- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
mart 2013 - sayı 24
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
‘süreci
Devlet
bozan
neden
düşmanımdır!” Öcalan’la?
ya xızır!.
tırk kürt
ittihatçı ittifakına hayır!?
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
İstanbul temsilcisi: savaş erdoğan
tel: 0535 38 95 778
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 mart 2013 sayı: 24
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek - Sakine Polat
Sayfa 05 - XIZIRO KHAL - Munzur CÖMERT
Sayfa 08 - Dersim 38′in Kamera Kayıtları SGM Arşivinde mi?
Sayfa 09 - RÖPORTAJ - REA HAQ Rea Haq: Kirmanç-Kurmanç
Sayfa 12 - Kimlik Siyaseti’ Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 14 - Bir Kavram Bin Kırım​Yanılsamalar-2 Ali Kanlı
Sayfa 15 - Bir resmi görüşümüz daha mı oluyor acaba?
Yetvart Danzikyan
Sayfa 16 - HER CEMEVİ YIKILSIN.. KALINTILARI DA YAKILSIN…
Serkan Güzel
Sayfa 17 - Gava ku kevneşopên bingeha olekê neyêne jiyankirin, zarok
û ciwanên civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin!
Kemal Tolan
Sayfa 18 - Nişanyan’a dava açıldı!
Sayfa 19 - Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabıüzerinden 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücade
leleri, milliyetler ve sömürge meselesi üzerine bir tartışma...
Recep Maraşlı
Sayfa 24 - TC Solu İflasa Dogru Giderken İbrahim Seven
Sayfa 25 - Holokost ve Türkiye A.Sait Çetinoğlu
AÇIKOTURUM
dünden bugüne
halkların
KIZILBAŞ SİYASETİ
Ankara
Meydan Sahnesi
Atatürk Blv.
Zafer Çarşısı yanı.
No: 61/12
Kızılay-Ankara
Açılış saat: 11.00
Başlanğıç Saat:12
Düzenleyen:
Kızılbaş Dergisi
Ankara Temsilciliği
Tel: 0506 818 66 55
Sayfa 31 - 1897 XANASOR OLAYI, 40 BİNLİK UYDURMA VE
GERÇEKLİK Hovsep Hayreni
Sayfa 35 - “Büyük Barış”tan korkuyorum Baskın Oran
Sayfa 36 - Çerkes Ethem, 1915/16 ve Çerkesler SELÇ U K UZ U N
Sayfa 40 - İsveç’ta Abdullah Gül’ü Protesto Mitingine Çağrı
Sayfa 41 - Yedikule Zindanı, Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi
Prof. Ayşe Hür
Sayfa 45 - Osmanlı’da İttihat Terakki’nin Doğuşu ve İktidarı - I
Sayfa 47 - öcalan BDP görüşmesinin tam metni!
Sayfa 51 - Devlet neden Öcalan’la Oturdu? Cemil Gündoğan
Sayfa 52 - TSK: Operasyonlar Öcalan’ın mektubu için durdurulmadı
Sayfa 53 - Kandil, İmralı’ya uyacak
Sayfa 54 - Erdoğa: Dünyada gidebilecekleri yer çoktur
Sayfa 55 - ‘süreci bozan düşmanımdır!’ Zilan Dersim
Sayfa 56 - ÇÖZÜM VE BARIŞ MI, APO’YU KULLANARAK
KÜRDİSTAN SORUNUNU YÖNETMEK, BÖLMEK VEYA
TÜMDEN TASFİYE ETMEK Mİ? Av. Medeni Ayhan
Sayfa 60 -Türkiye’de Soykırımcıların Kahramanlaştırılması Üzerine
Meline Anumyan
Sayfa 64 - Oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerini 33 yıldır arayan
Berfo Kırbayır, bu sabah 105 yaşında, hayatını kaybetti.
Sayfa 64 - 8 Mart Dünya Emekçi Kadınları İçin...
halklarının
ortak bayramı olan
nevruz bayramımızı
kutluyoruz
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
güçleri Kürdistan ordusuna dönüşerek. Kürt illerinin idari ve siyasi işlevini üstlensin...
ile
Taraflar, Süleymaniye’de diğer Kürt
örgütlenmelerinin de katılımıyla çözüm masasına oturulsun....
görmek
***
Bunlar yok, hakgötüre!. polisiye işler
ile bu iş sonunda PKK’yı tasfiye eder.
Kürt milli meselesini erteler...
Sakine Polat
Kürt milli mücadelesi kendini yenileme yeniden yapılandırma ile yüzyüzedir!...
İşi kişinin aynasıdır. Siyasetin de pratiği aynasıdır. Söyleme değil, yapılana
bakmak görmek anlamak gerekir.
Evet; Mit - Öcalan görüşmeleri yapıldı. Peşinden devlet BDP den kimlerin
İmralı’ya gideceğine karar ve izin verildi. İmralı’da Öcalan BDP-DTK heyeti ile görüşmeler yapıldı emirler verilip notlar tutuldu. Görüşmenin metni
basına sızdırıldı. Bundan çok rahatsız
oldular.
İkinci bir heyet Kandil’e gönderildi.
Kandil + Devlet + İmralı = İttifakının
kalıcılaştırılması için özenli bir çaba
sarf ediliyor.
Peki Bu ittihatçı ittifakın gelişmesinin
biz Kızılbaşlara yansıması nasıl olur?
Hiç düşünmeyecek miyiz?
Öcalan, daha işin başından tavrını kesinleştirmiş. “Süreci bozan düşmanımdır!” tehdidi ile de bunun altını
çizmiştir.
Öcalan siyasetinden, Kürt milletinin
ekonomik demokratik siyasal ve ulusal talepleri doğrultusunda normal insani demokratik çözümler beklemek
aşırı saflık olacağı kanısındayım!...
Özgür olmayan bir bireyin bu denli hayati önem taşıyan bir konuda kendini
birincil derecede yetkili kılması antidemokratik bir tutumdur. Bu durumu
bilip de göz yummak ise devletin ekmeğine yağ sürmektir.
Devletten bağımsız olanlarca sürece
müdahale edip Öcalan’ın tüm yetkileri
alınmalıdır!...
***
Kürt milli meselesinin çözümü gizli kapılar arkasında değil, kamuoyu
önünde açık ve demokratik bir ortamda yapılmalıdır. Tarafların katılım ve
eşit koşullarda, şahit, dost ülke temsil-
cilerinin de katılımıyla Birleşmiş milletler delegasyonunun gözetiminde
yapılmalıdır. Bugüne kadar yürütülen
polisiye yöntemler derhal lağv edilmelidir.
Ya boyun eğip biat edecekler. Ya da
kendisini demokratikleştirip yenileyip
davalarına sahip çıkacaklar.
Öcalan’ın mesajları ayrıca yerli halklara karşı düşmanlık içermektedir.
Eleştirilip rededilmelidir.
Bizim arzumuz Kürt milli mücadelesinin teslimiyete uğratılmadan kendi
zaferine ulaşmasıdır.
Soykırım ve katliamcı tarihi ve siyaseti temcit pilavı gibi ısıtıp yeniden gündeme taşınmakta. İdris-i Bidlisi’den
Yavuz’a, Yavuz’dan bu güne yapılankatliam ve soykırımlarındaki müslüman (Türk- Kürt) ittifakına işaret
ediyor!... Osmanlıdan cumhuriyete geçişteki ittihatçı ittifakı hatırlatıyor!..
Öcalan’ın siyaseti bize güven vermiyor!..
***
Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri, içinde bulundukları atıl çürük durumdan
çıkmanın yollarını aramalıdır. CHP
gölgesinde bulunmak köklü çürümeyi
hakim kılmaktadır. Bu durum da hızla
tırklaşma ile sünnileşmeyi getirmektedir.
Kendini az-çok bilen her birey, her Kızılbaş aklını başına devşirip yeniden
düşünmek zorundadır!..
Kendimizi korumalı ve gelebilecek zarar ve ziyanlara karşı kendimize sahip,
çıkıp kendi öz örgütlenmemizi üretip
geliştirmeliyiz!..
Aksi durumda köklü bir asimilasyon
ve kırım ile yok edilme tehlikesiyle
yüz yüze kalabiliriz!..
24 Nisan Ermeni Soykırımı!. 72 milleti hak bildiklerini söyleyen AleviBektaşi örgütlenmeleri kendilerini soy
kırımcılarından köklü bir kopuş yapmadan, kendileriyle ilgili hiç bir taleplerinde başarılı olamazlar!...
İşi kişinin, Siyasetin pratiği de örgütlenmenin aynasıysa, Alevi-Bektaşi örgütlenmelerinin de pratiğine bakarak
aynalarını görmeliyiz!...
Çok geç kalmadan kendimize sahip
çıkmanın ekonomik demokratik ve siyasal araçlarını üretmeliyiz!..
Hiç bir Alevi-Bektaşi örgütlenmesi
ne yazık ki bugüne kadar kendisini
bu ırkçı, inkarcı, faşizan ittihatçı siyasetinden ayırmamıştır. Bu faşizan
ve inkarcı tutumları kendilerini kınalı
keklik güruhuna tabi kılmıştır!..
Devletin ve Öcalan’ın yaptıkları barış(!) görüşmeleri, işletilen siyasetin
açığa çıkartılmasına katkı sunması da
hayırlıdır!...
Kızılbaşlara öze dönüş, yenilenme,
yeniden yapılanma çabasında, kendilerini önemli ve sorumlu görevlerin
beklediğini tekrar hatırlatmak isteriz.
Devlet Kürt meselesinin çözümünde
samimi ise Öcalan’ı serbest bıraksın,
silahlı kuvvetlerini de Kürt coğrafyasından çeksin. Devlet kurum ve kadrolarını tahliye etsin!...
Halkların ortak bayramı olan sultan
nevrozu kutluyoruz. Öze dönüşümüze
vesile olması isteriz.
Birleşmiş Milletler nezdinde çözüm
için adımlar atsın. Kürt PKK silahlı
Xale XIZIR ayındayız sabır ve bereket
dileklerimiz ile.
can cana...
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
XIZI RO K HAL
Yitiqatê Dêrsımi de Hazar Çêverê Serê Sodıri
Mu n z u r C ÖM E RT
Anadoliye ra bicê hatanu Asya Düri
yitiqatê zafine de Xızır esto. Xızıri, her
mılet xorê eve çımê vêneno. Kami çım
de ”mordemê sata tengewo”, kami çım
de ”sevekdarê dar u beri, kêwe u bostaniyo”, kami çım de ki çiyo de bino.
Ma wazenime ke naca de ero cı bıfetelime ke ala no sarê Dêrsımi Xızıri
nas keno nêkeno? Eke nas keno yine
çım de Xızır kamo? Şiya Xızıri yitiqat
u kulturê dinede çutır asena, no çutır
sewlê xo dano ra weşiya dine ser?
Qe yitiqatê sıma ro cı bêro qe meêro,
sarê Dêrsımi ke qeseykerdene musnê
domanunê xo, tewr verende domani
na qesa ”Xızır”i musenê. Ni ke domanu cênê xo vırane vanê ”Xızır to mırê
pil kero!”, nanê ro vanê ”Xızır to mırê
khal kero!”, duwa u recay kenê vanê
”Xızır to wayırê emrê dergi kero!” Eve
na qeyde domani namê Xızıri musenê.
Domani ke hurdi hurdi feteliyayi ki
nafa hêkmeta Xızıri vênenê. Hard de
lulık ke bivênê pi vano ”Namê ni Astorê
Heqiyo”, hes ke bivênê vano ”Xızıri no kerdo hes”, dare ke bivênê vano
”Dara Xızıriya”, gol ke bivênê vano
”Golê Xızıriyo”, ko ke bivênê vano
”Mekenê Xızıriyo”, nisange ke bivênê
vano ”Nisangê Xızıriyo”. Domanê sarê
Dêrsımi iste nia benê pili.
Eke heni ro sarê Dêrsımi çım de Xızır
zobinao. Sarê Dêrsı-mi, Mıslımanê Tırki ’be Kurdu ra ke Xızıri kamci çım ra
vênenê, yi na çım ra nêvênenê. Yitiqatê
Dêrsımi de Xızır, têyna ”mordemê sata
tenge” niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de
Heqo. Heq, hazar u jü namunê Xızıri ra
jükeko. Namê diyê jü ”Xızıro Khal”o,
jü ”Khalo Sıpe”wo, jü ”Asparê Astorê
Qıri”yo, jü ”Wayır”o, jü ”Xızırê Bonê
Taseniye”o, jü ”Xızırê Pırdê Suri”yo,
jü ”Meymanê Hewsê Qızılbeli”yo,
jü ”Meymanê Ana Yemise”wo... ma
nêşikinme ke nine eve mardene bıqedenime.
Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Wayıro.
Wayırı ki Yitiqatê Dêrsımi de jü niyo.
Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Astarê
Destê Sodıriyo. Yitiqatê sarê Dêrsımi
de caê seri Xızıri dero. Xızır, Wayırê
sarê Dêrsımiyo ama yitiqatê dinede
tek Wayırı ki Xızır niyo. Wena Yitiqatê
Dêrsımi de Wayırê Çêi esto ke no sarê
çêi sevekneno; Wayırê Mali esto ke no
mali sevekneno; Wayırê Jiar u Diaru
’be Wayırê Khuresu ra esto ke ni ki
qomê Dêrsımi seveknenê.
Yitiqatê Dêrsımi de çımê rındeni, roşteni ’be xêreni de Xızır, Khures, Duzgın, Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê
Çêi ra estê.
Çımê xıraviye, tariye ’be gıraniye deki
Mordemê Nêweşiye, Mılaketê Gıraniye ’be Mılaketê Xıraviye estê. Sarrê
nine Evdıl Musao. Ni, eskerê Evdıl
Musayê. Ni, qe jü xıraviye bêyizna di
nêkenê. Evdıl Musa Sereskerê xıraviyeo.
Tavi heto binde ki raa Evdıl Musay de
eke bi tari loqme danê, cêrenê Evdıl
Musay vero ke wo eskerê xo yine ser
meerzo, yinerê xıraviye mekero.
Xızır ke va, mordem gereke Astorê
Qıri ki biaro xo viri. Yitiqatê Dêrsımi
de Astoro Qır jê şiya Xızıri dira
nêvısino. Xızır mordemo de ciamerdo,
kokımo, herdisa xuya sıpiya de derge esta, kıncê xo sıpeyê, çüye ki dest
dera. Mordemê kokımi rê tavi ke astor
lazımo. Astoro Qırı ki jê Xızıri sıpeo.
Coku sarê Dêrsımi namunê Xızıri ra
jüki ”Sıpella” no pa.
Jiar u Diarê Dêrsımi pêy de jede namê
Xızıri esto. Taê Jiar u Diarê Dêrsımi
estê ke nine pêy de têyna namê Astorê
Qıri esto. Sarê Dêrsımi Astoro Qır gol
de diyo gol kerdo Jiare, kemer de diyo
kemer kerdo Jiare. Astoro Qır Xızırê
Khali ra nêbırrno ra, qırvani kerdê êştê
lıngunê Qıri ver.
Coku, cem u cematunê sarê Dêrsımi
de ke bavay venga Heqi danê, kılama
heqiye eve namê Xızıri, Astorê Qıri,
Khuresi, Duzgıni kenê ra cı vanê eve
nine ki xelesnenê.
Xızır, Wayırê çerx u pewraziyo,
Wayırê hard u asmeniyo, Wayırê ram
u comerdiyewo. Xızır, têyna mordemê
sata tenge niyo, verende mordemê sata
wesewo. Kami ke weşiye de Xızır ardo
ra xo viri, tengiye de ki Xızıri wo xo
viri ra nêveto. Xızır albazê _Ğeribuno, piyê bêkêsuno, omedê feqiruno, xelasê xelasuno. Coku Xızır boina
dılxê kokımu ’be feqiru dero.
Xızıri de Cenet u Ceneme çino. Wo
hesavê xo na dina de vêneno. Kuyno
dılxê kokımê de feqiri yeno to keno
yintam. Xora ke tı kokımu ’be feqiru rê
wayır veciya, yine sero şiya, yine çık
ke waşt to da cı, to yi seveknay Xızırı
ki varneno toro, jüya to keno hazare.
Nê eke to ke ri kokımu ’be feqiru nêda,
yinerê wayır neveciya, yi neseveknay
wo taw Xızırı ki adırê mordemê nianeni sayneno.
Xızıri çım de ceni u ciamerd jüyo. Wo,
Qızılbêl de ke Dewres Sılemani rê biyo
meyman, Taseniye de ki Ana Yemise
rê biyo meyman. Yitiqatê Dêrsımi de
ceni u ciamerdi jüvini ra nêbırrnenê ra,
domanu ki nêerzenê hetê pêy. Raa heqiye de kês nêzano ke Heq kami dero;
ceniye dero, ciamerdi dero, domani
dero?
Mıslımani bê, Isewi bê ni qe Heqê
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
xo nêvênenê. Ama sarê Dêrsımi heni
niyo. Xızır, Dêrsım de Kêmerê Duzgıni dero, Jele dero, Golê Buyer Bavay
dero, Bağıra Sıpiye dero, Koê Qosani
dero, Yıxır Gol dero, Taseniya dewa
Bamasuru dero, Qızılbêlê dewa Khuresu dero... koti vacê uca dero. To ke
zerê Xızırê xo vıraşto, koti ke vacê uca
Qırê xo rameno verê to.
Xızır, mordemo de zerehirao. Kami ke
piştigê Xızırê xode mokêm pê gureto,
yira nêxapiyo, mordemo nianen şikino
ke Xızırê xode çiyê sero werêno ki.
Dêrsımi ra Dewresê Xızıri ra vato
”Dêrsım ke qırr kerd tı koti biya?”
Qızılbêl de Dewres Sıleman cıra vato
”Eskerê Evdıl Musay ke erzeno ma ser
çıra marê wayır nevecina?” Kamci yitiqat de mordem Heqê xode nia jê dı
bırau nano werê?
Des u Dı asmu ra jü asme, sarê Dêrsımi
Xızırê xorê bırrna ra. Naê ra ”Asma
Xızıri” vanê. Asma Xızıri, asma Gağandi ra dıme, ama asma Gucige ra raveri yena, wortê ni dı asmu de manena.
Hesavê qeleme(Miladi) ra ke 13’ê va
(13,Ocak), hesavê Dêrsımi de(Rumi)
1’ê asma Xızıri vano. Na asme de çhar
hêşti Rocê Xızıriyo. Rocê Xızıri hirê
rociyo. Sêseme, çharseme, ’poncseme
roce cênê, yene qırvanu kenê.
Sarê Dêrsımi pêro zerê jü hêşti de Rocê
Xızıri nêcênê. Ca ’be ca ,dewe ’be
dewe, ucağe ’be ucağe, aşire ’be aşire herkês na çhar hêştu ra jü de cêno.
Tavi, asma Xızıri de Xızır vecino meymaniye. Xızır ke dinerê kamci hêşt de
biyo meyman, yiki Rocê Xızıri wo hêşt
de cênê.
Fikrê Xızıri ’be kerdena Xızırê Dêrsımi, ma no nusto khılm de şikinme ke
nia hundê qalê cı bime. Xızırê Dêrsımi
ke nia yeno meydan, eke heni ro no
sewlê xo çutır dano ra weşiya sarê
Dêrsımi ser?
Verende kokımunê Dêrsımi ra bicêrime. Kokımê Dêrsımi ke herdise verdanê meqes pa nênanê. Çıra? Xızıro
Khal meqes herdisa xora nênano coku.
Yi ki wazenê ke jê Xızırê xo bıasê.
Jü ke meqes na herdisa xora pê di kay
kenê, vanê ”Herdiso kırrık!”
Verende herkêsi waştêne ke jü astoro
de qır bonco bınê xo. Xızır, Astorê
Qıri serowo coku.
Sarê Dêrsımi verende kıncê sıpi kerdenê pay. Coku, İhsan Sabri Çağlayangil sarê Dêrsımi ra ”Beyaz donlular”
(tumanê sıpiyini) vano. (I. S. Çağlıyangil, Anılarım, Güneş Yayınları, s.45)
Xızırê sarê Dêrsımi sıpe gureto xora,
coku yine ki sıpe kerdo pay.
Bêrime xort u çênekunê Dêrsımi.
Sarê Dêrsımi Yitiqatê Dêrsımi ’be Elewiyeni ra girena jüvini. Yitiqatê dine,
sentezê ni dı yitiqatuno. Yi, naca de
ki raa Xızırê xode şiyê. Qayt biyê ke
Ehlibeyt rê nêheqeni biya, Hz. Eli rê
nêheqeni biya, Des u Dı Yimamu rê
nêheqeni biya coku hetê dine gureto.
Ma Xızırı ki hetê kokımu ’be feqiru de
nebi?
Xızır çutır ke tenganiye de reseno mordemi, gencê ma ki na qeydê Xızırê xo
yemişê weşiya xo kenê.
Mordem gereke naê ki bızano ke Xızır zerê Elewiyeni ra nêveciyo. Koka
ni çand hazar sere xori de sona. Kês
nêzano ke Xızıri yitiqatê sarê Dêrsımi
de çand hazar seriyo ke ca gureto. Xızıro ke sarê Dêrsımi cıra vano ”Heqo”,
yi ”Wayır” vêneno yitiqatê jü–dı hazar
seri niyo.
Çutır ke ma nusna, sarê Dêrsımi Xızıri eve na çım vêneno, wo ki sewlê
xo nia dano ra weşiya dine ser. Sarê
Dêrsımi têyna eve zonê Zazaki ra nê,
eve yitiqatê Xızıri ra ki ğezna kulturê
Anadoliye rê kifato de hewl kerdo.
Anadoliye pê nine xo bıgoyno.
Xızır çutır ke koto dılxê kokımu ’be
feqiru yi seveknê, gencê ma ki feqir u
fıqaru seveknenê, dewucunê bê hardi
seveknenê, ”proleterya” seveknenê.
Kam ke hetê ninede niyo yide danê
pêro. Tavi, Xızırê mordemi ke isyankar
bi, seveta kokımu ’be feqiru ra adırê
mordemi sayna, qomê di ki vazeno ra
seveta ”proleterya” ra adırê sari sayneno. Ma kami ra se vacime?
Xızıro ke ceni u ciamerd jü çım ra di,
qomê di ki vazeno ra seveta heqa ceniyu lez keno. Wazeno ke ceni endi şiya
ciamerdu ra veciyê, heqê ceniyu ’be ciamerdu ra çırpa jüvini de bê.
Mordemo ke Xızırê xode na werê, vazeno ra dewlete de ki nano werê, hukumati de ki nano werê vano ”Sıma
naca de nêheqeni kenê!”, yaki ”Ma tam
demoqırasi wazeme!”, ”Ma adalet wazeme!”, ”Ma zulım nêwazeme!”
Xızırê mordemi ke xıraviye de, tariye
de, nêheqiye de da pêro; qomê di ki
vazeno ra xıraviya cemati de, fikirunê
tariyu de, nêheqiya hukımdaru de dano
pêro.
Şiya yitiqatê sarê Dêrsımi her dewır de
êşto weşiya dine ser.No vijeri ki heni
bi, ewro ki heni ro. Tavi ke yitiqatê
dine ewro têyna Xızır niyo, Yitiqatê
Dêrsımi niyo. Sarê Dêrsımi Elewiyeni rê zaf xızmete kerda. Anadoliye de ke ”Dêrsım” va
Elewiyeni, Qızılbaşeni yena ra mordemi viri.
Dêrsım ra des u dı ucağê Elewi, hem
sarê Dêrsım rê hemı ki sarê dormê
Dêrsımrê xızmete danê. Qe Tırkki , qe
Kırdaski , qe Zazaki qesey bıkerê pirê
Elewiyunê şarqi jêde Dêrsım raê. Sarê
Dêrsımi Zazaki qesey keno ama; sarê
Elewi kam beno bıbo, qe Tırkki , qe
Kırdaski qesey kero ni xo sero mardê.
Mavenê nine jüvini de zaf gêrm biyo.
Çêney dê jüvini, jüvini ra çêney guretê.
Kamci zon qesey kenê bıkerê Elewi
gereke bıêrê jü ca, jüvini de bicêrê ra.
Anadoliye hardo de hirawo, kam beno
bıbo ma hatan nıka naca pia vınetime,
naêra têpia ki gereke pia vınderime.
Anadoliye welatê ma pêruno.
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hızır
İlk sen vardın, sen varettin
İnsana can, cana canansın Hızır
Demden deme dondan dona
Zor günlere yetişirsin ey Hızır
Bozatın ulaşır dört bir yana
Yerin göğün sesine cansın Hızır
Yolun ulularına, gariplerine
Dar günün sahibisin ey Hızır
İlyasa neden ihtiyaç duyarsın
Gelmez isen canları üzersin
Dört kapıda niyaz edilirsin
Tanrıdan önce sen gelirsin ey Hızır
Bir adın Hakktır bir adın Ali
Seni anmayanlar bilmezler gülü
Kimi tanır kimi tanımaz mihmanı
Ol hanelerin sahibi sensin ey Hızır
Alioğlu ne hoşmuş Hızır demek
Gülbenginda adını söylemek
Devr-i daimde canana erişmek
Candan cana ab-ı hayatsın ey Hızır
Adnan CANGÜDER
Zonê
Ma
Zanena?
(Zazaki Für Anfangerinnen Und
Anfanger)
Mesut Keskin
Doğu Anadolu’da 4 ila 6 milyon
kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilen Zazaca, Hint-Avrupa
dil ailesinin Kuzeybatı İrani Diller grubuna mensup bir dildir.
Bugüne kadar resmi bir statüden
yoksun olan Zazaca, öz yurdunda
tehlike altında olan bir dil olarak
değerlendirilmektedir. Yetişkinler
ile gençlere yönelik bir ders müfredatı olarak hazırlanan bu kitap,
üniversite düzeyinde eğitimle geçen uzun yılların tecrübesine dayanır. 31 ders olarak düzenlenen
kitap, okuma parçaları, konularla
ilgili alıştırmalar ve dilbilgisi çözümlemelerinden
oluşmaktadır.
Kitabın sonuna, Zazacanın tipik
kullanımına örnek olarak halk
hikâyelerinden oluşan bir seçki ile
1300 kelimelik Zazaca-Almanca ve
Almanca-Zazaca sözlükçe de eklenmiştir.
Zengin bir görsellikle hazırlanan
ZONÊ MA ZANENA? bir ders kitabı olarak, Almanya, Avusturya
veya İsviçre'de Almanca eğitim
diliyle yetişmiş, Zaza olan ama
Zazaca bilmeyen çocuk, genç ve
yetişkinler için hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra, Zazacaya ilgi duyanları ve Avrupa'da halklar arası
iletişimi önemseyen kesimleri Zaza
dil ve kültürü ile buluşturmayı da
amaçlamaktadır.
Mesut Keskin Frankfurt Goethe
Üniversitesi’nin Karşılaştırmalı
Hint-Avrupa Dilbilimi bölümünden mezun oldu, Şarkiyat ve Türkoloji gibi yan dallarda da eğitim
aldı. Zazacanın Şivesel Yapısı Üzerine başlıklı yüksek lisans tezini
2009 yılında tamamlayan Keskin,
mezun olduğu bölümde bir dönem
araştırma görevlisi olarak çalıştı.
Halen aynı üniversitede Zazaca dil
dersleri vermektedir. Dünya klasiği Küçük Prens kitabını Zazacaya
çeviren Keskin’in Zazaca üzerine
çeşitli dergilerde yayımlanmış pek
çok makale ve çevirileri mevcuttur. Şiveler üstü bir Zazaca ortak
yazı dilinin oluşumunu konu alan
doktora çalışmasına devam etmektedir.
Teknik Bilgiler ISBN 9786056321511
Boyutlar A4 (21 x 29 cm)
Kapak Tasarım Musa Çimen
Kapak Karton Kâğıt Kuşe 115 gr
Basım Tarihi Kasım 2012
Sayfa Sayısı 176 Renkli, resimli Fiyatı 40 TL
Kitabı online satın almak için tercih ettiğiniz siteye tıklayın
İDEFİX KİTAPYURDU PANDORA KABALCI YENİ KİTAPLAR
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim 38′in
oturumunda yapmış olduğu konuşmanın
kamera kayıtları mevcut mudur?
Kamera
3) 1 Kasım 1938 Tarihinde dönemin başbakanı Celal BAYAR tarafından, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK
adına TBMM oturumunda yapılan konuşmanın kamera kayıtları mevcut mudur?
Kayıtları SGM
Arşivinde mi?
Av. Cihan Söylemez, Sinema Genel Müdürlüğü’ne başvurarak arşivlerinde Dersim 38 dönemine ait kamera ve fotoğraf
kayıtlarını sordu.
Dersimnews.com / ÖZEL HABERAv. Cihan Söylemez, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Sinema Genel
Müdürlüğü’ne başvurarak Dersim 38 kayıtlarını sordu.
Geçtiğimiz hafta bazı tv kanallarında Osmanlı devletinin son yıllarına ve
Cumhuriyet’in ilk dönemlerine ait kamera görüntüleri yayınlanmıştı. Döneme ait
kamera ve fotoğraf kayıtlarının Sinema
Genel Müdürlüğü’nün arşivinden çıkması üzerine Av. Cihan Söylemez’de Dersim
kayıtlarıyla ilgili kuruma başvuru yaptı.
ARŞİVDE DERSİM KAYITLARI VAR
MI
4982 Sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu
kapsamında bilgi edinme hakkını kullanan Av. Cihan Söylemez, Sinema Genel
Müdürlüğü’ne dilekçe gönderdi. Söylemez dilekçesinde, Dersim Katliamı ile
ilgili 1934-39 yılları arasında mecliste
yapılan görüşmelerin, Seyit Rıza ve arkadaşlarının duruşmaları ve sürgün edilen Dersimlilerin kamera ve fotoğraf kayıtlarının olup olmadığını sordu.
Av. Cihan Söylemez dilekçesinde, “2013
yılının Ocak ayı içerisinde yazılı ve görsel basına yansıyan kamera görüntülerden Osmanlı Devletinin son yıllarına ve
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk yıllarına ait kamera çekimlerinin Kültür ve
Turizm Bakanlığı envanterinde olduğu
anlaşılmaktadır.” dedi.
Söylemez, “yayınlanan kamera görüntülerinden Sultan V. Mehmet REŞAT döneminden itibaren kamera çekimlerinin
arşivlendiği, bu nedenle de yakın tarihimize ışık tutabilecek birçok kamera görüntüsünün kamuoyu ile paylaşılmasının
tarih araştırmalarına katkı sağlayacağı”
belirtti.
Söylemez başvuru dilekçesinde kamera
ve fotoğraf kayıtlarını sorduğu dönemin
en önemli olayları şunlar:
25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunun
TBMM Görüşmeleri,
18 Eylül 1937 Tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından TBMM oturumunda yapmış olduğu konuşma,
1 Kasım 1938 Tarihinde dönemin başbakanı Celal BAYAR tarafından, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK
adına TBMM oturumunda yapılan konuşma,
1 Kasım 1937 Tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK
tarafından TBMM’nin 5. dönem 3. yasama yılı açılışında yapmış olduğu konuşma,
15 Kasım 1937 yılında Elazığ Buğday
Meydanında asılarak idam edilen Seyit
Rıza ve diğer Dersim İleri Gelenlerinin
infazları,
1937 ve 1938 yıllarında Genelkurmay
Başkanlığınca Tunceli ilinde gerçekleştirilen 4. Ordu Manevrasının kara ve
hava harekâtı
DERSİM KOMİSYONU’NA ARŞİVDEN BELGE GÖNDERİLDİ Mİ
Av. Cihan Söylemez başvurusunda,
”TBMM Dilekçe Komisyonu Bünyesinde Dersim 1937-1938-1939 Katliam ve
Sürgününe ilişkin kurulan alt komisyonla, sayın bakanlığınızın bugüne kadar
elindeki yazılı ve görsel arşivi paylaşıldı
mı” diye sordu.
Av. Cihan Söylemez’in bilgi edinme hakkı kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’ne sorduğu sorular şöyle:
1) Kültür ve Turizm Bakanlığında kamera arşiv envanterinde 25 Aralık 1935
tarihli Tunceli Kanunun TBMM Görüşmelerine dair kamera kayıtları mevcut
mudur?
2) 18 Eylül 1937 Tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından TBMM
4) 1 Kasım 1937 Tarihinde dönemin
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından TBMM’nin 5. dönem
3. yasama yılı açılışında yapmış olduğu konuşmanın kamera kayıtları mevcut
mudur?
5) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün 1937 yılının Kasım ayı
içerisinde Elazığ ve Tunceli (Pertek) illerine yapmış olduğu seyahatın kamera
ve fotoğraf görüntüleri mevcut mudur?
6) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından Tunceli ili Pertek ilçesi Singeç Köprüsünün açılışına dair ve
Tunceli Vilayetinin diğer yerlerini gezisine dair kamera ve fotoğraf kayıtları
mevcut mudur?
7) 15 Kasım 1937 yılında Elazığ Buğday
Meydanında asılarak idam edilen Seyit
Rıza ve diğer Dersim İleri Gelenlerinin
infazlarına dair kamera ve fotoğraf kayıtları mevcut mudur?
8) 1937 yılının Kasım ayında Elazığ ilinde yargılanan Seyit Rıza ve diğer Dersim
ileri gelenlerinin yargılanmalarını gösteren mahkeme kamera ve fotoğraf kayıtları var mıdır?
9) 1937 ve 1938 yıllarında Genelkurmay
Başkanlığınca Tunceli ilinde gerçekleştirilen 4. Ordu Manevrasının kara ve
hava harekâtına ilişkin kamera ve fotoğraf görüntüleri var mıdır?
10) 1937-1938-1939 yıllarında Elazığ ve
Erzincan Tren İstasyonlarından Batı Vilayetlerine sürgüne gönderilen Dersim
Sürgünlerini gösterir kamera ve fotoğraf
kayıtları var mıdır?
11) TBMM Dilekçe Komisyonu Bünyesinde Dersim 1937-1938-1939 Katliam ve
Sürgününe ilişkin kurulan alt komisyonla, sayın bakanlığınızın bugüne kadar
elindeki yazılı ve görsel arşivi paylaştı
mı?
- See more at: http://dersimnews.
com /dersi m 38/dersi m-38i n-ka merakayitlari-sgm-arsivinde-mi.html#sthash.
gcbF3IYg.dpuf
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
H Ü S E Y İ N D E D E S OY
RÖPORTAJ - REA HAQ
Rea Haq: Kirmanç-Kurmanç Alevi İnancı.
Dursun Ali Küçük: Dersim - Koçgiri
Aleviliği olan Rea Haq tarihi ve kökenleri hakkında bizleri bilgilendirir
mısınzı? Kürdistan Aktüel Okurlarına
neler söylemek istersiniz?
Hüseyin Dedesoy: Sevgili D. Ali Küçük Kürdistan-Aktüel'de başlatmış olduğunuz "Alevi inancı, Alevilik nedir?
Ne değildir?" ve Alevi inancına paralel
düşen benzeri inanç biçimlerine dair
Şöyleşi-Röportaj dizinizi okuyorum.
Gayet zamanında ve yerinde düşünülmüş bir söyleşi dizisı. Bu düşünce
etrafında "Rea Haq" inancının yerini
ayrıca sorgulamak çok daha özel bir
önem kazanıyor.
Dursun Ali Küçük: Rea Haq nedir, inanışı, felfefesi, kültürü, tanrıya yaklaşımı, örf ve adetleri nasıldır?
H. Dedesoy: Şunu başta belirtmek isterim. Üzerinde konuşmak ve tartışmak
istenilen konu sosyal bilimlerde (İnanç
biçimi, Din tarihi, Felsefe tarihi, Sosyolojiyi ve insan topluluklarının tanrıinsan, ölüm-yaşam ilişkisini inceliyen)
"Teoloji" denilen özel bir alana girer.
Bu türdeki sosyal bilim dallarında herkes konuşabilir ama döğru dürüst bir
şey söylemek gerekiyorsa eğer, tüm bilimsel alanlarda olduğu gibi sosyal bilimlerde de en temel kiriterlere uymak
gerekiyor. Bu da araştırmayi, incelemeyi, sorgulama ve sorusturmayi…,
kısacasi bilimsel kriterlerle duşunmeyi
zorunlu kiıan bir alandır.
Yine her bilim dalında olduğu gibi
(pozitif bilim diye adlandırılan FenFizik,…vs) sosyal bilimlerde de bir
Üniversiter «Akedemik» eğitim dediğimiz bir eğitime sahip olmayı gerektirir. Çünkü bu işin öğrenilip araştırılmasının, bilinip konuşulmasının,
bir yol ve yöntemi vardır. Her şey öyle
kara düzen dediğimiz bir yöntemle anlaşılıp öğrenilemez. Bu tarz yöntemler
yarardan çok zarar verir. Doğruyu ifade etmediği gibi yanlış bir yöntemle
öğrenilen bilgiler, daha sonra doğru
olanın da yolunu karartır. ,
Nasıl ki her alış veriş yapmasını bilen
ve her ticaretle uğraşana 'Ekonomist'
denmezse. Mesela köylerde dolaşan
çerçide, ticaret yapıyor, pazarda salatalık satan tablacıda. Evlerde canak
çömlek satan pazarlamacıda, Total petrol şirketinin direktörü ya da Merkez
bankasının müdürüde ticaret yapıyor.
"Cercici-pazarlamacıya mı ekonomist
"diyeceğiz? yoksa banka müdürüne
mi? Başka bir değimle, yine sağlık konusunda bilgi sahibi olan her adamin
Doktor olamıyacağı gibi... toplumsal
olgu ve olaylar da böyle bir şey. Her
bilgi sahibinin, konu hakkında doğruyu söylediği anlamına gelmez, gelmemesi gerekiyor.
Özet olarak şunu demek istiyorum.
Yukarda saydığım özellikler ve kriterler, Teoloji, Etno-Antropoloji, Sosyoloji, Tarih, Siyaset bilimi vb gibi, sosyal
bilim dalları içinde geçerli olan bir kuraldır. Dolayısıyla ben Teoloji eğitimi
almadım, Teolojist olmadığım içinde
sorularınıza vereceğim cevapların
doğruluk, veya yanlışlık bazı, bu anlamda bilimsel kriterlere uymaya bilir.
D. Ali Küçük: Sizin eğitim ve ilgi alanınız hangi düzeyde? Bu söylediklerinizde neye denk düşüyor.
H. Dedesoy: Evet Üniversitedeki aldığım eğitim (Antropoloji-Felsefe) bu
alana yakın, Ama ben "İnanç ve din"
üzerine değil "Siyaset Antropolojisi ve
Felsefe tarihi" üzerine eğitim yaptım.
Alevilik, Dersim-Koçgiri toplumunun
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İnanç biçimi olan Rea Heq hakkında
söylüyeceklerim tamamen kişisel bilgilerime ve gözlemlerime dayalı olacaktır. Ailede alınan eğitim, çevrede
edinilen izlenim, bu konuda söylenenleri aklın yolu sorgulayip çıkarttığım
sonuclara dayali olan bilgileri içerecektır. Ama eğer herkesin yaptığı gibi
ne biliyorsam onu soylememi isteniyorsa, benimde söylüyecek bir sözüm
vardır elbette.
D. Ali Küçük :Alevilik genelde konuşulur. Dersim-kocgiri Aleviligi olan Rea
Haq hakkinda sizce neler soylenebilinir?
H. Dedesoy: Alevilik genelde Konuşuluyor, bu doğru. Dersim-Koçgiri
Aleviliği olan "Rea Haq" hakkında da
konuşulmaya, teoriler icad edilmeye,
"en doğruyu ben biliyorum"adı altında
fikirler beyan edilmeye başlandı. Doğrusunu söylemek gerekirse bunların
hiç birini ciddiye almıyorum ve doğru
söylenmiş, gerçeği ifade eden fikirler
olarak görmüyorum. Çünkü bu alanda
yazılan kitapları okuyup, söylenenleri
dinliyorsunuz. Yazanın ve söylüyenin
eğitim, bilgi ve siyasi geçmişine bakıyorsun, bu kişiler için asıl meselenin
ne olduğunu anlıyorsun.
Gerek Alevilik, gereksede bugün
“REA HEQ” diye adlandıra bileceğimiz, Türk ve Kürt kamuoyunda “Kürt
Alevileri” diye isimlendirilen DersimKoçgiri Kırmançların inancı hakkında
söylenen ve “Araştırma” diye sunulan
çalışmaların bilimsel kriterlere denk
düşen hiç bir yanı yoktur. Tamamen
ideolojik ve günü birlik siyasi çıkarları
içeren tespitler ve çalışmalardir.
Bu konuda bir tek Sevgili Erdoğan
CİNAR’in yaptığı çalışmaları önemsiyorum ve “Aleviğin Tarihi ve İnancı”
hakkında yapılan ciddi kazıların önün
eserlerınde olduğunu düşünüyorum.
Gelelim Rea Heq inancı nedir sorunuza: Kelimenin tanımı söyle yapıla
bilinir, Dersimlilerin kendi dillerinde
bunu söylede söylerler Raa Haq, Rea
Heq, Riya Heq, Dersim ve Koçgiri
Alevilerin iki dili konuştukları için düşüncelerini ve inançlarını içeren kavramlarıda her iki dildeki telafus şekliyle ifade ederler. Kırmancı(Dımılı)
Konuşanlar Raa-rea Heq diye telefus
edebiliyorlar. Kurmancı(Kırdaşkı) Ko-
nuşanlarda Rea-rıya Heq diye söylerler.
manlar içın nasıl bir tehlike teşkil ettiğini açıkca soyluyordu.
Türkçe tanımı ve ifade ediş biçimiyle
şu anlama geliyir: Hakkın yolu, doğrunun yolu, adaletin iyılığın yolu. Ama
bu yanlızca Türkçedeki Hak karşılığına tekabül etmiyor. (Hani “haklı,
haksız” anlamındaki hak.) DersimKoçgirililerdeki o Hak aynı zamanda
yaradan , var eden, sahip olan ve insan
anlamında düşünülüyor ve Kabul görüyor. Mesela Dersimli birine sorduğunuzda (genç kuşağı kast etmiyorum,
yaşı 65-70’in üstündekileri düşünün);
“Nasılsın, ne var-ne yok”? diye sorduğunuzda, Size şu cevabı verecektir:
Heq raziwo bira tu sekena- heq raziwi
bira tü çıto nu?
Dursun Ali kucuk: Eski Dersim çoğrafyasını, esas alarak Dersim-Koçgiri Aleviliğini özel bir yere oturtmak
mümkün mü?
"Hak razı olsun kardeş, sen nasılsın?"
Iste burdaki kast ettiği Haq, yaratandır. Sahib olandır, var edendir. Onun
razılığı istenir, o razı olursa olup bitende, var olanda, hayatın kendisinde bende iyi olurum demek istiyordur.
Dersim-Koçgiri İnancında Wahir-Xadan yani sahibin önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Çünkü tüm istek
ve dua'lar o "Wahire- Xadan'a yöneliktir. Ama bu tek yaratan, ya da tek
sahip anlamında değildir. Yeryüzünde
ve gök yüzünde var olan her şeyin ayrı
bir yaratani, yani sahibi olduğunu düşünürler. Dua ettiklerinde de var olan
her seyin ayrı, ayrı sahibine seslenirler. “Yerin göğün sahibi, wahire Erdu
Asmen- Xadane Herdu Azman. Kurdun, küsün sahibi. Dağın taşın sahibi.
Çalı cırpının sahibi. Ekmeğin- Suyun
sahibi…vs.
Soralım ve konuşalım yaşlılarımızla.
Göreceksiniz ki onlar size tek tek anlatacaklardır kaç yaratanın (yanı bizim
dilimizde Wahir - Xadan) olduğunu…
Tüm bu var olan ve yaratanın yer yüzündeki tek sahibi, ya da temsilcisi,
uygulayıcısı, bekçisi de İnsanın kendisi olduğunu. Hani Alevilikte çok yaygın bir deyim vardır ya, derler “İnsan
Haq’ta, haq insanda”. Bunu diğerleri
söylede yorumluya bilirler. Alevilerin,
esas olarakda Dersim-Koçgiri 'Alevilerinin tanrıyı insana indirgediğini ve
İnsanı tanrılaştirdiğini” söylüyorlar.
Yakın bir zamanda You tube’te dolaşan
Feytüllah Gülen’in bir video söyleşisi
vardır. Orada bunun Müslümanlar için
ne anlama geldiğini ve bunu da Müslü-
H. Dedesoy: Tüm bu anlatılanları ve
söylenenleri toparladığımıza bence
evet ayrı bir yere oturta biliriz. Neye
ve Kime göre ayrı bir yer?
Tabiki Müslüman inaçına göre,Yani islam inaçına göre tamamen ayrı bir yer
taşkil eder. İslam inancına göre Dünyanın sahibi yanı yaradan tektir. Onun
eşi ve benzeri yoktur. Rea Haq ınaçına
göre ise bu yaratan bir çoktor. Bu yaradanın ve Wahirin kimler olduğunu,
dolayısıyla eğer Dersim-Koçgiri inancı
Rea Haq-Alevilik hakkında sağlıklı bir
fikir edinmek istiyorsak dediğim gibi
bunu da ancak yaşlı kuşakta sözlü olarak dinliyip öğrene biliriz.
Memleketteki Son Otuz-Kırk yılın yarattığı tahribatın izlerini ve sonuçlarını
o yaşlı kuşakta daha net göre biliyoruz.
İnsan dünyasında İnanç biçimi, günlük
yaşamdaki ritüeller, gelenek dediğimiz
yaşam tarzı ve alışkanlıklar her gün ve
her an tekrarlanarak yaşatılan ve canlı
tutulan şeylerdir. Bunların olanakları
oratada kalkınca O toplumun inancıda
yok olur, bilincide. Biraz düşünürsek
Dersim-Kocgiri Insaninin son seksen
yıldır neler yaşadığını ve nasil bir tahribata uğradığını rahatlikla gorebiliriz.
Bu kadar acı ve yikimdan sonra hangi
inanci, hangi gelenek ve hangi yaşam
biçimi sağıiklı bir şekilde ayakta dura
bilirki? Üstüne üstlük, Ortalikta bilir
bilmez bir çok kişi bu konuda ideolojik
ve günü birlik siyasi çıkarları gozeten
teoriler icat ediyorken, bu nasil mümkün olabilirki?.
D. Ali Küçük: özellikle Bektaşilik ve
Rea Haq aynımıdır, aynı değilse neden? Bektaşiler Dersim’de olmamakla
birlikte Bektaşi cem evlerinin açılması
ne anlama geliyor?
Bektaşilik yoluyla bazıları dersimlileri Türkleştirmeye ve gerçek inançlarını revize etmeye çalışıyor? Sunni
egemenliğini kabul etmeyen Dersim,
Rea Haq dışında Bektaşileştirilmesini
ve bu Alevilik adı altında Türkleşmeyi
kabul etmesi yeni bir eritme değil mi?
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
H. Dedesoy: Bu farkın ve benzerliğin
ne olduğunun tam anlaşılması için.
Geçmişte Osmanlılın izlediği politikanın ne olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Dolayısıyla günümüzde de devam eden
Dersim-Koçgiri Alaviliği ve Bektaşiliğe dayır izlennen Türk yada Müslüman
Kürt çevrelerinin politikalarının bilinmesi için biraz tarihe uzanmak gerekir
diye düşünüyom.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Anadolu kırsalında yaşayan
Aleviler, iki dinsel merkeze sahipti.
Birincisi Hacı Bektaş tekkesi, diğeri
ise Dersim (bugünkü Tunceli) bölgesi
idi. Geçmişi 14. yüzyıla kadar giden
Hacı Bektaş tekkesinin, döğu bölgeleri
harıç Anadolu Alevileri içın önemli bir
yeri vardı. Bu merkezden kırsal bölgelerdeki Alevilerin büyük bölümü yerel
‘dedeler’ aracılığıyla yönetilmekteydi.
Tekke’den buralara yapılan yıllık ziyaretlerle ilişkiler pekiştirilmekteydii
Bektaşi tekkesinin sahip olduğu geniş taraftar ağını yaratmasında, onun
Osmanlı merkeziyle olan ilişkileri
belirleyici olmuştu. Kurulduğu geç
Orta Çağ’dan, kısa bir dönem için kapatıldığı 1826 yılına kadar, bu ilişki
yalnızca 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı – Safavi savaşları süresinde kırılma noktaşına gelmişti. Osmanlı’nın
Şii Safavilerle yaşadığı sürtüşmelerin
bedelini Anadolu’daki Aleviler ödedi.
Osmanlılar, Safaviler’le işbirliği içinde olan Alevilere karşı sert tedbirlere
başvurmuştu.
İmparatorluk açısından bakıldığında
tekke, Anadolu’daki aykırı Türkmen
aşiretlerini kontrol etmek için bir araçtı. Aşiretler açısından işe, kendileriyle
aynı inançı taşıyan bu tekkeye bağlı olmak, merkezi başkıdan korunmak için
bir kapi. Bu yüzden, tekke, aşırı aykırı
düşüncelerin sızması ve İran tehdidine
karşı ‘gözetim’ altında tutuldu. Her iki
ihtimalin giderek ortadan kalktığı ve
Alevilerin politik merkezlerden uzak,
kırsal alanlara uzun süren geri çekilişleri, tekkenin aracı işlevini bir derece
azalttı.
Bu yüzden önün 1826 yılında kapatılması, Alevi nüfusun şüpheli faaliyetleri yüzünden değil, kuruluşundan
bu yana kendisine bağlanan Yeniçeri
Ocakları’yla ilişkilerinden dolayı idi.
19. yüzyılın ilk yarısında yürürlüğe
konulan reformların uzantısında bu
birlikler ortadan kaldırıldığında, tekke
de onlarla ruhani ilişkilerinden dolayı
payını almıştı. Bektaşi tekkesinin etkili olmadığı doğu bölgelerindeki Aleviler için ise merkez, dağlarla çevrili
Dersim bölgesiydi. Burada dini merkez bir tekke etrafında değil, kendilerini Ali soyuna bağlayan ve ‘Seyit’ unvanı taşıyan kutsal aileler çevresinde
örgütlenmişti. Bölgedeki aşiretler için
inançın ruhani merkezlerini bu aileler
oluşturuyordu.
Bölgenin bir Kırmanç-Kurmanç beyliği olarak imparatorluktan aldığı özerklik, merkezi yönetimin uzun şüre
bölgeye olan ilgisizliği ve aşiret sisteminin ayakta durması, yakın bir zamana kadar idarenin denetiminden uzak
yaşamasını sağlamıştı. Bu da bölgede
çalışma yapan seyitlerin faaliyetlerini
sürdürmelerini kolaylaştırmıştı. Bu ailelerden en önemli olan Ağuçan, Derviş Cemal[1] Küreyş ve Baba Mansur
Seyitleri aşiretleri karmaşık bir sistemle kendilerine bağlamışlardı. Aşiretlerle kurulan ruhani ilişki kalıtsal
olarak kabul gördüğünden, kuşaklar ve
bölgesel dağılımdan etkilenmemişti.
Nitekim, Dersim yöresinden 17. yüzyıldan itibaren Sıvas, Malatya, Maraş,
Muş, Erzincan ve Erzurum gibi illere
dağılan aşiretler, ilişkinin akşaması
değıl genişlemesini sağlamıştı.
Aşiretlerle birlikte onlar da göçlere
katılmış, ya da Seyit ailelerinin üyeleri Dersim’den bu bölgelere yaptıkları
yıllık ziyaretleri ilişkilerin sürmesini
sağlamışlardı. Seyitler, Dersim aşiretleriyle birlikte çevre illere yayılmalarına rağmen, taraftarları araşına
Kırmanç-Kurmanç aşiretlerin dışında
başka etnik kimlikleri dahil edemediler. Onlar, zaman içerisinde bu aşiretlerin özelliklerini almadan da kendilerini kurtaramadılar. Seyit aileleri, tıpkı
aşiretler gibi, iki düzeyde iç farklılık
gösterirler:
Birincisi, onlar gibi kendi içlerinde
ve aralarında ailesel bazda bölünmüş
olmak; ikincisi, yine aşiretler gibi Zazaca ve Kurmancı olmak üzere iki dil
konuşuyor olmak. Bu faktörler, onların çalışma alanlarını sınırlamakta ve
kendi içlerinde bir merkezin çıkmasını
engellemekteydi.
İmparatorluğun Balkanlar ve OrtaDoğu’da toprak kaybı, Anadolu’nun,
dolayısıyla Alevilerin birçok yönden
daha fazla dikkatleri çekmesine neden
olan. Merkezi idarenin Alevilere artan
müdahalesi beraberinde farklı tepkileri getirdi. Bektaşi tekkesinde bu süreç
1826’da, Dersimlilerde ise 1860’larda bölgenin son beyi Şah Hüseyin’in
Dersim’den sürülmesiyle başladı.
D. Ali Küçük: Aleviler cephesinde somut ve ortak bir çözüm hala görünmüyor. Çözüm için çeşitli yaklaşımlar
bulunuyor. Rea Haq veya Dersim Aleviliğinin çözüme yaklaşımı ve kendi
çözümü nedir? Alevilerle ortak neler
yapabir, kendi özgün inanışı açısından
neler yapmalıdır?
H.Dedesoy: Bence önce Dersim-Koçgiri insanının, yanı Rea Haq ınaçının
sahiplerinin kendi aralarında bir birliğinin oluşması gerekiyor. Tıpkı Cumhuriyet öncesi yukarda belirttiğim tarihteki var olan durum gibi. Kenilerini
Müslüman Kürt ve Türk inanç ve kimlik tarifinden ayırt etmeleri gerekiyor.
Çünkü zaten tarihsel olarak bu ayrılık ve farklılık vardı ve halada devam
ediyor. Farklı olmak diyerine düşman
olmayı, yada onu yanlış görmeyi getirmiyor. Tam tersine dostluğun ve sağlıklı birliğin sağlanmasının yolu farkı
ve farklılığı tanımaktan geçer. Türklerin uluslaşma adına Cumhuriyetten bu
yanı kendilerinin dışındaki etnik azınlıklara ve inançsal farklılıklara aldıkları tutumun sonuçlarını görüyoruz.
Bir ulus oluşturma adına o topraklarda
Resmen tarihsel, kültürel ve toplumsal
bir yıkım-felaket yaşattılar. Bugünde
Türklerin bu kötü örneğini malesef
Kürt ulusu yaratma adına diyerleri
yapmaya çalışıyor. Şunu artık herkesin
bilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnkarla, yok saymakla, asimile etmekle.
Katliamlarla Ne kendin var olursun
nede diyerini yok edebilirsin. Dolayısıyla herkesin kendisinin dışındaki
var olanıda Kabul edip onunla birlikte
yaşamasını öğrenmesi gerekiyor. Geleceğin insanlığıda, inancıda, kültürüde
ancak böyle kurtarılabilinir.
Haq raziwo bira. Berxüdar olasın.
Saygılarımla.
Dursun Ali Küçük: Bende site adına
size teşekkür ediyorum.
K. Aktuel/ Salı, 02 Şubat 2010 / Perşembe, 04 Şubat 2010
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kimlik
Siyaseti'
başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, Şenol Kaluç, Baransu’yu, İsmail
Hakkı Karadayı’nın, Alevi kimliğini
gizlemekle eleştiriyordu. Mehmet Baransu, 28 Ocak 2013 tarihli Taraf’ta
yayımlanan, “Dersimli Karadayı (2)
“ başlıklı yazısında, Alevi kimliğinin
gizlenmesi diye bir durumun olmadığını açıklıyordu.
Dr. İsmail Beşikçi
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sık sık, “kimlik siyaseti”nden
söz etmektedir. “CHP kimlik siyasetine karşıdır” demektedir. Kürdler,
Kürdlerden, Kürdçe’den söz ettikleri
zaman, Kürd halkıyla, Kürd toplumuyla ilgili kolektif haklar dile getirdikleri zaman “kimlik siyaseti”ne karşıyız
diye açıklamalar yapmaktadır. CHP
Genel Başkanı Kemel Kılıçdaroğlu, 15
Şubat 2013’de yaptığı bir açıklamada
da “anadilde eğitim toplumu böler” demektedir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini,
Kürd kimliğini gizleme ve reddetme
siyaseti olarak algılamak ve değerlendirmek gerekir. Aslında bunu kimlik
siyaseti kavramıyla değil, yaranma
siyaseti kavramıyla değerlendirmek
daha doğrudur.
Dersim’li bir Kürd olduğu, Zaza Kürdü olduğu kamuoyu tarafından yakından bilinmektedir. Ama Kemal Bey,
Türkmen olduğunu, Horasan’dan geldiklerini ileri sürmektedir. Bu, kendi
kimliğini gizleme, kendi özüne yabancılaşma, özünden kopma, kendi özünü
aşağılama siyasetidir. Bunu kısaca,
egemen güçlere yaranma siyaseti olarak değerlendirmek gerekir.
1937-38 Dersim soykırımında Nazımi
ye’de oturan ailesinden çok büyük kayıplar olduğu da vurgulanmaktadır.
Bu durumu, Barış ve Demokrasi Partisi Muş Milletvekili Sırrı Sakık çok
açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Sırrı Sakık, Kemal Kılıçdaroğlu’nun,
“anadil ülkeyi böler” açıklamasından
sonra, şöyle söylemektedir: “Kemal
Bey de Kürd’tür. ‘Anadilde eğitim ülkeyi böler’ diyor. Beyazlara mesaj vermek istiyor. Ama elini uzattığında o
siyah derisi gözüküyor. Çünkü o da bir
zenci…” (Taraf, 18 Şubat, 2013)
Kürd kimliğini gizleme, özünden
kopma, özüne yabancılaşma denildiği zaman, Mehmet Bayrak’ın, Elif
Sonzamancı’ya verdiği röportaja bir
defa daha göz atmak gerekir. Burada
Mehmet Bayrak Hoca, “Horasan’dan
geldik” anlayışına tarihsel bir anlatıyla açıklık getirmektedir. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin Aygün,
Kamer Genç gibi Dersim milletvekillerinin, “Kürd değiliz, Horasan’dan
geldik” anlayışı, bu röportajda değerlendirilmektedir.(www.kurdinfo.com,
8.12 2012)
Kimlik söz konusu edildiği zaman,
Kürd kimliğinin gündeme getirildiği
açıktır. Ama bu, çoğu zaman açık bir
şekilde ifade edilmemektedir. Bu çerçevede üç yazının daha değerlendirilmesi önemlidir.
Mehmet Baransu, 31 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Dersimli
Karadayı” başlıklı bir yazı yayımladı.
Bu yazıda, 1994-1998 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan,
Em. Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın
Dersimli olduğu vurgulanmaktadır.
Bu açıklamaya kadar, İsmail Hakkı
Karadayı’nın Çankırılı olduğu, bir
Türk olduğu vurgulanırdı. Mehmet
Baransu, bu yazısında, İsmail Hakkı
Karadayı’nın ailesinin, 1930’ların başında, Dersim, Pülümür’deki bir direniş sonunda, Dersim’den Çankırı’ya
sürgün edildiğini vurgulamaktadır.
Kişi olarak bu yazının, Kürd kimliği
algılamalarına açıklık getirdiği için,
çok değerli olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Baransu- Şenol Kaluç
Mehmet Baransu’nun bu yazısını, Şenol Kaluç eleştirdi. Şenol Kaluç, 26
Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde,
“Baransu’nun Anlamak İstemediği”
Aslında her iki yazarın da, gizledikleri, gizlemeye özen gösterdikleri,
Dersim’in, Karadayı’nın Kürd kimliğidir. Alevi kimliğinin gizlenmesi diye
bir durum söz konusu değildir.
Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk milleti
odak noktasında, yeniden organize
etmek düşüncesini, tasarımını hatırlamak gerekir. Adriyatik Denizi’nden,
Orta Asya içlerine, hatta Büyük
Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak, ama bu imparatorlukta sadece
Türkler yaşayacaktı.
Böyle bir tasarımı gerçekleştirmek
için, Rumlar sürgün edilecek, Ermeniler, tehcir adı altında tamamen yok edileceklerdi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar, Müslüman
Türk eşrafın denetimine verilecek,
böylece, Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacaktı.
Yine bu tasarım çerçevesinde, Kürdler Türklüğe, Kızılbaşlar, (Aleviler)
Müslümanlığa asimile edileceklerdi.
Böylece İmparatorluk içinde yaşayan
herkes Türk olacak veya Türkleşmiş
olacaktı. Müslümanlık Türk olmanın
çok önemli bir koşuluydu.
İttihatçılar, Rumlarla ve Ermenilerle
ilgili sorunları Birinci Dünya Savaşı
sırasında hallettiler. Savaş başlar başlamaz, Karadeniz havalisindeki Rumların-Pontusların,
Kapodokya’daki
Rumların, Ege’deki Rumların sürgünü
başladı. 1915 baharında, 3-4 ay gibi
kısa bir süre içinde, bir milyondan fazla Ermeni tehcirle soykırıma uğratıldı.
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu,
şüphesiz, İttihat ve Terakki döneminde başlatılmıştı. Ama gerek İttihatçılar gerek Kemalistler Ermenilerle
ve Rumlarla olan sorunların hallinde
Kürtlerin de yardımına ihtiyaç duydular. Yakındoğu İşleri ile İlgili Lozan
Anlaşması’nın imzalanmasıyla Türki-
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ye Cumhuriyeti’nin varlığı uluslararası
bir anlaşmayla garanti altına alındıktan sonra Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu da sistematik olarak başlamış
oldu. Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimilasyonu da öyle.
Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonları beraber yürüyen bir süreç. Dersim’de iki sürecin de
birlikte başlatıldığı görülüyor.
Dersimlilerin önemli bir kısmı 193738 soykırımının Alevi kimliğini yok
etmek için yapıldığını vurguluyorlar.
Kimlik söz konusu olunca “Aleviyiz”
diyorlar, Kürdlükten hiç söz etmiyorlar. Ayrı bir etniymiş gibi “Kürd değil
Zazayız” diyorlar. Hâlbuki Dersimliler
de Zazaki konuşan Kürdlerdir. Bu konuda Malmisanıj’ın, Munzur Çem’in,
Roşan Lezgin’in yazıları, görüşleri elbette çok değerlidir. Vate yayıncılık,
www.zazaki.net de öyle…
ERZINCAN ABRENK VANK MANASTIRI
burası erzincan tercan ilcesi yakınında eski ismi Abrenk yeni
ismi üçpınar köyü sınırları içinde dağın tepesinde olan büyük
bir kilisedir ismi vank manastırı eskiden bu köy büyük bir
ermeni köyümüş - Seren Kızıl
Aleviler sadece Dersim’de mi yaşıyor?
Türkiye’de çok yerde Aleviler yaşıyor.
Neden sadece Dersim’deki Alevilere
soykırım yapılıyor? Bu elbette Kürdlükle ilgili bir durum. Kürdlerin asimilasyonu ile ilgili bir durum. Yazarların
Aleviliğe vurgu yaparken Kürdlüğü
göz ardı etmeleri ve buna özen göstermeleri dikkatlerden kaçmamaktadır.
Ayrıca soykırımdan sonra geriye kalan
Dersimlilerin bir kısmı da Türkiye’nin
orta ve batı yörelerine sürgün edildiler.
Çorum, Balıkesir, Manisa gibi yörelerde de Aleviler yaşıyorlar. Temel sorun Alevilik olsa Aleviler, Alevilerin
yaşadığı bölgelere sürgün edilir mi?
Hâlbuki sürgünlerin esas amacı da
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuydu.
Sürgünler asimilasyon için elverişli bir
ortam yaratıyor.
İsmail Beşikçi Vakfı
Adres: Kuloğlu Mah. İstiklal
Cd. Ayhan Işık Sok. No: 21/1
Beyoğlu / İstanbul
Tel: +0212 245 81 43
Fax: +0212 245 71 40
www.ismailbesikcivakfi.org
[email protected]
Kütüphane Çalışma Saatleri
Her gün (Pazartesi hariç)
10:00-19:00
Tarihin İlk
Devrimci Devleti Deylemistan
Bu kitap; Tarihte Toprak Sorununu
Köylüden Yana Çözen İlk Devleti
anlatmaktadır.
- Deylem Pirlerinin öncülüğünde
Deylem halkının mülkü nasıl toplumun ortak malı yaptıklarını,
- Köleci Toplum döneminde köleliği
nasıl yasakladıklarını,
- Abbasiler, Samanoğulları, Gazneliler ve Karahanlılar’ın birleşik ordularının Karahanlılar imparatoru
Buğra Han’ın komutasında Deylem
Devleti ile nasıl savaştıklarını,
- Deylem Devleti’ni yıkmak için tarihi İpek Yolu’nun güzergâhını nasıl
değiştirdiklerini anlatmaktadır.
Ederi: 10 tl.
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kavram Bin Kırım​
Yanılsamalar-2
şeh’d
olup Tanrı adına, Tanrı aşkına ölmek
yada öldürmek durumunda erişilecek
bir mertebedir(!)
Arapça: şeh’d
Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda
ölen kimse
Atasözü, deyim ve birleşik fiiller
şehit düşmek (veya olmak)
şehit edilmek
Birleşik Sözler
görev şehidi / vazife şehidi
Etimoloji
Arapça kökenli şehadet sözcüğü Arapçada "tanıklık" şehit de "tanık, şahit"
anlamına gelir. Şehadet sözcüğünün
Türkçede tanıklık anlamında kullanımı yok olmaya yüz tutmuştur. Bununla birlikte şehit sözcüğünün tanık
anlamında kullanımı "şahit" formunda
devam eder.
Hıristiyanlık
Ana madde: Hıristiyanlıkta şehitlik
Ali Kanlı
besine yükseltilmişlerdir.
İslam
Ana madde: İslam'da şehitlik Şehadet, İslam dininde Allah yolunda vefat etmiş bir müslümana verilen isim
ve makamdır. Kur'an'da sıklıkla bu
kimselerin kurtuluşa erdiği, ahiretteki
makamlarının diğer insanlardan üstün
olacağı belirtilir.[7][8]
« "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler"
demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak
siz bunu bilemezsiniz." (Bakara: 154) »
Hanefi mezhebinde şehitlik
Hanefi mezhebi alimlerinin görüşlerine göre şehitlik üçe ayrılabilir:
• Dünya ve ahiret için şehit olanlar:
Bunlar İslam dini için savaşlarda veya
işkencede ölenler gibi, inançları nedeniyle öldürülen kimselerdir.
Önemli Hıristiyan şehitlerinden Sebastian
Hıristiyanlıkta şehadet kavramı savaşta ölenlerin aksine daha çok inancı nedeniyle -genellikle zulüm görerek- öldürülen din büyüklerini tanımlamakta
kullanılır. Hıristiyan şehitlerinin büyük bölümü Roma İmparatorluğu'nda
Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı
dönemlerde öldürülen erken dönem
Hıristiyanlarıdır. Hıristiyan şehitlerinin bir kısmı azizlik ve azizelik merte-
• Ahiret için şehit olanlar: Bunlar yine
İslami inançları nedeniyle fiziksel zulüm görmüş ve bunun neticesinde,
hemen değil de sonradan vefat etmiş
kişilerdir. Bu kimseler sonradan vefat
ettikleri için geride kalanlar tarafından
şehit olarak kabul edilmeseler bile ahirette şehit muamelesi göreceklerdir.
• Dünya için şehit olanlar: Bunlar dünyada, görünüşte İslam dini için ölmüş
gibi gözükse de niyetleri farklı olan
kişilerdir. Bu kimseler öldükten sonra
geride kalanlar tarafından şehit olarak
anılsalar bile ahirette şehit muamelesi
görmeyeceklerdir.
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacagı
gibi Şehitlik yada Şehadet dini kökenli
Öz itibariyle Şehit kavramı: İnsani
ölmeye yada öldürmeye motive etmenin bir aracından başka bir şey degildir.
Kendisine devrimciyim diyen örgüt
ve guruplarda Şehitlikten, Şehadetten dem vururlar. Devrim Şehitleri
gibi ne idügü belirsiz kavramlar da
kullanırlar
Öyle bir paradokstur ki: kendilerinin inanmadıkları Cennet denen
sanrıya bilet keserler.
Çünkü aslolan onların kumdan şatolarının idamesidir.
Antik Yunan´da
Savaşanlar soylulardı. Savaşlara gider esir ve ganimet getirirlerdi.
Elde ettikleri esir ve ganimet oranında da zenginleşirlerdi.
Nice ki: Savaşlardan yenik döndüklerinde kolsuz, bacaksız kalanların
sayıları artar ve savaşamayacak
durumda oldukları için ellerindeki
varlıklarını da kaybederek soysuz(!)
laşırlar.
İşte o zaman yeni bir formül arayışına girerler Antik Yunan Egemenleri.
O zamana kadar sadece karşılıksız çalıştırdıkları köleler üzerinden
yeni bir dünya kurmanın planlarını
da yaparlar
Artık savaşçılar Soyluların kendileri degil; onlar adına savaşacak olan
Köle Çocuklarıdır.
Bugünün kriterlerine vurdugumuzda Avam Kamarası (Halk) dedigimiz geniş toplumsal tabandan beslenen bu sistemle halk çocuklarına
cennet vaadiyla iki metre amerikan
bezi karşılıgı ölüm yolları döşenir..
Bu vaadin adI ŞEHADET YOLUYLA GİDİLECEK CENNETTİR. ve
en gericisinden en ilericisine hep o
nakarat yinelenir…
Şehitler Ölmez !!!!!!!!!....
söyletenler sistemin sahibi
bizden hatırlatması
söyleyenedir asıl ayıbı
Mart 2013
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir resmi
görüşümüz
daha mı oluyor acaba?
Yetvart Danzikyan
(Radikal) 4 Mart 2013
“Süreç” zarar görmesin diye neredeyse
çıtımızı çıkarmıyoruz. Ancak Öcalan’ın
“Anadolu” çözümlemeleri, üzerinde durulmayı hak ediyor.
Abdullah Öcalan ile BDP Heyeti’nin
geçtiğimiz hafta İmralı’da yaptığı görüşmenin –önemli bir bölümünün- basında
yayınlanmasıyla önümüzdeki sis perdesi
biraz daha aralandı. Kayıtlar son dönemde Öcalan’ın ne düşündüğünün bilinmesi
açısından önemliydi. Kayıtların yayınlanmasını kimin istediğini öngörebilmek
de –polisiye yöntemlere başvurmamak
kaydıyla- önemliydi elbette. Zira kayıtlar aslına bakılırsa bir değil iki kesimi de
–taktikten çok perspektif açısından- bir
miktar zorda bırakan bir muhteva taşıyor. Bunu biraz sonra açmaya çalışacağım. Gelen tepkilerden AKP ya da devlet
içindeki bir başka rakip kanadın böyle
bir girişimden yana olmadığı anlaşılıyor. (Erdoğan’ın Milliyet gazetesine yönelik haber özgürlüğüne saldırı niteliği
taşıyan sözlerinin medya üzerinde yeni
bir baskı anlamına geldiğinin de altını
çizelim bu arada) Özetle kayıtlar “sürecin” bir miktar daha şeffaflaşmasını ve
Öcalan’ın kafasında neler olduğunu bir
parça -ve kopuk kopuk- da olsa öğrenmemizi sağladı.
Ne öğrendik peki? “Çekilme şartları”
gibi taktik meseleler hayli yazıldı çizildi, o bölüme girmeyeceğim. Yukarıda da
bahsettiğim gibi “perspektif” açısından
ilginç sözler var. Onlar üzerinde durmaya niyetliyim. Öncelikle: Öcalan’ın
AKP/MİT-Gülen çekişmesinde açık biçimde AKP-MİT’in yanında yer aldığın
ayan beyan gördük. Bu elbette ki gayet
normal. Zira süreci başlatan AKP, yürüten de MİT’tir.. Geride bıraktığımız
aylar boyunca sürece muhalefet eden de
–bunu açıkça söylemeseler de- yapılan
hamlelerden anladığımız kadarıyla iktidar blokunun diğer ortağı idi. Öcalan bu
çekişmede kendine önemli bir rol biçmiş,
hatta bir cemaat darbesini kendisinin önlediğini söyleyecek durumda. Bilemiyorum, bu bakış açısında belki de aylardır
MİT görevlileri (muhtemelen başkanı)
ile temasta bulunmasının rolü vardır. Bu
normal dedik ama doğrusunu isterseniz
bu konu üzerinde bu kadar fazla durma-
sı, yerini bu kadar kalın çizgilerle ve defalarca belli etmesi, ilginçti.
Keza Başkanlık konusunda da Erdoğan
ve AKP ile benzer bir frekans içinde
olduğu görülüyor. Öcalan’ın. Ancak öngördüğü ABD tipi bir başkanlık. Senato
ve halklar meclisinden müteşekkil ikili bir yapı. AKP’nin ise böyle bir yapı
öngörmediği açık. Onların kafasındaki
bildiğiniz gibi “Türk tipi” bir başkanlık
modeli.
Ve en önemlisi: iki halkı birarada tutacak “değer” meselesi. Burada da
Öcalan’ın Erdoğan tarafından uzun süredir meydanlarda dile getirilen “hepimiz Müslümanız” formülüne ara ara göz
kırptığını görebiliyoruz. “Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var, geliştirin” gibi
sözleri ve Altan Tan’ı neredeyse bu işle
görevlendirmesi, önemli. Fakat burada
da kalmıyor Öcalan. Selçuklu dönemindeki Türkmen isyanlarına kadar gidiyor
ve bu Türkmen meselesinin de gözardı
edilmemesini, buna da yoğunlaşılmasını
istiyor. Bunun için görevlendirdiği isim
de bir Adıyamanlı olan Sırrı Süreyya
Önder.
Ve tabii bence en dikkate değer bölümler. Kürtlerin dindarlığı ve Ermeni, Rum,
Yahudi lobileri ile ilgili sözleri yani. Şuraya kadarki her şeye “eh, olabilir” desek
bile, burayı es geçmek artık mümkün değil. Kürtlerin yaşadığı gizli İslam’ın engellenmesi, Erdoğan’ın İslam’ı kullanan
kapitalist tekelci işadamları tarafından
idam fikrine yönlendirilmesi bölümünde “Hangi güçler?” sorusuna birdenbire
“Ermeni lobisi etkili, 2015’te gündem
olmak istiyorlar” diye verdiği cevap mesela. “Anadolu İslamlaştıktan sonra bin
yıllık bir Hıristiyanlık öf kesi var. Rum,
Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia
eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde
elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar.”
sözü var, keza. Bunun devamında Kürtlerin devletten dışlanmaları konu başlığında “Mustafa Kemal de başta yer veriyor. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni
ve Rumlar ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa
o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel bir devlettir. Bin yıllık gelenektir”
sözü var, mesela.. Başka bir yerde ama
aslında bu bölümün devamı olabilecek
sözler de var: “Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Sıradan lobiler
değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum
lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3’ü de Anadolu çıkışlıdır.”
sözleri var. Son olarak Gülen cemaatinin
dayandığı isim olan Said-i Nursi’nin doğduğu köyün bir Ermeni köyü olduğunun
altını çizmeye gerek duyması var, ki bu
AKP/MİT-Gülen cemaati çekişmesinde
hayli ilginç bir yere oturuyor.
Bütün bu sözlerde iki rahatsız edici yan
var. İlki, başta dediğim gibi AKP’nin
“İslam temelli birliktelik” bahsine zaman zaman göz kırpması. Bunda rahatsız edici yan nedir ki, denirse, çok basitçe şunu söylemek mümkün: toplumda
yeni bir hiyerarşinin kurulmasını meşrulaştıran sözler bunlar. Tamam, bunların
taktik icabı edilmiş sözler olma ihtimali
de var. Ancak Öcalan’ın eskiden beri bu
tip konulara da yoğunlaşmış biri olduğunu biliyoruz. Yani öyleyse bile bunun
bir evveliyatı var. Ama hayli geliştirmiş.
Bununla bağlantılı olarak ikincisi de
taktik icabı değil, gerçekten böyle düşünüyor olabileceği. Bu daha problemlidir
zira -bilmem açıklamama gerek var mı?bunlar zaten kurucu otoritenin ve onun
sağ versiyonunun yıllardır söyleyip durduğu, sol çevrelerde de -başka bir yönüyle- yankı bulmuş düşüncelerdir ve resmi
görüşün önemli bir ayağını oluşturur.
Kendine “yabancı” gelen her şeye şüpheyle bakan, topraklarına göz koyduklarını düşünen zihniyetle ilgilidir.
Kurucu otorite bunu öyle sağlam temellerle atmıştır ki bu ülkeye, bu “korku”
neredeyse her siyasal akımda kendini
belli eder. AKP’de temsil bulan sağ kanat, MHP’de temsil bulan milliyetçi kanat ve CHP’de temsil bulan kurucu otoritenin sosyal demokrat sos dökülmüş
hali olan kanadı geçtim, kimi sosyalist
akımlarda bile (Yalçın Küçük’ün bu Sabetay işlerine bulaşmadan önce –sosyalist- olarak gördüğü ilgiyi hatırlayın) bu
düşüncenin izleri vardır.
Burada duralım ve gelelim en kritik meseleye. Şu var: Beri yandan da bilhassa
son beş-altı yıldır bölgedeki siyasal Kürt
hareketinin hiç de bu yukarıda saydığım
argümanlarla konuşmadığını, tam tersine –bilhassa bölge bahsinde- Ermeniliği, Süryaniliği de içine alan daha geniş,
daha kapsamlı bir politika dili geliştirdiğini hatta bunu uygulamaya geçirdiğini
de biliyoruz. Zaten siyasal Kürt hareketinden beklenen de buydu, budur. Ve bu
performanslarıyla bu topraklarda başka bir iklimin de geçerli olabileceğinin
ipuçlarını verdiler..(Her ne kadar Sırrı
Sakık’ın bu iklime ters bazı açıklamaları
olup, sonradan özür dilediyse de) Yine
Ahmet Türk’ün 1915’te olup bitenlerde Kürtlerin oynadığı rolle ilgili biraz
da “resmi” bir hüviyet taşıyan özrü de
dikkat çekiciydi (Her ne kadar bu özrü
birdenbire masaya bir tabak koyup, almazsak ayıp olacakmış havasında öne
sürdüyse de..)
Özetle siyasal Kürt hareketinin girdiği
dinamik, bilhassa son birkaç yıldır, bambaşka bir havadaydı.(Bu arada “özür”
konusunda şu makaleye de bakmanızı
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
öneririm: “Özür dilemek, ‘bildiğiniz gibi
değil’-Ayda Erbal http://azadalik.wordpress.com/2013/02/01/ozur-dilemek-bildiginiz-gibi-degil/)
Dolayısıyla önümüzdeki mesele şudur.
Öcalan bu sözleri her ne sebeple söylemiş olursa olsun. Öncelikle: siyasal
Kürt hareketinin bu sözlerde bir problem olduğunu kabul etmesini beklerim.
(Bekleriz diyecektim ama nihayetinde
kimse adına konuşmuyorum) Evet biliyorum Öcalan’ın bu hareketteki rolü
düşünüldüğünde hareketin üyelerinin bu
sözlere karşı çıkmasını beklemek, nasıl
diyeyim, belki de çok gerçekçi olmaz. O
vakit daha kritik olan bir başka soruya
geçiyorum. Eğer öyleyse bu sözler (ve diğer görüşler) siyasal Kürt hareketinde de
–aynı AKP gibi, her eğilimi barındıran,
yutan- bir “resmi görüş”ün yavaş yavaş
oluştuğu anlamına mı gelecektir?
Biliyorum, reel politik alanda “çok büyük” işler dönerken bu sorularla çok
az insan ilgilenecektir. Evet müzakere
sürecinin başarıya ulaşmasını hepimiz
istiyoruz. Sürecin öneminin elbette ki
farkındayız. Zaten süreç zarar görmesin
diye neredeyse çıtımızı çıkarmıyoruz.
Kaldı ki, “Bakmayın olup bitenlere, süreç yürüyor” analizleri yazmayı ben de
çok isterim. Bir yönüyle de durum böyle zaten. Fakat bu tür meselelere zamanında reaksiyon vermezsek, sözümüzü
yutarsak, gidilen yer, “herkesin” yeri olmaz. Madem Öcalan “azınlıklar”dan da
destek istemiş, bu sözlere kulak vermesinde fayda var.
Sevag tel örgülerden hala bize bakıyor..
Bir 24 Nisan günüydü. Batman Kozluk’ta
askerlik yapan Sevag Balıkçı, birliğindeki –ülkücü görüşleriyle bilinen- bir arkadaşının silahından çıkan kurşunla can
verdi. Olayın hemen ardından “kaza değildi” yönünde ifade veren bazı tanıklara
rağmen sanıklar ve diğer tanıklar bunun
bir kaza olduğunu söylediler. Mahkeme
de davanın başından beri bu senaryoya
daha fazla ağırlık verdi. Geçtiğimiz hafta Balıkçı cinayetinin duruşması vardı.
Müdahil avukatlar dosyanın genişletilmesini istediler. Ancak bu talep kabul görmedi. Mahkeme heyeti, müdahil
avukatların taleplerini “davayı uzatmak
amacıyla yapıldığı” gerekçesiyle reddetti. Avukatlar esasa ve savcının mütalaasına ilişkin savunma yapmak için zaman
istedi. Bunun üzerine mahkeme heyeti
duruşmayı 26 Mart’a erteledi. Dolayısıyla dosya olayın bir “kaza” olduğunun
hükme bağlanması yönünde hızla ilerliyor. Yani, bir dosya daha yavaş yavaş
usulunce kapatılıyor. Ve Sevag hala o tel
örgülerin ardından bize bakıyor.
HER CEMEVİ YIKILSIN..
KALINTILARI DA YAKILSIN…
Serkan Güzel
Cemevi, Alevilerin zikir yaptıkları, Hak ile batıl alanı ayırdıkları, ölmeden
önce öldükleri, sorguya çekilip soruldukları ibadethânedir.
Alevilerin ibadethane diye adlandırdıkları yeri sorgulamak bizlere düşmez.
Devletin görevi insanların dini inançlarını belirlemek değildir. Devletin görevi insanların inançlarını özgürce yaşamalarını sağlamaktır. Hükümetler
“senin inancın aslında yok” deme yetkisine sahip olmamalı. Biz halk olarak
hükümetlere böyle bir yetki vermedik. Musevi, Hıristiyan, Müslüman nasıl
devlet güvencesi altında ibadet edebiliyorsa, Aleviler de aynı rahatlıkta ibadet
etmelidirler. Ak Parti hükümeti; bir dönem türbanlı kadınlara yapılan baskı ve
aşağılamaları unutmuş olmalı. Aslında inanç özgürlüğünü en çok savunması
gereken parti Ak Partidir. Baskı ve ötekileştirme ile sağlıklı bir sosyal yaşam
kurulamayacağını en iyi hükümetimiz biliyor olmalı.
Aslında bu sorunun cevabı hükümetimizden çok bizlerdedir. Çünkü politikacılar sokakta karşılığı olmayan bir söylemde bulunmazlar. Bu ülkede çoğunluk
Aleviliği istemiyor Öyle bir inancı kabul etmiyor saygı da göstermiyorlar. Bu
nedenle Başbakanımız Alevilik karşıtı bir söylemi rahatça dile getirebiliyor.
Çünkü çoğunluk bu duyduklarıyla mutlu olup rahatlıyor. “Oh be” diyorlar
“işte Alevilik diye bir şey yokmuş.” Tıpkı Kürt meselesi gibi; yok denince
yok olmuyor işte. İstemediğimiz şeyler hakkında komplo teorileri kurmayı da
çok severiz. “Aleviler aslında Ermeni (sanki Ermeni olmak kötüymüş gibi)”,
“Alevilik diye bir şey yok bu tamamen dış güçlerin oyunu”, “İslam dünyasını
karıştırmak için Siyonistlerin uydurduğu bir inanç” ve daha neler söyleniyor.
Çünkü biz inanmıyor ve istemiyoruz.. Fakat Avrupa da; İslami kesime karşı bir hakaret olduğunda yeri göğü inletiyoruz.. Peygamberimizi aşağılayan
bir karikatür çizildiğinde; gururumuz kırılıyor ve öfkeleniyoruz. Neden inancımıza saygı göstermiyorlar diyerek kızıp söyleniyoruz. Fakat beklediğimiz
saygıyı aynı topraklarda yaşadığımız Alevilere göstermiyoruz... Saygı görmek
istiyorsak saygı göstermeyi öğrenmeliyiz…
Aleviler ile aynı ülkede yaşamak istemeyen birileri var maalesef. Aleviliği
Müslümanlığa karşı hakaret sayan bir kitle var. Peki ama Aleviler ne yapmalı?!
Nereye gitmeliler?! Ermeni vatandaşlarımıza yapılan gibi sürgün mü edelim?!
İbadethanelerini yıkalım mı?! Aslında önce yıkalım sonrada kalıntılarını yakalım. Hatta içlerine tüm Alevileri doldurup öyle yakalım ki; gidip başka yere
ibadethane kurmasınlar. Böylesi daha garanti olur. Aleviler bu ülkeyi terk etsinler. Hatta dünyayı da terk etsinler. Uzay turları nasılsa başladı. Parası neyse verelim gidip Marsta yaşasınlar. Türkiye Türk ve Müslümanlarındır. Hatta
tüm dünya Türklerin ve Müslümanlarındır. Henüz uzaya çıkamadık. Olsun
gitmesek bile Mars ve diğer gezegenlerde Türk ve Müslümanlarındır… Aslında biz; diğer Müslüman ülkeleri de beğenmeyiz. Araplarda bize göre pis bir
millet değil mi? Hangi Müslüman ülke ile sağlıklı bir ilişkimiz var? Kendimiz
ile barışık olmayınca böyle yaşamak da doğal oluyor elbette. Tüm Aleviler ölse
üzülmeyecek insanlar var bu ülkede; onlar adına ben utanıyorum. Alevileri
hastalıklı insanlar gibi görmek ne acı ve ne büyük yanılgı. İslam sevgi ve hoşgörü dinidir. Ve bizlerin insan olarak görevi tıpkı hükümetler gibi; başkalarının inancına karar vermek değil, inançlarını dilediklerince yaşamalarını sağlamaktır. Mutlu bir ülkede barış içinde yaşamak istiyorsak önce kendi içimizdeki
kirli düşüncelerden kurtulmalıyız. Korkularımızı bir kenara itmeliyiz. Herkese ve özellikle aynı topraklarda yaşadığımız insanlara saygı göstermeliyiz.
Birbirimize değer vererek yaşarsak daha güçlü, daha mutlu bir ülke oluruz.
Korkularından arınmış, korkusuz; hatta korkan korkutan değil huzur ve güven
veren bir ülke; hayal değil…
Elbette birbirine saygı gösteren insanların sayısı da çok güzel ülkemizde.. Sadece bizler artık konuşmalı ve sesimizi daha çok duyurmalıyız. Korkmadan
ihtiyacı olan herkese yardıma koşmalıyız. Halk olarak başarabilirsek; hükümeti idare edenlerde başka türlüsünü yapamazlar.
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gava ku kevneşopên bingeha olekê
neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên
civakê jî nikarin sedûhedên wê olê
biparêzin!
Belê Sigmund Freud e dêje, „- zarok
di binbîra xwe de pak û zelale. Qirêc
û gemarî û başî ji mezinên xwe hîn
dibe. Kes û cihan eger dostane bin,
hevre nekesî ne mumkun e. Kes bi
mêjoyê xwe û aqlê xwe û bîr a xwe
dewlemend e. Eger kes mêjo yê xwe
re îxanêt neke, ew him ji bo xwe, him
jî ji bo gelê xwe nîmetek mezin e. Her
zarok di mêjo yê xwe de cîhanek mezin e. Jiyana koledarî de zarok di nav
kesên bêkes de zelalî û mezintî ya xwe
wenda dikin.
K e m a l To l a n
Belê birêzan, gelek ji we dizanin ku
min beriya gelek salan gotiye, “ ne
raste ku em timî dîroknas, ilimdar,
oldar, dê û bavên xwe seba kêmasiyên
ketine nav dîroka me sucdar bikin. Bi
dîtina min, îro ji me jî gelek tişt têne
xwastin û divê em ji her demê bêtir
alîkariyê bi rêxistin û tifaqên di nava
civak û netewa xwe de bikin. Tiştê di
vî warî de bikeve ser milên min, ezê
jî weke gelek nivîskar û lêkolînvanên
Êzdiyan li gorî Êzdî nasîn, nêrîn,
zanîn û îmakanên xwe timî li ser wê
derya bîr û bawerên (kevneşopên)
me Êzdiyan û li ser kevnariya dîrok,
ziman û wêjeya Kurdî binivsînim.(*1)”
Ez îro jî dîsa dêjim, gava merivên
temen mezin ava bîra xwe şêlûbikin,
dûre jî ew wê avê bi zarokan bidine
vexwarin û zarok pê nexweşbikevin, ji
vexwarina hemû ava bîran bitirsin û bi
gotina mezinên xwe nekin, hingê bila
mezin jî zarokan gunehbar nekin.......
Vêca, ji ber ku gelek Kurd-Êzdî
girîngiyê nadine van nirxandinên
min, ez niha dixwazim hinek
nirxandinên psîkoanalîtîkî xerîban,
yê mîna „Sigmund Freud, ku bijîşk,
pisporê derûnînasiya kûr û navdarê
psîkoanalîtîka sedsala 20emîn
e“, pêşkêşî we hêjayan bikim û
hêvîdarim ku hûn bala xwe bidine vî psîkoanalîtîkî, ka wî çi li ser
pirsgirêkan „derûnînasiya kûr „
gotiye?
Her bav û dê dixwazin zarokên xwe
di malbata xwe û dibîstanan de baş
perwerde bikin, lê çawa?
Malbat bi hezar salan demek dirêj
bindestên îdeolojiya olan û îdeolojî
ya fermî a devletan de bi rewşa
kewneperestî de helak bûn. Çawa
zarokan perwerde dikin? Her dem bi
hem demî dîrok li ser sîstema koledarî
dimeşe û jiyan bi ol û edetên wan her
dem carî dike.
Sîstema koledarî , doh û îro li ser
çerx a qedera bindestan dilîhze. Ew
şervanên koledarên xwene. Mirovên di
jiyanê de cîh digire, bi wî şeklê dije.
Hemu malbatan de dijîn û zarokên
wan hene. Pêwîste ki ew hemû
zarokên xwe perwerde bikin. Zarok di
mal de bingeha jiyan a xwe ava dike.
Binbîra xwe jî bi vî ava çê dibe.
Ege mirov hêsîre binbîrê xwe be karê
wî û azadî ya xwe rast na meşe. Dema
yekemîn de mirov ger binbîra xwe pakij bike û bigihîşe cax û demsala xwe.
Mirov çawa ji xwe û ji kewneperestî
ya xwe azad dibe?
-Azadî, xewn, xeyal nayê standin,
nayê kirandin û firotin, lê mirov
dikare xewn, xeyal û azadî bije. Jiyana
azad bi kesitî ya azad mumkun e.
Mirov dikare xwe azad bike, lê nikare
kesî azad bike.
Êzidilerin
sorunlarının
tartışıldığı
demokratik
kürsü!.
Mirov ên azad li kesî tade nakin.
Zilamên azad tade li jin û hevalên xwe
nakin. Tade yên di malbatan de dibe
tadeyên zilamên bindest in. Zordest li
zilam ên bindest dikin, zilam ên bindest jî di malbata xwe de tade li jinên
bindest dikin. Tade, kar ê kewneperestan e.
Jin ên kewneperest kar û barên wan jiyan a kewneperestî ye. Ol û sîstem ên
kewn û kewneperest li xwe bar dikin û
bi vî rewşê de zorokên xwe perwerde
dikin. Bo kewneperesti perwerde dikin. Zarok ên xwe ên keç bo bindestî
amade dikin û zarok ên law bo tadekar
ên mêr amade dikin…………..(*2)”
Her wisa Friedrich Hegel jî dêje:
„….xweza û hemû hémanén zanyariyé
berhemén bîra bémerc in, ev jî,
ji derveyî sîndorén bîra merivan
e……………… (*3)“
Min li ser vê bingehê jî û di
*1,rûpel:82 de gotiye: Di Êzdiyatiyê de
xwanê dibe derenca(qedrê) her Xwedan, Milyaket, Cin, Perî, Qenc, Xas
û Qelenderên Xwedê ji hev cûdeye û
wusa jî cîh, qedir û qîmetên wan ji
hevûdinê mestir û bilintirin. Êzdî li
gorî baweriya xwe hêjî gelekî qedir
û qîmetê didine hemî cîh (gir, newal,
dar, çiya, çem, zinar, gelî, şikeft,
çol, xanî, mal û whd.ê) û deverên
ku Milyaket, Xwedan, Cin, Perî û
Qelenderên Xwedê sur û keremetên
xwe şanî Qenc, Xas û Qelenderên
Xwedê kirine û qencên Xwedê lê runiştine îbadeta xwe kirine anjî lê kiras
guhartine pîroz dibînin. Hemû cîhên
Silavgeh, Ziyaret, Qub, Parêzgeh,
Zêw, Mal, Gor, Mezel û whd. li ba me
Êzdiyan gelekî pîrozbun. Me Êzdiyan
ji ber baweriya xwe, hemû tiştên
xweza (ax, av, dar, kevir, agir û whd.)
li wan cîhên pîroz hebu diparast û
disediqand.„
Ez îro dîsan dêjim, eger ku dê û bavên
zarokan van kevneşopên bingeha
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ol û çanda civaka xwe, yên ku ji bo
jiyna bihevûdinêre gelekî girîngen, bi
zarokan re jiyan nekin, zarok û ciwan
nikarin jiber xwe ve sedûhedên civakê
û olê , yên ku girîngin nasbikin û
biparêzin.
Bi dîtina min gava ku, em Êzdiyên
temen mezin pişgiriyê nedine
rizgarîxwazên Kurdistanê, malkomelên Êzdiyan, bi zimanê bavkalan xeber nedin, van kevneşopên
cejin û rojiyên xwe yên ji bo maznayi ya Xwedê, pîroziya Milyaket,
Xas, Qelander û hemû kevneşopên
ola xwe(yên mîna : Êzî, Şêşims,
Xwedanê malê, Şerfedîn, Çilê Zivistan
û Havînê, Xidir Elyas û Xidir Nebî,
Qurbanê, Çarşema Sor, Ziyaret,
Cemayî, dawetnebî û whd.) tevî
zarokan zindînekin û em wan nedine
nasandin, mafê me tûne ku em daxwaza pêşvebirin û parastina wan ji zarok
û ciwanan jî bikin!
Ez dixwazim vê nirxandina ku li
ser “Derûnnasiya komî “ hatiye
gotin,“Kes çawa nêt bike rêvabirî ya
malbat a wî bi gorî wî awayî dimeşe.
Azadi ya civak jî gorî nêt a xwe tê
holê. Ger her kes xwe bi xwe azad
bike ki civak azad be.(*2)„ bînime bîra
me tevan û li ser vê bingehê dêjim, ez
zahf xemgînim ku gelek dezgeh, rojname, kovar, mal, komel û malperên
me Êzdî(Kurd)an, îsal(2013) jî di
çalakî û di ragihandinên xwe de zêde
girîngî ne dane agehdariyên pîroziya
kevneṣopiya cejna Xidir Nebî -Xidir
Eylas jî.
Kemal Tolan- Berhevkar û Xemxwarê
Kevneşopên Êzdiyatiyê
*Çavkanî:
1.Kemal Tolan- Nasandina
Kevneşopiyên Êzdiyatiyê 2006, rûpel
14 .
2.http://ku.wikipedia.org/wiki/Sigmund_Freud
http://ku.wikipedia.org/wiki/
Der%C3%BBn%C3%AEnasiya_
kom%C3%AE
3.http://ku.wikipedia.org/wiki/Georg_
Wilhelm_Friedrich_Hegel
Nişanyan'a
dava açıldı!
Yazar Sevan Nişanyan'a kendi blog'unda
yer alan bir yazı nedeniyle dava açıldı.
Gerekçe: "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama"
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca,
Sevan Nişanyan'ın kendi blog'unda yazdığı bir yazıda, Hz. Muhammed'e hakaret ettiği iddiasıyla ile ilgili 15 kişinin
şikayeti üzerine başlatılan soruşturma
tamamlandı.
1.5 yıl isteniyor
Nişanyan hakkında ''halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen
aşağılama'' suçundan 1,5 yıla kadar
hapis cezası istemiyle dava açıldı. Soruşturma sonucu hazırlanan ve mahkemece kabul edilen yedi sayfalık iddianamede, yazar Nişanyan 'şüpheli', 15
kişi ise 'müşteki' sıfatıyla yer alıyor.
Şüpheli Nişanyan'ın ise hakkındaki
suçlamaları kabul etmediğini ve dava
konusuyla ilgili başka hiçbir sözünün
bulunmadığını söylediği ifade edilen
iddianamede, Nişanyan'ın internet sitesindeki dava konusu yazısına da yer
verildi.
Nişanyan'ın yazısında ''...Bundan yüzlerce yıl önce Allah ile kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve
cinsel menfaat temin etmiş bir Arap
lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir'' şeklinde beyanların bulunduğu
belirtildi.
Savcılık: Sözler Hz. Muhammed'e yönelik
Şüphelinin söz konusu yazısında, İslam dininin peygamberi olan Hazreti
Muhammed hakkında ''Allah ile kontak kurduğunu iddia eden'', ''bundan
siyasi, mali ve cinsel menfaat temin
eden'' ve ''bir Arap lideri'' olduğu yönündeki nitelendirmelerde bulunduğu
anlatılan iddianamede, bu sözlerin Hz.
Muhammed'e yönelik olduğu açık ve
net olduğunun anlaşıldığı kaydedildi.
İddianamede, TCK'nın 216. maddesinde yer alan ''halkın bir kesiminin
benimsediği dini değerleri alenen aşağılama'' suçuna ilişkin düzenlemenin
hukuki yararlılığından bahsedilerek şu
ifadelere yer verildi:
''Kişilerin kendilerini mensubu olarak
kabul ettikleri dinlerinin kutsal saydığı
Allah, melekler, peygamberler, kutsal
kitaplar, cennet, cehennem gibi kavramlar ve bu dinlere ait ibadet yerleri
ile ibadet şekillerine yönelik hislerini
koruma altına almak suretiyle, toplumsal barışın bozulmasına engel olmak olduğu, bu hususun sadece İslam dini için
değil Hristiyanlık ve Musevilik dini
için de geçerlidir.
'Din mensuplarını incitmekten kaçınılması gerekir'
Düşünce ve ifadelerin açıklanması ile
eleştirilerin yapılması sırasında, bu
dinlerin mensubu olan kişilerin dini
inançlarının gereği olan, önem verdikleri değerleri aşağılamaktan ve bu kişileri incitmekten kaçınılması gerekir.''
Özgürlüklerin mutlak olarak sınırsız
kabul edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilen iddianamede, ''bir başka özgürlüğün ihlali noktasına geldiği
takdirde, özgürlüklerin sınırlanmasının
söz konusu olabileceği hatırlatıldı.
'Kamusal tartışmaya bir katkısı yok'
Nişanyan'ın yazısında geçen ifadelerin
başkalarını sebepsiz yere incittiğini,
insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan
kamusal tartışmaya bir katkıda bulunmadığının anlatıldığı iddianamede,
şüphelinin, nüfusunun yüzde 99'unun
Müslüman olan ülkede Müslüman kesimin, değer verdiği, inandığı İslam dininin peygamberi olan Hz. Muhammed'e
yönelik hislerini gereksiz yere incitecek
şekilde dini değerleri aşağıladığı vurgulandı.
Ayrıca söz konusu yazının yayımlanmasından sonra kamuoyunda birçok
kişi ve sivil toplum örgütü tarafından
eleştiri, tepki ve tartışmalara neden olduğu, bu şekilde de yazının kamu barışını bozduğu belirtilen iddianamede,
''Bu suretle şüphelinin ifadeyi açıklama
ve düşünce özgürlüğü ile eleştiri sınırlarını aşarak, halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçunu işlediği ve yazının internette
yayınlanması nedeniyle de söz konusu
atılı suçun basın yayın yoluyla işlendiği
anlaşılmıştır'' denildi.
Nişanyan’ın, önümüzdeki günlerde İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi'nde hakim karşısına çıkması bekleniyor. (aa)
http://www.radikal.com.tr
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)”
kitabı üzerinden 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni
ulusal mücadeleleri, milliyetler ve sömürge
meselesi üzerine bir tartışma...
lıkta kalan çalışmalarının gün yüzüne
çıkmasıyla Kıvılcımlı, “keşfedilen” ilgi
gören tartışılan bir kişi haline geldi. Bu
nedenle Kürdistanlı sosyalistler açısından keşfedilen Kıvılcımlı daha güçlü ve
yakındır.
Klasik Marksizm’in sorunlu alanlarından biri “milli mesele” olageldi.
Bu tartışma halen uluslararası sosyalist
hareket ve onun çekirdeğini oluşturan
Marksist geleneğin yumuşak karnını
oluşturuyor. Ulusları kategorik olarak
ya çok küçümsemek ya da abartmak arasında bir uçtan diğerine savrulan, teorik
ve pratik yalpalama Enternasyonalizm
anlayışını da çöküntüye uğrattı. Tutarlı bir ulus tahlili olamayınca; Küreselleşmenin bayrağı uluslararası sermaye
tarafından dalgalandırılırken, sosyalist
mücadele ulusal sınır ve taleplerin kanallarında tutunmaya çalışır oldu.
Enternasyonalizmi ulusların yok olacakları öngörüsü üzerine kuran sosyalist hareketler uluslar meselesini küçümsemenin bedelini öder gibidir. Öldü, ölecek
diye gün biçilen milliyetçilik, günümüzde ikinci altın çağını yaşıyor...
Kendi toplumlarımızda durum çok daha
trajiktir. Geleneksel sol hareketin bir
bölümü egemen ulus milliyetçiliğinin
- şovenizminin içinde; diğer kesimi de
ezilen ulus hareketinin içinde / kıyısında
yaşamaya çalışmakta.
Bu ironi nasıl gerçekleşti?
Kıvılcımlı’nın çalışmasına gönderme
yaparsak, “ezilen ulus” meselesini 30’lu
yıllardan 80’lere kadar “yedek güç” olarak saptayan sosyalistler, nasıl oldu da
kendileri, ulusal çatışma ve mücadelelerin “yedek gücü” haline geldi?
Ben, Kıvılcımlı Sempozyumu vesilesiyle
Türkiye sosyalist hareketinin bu büyük
teori ve eylem adamını selamlıyor; “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışması
üzerinden bu konuya ilişkin bazı eleştiriler geliştirmek istiyorum.
Kıvılcımlı’nın mirası...
Kıvılcımlı, Marksist metodolojiyi benimsemiş bir devrimci olarak nesnel
gerçekliği teoriye uydurmaya çalışmak
yerine, içinde yaşadığı toplumun orijinalitesini anlama ve buna uygun çıkarımlar
yapmasıyla çağdaşı olan Türkiyeli sosyalistlerden temel çok temel bir farklılık
gösterir.
Bir anekdot
Recep Maraşlı
O’nun başlıca önemli ve özgün çalışmasının diyalektik ve tarihsel materyalizmi
Osmanlı Tarihi üzerinde uygulamasıyla
ortaya çıkan Tarih Tezi olduğu düşüncesindeyim. Doğu Roma, Bizans gibi köklü
doğu kültürlerinin mirası üzerine yükselen Osmanlı Tarihini açıklamaya çalışmakla büyük bir boşluğu doldurmuştur.
Bu kapsamlı çalışma Marksist yazına
ciddi bir katkı iddiası taşır.
Yaşamımın güzel tesadüflerinden biri
olarak, Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet:
Milliyet (Şark)” kitabının, yazılışı üzerinden 45 yıl geçtikten sonra gün yüzüne
çıkışına, kamuoyuyla paylaşılma aşamasına tanıklık ettim.
Günümüzde bile halen birçok sosyalistin
Emin Oktay’ın lise tarih kitapları düzeyindeki bilgilerle hareket ettikleri düşünülürse Kıvılcımlı devasa bir iş yapmış
olmaktadır.
1980 öncesi sosyalist/devrimci hareket
içinde özel jargonlar oluşmuştu. Bunlardan biri de “meseleyi nasıl getiriyor?” biçimindeydi. Örneğin “Sovyetler
Birliği’ni nasıl getiriyor?” dendiği zaman SSCB’yi “sosyalist” mi, “sosyalemperyalist” mi, yoksa “revizyonist”
olarak mı gördüğü kastediliyordu. Bu
sorunun cevabına göre o siyasi akım ya
da kişi, Sovyetçi mi, Maocu, Üç Dünyacı ve ya orta yolcu mu olduğu biçiminde
kategorize ediliyordu.
“İhtiyat Kuvvet” çalışmasının da içinde
olduğu Yol dizisi Türkiye komünist hareketinin, stratejik, taktik ve örgütlenme
sorunlarının tümüne cevaplar arayan;
programatik çözümleme ve önermeleri
getiren çok önemli bir çalışmadır.
Kürtlerin “ulus” olup olmadığı, “kendi kaderini tayin hakkı”na sahip olup
olmadığı; Kürdistan’ın sömürge olarak
görülüp görülmemesi Türk ve Kürt solunu birbirinden ayırt eden temel bir ölçüt
haline gelmişti.
Kıvılcımlı “din” ve “milliyetler” sorununda da toplumumuzun özgünlüklerini
sorgulayan onları sosyalist mücadele ile
organize etmeye çalışan bir çaba ile de
diğerlerinden temel bir farklılık gösterir.
Bizim de özgün bir sorumuz vardı:
“Kürdistan’ı nasıl getiriyorsunuz?”
Ne var ki Kıvılcımlı’nın düşünsel üretkenliği ve başarısı, siyasal pratikte yansımasını bulmuş değildir.
Kıvılcımlı, tam da 1970’lerde kendi öngörüsünü doğrulayan gelişmeler ortaya
çıktığında Kürt ulusal hareketine oldukça mesafelidir. Bu nedenle Kürt devrimcileri üzerinde bıraktığı imaj çok da
olumlu değildir, biraz soğuk ve uzaktır.
Ancak 70’li yıllardan sonra Doktorcu
grupların çabasıyla, özellikle karan-
Rızgari, Özgürlük Yolu, DDKD, Kawa
gibi dönemin belli başlı siyasi yapıları
“Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş
sömürge bir ülke” olduğu tespitini yapıyorlardı. “Türk solu” ise bu teze “sömürgenin sömürgesi olmaz, Türkiye’nin
kendisi de bir sömürgedir”; “Türkiye de
Kürdistan da emperyalizmin ortak sömürgesidir” veya “sömürgecilik tezi ayrılıkçı Kürt burjuvazisinin tezidir” gibi
değişik gerekçelerle karşı çıkmaktaydı.
Giderek Türk solu içerisinde de Kurtuluş, İşçi Cephesi gibi sömürge tezini kabul eden gruplar çıkmaya başladı.
Devrimci-Yol, TKP, Aydınlık, Halkın
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kurtuluşu gibi gruplar ise bu teze şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Kıvılcımlı yanlısı Vatan Partisi, İşsizlik
ve Pahalılıkla Mücadele Derneği (PİM),
Sosyalist gazetesi gibi kurumlarla sık sık
ortak platform veya eylem birliklerinde
bir araya geliyorduk. 1978 yılında bu
gruplardan, “Kürdistan’ı nasıl getiriyorsunuz?” sorusuna;
“Kürdistan’ı müstemleke olarak getiriyoruz!” cevabı duyulmaya başlandı.
Eski Türkçede kullanılan bu “müstemleke” kelimesinin anlamı Kürt gençleri
arasında çok fazla bilinmiyordu. Bunun
muhtemelen Kürdistan’a sömürge dememek için Türk solu tarafından, kafa
karıştırmak amacıyla uydurulmuş yeni
bir kavram olduğu düşünülüyor, biraz da
kuşku ile bakılıyordu:
- “Müstemleke” ne demek?
- Eski Türkçede “sömürge” demek...
- O zaman niye “sömürge” demiyorsunuz da “müstemleke” diyorsunuz?
- Doktor öyle yazmış!..
Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın “Kürdistan’ı müstemleke olarak getirdiği” bir
kitabı olduğu bir efsane gibi dilden dile
dolaşır olmuştu.
Aralık 1978’de İstanbul Bayrampaşa
cezaevinde tutukluydum. Filistinli tutukluların firarı üzerine, idareden saldırı gelişmiş ve sol siyasilerin kaldığı
koğuşlarda direniş başlamıştı. Sonuçta
gittiğimiz her yerde çekirge sürüsü gibi
iz bıraktığımız 100 kadar kişi müthiş bir
kafile ile sürgüne gönderildik. Bir çok
cezaevi dolaştıktan sonra [Sinop cezaevi
yandı, Trabzon cezaevinde tüneller ortaya çıktı vb..] Mart 1979’da Niğde Cezaevine vardıydık.
Niğde’nin bir bölümünde 12 Mart döneminin siyasi mahkumları kalıyordu.
Bizim gelişimizle 68’ ve 76’ iki kuşağından devrimcilerin ilk kez birbirleriyle
tanışmaları açısından ilginç bir deneyim
oluşturdu. Cezaevleri ve sürgünler boyunca Kurtuluş, SGB, Özgürlük Yolu,
DDKD, Rızgari ve Kıvılcımlı yanlısı
gruplardan arkadaşlar “Birleşik Komün”
oluşturmuş, birlikte hareket ediyorduk.
Adet olduğu üzere herkes kendisine “en
yakın gelen” grupların olduğu koğuşlara
pay edilirken, Birleşik Komün’dekiler de
Ertuğrul Kürkçü, Münir Ramazan Aktolga, Orhan Savaşçı, Demir Küçükay-
dın, Dündar Erenler, Oktay Etiman ...
gibi isimlerin bulunduğu koğuşa kabul
edilmiştik.
Demir Küçükaydın’ı Sosyalist gazetesindeki yazıları nedeniyle tanıyordum.
Bir de o yıllarda adeta “kötü yola düşmüş” der gibi hayıflanarak söylenen bir
“Troçkist olmuş!” lafı vardı. Birlikte
geldiğimiz Doktorcu arkadaşlar fısıltıyla
“Demir, Troçkist olmuş!” uyarısı yapmışlardı. Aslında bu, kendisi de “utangaç Troçkistler” olarak nitelenen bir
Rızgarici için extra bir yakınlık işareti
sayılırdı!
Öyle de oldu; Küçükaydın’la daha yakın bir dostluk gelişti. Yine bu vesile ile
Kürdistan’a “müstemleke” diyen kitabın
gün yüzüne çıkışına da tanık oldum. Küçükaydın metni zaten toparlamıştı; ben
de kendisine bu textin daktilo edilmesinde yardım ettim. Tartışarak, yorumlayarak, birkaç kez yazıp okumuş oldum.
“İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” çalışması, Kıvılcımlı’nın hapishanelerde
envai türlü kağıda yazılıp saklanmış,
aramalardan, baskınlardan, operasyonlardan, kaçıp-kovalamalardan korunmuş
yüzlerce sahife el yazmasından oluşan
arşivlerin peyder pey yurtdışına çıkarılması sayesinde kurtarıldığını öğrenmiştim.
Kıvılcımlı’nın yurtdışında, “sosyalist”
bürokrasi tarafından Sovyetlere kabul
edilmemesi, Arnavutluk, Bulgaristan
sınırlarından bekletilmesi, ve yaşamını Belgrad’da bir hastanede yitirme
öyküsü de oldukça trajik ve inciticiydi. Doktor’un bu kez hasta koğuşundan
yazdığı “Kim Suçlamış?” ve “Brejnev’e
Mektup” metinlerinin benim için “İhtiyat Kuvvet” ten daha etkileyici olduğunu
belirtmeliyim.
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
Bu çalışma “TKP’nin Eleştirel Tarihi:
YOL” genel başlığı altında yazılmış 7
ciltlik külliyatın 6. Kitabıdır. İçeriği itibarıyla çok tartışılmış ve ilgi çekmiştir.
Kıvılcımlı bu çalışmayı Merkez Komitesinde tartışılacağını umarak TKP için bir
siyasal strateji ve taktik tartışması olarak
hazırlamıştı.
Kitap tarihsel mekanına uygun bir yerde
1933 yılında Elazığ cezaevinde yazılmış
ve bu atmosferin etkilerini taşımaktadır.
Şeyh Said ve Ağrı isyanlarının henüz
yeni bastırıldığı bir dönemdir.
Kuşkusuz bu çalışmanın yazılış amacına
da uygun olarak tek başına değil Yol serisi bütünlüğü içinde değerlendirilmesi
daha doğru olacaktı. Ne ki, bu denli kapsamlı bir çalışmayı bir makale boyutuna
sığdıramazdım.
Dolayısıyla sadece üzerinde en çok yoğunlaştığım 1915 Soykırımı, Kürt ve Ermeni ulusal mücadeleleri, milliyetler ve
sömürge meselesi üzerinden tartışmaya
dahil olmayı tercih ediyorum.
İhtiyat Kuvvet’i yazıldığı dönemin siyasi
koşullarını, düşünce dünyasını da anlamaya yarayan değerli belgesel olarak
okumak yerinde olur. Döneme ait sosyal
gözlemler; sınıf tahlilleri, gazete haberleri, istatistiksel veriler, bu sürecin anlaşılmasına yardım eder. Böylece zamanla
değişmiş olan koşulları ve ya süregelen
benzerlikleri görerek süreci takip etmede iyi bir nirengi vazifesi görüyor.
“Doğu sorunu”: Kürtler ve Ermeniler...
1969 yılında, bir bilim adamının nesnel
bilgiye dayanması gerektiğini söyleyen
Dr. İsmail Beşikçi, “Doğu Anadolu’nun
Düzeni” kitabında “Doğu sorunu” denen şeyin özünde etnik bir temele sahip
olduğunu, bunun Kürt sorunu olduğunu
yazdığında Üniversitelerden dışlanmış,
cezaevleri serüveni başlamıştı.
1933 yılında ise nesneyi adıyla çağırmanın bir Marksist için birinci şart olduğunu
söyleyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı “İhtiyat
Kuvvet:Milliyet (Şark)” kitabının girişine “Türkiye’deki Doğu sorunu ve Doğu
illeri nesnesi bir milliyet davasıdır!”diye
yazmıştı. Bu “Doğu illerinin evvel ezel
iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan”…
Ermeni sorununun “çözülmüş” olduğunu varsayan Kıvılcımlı, Leninist ilkeler işletildiğinde “Türkiye’nin içindeki
Doğu sorunu genel olarak bir ulusallık
sorunudur, özel olarak Kürt ulusallığı
sorunudur” saptaması yapmıştı.
Ne acıdır ki, bilimsel bilgi üretimi ve düşünce mirasının sonraki kuşaklara aktarımı söz konusu olmayıp, zamanında yazılıp düşünülenler “suskunluk yasası”na
mahkum olunca, nesnenin yeniden keşfi
ve yeni bedeller ödenmesi kaçınılmaz olmaktaydı.
Kıvılcımlı, Osmanlı’da “Şark meselesi”
dendiği zaman bunun “… bugünkü Şark
Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti
veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi” olduğunu yazar.
Kürtlüğü, “Daha ziyade derebey, klan
ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde” yaşayan;
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeniliği ise “Genellikle burjuvalaşan
ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman sermaye
ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz
metalarını İran yaylasından İç Asya’ya
taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık
manzumesi” iki ayrı zümre olarak tanımlar.
Emperyalistlerin dış kışkırtmalarıyla biraz daha alevlenen Kürt-Ermeni çelişkisinin özünde milli ve dini farklılıklardan
çok feodalite-burjuvazi çelişkisi olduğunu belirterek sınıfsal temeline ilişkin
önemli bir saptama yapar.
“Türkleştirebilmek” için İttihat-Terakki
yönetiminin Hıristiyan uluslara karşı açtığı yok etme seferberliğine Kürt feodalitesinin de iştahla katılıp, yararlanması
biçiminde cereyan etmiştir.
Zaten ortaya çıkan sonuç bütün etnik
farklılıkları reddeden sömürgeci bir Türk
ulus devletidir: işbirlikçi Kürt feodalitesi
de bu kalıba girmek istemedikçe bilediği
kılıçtan nasibini yeterince almıştır.
Ermeni sorunu “çözüldü” mü ?
Kıvılcımlı bastırılmış Ermenilik konusunda oldukça önemli tespitler yapıyor:
Günümüzde ise “Doğu sorunu” dendiği
zaman ise artık sadece Kürt sorunu anlaşılmaktadır. Çünkü “Ermeni sorunu
hallolmuştur”!.. Ermeni sorununun nasıl “hallolduğunu” ise Kıvılcımlı şöyle
açıklar:
“Bugün Şark vilayetlerinin “mesame”leri
içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni
ırkından insan var. Fakat bunlar dinleri
ile birlikte dillerini de kayıp ediyor ve
hakim Kürt psikolojisi ve tesiri altında
Kürtleşiyorlar.”
Meşrutiyet burjuvazisi ‘Şark Meselesi’nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike
olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı; birçok sahalarda olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı da Kürt derebeyliğiyle
el ele verdi. “Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir
vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu
katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi
kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla
istifade edenler Kürt derebeyleri oldu.
Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha
rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla
biraz daha şişman oldu.”
Kıvılcımlı’nın tehcir ve kırım rakamlarıyla ilgili yanlış bilgileri olduğu görülür. Katliam sonrası Ermenilerin çeşitli
ülkelerdeki nüfus oranlarını verdikten
sonra çoğunlukla (%77.9 oranında) Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne girdiklerini belirterek artık bir Ermeni sorunu
kalmadığını öne sürer: “Genel olarak
komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik
sorununu da fiilen çözmüş durumdadır”
diyerek nesnel gerçekliğe değil ideolojik
gerçekliğe yaslanır.
Güncel tartışmalar bağlamında baktığımızda 1915 süreci için “soykırım” kavramı kullanılmaz; zaten “Soykırım” ve
“etnik arındırma” kavramları o dönem
henüz hukuk ve siyasi literatüre girmiş
değildir. Buna karşılık bu kavram kullanılmaksızın Ermenilerin yok edilişi
“vahşet ve katliam” olarak nitelendirilmektedir. “Siyasal egemenliği elinde
tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve
beyleriyle el ele vererek, daha yüksek bir
ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen Türkiye’deki kökünü
kazıyabilmiştir.”
Kıvılcımlı’nın belirttiği olgular genel
olarak doğru olmakla birlikte çizdiği
çerçeve sorunludur. Soykırım İttihatçı
Osmanlı yönetimi tarafından planlanan,
Türk kimliğine dayalı bir ulus-devlet
yaratma projesinin parçasıdır. Sürgün
ve soykırım Kürt-Ermeni çelişmesinde
İttihatçı burjuvazinin Kürt feodalitesini
tutarak Ermeni uluslaşmasını ortada kaldırması biçiminde değil; Çok uluslu bir
yapıya sahip olan Osmanlı toplumunu
Kıvılcımlı Ermeni katliamdan kurtulan
Ermeni çalışkanlarını Sovyetler’in şefkatli ellerine teslim etmenin coşkusu
içindedir. Diaspora Ermenileri arasındaki sınıf savaşında burjuvazi bizi ilgilendirmez, Türkiye’de de Ermeni emekçisi
kalmadı, bu konu kapandı diyerek gerçekten kendini avutmuş gözükür.
Böylece o Türkiye sınırları içinde sınıf
hareketi geliştirebilecek yoğunlukta bir
Ermeni emekçi kitlesinin kalmamasını,
“emekçi sınıf yoksa sorun da yok!” gönül rahatlığıyla “işimize bakalım” diyerek içine sindirebiliyor.
Sovyet Devrimi’nin “Ermenilik sorununu” çözdüğünü sanmak belki o günün
koşulları ve bilgileriyle imanlı bir sosyalistin umut ve inancıyla açıklanabilir. Kıvılcımlı yaşasaydı, 90’lı yıllarda
Sovyet Bürokrasisi çözüldüğünde ulusal
çatışma ve sorunların adeta donduruldukları andaki şiddetle hayata geri döndüklerini görecekti.
Ne var ki Kıvılcımlı sadece Sovyetlerle
ilgili yanılmakla kalmıyor, Sovyet Devrimi dışında kalan asıl büyük Ermeni-
liğin yok edilmiş olmasını bir “çözüm”
olarak görme yanlışlığına düşebiliyor.
Ermeni nüfusunun büyük bölümü doğu
Ermenistan’a sığınmadı, yok edildi. Kurtulabilenlerin büyük kısmı mülteci haline geldi. Ermeni ulusu tarihsel anavatanının büyük bölümünden ya kırılarak, ya
sürülerek, geri kalan “kılıç artıkları” da
ebedi bir suskunluğa mahkum edilerek
silinmişlerdi.
Kıvılcımlı’nın soykırım kayıplarına yer
vermemesi, Ermeni tehciri uygulamasından söz etmemesi bilgi noksanlığından
kaynaklanıyor olmalı. Ne var ki Ermenilerin soykırımla yok edilip anavatanlarından sürgün edilmelerini, dayatılmış
kimliklerin içinde yaşamak zorunda bırakılmalarını bir sorun olarak görmeyip,
“Ermeni sorunu çözüldü” diyebilmesi
ise oldukça vahim bir yanlış. Soykırım
ve sürgün politikası bir “çözüm” olabilir
mi?
Tarihsel Ermenistan’ın dışına atılmış
Ermenilerin ulusal istemlerinin “burjuvazinin” çabaları olarak kötülenmesi ise,
günümüzdeki “içerideki Ermeniler iyi,
diaspora Ermenileri kötü” söylemini bir
hayli andırıyor.
Kaldı ki tarihsel haksızlık, sürgün ve
soykırım kurbanı mülteci uluslar sorunu, ulusal sorunların büyük bir bölümünü oluşturur. Dünya gündemini meşgul
eden Yahudi, Ermeni ve Filistin sorunları birer örnektir…
Kemalizm anti emperyalisttir yanılgısı
İhtiyat Kuvvet: Şark’ın önemli bir bölümü Kemalist burjuvazinin Kürdistan’da
yürüttüğü sömürge siyasetinin eleştirisine, çözümlenmesine ayrılmıştır. Oldukça önemli tahlil ve tespitler içerir.
Kıvılcımlı Kemalist burjuvazinin anti-emperyalist olmakla birlikte bunun
göreceli olduğunu ve ayrıca güvenilmez olduğunun da vurgulamaktan geri
durmaz.”Türk burjuvazisinin emperyalizme düşmanlığı, koyunlarını komşusuna sağdırmak istemeyen mal sahibinin
düşmanlığı gibidir.” der ve sorar;
“Kürdistan halkı en beter sömürge baskısı altında inliyor. Acaba hangisi daha
içten ve derinden emperyalizm düşmanı
olabilir? Kuşku yok ki sömürge zulmüne
en çok uğrayan halk...”
Buna karşı yine de Kemalist burjuvazinin anti-emperyalist cephede yer aldığını belirtir.
Kemalizmin en azından bir dönem için
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“ilerici, anti-emperyalist” bir karakter
taşıdığı; azınlıkların (Rumlar ve Ermenilerin), Kürtlerin emperyalizmin oyunlarına alet oldukları görüşü; Kemalizm’in
radikal eleştiricileri tarafından da kabul
edilen ortak bir Türk sol görüşü gibidir.
Bu noktada tüm Kemalist resmi tarihçilerle adeta bir ortak payda oluşmuştur.
Sosyalistler için bu zorlamanın temelinde Türk resmi görüşüyle uyuşma
isteğinden ziyade Bolşeviklerle Kemalistlerin yaptıkları işbirliğini ideolojik
olarak savunma gayreti yatar. Bu gayreti
Kıvılcımlı’da da görmek mümkün.
Kemalist hareket, Osmanlı asker-sivil
bürokrasisinin İttihat-Terakki I. Dünya
Savaşıyla yenilgiye uğrayınca, vaziyete
el koyan ikinci ekibinden başka bir şey
değildir. Yaptıkları şey “milli mücadele” idi ama ezilen bir ulusun anti-emperyalist mücadelesi değil; fetih, talan
ve işgalle ele geçirilmiş yüzlerce yıllık
Osmanlı İmparatorluk coğrafyasından
güvenli bir “ulus devlet” çıkarabilmekti.
Dolayısıyla İttihat-Terakki’nin sürgün
ve jenosidle zaten çok büyük oranda boşalttıkları “Mısak-ı Milli” sınırları içinde tekrar bir Rum ve Ermeni oluşumuna
meydan vermemek için ellerinde, askeri,
siyasi, diplomatik ne olanak varsa sonuna kadar kullanmalarıdır.
Bu bir ulusal kurtuluş savaşı değil, bu
toprakların binlerce yıllık yerli halkları
olan Rumlara karşı Ege ve Karadenizde; Ermenilere karşı Batı Ermenistan ve
Kilikya’da; Nasturilere karşı Hakkari
mıntıkasında yürütülen bir “temizlik”
harekatıdır. Bu harekata Kürt feodal yapıları gibi ulusal önderlikler de önemli
destek vermiştir.
Kemalistlerin savaştan çekilmiş Rusya’daki Bolşevik yönetimiyle işbirliği
yapmaları ideolojik değil pragmatik bir
tercihtir. Örneğin eski İttihatçılar da
Bolşeviklerle içli dışlıydılar. Soykırım
suçlusu Talat’a en yakın desteği Radek
veriyordu; Enver Paşa ise Doğu Halkları
Kurultayı’nın baş köşesine kurulmuştu
bile!
Kürt ulusal hareketi ve Bolşevikler
Kıvılcımlı Kemalist burjuvaziyi güvenilmez bulsa da sonuçta “anti-emperyalist” safların içinde görürken Kürt ulusal
hareketini ise o güne kadar karşı-devrim
cephesinden ayrılamayan, emperyalizmin yedeğine giren bir hareket olarak
değerlendirir.
Yeni gelişen Kürt Ulusçuluğunun ancak
Bolşevik devrimiyle bağlaşıklık kurarak
başarılı olabileceğini, ancak önderliğin
bunu göremediği için Halifelik ve emperyalistlerle işbirliğine girerek kaybettiğini söyler. Oysa Kemalistler Bolşeviklerle aynı saflara katılarak devrimci bir
rol oynadılar görüşünü savunur.
Bu tahlilerde de nesnel durumla örtüşmeyen birçok yan vardır. Kürt ulusçuluğunun önderleri Bolşevik devrimiyle ilişki
kurmak istemediler görüşü yanlış. Ancak
işbirliği tek yanlı olmaz. Şeyh Mehmudê
Berzenci’nin bizzat Lenin’e gönderdiği
yardım isteyen mektupları var. Bolşevikler güney sınırlarını emperyalist bir
müdahaleye kapalı tutmak kaygısıyla
Kemalist bürokrasi ile anlaşmayı tercih
etmişlerdi. Kıvılcımlı, Bolşeviklere toz
kondurmayı aklından bile geçirmediği
için Kemalist bürokrasiye uzatılan elin
eleştirisini değil övgüsünü yapıyor. Oysa
Bolşevizm bayrağına tutunan Rus bürokrasisi, devrimi olabildiğince yaymayı
değil, Rusya’nın eski sınırlarını stabilize
edecek kertede sınırlamayı yeğledikleri
için Kürt ve Ermeni ulusal hareketini
değil, Osmanlı egemenliğini reorganize
eden Ankara hükümetini muhatap kabul
etmişlerdi. Bolşevik yönetimi Kars ve
Moskova (1921) anlaşmalarıyla Ermenistan ve Kürdistan’ın kaderi Kemalistlere
çoktan hediye edilmişti bile...
Kıvılcımlı Kürt ulusçuluğunun önderlik ve muhtevasıyla ilgili doğru tespitler
yapmasına rağmen, Sovyetler’in daha o
an belli olan statükocu dış politikasından
kaynaklanan sorunları saptayamıyor.
Sonuçta Kürt geleneksel önderlik ve sınıfları ikili/ikircikli bir tutum içinde olsalar da esas itibariyle Kemalist hareketi
desteklediler. Böylece Kıvılcımlı’nın
çizdiği şemaya göre Kürt hareketi de
“anti-emperyalist cephe”ye dahil olmuş
oluyor.
Kürt isyanları, Kemalistler mutlak siyasi
iktidarı ele geçirdikten sonra Kürtler için
herhangi bir vaatlerini tutma niyetlerinin
olmadığı ortaya çıkınca patlak vermiştir.
Bir kısım olaylar da zaten isyan değil direniştir. Bunlar önemli bir ayrımlardır.
Bundandır ki Kürt ulusal hareketi, bütün
ağır darbeleri Kemalizm’den yemiş olmasına rağmen, sağ veya sol bütün Kürt
örgütlenmeler parti program ve bildirgelerinde “Türklerle-Kürtler omuz omuza
kurtuluş savaşı yaptıklarından, cumhuriyeti beraber kurdukları”ndan övgüyle
bahsetmişlerdir.
Asıl eleştirilmesi gereken Rum ve Ermenilerin tasfiyesinde Kemalist hareketin
desteklenmiş olmasıdır.
“Yedek Güç” teorisi
Sosyalist devrimlerle, ulusal kurtuluş
mücadelelerini bağdaştırma çabası III.
Enternasyonal döneminin başlıca sorunlarından biridir. “Proletarya devrimi” onun önderi olacağı düşünülen
Avrupa’nın dışına kıyısına düşmüş, buna
karşılık küçük-burjuva ve köylü yığınlarının devrimci enerjisini taşıyan ulusal
kurtuluş mücadeleleri emperyalizmle
çatışan biricik güç konumuna gelmişlerdir. “Yedek güç” veya “ittifak” teorisi
sosyalist önderlerin, proletaryadan bulamadıkları devrimci enerji ihtiyacını,
ulusal kurtuluş mücadelelerinden sağlama zorunluluğundan ortaya çıkar.
1925 Diyarbakır ve 1927 Ağrı ayaklanmalarıyla ortaya çıkan Kürt ulusal devrimci potansiyeli Kıvılcımlı’yı “İhtiyat
Kuvvet”i teorileştirmesinin itici gücü
olmuştur diyebiliriz. Kıvılcımlı bu hareketlerin karşısında Kemalist burjuvazi
yanında yer alan TKP’nin resmi görüşünün dışına çıkarak, bu potansiyelin
devrim mücadelesine kanalize edilecek
demokratik özüne işaret ederek stratejik
bir ayrılık göstermektedir. Ona göre feodalitenin önderliği “denize düşen yılana
sarılır” misali mazlum Kürt emekçilerinin başka çare görememesiyle ilgilidir.
Kıvılcımlı, çalışmasının ana temasını bu
potansiyele nasıl önderlik edilebileceği
ve onu nasıl kavramak gerektiği üzerine
inşa etmiştir.
Sınıf tahlilleri açısından belirleyici ayrım ise; Kürdistan’ın sosyo ekonomik ve
toplumsal geri yapısını “feodal, yarı-feodal” gibi kapitalizm öncesi biçimlerle
tanımlama eğilimine karşı, doğru bir
yöntem olarak; Kürdistan’ın da dünya
ekonomik sisteminin bir parçası olduğunu; zira kapitalizmin en yüksek aşaması
olan emperyalizm çağında, bu sistemin
dışında alanlar olamayacağını savunur.
Zaten Kürdistan’ın bir “sömürge” olarak tespit edilmesinin sosyo-ekonomik
ayaklarından biri de budur.
Kıvılcımlı bu çalışmasında o zamana
kadar yapılmayan, 70 yıllara kadar da
söz konusu edilmeyen biçimde Kürtleri
bir ulus, Kürdistan’ı bir ülke, Kürt ulusal
hareketini de sosyalist devrimin stratejik
yedek gücü olarak değerlendiren ilk kişidir. Yani yalnız onu sosyolojik bir olgu
olarak tanımakla kalmıyor; siyasal rolünü de tartışıyor.
Kıvılcımlı, Kürdistan’ın bütün parçalarındaki Kürt halkının kader birliğini
gören ve gözeten bir anlayışı savunur.
Türkiyeli sosyalist hareketlerin çok baktıkları “diğer parçalardaki Kürtler!...” in
bütünlük içinde ele alınmasını temel bir
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ilke olarak görür. Bu haliyle Kürdistanlı
sosyalistlerin “bağımsız birleşik Kürdistan” şiarına daha yakın durur.
“Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu
demek olan ayrı bir devlet oluşturmaya
karar verme hakkı, … yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün
bir tek sosyal ve siyasal yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun idealleştirildiği gün, Irak ve Suriye’de Kürtleri,
eski zamanın “koç başı” gibi sömürge
halkına karşı tokuşturmakta çıkartan
aynı olan emperyalizm, Kürtlükten layık
olduğu silleyi yemiş olacaktır.”
kendisi açıklar.
“‘Türkiye Halkları’ lafı altında açık seçik provokasyon yattığını nefesim tükeninceye dek ben açıkladım. En çok bana
içerledikleri saklanamadı. Ordunun geniş tarafsız yığını “Kürtlük” umacısı ile
ürkütülerek, ‘Vatan bölünüyor’ çığlığı
altında faşizme çekilecekti.”
30’larda Kürdistan’ı devrimin stratejik
alanlarından bir olarak gören Kıvılcımlı,
1970’de Aydınlık dergisine yazdığı bir
makalesinde Diyarbakır’ı “karşı devrimin” gelişeceği bir merkez olarak görmektedir.
Yedek güç teorisi, hayata geçirilmeye
çalışıldığı pratiklerde de başarılı sonuçlar vermedi, pratikte doğrulanan bir
gerçekliğe dönüşmedi. Ya sosyalist parti
ve kadroların, enternasyonalist perspektiflerini unutarak sadece ulusal kurtuluş
mücadelelerine angaje olmalarına; ya da
genellik köylü veya küçük burjuva tabakalara dayanan ulusal hareketlere sosyalist devrim görevi yükleme gibi kaymalara neden oldu.
“Türkiye’de finans-kapital her şeyden
önce Karşı-Devrimi organize etmekle görevlidir.… Bu dış - devrimin de 2
stratejik şehrini seçmiştir: ADANA DİYARBAKIR... Bu iki Şehrin mihveri,
Arapça - Kürtçe konuşan Türklerin mihveridir. Amerikan emperyalizmi, eski
İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek,
devrimci Türkiye’yi o mihvere basarak
ikiye parçalamak yolunu daha açıkça ortaya koyamazdı.”
Günümüzde ise bu tartışma artık bir hayli eskimiştir.
Kıvılcımlı’nın bu kez eşyanın adını
vermekten kaçınarak “Arapça-Kürtçe
konuşan Türkler” tanımı yaptığı ve bu
halklara “potansiyel emperyalizm işbirlikçileri” iması yüklediği görülür. Cumhuriyet tarihi boyunca, sömürge siyasetinin, darbelerin karargahı olan Kemalist
bürokrasinin mabedi Ankara ise “devrimci bir merkez” olarak sayılmaktadır.
“Devrimci Türkiye”nin ikiye bölünmesi
tehlikesinden söz etmektedir!
Kıvılcımlı “İhtiyat Kuvvet”i terk mi etti?
Yazın konusunda oldukça üretken olan
Kıvılcımlı’nın sonraki yazılarında ne
Kürtlerden ne Ermenilerden ne de “İhtiyat Kuvvet: Milliyet”teki görüşlerinden
hiç bahsetmemiş olması üzerinde durulması gereken bir husustur.
Acaba Kıvılcımlı, bu görüşlerinden vaz
mı geçti; yoksa onları gündemleştirmeyi
yararsız hatta zararlı mı buldu?
Dönemler arasında belirgin bir fark vardır.
Kıvılcımlı’nın en önemli örgütlenme
pratiği olan Vatan Partisi’nin (1952 -57)
ne fikriyatında, ne de fiiliyatında Kürtlerle ilgili en ufak bir ima bulunmaz.
Tersine Komünistlerin ”vatan”ı yoktur
ama VP, Türkiye haritasını bayraklaştırmıştır. Oysa 1930’larda yazılanların
uf kuna bakılacak olursa, 1965’de TİP’in
“doğulu sosyalistlerle” kurmayı başardığı birlikteliği, çok önceden Vatan Partisi
kurmuş olmalıydı.
Kıvılcımlı 60’lı yılların sonlarına doğru verdiği seminerlerde kendisine Kürt
meselesinin, halklar meselesinin hatırlatılması ve tartışmaya çekilmesine büyük
tepki verdiği gözlenir. Kıvılcımlı burada
açıkça Kürt sorununu ötelemesinin temelinde, Orduyu ürkütmemek olduğunu
Dikkatli bir biçimde bakıldığında Kıvılcımlı’nın görüşlerinin esaslı biçimde
değişmediği görülür: O, 1930’larda da
Kemalist burjuvaziyi güvenilmez bulsa
da “anti-emperyalist” safların içinde görüyordu zaten. “Ordu Mustafa Kemali’in
izinden gidiyor, Enver’in değil...,” derken; Ordu’nun “Tarihsel devrimci” bir
rol oynamakta olduğunu ima eder.
Kürt ulusal hareketini de yine / zaten
1930’lu yıllarda “o güne kadar karşı-devrim cephesinden ayrılamayan, emperyalizmin yedeğine giren bir kafasızlıkla
malul görmekteydi. O halde değişen şey,
Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal hareketinin
sosyalist bir devrime yedeklenmesinden
umudunu kestiği, artık bunu olası görmediği olabilir.
Ağabey-Kardeş ilişkisi
Kıvılcımlı’hın diğer bir öngörüsü ise
Türk komünistlerinin “Ağabeyilik” yapması ile ilgiliydi. Kürt proletaryasının
bir Kürdistan Komünist Partisi’ne ihtiyacı olduğunu “Fakat böyle bir örgütün kurulması için deyim yerindeyse,
ağabeylik görevinin Türkiye Komünist
Partisi’ne düştüğünü” söylemekteydi.
İlk bakışta dostça görünen bu söylemde
biraz tepeden bakma, “gelişkin ve ileri”
Türk’ün, “geri ve cahil” Kürde akıl, yol
yordam öğretmesi, ona kol kanat germesi
gibi bir büyüklenme yüklüdür.
Böyle bir hiyeraşi, bağlı-bağımlı ulus
ilişkilerinin bir başka düzlemde üretilmesi ve bir tür vesayet ilişkisi anlamına
gelir.
Doğrusu eşit bir ilişki; göz ve kulak mesafesinden bir diyalog olmasıdır. Her iki
tarafın da birbirinden öğrenecekleri, öğretecekleri çok şey olacaktır. Böyle bir
yol arkadaşlığı da zaten mevcuttur.
Neyseki Türk ve Kürt komünistleri
arasındaki ilişki “ağabey-kardeş” meselesinden çok “kötü komşu insanı mal
sahibi yapar” misaline benzedi ve Kürt
sosyalistleri kendi yollarını kendileri
buldu; kendi örgütlerini, mücadele araçlarını kendileri yarattılar.
15.12.2012 Berlin
17-18 Ocak 2013 Tarihlerinde İstanbul’da
Mimar Sinan Üniversitesi, Sedat Hakkı
Eldem Oditoryumu’nda yapılan Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumuna sunulan
yazılı tebliğ’in tam metnidir. Sempozyuma sunulan tüm bildiriler Köxüz yayınları tarafından Sempozyum Kitabı
olarak yayınlandı.
ht t p://gelawej.net /i ndex.php/ k it ap yay i n /135 -pol it i k a /8189 -st a nbu ld ageni-kapsaml-d rhik met-k vlcmlsempozyumu.html
Tebliğ ayrıca Agos gazetesinin 25 Ocak
2013 tarihli sayısında “Kıvılcımlı’nın
Tarihi Yanılgısı” başlığıyla özetlenerek
yayınlandı.
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TC
Solu
İflasa
Dogru
Giderken
ibrahim seven
Türkiye solu başlanğıcından beri toplumunun tarihinin ekonomisinin bırakalım Marksist bir analizininin bir
eleştirisi üzerine kurulmamıştır. İttihat ve Terakki gibi çöken Osmanlıyı
nasıl kurtarabiliriz derdinden kalkmış
ve Osmanlı ancak “SOSYALIZM“ le
kurtulabilir diye düşünmüş. Mustafa
Suphi eski bir İttihatcı, Şefik Hüsnü
Sabetaycı Osmanlı subayı, Dr. Hikmet
Arnavut bir Osmanlı subayı. Osmanlının balkanları kaybetmesinin üzüntüsünü anlatan Dr. Hikmet’in yazısı
okunabilir. Daha sonra Nazım Hikmet,
Şevket Süreyya ile beraber Kafkas ve
ortaasya türklerini kurtarmaya giderken komünist olurlar.
Bu insanların ortak yanı hiçbirisinin
anadolu’lu olmaması ve hepsi osmanlı devletinin balkanlarda sömürgeci
işbirlikçileri oluşu. Denebilir ki o zaman “TÜRK“ ve müslümanlarda başka
aydın yoktu askerler dışında. Olabilir
bu gerçeği değiştirmiyor. Bu kurucu
nesilden sonra Trakya’da Rum ve Bulgar mallarına el koyma uzmanı Mudafai Hukuk Cemiyeti Başkanının oğlu
Mihri Belli geliyor.
Palavracılığı ile tanınan bu şahıs geçenlerde Hürriyet gazetesinde 6 yaşındayken nasıl karakol teşkilatının gizli
evraklarını yok ettiğini övününerek
anlatıyor.
Ecevit gibi Robert Kolej’de yetişen bu
komünist, komünistliği kendi ifadesine
göre ABD’de öğreniyor. Kemalizm ve
Stalinizmin şahsında birleştiren ve çok
ilkel bir ideolojiyi savunan bu şahis TC
ve yenilenme göstermiyen TC solu ermeni katliamı konusunnda rezilane bir
tavırla bu firsatı da kaçırdı.
solunda en önemli ideologdor. Mahir
Cayan’dan, Doğu Perinçek’e Türkiye solunda rol alanların çoğu Mihri
Belli’nin rahlei tedrisinden geçmiş.
Gene denebilir ki ne yapsında genç insanlar başka alternatif yoktu. Olabilir
ama gerçeği değiştirmiyor. Ve neticede
bu ucube oluştu. Kemalizmi ordudan
daha çok savunan bir sol. Düzen partilerinin çöplendiği yer olan devlet müesselerini düzen partilerinden daha çok
savunan bir sol. Stalinizmin kurduğu
sosyalizm tüm reform denemelerine
rağmen yıkılınca TC solu öksüz kaldı.
Stalinizmin yıkılmasını bir şans olarak
değerlendirip geçmişine eleştirici bakacağı yerde daha da muhafazakar bataklığa battı. Benim içinde yer aldığım
yenilenme hareketi keza Halil Berktay
ve arkadaşlarının DP tarikatında denemeleri. Taner Akçam yarı kaçma yarı
yenilenme kalkışmaları başarısızlığa
uğradı. Bunun yerine Berlin duvarının
yıkılması bizi enterese etmez diyen
DK tarikatı ve Pol Pot caru mazumdar
gibi canavarların mayalandırdığı TİKKO gibileri bir kaç zavallıyı etrafında
tutup bir yandan mafya, eroin ticareti bir yandan merhum Adana müftüsü
Cemalettin Kaplanı arattıran bir fanatik gerici ideolojiyle tarikat şeyhlerine
belli bir lüks. Genelkurmaya da hem
öcü hem taşaron görevi gören bir “TERÖR“ örgütü imajı. Dev-Yol ve TKP
gibi örgütler 80‘li yıllarda cuntaya karşı en teslimiyetçi tavrı takınanlar bu
rezilliklerin hesabını vereceği yerde
sarhışlar birbirine dayanırsa belki tesadüfen evin yolunu bulabilir diyerek
tarikatlardan arta kalanları ÖDP’de
topladı. Evin yolunu bulamadığı gibi
yolun yarısında bir yere yığılıp kalacak. Stalinizmin yıkılmasında basiret
Muhalif öldürme, insan haklarını hiçe
sayma konusunda zengin bir rekoru
olan TC solu ermeni katliamı konusunda ya susmuş yada mazlum ermeni milletini emperyalizmin işbirlikçisi
gibi alçak nitelemelerle hakaret etmiş
ve katil babalarının çocukları olduğunu göstermiş. Şimdi TC’de tavuklar
bile ermeni katliamını tartışırken TC
solu ya Doğu Perincek ya da ÖDP merkezine yakın olduğunu ifade eden ve
internette Genel Kurmayın sayfasındaki alçaklıkları bir iki sol frazeoloji
ile aynen savunan da isimli şahıs gibi
utanma yok. Yahut Fransa emperyalist
gibi eleştiri ve sınıf kavramından mahrum bir ilkel yaklaşımla ermeni katliamı konusanda Fransa’nın kararının
demokratik özünü kavramamakta.
Diyelim ki Fransa emperyalist ve diyelim ki Fransa emperyalistleri hangi
emperyalist hesaba göre bu kararı alıyor. Bre alçaklar peki Fransa meclisinde herkes mi emperyalist. Hani sınıf
mınıf vardı. Fransa işçi sınıfı, aydınları ermeni katliamında ne düşünüyor.
Komünisti, Trockisti, Yeşilcisi.
Bugünlerde Bahçeli, BBP liderinin palavraları –türkçede solcu türkçesinde
söylem deniyor—dinleyin solcu DevSol’dan çok farklı değil. Neymiş Fransa emperyalistmiş. Cezayir de katliam
yapmış. Be hödük Fransa yeni mi emperyalist olmuş. Cezayir’in bağımsızlığını da Gaulle imzalamadı mı? Peki
Fransa’da Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşını destekliyenler ne oluyor onlar
mransız mı?
Ermeni katliamı turnusol kağıdıdır. Bu
konuda yanlış tavır takınanın TC’de
demokrat olması mümkün değildir.
MGK ahirında bir eşek gibi gözleri
bağlı kalır. Kendine solcu mu der, sağcı mı, müslüman mı hiç önemli değil.
MGK dolap beygiri gibi bunları dönderir durur.
03.02.2001 tarihinde saat 12:58:01 ta
ibrahim seven yazdı:
Kaynak:
http://dycengizhan.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kurbanların sayısını tespit etmek için yapılan her girişim, aslında bu insanların
başlarına gelen akıl almaz acıların, yaşadıklarının üzerini örtmek, hattâ bunla­r ı
hafife almaktır, çünkü yıllarını tutuklanma korkusuyla geçi­renlerin, tavan aralarında, duvar boşluklarında, küçücük hüc
relerde veya ormanlarda saklanmak zorunda kalanların ya da tehcir edilmemek
için canlarına kıyanların çektiği acıları
göz ardı etmek anlamına gelmektedir.
Ve kendileri tehcirden kur­t ulan, ancak
çocukları veya eşleri öldürülenlerin acıları neyle, nasıl ölçülebilir?”
ALİ SAİT ÇETINOĞLU
Holokost
ve
Türkiye
“Tarihe hakikat’in ne lüzumu var?
Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan
âlemi olmuştur, Yalan Şarkta ayıp
değildir.”[1]
Falih Rıf kı Atay yukarıdaki sözleri söylerken bir gerçeği işaret ediyordu. Bu
gerçek Osmanlı için ne kadar doğruysa
ardılı olan T.C. için de aynı derecede
doğrudur. Resmi tarih baştan sona bir
yalan manzumesidir. Bu yalan manzumesi içindeki karanlık noktalardan biri
de Holokost sürecinde Türkiye’nin tavrı
ve TC’nin diplomatlarıyla birlikte Türkiye kökenli ve TC vatandaşı uyruklarını
Holokost’tan koruduğu ve kurtardığı
yalanıdır. Son yıllarda keşfedilen bu
yalan bir anlamda işlevseldir de 1915
soykırımının inkar ve perdelenmesinde
kullanılmaktadır. “[H]olokost ve Yahudilerin Türkiye tarafından kurtarılmış
olmaları varsayımları Türkiye gündemi
için bir ko­nu olarak ansızın keşfediliverdi. Ancak bu ilgi, o dönemde ger­çekten
neler yaşandığının ortaya konulmasına
yol açmadı. Sa­vaş esnasında kurtarılmaktan imtina edilen Yahudiler, artık
Türkiye'ye yöneltilen uluslararası eleştirilere cevap vermekte kullanılıyorlardı.
Ayrıca, göstermelik bir şekilde holokost
kur­banlarının yanında yer alma tavrı,
sık sık Ermeni soykırımını inkâr etmekte kullanılıyordu.” Oysa gerçeklik
farklıdır, Türkiye’nin holokost sürecindeki tutumu Türkiye kökenli ve Türkiye vatandaşı binlerce Yahudinin tehciri
ve ölümüyle noktalanmıştır: “Wannsee
Konferansı'nın tutanaklarından, Nazilerin "nihai çözüm"e dair planlarının,
tarafsız ve müttefik devletlerde yaşa­
yanlar da dahil olmak üzere, Avrupa'daki tüm Yahudilerin öl­dürülmesi olduğu
anlaşılmaktadır. Tutanaklarda bulunan
ve Avrupa devletlerinde yaşayan Yahudilerin sayısını gösteren bir listede,
Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarında
55.500 Yahudinin yaşadığı belirtiliyordu… Avrupa'da yaşayan 20.000 ila
25.000 kadar Türkiye­li Yahudi, Nazile-
rin orada uyguladığı Yahudi takibatına
uğradı, binlercesi tutuklandı, toplama
kamplarına gönderildi, büyük kısmı öldürüldü. Türkiye Yahudilerinin Avrupa
ülkelerindeki dağılımı çok farklıydı, en
büyük bölümü Fransa'da yaşıyordu. Pek
çok ülkede Nazi makamlarının gerçekleştirdiği yabancı tabiiyetli Yahudilerin sayımında "Türkler" üçüncü veya
dördün­cü sırada yer alıyordu. Türkiye
Yahudileri hakkındaki bilgile­re genellikle diğer Yahudilerin soykırıma ilişkin
anlatımların­d a tesadüf ediyoruz.” Corry
Guttstadt Türkiye, Yahudiler ve Holokost[2] adlı kapsamlı ve titiz incelemesi ile bu yalanın üstünü açarak hakikati
gözler önüne serer. Türkiye kökenli veya
Türkiye vatandaşı binlerce Yahudi holokost esnasında Auschwitz ve Sobibor
ölüm kamplarına, Ravensbrück, Buchenwald, Mauthausen, Theresienstadt,
Dachau ve Bergen-Belsen kamplarına
tehcir edildi­ler. “Birçoğu buralarda hayatını kaybetti. Bir kısmı ise Drancy ve
Westerbork kamplarındaki mahkûmiyet
koşullarına daya­namadılar ve ya vurularak öldürüldüler ya da Gestapo'nun iş­
kencesi altında can verdiler.”
Guttstadt’ın çalışmasında gerek Osmanlı
döneminde gerekse TC döneminde çeşitli Avrupa ülkelerine giden Yahudilerin
sosyo - ekonomik durumlarını, Savaş
öncesindeki çeşitli ülkelerdeki şehirler bazındaki nüfuslarını okuyucularla paylaşarak, Osmanlı topraklarından
Avrupa’nın çeşitli şehirlerine serpilen
Yahudilerin ayrıntılı bir portresini çizer.
Ölüm kamplarında ve ölüm yürüyüşlerinde can veren Türkiye kökenli ve TC
vatandaşı Yahudilerin rakamlarını, istatistiklerini ve isimlerini vererek tarihe
bir not düşerken çok önemli bir noktanın altını çizer: “Holokostta ölen Yahudi
Nazilerin iktidarından sonra başlayan
somut takipten Holokost’a uzanan süreçte Yahudilerin, Almanya ile işgal ettiği ülkelerde ve nüfuz altındaki çeşitli
Avrupa ülkelerindeki Yahudilerin ölüm
yolculuklarını ve Holokost sürecinde
TC'nin politikasını mercek altına alınırken TC'nin sistematik ayrımcı politikasını ve gayrimüslimleri bu coğrafyadan yok edilme sürecinin karanlık /kör
noktalarından birine ışık tutar. Türkiye
birkaç diplomatın kişisel tavrı istisna
edilirse ezici çoğunluk Ankara’nın holokostu soğukkanlı bir şekilde seyretme politikasını istisnasız uygulamıştır.
“Almanya'nın yürüttüğü savaşta tarafsız
kalan Türkiye, Al­manya için önemliydi[3]. Hem bu hem de Türkiye'de yaşayan
çok sayıdaki Reich Almanı, Türkiye'nin
Avrupa'da yaşayan Yahudilerini koruması için mükemmel ve muazzam imkânlar
sağlı­yordu. Çok sayıda Türk diplomatı
Yahudi yurttaşlarını Yahu­d i karşıtı tedbirlerden muaf tutmak için bu durumu
başarıyla kullandı ve yine çok sayıda
münferit vakada tutuklanan Yahu­d ilerin
serbest kalması için kararlı girişimlerde
bulundu. Türk Konsoloslukları, bazı istisnai durumlarda Türkiye vatanda­şı olmayan Yahudileri veya eskiden Türkiye
vatandaşlığına sa­h ip olanları da himayesi akma aldı. Bunlar her zaman hümanist
nedenlerden kaynaklanan eylemler olmasa bile, ülkeler bölü­münde belirtilen
koşullar Türk diplomatların sahip olduğu ser­best hareket alanının altını çiziyor.
Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen
örneğinde de görüldüğü üzere, Türk diplomatlarının bir Yahudinin Türkiye vatandaşı olduğunu onaylaması dahi o insanın hayatının kurtulması demekti[r].”
Oysa Türkiye Avrupa’da mültecilerin
sınırlarından vizesiz geçemediği tek tarafsız ülkedir. Vize koşulları ve kullanılışı o kadar ağır hükümler içermektedir
ki bir anlamda ülke sınırlarından geçiş
imkansızdır: “Türk makamlarınca verilen transit vizelerin hepsi kullanılmış
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olsaydı bile, son mültecinin de kurtulabilmesi için 200 yıla ihtiyaç olacaktı”
Oysa ölüme karşı bir yarışa dönüşen
bir durumdan söz ediyoruz. Başbakan
refik Saydam yaşanan insanlık dramına
seyirci kalmakta tereddüt etmez: “Burası hiç kimsenin istemediği kişilere yurt
olmaz” sözlerini insaf sınırlarında açıklamak güçtür. Nadir Nadi 15 Temmuz
1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki
yazısında geçen “… Musa’nın serseri ahvadının düşüncesiz ve gayesiz yollarını
lütfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua
edelim” sözleri de bu cümledendir.
“Türkiye, Yahudilerin ülkeye girişinin
ve göçünün engellenmesine dair kararnameleri savaşın başlamasından ve
Almanya’yla yapılan ittifaktan üç yıl
önce çıkarmıştı, yani bu kararnameler
özgün Türk siyasetiydi.” Sözleriyle genel
blokaja işaret eden Guttstdat, “Cumhuriyetin kurulduğu dönemden itibaren
gayrimüslim­ler çok sayıda kısıtlamaya
tabiydi. Ermeniler ve Rumların pek çok
yere yerleşmeleri, hatta buralarda geçici olarak bulunmala­r ı bile yasaklanmış,
bu düzenleme kısmen Yahudilere de
uygu­lanmıştı. Haziran 1923 itibarıyla
gayrimüslimlerin serbest do­laşım hakkı
kaldırılmıştı. Türkiye içinde yapacakları seyahat­ler için özel bir izin almak
zorundaydılar; bazı bölgelere girme­leri
ise tümüyle yasaklanmıştı.” Sözleriyle
genel kısıtlamaların yanında, TC'nin
vatandaşı olan gayrimüslimlere karşı
Kemalistlerin (2. Jöntürk) kuruluştan
itibaren İttihat ve Terakki’den (1. Jöntürk) devraldıkları ayrımcı, dışlayıcı ve
bu coğrafyadana kazınmalarına yönelik
siyasetin örneklerini vererek, kırılma
noktalarına işaret eder: Azınlık karşıtı
kampanyalar, Ekonomik Türkleştirme:
İşten atmalar ve meslekten uzaklaştırmalar, Lozan anlaşmasıyla düzenlenmiş
olan azınlık haklarının içinin boşaltılması, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Mecburi iskan, 1934 Trakya olayları, 1941-42’de Gayrimüslim erkeklerin
zorunlu çalışmasına yönelik 20 Kur’a
askerlik, 1942-44 Ekonomik ve kültürel
jenocid örneği Varlık Vergisi uygulaması ve ardından gelen zorunlu çalışma
kampları… gibi Lozan azınlıkların bu
coğrafyada yer kalmadığını ifade eden
uygulamaları özetler.
Başbakan İnönü bize başkaca yorum
yapmamıza gerek bırakmayan sözleri bu
politikanın en tepedekinin pervasız itirafıdır: “Başbakan İsmet İnönü, azınlıklara yönelik olarak ga­yet net bir ifadeyle
şunları söylüyordu: Vazifemiz Türk vata­
nı içinde bulunanları behemehal Türk
yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hiz­met edeceklerde arayacağımız
evsaf her şeyden evvel o adamın Türk
ve Türkçü olmasıdır.” Bu sözler gerek
Ankara ve gerekse Türk diplomatların,
Avrupa’da bulunan yurttaşı Yahudiler ile
Türkiye kökenli Yahudilere yönelik gerçekliği göz önüne sererken, bu tutumun
daha iyi anlaşılabilmesi için Guttstdat’ın
sunduğu, Türkiye’nin içerideki gayrimüslim vatandaşlarına karşı kurucu antlaşması Lozan’dan başlayarak süren dışlayıcı sürecin ayrıntılı bu özetinden, bu
politikanın bir uzantısının yurt dışındaki yurttaşlarına da uygulayarak binlercesini ölüme yollamasını daha iyi kavrıyoruz. Kemalist rejim, kendi eliyle yok
edemediklerini Nazilere yok ettirmekte
oldukça cömert davrandığını anlıyoruz:
“İki Gestapo memuru bir kişiyi belgelerinin kontrol edilmesi için konsolosluğa
getirmişlerdi, bu da ilgili kişi için bir
ölüm kalım kararı anlamına geliyordu.
Belçikalı Yahudile­r in heyetiyle görüşmekte olan konsolos muavini, Gestapo
me­murlarını kabul etmiş ve bir an bile
düşünmeden onlara söz konusu kişiyi
Türkiye vatandaşı olarak kabul etmediğini söy­lemişti. Oysa onu kurtarmak için
elindeki belgenin gerçekli­ğ i konusunda
bir şey diyemeyeceğini söylemesi yeterliydi.”
Türkiye daha savaş başlamadan “bir
ceza olarak vatandaşlıktan çıkarma”
uygulamasıyla bünyesinde istemediği
yurttaşlarını sudan sebeplerle kitlesel
olarak vatandaşlıktan çıkartarak yurttaşlarını ölüme göndermekten çekinmemiştir. “Türkiye siyaseti vatandaşlıktan
çıkarmayı aynı zamanda kendi içindeki siyasi muhaliflerine karşı bir baskı
aracı olarak da kullanıyordu.” 150’likler listesiyle muhalif unsurları ve olası muhalifleri vatandaşlıktan çıkararak
malına ve mülküne de el koymuştur.
“Daha cumhuriyet kurulma dan önce,
1922 yılında, geçici Kemalist hükümetin yaptığı dü­zenlemeye göre, ülkeden
ayrılan gayrimüslimlere ne pasaport,
ne de vatandaşlık belgesi veriliyordu.”
Ayrıca “savaş döneminde yasal olarak
Türkiye'den çıkan ve cumhuriyetin kurulmasından sonra tekrar Türkiye'ye
dönmek isteyen bazı Yahudilerin ülkeyi giriş izni almakta zorluk çektiklerini, Türkiye'de yaşayan Yahu dilerin de
cumhuriyetin ilk yıllarında kimlik belgesi almakta sıkıntı yaşadıkları” da sık
dile getirilen şikayetler arasındadır. Savaş döneminde kaybedilen topraklardan
Gayrimüslim muhacirlerin ülkeye girişlerine izin verilmediği de bir gerçektir.
Ankara da bu uygulamayı sürdürmüştür.
Kemalistlerin ilk kabul ettikleri yasal
düzenleme de savaş döneminde gayrimüslimlerin (özellikle Ermeni, Süryani, Rum ve Pontos) el konulan malların
iadesine yönelik İstanbul hükümetini
yaptığı düzenlemeyi iptal etmek olmuştur: “Kurtuluş savaşı zaferinden sonra kabul edilen ilk Türk kanunlarından
biri, İstanbul Hükümeti'nin 8.1.1920
tarihinde kabul ettiği, savaş ve tehcir
es­nasında çalınan malların sahiplerine
iade edilmesini öngören kanunu ortadan
kaldırıyordu. Dolayısıyla bu yeni kanun,
Ermenilerin
mülksüzleştirilmelerini
onaylıyordu” Bir çok vakada, -Erzurumda oturan Nisim,Nisan ve Simon adlı
üç Yahudi vatandaşında olduğu gibi“Türkiye'de yaşayan Yahudiler vatandaşlıktan bile çıkartılıyordu.” Kurtuluş
savaşına katılma­malyailgili “1041 No'lu
Kanun uyarınca vatandaşlıktan çıkartı­
lan insanların birçoğu, savaş döneminde
henüz askerlik çağında bile değildi.” Bu
gerekçeyle vatandaşlıktan çıkarılıp mal
varlığına el konulan Osmanlı Hariciye
veziri Noradukyan 75 yaşındaydı. Kitleler halinde vatandaşlıktan çıkarılanlar
arasında kurtuluş savaşına katılmayan
kadınlar da bulunmaktadır!
“Türkiye'nin yurt dışı temsilcilikleri, 1920'li yılların sonun­d an itibaren
yurt dışında yaşayan Türkiye veya eski
Osman­l ı vatandaşlarının durumuna
dair genel bir inceleme başlat­t ı. Türkiye Hamburg Başkonsolosluğumun Kiel
Emniyet Mü­dür lüğü'ne yazdığı 9 Haziran 1928 tarihli bir yazıda şöyle de­
niyordu: Türkiye Hükümeti'nin aldığı
kararlara göre, yaban­cı bir ülkede 6 aydan uzun bir süre ikamet eden her Türk
pasa­portunu ilgili Türk konsolosluğuna
teslim etmek ve yerine bir kimlik belgesi
almak zorundadır.… [B]u uygulamanın,
yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının durumlarının incelenmesinin,
azınlık mensuplarının birçoğunun vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlandığı döneme denk geldiğini görüyoruz.”
Pasaportlarını telim edenler yenileriyle
değiştirilmemekte vatandaşlıktan çıkarılmaktadırlar. O güne kadar düzeli olarak pasaportları yenilenen Russo ailesi
bu uygulamanın örneğidir: "[K]endisine
söylendiğine göre Anka­ra'dan gelen bir
talimat üzerine pasaportların kendilerinden alın­dığını ve bir daha da geri
verilmediğini, yeni pasaport talepleri­
nin de (...) geri çevrilmiş olduğunu belirtiyordu. Russo Ailesi bu konudaki
tek örnek değildir. Ankara'daki Başbakanlık Arşivi'nde incelediğim dosyalardan, 1928'e kadar verilen vatandaşlıktan
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çıkarılma kararlarının başka bireyleri
de kapsadığı anlaşılmaktadır. Kitlesel
vatandaşlıktan çıkarma iş­lemi, ilk defa
1929'da başladı” Kasım 1929'da alınan
beş karar­la yurt dışında yaşayan 497 kişi
kurtuluş savaşına katılmadık­ları ve dört
yıldan beri Türkiye'ye geri dönmedikleri
gerekçe­siyle 1041 No'lu Kanun'un hükümleriyle vatandaşlıktan çıka­r ıldı.
Uygulama her bir milliyet için farklıdır:
“O yıllarda çıkmakta plan Almanya için
Türk Ticaret Odası Mecmuası'nda da
açıklandığı üzere Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin her biri
için farklı kararlar vardı. Müslümanlar,
Osmanlı dönemin­den kalma eski yazı
bir pasaporta sahip olsalar bile kolaylıkla yeni bir pasaport alabiliyor, Ermeniler
ise, ancak yeni Türk hükümetinin verdiği pasaportla yurt dışına gittikleri ve
Türki­ye vatandaşlığını kaybetmedikleri
takdirde yeni bir pasaport alabiliyor ve
Türkiye'ye dönebiliyorlardı. Diğer gayrimüslimlere kıyasla 1930'da Yahudiler az
da olsa daha iyi bir pozisyona sahiptiler:
Yeni hükümetin pasaportu olmadan yurt
dışına çıktıkları takdirde, durumlarının
incelenmesini isteyebiliyorlar­d ı.”
“1929'da başlamış olan kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlem­leri 30'lu yıllarda
düzenli olarak sürdürülmüştü. Sadece
1931 yılında 13 ayrı Bakanlar Kurulu
kararıyla toplam 1.152 kişi, 1932-1937
zaman dilimindeyse neredeyse 3.000
kişi vatandaş­l ıktan çıkarılmıştı.” Vatandaşlıktan çıkarılan bu kişilerin mal varlıklarına da el konulduğunu söylemeye
gerek yok. “1945'te Belçika'da yayımlanan bir raporda, 1935-36'dan itibaren
yurt dışında ya­şayan Türkiye Yahudilerinin pasaportlarının ellerinden alındı­
ğı yazmaktadır. Mağdurlara genellikle
vatandaşlıktan çıkarıl­d ıklarına dair bir
belge bile verilmediği için, hukuki olarak iti­r az etme imkânı da bulunmuyordu.”
Üstelik bu uygulamalar hükümetin aldığı açıklanmayan gizli bir kararnameye dayanmaktadır. Türk Dışişleri
bakanlığı arşivi halen açık olmadığından bu kararnameye ulaşamamaktayız. “Ağustos 1937'de Almanya Ankara
Büyükelçiliği'ne Türk hükümetinin yurt
dışında yaşayan ve Türkle­r in anavatanıyla ortak bağlan olmayan (...) Türkiye
vatandaşla­r ını vatandaşlıktan çıkaracağını, bunların çoğunun Yahudiler ol­
duğunu bildirir. Konsolosluklar bu arada
bu kişilerin birçoğu­nun pasaportlarını
ellerinden almış bulunmaktadır. Türkiye Ber­lin Büyükelçisi'nin bazı istisnalar
sağlamak için Ankara'da İçiş­leri Bakanlığı nezdinde başlattığı girişimler, söz
konusu kişile­r in bir kısmının bu güne
dek vergi ve benzeri yükümlülükleri­ni
eksiksiz yerine getirmiş olmalarına rağmen bir sonuca ulaşa­mamıştır. Böylece,
Berlin'de Türk Ticaret Odası üyesi olan
ve Türkiye Büyükelçiliği'yle düzenli
ilişkiler içinde bulunan Türki­ye Yahudileri de vatandaşlıktan çıkartılmış
oldu.” Bu kararlar diğer milliyetlerden
T.C. yurttaşları için de önemli olduğu
gibi Yahudi vatandaşlar için ölümcüldür
zira vatandaşlıktan çıkarılan bir kişi bir
daha ülkeye geri dönememektedir. Bu
nedenle vatandaşlıktan çıkarılma, Holokost sürecinde Yahudiler için ölümcül
sonuçlara neden olmuştur. “Başlangıçta
Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlığa
kabul ve­ya vatandaşlıktan çıkartma siyasetinin, nasyonal sosyalistle­r in Yahudi takibatıyla en küçük bir ilgisi yoktu.
Yurt dışında yaşayan insanların kitlesel
olarak vatandaşlıktan çıkartılma­sı 1933
yılından önce başlamıştı. Ancak 30'lu
yılların sonun­d a ve 40'h yılların başında vatandaşlıktan çıkarmalar asıl ola­r ak
Avrupa'da yaşayan Yahudilere uygulanmış, bu şekilde Na­z i rejiminin takibatına
karşı sahip oldukları himayeden mah­
rum bırakılmışlardı. Bu uygulamadan
ilk etkilenenler, Alman­ya'da yaşayan
Türkiye Yahudileri olmuştu. Bunların
birçoğu 1939 yazından itibaren Türkiye
vatandaşlığından çıkartılmış­lardı.”
Üstelik konsolosluk vatandaşlıktan çıkardığı kişileri listeler halinde Nazilere
bildirmektedir: “Türkiye Yahudi vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkartırken, Alman Nazi makam­larının idari yardımına
başvuruyordu. Berlin'de ve daha sonra
işgal altındaki Prag'da Türkiye Yahudileri mahkemeye çağrılı­yor, sorgulanıyor, sonra da kendilerine vatandaşlıktan
çıkarıl­ma tezkeresi tebliğ ediliyordu.
Bütün bunlar, en geç 1937'den itibaren
Gestapo'ya bağlı olan Yabancılar Polisi tarafından ger­çekleştiriliyordu.” Bu
duruma ilişkin çarpıcı bir örneği Berlin konsolosluğunun işleminde görüyoruz: “ Berlin'de ikamet eden başka bir
Türkiye­li Yahudi için Berlin Emniyet
Müdürlüğü'ne başvuruda bulu­nan Berlin Türkiye Konsolosluğu'nun 22 Kasım
1936 tarihli yazısından da belli oluyor:
Konsolos, Berlin polisinden yuka­r ıda
ismi belirtilen kişiye ekteki onayı [vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresini] imzalatmasını ve ardından kendilerine gönde­
rilmesini rica ediyordu.” Görüldüğü gibi
Türk konsoloslar ile Gestapo arasında
idari paslaşmalar olağan işlerdendir. Vatandaşlıktan çıkarmanın yanında “Tür-
kiye Yahudileri için Türk vatandaşlığının onaylanmasının reddedilmesi bir
ölüm-kalım meselesine dönüşmüştü[r].”
Türkiye Yahudilerinin Avrupa’da en kalabalık kolonisini teşkil ettiği Fransa’da
cami imamının Büyükelçilikten daha
fazla verdiği sahte belgeler Türkiyeli
Yahudilerin korumasında çok daha fazla
işlevseldir.
“Paris Konsolosluğu desteğini bedelsiz
olarak vermi­yordu. Komite, 20 Eylül
tarihli bir duyurusuyla hem maddi du­
rumu iyi olmayan Türkiye Yahudilerinin konsolosluk ücretle­r inin karşılanabilmesi hem de Türk Kızılayı'na bağış
yapabil­mek için Belçika'daki üyelerini
büyükçe bağışlar yapmaya da­vet ediyordu. Anlaşılan, Türkiye'deki Yahudiler Türk devletinin hoşgörüsünü nasıl
gönüllü bağışlarla satın almak zorunda
ka­l ıyorlarsa, ölüm tehlikesi altında bulunan Belçika'daki Türkiye Yahudilerinin
de vatandaşlıklarının tanınması veya
Türkiye'ye geri dönüş izni alabilmeleri
için para ödemeleri gerekiyordu. Gösterdikleri ciddi çabalara rağmen, Belçika'da
yaşayan Tür­k iye Yahudilerinin büyük
çoğunluğu Türkiye'ye geri dönüş için
Türk makamlarından onay almayı başaramadılar.”
Gusttstadt, en fazla Türkiye kökenli Yahudi kolonisin bulunduğu Fransa’da Türkiyeli Yahudilerin kitlesel olarak katledilmesinin kültürel sonuçlarına işaret
eder: Sefarad kültürü de holokost kurbanları arasındadır. “Fransa sadece çok
sayıda Türkiye Yahudisi kurban olarak
hayatını kaybetmekle kalmadı. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa'da,
bilhassa Paris'te yeşeren ve gelişmekte
olan Sefarad kültürünün yeni merkezi
de böylece yok olup gitti… Sefaradlar'ın
yaklaşık üçte biri İs­t anbul'da, İzmir'de,
İzmit'te, Edirne'de, Bursa'da, Mersin'de,
Adana'da, Ankara'da, Manisa'da, Çorlu'da, Adapazarı'nda, Ça­nakkale'de, Çanakkale Boğazı çevresinde ve Türkiye'
nin Avru­pa'da ve Asya'da kalan kısımlarında bulunan bir dizi başka yer­de
doğmuştu. Onlar saydığımız bu yerlerde büyüdüler, sonra Fransa'ya yerleştiler, ancak dillerini, örf ve âdetlerini,
gelenek­lerini, anavatanın kültürünü
teşkil eden ne varsa, hepsini mu­hafaza
ettiler. Bu zavallılar, nüfus kayıt dairelerinin bazı tali­matlarına uymayı ihmal
etmiş olsalar bile, gururla şunu söyle­
mekten hiçbir zaman vazgeçmediler:
'Ben bir Türk'üm! 'Savaş onları yakalayınca her biri anavatanlarının himayesi
altına girmeye çalıştılar. Türkiye Konsoloslukları ise, üst ma­k amların kendileri-
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ne gönderdiği resmi talimatlara uyarak
onla­r a yardımcı olmadılar, gözyaşlarını
Konsoloslukların kapıları­na döken yardıma muhtaç mağdurları geri çevirdiler.
Ankara ve İstanbul'a dilekçeler, arzuhaller yazıldı, heyetler gönderildi. Hiçbiri
fayda etmedi. Bütün bu yazıların hepsi
boşaydı. Türkiye Hükümeti bütün bu dilekçelere ve ricalara, en yüksek seviyeden ceza ödeme tekliflerine karşı acımasız tutu­mundan taviz vermedi.”
Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarına karşıTürkiye’nin aldığı bu “pasif
tutum nedeniyle yurt dışında yaşayan
vatandaşlarını himaye yükümlülüğüne
uymadı.Elbette ki, Türkiye’nin tavrına
yönelik eleştiriler, kesinlikle Almanların işlediği suçları hafif göstermek ve
azaltmak amacıyla kötüye kullanılamaz.” Guttstadt’ın bu sözleri sanki 1915
Soykırımında İttihatçıları nafile aklama
çabasında olanlar için söylenmiş gibidir.
Guttstadt, Soykırım sürecinde, Türkiye’
nin elindeki imkanlarını kullanmayarak
Avrupada yaşayan yurttaşı Yahudileri
ölüme yollarken, Yahudi kurbanların yanında olan az sayıda Türkiyeli konsolosluk yetkililerine de yer verir . Bunlardan
biri; “1989 yılında Yad Vashem Soykırım Araştırma Enstitüsü tarafından,
yaptıkları için Uluslararası Dü­r üst İnsanlar Madalyası'yla taltif edilen Rodos
Konsolosu Selahattin Ülkümendir: “46
kişiyi kurtardı. Bunların 26'sının gerçekten Türk pasa­portları vardı. Kurtarılanlar arasında, Rodoslu olmayan, babası Türk ordusunda olan bir hanım vardı.
Konsolos onu da kurtardı. Orada as­l ında
Türk olmalarına karşın vatandaşlıklarını yitirmiş Yahudiler vardı ve Türk
konsolos onları da kurtaracak kadar insancıldı.” Bazılarının çabası Ankara’nın
müdahalesi ile sonuçsuz kalır. Milano
Konsolosu “Nebil Ertok'un Türkiye Yahudilerini Türkiye'ye geri götürmek için
gösterdiği çabalar sonuçsuz kalmıştı.
Bu­nun sebebi, muhtemelen sadece Almanların Türkiye Yahudile­r ini tehcir etmiş olmasına bağlı değildir. Ankara'nın
veya Tür­k iye Berlin Büyükelçiliği'nin
İtalya'daki Türkiye Yahudileri için adımlar atmış olduğuna dair herhangi
bir işaret bulunmamak­t adır. Milanolu
Türkiye Yahudilerinin hiç olmazsa bir
kısmı­n ın Bergen-Belsen'e götürülerek
Auschwitz'e tehcir edilmek­ten kurtarılmış olmaları, büyük ihtimalle Milano
konsolosu­nun çabalarına bağlıdır.” Geri
dönüşlerde Milano Konsolosluğundan
verilen belgelerin dikkate alınmaması
bu çabanın gereği olsa gerek.
Bir Bulgar kaynağında Gümülcine’deki
Türkiye konsolosunun takibata uğratılan Yahudileri kurtarmak için gösterdiği
gayrete değinilmektedir. “Bu kaynaktan
Bulgar işgal kuvvetlerinin yaptığı bir
operasyon esnasında, Yahudi bir ailenin
Türkiye konsolosluğuna sığınmasına
izin verildiğini, konsolosun aileyi Bulgarlara teslim etmeyi reddettiğini öğreniriz.”
Yahudi kurbanların kurtarma faaliyetleri
içinde direniş örgütleri ve direniş içinde
yer alan birçok Yahudi militanın da rollerine yer verilir: “Spengler-Axiopoulos
ve Bowman, Yunanistan'daki Yahudile­
rin Yunan Direniş Hareketi'nden ve saflarında çok sayıda Yahu­d inin de çarpıştığı
EAM-ELAS partizanlarından aldıkları
deste­ğ i de vurgulamaktadır. Yunan direnişinin Türkiye'deki Yahudi aktivistlerle
ve İngiliz Gizli Servisi'yle işbirliği yapması sayesin­de, Yunanistan'dan 1.000
kadar Yahudi Türkiye'ye kaçırılarak
kurtarılabilmişti.”
Türkiye belgelerine sahip olmanın sağ
ladığı güvenlik, Bel­çika'da birçok Türkiye Yahudisinin direniş faaliyetlerine ka­t ılmasını da kolaylaştırmıştır:
“Joseph Fachler, Frankfurt/Main'den
Antwerpen'e kaçmış olan (sonraki yılların Marksist teorisyeni ve IV. Enternasyonal'in lider üyesi) Ernest Mandel ve
baba­sı Henri Mandel'le'birlikte çalışıyordu. Fachler, Het Frije Woord gibi
dağıtımına düzenli olarak katıldığı sol
görüşlü yeraltı gazetelerine makaleler
yazıyordu. Jacques Sephiha ise, Siyo­n ist
La Gordonia Grubu'nun bir üyesi olarak
önceleri yeraltı­na geçen kişilerin barındırılması ve ihtiyaçlarının karşılanma­
sıyla görevliydi. Onun girişimiyle Yahudilerin çeşitli grupları Hechaloutz
adı altında bir araya geldi. Sephiha'nın
ayrıca Belçi­k a direniş hareketi Mouvement National Belgele de ilişkisi var­d ı.
Birkaç kez tutuklandı, ancak Türkiye
vatandaşı olması saye­sinde her defasında
serbest bırakıldı. Ezra Natan, Belçika di­
renişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R.
için yaralıların ve Malines’ten kaçan
kişilerin tıbbi bakımının yapıldığı bir
merkezde görev yapıyordu… Çok sayıda
Yahudi bilhassa komünist örgütlerde ve
Bağımsızlık Cephesinde yer alıyordu…
Çeşitli direniş örgütlerinin yardımıyla
Belçika’da yaklaşık 25.000 Yahudi yeraltına geçmek suretiyle hayatta kalabildi.”
Fransa’da Yahudiler yer altı faaliyetlerinde önemli rol oynadılar ve Nazilere
karşı büyük bir direniş örneği verdiler. Bu sayede bir çok Türkiyeli Yahudi
ölümden kurtarılmıştır. Bu direnişte yer
alan Türkiyeli Yahudiler de önemli roller üstlenmişlerdir: “Naziler tarafından
işgal edilmiş olan Avrupa'nın her yerinde olduğu gibi, Fransa'da da Yahudiler
Alman ölüm çetelerine karşı direnişte
önemli bir rol oynuyorlardı. Aktivistlerin büyük çoğunluğu, özellikle sol ve
Siyonist Aşkenaz çevrelerden Yahudi
göçmenlerdi. Ancak Armee Juive, Organisation juive de combat veya Yahudi izcileri olan Eclaireurs Israelites de
France (EIF) gibi direniş örgütlerinde de
çok sayıda Sefarad Yahudisi bulunuyordu.: 1925 doğumlu Suzanne Catarivas
Türkiye Yahudisi bir göçmen ailesinin
kızıydı ve Lyon'daki Eclaireurs Israelites de France Yahudi İzcileri üyesiydi.
Yahudileri saklanacak yerlere götürüyor,
gıda pa­ketlerinin tutsaklara veya hastalara gönderilmesini örgütlüyor ve biz­zat
üstleniyor, çeşitli kimlik kartlarının sahtesini hazırlıyor ve buna benzer başka
işler yapıyordu. 1944 yılında yaşları 5 ile
12 arasında değişen ve Grenoble yakınlarındaki bir şatoda saklanan Marsilyalı 50 çocuktan sorumluydu. 1917 Bursa
doğumlu Corinne Diamant, 1940-1944
yılları arasın­d a Lyon, Grenoble ve civar
bölgelerde Organisation juive de com­bat
isimli Yahudi direniş örgütünde mücadele etti.
Hollanda örneği de çarpıcıdır: “Hollanda' nın ayırt edici bir özelliği, halkının
belli bir kısmı­n ın Alman işgali esnasında
takip edilen Yahudilerle aktif daya­n ışma
içinde olmasıdır. Bu, örneğin Şubat 1941
greviyle,414 Ya­hudileri saklamaya nispeten daha eğilimli olmaları ya da Ya­
hudi Yıldızı uygulamasına karşı yapılan
protesto gösterileri ile kendini göstermiştir. Buna rağmen Batı Avrupa devletleri ara­sında Yahudi soykırımına yüzde
olarak en büyük kurban ve­ren ülke Hollanda olmuştur… 22 ve 23 Şubat 1941
tarihinde yapılan Yahudilere yönelik
bir operasyon ve 400 civarında Yahudi
erkeğin Mauthausen Toplama Kampı'na
tehcir edilme­si sonucunda Hollandalı
komünistler. Kuzey Hollanda'da genel
olarak uyulan bir genel grev çağrısında
bulundular. Grev, Alman işgalciler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı, liderleri kurşuna dizildi.”
Türkiye’den kovulan diğer halkların
da dayanışma örnekleri verilir. Viktor
Algazi’nin uzun anlatımında kurtarıcı
bir Ermenidir.
Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın
ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler… Gavotte'ta altı kişi
küçük bir odada kalıyorduk. Bizi ya-
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nına alan {dostumuzun ismi Caroline
Kaldiremdjian'dı. Tanrı ondan razı olsun, 103 yaşında öldü. Caroline Ankaralıydı, Ankaralı Ermeniler Ermeni- I
ce konuşamıyorlardı, çünkü bunu yaptıkları takdirde dillerini kesiyor­lardı. Bu
yüzden kendi dillerini unutmuşlardı, ikiüç kuşak sonra yal- j nızca Türkçe konuşuyorlardı. Caroline'nin altın gibi bir
kalbi vardı. I Kendisine nasıl sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde, onun için
so-kaktan izmarit toplardım. Caroline
uykusuzluk çekiyor ve bütün gece şarkı
söylüyordu, o söyler, ben dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi. Caroline benim
için bir büyükanne gibiydi, benim için
yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana
Türkçe 'Ye, oğlum ye' derdi. Yiyecek
neyimiz mi vardı? Kendi boğazından
arttırdığı bir lokma ekmeği bana verirdi,
ben yerdim. Benim gıda karnem yoktu,
Caroline gider biraz tahıl dilenir, havanda döverek un yapardı." Estella Dora
da anlatımında kurtarıcı Helen’den söz
eder: “Hıristiyan olan Yunan bir dostumuz gece sokakta bize eşlik ederek saklanacağımız yere götürmüştü.
Rodos’ta Müslüman bir din adamı
“Rodos’ta Müslüman bir din adamı Tevrat rulolarını ve cemaate ait dini eşyaları
kendi camisine götürerek bunları koruma altına aldı ve savaştan sonra onları
sağ kalan Yahudilere teslim etti” bu
Müslüman din adamı da kendi çapında
Yahudi kurbanlara yardımını esirgemez.
Az sayıda Türkiyeye gelebilerin durumuna gelince genel politika gereği “Türkiye Yahudilerinin yurda götü­r ülmeleri
sadece bireysel bazda gerçekleşmeye devam etmeliy­d i. Türkiye Yahudilerinden
sadece askerlik yükümlülüklerini yerine
getirecek olanların ve Geri dönmeleri
ülke menfaatine olanların dönüşüne izin
verilmeliydi.” Bu bakımdan Türkiye’ye
dönebilmek az sayıda Türkiyeli’ye nasip olmuştur. Ancak bunların da durumunun iç açıcı olduğu söylenemez:
“WJC'nin 13 Temmuz 1944 tarihli bir raporunda, ağırlık­lı olarak Makedonya ve
Trakya'dan Türkiye vatandaşı yaklaşık
200 Yahudi’ye Türkiye'ye gitme izni verildi. Şu anda bulunduk­ları İstanbul'da
çok kötü durumdalar; temel ihtiyaç
maddeleri­nin dahi sıkıntısını çekiyorlar
ve yardım kuruluşlarının deste­ğ ine muhtaçlar denmektedir.
Askerlik yükümlülüğü dolayısıyla dönmelerine izin verilenlerin taş kırmaya
gönderildiğini söylemeye gerek yok.
1944 yılında Türkiye’deki Naziler ile
Almanya’da bulunan Türkiyelilerin takas edilmesi sırasında , takas edilenler
arasında Türkiyeli Yahudiler de bulunmaktadır: “Takas mü­zakerelerine dair
şu ana dek bir belge bulunamadığı için,
Türk makamlarının takas edilecek kişilerin sayısı ve seçim kriterleri­n in tespitine ne ölçüde katıldığı bilinmemektedir.
Takas edi­lecek Türk grubu 319 kişiden
oluşuyordu: Bunlar, diplomat ve ailelerinin yanı sıra bazı özel kişilerin de bulunduğu 64 kişi­lik bir resmi grup, 127
üniversite öğrencisi ve diğer Türkiye vatandaşları ile ayrıca 128 Yahudiden oluşuyordu. Türkiye Yahudilerinin takasa
Türk diplomatlarının baskısı üzerine mi,
yoksa Yahudi örgütlerinin İsviçre'deki
faaliyetleri nedeniyle mi katıldığı belli
değildir.”
Birlikte yapılan geri dönüş yolculuğunda
Almanyadaki türk kolonisi mensuplarının yol arkadaşları olan Türkiyeli Yahudilere olan tavırları da ibret vericidir.
“Ancak gemideki çeşitli Türk gruplardan
yolcular arasında hoş olmayan sahneler
de yaşandı. Türk öğrencilerin hiç de az
olma­yan bir kısmı, Almanya'da öğrenim görürken antisemitizmden etkilenmişlerdi. Bunlar Ravensbrück Toplama
Kampı'ndan kur­t ulan Türkiye Yahudisi
kadınlara pis Yahudiler diye hakaret ettiler ve Yahudilerin ortak yemek salonuna
alınmamasını iste­d iler, ancak kaptan bu
talebi öf keyle geri çevirdi.
Türkiye’ye gelişlerinde de Türkiye geri
dönüşlerine izin verdiği Yahudilere eziyet etmekten çekinmediğini anlıyoruz:
“Diplomat grupları, öğrenciler ve di­ğer
Türk yolcular gemiden ayrılırken, Türk
makamları Yahu­d i takas grubunun büyük kısmının Türkiye'ye ayak basması­
na izin vermedi. Zorlu kontrollerden
sonra nihayet Yahudi yol­culardan 19'u
gemiden inebildi. 118'inin Türkiye'ye
girmesi­ne izin verilmedi. Bu kişiler sonraki günleri İstanbul açıkla­r ında küçük
bir şalupada bekleyerek geçirmek zorunda kaldı­lar. Aubert de la Rüe, raporunda, Türk sınır polisinin bu kişile­r in
vatandaşlıklarını onaylayıp onaylamamakta gösterdiği ale­n i keyfiyeti şöyle
anlatıyor: "Pasaportu olmayan Türk
öğrenci­ler, İstanbul polisi tarafından en
küçük bir sorun çıkarılmadan kabul ediliyordu. Ancak örneğin Türkiye Milano
Konsoloslu­ğ u tarafından verilmiş nüfus
tezkerelerine sahip olan kişiler ge­r i çevriliyordu. Resmi Türk takas grubunun
içinde, Ankara hü­k ümetinin bilgisi dahilinde üç haymatloz bulunuyordu: Bay
ve Bayan Löwenstein ile Bayan Hahn'ın
vizeleri Türkiye Bern Büyükelçiliği'nin
görevlendirilmesiyle koruyucu devlet isviçre ta­r afından verilmişti, ancak İstanbul polisi onların ülkeye girme­sine izin
vermedi.”
İbret verici tavır gösteren Türk basını
da bizi şaşırtmakatadır: “Türk basını
da Drottningholm'le gelenlerin arasında
toplama kamplarından kurtarılmış Türkiye Yahudileri de bulunduğun­d an bir
süre tek kelimeyle olsun söz etmedi”.
Gelenler tecrit koşullarında yerleştirildiler: “Jewish Agency'nin ve Amerikan
temsilcilerinin Türk makam­ları nezdinde bulundukları girişimler neticesinde,
beş günlük sıkıntılı bir bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütleri­ne ait
olmak üzere polis gözetiminde üç küçük
pansiyonda tec­r it edilmeleri koşuluyla gemiden ayrılmalarına izin verildi.
Bu pansiyonlardan biri Beyoğlu'nda,
diğer ikisi ise Moda'da bulu­nuyordu.
İstanbul'da akrabaları olanların bile
tecrit edildik­leri pansiyonlardan ayrılmalarına izin verilmedi. İlk başlarda
kendilerini ziyarete gelen akrabalarıyla
dahi görüşemiyorlardı.Türk siyasetçilerinin düşüncelerini değiştirmek için
gös­terilen çabaların hiçbiri işe yaramadı. Joint, Jewish Agency ve İstanbul
Yardım Komitesi'yle birlikte "geri getirilenlerin" ihti­yaçlarını gidermeye çalışan Uluslararası Kızılhaç temsilcisi,
Haziran'da şunları yazıyordu: Türkiye
Dışişleri Bakanlığı konuy­la ilgilenmeyi
ve tehcire tabi tutulan bu kişileri Türkiye vatan­daşı olarak tanımayı kesin olarak reddediyor. Oysa Joint'in kapsamlı
dosyalarında Drottningholm'la gelen
Türkiye Yahu­d ilerinin büyük kısmının
muntazam Türkiye belgelerine sahip oldukları, üstelik bunları (savaş ve işgal
koşullarında mümkün olduğu kadarıyla)
uzatmış oldukları da belgelendirilmiştir.
Bir­çok Türkiye Yahudisi, kimlik belgelerinin tutuklandıktan sonra Almanlar
tarafından alıkonulduğunu veya (geri
götürülme­ye hazırlık olarak) Avrupa'daki Türk makamlarına gönderildi­ğ ini beyan ediyordu.”
Türkiye’nin bu dayatmaları ve istenmediklerinin her an hissettirilmesi şartlarında bu insanların burada daha fazla
kalması düşünülemez: “Holokost esnasında tekrar Türk vatandaşlığına kabul
edilen ya da değiş tokuş edilen yaklaşık
850 Yahudinin büyük bir kıs­m ı savaştan
sonra tekrar Avrupa'ya döndü ya da Filistin/İsrail'e göç etti. Bunlar bulundukları ülkelerde hâlâ Türkiye Cumhuri­yeti
vatandaşı olarak kabul edildikleri için,
Almanya'nın absürd düzenlemeleri ne-
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
deniyle Almanya'dan tazminat alamadılar ya da bunu ancak uzun uğraşlardan
sonra başardılar.”
Corry Guttstdat’ı, bu yalan imparatorluğunda bir yalanı daha berhava ettiği için
kutluyoruz.
Guttstadt, kitabının sonunda soykırım
bürokrasisine dair geniş bir bibliyografyaya yer verir. Bu soykırım bürokratlarının yeni dönemde de görevlerine devam
ettiğini görmek bize yabancı değildir.
Biz 1915 Soykırımı bürokratlarının da
terfi ederek görevlerine devam ettiğini
biliyoruz.[4] Guttstadt bir soykırım bürokratının hukuk mekanizmasında yer
almasının şaşırtıcı olduğunu söylese de
bu bize ve bu coğrafyaya yabancı değildir. Ayaş Mutasarrıfı Hüseyin Memduh
Özoran, Ali Seyit Bey, Mustafa Reşat
Mimaroğlu…ve başkaları gibi…
Kaynak:
Birikim Dergisi, 12.06.2012
----------
Holokost sürecinde Almanları Türkiye’
deki borazanlarının da baş tacı edildiklerini unutmayalım: “Alman örneğinden ilham alan antisemitler ve faşistler,
İkin­ci Dünya Savaşı'nın ardından gelen
dönemde Türkiye'nin poli­t ik sisteminde önemli bir güç oldular. Nihal Atsız
ve onunla ay­n ı düşüncede olanlar, 1962
yılında, 70'li yıllarda pek çok sol­cu öğrencinin, sendikacının ve aydının katlinden sorumlu fa­şist MHP'nin öncülü
olan Türkçülük Derneği'ni kurdular.
Bu hareketin lideri, Atsız'ın dava arkadaşı Alparslan Türkeş oldu. Cevat Rıfat Atilhan 1945'ten 1967'deki ölümüne
dek Türki­ye'deki antisemit yayıncılığın
öncüsü olma rolünü sürdürdü, kitapları bugün bile çok sayıda baskı yapıyor,
islamcı ve faşist gazetelerin ve internet
sitelerinin çok satanlar listelerinde yer
alıyor. Türkiye'nin Kültür Bakanlığı'nın
internet sitesinde de Atilhan (2008'e kadar!) bir "yazar" olarak tanıtıldı.”
[1] Atay, Falih Rıf kı, Zeytin Dağı Remzi Y. 1938 s 7
[2] Corry Guttstdat, Türkiye, Yahudiler
ve Holokost, Çev. Atilla Dirim, İletişim,
2012
[3] Türkiye Cumhuriyeti savaşa katılmamış ancak tarafsız değildir. Aksi halde
“Sovyet donanmasına ve Karadenizden
çekilmekte olan Alman donanmasına
ait gemiler arasında çıkan çatışmalar”ı
açıklamak güçleşir. Alman donanmasına ait bu gemiler Türkiye’nin izni yada
en hafifiyle göz yumması ile Karadenize geçmişlerdir. “ Alman savaş gemileri
Türklerin göz yumması sonucu 1944 yazına kadar Boğazları geçerek Karadenize çıkıyordu… Hem Montrö Antlaşması,
hem de İngiltere ve Sovyetler Birliği’yle
imzalanmış olan Antlaşmalar uyarınca
Türkiye’nin buna izin vermemesi gerekirdi. Sovyet temsilciliği bu durumu
birkaç kez boş yere protesto etti.” Yani
“Türkiye 1944 yazına kadar Almanya
lehine tek taraflı bir tarafsızlık siyaseti
izliyordu” Ayrıca “Hem Almanların isteği üzerine 1942 yazında Tsürk birliklerinin Sovyet sınırına kaydırılması, hem
de Alman ve türk gizli servisleri arasındaki yakın işbirliği, Almanların Sovyetlere karşı yürüttüğü savaşa destek olma
anlamına geliyordu” Guttstadt tarafsız
Türkiye’nin politikacı ve bürokratla-
rından örnekler verir: “Almanların Sovyetler Birliği'ne saldırması Türkiye'de
-sade­ce Nazi sempatizanları arasında
değil- genel bir sevinçle kar­şılandı. Milletvekili Faik Ahmet Barutçu, Türkiye
meclisinde oluşan havayı Alman-Sovyet savaşı, ülkemizde bir bayram ha­vası
yaratmıştır, bütün kalpler, Almanların
zaferi için çarpma­ya başladı sözleriyle tasvir ediyordu. Dışişleri Bakanı
Saraçoğ­lu, Almanlara başarı dileklerini
sunmak için von Papen'i biz­zat aradı ve
Cumhurbaşkanı İnönü de Türk halkının
gönlü­nün bu savaşta Almanya'dan yana
olduğunu söyledi. Ekim 1941'de yüksek
düzey bir Türk askeri heyeti Almanların doğu cephesini gezdi ve Temmuz
1942'de onları resmi bir basın he­yeti izledi. Her iki grup da Almanya'nın başarılarından hayran­l ıkla söz ediyorlardı…
Meclis koridorlarında milletvekilleri ve
bakanlar birbirlerine gazanız müba­rek
olsun dileklerini sunuyorlardı.” Türk
politikacılarının Nazi yanlısı olmasının
yanında gerek diplomatları da nazi yanlısı ve sempatizanları oluşu Türkiyeli
Yahudilerin holokost sürecinde kurtarılmalarını engellemiş ve kaybını yükseltmiştir. Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri
Bakanı Menemencioğlu’nun Nazi yanlısı
tutumlarını saklamaya gerek görmedikleri gibi Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede de açıkça Nazilerden yana tavır alır.
Berlin büyükelçiliği ikinci katibi 1915
Soykırımı sürecinin Van ve Başkale kasabı Enver’in eniştesi Cevdet’in kardeşi
Fikret Belbez’de aynı görüşleri paylaşmaktadır.
[4] Meraklısı için: Sait Çetinoğlu, 1915
Soykırımında Exterminators- yok Ediciler ve Erdemli Müslü
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1897 XANASOR OLAYI,
40 BİNLİK UYDURMA VE GERÇEKLİK
Hovsep Hayreni
Günümüzün çözüm arayan Kürt sorunu, tarihin “halledilmiş” sanılan, fakat
inatçı bir adalet davasına dönüşerek yaşayan Ermeni sorunuyla kopmaz bağlar
içindedir. Yüz yıl önce aynı coğrafyada
bir özgürlük mücadelesi boğulmuş, bir
halk topyekün boğazlanmıştı. Onun hayaleti bugünkü sorunun her iki tarafını
da bunaltma durumunda. Ondan kaçış
yok, tavırsızlık da olmuyor. Dolayısıyla
Türkler gibi Kürtler arasında da farklı
eğilimler kendini daha net göstermeye
zorlanıyor. Kimi cesaretle, kimi utangaç
ve ikircikli yüzleşmeye yanaşırken, kimileri de buna set çekmek üzere yüzünü
berkitip inkârcılığı tahkim ediyor. Resmi Türk tezlerine çok benzer söylemleri
Kürt ulusalcı çevreler içinde duymamız
bu bakımdan şaşırtıcı olmuyor. Ama bir
de bol sıfırlı rakamlarla karşı atak yarışına girenleri var ki, bu kadarı da olmaz
dedirtiyor.
Rusyalı Kürt gazeteci sıfatıyla yazan
Aziz Mamoyan'ın [1] “Doğruları Görmek Lazım” başlıklı makalesinde [2]
yürüttüğü fikirler ve ortaya attığı spekülatif Xanasor iddiası bu karakterdedir.
İddiayı ondan aldığı gibi hiç sorgulamadan yayan başkaları da var. Tarihi tersyüz eden politik yorumlarına geçmeden
önce uçurdukları o balona bir iğne batırmayı elzem görüyorum.
Makalesinde Kürtlerin de Ermeniler tarafından katliam gördüklerini vurgulamak üzere Xanasor olayını örnek gösteren yazar, 25-27 Temmuz 1897 tarihinde
250 kişilik Ermeni fedai grubunun tam
40 bin Kürdü katlettiğini ileri sürüyor.
Üstelik bunu kendi tasavvuru filan değil,
bizzat Ermenilerin itirafı gibi gösteriyor:
“Bu üç günlük savaşın sonunda Mazrik
Aşireti yok edilmiş, 40.000 kadar insan
öldürülmüştür”. Bu cümlenin peşine parantez açıp hangi internet sayfasından aldığına dair bir güzel referans da vermiş.
Öyle ki, kimsenin şüphesi olmasın!..
“Ermeni fedailerin 40.000 Kürdü katlettiği” nereden çıkıyor?
Bir Kürt gazeteci dostumun görüş almak
için ilettiği yazıyı okuyunca, önceden
bilgi sahibi olmamakla beraber, muhtemel bir intikam saldırısının Halaçoğlu
tarzında şişirilmiş olacağını düşündüm.
Verilen rakamın mantığa hiç mi hiç sığ-
fusu da 40 bin denildiğine göre, ben bu
sayıyı katliam bilançosu olarak gösterebilirim” uyanıklığına başvurmuş olmalı.
Eğer alıntıda tahrifat yapmadan “bakın
Ermeniler böyle böbürleniyor, kim bilir
kaç binini kırmışlardır” gibi bir vurgu
yapsaydı, biz onun ajitatif söylemden istifade okuyucunun hafsalasına büyük rakamlar sığdırmak istediğini düşünür ve
bu kadarıyla eleştirirdik. Fakat burada
onu aşan birşey var. Yok “öyle bir kastım olmadı, bilerek tahrifat yapmadım”
diyecekse, iki metin arasında bariz olan
farkın hangi “yanlışlık”la nasıl gerçekleşmiş olabileceğini açıklaması beklenir.
madığını söyleyerek işin aslını araştırma
sözü verdim. Xanasor saldırısı ne üzerine yapılmış, nasıl yaşanmış, sonuçları
ne olmuş, net bilgiler var mı, nasıl değerlendirmek gerekir?.. Bunları aşağıda
konu etmek üzere, önce katliam bilançosu diye verilen rakama bakalım:
Xanasoru konu eden ne kadar kaynağa
baktımsa orada öldürülen Kürtler için
verilen bir sayı göremedim. Hiç bir internet sayfasında da “40.000 kadar insan
öldürülmüştür” ibaresine rastlayamadım. Nihayet yazarın referans verdiği
adrese girince karşıma çıkan Ermenice
yazıda gördüm ki 40.000 rakamı Kürtlerin ölü sayısı olarak belirtilmiyor. Evet
yazıda geçen böyle bir rakam var, ama
neyle ilgili? Mazrik aşiretinin genel nüfusuyla!.. Doğru dürüst anlaşılması için
sözkonusu yazıdan o rakamın geçtiği
cümleyi Türkçe aktarıyorum:
“40 bin kişilik Kürt Mazrik aşireti eliyle
yapılan 1896 Van katliamı, Ermenilere
karşı Kürtler tarafından gerçekleştirilen
ihlalleri doruk noktasına ulaştırdı” [3]
Görüldüğü gibi Mazrik aşiretinin genel
nüfusunu ifade eden bir rakamdır bu.
Xanasor olayında Mazrik aşiretinin hedeflendiğini okuyan yazar, o anlatımlarda hiç ölü sayısı belirtilmezken “aşiretin
gücünün kırıldığı”, hatta “aşiretin silindiği” türünden ajitatif söylemlere bakarak “ha eğer öyle diyorlarsa, aşiretin nü-
Aynı rakamı Mamoyan'ın yazısından
alan Xerzî isimli başka bir Kürt yazar
da, Ermeni Kürt ilişkilerine değindiği kendi makalesinde kullanmış. [4] O
da gerçekliğinden şüphe duymamış gözüküyor. Dahası İddiayı perçinleyecek
vurgular eşliğinde veriyor. Sanki az çok
bilinmesine rağmen kimilerince görmezden geliniyormuş gibi bir hatırlatma havası içinde asıl mesajlarını da yediriyor:
“Hanasor (Xanasorê) Ermeni Eylemi bu
halkları birbirine karşı kışkırtma amaçlı
yapılan provokasyonlara en güzel örnektir. Nedense milliyetçi Ermeniler ve
onların mağduriyet ve mazlumiyetlerini sebeb göstererek Kürtleri tarihin en
barbar milleti olarak göstermekten imtina etmeyen bazı Kürtler bu acı olayı
bilmemekte, daha doğrusu hatırlamak
istememektedirler...Taşnak Partisi tarafından hayata geçirilen bu eylemde en
az 40.000 Kürt katledilmiştir... Malesef
bu tip kanlı olaylar halkların arasındaki mesafenin gitgide açılmasına ve
düşmanlıkların artmasına sebeb olmuş,
ilerde yaşanacak olan çok daha büyük
kıyımların altyapısını oluşturmuştur. Bu
asla inkâr edilemeyecek tarihi bir olgudur.”
1915 için özür dileyen Kürtleri caydırmaya dönük yazısında Xerzî'nin en sarsıcı kozu oluyor “40 binlik Xanasor katliamı”!.. 1915'ten önce böyle kimbilir daha
ne kadar saldırıyla Ermeniler Kürtleri
tahrik etmiş, sonra da eğer daha fazlasını görmüşlerse şikâyet etmeye hakları
yoktur demeye getiriyor. Birazdan göreceğiz, Mamoyan'ın da benzer sözleri
var. Fakat önce şu devasa rakamı kendi
akıl ve hafsalalarına nasıl sığdırdıklarını sormak gerekiyor. Telâfuz ettikleri
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ölü sayısı, Türk ordusunun onbinlerce
askeri, onlarca topu, yüzlerce makinalı
tüfeği, zehirli gazları ve savaş uçaklarıyla iki yıl boyunca operasyon yaptığı Dersim'deki soykırım kurbanlarının toplam
sayısına eşit neredeyse. Hafif silahlarla
donanmış birkaç yüz Taşnak fedaisinin
iki günlük saldırısı sonucunda böyle bir
bilançoya ulaşılmasının maddi açıdan
olanaksız olduğunu bilecek kadar hesap
da mı bilmiyorlar?
İkisi de merak edip Xanasor'un ne büyüklükte bir yerleşim olduğuna bakmamış anlaşılan. Mazrik aşiretinin genel
nüfusu belirtildiği gibi 40 bin olsun diyelim. Peki bu aşiret kaç köyde yaşıyordu, en büyük yerleşim noktasında kaç
nüfus olabilirdi? Bunlar akla gelecek
basit şeyler değil mi? Diyelim siz aşiretin köyler ve yayla yerlerinde dağınık
yaşadığını dikkate almıyor, fedailerin
saldırdığı Xanasor isimli yeri de -mümkün değil ama varsayalım ki- bir şehir
sanıyorsunuz. Peki öyleyse, 250 kişilik
fedai grubunun 40 bin kişilik şehir halkını komple katletmesi nasıl mümkün
olacaktı, bunu da mı tuhaf görmediniz?
Böyle devasa bir rakamın tuhaflığını
hissetmek için insanın ille kimlik olarak
suçlanan taraftan mı olması gerekir?..
Aşağıda görüleceği üzere, Xanasor denilen yer Mazrik aşiretinin çadırlardan
oluşan bir yerleşim alanı. Olay tarihi
haziran sonu olduğuna göre yayla yeri
de olabilir. Kimi kaynakta 250, kiminde
300 çadırlık bir oba olduğu belirtiliyor.
Her çadırdan bir kaç kişi kurban edilmiş
olsa bilanço ne olabilir siz hesap edin.
Sonuçta sayı az da olsa katliam katliamdır, ama keyfince sıfırlar ekleyip dudak
uçuklatmaya çalışmak niye? Mamoyan
hileli aktarma yaptığı kaynakta değilse
bile aynı olayı konu eden başka internet
sayfalarında 250-300 çadırdan bahsedildiğini görebilirdi.
Dürüst olmayan başka bir husus, bu saldırının sanki durup dururken ve rastgele bir Kürt yerleşimine yapılmış gibi
yansıtılmasıdır. Hemen öncesinde Vanlı
Ermenilere yaşatılan katliamları ve bunlarda Mazrik aşiretinin rolünü görmezden gelerek, bu saldırının (çok kötü de
olsa) bir misilleme olduğunu saklayarak
yazarın vermeye çalıştığı imaj “KürtErmeni ihtilafını yaratanın saldırgan ve
katliamcı Ermeniler olduğu”dur. Yalnız
bu kadar da değil, o buradan 1915'e de
uzanarak bakın nasıl bir öncelik-sonralık yada etki-tepki tablosu çiziyor.
“Bu ortaya çıkan sayı tarafların savaşta
verdikleri kayıp sayısı değildir. Ayrıca
makalede anlatıldığına göre iki Ermeni
papaz da silahlı gruplarla beraber bu
eyleme katılmıştır. Xanasorê’ye yapılan
saldırının, 1915 yılı trajik olaylarından
18 sene önce icra edildiğine dikkat edelim. 1915 yılına gelindiğinde Kürtlerin
yeni bir kuşağının yetiştiğini de anlayalım. Ermenilere karşı nefret duyma sebebi olan, Ermeni fedailerinin eylemlerinin
hatıralarından gücünü almış bu Kürtlerin bir bölümünün, devletin Ermenilere
karşı faaliyete geçirdiği cezalandırma
operasyonlarında yer almış olabilecekleri kabul edilebilir. Xanasorê Eylemi,
Ermeni militanlar tarafından yapılan tek
kanlı saldırı değildir...”
1915'te devletin Ermenilere yaptığı katliamları “cezalandırma operasyonları”
olarak nitelemek de neyin nesi? Bu aslında yazarın nerede durduğunu ele veren daha da büyük bir ayıp. Ama asıl
üzerinde durmak istediğim şu “hatıralardan gücünü alma” meselesi. Eğer ki
yazar Xanasor olayının yaşandığı VanVaspuragan çevresinde daha sonraları vuku bulan şeyler için böyle bir bağ
kurmakla yetinseydi biraz makul gözükebilirdi, ama 1915'te Ermeniler yalnız
Van'da değil her yerde katledildi ve çok
uzak bölgelerde katliama katılan Kürtler
muhtemelen Xanasor'un adını bile duymuş değildi. Bunun tek Ermeni saldırısı
olmadığını söyleyerek bir iki başka olay
anmaya çalışmak da durumu kurtarmaz.
Çünkü gerçekten Ermenilerin o dönem
fedai grupları sınırlı yerlerde, az sayılarda olduğu gibi, esas aktiviteleri de
Ermeni köylüleri korumaya ve gerektiğinde direniş için örgütlemeye dönüktü.
1908'e kadar faal olup sonra demokratikleşme umuduyla dağılan fedai gruplarının saldırı eylemleri çok nadir olmuştur,
o da halkın başına bela kesilen zorbalara
karşı. Xanasor saldırısı büyüklüğüyle ve
sivillerin bulunduğu bir yerleşimi hedeflemesiyle müstesna bir örnek sayılır.
Benzeri daha küçük başka örnekler varsa bile yaygın olduğunu söylemek mümkün değil. Ermeni halkı ise, köylüsü ve
kentlisiyle gayet barışçı bir mizaca sahip
olup genelde kendine yönelen saldırılara
karşı koymaktan bile acizdi. Tam burada
Mamoyan'ın hiç sözünü etmeden geçtiği
1894-1896 kırımlarını hatırlatmak gerekir.
Özellikle 1895'in son üç ayı içinde
Abdülhamit'in yönlendirmesi ve bağnaz kitlelerin kışkırtılmasıyla Ermeni
halkına karşı furya halini alan pogrom
tipi saldırılarda Trabzon, Erzurum, Van,
Bitlis, Diyarbekir, Mamuret ül Aziz, Sivas, Adana, Halep vilayetleri kapsamındaki irili ufaklı 40-50 kent ve yüzlerce
köy harabeye çevrilmiş, toplam 300 bin
Ermeni kurban edilmiştir. Çok yerde
ordu birlikleri ve Hamidiye alaylarının
da doğrudan rol oynadığı bu katliamlar
Ermeni halkının hafızasında “önceki kırım-talan” olarak yer etmiş, Hamidiyeli
Kürtlerin öne çıktığı yerlerde ise Kürtçe
olarak “Fermanê Kurdan” diye anıldığı
bile olmuştur. Etki-tepki meselesinde asıl
dikkate değer olan Xanasor'dan önceki
bu süreçtir. Xanasor eylemi bu sürecin
son halkasındaki 1896 Van katliamından
hareketle örgütlenmiş ve aşağıda görüleceği üzere tam onun birinci yıldönümüne
denk düşen günlerde yapılmış. Şu halde,
18 yıl sonraki soykırımla bunun bağını
kuran yazar, hemen bir yıl önceki Van
katliamıyla bağını neden kurmuyor?
Parmakla işaret ettiği şeye bakın; Xanasor eylemine katılan iki de papaz
varmış. Peki o papazlar neden katılmış
olabilir acaba? Hemen önceki yıllarda
Ermenilere yapılan saldırıların papazları
vahşice hedeflemesinden olamaz mı mesela? 1894-95 Ermeni katliamlarıyla ilgili uluslararası bir raporun Van vilayeti
bölümünde yazılanlara bakalım: Hepsini
aktarmak uzun olur, ama orada isimleriyle anılan 12 kazanın 100'den fazla
köyünde özellikle kilise ve manastırlara
yönelik saldırıların yapıldığı, çoklarının
yağma ve tahrip edildiği, başta papazlar olmak üzere Ermeni halkının terör
yoluyla İslama geçmeye zorlandığı anlatılıyor. Birinde verilen ayrıntı; “Serp
Manastırı başkanı Papaz Bedros'un önce
dili ve başka uzuvları kesildi. Bu kesmedoğrama işi papazın ölümüyle bitti...”
[5]. Demek ki varmış bir hikmeti papazların da fedai olmasının!..
Xanasor Seferi'nin zemini,
oluş biçimi ve adil yaklaşım
muhtemel
Ermenice tarih kitapları ve internet sayfalarında “Xanasori Arşavankı” (Xanasor Seferi) diye anılan saldırı eylemi,
öncesiyle birlikte şöyle anlatılıyor:
Abdülhamit yönetimi 1894-95 katliamları ardından Ermenilerin gücünü korumakta olduğu Van bölgesine odaklanır.
Van'da ilk önce kurulmuş olan Armenagan partisi genişçe örgütlüdür. Taşnak
ve Hınçakların da belli bir gücü vardır.
Vanlı devrimciler sınırın İran tarafına düşen Salmast ve Xoy bölgelerindeki Ermenilerle sıkı ilişki içinde olup, o
taraftan silah-cephane ve insan desteği
alırlar. Salmast ile Van arasında yaşayan
Asuri, Yezdi ve Şiilerle birlik geliştirmeyi de düşünürler. Anlaşmanın en zor
olduğu kesim Sunni Kürtlerdir. İki bölge
arası geçişlerde onların müdahalesiyle
karşılaştıkları olur. Hamidiye alaylarında örgütlenen Kürtler Abdülhamid'in
bölgedeki vurucu gücü olarak katliam
tehdidini sürdürmektedir.
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
2 Haziran 1896 günü Van şehrinde mollaların kışkırttığı Müslümanlar saldırıya
geçer. Bir hafta boyunca bir dizi Ermeni mahallesi ateşe verilir. Surp Hagop
kilisesine sığınanlar orada katledilir.
Şehirdeki üç Ermeni partisinin temsilcileri birleşik direniş örgütler. Türk ve
Kürt silahlı grupları sürekli takviye edilirken Ermenilerin cephanesi tükenmeye başlar. Van'daki İngiliz konsolosu ve
başkaları müdahale eder. Şehirdeki Ermeni devrimcilerin uzaklaşması şartıyla
kırımın önleneceği sözü verilir. Birkaç
günlük istişareden sonra devletle varılan
anlaşma gereği Ermeni temsilcileri kendi askeri güçlerini İran'a geçirmek üzere
Varaka dağına çekerler.
Armenagan temsilcisi Avedisyan öncülüğünde yaklaşık 1000 kadar genç, çoğu
silahsız olarak İran'a geçiş yaparken konaklamak istedikleri Xanasor düzündeki
Partoğimeos manastırı yakınlarında kuşatılır, yüzlercesi orada katledilir. Ancak
30-40 kişi Salmast'a geçebilir, bir kısmı
da Van-Vaspuragan çevresine geri çekilir. Taşnaklı Bedo ile Hınçaklı Mardig'in
83 silahlı kişiden oluşan birleşik grupları
da aynı yolda kuşatılır ve gün boyu çatışarak şehit düşerler. Devrimcilerin uzaklaşması ardından şehirde konsolosların
varlığı sayesinde başka saldırı olmaz,
fakat uzaklaştırılan gençlerin toplu kırımı büyük bir travma oluşturur. Halkın
devrime olan inancı sarsılır. Van'da ciddi
bir karamsarlık başgösterir.
Salmast tarafında bulunan devrimciler Taşnaklı Nikol Duman öncülüğünde
toplanıp bir karşı atak yapmayı kararlaştırır. Kışı geçirdikten sonra değişik bölgelerden silahlı güçlerini birleştirir ve
geçen yıl gençlerin katledilmesinde rol
oynayan Mazrik aşiretine saldırı hazırlığı görürler. Şeref Bey'in yönetimindeki
bu aşiret Hamidiye alaylarının aktif bir
unsuru ve sınır bölgesinde denetim aracı
olduğu için onun gücünü kırma, Kürtleri
sindirme ve devletle işbirliğinden caydırma amacı da güdülür. Başarılı olursa
Van Ermenilerinin ruh halini değiştireceği ve devrimci harekete desteğin tekrar güçleneceği umulur.
Kimi kaynaklara göre 250, kimine göre
350-400 kişilik bir saldırı gücü oluşturulur. Bu sayı fedai eylemlerinde daha
önce hiç kaydedilmemiş ve sonraları da
görülmeyecek büyüklüktedir. Xanasori
Vartan (Sarkis Mehrabyan) komutasında
hareket eden birlik Osmanlı-İran sınırını
oluşturan Araul dağının kıvrımları içine
konumlanır. Dağın eteğindeki Xanasor
düzlüğü Mazrik aşiretinin yayla yeri
yada göçebe yerleşim alanıdır. 250-300
çadırdan oluşan Mazriklerin obasına
karşı 25 Haziran 1897 sabahı şafak sökmeden saldırıya geçerler. Kara çadırlar
içinde dikkat çeken üç beyaz çadır vardır, bunların Şeref Bey'e ait olduğu tahmin edilir.
Ansızın yapılan baskına uykuda yakalanan ve şoka uğrayan aşiret mensupları,
anlatıldığına göre direniş gösteremez.
Panik halinde kaçışma başlar. Fedailer
ellerine geçen erkekleri öldürür ve bir
hayli kan dökerler. Söylenen işte bu kadar. Yapılan kısa tasvirlerde olayın bu
sıcak saf hasına ilişkin somut ayrıntılara
rastlamıyoruz. Kürtlerden ne kadar insan kırıldığına dair sayı belirtilmiyor.
Yalnız kadın ve çocukları öldürmeme
yönünde ciddi özen gösterildiği vurgulanıyor. Şeref Bey'in ise “kadın elbisesi giyerek kaçmayı başardığı” ileri sürülüyor.
Bunun aşağılama amaçlı bir yakıştırma
olduğunu düşünebiliriz. Kimi kaynaklar
olayın o sabah sınırlı saatler içinde yaşandığını belirtirken, kimisi 25-27 Haziran arası üç gün sürdüğünü kaydediyor.
Muhtemelen saldırı birinci günde olup
bitmiş, sonraki günler ise grup çekilmesini tamamlamıştır. Çünkü olay üzerine
çevreden başka aşiretlerin yetişmesine
kalmadan grubun Salmast istikametine
çekildiği, yalnız 20 kadar kayıp verdiği
belirtiliyor. [6]
Silahlı aşiret mensuplarının hiç karşı koyamadıklarını tasavvur etmek mümkün
değil. Fırsat buldukları ölçüde çatışmaya da girdiklerini düşünürsek, olayın bir
kaç cümleyle özetlendiği kadar basit olmadığını tahmin edebiliriz.
Şüphesiz bunlar muğlak bilgilerdir. Ayrıntılı tasvirlerin olmaması düşündürücü. Bu durum ajitatif söylemlerde verilmek istenen imajı zedeleyecek şeylerin
varlığıyla açıklanabilir. Zira öyle bir toplu saldırı, her ne kadar devletin vurucu
gücü olan bir aşirete karşı düzenlenmiş
olsa da, aşiret silahşörlerinin aileleriyle
içiçe uyku halindeyken yapılması nedeniyle, kurunun yanında yaşı da yakmanın kaçınılmaz olduğu bir şeydir. Kadın
ve çocuklara dokunmama prensibinin
bu tür bir eylemde sıkı sıkıya gözetilmesi hiç kolay değil. Saldırılan çadırlarda cinsiyet ve yaş ayrımını titizlikle
yapabilmenin zorluğu bir yana, karşı
koyan herkesin şiddetten payını alacağı
aşikârdır. Doğrudan silahların hedefi olmayanlar bile aile fertlerinin katlini görmekle dehşet yaşamış olmalıdır. Yetişkin
erkek nüfusun dahi çatışma alanı dışında ayrımsız hedeflenmesi savunulamaz,
çünkü aralarında masumların olması
her zaman mümkündür. Xanasor saldırısı kabaca tarif edildiği gibi yapılmışsa,
katliama katliamla yanıt verme anlamına
gelir. Belli ki burada intikamcı bir zihniyetle hareket edilmiş ve güç gösterisiyle karşı tarafı sindirme amaçlanmıştır.
Ermeni halkını motive etme amacıyla
gerçeğin üstünde bir başarı tablosu çizildiğini de düşünmek mümkün. Saldırı
sırasında aşiret mensuplarının kaçışına
dair vurgular bu açıdan abartılı olabilir.
Bu tartışmalarda eylemin insani yönden
sorgulanması görebildiğimiz kadarıyla
eksik kalmıştır. Ermeni halkına yaşatılan büyük acıların böyle bir karşı atağı doğurmuş olması, yani mağdur taraf
olarak hesap sormanın gözlerdeki meşruluğu bu eksikliğin doğal bir zemini
olabilir. Ermeni halkının kökünü kurutan soykırım gerçeği karşısında Türk
devleti gibi Kürt siyasi kurumlarının da
ciddi bir tarihsel yüzleşmeden kaçınıyor
olması, Ermeni tarafının kendi payına
muhasebe yapma duyarlılığını zayıflatan bir diğer büyük faktördür. Yine de
bu duyarlılığı gösterenler hiç yok değil.
Aziz Mamoyan'ın kendi makalesinde sözünü ettiği tarihçi-akademisyen Stepan
Boğosyan'ın eleştirel yaklaşımı bunun
bir örneğidir.
Ermeni tarih yazımında Taşnak çizgisine bağlı olan yada yakın duranlar bu eylemi büyük bir devrimci atılım ve parlak
bir başarı gibi savunurken, farklı görüş
açılarından bakanlar ise kendi halkına
yarardan çok zarar getiren maceraperest
bir girişim olarak eleştirmişlerdir. Örneğin Taşnak önderlerinden Rupen hatıralarında, bu eylemin güce tapan Kürtleri
daha çekingen ve tarafsız davranmaya
sevkettiğini, hatta bazılarının daha dostane yanaşmasına bile vesile olduğunu
söylerken [7], Sovyet Ermenistanı tarihçilerinden H. M. Boğosyan onun bu
görüşüne katılmayıp daha sonraki tarihlerde Kürt aşiretlerinin Sasun ve başka
yörelerdeki Ermenilere nasıl saldırdıklarını hatırlatıyor. Xanasor eyleminin yaşandığı yıllarda onu eleştirenler olduğuna da dikkat çekiyor. Türk yönetiminin
baskısıyla İran hükümetinin de Ermenilere karşı önlemler aldığını, Salmast ve
Ağbag'da Ermeni nüfusun çok mağdur
edildiğini belirtiyor. [8]
S. Boğosyan, Şeref Bey yönetimindeki
Mazrik aşiretinin Ermeni halkına yönelik katliam ve talanları nedeniyle hedef
seçildiğini doğrulamakla beraber, Xanasor eyleminin oluş biçimini yukardakinden farklı olarak şöyle tasvir etmiştir:
“Ermeni grupları Xanasor düzündeki
Mazriklerin konak yerini kuşatıyor ve
çadırlar üzerine ateş açıyorlar. Kürtlerin yerleşimi işgal ediliyor, fakat anlaşılıyor ki aşiretin reisi kendi askeri bölüğüyle uzaklaşmayı başarmış. Böylece
yapılan sefer kendi hedefine ulaşamıyor.
Dahası atılan kurşunlarla ölen Kürt ka-
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dın ve çocukları da oluyor. Nedeni çok
basit, çünkü geceydi ve kime ateş ettiğini
seçebilmek mümkün değildi. Eylemin başarısız görüleceği belliydi... Fakat hayır,
Taşnaktsutyun başarısız kalmış olamazdı! Ve Xanasor seferi Ermeni halkının
özgürlük savaşındaki en parlak sayfalardan biri ilan edildi. Dahası bu deneyim
savaş koşullarında hümanist duruşun
sembolü yapıldı. Hatta 'Ermeni fedaisi
kadın ve çocuklara ateş etmiyor' dizeleriyle bunun şarkısını yaktılar.” [9]
Buna karşılık Boğosyan'a açık mektup
yazan Vazken Ğazaryan ise onun eleştirel yaklaşımına teessüflerini belirttikten
sonra soruyor: “Eğer gerçekten iddianızı
temellendirecek kanıtlarınız varsa buyurun bari o yararlandığınız kaynakları
belirtin, isterse Türk kaynakları olsunlar...” [10]
Bu yazışmalardan anlaşılacağı üzere olayın aslı oldukça kalın bir sis bulutu arkasında kalmış ve doğru dürüst ne yaşandığını ortaya koyacak yazılı şeyler bulma
ihtimali de çok zayıftır. Böyle olması
yine şaibeli bakmaya hak verir. Çünkü
eğer şarkılara konu edildiği gibi övünç
duyulacak bir muhtevada yaşanmış olsaydı, eyleme katılmış fedailer veya onlardan dinleyen Ermeni aydınları olayın
ayrıntılı bir öyküsünü herhalde yazarlardı. Ayrıntılı yazımından kaçınılan şeyler
genelde iyi olmayan hatıralardır. Ama
öte yandan eylemin bilançosu çok ağır
olsa bunun da sözlü Kürt edebiyatına
yansıması ve daha sonra Kürt/Kürdistan tarih yazımına girmesi beklenirdi.
Ermenileri suçlamak için koz arayan
Osmanlı makamları ise yazılı raporlarında işlemeyi ihmal etmezlerdi. Bir de
bu alanlara bakmak lazım Xanasor'un
boyutunu anlamak için.
1894-96 katliamlarına misilleme niteliğindeki Xanasor olayı gibi, 1915 soykırımı ardından Ermeni gönüllü gruplarının
yer yer Türk ve Kürt köylerine yönelik
intikam saldırıları da olmuştur. Boyutlarının çok çok abartılıyor olması ayrı
mesele, fakat az da olsa katliam niteliğine bürünen misillemelerin yanlışlığını
görmek, tespit edilebilen bu tür olguların vicdani muhasebesini çekincesiz
yapmak gerekir. Bunları istismar etmeye
çalışanlar varsın etsin, açık yürekli davranış genel plandaki haklılığın daha net
görünmesini sağlar. Ermeni halkı bütün
o süreçlerin tartışmasız en büyük mağdurudur. Önceki gerginlik ve çatışmalar
içinde kendi öncülerinin payı ne olursa
olsun, nihayetinde hiç bir şeyin mazur
gösteremeyeceği canavarca bir imha planının tek taraflı kurbanı olmuştur. Buna
karşı direnişleri asla suçlanamayacağı
gibi, katliama dönüşen intikam hareketleri bile kendine yapılanlarla aynı kefeye konulamaz. Evet, Taşnakların şaibeli
Xanasor eylemini halen yıldönümlerinde
kutluyor olmaları bu açıdan eleştiri hak
eden bir durum. Fakat bunu “canilerin
kahramanlaştırılması” gibi bir klişeyle
ayıplamak da ölçüyü kaçırmak olur. Biliyoruz ki o eyleme kalkışan fedailer Kürt
halkının düşmanı yada kana susamış
caniler değildi. Toplu yerleşim alanına
baskın vermeleri, muhtemelen hedeflerini izole durumda yakalama güçlüğünden
ve hesap sormanın halk arasındaki yakıcılığından ileri gelmiştir.
Ulusal gerilla hareketlerinde devrimci
eylem çizgisi dışına çıkan bu tip saldırılar, hatta daha kötüleri yakın dönemlerin de gerçeğidir. Hatırlayacak olursak,
PKK'nın kendi halkından olan koruculara karşı eylemlerinde de zaman zaman
toplu katliam tabloları ortaya çıkmış, bir
kaç yerde korucu ailelerin evleri ateşe
verilip kadın-çocuk dahil 30-40 kişi öldürülmüştü. Sonra Öcalan bu eylemleri
Botan bölgesinde feodal intikamcı anlayışla hareket ettiğini söylediği bir komutanın sırtına yıkmış ve "Kör Cemal pratiğini mahkum ediyoruz" demişti. Ama
yıllar sonra Dersim'de de katliam dahil
halka ve diğer devrimci güçlere karşı
zorbalık yapıldı, bu da önceki gibi merkezi politikanın bir ürünüydü, ama geri
tepince bu defa da günah keçisi Doktor
Baran oldu. Demek istediğim, ulusal
hareketlerin sakat anlayışları ve zararlı
pratikleri çok yerde görülmüştür. Taşnak ve Hınçak partilerinin haklı ulusal
mücadeleleri içinde de yer yer çığırından
çıkan, vicdanları yaralayan şeylerin olması doğaldır. Ama onları bire bin katarak suçlayıp, PKK'nin benzer işlerine
gelince laf söyletmeyenler gerçekte yalnız kendi çifte standartlarını teşhir etmiş
olurlar.
Sözkonusu iki makalenin Kürtler arasında 1915 muhasebesinden kaçınmayı telkin eden mesajlarını ve ardındaki
zihniyeti de eleştirmek gerekiyor. Onsuz
bu konu tamamlanmış sayılmaz. Ancak
fazla uzatmamak için o irdelemeyi sonraya bırakıyorum. Yakında ayrı başlıkla
sunmak üzere...
24/02/2012
[1]- Yazar bu isim dışında Ezîz ê Cewo
ismiyle de anılmaktadır.
[2]- Makaleyi okumak için bkz: www.
mezopotamya.gen.tr/srove-yorum/
kurt-ermeni-iliskilerine-tarihsel-birbakis-h1711.html
[3]- http://www.aztagdaily.com/archives/22143
[4]- Xerzî, Geçmişten günümüze KürtErmeni ilişkileri ve 1915 tarihsel kopuşunun günümüze yansımaları: (http://
www.mezopotamya.gen.tr/drok-tarih/
kurt-ermeni-iliskileri-1915-ve-ozurmeselesi-h1716.html)
[5]- Ermeni Katliamları Raporu 18941895, İstanbul'da Görevli Altı Büyükelçiliğin Ortak Hazırladığı İstatistik,
Hazırlayan P. F. Charmetant, Peri
Yayınları, İstanbul-2012, s. 82-84.
(Manastırın isminde geçen kelime Serp
değil, aziz anlamında Surp olmalı).
[6]- Olayla ilgili anlatımlar birçok internet sayfasında var, çok benzer olmaları nedeniyle hepsinin hareket noktası
Rupen'in aşağıdaki hatıra kitabı olmalı.
Burada hepsinden ortak bir derleme
vermeye çalıştım.
[7]- Rupen, Hay Heğapoxagani Mı
Hişadagnerı (Bir Ermeni Devrimcinin
Anıları), 2. cilt, Tahran-1982, s. 45
[8]- H. M. Boğosyan, Vaspuragani
Batmutyunits (Vaspuragan Tarihinden)
1850-1900, Yerevan-1988, s. 289
[9]- Çorrort İşxanutyun, No: 439, 2
Aralık 2003
[10]- Hay Ariner, Sayı 63-64, Ekim 2005
Aras Yayıncılık İth. İhr. Ltd. Şti. İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z Tünel / Beyoğlu 34430 İstanbul - Türkiye Tel: +90 (212) 252 65 18
Fax: +90 (212) 252 65 19 E-posta: [email protected]
Hayastaninfo.net
Online-Magazin & Informationsportal
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Baskın Oran
“Büyük
Barış”tan
korkuyorum
Herkes çok umutlu ve sevinçli. “Büyük
Barış” geliyor. BDP genel başkan yardımcısı şöyle dedi: “Kürt sorunu çözülecekse, Türkiye’deki demokratikleşmenin
önünü açacaksa, bu sorunlar giderildikten sonra BDP ve AKP başkanlıkta
anlaşabilir.” (Taraf, 25.02.2013). Şöyle
izah etti: “Yeni bir anayasa yapacağız,
AK Parti başkanlık sistemini öneriyor
ve en büyük çoğunluğa sahip parti onlar.
Bizim reel durumdan sıyrılmak gibi bir
lüksümüz yok.”
İster huysuz kişiliğime, ister şüpheci
mesleğime, ister Kürt meselesini biraz
bilme ve Başbakan’ı biraz tanıma iddiama verin. Çok huzursuzum hatta korkuyorum, çünkü Kürtlere Öcalan ve BDP
aracılığıyla verileceği söylenen “haklar”ı
getirecek reformlar, Erdoğan’ı “Seçilmiş
Padişah” yapma şartına bağlandı. Son
cümleyi açalım.
Kim kimdir, ne nedir?
“Kürtler” derken, bilelim: 90 yıldır kimliği inkar edilmiş, Genelkurmay bildirisinin Mart 2005’te kullandığı tabirle
“Sözde Vatandaşlar”dan bahsediyoruz.
Kurtuluş Savaşı sırasında (1921 Anayasası md. 11) ve sonrasında (1923 İzmit
Basın Toplantısı) verilen özerklik sözleriyle aldatılmışlar. Mevcudiyetlerinin
farkına, ancak, PKK kurşun sıkmaya
başlayınca varılmış. Kendi dillerinde su
istemek veya türkü dinlemek cezalandırılmış. 1999’da sınır dışına çekilirken
fırsat bu fırsat denilerek yüzlerce mensupları öldürülmüş. Gençleri “Türkiyeli”
kavramından bile soğumuş. Yani, artık
çok işkilli ve beklentisi çok yüksek bir
halktan bahsediyoruz. Eğer Kürtler bu
sefer de hayal kırıklığına uğrarsa, Türkiye öldür Allah dikiş tutmaz.
“Öcalan” derken, bilelim: “Bebek katili” sıfatıyla anılan, kendisine “sayın”
diyenlere ‘suç ve suçluyu övmek’ ve
‘terör örgütü propagandası yapmak’tan
10 ay hapis verilen, 14 yıldır tek başına
bir adada tecride kapatılmış, bunun için
Türkiye’de bozulmamış koster bırakılmamış bir mahkumdan bahsediyoruz.
“Müzakere”, bu koşullardaki biriyle ediliyor.
“BDP” derken, bilelim: Bir ay öncesine
kadar değil muhatap alınmak, KCK tutuklamaları yüzünden belediye başkanı
ve yönetici bulamaz hale gelmiş, Kürt
meselesi yüzünden 2’si AKP döneminde
olmak üzere 13 partinin kapatıldığı bir
ülkede, kapısına dokunulmazlık kaldırma fezlekeleri yığılmış bir siyasi partiden bahsediyoruz.
“Haklar” derken, bilelim: Ortada hak falan yok. Tamamen belirsiz kimi “şey”lerden bahsediyoruz. Bunların içinde en
öne çıkarılanı, asgari insan hakları getiren Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Misakı. Onu da Türkiye, zaten 1988’de
imzaladı, 1991’de 3723 s. kanunla onadı, 01.04.1993’te yürürlüğe koydu, ama
sıkı durun, bugün itibariyle 20 yıldır tek
maddesini uygulamadı. Aksine, Haziran
2010’da kaymakam ve valiler, belediye
meclisi kararlarını veto yetkisine kavuştu.
“Başbakan Erdoğan” derken, bilelim:
“Türkiye'de artık Kürt sorunu yoktur; terör sorunu vardır” (03.02.2013).
Büyük yenilik: Atatürk dönemindeki
“eşkiya”nın yerine “terörist” koymuş.
Dolapdere’de DTP’lilere pompalı tüfekle
ateş açılınca: “Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, o da
kendisini savunma yoluna gidecektir”
(Kasım 2008). Öcalan hakkında: “Biz
o sırada koalisyonda olsaydık ya idam
edilirdi, ya da istifa ederdik, çekilirdik”
(Haziran 2011). BDP’lilerin dokunulmazlıkları konusunda: “Biz yargıya zaten gerekeni söyledik, gereğini yapıyor;
biz de parlamentoda yapacağız” (Eylül
2012). Tabii, bu sonuncusu, Erdoğan’ın
yargı bağımsızlığına nasıl baktığını gösteriyor, bir de fütursuzluğunu.
6: Komisyon, Komisyonu oluşturan bütün siyasi partilerin mutabakatı ile karar
alır. Sürecin tamamlanıp tamamlanmadığı ve nihai metnin tekemmül edip etmediği hususu dahi mutabakat ile belirlenir.” (https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/
calismaesaslari.aspx).
4 ay geçmiş, toplam 96 madde görüşülmüş, 30’unda kesin uzlaşma sağlanmış,
35 madde için parantez açılmış, vatandaşlığın tanımında bile uzlaşma gözükmüşken, Başbakan birdenbire “Başkanlık” önerisini patlattı. CHP ve MHP
reddedince de, “diktatörlük” tanımının
gereğini yaptı: Kendi koyduğu kuralı,
Komisyon’un “mutabakat ilkesi”ni, yürürlükten kaldırdı: “Mart 2013 sonuna
kadar uzlaşma olmazsa Meclis’ten geçirir, referanduma gideriz”. İşte o referandum için ihtiyacı var BDP’ye.
“Seçilmiş Padişah”a teslim
Bugüne kadar parya muamelesi görmüş
BDP, böyle bir durumda şu inanılmaz
yetkileri isteyen Erdoğan’a başkanlık
ışığı yakıyor: TBMM’yi fesih yetkisi;
ülkeyi AYM tarafından iptal edilemeyecek kararnamelerle yönetme yetkisi;
AYM, HSYK, Danıştay ve YÖK üyelerinin yarısını, ayrıca Yargıtay başsavcısını, büyükelçileri ve rektörleri seçme
yetkisi. Zaten, yargıçların gerisini de,
partisi AKP seçecek. Kuvvetler ayrılığı
ilkesi mafiş.
Böyle bir Erdoğan neden birdenbire
BDP’ye yanaştı? Gerçi artık alışıyoruz,
“başkan” olabilmek için bir süredir “botoks” yaptırıyor: Ruhban Okulu sözü
verip AB’ye, bazı bakanları görevden
alıp doktorlara ve öğretmenlere, doğum
iznini 6 aya çıkarıp kadınlara, mahkum
generalleri ziyaret edip Şanghay Beşlisi
diyerek ulusalcılara şirin gözükmeye çalışıyor. Bu mu? Hayır, daha kestirme bir
durum:
Daha önemlisi, BDP bu inanılmaz desteği, “PKK silah bıraktıktan ve yurt dışına
çıkarıldıktan sonra” AKP’nin “yapmayı
düşündüğü” reformlar karşılığında verecek. Oysa, bu kadar işkilli ve beklentili bir halkın temsilcileri, umulurdu ki,
önce, bu insanların “Türkiyeli Kürt”
kimliğini tanıyan özerkliği bir görsünler. Yani, çözüm planının aşamaları ters.
Önce, özerklik somutlaşmalıydı. Kürtlerin tek pazarlık gücü sıfırlandıktan
sonra, PKK’nın (silahın) yerini alacak
Kürt sivil toplumunun ve burjuvazisinin
eline de, halkını ikna edecek sağlam bir
özerklik verilmeden, her şey, Roboski’yi
bile örtbas etmiş, “Kürt sorunu” terimini bile reddeden Erdoğan’a emanet.
Çocuğun başından panzer tekeri geçiyor, elinde bomba patladı diyorlar. Onun
içindir ki Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar Hakkari ve Diyarbakır’dan alarm
vermekte.
2011 seçimlerinin ardından Kürt meselesini artık barışçı bir çözüme kavuşturmak hedefiyle Ekim 2011’de çalışmaya başlayan Anayasa Uzlaşma
Komisyonu’nun temel ilkesi şuydu: “Md.
Peki, “kan dökülmesi” durmasın mı?
Tabii ki dursun da, son bir hayal kırıklığı patlak verirse, bir süre sonra her
AVM’de bir “kan banyosu” başlayabilir.
Kaynak: (3 Mart 2013'de Radikal İki)
Maktul BDP nasıl makbul oldu
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çerkes
Ethem,
1915/16 ve
Çerkesler
SELÇUK UZU N
Çerkes Ethem konusunda birşeyler
araştırmaya başladığınızda, karşınıza sadece „Milli Mücadele“ dönemi
çıkar. Çerkes Ethem´in anılarının bile
olup olmadığından, yazdı ise doğru
olup olmadığından bile emin değiliz.
Ama Çerkes Ethem ve ağabeyi Reşit ve
Tevfik gerek Birinci Dünya Savaşı´nda
gerekse „Milli Mücadele“ döneminde
somut bir vaka. Çerkes Ethem konusunda beni ilgilendiren daha çok 1914-18
dönemi. Yani özellikle Ermeni tehciri
dönemi. İtiraf etmeliyim ki bu konuda
çok fazla kaynak olduğunu söyleyemem. Tabii ki Teşkilatı Mahsusa gibi
„gizli“ teşkilat hakkında belge bulmak
o kadar kolay bir iş değil. Belki Teşkilatı Mahsusa şeflerinden Hüsamettin Bey´in 1928 yılında Genelkurmay
Başkanlığı´na teslim ettiği kilitli ve her
tarafı çivilenmiş sekiz sandıkta birşeyler bulunabilir.
Çerkes Ethem´ e ait olduğu iddia edilen anılarda şöyle bir bölüm vardır:
„Birinci Dünya Savaşı´nın ilk senesinde
büyük kardeşim Reşit Bey´in, kendi başına askeri ve politik amacı olan, Kürtlerden ve başka milletlerden toplanmış
Teşkilatı Mahsusa kuvvetleri ile Ruslara karşı, daha sonra İran´ın güneyinde
İngiliz bölgesinde ve Efgan sefer heyetinde bulundum. Pek uzun sürecek olan
bu maceralardan bahsetmeyeceğim.“
Çerkes Ethem´in 1918 öncesine ilişkin
söyledikleri bu kadar. Bir konuda herkes aynı fikirde sanırım: Çerkes Ethem, Teşkilatı Mahsusa üyesi. Balkan
Savaşı´ndan Yunanistan´a iltica edişine kadar olan hayatı Teşkilatı Mahsusa ve çetecilik. Başka hayatı yok. Ve
dönemin önde gelen Teşkilatı Mahsusa liderlerinin hemen hemen hepsi ile
teşrik-i mesaide bulunduğu da gerçek.
Eğer Ermeni tehciri konusunda biraz
olsun derinlemesine birşeyler okuduysanız, karşınıza „Çerkesler“ çıkar. Örneğin Van-İran-Muş-Bitlis-Diyarbakır-
Maraş-Ur fa-Hak kar i-Halep -Der
Zor-Musul hattını takip ettiğinizde
karşınıza Çerkesler çıkar. Genellikle
hepsi Teşkilatı Mahsusa´da yer alırlar.
Hem de en sertinden, en militanından,
bulunduğu bölgede dehşet saçan, acımasız cinsinden.Çerkes Yakup Cemil, Çerkes Ahmet, Çerkes Harun,
Çerkes Canbulat, Çerkes Ethem,
Çerkes Dr. Reşit, Çerkes Salih Zeki,
Çerkes Ömer Naci, Çerkes çeteleri,
Çerkes fedaileri, Çerkes Teşkilatı
Mahsusa çeteleri, vs. Üstelik bu çetelerin, fedailerin, tetikçilerin sonradan
Çerkes olduğunun farkına varılması
gibi bir durum da söz konusu değil.
1915/16´da en azından Alman konsoloslar, Anadolu´da bulunan yabancılar
bile fark etmişler.
Teşkilatı Mahsusa
Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı
Mahsusa çetelerinin sayısı yaklaşık 30
bin kişi olarak tahmin edilmektedir.
Bunlar arasında hapishanelerden salıverilenler, eşkiyalar, başıbozuklar, çapulcular, yerel aşiretler, Kürt aşiretleri,
Laz, Kürt, Çerkes, Arap, Çeçen çeteleri
yani yok yoktur. Bunların başında da
Ittihat ve Terakki´nin güvendiği ve görevlendirdiği şefler ve subaylar vardır.
Bu örgütün esas para kaynağı da Almanlardır. Bazı kaynaklara göre Almanların Teşkilatı Mahsusa´ya yaptığı para yardımının 1918 yılına kadar
4 milyon altın lira olduğu iddia edilir. Ayrıca İttihat ve Terakki´nin örtülü
ödeneğinden, Harbiye Nezareti´nden de
paralar aktarılmıştır. Teşkilatı Mahsusa
birliklerinin eğitimi Harbiye Nezareti
tarafından yaptırılır. Özel üniformaları
dahil tüm lojistik destek Harbiye Nezareti ve özellikle de 3. Ordu Komutanlığı tarafından karşılanmıştır. Teşkilatı
Mahsusa üyeleri maaş alırlar, ancak
maaş bordroları yoktur. Ayrıca baskın, yağma, haraç ve soygundan da
pay alırlardı.
Teşkilatı Mahsusa hakkında yazılanlarda, anılarda ve resmi tarih anlatımında,
bu örgütün Ruslara ve Ermeni çetelere
karşı savaştığı belirtilir. Ancak Teşkilatı Mahsusa`nın fiili olarak Rusya ile savaşa girilmesinden yaklaşık 4 ay önce
faaliyetlerine başladığını, Seferberlikten hemen önce Teşkilatı Mahsusa`nın
fiilen Trabzon-Erzurum-Van Hattı´nda
görevlendirildiğini unutmamak gerekir.
Bu aylarda çarpışılacak ne Rus Ordusu
ne de Ermeni çeteleri vardır. 1915 tehcirinin başlamasına kadar bölgede aktif
bir Ermeni „isyanı“ veya ayaklanmasının olmadığı, sadece Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinin incelenmesi sonucu
bile ortaya çıkar. 1915/16´da ve öncesinde Osmanlı´nın ve İttihat ve Terakki´nin
şöyle bir bakış açısı vardır: Bir kişi bile
emirlere uymasın, isyan etmiş sayılırdı.
Bu zihniyet, her Ermeni itirazını „isyan“ olarak değerlendirmiş ve „hain“
ilan etmiştir. Bahaeddin Şakir, tekliflerini kabul etmeyen Ermenileri daha
savaşa girilmeden çok önce hain ilan
etmişti.
Teşkilatı Mahsusa, savaş öncesi bir
yandan Rus arka cephesinde faaliyetlerde bulunurken, aynı zamanda bulunduğu bölgelerde bir çeşit „mıntıka
temizliği“ de yapmıştır. Bu temizliğin
kapsamı içine istisnasız tüm müslüman
olmayan halklar, İttihat ve Terakki ile
işbirliğine yanaşmayan kimi Kürt aşiretleri de dahildir. Özellikle Van bölgesinde bu durum daha da vahimdir.
Teşkilatı Mahsusa`nın savaşta yaptığı
aslında şudur: Görece bıçak sırtında
da olsa hem etnik hem askeri hem de
toplumsal dengeleri bozmasıdır. Yani
Teşkilatı Mahsusa eliyle arı kovanına
çomak sokulmuş ya da arı kovanına
şiddetli bir tekme atılmıştır.
Özellikle Sarıkamış bozgunundan
sonra Teşkilatı Mahsusa´nın asli görevi „harici değil dahili düşmanlar“
olmuştur. 1915/16 yıllarında Teşkilatı
Mahsusa´nın Doğu Anadolu´daki esas
görevi, Ermeni tehcirini uygulamaktı. Ben kişisel olarak Ermeni tehciri
döneminde katliama karışmamış bir
Teşkilatı Mahsusa birliği ve/veya
çetesinin olduğuna inanmıyorum.
Sadece Erzurum vilayetinde tehcir döneminde 50´den fazla katliam yeri
mevcuttur. Van bölgesinde, İran´da,
Muş, Bitlis, Maraş, Diyarbakır, Suriye
ve Irak´ta Teşkilatı Mahsusa birlikleri
inanılmaz katliamlar yapmışlar, birkaçı
hariç hiçbir şekilde Ruslara ve Ingilizlere karşı başarı da elde edememişlerdir.
Savaş öncesi Çerkes Ethem
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı Mahsusa´daki faaliyetleri konusunda geniş bilgilere ulaşmak mümkün değil. 31 Ağustos 1913
tarihinde „Batı Trakya Muhtar Türk
Cumhuriyeti“ adıyla kurulan ve Süleyman Askeri´nin başını çektiği Teşkilatı
Mahsusa hareketinde, Çerkes Ethem´in
ağabeyleri Reşit ve Tevfik´in aktif rol
aldığı biliniyor. Ethem´in de bu mücadeleye katıldığı bilindiğine göre, Çerkes
Ethem´in Teşkilatı Mahsusa´ya Balkan
Harbi sırasında girdiğini kabul edebiliriz. „Batı Trakya Genelkurmay İkinci Başkanı“ olarak Çerkes Reşit´in adı
geçer. Çerkes Ethem´in „resmi“ askerlik hayatı, Bulgar Cephesi´nde Çürüksulu Mahmut Paşa´nın Kolordu Muhafız Bölüğü'nde süvari kıtası kumandanı
olarak savaşırken yaralanması ile biter.
Daha sonra İran, Afganistan harekatına Rauf (Orbay) Bey´in müfrezesinde
katılır, Cevdet Bey, Kazım Özalp, Kazım Karabekir, Ömer Naci, Halil Kut ve
diğer İttihat ve Terakki mensupları ile
de bu yıllarda tanışır. Çerkes Ethem´in
yanında hep iki ağabeyi Reşit ve Tevfik
vardır. Ethem Bey´i de Teşkilatı Mahsusa`ya alan büyük bir ihtimalle ağabeyi Reşit´tir. Ayrıca aile babadan bu yana
Teşkilatı Mahsusacıdır. Çerkes Ethem,
1918 yılının başlarında Uceymi Paşa
Sadun ile Irak seferine katılır burada
yaralanır ve Bandırma´ya döner. Bu yılın sonunda da mütareke imzalanır.
Bu yazı, Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni tehciri döneminde
nerede olduğu, ne zaman, ne yaptığı
konusunda var olan sis perdesini aralama çabası olarak değerlendirilmelidir.
Doğrudan Çerkes Ethem´in hayatını izleyerek bu dönemi aydınlatmak mümkün olmadığı gibi, bu dönem ile ilgili
belgeleri bulmak ta sanırım imkansıza
yakın. Benim sis perdesini aralama çabamın ana çıkış noktaları şunlar:
1- Çerkes Ethem, seferberlikten önce
İran seferi için Ömer Naci komutasında İran cephesinde Teşkilatı Mahsusa
harekatları için görevlendiriliyor. Van´a
gönderiliyor.
2- Çerkes Ethem İran seferinden sonra
Van´a dönüyor.
3- Van´dan Rauf Orbay´ın Müfrezesine
katılmak için İran´daki Kirmanşah bölgesine gidiyor.
4- Çerkes Ethem hakkında dönemin Diyarbakır Valisi Çerkes Dr. Reşit´in emrinde çalıştığına ilişkin iddialar vardır.
5- Tarihe „Sayfo“ (Kılıç Yılı) olarak
geçen Süryanilerin katledildiği 1915
yılı ve İdil (Hazak/Azak) „isyanı“ döneminde Çerkes Ethem bu bölgededir.
6- Çerkes Ethem´in yaralanmasına kadar olan dönemde ana üssü Musul ve
Bağdat olarak gözükmektedir.
Çerkes Ethem´im özel görevi
Çerkes Ethem´in Seferberlikten birgün önce, Ağustos 1914 başında başlayan macerasına dönelim. Bu macera
yaklaşık 4 yıldan fazla sürer.
Cemil Koçak`ın “Ey Tarihçi Belgen
Kadar Konuş!” Bir Teşkilatı Mahsusa Öyküsü“ adlı yazısı bize Çerkes Ethem konusunda ilk ve önemli
ipuçları verir. 1914 yılının Ağustos
ayının başında Dahiliye Nazırı Talat
Bey´in daveti sonucu yapılan toplantıda, Ömer Naci Bey ile birlikte Erkanı
Harb Kolağası Ruşeni Bey, „İran’dan
Kafkas’a geçmek ve Rusların gerisinde siyasi bir inkilap hazırlamak
vazifesi ile siyaseten“ görevlendirilir.
Ruşeni Bey ve Ömer Naci, İran mücahitlerinden Emir Haşmet ve rüfekası,
Çerkes Reşit ve Ethem ile arkadaşları
Erzurum üzerinden Van´a gelirler. Van
Valisi Tahsin Bey, Hakkari Mutasarrıfı
Cevdet Bey ve Van Jandarma Komutanı Kazım Özalp ile “tevhidi mesai ederek”, 1 ay kadar Van´da kalırlar. Burada dikkati çeken nokta, Çerkes Ethem
ve Reşit´in doğrudan en üst makamlar
tarafından görevlendirilmesidir. Talat
Paşa´nın emri ve tabii ki Enver Paşa´nın
da onayı ile. Ağustos ayı başında alınan
karar sonucu, Çerkes Ethem´ve Reşit´in
1914 yılı Ağustos/Eylül/Ekim aylarında Van´da oldukları anlaşılıyor.
Ruşeni Bey ve Ömer Naci ekibi İran´da
iken Van valiliğine atanmış olan Cevdet
Bey, İran´a geçer ve bizzat elden Talat
Bey´in bir telgrafını Ruşeni Bey´e verir.
Telgraf emrinde Ruşeni Bey´in emrindeki arkadaşlarının yarısını Çerkeslere
vermesi, onlarla birlikte çetecilik yapması ve Van´da teşekkül edecek üç kişilik bir heyete tabi olması istenir. Bu
emir biraz da Ruşeni Bey´in „rütbe-i
tenzili“ olarak ta değerlendirilebilir.
Ruşeni Bey, yukarıda sözü geçen kişilerle „teşriki mesai etmekte mazur”
olduğunu söyler. Ruşeni Bey, bütün
ekibini Cevdet Bey´e bırakır ve bu emre
uymaz. Emre uymayan Ruşeni Bey, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın emri ile o
zamanki Bağdat Valisi Süleyman Nazif
Bey tarafından tutuklanır. “Vücudu
muzır” görülmüştür. Ancak Ruşeni
Bey canını kurtarır.
Bu bilgilerden hareketle bazı noktalara açıklık getirelim: Çerkes Ethem´in
1914 yılında nerede olduğu belli.
Talat Bey´in emrinde sözü edilen
ve Van´da kurulan 3 kişilik heyetin içinde büyük bir olasılıkla Ömer
Naci´nin, Van valisi Cevdet Bey´in
bulunduğu kesin gibi. Bölgede Nuri
(Kıllıgil) Paşa ile Halil Kut Paşa da
bulunmaktadır. Burada ikinci noktaya
geçelim: İran´ı bilen tecrübeli bir Teşkilatı Mahsusacı olan Ruşeni Bey, neden emre uymaz ve tüm ekibini Cevdet
Bey´e terk eder? Ruşeni Bey´i „tedhiş
eden“ (ürküten) bir durum vardır. Bu
da şudur: Teşkilatı Mahsusa birlikleri
ile birlikte Çerkesler İran´a girmişler
„garet“ (yağma) yapmışlardır. İran
Türklerinin başına „felaket“ getirmişlerdir. Yani Teşkilatı Mahsusa birliği
İran´a girip, yağma yapmış, katliamlarda bulunmuş ve İran´da yaşayanları da
„Türk düşmanı“ yapmıştır. Teşkilatı
Mahsusacı Ruşeni Bey´i bile ürküten,
korkutan bir durum olduğuna göre, herhalde İran´da olup bitenleri „korkunç“
kelimesi ile nitelemek yanlış olmasa
gerek. Ruşeni Bey önemli bir noktayı
daha vurgular: Çerkeslerin yaptığın-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dan „ürkmüştür.“ Kimlerdir bu Çerkesler? Başta Çerkes Ethem ve ağabeyi
Reşit. Ayrıca Van valisi Cevdet Bey´in
fedaileri arasında Çerkeslerin bulunduğu da biliniyor. Çerkes Ahmet ve adamları. Cevdet Bey´in bir de „kasap taburu“ vardır. Uzmanlaştığı alan katliam
düzenlemek. Yine Kazım Özalp´ın Van
Seyyar Jandarma Müfrezesinde de Çerkesler vardır. Daha sonraki 1915 Nisan
ayında “Van İsyanı“nda da ortaya çıkan ve Canbulat Bey´in komutasındaki
(İT`nin İçişleri Bakanı İsmail Canbulat
değil) Çerkes birlikleri ve Laz taburu
da vardır. Yine bölgede bulunan Kazım
Karabekir´in birliklerinde de Çerkesler
vardır. Halil Kut Paşa anılarında Van
Valisi Tahsin (Uzer) Bey´in ısrarları
sonucu Kazım Karabekir´in o bölgeye gönderildiğini söyler. Yani 1914´ün
son, 1915´in ilk aylarında Van adeta
Çerkeslerin bir toplanma merkezidir.
Bir de bu olguya Teşkilatı Mahsusa emrine giren Kürt aşiretlerinin toplanma
merkezinin Van olduğunu da ekleyelim.
Bu arada tüm Teşkilatı Mahsusa birliklerinde hapishaneden salıverilen mahkumların ve af vaad edilen eşkiyaların
da olduğu malum.
Çerkes Ethem, Van ve İran operasyonları
1914 yılının Ağustos ayında Başkale
civarında yaşayan Süryanilerin tehcir
emri verilir. 1914 yılının Ağustos/Eylül
aylarında İran´a çok sayıda operasyonlar düzenlenir. İran-Osmanlı sınırı adeta bir savaş ve katliam alanına dönüşür.
1915 Mart ayına kadar süren çeşitli operasyonlara, Cevdet Bey, Ömer Naci,
Kazım Karabekir, Kazım Özalp,
Halil Kut, Ruşeni Bey´ler katılır. Bu
operasyonlara Teşkilatı Mahsusa birliklerine dahil olan Çerkesler, Kürtler,
Lazların yanısıra yerel Kürt aşiretleri,
Hamidiye Alayları, başıbozuk çeteleri
ve az sayıda da düzenli Osmanlı birlikleri katılırlar.
İran´a yönelik bu operasyonların başlaması bölgede kısa sürede tüm dengeleri
altüst etmiş, bölgenin tam bir kaos ortamına sürüklenmesine neden olmuştur.
Bu arada 1914 Ağustos ayında başlayan
ve 1915 Eylül´üne kadar süren ve bizzat
Enver Paşa´nın emriyle kurulan Rauf
Bey Müfrezesi, Musul üzerinden Güney İran´a ve oradan Afganistan üzerine
gitmek üzere yola çıkar. Rauf Bey Müfrezesi Almanlarla ortak bir operasyon
amacıyla yola çıkmış ancak daha sonra
tam bir fiyaskoyla sona ermiştir. Ancak müslüman ve müslüman olmayan
yerel halkın, o bölgede yaşayan bazı
Kürt aşiretlerinin katliama uğramasına
neden olmuş ve deyim yerindeyse kaç
yapalım derken göz çıkarılmıştır. Rauf
Bey Müfrezesi birkaç küçük başarı dışında bölgede tutunamamış, fiyaskonun
faturası da Almanlara çıkarılmıştır.
İran´da müttefik aranırken, „Türklere“
nefret tohumları ekilmiştir. Rauf Bey
Müfrezesi konusunda, Rafael de Nogales „Osmanlı Ordusunda 4 Yıl“adlı
anılarında şöyle yazar: „Savaşın başında Fırkateyn kaptanı Rauf (Orbay)
İran´a diplomatik bir görevle gönderilmişti. Emredildiği gibi İran´a gideceğine, korumalarıyla (İranlıların dediklerine göre) öldürmüş, yakıp yıkmış
ve İstanbul´a cepleri dolu gelmiş. Rauf
Bey´in vandallığı İranlıları, Türklerin
karşısına çıkarmıştı. O zamandan beri
Ruslarla aynı amaç için çalışıyorlardı.
Cihadın, İran´da ve bütün doğuda yandaş bulamaması bu olayla ilgilidir. „
(s.164)
Ekim ayının ortalarına doğru Osmanlı
askeri birlikleri 200 kadar yerel Kürt
aşiretinin desteği ile Urmiye´ye saldırırlar. Başlarında Van Valisi Cevdet Bey
vardır. Rus Kazak birliklerinin gelmesi üzerine geri çekilen Cevdet Bey´in
birlikleri geçtikleri köy ve kasabalarda
katliam yaparlar. Cevdet Bey´in birlikleri geri çekilirken verilen kayıplar arasında 7 subay da bulunur. Üzerlerinden
çıkan kimliklerde Teşkilatı Mahsusa
mensubu ve Çerkes oldukları anlaşılır.
Katliamın hedefinde Ermeniler, Süryaniler, Nasturiler ve işbirliğine yanaşmayan İranlı Kürt aşiretleri vardır. İran´a yapılan operasyonlarda bir
sonuç alınamayınca ve verilen kayıplar
ve İran´da Rus birliğinin varlığı nedeniyle İran-Osmanlı sınırında yaklaşık 2
aylık „sakin“ bir dönem yaşanır.
Kasım ayında Rus Ordusu Saray ve
Başkale istikametine doğru ilerlemeye
başlar, ancak kuvvetlerin zayıflığı nedeniyle geri çekilirler. Aralık ayının sonuna doğru Halil (Kut) Paşa 5. Sefer Kolordusu ile Dağıstan Seferi´ne başlar.
Ancak Nisan ayında hedefine varabilir.
Aralık ayında İran´da Savuçbulak´ta
Ruslarla iki çatışma yaşanır ve Osmanlı Ordusu kazanır. 28 Ocak´ta Ömer
Naci birlikleri Sofyan´da ağır bir yenilgiye uğrar. Halil Paşa´nın birlikleri
Ocak ayının 2. haftası Tebriz´e doğru
yönelirler. Ömer Naci ´nin birlikleri ise
Dilman´da ağır bir yenilgiye uğrar. Rus
birliklerinin güneye, Osmanlı sınırlarına doğru ilerlemesi nedeniyle Osmanlı
birlikleri geri çekilmeye başlar. Cevdet Bey, Rus birlikleri karşısında Mart
ayında ağır yenilgiler alır. Rus birlikleri karşısında tutunamayan Osmanlı
birlikleri Mart ayında, Osmanlı topraklarına dönmeye başlarlar. Nisan ayında
da Halil Paşa´nın birlikleri Dilman´da
ağır kayıplar verir ve geri dönmeye başlar. Teşkilatı Mahsusa birlikleri Rus
Ordusu önünden kaçarken, uğradıkları her yerleşim alanında, her köyde,
her kasabada katliam yapmışlardır.
Bu katliamların en bilineni de Haftevan katliamıdır. Bu bölgede Ermeni,
Süryani ve yerel halka yapılan yapılan
katliamların biçim ve yöntemleri tüyler
ürperticidir. Bu bölgedeki katliamlarda
uygulanan işkence ve öldürme teknikleri tarihe geçecek niteliktedir. Katliamların boyutu ve vahşiliği sonucunda,
İran Hükümeti, Osmanlı ve Almanya´ya
resmen protesto notası verir. 11 Şubat
1915´de İstanbul´da Alman Elçisi, Enver Paşa ve İran Elçisi arasında bir tür
arabuluculuk toplantısı düzenler. Tüm
bu gelişmelerin sonucunda, 1914 Ekim/
Kasım ayı hariç, Ağustos/Eylül/Aralık
ayları ile 1915 yılının Mart ayına kadarki 6 aylık dönemde, İran-Osmanlı sınırı
ile İran içleri kan gölüne dönmüş, binlerce insan yerinden yurdundan edilmiş
ve Kuzeye Rusya istikametine doğru
kaçmaya başlamıştır.
Kısaca bu gelişmeleri aktarmamın nedeni, 1915 yılının Mart ayına kadar
olan İran içlerindeki operasyonlarda
Çerkes Ethem´in de yer almış olmasıdır. Çerkes Ethem, ağabeyi Reşit´in
bu 6 aylık dönemde bu bölgede bulundukları kesindir. Büyük bir ihtimalle
Çerkes Ethem, Cevdet Bey ile İran´dan
Van´a geri dönmüştür. Dönerken de büzük katliamlar yaşanmıştır. Dönüş tarihi de 1915 yılı Mart ayıdır. Van Seyyar
Jandarma Müfrezesi komutanı Kazım
Özalp anılarında şunları aktarır: „ Çerkes Ethem´i Birinci Cihan Harbinde ben
Van civarında fırka kumandanı iken,
Azerbaycan´da milli teşkilatı yapmak
üzere kardeşi Reşit´le yanıma geldikleri zaman tanımış idim. Reşit yüzbaşılıktan emekli idi. Ethem´in bir askeri
rütbesi yoktu. Reşit bu işler için çalışır
iken İran´da (Dilman´da) hastalandı. O
sırada ben fırkamla oraya gitmiştim.
Ethem bir müddet benim karargahımda
kaldı. Reşit hastalıktan kalktıktan sonra
Musul´a gittiler.“
Çerkes Ethem, Rauf Bey Müfrezesi
ve Sayfo
Çerkes Ethem´i daha sonra 1915 Nisan
ayı sonunda Rauf Bey Müfrezesi´nde,
Kirmanşah yakınlarında görüyoruz.
Rauf Bey anılarında Çerkes Ethem
Bey´in Van´dan yanında adamlarla
geldiğini ve Kirmanşah´a gidip çeşitli
operasyonlarda bulunduğunu belirtir.
Rauf Bey daha sonra anlattığı ve/veya
yazdığı anılarında, Çerkes Ethem´in
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Müfrezedeki rolü konusuna değinirken önemsiz bir ayrıntı olarak aktarır
bu durumu. Kendisi de Çerkes olan
Rauf Orbay´ın Çerkes Ethem`i „Milli Mücadele“ye ikna ettiği bilgilerini
hatırlarsak, aralarındaki ilişkinin öyle
sıradan bir ilişki olmadığı kanısına varabiliriz. Rauf Bey Müfrezesi´nin 1915
Eylül tarihinde resmen tasfiye edildiğini dikkate aldığımızda önümüze iki
ihtimal çıkmaktadır: Çerkes Ethem´in,
1915 Kasım ayında Musul´da vali Haydar Bey´in emrinde olduğu anlaşılıyor.
Çerkes Ethem ya Eylül ayına kadar
Rauf Bey Müfrezesi´ndedir ve ardından Musul´a gelmiştir. Ya da Nisan ve/
veya Mayıs ayında müfrezeden ayrılıp
Musul´a gelmiştir. Çerkes Ethem´i Kasım ayında başka bir görev beklemektedir. Ömer Naci 1915 yılı sonunda tekrar
İran´a sefer düzenleyen bir birliğe komuta etmektedir. Cizre´nin batısındaki
İdil (Süryanice Hazax) bölgesinden geçerken, kendisine Süryanilerin isyan
ettiği ve isyanı bastırması görevi verilir. 1915 yılı Süryaniler için „Sayfo“
yılıdır. Yani „Kılıç Yılı“. Ömer Naci
bir türlü isyanı bastıramaz ve yakın
bölgedeki birliklerden yardım ister. David Gaunt´un „Katliamlar, Direniş,
Koruyucular: 1. Dünya Savaşında
Doğu Anadolu´da Müslüman-Hıristiyan Ilişkileri“ kitabından aktarayım:
„Musul Valisi, başında dillere destan
Çerkes Ethem´in bulunduğu ve mücahid
dediği bazı gönüllü birimlere komuta
ediyordu. 7 Kasım´da Erkanı Harbiye
Umumi´ye gönderdiği kısa mesajla bu
birimlerin yeniden konuşlandırılmasını öneriyordu. Ömer Naci Bey´e yardım etmek amacıyla, milis komutanı
Edhem Bey emrinde tertiplenmiş olan
500 savaşçının iki gün içinde hareket
edebileceğini söyleyebilirim. Telgraf
üzerinde başka bir el yazısıyla şunlar
okunuyordu: Nazır Paşa ile tartışılacak. Ertesi gün, Talat, Erkanı Harbiye
Umumiye´ye gönderdiği telgrafta, 500
mücahide Naci´nin kuvvetlerini takviye etme emri verdiğini doğruluyordu.
Ömer Naci Bey´e yardım etmek üzere
milis komutanı Edhem Bey´le 500 mücahid tertip edildiği ve iki güne kadar
sevk olunacağı Musul vilayetinden gelen 7 Kasım 1915 tarihli telgrafta bildirilmiş olmakla, bu konuda buyruk sizindir.“ Komutan Edhem, Reşid Bey´in
kendi özel ordusunu doldurmak için askere aldığı Çerkeslerden biriydi. Zalimliğiyle ün salan bu adam, aynı zamanda
Teşkilatı Mahsusa memuruydu. (s.393)
Ömer Naci, İdil Süryanileri ile baş edemez ve kendi başına barış yapma kararı
verir ve İran seferine devam için Musul
istikametine devam eder.
En üst makamdan özel görevler
Çerkes Ethem resmi yazışmalarda ikinci kez en üst makamdan görev emri
alır. Birincisi 1914 yılında Seferberlikten hemen önce, ikincisi de Kasım
1915´te. Emir Talat Bey´den gelir, Enver
Paşa´nın onayı ile tabii ki. Bu iki olgu
da, Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa
içindeki önemini vurgular. Bir başka
olgu da, Çerkes Ethem´in „Sayfo“ da
bu bölgede olduğudur.
Sefer E. Berzeg ,„Türkiye Kurtuluş
Savaşı´nda Çerkes Göçmenleri II“
adlı kitabında Çerkes Ethem´in, tehcir
döneminde kendisi gibi Çerkes olan
Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde
görev yaptığını iddia etmektedir. Bu
iddialar çeşitli yayınlarda tekrarlanmakta, hatta Reşit Bey´in kendi özel
ordusunu doldurmak için askere aldığı
Çerkeslerden olduğu iddiası tekrarlanmaktadır. Bir başka iddia da, Çerkes
Ethem´in Yakup Cemil ile birlikte Batum seferine Teşkilatı Mahsusa çeteleri
ile birlikte katıldığıdır. Emrah Celasun
„Baki İlk Selam“ Çerkes Ethem adlı
kitabında, özellikle Diyarbakır Valisi
Reşit Bey´in emrinde çalışıp, tehcirde
görev aldığına ilişkin iddiaları araştırdığını ve bu döneme ilişkin hiçbir bulguya rastlamadığını belirtmektedir.
1915/16 ve sonrasında Teşkilatı Mahsusa, Ermenilerin tehciri ve katliamında
doğrudan görev almıştır. Özellikle Sarıkamış Bozgunu sonrası başlanmış bu
görev, Der Zor´a kadar devam etmiştir. Özellikle Doğu Anadolu´da tehcirin
Teşkilatı Mahsusa tarafından pratikte
gerçekleştirildiğine ilişkin sanırım yeterince bilgi ve kanıt var. Ayrıca tehcir
öncesi Ağustos 1914´den itibaren başlayan müslüman olmayanlara yönelik
„mıntıka temizliği“ nin de Teşkilatı
Mahsusa tarafından yapıldığı da bir
gerçek. Bu temizlik Batum, Erzurum,
Van ve İran-Osmanlı sınırı bölgesinde
gerçekleştirilmiştir. Öte yandan Çerkes
Ethem´in Talat Paşa tarafından yani en
üst düzey makam tarafından görevlendirildiği de sabit. Çerkes Ethem´in
1914/18 döneminde sadece ve sadece
Teşkilatı Mahsusa´da görev aldığı
da unutulmamalıdır. Diğer önemli
bir gerçek te şu: Çerkes Ethem, 1914
Seferberliği´nden itibaren, Ermeni tehcirinde önemli görevler üstlenen, yaptıkları katliamların sayısı bilinmeyen,
başta Ermeniler olmak üzere müslüman
olmayanları kesmekle övünecek kadar
fütursuz ve gaddar olan komutan ve
şeflerle birlikte çalışmıştır. Ömer Naci,
Van Valisi Cevdet Bey, Halil (Kut)
Paşa, Kazım Karabekir, Kazım Özalp,
Rauf Orbay bunlardan sadece birkaçı. Buna Mart 1915-Mart 1916 arasın-
da Diyarbakır Valisi olan Dr. Reşit´i
de ekleyebiliriz. Çünkü bu dönemde
Çerkes Ethem büyük bir ihtimalle Musul-Bağdat-Diyarbakır bölgesinde at
koşturmaktadır. Eğer Çerkes Ethem´in
Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde
çalıştığı iddiası doğru ise ortaya çok
daha vahim bir durum çıkmaktadır.
Kuşkusuz Çerkes Ethem´in tehcire
katıldığına ilişkin bir belge yoktur.
Belki de hiçbir zaman da bulunamayacaktır. Birinci Dünya Savaşı´nın en
kanlı, en çok çarpışmaların olduğu,
onbinlerce insanın öldüğü, katledildiği, göç ettiği bir bölgeye özel görevle gönderilen Teşkilatı Mahsusa
şeflerinin neler yaptıkları az çok biliniyor. Bu şeflerin emrinde çalışanların
ise ne yaptıklarını tahmin etmek için
kahin olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Sağlam belgeler aramak ta
nafile bir çaba olur kanısındayım. Bu
nedenlerle yapmamıştır, katılmamıştır
gibi kesin hükümlerden kaçınmanın
gerektiğine inanıyorum. Özetle, Çerkes
Ethem Birinci Dünya Savaşı döneminde, tehcirin, operasyonların, katliamların, temizlik harekatlarının yapıldığı
bir bölgede görev yapmıştır.
Çerkes Ethem ve Çerkesler
Bazı ipuçlarından hareketle Çerkes
Ethem´in 1914/18 yıllarındaki görevleri
konusunda bir sis perdesini aralamaya
çalıştığım bu yazımın son bölümünde,
özellikle Çerkesler için bir umudumu
dile getirmek istiyorum.
„ Bizim“ tarihimizdeki kişiler için
genelde iki temel ölçü vardır: Ya
hainlik ya da kahramanlık. Çerkes
Ethem´in „Milli Mücadele“ döneminde yaşadığı „haksızlığı“ ortaya çıkarırken, „haksızlığa“ uğrayandan bir
„kahraman“ yaratmak, onu „hain“
ilan edenlerle sonuçta aynı noktaya getirmektir. „Hain“ ve „kahraman“ tartışması Çerkesleri içinden çıkılmaz bir
tartışmanın içine atar.
148 yıldır haksızlığa uğramış bir halkın, ayakları üzerine durmaya başladığı bir dönemde, umarım Çerkesler,
kendilerini Teşkilatı Mahsusacı Çerkes Ethem üzerinden tanımlamaya
kalkmazlar.
Çerkesler umarım kendilerini Birinci
Dünya Savaşı´nda gösterdikleri „kahramanlık“larla da tanımlamazlar.
Umarım Çerkeslerin Birinci Dünya
Savaşı´ndaki „kahramanlar“ a ihtiyaçları kalmaz.
Çerkesler umarım kendilerini „Milli
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mücadele“ deki „kahramanlık“larla
da tanımlamazlar. Umarım „biz olmasaydık Cumhuriyet kurulamazdı“ da
demezler.
İsveç'ta Abdullah Gül'ü Protesto Mitingine Çağrı
Çerkeslerin belki „Milli Mücadele“
yıllarında uğradıkları haksızlığın
iade-i itibarı söz konusu olabilir. Çerkeslerin kahramanlara değil, kendi benliklerine ihtiyaçları var kanısındayım.
Bu kuşkusuz zor bir mesele.
1900lü yılların başlangıcında, bugünkü Türkiyenin nüfusunun dörtte biri Süryani,
Ermeni, Pontus Rum ve Yahudilerin de yer aldığı gayrı-müslimlerden oluşuyordu.
Sistemli ve planlı bir şekilde gerçekleştirilen 1915 Soykırımında bu halklardan milyonlarca insan vahşice katledildi. Türkiyenin bugünkü nüfusu 75 milyona yaklaşırken,
gayrı-müslimlerin nüfusu 100 bini dahi geçmemektedir. Bu ülkenin modern tarihinde
bile insanlar laik ve çoğulcu bir ülkede yaşadıklarını zannederken, gayrı-müslimlere
sürekli baskı yapılmıştır. 100 bin imama devlet kasasından maaş ödeyen bu devlet,
Sünni müslümanların temsilcilerinin dışında bu kasadan hiç kimseye bir kuruş dahi
vermemektedir.
Erhan Hapae´nin „24 Nisan / 29 Mayıs Kayseri Mitingi (Ermeniler /
Çerkesler)“ başlıklı yazısında şunlar
yazılı: „Çerkeslerin bahtsızlığı, bir zalimden kaçınca özgürlüğe kavuşacağız
sanmaları belki. Kavuşmadılar. O zamanın ruhu özgürlüklerle ilgili değildi
elbet, esas olan can kurtarmaktı, anlıyoruz ama bir şans olup bir özgürlüğe
uçabilirlerdi. Olmadı. Geldikleri ülke
kendi halklarına da pek öyle özgürlükler tanıyan bir yer değildi. O kadar değildi ki, Çerkesler Osmanlıya geldikten
tam 50 yıl sonra Ermenileri soykırıma
uğrattılar. (...) Türkiyeli Çerkeslerin
1915 yılında ne düşündüklerini merak
ederim. Kendi başlarına elli yıl önce
gelmiş olan ‘Büyük Felaket’, yeni komşularının başına geliyorken yani.“
Çerkesler daha yolun başındalar. Çerkesler Birinci Dünya Savaşı, özellikle
Ermeni tehciri ve „Milli Mücadele“ ile
yüzleşirken Türkiye´nin gerçek tarihine
de katkıda bulunabilirler.
Kaynak: marmarayerelhaber.com
siparişleriniz için
mamo baran
[email protected]
TÜRKIYE CUMHURBAŞKANINI PROTESTO MITINGINE ÇAĞRI
Türk Devleti, hristiyanlığın sembolü olan binlerce yıllık kilise ve manastırlara da hiç
bir şekilde saygı göstermemektedir. Iznik kentindeki 1600 yıllık Aya Sofya kilisesi Camiye dönüştürüldü. Başbakan Yardımcısı yaptığı yeni açıklamada, Trabzondaki
Aya Sofya kilisesini de camiye dönüştüreceklerini belirtti. Türk devletinin farklı yargı
organlarının aracılığı ve uydurma hukuki gerekçeleriyle, Süryani Ortodoks kilisesine
ait dünyanın en eski manastırlarından olan Mar Gabriel Manastırının mal ve arazilerine bizzat devlet tarafından el konulmuştur, gaspedilmiştir. Bu ülkede yaşayan Gayrımüslim halkların çocukları, ders kitaplarında atalarının hain olduklarının öğrencilere
okutulması dolayısıyla her gün aşağılanmakta ve ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar.
İşte, hristiyanlıktan bu derece nefret eden ve hristiyanlığa ait her şeyi topyekün yok
eden bu ülkeden, Doğu ve Batı arasında köprü olması nasıl beklenebilir? Avrupa Birliği (AB) içinde, böyle bir ülkenin barış ve uyum sağlayabilmesi nasıl mümkün olabilir?
İsveç Hükümeti, Türkiyedeki hristiyanlığa ait kültür mirasının sistematik bir şekilde
yokedilmesini açık bir şekilde protesto etmelidir!
İsveç Hükümeti, Türkiyeye yılda 10 milyar krona varan AB iktisadi yardımının verilmesini derhal durdurmalıdır!
İsveç Hükümeti, Türkiyenin 1915 Soykırımını kabul etmesi için ulusal ve uluslararası
arenada Türk Hükümetine baskı uygulamalıdır!
Türkiye, 1915 Soykırımını kabul etmeden hiçbir zaman demokratik bir ülke olamaz!
Miting Tarihi: 13 Mart Çarşamba Yer: İsveç Parlamentosu Önü (Mynttorget)
Saat: 08.30 İsveç Asur/Süryani/Keldani Örgütleri
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yedikule Zindanı,
Bekir Ağa Bölüğü ve İmralı Cezaevi
lanacak hiçbir yer bırakmaması, buna
karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir
siluetini izleme olanağını sağlamasıydı.
Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen
mahpusun, aklını başına toplayarak her
zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak
durumunda kalacaktı.
1945'te Nâzım Hikmet'in de uzun süredir
yattığı Bursa Cezaevi'nden nakledilen
ressam İbrahim Balaban'a göre "İmralı
Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet,
içine girilince de bir cehennemdi."
“Damiens, 2 Mart 1757’de, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm
edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi
taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka
bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir
yük arabasında götürülecekti; sonra aynı
yük arabasıyla Grevé Meydanı’na götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları,
kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ,
kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni
dört ata çektirilerek parçalatılacak ve
vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı.”
Michel Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı ünlü ve önemli kitabı böyle
başlar. Bu anlatı dönemin gazetelerinden
birinden alınmadır. Gazeteci, “Sonunda
onu parçaladılar” diye devam eder, “bu
sonuncu işlem çok uzun sürdü, çünkü
kullanılan atlar, çekmeye alışık değillerdi, bu yüzden dört yerine altı tane koyak
gerekti, bu da yetersiz kaldı, talihsizin
kalçalarını kopartmak için sinirlerini
kesmek ve eklemlerini baltayla parçalamak gerekti...” Ardından tüm detaylarıyla infazı anlatır. Yüzlerce, belki binlerce
kişinin izlediği öyle korkunç bir infaz
törenidir ki bu, okurken başınız döner,
mideniz bulanır, beyniniz karıncalanır,
gözleriniz yaşarır, boğazınız düğümlenir. Kime isyan edeceğinizi şaşırırsınız.
Sonunda insan olmaktan utanırsınız...
‘Karanlık bir şenlik’ olarak ceza
Lise tarih kitaplarımızda ‘Karanlık Çağ’
diye adlandırılan yüzyıllarda geçmez
bu infaz töreni, ‘Aydınlanma Çağı’nda
geçer. Neyse ki Damiens dört parçaya
ayrılarak halkın gözleri önünde öldürülen son kişidir. Birkaç on yıl sonra,
Foucault’nun deyişiyle artık ‘cezayı
karanlık bir şenlik haline çeviren uygulamalar’ yok olmaya yüz tutacaktır.
Suçun herkesin önünde itiraf edilmesi
Fransa’da 1791’de kaldırılmış; kazığa
bağlama Fransa’da 1789’da, İngiltere’de
1837’de ilga edilmiştir. Damgalama,
Fransa’da 1832’de, İngiltere’de 1834’te
kaldırılmıştır. Hainlerin parçalanmasına İngiltere’de 1820’den sonra bir daha
kalkışılmamıştır. Mahkûmların sokak
ortasında veya şehirlerarası yollarda çalıştırılmaları, demir boyunduruklu, özel
kıyafetli, prangalı olarak halkın arasından geçirilmeleri türü ‘seyirlik’ uygulamalar 19. yüzyılın ilk yarısında hemen
her ülkede kaldırılmıştır. Buna karşılık,
cezalandırma gündelik algılama alanını
terk ederek soyut algılama alanına girmiş; infaz, adeta mahkûmla ‘adalet’ arasında garip bir sır halini almıştır. İşte son
yıllarda kurduğumuz pek çok cümlenin
mütemmim cüzü haline gelen hapishaneler bu yeni, bu ‘modern’ aşamanın ürünüdür.
Dev bir Panopticon
İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘faydacılık’ düşüncesinin
teorisyeni Jeremy Bentham’ın 1785 yılında, muhtemelen Versailles’ın Hayvanat Bahçesi’nden esinlenerek tasarladığı
‘modern’ hapishane modeli Panopticon
[‘pan’=bütünü, ‘opticon’=gözlemlemek]
adını taşıyordu. Bentham’ın Panopticon’u
birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her
hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve
halkanın dış cephesindeki duvarda birer
pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi
yer almaktaydı.
Panopticon’un temelinde yatan ilke,
tek odalı hücrenin içindeki sakine sak-
Burada bir parantez açalım. Bentham’ın
tasarladığı mükemmellikte bir Panopticon henüz inşa edilmedi ama bugün
neredeyse tüm toplumsal yaşama Panopticon ilkeleri uygulanmaya çalışılıyor. Kışlalar, okullar, ibadet mekânları,
fabrikalar, hatta sosyal medya birer Panopticon haline dönüşüyor. Tüm dünya
devasa bir Panopticon’a dönüştürülüyor.
Parantezi kapatıp devam edersek,
Foucault’nun işaret ettiği gibi ‘modern’
infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir. Artık
‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir. (Bu açıdan bakıldığından 1980
sonrasının Mamak ve Diyarbakır hapishaneleri bu ‘Karanlık Çağlar’a ait yüz
kızartıcı birer örnektir.)
Evet, bu modern sistemde de ‘suçlu’ içeri
kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır,
hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar
eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz. Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır. Onu
disipline etmek, itaat ettirmek, boyun
eğdirmektir. Kişiliği iğdiş etmektir. İnsan onurunu yerle bir etmektir. Kısacası
hedef artık beden değil ruhtur.
Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, ortaçağın işkencecisinin
yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık
görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka
insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi,
psikolojisi, antropolojisi, mimarisi vb.
vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki sonuçta kimse yargılama hakkını
gerçekten paylaşmıyormuş gibi hisset-
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mez kendini. Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline
gelmiştir.
Osmanlı’da ceza sistemi
Tanzimat’a (1839) kadar, aynen Avrupa’ da olduğu gibi deri yüzmek, toprağa
gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp
yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek,
mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları
uygulayan Osmanlı devletinde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi
bir suçla itham edilen kişinin, yargılama
süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süresi kısa olduğundan
hapislik de kısa sürerdi.
Osmanlı’da bugünkü ‘hapishane’ anlamına gelen sözcük, Farsça kökenli ‘zindan’ idi. Ağır suçlular ise ‘tomruk’ denilen hapishanelere konurdu. Bir de ‘salma
tomruk’ denilen açık hava hapishaneleri
vardı.
İlk zindanlar hisarlardı. Örneğin çeşitli
nedenlerle Konstantinopolis’in fethine
karşı çıkan Çandarlı Halil Paşa, fetihten
(29 Mayıs 1453) kısa süre sonra Altın
Kapı’nın kafeslerinden (pilon) birinde
idam edilmişti.
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Yedikule Hisarı da asırlarca zindan
olarak kullanılmıştı. Burada ağırlıklı
olarak Osmanlı devletinin savaştığı ülkelerin elçileri, yabancı siyasi suçlular ve
sarayın gözden çıkardığı Osmanlı devlet
adamları hapsedilirdi. Yedikule’nin ünlü
konukları arasında 1461’de Fatih tarafından varlığına son verilen Trabzon Rum
İmparatorluğu’nun son imparatoru David Komnenos ve oğulları, Yavuz Sultan
Selim’in 1517’de Mısır’dan getirdiği son
Abbasi Halifesi III. Mütevekkil, 1618’de
Kırım Hanı Mehmet Giray, 1703’te Ermeni Patriği Avedik ilk akla gelenler.
Baba Cafer Zindanı
Eminönü’nde, Haliç kıyısındaki Baba
Cafer Zindanı ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) İstanbul’a
gelen Melchior Lorichs tarafından çizilen ünlü İstanbul gravüründe yer almıştı.
Bir Alman elçilik heyeti ile 1553-1554
arasında İstanbul’a gelen Hans Derschwam adlı seyyahın anlattığına göre 8
Aralık 1554’te çıkan yangında zindanın
kapıları açılmış ve tüm mahkûmlar salıverilmişti. (1539 tarihli bir belgeye göre
de Topkapı Sarayı civarındaki Subaşı
Zindanı’nda (?) çıkan yangında, kapılar
açılmadığı için 700 tutuklu yanarak ölmüştü. Anlaşılan bu olaydan ders alın-
mıştı.) Asırlarca ‘adi’ erkek suçluların
hapsedildiği zindan II. Mahmud döneminde (1808-1839) fahişelikten suçlu
bulunan kadın mahkûmlara tahsis edildi.
1831’de hisar ve burçlar hariç, zindanlarda yatanlar Sultanahmet’teki (Pargalı)
Makbul/Maktul İbrahim Paşa Sarayı’nın
bir bölümünde açılan Hapishane-i Umumi’ye nakledildiler. 1839’dan itibaren
Tanzimat reformları kapsamında ‘kanunsuz suç ve ceza olmaz’ ilkesi uyarınca ceza sisteminde bazı düzenlemeler
yapıldı, 1851’de suçlar yeniden tanımlanarak yeni cezalar ihdas edildi, 1858’de
Fransız Ceza Kanunu ile hürriyeti bağlayıcı cezalar, kürek cezası, kalebentlik
ve hapis cezası olarak üç gruba ayrıldı.
Yine bu yıllarda Anadolu’nun dört bir
yanında bu türden ‘modern’ cezaevleri
açılmaya başlandı. Bunlardan en ünlüsü olan Sinop Cezaevi, 17. yüzyıl yazarı
Evliya Çelebi’nin anlatımıyla ‘üç yüz demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları
demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice azılı
mahkûmu’ olan binlerce yıllık kale olup
1887’de resmen cezaevine çevrilmişti.
Sinop aynı zamanda bir sürgün yeriydi.
Örneğin 23 Ocak 1913’te ‘Babıâli Baskını’ ile iktidara el koyan İttihatçıların
başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın
11 Haziran’da öldürülmesi üzerine siyasi muhalifler ve İstanbul’daki serseri
ve işsiz takımından oluşan 322 kişilik
grup Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek
Sinop’a sürülmüştü.
Bekir Ağa Bölüğü
Tekrar İstanbul’a dönersek, Beyazıt’ta,
Harbiye Nezareti’nin (bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Binası) kuzeydoğusunda yer alan Bab-ı Serasker
Hastanesi’nin yerinde faaliyete geçen Bekir Ağa Bölüğü ise 1870’lerden itibaren
aralıklı olarak yüksek düzeydeki siyasi
ve askeri tutuklular için kullanılmıştı.
Binası İtalyan mimar Gaspare Fossati tarafından 1841-1843’te tasarlanan ve inşa
edilen bölük, adını savaşlarda yararlılık
gösteren Bayındırlı bir zeybekten almıştı. Belgelendirilememiş olmakla birlikte,
II. Abdülhamit’in koruması altında olan
Bekir Ağa’nın mahkûmları ‘ıslah etmek
için’ bolca işkenceye başvurduğu, halefi
Salim Bey’in de uyguladığı işkenceler
yüzünden ‘Tırnakçı’ lakabıyla anıldığı
çeşitli hatıralarda yer aldı.
Bölüğün ilk önemli konuğu, 16 Haziran 1876 gecesi, bir cinayete kurban
gittiği konusunda ittifak olan Sultan
Abdülaziz’in intikamını almak için devlet erkânına bir suikast düzenleyen Çerkes Hasan adlı genç subaydı.
Savaş ve tehcir suçluları
1916’da bir hükümet darbesi düzenlemekten dolayı tutuklanan İttihatçıların ünlü tetikçisi Yakup Cemil’in, 1918
Mondros Mütarekesi’nden sonra ‘savaş
ve 1915 Ermeni tehciri suçlusu’ İttihatçıların hapsedildiği Bekir Ağa Bölüğü’ndeki havayı, 10 Mart 1919’da başka
bir olaydan dolayı gözaltına alınan gazeteci Ahmet Emin (Yalman) anılarında
şöyle anlatmıştı: “Polis Müdürlüğü’nün
üst katındaki açık teras kısa bir zamanda
bir piyasa yeri haline geldi. Tal’at, Enver, Cemal, Dr. Bahaettin Şakir ve Dr.
Nazım hariç olmak üzere bütün harp
devrini temsil eden adamlar, eski Sadrazam Said Halim Paşa’sıyla, Şeyhülislam
Musa Kazım Efendi’siyle orada idi. Vekiller heyeti kararıyla mevkuflarla ihtilat
(tutuklularla konuşma) yasaktı. Bununla
beraber yüksek makamlardan izin alabilen imtiyazlı ziyaretçiler akın ediyordu.
Bu arada Mustafa Kemal Paşa da geldi.
Mevkuflar arasındaki tanıdıklarıyla ve
bilhassa Fethi Bey’le uzun zaman görüştü. Evlerden güzel yemekler geliyor, herkes birbirine ikram ediyordu. Okuyacak
şey de boldu...”
Mustafa Kemal ‘kırım’ tutuklularını daha sonra da ziyaret etmişti. Aynı
şekilde Kazım Karabekir de 13 Şubat
1919’da, yani Doğu’ya atanmasından bir
gün önce, Bekir Ağa Bölüğü’ne veda etmeyi ihmal etmemişti.
Sabahattin Ali Sinop’ta
1916’da Sultanahmet Cezaevi (şimdi otel
olarak kullanılan binada) ve Üsküdar’da
Paşakapısı Cezaevi gibi ‘modern’ kurumlar açılmıştı ama Cumhuriyet dönemine devredilen Osmanlı cezaevlerinin
durumu çok kötüydü. Bunlardan Sinop
Cezaevi, 1932’de, tarihçi Cemal Kutay
kendisini ‘Gazi’ye hakaret eden bir şiiri
dost meclisinde birden çok kez okuduğunu’ ihbar edince önce 12 aya, temyizden
sonra 14 aya mahkûm olan şair, yazar,
gazeteci Sabahattin Ali’ye altı ay ev sahipliği yapmıştı. 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10. yılı şerefine cezasının bitmesine bir ay kala özgürlüğüne kavuşan
Sabahattin Ali’nin ‘Başın öne eğilmesin/
Aldırma gönül aldırma’ diye başlayan şiiri burada yazılmıştı.
1933’te Adalet Bakanlığı’nın ‘Vilayet
Kongreleri’ sırasında, halk ve yerel yöneticiler ‘asri hapishaneler’ inşa edilmesini talep etmişlerdi. Bakanlık bunun
için İtalya’dan uzmanlar getirtti. Ardından ülkenin dört bir yanına cezaevleri
inşa edilmeye başlandı. Bu cezaevlerinden bir bölümü ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’ idi. Bu cezaevleri, 1929 Dünya
Büyük Buhranı’ndan sonra gündeme ge-
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
len ‘devletçilik’ uygulamaları ile uyumlu
kurumlardı.
Mahkûm emeğinin sömürüsü
Bilindiği gibi devlet özellikle 1931’den
itibaren ekonomiye hem düzenleyici
hem de oyuncu olarak daha çok girmişti.
1932’de çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile çoğu Türkiye İş Bankası girişimi
olan pek çok sanayi tesisi kurulmuştu.
Zonguldak kömür, Keçiborlu kükürt,
Karabük çelik, Ergani bakır, Gemlik
ipek tesisleri bunlardan bazılarıydı. Fabrikalar kuruluyordu ancak işgücü yetersizdi. Ağırlıklı olarak köylü toplumu
olan Türkiye’de henüz fabrikada çalışma
geleneği oluşmamıştı. İşçiliği kabul eden
kesimlerde ise işten ayrılma, devamsızlık, üretken olmamak gibi pek çok sorun
mevcuttu. Dolayısıyla işgücü açığını kapatmak açısından mahkûmlar önemli bir
kaynaktı.
Pensilvanya Sistemi
‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nde ‘Pensilvanya Sistemi’ veya ‘İrlanda Sistemi’ denilen bir sistem uygulanıyordu.
Türkçeye ‘Tedrici Serbesti Sistemi’ veya
‘Devre Sistemi’ olarak tercüme edilen
bu sistem dört aşamadan oluşuyordu.
Birinci aşamada mahkûm günlerini ve
gecelerini hücrede geçiriyordu. Altı ay
sonraki ikinci aşamada, mahkûm sadece
gecelerini hücrede geçiriyordu. Gündüzler sessizlik içinde yürütülen çalışma ile
geçiyordu. Üçüncü aşamada artık hücrede kalmak yoktu. Mahkûmların başka
ayrıcalıkları da oluyordu. Eğer mahkûm
inşaat, yol yapımı veya madencilik işlerinde çalışıyorsa cezasının her günü iki
gün sayılıyordu. Son aşamada, mahkûm
ağır cezalıksa cezasının dörtte üçünü,
diğer cezalarda yarısını tamamlayınca
salıveriliyordu.
1938’de çıkarılan 3500 sayılı kanunla
‘çalışmak’, Türkiye cezaevlerinin normal kuralı haline gelmişti. Mahkûmlar,
Zonguldak ve Tunçbilek’te kömür, Soma
ve Değirmisaz’da linyit, Keçiborlu’da
kükürt, Ergani’de bakır madenlerinde,
Karabük’te demir ve çelik işletmesinde
çalıştırılıyorlardı. Kayseri’de kadın işçiler Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda,
Malatya’da dokuma tezgâhlarında çalışıyorlar, Dalaman, Edirne ve İmralı’da
tarım yapıyorlardı.
Zonguldak’ta 22 bin mahkûm
Ucuz mahkûm emeği öylesine sevilmişti ki 1940 seçimleri sırasında bölgelerine giden milletvekilleri başkente yeni
cezaevi talepleriyle döndüler. Örneğin
Erzincan Milletvekili Salih Başotaç,
Fırat Nehri boylarına bin mahkûmluk
bir tarım cezaevi inşa edilmesini istemişti. Bilecik Milletvekili Dr. Muhlis
Suner, Bilecik’in merkezinde bir tarım
cezaevi talep etmişti. Burdur milletvekilleri, mahkûmların Sultandere linyit
madenlerinde, Afyon milletvekilleri ise
Kisarna’daki madensuyu tesislerinde
çalıştırılmalarını talep ediyordu. Bu talepler yerine getirilemedi ama 1948’de,
Zonguldak Havzası’nda çalışan 60 bin
kişinin 22 bini mahkûm işçilerdi. Bu işçilere normal işçilerin onda dokuzu ücret
tahakkuk ediyor, ancak ücretler tahliye
olacakları güne kadar emanette kalıyordu. Tahliye olurken de birikmiş ücretin
sadece yüzde 20’si kendilerine veriliyordu.
Çokpartili dönemin ‘liberal’ partisi Demokrat Parti, CHP’nin 1929-1950 arasında sadece 87 cezaevi inşa etmesine
karşılık, 3,5 yıl içinde tam 149 hapishane
inşa etmekle övündü ama İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra, gerek ekonomideki
gerekse siyasi hayattaki liberalleşmeye
paralel olarak mahkûmların ucuz işgücü
kaynağı olarak kullanılmasına son verildi. Nihayet 1950’lerin ilk yarısında genelde ceza sistemi, özelde ise hapishaneler sistemi, mahkûm emeğinin merkezi
olduğu bir yapıdan çıkarıldı.
Siyasi mahkûmların hem bedenlerini
hem ruhlarını hedef alan 1990 sonrasının ‘A, B,.. E, F, H...M Tipi’ cezaevleri
ise henüz tarihin alanına girmediği ve
yerim de kısıtlı olduğu için son dönemin
en ünlü cezaevi İmralı’nın hikâyesine
geçiyorum.
Cumhuriyetin gururu: ‘İmralı Adası
Sosyal Sanatoryumu’
‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nin en
ünlüsü (kuruluşundaki adıyla) ‘İmralı
Adası Sosyal Sanatoryumu’ idi. Marmara Denizi’nde, Armutlu Yarımadası’nın
batı ucundaki Bozburun’un 20 km. kadar batısında yaklaşık 10 km2’lik ada,
Marmara’nın dördüncü büyük adası ve
idari olarak Bursa’ya bağlı.
Antik dönemde Aigaion adını taşıyan
ada, tarih içinde Romalılar, Persler ve
Bizanslıların yönetiminde kaldı. İmralı
adının, adayı 14. yüzyılda Bizanslılardan alan Orhan Gazi’nin komutanlarından Emir Ali’den geldiği rivayet olunur.
Aradan geçen yüzyıllarda adanın Rum
nüfusu azaldı ama 1913 yılında 3 köyde
yaşayan 250 Rum hanesi, bir okul, bir kilise mevcuttu. Rum ahali 1923-1924’teki
mübadelede Yunanistan’a gönderilince
ada uzun süre boş kaldı.
Mutahhar Şerif’in buluşu
Bu terk edilmiş adada, deneysel bir hapishane kurma fikri Mutahhar Şerif (Başoğlu) adlı bir hukukçuya aitti. Mutahhar
Şerif, henüz bir yargıç adayı iken Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre, Avustralya, İtalya, Romanya, Yunanistan ve
Bulgaristan’da gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Mutahhar Şerif,
bu ülkelerde gördüklerini memleketlisi
Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu’na anlatmış, Saracoğlu da ‘İmralı Adası Sosyal
Sanatoryumu’nu (bundan böyle ‘İmralı’
diyeceğim) hayata geçirmeye karar vermişti. Bu kuruluş, Türkiye’deki duvarları olmayan ilk hapishane olacaktı. İnşaat
ustası hükümlü Fahri Usta tarafından harabe halindeki Bizans kilisesinin duvarlarının tamamlanarak koğuşa çevrilmesiyle 11 Ağustos 1935’te faaliyete geçen
İmralı’nın ilk konukları, 8 Kasım 1935’te
geldi. Bu grup, Mutahhar Şerif’in bizzat
seçtiği ‘yönetimle işbirliği yapmaya hazır’ 80 ‘adi’ mahkûmdan oluşuyordu.
Sayı iki yıl sonra 400’e ulaştı. 1940’ta
1.100-1.200’e yükseldi. Ancak 1943’te
yer sıkıntısı yüzünden 800’e düşürüldü.
Sıkı program, yoğun çalışma
Mahkûmların kışla disiplini içinde tutuldukları İmralı’da 13 tip çalışma vardı. Esas olarak, buğday ve soğan tarımı, bağcılık, zeytincilik, balıkçılık,
arıcılık, tavukçuluk, besicilik yapılırdı.
Örneğin 1946 yılında 48.626 kilogram
üzüm üretilmiş, bu üzümler İstanbul
ve Mudanya’ya gönderilmişti. Aynı yıl
50 ton kolyoz, 20-30 ton sardalye ve 15
ton hamsi yakalanmıştı. Balıklar için bir
de konserve fabrikası kurulmuştu. 1946
yılında 272 ton soğan yetiştirilmiş ve
İstanbul’a satılmıştı. Adanın gülleri ve
karanfilleri pek meşhurdu. Adadan çıkarılan kumlar yıllarca İstanbul’un inşaat
kumu ihtiyacını karşılamıştı. Ayrıca sabun, süt ve peynir, ayakkabı, dokuma,
dikiş atölyeleri vardı. Bu atölyelerde üretilen ürünlerin bir bölümü öteki hapishanelere gönderilir, artan kısım ada dışına
satılırdı. Örneğin İstanbul’daki Mısır
Çarşısı’nda İmralı Satış Mağazası vardı
ve burada satılan mallar kaliteleriyle tanınırdı.
Adaya ziyaretçi akını
Dönemin ABD büyükelçisi, merkeze
yazdığı bir raporda İmralı’yı öve öve bitirememişti. Bu ‘örnek’ cezaevine yönelik nadir eleştiriden biri, İmralı sakinlerinden 18 yıl ceza almış bir mahkûmu bir
kayanın üzerinde cura çalarken gösteren
fotoğrafın 5 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde boy göstermesi üzerine
yapılmıştı. CHP Afyonkarahisar Milletvekili Berç Türker, Adalet Bakanı Şükrü
Saracoğlu’na İmralı’nın neden bu kadar
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gevşek olduğunu sormuş, Saracoğlu da
cevabında İmralı’da mahkûmların son
derece sıkı bir denetim altında yaşadıklarını ve çalıştıklarını söylemiş, sadece
boş zamanlarda uğraşılan müziğin rehabilite edici rolüne değinmişti.
Birkaç küçük eleştiriyi saymazsak,
İmralı o yıllarda Türkiye’nin gururuydu. İmralı 1944-1948 yıllarında büyük
bir ziyaretçi akını yaşadı. Ankara ve
İstanbul’un değişik üniversitelerinden
yüzlerce kişilik öğrenci grupları ardı ardına adaya geldiler ve incelemeler yaptılar. Ziyaretçiler arasında devlet görevlileri, yerli ve yabancı gazeteciler, bilim
adamları, hekimler, hukukçular vardı.
Bütün bu ekonomik ve sosyal ilişkilerden görüldüğü gibi, bugün ‘koster arızaları’ yüzünden ulaşılmaz halde olan/
tutulan İmralı Adası, bundan 70 yıl önce
Türkiye’nin geri kalanıyla yoğun ilişki
içindeydi.
Ressam Balaban’ın İmralı günleri
Bursa Cezaevi’nde yatarken hapishanenin gediklisi Nâzım Hikmet’in etkisiyle
resim yapmaya başlayan İbrahim Balaban, yine Nâzım Hikmet’in tavsiyesiyle
1945 yılında İmralı’ya geçmişti. İmralı
hakkındaki ilk izlenimleri çok kötü olan
Balaban günlüğüne “Dün soğan topladık. Bugün çapa, yarın bel işi var, yani
kirizma. Dayanılır gibi değil, resim yapmadan nasıl dayanırım?” diye yazmıştı.
Bu şikâyetlerini Cezaevi Müdürü İzzet
Akçal’a anlattığında ilk olarak olumsuz
tepki görmüş ancak daha sonra İzzet Bey
bir formül bulmuştu. Balaban yatakhaneleri temizleyecek, arta kalan zamanında
da resim yapabilecekti. Sonuçta ortaya
‘Belci’, ‘Karasabanla Çift Süren’, ‘Hızarla Tarla Biçenler’, ‘Balık Tutanlar’, ‘Çamaşırcılar’, ‘Orak Biçenler’ adlı tablolar
çıktı. Bu tablolar İstanbul ve İzmir’de
sergilendiler ve satıldılar.
İmralı’nın zengin kütüphanesi
Balaban’ın diğer uğraşları adadaki bandoda klarnet ve keman çalmaktı ve bol
bol kitap okumaktı. İmralı Kütüphanesi, İmralı’nın o dönemki müdürü
Esat Adil Müstecaplıoğlu tarafından
oluşturulmuştu. Esat Adil Bey, Kuvayı Milliyecilikle Belçika’da tanıdığı
Emile Vandervelde’in temsil ettiği ‘II.
Enternasyonal Sosyalizmi’ni harmanlamış ilginç bir kişilikti. Ankara Hukuk
Fakültesi’ni bitirdikten sonra Belçika’da
ceza ve infaz sistemleri üzerine çalışmış, ülkeye döndükten sonra 1931’de
Balıkesir’in Balya ilçesindeki maden
işçilerinin ‘Açlık Yürüyüşü’nü örgütlemişti. 1942’de İmralı’ya müdür olarak
atandığında, aynı zamanda Mudanya
Dağları’nda muhtemel Nazi tehlikesine
karşı ‘Sarı Mustafa Gerillaları’nı örgütlemeye soyunmuştu. (Örgüt adını,
15. yüzyıl başında komünal bir düzen
kurmak için ayaklanma düzenleyen Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce Mustafa’dan almıştı.) On
bine yakın kitap vardı kütüphanede.
Balaban her gün kütüphaneye gidiyor
ve Nâzım’ın şiirlerini okuyordu. Ancak
Esat Adil Bey’in gidişinden sonra gelen
yeni müdür, Balaban’ın bu faaliyetlerine
izin vermedi.
Buraya kadar anlattıklarımızdan İmralı’da mahpusluğun hiç de fena bir şey
olmadığı sanılabilir. Hani derler ya ‘dışı
seni, içi beni yakar’, Balaban’a göre “İmralı Adası, yukarıdan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi”.
Kuruluşundan itibaren siyasi mahkûm
barındırmayan İmralı’nın ilk siyasi tutukluları Adnan Menderes ve arkadaşları
olmuştu. Adnan Menderes, Fatin Rüştü
Zorlu ve Hasan Polatkan’ın hayatlarına
İmralı’da son verildi, naaşları 17 Eylül 1990’a kadar adada kaldı. 1999’dan
2009’a kadar İmralı’nın tek mahkûmu
Abdullah Öcalan. 2009’dan beri 5 siyasi
mahkûmun eşlik ettiği Öcalan’ın İmralı
hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için
biraz daha bekleyeceğiz...
Özet Kaynakça: Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çeviren: Mehmet Ali
Kılıçbay, İmge Yayınevi, 2006; Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (Kültür
Bakanlığı ile Tarih Vakfı’nın ortak yayını, 1994) adlı 8 ciltlik eserde yer alan
Hayri Fehmi Yılmaz’ın ‘Zindanlar’ ve
‘Yedikule Hisarı ve Zindanı’; Semavi
Eyice’nin ‘Baba Cafer Zindanı’ ve Necdet Sakaoğlu’nun ‘Bekirağa Bölüğü’ baş-
lıklı maddeleri; Ahmet Emin Yalman,
Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Pera Turizm ve Ticaret AŞ Yayınları, 1997; Ali Sipahi, ‘The Labor-Based
Prisons in Turkey, 1933-1953’ başlıklı,
2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde kabul edilmiş yüksek
lisans tezi; Hapishane Kitabı, Yay. Haz.:
Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun
Altun, Kitabevi, 2005. (Bu yazının giriş
bölümü ve Cumhuriyet bölümünün kısa
versiyonu, 30 Ağustos 2009’da Taraf’ta
yayımlanmıştır. O yazıyı okuyanlardan
tekrar için özür dilerim.)
Açıklama: Okurlarımızdan Prof. Mehmet Aydın’ın uyarısı üzerine geçen haftaki yazımda bazı maddi hatalarım olduğunu gördüm. Fuad Köprülü ve Zeki
Velidi Togan, Ankara değil İstanbul Üniversitesi hocalarıydı. AKDTYK, TTK
yerine değil, TTK ve TDK’nın şemsiye
örgütü olarak kurulmuştu. Bu hatalarımdan dolayı sizlerden özür dilerim. Prof.
Mehmet Aydın ayrıca kuruma cumhurbaşkanı tarafından atanan 7 kişiden
4’ünün Türk-İslam Sentezcisi olduğu
iddiamın da gerçekle bağdaşmadığını,
darbecilerin sentezcilere desteğini abarttığımı belirtti.
Okurumuz Av. Muhlis Arvasi ise akrabası Seyyid Ahmet Arvasi’nin Kürt kökenli olmadığını, ‘seyyit’ unvanından
anlaşılacağı üzere Ehlibeyt’ten (yani
Arap kökenli) olduğunu belirtti. Muhlis
Arvasi’ye göre aile Hazreti Hüseyin’in
soyundan geliyordu ve Orhan Gazi zamanında Bursa’yı ziyaret etmiş, sonra
Kürdistan’a yerleştirilmişti. Bu iki iddiayı yorum yapmadan sizlerle paylaşmayı
borç bildim.
Kaynak: 24 Şubat 2013 Radikal
pencere yayınları
Adres:
Pavlonya Sokak Nuhoğlu
İşhanı No:10/6
Kadıköy - İSTANBUL
Tel: (0216) 414 64 41
Telefax: (0212) 414 64 41
E-mail:
[email protected]
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Osmanlı’da
İttihat
Terakki’nin
Doğuşu ve
İktidarı - I
İttihat ve Tarakki’ye gelmeden önceki
sürece bakış…
Rusya’da Büyük Katarina dönemi
(1762 – 1796) Osmanlı devleti’nin yönettiği Hıristiyan milliyetlerin oluşturduğu bir kitlenin kaderine Avrupanın
aktif ilgi gösterdiği bir dönemle çakıştı. Büyük Katerina’nın 1768’e kadar
Türkiye’ye (Osmanlı b.n.) karşı verdiği
başarılı savaşlar sonunda imzalanan
Küçük kaynarca Antlaşması’nın (21
Temmuz 1774) 7. maddesi, bütün Ortadoks Kilisesi üyeleri adına ve bütün
Ortadoks tebayı (Grekler ve Bulgarlar
gibi) kapsayacak şekilde arabuluculuk
yapma hakkını Ruslara verdi.
(……..)
Yunan bağımsızlık savaşı ( 1821 –
1830 )
(……..)
İngiltere ve Rusya serüvenliği altında Yunanistan’a sınırlı bir özerklik
sağlamak için işbirliği yaptılari. Daha
sonra Fransa’nın katılımıyla Londra
anlaşması yaptılar. Osmanlı’ya önerdikleri barış ve şartların kabul edilmemesi, Osmanlı’nın Rusya ile yeni
bir savaşa girmesine ve gerek Asya
gerekse Avrupa Türkiye’sinde oldukça büyük toprak kayıplarına yol açtı.
Savaş Yunanistan’ın tam bağımsızlığıyla sona erdi. (Osmanlı bu yenilginin ardından şunları yapmak zorunda
kaldı: 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu
ve 1856 Islahat Fermanı ile yasalaşan
ikiz Tanzimat ‘’Yeniden düzenleme’’
reformları uygulamaya konuldu)
(……..)
Türk’lerin neden olduğu Kırım savaşı’
nın (1853 – 1856) sonuna doğru büyük
güçler barışın ön şartı olarak Gülhane
Hatt-ı Humayunu’nun devamını, kendi
özgür iradesiyle gerçekleştirmek zorunda olduğunu Türkiye’ye bildirdiler. Türkiye (Osmanlı) derhal 18 Şubat
de yasal haklar ve bir statü tanıyordu.
Sözkonusu Hukuk normlarının ilanından dolayı Osmanlı sarayı da memnun
değildi, aradan biraz zaman geçince
kaldırmaya çalışıyor veya uygulamamaya çalışıyordu.
1856 ikinci Osmanlı reform hareketi
ile buna karşılık verdi.
(………)
31 Mart 1877 tarihli imzaya hazır
Londra protokolu, tam yetkili Osmanlı
elçisi tarafından reddedildi.
(………)
24 Nisan’da çar Büyük Güçlerin ortak
çabalarının ikna yoluyla sağlayamadığı şeyi güç kullanarak güvence altına
almak için ordularına sınırı geçme izni
verdi.
Bir yıldan daha kısa bir süre içinde
hem Kafkas hem de Balkan cephelerinde yenilgiye uğrayan Osmanlı barış istedi ve Rusya’nın dikte ettirdiği
3 Mart 1878 tarihli Ayastafanos ( San
Stafano ) Antlaşması’nın aşağılayıcı ve
ezici şartlarına boyun eğmek zorunda
kaldı.Avrupa ittifak güçlerinin itirazı
ile bu anlaşma 13 Temmuz 1878 yılında Berlin’de yenilendi.
Kaynak:
Ulusal ve uluslararsı hukuk sorunu olarak JENOSİD Vahakn N.DADRIAN
sayfa 21-27 Belge yayınları birinci baskı şubat 1995
Sonuç:
Demekki; Türk toplumunun bir hukuk
ve yurttaşlık hakları gibi talebi, mücadelesi olmadı. O zamanın beherinde,
uluslararası savaşların kaybedilmesine
koşut olarak, hukuksal düzenlemelere
gidildi.
Demekki savaşlar sürekli kazanılsaydı daha hukuk normlarına da geçilemeyecekti.Bu hukuk normları kabul
edilince Osmanlı’nın Müslüman-Türk
olan tebası tepki gösterdi, çünkü Osmanlı yurttaşı olan Gayrı-Müslümlere
Gayrı-Müslüm halklar arasında yükselen ticaret burjuvazisi, henüz gelişme
aşamasındayken, uluslararası ticarette yetenek kazanması,daha doğrusu,
büyük devletlerle iyi ilişkileri olması,
onlar üzerinden, Osmanlıya Hukuk,
Reform, Tanzimat gibi olayları yaptırıyordu.
İşte bizlerde bugüne kadar ülkede aşağıdan yukarı mücadeleyle neler kazanıldı diye baktığımızda, hiçbir şey kazanılmadığını görürüz.
Bu Hukuksal normlar, Osmanlı-Türk
tebasının, Merkezi Osmanlı Devletine
karşı dişe-diş bir mücadelesiyle kazanılmış olsaydı, şimdi çok rahat daha
ileri konuları tartışıyor olacaktık.
Ne yazık ki; bugünlerde hala bir anayasa nasıl yapılacak? Yapılacak Anayasayı ne kadar ileriye götürebiliriz?
olayını tartışıyoruz. Kısacası hala mücadelenin başındayız, hala mücadelenin sıfır noktasındayız…
(…………)
‘’Abdulhamit II 23 Aralık 1876’da
Kanun-i Esasi’yi (Anayasa’yı) ilan etti.
Fakat kısa bir süre sonra Mithat paşa’yı
sadrazamlıktan azletti ve sürgüne yolladı.
Ardından tarihimize 93 harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus
savaşı’nı gerekçe göstererek Meclisi
dağıttı ve böylece Birinci Meşrutiyet
dönemi son buldu.
(……….)
Birinci Anayasa’nın mimarı olan Mithat paşa’yı, Mahmut paşa’yla birlikte,
sürgünde oldukları Taif’de boğdurtarak öldürttü.’’ Emre Kongar / Tarihimizle yüzleşmek / Remzi Kitap evi /
Nisan 2006 baskısı / Sayfa 124-133
1889 yılında İstanbul Askeri Tıbbiye
Mektebi’nin öğrencileri, Abdulhamid
II rejimine karşı gizli bir muhalefet
grubu oluştururlar ve adına Osmanlı
Birliği Komitesi derler.
(……….)
Önemli olduğu için söyleyelim, hareket Askeri Tıbbiye Mektebi’nin bağrın-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dan doğar. Gerçekten askerlik ve hekimlik mesleği, devletin iki kesimidir
ki, modernleşme reformlarına XVIII.
Yüzyıldan başlayarak o alanlarda gidilmiştir.
(……….)
Bütün bir Jöntürk (İttihat- Terakki)
hareketi tarihi boyunca, subaylar ve
hekimler, önde gelen bir rol oynayacaktır.
(……….)
Grup, Askeri Akademi, Baytarlık
Mektebi, Mülkiye Mektebi, Bahriye
Akademisi vb. gibi okullarda yandaş
toplar.Daha o zamanlar orduda görev
almış subaylarla ulema arasından da
taraftar toplar. Grubun hedefi kaldırılmış olan Mithat paşanın Anayasasını
tekrar uygulamaya koydurmak.Sloganı
‘’yaşasın anayasa’’ dır.
(……….)
Şubat 1902 yılında Pariste ilk kongre
yapılır.Kongreyi Osmanlı liberallerinden oluşan 50 kişilik bir kitle gerçekleştiriyordu. Aslında Jöntürkler yurt
dışına dağılmış muhalif öbeklerden
oluşuyordu.Bu kongre sonunda hareket ikiye bölünür.Bu bölünmenin öncülüğünü yapanlardan prens Sebahattin avrupa’da çalışmalarını sürdürür.
Osmanlıda yapılmak istenen değişiklikleri Avrupalı devletlerin desteğiyle Fransızlar ve İngilizlerin desteğine başvururlar. Diğer bir kanadı da
Kahire’de çalışmalara devam eder.Bu
kanadın öncülüğünü Ahmet Rıza bey
yapar. Kahire’de yayınladığı bir kitapçık ‘’Askerin Ödevi ve Sorumluluğu’’
adını taşır. Bu kitapçığı yayımlarken,
Ahmet Rıza bey, gerçekleşmekte olan
bir olayı dile getiriyordu: bir nöbet
değişikliği oluyor, sürgündeki jöntürk
muhalefetinin yerini Türk subayları
alıyordu.
(……….)
İttihat Terakki Selanik grubu….
1906 Ağustos’unda Osmanlı Hürriyet
Komitesi kurulur.Talat paşada içinde
ilk önceleri on üyesi vardır. Talat paşa
Selanik Posta idaresinde bir memurdur
o sıralarda. Hücreler halinde örgütlenen komite Makedonya toplumunda
hızla taraftar bulur ve hücreler şeklinde örgütlenmektedir. Komitenin militanları subay yada memurdur, 1889 da
ki gibi Jöntürk hareketinin ilk çekirdeğine oranla, farklılıklar önemlidir:
Makedonyalı militanlar artık öğrenci
değil, deneyimli insanlarla ve ilişkisi
olan çevrelerdir. Şimdi aralarında Türk
öğe alabildiğine eğemendir.
Komitenin gelişmesi öncelikle Manastır, İşkodra, Serez gibi garnizon kentlerinde hücreler kuran subaylar aracılığıyla oldu.
Bektaşi ve Melami gibi halktan tarikatlar, tekkeleri genç aydınlar için birer
toplantı yeri olduğu ölçüde önemli rol
oynadılar. Ne varki Jöntürk ideolojisini
yaymadaki en büyük araç, Selanik’teki
Mason Locaları oldu. Talat yada Mithat şükrü gibi, komitenin kimi üyeleri
de
Masonluğa girmişlerdi. Şunu da eklemeli : Komite, Fransız eğilimli locaların aracılığıyla, Yahudi Burjuvazisiyle
temas halindeydi
1907’de Paris’te Ahmet Rıza bey’in
yönettiği İttihat ve Terakki Komitesi
ile Selanik komitesi arasında temaslar
başlar; eylül ayında her iki örgüt birleşme kararı alırlar. Gerçekten artık
Selanik Komitesi Jöntürk hareketine
egendir; hareketin çekim merkezi Avrupa başkentlerinde Selanik’e kaymıştır.Öte yandan Paris’te yapılan ikinci
kongre, Ahmet Rıza Bey, Prens Sebahattin gruplarını ve Daşnak Ermeni militanlarını bir araya getirdi. Bir
askeri zorlama git gide kendini dayatmaktadır.
(………)
İçeride iktisadi, sosyal güçlükler, kıtlıklar sürüp gider. Memur ve subayların maaşlarının ödenememesi hoşnutsuzlukları arttırır. Merkezi Osmanlı
devletine karşı içte muhalefet hareketleri gelişir. Dışta ağır bir borç yükü
altında bağımlılık ilişkileri, daha fazla
bağımlılık ilişkilerini getirir.
(……….)
Böyle kargaşa ve kaos ortamında Resneli Niyazi Bey dağa çıkar, Jöntürkler
artık harekete geçmiştir.
François Georgeon / Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II / XIX Yüzyılın Başlarından Yıkılışa / Sayfa 145- 216 /
Çeviren Server Tanilli Adam yayınları
ikinci basım Nisan 1999 / Moderatör :
Robert mantran
Bu verilerin ışığında şunları söyleyebiliriz:
-Osmanlı İmparatorluğunun, savaşlar-
da yenilgi alması içerde hukuki düzenlemelere, Reformlara, Tanzimata
gitmeyi zorlamış. Yenilgilerin önüne
geçmek için yenilenme ve modernleşme hareketlerine girişilmiştir.
-Aslında İngiltere, Rus ilerlemesinden çekindiği için Osmanlının ayakta
kalmasını, Rus ileri hareketine karşı bir tampon bölge olarak kalmasını
sağlamıştır. Aksi halde Osmanlı çok
önceleri tarih sahnesinden silinecekti.
Osmanlı da bu uluslar arası dengeleri
gözeterek ondan faydalanmaya çalışmıştır.
-İttihat ve Terakki ilk aşamada öğrenci
ve aydınlar arasında oluşmuş, taraftarlarını buradan çıkarmıştır. Abdulhamit II despotizmine karşı mücadele,
Anayasanın kabulu ve Meclisin açılması gibi kurumları oluşturmak için
teşekkül etmiştir.
-Daha sonraları memurlar ve subaylar
arasında taraftar bulmuş ilerleyen süreçte sosyal statüsü olan kişi ve gruplarla ilişkileri gelişmiştir.
-İttihat ve Terakki bir çok grubun birleşimiyle oluşmuştur. Bu oluşum içinde
zamanla Selanik grubu önderliği eline
geçirmiş, Paris, Londra gibi merkezlerin yerini, Selanik almıştır. Selanik
İttihat ve Terakki’nin iktidar yıllarında
bile uzun yıllar merkez olma özelliğini
sürdürmüştür…
-İttihat ve Terakki‘nin ilk yıllarında,
muhalefette olduklarında ki sloganları; ‘’HÜRRİYET’’ / ‘’ÖZGÜRLÜK’’
/ ’’VATAN’’ / ’’ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK’’ / LİBERALİZM’’ olmuştur. Bunların asıl sloganının ne olduğunu 1915‘lerde Ermeni soykırımını
hayata geçirdiğinde anlayacağız.
İttihat ve Terakki’nin İktidar yılları olan 1908-1918 yılları periyodunu,
bundan sonraki yazımızda inceleyeceğiz…
Kaynak:
ht t p: //d yc e n g i z h a n .blog s p ot .
d e / 2 012 / 0 3/o s m a n l d a - i t t i h a t terakkinin-dogusu-ve.html
...............
Aktaran:
Ali İhsan Avgül
(devamı gelecek sayıda)
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
öcalan
BDP
görüşmesinin
tam metni!
Perşembe, 28 Şubat 2013 11:31
- Sırrı: Organizeydi başkan. Çünkü ancak
bir reklam ajansı grafiği ile önceden hazırlanmış pankartlar ve bildiriler vardı. Sosyal
medya üzerinden bize dönük kampanyalar
başlatıldı. Darbe Araştırma Komisyonunun
görevi bittikten sonra, Özel Harp Dairesi
ile ilgili, Gladyo ile ilgili, Kürdistan bölgesi hariç özellikle Karadeniz'i deşifre eden
bilgiler geldi. Burada Karadeniz'de gladyonun yaptığı işler başlığı altında TAYAD'lı
ailelere dönük linç girişimi de vardı. Orada
anlatılan, yapılan ve biçimler ne ise hepsini
Karadeniz'de gördük. Bu yönüyle örgütlü
ve organizeydi.
Gündem
"SAVUNMANIZI HAZIRLAYIN"
BDP heyetinin, geçtiğimiz cumartesi günü
İmralı'da Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmenin tutanaklarının ortaya çıktığı iddia
edildi. Tutanaklar, 'İmralı Zabıtları' başlığıyla, Milliyet gazetesinde Namık Durukan
imzasıyla yayımlandı. Tutanaklara göre
Öcalan, gönderdiği mektupların bir taslak
olduğunu, üstünde tartışılması gerektiği ve
geri çekilmenin tek taraflı olmayacağını
söylüyor.
23 Şubat 2013 görüşme notları' başlığı altında oluşan görüşme notları, Abdullah
Öcalan'ın, "Tarihi önemde bir toplantıya
başlıyoruz. Nasıl bir yöntem izleyelim?"
sözü ile başlıyor. Heyetten "Size nasıl uygunsa" yanıtı alan Öcalan, çözüm süreci ile
ilgili değerlendirmelerinin ve önerilerinin
yanı sıra BDP heyetindekilerle özel konularda sohbet de ediyor.
Abdullah Öcalan'ın, İmralı'da BDP Grup
Başkan Vekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır
Milletvekili Altan Tan'la yaptığı, bir MİT
yetkilisinin de hazır bulunduğu görüşmenin tutanakları özetle şöyle:
HAYATIMIZ SÖZ KONUSU
"Kandil'e BDP'ye ve Avrupa'ya üç nüsha mektup yazdım. Heyet ile dünden beri
yoğun olarak tartışıyoruz. Özal'dan beri
teşebbüs içerisindeyim, akim (akamete uğradı, kesintiye uğradı) kaldı. Şimdi akamete
uğramaması lazım. Uğrarsa, tırnak kesilirse felaket olur. Türklerde bunu bilmeli;
başarısızlık orta ve üst düzey savaş, isyan,
kaos hepimizin hayatı söz konusudur. Şimdi kadar yaşadıklarımız deveden kulak kalır. Kesin başarı hedefi ile sonuçlanması lazım. Yeni diyalog sürecine yükleniyorum.
Dostlarımızın ve halkımızın eski kalıp mücadeleleri bir kenara atmaları lazım.
"BENİMLE OYNANMAYACAĞINI AKP
'YE ANLATMALISINIZ"
Eski yaşam alışkanlıkları top yekun bırakmak gerekir. Neden, çünkü bu bir rejim
değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet,
Cumhuriyet, 1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli, bu hepsinden daha
derinlikli olacak. Başarılı olursak, yepyeni
bir Cumhuriyete... Radikal demokrasi, tam
demokrasi, Anadolu ve Mezopotamya'nın
tam demokratikleşmesi, hazırlığım bu yönde. Şimdiye kadar olanlar ısınma hareketi
idi. Bütün felsefi ve örgütsel birikimimi bu
yönde PKK 'yi hazırlamak ve dönüştürmek
için kullanıyorum. Bu en köklü adım. Demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam
süreci. ben bu deyimi rast gele seçmedim.
Zamanında söyledim anlamadılar. Anlamış
olsaydılar, Ergenekon olmazdı, AKP bunları diyor ama çok yüzeysel bakıyor. Benim
çok inatçı olduğumu biliyorsunuz. Ben ilk
günden demokratik Cumhuriyeti savundum, onlar beni anlamadılar; "APO'yu bitirdik" dediler. Stratejik hatalar yaptılar.
Ergenekon'u saptılar umarım bu sefer böyle olmaz. Onun için benimle oynanmayacağını özellikle AKP'ye anlatmalısınız.
AKP'lilerle konuşun anlatın. Siz Meclis'tesiniz size çok görev düşüyor. Anlamlı bir
uzlaşmaya gidilseydi (Ecevit döneminde)
ne Ergenekon ne AKP olmazdı.
"KENDİNİ DÜZENE SATMIŞ"
- Metiner saçmalıyor, "APO sıkıştı" diyor.
Propaganda ile oyunu karıştırıyor. Kendisini düzene satmış, kendisini rezil etmiş, AKP'yi 10 yıldır ayakta tutan benim.
Derhal bu söylemi terk etmesi lazım. Biz
AKP'yi çıkartan gücüz.
"HA BİZ HA SAKİNE"
- Sırrı: Bize gelen bilgide, "Sakine'nin tutumunun ve katılımının iyi olduğu, dağ adına
Avrupa'da görevli olduğu, işini tamamlayıp
geri dönüş için Paris'e gittiğinde bu olayın
olduğu... Tutumunun ve katılımının iyi olduğu" bildirildi.
- Öcalan: Ha bizi vurmuş, ha Sakine'yi vurmuşlar. Çok karanlık bir olay. Ankara'ya
gelmiş (Ömer Güney) Çankaya'da büro tutmuş. Sterk "MİT kaynaklı" demiş. Mümkün değil ama düşüneceksin. Milyonda bir
de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de
şaşırdı. Demek ki darbe hala devam ediyor.
(Sırrı'ya dönerek) Sinop olayı rast gele mi
organize mi?
- Öcalan: Siz de muallaktasınız. Tıpkı Sakine gibi. Bir daha kendini öz savunmanın
hazırlamadığınız hiçbir yere gitmeyin. Size
bir vurduklarında on vuramayacaksınız,
gitmeyin, devlete güvenmeyin. Biliyorsunuz ki Ahmet Türk'ü iki kez vurdular, bir
Samsun'da, bir İzmir'de... Sakine'ye yapılan
hepimize yapılabilir. Bu özel harbe ayrıca
geleceğiz.
(Çay geldi)
"AKP'YE İKTİDARI ALTIN TEPSİDE
SUNDUK"
- Öcalan: Hükümet kesin vesayetten kurtuldu mu hesaplaşma tam olarak yapıldı
mı? Tayyip'in Hükümet mekaniği, Kürt
hareketine vurduğu kadar kendisine izin
veriliyor, alan açılıyor vesayet kurumu, güç
odakları tarafından. Sayın Başbakan zekice
bu mekaniği teşhis etmiş ve iyi kullanıyor.
Komplonun bir parçası değil. Danışıklı demiyorum ama Başbakan komplonun parçasıdır demiyor ama, bu yöntemi bir iktidar
aracı olarak görüyor. PKK'ya vurarak yerini sağlamlaştırıyor. Kendime kızıyorum,
2001-2004'te biz eylemi 'tak' diye kestik.
Hükümet anlamadı, 'terör bitti' dediler.
(Altan Tan'a dönerek) Sayın Altan bilirsin
İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını
gerçekleştirdik. Biz AKP'ye iktidarı altın
tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2. Atatürk rolüne soyunup daha
çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar.
Benim demokratik kriterlerim var bunu anlattık, bir baktık ki AKP hegemonya kurmak istiyor, 1923-40-50 CHP yerine AKP...
"HEGEMONYA KURMAK İSTİYOR"
Türkiye'nin ihtiyacı olan tam evrensel demokratik kriterlere uymazsan, PKK'ye
karışmam dedim. Bunu PKK hareketinin
zorluklarını bilerek söyledim. Hegemonya
kurmak istediler, biz bu hegemonyaya karşı
çıktık. AKP, iktidarı gökten inmiş sandı.
Bizim sınıf ve halk savaşımızın ne kadar
amansız olduğunu bilmiyordu. Ben Deniz
Baykal'ın taktiğini boşa çıkardım. AKP
hegemonya istiyor. CHP'nin yerine geçmek
istiyor. İzin vermeyiz. AKP'ye korkunç
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ranta imkanı çıkar. Ben buna alet olmam.
Tek şartım hegemonik olmaması. Biz eskisine doyduk, yeni kambur istemeyiz.
"BAŞBAKAN VATANA İHANETTEN
TUTUKLANACAKTI"
AKP'nin çıkışları yanlıştır. Son bir buçuk
yılda büyük bir savaşa yüklendiler. Nihai
tasfiye operasyonları yaptılar. Sayın Başbakanı buna inandıran ekip (2011'de) PKK'yi
bitireceğiz' dedi. 10 bin kişiyi (KCK) içeriye aldılar, Bu güç MİT'e de darbe planladı.
Ben hemen devreye girdim, 'bu darbedir'
dedim. Ergenekon'dan farkı yok. Başbakan
MİT'e darbe yapılınca sıranın kendisine
geldiğini gördü, Başbakan vatana ihanet
suçundan tutuklanacaktı. (Durdu yeniden
söze başladı) Genelkurmay Başkanının
(İlker Başbuğ'u kastetti) tutuklanması da
budur. O güce Cevat Öneş 'darbe' dedi. Bu
yüzden ben devreye girdim, yardımcı olayım dedim.
"İSYAN ETSEK BİR TÜRLÜ..."
(Biraz durdu yeniden başladı.) Sakine'yle
sizin (Sinop'u kastederek) aynıdır. KCK'ye
her operasyon ayaklanma ve isyana davetiyedir/teşviktir. BDP ve benim temkinli
yaklaşımım engelledi. İsyan etmem beklendi. İsyan etsek bir türlü, etmesek bir türlü.
Her KCK'lının içeri alınması bir ayaklanma
sebebidir. İsyan çıkarmıyoruz. 10 bin kişi
alındı. Bu da bir nevi darbedir. En son siz
alınacaktınız biz karşı hamle geliştirdik.
En son parlamento grubu kalmıştı. Darbe
şekil değiştirdi ama hala devam ediyor.
Yeni darbe Brüksel ve ABD'de planlanıyor.
Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tanımlamam
işlerine gelmiyor. Sanırım bu çıkışımız
işe yarayacak. Benim üzerimde planları
var. Doğan Güreş Londra'dan döndü 'bana
yeşil ışık yakıldı' dedi, 4 bin köy yakıldı.
İşadamlarını götürdüler. (Pervin'e işaret
ederek)
"DARBEYİ ÖNLEDİM"
Metiner, 'Sıkıştı' diyor. Yanlış söylüyor.
Sıkışma yok, darbeyi önledim. Bir darbe
var, fakat derinliğini tam fark edemiyorum.
MİT'i düşürseydiler. Türkiye'de tüm kaleler
düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa,
sonra sıra Başbakan'a gelecekti. Benim bu
süreci canlandırmam, darbeyi engelleme
sorumluluğu... Darbeyi önleyebileceğimi
fark ettim ve süreci başlattım.
"FLORİDA KONTRGERİLLA MERKEZİDİR"
Türkiye'de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD'de Yahudi,
Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik
müdahale ediyorlar. Her 3'ü de Anadolu
çıkışlıdır. Sözde bir hükümet var, sözde
bir parlamento var. CHP ve MHP paralel
devletin izdüşümleridir, basit aletleridir;
AKP'ye de, medya ve işadamlarına da sızmışlar. Sadece MİT kalmış, hedeflenen bizim geliştirdiğimiz diyalogdur. MİT Müsteşarı düşürülmek isteniyor. Emre Uslu,
Mehmet Baransu MİT'i hedef aldılar, arkalarında devasa bir güç var.
Florida kontrgerilla merkezidir. Abdullah
Çatlı iki kez gitti. Papa, Palme... Sakine bu
tür grupların işidir. Yeni gladyo tam anlaşılamıyor. Çözüm adına yapılan her şeyi
sabote ettiler. Sakine olayı bende düşük
bir tereddüt uyandırdı. Net değil. Sakine
Avrupa'da barışı temsil ediyordu. Hala aydınlatılamadı.
"2. ATATÜRK OLMA SEVDASI"
İşte siz. ABD-İsrail-İngiltere'nin talepleri
vardı, o zaman da MİT bu işe yatmadı. Tansu Çiller'in 2. Atatürk olma sevdası vardı.
Beni de bomba ile öldürmek istediler. Doğan Güreş-Tansu Çiller işbirliği de oradan
(İngiltere'den) icazet almıştı. Sonuç olarak
böyle bir durum yaşadık.
"GÜLEN, NUR HAREKETİNE SIZDI"
Cemaatin merkezi ABD'dir. Benim buraya
alınmamla birlikte Fethullah da ABD'ye
alındı. Bir yazar (yazarın adını hatırlayamadı) 'Fethullah Gülen, Nur hareketine sızdı' diyor. 'Kesin bilmiyorum, Kemalistlerin
sızması' diyor. Nur hareketini inceleyin,
Saidi Nursi eski Nurs köyündendir. Eski
bir Ermeni köyüdür. Teşkilatı Mahsusa'ya
girdi, sonradan Mustafa Kemal ile takıştı. Fethullah Gülen ABD'de yaşıyor. 120
devlette okul açmış, para nereden. Florida
kontrgerillanın eski merkezidir, Türkeş ve
Latin Amerika'daki kontrgerilla, orada yetiştirildi. Yeni merkez ise Utah'tadır. Emre
Uslu vs. orada eğitildi. Sağda ve solda örgütleri kontrgerilla ele geçirdi.
"BAŞARISIZLIKTA BEN YOKUM. APO
ÖLDÜ DİYECEKSİNİZ"
- Sırrı: Gruptaki arkadaşların da selamı
var, bir diyeceğiniz var mı?
- Öcalan: Ben sorumluluk üstlenmem. Süreç başarısız olursa 'Apo öldü' diyeceksiniz.
Ben yokum. BDP ve PKK'nın beni kullanmasına izin vermem.
- Sırrı: Rojava (Suriye'nin Kürt bölgesi)
için bir aktarımınız olacak mı?
- Öcalan: Suriye'de Kürtler iki tarafla da
görüşsünler, kim haklarını verirse onunla
çalışsınlar. Suriye Demokratik Kurtuluş
Cephesi olsun. Kürt, Arap, Türk, Türkmen hepsi. Suidi Selefiler çok tehlikeli,
Esad ise küçük burjuva diktatörlüğüdür.
Kürtler (Suriye'deki Kürtleri kastederek)
Barzani'nin emrine giremez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma
gücü oluşturmalı.
- Pervin: Başkanım sizden bir parça almak
istiyorum.
- Öcalan: (Elindeki kalemi Pervin'e vererek) Hatta size bir şey imzalayabilirim.
(Heyetin üç üyesine ayrı ayrı duygularını
ifade eden birer cümle yazarak birer kart
imzalayıp verdi)
"HAKAN FİDAN YALNIZ BIRAKILMAMALI"
Kirli işler dönemini Baykal, AKP'ye devretti. Baykal tarihi hata yapmıştır. Tayyip
Bey kurnaz çıktı. Deniz Baykal'ı kullandı.
Ergenekonun bizden beklentisi 2002'den
itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben
AKP'nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim.
AKP anlar dedik. AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik.
Onlar darbelerle uğraştılar. 2007, 2009
hatta 2011'e kadar seçim hesapları, oy hesapları yaptılar. Ben geri çekildim. Benim
çekilmem AKP'nin istismarından dolayıdır. KCK de PKK de dürüst ve fedakardır
ama savaşı tam yapamadı, yetersiz kaldı;
barış meselesinde de dirayetsiz kaldılar.
Sıkıldım geri çekildim. Onlara ağır kelime
kullanmıştım. Süreci esastan bozan güç
kim diye baktım. Savcının... 7 Şubat MİT'e
darbesi... Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi
müdürüne 'Hakan Bey'i (MİT Müsteşarı
Hakan Fidan'ı kastediyor) yalnız bırakmamak gerekir' dedim. Sözlü, yazılı iletişime
geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı.
"PKK BİLE BENİ ANLAYAMIYOR!"
- Sırrı: Sayın Başkan Kandil diyor ki; Karşılık ateşkesle bir geri çekilme söz konusu
olacaksa bile en az 2 yıllık bir süreye ihtiyaç var.
- Öcalan: (Sırrı'ya dönerek) PKK bile beni
anlamıyor. Beni bir ağabey ve baba gibi görüyor. Endişelerini paylaşıyorum. Benim
dosyalarım (hazırladığı mektuplara vurarak) endişelerini giderecek bir çatışmasızlık öneriyor. Şimdi burada ne var?
Birinci Belge: Demokratik Barış Sürecine
Felsefi Bakış: Bu toplam 10 maddeden oluşuyor.
İkinci Belge: Demokratik Çözüm Planı:
Bu da toplam 10 maddeden oluşuyor. Buna
kısa bir giriş de diyebiliriz
Üçüncü Belge: Demokratik Barışın Eylem
Planı: 3 aşamalıdır. Birinci aşama 7 madde, ikinci aşama 5 madde. Üçüncü aşama
7 madde.
"NEVRUZ'DA İLAN EDECEĞİM"
Eylem Planı'na bir sayfalık ek yazdım.
İkinci ek 4 sayfalık paralel devletle ilgili
sorulara cevaplar. Değerlendirme 3 yaprak,
6 sayfa Kürt Sorununda Barış ve Demokrasi Süreci Hakkında Kısa Değerlendirme.
Ben 3 aşama ve 10 ilke öneriyorum. Bu
yazı üzerine cesurca tartışacaksınız. Bunu
Kandil'e ve Avrupa'ya götüreceksiniz. Kendi aranızda iş bölümü (heyeti kastederek)
yaparak, Kandil ve Avrupa'ya bu görüşmeyi anlatın. Daha önce 3 hafta demiştim ama
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
2 hafta içerisinde gelirse, görüşlerimi revize ederim. Eşbaşkanlarla görüşürsem iyi
olur. Eğer eşbaşkanlara tavır devam ederse
yine bu heyet gelir. Newroz'a bunu ilan etmek istiyorum. İlanı ben yapacağım.
(Sırrı'ya dönerek) Kolektif haklar ve Kürt
reformu yasası yapılacak. Biz demokratik
özerklikte ısrar edersek, bu sabote olur.
- Sırrı: Sayın Başkan süreci tıkayacak olan
da sürecin önünü açacak olan da sizin koşullarınız. Buna dönük yetkililerle görüşmelerinizde bir takviminiz, bir mutabakatınız var mı?
- Öcalan: (Önce cevap vermek istemedi
sonra) Ben PKK'nin yetersizliğine karşı da
inisiyatif kullanacağım. Ne PKK'nin sandığı, ne AKP'nin sandığı gibi bir çekilme
olur. Akdoğan (AKP Parti Ankara milletvekili, Başbakan Erdoğan'ın Başdanışmanı
Yalçın Akdoğan'ı kastediyor) milat diyor.
Bu kendini kandırmadır. Felakete neden
olur. Mektubun cevabı gelecek. Karar verip
ilan edeceğim. Kandil karamsar, aşarlarsa
iyi olur. Akdoğan kendisine güveniyorsa
onunla konuşabilirsiniz. Bunu yapmazlarsa
daha da gelişkin bir gündemle karşılaşırlar.
(Sırrı'ya dönerek) Peki bu çekilen yere
JİTEM'in ve korucuların dolmaması için
komisyonlar mı olmalı, yoksa akil adamlar
mı olmalı.
- Sırrı: Parlamentonun böyle bir yetkisi ve
işlevi yok.
- Öcalan: Komisyonlar kurulacak. Hakikat
komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak.
Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. Çekildiğimiz
alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum.
Suriye var, İran var. Şu an Suriye'de 50 bin,
Kandil'de 10 bin, İran'da 40 bin var.
"HEPİMİZ ÖZGÜR OLACAĞIZ"
- Sırrı: Sizin konumunuz ne olacak?
- Öcalan: (Gülerek) Ne ev hapsi, ne de af
bunlara gerek kalmayacak. Herkes, hepimiz özgür olacağız. Şunu bilin ki bu
hamlem komployu boşa çıkaracaktır. Ben
komployu aşıyorum. Başarılı olursam, Ne
KCK tutuklusu kalır ne başkası. Bu olmazsa 50 bin kişiyle halk savaşı olacak. Ölen
ölecek, ben karışmıyorum. Yalnız, herkes
bilmeli ki, 'Ne eskisi gibi yaşayacağız, ne
de eskisi gibi savaşacağız'. Kendime güveniyorum. Şunu iyi bilin devlet de ben de
vazgeçemeyiz. Tarihi bir barış ve demokratik yaşama geçiş.
Kandil onların savaş sistemine katılmadığım için... Bu yüzden onlara kızıyorum.
Umarım AKP'de bizi yanlış anlamaz. Yanlış anlarsa felaket olur. Buna rağmen AKP
diktatoryasını bize dayatırsa kabul etmeyiz.
- Sırrı: Başkanım her şeyi konuştuk. Bir
de başkanlık meselesi var. Kamuoyu bu
konuda çok hassas. Osman Kavala'nın size
selamları var. Totaliter bir yapıya dönüşmesinden endişe ediyorlar.
TAYYİP BEY'İN BAŞKANLIĞINI DESTEKLERİZ
- Öcalan: Başkanlık sistemi düşünülebilir.
Biz Tayyip Bey'in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık
ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık
ABD'deki gibi olmalı, devlet meclisi gibi
bir senato. İkincisi, bir de halklar meclisi.
Bunun adı demokratik meclis de olabilir. Bu da ABD'deki gibi temsilciler meclisi gibi olabilir, Rusya'daki alt duma gibi
olabilir. Bu da ABD'deki gibi temsilciler
meclisi gibi olabilir, Rusya'daki alt duma
gibi olabilir. İngiltere'deki avam kamarasının Türkiye versiyonu gibi. Esas olarak
HDK'yi parlamentoya uyarlamak gibi düşünebiliriz. HDK demişken, çok planlı ve
örgütlü işler yapmalısınız. Biraz bürokratik ve hantal kalıyor. Ertuğrul'a söyle ben
hala Dev-Genç'in çizgisindeyim. (gülerek)
O anlar... 40 yıldır Türk solunu taşıyorum.
Daha fazla kendilerine güvenmeliler. Daha
fazla kitleselleşin, dar kalıyorsunuz. Seçime BDP mi HDK'yle mi gireceksiniz siz
karar verin. Adayları halkın en popüler
olanından seçin. Seçime giderken HDP ile
giderseniz eş başkanlar değişebilir.
- Pervin: Kürt basınını takip etme şansınız
var mı? Özgür Gündem, Azadiye Welat
gibi.
- Öcalan: Evet. Özgür Gündem okuyorum.
Kendilerini yormuyorlar, biraz kendilerini yorsunlar. İmzalar zenginleşsin. Kadın
sayfasını da okuyorum. Ama sürekli katliamlar ve ölümlerden bahsediyorlar, oysa
özgürlükler de işlenebilir.
- Sırrı: Son günlerde sanatçıların duyarlı
çıkışları var. Mesela Kadir İnanır bayağı
etkileyici oldu.
- Öcalan: Hepsini selamlıyorum, saygılarımı gönderiyorum. Şunu görmeliler, bizim
siyasi faaliyetimiz bir sanattır.
"ÖNDER'İN SENARYOSU"
- Sırrı: Bilge Köyü katliamı üzerinden Kürt
meselesini anlatan bir senaryo üzerinde çalışıyorum.
- Öcalan: Çok iyi olur.
'BURUNLARINDAN FİTİL FİTİL ÇIKARIR'
Öcalan: (Altan Tan'a dönerek) Sen sağdaki
örgütleri bilirsin. Kontrgerilla ABD merkezlidir. Yargı ve emniyeti ele geçirdiler.
MİT askerlerden güçlü çıktı, savcı çağırdı
gitmediler. Bana göre bir direniştir. Erdoğan bunların burnundan fitil fitil çıkarır.
İnşallah diyelim.
"NAMAZ KILIYORDUM"
İslam kirletildi, bugün Türkiye'de hat safhadadır, İslam'ın özü adalet, hukuk ve tasavvuftur (Altan Tan'a dönerek) kirlenmeyi
önleyin. Sizi nasıl markaja aldılar biliyorsun. Kürtler dindardır. İlk dönemlerde namaz kılıyordum, 33 sure ezberlemiştim.
Köyün imamı Müslüm hoca 'Sen böyle gidersen uçarsın' diyordu. Kimse kusura bakmasın, ben İslam'a sol jargonla bakmam.
Kürt halkının da dini inancı kuvvetlidir.
1969'da Kısakürek'in gizli bir toplantısına
gittim.
"GİZLİ BİR İSLAM VAR"
İngilizler İslam'ı kullandılar, Osmanlı'yı
yıktılar. Mursi de yeni imalatları. Eskiden
general imal ediyorlardı, şimdi de imam
imal ediyorlar. Generallerin de faydası yok,
imamların da faydası yok. Cemaatin adı
kullanılıyor. İslam'ı kullanan kapitalist tekelci işadamları Başbakan'ın ağzına idamı
veriyorlar. Bunlar barışı istemiyorlar. Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var.
"KÜRTLER YER ARIYORLAR"
- Altan: Tarikatlarda örgütlendi.
- Öcalan: Geliştirin benden daha iyi biliyorsun.
- Altan: Tam olarak tarif ettiğiniz güçler
kimlerdir?
- Öcalan: Ermeni lobisi etkili. 2015'le gündem olmak istiyorlar.
(Sırrı'ya dönerek) Sen Adıyaman'dan bilirsin. Aslında Türkmenlerin tarihine daha
çok yoğunlaşmanız lazım. Babai isyanları
çok önemlidir. Bu bir Selçuklu ayrışmasıdır. Kurmançiler da Türkmenler de sınıf
olarak en altta kalanlardır. Solcular, tarihi
milliyetçilere bıraktılar.
- Sırrı: Babai isyanları bu ülkede resmi tarihte en az incelenen olaydır. Baba İshak da
biliyorsunuz Adıyamanlıdır. Bir tek Ahmet
Yaşar Ocak'ın Babailerle ilgili bir tek çalışması var.
- Öcalan: Anadolu İslamlaştıktan sonra,
bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum,
Ermeni, Yahudi, Anadolu'da hak iddia eder.
Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında
Sırrı Sakık'ın Kafkaslardan geldiler sözü
doğruldu ama açıklayamadı.
Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır.
Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa
Kemal de başta yer verdi. Devreye giren
İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, 'Kürtler
ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz'
diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir
gelenektir.
"BİRGÜL AYMAN KİMDİR?"
Türklerin karşısına ne kadar Kürt çıkarırsak, o kadar Türk koparırız. Kürtlerle
Türkler karşı karşıya gelirse, taviz alırız
diyorlar. Türk Kürdü ezmeli, Kürt Türkü
vurmalı. Birgül Ayman kimdir? MHP, CHP
katı laik bir mezheptir. Faşist CHP olduğu
gibi duruyor. CHP ve MHP ulusalcılığı,
Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten ku-
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ruluş tarihi de aynıdır. Anayasanın önüne
de bunlar dikilecekler.
gür bir temelde anayasal bir ifadeye kavuşturmak istiyorum.
"İSTİSMAR ETMEYELİM"
(Sırrı cebindeki kağıdı çıkartarak, bilgi aktarmak istiyor ve kendisine uzatıyor)
- Pervin : Hareketin göndermiş olduğu iki
ayrı mesaj var. Eşbaşkanlara iletilmiş. Biz
mi okuyalım, siz mi okumak istersiniz' deyip; yazılı kağıtları başkanın eline veriyor.
- Öcalan: 'Yetkilinin alması gerekir, istismar etmeyelim' diyerek Sırrı'ya geri veriyor.
(Sırrı 'Ben aktarayım' diyerek kağıtları alıyor)
- Öcalan: Özetleyin.
(Sırrı önce hareketin görüşlerini özetleyerek okudu. Adından partinin görüşlerini
aktardı)
- Öcalan: (Hareketin 16.02.2013 tarihli öneriler metnin 4. maddesi okunurken gülerek)
Klasik kaygılar.
(Daha sonra aktarım bitinceye kadar dinledi. Hareketin 14.01.2013 tarihli öneriler
4. maddesi olan 'Yeni Anayasa'da Kürtlerin halk olarak varlığını kabul eden bir
ibarenin olması iyi olacaktır' belirlemesine
karşılık) Anayasada devlet öyle tanımlanamaz. Devletin etnisitesi ve dini olmaz.
Hukuki bir realitedir anayasa. Bu konuda
Habermas'ın görüşlerine ihtiyacımız var.
"KÜRTLER KENDİ KENDİNİ YÖNETECEK"
Peki biz ileride ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji
yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel
yönetim özerklik şartı ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür.
- Sırrı: Sayın Başkan izniniz olursa bir konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum.
- Öcalan: Nedir?
- Sırrı: Bu sanıldığı gibi bağlayıcı bir metin
değildir. Teknik bir metindir.
- Öcalan: Niye, birinci ve ikinci maddesinde mali ve idari özerklik var.
- Sırrı: Sayın Başkan. Buna şerhin kaldırılması tek başına yetmiyor. Bunun iç hukuka
dönüştürülmesi gerekiyor. Bunun yolu da
anayasada düzenlemek. Sanıldığı gibi bu
haliyle bir bağlayıcılığı yok. Bir teminat da
içermiyor.
(Bu açıklamalar üzerine biraz düşündü,
önündeki mektupları karıştırdı. Sonra tekrar söze başladı)
- Öcalan: Tavrımız şu olacaktır, ana ilke
olursa biz kullanırız. Siz ister yasa çıkartın,
ister çıkartmayın. İspanya'nın bütünlüğü
içinde milliyetler ve bölgelerin demokratik hakları ve dayanışmaları garanti edilir. Dün yine tartıştık. Tarihsel ve kültürel
kimlikler miras zenginliğimizdir. Kendilerini özgürce ifade etmeliler, ki bu örgütlenme ve yönetmeyi de içerir ve yaşamaları bir
haktır ve garanti edilir.
(Sırrı'ya dönerek)
Sırrı bize lazım. Bizim kıymetlimiz.
(Sırrı'ya dönerek) Ben seni bana söylendiği
zaman başka bir Adıyamanlı Sırrı ile karıştırdım. Sen siyasaldaydın değil mi?
- Sırrı: Evet
- Öcalan: Kaç girişlisin?
- Sırrı: 1979 girişliyim.
- Öcalan: Ha o sen değilsin. O bizim zamanımızda, sadece ders çalışan xımıl biriydi.
- Sırrı: Sayın Başkan siz Adıyaman'a ilk
geldiğinizde ben 14-15 yaşındaydım. Siz
geldiniz Hasan Yorulmaz'ı sordunuz. Ben
sizi Hasan Yorulmaz'a götürmüştüm.
- Öcalan: Evet. Benim Adıyamanlı çok kıy-
"KÜRTLERİN VARLIĞI"
- Sırrı : Anayasada en büyük tartışma vatandaşlık tanımında yaşanıyor. Kandil diyor ki
mutlaka Kürt halkının varlığı zikredilmeli,
çünkü azınlıklar denilince gayrimüslimler
anlaşılıyor, ki bu doğru bir tespit.
- Öcalan: (Sırrı'nın sözünü keserek yeniden
araya girdi) Vatandaşlık maddesini sana
yazdırıyorum, 'Özgür iradesiyle Türkiye
Cumhuriyeti'ne bağlılığını ifade eden her
birey Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır'
(Biraz durup yeniden)
"TÜRK ULUSÇULUĞU FAŞİST"
Burada Türkiye Cumhuriyeti de olmayabilir sadece Türkiye'de olabilir. Ulus aidiyeti
ile devlet aidiyetini karıştırmayın. Bunu
CHP ve MHP dedirtiyor. Sizin Türk ulusçuluğu dediğiniz faşist bir örgütlenmedir.
Alet olamayız. Devlete aidiz, ama Türk
ulusçuluğuna ait değiliz. Türk ulusçuluğu
bu ülkenin yüzde 10'unu bile karşılamaz.
Millet, Arap, Türk ve Kürdü de kapsar.
Ama millet-i hakime değil.
Millet kavramı hem kolektiftir, hem bireyselliği içerir (Altan'a dönerek) Millet
İslam enternasyonalizmini ifade eder. Peygamber, 'Arabın Aceme üstünlüğü yoktur'
diyor. Evrensel kavramlara gidelim. Tekilden uzağız. Ortak bir milletin üyesiyiz. Bu
Türk ulusçuların kastettiği şey değil. Böyle
ele aldığımız zaman bunu Türk ulusalcıları
da kabul edebilir.
Hedefimiz ne? Kürt Türk ilişkilerinin öz-
metli arkadaşlarım vardı şehit düştüler.
- Sırrı: Mehmet Emin Taştan.
- Öcalan: Evet.
- Sırrı: Aziz Bilgiç.
- Öcalan: Evet.
- Sırrı: Sabri de bizim devredendi.
- Öcalan: Evet, Sabri çok değerli bir arkadaşımızdır. Sen Mükerrem Kemertaş'ı çok
seviyorsun. Seni de çok severim ama Turan
Engin'i daha çok severim, Esas beni etkileyen Aram Tigran'dır. Onun sesi beni kendime getirir.
Büyük kadın kahramanlar var. Yaşamın
kutsallığı önemlidir. Kölelikten vazgeçilmelidir. 8 Mart mesajı olarak bu söylediklerimi, bu çerçevede açarsınız. Kadını özgür
almayan bir halk özgür alamaz. Kadının
tam özgürleşmiş hali tanrısallıktır. Şehit
düşen kadın kahramanları anıyorum.
Şimdi siz bana biraz izin verin. Bu vereceğim mektuba Kandil'in endişelerini cevaplayan bir ek yazacağım.
(Heyette bulunan 3 kişi odadan çıktık. 15
dakika sonra tekrar çağırdı bizi)
- Öcalan: Ben bunu yetkiliyle size ulaştıracağım. Size vermeliler. Çünkü vermezlerse
süreç devam etmez.
- Pervin: (Ayağa kalkarak, yetkiliye hitaben) Ne zaman vereceksiniz?
- Yetkili: Ben ileteceğim, size verirler.
- Öcalan: Bana yönelttiğiniz bütün soruların cevapları ve Kandil'in endişelerini giderecek her şey bu mektuplarda var. Şimdi
eklerini yazacağım. Karşılıklı görüşmeler
devam edecek.
(Tekrar oturarak görüşme devam etti)
- Öcalan: Devlet düzeyinde karşılıklı olarak diyalog içindeyiz. Karamsar olmayın.,
AKP buna ne kadar hazır, ne kadar ciddiler bunu bana siz getireceksiniz. Anti terör
yasası, siyasi partiler yasası, seçim barajı...
Toplantılarımızda cesurca tartışıp bana getireceksiniz. Bir ya da iki hafta içinde eleştirisel bir cevap bekliyorum. Bu bir taslaktır, dayatma değildir.
Çekilmeden çekilmeye fark var. tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği
çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak.
Kaynak: http://rojevakurdistan.com
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Devlet
neden
Öcalan’la
Oturdu?
Cemil Gündoğan
[email protected]
İmralı görüşmeleri olarak adlandırılan
sürecin niteliğini ve muhtemel gidişatını anlamak için cevaplamamız gereken sorulardan biri, bu sürecin neden
gündeme geldiğidir.
Biliyoruz ki buna verilen birden fazla
cevap var. Bir kısım yorumcu ise böyle bir soruyla uğraşmak yerine sürecin
ilerletilmesi üzerine kafa yormanın
daha önemli olduğunu düşünüyor.
Sözü edilen cevapların her biri tek tek
ele alınıp tartışılabilir. Fakat ben, bunun yerine, bazı noktalarda piyasadaki
yaygın düşüncelerden bir ölçüde ayrılan kendi değerlendirmelerimi sunmak
istiyorum.
“Nedenleri değil, sürecin ilerletilmesini tartışalım” diyen görüş, konuya
giriş için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Görebildiğim kadarıyla, bu görüş
bazen iyi niyetle bazen de AKP politikasının uzantısı olarak dile getirilmektedir. Ama her iki durumda da gerçek
bir barış sürecinin ancak gerçek güç
ilişkilerine yaslanabilirse mümkün
olabileceği kuralıyla çeliştiği için sorunludur.
Ortaya çıkan tabloya bakılırsa Devlet,
elindeki bir tutsakla görüşerek Kürt
sorununu en ucuza kapatma eylemine
“barış süreci” adını vermektedir. Tayyip Erdoğan ise devletin ikna olduğu
bu çözümden bir de Türk işi başkanlık
sistemi çıkarmakla meşguldür. Kürtlerin Ortadoğu’da yükselen güç olmaları
gerçeğiyle bir arada düşünüldüğünde
bu planın, tarafların gerçek pozisyonlarıyla ve süreci etkileyecek kısa ve
uzun vadeli eğilimlerle uyumlu bir
çözüm olduğunu söylemek olanaksız-
olduğunu sanmak, en hafif deyimle
safçadır.
dır. Niye böyle olduğunu anlamak için
devletin neden Abdullah Öcalan eliyle
Kürt sorununu çözmeye yöneldiğine
bakmak yeterli olacaktır.
Türk devleti gibi bölücülük korkusunu varoluşsal bir fobi haline getirmiş
bir devletin, barış sürecine yönelebilmesi için ya içerden ciddi bir barış hareketiyle tehdit ediliyor olması ya da
iç bölünme, dış dengelerin değişmesi
gibi faktörlerin etkisiyle savaşı eski
biçimiyle sürdürebilme kabiliyetlerini kaybetmeye başlaması gerekir (Elbette bu ikisi aynı anda gerçekleşmesi
de benzer bir sonuca götürebilir). Hal
böyle olunca, ilk soru şu olmaktadır:
Var mıdır bugün Türk devletini içerden
tehdit eden güçlü bir barış hareketi?
Bu soruya evet diye cevap vermek ciddiyetle bağdaşmaz.
Türkiye’de “Barış!” “Barış!” diye bağıranlar Kürtlerdir, Türkler değil.
Evet, Türk halkı arasında savaştan
bezme ve çaresizlik haline dair belirtiler görülmektedir. Ama bu bezginlik
ve çaresizlik hali, devlete kafa tutabilecek veya onu işlemez hale sokabilecek bir barış hareketiyle aynı şey değildir, sonuçları da aynı olmaz. Hatta
bu tür hoşnutsuzlukları barışa karşıt
amaçlar için, yani “teröristlere karşı mücadeleye daha geniş bir kitlesel
destek yaratmak” amacıyla kullanmak
bile mümkündür.
Bugün kitleler söz konusu olduğunda,
“Evet, biz de barış istiyoruz” diyen
Türklerin “barış”la kastettiği, Kürtlere
ana dilde eğitim hakkı bile vermeksizin PKK’nin silahlarını alıp yurtdışına def olması arzusundan ibarettir.
Maalesef durum hâlâ budur. En son
örneğine Sinop’ta rastladığımız linç
girişimlerinin sadece şu veya bu partinin kışkırtmasıyla ilgili, arızi bir şey
AKP iktidarıyla birlikte Türk-Kürt ayrışmasının bittiği iddiası ya bir temenninin ya iktidardan nasiplenenlerin
yaymaya çalıştığı bir konformizmin ya
da bir iki toplumda olup bitenleri fark
edememenin ifadesi olabilir. Gerçek şu
ki bu iki toplum birbirinden uzaklaşmaya devam etmektedir. Çünkü Türkler arasındaki Kürtlere ilişkin olumsuz
duygu ve tepkilere ilaveten Kürtler arasında da varoluşsal güvensizlik duyguları yaygınlaşmaktadır. Son iki yıldır
Suriye devletinin serencamını canlı
yayında izleyen sıradan Kürtler, başkalarına ait bir devlette temel haklarından yoksun biçimde yaşamanın
ne demek olduğunu daha acı biçimde
görüyor ve kendi kaderleri hakkında
daha uzun vadeli ve radikal kararlar
almaktan artık kaçamayacaklarını
daha somut biçimde görüyorlar. Kürt
dostu olduğunu iddia eden AKP’nin
liderliğindeki Türk devleti, Kürtlerle
barış yapacağını ilan ettiği bir günde,
İslamcı faşist bir güruhu silahlandırıp bazı Arap aşiretlerinin desteğinde
Resulayn’da Kürtlere saldırttığında,
ekranları başında kalpleri sıkışarak
Suriye Kürtlerinin canhıraş direnişlerini seyreden yeryüzünün dört bir köşesindeki Kürtlerin kafasından geçen
ortak varoluşsal soru şuydu: “Acaba
benim çocuklarımın veya torunlarımın güven içinde yaşayabilecekleri bir
toprak parçası olacak mı şu dünyada?”
İster Ceylanpınar’da ister Paris'te ister
Kandil’de isterse Muğla’da yaşasınlar,
Kürtleri giderek daha fazla girdabına
alan soru budur. Kendimizi kandırmayalım, realite budur. Kürt sorunu
denilen şeyi bu tür dip dalgalarından
kopararak dün “bebek katili”, bugün
“megaloman” diye tanımladıkları bir
liderin iktidar oyununa dahil olma
gayretlerine eşitleyen egemen Türk aklının bu sorunu anlayabilme şansı yoktur. Ve bu akıl etkin olduğu müddetçe
Türkiye’de gerçek bir barış hareketi de
oluşmayacaktır.
Nitekim Türkler arasında barışı gerçekten istemekle kalmayıp bunun için
bir şeyler yapmak isteyenler, hâlâ ne
yazık ki 1970’lerin Marksist hareketinden gelen bir avuç insandan ibarettir.
Son yıllarda bunlara bir miktar liberal ile İslamcının eklendiği doğrudur.
Fakat bunların hem sayıları çok azdır,
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hem de liberal diye tanımlananların
ezici çoğunluğu, gerçekte 70’lerdeki
Marksist hareketten gelme kişilerdir.
Aralarında bazı fırsatçılar, kariyeristler hatta şaibeli kişiler bulunsa da
durum budur. PKK’nin sol ve sosyalizmin bazı değerlerine henüz açıkça sırt
çevirmemiş olmasını, Kürt hareketiyle ilgili yeryüzündeki yegâne felaket
olduğunu zanneden bazı dar görüşlü
Kürt milliyetçilerinin, mukallit bazı
Kürt liberallerinin ve bazı Kürt muhafazakarlarının bütün küfürlerine rağmen gerçek, ne yazık ki, böyledir.
Kürt politikasını sürdürebilme kapasitesiyle ilgili alanlarda aramamız gerekir. Burası, aynı zamanda İmralı sürecinin, fiili güç ilişkilerine, tarafların
pozisyonlarına, süreci yoğuran kısa ve
orta vadeli eğilimlere uygun olup olmadığını test edebileceğimiz bir yerdir
de.
Tahmin edileceği üzere, bu alan hayli
geniş bir alandır. Bu nedenle kendimizi sınırlamamız gerekiyor. Ben ele
aldığımız konuyu birinci derecede etkileyen üç faktörü ele almakla yetineceğim. Bu üç faktör şunlardır:
Peki, bu bir avuç barışçı solcunun, liberalin ve İslamcının Kürt meselesinde
devleti barışa zorlayabilecek örgütlülüğü ve gücü var mıdır?
1) Türk devletinin Libya operasyonundan sonra ana seçenek haline getirdiği
yeni Ortadoğu politikasının Suriye’de
batağa saplanmasıyla oluşan veya daha
da belirginleşen iç ve dış tehditlerin,
Türkiye’nin Kürt sorunuyla ilgili eski
politikasını sürdüremez hale getirmiş
olması.
Hayır, ne yazık ki yoktur.
Elbette, uzun vadede Türk halkı arasındaki bezginliği ve savaş yorgunluğunu gerçek bir barış hareketine
dönüştürme imkânı teorik olarak mevcuttur. Ama bunun için Türk Solunun
veya varsa bu işe aday başka bir gücün
risk alması, fedakarlık göstermesi ve
sistemli biçimde çalışması gerekir. Ne
var ki bugün devleti İmralı görüşmelerine zorlayan böyle bir barış hareketi
değildir. Bu durumda devleti bu görüşmeleri yapmaya sevk eden faktörleri
ikinci alanda, yani devletin geleneksel
2) Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği
mevcut sürece kendi birliğini koruyarak ve Türkiye merkezindeki çelişkileri kullanmak suretiyle pozisyonunu
güçlendirerek girmiş olan PKK’nin,
Ortadoğu’nun yeni denkleminde uluslararası büyük güç odaklarının artık
görmezden gelemeyecekleri bir pozisyona kavuşmuş olması.
3) İkinci maddeyle tersten bir para-
TSK: Operasyonlar Öcalan'ın mektubu
için durdurulmadı
TSK, operasyonların mektup geldiği için durdurulduğu haberlerini yalanladı...
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), İmralı’da bulunan PKK lideri Abdullah
Öcalan’ın mektubunun Kandil’e ulaştırılması için ‘operasyonların durdurulduğunu’ yönündeki haberleri yalanladı.
Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada, "Kandil'e gitmek üzere
yola çıkan BDP-DTK heyeti'nin ulaşımını güvenli bir şekilde sağlayabilmesi
için bölgedeki operasyonların
durdurulduğu yönündeki iddianın gerçekdışı olduğu" belirtildi.
Açıklamada, "gerek duyulduğu takdirde" operasyonların devam edeceği vurgulandı.
2013 yılı başından bu yana TSK'nin düzenlediği operasyonlar sonucunda, 14
Ocak günü Kandil, Zagros, Gare ve Zap bölgelerine düzenlenen yoğun hava
saldırısında 7 PKK'li, 26 Şubat günü Zap, Kandil ve Gare alanlarını düzenlenen hava saldırısında
ise 4 PKK'li yaşamını yitirdi.
(ntvmsnbc, ANF)
lellik içinde gelişen bir süreç olarak,
2000’li yılların ortalarından itibaren
Abdullah Öcalan’ın PKK üzerindeki
eski etkinliğinin azalmaya başlaması. Bir diğer deyişle devletin en rahat
kontrol edebildiği PKK uzvunun, PKK
içindeki gücünün gerilemeye başlaması. (Özellikle bu son noktanın günlük
görüntülerle pek uyumlu durmadığını
bilerek yazıyorum.)
Dördüncü bir faktör olarak Erdoğan’ın
başkanlık hesapları bu listeye dahil
edilebilir, ancak bunun yukarıdaki üç
faktör kadar etkili olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ilk üçünden farklı
olarak, devletin değişik kanatları arasındaki uzlaşmanın ürünü olmaktan
çok, bir kuzudan birkaç post çıkarma
hesabıyla ilgili bir kurnazlığın ürünü
gibi görünüyor.
Devlete alarm zilleri çaldıran ana faktörler yukarıdaki üçüdür. Düne kadar
yemin billah Abdullah Öcalan’ın Ergenekoncu olduğunu propaganda eden
Türk dincileri ile dinci iktidarın atına
oynayarak Kürdistan’da kendilerine
alan açmaya çalışan Kürt milliyetçilerinin birden bire Abdullah Öcalan
güzellemeleri yapmaya başlamalarının
nedeni de bu üç ilişkide gizlidir. Ama
bunları ele almak gelecek yazıların konusu.
2013-03-02
Lübnan'da seçimler ilginç
yöntemlerle yapılıyor... Milletvekillerinin seçimle esasları
ülkede bulunan topluluklara
göre dağılıyor.
Ülkede 1989 yılından beri
yürürlükte olan seçim yasası
gereği mezhep ve dinlere göre
milletvekili dağılımı Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında yarı yarıya bölünmüş durumda. Buna göre Sünnilerin
28, Şiilerin 28, Marunilerin 34,
Ortodoksların 14, Dürzilerin
8, Katoliklerin 8, Ermenilerin
5, Alevilerin 2 ve azınlıkların
1 milletvekili çıkarma hakları
bulunuyor. (akt: A.İ. Avgül)
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kandil,
İmralı'ya
uyacak
Politika
Perşembe, 28 Şubat 2013 10:55
Kandil, İmralı'nın 'yol haritasına' uyma
kararı aldı. Örgüt, Nevruz'da ateşkes
ilan edecek, 15 Ağustos'ta ise sınır dışına çıkacak. Süreci sabote etmesinden
endişe edilen Bahoz Erdal ise cephe
gerisine çekilecek.
Türkiye kırsalındaki tüm birimlerine
'Askeri bölgelerden ve çatışmalardan
uzak durun' talimatı verdiği de belirtiliyor.
İmralı'dan BDP'ye giden mektup
Kandil'e iletildi. İmralı'ya giden 2.
heyette yer alan BDP'li Sırrı Süreyya
Önder, dün Habur Sınır Kapısı'ndan
geçerek Kuzey Irak'ın Duhok kentine
gitti. Bunun üzerine Öcalan'ın mektubunu Kandil'e Önder'in götürdüğü
iddiası ortaya atıldı. Ancak iddiayı yalanlayan BDP Genel Başkanı Demirtaş, mektupları milletvekilleriyle değil, 'uygun bir mekanizma' üzerinden
gönderdiklerini açıkladı. Önder'in ise
'uçak korkusu' nedeniyle karayolunu
tercih ettiği öğrenildi. Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk
ve Ahmet Türk de dün akşam uçakla
Kandil'e ulaştıÂ .
Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak,
Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'tan oluşan BDP heyetinin Kandil görüşmesinin ardından Bölgesel Kürt Yönetimi
Başkanı Mesut Barzani ile de biraraya
gelmesi bekleniyor. Görüşmede Kürt
yönetimi İmralı, Kandil ve MİT arasında sürdürülen sürece destek açıklaması gelecek. BDP heyetinin Talabani'nin
önemli kurmayları Mela Bahtiyar ve
Kosret Resul ile de biraraya geleceği, görüşmeye Talabani'nin eşi Hero
Talabani'nin de programının uyması
durumunda katılması bekleniyor.
Yenişafak'ın haberine göre Kandil'e
ulaştırılan Öcalan'ın yol haritasını 6
gündür değerlendiren örgütün, ateşkes
ve geri çekilme takvimine uyacağı belirtildi. Nevruz'da ateşkes ilan etmesi
beklenen PKK, 15 Ağustos itibariyle Kuzey Irak'a çekilmeyi planlıyor.
Bölgesel Kürt Yönetimi de ateşkesle
birlikte sınırda gözlem timleri konuşlandıracak. Örgütün ayrıca Bahoz Erdal kod adlı Suriyeli Fehman Hüseyin
gibi radikal ve sürecin dışında hareket
edebilecek isimleri cephe gerisi olarak
adlandırılan bölgelere çekeceği öğrenildi.
Çatışmayın, talimatı
Örgütün geçtiğimiz hafta itibariyle
Kandil sonrası Barzani ile görüşme
Öcalan-BDP görüşmesinin zabıtları
Abdullah Öcalan ile 3 BDP'linin İmralı' da yaptıkları görüşmede neler konuşuldu? İkinci İmralı görüşmesinin
tutanakları ortaya çıktı. Tutanaklar,
'İmralı Zabıtları' başlığıyla, Milliyet
gazetesinde Namık Durukan imzasıyla
yayımlandı.
Öcalan'ın, BDP'lilere yönelik, “Ben
sorumluluk üstlenmem. Süreç başarısız olursa ‘Apo öldü’ diyeceksiniz. Ben
yokum. BDP ve PKK’nın beni kullanmasına izin vermem” sözleri dikkat
çekici.
Öcalan-BDP görüşmesinin tutanaklarına yansıyan diğer çarpıcı diyaloglar
şöyle:
HAKİKAT KOMİSYONU VE KÖY-
LERE DÖNÜŞ
Çekilme parlamento kararıyla olacak.
TBMM onaylayacak, hakikat komisyonu kurulacak, köylere dönüş olacak.
Bunları yapmazlarsa çekilme olmaz.
HEPİMİZ ÖZGÜR OLACAĞIZ
Ne ev hapsi, ne de af. Bunlara gerek
kalmayacak. Hepimiz özgür olacağız.
Başarılı olursam ne KCK tutuklusu kalır, ne de başkası. Bu olmazsa 50 bin
kişiyle halk savaşı olacak. Yalnız herkes bilmeli ki, ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız.
MİT'E DARBE PLANLANDI
Başbakanı inandıran ekip 'PKK'yı bitireceğiz' dedi. 10 bin kişiyi (KCK) içeri
aldılar. Bu güç MİT'e de darbe planladı. Devreye girip 'bu darbe' dedim.
Başbakan MİT'e darbe yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü. Vatana
ihanetten tutuklanacaktı.
BAŞKANLIK SİSTEMİNE DESTEK
Başkanlık sistemi düşünülebilir. Tayyip Bey'in başkanlığını destekleriz.
Biz, AKP ile bu temelde bir başkanlık
ittifakına girebiliriz. Yalnız başkanlık
ABD'deki gibi olmalı...
VATANDAŞLIK MADDESİ
Vatandaşlık maddesini sana (Sırrı Süreyya Önder'e) yazdırıyorum. "Özgür
iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti'ne
bağlılığını ifade eden her birey, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır." Burada
sadece Türkiye de olabilir. Devlete ai-
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
diz, Türk ulusçuluğuna değil.
"TARİHİ ÖNEMDE BİR TOPLANTI"
Öcalan'ın "Tarihi önemde bir toplantıya başlıyoruz. Nasıl bir yöntem izleyelim" sözleriyle başlayan ve heyetin
"Size nasıl uygunsa" karşılığı verdiği
toplantıdan dikkat çeken notlar şöyle:
— Özal'dan beri teşebbüs içerisindeyim. Kesintiye uğradı ve kaldı. Şimdi
akamete uğramaması lazım...
— Türkler şunu bilmeli. Başarısızlık
orta ve üst düzey savaş, kaos, isyan
getirir. Hepimizin hayatı söz konusu,
bugüne kadar yaşadıklatrımız devede
kulak kalır.
"Beni anlamadılar"
— Ben ilk günden beri demokratik
cumhuriyeti savundum, onlar beni
anlamadılar. 'Apo'yu bitirdik' dediler.
Stratejik hatalar yaptılar, Ergenekon'a
saptılar... Ha bizi vurmuşar ha Sakine'yi... (Fransa'da suikast sonucu öldürülen PKK'nın kurucularından Sakine
Cansız) Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demek ki darbe hala devam ediyor.
— Süreci esastan bozan kim diye baktım... 7 Şubat MİT'e darbe... Ben bir
darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne
'Hakan beyi (MİT Müsteşarı Hakan
Fidan) yalnız bırakmamak gerekir'
dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim.
5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog
başladı.
— Hakan Fidan tutuklansa sonra sıra
Başbakan'a gelecekti. Benim bu süreci
canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu...
— Florida kontrgerilla merkezidir.
Abdullah Çatlı iki kez gitti. Papa, Palme... Sakine bu tür grupların işidir.
Yeni gladyo tam olarak anlaşılmıyor.
Çözüm adına yapılan her şeyi sabote
ettiler...
"3 aşama, 10 ilke; tartışın"
— Ben 3 aşama ve 10 ilke öneriyorum.
Bu yazı üzerine cesurca tartışacaksınız. Bunu Kandil'e ve Avrupa'ya götüreceksiniz... 2 hafta içinde gelirse görüşlerimi revize ederim. Eşbaşkanlarla
görüşürsem iyi olur. Eğer eşbaşkanlara
tavır devam ederse yine bu heyet gelir.
Newroz'a bunu ilan etmek istiyorum.
İlanı ben yapacağım.
— Hakikat komisyonu kurulacak, akil
adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri
çekilme olmaz. Çekildiğimiz alanda
gerillayı daha da büyüteceğiz. 'Çekilirsek gerilla biter' görüşüne katılmıyorum. Suriye, İran var. Şu an Suriye'de
50 bin, Kandil'de 10 bin, İran'da 40 bir
var.
— Peki biz ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak
büyük alerji yaratır. İleride olabilir.
Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki, buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele
önemli ölçüde çözülür...
Agos
Erdoğan:
Dünyada
gidebilecekleri
yer çoktur
Rizgarî Online/ Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “suça bulaşmamış olan PKK’lıların ailelerine
kavuşabileceğini” ve “tehdit ortadan
kalktıktan sonra örgüte yönelik operasyonlara son verileceğini” söyledi.
Önceki akşam Viyana’ya giden Türk
Başbakanı, havaalanında gündeme
ilişkin soruları yanıtladı. Taraf gazetesinin kaydettiğine göre,”Hükümet
olarak ilkelerinin belli olduğunu ve
kimsenin kendilerinden milli birliği
sarsmaya yönelik taleplerde bulunmaması gerektiğini dile getiren Erdoğan, şunları söyledi: “Bu işi (barış
süreci) fazla dallandırıp budaklandırma niyetinde değiliz.
Terör örgütü silah bırakıp ülkemizi
terk ettikten sonra ülkemizde herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Biz diyoruz ki silahlar bırakılsın, gömülsün.
Suça bulaşmamış olanlar hanelerine,
annelerine, babalarına kavuşabilecekler. Milli birlik ve kardeşlik projemiz içerisinde bu vardı. Şu süreç içerisinde silah bırakarak ülkemizi terk
edeceklerse dünyada gidebilecekleri
yer çoktur. Komşu ülkeye gidebilirler, daha başka ülkelere gidebilirler,
o kendilerinin takdiridir. Biz bunu bilemeyiz. Bütün riskleri sırtlanarak bu
adımları attık ve bundan sonra da atmaya devam edeceğiz. Yeter ki milli
birliğimiz bu ülkede egemen olsun.”
RO/Zilan Dersim
Yayınevi: Tevn (1/2007)
Isbn: 9789759094348
Teknik Özellikler: 88 sayfa
Türü: Anı, Mektup
On iki yıl sekiz ay
Türk Ordusu'nda astsubay olarak görev alan Kasım Çakan,
"bölücü" ve "hıristiyan" olmakla suçlandı ve bu suçlama
doğrultusunda Askeri Şura kararıyla Ordu'dan uzaklaştırıldı. Çakan kitabında, soyağacından başlayarak yaşadıklarını aktarıyor.
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘süreci bozan düşmanımdır!’
Rizgarî Online/ Abdullah Öcalan´ın silah bırakma için 21 Mart tarihini verdiği ve Türk devletiyle mutabakata vardığı ileri sürüldü. Vatan gazetesinden
Kemal Göktaş´ın sür manşetten verilen
haberinde şunlar kaydedildi:”PKK lideri Nevruz’da ‘önemli açıklamalar’
yapacak. Abdullah Öcalan, görüştüğü
BDP’liler Pervin Buldan, Sırrı Süreyya
Önder ve Altan’a Tan’a, “Ben üç tane
mektup gönderiyorum ama bunları sizlere vermeyeceğim. Görüşmeye gelen devlet heyetlerini dikkate değer bulduğum
için onlar üzerinde sizlere ulaştıracağım.
Mektuplar BDP, Avrupa ve Kandil’e yönelik. Biz devlet heyetiyle mektubu ulaştıracak ve aracı kurumlar konusunda anlaştık” dedi.
5 aydır görüşüyoruz
Mektupların içeriğine ilişkin genel bilgiler veren ancak mutabakatın detaylarını açıklamayan Öcalan, “Biz burada 5
aydır devam eden bir süreci başlattık. O
çerçevede bütün görüşme notlarının onlar üzerinden gelmesini istiyorum” dedi.
Edinilen bilgiye göre Öcalan şunları söyledi:
“Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği bu
süreçte Türkiye bir yol arayışı içerisindedir. Türkiye Kürt sorununu uzun uzadıya sırtında taşıyamaz. Kürt sorununu
çözümüne dair nitelikli adımlar atmak
zorundadır. Bu zorunluluğun ortaya çıkardığı ortak alanda, Türkiye’nin yeni
bir sayfa açma ve yeni bir tarihi adım
atılabilme olasılığı güçlüdür.”
‘Alt edemediler’
“2011’de AKP’nin topyekün Kürt siyasal
hareketini bitireceği düşüncesi boşa çıkmıştır. Askeri ve siyasal operasyonlarla
Kürt siyasal hareketini alt edemediği
gerçeğiyle karşılamıştır. Bu çerçevede
de artık yanlışta ısrar etmek yerine demokratik barışçıl noktada nasıl yol alacaklarına ilişkin bir ortak irade çıkmıştır. Bu açıdan da görevi ve sorumluluğu
yüklenerek buna fırsat verecek bir takım
çalışmaları yürütmek istiyorum.
Bunu yürütürken de elbetteki buna taş
koyacak ulusalcı kesimlerin, Ergenekon
gibi yapıların, vesayetçi sistem yanlılarının geri durmayacağını sanıyorum. Onlara karşı toplumu hazır hale getirmek
için Meclis’i önemsiyorum. Meclis’te
çim sistemi, siyasi partiler yasası, hazine
yardımı, Anayasa’ya yaklaşımdır. Süreç
içerisinde BDP’nin bu çerçevede rolünü
Meclis’te olmayı fırsata çevirip oynaması gerekir. 4. yargı paketinin meclise gelmesi önemli. Bu konuda AKP’nin gerçek
niyetinin görmek benden çok BDP’ye
düşer.”
Nevruz’da açıklarım
BDP’nin rolünü doğru oynaması gerekir.”
Engellemek isteyenler
“Devlette bir arayış var ama bu arayışı
engellemek isteyen bir başka devlet kliğinin varlığından haberdar olmanızı istiyorum. Paris katliamı, Sinop’taki linç
girişimi gibi olaylar; çok güçlü bir barış
karşıtlığı olmasa da sürecin bir kısım
marjinal gruplar üzerinden provoke edilebileceğini gösteriyor. Bu provokasyonlar yüzünden ürkek bir AKP ile karşılaşılabiliriz. Ama bunu çok zayıf bir ihtimal
olarak görüyorum. Çünkü uluslararası
ve bölgesel gelişmeler de AKP’yi artık
mecbur kılmaktadır.”
‘Samimiyet bu adımlara bağlıdır’
Öcalan beklentilerini şöyle sıraladı:
“AKP’nin samimi olup olmadığını bu
önümüzdeki birkaç haftada söz konusu
bir kısım yaklaşımlarından hareketle
görebiliriz. Bunlar 4. yargı paketi, se-
Öcalan görüştüğü BDP milletvekillerine,
gönderdiği mektuplara zamanında yanıt
gelirse Nevruz’da önemli açıklamalar
yapacağını da söyledi. Edinilen bilgiye
göre Öcalan “Mektupların ulaşması sonrasında Kandil, Avrupa ve BDP’nin düşüncelerinin bana aktarılmasıyla gerçek
manada rolümü oynayabilirim” dedi.
Demokratik yaşam projesi
Öcalan, mutabakatı “Demokratik ortak
vatanda, demokratik cumhuriyet, demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam
projesi” olarak tanımladığını söyledi.
Öcalan, mektuplarla ilgili dönüşleri almasının ardından ise “demokratik çözüm felsefesi ve demokratik eylem planını” kamuoyuyla paylaşacağını söyledi.
Masada 5 kişi vardı
Görüşmede 1 devlet görevlisi, BDP’li
üç vekil ve Öcalan olmak üzere 5 kişinin yer aldığı, devlet heyetinden gelen
görevlinin görüşme boyunca not aldığı
belirtildi. BDP heyetinde yer alanlar,
Öcalan’ın oldukça kilo aldığını ve göbekli olduğunu, buna rağmen sağlığının
iyi göründüğünü, neşeli ve pozitif ve
enerji yaydığını söylediler."
RO/Zilan Dersim
“Ey Kürt Halkı! Bizden de ibret alın
ve bilin ki, dünyadaki en güvensiz söz,
Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür.”
Hasan Hayri Bey
***
“Ben Sizin Yalan Ve Hilelerinizle Başedemedim
Bu Bana Dert Oldu Ama Bende Sizin önünüzde
Eğilmedim Bu Da Size Dert Olsun”
Sey Rıza
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ÇÖZÜM VE BARIŞ MI,
APO’YU KULLANARAK KÜRDİSTAN
SORUNUNU YÖNETMEK, BÖLMEK VEYA
TÜMDEN TASFİYE ETMEK Mİ?
Kürdistan sorunu, sömürgeciliğin tasfiye edilmesi çerçevesindeki bir çözüm
ile barışa varmalıdır. Gerçek barış;
ülkeye(toprağa), Kürdistan ulusunun
kolektif varlık ve haklarına, bağımsız
siyasal iktidar üçlüsüne bağlı olarak
gelişecektir. Sorun ile çözümü bu çerçeveye oturtulmadıkça; dile getirilecek
her “çözüm ve barışın” sahte olacağı
ve hakikatteki çözüm ile barışın gelişi
için yeni mücadelelere yol açacağı da sır
değildir. Oysa Ahmet Türk ün, Apo ile
görüştükten sonra yaptığı basın açıklamasında; ”Öcalan nın talepleri devleti
rahatsız etmeyecek türden” açıklamasını
yaptığı bilinmektedir. Sömürge sisteminin tasfiyesi sürecini başlatacak bir siyasal talebin masaya konulması halinde
ise, faşist-sömürgeci Türk devletinin rahatsız olmaması mümkün değildi. Başbakan Tayip Erdoğan nın ise, ”Abdullah
Öcalan bizim istediğimiz noktaya geldi,
işin yüzde 95 inde uyum yakaladık” şeklinde açıklama yaptığı görülmektedir.
Başbakan Tayip Erdoğan ve diğer devlet
yetkilileri PKK, DTK ve BDP aktivistlerine; ”Apo tek irademizdir, muhatap
sadece odur, diyerek halkı imza vermeye çeken sizlerdiniz, o söyleminize
bağlı kalın” demektedirler. Bu olgular
Apo’nun devletin kabul ve referanslarını
tekrar ettiğini, bunları örgütüne ve örgütü kanalı ile de halkımıza kabul ettirmek
için çalıştığını göstermektedir. Ergenekon nun, Oda TV de yayımlanan belgelerinde de; ” Apo’nun görüşü dışında
bir görüş olmadığının, onunun dışında
lider bulunmadığının, PKK dışında örgüt olmadığının devamlı olarak topluma
yansıtılması” kararını almış olduklarını
da öğrenmiştik. Daha sonra Başbakan
Tayip Erdoğan da;” Şimdi bu dağdakiler
APO ya da uymaz” diyerek kendisine uymalarını istediğini yansıtmıştı. Apo’nun
bir siyasal talebi yoktur, bu nedenle Türk
egemenlik sistemi içeresinde yüzyıldan
fazla bir süredir iktidar mücadelesi veren
İttihatçı-Kemalist kanat ile liberal muhafazakar kanat hep birlikte devlet politikalarının temsilcileri olarak ellerinde
Kürdistan ve Kürdistan ulusuna karşı bir
unsura dönüşmüş olan Apo ya(yani devlete) uymalarını çok ama çok istemektedirler. Siyasal bir talebi olmadığı için de
makine demektir. Bu durumda Apo ya
bir alet olarak yaklaştıkları ve kendisini
bir bıçak (alet) olarak kullanarak, örgütü PKK yi ilk etapta silahsızlandırma,
ikinci etapta tümden tasfiye etme yada
en azından bölerek marjinalleştirmeyi,
çatıştırmayı esas aldıkları aşikardır.
Av. Medeni Ayhan
devleti rahatsız edebilecek bir düşüncesi
yoktur. Devletin de, Apo da toplanacak
iradeyi kendisinde bitirip teslim alarak,
tasfiye etmeyi veya en azından bölmeyi amaçladığı açıktır. Bu devlet faaliyetinde Apo’nun bir alet(bıçak) olarak
kullanıldığı aşikardır. Ortada bir talep
olmadığı için, bu süreçten çözüm ve barış çıkacağını zırvalayarak angaje onalar
aptal ve işbirlikçidir.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise, NTV
Ankara Temsilcisi Nilgün Balkaç’ın sorularını yanıtlarken; “Abdullah Öcalan
da bu sürecin içine girmeli mi?” sorusuna da “Ayırım yapmıyorum. Devlet
bir sorunun çözümünü sağlayacaksa,
elindeki bütün enstrümanlardan yararlanır. Yani bu sorunu çözecek tüm enstrümanlar vardır. Değişen şartlara gelişen ortama göre bu enstrümanlardan
hangisinin kullanılabileceğine istihbarat
birimlerimiz, siyaset kurumu, güvenlik bürokrasimiz oturup karar verirler,
hangi enstrümanı kullanacaklarını kararlaştırırlarsa orada kullanırlar. Bunu
yapmamaları eksikliktir. Bunu yapmak
bir görevdir. Bu ülkeyi, bu milleti, bu
illetten kurtarabilmek için gerekli gördüğünüz adımları atmak bir görevdir.
” Şeklinde açıklama yaptı. Enstrüman,
İmralı daki Apo dur, cezaevinde kullanılacaktır, devletin bu süreçteki ihtiyaçları bunu gerektirmektedir. Enstrüman,
Fransızca olan instrument sözcüğünün
Türkçeye geçmiş halidir. Enstrümanın
sözcük anlamı (karşılığı);alet, cihaz,
Kendisinin şahsi iradesi dahi elinde olmayacak kadar zayıf olan tutuklu bir
kişiliğe bütün bir halkın iradesini verme
çalışmasının işbirlikçilik ve ajan pratik
olduğunu yazmıştım. O günün koşullarında kimilerince sert bulunan bu nitelendirmelerim ise bugün için doğrulanarak somutlaşmıştır. Apo’yu irade
yapmak; sömürgeci devleti Kürt ve Kürdistan üzerinde irade yapmaktır. Ortada bir masa dahi yoktur, âmâ şeklen ve
hayal bir masa düşünülecekse dahi, masadaki tek irade sömürgeci devletin iradesi ile kabul ve referanslarıdır. Devletin
program ve istemleri Apo ya dikte ettirilip tekrarı sağlanmaktadır. Barış müzakerelerinin taraflarının özgür olması ve
asgari olarak eşit olarak masaya oturması gerekmektedir. Kürdistan ulusu adına
masa da olduğu söylenen kişinin devletin
tutuklusu durumundaki bir unsur olduğu
sır değildir. Devletin siyasal iktidarını
temsil eden temsilcileri ile masaya oturulması gerekirken, devletin istihbarat
birimlerinden bazı unsurları göndererek,
Apo’yu kullanma amaçlı görüşmeler yapılmaktadır. Kürdistan ulusunu temsilen
PKK’nin ve diğer örgüt ile partilerin
temsilcilerinin kurumsal olarak masaya
oturması gerekirken, kurum ve örgütlerin tamamı muhatap olmaktan çıkarılmaktadır. Bu nedenlerle de bu süreçten
barış ve çözüm çıkacağını savlayanlar
bir daha aptaldır, işbirlikçidir.
Kürdistan sorunu; hem Ortadoğu sorunudur, hem de dünya sorunu olarak uluslararası bir sorundur. Kürdistan ulusunun ülkesi Kürdistan da kendi kendisini
bağımsız olarak yönetmesi stratejisi ve
dış egemenliğe dayanan sömürgeciliğin
tasfiyesi çerçevesinde sorunu çözmek
için Birleşmiş Miletler, AGİT, Avrupa
Konseyi yanında bazı devletlerin temsilcileri ile gözlemci olacakları, denetleyip
kontrol edecekleri ve işletecekleri bir sü-
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
reci programlamaları zorunlu iken, hiçbir devlet ve uluslararası kurum masada
yoktur. Sorun saptırılarak Türkiye nin
demokratikleşme çerçevesindeki iç sorunu olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını
düşünenler bir daha aptaldır.
Ulus sorununu çözme niyeti olan sömürgeci bir devletin ise, kamuoyunun önüne
bir çözüm projesi ile çıkması gerekmektedir. Görüşmelerin istihbarat elamanları ile gizli şekilde değil, açık şekilde yürütülmesi gerekmektedir. Oysa devlettin
bir çözüm projesi yoktur. Devletin yansıyan tek projesi; Apo’yu alet(enstrüman)
olarak kullanarak PKK yi egemenlik alanı içindeki topraklardan çıkartmak, silahsızlandırmak, tümden tasfiye ederek
dağıtmak yada en azından bölmektir. Bu
nedenle bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını savlayan Kürtlerimiz hem aptal,
hem de uşaktır. Her sömürge halkın içinden uşak ve aptallar çıkmaktadır, bizde
de fazladır. Bizim işimiz aptal ve uşakların Medya da gür çıkartılan seslerine
katılmak değildir, onlara teorik açıdan
bilincimizi taşıyarak, pratikte de hareket
alanlarını daraltarak boşa çıkartmak ve
engellemektir. ”Çıksınlar, bıraksınlar,
bir afla veya başka ülkelere dağılmakla, yada Güney de bir kampta sosyoekonomik yaşama katılmak ile teslim
olsunlar, barış ve çözüm gelecektir,
hiçbir şey kaybedilmeyecektir ” şeklindeki anlayış kabul edilmezdir. Abdullah
efendinin 1999 yılında Başura(Güney e)
çektirme talimatını devletten aldıktan
sonra PKK’nin iradesiz ve korkak Başkanlık Konseyi elemanlarına ilettiği ve
onlarında red etmeleri gerekirken, aksine uygulamaları sürecinde geçiş güzergahlarına yerleşmiş olan askeri güçlerin
asgari olarak 500-600 civarında militanın yaşamına son verdiği ve bir o kadarını da sakat bıraktırdıklarını bilmeyen
yoktur. Bu durumda katil sadece devlet
değildi, aynı zamanda utanç duyduğum
Apo efendi ve korkak iradesiz başkanlık
konseyi üyeleriydi. Bu süreçte aynı film
tekrar oynatılmak istenmektedir, Apo
efendi devletten aldığı talimatı örgütüne vermektedir. Bu yaz tekrar çekilme
işlemi istenmektedir. PKK’nin aynı filmi bir daha dağda da oynatmayı kabul
edip etmeyeceği kesin olmamakla birlikte, ister bir daha geçiş güzergahlarında
kurşunlayarak katletme pratiği yapılsın,
ister geçişe göz yumulsun, her hâlükârda
askeri açıdan tasfiyenin geri dönülmez
şekilde yol açacağı açıktır. İlk çekilmenin neticesinde PKK’nin bütün mevzilerini, araziyi, psikolojik üstünlüğü, milisini ve lojistik desteğini büyük ölçüde
kaybettiği, devletin her dağ ve tepeye taş
ev betondan karakollar kurarak, termal
kamera ve askeri tesisatını yerleştirmesi
karşısında da mevzilenme, hareket kabiliyeti ve geri dönüş imkanını önemli
ölçüde yitirdiği aşikardır. Diğer Kürt örgütlerinin tamamı tasfiye edildikten sonra, PKK’nin tasfiye edilmesi işinde de
Apo’nun alet(cihaz) olarak kullanıldığı
görülmektedir. Bir daha Apo ya uymak,
ideolojik politik, diplomatik, örgütsel
ve askeri açıdan gerçekleşen tahribatın tümden tasfiye olmaya everileceği,
ve artık önünün alınamayacağı açıktır.
PKK, ivedi ve mecburi bir tercih ile karşı karşıyadır: PKK, ya Apo’yu işbirlikçi
ilan ederek tasfiye etiğini ivedi olarak
dünyaya deklere edecektir, yada bunu
yapmadığında ise tümden tasfiye olarak
dağılmayı veya en azından bölünerek
marjinalleşmeyi yaşayacaktır. Apo’nun
halk içinde imajı ve kişiliği sıfırlanmıştır, devlet ve başkanlık konseyi imajını
parlatmaya çalışmakta ve eylemlerde”
biji Apo” denile denile bir parça ayakta
tutulmaktadır. Örgüt Apo’lu sloganları
terk ettiğinde ve işbirlikçiliğini deklere
ederek kendisine bir lider seçtiğinde İmralı’daki işbirlikçinin halk nezdinde hiçbir önem ve değerinin kalmadığını görecektir. Siyasal talepler karşılanmaksızın,
Ortadoğu bölgesinde başka ülkelerde de
savaş sürecinin derinleşeceği bu süreçte; TC nin her yere serbest yayılabilmesi için PKK’nin bir yasa çerçevesinde
getirtilmesi, diğer ülkelere dağıtılması,
yada Güney Kürdistan da 1993 yılından
beri hiçbir eylem yapmamak koşulu ile
Süleymaniye yakınlarındaki kamplarda
tutulan İran-KDP ve Komala gibi kamplara alınıp sosyo-ekonomik yaşam içinde
denetim altına alınmaları nasıl bir sonuç
doğurur.? Hiç kuşkusuz İran-KDP ve
Komala gibi dört veya beşe bölünmelerine yada daha fazla bölünmelerine, siyasi
açıdan yozlaşmalarına, militan olmaktan
çıkmalarına, marjinalleşmelerine ve adı
geçen Doğu Kürdistan örgütleri gibi var
olan tabanlarını da kaybetmelerine yol
açacaktır. Diğer ülkelere ve Türkiye ye
dağılmaları halinde ise, daha fazla ve
daha hızlı bölünecekleri, örgütün firma
ve parasal kaynaklarını bölüşmede pay
alma ve birbirilerinin çamaşırlarını yazı
ve açıklamalarında ortaya dökme çatışmalarının başlayacağını, kiminin devletlerin istihbarat örgütlerine payanda
olurken, kiminin tetikçi olarak kullanılacağını, kiminin de çek senet tahsildarı
veya uyuşturucu ve bar mafyası olacağını, bazılarının legal alanı işlemez kılacağını ve az bir kısmının da temiz kalabileceğini düşünüyorum.
Bütün tarihte ve yeryüzünde bir halka bu kadar bedel ödettirdikten sonra,
sömürgeci devletin işbirlikçi bir lidere
sayıklattırdığı söylemlere göre alanları
terk eden, silahsızlanan, sosyo ekonomik
yaşamın yozlaşmasına çekilen, dağılmayı tasfiyeyi kabullenen bir örgüt var
mıdır? Kuzey Kürdistan dan PKK ye
katılanları istedikleri yere çekseler dahi,
mevcut militan yapısının yarısını oluşturan Doğu, Batı ve Güney Kürdistanlı militanları ne yapacaklardır? Bunları İran a
karşı mı savaştıracaklardır, yoksa bunlar
İran ve Suriye nin ittifakı mı olacaktır?
Güney Kürdistan’ın partilerinin AKP ile
adeta stratejik müttefiklik ilişkisi içerisindeymiş gibi hareket ettikleri, bu yolla
kendilerini aldattıklarını, bulundukları
parçanın geleceği için diğer parçaları tüketme noktasına getirilebilecekleri kanısındayım. Bu açıdan ilişkilerini gözden
geçirmelerinde ve kontrollü yaklaşmalarında yarar var. Apo ve onunun talimatlarını esas alan Demokratik Cumhuriyetçi
PKK si 2012 yılına kadar İttihatçı-Kemalist Orducu Ergenekoncuların işbirlikçisiydi. Balyoz davasında bunlar ceza
alınca ve İmralı Cezaevi Orducu Kemalistler yerine, liberal muhafazakâr AKP
nin denetimine geçince, Abdullah efendi de çizgi değiştirdiğini ilan etti. AKP
nin liberal muhafazakar çizgisinin işbirlikçisi olduğunu ilan etmeye başladı.
Apo’dan önce, AKP nin işbirlikçiliğini
tercih eden kardeşi Osman Öcalan hızını
alamayarak röportajında; “en büyük hayalim liberal muhafazakâr bir partiden
(yani AKP den) Urfa Belediye başkanı
olmaktır, Urfa belediye başkanı olmayı
hiçbir şeye değişmem” demektedir. PKK
de Kemalizm ile bağını koparmayan yöneticiler 13 yıl boyunca Apo’nun Kemalizm işbirlikçiliğine ses çıkartmazken ve
başkalarının ses çıkartmasına da imkan
vermezken, artık AKP işbirlikçiliğine
ise ses verecekleri ve çıkacak seslere
engel olmayacakları açıktır. AKP, Suriye, Irak ve İran muhalefeti bölgesel olarak bir ittifakı oluştururken, İran molla
yönetimi, Irak ın maliki hükümeti, Suriye nin Basçı Esad Yönetimi ve Türkiye deki Kemalist muhalefet ile Lübnan
Hizbullah’ı ise diğer bir bölgesel ittifakı
oluşturmaktadır. Bunlar Ortadoğu daki
statükonun değişmezliğini esas alan
Şengay devletlerine (Çin, Rusya, Hindistan) uluslararası emperyalist ittifakları
olarak dayanmaktadır. Bu iki bölgesel
ittifakın gerici, statükocu ve sömürgeci
olduğundan kimse kuşku duymamalıdır.
Kürtlerin ve Kürdistanlıların bir kısmı
bir ittifak ile diğer kısmı ise öbür ittifakla ilişkilendiğinde; Kürt ulusal birliğinin
sağlanamayacağı, Kürtler arası çatışma
ihtimalinin ortaya çıkacağı ve uygun
bölgesel ve uluslararası koşullara rağmen, herhangi bir sonuç alınamayacağı,
her birinin piyon olarak kullanılacağı
açıktır. Mevcut bölgesel çatışmada İran
molalarının Suriye deki Baas yönetimi-
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nin ve Maliki hükümetinin Türkiye deki
Kemalistler gibi kaybedeceği açıktır. Bu
sömürgeci devletlerin iktidarlarının ve
muhalefetlerinin ittifaklarını göre bölünerek, işbirlikçi bir kuyrukçu olmak yerine, Kürdistanlıların birliğinden sonra,
Ortadoğu’da ve bu ülkelerdeki uluslar,
ulusal azınlıklar ve dinsel azınlıklar ile
özgürlükler temelinde ittifaklar kurmalı,
ayrıca söz konusu iki ittifaktan bağımsız olarak bu süreçte haritaların değişiminden yana projesi olan uluslararası
güçlerle siyasi ilişki geliştirmelidir. Aksi
taktirde Kürtlerin ve Kürdistanlıların iki
yakasının bir araya gelmeyeceği, her bir
yakanın başka bir gerici ittifakın lehinde
kalacağı açıktır.
Barış ve çözüm gibi bir amacı olan
devletin operasyonlara çıkamaması gerektiği açıkken, devletin kış şartlarına
rağmen operasyon yapmakta olması da,
sürecin sahteliğini ortaya koymaktadır.
Kürdistan sorununu çözme projesi olan
bir devletin, Batı Kürdistan da elde ettikleri hak ve olanakları kendisine karşı bir
tehdit olarak algılamaması gerekirken,
her fırsatta Başbakan Tayip Erdoğan
nın;” Suriye bizim bir iç sorunumuzdur”
diyerek Kürtlerin siyasi iktidarlarını
kurma imkanlarını ortadan kaldırmak ve
yayılmak için bir bahane aradıkları, öte
yandan Arap piramıliter güçlerine silah
ve parasal yardım yaparak istikrarsızlık
yaratmak için Kürtlere saldırttıkları da
aşikardır. Bu olgularda bu süreçten barış
ve çözüm çıkacağını savlayan Kürtlerin,
gerçekte Türk egemenlik sisteminin iki
kanadı olan İttihatçı-Kemalist veya Liberal muhafazakar eğimlilerinden birinin uşağı olduklarını göstermektedir.
Türk devletinin diplomatik girişimleri sonucunda bazı Avrupa ülkelerinde
Kürtlere yönelik operasyonlar yapılması,
finans kaynaklarının yok edilmesi çalışmasının dışarda yapılması, bunun yanında finans kaynaklarını kurutma kanunu
adı altında Kürt işadamlarının ve Kürt
kurumlarının mallarına keyfi olarak el
koyma imkanı getiren düzenlemelerin
yasallaştırılması da, bu süreçten barış ve
çözüm çıkmayacağını göstermektedir.
Barış ve çözüm sayıklanmaya başlandığı anda, Apo ya muhalefet etmişliği ile
bilinen ve Kemalist bir çizgiye işbirlikçiliğe nazaran da, AKP nin liberal
muhafazakâr işbirlikçiliğine itiraz edebileceği öngörülen kişilerden biri olan
Sakine Cansız ile arkadaşlarına Türk
devletinin kontrgerillasını kullanarak
katliam gerçekleştirmiş olması da; Kürdistan sorununu çözme değil, yönetme,
saptırma, bölme tasfiye etme sürecinin
işletileceğini, imha pratiklerine hazırlık
yaptığını göstermektedir. Sakine Cansız
ve arkadaşlarının katledilmesi; devletin
organize eylemedir, Apo ya kabul ettirdikleri kabul ve referanslarına oturan
sahte barış ve çözüme karşı itiraz edebilecek herkesi susturma, bastırma ve
işbirlikçilik çizgisinin kuyruğuna takma
amaçlıdır. Yani sahte barış ve çözümde Apo ya(daha doğrusu devlete) itiraz
edebileceklerin hiçbir ölçüyü tanımayan
suikastlara dayanan nokta eylemleri,
misket bombaları ve kimyasal silahla
katıl edileceği korkusunu yaratmak istemişlerdir. Bu eylem; Apo’yu ve devletin
ihtiyaç duyduğu işbirlikçi sahte barışını
PKK de kabul ettirmek içindir. ASLA ya
yapılan düzen dışı eylemlerin yapılacağı
ve Avrupa Ülkelerinin bunları önlemek
için faaliyet yürütmeyeceği, ses çıkartamayacağı konusunda mesaj verilmiştir.
Bu nedenle de, bu süreçten barış ve çözüm çıkacağını zırvalayanlar işbirlikçi
ve aptaldır.
Bu sahte barış ve çözüm süreci başlatılmadan önce; bütün cezaevlerinde 700
kadronun 68 gün süre ile Apo’nun yaşam
koşulları için açlık grevine alınmaları,
UKKTH nın Apo’nun yaşam şartları ve
kaderi ile imajını tayin hakkına indirgenmesi ve 50 günde kardeşi Mehmet
Öcalan ile görüşmesine rağmen, söz
konusu açlık grevlerinin sonuçlandırılması için açıklama yapmaması, buna
karşın kadroların kalıcı sakatlık sınırına gelmelerinden sonra 68 günde ilgili
açıklamanın yapılması da, hem Avrupa
da diplomasideki kadro ve faaliyetlerle
askeri yapıdaki kadrolardan sonra cezaevindeki kadroları fizikken tüketme,
hem de toplumda bitmiş, yıpranmış işbirlikçi imajını güçlendirme ve Kandile
karşı öne geçirtme çabasıydı. Devlet bu
şekilde Apo’nun imajını tazeledi ve Kandil e karşı güçlendirmeye çalıştı. Bundan
hemen sonra ise, söz konusu sahte barış
ve çözüm açıklandı.
Apo’nun talimatı ile Kuzey Kürdistan da
PKK dışında pek çok kongre adı içeren
örgütün kurulması, her birinin başına
ayrı birkaç kişinin yönetici yapılması,
KCK nın ise devletin istemlerine göre
PKK’nin talimat ve çatı örgütü olarak
örgütlendirilmesi ve kontrol altından
çıkma ihtimali büyük olasılık olan dağın güçlendirilmemesi için, herkesin
KCK da toplanarak tutulması da, dağdaki PKK yi etkisizleştirme ve tasfiye
etmek içindir. PKK dışında Kongra Gel,
KCK, DTK, KNK, HDK, BDP nin kurulması ve her birinin başına da birkaç
kadronun yönetici yapılması kararın
merkezileşmesini engellemek, dağdaki
PKK’nin Apo’nun ve dolayısı ile devletin kontrolünden çıkarak Apo’yu red
etmesi halinde, diğer yapıları kendisine
ve devlete bağlı tutabilmek içindir. KCK
nın, devletin Apo yla verdiği talimat ile
kurulması ve üstelik devletin ajanlarının
yoğun şekilde bu yapı içinde yer almaları, ayrıca bu yapının PKK’nin üst talimat
ve çatı örgütü haline getirilmesi, dağın
güçlenmemesi için örgütlenecek ve cezaevinden çıkmış herkesin söz konusu
yapının içinde şehirlerde bıraktırılması
da, asılında dağdakilerin Apo yu( dolayısı ile devleti) red edeceği korkusundan
kaynaklanan bir kontrol mekanizmasıdır. Ayrıca KCK, PKK yi tasfiye mekanizması olmak üzere, devletin isteklerine göre oluşturuldu. Ancak bu örgütün
kuruluşu sürecinde İttihatçı-Kemalist
kanadın liberal muhafazakar AKP ye
karşı kullanacağı bir mücadele aygıtının
olmaması karşısında, KCK yı mücadelelerinin aleti yapmaları ve devleti temsil
eden yeni gücün de kadrosuzlaştırmak
ve etkisizleştirmek, hatta kimlerinin
dağa gidişinin önünü almak için yeni kurulan bu yapının içinde olan ve olmayan
herkesi toplayarak zindanlara aldılar.
Şimdi AKP, hem KCK dan tutuklananları, hem de Ergenekon ve Balyozdan
tutuklananları mütekabiliyet(karşılılık)
esası çerçevesinde tahliye ettirerek, iki
tarafında eleştiri getirmeden yasaya
onay vermesini sağlamış olacaktır. Dışarı çıkarılan KCK elemanlarının önemli
bölümünün APO ya (dolayısı ile devlete)
bağlı kalacağı hesaplandığından dolayı
da, tahliyeleri sağlanacaktır. Devlette
PKK’nin Apo ile bir yol ayrımına geliş
sürecinde olduğunu kendisi ile konuşmalarından bilmektedir, ve aynı zamanda
söz konusu süreci hazırlamaktadır.
Bu durumda PKK tasfiyeye uğramamak veya bölünmemek için ivedilikle
Apo’nun işbirlikçi tutumu nedeni ile red
ettiğini dünyaya deklere etmeli, KCK ,
Kongra Gel, DTK, HDK gibi gereksiz,
merkezi karar almayı engelleyen, devletçe kurulmaları yönlendirilen yapılar
lağıv edilmelidir. Çekilme olmamalıdır.
Türkiyelilik, Süriyelilik, Iraklılık ve
İranlılık sömürgeci statüko ve gericiliği yeniden ürütmektir, red edilmelidir.
Kürdistanlılık esas alınmalıdır. İttihattı
Terakkinin Balkanları kaybedene kadar
Osmanlılık çizgisini(Osmanlıların Birliği-İttihadı Osmaniye) çizgisini esas
aldığı, ancak Balkanların kaybından
sonra buna ihtiyaç kalmaması nedeni ile
İslamlık çizgisinin esas alındığı, ancak
1. dünya savaşının sonucunda Araplarında kopması üzerine, Türkçülük başat
olmak üzere Türk-İslamcı çizginin esas
alındığı ve Türkiye nin bu son çizgi temelinde Osmanlının bakiyesinden çıkartılarak kurumsallaştırıldığı, bu temelde
bütün dini ve etnik aidiyetlerin varlık ev
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
özgürlükleri üzerine beton döküldüğü,
fakat günümüzde Türk-İslamcı çizgi ile
de sistemi sürdürme imkanın kalmaması
karşısında da Türkiyelilik çizgisi çerçevesinde gericilik ve sömürge statükoculuğunun yeniden üretilerek sürdürülmek
istendiği aşikardır. Bu temelde anayasa
da vatandaşlık esasının etnik kökene
değil de, Türkiye ye bağlanması gericiliği yeni koşullarda yeniden üretme ve
sürdürme aracıdır, çözüm değildir. Af
çıkarılması, köy koruculuğunun kaldırılması, yerleşim birliklerinin adlarının
iadesi, dil yasağının kaldırılması ve eğitime konu olması, Avrupa yerel Özerklik
şartı çerçevesinde su, elektrik, doğalgaz faturalarının ve bazı sınırlı vergilerin belediyeler tarafından toplanması
Kürdistan’daki sömürgeci statükoyu
değiştirmez, sadece Türkiye’nin Tekelli bir ekonomiye kavuşmuş emperyalist
Türkiye nin Şengay veya Avrupa Birliği
gibi bir ekonomik pakta dahil olmadan
paylaşımdan pay alamayacağını öngördüklerinden, emperyalizm ile birleşme
programları hayata geçmiş olacaktır. Bu
tür kırıntıların gerçekleşebilmesi için,
PKK’nin varlığına gerek yoktu. Ayrıca af, PKK’nin mücadelesi sonrasında
ortaya çıkan ve tartışılan bir olgudur.
Kürtçenin redi ve yasaklanması 1925 te
çıkarılan bir genelge ile gerçekleştirilmiştir. Köy koruculuğu da 1987 de Hamidiye Alaylarının yeni tarihsel sürece
uyarlanmış bir türü olarak oluşturulmuştur. Yerleşim birimlerinin adlarının
değiştirilmesi de 1930 lı yıllardan itibaren gerçekleştirilmiştir. Oysa bu düzenlemeler yapılmadan önceki tarihlerde de
Kürdistan bir sömürgeydi, bunların ortadan kaldırılması ile de sömürge statüsü
ortadan kalkmaz. 19 yüzyılda sömürge
olan Hindistan da ülkelerinin adı, dilleri, kültürleri red ve inkar edilmemişti,
sadece idari ve ekonomik sömürgecilik
yapılmıştı.
AKP nin ekonomik ihtiyaçlarını barındıran, AB ye girme imkanı veren, başkanlık sistemine gidiş yolunu açan bir anayasayı referanduma götürme çoğunluğu
olan 330 milletvekilinin oyunu alabilmesi için, en fazla bu kabul ve referanslarını düzenleyerek çözüm ilan edebileceği
açıktır.
Oysa çözüm bunlarda değildir, her ulus
sorunu gibi Kürdistan ulusal sorunu da
toprağa, bağımsız siyasal iktidara ve
ulusun kolektif hakları ile varlığına bağlıdır. Kürdistan nın programı ve sorunun
çözümü özet olarak tek cümleye indirgenebilir: Kürdistan ulusu, Ülkesi Kürdistan da kendi kendisini bağımsız siyasal
iktidarında kurumlaştırarak yönetmek
istemektedir. Bu çerçevede AB nin bireysel haklarını, yada topluluk (azınlık) haklarını esas alan konsept yerine,
ikiz sözleşmeleri olarak bilenen Birleşmiş Miletlerin Kişisel Siyasal Hakları
Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik,
Kültürel ve Sosyal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile 1960 tarihli Sömürge
Hakların Kendi Kaderlerini Tayın Hakkı Sözleşmesi üzerine oturtulmalıdır.
Aksi takdirde Kürdistan ulusu kendi
mücadelesinin sürecinde bağımsızlık
hedefine yürüyecektir. Kürdistan ulusal
sorununun toprağa bağılı bir siyasal sorundan çıkartılıp, sömürgeci devletlerin
demokratikleştirilmesi sorununa indirgenmesine, yada insan hakları meselesi
haline getirilmesine imkan verilmemeli,
Demokratik Cumhuriyetçilik, Demokratik Özerklik gibi işbirlikçi çizgileri savunanlar mücadeleyi saptırdıklarından
dolayı, halka özeleştiri verdikten sonra
bu kirli çizgileri terk etmelidir. Kürdistan yurtseverliği ve bağımsızlık stratejisi
üzerinden siyaset yapmak esas olmalıdır.
Kürdistan sorunun siyasal iktidar ve toprak esasına dayanmadan çözüleceğini
savunan Demokratik Cumhuriyetçi ve
Demokratik Özerklikçi işbirlikçilerin;”
Sömürgeci devletler sorunu bu çerçevede çözerse uçar, büyür, tutulamaz, süper
güç olur” derken, söz sadece Kürtlerin
ülkesi Kürdistan a geldiğinde ise;” Devlet kurmak vebadır, Apo’nun sömürgeci
devletlerden kopyalayıp keşfi haline getirdiği sistemi karşısında gericiliktir”
demelerinin aptalca olduğu açıktır.
Sömürgeci devletlerin büyük devlet şovenizmlerini ve sömürgecilik ile emperyalistliklerini tasfiye etmek yerine,
kaşıyarak harekete geçirmek, dört sömürgeci devleti yerinde bırakarak büyütülmelerinden yana olmak, buna karşın
Kürdistan ulusunu bu devletler içerisinde devletsiz siyasal iktidarsız bırakmak,
tam da sömürgeci devletlerin isteğidir,
uşakça ve aptalca bir zihin ile duruşun
sonucudur.
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye’de Soykırımcıların
Kahramanlaştırılması Üzerine
Anadolu Ajansı’nın birkaç gün önce
(05.04.2011) verdiği bilgiye göre 10
Nisan Pazar günü saat 13:30’da Boğazlıyan’da düzenlenecek bir törenle
Ermeni Soykırımı yıllarında Yozgat
mutasarrıf vekili ve Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal anılacaktır.
Türk haber ajansı, Kemal’in TBMM’
nin 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir
kanunla “milli şehit” ilan edilmiş olduğunu da haberinde aktarmaktaydı.
Türkiye’de katliamcıların kahramanlaştırılması yeni bir olay değildir. Ermeni Soykırımının baş mimarı Talât
Paşa’nın, Talât Paşa Komitesi ve Türk
Dünyası Kültür ve İnsan Hakları Derneği üyelerince mezarı başında düzenlenen bir törenle anılmasına ilişkin 15
Mart 2011’de aynı haber ajansının yaydığı haberin üzerinden bir ay bile geçmemişti. Yukarıda adı geçen Mehmet
Kemal’in torunu olan Mehmet Kemal
Ergüler’in de bu törene katıldığını belirtmek gerekir. Türkler, benzer soykırımcıları anmak üzere saygı duruşunda bulunmakla yetinmeyip benzer
katillerin heykellerini diktiriyor, bunların adlarını caddelere, sokaklara ve
hatta okullara veriyorlar.
Türk yazar Doğan Akhanlı’nın da belirttiği gibi, “Bugün Urfa Şehit Nusret
İlkokulunun ön sırasında oturan ve
yürürken “kürt kürt” sesler çıkaran
mavi önlüklü çocuk, muhtemelen okulunun adının nerden geldiğini bilmiyordur”[1]. Oysa Birinci Dünya Harbi
yıllarında Bayburt eyaleti kaymakamı
ve Urfa kaymakamı görevlerinde bulunmuş olan Behramzade Nusret de,
Ermeni Soykırımını gerçekleştiren
kaymakamlardan biriydi ve bir yabancı mahkeme değil, Türk mahkemesi
olan İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi (Sıkıyönetim Mahkemesi) tarafından idam
cezasına çarptırılmıştı.
Halen hem Türkiye’de hem de
Azerbaycan’da Ermenileri katillerinden ve soykırımcılarından esinlenmektedirler. Nitekim Ergenekon davasının en önemli sanıklarından Veli
Küçük, Giresun’da jandarma bölge
komutanı olarak bulunduğu sırada
Meline Anumyan
Topal Osman’ın hayatından çok etkilenerek heykelini diktirmişti. Topal
Osman, Ermeni soykırımı hazırlıkları
esnasında Teşkilat-ı Mahsusa yöneticileri tarafından örgütlenmişti. Osman,
Karadeniz’in Ermenilerden temizlenmesi görevini üstlenmişti. Hapishanelerden kaçırdığı katillerden oluşan
çetesiyle Artvin ve civarında yürütülen “tehcire” katılmış ve çok sayıda
Ermeni katletmişti. Azerbaycan’da ise
yeni doğan çocuklara Ermeni subay
Gurgen Margaryan’ı uykusunda baltayla öldürmüş olan Azerbaycanlı Ramil Safarov’un adını koymaya devam
ediyorlar.
Bu Pazar anma töreninin yapılması öngörülen Boğazlıyan kaymakamı
Mehmet Kemal’in konusuna dönelim.
Yozgat mutasarrıf vekili ve Boğazlıyan
kaymakamı Mehmet Kemal, 1919-1921
yıllarında İstanbul sıkıyönetim mahkemelerinde, Ermeni tehcir ve taktil
(sürgün ve katliamlar) suçlamasıyla
açılan davalar arasında ilk dava olma
niteliği taşıyan Yozgat Davası’nın üç
sanığından biriydi.
Osmanlı basınında “tarihî muhakeme”
olarak değerlendirilen 5 Şubat 1919’da
İstanbul Divan’ı Harb-i Örfi’de Yozgat
Ermenileri tehcir ve taktil yargılanması başlamıştır. Bu davada üç asıl sanık
vardı: 1. Yozgat yöresinden Boğazlıyan
ilçesi kaymakamı Mehmed Kemal, 2.
Mehmed Tevfik, jandarma yüzbaşı, sonradan binbaşlığa terfi ettirildi,
Ankara vilayetinin Çorum ve Yozgat
bölgelerinden sorumluydu, 3. Abdül
Feyyaz (Ali), Boğazlıyan kazasının/il-
çesinin Evkaf Memuru. Ne var ki, çok
çeşitli nedenlerle onun dosyası bağımsız yargılanmak üzere mahkemenin en
başında ayrılmıştı[2]. Mahkeme kararı, 8 Nisan 1919 tarihinde alınmıştır.
Bu karar gereği sanıklardan Kemal
taamüden cinayetten suçlu bulunarak
idam cezasına, öteki sanık Tevfik ise
15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştır[3].
Yozgat Davası duruşmalarında ifade
veren şahitlerin tanıklıklarına değinerek bu katilin “milli şehit” veya “milli
kahraman” ünvanını nasıl kazandığını
Osmanlı belgeleriyle gösterelim.
Yozgat Davası duruşmalarında ve özellikle 22 Şubat 1919 tarihli duruşmada,
başta şifreli telgraflar olmak üzere birçok resmi belge okunmuştur ve mahkeme, bunların aslına uygun olduklarını onayladıktan sonra Kemal’e idam
cezası vermiştir[4].
12 Aralık 1918’de Yozgat eski mutasarrıfı Cemal Bey’in Tahkik Komisyonuna verdiği ifadede Ermeni tehcirine Yozgat’ın güvenlik güçlerinin de
katıldıkları, Yozgat şehrinden ve civarındaki köylerden sürülen Ermenilerin
jandarmalar, çeteler ve yerel halk tarafından imha edildikleri kaydedilmektedir[5].
Yozgat Davasının üçüncü duruşmasında, Yozgat Ermenilerinin katliamlarına yerel ahalinin katılımının sanıklar
Kemal ve Tevfik tarafından sağlandığı ve teşvik edildiği doğrulanmıştır.
Nitekim, müdde-i şahsi vekili Leon
Ferid’in mahkemeye verdiği ifadeye
göre “Kemal Bey Ermeni fecâyiinin
mahal-ı icrası olan “Güller” nahiyesinde icra kılınan katliama gider iken
“Tiyatroya gidiyoruz” demiş ve Güller
ahal-i islâmiyesinin hissiyât-ı taassubkârânelerini tehyic eder bir nutuk
irad ederek fecâiye ora ahalisinin de
iştirâkini temin ettiğini ve muztarib
halkın enîn ve ıztırâbâtı karşısında
mumaileyh nargile içmişti. Jandarma
kumandanı Tevfik Bey de atına râkib
olarak irad eylediği nutukta milletin de
katliâma iştirâkini teşvik etmiş ve bizzat tüfek ile 3 kişi idam eylemişti”[6].
Leon Ferid aynı duruşmada: “Mahall-i
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kıtâl olduğu iddia edilen Güller kariyesinde 6000 kişinin ziyâı oradan herbiri
bir tarafından kesilen noksanü’l-uzv
kalan ecsâdan bellidir. Heyet-i Tıbbiye
muâyenesiyle tezâhür eder” dedi[7].
Aynı duruşmada kanuna aykırı olarak
tehcire tabi tutulan protestan Ermeniler konusu da ele alınmıştır. Müdde-i
şahsi Hayk “Kemal Beye protestan olduğundan bahs ile tehcire tabi tutulmaması istirhamında bulunan vâlidesinin
mumaileyhin “bence hep birdir, protestan katolik, hep Ermenidir ve gidecekler dediğini arzetti”[8].
11 Şubat 1919 tarihli duruşmada şahitlerden Artin “…Ermenilerin sekizer
sekizer bağlanarak Yozgat haricine
sevk olunduklarını ve Ermeniler üzerinde bulunan zîkıymet eşya ve nakit
ve evrak-ı nakdiyenin alındığını gasbın
Osman Paşa Tekkesi civarında kadınların sarhoş edildiklerini ve Güller kariyesine muvâsallata Yozgat mutasarrıf
vekili Boğazlıyan kaymakamı Kemal
Bey’in 500 atlı çete ile vürûd eylediğini, Ermenileri teslim alarak akşam saat
12’den sonra muvâsalat edilince papaza vadelerinin takarrüb eylediğinden
âdet-i âyinin icrâ edilmesi lüzumunun
ihtar olunduğunu ve evvelâ papazın
idam edildiğini, bilahare Kemal Bey’in
düdük çalarak idam edenlere hitap ile:
“Siz kesmesini bilmiyorsunuz” diye
teşvikatta bulunduğunu, bunun üzerine çetelerin her önüne geleni şiddetle
kesmeye başladıklarını ve vâlidesinin
de kesileceğini anlayarak kendisinin
firar ile Kayseri’ye gittiğini beyan
etti”[9].
Aynı duruşmada şahit sıfatıyla mahkemeye ifade veren Yozgat eski milletvekili Şakir Bey “seaman kesb-i ıttılâ ettiği hâdisâta İstanbul’a avdetinde dahi
makamat-ı âidenin nazar-ı dikkatini
celp eylediğini ve maalesef bu teşebbüsten hiçbir netice hasıl olmadığını”
söylemiştir[10].
Yozgat Davasının 12 Şubat 1919 tarihli
duruşmasında dinlenen şahitler arasında özellikle Ermeni Ojeni Varvaryan’ın
ifadeleri, Ermenilerin zorla müslümanlaştırmasıyla ilgili olduklarından dikkat çekicidirler. “…Yozgatlı matmazel
Ojen Hazaros huzur-ı mahkemeye çıkarak maznunları tanıdığını söyledikten sonra: “…böylece Osman Paşa
Tekkesine getirildiğini, orada Yozgatlı
polis Numan Efendi ile işte buradaki
Feyyaz Bey’in bulunduğunu, bunların
paralarını aldıklarını ve Fener’e gönderdiklerini, gece kendisiyle bir iki
kızı daha “sizi müslüman edeceğiz,
burada oturdunuz” diye alıkoyduklarını, diğerleri 50-60 araba kadar oldu
ve onları götürdüler. O gün bu Kemal
Bey de orada idi. Elinde kılıç bulunduğu halde yanlarına geldiğini ve adamlarına “eğer siz bunların hepsini iyice
öldürmezseniz ben sizi öldürürüm.
Anamız bizi bugün için doğurmadı
mı! Haydi ne duruyorsunuz, yürüyünüz, kesiniz, altı yaşından yetmiş yaşına kadar hepsini kesiniz!” dediğini,
orada gözünün önünde ekin biçer gibi
bütün insanları kestiklerini, kendisini
kesmek için validesinin
kucağından aldıklarını, başına vurduklarını, kesilenlerin ceplerini boşalttıklarını, akşam üzeri kendilerini
doğruca kaymakamlığa götürdüklerini, bu kaymakam Kemal Bey’in orada bizzat bir kere daha dövdüğünü ve
kendi eliyle eteğinde bulunan bir liraya
kadar parasını aldığını ve öldürmek
için maiyetine emir verdiğini fakat
meiyetindekiler kendisini kaçırarak
Pul köyüne götürdüklerini, orada Adıgüzel namında bir jandarma alıp İncirli köyüne götürdüğünü, orada Ahmed
Onbaşı kendisini evinde altı ay alıkoyduğunu ve kapatıldığı bir ahırdan firar
ettiğini söyledi”[11].
“Müdde-i umumi tarafından Ojeni’nin
nasıl ölümden kurtarılmış olduğu istizah edilmeye mumaileyhâdan İslamiyeti kabul ettiğini beyan eylediğinden
dolayı kurtulduğunu söyledi”[12].
Aynı duruşmada ifade veren şahit Azniv İbranosyan, Divan-ı Harb-i Örfi’ye
“…İslam olmayan 860 hane kadar ahali sevk olunduğunu, kendisi dahi bu
meyanda bulunduğunu, bir kısmının
Taşpınar’a gönderildiğini ve onların
orada kesildiklerini hazır-ı bilmeclis
olan Kemal Bey’e “Kasap Kaymakam”
dediklerini söyledi”[13].
15 Şubat 1919 tarihli altıncı duruşmada şahit “Estepan’a lâzım gelen su’âller
sorulup tahlîfi icrâ edildikten sonra
kendisi mes’eleyi şu sûretle anlattı: “Üç
gün sonra bizi arabalarla sevk ettiler.
Bize birer pusula verdiler. Biz de onu
kilisedeki hey’ete götürüp verdik, oradan Güller’e, oradan da Elekçiler’e vardık. Üç gün kaldık. Köylüler balta ve
tırpanla halkı kesmeğe başladılar. (…)
Maznûnları tanırım. Katl esnâsında
bunlarda vardılar. (…) Bizim mahalle
hep katl edilmiştir”[14]. Aynı duruşmada Ermenilerin katledilmeleriyle ilgili ifade veren Annik Hanım “birinci,
ikinci kâfilelerde erkeklerin, üçüncü
kâfilelerde güzel kadınlar istisnâ edilerek diğerlerinin kesildiğini, vaktiyle
Yüzbaşı Şükrü Bey tarafından çalınan
bir düdükle başlandığını, kendisinin de
başından yaralandığını söyledi”[15].
18 Şubat 1919 tarihli 7. duruşmada ifade veren Miralay Halil Recai
Bey “Kaymakam Şahâb Bey’den aldığı şifreli bir telgrafname üzerine
Boğazlıyan’da iki üç yüz Ermeninin
imha edildiğini söylemiştir”[16]:
“Halil Recai -Ermeniler’in katline dâ’ir
Boğazlıyan’dan telgraf aldınız mı diye
bana Tedkîk-i Seyyi’ât Komisyonu’nda
da sordular. Zann edersem, Şahâb Bey
böyle bir telgraf almış, bu da iki, üç yüz
Ermeni’nin imhâsına dâ’irmiş. Telgraf
bende değildir. Kayseri’den Ankara’ya
böyle bir telgraf çekilmiş olacak.
Müddeî-i ‘Umûmî – Şahâb Bey ma’iyyet-i ‘aliyyelerinde iken cihet-i ‘askeriyyenin böyle tehcîr mesâ’iliyle
iştigâline sebeb nedir?
Halil Recai – Ben onu bilemem.
Bana böyle bir telgraf geldi, ben de
Başkumandanlık’a verdim. Şahâb
Bey’den esbâbını sormadım. Çünkü
bana sorulmamıştı. (…)
Müddeî-i ‘Umûmî – Şahâb Bey, ma’
lûmâtı kimden almış?
Halil Recai – Boğazlıyan’dan almış”
[17].
Aynı duruşmada Rum asıllı bir şahit
olan Hıristaki Andreyadis şu tanıklıkta bulundu: “331 Temmuz 24 Cum’a
Sabahı emir geldi. Cemâl Bey[18]
Ttehcîre başladı. İlk partisi ertesi gün
Sivas’a sevk olundu. İkincisi de Sivas’a
gönderildi. Üçüncü parti Kayseri’ye
sevk edildi. O esnâda İttihâd ve Terakki Murahhası[19],
Ermeni imhâsı için şifâhî emirler
verdi. Cemâl Bey buna râzı olmadı.
Çorum’a gitti. İşittik ki ‘azl edilmiş,
yerine Kemâl Bey geldi. yalnız Boğaz-
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lıyan Ermenileri’nin imhâ edildiğini
duyduk. (…)
Bunun üzerine halkı ikişer ikişer, Bağlıca ve Bezlihân civârına götürmüşler.
Etrâfı bataklıklı bir ağıla doldurmuşlar ve oradan çıkarıp üçer, beşer imhâ
etmişler. Kaçıp saklananları meydâna
çıkarmak için İslâm olanlar kurtulacak
dedikleri halde, çıkınca onları da öldürmüşler”[20].
22 Şubat 1919 tarihinde yapılan Yozgat Davasının 9. duruşmasında mahkeme reisi Hayret Paşa, kâtibe bir dizi
şifreli telgraf okumayı emrediyor. Bir
telgrafta Boğazlıyan’da 1500 Ermeninin katledilmiş olduğu, 207 numaralı
telgrafta ise Boğazlıyan civarındaki
kasabalarda 360 Ermeninin öldürüldüğü yazılmıştı[21].
5 Mart 1919 tarihinde gerçekleştirilen
Yozgat Davasının 10. duruşmasında
Tokat mutasarrıfı, Ermenilerin öldürülmeleri gerçeğinin herkesçe bilindiğini söyledi[22].
Aynı duruşmada şahit olarak dinlenen Mülkiyye Müfettişi Nedim Bey:
“…140 kişilik bir Ermeni Kâfilesi
sevk edilmiş. Gece olunca sevk edilenleri bir ağıla kapamışlar. Sopalarla
itlâf etmişler. (…) Ba’zı karyelerde de
sevkıyât yapılmış ve yolda çetelerin
ta’arruzuna hedef olmuşlar” dedi[23].
Bu duruşmada da Şahâb Bey’in raporu okundu. Buna göre Ermeni tehciri
esnasında katliamlar ve yolsuzluklar yapılmıştı. Başka iki rapor daha
okundu. “Boğazlıyan’dan sevk edilen
36 Ermeni’nin onbirini çetelerin katl
ettikleri ve diğerlerinin de bi’l-âhire
sevk edilebilirlerken katl edildiklerine dâ’ir jandarma raporu ve mahrem
işâretli Boğazlıyan Tehcîri’ne ‘â’id diğer bir rapor okundu”[24].
Yozgat Davasında Ermeni kafilelerinin
güvenliğini sağlamak maksadıyla devlet tarafından yollanmış olan kişilerin
yerel halkı Ermenilere karşı kışkırttıkları ortaya çıktı. 24 Mart 1919 tarihli
duruşmada müddeiumumi Haralambo,
sanıklardan Kemal’e bu konuda şu soruları sordu:
“Müddeiumumi -Abdullah Bey namında birisini tanıyorlar mı?
Kemal Bey -Buradaki mevkuf olan de-
ğil mi? Onu tanıyorum.
Müddeiumumi -Kafileye memur edilmiş?
Kemal Bey -Evet.
Müddeiumumi-Bu ahali işe niçin karıştırılmış? Madem ki hükümet inzibatı temin etmişti?
Kemal Bey -Bir münasebetsizliğe meydan verilmemek içindir.
Müddeiumumi -Hükümet memuru
varken bunların gönderilmesinde bir
maksad-ı mahsus vardır”[25].
retle kendisini beraat ettirmek istedi:
“Reis Paşa -Ermenileri itlaf ettirmek
ağrâz-ı şahsiyyene mebni mi yoksa
başka bir sebebden dolayı mı, doğrusunu söyle?
Kemal Bey -Hâşâ, paşam, Ermenilerin
itlafına aslâ delâlet etmedim.
Reis Paşa -Yozgat darülharekât dahilinde midir?
Kemal Bey-Hayır efendim.
Reis Paşa -Bir kısım muhacirîn arabasız, sefaletle niçin tehcir edildi?
Sanık Kemal Bey, soruşturmada tehcire ait belgelerin bir kısmı okunduktan sonra yakılması emrinin verilmiş
olduğunu söylemişti. 24 Mart 1919 tarihli duruşmada Kemal kendi ifadesini
reddetmeye çalışırken müddeiumumi
Haralambo Efendi, bu ifadenin doğru
olduğunu kaydetti:
Kemal Bey -Efendim vesait mefkuddu.
Hükümetten telakki ettiğim emri ifa
ettim”[29].
“Reis Paşa -Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’ nda verdiğiniz ifâdâtta tehcire ait
evrakın bir kısmı okunduktan sonra
yakınız diye emir verildiğini söylemişsiniz. Bunlardan maadası nerededir?
Kemal Bey -Hepsi mevcuttur, efendim. Esasen bendeniz Tedkik-i Seyyiat
Komisyonuna celbedildiğim gün pek
yorgundum. 8 kişi bir vagonda idik.
Uykusuz kaldığımdan nasıl ifade verdiğimi bilmiyorum.
Mehmed Bey’in belirttiğine göre Ermeniler, Karakuş Deresi’nde kesilmişti[31].
Müddeiumumi -Bendeniz Tedkik-i
Seyyiat Komisyonunda aza olduğumdan bunun hilaf-ı hakikat olduğunu
beyan ederim. Kendisi üç dört saat düşündü. Öyle yazdı”[26].
8 Nisan 1919 tarihinde alınan kararla idam cezasına çarptırılan Mehmet
Kemal iki gün sonra 10 Nisan 1919’da
İstanbul’daki Beyazit Meydanında
idam olundu. Türk toplumu, Kemal’in
idamına karşı sert tepki gösterdi. İdam
töreni de genel düzenle gerçekleştirilmemiştir. Kanuna göre idam cezasına
mahkum olan, şafaktan önce asılmalıydı, cesedi meydanda 5-6 saat kaldıktan sonra cenazesiz gömülmeliydi.
Halbuki Kemal’in idamı akşam saat
19:20’de yapılmıştır[33].
Aynı duruşmada Yozgat Müftüsünün
tahkikat komisyonuna verdiği ifade zikredildi. Bu ifadeye göre müftü
Kemal’e nasihatler vermeye çalışırken
Kemal ona “sen hükümetten merhametli misin?” demişti[27].
Yozgat Davasında sanıklar, bu emirleri
hükümetten almış olduklarının altını
çizerek kendilerini beraat ettirmeye
çalışıyorlardı. Duruşmalarda sanıkların verdikleri ifadeler uyarınca hükümet, Ermeni kafilelere temel geçim
araçları sağlamamıştı[28].
Yozgat Davasının 27 Mart günkü duruşmasında, sanıklardan Kemal bu su-
Aynı duruşmada mahkemeye ifade veren İngiliz tebaasından Miralay Mehmed Bey, Ermenilerin kesildiğini şahsen gördüğünü beyan etti[30].
Gene 27 Mart 1919 tarihli duruşmada
dinlenen Üsküdar Mutasarrıfı Mehmed Ali Bey, Güller denilen mevkide
Ermenilerin imhasına “ahali-i mahalliyenin bir dahli olamayacağını olsa olsa
bu hükümetin bir emr-i hafisi olacağını
söyledi”[32].
Törene üst düzey yetkilileri ve büyük
bir kalabalık katılmıştır. İdam töreninin ardından Kemal’in cesedi ise, son
yıkanmanın yapılabilmesi amacıyla
Beyazıt Camii’ne götürülmüştür. Bu
ise, idam cezasına göre yasaktı[34].
Kemal’in idam edilmesinin ertesi günü
cenaze töreni düzenlendi. Kemal’in ce-
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nazesine 10 bini aşkın gösterici katıldı.
Kâtil “milli şehit” ilan edildi, eşine ve
çocuklarına maaş bağlandı ve Aram
Andonyan’ın belirttiği gibi: “Sadece
boğazı sıkıldığı zaman kesesini açan
Türk milleti, 5-10 gün içinde 20 bin
Osmanlı altını toplayıp bu parayı Kemal Bey’in eşine verdi”[35].
Demek ki, Kemal gibi katillerin kahramanlaştırılma hikayesi, yaşadığı zamanlara kadar uzanmaktadır. Osmanlı
gazetelerinde yayımlanmış İstanbul
Divan-ı Harb-i Örfi’de yapılan yargılamalarla ilgili belgelerdeki kesin tanıklıkları bu yazımızla neşretmemize
rağmen Pazar günü öngörülen Mehmet
Kemal’in anılması törenine katılanların sayısının azalacağından hiç te
emin değiliz, zira günümüz Türkiyesi,
benzer soykırımcılar sayesinde “ulus
devlet” olabilmiştir.
[1] http://www.durde.org/2011/03/ermeni-soykirimi-yargi-onunde/.
[2] Dosyası ayrılan ve yargılanmayı
bekleyen Feyyaz Ali, başka bir ildeki
davasına gidebilmesi için hapishaneden
serbest bırakılmış ve orada yeni açılmış
olan millet meclisinde milletvekili olarak göreve başlamıştır. Vahakn N. Dadrian, Taner Akçam, “Tehcir ve Taktil”,
Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları, İttihad ve
Terakki’nin Yargılanması 1919-1922”,
İstanbul, 2008, s. 194.
[3] Takvîm-i Vekayi, No 3617, 7 Ağustos 1919 ss. 1-2.
[4] Griker, “Yozgat Ermenileri Katlinin
Belgesel Tarihi”, New York, 1980, s. 66
(Ermenice).
[5] A.g.e., sayfa 125.
[6] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 10
Şubat 1919.
[7] A.g.e.
[8] A.g.e. 2/15 Mart 1915 tarihli gizli
talimata göre yabancı ülkelerin tebaaları olan Ermeniler de Der Zor’a tehcir
edilmeliydi. Arsen Avakyan, “1915’te
Osmanlı’da yabancı ülkelerin tebaaları
olan veya hasta olan Ermenilerin tehcir
edilmeleriyle ilgili”, “Ermenistan Arşivleri Belleteni” N 2, Erivan, 2005, ss.
194-197 (Ermenice)..
[9] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 12
Şubat 1919.
[10] A.g.e.
[11] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 13
Şubat 1919.
[12] A.g.e.
[13] A.g.e.
[14] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”,
16 Şubat 1919.
[15] A.g.e.
[16] Tarihî Muhakeme, “Alemdar”, 19
Şubat 1919.
[17] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 19 Şubat 1919.
[18] Yozgat mutasarrıfıydı.
[19] İttihâd ve Terakki Murahhası Necati Bey idi.
[20] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 19 Şubat 1919.
[21] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”,
23 Şubat 1919. Bu duruşmada okunmuş
olan öbür telgraf, Griker’in “Yozgat
Ermenileri Katlinin Belgesel Tarihi”
kitabında aktarılmaktadır.
[22] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 6 Mart 1919.
[23] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”, 7 Mart 1919.
[24] A.g.e.
[25] Divan-ı Harb’de Tehcîr Muhakemesi Başladı, “Alemdar”, 25 Mart 1919.
[26] A.g.e.
[27] A.g.e.
[28] A.g.e.
[29] Tehcîr ve Taktil Muhakemesi,
“Alemdar”, 28 Mart 1919.
[30] A.g.e.
[31] Katl ve Tehcîr Da’vâsı, “Memleket”,
28 Mart 1919.
[32] Tehcîr ve Taktil Muhakemesi,
“Alemdar”, 28 Mart 1919.
[33] Kemal Bey İdam Olundu, “Alemdar”, 11 Nisan 1919.
[34] Griker, “Yozgat Ermenileri Katlinin Belgesel Tarihi”, s. 330 (Ermenice).
[35] Aram Andonyan, “Büyük Suç”,
Boston, 1921, s. 272 (Ermenice).
2 Responses to Türkiye’de Soykırımcıların Kahramanlaştırılması Üzerine
1. Vedat Bulut
2012/04/08 at 5:34 pm
Sayın Anumyan,
Ahlaklı bir gazeteciyseniz şunları da
yazınız. Şükrü bey 14 yaşında, kundakda bir bebeği vardır ismi Mahir Altuniş.
1917 bolşevik devrimi sonrası Rus ordu-
ları çekilir ve Ermeni Taşnak ve Hınçak
milisleri müslüman Türk köylerinde
katliam (kırım, soykırım) yaparlar.
Dedemin babası Şükrü bey dedemin
halaları tarafından evde saklanmaktadır.
Ancak 12 Mart 1918 sabahı halalar tütün
aldırmak için Şükrü beyi pazara gönderir, kimseye görünme gizli git derler.
Ancak Taşnak milisleri görür ve peşine
düşer bir Erzurum sokağında 7 milis
tarafından baltalarla doğranır. Dedem
yetim büyür. O gün evde kalsaydı 12
Martta Erzurum kurtarılmış olacaktır.
Dedemin abbası da hayatta kalacaktır.
Ama kader böyle çizilmiştir. Eğer tehcir
olmasaydı ne Erzurum kongresi toplanabilirdi ne de Sevre karşı bir kurtuluş
mümkün olurdu. Ermeni milisler de
aynen Karabağ’da olduğu gibi milyonlarca Türkü ve Kürtü kırıma uğratırdı
ve 100 yıl sonra adları bile anılmazdı.
Orta Asyadan işgalci geldiler ve kutsal
incilimizin bize verdiği kudretle onları
yok ettik diye övünürdü kiliseleriniz.
Sizin yazılarınız ve çalışmalarınız bir
entelijiyans ürünü. Bunu anlamak için
sitenizde biraz gezinmek ve hayallerinizi, hezeyanlarınızı okumak yeterli. Bu
konuda ayrıntılı bir çalışma yapılacak
ve devletin ilgili makamlarına iletilecektir. Kuşkunuz olmasın. Bu ülke çok
casus gördü, çok hiyanet gördü. Hepsi
geldikleri gibi gitti. Sıra sizde, sıranızı
savarsınız. Vedat BULUT
2. Ali Ertem
2013/02/15 at 8:01 pm
Vedat Bulut’un yorumuna ilişkin birkaç
söz: Sayın Meline Anumyan, Bu kadar
saçma bir yoruma yer ayırıp kamuoyuna tanıttığınız için sabrınıza hayranım
doğrusu. Bizim ırkçılarımızın, vicdan
yosunu oldukları kadar, mantık yoksunu
da olduklarının, Sizin de farkında olduğunuzdan eminim. “14 yaşında Şükrü
bey”! Dikkat “kundakda bir bebeği var“
! “halalar… Şükrü beyi pazara gönderir,
kimseye görünme gizli git derler.” Deli
saçması doğrusu, “Pazara git, kimseye
görünme”! Aslında bu mantıksız ırkçı,
kulaktan dolma yarım yamalak öğrendiği TC propaganda masallarını, Size satacak kadar “olgunlaştığını” göstermek
istemiş. Ve aklı sıra Size, soykırımın
Türkler için bir “zorunluluk” olduğunu
“ispat etmiş”! Yani anlayacağınız, saçmaladıkça saçmalamış. Yalan ve kaba
kuvvetten başka bir şey de tanımadığı
için Sizi, tehdit etmeyi de ihmal etmemiş. Aslında Vedat Bulut Size, o çok
“görkemli” TC’ kitle tabanının resmini
çizmiş. Gerçek dışı uyduruk hikâye,
mantık yoksunu ırkçı cehalet, yalan ve
Tehdit…
Saygılarımla
Ali Ertem / Nurhan Becidyan
[email protected]
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 24 - Mart 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Oğlu Cemil Kırbayır'ın kemiklerini 33 yıldır arayan
Berfo Kırbayır, bu sabah 105 yaşında, hayatını kaybetti.
12 Eylül döneminde evden alınan ve bir
daha geri dönmeyen oğlu Cemil Kırbayır için 33 yıl mücadele veren Berfo
Ana, bu sabah hayatın kaybetti.
Ailesi, Berfo Ana’nın hayatını kaybetmesiyle ilgili bir açıklama yaptı:
105 yaşında, oğlu Cemil Kırbayır'ın
kemiklerini 33 yıldır arayan Berfo Kırbayır, bugün 05:00 civarı hayata gözlerini yumdu.
En son mide kanseri teşhisi konan,
ameliyat sürecini direnişiyle atlatan
Berfo Anamız'ın sağlık durumu son
günlerde kötüye gidiyordu. Berfo Ana,
ömrünün son 33 yılını oğlunun kemiklerini bulmaya adamıştı. Son nefesinde
de yine oğlunun adı ağzındaydı. 105
yaşında olmasına rağmen oğlunun katili Kenan Evren'in yargılanacağı 12
Eylül Mahkemesi'ne kadar gitti.
Adaletin temsilcisi oldu.
Kendi yaşamıyla direnişin temsilcisi
oldu.
8 Mart Dünya
emekçi kadınlar
günü
Kadınların; kendi
öz siyasal örgütlenmelerini yükseltip
ikdidarlara ortak
olmalarını görmek
ve dayanışmak
isteriz!...
Kadınların; devlete,
şirketlere ve erkeklere marabalığına
hayır deriz!...
Kızılbaş Dergis
Annemizin, Cemil'in kemiklerini bulmadan toprağa gömülmesine sebep
olan herkesin hak ettikleri cezaları almaları için, Kırbayır Ailesi olarak bu
mücadeleyi sürdüreceğimizi buradan
bir kez daha ilan ediyoruz.
Cenazemiz yarın Göle'de defnefdilmek
üzere İstanbul'dan yola çıkacaktır.
Hepimizin başı sağ olsun. Kırbayır

Benzer belgeler