- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş mart 2013 - sayı 24 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! ‘süreci Devlet bozan neden düşmanımdır!” Öcalan’la? ya xızır!. tırk kürt ittihatçı ittifakına hayır!? kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] İstanbul temsilcisi: savaş erdoğan tel: 0535 38 95 778 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 mart 2013 sayı: 24 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek - Sakine Polat Sayfa 05 - XIZIRO KHAL - Munzur CÖMERT Sayfa 08 - Dersim 38′in Kamera Kayıtları SGM Arşivinde mi? Sayfa 09 - RÖPORTAJ - REA HAQ Rea Haq: Kirmanç-Kurmanç Sayfa 12 - Kimlik Siyaseti’ Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 14 - Bir Kavram Bin KırımYanılsamalar-2 Ali Kanlı Sayfa 15 - Bir resmi görüşümüz daha mı oluyor acaba? Yetvart Danzikyan Sayfa 16 - HER CEMEVİ YIKILSIN.. KALINTILARI DA YAKILSIN… Serkan Güzel Sayfa 17 - Gava ku kevneşopên bingeha olekê neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin! Kemal Tolan Sayfa 18 - Nişanyan’a dava açıldı! Sayfa 19 - Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabıüzerinden 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücade leleri, milliyetler ve sömürge meselesi üzerine bir tartışma... Recep Maraşlı Sayfa 24 - TC Solu İflasa Dogru Giderken İbrahim Seven Sayfa 25 - Holokost ve Türkiye A.Sait Çetinoğlu AÇIKOTURUM dünden bugüne halkların KIZILBAŞ SİYASETİ Ankara Meydan Sahnesi Atatürk Blv. Zafer Çarşısı yanı. No: 61/12 Kızılay-Ankara Açılış saat: 11.00 Başlanğıç Saat:12 Düzenleyen: Kızılbaş Dergisi Ankara Temsilciliği Tel: 0506 818 66 55 Sayfa 31 - 1897 XANASOR OLAYI, 40 BİNLİK UYDURMA VE GERÇEKLİK Hovsep Hayreni Sayfa 35 - “Büyük Barış”tan korkuyorum Baskın Oran Sayfa 36 - Çerkes Ethem, 1915/16 ve Çerkesler SELÇ U K UZ U N Sayfa 40 - İsveç’ta Abdullah Gül’ü Protesto Mitingine Çağrı Sayfa 41 - Yedikule Zindanı, Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi Prof. Ayşe Hür Sayfa 45 - Osmanlı’da İttihat Terakki’nin Doğuşu ve İktidarı - I Sayfa 47 - öcalan BDP görüşmesinin tam metni! Sayfa 51 - Devlet neden Öcalan’la Oturdu? Cemil Gündoğan Sayfa 52 - TSK: Operasyonlar Öcalan’ın mektubu için durdurulmadı Sayfa 53 - Kandil, İmralı’ya uyacak Sayfa 54 - Erdoğa: Dünyada gidebilecekleri yer çoktur Sayfa 55 - ‘süreci bozan düşmanımdır!’ Zilan Dersim Sayfa 56 - ÇÖZÜM VE BARIŞ MI, APO’YU KULLANARAK KÜRDİSTAN SORUNUNU YÖNETMEK, BÖLMEK VEYA TÜMDEN TASFİYE ETMEK Mİ? Av. Medeni Ayhan Sayfa 60 -Türkiye’de Soykırımcıların Kahramanlaştırılması Üzerine Meline Anumyan Sayfa 64 - Oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerini 33 yıldır arayan Berfo Kırbayır, bu sabah 105 yaşında, hayatını kaybetti. Sayfa 64 - 8 Mart Dünya Emekçi Kadınları İçin... halklarının ortak bayramı olan nevruz bayramımızı kutluyoruz kızılbaş - sayfa 4 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü güçleri Kürdistan ordusuna dönüşerek. Kürt illerinin idari ve siyasi işlevini üstlensin... ile Taraflar, Süleymaniye’de diğer Kürt örgütlenmelerinin de katılımıyla çözüm masasına oturulsun.... görmek *** Bunlar yok, hakgötüre!. polisiye işler ile bu iş sonunda PKK’yı tasfiye eder. Kürt milli meselesini erteler... Sakine Polat Kürt milli mücadelesi kendini yenileme yeniden yapılandırma ile yüzyüzedir!... İşi kişinin aynasıdır. Siyasetin de pratiği aynasıdır. Söyleme değil, yapılana bakmak görmek anlamak gerekir. Evet; Mit - Öcalan görüşmeleri yapıldı. Peşinden devlet BDP den kimlerin İmralı’ya gideceğine karar ve izin verildi. İmralı’da Öcalan BDP-DTK heyeti ile görüşmeler yapıldı emirler verilip notlar tutuldu. Görüşmenin metni basına sızdırıldı. Bundan çok rahatsız oldular. İkinci bir heyet Kandil’e gönderildi. Kandil + Devlet + İmralı = İttifakının kalıcılaştırılması için özenli bir çaba sarf ediliyor. Peki Bu ittihatçı ittifakın gelişmesinin biz Kızılbaşlara yansıması nasıl olur? Hiç düşünmeyecek miyiz? Öcalan, daha işin başından tavrını kesinleştirmiş. “Süreci bozan düşmanımdır!” tehdidi ile de bunun altını çizmiştir. Öcalan siyasetinden, Kürt milletinin ekonomik demokratik siyasal ve ulusal talepleri doğrultusunda normal insani demokratik çözümler beklemek aşırı saflık olacağı kanısındayım!... Özgür olmayan bir bireyin bu denli hayati önem taşıyan bir konuda kendini birincil derecede yetkili kılması antidemokratik bir tutumdur. Bu durumu bilip de göz yummak ise devletin ekmeğine yağ sürmektir. Devletten bağımsız olanlarca sürece müdahale edip Öcalan’ın tüm yetkileri alınmalıdır!... *** Kürt milli meselesinin çözümü gizli kapılar arkasında değil, kamuoyu önünde açık ve demokratik bir ortamda yapılmalıdır. Tarafların katılım ve eşit koşullarda, şahit, dost ülke temsil- cilerinin de katılımıyla Birleşmiş milletler delegasyonunun gözetiminde yapılmalıdır. Bugüne kadar yürütülen polisiye yöntemler derhal lağv edilmelidir. Ya boyun eğip biat edecekler. Ya da kendisini demokratikleştirip yenileyip davalarına sahip çıkacaklar. Öcalan’ın mesajları ayrıca yerli halklara karşı düşmanlık içermektedir. Eleştirilip rededilmelidir. Bizim arzumuz Kürt milli mücadelesinin teslimiyete uğratılmadan kendi zaferine ulaşmasıdır. Soykırım ve katliamcı tarihi ve siyaseti temcit pilavı gibi ısıtıp yeniden gündeme taşınmakta. İdris-i Bidlisi’den Yavuz’a, Yavuz’dan bu güne yapılankatliam ve soykırımlarındaki müslüman (Türk- Kürt) ittifakına işaret ediyor!... Osmanlıdan cumhuriyete geçişteki ittihatçı ittifakı hatırlatıyor!.. Öcalan’ın siyaseti bize güven vermiyor!.. *** Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri, içinde bulundukları atıl çürük durumdan çıkmanın yollarını aramalıdır. CHP gölgesinde bulunmak köklü çürümeyi hakim kılmaktadır. Bu durum da hızla tırklaşma ile sünnileşmeyi getirmektedir. Kendini az-çok bilen her birey, her Kızılbaş aklını başına devşirip yeniden düşünmek zorundadır!.. Kendimizi korumalı ve gelebilecek zarar ve ziyanlara karşı kendimize sahip, çıkıp kendi öz örgütlenmemizi üretip geliştirmeliyiz!.. Aksi durumda köklü bir asimilasyon ve kırım ile yok edilme tehlikesiyle yüz yüze kalabiliriz!.. 24 Nisan Ermeni Soykırımı!. 72 milleti hak bildiklerini söyleyen AleviBektaşi örgütlenmeleri kendilerini soy kırımcılarından köklü bir kopuş yapmadan, kendileriyle ilgili hiç bir taleplerinde başarılı olamazlar!... İşi kişinin, Siyasetin pratiği de örgütlenmenin aynasıysa, Alevi-Bektaşi örgütlenmelerinin de pratiğine bakarak aynalarını görmeliyiz!... Çok geç kalmadan kendimize sahip çıkmanın ekonomik demokratik ve siyasal araçlarını üretmeliyiz!.. Hiç bir Alevi-Bektaşi örgütlenmesi ne yazık ki bugüne kadar kendisini bu ırkçı, inkarcı, faşizan ittihatçı siyasetinden ayırmamıştır. Bu faşizan ve inkarcı tutumları kendilerini kınalı keklik güruhuna tabi kılmıştır!.. Devletin ve Öcalan’ın yaptıkları barış(!) görüşmeleri, işletilen siyasetin açığa çıkartılmasına katkı sunması da hayırlıdır!... Kızılbaşlara öze dönüş, yenilenme, yeniden yapılanma çabasında, kendilerini önemli ve sorumlu görevlerin beklediğini tekrar hatırlatmak isteriz. Devlet Kürt meselesinin çözümünde samimi ise Öcalan’ı serbest bıraksın, silahlı kuvvetlerini de Kürt coğrafyasından çeksin. Devlet kurum ve kadrolarını tahliye etsin!... Halkların ortak bayramı olan sultan nevrozu kutluyoruz. Öze dönüşümüze vesile olması isteriz. Birleşmiş Milletler nezdinde çözüm için adımlar atsın. Kürt PKK silahlı Xale XIZIR ayındayız sabır ve bereket dileklerimiz ile. can cana... kızılbaş - sayfa 5 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 XIZI RO K HAL Yitiqatê Dêrsımi de Hazar Çêverê Serê Sodıri Mu n z u r C ÖM E RT Anadoliye ra bicê hatanu Asya Düri yitiqatê zafine de Xızır esto. Xızıri, her mılet xorê eve çımê vêneno. Kami çım de ”mordemê sata tengewo”, kami çım de ”sevekdarê dar u beri, kêwe u bostaniyo”, kami çım de ki çiyo de bino. Ma wazenime ke naca de ero cı bıfetelime ke ala no sarê Dêrsımi Xızıri nas keno nêkeno? Eke nas keno yine çım de Xızır kamo? Şiya Xızıri yitiqat u kulturê dinede çutır asena, no çutır sewlê xo dano ra weşiya dine ser? Qe yitiqatê sıma ro cı bêro qe meêro, sarê Dêrsımi ke qeseykerdene musnê domanunê xo, tewr verende domani na qesa ”Xızır”i musenê. Ni ke domanu cênê xo vırane vanê ”Xızır to mırê pil kero!”, nanê ro vanê ”Xızır to mırê khal kero!”, duwa u recay kenê vanê ”Xızır to wayırê emrê dergi kero!” Eve na qeyde domani namê Xızıri musenê. Domani ke hurdi hurdi feteliyayi ki nafa hêkmeta Xızıri vênenê. Hard de lulık ke bivênê pi vano ”Namê ni Astorê Heqiyo”, hes ke bivênê vano ”Xızıri no kerdo hes”, dare ke bivênê vano ”Dara Xızıriya”, gol ke bivênê vano ”Golê Xızıriyo”, ko ke bivênê vano ”Mekenê Xızıriyo”, nisange ke bivênê vano ”Nisangê Xızıriyo”. Domanê sarê Dêrsımi iste nia benê pili. Eke heni ro sarê Dêrsımi çım de Xızır zobinao. Sarê Dêrsı-mi, Mıslımanê Tırki ’be Kurdu ra ke Xızıri kamci çım ra vênenê, yi na çım ra nêvênenê. Yitiqatê Dêrsımi de Xızır, têyna ”mordemê sata tenge” niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Heqo. Heq, hazar u jü namunê Xızıri ra jükeko. Namê diyê jü ”Xızıro Khal”o, jü ”Khalo Sıpe”wo, jü ”Asparê Astorê Qıri”yo, jü ”Wayır”o, jü ”Xızırê Bonê Taseniye”o, jü ”Xızırê Pırdê Suri”yo, jü ”Meymanê Hewsê Qızılbeli”yo, jü ”Meymanê Ana Yemise”wo... ma nêşikinme ke nine eve mardene bıqedenime. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Wayıro. Wayırı ki Yitiqatê Dêrsımi de jü niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Astarê Destê Sodıriyo. Yitiqatê sarê Dêrsımi de caê seri Xızıri dero. Xızır, Wayırê sarê Dêrsımiyo ama yitiqatê dinede tek Wayırı ki Xızır niyo. Wena Yitiqatê Dêrsımi de Wayırê Çêi esto ke no sarê çêi sevekneno; Wayırê Mali esto ke no mali sevekneno; Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê Khuresu ra esto ke ni ki qomê Dêrsımi seveknenê. Yitiqatê Dêrsımi de çımê rındeni, roşteni ’be xêreni de Xızır, Khures, Duzgın, Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê Çêi ra estê. Çımê xıraviye, tariye ’be gıraniye deki Mordemê Nêweşiye, Mılaketê Gıraniye ’be Mılaketê Xıraviye estê. Sarrê nine Evdıl Musao. Ni, eskerê Evdıl Musayê. Ni, qe jü xıraviye bêyizna di nêkenê. Evdıl Musa Sereskerê xıraviyeo. Tavi heto binde ki raa Evdıl Musay de eke bi tari loqme danê, cêrenê Evdıl Musay vero ke wo eskerê xo yine ser meerzo, yinerê xıraviye mekero. Xızır ke va, mordem gereke Astorê Qıri ki biaro xo viri. Yitiqatê Dêrsımi de Astoro Qır jê şiya Xızıri dira nêvısino. Xızır mordemo de ciamerdo, kokımo, herdisa xuya sıpiya de derge esta, kıncê xo sıpeyê, çüye ki dest dera. Mordemê kokımi rê tavi ke astor lazımo. Astoro Qırı ki jê Xızıri sıpeo. Coku sarê Dêrsımi namunê Xızıri ra jüki ”Sıpella” no pa. Jiar u Diarê Dêrsımi pêy de jede namê Xızıri esto. Taê Jiar u Diarê Dêrsımi estê ke nine pêy de têyna namê Astorê Qıri esto. Sarê Dêrsımi Astoro Qır gol de diyo gol kerdo Jiare, kemer de diyo kemer kerdo Jiare. Astoro Qır Xızırê Khali ra nêbırrno ra, qırvani kerdê êştê lıngunê Qıri ver. Coku, cem u cematunê sarê Dêrsımi de ke bavay venga Heqi danê, kılama heqiye eve namê Xızıri, Astorê Qıri, Khuresi, Duzgıni kenê ra cı vanê eve nine ki xelesnenê. Xızır, Wayırê çerx u pewraziyo, Wayırê hard u asmeniyo, Wayırê ram u comerdiyewo. Xızır, têyna mordemê sata tenge niyo, verende mordemê sata wesewo. Kami ke weşiye de Xızır ardo ra xo viri, tengiye de ki Xızıri wo xo viri ra nêveto. Xızır albazê _Ğeribuno, piyê bêkêsuno, omedê feqiruno, xelasê xelasuno. Coku Xızır boina dılxê kokımu ’be feqiru dero. Xızıri de Cenet u Ceneme çino. Wo hesavê xo na dina de vêneno. Kuyno dılxê kokımê de feqiri yeno to keno yintam. Xora ke tı kokımu ’be feqiru rê wayır veciya, yine sero şiya, yine çık ke waşt to da cı, to yi seveknay Xızırı ki varneno toro, jüya to keno hazare. Nê eke to ke ri kokımu ’be feqiru nêda, yinerê wayır neveciya, yi neseveknay wo taw Xızırı ki adırê mordemê nianeni sayneno. Xızıri çım de ceni u ciamerd jüyo. Wo, Qızılbêl de ke Dewres Sılemani rê biyo meyman, Taseniye de ki Ana Yemise rê biyo meyman. Yitiqatê Dêrsımi de ceni u ciamerdi jüvini ra nêbırrnenê ra, domanu ki nêerzenê hetê pêy. Raa heqiye de kês nêzano ke Heq kami dero; ceniye dero, ciamerdi dero, domani dero? Mıslımani bê, Isewi bê ni qe Heqê kızılbaş - sayfa 6 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 xo nêvênenê. Ama sarê Dêrsımi heni niyo. Xızır, Dêrsım de Kêmerê Duzgıni dero, Jele dero, Golê Buyer Bavay dero, Bağıra Sıpiye dero, Koê Qosani dero, Yıxır Gol dero, Taseniya dewa Bamasuru dero, Qızılbêlê dewa Khuresu dero... koti vacê uca dero. To ke zerê Xızırê xo vıraşto, koti ke vacê uca Qırê xo rameno verê to. Xızır, mordemo de zerehirao. Kami ke piştigê Xızırê xode mokêm pê gureto, yira nêxapiyo, mordemo nianen şikino ke Xızırê xode çiyê sero werêno ki. Dêrsımi ra Dewresê Xızıri ra vato ”Dêrsım ke qırr kerd tı koti biya?” Qızılbêl de Dewres Sıleman cıra vato ”Eskerê Evdıl Musay ke erzeno ma ser çıra marê wayır nevecina?” Kamci yitiqat de mordem Heqê xode nia jê dı bırau nano werê? Des u Dı asmu ra jü asme, sarê Dêrsımi Xızırê xorê bırrna ra. Naê ra ”Asma Xızıri” vanê. Asma Xızıri, asma Gağandi ra dıme, ama asma Gucige ra raveri yena, wortê ni dı asmu de manena. Hesavê qeleme(Miladi) ra ke 13’ê va (13,Ocak), hesavê Dêrsımi de(Rumi) 1’ê asma Xızıri vano. Na asme de çhar hêşti Rocê Xızıriyo. Rocê Xızıri hirê rociyo. Sêseme, çharseme, ’poncseme roce cênê, yene qırvanu kenê. Sarê Dêrsımi pêro zerê jü hêşti de Rocê Xızıri nêcênê. Ca ’be ca ,dewe ’be dewe, ucağe ’be ucağe, aşire ’be aşire herkês na çhar hêştu ra jü de cêno. Tavi, asma Xızıri de Xızır vecino meymaniye. Xızır ke dinerê kamci hêşt de biyo meyman, yiki Rocê Xızıri wo hêşt de cênê. Fikrê Xızıri ’be kerdena Xızırê Dêrsımi, ma no nusto khılm de şikinme ke nia hundê qalê cı bime. Xızırê Dêrsımi ke nia yeno meydan, eke heni ro no sewlê xo çutır dano ra weşiya sarê Dêrsımi ser? Verende kokımunê Dêrsımi ra bicêrime. Kokımê Dêrsımi ke herdise verdanê meqes pa nênanê. Çıra? Xızıro Khal meqes herdisa xora nênano coku. Yi ki wazenê ke jê Xızırê xo bıasê. Jü ke meqes na herdisa xora pê di kay kenê, vanê ”Herdiso kırrık!” Verende herkêsi waştêne ke jü astoro de qır bonco bınê xo. Xızır, Astorê Qıri serowo coku. Sarê Dêrsımi verende kıncê sıpi kerdenê pay. Coku, İhsan Sabri Çağlayangil sarê Dêrsımi ra ”Beyaz donlular” (tumanê sıpiyini) vano. (I. S. Çağlıyangil, Anılarım, Güneş Yayınları, s.45) Xızırê sarê Dêrsımi sıpe gureto xora, coku yine ki sıpe kerdo pay. Bêrime xort u çênekunê Dêrsımi. Sarê Dêrsımi Yitiqatê Dêrsımi ’be Elewiyeni ra girena jüvini. Yitiqatê dine, sentezê ni dı yitiqatuno. Yi, naca de ki raa Xızırê xode şiyê. Qayt biyê ke Ehlibeyt rê nêheqeni biya, Hz. Eli rê nêheqeni biya, Des u Dı Yimamu rê nêheqeni biya coku hetê dine gureto. Ma Xızırı ki hetê kokımu ’be feqiru de nebi? Xızır çutır ke tenganiye de reseno mordemi, gencê ma ki na qeydê Xızırê xo yemişê weşiya xo kenê. Mordem gereke naê ki bızano ke Xızır zerê Elewiyeni ra nêveciyo. Koka ni çand hazar sere xori de sona. Kês nêzano ke Xızıri yitiqatê sarê Dêrsımi de çand hazar seriyo ke ca gureto. Xızıro ke sarê Dêrsımi cıra vano ”Heqo”, yi ”Wayır” vêneno yitiqatê jü–dı hazar seri niyo. Çutır ke ma nusna, sarê Dêrsımi Xızıri eve na çım vêneno, wo ki sewlê xo nia dano ra weşiya dine ser. Sarê Dêrsımi têyna eve zonê Zazaki ra nê, eve yitiqatê Xızıri ra ki ğezna kulturê Anadoliye rê kifato de hewl kerdo. Anadoliye pê nine xo bıgoyno. Xızır çutır ke koto dılxê kokımu ’be feqiru yi seveknê, gencê ma ki feqir u fıqaru seveknenê, dewucunê bê hardi seveknenê, ”proleterya” seveknenê. Kam ke hetê ninede niyo yide danê pêro. Tavi, Xızırê mordemi ke isyankar bi, seveta kokımu ’be feqiru ra adırê mordemi sayna, qomê di ki vazeno ra seveta ”proleterya” ra adırê sari sayneno. Ma kami ra se vacime? Xızıro ke ceni u ciamerd jü çım ra di, qomê di ki vazeno ra seveta heqa ceniyu lez keno. Wazeno ke ceni endi şiya ciamerdu ra veciyê, heqê ceniyu ’be ciamerdu ra çırpa jüvini de bê. Mordemo ke Xızırê xode na werê, vazeno ra dewlete de ki nano werê, hukumati de ki nano werê vano ”Sıma naca de nêheqeni kenê!”, yaki ”Ma tam demoqırasi wazeme!”, ”Ma adalet wazeme!”, ”Ma zulım nêwazeme!” Xızırê mordemi ke xıraviye de, tariye de, nêheqiye de da pêro; qomê di ki vazeno ra xıraviya cemati de, fikirunê tariyu de, nêheqiya hukımdaru de dano pêro. Şiya yitiqatê sarê Dêrsımi her dewır de êşto weşiya dine ser.No vijeri ki heni bi, ewro ki heni ro. Tavi ke yitiqatê dine ewro têyna Xızır niyo, Yitiqatê Dêrsımi niyo. Sarê Dêrsımi Elewiyeni rê zaf xızmete kerda. Anadoliye de ke ”Dêrsım” va Elewiyeni, Qızılbaşeni yena ra mordemi viri. Dêrsım ra des u dı ucağê Elewi, hem sarê Dêrsım rê hemı ki sarê dormê Dêrsımrê xızmete danê. Qe Tırkki , qe Kırdaski , qe Zazaki qesey bıkerê pirê Elewiyunê şarqi jêde Dêrsım raê. Sarê Dêrsımi Zazaki qesey keno ama; sarê Elewi kam beno bıbo, qe Tırkki , qe Kırdaski qesey kero ni xo sero mardê. Mavenê nine jüvini de zaf gêrm biyo. Çêney dê jüvini, jüvini ra çêney guretê. Kamci zon qesey kenê bıkerê Elewi gereke bıêrê jü ca, jüvini de bicêrê ra. Anadoliye hardo de hirawo, kam beno bıbo ma hatan nıka naca pia vınetime, naêra têpia ki gereke pia vınderime. Anadoliye welatê ma pêruno. kızılbaş - sayfa 7 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hızır İlk sen vardın, sen varettin İnsana can, cana canansın Hızır Demden deme dondan dona Zor günlere yetişirsin ey Hızır Bozatın ulaşır dört bir yana Yerin göğün sesine cansın Hızır Yolun ulularına, gariplerine Dar günün sahibisin ey Hızır İlyasa neden ihtiyaç duyarsın Gelmez isen canları üzersin Dört kapıda niyaz edilirsin Tanrıdan önce sen gelirsin ey Hızır Bir adın Hakktır bir adın Ali Seni anmayanlar bilmezler gülü Kimi tanır kimi tanımaz mihmanı Ol hanelerin sahibi sensin ey Hızır Alioğlu ne hoşmuş Hızır demek Gülbenginda adını söylemek Devr-i daimde canana erişmek Candan cana ab-ı hayatsın ey Hızır Adnan CANGÜDER Zonê Ma Zanena? (Zazaki Für Anfangerinnen Und Anfanger) Mesut Keskin Doğu Anadolu’da 4 ila 6 milyon kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilen Zazaca, Hint-Avrupa dil ailesinin Kuzeybatı İrani Diller grubuna mensup bir dildir. Bugüne kadar resmi bir statüden yoksun olan Zazaca, öz yurdunda tehlike altında olan bir dil olarak değerlendirilmektedir. Yetişkinler ile gençlere yönelik bir ders müfredatı olarak hazırlanan bu kitap, üniversite düzeyinde eğitimle geçen uzun yılların tecrübesine dayanır. 31 ders olarak düzenlenen kitap, okuma parçaları, konularla ilgili alıştırmalar ve dilbilgisi çözümlemelerinden oluşmaktadır. Kitabın sonuna, Zazacanın tipik kullanımına örnek olarak halk hikâyelerinden oluşan bir seçki ile 1300 kelimelik Zazaca-Almanca ve Almanca-Zazaca sözlükçe de eklenmiştir. Zengin bir görsellikle hazırlanan ZONÊ MA ZANENA? bir ders kitabı olarak, Almanya, Avusturya veya İsviçre'de Almanca eğitim diliyle yetişmiş, Zaza olan ama Zazaca bilmeyen çocuk, genç ve yetişkinler için hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra, Zazacaya ilgi duyanları ve Avrupa'da halklar arası iletişimi önemseyen kesimleri Zaza dil ve kültürü ile buluşturmayı da amaçlamaktadır. Mesut Keskin Frankfurt Goethe Üniversitesi’nin Karşılaştırmalı Hint-Avrupa Dilbilimi bölümünden mezun oldu, Şarkiyat ve Türkoloji gibi yan dallarda da eğitim aldı. Zazacanın Şivesel Yapısı Üzerine başlıklı yüksek lisans tezini 2009 yılında tamamlayan Keskin, mezun olduğu bölümde bir dönem araştırma görevlisi olarak çalıştı. Halen aynı üniversitede Zazaca dil dersleri vermektedir. Dünya klasiği Küçük Prens kitabını Zazacaya çeviren Keskin’in Zazaca üzerine çeşitli dergilerde yayımlanmış pek çok makale ve çevirileri mevcuttur. Şiveler üstü bir Zazaca ortak yazı dilinin oluşumunu konu alan doktora çalışmasına devam etmektedir. Teknik Bilgiler ISBN 9786056321511 Boyutlar A4 (21 x 29 cm) Kapak Tasarım Musa Çimen Kapak Karton Kâğıt Kuşe 115 gr Basım Tarihi Kasım 2012 Sayfa Sayısı 176 Renkli, resimli Fiyatı 40 TL Kitabı online satın almak için tercih ettiğiniz siteye tıklayın İDEFİX KİTAPYURDU PANDORA KABALCI YENİ KİTAPLAR kızılbaş - sayfa 8 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim 38′in oturumunda yapmış olduğu konuşmanın kamera kayıtları mevcut mudur? Kamera 3) 1 Kasım 1938 Tarihinde dönemin başbakanı Celal BAYAR tarafından, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK adına TBMM oturumunda yapılan konuşmanın kamera kayıtları mevcut mudur? Kayıtları SGM Arşivinde mi? Av. Cihan Söylemez, Sinema Genel Müdürlüğü’ne başvurarak arşivlerinde Dersim 38 dönemine ait kamera ve fotoğraf kayıtlarını sordu. Dersimnews.com / ÖZEL HABERAv. Cihan Söylemez, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Sinema Genel Müdürlüğü’ne başvurarak Dersim 38 kayıtlarını sordu. Geçtiğimiz hafta bazı tv kanallarında Osmanlı devletinin son yıllarına ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerine ait kamera görüntüleri yayınlanmıştı. Döneme ait kamera ve fotoğraf kayıtlarının Sinema Genel Müdürlüğü’nün arşivinden çıkması üzerine Av. Cihan Söylemez’de Dersim kayıtlarıyla ilgili kuruma başvuru yaptı. ARŞİVDE DERSİM KAYITLARI VAR MI 4982 Sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında bilgi edinme hakkını kullanan Av. Cihan Söylemez, Sinema Genel Müdürlüğü’ne dilekçe gönderdi. Söylemez dilekçesinde, Dersim Katliamı ile ilgili 1934-39 yılları arasında mecliste yapılan görüşmelerin, Seyit Rıza ve arkadaşlarının duruşmaları ve sürgün edilen Dersimlilerin kamera ve fotoğraf kayıtlarının olup olmadığını sordu. Av. Cihan Söylemez dilekçesinde, “2013 yılının Ocak ayı içerisinde yazılı ve görsel basına yansıyan kamera görüntülerden Osmanlı Devletinin son yıllarına ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk yıllarına ait kamera çekimlerinin Kültür ve Turizm Bakanlığı envanterinde olduğu anlaşılmaktadır.” dedi. Söylemez, “yayınlanan kamera görüntülerinden Sultan V. Mehmet REŞAT döneminden itibaren kamera çekimlerinin arşivlendiği, bu nedenle de yakın tarihimize ışık tutabilecek birçok kamera görüntüsünün kamuoyu ile paylaşılmasının tarih araştırmalarına katkı sağlayacağı” belirtti. Söylemez başvuru dilekçesinde kamera ve fotoğraf kayıtlarını sorduğu dönemin en önemli olayları şunlar: 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunun TBMM Görüşmeleri, 18 Eylül 1937 Tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından TBMM oturumunda yapmış olduğu konuşma, 1 Kasım 1938 Tarihinde dönemin başbakanı Celal BAYAR tarafından, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK adına TBMM oturumunda yapılan konuşma, 1 Kasım 1937 Tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından TBMM’nin 5. dönem 3. yasama yılı açılışında yapmış olduğu konuşma, 15 Kasım 1937 yılında Elazığ Buğday Meydanında asılarak idam edilen Seyit Rıza ve diğer Dersim İleri Gelenlerinin infazları, 1937 ve 1938 yıllarında Genelkurmay Başkanlığınca Tunceli ilinde gerçekleştirilen 4. Ordu Manevrasının kara ve hava harekâtı DERSİM KOMİSYONU’NA ARŞİVDEN BELGE GÖNDERİLDİ Mİ Av. Cihan Söylemez başvurusunda, ”TBMM Dilekçe Komisyonu Bünyesinde Dersim 1937-1938-1939 Katliam ve Sürgününe ilişkin kurulan alt komisyonla, sayın bakanlığınızın bugüne kadar elindeki yazılı ve görsel arşivi paylaşıldı mı” diye sordu. Av. Cihan Söylemez’in bilgi edinme hakkı kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’ne sorduğu sorular şöyle: 1) Kültür ve Turizm Bakanlığında kamera arşiv envanterinde 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunun TBMM Görüşmelerine dair kamera kayıtları mevcut mudur? 2) 18 Eylül 1937 Tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından TBMM 4) 1 Kasım 1937 Tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından TBMM’nin 5. dönem 3. yasama yılı açılışında yapmış olduğu konuşmanın kamera kayıtları mevcut mudur? 5) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 1937 yılının Kasım ayı içerisinde Elazığ ve Tunceli (Pertek) illerine yapmış olduğu seyahatın kamera ve fotoğraf görüntüleri mevcut mudur? 6) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından Tunceli ili Pertek ilçesi Singeç Köprüsünün açılışına dair ve Tunceli Vilayetinin diğer yerlerini gezisine dair kamera ve fotoğraf kayıtları mevcut mudur? 7) 15 Kasım 1937 yılında Elazığ Buğday Meydanında asılarak idam edilen Seyit Rıza ve diğer Dersim İleri Gelenlerinin infazlarına dair kamera ve fotoğraf kayıtları mevcut mudur? 8) 1937 yılının Kasım ayında Elazığ ilinde yargılanan Seyit Rıza ve diğer Dersim ileri gelenlerinin yargılanmalarını gösteren mahkeme kamera ve fotoğraf kayıtları var mıdır? 9) 1937 ve 1938 yıllarında Genelkurmay Başkanlığınca Tunceli ilinde gerçekleştirilen 4. Ordu Manevrasının kara ve hava harekâtına ilişkin kamera ve fotoğraf görüntüleri var mıdır? 10) 1937-1938-1939 yıllarında Elazığ ve Erzincan Tren İstasyonlarından Batı Vilayetlerine sürgüne gönderilen Dersim Sürgünlerini gösterir kamera ve fotoğraf kayıtları var mıdır? 11) TBMM Dilekçe Komisyonu Bünyesinde Dersim 1937-1938-1939 Katliam ve Sürgününe ilişkin kurulan alt komisyonla, sayın bakanlığınızın bugüne kadar elindeki yazılı ve görsel arşivi paylaştı mı? - See more at: http://dersimnews. com /dersi m 38/dersi m-38i n-ka merakayitlari-sgm-arsivinde-mi.html#sthash. gcbF3IYg.dpuf kızılbaş - sayfa 9 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 H Ü S E Y İ N D E D E S OY RÖPORTAJ - REA HAQ Rea Haq: Kirmanç-Kurmanç Alevi İnancı. Dursun Ali Küçük: Dersim - Koçgiri Aleviliği olan Rea Haq tarihi ve kökenleri hakkında bizleri bilgilendirir mısınzı? Kürdistan Aktüel Okurlarına neler söylemek istersiniz? Hüseyin Dedesoy: Sevgili D. Ali Küçük Kürdistan-Aktüel'de başlatmış olduğunuz "Alevi inancı, Alevilik nedir? Ne değildir?" ve Alevi inancına paralel düşen benzeri inanç biçimlerine dair Şöyleşi-Röportaj dizinizi okuyorum. Gayet zamanında ve yerinde düşünülmüş bir söyleşi dizisı. Bu düşünce etrafında "Rea Haq" inancının yerini ayrıca sorgulamak çok daha özel bir önem kazanıyor. Dursun Ali Küçük: Rea Haq nedir, inanışı, felfefesi, kültürü, tanrıya yaklaşımı, örf ve adetleri nasıldır? H. Dedesoy: Şunu başta belirtmek isterim. Üzerinde konuşmak ve tartışmak istenilen konu sosyal bilimlerde (İnanç biçimi, Din tarihi, Felsefe tarihi, Sosyolojiyi ve insan topluluklarının tanrıinsan, ölüm-yaşam ilişkisini inceliyen) "Teoloji" denilen özel bir alana girer. Bu türdeki sosyal bilim dallarında herkes konuşabilir ama döğru dürüst bir şey söylemek gerekiyorsa eğer, tüm bilimsel alanlarda olduğu gibi sosyal bilimlerde de en temel kiriterlere uymak gerekiyor. Bu da araştırmayi, incelemeyi, sorgulama ve sorusturmayi…, kısacasi bilimsel kriterlerle duşunmeyi zorunlu kiıan bir alandır. Yine her bilim dalında olduğu gibi (pozitif bilim diye adlandırılan FenFizik,…vs) sosyal bilimlerde de bir Üniversiter «Akedemik» eğitim dediğimiz bir eğitime sahip olmayı gerektirir. Çünkü bu işin öğrenilip araştırılmasının, bilinip konuşulmasının, bir yol ve yöntemi vardır. Her şey öyle kara düzen dediğimiz bir yöntemle anlaşılıp öğrenilemez. Bu tarz yöntemler yarardan çok zarar verir. Doğruyu ifade etmediği gibi yanlış bir yöntemle öğrenilen bilgiler, daha sonra doğru olanın da yolunu karartır. , Nasıl ki her alış veriş yapmasını bilen ve her ticaretle uğraşana 'Ekonomist' denmezse. Mesela köylerde dolaşan çerçide, ticaret yapıyor, pazarda salatalık satan tablacıda. Evlerde canak çömlek satan pazarlamacıda, Total petrol şirketinin direktörü ya da Merkez bankasının müdürüde ticaret yapıyor. "Cercici-pazarlamacıya mı ekonomist "diyeceğiz? yoksa banka müdürüne mi? Başka bir değimle, yine sağlık konusunda bilgi sahibi olan her adamin Doktor olamıyacağı gibi... toplumsal olgu ve olaylar da böyle bir şey. Her bilgi sahibinin, konu hakkında doğruyu söylediği anlamına gelmez, gelmemesi gerekiyor. Özet olarak şunu demek istiyorum. Yukarda saydığım özellikler ve kriterler, Teoloji, Etno-Antropoloji, Sosyoloji, Tarih, Siyaset bilimi vb gibi, sosyal bilim dalları içinde geçerli olan bir kuraldır. Dolayısıyla ben Teoloji eğitimi almadım, Teolojist olmadığım içinde sorularınıza vereceğim cevapların doğruluk, veya yanlışlık bazı, bu anlamda bilimsel kriterlere uymaya bilir. D. Ali Küçük: Sizin eğitim ve ilgi alanınız hangi düzeyde? Bu söylediklerinizde neye denk düşüyor. H. Dedesoy: Evet Üniversitedeki aldığım eğitim (Antropoloji-Felsefe) bu alana yakın, Ama ben "İnanç ve din" üzerine değil "Siyaset Antropolojisi ve Felsefe tarihi" üzerine eğitim yaptım. Alevilik, Dersim-Koçgiri toplumunun kızılbaş - sayfa 10 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İnanç biçimi olan Rea Heq hakkında söylüyeceklerim tamamen kişisel bilgilerime ve gözlemlerime dayalı olacaktır. Ailede alınan eğitim, çevrede edinilen izlenim, bu konuda söylenenleri aklın yolu sorgulayip çıkarttığım sonuclara dayali olan bilgileri içerecektır. Ama eğer herkesin yaptığı gibi ne biliyorsam onu soylememi isteniyorsa, benimde söylüyecek bir sözüm vardır elbette. D. Ali Küçük :Alevilik genelde konuşulur. Dersim-kocgiri Aleviligi olan Rea Haq hakkinda sizce neler soylenebilinir? H. Dedesoy: Alevilik genelde Konuşuluyor, bu doğru. Dersim-Koçgiri Aleviliği olan "Rea Haq" hakkında da konuşulmaya, teoriler icad edilmeye, "en doğruyu ben biliyorum"adı altında fikirler beyan edilmeye başlandı. Doğrusunu söylemek gerekirse bunların hiç birini ciddiye almıyorum ve doğru söylenmiş, gerçeği ifade eden fikirler olarak görmüyorum. Çünkü bu alanda yazılan kitapları okuyup, söylenenleri dinliyorsunuz. Yazanın ve söylüyenin eğitim, bilgi ve siyasi geçmişine bakıyorsun, bu kişiler için asıl meselenin ne olduğunu anlıyorsun. Gerek Alevilik, gereksede bugün “REA HEQ” diye adlandıra bileceğimiz, Türk ve Kürt kamuoyunda “Kürt Alevileri” diye isimlendirilen DersimKoçgiri Kırmançların inancı hakkında söylenen ve “Araştırma” diye sunulan çalışmaların bilimsel kriterlere denk düşen hiç bir yanı yoktur. Tamamen ideolojik ve günü birlik siyasi çıkarları içeren tespitler ve çalışmalardir. Bu konuda bir tek Sevgili Erdoğan CİNAR’in yaptığı çalışmaları önemsiyorum ve “Aleviğin Tarihi ve İnancı” hakkında yapılan ciddi kazıların önün eserlerınde olduğunu düşünüyorum. Gelelim Rea Heq inancı nedir sorunuza: Kelimenin tanımı söyle yapıla bilinir, Dersimlilerin kendi dillerinde bunu söylede söylerler Raa Haq, Rea Heq, Riya Heq, Dersim ve Koçgiri Alevilerin iki dili konuştukları için düşüncelerini ve inançlarını içeren kavramlarıda her iki dildeki telafus şekliyle ifade ederler. Kırmancı(Dımılı) Konuşanlar Raa-rea Heq diye telefus edebiliyorlar. Kurmancı(Kırdaşkı) Ko- nuşanlarda Rea-rıya Heq diye söylerler. manlar içın nasıl bir tehlike teşkil ettiğini açıkca soyluyordu. Türkçe tanımı ve ifade ediş biçimiyle şu anlama geliyir: Hakkın yolu, doğrunun yolu, adaletin iyılığın yolu. Ama bu yanlızca Türkçedeki Hak karşılığına tekabül etmiyor. (Hani “haklı, haksız” anlamındaki hak.) DersimKoçgirililerdeki o Hak aynı zamanda yaradan , var eden, sahip olan ve insan anlamında düşünülüyor ve Kabul görüyor. Mesela Dersimli birine sorduğunuzda (genç kuşağı kast etmiyorum, yaşı 65-70’in üstündekileri düşünün); “Nasılsın, ne var-ne yok”? diye sorduğunuzda, Size şu cevabı verecektir: Heq raziwo bira tu sekena- heq raziwi bira tü çıto nu? Dursun Ali kucuk: Eski Dersim çoğrafyasını, esas alarak Dersim-Koçgiri Aleviliğini özel bir yere oturtmak mümkün mü? "Hak razı olsun kardeş, sen nasılsın?" Iste burdaki kast ettiği Haq, yaratandır. Sahib olandır, var edendir. Onun razılığı istenir, o razı olursa olup bitende, var olanda, hayatın kendisinde bende iyi olurum demek istiyordur. Dersim-Koçgiri İnancında Wahir-Xadan yani sahibin önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Çünkü tüm istek ve dua'lar o "Wahire- Xadan'a yöneliktir. Ama bu tek yaratan, ya da tek sahip anlamında değildir. Yeryüzünde ve gök yüzünde var olan her şeyin ayrı bir yaratani, yani sahibi olduğunu düşünürler. Dua ettiklerinde de var olan her seyin ayrı, ayrı sahibine seslenirler. “Yerin göğün sahibi, wahire Erdu Asmen- Xadane Herdu Azman. Kurdun, küsün sahibi. Dağın taşın sahibi. Çalı cırpının sahibi. Ekmeğin- Suyun sahibi…vs. Soralım ve konuşalım yaşlılarımızla. Göreceksiniz ki onlar size tek tek anlatacaklardır kaç yaratanın (yanı bizim dilimizde Wahir - Xadan) olduğunu… Tüm bu var olan ve yaratanın yer yüzündeki tek sahibi, ya da temsilcisi, uygulayıcısı, bekçisi de İnsanın kendisi olduğunu. Hani Alevilikte çok yaygın bir deyim vardır ya, derler “İnsan Haq’ta, haq insanda”. Bunu diğerleri söylede yorumluya bilirler. Alevilerin, esas olarakda Dersim-Koçgiri 'Alevilerinin tanrıyı insana indirgediğini ve İnsanı tanrılaştirdiğini” söylüyorlar. Yakın bir zamanda You tube’te dolaşan Feytüllah Gülen’in bir video söyleşisi vardır. Orada bunun Müslümanlar için ne anlama geldiğini ve bunu da Müslü- H. Dedesoy: Tüm bu anlatılanları ve söylenenleri toparladığımıza bence evet ayrı bir yere oturta biliriz. Neye ve Kime göre ayrı bir yer? Tabiki Müslüman inaçına göre,Yani islam inaçına göre tamamen ayrı bir yer taşkil eder. İslam inancına göre Dünyanın sahibi yanı yaradan tektir. Onun eşi ve benzeri yoktur. Rea Haq ınaçına göre ise bu yaratan bir çoktor. Bu yaradanın ve Wahirin kimler olduğunu, dolayısıyla eğer Dersim-Koçgiri inancı Rea Haq-Alevilik hakkında sağlıklı bir fikir edinmek istiyorsak dediğim gibi bunu da ancak yaşlı kuşakta sözlü olarak dinliyip öğrene biliriz. Memleketteki Son Otuz-Kırk yılın yarattığı tahribatın izlerini ve sonuçlarını o yaşlı kuşakta daha net göre biliyoruz. İnsan dünyasında İnanç biçimi, günlük yaşamdaki ritüeller, gelenek dediğimiz yaşam tarzı ve alışkanlıklar her gün ve her an tekrarlanarak yaşatılan ve canlı tutulan şeylerdir. Bunların olanakları oratada kalkınca O toplumun inancıda yok olur, bilincide. Biraz düşünürsek Dersim-Kocgiri Insaninin son seksen yıldır neler yaşadığını ve nasil bir tahribata uğradığını rahatlikla gorebiliriz. Bu kadar acı ve yikimdan sonra hangi inanci, hangi gelenek ve hangi yaşam biçimi sağıiklı bir şekilde ayakta dura bilirki? Üstüne üstlük, Ortalikta bilir bilmez bir çok kişi bu konuda ideolojik ve günü birlik siyasi çıkarları gozeten teoriler icat ediyorken, bu nasil mümkün olabilirki?. D. Ali Küçük: özellikle Bektaşilik ve Rea Haq aynımıdır, aynı değilse neden? Bektaşiler Dersim’de olmamakla birlikte Bektaşi cem evlerinin açılması ne anlama geliyor? Bektaşilik yoluyla bazıları dersimlileri Türkleştirmeye ve gerçek inançlarını revize etmeye çalışıyor? Sunni egemenliğini kabul etmeyen Dersim, Rea Haq dışında Bektaşileştirilmesini ve bu Alevilik adı altında Türkleşmeyi kabul etmesi yeni bir eritme değil mi? kızılbaş - sayfa 11 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 H. Dedesoy: Bu farkın ve benzerliğin ne olduğunun tam anlaşılması için. Geçmişte Osmanlılın izlediği politikanın ne olduğunun bilinmesi gerekiyor. Dolayısıyla günümüzde de devam eden Dersim-Koçgiri Alaviliği ve Bektaşiliğe dayır izlennen Türk yada Müslüman Kürt çevrelerinin politikalarının bilinmesi için biraz tarihe uzanmak gerekir diye düşünüyom. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Anadolu kırsalında yaşayan Aleviler, iki dinsel merkeze sahipti. Birincisi Hacı Bektaş tekkesi, diğeri ise Dersim (bugünkü Tunceli) bölgesi idi. Geçmişi 14. yüzyıla kadar giden Hacı Bektaş tekkesinin, döğu bölgeleri harıç Anadolu Alevileri içın önemli bir yeri vardı. Bu merkezden kırsal bölgelerdeki Alevilerin büyük bölümü yerel ‘dedeler’ aracılığıyla yönetilmekteydi. Tekke’den buralara yapılan yıllık ziyaretlerle ilişkiler pekiştirilmekteydii Bektaşi tekkesinin sahip olduğu geniş taraftar ağını yaratmasında, onun Osmanlı merkeziyle olan ilişkileri belirleyici olmuştu. Kurulduğu geç Orta Çağ’dan, kısa bir dönem için kapatıldığı 1826 yılına kadar, bu ilişki yalnızca 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı – Safavi savaşları süresinde kırılma noktaşına gelmişti. Osmanlı’nın Şii Safavilerle yaşadığı sürtüşmelerin bedelini Anadolu’daki Aleviler ödedi. Osmanlılar, Safaviler’le işbirliği içinde olan Alevilere karşı sert tedbirlere başvurmuştu. İmparatorluk açısından bakıldığında tekke, Anadolu’daki aykırı Türkmen aşiretlerini kontrol etmek için bir araçtı. Aşiretler açısından işe, kendileriyle aynı inançı taşıyan bu tekkeye bağlı olmak, merkezi başkıdan korunmak için bir kapi. Bu yüzden, tekke, aşırı aykırı düşüncelerin sızması ve İran tehdidine karşı ‘gözetim’ altında tutuldu. Her iki ihtimalin giderek ortadan kalktığı ve Alevilerin politik merkezlerden uzak, kırsal alanlara uzun süren geri çekilişleri, tekkenin aracı işlevini bir derece azalttı. Bu yüzden önün 1826 yılında kapatılması, Alevi nüfusun şüpheli faaliyetleri yüzünden değil, kuruluşundan bu yana kendisine bağlanan Yeniçeri Ocakları’yla ilişkilerinden dolayı idi. 19. yüzyılın ilk yarısında yürürlüğe konulan reformların uzantısında bu birlikler ortadan kaldırıldığında, tekke de onlarla ruhani ilişkilerinden dolayı payını almıştı. Bektaşi tekkesinin etkili olmadığı doğu bölgelerindeki Aleviler için ise merkez, dağlarla çevrili Dersim bölgesiydi. Burada dini merkez bir tekke etrafında değil, kendilerini Ali soyuna bağlayan ve ‘Seyit’ unvanı taşıyan kutsal aileler çevresinde örgütlenmişti. Bölgedeki aşiretler için inançın ruhani merkezlerini bu aileler oluşturuyordu. Bölgenin bir Kırmanç-Kurmanç beyliği olarak imparatorluktan aldığı özerklik, merkezi yönetimin uzun şüre bölgeye olan ilgisizliği ve aşiret sisteminin ayakta durması, yakın bir zamana kadar idarenin denetiminden uzak yaşamasını sağlamıştı. Bu da bölgede çalışma yapan seyitlerin faaliyetlerini sürdürmelerini kolaylaştırmıştı. Bu ailelerden en önemli olan Ağuçan, Derviş Cemal[1] Küreyş ve Baba Mansur Seyitleri aşiretleri karmaşık bir sistemle kendilerine bağlamışlardı. Aşiretlerle kurulan ruhani ilişki kalıtsal olarak kabul gördüğünden, kuşaklar ve bölgesel dağılımdan etkilenmemişti. Nitekim, Dersim yöresinden 17. yüzyıldan itibaren Sıvas, Malatya, Maraş, Muş, Erzincan ve Erzurum gibi illere dağılan aşiretler, ilişkinin akşaması değıl genişlemesini sağlamıştı. Aşiretlerle birlikte onlar da göçlere katılmış, ya da Seyit ailelerinin üyeleri Dersim’den bu bölgelere yaptıkları yıllık ziyaretleri ilişkilerin sürmesini sağlamışlardı. Seyitler, Dersim aşiretleriyle birlikte çevre illere yayılmalarına rağmen, taraftarları araşına Kırmanç-Kurmanç aşiretlerin dışında başka etnik kimlikleri dahil edemediler. Onlar, zaman içerisinde bu aşiretlerin özelliklerini almadan da kendilerini kurtaramadılar. Seyit aileleri, tıpkı aşiretler gibi, iki düzeyde iç farklılık gösterirler: Birincisi, onlar gibi kendi içlerinde ve aralarında ailesel bazda bölünmüş olmak; ikincisi, yine aşiretler gibi Zazaca ve Kurmancı olmak üzere iki dil konuşuyor olmak. Bu faktörler, onların çalışma alanlarını sınırlamakta ve kendi içlerinde bir merkezin çıkmasını engellemekteydi. İmparatorluğun Balkanlar ve OrtaDoğu’da toprak kaybı, Anadolu’nun, dolayısıyla Alevilerin birçok yönden daha fazla dikkatleri çekmesine neden olan. Merkezi idarenin Alevilere artan müdahalesi beraberinde farklı tepkileri getirdi. Bektaşi tekkesinde bu süreç 1826’da, Dersimlilerde ise 1860’larda bölgenin son beyi Şah Hüseyin’in Dersim’den sürülmesiyle başladı. D. Ali Küçük: Aleviler cephesinde somut ve ortak bir çözüm hala görünmüyor. Çözüm için çeşitli yaklaşımlar bulunuyor. Rea Haq veya Dersim Aleviliğinin çözüme yaklaşımı ve kendi çözümü nedir? Alevilerle ortak neler yapabir, kendi özgün inanışı açısından neler yapmalıdır? H.Dedesoy: Bence önce Dersim-Koçgiri insanının, yanı Rea Haq ınaçının sahiplerinin kendi aralarında bir birliğinin oluşması gerekiyor. Tıpkı Cumhuriyet öncesi yukarda belirttiğim tarihteki var olan durum gibi. Kenilerini Müslüman Kürt ve Türk inanç ve kimlik tarifinden ayırt etmeleri gerekiyor. Çünkü zaten tarihsel olarak bu ayrılık ve farklılık vardı ve halada devam ediyor. Farklı olmak diyerine düşman olmayı, yada onu yanlış görmeyi getirmiyor. Tam tersine dostluğun ve sağlıklı birliğin sağlanmasının yolu farkı ve farklılığı tanımaktan geçer. Türklerin uluslaşma adına Cumhuriyetten bu yanı kendilerinin dışındaki etnik azınlıklara ve inançsal farklılıklara aldıkları tutumun sonuçlarını görüyoruz. Bir ulus oluşturma adına o topraklarda Resmen tarihsel, kültürel ve toplumsal bir yıkım-felaket yaşattılar. Bugünde Türklerin bu kötü örneğini malesef Kürt ulusu yaratma adına diyerleri yapmaya çalışıyor. Şunu artık herkesin bilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnkarla, yok saymakla, asimile etmekle. Katliamlarla Ne kendin var olursun nede diyerini yok edebilirsin. Dolayısıyla herkesin kendisinin dışındaki var olanıda Kabul edip onunla birlikte yaşamasını öğrenmesi gerekiyor. Geleceğin insanlığıda, inancıda, kültürüde ancak böyle kurtarılabilinir. Haq raziwo bira. Berxüdar olasın. Saygılarımla. Dursun Ali Küçük: Bende site adına size teşekkür ediyorum. K. Aktuel/ Salı, 02 Şubat 2010 / Perşembe, 04 Şubat 2010 kızılbaş - sayfa 12 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kimlik Siyaseti' başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, Şenol Kaluç, Baransu’yu, İsmail Hakkı Karadayı’nın, Alevi kimliğini gizlemekle eleştiriyordu. Mehmet Baransu, 28 Ocak 2013 tarihli Taraf’ta yayımlanan, “Dersimli Karadayı (2) “ başlıklı yazısında, Alevi kimliğinin gizlenmesi diye bir durumun olmadığını açıklıyordu. Dr. İsmail Beşikçi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sık sık, “kimlik siyaseti”nden söz etmektedir. “CHP kimlik siyasetine karşıdır” demektedir. Kürdler, Kürdlerden, Kürdçe’den söz ettikleri zaman, Kürd halkıyla, Kürd toplumuyla ilgili kolektif haklar dile getirdikleri zaman “kimlik siyaseti”ne karşıyız diye açıklamalar yapmaktadır. CHP Genel Başkanı Kemel Kılıçdaroğlu, 15 Şubat 2013’de yaptığı bir açıklamada da “anadilde eğitim toplumu böler” demektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini, Kürd kimliğini gizleme ve reddetme siyaseti olarak algılamak ve değerlendirmek gerekir. Aslında bunu kimlik siyaseti kavramıyla değil, yaranma siyaseti kavramıyla değerlendirmek daha doğrudur. Dersim’li bir Kürd olduğu, Zaza Kürdü olduğu kamuoyu tarafından yakından bilinmektedir. Ama Kemal Bey, Türkmen olduğunu, Horasan’dan geldiklerini ileri sürmektedir. Bu, kendi kimliğini gizleme, kendi özüne yabancılaşma, özünden kopma, kendi özünü aşağılama siyasetidir. Bunu kısaca, egemen güçlere yaranma siyaseti olarak değerlendirmek gerekir. 1937-38 Dersim soykırımında Nazımi ye’de oturan ailesinden çok büyük kayıplar olduğu da vurgulanmaktadır. Bu durumu, Barış ve Demokrasi Partisi Muş Milletvekili Sırrı Sakık çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Sırrı Sakık, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “anadil ülkeyi böler” açıklamasından sonra, şöyle söylemektedir: “Kemal Bey de Kürd’tür. ‘Anadilde eğitim ülkeyi böler’ diyor. Beyazlara mesaj vermek istiyor. Ama elini uzattığında o siyah derisi gözüküyor. Çünkü o da bir zenci…” (Taraf, 18 Şubat, 2013) Kürd kimliğini gizleme, özünden kopma, özüne yabancılaşma denildiği zaman, Mehmet Bayrak’ın, Elif Sonzamancı’ya verdiği röportaja bir defa daha göz atmak gerekir. Burada Mehmet Bayrak Hoca, “Horasan’dan geldik” anlayışına tarihsel bir anlatıyla açıklık getirmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin Aygün, Kamer Genç gibi Dersim milletvekillerinin, “Kürd değiliz, Horasan’dan geldik” anlayışı, bu röportajda değerlendirilmektedir.(www.kurdinfo.com, 8.12 2012) Kimlik söz konusu edildiği zaman, Kürd kimliğinin gündeme getirildiği açıktır. Ama bu, çoğu zaman açık bir şekilde ifade edilmemektedir. Bu çerçevede üç yazının daha değerlendirilmesi önemlidir. Mehmet Baransu, 31 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Dersimli Karadayı” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, 1994-1998 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan, Em. Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Dersimli olduğu vurgulanmaktadır. Bu açıklamaya kadar, İsmail Hakkı Karadayı’nın Çankırılı olduğu, bir Türk olduğu vurgulanırdı. Mehmet Baransu, bu yazısında, İsmail Hakkı Karadayı’nın ailesinin, 1930’ların başında, Dersim, Pülümür’deki bir direniş sonunda, Dersim’den Çankırı’ya sürgün edildiğini vurgulamaktadır. Kişi olarak bu yazının, Kürd kimliği algılamalarına açıklık getirdiği için, çok değerli olduğunu düşünüyorum. Mehmet Baransu- Şenol Kaluç Mehmet Baransu’nun bu yazısını, Şenol Kaluç eleştirdi. Şenol Kaluç, 26 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Baransu’nun Anlamak İstemediği” Aslında her iki yazarın da, gizledikleri, gizlemeye özen gösterdikleri, Dersim’in, Karadayı’nın Kürd kimliğidir. Alevi kimliğinin gizlenmesi diye bir durum söz konusu değildir. Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk milleti odak noktasında, yeniden organize etmek düşüncesini, tasarımını hatırlamak gerekir. Adriyatik Denizi’nden, Orta Asya içlerine, hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak, ama bu imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. Böyle bir tasarımı gerçekleştirmek için, Rumlar sürgün edilecek, Ermeniler, tehcir adı altında tamamen yok edileceklerdi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar, Müslüman Türk eşrafın denetimine verilecek, böylece, Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacaktı. Yine bu tasarım çerçevesinde, Kürdler Türklüğe, Kızılbaşlar, (Aleviler) Müslümanlığa asimile edileceklerdi. Böylece İmparatorluk içinde yaşayan herkes Türk olacak veya Türkleşmiş olacaktı. Müslümanlık Türk olmanın çok önemli bir koşuluydu. İttihatçılar, Rumlarla ve Ermenilerle ilgili sorunları Birinci Dünya Savaşı sırasında hallettiler. Savaş başlar başlamaz, Karadeniz havalisindeki Rumların-Pontusların, Kapodokya’daki Rumların, Ege’deki Rumların sürgünü başladı. 1915 baharında, 3-4 ay gibi kısa bir süre içinde, bir milyondan fazla Ermeni tehcirle soykırıma uğratıldı. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, şüphesiz, İttihat ve Terakki döneminde başlatılmıştı. Ama gerek İttihatçılar gerek Kemalistler Ermenilerle ve Rumlarla olan sorunların hallinde Kürtlerin de yardımına ihtiyaç duydular. Yakındoğu İşleri ile İlgili Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla Türki- kızılbaş - sayfa 13 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ye Cumhuriyeti’nin varlığı uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alındıktan sonra Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu da sistematik olarak başlamış oldu. Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimilasyonu da öyle. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonları beraber yürüyen bir süreç. Dersim’de iki sürecin de birlikte başlatıldığı görülüyor. Dersimlilerin önemli bir kısmı 193738 soykırımının Alevi kimliğini yok etmek için yapıldığını vurguluyorlar. Kimlik söz konusu olunca “Aleviyiz” diyorlar, Kürdlükten hiç söz etmiyorlar. Ayrı bir etniymiş gibi “Kürd değil Zazayız” diyorlar. Hâlbuki Dersimliler de Zazaki konuşan Kürdlerdir. Bu konuda Malmisanıj’ın, Munzur Çem’in, Roşan Lezgin’in yazıları, görüşleri elbette çok değerlidir. Vate yayıncılık, www.zazaki.net de öyle… ERZINCAN ABRENK VANK MANASTIRI burası erzincan tercan ilcesi yakınında eski ismi Abrenk yeni ismi üçpınar köyü sınırları içinde dağın tepesinde olan büyük bir kilisedir ismi vank manastırı eskiden bu köy büyük bir ermeni köyümüş - Seren Kızıl Aleviler sadece Dersim’de mi yaşıyor? Türkiye’de çok yerde Aleviler yaşıyor. Neden sadece Dersim’deki Alevilere soykırım yapılıyor? Bu elbette Kürdlükle ilgili bir durum. Kürdlerin asimilasyonu ile ilgili bir durum. Yazarların Aleviliğe vurgu yaparken Kürdlüğü göz ardı etmeleri ve buna özen göstermeleri dikkatlerden kaçmamaktadır. Ayrıca soykırımdan sonra geriye kalan Dersimlilerin bir kısmı da Türkiye’nin orta ve batı yörelerine sürgün edildiler. Çorum, Balıkesir, Manisa gibi yörelerde de Aleviler yaşıyorlar. Temel sorun Alevilik olsa Aleviler, Alevilerin yaşadığı bölgelere sürgün edilir mi? Hâlbuki sürgünlerin esas amacı da Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuydu. Sürgünler asimilasyon için elverişli bir ortam yaratıyor. İsmail Beşikçi Vakfı Adres: Kuloğlu Mah. İstiklal Cd. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu / İstanbul Tel: +0212 245 81 43 Fax: +0212 245 71 40 www.ismailbesikcivakfi.org [email protected] Kütüphane Çalışma Saatleri Her gün (Pazartesi hariç) 10:00-19:00 Tarihin İlk Devrimci Devleti Deylemistan Bu kitap; Tarihte Toprak Sorununu Köylüden Yana Çözen İlk Devleti anlatmaktadır. - Deylem Pirlerinin öncülüğünde Deylem halkının mülkü nasıl toplumun ortak malı yaptıklarını, - Köleci Toplum döneminde köleliği nasıl yasakladıklarını, - Abbasiler, Samanoğulları, Gazneliler ve Karahanlılar’ın birleşik ordularının Karahanlılar imparatoru Buğra Han’ın komutasında Deylem Devleti ile nasıl savaştıklarını, - Deylem Devleti’ni yıkmak için tarihi İpek Yolu’nun güzergâhını nasıl değiştirdiklerini anlatmaktadır. Ederi: 10 tl. kızılbaş - sayfa 14 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar-2 şeh’d olup Tanrı adına, Tanrı aşkına ölmek yada öldürmek durumunda erişilecek bir mertebedir(!) Arapça: şeh’d Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse Atasözü, deyim ve birleşik fiiller şehit düşmek (veya olmak) şehit edilmek Birleşik Sözler görev şehidi / vazife şehidi Etimoloji Arapça kökenli şehadet sözcüğü Arapçada "tanıklık" şehit de "tanık, şahit" anlamına gelir. Şehadet sözcüğünün Türkçede tanıklık anlamında kullanımı yok olmaya yüz tutmuştur. Bununla birlikte şehit sözcüğünün tanık anlamında kullanımı "şahit" formunda devam eder. Hıristiyanlık Ana madde: Hıristiyanlıkta şehitlik Ali Kanlı besine yükseltilmişlerdir. İslam Ana madde: İslam'da şehitlik Şehadet, İslam dininde Allah yolunda vefat etmiş bir müslümana verilen isim ve makamdır. Kur'an'da sıklıkla bu kimselerin kurtuluşa erdiği, ahiretteki makamlarının diğer insanlardan üstün olacağı belirtilir.[7][8] « "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz." (Bakara: 154) » Hanefi mezhebinde şehitlik Hanefi mezhebi alimlerinin görüşlerine göre şehitlik üçe ayrılabilir: • Dünya ve ahiret için şehit olanlar: Bunlar İslam dini için savaşlarda veya işkencede ölenler gibi, inançları nedeniyle öldürülen kimselerdir. Önemli Hıristiyan şehitlerinden Sebastian Hıristiyanlıkta şehadet kavramı savaşta ölenlerin aksine daha çok inancı nedeniyle -genellikle zulüm görerek- öldürülen din büyüklerini tanımlamakta kullanılır. Hıristiyan şehitlerinin büyük bölümü Roma İmparatorluğu'nda Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı dönemlerde öldürülen erken dönem Hıristiyanlarıdır. Hıristiyan şehitlerinin bir kısmı azizlik ve azizelik merte- • Ahiret için şehit olanlar: Bunlar yine İslami inançları nedeniyle fiziksel zulüm görmüş ve bunun neticesinde, hemen değil de sonradan vefat etmiş kişilerdir. Bu kimseler sonradan vefat ettikleri için geride kalanlar tarafından şehit olarak kabul edilmeseler bile ahirette şehit muamelesi göreceklerdir. • Dünya için şehit olanlar: Bunlar dünyada, görünüşte İslam dini için ölmüş gibi gözükse de niyetleri farklı olan kişilerdir. Bu kimseler öldükten sonra geride kalanlar tarafından şehit olarak anılsalar bile ahirette şehit muamelesi görmeyeceklerdir. Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacagı gibi Şehitlik yada Şehadet dini kökenli Öz itibariyle Şehit kavramı: İnsani ölmeye yada öldürmeye motive etmenin bir aracından başka bir şey degildir. Kendisine devrimciyim diyen örgüt ve guruplarda Şehitlikten, Şehadetten dem vururlar. Devrim Şehitleri gibi ne idügü belirsiz kavramlar da kullanırlar Öyle bir paradokstur ki: kendilerinin inanmadıkları Cennet denen sanrıya bilet keserler. Çünkü aslolan onların kumdan şatolarının idamesidir. Antik Yunan´da Savaşanlar soylulardı. Savaşlara gider esir ve ganimet getirirlerdi. Elde ettikleri esir ve ganimet oranında da zenginleşirlerdi. Nice ki: Savaşlardan yenik döndüklerinde kolsuz, bacaksız kalanların sayıları artar ve savaşamayacak durumda oldukları için ellerindeki varlıklarını da kaybederek soysuz(!) laşırlar. İşte o zaman yeni bir formül arayışına girerler Antik Yunan Egemenleri. O zamana kadar sadece karşılıksız çalıştırdıkları köleler üzerinden yeni bir dünya kurmanın planlarını da yaparlar Artık savaşçılar Soyluların kendileri degil; onlar adına savaşacak olan Köle Çocuklarıdır. Bugünün kriterlerine vurdugumuzda Avam Kamarası (Halk) dedigimiz geniş toplumsal tabandan beslenen bu sistemle halk çocuklarına cennet vaadiyla iki metre amerikan bezi karşılıgı ölüm yolları döşenir.. Bu vaadin adI ŞEHADET YOLUYLA GİDİLECEK CENNETTİR. ve en gericisinden en ilericisine hep o nakarat yinelenir… Şehitler Ölmez !!!!!!!!!.... söyletenler sistemin sahibi bizden hatırlatması söyleyenedir asıl ayıbı Mart 2013 kızılbaş - sayfa 15 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir resmi görüşümüz daha mı oluyor acaba? Yetvart Danzikyan (Radikal) 4 Mart 2013 “Süreç” zarar görmesin diye neredeyse çıtımızı çıkarmıyoruz. Ancak Öcalan’ın “Anadolu” çözümlemeleri, üzerinde durulmayı hak ediyor. Abdullah Öcalan ile BDP Heyeti’nin geçtiğimiz hafta İmralı’da yaptığı görüşmenin –önemli bir bölümünün- basında yayınlanmasıyla önümüzdeki sis perdesi biraz daha aralandı. Kayıtlar son dönemde Öcalan’ın ne düşündüğünün bilinmesi açısından önemliydi. Kayıtların yayınlanmasını kimin istediğini öngörebilmek de –polisiye yöntemlere başvurmamak kaydıyla- önemliydi elbette. Zira kayıtlar aslına bakılırsa bir değil iki kesimi de –taktikten çok perspektif açısından- bir miktar zorda bırakan bir muhteva taşıyor. Bunu biraz sonra açmaya çalışacağım. Gelen tepkilerden AKP ya da devlet içindeki bir başka rakip kanadın böyle bir girişimden yana olmadığı anlaşılıyor. (Erdoğan’ın Milliyet gazetesine yönelik haber özgürlüğüne saldırı niteliği taşıyan sözlerinin medya üzerinde yeni bir baskı anlamına geldiğinin de altını çizelim bu arada) Özetle kayıtlar “sürecin” bir miktar daha şeffaflaşmasını ve Öcalan’ın kafasında neler olduğunu bir parça -ve kopuk kopuk- da olsa öğrenmemizi sağladı. Ne öğrendik peki? “Çekilme şartları” gibi taktik meseleler hayli yazıldı çizildi, o bölüme girmeyeceğim. Yukarıda da bahsettiğim gibi “perspektif” açısından ilginç sözler var. Onlar üzerinde durmaya niyetliyim. Öncelikle: Öcalan’ın AKP/MİT-Gülen çekişmesinde açık biçimde AKP-MİT’in yanında yer aldığın ayan beyan gördük. Bu elbette ki gayet normal. Zira süreci başlatan AKP, yürüten de MİT’tir.. Geride bıraktığımız aylar boyunca sürece muhalefet eden de –bunu açıkça söylemeseler de- yapılan hamlelerden anladığımız kadarıyla iktidar blokunun diğer ortağı idi. Öcalan bu çekişmede kendine önemli bir rol biçmiş, hatta bir cemaat darbesini kendisinin önlediğini söyleyecek durumda. Bilemiyorum, bu bakış açısında belki de aylardır MİT görevlileri (muhtemelen başkanı) ile temasta bulunmasının rolü vardır. Bu normal dedik ama doğrusunu isterseniz bu konu üzerinde bu kadar fazla durma- sı, yerini bu kadar kalın çizgilerle ve defalarca belli etmesi, ilginçti. Keza Başkanlık konusunda da Erdoğan ve AKP ile benzer bir frekans içinde olduğu görülüyor. Öcalan’ın. Ancak öngördüğü ABD tipi bir başkanlık. Senato ve halklar meclisinden müteşekkil ikili bir yapı. AKP’nin ise böyle bir yapı öngörmediği açık. Onların kafasındaki bildiğiniz gibi “Türk tipi” bir başkanlık modeli. Ve en önemlisi: iki halkı birarada tutacak “değer” meselesi. Burada da Öcalan’ın Erdoğan tarafından uzun süredir meydanlarda dile getirilen “hepimiz Müslümanız” formülüne ara ara göz kırptığını görebiliyoruz. “Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var, geliştirin” gibi sözleri ve Altan Tan’ı neredeyse bu işle görevlendirmesi, önemli. Fakat burada da kalmıyor Öcalan. Selçuklu dönemindeki Türkmen isyanlarına kadar gidiyor ve bu Türkmen meselesinin de gözardı edilmemesini, buna da yoğunlaşılmasını istiyor. Bunun için görevlendirdiği isim de bir Adıyamanlı olan Sırrı Süreyya Önder. Ve tabii bence en dikkate değer bölümler. Kürtlerin dindarlığı ve Ermeni, Rum, Yahudi lobileri ile ilgili sözleri yani. Şuraya kadarki her şeye “eh, olabilir” desek bile, burayı es geçmek artık mümkün değil. Kürtlerin yaşadığı gizli İslam’ın engellenmesi, Erdoğan’ın İslam’ı kullanan kapitalist tekelci işadamları tarafından idam fikrine yönlendirilmesi bölümünde “Hangi güçler?” sorusuna birdenbire “Ermeni lobisi etkili, 2015’te gündem olmak istiyorlar” diye verdiği cevap mesela. “Anadolu İslamlaştıktan sonra bin yıllık bir Hıristiyanlık öf kesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar.” sözü var, keza. Bunun devamında Kürtlerin devletten dışlanmaları konu başlığında “Mustafa Kemal de başta yer veriyor. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel bir devlettir. Bin yıllık gelenektir” sözü var, mesela.. Başka bir yerde ama aslında bu bölümün devamı olabilecek sözler de var: “Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3’ü de Anadolu çıkışlıdır.” sözleri var. Son olarak Gülen cemaatinin dayandığı isim olan Said-i Nursi’nin doğduğu köyün bir Ermeni köyü olduğunun altını çizmeye gerek duyması var, ki bu AKP/MİT-Gülen cemaati çekişmesinde hayli ilginç bir yere oturuyor. Bütün bu sözlerde iki rahatsız edici yan var. İlki, başta dediğim gibi AKP’nin “İslam temelli birliktelik” bahsine zaman zaman göz kırpması. Bunda rahatsız edici yan nedir ki, denirse, çok basitçe şunu söylemek mümkün: toplumda yeni bir hiyerarşinin kurulmasını meşrulaştıran sözler bunlar. Tamam, bunların taktik icabı edilmiş sözler olma ihtimali de var. Ancak Öcalan’ın eskiden beri bu tip konulara da yoğunlaşmış biri olduğunu biliyoruz. Yani öyleyse bile bunun bir evveliyatı var. Ama hayli geliştirmiş. Bununla bağlantılı olarak ikincisi de taktik icabı değil, gerçekten böyle düşünüyor olabileceği. Bu daha problemlidir zira -bilmem açıklamama gerek var mı?bunlar zaten kurucu otoritenin ve onun sağ versiyonunun yıllardır söyleyip durduğu, sol çevrelerde de -başka bir yönüyle- yankı bulmuş düşüncelerdir ve resmi görüşün önemli bir ayağını oluşturur. Kendine “yabancı” gelen her şeye şüpheyle bakan, topraklarına göz koyduklarını düşünen zihniyetle ilgilidir. Kurucu otorite bunu öyle sağlam temellerle atmıştır ki bu ülkeye, bu “korku” neredeyse her siyasal akımda kendini belli eder. AKP’de temsil bulan sağ kanat, MHP’de temsil bulan milliyetçi kanat ve CHP’de temsil bulan kurucu otoritenin sosyal demokrat sos dökülmüş hali olan kanadı geçtim, kimi sosyalist akımlarda bile (Yalçın Küçük’ün bu Sabetay işlerine bulaşmadan önce –sosyalist- olarak gördüğü ilgiyi hatırlayın) bu düşüncenin izleri vardır. Burada duralım ve gelelim en kritik meseleye. Şu var: Beri yandan da bilhassa son beş-altı yıldır bölgedeki siyasal Kürt hareketinin hiç de bu yukarıda saydığım argümanlarla konuşmadığını, tam tersine –bilhassa bölge bahsinde- Ermeniliği, Süryaniliği de içine alan daha geniş, daha kapsamlı bir politika dili geliştirdiğini hatta bunu uygulamaya geçirdiğini de biliyoruz. Zaten siyasal Kürt hareketinden beklenen de buydu, budur. Ve bu performanslarıyla bu topraklarda başka bir iklimin de geçerli olabileceğinin ipuçlarını verdiler..(Her ne kadar Sırrı Sakık’ın bu iklime ters bazı açıklamaları olup, sonradan özür dilediyse de) Yine Ahmet Türk’ün 1915’te olup bitenlerde Kürtlerin oynadığı rolle ilgili biraz da “resmi” bir hüviyet taşıyan özrü de dikkat çekiciydi (Her ne kadar bu özrü birdenbire masaya bir tabak koyup, almazsak ayıp olacakmış havasında öne sürdüyse de..) Özetle siyasal Kürt hareketinin girdiği dinamik, bilhassa son birkaç yıldır, bambaşka bir havadaydı.(Bu arada “özür” konusunda şu makaleye de bakmanızı kızılbaş - sayfa 16 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 öneririm: “Özür dilemek, ‘bildiğiniz gibi değil’-Ayda Erbal http://azadalik.wordpress.com/2013/02/01/ozur-dilemek-bildiginiz-gibi-degil/) Dolayısıyla önümüzdeki mesele şudur. Öcalan bu sözleri her ne sebeple söylemiş olursa olsun. Öncelikle: siyasal Kürt hareketinin bu sözlerde bir problem olduğunu kabul etmesini beklerim. (Bekleriz diyecektim ama nihayetinde kimse adına konuşmuyorum) Evet biliyorum Öcalan’ın bu hareketteki rolü düşünüldüğünde hareketin üyelerinin bu sözlere karşı çıkmasını beklemek, nasıl diyeyim, belki de çok gerçekçi olmaz. O vakit daha kritik olan bir başka soruya geçiyorum. Eğer öyleyse bu sözler (ve diğer görüşler) siyasal Kürt hareketinde de –aynı AKP gibi, her eğilimi barındıran, yutan- bir “resmi görüş”ün yavaş yavaş oluştuğu anlamına mı gelecektir? Biliyorum, reel politik alanda “çok büyük” işler dönerken bu sorularla çok az insan ilgilenecektir. Evet müzakere sürecinin başarıya ulaşmasını hepimiz istiyoruz. Sürecin öneminin elbette ki farkındayız. Zaten süreç zarar görmesin diye neredeyse çıtımızı çıkarmıyoruz. Kaldı ki, “Bakmayın olup bitenlere, süreç yürüyor” analizleri yazmayı ben de çok isterim. Bir yönüyle de durum böyle zaten. Fakat bu tür meselelere zamanında reaksiyon vermezsek, sözümüzü yutarsak, gidilen yer, “herkesin” yeri olmaz. Madem Öcalan “azınlıklar”dan da destek istemiş, bu sözlere kulak vermesinde fayda var. Sevag tel örgülerden hala bize bakıyor.. Bir 24 Nisan günüydü. Batman Kozluk’ta askerlik yapan Sevag Balıkçı, birliğindeki –ülkücü görüşleriyle bilinen- bir arkadaşının silahından çıkan kurşunla can verdi. Olayın hemen ardından “kaza değildi” yönünde ifade veren bazı tanıklara rağmen sanıklar ve diğer tanıklar bunun bir kaza olduğunu söylediler. Mahkeme de davanın başından beri bu senaryoya daha fazla ağırlık verdi. Geçtiğimiz hafta Balıkçı cinayetinin duruşması vardı. Müdahil avukatlar dosyanın genişletilmesini istediler. Ancak bu talep kabul görmedi. Mahkeme heyeti, müdahil avukatların taleplerini “davayı uzatmak amacıyla yapıldığı” gerekçesiyle reddetti. Avukatlar esasa ve savcının mütalaasına ilişkin savunma yapmak için zaman istedi. Bunun üzerine mahkeme heyeti duruşmayı 26 Mart’a erteledi. Dolayısıyla dosya olayın bir “kaza” olduğunun hükme bağlanması yönünde hızla ilerliyor. Yani, bir dosya daha yavaş yavaş usulunce kapatılıyor. Ve Sevag hala o tel örgülerin ardından bize bakıyor. HER CEMEVİ YIKILSIN.. KALINTILARI DA YAKILSIN… Serkan Güzel Cemevi, Alevilerin zikir yaptıkları, Hak ile batıl alanı ayırdıkları, ölmeden önce öldükleri, sorguya çekilip soruldukları ibadethânedir. Alevilerin ibadethane diye adlandırdıkları yeri sorgulamak bizlere düşmez. Devletin görevi insanların dini inançlarını belirlemek değildir. Devletin görevi insanların inançlarını özgürce yaşamalarını sağlamaktır. Hükümetler “senin inancın aslında yok” deme yetkisine sahip olmamalı. Biz halk olarak hükümetlere böyle bir yetki vermedik. Musevi, Hıristiyan, Müslüman nasıl devlet güvencesi altında ibadet edebiliyorsa, Aleviler de aynı rahatlıkta ibadet etmelidirler. Ak Parti hükümeti; bir dönem türbanlı kadınlara yapılan baskı ve aşağılamaları unutmuş olmalı. Aslında inanç özgürlüğünü en çok savunması gereken parti Ak Partidir. Baskı ve ötekileştirme ile sağlıklı bir sosyal yaşam kurulamayacağını en iyi hükümetimiz biliyor olmalı. Aslında bu sorunun cevabı hükümetimizden çok bizlerdedir. Çünkü politikacılar sokakta karşılığı olmayan bir söylemde bulunmazlar. Bu ülkede çoğunluk Aleviliği istemiyor Öyle bir inancı kabul etmiyor saygı da göstermiyorlar. Bu nedenle Başbakanımız Alevilik karşıtı bir söylemi rahatça dile getirebiliyor. Çünkü çoğunluk bu duyduklarıyla mutlu olup rahatlıyor. “Oh be” diyorlar “işte Alevilik diye bir şey yokmuş.” Tıpkı Kürt meselesi gibi; yok denince yok olmuyor işte. İstemediğimiz şeyler hakkında komplo teorileri kurmayı da çok severiz. “Aleviler aslında Ermeni (sanki Ermeni olmak kötüymüş gibi)”, “Alevilik diye bir şey yok bu tamamen dış güçlerin oyunu”, “İslam dünyasını karıştırmak için Siyonistlerin uydurduğu bir inanç” ve daha neler söyleniyor. Çünkü biz inanmıyor ve istemiyoruz.. Fakat Avrupa da; İslami kesime karşı bir hakaret olduğunda yeri göğü inletiyoruz.. Peygamberimizi aşağılayan bir karikatür çizildiğinde; gururumuz kırılıyor ve öfkeleniyoruz. Neden inancımıza saygı göstermiyorlar diyerek kızıp söyleniyoruz. Fakat beklediğimiz saygıyı aynı topraklarda yaşadığımız Alevilere göstermiyoruz... Saygı görmek istiyorsak saygı göstermeyi öğrenmeliyiz… Aleviler ile aynı ülkede yaşamak istemeyen birileri var maalesef. Aleviliği Müslümanlığa karşı hakaret sayan bir kitle var. Peki ama Aleviler ne yapmalı?! Nereye gitmeliler?! Ermeni vatandaşlarımıza yapılan gibi sürgün mü edelim?! İbadethanelerini yıkalım mı?! Aslında önce yıkalım sonrada kalıntılarını yakalım. Hatta içlerine tüm Alevileri doldurup öyle yakalım ki; gidip başka yere ibadethane kurmasınlar. Böylesi daha garanti olur. Aleviler bu ülkeyi terk etsinler. Hatta dünyayı da terk etsinler. Uzay turları nasılsa başladı. Parası neyse verelim gidip Marsta yaşasınlar. Türkiye Türk ve Müslümanlarındır. Hatta tüm dünya Türklerin ve Müslümanlarındır. Henüz uzaya çıkamadık. Olsun gitmesek bile Mars ve diğer gezegenlerde Türk ve Müslümanlarındır… Aslında biz; diğer Müslüman ülkeleri de beğenmeyiz. Araplarda bize göre pis bir millet değil mi? Hangi Müslüman ülke ile sağlıklı bir ilişkimiz var? Kendimiz ile barışık olmayınca böyle yaşamak da doğal oluyor elbette. Tüm Aleviler ölse üzülmeyecek insanlar var bu ülkede; onlar adına ben utanıyorum. Alevileri hastalıklı insanlar gibi görmek ne acı ve ne büyük yanılgı. İslam sevgi ve hoşgörü dinidir. Ve bizlerin insan olarak görevi tıpkı hükümetler gibi; başkalarının inancına karar vermek değil, inançlarını dilediklerince yaşamalarını sağlamaktır. Mutlu bir ülkede barış içinde yaşamak istiyorsak önce kendi içimizdeki kirli düşüncelerden kurtulmalıyız. Korkularımızı bir kenara itmeliyiz. Herkese ve özellikle aynı topraklarda yaşadığımız insanlara saygı göstermeliyiz. Birbirimize değer vererek yaşarsak daha güçlü, daha mutlu bir ülke oluruz. Korkularından arınmış, korkusuz; hatta korkan korkutan değil huzur ve güven veren bir ülke; hayal değil… Elbette birbirine saygı gösteren insanların sayısı da çok güzel ülkemizde.. Sadece bizler artık konuşmalı ve sesimizi daha çok duyurmalıyız. Korkmadan ihtiyacı olan herkese yardıma koşmalıyız. Halk olarak başarabilirsek; hükümeti idare edenlerde başka türlüsünü yapamazlar. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gava ku kevneşopên bingeha olekê neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin! Belê Sigmund Freud e dêje, „- zarok di binbîra xwe de pak û zelale. Qirêc û gemarî û başî ji mezinên xwe hîn dibe. Kes û cihan eger dostane bin, hevre nekesî ne mumkun e. Kes bi mêjoyê xwe û aqlê xwe û bîr a xwe dewlemend e. Eger kes mêjo yê xwe re îxanêt neke, ew him ji bo xwe, him jî ji bo gelê xwe nîmetek mezin e. Her zarok di mêjo yê xwe de cîhanek mezin e. Jiyana koledarî de zarok di nav kesên bêkes de zelalî û mezintî ya xwe wenda dikin. K e m a l To l a n Belê birêzan, gelek ji we dizanin ku min beriya gelek salan gotiye, “ ne raste ku em timî dîroknas, ilimdar, oldar, dê û bavên xwe seba kêmasiyên ketine nav dîroka me sucdar bikin. Bi dîtina min, îro ji me jî gelek tişt têne xwastin û divê em ji her demê bêtir alîkariyê bi rêxistin û tifaqên di nava civak û netewa xwe de bikin. Tiştê di vî warî de bikeve ser milên min, ezê jî weke gelek nivîskar û lêkolînvanên Êzdiyan li gorî Êzdî nasîn, nêrîn, zanîn û îmakanên xwe timî li ser wê derya bîr û bawerên (kevneşopên) me Êzdiyan û li ser kevnariya dîrok, ziman û wêjeya Kurdî binivsînim.(*1)” Ez îro jî dîsa dêjim, gava merivên temen mezin ava bîra xwe şêlûbikin, dûre jî ew wê avê bi zarokan bidine vexwarin û zarok pê nexweşbikevin, ji vexwarina hemû ava bîran bitirsin û bi gotina mezinên xwe nekin, hingê bila mezin jî zarokan gunehbar nekin....... Vêca, ji ber ku gelek Kurd-Êzdî girîngiyê nadine van nirxandinên min, ez niha dixwazim hinek nirxandinên psîkoanalîtîkî xerîban, yê mîna „Sigmund Freud, ku bijîşk, pisporê derûnînasiya kûr û navdarê psîkoanalîtîka sedsala 20emîn e“, pêşkêşî we hêjayan bikim û hêvîdarim ku hûn bala xwe bidine vî psîkoanalîtîkî, ka wî çi li ser pirsgirêkan „derûnînasiya kûr „ gotiye? Her bav û dê dixwazin zarokên xwe di malbata xwe û dibîstanan de baş perwerde bikin, lê çawa? Malbat bi hezar salan demek dirêj bindestên îdeolojiya olan û îdeolojî ya fermî a devletan de bi rewşa kewneperestî de helak bûn. Çawa zarokan perwerde dikin? Her dem bi hem demî dîrok li ser sîstema koledarî dimeşe û jiyan bi ol û edetên wan her dem carî dike. Sîstema koledarî , doh û îro li ser çerx a qedera bindestan dilîhze. Ew şervanên koledarên xwene. Mirovên di jiyanê de cîh digire, bi wî şeklê dije. Hemu malbatan de dijîn û zarokên wan hene. Pêwîste ki ew hemû zarokên xwe perwerde bikin. Zarok di mal de bingeha jiyan a xwe ava dike. Binbîra xwe jî bi vî ava çê dibe. Ege mirov hêsîre binbîrê xwe be karê wî û azadî ya xwe rast na meşe. Dema yekemîn de mirov ger binbîra xwe pakij bike û bigihîşe cax û demsala xwe. Mirov çawa ji xwe û ji kewneperestî ya xwe azad dibe? -Azadî, xewn, xeyal nayê standin, nayê kirandin û firotin, lê mirov dikare xewn, xeyal û azadî bije. Jiyana azad bi kesitî ya azad mumkun e. Mirov dikare xwe azad bike, lê nikare kesî azad bike. Êzidilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!. Mirov ên azad li kesî tade nakin. Zilamên azad tade li jin û hevalên xwe nakin. Tade yên di malbatan de dibe tadeyên zilamên bindest in. Zordest li zilam ên bindest dikin, zilam ên bindest jî di malbata xwe de tade li jinên bindest dikin. Tade, kar ê kewneperestan e. Jin ên kewneperest kar û barên wan jiyan a kewneperestî ye. Ol û sîstem ên kewn û kewneperest li xwe bar dikin û bi vî rewşê de zorokên xwe perwerde dikin. Bo kewneperesti perwerde dikin. Zarok ên xwe ên keç bo bindestî amade dikin û zarok ên law bo tadekar ên mêr amade dikin…………..(*2)” Her wisa Friedrich Hegel jî dêje: „….xweza û hemû hémanén zanyariyé berhemén bîra bémerc in, ev jî, ji derveyî sîndorén bîra merivan e……………… (*3)“ Min li ser vê bingehê jî û di *1,rûpel:82 de gotiye: Di Êzdiyatiyê de xwanê dibe derenca(qedrê) her Xwedan, Milyaket, Cin, Perî, Qenc, Xas û Qelenderên Xwedê ji hev cûdeye û wusa jî cîh, qedir û qîmetên wan ji hevûdinê mestir û bilintirin. Êzdî li gorî baweriya xwe hêjî gelekî qedir û qîmetê didine hemî cîh (gir, newal, dar, çiya, çem, zinar, gelî, şikeft, çol, xanî, mal û whd.ê) û deverên ku Milyaket, Xwedan, Cin, Perî û Qelenderên Xwedê sur û keremetên xwe şanî Qenc, Xas û Qelenderên Xwedê kirine û qencên Xwedê lê runiştine îbadeta xwe kirine anjî lê kiras guhartine pîroz dibînin. Hemû cîhên Silavgeh, Ziyaret, Qub, Parêzgeh, Zêw, Mal, Gor, Mezel û whd. li ba me Êzdiyan gelekî pîrozbun. Me Êzdiyan ji ber baweriya xwe, hemû tiştên xweza (ax, av, dar, kevir, agir û whd.) li wan cîhên pîroz hebu diparast û disediqand.„ Ez îro dîsan dêjim, eger ku dê û bavên zarokan van kevneşopên bingeha kızılbaş - sayfa 18 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ol û çanda civaka xwe, yên ku ji bo jiyna bihevûdinêre gelekî girîngen, bi zarokan re jiyan nekin, zarok û ciwan nikarin jiber xwe ve sedûhedên civakê û olê , yên ku girîngin nasbikin û biparêzin. Bi dîtina min gava ku, em Êzdiyên temen mezin pişgiriyê nedine rizgarîxwazên Kurdistanê, malkomelên Êzdiyan, bi zimanê bavkalan xeber nedin, van kevneşopên cejin û rojiyên xwe yên ji bo maznayi ya Xwedê, pîroziya Milyaket, Xas, Qelander û hemû kevneşopên ola xwe(yên mîna : Êzî, Şêşims, Xwedanê malê, Şerfedîn, Çilê Zivistan û Havînê, Xidir Elyas û Xidir Nebî, Qurbanê, Çarşema Sor, Ziyaret, Cemayî, dawetnebî û whd.) tevî zarokan zindînekin û em wan nedine nasandin, mafê me tûne ku em daxwaza pêşvebirin û parastina wan ji zarok û ciwanan jî bikin! Ez dixwazim vê nirxandina ku li ser “Derûnnasiya komî “ hatiye gotin,“Kes çawa nêt bike rêvabirî ya malbat a wî bi gorî wî awayî dimeşe. Azadi ya civak jî gorî nêt a xwe tê holê. Ger her kes xwe bi xwe azad bike ki civak azad be.(*2)„ bînime bîra me tevan û li ser vê bingehê dêjim, ez zahf xemgînim ku gelek dezgeh, rojname, kovar, mal, komel û malperên me Êzdî(Kurd)an, îsal(2013) jî di çalakî û di ragihandinên xwe de zêde girîngî ne dane agehdariyên pîroziya kevneṣopiya cejna Xidir Nebî -Xidir Eylas jî. Kemal Tolan- Berhevkar û Xemxwarê Kevneşopên Êzdiyatiyê *Çavkanî: 1.Kemal Tolan- Nasandina Kevneşopiyên Êzdiyatiyê 2006, rûpel 14 . 2.http://ku.wikipedia.org/wiki/Sigmund_Freud http://ku.wikipedia.org/wiki/ Der%C3%BBn%C3%AEnasiya_ kom%C3%AE 3.http://ku.wikipedia.org/wiki/Georg_ Wilhelm_Friedrich_Hegel Nişanyan'a dava açıldı! Yazar Sevan Nişanyan'a kendi blog'unda yer alan bir yazı nedeniyle dava açıldı. Gerekçe: "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama" İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca, Sevan Nişanyan'ın kendi blog'unda yazdığı bir yazıda, Hz. Muhammed'e hakaret ettiği iddiasıyla ile ilgili 15 kişinin şikayeti üzerine başlatılan soruşturma tamamlandı. 1.5 yıl isteniyor Nişanyan hakkında ''halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama'' suçundan 1,5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Soruşturma sonucu hazırlanan ve mahkemece kabul edilen yedi sayfalık iddianamede, yazar Nişanyan 'şüpheli', 15 kişi ise 'müşteki' sıfatıyla yer alıyor. Şüpheli Nişanyan'ın ise hakkındaki suçlamaları kabul etmediğini ve dava konusuyla ilgili başka hiçbir sözünün bulunmadığını söylediği ifade edilen iddianamede, Nişanyan'ın internet sitesindeki dava konusu yazısına da yer verildi. Nişanyan'ın yazısında ''...Bundan yüzlerce yıl önce Allah ile kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir'' şeklinde beyanların bulunduğu belirtildi. Savcılık: Sözler Hz. Muhammed'e yönelik Şüphelinin söz konusu yazısında, İslam dininin peygamberi olan Hazreti Muhammed hakkında ''Allah ile kontak kurduğunu iddia eden'', ''bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin eden'' ve ''bir Arap lideri'' olduğu yönündeki nitelendirmelerde bulunduğu anlatılan iddianamede, bu sözlerin Hz. Muhammed'e yönelik olduğu açık ve net olduğunun anlaşıldığı kaydedildi. İddianamede, TCK'nın 216. maddesinde yer alan ''halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama'' suçuna ilişkin düzenlemenin hukuki yararlılığından bahsedilerek şu ifadelere yer verildi: ''Kişilerin kendilerini mensubu olarak kabul ettikleri dinlerinin kutsal saydığı Allah, melekler, peygamberler, kutsal kitaplar, cennet, cehennem gibi kavramlar ve bu dinlere ait ibadet yerleri ile ibadet şekillerine yönelik hislerini koruma altına almak suretiyle, toplumsal barışın bozulmasına engel olmak olduğu, bu hususun sadece İslam dini için değil Hristiyanlık ve Musevilik dini için de geçerlidir. 'Din mensuplarını incitmekten kaçınılması gerekir' Düşünce ve ifadelerin açıklanması ile eleştirilerin yapılması sırasında, bu dinlerin mensubu olan kişilerin dini inançlarının gereği olan, önem verdikleri değerleri aşağılamaktan ve bu kişileri incitmekten kaçınılması gerekir.'' Özgürlüklerin mutlak olarak sınırsız kabul edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilen iddianamede, ''bir başka özgürlüğün ihlali noktasına geldiği takdirde, özgürlüklerin sınırlanmasının söz konusu olabileceği hatırlatıldı. 'Kamusal tartışmaya bir katkısı yok' Nişanyan'ın yazısında geçen ifadelerin başkalarını sebepsiz yere incittiğini, insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya bir katkıda bulunmadığının anlatıldığı iddianamede, şüphelinin, nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olan ülkede Müslüman kesimin, değer verdiği, inandığı İslam dininin peygamberi olan Hz. Muhammed'e yönelik hislerini gereksiz yere incitecek şekilde dini değerleri aşağıladığı vurgulandı. Ayrıca söz konusu yazının yayımlanmasından sonra kamuoyunda birçok kişi ve sivil toplum örgütü tarafından eleştiri, tepki ve tartışmalara neden olduğu, bu şekilde de yazının kamu barışını bozduğu belirtilen iddianamede, ''Bu suretle şüphelinin ifadeyi açıklama ve düşünce özgürlüğü ile eleştiri sınırlarını aşarak, halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçunu işlediği ve yazının internette yayınlanması nedeniyle de söz konusu atılı suçun basın yayın yoluyla işlendiği anlaşılmıştır'' denildi. Nişanyan’ın, önümüzdeki günlerde İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi'nde hakim karşısına çıkması bekleniyor. (aa) http://www.radikal.com.tr kızılbaş - sayfa 19 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabı üzerinden 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücadeleleri, milliyetler ve sömürge meselesi üzerine bir tartışma... lıkta kalan çalışmalarının gün yüzüne çıkmasıyla Kıvılcımlı, “keşfedilen” ilgi gören tartışılan bir kişi haline geldi. Bu nedenle Kürdistanlı sosyalistler açısından keşfedilen Kıvılcımlı daha güçlü ve yakındır. Klasik Marksizm’in sorunlu alanlarından biri “milli mesele” olageldi. Bu tartışma halen uluslararası sosyalist hareket ve onun çekirdeğini oluşturan Marksist geleneğin yumuşak karnını oluşturuyor. Ulusları kategorik olarak ya çok küçümsemek ya da abartmak arasında bir uçtan diğerine savrulan, teorik ve pratik yalpalama Enternasyonalizm anlayışını da çöküntüye uğrattı. Tutarlı bir ulus tahlili olamayınca; Küreselleşmenin bayrağı uluslararası sermaye tarafından dalgalandırılırken, sosyalist mücadele ulusal sınır ve taleplerin kanallarında tutunmaya çalışır oldu. Enternasyonalizmi ulusların yok olacakları öngörüsü üzerine kuran sosyalist hareketler uluslar meselesini küçümsemenin bedelini öder gibidir. Öldü, ölecek diye gün biçilen milliyetçilik, günümüzde ikinci altın çağını yaşıyor... Kendi toplumlarımızda durum çok daha trajiktir. Geleneksel sol hareketin bir bölümü egemen ulus milliyetçiliğinin - şovenizminin içinde; diğer kesimi de ezilen ulus hareketinin içinde / kıyısında yaşamaya çalışmakta. Bu ironi nasıl gerçekleşti? Kıvılcımlı’nın çalışmasına gönderme yaparsak, “ezilen ulus” meselesini 30’lu yıllardan 80’lere kadar “yedek güç” olarak saptayan sosyalistler, nasıl oldu da kendileri, ulusal çatışma ve mücadelelerin “yedek gücü” haline geldi? Ben, Kıvılcımlı Sempozyumu vesilesiyle Türkiye sosyalist hareketinin bu büyük teori ve eylem adamını selamlıyor; “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışması üzerinden bu konuya ilişkin bazı eleştiriler geliştirmek istiyorum. Kıvılcımlı’nın mirası... Kıvılcımlı, Marksist metodolojiyi benimsemiş bir devrimci olarak nesnel gerçekliği teoriye uydurmaya çalışmak yerine, içinde yaşadığı toplumun orijinalitesini anlama ve buna uygun çıkarımlar yapmasıyla çağdaşı olan Türkiyeli sosyalistlerden temel çok temel bir farklılık gösterir. Bir anekdot Recep Maraşlı O’nun başlıca önemli ve özgün çalışmasının diyalektik ve tarihsel materyalizmi Osmanlı Tarihi üzerinde uygulamasıyla ortaya çıkan Tarih Tezi olduğu düşüncesindeyim. Doğu Roma, Bizans gibi köklü doğu kültürlerinin mirası üzerine yükselen Osmanlı Tarihini açıklamaya çalışmakla büyük bir boşluğu doldurmuştur. Bu kapsamlı çalışma Marksist yazına ciddi bir katkı iddiası taşır. Yaşamımın güzel tesadüflerinden biri olarak, Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabının, yazılışı üzerinden 45 yıl geçtikten sonra gün yüzüne çıkışına, kamuoyuyla paylaşılma aşamasına tanıklık ettim. Günümüzde bile halen birçok sosyalistin Emin Oktay’ın lise tarih kitapları düzeyindeki bilgilerle hareket ettikleri düşünülürse Kıvılcımlı devasa bir iş yapmış olmaktadır. 1980 öncesi sosyalist/devrimci hareket içinde özel jargonlar oluşmuştu. Bunlardan biri de “meseleyi nasıl getiriyor?” biçimindeydi. Örneğin “Sovyetler Birliği’ni nasıl getiriyor?” dendiği zaman SSCB’yi “sosyalist” mi, “sosyalemperyalist” mi, yoksa “revizyonist” olarak mı gördüğü kastediliyordu. Bu sorunun cevabına göre o siyasi akım ya da kişi, Sovyetçi mi, Maocu, Üç Dünyacı ve ya orta yolcu mu olduğu biçiminde kategorize ediliyordu. “İhtiyat Kuvvet” çalışmasının da içinde olduğu Yol dizisi Türkiye komünist hareketinin, stratejik, taktik ve örgütlenme sorunlarının tümüne cevaplar arayan; programatik çözümleme ve önermeleri getiren çok önemli bir çalışmadır. Kürtlerin “ulus” olup olmadığı, “kendi kaderini tayin hakkı”na sahip olup olmadığı; Kürdistan’ın sömürge olarak görülüp görülmemesi Türk ve Kürt solunu birbirinden ayırt eden temel bir ölçüt haline gelmişti. Kıvılcımlı “din” ve “milliyetler” sorununda da toplumumuzun özgünlüklerini sorgulayan onları sosyalist mücadele ile organize etmeye çalışan bir çaba ile de diğerlerinden temel bir farklılık gösterir. Bizim de özgün bir sorumuz vardı: “Kürdistan’ı nasıl getiriyorsunuz?” Ne var ki Kıvılcımlı’nın düşünsel üretkenliği ve başarısı, siyasal pratikte yansımasını bulmuş değildir. Kıvılcımlı, tam da 1970’lerde kendi öngörüsünü doğrulayan gelişmeler ortaya çıktığında Kürt ulusal hareketine oldukça mesafelidir. Bu nedenle Kürt devrimcileri üzerinde bıraktığı imaj çok da olumlu değildir, biraz soğuk ve uzaktır. Ancak 70’li yıllardan sonra Doktorcu grupların çabasıyla, özellikle karan- Rızgari, Özgürlük Yolu, DDKD, Kawa gibi dönemin belli başlı siyasi yapıları “Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş sömürge bir ülke” olduğu tespitini yapıyorlardı. “Türk solu” ise bu teze “sömürgenin sömürgesi olmaz, Türkiye’nin kendisi de bir sömürgedir”; “Türkiye de Kürdistan da emperyalizmin ortak sömürgesidir” veya “sömürgecilik tezi ayrılıkçı Kürt burjuvazisinin tezidir” gibi değişik gerekçelerle karşı çıkmaktaydı. Giderek Türk solu içerisinde de Kurtuluş, İşçi Cephesi gibi sömürge tezini kabul eden gruplar çıkmaya başladı. Devrimci-Yol, TKP, Aydınlık, Halkın kızılbaş - sayfa 20 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kurtuluşu gibi gruplar ise bu teze şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kıvılcımlı yanlısı Vatan Partisi, İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği (PİM), Sosyalist gazetesi gibi kurumlarla sık sık ortak platform veya eylem birliklerinde bir araya geliyorduk. 1978 yılında bu gruplardan, “Kürdistan’ı nasıl getiriyorsunuz?” sorusuna; “Kürdistan’ı müstemleke olarak getiriyoruz!” cevabı duyulmaya başlandı. Eski Türkçede kullanılan bu “müstemleke” kelimesinin anlamı Kürt gençleri arasında çok fazla bilinmiyordu. Bunun muhtemelen Kürdistan’a sömürge dememek için Türk solu tarafından, kafa karıştırmak amacıyla uydurulmuş yeni bir kavram olduğu düşünülüyor, biraz da kuşku ile bakılıyordu: - “Müstemleke” ne demek? - Eski Türkçede “sömürge” demek... - O zaman niye “sömürge” demiyorsunuz da “müstemleke” diyorsunuz? - Doktor öyle yazmış!.. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın “Kürdistan’ı müstemleke olarak getirdiği” bir kitabı olduğu bir efsane gibi dilden dile dolaşır olmuştu. Aralık 1978’de İstanbul Bayrampaşa cezaevinde tutukluydum. Filistinli tutukluların firarı üzerine, idareden saldırı gelişmiş ve sol siyasilerin kaldığı koğuşlarda direniş başlamıştı. Sonuçta gittiğimiz her yerde çekirge sürüsü gibi iz bıraktığımız 100 kadar kişi müthiş bir kafile ile sürgüne gönderildik. Bir çok cezaevi dolaştıktan sonra [Sinop cezaevi yandı, Trabzon cezaevinde tüneller ortaya çıktı vb..] Mart 1979’da Niğde Cezaevine vardıydık. Niğde’nin bir bölümünde 12 Mart döneminin siyasi mahkumları kalıyordu. Bizim gelişimizle 68’ ve 76’ iki kuşağından devrimcilerin ilk kez birbirleriyle tanışmaları açısından ilginç bir deneyim oluşturdu. Cezaevleri ve sürgünler boyunca Kurtuluş, SGB, Özgürlük Yolu, DDKD, Rızgari ve Kıvılcımlı yanlısı gruplardan arkadaşlar “Birleşik Komün” oluşturmuş, birlikte hareket ediyorduk. Adet olduğu üzere herkes kendisine “en yakın gelen” grupların olduğu koğuşlara pay edilirken, Birleşik Komün’dekiler de Ertuğrul Kürkçü, Münir Ramazan Aktolga, Orhan Savaşçı, Demir Küçükay- dın, Dündar Erenler, Oktay Etiman ... gibi isimlerin bulunduğu koğuşa kabul edilmiştik. Demir Küçükaydın’ı Sosyalist gazetesindeki yazıları nedeniyle tanıyordum. Bir de o yıllarda adeta “kötü yola düşmüş” der gibi hayıflanarak söylenen bir “Troçkist olmuş!” lafı vardı. Birlikte geldiğimiz Doktorcu arkadaşlar fısıltıyla “Demir, Troçkist olmuş!” uyarısı yapmışlardı. Aslında bu, kendisi de “utangaç Troçkistler” olarak nitelenen bir Rızgarici için extra bir yakınlık işareti sayılırdı! Öyle de oldu; Küçükaydın’la daha yakın bir dostluk gelişti. Yine bu vesile ile Kürdistan’a “müstemleke” diyen kitabın gün yüzüne çıkışına da tanık oldum. Küçükaydın metni zaten toparlamıştı; ben de kendisine bu textin daktilo edilmesinde yardım ettim. Tartışarak, yorumlayarak, birkaç kez yazıp okumuş oldum. “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” çalışması, Kıvılcımlı’nın hapishanelerde envai türlü kağıda yazılıp saklanmış, aramalardan, baskınlardan, operasyonlardan, kaçıp-kovalamalardan korunmuş yüzlerce sahife el yazmasından oluşan arşivlerin peyder pey yurtdışına çıkarılması sayesinde kurtarıldığını öğrenmiştim. Kıvılcımlı’nın yurtdışında, “sosyalist” bürokrasi tarafından Sovyetlere kabul edilmemesi, Arnavutluk, Bulgaristan sınırlarından bekletilmesi, ve yaşamını Belgrad’da bir hastanede yitirme öyküsü de oldukça trajik ve inciticiydi. Doktor’un bu kez hasta koğuşundan yazdığı “Kim Suçlamış?” ve “Brejnev’e Mektup” metinlerinin benim için “İhtiyat Kuvvet” ten daha etkileyici olduğunu belirtmeliyim. İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) Bu çalışma “TKP’nin Eleştirel Tarihi: YOL” genel başlığı altında yazılmış 7 ciltlik külliyatın 6. Kitabıdır. İçeriği itibarıyla çok tartışılmış ve ilgi çekmiştir. Kıvılcımlı bu çalışmayı Merkez Komitesinde tartışılacağını umarak TKP için bir siyasal strateji ve taktik tartışması olarak hazırlamıştı. Kitap tarihsel mekanına uygun bir yerde 1933 yılında Elazığ cezaevinde yazılmış ve bu atmosferin etkilerini taşımaktadır. Şeyh Said ve Ağrı isyanlarının henüz yeni bastırıldığı bir dönemdir. Kuşkusuz bu çalışmanın yazılış amacına da uygun olarak tek başına değil Yol serisi bütünlüğü içinde değerlendirilmesi daha doğru olacaktı. Ne ki, bu denli kapsamlı bir çalışmayı bir makale boyutuna sığdıramazdım. Dolayısıyla sadece üzerinde en çok yoğunlaştığım 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücadeleleri, milliyetler ve sömürge meselesi üzerinden tartışmaya dahil olmayı tercih ediyorum. İhtiyat Kuvvet’i yazıldığı dönemin siyasi koşullarını, düşünce dünyasını da anlamaya yarayan değerli belgesel olarak okumak yerinde olur. Döneme ait sosyal gözlemler; sınıf tahlilleri, gazete haberleri, istatistiksel veriler, bu sürecin anlaşılmasına yardım eder. Böylece zamanla değişmiş olan koşulları ve ya süregelen benzerlikleri görerek süreci takip etmede iyi bir nirengi vazifesi görüyor. “Doğu sorunu”: Kürtler ve Ermeniler... 1969 yılında, bir bilim adamının nesnel bilgiye dayanması gerektiğini söyleyen Dr. İsmail Beşikçi, “Doğu Anadolu’nun Düzeni” kitabında “Doğu sorunu” denen şeyin özünde etnik bir temele sahip olduğunu, bunun Kürt sorunu olduğunu yazdığında Üniversitelerden dışlanmış, cezaevleri serüveni başlamıştı. 1933 yılında ise nesneyi adıyla çağırmanın bir Marksist için birinci şart olduğunu söyleyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı “İhtiyat Kuvvet:Milliyet (Şark)” kitabının girişine “Türkiye’deki Doğu sorunu ve Doğu illeri nesnesi bir milliyet davasıdır!”diye yazmıştı. Bu “Doğu illerinin evvel ezel iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan”… Ermeni sorununun “çözülmüş” olduğunu varsayan Kıvılcımlı, Leninist ilkeler işletildiğinde “Türkiye’nin içindeki Doğu sorunu genel olarak bir ulusallık sorunudur, özel olarak Kürt ulusallığı sorunudur” saptaması yapmıştı. Ne acıdır ki, bilimsel bilgi üretimi ve düşünce mirasının sonraki kuşaklara aktarımı söz konusu olmayıp, zamanında yazılıp düşünülenler “suskunluk yasası”na mahkum olunca, nesnenin yeniden keşfi ve yeni bedeller ödenmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Kıvılcımlı, Osmanlı’da “Şark meselesi” dendiği zaman bunun “… bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi” olduğunu yazar. Kürtlüğü, “Daha ziyade derebey, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde” yaşayan; kızılbaş - sayfa 21 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeniliği ise “Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç Asya’ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık manzumesi” iki ayrı zümre olarak tanımlar. Emperyalistlerin dış kışkırtmalarıyla biraz daha alevlenen Kürt-Ermeni çelişkisinin özünde milli ve dini farklılıklardan çok feodalite-burjuvazi çelişkisi olduğunu belirterek sınıfsal temeline ilişkin önemli bir saptama yapar. “Türkleştirebilmek” için İttihat-Terakki yönetiminin Hıristiyan uluslara karşı açtığı yok etme seferberliğine Kürt feodalitesinin de iştahla katılıp, yararlanması biçiminde cereyan etmiştir. Zaten ortaya çıkan sonuç bütün etnik farklılıkları reddeden sömürgeci bir Türk ulus devletidir: işbirlikçi Kürt feodalitesi de bu kalıba girmek istemedikçe bilediği kılıçtan nasibini yeterince almıştır. Ermeni sorunu “çözüldü” mü ? Kıvılcımlı bastırılmış Ermenilik konusunda oldukça önemli tespitler yapıyor: Günümüzde ise “Doğu sorunu” dendiği zaman ise artık sadece Kürt sorunu anlaşılmaktadır. Çünkü “Ermeni sorunu hallolmuştur”!.. Ermeni sorununun nasıl “hallolduğunu” ise Kıvılcımlı şöyle açıklar: “Bugün Şark vilayetlerinin “mesame”leri içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar dinleri ile birlikte dillerini de kayıp ediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve tesiri altında Kürtleşiyorlar.” Meşrutiyet burjuvazisi ‘Şark Meselesi’nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı; birçok sahalarda olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı da Kürt derebeyliğiyle el ele verdi. “Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu.” Kıvılcımlı’nın tehcir ve kırım rakamlarıyla ilgili yanlış bilgileri olduğu görülür. Katliam sonrası Ermenilerin çeşitli ülkelerdeki nüfus oranlarını verdikten sonra çoğunlukla (%77.9 oranında) Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne girdiklerini belirterek artık bir Ermeni sorunu kalmadığını öne sürer: “Genel olarak komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen çözmüş durumdadır” diyerek nesnel gerçekliğe değil ideolojik gerçekliğe yaslanır. Güncel tartışmalar bağlamında baktığımızda 1915 süreci için “soykırım” kavramı kullanılmaz; zaten “Soykırım” ve “etnik arındırma” kavramları o dönem henüz hukuk ve siyasi literatüre girmiş değildir. Buna karşılık bu kavram kullanılmaksızın Ermenilerin yok edilişi “vahşet ve katliam” olarak nitelendirilmektedir. “Siyasal egemenliği elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve beyleriyle el ele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen Türkiye’deki kökünü kazıyabilmiştir.” Kıvılcımlı’nın belirttiği olgular genel olarak doğru olmakla birlikte çizdiği çerçeve sorunludur. Soykırım İttihatçı Osmanlı yönetimi tarafından planlanan, Türk kimliğine dayalı bir ulus-devlet yaratma projesinin parçasıdır. Sürgün ve soykırım Kürt-Ermeni çelişmesinde İttihatçı burjuvazinin Kürt feodalitesini tutarak Ermeni uluslaşmasını ortada kaldırması biçiminde değil; Çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı toplumunu Kıvılcımlı Ermeni katliamdan kurtulan Ermeni çalışkanlarını Sovyetler’in şefkatli ellerine teslim etmenin coşkusu içindedir. Diaspora Ermenileri arasındaki sınıf savaşında burjuvazi bizi ilgilendirmez, Türkiye’de de Ermeni emekçisi kalmadı, bu konu kapandı diyerek gerçekten kendini avutmuş gözükür. Böylece o Türkiye sınırları içinde sınıf hareketi geliştirebilecek yoğunlukta bir Ermeni emekçi kitlesinin kalmamasını, “emekçi sınıf yoksa sorun da yok!” gönül rahatlığıyla “işimize bakalım” diyerek içine sindirebiliyor. Sovyet Devrimi’nin “Ermenilik sorununu” çözdüğünü sanmak belki o günün koşulları ve bilgileriyle imanlı bir sosyalistin umut ve inancıyla açıklanabilir. Kıvılcımlı yaşasaydı, 90’lı yıllarda Sovyet Bürokrasisi çözüldüğünde ulusal çatışma ve sorunların adeta donduruldukları andaki şiddetle hayata geri döndüklerini görecekti. Ne var ki Kıvılcımlı sadece Sovyetlerle ilgili yanılmakla kalmıyor, Sovyet Devrimi dışında kalan asıl büyük Ermeni- liğin yok edilmiş olmasını bir “çözüm” olarak görme yanlışlığına düşebiliyor. Ermeni nüfusunun büyük bölümü doğu Ermenistan’a sığınmadı, yok edildi. Kurtulabilenlerin büyük kısmı mülteci haline geldi. Ermeni ulusu tarihsel anavatanının büyük bölümünden ya kırılarak, ya sürülerek, geri kalan “kılıç artıkları” da ebedi bir suskunluğa mahkum edilerek silinmişlerdi. Kıvılcımlı’nın soykırım kayıplarına yer vermemesi, Ermeni tehciri uygulamasından söz etmemesi bilgi noksanlığından kaynaklanıyor olmalı. Ne var ki Ermenilerin soykırımla yok edilip anavatanlarından sürgün edilmelerini, dayatılmış kimliklerin içinde yaşamak zorunda bırakılmalarını bir sorun olarak görmeyip, “Ermeni sorunu çözüldü” diyebilmesi ise oldukça vahim bir yanlış. Soykırım ve sürgün politikası bir “çözüm” olabilir mi? Tarihsel Ermenistan’ın dışına atılmış Ermenilerin ulusal istemlerinin “burjuvazinin” çabaları olarak kötülenmesi ise, günümüzdeki “içerideki Ermeniler iyi, diaspora Ermenileri kötü” söylemini bir hayli andırıyor. Kaldı ki tarihsel haksızlık, sürgün ve soykırım kurbanı mülteci uluslar sorunu, ulusal sorunların büyük bir bölümünü oluşturur. Dünya gündemini meşgul eden Yahudi, Ermeni ve Filistin sorunları birer örnektir… Kemalizm anti emperyalisttir yanılgısı İhtiyat Kuvvet: Şark’ın önemli bir bölümü Kemalist burjuvazinin Kürdistan’da yürüttüğü sömürge siyasetinin eleştirisine, çözümlenmesine ayrılmıştır. Oldukça önemli tahlil ve tespitler içerir. Kıvılcımlı Kemalist burjuvazinin anti-emperyalist olmakla birlikte bunun göreceli olduğunu ve ayrıca güvenilmez olduğunun da vurgulamaktan geri durmaz.”Türk burjuvazisinin emperyalizme düşmanlığı, koyunlarını komşusuna sağdırmak istemeyen mal sahibinin düşmanlığı gibidir.” der ve sorar; “Kürdistan halkı en beter sömürge baskısı altında inliyor. Acaba hangisi daha içten ve derinden emperyalizm düşmanı olabilir? Kuşku yok ki sömürge zulmüne en çok uğrayan halk...” Buna karşı yine de Kemalist burjuvazinin anti-emperyalist cephede yer aldığını belirtir. Kemalizmin en azından bir dönem için kızılbaş - sayfa 22 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “ilerici, anti-emperyalist” bir karakter taşıdığı; azınlıkların (Rumlar ve Ermenilerin), Kürtlerin emperyalizmin oyunlarına alet oldukları görüşü; Kemalizm’in radikal eleştiricileri tarafından da kabul edilen ortak bir Türk sol görüşü gibidir. Bu noktada tüm Kemalist resmi tarihçilerle adeta bir ortak payda oluşmuştur. Sosyalistler için bu zorlamanın temelinde Türk resmi görüşüyle uyuşma isteğinden ziyade Bolşeviklerle Kemalistlerin yaptıkları işbirliğini ideolojik olarak savunma gayreti yatar. Bu gayreti Kıvılcımlı’da da görmek mümkün. Kemalist hareket, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin İttihat-Terakki I. Dünya Savaşıyla yenilgiye uğrayınca, vaziyete el koyan ikinci ekibinden başka bir şey değildir. Yaptıkları şey “milli mücadele” idi ama ezilen bir ulusun anti-emperyalist mücadelesi değil; fetih, talan ve işgalle ele geçirilmiş yüzlerce yıllık Osmanlı İmparatorluk coğrafyasından güvenli bir “ulus devlet” çıkarabilmekti. Dolayısıyla İttihat-Terakki’nin sürgün ve jenosidle zaten çok büyük oranda boşalttıkları “Mısak-ı Milli” sınırları içinde tekrar bir Rum ve Ermeni oluşumuna meydan vermemek için ellerinde, askeri, siyasi, diplomatik ne olanak varsa sonuna kadar kullanmalarıdır. Bu bir ulusal kurtuluş savaşı değil, bu toprakların binlerce yıllık yerli halkları olan Rumlara karşı Ege ve Karadenizde; Ermenilere karşı Batı Ermenistan ve Kilikya’da; Nasturilere karşı Hakkari mıntıkasında yürütülen bir “temizlik” harekatıdır. Bu harekata Kürt feodal yapıları gibi ulusal önderlikler de önemli destek vermiştir. Kemalistlerin savaştan çekilmiş Rusya’daki Bolşevik yönetimiyle işbirliği yapmaları ideolojik değil pragmatik bir tercihtir. Örneğin eski İttihatçılar da Bolşeviklerle içli dışlıydılar. Soykırım suçlusu Talat’a en yakın desteği Radek veriyordu; Enver Paşa ise Doğu Halkları Kurultayı’nın baş köşesine kurulmuştu bile! Kürt ulusal hareketi ve Bolşevikler Kıvılcımlı Kemalist burjuvaziyi güvenilmez bulsa da sonuçta “anti-emperyalist” safların içinde görürken Kürt ulusal hareketini ise o güne kadar karşı-devrim cephesinden ayrılamayan, emperyalizmin yedeğine giren bir hareket olarak değerlendirir. Yeni gelişen Kürt Ulusçuluğunun ancak Bolşevik devrimiyle bağlaşıklık kurarak başarılı olabileceğini, ancak önderliğin bunu göremediği için Halifelik ve emperyalistlerle işbirliğine girerek kaybettiğini söyler. Oysa Kemalistler Bolşeviklerle aynı saflara katılarak devrimci bir rol oynadılar görüşünü savunur. Bu tahlilerde de nesnel durumla örtüşmeyen birçok yan vardır. Kürt ulusçuluğunun önderleri Bolşevik devrimiyle ilişki kurmak istemediler görüşü yanlış. Ancak işbirliği tek yanlı olmaz. Şeyh Mehmudê Berzenci’nin bizzat Lenin’e gönderdiği yardım isteyen mektupları var. Bolşevikler güney sınırlarını emperyalist bir müdahaleye kapalı tutmak kaygısıyla Kemalist bürokrasi ile anlaşmayı tercih etmişlerdi. Kıvılcımlı, Bolşeviklere toz kondurmayı aklından bile geçirmediği için Kemalist bürokrasiye uzatılan elin eleştirisini değil övgüsünü yapıyor. Oysa Bolşevizm bayrağına tutunan Rus bürokrasisi, devrimi olabildiğince yaymayı değil, Rusya’nın eski sınırlarını stabilize edecek kertede sınırlamayı yeğledikleri için Kürt ve Ermeni ulusal hareketini değil, Osmanlı egemenliğini reorganize eden Ankara hükümetini muhatap kabul etmişlerdi. Bolşevik yönetimi Kars ve Moskova (1921) anlaşmalarıyla Ermenistan ve Kürdistan’ın kaderi Kemalistlere çoktan hediye edilmişti bile... Kıvılcımlı Kürt ulusçuluğunun önderlik ve muhtevasıyla ilgili doğru tespitler yapmasına rağmen, Sovyetler’in daha o an belli olan statükocu dış politikasından kaynaklanan sorunları saptayamıyor. Sonuçta Kürt geleneksel önderlik ve sınıfları ikili/ikircikli bir tutum içinde olsalar da esas itibariyle Kemalist hareketi desteklediler. Böylece Kıvılcımlı’nın çizdiği şemaya göre Kürt hareketi de “anti-emperyalist cephe”ye dahil olmuş oluyor. Kürt isyanları, Kemalistler mutlak siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra Kürtler için herhangi bir vaatlerini tutma niyetlerinin olmadığı ortaya çıkınca patlak vermiştir. Bir kısım olaylar da zaten isyan değil direniştir. Bunlar önemli bir ayrımlardır. Bundandır ki Kürt ulusal hareketi, bütün ağır darbeleri Kemalizm’den yemiş olmasına rağmen, sağ veya sol bütün Kürt örgütlenmeler parti program ve bildirgelerinde “Türklerle-Kürtler omuz omuza kurtuluş savaşı yaptıklarından, cumhuriyeti beraber kurdukları”ndan övgüyle bahsetmişlerdir. Asıl eleştirilmesi gereken Rum ve Ermenilerin tasfiyesinde Kemalist hareketin desteklenmiş olmasıdır. “Yedek Güç” teorisi Sosyalist devrimlerle, ulusal kurtuluş mücadelelerini bağdaştırma çabası III. Enternasyonal döneminin başlıca sorunlarından biridir. “Proletarya devrimi” onun önderi olacağı düşünülen Avrupa’nın dışına kıyısına düşmüş, buna karşılık küçük-burjuva ve köylü yığınlarının devrimci enerjisini taşıyan ulusal kurtuluş mücadeleleri emperyalizmle çatışan biricik güç konumuna gelmişlerdir. “Yedek güç” veya “ittifak” teorisi sosyalist önderlerin, proletaryadan bulamadıkları devrimci enerji ihtiyacını, ulusal kurtuluş mücadelelerinden sağlama zorunluluğundan ortaya çıkar. 1925 Diyarbakır ve 1927 Ağrı ayaklanmalarıyla ortaya çıkan Kürt ulusal devrimci potansiyeli Kıvılcımlı’yı “İhtiyat Kuvvet”i teorileştirmesinin itici gücü olmuştur diyebiliriz. Kıvılcımlı bu hareketlerin karşısında Kemalist burjuvazi yanında yer alan TKP’nin resmi görüşünün dışına çıkarak, bu potansiyelin devrim mücadelesine kanalize edilecek demokratik özüne işaret ederek stratejik bir ayrılık göstermektedir. Ona göre feodalitenin önderliği “denize düşen yılana sarılır” misali mazlum Kürt emekçilerinin başka çare görememesiyle ilgilidir. Kıvılcımlı, çalışmasının ana temasını bu potansiyele nasıl önderlik edilebileceği ve onu nasıl kavramak gerektiği üzerine inşa etmiştir. Sınıf tahlilleri açısından belirleyici ayrım ise; Kürdistan’ın sosyo ekonomik ve toplumsal geri yapısını “feodal, yarı-feodal” gibi kapitalizm öncesi biçimlerle tanımlama eğilimine karşı, doğru bir yöntem olarak; Kürdistan’ın da dünya ekonomik sisteminin bir parçası olduğunu; zira kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağında, bu sistemin dışında alanlar olamayacağını savunur. Zaten Kürdistan’ın bir “sömürge” olarak tespit edilmesinin sosyo-ekonomik ayaklarından biri de budur. Kıvılcımlı bu çalışmasında o zamana kadar yapılmayan, 70 yıllara kadar da söz konusu edilmeyen biçimde Kürtleri bir ulus, Kürdistan’ı bir ülke, Kürt ulusal hareketini de sosyalist devrimin stratejik yedek gücü olarak değerlendiren ilk kişidir. Yani yalnız onu sosyolojik bir olgu olarak tanımakla kalmıyor; siyasal rolünü de tartışıyor. Kıvılcımlı, Kürdistan’ın bütün parçalarındaki Kürt halkının kader birliğini gören ve gözeten bir anlayışı savunur. Türkiyeli sosyalist hareketlerin çok baktıkları “diğer parçalardaki Kürtler!...” in bütünlük içinde ele alınmasını temel bir kızılbaş - sayfa 23 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ilke olarak görür. Bu haliyle Kürdistanlı sosyalistlerin “bağımsız birleşik Kürdistan” şiarına daha yakın durur. “Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek olan ayrı bir devlet oluşturmaya karar verme hakkı, … yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasal yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun idealleştirildiği gün, Irak ve Suriye’de Kürtleri, eski zamanın “koç başı” gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkartan aynı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.” kendisi açıklar. “‘Türkiye Halkları’ lafı altında açık seçik provokasyon yattığını nefesim tükeninceye dek ben açıkladım. En çok bana içerledikleri saklanamadı. Ordunun geniş tarafsız yığını “Kürtlük” umacısı ile ürkütülerek, ‘Vatan bölünüyor’ çığlığı altında faşizme çekilecekti.” 30’larda Kürdistan’ı devrimin stratejik alanlarından bir olarak gören Kıvılcımlı, 1970’de Aydınlık dergisine yazdığı bir makalesinde Diyarbakır’ı “karşı devrimin” gelişeceği bir merkez olarak görmektedir. Yedek güç teorisi, hayata geçirilmeye çalışıldığı pratiklerde de başarılı sonuçlar vermedi, pratikte doğrulanan bir gerçekliğe dönüşmedi. Ya sosyalist parti ve kadroların, enternasyonalist perspektiflerini unutarak sadece ulusal kurtuluş mücadelelerine angaje olmalarına; ya da genellik köylü veya küçük burjuva tabakalara dayanan ulusal hareketlere sosyalist devrim görevi yükleme gibi kaymalara neden oldu. “Türkiye’de finans-kapital her şeyden önce Karşı-Devrimi organize etmekle görevlidir.… Bu dış - devrimin de 2 stratejik şehrini seçmiştir: ADANA DİYARBAKIR... Bu iki Şehrin mihveri, Arapça - Kürtçe konuşan Türklerin mihveridir. Amerikan emperyalizmi, eski İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek, devrimci Türkiye’yi o mihvere basarak ikiye parçalamak yolunu daha açıkça ortaya koyamazdı.” Günümüzde ise bu tartışma artık bir hayli eskimiştir. Kıvılcımlı’nın bu kez eşyanın adını vermekten kaçınarak “Arapça-Kürtçe konuşan Türkler” tanımı yaptığı ve bu halklara “potansiyel emperyalizm işbirlikçileri” iması yüklediği görülür. Cumhuriyet tarihi boyunca, sömürge siyasetinin, darbelerin karargahı olan Kemalist bürokrasinin mabedi Ankara ise “devrimci bir merkez” olarak sayılmaktadır. “Devrimci Türkiye”nin ikiye bölünmesi tehlikesinden söz etmektedir! Kıvılcımlı “İhtiyat Kuvvet”i terk mi etti? Yazın konusunda oldukça üretken olan Kıvılcımlı’nın sonraki yazılarında ne Kürtlerden ne Ermenilerden ne de “İhtiyat Kuvvet: Milliyet”teki görüşlerinden hiç bahsetmemiş olması üzerinde durulması gereken bir husustur. Acaba Kıvılcımlı, bu görüşlerinden vaz mı geçti; yoksa onları gündemleştirmeyi yararsız hatta zararlı mı buldu? Dönemler arasında belirgin bir fark vardır. Kıvılcımlı’nın en önemli örgütlenme pratiği olan Vatan Partisi’nin (1952 -57) ne fikriyatında, ne de fiiliyatında Kürtlerle ilgili en ufak bir ima bulunmaz. Tersine Komünistlerin ”vatan”ı yoktur ama VP, Türkiye haritasını bayraklaştırmıştır. Oysa 1930’larda yazılanların uf kuna bakılacak olursa, 1965’de TİP’in “doğulu sosyalistlerle” kurmayı başardığı birlikteliği, çok önceden Vatan Partisi kurmuş olmalıydı. Kıvılcımlı 60’lı yılların sonlarına doğru verdiği seminerlerde kendisine Kürt meselesinin, halklar meselesinin hatırlatılması ve tartışmaya çekilmesine büyük tepki verdiği gözlenir. Kıvılcımlı burada açıkça Kürt sorununu ötelemesinin temelinde, Orduyu ürkütmemek olduğunu Dikkatli bir biçimde bakıldığında Kıvılcımlı’nın görüşlerinin esaslı biçimde değişmediği görülür: O, 1930’larda da Kemalist burjuvaziyi güvenilmez bulsa da “anti-emperyalist” safların içinde görüyordu zaten. “Ordu Mustafa Kemali’in izinden gidiyor, Enver’in değil...,” derken; Ordu’nun “Tarihsel devrimci” bir rol oynamakta olduğunu ima eder. Kürt ulusal hareketini de yine / zaten 1930’lu yıllarda “o güne kadar karşı-devrim cephesinden ayrılamayan, emperyalizmin yedeğine giren bir kafasızlıkla malul görmekteydi. O halde değişen şey, Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal hareketinin sosyalist bir devrime yedeklenmesinden umudunu kestiği, artık bunu olası görmediği olabilir. Ağabey-Kardeş ilişkisi Kıvılcımlı’hın diğer bir öngörüsü ise Türk komünistlerinin “Ağabeyilik” yapması ile ilgiliydi. Kürt proletaryasının bir Kürdistan Komünist Partisi’ne ihtiyacı olduğunu “Fakat böyle bir örgütün kurulması için deyim yerindeyse, ağabeylik görevinin Türkiye Komünist Partisi’ne düştüğünü” söylemekteydi. İlk bakışta dostça görünen bu söylemde biraz tepeden bakma, “gelişkin ve ileri” Türk’ün, “geri ve cahil” Kürde akıl, yol yordam öğretmesi, ona kol kanat germesi gibi bir büyüklenme yüklüdür. Böyle bir hiyeraşi, bağlı-bağımlı ulus ilişkilerinin bir başka düzlemde üretilmesi ve bir tür vesayet ilişkisi anlamına gelir. Doğrusu eşit bir ilişki; göz ve kulak mesafesinden bir diyalog olmasıdır. Her iki tarafın da birbirinden öğrenecekleri, öğretecekleri çok şey olacaktır. Böyle bir yol arkadaşlığı da zaten mevcuttur. Neyseki Türk ve Kürt komünistleri arasındaki ilişki “ağabey-kardeş” meselesinden çok “kötü komşu insanı mal sahibi yapar” misaline benzedi ve Kürt sosyalistleri kendi yollarını kendileri buldu; kendi örgütlerini, mücadele araçlarını kendileri yarattılar. 15.12.2012 Berlin 17-18 Ocak 2013 Tarihlerinde İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi, Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu’nda yapılan Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumuna sunulan yazılı tebliğ’in tam metnidir. Sempozyuma sunulan tüm bildiriler Köxüz yayınları tarafından Sempozyum Kitabı olarak yayınlandı. ht t p://gelawej.net /i ndex.php/ k it ap yay i n /135 -pol it i k a /8189 -st a nbu ld ageni-kapsaml-d rhik met-k vlcmlsempozyumu.html Tebliğ ayrıca Agos gazetesinin 25 Ocak 2013 tarihli sayısında “Kıvılcımlı’nın Tarihi Yanılgısı” başlığıyla özetlenerek yayınlandı. kızılbaş - sayfa 24 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TC Solu İflasa Dogru Giderken ibrahim seven Türkiye solu başlanğıcından beri toplumunun tarihinin ekonomisinin bırakalım Marksist bir analizininin bir eleştirisi üzerine kurulmamıştır. İttihat ve Terakki gibi çöken Osmanlıyı nasıl kurtarabiliriz derdinden kalkmış ve Osmanlı ancak “SOSYALIZM“ le kurtulabilir diye düşünmüş. Mustafa Suphi eski bir İttihatcı, Şefik Hüsnü Sabetaycı Osmanlı subayı, Dr. Hikmet Arnavut bir Osmanlı subayı. Osmanlının balkanları kaybetmesinin üzüntüsünü anlatan Dr. Hikmet’in yazısı okunabilir. Daha sonra Nazım Hikmet, Şevket Süreyya ile beraber Kafkas ve ortaasya türklerini kurtarmaya giderken komünist olurlar. Bu insanların ortak yanı hiçbirisinin anadolu’lu olmaması ve hepsi osmanlı devletinin balkanlarda sömürgeci işbirlikçileri oluşu. Denebilir ki o zaman “TÜRK“ ve müslümanlarda başka aydın yoktu askerler dışında. Olabilir bu gerçeği değiştirmiyor. Bu kurucu nesilden sonra Trakya’da Rum ve Bulgar mallarına el koyma uzmanı Mudafai Hukuk Cemiyeti Başkanının oğlu Mihri Belli geliyor. Palavracılığı ile tanınan bu şahıs geçenlerde Hürriyet gazetesinde 6 yaşındayken nasıl karakol teşkilatının gizli evraklarını yok ettiğini övününerek anlatıyor. Ecevit gibi Robert Kolej’de yetişen bu komünist, komünistliği kendi ifadesine göre ABD’de öğreniyor. Kemalizm ve Stalinizmin şahsında birleştiren ve çok ilkel bir ideolojiyi savunan bu şahis TC ve yenilenme göstermiyen TC solu ermeni katliamı konusunnda rezilane bir tavırla bu firsatı da kaçırdı. solunda en önemli ideologdor. Mahir Cayan’dan, Doğu Perinçek’e Türkiye solunda rol alanların çoğu Mihri Belli’nin rahlei tedrisinden geçmiş. Gene denebilir ki ne yapsında genç insanlar başka alternatif yoktu. Olabilir ama gerçeği değiştirmiyor. Ve neticede bu ucube oluştu. Kemalizmi ordudan daha çok savunan bir sol. Düzen partilerinin çöplendiği yer olan devlet müesselerini düzen partilerinden daha çok savunan bir sol. Stalinizmin kurduğu sosyalizm tüm reform denemelerine rağmen yıkılınca TC solu öksüz kaldı. Stalinizmin yıkılmasını bir şans olarak değerlendirip geçmişine eleştirici bakacağı yerde daha da muhafazakar bataklığa battı. Benim içinde yer aldığım yenilenme hareketi keza Halil Berktay ve arkadaşlarının DP tarikatında denemeleri. Taner Akçam yarı kaçma yarı yenilenme kalkışmaları başarısızlığa uğradı. Bunun yerine Berlin duvarının yıkılması bizi enterese etmez diyen DK tarikatı ve Pol Pot caru mazumdar gibi canavarların mayalandırdığı TİKKO gibileri bir kaç zavallıyı etrafında tutup bir yandan mafya, eroin ticareti bir yandan merhum Adana müftüsü Cemalettin Kaplanı arattıran bir fanatik gerici ideolojiyle tarikat şeyhlerine belli bir lüks. Genelkurmaya da hem öcü hem taşaron görevi gören bir “TERÖR“ örgütü imajı. Dev-Yol ve TKP gibi örgütler 80‘li yıllarda cuntaya karşı en teslimiyetçi tavrı takınanlar bu rezilliklerin hesabını vereceği yerde sarhışlar birbirine dayanırsa belki tesadüfen evin yolunu bulabilir diyerek tarikatlardan arta kalanları ÖDP’de topladı. Evin yolunu bulamadığı gibi yolun yarısında bir yere yığılıp kalacak. Stalinizmin yıkılmasında basiret Muhalif öldürme, insan haklarını hiçe sayma konusunda zengin bir rekoru olan TC solu ermeni katliamı konusunda ya susmuş yada mazlum ermeni milletini emperyalizmin işbirlikçisi gibi alçak nitelemelerle hakaret etmiş ve katil babalarının çocukları olduğunu göstermiş. Şimdi TC’de tavuklar bile ermeni katliamını tartışırken TC solu ya Doğu Perincek ya da ÖDP merkezine yakın olduğunu ifade eden ve internette Genel Kurmayın sayfasındaki alçaklıkları bir iki sol frazeoloji ile aynen savunan da isimli şahıs gibi utanma yok. Yahut Fransa emperyalist gibi eleştiri ve sınıf kavramından mahrum bir ilkel yaklaşımla ermeni katliamı konusanda Fransa’nın kararının demokratik özünü kavramamakta. Diyelim ki Fransa emperyalist ve diyelim ki Fransa emperyalistleri hangi emperyalist hesaba göre bu kararı alıyor. Bre alçaklar peki Fransa meclisinde herkes mi emperyalist. Hani sınıf mınıf vardı. Fransa işçi sınıfı, aydınları ermeni katliamında ne düşünüyor. Komünisti, Trockisti, Yeşilcisi. Bugünlerde Bahçeli, BBP liderinin palavraları –türkçede solcu türkçesinde söylem deniyor—dinleyin solcu DevSol’dan çok farklı değil. Neymiş Fransa emperyalistmiş. Cezayir de katliam yapmış. Be hödük Fransa yeni mi emperyalist olmuş. Cezayir’in bağımsızlığını da Gaulle imzalamadı mı? Peki Fransa’da Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşını destekliyenler ne oluyor onlar mransız mı? Ermeni katliamı turnusol kağıdıdır. Bu konuda yanlış tavır takınanın TC’de demokrat olması mümkün değildir. MGK ahirında bir eşek gibi gözleri bağlı kalır. Kendine solcu mu der, sağcı mı, müslüman mı hiç önemli değil. MGK dolap beygiri gibi bunları dönderir durur. 03.02.2001 tarihinde saat 12:58:01 ta ibrahim seven yazdı: Kaynak: http://dycengizhan.blogspot.de kızılbaş - sayfa 25 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kurbanların sayısını tespit etmek için yapılan her girişim, aslında bu insanların başlarına gelen akıl almaz acıların, yaşadıklarının üzerini örtmek, hattâ bunlar ı hafife almaktır, çünkü yıllarını tutuklanma korkusuyla geçirenlerin, tavan aralarında, duvar boşluklarında, küçücük hüc relerde veya ormanlarda saklanmak zorunda kalanların ya da tehcir edilmemek için canlarına kıyanların çektiği acıları göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Ve kendileri tehcirden kurt ulan, ancak çocukları veya eşleri öldürülenlerin acıları neyle, nasıl ölçülebilir?” ALİ SAİT ÇETINOĞLU Holokost ve Türkiye “Tarihe hakikat’in ne lüzumu var? Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur, Yalan Şarkta ayıp değildir.”[1] Falih Rıf kı Atay yukarıdaki sözleri söylerken bir gerçeği işaret ediyordu. Bu gerçek Osmanlı için ne kadar doğruysa ardılı olan T.C. için de aynı derecede doğrudur. Resmi tarih baştan sona bir yalan manzumesidir. Bu yalan manzumesi içindeki karanlık noktalardan biri de Holokost sürecinde Türkiye’nin tavrı ve TC’nin diplomatlarıyla birlikte Türkiye kökenli ve TC vatandaşı uyruklarını Holokost’tan koruduğu ve kurtardığı yalanıdır. Son yıllarda keşfedilen bu yalan bir anlamda işlevseldir de 1915 soykırımının inkar ve perdelenmesinde kullanılmaktadır. “[H]olokost ve Yahudilerin Türkiye tarafından kurtarılmış olmaları varsayımları Türkiye gündemi için bir konu olarak ansızın keşfediliverdi. Ancak bu ilgi, o dönemde gerçekten neler yaşandığının ortaya konulmasına yol açmadı. Savaş esnasında kurtarılmaktan imtina edilen Yahudiler, artık Türkiye'ye yöneltilen uluslararası eleştirilere cevap vermekte kullanılıyorlardı. Ayrıca, göstermelik bir şekilde holokost kurbanlarının yanında yer alma tavrı, sık sık Ermeni soykırımını inkâr etmekte kullanılıyordu.” Oysa gerçeklik farklıdır, Türkiye’nin holokost sürecindeki tutumu Türkiye kökenli ve Türkiye vatandaşı binlerce Yahudinin tehciri ve ölümüyle noktalanmıştır: “Wannsee Konferansı'nın tutanaklarından, Nazilerin "nihai çözüm"e dair planlarının, tarafsız ve müttefik devletlerde yaşa yanlar da dahil olmak üzere, Avrupa'daki tüm Yahudilerin öldürülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Tutanaklarda bulunan ve Avrupa devletlerinde yaşayan Yahudilerin sayısını gösteren bir listede, Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarında 55.500 Yahudinin yaşadığı belirtiliyordu… Avrupa'da yaşayan 20.000 ila 25.000 kadar Türkiyeli Yahudi, Nazile- rin orada uyguladığı Yahudi takibatına uğradı, binlercesi tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi, büyük kısmı öldürüldü. Türkiye Yahudilerinin Avrupa ülkelerindeki dağılımı çok farklıydı, en büyük bölümü Fransa'da yaşıyordu. Pek çok ülkede Nazi makamlarının gerçekleştirdiği yabancı tabiiyetli Yahudilerin sayımında "Türkler" üçüncü veya dördüncü sırada yer alıyordu. Türkiye Yahudileri hakkındaki bilgilere genellikle diğer Yahudilerin soykırıma ilişkin anlatımlarınd a tesadüf ediyoruz.” Corry Guttstadt Türkiye, Yahudiler ve Holokost[2] adlı kapsamlı ve titiz incelemesi ile bu yalanın üstünü açarak hakikati gözler önüne serer. Türkiye kökenli veya Türkiye vatandaşı binlerce Yahudi holokost esnasında Auschwitz ve Sobibor ölüm kamplarına, Ravensbrück, Buchenwald, Mauthausen, Theresienstadt, Dachau ve Bergen-Belsen kamplarına tehcir edildiler. “Birçoğu buralarda hayatını kaybetti. Bir kısmı ise Drancy ve Westerbork kamplarındaki mahkûmiyet koşullarına dayanamadılar ve ya vurularak öldürüldüler ya da Gestapo'nun iş kencesi altında can verdiler.” Guttstadt’ın çalışmasında gerek Osmanlı döneminde gerekse TC döneminde çeşitli Avrupa ülkelerine giden Yahudilerin sosyo - ekonomik durumlarını, Savaş öncesindeki çeşitli ülkelerdeki şehirler bazındaki nüfuslarını okuyucularla paylaşarak, Osmanlı topraklarından Avrupa’nın çeşitli şehirlerine serpilen Yahudilerin ayrıntılı bir portresini çizer. Ölüm kamplarında ve ölüm yürüyüşlerinde can veren Türkiye kökenli ve TC vatandaşı Yahudilerin rakamlarını, istatistiklerini ve isimlerini vererek tarihe bir not düşerken çok önemli bir noktanın altını çizer: “Holokostta ölen Yahudi Nazilerin iktidarından sonra başlayan somut takipten Holokost’a uzanan süreçte Yahudilerin, Almanya ile işgal ettiği ülkelerde ve nüfuz altındaki çeşitli Avrupa ülkelerindeki Yahudilerin ölüm yolculuklarını ve Holokost sürecinde TC'nin politikasını mercek altına alınırken TC'nin sistematik ayrımcı politikasını ve gayrimüslimleri bu coğrafyadan yok edilme sürecinin karanlık /kör noktalarından birine ışık tutar. Türkiye birkaç diplomatın kişisel tavrı istisna edilirse ezici çoğunluk Ankara’nın holokostu soğukkanlı bir şekilde seyretme politikasını istisnasız uygulamıştır. “Almanya'nın yürüttüğü savaşta tarafsız kalan Türkiye, Almanya için önemliydi[3]. Hem bu hem de Türkiye'de yaşayan çok sayıdaki Reich Almanı, Türkiye'nin Avrupa'da yaşayan Yahudilerini koruması için mükemmel ve muazzam imkânlar sağlıyordu. Çok sayıda Türk diplomatı Yahudi yurttaşlarını Yahud i karşıtı tedbirlerden muaf tutmak için bu durumu başarıyla kullandı ve yine çok sayıda münferit vakada tutuklanan Yahud ilerin serbest kalması için kararlı girişimlerde bulundu. Türk Konsoloslukları, bazı istisnai durumlarda Türkiye vatandaşı olmayan Yahudileri veya eskiden Türkiye vatandaşlığına sah ip olanları da himayesi akma aldı. Bunlar her zaman hümanist nedenlerden kaynaklanan eylemler olmasa bile, ülkeler bölümünde belirtilen koşullar Türk diplomatların sahip olduğu serbest hareket alanının altını çiziyor. Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen örneğinde de görüldüğü üzere, Türk diplomatlarının bir Yahudinin Türkiye vatandaşı olduğunu onaylaması dahi o insanın hayatının kurtulması demekti[r].” Oysa Türkiye Avrupa’da mültecilerin sınırlarından vizesiz geçemediği tek tarafsız ülkedir. Vize koşulları ve kullanılışı o kadar ağır hükümler içermektedir ki bir anlamda ülke sınırlarından geçiş imkansızdır: “Türk makamlarınca verilen transit vizelerin hepsi kullanılmış kızılbaş - sayfa 26 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olsaydı bile, son mültecinin de kurtulabilmesi için 200 yıla ihtiyaç olacaktı” Oysa ölüme karşı bir yarışa dönüşen bir durumdan söz ediyoruz. Başbakan refik Saydam yaşanan insanlık dramına seyirci kalmakta tereddüt etmez: “Burası hiç kimsenin istemediği kişilere yurt olmaz” sözlerini insaf sınırlarında açıklamak güçtür. Nadir Nadi 15 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında geçen “… Musa’nın serseri ahvadının düşüncesiz ve gayesiz yollarını lütfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua edelim” sözleri de bu cümledendir. “Türkiye, Yahudilerin ülkeye girişinin ve göçünün engellenmesine dair kararnameleri savaşın başlamasından ve Almanya’yla yapılan ittifaktan üç yıl önce çıkarmıştı, yani bu kararnameler özgün Türk siyasetiydi.” Sözleriyle genel blokaja işaret eden Guttstdat, “Cumhuriyetin kurulduğu dönemden itibaren gayrimüslimler çok sayıda kısıtlamaya tabiydi. Ermeniler ve Rumların pek çok yere yerleşmeleri, hatta buralarda geçici olarak bulunmalar ı bile yasaklanmış, bu düzenleme kısmen Yahudilere de uygulanmıştı. Haziran 1923 itibarıyla gayrimüslimlerin serbest dolaşım hakkı kaldırılmıştı. Türkiye içinde yapacakları seyahatler için özel bir izin almak zorundaydılar; bazı bölgelere girmeleri ise tümüyle yasaklanmıştı.” Sözleriyle genel kısıtlamaların yanında, TC'nin vatandaşı olan gayrimüslimlere karşı Kemalistlerin (2. Jöntürk) kuruluştan itibaren İttihat ve Terakki’den (1. Jöntürk) devraldıkları ayrımcı, dışlayıcı ve bu coğrafyadana kazınmalarına yönelik siyasetin örneklerini vererek, kırılma noktalarına işaret eder: Azınlık karşıtı kampanyalar, Ekonomik Türkleştirme: İşten atmalar ve meslekten uzaklaştırmalar, Lozan anlaşmasıyla düzenlenmiş olan azınlık haklarının içinin boşaltılması, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Mecburi iskan, 1934 Trakya olayları, 1941-42’de Gayrimüslim erkeklerin zorunlu çalışmasına yönelik 20 Kur’a askerlik, 1942-44 Ekonomik ve kültürel jenocid örneği Varlık Vergisi uygulaması ve ardından gelen zorunlu çalışma kampları… gibi Lozan azınlıkların bu coğrafyada yer kalmadığını ifade eden uygulamaları özetler. Başbakan İnönü bize başkaca yorum yapmamıza gerek bırakmayan sözleri bu politikanın en tepedekinin pervasız itirafıdır: “Başbakan İsmet İnönü, azınlıklara yönelik olarak gayet net bir ifadeyle şunları söylüyordu: Vazifemiz Türk vata nı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Bu sözler gerek Ankara ve gerekse Türk diplomatların, Avrupa’da bulunan yurttaşı Yahudiler ile Türkiye kökenli Yahudilere yönelik gerçekliği göz önüne sererken, bu tutumun daha iyi anlaşılabilmesi için Guttstdat’ın sunduğu, Türkiye’nin içerideki gayrimüslim vatandaşlarına karşı kurucu antlaşması Lozan’dan başlayarak süren dışlayıcı sürecin ayrıntılı bu özetinden, bu politikanın bir uzantısının yurt dışındaki yurttaşlarına da uygulayarak binlercesini ölüme yollamasını daha iyi kavrıyoruz. Kemalist rejim, kendi eliyle yok edemediklerini Nazilere yok ettirmekte oldukça cömert davrandığını anlıyoruz: “İki Gestapo memuru bir kişiyi belgelerinin kontrol edilmesi için konsolosluğa getirmişlerdi, bu da ilgili kişi için bir ölüm kalım kararı anlamına geliyordu. Belçikalı Yahudiler in heyetiyle görüşmekte olan konsolos muavini, Gestapo memurlarını kabul etmiş ve bir an bile düşünmeden onlara söz konusu kişiyi Türkiye vatandaşı olarak kabul etmediğini söylemişti. Oysa onu kurtarmak için elindeki belgenin gerçekliğ i konusunda bir şey diyemeyeceğini söylemesi yeterliydi.” Türkiye daha savaş başlamadan “bir ceza olarak vatandaşlıktan çıkarma” uygulamasıyla bünyesinde istemediği yurttaşlarını sudan sebeplerle kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartarak yurttaşlarını ölüme göndermekten çekinmemiştir. “Türkiye siyaseti vatandaşlıktan çıkarmayı aynı zamanda kendi içindeki siyasi muhaliflerine karşı bir baskı aracı olarak da kullanıyordu.” 150’likler listesiyle muhalif unsurları ve olası muhalifleri vatandaşlıktan çıkararak malına ve mülküne de el koymuştur. “Daha cumhuriyet kurulma dan önce, 1922 yılında, geçici Kemalist hükümetin yaptığı düzenlemeye göre, ülkeden ayrılan gayrimüslimlere ne pasaport, ne de vatandaşlık belgesi veriliyordu.” Ayrıca “savaş döneminde yasal olarak Türkiye'den çıkan ve cumhuriyetin kurulmasından sonra tekrar Türkiye'ye dönmek isteyen bazı Yahudilerin ülkeyi giriş izni almakta zorluk çektiklerini, Türkiye'de yaşayan Yahu dilerin de cumhuriyetin ilk yıllarında kimlik belgesi almakta sıkıntı yaşadıkları” da sık dile getirilen şikayetler arasındadır. Savaş döneminde kaybedilen topraklardan Gayrimüslim muhacirlerin ülkeye girişlerine izin verilmediği de bir gerçektir. Ankara da bu uygulamayı sürdürmüştür. Kemalistlerin ilk kabul ettikleri yasal düzenleme de savaş döneminde gayrimüslimlerin (özellikle Ermeni, Süryani, Rum ve Pontos) el konulan malların iadesine yönelik İstanbul hükümetini yaptığı düzenlemeyi iptal etmek olmuştur: “Kurtuluş savaşı zaferinden sonra kabul edilen ilk Türk kanunlarından biri, İstanbul Hükümeti'nin 8.1.1920 tarihinde kabul ettiği, savaş ve tehcir esnasında çalınan malların sahiplerine iade edilmesini öngören kanunu ortadan kaldırıyordu. Dolayısıyla bu yeni kanun, Ermenilerin mülksüzleştirilmelerini onaylıyordu” Bir çok vakada, -Erzurumda oturan Nisim,Nisan ve Simon adlı üç Yahudi vatandaşında olduğu gibi“Türkiye'de yaşayan Yahudiler vatandaşlıktan bile çıkartılıyordu.” Kurtuluş savaşına katılmamalyailgili “1041 No'lu Kanun uyarınca vatandaşlıktan çıkartı lan insanların birçoğu, savaş döneminde henüz askerlik çağında bile değildi.” Bu gerekçeyle vatandaşlıktan çıkarılıp mal varlığına el konulan Osmanlı Hariciye veziri Noradukyan 75 yaşındaydı. Kitleler halinde vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında kurtuluş savaşına katılmayan kadınlar da bulunmaktadır! “Türkiye'nin yurt dışı temsilcilikleri, 1920'li yılların sonund an itibaren yurt dışında yaşayan Türkiye veya eski Osmanl ı vatandaşlarının durumuna dair genel bir inceleme başlatt ı. Türkiye Hamburg Başkonsolosluğumun Kiel Emniyet Müdür lüğü'ne yazdığı 9 Haziran 1928 tarihli bir yazıda şöyle de niyordu: Türkiye Hükümeti'nin aldığı kararlara göre, yabancı bir ülkede 6 aydan uzun bir süre ikamet eden her Türk pasaportunu ilgili Türk konsolosluğuna teslim etmek ve yerine bir kimlik belgesi almak zorundadır.… [B]u uygulamanın, yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının durumlarının incelenmesinin, azınlık mensuplarının birçoğunun vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlandığı döneme denk geldiğini görüyoruz.” Pasaportlarını telim edenler yenileriyle değiştirilmemekte vatandaşlıktan çıkarılmaktadırlar. O güne kadar düzeli olarak pasaportları yenilenen Russo ailesi bu uygulamanın örneğidir: "[K]endisine söylendiğine göre Ankara'dan gelen bir talimat üzerine pasaportların kendilerinden alındığını ve bir daha da geri verilmediğini, yeni pasaport talepleri nin de (...) geri çevrilmiş olduğunu belirtiyordu. Russo Ailesi bu konudaki tek örnek değildir. Ankara'daki Başbakanlık Arşivi'nde incelediğim dosyalardan, 1928'e kadar verilen vatandaşlıktan kızılbaş - sayfa 27 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çıkarılma kararlarının başka bireyleri de kapsadığı anlaşılmaktadır. Kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlemi, ilk defa 1929'da başladı” Kasım 1929'da alınan beş kararla yurt dışında yaşayan 497 kişi kurtuluş savaşına katılmadıkları ve dört yıldan beri Türkiye'ye geri dönmedikleri gerekçesiyle 1041 No'lu Kanun'un hükümleriyle vatandaşlıktan çıkar ıldı. Uygulama her bir milliyet için farklıdır: “O yıllarda çıkmakta plan Almanya için Türk Ticaret Odası Mecmuası'nda da açıklandığı üzere Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin her biri için farklı kararlar vardı. Müslümanlar, Osmanlı döneminden kalma eski yazı bir pasaporta sahip olsalar bile kolaylıkla yeni bir pasaport alabiliyor, Ermeniler ise, ancak yeni Türk hükümetinin verdiği pasaportla yurt dışına gittikleri ve Türkiye vatandaşlığını kaybetmedikleri takdirde yeni bir pasaport alabiliyor ve Türkiye'ye dönebiliyorlardı. Diğer gayrimüslimlere kıyasla 1930'da Yahudiler az da olsa daha iyi bir pozisyona sahiptiler: Yeni hükümetin pasaportu olmadan yurt dışına çıktıkları takdirde, durumlarının incelenmesini isteyebiliyorlard ı.” “1929'da başlamış olan kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlemleri 30'lu yıllarda düzenli olarak sürdürülmüştü. Sadece 1931 yılında 13 ayrı Bakanlar Kurulu kararıyla toplam 1.152 kişi, 1932-1937 zaman dilimindeyse neredeyse 3.000 kişi vatandaşl ıktan çıkarılmıştı.” Vatandaşlıktan çıkarılan bu kişilerin mal varlıklarına da el konulduğunu söylemeye gerek yok. “1945'te Belçika'da yayımlanan bir raporda, 1935-36'dan itibaren yurt dışında yaşayan Türkiye Yahudilerinin pasaportlarının ellerinden alındı ğı yazmaktadır. Mağdurlara genellikle vatandaşlıktan çıkarıld ıklarına dair bir belge bile verilmediği için, hukuki olarak itir az etme imkânı da bulunmuyordu.” Üstelik bu uygulamalar hükümetin aldığı açıklanmayan gizli bir kararnameye dayanmaktadır. Türk Dışişleri bakanlığı arşivi halen açık olmadığından bu kararnameye ulaşamamaktayız. “Ağustos 1937'de Almanya Ankara Büyükelçiliği'ne Türk hükümetinin yurt dışında yaşayan ve Türkler in anavatanıyla ortak bağlan olmayan (...) Türkiye vatandaşlar ını vatandaşlıktan çıkaracağını, bunların çoğunun Yahudiler ol duğunu bildirir. Konsolosluklar bu arada bu kişilerin birçoğunun pasaportlarını ellerinden almış bulunmaktadır. Türkiye Berlin Büyükelçisi'nin bazı istisnalar sağlamak için Ankara'da İçişleri Bakanlığı nezdinde başlattığı girişimler, söz konusu kişiler in bir kısmının bu güne dek vergi ve benzeri yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmiş olmalarına rağmen bir sonuca ulaşamamıştır. Böylece, Berlin'de Türk Ticaret Odası üyesi olan ve Türkiye Büyükelçiliği'yle düzenli ilişkiler içinde bulunan Türkiye Yahudileri de vatandaşlıktan çıkartılmış oldu.” Bu kararlar diğer milliyetlerden T.C. yurttaşları için de önemli olduğu gibi Yahudi vatandaşlar için ölümcüldür zira vatandaşlıktan çıkarılan bir kişi bir daha ülkeye geri dönememektedir. Bu nedenle vatandaşlıktan çıkarılma, Holokost sürecinde Yahudiler için ölümcül sonuçlara neden olmuştur. “Başlangıçta Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlığa kabul veya vatandaşlıktan çıkartma siyasetinin, nasyonal sosyalistler in Yahudi takibatıyla en küçük bir ilgisi yoktu. Yurt dışında yaşayan insanların kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartılması 1933 yılından önce başlamıştı. Ancak 30'lu yılların sonund a ve 40'h yılların başında vatandaşlıktan çıkarmalar asıl olar ak Avrupa'da yaşayan Yahudilere uygulanmış, bu şekilde Naz i rejiminin takibatına karşı sahip oldukları himayeden mah rum bırakılmışlardı. Bu uygulamadan ilk etkilenenler, Almanya'da yaşayan Türkiye Yahudileri olmuştu. Bunların birçoğu 1939 yazından itibaren Türkiye vatandaşlığından çıkartılmışlardı.” Üstelik konsolosluk vatandaşlıktan çıkardığı kişileri listeler halinde Nazilere bildirmektedir: “Türkiye Yahudi vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkartırken, Alman Nazi makamlarının idari yardımına başvuruyordu. Berlin'de ve daha sonra işgal altındaki Prag'da Türkiye Yahudileri mahkemeye çağrılıyor, sorgulanıyor, sonra da kendilerine vatandaşlıktan çıkarılma tezkeresi tebliğ ediliyordu. Bütün bunlar, en geç 1937'den itibaren Gestapo'ya bağlı olan Yabancılar Polisi tarafından gerçekleştiriliyordu.” Bu duruma ilişkin çarpıcı bir örneği Berlin konsolosluğunun işleminde görüyoruz: “ Berlin'de ikamet eden başka bir Türkiyeli Yahudi için Berlin Emniyet Müdürlüğü'ne başvuruda bulunan Berlin Türkiye Konsolosluğu'nun 22 Kasım 1936 tarihli yazısından da belli oluyor: Konsolos, Berlin polisinden yukar ıda ismi belirtilen kişiye ekteki onayı [vatandaşlıktan çıkarılma tezkeresini] imzalatmasını ve ardından kendilerine gönde rilmesini rica ediyordu.” Görüldüğü gibi Türk konsoloslar ile Gestapo arasında idari paslaşmalar olağan işlerdendir. Vatandaşlıktan çıkarmanın yanında “Tür- kiye Yahudileri için Türk vatandaşlığının onaylanmasının reddedilmesi bir ölüm-kalım meselesine dönüşmüştü[r].” Türkiye Yahudilerinin Avrupa’da en kalabalık kolonisini teşkil ettiği Fransa’da cami imamının Büyükelçilikten daha fazla verdiği sahte belgeler Türkiyeli Yahudilerin korumasında çok daha fazla işlevseldir. “Paris Konsolosluğu desteğini bedelsiz olarak vermiyordu. Komite, 20 Eylül tarihli bir duyurusuyla hem maddi du rumu iyi olmayan Türkiye Yahudilerinin konsolosluk ücretler inin karşılanabilmesi hem de Türk Kızılayı'na bağış yapabilmek için Belçika'daki üyelerini büyükçe bağışlar yapmaya davet ediyordu. Anlaşılan, Türkiye'deki Yahudiler Türk devletinin hoşgörüsünü nasıl gönüllü bağışlarla satın almak zorunda kal ıyorlarsa, ölüm tehlikesi altında bulunan Belçika'daki Türkiye Yahudilerinin de vatandaşlıklarının tanınması veya Türkiye'ye geri dönüş izni alabilmeleri için para ödemeleri gerekiyordu. Gösterdikleri ciddi çabalara rağmen, Belçika'da yaşayan Türk iye Yahudilerinin büyük çoğunluğu Türkiye'ye geri dönüş için Türk makamlarından onay almayı başaramadılar.” Gusttstadt, en fazla Türkiye kökenli Yahudi kolonisin bulunduğu Fransa’da Türkiyeli Yahudilerin kitlesel olarak katledilmesinin kültürel sonuçlarına işaret eder: Sefarad kültürü de holokost kurbanları arasındadır. “Fransa sadece çok sayıda Türkiye Yahudisi kurban olarak hayatını kaybetmekle kalmadı. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa'da, bilhassa Paris'te yeşeren ve gelişmekte olan Sefarad kültürünün yeni merkezi de böylece yok olup gitti… Sefaradlar'ın yaklaşık üçte biri İst anbul'da, İzmir'de, İzmit'te, Edirne'de, Bursa'da, Mersin'de, Adana'da, Ankara'da, Manisa'da, Çorlu'da, Adapazarı'nda, Çanakkale'de, Çanakkale Boğazı çevresinde ve Türkiye' nin Avrupa'da ve Asya'da kalan kısımlarında bulunan bir dizi başka yerde doğmuştu. Onlar saydığımız bu yerlerde büyüdüler, sonra Fransa'ya yerleştiler, ancak dillerini, örf ve âdetlerini, geleneklerini, anavatanın kültürünü teşkil eden ne varsa, hepsini muhafaza ettiler. Bu zavallılar, nüfus kayıt dairelerinin bazı talimatlarına uymayı ihmal etmiş olsalar bile, gururla şunu söyle mekten hiçbir zaman vazgeçmediler: 'Ben bir Türk'üm! 'Savaş onları yakalayınca her biri anavatanlarının himayesi altına girmeye çalıştılar. Türkiye Konsoloslukları ise, üst mak amların kendileri- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ne gönderdiği resmi talimatlara uyarak onlar a yardımcı olmadılar, gözyaşlarını Konsoloslukların kapılarına döken yardıma muhtaç mağdurları geri çevirdiler. Ankara ve İstanbul'a dilekçeler, arzuhaller yazıldı, heyetler gönderildi. Hiçbiri fayda etmedi. Bütün bu yazıların hepsi boşaydı. Türkiye Hükümeti bütün bu dilekçelere ve ricalara, en yüksek seviyeden ceza ödeme tekliflerine karşı acımasız tutumundan taviz vermedi.” Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarına karşıTürkiye’nin aldığı bu “pasif tutum nedeniyle yurt dışında yaşayan vatandaşlarını himaye yükümlülüğüne uymadı.Elbette ki, Türkiye’nin tavrına yönelik eleştiriler, kesinlikle Almanların işlediği suçları hafif göstermek ve azaltmak amacıyla kötüye kullanılamaz.” Guttstadt’ın bu sözleri sanki 1915 Soykırımında İttihatçıları nafile aklama çabasında olanlar için söylenmiş gibidir. Guttstadt, Soykırım sürecinde, Türkiye’ nin elindeki imkanlarını kullanmayarak Avrupada yaşayan yurttaşı Yahudileri ölüme yollarken, Yahudi kurbanların yanında olan az sayıda Türkiyeli konsolosluk yetkililerine de yer verir . Bunlardan biri; “1989 yılında Yad Vashem Soykırım Araştırma Enstitüsü tarafından, yaptıkları için Uluslararası Dür üst İnsanlar Madalyası'yla taltif edilen Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümendir: “46 kişiyi kurtardı. Bunların 26'sının gerçekten Türk pasaportları vardı. Kurtarılanlar arasında, Rodoslu olmayan, babası Türk ordusunda olan bir hanım vardı. Konsolos onu da kurtardı. Orada asl ında Türk olmalarına karşın vatandaşlıklarını yitirmiş Yahudiler vardı ve Türk konsolos onları da kurtaracak kadar insancıldı.” Bazılarının çabası Ankara’nın müdahalesi ile sonuçsuz kalır. Milano Konsolosu “Nebil Ertok'un Türkiye Yahudilerini Türkiye'ye geri götürmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz kalmıştı. Bunun sebebi, muhtemelen sadece Almanların Türkiye Yahudiler ini tehcir etmiş olmasına bağlı değildir. Ankara'nın veya Türk iye Berlin Büyükelçiliği'nin İtalya'daki Türkiye Yahudileri için adımlar atmış olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmamakt adır. Milanolu Türkiye Yahudilerinin hiç olmazsa bir kısmın ın Bergen-Belsen'e götürülerek Auschwitz'e tehcir edilmekten kurtarılmış olmaları, büyük ihtimalle Milano konsolosunun çabalarına bağlıdır.” Geri dönüşlerde Milano Konsolosluğundan verilen belgelerin dikkate alınmaması bu çabanın gereği olsa gerek. Bir Bulgar kaynağında Gümülcine’deki Türkiye konsolosunun takibata uğratılan Yahudileri kurtarmak için gösterdiği gayrete değinilmektedir. “Bu kaynaktan Bulgar işgal kuvvetlerinin yaptığı bir operasyon esnasında, Yahudi bir ailenin Türkiye konsolosluğuna sığınmasına izin verildiğini, konsolosun aileyi Bulgarlara teslim etmeyi reddettiğini öğreniriz.” Yahudi kurbanların kurtarma faaliyetleri içinde direniş örgütleri ve direniş içinde yer alan birçok Yahudi militanın da rollerine yer verilir: “Spengler-Axiopoulos ve Bowman, Yunanistan'daki Yahudile rin Yunan Direniş Hareketi'nden ve saflarında çok sayıda Yahud inin de çarpıştığı EAM-ELAS partizanlarından aldıkları desteğ i de vurgulamaktadır. Yunan direnişinin Türkiye'deki Yahudi aktivistlerle ve İngiliz Gizli Servisi'yle işbirliği yapması sayesinde, Yunanistan'dan 1.000 kadar Yahudi Türkiye'ye kaçırılarak kurtarılabilmişti.” Türkiye belgelerine sahip olmanın sağ ladığı güvenlik, Belçika'da birçok Türkiye Yahudisinin direniş faaliyetlerine kat ılmasını da kolaylaştırmıştır: “Joseph Fachler, Frankfurt/Main'den Antwerpen'e kaçmış olan (sonraki yılların Marksist teorisyeni ve IV. Enternasyonal'in lider üyesi) Ernest Mandel ve babası Henri Mandel'le'birlikte çalışıyordu. Fachler, Het Frije Woord gibi dağıtımına düzenli olarak katıldığı sol görüşlü yeraltı gazetelerine makaleler yazıyordu. Jacques Sephiha ise, Siyon ist La Gordonia Grubu'nun bir üyesi olarak önceleri yeraltına geçen kişilerin barındırılması ve ihtiyaçlarının karşılanma sıyla görevliydi. Onun girişimiyle Yahudilerin çeşitli grupları Hechaloutz adı altında bir araya geldi. Sephiha'nın ayrıca Belçik a direniş hareketi Mouvement National Belgele de ilişkisi vard ı. Birkaç kez tutuklandı, ancak Türkiye vatandaşı olması sayesinde her defasında serbest bırakıldı. Ezra Natan, Belçika di renişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R. için yaralıların ve Malines’ten kaçan kişilerin tıbbi bakımının yapıldığı bir merkezde görev yapıyordu… Çok sayıda Yahudi bilhassa komünist örgütlerde ve Bağımsızlık Cephesinde yer alıyordu… Çeşitli direniş örgütlerinin yardımıyla Belçika’da yaklaşık 25.000 Yahudi yeraltına geçmek suretiyle hayatta kalabildi.” Fransa’da Yahudiler yer altı faaliyetlerinde önemli rol oynadılar ve Nazilere karşı büyük bir direniş örneği verdiler. Bu sayede bir çok Türkiyeli Yahudi ölümden kurtarılmıştır. Bu direnişte yer alan Türkiyeli Yahudiler de önemli roller üstlenmişlerdir: “Naziler tarafından işgal edilmiş olan Avrupa'nın her yerinde olduğu gibi, Fransa'da da Yahudiler Alman ölüm çetelerine karşı direnişte önemli bir rol oynuyorlardı. Aktivistlerin büyük çoğunluğu, özellikle sol ve Siyonist Aşkenaz çevrelerden Yahudi göçmenlerdi. Ancak Armee Juive, Organisation juive de combat veya Yahudi izcileri olan Eclaireurs Israelites de France (EIF) gibi direniş örgütlerinde de çok sayıda Sefarad Yahudisi bulunuyordu.: 1925 doğumlu Suzanne Catarivas Türkiye Yahudisi bir göçmen ailesinin kızıydı ve Lyon'daki Eclaireurs Israelites de France Yahudi İzcileri üyesiydi. Yahudileri saklanacak yerlere götürüyor, gıda paketlerinin tutsaklara veya hastalara gönderilmesini örgütlüyor ve bizzat üstleniyor, çeşitli kimlik kartlarının sahtesini hazırlıyor ve buna benzer başka işler yapıyordu. 1944 yılında yaşları 5 ile 12 arasında değişen ve Grenoble yakınlarındaki bir şatoda saklanan Marsilyalı 50 çocuktan sorumluydu. 1917 Bursa doğumlu Corinne Diamant, 1940-1944 yılları arasınd a Lyon, Grenoble ve civar bölgelerde Organisation juive de combat isimli Yahudi direniş örgütünde mücadele etti. Hollanda örneği de çarpıcıdır: “Hollanda' nın ayırt edici bir özelliği, halkının belli bir kısmın ın Alman işgali esnasında takip edilen Yahudilerle aktif dayan ışma içinde olmasıdır. Bu, örneğin Şubat 1941 greviyle,414 Yahudileri saklamaya nispeten daha eğilimli olmaları ya da Ya hudi Yıldızı uygulamasına karşı yapılan protesto gösterileri ile kendini göstermiştir. Buna rağmen Batı Avrupa devletleri arasında Yahudi soykırımına yüzde olarak en büyük kurban veren ülke Hollanda olmuştur… 22 ve 23 Şubat 1941 tarihinde yapılan Yahudilere yönelik bir operasyon ve 400 civarında Yahudi erkeğin Mauthausen Toplama Kampı'na tehcir edilmesi sonucunda Hollandalı komünistler. Kuzey Hollanda'da genel olarak uyulan bir genel grev çağrısında bulundular. Grev, Alman işgalciler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı, liderleri kurşuna dizildi.” Türkiye’den kovulan diğer halkların da dayanışma örnekleri verilir. Viktor Algazi’nin uzun anlatımında kurtarıcı bir Ermenidir. Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler… Gavotte'ta altı kişi küçük bir odada kalıyorduk. Bizi ya- kızılbaş - sayfa 29 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nına alan {dostumuzun ismi Caroline Kaldiremdjian'dı. Tanrı ondan razı olsun, 103 yaşında öldü. Caroline Ankaralıydı, Ankaralı Ermeniler Ermeni- I ce konuşamıyorlardı, çünkü bunu yaptıkları takdirde dillerini kesiyorlardı. Bu yüzden kendi dillerini unutmuşlardı, ikiüç kuşak sonra yal- j nızca Türkçe konuşuyorlardı. Caroline'nin altın gibi bir kalbi vardı. I Kendisine nasıl sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde, onun için so-kaktan izmarit toplardım. Caroline uykusuzluk çekiyor ve bütün gece şarkı söylüyordu, o söyler, ben dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi. Caroline benim için bir büyükanne gibiydi, benim için yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana Türkçe 'Ye, oğlum ye' derdi. Yiyecek neyimiz mi vardı? Kendi boğazından arttırdığı bir lokma ekmeği bana verirdi, ben yerdim. Benim gıda karnem yoktu, Caroline gider biraz tahıl dilenir, havanda döverek un yapardı." Estella Dora da anlatımında kurtarıcı Helen’den söz eder: “Hıristiyan olan Yunan bir dostumuz gece sokakta bize eşlik ederek saklanacağımız yere götürmüştü. Rodos’ta Müslüman bir din adamı “Rodos’ta Müslüman bir din adamı Tevrat rulolarını ve cemaate ait dini eşyaları kendi camisine götürerek bunları koruma altına aldı ve savaştan sonra onları sağ kalan Yahudilere teslim etti” bu Müslüman din adamı da kendi çapında Yahudi kurbanlara yardımını esirgemez. Az sayıda Türkiyeye gelebilerin durumuna gelince genel politika gereği “Türkiye Yahudilerinin yurda götür ülmeleri sadece bireysel bazda gerçekleşmeye devam etmeliyd i. Türkiye Yahudilerinden sadece askerlik yükümlülüklerini yerine getirecek olanların ve Geri dönmeleri ülke menfaatine olanların dönüşüne izin verilmeliydi.” Bu bakımdan Türkiye’ye dönebilmek az sayıda Türkiyeli’ye nasip olmuştur. Ancak bunların da durumunun iç açıcı olduğu söylenemez: “WJC'nin 13 Temmuz 1944 tarihli bir raporunda, ağırlıklı olarak Makedonya ve Trakya'dan Türkiye vatandaşı yaklaşık 200 Yahudi’ye Türkiye'ye gitme izni verildi. Şu anda bulundukları İstanbul'da çok kötü durumdalar; temel ihtiyaç maddelerinin dahi sıkıntısını çekiyorlar ve yardım kuruluşlarının desteğ ine muhtaçlar denmektedir. Askerlik yükümlülüğü dolayısıyla dönmelerine izin verilenlerin taş kırmaya gönderildiğini söylemeye gerek yok. 1944 yılında Türkiye’deki Naziler ile Almanya’da bulunan Türkiyelilerin takas edilmesi sırasında , takas edilenler arasında Türkiyeli Yahudiler de bulunmaktadır: “Takas müzakerelerine dair şu ana dek bir belge bulunamadığı için, Türk makamlarının takas edilecek kişilerin sayısı ve seçim kriterlerin in tespitine ne ölçüde katıldığı bilinmemektedir. Takas edilecek Türk grubu 319 kişiden oluşuyordu: Bunlar, diplomat ve ailelerinin yanı sıra bazı özel kişilerin de bulunduğu 64 kişilik bir resmi grup, 127 üniversite öğrencisi ve diğer Türkiye vatandaşları ile ayrıca 128 Yahudiden oluşuyordu. Türkiye Yahudilerinin takasa Türk diplomatlarının baskısı üzerine mi, yoksa Yahudi örgütlerinin İsviçre'deki faaliyetleri nedeniyle mi katıldığı belli değildir.” Birlikte yapılan geri dönüş yolculuğunda Almanyadaki türk kolonisi mensuplarının yol arkadaşları olan Türkiyeli Yahudilere olan tavırları da ibret vericidir. “Ancak gemideki çeşitli Türk gruplardan yolcular arasında hoş olmayan sahneler de yaşandı. Türk öğrencilerin hiç de az olmayan bir kısmı, Almanya'da öğrenim görürken antisemitizmden etkilenmişlerdi. Bunlar Ravensbrück Toplama Kampı'ndan kurt ulan Türkiye Yahudisi kadınlara pis Yahudiler diye hakaret ettiler ve Yahudilerin ortak yemek salonuna alınmamasını isted iler, ancak kaptan bu talebi öf keyle geri çevirdi. Türkiye’ye gelişlerinde de Türkiye geri dönüşlerine izin verdiği Yahudilere eziyet etmekten çekinmediğini anlıyoruz: “Diplomat grupları, öğrenciler ve diğer Türk yolcular gemiden ayrılırken, Türk makamları Yahud i takas grubunun büyük kısmının Türkiye'ye ayak basması na izin vermedi. Zorlu kontrollerden sonra nihayet Yahudi yolculardan 19'u gemiden inebildi. 118'inin Türkiye'ye girmesine izin verilmedi. Bu kişiler sonraki günleri İstanbul açıklar ında küçük bir şalupada bekleyerek geçirmek zorunda kaldılar. Aubert de la Rüe, raporunda, Türk sınır polisinin bu kişiler in vatandaşlıklarını onaylayıp onaylamamakta gösterdiği alen i keyfiyeti şöyle anlatıyor: "Pasaportu olmayan Türk öğrenciler, İstanbul polisi tarafından en küçük bir sorun çıkarılmadan kabul ediliyordu. Ancak örneğin Türkiye Milano Konsolosluğ u tarafından verilmiş nüfus tezkerelerine sahip olan kişiler ger i çevriliyordu. Resmi Türk takas grubunun içinde, Ankara hük ümetinin bilgisi dahilinde üç haymatloz bulunuyordu: Bay ve Bayan Löwenstein ile Bayan Hahn'ın vizeleri Türkiye Bern Büyükelçiliği'nin görevlendirilmesiyle koruyucu devlet isviçre tar afından verilmişti, ancak İstanbul polisi onların ülkeye girmesine izin vermedi.” İbret verici tavır gösteren Türk basını da bizi şaşırtmakatadır: “Türk basını da Drottningholm'le gelenlerin arasında toplama kamplarından kurtarılmış Türkiye Yahudileri de bulunduğund an bir süre tek kelimeyle olsun söz etmedi”. Gelenler tecrit koşullarında yerleştirildiler: “Jewish Agency'nin ve Amerikan temsilcilerinin Türk makamları nezdinde bulundukları girişimler neticesinde, beş günlük sıkıntılı bir bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütlerine ait olmak üzere polis gözetiminde üç küçük pansiyonda tecr it edilmeleri koşuluyla gemiden ayrılmalarına izin verildi. Bu pansiyonlardan biri Beyoğlu'nda, diğer ikisi ise Moda'da bulunuyordu. İstanbul'da akrabaları olanların bile tecrit edildikleri pansiyonlardan ayrılmalarına izin verilmedi. İlk başlarda kendilerini ziyarete gelen akrabalarıyla dahi görüşemiyorlardı.Türk siyasetçilerinin düşüncelerini değiştirmek için gösterilen çabaların hiçbiri işe yaramadı. Joint, Jewish Agency ve İstanbul Yardım Komitesi'yle birlikte "geri getirilenlerin" ihtiyaçlarını gidermeye çalışan Uluslararası Kızılhaç temsilcisi, Haziran'da şunları yazıyordu: Türkiye Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgilenmeyi ve tehcire tabi tutulan bu kişileri Türkiye vatandaşı olarak tanımayı kesin olarak reddediyor. Oysa Joint'in kapsamlı dosyalarında Drottningholm'la gelen Türkiye Yahud ilerinin büyük kısmının muntazam Türkiye belgelerine sahip oldukları, üstelik bunları (savaş ve işgal koşullarında mümkün olduğu kadarıyla) uzatmış oldukları da belgelendirilmiştir. Birçok Türkiye Yahudisi, kimlik belgelerinin tutuklandıktan sonra Almanlar tarafından alıkonulduğunu veya (geri götürülmeye hazırlık olarak) Avrupa'daki Türk makamlarına gönderildiğ ini beyan ediyordu.” Türkiye’nin bu dayatmaları ve istenmediklerinin her an hissettirilmesi şartlarında bu insanların burada daha fazla kalması düşünülemez: “Holokost esnasında tekrar Türk vatandaşlığına kabul edilen ya da değiş tokuş edilen yaklaşık 850 Yahudinin büyük bir kısm ı savaştan sonra tekrar Avrupa'ya döndü ya da Filistin/İsrail'e göç etti. Bunlar bulundukları ülkelerde hâlâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kabul edildikleri için, Almanya'nın absürd düzenlemeleri ne- kızılbaş - sayfa 30 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 deniyle Almanya'dan tazminat alamadılar ya da bunu ancak uzun uğraşlardan sonra başardılar.” Corry Guttstdat’ı, bu yalan imparatorluğunda bir yalanı daha berhava ettiği için kutluyoruz. Guttstadt, kitabının sonunda soykırım bürokrasisine dair geniş bir bibliyografyaya yer verir. Bu soykırım bürokratlarının yeni dönemde de görevlerine devam ettiğini görmek bize yabancı değildir. Biz 1915 Soykırımı bürokratlarının da terfi ederek görevlerine devam ettiğini biliyoruz.[4] Guttstadt bir soykırım bürokratının hukuk mekanizmasında yer almasının şaşırtıcı olduğunu söylese de bu bize ve bu coğrafyaya yabancı değildir. Ayaş Mutasarrıfı Hüseyin Memduh Özoran, Ali Seyit Bey, Mustafa Reşat Mimaroğlu…ve başkaları gibi… Kaynak: Birikim Dergisi, 12.06.2012 ---------- Holokost sürecinde Almanları Türkiye’ deki borazanlarının da baş tacı edildiklerini unutmayalım: “Alman örneğinden ilham alan antisemitler ve faşistler, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından gelen dönemde Türkiye'nin polit ik sisteminde önemli bir güç oldular. Nihal Atsız ve onunla ayn ı düşüncede olanlar, 1962 yılında, 70'li yıllarda pek çok solcu öğrencinin, sendikacının ve aydının katlinden sorumlu faşist MHP'nin öncülü olan Türkçülük Derneği'ni kurdular. Bu hareketin lideri, Atsız'ın dava arkadaşı Alparslan Türkeş oldu. Cevat Rıfat Atilhan 1945'ten 1967'deki ölümüne dek Türkiye'deki antisemit yayıncılığın öncüsü olma rolünü sürdürdü, kitapları bugün bile çok sayıda baskı yapıyor, islamcı ve faşist gazetelerin ve internet sitelerinin çok satanlar listelerinde yer alıyor. Türkiye'nin Kültür Bakanlığı'nın internet sitesinde de Atilhan (2008'e kadar!) bir "yazar" olarak tanıtıldı.” [1] Atay, Falih Rıf kı, Zeytin Dağı Remzi Y. 1938 s 7 [2] Corry Guttstdat, Türkiye, Yahudiler ve Holokost, Çev. Atilla Dirim, İletişim, 2012 [3] Türkiye Cumhuriyeti savaşa katılmamış ancak tarafsız değildir. Aksi halde “Sovyet donanmasına ve Karadenizden çekilmekte olan Alman donanmasına ait gemiler arasında çıkan çatışmalar”ı açıklamak güçleşir. Alman donanmasına ait bu gemiler Türkiye’nin izni yada en hafifiyle göz yumması ile Karadenize geçmişlerdir. “ Alman savaş gemileri Türklerin göz yumması sonucu 1944 yazına kadar Boğazları geçerek Karadenize çıkıyordu… Hem Montrö Antlaşması, hem de İngiltere ve Sovyetler Birliği’yle imzalanmış olan Antlaşmalar uyarınca Türkiye’nin buna izin vermemesi gerekirdi. Sovyet temsilciliği bu durumu birkaç kez boş yere protesto etti.” Yani “Türkiye 1944 yazına kadar Almanya lehine tek taraflı bir tarafsızlık siyaseti izliyordu” Ayrıca “Hem Almanların isteği üzerine 1942 yazında Tsürk birliklerinin Sovyet sınırına kaydırılması, hem de Alman ve türk gizli servisleri arasındaki yakın işbirliği, Almanların Sovyetlere karşı yürüttüğü savaşa destek olma anlamına geliyordu” Guttstadt tarafsız Türkiye’nin politikacı ve bürokratla- rından örnekler verir: “Almanların Sovyetler Birliği'ne saldırması Türkiye'de -sadece Nazi sempatizanları arasında değil- genel bir sevinçle karşılandı. Milletvekili Faik Ahmet Barutçu, Türkiye meclisinde oluşan havayı Alman-Sovyet savaşı, ülkemizde bir bayram havası yaratmıştır, bütün kalpler, Almanların zaferi için çarpmaya başladı sözleriyle tasvir ediyordu. Dışişleri Bakanı Saraçoğlu, Almanlara başarı dileklerini sunmak için von Papen'i bizzat aradı ve Cumhurbaşkanı İnönü de Türk halkının gönlünün bu savaşta Almanya'dan yana olduğunu söyledi. Ekim 1941'de yüksek düzey bir Türk askeri heyeti Almanların doğu cephesini gezdi ve Temmuz 1942'de onları resmi bir basın heyeti izledi. Her iki grup da Almanya'nın başarılarından hayranl ıkla söz ediyorlardı… Meclis koridorlarında milletvekilleri ve bakanlar birbirlerine gazanız mübarek olsun dileklerini sunuyorlardı.” Türk politikacılarının Nazi yanlısı olmasının yanında gerek diplomatları da nazi yanlısı ve sempatizanları oluşu Türkiyeli Yahudilerin holokost sürecinde kurtarılmalarını engellemiş ve kaybını yükseltmiştir. Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun Nazi yanlısı tutumlarını saklamaya gerek görmedikleri gibi Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede de açıkça Nazilerden yana tavır alır. Berlin büyükelçiliği ikinci katibi 1915 Soykırımı sürecinin Van ve Başkale kasabı Enver’in eniştesi Cevdet’in kardeşi Fikret Belbez’de aynı görüşleri paylaşmaktadır. [4] Meraklısı için: Sait Çetinoğlu, 1915 Soykırımında Exterminators- yok Ediciler ve Erdemli Müslü kızılbaş - sayfa 31 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1897 XANASOR OLAYI, 40 BİNLİK UYDURMA VE GERÇEKLİK Hovsep Hayreni Günümüzün çözüm arayan Kürt sorunu, tarihin “halledilmiş” sanılan, fakat inatçı bir adalet davasına dönüşerek yaşayan Ermeni sorunuyla kopmaz bağlar içindedir. Yüz yıl önce aynı coğrafyada bir özgürlük mücadelesi boğulmuş, bir halk topyekün boğazlanmıştı. Onun hayaleti bugünkü sorunun her iki tarafını da bunaltma durumunda. Ondan kaçış yok, tavırsızlık da olmuyor. Dolayısıyla Türkler gibi Kürtler arasında da farklı eğilimler kendini daha net göstermeye zorlanıyor. Kimi cesaretle, kimi utangaç ve ikircikli yüzleşmeye yanaşırken, kimileri de buna set çekmek üzere yüzünü berkitip inkârcılığı tahkim ediyor. Resmi Türk tezlerine çok benzer söylemleri Kürt ulusalcı çevreler içinde duymamız bu bakımdan şaşırtıcı olmuyor. Ama bir de bol sıfırlı rakamlarla karşı atak yarışına girenleri var ki, bu kadarı da olmaz dedirtiyor. Rusyalı Kürt gazeteci sıfatıyla yazan Aziz Mamoyan'ın [1] “Doğruları Görmek Lazım” başlıklı makalesinde [2] yürüttüğü fikirler ve ortaya attığı spekülatif Xanasor iddiası bu karakterdedir. İddiayı ondan aldığı gibi hiç sorgulamadan yayan başkaları da var. Tarihi tersyüz eden politik yorumlarına geçmeden önce uçurdukları o balona bir iğne batırmayı elzem görüyorum. Makalesinde Kürtlerin de Ermeniler tarafından katliam gördüklerini vurgulamak üzere Xanasor olayını örnek gösteren yazar, 25-27 Temmuz 1897 tarihinde 250 kişilik Ermeni fedai grubunun tam 40 bin Kürdü katlettiğini ileri sürüyor. Üstelik bunu kendi tasavvuru filan değil, bizzat Ermenilerin itirafı gibi gösteriyor: “Bu üç günlük savaşın sonunda Mazrik Aşireti yok edilmiş, 40.000 kadar insan öldürülmüştür”. Bu cümlenin peşine parantez açıp hangi internet sayfasından aldığına dair bir güzel referans da vermiş. Öyle ki, kimsenin şüphesi olmasın!.. “Ermeni fedailerin 40.000 Kürdü katlettiği” nereden çıkıyor? Bir Kürt gazeteci dostumun görüş almak için ilettiği yazıyı okuyunca, önceden bilgi sahibi olmamakla beraber, muhtemel bir intikam saldırısının Halaçoğlu tarzında şişirilmiş olacağını düşündüm. Verilen rakamın mantığa hiç mi hiç sığ- fusu da 40 bin denildiğine göre, ben bu sayıyı katliam bilançosu olarak gösterebilirim” uyanıklığına başvurmuş olmalı. Eğer alıntıda tahrifat yapmadan “bakın Ermeniler böyle böbürleniyor, kim bilir kaç binini kırmışlardır” gibi bir vurgu yapsaydı, biz onun ajitatif söylemden istifade okuyucunun hafsalasına büyük rakamlar sığdırmak istediğini düşünür ve bu kadarıyla eleştirirdik. Fakat burada onu aşan birşey var. Yok “öyle bir kastım olmadı, bilerek tahrifat yapmadım” diyecekse, iki metin arasında bariz olan farkın hangi “yanlışlık”la nasıl gerçekleşmiş olabileceğini açıklaması beklenir. madığını söyleyerek işin aslını araştırma sözü verdim. Xanasor saldırısı ne üzerine yapılmış, nasıl yaşanmış, sonuçları ne olmuş, net bilgiler var mı, nasıl değerlendirmek gerekir?.. Bunları aşağıda konu etmek üzere, önce katliam bilançosu diye verilen rakama bakalım: Xanasoru konu eden ne kadar kaynağa baktımsa orada öldürülen Kürtler için verilen bir sayı göremedim. Hiç bir internet sayfasında da “40.000 kadar insan öldürülmüştür” ibaresine rastlayamadım. Nihayet yazarın referans verdiği adrese girince karşıma çıkan Ermenice yazıda gördüm ki 40.000 rakamı Kürtlerin ölü sayısı olarak belirtilmiyor. Evet yazıda geçen böyle bir rakam var, ama neyle ilgili? Mazrik aşiretinin genel nüfusuyla!.. Doğru dürüst anlaşılması için sözkonusu yazıdan o rakamın geçtiği cümleyi Türkçe aktarıyorum: “40 bin kişilik Kürt Mazrik aşireti eliyle yapılan 1896 Van katliamı, Ermenilere karşı Kürtler tarafından gerçekleştirilen ihlalleri doruk noktasına ulaştırdı” [3] Görüldüğü gibi Mazrik aşiretinin genel nüfusunu ifade eden bir rakamdır bu. Xanasor olayında Mazrik aşiretinin hedeflendiğini okuyan yazar, o anlatımlarda hiç ölü sayısı belirtilmezken “aşiretin gücünün kırıldığı”, hatta “aşiretin silindiği” türünden ajitatif söylemlere bakarak “ha eğer öyle diyorlarsa, aşiretin nü- Aynı rakamı Mamoyan'ın yazısından alan Xerzî isimli başka bir Kürt yazar da, Ermeni Kürt ilişkilerine değindiği kendi makalesinde kullanmış. [4] O da gerçekliğinden şüphe duymamış gözüküyor. Dahası İddiayı perçinleyecek vurgular eşliğinde veriyor. Sanki az çok bilinmesine rağmen kimilerince görmezden geliniyormuş gibi bir hatırlatma havası içinde asıl mesajlarını da yediriyor: “Hanasor (Xanasorê) Ermeni Eylemi bu halkları birbirine karşı kışkırtma amaçlı yapılan provokasyonlara en güzel örnektir. Nedense milliyetçi Ermeniler ve onların mağduriyet ve mazlumiyetlerini sebeb göstererek Kürtleri tarihin en barbar milleti olarak göstermekten imtina etmeyen bazı Kürtler bu acı olayı bilmemekte, daha doğrusu hatırlamak istememektedirler...Taşnak Partisi tarafından hayata geçirilen bu eylemde en az 40.000 Kürt katledilmiştir... Malesef bu tip kanlı olaylar halkların arasındaki mesafenin gitgide açılmasına ve düşmanlıkların artmasına sebeb olmuş, ilerde yaşanacak olan çok daha büyük kıyımların altyapısını oluşturmuştur. Bu asla inkâr edilemeyecek tarihi bir olgudur.” 1915 için özür dileyen Kürtleri caydırmaya dönük yazısında Xerzî'nin en sarsıcı kozu oluyor “40 binlik Xanasor katliamı”!.. 1915'ten önce böyle kimbilir daha ne kadar saldırıyla Ermeniler Kürtleri tahrik etmiş, sonra da eğer daha fazlasını görmüşlerse şikâyet etmeye hakları yoktur demeye getiriyor. Birazdan göreceğiz, Mamoyan'ın da benzer sözleri var. Fakat önce şu devasa rakamı kendi akıl ve hafsalalarına nasıl sığdırdıklarını sormak gerekiyor. Telâfuz ettikleri kızılbaş - sayfa 32 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ölü sayısı, Türk ordusunun onbinlerce askeri, onlarca topu, yüzlerce makinalı tüfeği, zehirli gazları ve savaş uçaklarıyla iki yıl boyunca operasyon yaptığı Dersim'deki soykırım kurbanlarının toplam sayısına eşit neredeyse. Hafif silahlarla donanmış birkaç yüz Taşnak fedaisinin iki günlük saldırısı sonucunda böyle bir bilançoya ulaşılmasının maddi açıdan olanaksız olduğunu bilecek kadar hesap da mı bilmiyorlar? İkisi de merak edip Xanasor'un ne büyüklükte bir yerleşim olduğuna bakmamış anlaşılan. Mazrik aşiretinin genel nüfusu belirtildiği gibi 40 bin olsun diyelim. Peki bu aşiret kaç köyde yaşıyordu, en büyük yerleşim noktasında kaç nüfus olabilirdi? Bunlar akla gelecek basit şeyler değil mi? Diyelim siz aşiretin köyler ve yayla yerlerinde dağınık yaşadığını dikkate almıyor, fedailerin saldırdığı Xanasor isimli yeri de -mümkün değil ama varsayalım ki- bir şehir sanıyorsunuz. Peki öyleyse, 250 kişilik fedai grubunun 40 bin kişilik şehir halkını komple katletmesi nasıl mümkün olacaktı, bunu da mı tuhaf görmediniz? Böyle devasa bir rakamın tuhaflığını hissetmek için insanın ille kimlik olarak suçlanan taraftan mı olması gerekir?.. Aşağıda görüleceği üzere, Xanasor denilen yer Mazrik aşiretinin çadırlardan oluşan bir yerleşim alanı. Olay tarihi haziran sonu olduğuna göre yayla yeri de olabilir. Kimi kaynakta 250, kiminde 300 çadırlık bir oba olduğu belirtiliyor. Her çadırdan bir kaç kişi kurban edilmiş olsa bilanço ne olabilir siz hesap edin. Sonuçta sayı az da olsa katliam katliamdır, ama keyfince sıfırlar ekleyip dudak uçuklatmaya çalışmak niye? Mamoyan hileli aktarma yaptığı kaynakta değilse bile aynı olayı konu eden başka internet sayfalarında 250-300 çadırdan bahsedildiğini görebilirdi. Dürüst olmayan başka bir husus, bu saldırının sanki durup dururken ve rastgele bir Kürt yerleşimine yapılmış gibi yansıtılmasıdır. Hemen öncesinde Vanlı Ermenilere yaşatılan katliamları ve bunlarda Mazrik aşiretinin rolünü görmezden gelerek, bu saldırının (çok kötü de olsa) bir misilleme olduğunu saklayarak yazarın vermeye çalıştığı imaj “KürtErmeni ihtilafını yaratanın saldırgan ve katliamcı Ermeniler olduğu”dur. Yalnız bu kadar da değil, o buradan 1915'e de uzanarak bakın nasıl bir öncelik-sonralık yada etki-tepki tablosu çiziyor. “Bu ortaya çıkan sayı tarafların savaşta verdikleri kayıp sayısı değildir. Ayrıca makalede anlatıldığına göre iki Ermeni papaz da silahlı gruplarla beraber bu eyleme katılmıştır. Xanasorê’ye yapılan saldırının, 1915 yılı trajik olaylarından 18 sene önce icra edildiğine dikkat edelim. 1915 yılına gelindiğinde Kürtlerin yeni bir kuşağının yetiştiğini de anlayalım. Ermenilere karşı nefret duyma sebebi olan, Ermeni fedailerinin eylemlerinin hatıralarından gücünü almış bu Kürtlerin bir bölümünün, devletin Ermenilere karşı faaliyete geçirdiği cezalandırma operasyonlarında yer almış olabilecekleri kabul edilebilir. Xanasorê Eylemi, Ermeni militanlar tarafından yapılan tek kanlı saldırı değildir...” 1915'te devletin Ermenilere yaptığı katliamları “cezalandırma operasyonları” olarak nitelemek de neyin nesi? Bu aslında yazarın nerede durduğunu ele veren daha da büyük bir ayıp. Ama asıl üzerinde durmak istediğim şu “hatıralardan gücünü alma” meselesi. Eğer ki yazar Xanasor olayının yaşandığı VanVaspuragan çevresinde daha sonraları vuku bulan şeyler için böyle bir bağ kurmakla yetinseydi biraz makul gözükebilirdi, ama 1915'te Ermeniler yalnız Van'da değil her yerde katledildi ve çok uzak bölgelerde katliama katılan Kürtler muhtemelen Xanasor'un adını bile duymuş değildi. Bunun tek Ermeni saldırısı olmadığını söyleyerek bir iki başka olay anmaya çalışmak da durumu kurtarmaz. Çünkü gerçekten Ermenilerin o dönem fedai grupları sınırlı yerlerde, az sayılarda olduğu gibi, esas aktiviteleri de Ermeni köylüleri korumaya ve gerektiğinde direniş için örgütlemeye dönüktü. 1908'e kadar faal olup sonra demokratikleşme umuduyla dağılan fedai gruplarının saldırı eylemleri çok nadir olmuştur, o da halkın başına bela kesilen zorbalara karşı. Xanasor saldırısı büyüklüğüyle ve sivillerin bulunduğu bir yerleşimi hedeflemesiyle müstesna bir örnek sayılır. Benzeri daha küçük başka örnekler varsa bile yaygın olduğunu söylemek mümkün değil. Ermeni halkı ise, köylüsü ve kentlisiyle gayet barışçı bir mizaca sahip olup genelde kendine yönelen saldırılara karşı koymaktan bile acizdi. Tam burada Mamoyan'ın hiç sözünü etmeden geçtiği 1894-1896 kırımlarını hatırlatmak gerekir. Özellikle 1895'in son üç ayı içinde Abdülhamit'in yönlendirmesi ve bağnaz kitlelerin kışkırtılmasıyla Ermeni halkına karşı furya halini alan pogrom tipi saldırılarda Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir, Mamuret ül Aziz, Sivas, Adana, Halep vilayetleri kapsamındaki irili ufaklı 40-50 kent ve yüzlerce köy harabeye çevrilmiş, toplam 300 bin Ermeni kurban edilmiştir. Çok yerde ordu birlikleri ve Hamidiye alaylarının da doğrudan rol oynadığı bu katliamlar Ermeni halkının hafızasında “önceki kırım-talan” olarak yer etmiş, Hamidiyeli Kürtlerin öne çıktığı yerlerde ise Kürtçe olarak “Fermanê Kurdan” diye anıldığı bile olmuştur. Etki-tepki meselesinde asıl dikkate değer olan Xanasor'dan önceki bu süreçtir. Xanasor eylemi bu sürecin son halkasındaki 1896 Van katliamından hareketle örgütlenmiş ve aşağıda görüleceği üzere tam onun birinci yıldönümüne denk düşen günlerde yapılmış. Şu halde, 18 yıl sonraki soykırımla bunun bağını kuran yazar, hemen bir yıl önceki Van katliamıyla bağını neden kurmuyor? Parmakla işaret ettiği şeye bakın; Xanasor eylemine katılan iki de papaz varmış. Peki o papazlar neden katılmış olabilir acaba? Hemen önceki yıllarda Ermenilere yapılan saldırıların papazları vahşice hedeflemesinden olamaz mı mesela? 1894-95 Ermeni katliamlarıyla ilgili uluslararası bir raporun Van vilayeti bölümünde yazılanlara bakalım: Hepsini aktarmak uzun olur, ama orada isimleriyle anılan 12 kazanın 100'den fazla köyünde özellikle kilise ve manastırlara yönelik saldırıların yapıldığı, çoklarının yağma ve tahrip edildiği, başta papazlar olmak üzere Ermeni halkının terör yoluyla İslama geçmeye zorlandığı anlatılıyor. Birinde verilen ayrıntı; “Serp Manastırı başkanı Papaz Bedros'un önce dili ve başka uzuvları kesildi. Bu kesmedoğrama işi papazın ölümüyle bitti...” [5]. Demek ki varmış bir hikmeti papazların da fedai olmasının!.. Xanasor Seferi'nin zemini, oluş biçimi ve adil yaklaşım muhtemel Ermenice tarih kitapları ve internet sayfalarında “Xanasori Arşavankı” (Xanasor Seferi) diye anılan saldırı eylemi, öncesiyle birlikte şöyle anlatılıyor: Abdülhamit yönetimi 1894-95 katliamları ardından Ermenilerin gücünü korumakta olduğu Van bölgesine odaklanır. Van'da ilk önce kurulmuş olan Armenagan partisi genişçe örgütlüdür. Taşnak ve Hınçakların da belli bir gücü vardır. Vanlı devrimciler sınırın İran tarafına düşen Salmast ve Xoy bölgelerindeki Ermenilerle sıkı ilişki içinde olup, o taraftan silah-cephane ve insan desteği alırlar. Salmast ile Van arasında yaşayan Asuri, Yezdi ve Şiilerle birlik geliştirmeyi de düşünürler. Anlaşmanın en zor olduğu kesim Sunni Kürtlerdir. İki bölge arası geçişlerde onların müdahalesiyle karşılaştıkları olur. Hamidiye alaylarında örgütlenen Kürtler Abdülhamid'in bölgedeki vurucu gücü olarak katliam tehdidini sürdürmektedir. kızılbaş - sayfa 33 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 2 Haziran 1896 günü Van şehrinde mollaların kışkırttığı Müslümanlar saldırıya geçer. Bir hafta boyunca bir dizi Ermeni mahallesi ateşe verilir. Surp Hagop kilisesine sığınanlar orada katledilir. Şehirdeki üç Ermeni partisinin temsilcileri birleşik direniş örgütler. Türk ve Kürt silahlı grupları sürekli takviye edilirken Ermenilerin cephanesi tükenmeye başlar. Van'daki İngiliz konsolosu ve başkaları müdahale eder. Şehirdeki Ermeni devrimcilerin uzaklaşması şartıyla kırımın önleneceği sözü verilir. Birkaç günlük istişareden sonra devletle varılan anlaşma gereği Ermeni temsilcileri kendi askeri güçlerini İran'a geçirmek üzere Varaka dağına çekerler. Armenagan temsilcisi Avedisyan öncülüğünde yaklaşık 1000 kadar genç, çoğu silahsız olarak İran'a geçiş yaparken konaklamak istedikleri Xanasor düzündeki Partoğimeos manastırı yakınlarında kuşatılır, yüzlercesi orada katledilir. Ancak 30-40 kişi Salmast'a geçebilir, bir kısmı da Van-Vaspuragan çevresine geri çekilir. Taşnaklı Bedo ile Hınçaklı Mardig'in 83 silahlı kişiden oluşan birleşik grupları da aynı yolda kuşatılır ve gün boyu çatışarak şehit düşerler. Devrimcilerin uzaklaşması ardından şehirde konsolosların varlığı sayesinde başka saldırı olmaz, fakat uzaklaştırılan gençlerin toplu kırımı büyük bir travma oluşturur. Halkın devrime olan inancı sarsılır. Van'da ciddi bir karamsarlık başgösterir. Salmast tarafında bulunan devrimciler Taşnaklı Nikol Duman öncülüğünde toplanıp bir karşı atak yapmayı kararlaştırır. Kışı geçirdikten sonra değişik bölgelerden silahlı güçlerini birleştirir ve geçen yıl gençlerin katledilmesinde rol oynayan Mazrik aşiretine saldırı hazırlığı görürler. Şeref Bey'in yönetimindeki bu aşiret Hamidiye alaylarının aktif bir unsuru ve sınır bölgesinde denetim aracı olduğu için onun gücünü kırma, Kürtleri sindirme ve devletle işbirliğinden caydırma amacı da güdülür. Başarılı olursa Van Ermenilerinin ruh halini değiştireceği ve devrimci harekete desteğin tekrar güçleneceği umulur. Kimi kaynaklara göre 250, kimine göre 350-400 kişilik bir saldırı gücü oluşturulur. Bu sayı fedai eylemlerinde daha önce hiç kaydedilmemiş ve sonraları da görülmeyecek büyüklüktedir. Xanasori Vartan (Sarkis Mehrabyan) komutasında hareket eden birlik Osmanlı-İran sınırını oluşturan Araul dağının kıvrımları içine konumlanır. Dağın eteğindeki Xanasor düzlüğü Mazrik aşiretinin yayla yeri yada göçebe yerleşim alanıdır. 250-300 çadırdan oluşan Mazriklerin obasına karşı 25 Haziran 1897 sabahı şafak sökmeden saldırıya geçerler. Kara çadırlar içinde dikkat çeken üç beyaz çadır vardır, bunların Şeref Bey'e ait olduğu tahmin edilir. Ansızın yapılan baskına uykuda yakalanan ve şoka uğrayan aşiret mensupları, anlatıldığına göre direniş gösteremez. Panik halinde kaçışma başlar. Fedailer ellerine geçen erkekleri öldürür ve bir hayli kan dökerler. Söylenen işte bu kadar. Yapılan kısa tasvirlerde olayın bu sıcak saf hasına ilişkin somut ayrıntılara rastlamıyoruz. Kürtlerden ne kadar insan kırıldığına dair sayı belirtilmiyor. Yalnız kadın ve çocukları öldürmeme yönünde ciddi özen gösterildiği vurgulanıyor. Şeref Bey'in ise “kadın elbisesi giyerek kaçmayı başardığı” ileri sürülüyor. Bunun aşağılama amaçlı bir yakıştırma olduğunu düşünebiliriz. Kimi kaynaklar olayın o sabah sınırlı saatler içinde yaşandığını belirtirken, kimisi 25-27 Haziran arası üç gün sürdüğünü kaydediyor. Muhtemelen saldırı birinci günde olup bitmiş, sonraki günler ise grup çekilmesini tamamlamıştır. Çünkü olay üzerine çevreden başka aşiretlerin yetişmesine kalmadan grubun Salmast istikametine çekildiği, yalnız 20 kadar kayıp verdiği belirtiliyor. [6] Silahlı aşiret mensuplarının hiç karşı koyamadıklarını tasavvur etmek mümkün değil. Fırsat buldukları ölçüde çatışmaya da girdiklerini düşünürsek, olayın bir kaç cümleyle özetlendiği kadar basit olmadığını tahmin edebiliriz. Şüphesiz bunlar muğlak bilgilerdir. Ayrıntılı tasvirlerin olmaması düşündürücü. Bu durum ajitatif söylemlerde verilmek istenen imajı zedeleyecek şeylerin varlığıyla açıklanabilir. Zira öyle bir toplu saldırı, her ne kadar devletin vurucu gücü olan bir aşirete karşı düzenlenmiş olsa da, aşiret silahşörlerinin aileleriyle içiçe uyku halindeyken yapılması nedeniyle, kurunun yanında yaşı da yakmanın kaçınılmaz olduğu bir şeydir. Kadın ve çocuklara dokunmama prensibinin bu tür bir eylemde sıkı sıkıya gözetilmesi hiç kolay değil. Saldırılan çadırlarda cinsiyet ve yaş ayrımını titizlikle yapabilmenin zorluğu bir yana, karşı koyan herkesin şiddetten payını alacağı aşikârdır. Doğrudan silahların hedefi olmayanlar bile aile fertlerinin katlini görmekle dehşet yaşamış olmalıdır. Yetişkin erkek nüfusun dahi çatışma alanı dışında ayrımsız hedeflenmesi savunulamaz, çünkü aralarında masumların olması her zaman mümkündür. Xanasor saldırısı kabaca tarif edildiği gibi yapılmışsa, katliama katliamla yanıt verme anlamına gelir. Belli ki burada intikamcı bir zihniyetle hareket edilmiş ve güç gösterisiyle karşı tarafı sindirme amaçlanmıştır. Ermeni halkını motive etme amacıyla gerçeğin üstünde bir başarı tablosu çizildiğini de düşünmek mümkün. Saldırı sırasında aşiret mensuplarının kaçışına dair vurgular bu açıdan abartılı olabilir. Bu tartışmalarda eylemin insani yönden sorgulanması görebildiğimiz kadarıyla eksik kalmıştır. Ermeni halkına yaşatılan büyük acıların böyle bir karşı atağı doğurmuş olması, yani mağdur taraf olarak hesap sormanın gözlerdeki meşruluğu bu eksikliğin doğal bir zemini olabilir. Ermeni halkının kökünü kurutan soykırım gerçeği karşısında Türk devleti gibi Kürt siyasi kurumlarının da ciddi bir tarihsel yüzleşmeden kaçınıyor olması, Ermeni tarafının kendi payına muhasebe yapma duyarlılığını zayıflatan bir diğer büyük faktördür. Yine de bu duyarlılığı gösterenler hiç yok değil. Aziz Mamoyan'ın kendi makalesinde sözünü ettiği tarihçi-akademisyen Stepan Boğosyan'ın eleştirel yaklaşımı bunun bir örneğidir. Ermeni tarih yazımında Taşnak çizgisine bağlı olan yada yakın duranlar bu eylemi büyük bir devrimci atılım ve parlak bir başarı gibi savunurken, farklı görüş açılarından bakanlar ise kendi halkına yarardan çok zarar getiren maceraperest bir girişim olarak eleştirmişlerdir. Örneğin Taşnak önderlerinden Rupen hatıralarında, bu eylemin güce tapan Kürtleri daha çekingen ve tarafsız davranmaya sevkettiğini, hatta bazılarının daha dostane yanaşmasına bile vesile olduğunu söylerken [7], Sovyet Ermenistanı tarihçilerinden H. M. Boğosyan onun bu görüşüne katılmayıp daha sonraki tarihlerde Kürt aşiretlerinin Sasun ve başka yörelerdeki Ermenilere nasıl saldırdıklarını hatırlatıyor. Xanasor eyleminin yaşandığı yıllarda onu eleştirenler olduğuna da dikkat çekiyor. Türk yönetiminin baskısıyla İran hükümetinin de Ermenilere karşı önlemler aldığını, Salmast ve Ağbag'da Ermeni nüfusun çok mağdur edildiğini belirtiyor. [8] S. Boğosyan, Şeref Bey yönetimindeki Mazrik aşiretinin Ermeni halkına yönelik katliam ve talanları nedeniyle hedef seçildiğini doğrulamakla beraber, Xanasor eyleminin oluş biçimini yukardakinden farklı olarak şöyle tasvir etmiştir: “Ermeni grupları Xanasor düzündeki Mazriklerin konak yerini kuşatıyor ve çadırlar üzerine ateş açıyorlar. Kürtlerin yerleşimi işgal ediliyor, fakat anlaşılıyor ki aşiretin reisi kendi askeri bölüğüyle uzaklaşmayı başarmış. Böylece yapılan sefer kendi hedefine ulaşamıyor. Dahası atılan kurşunlarla ölen Kürt ka- kızılbaş - sayfa 34 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dın ve çocukları da oluyor. Nedeni çok basit, çünkü geceydi ve kime ateş ettiğini seçebilmek mümkün değildi. Eylemin başarısız görüleceği belliydi... Fakat hayır, Taşnaktsutyun başarısız kalmış olamazdı! Ve Xanasor seferi Ermeni halkının özgürlük savaşındaki en parlak sayfalardan biri ilan edildi. Dahası bu deneyim savaş koşullarında hümanist duruşun sembolü yapıldı. Hatta 'Ermeni fedaisi kadın ve çocuklara ateş etmiyor' dizeleriyle bunun şarkısını yaktılar.” [9] Buna karşılık Boğosyan'a açık mektup yazan Vazken Ğazaryan ise onun eleştirel yaklaşımına teessüflerini belirttikten sonra soruyor: “Eğer gerçekten iddianızı temellendirecek kanıtlarınız varsa buyurun bari o yararlandığınız kaynakları belirtin, isterse Türk kaynakları olsunlar...” [10] Bu yazışmalardan anlaşılacağı üzere olayın aslı oldukça kalın bir sis bulutu arkasında kalmış ve doğru dürüst ne yaşandığını ortaya koyacak yazılı şeyler bulma ihtimali de çok zayıftır. Böyle olması yine şaibeli bakmaya hak verir. Çünkü eğer şarkılara konu edildiği gibi övünç duyulacak bir muhtevada yaşanmış olsaydı, eyleme katılmış fedailer veya onlardan dinleyen Ermeni aydınları olayın ayrıntılı bir öyküsünü herhalde yazarlardı. Ayrıntılı yazımından kaçınılan şeyler genelde iyi olmayan hatıralardır. Ama öte yandan eylemin bilançosu çok ağır olsa bunun da sözlü Kürt edebiyatına yansıması ve daha sonra Kürt/Kürdistan tarih yazımına girmesi beklenirdi. Ermenileri suçlamak için koz arayan Osmanlı makamları ise yazılı raporlarında işlemeyi ihmal etmezlerdi. Bir de bu alanlara bakmak lazım Xanasor'un boyutunu anlamak için. 1894-96 katliamlarına misilleme niteliğindeki Xanasor olayı gibi, 1915 soykırımı ardından Ermeni gönüllü gruplarının yer yer Türk ve Kürt köylerine yönelik intikam saldırıları da olmuştur. Boyutlarının çok çok abartılıyor olması ayrı mesele, fakat az da olsa katliam niteliğine bürünen misillemelerin yanlışlığını görmek, tespit edilebilen bu tür olguların vicdani muhasebesini çekincesiz yapmak gerekir. Bunları istismar etmeye çalışanlar varsın etsin, açık yürekli davranış genel plandaki haklılığın daha net görünmesini sağlar. Ermeni halkı bütün o süreçlerin tartışmasız en büyük mağdurudur. Önceki gerginlik ve çatışmalar içinde kendi öncülerinin payı ne olursa olsun, nihayetinde hiç bir şeyin mazur gösteremeyeceği canavarca bir imha planının tek taraflı kurbanı olmuştur. Buna karşı direnişleri asla suçlanamayacağı gibi, katliama dönüşen intikam hareketleri bile kendine yapılanlarla aynı kefeye konulamaz. Evet, Taşnakların şaibeli Xanasor eylemini halen yıldönümlerinde kutluyor olmaları bu açıdan eleştiri hak eden bir durum. Fakat bunu “canilerin kahramanlaştırılması” gibi bir klişeyle ayıplamak da ölçüyü kaçırmak olur. Biliyoruz ki o eyleme kalkışan fedailer Kürt halkının düşmanı yada kana susamış caniler değildi. Toplu yerleşim alanına baskın vermeleri, muhtemelen hedeflerini izole durumda yakalama güçlüğünden ve hesap sormanın halk arasındaki yakıcılığından ileri gelmiştir. Ulusal gerilla hareketlerinde devrimci eylem çizgisi dışına çıkan bu tip saldırılar, hatta daha kötüleri yakın dönemlerin de gerçeğidir. Hatırlayacak olursak, PKK'nın kendi halkından olan koruculara karşı eylemlerinde de zaman zaman toplu katliam tabloları ortaya çıkmış, bir kaç yerde korucu ailelerin evleri ateşe verilip kadın-çocuk dahil 30-40 kişi öldürülmüştü. Sonra Öcalan bu eylemleri Botan bölgesinde feodal intikamcı anlayışla hareket ettiğini söylediği bir komutanın sırtına yıkmış ve "Kör Cemal pratiğini mahkum ediyoruz" demişti. Ama yıllar sonra Dersim'de de katliam dahil halka ve diğer devrimci güçlere karşı zorbalık yapıldı, bu da önceki gibi merkezi politikanın bir ürünüydü, ama geri tepince bu defa da günah keçisi Doktor Baran oldu. Demek istediğim, ulusal hareketlerin sakat anlayışları ve zararlı pratikleri çok yerde görülmüştür. Taşnak ve Hınçak partilerinin haklı ulusal mücadeleleri içinde de yer yer çığırından çıkan, vicdanları yaralayan şeylerin olması doğaldır. Ama onları bire bin katarak suçlayıp, PKK'nin benzer işlerine gelince laf söyletmeyenler gerçekte yalnız kendi çifte standartlarını teşhir etmiş olurlar. Sözkonusu iki makalenin Kürtler arasında 1915 muhasebesinden kaçınmayı telkin eden mesajlarını ve ardındaki zihniyeti de eleştirmek gerekiyor. Onsuz bu konu tamamlanmış sayılmaz. Ancak fazla uzatmamak için o irdelemeyi sonraya bırakıyorum. Yakında ayrı başlıkla sunmak üzere... 24/02/2012 [1]- Yazar bu isim dışında Ezîz ê Cewo ismiyle de anılmaktadır. [2]- Makaleyi okumak için bkz: www. mezopotamya.gen.tr/srove-yorum/ kurt-ermeni-iliskilerine-tarihsel-birbakis-h1711.html [3]- http://www.aztagdaily.com/archives/22143 [4]- Xerzî, Geçmişten günümüze KürtErmeni ilişkileri ve 1915 tarihsel kopuşunun günümüze yansımaları: (http:// www.mezopotamya.gen.tr/drok-tarih/ kurt-ermeni-iliskileri-1915-ve-ozurmeselesi-h1716.html) [5]- Ermeni Katliamları Raporu 18941895, İstanbul'da Görevli Altı Büyükelçiliğin Ortak Hazırladığı İstatistik, Hazırlayan P. F. Charmetant, Peri Yayınları, İstanbul-2012, s. 82-84. (Manastırın isminde geçen kelime Serp değil, aziz anlamında Surp olmalı). [6]- Olayla ilgili anlatımlar birçok internet sayfasında var, çok benzer olmaları nedeniyle hepsinin hareket noktası Rupen'in aşağıdaki hatıra kitabı olmalı. Burada hepsinden ortak bir derleme vermeye çalıştım. [7]- Rupen, Hay Heğapoxagani Mı Hişadagnerı (Bir Ermeni Devrimcinin Anıları), 2. cilt, Tahran-1982, s. 45 [8]- H. M. Boğosyan, Vaspuragani Batmutyunits (Vaspuragan Tarihinden) 1850-1900, Yerevan-1988, s. 289 [9]- Çorrort İşxanutyun, No: 439, 2 Aralık 2003 [10]- Hay Ariner, Sayı 63-64, Ekim 2005 Aras Yayıncılık İth. İhr. Ltd. Şti. İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z Tünel / Beyoğlu 34430 İstanbul - Türkiye Tel: +90 (212) 252 65 18 Fax: +90 (212) 252 65 19 E-posta: [email protected] Hayastaninfo.net Online-Magazin & Informationsportal kızılbaş - sayfa 35 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Baskın Oran “Büyük Barış”tan korkuyorum Herkes çok umutlu ve sevinçli. “Büyük Barış” geliyor. BDP genel başkan yardımcısı şöyle dedi: “Kürt sorunu çözülecekse, Türkiye’deki demokratikleşmenin önünü açacaksa, bu sorunlar giderildikten sonra BDP ve AKP başkanlıkta anlaşabilir.” (Taraf, 25.02.2013). Şöyle izah etti: “Yeni bir anayasa yapacağız, AK Parti başkanlık sistemini öneriyor ve en büyük çoğunluğa sahip parti onlar. Bizim reel durumdan sıyrılmak gibi bir lüksümüz yok.” İster huysuz kişiliğime, ister şüpheci mesleğime, ister Kürt meselesini biraz bilme ve Başbakan’ı biraz tanıma iddiama verin. Çok huzursuzum hatta korkuyorum, çünkü Kürtlere Öcalan ve BDP aracılığıyla verileceği söylenen “haklar”ı getirecek reformlar, Erdoğan’ı “Seçilmiş Padişah” yapma şartına bağlandı. Son cümleyi açalım. Kim kimdir, ne nedir? “Kürtler” derken, bilelim: 90 yıldır kimliği inkar edilmiş, Genelkurmay bildirisinin Mart 2005’te kullandığı tabirle “Sözde Vatandaşlar”dan bahsediyoruz. Kurtuluş Savaşı sırasında (1921 Anayasası md. 11) ve sonrasında (1923 İzmit Basın Toplantısı) verilen özerklik sözleriyle aldatılmışlar. Mevcudiyetlerinin farkına, ancak, PKK kurşun sıkmaya başlayınca varılmış. Kendi dillerinde su istemek veya türkü dinlemek cezalandırılmış. 1999’da sınır dışına çekilirken fırsat bu fırsat denilerek yüzlerce mensupları öldürülmüş. Gençleri “Türkiyeli” kavramından bile soğumuş. Yani, artık çok işkilli ve beklentisi çok yüksek bir halktan bahsediyoruz. Eğer Kürtler bu sefer de hayal kırıklığına uğrarsa, Türkiye öldür Allah dikiş tutmaz. “Öcalan” derken, bilelim: “Bebek katili” sıfatıyla anılan, kendisine “sayın” diyenlere ‘suç ve suçluyu övmek’ ve ‘terör örgütü propagandası yapmak’tan 10 ay hapis verilen, 14 yıldır tek başına bir adada tecride kapatılmış, bunun için Türkiye’de bozulmamış koster bırakılmamış bir mahkumdan bahsediyoruz. “Müzakere”, bu koşullardaki biriyle ediliyor. “BDP” derken, bilelim: Bir ay öncesine kadar değil muhatap alınmak, KCK tutuklamaları yüzünden belediye başkanı ve yönetici bulamaz hale gelmiş, Kürt meselesi yüzünden 2’si AKP döneminde olmak üzere 13 partinin kapatıldığı bir ülkede, kapısına dokunulmazlık kaldırma fezlekeleri yığılmış bir siyasi partiden bahsediyoruz. “Haklar” derken, bilelim: Ortada hak falan yok. Tamamen belirsiz kimi “şey”lerden bahsediyoruz. Bunların içinde en öne çıkarılanı, asgari insan hakları getiren Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Misakı. Onu da Türkiye, zaten 1988’de imzaladı, 1991’de 3723 s. kanunla onadı, 01.04.1993’te yürürlüğe koydu, ama sıkı durun, bugün itibariyle 20 yıldır tek maddesini uygulamadı. Aksine, Haziran 2010’da kaymakam ve valiler, belediye meclisi kararlarını veto yetkisine kavuştu. “Başbakan Erdoğan” derken, bilelim: “Türkiye'de artık Kürt sorunu yoktur; terör sorunu vardır” (03.02.2013). Büyük yenilik: Atatürk dönemindeki “eşkiya”nın yerine “terörist” koymuş. Dolapdere’de DTP’lilere pompalı tüfekle ateş açılınca: “Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, o da kendisini savunma yoluna gidecektir” (Kasım 2008). Öcalan hakkında: “Biz o sırada koalisyonda olsaydık ya idam edilirdi, ya da istifa ederdik, çekilirdik” (Haziran 2011). BDP’lilerin dokunulmazlıkları konusunda: “Biz yargıya zaten gerekeni söyledik, gereğini yapıyor; biz de parlamentoda yapacağız” (Eylül 2012). Tabii, bu sonuncusu, Erdoğan’ın yargı bağımsızlığına nasıl baktığını gösteriyor, bir de fütursuzluğunu. 6: Komisyon, Komisyonu oluşturan bütün siyasi partilerin mutabakatı ile karar alır. Sürecin tamamlanıp tamamlanmadığı ve nihai metnin tekemmül edip etmediği hususu dahi mutabakat ile belirlenir.” (https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/ calismaesaslari.aspx). 4 ay geçmiş, toplam 96 madde görüşülmüş, 30’unda kesin uzlaşma sağlanmış, 35 madde için parantez açılmış, vatandaşlığın tanımında bile uzlaşma gözükmüşken, Başbakan birdenbire “Başkanlık” önerisini patlattı. CHP ve MHP reddedince de, “diktatörlük” tanımının gereğini yaptı: Kendi koyduğu kuralı, Komisyon’un “mutabakat ilkesi”ni, yürürlükten kaldırdı: “Mart 2013 sonuna kadar uzlaşma olmazsa Meclis’ten geçirir, referanduma gideriz”. İşte o referandum için ihtiyacı var BDP’ye. “Seçilmiş Padişah”a teslim Bugüne kadar parya muamelesi görmüş BDP, böyle bir durumda şu inanılmaz yetkileri isteyen Erdoğan’a başkanlık ışığı yakıyor: TBMM’yi fesih yetkisi; ülkeyi AYM tarafından iptal edilemeyecek kararnamelerle yönetme yetkisi; AYM, HSYK, Danıştay ve YÖK üyelerinin yarısını, ayrıca Yargıtay başsavcısını, büyükelçileri ve rektörleri seçme yetkisi. Zaten, yargıçların gerisini de, partisi AKP seçecek. Kuvvetler ayrılığı ilkesi mafiş. Böyle bir Erdoğan neden birdenbire BDP’ye yanaştı? Gerçi artık alışıyoruz, “başkan” olabilmek için bir süredir “botoks” yaptırıyor: Ruhban Okulu sözü verip AB’ye, bazı bakanları görevden alıp doktorlara ve öğretmenlere, doğum iznini 6 aya çıkarıp kadınlara, mahkum generalleri ziyaret edip Şanghay Beşlisi diyerek ulusalcılara şirin gözükmeye çalışıyor. Bu mu? Hayır, daha kestirme bir durum: Daha önemlisi, BDP bu inanılmaz desteği, “PKK silah bıraktıktan ve yurt dışına çıkarıldıktan sonra” AKP’nin “yapmayı düşündüğü” reformlar karşılığında verecek. Oysa, bu kadar işkilli ve beklentili bir halkın temsilcileri, umulurdu ki, önce, bu insanların “Türkiyeli Kürt” kimliğini tanıyan özerkliği bir görsünler. Yani, çözüm planının aşamaları ters. Önce, özerklik somutlaşmalıydı. Kürtlerin tek pazarlık gücü sıfırlandıktan sonra, PKK’nın (silahın) yerini alacak Kürt sivil toplumunun ve burjuvazisinin eline de, halkını ikna edecek sağlam bir özerklik verilmeden, her şey, Roboski’yi bile örtbas etmiş, “Kürt sorunu” terimini bile reddeden Erdoğan’a emanet. Çocuğun başından panzer tekeri geçiyor, elinde bomba patladı diyorlar. Onun içindir ki Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar Hakkari ve Diyarbakır’dan alarm vermekte. 2011 seçimlerinin ardından Kürt meselesini artık barışçı bir çözüme kavuşturmak hedefiyle Ekim 2011’de çalışmaya başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun temel ilkesi şuydu: “Md. Peki, “kan dökülmesi” durmasın mı? Tabii ki dursun da, son bir hayal kırıklığı patlak verirse, bir süre sonra her AVM’de bir “kan banyosu” başlayabilir. Kaynak: (3 Mart 2013'de Radikal İki) Maktul BDP nasıl makbul oldu kızılbaş - sayfa 36 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çerkes Ethem, 1915/16 ve Çerkesler SELÇUK UZU N Çerkes Ethem konusunda birşeyler araştırmaya başladığınızda, karşınıza sadece „Milli Mücadele“ dönemi çıkar. Çerkes Ethem´in anılarının bile olup olmadığından, yazdı ise doğru olup olmadığından bile emin değiliz. Ama Çerkes Ethem ve ağabeyi Reşit ve Tevfik gerek Birinci Dünya Savaşı´nda gerekse „Milli Mücadele“ döneminde somut bir vaka. Çerkes Ethem konusunda beni ilgilendiren daha çok 1914-18 dönemi. Yani özellikle Ermeni tehciri dönemi. İtiraf etmeliyim ki bu konuda çok fazla kaynak olduğunu söyleyemem. Tabii ki Teşkilatı Mahsusa gibi „gizli“ teşkilat hakkında belge bulmak o kadar kolay bir iş değil. Belki Teşkilatı Mahsusa şeflerinden Hüsamettin Bey´in 1928 yılında Genelkurmay Başkanlığı´na teslim ettiği kilitli ve her tarafı çivilenmiş sekiz sandıkta birşeyler bulunabilir. Çerkes Ethem´ e ait olduğu iddia edilen anılarda şöyle bir bölüm vardır: „Birinci Dünya Savaşı´nın ilk senesinde büyük kardeşim Reşit Bey´in, kendi başına askeri ve politik amacı olan, Kürtlerden ve başka milletlerden toplanmış Teşkilatı Mahsusa kuvvetleri ile Ruslara karşı, daha sonra İran´ın güneyinde İngiliz bölgesinde ve Efgan sefer heyetinde bulundum. Pek uzun sürecek olan bu maceralardan bahsetmeyeceğim.“ Çerkes Ethem´in 1918 öncesine ilişkin söyledikleri bu kadar. Bir konuda herkes aynı fikirde sanırım: Çerkes Ethem, Teşkilatı Mahsusa üyesi. Balkan Savaşı´ndan Yunanistan´a iltica edişine kadar olan hayatı Teşkilatı Mahsusa ve çetecilik. Başka hayatı yok. Ve dönemin önde gelen Teşkilatı Mahsusa liderlerinin hemen hemen hepsi ile teşrik-i mesaide bulunduğu da gerçek. Eğer Ermeni tehciri konusunda biraz olsun derinlemesine birşeyler okuduysanız, karşınıza „Çerkesler“ çıkar. Örneğin Van-İran-Muş-Bitlis-Diyarbakır- Maraş-Ur fa-Hak kar i-Halep -Der Zor-Musul hattını takip ettiğinizde karşınıza Çerkesler çıkar. Genellikle hepsi Teşkilatı Mahsusa´da yer alırlar. Hem de en sertinden, en militanından, bulunduğu bölgede dehşet saçan, acımasız cinsinden.Çerkes Yakup Cemil, Çerkes Ahmet, Çerkes Harun, Çerkes Canbulat, Çerkes Ethem, Çerkes Dr. Reşit, Çerkes Salih Zeki, Çerkes Ömer Naci, Çerkes çeteleri, Çerkes fedaileri, Çerkes Teşkilatı Mahsusa çeteleri, vs. Üstelik bu çetelerin, fedailerin, tetikçilerin sonradan Çerkes olduğunun farkına varılması gibi bir durum da söz konusu değil. 1915/16´da en azından Alman konsoloslar, Anadolu´da bulunan yabancılar bile fark etmişler. Teşkilatı Mahsusa Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı Mahsusa çetelerinin sayısı yaklaşık 30 bin kişi olarak tahmin edilmektedir. Bunlar arasında hapishanelerden salıverilenler, eşkiyalar, başıbozuklar, çapulcular, yerel aşiretler, Kürt aşiretleri, Laz, Kürt, Çerkes, Arap, Çeçen çeteleri yani yok yoktur. Bunların başında da Ittihat ve Terakki´nin güvendiği ve görevlendirdiği şefler ve subaylar vardır. Bu örgütün esas para kaynağı da Almanlardır. Bazı kaynaklara göre Almanların Teşkilatı Mahsusa´ya yaptığı para yardımının 1918 yılına kadar 4 milyon altın lira olduğu iddia edilir. Ayrıca İttihat ve Terakki´nin örtülü ödeneğinden, Harbiye Nezareti´nden de paralar aktarılmıştır. Teşkilatı Mahsusa birliklerinin eğitimi Harbiye Nezareti tarafından yaptırılır. Özel üniformaları dahil tüm lojistik destek Harbiye Nezareti ve özellikle de 3. Ordu Komutanlığı tarafından karşılanmıştır. Teşkilatı Mahsusa üyeleri maaş alırlar, ancak maaş bordroları yoktur. Ayrıca baskın, yağma, haraç ve soygundan da pay alırlardı. Teşkilatı Mahsusa hakkında yazılanlarda, anılarda ve resmi tarih anlatımında, bu örgütün Ruslara ve Ermeni çetelere karşı savaştığı belirtilir. Ancak Teşkilatı Mahsusa`nın fiili olarak Rusya ile savaşa girilmesinden yaklaşık 4 ay önce faaliyetlerine başladığını, Seferberlikten hemen önce Teşkilatı Mahsusa`nın fiilen Trabzon-Erzurum-Van Hattı´nda görevlendirildiğini unutmamak gerekir. Bu aylarda çarpışılacak ne Rus Ordusu ne de Ermeni çeteleri vardır. 1915 tehcirinin başlamasına kadar bölgede aktif bir Ermeni „isyanı“ veya ayaklanmasının olmadığı, sadece Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinin incelenmesi sonucu bile ortaya çıkar. 1915/16´da ve öncesinde Osmanlı´nın ve İttihat ve Terakki´nin şöyle bir bakış açısı vardır: Bir kişi bile emirlere uymasın, isyan etmiş sayılırdı. Bu zihniyet, her Ermeni itirazını „isyan“ olarak değerlendirmiş ve „hain“ ilan etmiştir. Bahaeddin Şakir, tekliflerini kabul etmeyen Ermenileri daha savaşa girilmeden çok önce hain ilan etmişti. Teşkilatı Mahsusa, savaş öncesi bir yandan Rus arka cephesinde faaliyetlerde bulunurken, aynı zamanda bulunduğu bölgelerde bir çeşit „mıntıka temizliği“ de yapmıştır. Bu temizliğin kapsamı içine istisnasız tüm müslüman olmayan halklar, İttihat ve Terakki ile işbirliğine yanaşmayan kimi Kürt aşiretleri de dahildir. Özellikle Van bölgesinde bu durum daha da vahimdir. Teşkilatı Mahsusa`nın savaşta yaptığı aslında şudur: Görece bıçak sırtında da olsa hem etnik hem askeri hem de toplumsal dengeleri bozmasıdır. Yani Teşkilatı Mahsusa eliyle arı kovanına çomak sokulmuş ya da arı kovanına şiddetli bir tekme atılmıştır. Özellikle Sarıkamış bozgunundan sonra Teşkilatı Mahsusa´nın asli görevi „harici değil dahili düşmanlar“ olmuştur. 1915/16 yıllarında Teşkilatı Mahsusa´nın Doğu Anadolu´daki esas görevi, Ermeni tehcirini uygulamaktı. Ben kişisel olarak Ermeni tehciri döneminde katliama karışmamış bir Teşkilatı Mahsusa birliği ve/veya çetesinin olduğuna inanmıyorum. Sadece Erzurum vilayetinde tehcir döneminde 50´den fazla katliam yeri mevcuttur. Van bölgesinde, İran´da, Muş, Bitlis, Maraş, Diyarbakır, Suriye ve Irak´ta Teşkilatı Mahsusa birlikleri inanılmaz katliamlar yapmışlar, birkaçı hariç hiçbir şekilde Ruslara ve Ingilizlere karşı başarı da elde edememişlerdir. Savaş öncesi Çerkes Ethem kızılbaş - sayfa 37 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı Mahsusa´daki faaliyetleri konusunda geniş bilgilere ulaşmak mümkün değil. 31 Ağustos 1913 tarihinde „Batı Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti“ adıyla kurulan ve Süleyman Askeri´nin başını çektiği Teşkilatı Mahsusa hareketinde, Çerkes Ethem´in ağabeyleri Reşit ve Tevfik´in aktif rol aldığı biliniyor. Ethem´in de bu mücadeleye katıldığı bilindiğine göre, Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa´ya Balkan Harbi sırasında girdiğini kabul edebiliriz. „Batı Trakya Genelkurmay İkinci Başkanı“ olarak Çerkes Reşit´in adı geçer. Çerkes Ethem´in „resmi“ askerlik hayatı, Bulgar Cephesi´nde Çürüksulu Mahmut Paşa´nın Kolordu Muhafız Bölüğü'nde süvari kıtası kumandanı olarak savaşırken yaralanması ile biter. Daha sonra İran, Afganistan harekatına Rauf (Orbay) Bey´in müfrezesinde katılır, Cevdet Bey, Kazım Özalp, Kazım Karabekir, Ömer Naci, Halil Kut ve diğer İttihat ve Terakki mensupları ile de bu yıllarda tanışır. Çerkes Ethem´in yanında hep iki ağabeyi Reşit ve Tevfik vardır. Ethem Bey´i de Teşkilatı Mahsusa`ya alan büyük bir ihtimalle ağabeyi Reşit´tir. Ayrıca aile babadan bu yana Teşkilatı Mahsusacıdır. Çerkes Ethem, 1918 yılının başlarında Uceymi Paşa Sadun ile Irak seferine katılır burada yaralanır ve Bandırma´ya döner. Bu yılın sonunda da mütareke imzalanır. Bu yazı, Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni tehciri döneminde nerede olduğu, ne zaman, ne yaptığı konusunda var olan sis perdesini aralama çabası olarak değerlendirilmelidir. Doğrudan Çerkes Ethem´in hayatını izleyerek bu dönemi aydınlatmak mümkün olmadığı gibi, bu dönem ile ilgili belgeleri bulmak ta sanırım imkansıza yakın. Benim sis perdesini aralama çabamın ana çıkış noktaları şunlar: 1- Çerkes Ethem, seferberlikten önce İran seferi için Ömer Naci komutasında İran cephesinde Teşkilatı Mahsusa harekatları için görevlendiriliyor. Van´a gönderiliyor. 2- Çerkes Ethem İran seferinden sonra Van´a dönüyor. 3- Van´dan Rauf Orbay´ın Müfrezesine katılmak için İran´daki Kirmanşah bölgesine gidiyor. 4- Çerkes Ethem hakkında dönemin Diyarbakır Valisi Çerkes Dr. Reşit´in emrinde çalıştığına ilişkin iddialar vardır. 5- Tarihe „Sayfo“ (Kılıç Yılı) olarak geçen Süryanilerin katledildiği 1915 yılı ve İdil (Hazak/Azak) „isyanı“ döneminde Çerkes Ethem bu bölgededir. 6- Çerkes Ethem´in yaralanmasına kadar olan dönemde ana üssü Musul ve Bağdat olarak gözükmektedir. Çerkes Ethem´im özel görevi Çerkes Ethem´in Seferberlikten birgün önce, Ağustos 1914 başında başlayan macerasına dönelim. Bu macera yaklaşık 4 yıldan fazla sürer. Cemil Koçak`ın “Ey Tarihçi Belgen Kadar Konuş!” Bir Teşkilatı Mahsusa Öyküsü“ adlı yazısı bize Çerkes Ethem konusunda ilk ve önemli ipuçları verir. 1914 yılının Ağustos ayının başında Dahiliye Nazırı Talat Bey´in daveti sonucu yapılan toplantıda, Ömer Naci Bey ile birlikte Erkanı Harb Kolağası Ruşeni Bey, „İran’dan Kafkas’a geçmek ve Rusların gerisinde siyasi bir inkilap hazırlamak vazifesi ile siyaseten“ görevlendirilir. Ruşeni Bey ve Ömer Naci, İran mücahitlerinden Emir Haşmet ve rüfekası, Çerkes Reşit ve Ethem ile arkadaşları Erzurum üzerinden Van´a gelirler. Van Valisi Tahsin Bey, Hakkari Mutasarrıfı Cevdet Bey ve Van Jandarma Komutanı Kazım Özalp ile “tevhidi mesai ederek”, 1 ay kadar Van´da kalırlar. Burada dikkati çeken nokta, Çerkes Ethem ve Reşit´in doğrudan en üst makamlar tarafından görevlendirilmesidir. Talat Paşa´nın emri ve tabii ki Enver Paşa´nın da onayı ile. Ağustos ayı başında alınan karar sonucu, Çerkes Ethem´ve Reşit´in 1914 yılı Ağustos/Eylül/Ekim aylarında Van´da oldukları anlaşılıyor. Ruşeni Bey ve Ömer Naci ekibi İran´da iken Van valiliğine atanmış olan Cevdet Bey, İran´a geçer ve bizzat elden Talat Bey´in bir telgrafını Ruşeni Bey´e verir. Telgraf emrinde Ruşeni Bey´in emrindeki arkadaşlarının yarısını Çerkeslere vermesi, onlarla birlikte çetecilik yapması ve Van´da teşekkül edecek üç kişilik bir heyete tabi olması istenir. Bu emir biraz da Ruşeni Bey´in „rütbe-i tenzili“ olarak ta değerlendirilebilir. Ruşeni Bey, yukarıda sözü geçen kişilerle „teşriki mesai etmekte mazur” olduğunu söyler. Ruşeni Bey, bütün ekibini Cevdet Bey´e bırakır ve bu emre uymaz. Emre uymayan Ruşeni Bey, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın emri ile o zamanki Bağdat Valisi Süleyman Nazif Bey tarafından tutuklanır. “Vücudu muzır” görülmüştür. Ancak Ruşeni Bey canını kurtarır. Bu bilgilerden hareketle bazı noktalara açıklık getirelim: Çerkes Ethem´in 1914 yılında nerede olduğu belli. Talat Bey´in emrinde sözü edilen ve Van´da kurulan 3 kişilik heyetin içinde büyük bir olasılıkla Ömer Naci´nin, Van valisi Cevdet Bey´in bulunduğu kesin gibi. Bölgede Nuri (Kıllıgil) Paşa ile Halil Kut Paşa da bulunmaktadır. Burada ikinci noktaya geçelim: İran´ı bilen tecrübeli bir Teşkilatı Mahsusacı olan Ruşeni Bey, neden emre uymaz ve tüm ekibini Cevdet Bey´e terk eder? Ruşeni Bey´i „tedhiş eden“ (ürküten) bir durum vardır. Bu da şudur: Teşkilatı Mahsusa birlikleri ile birlikte Çerkesler İran´a girmişler „garet“ (yağma) yapmışlardır. İran Türklerinin başına „felaket“ getirmişlerdir. Yani Teşkilatı Mahsusa birliği İran´a girip, yağma yapmış, katliamlarda bulunmuş ve İran´da yaşayanları da „Türk düşmanı“ yapmıştır. Teşkilatı Mahsusacı Ruşeni Bey´i bile ürküten, korkutan bir durum olduğuna göre, herhalde İran´da olup bitenleri „korkunç“ kelimesi ile nitelemek yanlış olmasa gerek. Ruşeni Bey önemli bir noktayı daha vurgular: Çerkeslerin yaptığın- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dan „ürkmüştür.“ Kimlerdir bu Çerkesler? Başta Çerkes Ethem ve ağabeyi Reşit. Ayrıca Van valisi Cevdet Bey´in fedaileri arasında Çerkeslerin bulunduğu da biliniyor. Çerkes Ahmet ve adamları. Cevdet Bey´in bir de „kasap taburu“ vardır. Uzmanlaştığı alan katliam düzenlemek. Yine Kazım Özalp´ın Van Seyyar Jandarma Müfrezesinde de Çerkesler vardır. Daha sonraki 1915 Nisan ayında “Van İsyanı“nda da ortaya çıkan ve Canbulat Bey´in komutasındaki (İT`nin İçişleri Bakanı İsmail Canbulat değil) Çerkes birlikleri ve Laz taburu da vardır. Yine bölgede bulunan Kazım Karabekir´in birliklerinde de Çerkesler vardır. Halil Kut Paşa anılarında Van Valisi Tahsin (Uzer) Bey´in ısrarları sonucu Kazım Karabekir´in o bölgeye gönderildiğini söyler. Yani 1914´ün son, 1915´in ilk aylarında Van adeta Çerkeslerin bir toplanma merkezidir. Bir de bu olguya Teşkilatı Mahsusa emrine giren Kürt aşiretlerinin toplanma merkezinin Van olduğunu da ekleyelim. Bu arada tüm Teşkilatı Mahsusa birliklerinde hapishaneden salıverilen mahkumların ve af vaad edilen eşkiyaların da olduğu malum. Çerkes Ethem, Van ve İran operasyonları 1914 yılının Ağustos ayında Başkale civarında yaşayan Süryanilerin tehcir emri verilir. 1914 yılının Ağustos/Eylül aylarında İran´a çok sayıda operasyonlar düzenlenir. İran-Osmanlı sınırı adeta bir savaş ve katliam alanına dönüşür. 1915 Mart ayına kadar süren çeşitli operasyonlara, Cevdet Bey, Ömer Naci, Kazım Karabekir, Kazım Özalp, Halil Kut, Ruşeni Bey´ler katılır. Bu operasyonlara Teşkilatı Mahsusa birliklerine dahil olan Çerkesler, Kürtler, Lazların yanısıra yerel Kürt aşiretleri, Hamidiye Alayları, başıbozuk çeteleri ve az sayıda da düzenli Osmanlı birlikleri katılırlar. İran´a yönelik bu operasyonların başlaması bölgede kısa sürede tüm dengeleri altüst etmiş, bölgenin tam bir kaos ortamına sürüklenmesine neden olmuştur. Bu arada 1914 Ağustos ayında başlayan ve 1915 Eylül´üne kadar süren ve bizzat Enver Paşa´nın emriyle kurulan Rauf Bey Müfrezesi, Musul üzerinden Güney İran´a ve oradan Afganistan üzerine gitmek üzere yola çıkar. Rauf Bey Müfrezesi Almanlarla ortak bir operasyon amacıyla yola çıkmış ancak daha sonra tam bir fiyaskoyla sona ermiştir. Ancak müslüman ve müslüman olmayan yerel halkın, o bölgede yaşayan bazı Kürt aşiretlerinin katliama uğramasına neden olmuş ve deyim yerindeyse kaç yapalım derken göz çıkarılmıştır. Rauf Bey Müfrezesi birkaç küçük başarı dışında bölgede tutunamamış, fiyaskonun faturası da Almanlara çıkarılmıştır. İran´da müttefik aranırken, „Türklere“ nefret tohumları ekilmiştir. Rauf Bey Müfrezesi konusunda, Rafael de Nogales „Osmanlı Ordusunda 4 Yıl“adlı anılarında şöyle yazar: „Savaşın başında Fırkateyn kaptanı Rauf (Orbay) İran´a diplomatik bir görevle gönderilmişti. Emredildiği gibi İran´a gideceğine, korumalarıyla (İranlıların dediklerine göre) öldürmüş, yakıp yıkmış ve İstanbul´a cepleri dolu gelmiş. Rauf Bey´in vandallığı İranlıları, Türklerin karşısına çıkarmıştı. O zamandan beri Ruslarla aynı amaç için çalışıyorlardı. Cihadın, İran´da ve bütün doğuda yandaş bulamaması bu olayla ilgilidir. „ (s.164) Ekim ayının ortalarına doğru Osmanlı askeri birlikleri 200 kadar yerel Kürt aşiretinin desteği ile Urmiye´ye saldırırlar. Başlarında Van Valisi Cevdet Bey vardır. Rus Kazak birliklerinin gelmesi üzerine geri çekilen Cevdet Bey´in birlikleri geçtikleri köy ve kasabalarda katliam yaparlar. Cevdet Bey´in birlikleri geri çekilirken verilen kayıplar arasında 7 subay da bulunur. Üzerlerinden çıkan kimliklerde Teşkilatı Mahsusa mensubu ve Çerkes oldukları anlaşılır. Katliamın hedefinde Ermeniler, Süryaniler, Nasturiler ve işbirliğine yanaşmayan İranlı Kürt aşiretleri vardır. İran´a yapılan operasyonlarda bir sonuç alınamayınca ve verilen kayıplar ve İran´da Rus birliğinin varlığı nedeniyle İran-Osmanlı sınırında yaklaşık 2 aylık „sakin“ bir dönem yaşanır. Kasım ayında Rus Ordusu Saray ve Başkale istikametine doğru ilerlemeye başlar, ancak kuvvetlerin zayıflığı nedeniyle geri çekilirler. Aralık ayının sonuna doğru Halil (Kut) Paşa 5. Sefer Kolordusu ile Dağıstan Seferi´ne başlar. Ancak Nisan ayında hedefine varabilir. Aralık ayında İran´da Savuçbulak´ta Ruslarla iki çatışma yaşanır ve Osmanlı Ordusu kazanır. 28 Ocak´ta Ömer Naci birlikleri Sofyan´da ağır bir yenilgiye uğrar. Halil Paşa´nın birlikleri Ocak ayının 2. haftası Tebriz´e doğru yönelirler. Ömer Naci ´nin birlikleri ise Dilman´da ağır bir yenilgiye uğrar. Rus birliklerinin güneye, Osmanlı sınırlarına doğru ilerlemesi nedeniyle Osmanlı birlikleri geri çekilmeye başlar. Cevdet Bey, Rus birlikleri karşısında Mart ayında ağır yenilgiler alır. Rus birlikleri karşısında tutunamayan Osmanlı birlikleri Mart ayında, Osmanlı topraklarına dönmeye başlarlar. Nisan ayında da Halil Paşa´nın birlikleri Dilman´da ağır kayıplar verir ve geri dönmeye başlar. Teşkilatı Mahsusa birlikleri Rus Ordusu önünden kaçarken, uğradıkları her yerleşim alanında, her köyde, her kasabada katliam yapmışlardır. Bu katliamların en bilineni de Haftevan katliamıdır. Bu bölgede Ermeni, Süryani ve yerel halka yapılan yapılan katliamların biçim ve yöntemleri tüyler ürperticidir. Bu bölgedeki katliamlarda uygulanan işkence ve öldürme teknikleri tarihe geçecek niteliktedir. Katliamların boyutu ve vahşiliği sonucunda, İran Hükümeti, Osmanlı ve Almanya´ya resmen protesto notası verir. 11 Şubat 1915´de İstanbul´da Alman Elçisi, Enver Paşa ve İran Elçisi arasında bir tür arabuluculuk toplantısı düzenler. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, 1914 Ekim/ Kasım ayı hariç, Ağustos/Eylül/Aralık ayları ile 1915 yılının Mart ayına kadarki 6 aylık dönemde, İran-Osmanlı sınırı ile İran içleri kan gölüne dönmüş, binlerce insan yerinden yurdundan edilmiş ve Kuzeye Rusya istikametine doğru kaçmaya başlamıştır. Kısaca bu gelişmeleri aktarmamın nedeni, 1915 yılının Mart ayına kadar olan İran içlerindeki operasyonlarda Çerkes Ethem´in de yer almış olmasıdır. Çerkes Ethem, ağabeyi Reşit´in bu 6 aylık dönemde bu bölgede bulundukları kesindir. Büyük bir ihtimalle Çerkes Ethem, Cevdet Bey ile İran´dan Van´a geri dönmüştür. Dönerken de büzük katliamlar yaşanmıştır. Dönüş tarihi de 1915 yılı Mart ayıdır. Van Seyyar Jandarma Müfrezesi komutanı Kazım Özalp anılarında şunları aktarır: „ Çerkes Ethem´i Birinci Cihan Harbinde ben Van civarında fırka kumandanı iken, Azerbaycan´da milli teşkilatı yapmak üzere kardeşi Reşit´le yanıma geldikleri zaman tanımış idim. Reşit yüzbaşılıktan emekli idi. Ethem´in bir askeri rütbesi yoktu. Reşit bu işler için çalışır iken İran´da (Dilman´da) hastalandı. O sırada ben fırkamla oraya gitmiştim. Ethem bir müddet benim karargahımda kaldı. Reşit hastalıktan kalktıktan sonra Musul´a gittiler.“ Çerkes Ethem, Rauf Bey Müfrezesi ve Sayfo Çerkes Ethem´i daha sonra 1915 Nisan ayı sonunda Rauf Bey Müfrezesi´nde, Kirmanşah yakınlarında görüyoruz. Rauf Bey anılarında Çerkes Ethem Bey´in Van´dan yanında adamlarla geldiğini ve Kirmanşah´a gidip çeşitli operasyonlarda bulunduğunu belirtir. Rauf Bey daha sonra anlattığı ve/veya yazdığı anılarında, Çerkes Ethem´in kızılbaş - sayfa 39 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Müfrezedeki rolü konusuna değinirken önemsiz bir ayrıntı olarak aktarır bu durumu. Kendisi de Çerkes olan Rauf Orbay´ın Çerkes Ethem`i „Milli Mücadele“ye ikna ettiği bilgilerini hatırlarsak, aralarındaki ilişkinin öyle sıradan bir ilişki olmadığı kanısına varabiliriz. Rauf Bey Müfrezesi´nin 1915 Eylül tarihinde resmen tasfiye edildiğini dikkate aldığımızda önümüze iki ihtimal çıkmaktadır: Çerkes Ethem´in, 1915 Kasım ayında Musul´da vali Haydar Bey´in emrinde olduğu anlaşılıyor. Çerkes Ethem ya Eylül ayına kadar Rauf Bey Müfrezesi´ndedir ve ardından Musul´a gelmiştir. Ya da Nisan ve/ veya Mayıs ayında müfrezeden ayrılıp Musul´a gelmiştir. Çerkes Ethem´i Kasım ayında başka bir görev beklemektedir. Ömer Naci 1915 yılı sonunda tekrar İran´a sefer düzenleyen bir birliğe komuta etmektedir. Cizre´nin batısındaki İdil (Süryanice Hazax) bölgesinden geçerken, kendisine Süryanilerin isyan ettiği ve isyanı bastırması görevi verilir. 1915 yılı Süryaniler için „Sayfo“ yılıdır. Yani „Kılıç Yılı“. Ömer Naci bir türlü isyanı bastıramaz ve yakın bölgedeki birliklerden yardım ister. David Gaunt´un „Katliamlar, Direniş, Koruyucular: 1. Dünya Savaşında Doğu Anadolu´da Müslüman-Hıristiyan Ilişkileri“ kitabından aktarayım: „Musul Valisi, başında dillere destan Çerkes Ethem´in bulunduğu ve mücahid dediği bazı gönüllü birimlere komuta ediyordu. 7 Kasım´da Erkanı Harbiye Umumi´ye gönderdiği kısa mesajla bu birimlerin yeniden konuşlandırılmasını öneriyordu. Ömer Naci Bey´e yardım etmek amacıyla, milis komutanı Edhem Bey emrinde tertiplenmiş olan 500 savaşçının iki gün içinde hareket edebileceğini söyleyebilirim. Telgraf üzerinde başka bir el yazısıyla şunlar okunuyordu: Nazır Paşa ile tartışılacak. Ertesi gün, Talat, Erkanı Harbiye Umumiye´ye gönderdiği telgrafta, 500 mücahide Naci´nin kuvvetlerini takviye etme emri verdiğini doğruluyordu. Ömer Naci Bey´e yardım etmek üzere milis komutanı Edhem Bey´le 500 mücahid tertip edildiği ve iki güne kadar sevk olunacağı Musul vilayetinden gelen 7 Kasım 1915 tarihli telgrafta bildirilmiş olmakla, bu konuda buyruk sizindir.“ Komutan Edhem, Reşid Bey´in kendi özel ordusunu doldurmak için askere aldığı Çerkeslerden biriydi. Zalimliğiyle ün salan bu adam, aynı zamanda Teşkilatı Mahsusa memuruydu. (s.393) Ömer Naci, İdil Süryanileri ile baş edemez ve kendi başına barış yapma kararı verir ve İran seferine devam için Musul istikametine devam eder. En üst makamdan özel görevler Çerkes Ethem resmi yazışmalarda ikinci kez en üst makamdan görev emri alır. Birincisi 1914 yılında Seferberlikten hemen önce, ikincisi de Kasım 1915´te. Emir Talat Bey´den gelir, Enver Paşa´nın onayı ile tabii ki. Bu iki olgu da, Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa içindeki önemini vurgular. Bir başka olgu da, Çerkes Ethem´in „Sayfo“ da bu bölgede olduğudur. Sefer E. Berzeg ,„Türkiye Kurtuluş Savaşı´nda Çerkes Göçmenleri II“ adlı kitabında Çerkes Ethem´in, tehcir döneminde kendisi gibi Çerkes olan Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde görev yaptığını iddia etmektedir. Bu iddialar çeşitli yayınlarda tekrarlanmakta, hatta Reşit Bey´in kendi özel ordusunu doldurmak için askere aldığı Çerkeslerden olduğu iddiası tekrarlanmaktadır. Bir başka iddia da, Çerkes Ethem´in Yakup Cemil ile birlikte Batum seferine Teşkilatı Mahsusa çeteleri ile birlikte katıldığıdır. Emrah Celasun „Baki İlk Selam“ Çerkes Ethem adlı kitabında, özellikle Diyarbakır Valisi Reşit Bey´in emrinde çalışıp, tehcirde görev aldığına ilişkin iddiaları araştırdığını ve bu döneme ilişkin hiçbir bulguya rastlamadığını belirtmektedir. 1915/16 ve sonrasında Teşkilatı Mahsusa, Ermenilerin tehciri ve katliamında doğrudan görev almıştır. Özellikle Sarıkamış Bozgunu sonrası başlanmış bu görev, Der Zor´a kadar devam etmiştir. Özellikle Doğu Anadolu´da tehcirin Teşkilatı Mahsusa tarafından pratikte gerçekleştirildiğine ilişkin sanırım yeterince bilgi ve kanıt var. Ayrıca tehcir öncesi Ağustos 1914´den itibaren başlayan müslüman olmayanlara yönelik „mıntıka temizliği“ nin de Teşkilatı Mahsusa tarafından yapıldığı da bir gerçek. Bu temizlik Batum, Erzurum, Van ve İran-Osmanlı sınırı bölgesinde gerçekleştirilmiştir. Öte yandan Çerkes Ethem´in Talat Paşa tarafından yani en üst düzey makam tarafından görevlendirildiği de sabit. Çerkes Ethem´in 1914/18 döneminde sadece ve sadece Teşkilatı Mahsusa´da görev aldığı da unutulmamalıdır. Diğer önemli bir gerçek te şu: Çerkes Ethem, 1914 Seferberliği´nden itibaren, Ermeni tehcirinde önemli görevler üstlenen, yaptıkları katliamların sayısı bilinmeyen, başta Ermeniler olmak üzere müslüman olmayanları kesmekle övünecek kadar fütursuz ve gaddar olan komutan ve şeflerle birlikte çalışmıştır. Ömer Naci, Van Valisi Cevdet Bey, Halil (Kut) Paşa, Kazım Karabekir, Kazım Özalp, Rauf Orbay bunlardan sadece birkaçı. Buna Mart 1915-Mart 1916 arasın- da Diyarbakır Valisi olan Dr. Reşit´i de ekleyebiliriz. Çünkü bu dönemde Çerkes Ethem büyük bir ihtimalle Musul-Bağdat-Diyarbakır bölgesinde at koşturmaktadır. Eğer Çerkes Ethem´in Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde çalıştığı iddiası doğru ise ortaya çok daha vahim bir durum çıkmaktadır. Kuşkusuz Çerkes Ethem´in tehcire katıldığına ilişkin bir belge yoktur. Belki de hiçbir zaman da bulunamayacaktır. Birinci Dünya Savaşı´nın en kanlı, en çok çarpışmaların olduğu, onbinlerce insanın öldüğü, katledildiği, göç ettiği bir bölgeye özel görevle gönderilen Teşkilatı Mahsusa şeflerinin neler yaptıkları az çok biliniyor. Bu şeflerin emrinde çalışanların ise ne yaptıklarını tahmin etmek için kahin olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Sağlam belgeler aramak ta nafile bir çaba olur kanısındayım. Bu nedenlerle yapmamıştır, katılmamıştır gibi kesin hükümlerden kaçınmanın gerektiğine inanıyorum. Özetle, Çerkes Ethem Birinci Dünya Savaşı döneminde, tehcirin, operasyonların, katliamların, temizlik harekatlarının yapıldığı bir bölgede görev yapmıştır. Çerkes Ethem ve Çerkesler Bazı ipuçlarından hareketle Çerkes Ethem´in 1914/18 yıllarındaki görevleri konusunda bir sis perdesini aralamaya çalıştığım bu yazımın son bölümünde, özellikle Çerkesler için bir umudumu dile getirmek istiyorum. „ Bizim“ tarihimizdeki kişiler için genelde iki temel ölçü vardır: Ya hainlik ya da kahramanlık. Çerkes Ethem´in „Milli Mücadele“ döneminde yaşadığı „haksızlığı“ ortaya çıkarırken, „haksızlığa“ uğrayandan bir „kahraman“ yaratmak, onu „hain“ ilan edenlerle sonuçta aynı noktaya getirmektir. „Hain“ ve „kahraman“ tartışması Çerkesleri içinden çıkılmaz bir tartışmanın içine atar. 148 yıldır haksızlığa uğramış bir halkın, ayakları üzerine durmaya başladığı bir dönemde, umarım Çerkesler, kendilerini Teşkilatı Mahsusacı Çerkes Ethem üzerinden tanımlamaya kalkmazlar. Çerkesler umarım kendilerini Birinci Dünya Savaşı´nda gösterdikleri „kahramanlık“larla da tanımlamazlar. Umarım Çerkeslerin Birinci Dünya Savaşı´ndaki „kahramanlar“ a ihtiyaçları kalmaz. Çerkesler umarım kendilerini „Milli kızılbaş - sayfa 40 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mücadele“ deki „kahramanlık“larla da tanımlamazlar. Umarım „biz olmasaydık Cumhuriyet kurulamazdı“ da demezler. İsveç'ta Abdullah Gül'ü Protesto Mitingine Çağrı Çerkeslerin belki „Milli Mücadele“ yıllarında uğradıkları haksızlığın iade-i itibarı söz konusu olabilir. Çerkeslerin kahramanlara değil, kendi benliklerine ihtiyaçları var kanısındayım. Bu kuşkusuz zor bir mesele. 1900lü yılların başlangıcında, bugünkü Türkiyenin nüfusunun dörtte biri Süryani, Ermeni, Pontus Rum ve Yahudilerin de yer aldığı gayrı-müslimlerden oluşuyordu. Sistemli ve planlı bir şekilde gerçekleştirilen 1915 Soykırımında bu halklardan milyonlarca insan vahşice katledildi. Türkiyenin bugünkü nüfusu 75 milyona yaklaşırken, gayrı-müslimlerin nüfusu 100 bini dahi geçmemektedir. Bu ülkenin modern tarihinde bile insanlar laik ve çoğulcu bir ülkede yaşadıklarını zannederken, gayrı-müslimlere sürekli baskı yapılmıştır. 100 bin imama devlet kasasından maaş ödeyen bu devlet, Sünni müslümanların temsilcilerinin dışında bu kasadan hiç kimseye bir kuruş dahi vermemektedir. Erhan Hapae´nin „24 Nisan / 29 Mayıs Kayseri Mitingi (Ermeniler / Çerkesler)“ başlıklı yazısında şunlar yazılı: „Çerkeslerin bahtsızlığı, bir zalimden kaçınca özgürlüğe kavuşacağız sanmaları belki. Kavuşmadılar. O zamanın ruhu özgürlüklerle ilgili değildi elbet, esas olan can kurtarmaktı, anlıyoruz ama bir şans olup bir özgürlüğe uçabilirlerdi. Olmadı. Geldikleri ülke kendi halklarına da pek öyle özgürlükler tanıyan bir yer değildi. O kadar değildi ki, Çerkesler Osmanlıya geldikten tam 50 yıl sonra Ermenileri soykırıma uğrattılar. (...) Türkiyeli Çerkeslerin 1915 yılında ne düşündüklerini merak ederim. Kendi başlarına elli yıl önce gelmiş olan ‘Büyük Felaket’, yeni komşularının başına geliyorken yani.“ Çerkesler daha yolun başındalar. Çerkesler Birinci Dünya Savaşı, özellikle Ermeni tehciri ve „Milli Mücadele“ ile yüzleşirken Türkiye´nin gerçek tarihine de katkıda bulunabilirler. Kaynak: marmarayerelhaber.com siparişleriniz için mamo baran [email protected] TÜRKIYE CUMHURBAŞKANINI PROTESTO MITINGINE ÇAĞRI Türk Devleti, hristiyanlığın sembolü olan binlerce yıllık kilise ve manastırlara da hiç bir şekilde saygı göstermemektedir. Iznik kentindeki 1600 yıllık Aya Sofya kilisesi Camiye dönüştürüldü. Başbakan Yardımcısı yaptığı yeni açıklamada, Trabzondaki Aya Sofya kilisesini de camiye dönüştüreceklerini belirtti. Türk devletinin farklı yargı organlarının aracılığı ve uydurma hukuki gerekçeleriyle, Süryani Ortodoks kilisesine ait dünyanın en eski manastırlarından olan Mar Gabriel Manastırının mal ve arazilerine bizzat devlet tarafından el konulmuştur, gaspedilmiştir. Bu ülkede yaşayan Gayrımüslim halkların çocukları, ders kitaplarında atalarının hain olduklarının öğrencilere okutulması dolayısıyla her gün aşağılanmakta ve ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar. İşte, hristiyanlıktan bu derece nefret eden ve hristiyanlığa ait her şeyi topyekün yok eden bu ülkeden, Doğu ve Batı arasında köprü olması nasıl beklenebilir? Avrupa Birliği (AB) içinde, böyle bir ülkenin barış ve uyum sağlayabilmesi nasıl mümkün olabilir? İsveç Hükümeti, Türkiyedeki hristiyanlığa ait kültür mirasının sistematik bir şekilde yokedilmesini açık bir şekilde protesto etmelidir! İsveç Hükümeti, Türkiyeye yılda 10 milyar krona varan AB iktisadi yardımının verilmesini derhal durdurmalıdır! İsveç Hükümeti, Türkiyenin 1915 Soykırımını kabul etmesi için ulusal ve uluslararası arenada Türk Hükümetine baskı uygulamalıdır! Türkiye, 1915 Soykırımını kabul etmeden hiçbir zaman demokratik bir ülke olamaz! Miting Tarihi: 13 Mart Çarşamba Yer: İsveç Parlamentosu Önü (Mynttorget) Saat: 08.30 İsveç Asur/Süryani/Keldani Örgütleri kızılbaş - sayfa 41 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yedikule Zindanı, Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi lanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı. 1945'te Nâzım Hikmet'in de uzun süredir yattığı Bursa Cezaevi'nden nakledilen ressam İbrahim Balaban'a göre "İmralı Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi." “Damiens, 2 Mart 1757’de, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Grevé Meydanı’na götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı.” Michel Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı ünlü ve önemli kitabı böyle başlar. Bu anlatı dönemin gazetelerinden birinden alınmadır. Gazeteci, “Sonunda onu parçaladılar” diye devam eder, “bu sonuncu işlem çok uzun sürdü, çünkü kullanılan atlar, çekmeye alışık değillerdi, bu yüzden dört yerine altı tane koyak gerekti, bu da yetersiz kaldı, talihsizin kalçalarını kopartmak için sinirlerini kesmek ve eklemlerini baltayla parçalamak gerekti...” Ardından tüm detaylarıyla infazı anlatır. Yüzlerce, belki binlerce kişinin izlediği öyle korkunç bir infaz törenidir ki bu, okurken başınız döner, mideniz bulanır, beyniniz karıncalanır, gözleriniz yaşarır, boğazınız düğümlenir. Kime isyan edeceğinizi şaşırırsınız. Sonunda insan olmaktan utanırsınız... ‘Karanlık bir şenlik’ olarak ceza Lise tarih kitaplarımızda ‘Karanlık Çağ’ diye adlandırılan yüzyıllarda geçmez bu infaz töreni, ‘Aydınlanma Çağı’nda geçer. Neyse ki Damiens dört parçaya ayrılarak halkın gözleri önünde öldürülen son kişidir. Birkaç on yıl sonra, Foucault’nun deyişiyle artık ‘cezayı karanlık bir şenlik haline çeviren uygulamalar’ yok olmaya yüz tutacaktır. Suçun herkesin önünde itiraf edilmesi Fransa’da 1791’de kaldırılmış; kazığa bağlama Fransa’da 1789’da, İngiltere’de 1837’de ilga edilmiştir. Damgalama, Fransa’da 1832’de, İngiltere’de 1834’te kaldırılmıştır. Hainlerin parçalanmasına İngiltere’de 1820’den sonra bir daha kalkışılmamıştır. Mahkûmların sokak ortasında veya şehirlerarası yollarda çalıştırılmaları, demir boyunduruklu, özel kıyafetli, prangalı olarak halkın arasından geçirilmeleri türü ‘seyirlik’ uygulamalar 19. yüzyılın ilk yarısında hemen her ülkede kaldırılmıştır. Buna karşılık, cezalandırma gündelik algılama alanını terk ederek soyut algılama alanına girmiş; infaz, adeta mahkûmla ‘adalet’ arasında garip bir sır halini almıştır. İşte son yıllarda kurduğumuz pek çok cümlenin mütemmim cüzü haline gelen hapishaneler bu yeni, bu ‘modern’ aşamanın ürünüdür. Dev bir Panopticon İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘faydacılık’ düşüncesinin teorisyeni Jeremy Bentham’ın 1785 yılında, muhtemelen Versailles’ın Hayvanat Bahçesi’nden esinlenerek tasarladığı ‘modern’ hapishane modeli Panopticon [‘pan’=bütünü, ‘opticon’=gözlemlemek] adını taşıyordu. Bentham’ın Panopticon’u birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panopticon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine sak- Burada bir parantez açalım. Bentham’ın tasarladığı mükemmellikte bir Panopticon henüz inşa edilmedi ama bugün neredeyse tüm toplumsal yaşama Panopticon ilkeleri uygulanmaya çalışılıyor. Kışlalar, okullar, ibadet mekânları, fabrikalar, hatta sosyal medya birer Panopticon haline dönüşüyor. Tüm dünya devasa bir Panopticon’a dönüştürülüyor. Parantezi kapatıp devam edersek, Foucault’nun işaret ettiği gibi ‘modern’ infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir. Artık ‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir. (Bu açıdan bakıldığından 1980 sonrasının Mamak ve Diyarbakır hapishaneleri bu ‘Karanlık Çağlar’a ait yüz kızartıcı birer örnektir.) Evet, bu modern sistemde de ‘suçlu’ içeri kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır, hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz. Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır. Onu disipline etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmektir. Kişiliği iğdiş etmektir. İnsan onurunu yerle bir etmektir. Kısacası hedef artık beden değil ruhtur. Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, ortaçağın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi vb. vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşmıyormuş gibi hisset- kızılbaş - sayfa 42 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mez kendini. Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline gelmiştir. Osmanlı’da ceza sistemi Tanzimat’a (1839) kadar, aynen Avrupa’ da olduğu gibi deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı devletinde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süresi kısa olduğundan hapislik de kısa sürerdi. Osmanlı’da bugünkü ‘hapishane’ anlamına gelen sözcük, Farsça kökenli ‘zindan’ idi. Ağır suçlular ise ‘tomruk’ denilen hapishanelere konurdu. Bir de ‘salma tomruk’ denilen açık hava hapishaneleri vardı. İlk zindanlar hisarlardı. Örneğin çeşitli nedenlerle Konstantinopolis’in fethine karşı çıkan Çandarlı Halil Paşa, fetihten (29 Mayıs 1453) kısa süre sonra Altın Kapı’nın kafeslerinden (pilon) birinde idam edilmişti. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Yedikule Hisarı da asırlarca zindan olarak kullanılmıştı. Burada ağırlıklı olarak Osmanlı devletinin savaştığı ülkelerin elçileri, yabancı siyasi suçlular ve sarayın gözden çıkardığı Osmanlı devlet adamları hapsedilirdi. Yedikule’nin ünlü konukları arasında 1461’de Fatih tarafından varlığına son verilen Trabzon Rum İmparatorluğu’nun son imparatoru David Komnenos ve oğulları, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’dan getirdiği son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil, 1618’de Kırım Hanı Mehmet Giray, 1703’te Ermeni Patriği Avedik ilk akla gelenler. Baba Cafer Zindanı Eminönü’nde, Haliç kıyısındaki Baba Cafer Zindanı ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) İstanbul’a gelen Melchior Lorichs tarafından çizilen ünlü İstanbul gravüründe yer almıştı. Bir Alman elçilik heyeti ile 1553-1554 arasında İstanbul’a gelen Hans Derschwam adlı seyyahın anlattığına göre 8 Aralık 1554’te çıkan yangında zindanın kapıları açılmış ve tüm mahkûmlar salıverilmişti. (1539 tarihli bir belgeye göre de Topkapı Sarayı civarındaki Subaşı Zindanı’nda (?) çıkan yangında, kapılar açılmadığı için 700 tutuklu yanarak ölmüştü. Anlaşılan bu olaydan ders alın- mıştı.) Asırlarca ‘adi’ erkek suçluların hapsedildiği zindan II. Mahmud döneminde (1808-1839) fahişelikten suçlu bulunan kadın mahkûmlara tahsis edildi. 1831’de hisar ve burçlar hariç, zindanlarda yatanlar Sultanahmet’teki (Pargalı) Makbul/Maktul İbrahim Paşa Sarayı’nın bir bölümünde açılan Hapishane-i Umumi’ye nakledildiler. 1839’dan itibaren Tanzimat reformları kapsamında ‘kanunsuz suç ve ceza olmaz’ ilkesi uyarınca ceza sisteminde bazı düzenlemeler yapıldı, 1851’de suçlar yeniden tanımlanarak yeni cezalar ihdas edildi, 1858’de Fransız Ceza Kanunu ile hürriyeti bağlayıcı cezalar, kürek cezası, kalebentlik ve hapis cezası olarak üç gruba ayrıldı. Yine bu yıllarda Anadolu’nun dört bir yanında bu türden ‘modern’ cezaevleri açılmaya başlandı. Bunlardan en ünlüsü olan Sinop Cezaevi, 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi’nin anlatımıyla ‘üç yüz demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice azılı mahkûmu’ olan binlerce yıllık kale olup 1887’de resmen cezaevine çevrilmişti. Sinop aynı zamanda bir sürgün yeriydi. Örneğin 23 Ocak 1913’te ‘Babıâli Baskını’ ile iktidara el koyan İttihatçıların başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran’da öldürülmesi üzerine siyasi muhalifler ve İstanbul’daki serseri ve işsiz takımından oluşan 322 kişilik grup Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek Sinop’a sürülmüştü. Bekir Ağa Bölüğü Tekrar İstanbul’a dönersek, Beyazıt’ta, Harbiye Nezareti’nin (bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Binası) kuzeydoğusunda yer alan Bab-ı Serasker Hastanesi’nin yerinde faaliyete geçen Bekir Ağa Bölüğü ise 1870’lerden itibaren aralıklı olarak yüksek düzeydeki siyasi ve askeri tutuklular için kullanılmıştı. Binası İtalyan mimar Gaspare Fossati tarafından 1841-1843’te tasarlanan ve inşa edilen bölük, adını savaşlarda yararlılık gösteren Bayındırlı bir zeybekten almıştı. Belgelendirilememiş olmakla birlikte, II. Abdülhamit’in koruması altında olan Bekir Ağa’nın mahkûmları ‘ıslah etmek için’ bolca işkenceye başvurduğu, halefi Salim Bey’in de uyguladığı işkenceler yüzünden ‘Tırnakçı’ lakabıyla anıldığı çeşitli hatıralarda yer aldı. Bölüğün ilk önemli konuğu, 16 Haziran 1876 gecesi, bir cinayete kurban gittiği konusunda ittifak olan Sultan Abdülaziz’in intikamını almak için devlet erkânına bir suikast düzenleyen Çerkes Hasan adlı genç subaydı. Savaş ve tehcir suçluları 1916’da bir hükümet darbesi düzenlemekten dolayı tutuklanan İttihatçıların ünlü tetikçisi Yakup Cemil’in, 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra ‘savaş ve 1915 Ermeni tehciri suçlusu’ İttihatçıların hapsedildiği Bekir Ağa Bölüğü’ndeki havayı, 10 Mart 1919’da başka bir olaydan dolayı gözaltına alınan gazeteci Ahmet Emin (Yalman) anılarında şöyle anlatmıştı: “Polis Müdürlüğü’nün üst katındaki açık teras kısa bir zamanda bir piyasa yeri haline geldi. Tal’at, Enver, Cemal, Dr. Bahaettin Şakir ve Dr. Nazım hariç olmak üzere bütün harp devrini temsil eden adamlar, eski Sadrazam Said Halim Paşa’sıyla, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’siyle orada idi. Vekiller heyeti kararıyla mevkuflarla ihtilat (tutuklularla konuşma) yasaktı. Bununla beraber yüksek makamlardan izin alabilen imtiyazlı ziyaretçiler akın ediyordu. Bu arada Mustafa Kemal Paşa da geldi. Mevkuflar arasındaki tanıdıklarıyla ve bilhassa Fethi Bey’le uzun zaman görüştü. Evlerden güzel yemekler geliyor, herkes birbirine ikram ediyordu. Okuyacak şey de boldu...” Mustafa Kemal ‘kırım’ tutuklularını daha sonra da ziyaret etmişti. Aynı şekilde Kazım Karabekir de 13 Şubat 1919’da, yani Doğu’ya atanmasından bir gün önce, Bekir Ağa Bölüğü’ne veda etmeyi ihmal etmemişti. Sabahattin Ali Sinop’ta 1916’da Sultanahmet Cezaevi (şimdi otel olarak kullanılan binada) ve Üsküdar’da Paşakapısı Cezaevi gibi ‘modern’ kurumlar açılmıştı ama Cumhuriyet dönemine devredilen Osmanlı cezaevlerinin durumu çok kötüydü. Bunlardan Sinop Cezaevi, 1932’de, tarihçi Cemal Kutay kendisini ‘Gazi’ye hakaret eden bir şiiri dost meclisinde birden çok kez okuduğunu’ ihbar edince önce 12 aya, temyizden sonra 14 aya mahkûm olan şair, yazar, gazeteci Sabahattin Ali’ye altı ay ev sahipliği yapmıştı. 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10. yılı şerefine cezasının bitmesine bir ay kala özgürlüğüne kavuşan Sabahattin Ali’nin ‘Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma’ diye başlayan şiiri burada yazılmıştı. 1933’te Adalet Bakanlığı’nın ‘Vilayet Kongreleri’ sırasında, halk ve yerel yöneticiler ‘asri hapishaneler’ inşa edilmesini talep etmişlerdi. Bakanlık bunun için İtalya’dan uzmanlar getirtti. Ardından ülkenin dört bir yanına cezaevleri inşa edilmeye başlandı. Bu cezaevlerinden bir bölümü ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’ idi. Bu cezaevleri, 1929 Dünya Büyük Buhranı’ndan sonra gündeme ge- kızılbaş - sayfa 43 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 len ‘devletçilik’ uygulamaları ile uyumlu kurumlardı. Mahkûm emeğinin sömürüsü Bilindiği gibi devlet özellikle 1931’den itibaren ekonomiye hem düzenleyici hem de oyuncu olarak daha çok girmişti. 1932’de çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile çoğu Türkiye İş Bankası girişimi olan pek çok sanayi tesisi kurulmuştu. Zonguldak kömür, Keçiborlu kükürt, Karabük çelik, Ergani bakır, Gemlik ipek tesisleri bunlardan bazılarıydı. Fabrikalar kuruluyordu ancak işgücü yetersizdi. Ağırlıklı olarak köylü toplumu olan Türkiye’de henüz fabrikada çalışma geleneği oluşmamıştı. İşçiliği kabul eden kesimlerde ise işten ayrılma, devamsızlık, üretken olmamak gibi pek çok sorun mevcuttu. Dolayısıyla işgücü açığını kapatmak açısından mahkûmlar önemli bir kaynaktı. Pensilvanya Sistemi ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nde ‘Pensilvanya Sistemi’ veya ‘İrlanda Sistemi’ denilen bir sistem uygulanıyordu. Türkçeye ‘Tedrici Serbesti Sistemi’ veya ‘Devre Sistemi’ olarak tercüme edilen bu sistem dört aşamadan oluşuyordu. Birinci aşamada mahkûm günlerini ve gecelerini hücrede geçiriyordu. Altı ay sonraki ikinci aşamada, mahkûm sadece gecelerini hücrede geçiriyordu. Gündüzler sessizlik içinde yürütülen çalışma ile geçiyordu. Üçüncü aşamada artık hücrede kalmak yoktu. Mahkûmların başka ayrıcalıkları da oluyordu. Eğer mahkûm inşaat, yol yapımı veya madencilik işlerinde çalışıyorsa cezasının her günü iki gün sayılıyordu. Son aşamada, mahkûm ağır cezalıksa cezasının dörtte üçünü, diğer cezalarda yarısını tamamlayınca salıveriliyordu. 1938’de çıkarılan 3500 sayılı kanunla ‘çalışmak’, Türkiye cezaevlerinin normal kuralı haline gelmişti. Mahkûmlar, Zonguldak ve Tunçbilek’te kömür, Soma ve Değirmisaz’da linyit, Keçiborlu’da kükürt, Ergani’de bakır madenlerinde, Karabük’te demir ve çelik işletmesinde çalıştırılıyorlardı. Kayseri’de kadın işçiler Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda, Malatya’da dokuma tezgâhlarında çalışıyorlar, Dalaman, Edirne ve İmralı’da tarım yapıyorlardı. Zonguldak’ta 22 bin mahkûm Ucuz mahkûm emeği öylesine sevilmişti ki 1940 seçimleri sırasında bölgelerine giden milletvekilleri başkente yeni cezaevi talepleriyle döndüler. Örneğin Erzincan Milletvekili Salih Başotaç, Fırat Nehri boylarına bin mahkûmluk bir tarım cezaevi inşa edilmesini istemişti. Bilecik Milletvekili Dr. Muhlis Suner, Bilecik’in merkezinde bir tarım cezaevi talep etmişti. Burdur milletvekilleri, mahkûmların Sultandere linyit madenlerinde, Afyon milletvekilleri ise Kisarna’daki madensuyu tesislerinde çalıştırılmalarını talep ediyordu. Bu talepler yerine getirilemedi ama 1948’de, Zonguldak Havzası’nda çalışan 60 bin kişinin 22 bini mahkûm işçilerdi. Bu işçilere normal işçilerin onda dokuzu ücret tahakkuk ediyor, ancak ücretler tahliye olacakları güne kadar emanette kalıyordu. Tahliye olurken de birikmiş ücretin sadece yüzde 20’si kendilerine veriliyordu. Çokpartili dönemin ‘liberal’ partisi Demokrat Parti, CHP’nin 1929-1950 arasında sadece 87 cezaevi inşa etmesine karşılık, 3,5 yıl içinde tam 149 hapishane inşa etmekle övündü ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gerek ekonomideki gerekse siyasi hayattaki liberalleşmeye paralel olarak mahkûmların ucuz işgücü kaynağı olarak kullanılmasına son verildi. Nihayet 1950’lerin ilk yarısında genelde ceza sistemi, özelde ise hapishaneler sistemi, mahkûm emeğinin merkezi olduğu bir yapıdan çıkarıldı. Siyasi mahkûmların hem bedenlerini hem ruhlarını hedef alan 1990 sonrasının ‘A, B,.. E, F, H...M Tipi’ cezaevleri ise henüz tarihin alanına girmediği ve yerim de kısıtlı olduğu için son dönemin en ünlü cezaevi İmralı’nın hikâyesine geçiyorum. Cumhuriyetin gururu: ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’ ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nin en ünlüsü (kuruluşundaki adıyla) ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’ idi. Marmara Denizi’nde, Armutlu Yarımadası’nın batı ucundaki Bozburun’un 20 km. kadar batısında yaklaşık 10 km2’lik ada, Marmara’nın dördüncü büyük adası ve idari olarak Bursa’ya bağlı. Antik dönemde Aigaion adını taşıyan ada, tarih içinde Romalılar, Persler ve Bizanslıların yönetiminde kaldı. İmralı adının, adayı 14. yüzyılda Bizanslılardan alan Orhan Gazi’nin komutanlarından Emir Ali’den geldiği rivayet olunur. Aradan geçen yüzyıllarda adanın Rum nüfusu azaldı ama 1913 yılında 3 köyde yaşayan 250 Rum hanesi, bir okul, bir kilise mevcuttu. Rum ahali 1923-1924’teki mübadelede Yunanistan’a gönderilince ada uzun süre boş kaldı. Mutahhar Şerif’in buluşu Bu terk edilmiş adada, deneysel bir hapishane kurma fikri Mutahhar Şerif (Başoğlu) adlı bir hukukçuya aitti. Mutahhar Şerif, henüz bir yargıç adayı iken Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre, Avustralya, İtalya, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’da gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Mutahhar Şerif, bu ülkelerde gördüklerini memleketlisi Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu’na anlatmış, Saracoğlu da ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’nu (bundan böyle ‘İmralı’ diyeceğim) hayata geçirmeye karar vermişti. Bu kuruluş, Türkiye’deki duvarları olmayan ilk hapishane olacaktı. İnşaat ustası hükümlü Fahri Usta tarafından harabe halindeki Bizans kilisesinin duvarlarının tamamlanarak koğuşa çevrilmesiyle 11 Ağustos 1935’te faaliyete geçen İmralı’nın ilk konukları, 8 Kasım 1935’te geldi. Bu grup, Mutahhar Şerif’in bizzat seçtiği ‘yönetimle işbirliği yapmaya hazır’ 80 ‘adi’ mahkûmdan oluşuyordu. Sayı iki yıl sonra 400’e ulaştı. 1940’ta 1.100-1.200’e yükseldi. Ancak 1943’te yer sıkıntısı yüzünden 800’e düşürüldü. Sıkı program, yoğun çalışma Mahkûmların kışla disiplini içinde tutuldukları İmralı’da 13 tip çalışma vardı. Esas olarak, buğday ve soğan tarımı, bağcılık, zeytincilik, balıkçılık, arıcılık, tavukçuluk, besicilik yapılırdı. Örneğin 1946 yılında 48.626 kilogram üzüm üretilmiş, bu üzümler İstanbul ve Mudanya’ya gönderilmişti. Aynı yıl 50 ton kolyoz, 20-30 ton sardalye ve 15 ton hamsi yakalanmıştı. Balıklar için bir de konserve fabrikası kurulmuştu. 1946 yılında 272 ton soğan yetiştirilmiş ve İstanbul’a satılmıştı. Adanın gülleri ve karanfilleri pek meşhurdu. Adadan çıkarılan kumlar yıllarca İstanbul’un inşaat kumu ihtiyacını karşılamıştı. Ayrıca sabun, süt ve peynir, ayakkabı, dokuma, dikiş atölyeleri vardı. Bu atölyelerde üretilen ürünlerin bir bölümü öteki hapishanelere gönderilir, artan kısım ada dışına satılırdı. Örneğin İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nda İmralı Satış Mağazası vardı ve burada satılan mallar kaliteleriyle tanınırdı. Adaya ziyaretçi akını Dönemin ABD büyükelçisi, merkeze yazdığı bir raporda İmralı’yı öve öve bitirememişti. Bu ‘örnek’ cezaevine yönelik nadir eleştiriden biri, İmralı sakinlerinden 18 yıl ceza almış bir mahkûmu bir kayanın üzerinde cura çalarken gösteren fotoğrafın 5 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde boy göstermesi üzerine yapılmıştı. CHP Afyonkarahisar Milletvekili Berç Türker, Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu’na İmralı’nın neden bu kadar kızılbaş - sayfa 44 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gevşek olduğunu sormuş, Saracoğlu da cevabında İmralı’da mahkûmların son derece sıkı bir denetim altında yaşadıklarını ve çalıştıklarını söylemiş, sadece boş zamanlarda uğraşılan müziğin rehabilite edici rolüne değinmişti. Birkaç küçük eleştiriyi saymazsak, İmralı o yıllarda Türkiye’nin gururuydu. İmralı 1944-1948 yıllarında büyük bir ziyaretçi akını yaşadı. Ankara ve İstanbul’un değişik üniversitelerinden yüzlerce kişilik öğrenci grupları ardı ardına adaya geldiler ve incelemeler yaptılar. Ziyaretçiler arasında devlet görevlileri, yerli ve yabancı gazeteciler, bilim adamları, hekimler, hukukçular vardı. Bütün bu ekonomik ve sosyal ilişkilerden görüldüğü gibi, bugün ‘koster arızaları’ yüzünden ulaşılmaz halde olan/ tutulan İmralı Adası, bundan 70 yıl önce Türkiye’nin geri kalanıyla yoğun ilişki içindeydi. Ressam Balaban’ın İmralı günleri Bursa Cezaevi’nde yatarken hapishanenin gediklisi Nâzım Hikmet’in etkisiyle resim yapmaya başlayan İbrahim Balaban, yine Nâzım Hikmet’in tavsiyesiyle 1945 yılında İmralı’ya geçmişti. İmralı hakkındaki ilk izlenimleri çok kötü olan Balaban günlüğüne “Dün soğan topladık. Bugün çapa, yarın bel işi var, yani kirizma. Dayanılır gibi değil, resim yapmadan nasıl dayanırım?” diye yazmıştı. Bu şikâyetlerini Cezaevi Müdürü İzzet Akçal’a anlattığında ilk olarak olumsuz tepki görmüş ancak daha sonra İzzet Bey bir formül bulmuştu. Balaban yatakhaneleri temizleyecek, arta kalan zamanında da resim yapabilecekti. Sonuçta ortaya ‘Belci’, ‘Karasabanla Çift Süren’, ‘Hızarla Tarla Biçenler’, ‘Balık Tutanlar’, ‘Çamaşırcılar’, ‘Orak Biçenler’ adlı tablolar çıktı. Bu tablolar İstanbul ve İzmir’de sergilendiler ve satıldılar. İmralı’nın zengin kütüphanesi Balaban’ın diğer uğraşları adadaki bandoda klarnet ve keman çalmaktı ve bol bol kitap okumaktı. İmralı Kütüphanesi, İmralı’nın o dönemki müdürü Esat Adil Müstecaplıoğlu tarafından oluşturulmuştu. Esat Adil Bey, Kuvayı Milliyecilikle Belçika’da tanıdığı Emile Vandervelde’in temsil ettiği ‘II. Enternasyonal Sosyalizmi’ni harmanlamış ilginç bir kişilikti. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Belçika’da ceza ve infaz sistemleri üzerine çalışmış, ülkeye döndükten sonra 1931’de Balıkesir’in Balya ilçesindeki maden işçilerinin ‘Açlık Yürüyüşü’nü örgütlemişti. 1942’de İmralı’ya müdür olarak atandığında, aynı zamanda Mudanya Dağları’nda muhtemel Nazi tehlikesine karşı ‘Sarı Mustafa Gerillaları’nı örgütlemeye soyunmuştu. (Örgüt adını, 15. yüzyıl başında komünal bir düzen kurmak için ayaklanma düzenleyen Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce Mustafa’dan almıştı.) On bine yakın kitap vardı kütüphanede. Balaban her gün kütüphaneye gidiyor ve Nâzım’ın şiirlerini okuyordu. Ancak Esat Adil Bey’in gidişinden sonra gelen yeni müdür, Balaban’ın bu faaliyetlerine izin vermedi. Buraya kadar anlattıklarımızdan İmralı’da mahpusluğun hiç de fena bir şey olmadığı sanılabilir. Hani derler ya ‘dışı seni, içi beni yakar’, Balaban’a göre “İmralı Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi”. Kuruluşundan itibaren siyasi mahkûm barındırmayan İmralı’nın ilk siyasi tutukluları Adnan Menderes ve arkadaşları olmuştu. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın hayatlarına İmralı’da son verildi, naaşları 17 Eylül 1990’a kadar adada kaldı. 1999’dan 2009’a kadar İmralı’nın tek mahkûmu Abdullah Öcalan. 2009’dan beri 5 siyasi mahkûmun eşlik ettiği Öcalan’ın İmralı hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için biraz daha bekleyeceğiz... Özet Kaynakça: Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınevi, 2006; Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (Kültür Bakanlığı ile Tarih Vakfı’nın ortak yayını, 1994) adlı 8 ciltlik eserde yer alan Hayri Fehmi Yılmaz’ın ‘Zindanlar’ ve ‘Yedikule Hisarı ve Zindanı’; Semavi Eyice’nin ‘Baba Cafer Zindanı’ ve Necdet Sakaoğlu’nun ‘Bekirağa Bölüğü’ baş- lıklı maddeleri; Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Pera Turizm ve Ticaret AŞ Yayınları, 1997; Ali Sipahi, ‘The Labor-Based Prisons in Turkey, 1933-1953’ başlıklı, 2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde kabul edilmiş yüksek lisans tezi; Hapishane Kitabı, Yay. Haz.: Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun Altun, Kitabevi, 2005. (Bu yazının giriş bölümü ve Cumhuriyet bölümünün kısa versiyonu, 30 Ağustos 2009’da Taraf’ta yayımlanmıştır. O yazıyı okuyanlardan tekrar için özür dilerim.) Açıklama: Okurlarımızdan Prof. Mehmet Aydın’ın uyarısı üzerine geçen haftaki yazımda bazı maddi hatalarım olduğunu gördüm. Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan, Ankara değil İstanbul Üniversitesi hocalarıydı. AKDTYK, TTK yerine değil, TTK ve TDK’nın şemsiye örgütü olarak kurulmuştu. Bu hatalarımdan dolayı sizlerden özür dilerim. Prof. Mehmet Aydın ayrıca kuruma cumhurbaşkanı tarafından atanan 7 kişiden 4’ünün Türk-İslam Sentezcisi olduğu iddiamın da gerçekle bağdaşmadığını, darbecilerin sentezcilere desteğini abarttığımı belirtti. Okurumuz Av. Muhlis Arvasi ise akrabası Seyyid Ahmet Arvasi’nin Kürt kökenli olmadığını, ‘seyyit’ unvanından anlaşılacağı üzere Ehlibeyt’ten (yani Arap kökenli) olduğunu belirtti. Muhlis Arvasi’ye göre aile Hazreti Hüseyin’in soyundan geliyordu ve Orhan Gazi zamanında Bursa’yı ziyaret etmiş, sonra Kürdistan’a yerleştirilmişti. Bu iki iddiayı yorum yapmadan sizlerle paylaşmayı borç bildim. Kaynak: 24 Şubat 2013 Radikal pencere yayınları Adres: Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İSTANBUL Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41 E-mail: [email protected] kızılbaş - sayfa 45 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Osmanlı’da İttihat Terakki’nin Doğuşu ve İktidarı - I İttihat ve Tarakki’ye gelmeden önceki sürece bakış… Rusya’da Büyük Katarina dönemi (1762 – 1796) Osmanlı devleti’nin yönettiği Hıristiyan milliyetlerin oluşturduğu bir kitlenin kaderine Avrupanın aktif ilgi gösterdiği bir dönemle çakıştı. Büyük Katerina’nın 1768’e kadar Türkiye’ye (Osmanlı b.n.) karşı verdiği başarılı savaşlar sonunda imzalanan Küçük kaynarca Antlaşması’nın (21 Temmuz 1774) 7. maddesi, bütün Ortadoks Kilisesi üyeleri adına ve bütün Ortadoks tebayı (Grekler ve Bulgarlar gibi) kapsayacak şekilde arabuluculuk yapma hakkını Ruslara verdi. (……..) Yunan bağımsızlık savaşı ( 1821 – 1830 ) (……..) İngiltere ve Rusya serüvenliği altında Yunanistan’a sınırlı bir özerklik sağlamak için işbirliği yaptılari. Daha sonra Fransa’nın katılımıyla Londra anlaşması yaptılar. Osmanlı’ya önerdikleri barış ve şartların kabul edilmemesi, Osmanlı’nın Rusya ile yeni bir savaşa girmesine ve gerek Asya gerekse Avrupa Türkiye’sinde oldukça büyük toprak kayıplarına yol açtı. Savaş Yunanistan’ın tam bağımsızlığıyla sona erdi. (Osmanlı bu yenilginin ardından şunları yapmak zorunda kaldı: 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1856 Islahat Fermanı ile yasalaşan ikiz Tanzimat ‘’Yeniden düzenleme’’ reformları uygulamaya konuldu) (……..) Türk’lerin neden olduğu Kırım savaşı’ nın (1853 – 1856) sonuna doğru büyük güçler barışın ön şartı olarak Gülhane Hatt-ı Humayunu’nun devamını, kendi özgür iradesiyle gerçekleştirmek zorunda olduğunu Türkiye’ye bildirdiler. Türkiye (Osmanlı) derhal 18 Şubat de yasal haklar ve bir statü tanıyordu. Sözkonusu Hukuk normlarının ilanından dolayı Osmanlı sarayı da memnun değildi, aradan biraz zaman geçince kaldırmaya çalışıyor veya uygulamamaya çalışıyordu. 1856 ikinci Osmanlı reform hareketi ile buna karşılık verdi. (………) 31 Mart 1877 tarihli imzaya hazır Londra protokolu, tam yetkili Osmanlı elçisi tarafından reddedildi. (………) 24 Nisan’da çar Büyük Güçlerin ortak çabalarının ikna yoluyla sağlayamadığı şeyi güç kullanarak güvence altına almak için ordularına sınırı geçme izni verdi. Bir yıldan daha kısa bir süre içinde hem Kafkas hem de Balkan cephelerinde yenilgiye uğrayan Osmanlı barış istedi ve Rusya’nın dikte ettirdiği 3 Mart 1878 tarihli Ayastafanos ( San Stafano ) Antlaşması’nın aşağılayıcı ve ezici şartlarına boyun eğmek zorunda kaldı.Avrupa ittifak güçlerinin itirazı ile bu anlaşma 13 Temmuz 1878 yılında Berlin’de yenilendi. Kaynak: Ulusal ve uluslararsı hukuk sorunu olarak JENOSİD Vahakn N.DADRIAN sayfa 21-27 Belge yayınları birinci baskı şubat 1995 Sonuç: Demekki; Türk toplumunun bir hukuk ve yurttaşlık hakları gibi talebi, mücadelesi olmadı. O zamanın beherinde, uluslararası savaşların kaybedilmesine koşut olarak, hukuksal düzenlemelere gidildi. Demekki savaşlar sürekli kazanılsaydı daha hukuk normlarına da geçilemeyecekti.Bu hukuk normları kabul edilince Osmanlı’nın Müslüman-Türk olan tebası tepki gösterdi, çünkü Osmanlı yurttaşı olan Gayrı-Müslümlere Gayrı-Müslüm halklar arasında yükselen ticaret burjuvazisi, henüz gelişme aşamasındayken, uluslararası ticarette yetenek kazanması,daha doğrusu, büyük devletlerle iyi ilişkileri olması, onlar üzerinden, Osmanlıya Hukuk, Reform, Tanzimat gibi olayları yaptırıyordu. İşte bizlerde bugüne kadar ülkede aşağıdan yukarı mücadeleyle neler kazanıldı diye baktığımızda, hiçbir şey kazanılmadığını görürüz. Bu Hukuksal normlar, Osmanlı-Türk tebasının, Merkezi Osmanlı Devletine karşı dişe-diş bir mücadelesiyle kazanılmış olsaydı, şimdi çok rahat daha ileri konuları tartışıyor olacaktık. Ne yazık ki; bugünlerde hala bir anayasa nasıl yapılacak? Yapılacak Anayasayı ne kadar ileriye götürebiliriz? olayını tartışıyoruz. Kısacası hala mücadelenin başındayız, hala mücadelenin sıfır noktasındayız… (…………) ‘’Abdulhamit II 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’yi (Anayasa’yı) ilan etti. Fakat kısa bir süre sonra Mithat paşa’yı sadrazamlıktan azletti ve sürgüne yolladı. Ardından tarihimize 93 harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı’nı gerekçe göstererek Meclisi dağıttı ve böylece Birinci Meşrutiyet dönemi son buldu. (……….) Birinci Anayasa’nın mimarı olan Mithat paşa’yı, Mahmut paşa’yla birlikte, sürgünde oldukları Taif’de boğdurtarak öldürttü.’’ Emre Kongar / Tarihimizle yüzleşmek / Remzi Kitap evi / Nisan 2006 baskısı / Sayfa 124-133 1889 yılında İstanbul Askeri Tıbbiye Mektebi’nin öğrencileri, Abdulhamid II rejimine karşı gizli bir muhalefet grubu oluştururlar ve adına Osmanlı Birliği Komitesi derler. (……….) Önemli olduğu için söyleyelim, hareket Askeri Tıbbiye Mektebi’nin bağrın- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dan doğar. Gerçekten askerlik ve hekimlik mesleği, devletin iki kesimidir ki, modernleşme reformlarına XVIII. Yüzyıldan başlayarak o alanlarda gidilmiştir. (……….) Bütün bir Jöntürk (İttihat- Terakki) hareketi tarihi boyunca, subaylar ve hekimler, önde gelen bir rol oynayacaktır. (……….) Grup, Askeri Akademi, Baytarlık Mektebi, Mülkiye Mektebi, Bahriye Akademisi vb. gibi okullarda yandaş toplar.Daha o zamanlar orduda görev almış subaylarla ulema arasından da taraftar toplar. Grubun hedefi kaldırılmış olan Mithat paşanın Anayasasını tekrar uygulamaya koydurmak.Sloganı ‘’yaşasın anayasa’’ dır. (……….) Şubat 1902 yılında Pariste ilk kongre yapılır.Kongreyi Osmanlı liberallerinden oluşan 50 kişilik bir kitle gerçekleştiriyordu. Aslında Jöntürkler yurt dışına dağılmış muhalif öbeklerden oluşuyordu.Bu kongre sonunda hareket ikiye bölünür.Bu bölünmenin öncülüğünü yapanlardan prens Sebahattin avrupa’da çalışmalarını sürdürür. Osmanlıda yapılmak istenen değişiklikleri Avrupalı devletlerin desteğiyle Fransızlar ve İngilizlerin desteğine başvururlar. Diğer bir kanadı da Kahire’de çalışmalara devam eder.Bu kanadın öncülüğünü Ahmet Rıza bey yapar. Kahire’de yayınladığı bir kitapçık ‘’Askerin Ödevi ve Sorumluluğu’’ adını taşır. Bu kitapçığı yayımlarken, Ahmet Rıza bey, gerçekleşmekte olan bir olayı dile getiriyordu: bir nöbet değişikliği oluyor, sürgündeki jöntürk muhalefetinin yerini Türk subayları alıyordu. (……….) İttihat Terakki Selanik grubu…. 1906 Ağustos’unda Osmanlı Hürriyet Komitesi kurulur.Talat paşada içinde ilk önceleri on üyesi vardır. Talat paşa Selanik Posta idaresinde bir memurdur o sıralarda. Hücreler halinde örgütlenen komite Makedonya toplumunda hızla taraftar bulur ve hücreler şeklinde örgütlenmektedir. Komitenin militanları subay yada memurdur, 1889 da ki gibi Jöntürk hareketinin ilk çekirdeğine oranla, farklılıklar önemlidir: Makedonyalı militanlar artık öğrenci değil, deneyimli insanlarla ve ilişkisi olan çevrelerdir. Şimdi aralarında Türk öğe alabildiğine eğemendir. Komitenin gelişmesi öncelikle Manastır, İşkodra, Serez gibi garnizon kentlerinde hücreler kuran subaylar aracılığıyla oldu. Bektaşi ve Melami gibi halktan tarikatlar, tekkeleri genç aydınlar için birer toplantı yeri olduğu ölçüde önemli rol oynadılar. Ne varki Jöntürk ideolojisini yaymadaki en büyük araç, Selanik’teki Mason Locaları oldu. Talat yada Mithat şükrü gibi, komitenin kimi üyeleri de Masonluğa girmişlerdi. Şunu da eklemeli : Komite, Fransız eğilimli locaların aracılığıyla, Yahudi Burjuvazisiyle temas halindeydi 1907’de Paris’te Ahmet Rıza bey’in yönettiği İttihat ve Terakki Komitesi ile Selanik komitesi arasında temaslar başlar; eylül ayında her iki örgüt birleşme kararı alırlar. Gerçekten artık Selanik Komitesi Jöntürk hareketine egendir; hareketin çekim merkezi Avrupa başkentlerinde Selanik’e kaymıştır.Öte yandan Paris’te yapılan ikinci kongre, Ahmet Rıza Bey, Prens Sebahattin gruplarını ve Daşnak Ermeni militanlarını bir araya getirdi. Bir askeri zorlama git gide kendini dayatmaktadır. (………) İçeride iktisadi, sosyal güçlükler, kıtlıklar sürüp gider. Memur ve subayların maaşlarının ödenememesi hoşnutsuzlukları arttırır. Merkezi Osmanlı devletine karşı içte muhalefet hareketleri gelişir. Dışta ağır bir borç yükü altında bağımlılık ilişkileri, daha fazla bağımlılık ilişkilerini getirir. (……….) Böyle kargaşa ve kaos ortamında Resneli Niyazi Bey dağa çıkar, Jöntürkler artık harekete geçmiştir. François Georgeon / Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II / XIX Yüzyılın Başlarından Yıkılışa / Sayfa 145- 216 / Çeviren Server Tanilli Adam yayınları ikinci basım Nisan 1999 / Moderatör : Robert mantran Bu verilerin ışığında şunları söyleyebiliriz: -Osmanlı İmparatorluğunun, savaşlar- da yenilgi alması içerde hukuki düzenlemelere, Reformlara, Tanzimata gitmeyi zorlamış. Yenilgilerin önüne geçmek için yenilenme ve modernleşme hareketlerine girişilmiştir. -Aslında İngiltere, Rus ilerlemesinden çekindiği için Osmanlının ayakta kalmasını, Rus ileri hareketine karşı bir tampon bölge olarak kalmasını sağlamıştır. Aksi halde Osmanlı çok önceleri tarih sahnesinden silinecekti. Osmanlı da bu uluslar arası dengeleri gözeterek ondan faydalanmaya çalışmıştır. -İttihat ve Terakki ilk aşamada öğrenci ve aydınlar arasında oluşmuş, taraftarlarını buradan çıkarmıştır. Abdulhamit II despotizmine karşı mücadele, Anayasanın kabulu ve Meclisin açılması gibi kurumları oluşturmak için teşekkül etmiştir. -Daha sonraları memurlar ve subaylar arasında taraftar bulmuş ilerleyen süreçte sosyal statüsü olan kişi ve gruplarla ilişkileri gelişmiştir. -İttihat ve Terakki bir çok grubun birleşimiyle oluşmuştur. Bu oluşum içinde zamanla Selanik grubu önderliği eline geçirmiş, Paris, Londra gibi merkezlerin yerini, Selanik almıştır. Selanik İttihat ve Terakki’nin iktidar yıllarında bile uzun yıllar merkez olma özelliğini sürdürmüştür… -İttihat ve Terakki‘nin ilk yıllarında, muhalefette olduklarında ki sloganları; ‘’HÜRRİYET’’ / ‘’ÖZGÜRLÜK’’ / ’’VATAN’’ / ’’ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK’’ / LİBERALİZM’’ olmuştur. Bunların asıl sloganının ne olduğunu 1915‘lerde Ermeni soykırımını hayata geçirdiğinde anlayacağız. İttihat ve Terakki’nin İktidar yılları olan 1908-1918 yılları periyodunu, bundan sonraki yazımızda inceleyeceğiz… Kaynak: ht t p: //d yc e n g i z h a n .blog s p ot . d e / 2 012 / 0 3/o s m a n l d a - i t t i h a t terakkinin-dogusu-ve.html ............... Aktaran: Ali İhsan Avgül (devamı gelecek sayıda) kızılbaş - sayfa 47 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 öcalan BDP görüşmesinin tam metni! Perşembe, 28 Şubat 2013 11:31 - Sırrı: Organizeydi başkan. Çünkü ancak bir reklam ajansı grafiği ile önceden hazırlanmış pankartlar ve bildiriler vardı. Sosyal medya üzerinden bize dönük kampanyalar başlatıldı. Darbe Araştırma Komisyonunun görevi bittikten sonra, Özel Harp Dairesi ile ilgili, Gladyo ile ilgili, Kürdistan bölgesi hariç özellikle Karadeniz'i deşifre eden bilgiler geldi. Burada Karadeniz'de gladyonun yaptığı işler başlığı altında TAYAD'lı ailelere dönük linç girişimi de vardı. Orada anlatılan, yapılan ve biçimler ne ise hepsini Karadeniz'de gördük. Bu yönüyle örgütlü ve organizeydi. Gündem "SAVUNMANIZI HAZIRLAYIN" BDP heyetinin, geçtiğimiz cumartesi günü İmralı'da Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmenin tutanaklarının ortaya çıktığı iddia edildi. Tutanaklar, 'İmralı Zabıtları' başlığıyla, Milliyet gazetesinde Namık Durukan imzasıyla yayımlandı. Tutanaklara göre Öcalan, gönderdiği mektupların bir taslak olduğunu, üstünde tartışılması gerektiği ve geri çekilmenin tek taraflı olmayacağını söylüyor. 23 Şubat 2013 görüşme notları' başlığı altında oluşan görüşme notları, Abdullah Öcalan'ın, "Tarihi önemde bir toplantıya başlıyoruz. Nasıl bir yöntem izleyelim?" sözü ile başlıyor. Heyetten "Size nasıl uygunsa" yanıtı alan Öcalan, çözüm süreci ile ilgili değerlendirmelerinin ve önerilerinin yanı sıra BDP heyetindekilerle özel konularda sohbet de ediyor. Abdullah Öcalan'ın, İmralı'da BDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan'la yaptığı, bir MİT yetkilisinin de hazır bulunduğu görüşmenin tutanakları özetle şöyle: HAYATIMIZ SÖZ KONUSU "Kandil'e BDP'ye ve Avrupa'ya üç nüsha mektup yazdım. Heyet ile dünden beri yoğun olarak tartışıyoruz. Özal'dan beri teşebbüs içerisindeyim, akim (akamete uğradı, kesintiye uğradı) kaldı. Şimdi akamete uğramaması lazım. Uğrarsa, tırnak kesilirse felaket olur. Türklerde bunu bilmeli; başarısızlık orta ve üst düzey savaş, isyan, kaos hepimizin hayatı söz konusudur. Şimdi kadar yaşadıklarımız deveden kulak kalır. Kesin başarı hedefi ile sonuçlanması lazım. Yeni diyalog sürecine yükleniyorum. Dostlarımızın ve halkımızın eski kalıp mücadeleleri bir kenara atmaları lazım. "BENİMLE OYNANMAYACAĞINI AKP 'YE ANLATMALISINIZ" Eski yaşam alışkanlıkları top yekun bırakmak gerekir. Neden, çünkü bu bir rejim değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli, bu hepsinden daha derinlikli olacak. Başarılı olursak, yepyeni bir Cumhuriyete... Radikal demokrasi, tam demokrasi, Anadolu ve Mezopotamya'nın tam demokratikleşmesi, hazırlığım bu yönde. Şimdiye kadar olanlar ısınma hareketi idi. Bütün felsefi ve örgütsel birikimimi bu yönde PKK 'yi hazırlamak ve dönüştürmek için kullanıyorum. Bu en köklü adım. Demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam süreci. ben bu deyimi rast gele seçmedim. Zamanında söyledim anlamadılar. Anlamış olsaydılar, Ergenekon olmazdı, AKP bunları diyor ama çok yüzeysel bakıyor. Benim çok inatçı olduğumu biliyorsunuz. Ben ilk günden demokratik Cumhuriyeti savundum, onlar beni anlamadılar; "APO'yu bitirdik" dediler. Stratejik hatalar yaptılar. Ergenekon'u saptılar umarım bu sefer böyle olmaz. Onun için benimle oynanmayacağını özellikle AKP'ye anlatmalısınız. AKP'lilerle konuşun anlatın. Siz Meclis'tesiniz size çok görev düşüyor. Anlamlı bir uzlaşmaya gidilseydi (Ecevit döneminde) ne Ergenekon ne AKP olmazdı. "KENDİNİ DÜZENE SATMIŞ" - Metiner saçmalıyor, "APO sıkıştı" diyor. Propaganda ile oyunu karıştırıyor. Kendisini düzene satmış, kendisini rezil etmiş, AKP'yi 10 yıldır ayakta tutan benim. Derhal bu söylemi terk etmesi lazım. Biz AKP'yi çıkartan gücüz. "HA BİZ HA SAKİNE" - Sırrı: Bize gelen bilgide, "Sakine'nin tutumunun ve katılımının iyi olduğu, dağ adına Avrupa'da görevli olduğu, işini tamamlayıp geri dönüş için Paris'e gittiğinde bu olayın olduğu... Tutumunun ve katılımının iyi olduğu" bildirildi. - Öcalan: Ha bizi vurmuş, ha Sakine'yi vurmuşlar. Çok karanlık bir olay. Ankara'ya gelmiş (Ömer Güney) Çankaya'da büro tutmuş. Sterk "MİT kaynaklı" demiş. Mümkün değil ama düşüneceksin. Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demek ki darbe hala devam ediyor. (Sırrı'ya dönerek) Sinop olayı rast gele mi organize mi? - Öcalan: Siz de muallaktasınız. Tıpkı Sakine gibi. Bir daha kendini öz savunmanın hazırlamadığınız hiçbir yere gitmeyin. Size bir vurduklarında on vuramayacaksınız, gitmeyin, devlete güvenmeyin. Biliyorsunuz ki Ahmet Türk'ü iki kez vurdular, bir Samsun'da, bir İzmir'de... Sakine'ye yapılan hepimize yapılabilir. Bu özel harbe ayrıca geleceğiz. (Çay geldi) "AKP'YE İKTİDARI ALTIN TEPSİDE SUNDUK" - Öcalan: Hükümet kesin vesayetten kurtuldu mu hesaplaşma tam olarak yapıldı mı? Tayyip'in Hükümet mekaniği, Kürt hareketine vurduğu kadar kendisine izin veriliyor, alan açılıyor vesayet kurumu, güç odakları tarafından. Sayın Başbakan zekice bu mekaniği teşhis etmiş ve iyi kullanıyor. Komplonun bir parçası değil. Danışıklı demiyorum ama Başbakan komplonun parçasıdır demiyor ama, bu yöntemi bir iktidar aracı olarak görüyor. PKK'ya vurarak yerini sağlamlaştırıyor. Kendime kızıyorum, 2001-2004'te biz eylemi 'tak' diye kestik. Hükümet anlamadı, 'terör bitti' dediler. (Altan Tan'a dönerek) Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP'ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2. Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar. Benim demokratik kriterlerim var bunu anlattık, bir baktık ki AKP hegemonya kurmak istiyor, 1923-40-50 CHP yerine AKP... "HEGEMONYA KURMAK İSTİYOR" Türkiye'nin ihtiyacı olan tam evrensel demokratik kriterlere uymazsan, PKK'ye karışmam dedim. Bunu PKK hareketinin zorluklarını bilerek söyledim. Hegemonya kurmak istediler, biz bu hegemonyaya karşı çıktık. AKP, iktidarı gökten inmiş sandı. Bizim sınıf ve halk savaşımızın ne kadar amansız olduğunu bilmiyordu. Ben Deniz Baykal'ın taktiğini boşa çıkardım. AKP hegemonya istiyor. CHP'nin yerine geçmek istiyor. İzin vermeyiz. AKP'ye korkunç kızılbaş - sayfa 48 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ranta imkanı çıkar. Ben buna alet olmam. Tek şartım hegemonik olmaması. Biz eskisine doyduk, yeni kambur istemeyiz. "BAŞBAKAN VATANA İHANETTEN TUTUKLANACAKTI" AKP'nin çıkışları yanlıştır. Son bir buçuk yılda büyük bir savaşa yüklendiler. Nihai tasfiye operasyonları yaptılar. Sayın Başbakanı buna inandıran ekip (2011'de) PKK'yi bitireceğiz' dedi. 10 bin kişiyi (KCK) içeriye aldılar, Bu güç MİT'e de darbe planladı. Ben hemen devreye girdim, 'bu darbedir' dedim. Ergenekon'dan farkı yok. Başbakan MİT'e darbe yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü, Başbakan vatana ihanet suçundan tutuklanacaktı. (Durdu yeniden söze başladı) Genelkurmay Başkanının (İlker Başbuğ'u kastetti) tutuklanması da budur. O güce Cevat Öneş 'darbe' dedi. Bu yüzden ben devreye girdim, yardımcı olayım dedim. "İSYAN ETSEK BİR TÜRLÜ..." (Biraz durdu yeniden başladı.) Sakine'yle sizin (Sinop'u kastederek) aynıdır. KCK'ye her operasyon ayaklanma ve isyana davetiyedir/teşviktir. BDP ve benim temkinli yaklaşımım engelledi. İsyan etmem beklendi. İsyan etsek bir türlü, etmesek bir türlü. Her KCK'lının içeri alınması bir ayaklanma sebebidir. İsyan çıkarmıyoruz. 10 bin kişi alındı. Bu da bir nevi darbedir. En son siz alınacaktınız biz karşı hamle geliştirdik. En son parlamento grubu kalmıştı. Darbe şekil değiştirdi ama hala devam ediyor. Yeni darbe Brüksel ve ABD'de planlanıyor. Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tanımlamam işlerine gelmiyor. Sanırım bu çıkışımız işe yarayacak. Benim üzerimde planları var. Doğan Güreş Londra'dan döndü 'bana yeşil ışık yakıldı' dedi, 4 bin köy yakıldı. İşadamlarını götürdüler. (Pervin'e işaret ederek) "DARBEYİ ÖNLEDİM" Metiner, 'Sıkıştı' diyor. Yanlış söylüyor. Sıkışma yok, darbeyi önledim. Bir darbe var, fakat derinliğini tam fark edemiyorum. MİT'i düşürseydiler. Türkiye'de tüm kaleler düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan'a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu... Darbeyi önleyebileceğimi fark ettim ve süreci başlattım. "FLORİDA KONTRGERİLLA MERKEZİDİR" Türkiye'de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD'de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3'ü de Anadolu çıkışlıdır. Sözde bir hükümet var, sözde bir parlamento var. CHP ve MHP paralel devletin izdüşümleridir, basit aletleridir; AKP'ye de, medya ve işadamlarına da sızmışlar. Sadece MİT kalmış, hedeflenen bizim geliştirdiğimiz diyalogdur. MİT Müsteşarı düşürülmek isteniyor. Emre Uslu, Mehmet Baransu MİT'i hedef aldılar, arkalarında devasa bir güç var. Florida kontrgerilla merkezidir. Abdullah Çatlı iki kez gitti. Papa, Palme... Sakine bu tür grupların işidir. Yeni gladyo tam anlaşılamıyor. Çözüm adına yapılan her şeyi sabote ettiler. Sakine olayı bende düşük bir tereddüt uyandırdı. Net değil. Sakine Avrupa'da barışı temsil ediyordu. Hala aydınlatılamadı. "2. ATATÜRK OLMA SEVDASI" İşte siz. ABD-İsrail-İngiltere'nin talepleri vardı, o zaman da MİT bu işe yatmadı. Tansu Çiller'in 2. Atatürk olma sevdası vardı. Beni de bomba ile öldürmek istediler. Doğan Güreş-Tansu Çiller işbirliği de oradan (İngiltere'den) icazet almıştı. Sonuç olarak böyle bir durum yaşadık. "GÜLEN, NUR HAREKETİNE SIZDI" Cemaatin merkezi ABD'dir. Benim buraya alınmamla birlikte Fethullah da ABD'ye alındı. Bir yazar (yazarın adını hatırlayamadı) 'Fethullah Gülen, Nur hareketine sızdı' diyor. 'Kesin bilmiyorum, Kemalistlerin sızması' diyor. Nur hareketini inceleyin, Saidi Nursi eski Nurs köyündendir. Eski bir Ermeni köyüdür. Teşkilatı Mahsusa'ya girdi, sonradan Mustafa Kemal ile takıştı. Fethullah Gülen ABD'de yaşıyor. 120 devlette okul açmış, para nereden. Florida kontrgerillanın eski merkezidir, Türkeş ve Latin Amerika'daki kontrgerilla, orada yetiştirildi. Yeni merkez ise Utah'tadır. Emre Uslu vs. orada eğitildi. Sağda ve solda örgütleri kontrgerilla ele geçirdi. "BAŞARISIZLIKTA BEN YOKUM. APO ÖLDÜ DİYECEKSİNİZ" - Sırrı: Gruptaki arkadaşların da selamı var, bir diyeceğiniz var mı? - Öcalan: Ben sorumluluk üstlenmem. Süreç başarısız olursa 'Apo öldü' diyeceksiniz. Ben yokum. BDP ve PKK'nın beni kullanmasına izin vermem. - Sırrı: Rojava (Suriye'nin Kürt bölgesi) için bir aktarımınız olacak mı? - Öcalan: Suriye'de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar. Suriye Demokratik Kurtuluş Cephesi olsun. Kürt, Arap, Türk, Türkmen hepsi. Suidi Selefiler çok tehlikeli, Esad ise küçük burjuva diktatörlüğüdür. Kürtler (Suriye'deki Kürtleri kastederek) Barzani'nin emrine giremez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı. - Pervin: Başkanım sizden bir parça almak istiyorum. - Öcalan: (Elindeki kalemi Pervin'e vererek) Hatta size bir şey imzalayabilirim. (Heyetin üç üyesine ayrı ayrı duygularını ifade eden birer cümle yazarak birer kart imzalayıp verdi) "HAKAN FİDAN YALNIZ BIRAKILMAMALI" Kirli işler dönemini Baykal, AKP'ye devretti. Baykal tarihi hata yapmıştır. Tayyip Bey kurnaz çıktı. Deniz Baykal'ı kullandı. Ergenekonun bizden beklentisi 2002'den itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben AKP'nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim. AKP anlar dedik. AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik. Onlar darbelerle uğraştılar. 2007, 2009 hatta 2011'e kadar seçim hesapları, oy hesapları yaptılar. Ben geri çekildim. Benim çekilmem AKP'nin istismarından dolayıdır. KCK de PKK de dürüst ve fedakardır ama savaşı tam yapamadı, yetersiz kaldı; barış meselesinde de dirayetsiz kaldılar. Sıkıldım geri çekildim. Onlara ağır kelime kullanmıştım. Süreci esastan bozan güç kim diye baktım. Savcının... 7 Şubat MİT'e darbesi... Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne 'Hakan Bey'i (MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı kastediyor) yalnız bırakmamak gerekir' dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı. "PKK BİLE BENİ ANLAYAMIYOR!" - Sırrı: Sayın Başkan Kandil diyor ki; Karşılık ateşkesle bir geri çekilme söz konusu olacaksa bile en az 2 yıllık bir süreye ihtiyaç var. - Öcalan: (Sırrı'ya dönerek) PKK bile beni anlamıyor. Beni bir ağabey ve baba gibi görüyor. Endişelerini paylaşıyorum. Benim dosyalarım (hazırladığı mektuplara vurarak) endişelerini giderecek bir çatışmasızlık öneriyor. Şimdi burada ne var? Birinci Belge: Demokratik Barış Sürecine Felsefi Bakış: Bu toplam 10 maddeden oluşuyor. İkinci Belge: Demokratik Çözüm Planı: Bu da toplam 10 maddeden oluşuyor. Buna kısa bir giriş de diyebiliriz Üçüncü Belge: Demokratik Barışın Eylem Planı: 3 aşamalıdır. Birinci aşama 7 madde, ikinci aşama 5 madde. Üçüncü aşama 7 madde. "NEVRUZ'DA İLAN EDECEĞİM" Eylem Planı'na bir sayfalık ek yazdım. İkinci ek 4 sayfalık paralel devletle ilgili sorulara cevaplar. Değerlendirme 3 yaprak, 6 sayfa Kürt Sorununda Barış ve Demokrasi Süreci Hakkında Kısa Değerlendirme. Ben 3 aşama ve 10 ilke öneriyorum. Bu yazı üzerine cesurca tartışacaksınız. Bunu Kandil'e ve Avrupa'ya götüreceksiniz. Kendi aranızda iş bölümü (heyeti kastederek) yaparak, Kandil ve Avrupa'ya bu görüşmeyi anlatın. Daha önce 3 hafta demiştim ama kızılbaş - sayfa 49 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 2 hafta içerisinde gelirse, görüşlerimi revize ederim. Eşbaşkanlarla görüşürsem iyi olur. Eğer eşbaşkanlara tavır devam ederse yine bu heyet gelir. Newroz'a bunu ilan etmek istiyorum. İlanı ben yapacağım. (Sırrı'ya dönerek) Kolektif haklar ve Kürt reformu yasası yapılacak. Biz demokratik özerklikte ısrar edersek, bu sabote olur. - Sırrı: Sayın Başkan süreci tıkayacak olan da sürecin önünü açacak olan da sizin koşullarınız. Buna dönük yetkililerle görüşmelerinizde bir takviminiz, bir mutabakatınız var mı? - Öcalan: (Önce cevap vermek istemedi sonra) Ben PKK'nin yetersizliğine karşı da inisiyatif kullanacağım. Ne PKK'nin sandığı, ne AKP'nin sandığı gibi bir çekilme olur. Akdoğan (AKP Parti Ankara milletvekili, Başbakan Erdoğan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ı kastediyor) milat diyor. Bu kendini kandırmadır. Felakete neden olur. Mektubun cevabı gelecek. Karar verip ilan edeceğim. Kandil karamsar, aşarlarsa iyi olur. Akdoğan kendisine güveniyorsa onunla konuşabilirsiniz. Bunu yapmazlarsa daha da gelişkin bir gündemle karşılaşırlar. (Sırrı'ya dönerek) Peki bu çekilen yere JİTEM'in ve korucuların dolmaması için komisyonlar mı olmalı, yoksa akil adamlar mı olmalı. - Sırrı: Parlamentonun böyle bir yetkisi ve işlevi yok. - Öcalan: Komisyonlar kurulacak. Hakikat komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Suriye var, İran var. Şu an Suriye'de 50 bin, Kandil'de 10 bin, İran'da 40 bin var. "HEPİMİZ ÖZGÜR OLACAĞIZ" - Sırrı: Sizin konumunuz ne olacak? - Öcalan: (Gülerek) Ne ev hapsi, ne de af bunlara gerek kalmayacak. Herkes, hepimiz özgür olacağız. Şunu bilin ki bu hamlem komployu boşa çıkaracaktır. Ben komployu aşıyorum. Başarılı olursam, Ne KCK tutuklusu kalır ne başkası. Bu olmazsa 50 bin kişiyle halk savaşı olacak. Ölen ölecek, ben karışmıyorum. Yalnız, herkes bilmeli ki, 'Ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız'. Kendime güveniyorum. Şunu iyi bilin devlet de ben de vazgeçemeyiz. Tarihi bir barış ve demokratik yaşama geçiş. Kandil onların savaş sistemine katılmadığım için... Bu yüzden onlara kızıyorum. Umarım AKP'de bizi yanlış anlamaz. Yanlış anlarsa felaket olur. Buna rağmen AKP diktatoryasını bize dayatırsa kabul etmeyiz. - Sırrı: Başkanım her şeyi konuştuk. Bir de başkanlık meselesi var. Kamuoyu bu konuda çok hassas. Osman Kavala'nın size selamları var. Totaliter bir yapıya dönüşmesinden endişe ediyorlar. TAYYİP BEY'İN BAŞKANLIĞINI DESTEKLERİZ - Öcalan: Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey'in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık ABD'deki gibi olmalı, devlet meclisi gibi bir senato. İkincisi, bir de halklar meclisi. Bunun adı demokratik meclis de olabilir. Bu da ABD'deki gibi temsilciler meclisi gibi olabilir, Rusya'daki alt duma gibi olabilir. Bu da ABD'deki gibi temsilciler meclisi gibi olabilir, Rusya'daki alt duma gibi olabilir. İngiltere'deki avam kamarasının Türkiye versiyonu gibi. Esas olarak HDK'yi parlamentoya uyarlamak gibi düşünebiliriz. HDK demişken, çok planlı ve örgütlü işler yapmalısınız. Biraz bürokratik ve hantal kalıyor. Ertuğrul'a söyle ben hala Dev-Genç'in çizgisindeyim. (gülerek) O anlar... 40 yıldır Türk solunu taşıyorum. Daha fazla kendilerine güvenmeliler. Daha fazla kitleselleşin, dar kalıyorsunuz. Seçime BDP mi HDK'yle mi gireceksiniz siz karar verin. Adayları halkın en popüler olanından seçin. Seçime giderken HDP ile giderseniz eş başkanlar değişebilir. - Pervin: Kürt basınını takip etme şansınız var mı? Özgür Gündem, Azadiye Welat gibi. - Öcalan: Evet. Özgür Gündem okuyorum. Kendilerini yormuyorlar, biraz kendilerini yorsunlar. İmzalar zenginleşsin. Kadın sayfasını da okuyorum. Ama sürekli katliamlar ve ölümlerden bahsediyorlar, oysa özgürlükler de işlenebilir. - Sırrı: Son günlerde sanatçıların duyarlı çıkışları var. Mesela Kadir İnanır bayağı etkileyici oldu. - Öcalan: Hepsini selamlıyorum, saygılarımı gönderiyorum. Şunu görmeliler, bizim siyasi faaliyetimiz bir sanattır. "ÖNDER'İN SENARYOSU" - Sırrı: Bilge Köyü katliamı üzerinden Kürt meselesini anlatan bir senaryo üzerinde çalışıyorum. - Öcalan: Çok iyi olur. 'BURUNLARINDAN FİTİL FİTİL ÇIKARIR' Öcalan: (Altan Tan'a dönerek) Sen sağdaki örgütleri bilirsin. Kontrgerilla ABD merkezlidir. Yargı ve emniyeti ele geçirdiler. MİT askerlerden güçlü çıktı, savcı çağırdı gitmediler. Bana göre bir direniştir. Erdoğan bunların burnundan fitil fitil çıkarır. İnşallah diyelim. "NAMAZ KILIYORDUM" İslam kirletildi, bugün Türkiye'de hat safhadadır, İslam'ın özü adalet, hukuk ve tasavvuftur (Altan Tan'a dönerek) kirlenmeyi önleyin. Sizi nasıl markaja aldılar biliyorsun. Kürtler dindardır. İlk dönemlerde namaz kılıyordum, 33 sure ezberlemiştim. Köyün imamı Müslüm hoca 'Sen böyle gidersen uçarsın' diyordu. Kimse kusura bakmasın, ben İslam'a sol jargonla bakmam. Kürt halkının da dini inancı kuvvetlidir. 1969'da Kısakürek'in gizli bir toplantısına gittim. "GİZLİ BİR İSLAM VAR" İngilizler İslam'ı kullandılar, Osmanlı'yı yıktılar. Mursi de yeni imalatları. Eskiden general imal ediyorlardı, şimdi de imam imal ediyorlar. Generallerin de faydası yok, imamların da faydası yok. Cemaatin adı kullanılıyor. İslam'ı kullanan kapitalist tekelci işadamları Başbakan'ın ağzına idamı veriyorlar. Bunlar barışı istemiyorlar. Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var. "KÜRTLER YER ARIYORLAR" - Altan: Tarikatlarda örgütlendi. - Öcalan: Geliştirin benden daha iyi biliyorsun. - Altan: Tam olarak tarif ettiğiniz güçler kimlerdir? - Öcalan: Ermeni lobisi etkili. 2015'le gündem olmak istiyorlar. (Sırrı'ya dönerek) Sen Adıyaman'dan bilirsin. Aslında Türkmenlerin tarihine daha çok yoğunlaşmanız lazım. Babai isyanları çok önemlidir. Bu bir Selçuklu ayrışmasıdır. Kurmançiler da Türkmenler de sınıf olarak en altta kalanlardır. Solcular, tarihi milliyetçilere bıraktılar. - Sırrı: Babai isyanları bu ülkede resmi tarihte en az incelenen olaydır. Baba İshak da biliyorsunuz Adıyamanlıdır. Bir tek Ahmet Yaşar Ocak'ın Babailerle ilgili bir tek çalışması var. - Öcalan: Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu'da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık'ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruldu ama açıklayamadı. Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, 'Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz' diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir. "BİRGÜL AYMAN KİMDİR?" Türklerin karşısına ne kadar Kürt çıkarırsak, o kadar Türk koparırız. Kürtlerle Türkler karşı karşıya gelirse, taviz alırız diyorlar. Türk Kürdü ezmeli, Kürt Türkü vurmalı. Birgül Ayman kimdir? MHP, CHP katı laik bir mezheptir. Faşist CHP olduğu gibi duruyor. CHP ve MHP ulusalcılığı, Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten ku- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ruluş tarihi de aynıdır. Anayasanın önüne de bunlar dikilecekler. gür bir temelde anayasal bir ifadeye kavuşturmak istiyorum. "İSTİSMAR ETMEYELİM" (Sırrı cebindeki kağıdı çıkartarak, bilgi aktarmak istiyor ve kendisine uzatıyor) - Pervin : Hareketin göndermiş olduğu iki ayrı mesaj var. Eşbaşkanlara iletilmiş. Biz mi okuyalım, siz mi okumak istersiniz' deyip; yazılı kağıtları başkanın eline veriyor. - Öcalan: 'Yetkilinin alması gerekir, istismar etmeyelim' diyerek Sırrı'ya geri veriyor. (Sırrı 'Ben aktarayım' diyerek kağıtları alıyor) - Öcalan: Özetleyin. (Sırrı önce hareketin görüşlerini özetleyerek okudu. Adından partinin görüşlerini aktardı) - Öcalan: (Hareketin 16.02.2013 tarihli öneriler metnin 4. maddesi okunurken gülerek) Klasik kaygılar. (Daha sonra aktarım bitinceye kadar dinledi. Hareketin 14.01.2013 tarihli öneriler 4. maddesi olan 'Yeni Anayasa'da Kürtlerin halk olarak varlığını kabul eden bir ibarenin olması iyi olacaktır' belirlemesine karşılık) Anayasada devlet öyle tanımlanamaz. Devletin etnisitesi ve dini olmaz. Hukuki bir realitedir anayasa. Bu konuda Habermas'ın görüşlerine ihtiyacımız var. "KÜRTLER KENDİ KENDİNİ YÖNETECEK" Peki biz ileride ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür. - Sırrı: Sayın Başkan izniniz olursa bir konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum. - Öcalan: Nedir? - Sırrı: Bu sanıldığı gibi bağlayıcı bir metin değildir. Teknik bir metindir. - Öcalan: Niye, birinci ve ikinci maddesinde mali ve idari özerklik var. - Sırrı: Sayın Başkan. Buna şerhin kaldırılması tek başına yetmiyor. Bunun iç hukuka dönüştürülmesi gerekiyor. Bunun yolu da anayasada düzenlemek. Sanıldığı gibi bu haliyle bir bağlayıcılığı yok. Bir teminat da içermiyor. (Bu açıklamalar üzerine biraz düşündü, önündeki mektupları karıştırdı. Sonra tekrar söze başladı) - Öcalan: Tavrımız şu olacaktır, ana ilke olursa biz kullanırız. Siz ister yasa çıkartın, ister çıkartmayın. İspanya'nın bütünlüğü içinde milliyetler ve bölgelerin demokratik hakları ve dayanışmaları garanti edilir. Dün yine tartıştık. Tarihsel ve kültürel kimlikler miras zenginliğimizdir. Kendilerini özgürce ifade etmeliler, ki bu örgütlenme ve yönetmeyi de içerir ve yaşamaları bir haktır ve garanti edilir. (Sırrı'ya dönerek) Sırrı bize lazım. Bizim kıymetlimiz. (Sırrı'ya dönerek) Ben seni bana söylendiği zaman başka bir Adıyamanlı Sırrı ile karıştırdım. Sen siyasaldaydın değil mi? - Sırrı: Evet - Öcalan: Kaç girişlisin? - Sırrı: 1979 girişliyim. - Öcalan: Ha o sen değilsin. O bizim zamanımızda, sadece ders çalışan xımıl biriydi. - Sırrı: Sayın Başkan siz Adıyaman'a ilk geldiğinizde ben 14-15 yaşındaydım. Siz geldiniz Hasan Yorulmaz'ı sordunuz. Ben sizi Hasan Yorulmaz'a götürmüştüm. - Öcalan: Evet. Benim Adıyamanlı çok kıy- "KÜRTLERİN VARLIĞI" - Sırrı : Anayasada en büyük tartışma vatandaşlık tanımında yaşanıyor. Kandil diyor ki mutlaka Kürt halkının varlığı zikredilmeli, çünkü azınlıklar denilince gayrimüslimler anlaşılıyor, ki bu doğru bir tespit. - Öcalan: (Sırrı'nın sözünü keserek yeniden araya girdi) Vatandaşlık maddesini sana yazdırıyorum, 'Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlılığını ifade eden her birey Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır' (Biraz durup yeniden) "TÜRK ULUSÇULUĞU FAŞİST" Burada Türkiye Cumhuriyeti de olmayabilir sadece Türkiye'de olabilir. Ulus aidiyeti ile devlet aidiyetini karıştırmayın. Bunu CHP ve MHP dedirtiyor. Sizin Türk ulusçuluğu dediğiniz faşist bir örgütlenmedir. Alet olamayız. Devlete aidiz, ama Türk ulusçuluğuna ait değiliz. Türk ulusçuluğu bu ülkenin yüzde 10'unu bile karşılamaz. Millet, Arap, Türk ve Kürdü de kapsar. Ama millet-i hakime değil. Millet kavramı hem kolektiftir, hem bireyselliği içerir (Altan'a dönerek) Millet İslam enternasyonalizmini ifade eder. Peygamber, 'Arabın Aceme üstünlüğü yoktur' diyor. Evrensel kavramlara gidelim. Tekilden uzağız. Ortak bir milletin üyesiyiz. Bu Türk ulusçuların kastettiği şey değil. Böyle ele aldığımız zaman bunu Türk ulusalcıları da kabul edebilir. Hedefimiz ne? Kürt Türk ilişkilerinin öz- metli arkadaşlarım vardı şehit düştüler. - Sırrı: Mehmet Emin Taştan. - Öcalan: Evet. - Sırrı: Aziz Bilgiç. - Öcalan: Evet. - Sırrı: Sabri de bizim devredendi. - Öcalan: Evet, Sabri çok değerli bir arkadaşımızdır. Sen Mükerrem Kemertaş'ı çok seviyorsun. Seni de çok severim ama Turan Engin'i daha çok severim, Esas beni etkileyen Aram Tigran'dır. Onun sesi beni kendime getirir. Büyük kadın kahramanlar var. Yaşamın kutsallığı önemlidir. Kölelikten vazgeçilmelidir. 8 Mart mesajı olarak bu söylediklerimi, bu çerçevede açarsınız. Kadını özgür almayan bir halk özgür alamaz. Kadının tam özgürleşmiş hali tanrısallıktır. Şehit düşen kadın kahramanları anıyorum. Şimdi siz bana biraz izin verin. Bu vereceğim mektuba Kandil'in endişelerini cevaplayan bir ek yazacağım. (Heyette bulunan 3 kişi odadan çıktık. 15 dakika sonra tekrar çağırdı bizi) - Öcalan: Ben bunu yetkiliyle size ulaştıracağım. Size vermeliler. Çünkü vermezlerse süreç devam etmez. - Pervin: (Ayağa kalkarak, yetkiliye hitaben) Ne zaman vereceksiniz? - Yetkili: Ben ileteceğim, size verirler. - Öcalan: Bana yönelttiğiniz bütün soruların cevapları ve Kandil'in endişelerini giderecek her şey bu mektuplarda var. Şimdi eklerini yazacağım. Karşılıklı görüşmeler devam edecek. (Tekrar oturarak görüşme devam etti) - Öcalan: Devlet düzeyinde karşılıklı olarak diyalog içindeyiz. Karamsar olmayın., AKP buna ne kadar hazır, ne kadar ciddiler bunu bana siz getireceksiniz. Anti terör yasası, siyasi partiler yasası, seçim barajı... Toplantılarımızda cesurca tartışıp bana getireceksiniz. Bir ya da iki hafta içinde eleştirisel bir cevap bekliyorum. Bu bir taslaktır, dayatma değildir. Çekilmeden çekilmeye fark var. tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak. Kaynak: http://rojevakurdistan.com kızılbaş - sayfa 51 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Devlet neden Öcalan’la Oturdu? Cemil Gündoğan [email protected] İmralı görüşmeleri olarak adlandırılan sürecin niteliğini ve muhtemel gidişatını anlamak için cevaplamamız gereken sorulardan biri, bu sürecin neden gündeme geldiğidir. Biliyoruz ki buna verilen birden fazla cevap var. Bir kısım yorumcu ise böyle bir soruyla uğraşmak yerine sürecin ilerletilmesi üzerine kafa yormanın daha önemli olduğunu düşünüyor. Sözü edilen cevapların her biri tek tek ele alınıp tartışılabilir. Fakat ben, bunun yerine, bazı noktalarda piyasadaki yaygın düşüncelerden bir ölçüde ayrılan kendi değerlendirmelerimi sunmak istiyorum. “Nedenleri değil, sürecin ilerletilmesini tartışalım” diyen görüş, konuya giriş için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Görebildiğim kadarıyla, bu görüş bazen iyi niyetle bazen de AKP politikasının uzantısı olarak dile getirilmektedir. Ama her iki durumda da gerçek bir barış sürecinin ancak gerçek güç ilişkilerine yaslanabilirse mümkün olabileceği kuralıyla çeliştiği için sorunludur. Ortaya çıkan tabloya bakılırsa Devlet, elindeki bir tutsakla görüşerek Kürt sorununu en ucuza kapatma eylemine “barış süreci” adını vermektedir. Tayyip Erdoğan ise devletin ikna olduğu bu çözümden bir de Türk işi başkanlık sistemi çıkarmakla meşguldür. Kürtlerin Ortadoğu’da yükselen güç olmaları gerçeğiyle bir arada düşünüldüğünde bu planın, tarafların gerçek pozisyonlarıyla ve süreci etkileyecek kısa ve uzun vadeli eğilimlerle uyumlu bir çözüm olduğunu söylemek olanaksız- olduğunu sanmak, en hafif deyimle safçadır. dır. Niye böyle olduğunu anlamak için devletin neden Abdullah Öcalan eliyle Kürt sorununu çözmeye yöneldiğine bakmak yeterli olacaktır. Türk devleti gibi bölücülük korkusunu varoluşsal bir fobi haline getirmiş bir devletin, barış sürecine yönelebilmesi için ya içerden ciddi bir barış hareketiyle tehdit ediliyor olması ya da iç bölünme, dış dengelerin değişmesi gibi faktörlerin etkisiyle savaşı eski biçimiyle sürdürebilme kabiliyetlerini kaybetmeye başlaması gerekir (Elbette bu ikisi aynı anda gerçekleşmesi de benzer bir sonuca götürebilir). Hal böyle olunca, ilk soru şu olmaktadır: Var mıdır bugün Türk devletini içerden tehdit eden güçlü bir barış hareketi? Bu soruya evet diye cevap vermek ciddiyetle bağdaşmaz. Türkiye’de “Barış!” “Barış!” diye bağıranlar Kürtlerdir, Türkler değil. Evet, Türk halkı arasında savaştan bezme ve çaresizlik haline dair belirtiler görülmektedir. Ama bu bezginlik ve çaresizlik hali, devlete kafa tutabilecek veya onu işlemez hale sokabilecek bir barış hareketiyle aynı şey değildir, sonuçları da aynı olmaz. Hatta bu tür hoşnutsuzlukları barışa karşıt amaçlar için, yani “teröristlere karşı mücadeleye daha geniş bir kitlesel destek yaratmak” amacıyla kullanmak bile mümkündür. Bugün kitleler söz konusu olduğunda, “Evet, biz de barış istiyoruz” diyen Türklerin “barış”la kastettiği, Kürtlere ana dilde eğitim hakkı bile vermeksizin PKK’nin silahlarını alıp yurtdışına def olması arzusundan ibarettir. Maalesef durum hâlâ budur. En son örneğine Sinop’ta rastladığımız linç girişimlerinin sadece şu veya bu partinin kışkırtmasıyla ilgili, arızi bir şey AKP iktidarıyla birlikte Türk-Kürt ayrışmasının bittiği iddiası ya bir temenninin ya iktidardan nasiplenenlerin yaymaya çalıştığı bir konformizmin ya da bir iki toplumda olup bitenleri fark edememenin ifadesi olabilir. Gerçek şu ki bu iki toplum birbirinden uzaklaşmaya devam etmektedir. Çünkü Türkler arasındaki Kürtlere ilişkin olumsuz duygu ve tepkilere ilaveten Kürtler arasında da varoluşsal güvensizlik duyguları yaygınlaşmaktadır. Son iki yıldır Suriye devletinin serencamını canlı yayında izleyen sıradan Kürtler, başkalarına ait bir devlette temel haklarından yoksun biçimde yaşamanın ne demek olduğunu daha acı biçimde görüyor ve kendi kaderleri hakkında daha uzun vadeli ve radikal kararlar almaktan artık kaçamayacaklarını daha somut biçimde görüyorlar. Kürt dostu olduğunu iddia eden AKP’nin liderliğindeki Türk devleti, Kürtlerle barış yapacağını ilan ettiği bir günde, İslamcı faşist bir güruhu silahlandırıp bazı Arap aşiretlerinin desteğinde Resulayn’da Kürtlere saldırttığında, ekranları başında kalpleri sıkışarak Suriye Kürtlerinin canhıraş direnişlerini seyreden yeryüzünün dört bir köşesindeki Kürtlerin kafasından geçen ortak varoluşsal soru şuydu: “Acaba benim çocuklarımın veya torunlarımın güven içinde yaşayabilecekleri bir toprak parçası olacak mı şu dünyada?” İster Ceylanpınar’da ister Paris'te ister Kandil’de isterse Muğla’da yaşasınlar, Kürtleri giderek daha fazla girdabına alan soru budur. Kendimizi kandırmayalım, realite budur. Kürt sorunu denilen şeyi bu tür dip dalgalarından kopararak dün “bebek katili”, bugün “megaloman” diye tanımladıkları bir liderin iktidar oyununa dahil olma gayretlerine eşitleyen egemen Türk aklının bu sorunu anlayabilme şansı yoktur. Ve bu akıl etkin olduğu müddetçe Türkiye’de gerçek bir barış hareketi de oluşmayacaktır. Nitekim Türkler arasında barışı gerçekten istemekle kalmayıp bunun için bir şeyler yapmak isteyenler, hâlâ ne yazık ki 1970’lerin Marksist hareketinden gelen bir avuç insandan ibarettir. Son yıllarda bunlara bir miktar liberal ile İslamcının eklendiği doğrudur. Fakat bunların hem sayıları çok azdır, kızılbaş - sayfa 52 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hem de liberal diye tanımlananların ezici çoğunluğu, gerçekte 70’lerdeki Marksist hareketten gelme kişilerdir. Aralarında bazı fırsatçılar, kariyeristler hatta şaibeli kişiler bulunsa da durum budur. PKK’nin sol ve sosyalizmin bazı değerlerine henüz açıkça sırt çevirmemiş olmasını, Kürt hareketiyle ilgili yeryüzündeki yegâne felaket olduğunu zanneden bazı dar görüşlü Kürt milliyetçilerinin, mukallit bazı Kürt liberallerinin ve bazı Kürt muhafazakarlarının bütün küfürlerine rağmen gerçek, ne yazık ki, böyledir. Kürt politikasını sürdürebilme kapasitesiyle ilgili alanlarda aramamız gerekir. Burası, aynı zamanda İmralı sürecinin, fiili güç ilişkilerine, tarafların pozisyonlarına, süreci yoğuran kısa ve orta vadeli eğilimlere uygun olup olmadığını test edebileceğimiz bir yerdir de. Tahmin edileceği üzere, bu alan hayli geniş bir alandır. Bu nedenle kendimizi sınırlamamız gerekiyor. Ben ele aldığımız konuyu birinci derecede etkileyen üç faktörü ele almakla yetineceğim. Bu üç faktör şunlardır: Peki, bu bir avuç barışçı solcunun, liberalin ve İslamcının Kürt meselesinde devleti barışa zorlayabilecek örgütlülüğü ve gücü var mıdır? 1) Türk devletinin Libya operasyonundan sonra ana seçenek haline getirdiği yeni Ortadoğu politikasının Suriye’de batağa saplanmasıyla oluşan veya daha da belirginleşen iç ve dış tehditlerin, Türkiye’nin Kürt sorunuyla ilgili eski politikasını sürdüremez hale getirmiş olması. Hayır, ne yazık ki yoktur. Elbette, uzun vadede Türk halkı arasındaki bezginliği ve savaş yorgunluğunu gerçek bir barış hareketine dönüştürme imkânı teorik olarak mevcuttur. Ama bunun için Türk Solunun veya varsa bu işe aday başka bir gücün risk alması, fedakarlık göstermesi ve sistemli biçimde çalışması gerekir. Ne var ki bugün devleti İmralı görüşmelerine zorlayan böyle bir barış hareketi değildir. Bu durumda devleti bu görüşmeleri yapmaya sevk eden faktörleri ikinci alanda, yani devletin geleneksel 2) Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği mevcut sürece kendi birliğini koruyarak ve Türkiye merkezindeki çelişkileri kullanmak suretiyle pozisyonunu güçlendirerek girmiş olan PKK’nin, Ortadoğu’nun yeni denkleminde uluslararası büyük güç odaklarının artık görmezden gelemeyecekleri bir pozisyona kavuşmuş olması. 3) İkinci maddeyle tersten bir para- TSK: Operasyonlar Öcalan'ın mektubu için durdurulmadı TSK, operasyonların mektup geldiği için durdurulduğu haberlerini yalanladı... Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), İmralı’da bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın mektubunun Kandil’e ulaştırılması için ‘operasyonların durdurulduğunu’ yönündeki haberleri yalanladı. Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada, "Kandil'e gitmek üzere yola çıkan BDP-DTK heyeti'nin ulaşımını güvenli bir şekilde sağlayabilmesi için bölgedeki operasyonların durdurulduğu yönündeki iddianın gerçekdışı olduğu" belirtildi. Açıklamada, "gerek duyulduğu takdirde" operasyonların devam edeceği vurgulandı. 2013 yılı başından bu yana TSK'nin düzenlediği operasyonlar sonucunda, 14 Ocak günü Kandil, Zagros, Gare ve Zap bölgelerine düzenlenen yoğun hava saldırısında 7 PKK'li, 26 Şubat günü Zap, Kandil ve Gare alanlarını düzenlenen hava saldırısında ise 4 PKK'li yaşamını yitirdi. (ntvmsnbc, ANF) lellik içinde gelişen bir süreç olarak, 2000’li yılların ortalarından itibaren Abdullah Öcalan’ın PKK üzerindeki eski etkinliğinin azalmaya başlaması. Bir diğer deyişle devletin en rahat kontrol edebildiği PKK uzvunun, PKK içindeki gücünün gerilemeye başlaması. (Özellikle bu son noktanın günlük görüntülerle pek uyumlu durmadığını bilerek yazıyorum.) Dördüncü bir faktör olarak Erdoğan’ın başkanlık hesapları bu listeye dahil edilebilir, ancak bunun yukarıdaki üç faktör kadar etkili olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ilk üçünden farklı olarak, devletin değişik kanatları arasındaki uzlaşmanın ürünü olmaktan çok, bir kuzudan birkaç post çıkarma hesabıyla ilgili bir kurnazlığın ürünü gibi görünüyor. Devlete alarm zilleri çaldıran ana faktörler yukarıdaki üçüdür. Düne kadar yemin billah Abdullah Öcalan’ın Ergenekoncu olduğunu propaganda eden Türk dincileri ile dinci iktidarın atına oynayarak Kürdistan’da kendilerine alan açmaya çalışan Kürt milliyetçilerinin birden bire Abdullah Öcalan güzellemeleri yapmaya başlamalarının nedeni de bu üç ilişkide gizlidir. Ama bunları ele almak gelecek yazıların konusu. 2013-03-02 Lübnan'da seçimler ilginç yöntemlerle yapılıyor... Milletvekillerinin seçimle esasları ülkede bulunan topluluklara göre dağılıyor. Ülkede 1989 yılından beri yürürlükte olan seçim yasası gereği mezhep ve dinlere göre milletvekili dağılımı Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında yarı yarıya bölünmüş durumda. Buna göre Sünnilerin 28, Şiilerin 28, Marunilerin 34, Ortodoksların 14, Dürzilerin 8, Katoliklerin 8, Ermenilerin 5, Alevilerin 2 ve azınlıkların 1 milletvekili çıkarma hakları bulunuyor. (akt: A.İ. Avgül) kızılbaş - sayfa 53 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kandil, İmralı'ya uyacak Politika Perşembe, 28 Şubat 2013 10:55 Kandil, İmralı'nın 'yol haritasına' uyma kararı aldı. Örgüt, Nevruz'da ateşkes ilan edecek, 15 Ağustos'ta ise sınır dışına çıkacak. Süreci sabote etmesinden endişe edilen Bahoz Erdal ise cephe gerisine çekilecek. Türkiye kırsalındaki tüm birimlerine 'Askeri bölgelerden ve çatışmalardan uzak durun' talimatı verdiği de belirtiliyor. İmralı'dan BDP'ye giden mektup Kandil'e iletildi. İmralı'ya giden 2. heyette yer alan BDP'li Sırrı Süreyya Önder, dün Habur Sınır Kapısı'ndan geçerek Kuzey Irak'ın Duhok kentine gitti. Bunun üzerine Öcalan'ın mektubunu Kandil'e Önder'in götürdüğü iddiası ortaya atıldı. Ancak iddiayı yalanlayan BDP Genel Başkanı Demirtaş, mektupları milletvekilleriyle değil, 'uygun bir mekanizma' üzerinden gönderdiklerini açıkladı. Önder'in ise 'uçak korkusu' nedeniyle karayolunu tercih ettiği öğrenildi. Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk de dün akşam uçakla Kandil'e ulaştı . Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'tan oluşan BDP heyetinin Kandil görüşmesinin ardından Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile de biraraya gelmesi bekleniyor. Görüşmede Kürt yönetimi İmralı, Kandil ve MİT arasında sürdürülen sürece destek açıklaması gelecek. BDP heyetinin Talabani'nin önemli kurmayları Mela Bahtiyar ve Kosret Resul ile de biraraya geleceği, görüşmeye Talabani'nin eşi Hero Talabani'nin de programının uyması durumunda katılması bekleniyor. Yenişafak'ın haberine göre Kandil'e ulaştırılan Öcalan'ın yol haritasını 6 gündür değerlendiren örgütün, ateşkes ve geri çekilme takvimine uyacağı belirtildi. Nevruz'da ateşkes ilan etmesi beklenen PKK, 15 Ağustos itibariyle Kuzey Irak'a çekilmeyi planlıyor. Bölgesel Kürt Yönetimi de ateşkesle birlikte sınırda gözlem timleri konuşlandıracak. Örgütün ayrıca Bahoz Erdal kod adlı Suriyeli Fehman Hüseyin gibi radikal ve sürecin dışında hareket edebilecek isimleri cephe gerisi olarak adlandırılan bölgelere çekeceği öğrenildi. Çatışmayın, talimatı Örgütün geçtiğimiz hafta itibariyle Kandil sonrası Barzani ile görüşme Öcalan-BDP görüşmesinin zabıtları Abdullah Öcalan ile 3 BDP'linin İmralı' da yaptıkları görüşmede neler konuşuldu? İkinci İmralı görüşmesinin tutanakları ortaya çıktı. Tutanaklar, 'İmralı Zabıtları' başlığıyla, Milliyet gazetesinde Namık Durukan imzasıyla yayımlandı. Öcalan'ın, BDP'lilere yönelik, “Ben sorumluluk üstlenmem. Süreç başarısız olursa ‘Apo öldü’ diyeceksiniz. Ben yokum. BDP ve PKK’nın beni kullanmasına izin vermem” sözleri dikkat çekici. Öcalan-BDP görüşmesinin tutanaklarına yansıyan diğer çarpıcı diyaloglar şöyle: HAKİKAT KOMİSYONU VE KÖY- LERE DÖNÜŞ Çekilme parlamento kararıyla olacak. TBMM onaylayacak, hakikat komisyonu kurulacak, köylere dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa çekilme olmaz. HEPİMİZ ÖZGÜR OLACAĞIZ Ne ev hapsi, ne de af. Bunlara gerek kalmayacak. Hepimiz özgür olacağız. Başarılı olursam ne KCK tutuklusu kalır, ne de başkası. Bu olmazsa 50 bin kişiyle halk savaşı olacak. Yalnız herkes bilmeli ki, ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız. MİT'E DARBE PLANLANDI Başbakanı inandıran ekip 'PKK'yı bitireceğiz' dedi. 10 bin kişiyi (KCK) içeri aldılar. Bu güç MİT'e de darbe planladı. Devreye girip 'bu darbe' dedim. Başbakan MİT'e darbe yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü. Vatana ihanetten tutuklanacaktı. BAŞKANLIK SİSTEMİNE DESTEK Başkanlık sistemi düşünülebilir. Tayyip Bey'in başkanlığını destekleriz. Biz, AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız başkanlık ABD'deki gibi olmalı... VATANDAŞLIK MADDESİ Vatandaşlık maddesini sana (Sırrı Süreyya Önder'e) yazdırıyorum. "Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlılığını ifade eden her birey, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır." Burada sadece Türkiye de olabilir. Devlete ai- kızılbaş - sayfa 54 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 diz, Türk ulusçuluğuna değil. "TARİHİ ÖNEMDE BİR TOPLANTI" Öcalan'ın "Tarihi önemde bir toplantıya başlıyoruz. Nasıl bir yöntem izleyelim" sözleriyle başlayan ve heyetin "Size nasıl uygunsa" karşılığı verdiği toplantıdan dikkat çeken notlar şöyle: — Özal'dan beri teşebbüs içerisindeyim. Kesintiye uğradı ve kaldı. Şimdi akamete uğramaması lazım... — Türkler şunu bilmeli. Başarısızlık orta ve üst düzey savaş, kaos, isyan getirir. Hepimizin hayatı söz konusu, bugüne kadar yaşadıklatrımız devede kulak kalır. "Beni anlamadılar" — Ben ilk günden beri demokratik cumhuriyeti savundum, onlar beni anlamadılar. 'Apo'yu bitirdik' dediler. Stratejik hatalar yaptılar, Ergenekon'a saptılar... Ha bizi vurmuşar ha Sakine'yi... (Fransa'da suikast sonucu öldürülen PKK'nın kurucularından Sakine Cansız) Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demek ki darbe hala devam ediyor. — Süreci esastan bozan kim diye baktım... 7 Şubat MİT'e darbe... Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne 'Hakan beyi (MİT Müsteşarı Hakan Fidan) yalnız bırakmamak gerekir' dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim. 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı. — Hakan Fidan tutuklansa sonra sıra Başbakan'a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu... — Florida kontrgerilla merkezidir. Abdullah Çatlı iki kez gitti. Papa, Palme... Sakine bu tür grupların işidir. Yeni gladyo tam olarak anlaşılmıyor. Çözüm adına yapılan her şeyi sabote ettiler... "3 aşama, 10 ilke; tartışın" — Ben 3 aşama ve 10 ilke öneriyorum. Bu yazı üzerine cesurca tartışacaksınız. Bunu Kandil'e ve Avrupa'ya götüreceksiniz... 2 hafta içinde gelirse görüşlerimi revize ederim. Eşbaşkanlarla görüşürsem iyi olur. Eğer eşbaşkanlara tavır devam ederse yine bu heyet gelir. Newroz'a bunu ilan etmek istiyorum. İlanı ben yapacağım. — Hakikat komisyonu kurulacak, akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. 'Çekilirsek gerilla biter' görüşüne katılmıyorum. Suriye, İran var. Şu an Suriye'de 50 bin, Kandil'de 10 bin, İran'da 40 bir var. — Peki biz ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki, buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür... Agos Erdoğan: Dünyada gidebilecekleri yer çoktur Rizgarî Online/ Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “suça bulaşmamış olan PKK’lıların ailelerine kavuşabileceğini” ve “tehdit ortadan kalktıktan sonra örgüte yönelik operasyonlara son verileceğini” söyledi. Önceki akşam Viyana’ya giden Türk Başbakanı, havaalanında gündeme ilişkin soruları yanıtladı. Taraf gazetesinin kaydettiğine göre,”Hükümet olarak ilkelerinin belli olduğunu ve kimsenin kendilerinden milli birliği sarsmaya yönelik taleplerde bulunmaması gerektiğini dile getiren Erdoğan, şunları söyledi: “Bu işi (barış süreci) fazla dallandırıp budaklandırma niyetinde değiliz. Terör örgütü silah bırakıp ülkemizi terk ettikten sonra ülkemizde herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Biz diyoruz ki silahlar bırakılsın, gömülsün. Suça bulaşmamış olanlar hanelerine, annelerine, babalarına kavuşabilecekler. Milli birlik ve kardeşlik projemiz içerisinde bu vardı. Şu süreç içerisinde silah bırakarak ülkemizi terk edeceklerse dünyada gidebilecekleri yer çoktur. Komşu ülkeye gidebilirler, daha başka ülkelere gidebilirler, o kendilerinin takdiridir. Biz bunu bilemeyiz. Bütün riskleri sırtlanarak bu adımları attık ve bundan sonra da atmaya devam edeceğiz. Yeter ki milli birliğimiz bu ülkede egemen olsun.” RO/Zilan Dersim Yayınevi: Tevn (1/2007) Isbn: 9789759094348 Teknik Özellikler: 88 sayfa Türü: Anı, Mektup On iki yıl sekiz ay Türk Ordusu'nda astsubay olarak görev alan Kasım Çakan, "bölücü" ve "hıristiyan" olmakla suçlandı ve bu suçlama doğrultusunda Askeri Şura kararıyla Ordu'dan uzaklaştırıldı. Çakan kitabında, soyağacından başlayarak yaşadıklarını aktarıyor. kızılbaş - sayfa 55 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘süreci bozan düşmanımdır!’ Rizgarî Online/ Abdullah Öcalan´ın silah bırakma için 21 Mart tarihini verdiği ve Türk devletiyle mutabakata vardığı ileri sürüldü. Vatan gazetesinden Kemal Göktaş´ın sür manşetten verilen haberinde şunlar kaydedildi:”PKK lideri Nevruz’da ‘önemli açıklamalar’ yapacak. Abdullah Öcalan, görüştüğü BDP’liler Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan’a Tan’a, “Ben üç tane mektup gönderiyorum ama bunları sizlere vermeyeceğim. Görüşmeye gelen devlet heyetlerini dikkate değer bulduğum için onlar üzerinde sizlere ulaştıracağım. Mektuplar BDP, Avrupa ve Kandil’e yönelik. Biz devlet heyetiyle mektubu ulaştıracak ve aracı kurumlar konusunda anlaştık” dedi. 5 aydır görüşüyoruz Mektupların içeriğine ilişkin genel bilgiler veren ancak mutabakatın detaylarını açıklamayan Öcalan, “Biz burada 5 aydır devam eden bir süreci başlattık. O çerçevede bütün görüşme notlarının onlar üzerinden gelmesini istiyorum” dedi. Edinilen bilgiye göre Öcalan şunları söyledi: “Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği bu süreçte Türkiye bir yol arayışı içerisindedir. Türkiye Kürt sorununu uzun uzadıya sırtında taşıyamaz. Kürt sorununu çözümüne dair nitelikli adımlar atmak zorundadır. Bu zorunluluğun ortaya çıkardığı ortak alanda, Türkiye’nin yeni bir sayfa açma ve yeni bir tarihi adım atılabilme olasılığı güçlüdür.” ‘Alt edemediler’ “2011’de AKP’nin topyekün Kürt siyasal hareketini bitireceği düşüncesi boşa çıkmıştır. Askeri ve siyasal operasyonlarla Kürt siyasal hareketini alt edemediği gerçeğiyle karşılamıştır. Bu çerçevede de artık yanlışta ısrar etmek yerine demokratik barışçıl noktada nasıl yol alacaklarına ilişkin bir ortak irade çıkmıştır. Bu açıdan da görevi ve sorumluluğu yüklenerek buna fırsat verecek bir takım çalışmaları yürütmek istiyorum. Bunu yürütürken de elbetteki buna taş koyacak ulusalcı kesimlerin, Ergenekon gibi yapıların, vesayetçi sistem yanlılarının geri durmayacağını sanıyorum. Onlara karşı toplumu hazır hale getirmek için Meclis’i önemsiyorum. Meclis’te çim sistemi, siyasi partiler yasası, hazine yardımı, Anayasa’ya yaklaşımdır. Süreç içerisinde BDP’nin bu çerçevede rolünü Meclis’te olmayı fırsata çevirip oynaması gerekir. 4. yargı paketinin meclise gelmesi önemli. Bu konuda AKP’nin gerçek niyetinin görmek benden çok BDP’ye düşer.” Nevruz’da açıklarım BDP’nin rolünü doğru oynaması gerekir.” Engellemek isteyenler “Devlette bir arayış var ama bu arayışı engellemek isteyen bir başka devlet kliğinin varlığından haberdar olmanızı istiyorum. Paris katliamı, Sinop’taki linç girişimi gibi olaylar; çok güçlü bir barış karşıtlığı olmasa da sürecin bir kısım marjinal gruplar üzerinden provoke edilebileceğini gösteriyor. Bu provokasyonlar yüzünden ürkek bir AKP ile karşılaşılabiliriz. Ama bunu çok zayıf bir ihtimal olarak görüyorum. Çünkü uluslararası ve bölgesel gelişmeler de AKP’yi artık mecbur kılmaktadır.” ‘Samimiyet bu adımlara bağlıdır’ Öcalan beklentilerini şöyle sıraladı: “AKP’nin samimi olup olmadığını bu önümüzdeki birkaç haftada söz konusu bir kısım yaklaşımlarından hareketle görebiliriz. Bunlar 4. yargı paketi, se- Öcalan görüştüğü BDP milletvekillerine, gönderdiği mektuplara zamanında yanıt gelirse Nevruz’da önemli açıklamalar yapacağını da söyledi. Edinilen bilgiye göre Öcalan “Mektupların ulaşması sonrasında Kandil, Avrupa ve BDP’nin düşüncelerinin bana aktarılmasıyla gerçek manada rolümü oynayabilirim” dedi. Demokratik yaşam projesi Öcalan, mutabakatı “Demokratik ortak vatanda, demokratik cumhuriyet, demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam projesi” olarak tanımladığını söyledi. Öcalan, mektuplarla ilgili dönüşleri almasının ardından ise “demokratik çözüm felsefesi ve demokratik eylem planını” kamuoyuyla paylaşacağını söyledi. Masada 5 kişi vardı Görüşmede 1 devlet görevlisi, BDP’li üç vekil ve Öcalan olmak üzere 5 kişinin yer aldığı, devlet heyetinden gelen görevlinin görüşme boyunca not aldığı belirtildi. BDP heyetinde yer alanlar, Öcalan’ın oldukça kilo aldığını ve göbekli olduğunu, buna rağmen sağlığının iyi göründüğünü, neşeli ve pozitif ve enerji yaydığını söylediler." RO/Zilan Dersim “Ey Kürt Halkı! Bizden de ibret alın ve bilin ki, dünyadaki en güvensiz söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür.” Hasan Hayri Bey *** “Ben Sizin Yalan Ve Hilelerinizle Başedemedim Bu Bana Dert Oldu Ama Bende Sizin önünüzde Eğilmedim Bu Da Size Dert Olsun” Sey Rıza kızılbaş - sayfa 56 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ÇÖZÜM VE BARIŞ MI, APO’YU KULLANARAK KÜRDİSTAN SORUNUNU YÖNETMEK, BÖLMEK VEYA TÜMDEN TASFİYE ETMEK Mİ? Kürdistan sorunu, sömürgeciliğin tasfiye edilmesi çerçevesindeki bir çözüm ile barışa varmalıdır. Gerçek barış; ülkeye(toprağa), Kürdistan ulusunun kolektif varlık ve haklarına, bağımsız siyasal iktidar üçlüsüne bağlı olarak gelişecektir. Sorun ile çözümü bu çerçeveye oturtulmadıkça; dile getirilecek her “çözüm ve barışın” sahte olacağı ve hakikatteki çözüm ile barışın gelişi için yeni mücadelelere yol açacağı da sır değildir. Oysa Ahmet Türk ün, Apo ile görüştükten sonra yaptığı basın açıklamasında; ”Öcalan nın talepleri devleti rahatsız etmeyecek türden” açıklamasını yaptığı bilinmektedir. Sömürge sisteminin tasfiyesi sürecini başlatacak bir siyasal talebin masaya konulması halinde ise, faşist-sömürgeci Türk devletinin rahatsız olmaması mümkün değildi. Başbakan Tayip Erdoğan nın ise, ”Abdullah Öcalan bizim istediğimiz noktaya geldi, işin yüzde 95 inde uyum yakaladık” şeklinde açıklama yaptığı görülmektedir. Başbakan Tayip Erdoğan ve diğer devlet yetkilileri PKK, DTK ve BDP aktivistlerine; ”Apo tek irademizdir, muhatap sadece odur, diyerek halkı imza vermeye çeken sizlerdiniz, o söyleminize bağlı kalın” demektedirler. Bu olgular Apo’nun devletin kabul ve referanslarını tekrar ettiğini, bunları örgütüne ve örgütü kanalı ile de halkımıza kabul ettirmek için çalıştığını göstermektedir. Ergenekon nun, Oda TV de yayımlanan belgelerinde de; ” Apo’nun görüşü dışında bir görüş olmadığının, onunun dışında lider bulunmadığının, PKK dışında örgüt olmadığının devamlı olarak topluma yansıtılması” kararını almış olduklarını da öğrenmiştik. Daha sonra Başbakan Tayip Erdoğan da;” Şimdi bu dağdakiler APO ya da uymaz” diyerek kendisine uymalarını istediğini yansıtmıştı. Apo’nun bir siyasal talebi yoktur, bu nedenle Türk egemenlik sistemi içeresinde yüzyıldan fazla bir süredir iktidar mücadelesi veren İttihatçı-Kemalist kanat ile liberal muhafazakar kanat hep birlikte devlet politikalarının temsilcileri olarak ellerinde Kürdistan ve Kürdistan ulusuna karşı bir unsura dönüşmüş olan Apo ya(yani devlete) uymalarını çok ama çok istemektedirler. Siyasal bir talebi olmadığı için de makine demektir. Bu durumda Apo ya bir alet olarak yaklaştıkları ve kendisini bir bıçak (alet) olarak kullanarak, örgütü PKK yi ilk etapta silahsızlandırma, ikinci etapta tümden tasfiye etme yada en azından bölerek marjinalleştirmeyi, çatıştırmayı esas aldıkları aşikardır. Av. Medeni Ayhan devleti rahatsız edebilecek bir düşüncesi yoktur. Devletin de, Apo da toplanacak iradeyi kendisinde bitirip teslim alarak, tasfiye etmeyi veya en azından bölmeyi amaçladığı açıktır. Bu devlet faaliyetinde Apo’nun bir alet(bıçak) olarak kullanıldığı aşikardır. Ortada bir talep olmadığı için, bu süreçten çözüm ve barış çıkacağını zırvalayarak angaje onalar aptal ve işbirlikçidir. Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise, NTV Ankara Temsilcisi Nilgün Balkaç’ın sorularını yanıtlarken; “Abdullah Öcalan da bu sürecin içine girmeli mi?” sorusuna da “Ayırım yapmıyorum. Devlet bir sorunun çözümünü sağlayacaksa, elindeki bütün enstrümanlardan yararlanır. Yani bu sorunu çözecek tüm enstrümanlar vardır. Değişen şartlara gelişen ortama göre bu enstrümanlardan hangisinin kullanılabileceğine istihbarat birimlerimiz, siyaset kurumu, güvenlik bürokrasimiz oturup karar verirler, hangi enstrümanı kullanacaklarını kararlaştırırlarsa orada kullanırlar. Bunu yapmamaları eksikliktir. Bunu yapmak bir görevdir. Bu ülkeyi, bu milleti, bu illetten kurtarabilmek için gerekli gördüğünüz adımları atmak bir görevdir. ” Şeklinde açıklama yaptı. Enstrüman, İmralı daki Apo dur, cezaevinde kullanılacaktır, devletin bu süreçteki ihtiyaçları bunu gerektirmektedir. Enstrüman, Fransızca olan instrument sözcüğünün Türkçeye geçmiş halidir. Enstrümanın sözcük anlamı (karşılığı);alet, cihaz, Kendisinin şahsi iradesi dahi elinde olmayacak kadar zayıf olan tutuklu bir kişiliğe bütün bir halkın iradesini verme çalışmasının işbirlikçilik ve ajan pratik olduğunu yazmıştım. O günün koşullarında kimilerince sert bulunan bu nitelendirmelerim ise bugün için doğrulanarak somutlaşmıştır. Apo’yu irade yapmak; sömürgeci devleti Kürt ve Kürdistan üzerinde irade yapmaktır. Ortada bir masa dahi yoktur, âmâ şeklen ve hayal bir masa düşünülecekse dahi, masadaki tek irade sömürgeci devletin iradesi ile kabul ve referanslarıdır. Devletin program ve istemleri Apo ya dikte ettirilip tekrarı sağlanmaktadır. Barış müzakerelerinin taraflarının özgür olması ve asgari olarak eşit olarak masaya oturması gerekmektedir. Kürdistan ulusu adına masa da olduğu söylenen kişinin devletin tutuklusu durumundaki bir unsur olduğu sır değildir. Devletin siyasal iktidarını temsil eden temsilcileri ile masaya oturulması gerekirken, devletin istihbarat birimlerinden bazı unsurları göndererek, Apo’yu kullanma amaçlı görüşmeler yapılmaktadır. Kürdistan ulusunu temsilen PKK’nin ve diğer örgüt ile partilerin temsilcilerinin kurumsal olarak masaya oturması gerekirken, kurum ve örgütlerin tamamı muhatap olmaktan çıkarılmaktadır. Bu nedenlerle de bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını savlayanlar bir daha aptaldır, işbirlikçidir. Kürdistan sorunu; hem Ortadoğu sorunudur, hem de dünya sorunu olarak uluslararası bir sorundur. Kürdistan ulusunun ülkesi Kürdistan da kendi kendisini bağımsız olarak yönetmesi stratejisi ve dış egemenliğe dayanan sömürgeciliğin tasfiyesi çerçevesinde sorunu çözmek için Birleşmiş Miletler, AGİT, Avrupa Konseyi yanında bazı devletlerin temsilcileri ile gözlemci olacakları, denetleyip kontrol edecekleri ve işletecekleri bir sü- kızılbaş - sayfa 57 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 reci programlamaları zorunlu iken, hiçbir devlet ve uluslararası kurum masada yoktur. Sorun saptırılarak Türkiye nin demokratikleşme çerçevesindeki iç sorunu olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını düşünenler bir daha aptaldır. Ulus sorununu çözme niyeti olan sömürgeci bir devletin ise, kamuoyunun önüne bir çözüm projesi ile çıkması gerekmektedir. Görüşmelerin istihbarat elamanları ile gizli şekilde değil, açık şekilde yürütülmesi gerekmektedir. Oysa devlettin bir çözüm projesi yoktur. Devletin yansıyan tek projesi; Apo’yu alet(enstrüman) olarak kullanarak PKK yi egemenlik alanı içindeki topraklardan çıkartmak, silahsızlandırmak, tümden tasfiye ederek dağıtmak yada en azından bölmektir. Bu nedenle bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını savlayan Kürtlerimiz hem aptal, hem de uşaktır. Her sömürge halkın içinden uşak ve aptallar çıkmaktadır, bizde de fazladır. Bizim işimiz aptal ve uşakların Medya da gür çıkartılan seslerine katılmak değildir, onlara teorik açıdan bilincimizi taşıyarak, pratikte de hareket alanlarını daraltarak boşa çıkartmak ve engellemektir. ”Çıksınlar, bıraksınlar, bir afla veya başka ülkelere dağılmakla, yada Güney de bir kampta sosyoekonomik yaşama katılmak ile teslim olsunlar, barış ve çözüm gelecektir, hiçbir şey kaybedilmeyecektir ” şeklindeki anlayış kabul edilmezdir. Abdullah efendinin 1999 yılında Başura(Güney e) çektirme talimatını devletten aldıktan sonra PKK’nin iradesiz ve korkak Başkanlık Konseyi elemanlarına ilettiği ve onlarında red etmeleri gerekirken, aksine uygulamaları sürecinde geçiş güzergahlarına yerleşmiş olan askeri güçlerin asgari olarak 500-600 civarında militanın yaşamına son verdiği ve bir o kadarını da sakat bıraktırdıklarını bilmeyen yoktur. Bu durumda katil sadece devlet değildi, aynı zamanda utanç duyduğum Apo efendi ve korkak iradesiz başkanlık konseyi üyeleriydi. Bu süreçte aynı film tekrar oynatılmak istenmektedir, Apo efendi devletten aldığı talimatı örgütüne vermektedir. Bu yaz tekrar çekilme işlemi istenmektedir. PKK’nin aynı filmi bir daha dağda da oynatmayı kabul edip etmeyeceği kesin olmamakla birlikte, ister bir daha geçiş güzergahlarında kurşunlayarak katletme pratiği yapılsın, ister geçişe göz yumulsun, her hâlükârda askeri açıdan tasfiyenin geri dönülmez şekilde yol açacağı açıktır. İlk çekilmenin neticesinde PKK’nin bütün mevzilerini, araziyi, psikolojik üstünlüğü, milisini ve lojistik desteğini büyük ölçüde kaybettiği, devletin her dağ ve tepeye taş ev betondan karakollar kurarak, termal kamera ve askeri tesisatını yerleştirmesi karşısında da mevzilenme, hareket kabiliyeti ve geri dönüş imkanını önemli ölçüde yitirdiği aşikardır. Diğer Kürt örgütlerinin tamamı tasfiye edildikten sonra, PKK’nin tasfiye edilmesi işinde de Apo’nun alet(cihaz) olarak kullanıldığı görülmektedir. Bir daha Apo ya uymak, ideolojik politik, diplomatik, örgütsel ve askeri açıdan gerçekleşen tahribatın tümden tasfiye olmaya everileceği, ve artık önünün alınamayacağı açıktır. PKK, ivedi ve mecburi bir tercih ile karşı karşıyadır: PKK, ya Apo’yu işbirlikçi ilan ederek tasfiye etiğini ivedi olarak dünyaya deklere edecektir, yada bunu yapmadığında ise tümden tasfiye olarak dağılmayı veya en azından bölünerek marjinalleşmeyi yaşayacaktır. Apo’nun halk içinde imajı ve kişiliği sıfırlanmıştır, devlet ve başkanlık konseyi imajını parlatmaya çalışmakta ve eylemlerde” biji Apo” denile denile bir parça ayakta tutulmaktadır. Örgüt Apo’lu sloganları terk ettiğinde ve işbirlikçiliğini deklere ederek kendisine bir lider seçtiğinde İmralı’daki işbirlikçinin halk nezdinde hiçbir önem ve değerinin kalmadığını görecektir. Siyasal talepler karşılanmaksızın, Ortadoğu bölgesinde başka ülkelerde de savaş sürecinin derinleşeceği bu süreçte; TC nin her yere serbest yayılabilmesi için PKK’nin bir yasa çerçevesinde getirtilmesi, diğer ülkelere dağıtılması, yada Güney Kürdistan da 1993 yılından beri hiçbir eylem yapmamak koşulu ile Süleymaniye yakınlarındaki kamplarda tutulan İran-KDP ve Komala gibi kamplara alınıp sosyo-ekonomik yaşam içinde denetim altına alınmaları nasıl bir sonuç doğurur.? Hiç kuşkusuz İran-KDP ve Komala gibi dört veya beşe bölünmelerine yada daha fazla bölünmelerine, siyasi açıdan yozlaşmalarına, militan olmaktan çıkmalarına, marjinalleşmelerine ve adı geçen Doğu Kürdistan örgütleri gibi var olan tabanlarını da kaybetmelerine yol açacaktır. Diğer ülkelere ve Türkiye ye dağılmaları halinde ise, daha fazla ve daha hızlı bölünecekleri, örgütün firma ve parasal kaynaklarını bölüşmede pay alma ve birbirilerinin çamaşırlarını yazı ve açıklamalarında ortaya dökme çatışmalarının başlayacağını, kiminin devletlerin istihbarat örgütlerine payanda olurken, kiminin tetikçi olarak kullanılacağını, kiminin de çek senet tahsildarı veya uyuşturucu ve bar mafyası olacağını, bazılarının legal alanı işlemez kılacağını ve az bir kısmının da temiz kalabileceğini düşünüyorum. Bütün tarihte ve yeryüzünde bir halka bu kadar bedel ödettirdikten sonra, sömürgeci devletin işbirlikçi bir lidere sayıklattırdığı söylemlere göre alanları terk eden, silahsızlanan, sosyo ekonomik yaşamın yozlaşmasına çekilen, dağılmayı tasfiyeyi kabullenen bir örgüt var mıdır? Kuzey Kürdistan dan PKK ye katılanları istedikleri yere çekseler dahi, mevcut militan yapısının yarısını oluşturan Doğu, Batı ve Güney Kürdistanlı militanları ne yapacaklardır? Bunları İran a karşı mı savaştıracaklardır, yoksa bunlar İran ve Suriye nin ittifakı mı olacaktır? Güney Kürdistan’ın partilerinin AKP ile adeta stratejik müttefiklik ilişkisi içerisindeymiş gibi hareket ettikleri, bu yolla kendilerini aldattıklarını, bulundukları parçanın geleceği için diğer parçaları tüketme noktasına getirilebilecekleri kanısındayım. Bu açıdan ilişkilerini gözden geçirmelerinde ve kontrollü yaklaşmalarında yarar var. Apo ve onunun talimatlarını esas alan Demokratik Cumhuriyetçi PKK si 2012 yılına kadar İttihatçı-Kemalist Orducu Ergenekoncuların işbirlikçisiydi. Balyoz davasında bunlar ceza alınca ve İmralı Cezaevi Orducu Kemalistler yerine, liberal muhafazakâr AKP nin denetimine geçince, Abdullah efendi de çizgi değiştirdiğini ilan etti. AKP nin liberal muhafazakar çizgisinin işbirlikçisi olduğunu ilan etmeye başladı. Apo’dan önce, AKP nin işbirlikçiliğini tercih eden kardeşi Osman Öcalan hızını alamayarak röportajında; “en büyük hayalim liberal muhafazakâr bir partiden (yani AKP den) Urfa Belediye başkanı olmaktır, Urfa belediye başkanı olmayı hiçbir şeye değişmem” demektedir. PKK de Kemalizm ile bağını koparmayan yöneticiler 13 yıl boyunca Apo’nun Kemalizm işbirlikçiliğine ses çıkartmazken ve başkalarının ses çıkartmasına da imkan vermezken, artık AKP işbirlikçiliğine ise ses verecekleri ve çıkacak seslere engel olmayacakları açıktır. AKP, Suriye, Irak ve İran muhalefeti bölgesel olarak bir ittifakı oluştururken, İran molla yönetimi, Irak ın maliki hükümeti, Suriye nin Basçı Esad Yönetimi ve Türkiye deki Kemalist muhalefet ile Lübnan Hizbullah’ı ise diğer bir bölgesel ittifakı oluşturmaktadır. Bunlar Ortadoğu daki statükonun değişmezliğini esas alan Şengay devletlerine (Çin, Rusya, Hindistan) uluslararası emperyalist ittifakları olarak dayanmaktadır. Bu iki bölgesel ittifakın gerici, statükocu ve sömürgeci olduğundan kimse kuşku duymamalıdır. Kürtlerin ve Kürdistanlıların bir kısmı bir ittifak ile diğer kısmı ise öbür ittifakla ilişkilendiğinde; Kürt ulusal birliğinin sağlanamayacağı, Kürtler arası çatışma ihtimalinin ortaya çıkacağı ve uygun bölgesel ve uluslararası koşullara rağmen, herhangi bir sonuç alınamayacağı, her birinin piyon olarak kullanılacağı açıktır. Mevcut bölgesel çatışmada İran molalarının Suriye deki Baas yönetimi- kızılbaş - sayfa 58 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nin ve Maliki hükümetinin Türkiye deki Kemalistler gibi kaybedeceği açıktır. Bu sömürgeci devletlerin iktidarlarının ve muhalefetlerinin ittifaklarını göre bölünerek, işbirlikçi bir kuyrukçu olmak yerine, Kürdistanlıların birliğinden sonra, Ortadoğu’da ve bu ülkelerdeki uluslar, ulusal azınlıklar ve dinsel azınlıklar ile özgürlükler temelinde ittifaklar kurmalı, ayrıca söz konusu iki ittifaktan bağımsız olarak bu süreçte haritaların değişiminden yana projesi olan uluslararası güçlerle siyasi ilişki geliştirmelidir. Aksi taktirde Kürtlerin ve Kürdistanlıların iki yakasının bir araya gelmeyeceği, her bir yakanın başka bir gerici ittifakın lehinde kalacağı açıktır. Barış ve çözüm gibi bir amacı olan devletin operasyonlara çıkamaması gerektiği açıkken, devletin kış şartlarına rağmen operasyon yapmakta olması da, sürecin sahteliğini ortaya koymaktadır. Kürdistan sorununu çözme projesi olan bir devletin, Batı Kürdistan da elde ettikleri hak ve olanakları kendisine karşı bir tehdit olarak algılamaması gerekirken, her fırsatta Başbakan Tayip Erdoğan nın;” Suriye bizim bir iç sorunumuzdur” diyerek Kürtlerin siyasi iktidarlarını kurma imkanlarını ortadan kaldırmak ve yayılmak için bir bahane aradıkları, öte yandan Arap piramıliter güçlerine silah ve parasal yardım yaparak istikrarsızlık yaratmak için Kürtlere saldırttıkları da aşikardır. Bu olgularda bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını savlayan Kürtlerin, gerçekte Türk egemenlik sisteminin iki kanadı olan İttihatçı-Kemalist veya Liberal muhafazakar eğimlilerinden birinin uşağı olduklarını göstermektedir. Türk devletinin diplomatik girişimleri sonucunda bazı Avrupa ülkelerinde Kürtlere yönelik operasyonlar yapılması, finans kaynaklarının yok edilmesi çalışmasının dışarda yapılması, bunun yanında finans kaynaklarını kurutma kanunu adı altında Kürt işadamlarının ve Kürt kurumlarının mallarına keyfi olarak el koyma imkanı getiren düzenlemelerin yasallaştırılması da, bu süreçten barış ve çözüm çıkmayacağını göstermektedir. Barış ve çözüm sayıklanmaya başlandığı anda, Apo ya muhalefet etmişliği ile bilinen ve Kemalist bir çizgiye işbirlikçiliğe nazaran da, AKP nin liberal muhafazakâr işbirlikçiliğine itiraz edebileceği öngörülen kişilerden biri olan Sakine Cansız ile arkadaşlarına Türk devletinin kontrgerillasını kullanarak katliam gerçekleştirmiş olması da; Kürdistan sorununu çözme değil, yönetme, saptırma, bölme tasfiye etme sürecinin işletileceğini, imha pratiklerine hazırlık yaptığını göstermektedir. Sakine Cansız ve arkadaşlarının katledilmesi; devletin organize eylemedir, Apo ya kabul ettirdikleri kabul ve referanslarına oturan sahte barış ve çözüme karşı itiraz edebilecek herkesi susturma, bastırma ve işbirlikçilik çizgisinin kuyruğuna takma amaçlıdır. Yani sahte barış ve çözümde Apo ya(daha doğrusu devlete) itiraz edebileceklerin hiçbir ölçüyü tanımayan suikastlara dayanan nokta eylemleri, misket bombaları ve kimyasal silahla katıl edileceği korkusunu yaratmak istemişlerdir. Bu eylem; Apo’yu ve devletin ihtiyaç duyduğu işbirlikçi sahte barışını PKK de kabul ettirmek içindir. ASLA ya yapılan düzen dışı eylemlerin yapılacağı ve Avrupa Ülkelerinin bunları önlemek için faaliyet yürütmeyeceği, ses çıkartamayacağı konusunda mesaj verilmiştir. Bu nedenle de, bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını zırvalayanlar işbirlikçi ve aptaldır. Bu sahte barış ve çözüm süreci başlatılmadan önce; bütün cezaevlerinde 700 kadronun 68 gün süre ile Apo’nun yaşam koşulları için açlık grevine alınmaları, UKKTH nın Apo’nun yaşam şartları ve kaderi ile imajını tayin hakkına indirgenmesi ve 50 günde kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşmesine rağmen, söz konusu açlık grevlerinin sonuçlandırılması için açıklama yapmaması, buna karşın kadroların kalıcı sakatlık sınırına gelmelerinden sonra 68 günde ilgili açıklamanın yapılması da, hem Avrupa da diplomasideki kadro ve faaliyetlerle askeri yapıdaki kadrolardan sonra cezaevindeki kadroları fizikken tüketme, hem de toplumda bitmiş, yıpranmış işbirlikçi imajını güçlendirme ve Kandile karşı öne geçirtme çabasıydı. Devlet bu şekilde Apo’nun imajını tazeledi ve Kandil e karşı güçlendirmeye çalıştı. Bundan hemen sonra ise, söz konusu sahte barış ve çözüm açıklandı. Apo’nun talimatı ile Kuzey Kürdistan da PKK dışında pek çok kongre adı içeren örgütün kurulması, her birinin başına ayrı birkaç kişinin yönetici yapılması, KCK nın ise devletin istemlerine göre PKK’nin talimat ve çatı örgütü olarak örgütlendirilmesi ve kontrol altından çıkma ihtimali büyük olasılık olan dağın güçlendirilmemesi için, herkesin KCK da toplanarak tutulması da, dağdaki PKK yi etkisizleştirme ve tasfiye etmek içindir. PKK dışında Kongra Gel, KCK, DTK, KNK, HDK, BDP nin kurulması ve her birinin başına da birkaç kadronun yönetici yapılması kararın merkezileşmesini engellemek, dağdaki PKK’nin Apo’nun ve dolayısı ile devletin kontrolünden çıkarak Apo’yu red etmesi halinde, diğer yapıları kendisine ve devlete bağlı tutabilmek içindir. KCK nın, devletin Apo yla verdiği talimat ile kurulması ve üstelik devletin ajanlarının yoğun şekilde bu yapı içinde yer almaları, ayrıca bu yapının PKK’nin üst talimat ve çatı örgütü haline getirilmesi, dağın güçlenmemesi için örgütlenecek ve cezaevinden çıkmış herkesin söz konusu yapının içinde şehirlerde bıraktırılması da, asılında dağdakilerin Apo yu( dolayısı ile devleti) red edeceği korkusundan kaynaklanan bir kontrol mekanizmasıdır. Ayrıca KCK, PKK yi tasfiye mekanizması olmak üzere, devletin isteklerine göre oluşturuldu. Ancak bu örgütün kuruluşu sürecinde İttihatçı-Kemalist kanadın liberal muhafazakar AKP ye karşı kullanacağı bir mücadele aygıtının olmaması karşısında, KCK yı mücadelelerinin aleti yapmaları ve devleti temsil eden yeni gücün de kadrosuzlaştırmak ve etkisizleştirmek, hatta kimlerinin dağa gidişinin önünü almak için yeni kurulan bu yapının içinde olan ve olmayan herkesi toplayarak zindanlara aldılar. Şimdi AKP, hem KCK dan tutuklananları, hem de Ergenekon ve Balyozdan tutuklananları mütekabiliyet(karşılılık) esası çerçevesinde tahliye ettirerek, iki tarafında eleştiri getirmeden yasaya onay vermesini sağlamış olacaktır. Dışarı çıkarılan KCK elemanlarının önemli bölümünün APO ya (dolayısı ile devlete) bağlı kalacağı hesaplandığından dolayı da, tahliyeleri sağlanacaktır. Devlette PKK’nin Apo ile bir yol ayrımına geliş sürecinde olduğunu kendisi ile konuşmalarından bilmektedir, ve aynı zamanda söz konusu süreci hazırlamaktadır. Bu durumda PKK tasfiyeye uğramamak veya bölünmemek için ivedilikle Apo’nun işbirlikçi tutumu nedeni ile red ettiğini dünyaya deklere etmeli, KCK , Kongra Gel, DTK, HDK gibi gereksiz, merkezi karar almayı engelleyen, devletçe kurulmaları yönlendirilen yapılar lağıv edilmelidir. Çekilme olmamalıdır. Türkiyelilik, Süriyelilik, Iraklılık ve İranlılık sömürgeci statüko ve gericiliği yeniden ürütmektir, red edilmelidir. Kürdistanlılık esas alınmalıdır. İttihattı Terakkinin Balkanları kaybedene kadar Osmanlılık çizgisini(Osmanlıların Birliği-İttihadı Osmaniye) çizgisini esas aldığı, ancak Balkanların kaybından sonra buna ihtiyaç kalmaması nedeni ile İslamlık çizgisinin esas alındığı, ancak 1. dünya savaşının sonucunda Araplarında kopması üzerine, Türkçülük başat olmak üzere Türk-İslamcı çizginin esas alındığı ve Türkiye nin bu son çizgi temelinde Osmanlının bakiyesinden çıkartılarak kurumsallaştırıldığı, bu temelde bütün dini ve etnik aidiyetlerin varlık ev kızılbaş - sayfa 59 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 özgürlükleri üzerine beton döküldüğü, fakat günümüzde Türk-İslamcı çizgi ile de sistemi sürdürme imkanın kalmaması karşısında da Türkiyelilik çizgisi çerçevesinde gericilik ve sömürge statükoculuğunun yeniden üretilerek sürdürülmek istendiği aşikardır. Bu temelde anayasa da vatandaşlık esasının etnik kökene değil de, Türkiye ye bağlanması gericiliği yeni koşullarda yeniden üretme ve sürdürme aracıdır, çözüm değildir. Af çıkarılması, köy koruculuğunun kaldırılması, yerleşim birliklerinin adlarının iadesi, dil yasağının kaldırılması ve eğitime konu olması, Avrupa yerel Özerklik şartı çerçevesinde su, elektrik, doğalgaz faturalarının ve bazı sınırlı vergilerin belediyeler tarafından toplanması Kürdistan’daki sömürgeci statükoyu değiştirmez, sadece Türkiye’nin Tekelli bir ekonomiye kavuşmuş emperyalist Türkiye nin Şengay veya Avrupa Birliği gibi bir ekonomik pakta dahil olmadan paylaşımdan pay alamayacağını öngördüklerinden, emperyalizm ile birleşme programları hayata geçmiş olacaktır. Bu tür kırıntıların gerçekleşebilmesi için, PKK’nin varlığına gerek yoktu. Ayrıca af, PKK’nin mücadelesi sonrasında ortaya çıkan ve tartışılan bir olgudur. Kürtçenin redi ve yasaklanması 1925 te çıkarılan bir genelge ile gerçekleştirilmiştir. Köy koruculuğu da 1987 de Hamidiye Alaylarının yeni tarihsel sürece uyarlanmış bir türü olarak oluşturulmuştur. Yerleşim birimlerinin adlarının değiştirilmesi de 1930 lı yıllardan itibaren gerçekleştirilmiştir. Oysa bu düzenlemeler yapılmadan önceki tarihlerde de Kürdistan bir sömürgeydi, bunların ortadan kaldırılması ile de sömürge statüsü ortadan kalkmaz. 19 yüzyılda sömürge olan Hindistan da ülkelerinin adı, dilleri, kültürleri red ve inkar edilmemişti, sadece idari ve ekonomik sömürgecilik yapılmıştı. AKP nin ekonomik ihtiyaçlarını barındıran, AB ye girme imkanı veren, başkanlık sistemine gidiş yolunu açan bir anayasayı referanduma götürme çoğunluğu olan 330 milletvekilinin oyunu alabilmesi için, en fazla bu kabul ve referanslarını düzenleyerek çözüm ilan edebileceği açıktır. Oysa çözüm bunlarda değildir, her ulus sorunu gibi Kürdistan ulusal sorunu da toprağa, bağımsız siyasal iktidara ve ulusun kolektif hakları ile varlığına bağlıdır. Kürdistan nın programı ve sorunun çözümü özet olarak tek cümleye indirgenebilir: Kürdistan ulusu, Ülkesi Kürdistan da kendi kendisini bağımsız siyasal iktidarında kurumlaştırarak yönetmek istemektedir. Bu çerçevede AB nin bireysel haklarını, yada topluluk (azınlık) haklarını esas alan konsept yerine, ikiz sözleşmeleri olarak bilenen Birleşmiş Miletlerin Kişisel Siyasal Hakları Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik, Kültürel ve Sosyal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile 1960 tarihli Sömürge Hakların Kendi Kaderlerini Tayın Hakkı Sözleşmesi üzerine oturtulmalıdır. Aksi takdirde Kürdistan ulusu kendi mücadelesinin sürecinde bağımsızlık hedefine yürüyecektir. Kürdistan ulusal sorununun toprağa bağılı bir siyasal sorundan çıkartılıp, sömürgeci devletlerin demokratikleştirilmesi sorununa indirgenmesine, yada insan hakları meselesi haline getirilmesine imkan verilmemeli, Demokratik Cumhuriyetçilik, Demokratik Özerklik gibi işbirlikçi çizgileri savunanlar mücadeleyi saptırdıklarından dolayı, halka özeleştiri verdikten sonra bu kirli çizgileri terk etmelidir. Kürdistan yurtseverliği ve bağımsızlık stratejisi üzerinden siyaset yapmak esas olmalıdır. Kürdistan sorunun siyasal iktidar ve toprak esasına dayanmadan çözüleceğini savunan Demokratik Cumhuriyetçi ve Demokratik Özerklikçi işbirlikçilerin;” Sömürgeci devletler sorunu bu çerçevede çözerse uçar, büyür, tutulamaz, süper güç olur” derken, söz sadece Kürtlerin ülkesi Kürdistan a geldiğinde ise;” Devlet kurmak vebadır, Apo’nun sömürgeci devletlerden kopyalayıp keşfi haline getirdiği sistemi karşısında gericiliktir” demelerinin aptalca olduğu açıktır. Sömürgeci devletlerin büyük devlet şovenizmlerini ve sömürgecilik ile emperyalistliklerini tasfiye etmek yerine, kaşıyarak harekete geçirmek, dört sömürgeci devleti yerinde bırakarak büyütülmelerinden yana olmak, buna karşın Kürdistan ulusunu bu devletler içerisinde devletsiz siyasal iktidarsız bırakmak, tam da sömürgeci devletlerin isteğidir, uşakça ve aptalca bir zihin ile duruşun sonucudur. kızılbaş - sayfa 60 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye’de Soykırımcıların Kahramanlaştırılması Üzerine Anadolu Ajansı’nın birkaç gün önce (05.04.2011) verdiği bilgiye göre 10 Nisan Pazar günü saat 13:30’da Boğazlıyan’da düzenlenecek bir törenle Ermeni Soykırımı yıllarında Yozgat mutasarrıf vekili ve Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal anılacaktır. Türk haber ajansı, Kemal’in TBMM’ nin 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir kanunla “milli şehit” ilan edilmiş olduğunu da haberinde aktarmaktaydı. Türkiye’de katliamcıların kahramanlaştırılması yeni bir olay değildir. Ermeni Soykırımının baş mimarı Talât Paşa’nın, Talât Paşa Komitesi ve Türk Dünyası Kültür ve İnsan Hakları Derneği üyelerince mezarı başında düzenlenen bir törenle anılmasına ilişkin 15 Mart 2011’de aynı haber ajansının yaydığı haberin üzerinden bir ay bile geçmemişti. Yukarıda adı geçen Mehmet Kemal’in torunu olan Mehmet Kemal Ergüler’in de bu törene katıldığını belirtmek gerekir. Türkler, benzer soykırımcıları anmak üzere saygı duruşunda bulunmakla yetinmeyip benzer katillerin heykellerini diktiriyor, bunların adlarını caddelere, sokaklara ve hatta okullara veriyorlar. Türk yazar Doğan Akhanlı’nın da belirttiği gibi, “Bugün Urfa Şehit Nusret İlkokulunun ön sırasında oturan ve yürürken “kürt kürt” sesler çıkaran mavi önlüklü çocuk, muhtemelen okulunun adının nerden geldiğini bilmiyordur”[1]. Oysa Birinci Dünya Harbi yıllarında Bayburt eyaleti kaymakamı ve Urfa kaymakamı görevlerinde bulunmuş olan Behramzade Nusret de, Ermeni Soykırımını gerçekleştiren kaymakamlardan biriydi ve bir yabancı mahkeme değil, Türk mahkemesi olan İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi (Sıkıyönetim Mahkemesi) tarafından idam cezasına çarptırılmıştı. Halen hem Türkiye’de hem de Azerbaycan’da Ermenileri katillerinden ve soykırımcılarından esinlenmektedirler. Nitekim Ergenekon davasının en önemli sanıklarından Veli Küçük, Giresun’da jandarma bölge komutanı olarak bulunduğu sırada Meline Anumyan Topal Osman’ın hayatından çok etkilenerek heykelini diktirmişti. Topal Osman, Ermeni soykırımı hazırlıkları esnasında Teşkilat-ı Mahsusa yöneticileri tarafından örgütlenmişti. Osman, Karadeniz’in Ermenilerden temizlenmesi görevini üstlenmişti. Hapishanelerden kaçırdığı katillerden oluşan çetesiyle Artvin ve civarında yürütülen “tehcire” katılmış ve çok sayıda Ermeni katletmişti. Azerbaycan’da ise yeni doğan çocuklara Ermeni subay Gurgen Margaryan’ı uykusunda baltayla öldürmüş olan Azerbaycanlı Ramil Safarov’un adını koymaya devam ediyorlar. Bu Pazar anma töreninin yapılması öngörülen Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal’in konusuna dönelim. Yozgat mutasarrıf vekili ve Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal, 1919-1921 yıllarında İstanbul sıkıyönetim mahkemelerinde, Ermeni tehcir ve taktil (sürgün ve katliamlar) suçlamasıyla açılan davalar arasında ilk dava olma niteliği taşıyan Yozgat Davası’nın üç sanığından biriydi. Osmanlı basınında “tarihî muhakeme” olarak değerlendirilen 5 Şubat 1919’da İstanbul Divan’ı Harb-i Örfi’de Yozgat Ermenileri tehcir ve taktil yargılanması başlamıştır. Bu davada üç asıl sanık vardı: 1. Yozgat yöresinden Boğazlıyan ilçesi kaymakamı Mehmed Kemal, 2. Mehmed Tevfik, jandarma yüzbaşı, sonradan binbaşlığa terfi ettirildi, Ankara vilayetinin Çorum ve Yozgat bölgelerinden sorumluydu, 3. Abdül Feyyaz (Ali), Boğazlıyan kazasının/il- çesinin Evkaf Memuru. Ne var ki, çok çeşitli nedenlerle onun dosyası bağımsız yargılanmak üzere mahkemenin en başında ayrılmıştı[2]. Mahkeme kararı, 8 Nisan 1919 tarihinde alınmıştır. Bu karar gereği sanıklardan Kemal taamüden cinayetten suçlu bulunarak idam cezasına, öteki sanık Tevfik ise 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştır[3]. Yozgat Davası duruşmalarında ifade veren şahitlerin tanıklıklarına değinerek bu katilin “milli şehit” veya “milli kahraman” ünvanını nasıl kazandığını Osmanlı belgeleriyle gösterelim. Yozgat Davası duruşmalarında ve özellikle 22 Şubat 1919 tarihli duruşmada, başta şifreli telgraflar olmak üzere birçok resmi belge okunmuştur ve mahkeme, bunların aslına uygun olduklarını onayladıktan sonra Kemal’e idam cezası vermiştir[4]. 12 Aralık 1918’de Yozgat eski mutasarrıfı Cemal Bey’in Tahkik Komisyonuna verdiği ifadede Ermeni tehcirine Yozgat’ın güvenlik güçlerinin de katıldıkları, Yozgat şehrinden ve civarındaki köylerden sürülen Ermenilerin jandarmalar, çeteler ve yerel halk tarafından imha edildikleri kaydedilmektedir[5]. Yozgat Davasının üçüncü duruşmasında, Yozgat Ermenilerinin katliamlarına yerel ahalinin katılımının sanıklar Kemal ve Tevfik tarafından sağlandığı ve teşvik edildiği doğrulanmıştır. Nitekim, müdde-i şahsi vekili Leon Ferid’in mahkemeye verdiği ifadeye göre “Kemal Bey Ermeni fecâyiinin mahal-ı icrası olan “Güller” nahiyesinde icra kılınan katliama gider iken “Tiyatroya gidiyoruz” demiş ve Güller ahal-i islâmiyesinin hissiyât-ı taassubkârânelerini tehyic eder bir nutuk irad ederek fecâiye ora ahalisinin de iştirâkini temin ettiğini ve muztarib halkın enîn ve ıztırâbâtı karşısında mumaileyh nargile içmişti. Jandarma kumandanı Tevfik Bey de atına râkib olarak irad eylediği nutukta milletin de katliâma iştirâkini teşvik etmiş ve bizzat tüfek ile 3 kişi idam eylemişti”[6]. Leon Ferid aynı duruşmada: “Mahall-i kızılbaş - sayfa 61 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kıtâl olduğu iddia edilen Güller kariyesinde 6000 kişinin ziyâı oradan herbiri bir tarafından kesilen noksanü’l-uzv kalan ecsâdan bellidir. Heyet-i Tıbbiye muâyenesiyle tezâhür eder” dedi[7]. Aynı duruşmada kanuna aykırı olarak tehcire tabi tutulan protestan Ermeniler konusu da ele alınmıştır. Müdde-i şahsi Hayk “Kemal Beye protestan olduğundan bahs ile tehcire tabi tutulmaması istirhamında bulunan vâlidesinin mumaileyhin “bence hep birdir, protestan katolik, hep Ermenidir ve gidecekler dediğini arzetti”[8]. 11 Şubat 1919 tarihli duruşmada şahitlerden Artin “…Ermenilerin sekizer sekizer bağlanarak Yozgat haricine sevk olunduklarını ve Ermeniler üzerinde bulunan zîkıymet eşya ve nakit ve evrak-ı nakdiyenin alındığını gasbın Osman Paşa Tekkesi civarında kadınların sarhoş edildiklerini ve Güller kariyesine muvâsallata Yozgat mutasarrıf vekili Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey’in 500 atlı çete ile vürûd eylediğini, Ermenileri teslim alarak akşam saat 12’den sonra muvâsalat edilince papaza vadelerinin takarrüb eylediğinden âdet-i âyinin icrâ edilmesi lüzumunun ihtar olunduğunu ve evvelâ papazın idam edildiğini, bilahare Kemal Bey’in düdük çalarak idam edenlere hitap ile: “Siz kesmesini bilmiyorsunuz” diye teşvikatta bulunduğunu, bunun üzerine çetelerin her önüne geleni şiddetle kesmeye başladıklarını ve vâlidesinin de kesileceğini anlayarak kendisinin firar ile Kayseri’ye gittiğini beyan etti”[9]. Aynı duruşmada şahit sıfatıyla mahkemeye ifade veren Yozgat eski milletvekili Şakir Bey “seaman kesb-i ıttılâ ettiği hâdisâta İstanbul’a avdetinde dahi makamat-ı âidenin nazar-ı dikkatini celp eylediğini ve maalesef bu teşebbüsten hiçbir netice hasıl olmadığını” söylemiştir[10]. Yozgat Davasının 12 Şubat 1919 tarihli duruşmasında dinlenen şahitler arasında özellikle Ermeni Ojeni Varvaryan’ın ifadeleri, Ermenilerin zorla müslümanlaştırmasıyla ilgili olduklarından dikkat çekicidirler. “…Yozgatlı matmazel Ojen Hazaros huzur-ı mahkemeye çıkarak maznunları tanıdığını söyledikten sonra: “…böylece Osman Paşa Tekkesine getirildiğini, orada Yozgatlı polis Numan Efendi ile işte buradaki Feyyaz Bey’in bulunduğunu, bunların paralarını aldıklarını ve Fener’e gönderdiklerini, gece kendisiyle bir iki kızı daha “sizi müslüman edeceğiz, burada oturdunuz” diye alıkoyduklarını, diğerleri 50-60 araba kadar oldu ve onları götürdüler. O gün bu Kemal Bey de orada idi. Elinde kılıç bulunduğu halde yanlarına geldiğini ve adamlarına “eğer siz bunların hepsini iyice öldürmezseniz ben sizi öldürürüm. Anamız bizi bugün için doğurmadı mı! Haydi ne duruyorsunuz, yürüyünüz, kesiniz, altı yaşından yetmiş yaşına kadar hepsini kesiniz!” dediğini, orada gözünün önünde ekin biçer gibi bütün insanları kestiklerini, kendisini kesmek için validesinin kucağından aldıklarını, başına vurduklarını, kesilenlerin ceplerini boşalttıklarını, akşam üzeri kendilerini doğruca kaymakamlığa götürdüklerini, bu kaymakam Kemal Bey’in orada bizzat bir kere daha dövdüğünü ve kendi eliyle eteğinde bulunan bir liraya kadar parasını aldığını ve öldürmek için maiyetine emir verdiğini fakat meiyetindekiler kendisini kaçırarak Pul köyüne götürdüklerini, orada Adıgüzel namında bir jandarma alıp İncirli köyüne götürdüğünü, orada Ahmed Onbaşı kendisini evinde altı ay alıkoyduğunu ve kapatıldığı bir ahırdan firar ettiğini söyledi”[11]. “Müdde-i umumi tarafından Ojeni’nin nasıl ölümden kurtarılmış olduğu istizah edilmeye mumaileyhâdan İslamiyeti kabul ettiğini beyan eylediğinden dolayı kurtulduğunu söyledi”[12]. Aynı duruşmada ifade veren şahit Azniv İbranosyan, Divan-ı Harb-i Örfi’ye “…İslam olmayan 860 hane kadar ahali sevk olunduğunu, kendisi dahi bu meyanda bulunduğunu, bir kısmının Taşpınar’a gönderildiğini ve onların orada kesildiklerini hazır-ı bilmeclis olan Kemal Bey’e “Kasap Kaymakam” dediklerini söyledi”[13]. 15 Şubat 1919 tarihli altıncı duruşmada şahit “Estepan’a lâzım gelen su’âller sorulup tahlîfi icrâ edildikten sonra kendisi mes’eleyi şu sûretle anlattı: “Üç gün sonra bizi arabalarla sevk ettiler. Bize birer pusula verdiler. Biz de onu kilisedeki hey’ete götürüp verdik, oradan Güller’e, oradan da Elekçiler’e vardık. Üç gün kaldık. Köylüler balta ve tırpanla halkı kesmeğe başladılar. (…) Maznûnları tanırım. Katl esnâsında bunlarda vardılar. (…) Bizim mahalle hep katl edilmiştir”[14]. Aynı duruşmada Ermenilerin katledilmeleriyle ilgili ifade veren Annik Hanım “birinci, ikinci kâfilelerde erkeklerin, üçüncü kâfilelerde güzel kadınlar istisnâ edilerek diğerlerinin kesildiğini, vaktiyle Yüzbaşı Şükrü Bey tarafından çalınan bir düdükle başlandığını, kendisinin de başından yaralandığını söyledi”[15]. 18 Şubat 1919 tarihli 7. duruşmada ifade veren Miralay Halil Recai Bey “Kaymakam Şahâb Bey’den aldığı şifreli bir telgrafname üzerine Boğazlıyan’da iki üç yüz Ermeninin imha edildiğini söylemiştir”[16]: “Halil Recai -Ermeniler’in katline dâ’ir Boğazlıyan’dan telgraf aldınız mı diye bana Tedkîk-i Seyyi’ât Komisyonu’nda da sordular. Zann edersem, Şahâb Bey böyle bir telgraf almış, bu da iki, üç yüz Ermeni’nin imhâsına dâ’irmiş. Telgraf bende değildir. Kayseri’den Ankara’ya böyle bir telgraf çekilmiş olacak. Müddeî-i ‘Umûmî – Şahâb Bey ma’iyyet-i ‘aliyyelerinde iken cihet-i ‘askeriyyenin böyle tehcîr mesâ’iliyle iştigâline sebeb nedir? Halil Recai – Ben onu bilemem. Bana böyle bir telgraf geldi, ben de Başkumandanlık’a verdim. Şahâb Bey’den esbâbını sormadım. Çünkü bana sorulmamıştı. (…) Müddeî-i ‘Umûmî – Şahâb Bey, ma’ lûmâtı kimden almış? Halil Recai – Boğazlıyan’dan almış” [17]. Aynı duruşmada Rum asıllı bir şahit olan Hıristaki Andreyadis şu tanıklıkta bulundu: “331 Temmuz 24 Cum’a Sabahı emir geldi. Cemâl Bey[18] Ttehcîre başladı. İlk partisi ertesi gün Sivas’a sevk olundu. İkincisi de Sivas’a gönderildi. Üçüncü parti Kayseri’ye sevk edildi. O esnâda İttihâd ve Terakki Murahhası[19], Ermeni imhâsı için şifâhî emirler verdi. Cemâl Bey buna râzı olmadı. Çorum’a gitti. İşittik ki ‘azl edilmiş, yerine Kemâl Bey geldi. yalnız Boğaz- kızılbaş - sayfa 62 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lıyan Ermenileri’nin imhâ edildiğini duyduk. (…) Bunun üzerine halkı ikişer ikişer, Bağlıca ve Bezlihân civârına götürmüşler. Etrâfı bataklıklı bir ağıla doldurmuşlar ve oradan çıkarıp üçer, beşer imhâ etmişler. Kaçıp saklananları meydâna çıkarmak için İslâm olanlar kurtulacak dedikleri halde, çıkınca onları da öldürmüşler”[20]. 22 Şubat 1919 tarihinde yapılan Yozgat Davasının 9. duruşmasında mahkeme reisi Hayret Paşa, kâtibe bir dizi şifreli telgraf okumayı emrediyor. Bir telgrafta Boğazlıyan’da 1500 Ermeninin katledilmiş olduğu, 207 numaralı telgrafta ise Boğazlıyan civarındaki kasabalarda 360 Ermeninin öldürüldüğü yazılmıştı[21]. 5 Mart 1919 tarihinde gerçekleştirilen Yozgat Davasının 10. duruşmasında Tokat mutasarrıfı, Ermenilerin öldürülmeleri gerçeğinin herkesçe bilindiğini söyledi[22]. Aynı duruşmada şahit olarak dinlenen Mülkiyye Müfettişi Nedim Bey: “…140 kişilik bir Ermeni Kâfilesi sevk edilmiş. Gece olunca sevk edilenleri bir ağıla kapamışlar. Sopalarla itlâf etmişler. (…) Ba’zı karyelerde de sevkıyât yapılmış ve yolda çetelerin ta’arruzuna hedef olmuşlar” dedi[23]. Bu duruşmada da Şahâb Bey’in raporu okundu. Buna göre Ermeni tehciri esnasında katliamlar ve yolsuzluklar yapılmıştı. Başka iki rapor daha okundu. “Boğazlıyan’dan sevk edilen 36 Ermeni’nin onbirini çetelerin katl ettikleri ve diğerlerinin de bi’l-âhire sevk edilebilirlerken katl edildiklerine dâ’ir jandarma raporu ve mahrem işâretli Boğazlıyan Tehcîri’ne ‘â’id diğer bir rapor okundu”[24]. Yozgat Davasında Ermeni kafilelerinin güvenliğini sağlamak maksadıyla devlet tarafından yollanmış olan kişilerin yerel halkı Ermenilere karşı kışkırttıkları ortaya çıktı. 24 Mart 1919 tarihli duruşmada müddeiumumi Haralambo, sanıklardan Kemal’e bu konuda şu soruları sordu: “Müddeiumumi -Abdullah Bey namında birisini tanıyorlar mı? Kemal Bey -Buradaki mevkuf olan de- ğil mi? Onu tanıyorum. Müddeiumumi -Kafileye memur edilmiş? Kemal Bey -Evet. Müddeiumumi-Bu ahali işe niçin karıştırılmış? Madem ki hükümet inzibatı temin etmişti? Kemal Bey -Bir münasebetsizliğe meydan verilmemek içindir. Müddeiumumi -Hükümet memuru varken bunların gönderilmesinde bir maksad-ı mahsus vardır”[25]. retle kendisini beraat ettirmek istedi: “Reis Paşa -Ermenileri itlaf ettirmek ağrâz-ı şahsiyyene mebni mi yoksa başka bir sebebden dolayı mı, doğrusunu söyle? Kemal Bey -Hâşâ, paşam, Ermenilerin itlafına aslâ delâlet etmedim. Reis Paşa -Yozgat darülharekât dahilinde midir? Kemal Bey-Hayır efendim. Reis Paşa -Bir kısım muhacirîn arabasız, sefaletle niçin tehcir edildi? Sanık Kemal Bey, soruşturmada tehcire ait belgelerin bir kısmı okunduktan sonra yakılması emrinin verilmiş olduğunu söylemişti. 24 Mart 1919 tarihli duruşmada Kemal kendi ifadesini reddetmeye çalışırken müddeiumumi Haralambo Efendi, bu ifadenin doğru olduğunu kaydetti: Kemal Bey -Efendim vesait mefkuddu. Hükümetten telakki ettiğim emri ifa ettim”[29]. “Reis Paşa -Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’ nda verdiğiniz ifâdâtta tehcire ait evrakın bir kısmı okunduktan sonra yakınız diye emir verildiğini söylemişsiniz. Bunlardan maadası nerededir? Kemal Bey -Hepsi mevcuttur, efendim. Esasen bendeniz Tedkik-i Seyyiat Komisyonuna celbedildiğim gün pek yorgundum. 8 kişi bir vagonda idik. Uykusuz kaldığımdan nasıl ifade verdiğimi bilmiyorum. Mehmed Bey’in belirttiğine göre Ermeniler, Karakuş Deresi’nde kesilmişti[31]. Müddeiumumi -Bendeniz Tedkik-i Seyyiat Komisyonunda aza olduğumdan bunun hilaf-ı hakikat olduğunu beyan ederim. Kendisi üç dört saat düşündü. Öyle yazdı”[26]. 8 Nisan 1919 tarihinde alınan kararla idam cezasına çarptırılan Mehmet Kemal iki gün sonra 10 Nisan 1919’da İstanbul’daki Beyazit Meydanında idam olundu. Türk toplumu, Kemal’in idamına karşı sert tepki gösterdi. İdam töreni de genel düzenle gerçekleştirilmemiştir. Kanuna göre idam cezasına mahkum olan, şafaktan önce asılmalıydı, cesedi meydanda 5-6 saat kaldıktan sonra cenazesiz gömülmeliydi. Halbuki Kemal’in idamı akşam saat 19:20’de yapılmıştır[33]. Aynı duruşmada Yozgat Müftüsünün tahkikat komisyonuna verdiği ifade zikredildi. Bu ifadeye göre müftü Kemal’e nasihatler vermeye çalışırken Kemal ona “sen hükümetten merhametli misin?” demişti[27]. Yozgat Davasında sanıklar, bu emirleri hükümetten almış olduklarının altını çizerek kendilerini beraat ettirmeye çalışıyorlardı. Duruşmalarda sanıkların verdikleri ifadeler uyarınca hükümet, Ermeni kafilelere temel geçim araçları sağlamamıştı[28]. Yozgat Davasının 27 Mart günkü duruşmasında, sanıklardan Kemal bu su- Aynı duruşmada mahkemeye ifade veren İngiliz tebaasından Miralay Mehmed Bey, Ermenilerin kesildiğini şahsen gördüğünü beyan etti[30]. Gene 27 Mart 1919 tarihli duruşmada dinlenen Üsküdar Mutasarrıfı Mehmed Ali Bey, Güller denilen mevkide Ermenilerin imhasına “ahali-i mahalliyenin bir dahli olamayacağını olsa olsa bu hükümetin bir emr-i hafisi olacağını söyledi”[32]. Törene üst düzey yetkilileri ve büyük bir kalabalık katılmıştır. İdam töreninin ardından Kemal’in cesedi ise, son yıkanmanın yapılabilmesi amacıyla Beyazıt Camii’ne götürülmüştür. Bu ise, idam cezasına göre yasaktı[34]. Kemal’in idam edilmesinin ertesi günü cenaze töreni düzenlendi. Kemal’in ce- kızılbaş - sayfa 63 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nazesine 10 bini aşkın gösterici katıldı. Kâtil “milli şehit” ilan edildi, eşine ve çocuklarına maaş bağlandı ve Aram Andonyan’ın belirttiği gibi: “Sadece boğazı sıkıldığı zaman kesesini açan Türk milleti, 5-10 gün içinde 20 bin Osmanlı altını toplayıp bu parayı Kemal Bey’in eşine verdi”[35]. Demek ki, Kemal gibi katillerin kahramanlaştırılma hikayesi, yaşadığı zamanlara kadar uzanmaktadır. Osmanlı gazetelerinde yayımlanmış İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi’de yapılan yargılamalarla ilgili belgelerdeki kesin tanıklıkları bu yazımızla neşretmemize rağmen Pazar günü öngörülen Mehmet Kemal’in anılması törenine katılanların sayısının azalacağından hiç te emin değiliz, zira günümüz Türkiyesi, benzer soykırımcılar sayesinde “ulus devlet” olabilmiştir. [1] http://www.durde.org/2011/03/ermeni-soykirimi-yargi-onunde/. [2] Dosyası ayrılan ve yargılanmayı bekleyen Feyyaz Ali, başka bir ildeki davasına gidebilmesi için hapishaneden serbest bırakılmış ve orada yeni açılmış olan millet meclisinde milletvekili olarak göreve başlamıştır. Vahakn N. Dadrian, Taner Akçam, “Tehcir ve Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları, İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922”, İstanbul, 2008, s. 194. [3] Takvîm-i Vekayi, No 3617, 7 Ağustos 1919 ss. 1-2. [4] Griker, “Yozgat Ermenileri Katlinin Belgesel Tarihi”, New York, 1980, s. 66 (Ermenice). [5] A.g.e., sayfa 125. [6] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 10 Şubat 1919. [7] A.g.e. [8] A.g.e. 2/15 Mart 1915 tarihli gizli talimata göre yabancı ülkelerin tebaaları olan Ermeniler de Der Zor’a tehcir edilmeliydi. Arsen Avakyan, “1915’te Osmanlı’da yabancı ülkelerin tebaaları olan veya hasta olan Ermenilerin tehcir edilmeleriyle ilgili”, “Ermenistan Arşivleri Belleteni” N 2, Erivan, 2005, ss. 194-197 (Ermenice).. [9] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 12 Şubat 1919. [10] A.g.e. [11] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 13 Şubat 1919. [12] A.g.e. [13] A.g.e. [14] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 16 Şubat 1919. [15] A.g.e. [16] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 19 Şubat 1919. [17] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 19 Şubat 1919. [18] Yozgat mutasarrıfıydı. [19] İttihâd ve Terakki Murahhası Necati Bey idi. [20] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 19 Şubat 1919. [21] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 23 Şubat 1919. Bu duruşmada okunmuş olan öbür telgraf, Griker’in “Yozgat Ermenileri Katlinin Belgesel Tarihi” kitabında aktarılmaktadır. [22] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 6 Mart 1919. [23] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 7 Mart 1919. [24] A.g.e. [25] Divan-ı Harb’de Tehcîr Muhakemesi Başladı, “Alemdar”, 25 Mart 1919. [26] A.g.e. [27] A.g.e. [28] A.g.e. [29] Tehcîr ve Taktil Muhakemesi, “Alemdar”, 28 Mart 1919. [30] A.g.e. [31] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 28 Mart 1919. [32] Tehcîr ve Taktil Muhakemesi, “Alemdar”, 28 Mart 1919. [33] Kemal Bey İdam Olundu, “Alemdar”, 11 Nisan 1919. [34] Griker, “Yozgat Ermenileri Katlinin Belgesel Tarihi”, s. 330 (Ermenice). [35] Aram Andonyan, “Büyük Suç”, Boston, 1921, s. 272 (Ermenice). 2 Responses to Türkiye’de Soykırımcıların Kahramanlaştırılması Üzerine 1. Vedat Bulut 2012/04/08 at 5:34 pm Sayın Anumyan, Ahlaklı bir gazeteciyseniz şunları da yazınız. Şükrü bey 14 yaşında, kundakda bir bebeği vardır ismi Mahir Altuniş. 1917 bolşevik devrimi sonrası Rus ordu- ları çekilir ve Ermeni Taşnak ve Hınçak milisleri müslüman Türk köylerinde katliam (kırım, soykırım) yaparlar. Dedemin babası Şükrü bey dedemin halaları tarafından evde saklanmaktadır. Ancak 12 Mart 1918 sabahı halalar tütün aldırmak için Şükrü beyi pazara gönderir, kimseye görünme gizli git derler. Ancak Taşnak milisleri görür ve peşine düşer bir Erzurum sokağında 7 milis tarafından baltalarla doğranır. Dedem yetim büyür. O gün evde kalsaydı 12 Martta Erzurum kurtarılmış olacaktır. Dedemin abbası da hayatta kalacaktır. Ama kader böyle çizilmiştir. Eğer tehcir olmasaydı ne Erzurum kongresi toplanabilirdi ne de Sevre karşı bir kurtuluş mümkün olurdu. Ermeni milisler de aynen Karabağ’da olduğu gibi milyonlarca Türkü ve Kürtü kırıma uğratırdı ve 100 yıl sonra adları bile anılmazdı. Orta Asyadan işgalci geldiler ve kutsal incilimizin bize verdiği kudretle onları yok ettik diye övünürdü kiliseleriniz. Sizin yazılarınız ve çalışmalarınız bir entelijiyans ürünü. Bunu anlamak için sitenizde biraz gezinmek ve hayallerinizi, hezeyanlarınızı okumak yeterli. Bu konuda ayrıntılı bir çalışma yapılacak ve devletin ilgili makamlarına iletilecektir. Kuşkunuz olmasın. Bu ülke çok casus gördü, çok hiyanet gördü. Hepsi geldikleri gibi gitti. Sıra sizde, sıranızı savarsınız. Vedat BULUT 2. Ali Ertem 2013/02/15 at 8:01 pm Vedat Bulut’un yorumuna ilişkin birkaç söz: Sayın Meline Anumyan, Bu kadar saçma bir yoruma yer ayırıp kamuoyuna tanıttığınız için sabrınıza hayranım doğrusu. Bizim ırkçılarımızın, vicdan yosunu oldukları kadar, mantık yoksunu da olduklarının, Sizin de farkında olduğunuzdan eminim. “14 yaşında Şükrü bey”! Dikkat “kundakda bir bebeği var“ ! “halalar… Şükrü beyi pazara gönderir, kimseye görünme gizli git derler.” Deli saçması doğrusu, “Pazara git, kimseye görünme”! Aslında bu mantıksız ırkçı, kulaktan dolma yarım yamalak öğrendiği TC propaganda masallarını, Size satacak kadar “olgunlaştığını” göstermek istemiş. Ve aklı sıra Size, soykırımın Türkler için bir “zorunluluk” olduğunu “ispat etmiş”! Yani anlayacağınız, saçmaladıkça saçmalamış. Yalan ve kaba kuvvetten başka bir şey de tanımadığı için Sizi, tehdit etmeyi de ihmal etmemiş. Aslında Vedat Bulut Size, o çok “görkemli” TC’ kitle tabanının resmini çizmiş. Gerçek dışı uyduruk hikâye, mantık yoksunu ırkçı cehalet, yalan ve Tehdit… Saygılarımla Ali Ertem / Nurhan Becidyan [email protected] kızılbaş - sayfa 64 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Oğlu Cemil Kırbayır'ın kemiklerini 33 yıldır arayan Berfo Kırbayır, bu sabah 105 yaşında, hayatını kaybetti. 12 Eylül döneminde evden alınan ve bir daha geri dönmeyen oğlu Cemil Kırbayır için 33 yıl mücadele veren Berfo Ana, bu sabah hayatın kaybetti. Ailesi, Berfo Ana’nın hayatını kaybetmesiyle ilgili bir açıklama yaptı: 105 yaşında, oğlu Cemil Kırbayır'ın kemiklerini 33 yıldır arayan Berfo Kırbayır, bugün 05:00 civarı hayata gözlerini yumdu. En son mide kanseri teşhisi konan, ameliyat sürecini direnişiyle atlatan Berfo Anamız'ın sağlık durumu son günlerde kötüye gidiyordu. Berfo Ana, ömrünün son 33 yılını oğlunun kemiklerini bulmaya adamıştı. Son nefesinde de yine oğlunun adı ağzındaydı. 105 yaşında olmasına rağmen oğlunun katili Kenan Evren'in yargılanacağı 12 Eylül Mahkemesi'ne kadar gitti. Adaletin temsilcisi oldu. Kendi yaşamıyla direnişin temsilcisi oldu. 8 Mart Dünya emekçi kadınlar günü Kadınların; kendi öz siyasal örgütlenmelerini yükseltip ikdidarlara ortak olmalarını görmek ve dayanışmak isteriz!... Kadınların; devlete, şirketlere ve erkeklere marabalığına hayır deriz!... Kızılbaş Dergis Annemizin, Cemil'in kemiklerini bulmadan toprağa gömülmesine sebep olan herkesin hak ettikleri cezaları almaları için, Kırbayır Ailesi olarak bu mücadeleyi sürdüreceğimizi buradan bir kez daha ilan ediyoruz. Cenazemiz yarın Göle'de defnefdilmek üzere İstanbul'dan yola çıkacaktır. Hepimizin başı sağ olsun. Kırbayır