“...Emlak sorununa odaklanmalıyız. Arestis davasını da
kaybettik, ama AİHM tazminat miktarının, KKTC'de kurulacak
Emlak Komisyonu'nca saptanmasını istedi. Bundan kısa bir
süre sonra bir KKTC mahkemesi Kapalı Maraş bölgesinin
Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa vakıflarına ait olduğuna
karar verdi. Lefkoşe'den gelmekte olan haberlerde, Arestis'in
dava konusu olan evinin Abdullah Paşa Vakfı üzerinde
olduğunun anlaşıldığı bildiriliyor. Yani Arestis kendisine ait
olmayan ve vakıf mevzuatına göre olmasına da imkân
bulunmayan bir taşınmaz üzerinde, hukuka aykırı biçimde
yapılmış bir binayı kullanamamaktan doğan kaybını, Türk
tarafının tazmin etmesini istiyor. Eğer bu bilgi doğruysa, vakıf
mülkü üzerinde Rum hakkı olduğunu tazminat ödeyerek bir
kez kabul edersek, Ada’da esasen yağmaya uğramış vakıfları
kurtarmamız mümkün olmaz. Zira AİHM bundan sonra
açılacak davaları da Arestis davasının yaratmış olduğu emsale
göre hükme bağlar. Lefkoşe'den gelen bir başka ilginç haber
var: Loizidou'nun Girne'deki evini kullanamaması dolayısıyla 1
milyon Euro civarındaki tazminat ödemiştik. Oysa Loizidou'ya
ait 10 taşınmazın hiçbirinde bina bulunmuyor. Buna mukabil
birçok televizyon kanalı Loizidou'nun evi diye bahçe içinde
kısmen harap olmuş bir binayı göstermiş; basında da bunun
fotoğrafları çıkmıştı. Şimdi anlaşıldığına göre, AİHM'in
tazminat kararı evle değil, arsalarını tasarruf edememesinden
kaynaklanan kayıpla ilgili. Taşınmazları güneyde kalan Kıbrıs
Türklerinin AİHM'de dava açmaları kuşkusuz önemli, ama
Ada’nın yüzde 30'undan fazlasına sahip olduğu söylenen Türk
vakıfları konusu hayli hayati önem taşıyor...”
3.3. Louzidu Davası
AİHM, 1996 yılında Titiana Louzidu adlı Rum kadına
Girne’deki evini kullandırmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi suçlu
bulmuş; Avrupa Konseyi’nde üyeliğinin askıya alınması
tehditlerine rağmen yıllarca kararı uygulamamakta direnen
Türkiye, Aralık 2003’te gecikme faizleriyle beraber Louzidu’ya
1.1 milyon Euro tazminat ödemiştir. Louzidu kararı iki
yönlüdür: Türkiye’nin ödediği tazminat, sadece 1974’ten bu
yana evini kullanamadığı içindir. Mahkeme, Louzidiu’nun
60
“mülkiyet hakkına kavuşması”, yani mülkünün iadesini 2005
sonunda ele almaya karar vermiştir. Türk tarafı bu yüzden
zamanlama baskısı altına girmiştir. AİHM 1996 kararını emsal
kabul ederse, bekleyen binlerce dava göz önüne alındığında
Türkiye’nin ödeyeceği toplam tazminat miktarı 20 milyar dolar
civarında olacaktır. Mülkün iadesi kararı çıkması, binlerce
Rum’un, bugün Türklerce kullanılan ve çoğu defalarca el
değiştirmiş olan KKTC’deki evlerine dönmek istemesi ile
siyasi, ekonomik ve hukuki açıdan içinden çıkılamaz bir durum
yaratacak, belki de şiddet olayları ve çatışmaları beraberinde
getirecektir 64.
3.4. Arestis Davası ve Maraş
Myra Xenides Arestis adlı Rum kadının 1974
öncesinde kapalı bölge Maraş'ta bıraktığı mülkü için 1998
yılında AİHM'de Türkiye aleyhine yaptığı kişisel başvuru,
Kıbrıs'ta mülkiyet sorunu ve vakıf mallarının yağmalanması
konusunu derinden etkileyecek bir dava olma niteliği
taşımaktadır. AİHM, 22 Aralık 2005'te açıkladığı kararında
"Türkiye'nin, ilgili mülkün Türk vakıflarına ait olduğunu iddia
ettiği, ancak 14 Mart 2005'te reddedilen bu iddiası için kendine
tanınan zaman dilimi içinde yeni bir kanıt sunmadığı"
belirtilmektedir. Oysa, AİHM kararının ardından Gazimağusa
Mahkemesi'nin 27 Aralık 2005'te verdiği tespit kararı ve tapu
kayıtlarının incelenmesi ile ortaya çıkartılan belgeler, bu
davanın seyrini değiştirecek yeni bir durum ile karşılaşıldığını
göstermektedir. Arestis'in mülkünün Abdullah Paşa Vakfı
üzerinde olduğunun belgelenmesi, Vakıflar İdaresi'ne
Maraş'taki diğer Vakıf malları için olduğu gibi Arestis'in
mülkünün de sahiplenilmesi sorumluluğunu yüklemektedir.
Maraş'taki mülklerin Ahkâm ül Evkaf prensipleri ihlal edilerek
gayri yasal şekilde Rumların isimlerine kaydedildiğinin
64
Sezer S., “KKTC Mülkiyet Rejimi Değiştirme Girişimi ile İlgili
Ön Değerlendirme”, [9 Aralık 2005],
http://www.avsam.org/tr/analizler.asp?ID=62, [05-05-2006]
61
kanıtlanması, AİHM'de "davalı" değil "davacı" taraf konumuna
geçmeyi mümkün kılacaktır 65.
4. ANNAN PLANI TOPRAK VE MÜLKİYET SORUNU
1974 Barış Harekatı sonrasında 1975 Nüfus
Mübadelesi anlaşması yapılarak, Kuzey’den Güney’e 120 bin
civarında Rum, Güney’den Kuzey’e ise 65 bin Türk geçmiş,
böylece nüfus bakımından homojen iki kesim meydana
gelmiştir. Her iki halkın geride bıraktıkları mal ve mülklerle ilgili
mülkiyet sorunu, Kıbrıs meselesinin en temel ve kilit
konularından birini oluşturmaktadır. Şimdiye dek, mülkiyet
konusunun “Kıbrıs sorununa bulunacak kapsamlı ve iki
kesimliliğe dayanan bir çözümün parçası olarak” ele alınacağı
genel kabul görmüş, sorunun “Global Takas ve Tazminat”
yoluyla çözüme kavuşturulması savunulmuş ve Türk tarafı,
Talat Yönetimi’nin son girişimine kadar Rumlara mal iadesini
öngören hiçbir düzenlemede bulunmamıştır. Başta Girne
olmak üzere KKTC mülklerinin yüzde 80’inin 1974 öncesinde
Rum tapulu olmasının en büyük endişe kaynağı olduğu
belirtilmektedir. Rum tarafı ise 1974 sonrasında Kuzeyden
Güneye giden tüm Rumların geri dönmesi ve mal-mülküne
sahip olması yönünde çaba göstermektedir. Rumlar “Vasilik
Yasası” diye bir yasa çıkararak Türk mallarını kendi
devletlerinin kontrolüne almışlardır. Rum Yönetimi, Türklere ait
malların yaklaşık yüzde 20'sini kamulaştırılıp bedelini bloke
ederek, ödemeyi çözüm anına kadar ertelemektedir. AİHM
kriterlerine aykırı olan bu husus, kamulaştırmada haklı bir
gerekçenin olmaması, mülkiyet hakkının iade edilmemesi ve
Türklerin güneydeki diğer mülklerinden etkili olarak
yararlanamamaları
nedeniyle
İnsan
Hakları
Avrupa
Sözleşmesi'ne (İHAS) de aykırıdır. Rum Yönetimi, Rumların
kuzeyde bulunan mallarının satışı için çıkardığı (1970/49)
sayılı yasayı da uygulamaktadır. Buna göre, kuzeydeki malını
satan bir Rum, devir işlemini yapabilmesi için İçişleri
Bakanlığından, devrin 'kamu güvenliğine' engel oluşturmadığı
65
Sezer S., Atun A.,
http://www.siyasitarih.com/arsiv/martnisan.doc, [28-04-2006]
62
yolunda izin almak durumundadır. Taşınmazı satın alanın
Rum olmaması durumunda ise bu izin verilmemektedir. 66
KKTC Meclisi, Louzidiu davasının yaratabileceği sıkıntıları
önlemek ve Kuzey’deki Rum mallarının mülkiyet sorununa
çözüm bulmak amacıyla 30 Haziran 2003’te Anayasa’nın
159/4 maddesine istinaden bir yasa onaylamıştır. Yasa “KKTC
Hudutları Dahilinde Kalan ve Anayasa’nın 159. Maddesi’nin
(4). Fıkrası Kapsamına Giren Taşınmaz Malların Tazmini
Yasası” adını taşımaktadır. Yasa ile bağlayıcı karar alma ve
uygulatma yetkisine sahip 7 veya 9 üyelik bir “Taşınmaz Mal
Saptama,
Değerlendirme
ve
Tazmin
Komisyonu”
oluşturulması da öngörülmüştür. Yasaya göre; 1974
sonrasında Kuzey’de mal bırakan Rumlar, tazminat veya takas
(“takas”, yalnızca Güney’de kalan ve devlet lehine feragat
verilen Türk mallarına karşılık olması halinde mümkündür)
istemiyle Komisyon’a başvurabileceklerdir. Başvuru sahibi
Rum’un, Komisyon’un takas veya tazminatla ilgili kararından
memnun olmazsa, konuyu önce KKTC mahkemelerine, iç
hukuk yolunu tükettikten sonra ise Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi (AİHM)’ne götürmesi de mümkün hale getirilmiştir.
AİHM’ye başvurunun, mülkiyet talebi için değil, tazminatın
yetersizliği konusunda olması öngörülmüştür. Yasada, 1 yıl
içinde başvurmayan Rumların hak ve menfaatlerinin çözüm
sonrasına erteleneceği de belirtilmiştir. 67 Mahkeme, Rumların
bundan
sonraki
başvurularını,
Kuzey
Kıbrıs
Türk
Cumhuriyeti'ndeki Tazmin Komisyonuna yapmalarına karar
verdi. Komisyona başvurmanın Kıbrıs Türk kesimini tanıma
anlamına geleceğini bildiren Rum Yönetimi, karara şiddetle
karşı çıktı 68.
66
Sema S, “KKTC Mülkiyet Rejimi Değiştirme Girişimi ile İlgili
Ön Değerlendirme”, [9 Aralık 2005],
http://www.avsam.org/tr/analizler.asp?ID=62, [05-05-2006]
66
Sema S, “KKTC Mülkiyet Rejimi Değiştirme Girişimi ile İlgili
Ön Değerlendirme”, [9 Aralık 2005],
http://www.avsam.org/tr/analizler.asp?ID=62, [05-05-2006]
68
Sema S, “KKTC Mülkiyet Rejimi Değiştirme Girişimi ile İlgili
Ön Değerlendirme”, [9 Aralık 2005],
63
Anlaşma olsa da olmasa da Kıbrıs Türkü'nün
haklarının zaman içinde eriyebileceğini Rumlar da biliyor.
KKTC'de egemenliğe son veriliyor. Annan Planı'nın
anlaşmasıyla Türklere tanınan koruyucu hak ve istisnalar,
rahatlıkla Avrupa Birliği Adalet Divanı kararlarıyla ortadan
kaldırılabilecek. Koruyucu istisnaların AB birincil hukuku haline
getirilip, kalıcı kılınmasının yolu, bunların bir protokole
bağlanıp, AB üye ülkeleri parlamentoları tarafından
onaylanmasıdır. Buna da ne AB, ne de Yunanistan
yanaşmıyor. Geçiş süreleri iki bakımdan da yok denecek
kadar kısa. Federal devletin kuruluşu ve Rumlara kuzeyden
bırakılacak olan toprakların devri, geçiş süresinin kısaltılması,
ortak devletin sağlıklı bir işlerliğe hazırlanarak başlatılmasını
olanaksız kıldığı gibi neredeyse 60 bin Türk'ün hiçbir hazırlık
yapılmadan yerinden olmasına yol açacak gibi görünüyor.
Kısaca Türkler evinden olacak.
Kurucu Devlet Sınırları ve Toprak Ayarlaması:
Burada, Kıbrıs Türk tarafının Rumlara bırakacağı
toprakların geçiş sürecinin 42 ayı kapsayan 6 aşamada
gerçekleşeceği belirtilmektedir. Süre, anlaşmanın yürürlüğe
girişinden 104 gün sonra başlayacaktır. Ancak anlaşmanın
temel eksikliği burada da görülmektedir: Anlaşmayla on
binlerce Türk evlerinden atılacaktır, ama nasıl ve nereye,
hangi parasal olanaklarla yerleştirileceklerine ve bunlar
düzenlenmeden yerlerinden edilmeyeceklerine ilişkin bir
düzenleme yoktur 69.
Annan Planı Referandumuna Rum tarafının da evet
demesi durumunda yaşanacakları Kıbrıs Rum Kesimi’nde
http://www.avsam.org/tr/analizler.asp?ID=62, [05-05-2006]
Amerikanın Sesi Radyosu. “AİHM, Kıbrıs Rumlarının Açtığı
Davada Türkiye’yi Tazminat Ödemeye Mahkum Etmedi”
ANKARA, 23/12(BYE)---, 07.00-07.30 Türkçe yayınından
69Şükrü Sina Gürel, Cumhuriyet, Cumhuriyet, 1 Nisan 2004,
http://www.cumok.org/html/yazar/ssgurel/kibristaegemenlik.ht
m, [30-04-2006]
64
yayınlanan Alithia Gazetesinin 22 Temmuz 2005 tarihli
nüshasında gazeteci Alekos Konstantinidis şöyle açıklıyor:
“Oramiral Yener Karahanoğlu Kıbrıs'a gelmeyecek, Türk
donanmasının firkateyn ve denizaltıları Girne Limanı'na
demirlemeyecekti. 29 Ocak tarihinde, Türk askerleri Ada’dan
ayrılmaya başlayacaktı. 29 Ocak'ta Kıbrıs'tan 6 bin, 29
Eylül'de 7 bin 500, 29 Ocak 2006 tarihinde, 7 bin 500 Türk
askeri daha silah ve araçlarıyla adadan ayrılacaktı. Kapalı
Maraş bölgesinin Rumlara geri verilmesinin üzerinden 11 ay
geçmiş olacaktı. Maraş dışında Kıbrıs Rum Devleti'ne, bütün
ara bölge, Erenköy, Düzce ve Taşköy, gelecek hafta ise,
Ömerli, Bademliköy, Gaziler ve Kırklar geri verilmiş olacaktı.
20 binin üzerinde Rum göçmen aileleriyle birlikte, evlerine ve
mallarına geri dönecekti. İngiliz üslerinin yarısı Birleşik Kıbrıs
Cumhuriyeti'ne teslim edilmiş olacaktı. Kalıcı ya da geçici
oturma izni alamayacak Türk vatandaşları ve yerleşikler,
Kıbrıs'ı terk etmek zorunda kalacaktı” 70.
Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı yaptığı
açıklamada Kuzey Kıbrıs’ın yüzde 88’inin Kıbrıs Rumlarına ait
olduğunu ifade etmiş, Rumlara çözüm öncesinde verilecek
toprak miktarının 50 bin dönüm olduğunu bunun da Kuzey
Kıbrıs topraklarının yüzde dördüne denk geldiğini
açıklamıştır 71. Türk tarafının kayıpları toprak vermekle
bitmiyor… 72
70
Onur Öymen, İstanbul İl Kongresi, 31 Temmuz 2005,
http://www.onuroymen.com/docs/%C4%B0STANBUL.doc,
[30-04-2006]
71
Hüseyin Alkan, BBC Türkçe Servisi,
http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2005/12/051220_cy
prus.shtml, [28-4-2006]
72
Mehmet Türker,
http://www.kamusen.org.tr/mevzuat.asp?haber_id=435, [2804-2006]
65
4.1. Vakıf Toprakları Pazarlık Edilemez
Mülhak vakıflar, vakıf malları hiçbir şekilde ne el
değiştirebilir ne istimlak edilebilir, ne de devletleştirilebilir.
Dolayısıyla bunları yerine getirmeyen bir Rum yönetimi var.
Ancak AB mülk meselesine, özel mülkiyet meselesine insan
haklarının en temel unsuru olarak bakmaktadır. Peki bizim
özel mülkiyet haklarımız ne olmaktadır? 1963 ile 1974
arasında geçen süreçte kaybettiğimiz mallarımızın değerleri,
ilgili kişilerin hakları ne olmuştur. Loizidu davasını bugün
AB’ye götürmüşlerdir. Tazminatta almışlardır. Peki Loizidu’nun
dışında Türklerin hakları ne olmuştur. Bunlar yok tabi ortada
ve çeşitli yasal kurumsal veya mevzuat müktesebat
boşluklarını
kullanmak
suretiyle
bunları
tek
yanlı
yorumlamaktadırlar. Onun için öncelikle eğer AB bir değerler
bütünü ise, evet var o değerler bütünü, AB’nin değerlerine
uluslararası alanda herkes sahip olmak ister ama bu
uluslararası alana da yayılmış olan evrensel nitelikler
kazanmış olan değerler standartlar açısından çifte standart
şeklinde uygulanmamalıdır. Herkese eşit bir şekilde
uygulanmalıdır. 73 28 Temmuz 1998 tarihli Loizidou kararının
15. maddesinde KKTC bölgesi Türkiye’nin “işgali” altındaki
Bu
davada
gözden
bölge
olarak
nitelendiriliyor. 74
kaçırılmaması gereken esas şudur:
Madde 1. Bu davada AİHM Türkiye’yi mahkum etmiştir.
Mahkeme Türkiye’yi AİHS 8. maddesini ve 1 numaralı
protokolün 1. maddesini ihlal ettiği için mahkum etmiştir.
Madde 2. KKTC muhatap alınmamıştır, Türkiye muhatap
alınmıştır.
73
http://www.diplomatikgozlem.com/dgtv_oku.asp?id=73, [3004-2006]
74
Onur Öymen,
http://www.onuroymen.com/docs/bas%C4%B1n%20toplant%
C4%B1s%C4%B1%20AREST%C4%B0S%20davas%C4%B1
%2023%20aral%C4%B1k%202005.doc, [05-05-2006]
66
Madde 3. Türkiye’ye 3 aylık süre verilmiştir. Bu, nihai karar
değildir. 3 ay içinde Türkiye’nin zararın tazmin edilmesinin
yolunu bulması gerekir.
Madde 4. Bununla birlikte 1400 kişinin zararının karşılanması
için Türkiye’nin tedbir alması istenmiştir.
Vakıflar İdaresi'nin Maraş'taki taşınmazların kesin olarak
Vakıflara ait olduğu yönünde belgelere ulaşması ve
Gazimağusa Mahkemesi'nin Aralık 2005'te aldığı kararla bu
durumu teyit etmesi, Rumları telaşlandırmıştır 75. KKTC
Mahkemesi'nin bu kararlarından sonra hiçbir kişi veya merci
veya yetkili makam Maraş'ı Rumlara veremez, vermeyi dahi
öneremez. Ancak Vakıflar Örgütü ve Din İşleri Dairesi’nin
kararı ve izni ile kiralayabilir. Maraş'ın Rumlara iadesi konusu,
bir daha açılamamak kaydı ile kapanmıştır. 76
5-SONUÇ
Sonuç olarak görülmüştür ki elimizdeki hakkımız alınmak
istenmektedir. Bundan dolayı öncelikle sahip olduğumuz
hakların bizim tarafımızdan bilinmesi, sonra da hakların bilinçli
şekilde savunulması milli bir sorumluluktur. Yazımızda da şu
ana kadar belirttiğimiz üzere bu haklardan kaynaklanan
tazminat tutarları çok yüksektir. Sadece Maraş’ta değil,
Güzelyurt ve Karpaz'da da büyük miktarda vakıf mülkü
bulunduğu, orijinal belgelerle kanıtlanmıştır.
Tüm bu nedenlerle, "Maraş'ın yasal sakinlerine
devrinden, ambargolara karşılık Rum yönetimine iadesinden"
söz edenlerin çok dikkatli olmaları gerekmektedir, çünkü
Maraş'ın %90'ının yasal mal sahibi Vakıflar İdaresi'dir. Gerçek
bu iken Maraş'ın, hiç bir BM kararına dayanmayan, hiçbir
yasal zemini bulunmayan, insanlık dışı ve hukuk dışı
75
Sezer S., Atun A.,
http://www.siyasitarih.com/arsiv/martnisan.doc, [28-04-2006]
76
Sezer S., Atun A.,
http://www.siyasitarih.com/arsiv/martnisan.doc, [28-04-2006]
67
ambargoların kaldırılmasına karşılık Rum yönetimine verilmesi
kabul edilemez. Bu, hukukun, insan haklarımızın ve mülkiyet
hakkının çiğnenmesi olur. Zaten, Vakıflar İdaresi'nin bu
konuda geçmişte Lefkoşe Kaza Mahkemesi'nde açtığı dava ve
aldığı ara emri vardır. Başta Bekir Paşa suyu olmak üzere,
Vakıf malları için Rum Mahkemelerinde açtığı ve devam eden
tazminat davaları vardır. Mahkemelerimizde alınan ara emri
iptal edilmeden, Rum mahkemelerinde açılan davalar
sonuçlanmadan Vakıf Mülkü Maraş'ı pazarlık konusu yapmak
suçtur.
Dolayısı ile birinci yapılması gereken iş, Maraş'ta
tapularla belirlenen Vakıf emlakinin bir an önce yasal sahibi
olan Vakıflara iadesidir. Rum’un malını Rum’a verirken,
Evkaf'ın malını da Rum’a vermek, asla kabul edilemez....
Bilindiği gibi, Loizidu kararına ve Annan Planı’na göre,
sonradan verilen tapuların hiç bir değeri yoktur. Bu durumda
İngilizler ve Rum yönetimi tarafından Vakıf mallarını Rumlara
tapulayan tapuların da hiç bir değeri yoktur.
Aynı şekilde Rum yönetiminden, kiliseden ve Vakıf
malını yıllarca kullandığı bilinen kişilerden eski kira alacakları
ile gelir kaybı da AİHM yoluyla talep edilmelidir. 77
Bundan dolayı sürekli bir tartışma konusu olarak
karşımıza çıkacak Vakıfların sahip olduğu haklar devletin
yetkili mercileri tarafından bir kez daha incelenmelidir. Vakıf
mallarının teslimi beraberinde çok daha büyük sıkıntıları
getirecektir. Megali İdea kapsamında hep daha fazlasını
isteyen bir Rum devleti için bu kaçırılmaz bir fırsattır. Rumların
bu oyununa gelinmemesi için Osmanlı arşivlerinin bir kez daha
incelenmesi bir zorunluluktur. Ulus kimliğimiz siyasi
bütünleştirici rolünü üstlenmeli ve bu önemli konu, ortak bir
çalışma ile daha koordineli şekilde yürütmelidir. Devlet,
politikacıları, stratejistleri ve aydınları ile bu konu üzerinde
77
http://turkishforum.org/archives/wa.cgi?A2=ind0507a&L=gra
ssroots&F=P&S=& P=83, [28-04-2006]
68
daha çok araştırma yapmaya mecburdur. Yani gün, birlik olma
zamanıdır, çünkü, geçmişten gelen haklarımızı araştırma
yapmadan masada bilinçsizce teslim edecek yetkililer,
masada, gerek Türkiye Cumhuriyeti’ni gerekse Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’ni milyarlarca dolarlık tazminat ödemeye ve
büyük toprak kayıplarına mahkum edebileceklerdir, ki tarih bu
yetkilileri asla affetmeyecektir.
69
KAYNAKÇA
1. Alkan,H., BBC Türkçe Servisi,
http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2005/12/051220
_cyprus.shtml, [28-4-2006]
2. Altan, M.H.,Kıbrıs’ta Türk Malları Cilt 1, Kastaş Yayınevi,
İstanbul, Eylül 2001, S.11,19,20
3. Gürel, Ş. S., Cumhuriyet, Cumhuriyet, 1 Nisan 2004,
http://www.cumok.org/html/yazar/ssgurel/kibristaegemenli
k.htm, [30-04-2006]
4. İsmail, S., “İngiliz Yönetimi’nde Türk-Rum Kavgaları”,
http://www.pubinfo.gov.nc.tr/ h130299c.htm [18-04-2006]
5. Osmanlıca Türkçe Sözlük, Ziya Ofset, İstanbul, Kasım
2003
6. Öymen, O., İstanbul İl Kongresi, 31 Temmuz 2005
7. Öymen, O.,
http://www.onuroymen.com/docs/bas%C4%B1n%20toplan
t%C4%B1s%C4%B1%20AREST%C4%B0S%20davas%C
4%B1%2023%20aral%C4%B1k%202005.doc,
[05-05-
2006]
8. Serter, V.Z., “Kıbrıs’ta Vakıfların Vatanlaşmada Etkileri”
http://www.Akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong4-2/tk4-224_serter.htm [14-04-2006]
9. Sezer, S. ve Atun, A.
http://www.siyasitarih.com/arsiv/martnisan.doc,F:\makale\k
apalımaras_vakıflar_internet.htm, [28-04-2006]
70
10. Sezer S., “KKTC Mülkiyet Rejimi Değiştirme Girişimi ile
İlgili Ön Değerlendirme”, [9 Aralık 2005],
http://www.avsam.org/tr/analizler.asp?ID=62, [05-05-2006]
11. Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi, III.Bölüm,
”Osmanlı
Yönetiminde
Kıbrıs
ve
Kıbrıs”
Sorunu
http://www.saemk.org/yayin_detay.asp?sbj=icerikdetay&id
= 40&dba= 001&dil=tr, [12-04-2006]
12. Türker, M.,
http://www.kamusen.org.tr/mevzuat.asp?haber_id=435,
[28-04-2006]
İNTERNET SAYFALARI
1. http://www.mucahit.net/diger_konular/kibrisTarihi.htm,
[14-04-2006]
2. http://www.trncinfo.org /turkce/turkcesayfa.htm
[16-04-2006]
3. www.hackhell.com/archive/index.php/t-9451.html - 4k, [1504-2006]
4. www.turkcebilgi.com/vak%FDf, [12-04-2006]
5. http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kibrisveb/bir
incibolum/kibris_vakiflari. htm [12-04-2006]
6. http://www.turkforum.net/showthread.pp?t=12490&page=2
[18-04-2006]
7. http://www.kibris.gen.tr/turkce/sorular/soru020.html,
[21-04-2006]
71
8. http://www.emu.edu.tr/english/ingeneral/trnc/books/kibriss
orunu/bolum2/turklerinsavasimi/ingilizlerinyonetimi/siyasi/k
atak.html [20-04-2006]
9. http://www.mucahit.net/Dergiler/Dergi62/sayfa_24htm,
[28-04-2006]
10. http://www.cyprusmedianet.com/TR/article/9602,
[28-04-2006]
11. http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22/yil1/ham/b08801
h.htm, [28-04-2006]
12. http://www.haber.net.kk.tc/haber_detay.php?haber_id=11
82, [28-04-2006]
13. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=176976&tari
h=28/01/2006, [28-04-2006]
14. http://www.diplomatikgozlem.com/dgtv_oku.asp?id=73,
[30-04-2006]
15. http://www.turkishforum.org/archives/wa.cgi?A2=ind0507a
&L=grassroots&D=0&F=P&P=83&F=, (Fri, 1 Jul 2005)
[28-04-2006]
72
TEŞEKKÜR
Bu makalenin hazırlanmasında şahsıma vermiş
olduğu destekten dolayı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Birinci
Cumhurbaşkanı Sayın Rauf R. Denktaş’a, KKTC Gazeteciler
Cemiyeti Başkanı Sayın Mete Tümerkan’a, göndermiş olduğu
kitapla desteğini esirgemeyen KKTC Milli Arşiv ve Araştırma
Dairesi Eski Müdürü Mustafa Haşim Altan’a, KKTC Türkiye
Başkonsolosluğu Yetkilileri’ne, Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset
Okulu Başkanı Sayın Burak Küntay’a, benden manevi
desteğini bir an olsun esirgemeyen Manevi Babam Sayın
Ercan Çitlioğlu’na en derin şükranlarımı sunar kendilerine
teşekkür ederim.
Fatih AKIN
73
FATİH AKIN
Fatih Akın, 1980 yılında Sivas’ta doğdu. İlköğrenimi ve
lise eğitimini İçel’de tamamladıktan sonra, Doğu Akdeniz
Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü burslu olarak kazandı.
Üniversite’de öğrenciyken Avrupa Gazetecilik Öğrencileri
Forumu Kıbrıs Delegesi seçildi. 14 Aralık 2003 Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti Genel Seçimleri’nde, Demokrat Parti Genel
Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın “DP
Seçim ve Propaganda Merkezi Sorumlusu” olarak çalışmalar
gerçekleştirdi. 2004 yılında üniversiteden bölüm birincisi olarak
mezun olduktan sonra Hürriyet Grubu Referans Gazetesi’nde
gazeteci olarak çalıştı. Daha sonra Artı Eğitim Dergisi’nde
haber merkezi sorumlusu olarak çalışmalarını devam ettirdi.
Şu anda ASEM Eğitim Merkezi’nde Yönetim Kurulu Başkan
Yardımcısı, Halkla İlişkiler Sorumlusu ve Eğitim Kariyer
Danışmanı olarak iş yaşamını sürdürüyor. Fatih Akın aynı
zamanda Doğu Akdeniz Üniversitesi Mezunlar Derneği
Yönetim Kurulu Üyesi olup, Derneğin Eğitim Komisyon
Başkanlığı’nı da yapmaktadır.
74
TÜRK-İSRAİL İLİŞKİLERİ
HAZIRLAYAN
Gamze HELVACIKÖYLÜ
75
ÖZET
Avrupa’da savaşın bitişiyle başlayan ve İsrail devletini
tanımasına kadar uzanan süreçte Türkiye’nin Filistin politikası
Ankara’nın döneme özgü öncelik ve endişelerini yansıtır.
Türkiye savaşı izleyen dönemin özgül koşullarının bir
sonucu olarak Sovyetler Birliği’nden gelen baskı politikasını
karşılayabilmek için öteki müttefiklerin desteğini aramaktadır.
Aradığı desteği bulamayan Türkiye zamanla dış politikasını
değiştirmek zorunda kalacaktır.
İsrail’in kuruluşundan sonra Ankara’nın politikası
aşamalı olarak değişmiştir. İsrail’in kurulmasından sonra
başlayan savaşın ilk aşamasında muhtemelen Arapların
kazanacağı öngörüsüyle, İsrail’i tanımaktan kaçınan Ankara
Aralık 1948’de çatışmaların yatışmasından sonra tutumunu
değiştirmeye başlayacaktır.
İsrail’in 28 Mart 1949’da de facto olarak
tanınmasından sonra başlayan süreç, 1980li yıllarda kesintiye
uğramış, 1990ların başından itibaren yerini yakınlaşmaya
bırakmıştır. Bu inişli çıkışlı grafik artık yerini istikrara
bırakmaya hazırdır.
Bu makalede de, 1990lı yıllardan günümüze kadar
olan süreçte Türk-İsrail ilişkilerinin sadece iki ülkenin çıkarları
doğrultusunda değil, üçüncül etmenlerin de etkisiyle nasıl
geliştiği ve değiştiği ele alınmıştır. Tüm koşullar
incelendiğinde, yıllardır devam eden yakın ilişkilerin 1990’ların
sonunda nasıl boyut değiştirdiği, özellikle Irak’ın işgalinden
sonra ortak çıkarların azaldığı, her iki ülkenin de kendi ulusal
çıkarlarına yönelik hareket etmesinden kaynaklanan sorunların
gerginliklere yol açtığı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle artık bugüne baktığımızda olaylar kendi iç
dinamiklerine göre incelenmeli ve bütün etmenler göz önünde
bulundurularak ilişkilerin boyutu yeniden belirlenmelidir. Aksi
takdirde Türkiye Ortadoğu’da kendi çıkarlarını koruyabilmek
76
için giderek daha yalnız savaşmak zorunda kalacaktır ki bu da
Türkiye açısından işbirliğinin azalmasıyla gelen sorunların
ortaya çıkması demektir.
GİRİŞ
Doksanlı yılların başlarında İsrail ile ilişkilerini giderek
yakınlaştırması Türkiye’nin küresel ve bölgesel ölçekte
yaşanan köklü dönüşümüne uyum sağlamak üzere başlattığı
çok yönlü bir politikanın önemli parçasıdır. Ortadoğu barış
sürecinin etkisinde başlayan ikili ilişkiler askeri boyutu oldukça
önem taşımaktadır. TSK’nın modernizasyonu sürecinde
teçhizat gereksinimi ve bunun tedarik aşamasında karşılaştığı
zorluklar askeri ilişkileri geliştirmiştir. Bunun yanı sıra ikili
ilişkiler başta karşılıklı ticaret olmak üzere, turizm, kültürel ve
bilimsel işbirliği alanlarında gelişmiştir.
İsrail, 1948’den bu yana kendi kuşatılmışlığından
sıyrılmak amacıyla bölgede önem verdiği ülke olan Türkiye ile
olan ilişkilerini önemsemiştir. Fakat doksanlı yıllara kadar
Türkiye, İsrail’in bu beklentisini karşılayamamıştır. 1991 yılına
kadar İsrail’den gelen diplomatik temsil düzeyinin yükseltilmesi
talebi kabul edilmemiştir. 1956 Kasım’ında temsil düzeyinin
düşürülmesi hatta 1980 Aralık’ında ikinci katipliğe indirilmesi
ilişkinin asimetrik özelliğini vurgulamaktadır.
Körfez Savaşı sonrasında meydana gelen gelişmeler
sadece Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini engelleyen sınırlamaların
kalkmasına yardımcı olmamış, aynı zamanda ülkelerin tehdit
değerlendirmelerinde ortak noktaların vurgulanmasına neden
olmuştur. Barış sürecinde, Türkiye-İsrail ile ilişkilerini diğer
Arap ülkelerinden bağımsız olarak yönlendirme fırsatını
yakalamıştır. Bunda Türkiye’nin Arap ülkelerine olan ekonomik
bağımlılığının azalması da etken olmuştur. Bunun yanı sıra
Arap ülkeleri ile yaşanan bazı sorunlar da Türkiye’yi başka
ittifaklar aramaya itmiştir.
İsrail’in Türkiye ile yakınlaşma sürecinde benimsediği
güvenlik anlayışı İsrail’e stratejik bir derinlik sağlamıştır, çünkü
77
bu güvenlik anlayışı sadece askeri tesislerin ortak kullanımı ve
deneyim değişimi gibi askeri konularla sınırlı olmayıp, bunun
ötesinde geniş kapsamlı bir stratejidir. Stratejik yakınlaşmanın
1947-1990 arası döneme ait en büyük sorunu Türk
arşivlerindeki belgelerin yeterli olmaması ve dolayısıyla bu
dönemin Türk dış politikasının karanlık bırakılmasıdır. Oysa
İsrail tarafı için tam tersi durum söz konusudur.
Doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren TSK’nın
modernizasyon ihtiyacının azalması, Türkiye’nin Kürt
ayrılıkçılığı karşı savaşında askeri üstünlüğü ele geçirmesi
sonucu bölgesel işbirliklerinin eski öneminin kalmaması ve son
olarak Irak’ın ABD tarafından işgali ile başlayan süreçte
Türkiye ve İsrail’in Irak’ın geleceğine dair beklentilerinin
çelişmesi nedeniyle iki ülke arasındaki sürtüşme kaçınılmaz
hale gelmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra iktidara
gelen AKP’nin de ‘Filistin ağırlıklı’ bir politika izleyerek İsrail’e
karşı eleştirel bir tutum takınması da Türkiye ve İsrail
arasındaki gerginliğin artmasına neden olmuştur.
YAKINLAŞMA
Yakınlaşmanın Tarihçesi
Seksenli yılların ikinci yarısı Türkiye- İsrail ilişkilerinin
karanlık dönemidir. Dönemin önemi hem ilişkileri kısıtlayan
unsurların bir yandan devam ederken 1991-1996 yılları
arasında ikili ilişkilerin hızla gelişmesine neden olacak
faktörlerin ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Bu
etkenlerden birincisi Arap ülkelerinden gelen eylemcilerin
Türkiye’de görevli yabancı diplomatları hedef alan
saldırılarının
artmasıyla
Türk
güvenlik
çevrelerinde
FKÖ(Filistin Kurtuluş Örgütü) karşıtlığını pekiştirmesidir.
İkinci olarak Arap ülkelerinin Türkiye’yi sorunların
çözümünde desteklemekten kaçınması Türkiye’yi farklı
arayışlar içine iterek İsrail ile yakınlaşmasını kaçınılmaz hale
getirmiştir. 1983’te bağımsızlığını ilan eden KKTC’nin hiçbir
Arap ülkesi tarafından tanınmaması, Bulgaristan’ın Türk
78
azınlığa uyguladığı baskılar konularında Arap ülkelerinin
Türkiye’yi desteklememesi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
Yunanistan ile sürdürdüğü yakın ilişkiler, Ankara’nın tavır
değiştirmesine neden olmuştur. Ayrıca yine Suriye’nin su
konusunu uluslararası arenaya taşıması ve PKK’ya destek
vermesi sonucu ikili ilişkiler iyice gerilmiştir.
Son olarak, seksenli yılların ikinci yarısında ABD ile
ikili ilişkilerde lobilerin ortaya çıkardığı olumsuz etkileri
azaltabilmek amacıyla ‘Yahudi lobisinin’ kullanılması önemli bir
dış politika unsuru haline gelmiştir. ABD’deki Yahudi lobisinin
Ermeni-Rum lobisinin öncelikle Türkiye karşıtı eylemlerine
destek vermemesi, üstelik Türkiye’yi destekleme çalışmaları
yakınlaşmayı hızlandırmıştır.
Seksenli yılların başına dönüldüğünde ise Kasım
1983’te işbaşına gelen Turgut Özal hükümeti döneminde Arap
ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesine öncelik tanınması
siyasetinin uzantısı olarak İsrail’in eylemlerinin kınanması,
İsrail ile olan ilişkilerin gerilmesine neden olmuştur. Geçiş
döneminde yaşanan dış politikadaki ani değişimler nedeniyle
Türkiye-İsrail ikili ilişkileri ancak aşamalı olarak gelişebilmiştir.
15
Kasım
1988’de
Filistin
Devleti
ilan
edildiğinde,Türkiye yeni devleti tanıyan devletler arasında ilk
sıralarda yer almıştır. Fakat diplomatik temsilcilik statüsünde
değişiklik yapılmamıştır. Hemen arkasından Şubat 1989’da
Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz’ın Amerikan Yahudi Komitesi
temsilcilerine ilişki düzeyini yükseltme kararını açıklaması ve
1990’da İsrail’in dış temsilciliklerinde yapılan ulusal gün
kutlamalarına Türk diplomatların en üst düzeyde katılmaları
yakınlaşmaya yönelik jestler olarak algılanmıştır.
Türkiye’nin 16 Aralık 1991’de yapılan ve Siyonizm’i bir
ırk ayrımcılığı türü olarak nitelendirilen Birleşmiş Milletler
Genel Kurul kararının iptalini öngören bir tasarının
oylamasında 13 ülke ile beraber çekimser oy kullanması, ne
İKÖ üyesi ülkelerin ne ABD’nin ne de İsrail’in hoşuna
gidecektir. Bu oylamanın hemen ardından Türkiye, 19 Aralık
79
1991’de Filistin ve İsrail ile diplomatik ilişkilerini eş zamanlı
olarak büyükelçilik düzeyine yükseltecektir. Türkiye 1980’de
kapattığı Kudüs Başkonsolosluğunu da Eylül 1992’de tekrar
açacaktır. Dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in 13-15
Kasım 1993’te gerçekleştirdiği İsrail gezisi diplomatik
çevrelerde ‘Arap ipoteğinin’ kalkmış olduğunu gösteren bir
gelişme olarak algılanacaktır. Bu gezi esnasında ‘Karşılıklı
Anlayış ve İşbirliğinin İlkeleri Muhtırası’ imzalanacaktır. Ancak
bu dönemde kamuoyuna yansıyan haberler Türkiye’nin teröre
karşı işbirliği yapılması üzerine hazırlanacak bir anlaşma
isteğinin İsrail tarafından kabul edilmediğidir.Yine iki ülkenin
emniyet kurumları arasındaki işbirliğinin başlangıcı bu döneme
rastlamaktadır. Çetin’in ziyaretinden sonra üst düzey ziyaretler
sıklaşmıştır. 3-5 Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller’in
İsrail’e yaptığı gezi ise, ilk kez bir başbakanın İsrail’i ziyaret
etmesi nedeniyle ikili ilişkiler açısından yeni bir döneme
girildiğinin göstergesidir. Bu ziyaret sırasında Çiller uyuşturucu
madde kaçakçılığı, terörizm ve diğer suçlarla mücadele,
telekomünikasyon ve posta hizmetleri alanlarında işbirliği
anlaşmaları imzalamıştır. Görüşmeler sırasında fiber optik
telekomünikasyon ağının oluşturulması, Türksat’tan İsrail’e
televizyon ve telefon kanalının tahsis edilmesi, Mersin ve
İskenderun limanlarının genişletilmesi, enerji santrallerinin
yapılması ve işletilmesi, Manavgat suyunun satışı, GAP’ta
İsrail firmalarına yatırım olanaklarının sağlaması gibi ortak
projeler üzerinde durulacaktır. Gezi süresinde Çiller’in
FKÖ’nün Doğu Kudüs temsilcisi Faysal Hüseyni ile Orient
House’da görüşmesi İsrailli yetkililerin tepkisine neden
olmuştur. 1995’ten itibaren yoğunlaşan ziyaretler esnasında
turizm, kültür, ekonomi gibi alanlarda işbirliği öngören pek çok
anlaşmanın imzalanarak devreye girdiği görülmektedir. Kasım
1995’te gerçekleşen Türkiye-İsrail İş Konseyi’nin İstanbul’da
toplanması, 22-24 Ocak 1996 arası İsrail’de ‘Türkiye İsrail’de’
adlı fuara 140 kadar Türk firmasının katılması 1998 yılında
kurulan İzmir Teknopark Ticaret A.Ş.nin gelişiminde İsrail’deki
Tefen Endüstri Parkı’nın kurucusundan yararlanılması, Şubat
1999’da Türkmen doğal gazının İran’ın devre dışı bırakılıp
boru hattıyla Hazar Denizi’nden Türkiye’ye taşınması
80
projesinde İsrail’in yardımları iki ülkenin pekçok alanda işbirliği
içinde olduğunun örneğidir.
Kürt Ayrılıkçılığı ve Suriye’ye Karşı İşbirliği
Seksenli yıllar biterken PKK’nın önceden açıkladığı
‘ordulaşmak’ amacına ulaşamadığı, lojistik açıdan sorunları
olduğu ve büyük kayıplara uğradığı görülmekteydi. Buna
karşılık, örgüt Nisan 1991’den sonra hem Irak’ta yaratılan Kürt
güvenli bölgesini Türkiye’deki eylemleri için geri bölge olarak
kullanmaya başladı hem de güvenli bölgede oluşan yetki
boşluğundan yararlanarak kolaylıkla silah ve mühimmat
edinme fırsatını yakaladı. Bunun yanında İran ve Suriye’nin
PKK’ya destek sağlaması ve PKK’nın 1994-1998 yılları
arasında Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasındaki iç savaştan
yararlanan üçüncü güç konumu edinmesi, Kürt ayrılıkçılığın
bölgeselleşmesi Türkiye’yi daha kapsamlı bölgesel politikalar
arayışına itecektir.
Eylül 1996’da TSK’nın Kuzey Irak’ta bir ‘tampon bölge’
oluşturulması Türkiye’nin aktif politikasının bir başka yönünü
oluşturmaktadır. Bu modele göre sınır bölgelerinde ‘güvenlik
birimleri’ oluşturulacak ve bunalım durumunda TSK’nın hızla
müdahale edebilmesi için sınır bölgelerinde yoğun biçimde
birlik konuşlandırılacaktır. Suriye’nin 1993’ten itibaren PKK’ya
verdiği desteği arttırması Körfez Savaşı’ndan sonra
yumuşayan ilişkilerin tekrar gerilmesine neden olacaktır.
İmzalanan güvenlik protokollerinden sonuç alınamaması
üzerine Suriye ile diplomatik temasların azalması bunun bir
göstergesidir. Kasım 1994’te Şükrü Elekdağ, ‘Türkiye’nin
yaşamsal çıkarları ve toprakları üzerinde hak iddia eden ve
ülkemizin parçalanmasını amaçlayan bir örtülü savaşı fiilen
destekleyen ’Yunanistan ve Suriye’ye karşı kendini
savunabilmesi için eş zamanlı iki tam savaş yürütebilecek
askeri yetenekler edinmesini öneren ‘İki buçuk Savaş
Stratejisi’ adını verdiği önlemlere başvurulmasını önermiştir. İlk
olarak Suriye’ye ültimatom niteliğinde notalar gönderilecek,
Hatay’daki sızma ve saldırı eylemlerinin artması üzerine
Kasım 1995’te bölgeye asker kaydırılacağı açıklanacak, PKK
81
sızmalarına karşın gereken önlemler alınmayınca Suriye
yeniden protesto edilecektir.
Bu noktada Türkiye’nin alması gereken tedbirlerden
birisi de İsrail ile arasında mevcut olan ittifakı hukuki bir metne
kavuşturmaktı. Eğer İsrail Devleti kurulmasaydı başta Suriye
olmak üzere Arap devletlerinin hedefi Türkiye’den toprak
koparmak olacaktı. Fakat İsrail’in kurulmasıyla dikkatler
Türkiye’nin üzerinden bir ölçüde çekilmiştir. Aynı zamanda
Arap ülkelerinin kuzeyinde NATO üyesi olan Türkiye
olmasaydı İsrail’e karşı daha geniş imkanlara ve hareket
serbestliğine sahip olurlardı. Bu jeo-stratejik gerçek İsrail ve
Türkiye’yi işbirliğine yöneltecekti.
TSK’nın Kuzey Irak’taki operasyonları sırasında,
İsrail’den sağlanan istihbaratın etkili sonuçlar alınmasına katkı
sağlaması ve Mayıs 1997’den itibaren İsrail’in PKK’yı bir terör
örgütü olarak nitelendirmesinden sonra bilgi akışının arttığı
görülmektedir. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından
Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesine kadar geçen
süreçte İsrail’in katkısına bakıldığında, kamuoyuna yansıyan
bilgiler iki ülkenin yetkilileri arasında Suriye’ye uygulanacak
baskı politikası konusunda fikir alışverişi yapıldığı yönündedir.
Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi üzerine PKK
çevrelerinde Öcalan’ın CIA ve MOSSAD tarafından
gerçekleştirilen bir ortak operasyon sonucunda yakalandığı
ileri sürülmüş, değişik Avrupa kentlerinde yapılan protesto
gösterilerinde İsrail diplomatik misyonlarına saldırılmıştır.
Temmuz 1999’da Başbakanlık tarafından yayınlanan
bir genelgede Türkiye’nin İsrail’le yakınlaşma politikasının
‘Arap ülkelerinin düşmanca tutumları, PKK’ya verdiği açık
desteğe rağmen Suriye’nin yanında yer almaları ve Suriye
yanlısı politika izlemeleri’ üzerine gündeme geldiğini
belirtilecektir. Genelge ikili ilişkilerin geliştirilmesi için yapılması
gerekenler arasında, ABD’de etkili Rum ve Ermeni lobilerine
karşı Türkiye’nin de Yahudi lobisinin desteğini almak için
girişimlerde bulunması, İsrail ile teröre karşı işbirliğine
gidilmesi, Filistin sorunu karşısında dengeli bir politika
82
izlenmesi, İsrail ile ekonomi alanında işbirliğinin geliştirilmesi
gibi girişimlerden söz etmektedir.
Türkiye-İsrail Eksenli Bölgesel Güvenlik Mimarisi
ABD bölgede Türkiye-İsrail yakınlaşmasını merkez
alan bir güvenlik düzenlemesinin bölgesel istikrar açısından
önemli olduğunu düşünmektedir. ABD, ’doğal müttefik’ olarak
gördüğü iki ülke arasındaki yakınlaşmayı desteklemekte ve bu
yakınlaşmayı Ortadoğu’da bir ‘güvenlik topluluğu’ yaratmaya
yönelik başlangıç olarak görmektedir. Bunun bir nedeni
doğrudan doğruya Arap ülkelerini kapsayan güvenlik
düzenlemelerinin uygulamaya geçirilememiş olmasıdır. Körfez
Savaşı’ndan hemen sonra Körfez ülkelerinin savunmasını
Suriye ve Mısır’ın katkısıyla oluşacak bir kara gücünün
yapmasını öngören Şam Deklarasyonu yayınlanmış ve
ABD’nin de desteklediği girişim, bir yandan Körfez ülkelerinde
Suriye ve Mısır’a karşı duyulan tarihsel güvensizlik, kendi
aralarındaki anlaşmazlıklar ve bir yandan da oluşacak gücün
yetersizliğine yönelik tartışmalar sonucunda uygulamaya
geçirilememiştir.
Türkiye-İsrail yakınlaşmasının en önemli nedeni
ülkelerin kendi güvenlik ihtiyacı olmakla beraber, ABD’nin bazı
beklentileri de bu iki ülke tarafından karşılanmaktadır. Bunun
karşılığında, ABD de iki ülkeye güvenlik konularında destek
vermektedir. Türkiye yakınlaşmanın ABD’nin istek ve çıkarları
doğrultusunda gerçekleşen bir girişim olarak algılanmamasına
dikkat ederken, İsrail bölgesel nitelikteki tehditlerin ABD’nin de
içinde bulunacağı bölgesel güvenlik düzenlemeleri ile
yanıtlanması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Türkiye-İsrail
arasında üst düzey askeri yetkililerin katılımıyla düzenli olarak
gerçekleştirilen Stratejik Diyalog Toplantıları sırasında ABD’li
yetkililerin de bulunması da bunun bir göstergesidir.
ABD ve İsrail, Patriot ve Arrow yerden havaya füze
savunma sistemlerinin birlikte işletilmelerine yönelik çalışmalar
için Türkiye ve Ürdün’ü ‘doğal adaylar’ olarak görmektedirler.
Bu esnada Ankara’da savunma yetkilileri de Arrow sistemini
83
edinmek istediklerini belirtmişlerdir. ABD isteksiz olmasına
karşın, İsrail füzelerin Türkiye’ye de satılması için çabalarda
bulunmuştur.
2001’de
ABD-Türkiye-İsrail’in
katılımıyla
Konya’da yapılan tatbikat sırasında Arrow füzeleri denenmiş,
üç ülke Türkiye’de erken uyarı sisteminin oluşturulmasında
görüş birliğine varmıştır. Ayrıca ABD’nin 11 Eylül
saldırılarından sonra Türkiye’nin Arrow projesine katılımına
olur verdiği anlaşılmaktadır.
Tehdit Algılamaları
Doksanlı yılların politikası Soğuk Savaş döneminin
sona ermesi, Körfez Savaşı ve Ortadoğu Barış Süreci’nin
başlatılması gibi önemli olaylar etrafında şekillenmiştir. İsrailli
yetkililerin ortak düşüncesi Türkiye ile işbirliğinin yeni tehdit
algılamalarına uyumlu olduğu yönündedir. Sovyetler Birliği’nin
çözülmesi hem Türkiye’nin algıladığı tehdidi azaltmış hem de
İsrail için Suriye ve Irak’ın koruma kalkanını yitirmeleri
açısından avantaj sağlamıştır. Sovyetlerden gelen Yahudi
göçü de İsrail açısından demografik bir avantaj olmuştur.
Körfez Savaşı’ndan sonra pan-Arabizmin bütünüyle çöküşü
İsrail için yeni güvenlik çizgilerinin belirlenmesinde önemli role
sahiptir. 1993’te İsrail ile FKÖ arasında,1994’te İsrail-Ürdün
arasında barış anlaşmalarının imzalanmasıyla,İsrail için
kuşatılmışlık ve yalnızlık azalmıştır.
Yakınlaşmayı etkileyen bir diğer tehdit de kimyasal ve
biyolojik kitle imha silahları da taşıyabilen uzun menzilli
füzelerin yarattığı tehdittir. Çünkü bu tür gelişmeler geleneksel
savaş biçimlerini etkisiz bırakacaktır. Başka bir neden de terör
ile uyuşturucu, silah ve nükleer madde kaçakçılığı gibi
geleneksel olmayan tehditlerin giderek artmasıdır.
Türkiye açısından değişen tehditlere bakıldığında
kuzeyden gelebilecek topyekûn saldırının yerini, Suriye, İran
ve Yunanistan kaynaklı dış tehditler almıştır. Bu tehditlerin
kaynağında, bu ülkelerin elinde bulunan ya da edinmek
istedikleri füze sistemleri vardır. Bu tehditlere karşı Türkiye de
84
hava savunmasını güçlendirmek üzere yeni arayışlar içine
girecektir.
İsrail açısından bakıldığındaysa, İsrail’in de topyekûn
saldırı endişesinden kurtulduğu fakat daha karmaşık
sorunlarla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Körfez Savaşı
sırasında İsrail’in Irak’ın füze saldırılarında hedef haline
düşmesi, İran’ın nükleer çalışmalarını sürdürmesi ve
Rusya’nın İran’a verdiği destek gibi gelişmeler İsrail için ulusal
güveliğine tehdit olarak algılanmıştır.
El Aksa İntifadası ve Sonrasında Eleştirel Diyalog
İki binli yılların başlamasıyla birlikte ikili ilişkilerde
sıkıntılı bir döneme girilmiştir. Bunun birinci nedeni İsrail’in
işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği operasyonlarda sivil
halkın zarar görmesinin sonucu olarak Türkiye’nin eleştirel bir
tavır almasıdır. İkinci neden ise Irak’ın işgali sonrasında iki
ülkenin tutumunun çelişkili olması ve İsrail’in Kuzey Irak’ta bir
Kürt Devleti kurulmasına yönelik Iraklı Kürtlere destek verdiği
iddialarıdır.
Temmuz 2000’de ABD gözetiminde gerçekleşen
Camp David görüşmelerinin sonuçsuz kalması gerginlik artmış
ve Eylül 2000’de başlayan El Aksa İntifadası ile tüm işgal
altındaki topraklara yayılmıştır. İntihar saldırıları karşısında
Filistin hedeflerine nokta saldırısı düzenleyen İsrail karşısında
Türkiye dengeli bir siyaset izlemiş ve ikili ilişkileri bu konudan
bağımsız sürdürmeye çalışmıştır .Hatta çabaları çatışmanın
durdurulması yönünde olmuştur.
Ankara Nisan 2002’de başlattığı ‘Savuma Kalkanı
Operasyonu’ sırasında İsrail’in uyguladığı yöntemleri eleştirmiş
ve İsrail’i işgal altındaki topraklardan çekilmeye davet etmiştir.
Ankara’nın aynı zamanda terör eylemlerini kınaması ve
Filistin’i de elinden geleni yapması konusunda uyarması da
Türkiye’nin denge siyaseti arayışında olduğunun göstergesidir.
85
Fakat yine aynı dönemde Başbakan Ecevit tarafından
Batı Şeria’daki Cenin mülteci kampında yapılan bir
operasyonun ‘soykırım’ olarak adlandırılması ikili ilişkilerde
ufak bir krize neden olmuştur. Dışişleri Bakanlığı’nın ‘Ermeni
soykırım iddiaları konusunda Türkiye’yi destekleyen Yahudi
lobisinin göstereceği tepkiye’ yönelik uyarıları üzerine Ecevit
ifadesini yumuşatmak zorunda kalmıştır.
Türkiye’nin El Aksa İntifadası sonrasındaki dönemde
‘uyumlu eylem’ olarak tanımlanan bir diplomatik yola girdiği
görülmektedir. Amaç, başta İKÖ olmak üzere bölgesel ölçekte
etkili güçleri ve örgütleri eşgüdüm içinde devreye girmesini
sağlayarak işgal altındaki topraklardaki savaşı durdurmaya
yönelik uluslararası bir sinerji yaratabilmektir.
Mart-Mayıs 2004 ayları arasında İsrail tarafından işgal
altındaki topraklarda yapılan operasyonlarda sivillerin hedef
alınması, seçilmiş hedeflere suikastlar düzenlenmesi, Haziran
2004’te İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetleri ilişkilerde tekrar
bunalıma neden olmuştur. 22 Mart 2004’te HAMAS’ın dini
lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesi Başbakan Erdoğan ve
Dışişleri Bakanlığı tarafından sert bir tavırla kınanmıştır.
Bunun üzerine İsrail’den ilişkilerin geleceğinden kuşku
duyulduğuna yönelik açıklamalar gelmiştir. Ayrıca Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül’ün yapacağı ziyareti sürekli olarak
ertelemesi de diğer bir rahatsızlık yaratan konudur.
İsrail’in işgal altındaki topraklara da taşacak biçimde
inşa ettiği ‘güvenlik duvarı’ ikili ilişkilerde yaşanan bir başka
sorun olmuştur. Filistinli suikast bombacılarının Batı Şeria’daki
Yahudi yerleşimlerine ve Doğu Kudüs’e sızmalarına engel
olmak üzere Haziran 2002’de yapımına başlanan duvara
Türkiye tepki göstermiştir. 8 Aralık 2003’te BM’de yapılan
oylama sırasında duvarın yapımının doğuracağı hukuki
sonuçlarla ilgili olarak Lahey Uluslararası Adalet Divanı’ndan
görüş alınmasını ve duvarın yapımının durdurulmasını isteyen
karara Türkiye’nin de diğer Arap ülkeleriyle birlikte oy vermesi
İsrail’in tepkisine neden olmuştur. Temmuz 2004’te duvarın
işgal edilmiş topraklara taşan kısımlarının yıkılmasını ve inşaat
86
sırasında oluşan zararların İsrail tarafından tazmin edilmesini
öngören karar Lahey’de alınmıştır. BM’de yapılan 21 Temmuz
2004 tarihli oylamada Türkiye ve 150 ülke İsrail’e karşı oy
kullanmıştır.
ABD’nin Irak’a Müdahalesi ve Etkisi
Yahudilerin Amerikan iç politikasına ve Ortadoğu’ya
yönelik dış politikasına olan tesirler bağlamında 1990’lı yıllar
ve 21.yy’ın ilk yirmi yılı gelecekte tarihçiler tarafından
‘Yahudilerin Kuşağı’ olarak nitelendirilmiştir. Türkiye bu tesiri
görmüş ve Ortadoğu’daki jeostratejik ve jeopolitik çıkarlarını
daha ileriye götürmek için kabul etmiştir. 21.yy.ın başındaki bu
gelişmeler uzun vadede stratejik ortakları ya karşı karşıya
getirecek ya da bu iki devletin birbirine daha da
yakınlaşmasına neden olacaktır. Fakat ABD’nin BOP olarak
açıklamış olduğu Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme
politikasına Türkiye daha temkinli yaklaşmaktadır.
ABD’nin Irak’a müdahalesi ilişkilerde yeniden bir
gerginlik sürecini beraberinde getirmiş ve Türk kamuoyunda
büyük kaygı uyandıran ‘Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından
büyük zarar göreceği’ fikri Türkiye’yi bölgede daha kırılgan bir
dış politikaya doğru yöneltmiştir. Bu bağlamda Türkiye
komşuları ile ilişkileri geliştirmeyi bir devlet politikası haline
getirmiştir. Siyasi alandaki olumsuz hava Türk-İsrail ticari
ilişkilerine yansımamış ve ticaret hacmi artmaya devam
etmiştir.
Gerek ABD gerekse İsrail ile yaşanan gergin ilişkiler
üzerine İsrail’den üst düzey yetkililerinin birbiri ardına
Ankara’ya gelmesi ise bu gerilen ilişkileri düzeltmeyi
hedeflemekteydi. İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Shalom’un 14
Nisan 2003’teki ziyareti sırasında iki ülkenin bölgedeki ilişkilere
ne kadar farklı noktalardan baktıkları ortaya çıkmıştır.ABD ve
İsrail ortak hedefleri doğrultusunda daha Irak’ın işgali
tamamlanmadan hedefe İran’ı ve Suriye’yi yerleştirmeleri ve
Suriye üzerinde baskı kurmaya çalışmaları Türkiye’nin
tepkisine yol açmıştır. Bu arada ABD’nin önerileri
87
doğrultusunda İsrail’in Musul-Hayfa petrol boru hattını devreye
sokarak Kerkük-Ceyhan boru hattını devre dışı bırakmaya
çalışması Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin farklılaştığını
gösteren bir gelişmedir. Bunun yanı sıra İsrail’in Kuzey Irak’tan
daha önce göç etmiş olan Yahudilerin ellerindeki tapulara
dayanarak bu bölgedeki topraklara sahip olmaya çalışması
karşısında Türkiye, İsrail’i tekrar uyarmak durumunda
kalmıştır. Tüm bunlara ek olarak İsrail’in Kuzey Irak’ta bir Kürt
devleti kurulması projesine destek verdiği ve buna yönelik
Kürtlerle temas halinde olduğu haberleri de Türkiye’nin
rahatsızlığına neden olmuştur. 5 Kasım 2003’te Rusya ziyareti
dönüşünde Türkiye’de de görüşmelerde bulunmak isteyen
İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
randevu vermemesi iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeyini
ortaya koymaktadır. ABD’nin Türkiye’ye rağmen bir Irak
politikası benimsemesi ve PKK/KADEK konusunda Türkiye ile
işbirliğine yanaşmaması da Türkiye’yi rahatsız eden başka bir
durumdur.
AKP Hükümeti ve İsrail İlişkileri
Milli Görüş geleneğinden gelen AKP’nin İsrail’e karşı
nasıl bir tutuma sahip olacağı merak konusu olmuştur.
Türkiye’nin İsrail’in işgal altındaki topraklarda yaptığı
operasyonlarına karşı eleştirel tutumu 3 Kasım 2002
seçimlerinden sonra kurulan AKP Hükümeti döneminde de
devam edecektir. Milli Görüş geleneğine göre İsrail, Yahudilik
ve Siyonizm uluslararası alanda meydana gelen tüm
olumsuzlukların kaynağı olarak algılanmaktadır. Fakat AKP
Hükümeti programlarında İsrail ile ilişkilerin geliştirileceğine
yer vermiştir. AKP döneminde askeri işbirliğinin hiçbir kesintiye
uğramadan devam etmesi, ABD ile sorunları çözebilmek için
Yahudi lobilerinin yardımına başvurulması, Irak’ın işgali
sürecinde dayanışmanın sürdürülmesi buna örnektir.
Kasım 2003’te Neve Şalom ve Beth İsrael
Sinagogları’na yapılan bombalı intihar saldırılarından sonra
İstanbul’a gelen Dışişleri Bakanı Şalom ile Dışişleri Bakanı Gül
88
beraber ‘terörizme karşı uluslararası alanda ortak mücadele
etmek’ gerektiği yönünde açıklama yapmışlardır.
Fakat İsrail’in Filistin karşısındaki sert eylemleri ve
Kuzey Irak’taki Kürt peşmergelere askeri, lojistik ve istihbarat
açısından yardımda bulunduğuna dair haberlerin çıkması
sonucunda Türk-İsrail ilişkilerinde gerginlik tırmanacaktır. Bu
nedenle 2004 ortalarından itibaren ilişkilerin düzeltilmesi için
çalışmalar başlatılacaktır. Haziran 2004’te ABD araya girmiş
ve Türk tarafını gerginliğin sürmesi durumunda Yahudi
lobisinin desteğinin azalacağı yönünde uyarmıştır. Başbakan
Erdoğan da ABD’ye bu konuda arabuluculuk yapması için
istekte bulunmuş,Türkiye-İsrail arasındaki uyumun ABD’nin de
yararına olacağının altını çizmiştir.
Ocak 2005’te Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İsrail
ziyaretiyle gerilim azalmıştır. Uzun zamandır ertelenen bu
ziyaret İsrail tarafından olumlu değerlendirilmiştir. Nisan ayı
boyunca gündeme gelen soykırım iddiaları karşısında
ABD’deki Ermeni lobilerine karşı Yahudi lobisinin çalışmalara
başladığı ve İsrail’in bu konuda onlara destek olduğu ilişkilerin
düzeldiğinin göstergesidir. İlişkilerde yakınlaşmanın en önemli
noktası Başbakan Erdoğan’ın Mayıs 2005’teki İsrail ziyaretidir.
Bazı çevrelerce bu ziyaretin sebebi ABD’nin isteği olduğu
doğrultusunda algılansa da, Başbakan bu iddiaları
reddetmiştir.
SONUÇ
Doksanlı yılların ilk yarısında başlayan Türkiye-İsrail
yakınlaşması Ankara’nın Ortadoğu’da değişen dengelere
uyum sağlamak için yaptığı çalışmaların bir parçasıdır.
Doksanlı yıllar başlarken ortaya çıkan bölgesel koşulların
ürünü olan yakınlaşma, iki binli yıllarda değişen koşullara
adapte olmuş, sadece askeri odaklı başlayan ilişkiler farklı
alanlarda işbirliğine dönüşmüştür. Hatta ikili ilişkiler siyasal
iktidarlar döneminde bile gelişme temposunu koruyabilmiş ve
bunun üçüncü ülkelerin tepkisine yol açması sonucu bölgede
istikrarın bozulacağı öngörüleri de doğru çıkmamıştır.
89
İstikrarlı
gelişimin
temelinde
çeşitlenme
ve
kurumsallaşma önemli etmenlerdendir. Başta ilişkilerin
temelini askeri ilişkiler oluştururken, zamanla farklı alanlara
yayılmıştır. İki ülkenin karşılıklı yatırımları ekonomik ilişkileri
geliştirmiştir. İlişkilerin kurumsallaşması ise genelkurmay
başkanlıkları ile dışişleri bakanlıkları arasında düzenli görüşme
ve temasların,Türk-İsrail İş Konseyi’nin etkili çalışmaları ve
bilimsel kuruluşların ortak projelerin, GAP İdaresine dahil İsrail
kuruluşlarının varlığının sonucu olarak gelişmiştir.
Ancak son beş yılda yaşanan gelişmeler, başta
yakınlaşmayı sağlayan etmenlerin etkisini yitirmesiyle iki ülke
arasındaki gerginliğin zaman zaman yükselmesine neden
olmuştur, fakat yine de ilişkilerde kopma olmamıştır.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesi, küreselleşmiş İsrail
ekonomisiyle Türkiye ekonomisi arasında çok yönlü bir ilişkinin
oluşmasını isteyen taraflarca desteklenmektedir. Ayrıca
Türkiye’nin AB ile yakınlaşması İsrail ile olan ilişkilerini de
olumlu yönde etkileyecektir. Yine iki ülkenin bölgede askeri ve
ekonomik bakımdan en güçlü ülkeleri olarak işbirliğinde
bulunması üçüncü ülkelerin bölgesel politikalarında etkili
olmuştur. Son olarak, TSK’nın İsrail’i yüksek teknoloji ürünü
platform ve teçhizatın tedarik ve modernizasyonunda alternatif
bir kaynak olarak gördüğü sürece ilişkilerin askeri boyutu
önemli olmaya devam edecektir. İki binli yıllarda
gerçekleştirilen projeler ilişkilerdeki istikrarın önemli bir
unsurudur.
90
KAYNAKÇA
ˆ Gencer Özcan, ’Türkiye-İsrail İlişkilerinde Dönüşüm:
Güvenliğin Ötesi’, TESEV Yayınları, Kasım 2005
ˆ ‘İkili ve Çok Taraflı Anlaşmalar Çerçevesinde Türkiye-İsrail
İlişkileri ve Ortadoğu Barış Süreci’, Ünal Çaycı, İstanbul
1999, Yüksek Lisans Tezi, M.Ü Ortadoğu ve İslam Ülkeleri
Enstitüsü Siyasi Tarih ve Uluslararası İlişkiler Anabilim
Dalı
ˆ The
Turkish-Israeli
Strategic
Co-operation
and
Mediterranean Security Aşkın Berk Özdemir, İstanbul
2002, Yüksek Lisans Tezi, M.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı,
İngilizce Uluslararası İlişkiler Bilim Dalı
ˆ ‘Turkish Foreign Policy Towards Israel in the Aftermath of
September 11, 2001’ Gökçe Baykal, İstanbul 2004,Yüksek
Lisans Tezi, M.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi
ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Uluslararası İlişkiler
Bilim Dalı
91
Gamze HELVACIKÖYLÜ
Kişisel Bilgiler
Doğum yeri:Edirne
Doğum tarihi:08/10/1984
Eğitim
2003-2006:Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü
3.sınıf öğrencisi
2002-2003:AFS değişim öğrencisi olarak 1 yıl ABD’de
bulundum
1999-2002:Edirne Fen Lisesi
1996-1999:Edirne Anadolu Lisesi
İş Deneyimi
06/2004-07/2004 Koçbank Edirne Şubesi, stajyer
06/2005-07/2005 Arkas Holding, stajyer
Yabancı Diller
İngilizce, Almanca, Fransızca
İlgi Alanları
Felsefe, Latin dansları, tenis
92
CUMHURİYET DÖNEMİNDE TOPRAK ve
TARIM REFORMU ÇALIŞMALARI
HAZIRLAYAN
Hamdiye Yüksel UĞURLU
93
ÖZET
Toprak, miktarı insanlar tarafından arttırılamayan bir
üretim faktörüdür. Tarımsal üretimin bu kıt ve değerli faktörü
üzerinde eski çağlardan beri önemli mücadeleler sürmektedir.
Daha fazla çoğaltılamayan toprak üzerinde yaşayan insanların
sayısı arttıkça, toprak daha kıt bir üretim faktörü durumuna
gelmiş ve insanlar bu faktöre sahip olma, ondan yararlanabilme ve daha çok pay alabilme amacıyla mücadelelere
girişmişlerdir. Zamanla bu mücadeleler daha da artmış
toplumlarda siyasal sosyal ve ekonomik huzursuzlukların
kaynağı durumuna gelmiştir
Bir yandan nüfus artışı dolayısıyla kişi başına düşen
toprağın azalması, öte yandan veraset ve intikal veya satış
yoluyla toprakların küçük parçalara bölünüşü ve bazı kişi ve
grupların ellerindeki olanaklardan yararlanarak toprak satın
almaları toprakların küçük grupların ellerinde toplanmasına
neden olmuş ve bu gruplar toplumda ekonomik, siyasal ve
sosyal baskı grubu durumuna gelmişlerdir.
Bu yapıdan dolayı toplumların huzuru bozulmuş ve
devletlerin zaman zaman çeşitli biçimlerde toprak insan
ilişkilerini düzeltmeye giriştikleri görülmüştür.
Ülkemizde de cumhuriyetin kurulması ile birlikte
Atatürk döneminde, toprak reformu sürekli olarak çeşitli
şekillerde gündem konusu olmuş ve özellikle 1930’lu yılların
sonlarına doğru bu konuyla ilgili kanunlar ve taslaklar
hazırlanmıştır. Daha sonra Demokrat Parti’nin, kuruluşundan
itibaren pek çok girişimi olmuştur. 1973’te Planlı Kalkınma
Dönemi’nde daha sonra 12 Eylül 1980 hükümetlerinde
girişimler devam etmiştir. Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki bu
girişimlerin
hiçbiri
sonuçlandırılamamıştır
Cumhuriyet
tarihimizin belki de en büyük ekonomik, siyasi ve sosyal
dönüşüm projesi olan toprak reformu zihinlerde hep bir özlem,
tarih sayfalarında da büyük bir zaaf olarak kalmıştır.
94
Çalışmamızın giriş bölümünde genel olarak toprak
reformu kavramının çeşitli anlamları üzerinde durulmuş
sonrasında toprak reformunun toplumsal, siyasal ve iktisadi
alanlardaki etkileri ve sonuçları anlatılmıştır.
İkinci bölümde dört devirdeki uygulamaları toprak
reformu düşüncesinin ortaya çıkışı, girişimleri ve gelişmeler
anlatılmıştır.
Çalışmamızın sonuç bölümünde değerlendirmelerimiz
ve bazı tespitlerimiz aktarılmıştır. Çalışmalarımız esnasında
dönemlere ait arşiv ve belgeler taranmış, Toprak Tarım
Reformu Genel Müdürlüğü Kütüphanesi’ndeki arşiv ve
kaynaklar incelenmiş, Harran Üniversitesi ve Toprak Tarım
Reformu Urfa Bölge Müdürlüğü’nün arşiv ve kütüphanelerinde
inceleme yapılmıştır.
Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu’nca
düzenlenen Siyaset Okulu 1 ve 2’de başta Rektör Prof Dr.
Süheyl Batum olmak üzere, beni bu konu üzerinde çalışmaya
teşvik eden HLO Direktörü Sayın Burak Küntay, HLO’nun
genç ve dinamik ekibine, HLO İdari İşler ve İletişim Direktörü
Sayın Funda Bağdatlı’ya, Toprak Tarım Reformu Genel
Müdürlüğü
çalışanı
Sayın
Müh.
Seyfettin
Gün’e,
çalışmalarımda hep yanımda olan oğlum Emre Uğurlu,
kardeşim Mehmet Nur Güllüoğlu ve yeğenim Celal Güllüoğlu
başta olmak üzere tüm aileme çok teşekkür ederim.
Hamdiye Yüksel Uğurlu
95
1.GİRİŞ
1.1 TOPRAK REFORMU KAVRAMI
1.1.1 Toprak Reformunun Çeşitli Anlamları
Toprak reformu, "insan-toprak ilişkilerinin yeniden
düzenlenmesi ve özellikle tarım toprakları üzerindeki mülkiyet
hakkının dağılımına, tasarruf ve işletme şekline yeni bir yön
verilmesi, tarımsal işletmelerin verimli bir şekilde işletilmesi,
üretimin artırılması, kırsal alanda yaşayan insanların
demokratik hak ve özgürlüklerine kavuşturulmasıdır. Toprak
reformu, az gelişmiş veya kalkınmakta olan ülkelerde kırsal
kesimin (çiftçi halkın) hayatını etkileyen sosyal bir değişim
süreci olduğu kadar, ekonomisi tarıma dayalı ülkelerin tarımsal
işletme ve siyasi iktidar ilişkilerini de etkileyen ekonomik ve
siyasal bir değişim aracıdır".
Toprak reformu hakkında verilen yukarıdaki tarif,
aslında en kapsamlı, politik önyargıdan uzak, bağdaştırıcı ve
çağdaş bir tariftir. Bununla beraber, teoride toprak reformu
çeşitli biçimlerde tarif edilebilmektedir. Bunun nedeni, tarif
yapanların bu tariflerine belirli bir siyasi ve sosyal görüşü esas
almasıdır.
Genel anlamda toprak reformu, toprak ile onu işleyenler
arasındaki hukuki ilişkilerin iyileştirilmesini sağlayacak
tedbirlerin tümüdür. Ancak, sözü edilen hukuki ilişkilerin hangi
durumlarda iyileştirilmiş sayılacağına karar vermek, daha çok
siyasal bir seçim konusudur. Reform sonunda yaratılan
herhangi bir hukuki durumun iyi veya sakıncalı yanları olabilir.
Dikkatlerin iyi ya da sakıncalı sayılan sonuçlar üzerinde
toplanmış olmasına göre, yaratılan hukuki durumun, toprakla
insan arasındaki ilişkileri iyileştirmiş ya da kötüleştirmiş olduğu
söylenebilir. Kaldı ki, meydana gelen bir sonucun iyi yahut
sakıncalı olduğu hususunda da görüş birliğine varılması son
derece güçtür. Daha önce de belirtildiği gibi, toprak reformu
kavramının, temelini kişisel değer yargıları meydana
getirmektedir. Bu yüzden, temeldeki değer yargıları açıkça
96
belirtilmediği sürece toprak reformu, sınırları belirsiz, bulanık
bir kavram olarak kalmak durumundadır.
Bu noktada devletin toprağa müdahalesi çeşitli
bölgelerde ve çeşitli şekillerde olmuştur. Bu karışmalar
sonucu, bazı ülke veya bölgelerde tarım sektörü gelişmiş,
bazı bölgelerde ise bu karışmalar yetersiz kalmış, başka
deyişle, yeni önlemlere gerek duyulmuş, bazı bölgelerde de
göstermelik olarak kalmıştır.
1.1.2.
Dar Anlamda Toprak Reformu:
Toprak reformunu dar olarak anlayan bir görüşe göre,
toprak reformu, özel mülkiyetteki büyük tarım topraklarının,
sahiplerinin elinden paralı veya parasız alınıp, parçalanarak,
topraksız veya az topraklı çiftçi ailelerine dağıtılmasıdır.
Burada, ya büyük mülk topraklar küçük parçalara ayrılır,
topraksız veya az topraklı çiftçilere dağıtılır ya da Asya
ülkelerinde görüldüğü gibi, toprak büyük mülk sahiplerinin
elinden alınarak, üzerindeki kiracı ve ortakçıya verilir. Birinci
şekilde, toprak mülkiyeti bölünmekte, işletme büyüklüğünde
bir değişiklik meydana gelmekte, ikinci şekilde ise, sadece
toprak sahipleri değişmekte, toprak ve işletme büyüklüğüne
dokunulmamaktadır. Bu anlamda bir reform, daha çok sosyal
amaçlar izlemektedir. Dar anlamda toprak reformu, geçmişte
veya yakın zamanlarda tam veya yarı feodal yapıya sahip
ülkelerde
feodalizmin,
büyük
toprak
mülkiyetinin
kaldırılmasında önemli rol oynamıştır. "Topraksıza, toprak"
veya "Toprak, işleyenindir", sloganının kökünü burada bulmak
gerekir. Ne var ki, bu tarif, toprak reformunu çok dar bir
açıdan ele almaktadır. Zira, bu görüş, toprak reformunu
sadece “toprak dağıtmak"’tan ibaret saymakta, buna karşılık
toprağın verimli pazarlama, kooperatifler içinde örgütlenme
unsurlarını gözden uzak tutmaktadır. Diğer taraftan, toprak
reformu, aynı zamanda tarım topraklarının yapısal
bozukluklarını önlemeli ve böylece parçalanmış ufak
toprakları toplulaştırmalı, ayrıca toprağın miras ve satış
97
yoluyla tekrar parçalanması önlenmeli, kira ve ortakçı
ilişkilerini korumalıdır. Bu nedenle, dar bir toprak reformu
anlayışına uygun olarak yapılan toprak reformlarının
uygulamada
başarılı
olmadığı
görülmektedir.
Zira,
sermayeden, kredi ve eğitimden yoksun, kooperatifler içinde
örgütlenmemiş,
ürünlerini
değerlendirme,
pazarlama
imkanlarına sahip olmayan çiftçilerin sadece toprak sahibi
yapılması, istenilen verimli işletme, tarımda üretim artışı gibi
ekonomik
amaçları
gerçekleştirememekte,
sonunda,
desteklenmemiş, donatılmamış, örgütlenmemiş çiftçilerin,
toprak reformuyla elde ettikleri toprakları, yüklendikleri aşırı
borçları ödemek, geçimlerini başka alanlarda sağlamak için
tekrar elden çıkardıkları görülmektedir.
Nitekim, I. Dünya Savaşından sonra bazı Balkan
memleketlerinde ve Asya ülkelerinde yapılan toprak
reformlarında, topraklar köylülere sermayesiz, meskensiz,
aletsiz, gübresiz ve kredisiz devredilmiştir. Bu sebeple de
uygulamada bu reform hareketleri başarılı olamamıştır. Bunun
sebebi bu yardımların yapılmamış olmasıdır.
Keza, ortaya çıkan bu sonuçları kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmaya çalışan başka ülkelerdeki toprak
reformu karşıtı gruplar, bu türden başarısız reform
hareketlerini örnek gösterip genel anlamda toprak reformu
düşüncesini kötüleyerek kendi ülkelerindeki toprak reformu
girişimlerini de engellemeğe çalışmışlardır.
1.2.- TOPRAK REFORMUNUN ETKİLERİ VE SONUÇLARI
1.2.1 Toplumsal-Siyasal Yapı Üzerindeki Etkileri ve
Sonuçları:
Toprakla onu işleyenler arasındaki hukuki ilişkileri
yeniden düzenleyen bir reform hareketi, ülkenin toplumsal ve
siyasal yapısında da zorunlu olarak değişmeler yaratır.
Özellikle az gelişmiş ülkelerde toprak mülkiyetinin ayrı bir
önemi vardır. Bu gibi ekonomilerde sanayi sektörü henüz
yeteri kadar gelişmemiş olduğu için, büyük toprak sahipleri en
98
müreffeh ve iktisadi gücü en yüksek sınıfı meydana getirirler.
Toprak, sahibine iktisadi güçle birlikte toplumsal itibar ve
siyasal nüfuz da kazandırır.
Büyük toprak sahipleri, bir yandan iktisadi baskı grubu
olarak siyasal iktidarı etkilemek imkanını bulurlar, öte yandan
da topraksız veya yeteri kadar toprağı olmayan tarımsal nüfus
üzerinde fiili bir üstünlük kurabilirler. Bu üstünlükten
yararlanan büyük toprak sahiplerinin, demokrasi ile yönetilen
ülkelerde bile, iktisaden kendilerine bağlı seçmenlerin oylarını
etkileyebildikleri görülmektedir. Böylelikle, toprak mülkiyetinin
dağılışı adaletsiz ve dengesiz olan az gelişmiş ülkelerde
devlet ile vatandaş arasında fiili bir otorite girmiş olmaktadır.
Toprak reformu, toprak üzerindeki mülkiyet hakkının daha
yaygınlaşması sonucunu doğurarak, başka bir deyişle, büyük
toprak sahiplerinin iktisadi ve fiili üstünlüklerini azaltarak,
siyasal gücün belli bir azınlıktan çoğunluğa doğru kaymasına
yol açar. Toprak reformu, tarım sektöründe çalışan geniş
kütlelere daha büyük bir iktisadi bağımsızlık kazandırmak
suretiyle siyasal demokrasinin güçlenmesini sağlar. Öte
yandan toprak reformu, ülkenin toplumsal yapısını da etkiler.
Toprak reformu sonunda işlediği toprakların sahibi olan ya da
ortakçı, kiracı veya yarıcı olarak daha büyük bir güvenliğe
kavuşan yeni kitleler ortaya çıkar.
Bu yeni grupların olaylar karşısındaki tepkileri, dünya
görüşleri ve öteki toplumsal gruplarla ilişkileri, toprağı
bulunmayanların veya iktisadi güvenliği olmayanlarınkinden
farklılık gösterir. Daha büyük bir güvenliğe sahip olanların,
kişiliklerini geliştirebilmek için daha elverişli bir durumda
oldukları bilinen bir gerçektir. İhtiyaçların baskısı altında, bir
başka kişi ya da sosyal gruba bağlı olmak zorunda kalan
kimselerin insanlık onuruna uygun bir hayat sürmeleri
mümkün değildir.
Toprak reformu, az gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen
sosyal gruplar arası eşitsizliği ortadan kaldırarak, kişilere daha
büyük bir güvenlik ve insan haysiyetine uygun bir hayat şekli
sağlar. Toprak reformu, bir sosyal grubun bir başka sosyal
99
grup tarafından sömürülmesini ve ezilmesini önleyerek sosyal
barışın kurulmasına önemli ölçüde yardım eder; böylelikle,
toplumun temelini meydana getiren büyük kitlelerin sağlıklı
gelişimine imkan hazırlar.
Toprak mülkiyetinin toplum üyeleri arasında dengesiz
dağıldığı az gelişmiş ülkelerde, büyük toprak sahiplerinin
sermaye birikimine de yardımcı olamadıkları görülmektedir.
Yüksek gelirler elde eden büyük toprak sahiplerinde gösterişli
yaşama ve lüks sayılabilecek tüketim malları satın alma
eğilimlerinin kuvvetli, buna karşılık tasarruf eğilimlerinin hayli
zayıf olduğunu ortaya koyan örnekler çoktur. Ülkemizde de;
Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, büyük toprak sahipleri,
düğününden cenazesine kadar yaptıkları harcamalarla ün
salmışlardır.
Öte yandan, büyük toprak sahiplerinin sanayi alanlarına
yatırım yapmaya karşı da pek az ilgileri vardır. Esasen birçok
ahvalde böyle bir hareket sosyal gelenekler açısından
ağalığın şanına yakışmaz sayılmaktadır. Kaldı ki bu alanda
gerekli bilgi birikim ve donanıma da sahip değillerdir. Bu
durumun traji-komik birçok örneğini Türk sinemalarında
bulmak mümkündür. Köyünden ayrılarak şehre yerleşen
ağanın şehirde yaptığı her işi batırması ve sonunda beş
parasız kalmasının anlatıldığı "Züğürt Ağa" filmi bunun en
çarpıcı örneğidir.
Sonuç olarak, geleneksel arazi mülkiyet şekilleri,
ekonomisini geliştirme yolunda bulunan bir millet için ciddi bir
engel teşkil etmektedir. Toprağın şu veya bu şekilde yeniden
dağıtıma tabi tutulması sadece tarımın değil, sanayinin ve
ekonomik hayatın diğer alanlarının gelişmesi için de temel bir
zarurettir.
100
2. CUMHURİYET TÜRKİYE'SİNDE TOPRAK REFORMU VE
UYGULAMALARI
2.1 Toprak Reformu ve Tarım Reformu Kavramları:
Geleneksel anlamda ‘toprak reformu’ denilince, toprak
mülkiyetinin belirli bir tavan sınırından yukarısının
kamulaştırılarak, topraksız ya da az topraklı köylülere dağıtımı
anlaşılırdı.
Bugün ziraatta bünye bozukluklarının düzeltilmesi için
alınan tedbirler toprak reformu içinde toplanmaktadır. Bu
bakımdan toprak reformu arazi tasarruf sisteminin ıslahı, arazi
toplulaştırması, parçalanmanın önlenmesi ve kiracılık-ortaklık
münasebetlerinin düzeltilmesi ile ilgili organize edilmiş
tedbirleri ihtiva eder.
Dar manada toprak reformu, büyük mülklerin
parçalanarak topraksız çiftçilere dağıtımı için devletçe alınan
tedbirleri kapsar.
Geniş manada toprak reformu ise; ziraatla ilgili
ekonomik ve sosyal müesseselerin ıslahı için alınan her türlü
tedbirleri ifade eder. Bu anlamda toprak reformu, bütün
yönleriyle arazi tasarruf sisteminin ıslahı, arazi toplulaşması,
kiracılık münasebetlerinin düzenlenmesi, ziraat işçisinin
çalışma şartlarının ıslahı, zirai yerleşim, vergi sistemi ile ilgili
reformlar ve uygun şartlarla kredi temini ile ilgili bütün tedbirleri
ve hatta köylerde tesis edilecek sanayi tesisleri,
kooperatifleşme ve pazarlama ile ilgili müesseselerin kuruluş
ve gelişmelerini de içine alır.
Tarım reformu kavramı da, zirai üretimin artırılması
için alınması gereken bilumum tedbirleri ifade eder. Tarım
reformu, zirai üretim faaliyetlerinin düzenlenmesi ile ilgili bütün
tedbirleri kapsadığı için toprak reformunu da içine alır.
Görüldüğü üzere geniş anlamda toprak reformu
kavramı tarım reformu kavramına yaklaşmaktadır. Bunun için
101
her iki terim çoğu zaman birbiri yerine kullanılmakta, bazen
toprak reformu adı altında geniş zirai kalkınma planları tatbik
edildiği gibi, bazen de tarım reformu adı altında sadece arazi
mülkiyetinde ki bünyevi bozuklukların ıslahı ile ilgili tedbirlerle
yetinilmektedir.
Dengesiz toprak mülkiyeti düzenini değiştirmeden,
tarım reformu tedbirleri almak bir toprak reformu değildir.
Bunun gibi toprak dağıtımını sağladıktan sonra, gerekli tarım
reformu tedbirlerini almamak da meseleyi çözümlemez.
Gerçek bir toprak reformu kavramı bunların ikisini birden
kapsar.
Sonuç olarak, gerek Türkiye'de ki tartışma ve yayınlarda,
gerekse yabancı dillerde ki yayınlarda toprak reformu ile tarım
reformu
kavramlarının
birbirleri
yerine
kullanıldıkları
görülmektedir.
2.2. Neden Toprak Reformu
2.2.1. Topraksız Köylü Sorunu?
Türkiye’de 1930’larda başlayıp 1945’te doruk
noktasına ulaşan toprak reformu atılımıyla ilgili ilk ve en önemli
saptama, konunun iktisadi değil, daha çok siyasi, sosyal ve
ideolojik saiklerle ilgili olduğudur. Aslına bakılırsa sadece
Türkiye’de değil, reformun gündeme geldiği birçok yerde de
durum aşağı yukarı aynıdır. Bir de unutmamak gerekir ki,
siyasal ve ideolojik düzeylerin iktisadi düzeyin önünde
tutulması iki savaş arası dönemde birçok siyasal rejimin
karakteristiğiydi. Yine de Türkiye’de iktisadi boyuta öncelik
veren açıklamalar yapıla gelmiştir. Toprak reformu tartışmaları
bağlamında köylülerin toprak sahibi yapılmasının onların daha
şevkle çalışacakları, dolayısıyla üretkenliğin artacağı, bunun
da sanayi mallarına olan talebi arttırarak genel olarak
ekonominin büyümesine yol açacağı gibi düşünceler ileri
sürmek mümkündür ve öyle de olmuştur. Gerçi bu beklentilere
karşın toprak reformuna sahne olmuş birçok ülkede emek
hareketlerinin kısıtlanması ve köylülerin ilk elde kendi geçimlik
102
ihtiyaçlarını pazarlara mal göndermenin önüne koyduğu da
görülmüştür. Bütün bunlara benzer açıklamalara rağmen,
dikkatle bakıldığında, bu tür argümanların Türkiye’de de
konunun özüne ikincil kaldıkları görülür. Bunun bir nedeni
bizzat dönemin elitlerinin konuyla ilgili iktisadi hedeflerin daha
az önemli olduğunu düşünmeleridir. Bir diğer neden ise bu
elitlerin toprak reformunun büyük bir iktisadi gelişme
getireceğine olan kuşkulu yaklaşımlarıdır. Dolayısıyla hem
niyet hem de getirisi açısından iktisadi saikler toprak reformu
düşüncesinde merkezi ve kritik bir önemi haiz değildir.
Toprak reformu düşüncesinin altında yatan en önemli
nedenlerin başında 1930’lardan itibaren Türkiye’de topraksız
ve az topraklı köylü sayısının artması ve bu gelişmenin
getireceği düşünülen siyasi ve toplumsal sorunlar gelir. Peki
gerçekten o dönemde Türkiye’de bu kadar kaygıya yol açacak
bir toprak meselesi var mıydı? Belki daha uygun ve bizim için
burada daha anlamlı bir soru şudur: Türkiye tarımının nesnel
koşulları bir yana, ülkeyi yönetenler böyle bir sorun olduğunu
düşünüyorlar mıydı?
Ülkemizde uzunca bir süredir topraksız ya da az
topraklı büyük bir köylü kitlesi olmadığı iddia edile gelmiştir.
Örneğin
ÇTK’ya
Adnan
Menderes’in
muhalefetinin
gerekçelerinden birisi bu yöndedir. Benzer bir iddiaya örnek
olması açısından tarihçi Haim Gerber’in ileri sürdükleri ilginçtir.
Ona göre Türkiye’de 20. yüzyılda bile toprak düzeni hiç
değişmeden 16. yüzyılın “eşitlikçi” yapısını korumuş, bu
yüzden ülkede topraksız köylü sorunu olmamıştır. Ayrıca
Gerber Türkiye’de toprak ağalığının ve yarı-feodal kurumların
da etkili olmadığını, ortaklık, yarıcılık gibi emek biçimlerinin de
önemsenmeyecek düzeyde bulunduğunu iddia etmiştir.
Türkiye’de köylü başkası için çalışacağına ekime açılmamış
topraklar bulup bunları işletmeyi tercih etmektedir. Gerber
kırsal Türkiye’nin bu özelliklerinin “kapitalist bir sistemde küçük
üretimin ve geleneksel köy cemaatinin kapitalist şehirlere karşı
yok olmasını zorunlu gören iddiayla açıkça çelişmesine” güzel
bir örnek olarak düşünür.
103
Maalesef dönemin tarımsal yapısını net olarak ortaya
koyabilmek veri kıtlığı nedeniyle bir hayli güçtür. Veri kıtlığı
sadece bu konuda değil, genel olarak ülkemizde iktisat
tarihçilerinin elini kolunu bağlayan bir faktör. Toprak
reformunun olası nedenlerini ve ulaşmak istediği hedefler
açısından potansiyel etkilerini anlayabilmek için, örneğin,
Türkiye’de o dönemdeki toprak dağılımının biçimini, bir başka
deyişle, kırsal nüfusun ne kadarının topraksız olduğunu tespit
edebilmek gerekir.
Yönetici sınıfın büyük bir bölümü için Türkiye’de büyük
bir topraksız ve az topraklı köylü kitlesi mevcuttu ve onlara
göre bu gerçek önemli bir sorun teşkil etmekteydi. Çarpıcı bir
örnek olması açısından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1934
Haziran’ında söyledikleri ilginçtir:
“Bugün memleketin beş milyon nüfusu başkalarının toprağında
çalışmaktadır. Bu suretle toprakla uğraşanlar ancak kara
ekmek yiyebilecek haldedirler. Türk köylüsü Türk’ün efendisidir
demek âdeta süsten ibaret kalıyor. Bazı vilayetlerin yarısından
fazlasında köylü başkalarının elinde olan topraklarda
çalışmaktadır... Memleketin içinde başkalarının toprağında
çalışan binlerce halk vardır. Bunları topraklandırmak Türk’ün
ve toprağın efendisi yapmak bizim en birinci borcumuzdur.”
Benzer bir yaklaşım 1937 ilkbaharında Anayasa
değişiklikleri bağlamında da vurgulanır:
“On sekiz milyon Türkün on beş milyonu çiftçidir. Bu on beş
milyonun birçoğu kendi toprağında çalışmaz. Çiftçiyi, Türk
çiftçisini, toprak sahibi yapmak demek, Türk çiftçisini yani
Türk’ün ekseriyeti aimesini kendi ekonomik mukadderatına
sahip kılarak bu memleket için hayırlı ve aktif bir eleman
yapmak demektir.”
Bu ve buna benzer sayısız beyanatlardan anlaşılıyor ki
Türkiye yönetici sınıfı bir toprak sorunu olduğunu
düşünmekteydi. 1920’-30’lardaki çeşitli yayınlarda da benzer
yönde bulgular mevcuttu. 1933’te Türkiye tarımı hakkında bir
kitap yazan Sovyet araştırmacı P.M. Zhukovsky 1920’ler
104
sonunda ailelerin yüzde 5’inin toprakların yüzde 65’ine sahip
olduğunu yazıyordu. İsmail Hüsrev Tökin 1934’te “yakın bir
atide büyük toprak mülkiyetinin fevkalâde ittisa ve geniş bir
mülkiyetsizler
kitlesinin
eskilere
inzimam
edeceğini”
belirtiyordu. Barkan 1946’da ülkede bir toprak meselesinin
olmadığı düşüncesinin büyük bir yanılsama olduğunu
söylüyordu. 1950 yılının başlarında, yani bir miktar toprağın
dağıtılmasının ardından bile, köylü ailelerin yüzde 37.9’u
toplam işlenen toprakların yüzde 81.4’ünü elinde tutuyordu.
Toplam çiftçi ailelerin binde 8’ini oluşturan 700 dekardan
büyük arazi mülkü olanlar işlenebilir toprakların yüzde
19.6’sına sahip idiler. Yakın dönemde yapılan çalışmalar da
bu gerçeğe parmak basmaktadırlar.
2.2.2. İdeolojik Formasyonun Etkisi
Topraksız köylülerin neden büyük bir sorun olarak
algılandığı ve bir toprak reformunun bu bağlamda ne anlama
geldiğini tam olarak yerli yerine oturtabilmemiz için Türkiye’de
yönetici sınıfın 1930’lu yıllardaki ideolojik formasyonunu, ve
bunun biçimlendirdiği düşünsel dünyayı anlayabilmemiz son
derece önemli. Türkiye’de incelediğimiz dönemde aşağıdan bir
köylü hareketi olmadığı için böyle bir gereksinim çok daha
hayati oluyor. Bunu yapabilmek için de köycülük ideolojisini
bilmekte büyük fayda var. Cumhuriyet dönemi tarihçilerimiz,
çok azı dışında, bu önemli ideolojiye eğilmemişlerdir.
Genellikle tek parti dönemi söz konusu olduğu zaman
sanayileşme herkesin tereddütsüz kabul ettiği bir olgu olarak
algılanır. Tek parti dönemi ideolojisi olan Kemalizm bir
“modernleşme” hareketidir ve böyle olunca da sanayileşmenin
bu genel hedefin en önemli bileşeni olduğu düşünülür. Oysa
1930’lu yıllarda yaşanılanlar ve döneminin elitlerinin düşünsel
dünyası bu yaklaşıma da kuşkuyla bakmamızı gerektiriyor.
İktisat Vekili Celal Bayar 1936 Mart’ında “Türkiye bir tarım
ülkesi mi yoksa bir sanayi ülkesi mi olsun” gibi bir konuda
birçok kişinin ve devlet ileri gelenlerinin tereddütleri olduğunu
vurguluyordu. Bir yanda köycü ideolojinin savunucularından
Nusret Kemal Köymen gibi devletin köycü politikalara daha
fazla önem vermesi gerektiğini, öte yanda kontrollü bir
105
devletçiliği
savunanlar
hükümetin
devletçiliğe
ve
sanayileşmeye yeterli ilgi ve önemi göstermediğini
yazıyorlardı. Yani ortada ne oturmuş, istikrarlı devlet
politikaları mevcuttu ne de aydınlar arasında ülkenin bu çok
önemli konusu etrafında bir uzlaşma vardı. Ortalığa daha çok
belirsizlik ve eklektisizmin hakim olduğu söylenebilir.
Bu belirsiz ve eklektik tutumu daha 1920’li yıllardan
itibaren gözlemleyebilmemiz mümkündür. İlginç bir şekilde
Cumhuriyet hükümetlerinin ilk on dördünün programında
sanayileşme üzerine kayda değer bir şeyler bulmak mümkün
değildir. Sanayileşme karşıtı tutum açısından CHP genel
sekreteri olan Esendal’ın 1946 yılı gibi geç bir dönemde bile
“sanayinin ve sanayi medeniyetinin düşmanı” biri olarak
tanınması anlamlıdır. Benzer şekilde Reşit Galip gibi 192030’larda CHP içinde ve hükümette çok önemli görevlerde
bulunmuş bir kişi “köycülüğü” ile meşhurdu. Hal böyle iken tek
parti döneminde sanayileşmeci bir perspektifin başatlığını
sorgusuz sualsiz kabul etmek biraz zor görünüyor.
Aslında belki de başat olan köycülük ideolojisinin
beslediği bir muhafazakârlıktı Türkiye’de. Özellikle 1932
sonrasında birçok kitap ve dergide köycü perspektifler görmek
mümkündür.
Elbette
herkes
kendisini
köycü
diye
nitelendirmiyordu, ama nitelemeyenlerin önemli bir bölümünün
birçok konuda köycülere yakın düşündüğünü biliyoruz. CHP
önde gelenlerinin hepsi kelimenin tam anlamıyla köycü
olmasalar da onların muhafazakâr dünya tahayyülleri köycü
ideolojiyle büyük ölçüde beslenmiş ve iç içe geçmişti. Bu
gerçeği dönemin ileri gelenlerinin yazılarında, örneğin, CHP
elitlerinin
çıkardıkları
Ülkü
dergisinde
gözlemlemek
mümkündür.
Köycü ideolojinin en karakteristik öğesi şehirlere,
şehirleşmeye karşı oluşuydu. Şehirler ve şehir medeniyeti her
türlü sorunun ana nedeniydi. Örneğin 1930’ların Büyük
Buhran’ı şehirlerde baş göstermiş, ama faturasını köylülere
kesmişti. Şehirler kozmopolitizmi, işçi isyanlarını, işsizliği,
grevleri, köksüzlüğü ve buna benzer olumsuz nitelikleri
106
simgelemekteydi köycüler için. Üstüne üstlük şehir medeniyeti
köylerin sömürüsü üzerine yükseliyordu. Bir başka deyişle
köylerin bugünkü geri kalmışlığının altında yatan neden
şehirlerin ve şehirlilerin, özellikle de şehirli aydınların, eseriydi.
Köycüler sanayileşmeye de kuşkuyla bakıyorlardı.
Sanayileşmenin getirdiği toplumsal sorunlardan ve sınıflardan
korkmuş, özellikle ülkede işçi sınıfının gelişiminin önlenmesini
vurgulamışlardı. İşçi sınıfı, köylülerin tersine, dinamik ve
enternasyonalist olması nedeniyle toplumsal isyanlara ve
devrimlere daha meyyal bir sınıftı ve bu nitelikleriyle dönemin
milliyetçi düşüncesinin de en az alıcısı gibi gözükmekteydi.
Köylüler ise küçük mülkiyet demekti. Amerikan ve Sovyet tipi
büyük üretim ise işçi sınıfı ve her türlü toplumsal sorunla
eşanlamlıydı. Gerçi birçokları sanayi olmasın demiyordu ama
sanayileşme yaşanmadan sanayi kurulmalıydı. Böyle bir
sanayi “köycü” bir sanayi olmalı, devlet tarafından ve şehirlerin
dışında kurulmalıydı. Bütün bunlardan çıkardıkları en önemli
pratik sonuç ise köylülerin şehirlere göçmesinin önünün
alınması, onların köylerine bağlanmasının gerekliliğiydi.
Toprak reformu düşüncesinin arkasında köycü
ideolojinin bu asli iki öğesini, yani şehirleşme ve
proleterleşmeye şüpheyle bakmayı, açık seçik görmek
mümkündür. Köylüye toprak dağıtma düşüncesinin arkasında
yatan topraksızlaşan köylülerin şehirlere göçmesinden ve
proleterleşmesinden korkulmasıydı. Şehirleri Avrupa ve
Amerika’daki gibi devasa siyasi ve toplumsal sorunların
merkezi haline gelmemiş, sınıfsal farklılaşmaların olabildiğince
artmamış olduğu bir Türkiye özleniyordu. Köylülere toprak
dağıtılması şehirleşmeye ve proleterleşmeye, yani Batılı tipte
bir sanayileşmeye karşı bir sigorta işlevi görebilecekti.
Proleterleşme ve komünizme karşı köycülükten
esinlenen bu tür bir yaklaşımı CHP önde gelenlerinin çeşitli
konuşma ve yazılarında, örneğin Genel Sekreter Recep
Peker’de görmek mümkündür. Eski araştırmacı ve siyasetçi M.
Goloğlu’nun Mecliste Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu
107
tartışmalarında “konuyu gerçek yörüngesine oturtan” kişi
olarak nitelediği Peker bu konuda şöyle diyordu:
“Çiftçi yeter toprağa sahip edilmezse ... savaş sonunda azgın
seller gibi her yana akacak olan ideolojilerin nereden geldiği
belli olmayan zehirli etkileri, toplumu, ulusal yapıyı içinden
kaynatır ve toplum hayatını kökünden rahatsız eder. Eğer..
Çiftçi ve Toprak işi.. düzenlenirse toplumu hiç bir rüzgâr
sarsamaz.”
Bu yaklaşımın toprak reformu bağlamında müspet bir
nitelik olarak algılanması konunun yakın zamana kadar
savunula gelmesinden bellidir. 1960’lar ve sonrasında yoğun
olarak toprak reformu üzerine çalışmış Reşat Aktan “İktisadî
hürriyetine sahip çiftçilerden müteşekkil topluluklar zararlı ve
tehlikeli ideolojilere mukavim, köklü ve istikrârlı bir toplum
yaratacaktır. Bu bakımdan toprak reformu komünizm
tehlikesine karşı en müessir bir önleyici tedbir mahiyetine
haizdir” demektedir. Benzer şekilde 1980 askeri darbesi
sonrası bu konuda bir kitap hazırlayan dönemin Danışma
Meclisi üyelerinden M. Pamak toprak dağılımındaki
adaletsizliklerin “Kötü niyetli, yabancı ideoloji uşağı Marxist
Komünistlerin istismar edeceği bol miktarda malzeme”
sağlayacağını; böyle bir toplumun “her türlü sosyal ve siyasi
patlamalara hazır” olacağını vurgulamaktadır. Toprak
reformunun proleterleşmeye ve komünizme karşı bir panzehir
olarak görülmesi bu konunun genel olarak sol ya da radikal
politikalarla
ilişkilendirilmesinin
geçersizliğini
de
göstermektedir. Bu konuda Tek Parti elitlerinin kaygılarına
paralellik arz etmesi açısından 1945 sonrası Amerikan
hükümet politikaları ilginç bir örnektir. Amerikalı uzmanlarca
Soğuk Savaş yıllarında “Üçüncü Dünya”daki gerilla
hareketlerine ve sosyalist cereyanlara karşı toprak reformu en
etkili önlem olarak önerilmiştir. Ancak hal ve niyet böyle
olmasına rağmen, Amerika’da da, Türkiye’de de, toprak
reformu savunanlar sık sık komünistlikle suçlanabilmişlerdir.
108
2.2.3. Toprak Reformu ve Kitlelerin Kazanılması Sorunu
Toprak reformuyla hedeflenen bir diğer önemli amaç
ise kitlelerin daha fazla rejime kazanılmasıydı. Hiçbir inkılâp
kitleleri kendisine kazanmadan ayakta kalamazdı ve
Türkiye’de kitleler demek köylüler demekti. Bu noktada da
köycü ideolojinin etkisi hissediliyordu. Köycüler Türk milletinin
en güzel karakterlerinin özünün köylerde olduğunu
düşünüyorlardı. Ancak zaman içinde köylerin geri kalması ve
diğer etkenler nedeniyle köylüler, bugün milliyetçi ideolojiye
yeterli ilgiyi göstermiyorlardı. Hatta Türkiye’de öyle köyler vardı
ki aslen Türk olmalarına rağmen Türkçe’yi bile zaman içinde
unutmuşlardı. Bu yüzden köycülere düşen en önemli
görevlerden birisi de köylüleri aslına döndürmek, yani köylüyü
milliyetçi ideolojiye, bir başka deyişle dönemin siyasal rejimine
kazandırmaktı. Gerçi bunun kolay bir iş olmadığı da biliniyordu
çünkü Şevket Süreyya’nın deyimiyle “bütün inkılaplarda, yeni
rejimin değişiklik emirlerine en geç ve en güç boyun eğen
köydü.” Bir toprak reformuyla köylülere toprak vermek yoksul
ve orta köylülüğün kaderini Kemalist rejimin kaderine
bağlayabilecekti. Üstelik 1930 Serbest Fırka deneyinin de
gösterdiği gibi Kemalist rejimin kitle desteğine ihtiyacı vardı.
Köycülük
ideolojisinin
1930’lar
ortalarından
itibaren
gelişmesiyle toprak reformu düşüncesinin yaygınlaşması
kuşkusuz kitleleri rejime kazanma atılımlarının çeşitli
yönlerinden birisiydi.
Kitlelerin rejime kazanılması 1930’lar ve sonrasında
hiçbir yerde ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda olduğu kadar
hayati bir önem arz etmiyordu. Rejimin önde gelenlerinin
kafasında toprak reformunun en büyük getirilerinden birisi
kendilerini Kürt olarak gören önemlice bir nüfusun rejime
kazanılmasıydı. Aslına bakılırsa toprak reformu düşüncesi
1930’lar başlarında büyük bir ihtimalle bu meselenin çözümü
bağlamında gündeme geldi. Genel kanı bir toprak reformuyla
Kürt meselesine kalıcı bir çözüm sağlamaktı. Toprak
reformuyla Kürt meselesi arasındaki ilişkiyi en esaslı ve yetkin
bir şekilde dönemin özgün dergisi Kadro’da bulmak
mümkündür. Kadro’nun genel ideolojisi değilse bile bu konuda
109
dile getirdiği görüşler rejimin önde gelenleri tarafından da
paylaşılıyordu.
Tek parti dönemi hükümetlerinin “en çetin, fakat hiç de
verimli bir sonuç alınamayan davası” kabul edilen “Doğu illeri”
sorunu milli/etnik değil, sınıfsal bir sorun olarak algılanıyordu.
Kaynağı da feodal ilişkilerdeydi. Toprak reformu ile Kürt
derebeylerinden toprağın alınıp köylülere verilmesi o bölgedeki
feodal ilişkileri çözecek; “Kürtçülük” gibi akımların böylece
iktisadi ve sosyal altyapısı kurutulmuş olacaktı.
Bu beklenti toprak reformunun altında yatan en kritik
meselelerden birisi olmasına rağmen ülkemizde maalesef hak
ettiği bir şekilde tartışılmamıştır. Bunun nedenlerinden birisi
Kürtlerle ilgili konuların en azından yakın zamana kadar bir
tabu haline getirilmiş olması, bir diğeri ise toprak reformuna
yönelik çalışmaların çoğunun konunun bu tür veçhelerinden
çok iktisadi boyutuna gereğinden fazla ağırlık atfetmeleridir.
Oysa toprak reformu projesinde bu konu önemli bir yer
tutar. Türkiye’de ne zaman “Doğu ve Güneydoğu” için bir
şeyler yapılmak istense toprak reformu konusu gündeme
gelmiştir. Bu durum ilginç bir şekilde 1937’de de, 1997’de de
geçerli bir yaklaşım olabilmiştir. Toprak reformu meselesi 1997
Ağustos’unda dahi Türkiye’de tartışma gündemine gelmiş,
Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit gibi önde gelen siyasetçi
ve devlet adamları “olağanüstü bölgenin” sorunlarının toprak
reformuyla çözülebileceğini iddia etmişlerdir.
Gerek Kadro gerekse de CHP önde gelenlerinin
konuyu ortaya koyuşları Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelerdeki sorunların temelinde oradaki feodal ilişkilerin
yattığı yönündeydi.
Toprak reformunun gerçekten bu meseleyi çözüp
çözemeyeceği, ya da eğer başlı başına bir reform
yapılabilseydi bölgedeki sorunların ne kadarının çözülebileceği
oldukça tartışmalı bir konudur. Bizi burada ilgilendiren hem
devlet politikalarının hem de kadrocuların toprak reformu ile bu
110
sorunu birbiriyle çok alakalı görmeleridir. Toprak reformunun
bu boyutu, ne yazık ki şimdiye kadar, üzerinde yeterince
durulmamış bir konudur.
2.3. Liberal Dönem (1950-1960)
2.3.1. Toprak Mülkiyet Düzenindeki Gelişmeler:
1950'lerden itibaren, 1945'de çıkarılmış olan Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu doğrultusunda toprak dağıtım
faaliyetleri devam etmiştir. Makineli tarıma yine bu dönemde
geçilmiş ve özellikle de traktör sayısı hızlı bir şekilde artmıştır.
Traktörün tarıma girmesiyle birlikte, yeni tarım alanları ekime
açılmıştır. Ne var ki kazanılan yeni topraklar genellikle kamuya
ait hazine arazisi ve meralardır. Her ne kadar topraksız ve az
topraklı çiftçilere, toprak dağıtma işlemi önemli ölçüde
sürdürülmüş ise de, yine de çiftçi ailelerinin işledikleri
toprakların alan olarak miktarları istenilen seviyeye
ulaşmamıştır. Bu bakımdan toprakların dengesiz dağılımı
varlığını bu dönemde de sürdürmüştür. Cüce ve küçük çaplı
işletmelerin oranı yüksek seviyesini korumuştur.
2.3.2 Topraksızlara Toprak Dağıtımı:
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu öncelikle kullanılmayan kamu topraklarının topraksız
ya da az topraklı köylüye dağıtılmasını öngörmüştü.
Uygulamada daha çok kamu mülkiyetinde olan toprakların
dağıtımı biçiminde gerçekleşmiştir. Dönem boyunca
göçmenler de dahil olmak üzere toplam 350 bin civarında
aileye yaklaşık 18 milyon dönüm toprak dağıtılmıştır.
Aynı yasa gereğince Toprak Komisyonları tarafından
586.132 dönüm toprak vakıflardan, özel idarelerden, Ziraat
Bankası'ndan ve özel mülklerden kamulaştırılıp köylüye
dağıtılmıştır. Bunlardan özel mülklerden kamulaştırılıp
dağıtılan topraklar sadece 86.477 dönümdür. Toprak dağıtma
faaliyeti özellikle 1949 yılından sonra, hızlı bir şekilde artmıştır.
Ne var ki dağıtılan topraklar daha çok kıraç mera arazisidir ve
111
tüm toprakların %20'sinden daha az bir kısmını
oluşturmaktadır. Devletin dağıtmış olduğu toprakların, gerek
yeterli ekonomik büyüklükte olmayan, gerekse verimli olmayan
toprak parçaları olduğu göz önüne alınırsa bu toprak dağıtım
faaliyetlerinin çok köklü bir reform anlamına gelmediğini
söylemek mümkündür.
Liberal dönemin aynı zamanda makineleşmenin ortaya
çıktığı bir dönem olduğu hatırlanacak olursa, bu dönemde
toprak dağıtımının bir amacının da tarım kesiminde ortaya
çıkan işsizliği azaltmak olduğu söylenebilir.
Topraklandırılan çiftçi ailelerine aile başına ortalama
50 dönüm civarında toprak düşmektedir. Bu miktardaki toprak,
toprak normlarına göre taban ve sulanabilir alanlarda bir
ailenin yıllık geçimini ve gelecek yıllardaki üretimini
sürdürebilmesini sağlayacak genişlikte sayılabilir. Ancak
dağıtılan bu toprakların kıraç ve verimsiz mera arazisi olduğu
göz önüne alındığında aile başına düşen bu ortalama 50
dönüm toprağın köylünün yıllık geçimini ve gelecek yıllardaki
üretimini sürdürmeye yeterli miktarda bir toprak parçası
olmadığını söylemek mümkündür.
Daha önce incelediğimiz gibi toprak reformu düşüncesi
defalarca gündeme gelmesine rağmen topraksız ve az topraklı
çiftçilere toprak dağıtımı meseleleri bu dönemde de kendini
hissettirmiştir. Bu meseleleri bu kadar canlı tutan sebepler
arasında dağıtılan hazine topraklarının zamanla sınırına
varılması, verimli toprak rezervlerinin tükenmesi, işsizliğin
giderek yükselmesi ve toprak üzerinde özellikle küçük tarımsal
işletmelerde nüfus baskısının artması gibi etkenler sayılabilir.
1953 yılı verilerine göre bir çiftçi ailesi başına düşen arazinin
ortalama 7 parçadan oluştuğu da görülmektedir. Bu durum
verim düşüklüğüne sebep olmaktadır. Çiftçi ailelerinin ancak
%5.4'ünün işletmeleri tek parçalı, %51.3'ünün ki ise 1-5 parça
arasındadır. İşletmesi 5 ve 5 parçadan daha az olan işletmeler
ise toplam işletmelerin %24.1'ini oluşturmaktadır. 10 ve daha
fazla parçalara bölünmüş araziye sahip işletmelerin oranı ise
%22.6'dır.
112
Öte yandan 1950 tarım sayımı sonuçlarına göre
410.000 köylü ailesi tarım işçiliği, 47.716 aile ise yalnız hayvan
yetiştirmek suretiyle geçimlerini sağlamaktadır. 89.694 ailenin
ise hiç toprağı yoktur. Toplam çiftçi ailelerinin %2.5'i yarıcı,
%0.6'sı kiracı, %21.5'i yarı mal sahibidir. %72.6'sının da mal
sahibi olduğu anlaşılmaktadır.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Tüzüğü 4.6.1947
tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmişti. Bu kanunda birinci
ve en önemli değişiklik yukarıda da söz ettiğimiz gibi
23.3.1950 tarih ve 5618 sayılı kanunla yapılmıştır. İkinci
değişiklik ise 20.05.1955 tarih ve 6603 sayılı kanunla
yapılmıştır. 8751 sayılı ve 22.3.1957 tarihinde yayınlanan
Çiftçiyi Topraklandırma Nizamnâmesi ise tümüyle bu kanunun
yerini almıştır.
2.4. Planlı Kalkınma Dönemi
2.4.1. 1973 Tarih ve 1757 Sayılı Toprak ve Tarım Reformu
Kanunu:
Reform niteliğini kaybeden 1945 tarihli Çitçiyi
Topraklandırma Kanunu'ndan sonra 1973 yılında Toprak ve
Tarım Reformu Kanunu çıkarıldı. Uygulamasına geçildikten
hemen sonra iptal edilen bu kanunun çıkmasını gerektiren
şartlardan kısacası söz edelim.
2.4.1.1. Toprak ve Tarım Reformu'nun Çıkarılmasını
Gerektiren Şartlar :
Daha önce incelediğimiz 1945 tarihli Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu ile genellikle hazine toprakları
dağıtılmış ve zirai yapı daha da kötü bir hale gelmişti.
1950 tarım sayımı sonuçlarına göre tarımda
çalışanların %17'si toprağa sahip değilken, aynı oran 1960
yılında %32'ye yükselmiştir. Öte yandan Medeni Kanun'da
tarım topraklarının parçalanmasını engelleyen bir hüküm
113
yoktu. Bu sebeple tarım işletmeleri birden çok parçaya
bölünmüştü.
1961
Anayasası'yla
birlikte
toprak
mülkiyet
dağılımındaki adaletsizlik üzerindeki tartışmalar giderek
yoğunlaştı. Anayasanın 37. maddesi reform kapsamına
girecek tedbirlerin alınmasını öngörmüştü. Toprak reformu için
dayanak olan bu madde şu şekildeydi:
"Devlet toprağın verimli olarak işletilmesini gerçekleştirmek ve
topraksız olan veya yeterli toprağı bulunmayan çiftçiye toprak
sağlamak amaçlarıyla gereken tedbirleri alır. Kanun, bu
amaçla değişik tarım bilgilerine ve çeşitlerine göre toprağın
genişliğini gösterebilir. Devlet, çiftçinin işletme araçlarına sahip
olmasını kolaylaştırır."
1961 yılından 1972 yılına kadar 8 kanun tasarısı
hazırlandı. Bu tasarılardan sadece 4. Toprak Reformu tasarısı
meclise geldi, fakat kanunlaşamadı.
1972 yılında 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Ön
Tedbirler Kanunu çıkarıldı. Bu kanun iki bölümden ibaretti.
Birinci bölümü, Toprak ve Tarım Reformu ile ilgili hükümleri,
ikinci bölüm ise, Tapulama Kanunu ile ilgili hükümleri ihtiva
ediyordu. 1973 yılında ise, aynı yıl yürürlüğe giren 1757 Sayılı
Toprak ve Tarım Reformu Kanunu kabul edildi. Bu kanunun
uygulamasına ilk olarak Urfa İlinden başlanmıştır. 5 yıl
yürürlükte kalan bu kanun şekil yönünden eksikliklerin
bulunması sonucu Anayasa Mahkemesi tarafından iptal
edilerek yeni bir yasa çıkarılması için bir yıl süre tanınmıştır.
Yeni bir yasa çıkarılamayınca da bu süre 10 Mayıs 1978'de
son bulmuştur.
2.4.1.2 1757 Sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun
Özellikleri:
Kanuna göre toprak ve tarım reformu, toprak mülkiyet
dağılımının, toprak kullanım ve işletme şeklinin ve işletmelerle
ilgili yapının verimlilik esaslarına ve sosyal adalet ilkelerine
uygun olarak düzenlenmesini öngörmektedir.
114
- Toprağın verimli bir şekilde işletilmesini, tarımsal üretimin
sürekli olarak artırılmasını, değerlendirilmesini, pazarlanmasını
ve milli kalkınmayı hızlandıracak tarımsal yapının kurulmasını,
- Topraksız ya da az topraklı çiftçi ailelerinin yeter gelirli
tarımsal
aile
işletmeleri
haline
getirilmeleri
için
topraklandırılmalarını araç ve gereçlerle donatılmalarını,
desteklenmelerini ve örgütlenmelerini,
- Toprak ve Tarım Reformu hedeflerinin gerçekleştirilmesine
yardımcı olmak amacı ile Toprak ve Tarım Reform
Kooperatifleri kurulmasını,
- Tarımda kiracılık ve ortakçılığın belli bir düzene sokulmasını,
- Ekonomik bir üretim imkânı vermeyecek bir şekilde
parçalanmış bir arazinin birleştirilmesini ve gerektiğinde
genişletilmesi suretiyle toplulaştırılmasını ve tarımsal mülklerin
çiftçi ailelerinin geçimini sağlamaya ve aile işgücünü
değerlendirmeye yetmeyecek derecede parçalanmasını ve
küçülmesini önlemeyi,
- Örnek köyler kurmayı, mevcut köylere eklemeler yapmayı,
- Tarımda toprak ve su kaynaklarının teknik ve ekonomik
gereklere göre kullanılması, korunması iyileştirme ve
geliştirilmesi ve verimliliğin sürdürülmesini, sağlamaktadır.
2.4.2. Planlı Dönemin Değerlendirilmesi:
1950'de başlayan liberal dönem 1955'ten sonra
ekonominin iyice bozulması sonucu, askeri darbe ile son
buldu. Yeni bir anayasa ile başlayan bu dönemde, alınan ilk
kararların en başında ülkenin kalkınmasının on beş yıllık
perspektifli, beş yıllık kalkınma planlarıyla yönlendirilmesi
kararının alınmasıdır.
1963'te ilk planın uygulanmasına başlanan bu planlı
dönemde, kalkınma için mutlaka endüstrileşmek gerektiği
görüşünden hareket edilerek, endüstriyel gelişmeye öncelik
verildi. Önce hızlı bir endüstrileşme gerçekleştirilmeli,
ülkemizde üretilen ve tarımda verimliliği artıracak olan araç ve
gereçlerle, tarımın hızlı gelişmesi sağlanmalıydı. Böylece tarım
dışı sektörlerde artan istihdam imkânlarına paralel olarak
115
tarımdan tarım dışına göç olgusu yaşanacak ve bu şekilde
sağlıklı bir kentleşme olgusu ortaya çıkacaktı. Ne var ki
kalkınmada sanayiye öncelik verilmesi tarımın ihmal edilmesi
anlamına gelmiyordu. Nüfusun büyük bir kısmının faaliyette
bulunduğu ve milli gelirin önemli bir kısmının elde edildiği tarım
sektörünün gelişmesi beş yıllık kalkınma planları çerçevesinde
sürdürülecekti.
2.4.2.1. 12 Eylül 1981 Tarihînden İtibaren Başlanarak 12
Eylül 1982 Tarihinde Bitirilmiş Olan Faaliyetler:
Bütçe Kanunları ile yürürlükte bulunan 1757 sayılı
kanunun ilgili maddeleri ve 1617 sayılı ön tedbirler kanunu ile
bu kanun gereğince çıkarılmış bulunan 6.6.1978 gün 7/15817
sayılı Bakanlar Kurulu Kararı gereğince Toprak ve Tarım
Reformu Müsteşarlığının yapmış olduğu faaliyetler:
(1) Şahıslara ait 8 bin 79 dönüm arazinin tarım dışı
amaçlara tahsisi,
(2) Hazine arazisinden 20 bin 113 dönüm arazinin
çeşitli ihtiyaçlar için kamu kuruluşlarına tahsisi,
(3) Afgan göçmenlerinin yurdumuzda yerleştirilmeleri
için gerekli yer tespiti,
(4) Yasama Faaliyetleri:
(a) Yeni bir Toprak ve Tarım Reformu Kanunu
Tasarısı Hazırlama Çalışmaları:
12 Eylül 1980'den sonra kurulan Hükümet
Programında yer aldığı gibi, toprağın verimli bir şekilde
işletilmesi, birim alandan azami verimin alınması ve milli
kalkınmayı hızlandıracak tarımsal yapının kurulması
maksadıyla bir Toprak ve Tarım Reformu Kanun Tasarısı
hazırlanarak 1981 yılı içerisinde Başbakanlık’a sunulmuştur.
Bilahare Danışma Meclisi Başkanlığı’na intikal eden tasarı
daha sonra yeniden tetkik edilmek üzere Hükümetçe geri
alınmıştır.
(b) 1617 Sayısı Toprak ve Tarım Reformu
Öntedbirler Kanunu’nda Değişiklik Yapan Kanun:
116
1757 sayılı Kanun uyarınca kamulaştırılan toprakların
eski sahipleri tarafından, 1981 yılı içerisinde 6830 sayılı
Kanunun 23’üncü maddesi gereğince geri alma davaları
açılmıştır. Kamulaştırılan arazinin eski maliklerine iadesinin o
bölgede bazı sosyal problem ve huzursuzluklara yol açacağı
göz önüne alınarak, mezkûr kanundaki 5 yıllık sürenin 10 yıla
çıkarılması ile ilgili olarak bir kanun tasarısı hazırlanarak
Danışma Meclisine intikal ettirilmiştir. Tasarı, Danışma
Meclisi’nde de Hükümetten geldiği şekli ile kabul edilmiştir.
Bilahare Milli Güvenlik Konseyince Tasarı, “1757
sayılı Kanun hükümlerine göre kamulaştırılmış olan gayri
menkuller hakkında, 6830 sayılı İstimlâk Kanunu'nun 23’üncü
maddesi hükmü uygulanmaz. Bu kanun yürürlüğe girdiği
tarihten önce sözü edilen gayrimenkuller hakkında açılmış ve
kesin karara bağlanmamış geri alma davaları konusuz kalmış
sayılır”, şeklinde kabul edilerek, yasalaşmıştır.
2.4.2.2. 12 Eylül 1981 Tarihinde Başlanan ve 12 Eylül,
1982 Tarihinden Sonra da Devam Eden Ana Faaliyetler*:
(1) Kiralama ve tecavüz edilen Hazine arazisi tespiti
ile yatırım noksanlıklarının tamamlanması çalışmalarına
devam edilmektedir. Yatırım noksanlıklarının tamamlanması
için 1983 bütçesine 19.500.000 TL.lık ödenek teklif edilmiştir.
'
(2) Yeni bir yasa tasarısı hazırlama çalışmalarına
devam edilecektir.
2.4.2.3. 12 Eylül 1981'den Önce Başlanan ve Halen
Devam Eden Ana Faaliyetler:
Kiralama Faaliyetleri:
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun
Anayasa Mahkemesince iptalinden sonra, Toprak ve Tarım
Reformu Müsteşarlığı emrine geçmiş hazine arazisi,
6.6.1978 gün, 7/15817 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı
gereğince kiralanmaya başlanmıştır.
117
Urfa,
Ankara,
İstanbul
ve
Simav
Bölge
Başkanlıklarında 1981 yılında hazine arazisinin kiralanması
çalışmalarına devam edilmiştir. Hazine arazisi evvelce 1 ilâ 4
yıllık
sürelerle
kiralanmakta
iken,
Urfa
Bölgesi
kiralamalarında 1980 yılından diğer bölgelerde 1982 yılından
itibaren sözleşmeler 1 yıllık olarak yapılmaya başlanmıştır.
Böylece 1981 yılında toplam olarak 396 köy ve 1 ilçe
merkezinde 12.754 hak sahibi aileye 1 milyon 40 bin 679
dönüm arazi 179 milyon 360 bin 763 liraya kiralanmış
bulunmaktadır.
3.SONUÇ
Dünya üzerindeki topraklar sınırlı olduğu gibi, bu
toprakların tarıma elverişli olan kısımları da sınırlıdır. Toprak,
üretimle artmayan bir üretim faktörüdür. Bu yüzden en adaletli
bir başlangıç bile, eğer gerekli müdahalelerle sürekli
düzenlemelere gidilmiyorsa, kısa zamanda bozulur, toprak
dağılımı adaletsiz bir görünüm alır.
Bu meselenin çözümü için çeşitli yapılarda "toprak
reformu" tanımları ortaya atılmıştır. Toprak reformu, insantoprak ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, tarım topraklan
üzerindeki mülkiyet hakkının dağılış ve kullanılış şekline bir
yön verilmesi, şeklinde tarif edilebilmektedir. Bu yönüyle konu
siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçlarıyla büyük bir değişim
projesidir. Bu yüzden, özellikle tarıma büyük ölçüde dayanan
ekonomilerde toprak reformu, servet ve gelirin, toplumsal
itibarın ve siyasal gücün toplum üyeleri arasında yeniden
dağılımına yol açan sonuçlar yaratır ve böylelikle toplumsal
yapıda temelli değişmeler meydana getirir. Toprak reformuyla
aslında kırsal alandaki "oyunun kuralları" değiştirilir. Bu niteliği
dolayısıyla da en hararetli tartışmalara konu olmakta ve
direnmeyle karşılanmaktadır. Bir defa, reform yapmak
ihtiyacını duyan ülkeler genellikle tarıma dayanan az gelişmiş
bir ekonomiye sahiptirler. Toprak reformu, ekonominin çok
önemli bir sektöründe yerleşmiş menfaatlerin değişikliğe
uğramasına yol açar. Bu yüzden, menfaat zedelenmesi
118
ihtimali olan sosyal grupların, toprak reformuna karşı çıkmaları
beklenmeyen bir sonuç değildir. Az gelişmiş ve tarıma dayalı
ekonomilerde, toprak reformundan zarar görebilecek sosyal
gruplar, çok defa, küçümsenmeyecek bir siyasal gücü de
ellerinde bulundururlar. Dolayısıyla toprak reformu, daha
başlangıçta siyasal bir direnme ile karşılaşabilmektedir.
Siyasi demokrasi, fertlerin sosyal ve ekonomik
imkanlara sahip olmalarıyla gerçekleşir. Gelir dağılımı adil ve
dengeli, ekonomik güçleri yeterli bir kırsal nüfus, özgür siyasi
düşünce sahibi, kısaca vatandaş olma bilincine ulaşır. Yeter
toprak sahibi çiftçi kesimi, siyasi tercihini, hiçbir baskı altında
kalmadan özgürce kullanır, dilediği siyasi partiyi seçer, politik
faaliyete serbestçe katılır.
Ülke gerçeklerine uygun yapılacak bir toprak reformu ile
tarım sektöründe çalışan, kırsal alanda yaşayan insanları
ekonomik yönden daha güçlü, sosyal yönden daha emin,
siyasi açıdan daha özgür vatandaş yapar.
Ülkemizde de, belgeler 1923-1938 tarihleri arasında,
özellikle 1934'den sonra, kırsal kesimdeki adaletsiz ve
dengesiz toprak mülkiyetinin değiştirilmesi ve daha adaletli bir
sosyal yapının oluşturulması amacıyla bazı girişimlerin
olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak, toprak reformuna ilişkin
düşüncelerin ilk defa ortaya atılmasından bu yana uzun
sayılabilecek bir süre geçmiş olmakla beraber, bugüne kadar
önemli sayılabilecek bir eylem gerçekleştirilememiştir. Bu
başarısız sonuç, Türkiye'de toprak reformunun karşısına çıkan
çeşitli güçlüklerden doğmuş bulunmaktadır.
Bu başarısızlıkta, aşağıdan bir baskının gelmemesinin
etkisi olduğu kadar, Kemalist kadronun eşraf demirperdesini
yıkamamış olmasının da büyük payı vardır.
Kurtuluş Savaşı’nı büyük toprak sahibi Anadolu Eşrafı
ile ittifak içinde zafere ulaştıran Kemalist kadro 1923'den sonra
da ittifakı sürdürmek durumunda kalmıştır. Cumhuriyet’in
kuruluş dönemi diyebileceğimiz 1923-1934 yılları arasında bu
119
ittifakın korunması toprak reformunu nazari bir sorun
durumuna getirmiştir. 1934'den sonra yapılan gerçekçi
girişimler de Türkiye'nin ekonomik hayatını büyük oranda
kontrol altında tutan büyük toprak sahiplerinin karşı koyması
sonucu başarısız olmuştur.
Kaldı ki, yönetici kadronun, dayandığı toplumsal
desteğin, büyük toprak sahiplerini de içeren sınıfsal yapısını
değiştirmeden, bir toprak reformu uygulamasını başlatması
söz konusu olamazdı. 1920-1938 yılları arasında TBMM'deki
milletvekillerinin mesleki ve sosyal statülerine genel hatları ile
bakıldığında bu tablo açık bir şekilde görülebilmektedir. Bu
dönemde ülkemizde uygulanan iki basamaklı dolaylı seçim
sistemi parlamento içinde reformları engelleyen güçlü bir
toprak sahipleri lobisinin varlığını güvence altına almıştı. Bu
noktada toprak reformuyla ilgili bir yasa çıkartmasına karşın,
toprak reformunu bir türlü gerçekleştiremeyen İsmet İnönü bu
konuda 1973 yılında yapılan bir toplantıda yaptığı konuşmada
şöyle dert yanıyordu. "Ziraatta mühim bir şeyi yapamadık.
Toprak reformundan söz edeceğim. Toprak reformunu
yapamadık. Nihayet özel şeylere, menfaatlere dokunan bir
şeydir. Büyük ölçüde siyaset müessir olmuştur. "
Atatürk'ün hakim kişiliği, bu sorunu çözemez miydi?
Atatürk, hastalanmayıp daha yaşasaydı bu sorunu sonuca
ulaştırabilir miydi, bilinmez. Ama, bilinen, yaşadığı dönemde
bunu istediği ölçüde gerçekleştiremediğidir. Her gücün bir
sınırı vardır. Toplum yapısından kaynaklanan sınırlamalar,
birçok davranışın yazgısını belirler. Bu nedenle, Glasneck'in
deyişiyle, "Kemal Atatürk gibi üstün bir kişilik de güçsüz
kalmıştı."
Miri arazi düzeni hukuki varlığını 1926 yılına kadar
sürdürmüş olmasına rağmen Cumhuriyet'in, İmparatorluktan
devraldığı zirai yapı esas itibariyle Osmanlı'da uygulandığı
biçimdedir. 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun'la birlikte,
toprağı fiilen elinde bulunduranlar hukuken toprağın maliki
durumuna geçmişlerdir. Bunun yanı sıra, Cumhuriyet'in
kuruluş yıllarını kapsayan dönem içersinde çiftçilerin kredilerle
120
desteklenmesi yoluna gidilmiş ve zirai üretim ile verimlilikte
artışlar gözlenmiştir. 1929'da yaşanan Dünya Ekonomik Krizi
ile birlikte tarım gelirlerinde düşüşler olmuştur.
1933'ten sonra devletin ekonomik hayata müdahalesi
artmış ve zirai yapıyı iyileştirmeye yönelik tedbirler daha yoğun
bir şekilde gündeme gelmeye başlamıştır.
Atatürk'ün gayreti ile başlatılan, ancak onun
ölümünden sonra çıkarılabilen 1945 Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu, toprak mülkiyet düzeninde istenilen değişikliklerin
yapılması için yeterli olamamıştır.
1950'den
itibaren
devletin
ekonomik
hayata
müdahalesi giderek azalmaya başlamış ve liberal politikalar
doğrultusunda hür teşebbüs sistemine ağırlık verilmiştir. 195060 arasındaki liberal dönemde tarım sektöründe yapısal
dönüşüm gerçekleşmiş ve tarıma makinelerin girmesiyle de
üretim ve verimlilikte artışlar gözlenmiştir.
Türkiye'de planlı kalkınma döneminin başladığı
1960'dan günümüze tüm sektörlerle birlikte tarımın gelişmesi
de, yapılan beş yıllık kalkınma planları ve yıllık programlar
çerçevesinde yönlendirilmeye çalışılmıştır. 1973 Toprak ve
Tarım Reformu Kanunu da arzulanan iyileştirmeyi yapmaktan
uzak kalmıştır. Bu dönemde başlatılan ve dünyanın sayılı
projelerinden biri olarak Türkiye'nin gururu olan Güneydoğu
Anadolu'nun çehresini değiştirecek dev bir projeden de söz
etmek gerekir: Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP). Bu proje
verimsiz Harran Ovası'nda sağlayacağı sulama imkanlarıyla,
ülkemizde sulanan tarım alanlarının mevcut miktarını iki katına
çıkarırken Türkiye'de tarımsal üretimin de aynı oranda
artmasını sağlayacaktır.
Bu projenin ülke ekonomisi için enerji ve tarım
sektöründe sağlayacağı katkılar yanında, bölgedeki sosyal
yapı üzerinde çok önemli etkileri olacaktır. GAP, 1990'ların
ortasında geniş kapsamlı entegre proje haline getirilmiştir.
Yani yalnızca çok amaçlı baraj ve sulama sistemlerini değil,
121
tarım, enerji, ulaşım, telekomünikasyon , sağlık, eğitim, kırsal
ve kentsel altyapı gelişimi gibi kalkınmayla ilgili diğer tüm
sektörlerdeki yatırımları kapsamaktadır. Bugün GAP
bölgesinde toplam 12 baraj tamamlanmış, 6 hidroelektrik
santralı işletmeye açılmış durumdadır. Enerji projelerinin
%64'ü, sulama projelerinin de %12'si gerçekleşmiş
bulunmaktadır. Bölgede sulamaya açılmış alanın yüzölçümü
219.080 hektardır. GAP alanında sulu tarıma elverişli toplam
arazinin
yüzölçümü
ise
1.800.000
hektar
olarak
hesaplanmaktadır.
GAP bölgesinde, artan üretim potansiyeline paralel
olarak, adaletli bir toprak reformuyla, devlet eliyle yaratılan
zenginliğin yöre halkına adaletli dağılımının yapılması gerekir.
Ancak bu konuda yapılan araştırmalar bölgede adil bir toprak
reformunun
yapılamayacağını
göstermektedir.
Çünkü
bölgedeki topraksız köylü nüfusa göre toprak yetersizdir. Bu
çalışmaları yapanlar bölgede köklü bir tarım reformunu teklif
etmektedirler.
Nüfusun yarısından fazlası tarım sektöründe bulunan
ülkemizde, meselelerin çözümünü uzun vadeli sektörlerin
gelişme seyrine bırakmamak, bu alanda istenilen iyileştirmeleri
sağlayacak kanuni düzenlemeleri yapmak gerekir.
Sonuç itibariyle, Cumhuriyet döneminde, konu ile ilgili
teşhis doğru yapılmış, ancak teşhis doğrultusunda sonuca
gidilememiştir.
122
KAYNAKÇA
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
AKSOY Suat , Tarım Hukuku , Ankara 1984 , s.235.
AKSÖZ İbrahim, Toprak Reformu ve Türkiye'de Toprak
Reformuna İhtiyaç , Ankara 1973, s.5-6.
ARIK Kemal Fikret, Mukayeseli Toprak Reformu, Ankara
1961, s.172.
BALCIGİL Osman, "Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)" ,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi ,c.9,
Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Tarım İstatistikleri
Özeti ,1966, s.3.
ÇELEBICAN Gürgan, "İktisadî Açıdan Toprak Reformu",
Türkiye'de Toprak Reformu Semineri , Ankara 1968,
s.13.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), 1757 Sayılı Toprak ve
Tarım Reformu Kanunu, Uygulamada Gösterdiği
Aksaklıklar , Sosyal Planlama Dairesi , 1982 , s.5-6.
DİNLER Zeynel, Tarım Ekonomisi , Bursa 1988 ,s.12.
EYÜPOĞLU Cemal, "Toprak Kanunu ve Toprak
Meseleleri " , Türk Ekonomisi , sayı : 24 , 1945 ,s.15.
SİLİER Oya, Türkiye'de Tarımsal Yapının Gelişimi,
İstanbul 1981 ,s.12-16.
KANBOLAT
Yahya,
Türkiye
Ziraatında
Bünye
Değişikliği ,Ankara 1963, s.3.
KARAKAŞ Gazanfer, Atatürk Dönemi Toprak Reformu
Girişimleri, İstanbul 2005
KAZGAN Gülgün , "Tarım", Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, c.9, 1983, s.2425.
PLANCK Ulrich – AYYILDIZ Tayyar, Toprak Reformu ve
Bazı Ülkelerde Uygulaması, Erzurum 1976, s.52.
TEKİNEL Osman, " GAP'ın Öyküsü ", Bilim ve Teknik,
Nisan 2001, s.52.
ÜNVER Olcay – ÖZBEK Mehmet, " GAP'ın Işığı ve
Gölgesi ", Bilim ve Teknik, Nisan 2001, s.54.
123
ÖZGEÇMİŞ
Belediye Başkanı Celal Güllüoğlu’nun kızı ve Meclis-i
Mebusan milletvekili Mahmut Nedim Kürkçüoğlu’nun torunu
olarak 1950 yılında Urfa’da doğan H. Yüksel UĞURLU, kökleri
2. Meşrutiyete ve AP’ye uzanan siyaset geleneğine sahip
siyaset kültürüyle iç içe bir aileden gelmektedir.
İlk–orta ve lise eğitimini Urfa’da tamamladı ve daha
sonra Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesini bitirdi. 1972
yılında Urfa Siverek’te öğretmenliğe başlayan UĞURLU, Ağrı
da dahil olmak üzere Doğu ve Güneydoğu’da çalıştıktan sonra
İstanbul’da öğretmenliğe devam etti. Özveriyle çalıştığı
öğretmenlik hayatından sonra İstanbul Büyükçekmece Halk
Eğitim Merkezi Müdürü oldu. Yurtdışı görevlendirme sınavını
kazanarak bir süre yurtdışında da yöneticilik yapan Yüksel
UĞURLU 1992’de emekli oldu ve ticaret hayatına atıldı. 10 yıl
boyunca da Sümerbank A.Ş. Büyükçekmece Bayii’ni başarıyla
işletti.
Bugüne kadar çeşitli dernek, vakıf ve sivil toplum
örgütlerinde başkanlık ve yöneticilik yaptı. Çeşitli mesleki
eğitim kurslarına ve sertifika programlarına katıldı. Sahip
olduğu seyahat tutkusuyla Avrupa, Amerika ve Orta Doğu’da
bir çok bölgeyi gezdi. Sıkı bir futbol izleyicisi olan ve spora
merakı halen süren UĞURLU torunlarıyla çok sevdiği kayak
sporuna büyük bir keyifle devam etmektedir.
Bahçeşehir Üniversitesi’nin Hükümet ve Liderlik
okulunun ilk dönemini başarıyla tamamlayan ve ikinci döneme
de katılan H.Yüksel UĞURLU, Küresel Liderlik Forumu ve
“American Studies” Sertifika Programlarında da yer almıştır.
Amerika’da açılacak Siyaset ve Liderlik Okulu öğrencisi olarak
Eylül 2006’da A.B.D.ye gidecektir.
Aile ve okul hayatında aldığı eğitim ve bilgi birikimlerini
önce memuriyet sonra ticarette değerlendiren ve şimdi de
siyasette değerlendirmeyi düşünen Hamdiye Yüksel UĞURLU
evli, 2 çocuk, 3 torun sahibidir.
124
125
YENİ AMERİKAN YÜZYILI PROJESİ
HAZIRLAYAN
İnci SÖKMEN
126
YENİ AMERİKAN YÜZYILI PROJESİ
PNAC Yeni Amerikan Yüzyılı grubu tarafından ortaya
konmuş “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” her iki birbirini takip
eden yönetim döneminde George W.Bush tarafından
benimsenmiş ve dış politika stratejisi olarak uygulanmıştır.
Amerikan Dış Politikasının farklı dönemlerinde ortaya çıkan
başkanlık doktrinleri; yeni bir yönetimle dış politikanın değişim
aşamasına girdiğini gösteren bir işarettir genellemesinden yola
çıkarak, bu yazıda projenin çıkış ve içeriği hakkında genel bir
bilgi vermeyi hedeflemektedir.
Amerikan Dış Politikası’nda Temel Noktalar
Projenin detaylarına girmeden önce Amerikan Dış
Politika yapısı hakkında kısa bir bilgi vermek konunun daha
anlaşılırlığı açından etkili olacaktır. Amerikan Dış Politikasında
dış politika kararlarında son söz genelde başkana aittir ve bu
etkin rol nedeniyle farklı dönemlerde yeni bir yönetimle dış
politika değişim aşamasına girebilmektedir. Bu amaçla PNAC
grubu
Bill
Clinton
hükümetinde
yeterli
desteği
görmediklerinden, Başkan Bush ile daha valiyken temasa
geçerek, kararlarını etkileme imkanı bulmuşlar, seçim
sonrasında kararları ana strateji olarak benimsenmiştir.
Amerika’da dış politika konusunda Demokratlar ve
Muhafazakarlar farklı eğilim içerisindedir. Demokratlar, uluslar
arası anlaşmaların ve hukukun üstünlüğünü kabul ederken;
muhafazakarlar Amerikan gücünün uluslararası ilişkilerdeki
(1)
diğer aktörlere taviz vermemesi gerektiğini savunurlar.
PNAC ekibi veya bir başka deyişle yeni muhafazakarlar uluslar
arası alanda ABD’ni bağlayacak Uluslararası Ceza
Mahkemesi ve Kyoto Protokülü'nün kabul edilmemesinde
Bush yönetimi üzerinde etkili olmuşlardır.
PNAC Projesinin İnşa Süreci
PNAC Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi adlı think tank
kuruluşu 1997 yılında The Weekly Standart’ın yayın yönetmeni
127
William Kristol ve Robert Kagan’ın girişimiyle oluşturuldu.
Amerikan Girişim Enstitüsü, Hudson Enstitüsü gibi birçok
muhafazakar strateji araştırma grubunun desteğini alan yeni
bir Muhafazakar grup politikacı, akademisyen ve gazeteci
böylece kurumsal bir kimliğe kavuşmuş oluyordu. Kendilerini,
Amerika’nın küresel liderliğini geliştirmek ve kar amacı
gütmeyen eğitim amaçlı bir kuruluş olarak kendi sitelerinde
tanımlamaktadırlar. Hatta bu projeye, Amerika’nın her daim
güçlü olmasını isteyen, vatansever ve çıkarlarını maksimize
eden bir “Yeni Vatandaşlık Projesi’nin girişimi olarak da
bakılmaktadır. (1)
PNAC tarafından yayınlanan “Statement of Principles”
(İlkelerin İlanı Bildirgesi) aralarında Dick Cheney (ABD Başkan
Yardımcısı), Donald Rumsfield (ABD Savunma Bakanı), Paul
Wolfowitz, Başkan Bush’un kardeşi Jeb Bush, Amerika’nın
“bugünkü Irak’ta ki elçisi Zalmay Khalilzad, Eliot A.Cohen, Eliot
Abrams (Milli Güvenlik Konseyi Orta Doğu İşleri Direktörü ),
Francis Fukuyama, Donald Kalgan gibi bugün hemen tamamı
ABD yönetiminde görev alan isimler tarafından hazırlanmıştır.
Projenin temel ekseni, İki Dünya Savaşı, soğuk Savaş
ve en son olarak Körfez Savaşı sonrasından galip çıkmış,
ABD Silahlı Kuvvetleri’nin üstünlüğünü devam ettirme ve
bununla birlikte küresel liderlik konumunu koruma ve
genişletmeye uğraşması gerektiğine dayanmaktadır.
Bu
görüşler
Reagan
döneminin
tutkularını
yansıtmaktadır. Reagan döneminde “Amerikan gücü küresel
önderliği savunmakta ve dünya politikasının temel odağına
SSCB’nin gücünü ve yayılmasını durdurmayı ve bu güce karşı
Amerikan gücünün önderliğini tesis etme amacını“
yerleştirmekteydi. Kısaca Reagan döneminin asli öğeleri;
bugün ve gelecekteki meydan okumaları karşılayan güçlü ve
hazır bir ordu, cesur ve kararlı bir Amerikan Dış Politikası ve
küresel sorumluluğu başarıyla uygulayan bir lider, Yeni
Amerikan Yüzyılı projesinde 21.yy da tekrarını bulmuştur. (3)
128
Clinton hükümetinin izlediği politikalar Amerika’nın
ulusal
menfaatlerini
savunamamaktadır.
Bu
karara
varılmasında özellikle Clinton hükümeti döneminde Amerikan
Kongresi tarafından hazırlanan Pentagon’un Dört Yıllık
Savunma Gözden Geçirme Raporu (Mayıs 1997) ve Ulusal
Savunma Panelinde (Aralık 1997) ortak olarak belirtilen
şekilde ABD savunma bütçelerinin sabit kalması yada
küçülmeye doğru gitmesi öngörülmesi etkili olmuştur. (2) Bir
yanda ABD nin elde ettiği üstünlük pozisyonu diğer yanda
savunmaya ayrılan bütçenin daraltılması, bu geleceği
şekillendirecek olan ABD’nin bu rolünden vazgeçmesi yada
yarının tehditleri ve savaşları için hazırlıksız olması anlamına
geliyordu.
İlaveten 21. yüzyılın gerçeklikleriyle de uyum gösteren
tutarlı bir ulusal güvenlik stratejisi ya da askeri strateji formüle
edilememişti. Pentagon raporları, kongre ifadeleri ve ordu
hizmetindeki kişiler Amerikan ordusunun takdir edici bir
düzeyde olmadığı yönündeydi. Son on yıl içinde en az üçte bir
oranında küçültülmüş olan askeri kuvvetler, savaşma
yeteneğini kaybeden, askere kaydolma ve orduda kalma
oranları düşen, yedek parça kıtlığı ve silah kıtlığı görülmekte
olan bir manzara çiziyordu. Ordunun sosyal dokusu
yıpranmıştı, orta sınıf beklentilerini karşılamıyordu ve
tamamıyla gönüllülerden oluşan bir ordu için hayati öneme
sahipti. Kesilen savunma harcamalarının en çabuk hissedilen
etkisi muharebe gücündeki düşüş olduğu belirtilmiştir. Kuvvet
komutanları Parlamento’ya verdikleri ifadelerde “iki cephede
savaşa“ dayalı ulusal askeri stratejinin gerektirdiği ihtiyaçları
Amerikan ordusu karşılayamadığını bildiriyordu. Kısaca
Amerikan barışı tüm dünyada yayılmışken bu barışı korumakla
görevli güç kendi sorunlarından dolayı yıpranmaktaydı. (4)
Üstün askeri gücünü küresel teknolojik liderliğini
koruması için fonlarda bir kısıtlama yapılmamalı bilakis
desteklenmeliydi. Birleşik Devletlerin SSCB dağılmasından
sonra küresel bir rakibi yoktu. Tek kutuplu bir dünyada yegane
süper güçtü. Dünyanın en büyük ekonomisini bünyesinde
bulundurmakta, müttefikleri tarafından güçlü bir biçimde
129
desteklenmekteydi. PNAC için Amerika’nın temel stratejisi bu
eksende bu avantajlı konumu mümkün olduğunca korumak ve
genişletmek olmalıydı. “Demokratik Barış Bölgeleri’ni“ güvenlik
altına almalı, yeni büyük bir gücün gelişmesini önlemeli;
Avrupa, Doğu Asya ve Ortadoğu’nun kilit bölgelerini savunmalı
ve savaş için gerekli yeni teknolojik dönüşümleri yapmalıydı.
Ayrıca potansiyel güçlenme gücüne sahip ve Uluslararası
sisteme tehdit olabilecek ülkeler, Amerika’nın her yere
yayılmış
gücü
karşısında
tam
olarak
bunu
gerçekleştirememekteydiler. Tehditler büyük değildi ama
sayıları artmaktaydı. Bilişim ve diğer yeni teknolojiler
Amerika’nın üstün askeri gücünü kullanmasını tehdit
edebilecek dinamikler yaratmaktaydı. İran, Irak ve Kuzey Kore
gibi düşmanlar egemenlik kurmak istedikleri bölgelerde
Amerikan müdahalesine karşı caydırıcı balistik füzeler ve
nükleer silahlar geliştirirken, Çin gibi potansiyel rakiplerde bu
dönüşümü yaratacak teknolojileri hızla üretmekteydi. Ancak
ABD gücü göreli olarak ya da mutlak olarak azalırsa, bu güce
dayalı sistem de yerini istikrasızlığa ve belirsizliğe itebilirdi. (5)
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi aslında bir anlamda
1990’ların
başında
hazırlanan
Savunma
Planlama
Kılavuzu’nun 2000’lere uyarlanmasıdır. Bu proje 1992 yıllının
ilk aylarında hazırlanan ve Dick Cheney’in Baba Bush
döneminde Savunma Bakanlığı tarafından Savunma Politikası
Kılavuzu’nda (SPK) ortaya konan savunma stratejisinin üstüne
inşa edilmişti. Resmen onaylanmayıp ve askeri harcamaları
yüksek tutması nedeniyle birçok kesimden eleştiri alan
kılavuzda ;
“ rakip bir büyük gücün yükselişi yer almamakta ve uluslar
arası güvenlik düzeni amerikan ilke ve çıkarlarına uygun
olarak biçimlendiriliyordu. Amerikan silahlı kuvvetleri ya
istediğimiz gibi bir konumda tutmayı sürdürür ve gelişmeleri
daha rahat biçimlendirebiliriz ya da elimizdeki avantajı çöpe
atarız. Bu yalnızca daha yüksek bedellerle ve Amerikalıların
yaşamını daha fazla riske atan büyük tehditler ile
karşılaşacağımız
günün
gelişini
hızlandıracaktır.“(6)
denilmektedir.
130
Projenin daha güçlü argümanlar ile desteklenmesi için
birçok savunma uzmanından; Askeri Kuvvetlerin gelecekteki
misyonları ve ihtiyaçları, yedek kuvvetlerin rolü, nükleer strateji
doktrini ve füze savunmaları, savunma bütçesi ve askeri
modernizasyon olasılıkları, günümüz kuvvetlerinin eğitim,
hazırlık açısından durumu, küçük savaşlar ve asayiş
operasyonları gibi konularda yazılar istendi. Bu yazıların ortak
bir değerlendirmesi sonucu kendilerinin ısrarla altını çizdikleri
akılcı, iç tutarlılığı olan ve kamuoyu desteğinin zorunlu olduğu
bir proje hayata geçirildiğidir.
Proje basına ilk aktarıldığında epeyce tepki topladı ve
kızgınlık yarattı. Bu tepkiden sonra aynı stratejide devam eden
Yeni Amerikan Yüzyılı grubu ilk önemli çıkışını Ocak 1998‘de
Başkan Clinton’a yaptığı çağrı ile gerçekleştirmiş ve çağrıda
Afganistan ve Irak’a müdahale edilmesini, İran ve Suriye’nin
etkisizleştirilmesini,
İsrail’in
desteklenmesi
ve
askeri
harcamaların arttırılmasını, Saddam Hüseyin’in devrilmesini
isteyen açık bir mektup yollamıştır. Mektup Rumsfeld,
Wolfowitz, Richard Perle, Richard L. Armitage gibi isimler
tarafından imzalanmıştır. Fakat o dönemde Başkan Clinton
Amerikan Kuvvetlerinin Basra Körfezindeki operasyonlarının
geçici sorumluluklar olduğunu söylemekteydi ve bu istekleri
dikkate almamıştır.( 7)
Ancak projenin tasarımcıları Wolfowitz ve Cheney
gösterilen ilgisizliğe rağmen projenin uygulanabilir olması için
Amerikan politik çevrelerinde organize olmaya devam ettiler.
Paralel olarak Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin önde gelen
üyeleri politik bir çıkışı gerçekleştirmek için Aralık 1999’da o
sırada Teksas valisi olan oğul Bush’u ziyaret ederek Bush’u
dış Politika konusunda eğitmeye başlamışlardır.
PNAC ekibi 2000 seçimleri öncesinde W.Bush’a
“Güncel Tehditler“ (Present Dangers) adlı bir rapor sundular.
Bu rapor daha sonra yazarları PNAC kurucusu Robert Kagan
ve sözcüsü William Kristol tarafından “Güncel Tehditler:
Amerikan Dış Politikasında ve Savunmasında Krizler ve
Fırsatlar” kitabı olarak basıldı. (Present Dangers: Crisis and
131
Oppurtunity in American Foreign and Defence Policy). Bu
kitap Bush hükümetinin dış politika doktrini olan küresel askeri
hakimiyet ve müdahale stratejisinin dayandığı kitap olarak
benimsendi.
Kitaptaki ana başlıklar Irak ve Kuzey Kore’nin
etkisizleştirilmesi, İran’da rejim değişikliğine gidilmesi,
savunma harcamalarının arttırılması, ulusal savunma füze
sisteminin kurulması ve Amerikan liderliğinin kurulmasıydı. (8)
Bu rapor soğuk savaş sonrası yeni düşmanını belirleme
konusunda zayıf kalan ABD için onu tanımlama olanağı
sağlıyordu. ABD birçok cephede aynı anda sürdürülebilecek
bir savaş yeteneğini dünya da Amerikan barışının korunması
için gerekli görüyordu. Böyle bir kapasite süper güç olmanın
“olmazsa olmaz“ kuralıdır, ve Amerikan Ulusal Güvenlik
Stratejisi için hayati önem taşımaktadır.
İlkeler Bildirgesi – 3 Haziran 1997 (9)
Birçok kesimden eleştiri alan ve Clinton hükümeti
tarafından önemsenmeyen bu bildiride, başlangıçta mevcut
yönetimi Amerikan Dış Politikası için yol gösterici hedefler
koyamadığı için eleştirmektedir.
Amerika’nın güvenliği için yeni bir savunma bütçesi
ortaya konmalıdır, çünkü Amerika; Avrupa, Asya ve
Ortadoğu’da barış ve güvenliğin sürdürülmesinde önemli bir
role sahiptir. 20.yy tarihi krizler ortaya çıkmadan önce şartları
oluşturmanın ve tehditleri korkunç bir hal almadan
karşılamanın önemli olduğunu göstermektedir. (Bu Bush
hükümetinin Önleyici Savaş Doktrinin de
temel aldığı
düşüncedir.)
Dış Politikada yeni strateji şu 4 temel nokta üzerine
kurulmalıdır:
1. Küresel sorumluluklarımızı yerine getirmek için askeri
harcamalarımız ciddi oranda arttırılmalı, ordu modernize
edilmelidir.
132
2. Müttefikler ile olan bağlar güçlendirilmeli, Amerikan
çıkarlarına ters olan rejimlere karşı meydan okunmalıdır. ( Şer
Ekseni ülkeler, Irak, İran, Suriye ve Kuzey Kore ile mücadele)
3. Dünyada siyasal ve iktisadi liberalizm teşvik edilmelidir.
4. Güvenlik, refah ve Amerikan ilkelerinin yararına olan
uluslararası bir düzenin korunması ve genişletilmesinde
Amerika üzerine düşen sorumluluğu alacaktır. (Orta Doğu’da
demokratik rejimlerin yaygınlaşması için Genişletilmiş Büyük
Ortadoğu projesi gibi.)
Bu 4 ilke ABD küresel gücünün devamında da hayati
önem taşımaktadır.
Bu bildiriye imza koyanlar Eliot Abrams, Gary Bauer
William, Jeb Bush, Dick Cheney, Eliat A.Cohen, Mdge Decter,
Paula Dobransky, Steve Forbes, Aaron Friedberg, Francis
Fukuyama, Frank Gaffney, Fred C.Ikle, Donald Kagan, Zalmay
Khalilzad, Lewis Libby, Norman Podhoretz, Dan Quayle, Peter
W.Rodman, Stephen P.Rosen, Henry S. Rowen, Donald
Rumsfeld, Vin Weber, George Weigel, Paul Wolfowitz dir.
Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası
(10)
Amerikan Yüzyılı Projesi Raporu–Eylül 2000
Başkan Bush’a seçim öncesinde verdikleri rapordan
sonra yeni bir rapor yayınlayarak daha dar kapsamda
Amerikan Savunmasının bir bakıma yeniden hangi eksende
olması gerektiğini gösteren bir yol haritası çizdiler.
Bu raporda İlkeler Bildirgesinde olduğu gibi ABD
Silahlı Kuvvetleri için, dört merkezi misyon oluşturuldu:
1.Amerikan topraklarının savunulması
2.Birden fazla ve eş zamanlı olarak büyük cephe de
savaşılması ve kazanılması
133
3.Kritik bölgelerde güvenlik ortamını biçimlendirerek ilişkili
asayiş görevlerinin yerinde gerçekleştirilmesi
4.ABD Silahlı Kuvvetlerinin dönüştürülmesi
Mevcut Amerikan Askeri Kuvvetleri bu 4 misyonu
gerçekleştirebilecek durumda görülmekteydi projede. ABD
bunları gerçekleştirmek için iki aşamalı bir sürecin
sorumluluğunu üstlenmeliydi. Her iki aşama da Askeri gücün
yeniden yapılandırılması üzerinedir. Birden fazla ve eş
zamanlı olarak büyük cephede savaş kazanmak için
yapılandırma gereklidir.
Nükleer Stratejik Üstünlüğünü sürdürmelidir, çünkü
sistem içinde teknolojik gelişmeye paralel yeni aktörler vardır
ve bu güçlere sahip olma kapasitelerini sürekli arttırmaktadır.
Clinton döneminde Pentagon liderlerinin caydırıcı nükleer
güçlere duyulan sürekli ihtiyacı belirtmelerine rağmen, yeni
silahlar kontrol önlem anlaşmalarıyla azaltılmaya çalışılmıştır.
Günümüz dünya nükleer dengesi sadece Rusya ve ABD
arasında değildir. Pakistan, Kuzey Kore, İran ve Çin de bu
güçlere sahiptir.
İki cephede savaş yapabilme gücü, Körfez Savaşı ve
Balkanlardaki diğer küçük savaşlar Amerikan askeri gücünün
oynadığı rol göz önüne alındığında sahip olması ve
sürdürmesi gereken bir özelliktir. Eğer ABD aynı anda birden
fazla coğrafyada savaşmazsa tek kutuplu bir küresel lider
olarak nasıl algılanabilir.
Sadece büyük Cephe savaşları için gerekli askeri
ihtiyaçları belirlemenin dışında, asayiş görevleri içinde gerekli
tedbirler
alınmalıdır.
Körfezde
bulunan
güvenlik
operasyonlarından
vazgeçmek
Saddam
Hüseyin‘in
pozisyonunu güçlendirecektir. Balkanlardan geri çekilmek de
Amerika’nın Avrupa’daki liderliğini ve NATO’nun varlık
nedenini tartışmalı hale sokacaktır. (Bu nedenle Bulgaristan ve
Romanya’da yeni üsler açılmıştır) Projede ABD, Birleşmiş
Milletler gibi tarafsız kalamayacağı için Avrupa, Balkanlar,
134
Körfez ve Afrika’daki ani değişmelere müdahale etmek
zorunda kalacaktır.
Amerikan askeri birlikleri yeni jeopolitik ve teknolojik
amaçlar doğrultusunda dönüştürülmelidir. İlk basamağı
küresel bir füze savunma sistemi kurmaktır. Çin ordusu bir
potansiyel tehdit olarak Amerikan deniz ve hava gücünün
üstünlüğünü ortadan kaldırmak için askeri alandaki
gelişmelerden yararlanmaya çalışmaktadır. Bu dönüşüm
politik hedefler ile doğru orantılı olmalı, üsler ona göre
yerleştirilmelidir. Uzun menzilli nokta hedefli vuruşlar askeri
operasyonlarda önemli rol oynarken çok sayıda Amerikan
askerinin yurtdışında yer alması istenmektedir. Afganistan’da
varolan ve Irak sonrası gelen birlikler Amerikan politik
hedefleriyle doğru orantılıdır.
ABD ve müttefik kuvvetlerin gerek kalıcı üs ve gerek
de rotasyona tabi konuşlandırılmalarıyla Amerikan Güvenlik
Çemberi
diye
adlandırılan
savunmanın
ilk
kısmı
gerçekleşmiştir.(11) Basra Körfezi’ndeki İngiliz ve Fransız
birlikleriyle birlikte Amerikan kuvvetlerinin varlığı Irak’ın kuzey
ve güney uçuşa yasak bölgelerini bir yandan kontrol ederken
diğer yandan Saddam Hüseyin rejimine karşı caydırıcı
olmaktadır. Hüseyin sahneden çekilse bile İran ikinci bir tehdit
olabilir veya İran-ABD ilişkileri düzelse bile, uzun vadeli
çıkarlar açısından bölgede kalınmalıdır.
Doğu Asya’daki mevcut birlikler, gelişen Çin ve Kuzey
Kore dikkate alındığında yeterli olmayacaktır. Güneydoğu
Asya’da ABD zayıf olursa Çin bölgenin lideri olarak
uluslararası sistemde ciddi bir tehdit olarak ortaya çıkacaktır.
Güney Doğu Asya ülkeleri NATO gibi benzeri örgütlenmelere
karşı çıkarken, Doğu Timor olayındaki tutumları neden bu
bölgenin dikkate alınması gerektiği açısından önemlidir.
Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri yeni gelişmelere göre
donatılmalı ve böylece yarının hakim gücü yaratılmalıdır. Çöl
Operasyonu 1980'lerde yapılan yatırımların neticesinde
kazanılmıştır.
135
İleriki 10 yıllık bir dönemde ABD küresel bir füze
savunma sistemi kurmalı, uzaydaki ve siber uzaydaki yeni
uluslararası “ortak alanları“ denetlemenin etkili yollarını
bulmalı, çeşitli stratejik rakiplere karşı yeni konvansiyonel
güçler oluşturmalıdır. Uzaya silah ve alıcılar yerleştirilmeden
füze savunma sistemi kurulamaz.
Sonuçta bu dört etken aynı eşit ağırlıkta önemli ve
birinin olmaması ABD’nin sahip olduğu gücü uzun süre devam
edebilmesine engel teşkil edeceğinden toplam savunma
harcamalarına 15 ila 20 milyar $ ilave edilerek GSMH içinde
%3.5’ten %3.8’e kademeli olarak artırılması istenmiştir. Blok
görevi yapan programlar sona erdirilmelidir.
DEĞERLENDİRME
11 Eylül saldırısı, 1992 ‘deki Dick Cheney’in Savunma
Politikası Kılavuzunu savunurken ifade ettiği gibi Amerikalıların
yaşamını daha fazla riske atan bir tehdit olarak ortaya çıktıktan
ve New York’un sembollerinden İkiz Kulelerin yıkılışı ve
ölümler ile yüksek bir bedel ödendikten sonra bir bakıma onun
haklı çıktığını gösterdi. 7 yıldır hayata geçirilemeyen proje
meşru bir zemin kazanarak dış politika stratejisinin temeline
oturdu.
Önce Afganistan, ardından Irak işgali ortaya atılarak
Büyük Orta Doğu Projesi, Önleyici Savaş Doktrini
çerçevesinde dünya sistemini tehdit eden ülkelere karşı
yaptırımların başlatılması, uzayda gerekli donanımların
yerleştirilmesine önderlik etti.
Irak’taki işgal durumunun beklentilerin dışında
gerçekleşmesi, yüksek bir maliyet ve direnişle karşılaşması
bunu bertaraf ederken hareketin meşruluğu uluslararası
sistem tarafından sorgulanmaya başlanınca ikinci dönemde
PNAC grubu Amerikan yönetimi üzerinde eski popülerliğini
kaybetti. Harvard, Chicago ve Yale Üniversitelerindeki çeşitli
akademisyenlerin yazdığı raporlar ile bu gidişat devam ettiği
136
sürece, Amerikan Yeni Yüzyıl Projesi küresel liderliği devam
ettirmesine izin vermeyecek ve dünya daha istikrarsız bir hale
gelecekti. Francis Fukuyama’dan bile sert eleştiri alan neoconlar kendi içlerindeki dayanışmayı yitirdiler ve Irak’taki
durum nedeniyle Rumsfeld’e yöneltilen eleştiriler ışığında çok
sahip çıktıkları Amerikan Savunma Yönetimi tarafından
istenmeyen insan ilan edildiler. Son etkili isim Dick Cheney de
2006 baharında artık sistem dışına itilmek istenerek, neoconlar cephesinde artık her şeyin yavaş yavaş bittiğinin
habercisi oldu.
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, ABD gibi konuma sahip
her ülke tarafından çıkarlarını maksimize etmek amacıyla
uygulanabilecek türden bir projeydi. Fakat kişilere özgü yanlış
liderlik becerileri, gerçeklerin saptırılması, Orta Doğu’da
hazırlanan raporların sosyal ve kültürel dinamiklerden yoksun
bir zeminde inşa edilmesi ki PNAC grubu ile yakın ilişki içinde
olan Bernard Lewis gibi araştırmacıların eserlerinden
yararlanılsa da raporları etkisiz bıraktı. Küresel güç leke aldı
ve dünya barışını korumak amacını güden Amerika’ya
güvensizlik ve insan hakları ihlali yapan totaliter bir devlet
görünümü kazandırdı. Tepkiler Amerikan mallarının dünya
genelinde boykot edilmesine, anti-Amerikancılığın yükselişine
hız kazandırdı. Çin, Hindistan ve Rusya kendi bölgelerinde
hem ekonomik hem de askeri açıdan güç kazandılar. Öyle ki
ABD içinde birçok sektör durgunluktan zarar gördü ve
yabancılar tarafından satın alındı.
Yüzyıl Projesi ABD’yi ister istemez kendi içine
kapanmaya ve yeniden ekonomik teoriler ve küresel akımların
güçlenmesine imkan sağlayacak bir ortama doğru
yönlendirmiştir. Eğer yakın zamanda Yüzyıl Projesinin yeniden
güncellendiği bir proje duyarsak ki bu proje askeri
terminolojiden daha çok ekonomik kavramlar ve yeniden
güvenin inşası üzerine olacaktır.
137
DİPNOT
(1) Amerika’daki Siyasal Yapı, Lobiler ve Dış Politika, Arı
Tayyer, İstanbul, Alfa yayınları, sf.39, 1997
(2) Amerikan İmparatorluğunun Yeniden İnşası, Donnely,
Thomas, Chivi Yazıları, 2004 Sf.43.
(3) Amerikan İmparatorluğunun Yeniden İnşası, Donnely,
Thomas, Chivi Yazıları, 2004 Sf.40.
(4) Yeni Muhafazakarlar, Editör Yanardağ Merdan, chivi
yazıları, sf.140-141
(5) www.newamericancentury.org, September 2000
(6) Yeni Muhafazakarlar, Editör Yanardağ Merdan, chivi
yazıları , sf.139
(7) Invading Iraq Not A New Idea For Bush Clique :4 Years
Before 9/11, Plan Was Set (Irak'ı İşgal Etmek Bush Ekibi İçin
Yeni Bir Fikir Değil: 11 Eylül'den 4 Yıl Önce Plan Hazırdı) ",
Bunch William, Philadelphia Daily News, 27 January 2003
(8) PNAC’s Present Dangers as Blue Print for Bush Doctrine,
Barry Tom, 31 October, 2002, http.//presentdanger.irconline.org.7frontier/2002/1031neocon-body.htm
(9) Yeni Amerikan Yüzyılı, Özhan Taha, Yarın Dergisi, sf.3, 24
Şubat 2006
(10) Rebulding American Defenses Summary, completed by
Stockbauer Bette,
www.informationclearinghouse.info.article3249.htm
(11) Yeni Muhafazakarlar, Editör Yanardağ Merdan, chivi
yazıları , sf.173
138
KAYNAKÇA
• Amerika’daki Siyasal Yapı, Lobiler ve Dış Politika, Arı
Tayyer, İstanbul, Alfa yayınları, sf.39, 1997
• PNAC’s Present Dangers as Blue Print for Bush Doctrine,
Barry Tom, 31 October,
2002,http.//presentdanger.irc.online.org./frontier/2002/103
1neocon-body.htm
• Amerikan Militarizminin 21.yüzyıldaki İktisadı, Beams Nick,
www.wsws.org.tr/2003/
• Invading Iraq Not A New Idea For Bush Clique :4 Years
Before 9/11, Plan Was Set (Irak'ı İşgal Etmek Bush Ekibi
İçin Yeni Bir Fikir Değil: 11 Eylül'den 4 Yıl Önce Plan
Hazırdı) ", Bunch William, Philadelphia Daily News, 27
January 2003
• Amerikan İmparatorluğunun Yeniden İnşası, Donnely,
Thomas, Chivi Yazıları , 2004 Sf.43.
• www.newamericancentury.org, September 2000
• Yeni Amerikan Yüzyılı,Özhan Taha ,Yarın Dergisi , sf.3,
24 Şubat 2006
• Rebulding American Defenses Summary , completed by
Stockbauer Rebulding American Defenses Summary ,
completed by Stockbauer Bette,
www.informationclearinghouse.info.article3249.htm
• Yeni Muhafazakarlar, Editör Yanardağ Merdan, chivi
yazıları, sf.139
139
TÜRKİYE’DE İNANÇ TURİZMİ
HAZIRLAYAN
Merve KOÇOĞLU
140
1.GİRİŞ
Ulusal sınırları hesaba katmaksızın dünyada meydana
gelen teknolojik değişiklikler insanları bir araya getirmektedir.
Yazının icadından bu yana, belki de 9,000 veya 10.000 yıl
önce, dünya üzerindeki bazı yerler, farklı kültür, uygarlık ve
dinler arasında oluşan yakın ilişkilere sahne olmuştur. Gerek
ilk çağ medeniyetlerinin Anadolu'da gelişmesi gerekse
Hristiyanlığın ilk dönemlerinde havarilerin, ortaçağda ise
Musevilerin bulundukları ülkelerde karşılaştıkları ağır baskı ve
yok etme politikaları sonucu bu topraklara sığınmış olmaları
Türklerin kendi dini olan İslamiyet'e ait eserlerin yanı sıra çok
sayıda sinagog ve kilisenin Anadolu'da yer almasına neden
olmuştur. Milletimizin İslami anlayış paralelinde derin saygı ve
hoşgörüsü içerisinde günümüze kadar ulaşan bu eserler
Türkiye'yi diğer ülkelerden daha avantajlı duruma
getirmektedir. Hristiyan, Musevi ve İslam dünyası için önemli
olan inanç turizmi merkezlerinden büyük bir bölümü Türkiye'de
bulunmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki turizmi kendi içinde
ayırmak mümküm değildir. Deniz turizmi için gelen turistler
inançları gereği kutsal yerleri ziyaret etmektedirler. Bu
bağlamda tek başına inanç turizmi istatistiksel verilerine
ulaşmak çok zor oldu. Ancak, bu konu da bana yardımlarını
esirgemeyen Sayın Başaran Ulusoy’a şükranlarımı sunmak
istiyorum.
Makalemi yazmaktaki amacım ise inanç turizmi
konusunda ülkemiz potansiyelinin farkına varılmasını
sağlamak ve bu kaynakları kullanarak elde edebileceğimiz
gelirler sayesinde ülkemizin refah seviyesini arttırmaktır. Bu
vesileyle ülkemizin tanıtımını tüm dünyaya duyurarak,
alternatif turizm çeşitlerine olabilecek ilgiyi arttırmayı
hedeflemekteyim.
2.TURİZM
Dünyadaki en büyük kitle hareketi olan turizm en basit
tanımı ile; "Bir yerin tarihi ve doğal güzelliklerini görmek,
141
tanımak, eğlenmek ve dinlenmek için yapılan gezi”dir, ancak
günümüzde ulaşım imkanlarının daha kolay ve ucuz hale
gelmesi,
insanların
geride
bıraktıkları
ile
kolayca
haberleşmesini
sağlayan
kitle
iletişim
araçlarının
yaygınlaşması sayesinde; turizm kavramı "asıl yaşadığı yerin
dışında başka bir yere eğlence, tatil, kültür, arkadaş ve akraba
ziyareti, aktif spor, toplantı, görev, iş, öğrenim, sağlık, transit
vb. amaçlarla seyahat etmenin doğurduğu olaylar bütünü"
olarak terimler sözlüğündeki yerini almıştır. 78
Turizm insana özgü ve sosyal bir olaydır. İnsana özgü
önemli bir olay olarak gündeme gelmiştir. İnsanlar birikimlerini
herhangi bir kazanç amacı gütmeksizin turizm amacıyla
harcamaktadır.
Turizm önemli bir tüketim olayıdır. Milyonlarca insanı
tüketici ve üretici olarak etkilemektedir. Kişilerin kendi serbest
seçimleri esastır. İş, merak, din, sağlık ve spor, dinlenme,
kültür ve özenme bu seçimi etkilemekte olan etmenlerden
sadece bir kaçıdır. Televizyon, radyo, basın gibi kitle iletişim
araçları; sinema ve benzeri sanatsal etkinlikler, okul ders
kitapları başka ülkeleri ve kültürleri tanıma isteğini
artırmaktadır. Turizm hareketinin tüketim boyutu çok önemlidir.
Tüketici haklarının korunması, bununla ilgili ulusal ve
uluslararası düzenlemeleri zorunlu kılması, konuyla ilgili
uluslararası işbirliğini zorlaması, tüketici hakları ile ilgili olarak
gündeme getirilen uygulamaların istismarının yarattığı
sorunlar, bu sorunların çözümüne yönelik adımlar,
harcamaların ülke ekonomisine katkı yapacak biçimde
yönlendirilmesi gibi sorunları gündeme getiren önemli bir
harekettir. 79
78
79
http://www.tdk.org.tr/terimler.html
http://www.saglik.gov.tr/extras/temelcevreprojeler/turzİm_sa.ht
ml
142
Tüketim ve pazar özelliği nedeniyle hem turist
gönderen ülke açısından hem de turist kabul eden ülke
açısından çok büyük grupları kapsamaktadır. Bu nedenle
turizm önemli bir ekonomik faaliyettir. Endüstri ve ekonominin
gelişmesi, kişi başına düşen milli gelirin artması, refah
düzeyinin yükselmesi, insanların kendilerine ayırabilecekleri
boş zamanların artması, turizmi hem sosyal hem de ekonomik
bir hareket olarak ön plana çıkartmaktadır.
3. ÜLKEMİZDE TURİZM
Turizm hakkında bu genel bilgiden sonra Türkiye’deki
turizm çeşitleri incelendiğinde de görülmektedir ki, dünyanın
herhangi bir ülkesinde bu denli çeşitliliğe rastlamak mümkün
değildir.
Türkiye'nin coğrafi yapısı, bitki örtüsü, yaban hayatı,
avcılığa ve av turizmine ilgi duyanlara önemli bir potansiyel
sunar. Çeşitli coğrafi özellikleri, coğrafi farklılığın getirdiği iklim
çeşitliliği, Türkiye'yi dünyada benzerine az rastlanır bitki
çeşitliliğine sahip kılmaktadır. Botanik turizmi için ülkemiz
doğru adrestir. Ülkenin bütün bölgelere dağılmış, farklı
yüksekliklerde, zengin flora ve faunaya sahip dağları ile
Türkiye, doğa tutkunu, maceracı insanlar için önemli
mekanların başında gelir.
Dünyadaki diğer ülkelere göre mağara cenneti ülke
konumunda olan Türkiye yaklaşık 40.000 adet mağarasıyla
mağara turizmi ile ilgilenenlerin ilgisini çekmektedir. Kendine
has coğrafya ve iklime sahip olan Türkiye'nin zengin yaşam
kültürü içerisinde yayla turizmi önemli bir yer tutar.
Yaz-kış üzerinde kar eksik olmayan yüksek dağlarıyla
ve bu dağlarda kurulan kayak tesisleriyle Türkiye önemli bir kış
turizm merkezidir. Zengin ve şifalı termal sulara sahip olan
Türkiye, bir kaplıca cennetidir ve nitelikli tesisleriyle şifa
arayanlar için en önemli adreslerden biridir.
143
Avrupa ve Asya'nın birleştiği bir yerde bulunan
ülkemiz, toplantı ve kongrelere ev sahipliği yapabilecek
pozisyonda olan nadir ülkelerden biridir. Son yıllarda hizmete
giren uluslararası nitelikteki golf tesislerimiz ile dünya golf
severlerini bir araya getirebilecek kalite ve prestijin buluştuğu
bir merkez olmaya adayız.
Nüfusunun büyük bir çoğunluğunu gençlerin
oluşturduğu Türkiye, gerek yurt içinden gerekse yurt dışından
gençlere ucuz tatil yapma olanağı veren tesis ve kamp
merkezlerine sahiptir. Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye,
olağanüstü güzelliklere sahip koy ve körfezleri, iyi donanımlı
marinaları ile yatçılar için bir cennettir.
Yamaç paraşütü, yelken kanat, balon gibi hava
sporları meraklıları için keşfedilmesi gereken bir ülkeyiz. Uzun
ve coşkun akan nehirlere sahip Türkiye, su sporları için
ziyaretçilerine önemli bir akarsu turizmi potansiyeli
sunmaktadır.
Türkiye sularında bulunan önemli batıklar ve su altı
mağaraları, dalıcılar tarafından keşfedilmeyi bekleyen
hazineye sahiptir. Doğayı kuşların dünyasından tanımayı
sağlayan kuş gözlemciliği turizmi bu alana ilgi duyanlara
yaklaşık 450 çeşit kuş türüyle kapılarını açmaktadır. Tarih
boyunca gerek çok tanrılı gerekse tek tanrılı dinlere ev
sahipliği yapan Türkiye, her inançtan insanın görmesi gereken
eserlere sahiptir.
Ülkemiz, turizmin her alanında milyonlarca kişiye ev
sahipliği yapabilecek kaynaklara sahiptir. Bu kaynaklara sahip
çıkmak, onları korumak ve onlardan en iyi faydayı sağlamak
bizlerin elindedir ve bu misyona sahip çıkmak hepimizin bu
topraklara olan borcudur.
4. İNANÇ TURİZMİ
İnsanların devamlı ikamet ettikleri, çalıştıkları ve her
zamanki olağan ihtiyaçlarını karşıladıkları yerlerin dışına, dini
144
inançlarını gerçekleştirmek, inanç çekim merkezlerini görmek
amacıyla yaptıkları turistik amaçlı gezilerin, turizm olgusu
içerisinde
değerlendirilmesi
inanç
turizmi
olarak
tanımlanabilmektedir. 80 Yeni bir alternatif turizm çeşidi olarak
görülen inanç turizmi, insanların inançlarını sergileme
amacıyla kutsal olarak nitelendirdikleri yerleri ziyaret
etmeleriyle başlamıştır.
Toplumsal ilgiyi yüklenen din hem tarihsel hem de
çağdaş bir olgudur. Yaşayan dinlerin hemen hepsinde yılın
belirli zamanları ayin niteliğinde ibadete ayrılmıştır. Örneğin
Hindu dininde günahlarından arınmak için Ganj Nehri
sularındaki toplu ibadeti, Vatikan da Papa'nın yönetiminde 24
Aralık'tan itibaren 1 hafta süren Noel ibadeti, Müslümanların
Kurban Bayramı’nda Mekke'de yaptıkları toplu ibadet evrensel
boyutlara ulaşmış ibadetlerdir. İbadetlerin mekana bağımlılığı
kişileri o mekana yöneltmekte ve dolayısıyla kutsal mekanlar
turizm çekiciliği oluşturmaktadır.
Dinlerin ortaya çıkışından itibaren dini otoritelerin
emirleri doğrultusunda kutsal yerlerin ziyareti, kişisel tercihlerin
ötesine geçmiştir. Bunun sonucu olarak kutsal yerler yüz
binlerce kişiye ev sahipliği yapmış ve kutsal yerlerin ziyareti
kitlesel bir hareket olarak kendisini göstermiştir. Temelini dini
inançların tatmininden alan inanç turizmi, dünya barışının ve
kültürler arası iletişimin gelişmesinde de önemli rol
oynamaktadır. Aynı dine mensup fakat dünyanın farklı
bölgelerinde yaşayan insanlar, dinlerinin kutsal mekanlarında
bir araya gelerek dini inançlarını paylaşmanın yanı sıra
birbirleriyle ve aynı dine mensup olsun veya olmasın yerel
halkla sosyal ve kültürel anlamda bir etkileşim içerisine
girerler. Bu noktada inanç turizmi, farklılıkların ve çeşitliliklerin
ortaya çıkmasına ve bunlara dinsel hoşgörü, saygı, sevgi ve
anlayışla bakılmasına katkı sağlayan evrensel bir kurum
niteliğine sahiptir.
80
http://www.tdk.org.tr/terimler.html
145
Çağımızda üç büyük dinin buluşma yeri olan Anadolu,
farklı inançların ve medeniyetlerin buluştuğu bir coğrafya
üzerinde yer almaktadır. Bu özelliği ile Türkiye'de inanç
turizmindeki mevsimsel özellik yani dini tören ve anma günleri
tüm yıla yayılma özelliği gösterir.
Dini turizmi diğer turizm çeşitlerinden ayırt etmek
gerekir. Bu turizm çeşidinin dinamik bir özelliği seyahat
süresince yapılan hareket alanının genişliğidir. Bu turizm
motifine dahil ettiğimiz kimseler bu turizmin çeşidi içerisinde
diğer turistik motivasyonlara da sahip olabilirler. Diğer bir
deyişle seyahatin bir değil bir kaç amaç ve hedefi olabilir.
Örneğin ekonomik ve politik seyahatte çoğu insanın amacı
beraberinde tatil ve kültürel ağırlıklı aktivitelere de
katılmaktadır. Somut bir örnekle konuyu güncelleştirecek
olursak Kuşadası’na gemi ile gelen yabancıların günü birlik
aktiviteleri arasında Meryem Ana Kilisesi ve Selçuk Müzesi’ni
ziyaret etmek ve Artemis tapınağını görmek vardır. Bunun
yanında turistler hem deniz ve güneşten faydalanırlar hem de
Kuşadası’nda alışveriş amaçlı ziyaretler yaparlar. Bu ve buna
benzer düşüncelerde açık olarak gösteriyor ki dini amaçlı
turizm ile turizm çeşitlerini kültürel, tatil, ekonomik, politik ve
alışveriş gibi birbirinden ayırt etmek oldukça zordur fakat dini
turizmin en büyük özelliği seyahate katılanların hacı olmaları
veya hacı olmak istemeleridir.
Ülkemizin sahip olduğu ve üç büyük din için kutsal
sayılan eserleri ve bu eserlerin neden kutsal olduğunu
incelediğim de bilmediğimiz birçok eseri fark etme şansını
yakaladım. Bu üç büyük dinin geliş sırasına göre öncelikli
olarak Musevilik sonrasında Hristiyanlık ve son olarak İslam
Dünyası için kutsal sayılan yerleri Turizm Bakanlığının
verilerinden yararlanarak araştırdım.
4.1.MUSEVİLİK
Musevilik ya da Yahudilik, Musa’ya izafetle bu adı
almıştır. Yahudi, İbrani, Musevi ve İsrail terimleriyle de
Musevilik dini kastedilir. Musevilik’in tek tanrıcılığın saf bir şekli
146
olduğu söylenmekle beraber O, yalnız başına ne bir mezhep
ne bir ırk, ne de bir milliyettir.Yahudiler dünyanın en eski tarihi,
dini topluluklarını meydana getirmişlerdir. Yaklaşık olarak
İsa’dan sekiz asır kadar önce kurulmuştur. Çok eskiden beri
Filistin’de yaşamış olan Yahudiler, Babil, Asur, Fenike ve
Araplar gibi Sami ırktan gelirler. İsrail oğulları yaklaşık milattan
2 bin yıl kadar önce Romalılardan daha sonra Filistin adını
verecekleri topraklara yerleşmişlerdi. Bölge de zaman için de
güçlenen İbraniler hakimler döneminden sonra bir Yahudi
Krallığı kurdular. Hz. Süleyman döneminde Yahudi Krallığı
altın çağlarını yaşadı, Kudüs şehri Yahudilerin en önemli şehri
haline geldi ve Hz. Süleyman Kudüs’e büyük bir mabed inşa
etti. Bugün sadece Batı Duvarı’nın sağlam kaldığı mabede
Türkçe’de Ağlama Duvarı denmektedir.
Bunlardan Yehuda kabilesi sonradan ülkenin
tamamını egemenliği altına aldı. Bu kabilenin adından türeyen
Yahudilik ve Yahudi sözcükleri, sonradan Türkçe’de Musevilik
ve Musevi sözcükleriyle karşılandı. Aslında Türkçe dışındaki
dillerde Yahudi ve Musevi gibi iki ayrı kelime bulunmaz.
Din bilimciler hatta tarihçiler bile Yahudiliğin bir millet,
bir ırk veya bir din olup olmadığı konusunda görüş birliğine
varabilmiş değillerdir. Tevrat’a dayanarak kendilerini Dünya
milletleri arasından seçilmiş halk olarak gören Yahudiler,
Sina’da bu kavmi kendi seçtiğini, Tevrat’ı Musa’nın şahsında
onlara gönderdiğine inanırlar.
Musevilikte bayram ve matem günlerinin tarihleri
Musevi takvimine göre hesaplanır. En önemli bayram
Roşaşana yani Yılbaşı Bayramı’dır. Ardından on gün sonra
yirmi altı saat sürecek olan oruç günü gelir ki buna Kefaret
Günü anlamına gelen Yom Kipur adı verilir. Kipur’dan sonra
yedi gün süren Sukot yani Çardak Bayramı ve bir yıl içinde
Tevrat’ın tüm bölümlerin okunmasının tamamlandığı ve
yeniden başlandığı Simhat Torah, Aralık ayında Hanuka, MartNisan arası Babil’de zamanın Musevi Düşmanı Antisemit
Haman tarafından Yahudilerin kıyıma uğratılması olayının son
anda Ester tarafından engellenmesinin anısına 2 gün Purim,
147
Mısır’dan Musa’nın Moşe Rabenu önderliğinde ayrılıp
kölelikten kurtulmasının kutlandığı Şavuot ve yaz aylarına
denk gelen tapınağın yıkılması ve çeşitli talihsiz olayların
anıldığı ve bir matem olan Tişa Beav önemli günlerdendir. 81
Museviler, Filistin ve Kudüs çevresinde yayılmışlardır.
Tarih boyunca Anadolu, gerek ticaret gerekse zulüm ve
baskıdan kaçma amaçlı yerleşen Museviler’e kapılarını açmış,
onlara hoşgörülü davranmış ve ibadetlerinde özgürlük
tanımıştır. Bunun en çarpıcı örneği Haydarpaşa Hemdat İsrael
Sinagog’unun inşası sırasında yaşanmıştır. Haydarpaşa Tren
İstasyonu’na çok yakın bir mesafede bulunan Sinagog ismini
kuruluş öyküsünden alır. Sinagogun inşasına engel olmak
isteyenler tarafından çıkartılan kargaşayı önleyen II.
Abdülhamit'e bir şükran nişanesi olarak sinagoga Arapça
harflerle aynı şekilde yazılan "Hamid" ve "Hemdat" (Şefkat)
sözcüklerinden yararlanarak "İsrail oğullarının şefkati"
anlamına gelen "Hemdat İsrael" adı verilmiştir.
Geruş Sinagogu’nun inşa edilme sebebi ise XIV. yy.
sonlarında İspanya'dan yurt dışı edilen ve Osmanlı İmparatoru
II. Selim tarafından gönderilen kalyonlara bindirilerek Osmanlı
İmparatorluğu'na kabul edilen Musevi topluluğunun Bursa'ya
yerleştirilen ilk kafileleri için yaptırılmıştır. İbranice'de
"kovulmuş" anlamına gelen Geruş adının sinagoga verilmiş
olması, bu yönden anlam taşır. Günümüze son derece sağlam
ve bakımlı olarak ulaşmış olup, Musevi cemaatinin ibadetine
açık tutulmaktadır.
Tarsus’ta yer alan Makam-ı Şerif Cami’nin doğusunda
Danyal Peygamber’in kabri yer almaktadır. Bu nedenle camiye
"Makam cami" ismi verilmiştir. Hz. Danyal, II. Babil Kralı
Nebukadnesar zamanında yaşamış, Yahudileri Babil
esaretinden ilmi ve kehanetleri ile kurtarmış bir peygamberdir.
Rivayete göre; Nebukadnesar rüyasında İsmailoğulları’ndan
gelecek bir erkek çocuğun kendi tahtını sarsacağını öğrenir.
Bunun üzerine İsmailoğulları’ndan doğan erkek çocukların
81
http://tr.wikipedia.org/wiki/Musevilik
148
öldürülmesini emreder. Hz. Danyal doğunca ailesi onu dağ
başında bir mağaraya bırakır. Mağarada bir erkek ve bir dişi
aslan himayesinde, büyüyen Danyal delikanlı olunca kavmi
arasına karışır. Bir kıtlık senesinde Tarsus'a davet edilen
Danyal Peygamberin, Tarsus'a gelmesiyle birlikte bolluk
meydana gelmiş bu nedenle Danyal Peygamber Babil'e geri
gönderilmemiş, ölünce de Tarsus'ta şimdiki Makam Caminin
bulunduğu yere gömülmüştür.
XIV. yüzyılın başlarında yapılan Etz Ahayım
Sinagogu’nun adı İbranice'de "Hayat Ağacı" anlamına
gelmektedir. Osmanlı döneminde yapılan ilk sinagog olması
nedeniyle önem taşımaktadır. Bursa'nın fethini gerçekleştiren
Orhan Bey zamanında bir ferman çıkarılarak bu sinagogun
82
yapılmasına izin verilmiştir.
Museviliğin yığılma noktası Anadolu olmamıştır. Fakat
tarih boyunca Musevilere göstermiş olduğumuz hoşgörü ve
ibadet özgürlüğünden dolayı topraklarımız onlar için ziyaret
merkezi haline gelmiştir.
4.2. HRİSTİYANLIK
Hz. İsa, genel kabule göre Milad’dan önce (MÖ. 6)
doğmuştur. Doğum yeri olan Filistin, Roma İmparatorluğu’nun
egemenliği altında idi. Hz. İsa Yahudi bir toplum içerisinde ve
o soydan birisi olarak doğmuştur. Roma İmparatorluğu’nda
yaygın olan din Putpereslik’tir. Şekilciliğe saplanmış ve
paramparça olmuş, tek tanrı inanışına sahip Yahudiler bir
kurtarıcı, Mesih beklemektedirler, ancak, muhtemelen 30
yaşında Allah’ın dinini tebliğe başlayan Hz. İsa’ya Yahudiler
iman etmedikleri gibi ona şiddetle karşı koydular. Çok az
inananlar arasında Hz. İsa 12 tanesini kendisine havari yani
arkadaş olarak seçti. Üç yıl kadar Yahudileri (İsrail oğullarını)
imana çağıran Hz. İsa, kurtarmaya çalıştığı toplumun
http://www.turizm.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892
433CFF679A66406202CCB0AFA4D30516C5690
82
149
komplosuyla
karşılaştı.
Tam
öldürülme
anında
doğumundakine benzer bir mucize ile, Alemlerin Rabbi Hz.
İsa’yı göğe yükseltti.
Hristiyanlık, biz Türkler için yeni bir din değildir.
Hristiyanlık'ın ilk başlarından bu yana çeşitli dönemlerde
Türkler İsa inancı ile karşılaşmış ve Hristiyan olmuşlardır.
"Hristiyan" sözcüğü ilk olarak İ.S. 40'lı yıllarda Antakya'da
kullanılmıştır. Bilindiği gibi yaklaşık olarak iki bin yıl kadar önce
Orta Doğu’da gelişen bu inancın ilk yaygınlaştığı yer bizim
yurdumuzun bir bölümü olan Anadolu'dur. Daha sonra Trakya
ve Avrupa'ya yayılmıştır.
Günümüzde Moldova'da yaşayan Gagavuzlar büyük
bir Türk-Hristiyan topluluktur. Ayrıca diğer Türk soylu
topluluklardan olan Peçenekler ve Hazarlar da geçmişte büyük
gruplar halinde Hristiyan olmuşlardır. Türkiye Türklerinden
Hristiyanlık'ı seçenler de tarihte hep var olmuştur. Ayrıca
günümüzde diğer Türk soylu ülkeler olan Azerbaycan,
Kazakistan, Türkmenistan gibi ülkelerde de Azeri, Kazak ve
Türkmen kiliseleri vardır. 83
Türkiye'de Hristiyan dünyası için kutsal kabul edilen
pek çok mekan bulunmaktadır. Aksaray’da yer alan Aziz
Gregorius Kilisesi Ortodoks alemi için büyük önem
taşımaktadır. M.S. 385 yılında kapalı haç planında inşa
edilmiştir. Aziz Anargiros kilisesi de kapalı haç planındadır.
Günümüzde Vatikan'dan buraya gelip hacı olanlar vardır.
Yortu günü olan 1 Kasım günleri kilisede hastalar büyük bir
tören düzenleyerek sabahlara kadar dua etmektedir.
Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı eskiden beri
bilginlerin, dağcıların, serüvencilerin ilgisini çekmiş ve birçok
hikaye, türkü ve efsaneye konu olmuştur. İncil’e göre; Nuh
Peygamber zamanında yeryüzünü kötülükler kaplamıştır.
İnsanlara bir ders vermek amacı ile Tanrı, Nuh'a bir gemi
83
http://www.hristiyanlik.tc.gs/
150
yapmasını emretmiştir. Gemiye, Nuh Peygamber, eşi, oğulları,
oğullarının eşleri ile yeryüzünde bulunan bütün canlı
türlerinden birer çift alarak binecektir. Nuh Peygamber,
Tanrı’nın emri doğrultusunda gemiyi yapar ve canlılarla
beraber gemiye girer. Çıkan tufan sonucunda gemidekilerin
dışında kalan tüm canlılar yok olur. Suların çekilmesi ile gemi,
Ağrı Dağı'na oturur ve içindeki canlılar gemiden ayrılarak
yeryüzüne dağılır. Bu yönüyle dini açıdan çok özel bir dağdır.
Hristiyan dünyasında Noel Baba diye bilinen Aziz
Nicolaus'un piskoposluk ettiği Aziz Nicolaus Kilisesi Antalya’da
yer almaktadır. Her yıl burada 6 ve 8 Aralık tarihleri arasında
Uluslararası Noel Baba Festivali düzenlenmektedir. İznik’te yer
alan Ayasofya Müzesi Hristiyanlarca önem taşıyan 7.
Ekümenik Konsül toplantısının yapıldığı yerdir. Hristiyanlarca
büyük önem taşıyan Konsül toplantılarının ilkinin yapıldığı yer
olan Senatus Kilisesi ise İznik’te yer almaktadır.
Denizli’de yer alan Laodikya Kilisesi İncil'in son
Babı'nın Vahiy bölümünde zikredilen yedi kiliseden biridir.
Hatay’daki St. Pierre Kilisesi’nin dünyanın ilk kilisesi olduğuna
inanılır. Ayrıca tarihte ilk defa bu kilisede Hz. İsa'nın dinini
tanıyanlara "Hristiyan" denmiştir. Kilise, Hz. İsa'nın 12
havarisinden biri olan St. Pierre'nin Hz. İsa'nın ölümünden
sonra Hristiyanlığı yaymaya çalıştığı önemli bir dini merkezdir.
1963 yılında Papaz VI. Paul tarafından hac yeri olarak ilan
edilmiştir. Her sene 29 Haziran günü burada tören düzenlenir.
St. Simon Manastırı’nda St. Simon 20 m yüksekliğindeki taş
sütun üzerinde 45 gün yaşadığı rivayet olunur. Bu durum
Guinness Rekorlar Kitabı’na bir rekor olarak kaydedilmiştir.
İskenderun’da yer alan Markirkos Ortodoks Kilisesi her
yıl 5-6 Mayıs'ta kutlanan Hıdır İlyas şenliklerine sahnedir.
Mersin’de yer alan Eshab-ı Kehf Mağarası Hristiyanlarca
kutsal sayılır. Eshab-ı Kehf Mağarası'na ait şöyle bir efsane
halk arasında anlatılır. Mitolojik tanrılara inanışın yavaş yavaş
gücünü kaybettiği dönemlerde tek tanrıya inandıkları için
eziyet görmekten kaçan Hristiyan dinine mensup (Seliha,
151
Mekseline, Meslina, Mernuş, Sazernuş, Debernuş ve
Kafetatyuş adında) yedi genç, putperestliğe dönmeyi kabul
etmediklerinden
kralın
huzuruna
çıkarılmışlar.
Kral,
putperestlik dinine bağlı kalmalarını aksi takdirde kendilerini
öldürteceğini söyleyerek birkaç günlük zaman vermiş. Yedi
genç ölümden kurtulmak için verilen süreden faydalanarak
Kıtmir isimli köpeği de yanlarına alarak kaçmışlar ve mağaraya
sığınmışlar. Allah tarafından kendilerine 300 yıl bir uyku
verilmiş. Bunlardan ilk uyanan yiyecek almak için kente gitmiş
ama elinde bulunan zamanı geçmiş para yüzünden
yakalanmıştır. Yakalayan onunla birlikte mağaraya geldiğinde
yedi yavru kuşun tünediği bir yuvadan başka bir şey
görmemiştir. Bu nedenle burası Yedi Uyurlar Mağarası diye de
anılır.
Tarsus’ta yer alan St. Paul Kuyu suyunun şifalı
olduğuna inanılır. Günümüzde turistlerin yoğun ilgisini çeken
bu kuyu suyunun kutsal olduğuna inanılmaktadır. Hristiyanlık
dönemine ait kutsal bir sit alanı olan Meryemlik Silifke’de yer
alır. St. Paul'un öğrencisi Aya Tekla'nın yaşamının son yıllarını
buradaki mağaralarda geçirdiğine ve yöre halkına Hristiyanlığı
yayıp mucize yarattığına inanılmaktadır. Ölümünden sonra
Hristiyanlarca "Şehitlik" olarak kabul edilmiş ve hac merkezi
olmuştur. 84
Dünyanın 8 harikasından biri sayılan Ayasofya, sanat
tarihi ve mimarlık dünyasının bir numaralı yapısı
hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş
ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olmasına rağmen
biz Ayasofya demekteyiz. İmparator Justinyen “Adem’den beri
hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane
yapmak için harekete geçmiştir. Hristiyanlık aleminin bu en
büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle
açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet
hazinesini mimarların önüne saçmıştır. Justinyen devrinde
http://www.turizm.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892
433CFF679A66406202CCB0AFA4D30516C5690
84
152
Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmış,
sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul
edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans
zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş,
böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile
yapılabileceği zannedile gelmiştir. Ayasofya her devirde
hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir.
Türklerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki
Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep
olmuştur. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak,
aynı tanrıya inanan iki değişik dinin hizmetinde olduktan sonra
Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır.
İstanbul'un güneyindeki Büyükada'nın tepesinde
bulunan Aya Yorgi Kilisesi, her yıl Nisan ve Eylül aylarının
yirmi üçünde binlerce insan tarafından ziyaret edilmektedir.
Büyükada'nın Yüce Tepesi'ndeki tarihî Aya Yorgi Kilisesi,
efsaneleri ve hikâyeleriyle yerli yabancı, Müslüman ve
gayrimüslim sayısız insanın ilgisini çekmiş ve çekmektedir.
Efsaneye göre Aya Yorgi Kilisesi, Prens Adaları'nın en büyüğü
olan Büyükada'nın en yüksek tepesi Yüce Tepe'de 6. yüzyılda,
Bizans döneminde yapılmıştır. O dönemde Yorgi'nin (Aziz
Yoryeus) adını alan kilise, 4. Haçlı Seferi sırasında yağma
edilerek yakılıp, yıkılmıştır. Bu olay sırasında kilise rahipleri,
Haçlıların eline geçmemesi için Aya Yorgi ikonasıyla adak
çıngıraklarını toprağa gömmüşler; yağmurdan korumak için ise
kutsal masayı üzerine kapatmışlardır. Böylece adanın
tepesindeki efsane başlamıştır. Bu olaydan altı yüzyıl sonra
Aziz Yoryeus, adada yaşayan bir çobanın rüyasına girmiş.
Aziz Yoryeus'u üç gece üst üste rüyasında gören çoban,
adanın tepesine, Aya Yorgi Kilise'sine doğru yürümüş. çobana,
bastığı bir yerde zil sesi duyacağını ve burayı kazdığında
kutsal ikonaları bulacağını söyleyen Yoryeus haklı çıkmış ve
genç çoban, zil sesini duyması üzerine toprağın içinden altı
yüzyıl sonra kutsal ikonaları ve adak çıngıraklarını çıkarmıştır.
Hiçbir ulaşım aracının kullanılmadığı bu eğimli ve uzun
yokuşta insanlar hem yürüyor, hem de dileklerinin
gerçekleşmesi için çalılara ipler ve bez parçaları bağlıyor. Bu
kilise Hristiyanlar’ın 2 haç noktasından biri kabul edilir.
153
Hristiyan inancına göre Kiliseye yürüyerek çıkan insanlar yarı
hacı sayılır, tam hacılık ise Efes’te ki Meryem Ana Kilisesinin
ziyareti ile gerçekleşmektedir. 85
Aya İrini Kilisesi Bizans’ın ilk kilisesidir. Penelope
adında bir Azize, Hristiyanlık’ı yaymaya çalışır. Putperestler
tarafından yılanlarla dolu bir kuyuya atılır; ölmez. Taşlanır,
atlara bağlanıp sürüklenir; yine de ölmez. Mucizelerin sonunda
putperestler Hristiyan olur; İrini ise bir azize. İmparator
Konstantin, bu olağanüstü olay üzerine yaptırdığı tek tanrılı
dinin ilk mabedine Aya İrini adını verir. Aya İrini, Osmanlı’nın
ilk müzesidir. 86
Fener Rum Patrikhanesi, Ortodoks Rumlarının en
kutsal mekanıdır. Patrikhane'de ayrıca Rus Ortodoks
cemaatinin elinde kalmış değerli dini eşyalar mevcuttur. Patrik
tahtı üzerine İncil konan iki masa bunlara örnektir. Tahtın ünlü
Patrik
ve
Aziz
İoannes Hrisostomos'tan kaldığına
inanılmaktadır.
İzmir’de yer alan İzmir Kilisesi İncil'de adı geçen yedi
kilisenin ikincisidir. Hz. İsa’nın arkadaşı ve havarisi olan St.
Jean Hz. İsa'nın çarmıha gerilişinden sonra Meryem Ana’nın
Kudüs'te kalmasını sakıncalı bulduğundan onu yanına alarak
Kudüs'ten kaçırmış ve Selçuk’ta yer alan Meryem Ana Evi’ne
götürmüştür. Hz. Meryem'in tam 101 yaşına kadar Bülbül
Dağı’ndaki bu yerde yaşadığı ve burada öldüğü bilinir.
Hristiyanlık’ın yayılmasından sonra Hz. Meryem'in bulunduğu
bu yere Hristiyanlarca "Haç" şeklinde bir kilise inşa edilmiştir.
Bu ev papalık tarafından 1967 yılında Hristiyanlık’ın kutsal bir
yeri ilan edilmiştir. Burada 15 Ağustos’u izleyen ilk pazar günü
ayin yapılır ve gelenler hacı olurlar. İncil'de adı geçen yedi
kiliseden kesin olarak yeri bilinen tek kilise olan Bergama
Kilisesi İzmir Bergama’da yer almaktadır.
85
http://www.derki.com/sayfalar2/ayayorgi.html
http://www.istanbul.net.tr/istanbul_muzeler_detay.asp?id=72
86
154
Karaman’da yer alan Derbe Kilisesinin Efes'teki
Meryem Ana Kilisesi'nden 14 yıl önce kurulan ilk Hristiyan
kilisesi olduğu söylenmektedir. Yine Karaman’da yer alan Kızıl
Kilise Hristiyanlar’ın önemli ibadet merkezlerinden biridir.
Kırşehir’de yer alan Derefakılı Kilisesi Hristiyanlığın ilk
kiliselerindendir. Konya da yer alan Sille Siyata Manastırı
dünyada kurulan ilk manastırlar arasındadır. Yine Konya’da
yer alan Haghia Eleni Kilisesi Anadolu'daki ilk Hristiyan
kiliselerindendir.
Alaşehir’de yer alan Philadelphia Kilisesi, Manisa
Salihli’de yer alan Sardis Kilisesi ve Thyatira Kilisesi’nin
İncil'de adı geçen 7 kiliseden üçüncüsü olduğuna
inanılmaktadır. Mardin’de yer alan Deyr Ul Zaferan
Manastır’ının içinde tarihi bir İncil ve kutsal taş bulunmakta, ilk
tıp fakültesinin de burada kurulduğu söylenmektedir.
Şanlıurfa’da
yer
alan
Der-Yakup
Kilisesi’nin
Hristiyanlık dininin doğuşundan sonra yaptırılan ilk kiliselerden
olduğu bilinmektedir. Yine Şanlıurfa’da yer alan İsa Kilisesi
Hristiyanlık tarihinin ilk kiliselerinden olup M.S. 38 yılında
Süryaniler tarafından yapılmıştır. Evliya Çelebi Hz. İsa'nın
Urfa'ya geldiğini ve bu kiliseyi ziyaret ettiğini, bu nedenle
buraya İsa Kilisesi (Deyr-i Mesih) denildiğini yazmaktadır.
Trabzon Maçka’da yer alan Sumela Manastırı
Karadeniz bölgesinin en eski Hristiyan tapınağıdır. Doğanın
eşsiz güzellikteki bir yerinde çok ilginç bir yapıya sahip olan
manastır çeşitli devirlerde yapılan duvar ve tavan
süslemelerinden oluşmaktadır. Karadeniz Ereğlisi’nde yer alan
Cehennemağzı Mağaraları Yunan Mitolojisine konu olmasıyla
birlikte, Hristiyanlık’ın yasak olduğu dönemlerde gizli yapılan
tapınmalar için kullanıldığı sanılan ilk ibadet merkezlerinden
biridir. 87
87
http://www.turizm.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892
433CFF679A66406202CCB0AFA4D30516C569
155
Ülkemizin çeşitli kültürleri bir arada toplamasının en
önemli sebebi Anadolu topraklarının tarih boyunca birçok
medeniyete ev sahipliği yapmasıdır. Bu sebeple dinlerin
doğuşuna ve yayılışına da sahne olmuştur. Hristiyan inancının
ilk olarak yaygınlaştığı yerin ülkemiz olması sebebiyle oldukça
zengin eserlere sahibiz.
4.3.İSLAMİYET
İslam, dünyadaki büyük dinlerin en gencidir.
Peygamberi Hazreti Muhammed’dir. Diğer büyük dinler gibi
Ortadoğu merkezli olan İslam geniş bir coğrafyada çeşitli
ülkeler, kültürler ve milletler üzerinde etkili olmuştur. Araplar
dışında İslamiyet’i benimseyen başlıca milliyetler Türkler,
Farslar, Hindular’dır. Türklerin İslamı benimsemesi Türklerin
batıya yönelik göç ve fetih hareketi ile örtüştüğü için Türkler
Avrupa ve Batı’ya İslamı tanıtan, getiren millet olmuştur. Türk
İslam’ının temel taşları, Türklere özgü bir kavrayış ve inanç
farkının ortaya çıkması, Yesevi, Hacı Bektaş, Mevlana, Yunus
felsefesiyle simgelenen tasavvuf kuşağına dayanır. Burada
Türklerin İslam’ı kavrayışı, büyük dinlerin Ortadoğu
köklerinden farklı olarak Tanrı korkusu ve ceza disiplini
üzerine değil, Tanrı sevgisi ve tüm yaşamı, doğayı kucaklayan
coşkulu bir temele oturur. 88
Ülkemizin sahip olduğu ve Müslümanlar için önem arz
eden eserlerimiz ve kaynaklarımızdan bahsedecek olursak
Aksaray’da yer alan Dünya Türk kültür ve medeniyetinin
oluşumuna büyük katkılar sağlamış, gönül adamı olan Yunus
Emre’nin türbesinden bahsetmek mümkündür.
Bursa’da yer alan Ulu Cami’nin şadırvanının inşası ise
ilginç bir öyküye sahiptir. Şadırvanın yapımı ile ilgili rivayete
göre; Ulu Caminin yapımı için bazı yerlerin kamulaştırılması
gerekir. Şadırvanın bulunduğu yer ise bir Musevi kadına aittir.
Arazisini vermek istemeyen Musevi kadın bir gece rüyasında
tüm insanların aynı yöne koştuklarını görür. Merakla nereye
88
http://tr.wikipedia.org/wiki/Islam
156
gittiklerini sorar "Cennete!" cevabını alır. O da koşmak ister
ama arazisini vermediği için ona engel olurlar. Bu rüyadan çok
etkilenen Musevi kadın ertesi gün arazisini, şadırvan yapılması
koşulu ile verir. Caminin inşası sırasında nakit zorluğu çekilip
yarım bırakılınca Hristiyan ve Musevi cemaatler maddi katkıda
bulunmuş, bunun üzerine Müslümanlar da şükranlarını
belirtmek için David'in Yıldızı ve Haç işaretlerinin oyulduğu
taşları caminin pencereleri üzerinde kullanmışlardır.
Diyarbakır’daki Ulu Cami ise İslam dünyasında beşinci
Harem-i Şerif olarak bilinmektedir. Avlusundaki şadırvanları,
çeşitli devirlere ait kitabeleri yönünden büyük değer taşıyan bu
ilk İslam yapısı, kara taşlarla inşa edilmiştir. Anadolu'nun en
eski camisi olan Ulu Cami, Şam'daki Ümmiye ve Emevi
camilerine benzemektedir.
Tarsus’ta yer alan Eshab-ı Kehf Mağarası. Kuran-ı
Kerim'de Kehf suresinde yer alan bu mağara Müslümanlar ve
için kutsal sayılır.
Eyüp Sultan Cami fetihten sonra İstanbul'da yapılan ilk
camidir. Cami’nin içerisinde yer alan Eyüp Sultan Türbesi’nde
Mekke'ye gelerek İslamiyet'i ilk kabul eden ve Hz.
Muhammed'in bayraktarlığını yapan Halit Bin Zeyd (Hz. Eyüp)
yatmaktadır.
İstanbul kutsal emanetler şehridir. Hz. Muhammed’in
hadislerinde de yer almıştır. Fatih ilçesinde Hırka-i Şerif
Camisinde Hz. Muhammed’in sakalı ve hırkası, Topkapı
Sarayı’nda da ise ilk el yazması Kuran’ı Kerim bulunmaktadır.
Konya’da yer alan Mevlana Türbesi ve Dergahı dini ve
sosyal işlevli mimari eklemeler yapılarak günümüzdeki şekliyle
bir Mevlevi dergahı haline getirilmiştir. Müzede Mevlana ve
diğer Mevlevilere ait veya çeşitli yollarla dergaha gelmiş
değerli yazmalar, hat ve tezhip örnekleri, maden cam ve
ahşap eserler ile Mevlevi musikisi enstrümanları, halı ve
kilimler sergilenmektedir. Mevlana'nın ölüm yıldönümlerinde,
Şeb-i Aruz (Düğün Günü) olarak adlandırılan günlerde havuz
157
etrafında sema töreni yapılır. Hz. Mevlana, ölümü Tanrı’ya
kavuşma yani düğün olarak tanımlandığından bu günler de
düğün olarak değerlendirilir. Hz. Mevlana her şeyden önce
tam bir insan dostu, barış taraftarı ve büyük bir yol göstericidir.
Ünlü bir Türk-İslam düşünürüdür Hacı Bektaş Veli.
Dergahı ve türbesi Nevşehir’de bulunmaktadır. Hacı Bektaş
Veli, Anadolu'daki Türk-İslam birliğinin sağlanmasına yardımcı
olmuştur. Siirt’te yer alan Veysel Karani Türbesi her yıl 16-17
Mayıs günlerinde Veysel Karani'yi anma amaçlı binlerce
kişinin ziyaret akınına uğrar. Peygamber Efendimiz Hz.
Muhammed’in aşkıyla yanan Karani annesinden izin alarak
Efendimizi ziyaret etmek için Medine’ye gider fakat kendisini
göremeden geri döner. Bu olaya üzülen Peygamber Efendimiz
Hz. Muhammed kendi hırkasını Karaniye gönderir.
Hz. İbrahim, Şanlıurfa’da Mevlid-i Halil Cami
avlusunun güneyinde bulunan mağarada doğmuştur. Rivayete
göre devrin hükümdarı Nemrut, bir rüya görür. Sabah
rüyasında gördüklerini müneccimlerine anlatır. Müneccimlerin
"Bu yıl doğacak bir çocuk senin saltanatına son verecektir"
demesi üzerine Nemrut, halkına emir salarak o yıl doğacak
bütün erkek çocukların öldürülmesini ister. Sarayın putçusu
Azer'in Hanımı bu mağarada gizlice Hz. İbrahim'i dünyaya
getirir. Hz. İbrahim 7 yaşına kadar bu mağarada yaşamıştır.
Hz. İbrahim'in doğduğu mağaranın içerisinde bulunan suyun,
şifalı olduğuna ve birçok hastalığı iyileştirdiğine inanılır.
Balıklı Göl, içindeki balıklar, etrafındaki asırlık çınar ve
söğüt ağaçları ile tabii bir akvaryum görünümündedir. Göller,
Ayn-ı Zeliha ve Halil-ür Rahman olmak üzere iki tanedir. Hz.
İbrahim Peygamber, devrin hükümdarı Nemrut ve halkının
taptığı putlarla mücadele etmeye ve onları kırıp parçalayarak
tek tanrı fikrini savunmaya başlaması üzerine Nemrut
tarafından bugünkü Şanlıurfa Kalesi'nden ateşe atılır. Bu
esnada Allah tarafından "Ey ateş İbrahim'e karşı serin ve
selamet ol" emri üzerine ateş suya, odunlar da balığa dönüşür.
Hz. İbrahim'in düştüğü yere "Halil-ür Rahman Gölü" denilir.
Nemrut'un evlatlığı Zeliha’da, Hz. İbrahim Peygamber'e aşık
158
olur. Hz. İbrahim Peygamber için babalığı Nemrut'a yalvarır.
Hz. İbrahim'in ateşe düştüğünü görünce Zeliha da kendini
ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yere de Ayn-ı Zeliha Gölü denir.
Hz. Eyyüp peygamberin, M.Ö. 2100 yılında Suriye'de
Şam ile Ramla arasında üst diyarı denilen ülkenin Desniye
köyünde dünyaya geldiği rivayet edilmektedir. Cüzzam
hastalığına tutulan Eyyüp Peygamber, Rahime adlı karısı ile
mağarada çile çekmeye devam ederek Allah'a ibadetten
vazgeçmez. Bütün ıstıraplarına rağmen Allah'a asi olmaz.
Sonunda, Eyyüp Peygamber imtihanı kazanır, Allah tarafından
belirtilen şifalı su ile yıkanarak iyileşir, hanımı ile kendisine mal
ve evlat ihsan edilerek daha sonra uzun müddet yaşar.
Şanlıurfa merkezinde bulunan Hz. Eyyüp Peygamber’in çile
çektiği mağara, Eyyüp Peygamber Makamı olarak ziyaret
89
edilmektedir.
İslamiyet ülke topraklarımızda doğmamasına rağmen,
İslamı kabul eden ilk topluluklardan olmamız ve tarih boyunca
dinimize sahip çıkmamız sebebiyle Müslümanlar için önemli
olan birçok eserlere sahibiz ve özellikle sınır komşularımızdan
olan İran, Irak ve Suriye’den birçok Müslüman bu eserlerimize
ilgi göstermekte ve ziyaret etmek istemektedir.
5. İNANÇ TURİZİMİNDE PAYIMIZ
Turizmin en önemli niş pazarlarından birisi olarak
kabul edilen inanç turizminde büyük bir potansiyeli olan
Türkiye, küresel merak ve ilginin gittikçe arttığı bu alanda her
geçen gün daha fazla dikkat çekmektedir. Türkiye İstatistik
Kurumu’nun (TÜİK) Yabancı Ziyaretçiler Çıkış Anket’i
sonuçları gösteriyor ki Türkiye’ye dini maksatlarla gelen
yabancı ziyaretçi sayısında artış olmaktadır. Tüm dünya
ülkeleriyle ülkemizi kıyasladığımızda bu denli önemli
89
http://www.turizm.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892
433CFF679A66406202CCB0AFA4D30516C569
159
kaynaklara sahip olmamıza rağmen inanç turizmi pastasından
aldığımız pay oldukça azdır.
Aynı anket sonuçları, Türkiye’ye gelen her 1000
yabancı ziyaretçiden yaklaşık 6’sının dini maksatlarla geldiğini
ortaya koyuyor. Türkiye’ye dini maksatlarla gelen yabancıların
yüzde 69’u organize turları tercih ediyor. Bu oran, Türkiye’ye
dini amaçlarla gelenlerin tatil amacıyla gelenlerden sonra
organize turların kullanımına en çok rağbet eden kesim
olduğunu gösteriyor.
TÜİK Yabancı Ziyaretçi Anketi sonuçlarına göre 2005
yılında Türkiye’ye dini maksatlarla gelen ziyaretçi sayısı içinde
Bulgaristan 32 bine yaklaşan ziyaretçi sayısı ile ilk sırada yer
alırken, onu 10 bin 611 kişi ile Yunanistan izliyor. İngiltere ise
6 bin kişi ile üçüncü sırada yer alıyor.
DİNİ AMAÇLARLA EN ÇOK GELEN MİLLETLER
31.881
BULGARİSTAN
YUNANİSTAN
İNGİLTERE
ALMANYA
GÜRCİSTAN
FRANSA
RUSYA
DİĞER
TOPLAM
160
10.611
6.046
5.941
2.864
2.349
2.133
44.685
106.710
Milliyetler içinde geliş nedeni olarak dini inançlarını
gösterenlerin başında ise Güney Koreliler geliyor. Türkiye’ye
bu ülkeden gelen her on kişiden yaklaşık 1’i (%9,3) bu nedenle
geldiğini belirtiyor. Güney Korelileri Yunanlılar yüzde 2.4 ve
Bulgarlar da yüzde 2 oranla takip ediyor. 90 Dini ve kültürel
amaçla en çok gelen milletleri ve kişi sayısını tablo halinde
ifade edecek olursak;
KÜLTÜREL AMAÇLARLA EN ÇOK GELEN MİLLETLER
ALMANYA
301.598
İNGİLTERE
105.981
HOLLANDA
102.199
FRANSA
93.486
BELÇİKA
53.885
YUNANİSTAN
48.846
BULGARİSTAN
35.485
DİĞER
568.602
TOPLAM
1.310.082
Kaynak: TÜİK
90
TÜRSAB Ar-Ge Departmanı / Mayıs 2006
161
6.SONUÇ
Turizm ekonomi için önemli dallardan biridir. İçerisinde
yatırım, hizmet, kültür, eğitim öğeleri bulunmaktadır. Yatırım,
genel alt yapı yatırımı, özgül alt yapı yatırımı, üst yapı
yatırımlarını gerektirir. Kişiler, kuruluşlar ve ülkeler için önemli
bir gelir kaynağı oluşturmaktadır. Birçok ülke için turizm, dış
ticaret ve ödeme dengelerini düzeltici önemli bir faktör olarak
gündeme gelmektedir.
Turizm ülke kalkınmasında önemli bir potansiyeldir. İş
alanı yaratmakta, kişiler ve ülkeler arası ilişkilerin gelişmesine
katkıda bulunmaktadır.
Turizm önemli bir çevresel olaydır. Turizmin kazanç
potansiyeli, ekonomik boyutları, turistik bölgelerin kısa sürede
yapılaşma ve kentleşme sürecine girmesine neden olmaktadır.
Yerleşim
alanlarının
hızla
genişlemesine
de
yol
açabilmektedir.
Türkiye, semavi dinlere ait bütün önemli eserleri ve
tarihi değerleri bir arada barındıran istisnai bir ülkedir. Bu
potansiyeli turizme kazandırmak ve inanç turizmini geliştirmek
için bu yerler koruma altına alınmalı, ihtiyaç duyulduğu taktirde
restorasyon çalışmaları yapılmalıdır. Bunun yanı sıra çevre
düzenleme çalışmaları sürdürülmelidir. Din ve tatil amaçlı
turizm iç içe kullanılan kavramlardır. Ülkemizde nerede dini
amaçlı merkezler varsa hemen yakınında turistlere yönelik
işletmeler mevcut olmalıdır. Özellikle, günübirlik ziyaretlerde
temel ihtiyaçların sağlanacağı, yeme-içme ihtiyaçlarının
giderileceği, gerekli hallerde insanların dinlenebileceği
mekanların yapılması, buralara yönelik turizm trafiğini cazip ve
sürekli hale getirecektir. Ayrıca buralarda yaşayan yerel halka
inanç
turizmi
merkezleri
yakınlarında
ticarethaneler
açabilmeleri için gerekli alt yapılar sağlanmalıdır. Böylece bu
merkezlerde yaşayan yerel halk için ekonomik anlamda bir
kaynak oluşturulmuş olup, buralardan yoğun bir şekilde büyük
şehirlere olan göç engellenmiş olacaktır.
162
İnanç turizmi açısından önemli bir potansiyele sahip
olan illerimizde ağırlıklı olmak üzere alternatif tur programları
hazırlanmalı ve bu programlar tüm dünyaya duyurulmalı. Bu
üç büyük din için önemli olan günlerde ise özel tur programları
ve organizasyonlar yapılmalıdır.
Turizm hareketi ülkeler arası ticari rekabetten kolayca
etkilenebilir. Reklam, hatalı haber yayma, ülkeler arası politik
rekabet amacıyla kullanılan diğer yöntemler turizm hareketi
için de söz konusu olabilir. Amaçlı olarak ülkelere yönelik
propaganda çalışmaları turizm hareketinin yön değiştirmesine,
kişilerin kaçınmasına yol açabilir. Bu durum ülkelerin ekonomik
açıdan dar boğazlara girmesinde önemli bir etmen olabilir. Bu
derece önemli problemlerle karşılaşmamak için projelerimiz
özenle hazırlanmalıdır.
İnanç turizmi tanıtım için özel internet siteleri
tasarlanmalı ve bu siteler mümkün olduğunca çok millete hitap
etmeli ve onların dillerini içermelidir. Tabi ki ülke tanıtımımız
için sadece medya araçlarıyla TV, radyo, dergi vs.
yetinilmemelidir.
Ülkemizi
tanıtmayı
amaçlayan
gezi
programları
düzenlenmelidir.
Tüm
dünyadan
basın
mensupları, turizmi kendine meslek edinen tüm gruplar,
seyahat acente sahipleri ya da çalışanları, ülkelerin turizm ile
ilgilenen tüm bürokratları ve hepsinden önemlisi tüm
dünyadaki önemli din adamlarının hep birlikte katılabileceği
tanıtım turları organize edilmelidir.
Tek tanrılı dinlerin Asya'dan doğması ve Orta Çağ'dan
bu yana kabul edilen mukaddes yerlerin jeopolitik konumdan
dolayı köprü görevi gören Anadolu'da yaygınlaşması Türkiye'yi
diğer ülkelerden daha avantajlı duruma getirmektedir. Ülkemiz
üç kutsal din için önemli eserlere sahip olan nadir
ülkelerdendir. Maalesef, farkında olmadığımız ve bizler için
önemli bir gelir kaynağı olabilecek inanç turizmine gerektiği
kadar özen göstermemekteyiz. Turizm hareketinin sahip
olduğu ekonomik potansiyel, gelişmekte olan ülkelerde turizm
sektörünün diğer sektörlerden daha hızlı gelişmesine ve
163
önemli bir yatırım alanı haline gelmesine yol açar. Bu
bağlamda ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik darboğazdan
kurtulmak için alternatif çözüm önerileri içinde en baş sıralarda
turizm yer almalı ve turizm içerisinde de inanç turizmine hak
ettiği önem verilmelidir.
164
KAYNAKÇA
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)
TÜRSAB Ar-Ge Departmanı / Mayıs 2006
http://www.tdk.org.tr/terimler.html
http://www.saglik.gov.tr/extras/temelcevreprojeler/turzim_sa.ht
ml
http://tr.wikipedia.org/wiki/Musevilik
http://www.turizm.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F889243
3CFF679A66406202CCB0AFA4D30516C5690
http://www.hristiyanlik.tc.gs/
http://www.derki.com/sayfalar2/ayayorgi.html
http://www.istanbul.net.tr/istanbul_muzeler_detay.asp?id=72
http://tr.wikipedia.org/wiki/Islam
165
Merve KOÇOĞLU
GENEL
EĞİTİM
YABANCI DİL
İŞ DENEYİMİ
GÖREV ALDIĞI
ETKİNLİKLER
SOSYAL
AKTİVİTELER
166
Doğum Tarihi: 06.08.1983
Doğum Yeri: Rize
Meslek: Öğrenci
Yıldız Teknik Üniversitesi
İnsan Kaynakları Yüksek Lisans
Yeditepe Üniversitesi
İşletme Fakültesi (İngilizce)
Finans ve Pazarlama
İktisat Fakültesi (İngilizce)
Uluslararası Ticaret ve Finans
İngilizce, İtalyanca
Bahçeşehir Üniversitesi
-Staj
IMKB
-Staj
Johnson&Johnson Company
- Staj
Siyaset Okulu 1,2
Yeni Küresel Tehdit Terörizm 1,2
Global Leadership Form
American Studies
Kampanya Yönetimi Eğitimi
Yeditepe Üniversitesi İşletme Kulübü
Etkinlikleri
Toplum Gönüllüleri Vakfı, TEMA
TÜRKİYE-KUZEY AFRİKA İLİŞKİLERİNİN ÖNEMİ
VE GELİŞTİRİLMESİNDE ÖNERİLER
HAZIRLAYAN
Mevhibe Nalan DÜMROL
167
ÖNSÖZ
Tarih ve edebiyatımızda Mağrip sözcüğü sık sık geçer.
Arapça’da batı anlamına gelen bu sözcük önceleri yalnızca
bugünkü Fas’a işaret ederken, Osmanlı döneminde Mısır
dışında Akdeniz’e komşu tüm Afrika ülkelerini tanımlamıştır.
Bu makalede daha geniş bir çerçevede tüm Kuzey
Afrika’yı konu alıyoruz.
Birleşmiş Milletler’in tanımına göre Kuzey Afrika’ya
91
Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır ve Sudan devletleri girer.
Medya ile fazla ilgilenmeyenler bile fark etmişlerdir ki,
politik ve ekonomik açılardan Kuzey Afrika ile ilişkilerimiz son
zamanlarda ayrı bir önem kazanmıştır.
Geçen 2005 yılının Afrika yılı ilan edilmesi ve resmi
ziyaretlerin görece artması da bu ilginin devlet katında
yansımasıdır.
Bu küçük çalışmada, konuyla ilgili zihinlerimizdeki
resme renk ve derinlik katmak için ilişkilerin önemi ele alınmış
ve ilişkilerin kuvvetlendirilmesi için sivil kültürel öneriler
getirilmiştir.
91
Ek/1-Kuzey Afrika-Wikipedia Ansiklopedisi
168
ÖZET
Bu makalede önce Kuzey Afrika ile ilgili genel, sonra
da ayrı ayrı ülkelerle ilgili bilgilerimizi gözden geçiriyoruz.
Birinci tezimiz: Türkiye’nin Kuzey Afrika ile ilişkileri
geliştirilmelidir.
Bu tezimizi tarihsel, coğrafi, ekonomik açılardan ve
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi bağlamında açıkladıktan sonra
büyük devletlerin Kuzey Afrika ile ilişkilerine de bir göz
atıyoruz.
İkinci tezimiz: Kuzey Afrika ile ilişkilerimizin,
devamlılığını sağlayabilmek için kültürel (sivil) ilişkilerle
pekiştirilmesinin gerekli olduğudur.
Bu tez doğrultusundaki sivil-kültürel önerilerimizi ise
klasik kültürel diplomasi kavramı ve kullandığı araçlara
değindikten sonra sıralıyoruz.
169
1-KUZEY AFRİKA ÜLKELERİNE BİR BAKIŞ:
Afrika kıtası genelde sahra çölünden geçen hayali bir
yatay çizgi referans kabul edilerek Sahraaltı (Sub-Sahran) ve
Sahra üzeri Kuzey Afrika ülkeleri olarak ele alınır.
Kuzey Afrika ülkelerinin gelir düzeyleri Sahraaltı Afrika
ülkelerine göre yüksektir. Nüfusun çoğunluğunu 7.yüzyıldan
beri Araplar oluşturur. Bölgenin yerli halkları olan Berberiler
bugün azınlıktadır. Buna paralel olarak Arapça en yaygın
dildir. Nüfuslar 2006 tahmini olup, GSYİH ve kişi başına gelir
değerleri 2005 yılına aittir. Kişi başına gelirde satın alma gücü
92
dikkate alınmıştır.
Aşağıdaki her ülkede büyükelçilik seviyesinde temsil
edilmekteyiz.
1.1-Sudan
• 2,5 milyon km2’lik yüzölçümüyle Afrika’nın en büyük
ülkesidir. 41,2 milyonluk nüfusunun yüzde yetmişi
Müslüman, yüzde beşi Hristiyandır.
• GSYİH 22,3 milyar dolar, kişi başına gelir 2100 dolar
civarındadır.
• İhracat 7 milyar dolar, ithalat 5 milyar dolardır.
• Para birimi Sudan dinarıdır.
• Başlıca zenginlikleri petrol, doğal gaz, altın, demir ve
kromdur.
• Başkenti Hartum olan Sudan’ın yönetim şekli
cumhuriyettir.
• Bağımsızlığını 1956 yılında Mısır ve İngiltere’den almıştır.
• Sudan’da yüzlerce Türk firması ticaret ve inşaat işleriyle
uğraşıyor.
• Daha önce rafineri işine talip olan Türkiye petrol aramak
istiyor.
92
Ek/2-CIA-The World Fact Book
170
1.2-Mısır• 1 milyon km2’lik yüz ölçümde %90 ı Müslüman, % 1’i
Hristiyan 78,9 milyon kişi yaşamaktadır.
• GSYİH’sı 92,6 milyar dolar, kişi başına gelir 4400 dolardır.
• İhracatı 14,3 milyar dolar, ithalatı 24,1 milyar dolar.
• Para birimi Mısır paundudur.
• Petrol, doğalgaz ve pamuk başlıca kaynaklarıdır.
• 2,7 milyar varil petrol, 1,9 trilyon m3 doğal gaz rezervi var.
• Başkenti Kahire olup, yönetim şekli cumhuriyettir.
• Bağımsızlığını 1922’de kazanmıştır.
1.3-Libya
• 1,76 milyon km2 dir. Nüfusu 5,9 milyon kişidir. %97’si
Müslüman’dır.
• GSYİH 33,5 milyar dolar, kişi başına gelir 8400 dolardır.
• İhracatı 30,8 milyar dolar, ithalatı 10,8 milyar dolar.
• Para birimi Libya dinarıdır.
• Petrol, doğal gaz ve alçı yatakları önemlidir.
• 40 milyar varil petrol, 1,3 trilyon m3 doğalgaz rezervi
vardır.
• Başkenti Tripoli’dir. Cumhuriyetle idare edilir.
• Bağımsızlığını 1951’de İtalya’dan kazanmıştır.
1.4-Tunus
• 163,6 bin km2'lik alanda %98 i Müslüman 10,2 milyon kişi
nüfus bulunur.
• GSYİH 30,9 milyar dolar, kişi başına gelir 7600 dolardır.
• İhracatı 10,3 milyar dolar, ithalatı 12,9 milyar dolardır.
• Para birimi Tunus dinarıdır.
• Petrol, fosfat, demir madenleri ile tuz kaynakları zengindir.
• 1,7 milyar varil petrol, 77,9 milyar m3 doğalgaz rezervi
vardır.
• Tunus’la dış ticaret hacmimizin çok üzerinde bavul ticareti
bulunuyor.
• Aramızda serbest ticaret anlaşması var.
• Başkent Tunus olup, cumhuriyet ile yönetilir.
171
•
Tunus 1956 yılında bağımsızlığını Fransa’dan kazanınca
30 yıl boyunca Habib Burgiba tarafından yönetildi, daha
sonra yerine Zeynel Ağabeydin Bin Ali geçti.
1.5-Cezayir
• 2,38 milyon km2 yüzölçümü var. %99’u Müslüman olmak
üzere 32,9 milyon kişi yaşıyor.
• GSYİH 86,4 milyar dolar, kişi başına gelir 7200 dolar.
• İhracatı 49,6 milyar dolar, ithalatı 22,5 milyar dolardır.
• Para birimi Cezayir dinarı.
• Petrol ürünleri en büyük zenginliğidir.
• 12,5 milyar varil petrol, 4,53 trilyon m3 doğal gaz rezervi
var.
• Başşehir Cezayir olup, cumhuriyetle yönetilir.
• Bağımsızlığını 1962’de Fransa’dan elde etti.
1.6-Fas
• 446,5 bin km2 alan kaplıyor. 33,2 milyon nüfusun %98,7’si
Müslüman.
• GSYİH 51,6 milyar dolar, kişi başına gelir 4300 dolar.
• İhracatı 9,5 milyar dolar, ithalatı 18,2 milyar dolar.
• Petrol ve fosfat ürünleri önemlidir.
• 1,22 milyar m3 doğalgaz rezervi var.
• Para birimi Fas dirhemidir.
• Başkent Rabat olup, meşruti krallıkla yönetilir.
• Bağımsızlığını 1956’da Fransa ve İspanya’dan elde etti.
2-BİRİNCİ TEZİMİZ: TÜRKİYE-KUZEY AFRİKA İLİŞKİLERİ
ÇOK ÖNEMLİDİR
Bu teze karşıt olarak kimse açık açık Türkiye-Kuzey
Afrika ilişkileri önemsizdir demez, ama her resmi gezinin
basındaki yansımasına bakarsak, her defasında gezinin
gereksizliğini, zamansızlığını ya da bir sonuç veremeyeceğini
ima eden yazılar görürüz.
172
Olumsuz kamuoyu yaratmağa çalışanlar her zaman
olacaktır. Bize düşen Türkiye-Kuzey Afrika ilişkilerinin neden
çok önemli olduğunu ve geliştirilmesi gerektiğini madde
madde açıklamaktır:
2.1-Ulusal Kimliğimiz Emrediyor:
Samuel Huntington, “Ulusal çıkar, ulusal kimlikten
gelir. Çıkarlarımızın ne olduğunu öğrenmeden önce kim
olduğumuzu bilmeliyiz”, diyor. 93 Tarih ve coğrafya olarak
Kuzey Afrika’dan kopamayız. Ulusal kimliğimizin bir parçası
ve ulusal çıkarlarımızın uzantısıdır.
2.1.1-Kuzey Afrika tarihimizin bir parçasıdır.
Bugün hangi yabancı kaynağa bakarsak Kuzey Afrika
tarihinin en az yarısı Osmanlı-Türk dönemine ayrılmıştır. Bir
hatırlatma yaparsak:
Sudan 1820-1882 yılları arasında Mısır-Osmanlı
yönetimindeydi. Mehmet Ali Paşa’nın Sudan’da 1821 de
kurduğu yönetimin adının Türkiye (Turkiyah) olarak tarihte yer
.94
İngilizlere karşı Türk ve Sudanlı
alması da çok ilginçtir.
askerler birlikte direnmişlerdi.
Mısır da 1517-1914 yılları Osmanlı dönemiydi. Bugün
Mısır ordusunda hala Türkçe komutlar işitilmektedir.
Libya’da 16.yüzyıl ortalarında başlayan Osmanlı
egemenliği 1911 İtalyan işgaline kadar sürmüştür. Bu işgale
karşı koyanlar arasında Mustafa Kemal de bulunuyordu.
Tunus’ta 1574-1881 yılları arası Osmanlı yönetim ve
nüfusu devam etmiştir. Çanakkale Savaşı’nda gönüllü gelerek
şehit olan Tunuslu kardeşlerimiz tarihe geçti.
Huntington,S., ABD Ulusal Çıkarları, Radikal Gazetesi, 12
Ocak 98
94 The Turkiyah, Sudan, Library of Congres-Web
93
173
Cezayir, 1518 yılında Cezayir’i kontrol eden
Barbaros’un
Kanuni
tarafından
Kaptan-ı
Derya’lığa
getirilmesiyle Osmanlı egemenliğine girdi ve 1830 yılında
Fransa tarafından işgal edildi. Osmanlılar döneminde Padişah
adına Cezayir Beyi Hasan Dayı ile ABD başkanı George
Washington tarafından Türkçe bir anlaşma imzalandı. Bu
Amerika’nın yabancı dilde imzaladığı ilk uluslararası
anlaşmadır.
Kurtuluş savaşımızda bir grup Cezayirli Türkiye’ye
gelerek Mersin ve Adana (Kozan) arası bölgede Fransız
işgalcilerine karşı gönüllü olarak Türk askerleriyle omuz
omuza çarpıştı. Savaştan sonra ikişer hektar toprakla
95
ödüllendirildiler ve Türk vatandaşlığına alındılar.
2005 yılında Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz
Buteflika, Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül’ün ziyareti
sırasında Osmanlı İmparatorluğunu oluşturan devletler
arasında İngiliz Milletler Topluluğu’na benzer bir yapının
oluşturulmasını önermiştir. 96 Bilindiği gibi eski İngiliz
İmparatorluğu’nun 53 üyesi, bugün İngiliz Milletler Topluluğu
şemsiyesi altında siyasal olmasa da, bir dayanışma modeli
oluştururlar. Cezayir’de seslendirilen benzer düşünce
uygulama olanağı ne olursa olsun gurur vericidir.
Fas Osmanlı-Türk egemenliğine girmeyen tek Kuzey
Afrika ülkesidir.
Kuzey Afrika’daki Osmanlı gücü nedeniyle sömürgeci
batılı devletlerinin orta Afrika ülkelerine inmeleri de en az
19.yüzyıl ortalarına kadar ertelenmiştir.
Sözübek C.,Ata’nın Cezayirli Askerleri, Info-turc.org, 20
Ağustos, 05
96
Öztuna,Y., Osmanlı Milletler Topluluğu, Türkiye Gazetesi,
12 Nisan, 05
95
174
Fransız (Fas, Cezayir), İtalyan (Libya) ve İngiliz (Mısır,
Sudan) sömürge dönemlerinde Osmanlı dönemine ait eserler
ve anıtlar silinmeye çalışılsa da gerek devlet arşivlerinde
olsun, gerekse toplum belleklerinde olsun ortak geçmiş
yaşamaktadır.
2.1.2-Kuzey Afrika ile Akdeniz coğrafyasında ortağız.
Dünya ticaretinin bugün yaklaşık altıda biri Akdeniz
üzerinden yapılmaktadır. ‘’Avrupa Birliği’nin ihtiyaç duyduğu
petrolün yüzde seksene yakın kısmı Akdeniz üzerinden
97
Dolayısıyla Akdeniz sadece ekonomik
taşınmaktadır.’’
açıdan önemli değildir.
ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri bu denizde güç varlığını
koruma stratejileri geliştirme yarışındadırlar. Örnek olarak
dünyadaki birçok üssünü kapatan İngiltere, Doğu Akdeniz
kıyılarını kontrol eden Kıbrıs üzerindeki üssünden vazgeçme
niyetinde değildir.
2.2-Kuzey Afrika ile ekonomik işbirliği kaçınılmazdır.
Türkiye açısından ekonomik işbirliği gerekliliğini
gözden geçireceğiz, ama aslında bu Kuzey Afrika ülkeleri için
de çok gereklidir. Yapılan araştırmalara göre “Türk kobilerinin
ürettiği malların fiyatı Avrupalıların Afrika’ya sunduğu malların
98
yarısı kadardır’’ . Türk yatırımcılarının riskli bölgelerde
batılılardan daha kolay yatırım yapabilmeleri de ayrı bir
avantajdır.
97
Kuloğlu, A., E. Tümgeneral, AB’nin Anahtarı, Karizma
Dergisi, Temmuz, 05
98
Kobiler İçin Yeni Umut Afrika Pazarı Oluyor, fuar takip.com,
14 Aralık, 05
175
2.2.1-Gelişen
Türkiye
Kuzey
kaynaklarına uzak kalamaz.
Afrika’daki
enerji
Hızla gelişen Türkiye’nin enerji talebi de aynı hızla
artmaktadır. 2020 yılında enerji ihtiyacımız %160 artarken,
elektrik tüketimimiz ise 2,5 katına ulaşacaktır. 99
Bugün için yıllık 32,5 milyon ton petrol tüketimimizin
4,6
milyon
tonu
Kuzey
Afrika’dan
(Libya’dan)
karşılanmaktadır. 100 Bunun yanı sıra Sudan da petrol arama
faaliyetlerine de talibiz.
2006’da 29,5 milyar m3 olan doğal gaz ihtiyacımızın
4,4 milyon m3’ü Cezayir’den alınıyor.
Mısır ile Türkiye Akdeniz geçişli doğal gaz hattı için
işbirliği yapıyorlar. Yılda 4 milyar m3 doğal gaz taşıyacak bu
boru hattıyla hem Türkiye gaz alacak, hem de Avrupa’ya satış
yapılacak. 101
2.2.2-Kuzey Afrika ülkeleriyle ticarette payımızı
alamıyoruz.
207 milyar dolarlık ithalat hacmi olan Afrika pazarında
3 milyar dolarla sadece yüzde 1,5’luk paya sahibiz. Afrika’ya
olan toplam ihracatımızın yüzde 74’ü ise Kuzey Afrika
ülkelerine yapılmaktadır, ancak bu da yeterli olmaktan çok
uzaktır.
Ülke gruplarına göre ihracat ve ithalat verilerinden
99
Yılmaz M.,Yeni Yılın İlk Bombası, Aksiyon Dergisi,
No:579,9 Ocak 2006
100
Yıllara Göre Ham Petrol İthalatı, Tüpraş Web Sitesi
101
Türkiye’nin Doğal Gaz Talebi, Botaş Web Sitesi
102
DİE, 2004 Yılı Ülke Gruplarına Göre İhracat ve ithalat
Verileri
176
102
2000 Yılı
Türkiye Toplam
27,8 Milyar USD
İhracatı
Türkiye'nin K. Afrika’ya
Toplam İhracatı
1,1 Milyar USD
Türkiye Toplam İthalatı 54,5 Milyar USD
Türkiye'nin K. Afrika’ya
Toplam İthalatı
2,3 Milyar USD
2004 Yılı
63,1 Milyar USD
2,2 Milyar USD
97,4 Milyar USD
3,3 Milyar USD
Kuzey Afrika ülkelerinin önemli bir özelliği de
Afrika’nın diğer ülkeleriyle var olan çeşitli serbest ticaret
anlaşmalarıyla ürünlerimiz için birer ticaret kapısı gibi işlev
görmeleridir. Örnek olarak Mısır 19 Afrika ülkesine gümrüksüz
ihracat yapabilmektedir .
2.2.3-Kuzey Afrika ülkelerinin imarında tecrübeli ve
iddialıyız.
Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen 2006 yılı Ocak ayında
yaptığı basın toplantısında yurtdışı müteahhitlik hizmetleri için
Kuzey Afrika’da Cezayir, Fas, Libya ve Kara Afrikası’nda
103
Sudan’ı hedef göstermiştir.
2005 yılı rakamlarıyla Türk müteahhitlerinin Afrika’da
üstlendikleri 14.4 milyar dolarlık projenin %90’ı Kuzey Afrika
ülkelerinde ve özellikle Libya’da gerçekleşmiştir. Zaten 19721995 döneminde Türk müteahhitlerinin bütün dünyada
aldıkları işlerin %23’ü Libya’ya aittir.
30 yılı aşkın uluslararası tecrübe sonunda Türk
müteahhitleri de nitelik değiştirmişlerdir: ‘’70’li, 80’li ve 90’lı
yıllarda Türk müteahhitlerinin yurt dışında inşa ettikleri
yapılarda birinci sırayı konut inşaatları alırken, 2000-2003
103
Tüzmen, K.,Devlet Bakanı, Basın Toplantısı, 2 Ocak 2006
177
yılları arasında ilgi çekici bir dönüşüm yaşandı ve endüstriyel
yapılar ile teknoloji ağırlıklı işler doğrultusunda proje
çeşitlenmesi başladı. Bu dönemde endüstriyel yapılar ile yolköprü-tünel inşaatlarının ve petrol rafinerilerinin toplam iş
hacmi içindeki payı yüzde 59’a ulaştı.’’ 104
2.3- UlusIarası Diplomaside Türkiye Kuzey Afrika’yı ihmal
etme hatasını tekrarlayamaz.
Kuzey Afrika’nın sömürgeleşmesine karşı yerli
halklarla Osmanlı halkı çoğu yerde birlikte karşı koydular.
Ancak sömürgelerin bağımsızlığını kazanmaları için kendi
kurtuluş savaşımızın örnek olması dışında diplomatik desteği
tam olarak veremedik. Tek kutuplu diplomasi, müttefiklerimizi
gücendirme endişesi, Kıbrıs davamız sırasında yapayalnız
kalmamıza sebebiyet verdi. (Libya desteği dışında)
Bugün çok kutuplu diplomasiyi, müttefiklerimize de
samimiyetsizlik yapmama koşuluyla başarmalıyız.
Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler’in üst organı olan
Güvenlik Konseyi 5 daimi ülke (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya,
Çin) ile 2 senelik seçilen geçici 10 üyeden seçilir.
2008’de Güvenlik Konseyi geçici üye statüsü için aday
olan Türkiye için Kuzey Afrika ülkelerinin tam desteği şarttır.
2.4-Genişletilmiş Orta Doğu Projesi Kuzey Afrika ile
ilişkilerimizi daha da önemli kılmıştır.
Büyük Ortadoğu projesi Kuzey Afrika’yı da içine
alacak şekilde tanımlanınca adı ’’GOP’’ yani Genişletilmiş
Ortadoğu Projesi’ne dönüştü. Amaçları arasında enerji
kaynaklarının kontrol altına alınması ve siyasal İslam'ın
hakimiyetinin engellenmesi vardır. Araçlar olarak ise :
-Bölgenin toplumsal ve kültürel olarak modernizasyonu,
104 Eren, E., Dünyada Üçbin Projeye İmza Attık, Sabah
Gazetesi, 9 Aralık 05
178
-Siyasi olarak demokratikleşme,
-Ekonomik olarak liberalizasyon tespit edilmiş bulunuyor.
Türkiye’nin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol
etmek gibi bir amacı olamaz. Ancak gelişen her ülke gibi
çevresindeki enerji kaynaklarına da uzak kalamaz.
Laik yapımız ise yalnızca siyasal İslam’a değil, her
dinin siyasallaşmasına ve teröre karşıdır.
GOP’la
önemlidir.
kendi
doğrularımızın
çakıştığı
alanlar
Emre Kongar ‘’konumu itibariyle Türkiye’nin böyle bir
projenin dışında kalması ne olanaklıdır, ne de arzu edilir’’,
derken “ekonomik kalkınma, eğitim, medyanın gelişmesi, açık
ve demokratik bir toplum için örgütlenme gibi alanlarda,
Türkiye bölge ülkelerine pek çok katkıda bulunabilir’’
105
uyarısında bulunmuştur.
3.-BÜYÜK DEVLETLERİN KUZEY AFRİKAYA İLGİSİ BİZE
DE İŞARETTİR.
3.1- ABD ve İNGİLTERE- Genişletilmiş Ortadoğu
projesi iki devletin yoğun ilgisini zaten kanıtlıyor.
3.2-FRANSA- Eski sömürgeler döneminde Fas ve
Cezayir, Fransa’nın yönetimindeydi. Ekonomik çıkarlarını
korumak isteyen Fransa’nın sadece Afrika’daki ilişkilerini takip
eden bir bakanlığı var. Ekonomik, askeri yardım programları
dışında kendi kültürünü koruma ve yayma çalışmaları yoğun
bir şekilde devam ediyor.
3.3-RUSYA- Sovyetler döneminde Cezayir’in 5 milyar
dolara yaklaşan borcu oluşmuştu. Yeni Rus yönetiminin bu
105 Kongar, E, GOP Neyi Amaçlıyor?-GOP Sempozyumu, 8
Kasım 2004
179
borcu silmesi Rusya’nın ne büyük beklenti içinde olduğunu
gösterir.
3.4-ÇİN- ‘’Çin’in Afrika ile ekonomik ilişkileri
canlandırma çalışmaları 10 yıl önce başladı. Ticaret hacmi
ise, geçtiğimiz 5 yıl içinde 4 kat artarak 37 milyar dolara ulaştı.
Özellikle
altyapı projelerine artan bir ilgi ve destek
gözlenmektedir.’’ 106 Kuzey Afrika ülkeleri de Çin’in artan bu
ilgisinden payına düşeni almaktadır.
4- İKİNCİ TEZİMİZ:İLİŞKİLERİN SÜREKLİLİĞİ VE
SAĞLAMLIĞI KÜLTÜREL BOYUTTAN GEÇER
Bu her devlet tarafından kabul edilir görülse de, daha
çok kültürel diplomasinin klasik, bürokratik mekanizması
içinde uygulamaya konur. Devletten devlete bütçesi ve aktivite
yoğunluğu değişen kültürel diplomasinin amaçları ve
araçlarına aşağıda göz attıktan sonra, halkların kalplerini
kazanmaya yönelik bazı önerilerimizi, kültürel (sivil) boyutta
ilişkilerimizin güçlendirilmesi için öneriler başlığı altında
sunacağım.
4.1-Kültürel Diplomasi
Kültürel diplomasi yabancı devletlerle kültür, sanat ve
eğitim yoluyla ilişki kurma, sürdürme ve geliştirme alanıdır.
Devlet güdümünde yapıldığı için hükümet politikaları ile
bağlantılıdır. 107
Kültürel diplomasinin sivil boyutta yakınlaşmaların
filizlenmesi ve teşvik edilmesi yönünden önemi büyüktür.
Kültürel diplomasinin araçları:
-Değişim programları ve burslar,
-Gazeteciler, akademisyenler ve sanatçıların karşılıklı
ziyaretleri,
106 Mcgiverıng, J., Afrika’da Çin’in Artan İlgisi, BBC
Haberleri, 17 Ocak, 06
107 Cultural Diplomacy, Diplo Web Sitesi, Malta
180
-Uluslararası kültür etkinlikleri (konser, sergi, gösteriler)
Sovyetler Birliği bu tür faaliyetlere çok önem
veriyordu, ama Rus halkının komşu ülke halkları ile
yakınlaşması, birbirini tanıması serbest ilişkiler döneminde
gerçekleşti.
4.2-Kültürel (sivil) boyutta ilişkilerin güçlendirilmesi için
öneriler:
İkinci tezimiz şudur: Kuzey Afrika ile ilişkilerin önemi
toplumsal zihinde yer almadıkça ve politik, ekonomik ilişkiler
yoğun kültürel ilişkilerle pekiştirilmedikçe kazanımlar hep
yüzeysel ve kırılgan kalacaktır. Ulusal ve uluslararası ilk
krizde devletin ilgisi ile kaynakları kolaylıkla yön değiştirecek
veya sınırlanacaktır. Bu nedenle sivil yakınlaşmaların
güçlendirilmesi için aşağıdaki önerileri sunuyorum:
4.2.1-Ülke ve halk imajlarımız:
Gerek sömürgeci batılı ülkelerin, Osmanlı döneminin
olumlu yönlerini unutturma ve karalama çabaları, gerekse
siyasal İslam’ın etkisiyle ülke imajımız en azından bazı
zihinlerde beklediğimiz gibi değildir. Bakın Arap gazeteci Tahir
Bin Celun ne diyor: ”Mağripliler Türkiye’nin kendilerinden çok
uzak olduğunu düşünüyor. Uzaklık hissi coğrafi boyuttan
değil, Türkiye’nin Asya ülkesi olması, modern tarihi ve iki taraf
arasında büyük zihin farkı bulunmasından kaynaklanıyor.’’ 108
Kuzey
İmajımızın olumlu olduğu fakat korunması gereken
Afrika ülkeleri de var: Tunus halkının günlük
108
Celun,T.B., Magriplerin AB Düşü, El Liva Gazetesi,
Radikal, 31 Mart 2005
181
kullanımında ”Türk gibi güzel, çalışkan ve başarılı” gibi
109
deyişlere de rastlamak mümkün.
Aynanın tam ters yüzüne de bakmak gerekiyor. Bizde
Afrikalılar için önyargı yok mu?: Yrd. Doç. Dr. Sedat Aybar,
Afro-Pesimizm adlı makalesinde Afrika’yı karanlık, savaşlar ve
yolsuzlukla parçalanmış, bilinmeyen bir kıta olarak gören
söylemi eleştirmekte, bu görüş nedeniyle Türkiye’nin Afrika ile
yeni gelişen ilişkilerinin zayıflayabileceğini, hatta rekabet
içindeki güçlerin elinde etkili bir silaha dönüşebileceğini ikaz
etmektedir. 110
4.2.2-Ulusal Hassasiyetlerimiz
Her ülke halkının hassas olduğu noktalar vardır.
Bunları akılcılıkla irdelemek bazen de olduğu gibi kabul etmek
en doğrusu olabilir.
Bir örneği Süveyş krizinden verelim (1956): Bu krizde
İngiltere müttefiki ABD’ye hiç haber vermeden Fransa ve İsrail
ile beraber davranarak, Süveyş kanalını millileştirmek isteyen
Mısır devlet başkanı Nasır’a karşı askeri harekat başlattı.
Seçimlere girmek üzere olan Eisenhower Amerikan halkının
hassasiyetini bildiği için çok sert davrandı ve işgalin
kaldırılmasında ısrar etti. Bu da İngiliz Başbakanı Eden’in
111
politik kariyerinin sonu oldu.
109
Doğan,Y., Dış Geziler Neler Getiriyor?, Yeni Şafak, 31
Mart, 2005
110 Aybar, S., Yrd. Doç. Dr, Yeni Türk Afrika İlişkileri ve Eski
Engelleyici Sistem=Afro-Pesimizm-1.Türk-Afrika Kongresi, 23
Kasım 2005
111 Melbourne, R.M., National Cultures And Foreign Affairs
American Diplomacy.Org
182
4.2.3-Davranışların Kültürel Yorumları
Davranışların
öğrenmek gerekir.
kültürel
farklı
yorumlarını
bilmek,
Bugün Mısır’da bir görüşme yaparken bacak bacak
üstüne atıp, ayak tabanımızı karşımızdakinin yüzüne
yönlendirirsek bunu hakaret olarak algılayabilir. Oysa bir
Amerikalının böyle bir düşünce aklına gelmeyebilir.
Yine bir tiyatro salonu nispeten boşken, yeni gelen
seyircinin bitişiğimizi tercih etmesi bizi kuşkulandırabilir. Oysa
112
İşte
oradaki kültür için art niyetsiz, doğal bir davranıştır.
Kuzey Afrika bölgesindeki halklarla yanlış anlayıştan uzak
ilişkiler istiyorsak, bazı kültürel okumaları öğrenmeliyiz. Tabii
bu iki yönlüdür. Biz de kendimizi doğru ifade etmeliyiz.
4.2.4-Dillerimiz yabancı olmamalı
Bizim için Arapça denilince homojen bir dil akla
gelebilir. Nitekim bu yıl sinemalarımızda oynayan Grand
Voyage filminde Paris şehrinden Mekke’ye yolculuk yapan
Fas kökenli Fransız gencinin Suudi Arabistan’da konuşulan
Arapça’yı tam olarak anlayamaması izleyicileri şaşırtmıştı.
Gerçektende Kuzey Afrika’da Mısır Arapça’sı ve Mağrip
Arapça’sı olarak iki farklı lehçe bulunmaktadır.
Ülkemizde Arapça dili eğitimi daha çok dinsel ağırlık
taşımaktadır. Yapılacak iş, daha çok kültürel ve ekonomik
yakınlaşmamızı arttıracak bir dil öğrenimini sağlamaktır.
Bunun için uygun dil araçları ve gereçleri üretmeliyiz.
Zamanla dili tanımak, karşılıklı edebiyatları, müziği,
sinemayı, tanımayı getirecektir. Yani karşılıklı hayatları
tanımayı getirecektir. Bu süreçte biz de Türkçe’yi en iyi
şekilde tanıtmalıyız.
112
Egyptian Business Culture, Executiveplanet.com
183
4.2.5-Turizm halkları yakınlaştırır
İstatistiklere göre, Kuzey Afrika’dan Türkiye’yi ziyaret
113
edenlerin sayısı hızla artmaktadır.
Ülke
Tunus
Cezayir
Mısır
Libya
Fas
Sudan
2003'te Gelen
46 718
42 140
30 556
28 185
13 794
1 917
2005'te Gelen
61 092
44 854
43 149
29 355
24 942
2 897
Buna karşılık Kuzey Afrika ülkelerine bizim ilgimiz de
artmaktadır. Gazetelerin turizm eklerinde ve turizm
broşürlerinde Kuzey Afrika ülkelerinin sıklıkla yer alması bunu
kanıtlıyor. Kuzey Afrika ülkelerine seyahat için en uygun aylar
olarak Mart ve Eylül ayları olarak gösterilmektedir. Bu
gezilerde en popüler ziyaret yerlerinden bazılarını
hatırlayalım:
Sudan:
Hartum Milli Müzesi, Etnografya Müzesi
Mısır:
Kahire Müzesi, Giza piramitleri, Sifenks Luxor
Karnak Tapınağı, Abu Simbel Açık Hava Müzesi
Libya:
Tripoli Leptis Manga Açık Hava Müzesi
Tunus:
Zeytuniye camisi, Bardo Müzesi
Cezayir:
Roma eserleri
Fas:
Kazablanka Hasan II Camisi, Fes Eski Çarşı
Turistik temasları kongre turizmi, fuar turizmi gibi
alanlarda çeşitlendirmek gerekir. Özellikle ticaret ve sanayi
firmalarımız fuarlara eskisinden daha yoğun katılıyorlar.
Karşılıklı ziyaretler arttıkça hem bazı önyargılar kırılacak,
kültürel temaslar artacak, turizm amacının ötesinde işbirliği
113
Ülkemize Gelen Yabancıların Milliyetlerine Göre
Karşılaştırılması TC Kultur ve Turizm Bakanlığı
184
fırsatlarına da kapılar açılacaktır. TV ve basın reklamları,
açılacak tanıtım büroları yakınlaşmaları hızlandıracaktır.
5.- SONUÇ
Her dönemin fırsat ve tehlikeleri vardır. Kuzey
Afrika’nın Türkiye için önemli fırsatlardan biri olduğu gerçektir.
Fırsatları kaçırmamanın çeşitli yolları vardır. Hükümetlerin
kültürel politikalarına ek olarak sivil-kültürel yakınlaşma
sağlanmalıdır. Uluslar birbirlerini ne kadar tanır, severse
ilişkiler de o kadar verimli ve kalıcı olur. Sağlam, uzun vadeli
işbirliği temelleri oluşturulur.
185
6-KAYNAKÇA
-Aybar,S.,Yrd. Doç. Dr., Yeni Türk-Afrika İlişkileri ve Eski
Engelleyici Sistem=Afro-pesimizm-1.Türk-Afrika Kongresi, 23
Kasım, 2005
-Botaş, Web sitesi, Türkiye’nin Doğal Gaz Talebi
-Celun, T.B., Mağriplerin AB Düşü, El Liva Gazetesi /Radikal
g., 21 Kasım, 05
-CIA-The World Fact Book
-Cultural Diplomacy, diplo web sitesi, Malta
-DİE 2004 yılı ülke gruplarına göre ihracat ve ithalat verileri
-Doğan,Y., Dış Geziler Ne Getiriyor?-Yeni Şafak Gazetesi, 31
Mart 2005
-Egyptian Business Culture, www.executiveplanet.com
-Eren,E., Dünyada Üç-bin Projeye İmza Attık, Sabah
Gazetesi, 9 Aralık 2005
-fuar.takip.com-Kobiler İçin Yeni Umut Afrika Pazarı Oluyor14.12.05
-Huntington,S., ABD Ulusal Çıkarları, Radikal Gazetesi, 12
Ocak, 98
-Kongar,E, GOP Neyi Amaçlıyor?-GOP Sempozyumu, 8
Kasım 2004
-Kuloğlu, A.,E.Tümgeneral, AB’nin Anahtarı, Karizma Dergisi,
Temmuz-05
-Kuzey Afrika, Wikipedia internet ansiklopedisi
-Mcgivering, J., Afrika’da Çin’in Artan İlgisi, BBC haberleri, 17
Ocak 06
-Melbourne, R, M, National Cultures and Foreign Affairs,
-www.american diplomacy.org, 24 Ocak, 2003
-Öztuna,Y., Osmanlı Milletler Topluluğu, Türkiye Gazetesi, 12
Nisan 2005
-Sözübek,C.,Ata’nın Cezayirli Askerleri, info-turc.org, 20
Ağustos, 2005
-The Turkiyah, Sudan, Library of Congress
-Tüpraş Web sitesi, Yıllara Göre Ham Petrol İthalatı
-Tüzmen,K., Devlet Bakanı, Basın Toplantısı, 2 Ocak 2006
-Ülkemize gelen yabancıların milliyetlerine göre
karşılaştırılması TC Kültür ve Turizm Bakanlığı
-Yılmaz,M.,Yeni Yılın İlk Bombası, Aksiyon Dergisi, no=205,9
Ocak 2006
186
7-ÖZGEÇMİŞ
MEVHİBE NALAN DÜMROL
1958 de Ankara’da doğdu. İstanbul Kadıköy Kız Lisesini bitirdi.
Genç yaşta katıldığı bankacılık mesleğinden 2.müdür olarak
emekli oldu.
Sigortacılık dergisinde sinema eleştiri yazıları yayımlanmıştır.
Aldığı sertifikalar:
ˆ İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Y.Okulu-Halkla ilişkiler
ˆ DC Gardner & CO-Problem Çözme ve Karar verme
ˆ Kadıköy Belediyesi-Avrupa Birliği İnsanca Yaşam Projesi
ˆ Bahçeşehir Üniversitesi-Siyaset Okulu Sertifika programı-1
ˆ Siyaset Okulu Sertifika programı-2
ˆ Yeni Küresel Tehdit=Terörizm Sertifika 1 ve 2
ˆ Ka-Der Derneği Mentor Sertifikası
Atatürkçü Düşünce Derneği ve Ka-Der üyesidir. Ka-Der
Derneğinde süpervizör olarak görev yapmaktadır.
187
ENFLASYONUN SEBEPLERİ, MÜCADELE
ARAÇLARI VE SONUÇLARI
TÜRKİYE’DE ENFLASYON & DÜNYA’DA
ENFLASYON
HAZIRLAYAN
Murat TÜRK
188
GİRİŞ
1. ENFLASYON NEDİR
Enflasyon bir ekonomide belirli bir süre içinde genel fiyat
düzeyinin sürekli yükselmesi olayıdır. Burada dikkat edilecek
husus, mal ve hizmetlerin piyasa koşullarından kaynaklanan
nispi fiyatların değişmesi değil, ekonomide genel fiyat
düzeyinin devamlı artma eğilimi ifade edilmektedir. Ayrıca
enflasyon parasal bir kavramdır. Enflasyonun tanımlamasında
süreklilik önemli olduğundan, geçici bir nedene bağlı olarak,
genel fiyat düzeyinin sıçrama şeklindeki bir defaya mahsus
artış göstermesi enflasyon tanımı kapsamında değildir.
Başlangıçta bir seferlik sıçrayan genel fiyat düzeyinin, para
politikası ile desteklenmesi ve beklentilerinde yükseliş yönüne
çevrilmesi sonucunda genel fiyat düzeyinin sürekli yükseliyor
görüntüsü kazanması, enflasyon olgusu ile karşı karşıya
olduğumuzun
göstergesidir.
Konumuzun
ilerleyen
bölümlerinde yer vereceğimiz bilgilerde de göreceğimiz gibi
enflasyon son derece önemli bir ekonomik sorundur. Dünyada
bazı ülkelerin tarih sahnesinden çekildikleri dönemde yüksek
bir enflasyon olgusu ile karşı karşıya kaldıkları bilinmektedir,
bu durum bize enflasyonun ne kadar önemli bir konu olduğunu
göstermeye yarayan bir açıklamadır. Örneklemek gerekirse
Büyük Roma İmparatorluğu’nun da yıkılma döneminde en
büyük sorunu para ayarının bozulması ve yüksek enflasyondu.
2. ENFLASYONUN NEDENLERİ
Fiyatlar genel düzeyinde sürekli bir artış eğilimi olarak
tanımlanan enflasyon, genel bir talep yükselişini ve/veya
piyasada satın alma gücü ile desteklenen bir maliyet artışı
eğilimini ifade eder.
2.1 Talep Enflasyonu
Ekonomide toplam talebin, tam istihdam gelir düzeyi
için gerekli gelir miktarını aşmasına talep enflasyonu denir. Bir
başka açıklama ise toplam talebin toplam arzın üzerine
189
çıkması sonucu fiyatlar genel düzeyinin yükselmesidir.Toplam
talebin yükselmesi halinde, tam istihdam düzeyine gelinceye
kadar önce üretim artışı gerçekleşir, sonra bu düzey aşıldıktan
sonra, üretim artışı yerine fiyatlar genel düzeyinde artış ortaya
çıkar. Toplam talebi artıran faktörler arasında aşağıdaki
değişiklikleri örnek olarak vermek mümkündür:
-Para arzındaki artış,
-Kamu harcamalarındaki artış,
-Diğer ülkelerdeki fiyatlarda ve reel gelirlerde gözlenen
artış.
Toplam talep artışının sürekli olabilmesi ancak ve
ancak para miktarının sürekli artması ile mümkün olabilir. Para
miktarının sürekli artması ise genellikle devletin büyük bütçe
açıkları vermesi durumunda söz konusu olmaktadır. Devletin
her yıl büyük bütçe açıkları verdiğini ve her yıl daha fazla para
basarak bu açıkları finanse ettiğini kabul edelim. Bu durumda
toplam talep her yıl artacaktır. Toplam talepteki bu artış da
fiyatların sürekli artışı yönünde baskı oluşturacaktır.
Dolayısıyla bu ekonomide sürekli artan fiyatlar nedeni ile talep
enflasyonu yaşandığını söylemek mümkün olacaktır. Ekonomi
doğal üretim düzeyinin üzerine çıktığı durumda işsizlik oranı
da doğal işsizlik oranının altına düşmüş demektir. Ekonomide
ortaya çıkan bu durum sonucunda işsizliğin, doğal oranın
altına düşmesine bağlı olarak ücretler yükselmeye
başlayacaktır. Bilindiği gibi reel gelir uzun süre potansiyel
gelirin üzerinde kalamaz. İşsizlik oranının doğal işsizlik
oranından düşük olması ekonomide işgücü arz açığı yaratacak
ve ücretler artmaya başlayacaktır. Ancak reel ücret tekrar tam
istihdam sağlayacak kadar artarsa ekonomi doğal üretim
düzeyine geri dönecektir.
2.2- Maliyet Enflasyonu
Üretim girdi maliyetlerinin yükselmesi sonucunda
fiyatlar genel seviyesinin sürekli yükselmesine maliyet
enflasyonu denir. Maliyetlerdeki artışın iki önemli kaynağı
vardır; parasal ücretlerdeki artış ve hammadde fiyatlarındaki
artış.
190
Bir firmanın maliyetleri ne kadar yüksek olursa, satılan
malın fiyatı sabitken üretilmek istenen mal miktarı o kadar
düşük olacaktır. Bu nedenle parasal ücrette veya hammadde
fiyatlarında (ör. petrol) meydana gelecek bir artış karşısında
firmalar mal ve hizmet arzını azaltacaklardır. Firmaların bu
davranışı toplam arzı azaltacaktır. Toplam arzdaki bu azalma
fiyatlar ve reel gelirde etki yaparak enflasyonist süreç
yaşanmasına sebep olacaktır. Arz şokları ve hammadde
fiyatlarındaki artış, fiyatların artmasına ve aynı anda üretimin
azalmasına sebebiyet vermektedir. Yaşanan bu duruma
stagflasyon denir.
Ekonomide fiyatlar genel düzeyinin %10 düzeyinde
artması petrol ürünleri satanların maliyetlerini de %10
oranında arttırmaktadır. Bu durumda söz konusu üreticiler
ürettikleri malların fiyatlarını bir kez daha artırırlarsa
ekonomide yine hammadde fiyatlarında bir artış yaşanacaktır.
Hammadde fiyatlarındaki artış kısa dönemde toplam arzı
kısacak ve stagflasyon devresi yaratacaktır. Bu durumda
fiyatlar yükselirken, reel gelir düşmekte, işsizlik ise doğal
işsizlik oranının üzerine çıkmaktadır. Eğer merkez bankası
üretimdeki daralmanın önüne geçebilmek ve işsizliği tekrar
doğal düzeye çekebilmek için para arzını artırırsa toplam talep
artacaktır. Bu artış ekonomide yeniden tam istihdam ürettim
düzeyine geri dönülmesini sağlayacak, ancak fiyatları
artıracaktır. Ortaya çıkan bu durum ekonominin maliyet
enflasyonu süreci yaşadığını göstermektedir. Bu sürecin
ortaya çıkmasının ardında merkez bankasının ekonomide tam
istihdam üretim düzeyinin yeniden sağlanabilmesi için para
arzını artırarak toplam talebi artırması yatmaktadır.
Maliyet enflasyonu sürecindeki açıklamalar merkez
bankasının bir ikilem ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Merkez bankası ekonominin tam istihdam üretim düzeyinde
faaliyet gösterebilmesi için para arzını artırırsa enflasyon
sorunu ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda eğer
enflasyonist sürecin başlamasına olanak tanımamak için para
arzı artışında herhangi bir değişiklik yapmazsa, ekonomi
191
yüksek bir işsizlik oranıyla faaliyet göstermek zorunda
kalmaktadır.
3- BÜTÇE AÇIKLARI VE ENFLASYON
Devletin artan bütçe açıklarını ve kamu harcamalarını
para tabanı genişletmesiyle finanse etmesi enflasyona sebep
olmaktadır. Para ve enflasyon ilişkisi hakkında ele alınan
kanıtlar bütçe açıklarının, enflasyonist para politikasının bir
diğer kaynağıdır. Devlet bütçe açıklarını iki şekilde kapatabilir:
- Halka tahvil satarak,
- Para basmak olarak da adlandırılan para yaratarak.
Halka tahvil satışı parasal taban (ve dolayısıyla para
arzı) üzerinde direkt bir etkiye sahip olmadığı için toplam talep
üzerinde de açık bir etkiye sahip olmayacak ve enflasyonist
sonuçlar doğurmayacaktır. Bunun aksine para basılması
toplam talebi etkileyecek ve enflasyona sebep olacaktır.
Burada önemli olan husus para arzının devamlı artmasıdır.
Para basılarak finanse edilen bir bütçe açığı, eğer bütçe açığı
uzun bir süre devam ederse enflasyona sebep olur. Mevcut
açık, para yaratılarak finanse edildiğinden dolayı para arzı ve
toplam talep yükselecek ve fiyatlarda artacaktır.Bütçe açıkları
devam ettiği sürece bu süreç devam edecektir. Devamlılık
gösteren bir bütçe açığının para basılarak finanse edilmesi
enflasyona yol açacaktır. Bu süreçte en önemli unsur, açığın
sürekli olmasıdır. Geçici bir bütçe açığından kaynaklanan bir
seferlik para arzı artışı, fiyatlarda sadece bir seferlik artışa
neden olur ve enflasyon ortaya çıkmaz.
Özetle, bir bütçe açığı geçici değil sürekli bir nitelik
taşırsa ve devlet bu açığı, halktan borçlanmak yerine para
basarak finanse ederse bu bütçe açığı enflasyona neden olur.
Çoğu dünya ülkeleri bütçe açığı verirlerse bunu,
sadece tahvil çıkararak finanse edemezler. Öyleyse bütçe
açığını kapatabilmek için devletin önünde tek bir alternatif
kalmaktadır: Para basmak. Sonuç olarak bu ülkeler de
GSMH’ya oranla büyük bir bütçe açığı verdiklerinde para arzı
192
önemli miktarda artmakta ve enflasyon ortaya çıkmaktadır.
Tüm hiperenflasyon dönemlerinde, enflasyonist para
politikasının temelinde yatan faktör, müthiş ölçüde büyük
bütçe açıklarıdır. Hiperenflasyon dönemlerindeki bütçe açıkları
öylesine büyüktür ki devletin tahvil çıkartarak bunları
satabileceği bir sermaye piyasası mevcut olsa bile, bu piyasa,
devletin satmak istediği tahvil miktarını karşılayabilecek bir
büyüklüğe sahip değildir. Bu durumda devlet, açıkları finanse
edebilmek için, yine para basmak zorunda kalacaktır. Burada
da açıklandığı gibi bütçe açıkları enflasyonun başlamasındaki
temel etkenlerin başında gelmektedir.
4- YAPISAL ENFLASYON
Ekonomide bazı darboğazların bulunması halinde,
yükselen talep karşısında tüm kaynakların kullanımı sınırına
gelinmeden de arzın artırılamaması söz konusu olabilir.
Ekonominin
yapısından
kaynaklanan
enerji,
bazı
hammaddeler veya nitelikli eleman kıtlıkları gibi nedenlerle
üretimin artırılamamasına ve bunun sonucunda gerçekleşen
fiyat artışına yapısal enflasyon denir. Çoğu gelişmekte olan
ülkelerde karşılaşılan enflasyon türü yapısal enflasyondur.
Yukarıda da görüleceği üzere enflasyonun sebeplerini 4 kısma
ayırdık: Talep enflasyonu, maliyet enflasyonu, bütçe açıkları
ve enflasyon, yapısal enflasyon.
4.1-Enflasyon Türleri
Aşırı (Hiper) Enflasyon: Daima moneter karakterli olan bir
talep şişkinliğidir. Emisyonun hızla kabarması, tüketime karşı
talebi artırır. Bu, aşırı enflasyonun bir özelliğidir. Aylık
enflasyon haddinin bir yıl boyunca en az %50 arttığı ve
böylece yıllık enflasyon haddinin yaklaşık 13000 olduğu
enflasyon türüdür.
Kronik (Müzmin) Enflasyon: Moneter karakterli olabilir veya
olmayabilir. Bu tip enflasyonun özelliği, hızının mutedil fakat
süresinin uzun olmasıdır.
193
Belirsiz Enflasyon veya Sürünen Enflasyon: Özelliği fiyat
yükselişlerinin yavaş bir tempo izlemesidir. Bu çeşit
enflasyonda, para kıymetinin bir yıldan diğerine kaydettiği
düşüklüğü çok defa faiz haddi telafi edebilir. Sürünen
enflasyon %3- %8 gibi tek haneli enflasyon haddine denir.
Dört Nala Enflasyon : %25-% 80 gibi iki haneli enflasyon
haddine denir.
5. ENFLASYONUN MALİYETİ
İktisatçılar, enflasyonun bir ekonomiye ve topluma
yükledikleri maliyetleri genel olarak iki grupta ele alırlar
bunlardan ilki enflasyonun beklenmemesi durumunda
yüklediği maliyetlerdir, diğer grupsa beklenen enflasyonun
yüklediği maliyetlerdir.
5.1.- Beklenmeyen Enflasyon
Yaşanan enflasyon hangi sebeple ortaya çıkarsa
çıksın doğru olarak tahmin edilmemesi halinde, arzu
edilmeyen olumsuz sonuçlar ortaya çıkar. Arzu edilmeyen söz
konusu sonuçlar hem firmalara hem de işçilere bazı maliyetler
yüklemektedir.
İşgücü Piyasasında Beklenmeyen Enflasyon
Enflasyonun doğru olarak tahmin edilmemesi, yani
beklenmeyen bir enflasyon yaşanması işgücü piyasalarının
işleyişi açısından iki temel sorun yaşanmaktadır:
- Gelir dağılımında bozulma,
-Tam istihdamdan uzaklaşma.
a)Gelir dağılımında bozulma
Beklenmeyen enflasyon gelirin işçi ve işverenler
arasında yeniden dağılımı sonucunu doğurur. Bu bozulma kimi
zaman işveren lehine olurken kimi zamanda aleyhine olur.
Toplam talepte beklenmeyen bir artış nedeniyle enflasyon
194
yükselirse ücretler bu artışın gerisinde kalır. Böyle bir durumda
kar beklenenden daha yüksek gerçekleşirken ücretlerle
alınabilecek mal ve hizmet miktarı beklenenden daha az olur.
Bu durumda beklenmeyen enflasyon gelir dağılımını işverenler
lehine ve işçiler aleyhine bozacaktır. Ancak toplam talebin
daha hızlı bir şekilde artması beklenirken bu artış beklenenden
daha düşük bir seviyede kalıyorsa bu kez gelir dağılımı
tamamen ters yönde yani işçilerin lehine işverenlerin aleyhine
bozulur. Toplam talepteki hızlı artış beklentisi nedeniyle
beklenen enflasyonun yüksek olması ücretlerin yüksek olması
sonucunu doğurur. Ancak enflasyonun beklenenden daha
düşük gerçekleşmesi durumunda kar azalacağı için gelir
dağılımı işçilerin lehine, işverenlerin aleyhine bozulacaktır.
b) Tam istihdamdan uzaklaşma
Gelir dağılımındaki bozulma bir grubun aleyhine
olurken diğer grubun lehine olmaktadır. Ancak tam
istihdamdan uzaklaşılması ekonomideki herkese bir maliyet
yüklemektedir. Örneğin bir fabrikada yapılan toplu iş
sözleşmesi sonrası enflasyon beklenmedik bir şekilde artış
gösterirse parasal ücret enflasyon oranının gerisinde
kalacağından reel ücret azalır. Bu da firmanın daha fazla işçi
istihdam edip üretimi artırmak istemesine yol açar. Toplu iş
sözleşmesinin yapılması sırasında hem işçi hem de işveren
yüksek bir enflasyon beklentisi içindeyken enflasyon
beklenenden daha düşük gerçekleşirse reel ücret yükselmiş
olur. Söz konusu yüksek reel ücret düzeyinde firma bazı
işçilerin işine son verecek ve işsizlik oranı yükselecektir.
Enflasyonun beklenmedik bir şekilde yüksek çıktığı
ekonomilerde, nominal değerler üzerinden sözleşme yapan
herkes kaybeder.
Yukarıda
açıklamalarımıza
göre
gerçekleşen
enflasyon, beklenen enflasyondan ister yüksek olsun, isterse
düşük olsun, her iki şekilde de beklenmeyen enflasyon
ekonomide herkese maliyet yüklemektedir. Beklenmeyen
enflasyonun gelir dağılımında yol açtığı çarpıklıklar, sonuçta
ekonomiye reel maliyetler yükler. Enflasyon toplumsal
195
yozlaşmaya varabilen sonuçlar yarattığı için sosyal açıdan da
arzulanmayan bir ekonomik olgudur. Bu nedenle bazı
ülkelerde, toplumu enflasyona karşı koruyabilmek kaygısıyla
enflasyona endeksli nominal sözleşmeler yapılmaya
başlanmıştır.
6.-BEKLENEN ENFLASYON
Fiyatları sık sık değiştirmenin getirdiği fiziki maliyetler
söz konusudur. İktisatçılar bu tür maliyetleri menü maliyetleri
olarak adlandırırlar. Örneğin restoran sahipleri, katalog
üreticileri, süper marketler, enflasyon nedeniyle fiyatlarını
değiştirmek zorunda kaldıkları zaman, bu maliyetleri
yüklenmek durumundadırlar. Beklenen enflasyonun getirdiği
ikinci bir tür maliyet ise elde tutulan para miktarıyla ilgilidir.
Enflasyonist bir ortamda ekonomik birimler, reel anlamda
ellerinde daha az nakit tutarlar. Elde para bulundurmanın
maliyeti paranın fırsat maliyetidir ve nominal faiz oranını da
yükselteceği için, elde nakit tutmanın maliyeti yükselir.
İktisatçılar, daha az nakit tutarak katlanılacak ilave maliyetleri
ayakkabı eskitme maliyetleri olarak adlandırmaktadır. Gelişmiş
ülkelerde bu oran GSMH’nın %1’ine ulaştığı tahmin
edilmektedir. Bazı durumlarda ödenen vergideki artış, vergi
yasalarındaki değişiklikle gerçekleştirilen bir artıştan değil de
enflasyondan kaynaklanıyorsa karşımıza enflasyon vergisi
denen ekonomik yük çıkmaktadır.
7.-ENFLASYONLA MÜCADELEDE KAMU HARCAMA
ARAÇLARI
Kamu harcamaları, kurumsal olarak gelir yaratıcı
harcamalar ve transfer harcamaları olmak üzere iki ana gruba
ayrıldığından enflasyonla mücadelede harcamaların etki ve
sınırları da bu ayrıma uyularak açıklanacaktır.
7.1.-Gelir Yaratıcı Kamu Harcamaları
Gelir yaratıcı kamu harcamaları, cari ve yatırım
harcamalarından oluşmaktadır. Ekonomide harcama fazlasını
196
çekebilmek için, ilke olarak kamu harcamalarını kısmak
gerekir. Gelir yaratıcı kamu harcamalarında yapılan bir
değişiklik, kapalı bir ekonomi modelinde gelir düzeyini etkiler.
Enflasyonla mücadele aracı olarak kamu hizmetlerinin fiziksel
miktar ve kalitesinin azaltılmasının gerekliliği çok tartışmalıdır.
Gelir yaratıcı kamu harcamaları içinde yer alan cari
harcamaların büyük bir bölümü personel ödeneklerinden
oluşmaktadır. Anti-enflasyonist politikaların gündeme geldiği
dönemlerde, kamu harcamaları kısılırken, en şiddetli darbeyi
kamu yatırım harcamaları almaktadır. Kamu yatırım
harcamalarının kısılması hem kamu kesiminde üretimin
kısılmasına, hem de özel yatırımlarda verimlilik kaybına neden
olacağından, ilk anda enflasyonu frenleyici etki yapsa da, ikinci
aşamada kapasite kısıcı etkisi sonucunda enflasyonu
yükseltici etki oluşumuna uygun zemin hazırlar.
7.2.-Transfer Harcamaları
Transfer harcamaları, sosyal transferler ve ekonomik
transferler olarak başlıca iki grupta incelenmektedir. Sosyal
transferler, emekli dul yetim ya da işsiz gruplara yapılan
ödemeler bu anlamda transfer ödemesi niteliği taşımaktadır.
Bu ödemelerin enflasyonist dönemlerde kısılması, politik
olarak güç göstergesi olarak görülemez. Aslında bu
harcamaların enflasyon hızında artırılması gerekir.
Transfer harcamalarının ikinci grubunu, özel kesime
mali yardım şeklinde yapılan ekonomik transferler
oluşturmaktadır. Ekonomik transferler özel kesme yapılan
aktarmalar olduğu için bu kalemde yapılacak bir kısıntı da
politik direnç ile karşılaşmaktadır. Anti -enflasyonist politikalar
özünde daraltıcı olduklarından, bu politikalar uygulandığında,
piyasada nakit sıkıntısı ve buna bağlı olarak da talep
daralması belirir.Daralma dönemlerinde özel kesimin mali
destek ihtiyacı daha da büyür.
197
8.-ENFLASYONLA MÜCADELEDE VERGİ ARAÇLARI
Enflasyonist dönemlerde bir yandan kamu gelir
sisteminin sahip olduğu esnekliğe, diğer yandan enflasyonun
ilk dönemlerinde enflasyon vergisine bağlı olarak toplam kamu
gelirlerinde bir artış görülmektedir. Bu çerçevede esnekliği
yüksek bir vergileme sistemi enflasyonist gidiş üzerinde
frenleyici bir etki oluşturabilir. Enflasyonda iki temel nedene
bağlı olarak devlet gelirlerinin artırılması gerekmektedir. Birinci
neden artan kamu harcamalarının oluşturduğu baskıdır.
Enflasyonist dönemlerde kamu harcamaları artacağından, bu
dönemde kamu gelirlerinin, özellikle vergi gelirlerinin harcama
artışı üzerinde bir artış göstermesi gerekmektedir. Vergiler
yolu ile toplam talep kısılmaya çalışılırken birikim sürecinin
tahrip edilmemesi, gelir dağılımının düzeltilmesi ya da hiç
değilse bozulmaması ve buna bağlı olarak da optimum kaynak
dağılımına yaklaşılması amaçlanmaktadır.
8.1.-Dolaysız Vergiler
Gelir üzerine doğrudan salınan vergiler (gelir vergisi),
üretim faktörlerinin üretime katkıda bulundukları esnada, ilke
olarak artan oranda uygulanan yükümlülüklerdir. Harcamaların
gelirin bir fonksiyonu olarak belirlendiği modelde, gelirlerin
azaltılması yolu ile toplam talebi kısabilmek için bu vergiler
uygun görülebilir. Ayrıca gelir vergilerinin artan oranlılık
niteliği,enflasyonda ortaya çıkan gelir dağılımı bozukluğunun
düzeltilmesi açısından da elverişli bir araç oluşturur. Hem
otomatik istikrar sağlayıcı hem de yeniden gelir dağıtıcı
politikalar çerçevesinde değerlendirildiğinde, artan oranlı tarife
yapısının her koşulda amacı gerçekleştirdiği ileri sürülemez.
Zira, en üst gelir düzeyinden sonra vergi tarifesi
düzleşeceğinden, bu kademedeki yükümlüler gelir artışları
karşısında düz oranlı vergiyle karşı karşıya kalmış olurlar.
Bunun altında kalan düzeyde gelir elde eden tüm yükümlüler
ise, enflasyon karşısında elde ettikleri parasal gelir artışlarının
reel değerini, sadece enflasyon nedeni ile değil, fakat üst gelir
dilimlerine geçmiş olmalarından dolayı daha yüksek oranla
vergilendirilmiş olmaları nedeni ile de koruyamaz hale gelirler.
198
Vergilerde uygulanan istisna, muafiyet ya da diğer indirimler
ve vergi dilimlerinde endeksleme yöntemleri vergi sisteminin
esnekliğini zayıflatarak enflasyona karşı mücadele gücünü
kısmaktadır. Zira enflasyona karşı endekslenmiş bir vergi
sistemi, enflasyona karşı vergi yükümlüsünü korurken, onun
harcama potansiyelini yüksek düzeyde tutar ve özel
harcamaların gereği biçimde kısılmasını engeller.
8.2.-Dolaylı Vergiler
Enflasyonist
dönemlerde
uygulanan
maliye
politikasının temel amacı, ilke olarak toplam talebi kısmak
olduğundan, dolaylı vergiler talep emici ve talep yönlendirici
nitelikleriyle bu amaca dolaysız vergilerden daha fazla hizmet
eder. Dolaylı vergiler üretim kapasitesini doğrudan
etkilemeyip, harcamalar üzerinde kısıcı etkiye sahip
olduğundan, anti-enflasyonist politika aracı olarak, faktör
gelirleri üzerinde oturan ve bu nedenle sadece harcamaları
değil, ikamet etkisi ile üretim kapasitesini de kısan dolaysızla
vergilere göre daha elverişli bir politika aracıdır. Tüketim
vergilerinin en zayıf tarafı, artan gelir karşısında tüketim oranı
düştükçe, gelir karşısında azalan oranlı bir yapı niteliği
kazanıyor olmasıdır.
8.3.-Servet Vergileri
Anti-enflasyonist politikalar açısından servet vergileri,
ancak servetin kişilerin gelirinin ve/veya harcama
potansiyelinin bir göstergesi olması açısından
önem
taşımaktadır. Servet gerçekten bir harcama potansiyeli
göstergesi ise, bunu kullanarak harcama potansiyeline
ulaşmak ve onu törpülemek toplam talebi kısmak açısından
anlamlıdır. Üretimde aktif olarak kullanılan servetler üzerine
salınacak bir tür servet vergisi, servetin sağladığı gelir
açısından, marjinal değil ortalama vergi yükünü artırmış
olacağından, bir yönden toplam talebi kısma yönünde etkili
olurken, diğer yandan da gelir etkisiyle üretimi artırma
yönünde etkide yaratabilmektedir.
199
9.-ENFLASYONLA MÜCADELEDE KAMU BORÇLARI
Kamu kesimi, borçlanmasına temel oluşturan devlet
tahvillerini ilk aşamada merkez bankasına satarak karşılığında
nakit sağlar. Böylece ekonomide gelir akımına ilave bir satın
alma gücü girmiş olduğundan, tam istihdam varsayımı altında,
enflasyonist baskı ortaya çıkar. Merkez bankasının devlet
tahvilleri ile ilgili politikası ekonomide makro dengelerin
yönünü belirlemekte, merkez bankası söz konusu tahvilleri
portföyünde tuttuğu sürece de ekonomide enflasyonist baskı
sürmektedir. Devlet tahvillerinin hangi portföyde saklanmış
olması önemli kazanmaktadır. Tahvillerin merkez bankası
portföyünde olması, emisyon musluğunu açmış olacağından,
ekonomideki likidite derecesini artırıp fiyatlar genel düzeyi
üzerinde artırıcı yönde etkili olacaktır. Buna karşılık tahvillerin
ticari bankalar portföyünde tutulması ise ekonomide fon
talebini ve faiz oranlarını yükseltmektedir.
Bir istikrar aracı olarak bakıldığında, giderek artan
kamu borçlarının ekonomide daraltıcı etki yapabileceğini ileri
süren görüş şöyle özetlenebilir: Borçların bileşimi değişmeden
salt miktarının artması özel kesimde likitideyi azaltacaktır.
Ekonominin bir kesiminde likitidenin azalması, harcama
akımını azaltacağından, enflasyonist baskılar hafiflemiş
olabilir. Bu görüşe yöneltilecek en önemli itiraz, tüketim
harcamalarının gelirin bir fonksiyonu olduğu ve devlet
borçlarının likitideyi etkilemekle beraber, kişisel geliri doğrudan
etkilemediğidir.
Devlet borçlarının faiz oranlarının yükseltmesi üç
açıdan olumsuz etki yapar. İlk olarak, yüksek faiz oranları
borcun bütçe yükünü artırır ve borç ödemeleri transfer
harcaması niteliğinde olduğundan gelir dağılımı üzerinde
bozucu etki yapar, ikinci olarak yüksek faiz oranları tahvillerin
piyasa değerini düşüreceğinden isteğe bağlı borçlanmalarda
tüketicilerin güvenini sarsar ve devletin manevra alanını
daraltır. Üçüncü olarak da kamu kağıtları üzerindeki yüksek
faiz oranı, tasarrufların reel yatırım alanlarından söz konusu
200
spekülatif alana kaymasına neden olarak, ekonomide reel
yatırımların daralmasına neden olur.
Enflasyonu kontrol açısından ilk bakışta uzun vadeli
borçların, likitideyi daha fazla kısabildikleri için, kısa vadeli
borçlara göre tercih edildiği görülmektedir. Uzun vadeli
borçların bir diğer üstünlüğü ise, piyasa gelişmeleri karşısında
devlete daha geniş manevra olanağı sağlamasıdır.
10.-ENFLASYONU DÜŞÜRMENİN MALİYETİ MODERN
YAKLAŞIMLAR
Yüksek enflasyon ve yüklediği maliyetler konusundaki
kaygılar, özellikle 1970’lerin sonunda ciddi biçimde
ağırlaşmıştır. Bu yıllarda tüm dünyada, enflasyonist eğilimlerin
ve enflasyon oranının yükselmesi, enflasyonu düşürmenin
maliyetini tartışmaya açmıştır. Uzun süreli enflasyon oranında
düşüş yaşanan ortam, iktisatçılar tarafından dezenflasyon
olarak adlandırılmaktadır. Son yıllarda enflasyona karşı
gelişen tepki dezenflasyon programlarında da iki farklı bakış
açısının ortaya çıkmasına neden olmuştur: Yeni Klasik reçete
ve yeni Keynesyen reçete.
10.1.-Yeni Klasik Dezenflasyon Süreci: Şok Politikası
Yeni klasik iktisatçıların makro ekonomiyle ilgili temel
görüşleri "ücretlerin ve fiyatların bekleyişlerdeki değişikliklere
hemen uyum gösterdiği" şeklinde özetlenebilir. Dolayısıyla
enflasyonun düşürülmesi için yeni klasik öneri, gelecekteki
parasal genişleme ve enflasyon konusundaki beklentilerin ani
bir şekilde (şok) ve bir kerede düşürülmesidir. Bu görüşün
diğer adı soğuk hindi (cold turkey) olarak da adlandırılmıştır.
10.2.-Yeni Keynesyen Dezenflasyon Süreci : Tedrici
Politika
Yeni klasik iktisatçıların önerdiği şok dezenflasyon
politikası, hiperenflasyon yaşanan ülkeler için uygun olabilir,
zira bu ülkelerde yapılan sözleşmeler fiyatlardaki değişmeye
201
endekslenmiş olarak yapılmaktadır. Ilımlı enflasyon yaşanan
ülkelerdeyse enflasyonu düşürmek amacıyla uygulanacak şok
politikası da acaba aynı yararı sağlar mı? Yeni Keynesyen
iktisatçılar, bu konuda olumsuz düşünmektedir. Yeni
Keynesyenlere göre, ekonomide her zaman belirli bir ölçüde
de olsa nominal fiyat yapışkanlığı vardır. Uzun vadeli nominal
sözleşmelerin ve fiyatları sık sık değiştirmenin getirdiği
maliyetler nedeniyle fiyatların, bekleyişlerdeki değişime uyum
gösterme hızı yavaşlar. Ekonomik birimler bekleyişlerinde
rasyonel olsalar bile, ekonomideki fiyatların hepsi, enflasyon
beklentilerindeki değişiklik karşısında hemen uyum göstermez.
Burada tedrici para politikası deyimiyle parasal genişlemenin
yavaş yavaş ve istikrarlı bir şekilde düşürülmesi ifade
edilmektedir.
11.-ENFLASYON HEDEFLEMESİ KAVRAMI VE
ENFLASYON HEDEFLEME STRATEJİSİNİN YÜRÜTÜLMESİ
1990’ların başından itibaren bazı merkez bankaları,
para politikasına yön veren gösterge olarak, sayısal enflasyon
hedeflerini uygulamaya koymuşlardır. Sözü edilen bu
hedeflerin fiyat istikrarının sağlanması ve sürdürülmesinde
merkez bankasına yardımcı ve yol gösterici olacağı
düşünülmektedir.
Enflasyon hedeflemesi "düşük ve istikrarlı bir
enflasyona ulaşmayı ve bunu muhafaza etmeyi isteyen bir
ülkede para politikasının temel hedefinin fiyat istikrarı olması
gerektiği "şeklinde ifade edilebilir. Günümüzde bu önermeyle
ilgili olarak iktisatçılar arasında geniş bir görüş birliği doğmuş
ve önceden beri süregelen tartışmalar aşağıda 5 temel
hususta, bir uzlaşma ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Para arzındaki bir artış, orta vadeden uzun vadeye
kadar nötrdür. Yani parasal genişlemenin üretim ya da işsizlik
üzerinde nihai bir etkisi yoktur. Sadece fiyatları etkiler.
Enflasyon, hem kaynak tahsisi anlamında (etkinlik maliyeti)
hem de uzun dönemli üretim artışı anlamında (süper nötrlük)
bir maliyet getirmektedir.
202
Para kısa dönemde nötr değildir. Yani para politikası
üretim işsizlik gibi bir dizi reel değişken üzerinde geçici (kısa
süreli) etkilere sahiptir, ancak bu etkilerin niteliği ya da
büyüklüğü kendilerini gösterme süresi ve ekonominin diğer
bölümlerine yansımaları konularında genellikle eksik bir
anlayış söz konusudur. Para politikası enflasyon üzerinde
süresi belirsiz bir gecikmeyle etkili olmakta ve enflasyon
üzerindeki etkisi değişkenlik göstermektedir. Bu iki faktör,
merkez bankasının, dönem bazında enflasyonu kontrol
edebilme gücünü azaltmaktadır.
Merkez
Bankası,
para
politikası
araçlarının
belirlenmesini yaparken, duruma göre davranma olanağına
sahip olması, para politikasına enflasyonist bir yanlılık
kazandırmaktadır.
12.-ENFLASYONLA MÜCADELEDE EN ETKİN MALİYE
POLİTİKASI
12.1.-“Denk bütçe”
Enflasyonun ortaya çıkışında,devletin bütçe açıklarını
ve artan kamu harcamalarını finanse edebilmek için para
arzını artırdığının etkili olduğunu gördük. TÜRKİYE dahil çoğu
dünya ülkesinde hükümetler bütçe açıklarını finanse etmek
için merkez bankası aracılığı ile para arzını artırmaktadır.
Artan bu para arzı ekonomide toplam talebi yükselttiğinden
enflasyona sebep olmaktadır. Bazı iktisatçılar bütçe açıklarının
finansmanı için vergilerin yükseltilmesinin daha olumlu
olduğunu söylemektedirler, ancak tüm dünyada genellikle
hükümetler oy kaygısı ve politik direnç nedenleri ile vergi
oranlarını yükseltme, kamu harcamalarını kısma gibi maliye
politikalarına başvurmamaktadır. Zira savaş gibi beklenmedik
nedenlerden dolayı girilen enflasyon sürecinde en etkili
politikanın vergi politikaları olduğu bilinmektedir. Bütçe
açıklarının finansmanında diğer etkin bir yol devletin tahvil
ihracı ile borçlanmasıdır. Tahvil ihracı ile borçlanma kısa
vadede etkili değildir. Devletin uzun vade de (3-5 yıl gibi) tahvil
ihracı yapabilmesi için o ülkede sağlam ve istikrarlı bir
203
ekonomik yapının olması gerekmektedir. Ayrıca yaygın görüş
tahvil alıcılarının 3-5 yıl vadeli kazançlardan genellikle uzun
vadeli olduğu için soğuk durmuşlardır. Bunun yanında tahvil
ihracının faiz yükü getirdiği de bilinmelidir.
Bu açıklamalardan sonra enflasyonla mücadelede en
etkin çözümün denk bütçe kavramının olduğunu söyleyebiliriz.
Denk bütçe kavramı, modern iktisadın kurucusu olarak bilinen
klasik ekonomistlerinde savunduğu bir görüştür. Bu görüşte
devletin gelir ve harcamaları birbirine eşit olduğu için para arzı,
para tabanı genişletilmesi gibi enflasyona sebep olan
durumlara gerek kalmamaktadır. Ekonomi denk bütçe ile
otomatik olarak istikrara girecektir. Denk bütçe kavramı ile
ekonomideki enflasyon olayı ile karşılaşılmaması için o
ekonomide yatırımların çoğunluğunun üretim odaklı sabit
sermaye yönelimli olması önemlidir. Şüphesiz spekülatif, sıcak
paraya dayalı ekonomik büyümeler genellikle başarılı
olmamaktadır.
13.-DÜNYADA ENFLASYON
Dünya tarihinde çeşitli zamanlarda savaş, kıtlık, hızlı
nüfus artışı, gibi bazı sebeplerden dolayı bir çok ülkenin
hiperenflasyon yaşadığı bilinmektedir.
M.S 3 yy sonunda, Büyük Roma İmparatorluğu’nun
yıkılmasına yakın tarihlerde İmparator Dioçletian’ın yılda
ortalama %300 civarına ulaşmış olan enflasyonu kontrol altına
alabilmek için büyük çaba harcadığı bilinmektedir. Öte yandan
20 y.y.ın sonlarına doğru merkezi planlamayla yönetilen bir
ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş sürecinde Rusya
Federasyonu başkanı Boris Yeltsin yılda ortalama %1000
civarına ulaşan enflasyonla mücadele etmekteydi.1980’li
yıllardan itibaren Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde çok
büyük boyutlara ulaşan enflasyonist dönem yaşandı. 1994
yılında Brezilya’da aylık enflasyon oranı %40, yıllık enflasyon
oranı %5700 idi. Zaire’de ise aylık %75, yıllık enflasyon oranı
ise %82500 civarında enflasyon oranları yaşanmıştır.
204
I. Dünya Savaşı sonunda Almanya yüklü miktarda
tazminat ödemeye mahkum oldu. 1922 yaz sonlarında
tazminat ödemelerinden dolayı, Alman markının değeri hızla
düşmeye başladı. Alman hükümeti ödemeleri karşılayabilmek
için büyük miktarda kağıt para bastı. Bu durum hızlı enflasyon
dalgasına yol açtı. 1914’te bir dolar 4,2 Alman markına
eşitti.Savaş sonunda 351 kağıt mark 1 dolar değerindeydi.
1922’de 1 dolar 493 mark,1923’te 1 dolar 17792 marka düştü.
1923 sonlarında son resmi işlemde bir dolar, 4,2 trilyon marktı.
Markın değeri basıldığı kağıdın değerinden de daha düşüktü.
Alman otoriteleri markın yerine 1 trilyon marka eşit olan yeni
para birimi çıkardılar. Diğer dünya ülkelerinde de savaş
sonrasında artan para arzından dolayı fiyatlar 1914 yılı ile
karşılaştırıldığında ABD’de 2,5 katına, İngiltere’de 3 katına,
Fransa’da 5,5 katına çıktı. Verilen örneklerde de görüldüğü
gibi artan para arzı enflasyona, paranın basımının artış hızına
bağlı olarak da hiperenflasyona neden olmuştur.
14.-TÜRKİYEDE ENFLASYON
Türkiye yıllarca kronik enflasyon olgusu ile karşı
karşıya
kalmıştır.
Cumhuriyetimizin
ilanından
sonra
ekonomimizdeki en büyük sorun enflasyon olmuştur.
Örneğin 1970-2003 dönemini kapsayan sürede
Türkiye ekonomisi yılda ortalama %4 büyümüştür. Bu süreç
içerisinde özellikle 90’lı yıllarla birlikte üretim hacminde
gözlenen dalgalanmaların şiddeti artmış, bir değişiklikle
üretimde ciddi bir istikrarsızlık yaşanmıştır. Şüphesiz bu durum
enflasyonist ortamın getirdiği belirsizliklerin sonucu olarak
ortaya çıkmıştır. Kısa dönemde ılımlı bir enflasyonun
ekonomik büyümeyi hızlandıracağı şeklindeki iktisat politikası
yaklaşımına karşın, uzun dönemde ülkede yaşanan
enflasyonun ekonomik büyüme performansını olumsuz yönde
etkilediğini söylemek mümkündür. Türkiye’de 90’lı yıllardan
itibaren fiyat artışları ekonomik büyümeyi ters yönde
etkilemiştir.
205
Aynı dönemde parasal genişleme incelediğinde, yılda
ortalama %48 artan fiyatlar karşısında, para arzı da yılda
ortalama %47 oranında artmıştır. Fiyat artışları ile para arzı
birebir ilişki içinde olmuştur. Bu nedenle uzun dönemde,
Türkiye’de yaşanan enflasyonist sürecin parasal genişlemenin
bir sonucu olduğu ifade edilebilir, artan para arzı enflasyona
neden olmakta, bu da yaratılan belirsizlik nedeniyle ekonomik
büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir.
Türkiye enflasyonla mücadelede çok önemli mesafeler
kat etti. 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren Türk lirasından altı
sıfır atılıp, YTL’ye geçilmezine karar verilmesiyle enflasyona
büyük darbe indirildi. Bu durum milli paraya olan güveni
tazeleyecek bir gelişme oldu. Enflasyonla mücadelede
hükümetin uyguladığı sıkı maliye politikası enflasyonun
düşürülmesinde büyük yararı oldu.
1976 dan bu yana tek haneli enflasyon hayaliyle
yaşayan Türkiye özlemine 2004 Şubat’ında kavuştu. Devlet
İstatistik Enstitüsü Şubat’ta toptan eşya fiyatlarının (TEFE)
%9,1 e gerilediğini açıkladı. Şubat’ta tüketici fiyatları ise
(TÜFE) %14,3 olarak açıklandı. DİE’ nin açıkladığı bu rakam
Türkiye’nin 28 yıl aradan sonra ilk kez tek haneli enflasyona
gerilediğini göstermiştir. Mart 1976 da ise enflasyon %8,8 idi.
Merkez Bankası’nın uygulamaya başladığı enflasyon
hedeflemesi IMF ile imzalanan niyet mektuplarının eklerinde
yer aldı. Bu kapsamda 2006 yılı için TÜFE oranı %5 olarak
taahhüt edildi. 2007 ve 2008 için ise bu rakam %4 olarak
hedeflendi.
Türkiye’de 1939 yılından günümüze enflasyon oranları:
206
YIL TÜFE TEFE
1939
1940
1941
1942
1943
1944
1945
1946
1947
1948
1949
1950
1951
1952
1953
1954
1955
1956
1957
1958
1959
1960
1961
1962
1963
1964
2.0
9.6
19.7
68.0
44.1
2.7
3.6
-1.0
-1.5
2.4
8.1
-4.4
0.2
5.1
3.8
9.5
12.2
9.9
11.9
15.8
24.4
5.2
1.6
3.4
7.9
1.2
GSMH
GSYİH
fiyat
fiyat
deflatörü deflatörü
YIL
TÜFE TEFE
4.8
22.7
40.7
92.1
74.0
-22.8
-54.1
104.4
1.1
7.5
8.0
-10.2
6.2
1.0
2.9
10.3
7.6
16.5
18.9
14.8
19.8
5.4
2.7
5.7
4.3
1.2
1.8
22.5
38.9
96.0
65.2
-23.7
-3.4
-5.0
5.6
8.1
0.4
-2.1
6.5
2.7
4.8
5.1
11.3
11.8
23.3
14.3
19.9
3.3
4.1
9.5
5.7
2.6
1.8
22.5
38.9
96.0
65.1
-23.7
-3.4
-5.0
5.6
8.1
0.4
-2.1
6.5
2.7
4.8
5.1
11.3
11.8
23.2
14.1
19.9
3.9
4.3
9.5
5.7
2.6
1970 8.1
6.7
1971 16.5 15.9
1972 13.7 18.0
1973 16.0 20.5
1974 18.6 29.9
1975 19.8 10.1
1976 16.4 15.6
1977 28.0 24.1
1978 47.2 52.6
1979 56.8 63.9
1980 115.6 107.2
1981 33.9 36.8
1982 21.9 25.2
1983 31.4 30.6
1984 48.4 52.0
1985 45.0 40.0
1986 34.6 26.7
1987 38.9 39.0
1988 73.7 70.5
1989 63.3 63.9
1990 60.3 52.3
1991 63.8 55.4
1992 72.3 62.1
1993 66.1 58.4
1994 106.3 120.6
1995 93.6 88.5
1965 5.8
8.1
4.3
4.2
1996
80,4
79,0
1966 5.7
4.8
6.4
6.3
1997
85,0
81,4
GSMH
GSYİH
fiyat
fiyat
deflatörü deflatörü
8.5
17.4
10.2
21.1
30.5
21.2
15.3
24.0
46.7
75.6
89.6
44.3
28.3
26.0
48.5
52.9
35.6
33.5
69.7
75.5
57.6
59.2
63.5
67.4
107.3
81.9
207
8.5
17.4
10.2
21.1
30.5
21.2
15.3
24.0
46.7
75.6
89.6
44.3
28.3
26.0
48.5
52.9
35.6
33.5
69.7
75.5
58.3
58.8
63.7
67.8
107.1
81.4
1967 8.3
1968 3.7
1969 7.8
7.6
3.2
7.2
6.5
3.9
7.2
YILLIK ENFLASYON
Toptan Eşya (%)
Aylar
1998 1999
92.5
50
Ocak
89.6
48.3
Şubat
86
48.2
Mart
83.3
50
Nisan
50
Mayıs 79.9
50.3
Haziran 76.7
52.4
Temmuz 72.1
53.7
Ağustos 67.4
65.9
54.4
Eylül
62
55.2
Ekim
56.3
Kasım 58.6
62.9
Aralık 54.3
208
6.7
3.9
7.2
2000
66.4
67.5
66.1
61.5
59.2
56.8
52.3
48.9
43.9
41.4
39.1
32.7
2001
28.3
26.5
35.1
50.9
57.7
61.8
65.4
69.6
74.7
81.4
84.5
88.6
2002
92
91.8
77.5
58
49.3
46.8
45.9
43,9
40,9
36.1
32.8
30,8
2003
32.6
33.4
35.2
35.1
33,7
29,6
25,6
22,7
19,1
16,1
16,2
13.9
2004
10,8
9,14
7.97
8,91
9,56
10.53
9.44
10,52
12.50
15.48
14.40
13.84
2005
9.23
8,69
11.33
10.17
5.59
4.25
4.26
YILLIK ENFLASYON
Tüketici (%)
Aylar
1998 1999
101.6 65.9
Ocak
63.9
Şubat 99.3
97.2
63.5
Mart
93.6
63.9
Nisan
63
Mayıs 91.4
64.3
Haziran 90.6
65
Temmuz 85.3
65.4
Ağustos 81.4
80.4
64.3
Eylül
76.6
64.7
Ekim
64.6
Kasım 72.8
68.8
Aralık 69.7
2000
68.9
69.7
67.9
63.8
62.7
58.6
56.2
53.2
49
44.4
43.8
39
2001
35.9
33.4
37.5
48.3
52.4
56.1
56.3
57.5
61.8
66.5
67.3
68.5
2002
73.2
73.1
65.1
52.7
46.2
42.6
41.3
40,2
37
33.4
31.8
29,7
2003
26,4
27
29.4
29.5
30.7
29,8
27,4
24,9
23
20,8
19,3
18,4
2004
16,2
14,2
11.83
10.18
8.88
8.93
9.57
10.04
9.00
9.86
9.79
9.32
2005
10.7
10,58
7.94
8.18
8.70
8.95
7.82
14.1-TÜRKİYE’DE ENFLASYONUN HESAPLANMASI
TÜİK‘in (Türkiye İstatistik Kurumu) yaptığı açıklamaya
göre enflasyon oranını belirlerken 18 bin işyerinden fiyat
aldıklarını ve 300 bin fiyatın ortalamasını kullandıkları
belirtilmiştir. Enflasyonu en fazla yükseltecek kalemin ekmek
olduğu ifade edilmiştir. Ekmek fiyatlarındaki artışın tek başına
enflasyonu yükselteceği açıklanmıştır. Ekmek kadar olmasa
da enflasyonun yükselmesine etki eden bir diğer ürün ise
akaryakıttır.
14.2-TÜRKİYEDE ENFLASYONUN SEBEPLERİ
1-Hükümetlerin bütçe açıklarının finansmanında
merkez bankası aracılığı ile para basma yoluna gitmesi,
2- Rantiyer tipi, sıcak para girişlerine dayalı ekonomik
büyüme dönemlerinde ortaya çıkan krizler (örnek 1994-19992001 krizleri),
3- 24 Ocak 1980 kararları neo-liberal ekonomik
politikalar ve devamında 1989 yılındaki çok önemli bir
209
dönemeç olan finansal tam serbestleştirme politikaları
(kambiyo rejiminde tam serbestlik),
4- Batık bankaların hazineye getirdiği yük ve bunların
finansmanı’dır.
15.-ENFLASYONUN SONUÇLARI
Enflasyon olgu ve kavram olarak, fiyatlar genel
düzeyinde S oluşturacağı yargısına varılabilir. Hatta yıllık %2-3
dolaylarındaki hafif fiyat artışları, sağlıklı bir gelişme olarak
algılanır ve istihdam düzeyinin korunabilmesi için gerekli bile
görünür. Böylece genişleme eğilimi içindeki piyasalara yanıt
olarak girişimcilerin yeni yatırımlar yapması yolu ile ekonomide
bir yandan istihdam hacmi genişletilmiş, diğer yandan da
üretim artışı sağlanmış olur. Ekonomideki tüm mal ve
hizmetlerin fiyatları aynı oranda artığı takdirde, mal
piyasalarındaki nispi fiyat yapısı da bozulmamış olur. Bu
durumda ekonomide herkesin geliri fiyatlarla aynı oranda
artmış ve üretim, tüketim açısından nispi durumlar korunmuş
olur. Ancak söz konusu durum, günümüz ekonomileri için
geçerli değildir.
Gerçek hayatta, bazı ekonomilerde görülen fiyat artışı
hızları %2-3 gibi makul oranların üstünde olduğu gibi, tümünün
ve faktörler bakımından da aynı oranda fiyat artışı söz konusu
olmadığından, enflasyonun geliştiği ortamlarda nispi fiyat
yapısı da bozulur. Enflasyonun şiddetine bağlı olarak nispi
fiyat yapısının bozulması, hem eş zamanlı hem de zamanlar
arası gelir ve kaynak dağılımının optimum olarak belirlenen
ideal durumdan sapmasına yol açar. Söz konusu genel
sonuçları net bir biçimde ortaya koyabilmek için şiddetli bir
enflasyon durumunu ele alalım. Böyle bir durumda kişisel gelir
dağılımı, gelirleri fiyat artışı hızından daha yavaş artan kişiler
aleyhine değişmiş olur. Bu grup, genellikle dar ve sabit gelirli
kişilerden oluşur. Enflasyonist süreç sonucunda oluşacak gelir
kutuplaşması ekonomideki tüketim kalıplarını değiştirir. Gelir
ve tüketim kalıplarının değişmesinin, marjinal tüketim eğilimine
bağlı olarak, ekonomide genel tasarruf oranını ve yatırımları
artıracağı düşünülebilir. Hatta bazı yazında, enflasyonun bir
210
tür sermaye birikimi süreci olduğu dahi vurgulanmaktadır.
Ancak göstermelik tüketim eğiliminin yüksek olduğu özellikle
kalkınmakta olduğu ekonomilerde, gelir dağılımı bozukluğu
tasarruf oranını arzulandığı kadar yükseltmemekte, buna
karşın tüketimi arttırma yönünde etkili olmaktadır.
Yüksek enflasyonist dönemlerde, fiyat artışlarının
neden olduğu faiz oranının yükselmesi olgusu yatırımlar
üzerinde caydırıcı etki yapar. Böylece ekonomide yatırımtüketim dengesi değiştikçe, zamanlar arası kaynak dağılımı
sonucu ortaya çıkmakta ve ekonominin birikim hızı yavaşlamış
olmaktadır.
Enflasyonist dönemlerde fiyat ve faiz bekleyişleri,
kişileri kısa dönemde karar alma eğilimine itmektedir. Bunun
sonucunda, uzun dönemli yatırımlar yerine, çoğunlukla kısa
dönemli yatırımlar ağırlık kazanır. Bir yandan ekonomide
yatırım-tüketim oranının tüketim lehine değişmesi, diğer
yandan da yatırımlarda kısa dönemli alanlara yönelme,
kaynakların nesiller arası dağılımında gelecek nesilleri
dezavantajlı konuma sokar.
Yüksek enflasyonist dönemlerde kamu sektörünün,
ekonomideki yeri önce yükseliş, daha sonraları ise gerileme
eğilimi gösterir. Bunun nedeni, enflasyonist dönemlerde kamu
kesiminin enflasyon vergisi olarak bilinen bir vergi geliri
sağlıyor olmasıdır. Enflasyonist süreçte kişilerin reel nakit
depoları eriyeceğinden, bu erimeyi telafi etmek için kişiler
tüketimlerini kısıp, parasal depolarına aktarım yaparlar.
Kişilerin tüketimlerini kısması neticesinde serbest bıraktıkları
devlet kullanır. Ancak enflasyonun yüksek boyutlara ulaştığı
durumlarda, kişilerin reel depolarını destekleme eğilimi
sürmeyeceği gibi, tam tersine,olağan gereksinimlerini
karşılayabilmek dürtüsü ile davranan kişiler bu aşamada reel
depolarını eritebilirler.
Enflasyonist dönemlerde vergilerin tarih ve tahsili
arasındaki sürenin uzaması da tanzim etkisi yaratarak, vergi
gelirlerinin reel değerinin erimesine neden olur. Vergi
211
gelirlerinin reel değerindeki erime, vergi yükümlülerine reel
kazanç sağlarken, kamu hizmetlerinin hem miktar hem de
nitelik olarak gerilemesine neden olduğundan, kamu
hizmetlerinden yararlananların aleyhine sonuç yaratır. Kamu
hizmetlerinin nicelik ve nitelik olarak erimesi, özel kesimde
etkinlik kaybına yol açmaktadır. Bütün bu anlatılanlarla
beraber ayrıca enflasyonist dönemlerde kişiler genellikle
rantiyer tipi spekülatif kazançlara yönelirler. Aynı zamanda
enflasyon istifçiliği ve karaborsacılığı da özendirir.
212
KAYNAKÇA
Prof. Dr. İlyas ŞIKLAR (2004) PARA TEORİSİ VE
POLİTİKASI, ESKİŞEHİR
www.tr.wikipedia.org
Prof. Dr. Tevfik Güran (2004) İKTİSAT TARİHİ, ESKİŞEHİR
www.tüik.gov.tr
Prof, Dr, Nüvit OKTAY (1999) İKTİSAT TEORİSİ, ESKİŞEHİR
www.belgenet.com
Prof. Dr. NURHAN YENTÜRK (2004) TÜRKİYE EKONOMİSİ,
ESKİŞEHİR
www.netbul.com
www.hürriyetim.com
Prof. Dr. Beyhan ATAÇ (2004) MALİYE POLİTİKASI,
ESKİŞEHİR
213
ÖZGECMİŞ
26.04.1980 Yılında Bayburt’ta doğdum. 1986-87
öğretim yılı Bayburt Cumhuriyet İlkokulu’na başladım. 1988
yılında İstanbul’a geldim, ve sırasıyla Bağcılar Yıldıztepe
İlköğretim Okulu, Bağcılar Lisesi’ni bitirdim.1998 yılında
Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat bölümünü
kazandım. Aynı Fakülteden 2004 yılında mezun oldum. 2003
yılından beri Bayburt Kültür ve Yardım Derneği Yönetim
Kurulu Üyeliği görevim devam etmektedir. 2005-2006 yılı
Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Okuluna katıldım ve sertifika
aldım. Halen inşaat, taahhüt işleriyle uğraşmaktayım.
214
AB OTOBÜSÜ
HAZIRLAYAN
Nilay BAYCAR
215
AB OTOBÜSÜ
70'lerde yakaladığımız AB otobüsünü yeniden
yakaladık; umudumuz en kısa zamanda otobüse binme fırsatı
elde etmek. Ancak önümüzde binmemizi engelleyecek sayıda
sinir bozucu yolcular varken hep aynı numaralı AB otobüsünü
daha beklemek zorunda kalıyoruz. Otobüs yolcularının bir
kısmı: "Kardeşim, senin de hakkın var; bin, bekleme!" dese de
diğer grup hep bir ağızdan: "Daha ne kadar dolacağız (dolacak
bu otobüs); binmeyin!" diyor. Oysa işimiz acele; daha fazla
kaybedecek zamanımız yok.
GİRİŞ
" Türkiye, bir AB üyesi olmalı mıdır?"
Son dönemde hararetle tartışılan bu soruya nihai
süreçte verilecek olan bir AB Konseyi kararı, AB'nin temel
değerlerine bağlılığının ölçüsünü belirleyecek bir gelişme
olacaktır.
Avrupa Anayasası'nı kuran anlaşmanın 1.maddesi
uyarınca, AB'ye üyeliğin temel kıstasları belirlenmiştir. Bu
bağlamda söz konusu ülke mutlak surette Avrupa sınırları
dahilinde yer almak ve AB temel değerlerine riayet etmek
zorundadır. Yine 1957 Roma Anlaşması, üyelik için
"Avrupalılık" şartını öne süren hukuki bir belge niteliğindedir.
Avrupa Anayasa'sını kuran anlaşmanın 2.maddesi
uyarınca AB temel değerleri "Demokrasi, insan haklarına
saygı, özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü" olarak
belirlenmiştir. Bu çerçevede Avrupa Konseyi, üyelik için gerekli
temel şartları 1993 "Kopenhag Kriterleri" adı altında ortaya
koymuş, söz konusu kriterleri politik kriterler, ekonomik
kriterler ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olarak 3
başlıkta toplamıştır. Buna göre AB üyesi olmak isteyen aday
ülkeler politik, ekonomik ve hukuki yapılarını bu kriterler
doğrultusunda yeniden düzenleyerek iç mevzuatlarını AB
müktesebatına uyumlu hale getirmekle yükümlü tutulmuştur.
216
Bu çalışmayı Türkiye'nin AB üyeliğine karşı öne
sürülen ana tezleri çürütmeye yönelik olarak, 4 yıllık lisans
eğitimim boyunca edindiğim akademik birikimim neticesinde
kaleme almış bulunmaktayım. Bana bu makaleyi yazmaya
vesile olan başta Hükümet ve Liderlik Okulu başkanı sayın
Burak Küntay olmak üzere herkese teşekkürlerimi sunar, söz
konusu çalışmamın siz değerli okuyucularımız için faydalı
olmasını temenni ederim.
Saygılarımla,
Nilay Baycar
217
TARTIŞMALARIN ODAĞI:TÜRKİYE
"Türkiyeli ya da Türkiyesiz bir Avrupa Birliği ikileminde
Türkiye'ye karşı duruşlar, Avrupa camiasının Türkiye
hakkındaki önyargılarından kaynaklanmaktadır. Söz konusu
ön yargılar Türkiye’deki yapının yanlış değerlendirilmesini
beraberinde getirmektedir ki; bu hususun objektif bir
doğrultuda açıklığa kavuşturulamaması, Türkiye'nin AB
üyeliğini sarsıntıya uğratma ve hatta imkansız kılma açısından
yeterli olacaktır. Bu doğrultuda, taraflı ve dayanaktan yoksun
Türkiye karşıtı argümanları kritize etmeyi son derece önemli
buluyorum:
1-Türkiye bir Avrupa ülkesi değildir.
Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olup olmadığının tespiti
gerek coğrafi, kültürel ve tarihi etkenler gerek Türkiye'nin
kendini tanımlayışı gerek ise AB ülkelerinin Türkiye
coğrafyasına bakışı doğrultusunda yapılmalıdır.
Coğrafi açıdan Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olduğu
Ankara'da imzalanan 1963 tarihli Ortaklık Anlaşması'nın
28.maddesi doğrultusunda tasdik edilerek Türkiye'ye AB
üyeliği mümkün kılınmıştır. Bu bağlamda 1963 tarihli Ankara
Anlaşması, Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olduğunun AB
tarafından bizzat kabul edilmesi anlamına gelen resmi bir
belge niteliğindedir.
Türkiye, Avrupa ve Asya coğrafyasında toprakları
olan, üç tarafı denizlerle çevrili, önemli boğazlarıyla dünya
ülkelerine geçit imkanı sağlayan yapısıyla son derece mühim
bir jeopolitik konuma sahiptir.
Türkiye'nin kültürel açıdan Avrupalı olmadığı
söyleminin tutarsızlığı, Avrupa medeniyeti mimarlarının Asya
coğrafyası ile olan yakın bağlantıları doğrultusunda ortaya
konabilir. Bu bağlamda, Heredot von Halikarnas (tarihin
mimarı), Aesop (La Fontaine'e fabl türünde ilham veren öncü),
Lucullus, Nikolaus (Myra'nın bişopu ve Noel geleneğinin
218
öncüsü), Krösus (zamanın en zengin Avrupalısı), Hl.Peter
(Antakya'da Hristiyanlığı yaymıştır), Hl.Paul (Tarsus'ta doğmuş
Hristiyan bir misyonerdir) gibi Avrupalı öncüler zikredilmeye
değer kişiliklerdendir. Netice itibariyle; bugünkü Türkiye
coğrafyasını oluşturan bölgenin Avrupa medeniyetinin beşiği
olduğunu söylemek mümkündür.
2-Türkiye, AB standartlarına uygun bir demokrasiye sahip
değil. İnsan haklarına saygı, AB'nin gerisinde.
Bu saptama esasen doğru olsa da, Türkiye son
dönemde uyum paketleri doğrultusunda geçmişteki yanlış
politikalarını terk etmiş bulunmaktadır. Türkiye'de özellikle son
iki yıl içerisinde kaydedilen bu gelişme, bizzat Avrupa basını
tarafından "devrim" olarak nitelendirilmiştir. Bu gelişmeler
özellikle AKP hükümetinin Kopenhag siyasi kriterlerine uyum
açısından kararlı bir politika izleyerek radikal reformlara
öncülük etmesiyle sağlanmıştır ki; bu reformlar son 10 yılda
gerçekleştirilen reformlardan gerek nitelik gerek ise nicelik
bakımından daha başarılıdır.
Söz konusu reformlar doğrultusunda politik ve hukuki
sistem yeniden yapılandırılmıştır; idam cezasının kaldırılması,
işkence ve kötü muameleye karşı koruma (bu bağlamda yargı
reformu gerçekleşmiştir), ifade, örgütlenme ve yayın
özgürlüklerinin geliştirilmesi, MGK'nın sivilleştirilmesi (görev,
haklar ve çalışma usulü açısından), parlamentonun rolünün
güçlendirilmesi, askeriyenin yürütme üzerindeki rolünün büyük
ölçüde azaltılması sivil-asker ilişkilerinin AB üye ülkeleri
standartları
ölçüsüne
yaklaştırılması,
sıkı
yönetimin
durdurulması, azınlıkların kültürel aktivitelerine karşı daha
toleranslı bir yapı, Kürtlere kendi dillerini öğretme, radyo ve
televizyon üzerinden yayın yapma hakkının tanınması, Türk
Ceza
Kanunu'nun
yeniden
yapılandırılması
vb.
gerçekleşmiştir.
Yasal ve anayasal değişiklikler yoluyla gerçekleştirilen
bu reformlarda her ne kadar uygulama bazında aksaklıklar
görülse de, söz konusu reformlar oldukça başarılıdır. Nitekim
219
AB Komisyonu Türkiye için yayınladığı 6 Ekim 2004 tarihli
İlerleme, Etki ve Tavsiye raporları doğrultusunda bu gerçeği
tescil etmiştir.
AB'nin objektif koşulları yerine getirmiş bir Türkiye' ye "hayır"
demesi durumunda, ortaya çıkacak tablo bir hayli vahim olacaktır.
Bu durumda AB uluslararası alanda itibar ve inandırıcılığını
yitirmiş, medeniyetler
çatışmasına yeşil ışık yakmış, İslam
Dünyası'na giderilmesi imkansız negatif bir mesaj göndermiş
olacaktır. Böyle bir dönüşüm küresel terörün yaygınlaşması,
güvenlik tehdidinin artması, diplomatik ilişkilerin sarsıntıya
uğraması sonuçlarını beraberinde getireceği gibi, AB'nin
kredibilitesini zedeleyecektir.
3 -Türkiye, AB içinde ABD'nin Truva atı olacaktır.
Söz konusu değerlendirme rasyonellikten uzak, önyargılı ve
taraflı bir niteliktedir. Şöyle ki; Türkiye'nin Kafkasya, Balkanlar ve
Orta Doğu gibi önemli bölgelerdeki politikaları dahi ABD'den fazla
Avrupa'ya, özellikle de Fransız- Alman eksenine yakın olmuştur.
Meseleye ABD eksenine yakınlık açısından bakacak olursak;
"Irak Savaşı" gibi önemli bir konuda AB'nin kendi içinde çeliştiği
söylenebilir. Nitekim Irak savaşı sırasında Türkiye bütün baskılara
ve olası ekonomik kayıplara rağmen savaşa girmeyi reddederken,
başta İngiltere olmak üzere 2004 yılında AB üyeliğine hak
kazanmış olan Doğu Avrupa ülkeleri ABD'ye peşin ve açık destek
vermiştir. Bu bağlamda, Türkiye'nin AB içinde ABD'nin Truva atı
olacağı iddiaları geçersizdir.
4-Türkiye % 99'u Müslüman olan nüfusuyla AB üyesi olmaya
layık değildir.
Birçok AB üyesi tarafından öne sürülen bu yargı esası
itibariyle dayanaktan yoksundur. AB üye ülkeleri her ne kadar
Hristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu ülkeler olsa da AB dine
değil demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, ifade özgürlüğü
gibi evrensel değerlere dayalı bir birliktir. Nitekim veto edilen
220
2004 Anayasası'nda dahi Hristiyanlık'a özgü bir ibare yer
almamıştır.
AB'ye üyeliğin en önemli koşulu Kopenhag Kriterleri'nin
yerine getirilmesidir, ki bu koşullar arasında Hristiyan olma şartı
aranmaz. AB Maastricht Anlaşması sonrası hukuki kimlik
kazanmış ve siyasal birlik olma fikri gündeme gelmiştir.
AB, farklılıklara kucak açan bir birlik olup bünyesinde 19.
yüzyıl boyunca savaşmış olan Fransa ve Almanya gibi çoğunluğu
Katolik ülkeleri barındırdığı gibi; Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti
gibi Ortodoks ülkelerine de kucak açmıştır. Esasen bu ve benzeri
AB üyelerinde bile dini yaşam açısından bariz farklılıklar
mevcuttur. Gerek din, gerek kültür, gerek ise ırk açısından AB
çeşitlilikler içinde bir birliktir (unity in the diversity). Türkiye ise bu
birlik için yeni bir zenginlik kaynağıdır.
Türkiye'nin çoğunluğu Müslüman nüfusuna haiz bir ülke
olması AB'ye üyeliğine engel olmamalıdır. Her şeyden önce
Türkiye, 73 yıllık bir Cumhuriyet deneyimine sahip demokrasi,
insan hakları, ifade özgürlüğü gibi AB değerlerini paylaşan,
pratikte birtakım aksaklıklar var olsa da bu değerleri teorik bazda
bünyesinde barındıran bir hukuk devletidir. Öte yandan TC Devleti
şeri hükümlerle yönetilen bir İslam devleti değil; laik bir
Cumhuriyettir. Türkiye'de din devletin kontrolündedir ve laiklik
temelinde devlet hangi dine mensup olduğunu göz önüne
almaksızın, tüm vatandaşlarının dinini yaşama özgürlüğünü
sağlamak ve dini kamu alanından çıkararak bireysel özgürlük
temelinde ele almak durumundadır.
Türkiye'de birtakım aksaklıklara rağmen demokrasi rejimi
yürürlüktedir. Demokrasi rejiminin en önemli göstergelerinden biri
olan seçimler Türkiye'de düzenli aralıklarla (Cumhurbaşkanlığı
seçimleri 7 yılda bir, genel seçimler 5 yılda bir) yapılmaktadır. Bu
anlamda, halk yöneticilerini kendi seçer ve yönetim meşruiyetini
dinden değil; halktan alır.
TC Devleti'nde din adamlarının yetkisi oldukça sınırlıdır;
Sünni İslam'a mensup TC vatandaşlarına İslam'ı öğretmek,
221
camilerde vaaz ve hutbe okumak, namaz kıldırmak gibi dini
vecibelerden öteye geçemez. TC Devleti'nde Diyanet İşleri
Başkanlığı kurumu İslam alanında ihtisas yapmış din adamlarını
atar, ancak onlara devleti ilgilendiren kararlar bakımından hiçbir
yetki tanımaz. Türkiye'de uygulanan İslam, Suudi Arabistan, İran,
Irak gibi ülkelerden farklıdır; laiklik ve demokrasi ile bütünleşmiş,
fundamentalist akımlardan uzak karakterdedir.
Türkiye'nin AB üyeliği, farklı dinlerin barışçıl bir şekilde birlikte
var olmasına vesile olacak, ortaya çıkabilecek din savaşlarını
sadece AB sınırları içerisinde değil; AB dışında dahi önlemeye
katkıda bulunacaktır.
Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" tezi dünyanın kaderi
olmamalıdır. Türkiye'nin AB üyeliği bu tezi çürütmeye yarayacak
en büyük fırsattır. Öyle ise; AB ile ortak değerleri paylaşan
Türkiye'nin AB üyeliği salt din farklılığı yüzünden engellenmemeli,
AB, dini referans alan bir Hristiyan kulübü olmayıp evrensel
değerlere bağlı, çeşitliliklere kucak açan bir birlik olduğunu tüm
dünyaya göstermeli, Türkiye'yi AB üyeliğine kabul etmelidir.
5-Türkiye'nin bir AB ülkesi olması durumunda, AB Ortadoğu
coğrafyasıyla komşu olacak, bölgede istikrarsızlık baş
gösterecektir.
Türkiye'ye karşı ileri sürülen bu argüman esası itibariyle
geçerlilikten yoksundur. Her şeyden önce Türkiye'nin AB üyeliği,
AB'nin geleceğini belirlemede etkili olacak bir araçtır. Şayet AB
istikrar ve barışın hakim olduğu, evrensel değerlerin hüküm
sürdüğü daha geniş bir AB fikrini amaçlıyorsa Türkiye'nin AB
üyeliği AB için bir fırsattır. Böylece AB'nin başta Ortadoğu
coğrafyasında olmak üzere dış arenadaki etkinliği artacak, birlik
politik, ekonomik, diplomatik ve askeri anlamda zenginlik
kazanacaktır.
Coğrafi konumu, Türkiye'yi önemli bir stratejik ortak yapan
temel unsurlardandır. Üyelik durumunda Türkiye'nin Doğu
Akdeniz, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu
coğrafyaları ile olan ilişkileri, AB politikalarının söz konusu bölgeler
222
üzerinde etkili olmasını sağlayacaktır. Dünya'nın en geniş petrol ve
doğalgaz rezervlerinin bulunduğu Hazar denizi Türkiye'nin stratejik
önemini arttırmıştır. Bu açıdan Bakü Ceyhan boru hattı, nihai
süreçte rezervlerin Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına erişimini
sağlayacak bir projedir.
Ortadoğu coğrafyasında Türkiye, kuruluşundan itibaren İsrail
devleti ile yakın ilişkiler içerisinde olan bir ülke olarak İsrail-Filistin
meselesinin çözümünde stratejik bir öneme sahiptir.
Hiç kuşkusuz Türkiye, güçlü ordusu, askeri kapasitesi ve üs
potansiyeliyle Avrupa Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası için
bir kazanımdır. NATO'nun en güçlü ortaklarından biri olan Türkiye,
Avrupa Savunma Sistemi'nde önemli bir nüfuza sahip olacaktır.
6-Türkiye, 70 milyonu aşkın nüfusuyla AB ekonomisi için
adeta bir yüktür.
Türkiye'ye karşı ileri sürülen bu argüman geçerlilikten
yoksundur.
Bugünkü datalara bakılacak olursa, Türkiye'nin nüfusunun
önümüzdeki 100-150 yıl zarfında
80-85 milyon arasında
sabitleneceği görülecektir ki; bu rakam AB Komisyonu'nun
öngörülerinin altındadır. Bu süreçte Türkiye'nin gayri safi milli
hasılasının 10 bin doları aşacağı tahmin edilmektedir ve Türkiye
bu sayede AB içerisinde genç, dinamik hızla büyüyen nüfusuyla
AB ihracatçıları için yüksek bir tüketim kaynağı olacaktır.
Türkiye'nin AB'ye üyeliği AB ekonomisi için bir kayıp değil;
kazanç kaynağıdır. Her şeyden önce Türkiye Doğu ve Batı'yı
birbirine bağlayan önemli enerji, ulaşım ve iletişim ağlarının
odağında yer almaktadır. Türkiye, Orta Asya ve Karadeniz
Ekonomik Topluluğu'nda yer alan ülkelerle ticaretini geliştirmiş
olup Avrupa ekonomisi için başat rolü oynayan hammadde ve
girdilerin sağlanmasına katkıda bulunacaktır. 80 bini aşan meslek
mensubu Türk girişimci, birçok alanda AB pazarı için yeni istihdam
sahaları oluşturarak pazarına zenginlik katacaktır.
223
Bilindiği üzere Türkiye, yaşlı nüfus tehdidiyle karşı karşıya
olan AB ülkelerinin aksine genç ve dinamik bir nüfusa sahiptir.
Türkiye nüfusunun ortalama yaşı 27 olup 35 yaşının altındaki
nüfusun toplam nüfusa oranı %70’tir. Türkiye bu özellikleriyle
AB'deki demografik yapıyı dengeleyecek, AB'nin girişimci
kapasitesini arttıracaktır.
Art arda yaşanan depremler ve büyük Şubat 2001 ekonomik
krizine rağmen Türkiye, 2002 sonunda %8’i aşan, nihayet 2004
sonunda %9,9’a varan bir ekonomik büyüme kaydetmiştir.
Müzakerelerin
getirdiği
yapısal
değişikliklerle
ekonomik
potansiyelini mobilize ederek ekonomik açıdan AB averajını
yakalayacaktır. Zaten Türkiye bu açıdan AB ile Gümrük Birliği
çerçevesinde çoktan entegre olmuş durumdadır. Netice itibariyle
Gümrük Birliği, Türk sanayisinin yüksek gücünü ve rekabetçi
yapısını gösteren bir gelişmedir.
7-Türkiye'nin AB'ye üyeliği AB Konseyi'ndeki ağırlığıyla, karar
alma mekanizmalarını kökten değiştirecektir.
Öncelikle Türkiye'nin nüfusu sanıldığı kadar büyük bir
problem değildir. 150 yıllık süreçte Balkan ülkelerinin de üyeliğiyle
600 milyonluk AB nüfusunun sadece %14’ünü teşkil edecektir.
Türkiye'nin tek başına AB karar alma mekanizmasını kökten
bir değişikliğe uğratması mevzubahis değildir. Bu durum AB
Komisyonu'nun 6 Ekim 2004 tarihli Etki raporunda açıkça
belirtilmiştir. (Bkz.5. madde) Zaten karar alma sürecinde yaşanan
problemler, Türkiye bir AB üyesi olmasa dahi varlığını sürdürecek
olan meselelerdir.
8-Türkiye'nin AB'ye üye olması durumunda milyonlarca Türk
AB'ye göç edecektir.
Bu yargı esasen Türkiye'nin üyeliğini önleme amaçlı, ilmi ve
bilimsel dayanaktan yoksun bir saptamadan ibarettir.
Türk nüfusunun geleneksel olarak kendi vatanlarında
yaşamayı tercih edip yabancıların çoğunlukta olduğu ülkelere,
224
davet ya da zorlama söz konusu olmadığı sürece göç etmediği
tarihsel bir gerçekliliktir. Bir kere minimum yaşam standardı
sağlandığı taktirde, Türk vatandaşlarının AB'ye göç etmesi için
geçerli ve rasyonel bir sebep bulunmamaktadır. 20. yüzyılda ABD,
Kanada ve Avustralya'ya Avrupa ülkelerinden yaşanan göçlerin
Türkiye'den bağımsız olması da bu tespiti doğrular niteliktedir.
Özellikle 1960 sonlarında karşılıklı yapılan anlaşmalara
neticesinde Türk nüfusunun bir bölümü misafir işçi olarak başta
Almanya olmak üzere AB ülkelerine davet edilmiştir. Lakin
bunların bir bölümü, söz konusu ülkelerde Türkiye'de yaşamaları
için gerekli ekonomik şartları oluşturduktan sonra vatanlarına geri
dönmüştür. Yalnız Almanya'da bu oran yılda 40 bin Türk
dolayındadır. Yapılan araştırmalar neticesinde AB ülkelerinden
Türkiye'ye geri dönen ve hala AB sınırları içerisinde yaşayan Türk
vatandaşlarının hemen hemen aynı sayıda olduğu (2,5 milyon)
tespit edilmiştir. AB'ye yoğun nüfus göçü korkusu Yunanistan,
İspanya ve Portekiz gibi adaylık süreçlerinde ekonomik yönden
güçsüz durumda olan ülkeler içinde yaşanmıştı. Lakin korkulan
olmadı ve AB'ye göç oranı AB nüfusunun ancak % 1'iyle sınırlı
kaldı.
Görünen o ki, Türkiye'nin ekonomik alanda göstereceği
istikrar ve büyüme, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın
anavatanlarına geri dönmeleri sonucunu beraberinde getirecek,
AB'nin demografik yapısı gereği genç ve dinamik Türk nüfusu,
giderek yaşlanan AB nüfusuna alternatif teşkil edecektir.
225
SONUÇ
AB ile 35 dosya başlığı altında yürüteceğimiz zorlu bir
müzakere sürecine girmiş bulunuyoruz. Müzakereler her bir başlık
için gerek açılma gerek ise kapanma safhasında oybirliği karar
mekanizmasını gerektiriyor. Bu da 25 (2007'den itibaren 27) üye
ülkenin AB Konseyi'nde Türkiye lehine oy kullanması demek.
Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, Almanya, Avusturya ve İngiltere
gibi ülkeler de göz önüne alındığında, önümüzdeki sürecin ne
kadar çetrefilli olduğu kolayca anlaşılır.
Türkiye 40 yılı aşkın bir süredir AB'ye giden yolda
ilerlemektedir. Önümüzdeki 10-15 yıllık süreç sonucunda AB
Konseyi'nin Türkiye hakkında alacağı nihai karar, AB'nin
Türkiye'ye karşı olan tutumunu yansıtacaktır. Böylece Türkiye'ye
şart olarak getirilen "Sindirme Kapasitesi" ve "Kıbrıs sorununun
çözümü" gibi ek koşullar daha iyi analiz edilecektir. Acaba Türkiye,
coğrafi açıdan Avrupalılığı teyit edilmiş bir ülke olarak Avrupa
ailesinde üvey evlat muamelesi mi görmektedir; yoksa herhangi bir
ayrımcılık mevzuu bahis olmayıp söz konusu kriterler Türkiye için
yoğun nüfusu, kültürel farklılığı göz önüne alındığından mı öne
sürülmektedir. Kanımca Türkiye bu zorlu süreçte ev ödevlerini
yaparak çok güç bir imtihandan geçmektedir. Bu, AB'nin kendi
kendine uyguladığı bir testtir aynı zamanda. Bakalım, Türkiye ve
AB bu güç imtihandan nasıl çıkacak!
226
KAYNAKÇA
-Türkei und EU-Die Suche nach einer ehrlichen Partnerschaft,
Berliner Wisssenschafts-Verlag, Mesut Yılmaz
-TURKAB, 2004,www.turk-ab.org
227
Nilay Baycar
8 Nisan 1983 İstanbul doğumludur. İlkokulu burslu
olarak Tercüman Koleji'nde ikincilikle bitirdikten sonra 1994
yılında girdiği Anadolu Liseleri sınavında Almanca eğitim
veren Bahçelievler Anadolu Lisesi'ni kazandı. 1998 yılında
gerçekleşen Almanca okuma yarışmasında okul birincisi oldu
ve 2001 yılında Goethe Enstitüsü'nün Almanca sınavını
kazanarak beynelminel geçerliliği olan Almanca dil diplomasını
aldı. (Sprachdiplom) 2001 yılında ÖSS sınavına girerek
Bahçeşehir Üniversitesi AB Ilişkileri bölümünü burslu kazandı.
Bir yıl hazırlık programını takiben öğrenimini Ingilizce olarak
sürdürdü. 2004 yılı yaz döneminde Eresin Hotel'in İnsan
Kaynakları departmanında, 2005 yılının Eylül ayında ise AB
Genel Sekreterliği'nin Ekonomi ve Mali Işler departmanında
staj yaptı. 2005 ve 2006 döneminde Bahçeşehir Üniversitesi
bünyesindeki Hükümet ve Liderlik Okulu'nun düzenlediği
birçok sertifika programlarına katıldı. 2005-2006 eğitim öğretim
dönemi sonunda bölümünden iyi bir dereceyle mezun oldu.
İlgi alanları politika, müzik ve edebiyattır. Büyük bir
internet sitesinde yazarlık yapmakta olup gerek Türkçe, gerek
yabancı dillerde yayınlanmış birçok şiir ve özdeyişleri
mevcuttur.
Bkz:http://www.e-stories.de/view-autoren.phtml?nbayc
228
TÜRKİYE’NİN TÜRKİ CUMURİYETLERLE
İLİŞKİLERİ
HAZIRLAYAN
Rauf Bora Ersezen
260
Biz bir Millet iki Devletiz.
Haydar ALİYEV (Azerbaycan Devlet Başkanı)
Adriyatik’ten Çin Seddine kadar Türk Dünyasıyız.
Süleyman DEMİREL (9.Cumhurbaşkanı)
Harita-1 (*) TUSAM İnternet sitesi (Avrasya Coğrafyası)
261
ÖZET
Kafkas coğrafyası üzerinde yer alan bağımsız ve
özerk devletler, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ekonomik
anlamda tam olarak Rusya Federasyonu’ndan kopamadılar.
Bu açıdan bakıldığında petrol ve doğalgaz yataklarına sahip
Hazar’a komşu ülkeler biraz daha şanslı olurken, yerel olarak
Rusya’ya bağlı diğer küçük özerk devletler arasında bazı
önemli anlaşmazlıklar çıkmaktadır. Merkezde, ekonomik
açıdan zayıf bir durumda olan Rusya özerk devletlerin
ekonomik yükünü kaldıramamaktadır.
Tüm bunlar, yönetimlerde Rusya’ya karşı radikal
unsurların yanı sıra terör olgusunun ön plana çıkmasına sebep
olmuştur. Buda Rusya’nın tehlikeli bir oyunun içine girdiğini
göstermektedir. Yapısal olarak çoğu ekonomik temele
dayanan bu terör dalgası Rusya’yı yıpratmaktadır. Özerk
devletlerdeki bazı değişik yapıların etkinliğinin ön plana
çıkması radikal grupları beslemektedir.
Gürcistan’daki Kuzey ve Güney Osetya anlaşmazlığı,
Çeçen halklarının bağımsızlık istemleri, Azeri-Ermeni gerginliği
Özbekistan’da terörün yayılması, Kafkaslara yeni bir düzenin
geleceğini göstermektedir. Türki Cumhuriyetleri yakından
tanıyan ve Rusya ile iyi komşuluk ilişkileri bulunan Türkiye bu
yeni şekillenen jeopolitikte yerini almalı ve Türki
Cumhuriyetlere liderlik yapmalıdır. Sorun buradaki eksiklikten
kaynaklanmaktadır.
Avrupa Birliği de bu aşamada Türki Cumhuriyetlere
yaklaşmış, özel ilişkiler kurulması gerekliliğini açıkça dile
getirmiştir. Rusya, son terör eylemi de dikkatine alındığında
özerk devletlerde bazı düzenlemelere giderek hakimiyetini
sağlamlaştırmak isteyecektir. Bu açıdan Kafkas jeopolitiği
yeniden şekillenmeye başlayacaktır. Durum ilerisi için bunu
göstermektedir.
262
ÖNSÖZ
Orta Asya diye tabir ettiğimiz coğrafyada yer alan
Türki Cumhuriyetler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra dışa
açılmaya başladılar ve süratli bir kalkınma hamlesine giriştiler.
Bu gerçeğin ışığı altında Azerbaycan’da petrol
rezervlerinin bulunması, bazı ülkelerin dikkatini bu konuya
doğru çekti. Petrol ve doğalgaz varlığı bu ülkelerin stratejik
açıdan önemlerini arttırdı. Türkiye bu aşamada her zaman
kardeş ülkeler olarak kabul ettiği Türk Cumhuriyetleri’nin
standartlarını yükseltmeye çalıştı, onları her alanda geliştirme
yoluna gitti. Demokratikleşme çabalarına katkıda bulundu,
boru hatları ile petrolden yararlanma fırsatı yakalamaya çalıştı.
Bu ülkelere bir yol gösterici olmaya çalıştı. Türkiye’nin bu
çabaları bölgede söz sahibi olan büyük güç Rusya’yı da
etkiledi. Rusya, Türki Cumhuriyetler ile yakın ilişkisi bulunan
Türkiye’ye güçlü bir iş birliği önerdi. Avrasya Birliği’nin
kurulması konusunda çalışma başlattı.
Bu arada Avrupa Birliği de sessiz kalmadı, bazı
devletlere petrol için özel statülü ortaklık bile teklif etti. Türkiye
kurduğu TİKA (İşbirliği ve Kalkınma İdaresi) ile bölgede çeşitli
yatırımlar yaptı, ama bu yetersiz kaldı, çünkü başka devletler
de, Türki Cumhuriyetlerde söz sahibi olmak istiyorlardı.
Türkiye tarihten gelen misyonu ile bölgede gücünü
kullanmalı ve yakın zamanda bölgeye hakim olabilmelidir.
1.GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu günden
bugüne yer aldığı coğrafyada önemli bir misyona sahip
olmuştur. 83 yıl önce temelleri atılan, devlet kurumları ile ve
miras aldığı 700 yıllık Osmanlı İmparatorluğu izleri üzerine
kurulmuş olan Türkiye, devlet yönetme yapısı ve birçok farklı
ulustan insanı birleştiren perspektifleri ile geçmişten bugüne
birçok devlete örnek olmuştur.
263
Ülkemiz, bulunduğu konum itibari ile yeni politikalar
geliştirme ve bunları çağın gereksinimlerine uygun bir şekilde
uygulama yoluna gitmiştir. Şöyle ki; ”Soğuk savaşın bitimi ve
yeni oluşumlar Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı bir
coğrafyada en güçlü etkilerini göstermiştir. Bu yeni oluşumlar
Türkiye’nin önünde siyasi ve ekonomik olarak yeni bir ufuk
açmış, Türkiye ulusal güvenliği açısından müttefik olabileceği
yeni aktörlerin sahneye çıkışına tanık olmuş, Rusya ile
arasında tampon bölge oluşmasını görmüştür. 114”
Elbetteki Türkiye, bölgesinde lider ülke olmayı ve yeni
açılımlar yapmayı istemektedir. Bu açıdan baktığımız zaman
ekonomik ve sosyal değerler, kültürel yapı ve dil unsurlarında
birliği olan ve atalarımızın köklerinin bulunduğu bir coğrafyaya
yakın olması bir cephedir ve onun lideri olması bir amacını
doğurmaktadır. Bu cephe bizim ortak milli değerlerimizi
paylaştığımız, aynı dili konuştuğumuz devletlerdir. Kısaca
Avrasya coğrafyası olarak tanımladığımız bu bölgede
devletimizin tarihsel kökleri yer almaktadır.
1990’lı yılların hemen başında S.S.C.B’nin dağılması
ile Türk devletleri bağımsızlıklarını kazandılar. Yüzlerini ortak
anamız dedikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne çevirdiler, bizi
her zaman gelişmenin öncüsü ve lideri olarak gördüler. Bu
açıdan baktığımız zaman biz Türk Cumhuriyetleri’ne ne
sağladık, ne yaptık? Bu gelişme mücadelesine yardımcı olduk
mu, yoksa başka şeylerin peşinden mi koştuk? Lider ülke
Türkiye bu ortak devlet yapısını iyi kullanabildi mi, gibi soruları
sormak gerekmektedir.
Asya’ya açılan bu büyük yolda gelecekte en büyük
söz sahibi biz olmalıyız. Türk Cumhuriyetleri’nin bizden
beklediği bu hedef şiardır.
114
Durkaya.T - 21.YY’da Türkiyede Ulusal Güvenlik Stratejileri
- Harp Akademileri – Türkiye - 49.Dönem Kaymakamı- Bitirme
Tezi - 2001
264
2. TÜRK CUMHURİYETLERİNE BAKIŞ
1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği, içerisindeki
değişik etnik grupların bağımsızlık istekleri ile çatırdamaya
başladı. Şöyle ki;”Sovyetler Birliği’nde uygulanan glasnost ve
perestroyka (açıklık ve yeniden yapılanma) politikası Sovyetler
Birliği’nin çözülmesine ve yıllardan beri Rusların egemenliği
altında yaşayan Türk unsurların ulusal kimliklerini kazanarak
bağımsız devletlerini kurmalarına olanak sağlamıştır.” 115
İşte bu ortamda bağımsızlıklarını kazanan Türk
Cumhuriyetleri yıllardan beri maruz kaldıkları
ekonomik,
kültürel, siyasi, dinsel ve dil konusundaki Sovyet baskısından
kurtulmuşlardır. Kaderlerini ve geleceklerini artık kendileri
belirleyecek olan Türk Cumhuriyetleri karşılarında Türkiye’nin
aydınlık yüzünü ve gelişmiş yapısını buldular, kendilerine
örnek olacak devlet yapısı, anayasa sistemi ve rejimi ile
Türkiye’yi örnek aldılar.
Türkiye, bağımsızlıklarını kazanan kardeşlerine karşı,
elinden gelen yardımı ilk dönemlerden itibaren gerçekleştirdi.
Her alandan gelişmeye ihtiyacı olan Türk Cumhuriyetleri’ne,
sağlık ve eğitim alanlarında büyük destek sağladı. Diğer bir
büyük katkısı ise, demokrasinin halklar tarafından
benimsenmesi ve yerleşmesi konusunda çalışmalar yapmış
olmasıdır. Asya’ya açılan ticaret ve ekonomi kapısı Türkiye’nin
yeni ufuklar araması bakımından önemli bir etken
oluşturmuştur.
Bölgedeki hakim dengeler Asya’daki bu gelişmelerle
birlikte yeni bir şekil almıştır. Türkiye, tarihte kendini ilk tanıyan
ülkelerden biri olan Sovyetler Birliği yerine artık kendi
atalarından olan devletlerle ilişkilerini kurmaya başlayacaktır.
Bu yeni sistem bölgede gelecekte oluşacak büyük atılımların
yolunu açmış ve Türkiye’nin oynayacağı rolde etkinlik
sağlamıştır. Yıllarca Türkiye’den ayrı kalan bu toplumlar, yani
115
Prof.Dr. Güneş.İ - Türk Cumhuriyetleri Anadolu Üniversitesi
– Açıköğretim Fakültesi Ders Kitabı Sayfa 161-175 - 2005
265
Türk Cumhuriyetleri ekonomik ve sosyal açıdan nasıl bir
gelişim yolu izlediler, tarihten gelen misyonlarını gelecekte iyi
bir şekilde Türkiye ile birlikte kullanmanın yollarını buldular mı,
bu konuda başka ülkelerden yardım almak konusunda bir
atılım içinde olacaklar mı, gibi sorular günümüzde sorulmaya
başlanmıştır. Bu soruların en büyük muattabı ise Türkiye’dir.
Sovyetlerin bir tarih tezi ise bize şunu göstermektedir:
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan
cumhuriyetlerdeki Türklerin etnik kimliğini isimlendirmede yeni
bir kelime ortaya çıktı: “Türki”. Sovyet sisteminin temelleri
Çarlık Rusya döneminde atılan, Türk topluluklarını “ayrı
milletler” haline getirerek birbirinden ve Türkiye’den
uzaklaştırma projesi yetmiş yıllık dönem sonunda önemli
başarılar elde etmiştir.
Asya ve Avrupa’nın önemli bir kesişme bölgesini
oluşturan Kafkaslar, ekonomik, siyasal ve kültürel bakımdan
da kaynaşma coğrafyası durumundadır. 116
Burada belirtilen konu gibi etnik kimliklerini kazanan
Türk Cumhuriyetleri bir kaynaşma ve birleşme coğrafyası
olarak Türkiye’nin karşına çıkmaktadır. Türk Cumhuriyetleri
nasıl bir yapıdadır, ve gelişme göstergeleri nasıldır konusunu
incelemek gerekmektedir.
2.1. Azerbaycan
Türk lehçesi ile konuşan Türklerin ülkesi olarak
adlandırılan Azerbaycan’a Türkler ilk kez M.Ö. 7. yüzyılda
geldiler. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan bağımsızlığını ilan
etmiştir. Türkiye, Azerbaycan ile her zaman yakından
116
Doç.Dr. Yalçınkaya .A - Kafkaslar’da “Türki” Kavimler:
Çerkezler, Abhazlar, Kabartaylar, Adigeler, Çeçenler, Ingular,
Dağıstanlılar Ve Diğerleri - Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Tartışma Metinleri
2005/3
266
ilgilenmiş, Rus baskısından bunalan Azerbaycanlı Türk
milliyetçileri için İstanbul, adeta sığınacak bir liman olmuştur.
Yeni Türkiye Devleti kurulurken, Milli Mücadele’nin
başlangıcında da Azerbaycan ile iyi ilişkiler kurulmuştur.
Türkiye Azerbaycan’ın batıya açılan penceresi olmuştur. 117
Toprak yapısı olarak geniş bir coğrafyada bulunan
Azerbaycan, efsanevi lideri Haydar Aliyev’in göstermiş olduğu
büyük kalkınma hamlesi ile bugünkü modern durumuna
gelmiştir. Önemli bir alanda doğal zenginliklere sahip olan ülke
Türkiye’ye en yakın ülkedir. Yakın zamanda Latin alfabesine
geçen ülke Türkiye için her zaman önemli dost olmuştur.
Ülkenin gelişmesine en büyük katkıyı sağlayan Haydar
Aliyev’in ölümünden sonra devlet başkanı olan İlham Aliyev
ülkesindeki gelişmeye devam ettirmiş ve reformları
sürdürmüştür. Azerbaycan’ın gelişmesi ile ilgili bir kaç istatistiki
118
bilgiye bakacak olursak;
Resmi Adı
Başkenti
Yüzölçümü
(km²)
Önemli
Şehirleri
Coğrafi
Koordinatl
arı
Azerbaycan Cumhuriyeti
Bakü (Nüfus: 1.807.000)
86.600
Gence,
Sumgayıt,
Mingeçevir,
Alibayramlı, Şeki, Lankeran.
Ülke 44o ve 52o doğu boylamında, 38o
ve 42o kuzey enleminde yer almaktadır.
paralelin
üzerindedir.
Bakü
40o
Bakü’den Kuzey Kutbuna olan mesafe
5.550 km ve Ekvatora olan mesafe ise
4.440 km.’dir.
117
Prof.Dr. Güneş. İ- Türk Cumhuriyetleri Anadolu
Üniversitesi – Açıköğretim Fakültesi Ders Kitabı Sayfa 161175 - 2005
118
TİKA (Türkiye İşbirliği Ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı Web
Sitesi- www.tika.gov.tr)
267
Komşuları
ve
Sınırlarının
Uzunluğu
Dili
Para Birimi
Yeraltı
Kaynakları
Temel
Tarımsal
Ürünleri
Temel
Sanayi
Dalları
Batıda
Ermenistan
(1007
km),
güneybatıda
Türkiye
(13
km),
kuzeybatıda Gürcistan (480 km),
güneyde İran (756 km), kuzeyde Rusya
Federasyonu (390 km) ve doğusunda
Hazar Denizi (713 km). Sınırlarının
toplam uzunluğu 3600 km.dir.
Azeri Dili
Manat
Petrol, doğalgaz, kurşun, çinko, bakır,
demir cevheri, barit, alünit, kobalt,
arsenik, mermer, kireç taşı, siyanit,
maden tuzu ve kaya tuzu.
Üzüm, pamuk, tütün, çay, sebze ve
meyve.
Petrol araştırma, sondaj makineleri
üretimi, petro-kimyasallar, yiyecek ve
içecek, tekstil, elektronik ve metal
işleme.
Gördüğümüz gibi Azerbaycan, Türkiye için büyük
önem taşıyan ve doğuya açılan en önemli kapısıdır. Özelikle
son yıllarda Hazar petrollerinin batı pazarlarına taşınması
konusunda önemli bir atım atılmış ve Bakü–Tiflis–Ceyhan
petrol boru hattı ile Türkiye enerji yollarında büyük bir atılım
kaydetmiştir. Azerbaycan her zaman Türkiye için stratejik
işbirliği içerisinde yer alan bir güçtür.
2.2. Türkmenistan
Asya’da yer alan evsanevi liderlerden bir tanesi de
Sapar Murat Türkmenbaşı’dır. Ülkesinde bir ilah olarak kabul
edilen Türkmenbaşı büyük atılımlar ile ülkesinin çehresini çok
çabuk bir şekilde değiştirmiştir. Şöyle ki; ” Türkmenistan’ı
genel Türk tarihinden soyutlamak zordur. Zira günümüz
Türkmenlerinin boyu Asya ve Ortadoğu’da önemli bir konuma
sahip bulunmuş olan Büyük Selçuklu Devleti’nin asli unsurunu
268
oluşturmuştur. Türkmenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ve ilk
elçiliği açan ülke Türkiye olmuştur. Türkmenistan’ın tanınması,
Birleşmiş Milletlere AGİK’e üye olması için büyük çaba
göstermiştir. “ 119
Günümüz modern Türkmenistan’ın yapısını incelemek
gerekirse ; 120
Başkent
Nüfus
Nüfus Artış Oranı
Okur Yazarlık Oranı
Resmi Dil
Para Birimi
: Aşkabat
: 6.070.000 ( 2003)
: % 4,7 (2003)
: % 99
: Türkmence
: Manat (Resmi Kur:5.200
Manat=1ABD Doları)
Bağımsızlık Tarihi
: 27.10.1991
Ana ürünler
:Pamuk, Buğday Meyan Kökü, İpek,
Yün, Astragan Kürkü
Madenler
:Doğalgaz, Petrol, Kükürt, Kaya
Tuzu, Kömür, Potasyum
Sanayi
:Petrokimya, Tekstil, Doğalgaz,
Gübre, Pencere Camı
Boru Hatları
: 6.634 km doğalgaz,
853 km petrol (2003)
Tarım Alanı
: 49.4 Milyon Hektar 40.7 Milyon
Hektar Tarıma Elverişli (%70’i susuz)
Resmi Kur
: 5.200 Manat (Serbest Pazar 1$=
21.400 Manat)
GSMH (Manat)
:27,07 milyar ABD Doları (2003)
Enflasyon (%)
: 11 (2003)
GSYİH Büyüme Hızı(%) : 17 (2003)
İthalat (milyon dolar) : 2.119 (2002)
İhracat (milyon dolar) : 2.855 (2002)
Dış Ticaret Dengesi
: 736 (2002)
119
Prof.Dr. Güneş.İ - Türk Cumhuriyetleri Anadolu
Üniversitesi – Açıköğretim Fakültesi Ders Kitabı Sayfa 161175 - 2005
120
Kosgeb Web Sitesi Ülke Raporları (www.kosgeb.gov.tr)
269
(milyon dolar)
Başlıca İhraç Ürünleri
:Doğalgaz, ham ve rafine
edilmiş petrol, pamuk ipliği,
tekstil, elektrik enerjisi, halı ve
halı ürünleri (el yapımı halı) ve
pamuk yağı
Başlıca İthal Ürünleri
:Makine ve ekipman, gıda
ürünleri, canlı hayvan ve
hayvansal ürünler, alkollü ve
alkolsüz içecekler, tütün ve
tütün mamulleri, sanayi için
kimyasal ürünler, ağaç ve
mamulleri, deri, kürk ve kağıt
Türkiye ile İhracatı
(milyon dolar)
Türkiye ile İthalatı
(milyon dolar)
Türkiye’ye İthal Ettiği
: 74,8 (2002/9)
Ürünler
: 89,0 (2002/9)
: Elektrikli makine ve cihazlar,
bunların aksam ve parçaları;
demir ve çelikten eşya, sabun,
mobilya, plastik ve plastikten
mamul eşya
Türkiye’den İhraç Ettiği Ürünler : Pamuk, mineral yakıtlar ve
yağlar, örme eşya, ham postlar ve deri, cam ve camdan eşya,
bakır ve bakırdan eşya
Türkmenistan özellikle doğalgaz pazarında söz sahibi
olmaya çalışan bir ülkedir. Gelişme gücünü kendi insanına
verdiği değerde göstermeye çalışan Türkmenbaşı bazı temel
kullanım ihtiyaçlarını halka bedava sunmaktadır.
270
2.3. Kırgızistan
Kırgızların, Türkiye ile ilişkileri tarihsel ve edebi
kaynaklara kadar inmektedir, Kırgızlara ait ünlü Manas
Destanı bunların en güzel örneklerindendir. Kırgızistan’da
bağımsızlık mücadelesini verdikten sonra Türkiye ile
diplomatik ilişkilere girmiş bir Türk Cumhuriyeti’dir. Bu açıdan
bakarsak ilk gelişmeleri Türkiye yapmıştır. “Çeşitli alanlarda
çalıştırılmak üzere Türk uzmanlar gönderilmiş, Kırgızistan
öğrencilerinin Türkiye üniversitelerinde okumasına fırsat
verilmiştir.” 121
Kısa sürede büyük gelişmeler
Kırgızistan’ın yapısına bakacak olursak; 122
göstermiş
olan
Resmi Adı:
Kırgız Cumhuriyeti
(5 Mayıs 1993 tarihinde Yüksek Şura Genel Kurul
Toplantısı'nda alınan kararla devletin resmi adı Kırgız
Cumhuriyeti olmuştur. Ülkenin resmi kısa adı ise, Kırgızistan
olarak kullanılmaktadır.)
Egemenliğin Kabulü
Bağımsızlığın Kabulü
Anayasanın Kabulü
Yönetim Şekli
Cumhurbaşkanı
Başkenti
Resmi Dil
:15 Aralık 1990
:31 Ağustos 1991
:5 Mayıs 1993
:Cumhuriyet
:Kurmanbek BAKİYEV
:Bişkek (803 800)
:Kırgızca (Devlet Dili),
Rusça, (Resmi Dil olarak)
Önemli Doğal Kaynakları
:Hidrolik kaynaklar, kömür,
altın, gümüş, civa, kalay, volfram, çinko, kurşun, vollastonit,
infelin ve değerli taşlar
Temel Tarımsal Ürünleri
:Pamuk, yün, deri, ipek, tütün,
sebze, meyve, şeker pancarı, saman ve kenevir.
121
Prof.Dr. Güneş.İ, Türk Cumhuriyetleri Anadolu Üniversitesi,
Açıköğretim Fakültesi Ders Kitabı S.y. 161-175, 2005
122
TİKA (Türkiye İşbirliği Ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı Web
Sitesi- www.tika.gov.tr)
271
Temel Sanayi Dalları
:Tekstil, gıda, maden ve
metalürji endüstrisi,
demir dışı metaller, şeker, ipek ve
koza işleme, tarım ve iş makineleri, konservecilik.
Temel Sanayi Ürünleri
: Elektroenerji, petrol,
doğalgaz, kömür, çimento,
Kırgız politikasının önemli açılımlarından bir tanesi de
İpek Yolu Ekonomik Projesi’dir. Gerçektende Türkiye ile
yapılan ikili ekonomik anlaşmalar ile yeni bir dış ticaret hamlesi
oluşturulmuştur. Özelikle iş konseylerinin toplanması ve
yapılan anlaşmalar ile inşaat sektöründe büyük atılımlar
yapılmıştır.
2.4. Özbekistan
Özbekistan bağımsızlık mücadelesinden çıktıktan
sonra hızlı bir gelişme sürecine girmiştir. Bu aşamada diğer
Türk Cumhuriyetleri gibi Türkiye’yi örnek almıştır. Türkiye, bu
bölgeye eğitim ve sağlık hizmetlerini götürmüştür.
Özbekistan’ın kuruluşundan bu yana iki önemli olay
yaşamıştır.
Bunlardan bir tanesi batı destekli muhalif hareketlerin
ülkede karışıklık çıkarma çabaları ve bunun sonucu iktidar
değiştirme mücadelesi konusu önemli olayların çıkmasına
sebep olmuştur. İkinci bir olay ise Amerika Birleşik
Devletleri’nin bölgeye yerleşmeye çalışması ve burada yeni
üsler kurma mücadelesidir. Bu iki konuda da Özbek halkı
1990‘da göstermiş olduğu azmi göstermiş ve bunlara müsade
etmemiştir. Özbekistan’da yavaş yavaş yaşanmaya başlanan
bir olay ise sınırlarında görülen irtica faaliyetlerin artmasıdır ki
bu da Türkiye’nin bölgeye uzak kaldığının bir göstergesidir.
Kuruluşundan bu yana Özbekistan’ın gelişim düzeyi
ise şu şekilde olmuştur; 123
123
TİKA (Türkiye İşbirliği Ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı Web
Sitesi- www.tika.gov.tr)
272
Resmi Adı
Yönetim Şekli
Cumhurbaşkanı
Bağımsızlık Tarihi
Yüzölçümü
Başkenti
Önemli Şehirleri
Enflasyon
Özbekistan Cumhuriyeti
Başkanlık Sistemi
İslam Abduganiyeviç Karimov
1 Eylül 1991
448.900 Kilometrekare
Taşkent
Taşkent,
Semerkant,
Buhara,
Fergana, Andican, Termiz, Karşı,
Cizzah, Namangan, Hokand, Hiva,
Ürgenç, Nukus
Afganistan,Kazakistan, Kırgızistan,
Tacikistan, Türkmenistan
25.498.700 (2003 Yılı itibariyle)
Özbekçe (Özbekçe resmi dil
olmasına karşın Rusça, başta
kamu kurumları olmak üzere
yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.)
Doğalgaz, petrol, altın, kömür,
bakır, demir, alüminyum, çinko
Pamuk, buğday, meyve (üzüm,
elma, ayva, kavun, karpuz), sebze
(domates,
patates,
lahana,
salatalık, biber)
Tarım makineleri, kimyasallar,
metalürji, otomobil, tekstil
%3.8
İşsizlik Oranı
%5
Komşuları
Nüfusu
Resmi Dili
Doğal Kaynaklar
Temel Tarım Ürünleri
Temel Sanayi Dalları
3,725 Milyar $
İhracatı
2,964 Milyar $
İthalatı
Türkiye ile Dış Ticaret 272,7 Milyon $
Hacmi
Türkiye’den İthalatı
142,3 Milyon $
273
Özbekistan ile Türkiye arasında Karma Ekonomik
İşbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Son yıllarda inşaat
sektöründe büyük gelişmeler yaşanmıştır. Özelikle TİKA’nın
faaliyetleri sonucu bölgede önemli çalışmalar yapılmıştır.
3. TÜRKİYE’NİN BÖLGEYE BAKIŞI VE ROLÜ
Türkiye, bulunduğu bölge itibarı ile her an dengelere
etki edebilecek kapasitede bir ülkedir. Sınırlarının güvenliği
hayati önem taşımaktadır. 15 yıl boyunca doğu bölgeleri teröre
maruz kalan bir ülke olarak komşuları ile ittifaklar kurmak
zorundadır. Bu ittifakların başında ise Orta Asya’da kurulmuş
olan Türk Cumhuriyetleri gelmektedir. Türkiye bu gücünü iyi bir
şekilde değerlendirmelidir.
Bağımsızlıklarını kazanan Türk Devletleri ile ikili düzey
de iyi ilişkiler kurulmuştur. Önemli ve stratejik açıdan değerli
enerji hatları bu bölgelerden geçmektedir. Şöyle ki; “Batı,
enerji gereksinmesinin yaşamsal bir bölümünü Doğu’dan,
Avrasya’dan satın alıyor. Bunun önümüzdeki dönemde de
sürmesi bekleniyor. Türkiye’nin önemi, petrol ve doğalgazın
kaynağından batı’ya ulaştırılması noktasında ortaya çıkıyor.
Ülkemiz özgün koşullarıyla, avantajlarını daha etkin
kullanabilmelidir. 124
Burada belirtildiği gibi bu enerji yollarının batıya
ulaşmasındaki en büyük etken Anadolu topraklarıdır. Enerji
yollarının Türk ekonomisine önemli bir katkısı vardır. Bunun
dışında ticaret olarak bakarsak tarihi İpek Yolu bu coğrafya
üzerinde yer almakta ve Türkiye’nin bölgeye katkısını
beklemektedir. Bir diğer önemli konu ise demiryollarının
sağladığı avantajlardır. Bu konuda yapılan bir proje önemlidir.
“Avrupa–Asya Demiryolu Ağı Projesi, Kars-Tiflis–Bakü
Demiryolu Projesi Türkiye ile Gürcistan arasında doğrudan
demiryolu bağlantısı kurmak ve Gürcistan üzerinden mevcut
124
Külebi. A -Tusam, Avrasya Enerji Hatları, Cumhuriyet
Gazetesi Strateji Eki - 2006
274
demiryolu hattı ile Türkiye ile Azerbaycan arasında demiryolu
bağlantısını oluşturmak amacı ile planlanmıştır.” 125
Burada da görüldüğü gibi, bu çalışma ile Azerbaycan
ekonomisine direk girdi sağlanacaktır. Bizim ülkemiz için de
ekonomik ve ticari bir katkı sağlayacaktır. Türkiye
bağımsızlıklarını kazanan Türk devletlerini kuruldukları günden
bugüne kadar ekonomik ve sosyal açıdan desteklemiştir.
Eğitim konusunda açılan üniversiteler ve sağlık kurumları
sosyal yaşamı düzenlemiştir. Bu işbirliği çalışmaları savunma
konularında da ön plana çıkmıştır. İlk aşamada Azerbaycan,
Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan silahlı kuvvetlerinin
geliştirilmesi konusunda büyük çalışmalar yapılmıştır. Kara
Harp Okulu’nun desteği ile birçok genç Türkiye’de askerlik
eğitimi almış ve ülkelerine destek olmuştur.
Tarihten gelen bağlarımız ile bölgemizde gelecek için
yeni alanlar yaratmalıyız. Bu alanların en büyük olanı bizim
için hayati önem taşıyan Türk Cumhuriyetleri olmalıdır. Bugün
gelişen bu ülkeler artık başka ülkelerin dikkatini çekmektedir.
Uluslararası büyük şirketler gözünü başta enerji konusu olmak
üzere Türk Cumhuriyetleri’nin üzerine dikmiştir. Bazı
zamanlarda ileriye giderek bu ülkelerin siyasi yapıları ile
oynamaya bile çalışmaktadırlar, Özbekistan ve Kırgızistan
örneğinde olduğu gibi. Bu açılardan bile baktığımız zaman bu
topraklarda ne kadar önemli bir rol oynamamız gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Son yıllarda bizi fazlası ile ilgilendiren konulardan
biri ise önemli bir proje olan Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı
Projesi’dir.
Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Projesi Kafkaslar ve
Türkiye için çok önemli bir projedir. Eski Sovyetler Birliği’nden
bağımsızlığını kazanan Azerbaycan, Hazardaki petrol
yataklarından çıkan petrolü Avrupa’ya ve Amerika’ya ulaştırıp
ekonomisini güçlendirmek için dost olarak gördüğü lider ülke
Türkiye’ye ortaklık önermiştir. Petrol Bakü-Tiflis-Ceyhan
125
Kanbolat.H - Türkiye Avrasya’ya Demir Ağlarla Bağlanacak
mı? - Stratejik Analiz Dergisi Eylül 2005, Sayı 65, Sayfa:55-57
275
hattında taşınacak ve bu yolla Gürcistan ve Türkiye bu işten
pay alacaktır.
Bu anlaşma kapsamında ülkemize çok şey
kazandırması beklenen proje hayata geçirildi. Türkiye, içindeki
boruların tamamı döşendi. Tiflis ve Bakü bağlantıları da
tamamlandı ve proje tamamlandı, Ceyhan bir petrol
pompalama merkezi oldu ve ekonomiye büyük bir gelir
sağlandı. Bu projenin tabi birçok yönden etkileri var.
Gerçekleştiği güzergahın çevre düzenlemesi ve sağladığı
istihdam olanakları açısından büyük öneme sahip olmasını
yanı sıra boru hatlarının geçtiği Doğu Anadolu bölgemize de
bir canlılık getireceği kesindir. Siyah altının bu büyük yolculuğu
sırasında Türk ekonomisinin alacağı pay ve Ceyhan bölgesinin
bir petrol üssü olması ise stratejik ve jeopolitik önemimizi biraz
daha arttıracaktır.
Hazar’daki petrol yataklarının Türkiye üzerinden yurt
dışına açılması ülkemizin prestijini arttıracağı kesindir. Bize
sağlayacağı petrol ile ekonomimizdeki dengelerde de bir
rahatlama sağlanacaktır. Bu önemli projenin tamamlanması
bizi petrol nakliyesinde önemli bir noktaya getirmiş ve diğer
projeleri de Mavi Akım’da olduğu gibi iyi kontrol
edebileceğimizi göstermiştir.
Kendi petrol varlığımızın da önemini ortaya çıkaracak
olan bu proje bizim gelişmemiz yönünde atılmış bir kan
damarıdır. Bunun sonucunda büyük kazanımlar bizim
olacaktır. Proje ekonominin can damarı olarak 2000’li yıllarda
bizi önemli bir yere getirecektir.
Türkiye’nin, Kafkaslarda bağımsızlıklarını kazanmış
Türki Cumhuriyetlerle ortaklık çalışmalarına girmesi ve yeni bir
yapı oluşturması gerekir. Oluşturulacak Kafkas Birliği stratejik
açıdan çok iyi bir yapı olabilir.
Türki Cumhuriyetleri’nde bulunan yeraltı ve yerüstü
kaynaklarının kullanılmasından faydalanmak kültürler arası
276
etkileşimi güçlendireceği gibi Türkiye’yi de bölgede daha güçlü
hale getirecektir.
Bu şekilde baktığımız zaman bizim için yeni bir yol
ortaya çıkmaktadır. Nedir bu yol? Avrasya coğrafyasına sahip
olmak ve Türk Cumhuriyetleri’nin beklediği lider ve öncü devlet
olmaktır. Bu açıdan baktığımız zaman sadece günü
kurtarmaya yönelik basit politikalar üretmek yanlış bir yoldur.
Doğru yol nedir? Doğru yol yüzümüzü 10 yıldır unuttuğumuz
ama hep orada duran bir kaynağa, yani Kafkas coğrafyasının
sahibi lider ülke olmaya çevirmeliyiz.
Bu tarihi fırsat, Avrupa kartına alternatif, önemli bir
yeni arayış olarak karşımıza çıkmaktadır, çünkü Türki
Cumhuriyetler yavaş yavaş bizden uzaklaşmaktadır.
Genişleyen Avrupa haritasına doğru kayma eğilimi
Türkiye için yarar sağlamayacaktır. Türkiye bu faktörü
değerlendirmeli ve Avrupa Birliği ile mücadele ederken büyük
Asya coğrafyasını unutmamalı konuya detaylı olarak ilgi
göstermelidir.
Bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Özelikle Türk
Cumhuriyetleri ile yapılan destekleme çalışmaları ve proje
geliştirme maksadı ile kurulan TİKA (Türkiye İşbirliği ve
Kalkınma Ajansı) buralarda önemli çalışmalara imza atmıştır,
ama baktığımız zaman bu çalışmalar yeterli midir? Cevap
olumsuzdur ve bölgeye daha fazla sahip çıkmamız
gerekmektedir. Büyük Atatürk bu çalışmalar sırasında Orta
Asya devletlerini incelemiş, ve bu konuda gelecek yöneticilere
önemli mesajlar bırakmıştır.
Bu gelişen dünya ortamında Türkiye, bölgesinde
kendisine yakın ve destek verecek bölgeler yaratmalıdır.
Özellikle uygulanmakta olan Genişletilmiş Orta Doğu
(GOKAP) Projesi ile yeni nüfuz bölgeleri elde etmeye çalışan
Amerika Birleşik Devletleri bu noktada Avrasya coğrafyasına
da egemen olmak isteyecektir. Bunun ilk sinyalleri Azerbaycan
ve Özbekistan’da görülmüştür, çünkü buralar önemli enerji
277
geçiş yolarıdır. Neden bu yollara biz sahip çıkmayalım? Bizim
sahip olduğumuz kültür bağları bunun en büyük kozu olarak
kullanılmalıdır. Ortak tarih göstergemiz ve pusulamız da bu
yolu göstermektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin bu çalışmalarının somut
adımı da Karadeniz’e inmek ve Türk Cumhuriyetleri’ne yakın
olmaktır. Bu fırsatı kullanan bir başka kurum ise Avrupa
Birliği’dir. Avrupa Birliği özellikle Azerbaycan’da çalışmalarını
yoğun bir şekilde sürdürmektedir. Bir irtibat bürosu açarak
çalışmalarını yerel zemine taşımıştır.
Eskiden Sovyet rejimi nasıl Türk Cumhuriyetleri’nin
önüne set çekmiş ve Türkiye ile ilişkilerini kesmişse bugün bu
nokta başka şekillerde Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik
Devletleri tarafından yapılmaktadır. Türk halkları bizi
beklemektedir. 1990’dan bu yana sadece kültürel çalışmalar
ve ekonomik faaliyetlerde bulunduğumuz bölgede başka
çalışmalar yapmalıyız. Bu şekilde devam edersek Türk
Devletleri bizim elimizden gidecektir.
Bu konuda acil bir politika geliştirmek gereklidir.
Özelikle bu konu ile ilgilenmek üzere bir bakanlık veya
müsteşarlık kuramadık, bu daha fazla bürokratik işlem
anlamına gelmez o devletleri kendi politikamız doğrultusunda
bir şekle oturtmak bizim bölgedeki gücümüz için önemlidir.
Politika geliştirememenin bir nedeni de şöyle açıklanmaktadır:
“Türk yetkililer tarafından Orta Asya bölgesine ilişkin olarak
benimsenmiş olan dış politik amaçlar; kısmen bölgedeki güç
mücadelesinin artması, Orta Asya devletlerine yönelik Rus dış
politikasının 1993 yılında değişmesi, Orta Asya devletlerinin
Türkiye'ye yönelik ilgisinin azalması gibi harici nedenlerden
dolayı ve kısmen de yeterli stratejinin olmayışı, ekonomik
kısıtların yoğunluğu, bu devletler hakkında tarihsel bilgi
eksiğinin varlığı, iç politikada sorunların artması ve aşırı
278
milliyetçi politik söylemlerin yükselmesi gibi içsel nedenlerden
ötürü gerçekleştirilememiştir.” 126
Avrupa Birliği macerasına girdiğimiz günden bugüne
belki çok şey değişti ama Türk devletlerine bu kadar ilgi
gösterseydik ve reformlarla destekleseydik, şimdi büyük bir
coğrafyada söz sahibi olabilirdik. Zaman geç değildir, ama
bunu için yeni bir proje üretmek lazımdır, beklenen budur.
4. AVRUPA BİRLİĞİ Mİ ? ASYA BİRLİĞİ Mİ?
Avrupa Birliği macerası Türkiye tarihinin önemli bir
dönüm noktasını oluşturmaktadır. Bu tarihi sürecin son
yıllarına kısaca bakmak gerekirse neler yaptığımız ortaya
çıkacaktır. 40 yıllık bu süreçte neler olmuştur?
4.1.
Ankara
Anlaşması
ve
Katma
Protokol: 127
Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin 40 yılı aşkın geçmişi
vardır. Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun 1958 yılında
kurulmasından kısa bir süre sonra Temmuz 1959'da Topluluğa
tam üye olmak için başvurmuştur.
Cumhuriyetimizin kurulmasından bu yana, hatta daha
öncesinden beri batılılaşma ile modernleşmenin eş tutulması
ülkemizi, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa
kıtasında ve ya onu merkez alarak kurulan siyasi ve güvenlik
oluşumlarının tümüne katılmaya yöneltmiştir. Bu suretle
Türkiye, Avrupa Konseyi, OECD ve NATO'ya girmiştir. Aynı
neden, Türkiye'yi Avrupa'nın bu en iddialı entegrasyon
hareketine karşı kayıtsız kalmamaya sevk etmiştir. Dolayısıyla
Avrupa ile entegrasyonun başlangıçtan itibaren ülkemiz için
ekonomikten ziyade politik amaçları olduğu söylenebilir.
126
Yrd. Doç. Dr. Kona.G.G- Türkiye - Orta Asya
Cumhuriyetleri: Strateji Modelleme ve Olasi Senaryolar
127
Avrupa Birliği Genel Sekreterliği İnternet Sitesi
279
Tam üyelik başvurumuza o zamanki adıyla Avrupa
Ekonomik Topluluğu tarafından verilen cevapta, Türkiye'nin
kalkınma düzeyinin tam üyeliğin gereklerini yerine getirmeye
yeterli olmadığı bildirilmiş ve tam üyelik koşulları
gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması
imzalanması önerilmişti. Söz konusu anlaşma 12 Eylül 1963
tarihinde Ankara'da imzalanmıştır.
Ankara Anlaşması’nın önsözünde Türk halkının yaşam
standardının yükseltilmesi amacıyla Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun sağlayacağı desteğin ilerideki bir tarihte
Türkiye'nin
Topluluğa
katılmasına
yardımcı
olacağı
belirtilmektedir. 28. maddede ise, "Anlaşmanın işleyişi,
topluluğu kuran antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün
Türkiye tarafından üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit
Taraflar, Türkiye'nin Topluluğa katılması olanağını incelerler"
denmektedir. Buradan da görüleceği üzere Ankara Anlaşması
uyarınca kurulan Türkiye-AB ortaklık ilişkisinin nihai hedefi
Türkiye'nin Topluluğa tam üyeliğidir.
Anlaşmada, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai
dönem olarak üç devre öngörmüştür. Geçiş döneminin
sonunda ise Gümrük Birliği’nin tamamlanması planlanmıştır.
Anlaşmada öngörülen hazırlık döneminin sona ermesiyle
birlikte, 13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 1973 yılında
yürürlüğe giren Katma Protokol’de geçiş döneminin hükümleri
ve tarafların üstleneceği yükümlülükler belirlenmiştir.”
Burada belirtildiği gibi Avrupa Birliği’ne girme
konusunda büyük çalışmalar yaptık. Anayasamızdaki birçok
maddeyi değiştirdik. Bu çalışmalar sonucunda 3 Ekim 2005’te
müzakere tarihi aldık. Peki bu bize neler kazandırdı?
Avrupa’nın bize üyelik için söz verdiği tarih 2020’lerdir, ki oda
ucu açık bir yoldur. Peki bunca çalışmaya girmek, sonucu
olmayan bir yola girmek nasıl bir politikadır? Bu kapıdan içeri
giremedikten sonra ne için çabalıyoruz? Yüzümüzü neden
doğuya çevirmiyoruz? Bir medeniyet devrimi denen Avrupa
Birliği Projesi Türkiye’de büyük tartışmalara yol açmaktadır.
280
Temelde yeni bir sistem ve proje ile dünya sahnesine
çıkmamız gerekmektedir. Bu çalışmanın baş aktörleri ise Türk
Cumhuriyetleri’dir. Avrupa’dan beklediğimiz desteği hiçbir
zaman tam anlamı ile göremedik. Aksine bölgede var olan
gücümüz azalma eğilimi içine girdi. Bir çıkış noktası var: Yeni
bir proje geliştirerek Türk Cumhuriyetleri’ne lider ülke olabiliriz.
Avrupa Birliği ile zaman geçirmek yerine bu ülkelere
doğru bir yöneliş bizim için daha önemli bir faktördür. Neler
yapabiliriz? Kısa vadeli olarak bir Türk Cumhuriyetleri ile ilgili
bakanlık kurulmalıdır. Avrupa Birliği ile ilgili bir ajans
kurmuşken neden TİKA dışında bir yapılanmaya gidilmemiştir?
Bu mutlaka bir bakanlık seviyesine çıkarılmalı ve bu
coğrafyadaki gücümüz artmalıdır. İkinci büyük çalışma ise
Türkiye’nin cumhuriyet devriminden sonraki en büyük projesi
olmak zorunda olan KAFKASYA BİRLİĞİ (KB) veya
AVRASYA BİRLİĞİ’ni (AB) kurma projesi olmalıdır.
Burada Kafkasya Birliği projesi yeni ve üzerinde
durulması gereken Avrupa Birliği’ne alternatif bir projedir.
4.2. Tarihi Dönüşüm Projesi; Kafkasya Birliği (KB)
Tarihten gelen kökler ve ortak kader birliğimiz Türkiye
ile Türk Cumhuriyetleri’ni birleştirme noktasına getirmiştir.
Ekonomik, sosyal, kültürel, eğitimsel ve demokratik
ortamlarımız ile bir birlik kurmak bu coğrafyada yaşayan bizleri
çok güçlü kılacaktır. Bu zor bir harekettir ama göz ardı
edilmemesi gereken bir gerçektir. Savunma ve gelecek
planları Türkiye’nin başka bir alternatifi kalmadığını
göstermektedir.
Türk devletleri bizden uzaklaşmaktadır. 1990’daki
liderlik ve yol göstericilik elimizden kaçmıştır. Yanlış
yönlendirmelerle Avrupa’ya dönen yol artık çıkmaz bir yola
girmiştir. İncelediğimiz zaman görüyoruz ki Türk Devletleri
önemli kararlarda bize danışmaktan vazgeçmiştir. Avrupa
veya ABD bölgede söz sahibi olmaya başlamıştır.
281
700 yıllık Osmanlı Cihan İmparatorluğu bu coğrafyayı
birleştirmiştir. Daha sonraki 83 yıllık birikim bağımsız olan bu
devletlere yol göstermiştir. Buradaki amaç Turancılık değil,
aynı dili, aynı dini, ortak değerleri birleştiren bir birlik kurmaktır.
Avrupa Birliği’nin temelleri dün nasıl ekonomik olarak atılmış
ve o şekilde gelişmişse bizimde yapacağımız yapı birleşik
Avrasya coğrafyasıdır. Bu büyük proje ile Türkiye stratejik
açıdan bölgesinde güçlü bir ülke olacaktır. Tabi ki bu yapının
önü başta Amerika, Avrupa, Rusya ve Çin tarafından
engellenmeye çalışılacaktır.
Şu faktörü düşünerek hareket etmek gereklidir. Avrupa
Birliği uçuk açık sonu nereye gidecek belli olmayan bir
sistemdir, ama Kafkas Birliği sistemi ucu kapalı sınırları belli
güvene dayalı bir demokratik birlik olacaktır. Bu sistem nasıl
işlemelidir.
4.3. Alternatif Proje; Kafkas Birliği
Türkiye’nin gelişme projesi olacak olan bu proje bizi
bağlandığımız Avrupa kapısından çevirecektir. Bölge ülkeleri
arasında bir birlik anlaşması yapılacaktır. Bölge ülkeleri
arasında bu birlik anlaşması ile şu maddeler getirilmelidir;
•
•
•
•
•
Birliğe üye ülkeler ortak ekonomik bir çatı kuracaklar.
Kendi ekonomilerinin dışında ortak bir kaynak havuzu
kurulacak ve bu kaynak her yıl birlik üyesi bir ülkeye
yatırım olarak aktarılacak bu toplama işini bağımsız
Kafkas para birliği yürütecek.
Birliğe üye ülkeler ortak bir eğitim politikası
gerçekleştirecekler, birbirleri arasında bilimsel çalışmalar
yapacaklar ve öğrenci değişim sistemi kurulacaktır.
Ortak savunma politikası kurulacak ve bu amaçla birlik
ülkelerinin oluşturacağı, Birleşik Avrasya Gücü’nü (BAG)
oluşturacaklardır.
Sanayi hamlesi ve bütün ülkeler için ortak bir ticaret
kalkınma ajansı kurulacaktır.
Birlik ülkeleri arasındaki vize sorunu ortadan kalkacaktır.
282
•
•
•
•
•
•
Tarımsal alanda yeni ürün destekleme çalışmaları
yapılacaktır.
Enerji konusunda ülkeler birbirlerini destekleyeceklerdir.
1 yıl boyunca her ülke birlik çalışmaları içerisinde dönem
başkanlığı görevini sürdürecek ve çalışmalar kamuoyu ile
paylaşılacaktır.
İşsizlik ve istihdam konusunda karşılıklı olarak değişimler
yapılacaktır.
Kafkas Birliği’nin simgesel bir bayrağı olacak ama her ülke
milli bayrağını, marşını, para birimini kullanacaktır.
Bu birliğin devamına halk demokratik bir şekilde
katılacaktır.
Böyle bir birlik anlaşması ve yeniden yapılanma konusu
bizi büyük bir projeye götürmektedir. Avrupa Birliği projesi
Türkiye’ye çok şey kaybettirmiş olabilir, ama Kafkas Birliği bu
yeni dünya düzeninde bizi büyük bir noktaya taşıyacaktır.
Tabi ki bu birlik üzerinde büyük baskılar olacaktır, ama
güçlü birlik yapısı bu sorunların üzerinden gelecektir. Bu birlik
belki bir ütopyadan öteye gidemez ama Türkiye’nin tek çıkış
yolu kendi özüne dönmesidir. Devletimizin temel şiarı Türk
Cumhuriyetleri ile ilgili ilişkileri iyi bir zeminde sürdürmektir.
İşte bu şiara ulaşmanın bir yolu birleşmeden geçmektedir.
Kafkas Birliği projesi gelecekte bölgede Türk devletlerini güçlü
yapacaktır.
Büyük Atatürk’ün vermiş olduğu ulusal Kurtuluş
Savaşı’mız birçok devletlerin bugün var olmasında etkili
olmuştur. Sovyet Rusya zamanında baskı altında yaşayan
Türk halkları da 1990’lı yılarda bu zaferden faydalanmışlardır.
Yüzlerini bir anda batıya dönmemişler, Türkiye’ye
dönmüşlerdir, ama biz tam olarak onların aslında bize vermek
istediği rolü anlayamadık, bunun neticesinde şimdi tarihi bir
fırsat ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği yerine temel düstur
Kafkas Birliği olmalıdır. Bu kaçınılmaz bir sorumluluktur ve
tarihi bir görevdir.
283
Bu birlik bölgedeki sıcak çatışmalarında çözülmesi
konusunda yardımcı olabilir. Uzun yıllardan beri Türkiye–
Ermenistan, Azerbaycan–Ermenistan arasında çeşitli sınır
anlaşmazlıkları yaşanmaktadır. Türkiye, Ermeni sınırını
kapatmıştır, buradan ticaret alanında bir gelişme yoktur. Aynı
şekilde Azerbaycan’ın toprağı olan Nahçıvan işgali sorunu da
önemli bir gerçektir. Bu tür anlaşmazlıklar ortak politikalar ile
çözülebilir. Ermenistan bugün arkasına Avrupa Birliği’nin,
ABD’nin, ve Rusya’nın desteği almış bir ülkedir. Ermenistan
tarihten gelen düşmanca tavrını bıraksa, dünya ve ülke
barışına katkı yapsa ve Türk Devletleri ile iyi bir zemine geçse
hiç şüphe yoktur ki ekonomik açıdan bu devletler zamanında
kendilerini yarı yolda bırakan Avrupa’dan daha çok yardım
yapacaklardır.
Kafkas Birliği’nin dünya barışına önemli katkıları
olacaktır. İşbirliği yaptığı ülkelerle insani açıdan barışın
simgesi olacak olan bu birlik Müslüman-Türk dünyasının
gerçek bir önderi olacaktır.
4.4. Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile Ekonomik İlişkileri
Ülkelerin gelişmişlik düzeylerini belirleyen en büyük
güç ekonomik güçtür. Türkiye bu açıdan bakıldığı zaman da
Avrupa ülkeleri ile daha fazla ticaret ilişkisi kurmaktadır.
Kafkas Birliği ile bu yapı tamamen değişecektir. Ekonomik
güçler Türk Devletleri ile birleşecek ve ihracat–ithalat ülkeler
arasında daha çok gelişecektir. Yakın dönemde Türkiye ile
Türk Devletleri arasındaki ilişkiler ise şu şekilde karşımıza
çıkmaktadır;
“Azerbaycan'a İhraç Ettiğimiz Başlıca Mallar:
Buğday unu, eczacılık ürünleri, sentetik deterjanlar, elektrik
enerjisi, binek otomobilleri, akümülatör, otomobil lastikleri,
mobilya, inşaat malzemeleri, duvar kağıtları, sıhhi tesisat
malzemeleri, tekstil sanayi için makine ve teçhizat, deri giyim
eşyası, kozmetik ürünleri, trikotaj ürünleri, lastik ve plastikten
mamul eşya, televizyon, buzdolabı vs., cam kaplar,
284
alüminyum profil, adi metallerden eşya, ağaç imali için
makineler, telekomünikasyon teçhizatı, kablolar, elektrik
malzemeleri, kırtasiye malzemeleri, hazır giysiler, margarin,
buğday, zeytinyağı, ayçiçek yağı, tereyağı, soya yağı, gıda
sanayi için makine ve teçhizat, çay, konserve, salça,
dondurma, sebze (patates ve soğan), yumurta ve tavuk eti,
maden suyu, alkolsüz içkiler, bira, makarna, küp ve toz
şeker, çikolata ve şekerleme ürünleri, meyve suları, peynir,
bisküvi.” 128
Burada görülen en büyük örnek Azerbaycan’dır. Diğer
Türk Devletleri’ni de düşündüğümüz zaman ortak pazar
ekonomisi ile bu ülkelerdeki pazarlar gelişecektir. Ülkeler
arasında açılacak olan yeni fabrikalar işsizlik sorununun
çözümüne katkıda bulunacaktır, çünkü karşılıklı beyin gücü
transferleri ile iş piyasası canlanacaktır.
Geniş bir yelpazeye dağılmış olan Türk coğrafyası
yepyeni bir oluşum ile dünya sahnesindeki yerini almalıdır.
Adriyatik’ten Çin Şeddi’ne kadar uzanan yolda temel unsur
barış olmak üzere bu birlik önemli bir misyonu da yerine
getirecektir. Medeniyetler çatışması denen ve yavaş yavaş
bitmeye başlayan bu yapının karşısına barışı kucaklayan bir
yapı olarak çıkacaktır.
Bu birlik gelecekte dünyanın şekillenmesinde ve Türk
dünyasının gelişmesinde batının karşına bir alternatif olarak
çıkmaktadır. Bu alternatif yerinde durmaktadır, bunu alıp
kullanacak olan ise anahtarı elinde bulunduran TÜRKİYE
CUMHURİYETİ DEVLETİ olacaktır. Yoksa kilidi açacak olan
anahtarı değiştirmek isteyenler, o anahtarı değiştirirse,
Avrupa’da
kapıda
kalan
Türkiye,
Avrasya’ya
da
giremeyecektir.
128
TİKA (Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı web
sitesi- www.tika.gov.tr)
285
5. SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok büyük bir miras
üzerine kurulmuştur. 700 yıllık Osmanlı Devleti 3 kıtada cihan
devleti olmuş ve birçok ülkeyi yönetmiştir. 83 yıllık genç
Türkiye Cumhuriyeti devleti ise dünyanın en güçlü emperyalist
ordularına karşı tek yürek, tek vücut olarak savaşmış ve bunun
sonucu olarak büyük Atatürk’ün önderliğinde Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nı vererek Cumhuriyetini ilan etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu dünya ve
soğuk savaş dönemi 1990’lı yıların başına kadar sürmüştür.
Bu büyük kutuplardan biri olan Sovyetler Birliği içteki
çatırdamalar sebebi ile birçok devlete bölünmüştür.
Çatırdamalar sonucu bugün tarih sahnesinde yerlerini alan
bağımsız Türk Devletleri ortaya çıkmıştır. Yeni bir yapı
oluşmaya başlamış ve Avrasya coğrafyası yeni bir yola doğru
girmiştir.
Bu parçalanma sonucu var olan devletlere en büyük
yardımı Türkiye yapmıştır. Bu devletleri ilk tanıyan ve elçiler
gönderen ülke Türkiye olmuştur. Yıllarca Sovyet baskısı ile
yaşayan ve Türkiye’den ayrı tutulmak istenen Türk
Cumhuriyetleri ile ilişkiler nihayet kurulmuştur. Bu süreç iyi
kullanılmaya çalışılmış ve Türk Cumhuriyetleri’nin yeniden
inşasına destek verilmiştir. İlerleyen zaman sürecinde Türkiye
bölgeye olan ilgisini azaltma eğilimi göstermiştir. Bunun
başlıca sebepleri arasında Türkiye’nin yüzünü tarihsel
köklerine değil, Avrupa Birliğine dönmesi gelmektedir. Bu
kapıda uzun yıllar bekleyen Türkiye kendisi için çok önemli
olan Türk Devletleri’ni unutmuştur. Ekonomik ve sosyal açıdan
gelişmeye başlayan bu ülkeler Avrupa ve Amerika ile ilişkilerini
geliştirme yoluna gitmişlerdir, çünkü liderleri Türkiye-Avrupa
kapısında oyalanıyordu.
Avrupa Birliği bölgede temsilcilikler açmaya başladı.
İşte bu noktada sadece ekonomik bir kapı olarak gördüğümüz
Türk Cumhuriyetleri’ni stratejik ortak olarak anlayamadık, bu
286
olayın aslında ne kadar önemli olduğunu ve bize Avrupa’dan
çok şeyler kazandıracağını unuttuk.
Türkiye 2020’lere kadar ucu açık bir denizde
olmamalıdır. Kendini her zaman güvende hissetmesini
sağlayacak bir yapıya, yeni bir doktrine ihtiyacı var, işte bu
bağlamda kendisini lider ülke yapacak olan yolda tüm Avrasya
coğrafyasına sahip olmakla bu açılımı yapacaktır. Bu açılımın,
bu projenin adı KAFKAS BİRLİĞİ olmalıdır. Bu projeyi
gerçekleştirecek güç ve kudret bizde vardır, yeter ki bu konuda
istekli olalım ve gerçekleri görelim .
21. yüzyılda temel düsturumuz büyük ATATÜRK’ün
dediği gibi “Yurtta sulh Cihanda sulh” olmalıdır. Bu açıdan
baktığımız zaman Orta Asya’nın kapılarını açacak olan güç
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elindedir. Yakın zamanda bu
tarihi oluşumu bu birliği kurmak temel şiar ve barış cephesi
olacaktır.
287
KAYNAKÇA
Avrupa Birliği Genel Sekreterliği İnternet Sitesi
(www.abgs.gov.tr)
Durkaya.T - 21.YY’da Türkiye’de Ulusal Güvenlik Stratejileri Harp Akademileri–Türkiye-49.Dönem Kaymakamı- Bitirme
Tezi - 2001
Prof. Dr. Güneş. İ.- Türk Cumhuriyetleri Anadolu Üniversitesi–
Açıköğretim Fakültesi Ders Kitabı Sayfa 161-175 - 2005
Kanbolat. H - Türkiye Avrasya’ya Demir Ağlarla Bağlanacak
mı? - Stratejik Analiz Dergisi Eylül 2005, Sayı 65, Sayfa 55-57
Yrd. Doç. Dr. Kona.G.G- Türkiye - Orta Asya Cumhuriyetleri:
Strateji Modelleme ve Olası Senaryolar
KOSGEB Web Sitesi Ülke Raporları (www.kosgeb.gov.tr)
Külebi. A - TUSAM – Avrasya Enerji Hatları - Cumhuriyet
Gazetesi Strateji Eki - 2006
Doç.Dr. Yalçınkaya .A Kafkaslarda “Türki” Kavimler: Çerkezler, Abhazlar,
Kabartaylar, Adigeler, Çeçenler, Ingular, Dağıstanlılar ve
Diğerleri - Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Tartışma Metinleri
2005/3
TİKA (Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı
WEB Sitesi- www.tika.gov.tr)
TUSAM İnternet Sitesi (www.tusam.net)
288
ÖZGEÇMİŞ
10 Ekim 1978 tarihinde İstanbul’da doğdum. İlk ve
ortaöğretimimi İstanbul’da tamamladım. Eskişehir Anadolu
Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden
2001 yılında mezun oldum. 2000 yılından itibaren çeşitli sivil
toplum kuruluşlarında aktif görevler yaptım.
2003 yılından beri TEMA Vakfında profesyonel olarak
görev yapmaktayım. Araştırma, proje yazma ve yürütme,
makaleler yazma gibi konularda kişisel çalışmalarım devam
etmekte olup bir sivil toplum kuruluşunda köşe yazarlığı
yapmaktayım.
Bahçeşehir Üniversitesi bünyesinde bulunan Hükümet
ve Liderlik Okulunun düzenlemiş olduğu Siyaset Okulu 2,
Terör Okulu 1 ve 2 programlarına katıldım.
Araştırma yapmayı, proje yazmayı ve okumayı çok
seviyorum. İstanbul’da ikamet etmekteyim.
289
GÜNEYDOĞU ANADOLU PROJESİ (GAP)
VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ
HAZIRLAYAN
SEVGİ ZÜLFİKAR
290
I. GİRİŞ
Gelişme hızı süreklilik arz eden dünya ve Türkiye
gündemini düzenli olarak takip etmek, konuları bir bütünsellik
içinde ele almak, konjonktürleri geçmiş ve gelecek
perspektifinde değerlendirmek, önemli ve hayati olanı
saptayarak sorumlulukları bu ölçütler çerçevesinde belirlemek,
yönetim becerileri, istikrarı ve disiplini açısından vazgeçilemez
unsurlardır. Bu unsurların herhangi birinin gerektiği koşullarda
işletilememesi durumunda, bugün Türkiye için hayati bir önem
taşıyan Güneydoğu Anadolu Projesi’nde yaşanan tablolarla
karşı karşıya gelmek söz konusu olmaktadır.
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), ülkemiz için
taşıdığı ekonomik, sosyal, siyasal, stratejik önem ve değerine
karşılık, kimi zaman gündem dışı kalabilen, kimi zaman
gündemde olmasına karşın gerektiği önemi edinemeyen bir
“umut” ve “sorun” projesi olarak Türkiye gerçekleri içinde yer
almaktadır.
Bu çalışmanın genel olarak amacı, GAP’ın Türkiye
göstergeleri içindeki önemini, konumuna karşılık yapılması
gerekenler ile yapılanlar arasında ciddi sorunlara neden
olacak farkları belirtmek ve bu projenin Türkiye’nin milli
politikaları içinde alması gereken boyutuna dikkat çekmektir.
Kamuoyunun belirli bir kesimi GAP’ı, bu projenin
önemini, halen devam etmekte olduğunu, gerçekleşme
boyutunu ve ülkeye olan katkılarını bilebilir, ancak GAP’ın
taşıdığı önemin hayati olduğunu, sadece ekonomik boyutta
değil siyasi anlamda da uluslararası politika ve stratejilerin
içinde çok etkin bir rol oynadığını duymak kimileri için şaşırtıcı
ve abartılı gelebilir. Bu çalışma kapsamında paylaşılan bazı
açıklama ve verilerle, GAP’ın bilinmeyen, unutulan veya
unutturulmak istenen yönlerine çok kısıtlı da olsa ışık tutulması
amaçlanmıştır.
291
Söz konusu çalışmanın, amacına uygun değerler
üreteceğini, Türkiye Cumhuriyeti bekasının uğrunda
yürütülecek olan politikalardan heyecan, onur ve kıvanç
duyacak olan HERKESİ, geleceğin Atatürk Türkiye’sinde ortak
paydalarda buluşturmada katkı sağlayacağını umut ederiz.
“Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin hür, müstakil,
daima daha kuvvetli, daima daha refah Türkiye idealinin
belkemiğidir.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
II. DÜNYA VE SU
Suyun stratejik bir meta haline geldiği günümüzde, pek
çok siyasal politikalar su kavramı etrafında şekillenmektedir.
Dünyada1.386 milyon kilometreküp olarak hesaplanan su
stokunun yüzde 97.5’i tuzlu su olup, yüzde 2.5 olan tatlı su
kaynaklarının yüzde 90’ı ise kutuplarda ve yer altında
bulunmaktadır. Dünyada 400 milyonu çocuk olmak üzere 1.5
milyar insan yani dünya nüfusunun dörtte biri yeterli ve sağlıklı
içme suyuna sahip değildir. Her yıl 25 milyon insan, sağlıklı
suya ulaşamama kaynaklı nedenlerle ölmektedir. Gelecek 20
yıl içinde tüm dünyada 180 milyar dolarlık alt yapı
sağlanamaması durumunda sağlıklı ve yeterli su alamayan
insan sayısının 3.3. milyara ulaşacağı belirtilmektedir. Su
kaynaklarının azalması ile sulanabilir tarım arazilerinin 2
milyon hektarı kuraklık ve tuzlanma nedeniyle tarım dışı
kalmaktadır.
III. TÜRKİYE VE SU
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü verilerine göre,
Türkiye’de kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı yıllık
1.642 metreküptür. Bu değere ve uluslararası ölçütlere göre
Türkiye “su sıkıntısı çeken” ülkeler kategorisinde yer
almaktadır. Devlet İstatistik Enstitüsü 2030 yılında Türkiye
292
nüfusunun 100 milyon olacağını tahmin etmektedir. Kişi
başına düşen su miktarının 2030 yılında 1000 metreküpün
altına düşmesi ve böylece Türkiye’nin “su fakiri” bir ülke
konumuna gelmesi tehlikesi söz konusudur. Türkiye’nin
yüzölçümü 78 milyon hektar olup, tarım arazileri 28 milyon
hektarlık bir alan ile bu yüzölçümünün yaklaşık üçte birine yani
yüzde 35’ine tekabül etmektedir. (KAYNAK : DEVLET SU İŞLERİ GENEL
MÜDÜRLÜĞÜ)
Türkiye yüzölçümünün yüzde 36’sına yakını tarım
arazisi olmakla beraber, bu tarım arazilerinin sadece yüzde
30’u ekonomik olarak sulanabilecek alana tekabül etmektedir.
Ülkemizde beslenme ihtiyaçlarının sağlanabilmesi, tarım
ürünlerinin dengeli, sürekli ve verimli bir şekilde üretilebilmesi,
tarım
sektörünün
sanayileşme
boyutunun
hayata
geçirilebilmesi ve hayat standartlarının yükseltilmesi için
sulanamayan
tarım
arazilerine
yönelik
yatırımların
gerçekleştirilmesi çok büyük önem taşımaktadır.
TÜRKİYE VE TARIM ARAZİLERİ
78
80
70
28
60
50
8,5
MİLYON HEKTAR 40
4,9
30
20
10
0
TÜRKİYE
YÜZÖLÇÜMÜ
TOPLAM TARIM
ARAZİSİ
SULANABİLİR
TARIM ARAZİSİ
2005 SULANAN
TARIM ARAZİSİ
293
IV. GÜNEYDOĞU ANADOLU PROJESİ (GAP)
1. GAP ile İlgili Genel Bilgiler
Türkiye gündeminde zaman zaman çok yoğun olarak
yer almasına karşın, aslında olması gereken boyutlarda
kamuoyu ilgisi ve bilgisine sunulmayan Güneydoğu Anadolu
Projesi (GAP), en kısa ve net açıklaması ile birden fazla
sektörü bünyesinde barındıran, entegre ve sürdürülebilir
bir kalkınma anlayışı ile ele alınan bir bölgesel kalkınma
projesidir.
GAP, aşağıda yer alan haritada da görüldüğü gibi,
FIRAT ve DİCLE havzaları ile Mezopotamya ovalarında yer
alan 9 ili kapsayan bir projedir. Bu iller, Adıyaman, Batman,
Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak’tır.
Güneyde Suriye, güneydoğuda ise Irak'la sınırı
bulunan bu bölgenin yüzölçümü 75,358 kilometrekare olup,
ülkemizin
toplam
yüzölçümünün
yüzde
9.7'sini
oluşturmaktadır. Türkiye'de sulanabilir 8.5 milyon hektar
arazinin yüzde 20'si, GAP Bölgesi'nde yer almaktadır.
ƒ
GAP, cumhuriyet döneminin en önemli ve büyük
yatırımlarından biridir.
ƒ
Proje alanının büyüklüğü Türkiye’nin onda biri,
İtalya’nın dörtte biri ve İngiltere’nin üçte biri
büyüklüğüne eşittir.
294
ƒ
ƒ
ƒ
Türkiye’nin yüzde 9’u bu bölgede yaşamaktadır.
Entegre bir proje olması sebebiyle, sadece barajlar,
hidro-elektrik santralleri ve sulama yapıları gibi fiziksel
yatırımlarla sınırlı değildir. Bu yatırımlarla birlikte
birbirleri ile entegre bir sistematik içinde yer alan
tarımsal gelişme, kentsel altyapılar, eğitim, sağlık,
kültür, turizm gibi pek çok sosyo-ekonomik bazlı
gelişmeyi de kapsamaktadır.
GAP’ın coğrafi alanı aynı zamanda Türkiye’nin
gelişme indeksleri bakımından en sorunlu bölgesini
oluşturması nedeniyle, bölgeler arası eşitsizliklerin
giderilmesi boyutunda “olmazsa olmaz” bir kimliğe
sahip olmuştur.
2. GAP’ın Tarihçesi
Su kaynaklarından elektrik enerjisi elde edilmesi için
Atatürk'ün emri ile 1936 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi
kurulmuş ve Keban Barajı’nda çalışmalara başlanarak Keban
Barajı ve hidroelektrik santralinin temeli atılmıştır. 1974 yılında
hizmete giren Keban Barajı aynı zamanda Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk büyük projesidir. 1954 yılında kurulan
Devlet Su İşleri Müdürlüğü ile bu konudaki çalışmalar daha
detaylı olarak ele alınmaya başlamıştır. Urfa tünellerinin
temellerinin atıldığı 1977 yılında yapılan etütler sonrasında
Fırat ve Dicle Havza’sındaki projeler "Güneydoğu Anadolu
Projesi / GAP " olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
Bölgenin zengin toprak ve su kaynaklarından
yararlanmak amacıyla önce kendi içinde bir enerji ve sulama
projesi olarak başlayan GAP’ ta 1983 yılında projenin en
önemli tesisi olan Atatürk Barajı’nın temeli atılmıştır. 1989
yılında tamamlanan "GAP Master Plan" çalışması ile entegre
bir bölgesel kalkınma projesine dönüştürülmüştür. Atatürk
Barajı ve Hidroelektrik Santrali 1992 yılında hizmete girmiştir.
Projenin yönetimi 1986 yılında Devlet Planlama Teşkilatı’na
verilmiştir. Bu alandaki çalışmaların yoğunlaşması sonucunda,
1989 tarihli 388 sayılı kanun hükmündeki kararname ile
kurulan Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi
295
bu projenin yönetimine getirilmiştir. Teşkilatın karar organı
Başbakan başkanlığında GAP'tan sorumlu Devlet Bakanı,
DPT'nin bağlı bulunduğu Devlet Bakanı ile Bayındırlık ve İskan
Bakanlığından oluşan GAP Yüksek Kurulu'dur. GAP İdaresi,
Başkanlık Ankara'da ve Bölge Müdürlüğü Şanlıurfa'da olmak
üzere örgütlenmiştir.
3. GAP’ın Hedefleri
GAP MASTER PLANI bazında ele alındığında,
projenin birbirini tamamlayıcı nitelikte iki temel alan
çerçevesinde yapılandırıldığı görülmektedir.
1.ALAN
ENTEGRE
PLANLAMA
YAKLAŞIMI
Farklı sektörlerin (tarım, eğitim,
sağlık vb.) bir arada ve eşgüdüm
içinde ele alınması
DEVAM EDEN EKONOMİK BÜYÜME VE GELİŞME BOYUTU
2.ALAN
SÜRDÜRÜLEBİLİR
KALKINMA
YAKLAŞIMI
Kalkınma
stratejilerinin
kendi
kendine gelişen ve devamlılık arz
eden bir boyutta “insan” merkezli
olarak ele alınması
TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM BOYUTU
YENİ BİR EKONOMİK VE SOSYAL DÜZEN
GAP’ın nihai hedefi Güneydoğu Anadolu Bölgesi
kapsamında
sürdürülebilir
insani
bir
gelişmeyi
sağlamaktır.
296
4. GAP Master Planı
GAP ile ilgili tüm değerlendirmelerde, sıklıkla gündeme
getirilen ve çoğu zaman referans olarak belirtilen plan, GAP
MASTER PLANI’dır. Bölge kalkınmasının çerçevesi çizilen bu
planda, özellikle su ve toprak kaynaklarının gelişimine yönelik
değerlendirmelerin yanı sıra, ihtiyaçlar, değişimin sağlayacağı
ekonomik ve sosyal etkiler, yaratılacak iş gücü ve tüm bunlar
için gereken finansman ihtiyacı bir zaman planı kapsamında
ele alınmaktadır. Planın temel kalkınma konusu, “Güneydoğu
Anadolu Bölgesi’ni tarıma dayalı ihracat merkezi” konumuna
taşımaktır.
Master
Plan’da,
GAP’ın
2005
yılında
tamamlanması hedeflenmiştir. Cumhuriyet döneminin en
büyük yatırımlarından biri konumunda bulunan GAP
kapsamında, FIRAT HAVZASI’nda 7 adet ve DİCLE
HAVZASI’nda 6 adet olmak üzere toplam 13 adet proje demeti
söz konusudur. Bu 13 adet proje demeti çerçevesinde ise
toplam 22 baraj, 19 hidro elektrik santral ve 1.82 milyon
hektarın sulanmasını sağlayacak sulama kanalları inşası yer
almaktadır. Yılda 27 milyar kilovat saat enerji üretilecek, 1.7
milyon hektar alanda sulama yapılacaktı.
V.GAP’TA GELİNEN SON NOKTA
1. Master Plan ve Yeni Plan İhtiyacı
Türkiye’nin kamu finansman dengesindeki bozulma ile
birlikte, bölgede ve Ortadoğu’da yaşanan hızlı gelişmeler ile
bölgedeki terör hareketleri, kalkınma faaliyetlerini ve Ortadoğu
ülkeleri ile olan ticareti olumsuz yönde etkileyerek 1989 yılında
hazırlanan
Master
Plan’da
belirlenen
hedeflerin
yakalanamamasına neden olmuştur. Tüm bu etkenler
sonucunda projenin kaynak gereksinimi yeterli ve zamanlı bir
biçimde sağlanamamıştır. Bu sebeple Bakanlar Kurulu
04.06.1998 tarih ve 98/11231 sayılı kararı ile GAP’ın en geç.
2010 yılına kadar tamamlanması kararlaştırılmış ve ilgili
kuruluşların GAP ile ilgili planlarını 2010 yılı hedefine göre
düzenlemeleri talep edilmiştir.
297
2.GAP Finansman Yatırımı
A. Hedefler (2002 yılı Bölgesel Kalkınma Planı)
Bu plan çerçevesinde 2002-2010 döneminde 1998 yılı
fiyatlarıyla bölgeye 3.120 milyar YTL kamu yatırımı yapılması
planlanmaktadır. Bu değer 1998 yılı ortalama ABD doları
kuruna göre 12 milyar dolara karşılık gelmektedir. Bölgede
plan döneminde yapılacağı tahmin edilen özel kesim sabit
sermaye yatırımlarının toplamı aynı fiyat ve kur üzerinden 11.4
milyar ABD doları civarındadır. GAP’ın 2010 yılı itibariyle
tamamlanabilmesi için yılda ortalama en az 2 milyar ABD
dolarına gereksinim duyulmaktadır.
B. Mevcut Durum
Temeli 1970’lerde atılan Türkiye’nin en büyük,
dünyanın ise 8.büyük projesi olan GAP, gereken 32 milyar
doların ancak yarısı bulunabildiği için 2010 yılını
beklemektedir. 2005 yılı sonu itibarıyla GAP’a toplam yatırımın
32 milyar dolar olması beklenirken bu rakam 17 milyar dolar
olarak belirlenmiştir. PKK terörü nedeniyle yapılan askeri
harcama tutarlarının 120 milyar dolar olduğu düşünülecek
olursa, GAP projesi finansmanında yaşanan sorunların siyasal
boyutları da gündeme gelmektedir. Nakdi gerçekleşme tutarı
yüzde 54.0 düzeyindedir.
3. Sulama ve Tarım
A. Hedefler (2002 yılı Bölgesel Kalkınma Planı)
GAP’ın entegre bir proje olmasından dolayı, pek çok
sektörle olan bağlantısına karşın projenin lokomotifi tarım
sektörüdür. Yılda 53 milyar metreküpten fazla su akıtan Fırat
ve Dicle üzerindeki bu tesislerin tamamlanması ile birlikte
planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak
sulanabilir alanın yüzde 20’sine eşdeğer olacaktır. Proje
tamamlandığında, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde kurulan
tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin yüzde 28'i kontrol
298
altına alınacak, 1.7 milyon hektarın üzerinde arazinin
sulanması sağlanacaktır. Bu alan Çukurova’nın 4.5 katına
eşdeğerdir.
B.Mevcut Durum
GAP kapsamındaki sulama projelerinde yüzde 13
oranında bir gerçekleşme sağlanmıştır. Tarım projeleri
bazında ise bu oran yüzde 23’tür. 2005 yılına kadar DSİ
tarafından sulamaya açılacak olan alan 900 bin hektar arazi
olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, sadece 236 bin
hektarlık alan sulamaya açılmıştır. Bu nedenle üretim, gelir ve
istihdamda planlanan büyümeler gerçekleşememiştir. Sulama
projelerinin %13’ü işletmede, %7’si inşaat halinde, %25’i ihale
ve %55’i planlama aşamasındadır.
C.Sorunlar
C.1.Zaman ve gecikme faktörü
Son yıllarda devlet yatırım bütçesinin küçülmesi ve
Devlet Su İşleri’ne ayrılan payın azalması sonucunda
inşaatların yatırım süreleri uzamakta ve yatırımların beklenen
hedeflere ulaşmadaki aksamaları ön plana çıkmaktadır.
Öncelikle 2010 yılında bitirilmesi gereken proje ile her yıl 30
bin hektar alanın sulamaya açıldığı dikkate alındığında,
sulama yatırımlarının 2044 yılı gibi bir tarihte tamamlanması
mümkün gözükmektedir.
C.2.Tuzlanma
Yapılan drenaj kanalları çalışmalarının istenilen hızda
gerçekleşmemesi, tarımda eğitim çalışmalarının aksaması ve
taban suyunun etkilediği arazilerin artması nedeniyle,
tuzlanma çok önemli bir sorun olarak toprakları tehdit
etmektedir. Bugüne kadar ancak 6 bin hektarlık alanda drenaj
çalışması tamamlanabilmiştir. Suya kavuşan alanların büyük
kısmını kapsayan Urfa Harran Ovası’nda aşırı sulama
299
nedeniyle 130 bin hektarlık alanın 30 bin hektarı tuzlanma
nedeniyle tarım yapılamaz hale gelmiştir. Uzmanlar,
kaybedilen toprakların dörtte birinden fazlasını geriye
kazanmanın mümkün olmadığını belirtmektedirler.
C.3.Ürün çeşitliliği sağlanamaması
1989 Master Planı ürün deseninde pamuğun oranını
maksimum yüzde 25 olarak öngörmüşken, bu oran Harran’da
halen yüzde 75’tir. Tarım alanlarında ürün deseni ve
çeşitlenmesi halen sağlanamamaktadır.
4. Enerji
A. Hedefler (2002 yılı Bölgesel Kalkınma Planı)
Proje tamamlandığında, 7500 megavatlık kurulu güç
kapasitesiyle yılda 27 milyar kilovat saatlik elektrik enerjisi
üretilmesi sağlanacaktır. Bu değer de toplam yıllık elektrik
enerjisi potansiyelinin yüzde 22’sine eşdeğer olacaktır.
B. Mevcut Durum
GAP kapsamında, 2005 sonu itibariyle projede yer
alan 22 barajın 35 yılda 13’ü, 19 hidroelektrik santralinin ise 8’i
tamamlanmıştır.
Santral kurulu güçleri itibariyle hidroelektrik enerji
projelerinin yüzde 74'ü gerçekleşmiştir. Karakaya, Atatürk,
Batman, Kralkızı, Dicle, Birecik ve Karkamış hidroelektrik
santrallerinin işletmeye alınışından 2005 yılı sonuna kadar
toplam 253 milyar kilovat-saat elektrik enerjisi üretilmiş ve
ülkemizin enerji ihtiyacının önemli bir bölümü karşılanmıştır.
Bu enerjinin parasal değeri yaklaşık 15 milyar ABD Doları’dır.
(1 kWh = 6 cent)
300
Enerji projelerinin yüzde 6’sı inşaat halinde olup,
yüzde 19’u ihaleye hazır hale getirilmiştir. Yüzde 7’sinde ise
planlama aşaması devam etmektedir.
Sadece 2004 yılı içinde Türkiye’de üretilen 46 milyar kilovat
saatlik hidrolik enerji içinde GAP bölgesindeki 22.4 milyar
kilovat saatlik enerji üretimi, yüzde 49’luk bir paya sahip
olmuştur. Bu üretim, parasal değerler bazında ele alındığında,
2004 yılı için 1.3 milyar USD’ dır. GAP’ın enerji hedefinin 27
milyar kilovat saat olduğu düşünülürse bu değerin Türkiye
ekonomisi içindeki önemi daha net bir şekilde anlaşılmaktadır.
C.Sorunlar
C.1.Zaman ve gecikme faktörü
GAP’a ayrılan kamu finansmanının ekonomik yapıya
bağlı olarak azalması sonucunda, enerji projelerinde de ciddi
bir gecikme sorunu gündemdedir. 2004 yılında Türkiye’de kişi
başına yıllık elektrik tüketimi 2.100 kilovat saat iken, gelişmiş
ülkelerde 8.900, ABD’de ise 12.322 kilovat saattir.
C.2.Kaynakların kirlenmesi
Bu alanlarda özellikle içme suyu konusu halen en
önemli sorunlardan biridir. 2000 yılı itibarıyla içme suyu tesisi
tamamlanmış olan belediye sayısı sadece 79’dur. 58
belediyede yatırımlar devam etmekte, 14 belediyenin projesi
ise
hazırlanmaktadır.
Bölge
illerinden
Adıyaman’da
kanalizasyon ve atık suyu büyük bir dere halinde Atatürk
Barajı gölüne karışmakta ve göl havzasının hızla kirlenmesine
neden olmaktadır.
C.3.Erozyon
Atatürk Baraj Gölünü, başta Fırat nehri olmak üzere
besleyen Kahta Çayı, Çatal Çay ve Eğri Çayı’nın baraj gölüne
ulaştıkları güzergahların çıplak arazilerden geçmesi nedeniyle
301
yağışlarla birlikte akan toprak baraj gölüne taşınmakta ve buna
bağlı sorunları gündeme getirmektedir. GAP kapsamındaki
bölgede orman kaynağının az olması nedeniyle 7 milyon
hektarlık alan erozyon tehlikesi ile karşı karşıyadır.
5.Bölgesel Kalkınma
A. Hedefler (2002 yılı Bölgesel Kalkınma Planı)
Özellikle tarım alanında üretimin artırılması, iktisadi
faaliyetlerin çeşitlendirilmesi, bölgesel gelir düzeyinin ülke
ortalamasına yaklaştırılması hedeflenmektedir. 2010 yılında 1
milyon 200 bin kişiye yeni iş olanaklarının yaratılmasının yanı
sıra 1998 yılı dolar fiyatı düzeyinden kişi başına gelirin 3.563
dolara yükselmesi planlanmaktadır.
B.Mevcut Durum
Gayri-safi Bölgesel Hasıla'nın (GSBH), Gayri-safi
Yurtiçi Hasıla (GSYİH) içindeki payı; 1985 yılında yüzde 4
düzeyinde iken 2001 yılında yüzde 5.5 düzeyine, kişi başına
gelir ise aynı yıllar itibariyle yüzde 47’den yüzde 55'e
yükselmiştir. Master Plan’da, Gayri-safi Bölgesel Hasıla'nın
(GSBH) yılda yüzde 6.8 büyümesi ve ekonomik yapının radikal
bir şekilde değişmesi öngörülürken; 1990-1998 arasında
büyüme hızı sadece yüzde 4.9 olabilmiş, sanayi ve hizmetler
öngörülen hızlarda gelişememiştir.
C. Sorunlar
Bölgenin, sosyo-ekonomik alandaki göstergeleri,
bölgede yaşanan terör olaylarının ülkenin siyasi, sosyal ve
ekonomik yapısına olan çok olumsuz etkileri ile birlikte ele
alındığında, bölgesel kalkınmanın vazgeçilemez temel bir
alanda konumlandığı görülmektedir. Dolayısıyla kalkınma
hedeflerinde yaşanan olumsuz anlamdaki her sapmanın
etkileri pek çok alanda ve kümülatif bir etki yaratarak mevcut
sorunları daha da büyütme eğilimine girmektedir. Bu nedenle
302
bölgesel kalkınma sorunları, GAP ile ilgili pek çok sorunun ana
kaynaklarından biri olma kimliğine bürünmektedir.
6.Sağlık
Projenin başlatılmasından bu yana bölgede sağlık
hizmetlerinde büyük gelişmeler yaşanmasına karşın, bebek ve
anne ölüm oranları, hastalıkların sıklığı, sağlık tesislerinin
kantite ve kalite durumu, sağlık personeline düşen nüfus,
sağlık hizmetlerine ulaşabilme oranı gibi sosyal projeler
kapsamında hedeflenen değerlere ulaşılamamıştır. Kısaca,
bölgenin sağlık konusundaki göstergeleri ülke ortalamasının
altında yer almaya devam etmektedir.
7. Eğitim
Güneydoğu Anadolu Projesi’nin önemli sosyal
hedeflerinden biri, bölgedeki toplumsal yapıyı değiştirmektir.
Bu nedenle 1995 yılında ÇATOM’lar, (Çok Amaçlı Toplum
Merkezleri) uygulamaya sokulmuştur. GAP bölgesinde toplam
30 adet ÇATOM bulunmaktadır.
Okuma-yazma, çeşitli
el becerileri, bilgisayar gibi eğitimlerin verildiği bu
yapılanmalarda bugüne kadar çoğu kadın olmak üzere 100 bin
kişiye eğitim hizmeti sunulmuştur.
Son
dönemlerde
bölgenin
kentsel
yerleşim
merkezlerinde belirli gelişmeler gözlenmesine karşın, 2002 yılı
itibarıyla bölgenin eğitim göstergeleri hem mutlak hem de
Türkiye ortalamasına göre çok geri durumdadır. Erkek nüfusun
yüzde 30’u, kadın nüfusun yüzde 45’i okuma yazma
bilmemektedir. İlköğretimde öğretmen başına düşen öğrenci
sayısı ülke genelinde 31 iken, bölgede 43’dür. Bir derslik
başına düşen öğrenci sayısı ülke genelinde 42 iken bölgede
58’dir. Bölgedeki eğitime yönelik en önemli sorunlarından biri
halen cinsiyet farklılıklarıdır. Örneğin Şırnak’ta ilköğretime
devam edenlerin sadece yüzde 36’sı kız öğrencidir.
303
8.Sanayi
A.Mevcut Durum
Proje kapsamında öngörülen 18 organize sanayi
bölgesinin ancak 6 tanesi tam anlamıyla tamamlanmıştır. GAP
Bölgesi’nde Gaziantep’te 4 adet, Şanlıurfa’da 1 adet ve Kilis’te
1 adet olmak üzere 6 adet Organize Sanayi Bölgesi’nin (OSB)
altyapısı tamamlanarak faaliyete geçmiş bulunmaktadır. GAP
Bölgesi’nde tamamlanan OSB’lerin Türkiye toplamı içindeki
payı, alan büyüklüğü bakımından yüzde 15,3’tür. 1989 Master
Planı çerçevesinde bölgedeki sanayinin yılda yüzde 9.1’lik
büyüme hedefinin de yakalanamadığı ve yüzde 5’lik bir
düzeyde kaldığı saptanmıştır.
B.Sorunlar
Bölgedeki işletmeler tekstil, gıda, kimya ve madeni
eşya olmak üzere 4 ana sektörde yoğunlaşmaktadır. 1995
yılından itibaren teşvik bedellerindeki önemli azalma,
sanayileşme konusundaki hedeflere ulaşamamada önemli bir
etkendir. Bölgedeki işletmelerin çok büyük çoğunluğu 150
kişiden daha az çalışan istihdam eden KOBİ’lerdir. KOBİ’ler
devletin sağladığı finansman olanaklarından yeterince
yararlanamaması ve bankaların bölgedeki arazileri teminat
olarak kabul etmemesi, bu kuruluşların finansman sorunlarını
olumsuz düzeyde etkilemektedir.
9.Sosyal yapı
GAP-BKP’nin verilerine göre bölge nüfusunun 2010
yılında 8 milyon 601 bine ulaşacağı öngörülmektedir. Bölge
halkında çalışan nüfusun yaklaşık yüzde 60’ı tarım kesiminde
istihdam edilmektedir. Bölgesel gelirin içindeki tarıma bağlı
sanayinin yüzde 24 oranına çekilmesi hedeflenmekle birlikte,
bu oran yüzde 15’lerde kalmıştır.
304
Bölgesel yapının sosyal dokusunda hedeflenen
gelişmeler de sağlanamamış olup, geleneksel, kurumsal ve
örgütsel yapılar hala baskın ve olumsuz etkilerini sürdürmeye
devam etmektedirler. Özellikle tarım ve hayvancılıktaki
geleneksel yapı ve yarı göçebelik kimliği halen devam
etmektedir.
GAP’ın 3.5 milyon insana yeni iş imkanı sağlaması
hedefleniyordu. Ancak projenin gecikmesi ile bölgeden başka
illere olan göç durdurulamamıştır. Bölgeden Sinop, Bilecik ili
büyüklüğünde bir ilin nüfusu kadar göç söz konusudur.
Ayrıca bölgede GAP ile birlikte yürütülmesi gereken
toprak reformu çalışmalarının gerçekleştirilememesi nedeniyle
bölge halkının projeyi sahiplenme yaklaşımı ciddi zararlar
görmüştür. Bölge halkının sadece yüzde 8’i bölge toprağının
yarısını kontrol ederken, yüzde 41’i, ancak geçinme imkanı
sağlayacak 5 hektarlık ya da daha az toprağa sahiptir. Bölge
halkının
yüzde
38’inin
ise
hiçbir
kayıtlı
toprağı
bulunmamaktadır.
10.Diğer Konular
GAP’taki genel gecikmeler, bölge ile ilgili tüm
dinamikleri etkilemektedir. Örneğin GAP Uluslararası Kargo
Havaalanı’nın bitirilememesi tarımda ve lojistikte ciddi bir
soruna kaynaklık etmektedir. Gaziantep-Şanlıurfa ve
Şanlıurfa’yı Mardin üzerinden Habur’a bağlayacak otoyol
inşaatı tamamlanamamıştır. Demiryolu yatırımları durma
noktasına gelmiştir. GAP’taki bu gecikmeler, tarımın yanı sıra,
hayvancılık, sanayi ve istihdamda da istenen hedeflere
ulaşılmasını engellemektedir.
TBMM gündeminde GAP ile ilgili olarak bulunan
“Kalkınma Ajansları” hakkındaki kanun tasarısı ile GAP
İdaresi’nin lağvedilerek bölgenin yönetiminin kamu kuruluşu
niteliğinde olmayan “Bölge Kalkınma Kuruluşları”na verilmek
istenmesi önemli bir konuya işaret etmektedir. GAP İdaresi’nin
kapatılarak yerine Bölgesel Kalkınma Ajansı kurulması
305
yaklaşımı, 16 yıllık bir yönetim tecrübesinin ortadan
kalkmasına neden olacaktır. Bu tasarı ile Türkiye genelinde
kurulması hedeflenen 26 Bölgesel Kalkınma Ajansı ile, GAP
bölgesi üç farklı bölgeye ayrılarak ele alınacaktır. Bu GAP’ın
bir bütün olarak bölgesel kalkınma projesi olma niteliğine
önemli ölçüde zarar verme riskine sahiptir.
VI. GAP’IN SİYASAL KONUMU
Türkiye gündeminde GAP, kamuoyuna ağırlıklı olarak
ekonomik bazda sunulan bir proje konumunda yer almaktadır.
Oysaki GAP gelişen siyasi konjonktüre bağlı olarak önemi
giderek artan bir siyasi konuma da sahiptir.
GAP uygulama alanı olarak, Türkiye’nin ekonomik
kalkınma göstergeleri açısından en sorunlu bölgesinde yer
almaktadır. GAP, ülkemizin milli birliği, dirliği ve bekasına
yönelik tehditlerin başında gelen PKK terörünün odaklandığı
alanda bulunmaktadır.
GAP, dünyanın üzerine çok ciddi stratejilerle yaklaştığı
Ortadoğu Bölgesi’nde çok merkezi bir alana yayılmış olarak
konumlanmaktadır. Özellikle ABD, AB, İsrail, Ortadoğu
Ülkeleri, Rusya, Kafkasya arasındaki ilişkilerin çok farklı
değişkenlerle oynanan senaryolarında odak noktası olarak
kabul edilen bir alanda bulunmaktadır. Fırat ve Dicle gibi
uluslararası alanda ve özellikle Ortadoğu politikalarında
stratejik öneme sahip iki kaynağı kapsayan bir mecraya
sahiptir. GAP, sadece ekonomik boyutlar taşıyamayacak
kadar stratejik bir alana ve konuma sahiptir.
1.Ortadoğu’da Su Gerginliği
Ortadoğu’daki ülkelerin petrol zenginliğinin yanı sıra,
su kaynakları yönünden oldukça fakir olması, GAP’ın siyasal
konumunu ön plana çıkartmaktadır. Dünya nüfusunun yüzde
5’ini barındıran Ortadoğu Bölgesi’nde dünyadaki temiz su
kaynaklarının sadece yüzde 1’i bulunmaktadır. Bu suların
306
yüzde 90’ının sınırı aşan suların oluşturması siyasal alanda da
bazı tehdit faktörlerini gündeme getirmektedir.
2.Fırat ve Dicle Nehirleri
Türkiye’nin su ihtiyacının yüzde 28.5’ini Fırat, Dicle ve
Asi nehri karşılamaktadır. Bu nehrin Türkiye, Irak ve Suriye ile
ilgili durumu aşağıdaki grafikte yer almaktadır.
FIRAT- TÜRKİYE- IRAK VE SURİYE
100
90
80
70
60
YÜZDE (%) 50
40
30
20
10
0
ÜLKEDE BULUNMA
DÜZEYİ
NEHRE YAPTIĞI SU
KATKISI
NEHRİN KULLANILMA
DÜZEYİ
TÜRKİYE
40
89
33
IRAK
43
0
44
SURİYE
17
11
21
GAP çerçevesinde yapımı planlanan barajlardan 14’ü
Fırat Havzası’nda bulunmaktadır. Projenin tamamlanması ile
Türkiye’nin toplam su potansiyelinin yüzde 29’u kontrol altına
alınacaktır. Bu durum Irak ve Suriye’nin GAP‘a tepki
duymalarına ve siyasi anlamda da gereksiz taleplerde
bulunmalarına neden olmaktadır. Türkiye 1987 yılında yapılan
bir protokol ile Fırat sularının yarısını aşağı kıyıdaş ülkelere
bırakmayı kabul etmiştir.
307
Türkiye, Fırat ve Dicle’yi “sınır aşan sular” olarak
kabul ederken Suriye ve Irak, “uluslararası sular” olduğunu
öne sürerek Türkiye’nin haklarını kısıtlamaya çalışmaktadır.
Asi Nehri ile ilgili olarak 1939’da Türkiye ile Suriye arasında bir
protokol imzalanmış ve tarafların Asi Nehri’nden “eşitlik”
ilkesine göre yararlanması hükme bağlanmış olmasına
karşılık, Suriye bu protokole uymamaktadır. Suriye ve Irak’ın
uluslararası platformda öne sürdüğü bu haksız tezler,
Türkiye’nin yatırımlarına da olumsuz etki yapmaktadır.
AB’nin 6.Ekim.2005 tarihli “İlerleme Raporu” 9.
sayfasında GAP’taki barajlar ve Fırat ile Dicle’nin uluslararası
yönetime bırakılması konusundaki talebi de çok dikkat çekici
bir boyut taşımaktadır.
“Su, önümüzdeki yıllarda giderek stratejik bir konu olacak ve
Türkiye’nin (AB) üyesi olması sonucu, su kaynaklarıyla Dicle
ve Fırat üzerindeki barajlar ile sulama tesislerinin uluslararası
yönetimi ( çok uluslu bir şekilde yönetilmesi ) beklenebilir ve
bu AB için bir büyük meseledir".
AB’nin Fırat ve Dicle havzaları kullanımında denetim
yetkisi istemesi, üzerinde dikkatle durulması gereken bir
konudur. AB içindeki hiçbir ülkenin barajlarının uluslararası bir
komisyon tarafından yönetilmediği de göz önüne alınacak
olursa, bu beklentinin hangi amaçları taşıdığı da dikkate
alınmalıdır. Onur Öymen 17 Ekim 2004 tarihinde Cumhuriyet
Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajında aynı maddede
“uluslararası yönetim” ifadesinde “Avrupa Birliği üyesi
olmamasına rağmen İsrail’in de yer almasını pek hayra
yormadığını” belirtmiştir.
Fransa eski Devlet Başkanlarından François
Mitterrand’ın eşi Danielle Mitterrand, 27 Ekim 2005 günü,
Fransa’da düzenlediği bir basın toplantısında, Türkiye’nin
Dicle ve Fırat sularını kurmuş olduğu barajlarla kelepçeleyip,
Suriye ve Irak halkını susuzluğa mahkum ettiğini ileri
sürmüştür. Türkiye’ye karşı bölücü-işbirlikçi Kürtlere verdiği
destekle bilinen Mitterand’ın bu çıkışı, Türkiye’nin bu konuda
köşeye sıkıştırılmak istendiğinin işaretlerindendir.
308
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Nisan 2006’da Türkiye
Müteahhitler Birliği yöneticileri ile yaptığı toplantıda gündeme
getirdiği konular da aynı noktalara dikkat çekmektedir.
Başbakan Tayyip Erdoğan, terörün önünü kesecek baraj
yatırımlarını IMF engeli nedeniyle tamamlayamadıklarını
belirtmiştir. Kemal Derviş döneminde yurt dışı borçları bütçede
gösterme zorunluluğu getirilmesinden dolayı, ödemesi 5 yıl
sonra yapılacak olan kredilerin dahi içinde bulunulan yılın
bütçesine yazılması durumu gündeme gelmektedir.
3.İsrail ve GAP
GAP, daha önce yapılan değerlendirmelerde yer aldığı
gibi, uluslararası alanda üzerinde çok durulan ve hatta üzerine
politika ve stratejiler geliştirilen bir konuma sahiptir.
İsrail GAP ile ilgili senaryolarda pek çok iç ve dış
kaynak tarafından en çok gündeme getirilen ülkelerden biridir.
İsrail’in geleceğe yönelik ülke politikalarında sıkça gündeme
gelen ve kaynağını tahrif edilmiş Tevrat’tan aldığı iddia edilen
“Vaat Edilmiş Topraklar” politikasındaki alan, “Nil’den Fırat’a”
olan toprakları kapsamaktadır. Bu sıklıkla gündeme
getirilmese veya kamuoyuna farklı yorumlarla sunulsa bile,
İsrail’in gelecek planlarında yer alan bir konu olarak yer
almaktadır. Bu bakış açısı doğrultusunda GAP’ın konumu da
çok özel bir boyuta işaret etmektedir.
Diğer önemli konu, İsrail’in su ile olan ilişkisidir.
Ortadoğu genel konumu itibarıyla su sorununun ciddi
boyutlarda siyasallaştığı bir alandır. Tarihin her döneminde
geçerliliğini koruyan “su ve medeniyet” kavramı, artık
Ortadoğu için, “su ve savaş” kavramını da günümüz
gerçeklerinden biri haline getirmiştir. Dönemin İsrail Tarım
Bakanı’nın “bölgede su saatli bombadır” ifadesi, pek çok
kaynakta İsrail’in su ile olan ilişkisinde anlatmakta kullanılan
bir cümle olarak yer almaktadır. İzak Rabin’in “ Umarım ki su
sorunu silahla çözülmez” ifadesi ile Simon Peres’in “Nüfus
artıyor, suyu üretmek için imkan yaratamazsak, bu kez su
309
için savaşacağız” ifadesi aynı şekilde İsrail’in su politikasına
yönelik değerlendirmelerde referans verilen kaynaklardır.
Ortadoğu’daki su kaynaklarının kullanımına İsrail
boyutunda bakıldığında bazı ilginç göstergeler söz konusudur.
İsrail’in yıllık su tüketimi 1.750 milyar metreküp olmasına
rağmen, devletin su işleri genel müdürlüğü Mekerot, bu
miktarın kendilerine yetmediğini belirtmektedir. Oysaki İsrail’in
kişi başına tükettiği su miktarı günlük 888 litredir. Bu miktar
komşu ülkelerinin beş katıdır. İsrail, bölgede en çok su
kullanan ülkelerden biri konumundadır. Batı Şeria’da bulunan
Filistinliler ekili alanların yüzde 90’ını kullanmakta olup, ancak
yüzde 2.5’unu sulayabilmektedirler. İsrail ile burada ekili
alanların yüzde 5’ini kullanıp yüzde 90’ını sulamaktadır.
Tüm bu durumların yanı sıra, İsrail’in GAP ile olan
ilişkisi de belirli konular çerçevesinde dikkat çekicidir. İsrail her
zaman GAP projesi ile çok yakından ilgilenmiştir. 1993 yılında
yapılan Gaziantep Ticaret Odası ziyaretleri, İsrail Tarım
Bakanlığı kapsamında GAP’ın fizibilite çalışmaları için ayrılan
300 bin dolarlık fon, devlet çiftliklerinin özelleştirilmesi
konusunda İsrail’den gelen işbirliği teklifleri bu ilginin
göstergeleri olarak yansımaya başlamıştır. İsrail kendisini GAP
için ideal bir ortak olarak tanımlamaktadır.
GAP bölgesinden arazi satın alma talebi İsrail’den ilk
olarak 1996 yılı Ağustos ayında gelmiştir. Özellikle AB uyum
yasası sonrasında yabancıların toplam 7 bin 444 dönüm ve 12
bin 166 adet taşınmaz mülk edindikleri belirtilmektedir. Bazı
kaynaklar GAP bölgesinde 450 bin dönümlük bir arazinin
yabancı kökenli Türk vatandaşları tarafından alındığını iddia
etmektedirler. 2644 sayılı Tapu Kanunu’nda yapılan
değişikliğin yürürlüğe girdiği 19 Temmuz 2003 tarihinden
itibaren GAP bölgesi’nde arazi almaya gösterilen ilginin
giderek arttığı görülmektedir.
Bu konuda MGK’nın yoğun ve sistematik denetlemelerinin ise,
T.C. uyruklu İsrail vatandaşlarının devreye sokulması ile
aşıldığı iddia edilmektedir. Bölgede yaklaşık 413 kilometre
310
kare arazinin Türkiye vatandaşı İsrailliler tarafından satın
alındığı da belirtilmektedir.
VII. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Çalışmanın bu bölümünde, GAP’ın 35 yıldır devam
eden bir proje olduğu göz önüne alınarak, bu projeye ilişkin
özel-kamu kurum ve kuruluşlarının, uzmanların, siyaset
adamlarının, bürokratların, bilim adamlarının, sivil toplum
kuruluşlarının bu konuda ürettikleri değerleri göz ardı etmeden
bazı önerilerin gündeme getirilmesi amaçlanmaktadır.
Bu çözüm önerilerinin başında, GAP’ın her alanda
taşıdığı önem ve değeri gerçek göstergeler ışığı altında
ele alarak, milli bir dava olduğu kimliğini unutmadan
yeniden konumlandıracak stratejik bir bakış açısı ve
vizyon oluşturulması gelmektedir. GAP’ın strateji üretme,
planlama, uygulama ve yönetim süreçlerinin tümünü, projeyi
olması gereken
boyutlarda
ve alanlarda “yeniden
konumlandırmak” anlayışı ile ele almak gerekmektedir.
Time Dergisi’nin 24 Ocak 1994 tarihinde “modern
dünyanın yedi harikasından biri” olarak tanımladığı bu proje
olması gereken koşullarda tam olarak gerçekleştiğinde,
Belçika, Danimarka, Hollanda, İrlanda ve Lüksemburg’dan
daha büyük, İsrail’in üç misli, Yunanistan’ın yarısı, İngiltere’nin
üçte biri, ve İtalya’nın dörtte biri ölçüsünde yarı çöl
durumundaki bir bölgenin çok farklı bir ekonomik, sosyal ve
siyasi kimliğe kavuşması söz konusu olacaktır. Bu çerçevede,
GAP’ın sadece bölgesel bir kalkınma planı olarak değil, makro
ekonomi bazında ele alınması ve yatırımların çok hızlı bir
şekilde tamamlanması gerekmektedir. Mevcut ekonomik
yapıya göre yatırımlara devam etmek yerine, yatırımlara ara
vermeden hızlı bir şekilde devam edecek ekonomik politikaları
geliştirmek ve uygulanmasını sağlamak öncelikli hedefler
arasında yer almalıdır.
Ülkemizin “milli su politikası” şeklinde tanımlanacak bir
yapılanmaya acilen ihtiyacı vardır. Özellikle gelecek
311
dönemlerde bölgede su kaynaklı olarak ülkemize yönelik her
tür tehdidin önlenmesi açısından Türkiye’nin üreteceği
politikalar hayati önem taşımaktadır.
Türkiye bölgesel ihtiyaçları da kapsayacak şekilde
gerçekçi, uygulanabilir politikalara sahip stratejiler geliştirmeli
ve bunları hayata geçirecek yapılanmaları sağlamalıdır.
GAP’ın lokomotif sektörü konumunda olan tarım
politikasının da yeniden ele alınarak yapılandırılması
gereklidir. Özellikle AB ile olan uyum paketi ve programlarında
tarım sektörüne yönelik beklenti ve taleplerin GAP ile olan
bağlantıları çok farklı açılardan değerlendirilmelidir. Burada
AB’nin gelecekte Fırat ve Dicle’nin yönetimine yönelik
beklentilerinin GAP projesine yönelik risk alanları, mikro ve
makro düzeyde ele alınmalıdır.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Yönetim Kurulu
Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 15.Mayıs 2006’da Diyarbakır
Sanayi ve Ticaret Odası ve Ticaret Borsası’na yaptığı ziyarette
şu açıklamalarda bulunmuştur : “Sulanan toprakların yüzde
88’e ulaşması durumunda 4 milyon kişiye istihdam kaynağı
yaratılacaktır. Bugün Türkiye’de sanayide 4 milyon kişiye iş
bulma maliyeti 200 milyar dolara eşdeğerdir. Oysaki GAP’ın
tamamlanması için gereken yatırım miktarı ise 15 milyar
dolardır.”
GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanının bir
beyanatında, mevcut ödeneklerle projenin 2010 yılında da
bitirilemeyeceğini belirtmiş ve bölgedeki özel sektör
yatırımlarına dikkat çekilmiştir. Özel sektörde iş adamlarının
kendi bölgelerinde yatırım yapmaları durumunda, yatırımların
daha da hızlanması ve üretime yansıması söz konusu
olacaktır. TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD gibi kurumların yanı sıra,
iş adamları, akademik kuruluşlar, medya, sivil toplum örgütleri,
yabancı ülkelerin dış ticaret yetkilileri gibi pek çok yapının bir
araya getirileceği zirveler düzenlemek giderek hayati bir önem
312
taşımaktadır. Özel sektöre bu konuda yapılacak olan teşvikler,
ekonomik kalkınma planı içinde çok önem taşımaktadır.
Bölgede sağlık, eğitim, nüfus, alt yapı, kentleşme gibi
konulardaki hedeflere ancak projenin tamamlanmasıyla
ulaşılacağı düşünülürse, bölgenin gelişmişlik indeksleri de
direkt
olarak
GAP’ın
tamamlanmasına
bağlanmış
bulunmaktadır.
Bölgede özellikle milli birliğimizi ve ülkemizin bekasını
hedefleyen terör olaylarının, bölgenin kalkınma göstergeleri ile
olan ilişkisi çok önemli bir parametredir. Bu nedenle “güvenlik
olmazsa yatırım olmaz” ile “ yatırım olmazsa güvenlik olmaz”
kısır döngüsü, GAP’ın ele alınma ve yönetilme boyutundan
direkt etkilenmektedir ve etkilenecektir. Bölgede olması
gereken güvenliğin sağlanması, bölgeye sağlanacak yatırımla
birlikte eş zamanlı ve sinerjik bir program bünyesinde ele
alınmalıdır.
GAP’ın sadece ekonomik göstergelerde, rakamsal
değerlerde, kalkınma planlarında sınırlı tutulmaması, Türkiye
gündeminde her zaman önemini ve değerini koruyacak şekilde
bölge ve ülke halkının günlük yaşam alanı içine de sokulması
gerekmektedir.
Burada medya ve sivil toplum kuruluşlarına çok önemli
görevler düşmektedir. Ulusal kimliğimiz ve birliğimiz için
yapılacak pek çok halkla ilişkiler çalışması, GAP’ın her alanda
yaşanan bir konuma taşınmasına yardımcı olacaktır. GAP
yaşamda sadece finansal değerlerle anılan bir alan olmaktan
çıkarılarak, önemi ve değerinin sürekli paylaşılacağı bir gurur,
kıvanç, onur alanları haline de getirilmelidir.
GAP ekonomi, tarım, orman, hayvancılık, enerji, kültür,
çalışma, milli eğitim, turizm, sağlık, dışişleri gibi pek çok
önemli alanları kapsayan bakanlıkların tümünün ilgi ve
uygulama alanı içindedir. O nedenle GAP’ın yönetiminin tüm
bu birimlerle sinerjik bir etki alanı içinde çalışacak şekilde
313
yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Ancak bu yeniden
yapılanmada gündeme getirilen bölgesel kalkınma ajansları
modeli, GAP’ın yönetiminde istenilen etkinlik düzeyini sağlama
açısından üzerinde dikkatle durulması gereken bir başka
konudur. GAP’ın yönetim anlayışının, projenin Türkiye’nin
geleceğindeki önemine yakışır ve haiz bir şekilde ele alınarak
bakanlık statüsünde yetki ve sorumluluk kapsayacak bir
şekilde organize edilmesi gerekmektedir.
Özellikle Türkiye’nin su ve enerji kaynaklarının ülke
içindeki mikro ve makro boyutları, ekonomik ve siyasal
platformlarda ele alındığında, GAP’ın ne kadar hayati bir
konumda bulunduğu çok net bir şekilde görülmektedir. GAP’ın
bugüne kadar medya tarafından ekonomi ağırlıklı yayınlarda
ön plana çıkarılması, projenin siyasal alandaki konumu ve
önemini perdelemektedir. GAP geleceğin Türkiye’sine yönelik
konumlandırılmalara yapacağı etki ile ele alınmalı ve
değerlendirilmelidir. GAP’ın siyasal alandaki önemini olması
gereken boyutlara taşımadan ve politikaları bu yaklaşım
bazında oluşturmadan istenilen hedeflere ulaşmak her zaman
ciddi riskler içerecektir.
GAP, sadece Güneydoğu Anadolu bölgemizin değil,
ülkemizin geleceğinde oynayacağı roller ve yapacağı etkilerle
milli bir dava kimliğindedir.
Atatürk’ün işaret ettiği geleceğin Türkiye’sini
uluslararası alanda onurlu, şerefli, vakur, güçlü, medeni, lider
ve örnek alınacak olan konuma getirecek olan kişi ve kadrolar,
GAP’a olması gereken vizyonla bakan, GAP’ı olması gereken
yetkinlik, adalet ve sorumlulukla yönetecek kişi ve kadrolar
olacaktır.
Bu
kişi
geleceğin
dünyasında
Türkiye
Cumhuriyeti’nin lider olmasını arzu eden, ümit eden, bu
uğurda mücadele eden ve tek davası Türkiye olan herkes için
Türkiye’nin lideri olacaktır. Türkiye liderini aramaktadır…
Türkiye liderini beklemektedir...
314
ZAFER “ ZAFER BENİMDİR” DİYEBİLENİNDİR. BAŞARI,
“BAŞARACAĞIM” DİYE BAŞLAYANIN VE “BAŞARDIM”
DİYEBİLENİNDİR.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK / 1925
315
TEŞEKKÜR
Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu
bünyesinde oluşturulan “Düşünce Grubu”, Bahçeşehir
Üniversite’sinin “ilkler tarihinde”ki oluşumlarından sadece bir
tanesidir. Aynı yapı çerçevesinde gerçekleştirilen “Siyaset
Okulu” öğrencilerinden olma mutluluğuna sahip biri olarak,
Türkiye’de siyasetin ilkeli, temiz, dürüst, şahsiyetli, özlenen
erdemlere sahip ve sadece Türkiye’nin al-i menfaatlerine
uygun olarak yapılması yönündeki bu çok özel faaliyetlerin;
davamızın tek ve vatan olması gerektiği konusunda çok
değerli ve önemli katkılar sağladığına, her zaman şükranla ve
takdirle değerlendirileceğine olan samimi inancımı paylaşmak
istiyorum.
Bu yapılanmalarda farklı kimliklerimize rağmen
BİZLERİ saygı, hoşgörü, demokrasi, paylaşım, ülkemiz
sorunlarının getirdiği tüm karanlıkları aydınlığa çevirecek güç
ve vatan–Türkiye–bayrak denildiğinde tek bir vücut olmanın
gerekliliği paydalarında, özverili, saygın ve çok değerli katkıları
ile bir araya getiren HERKESE,
Bahçeşehir Üniversitesi
Mütevelli Heyeti Başkanı SAYIN ENVER YÜCEL,
Rektörü SAYIN PROF.DR. SÜHEYL BATUM,
Stratejik Araştırmalar Başkanı SAYIN ERCAN ÇİTLİOĞLU,
Hükümet ve Liderlik Okulu Başkanı SAYIN BURAK KÜNTAY,
Hükümet ve Liderlik Okulu İdari İşler ve İletişim Direktörü SAYIN
FUNDA BAĞDATLI,
Hükümet ve Liderlik Okulu Mali İşler Direktörü SAYIN İSMAİL
ŞAKCI
316
nezdinde en içten ve samimi teşekkürlerimi sunuyorum.
SAYGILARIMLA
Sevgi Zülfikar
İstanbul 2006
317
KAYNAKÇA
İnternet Siteleri
T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı web
sitesi (www. dpt.gov.tr)
T.C. Başbakanlık Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma
İdaresi Başkanlığı web sitesi (www.gap.gov.tr)
Türkiye Cumhuriyeti Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı web sitesi
(www.tarim.gov.tr)
Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı web
sitesi (www.enerji.gov.tr)
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı Dış Ticaret Müsteşarlığı
Güneydoğu Anadolu İhracatçı Birlikleri web sitesi
(www.gaib.org.tr)
Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı (www.meb.gov.tr)
Devlet Su işleri Genel Müdürlüğü (www.dsi.gov.tr)
Türkiye
Cumhuriyeti
(www.sanliurfa.gov.tr)
Şanlıurfa
Valiliği
web
sitesi
Türkiye
Cumhuriyeti
(www.adiyaman.gov.tr)
Adıyaman
Valiliği
web
sitesi
Şanlıurfa Sanayi ve Ticaret Odası (www.sutso.org)
Ankara Ticaret Odası web sitesi (www.atonet.org.tr)
Gaziantep Ticaret Odası (www.gto.org.tr)
Harran Üniversitesi web sitesi (www.harran.edu.tr)
318
Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü web sitesi
(www.eie.gov.tr)
Anne Çocuk Eğitim Vakfı web sitesi (www.acev.org)
Hürriyet Gazetesi web sitesi (www.hürriyetim.com)
Sabah Gazetesi web sitesi (www.sabah.com.tr)
Radikal Gazetesi web sitesi (www.radikal.com.tr)
NTV web sitesi (www.ntvmsnbc.com)
BBC Türkçe web sitesi (www. bbcturkish.com)
Dünya Su Konseyi (World
(www.worldwatercouncil.org)
Water
Council
/WWC)
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Türkiye web sitesi
(UNDP Türkiye) (www.undp.org.tr)
Raporlar
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Güneydoğu Anadolu Projesi
Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı, Güneydoğu Anadolu
Projesi Bölge Kalkınma Planı, Ana Rapor, Cilt 2, Ankara, 2002
T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı,
Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Müdürlüğü, Türkiye
Avrupa Birliği Mali İşbirliği Kapsamındaki Bölgesel Kalkınma
Programları Raporu, Ankara, Şubat 2005
Bültenler
Ankara Ticaret Odası, “Türk Rüyası GAP Raporu” Bülteni,
5.Haziran.2005
Ankara Ticaret Odası, “Su Raporu” Bülteni, 22.Ekim.2005
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Türkiye, Nisan 2006
Bülteni
319
21.Yüzyılda Yeni Tehditler, Kaynak ve Algılamaları, Ercan
Çitlioğlu, Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Okulu-2, İstanbul,
Kasım 2005
Kitaplar
Ortadoğu Vaat Edilmiş Topraklar, Suat Parlar, Mephisto Kitap
evi Basım Yayın Sanayi ve Tic. Ltd. Şti, 1997, İstanbul
İsrail’in GAP Senaryosu, Hasan Taşkın, RA Kitap, ISBN 9758961-75-6, İstanbul, 3. Baskı 2006
İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, Pınar Yayınları,
İstanbul, 1996
Su Sorunu Türkiye ve Ortadoğu, Sabahattin Şen, Bağlam
Yayınları, İstanbul, 1993
320
TÜRKİYEDE AYDIN SINIF – TOPLUM İLİŞKİLERİ
HAZIRLAYAN
Vedat MOL
321
ÖZET
Türk toplumunda ‘’yaratıcı azınlık’’ olarak nitelendirilen
aydın sınıfın, tarihsel süreç içerisinde oluşumu, yapılanması,
işlevi, kimliği, hedefleri, toplum ile aynı tasayı ve sevinci
paylaşıp paylaşmadığı konusunda gelişmiş toplumlarda
olduğu kadar kapsamlı bir sosyolojik çalışma yapılmamasını
önemli bir eksiklik olarak görmekteyiz.
Neden Aydın Sınıf?
Neden Türk aydın sınıfının yapısını gündeme getirmek
istiyoruz?
Aydın sosyolojisi çağımızın dinamiklerine uygun bir
tarzda ele alınarak, tarihsel boyut ve kimlikleri ile
yorumlanmalıdır. Böylece günümüz sosyoloji disiplinini
belirleyen toplumsal iyileştirme olgusunun gündeme
gelmesiyle, bir süreden beri devam eden gerginlikler, çatışma
ve yozlaşma gibi sosyo-patolojik olaylarda aydınlanmış
olacaktır. Bu durum gözlendiği üzere yaratıcı azınlık statüsünü
temsil eden grubun kimliği, kültürel değerleri, birikimi ve dünya
görüşleri ile bağlantılıdır.
Özellikle yönetici sınıfın etnik kimliği, ilişkileri, danışma
çerçeveleri, olayların seyrindeki düzenleyici rol ve etkinlikleri
tüm yönleriyle araştırılmış değildir.
Anadolu
coğrafyasında
yaşayan,
yüzyıllarca
eğitilmemiş, yolsuz, okulsuz, kitapsız bırakılmış büyük
çoğunluk Balkanlar’da, Kafkaslarda, Yemen’de savaşıp can
verirken bu marjinal gruplar yurdun zengin ve sorunsuz
bölgelerinde işlerini yürütüp servetler kazanmış, azınlık
okulları açıp, yurt içi ve yurtdışı kültürel bağlantılar kurmuşlar,
ticaret ve mesleki iş alanlarını ellerinde tutmuşlardır.
Batılı anlamda modern sosyolojiyi Türk toplumunu
incelemekte kullanan Ziya Gökalp ‘Halka Doğru’ adlı
makalesinde bu hususa açıklık getirmiştir. Ona göre Osmanlı
322
aydını halktan kopuktu çünkü; halkın içinden çıkmıyor, yabancı
okullarda yetişiyordu. Bu sebepten milli bir kimliğe değil,
kozmopolit bir yapıya sahipti. Halk ise ulusal kültürün
kaynağını oluşturuyordu. Halk ile aydın arasındaki bu
kopukluğun giderilmesi ancak aydının halka gitmesi, ondan
milli
kültürü
alması
ve
onunla
bütünleşmesiyle
gerçekleşebilirdi. 129
Günümüz Türk toplumunda, tarihsel ve kültürel
kökenlerine bağlı, insanına ve onun değerlerine saygı duyan,
koruyucu ve bekçi konumunda bir aydın sınıfın varlığı söz
konusu mudur?
Batılılaşma sürecinin yabancı soylu aydın sınıfça
başlatılması batı kültür değerlerinin, dünya görüşünün ve
düşüncelerinin yerli unsurlarla karşılaştırılıp, bir yoruma ve
senteze tabi tutulmaksızın doğrudan yöntemlerle toplum
yapımıza aktarmak ne derece uygundur?
Topluma egemen olan gerçekten kozmopolit bir güçse
ve günümüze değin saygınlıklarını koruyorlarsa, o taktirde
sosyo-politik
alandan
tutunuzda
kültürel
değişme,
modernleşme, ekonomi ve sanayileşme gibi köklü
sektörlerdeki değişimlerde sorumlulukları düşünülebilir mi?
Sağlıklı olmayan kültürel değişme süreçlerinin
oluşturduğu tortuların neden olduğu önemli gerginliklere tanık
olmaktayız. Özellikle zihinsel yaratıcılık yerini doğrudan alıntı
türü oluşumlara terk ettiğinde, yerli kimliği, tarihsel rolünü artık
oynayamaz duruma gelmiş demektir. Bu gibi durumlarda ve
ortamda batıya ait kültür normlarıyla yerli kültür unsurları
arasında derin çatışmalar ortaya çıkabilmektedir. Ancak
gümrük bekçisi konumunda olması gereken entelektüel
tabakanın tarihsel kökenlerinde kaynaklanan kozmopolit
kimliği nedeniyle, bu toplumsal rol, gereği gibi yerine
129.Gökalp Z. Türkçülüğün Esasları –Halka Doğru- ,BordoSiyah Klasik Yayınları, İstanbul 2005
323
getirilemez. Böyle bir durum kültürel yaşamda, ithal malı
değerlerin istilasına yol açabilir.
324
GİRİŞ
Gai Eaton’un isabetle ileri sürdüğü üzere hiçbir toplum “Batı
Uygarlığı’nın iyi tarafını alacak kötü tarafını bırakacaktır”’
tarzında tamamen yanlış olan bir tür yaklaşıma
yönelmemelidir, çünkü; Batı Uygarlığı organik bir bütündür,
hiçbir parçasının diğerlerinden bağımsız olduğu iddia
edilemez. Her şey birbiriyle iç içe dokunmuş bütüncül bir
yapıyı ortaya koyar. Bunlardan birini alıp diğerini bırakmak ise;
sistemi tümden bozar.
ANA VE YAN VARSAYIMLAR
Aydın sınıfın tarihsel rolü ve konumunu kısaca
belirttikten sonra varsayıma geçebiliriz. Varsayım; konu
belirlendikten sonra amacın ve sonucun ortaya konmasıdır.
Bunun içinde ana varsayım ve onu destekleyen yan
varsayımlarla konuyu irdeleyeceğiz.
Bu makalenin ana varsayımı; yönetimi elinde
bulunduran ve yerlilik kimliği bulunmayan bir yaratıcı azınlık
sınıfın halkıyla bütünleşmemiş olmasıdır.
1. Yan varsayımımız; toplumun önünde, toplumun
yönlendiricisi konumunda bulunan bu yabancı soylu
kozmopolit tabakanın, geleceğe dönük tüm kültürel
değişme ve modernleşme sürecini halkın ihtiyaçlarına
göre değil de kendi aktif sistemlerine uygun olarak
yönlendirmiş olmalarıdır.
2. Yan varsayım; Türk toplum sisteminde, bir yandan
halkıyla bütünleşmeyen, kendi halkından sürekli izole
olmuş bir yönetici azınlık, öte yandan aydınla ters
düşmüş büyük bir çoğunluk olmak üzere ikili bir yapı
oluşmasına sebebiyet verilmiştir..
3. Yan varsayım; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süre
içerisinde Enderun’dan yetişmiş bulunan kadro yönetimi
elinde tutmuş, topluma damgasını vurmuştur. (1789-
325
1922) Osmanlı Devleti Bürokratik Reformu’nu inceleyen
Findley göstermiştir ki; yönetici sınıf, siyasal gücü,
zenginliği ve yüksek mevkileri elinde tutması nedeniyle
tüm toplumun etkilenmesinde rol oynayan kilit
tabakadır. Bu nedenle Cumhuriyetin ilk döneminde
yetişen kuşaklar büyük oranda Enderun aydınları’nın
bakış açısı, zihniyeti, kültür ve değerler sistemiyle
biçimlenmişlerdir.
4. Yan varsayım; bazı etnik grupların devşirme ve dönme
kimliği altında ülkemiz toplumuna kabul edilip,
bütünleşme rızasını göstermelerine rağmen etnik
kimliklerini yüzyıllarca örtülü olarak yaşamaları, ayrılık
tohumları ekmek suretiyle gruplaştıkları, dış güçlerle
menfi biçimde ilişkiler kurup, onların güdümünde
hareket eder hale gelmeleridir. Buradaki amacımız esas
olan bu grubun soy ve etnisite yapısından ziyade,
zihniyet açısından bir tespit yapmaktır.
Bir toplumu yöneten tabaka İbni Haldun’un deyişiyle
yerlilik özelliğine sahip olmalıdır. Yönetici sınıfın, halkını temsil
etmesi, toplumu yönetmesi ve yön vermesi sebebiyle
dayanışma gücü ‘’asabiyesi’’ yüksek olan bir tabaka olması
gerekir.
DIŞA BAĞIMLI AYDIN TİPOLOJİSİ
Toplumdaki seçkin tabakanın ulusal değerlerden uzak,
kozmopolit azınlık bakış açısıyla yoğrulmuş olması Toynbee’in
deyişiyle batıya sonuna kadar açık, herodian (taklitçi) yaratıcı
olmayan ve toplumdan çok onu ithal eden yabancı azınlığa
faydası olan bir zihniyetin hakimiyetini sağlamıştır. Bu zihniyet,
toplumu, taklit ettikleri toplumun işçi sınıfı haline getirmekten
başka bir işe yaramaz. 130 Toynbee’in deyişiyle eski değerlerin
dirilmesi zealotizm ve aşırı taklitçi ve yeniliğe sonuna kadar
açık zihniyetin (herodian) karşısında, muhafazakar gelenekli
kültür
130
Toynbee A.Medeniyet Yargılanıyor syf 190
326
tarihimizde ortaya çıkan ikili yapılaşma (herodian-zealot
dualizmi) toplumumuzun isabetli bir yorumudur.
Türk toplumunun 1730’lardan itibaren batılılaşma
sürecine itilmesinde rol oynayan Herodian aydın tipi
Cumhuriyet Dönemi’nde de mevcut rolüne devam etmiş,
modernleşme süreci hız kazandıkça Zealotizm yeraltına
inmiştir. Yaratıcı azınlığın yerlilik kimliği kazanamamış olması
Türk kalkınma modelinin sosyal ikilemini oluşturur.
Halktan kopuk kültürel değerlere tamamen yabancı
olan bu aydın tabaka, yenileşme modeli oluşturacakları yerde
tamamen zıt istikamette batılı kültürel değerlerle uyuma
gitmiştir. Aynı tarihsel süreçte Kokugava ve Meji dönemlerinin
Japonya’sı, Samuray Sınıfı’nın öncülüğünde çok sayıda batılı
aydını ülkelerine davet ederek milli aydınını yetiştirmiş,
modernleşme sürecini hızlandırmıştır. Eğer basit bir mukayese
yaparsak gelinen nokta itibariyle durum apaçık ortadadır.
YÖNETİMİN YABANCILAŞMASI
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleriyle
ortaya çıkan halk-elit tabaka ikiliği (Yunus Emre Türkçe,
Mevlana Mesnevi Farşça) toplumda ikili dil anlayışının
oluşmasına sebep olmuştur. Halk-aydın ikiliğinin köklerini
buradan itibaren incelememiz gerektiği kanısındayız.
Osmanlı’da ise Türkçe özelliğini koruyor ancak üst
tabaka sosyal hayatında Türkçe, Arapça, Farsça karışımı bir
dil olan Osmanlıca’yı kullanıyordu.
Toplumun ikili dilli yapısı ve yönetimi devşirmelere
tahsis ederken, kendi halkını ise toprağa bağlı köylü durumuna
getirmesi, Türk toplum yapısında derin bir yozlaşmaya sebep
olmuştur.
Esir alınan 9-17 yaş arasındaki gayrimüslim çocukların
eğitim kurumlarında (Enderun) yetiştirilmek suretiyle askeri
sınıf ve yönetim kadroları devşirme unsurlara terk ediliyordu.
327
Bu durum ise İbn-i Haldun’un (Kavim Asabiyesi) teziyle
‘toplumu birbirine bağlayan güç kaynağının zayıflamasıyla
toplumların çöküş süreci başlamış oluyordu’. Güçlü kavim
asabiyesine sahip toplumlara örnek vermek gerekirse İran ve
Arap toplumları buna iyi bir örnek teşkil ederler.
HALK – AYDIN KÜLTÜREL ZITLAŞMASI
Osmanlı’da yönetim sistemi, özellikle 1350-1600 yılları
arasını kapsayan klasik dönem tamamen devşirme modeliyle
oluşturulmuştur. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki yönetenler
arasında toplumsal hareketlilik sonucu yetenekli kişilerin
tepelere doğru tırmanmaları inkar edilemez bir gerçektir.
Yönetilenleri incelemek gerekirse çiftçi, köylü, meslek
erbabı (reaya) eğer bir üst seviyeye yükselmek istiyorsa
sadece Müslümanlara açık olan kadılık veya müderrislik
eğitimi alması gerekirdi. Stanford Shaw’a göre “Yalnızca kırsal
kesimde yaşayıp tarımsal üretim yapan halk reaya değil
kasaba ve şehirlerde oturup ticaret ve zanaatkarlıkla uğraşan
göçebeler de reaya sınıfına dahildi.’’ 131 Kanunnamelerde de
belirtildiği üzere reaya yönetici sınıftan farklı kurallara tabi, ayrı
bir zümreyi temsil ediyordu. Reayanın kıyafetleri yönetici
sınıftan farklı olduğu gibi, ata binmeleri ve kılıç kuşanmaları
yasaklanmıştır.
Bu tespitler kesinlikle tarihi yargılamak değil tarihsel
gerçekler ışığı altında günümüzü anlamak ve geleceğe emin
adımlar atabilme düşüncesine bir hizmettir.
Toynbee
bu
sürecin
1669’dan
itibaren
gayrimüslimlere, Müslüman olmadan da bir takım yeni
görevler verilmek suretiyle farklı bir boyuta girdiğini de ifade
etmektedir. Babıali tercümanlığı artık devşirme sistemi
uygulanmadan gayrimüslim tebaanın yönetime etki etmesini
sağlıyordu. Bazı aydınlarımız bundan hareketle bu gün
nedeni
olarak
geçmişten
yaşanan
başarısızlıkların
131
Shaw S Osmanlı İmp.ve Modern Türkiye s.213
328
kaynaklanan merkezi yönetim modelinin halen kimliğini
korumasını ifade etmektedirler. Nitekim buradan istikametle
Metin Heper, 1945 sonrası Türkiye’de demokratik girişimlerin
merkezi-devlet seçkinlerinin güçlerinden kaynaklandığı
görüşündedir. 132’
AYDIN SINIFININ KOZMOPOLİTLEŞMESİ
Türk sosyolojisinde, geçmişte ve halen yürütülen
çalışmalarda, tabakalaşma ve sınıf olgusuna batı normları
biçiminde bir içerik kazandırılamamış olması düşündürücüdür.
Sınıf ve tabakalaşma batı sosyolojisi açısından mesleki
farklılaşma, iş bölümünün yoğunluk kazanması, toplumsal
hareketliliğin ön plana geçerek bireyler arası ilişkiler sistemini
etkilemesi anlamını taşır.
Böyle bir dinamik yapıda insanların gelir, statü,
meslek, eğitim düzeyleri, tüketim biçimleri, değer ve inanç
sistemleri göz önüne alınmadan hiçbir ekonomik, sosyal ve
siyasal soruna çözüm bulmak ve akılcı bilimsel yaklaşmak
mümkün değildir, çünkü aynı gelir düzeyi ve konumu (statü)
paylaşan insanların birlikteliği kendine özgü bir dünya görüşü
ve inanç sistemi üretir. Bu tür bir kültürel farklılaşma, toplumda
varolan üst, orta, alt tabakaları durumuna göre biçimlendirir.
Gökalp’e göre, “Halk tarihsel geleneği temsil eden,
Türk soylu, milli kültür ve değerler sisteminin taşıyıcısı, aydın
ise modern mekteplerde yetişmiş yabancı soylu kozmopolit bir
tabakadır. Bu yapıda egemen kültür halk dışlanıyor, yönetim
ise tamamen yabancı soyluların eline geçmiş oluyordu.” 133
Uriel Heyd’in de belirttiği üzere,
“Toplumun egemen unsurunu teşkil eden Müslüman halk çiftçi,
devlet memuru ve asker kalmıştı. Yoksul Türklere Osmanlı
Devleti’nden kanlı bir kılıç ve eski tip bir sabandan başka bir
132
Heper M Türkiye’de Unutulan ve Birey s.44 71.yılda
Tebaadan Vatandaşlığa Geçiş İstanbul 1994
133
Gökalp Z (Hacı Ş. Bayramoğlu)s 54-57
329
şey bırakılmamasına karşılık hükümete hiçbir şekilde
savaşlara katılmayan gayrimüslimlerden Avrupa eğitimi
görmüş güçlü bir burjuvazi hakim olmuştur.”
Gökalp üzerine bir doktora çalışması yürüten ve İbranice
yazılarak Kudüs Üniversitesi’nce kabul edilen tezinde Uriel
Heyd önemli bir noktaya değiniyordu:
’’Osmanlı toplum yapısında yüzyıllarca yerlilik kimliğini taşıyan
Türk burjuvazisinin tamamen yabancı soyluların eline geçtiği
gerçeğiydi. Halbuki milletleşme veya ulus-devlet oluşturmak
için yerlilik kimliği güçlü, aydınlatmacı bir sınıfa ihtiyaç
vardı.’’ 134
Yine Uriel Heyd ‘’Türkler son bir kuşak içinde ortaya
çıkan toplumsal ve ekonomik gelişmelerin sonucu güçlerinde
devamlı bir surette azalmanın olduğunu görememişler,
özellikle de ticaret, sanayi ve serbest meslekler gibi önemli
iktisadi faaliyetlerin yavaş yavaş Hristiyan ve Yahudilerin eline
geçmesinin zararlı sonuçlarını yeterince değerlendirememişlerdir’’ diyerek önemli bir gerçeği ortaya koymuştur.
Heyt’e göre Türklerin gayrimüslim vatandaşlardan
iktisaden geri kalmalarının en önemli iki nedeni; ticaret ve
sanayiyi değersiz ve egemen sınıfa yakışmaz bir uğraş sayan
Osmanlı geleneği ve Hristiyan ve Yahudi toplulukların Avrupa
ile çok sıkı ilişki kurmalarıdır.
Yönetici elit kadronun yabancı kökenli oluşları, aşağı
sınıfın
ticari
faaliyette
ve
mesleki
örgütlenmeyle
yükselemeyişleri, yerli kimliğini taşıyan bir burjuvazi sınıfının
doğuşunu engellemiştir. Oysa ki batıda milletleşme süreci
ancak
burjuvazinin
doğuşu
ile
orantılı
olarak
gerçekleşebilmiştir. Taner Timur’un yerinde tespitiyle ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nda burjuvazi olacak sınıf Hristiyan olduğu için,
bütünleyici bir egemen sınıf rolü oynayamamışlardır. Tam
134
Heyd U. Türk Ulusçuluğunun Temelleri syf 87
330
tersine bunlar batının etkisi altında milliyetçi kimlikler peşinde
koşarak bölücü roller oynamışladır.’’ 135
İlber Ortaylı bir yazısında 15. yüzyıldan itibaren
sadece devşirme kökenlilere açık bulunan Enderun
Mekteplerinin yüzyıllarca kendine özgü bir yönetici sınıf
yetiştirerek Osmanlı burjuvazisinin temellerini attığını ileri
sürüyordu.
Ortaylı ‘’Belirli yaşlarda (9-17) saraya ve özel eğitime
tabi tutulan devşirme çocuklarının tamamen soylarından
koparılamayacağı, böyle bir inanışın yanlış olduğunu,
devşirme demenin Afrikalı Kunta Kinte demek olmadığını yani
136
Afrika’dan alındı, bir daha orayı ne hatırlıyor ne dönebilir’’
denilemeyeceğini belirtmiştir.
Örnek verecek olursak; devşirme kökenli Enderun’dan
yetişme Sokullu Mehmet Paşa vezir olduktan sonra kardeşini
‘’Peç Patriği’’ (bu Sırp Patrikhanesi 1459’ da Fatih Sultan
Mehmet tarafından kapatılıp kiliseleri ve cemaatini Ohri’deki
Bulgar Kilisesi’ne bağlanmıştı) yaptırmıştır. Bu görüşü
destekleyen birçok örnek tarihi kaynaklarda mevcuttur.
Kemal Karpat’a göre ‘’Son 15 yıl içerisinde batıda
Osmanlı ve Cumhuriyet’le ilgili iki yüz elliden fazla doktora
137
çalışması gerçekleştirilmiştir ’’
Bunlardan birinde Leslie P. Pierce’e göre ‘’Osmanlı ve
daha önceki İslam devletlerinin bir özelliği sadece hükümdara
sadık ve kaderleri onun iyi niyetine bağlı çok iyi eğitilmiş
kölelerin, devlete çıkarları hükümdarınkiyle çatışabilecek
soylulardan daha güvenilir ve etkili şekilde hizmet
edebileceklerine inanılıyordu.’’ 138
135
Timur T. Anatomi Dersleri,Osmanlı Kültürü syf 27
Ortaylı İ. Anatomi Dersleri Osmanlı Kültürü syf 169
137
Karpat K. Osmanlı ve Dünya syf 12
138
Pierce P. L. Harem-i Hümayun,Osmanlı İmparatorluğu’nda
Hükümranlık ve Kadınlar syf 30
136
331
Pierce ileri sürdüğü gibi Osmanlı kendi yerli halkına
güvenmeyip yönetimde yabancı soylulara yer vermiştir.
Konuya değişik açıdan bakan Halil İnalcık’a göre
yönetimin devşirme gruplarına bırakılmasını ‘’istimalet’’ olarak
açıklamaktadır. 139 Oysaki istimalet ülkesi fethedilmiş bir
toplumu, hiç değilse yönetime katılma ve diline resmi kimlik
verilmek suretiyle, onur kazandırma anlamını taşımaktadır. Bu
açıdan Halil İnalcık’ın görüşüne katılmak mümkün değildir.
Pierce’nin tespitiyle sistematik tarzda devşirilmenin
muhtemelen 1. Murat döneminde başlayıp bir sınır tanımadığı
hatta stratejik konumu bulunan yerlerin bu devşirme unsurlara
terk edildiğini önemle vurguluyordu.
Osmanlı’da ‘’devşirilme’’ yöntemine paralel olarak
gerçekleştirilen bir diğer yapı Harem-i Hümayun kuruluşudur.
Devşirme kökenli erkek kölelerin devlet yönetiminde etkin
olmaya başladıkları sırada kuvvetle ihtimal aynı nedenlerle dişi
kölelerin ‘‘cariyelerin’’ de hükümdar hanesinde önemli bir
etkinlik gösterdiklerini düşünebiliriz.
Yabancı bir prensesin veya yerli elit bir aileden bir
kadının hanedanlıkla evlilik bağı kurmasının neticesi politik
güç ve ağırlık kazanmaları cariyeler için söz konusu olamazdı.
Sultan ile yasal evlilik kadına statü ve saygı töreni
gerektiriyordu. Sultanın çok sayıda cariye edinip ikinci bir
yasak eş almamasının nedeni ona kraliçe gibi davranılması
gerekeceğindendi.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Şukrullah gibi önemli
tarihçilerimizin yanında Pierce de ‘’1.Mehmet’ten (1412-1420)
itibaren padişah annelerinin cariye olduğuna dair belgesel
kayıtlarımız vardır’’ diyordu.
139
İnalcık H. Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Problemi,Doğu-Batı
Düşünce Dergisi syf 9-34 sayı 7
332
Bu tespitlere en tipik örnek Hırvat kökenli Hürrem
Sultan-Boşnak kökenli Sokullu Mehmet Paşa dönemidir.
Bu dönem akraba ve yakınları iş başına getirme, adam
kayırma, rüşvet gibi devlet yönetimini acze uğratacak
gelişmelerin sıkça görüldüğü bir dönem olması açısından
düşündürücüdür.
1553’lere gelinceye kadar Osmanlı Devleti’nin İslam
dünyasında saygınlığı ve önderliği tartışılmazdı. Ne acıdır ki
bu tarihte Hürrem Sultan’ın kışkırtmasıyla Kanuni Sultan
Süleyman’ın oğlu şehzade Mustafa’yı boğdurtması hükümdar
üzerindeki etkisini göstermektedir. Bu hadiseler devletin
itibarını ve saygınlığını yitirmesine sebep olmuştur. Sultan
Süleyman’dan sonra tahta geçen Hürrem Sultan’ın oğlu 2.
Selim tüm yetkilerini Sokullu Mehmet Paşa’ya devretmiştir.
Enderun ve Harem-i Hümayun gibi bu iki güç ve odak
noktası imparatorluğun asabiyesini yok edip kendilerine has
özelliklerinin damgasını imparatorluğa vurmuşlardır.
Bu yapı hepsinin ötesinde Kur-an’ın da öngördüğü
‘’kavmini tanıma ve sevme’’ gibi önemli kimlik özdeşleşmesini
(asabiyetini) silip atmış ve bir toplumu harekete geçiren
lokomotif gücün aydın tabakanın, yabancı soyluların eline
geçmesine yol açmıştır. Kemal Karpat gibi günümüzün bazı
kültür tarihçileri, Osmanlı’nın örgütlenme biçimi ve çok uluslu
etnik yapısının onun hakimiyetinin uzun ömürlü olmasını
sağladığı kanısındadırlar. Karpat’ın tezi, Halil İnalcık’ın
‘’İstimalet Teorisi’’ ile örtüşmektedir. Bu da bir imparatorluğun
uzun ömürlü olması için milli bir ideolojiye dayanmayan, çok
uluslu, çok etnikli, bir sosyo-ekonomik yapıyı oluşturması ile
mümkündür tezidir.
Ne var ki; Osmanlı’yı uzun süre ayakta tutan bu yapı
1789 sonrası imparatorluklardan ulus devletlere geçiş
sürecinde Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesine sebep
olmuştur.
333
Toplumsal dengelerin altüst olduğu, erdemlilerin ve
düşünürlerin değil de sıradan insanların yönetimi ele geçirdiği,
çalma ve çırpmanın toplumun her kesiminde görüldüğü,
kültürel dejenerasyonun yoğunlaştığı, kültürel değerlerin
derinden sarsıldığı, yozlaşmanın hat safhaya ulaştığı,
toplumun kokuşmaya yüz tuttuğu bir dönemin tarihselci bir
anlayışla etüt etmemiz uygun olur kanısındayız.
Tarihsel bakış açısı ile olguları ve olayları yorumlayıp
geçmiş ile günümüz arasındaki sürekliliği sağlayıp günümüz
sorunlarına çözüm aramak için daha çok sosyoloji, etnoloji,
antropoloji ve tarih kültürüne yer vermemiz gerekmektedir.
Bizde böyle bir tarih kültür anlayışı oluşturulamamıştır.
Osmanlı ve Cumhuriyet arasında tüm bağlar koparılmış, hiçbir
ilgi yokmuş gibi bir izlenim oluşturulmuştur. Uluslar tarihinde
yönetim biçimleri değişir ama kültür, davranış ve değerler
sistemi sürekliliğini korur.
Biz bu çalışmamızda Osmanlı toplum yapısını
sosyolojik olarak ele alıp günümüzle olan etkileşimi ve
sürekliliğini göz önüne almak suretiyle toplum yapımıza şekil
veren yönetici elitleri ve günümüz toplum sorunlarının
oluşmasına ne ölçüde katkıları olduğunu irdeleyeceğiz. Bu
yabancı soylu elitist grupların kimlik yapısı, rolleri, değer
yargıları ve kültürel anlayışlarının analizi yapılmaya
çalışılacaktır. Eğer günümüzde sivil bürokrasi, sanayi, ticaret,
kitle iletişim araçlarını ellerinde bulunduran bu gelenekli elit
grup milli bir duruş yerine, tarihsel rol ve tutumlarını sürdürüp,
statü-konum devamından yana ise, gerçek milli Türk aydınının
eleştiri hakkını kullanıp, durum tespiti yapması en doğal
hakkıdır.
Bu tür bir tespit ve tahliller ırkçılık ve faşizm olarak
değerlendirilmemeli, son yıllarda gözlenen kültürel yozlaşma
ve dejenerasyona doğru sürüklenen toplum yapımızın yeniden
dikkatli bir gözden geçirilmesi ve yorumlanmasıdır.
Toplumda izleyip gördüğümüz giderek artan banka
hortumlamaları, rüşvet, kapkaç olayları, karapara aklama
334
olayları, cinayetler, soygunlar, terör olayları gelip geçici, bir
anda oluşmuş olaylar değildir. Bunların nedenleri ve çözüm
yolları ele alınmalıdır.
Toplumun itici gücü durumunda olan aydın sınıf
gelenekli kültürel yapıları, içte ve dışta bazı güçlerle
korelasyonlar kurmaları sanayi ve teknolojik gücü elinde
bulundurmaları, medya ve iletişim odaklarına sahip olmaları
nedeniyle toplumun gidişatından sorumludurlar.
Sözü edilen elitist grupların içinde önemli bir yer tutan
Yahudi, Sabetayist ve Mason gruplarını kısaca incelemenin
faydalı olacağı kanısındayız.
Osmanlı topraklarına (1492-1512) yılları arası İspanya
ve Orta Avrupa’dan 150-300.000 arası Yahudi nüfusu göç
etmiştir. Bu göçlerden önce Osmanlı topraklarında Yahudi
topluluklarının yaşadığı bilinmektedir. O dönemlerde dünyayı
saran anti-semitizm sonucu Osmanlı toprakları Yahudiler için
sığınılacak güvenilir bir durum arz ediyordu. Göç eden
Yahudiler ticaret mesleki kuruluşlar sanayi alanında hızla artan
bir oranda yer almaya başladılar. Yahudiler özellikle 1453’ ten
sonra kahyalık, subaşılık, vergi tahsildarlığı, diplomatik elçilik
görevlerine yerleştirilmişlerdir. 16. yüzyılda Osmanlı sarayında
nüfuz sahibi oldukları bazı tarihçiler tarafından yazılmıştır.
Nitekim Yasef Nasi, Donna Garcia Mennes, Esther Kyra ve
Kanuni’nin doktoru Moses Hamon’un Osmanlı siyesetini
yönlendirebilecek kadar nüfuz sahibi olduklarını hatta Yasef
Nasi’nin (1520-1579), Sabetay Sevi ve Thedore Herzl’den
önce, deyim yerindeyse, kültürel siyonizmin ön hazırlığını
yapan siyasi nüfuzu olan bir kişi olarak değerlendirilir.
Avrupa’da zulüm gören Yahudiler’le yakından ilgilenip
Osmanlı İmparatorluğu’na göçlerini sağlaması, Filistin ve bazı
belirli bölgelerde toplaması, Galata’da Yahudi kütüphanesi
kurması ve yedi köyü kendi imtiyazlı bölgesi haline getiren bir
fermanı Kanuni’den alması bu tezi kanıtlar niteliktedir. Hatta
İsmail Hakkı Danişment’e göre ‘’Kanuni Sultan Süleyman’ın
30.000 duka altını Kütahya’daki oğlu Şehzade Selim’e kimse
335
duymasın diye Yahudi Nasi ile göndermiş ve bu olay daha
sonra tahta çıkıp padişah olan Sultan 2. Selim üzerinde nüfuz
sahibi olmasına sebep olmuştur.’’ 140
Nasi’nin zenginliği, entelektüel kişiliği, girişkenliği,
Avrupa diplomasisine hakim bilgisi ve 2. Selim’in Yahudi
devşirmesi eşi Nurbanu’nun sayesinde Osmanlı sarayında
büyük nüfuz sahibi olmuştur. Bu süreçte Yahudi cemaatinin
dinamik yapıda olan hedefli mesleki tabakalaşmaları, stratejik
yerleri ele geçirmeleri, saraya nüfuz etmeleri, bir takım güçlü
odak noktalarıyla koalisyonları, Filistin topraklarına kadar
uzanan
işbirlikçi
örgütlenmeleri
izlenmeye
değerdir.
Yahudilerin ortama göre hareket edip çağın gereklerine uyup
ayakta kalmayı becermeleri ve sistemin parçası olmaya çaba
göstermeleri, devamlılıklarını ve başarılı olmalarını sağlıyordu.
Osmanlı’nın hakimiyetindeki Yahudilerin, menfaatlerine
yarayacak sayısız kayırma, imtiyaz, el üstünde tutma
eğilimlerine rağmen her şeyin bittiği sanılan bir dönemde dış
güçlerin safında yer alıp Hanedan-ı Osmaniye’ye tavır almaları
ibretle izlenilmesi gereken bir husustur.
1500'lü yıllardan beri ülkenin iktisadi-ticari ve yönetim
alanları birinci derecede Yahudi cemaatinin eline geçmiştir.
Hatta İstiklal Savaşı sonucu ülkeyi terk eden Rum, Ermeni
tüccar sınıfının yerlerini Yahudi tüccarlar doldurmuştur. 1929
dünya ekonomik krizinin hemen ardından zaten az sayıda olan
Türk kökenli tüccarlar da iflas etmişlerdir. Yahudiler ise dış
bağlantılarından ötürü tıpkı günümüzde olduğu gibi devamlı
yükselen bir tabaka olmuşlardır. Öyle ki o dönem İstanbul
Ticaret ve Sanayi Odası gayrimüslimlerin elindeydi. 1922
yılında İstanbul’da 4.267 müessesenin varlığı tespit edilmiş,
bunun sadece 1.202’sinin yani; %28’inin Müslüman Türk
olduğu tespit edilmiştir.
Yine Ahmet Hamdi Başar (1897-1971) bu dönemde
Müslüman Türk tüccarlarının bir sözcüsü olarak Türk Ticaret
140
Danişment İ.H Osmanlı Tarihi Kronolojisi cilt 2 syf 391
Süleyman Kocabaş syf 45 İst. Şubat 2003
336
Birliği’nin kuruluşuna önayak olup 1923 İzmir İktisat
Kongresi’ne katılarak milli tüccar ve milli ekonomi modelini
savunmuştur.
Nitekim 141 Donald Averen Webster’in 1936 yılında
yapılan bir araştırması sonucuna göre; ‘’İzmir Yüksek Ticaret
Okulu’na kayıt yaptıran öğrencilerin %67’den fazlası Yahudi
kökenliydi.’’ diyordu.
Batı kaynaklarına göre 20. yüzyıl başlarında Yahudiler
Osmanlı kültüründe siyasi ve iktisadi rollerini arttırmışlardır.
Eva Groepler konuyla ilgili yaptığı bir araştırmasında,
’’Dönemin İngiliz Büyükelçisi Gerald Lowher’in katkısıyla
1908’deki Jön Türk devriminde Yahudiler’e belirleyici bir rol
yüklenmekte ve bundan Jön Türklerin etkinliklerinin Selanik’te
142
yoğunlaşmış olmasıyla gerçekleştirilmekteydi’’ , tespitini
yapmaktaydı.
Yahudilerde din değiştirme ‘’dönmelik’’, yaşadıkları
yörelerin baskısı, zorlamaları karşısında vaziyet alma ve
kimliğini koruma stratejisidir. O dönem Avrupa’sında işkence,
zulüm, anti-semitizm karşısında yoğun bir baskı altında
engizisyon yöntemleri Yahudi cemaatini bunaltmıştı. Bu
ortamda avuntuyla maneviyat arayan Yahudiler tasavvufa
(kabala) sığınarak bu ümitsiz durumdan onları kurtaracak
mesihi bekliyorlardı. O günlerin etkisiyle yoğun bir din eğitimi
alan Sabetay Sevi (1626-1676 İzmir’e Mora’dan göç edip
gelen Haham Mordehay Sevi’nin üç oğlundan en küçüğü)
Tevrat’ı, Tora’yı, Talmut’u ezbere okuyabiliyor, Kabala’yı
inceliyor, özellikle Zohar (Tevrat’ın Aramice mistik yorumu) ile
ilgileniyordu. Zohar’a göre 1648’de beklenen mesihin geleceği
müjdeleniyordu. Bu tarihte Mesihliğini ilan etti. Kısa sürede
Osmanlı toprakları içerisinde bulunan Yahudilerin desteğini
141
Averen Webster D. The Turkey Of Atatürk, American
Akademy Of Political And Social Secience syf 282 R. Bali age
535
142
Groepler E., İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler syf
41-42
337
alıp giderek güçlendi. 1666 tarihinde İstanbul’a getirilip
zindana atılınca Mesihliğini inkar edip idam cezasından
kurtulmak için Kelime-i Şahadet getirip Müslüman olup,
Mehmet Efendi adını aldı. Daha sonraki hayatında ölümüne
kadar kah bir Müslüman kah bir Musevi gibi davranarak
yaşamını sürdürmüştür. Sabetay Sevi’nin ölümünden sonra
onun yolunda gidenler arasında yorum farkından dolayı
bölünme olup cemaat Yakubiler, Karakaşiler, Kapancılar
olmak üzere üç ayrı gruba ayrılmıştır. Yakubiler, muhafazakar
Türk adet ve ibadet sistemine uyan ve ayin dili olarak İbranice
ve İspanyolca’yı kullanan ve çocuklarını yetiştirmek üzere
Selimiye Mektebini açan bir gruptur. Karakaşiler ise bunu
reddederek Sabetay Sevi’nin yolunu izleyip, dışarıya kız
vermemek, kadınları boşamamak, çocuklarına 13 yaşına
gelince cemaat sırlarını açmak gibi ilkelere bağlı, eğitime
önem veren Selanik’te ilk kez Fevziye Mektebini açan
Sabetayist bir gruptur. İçlerinde iş adamları, sanayiciler zengin
tüccarlar, doktorlar, avukatlar, bürokrat, öğretmen ve öğretim
üyeleri vardır. Bir diğer grup olan Kapancılar, Sabetay
Sevi’den gelen inanç ve ayinleri olduğu gibi muhafaza etmeleri
sebebiyle Karakaşiler tarafından eskimiş softa olarak
adlandırılmışlardır. Kendi aralarında cemaatleşme, yabancı
kadınlarla evlenmeme, ticarete ve batılılaşmaya önem
vermeleriyle tanınırlar. Selanik’te Şemsi Efendi ve Terakki
Mektepleri, İstanbul’da Fevziye Liseleri, Terakki Lisesi
Kapancılara aittir.
Sözünü ettiğimiz Sabetayist gruplar sanayici, iş adamı,
akademik, ekonomik, medya, siyasal örgütlenme modelleriyle
günümüzde Türk toplum yapısında tarihsel kimliğini korumak
suretiyle
sosyolojik
olarak
egemen
sınıf
niteliğini
sürdürmektedir. Türk aydın sınıfının yapısını şu anda bu
tarihsel kökenli yabancı soylulardan oluştuğunu ileri sürmek
yerinde bir tespit olsa gerektir.
Geçmişten günümüze değin Osmanlı ve Cumhuriyet
dönemlerinde Hristiyan (Ermeni, Rum, Slav, Hırvat) ve Yahudi
cemaatleri azınlık olarak nitelendirilirken Sabetayistler
338
antropolojik olarak standart kültürün ürk toplum yapısı içinde
bir unsuru olarak kabul edilmişlerdir
Osmanlı’dan günümüze değin Osmanlı ve Cumhuriyet
döneminde her iki gruba mensup cemaatler arasında ülke
kalkınmasında, ilerlemesinde ve hizmetlerinde samimi olan
insanlarımızı hürmet ve saygıyla anıyoruz. Bilimin, sanatın ve
ticaretin gelişmesindeki payları inkar edilemez bir gerçektir.
Modern sosyoloji açısından toplumun motor gücünü
oluşturan aydın sınıfın yapısı incelenirken yönetici kimlikleri,
tarihsel
sorumluluk
taşımaları
gibi
evrensel
rolleri
incelenmelidir.
Eğer bir toplum kendine yön verecek, motive edici
unsuru olan milli aydınından yoksun kalırsa çöküş
kaçınılmazdır. Böylesi bir kültürel çöküşte veya ulusal yıkılışta
toplum tamamen ortadan kalkmıyor, varlığını sürdürüyor.
Ancak inanç ve değerler sistemi tamamen yozlaşıp aslından
kopuyor.
Son yıllarda toplum yapımızda sıkça görülen rüşvet,
kayırma, mafyavari örgütlenme biçimleri, sosyal çılgınlık,
yönetici sınıftaki dejenerasyon, halkın kılık ve kıyafetine, sakal
ve bıyığına, inanç değerlerine kadar karışılması, ırz, namus,
bekaret gibi kavramlarının tartışılır olması bu milli olmayan
yabancı soylu egemen sınıfın dayatmacı zihniyetini göstermesi
bakımından anlamlı olsa gerek.
Türk aydın sınıfını incelerken bir diğer ele alınması
gereken grup da Masonlar ve Mason Locaları’dır.
Osmanlı’da gözlemlenen ilk Mason Teşkilatı,
Selanik’te kurulmuştur. O dönemde Selanik’te yoğun miktarda
Yahudi nüfusun yaşadığı bilinmektedir.
339
Paul Dumont çalışmasında ‘’Masonluğun, Osmanlı
İmparatorluğu’nda azınlıkların özellikle de Yahudilerin elinde
bir araç olduğunu’’ ileri sürüyordu. 143
Bu hususta günümüz Sabetayistler’inden Rıfat Bali
şöyle dile getirmiştir:
‘’Yahudiler ve Sabetayistler arasında masonluğun yaygın
olduğu doğrudur ama bu durumun kendi kurgusu içinde bir
takım anlaşılabilir, mantıksal nedenleri vardır. Masonluk
düşünce olarak bir yerde evrensel bir felsefeyi, eşitliği,
kardeşliği savunuyor ve yaymaya çalışıyor, ama dini arka
plana atıyor. O zaman zaten dinden uzaklaşmış olan
Sabetaycılara masonluk çekici gelmektedir. Tarih boyunca
ayrımcılığa uğramış bulunan Yahudiler de kardeşlik, eşitlik
ilkeleri çerçevesinden dolayı masonluğa sempati ile
144
yaklaşmışlardır.’’ ,
Yine Dumont’un belirttiği üzere ‘’Masonluk evrensel bir
amentü hesabına ulusal değerleri ve kimlikleri yok etmeye
çalışan beynelmilel bir örgüttür.’’
2. Abdülhamit’in Siyonizm geçit vermez tutumu
Selanik’in o zaman 140.000 olan nüfusunun 80.000’i Yahudi,
20.000 i Sabetayist olan kısmı Abdülhamit’e düşman kesilip
İtalyan mason localarına yazılmışlar ve kısa zamanda
Makedonya’daki tüm mason localarını ele geçirmişlerdir.
Bu dönemde siyasi yaşamda çok önemli roller
oynayıp, Sultan 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinde aktif
olarak yer almışlardır.
Osmanlı’da laiklik anlayışının din karşıtı bir eğilim
taşımasında Fransız Pozitivistlerinin masonluk felsefesinin
önemli etkisinin olduğu bilinmektedir. Aydın sınıfın zorlama,
dönme ve devşirme kimliğinden ötürü İslam’a olan tepkisi yeni
143
Dumont P. Osmanlıcılık,Ulusçu Akımlar ve Masonluk
Bali R. İle Bir Röportaj Aksiyon Dergisi syf 2326,İstanbul,Ağustos-Eylül 2000
144
340
toplumsal fırsatlar neticesinde din karşıtı vaziyet almalarına
yardımcı olmuştur.
1929-1945 yılları arasında milletvekilliği yapmış olan
İbrahim Arvas’ın (1893-1965) 1964 yılında Masonluk ve
Masonlar hakkında yayımlanan yazısında ‘’Mason Localarının
bizzat Atatürk’ün emriyle, 10 Ekim 1935 yılında milli ve ulusal
menfaatler üzerine çalışmayıp, kökleri ve başları dışarıda olan
bir örgüt olmaları sebebiyle kapatıldığı‘’ hususunu açıkça dile
getiriyordu. 145
20. Yüzyıl Türk’e olmak ya da olmamak gibi bir ikili
tercih arasında karar alma sürecini diretiyordu.
Batıda Fransız İhtilali’yle başlamış olan milliyetçilik
akımıyla oluşan bu girdaptan ancak bir millet kimliğiyle
çıkmanın mümkün olduğunu Mustafa Kemal çok iyi biliyor ve
1923 yılında yapmış olduğu bir konuşmasında ‘’Bizim
milletimiz milliyetini ihmal edişinin çok acı cezalarını çekmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli toplumlar, hep milli
inançlarına sarılarak, milliyetçilik ideallerinin kuvvetleriyle
kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve
onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinde
kovulunca anladık’’, şeklinde dile getiriyordu.
Bu istikamette bizzat Atatürk’ün emriyle milletleşmenin
özünü teşkil eden ortak dil, ortak kültür ve ortak bir duyguda
birliktelik sağlamak amacıyla Türk Dil ve Tarih Kurumları ile
Türk Tarih ve Coğrafya Fakültesi kuruluyordu. Bu çalışmalar
yeni kurulan devletin dayandığı ulus-devlet tezinin özünü teşkil
ediyordu.
Atatürk’ün zamansız ölümü yerini alan kadroların
dünya politikalarında onun gibi belirleyici olamaması, hatta
yabancı soylu devşirme gruplarıyla ortak hareket etmesi, yeni
bir milli aydın sınıfın gelişmesine engel olmuştur. Bu dönme ve
devşirme grupları bu dönemden sonra da istisnasız tüm odak
145
Arvas İ.,Tarihi Hakikatler,syf 62-69
341
noktalarını ellerinde bulundurmaları, imtiyazlı olmaları, iş ve
ticaret sistemine hakim olmaları, kendine özgü kültür ve inanç
sistemleriyle halktan kopuk seçkin bir zümre olarak varlıklarını
sürdürmüşlerdir.
Türk aydınının millileşememesi, kendi çıkarlarını
toplum çıkarlarından üstün görmesi, rüzgara göre hareket
etmesi, tarihsel yabancı soylular ile iş birliği yapıp üzerine
düşen sorumlulukları alamayışı, bilgi ve iradeye sahip
olamamaları sebebiyle yerlerini soy ve kan bağlarını koruyan,
dayanışmacı yabancı soylulara bırakmak zorunda kalmışlardır.
Aydın sınıfın kozmopolitleşmesinin, ulusal değerlerden
uzaklaşmasının, tarihsel gruplarla gününü gün etmesinin
bugün ülkenin içinde bulunduğu ortamı gözlemlemek
açısından önemli olduğu kanısındayız.
Aristoteles bir eserinde ‘’Atina Sitesi (devleti) kaleleri
ayaktayken ahlakı harabe olmuştur.’’ diyordu. Bu o günkü
Atina’nın içine sürüklendiği yozlaşma ve dejenerasyonun
tespiti açısından önemlidir. Günümüz Türk toplum yapısına bu
tespit ışığında bakarsak; içinde olduğumuz durumu daha iyi
etüt edebileceğimiz şüphesizdir.
Günümüz tarih felsefecileri yaptıkları çalışmalarda
toplumların doğuşu, ilerleyişi, yükselişi ve nihayet çöküşleri
konusunda ilgi çekici tespitler ortaya koymuşlardır.
Toynbe’ye göre bu sürecin baş aktörü yaratıcı
azınlıktır: ’’Uygarlıklardaki çöküşün; yaratıcı gücün kesilmesi,
buna bağlı olarak çoğunluğun taklit gücünün durması ve
nihayet toplumun bütünüyle birliğinin kaybolmasıdır’’.
Herhangi bir toplumun yaratıcı azınlığı soysuzlaşarak
artık yetenekli olmadığı bir konumu zorla elinde tutmaya
kalkarsa, egemen bir azınlık durumuna düşer. Bu da içerde
yaşayan çoğunluk halk ve dıştaki güçlerin tepkisini getirir.
342
Osmanlı bu tarihsel süreç,
istikametinde ömrünü tamamlayıp
silinmiştir.
tespit
tarih
ve teşhisler
sahnesinden
Henry Ford’un tarihi anlamaya ilişkin bir sözü vardır
‘’Ne kadar geriye bakarsanız o kadar ileriyi görürsünüz’’.
Cumhuriyet Döneminde ve şu an günümüzde halkaydın ikili toplum yapısının devam etmesi, bu halkı sevmeyen,
değerlerine saygı duymayan, kilit noktalarını elinde
bulunduran, medya ve iletişim organlarına sahip olan ve
bürokrasiye hakim olan grupları dikkatle gözlemlemekteyiz.
Şu an ülkemiz çok önemli bir tarihsel süreçten
geçmektedir. Bu şartlar içerisinde içimizde bulunan egemen
azınlık bir Truva Atı vazifesini görüp savunma mekanizmamızı
olanca gücüyle yıpratmaktadır. Ellerinde bulundurdukları
medya iletişim araçları ve eğitim yoluyla her gün ülke
menfaatlerinin aleyhinde yayınlar yapmaktadırlar.
Doç. Dr. Birol Ertan “Ermeni Sorunu ve Aydınların
Sorumluluğu”. isimli bir yazısında ’Türkiye, toplumunun
düşünce ve inanç sistemi ile aydınları arasında çok ciddi ibir
bunalımla karşı karşıyadır. Türk aydını, devletin karşısında
olmayı, devlete ait olanı eleştirmeyi, devletin yanında saf
tutmayı, aydın olmak için gerekli bir varlık nedeni olarak
görmeye başlamıştır. Bu durumun kaynağı ne olursa olsun,
sağlıklı sonuçlar üretmesi söz konusu bile olamaz. Oysa,
güçlü bir Türkiye’ye bağımsız düşünen ve yaşayan eğitimli bir
Türk toplumu olmadan Türk aydınının güçlenmesi ve bağımsız
konumunu sürdürmesi söz konusu olamaz.
Bir ülkede bağımsız bir aydın olmak, ancak o ülkenin
aydını olmak ile gerçekleşebilir. Ülkenin ulusal çıkarları,
bağımsızlık ve egemenliği, o ülkenin aydınının gücünü yaratan
ve onu yeniden üreten bir pratiktir. Bu doğrultu da aydın olmak
için aşağıdaki nitelikler ’’olmazsa olmaz’’ ilkelerdir.
343
1- Başka ülkeler, dış destekli çıkar grupları ve mafya benzeri
illegal örgütler tarafından yönlendirilmemek.
2- Ulusal çıkar düşüncesinden yoksun olmamak.
3- Başka ülkelerin ve yabancı istihbarat örgütlerinin desteğine
bağımlı hale gelmemek.
4- Ülkenin temel ve güncel sorunları yerine, kendisine
dışardan ısmarlanan gündemler ile meşgul olmamak.
5- Halkı küçümsememek ve aşağılamamak.
6- Soyut teorilerden oluşan sonuçsuz tartışmalar içinde
boğulmamak.
7- Politika ve politikacıyı küçümseyerek halkı politikadan
soğutmamak.
8- Yabancı güçler ve istihbarat örgütleri ile çıkar ilişkilerine
girmemek.
9- Devlet, yabancı devletler, gizli örgütler ya da güçlü diğer
örgütlerin yapması gereken işleri, onlar adına üstlenmemek.
10- Kendi kişisel özellikleri olan ırk, etnik, grup, din, dil ve
cinsiyet gibi unsurları öne çıkararak bu özelliklere sahip
gruplar lehinde çalışmalar yapmak.
11- Halkının, toplumun ve insanlığın uzun dönemli çıkarları ve
barış için çalışmalar yapmak.
Aramızda, bu niteliklere daha bir çoğunu ekleyecek
olanlarımız bulunabilir. Ancak yukarıdaki özellikler, bu ülke
aydınının sahip olması gereken temel ilkelerdir. ’’Avrupa
Birliği’ne giriş sürecinde giderek artan Rum Pontus, Fener
Ortodoks Patrikliğine Ekümeniklik statüsünün kazandırılması,
Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi, Kürt meselesi gibi konuların
bu çevrelerce hiç de milli olmayan bir şekilde sık sık gündeme
getirilmesinin bir anlamı olsa gerek.
Modern sosyoloji anlamında Osmanlı ve Cumhuriyet
dönemi üst sınıf ve aydın sınıf hakkında kimlik yapısı, dünya
görüşü, yaşama biçimleri, değerleri, kültürleri hakkında
sistematik bir inceleme ve araştırma yapılmamıştır. Bu şekilde
toplum yapısı ve içeriği araştırılmadıkça toplumda yaşanan
sorunların ve gerginliklerin çözümü konusunda fikir yürütmek
ve çare aramak zorlaşır.
344
Günümüzde çağdaş sosyoloji, sadece olayların
akışını, neden-sonuç ilişkilerini ve örgütlenme biçimlerini
araştırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumun tedavisi,
yozlaşma ve kültürel çözülme gibi sorunların çözülmesi,
sağlıklı bir yapıya kavuşturulması gibi bir iyileştirme yöntemini
uygulamaya aktarmakla yükümlüdür.
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Tarihselci bir yaklaşım ile irdelemekte olduğumuz
olayların olmuş bitmiş olgular değil, birbirlerine bağlı, süreklilik
teşkil eden ve günümüzü de etkileyen olaylar oldukları
gerçeğini örnek ve ispatlarla göz önüne sermeye çalıştık.
Temel varsayımımız; Osmanlı’nın kendi halkını toprağı işleyen
köylü durumuna getirirken yabancı soyluları askeri, sivil
yönetim kademelerine getirmek suretiyle toplumda ikili bir
yapılaşma oluşturmasıdır.
Bu tarz bir yapılaşma süreç içerisinde yabancı soylu
sınıfı devletin tüm sistemini etkileyen hakim bir sınıf haline
getirmiştir. Bu tespitlerden istikametle Osmanlı neden böyle bir
yönetim biçimi oluşturup halkını üst yönetim kademelerinden
dışlamıştır? Bazı tarihçilerimizin ileri sürdüğü gibi ister
fethedilen ülke halklarının sempatisini kazanmak ve onları
yönetime katmak -istimalet’in bu olmadığı, devletin merkezinin
yabancı soylulara terk edilmesinin istimalet olarak
adlandırılamayacağını belirtmiştik-, isterse karşı unsur gibi
görülen Türkmen soydaşlarının yönetime tehdit olarak
algılanmasının mantıklı bir yanı yoktur.
Yaşanan süreç gösteriyor ki bu yönetim tarzı ulusdevlet olmayı, milli aydın sınıfının yetişmesini sağlayamamış,
ülke bütünlüğünü dağıtacak etnisiteyi güçlendirmiştir.
Büyük İslam düşünürü ve tarih felsefecisi İbn-i Haldun
Mukaddime adlı eserinde, ’’Toplumu ayakta tutan boy ve soy
ilişkisidir. Bu doğal bir güçtür. Toplumda insanlar arası ilişkiyi
ve dayanışmayı meydana getirir. Soy ve dayanışma bağı
345
bulunmayan toplumlar ayakta kalamazlar.’’ diyerek önemli bir
tespit yapıyordu.
Soy bağı, insanları, akraba ve yakınlarını, aynı kültürü
paylaşan toplumun fertlerini birbirine bağlayan önemli bir
unsurdur.
Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve aynı
soydan geldiklerini kabul edenler arasında dayanışma aidiyet
duygusunu ortaya çıkar.
İbn-i Haldun’a göre insan varlığı birlikteliği gerektirir,
bu da birbirine yakın olma ve soy bağlılığıyla gerçekleşir.
Asabiyet, birbirine soyca bağlı olanları bir araya getiren,
diğerlerinden ayıran, ötekilerine karşı kendini savunmaya
hazırlayan bir düşünce birliğidir.
İbn-i Haldun insanlar arası ilişki düzenini, birbirlerine
kan veya soy bağı ile bağlı olanların birlikteliği, temel asabiyet;
toplumların gelişme ve farklı gruplarla olan ilişkilerinin düzeni
sonucu oluşan üst asabiyet, olarak iki farklı kategoride ele
almıştır. Osmanlı modeli, temel asabiyet ve üst asabiyeti
birbirlerine karıştırarak toplum yapısını altüst etmiştir. Bu yapı
Cumhuriyet devrinde Atatürk sonrasında milli aydın sınıfı
oluşturma çabalarının akamete uğramasıyla sürekliliğini
korumuştur.
Günümüzde toplumunda üst asabiyet kategorisini
oluşturanlar, olaylara bakış açıları, inanç değerleri, ilişkiler
sistemi, toplumun bunalımlı dönemlerinde vaziyet alışları
örnekleriyle açıklandığı üzere temel asabiyet rolünü
oynamaktan çok uzaklaşmışlardır.
Yüksek tabakanın kokuşması, toplum dayanışmasının
yitirilmesine sebep olur. Üst tabakanın kokuşması, tüm kurum
ve kuruluşların yozlaşmasına ve bozulmasına yol açar.
Düşünce olarak etik değerlerden uzak, merhamet duygusunu
taşımayan ve kaynağı belli olmayan zenginleşme süreci, tüm
sistemi kontrol altına alarak hızla vahşi bir kapitalistleşme
346
sürecine kapılır. Bu tür bir yapılanma da gittikçe artan bir hızla
çoğunluğu teşkil eden yoksul halkı daha yoksul, zengini daha
zengin hale getirir. Bu da toplumda zengin ve yoksul
kutuplaşması olgusunu meydana getirir. Bu süreçte yoksul
kesim olan halk daha iyi yaşam ve iş bulmak gayesiyle, büyük
şehirlerin varoşlarında gecekondu olgusunu meydana
getirirler. Bu da büyük kentlerin etrafında her türlü
yoksulluğun, olumsuzluğun, fakirliğin yaşandığı suça ve
suçluya zemin teşkil eden altyapıdan yoksun gettolar
oluşmasına neden olur.
Mason, Rotary locaları, sanayi ve iş adamlarınca
oluşturulan sivil toplum kuruluşları, diğer dernek, sendika,
siyasal partiler ve basın yayın organlarının kilit noktalarında
bulunanlar, eğitim-öğretim sistemi ve bürokratik yapıda yer
alanlar ile halkın artık aynı tasa ve kıvancı paylaşması
gerekmektedir. Ülkemiz insanının çoğunluğu işsiz, güçsüz,
yoksulluk sınırında, yetersiz olan beslenme koşulları ile
bağlantılı, sağlıksız ve eğitimden yoksun. Bu oluşan tabloda
sizlerin hiç mi kabahati yok? Kim bu insanlar, nereden çıktılar
dediğiniz ‘’Siyah Türkler’’ , ‘’Esmer vatandaşlar’’ bu insanların
inanç ve değer sistemleriyle uyuşan ekonomik ve sosyal
imkanları götürebilseydiniz, ‘bu insanlar şehirlerimizi
yaşanmaz hale getirdiler’, diyerek hayıflanmazdınız.
Meseleyi bunca irdeledikten sonra sonuç olarak
tespitimiz şudur ki; batı toplumları son iki yüzyıllık ilerlemelerini
milli aydınlarını yetiştirebilmeleri suretiyle sağlamışlardır. Bu
aydınlar kendi ülkelerinin ekonomik, sosyal, siyasal
ilerlemelerinin baş aktörleri olmuşlardır. Şu an Türk aydın
sınıfının kendi inanç ve kültür sistemiyle halk ile bütünleştiği
görüşü savunulamaz.
Yüzyıllarca yönetimden dışlanan eğitim-öğretimden
yoksun bırakılıp, sadece toprakla uğraşan, cephelerde
savaşan, yoksulluktan kıvranan halkın bu yabancılaşma
konusundan kurtulabilmesi ancak kendine dönüş yapmasıyla
mümkün olabilecektir. Buda halkın kendini tanıyıp bilinçlenme,
347
ne olduğunu bilip, karşıtlarını tanımasıyla gerçekleşecek bir
süreçtir.
Bu süreçte batı bilimsel zihniyetiyle yetişmiş yeni
kuşakların, aydın-halk toplum yapısını irdeleyip yorumlaması
gerekmektedir.
Bilimsel ve çağdaş metotlarla yetişmiş, yerli kimliği
yüksek, erdemli, dürüst olan aydınlar, uzunca bir süre
horlanmış, itilmiş, inanç ve ahlaki değerleri mükemmel olan
halkla aynı tasa ve kıvançta buluşma sürecini başlattıkları
takdirde eminiz ki toplumumuzun bünyesi hastalıklardan
arınmış sağlıklı bir yapıya kavuşacaktır.
Gelecekte var olacak tam bağımsız güçlü bir Türkiye
için milli, bilimselci, erdemli, dürüst Türk aydın sınıfının
yetiştirilmesi, eğitim-öğretim sistemimizin ana hedefi olmalıdır.
348
KAYNAKÇA
1. Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi Timaş
Yayınları İstanbul 2005 Prof. Dr. Orhan Türkdoğan
2. Türkçülüğün Esasları Bordo-Siyah Klasik Yayınları
İstanbul 2005 Ziya Gökalp
3. Ermeni Sorunu ve Aydınların Sorumluluğu Aktüel
Dergisi İstanbul 2005 Yrd. Doç. Dr. Birol Ertan
349
ÖZGEÇMİŞ
1970 yılında İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi
İktisat Fakültesini bitirerek öğrenimini tamamladı. Bahçeşehir
Üniversitesi Hükümet Ve Liderlik Okulu Tarafından
Düzenlenen “Siyaset Okulu” “Küresel Liderlik Forumu” Ve
“American Studies” programlarını başarı ile tamamlamıştır.
350

Benzer belgeler