SÖZCÜKLER 3
Transkript
SÖZCÜKLER 3
‹K‹ AYLIK EDEB‹YAT DERG‹S‹ EYLÜL-EK‹M 2006 ISSN: 1306-634X Sahibi ve Yaz›iflleri Sorumlusu: A. Turgay Fiflekçi Kapak ve Sayfa Tasar›m›: Hakk› M›s›rl›o¤lu Yönetim Yeri: Neyzenbafl› Halilcan sok. 42/7 Üsküdar 34668 ‹stanbul Telefon ve Faks: 0216 495 88 65. Yaz›flma adresi: P.K. 57 Üsküdar-‹stanbul [email protected]; www.soezcuekler.blogspot.com fi‹‹R Cevat Çapan, 10-11; Süreyya Berfe, 6-8; Refik Durbafl, 9; Hüseyin Ferhad, 50-51; Roni Margulies,52; Turgay Fiflekçi, 53; Ferruh Tunç, 54-55; Mehmet Yafl›n, 56; Erik Stinus, 62-63; Nielsen Hav, 64-65; Hüseyin Atabafl, 104; Metin F›nd›kç›, 105; Hilmi Tezgör, 106; Selahattin Yolgiden, 107; Levent Sevi, 108. ÖYKÜ KURUNTUSUZ VE BEKLENT‹S‹Z 45 Cemil Kavukçu B‹R D‹R‹ VOLKAN, ‹Ç‹M‹ZDE 95 Celal Özcan SESS‹Z OLALIM LÜTFEN 102 O¤uzhan Akay DENEME, ELEfiT‹R‹, ANI, GÜNLÜK DAMLA DAMLA EDEB‹YATIN BAZI ‹fiLEVLER‹ ÜZER‹NE POSTMODERN‹ZM DED‹KLER‹ POSTMODERN ZAMANLAR ‹Ç‹NDEN YILMAZ GÜNEY SAB‹HA SERTEL YAZ ÜÇ YAZAR, ÜÇ “HAYALETL‹ EV” PRAT‹K GÖRÜfiLER KEMAL TAH‹R - ÇET‹N ALTAN SÖZ ÜLKES‹N‹N YURTTAfiI: DA⁄LARCA SAF‹YE HANIM KED‹M DÜZTABAN MI? TAR‹HTE B‹R GÜN BRAHMS’I SEVER M‹S‹N‹Z? 11 22 33 36 57 59 66 74 78 84 110 117 134 140 143 Adalet A¤ao¤lu Umberto Eco-Kemal Atakay Tahsin Yücel Semih Gümüfl Abidin Dino Server Tanilli fiavkar Alt›nel Alev Bulut Demir Özlü Aziz Nesin Adnan Binyazar Hüseyin Erdem Nihat Ziyalan Aliflan Çapan Nedim Gürsel Bask› ve Cilt: fiefik Matbaas› Tic. ve Ltd. fiti. Marmara Sanayi Sitesi M Blok, No: 291 ‹kitelli-‹stanbul. Tel.: 0212 472 15 00 Yay›n Türü: Yayg›n Süreli Yay›n. Da¤›t›m: Yay-Sat. Fiyat›: 6 YTL, K›br›s için 7 YTL. Bir y›ll›k abonelik için Ahmet Turgay Fiflekçi ad›na Yap› Kredi Bankas› Levent fiubesi 24807 nolu hesaba 36.-YTL yat›r›ld›ktan sonra dergilerin gönderilece¤i posta adresi mektupla ya da [email protected]’a bildirilmelidir. Yurtd›fl› için abone ücreti 60 Euro’dur. Merhaba, 2. say›m›z›n bayilere da¤›t›ld›¤› günün sabah›. Gazi Mahallesi’nden fiiflli’ye giden belediye otobüsünün içinde iki yolcu, bafllar› önlerinde; ellerinde, biraz önce ald›klar› Sözcükler dergisini okuyorlar. Ne zamand›r, belediye otobüslerinde edebiyat dergisi okuyan birilerini görmemifltim. ‹nsanlar›m›z› edebiyatla buluflturan bir dergi ç›kar›yor olman›n coflkusu her fleyin üstünde. Memet Fuat, 1990’lar›n sonlar›na do¤ru, edebiyat›n giderek hayattan kopuk bir oyunca¤a ya da ticaret meta›na dönüflmesinden söz ederken, “Edebiyat›n bu duruma düflece¤ini bilsem, edebiyatç› olmazd›m. Ben topluma bu yolla yararl› olabilece¤imi düflündü¤üm için edebiyatç› oldum. Yoksa ne bileyim mimar olur, insanlara güzel evler yapmay› ye¤lerdim,” demiflti. Sözcükler ’in okurlara nitelikli edebiyat ürünleri sunmas›n›n yan›nda, bir baflka önemli yan› da, Memet Fuat’›n an›s›n› sürdüren bir dergi olmas›. Bu derginin varl›¤›n› borçlu oldu¤u okurlara ve yazarlar›m›za ne denli teflekkür etsek az. Bu say›m›zda Tahsin Yücel ve Semih Gümüfl’ün yaz›lar›yla “postmodernizm” konusunun öne ç›kt›¤›n› göreceksiniz. Edebiyat›n bu çok tart›fl›lan konusuna, edebiyat›n temel de¤erleriyle yaklafl›m›n okurlar› daha da ayd›nlataca¤›n› düflünüyoruz. Ünlü romanc› Umberto Eco’nun yaz›s› ise yine edebiyat›n temel de¤erleri üstüne önemli yaklafl›mlar sunuyor. Adalet A¤ao¤lu ve Aziz Nesin’in yeni yay›mlanacak kitaplar›ndan seçti¤imiz bölümler iki yazar›n hayat, insan ve edebiyat iliflkilerine bak›fllar›ndaki özgünlüklerle dikkatinizi çekecek. Nedim Gürsel’in Lübnan Savafl›’na ABD D›fliflleri Bakan› Rice’›n yaklafl›m›n› elefltiren yaz›s› ise, güncel bir soruna bir yazar›m›z›n çarp›c› bak›fl›n› getiriyor. fiiirler, öyküler, deneme, elefltiri ve an› yaz›lar›yla yine bafltan sona her sat›r› okunacak bir dergi haz›rlad›¤›m›z› umuyoruz. ‹yi okumalar. 3 Cevat Çapan RÜZGÂRSIZ B‹R RÜZGÂRGÜLÜ Belki de hepsi birer düfltü bize anlatt›klar›n, ayr›nt›lar›n›n ço¤u anlat›rken uydurdu¤un birer kurmaca. Böyle bir özyaflamöyküsüydü o eflsiz cömertli¤inle bize sundu¤un. Kendini dev analar›n›n dizleri dibinde ya da k›rk haramilerin ininde, aç›l susam aç›l diye yalvar›p bir türlü aç›lmayan zindan kap›lar› önünde bulunca, birden s›çrayarak uyand›¤›n bir düfl. Gene de kufl sesleriyle bafllayan yeni bir gün seni bize getiren, ilkyaz›n gürültüyle açan renk renk çiçekleriyle. EY ZAMAN KUfiU Hangi yöne uçsan k›r›k kanatlar›nla, bil ki ard›nday›z biz de o yaral› geyikle. Birkaç kifli, yapraklar› sararm›fl eski kitaplar›n içinden. Her fley ezberimizde lanetlilerin lanetledi¤i ölümsüz metinlerden. S›zan ›fl›¤›n alacaayd›nl›¤›nda, unutulmufl hücrelerin yosunlu duvarlar›na hem düfllerimin haziran günefli yans›yor, hem de d›flarda savrulan kar. 5 Süreyya Berfe B‹R ENKAZDAN GELEN DUYULURDUYULMAZ SESLER 1. Beni yak›n›na ald›. Yok yere a¤r›d› her yan›m toroyla k›yk›y bile garipsedi ikisi de havlamad› bu gece. Üç kat merdiven indim uzun, y›llar süren üç kat. Topuklar›ma kadar kara sular indi. Vard›r bir bildi¤i bana söylemedi. Durmadan yoruldum da¤lara vursayd›m kendimi karlar gözümü alsayd› flu geberik gürültü bitseydi sadece günefle dil dökseydim daha iyi adam olurdum. 2. Otuz sekiz y›l önce ölmüfltüm Keflke ölseymiflim yosun ba¤lam›flt› çoktan günefl yan›¤› tafl›m. “Öküzüm baykuflum tabiat kanunum” Daral›yor benden habersiz bir kafes. 6 Biliyorum numaradan s›k›fl›yor kalbim. Yeter çekti¤in, çektirdi¤in. Dur da görelim. 3. Meflhur bir politikac›n›n afifllerini yap›flt›r›yordu kad›nlar orada, Foça’da palmiyelere yap›flt›r›yorlard›. Yak›fl›kl› buluyorlarm›fl o adam›. Çok kötü, ama çoook. Günefle, aya kim bakacak ki? Gülün kokamay›fl›na çarenin, kurtulman›n nefes alabilmenin de kokusuna, kim ve neden? Sen, sev seninkileri eniklerle bebekler kar›flm›fl birbirine, öyle. fieytan, “aflk›n aflk oldu¤u zamanlardaki gibi âfl›k ol belki, bak belki belki de geçer hepsi” diyor. Parma¤›n bile ac›maz n’oldu ki? 7 4. Yaram güzel, iyileflmez geçmez. Sard›kça yaram kendine benzer. Benden baflka da kimsesi yokmufl. Onun yüzünden s›zlayanlar kanayanlar, a¤r›yanlar… Hastane olsa sen de ben de kuyrukta. Yaram bana yak›flm›fl ilk kez, evet ilk kez yara oldu¤unu anl›yormufl. Yara de¤il, flaheser hoh dese hepsi biter. Oturacak sandalyesi olmasa yara olmaktan vazgeçer döner aflk-meflk iksirine. Böyle mi de¤il mi? Her fley yolunda yaram kaynar, korkma. 8 Refik Durbafl B‹R‹ GERÇEK, ÖTEK‹ DÜfi: B‹R‹ fi‹‹R, ÖTEK‹ H‹KÂYE MEMELER‹N AYIfiI⁄I KOKUYOR Memelerin yasemen kokuyor memelerin Ay doland› vay deli gönlüm memelerin yasemen kokuyor Ay ç›plak memelerin de ay›fl›¤› da ç›plak Memelerin yasemen kokuyor ay›fl›¤› kokuyor Ay doland› vay deli gönlüm memelerin ay›fl›¤› kokuyor AYNA ‹Ç‹NDEK‹ KUfi Bembeyaz bir buz çölünün ortas›nda duruyorum. Karlar›n beyazl›¤› ayd›nlat›yor gökyüzünü... Gökyüzü ile yeryüzünün birleflti¤i yerde, ufukta birden yüzünün foto¤raf› do¤uyor günefl misali... Yüzünü al›p arkas› kufllu bir aynan›n içine koyuyor ve foto¤raf›na bakarak yaln›zl›¤›m› konufluyorum. 9 DAMLA DAMLA Adalet A¤ao¤lu Adalet A¤ao¤lu’nun günlüklerinin 1977-1984 aras›n› kapsayan ikinci cildi Damla Damla II, sonbahar aylar›nda ‹fl Bankas› Kültür Yay›nlar›’nca yay›mlanacak. Bu kitaptan 1983 y›l›na ait, yazar›n roman sorunlar› üstüne düflüncelerini de içeren bir bölüm sunuyoruz. Anadolukava¤› (Temmuz sonlar›) Bir Tablo: Nah iflte flurda; caminin orda. Küçük ahflap bir evin odas›: Pencere, soba, soban›n yan›nda bir kedi k›vr›lm›fl yatmakta. Tahtalar› çürümüfl yerde küçük bir yayg›; yayg›n›n desenleri. Dün böyle bir tablo yap›labilirdi. Odan›n tablosu ‘ne kadar gerçek!’ dedirtirdi görenlere. Odan›n içini ancak do¤al etkiler etkileyebilirdi: Ifl›k, esinti, gölgeler... Bir deniz. Kalyonlar. Dalgalar. Dalgalar› da ancak do¤a etkileyebilirdi. F›rt›na, ya¤mur bulutlar›, gündo¤umlar›, günbat›mlar›... Balzac da böyle romanlar yazm›flt›r. Hattâ Tolstoy. Dostoyevski’de do¤an›n, d›fl ak›mlar›n etkileri daha kuytulara girer; köflebuca¤› ayr›nt›lar›na çözer o, ama her fley yine yerli yerindedir: Soba, kedi, pencere, yerdeki sergi... Derken bu oda flimdi iflte flimdi, tam bu ân her fleyiyle bofllukta dönmeye bafllad›. Dönüfl ilkin a¤›r a¤›r; nesneler ve d›fl etkiler ayr›nt›lar› hâlâ daha seçilmekte. Sadece yerdeki yayg›n›n ifllemeleri, desenler, kedinin b›y›klar›, bak›fl› biraz flulaflt›. Dönme ivme kazand›. H›zlan›yor, h›zlan›yor... Bütün çizgiler renkler birbirine girmekte, dönen bir çark›n gri beyazlaflarak bütün bir kitle haline gelmesi gibi; alacal› bir yumak görünmeye bafllad›. F›rdönüfl daha h›zland›; DÖNÜYOR bile denemiyor. Bofllukta ak›ms› bir yumak var flimdi. F›rdönüfl, f›rdönüfl; ak›ms› yumak fleklini yitiriyor. Eriyifl: Atmosfer. Bunun eski ahflap evin bir odas› diye bildi¤imiz önbilgilerimiz de erimifltir... Onu görmüyoruz art›k, ama tasavvur ediyoruz. Önbilgiler, zaman›n f›rdönüflünün k›flk›rt›s›: Dün-flimdi-gelecek bütünlü¤ü: ‹çinden ç›k›lmazl›¤› aflma: Tasavvur. Yarat› bu de¤il mi? Roman› da böyle alg›l›yor, ancak bunu kendi anl›k koflullar›yla ayr›nt›lar›na çözdü¤ümüz zaman yar›n›n roman›n› yazmaktan söz açabiliriz. 11 Dün gece Halim’le Kalender’e do¤ru k›y›da yürürken, bunlara benzer fleyler söyledim. (Her zamanki gibi: Onunla yan yanayken sesli düflünmekteyim.) Eve dönünce bunlar› not etmemi söyledi; hiç içimden gelmedi. Bugün ö¤le saatlerinde bir vapura atlay›p buraya, Anadolukava¤›’na gelince, gördü¤üm özellikle flu küçük ahflap ev akl›ma Van Gogh’un Paris yak›nlar›ndaki köyde, çarfl› içinde kardefli taraf›ndan, ‘Van iyi olsun’ diye kiralanm›fl evi getirdi. Evle birlikte tablosunu yapt›¤› tek pencereli oday›. Oysa ne bu evin içini, bir odas›n› görmüfllü¤üm var, ne ressam›n oturup kalk›p bu¤day-m›s›r tarlalar›nda uçuflan kargalar›, karfl›s›ndaki belediye binas›n› yapt›¤› oday›. K›y›daki küçük sessiz kahvedeyim. Çantama att›¤›m Yeniköy defterime sayfa sayfa yazmaktay›m... Üç Befl Kifli ’yi ya da Gece Yasa¤›’n› unutup gitmifl gibiyim. (...) Günefl sar› s›cak. Top gibi. Ans›z›n durdu¤u yerde durmamakta. Beynimde önce a¤›r a¤›r, gittikçe h›zlanarak f›rdönmekte... Hava bungun. Gece Anadolukava¤›’ndan geç döndüm. Kahveden sonra k›y›da bat›ya do¤ru yürümeye kalk›flm›flt›m ama askeriye beni durdurdu. Buradan ötesi sivillere yasakm›fl. Geçilemezmifl. ‹nsan›n kendi ülkesinde de mahalleden mahalleye s›n›r kap›lar› varsa, flu sandaldan ötekine atlamak için pasaport-vize gerekliyse s›k›fl›p kalmamas›, donuna etmemesi mümkün mü? Daralma bu iflte. ‹nsan›n kendi tarihindeki bitmez tükenmez tutukluluk hali... Rumelikava¤›, Anadolukava¤›: Vatan› savunma hakk›na sahipler karargâh›... Sultanahmet Cezaevi, Selimiye K›fllas›, Bayrampafla mapushaneleri. Bar›fl Derne¤i üyelerinin tutukluluk halleri hâlâ daha sürmekte. Bar›fl Davas›: Mahkemeler, mahkemeler... Bir görüfl günü yakalasak da U¤ur’u, Ali’yi, Mahmut ve Ahmet beyleri, Orhan Apayd›n, Erdal Atabek beyleri görmeye gitsek. Ataol’a ne olmufl, bilebilsek bari! (...) Hava büsbütün bungunlaflt›. fiu uçtan, tepenin üstünden nöbetçi askerlerin gözleri önünde kendimi kald›r›p denize mi atsam? Ferahlar›m. Benim çok özel küçük fleyim, özel milletim Halim’i savundum, yapmad›m. (...) Akflam eve dönünce ekvator ya¤murlar›n› and›r›r bir ya¤mur bafllad›. Genifl yapraklar›n üstüne düflen iri s›cak damla t›p›rt›lar›. Elektrikler söndü. Yar› ayd›nl›k gökyüzü alt›nda balkona oturmufluz; ya¤murun sesini dinlemek ne kadar güzeldi. Karfl›da, Türkbostan› üstündeki te12 penin gerisinde flimflekler çakmakta. Giderek ya¤murun sesi artt›, gökgürlemeleri top tüfek at›fllar› gibi ürkütücü. ‘Muson’ ya¤muru art›k dinmekte, derken büyük bir f›rt›na patlak verdi. Sabah günefl açm›flt›. Tozlu yapraklar y›kanm›fl; p›r›l p›r›l, ›fl›l ›fl›l... Hemen giyinip bahçeye f›rlad›m. ‹ri bir ortanca sap›ndan k›r›lm›fl; nerdeyse geri eve koflaca¤›m, i¤ne iplik getirip yerine dikece¤im. Fasulye s›r›klar›ndan ikisi de y›k›lm›fl; iflte onlar› yerlerine dikebildim. Dikmek. Dikilmek. Dikmek. Diklemek. Dikiltmek. Dikelmek... Ortancay› da evimize kaç›r›p bir vazoya koydum. Ev içi solukland›. Akflamüstü Giresunlu Osman efendi ile Rum elektrikçinin mutfak duvar›na küçük bir dolap takmalar›na tan›kl›k ettim. Usta paralar› bizden olmak üzere Seher han›m›n ikram›!.. A. Kava¤›’nda hafif mazot kokulu bal›k yemifl, büyük ciddiyetle çok komik iki de postkart alm›flt›m. Kartlar›n birini Memet Baydur’a, ötekini Ulrike ile Süleyman’a yazd›m; evliliklerini kutlad›m. 30 Temmuz, Cumartesi Roman bir aray›flt›r. Kendi kendime hep bunu söylerim. Sevmedi¤imiz dünya, benimseyemedi¤imiz insan yerine yeni bir dünya, yeni bir insanl›k aray›fl›. Masal, destan, fliir, müzik, heykel efsaneleri insan akl›n›n bilimsel aray›fllar›ndan önce de vard›. Roman, içerdi¤i anlamla ortaya bilimsel aray›flla birlikte ç›kt›, onunla evrile evrile de¤iflti, geliflti. Onun için roman tek kurall› de¤il, çok kurall›; yani enine boyuna derinli¤ine çok boyutlu. Roman bu boyutlar› aray›fl, bunlar› bütünleyifl sanat›. Özneler fiilinin iki çekimiyle, dün ve flimdisiyle yaz›lamaz; fiilin bütün çekimleriyle yaz›lmal›. Olmam›fl› olmufl, olmuflu olmam›fl gibi... Rüyalar, kâbuslar, hayaller; özleyifl ve kaç›fllar: Bir kilim dokur gibi... Roman bir aray›flt›r: Yeni insan› aray›fl. Floransal› Dante’nin XIII. yy’ye do¤ru çal›p söyledi¤i sonelerindeki Yeni Hayat’a ba¤l› hayallerine, düfllerine flimdinin merce¤inden bak›flla gepgenifl ufuklar açacak aray›fllar... Wilde’›n deyifliyle: “Çamurlara düfl, ama y›ld›zlara bak.” Anlat›n›n bütün yollar›, olmufl ve olabilecek bütün imkânlar roman için. ‹mkânlar› bul ve hayat›n bütünlü¤ü için kullan. *** Aral›kl› s›cak ya¤murlar ya¤›yor. Ara s›ra Nurhan geliyor; ara s›ra ev ar›yoruz yine. Ar›yoruz çünkü, Özal dönemi “inflaatç›”s› adam›n sahtekâr ç›kt›¤›ndan eminiz art›k. Ortal›kta ne kendisi var, ne bitmifl daire. Nemli s›caklar ötesi s›k›nt›day›z. Bunal›m!.. 13 Sar›yer’e, Sular’a gidiyoruz. Kocatafl’a, fiifa’ya, Ç›rç›r’a. fiifa suyu la¤›m kokuyor, Ç›rç›r’a yosun-pas tad› sinmifl. Bunu la¤›m kokusuna ye¤lemifl bulunuyoruz. ‹lle ‘iyi, mis gibi su’ diye diretiyorsak Beykoz’unkilere gitmeliymifliz. Ankara’da kaynak suyu falan yoktu; biz de damacanalarla gelen su ne suyu diye, akl›m›za bile getirmezdik. Belgrad ormanlar›nda yürüyüfl yapt›k. Topu topu iki kere. Sular’›n sular› derken Ç›rç›r’›n, fiifa’n›n p›narlar›ndan buz gibi, tertemiz, p›r›l p›r›l akt›¤› zamanlar geliyor akl›ma; k›rk befl-elli y›l öncesinin babamla ‹stanbullar’›m› hat›rl›yorum. Sar›yer börekçisinden al›nan böreklerle (su böre¤i miydi?) yap›lan piknikleri, annemin ‹stanbul k›yafetleri demeye gelen çiçekli emprimelerini, burunlar› y›lan derisinden beyaz ayakkab›lar›n›, güneflte dolafla dolafla çil basm›fl kollar›n› hat›rl›yorum. *** Dostoyevski. Ezilenler. Yeniden okuyorum. Bas›n›n: “Yaz tatillerinde okunsun diye önerece¤imiz kitap(lar)?” sorusuna yan›t›n bu roman oldu. fiu fazlas›yla s›k›denetimli zamanlarda herkesi s›rtüstü uzand›¤› yerde kendi içine dönüp bakma ça¤r›s›n›n iyi bir ça¤r› oldu¤unu düflünüyorum. Sinan’la Yalova’da annemin evinde, Sinan hakk› ad›na geçirdi¤imiz haftal›k tatilden bu yana onu görmüyorum. Gelece¤iz, deniyor. Beklemeye geçiliyor: Annesinden bir telgraf: Gelemiyoruz. Ohh, flükür! Sinan, Suna’s›z gelse daha iyi: Yarat›lmak istenen güzelliklerin inceliksiz yaklafl›mlarla çirkinleflmesine zor dayan›yorum. K›rg›nl›¤›m› kolay onaram›yorum. Bu benim suçum; insanda iyilikle kötülü¤ün birlikte oldu¤unu hazmedememifl olma suçum. Yazarken, yarat›rken bu suçu ifllemiyorum; yaflarken s›k s›k... *** Halim Ankara’ya gidip geldi. Hem ifl için, hem Ayhan kardeflimle birtak›m aile iliflkilerinin ‘resmi’ yüzünün, miras fluna flöyleymifl, buna böyleymifl ve benzeri hukuki sorunlar›n›n ele al›nmas› için – benim bu meselelerden kaç›fl›m›n yalvar yakar kurban› olarak –. Bu da suçum: Halim’i elçi tayin etmekle yapt›¤›m insafs›zl›k büyük suçum. (...) O yokken Üç Befl Kifli ’yi yeni bir düzene sokma iflini ilerlettim; kendimi affettim. 14 9 A¤ustos, Sal› Halim, biraz denize girmek, pek çok da beni roman çal›flmamla bafl bafla b›rakmak için üç befl günlü¤üne Yalova’ya gitmiflti. Dün döndü. Hava hep kapal›, ya¤›fll› idi. Yine de denize girmifl. Gitti¤ine memnun. Oras›n› hep sevdi. Hele annemle bulufltu¤umuz zamanlar... Güz havas›. Kokusunu duyuyorum. Koruluklar›n a¤açlar›, çiçek bahçeleri y›kand›. Temmuz yeflillikler, cilal› renkler. Mahallemi seviyor, Türkbostan›’na âfl›k oluyorum. Ancak flu dayan›lmaz gürültüler. Her istedi¤ini 盤l›k 盤l›¤a a¤layarak elde eden çocuklar, pencerelerden sarkm›fl kent üslûbundan yoksun anneler. Bir de aç›khava sinemas› aç›ld› burnumuzun dibinde. Fellini ayar›nda film çekme hevesinde de¤ilim ki, geceyar›s›ndan sonralar›na kadar high dü¤mesine bas›l› hoparlör iflgaline nas›l seve seve dayanay›m? Üstelik dün de Sema Kutlu mu, Leyla Mutlu mu, neyse iflte onun konseri var(m›fl). Pencereleri ‘evore’ perdeli, çarflaflar› lale desenli ailelerin radyolar›ndan sabahtan akflama ‘arabesk’ denen hamam havas› gibi besteler ortal›¤› kaplamakta. ‹stanbul’a Karadeniz ‘Anadolusunun’ Ankara merkezinden göç eylemifl üyelerinden biri olarak bu gürültücülere dayan›flma m› vermeliyim, boyun mu bükmeliyim? Boynum bükük. Çaresizlik duygusunu bir Güner’in ölüm yata¤› bafl›nda yaflam›flt›m, bir de flimdi. *** Selim’in “Kötülük” hikâyesini yeniden okudum. Romanc› A. S.’yi yazar›n kendisinden çok kendime yak›flt›rd›m. A. S.’ye okurlar›n ço¤u garçonne A. S. diye bakacaklar belki; ben de o zaman A. S.’yi sahiplenecek ve ‘sap›k’ olarak etiketlenece¤im. Yazar anlat›c›y› bir ‘özelefltiriden’ geçirse de “ben kötüyüm” itiraf› hiç de sahici gelmedi bana. ‘Ancak insan›n ölümüyle bitecek kötülük’le yaflaman›n savunusu ikiyüzlülük demek ki? Bu inand›r›c›. Kötülük insan›n kaderiyse, yazmak ne demeye gelmeli? fiuna: Herkes gebersin. Yaflas›n yazar! Bir gün bile kendimi ‘kötülük’ün anlat›c›s› gibi duymad›m. Dostoyevski benzeri, ‘tanr› vergisi’yle hayat gerçe¤i labirentine düflseydim, olurdu; ama akl›n egemenli¤i ça¤›nda do¤muflum. Bilimle hayat gerçe¤i aras›ndaki eflikte daralman›n gerginli¤inde, huzursuzlu¤unday›m. Kimsenin üstüne iflemedim. (...) 15 11 A¤ustos ’83, Perflembe Çok ev arad›k. Akl›m›za yatana param›z yetmedi, param›z yetene akl›m›z yatmad›. Çal›fl›rken arada bafl›m› kald›r›r, ya¤an ya¤mura bakar›m. ‹çimden, k›fl yaklaflt›, diye geçer. Daha dün nane, biber, maydanoz toplad›m bahçeden. Seher han›m pencereden: “‹ki de salatalukle tometos alasun,” diye seslendi. Onun gözcülü¤üne al›flt›m; buraya ›s›nd›m. K›fl›n ne yapaca¤›z? Soba, kömür, odun?.. Nas›l?.. Ne olursa olur, deyip ifli oluruna b›rakt›¤›m›z, ev aramaktan cayd›¤›m›z bir günde, bu sabah bulduk. Her fley çarçabuk bitti. Evi hemen hemen ‘ald›k’ aflamas›nday›z galiba. Bülbül Sokak’taki – ç›kmaz sokak – üç katl› üç apart›manl›k sitenin birinde iki odal›, genifl terasl› bir üst kat dairesine ‘bu olsun bari’ deyip ç›kt›k. Ev sahibi bir çocuk doktoru imifl. Havuza ve koruya yak›n bloklardan birinde de¤il de onunkine ‘he’ dememiz hazinemizin buna yetmesinden. Teras› avlay›c›, Koç yal›s›n›n arka bahçesine bakmas› ikinci bir avlay›c›l›¤›; bir de mutfak fayanslar›yla dolaplar›n›n estetik kayg›y› soluyor olmas›. Bütün ö¤leden sonra roman› daha daha düzgünlemek istedimse de, akl›m fikrim bülbül flak›yan sokaktaki evde. Daha yap›lacak y›¤›nla ifl var orda. Ç›plak kaloriferlere kapak, buzdolab›n› koyacak yer, musluk tezgâh›... vb. en önemlisi de odalar›n küçü¤ünü çal›flma odas› yapmak üzere bofltaki iki duvar›n› da kitapl›klar ve dolapla kaplatmak... Çal›flamad›m. Bütün çalg›s› çengisi, tornac›s›, marangoz ve araba tamircisine ra¤men Türkbostan›’ndan ayr›lmak zor gelecek... Ertesi gün, geceyar›s› Kitap kolileri, kitap kolileri. Haydi art›k açal›m sizi; kitaplar›m› özledim; yüzlerini bir göreyim. Sak›n açma daha, sak›n açma! Ev bulmak, yerleflmek mi? Hem önce tafl›n bakal›m. (...) Halim bugün ifle gitmedi. Erkenden d›flar› f›rlad›k; Sar›yer-Büyükdere aras› mekik dokuduk. Hava korkunç s›cak; arkam›zdan atl› koval›yormufl gibi yok banka, yok vergi dairesi, yok tapu dairesi... Yan›m›zda ev sahibi ve ‘o¤lu’, yani köpe¤i. Bir imza, bir imza daha... “Buyurun ev sizin oldu.” ‹ki de anahtar. Biri ana girifl, öteki daire girifli için. Öyle miymifl? ‘Mülkümüz’ olan daire eskiden iki ayr› küçük daire imifl de, zevk sahibi doktorla kar›s› ikisini birlefltirmifller; o halde biz Site ortak giderleri için çift daire ‘aidat›’ m› ödeyecekmifliz? 16 Halim bitkin; ben kendimi tutmaktay›m: Aslolan komflular, ev alma, komflu al derler ya, komflular yazl›ktalarm›fl; yüzlerini bile görmeden kap›land›k, bile diyemedim. Teras›m›z›n manzaras›n› hemen önündeki kaçak villa tipinin kaçak çat› kat› kapatmakta... Olsun, sa¤ yandan Büyükdere koyu görülüyor; gelip geçen tankerler de... Fakat ne kadar s›k petrol tankeri geçiyor... Olsun. Mutfak, ‘çal›flma odan’ olacak oda, hattâ tuvaletin genifl penceresi korulu¤a bakmakta: Tuvalete otur, camdan çiçeklere böceklere bak bak, yap. Korunun göbe¤inde en natürel koflullarla yaflayacaks›n›z gibi. Hele hele mutfak balkonuna kadar uzanan erguvan ile mis kokulu ›hlamurlar... Evin fiyat›n› yükselten fley, ilerdeki daha lüks görünümlü binalar›n arkas›na konmufl yüzme havuzuymufl. Daha da yukarda rustik bir piknik yeri. “Mehtapta kendin piflir, kendin ye...” diye gülüyordu çocuk doktoru bey. Bize de havuzu gösterirken suya dal›p ç›kan iki o¤lan çocuktan biri içine ifliyordu; çifli gibi çükünü biz yenilere sunmak istedi¤i de besbelliydi. Havuz suyu sabah akflam de¤iflirmifl. Çiflmifl, duflsuz atlamakm›fl; bunlar sorun de¤ilmifl... “Havuzun suyu, sitenin su deposundan m› efendim?” Böyle olursa olurmufl, olmazsa onun da kolay› varm›fl: Bir su kamyonu günde üç sefer yap›p havuzu derhal p›r›l p›r›l doldururmufl... 13 A¤ustos, Cumartesi Dosto. Dostoyevski. Baflucumda hep o. Ezilenler. Roman› y›llar önce okudu¤um zaman ‘Alyofla’dan hiç hofllanmam›flt›m. Bu sefer Natafla’n›n ona duydu¤u kötü sevginin de¤il, k›r›lm›fl onurunun pefline düflmüfl bulunuyorum. Roman için benimseyemedi¤im Alyofla tam bu roman›n bam-teli. Ezilenler, senin gençli¤inde ‘öyle sand›¤›n’ aflk-ayr›l›k-gizlilik alt›nda ezilerek k›r›lmalar falan de¤il can›m. Bu k›rg›nl›klar›n, bu iri çatlaklar›n alt›nda yatan fley. Göz önündekilerin kat kat aç›la aç›la ba¤›fllama’n›n de¤erinin sorgulamas› bu; insan›n ba¤›fllama ikilemi. Bu karmafla. Sefalet içinde büyümüfl Yelena’n›n (Nelly, gerçekte çürümüfl Prens’in yoksayd›¤› k›z›d›r), yazar›n ba¤›fllama üstüne düflürdü¤ü ›fl›kt›r: Ezilenler. Yelena neyin ba¤›fllan›r, neyin ba¤›fllanamaz oldu¤unu hayat›n›n 14 y›ll›k deneyimleriyle bilir. Onu e¤iten somut yaflam›n›n koflullar›d›r; ‹ra’n›n hoflgörü üstüne öneri ve ö¤ütleri de¤il. Yelena k›sa ama çok yaflad›; yo¤un yaflad›. Ba¤›fllanamaz babalardan, sevgililerden nefret ettiyse onu ba¤›fllayabiliriz. Nefret etti, ama annesinden bir ad›m öteye geçerek bize ba¤›fllanamaz(l›klar›) gösterdi. fiimdi buna faflizm, diyorum, bask› ve zulüm terörü diyorum. Prens gibiler 17 ba¤›fllanamaz. Gücün onursuzlu¤u, çirkinli¤i, ç›karc› ezicili¤i ba¤›fllanamaz. Nelly (Yelena) ve öteki figürler Dostoyevski’nin ‘ba¤›fllama’ üstüne derinlemesine e¤ilebilmesi için varlar... ‹ki gün sonra, sabah Büyükdere-Sar›yer’e ›s›namayaca¤›m› san›yorum. ‘Eski Büyükdere’ köyü ve koyu içimi hazla dolduran, tarihini kula¤›ma f›s›ldayan köfleler, yap›larla dolu. Ama Sar›yer, Muhsin Hocam›n da çok sevdi¤i k›y›daki sandalüstü küçük bal›kç›lar› saymazsam, sevilecek gibi de¤il. Her fley ticaretin kalite kaçk›n› merkezi oldu¤unu hayk›r›yor. Kötü btb yap›lar, alç› alç›, alç›... Toz duman minibüs yük kamyonu trafi¤i. Tek kitapç›s› olmayan bir Karadeniz kasabas›n›n ars›zlaflm›fl›. Nostaljik duygular›m bask›n de¤il; bu h›zl› de¤iflimin nedenlerini Yazsonu ard›ndan ‘kentleflme’ anlam›nda yeniden sorgulay›fl itisi bask›n. Sar›yer, grisar› oldu¤u yerde dursun; ben orda oturuyorum, demeyece¤im. Sorana: Büyükdere’de oturmaktay›m diyece¤im. Çok garip, Yeniköy’den ayr›l›fl›m Ankara’dan ayr›l›fl›mdan çok daha güç olacak. Daha flimdiden Büyükdere-Yeniköy yürüyüfl mesafemi ölçmekteyim. Bo¤az›n “evropa” yakas›nda Rumelikava¤›’na do¤ru Tarabya’dan öteye geçilmemeli. Gemi onar›m tersanesini havi ‹stinye Körfezi’nden de gözler s›ms›k› yumularak geçilmeli. Bir tarafta bu, bir tarafta imam-hatipli k›zlar. Hiç de¤ilse Halide Edip’in haf›zan Rabia’s› olsalar bari! Onlardan ç›ka ç›ka arabesk mevlûtçular ç›kar ancak... ‘‹stanbul mülkümüze’ gide gele anlayabildiklerim flimdilik bu kadar. Nurhan bizi bir mimar tan›d›¤›yla tan›flt›rd›. Evin plan›n› verdik; k›fl gelene kadar bir hale yola koyacak. Aleko’da söylefltik. TV’mizi onarmaya gelen Yeniköylü Bülent’in benden kitap istemeye gelen o¤lu, küçük dostum Emre’yi özleyece¤im. Ça¤dafl Elefltiri’nin A¤ustos ’83 say›s›nda Tar›k Dursun K.’n›n “Senin ‹çin Ey Demokrasi” bafll›kl› bir yaz›s›n› okudum. Hiç kem küm etmeyen, aç›k yürekli bir yaz›. Ama as›l Vladimir Nabokov’un hayat gerçe¤i ile roman gerçe¤i aras›ndaki iliflkiye Don Quijote örne¤ini ele alarak çözümlemesi, Don Quijote’nin kendi uzam-zaman çerçevesinde ele al›nmas› önemli. Hangi d›fl, toplumsal tarihsel koflullar insan› –bireyi– böyle bir insan, bir birey yap›yor? Sorular›n araflt›r›lmas›. Sa¤da solda benim için tek yanl› olarak, ‘o toplumcu yazar’ denmesi bunun için bana v›z gelip t›r›s gitmekte. Fikrimin ‹nce Gülü’nü Bu Bayram yapan tarihsel toplumsal koflullard›r; sorun, bu insan› bu insan yapan verili de¤erleri sorgulamak. Hadi bakal›m tut Üç Befl Kifli perçeminden ya da kelinden. Sa¤ elim hemen hemen eski haline geldi. 18 20 A¤ustos, Cumartesi Saat 01. Arkadaki aç›khava sinemas› birkaç gündür kapal›. Hiç de¤ilse geceler sakin, sessiz. Çal›flma masam›n bafl›ndan hiç kalkmamas›ya oturdu¤um bu saatler en sevdi¤im saatler. Elayak çekilince nerdeyse az ötedeki denizin sesini bile iflitebiliyorum. Uyutmayan, dirilten hofl bir ninni. Gündüz vakti bu oday› sevgili Do¤an H›zlan’›n ‘Kad›n yazarlar’ TV yay›n› için TV’ciler bast›. Do¤an’›n verimlili¤i; düflünceli çal›flkanl›¤›. Bana buralara hofl geldini. Kendisi de hofl geldi; sefalar getirdi. Ama röportajc›s› kaç do¤umlusunuz, neler yazd›n›z, nerde okudunuz? vb. sorular›yla beni delirtti diyebilirim. Yazarl›kta ilk ad›mlar›n› atan yazarlar için böyle soruflturmalar iyi olabilir, ama elli befline gelmifl; flunca oyun, roman, hikâye kitab› yazm›fl birine sorulunca, ac› veriyor. Yaz›k ki Do¤an’› çok seviyorum. Kardeflim Güner’in yafl›t› ve iyi dostu oldu¤u için de seviyorum. Kültür hayat›m›z›n içinde ve peflinde bunca gayretle koflufluna bay›l›yorum. Keflke bay›lmasayd›m... Dayak yemifl gibiyim. Dün Nurhan’la Büyükdere’ye gittik. Tan›d›¤›, güvenilir buldu¤u genç bir marangozla gelmiflti. Ahflap iflleri için. fiu flöyle, bu böyle olsun, dedik; pazarl›k falan, ölçüler al›nd›; el s›k›fl›p ayr›ld›k. Ordan Kapal›çarfl›’da bak›rc› dostlar›n› ziyaret etmifltik. Sapl› bir kupa ald›m antikas›ndan: Yeni eve arma¤an. Nurhan Bodrum’a gitti, tatile; Aachen’a dönmeden önce. Üç Befl Kifli, ben üstünde oynad›kça bafl›ma türlü türlü ifller ç›kar›yor. Bu roman›mda ilk defa olmam›fl› olmufl yaz›yor, fiil çekimlerini ona göre ‘ayarl›yorum’. Hani olmas›n› çok istedi¤imiz fleyi yafl›yormufl gibi oluruz, olmas›ndan çok korktu¤umuz fley de içimizde dipdiri ürpertilerle hayat bulabilir; yaflanmakta gibi olur ya? Bu özlem ve korku yaflant›lar›n› fiilen flimdi’ye katacak bir anlat›. Roman zamanlar›n›n bir zaman› da bu olmal›. Öyle cek-cak çekimleri ise hiç kullan›lmamal›. Anlat›ma bu katk›m beni zevkten dört köfle etmese, hele flu s›ralar bu saatlere kadar bunlarla u¤rafl›r m›yd›m? Önerimin kabul görmesi gerekmez. Bu kendimi yenilemek iste¤imden ötürü bana gerekli. Bana gerekli. Ayr›ca roman›n kahramanlar›ndan Murat da yeniden bir sorun olup ç›kt›. Hadi Eskiflehirli ailenin biricik taflra Prens’i, Osmanl› art›¤›, kendisini sat›fl›n dümeninde, gösterifl budalas›, ç›karc› anneyle paflababadan gelme haz›r›ndan mirasyedi görgüsüyle bezenmifl bir büyük kentli ‘caz’ flark›c›s›na tutulmufl Murat. Selmin’e mahçup aflk› u¤runa bütün taflra de¤erlerini tarumar eylemifl delikanl›; onun anlafl›lmas›n› istiyorum. Ama anlamak, hoflgörmek midir, hoflgörmek sevmek ya da ‘ba¤›fllamak’ m›d›r? 19 Bu tema, baflka bir kahraman›m›n, Kardelen’in ba¤›ml›l›klar›na ters düflüyor. Keflke Ezilenler ’i tam da bu s›ralar yeniden okumasayd›m! Ne olursa olsun, taflra burjuvazisinin birikimini millete katma tasar›mlar›n› Ferit Sakarya nâm› alt›nda ortaya atman›n zaman›yd›; bu cesaretim bana iyi gelmekte. Bir yandan da cesaretin pahal›ya oturaca¤›n› söylemekte... K›smet, roman›m›n kendisinden en umulmayan› yapabilmifl kiflisi; terbiyeli, içine kapal›; çeflitli ay›plarla örülü hayat›n› bilinmezli¤e do¤ru f›rlatarak kendisini kendi kurmufl karakter... (D›fltan feminist esintilerle beslenmifl feministlerimize arma¤an.) As›l ezilen taflran›n gözde aileler kad›n›, k›z›. Bafl› s›k›fl›nca hizmetçilik etme özgürlü¤ü bile yok. A¤lad›¤›n› da, güldü¤ünü de d›flar› gösterme hakk› yok. Kad›n haklar›n› savunurken hiç akla gelmeyenler... Bu çal›flmamda flu da var: (Kardelen için) Kardelen ad›n› ordaki anlam›yla ben yaratt›m. Bu anlamda bir çiçek ad› olarak bile yokken ortal›kta; bu da ‘çi¤dem’lerden say›l›rken... Benim Kardelen, kardelendir. Soka¤a ç›kma yasa¤›na iki saat kala, hepsi kendine göre biryana koflmakta: Aylardan Haziran. Günlerin en k›sas›yla en uzununa zaman var daha. Bitsin. Yüksek sesle okumal› ya da Halim’e okutmal›y›m. Dil sesinin uyumlu ak›fl›nda baz› aksamalar var gibi gelmekte bana. Diyaloglardaki esler-pesler çok önemli. Hem h›z, hem dur-kalk’lar olmal›. Yavaflla h›z çarp›flmal›. Hem Bir Dü¤ün Gecesi ’nin, hem Yazsonu ’nun, özellikle onun ses ak›fl› tam istedi¤im gibiydi. ‹yiydi. Üç Befl Kifli ’de yavafll›¤›n (dedenin hasta odas›) h›z› (K›smet’in treni yakalamaya ait iç telafl›) örtmemesi gerek. H›z, silinmesin. Kafay› salt günübirlik siyasete, bireysiz ideolojilerine takanlar bu kitab› okumas›nlar. *** Nurhan Bodrum’dan döndü. Perflembe günü ona bir ‘veda’ çekeyim dedim; Halim patl›canl› pilav›m› överken a¤z› sulanm›flt›; çok severmifl. Ondan yapt›m. Seve seve yedi. Cuma akflam› da onu fiad›rvan’a götürdüm. Orada birkaç ayyafl ayd›n›m›z› görür, birkaç da has yazar ve sanatç›m›za rastlar›z diye umdum. Umdu¤umu buldum. Edip Cansever’le Ömer Uluç’u gördük. Birlikte oturup birer kadeh içtik. Hop, Komet de geldi. Her zamanki gibi Güner’e söz verdi¤i tablosunu hep saklad›¤›n›, bir gün bana verece¤ini söyledi. Az sonra Halim de kat›ld› bize. Akflam›n saat sekizinde Nurhan’› evine götürdük. Bu sabah uçtu. Bo¤azda ilkbahar erguvanlar› yerlerini sonbahar›n ‘oya çiçeklerine’ b›rak›yor. Her yanda mor/eflatun çiçeklerle donanm›fl bodur a¤açlar›n çiçeklerine oya dendi¤ini Seher Han›m söyledi. ‹çinde güz kokular› tafl›yan hava p›r›l p›r›l. 20 EDEB‹YATIN BAZI ‹fiLEVLER‹ ÜZER‹NE Umberto Eco Türkçesi: Kemal Atakay Do¤ru de¤ilse, iyi bulunmufl bir söylentiye göre, Stalin bir keresinde papan›n kaç birli¤i oldu¤unu sormufl. Sonraki ony›llarda olanlar, birliklerin baz› koflullarda önemli oldu¤unu, ama her fley demek olmad›¤›n› gösterdi bize. Maddi olmayan, teraziye vurulamayan, ama bir biçimde a¤›rl›¤› olan güçler vard›r. Çevremiz maddi olmayan güçlerle çevrili: Bir din ö¤retisinde oldu¤u gibi, manevi de¤erler ad›n› verdi¤imiz de¤erlerle s›n›rl› de¤il bu güçler. Karekök de maddi olmayan bir güçtür ve flaflmaz yasas›, yüzy›llarca, yaln›zca Stalin’in de¤il, papan›n buyruklar›ndan sonra da varl›¤›n› sürdürmüfltür. Bu güçler aras›nda edebiyat gelene¤ini de sayaca¤›m. Edebiyat gelene¤i derken, insanl›¤›n pratik amaçlar (kay›t tutmak, bilimsel yasa ve formülleri aç›mlamak, oturumlar› tutana¤a geçirmek ya da tren saatlerini belirlemek gibi) için de¤il, daha çok, kendi u¤runa, geçmiflte üretti¤i ve bugün üretmeyi sürdürdü¤ü; bizim de zevk, ruhsal yücelme, bilgimizi art›rma, hatta s›rf vakit geçirme amac›yla, kimse bizi buna zorlamaks›z›n okudu¤umuz (okul ödevleri bir yana b›rak›l›rsa) metinler bütününü kastediyorum. Yaz›nsal nesnelerin ancak k›smen maddi olmad›klar›n› söyleyebilece¤imiz do¤rudur, çünkü ço¤unlukla k⤛ttan malzemeyle ete kemi¤e bürünürler. Ama bir zamanlar, sözlü bir gelene¤i an›msatan kiflinin sesinde ya da tafl üzerinde de biçim kazan›yorlard›; bugün ise, hem bir f›kra derlemesini, hem ‹lahi Komedya’y› likit kristal bir ekrandan okumam›z› sa¤layacak olan elektronik kitaplar›n gelece¤ini tart›fl›yoruz. Hemen belirtmek isterim: Bu yaz›da, elektronik kitap gibi çetrefil bir sorun üzerinde durmay› düflünmüyorum. Do¤al olarak, ben bir roman› ya da bir fliiri, k›vr›l› ve k›r›fl›k sayfalar›n› bile an›msad›¤›m bas›l› bir ciltten okumay› ye¤leyenlerdenim, ama bana dijital bir hacker ’lar kufla¤›n›n varl›¤›ndan söz ediyorlar: Hayatlar›nda tek bir kitap okumam›fl olan bu gençler, flimdi elektronik kitap sayesinde ilk kez Don Quijote ’ye eriflme ve onu okuma olana¤›na kavuflmufllar. Ne demeli: Zihinleri için yararl›, gözleri için zararl› bir deneyim. Gelecekteki kuflaklar›n elektronik kitapla iyi bir iliflkileri (psikolojik ve fizyolojik) olsa bile, Don Quijote ’nin gücü de¤iflmeyecektir. 22 Edebiyat dedi¤imiz bu maddi olmayan nesne neye yarar? Yukar›da yapt›¤›m gibi, kendi u¤runa tüketilen bir nesne oldu¤u, dolay›s›yla hiçbir fleye yaramad›¤› karfl›l›¤›n› vermek yeterli olabilirdi. Ama böylesine tinselli¤inden ar›nd›r›lm›fl bir edebiyat zevki görüflü, bizi edebiyat› jogging ya da bulmaca çözme etkinli¤ine indirgeme riskiyle karfl› karfl›ya b›rak›r; kald› ki, gerek jogging, gerek bulmaca çözme, bir fleye yarar: beden sa¤l›¤›m›z› korumaya ya da sözcük da¤arc›¤›m›z› gelifltirmeye. Bu yüzden, edebiyat›n bireysel ve toplumsal yaflam›m›zda üstlendi¤i bir dizi ifllevden söz etmek istiyorum. Edebiyat, her fleyden önce, kolektif bir varl›k olarak dili ifller halde tutar. Dil, tan›m› gere¤i, istedi¤i yere gider; yukar›dan hiçbir buyruk – ne siyaset, ne akademi taraf›ndan – onun yürüyüflünü durduramaz ve dili, ideal oldu¤u öngörülen durumlara do¤ru yolundan sapt›ramaz. Faflizm, biz ‹talyanlara bar yerine mescita (“içki evi”), cocktail yerine coda di gallo (“horoz kuyru¤u”), goal yerine rete (“a¤”), taxi yerine auto pubblica (“kamu tafl›t›”) dedirtmeye çal›flm›fl ve dil bunu benimsememifltir. Sonra, chauffeur yerine autista (“sürücü”) gibi ucube bir sözcük, kabul edilemez bir arkaizm önermifl ve dil bunu kabul etmifltir. Belki de autista sözcü¤ü, ‹talyanca’n›n yabanc› bir sesten kaç›nmas›n› sa¤l›yordu. Dil taxi sözcü¤ünü korudu, ama zamanla, hiç olmazsa konuflma dilinde, onu tassì’ye dönüfltürdü. Dil istedi¤i yere gider, ama edebiyat›n önerilerine duyarl›d›r. Dante olmasa, birleflik bir ‹talyanca olmazd›. Dante, Halkdilinde Belagat ’ta çeflitli ‹talyan lehçelerini çözümleyip mahkûm etti¤inde ve yeni bir seçkin halkdili oluflturmay› önerdi¤inde, kimse böyle kibirli bir edim üzerine bahse girmezdi, oysa Dante ‹lahi Komedya ’yla maç› kazanm›flt›r. Dante’nin halkdilinin, herkesin konufltu¤u bir dil haline gelebilmesi için, birkaç yüzy›l›n geçmesi gerekti¤i do¤rudur; ama bu dil, edebiyata inananlar toplulu¤u esinlerini o modelden almay› sürdürdükleri için baflar›l› olmufltur. Ve o model olmasayd›, belki siyasal birlik fikri de yol alamazd›. Ayr›l›kç› Bossi’nin seçkin bir halkdili konuflmamas› bu yüzden olsa gerek! Faflizmin yirmi y›ll›k yo¤un bask›lar›, sonuçta günümüz ‹talyanca’s› üzerinde hiçbir iz b›rakmazken, gelecekçi düzyaz›n›n o dönemde kabul edilemez görülen belli giriflimleri çok daha derin bir iz b›rakt›. Ve bugün birileri kalk›p, televizyon arac›l›¤›yla yayg›nl›k kazanan ortalama bir ‹talyanca’n›n utkusundan yak›n›yorsa, unutmayal›m ki, ortalama bir ‹talyanca ülküsü, en soylu biçimiyle, Manzoni’nin, sonra da Svevo ya da Moravia’n›n kolay anlafl›l›r ve kabul edilebilir düzyaz›s›ndan geçerek gerçekleflmifltir. Edebiyat, dili biçimlendirmeye katk›da bulunarak, kimli¤i ve toplumu yarat›r. Daha önce Dante’den söz ettim, ama Homeros olmadan Yu23 nan uygarl›¤›n›n, Luther’in Kutsal Kitap çevirisi olmadan Alman kimli¤inin, Puflkin olmadan Rus dilinin, temel fliirleri olmadan Hint uygarl›¤›n›n ne olaca¤›n› düflünelim. Edebiyat prati¤i, kendi bireysel dilimizi de ifller halde tutar. Bugün birçok kifli, tek bir im ile “seni seviyorum” sözünün söylenebildi¤i elektronik posta ve cep telefonu mesajlar› yoluyla kendini kabul ettiren yeni bir k›saltmal› dilin do¤uflundan yak›n›yor; ama unutmayal›m ki, bu yeni stenografiyle yaz›lm›fl mesajlar› gönderen gençler, hiç olmazsa k›smen, kitab›n yeni katedralleri olan çok katl› büyük kitapç›lar› dolduran ve sat›n almadan, s›rf kitaplar›n sayfalar›n› çevirerek, incelikli ve geliflkin edebiyat üsluplar›yla temasa geçen gençlerin ta kendisidir: Anne babalar›n›n kavuflamad›¤›, büyükanne ve büyükbabalar›n›n ise kesinlikle kavuflamad›¤› bir f›rsatt›r bu. Elbette, daha önceki kuflaklar›n okurlar›na göre bir ço¤unluk olan bu gençlerin, gezegenimizde yaflayan alt› milyar insana göre bir az›nl›k olduklar›n› söyleyebiliriz; kald› ki, ekmek ve ilaç bulamayan milyonlarca insana edebiyat›n çare olabilece¤ini düflünecek kadar idealist de de¤ilim. Ama bir gözlemimi dile getirmek isterim: Amaçs›z çeteler halinde bir araya gelip, üst geçitten tafllar atarak insan öldüren ya da küçük bir k›z çocu¤unu atefle veren zavall›lar, her kim olurlarsa olsunlar, bilgisayar›n “yeni dil”i onlar› yozlaflt›rd›¤› için bu hale gelmifl de¤iller (bilgisayara eriflimleri bile yok); bu hale gelmelerinin nedeni, kitap evreninin, kitaplardan gelen ve kitaplara gönderme yapan bir de¤erler dünyas›n›n yans›malar›n›n e¤itim ve tart›flma yoluyla onlara ulaflaca¤› yerlerin d›fl›nda kalmalar›d›r. Edebiyat yap›tlar›n› okuma, yorumun özgürlü¤ü içinde, bir ba¤l›l›k ve sayg› tutumuna zorlar bizi. Günümüze özgü, tehlikeli bir elefltirel sapk›nl›k var; buna göre, bir edebiyat yap›t›na istedi¤imizi yapabilir, yap›tta en denetimsiz dürtülerimizin bize telkin ettiklerini okuyabiliriz. Bu do¤ru de¤ildir. Edebiyat yap›tlar› bizi yorum özgürlü¤üne davet ederler, çünkü bize çok katl› bir okuma söylemi sunar, bizi dilin ve yaflam›n anlam belirsizlikleriyle karfl› karfl›ya getirirler. Ama her kufla¤›n edebiyat yap›tlar›n› farkl› bir biçimde okumas›n› sa¤layan bu oyunu sürdürebilmek için, baflka bir yerde metnin niyeti ad›n› verdi¤im fleye derin bir sayg›yla hareket etmek gerekir. Bir yandan, dünya bize tek bir okumaya imkân veren “kapal›” bir kitapm›fl gibi gelir, çünkü yerçekimine yön veren bir yasa varsa, ya do¤ru yasad›r bu, ya yanl›fl; öte yandan, bu dünyaya göre, bir kitab›n evreni bize aç›k bir dünya gibi görünür. Ama bir anlat› yap›t›na sa¤duyuyla yaklaflmaya çal›flal›m ve onun hakk›nda dile getirebilece¤imiz önermeleri, dünya hakk›nda söze dökebilece¤imiz önermelerle karfl›laflt›ral›m. Dün24 ya hakk›nda, evrensel çekim yasalar›n›n Newton’un dile getirdi¤i yasalar oldu¤unu ya da Napoléon’un 5 May›s 1821’de Saint Helena’da öldü¤ünün do¤ru oldu¤unu söyleriz. Gene de, aç›k zihinli insanlarsak, bilim büyük kozmik yasalara iliflkin de¤iflik bir formül gelifltirdi¤i ya da bir tarihçi Napoléon’un kaçmaya çal›fl›rken Bonaparteç› bir gemide öldü¤ünü kan›tlayan yeni belgeleri gün ›fl›¤›na ç›kard›¤› gün, kan›lar›m›z› gözden geçirmeye her zaman haz›r›zd›r. Oysa, kitaplar dünyas›yla ilgili olarak, Sherlock Holmes bekârd›, K›rm›z› Bafll›kl› K›z’› kurt yutar, ama sonra avc› onu kurtar›r, Anna Karenina kendini öldürür fleklindeki önermeler sonsuza dek do¤rulu¤unu sürdürecek ve bunlar› hiç kimse hiçbir zaman çürütemeyecektir. ‹sa’n›n Tanr›’n›n o¤lu oldu¤unu yads›yanlar; onun tarihsel varl›¤›n› bile kuflkulu görenler; ‹sa’n›n Yol, Hakikat ve Yaflam oldu¤unu savunanlar; hatta bir gün Mesih’in gelece¤ini kabul edenler var. Ve biz, bu konuda ne düflünürsek düflünelim, bu görüfllere sayg› duyar›z. Ama Hamlet’in Ophelia’yla evlendi¤ini ya da Süpermen’in Clark Kent olmad›¤›n› belirten kifliye kimse sayg› göstermeyecektir. Edebiyat metinleri, dünyadan farkl› olarak, asla do¤rulu¤undan kuflku duyamayaca¤›m›z fleyi bize aç›kça söylemekle kalmazlar; ayn› zamanda, üstün bir yetkiye dayanarak, o metinlerde önemli görülmesi gereken yönleri ve özgür yorumlar için ç›k›fl noktas› olarak alamayaca¤›m›z fleyleri bize gösterirler. K›rm›z› ve Siyah ’›n 35. Bölüm’ünün sonunda, Julien Sorel’in kiliseye gidip Madame de Rênal’i vurdu¤u söylenir. Stendhal, Julien’in elinin titredi¤ini belirttikten sonra, onun bir el atefl etti¤ini ve kurban›n› vuramad›¤›n›, sonra ikinci bir el atefl etti¤ini ve kad›n›n yere düfltü¤ünü söyler. fiimdi, titreyen elin ve ilk at›fl›n bofla gitmesinin, Julien’in kiliseye kesin öldürme karar›yla gitmemifl oldu¤unu, oraya tutkudan kaynaklanan denetimsiz bir dürtüyle sürüklendi¤ini gösterdi¤ini düflünelim. Bu yorumun karfl›s›na bir baflka yorum ç›kar›labilir: Julien’in en bafltan öldürme niyetiyle hareket etti¤i, ama korkak oldu¤u. Metin, her iki yoruma da onay verir. Birisinin kendisine “acaba ilk kurflun nereye gitti?” diye sordu¤unu varsayal›m. Stendhal tutkunlar› için ilginç bir soru. Joyce tutkunlar›n›n Bloom’un limon biçiminde bir sabun sat›n ald›¤› eczaneyi bulmak için Dublin’e gittikleri gibi (bu Dublin yolcular›n› memnun etmek için, söz konusu eczane – bu arada, gerçekten var oldu¤unu da belirtelim – yeniden o tip sabundan üretmeye bafllam›flt›r), Stendhal tutkunlar›n›n da bu dünyada hem Verrières’i, hem kiliseyi bulmaya çal›flt›klar›n›, sonra kilisedeki her sütunu ilk kurflunun yol açt›¤› deli¤i bulmak için tek tek gözden geçirdiklerini düflünebiliriz. Oldukça e¤lendirici bir “Stendhal hayranlar›” sahnesi olurdu bu. Ama flimdi bir elefltirmenin romana iliflkin 25 yorumunu tümüyle kaybolan kurflunun yazg›s› üzerine oturtmak istedi¤ini varsayal›m. Günümüzde pek de olmayacak bir fley de¤il, çünkü Poe’nun “Çal›nt› Mektup”una iliflkin yorumu bütünüyle mektubun flömineye göre konumuna dayand›ranlar olmufltur. Ama Poe mektubun konumunu aç›kça önemli bir ö¤e olarak sunarken, Stendhal bize o ilk kurflun üzerine art›k hiçbir fleyin bilinmedi¤ini söyler, dolay›s›yla onu kurmaca varl›klar›n saf›ndan bile d›fllar. Stendhal metnine ba¤l› kal›rsak, o kurflun kesin olarak yitip gitmifltir ve nerede oldu¤u anlat›sal aç›dan konu d›fl›d›r. Oysa, Armance ’da kahraman›n olas› iktidars›zl›¤› üzerine söylenmeyenler, okuru anlat›n›n söylemedi¤i fleyi tamamlamak için ç›lg›nca varsay›mlara iter; keza Niflanl›lar ’da “bahts›z k›z karfl›l›k verdi” sözü, Gertrude’un Egidio’yla günah›nda hangi noktaya kadar gitti¤ini söylemez, ama okurun sürüklendi¤i varsay›mlar›n puslu halesi, hayâ duygusuyla böylesine eksiltmeli bu sayfan›n çekicili¤inin bir parças›n› oluflturur. Üç Silahflörler ’in bafl›nda, D’Artagnan’›n Meung’e on dört yafl›ndaki bir atla 1625 y›l›n›n ilk Pazartesi günü geldi¤i belirtilir. Bilgisayar›n›zda iyi bir program›n›z varsa, o Pazartesi’nin 7 Nisan oldu¤unu hemen saptayabilirsiniz. Dumas tutkunlar› aras›ndaki trivia games aç›s›ndan nefis bir ayr›nt›. Roman›n bir üst-yorumu bu veri üzerine oturtulabilir mi? Bence, hay›r; çünkü metin bu veriyi önemli bir ö¤e olarak sunmaz. Roman›n ak›fl›, D’Artagnan’›n Pazartesi günü gelmesini bile önemli bir ö¤e olarak sunmaz; buna karfl›l›k, nisan ay›nda gelmesinin önemli oldu¤unu belli eder (an›msanaca¤› gibi, Porthos ola¤anüstü omuz kay›fl›n›n yaln›zca ön yüzünün iflli oldu¤unu gizlemek için, mevsime uygun düflmeyen koyu k›rm›z› kadifeden uzun bir pelerin giymektedir – bu öyle ayk›r› bir durumdur ki, silahflör, üflütmüfl gibi davranmak zorunda kal›r). Bunlar, birçok kimseye bariz gerçekler gibi gelecektir, ama (s›k s›k unutulan) bu bariz gerçekler, edebiyat dünyas›n›n, kuflku duyulamayacak baz› önermelerin var oldu¤u güvenini bize esinleyebilecek bir dünya oldu¤unu söyler; dolay›s›yla, edebiyat dünyas› bize bir hakikat modeli – elbette, imgelemsel bir model – sunar. Bu sözel [letterale] hakikatin, yorumbilgisel hakikatler ad›n› verece¤imiz hakikatler üzerinde izdüflümü vard›r; çünkü bize birisi, D’Artagnan’›n Porthos’a eflcinsel bir tutku duydu¤unu, Ads›z’› dizginlenemeyen bir Oidipus kompleksinin kötülü¤e sürükledi¤ini, Monza Rahibesi’ni, günümüzün baz› siyasetçilerinin öne sürebilece¤i gibi, komünizmin yozlaflt›rd›¤›n› ya da Panurge’ün eylemlerini do¤makta olan kapitalizmden duydu¤u nefret yüzünden yapt›¤›n› söylerse, gönderme yapt›¤› metinlerde bu yorumsal sapmalara kap›lmam›z› sa¤layabilecek hiçbir saptama, hiçbir de¤ini, hiçbir ima bulman›n mümkün olmad›¤› karfl›l›¤›n› verebiliriz her zaman. Edebiyat›n dünyas›, bir 26 okurun gerçeklik duygusunun olup olmad›¤›n› ya da kendi vehimlerinin kurban› olup olmad›¤›n› saptamak için testler yapman›n mümkün oldu¤u bir evrendir. Kurmaca kifliler göç ederler. Edebiyat kiflileri üzerine gerçek saptamalarda bulunabiliriz, çünkü bu kiflilerin bafllar›na gelenler bir metinde kaydedilir ve bir metin, bir müzik partisyonu gibidir. Anna Karenina’n›n intihar ederek öldü¤ü do¤rudur, t›pk› Beethoven’in Beflinci Senfoni ’sinin do minör oldu¤u (Alt›nc› Senfoni gibi fa majör de¤il) ve “sol, sol, sol, mi bemol”le bafllad›¤›n›n do¤ru oldu¤u gibi. Ama baz› edebiyat kiflilerinin – hepsinin de¤il – bafl›na bir fley gelir: Do¤duklar› metinden ç›kar, evrenin s›n›rlar›n›n çizilmesi son derece güç bir bölgesine göç ederler. Anlat› kiflileri, talihli iseler, bir metinden ötekine göç ederler; göç etmeyenleri ise, daha talihli kardefllerinden ontolojik olarak farkl› de¤illerdir, yaln›zca talihleri yoktur ve onlarla bir daha ilgilenen ç›kmam›flt›r. Gerek mitsel kifliler, gerek “laik” anlat› kiflileri, metinden metine (ve de¤iflik anlat›m ortamlar›na uyarlamalar yoluyla, kitaptan filme ya da baleye ya da sözlü gelenekten kitaba) göç etmifllerdir: Ulysses, ‹ason, Arthur ya da Parsifal, Alice, Pinocchio, D’Artagnan. fiimdi, bu tür kiflilerden söz etti¤imizde, kesin bir partisyondan m› söz ediyoruz? K›rm›z› Bafll›kl› K›z’› alal›m. En ünlü iki partisyon – Perrault’nunki ile Grimm Kardefller’inki – birbirinden son derece farkl›d›r. ‹lkinde, kurt küçük k›z› yutar ve öykü tedbirsizli¤in tehlikeleri üzerine ciddi ahlaki düflünceler esinleyerek orada biter. ‹kincisinde, avc› gelip kurdu öldürür ve küçük k›zla büyükannesini yeniden hayata kavuflturur. Mutlu son. fiimdi, masal› çocuklar›na anlatan ve kurdun K›rm›z› fiapkal› K›z’› yuttu¤u noktada duran bir anneyi hayal edelim. Çocuklar itiraz edecek, K›rm›z› fiapkal› K›z’›n yeniden hayata döndü¤ü “gerçek” öyküyü isteyeceklerdir ve annenin, kurallara s›k› s›k›ya ba¤l› bir filolog oldu¤unu söylemesi, pek bir ifle yaramayacakt›r. Çocuklar, K›rm›z› Bafll›kl› K›z’›n gerçekten hayata döndü¤ü “gerçek” bir öyküyü bilmektedirler ve bu öykü, Perrault’nunkinden çok, Grimm Kardefller’in anlatt›¤› biçime yak›nd›r. Gene de, Grimm Kardefller’in partisyonuyla birebir örtüflmez, çünkü bir dizi ikincil olay› içermez; flu var ki, ikincil olaylar konusunda – K›rm›z› Bafll›kl› K›z’›n büyükannesine ne tür hediyeler götürdü¤ü gibi – Perrault ile Grimm Kardefller’in metni farkl›l›klar gösterir, ama çocuklar bu farkl›l›klar› kolayca kabul etmeye haz›rd›rlar, çünkü oldukça flematik, gelenek içinde de¤iflken, ço¤u sözlü birçok de¤iflkesi olan bir bireyle karfl› karfl›yad›rlar. Böylece, K›rm›z› Bafll›kl› K›z, D’Artagnan, Ulysses ya da Madam Bovary, özgün partisyonlar d›fl›nda yaflayan bireyler haline gelirler ve onlar üzerine, arketip partisyonu hiç okumam›fl kifliler de do¤ru saptamalarda 27 bulunduklar›n› iddia edebilirler. Kral Oidipus’u okumadan önce, Oidipus’un ‹okaste’yle evlendi¤ini ö¤renmifltim. Bu partisyonlar, ne kadar de¤iflken olurlarsa olsunlar, do¤rulanamaz de¤ildirler: Her kim Madam Bovary’nin Charles’la uzlaflt›¤›n› ve onunla memnun ve mutlu yaflad›¤›n› söylerse, akl› bafl›nda, sa¤duyulu insanlar›n itiraz›yla karfl›laflacakt›r, sanki bu kiflilerin hepsi, Emma’n›n kiflili¤i hakk›nda görüfl birli¤ine varm›fllar gibi. Bu de¤iflken bireyler nerede karfl›m›za ç›kar? Ontolojimizin format›na ba¤l›d›r bu, karekökleri, Etrüsk dilini ve Kutsal Üçleme üzerine her iki görüflü – Kutsal Ruh’un Baba ve O¤ul’dan kaynakland›¤›n› (ex Patre Filioque procedit) öne süren Roma görüflü ile Kutsal Ruh’un yaln›zca Baba’dan kaynakland›¤›n› öne süren Bizans görüflü – bar›nd›r›p bar›nd›rmamas›na. Ama bu bölgenin son derece belirsiz bir yap›s› vard›r ve farkl› yo¤unlukta kendilikleri bar›nd›r›r, çünkü papayla ve O¤ul konusunda kavga etmeye haz›r olan ‹stanbul patri¤i bile, papayla bir konuda mutab›k kal›r (en az›ndan öyle umar›m), Sherlock Holmes’un Baker Street’te oturdu¤unun ve Clark Kent’in Süpermen’in ta kendisi oldu¤unun do¤ru oldu¤unu söylerdi. Bununla birlikte, rastgele örnekler uydurmak gerekirse, Asdrubale’nin Corinna’y› öldürdü¤ü ya da Teofrasto’nun Teodolinda’y› ç›lg›nca sevdi¤i say›s›z roman ya da fliir yaz›lm›flt›r, ama kimse bunlarla ilgili gerçek saptamalarda bulunabilece¤ini düflünmez, çünkü bunlar talihsiz ya da sakat do¤mufl kifliler olup, ne göç etmifller, ne de kolektif belle¤in bir parças› haline gelmifllerdir. Bu dünyada, Hamlet’in Ophelia’yla evlenmemesi, Teofrasto’nun Teodolinda’yla evlenmifl olmas›ndan niçin daha do¤rudur? Bu dünyan›n Hamlet’le Ophelia’n›n yaflad›¤›, buna karfl›l›k talihsiz Teofrasto’nun yaflamad›¤› parças› hangisidir? Baz› kifliler, toplum onlara yüzy›llar ya da y›llar boyunca tutkulu yat›r›mlar yapt›¤› için, bir biçimde kolektif olarak do¤ru hale gelmifllerdir. Gözlerimiz aç›k ya da uykuyla uyan›kl›k aras›nda gelifltirebilece¤imiz pek çok hayale bireysel tutku yat›r›m› yapar›z. Sevdi¤imiz bir kiflinin ölümünü düflünerek gerçekten duygulanabilir ya da sevdi¤imiz kifliyle erotik bir iliflki içinde oldu¤umuzu hayal ederek belli fiziksel tepkileri yeniden duyabiliriz; ayn› flekilde, özdeflleflme ya da yans›tma süreçleri yoluyla, Emma Bovary’nin yazg›s›na üzülebilir ya da birkaç kufla¤›n bafl›na geldi¤i gibi, Werther veya Jacopo Ortis’in talihsizliklerinden intihara sürüklenebiliriz. Ama birisi bize ölümünü hayal etti¤imiz kiflinin gerçekten ölüp ölmedi¤ini sorsa, hay›r der, bunun bizim son derece özel bir fantazimiz oldu¤unu belirtiriz. Oysa, bize Werther’in gerçekten kendisini öldürüp öldürmedi¤i soruldu¤unda, evet diyoruz ve sözünü etti¤imiz fantazi, özel de¤il art›k, bütün okurlar toplulu¤unun üzerinde uzlafl28 t›¤› kültürel bir gerçeklik. Öyle ki, yaln›zca sevgilisinin ölmüfl oldu¤unu hayal etti¤i için kendisini öldüren kiflinin (bunun kendi imgeleminin bir ürünü oldu¤unu gayet iyi bildi¤i halde) deli oldu¤u sonucuna var›rd›k, oysa Werther’in intihar› yüzünden kendisini öldüren kifliyi (Werther’in kurmaca bir kifli oldu¤unu bildi¤i halde) bir biçimde hakl› ç›karmaya çal›fl›yoruz. Bu kiflilerin yaflad›¤› ve davran›fllar›m›z› belirledi¤i bir köflesi olmal› evrenin; öyle ki, onlar› kendimizin ve baflkalar›n›n yaflam modeli olarak seçebiliyoruz ve bir insan›n Oidipus kompleksinin, Gargantua gibi doymak bilmez bir ifltah›n›n oldu¤unu, Don Quijote gibi davrand›¤›n›, Othello gibi k›skanç ya da Hamlet gibi kuflkucu oldu¤unu, Don Juan gibi iflah olmaz bir çapk›n ya da Perpetua gibi y›lmaz bir kad›n oldu¤unu söyledi¤imizde, birbirimizi çok iyi anl›yoruz. Ve edebiyatta bu, yaln›zca kiflilerle de¤il, durumlarla ve nesnelerle de oluyor. Niçin “odada, girip ç›kan kad›nlar›n Michelangelo’dan söz etmesi,” “göz kamaflt›ran güneflte, duvar›n üzerindeki sivri flifle k›r›klar›,” “pek zevksiz hofl fleyler,” “bir avuç tozda bize gösterilen korku,” “çit,” “berrak, serin ve tatl› sular,” “yaban›l yemek,” bize her an kim oldu¤umuzu, ne istedi¤imizi, nereye gitti¤imizi ya da kim olmad›¤›m›z› ve ne istemedi¤imizi yinelemeye haz›r saplant›l› e¤retilemeler haline geliyorlar? Edebiyat›n bu varl›klar› aram›zdad›r. (Belki de) karekök ve Pythagoras teoremi gibi ezelden beri orada de¤illerdi, ama art›k, edebiyat onlar› yaratt›ktan ve tutku yat›r›mlar›m›z onlar› besledikten sonra, vard›rlar ve onlarla yüzleflmek zorunday›z. Ontolojik ve metafizik tart›flmalara yol açmamak için, kültürel kal›plar olarak, toplumsal e¤ilimler olarak var olduklar›n› da ekleyelim. Ama evrensel ensest tabusu da, kültürel bir kal›p, bir fikir, bir e¤ilimdir, gene de insan toplumlar›n›n yazg›lar›n› etkileme gücüne sahip olmufltur. Ama bugün birilerinden, edebiyat kiflilerinin de silik, de¤iflken ve tutars›z hale gelme, yads›nmaz yazg›lar›n› bize dayatan de¤iflmezliklerini yitirme tehlikesiyle karfl› karfl›ya olduklar›n› duyuyoruz. Hipermetin ça¤›na girdik ve elektronik hipermetin bize, t›pk› bir fliflin bir yün yuma¤›na girdi¤i gibi, bir metin yuma¤› (ister bütün bir ansiklopedi olsun, ister Shakespeare’in bütün yap›tlar›) boyunca, ille de içerdi¤i bütün bilgiyi “s›rayla geçme”den yolculuk etme olana¤›n› veriyor. Keza hipermetin sayesinde, özgür bir yarat›c› yaz› prati¤i de do¤du. ‹nternet’te, gidiflini sonsuza dek de¤ifltirebildi¤imiz anlat›lara kat›larak, kolektif olarak öyküler yazabilece¤imiz programlar buluyoruz. Bunu, bir grup sanal arkadaflla yaratmakta oldu¤umuz bir metne yapabiliyorsak, binlerce y›ld›r zihnimize kaz›nm›fl büyük öyküleri de¤ifltirebilece¤imiz programlar alarak, var olan edebiyat metinlerine niçin yapamayal›m? 29 Düflünün bir, tutkuyla Savafl ve Bar›fl ’› okuyor, Natafla sonunda Anatol’un gönül çelici sözlerine kap›lacak m›, o ola¤anüstü Prens Andrey gerçekten ölecek mi, Pyotr Napoléon’a atefl etme cesaretini kendinde bulacak m› diye soruyordunuz; flimdi, en sonunda, Tolstoy’unuzu yeniden yazabileceksiniz: Andrey’e uzun mutlu bir yaflam ba¤›fllayacaks›n›z, Pyotr’u Avrupa’n›n kurtar›c›s› yapacaks›n›z. Bununla bitmiyor: Emma Bovary’yi zavall› Charles’›yla uzlaflt›racak, mutlu ve huzurlu bir anne yapacaks›n›z. K›rm›z› Bafll›kl› K›z’›n ormana girip orada Pinocchio’yla karfl›laflmas›na ya da üvey annesince kaç›r›l›p Külkedisi ad›yla Scarlett O’Hara’n›n hizmetinde çal›flt›r›lmas›na ya da ormanda Vladimir Propp adl› bir büyücüyle karfl›laflmas›na karar verebileceksiniz; Propp ona büyülü bir yüzük verecek, bu yüzük sayesinde kahraman›m›z, Thuglar’›n kutsal banyan köklerinde Alef’i, bütün evrenin görüldü¤ü noktay› keflfedecek. Putin yönetiminde Rus demiryollar› iyice çaptan düfltü¤ü ve denizalt›lardan da kötü iflledi¤i için, Anna Karenina tren alt›nda ölmeyecek. Uzakta, epey uzakta, Alice’in aynas›n›n ötesinde, Jorge Luis Borges, Bellek Funes’e Savafl ve Bar›fl ’› Babil Kitapl›¤›’na geri vermeyi unutmamas›n› an›msatacak... Fena m› olurdu? Hay›r, çünkü edebiyat bunu zaten yapm›flt›r, üstelik hipermetinlerden önce, Mallarmé’nin Kitap projesiyle, gerçeküstücülerin cadavre exquis’leriyle, Queneau’nun milyarlarca fliiriyle, ikinci öncü sanat›n hareketli kitaplar›yla. Jam session caz›n›n yapt›¤› da budur. Ama her akflam bir teman›n yazg›s›n› de¤ifltiren jam session prati¤inin var olmas›, Si Bemol Minör Sonat Op. 35’in her akflam ayn› biçimde sona erece¤i konser salonlar›na gitmekten al›koymaz bizi. Hipermetin mekanizmalar›yla oynaman›n, iki tür bask›dan kurtulmam›z› sa¤lad›¤›n› söyleyenler olmufltur: Bir baflkas›n›n kararlaflt›rd›¤› olaylara uyma ve yazanlar ile okuyanlar aras›ndaki toplumsal bölünmeye mahkûm olma. Bu bana budalaca geliyor, ama elbette hipermetinlerle, yarat›c› biçimde, öyküleri de¤ifltirerek ve yeni öykülerin yarat›lmas›na katk›da bulunarak oynamak, heyecan verici bir etkinlik, okulda yap›lacak güzel bir al›flt›rma, jam session ’a çok benzeyen yeni bir yaz› biçimi olabilir. Zaten var olan öyküleri de¤ifltirmeye çal›flman›n, güzel, ayn› zamanda e¤itici olabilece¤i kan›s›nday›m, t›pk› Chopin’in eserlerini mandoline uyarlaman›n ilginç olaca¤› gibi: Bu, müzik yetene¤imizi keskinlefltirmeye ve piyano t›n›s›n›n niçin si bemol minör sonat için öylesine temel oldu¤unu anlamam›za yarard›. Meryem’in Evlenmesi ’nden, Avignonlu K›zlar ’dan ve Pokemon’un son öyküsünden parçalar› bir araya getirerek kolajlar denemek, görsel be¤enimizi ve biçimler keflfetme yetimizi e¤itebilir. Sonuçta, birçok büyük sanatç› bunu yapm›flt›r. 30 Ama bu oyunlar, edebiyat›n gerçek e¤itici ifllevinin yerini alamaz; iyi ya da kötü ahlaki fikirlerin aktar›lmas›na ya da güzellik duygusunun oluflumuna indirgenemeyecek bir e¤itici ifllevdir bu. Yuri Lotman, Kültür ve Patlama adl› kitab›nda, Çehov’un ünlü tavsiyesini yeniden gündeme getirir: Buna göre, bir öykü ya da bir oyunda, bafllang›çta duvara as›l› bir tüfek gösteriliyorsa, öykü ya da oyun sona ermeden bu tüfek patlamal›d›r. Lotman, as›l sorunun, tüfe¤in gerçekten patlay›p patlamamas› olmad›¤›n› gösterir bize. Tüfe¤in patlay›p patlamayaca¤›n›n bilinmemesi, olay örgüsünü anlamla yüklü hale getirir. Bir öyküyü okumak, ayn› zamanda bir gerilime, bir kas›lmaya kap›lmak anlam›na gelir. Öykünün sonunda tüfe¤in patlay›p patlamad›¤›n› keflfetmek, yaln›zca bir bilgi de¤eri tafl›maz. ‹fllerin, üstelik her zaman, okurun arzular›n›n ötesinde, belli bir biçimde gitti¤inin keflfidir. Okur bu düfl k›r›kl›¤›n› kabul etmek ve o düfl k›r›kl›¤› arac›l›¤›yla Yazg›’n›n ürpertisini hissetmek zorundad›r. Kurmaca kiflilerin yazg›s›na karar verebilseydik, seyahat acentas› bank›na gitmek gibi olurdu bu: “Öyleyse, Balina’y› nerede bulmak istersiniz, Samoa’da m›, Aleut Adalar›’nda m›? Peki, ne zaman? Ve siz mi öldürmek istersiniz, yoksa Queequeg mi halletsin bu ifli?” Moby Dick’in gerçek dersi, Balina’n›n istedi¤i yere gitti¤idir. Hugo’nun Sefiller ’de Waterloo Savafl›’na iliflkin betimlemesini düflünün. Savafl›, savafl›n içinde olan ve neler olup bitti¤ini anlamayan Fabrizio’nun gözünden betimleyen Stendhal’den farkl› olarak, Hugo savafl› Tanr›’n›n gözünden betimler, yukar›dan görür: Napoléon, Mont-Saint-Jean’›n doru¤unun ötesinde bir uçurumun oldu¤unu bilmifl olsa (ama rehberi bunu ona söylememifltir), Milhaud z›rhl› süvarilerinin ‹ngiliz ordusu karfl›s›nda bozguna u¤ramayaca¤›n›; Bülow’a rehberlik eden çoban çocuk farkl› bir güzergâh önermifl olsa, Prusya ordusunun zaman›nda ulafl›p savafl›n yazg›s›n› belirleyemeyece¤ini bilir. Bir hipermetin yap›s›yla, Waterloo Savafl›’n› yeniden yazabilir, Blücher’in Almanlar› yerine Grouchy’nin Frans›zlar›n› savafl alan›na vard›rabiliriz, nitekim bunu, üstelik son derece e¤lendirici bir biçimde yapmam›z› sa¤layan savafl oyunlar› vard›r. Ama Hugo’nun bu sayfalar›n›n trajik büyüklü¤ü, olaylar›n (bizim arzular›m›z›n ötesinde) nas›l olmufl iseler, öyle olduklar› gerçe¤inde yatar. Savafl ve Bar›fl ’›n güzelli¤i, ne kadar hoflumuza gitmese de, Prens Andrey’in can çekiflmesinin ölümle sonuçlanmas›d›r. Büyük tragedya yazarlar›n› her okuyuflumuzun bize hissettirdi¤i yürek burkucu ola¤anüstülük, ac›mas›z bir yazg›dan kaçabilecek olan kahramanlar›n›n, zaaflar› ya da körlükleri yüzünden neyle karfl› karfl›ya olduklar›n› anlamamalar› ve kendi elleriyle kazd›klar› uçuruma düflmeleridir. Kald› ki, Hugo, Napoléon’un Waterloo’da baflka hangi f›rsatlar› yakalayabilece¤ini gösterdikten sonra, bunu söyler bize: “Napoléon’un bu 31 çarp›flmay› kazanmas› mümkün müydü? Yan›t›m›z, hay›r olacakt›r. Niçin? Wellington yüzünden mi? Blücher yüzünden mi? Hay›r. Tanr› yüzünden.” Bütün büyük öyküler, ola ki Tanr›’n›n yerine yazg›y› ya da yaflam›n karfl› durulamaz yasalar›n› geçirerek, bize bunu söylerler. “De¤ifltirilmesi olanaks›z” öykülerin ifllevi tam da budur: Yazg›y› de¤ifltirmeye yönelik her arzumuza karfl›, onu de¤ifltirmenin olanaks›zl›¤›n› somut olarak duymam›z› sa¤larlar. Ve bu yolla, hangi olay› anlat›rlarsa anlats›nlar, ayn› zamanda bizim öykümüzü anlat›rlar; bu yüzden, onlar› okur, onlar› severiz. Onlar›n ödün vermez “bask›c›” dersine gereksinmemiz vard›r. Hipermetin anlat›s›, özgürlü¤ü ve yarat›c›l›¤› ö¤retebilir bize. Güzel, ama hepsi bu de¤ildir. “Önceden çat›lm›fl” öyküler, bize ölmeyi de ö¤retirler. Kan›mca, bu yazg› ve ölüm dersi, edebiyat›n bafll›ca ifllevlerinden biridir. Baflka ifllevleri de olsa gerek, ama flu an akl›ma gelmiyor. 32 POST-MODERN‹ZM DED‹KLER‹ Tahsin Yücel Nedir bu “post-modernizm” dedikleri ak›m? Türkçeye “ça¤c›ll›ksonras›c›l›k” diye çevirirsek, ça¤c›ll›¤›n, yenili¤in, ilerlemenin sonunu getirmeyi ya da bu sonu yaln›zca betimlemeyi amaçlayan bir ak›m oldu¤unu söyleyebilir miyiz? Bilemiyorum do¤rusu. Bunca y›ld›r arada bir sözü edilir ülkemizde. Fazla ilgilenmemekle birlikte, ben de az çok bilgi edindim bu konuda, bir fleyler söyleyebilirim. Ancak, ne olur, ne olmaz, böyle yandançarkl› bir konuda yanl›fl bir fley yaz›p da ele güne rezil olmaktansa, önce güvenilir bir sözlü¤e bakay›m dedim. Frans›zlar›n ünlü Le Petit Robert ’ini açt›m: “Plastik sanatlar alan›nda ça¤c›ll›¤› yads›yan ve seçmecilik, be¤enisizlik ya da teknik at›l›mla nitelenen ak›m”, diyor. Baflka sözlüklere de bakt›m, onlar da üç afla¤›, befl yukar› ayn› tan›m› veriyorlar, biri de ak›m›n etkinlik alanlar›na Amerika Birleflik Devletleri’nde gelifltirilmifl bir dans yaklafl›m›n› ekliyor. Biz Le Petit Robert ’in tan›m›yla yetinelim dersek, kimi yazarlar›m›z›n yere gö¤e s›¤d›ramad›¤› bu ak›m›n yirminci yüzy›l› yirminci yüzy›l yapan ça¤c›l yaklafl›mlara karfl› ç›karken, s›rt›n› üç temel yönelime: a) seçmecili¤e (éclectisme), yani özgün bir dizge, özgün bir yap›t oluflturmak yerine, daha önce baflkalar›nca oluflturulmufl dizgelerin, yöntemlerin kullan›lmas›na, b) be¤enisizli¤e (kitsch), yani be¤enisizli¤in, baya¤›l›¤›n ye¤lenmesine; c) içeri¤i, derinli¤i bir yana b›rak›p tekni¤in, biçimselli¤in öne ç›kar›lmas›na dayad›¤›n› söyleyebiliriz. Sanat› önemseyen, düflünsel ve duygusal çevrenimizi geniflletip yaflam›m›z› zenginlefltiren bir etkinlik oldu¤una inanan bir kifliyseniz, bu k›sa aç›klama karfl›s›nda “Eksik olsun böyle sanat ak›m›!” diye söylenmenizden daha do¤al bir fley olamaz. Ama öncelikle bir yaz›n tutkunuysan›z, rahat bir soluk alman›z da olanakl›: “Bereket, yaz›na bulaflmam›fl bu adamlar!” diyebilirsiniz. Öyle ya, benim gözden geçirdi¤im “post-modernizm” tan›mlar›n›n hiç birinde “yaz›n” sözcü¤ü geçmiyor. Biliyorum, bu saptama bizim ço¤u okurlar›m›z› flafl›rtabilir. Çünkü Türkiye’de “post-modernizm” öncelikle ve özellikle bir yaz›nsal ak›m olarak tan›t›lm›flt›r. Daha da güzeli, kimi cin yazarlar›m›z, kimi ünlü Bat›l› yazarlar›, kendilerine sorma gere¤ini bile duymadan, getirip ak›m›n bafl›na ya da kayna¤›na oturtmufllard›r. Örne¤in Roland Barthes gibi, Michel Butor gibi daha geçen yüzy›l›n ortalar›nda ünlenmifl Frans›z yazarlar›, belki de “post-modernizm” sözcü¤ünü hiç kullanmam›fl olmama33 lar›na karfl›n, “post-modern” ya da “post-modernist” olarak nitelemekte en ufak bir sak›nca görmemifllerdir. Bu onurland›r›c› san› yaban›n Frans›zlar›ndan bile esirgemeyen elefltirmen ve yaz›n tarihçilerimiz bizim yazarlar›m›zdan hiç esirgememifl, tam tersine, cömertçe da¤›tm›flt›r. Hoflgörüsüyle, inceli¤iyle çevresinde herkesin sayg›s›n› kazanm›fl olan de¤erli hocam›z Berna Moran da, nas›l bir nedenle, bilinmez, yaflam›n›n son y›llar›nda bu ak›m›n kuramc›s› olmufl, “post-modernist” san› da¤›tmakta da hiç cimri davranmam›flt›r. Bir yaz›s›nda bu büyük sanla onurland›rd›¤› bir bayan romanc›m›z› an›ms›yorum, “post-modern” nedir, ne de¤ildir, pek bildi¤i yoktu, san›r›m; ama küçük da¤lar› kendisi yaratm›fl gibi havalara giriyor, “Ben de post-modernmiflim! Ben de post-modernmiflim!” diye yineleyip duruyor, birtak›m genç romanc›lara dudak bükerek “Günümüzde romanc› olmak kolay m› öyle? Önce klasik olacaks›n, sonra modern, sonra da post-modern!” diyor, “post-modernizm”i yaz›n sanat›nda yükselmenin son basama¤›, yaz›n maratonunda ipin gö¤üslendi¤i nokta olarak görüyordu. Peki, Berna Moran’a göre ana çizgileri neydi bu ak›m›n? Y›llar önce, “ABC’nin elefltirisi” bafll›kl› bir yaz›mda dolayl› olarak belirlemeye çal›flm›flt›m bunu.1 Baflkas›n›n yap›t›n› “miri mal›” diye kullanmay› yasallaflt›ran, yarat›c›l›¤› ve özgünlü¤ü yads›yan, biçimi içeri¤in önüne ç›karan bir tuhaf anlay›flt› bu. “Yap›salc›l›k sonras›nda,2 yap›tlar›n, daha önce yaz›lm›fl yap›tlardan ba¤›ms›z, tek ve özgün olamayaca¤›, her metnin kendilerinden önce gelen metinlerle iliflkili oldu¤u (intertextuality) ortaya konuldu” gibi benimsenmesi olanaks›z bir sav ortaya at›yor, ancak kimi kifliler için seçim konusu olabilecek bir tutumun herkesi kapsayan ve ba¤layan bir zorunluluk oldu¤unu kesinliyordu. Metinler aras› iliflki “post-modernizm”den çok önce saptanm›fl bir olguydu, Bat› yaz›n›nda da, bizim eski ve yeni yaz›n›m›zda da gözlemlenebilirdi. Ama hiçbir zaman bir zorunluluk olmad›¤› gibi özgünlü¤ü önleyen bir etken de de¤ildi. Berna Moran bununla da yetinmiyor, “Ça¤›m›z›n postmodernist yazarlar› ise, gerçekçilerin tersine, bu olguyu a盤a vurmaya, görünür hale getirmeye çal›fl›yor ve romanc›lar›n kullanagelmekte olduklar› taktikleri, kurgu mekanizmalar›n›, konvansiyonlar› kendi romanlar›n›n konusu yap›yorlar. Romana, d›fl gerçekçili¤i yans›tan, sosyoloji, ahlak ya da felsefe alanlar›nda do¤rular› dile getiren bir metin de¤il, kurmacan›n kendi dünyas›nda oynanan bir oyun olarak bak›yorlar”, diyerek roman›n art›k bir oyun oldu¤unu kesinliyor, “post-modernizm”in öncülerinin seçmecili¤ini daha da afla¤›lara çekiyor; bu arada, bu çok yeni, çok görkemli ak›mdan önce yaln›zca gerçekçi roman varm›fl, bu gerçekçi roman›n içeri¤ini de toplumbilim, aktöre ve felsefe sorunlar› olufltururmufl gibi bir izlenim uyand›r›yordu. Böylece, “ça¤›m›z›n postmodernist yazarlar›”n›n 34 bir tekinin bile ad›n› anmazken, Proust’lar›, Joyce’lar›, Kafka’lar›, Faulkner’lar› gerçekçi romanc›lar ulam›na yerlefltiriyormufl ya da romanc›dan saym›yormufl gibi bir izlenim uyand›r›yordu. Berna Moran bu tutars›z ve temelsiz görüfllerini Orhan Pamuk’un Kara Kitap ’›n› savunmak için yazd›¤› “Üstkurmaca olarak Kara Kitap” adl› yaz›s›nda ileri sürmekteydi.3 Genellefltirilmemek, dolay›s›yla ça¤›m›z›n birincil türü roman› bu ifle kar›flt›rmamak kofluluyla, bu savlar genel çizgileriyle Kara Kitap’a hiç de ters düflmezdi kuflkusuz: “teknik at›l›m” büyük romanc›m›z için biraz abartmal› olsa bile, ünlü yap›t seçmecilik tan›m›na da, kitsch tan›m›na da uymaktayd›. Ama bu saptamadan yola ç›karak “post-modernizm”in ad›na yarafl›r bir yaz›n ak›m› oldu¤unu kesinlemeye gelince, akl› bafl›nda hiç kimse yanaflmazd› buna. (1) Bkz. T. Yücel, Tart›flmalar, YKY, 1993. (2) Yap›salc›l›¤›n bir yaz›n ak›m› olmad›¤›n› belirtelim. T.Y. (3) Gösteri, may›s 1991. 35 POSTMODERN ZAMANLAR ‹Ç‹NDEN MODERN‹ZM‹N YEN‹DEN DO⁄UfiU Semih Gümüfl Postmodernizm: Fareli köyün kavalc›s› Hayat› bir dura¤anl›k olarak yaflamak isteyen postmodernizm, tek tek üst üste koydu¤u tafllarla ördü¤ü baraj› modernizmin derinli¤i karfl›s›na ç›kar›r ve üstüne gelen birikimi toplay›p k›p›rt›s›z bir güce dönüfltürmeye çal›fl›r. Gerçe¤i ak›lla de¤ifltirme düflüncesine, tarihselcili¤e, bireysel ve toplumsal özgürlü¤e, köktencili¤e, özgünlü¤e, s›n›rs›z yarat›c›l›¤a, bireylik kavram›n›n tafl›yabilece¤i güce ve bin fikrin çarp›flmas›na karfl› ç›karak kendi varl›¤›n› koruma kararl›l›¤›n› her fleyin önüne ç›karan postmodernizm, bugünün yaratt›¤› bir olgu. Amerika’dan bafllayarak Bat›’da kurdu¤u barajlar›n ard›nda biriktirdi¤i gücü kendine yararl› bir ak›ma dönüfltürdü¤ü ve 1980’lerde örtük biçimlerde bafllatt›¤› kontrollü hareketi 1990’larda sivillefltirip y›¤›nsallaflt›rd›¤› için hayat›m›za egemen oldu. Gene de tu kaka edilmesi gereken bir olgu de¤il postmodernizm; onun sonunda hayat›m›z› kufla çevirmesi bazen öfkelendiriyor, ama bir durum o ve bizim zorumuzla girmedi hayat›m›za. Onu toplumsal hayat› belirleyecek kertede güçlü görmek isteyenler, toplumsal kurumlar›n giderek güçlenmesi ve etki alanlar›n› geniflletmesiyle birlikte, bireylerin ba¤›ms›z kalma olanaklar›n›n büyük ölçüde ortadan kalkmas›n› umursam›yor. Postmodernizmin Yan›lsamalar› ’nda, “De¤er biçme toplumsal kimli¤in bir parças›d›r ve de¤er biçme olmad›¤› takdirde toplumsal hayat da durur,” diyor Terry Eagleton; “... de¤er biçmenin ‘seçkinci’ oldu¤unu düflünen baz› postmodern öznelerin yaln›zca k⤛t üstünde var olabilmelerinin nedeni de budur belki.” Postmodernistlerin bafll›ca y›k›c› silahlar› aras›ndaki “seçkincilik” suçlamas› ile de¤erleri toplumsallaflt›rma (eritme) savlar›n› modernizme do¤rultmalar›n›n ard›nda, kendi ortalama de¤eri de¤ilse, daha da kötüdür ki, çat›flma kültürünün benimsenmesi yat›yor. Fareli köyün kavalc›s›, ard›na takt›¤› birörnek düflünme tutkunlar›na, edebiyat›m›z›n as›l de¤erlerini okumak yerine bir çok-satan kitaptan öbürüne geçmeyi öneriyor. Bu seçkincilik karfl›tlar›, farkl›l›klar›, özgünlü¤ü, yeni olanlar›, sivrilenleri, kendili¤inden ya da istençle oluflmufl kültür hiyerarflisini yads›d›36 ¤›n› ilan eder, böylece ümitsiz bir s›¤l›k, ayn›l›k yaratmaya çal›fl›r. Bu yüzden hep rasyonel akl› tek geçerli ak›l ve düflünme biçimi olarak öne ç›kar›rken, modernizmin irrasyonel do¤as›n› küçümser. Oysa rasyonalizmin otoriter do¤as› karfl›s›nda, irrasyonalizmin ço¤ulcu, demokratik do¤as›d›r insan› gelifltiren. Modernli¤in uzun ömrünün son dönemlerinde sanat ve edebiyat›n ve onlar› yaratan bireylerin yüceltilmesi önemliydi. Ne ki, yüzy›llar boyunca hep bu tutumunu örnekleme ve kararl›l›kla sürdürme savafl›m›, önüne ç›kan her yeni yolu denemesine neden oldu. Modernizm genel bir toplum ve kültür projesi olman›n ötesine geçip parçalanmay› göze ald›, kendi içindeki her adada ayr› bir ürünün ekimine önem verdi¤i yeni bir aflamaya geçti. Orada gerçekçilikten uzaklaflma; dolay›s›yla yaz›n›n ve yaratma eyleminin kendi içine kapanmas›; soyutlaman›n, bütüncül gerçekli¤in yerini almas› gibi yeni yönelifller içine girdi ve bunlar, edebiyat›n iç de¤erlerinin salt›k de¤erler olarak benimsenmesine yol açt›. Sözgelimi geleneksel birikimi büyük ölçüde yads›yarak kendilerini var eden Proust ve D. H. Lawrence, içinde bulunduklar› dönemin son büyük yarat›c›lar› gibiyken, yeni dönemin büyük ustalar› Joyce, Faulkner ve Virginia Woolf oldu. Yazd›klar› çetin metinlerle modernizmi modernlik kavray›fl›n›n ötesine geçiren bu üç yazar, neden sonra postmodern yarat›m biçimlerinin kaynaklar›n› bulabilece¤i yazarlar olarak da benimsendi. Edebiyattaki bu geçifllili¤e bakarak postmodernizmi modernizmin bir biçimi ve süre¤i olarak benimseyen düflünceler geçersiz olmakla birlikte, bu iki kültür aras›ndaki iliflkinin büsbütün görmezden gelinmesi de do¤ru olmaz. J-F. Lyotard, postmodernizm “flüphesiz, modernin bir parças›d›r,” diyor, oluflumunda modernizmin varl›¤›n› pekifltiren sözlerle, “postmodernlik nihayetine varm›fl modernizm de¤il, do¤um halindeki modernizmdir ve bu hal süreklilik arz eder,” diye kararl›l›kla vurguluyor, ama bu önermeler de onun postmodernizme anlaml› bir temel kazand›rma çabas›n›n yaln›zca bafllang›ç noktas›n› oluflturuyor. Yoksa biri öbüründen ç›km›fl görünen bu iki düzey aras›nda dolayl› iliflkiler kurmak bile güçtür. Aralar›ndaki hesaplaflma ve tart›flma bugün de sürüyor, ama postmodernizmin modernizmi yok sayma – ve yok etme – üstüne kurulan temellendirme çabas› bu iliflkiyi yads›d›¤› gibi, sanat ve edebiyatta ikisinin bireflimini yapmaya kalk›flanlar da kalmad›. ünce Postmodernizm yorgun düflflü Bizim hayat›m›za da edebiyat, kültür ve hayat›n öteki kurucular›n› kuflatarak giren postmodernizm içinde seçeneksiz kald›¤›m›z› savunan37 lar postmodern kültür kuramlar›na katk›lar yap›yor, ama sunulan kreman›n tad› plastik. Modernizmini tamamlamadan postmodernitesini de yaflamaya çal›flan ça¤dafl Türk edebiyat›, 1990’lardan bugüne gitgide daha derinleflerek aç›lan yaras›na yap›lan pansumanla hiçbir fley yokmufl gibi davran›yor, ama bu merhemin çare olmad›¤›n› da görüyor. Amerika ya da Bat› Avrupa’da bilimsel bir bulufl gibi görünen ilaç, bizim kültürümüze kocakar› ilac› gibi etki ediyor. Yaflanan kültür kopuflu ve üretim biçimindeki köktenci de¤iflim sonunda sermayenin yeniden paylafl›m› nas›l toplumsal iliflkileri yeniden yap›land›rm›fl ve bu da postmodernizmi haz›rlam›flsa, ayn› nedenlerin bizim hayat›m›zda çok h›zl› yaflan›p k›sa sürede tükenmeye yüz tutmas› da postmodernizmi eskitmeye bafll›yor. Perry Anderson parlak bir çözümlemeyle, “Modernizme amac›n› ve itici gücünü veren fley, hâlâ modernleflmemifl olan›n, sanayi öncesi dönemin b›rakt›¤› miras›n varl›¤›n› sürdürmesiyken,” diyor, “postmodernizm o mesafenin kapand›¤›n›n, dünyada sermayenin doldurmad›¤› tek boflluk kalmad›¤›n›n göstergesidir.” ‹çinde bulunduklar› toplumun b›rakt›¤› boflluklar› doldurmak, insanlar›n bireylik kazanmalar›n›n hem nedeni hem de amac› olarak yaflan›r, ama bütün boflluklar›n dolduruldu¤u bir dünyada bireylerin tekil varl›klar›na yer kalmaz. Boflluklara kendi kimli¤ini verme çabas› içinde, gerçek bireyler de ço¤al›r. Bunu, modernizmin yaratt›¤› bir sonuç oldu¤u kadar, modernizmi tamamlayan etkenlerden biri olarak anlamak gerekir. Postmodernizmin bütün alanlar› kuflatma çabas›n›n efltürden bir hayat biçimi oluflturmay› amaçlad›¤› da elbette söylenebilir, ama bunun Bat›’daki baflar›s›n›n Do¤u’da ve bizim co¤rafyam›zda ayn›yla sa¤lanmas› hayal gibi. Kurdu¤u hegemonyadan bile tedirgin olan bir kültürün sahibi olarak, postmodernizmin bütünüyle egemen olamayaca¤›, modernizmin oradan buradan filiz sürece¤i bir topra¤a sahip oldu¤umuz belli. Bir ayd›nlanma dalgas› olarak on yedinci yüzy›ldan bafllay›p sonraki iki yüzy›l boyunca bütün hayat› anlatan bir kültüre dönüflen modernite, on dokuzuncu yüzy›l›n sonuyla yirminci yüzy›l›n bafl›nda edebiyatta en parlak örnekleriyle taçlanm›fl, bizde de Cumhuriyet dönemiyle bafllay›p 1950’lerde kimli¤ini bulmufltur. Bu sürecin sonunda bugün kendi modernitesini tamamlayamam›fl kültür ve edebiyat hayat›m›z› Bat›’dan gelen güçlü bir dalgan›n tamam›yla sular alt›nda b›rakaca¤› düflünülemez. Pek çok ada hâlâ kendi modernizmini yaflama ya da bireysel kimli¤ini özenle koruma kavgas› verirken, postmodernizmin bütün hücrelere ifllemesi kolay de¤ildir. fiu var ki, modern edebiyat› ve yenilikçi biçimleri k›skançl›kla koruyan okur ve yazarlar›n varl›¤›na dayanamayanlar›n edebiyat› gözden dü38 flüren çabalar› sonuçlar›n› veriyor. Üstelik flimdiki siyasal ve ekonomik yap›n›n yönetme biçimlerini giderek daraltan niteli¤i yukardan gelen kültür fliddetinin etkisini art›r›yor. Nas›l yaflan›p düflünülece¤ini bütün topluma fl›r›nga etmeye çal›flanlar›n bafl›nda piyasa var. Bir zamanlar edebiyat›n ruhunun bile tan›mad›¤› piyasa flimdi yay›nc›l›¤›n çehresini de¤ifltirirken yazarlar› da içine çekiyor. Bir tür hortumlama, uzun y›llardan beri içselleflmifl edebiyat de¤erlerinin içini boflaltma zoru. Medyan›n da piyasayla birlikte edebiyat› hizaya getirme çabas› var ki, onun katk›s›yla s›n›rl› baflar›lar yüksek sesle anlat›l›nca oldu¤undan baflka görünüyor. Burada tipik bir postmodern tutum istenirse, son zamanlar›n kefliflerinden “ucuz kitap” yay›nc›l›¤› gösterilebilir. Yaln›zca “1 lira” fiyatla kitab› daha genifl y›¤›nlarca okunan bir nesneye dönüfltürmekle övünen bu yabanc› anlay›fl, farkl› ve özgün olan› ortadan kald›rmay› günün koflullar›na uygun bir postmodern tav›r olarak örnekler ki, kitap sat›fllar›na yapt›¤› büyük olumsuz etkisiyle kendini gösteriyor. Ucuz kitap yay›nc›l›¤›, kitab› yarat›c› emek ürünü olmaktan ç›kar›p bir mal’a dönüfltürmekte, piyasan›n iflleyifli içinde bütün kitap yay›nc›l›¤›n› kendi hizas›na gelmeye zorlamakta, kazd›¤› kuyuya düflmemekte inat eden yay›nc›lar› da toplumun ortalama de¤erlerine flikâyet etmektedir. Edebiyat›m›zda postmodernizmin etkisi öncelikle flu sacayaklar›na dayan›yor: Piyasan›n edebiyat dünyas›n› da kuflatan a¤›rl›¤› – yay›nc›l›¤›n bir sektör olarak gitgide büyüyen bir pazar yaratmas› (yay›mlanan kitap çeflidi bir y›lda 6-7 binden 25 bine ç›kt›) – medyan›n edebiyat dünyas› üstündeki zoru – yaz› ve yazarl›k ahlak›ndaki de¤er yitimi – edebiyat›n da popüler kültür nesneleri aras›na girmesi. Bu etkilerin tümü birden 1990’lardan sonra güçlendi. Ondan da önce, 1980’lerde yaflanan büyük altüst oluflun yeni bir kültüre yol açaca¤› ve bu kültür içinde daha önceden bilinen iliflki biçimlerinin yerlerini yenilerine b›rakaca¤› görülüyordu. Denebilir ki bir haz›rl›k dönemi, 1990’lardan sonra donan›ml› bir kültür olarak postmodernizmi edebiyat dünyam›za sokmufltur. Bafllang›çta bir kavram olarak yaln›zca Bat›’ya öykünmecilik biçiminde görülen postmodernizm, asl›nda bundan öteye geçen yeni bir hayat tasar›m› olarak gerçekli¤ini, 1990’lardan 2000’lere do¤ru bütüncül bir egemenlik düflüncesi olarak dayatmaya bafllad›. Onun d›fl›nda duranlar birer modernite kal›nt›s› olarak görülüp gösterilince, edebiyat›n halka inen basamaklar oldu¤u, ötekilerinse yukar› ç›karak seçkinci kald›klar›, böylece okunmad›klar› düflüncesi geçerli say›lmaya bafllad›. Popüler kültür edebiyat›n velinimeti say›ld›. Postmodernizmin aya¤a düfleni kald›r›p sanata dönüfltürme, ucuz olan› de¤erli olanla ayn› rafa yerlefltirme çabas›n›n yol açaca¤› ayn›laflma, sürgit korunabilecek bir edebiyat anlay›fl› olamayaca¤› gibi, yarat›c›s›n› 39 oldu¤u kadar, okurunu da b›kt›racakt›r. Bazen, Niçin bu kadar çok say›da roman ve romanc› var ve tümü birden bir incir çekirde¤ini doldurmuyor, diye soruluyor. Bu sorunun otoriter ve haks›z sesi yan›nda, postmodern ortalamac›l›¤› üstünde de durulmal›. Oysa, ne yaz›k ki hep yeniden belirtmek gerekiyor: edebiyat›n sürgünlerine kendi renklerini kazanma hakk› tan›mamaya, diledikleri gibi boy atmalar›n› önleyip onlar› ayn› hizada budamaya kalk›flt›¤›n›zda, özgünlü¤ü yok edersiniz. Postmodernizmin ç›kmazlar›ndan biri, bafllang›çta demokratik görünen bu ayn›laflt›rma çabas›n›n asl›nda otoriter ve yoksullaflt›r›c› niteli¤idir. Edebiyat› böylece kamusal, dolay›s›yla kaç›n›lmaz biçimde ifllevsel bir ayg›ta dönüfltürürken, yeniden üretilen de¤il, izlenen, edilgin bir piyasa mal› yaratm›fl olursunuz. Terry Eagleton, “De¤er biçme toplumsal kimli¤in bir parças›d›r ve de¤er biçme olmad›¤› takdirde toplumsal hayat da durur,” diyor. “Gerçekten ayr›m gözetmeyen bir özne hiç de bir insan özne olmazd›; de¤er biçmenin ‘seçkinci’ oldu¤unu düflünen baz› postmodern öznelerin yaln›zca k⤛t üstünde var olabilmelerinin nedeni de budur belki.” Bofllu¤a do¤ru süzülen akl› yakalayarak hayat›n içine girmeye bafllayan insan, aya¤› ilk tökezledi¤inde tepkisini gösterir ki, do¤as›ndan gelir. Modernist dünya görüflü hayat›n bu çetin, tarazl› yollar›nda kazan›l›r. O yollardan yürüdükçe radikalleflir insan ve postmodernizm hayat›n yol açt›¤› bu radikalizmi de yumuflatma ideolojisidir. Bütüncül bir ideoloji oldu¤unu öne sürmek olanaks›z, ama çekilmifl k›l›ç gibi, ne yana istenirse o yana sallan›r ve bir dünya görüflüne karfl› baflka bir dünya görüflü koymaya soyununca, ideoloji olarak ortada kal›r. Postmodernizmin ömrünü tamamlay›p geride anlaml› pek az fley b›rakt›ktan sonra sahneden çekilece¤i öngörüsü, onun bir ideoloji olarak kendini var etmek zorunda kal›fl›na dayan›r. Katmanlardan hofllanmaz (modernist roman›n çokkatmanl› oluflu da tedirgin etmifltir onu); hayat›n bilinçli ya da do¤al olarak yaratt›¤› hiyerarfliyi yads›r; irrasyonel olmaya dayanamaz – ama bu endifleler de onun için ömür törpüsüdür. Hayallere, düfllere, ütopyalara kapal› oluflu da bu ideoloji çukuruna m› tak›l›r? San›r›m öyle. Yaz›nsal yaz›n›n düfller içinde kurdu¤u hayatlar› küçümseyip edebiyat› gerçe¤in, yaln›zca gerçe¤in içine çekme savlar›, kuru gürültü de¤ilse, internet ve küreselleflme ça¤›n›n dört köfleyi bir araya getiren yamal› bohças›n› naftalinler. ‹nsan›n hayalleri ve düflleri nerede ayaklan›rsa, postmodernizmin boynu bükülmeye bafllar. Üstelik orada küreselleflmenin olumlu yanlar› tükenmifl, olumsuz yanlar› insanlar› yenik düflürürken, özgünlük öne ç›kmaya bafllam›flt›r. Terry Eagleton, postmodernizmi yaratan sistemin kendisine inananlar olup olmad›¤›na ald›rmad›¤›n›, dolay›s›yla bizim onunla suç ortakl›¤› etmemize gerek olmad›¤› gibi, onun da bizim bilincimize ifllemek zorun40 da kalmad›¤›n› belirtir: “Sistem kendisini yeniden üretmek için bundan böyle insan bilincinden geçme zorunda de¤ildir, yaln›zca bu bilinci çarp›k tutmas› ve yeniden üretim için kendisinin otomati¤e ba¤lanm›fl düzeneklerine güvenmesi yeterlidir.” Gelgelelim, bu da sistemle insanlar aras›nda aç›kl›¤› ad›m ad›m büyütüp sonunda aradaki ba¤lar›n kopmas›na, sistem karfl›t› hareketlerin oluflmas›na neden olacakt›r. Dolay›s›yla kendini bir gereksinim olarak yaratan nesnel koflullar ortadan kalkmaya bafllay›p toplumsal, kültürel ve ekonomik bak›mdan yeni bir aflamaya geçildikçe, postmodernizm de silinmeye yüz tutar. Postmodernizmin yorum alanlar›, öfkeli y›¤›nlar›n topyekûn hareketleri s›ras›nda düflünsel farklara göre bölünmüfl topluluklar›n kendilerine özgü düflünme ve savafl›m biçimleriyle s›n›rlanmaya bafllad›¤›nda, eflitleyici edebiyat iktidarlar›n›n etkinli¤i de azalmaya bafllar. Hayat tarz› de¤iflirken nitelikli okurlar›n ve yarat›c› yazarlar›n edebiyattan bekledikleri de¤iflir. Bütün bunlar›n d›fl›nda, düflünürlerinin belirttikleri gibi, üretim biçiminin son aflamas›n›n kültürel sonucuysa postmodernizm, bu aflaman›n de¤iflmesiyle birlikte, sonsuza dek uyutuldu¤u düflünülen özne, sonunda uykudan uyan›p ba¤lar›n› kaç›n›lmaz biçimde atacakt›r. fiöyle de denebilir: “dünyada sermayenin doldurmad›¤› tek bir boflluk kalmad›¤›n›n göstergesi” ise postmodernizm, durmadan de¤iflen bu dünyan›n b›rakaca¤› her boflluk baflka bir kültürle doldurulacakt›r. Bu kültür için “post-postmodernizm” aramak yerine, modernizmin hem modernleflmeden kalm›fl birikimine, hem de postmodernleflememifl olanlar›n kültür kal›t›na dayanan bir geçmodernizmin do¤uflunun olanakl› oldu¤unu öne sürebiliriz. u Modernizmin yeniden do¤uflflu Postmodernizm nas›l modernizmle ortak hesab›n› kapay›p kendine yeni bir sayfa açm›flsa, modernizm de geç döneminde ayn› sofraya oturdu¤u postmodernizmle ortakl›¤› bozmas›na yetecek sözleri söyleyip masadan kalkarken soka¤a bir bafl›na ç›kacak, al›p bafl›n› gidecektir. Bu varsay›m›n kuramsal dayanaklar›ndan biri Jürgen Habermas’›n “Modernizm-Tamamlanmam›fl Proje” bafll›kl› sunuflunda hâlâ duruyor. Bireyli¤in kazand›rd›¤› elefltirel akl›n de¤erini gösteren modernizm, neden sonra yarat›c› akl› keflfetmifl, dolay›s›yla düfl ile gerçek aras›nda saydam bir geçifl yaratm›flt›r. Düflünen ve merak eden ayd›nlar kadar, sözünü söyleyip tav›r alan entelektüeller de postmodernite içinde yok say›lm›fl, böylece bireylik kavram› ve özne olman›n anlam› gözden düflürül41 müfltür; ama özellikle 21. yüzy›l›n tek merkezli dünya kabulü ve o merkezin uluslararas› anlaflmazl›klar› fliddete ve silaha baflvurarak çözme anlay›fl› postmodernizmin bütün kültürel kabullerini yaral›yor. Bir tür harakiri mi bu, postmodernizmin ümitsizli¤ine buldu¤u onurlu ölüm çözümü, yoksa yeni bir y›k›m m› – yeniden kurulufl ça¤›na m› giriliyor? Burada bir anahtar var: modernizm klasik dönemden ç›k›p yenilikçi olanla arada geçen dönemin bilinci (Habermas) olarak ola¤anüstü etkiler yarat›p izler b›rakm›flken, postmodernizm modernizm ile kurucusu oldu¤u yeni zamanlar aras›ndaki dönemin bilinci olmay› ne düflünmüfl, ne de bu nitelik ona verilmifltir. Gene de modernizmin insano¤lunun akl›n› ve ruhunu fetheden etkinli¤ini tarihin dönülmüfl bir evresi olarak görmeyi sürdüren postmodernizmin, kendi olumlu özelliklerini de göremedi¤i için, kendine yetmez duruma düflmesi kaç›n›lmazd›r. Sonunda flu sorular sorulmaya bafllan›r: Bütün toplumu saran düflünce, duygu ve ruh birli¤i içinde kendinden hoflnut duran insanlar, sonunda bu tekdüzelik içinde kendi bireyliklerinin de yok oldu¤unu görüp mutsuzlu¤a düfltü¤ünde, gelece¤i yak›n geçmifllerinde aramaya kalk›fl›rsa ne olur? Feminizm, sosyal demokrasi, popüler kültür alanlar› yerine modern toplumun iktidar olmadan dünyay› de¤ifltirmeye kalk›flan yeni tip toplumsal hareketleri postmodernizmle çat›flmaya girdiklerinde ve düzenden ve otoriteden koptuklar›nda hangi yarat›c› düflünceyi önlerinde bulacaklar? Postmodernizmin en yetkin düflünürü olan Frederic Jameson, Marksizmin, modernizmin kurucular›ndan biri olma f›rsat›n› devlet ve iktidar anlay›fl› ve s›n›f savafl›m› kuram›yla kaç›rd›¤› dönemleri modernizmin inifle geçmesi biçiminde yorumlarken bir totoloji olufluyor elbette, ama bunu da Marksizmin yirminci yüzy›l›n en etkileyici düflüncesi olufluna ba¤layabiliriz. 20. yüzy›l› de¤ifltiren bilimsel-teknik devrim, Marksizm gibi düflünceleri bile yolun d›fl›na sürerken postmodern zamanlar›n kurucusu olarak tarih sahnesine ç›k›yordu. Gelgelelim, modernizmin nesnel temellerini oluflturan kapitalizmin insan› özgürlefltiren ve özgün bireyler olarak yeniden ortaya ç›kmas›na neden olan do¤as›n› çürütmeye merakl› postmodernistler, toplumsal kifliler yerine özneler, birbirine ba¤l› kifliler yerine bir bafllar›na var olan bireyler görmeye dayanamad›klar› için, yaratma eylemini, yarat›c›l›¤›, bireylik savafl›m›n› de¤ersizlefltirip yaln›zca tümel olgulardan söz eder, tikel olanlar› yok sayar, yazar ile okuru ayn› yerde görür, okuru yüceltir, yaz›nsal olan ile popüler ve mekanik biçimde üretileni eflde¤er sayar. Yapayd›r bu dayatmalar. Sonunda do¤ayla da bafl edebilen tek güç olan insan, kendi kiflili¤ini ve özgün kimli¤ini yads›yan toplum kuramlar›n›n sonuncusu olan postmodernizmi de karfl›s›nda görmeye bafllar. Öte yandan, postmodernizmin altyap›s›n› kuran sermayenin dolafl›m dizgesi, 42 edebiyat›n düzeyini daha afla¤›ya çekerek piyasaya eklemlenmifl görmek istiyorsa, art›k edebiyat bu karfl›l›¤› veremedi¤inde ya da kullan›m de¤eri daha yüksek y›¤›n sanat›n›n edebiyat›n do¤as›ndan tam kurtuluflla kazand›¤› yeni biçimler buldukça, edebiyatla postmodernite aras›ndaki iliflki de ister istemez kopmaya bafllar. Onda kendi beklentilerini bulamayan yazarlar da postmodernizmin k›flk›rtt›¤› hayallerin gerçekleflmedi¤ini gördüklerinde kendi bafllar›n›n çaresine bakacakt›r. Buradan edebiyat›n ve yarat›c› yazarlar›n kendine dönüfl sürecine gelinir: Bu süreç modernizmin yeni bir biçimi olarak bu kez tam kendine kapanmay›, tam soyutlu¤u de¤il de, hayata dönük ony›llar içinde kazand›¤› birikimle, gerçeklikle daha yak›n ba¤lar kurdu¤u geçmodernizmi kurmaya bafllayacakt›r. Sürecin bu sonu kaç›n›lmaz görünüyor; çünkü edebiyat ile postmodernizm aras›ndaki zay›f ba¤lar, sistemin kendine bütünüyle ait görmedi¤i edebiyatla iliflkisini bir ç›rp›da koparmas›na neden olacak, yeni aray›fllara yönelecektir. Modernizmin önündeki engelleri yaln›zca kendi istenciyle ortadan kald›ran yaz›nsal anlay›fl›n›n tersine, postmodern roman kendini üreten koflullar› yans›tmak ve anlatmakla yetinir. Dili soka¤a indirir; düzayak metinler içinde öteki metinlerden ald›klar›yla, pastiflle, metinleraras› aktarmalarla yarat›c›l›k düzeyini tamamlar; düfllerin yerine yaflanan anlar›, imgeler yerine benzetmeleri koyar. Modernizmin hüzün ve aflk ile insan ac›lar›ndan ç›kan çok katmanl› yap›s›ndaki zenginli¤inin ›fl›lt›s› da sönmüfltür belki, ama orada yaz›nsal yaz›n›n yarat›c›l›k düzeyi bir gökkufla¤› çizerken, postmodern metinler çok as›k suratl› durur. Art›k elefltiri de yok, savunma vard›r. Savunman›n oldu¤u yerde yarat›c›l›k edilginleflince, yarat›c› olanlara öykünmeyle kurulur metinler. Modernlik nas›l orta dönemlerinde yenilikçi, avangard oluflum ve ç›k›fllar›n yurdu olduysa, bunlara gereksinim duymayan postmodernizmin nitelikli beklentilere karfl›l›k veremedi¤i günler geldi¤inde, bu kez yeni tür yenilikçi hareketler filizlerini bir geçmodernizm ça¤›nda verecektir. Toplumlar›n hayat›nda her fleyin keflfedilmeyip bilinmeyen daha pek çok fley oldu¤u fark edildi¤i anda, postmodernizmin alan› daral›p geçmodernizmin alan› genifllemeye bafllayacakt›r. Yoksa bütün hayat›n bilindi¤i, bilinecek hiçbir fley kalmad›¤› öne sürülmüfl olur ki, bu bilgi hiç kimsenin ifline yaramaz. “Postmodernitenin anlam›, modernleflmenin büyük kuramc›lar›n›n olas›l›kd›fl› gördü¤ü fleyin ta kendisiydi: Kültürel alanlar aras›ndaki farkl›laflman›n ortadan kalkmas›.” (Terry Eagleton) Postmodernizmin kendini için için kemirdi¤i yer buras›. Farkl›laflman›n ortadan kalkmamas› öylesine sert bir gerçeklik ortaya koymaya bafllar ki, bu bask› karfl›s›nda için için kaynayan kültür farkl›l›¤› kapa¤›n› f›rlat›p atar. 43 KURUNTUSUZ VE BEKLENT‹S‹Z Cemil Kavukçu Sabah ezan›, de¤iflik camilerden dalgalanarak yay›l›rken uyand›m. Bir sandalda sand›m kendimi. Karanl›k sularda, korkunç bir deniz kazas›ndan kurtulmufl bahts›z bir yolcuydum. Tek ben canl› kalabilmifltim, ölümüm açl›ktan ya da susuzluktan de¤il, yaln›zl›ktan olacakt›. Yatak odas›n›n balkona aç›lan penceresinin lofl ›fl›¤›n› fark edince nerede oldu¤umu anlad›m. Ve birden bir fliir dizesi geldi akl›ma: “ihanete gece müthifl bir gerekçedir.” Kocaman bir yatakta küçücü¤üm. Kar›m s›rt›n› dönmüfl, bana ac›yarak uyuyor. Usulca ç›kt›m yataktan. Onu ve o¤lumu uyand›rmaktan çekinerek, sessizce, parmak uçlar›mda mutfa¤a do¤ru yürüdüm. ‹çimi ezen bir sessizlik hakim eve. Bütün nesnelere hüzün çökmüfl. ‹hanete gece müthifl bir gerekçedir. Musluktan akan tazyikli su bir anda doldurup tafl›rd› barda¤›. ‹çimi ürperten suyu içerken gözlerimi kapad›m. Rüyamda, azg›n dalgalarla bo¤uflan bir gemide miydim? Orada ne iflim vard›? Gemi neden batm›flt›? Kaç insan bo¤ulmufltu, onlar› tan›yor muydum? Mutfa¤›n penceresinden karanl›k sabaha bakt›m. Sokak lambas›n›n ›fl›¤›na gri bir kar ya¤›yordu. Beyaz örtü bütün ayak izlerini silmiflti. Ne kedi vard› çöp bidonunun çevresinde ne de köpek. Beni hiç ilgilendirmeyen bu pazartesi sabah›n›n erken saatinde tuvaletten ç›karken aynada gördü¤üm ›fl›ks›z gözlerim ve suskunlu¤umdu. Ya, al›nm›fl birtak›m kesin kararlar›n sonras›nda ya da yeni bir y›k›mdan ç›km›fl, her fleye yeniden bafllamaya karar verme aflamas›ndaki adam›n durufluydu bu. Aynalar› bile kand›rabiliyorum, çünkü ikisi de de¤il. Bütün zaman› dolduran ve uzayda yer kaplayan davran›fllar›n, gidifllerin, gelifllerin, konuflufllar›n, yat›fllar›n, kalk›fllar›n, oturufllar›n, içifllerin, yiyifllerin, duyufllar›n, okuyufllar›n, dinleyifllerin, bak›fllar›n, düflünüfllerin ve yaz›fllar›n, yalanlar›n ve coflufllar›n, heyecanlar›n ve küsüfllerin, yaflamda durufllar›n, k›sacas› hepsi, her fley arka planda. Sen “etilik ac›lar ” çekiyorsun. Kabul et bunu. Etilik! Hangi sen? Aynada gördü¤ünün d›fl›nda biri daha m› var? Sahne arkas›nda duran da sen misin? Kim olacak ki, baflkas› m› var? Cevap veriyorum: Yok tabii. Salondaki kanepede uyand›¤›mda duvar saati on buçu¤u gösteriyordu. Ev çok sessizdi. O¤lum okula, kar›m ifle gitmifl. Sabah salona girildi45 ¤inde savunmas›z bir biçimde uyuyan bu sefil adama ac›yarak bak›lm›fl, “aman uyanmas›n” endiflesi bile duyulmadan, hatta tam tersi, “uyan›rsa uyans›n” denerek her türlü gürültü ç›kar›lm›fl, televizyon aç›l›p hava durumu al›nm›fl, yine de bu sefil adam›n uykusuna zarar verilememiflti. Kendime gelmek için do¤rulup bir süre kanepede oturdum. Ne güzel, hiçbir yerim a¤r›m›yor. Bofl, telafls›z ve ruhsuz bir gün beni bekliyor. Kar hâlâ ya¤›yor. Sokaklar, otomobillerin tekerlek izleri ve birbirine kar›flan ayak izleriyle gecenin bir vaktinde oldu¤u gibi bakir de¤il art›k. Ne yapaca¤›m? Yatak odas› toplanm›fl, geceden bir iz yok. Y›llard›r üzerinde kimse seviflmemifl, kimse uyumam›fl gibi sakin görünüyor yatak. Mutfakta sabah kahvalt› edildi¤ine dair de bir iz yok. O adam›n nas›l olsa bir fley yemeyece¤i bilindi¤inden, kapakl› küçük cam kaplardaki peynir, zeytin ve kar›m›n özenerek yapt›¤›, pek de övündü¤ü reçeller buzdolab›na kald›r›lm›fl. Çaydanl›k hâlâ ›l›k, demlikte çay bile var. Beni yaln›zl›¤a ve ölüme terk edercesine ç›k›p gitmifller. Ne zaman gitmifller? Bu sabah m›, günler önce mi, o da belli de¤il. Kahvalt› kaplar› dolapta, ekmek de ekmek kutusunda. Onlar› bir araya getirecek ne gücüm, ne de iste¤im var. Çay› ›s›tmak bile a¤›r bir iflmifl gibi geliyor. Atölye odamda, f›rçalar› saplar›ndan ters bat›rd›¤› kavanozdaki votkas›n› yudumlay›p sevimsiz bir adam›n portresini yapmaya çal›flan kendi hayaletimi gördüm. Çok zavall›yd›. Kar›ma hak verdim, sefildi. Sefil. Tuvaldeki adam da ona yarg›layarak, suçlayarak, afla¤›layarak bak›yordu. Kar taneleri, o güzel beyaz kelebekler, dans edercesine yavafl yavafl iniyorlar a¤açlara, çat›lara, bahçe duvarlar›na, ezilip safl›klar›n› yitirecekleri sokaklara. fiakac› rüzgâr arada onlar› dalgaland›r›p keyiflerini kaç›rsa da, en küçük bir boflluk bile b›rakmadan bütün Bursa’y› kaplamaya kararl›lar. Bugün pazartesilerden biri. D›flar›da kar ya¤arken, evde oturmufl kendimi ve günlerimi yiyorum. Kar›m giderken ayakkab›l›¤›n üzerine befl lira b›rakm›fl. O¤lumun harçl›¤› benden daha çok. Karfl› apartmandaki yafll› kad›n pencereden yine bir bez silkeliyor. Neyin, nelerin tozlar› bunlar? Bu ne biçim temizlik. Bafltan çok sakindim, silkelerse silkelesin diyordum, bana ne. Bakt›m ifli çok uzat›yor, çekilirdim pencerenin bafl›ndan, olur biterdi. Ama çekilemedi¤im gibi gittikçe de kafam› tak›yorum. “Yeter art›k, silkeleme!” diye ba¤›rmak istiyorum. “Otur ya da yat. Dinlen art›k. Günden güne eriyen kemiklerinin buna ihtiyac› var.” Ama, cad›n›n yüzünde öyle flehvetli bir gülüfl var ki, bu ifli hiç bitirmeyecek. fiimdi de kocaman bir çarflaf› silkeliyor pencereden. Duyamad›¤›m 盤l›klar› bafl›m› a¤r›t›yor. Vahfli ihtiyar. Y›llar önce, azap çektire çektire öldürdün kocan› de¤il mi? Beyini, erke¤ini, gençli46 ¤inde karyolan›z› g›c›rdata g›c›rdata kad›nl›¤›n› hissettiren o yi¤it adam› bir paçavraya çevirip pencereden böyle silkeledin de¤il mi? Yedi¤ine, içti¤ine, oturufluna, kalk›fl›na kar›flt›n. Sana hep az gelen maafl›n› kafas›na kakt›n, onu beceriksizlikle suçlad›n. ‹çindeki öfke bir türlü dinmemifl, bak hâlâ onu silkeliyorsun. Ne iyi ettin de öldürdün onu. Ac›lar›n› dindirdin. Bak, kar ya¤›yor. Umurunda bile de¤il. Art›k hiçbir fleyi sevmeyen bencil bir ihtiyars›n. “Art›k” ne demek alçak cad›, hiçbir zaman hiçbir fleyi sevmedin sen! Benim yaln›zca befl liram oldu¤undan bile haberin yok. Yemek, içmek, seni dinlemeye katlanacak bir bahts›z buldu¤unda flikayet edip lanetler ya¤d›rmak ve tozlar› silkelemekten baflka bildi¤in bir fley yok. Neyin tozlar› bunlar? Beni özgürlü¤e tafl›maktan bile aciz botlar›ma bak›yorum. Ne kadar da bana benziyorlar. Biraz sonra ayaklar›m› sokaca¤›m içlerine, kap›dan usulca d›flar› ç›kacak, sigara ve bir flifle bira almak için karlara basaca¤›m. ‹flte hareket! Botlar›m›n ba¤lar›n› ba¤lamak için e¤ildi¤imde, kafatas›mdaki yata¤›nda her türlü dolafl›m› reddetti¤i için en uygun çukura birikmifl kan beynime do¤ru ak›yor. Kar›m bu halimi görse, “Yüzüne kan geldi,” der. Çünkü solgunum, benzim sar›. Ölü gibiyim. Oysa t›bben sak›ncal› bir durum. Doktor, yani Mimoza’daki doktor, bafl›m› öyle e¤mememi söyledi. Milyarda bir rastlanacak enteresan bir durum yani. Kafatas›m tam bir kan tas›. Mümkünse ba¤c›ks›z ayakkab› kullanmal›ym›fl›m ya da ayakkab› ba¤lar›m› ba¤layan sad›k kölelerim olmal›ym›fl (‘sad›k köle’ olas›l›¤› tabii ki daha akla yak›n). Benim gibi bütün kan›n› kafataslar›nda depolayan ender yarat›klar yerde gördükleri on kuruflu almak için e¤ildiklerinde bile, küt diye öbür dünyaya gidebilirlermifl. Kar›m da, yüzüne kan geldi deyip bunun bir sa¤l›k belirtisi oldu¤unu san›yor. D›flar› ç›kmadan önce, evin anahtar›n› ald›¤›mdan emin olmak için elimi kaban›m›n cebine soktu¤umda parmak uçlar›mda hissetti¤im metalin so¤uklu¤u güven veriyor bana. Karda yürürken tak›nd›¤›m efendi görünüfl daha da pekifltiriyor bu güveni. Mefle a¤ac›n›, yaln›z onun anlayabilece¤i bir flifreyle selaml›yorum, çünkü çevrede insanlar var. Tabelas›nda her ne kadar market yazsa da “ben bir bakkal dükkân›y›m” diye hayk›ran mekâna asil ad›mlarla giriyorum. Resmini hiçbir koflulda çizemeyece¤im kadar itici biri bakkal. Kendimi bir türlü kabul ettiremedim ona. Her zaman, sefaletimi yüzümden okuyan bir alayc›l›kla bak›yor bana. En iyi savunma biçiminin sald›r› oldu¤unu bildi¤imden, “Bir 2001, bir de litrelik Skol,” derken olabildi¤ince küstah›m. Bir gün kendimi tutamay›p yakas›na yap›flaca¤›m ve tükürükler saçarak surat›na “Hani müflteri senin velinimetindi lan!” diye hayk›raca¤›m. Dükkânda baflkalar›n›n da olmas›na ald›rmadan iki ters tokat indirece¤im dolgun k›rm›z› yanak47 lar›na. “Neden müflteriler aras›nda ay›r›m yap›yorsun? Neden bana öyle bak›yorsun? Benimki para de¤il mi?” Al›flveriflten çok sözsüz bir düello bu. Asl›nda çekiniyor benden, istediklerimi göz göze gelmemeye özen göstererek veriyor. Ama yine yapaca¤›n› yap›yor, bir “iyi günler” bile dilemiyor. Ben de “hay›rl› ifller” demiyorum, ödefliyoruz. Bakkaldan ç›k›nca solu¤umu b›rak›yorum. Neyse, bu da bitti. Eve dönerken, k›fl koflullar›n›n iyice bezdirdi¤i bir sokak köpe¤ini selamlad›m ama o bunun fark›nda olmad›. Derdi selam de¤il flimdi onun, bu kar k›yamette karn›n› nas›l doyuraca¤›n› düflünüyor. Apartman giriflinde, bana sayg› gösteren tek insanla, kap›c›yla karfl›laflt›m. Elimdeki siyah naylon torbaya bir suç aletiymifl gibi kaçamak bak›fl›n› yakalad›m. D›flar› ç›kacak gücü kendimde bulamad›¤›m günlerde bu hizmeti ondan rica etti¤im için torbada ne oldu¤unu biliyor. Her zaman oldu¤u gibi güvensiz bir gülümsemeyle selamlad› beni. Atölye odamda, flövaledeki tuvalden bana bakan ilkel görünüfllü ifl adam›n›n karfl›s›nday›m. Biray› içmeye bafllay›nca ne olur bilmiyorum ama, flu anda elime f›rçay› almak içimden gelmiyor. Kendi kendime flunu m›r›ldan›yorum: Kendini duyman›n, yaflamda yer alman›n en iyi yolu ifl. ‹flinde yo¤unlafl, gerisini yaflama b›rak. Kapa¤› çevirirken, biray› bask› alt›nda tutan havan›n “t›ss” diyen özgürlükçü sesine hastay›m. 48 Hüseyin Ferhad HARF C‹NLER‹ Ne zaman bir göle baksam bir nehir yata¤›n› de¤ifltirir, fiiraz’›n ikizi bir flehri bencileyin kalebende nispet iflveyle emzirir, bir afet, iflte orada, ad› Dicle’dir Kendi rivâyetine dön fiair! Ne zaman bir güle baksam bir karanfilin kan› çekilir, abdal olup bir ney’e aksam herhangi bir akflam herhangi ama zifirî bir akflam iç geçirir Haflim’le Ahmet Mektup yazd›md› Befl fiehir’e ‘iade’ geldi: yaln›zl›¤a dair müphem, utangaç bir flikâyet: de¤il midir ki Hamdi’yle Ahmet bir kederi kaderdir diye yaflad›lar birbirlerinden gizli Kalbim! git Muhip’i taklit et dedimdi, git Ahmet’ini ezberle, Kars’t›r, bir ‘nas’ A¤r›’d›r, evvelahir k›ble zilsiyah gölgesidir D›ranas dedimdi ama nafile 50 Sen bir halk›n tarikisin Arif Ahmed’e tarif ne hacet, iflte orada Diyar›bekir fliir gibi de¤il basbaya¤› bir fliir binbir m›sra-i berceste kürdilî binbir hikmet Ne zaman bir çöle baksam fikrime bir Semender iliflir, kalem çat›p bir Aflk’a ç›ksam içimde binbir mihnet binbir yeis ve vesvese ama ölesiye iç geçirir Oktay’la Ahmet Eski kehânetine dön fiair! 51 Roni Margulies HATASIZ KUL OLMAZ Kars Kapal› Cezaevi’nde fliir söyleflisi. Anlat›yorum: sahicidir fliir dedi¤in, ezbere olmaz bu ifl, yoktur sahtesi, ya gerçek olur ya benzemez bir fleye. Bebek yüzlü, yirmilerinde bir tutuklu “Bir fliir okuyabilir miyim?” dedi, ön tarafa geldi, bir iki yutkundu, okudu: “Hayat sadece aflkt›r, Gülmek, güldürmek, sevmekle sevilmek, Yaflamak ve yaflatmakt›r”. Beton voleybol sahas›n›n kenar›nda sonra, volta atmay› ö¤retirken bana, gülümsedi, soruma cevapla, “Cinayet, abi!” dedi. “N’apal›m?” dedi, “Öyle icabetti iflte”. Ne olmuflsa olmufl, uymam›fl yine yaflam fliire. 52 Turgay Fiflekçi “REEL SOSYAL‹ZM” Leipzig 1978 Bir sat›fl ma¤azas›nda gü¤üm gü¤üm sütler. “Ne yap›yorsunuz bunca sütü?” diye sormufl, “Biraz› sat›l›yor, kalan› da düküyoruz.” “Dökece¤inize yo¤urt yapsan›za!” Dudak bükmüfl görevli, yapsan ne olur, yapmasan ne, anlam›nda. Ertesi gün evinden, Bulgaristan’dan gelmifl yo¤urdu getirmifl, O kalan sütleri bulabildikleri tüm kaplara da¤›t›p mayalam›fl, Üstlerini de tülbentlerle örtüp, “Yar›n ben gelene dek bunlara dokunmay›n,” demifl. Ertesi gün aç›nca tülbentleri Alt›ndan tafl gibi yo¤urtlar gülümsemifl. Duyunca hücum etmifl halk bu yenili¤e. Rivayet olunur ki, Bol dereotlu, zeytinya¤l› yo¤urtlu baklay› da O bahar Hüseyin’in elinden tatm›fl Sosyalizm âlemi. 53 Ferruh Tunç KOBRA Öcün al›r gibi evcil kufllarla geçen ömrün Devrildin yoluma Dans eder sand›¤›m kobram, çatal difllim; ‹zin fluramda hâlâ... ALTIN HIZMA Benim o zaman gördü¤üm bir dizi yüzdü, maskeli Benim o zaman tuttu¤um düzinelerce eldi, eldivenli Benim o zamanlar sard›¤›m gövdelerdi, on befl yirmi dü¤meli Seni gördüm, fladoldum... 54 ZEKÂT 1. Okul tatil! Talim tamam! Öldü sultan! Parma¤›m› çizip çak›mla, aln›ma sürdüm, yürüdüm – sütü kesilmifl, mayas› ekflimifl olanlara. 2. Çiyinim k›rbaçta de¤il art›k ruhum kurtuldu girdaptan Zalimin saf alt›n› olaca¤›ma öz cevherim kazar›m ocaktan. 3. Kendi suna¤›mda bafl›m kurban düflmez bana Dört dönerim ücramda hac mevsimi u¤ramaz kap›ma. 4. fiemsiyenin kaç dilimi evimde ka¤n›n›n kaç tekerle¤i güneflleyim. 5. Bu dar yola ben girdim Bu kapana ben uzatt›m aya¤›m› Gönlümün r›zas›d›r bu olmayanlar bu rüzgârs›z yelken, bu yemiflsiz a¤aç bu baz› rak›yla çözülen ars›z dilim... 6. Bu fliir, yüre¤in zekât›d›r fakat. 55 Mehmet Yafl›n HAVUZDAK‹LER Me¤er buradaym›fl herkes! Havuza dalm›fl dolunay›n üstünde, çoktand›r düflüp kalk›yormuflças›na ayn› suda. Ayn› sat›r altlar›n› çizmenin aflinal›¤›yla... Ay›fl›¤›ndan bile huzur verici bir fley bu. Kimseye bir fley anlatman gerekmiyor, ne de kürek çekmek dalgalarda ilk aç›laca¤›n dostlu¤u kuflkulu denizler aflk›na... Ay›fl›¤›ndan bile hüzün verici bir fley bu. Me¤er bir havuzdakiler varm›fl, bir de d›fl›ndakiler. Ve yüzüp yüzece¤inmifl flu küçük su... Havuz bafl› han›meli, cemile, pakistangeceleri. Yukar›s› y›ld›z y›ld›z y›ld›z y›ld›z bir sonsuz... Dal›yorsun kendini genifllemifl hissetmek için darald›¤›n havuzda. 56 “ÜÇ B‹L‹NMEYENL‹ Efi‹TS‹ZL‹K S‹STEM‹”: YILMAZ GÜNEY Abidin Dino “Akflam bir de¤nek dikersin topra¤a, sabaha yaprak verir.” Böyle tan›ml›yor bir halk deyifli, Y›lmaz Güney’in çocuklu¤unu geçirdi¤i Çukurova’y›. Orada elli bin hektar toprak sahibi olmak, s›radan bir fleydir. Bir kar›fl topra¤› olmamak daha da s›radan. Bir yanda yirmi otuz büyük toprak sahibi, bir yanda birkaç yüz bin yoksul ya da topraks›z köylü, pamuk, flekerkam›fl›, pirinç vb. yetifltirilen bu bereketli topraklar üstünde birlikte yaflarlar. S›cakl›k kimi zaman gölgede k›rk befl dereceye ç›kar. Sonbaharda toz bulutlar› içinde, pamuk balyalar› yüklü kamyonlar geçer yollardan. ‹plik fabrikalar› ve iflçileri kenttedir. Bu fabrikalar›n sahipleri de öyle. Köfledeki kahvede tavla oynarken bulabilirsiniz onlar›; ama konaklar›n›n merdivenlerinde mermer aslanlar vard›r. Ellili y›llara kadar böyleydi bu. Sonra bu fabrika sahipleri, ‘ithalat-ihracat’ç›, bankac›, holding patronu oldular (o¤ullar›n› Amerika’larda okuttular). K›sacas› genç Y›lmaz Güney, Adana’da, yaban›l ve çokyönlü bir kapitalizmin her fleye siyasi damgas›n› vuran hoyrat yükselifline tan›k oldu: Menderes’in iktidara gelifli, Marshall Plan›’n›n uygulan›fl› ve k›sa süre sonra ‹ncirlik’te – kente iki ad›m uzakl›kta – a¤›r bombard›man uçaklar›n› her sabah kentin üstünden uçuran Amerikan askeri üssünün kurulmas›yla. Dekor ve dekorun efendileri bunlard› iflte. Ama bir de sinema vard›! Ah, o nehir k›y›s›nda aç›k havada yaflanan unutulmaz gösterim akflamlar›! Ay›n alt›na, kurutulacak bir çarflaf gibi as›lm›fl perde. Kötülere karfl› kudurmufl gibi ba¤›r›l›r, hayas›z toprak sahiplerinin düflman›, iyi yürekli kovboy için sevgi 盤l›klar› at›l›rd›. Tüm Adanal› çocuklar gibi, Yaflar Kemal, Orhan Kemal, ‹lhan Selçuk gibi Y›lmaz da, kötüleri yola getiren bu atl›lardan biri olmay› düfllemiflti. O da onlar gibi öfkesini önce yaz›yla d›flavurmaya bafllad›. Yazd›¤› “Üç Bilinmeyenli Eflitsizlik Sistemleri” adl› bir öykü, okurlarca hemen farkedilmesini sa¤lad›; ama kamu düzeninin uyan›k bekçileri de farkettiler onu. Bu ilk eflitsizlik, bir y›l hapis yatmas›na yol açt›. Ola¤an bir durum. Güneyin az buçuk h›rsl› tüm delikanl›lar› gibi o da Adana’y› terk edip flans›n› denemek üzere ‹stanbul’a geldi. Esmer, inatç›, sinirli, etkileyici, sert ve de¤erinden emin Y›lmaz’›n bir karizmas› vard›: imgenin karizmas›yd› bu. ‹mge, düflsel imge, düfllem ve giderek düfllenmesi olanaks›z fleyler, Y›lmaz’›n as›l varolufl nedenini oluflturuyordu. Rastlant›n›n da yard›m›yla 57 önce sinema oyuncusu, sonra da tüm Türkiye’nin tapt›¤› bir kifli oluverdi. Krallar gibi yaflayabilirdi. Ama boflverdi buna; kendi filmlerini yönetmek, gerçe¤i söylemek istiyordu. Türk sinemas› da böylece ustas›n› bulacakt›. Gerisini, filmlerinin öyküsünü herkes biliyor, ama ben yaflam›ndaki çok belirleyici iki olay›n alt›n› çizmek istiyorum: 1971’de – büyük ölçekli bir politik bask› döneminde – polisçe aranan ve tan›mad›¤› bir iki genç, onun evine s›¤›nmak istediklerinde kap›y› yüzlerine kapatabilir miydi? Ona yak›fl›r biçimde yard›mlar›na kofltu. Bu ikinci eflitsizlik, bir kez daha hapse mahkûm ettirdi onu. Bu beladan kurtulmas› için Henri Langlois’n›n ve Frans›z Sinemate¤i’ndeki dostlar›n yapt›klar› anlatmakla bitmez! 1975’te bir aftan yararland›, kafas› öykülerle dopdolu, iflinin bafl›na döndü. Memleketi Çukurova’da bir film çekmeyi koymufltu akl›na. Ama k›flk›rtmalar, köfle bafl›nda bekliyordu yine. Bir akflam küçük bir lokantada, bir savc›n›n sövgüleri sonucunda büyük bir kavga ç›kt›; silahlar at›ld›. Üçüncü eflitsizlik oldu bu: savc› olay yerinde öldü ve Y›lmaz on dokuz y›l hapse hüküm giydi. Oysa dönemin bas›n›nda iki haber yay›mlanm›flt›: savc›y› öldüren kurflun Y›lmaz’›n silah›ndan ç›kmam›flt› ve daha önemlisi ölenin kar›s›, kocas›n› Y›lmaz’›n vurdu¤unu görmedi¤ini belirten bir mektup yazm›flt›... Gerisini biliyorsunuz: üst üste mahpusluklar, arac›lar eliyle Sürü’nün, Yol ’un çekilmesi, kaç›fl, Cannes, bakanlar, flöhret, ayaklar önüne serilen dünya. Bahts›zl›k sona ermiflti art›k, istedi¤i gibi film çekebilirdi... Duvar ’› yapmaya karar verdi; küçük suçlular›n hapishane yaflam›n› anlatan, sert bir film; Asya’da, Afrika’da, Amerika’da herhangi bir yerde geçebilecek bir konu... Doruklarda dolaflan bir filmdi bu. Dayan›l›r gibi de¤il mi dediniz? Belki; ama ne imgelerdi onlar! Kuflkusuz baflka filmler de izleyecekti bunu, ama ans›z›n yaflam›nda her zaman oldu¤u gibi, bela, yine sald›rd› üstüne. Hastal›¤a bütün gücüyle direndi. Çok geç; yaflam filminin gösterimi sona eriyordu art›k. Üç bilinmeyenli eflitsizlik, gizini a盤a vuruyordu: kim inan›rd› Y›lmaz’›n Paris’te ölece¤ine. Ve Père-Lachaise Mezarl›¤›, ola¤anüstü serüveniyle sinema tarihine damgas›n› vuran, hiç beklenmedik bir ziyaretçiyi konuklad› onun kiflili¤inde. Paris, Eylül 1984 Çeviren: Samih Rifat 58 TÜRK‹YE’DE KADIN HAKLARI MÜCADELES‹NDE B‹R SOSYAL‹ST: SAB‹HA SERTEL Server Tanilli Cumhuriyet’in bafllar›nda, kad›n haklar› konusunda mücadele vermekte, Sabiha Sertel elbette yaln›z de¤ildir; ad›n› bafla koymam›z, bu mücadeleye “sosyalist” olarak giriflmesi ve böylece sürdürdü¤ü eyleminin tafl›d›¤› özgünlükten ötürüdür. Önce yaflam› üstüne bir tutam bilgi. Sabiha Sertel (1898-1968), fiükran Kurdakul’un fiairler ve Yazarlar Sözlü¤ü ’nde özetledi¤i gibi,1 Selanik’te do¤du. ‹lk ve orta ö¤renimini Selanik’te Terakki ‹dadisi’nde tamamlad›; bir süre de bir Frans›z okuluna devam etti. Balkan Savafl› y›llar›nda ailesiyle ‹stanbul’a gelip yerleflti. 1917’de gazeteci Mehmet Zekeriya ile evlenerek birlikte Amerika’ya gitti; Columbia Üniversitesi’nde toplumbilim okudu. Ülkeye dönüflünde Resimli Ay, Resimli Perflembe, Tan, Tan Cep Kitaplar› Dizisi, Görüfller (1923-1946) dergi ve gazetelerinin yönetimine kat›ld›. Araflt›rma, inceleme yaz›lar›, günlük f›kralar yay›mlad›. ‹leri ve Geri Kavgas›nda Tevfik Fikret adl› eserinde, büyük flairi ilk kez tarihsel materyalizm görüflü aç›s›ndan de¤erlendirerek edebiyat›m›zda, Tarihi Kadim’in felsefi yönünü ilk kez ortaya koydu. Onun yan›na August Bebel’ün ünlü eserinin, Kad›n ve Sosyalizm’in çevirisini koymal›. Efliyle birlikte sürdürdü¤ü büyük mücadelesine, Tan ve Görüfller ’in, – CHP’ce k›flk›rt›ld›¤› kabul edilen – gençlerce yak›lmas› son verir ve aile yad ellere savrulur. Sabiha Sertel, 1968’de Azerbaycan’da öldü ve Bakü’de yatmaktad›r. Bu onurlu yaflamdan, konumuzla ilgili birkaç örnek verece¤iz. * Resimli Ay dergisi, 1928’de yeniden örgütlenir: Ca¤alo¤lu’nda yeni bir binaya tafl›n›r ve flirketleflir; Çocuk Ansiklopedisi yeniden yay›mlanmaya bafllan›r; binan›n alt kat›ndaki matbaada, yaln›z flirketin de¤il, bütün tan›nm›fl yazarlar›n eserleri de bas›lmaktad›r, ifl gitgide geliflmektedir. O s›ralarda bayiler, Resimli Ay ve Çocuk Ansiklopedisi aleyhine bir dava açarlar; flirketi temsil eden de, o y›llardaki ad›yla Sabiha Zekeriya’d›r. Ne var ki hâkim, “kad›nlar tan›k olamaz” mant›¤›yla, onun tan›kl›¤›n› kabul etmez. Sabiha Zekeriya, “Ama Medeni Yasa bana bu hakk› veriyor” dediyse de sözünü dinletemez. Bunun üzerine, önce “Ben ‹nsan 59 De¤il miyim?” bafll›kl› bir yaz› kaleme al›r, kad›n›n yurttafll›k ve insanl›k hakk›n› savunmaktad›r: Kad›n› tan›kl›k hakk›ndan yoksun eden yasalar›n fleriat oldu¤unu, Medeni Yasa’n›n ise kad›na bu hakk› tan›d›¤›n› belirtir. Medeni Yasa’n›n henüz yürürlü¤e girmedi¤i iddias›yla, hakimlerin bu yasay› bilmedikleri ya da tan›mad›klar›n› ileri sürer. Yaz› ise yank›lar yapar... Cumhuriyet gazetesinde, ünlü avukat Gadfranko kendisini destekler. Böylece, bas›nla adliye mekanizmas› aras›nda bir çeliflki flekillenmeye bafllar. Sabiha Zekeriya defalarca savc›l›¤a ça¤r›l›r. Ancak ürkütülmek flöyle dursun, kendisini savunur, hatta sald›r›ya geçer. Savc›ya verdi¤i yan›tta flöyle der: “Kifli, yasan›n verdi¤i hakk› kullanmas›n› ve istemesini bilmedi¤i zaman, o hak k⤛t üzerinde kal›r. Bu yaz›, eski fleriat zihniyetinin kafalarda b›rakt›¤› son etkileri de y›kmak için yaz›lm›flt›r. Çeflitli itirazlara karfl›, dediklerinde ›srar eden hâkimler, savc›lar yasay› bilmiyor demektir. Hâkimler, savc›lar Medeni Yasay› bilmezlerse, bana bu hakk›n verilmesi hiçbir fayda sa¤lamaz. Bir yanl›fl› görmek ve göstermek, kaybolmufl bir hakk› istemek, hiçbir zaman yasalara sald›r› de¤ildir.” Sonunda savc›, “Ben zaten dava açacak de¤ildim,” diyerek ifli kapatmak ister. ‹flin ilginç yan›, Sabiha Zekeriya’n›n sadece savc›ya karfl› de¤il, genel olarak yarg›ya karfl› bir dava kazanm›fl olmas›yd›. Nitekim bu konuda bas›nda ç›kan yaz›lardan sonra, Adalet Bakanl›¤› savc›lar›n ve hakimlerin dikkatini bir genelgeyle çekti; Medeni Yasa uygulanmal›yd›! Bu olaydan sonra hâlâ eski gelenekleri, fleriat mant›¤›n› sürdürmek isteyenlere karfl›, yeni Cumhuriyet’in reformlar›n› desteklemek; kad›n sorununu da baflka bir düzlemde ele almak gerekiyordu. Nitekim 1928 Eylül’ünde Resimli Ay dergisinde, Mustafa Kemal’in “inkilap program›”n› alk›fllar. “fiark’la Olan Son Rab›tam›z› da Kestik” adl› yaz›s›nda, Gazi’nin Program›n›n dünya devrimleri aras›nda “en önemlilerinden biri” oldu¤unu belirtip, geçirdi¤imiz devrimlerin, ba¤›ms›zl›¤›m›za kavufltu¤umuzdan sonra, onu nas›l koruyaca¤›m›z›n yollar›n› ö¤retti¤ini söyler; yap›lanlar, siyasal zaferi, iktisadi, sosyal zaferlerle donatmak için aç›lm›fl birer savaflt›r. Medeni Yasa’yla, k›yafetlerimizden Latin harflerinin kabulüne kadar, “Eski bir kültürden uygar bir kültüre geçiyoruz.” Art›k Bat› uygarl›¤›n›, Bat› kültürünü yak›ndan izleyece¤iz. Böylece, “Gazi, siyasal zaferden sonra bu zaferi kazanmak için, sosyal bir devrim yapmak, flark kültüründen kalm›fl, fosilleflmifl ne kadar gelenek varsa birer birer ay›klay›p, yeni ve zinde bir Türkiye ortaya ç›karmak için yeni bir savafl açm›flt›. Bu gün o savafltan da, en büyük zaferi kazanm›fl bir kumandan gibi dönüyor.” Görülüyor ki, Sabiha Sertel, tarihe bakmas›n› bilen, gerçekten ilerici ve dürüst bir ayd›nd›. 60 Sabiha Sertel, yine Resimli Ay ’da 1928 Ekimi’nde, “Bizde Feminizm Bir Bilim Olarak Var m›d›r?” adl› bir yaz›s›nda, konuyu do¤rudan do¤ruya feminizme getirip, onu bir bilim olarak ele al›r. Gerçekten feminizm üstüne tart›flmalar›n al›p yürüdü¤ü bir ortamda, düflünürümüz, tart›flmalar›n hep kuramsal kald›¤›, dahas› kiflisel görüfllerden uzak kalmad›¤›ndan flikâyetçidir. Çünkü tart›flmalar›n içinde Türk kad›n› yoktur. Oysa hayata giren Türk kad›n›n›n, tart›flmalara konu olacak birçok sosyal ihtiyaçlar›, sorunlar› vard›r: Dul kad›nlar, iflçi kad›nlar ve k›zlar, hayata at›lan kad›n›n soka¤a terk etti¤i çocuklar, evliliklerin azalan ya da ço¤alan miktar›; bütün bu sorunlar bilimsel olarak incelenmeli, nedenler ve sonuçlar ortaya konmal›. Pozitif bir bilim, sadece soyutta tart›flmalarla yetinmez. Türk feminizminin ödevi de, günümüz kad›n›n› incelemek ve ihtiyaçlar›n› saptamakt›r. Bunun yap›lmamas›, kad›n sorununun hâlâ genel bir tart›flma konusu olmas›, bizde feminizmin bir bilim olarak kurulmad›¤›n› gösteriyor. Türk feminizminin fikir adamlar›ndan bekledi¤i, kad›n› genel tart›flmalarda b›rakmay›p hayatta incelemektir. ‹flte bu incelemelerdir ki, Türk feminizmine bilimsel bir nitelik verecektir. Türkiye’de, Sabiha Sertel’in bu hakl› bekleyifli 1980’lerde yan›tlanacakt›r. Son olarak, Sertel’in, Projektör dergisinin 1936 Mart say›s›nda, “Saylav Bayanlar Niçin Susuyorsunuz?” adl› bir yaz›s›ndan da söz edelim: O tarihte, kad›n milletvekillerin önayak olmalar›yla bir vergi tasar›s› haz›rlanm›flt›r; iflçi ve çal›flan kad›nlardan da yol vergisi istenmektedir. Bayan milletvekili, tasar›n›n tutars›zl›¤›n›n fark›nda de¤il ki, kendisiyle konuflan Sabiha Sertel’e flöyle diyor: “Bugün art›k kad›nlar kazan›yorlar. Neden yol vermesinler? Erkekle eflit olunca, her fleyde eflit olmak laz›m.” Sertel de, “bu yolla, orta kazançl› erke¤i korurken, yüksek kazançl› erke¤e ve kad›na imtiyaz verdi¤inizi, bütün yükü, çocuklar›na bir lokma ekmek götürmek için, karanl›k tezgâhlarda, gaz kokular› içinde çal›flan iflçi kad›n›n, çal›flan kad›n›n s›rt›na yükledi¤inizi hesap etmiyor musunuz? Bu iki s›n›f› korumak için, üretici unsuru kurban veriyorsunuz,” deyip yaz›s›n› donat›r. “Erkekle eflit olma”y› soyutta alman›n yanl›fll›¤›n›; s›n›fsal çekiflmelerinin, kad›n olunca daha da ezdi¤i gerçe¤ini suratlara çarpan enfes bir yaz›d›r. Sabiha Sertel’in iflte böyle bir dünyas› vard› ve ne olursa olsun savaflt›. Tarihimizin “unutulmaz”lar›ndan biridir... (1) Yazar üstüne ayr›nt›l› ve temel eser olarak bkz. Y›ld›z Sertel, Annem Sabiha Sertel Kimdi, Neler Yazd›?, Belge Yay›nlar›, ‹stanbul, 3. bas›, 2001. Ayr›ca, Refik Erduran, Sabiha, Remzi Kitabevi, ‹stanbul, 2004. 61 Erik Stinus SEN Sen burada yokken h›zla geçiririm günleri ama kaç›n›r›m aynaya bakmaktan, al›p bafl›n› gitti¤inde günler sürüp ekmek için tarlalara seyretmek istemem onlar›n gidiflini. Yine de girip ç›karlar oraya sorun ç›karmadan, düzlüktü yükseklikti demeden çal›fl›p durur bu makineler, kendilerine çekerek ve kovalayarak kufllar›, o benim beyaz›m›, lirik mavimi, kovalayarak bir ucundan bir ucuna dünyan›n, onlar ki ›fl›lt›larla gider külrenginden yeflile, sar›ya ve soluk sar›ya ve sonunda karaya bürünür fliddetli bir rüzgâra dönüflerek köflelerde. Sen yokken eflyalar›n konuflurlar, yapayaln›z, so¤ukta titreyen kaza¤›n, hüzünlü pabuçlar›n (birden görüyorum ne kadar ufak olduklar›n›, 6 numara, ama aya¤›n silmifl bunu) ve yün giysilerin yenlerini ard›ndan yapay deriyi okfluyor elim (ne güzel olacak giydirmek seni bizim iklime göre yeniden) e¤iliyor ve pabuçlar›ndan önce birini al›yorum elime sonra ötekini birkaç santim yukar›ya kald›rarak 62 yerden. Yürüyece¤im, yürümeyece¤im, yürüyece¤im – evet, sürdürün konuflmay› eflyalar. Gelece¤im, gelmeyece¤im, gelece¤im – Söyle bana, ey bofl yatak, ey güzelim so¤uk battaniyeler; ey ayna ya da paravan olmak isteyen pencere cam›; ey sönük s›rtlar› bilgelik dolu kitaplar›n parmaklar›m› yakan durdurulmaz k⤛t y›¤›nlar›, ey çaydanl›k, mutfak bezi ve tava, ey o kahramanca o evrensel ac›kl› destan›yla soframdaki ekmek dilimleri. Y›ld›zlar sessizce parl›yor. Yaln›z okyanus, alabildi¤ine kuflatan okyanus bu filika küpefltesinin çevresini sen burada yokken. Türkçesi: Kemal Özer – Gülflah Özer Geçti¤imiz ay, günümüz Danimarka fliirinin iki önemli ismi, Eric Stinus (d.1934) ile Niels Hav (d. 1949), ülkemizdeydi. Çevirmenleri Hüseyin Duygu’nun eflli¤iyle ‹stanbul’da çeflitli kültür merkezlerinde fliirlerini okudular. Biz de bu flairlerden seçti¤imiz birer fliiri okurlar›m›za sunmak istedik. Eric Stinus’un fliiri, yak›n zamanda yitirdi¤i efli için yaz›lm›fl en yeni ürünlerinden. Niels Hav ise mizah dolu yaklafl›m›yla belki flairlere bak›fl›m›z› biraz olsun etkileyebilir. 63 Niels Hav fiA‹RLER‹ SAVUNMAK Nas›l bafla ç›kaca¤›z bu flairlerle? Yaflam zor geliyor onlara ac›nacak bir haldeler o kapkara giysiler içinde tenleri masmavi kesilmifl içlerini altüst eden f›rt›nadan fiiir korkunç bir hastal›kt›r, kim kap›lsa debelenip duruyor yak›narak 盤l›klar›yla kirletiyor atmosferi t›pk› yay›lan bir s›z›nt› gibi nükleer santral›ndan zihnin. Ruhlar› sars›p duran bir olay. fiiir bir zorbad›r kimsede uyku b›rakm›yor geceleri, evliliklerin can›na okuyor so¤uktan ac› çekenlerin kal›n atk›lara sar›narak yaflad›¤› uzak köy evlerine gitmeye zorluyor insanlar› kara k›flta. Nas›l bir iflkencedir bu, hesaplay›n. fiiir bir hafleredir belso¤uklu¤undan daha kötü, olabilece¤in en i¤renci. Bir de flairleri düflünün, iflleri ne kadar zor, sab›rl› olun onlara karfl›! ‹kiz do¤uracak kadar isterik olur onlar difllerini g›c›rdat›rlar uykuda, çerçöp ve ottur yedikleri. Rüzgârda kal›rlar saatler boyunca u¤uldayan, flafl›rt›c› mecazlar ac› çektirir onlara. Her gün kutsal bir gündür onlar için. Oh lütfen ac›y›n flairlere hem kördürler hem de sa¤›r yard›m edin onlara, sendeler dururlar trafikte toslayarak kendi görünmez engellerine an›msay›p da olur olmaz fleyleri. Duruverir kimi zaman içlerinden biri yakalamak için uzak bir siren sesini. Düflünceli davran›n onlara. 64 Ç›lg›n çocuklar gibidir flairler kap› önüne koymakta a¤›z birli¤i etti¤i bütün ailenin. Duan›z› esirgemeyin onlardan mutsuz olarak do¤mufllard›r anneleri gözyafl› dökmüfltür onlar için hekimlere ve hukukçulara baflvurmufl ama kendi ak›llar›n› yitirmek korkusuyla vazgeçmek zorunda kalm›flt›r sonunda. Ah, flairler için esirgemeyin gözyafl›n›z›! Onlar› kurtaramaz hiçbir fley. fiiire bulaflm›fllard›r t›pk› cüzzaml›lar gibi tutsak kalm›fllard›r kendi düfl dünyalar›n›n içinde tüyler ürpertici o gettoda, kötü ruhlar›n ve kötü niyetli hayaletlerin doldurdu¤u. Güneflin parlad›¤› ayd›nl›k bir yaz gününde görürsen bir zavall› flairi sendeleyerek ç›k›yorsa bir apartman blokundan, sarar›p solmuflsa yüzü, biçim de¤ifltirmiflse kurdu¤u düfllerle git onun yan›na ve yard›m elini uzat! Ayakkaplar›n› ba¤la, al›p parka götür günefl gören bir s›raya oturt. fiark› söyle biraz dondurma al, bir masal anlat öylesine hüzün içindedir çünkü. fiiir onun can›na okumufltur. Türkçesi: Kemal Özer – Gülflah Özer 65 YAZ fiavkar Alt›nel Dünyaya kafam›zda verdi¤imiz biçimler flafl›rt›c› derecede dayan›kl› olabildi¤i için birçoklar›n›n hayalinde ‹ngiltere hâlâ bir so¤uk, ya¤mur ve sis ülkesi. K›fl aylar›nda bu üç ö¤eden ikisine bolca, sonuncusuna da zaman zaman rastland›¤› da bir gerçek. Ama buras› ayn› zamanda büyük yazlar›n ülkesi. Baz› y›llar yaln›zca birkaç gün, baz› y›llar birkaç hafta, on befl yirmi y›lda bir de gerçekten de bütün bir yaz süren yazlar. Sabahlar› neredeyse beyaz olarak bafllad›ktan sonra giderek, ‹ngiltere d›fl›nda hiçbir yerde görülmeyen bir maviye, ‹ngilizce deyiflle bir tür “toz maviye” dönüflen gök; güneflli, sessiz sokaklar; flortlu insanlar; bu hayvansever ülkede, sahipleriyle yoldan geçen, a¤z› kurumufl köpekler için dükkânlar›n önüne konulmufl su dolu plastik kaplar. Akflamlar› da, gittikçe k›z›llaflan ama bir türlü tükenmeyen ›fl›kta uzayan gölgeler; publar›n önünde büyük flemsiyelerin alt›nda içenler; bir köflede park edilmifl bir araban›n aç›k camlar›ndan gelen radyo sesi ve ‹ngiltere’nin bu k›l›¤›yla bütün öteki k›l›klar›yla oldu¤undan da yabanc›, garip, uzak oldu¤u duygusu. Haziran’›n ikinci Perflembe’si, nereye gitti¤imizi tam olarak bilmeden, bat›ya do¤ru yola ç›kt›k. Haftasonunu öne al›p Cuma’dan bafllatan ve sonra da – ifllenmifl bir suça devam etmek baflta suçu ifllemekten daha kolay oldu¤u için – bazen Çarflamba’ya kadar uzatanlar var, ama Perflembe sanki günlerin en ölüsü. Güneflte kavrulan çay›rlar›n aras›ndan, neredeyse baflka hiçbir tafl›t›n olmad›¤› arka yollardan ilerledik. Slough’daki katolik kilisesinin ‹talyan tarz› kemerli duvar›n›n önünden geçtik; Londra havaliman›na çok yak›n oldu¤undan, Avrupal› ifl adamlar›n›n uçaktan iner inmez toplant›lar›na kat›l›p akflam da, Londra’ya hiç u¤ramadan, gene uça¤a atlay›p evlerine dönmelerini mümkün k›lan özelliksiz otelin durdu¤u dönel kavflakta, Galler’e do¤ru giden M4 otoyoluna sapt›k. Yar›m saat sonra, parklar›nda daha büyük bir dünyadan arta kalm›fl ‹ngiliz aslanlar›n›n eski heykellerinin durdu¤u Reading’in çirkin tu¤la yap›lar›yla birlikte Londra’n›n çekim alan› da sonunda ard›m›zda kald›. Art›k, Cardiff ya da Swansea’ye giden dev kamyonlar›n, Gal aksanl› sürücülerin kulland›¤›, tamponlar›na yar›s› yeflil, yar›s› beyaz bir dikdörtgen üstünde k›rm›z› bir ejderden oluflan küçük bayraklar›n yap›flt›r›lm›fl oldu¤u arabalar›n, her konaklama tesisine tek tek u¤ray›p bir an için sahipsiz b›rak›lm›fl çantalar, cüzdanlar, dizüstü bilgisayarlar arayan profesyo66 nel otoyol h›rs›zlar›n›n ve harap karavanlar›yla hep bir yerden bir yere giden Çingenelerin göçebe dünyas›ndayd›k. S. de duruma uygun bir Gal aksan› tak›n›p “Biz de K›z›l Ejderin Ülkesi’ne gidelim mi?” dedi. “Bilmem.” “Sen nereye gitmeyi öneriyorsun?” “Devon’a bir bakmaya ne dersin?” ‹ngiltere’nin, kömür ve demir madenleri olmayan birkaç bölgesinden biri oldu¤u için Endüstri Devrimi’nin u¤ramad›¤›, alçak yeflil tepelerinin aras›nda uzanan çiftliklerinde hâlâ daha eski, k›rsal bir ‹ngiltere’den izler bar›nd›ran Devon böyle bir yaz yolculu¤una uygun bir yer gibiydi. Swindon’› geçtikten sonra bir mola yerinde gecikmifl bir ö¤le yeme¤i yedik; ard›ndan da, Bristol’a girmek yerine, çevresinden dolafl›p bu sefer de güneye giden M5’e ç›kt›k. Dört buçu¤a do¤ru, Bristol Körfezi’nin k›y›s›nda, Galler’in karfl›s›nda, daha önce ad›n› bile duymad›¤›m Lynmouth’tayd›k. Is›nm›fl arabadan inerken, kasaban›n masmavi denizine ve saman daml› beyaz yap›lar›n›n saçaklar›ndan sarkan pub iflaretleriyle çiçek sepetlerine biraz kuflkuyla bakt›m. Bir süre küçük meydan›n çevresindeki birkaç dükkândaki hediyelik eflyalar ve kartpostallarla oyaland›k; sonra, ‹ngiltere’nin, Endüstri Devrimi’nin en uza¤›nda kalan köflelerinde bile her zaman garip makinelere rastlanabildi¤i için, bafllar›m›z›n üstündeki yal›yara t›rmanan bir “hidrolik demiryolu” oldu¤unu keflfettik. “Bir efli daha olmayan” bu sistemin 1888’de yap›ld›¤›n› belirten, duvardaki levhada yazanlar›n kalan›n› da okuyunca neden, “tren” de¤il de, “demiryolu” kelimesinin kullan›ld›¤›n› anlad›m. Ortada yaln›zca biri ç›kan, biri de inen iki küçük vagon vard›. Yolcular›n sarp yamaçta yan yatmalar›n› önlemek amac›yla içleri merdiven gibi kademe kademe yükselen bu vagonlar iki uçlar›ndan, bir daire oluflturacak flekilde, çelik bir halatla birbirlerine ba¤l›yd›lar. Her “yolculuk” vagonlardan biri yal›yar›n tepesinde, öteki de dibinde dururken bafll›yor, tepedeki vagonun alt›ndaki büyük sarn›ca su doldurulurken, ayn› anda afla¤›daki vagonun alt›ndaki su da boflalt›l›yor ve böylelikle a¤›rlaflan yukar›daki vagon a¤›r a¤›r afla¤› inerken hafifleflen afla¤›daki vagonu da a¤›r a¤›r yukar› çekiyordu. Lynmouth Belediye Baflkan›’n›n neredeyse yüz yirmi y›l önce “dahiyane” olarak nitelendirdi¤i demiryolu hâlâ kullan›lmaktayd›. Bilet al›p yukar› ç›kt›k ve yal›yar›n tepesindeki kahvede bir masaya oturduk. Çaylar›m›z› içerken S., “Gece burada kalal›m m›?” dedi. “Hay›r, fazla güzel.” “Ne demek fazla güzel?” “Bin dokuz yüz otuzlarda Hollywood’da ‹ngiltere’yi temsil etmek 67 için yap›lm›fl bir sete benziyor; biraz daha gerçek bir yerde kalal›m.” Arabadan ç›karken yan›na ald›¤› yol atlas›n› önüme itti. “Gerçek yeri sen bul o zaman. Ama fazla uzak olmas›n; bugün yeterince direksiyon kulland›m.” Neredeyse atlasa göz atar atmaz irkilerek, “Porlock!” dedim. “Bu kadar yak›n›nda oldu¤umuzu bilmiyordum; daha gerçek bir yer olamaz herhalde.” “Porlock neresi?” ‹ngiliz Edebiyat› okumufl olmas›na ra¤men arada bir böyle sorular sorabilmesine al›flk›nd›m. “Coleridge’in, ‘Kubilay Han’ fliiriyle ilgili bir notu vard›r,” diye aç›klad›m. “Anlatt›¤›na göre, fliir, afyon yuttuktan sonra – afyondan ‘bir rahats›zl›ktan dolay› doktorun yazd›¤› bir ilaç’ olarak söz ediyor – gördü¤ü bir rüyada bir bütün olarak ‘gelmifl’. Uyan›r uyanmaz da k⤛da geçirmeye bafllam›fl, ama o s›rada ‘Porlock’tan ifl için gelen birisi’ ile görüflmesi gerekmifl. Odas›na döndü¤ünde de akl›ndakileri unutmufl oldu¤u için fliir yar›m kalm›fl. Herkes Porlock’tan gelen o adam› hayat›n flairin düfllerini bozan gerçekli¤inin bir simgesi olarak görür.” Ama S. de her zamanki gerçekçili¤iyle bu güzel simgeyi bozmaya kararl›yd›. “fiairin düflleri o kadar önemliyse neden o düfllerin kuruldu¤u yer de¤il de, bozulmalar›na yol açan adam›n geldi¤i yer ün salm›fl? ‘Kubilay Han’›n nerede yaz›ld›¤›n› hat›rlayan var m›?” “Emin de¤ilim.” “Sen hat›rl›yor musun?” “Hay›r. Notunda söylüyor, ama akl›mda kalmam›fl. Adam Porlock’tan geldi¤ine göre fliirin yaz›ld›¤› yer de Porlock yak›nlar›nda olmal›.” Tekrar atlas› açt›m; ama bu sefer uzunca bir süre aramam gerekti. Çevredeki, Selworthy, Timberscombe, Garhampton, gibi adlar›n hiçbiri benim için bir anlam tafl›m›yordu. Ama sonra Nether Stowey gözüme iliflti. Alt›ndaki “Görülmeye De¤er Yer” iflaretinin yan›nda “Coleridge’in Evi” kelimeleri olmasayd› bile bu ad› tan›rd›m. Coleridge evlendikten sonra birkaç y›l bu köyde küçük bir evde oturmufl ve “Yafll› Gemici” ve yeni do¤mufl o¤lu Hartley’e hitap etti¤i, inan›lmaz güzellikteki “Geceyar›s› K›ra¤›” gibi en ünlü fliirlerini burada kaleme alm›flt›. Ayn› döneme rastlayan “Kubilay Han” da ya bu evde ya da flairin ç›kt›¤› uzun yürüyüfllerde zaman zaman konaklad›¤› evlerden birinde yaz›lm›fl olmal›yd›. S. “‹stersen Nether Stowey’de de kalabiliriz,” dedi. “Hay›r, Porlock’ta kalal›m. Hem daha yak›n.” Yirmi kilometre ötedeki Porlock’ta da saman daml› evlerle çiçek sepetleri yok de¤ildi, ama, umdu¤um gibi, kasaba daha “gerçek” duruyordu. Ana caddede, taflra ‹ngiltere’sine özgü tarzda, alt kat› pub olan bir 68 otelde tuttu¤umuz oda da eski duvar k⤛d› ve bir müzayedede ucuza al›nm›fla benzeyen, birbirine tam uymayan mobilyalar›yla yeterince somuttu. S. yata¤a girip “Ben biraz uyuyaca¤›m,” dedi, “sen istersen git dolafl.” G›c›rdayan merdivenlerden afla¤› inip tekrar soka¤a ç›kt›m. Karfl›da, büyük bombeli vitrininden s›zan güneflin bu vitrinde yazan yald›zl› ad› yerdeki ç›plak döfleme tahtalar›na daha büyük harflerle bir daha yazd›¤› bir sahaf vard›, ama saat alt›y› geçti¤inden kapanm›flt›. Birazdan ikinci bir yolun bir kiliseyle kriket alan›n›n aras›ndan yukar› sapt›¤› noktaya gelince bir an duraklad›m, sonra dümdüz ilerleyip kasaban›n d›fl›na ç›kt›m. Art›k iki yanda tarlalar uzan›yor, sa¤da da, bir bölümü kald›r›lm›fl ekinlerin ötesinde deniz duruyordu. Çevredeki s›cakla sessizli¤in içinde tekrar, hayat›n›n en verimli y›llar›n› bu yörede geçiren ve flu anda benim gördü¤üm manzaralar› defalarca görmüfl olmas› gereken Coleridge’i düflündüm. fiairin iddias›n›n aksine, “Kubilay Han” bana hiçbir zaman bitmemifl bir fliir gibi gelmemiflti. Tersine, kendisinin bir bütün oluflturmas›n›n yan› s›ra, konusunun da bütünlük ve sonsuzluk oldu¤una emindim. fiiiri y›llarca önce Türkçeye çevirdi¤im haliyle hat›rlad›m: Kubilay Han, efendisi Zanadu’nun Yer ay›rtt› bir zevk kubbesine Tam o yerde kutsal Alf’›n Geçip içinden dev ma¤aralar›n Döküldü¤ü güneflsiz bir denize. Verimli toprak on mil çapla Çevrildi kule ve duvarlarla: ‹çinde bahçeler, parlak dereli, A¤açlar tütsülü çiçekler açan Ve ormanlar eski mi eski, Güneflli yeflillikler kuflatan. Ama ah o romantik yar›k yamaçta, Uzanan alt›nda sedir a¤açlar›n›n, Rakipsiz o büyülü ve kutsal yerler aras›nda Uluyarak dolaflt›¤› ufalan ay›n alt›nda fieytan sevgililerini ça¤›ran kad›nlar›n. Birçok elefltirmenin belirtti¤i gibi, bütün bunlar›n anlam› belliydi. Kubilay, Romantikler’in çok sevdi¤i, bir zamanlar sahip oldu¤u büyük 69 güçten eser kalmam›fl o hükümdarlardan biri, Shelley’nin Ozymandias’›n›n bir benzeriydi. “Tütsülü çiçekler” de afyonun kendisine ya da etkilerine bir göndermeye benziyordu. Ve Coleridge’de ço¤u kez oldu¤u gibi, cinsellik de fazla uzakta de¤ildi. “fieytan sevgililerini ça¤›ran kad›nlar”›n bu konuda yeterli bir ipucu vermeyebilece¤i okurlar için fliirin bundan sonraki dizeleri daha da aç›kt›: O yar›ktan sonu gelmez bir kaynay›flla, Toprak kesik kesik solumaktaym›flças›na Yükselirdi bir an dev bir su sütunu, Yar› tutuk f›flk›r›fl› kaya parçac›klar›yla dolu, Dört bir yana s›çrayan dolu taneleri Ya da harman vakti dövülen ekinler gibi. Ve aras›nda o danseden kayalar›n F›flk›r›rd› bir an kutsal ›rmak durmaks›z›n, Akard› befl mil k›vr›la k›vr›la Geçip içinden vadilerin, ormanlar›n. Var›p sonra a¤z›na dev ma¤aralar›n Gömülürdü ç›rp›narak cans›z bir okyanusa. Bundan sonraki bölümde de Coleridge buraya kadar anlatt›klar›n› ustaca harmanlay›p iç içe geçmelerini sa¤l›yordu: Ve içinde bu ç›rp›nt›n›n duyard› Kubilay uzaktan Atalar›n›n seslerini, savafltan dem vuran. Zevk kubbesinin gölgesi Yüzerdi ortas›nda dalgalar›n Ve duyulurdu kar›flm›fl sesi F›flk›ran suyla ma¤aralar›n. Az görülür bir mucizeydi gerçekten bu: Güneflli bir zevk kubbesi ve ma¤aralar buzlu. Ama siyasi iktidar›n, afyonun ve fleytan sevgililerin ortak özelli¤i, sunduklar› zevkin, “az görülür bir mucize” gibi dursa da, geçici olmas›yd› (“Yükselirdi bir an dev bir su sütunu”, “F›flk›r›rd› bir an kutsal ›rmak”). fiiirin son bölümü bunlardan çok daha güçlü bir zevke ayr›lm›flt›: Kanun çalan bir k›z Görmüfltüm bir düflte bir kez, Bir k›z Habeflistanl› Çal›p da çalg›s›n› 70 Anlatan Abora Da¤›’n›. ‹çimde diriltebilsem Bir ezgisini onun, Öyle sevinçle dolard›m ki birden Müzi¤imle güçlü ve uzun Kurard›m havada o kubbeyi, O güneflli kubbeyi, o ma¤aralar› buzdan Ve duyan herkes görürdü hepsini Ve derdi bir a¤›zdan: Dikkatli olun, dikkatli! Uçufluyor saçlar›, parl›yor gözleri! Uzak durun elinizden geldi¤ince ondan Ve kapat›n gözlerinizi kutsal bir korkuyla Çünkü beslenmifltir o özsuyla Ve süt içmifltir Cennet’in ›rmaklar›ndan. Buradaki, saçlar› uçuflup gözleri parlayan adam›n Platon’un ‹on’da çizdi¤i “ilhamla dolmufl flair” portresinden al›nd›¤› konusunda Coleridge uzmanlar› aras›nda görüfl birli¤i vard›. Bundan ç›kar›lacak sonucun da belli olmas› gerekirdi. fiiir, hükümdarlar›n gücünü, uyuflturucu maddeleri ve cinselli¤i aflan, geçmifl zaman› ele geçirip bu üçlünün kaybolmufl krall›klar›n› yeniden kuran ve “güçlü ve uzun” müzi¤iyle onlardan çok daha fazla yaflayan bir egemenlik ve zevk kayna¤›yd›. Bana hep Coleridge’in dedi¤i buymufl gibi gelmiflti. Düflünürken her zaman yapt›¤›m gibi ad›mlar›m› h›zland›rd›¤›mdan, fark etmeden kasabadan epeyi uzaklaflm›flt›m. Solda geriye do¤ru k›vr›lan bir patikaya girip bir süre a¤açlar›n aras›nda yürüdükten sonra gene bir asfalta ç›kt›m. Uzakta görünen tan›d›k bir kilise bunun daha önce gördü¤üm öteki yol oldu¤unu ve beni Porlock’un ortas›na geri götürece¤ini söylüyordu. Ama içim rahat de¤ildi. fiair büyük bir zafer havas›yla biten fliirine, hiçbir yere varmam›fl bir yenilgiymifl gibi neden “Bir K›r›nt›” altbafll›¤›n› vermiflti? Tek aç›klama, her fleye ra¤men fliirin de sonuçta küçük ve s›n›rl› oldu¤unu düflünmesi olabilirdi. fiiir baflka her fleyden üstün olup sonsuza dek yaflayacak olsa da, kendisine hiç ald›rmayan hayat›n içinde önemsiz bir ayr›nt› olarak yaflayacakt›. Sanat “dahiyane” mekanizmas›yla yüzlerce y›l dayanabilirdi; ama Endrüstri Devrimi s›ras›nda makine hayranlar›n›n övüp kutsad›¤› o “k›talar aflan” trenlerden de¤il, yaln›zca küçük bir tepeye ç›k›p inen oyuncak bir “hidrolik demiryolu”ydu. Bir yaz günü gibi parlasa da iki yan›nda k›fl›n umursamaz so¤u¤uyla karanl›¤› “güneflsiz bir deniz” gibi uzan›yordu. “Kubilay Han”›n bir “k›r›nt›” olmas›, daha uzun bir fliirden geriye kalm›fl bir parça olmas›ndan de¤il, hayat›n içinde bir k›r›nt› olmas›ndan kaynaklan›yordu. 71 Eliot da Çorak Ülke’de ayn› kelimeyi kullanm›flt›: Bu k›r›nt›larla destekledim y›k›nt›lar›m›. Sonra da, Coleridge’le Eliot’tan afla¤› kalmad›¤›n› hep düflünmüfl oldu¤um flairin dizelerini hat›rlad›m: ‹nsan ne söylerse söylesin Ve ne yaparsa yaps›n, öyle de¤il mi Bütün bunlar bir bir kalacakt›r yaflam›n içinde. Ama Coleridge en büyük fliirlerinden birini bitirmifl oldu¤u noktada yaz›n›n hayat›n karfl›s›nda önemsiz oldu¤una gerçekten inanm›fl olabilir miydi? Hayat olarak sundu¤u fley bile bir yaz› parças›, kendi hayalinin bir ürünü de¤il miydi? Porlock’tan gelen adam›n gerçekten varoldu¤una inanan kimse yoktu; herkes bu hikâyeyi bir uydurmaca olarak de¤erlendiriyordu. Porlock büyük olas›l›kla, ad› biraz komik oldu¤u için seçilmiflti. Her fley yaln›zca Coleridge’in küçük bir flakas›yd›: Ve karfl›n›zda hayat rolünde ünlü komedyen Porlock’tan Gelen Adam. Bak›n, nas›l çamurlu çizmeleriyle yazar›n bulundu¤u eve sayg›s›zca dal›yor ve bu büyülü ve kutsal yerde oluflmakta olan görkemli düfllerden habersiz bir flekilde, iki balya saman ve bir çeki odunla ilgili bir “ifl”ten konuflmaya bafll›yor. Hepimiz bunu, yüzümüzde bilgece bir gülümsemeyle, bafl sallayarak izleyemez miyiz? Ne var ki, kimse iflin bundan sonraki yan› üzerinde durmuyordu. “Kubilay Han” vakitsiz olarak bitmifl olmayabilirdi, ama bir anlamda Nether Stowey’de Coleridge’in yazma gücünün vakitsiz olarak bitti¤ini ileri sürmek mümkündü. Bundan sonraki y›llarda afyon al›flkanl›¤› giderek artm›fl, kar›s›yla aras› aç›lm›fl, kendisini Almanya’ya, Malta’ya, ‹talya’ya, sürükleyen yolculuklara ç›km›fl, arkadafl› Wordsworth’le bozuflmufl ve âfl›k oldu¤u Sara Hutchinson taraf›ndan geri çevrilmiflti. Bütün bu kar›fl›kl›k içinde de büyük edebi düfllerinden hiçbirini gerçeklefltirememifl, yazmay› becerdi¤i birkaç parça fley hayat›n›n y›k›nt›lar› aras›nda gerçekten de bir avuç k›r›nt› gibi kalm›flt›. Birden akl›ma Kuran’dan korkunç bir ayet geldi: ‹nkar etti¤in atefli tat flimdi. Melankolik bir güzelli¤e sahip kelimelerden baflka bir fley olmad›¤›n› sand›¤›n mutsuzluk, baflar›s›zl›k ve y›k›l›fl› birer gerçek olarak yafla; ac›n›n küçük mazoflist bir oyun ba¤lam›nda her ayr›nt›s› özenle seçilmifl bir zevk ân› de¤il, kat› ve dayan›lamaz bir deneyim oldu¤unu ö¤ren; yaz›n›n bizi hiçbir zaman hayat›n korkuçlu¤una haz›rlayamayaca¤›n› ve bunun yaln›z yaz›y› de¤il, hayat› da küçültüp anlams›zlaflt›rd›¤›n› anla. Bir zamanlar beni kafanda ince bir 72 alayla canland›rm›flt›n; flimdi cesaretin varsa yüzüme bak: BEN PORLOCK’TAN GELEN ADAMIM. Yukar›daki dallar aras›nda seken bir kuflun k›p›rdatt›¤› yapraklar›n h›fl›rt›s›n› duyunca bafl›m› kald›rd›m. Yolun iki yan›nda, sahiplerinin bu y›l daha gelmedi¤i, aylard›r kapal› oldu¤u belli olan yazl›k evler s›ral›yd›. Art›k iyice yaklaflt›¤›m kriket alan›n›n çimlerine vuran günefli görebiliyordum. Yazarlar en s›radan fleyleri fliirsellefltirebildi¤i için, Coleridge, Kubilay’›n Çin’deki zevk kubbesine yerlefltirdi¤i “güneflli yeflillikler”i böyle bir çay›rda, belki de tam bu çay›rda bulmufl olabilirdi. Ama biraz önce nerdeyse yan›bafl›mda oldu¤unu duydu¤um flair uzaklaflm›fl, Londra’da bir hayran›n›n yan›nda s›¤›nt› olarak yaflad›¤› evde yüz yetmifl y›l önce, “Kendimi iyi hissediyorum; biraz gayret etsem nüktedan bile olabilirim,” dedikten sonra ölen bitkin adama dönüflmüfltü. Kriket alan›na bir daha göz atmadan geçip ana caddeye sapt›m. Düfllerimize, inand›klar›m›za, söylediklerimize hiç ald›rmadan, bizi de sürükleyerek ak›p giden hayata karfl› yapabilece¤imiz ne vard›? Kendi sorumu her fleyin hayat›n içinde kalaca¤›n› söyleyen flairin baflka bir fliirindeki dizelerini çarp›tarak cevapland›rd›m: Ama elinizden ne gelir ki Siz gene de yaz›n günleri. “Yaz›n günleri” baflka bir vurguyla söylendi¤inde bir komut olmaktan ç›k›p bir mevsimin günlerinden söz eden bir tamlama oluyordu. ‹ki ayr› “yaz” aras›ndaki rastlant›sal benzerlik ‹ngilizcede de summer (yaz), summit (doruk) ve summary (özet) kelimeleri aras›nda vard›. Dil hâlâ, baz›lar›na çok ilginç gelen anlams›z küçük oyunlar›n› oynuyordu; ama yaz› hayat›n doru¤u ya da özeti de¤il, yaln›zca onun içinde bir k›r›nt›yd›. Yabanc› bir ülkede, kimsenin ilgilenmedi¤i bir dille yazmaya çal›flan birisinin bunu görmesi daha kolay olabilirdi, ama gerçekte bütün ülkeler eflit derecede yabanc› ve hayat bütün dillere karfl› eflit derecede ilgisizdi. A¤aç gölgelerinin aras›nda kald›r›mlara serpilmifl, herbiri ayr› bir biçime ve renk tonuna sahip günefl k›r›nt›lar›na hayranl›kla bakt›m. Sonra bafl›m› kald›r›p kasaban›n dükkânlar›n›, evlerini, birisinin arkas›nda S.’nin uyumakta oldu¤u pencereleri tarad›m. Uydurmaca olmad›¤›n›, bütün bunlar›n aras›nda bir yerlerde durdu¤unu bildi¤im adama usulca “Ben buraday›m,” dedim. “Sen de buradas›nd›r. Sen hep buradas›nd›r.” 73 ÖYKÜLER ÜÇ YAZAR, ÜÇ “HAYALETL‹ EV” Alev Bulut Üç yazar, biri ‹ngiliz, biri Amerikal›, biri Türk. ‹kisi ne güzel ki hâlâ hayatta; sa¤l›kl›, al›ml› ve üretken, üçüncüsü ise öleli çok oluyor. Virginia Woolf, P›nar Kür ve Joyce Carol Oates’u bu yaz›da buluflturan üçünün de öykü seçkilerinde, hem de seçkilerin ilk öyküsü olarak bir “perili/hayaletli/lanetli ev” öyküsü bulunmas›. Virginia Woolf’un “A Haunted House” (Perili Ev), P›nar Kür’ün “Hayalet Hikayesi: Lanetli Ev” ve Joyce Carol Oates’un “Haunted” (Perili Ev) adl› öyküleri. Bu üç öyküyü farkl› zamanlarda okudum, ikisini içinde yer ald›klar› öykü seçkileriyle birlikte ‹ngilizce’den Türkçe’ye, ikisini de ayn› adla, çevirmiflim. Üç öykü de gerilim unsurlar› ve gerçeküstücü kurgu aç›s›ndan ortakl›klar içeriyor ama ben bu ortakl›¤› “evler” ve “hayaletler”i odak alarak de¤erlendirmek istedim. Y›llar önce Virginia Woolf’un k›sa öykülerinin yer ald›¤› seçkiyi okurken kitab›n ilk öyküsü olan iki sayfal›k k›sac›k “A Haunted House”da bütün kitaba peflinen vurulmufltum. ‹nsan›n her gece kendi kendine “kapanan bir kap›n›n sesine uyand›¤›”, evin içinde bir fleyler aran›r gibi konuflarak gezen hayalet bir çifti, birbirini çok seven bir kad›nla erke¤i anlatan o k›sa öykü s›cakl›k ve gerilim yüklüydü. Gerilimi evin ve hayaletlerin kiflilefltirilmesinde, evin hayaletlerle iflbirli¤inde yat›yordu bana göre, böylece o ev gibi her ev tekinsiz oluyor, okurken ayn› heyecan› kendi evinde de hissediyordu insan. Bu heyecan› okura hissettirmenin bir s›rr› olmal›yd›. Bunu baflaran yazarlar gerçeküstülü¤ü ve gerilimi hepimizin her an bafl›na gelebilecek bir fley olarak anlatabilenlerdi bana göre. Virginia Woolf’un baflar›s› bir de bu k›sac›k duygusal gerilim öyküsünü ta içinden ve bilincinden geçirip d›flar› ak›t›r gibi yazm›fl olmas› idi. “Haunted House” (Perili Ev) seçkinin ilk öyküsü olarak seçkiye de ad›n› vermiflti (A Haunted House and Other Short Stories, 1944). Sonras›nda, ilk yaz›n çevirim olmak üzere – o cesareti gösterebildi¤ime hâlâ seviniyorum – seçkiyi çevirirken bilinçak›fl›n›n s›radan insan yaflamlar›ndan derledi¤i gerilim kaynaklar›n› ve insanlararas› etkileflimin gizlerini zihnim seçerek biriktirmifl olmal› ki okudu¤um her “insan” ve “yaflam” öyküsünde ayn› “sahicili¤i” bulmaya çal›flman›n yan› s›ra Woolf’un bu konudaki ustal›¤›n› da ölçü saymaya bafllad›m. 74 Ard›ndan okur, çevirmen ve araflt›rmac› olarak hayat›ma gotik-grotesk gerilim öyküleriyle Joyce Carol Oates girdi, okudukça s›radan insan öykülerini bütün yal›nl›klar› ve o yal›nl›kta gizli gerçeküstü gizemli ba¤lant›lar› ile anlat›p bize hiçbir fleyin gördü¤ümüz gibi olmayabilece¤ini düflündüren bu yazar›n kitaplar›n› çevirdikçe çeviresim geldi. Hatta bir saplant›dan kurtulmak ister gibi bir süreli¤ine ondan uzak durup çevirmeme karar› ald›m. Oates’un da Woolf gibi bilinçak›fl›n›n süreklili¤ini önemsedi¤ini ve bunu sa¤lamak için yaz›m kurallar› ile oynayabildi¤ini gördüm. Bilincin kesintisiz ak›fl› anlat›ma süreklilik olarak yans›yor, okur öykü kiflilerinin/yazar›n bak›fl aç›s›na, gerilimine, korkusuna ortak oluyordu. Oates’un da Haunted: Tales of the Grotesque (1995) adl› öykü seçkisinde bir “Perili Ev” (A Haunted House) öyküsü vard›. Orada da bir ev, terk edilmifl Medlock Çiftli¤i, do¤aüstü güçlere ve aç›klanamaz olaylara ortakl›k ediyor, iki genç k›z›n bafl›na gelenler, “her yaramaz, asi genç k›z›n bafl›na gelebilecek ürkütücü fleyler” olarak okuyan› titretiyordu. Ayn› seçkide bir lanetli ev daha vard›. Bu ev/malikane, Oates’un gotik-grotesk yaz›n›n eski bir ustas›n›n, Henry James’in, an›s›na sayg› ile eski bir konuyu günümüze tafl›yarak yeniden yazd›¤› “The Accursed Inhabitants of the House of Bly” (Bly Malikanesi’nde Yaflayan Lanetliler) adl› öyküde geçiyordu. Oates bu öyküde, Henry James’in The Turn of the Screw roman›ndaki hayaletlerin malikanedeki yaflam›n› konu al›yordu. Yani yine bir ev vard› hayaletleri ile birlikte yaflayan. Zaten öykü seçkisinin Türkçe’deki ad› kiflileri de içine alm›fl, “lanetli/perili/hayaletli” (haunted) yerine “lanetliler/hayaletler” olmufltu. Bütün bu okuma, çevirme, yazma iflleri içinde hep okudu¤um, öykülerini kurarken gerilim unsurlar›n› o yap›ya yedirmedeki ustal›¤›na hayran oldu¤um bir yazar vard› ki, onu ilk kitaplar›ndan bafllayarak, Bir Cinayet Roman› ’nda sevgim doru¤a ç›karak, hep çok sevdim, etkilendim. Bir gün, uzun bir aradan sonra, P›nar Kür’ün son öykü kitab› ç›k›nca hiç zaman yitirmeden ald›m. Hayalet Hikâyeleri (Gizli Sakl› Konuflmalar, 2004) kitab›ndaki “Hayalet Hikâyesi: Lanetli Ev’i” bir solukta okudum. O ilk öykünün fliddetiyle bütün kitaba tak›l› kald›m. Akl›ma hemen yukar›daki hayalet hikâyeleri geldi, Woolf’unki, Oates’unkiler. Tabii bir farkla, P›nar Kür’ü uzun zamand›r okuyamad›¤›m için bu okuma serüveni beni zaten bafltan heyecanland›rmaya yetmiflti. Yazar›n uzun uzun dam›tarak yaz›p dinlendirdi¤i, hiç aceleye getirmedi¤i bu öyküler kitap olarak ç›kt›klar› gün yok satar, bask› üstüne bask› yap›l›r, sand›m. Bu öykülere gösterilen ilgiyi ve üzerine yaz›lan elefltiri, tan›t›m ve yorumlar› say›ca son derece yetersiz bulurken yazarla yap›lan bir söyleflide onun da böyle düflündü¤ünü sezdiren bir cümle okudum. P›nar Kür çok baflar›l› bir gerilim yazar›, hem de bunu yaz›nsal anlat›mla da birlefltirip de¤er ka75 zand›ran ender ustalardan. Öyküleri, tür olarak bat›dan beslenen polisiye, gerilim geleneklerine ait olsalar da kiflileri ve konular› ile bu co¤rafyay› yans›t›yor, bizi anlat›yorlar. Gerçeküstü kurgular›n› günlük ve s›radan bir ak›fltan alabiliyorlar. Yazar bizi her an çevremizde olabilecek fleylerden yakalay›p vuruyor. Baflar›n›n ölçüsü, bu tür için, bir öyküyü, bazen bütün bir kitab› elinizden b›rakmadan okuman›zsa, Kür bunu zaten her kitab›nda yap›yorken, bu seçkiye ald›¤› befl öykünün her biri mücevher gibi göz al›yor. Birini bitirip öbürüne geçerken önünde sonunda bitecekleri düflüncesiyle üzülüyorsunuz. Oysa öyle ince kurulup tasarlanm›fllar ki bunlardan onlarca olsun, hep okuyal›m deseniz P›nar Kür titizli¤inde bir yazar›n kaç y›l›n› al›r hesap edelim. Bu üç öyküyü benim için ayn› zeminde buluflturan “evler”e ve “hayaletler”e biraz daha ayr›nt›l› bakarsak; bunlar Amerika’da bir kasaba evi, bir yal› ve Victoria döneminde bir ‹ngiliz evi olarak birbirlerinden farkl› görünebilirler ama üst kavram olarak “ev” ayn› gizemli ve iflbirlikçi mekân. Virginia Woolf, “Perili Ev”de hayal bir çifti, birbirini seven bir erkekle kad›n›n “perili” denen bir evin flimdiki sakinlerinin yaflam›na hayalet olarak giriflini anlat›yor; ya da bu hayaletlerin mekân› olarak evi anlat›yor. Evin ve içinde yaflayanlar›n dününü ve bugününü. Hayaletler geçmifle ait gibi görünseler de bugün de evin de¤iflmez sakini onlar. Evde o an yaflayan gerçek kifliler ise geçmiflin hayaletlerini kabullenmek zorundalar. Evi geçmifli ile birlikte kabullenmeleri gerek. Çünkü ev canl›. Belki perili, tekinsiz ama zarars›z, içinde yaflayanlar› ve yaflananlar›, ölü de olsalar, koruyan, kollayan bir yer. P›nar Kür’ün “Hayalet Ev”ine ayr› bir yaz› gerek ama k›saca de¤inirsem, öykü “lanetli bir yal›” ve gizemli bir ziyaretçi arac›l›¤›yla bize bir ailenin tarihini ve bugününü, içinde yaflananlar› anlat›yor. Öykü boyunca eski ve köklü bir ailenin yaflam›na konuk oluyor, yine de son ana kadar gize tam ortak olam›yoruz. “Benim kaderimin bu evle nas›l bir iliflkisi olabilir sizce?” diye saf saf soran öykü kiflisi bu iliflkiyi çözerken Kür bizi de bu dünyadan ötekine, bugünden geçmifle, boyuttan boyuta savurur. Dönüp dönüp okumay› gerektiren sat›rlar ve ayr›nt›lar var. Kim kimin k›z›, kim kimin o¤lu, kim ölmüfl, kim yafl›yor, kim hayalet… Yazar anlat›m› birden fazla göz ve a¤›zdan yapmakta öyle baflar›l› ki, öykünün yaratt›¤› etkinin s›rr› da bu. Joyce Carol Oates’un “Perili Ev”i ise asl›nda bir ergenlik öyküsü. “Perili evler, yasak evler... Hayalet diye bir fley yoktur, diye anlat›rlard› bize… Terk edilmifl evlerin hep bir öyküleri vard›r ama bunlar›n en kötüsü Mintonlar’›n evinin öyküsüydü… Mintonlar’›n evinde y›llard›r kimsenin yaflamad›¤› yaz›l›yd›. Cesedin ç›plak ve parçalanm›fl oldu¤u yaz›l›yd›. Ayr›nt›ya girilmiyordu…” Genç k›zlar›n yasaklar› çi¤neyince karfl›laflt›klar› tehlikeler ve ödedikleri bedeller Oates’un sevdi¤i konular›n bafl›n76 da gelir. Bu öyküde de yasak bir eve girmekle asl›nda içinde uzun y›llard›r yaflayan biri olmad›¤› söylenen lanetli bir evdeki hayal kiflinin gazab›na u¤rayan iki genç k›z›n öyküsü anlat›l›yor. Biri merak›n›n bedelini ölümle ödüyor, öbürü ise ömür boyu ruhsal bir sakatl›kla yaflay›p sinerek. Üç ev de, hatta, Oates’un Lanetliler seçkisindeki “Bly Malikanesi” dahil edilirse, dört ev de canl› çünkü “hayaletli/lanetli/perili” evler bunlar. ‹çlerinde geçmiflten kalan kifli ve an›lar var. Evler bu kiflilerle bütünlefliyorlar. Virginia Woolf’un “Perili Ev”indeki evin yüre¤i “Bir fley yok, bir fley yok, bir fley yok!” diye atarak yat›flt›r›yor içinde yaflayan geçmifl ve flimdiki kiflileri. P›nar Kür’ün öyküsündeki yal› ise ketum ve mesafeli. ‹çinde yaflananlar› farkl› kifliler farkl› dönemlerden anlat›yorlar. Ev belki de hiç yok. Hayal ev, hayalet ev, perili ev olarak mimlenmifl. Ziyaretçi çok s›k› ba¤lar› oldu¤unu hissetti¤i eve, hatta evin tarihinde hangi döneme, duvardaki hangi aral›ktan nas›l girdi¤ini anlayam›yor. Biz de tak›l›yoruz pefline… Üç yazara da olduklar› yerlerde, bu dünyada ve ötesinde, selam olsun. De¤erlendirmelerimin çok öznel taraflar› var kuflkusuz ama “hayalet avc›lar›” gibi ben de öykülerde “hayaletli ev av›”na ç›km›fl bulundum bir kez. Sonum hayrola… 77 PRAT‹K GÖRÜfiLER Demir Özlü “Gerçek olgu demektir.” G. Vigo1 Hegel’in tarihin sonu ile insan›n homo sapiens’e dönüflmesi düflüncesinin gerçekten sanal (imaginaire/hayali) oldu¤unu kabul etmek gerekiyor. Kendi afl›r› idealizmi üzerinde yaylanarak düflgücüne ya da (bizim gözümüzde) bir çeflit karabasana s›çr›yor gibidir filozof. Gerçek, kuflkusuz gördü¤ümüz, yaflad›¤›m›z olgulardad›r. Frans›z felsefeci Desanti2 felsefe yapmaktan al›nacak dersi flöyle özetliyordu: “Felsefede hiçbir fley do¤ru, hiçbir fley yanl›fl de¤ildir; her fley sorularda yatmaktad›r...” Bat› felsefelerinin, çok uzun y›llar, geleneksel temellerini Eflâtun’da bulan idealizmler üzerine infla edilmifl olduklar› düflünülebilir. Gene yüzy›llar boyu bu felsefeler, gelenekleri içinde öz (substance) düflüncesine öncelikli yer veriyorlard›. Yak›n Ça¤’da “insan özü” kavram›, birkaç yüzy›l metafizik olmayan bir gerçekmifl gibi ele al›nd›. Yerleflik, yayg›n insan anlay›fl›nda, insan›n üç katmandan olufltu¤u, bu katmanlar›n da: hayvansal yaflam, ak›lc› yaflam ve ruhsal yaflam oldu¤u düflünülüyordu. Akademik felsefe ö¤retimi yüzy›llarca spritualisme’leri ö¤retti.3 Gerçekle de¤inti noktalar› olmayan teolojileri bir yana b›rak›yorum. Bugün bu gelenek parçalanm›flt›r. San›r›m en do¤ru olan olgulara bakmakt›r. ‹nsanl›¤›n eflitlik idealinden vazgeçmeyece¤i aç›kt›r. Bu da Frans›z ‹htilalinin sonucudur. Tarihten, e¤er tarihin bir yönü sonlanmadan baflka bir yön beklenemez. Global Pazar ekonomisini savunanlar da eflitli¤in bu yolla sa¤lanaca¤›n› öne sürüyorlar: Liberalizmde, pazar ekonomisinin görünmeyen düzenleyici eli eflitli¤i sa¤layacakt›r. S›n›f mücadelelerinin de baflka bir amac› yok elbette. Ne denli uzun ve karmafl›k aflamalardan geçerse geçsin, insanlar, mümkün olan en genifl ölçüde eflit olabilmelidirler. Sadece f›rsat eflitli¤i de¤il, yoksullu¤un ortadan kalkt›¤› bir ortamda, olabildi¤ince ekonomik eflitli¤e de ulaflmal›d›rlar. Konut, sa¤l›k, e¤itim, ifl sa¤lanmas›, gelecek kayg›s›n›n ortadan kalkmas›, bofl vakit özgürlü¤ünün giderek artmas› herkesin hakk›d›r. 78 Soruna uzaktan bakarsak, 1917 Devrimi’nin büyük yanl›fllar›ndan ikisini belki flöyle s›ralayabiliriz: 1. Kapitalizmin ortadan kalkmas› için Lenin taraf›ndan, kapitalizmin bafllang›c› olarak görülmüfl ‘köy Pazar ekonomisi’nin dahi ortadan kald›r›lmas› giriflimleri. (Sürekli ekonomik geliflme için denetimli bir pazar ekonomisi, özellikle köylüler, zanaatkârlar, küçük giriflimciler için daha faydal› olabilirdi). 2. Devrimin demokratik bir yol bulamamas›. Bir aflamadan sonra bütün siyasal partilerin kapat›lmas›. Daha çok ayd›n çevrenin lideri olan Troçki’nin dahi tasfiyesi. Devrimin amaçlar›na dönük iki partili bir rejimin dahi kurulamamas›. Yönetimin Stalin’in eline geçmesi.4 1970’li y›llarda gördü¤üm ‹sveç ilkel yoksullu¤u bütünüyle ortadan kald›rm›fl bir ülkeydi. ‹lkel yoksulluk ortadan kalk›nca sosyal mücadeleler bar›flç›l bir alana kay›yordu. Kapitalist dünyadan bütün bütüne kopmak ayr›-düflme (izolasyon) sonucu do¤uraca¤›, yarat›lm›fl dünya koflullar›nda bu durum da ülkenin fakirleflmesine yol açaca¤› için, denetlenen, yarat›c› ve rekabetçi – gelece¤e dönük – taahhütleri canl› tutan bir kapitalizm de yaflam›n› sürdürüyordu. Sosyal devlet halk›n sa¤l›k, konut, e¤itim, çal›flma gereksinmelerini her çeflit güvenceyle üstlenmiflti. Diyece¤im herkese – gençlere de – bir konut verildi¤i gibi, bütün yaflam alanlar›nda insanlar tam bir güvence alt›ndayd›lar. Sa¤l›k hizmetleri hemen hemen paras›z gibiydi. Bireysel ç›karlar›n› toplumun yararlar› üzerine ç›karmayan insanlar... Ahlak haline dönüflmüfl protestan dürüstlü¤ünün toplumsal yaflama tümüyle yans›mas›... bunun yaratt›¤› çal›flma ahlak›... (‹sveç’te çal›flma bir dindir)... vb. öznel, bireysel nitelikler, ahlaksal kurallar... Toplumun biçimlenmesinde en çok etkili olmufl olan sol kanat – en yayg›n parti Sosyal-Demokrat ‹flçi Partisi olmak üzere – bugün azg›nlaflma olana¤›n› bulmufl kapitalist ekonominin içinde yaflad›¤›m›z bu dönemi de dahil (kapitalizme verdi¤i ödünler ne olursa olsun) “s›n›fs›z toplum yaratmak” idealini program›ndan ç›karm›fl de¤il. 80’li y›llar›n ilk yar›s›nda Olof Palme ile arkadafllar›n›n büyük tasar›s› gündeme geldi. Ülkedeki denetimli ekonominin ibresini hep yararl› olandan yana iflleten bir saat duyarl›¤›ndaki fonlar sistemi, ücretlilerin ayl›k ücretlerinden kesilen (ülkenin ortalama %96’s› ücretlidir) küçük paylar›n birikmesi sonucu çok büyük rakamlara eriflen “ücretliler fonu”nda biriken paralarla sanayinin en temel sektörlerini (ve fabrikalar›) sat›n alacakt›. Böylece ülke ekonomisi (büyük sanayi de) çal›flan insanlar›n (bir anlamda iflçilerin) mülkiyetine geçecekti. Kuflkusuz bu reformlar yoluyla ulafl›lm›fl sosyalizmin ta kendisi olacakt›. 79 Bu proje durduruldu. ABD’nin Ortega Nikaragua’s›na âni, gizli askeri bask›n niyetini a盤a vuran Olof Palme 1986 fiubat’›nda öldürüldü. Palme’nin öldürülmesinden sonra, baflta büyük kentlerdeki konut sorunu olmak üzere baflka alanlardaki k›smi özellefltirmeler ile vahfli kapitalizmin ödün isteyen s›zmalar› bafllad› ülkede. Fakat bugün de sol kanat, bu sorunlar›n üzerine yürümek cesaretini tafl›yor. Ne toplumsal eflitlik, ne sosyal-devlet, ne de s›n›fs›z toplum ideallerinden vazgeçmifl de¤il. Bir deneyim ülkesi olarak ‹sveç’i gözlemlemek, öyle san›yorum ki bana tarih, insanlar ile toplumlar›n biçimlenmeleri üzerine çok fley ö¤retti. Türkiye söz konusu oldu¤unda, befl-alt› y›l önce TRT-2 televizyonunda Nilgün Cerraho¤lu ile Yavuz Baydar’›n yönettikleri, ‹zhak Alaton, Yekta Kara, Cem Duna ile kat›ld›¤›m›z tart›flma program›nda söyledi¤im gibi, kendi ülkemin “geliflme dinamikleri” konusunda kötümserim. Görüfllerim hiç de¤iflmedi. Çok genel olarak notetmeye çal›fl›rsam: Türkiye’de ak›lc› düflüncenin evrimini 1865’te kurulan siyasi ‹ttifak-› Hamiyyet gizli örgütünden, gene ayn› y›llar›n ürünü bilimsel Cemiyet-i ‹lmiye’yi Osmani cemiyetinden5 bafllat›rsak, Yeni Osmanl›lar’dan, Jön Türkler’den (yurt d›fl›nda etkinlik gösteren), ard›ndan da çok radikal olan Cumhuriyet devrimlerinden gelen çok olumlu etkilerle Türk dili (dile ba¤l› olarak da Türkiye’de düflünebilmek) – belki Türk logos ’u diyebiliriz buna – Bat› Avrupa’da olabilenden de daha çok gerçekleri kavramaya elveriflliydi. ‹slam dünyas›nda, Bat›’da XVIII. yüzy›la kadar görülen, ak›lc› düflüncelerle teolojik metafizikleri bir arada konu edinen düalist düflünürlerin (örnekleri aras›na Descartes’la Spinoza’y› da koyabiliriz) – onlar›n tam koflutlar› – (paralelleri) oldu¤u öne sürülse de, bunlar›n Türkiye toplumuna gözle görülür bir etkileri yoktu. Öte yandan da, as›l önemli olan gene flu 1860’l› y›llara kadar, Türkiye’de birbirini izleyen, birbirini do¤uran, birbirine eklemlenerek geliflen bir düflünce yaflam› da olmamas›yd›. XIII. yüzy›ldan bafllayarak kimi tasavvuf ciddiyeti olan tekkeler tek tek bilge insanlar yetifltirmifllerse de, bu bilgelik yayg›n ahlak, duyufl, düflünme ve sezifl gücü olarak topluma yay›lmam›flt›r. Yunus Emre bile burada yaflayan halk›n düflünce dünyas›na ifllemifl de¤il; duyufl dünyas›na da. Ard›ndan da tekkeler tarikatlar içinde yozlaflm›fllard›r. Bugünkü “metafizik”, her cahil toplumda varolan hürafelerden ibarettir. (Bir erke¤in yan›nda bir kad›n namaz k›larsa o namaz kabul olunur mu? gibi, ya da türban sorunu gibi). 80 Teolojileri, metafizi¤i, düalizmleri aflabildi¤i, bu yüzden de Bat›’dan da iyi, aç›k seçik, gerçekçi düflünebilmek olana¤›n› yakalayabilir olan Türk logos’u cahil halkça ve gücünü ondan alan despotik iktidar oluflumlar›nca ezilmifl, bask› alt›nda tutulmufl, geliflme yollar› t›kanm›flt›r. Bugün yaflanan toplumsal da¤›n›kl›kla çöküfl yeniden olumlu olana dönüflü olanaks›z k›l›yor gibidir. Osmanl› ‹mparatorlu¤u’nun çöküfl nedenlerini anlatan büyük iktisat tarihçisi Fernand Braudel, bu çöküflü flöyle özetlemiflti: “Endüstri Devrimi sonuçta ‹mparatorlu¤u çökertti, onun gücü arkaizmlerinden ve miras›ndan kurtulmas›na yetmedi.6 Braudel’in Fatih’in ‹stanbul’u al›fl›ndan söz ederken “yitirilmifl bir ekonomik savafl›m›n sonucunu devrald›” diye yazd›¤› düflünülürse, bu a¤›r miras›n ne oldu¤u daha iyi anlafl›l›r. Bugün de durum o dönemdeki gibi görünüyor. Türkiye arkaizminden ve a¤›r miras›ndan kurtulamamaktad›r. Ekonomik ve toplumsal gücü buna yetmemektedir. Arkaizmden kurtulamamak kronik bir hal alm›flt›r. Bu arkaizm bugün de bocalay›p duran, eline ald›¤› iktidar› hangi tarihsel dönemde kulland›¤›n›n bilgisinde ve bilincinde olmayan iktidar yap›lar›yla belki de dönüflü olmayan bir yola sürüklenmektedir. Kat›ld›¤›m radikal bir görüflü buraya almak isterim: 1999’da Prof. Sevinç Özer bir edebiyat dergisinde flöyle yaz›yordu: “Türkiye ça¤dafllaflamaz, çünkü özünde baflta ba¤nazl›k ve faflizm olmak üzere, fakirlik, cehalet, dini fanatizm, flarlatanl›k gelecek kuflaklar›n önüne setler çekmekte, yarat›c› beyinler körletilmekte, bask› alt›na al›nmakta ve suçluluk duygular›yla törpülenmektedir.”7 ‹letiflim ça¤›, toplumda ekonomik ve kültürel bir düzey olmad›¤› için, bizde arkaizmleri okflayan, kimi insanlar› ars›zlaflt›ran, kimini de haydutlaflt›ran propagandalar üzerine oturdu. Kimi televizyonlar da bu ruhla izleyici buldu. Kimi gazeteler de. Bu cang›lda bilim adamlar› fazla yeralmasa da, kimi ‘edebiyatç›lar’ oraya kofltular. 1980’den sonra, ortada görülen kimi kesimler için, Leylâ Erbil’in Selahattin Hilâv üzerine konuflurken tan›mlad›¤›, “Özal’›n arma¤an› olan ve bugünkü varisleriyle art›k iyice zincirlerinden boflanm›fl bulunan; toplumu nas›l kand›r›r›m, nas›l sömürürüm, köfleyi nas›l dönerim...”8 ruhu yaflan›r gerçek oldu. (1) ‹talyan sosyolog Giambattista Vico’nun (1668-1774) ünlü sözü: “verum ipsum factum” (2) Jean-Toussaint Desanti (1914-2002). (3) Burada bugünkü akademik felsefeler üzerine de birfleyler söylemek isterim: Günümüzde akademiler d›fl›nda felsefe yapma olana¤› çok azalm›flt›r. Bu akademisyen felsefeci kitlesinin ço¤unlu¤u da kendisini, eskiden de oldu¤u gibi siyaset ve eylem felsefeleri d›fl›nda tutmak istemektedir. ‹nsan gerçe¤inin en çok tehdit alt›nda oldu¤u günümüzde, kendi sorunlar›n›n sadece “felsefe yapmak” oldu¤unu düflünüyor olmal›lar. 81 1940’l›, 50’li y›llar›n akademilerde en çok ele al›nan filozofu Husserl iken, son on y›llarda onun yerini Heidegger alm›flt›r. Arendt’in bir dönemde felsefesini ‘hurafe’nin anlafl›lmaz bir biçimi olarak tan›mlad›¤›, Karl Jaspers’in tutumunda “... bir zorban›n... ruhuna girdi¤ini, vahfli bir tutkunun onu yan›ltarak en kötü siyasi diktatörlükleri desteklemesini sa¤lad›¤›n› ve sonra onu entelektüel büyücülü¤e ikna etti¤ini” gördü¤ü (Mark Lillo, çev: Ilgin B. Y›ld›z) nasyonal-sosyalist geçmifli görmezden gelinerek, onun nasyonal sosyalizmde politika ötesi olarak ele ald›¤› daha iyi bir dünya bulgulamas›... gerçekleri de bir yana b›rak›larak, günümüzde felsefe e¤itiminin temeli yap›lmaktad›r. Akademik felsefeci ço¤unlu¤unun yaflarken sa¤lam görünen bir otoritenin gölgesini arad›¤› ya da de¤iflimci politikalara ilgisiz görünmek, siyasal gerçekler karfl›s›nda duyars›z kalmay› seçmek istedikleri pek aç›kt›r. Bu sadece felsefecilerden de¤il, felsefenin kendisinden de kuflku yaratan bir tutumdur. Heidegger’in 1933’te rektör oldu¤unda nazi üniformas› giydi¤i aç›k seçik bir olgudur. Bunu bir yana b›rakal›m, as›l ilgi duyulmas› gereken, flu hiçbir fleye yaramayan “entelektüel büyücülük” tutumudur. Liberal Karl Jaspers, bu eski arkadafl›na, tutumunun nedenlerini aç›k seçik sormufl, cevap alamam›fl ve bu sessizlikten sonra onla görüflmek olana¤›n› bir daha aramam›flt›r. Yeni yay›mlanm›fl bir felsefe sözlü¤ünde de, Heidegger’in Hölderlin’in “geri dönüflünü” (yeniden güncelleflmesini) sa¤lam›fl oldu¤unu okudum. Kastedilen 1930’lu y›llarda Heidegger’in 1944 tarihli “Commentaires sur la poesie de Hölderlin” (Erlauterungen zu Hölderlins Dichtung) adl› kitapt›. Oysa Hölderlin unutulmufl de¤ildi. Kendi felsefesindeki baz› kavramlar› büyütmek için, büyük flaire dayanmak isteyen Heidegger’di. (4) Elbette 1917 Devrimi’nin karfl›laflt›¤› tarihsel, güncel, toplum yap›s›yla ilgili sorunlar bu kadarla s›n›rlanamaz. Ama bu ayr› ve çok genifl bir konudur. Devrimin karfl›laflt›¤› güçlüklere, baflar›s›zl›klara, milyonlarca insan›n tasfiyesine karfl›n, sosyalist sistemin dünya bar›fl› için ne denli gerekli oldu¤u bugün çok daha aç›k görünüyor. (5) Frans›z Bilim Akademisi üyelerinden, biyolojide dönüflümcü kuram› savunanlardan Edmond Perrier, ‹stanbul’a geldi¤i vakit, burada Sadullah Pafla, Münif Pafla, Ethem Pafla ve bütün Cemiyet-i ‹lmiye-i Osmani üyeleriyle, Beyo¤lu’nda, Flamme kahvesinde buluflup konuflur. Perrier, bu kahvede fiinasi ve Nam›k Kemal ile de tan›fl›r. Flamme kahvesine Perrier ile konuflmaya gelenler aras›nda Ali Süavi ile Hersekli Agâh Nuri, Reflat gibi Jön Türkler de vard›r. (6) F. Braudel, Le Temps du Mond, Armand Colin, 1979. (7) Sevinç Özer, Adam Öykü, May›s-Haziran 1999, say›: 22. (8) Leylâ Erbil ile söylefli, Ruhen K›z›ler, Bilim ve Gelecek dergisi, Haziran 2006, s. 74. 82 KEMAL TAH‹R - ÇET‹N ALTAN Aziz Nesin “Birlikte Yaflad›klar›m Birlikte Öldüklerim” dosyalar›, Aziz Nesin’in sonunu getiremeden arkada b›rakt›¤› 1500 dolay›ndaki dosyadan sadece birkaç›. Bilinen çal›flkanl›¤› ve disipliniyle, Aziz Nesin yaflarken dostlar› üzerine notlar al›r, onlarla olan an›lar›n› ya da baflkalar›ndan duyduklar›n› s›ca¤› s›ca¤›na yazar ve bu notlar› bir dosyada daha sonra kitaplaflt›rmak üzere biriktirirdi. Bu notlar yazar›n ölümünden on y›l sonra yay›ma haz›rland›. Yak›nda Nesin Yay›nevi’nden ç›kacak Birlikte Yaflad›klar›m Birlikte Öldüklerim’den yazar›n›n önsöz tasla¤› ile ünlü yazarlar›m›z Kemal Tahir ve Çetin Altan’a iliflkin bölümleri sunuyoruz. Ölen için yazman›n daha bir rahatl›¤› var aç›kças›. Bunu söylemek zorunday›m. Ama flunu da eklemek isterim ki, öldükten sonra yazd›klar›m›, sa¤l›klar›nda yazamazd›m, yüzlerine söyleyemezdim anlam›na gelmez, ki yazd›klar›m›n pekço¤unu ve a¤›r›n› yüzlerine de söylemiflimdir. Ama ben bu insanlar› hemen hemen hepsini diyebilece¤im kertede ço¤unu seviyordum, çok seviyordum. Sevdi¤im insanlar›n sevmedi¤im ve bana olumsuz gelen yanlar›n›, ölümlerinden sonra (bibak›ma arkalar›ndan) yazmak hem kolay de¤il hem güzel de¤il. ‹flte ben hem kolay, hem güzel olmayan bu ifli yap›yorum bu kitab›mda. Peki neden? Baflka türlüsünü yapamam, elimden gelmez de ondan... Herneyse, onu yazaca¤›m. Bir de, yaflamakta olan yak›nlar› var. Yazan elimi oldukça tutan (tek tutan) budur. Onlar› incitmek beni de incitir. Çünkü yak›nlar›, ünlü ve de¤erli ölülerinin elefltirilmesine, olumsuz yanlar›n›n belirlenmesine hiç dayanamazlar, ki onlara hak vermemek elde de¤ildir. Ama bunu bile göze alarak (her zaman ve çok de¤il) do¤ruyu (elbette benim öznel do¤rumu) yazmaya çal›flt›m. Bu yaz›lardan tedirgin olanlar›n yapacaklar› en büyük elefltiriyi flimdiden duyuyorum: Niçin yap›tlar›n›, yap›p ettiklerini de¤il de, yaflamlar›n›? Yap›tlar›n›, yap›p ettiklerini de de¤erlendirmeye çal›flt›m. Ama bu benim iflim de¤il, yada bana özgü bir ifl de¤il. Bunu edebiyat tarihçileri, elefltirmenler yaps›nlar. Ben bir yazar olarak birlikte yaflay›p birlikte öldüklerimin kifliliklerini ortaya koyaca¤›m. Ve bunu yapmakla da yapt›klar›n›n ve yap›p ettiklerinin daha iyi anlafl›lmas›na yard›mc› olaca¤›m. Romanc›, öykücü ve oyun yazar› olarak, bir yazar›n ifli budur: ‹nsan› vermek. ‹nsan› vermek, her yan›yla insan›n kiflili¤ini vermek demektir. 84 Dileyenler, yazacaklar ç›karsa beni de böyle yazmalar›n› isterim. Böyle isterim derken, benim yaflam›mda olumsuzluklar, kötü yanlar yoktur diye meydan okuyor de¤ilim. Vard›r. Onlar da yaz›ls›n. Yorum... Bana göre böyle. Baflkas›na göre baflka... Yorum önemli. Yorum olunca, ister istemez bu yaz›larda salt yaz›lan de¤il, yazan›n da kiflili¤i ortaya ç›kacakt›r. Bu da bence hiç kötü de¤il. “Birlikte Öldüklerim”in yazar›n›n da kiflili¤i (iyi kötü yanlar›) ortaya ç›kacakt›r. KEMAL TAH‹R ... F›rt›na Dindi Türk edebiyat›n›n zorlu bir f›rt›nas› dindi. Aralar›nda hiçbir benzerlik olmamakla birlikte, Süleyman Nazif’ten bu yana, edebiyat›m›zda böylesine sert, böylesine zorlu bir f›rt›na esmemiflti. Kemal Tahir f›rt›nas› yan›nda, en sert edebiyat yelleri bile imbat esintisi gibi kal›r. Gürleyen yergi y›ld›r›mlar›, dilinde akan sövgü k›v›lc›mlar›, ya¤d›rd›¤› tafllama ya¤murlar›yla, edebiyat›m›z›n en yaman f›rt›nas› dindi. Efli Semiha arkadafl›m›z, sabah›n alt›s›nda, telefonda, “Kemal uyudu, bir daha uyanmayacak!” diyordu. Bu denli yal›n, yapyal›n bir sözün, birdenbire bu denli anlamlaflt›¤›, bu denli fliirleflti¤i pek az görülmüfltür. Bu ola¤an, bu dümdüz söz, edebiyat›m›zda baflka hiçkimsenin Kemal Tahir’in ölümüne oldu¤u denli uygun düflmez. Bir daha uyanmayaca¤› uykusuna yatm›fl Kemal’in aln›ndan öptü¤ümde, dudaklar›ma geçen yoklu¤unun serinli¤iyle, o zorlu f›rt›nan›n büsbütün dindi¤ini ac›yla duydum. Arkadafllar›ma de¤gin dosyamda iki bölüm var; birine “Birlikte Yaflad›klar›m”, öbürüne “Birlikte Öldüklerim” bafll›¤›n› koymufltum. “Birlikte Yaflad›klar›m” bölümündeki adlar› bir bir silip “Birlikte Öldüklerim” bölümüne aktar›yorum. Kemal Tahir de “Birlikte Yaflad›klar›m”dan “Birlikte Öldüklerim” aras›na göçtü. Her ölen arkadafl›mla ben de biraz ölüyorum; ama bu kez biraz de¤il, pekçok öldüm. Neden böyle oldum, diye düflündüm. Çünkü dostlu¤umuz y›llardanberi sevgi ba¤lar›yla ve darg›nl›klarla, anlaflmalarla ve anlaflmazl›klarla, dayan›flmalarla ve çat›flmalarla, bar›flmalarla ve küskünlüklerle, gönül almalar ve k›zg›nl›klarla, de¤er vermeler ve elefltirmelerle sürüp gitti. Yani gerçek dostlu¤un bütün gerekleriyle, aram›zda her ne geçerse geçsin, her ne olursa olsun, birbirimizin vazgeçilmeziydik. ‹flte bunun için olacak, bunca yaz›lar yazm›fl, bunca y›l›n yazar› olan ben, bugün yaflam›m›n en zor yaz›s›n› yaz›yorum. 1944 y›l›nda bigün, dergisinde çal›flt›¤›m Sedat Simavi, kurflunkalemle ince ince yaz›lm›fl sar› yaprakl› müsvedde defteri verdi. Okumam› 85 istedi. Uygun görürsem roman Yedigün’de yay›mlanacakt›. Roman müsveddesinin yazar› Bedri Eser’di. Okudum. Toplumsal içeri¤i de olan, iyice usta ifli bir macera roman›yd›. Romandaki olaylar, Beyo¤lu’nun ara sokaklar›nda, barlarda, genelevlerde, batakhanelerde, kumarhanelerde geçiyordu. Roman›n baflkiflisi, uçar›, b›çk›n, bile¤ine güçlü, yi¤it, ama do¤ru bir delikanl›yd›. Sedat Simavi’ye, – Yay›mlanmal›, güzel roman. Kim bu Bedri Eser? diye sordum. Sedat Bey gülümseyerek, – Kemal Tahir, dedi. Kemal Tahir’le hiçbir ideolojik yak›nl›¤› olmayan –ama düflmanl›¤› da olmayan– Sedat Simavi, o soylu gerçek iyilikçi kiflili¤iyle, eskiden birlikte çal›flt›¤› Kemal Tahir’e yard›m edebilmek için, onun takma adlarla yazd›¤› romanlar›, öyküleri, dergilerinde yay›ml›yordu. Bedri Eser takma ad›yla yazd›¤› roman› okuyana dek Kemal Tahir üstüne çok fleyler dinlemifltim. Onun “Ayangac›lar” adl› fliirini çok dinlemifl, çok söylemifltim. Bedri Eser takma ad›yla yazd›¤› roman›n baflkiflisiyle Kemal Tahir’in yaflant›s› aras›nda benzerlik, koflutluk, t›pk›l›k ortadayd›. Kemal Tahir de, romandaki baflkifli delikanl› gibi, uçar›, b›çk›n, gere¤inde kavgac›, do¤rucu, yi¤it bir gazeteciydi. Kemal Tahir’in o yafl›ndaki resimlerine bak›n›z, onun bu karakterini hemen anlars›n›z. Onun bu yan›n›, onüç y›ll›k cezaevi yaflant›s› daha da olgunlaflt›rarak sürdürmüfltür. Bu döneminde Kemal Tahir’in soyad› bile, Nâz›m Hikmet’in fliirinden esinlenerek Benerci’ydi. Kemal Tahir’in bu yan›ndan izler ölümüne dek yaflam›nda sürmüfltür. ‹flte ünlü bir yazarken bile, biçok ayd›nlar› flafl›rtabilecek olan parma¤›ndaki kal›n flövalye yüzü¤ü, kehribar tespihi, konuflma biçimi, pardösüsünü mapushane gocu¤u gibi omzuna al›fl›, davran›fllar›, kendisine çok özgün bir çekicilik veren bütün bu yanlar›, Beyo¤lu e¤lence dünyas›nda geçen, b›çk›n, kavgac›, uçar›, arkadafl canl›s›, çok devingen gazetecilik günlerinden ona kalm›flt›r. Bence Bedri Eser ve baflka takma adlarla yazd›¤› o zamanki romanlar›, Kemal Tahir ad›yla yazd›¤› romanlar›n›n müsveddeleri, al›flt›rmalar›yd›. Hatta çeviriymifl gibi uyarlad›¤› Mayk Hammer adl› vurk›r romanlar›nda bile, bugünkü Kemal Tahir’in izleri vard›r. Bütün bu oluflumlara, Kemal Tahir’in babas› Tahir Efendiden geçen fiebinkarahisarl›, has Anadolu insan› davran›fllar›n› da eklemek gerekir. Kemal Tahir’in romanlar›n› de¤erlendirmek isteyenler, onun bütün bu yaflant›s›n›, Bedri Eser ve baflka takma adlarla yazd›¤› romanlar›, çeviri diye sundu¤u uyarlamalar›, babas›ndan geçen Anadolulu¤u iyice araflt›r›p incelemek zorundad›rlar. Bir de efli Semiha’y› hesaba katmadan, Kemal Tahir’in yaflam›n› anlamak ve eserlerini çözümlemek olana86 ¤› yoktur. Bütün yaflam› dostlar›na, arkadafllar›na özverilerle geçen bu eflsiz elcil, bu sonsuzcas›na özverili kad›n, hiçbir kad›n›n dayanamad›¤›, dayanamayaca¤› o Kemal Tahir f›rt›nas›na seve seve dayand›, kendini Kemal Tahir’e adad›, benli¤ini silip kiflili¤ini de koruyarak kendini tümüyle Kemal Tahir yoluna verdi; t›pk› kökü sa¤lam güçlü bir kam›fl›n zorlu f›rt›na önünde e¤ilip do¤rularak hep yerinde durmas› gibi hem kendisi direndi, hem Kemal Tahir’i dik, diri ayakta tuttu. Semiha, Kemal Tahir f›rt›nas›n›n bir destan kad›n›, bir an›t kad›n›d›r. Kemal Tahir son günlerinde, f›rt›nas›n›n dinginleflti¤i zamanlarda, Semiha’ya, – Sen olmasan, ben yaflayamazd›m! derdi. Evet öyleydi. Kanser canavar›n›n pençesinden Kemal Tahir kendi moral gücüyle, ama daha da çok Semiha’n›n sevecen elleriyle kurtuldu. Ama daha baflka bifley de vard›; Semiha olmasayd›, Kemal yaln›z yaflayamaz de¤il, yazamazd› da... Sonra kardeflleri? Eserleriyle yüre¤ini ortaya koyma cömertli¤indeki, nesi varsa baflkalar›na verme elcilli¤indeki bütün büyük sanatç›lar›n yak›n çevrelerine tak›nd›klar› bencillik Kemal Tahir’de de vard›. O eflsiz iki kardefl, Kemal Tahir’in yeryüzü için yaflad›¤›n› bilerek, onun yoluna kendilerini adam›fl iki güçlü destek, iki yard›mc›yd›. Çok iyi insand› Sedat Simavi, ama o bask› döneminde bask›c›lara karfl› yüreklilik göstermek gere¤ini duymuyordu. Bigün beni ça¤›r›p, Birinci fiubenin siyasi polislerinin s›k s›k beni sorduklar›n› söyledi. Polisin beni izlemesi için hiçbir davran›fl›m yoktu. Ama beni iflimden etmek için Sedat Beyi tedirgin etmeleri yeterdi. Karikatürcü Ramiz Gökçe’yle bir odada, bir masada karfl›l›kl› çal›fl›rd›k. Ramiz bigün bana flöyle demiflti: – Aziz Bey, durumunu seçmen gerekir. Bak sana arkadafl›m Kemal Tahir’in bafl›na gelenleri anlatay›m. Kemal Tahir evlendi. Bigün beni evine götürdü. Yata¤›, fleker sand›klar›n›n üstündeydi. (O günlerde Ramiz, iyi bir semtte üç yada dört katl› bir apart›man yapt›rm›flt›.) Evi tamtak›rd›. Sonra hapse at›ld›. Kar›s›ndan ayr›ld›. Bir Cumhuriyet Bayram› günüydü. Bayram gecesi, Haydarpafla önünde demirlemifl olan Erkin z›rhl›s›nda balo verilecekti. Istanbul’un bütün tan›nm›fl kiflileri bu baloya ça¤r›l›yd›k. R›ht›mdan motorlarla z›rhl›ya gittik. Bütün resmi kifliler, hükümet adamlar›, ünlüler, tan›nm›fl kifliler, yüksek sosyete ordayd›. Erkekler smokin, kad›nlar tuvalet giymifllerdi. Yemek, içki, herfley bol... Bütün gece yedik, içtik, dans ettik. Sabaha karfl› yine motorlarla gemiden ayr›ld›k. Sonradan ö¤rendim ki, biz geminin güvertesinde, üst salonlar›nda yer, içer, e¤lenir, dans ederken, geminin deniz dibindeki hücrelerinde, sintinelerinde Kemal Tahir’le arkadafllar›, Nâz›m Hikmet filan 87 zincire vurulmufl olarak sonlar›n› bekliyorlarm›fl. fiimdi Aziz Bey, seçeceksin, kendin bilirsin; ya üst salonlarda olacaks›n, ya zincire vurulmufl olarak geminin sintinesinde... Kemal Tahir için yazd›¤›m bu yaz›da, benim iyili¤imi düflündü¤ü için böyle konuflan Ramiz’e verdi¤im cevab› yazacak de¤ilim. Ramiz’le bu konuflmam›z 1945’teydi. Aradan on y›l geçmiflti. On y›l sonra, 1955’te, Harbiye’deki askeri cezaevinin darac›k hücresinde Kemal Tahir’le birlikteydik. Bu dar hücreye, yatarken ikimiz birden s›¤›flamad›¤›m›zdan, geceleri yere benim bafl›m onun ayaklar›na, onun ayaklar› benim bafl›ma gelmek üzere, birbirimize ters uzan›rd›k. Hücre karanl›kt›. Tepede, örgü tel içindeki kör lamba hücreyi ayd›nlatm›yor, karanl›¤›n yo¤unlu¤unu daha ço¤alt›yordu. Öylesine darac›k bir yerdeydik ki, yerdeki tafllara uzan›nca, dört duvarla tavan ve taban, yani içinde bulundu¤umuz hacmin alt› yüzünü birden ayn› zamanda görüp duyumlayabiliyorduk. Evimizdekiler nerde oldu¤umuzu bilmiyorlard›. Hiçkimseyle görüfltürülmüyorduk. Geceleri hücrenin ç›plak tafl taban›na uzan›p yat›yorduk. Sonradan Yass›ada duruflmalar›nda bir yarg›ç albay›n yapt›¤› tan›kl›¤a göre, biz orada, ifllemedi¤imiz bir suçtan, baflkalar›n›n iflledi¤i 6/7 Eylül olaylar›n›n suçunu bizlere yüklemek amac›yla, idam edilmek amac›yla, idam edilmek üzere tutuklanm›flt›k. ‹flte bu koflullar alt›nda birlikte kald›¤›m›z o hücreyi, Kemal Tahir ç›n ç›n öten kahkahalar›yla, patlayan sövgüleriyle ›fl›t›yor, canland›r›yordu. Kemal Tahir’deki iyimserli¤i baflka hiçkimsede görmedim. ‹nsan›n yi¤itli¤i, zor yerlerde dar geçitlerde belli olur. Kaç kez denemiflimdir, Kemal zor koflullar›n, kötü yerlerin, dar geçitlerin yi¤it arkadafl›yd›. Düflün Yay›nevini kurmay› iflte o hücrede kararlaflt›rm›flt›k. Bu yay›nevinin sonradan nas›l kurulup da yürümedi¤ini yazmay› flimdi uygun bulmuyorum. Ça¤dafllar›m içinde böylesine coflkulu arkadafl›m olmad›. Be¤ensinler, be¤enmesinler, sevsinler, sevmesinler, dostu olsunlar, düflman› olsunlar, ama her namuslu kifli Kemal Tahir için flu gerçe¤i onaylamak zorundad›r: Ça¤›m›z Türk roman›nda iflini en ciddiye alan, neyi, neden, nas›l, yapt›¤›n› ve yapaca¤›n› bilen, bütün bunlar› ençok araflt›r›p inceleyen yazar›m›zd›. Her roman›n› nas›l yazd›¤›, ayr› bir roman konusu olacak denli çileli bir çal›flmad›r. Elbet günün birinde b›rakt›¤› müsveddeleri, notlar›, ondan geriye kalan herfley, araflt›r›l›p, taran›p, s›ralan›p de¤erlendirerek, onun çal›flma yöntemi ortaya konulacakt›r. Kemal Tahir, bir diyalog adam› de¤ildi. O, bir monolog adam›yd›. Çünkü, diyalo¤u kendi kendisiyle yapt›¤› için, konuflmalar› d›flar›ya monolog olarak yans›rd›. Kendi kendisiyle tart›flarak konuflurdu. Her konuflmas›, gelecekteki bir eserinin bir önçal›flmas›yd›. Onun, s›k s›k yön ve bi88 çim de¤ifltirecek olan bu önçal›flmalar›n›, yani konuflmalar›n›, düflüncelerinin son biçimi, kesin yarg›s› sananlar yan›lm›fllard›r. Bunlar›n içinde, Kemal Tahir’in sofra söyleflilerini mal bulmufl gibi kap›p yazanlar, yay›mlayanlar da olmufltur. Buyüzden Kemal Tahir konusu, ölümünden sonra da tart›flma konusu olarak sürüp gidecektir. Onun beynini, yaramaz bir kedi yavrusunun oynay›p karmakar›fl›k etti¤i bir yün yuma¤›na benzetirim. Kemal, düflünceleri iflte böyle kar›flt›r›r, birbirine dü¤ümler, karmakar›fl›k eder, en sonunda bundan yeni bir düzen ç›kar›rd›; ama bu düzen de elbet kesin sonuç de¤ildi. “Herfleyi yeni bafltan düflünece¤iz”, “Eski yarg›lar›, de¤er yarg›lar›n› yeniden elefltirece¤iz”, “Yeni düflün bileflkelerine varmal›y›z” gibi çok do¤ru olan yarg›lar›, her konuda özgün düflünceyi aray›fl›, Kemal Tahir’i zaman zaman orijinallikten paradokslara götürmüfltür. Çünkü o, sürekli aray›fllar içindeydi. Bu aray›fllar›nda karfl›t boyutlarda, en ters ve en uç düflünce doruklar›nda dolafl›r, buyüzden de çok abartmal› konuflurdu. Sürekli aray›fl içinde oldu¤undan, bir zaman savundu¤u bir düflünceyi, kendine özgü davran›flla, – Yahuuuu, yan›lm›fl›z! diye elefltirdi¤i çok olmufltur. Kanser ameliyat›nda ci¤erinin biri al›nd›ktan sonra Kemal Tahir’e olan davran›fllar›m büsbütün de¤iflmiflti. Onunla tart›flmaktan çekiniyor, dediklerini benimsemesem de tart›flm›yordum. Bütün yaflam›mda, en yumuflak davrand›¤›m, düflüncelerini tart›flmad›¤›m, tek arkadafl›m son iki y›l›ndaki Kemal olmufltur. Çoklar›, o kanser canavar›ndan kurtulduktan sonra bambaflka bir Kemal Tahir’le karfl›laflt›klar›n› bilemediler. Bigün bana, – Arkadafl, bu kitaplar› ne yapaca¤›z yahuuu? diye sormufltu. Zengin kitapl›¤›na as›l verdi¤i de¤er, her kitab›na yazd›¤› notlar›ndan ileri geliyordu. Bu kitaplar›n her sat›r›nda onun düflünceleri vard›. Bigün zengin kitapl›¤›ndaki kitaplar›n› inceleyenler, o kitaplar›n sat›rlar› aras›na yaz›lm›fl çok özgün düflünceler, elefltirilerle birlikte çok a¤›r sövgüler de bulacaklard›r. – Ben bir vak›f kuraca¤›m Kemal, dedim. – Çok iyi olur, çok iyi, dedi. Ben de bir vak›f kuray›m. Hele sen bir kur da... Kanser canavar›n› yendi, hem de nas›l yendi... Ama ölüm, o çileli altm›flüç y›l›n yi¤it Kemal Tahir’ini en zay›f yerinden, yüre¤inden vurdu. Görüflmek üzere Kemalci¤im, görüflmek üzere... Bana yaflam›n en zor yaz›s›n› sen mi yazd›racakt›n? Görüflmek üzere... ... 89 Not Kemal Tahir’le ben ayr› dünyalar›n insanlar›yd›k. Anlaflamazd›k, hemen hiçbir konuda. Ama yine de dosttuk. Birbirimizden de¤ilse bile, o benden vazgeçmezdi. Ben de onu gerçekten severdim, dost bilirdim. Hem de kimi yanlar›n› hiç be¤enmedi¤im halde. Böyle bir dostluk daha tan›d›m Goethe’de. Goethe’nin de böyle bir dostu var. Goethe, (Karlsbad) 10 May›s 1812’de Jakobi’ye yazd›¤› mektupta flöyle diyor: “Yarad›l›fllar›m›z›n birbirine ne denli ters düfltü¤ünü ikimiz de daha çok genç yafltayken anlam›flt›k. Yafllar›m›z ilerledikçe bu karakter ayr›l›¤› büsbütün artt›. Buna ra¤men, bugün e¤er, karfl›l›kl› sevgi ve samimiyetimiz, dostluk ba¤lar›m›z›n kopmas›n› engellememiflse, bunun için sevinip birbirimizi karfl›l›kl› kutlamam›z gerekir.” ... fiunu da söylemek gerekir ki, Kemal Tahir’deki bu afl›r› ve s›k kuflkuculu¤un olumlu yanlar› da oluyordu. Örne¤in Samih Tiryakio¤lu’nun kitab›... (yaz›lacak) Ayn› kitab›n iki bas›m›n› (eski yaz› ve yeni yaz›) kuflkuculu¤a düflerek karfl›laflt›rmak benim hiçbir zaman akl›ma gelmezdi. (Ayr›ca tarihe ilgisi oldu¤undand›r ki, böyle bir kuflkuya düflmüfltü.) ‹flte Kemal Tahir’deki bu s›k ve sürekli de¤iflkenlik ve afl›r› kuflku ve onun gittikçe daha çok tart›fl›lamaz olmas›. Örne¤in Nâz›m ve Lenin için ölçüsüz sözleri, eski arkadafllar›n› ondan uzaklaflt›r›yordu. Yada Kemal Tahir, bu ruhsal niteli¤i ve davran›fllar›yla eski arkadafllar›ndan uzaklaflmaktayd›. Kemal Tahir’in olumlu buldu¤um baflka yönlerini, niteliklerini gördü¤üm için ondan hiçbir zaman büsbütün uzaklaflmam›flsam da, görüflmelerimi çok seyreklefltirmifltim. Hele ameliyat›ndan sonra, daha çok o beni arard›. O beni ça¤›r›rd›. O bana gelirdi. Hiç tart›flmaya girmiyordum. K›rmak, üzmek istemiyordum çünkü... Düflüncelerini kabul etmifl de görünemiyordum. Buyüzden konuflmalar›m›z çok zorlafl›yordu. O a¤›r ameliyat›ndan sonra onunla tart›flmak istemiyordum; çünkü onun tart›flmas›, herhangi do¤al tart›flma olmazd›. Tart›fl›rken bütün can›n›, bütün gücünü, bütün var›n› yo¤unu ortaya koyar, ringde boks maç› yapar gibi tart›fl›rd›. Var gücüyle ba¤›r›r, ba¤›rmaktan sesi k›s›l›r, o s›rada orada haz›r olmayan ya da ölmüfl bulunan kimi kiflilere bol bol ve çok a¤›r söver, ter içinde kal›r, iyice yorulur, ama susmazd›. Efli zavall› Semiha – Dünyam›z›n az bulunur iyilerinden biriydi– – Ama Kemal yeter art›k, yat! diye uyar›rd›. 90 Böyle bir tart›flmaya nas›l girebilirdim, hele o a¤›r ameliyattan sonra... O kerte çok anlaflamad›¤›m›z, birleflemedi¤imiz konular vard› ki, tart›flsayd›m, afla¤› yukar› her buluflmam›zda böyle tart›flmalara girmemiz gerekirdi. Ameliyattan önceki zamanlarda, daha çok rak› sofralar›nda, ben Kemal Tahir’in bir düflüncesine karfl›ysam, do¤rudan Kemal Tahir’le tart›flmaz, onun düflüncesini hemen orada ö¤renip benimsemifl görünenlere karfl› tart›fl›rd›m. Bunun bir örne¤ini vermeden önce, Kemal Tahir’in bir niteli¤ini daha söylemeliyim. Kemal Tahir, s›k s›k de¤ifltirdi¤i düflüncelerini, sanatç› mizac›ndan ötürü çok coflkulu abart›larla, ta en uç noktalara (ekstremlere) vararak anlat›rd›. Onun anlatma esprisine (nükte anlam›na de¤il espiri) varamayanlar, Kemal’in bu uç noktalarda dolaflan düflünce akrobatl›¤›n› yerde normal bir yürüme, bir do¤ru ve düz söz san›rlard›. Kemal bir ara, Türkiye’nin toplumsal yap›s›n› araflt›rmaya bafllad›. O dönemde say›lar› çok az da olsa kimi solcu ayd›nlar Türkiye’nin toplumsal yap›s›n› araflt›rmak ve belirlemek gereksinimini duymufllard›. Kemal Tahir’i tümüyle yads›yanlar, yapt›klar›n› ve ayr›k kiflili¤ini görmezden gelip küçümseyenler ne çok yan›l›yorlar. Kemal Tahir Türkiye’nin toplumsal yap›s›n› ilk araflt›rmaya kalkanlar aras›ndayd›. Bu araflt›rmas›na benim bildi¤im, daha 1957’de el yordam›yla bafllam›flt›. (Düflün Yay›nevini kurdu¤umuz zaman.) Onunki bilimsel bir araflt›rma de¤ildi; ama bir gereksinimdi. Türk yazarlar› olarak, ülkemizin toplumsal yap›s›n› elbet bilmemiz gerekiyordu. Özellikle Türkiye’de toplumsal roman yazabilmek için, Türkiye’nin toplumsal yap›s›n›n bilinmesi –ister do¤ru ister yanl›fl olarak,– bafl kofluldu. Bu bilinmezse romanc› karanl›kta yürüyor, yürüdü¤ü yolu görmüyor, bilmiyor demekti. fiuras› gerçek ki, bizden önceki kuflak yazarlar›nda zaten böyle bir kayg› hiç olmam›fl, ama ça¤dafllar›m›z romanc›lar aras›nda, Türkiye’nin toplumsal yap›s› üzerinde Kemal Tahir’den önce düflünen olmam›flt›. (Benim bu konudaki düflüncem, Amerikan kolejinde, Amerikan dersanesinde verdi¤im konferans: Bir deprem olmufl gibi, katlar birbirinin içinde. Bu bir bilimsel aç›klama de¤il, bir sanatç› gözlemiydi. Bir seziflti. Daha çok durumu ortaya koyuyordu.) Bizi bu araflt›rmaya (hatta merak ve ilgilenmeye götüren) Türkiye’nin toplumsal yap›s›n›n gerçekten de kapitalist toplumlar›n (zaman›nda endüstriyel aflamas›n› yapm›fl toplumlar›n) toplumsal yap›s›na benzememesiydi. Gözlemler de bu baflkal›¤› gösteriyordu. Kemal’in 1960’tan sonra, ATÜT’çü olmas› bu araflt›rmalar› sonucuydu. (Ondan da caymak üzereydi. Baflta daima karfl› gelmeye bafllam›flt› her zamanki kuflkuculu¤uyla. Bafllang›çta ATÜT tezini kabul etmiflken sonra bunun dil yanl›fll›¤›n› gördü. (Asya tipi üretim tarz›), Tip ve tarz ay91 n› anlama. (Asya tipi üretim yada Asya üretim tarz›) demek gerekir demeye bafllam›flt›. Daha ATÜT’çü olmadan az önceleri, toplumsal yap›m›z› araflt›r›rken, Türkiye’deki s›n›flar›n, Bat› ülkelerindeki (kapitalist ülkeler) s›n›flara benzemezli¤ini gördü. Ayr›mlar: – Süreklilik – S›n›flar›n kendilerini korumalar› afl›lmaz s›n›rlar› olmas›. Bizde yok, böyle de¤il: Zenginlik, burjuval›k de¤ildir, dedi. Öyleydi. S›n›flar›n kültürü. Köksüz. Kapkaç. Sonunda: “S›n›flar yoktur!” dedi ç›kt›. Niçin böyle dedi? Bunu Kemal Tahir’in espirisi içinde anlamak gerekir. Daha önce söyledi¤im gibi, bilimci de¤il sanatç› oldu¤undan, düflüncelerini sanatç› coflkusuyla ve en uçlarda (en afl›r› ekstremlerde) anlatmak isterdi. Bu, düflüncelerine özgünlük yarat›yor, ama Türkiye’de s›n›flar›n Bat› s›n›flar›na benzemezli¤ini, niteli¤ini (yada niteliksizli¤ini) Kemal “Türkiye’de s›n›flar yoktur!” diye anlat›yordu. Kemal, orijinal olmak isterdi. Ama orijinali s›n›rlayamay›n-ca, ori-jinal olaca¤›m derken paradoksal olurdu. “Türkiye’de s›n›flar yoktur!” yarg›s› da orijinallikten paradoksall›¤a varm›flt›. Bir gece Kemal’in o eski tek katl›, bahçe içindeki evinde içki sofras›ndayd›k. Kalabal›kt›k. Kemal’in konufltu¤u konularda daha o gece hiç düflünmemifl olan kimi ayd›nlar, Kemal’i hayranl›kla dinler, sözlerini kabul ederlerdi. Bunlar›n bafl›nda da Prof. Cahit Tanyol gelirdi. (Onlara, Kemal’in düflünceleri, hem sol, hem de orijinal ve üstelik de tehlikesiz geliyordu.) O gece sofrada Cahit Tanyol da, Kemal’e kat›l›p, çok zaman yapt›¤› gibi Kemal Tahir’den daha çok Kemal Tahirleflip, Türkiye’de s›n›flar olmad›¤›n› söylemeye, savunmaya bafllad›. Oysa biliyordum ki ve konuflmalar›ndan anlafl›l›yordu ki, bu konular üstünde daha önce hiç düflünmemiflti; rak› sofras›ndaki kulaktan dolma bilgilerle konufluyordu. Bu konuda, Türkiye’de s›n›flar yok, diyen, yanl›fl oldu¤unu bilmedi¤i bu düflünce sanki kendi düflüncesiymifl gibi, Cumhuriyet gazetesine (haftada bir yazard›) bir yaz› yazm›flt›. (Kemal Tahir’in Cahit için söyledi¤i: Yahu eski yaz›lar› okusa da aktarsa yeter. Onu bile yapm›yor.) Benim Cahit’e söyledi¤im: Sartre profesör. Sen.* Kemal k›s k›s gülmüfltü. ‹flte anlatmaya çal›flt›¤›m bütün bu davran›fllar›ndan ötürü, Kemal, eski dostlar›n› gittikçe yitiriyordu. Ona en ba¤l› görünen Dr. Hulusi Dosdo¤ru bile. Dostluk konusunda bigün bana (Erenköy’deki evimde), – Dostluk eskir. Yenilemek, de¤ifltirmek gerekir... demiflti. Daha ameliyat olmam›flt›. Bu sözü hofluma gitmedi. ‹ncindim de... 92 Kemal üstüne iyi düflünmedim. Benim dostluk ölçüm ve anlay›fl›m çok baflkayd›. Kemal’e hep dost kalm›fl›md›r buyüzden. Kemal’i içimden k›nam›flt›m. Belki benim için de ayn› düflüncededir diyerek yan›t vermedim. Kendisi bilirdi. Ama onun bu sözü, içinde gerçek olsa bile hatta, bana göre bir vefas›zl›kt› ki, Kemal vefas›zd›. (Nâz›m ise kavga arkadafllar›na afl›r› vefal›, onun d›fl›ndakilere Kemal’den de vefas›zd›. Örnekleri var notlar aras›nda.) Eski dostlar›n› yitire yitire... Oysa Kemal, karakteri gere¤i çevresiz (dostsuz demiyorum) kalamayan bir tipti. Çevreli, çevresinde kendi kalabal›¤› olmal›yd›. Yaln›z kalamazd›. (Nâz›m’›n yaln›z kalamamas› gibi de¤il, onunki baflka.) Evi, sofras› kalabal›k, gürültülü, kahkahal› ve kavgal› olmal›yd›. ‹flte buyüzden yeni bir çevre edindi kendisine. Bunlar kimlerdi: Halit Refi¤, Metin Erksan, hesap uzman› (Özdemir Asaf’›n eski kar›s›n›n kocas›, Selma Tükel’in a¤abeyi) ÇET‹N ALTAN 5 Haziran 1991 (Vak›f) 25 Nisan akflam› Frans›z Saray› denilen konsoloslu¤a gittik arka kap›dan, acayip ortaça¤ koridorlar›ndan kalan, Osman Karaca - Güler, Rasin - ‹rem ve ben... Kalabal›k. Çok kötü, Frans›z inceli¤ine yak›flma[ya]n bir düzenleme yada düzensizlik... Bakt›m, Çetin Altan da orada. Önce Üçgül’e, sonra Uzanbara’ya sordum. fiahap’la buradan sonra olamayacaklarm›fl. Eh, ne yapal›m! ‹kisi de yaln›z gelmifller üstelik. Bakt›m, Çetin Altan orada. Çoktanberi ona telefon edip birlikte olmak, gönlünü almak istiyordum. Çok dar›ltm›fl ve k›zd›rm›flt›m. Asl›nda onu sevdi¤imi söylemek istiyordum. Zaman ve f›rsat bulup telefon edememifltim. Tören sonunda yan›na gittim. Beni görünce kollar›n› açt› piflkinlikle. Hiçbir buruklu¤u yok. Zaman› varsa, buradan ç›kt›¤›m›zda birlikte olmam›z› önerdim. Kabul etti. Erkenden ç›k›p arabas›na bindik. Yeniköy ‹skele Gazinosu... Yolda durmadan konufltu. ‹skele Gazinosunda içeriye oturduk. Rak› içmiyormufl. Çok flafl›rd›m. Hiç üstelemedim. – Pek az bifley alay›m, sana kat›lmak için... dedi. fiifle bitti. Birer duble, birer duble, birer duble daha... ‹yice c›v›tt›. Kimse kalmad› bizden baflka. Sahibi incelik gösterip bizden izin isteyip gitti. Çetin bitürlü kalkmak bilmez. Eskisinden bin 93 beter, boyuna ukalal›k ediyor. ‹ki o¤lundan yak›n›yor. Aralar›nda baba o¤ul, yazar rekabeti bafllam›fl. ... En hofluma giden, ama be¤enmedi¤im yan› yine ortada. Gizini mizini döküyor. Kerime kansermifl. Bas›nköy’de (Menekfle’deki) evdeymifl. K›z bak›yormufl, kendisi Göztepe’deki evinde... Milliyet’teki yaz› dizisinden konufluyor boyuna. O diziye 20 milyon lira alm›fl. Kendisini sevdi¤imi, ama be¤enmedi¤imi, dönek oldu¤unu söylüyorum. Ama para için dönek de¤il... Nerdeyse yumruk yumru¤a gelece¤iz. Büyük olgunlukla yönetiyorum. “Sen beni k›skan›yorsun!” diyor. A zavall›, senin neyini, nereni k›skanay›m, k›skan›lacak neyin var ki... diyemiyorum; para, kad›n, ün, ahlak, güç, sende olmayan hiçbiri, hep bende... Zorla kald›rd›m. Ç›kt›m d›flar›. Oradan bir karpuzla ç›kt›. ‹lle karpuzu bana verecek... Neyse, kazas›z geldik eve... Yolcu ettim. Türkiye’de üç yazarm›fl›z: Kendisi, Yaflar, ben... Kemal Tahir... (Neyse, her s›ralamaya beni de al›yorlar çok flükür, yoksa d›flar›da kal›p yok olaca¤›m.) 94 B‹R D‹R‹ VOLKAN, ‹Ç‹M‹ZDE Celal Özcan An›lar›m›z›n yo¤unluklar›yla flunca y›l sonra… Hâlâ dopdolu oldu¤um bir anda… Bir rastlant› sonucu seni televizyonda görüverince... O an›lardan birini, özellikle birini an›msay›vermenin k›vanma ayr›cal›¤›yla onurluyum, sevinçliyim. Bilmem sen de an›msar m›s›n, o çal›flma yo¤unluklar›m›zda bir gün, tiyatro salonunday›z. Annen de gelmifl, bizleri izliyordu. Asl›nda gelifli senin içindi, biliyorum. O, ‘anne’ olman›n da ötesinde bir ‘arkadafl’t›. Benden çok çok önce ay›rd›na vard›¤› sendeki vars›l, p›r›l p›r›l özü, kan›mca bir kez daha izleyip de¤erlendirme kararl›l›¤›ndayd›, kim bilir kaç›nc› kez… Yan›na yöneldim. O ‘senin annen’di. Senden bana yans›yan de¤erden tatt›¤›m k›vanc›n dürtüsüyle tan›flmak iste¤imle kendisine yaklaflt›m. “Hoflgeldiniz”le bafllayan hal-hat›rdan sonra, bu tan›flmay› sana iliflkin çerçeveye tafl›man›n yolunu ar›yordum. Belli ki annenin de niyeti ayn› oldu¤undan ifl kolaylafl›verdi. – Geldi¤iniz ve bizleri izledi¤iniz için mutland›m; sa¤ olun. Petek'in annesi olma onurunu tadan size k›saca bir sözüm var... – Elbette, buyurun!.. – Bu k›z bir önemli de¤er. ‘Nazar de¤mesin!’ demeliyim. Oldukça zeki. Yetenekleri say›lamayacak denli çok. En sevdi¤im yanlar›ndan biri ‘iyi bir okur’ olma yolundaki kararl›l›¤›. Ayr›ca çok düzeyli bir yaz›l› anlat›m becerisi ve yorumlar›ndaki tutarl›l›klar› beni k›vand›r›yor. Bildi¤iniz gibi öbür derslerinde de çok baflar›l›. Benzersiz yanlar var bu k›zda. ‹zlenmesi, gere¤ince de¤erlendirilmesi ve desteklenmesi gereken bir kimlik. Ama bunlar d›fl›nda as›l anlatmak istedi¤im fley… az›c›k... çekingenlikle... geri durmaya çal›flt›¤› anlar az de¤ilse de… neyse… böyle bir k›z›n›z oldu¤u için... Bu övgü sözcüklerini, anne ve babalara, – özellikle de annelere yöneltmedeki bilgiçliklerde yans›yan kimi yapayl›klar bir tuzak da olsa söyledim iflte. Ekledim : – Böyle bir k›z›n annesi, babas›, a¤abeyi, ö¤retmeni, akrabas› olmak ne onur vericidir!.. Hatta sevgilisi olmak… Evet evet, örne¤in ben bu k›za âfl›¤›m… Buna ne diyeceksiniz? Ona “Aflk›m!” diye sesleniyorum. Bütün arkadafllar›m, onun arkadafllar› falan duyuyor, biliyorlar… Sizin bir “ana” olarak ona “yâr” olman›zla az çok özdefl bir sevgi ve de sayg›yla beslenen yak›nl›k iflte. 95 Anac›¤›nda candan bir gülümseme... Evet evet, k›zard› tabi, k›zard› ama, gülümsemesindeki içtenli¤in ›s›tt›¤› tümceleri s›cac›kt›: – Biliyorum… (Bunu derken titreyen 'sevinçli' sesinin t›n›s›ndaki içe iflleyen yak›nl›¤› duyumsuyordum…) Bilmez olur muyum; o sizin aflk›n›z tabi, daha nice çocuklar›n›z gibi... Onlar›n da size yönelik yo¤un sevgi ve sayg›lar›ndan hiç kuflkumuz yok... Bir arkadafl›n beni o anki esrikli¤imden uyand›rmasayd›... (Karfl›l›kl› övgü sözlerinin büyüsüne kapt›rm›fl gidiyorduk iflte!) Anl›yor musun ‘bal-Petek’ bereket, renk ve de¤er kokan ‘aflk›m’ benim!.. Arkadafl›n Güher yineliyor: – Ö¤retmenim hadiii!.. Bir an önce bafllayal›m bitirelim de çal›flmay›, evlere gidelim. Yar›n s›nav›m›z var. Ödevlerimiz… Annen, Güher’in hakl› uyar›s›yla yan›ndan ayr›laca¤›m› sezmifl ve eklemek istedi¤ini saniyelere s›k›flt›rma becerisiyle ve ivecenlikle: – Ah!.. Ah bir bilseniz... Bu k›z yaln›zlar› oynuyor!.. Sayd›¤›n›z tüm yetenekleri, de¤erleri, onu flu kalabal›klar içerisinde ‘yaln›z’ b›rak›yor. Sanki d›fllan›yor. Eve kapan›fllar›; kitaplara yo¤unlaflmas›; ders, hep ders çal›flmas›… Ne dost, ne arkadafl... Hani, sanki... kaç›yor gibi... Elbet tersi de kötü bunun. Ya hiç okumasa, ya hiç çal›flmasa derslerine... Ya sizden de, sizin gibi k›lavuzlar›ndan da yoksun kalsa...Evet ‘tersi’ olursa daha kötü. Kayg›larday›m. Bu durumda, – korkuyorum – zamanla yenik düflüp, kazand›¤› bunca de¤erden soyutlanarak, kalabal›klar›n s›radanl›¤›na b›rakacak kendisini. Yitip gidecek. Tek avuntumuz, hiç olmazsa sizin derslerinizdeki canl›l›¤›yla – o derslerdeki boyutta da kalm›fl olsa – az çok özgür ve mutlu olabilmesi. Gördü¤üm ve bildi¤imce bizde tüm de¤erler alt üst olmufl. Do¤al›, ola¤an›, kural›na, ilkesine ba¤l› olan› ye¤lemek ya da desteklemek genellikle yad›rgan›yor. Bu rezillik içerisinde nice de¤er yitip gitmiyor mu; ne diyeyim, inan›n kayg›l›y›m çocuklar›n geleceklerinden!.. (Kad›n›n böylesine düzeyli yorumlar ve yarg›larda bulunabilmesi fakülte ç›k›fll›, ileri görüfllü ayd›n kafal› biri olmas›yla aç›klanabilirdi ama, sana da aktard›¤› ‘genetik’ de¤erlerine ne demeli!..) Annen, benim bildiklerimi yineleyip duruyordu iflte. Bütün ifl sendeydi k›z›m. Bu kad›n›n kayg›lar›n› silmenin yollar›n› aramal›yd›k; hakl›yd› çünkü... O an, – sen de an›msars›n –, bir gün Erdal Atabek’in okulumuzda sizlerle yapt›¤› söyleflide dedikleri geliverdi usuma : “‹çinizdeki ‘ben’ler i alg›lay›n ve de onlar› üretken k›l›n. Böyle yaparsan›z hem kendinize hem de çevrenize katk›lar›n›zda yans›taca¤›n›z ‘tam kendiniz’le sayg›nl›¤›n›z artacak, böylece daha mutlu olacaks›n›z. Bilinçle gidin bu yönde. ‹stençle çabalay›n. Sak›n korkmay›n; içinizi, içinizdeki de¤erleri ç›kar›n ortaya ve bunlar› baflkalar›yla kayg›s›zca paylafl›n...” 96 (San›r›m s›n›fta da, sevgili Atabek’in sözlerindeki do¤rulara inanm›fll›¤›m›zla ayn› konuya beraberce yeniden de¤inmifltik. Ben h›z›m› kesmeden, flu “ben”ler sorununda bilgiç ö¤retmenlik havalar›mla konuyu tart›flmaya açm›fl, saz› ele alm›flken daha da çok kendim konuflmufltum. Öyle güzel, öyle anlay›fll› ve inanm›fl görüntünüz vard› ki, s›cac›k tart›flmalar›m›z sürerken, o s›rada s›n›f›n bir köflesinde haz›r tuttu¤u gitar› – iste¤imizle – eline alan arkadafl›n›z Özgün, bize nefis bir müzik ziyafeti çekmiflti. Arada hepimizin de kat›ld›¤› bu güzellikte dünyadan ve bizden ezgiler vard›. Böylece somutlaflan örne¤imizle An›l’da simgelenen art› ‘ben’ gerçe¤ini her birimiz kendi varl›¤›m›zda, kendi kimli¤imiz ve yaflam›m›zda da aray›p bulma, de¤erlendirme kararl›l›¤›m›z› yans›tm›flt›k. Bu arada bana çekti¤iniz – tak›lma niteli¤indeki – fleytanca ‘ya¤’lar da cabas›(!): “Hocam, siz de hem öykü, fliir yaz›yor, kitaplar yay›ml›yorsunuz, hem de resim yaparak sergiler aç›yorsunuz. / Hocam sahi, söyler misiniz sizin kaç ‘ben’iniz var!” Tak›lmacalar bu kadarla kalsa iyi; Nazl› aya¤a kalk›p yana¤›ndaki ‘ben’i iflaretle, “As›l ‘ben’ bende, bak›n ve görün!..” diyordu. Ve daha ilginci ve anlaml›s›, Senem’in aktard›¤› dizelerdi: “Ben’i ben’de demen, bende de¤ilüm; Bir ben vardur ben’de ‘ben’den içerü”... Da¤›lm›flt›k, ama konunun özünü, önemini iyice kavram›fl, benimsemifltik. Gülüflmelerimizdeki, nüktelerimizdeki s›cakl›k bizleri bir soylu kanalda, sa¤l›kl› do¤rultuda güzel bir ak›flta el ele, yürek yüre¤e kenetlendirmiflti.) Annenin sendeki ‘özgüven eksikli¤i’ne iliflkin durumu bana aktard›¤› günün akflam›nda evime gitmifl, Dr. Atabek’in önerilerinden de esinlenerek, sonralar› ‘kendi aç›ndan’ “fliirsel” nitelikli buldu¤un yaz›ma çal›flm›flt›m. Sana ve senin gibilere seslenen bu betik, benim duygular›m›n ve düflüncelerimin söz konusu gerçek üzerindeki özetiydi. Annenin kayg›lar›na yak›n bir içtenlikle, olas›ya de¤er verdi¤im ‘aflk›m’› etkilemeyi amaçlam›flt›m. Kendini anlamakta aymazl›¤a düflenleri, ‘söylemek’ten, ‘etmek’ten geri durup etkin de¤il, edilgin olanlar›, korkaklar›, kaçaklar›, özgüveni yetersizleri k›flk›rtmaya yönelik yüreklendirme sat›rlar›yd› bunlar. Ertesi gün sana bu yaz›y› vermifltim. (“Eve gitti¤inde, odana kapan ve burada yaz›lanlar› büyük bir duyarl›l›kla oku; üzerinde derinli¤ine düflün. Orada yaz›l› olanlar›n kamç›s›n› içinde duy ve bundan böyle ne yapacaksan yap!.. Anlad›n m› k›z›m?”) Bir gün sonra, okulda yan›ma koflarak bana söylediklerin çok hofluma gitmiflti: “Ö¤retmenim, yaz›n›z› önce kendim okudum; inan›n çok etkilendim. Sonra hemen anneme de gösterdim. Onunla bafl bafla verip bir de birlikte okuduk, çok duyguland›k ve bir güzel a¤lad›k. Umar›m ileti97 sinden gere¤ince yararlan›r›m. Benim için büyük bir onur. Onu yaflam›m boyunca saklayaca¤›m. Hatta annem: “Çerçeveleyelim, odanda duvara asal›m.” diyor. “Sa¤ olun.” Demek a¤lay›p ak›tt›n seni ba¤layan pasl› zincirleri eriten gözyafllar›n›. De¤il mi? Ne oldu sonra... Evime gider gitmez, sana verdi¤im ve bilgisayar›mda da saklad›¤›m, sözünü etti¤im o notlar› bir kez daha okudum. Ne iyi etmiflim me¤er!.. "B‹R D‹R‹ VOLKAN” diye bafll›klam›fl›m. Sesleniflim de flöyle: “Sevgili K›z›m, Aflk›m Petek'e ... Aymazl›¤›n belki senin / Bilinçsizli¤inde bir ‘ben’ , içinde; tinsel evreninin en difli yerinde. Nadasa b›rak›lm›fl. – Oysa – döllenik, do¤urgan; sanc›larda. Gergefini örüyor. Taçlar›n› renklendiriyor. Volkanlardas›n. Nedir, ad›n› koyam›yorsun. Alazlanm›fl çoktan. Yak›yor, dürtüyor… Sars›l›yorsun. Duyarl›l›¤›n›n billur kanatl› ›fl›lt›lar› alt›n kafesinde içinin; ötmesini becerebilir kufl. Her solukta yeni bir ezgi, her deviniflte yeni bir renk (olmal› elbet ) Soyutlan istersen o ‘ben’(ler)den. Her yaralanma kendili¤inden, bir dürtü, bir uyar› de¤il mi. – Bak içine – (üflenme, bak) En büyük k›y›m kendimize yönelik hay›nl›kt›r. Oysa k›r›lan, da¤›lan s›rça an›tlard›r içimizdeki perinin dölledikleri, bu hay›nl›klarda. Her hay›nl›kta kiflili¤imize, ören bir iklime dönüflür iç-evren; eriyen, biten, ölen. Hani o usta ozan›n dedi¤i gibiyiz art›k: “Ölmek de¤ildir ömrümüzün en feci ifli / Müflkül budur ki ölmeden evvel ölür kifli” Yüre¤imize ifllenmifl bir kez; silinmez kal›c›l›kla ‘ben’lenmifl, bir de¤il belki daha nice üretken perinin elleriyle 'difli güzellikler', o verici, cömert, ifllevsel döllenmeler (bir bilincine varabilsek, bir anlayabilsek...) Görülüp bilinmeyi, de¤erlendirilmeyi bekliyor(-lar )… (ayr›msay›p ele almal›, üretken k›lmal›y›z elbet). Bir dene… El att›kça, su verdikçe de¤erbilir, hünerli bahç›vanlar gibisin. (olmal›s›n elbet) Nas›l ipekleflir okflanan bir saç; ulafl›r kadife demine ten, nas›l gonca cömertli¤ince güle dönüflür öpülür de dudaklar / Dolu-dizgin bir h›z al›r yaflamak; ebem kufla¤›nca k›flk›rt›c› renk ve albeniyle donan›r... Sense vars›ll›¤›n odak yerindesin, ama kayg›das›n: ‘Baflkalar› ne der?.. Beni anlarlar m›?..’ ‹flte yaln›z’s›n! As›l yaln›zl›k baflkalar›na de¤il, 98 kendimize yabanc›laflmak. Sen tuza¤›n önündesin. Benli¤ine yabanc›laflt›kça azald›¤›n› y›pran›p tükendi¤ini alg›lamaktan da yoksun olmakla kendine k›yman›n efli¤indesin. “‹çim bu denli ‘BEN’le mi dolu? Korkuday›m, kayg›day›m.” aptall›¤›ndan silkin, kurtul. / Yokluk ve yoksunlukta vars›l kim oysa?!.. Bak örne¤in, flu çingeneye: Bir yudum flarapta bin tat üretiyor yaflamdan / Evrenin yedi rengine “fierefe!..” diye caka sat›yor bak›p ‘içki’ dolu camdan. Beri yanda sen…tüm ‘sen’li¤ine karfl›n, sanki kaç›fltas›n… Yeteneklerin kuytularda, köflelerde, örümcek a¤lar›n sarmal›nda yoksullafl›yor. ‘Hakk› verilmemifl’ güller soluyor. Su kat›nca çelik daha bir çelikleflir de¤il mi… Çiy’le y›kanmazsa yaprak ve çim, tüm yefliller yetim, de¤il mi... Üretmek ve bölüflmek için ne tatlar var oysa: karanfil tad›, gül tac›; sar› safran – örne¤in – flak›mas› bir kanaryan›n ya da ‘uçuk mavilere yaslanm›fl’ kristal tozanlardan dam›t›lm›fl yedi renk ebem kufla¤›… Kim varacak ay›rd›na, kim üretecek, kim çizip renklendirecek, ve kim, nas›l bö-lü-fle-bilecek? (hepimiz elbet) fiimdi sen, bir yüzünde ay, ay-yüzünde ala-can iki göz; öz-derininde Bedahflan’› k›skand›racak ‘lâl’ flavk›mal› yüreklili¤inle aç iç-yüzünü, gör bir bak: Nice ‘ben’ çoklu¤unda d›fla vurmaya, f›flk›r›p albenisi nice vars›ll›klar› oluflturmaya çoktan haz›r alaz›n› harland›r. (Hadi hemen, evet hemen!..) E¤er hemen ‘atefllersen’ öz-gücünün ‘volkan›n›’, mor menekfle coflkular çiçeklenecek. Ya da binlerce çiçektir ki, renk renk ç›k›p gelecek ellerine, ellerimize... Bir diri yang›nd›r ki derinde, dürtersen f›flk›r›r ve taçlan›r yediveren gülde; o¤ul verir, döl verir, Veysel’in çald›¤›nca saz-petekte, doyumsuz tad›yla ‘bal’ verir. Ya da ‘uzun, ince’ bir çizgidedir, olsun, ezgilerin terkisinde esrik, ‘günefle do¤ru’ yol verir. Bu nas›l bir büyüdür ki, yank›s› göz kamaflt›r›c› görkemiyle, kanatland›r›r, uçurur bizi, k›vanç verici güzelliklerde... Gördüm ve tan›k oldum ki: Hem sayg› duyulas›, hem de flafl›las› bir vars›ll›kta 'de¤er'lerini tek tek çekip ç›kard›n ortaya ve üretken k›lm›fll›¤›n onur verici doruklar›nda – ama asla esriklenmeden – ‘sen’ oluvermede çok, pek çok ad›mlar att›n. ‘Petek’e ulaflma ve kendini aflma yolundaki bu ilk basamaklarda sana sevgim bin kez pekiflik, sayg›msa tan›m› olanaks›z yüceliklerde flimdi. Nice zaman da geçse aradan, unutam›yorum hiç: Tardieu’nün “G‹fiE” oyununda ‘Yolcu’yu sana oynatm›flt›m. ‘Absürd’le tan›flarak, bununla özdefl kimi b›çk›n delilikleri kiflili¤in ve yaflam›nla harmanlamanda yarar olabilir diye düflünmüfltüm. Zaten seçmelerde gördü¤ümce o 'tip'i baflar›yla canland›r›yordun... Bu ‘tip’in ‘saf’ça kimli¤ini giyinip yans›t›fl emeklerinde belki bir tans›k aram›flt›m. Seninle ba¤lant›l› kayg›lar›m› silip yok etmek için. “Yolcu”nun saf, çekingen, güdülmeye elveriflli yetersizliklerinde karfl›lafl›lan dengesizlikler, seni de onun gibi bir kaza tuza¤›nda öbür dünyaya gönderebilir(-di.) Anl›yorsun ne demek istedi¤imi... Yetkeyi elinde tutanlar›n, güçsüz, yetersiz kimlikleri gütmede ve ezmede her aflamadaki f›rsatlar›, – ç›karlar› do¤rultusunda – nas›l de¤erlendirdiklerini gördün, (görmektesin de). Gifle görevlisi sanki “Sen neymiflsin be abi!..” dedirten bilgiçler flah›! Dünyan›n bilgi ve becerisi onda! Fizik de biliyor, felsefe de! (Vavv !..) Seni flafl›rt›yor, seni güdüyor, seni kuzu kuzu yönlendiriyor. "Uyan art›k!" diyen bir silkinifle yönelik ça¤r›fl›mlar yakalayabildik an›msarsan, oyunun sonunda, elbette ki haz›rl›klar›m›zda, öncelikle. Yerinde, tutarl› yorumlar da yaparak ve de usluca tart›flarak… Yok yok, onur verici güzel fleyler yapt›k biz... Arjantin'den yollad›¤›n mektuplar›ndan birine verdi¤im yan›tta de¤indiklerim, bunun göstergelerinden say›lmal›: "Uçurtmay› uçuran," diyor, 'Çörçil', “rüzgâr gücü de¤il, uçurtman›n rüzgâra karfl› verdi¤i direnme ve onu yenme savafl›d›r...” / ‘Mart›’ Jonathan gibi, – sen ilkokuldayken okudu¤unu söylemifltin –, varla, olanla yetinmeyen “Küçük Karabal›k” gibi... aç›l›mlarda, aray›fllarda ve bir yazar›m›z›n Atatürk’ü tan›mlamada kulland›¤› simgesel özdefllikteki “F›rt›na Kuflu” gibi (hani o Okyanus rüzgârlar›na karfl› bilinçle, istençle kanat kanat direnen) daha bir yükselme soylulu¤uyla göz kamaflt›r›c› baflar›larda yerini ve anlam›n› bulan ayr›cal›klarda senin de ad›n olacakt›r bir gün. Sana yürekten güveniyorum. Lise-3'tü... AFS s›nav›... Kazanman... ve... Arjantin'i ye¤leyerek oraya uçman... Bir ö¤retim y›l› için gittin ve geldin... Oralarda, oralar›n yabanc›l›klar›nda, yaln›zl›klar›nda belki ‘tek’tin. Ama kendini, as›l de¤erini daha bir buldun; ço¤ald›n, gerçek “Petek”le dönüp geldin. Zamanla bu örneklerle de renklenip anlamlaflan iletiflimlerimizde ne güzel, ne etkili çabalar harcad›n! Daha lise bitmeden ‘y›rtm›flt›n’! (Argolu sözümü ba¤›flla.) Oyunlar›m›zda, tart›flmalar›m›zda, o örümcek a¤lar›n tutsakl›¤›ndan kurtulup... Kendin ve çevren ad›na ‘kayg›lar›n› silmeden’, ama ald›rmazl›klar›nla kuflatarak, k›skançl›klara, hay›nl›klara karfl› kimli¤ini... Öyle olmasayd› bana yollad›¤›n mektuplardan birinde flunlar› yazar m›yd›n: “O uyar›c›, kamç›lay›c›, – bir yerde de k›flk›rt›c› – yaz›n›z (‘fliiriniz’ de diyebilirim) ve Tardieu’nün ‘Gifle’si, hemen hemen ilk silkinifllerimin floklar›n› oluflturmufltu... Tabi özellikle sayenizde okudu¤um pek çok güzel kitap. Burada, flu Güney Amerika'n›n – bizim ülke ve insan gerçekli100 ¤imizle özdefl gibi gördü¤üm – ilginç ülkesinde tan›k olduklar›m, dünyaya, ülkeme ve insan’a yönelik ilgilerimi ve bilincimi daha bir yetkinlefltirip pekifltirdi. Yeni bak›fllar buldum kendimce, yeni aç›l›mlar gelifltirdim. Çok okuyorum gene. Bu arada denemeler, fliirler, – özellikle – öyküler yazd›¤›m› da eklemeliyim...”) Bunca… – çok kifliye ilginç gelen – bunca güzelli¤in ard›ndan... Hak edilmifl bir k›vanc› da bana çok görmeyece¤ini iyi bilirim... Sen, oncas›na sanc›n›n k›skac›ndan s›yr›lma becerin ve istencinle do¤umlara çoktan haz›r ilk yap›tlar›n› oluflturup ortaya sürüyorsun iflte. Ald›¤›n ödül de bunun göstergelerinden sadece birisi. Dün akflamd›; seni o televizyon kanal›nda, evet o kanalda görüverince… Ç›¤l›¤a benzer bir ünlemeyle havalarday›m. “Bu o!..” diye ba¤›rm›fl›m aya¤a f›rlayarak. “Aflk›m”›, apayd›nl›k yüzü, can can aç›lm›fl ›fl›lt›l› gözleriyle, özgüvenini bulmufl bir durumda karfl›mda görüverince... “‹flte, evet bu o!..” demiflim afl›r› bir coflkuyla. Gözlerim yaflard› elbet... ‹stenç, sevgi, tutku, direnifl, savafl, baflar› ve utku gibi gerçeklikler, iç içe, genç, p›r›l p›r›l bir kimlikte bileflkelenmifl tam bir “Petek” olup yans›maktayd›. O “Petek”te dam›taca¤›n de¤erlerle k›vanma, onlar› tadabilme umutlar›na, özlemlerine kuruluyum… bir kez daha… yeniden… can k›z›m... yeniden. 101 SESS‹Z OLALIM LÜTFEN O¤uzhan Akay 1 ‘Ben bi’ çocuk potini istiyorum, iyi piflsin ama!’ dedi adam. Köflede çalan piyaniste ba¤›rd› sonra. ‘Bir daha çal Sam.’. Ama ‘piano piano!’. Garson Muzo flefe “Üç numaral› masada peynir taba¤› isteyen enteldantel var ya usta, çocuk potini istiyormufl ayr›ca.” dedi. fief, kafas›n› kafl›d› kalemle. ‘Peynir taba¤› ne?’ diye çözememiflti ki daha. ‘Neyin flifresiydi bu kod’u¤mun?’. Celalll! Celal yetiflti hemen. ‘Kofl Nuri abinin evine, hani geçen y›l gelen deli bi’ abi var ya, tepedeki evde oturan. Sor bakal›m, çocuk potini, iyi piflsin ne demek? Ha! Bir de peynir taba¤› var m›ym›fl onda, ödünç.’. Onur, üç gün önce bir öyküden geçerken yerleflmiflti Datça’ya. Kulak misafiri olarak duydu¤u laf›n üzerine mi yatsa yoksa bana müsaade mi dese bilemedi. fiarlo, bilirdi oysa iyi piflmifl potini. Karlarla kapl› kulübede açl›ktan nefesi kokan arkadafl›yla birlikte kal›rlarken, potini tencerede nas›l 102 piflirdi¤ini, ba¤c›klar›n› spagetti yercesine nas›l k›v›rarak yedi¤ini, anlat›rd› denemez. Film, sessizdi çünkü. Onur, flefi ça¤›rd›. ‘Sorular›n›n yan›t› bende. Hesaba karfl›l›k, yan›t, ne dersin?’ fief, hesab›n görülmesinden yanayd› belli. ‘Celal hallediyor sa¤ol abi’, dedi. fief, Onur’a e¤ildi ve f›s›ldad›: ’Kafa buluyor belki de!’ ‹kisi birden, adama do¤ru bakt›lar. ‘Bizim Mam›t abiye de Sam diyor zaten. Tangoya basmamak laz›m.’. ‘Tonga’ düzeltmesi, rüzgara kar›flt›. Hesab› ald›, Onur. fiunlar yaz›yordu: ‘Günün çorbas› Borç, on lira. Gün bat›m›, üç lira... Ekmek ve su, bir lira. Bahflifl ve övgü, serbest.’ Onur, on befl lira b›rak›p giderken, eliyle selam verdi kals›n gibilerden. Zaten kalacakt›. Olsun! Ç›karken, flef ‘yine bekleriz abi’ demek istedi. Ama o s›rada Celal, tozu dumana katm›fl, aya¤› k›ç›nda koflturarak dald› restorana. Elinde bir foto¤raf tutuyordu, biraz eski. fiefe uzatt›, flef foto¤raf› ald›. Uzun uzun bakt›: Peynir taba¤›nda iyi piflmifl bir potin foto¤raf›yd› bu. Çatal› üstünde. Adam›n masas›na yanaflt› flef. Masaya b›rakt›. Adam, foto¤raf› ald›. Bir fleyler söyledi. fief, yan›t verdi. Adam, tekrar konufltu. fief, omuzlar›n› silkti. 2 Sessizleflti her fley... Filmdeki gibi. Alt›na Hücum muydu, neydi? O iflte. Onur, bir hafta sonra ayn› yere gitti¤inde restoran›n yerinde bir depo buldu. Yoldan geçen birini durdurup, restoran› sordu. ‘Restoran m›? Burada restoran› kim açar Alla’sen’ dedi. Bir yandan gülüp bir yandan yürüdü. Dönüp Onur’a bakt›. Güldü. Yürüdü. Onur, deponun kap›s›n› itti. ‹çeriye girdi. Toz ve rutubetten hapfl›rmaya bafllad›. O kadar çok hapfl›rd› ki, iki büklüm oldu. Zaten böyle anlar içindir rastlant›lar. Yerde bir foto¤raf vard›. Foto¤raf› ald›. D›flar›ya ç›kt›. Bakt›... Sandalyeye ters oturmufl, ç›plak bir kad›n vard› foto¤rafta. Sandalyenin arkas›, her neyini gizliyordu kad›n›n. Kad›n, parma¤›n› zarif bir biçimde dudaklar›na götürmüfl, ‘sus’ iflareti yap›yordu. Sandalyenin üzerindeyse flu cümle vard›: ”Bak, ama neler kaç›rd›¤›n› göremeyeceksin!” 103 Hüseyin Atabafl BEKLEMELER Sevgiliyi ve fliiri düflünüyordu Samuel Beckett Godot’yu beklerken: “beni sevmezsen sevilemem, seni sevmezsem sevemem” diyordu demesine de ölçüsüzlü¤ün daras›n› katm›yordu hesab›n içine!.. Kendine mi sakl›yordu koltuk alt›nda s›cak elini, sevgiliye mi? Oras› belli de¤ildi hiç kimsece. Enver Gökçe’yi ilk kez gördüm bir resimde gülerken; yaflam bu, gülmeye de de¤ermifl me¤er. Ooh dedim, kendime geldim!.. Bunda bir ifl var, Enver a¤abey bile/gülüyorsa! Benimse hüzün kapl›yor yüzümü foto¤rafç›ya bakarken. Yaflamak poz vermek midir yoksa dünyaya? Ö¤reniriz ömrümüz vefa ederse. “Kirtim kirt”, hal› dokuyor zaman: “Kirtim de kirt”, geber içimdeki mutsuzluk, yolu hoflnutsuzluk olan geber! Umudu getirecek yazlar› bekleriz biz de, iflimiz ne ki özlemekten baflka, yaflamak güzel fley. Akdeniz bizi bekliyor flimdi ve bakire denizk›zlar›, deniz yoksunluktur oysa k›zlar söz konusuysa!.. Gülücükler birikti k›y›lar›mda, vapura binip geçtim karfl› yakas›na umars›zl›¤›n. Heyecanlar›m bile, bile/mahzun. Kufllar geçim derdinde ben unutulan aflklar›n. Olanla olmayan› birlikte içiyorum içince mantar› derine tepilmifl ömür fliflesinden! Özlemi içime düflen yayla çiçe¤i, ince s›z›, gök gürültüsü. Kurtar›lm›fl zamanlara s›zd›k; zaman kurtuldu, biz kalakald›k. Karaya vuran bal›k olduk, ister bekle ister bekleme; biz bize kald›k! Okunmaz el yazg›s›, çözülemez s›r ömrümüz. Godot’yu bekliyor hâlâ Samuel Beckett, bir umudu var asl› yoksa da! Bizi kim beklesin ikimizden baflka, bizi ömrüm?.. 104 Metin F›nd›kç› EDITH PIAF SABAHI Tar›k için pencerede güneflin u¤ultusu, dingin eski rüzgâr›n ve gülün teniyle seviflir; ve ben, tozlu zaman›n› kitapl›¤›n siyah bedeninde bulurum sivil tarihlerin sokaklar›nda dolafl›r›m kay›p, uzun dallar›n kelebekleri safran ve zerreciklere konar, dilden dile bir mesele al›fl›r›z biz ikimiz, Edith Piaf sabah› la vie en rose’u söyler kadim kumda harem midye kabuklar›nda Amontilla; pencerede güneflin u¤ultusu, ç›lg›n vazonun rahminde ölü çiçekler buluttan bir pencere midir aç›p bakt›¤›m›z an›lar deniz ve dilek öyle midir sana sormal›; ve sen, bat›n›n mermer iskemlesine dayanm›fl, do¤u uzak; mürekkep çiçe¤inin yapraklar›ndan daml›yorsun istavrit kokan beyaz yelkenliye; pencerede güneflin u¤ultusu, ölgün f›r›nda bal›k kokusu, masada mendil peçeteler rak›n›n beyazl›¤›nda ise bizler; sözcükler le uzaklafl›r›z mesafeler mesafeler… 105 Hilmi Tezgör TUZ Beyaz kayalar›n susuzlu¤u, sertli¤i Durduram›yor harflerin yuvarlan›fl›n› Fenerin boyu uzun olmal›, ›fl›¤› yüksekte Eskiden buran›n kefliflleri Çok terlemifl, çok özlemifl olmal› suyu fiimdiyse bir kad›n oturmufl minderde Kayalar›n tuzu, teninin kokusu Kar›flm›fl birbirine, iskelenin demiri Paslanmadan çok önce ölmüfl Buran›n kefliflleri, nergis tarlalar› Üzüm toplayan ›rgatlar›n Düflündeki kad›nlardan çok önce Tekneler uzaktan benzeflir yine de Kayalar henüz ›fl›lday›p y›kan›rken Terlemek bir tarihmifl Bafllang›c› bilinmeyi, kurusu silinmeyi Art›k önemsemeyen. YARIMKÜRE S›rt›n isimsiz bir flelale Il›k havadan, Il›k sütten yap›lma; Gözlerin k›s›ld›¤›nda Sahipli bir kuflu izler gibi Göklerde süzülen; Omuzlar›n yuvarlak Ç›plakken, baflkald›r›rken hayal gücüne Boyun e¤meyi ö¤renen. Bir yar›mküre Suyu içilebilen. 106 Selahattin Yolgiden ACI “markos vamvakaris için…” hep sonraya erteledik ac›m›z› evlerimiz vard›; serin avlular›m›z, sofalar›m›z, mutfaklar›m›z… gecenin saçlar›n› okflad›¤›m›z teraslar›m›z. bahçelerimiz vard›; çamlar›m›z, limon a¤açlar›m›z… lacivert yaz akflamlar›nda aya¤a kald›rarak bütün köyü evlilikler yapan o¤ullar›m›z, k›zlar›m›z. ac› içimizde uyuyordu uyand›rmaya korkuyorduk onu ama baz› günler ç›kar giderdi içimizden bütün yaz geri dönmeden o ülke senin bu ülke benim yolunu kaybetmifl ama bir gün evine dönece¤ini muhakkak bilen odysseus gibi, sonbaharla birlikte geldi¤ini görürdük karfl›ki tepelerden. bir gün dedem öldü, denize karfl› yat›rd›k beyaz ketenler döfledik divan›na üstüne en sevdi¤i yast›¤›, ölümlük yorgan› gözleri kapal›yd› ama hepimizi görür gibi arada bir k›rp›yordu göz kapaklar›n› ac› yata¤›n ayak ucundaki pencereden kafas›n› uzatm›fl içeri bak›yordu ilk defa bu kadar yak›ndan gördüm onu, a¤l›yordu. 107 Levent Sevi K‹M O? Nerden ç›kt› bilmiyorum, May›s’›n ortas›nda Büyükada’ya gitme fikri. Kitaplar›m ve müzikçalar›m var, On y›l önce misketlerimin oldu¤u çantada. Gökyüzü gri ve önümde bir deniz var, Her bakt›¤›mda bir kez daha Beni kendisine hayran b›rakan. ‹skele bofl, hava kasvetli, Ya¤mur ya¤sa sanki, bütün ada çocukluk kokacak. Ad›n› bilmedi¤im, ama nerde görsem Bana aday› an›msatacak Çiçeklerin açmas›n› sa¤layan. Donanma Sokak bofl, birkaç top oynayan çocuk Ve balkonlar›ndan onlar› izleyen anneleri d›fl›nda. Sokak birisinin eksikli¤ini hissediyor anlafl›lan, Ortama biraz renk katacak. Parma¤›m› ve a¤z›m› gördüm birden sonra, Zile basan ve ba¤›rmaya bafllayan. Kimin oturdu¤unu görmek için flimdi, eskiden oturdu¤umuz evde, Sanki birisini ar›yormufl gibi: Levent! Levent! Armut mu, elma m›? Yafll› bir kad›n ç›kt› pencereye ve nazikçe sordu: Pardon, kimi aram›flt›n›z? Koflarak uzaklaflmam, bana Küçükken zillere bas›p kaç›fl›m›z› an›msatt›. Kim o? Kim o? diye ba¤›rd›klar›nda evsahipleri O zamanlar on yafl›ndaki bir çocuk ne kadar bilirse, o kadar Bilirdim kim oldu¤umu. fiimdi de yirmi yafl›ndaki bir adam ne kadar bilirse, O kadar biliyorum, kimi arad›¤›m›. 17 Kas›m 2005 Sar›yer/Hisarüstü 108 SÖZ ÜLKES‹N‹N YURTTAfiI Adnan Binyazar Struga fiiir Festivalinin 25. y›l›nda, S›rp yazarlar›, Da¤larca’n›n “Tanr› Olsam Bir Günlü¤üne” fliirinin yeryüzünün bütün seçkilerine girebilece¤ini söylerler. Da¤larca, Tüyap 6. Kitap Fuar› ‘Onur Ozan›’ seçilmesi dolay›s›yla Alpay Kabacal›’n›n “Bir dünya fliir seçkisi yap›lacak ve buraya tek fliiriniz girecek olsa, hangi fliirinizin girmesini isterdiniz?” sorusunu yan›tlarken bu olay› an›msat›yor, ard›ndan da, “Ben onlar kadar kendimi okumufl de¤ilim. Sorunuzu baflkalar›, daha baflkalar› de¤erlendirmelidir.” diyor. Ozan›na da, ‘baflkalar›’na da yöneltilmifl olsa; bu sorunun yan›t› kolayca verilemez. Hele, ‘Türk fliirinden bir tek fliiri’ seçmeniz isteniyorsa sizden, daha çözümsüz darl›klara düflersiniz. Bende öyle olmad›. fiiire yönelimlerde öznel yarg›lar›n a¤›r basaca¤›na inand›¤›mdan, hiç duraksamad›m; her okudu¤umda içimde ‘yeni ürpermeler’ yaratan “A¤›r Hasta”y› duygu tarihimizin önde fliirlerinden biri sayd›m. A⁄IR HASTA Üfleme bana anneci¤im korkuyorum, Dua edip edip, geceleri. Hastay›m ama ne kadar güzel Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri. Niçin böyle örtmüfller üstümü Çok muntazam, ki bana hüzün verir. A¤ar›rken uzak rüzgârlar içinde Oyuncaklar gibi flehir. Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum A¤l›yorsun, nur gibi. Beraber duyuyoruz yavafl ve tenha Duvardaki resimlerle, nasibi. Anneci¤im, büyüyorum ben flimdi, Büyüyor göllerde kam›fl. Fakat de¤nekten at›m nerde Kardeflim su versin ona, susam›fl. [1935] 110 fiiir, duygular› do¤rudan etkileyen dilsel inceliklerin anlamötesi ça¤r›fl›mlar›d›r. O ölçüde de ba¤›ms›zd›r, yenidir; flairin kendine özgü söyleminin ürünüdür. Bir fliirin de¤eri, sözcük ve imge ça¤r›fl›mlar›yla içimizde ‘yeni bir ürperme’ yaratmas›ndan gelir. Faz›l Hüsnü Da¤larca’n›n “A¤›r Hasta” adl› fliirini daha ilk okudu¤umda, “Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum” dizesi içimde böyle bir ürperme yaratm›flt›. fiiir ak›mlar›n›n da, ondan önceki ozanlar›n da etkisi yoktu bu dizenin yer ald›¤› fliirde. Yaln›zca benim arad›¤›m, baflkalar›n›n görebildi¤i ya da göremedi¤i ‘fliir’ vard›. Bin y›ll›k fliir eme¤inin sesini tafl›yordu ozan›n seçti¤i sözcükler. Orhan Veli’nin, “Epiyce yaklaflm›fl›m, duyuyorum; Anlatam›yorum.” dedi¤i gibi, nerdeyse elli y›ld›r fliire susad›kça okudu¤um bu fliirdeki ‘yüzümle görmek’ sözünün gizemini bugüne de¤in çözebilmifl de¤ilim. Yine de, bana, bir fliirde ‘fliirsellik’ nedir diye sorsalar, bu dizeyi okumay› yeterli bulurum. fiiir ad›na ses, biçim, istifleme ba¤lam›nda ne yap›l›rsa yap›ls›n, bunlar aras›ndaki söylem dengesi fliire verilen eme¤in tarihinden izler tafl›m›yorsa, yaz›lanlar söz denemelerinden ileri gidemez. fiiir eski oldu¤u kadar yeni, yeni oldu¤u kadar eskidir. ‹nsan›n duygu tarihindeki bütünlük gibi, fliirin de, eski ile yeni aras›ndaki kopuklu¤a tahammülü yoktur. fiiir, insano¤lundaki ilk duyumsama k›p›rdanmalar›ndan bafllay›p en geliflmifl duygu katmanlar›na ulaflan yolu birbirine ba¤lar. Eski M›s›r, Sümer ezgilerinden bugüne, fliir damar›n›n özüne inmifl flairlerin, eski de olsa, ça¤dafl da, ayn› be¤eniyle okunmas›n›n nedeni budur. Da¤larca’n›n, bir konuflmas›nda, “Bugün fliir yazmak isteyen kiflinin, bütün geçmiflini görmesi, geçirmesi gerekir.” demesinden bu sonucu ç›kar›yorum. ‹lkgençlik y›llar›mdan bu yana dönüp dönüp okudu¤um, her okuyuflta da yeni tatlar ald›¤›m “A¤›r Hasta”da duyarl›k tarihinin bütün evrelerini duyumsuyordum. Bu fliiri öne ç›karmam›n bir nedeni de bu. Sonelerinden birinde fliirin gerçe¤ine de¤inen Shakespeare’in flu dizelerini de bu yolda yorumluyorum: “fiunu bil ki sevgilim ben hep seni söylerim; / Bir sensin, bir de sevgin kulland›¤›m tek konu; / Eskileri yeniler en üstün fliirlerim, / Önceden ne yazm›flsam yine yazar›m onu; / Nas›l ki günefl her gün hem eskidir hem yeni, / Sevgim de yeni bafltan söyler her söyleneni.” “A¤›r Hasta” fliirinde beni çeken baflka bir yan da var. Bu fliir, eskidi¤i ileri sürülen Türk fliirinin geleneksel özelliklerini tafl›man›n yan›nda, fliirimizin vard›¤› ça¤dafl düzeye de yenilikler getiriyor. fiiirde yenili¤in ölçüsü, yayg›nlaflma aflamas›nda hiçbir fliire benzememesidir, dönemin egemen fliir söylemini ça¤r›flt›rmamas›d›r. Da¤larca, içinde “A¤›r Hasta” fliirinin de yer ald›¤› Çocuk ve Allah’› Nâz›m Hikmet fliirinin ya111 y›l›m gösterdi¤i bir ortamda yay›mlam›flt›r. Mistik yan› a¤›r basan Çocuk ve Allah, fliirde ideolojinin öne ç›kt›¤› bir dönemde kendine bir yer açabilmifltir. Bu, Da¤larca fliirinin üzerinde önemle durulmas› gereken bir yönüdür. Yarg›lar›n› sa¤lam verilere dayand›ran Memet Fuat ça¤dafl fliirimizin de¤erlendirmesini yaparken bunu somut bir gerekçeye ba¤l›yor: “Faz›l Hüsnü Da¤larca, tek bafl›na, bambaflka bir fliirin yetkin örneklerini vermekteydi. Kayna¤› belli olmayan bir fliirdi bu. Nâz›m Hikmet’e hiç benzemiyordu. Necip Faz›l’dan geldikleri söylenebilecek Cahit S›tk› Taranc›’n›n, Ahmet Muhip D›ranas’›n, Ziya Osman Saba’n›n yazd›klar›na da benzemiyordu. Gerçi ça¤dafl bir fliirdi, genel çizgileriyle 1940’lar›n ortak fliir anlay›fl› içindeydi, ama günün e¤ilimlerine bütünüyle uzakt›. Ne Garip’çilerle, ne toplumsalc›larla ortak bir yan› yoktu. Bat› etkileri de tafl›m›yordu.” Etkilerden uzak bu fliir, ‘‹nsan-Do¤a-Tanr› üçgeninde’ gelifliyor, bilinen bir felsefeye yaslanmasa da, yaratt›¤› ‘düflünsel yo¤unluk’la kendini belli ediyordu. ‘Belirsizlik, gizemlilik, özgün imgeler, ça¤r›fl›ma aç›k söyleyifller, düzyaz› mant›¤›ndan kaç›fl’la öbür fliirlerden ayr›l›yordu. Memet Fuat’a göre, Çocuk ve Allah’la, ‘a¤›rl›¤›n› duyuran, ama yönü belli olmayan bir sezgi fliiri’nin örneklerini vermiflti Da¤larca. Cemal Süreya da, Da¤larca’n›n fliirini ‘sezgi dönemi’ ve ‘ak›l dönemi’ diye ay›rarak bunu bir örnekle aç›kl›yor: “Bir gün bana flöyle demiflti: ‘Ben fliiri koklayarak bulurum.’ (...) San›r›m kendi sezgi dönemini bundan daha iyi anlatan bir söz bulamazd›. Gerçekten, fliiri koklayarak buluyordu, güdüleriyle. Ona göre espri iki türlüdür: erkek espri, difli espri. Günefl’inki erkektir, çünkü ›fl›¤› kendindendir; Ay’›nki difli, çünkü bir ›fl›¤› yans›tmaktad›r. fiair daha çok sezgisiyle bir fley yap›yorsa, o erkektir; daha çok kültürüyle var oluyorsa, o difli.” Sezgiyle yaz›lan bir fliirin nesnel verilerle de¤il, yine sezgiyle de¤erlendirebilece¤ini düflünüyorum. “A¤›r Hasta”y› yaz›n›m›z›n önemli fliirlerinden biri sayarken nesnel gerçeklerden çok, sezgisel yorumlara yer vermenin bizi bir çözüme götürece¤ine inan›yorum. fiiir ortam›, sanatsal ak›mlarla dalgalansa da, ister bir ‘ak›m’ içinde, ister ba¤›ms›z; zaman, ‘kendi yolunu bulan’ flairlerden yana olmufltur. Bu soydan flairler, ‘eski’nin havas›n› estirdikleri ölçüde ça¤lar›n›n duyarl›k esintilerini de sanatlar›nda bar›nd›r›yorlar. “A¤›r Hasta”n›n ses düzene¤ine bakal›m; fliir serbest ölçüyle yaz›lm›fl olmas›na karfl›n, aruzla hecenin kar›fl›m› bir ses veriyor. Gecel-eri, y-eri | ver-ir, fleh-ir | g-ibi, nasibi | ka-m›fl, susa-m›fl | kork-(u)yorum, gör-(ü)yorum (yorum’lar rediftir) uyaklar› da tantanal› ses örgüleriyle biçimlenmifl de¤ildir. fiair, sesi, sezgiyle, Türkçe’nin önemli bir özelli¤i say›lan, edip>edip / hastay›m>ama / örtmüfller>üstümü / a¤ar›rken>uzak / rüzgârlar>içinde / gözlerim>ör112 tük / de¤nekten>at›m / versin>ona aras›ndaki ulamalarla sa¤l›yor. Bu sözcükleri bir araya getirmenin ölçüsü yoktur; öyle ki, burada fliirsel ses kendili¤inden oluflmuflças›na do¤ald›r. Ama hangi biçimde olursa olsun, yaz›n›m›zda fliirsel be¤eni bu sesle yarat›lm›flt›r. fiiirsel be¤eni, ‘zaman’›n yarat›c› katmanlar›nda oluflur; oradan evrensel bir dünyaya aç›l›r. fiiir, ideolojinin söylevcisi de¤ilse, ak›fl›n› derin duyarl›k kanallar›nda sürdürür. Da¤larca, “A¤›r Hasta”da, üfleme, dua etme, üstünü örtme, hüzün verme, gözlerin örtük (olmas›), yavafl ve tenha (duymak), nur gibi a¤lamak vb. sessizli¤i yo¤un biçimde ça¤r›flt›ran sözcükler seçerek okuyan› bu duygu ortam›na sokuyor. ‹lk dörtlükte üfleme ve dua sözcükleri, anlam› derinlefltirerek ölümü ça¤r›flt›r›yor. Ölümü, ölümü gören duyumsuyor. Çocu¤un korkusu, annenin dua etmesinden kaynaklan›yor. Soyut kavramlar çocukta zamanla gelifliyor. Bu fliirde oldu¤u gibi, hastal›k onda ölümü ça¤r›flt›rmaz. Burada da çocuk, hastal›¤› ‘vücudunun bir yerinin yüzer gibi gitmesi’ olarak alg›l›yor. Onun dünyas›nda bu, haz verici bir duygudur. “Hastay›m ama ne kadar güzel” dizesinden anl›yoruz bunu. ‹kinci dörtlükte çocuk, üstünün çok ‘muntazam’ örtülmesinden hüzün duyuyor. Hastan›n üstünün örtülmesiyle, oyuncaklar gibi flehrin ‘uzak rüzgârlar içinde a¤armas›’ aras›ndaki imge z›tl›¤› ayn› anda ölümle hayat›n, fliirin yaratt›¤› sessizlik ortam›nda bulufltu¤unu gösteriyor. Ozan›n, “Hastay›m ama ne kadar güzel”, “Çok muntazam ki bana hüzün verir”, “A¤l›yorsun nur gibi” dizelerinde duyumsad›¤› gibi, do¤al ses ö¤eleriyle donanm›fl bu fliirin, duyarl›klar› yans›tmada böylesine sonsuz bir ‘sessizlik’ yaratmas›, san›r›m, “A¤›r Hasta”n›n en belirgin özelli¤idir. Simgelerle, sözcük ça¤r›fl›mlar›yla örgülü fliirin tam bir yorumu yap›lamaz. Ancak sezgisel yaklafl›mlarla öznel sonuçlara var›labilir. Da¤larca fliirinin az çok ipuçlar›n›n belirlendi¤i “Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum” dizesiyle üçüncü dörtlükte karfl›lafl›yoruz. “A¤›r Hasta” fliirinin anlamsal özü burada. Bu dizede ‘gözlerin örtüklü¤ü’ ölümü, ‘yüzle görmek’, hastal›¤› ‘vücudunun bir yerini yüzer gibi güzel’ bulan çocu¤un düfllem dünyas›n› simgeliyor. Öyle ki, çocuk, son dörtlükte, düfllemleriyle, de¤nekten at›n› soracak, susam›fl olan bu ata kardeflinin su vermesini isteyecek denli safl›k duygusu içindedir. Çocu¤a de¤nekten at›n›n susad›¤›n› duyumsatmak, onun ölüm duygusundan uzakl›¤›n› baflka bir boyutta alg›lamakt›r. Düflünün ki, “Geceyle aram›zda mavi bir fley sallan›r / Ki ölüm kadar uzak, ki ölüm kadar güzel.” dizelerinin yazar› Faz›l Hüsnü Da¤larca’d›r! “Saadeti rabbim kadar hissediyorum.” diyen de odur! S›n›rs›z yoruma elveriflli bu fliirin ilgimi çeken bir yönü de gizemci duygular ça¤r›flt›rmas›d›r. Duyarl›k derinliklerine inilen en d›fla dönük fliirde bile gizemli bir hava sezilir. fiiirdeki ‘dua’ sözcü¤üyle ça¤r›flt›r›lan 113 Allah da, yal›nl›¤›n simgesi çocuk da, ‘yarat›l›fl’ soyutlamas›yla örtüflüyor. ‘Ana’, bedeniyle de, duyarl›¤›yla da, bir varl›ktan ‘varl›k’ yaratman›n kayna¤›d›r; var etti¤inin koruyucusudur. Bedeninde ‘rahim’ tafl›yan yarat›c›d›r o. Ana, rahimdir; saklay›p korudu¤unu var edendir; dölyata¤›nda bar›nd›rd›¤›na can verendir, yaratt›¤›n› merhametiyle besleyendir... Dinsel gerçekçili¤in yarat›c›da var oldu¤una inand›¤› bütün özellikler ‘ana’da da vard›r. Tanr› yokluktan yaratansa, ana da dölyata¤›nda var edendir. Tanr› ‘Rahmân’d›r, kad›n ‘rahim’ tafl›r; orada bir canl›y› esirger, korur, kan›yla besler. ‹slaml›kta her fleyin bafllang›c›n› belirleyen “Bismillahirrahmanirrahim” sözünün içeri¤i, kad›n›n do¤ada var olufl gerçe¤ini de ça¤r›flt›r›r. Rahmân: Dünyada, yarat›lm›fl hiçbir varl›¤› birbirinden ay›rmadan, onlara merhamet eden, onlar› esirgeyip koruyan Allah’›n adlar›ndan biridir. Kad›n da dölyata¤›nda (rahim) esirger, korur, büyütüp var eder. Uygarl›¤›n ilk tap›nç figürlerinin kad›n› simgelemesi bu gerçe¤e dayand›r›labilir. Allah (yaratan) > ana (do¤urganl›k bahfledilen) > çocuk (var edilen) üçlemi Da¤larca’da fliirsel bir teslis’tir. Bu ba¤lamda, “A¤›r Hasta” fliirinin yer ald›¤› kitab›n Çocuk ve Allah ad›n› tafl›mas› da anlaml›d›r. Çocu¤un, “Hastay›m ama ne kadar güzel / Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.” diye duyumsamas›n›n kayna¤›, anan›n solu¤unda ‘can’ bulan varolma duygusunda aranmal›d›r. “Senin ellerinden tutmufltum / Karanl›klardan Allaha” dizelerindeki merhamete s›¤›nma duygusu da yaratanla bütünleflmeyi ça¤r›flt›r›r. Her fley ‘ana’da toplan›r; ana, ‘fliirsel teslis’in bir aya¤›d›r. Da¤larca’n›n bir kitab›n›n ad› olan Toprak Ana da ‘yaratan’d›r; yarat›lan› içinde hem yok eden, hem var eden odur. Din kitaplar›nda, topra¤›n var edici bir nesne olarak gösterilmesinin özünde yatan da budur. Böyle bir düflünsel evren uzam›nda, “Da¤larca, fliirin do¤as›nda olan› yapar; çözüm üretmez. (...) Çocuk ve Allah’ta iki uç var: En büyük olan (Allah), en küçük olan (çocuk). Da¤larca, fliirini yaklafl›mlar, z›tlaflmalar, irdeleyici iç sorgulamalar üzerine kurmufltur. Bundan dolay›, okur, her an, çözdü¤ünü sand›¤›n›n çözümsüzlü¤üyle karfl›laflabilir onun fliirinde. Örne¤in, Da¤larca’n›n, kitaba uygun buldu¤u Çocuk ve Allah ad›nda neden küçük olan› (çocuk) önce and›¤›n› yorumlamayla de¤il, ancak varsay›mlarla anlamland›rabiliriz. Varsay›mlar flöylece s›ralanabilir: Ozan, ‘çocuk’ ad›n›n sessel etkisiyle bunu yapm›fl olabilir... Ozan›n yarat›c› dünyas›nda ‘Allah’ da ‘çocuk’ da bir soyutlamad›r... ‹kisi de kusursuzlu¤un simgesidir; önde olsun, sonda olsun, ‘Allah’ ad›n›n yan›na, ancak onun kirlenmemifl bir varl›k olarak yaratt›¤› ‘çocuk’ yak›fl›r... (...) Olas›l›klar s›raland›kça, çözümsüzlü¤ün boyutlar› geniflliyor. Geniflledikçe de çözümsüzlüklerden çözümsüzlükler do¤uyor. Yine de, kavrama, duyumsama, 114 alg›lama, yorumlama gücüne göre, kiflinin bir çözüm önerisi olacakt›r. Örne¤in ben, Çocuk ve Allah’ta, Da¤larca’n›n, ‘çocuk’la ‘Allah’ aras›na ‘insan’› (ana) koydu¤unu öznel bir yaklafl›m olarak önerebilirim.” Görülüyor ki, Da¤larca, fliirinde gizemci bir dünya yaratarak, çözümsüz duygu alanlar›na yöneliyor. Bunu yaparken, yaln›zca yarat›lm›fl olan› de¤il, yarat›lan›n yaratt›¤› sanata da (fliire) derinlik kazand›r›yor. “Çocu¤um, o güzel deniz çekilmifl, / Yaz›lar kalm›fl kumda. / Kendi sonsuzlu¤uma inanmak istedim, /Hayat›n› duyarken vücudumda.” dizelerinde geçen ‘o güzel deniz çekilmifl, yaz›lar kalm›fl kumda’ imgesine nas›l bir çözüm getirilebilir? O bir yana, bir çocu¤un hayat›n› vücudunda duyan bir insan, nas›l olur da kendi sonsuzlu¤una inanmak ister?.. Belki, 71 y›l sonra yazd›¤› “Bofl Yazmak” bafll›kl› fliirindeki flu çözümsüzlükle... “Kim yüzebilir yok suda / Yok suda / Gö¤ün mavili¤i yüzemez / A¤ac›n yans›mas› yüzemez / Ak güvercin yüzemez / Güz bulutlar› yüzemez / Genç k›zlar›n düflleri bile yüzemez”. fiiirde çözümsüzlük gibi görülen bu yaklafl›mlarla, ozan, insan ruhunun gerçek derinli¤ine biraz daha inmifl oluyor. Da¤larca’n›n “Genç Ozanlara” verdi¤i ö¤üt de¤erlendirilirse, “A¤›r Hasta” fliirinin duygularla böylesine sarmalanm›fl olmas›, onun, Divan ve Halk fliirlerinin duygu tarihiyle ba¤lant›s› kurularak da aç›klanabilir. fiiir, güzelli¤i ve gerçe¤i, insan›n yarat›c› dünyas›na bir duygu flafa¤› gibi yayar. Da¤larca’ya “Gündüzle günefl- / le ilgimiz yok / Uykumdaki göz- / le gördü¤ümsün” dizelerini bu yal›nl›kta, fliir flafa¤›n›n ›fl›¤› yazd›r›yor. Geleneksel söylemde var olan› yarat›c› söz evreniyle biçimleyen Da¤larca, fliirini sezgisel düfllem gücüyle iflliyor. Her ozan›ndan ayr› fliir f›flk›ran Anadolu topra¤›nda kendi fliirini böylece yaratm›fl oluyor. Nice flair geldi geçti; Da¤larca’n›n Çocuk ve Allah’ta yaratt›¤› gizemci duyarl›¤a kimse yaklaflamad›. Yaklaflamaz da; çünkü, iyi flairin özelli¤i, taklit edilemez olmas›d›r. Kimse, onun söz ülkesine çizdi¤i s›n›r› aflamaz. Da¤larca, fliirini, fliir ülkelerinin s›n›rlar›n› aflmadan kurmufltur. Fuzuli için de, Nâz›m için de, Cahit Külebi için de, Cemal Süreya için de böyledir bu. ‹yi flair olup da baflkas›ndan etkilenen, ya da baflkas›n› etkileyen tek flair de gösterilemez. Edebiyat tarihlerindeki ‘flairin etkiledikleri’ / ‘flairin etkilendikleri’ bölümleri, fliiri biçimsellefltirmeye yönelik yanl›fl bir yaz›n e¤itiminin sonucudur. fiiirsel söylemin gizine ermifl her flair, flu düzeyde ya da bu düzeyde, kendi yolunun mimar› olmay› bilmifltir. Dünya fliirinde söylem ba¤›ms›zl›¤›na ermemifl hiçbir flairin, söz terazisinin kefesinde a¤›rl›¤› olmam›flt›r. Da¤larca bir konuflmas›nda, “Türk edebiyat›n›n geçmiflini bilen, Türkçe’nin olanaklar›n› parmaklar›nda duyan, gözlem gücü olan bir yurttafl olarak flu ülküyü gütmekteyim: Ulusal varl›¤› evrensel k›lmak. Ya115 p›tlar›m› bu do¤rultuya uygulamak. Onlar›n gelecek kuflaklara dedi¤im yönde görünmesini sa¤lamak. fiunu da isterim, ulusal varl›¤›m› evrensel k›lma çabam› ölümümden sonra da yap›tlar›mla sürdüreyim. Amac›m budur. ‹leride yeryüzü bir dilde, bir anlamda, bir ülküde bir ulus, bir ev, bir aile gibi olacaksa, bu gökten gelen tanr›sal bir güçle olmayacak. Bireylerin bu yolda çal›flmalar›yla, hepimizin ortak çabas›yla gerçekleflecek. ‹flte, kar›nca karar›nca bu ülkünün ard›na düflmüfl biriyim.” diyor. O, kendi deyimiyle, dilimizin olanaklar›n› ‘parmaklar›nda duymufl’tur. Da¤larca’n›n, son altm›fl befl y›lda yaz›lm›fl ender befl on fliirinden biri olan “A¤›r Hasta”y›, engin sezgisiyle, bu bilincin ›fl›¤›nda yazd›¤›na inan›yorum. Yazd›klar›na bak›l›rsa, dünyay› bir ev, insan› evrenin yurttafl› sayan Da¤larca gibi bir ozana, Baki’nin kendine yak›flt›rd›¤› ‘söz mülkünün padiflahl›¤›’ndan çok, san›r›m söz ülkesinin yurttafll›¤› uygun düflüyor. 116 An›lar›n izinde (1950 - 1960) GÖKYÜZÜNÜ OKUYAN KADIN: SAF‹YE HANIM Hüseyin Erdem Karanl›kta uzay›p giden toprak bir yol... ‹ki yan›nda yol boyunca belli aral›klarla uzun, demir direkler, direklerde as›l› sokak lambalar›. Rüzgarda sallan›p ayd›nlat›yorlar altlar›ndaki bir küçük alan›. Bir ›fl›ktan ötekine, bir bir yana, bir öteki yana gidiyor insan geçmifline (dilerse düfllerle gelece¤ine de) do¤ru. Okudu¤unuz bu küçük bölümler bu lambalar›n alt›nda görebileceklerinizden baz› kesitler, yaln›zca ›fl›kl› yerlerdekiler tamamlan›nca nas›l bir bütün ç›kacak ortaya ben de merak ediyorum. Daha o yolda karanl›k ve lofl, alaca bölümler de var. ... Toprak yolumuzun yolcular›ndan Safiye Han›m’›n buralara, bu Kaptan Pafla Mahallesi’ne neden geldi¤i, daha do¤rusu nas›l düfltü¤ü bilinmiyordu. Üflütük, kaç›k, delirmifl kad›n›n biriydi kimilerine göre. Kendisiyle ilgili olarak söylenenleri, düflünülenleri, duyumsananlar› o da biliyordu. Ama bütün bilge insanlarda oldu¤u gibi bunlar› aflarak geçip gidiyordu. Bütün eskilikleriyle üstündeki giysiler 18. yüzy›lda yaflanm›fl öyküleri anlatan tarihsel filmlerdeki kostümler gibiydiler. O yerlere dek uzanan, toprak yolu süpüren, kimi atlas kumafltan, kimileri özgün, güzel ipeklerden, baz›lar› çok pahal› kadifelerden, yak›nlardaki ma¤azalarda bulunmas› olanaks›z de¤iflik renk ve desenlerde taftalardan kesilmifl ve usta terzilere, ince be¤enilerle belirlenmifl modellere göre diktirilmifl, seçkin renkleri solmufl olsalar bile kendilerini yine de gösteren alabildi¤ine görkemli giysiler... Etekleri alt›nda jüponlar› vard›, üstünde güzel, uyumlu renkleri ve dikiflleriyle omuzlar›na oturan, belinden kalçalar›na dek bedenini saran ceketleri. Safiye Han›mefendi’nin bafl›nda giydiklerine uygun baflörtüler olurdu. Ama bunlar öyle çamafl›rc› güzellerinin tafl›d›¤›, bohçac› kad›nlar›n takt›¤› renklerde, desenlerde ve biçimlerdeki gibi de¤illerdi... Ne geleneksel özellik tafl›yan yerel baflörtüsüydüler, ne de dinsellik kayg›s›yla tafl›nan, örtünmek için tak›lan kaç göç örtüsü... Bunlar öyle gerekti¤i, öyle uygun düfltü¤ü için tafl›nan, ayn› zamanda birer aksesuvar de¤eri olan baflörtülerdi. Bunlar› bafl›na ba¤lamas›n›n gizini zamanla anlad›k, biz çocuklar. Boynunda, e¤er hava serinse, rengi ve deseni giysilerine uygun düflen bir eflarb› ya da atk›s› vard› Safiye Han›mefendi’nin. Ayakkab›lar› da 117 çok güzeldi onun. Belki de art›k en gösteriflli ve pahal› ayakkab› ma¤azalar›n›n sergenlerinde bile bulunmayan iskarpinlerdi bu giydikleri. Onun en güzel aksesuvar›, ola ki gerçekten gereksinim duydu¤u, elindeki gümüfl sapl›, yere de¤en ucu afl›nmas›n diye metalle kapl›, cilal›, ince mi ince, usta elinden ç›km›fl, üzeri sedef kakmal›, kaz›nm›fl desenlerle bezenmifl kahverengi bastonuydu. Yoruldu¤unda, dolgun bedeninin sanki bütün a¤›rl›¤›yla bu bastona dayan›r, bir iki soluk al›r, bafl›n› kald›r›p gökyüzüne bakar, sonra yine giderdi yoluna. Biz bütün çocuklar severdik Safiye Han›mefendi’yi. Belki de onun dostlar› olma onurunu tafl›d›¤›m›zdan, Karadenizli Âdem Usta’n›n, marangoz iflli¤inde, bofl zamanlar›nda tahta art›klar›yla bizler için yapt›¤› ve hiçbir oyuncak ma¤azas›nda bulunamayacak güzellikteki atlar›m›zla Safiye Han›m Teyze’nin flövalyeleri, yorulmak bilmez ordusu oldu¤umuz için... Bizi en iyi o yönlendirirdi, an›msad›¤›mca. Safiye Han›mefendi’nin bastonunun ucu Hacer Han›m’›n bakkal›n›n köflesinden görünmeyegörsün, hemen koflar ulafl›rd›k ona. Bu buluflmada yaln›z bizim de¤il, onun da gülerdi yüzü. “Ne mutlu, bir yerlere kaçmam›fls›n›z çocuklar!” der, gününe göre bir konuya giriverirdi. Ya da “Çok yorgunum bugün çocuklar.” derdi. O zaman onun yorgunlu¤unu dert edinir, bir yol, bir umar bulmaya çal›fl›rd›k, onu dinlendirmek için. O ortam›zda, bizler onun sa¤›nda, solunda yürür, ona yolda yoldafll›k, yarenlik eder, düfllenmesi bile zor sorular sorar en yarat›c›, en ilginç yan›tlar al›rd›k ondan. Safiye Han›mefendi’yle bulufltu¤umuzda, ama her kezinde, do¤al olarak yapt›¤›m›z, art›k al›flk›n oldu¤umuz, yaln›z bizlerle onu ilgilendiren baz› a¤›r ve özel ifller de vard›. Bu nedenle de onu daha görür görmez, yap›m› hiçbir zaman bitmeyecek, belki de birkaç ay içinde yeni bir katla gökyüzüne biraz daha yükselip yaklaflacak olan Âdem Usta’n›n tu¤la evinin önünde, kimi ters çevrilmifl, baflafla¤› duran su bidonlar›n›n alt›na, onun önerisiyle, saklad›¤›m›z kocaman eski çuvallar› ya da iyice silkelenmifl çimento torbalar›n› al›r Safiye Han›mefendi’ye öyle koflard›k. Bizi bu torbalarla gördü¤ünde gülümser, saçlar›m›z› okflar, bize derin bir sevecenlikle bakar, “Kirli sokaklar›n nazl› çiçekleri... Benim çekirgelerim!” der, sevinir ve çok mutlu olurdu. “Çocuklar kutlar›m sizleri! Görüyorum, yine torbalar ellerinizde!” “Bak›n flu görgüsüz insanlara, bunlar yoldan geçenler de olsalar, burada oturanlar oldu¤unu da söyleseniz, anneleriniz, babalar›n›z, kardeflleriniz yapt› deseniz de sonuç ayn›. Her türlü çöpü yollara at›yorlar. Ne denli pis flu insanlar›m›z. fiu paslanm›fl teneke parçalar›n› al›n yerden. fiu konserve kutular›n›n ne ifli var bu güzelim sokakta? Bir han›mefendinin güzelim ete¤ine de¤se, etek ne olur? Bir beyefendinin ütülü paçalar›na 118 tak›lsa bunlar, olur mu, uyar m› dersiniz? Bir küçük çocuk flu pis tenekelere tak›l›p sendelese, düflse, bir yerini kanatsa iyi mi olur a yavrular? Sonra bu pasl› fleyler çok tehlikeli, bir bilseniz, aç›k yaralar›n›za de¤seler, ya da onlar›n üstüne düflüp bir yerinizi kanatsan›z dayanamam buna ben. Hastaneye kim yetifltirir sizi, bu cehennemin dibinden? Ne otobüs, ne tramvay, ne taksi var bu yaln›zca kendi yazg›s›na b›rak›lm›fl yerde. Uzak olsun sizlerden, tetanos olursunuz. Mikrop kapar zehirlenirsiniz.” “Ne denli pis ve kötü bu yol, rica ederim! Bu çöplerle ne çirkinlik bu, siz söyleyin çocuklar? Bu sokaktan hiç kimse geçmez, yemin ederim. Can›n›z s›k›l›r sonra. Komflular birbirinize baka baka s›k›nt›dan patlars›n›z, bunun burnu büyük, onun gözü flafl› der, sonra da giderek birbirinize düflman olursunuz. ‹nsan okumasa, tiyatroya, sinemaya, konsere gitmese, hep birbirine bakar durursa, birbirinin görünmeyen özürünü bile bulur. Böyle bir eksik yoksa bile kendi uydurur, yarat›r bir olumsuzluk... Delirir gidersiniz. Bazen ben de geçmeyeyim flu kirli sokaktan diyorum kendi kendime. Bu sokakta bunca fley varken ortalarda, en al›k insan bile kaflif olur, bilgin kat›na ç›kar inan›n...” Yüre¤imiz a¤z›m›za gelirdi, bunlar› söyledi¤i her zaman. Ya gerçekten geçmezse yolumuzdan, bu sevgili insan? O denli çok fley ö¤rendik ki ondan. “Düflünüyorum da kimi zaman ya bir alt ya da bir üst sokaktan geçmek geliyor içimden. Ama sonra siz çocuklar düflüyorsunuz akl›ma, büyüklerinizden daha anlay›fll›s›n›z. Sizleri görmesem ben, ölürüm. Al çocu¤um flu sopay› yerden, koy torbana. Bak flu k›r›k porselen parças›n›n ne ifli var bu güzelim yolda, böyle ortal›klarda, kald›r yavrum yerden. fiu çiviler, flu pis k⤛tlar... Aman Tanr›m!..” “Tümünü sonra çöplü¤e götürürüz birlikte. Yaz›k, çöpçüler de bizim insanlar›m›z can›m, pisli¤imizle ac›nacak durumda garip insanlar yapt›k onlar› da... Bari oradan als›nlar, derli toplu, uygun yerlere konmufl çöpleri... Tenekeler yan yana, camlar bir arada, k⤛tlar, kartonlar üst üste, yiyecekler hep bir yerde...” O dönemlerde, bizim semtimizde, çöpçüler tahtadan yap›lm›fl atl› arabalar›yla sokak sokak gezip ev ev çöp toplam›yorlard› daha... Çöplü¤ümüz a¤açlar aras›nda kuytu bir yerdeydi. Önce eskiciler, sonra Çingene Mahallesi’nden çocuklar, ard›ndan da haftan›n belirli günlerinde çöpçüler u¤rarlard› oraya. “Safiye Han›m Teyze okulculuk oynad›k, o tafllara oturduk, önümüzdeki topra¤› ›slatt›k sonra toprak üzerine çivilerle yaz› yazd›k.” derdik boynu bükük. “Çok ay›p, insan o tafllar› öyle getirdi¤i yerde b›rak›r m›? Okul düzen demektir, temizlik, ö¤renmek, kurallar, disiplin demektir. Kald›r›p yine yolun yan›nda bir yere koyun. Çivi kalemleriniz kutusunda m›?” “Evet, evet” derdik. “Sizler de flu sorumsuz, kirli insanlar gi119 bi olup ç›kt›n›z yavrular.” “Peki fluradaki tafllar ne ar›yor o yerde?” “Onlar›n nereden geldi¤ini bilmiyoruz Safiye Han›m Teyze.” diye yan›tlard›k... “Al›n flunlar› ortal›ktan. Bak›n flu bahçe duvar›n›n didine koyun önce o tafllar›. Aray›n, çevrede baflka böyle ayak alt›nda duran tafllar var m›? Bir at arabas› gelir, sat›c›lar geçer, yolunu flafl›r›p da buradan bir bey, bir han›mefendi yürür, bilinmez ki, bir bebecik ç›kar soka¤a, bu tafllar yüzünden kimin bafl›na neler gelir.” “Zavall› sat›c›lar o a¤›r yüklerin alt›nda oldum bittim iki büklümler, tafllara tak›l›r düflerler gariplerim. Satacaklar› yiyecekler, eflyalar da dökülür yerlere, zarara u¤rarlar sonra. Bakt›¤›n›zda kazand›klar› ne ki? Toplay›n yavrular, tafllar› o duvar›n dibine yerlefltirin, öteki tafllar› da yan›na koyun. Küçük bir bahçe yap›n o duvara yap›fl›k. Haydi bakal›m bir yerlerde iyi toprak var m›? O teneke parças›yla topra¤› al›p tafllar›m›z›n arkas›na koyun, iyice doldurun o minik bahçeyi.” Hemen, yolun sa¤›nda, solunda dizili bahçelerden birine girer, biraz daha toprak getirir yolun yan›nda bir duvar›n dibine o anda yapt›¤›m›z küçük yuvaya toprak doldurur, Safiye Han›mefendi’n›n istedi¤i çiçekli¤i haz›rlard›k. Birkaç kök çiçe¤ini bile bir bahçeden al›r, oraya eker, hemen sulard›k. Bize, yaln›zca güzellik u¤runa, çevremiz hofl olsun diye, herkes için düzenli, temiz ve uyumlu bir görünüfl oluflturabilece¤imizi ö¤retti Safiye Han›mefendi. Yolu önce kirletir, sonra temizler, sonunda ama çok fleyler ö¤renirdik yapt›¤›m›z ifllerden, ayr›m›na varmadan iyi bir e¤itim görürdük Safiye Han›mefendi’den. Temizledi¤imiz için onurland›¤›m›z bu yolu, onun istedi¤i gibi özenle, sevgiyle süslerdik. Belki de bizim toprak yolumuz o çevredeki sokaklar›n en güzeliydi. “Bu sokak sizin yavrular, güzellefltirin, temiz temiz oynay›n.” Çeflme uzak oldu¤u için ço¤unlukla Atiye Han›m Teyze’nin bahçesindeki kuyudan su çeker toprak yolu sulard›k. Biraz yürür sonra döner ard›m›za bakar, geldi¤imiz yere dek geride tertemiz bir yol b›rakt›¤›m›z, Safiye Han›mefendi’yi mutlu etti¤imiz için de dirlik içinde olurduk. Analar›m›z babalar›m›z da arada bir “Safiye Han›m nerede kald›, soka¤› yine pislik ald›, kir götürüyor ortal›¤›. Gelse de yine temizlense yol.” diyor ve onunla iliflkimize de¤er verdiklerini dile getiriyorlard› böylece. Bizler de her kezinde bir ifle yarad›¤›m›z› görür sevinirdik büyüklerimiz bu sözleri söyledikleri zaman. Safiye Han›mefendi çabuk yorulurdu, yolda gider gider, sonra bastonuna dayan›r derin derin soluk al›rd›, iki ev boyu ilerledi mi kesinlikle biraz dinlenmeliydi. Biz de öyle olmas›n› isterdik. Her oturdu¤unda da sab›rla yeni bir fleyler anlat›rd› bizlere. Bitmek tükenmek bilmeyen soru120 lar›m›z› hiç k›zmadan, hep ayn› sevgi ve canl›l›kla yan›tlard›, bilgileri yinelemekten b›kmazd›. Nereden bulurdu bu denli çok sözü... Bunca derin bilgiyi nerelerden, kimlerden ö¤renmiflti. Safiye Han›mefendi bazen baflörtüsünü çözer indirirdi bafl›ndan ve s›f›ra vurulmufl saçs›z bafl› ç›kard› ortaya. Bu gizini bize de açm›fl olurdu böylelikle. “Safiye Han›m Teyze, neden saçlar›n›z yok?” dedi¤inde birimiz, “Ah çocu¤um, saçlar›m var, var olmas›na, ama k›sa kestirmek zorunday›m, kimsem yok ki baks›n bana. Susuz bir evde, darac›k bir odac›kta oturuyorum, bir tuvaletim, küçücük bir y›kanma yerim var, akarsuyu ara ki bulas›n. Yirmi litrelik iki gaz tenekesi ald›m, birine bir musluk takt›rd›m, ötekini de alt›na koydum, elimi yüzümü y›k›yabiliyorum hiç de¤ilse... Alttaki teneke daha tam dolmadan helaya döküyorum. Öyle çok su tafl›yacak durumum da yok benim. Bu musluklu tenekeyi dolduracak ölçüde su yetiyor bana flimdilik, onu da yavafl yavafl getiriyorum çeflmeden. Kimse de bana su tafl›mak zorunda de¤il, bunu isteyemem ben insanlardan. Birileri su getirseler nerede, nas›l tutar, hangi kapta, hangi ocakta nice kaynat›r›m suyu ben? Bakal›m, ç›kar bir yol, bir çözüm bulmal›y›m bu duruma.” dedi¤inde, bizler onun bu konuda da sorunlar› bulundu¤unu, çok dertli oldu¤unu, ac›lar çekti¤ini anlar, kederlenirdik. Kimimiz “bizde y›kan” der onu gerçekten evimize ça¤›r›rd›k. Annelerimiz de ona kap›lar›n› açar eve ça¤›r›rlard›. Ama Safiye Han›m öyle bir bakard› ki ça¤›racak olana, onun yüzünde biçimlenen anlat›m› biz çok iyi anlar, yine bir yanl›fl yapt›¤›m›z› görürdük. Sonra da bütün gücümüzle gönlünü almaya çal›fl›rd›k. O öyle yi¤it bir insand› ki, kendi zorunlu gereksinimleri için kimseye boyun e¤mezdi. Dahas› o, zorunluklardan do¤an gereksinimleri oldu¤unu ve bunlar›n giderilmesi gerekti¤ini bile duyumsatmazd› çevresine... Kazan, ocak bulur getirebilirdik ona... “Biz tafl›yal›m Safiye Han›m Teyze, biz ›s›tal›m suyu.” dedi¤imizde, buruk bir gülümseme sarard› yüzünü. “Sa¤ olun benim iyi yürekli miniklerim, sa¤ olun.” der geçifltirirdi bizleri. “Dert edinmeyin beni. Darda kal›rsam çeflmede bile y›kar›m bafl›m›, bu k›sa saçlarla. Yoksa bitlenirim yavrular›m. Haftada bir hamama gidiyorum, s›cak suyla bir güzel y›kan›yorum, ama yetmiyor bu bana. Ben en az iki günde bir y›kanmaya al›flk›nd›m. Hamam da uzak. Nal›nc› yokuflunu in, Kas›mpafla Hamam›’na git, y›kan, çamafl›rlar›n› y›ka, sonra o dik yolu yükünle yine t›rman, yaflland›m art›k, bu çok güç geliyor bana.” derdi içini çekerek. Mihribanlar’›n bir at arabas› vard›. Mihriban’›n babas› Selahattin Ebrek Bey Amca her gün Kas›mpafla ‹skelesi’ne çal›flmaya gidip geliyordu. Odun, kömür, kum, her türlü yük tafl›yordu arabas›yla. Selahattin 121 Bey Amca ö¤encileri kimi zaman okula da götürüyordu at arabas›yla. Duruma göre, onlar› okula yak›n bir yerlerde b›rak›yordu. O götürebilirdi Safiye Han›mefendi’yi Kas›mpafla Hamam›’na, akflamüstü de yine al›r buraya, bizim soka¤›m›za dek getirebilirdi. Mihriban’la ikimiz bu ifli yoluna koyabilirdik. Ama akflama dek nerede, kimde, nas›l bekleyecek, oyalanacakt› Safiye Han›mefendi oralarda? Diyelim bir iki saat Hamam’da kald›. Sonra, saatlerce ne yapard› Safiye Han›mefendi? Hamam›n yak›n›nda oturan tan›d›klar›m›z da vard›, onlarda biraz otururdu. Anlatt›k ona bütün bunlar›. “K›fl›n belki olur,” dedi bize. Çok sevindik bu duruma. “Peki kafllar›n›z› niye trafl ediyorsunuz?” “Eee kafllar da öyle yavrular. Temiz olsunlar diye kestiriyorum. Saç›m›, kafl›m› sa¤ olsun berber kesiyor, bedava. Ben de ona çok güzel saç modelleri yapmas›n› ö¤retiyorum. Sevmem böyle iliflkileri, ama ne yapay›m, baflka olanaklar›m da yok benim. Bir uzak akrabam, uzun ömürler dilerim, oturdu¤um odan›n kiras›n› ödüyor, giderlerim için biraz da para veriyor bana. Gerisi bahçelerden, komflulardan...” Ben de verdiklerine karfl›l›k onlara küçük ifller yap›yorum. Han›mlara eliflleri ö¤retiyor, güzel yemek yapmay› gösteriyorum. Eski giysilerinden kendilerine ya da çocuklar›na güzel giysiler dikmelerini sa¤l›yorum. ‹flte böyle... “‹nsanlar birbirlerinin ellerinden tutarlar yavrular›m. Biri gitse öteki gelir. Yard›m bitmez, umut kesilmez hiç insanlardan. Siz çocuklar olmasan›z ama, ben art›k yaflamak istemem bu dünyada. Benim en iyi arkadafllar›m sizlersiniz.” Sonra ceketinin iç cebinden y›pranm›fl eski fotograflar ç›kar›r gösterirdi bizlere. T›pk› soka¤›n özellikle genç k›zlar›n›n okudu¤u, bizim de ara s›ra kar›flt›rd›¤›m›z “Y›ld›z” dergisinin eski say›lar›nda gördü¤ümüz o sinema oyuncular›n›n fotograflar›na benziyordu bunlar. Ola¤anüstü güzel bir genç kad›n görürdük bunlarda, dal gibi, bir film y›ld›z› gibi giyinmifl, taranm›fl uzun ve güzel saçlar, yüzü gözü bak›ml›, sonra baflka bir foto¤rafta yak›fl›kl› bir genç adamla birlikte... “Yazg› böyle umars›z da b›rakabilir insan›... Ama ustal›k yenilmemekte, bir yol bulup direnmekte... Yaflam denilen sevdan›n bir ucundan yakalamal› ve b›rakmamal›...” der kederli bir umut rüzgâr› eserdi yafll› yüzünde. “Bir zamanlar güzel geçen bir yaflamdan bugünlere geliverdik. Yap›lacak bir fley yok art›k direnmekten baflka. Bir gün Safiye Han›m da göçecek, ölüp gidecek ve her fley onun için de bitecek çocuklar. Belki içinizden baz›lar›n›n an›lar›nda yaflar›m kim bilir?” der, kendisiyle, ilgili ayr›nt›lara girmezdi daha çok. Biz onun hüzünlü yüzünden, bu¤ulu gözlerinden çocuk yüreklerimizle okumaya çal›fl›rd›k yaflam öyküsünü, demek istediklerini. Onun her birimiz için ayr› bir yaflam serüveni vard›. Ona 122 ölümü hiç yak›flt›ramazd›k. Derin bir ac›ya gömülürdü öyle anlarda yüreklerimiz. Elimizde neyimiz olsa alabilirdi Safiye Han›mefendi bizden. Ama o öyle bir insan de¤ildi. E¤er kendisinde olsa, o verirdi bize her fleyini. Çok onurlu, görgülü, soylu bir insand› Safiye Han›mefendi. Bize anne ve babalar›m›zdan, okula gidenlerimizin ö¤retmenlerinden daha ayr›nt›l›, daha çok o ö¤retebiliyordu her fleyi, daha büyük bir kolayl›kla. Büyüklere sayg› göstermeyi, küçükleri sevmeyi ve korumay›, bizden yafll›lara ve tan›mad›klar›m›za siz diye seslenmeyi, insanlarla yüzgöz olmamay›, sevgi dolu ama s›n›rl› kalabilmeyi... Kim olursa olsun biriyle iliflkide bir ara b›rakmal›yd›, gerekti¤inde de s›cak ve yard›msever davranabilmeliydi... fiimdi düflünüyorum da, akl›m erdi¤inde, sonraki y›llarda tuttu¤um ve nas›lsa elimde kalabilmifl baz› notlar›ma da bakarak, bize flunu da ö¤retmek istemiflti: “Gerçek özgürlük, insanlarla iliflkide sa¤lad›¤›m›z s›n›rlar içinde anlafl›labilir, tad›labilirdi” ona göre. “Bafl›bofl s›n›rs›zl›k her zaman özgürlük say›lmamal›yd›, denizde yüzerken baflka... Onun da bir yolu yordam› vard› ya...” Öyle herkese teyze ya da amca demenin do¤ru olmad›¤›n›, kad›nlara kendisine seslendi¤imiz gibi, han›m erkeklere de bey denmeliydi. Han›m ve Bey kavramlar›n› bilinçlerimize kazarak, kullanmay› o ö¤retti bize. Han›mlara e¤er biz kendimize o kifliyi yak›n görüyorsak Han›m Teyze, erkeklere de Amca Bey diyebilirdik. O, “Safiye Han›mefendi” idi. ‹nsanlarla hiç mi hiç alay etmemeliydik. Bir eksikle do¤mufl insanlarla e¤lenmek çok ilkel bir davran›flt›. Gerçekte insanlar› böyle afla¤›layanlar›n içinde, duygular›nda, düflüncelerinde o alay etti¤i insan›n eksikliklerinden daha ço¤u vard› Safiye Han›mefendi’ye göre. Kimi zaman insanlar›n içinde var olan ve gözle görülmeyen eksiklikler, çok korkunç ve tehlikeliydiler. Günün birinde o gözle görülmeyen eksikler insanlara verilen zararlarla kendilerini kesinlikle gösterirdi. Bir kekemenin konuflmas›na gülmek, aksayan bir insan›n arkas›ndan ona öykünerek yürümek, boyu k›sa birine cüce demek, birini kambur diye k›zd›rmak... Sayar dururdu Safiye Han›mefendi. Böylece kimsenin ayr›m›na bile varmad›¤› bir tutumumuzla, aptal, duyars›z bir yönümüzle yafll› bir kad›n› k›zd›rd›¤›m›z›, onu üzdü¤ümüzü bize derinden duyumsat›rd› bu sözleriyle. Soka¤›m›zdan yafll› bir han›m daha geçerdi. Boyu k›sac›kt› neredeyse biz çocuklar›n boyundayd› ve s›rt›n›n sa¤ yan›nda, omuzuna yak›n bir yerde bir kamburu da vard›. Biz ona “küçük anne” diye seslenir, bir ordu gibi ard›na tak›l›r, Yumuk Soka¤›’n›n bafl›ndan ç›k›fl›na dek yolda ona yürüyerek efllik ederdik. Kad›nca¤›z “yapmay›n çocuklar” der çaresiz giderdi yoluna. Bir üst sokakta çocuklar ona “cüce kad›n” diyorlarm›fl ve 123 onu daha çok k›zd›r›yorlar, sopalarla dürtüyorlarm›fl. Bir çok konuda oldu¤u gibi bunda da ilk uyaran Safiye Han›mefendi’ydi... Küçük olmak suç muydu? Küçük annenin de bir ailesi, çocuklar› vard›. O da evinin geçimine katk›da bulunmak için çal›fl›yordu. Ev ifli, ekmek paras› kazanma çabas› derken yorulup gidiyordu bu k›sa boylu do¤mufl annecik. Onu daha da yorman›n ne getirisi vard› bize? E¤lenecek baflka fleyler bulmaya yetecek alg›lama gücümüz yok muydu? Oynanacak oyun mu kalmam›flt›? “Ne kötü fley kar›nca yuvas›na bir çubuk sokmak, ba¤›fllay›n iflemek ya da yuvas›na k›fll›k yiyecek götüren kar›ncay› bir çubukla almak, biraz daha ileriye götürüp b›rakmak, yolunu uzatarak ona s›k›nt› vermek, bu hayvanc›¤› bir hiç u¤una yormak...” Bu, minik bedenine iyice oturmufl, kamburunu da içine als›n diye özel olarak parçal› diktirilmifl kurfluni renkte mantosu, siyah iskarpinleri, bafl›nda topuz yapt›¤› art›k iyiden iyiye k›rlaflm›fl saçlar›yla, sabah erkenden ifle giden, akflam kendinden a¤›r torbalarla evine dönen küçük anne, çok ac› çekiyormufl biz ars›z çocuklar yüzünden. Yorgun arg›n evine dönen kad›n, bizim küçük annemiz... Can›ndan bezmifl, bitkin, bizler de o durumunda bir koroyla ard›na tak›l›p “küçük anne” diyor sokaktan geçip gidene dek ba¤›r›yoruz. Ya da yolun sa¤›nda, solunda bir bahçede, duruma göre hangi bahçedeysek havalenin, çitin, duvar›n ard›ndan bir tiyatro yap›t›nda rolümüzü oynar gibi, önce tek tek, f›s›lt›ya benzer bir sesle “küçük anne” “küçük anne” diyoruz... Biraz sonra karfl›l›kl› at›flmal› seslerle, “küüçüük anneee” diye sesimizi giderek yükseltip sonunda bir koroya dönüfltürerek “küçük anne.. küçük anne” diyor c›rtlak c›rtlak ba¤›r›yoruz... O ise art›k sesini bile ç›karm›yor, bu görgüsüz, e¤itimsiz çocuklar›n ba¤›rt›lar›n› hiç duymuyormufl gibi onurlu, bu düflman askerlerinin aras›ndan bafl› dik gidiyordu... ‹ster sabah, yüksüz, ifline gidiyor olsun, ister akflam yüklü torbalar›yla iki büklüm evine dönüyor olsun bu böyleydi sürekli... Bizleri insanl›¤›m›za Safiye Han›mefendi geri döndürdü. Onun koruncas›yla ve e¤itimiyle oyunlar›m›z› bile de¤ifltirmifltik... Yere bir çukur kazar, üzerine bir cam parças› yerlefltirir sonra bu çukurun içine hava girsin diye b›rakt›¤›m›z bir yoldan güzel bir kaç çekirge sokard›k. Bu cam›n üzerine önce bir örtü örterdik. Yeterince izleyici çocuk gelmiflse cam›n üzerindeki örtüyü çeker, çekirgeleri havaland›rma yolundan çukura dek uzanan bir çubukla dürter z›plat›r devindirirdik. Ayn› gösteriyi kanatlar› çok güzel kelebeklerle de sunard›k. Bu hayvanc›klar›, duruma göre, tasarlad›¤›m›z bir öyküye göre konufltururduk. Merakl›s›na güzel gazoz kapaklar› karfl›l›¤›nda ya da karamela k⤛tlar›ndan ç›kan bir konudaki dizi resimleri alarak izletirdik gösterimizi... Bu gazoz 124 kapaklar›n›n her birinin renkleri ve desenleriyle ayr› ayr› de¤erleri vard›. Ya onlar› bir çizgiye dizer bir yerlerden buldu¤umuz ve yanlar›n› düzeltti¤imiz küçük, yass› mermer tafllar›n› kayd›rarak atar yerinden oynatt›¤›m›z noktadan bafllayarak kapaklar› kazan›rd›k. Ya da gizli hazinemizin paralar› olarak tutar de¤ifl tokufl ifllerinde kullan›rd›k. ‹nsanlara, hayvanlara, bitkilere uygun gördüklerimiz onlara çok büyük bir ac› çektirmeydi özünde. ‹nsanlar kendilerine daha baflka e¤lence ve kazanç yollar› bulabilmeliydi. “Küçük anne” Safiye Han›mefendi’nin ö¤ütlerini tuttu¤umuz için bize art›k gerçekten küçük bir anne oldu. Onun da bize anlatacaklar›, ö¤retecekleri çok fleyler vard›. Zamanla, onu tan›d›kça ona da yard›m etmek istedik, utand›k yapt›klar›m›zdan. Bu utanc› atabilmek, ona yaklaflabilmek ne denli zor geliyordu bize, anlat›lamaz. Bir piflmanl›k durumundan ç›kmak, özür dilemek, insana özgü e¤itimli, uygar bir davran›fla geçmek, bu olumlu dönüflüm, baflar›lmas› güç s›navlarla doluydu. Safiye Han›m biz suçlular› topluma kazand›r›yordu yeniden. O bizlere baflkalar›nca bir yanl›fl olarak bile görülmeyen, dahas› gülünüp geçilen bu alay ile özünde ne büyük bir suç iflledi¤imizi, duyarl› yüreklerimizi kanatarak gösterdi. Bizleri insanl›¤›m›za ça¤›r›yordu. Bizleri önce kendimizle, duygular›m›zla u¤raflt›rd›¤› bu iç tart›flma zorlu bir iç savaflt› do¤rusu aran›rsa... Demek daha büyük suçlardan ar›nmak daha ustal›kl› bir e¤itim ve çok yönlü, derin ve ayr›nt›l› çal›flmalar gerektiriyordu... Üstün insanl›k de¤erlerine varmada elde edilen birikim, tafl›nmas› zorunlu ve gerekli nitelikler, derinlikler, yüzeysellikler, ac›ma sayr›l›¤›, afla¤›lama ve yüceltme güçsüzlü¤ü ya da gücü, bunlar›n kaynaklar›, nedenleri araflt›r›lmal›yd› daha. ‹nsan olma yolunda üzerinde daha da çok düflünülmesi, çözümlenmesi gereken zor kavramlard› bunlar... “Bana gösterdi¤iniz sayg›ya hiç inanmam.” derdi Safiye Han›mefendi. “E¤er bir insana sayg› duyuyorsan›z, bu sizleri baflkalar›na karfl› da sayg›ya götürmeli, ona böyle, öbürüne baflka, bu olmaz. Sayg› duyulmayacak kifliler de vard›r kesinlikle. Ama onlar bizim d›fl›m›zda. Onlarla bir iliflkimiz olmas›n diye çaba gösteririz.... Bir canl›ya karfl› besledi¤iniz bütün iyilik duygular›n› öteki canl› türüne de duymaya çabalay›n. Bu güzelim kanatl› kelebekleri, flu peygamber çekirgelerini, o s›rmal› ar›lar›, o uçan kar›ncalar› yakalamak bu toprak çukurlara sokmak, onlar› ac› çektirerek diri diri öldürmek demekti. Onun bunun tarlas›na girmek, bir demet gelincik için rapslar›n› çi¤nemek hiç yak›fl›k alan fleyler de¤ildi... Arada bizim raps tarlalar›ndan gelincik toplad›¤›m›z Arnavut bahç›van›m›z, soka¤›m›zdan geçer k›fl›n bir limonlukta, yaz›n bahçesinde yetifltirdi¤i çiçekleri satard›. Yo¤urtçular gibi o da omuzunda bir de¤nek ile tafl›rd› dört köfle tahtadan tablalar› üzerine yerlefltirdi¤i küçük çiçek fide125 lerini. Fesle¤en, küpe, flebboy, sardunya, ›t›r, begonya, hercai, karanfil... Bizi Safiye Han›mefendiyle görünce sahipsiz olmad›¤›m›z› anlar sevinirdi. Yolun yanlar›nda bahçe duvarlar›na bitiflik küçük çiçekliklerimize minik bir fide verdi¤i de olurdu. Safiye Han›mefendi bizlere hemen hemen her konuda bir masal anlatm›fl, bizleri her fleye karfl› duyarl› yetifltirmek ere¤iyle, yüreklerimizi da¤lam›flt›. Bir ay›n›n bafl›ndan geçenler bizi ay›lara, yafllanm›fl bir at›n çektikleri bizleri yük beygirlerine, bir daha geri dönmemeleri amac›yla kocam›fl köpeklerin uzaklara b›rak›lmas›, yafll› kedilerin torbalar içinde denizafl›r› yerlere at›lmas› bizleri bu hayvanlara öyle yaklaflt›rm›flt› ki anlat›lamaz... Her hayvan›, ev y›lan›ndan, atefl çemberi içinde kal›nca kendini zehirleyen ve ölen akrebe dek tümünü sever olmufltuk. Yüreklerimiz sa¤l›kl›, bilince dayanan bir ac›ma duygusuyla dolmufltu. O kurban edilmek için beslenen zavall› kuzucuklara, k›vr›m k›vr›m boynuzlu koçlara hiç k›yamazd›k... Kurban bayram›nda kesilen bu hayvanc›klara oldum bittim a¤lard›k... Ya y›lbafllar›nda kesilen hindiler.... Bizim o hep bahçelerdeki kümeslerinde bir tekerlemeyle k›zd›rd›¤›m›z hayvanc›klard› bunlar... Çocuklar›n herbiri bir yandan “Kabaramazs›n kel Fatma, annen güzel sen çirkin...” der koromuzla onlar› k›zd›r›rd›k. Onlar da tüylerini kabart›r kocaman olur, gagalar›n›n üzerinden k›rm›z› ibiklerini uzat›rlard›, bu et parças› sarkar ve o görkemli durumlar›yla üzerimize gelirler, bizleri gagalarlard› hindiler... Bizler de k›zd›rana dek ve gagalan›rken oldukça h›rpalan›rd›k ama mahalle çocuklar› aras›nda oyunlardan biriydi bu da. O y›llarda f›r›nda hindi özellikle y›lbafl›nda çok yayg›nd›. Y›lbafl›ndan çok önce al›nan hindilere k›rk gün boyunca ba¤›rt›lar içinde her gün kocaman bir ceviz, k›r›lmadan kabu¤uyla birlikte yutturulurdu. Kesildiklerinde besili olsunlar diye.... Safiye Han›mefendi kabu¤uyla birlikte ceviz yutturman›n bir iflkence oldu¤unu söylerdi bizlere. Çok istiyorlarsa insanlar kabu¤unu k›rarak versinlerdi cevizleri hindilerine... Hindiler de “kurbanlar›m›z” aras›ndan böylece kurtuldular, art›k onlar› da k›zd›rmaz olmufltuk... Sonraki y›llarda güzel bir deyifliyle sevgili dostum Âfl›k Nesimi Çimen, “Her do¤ufl masumdur bura bir insan evi” diye tan›mlaycakt› yaflam›, dünyam›z› ve gidifli. Ondan yola ç›karak “bura bir canl› evi” diyebilir ve canl› cans›z her fleye sevgi ve bilinçle yaklaflabiliriz. Safiye Han›mefendi’nin anlatt›klar›yla sirk kurumunun da ekinsel yaflam›n bir parças› oldu¤unu ö¤rendik. Ayn› zamanda bir hayvanlar okulu gibi çal›flan sirklerin, bu yolla e¤itimsiz, görgüsüz kifliler için tiyatrolara benzer bir bilgilenme yeri görevini üstlenebileceklerini, toplum yaflam›nda ifllevleri önemli kurumlar olabileceklerini de ö¤rendik. Bizi 126 bir sanat kurumu olarak niteledi¤i sirke gönderen ilk insan da oydu. Böylece ac› çekerek ö¤rendiklerini insanlara gösteren sirk hayvanlar› da bizim için daha ayr› de¤er tafl›r oldular. Bize tiyatroyu, seslendirmeyi, sinemay›, dinletileri çocuk dünyam›zda Safiye Han›m ö¤retti, bunlara anlam katarak sevdirdi. Hayvanlarla düzenledi¤imiz oyunlar› b›rakmal›yd›k art›k... Hemen hepimiz okuma yazma biliyorduk belki dört befl yafllar›m›zda. Ellerimizde çivilerimiz, onun belirledi¤i üst s›n›flardan ablalar›m›z, a¤abeylerimiz... Bir tafla oturur önümüzde ›slat›p süpürdü¤ümüz topra¤a çivilerle harfler kazar yaz› yazard›k. Okulculuk oyunumuzda sular seller gibi okumay› ö¤renmifltik. Elyaz›s›na bile geçenimiz olmufltu. Art›k, sanki halk söylencelerine de yak›nl›¤› olan kimi bölümleriyle Pekos Bill’i, serüvenlerle dolu Tom Miks’i, Teksas’› okuyor, bizler de büyükler aras›nda olman›n tad›n› ç›kar›yorduk.... Benim bir kitapl›¤›m bile vard›, masallar okuyordum sürekli... Safiye Han›m’›n önerisiyle bakkal›m›z Hacer Han›m’dan birkaç deste ya¤l› k⤛t ald›k, tahta bir margarin kutusu... Terzilerimiz fiefika Han›m Teyze’den, Mihriban’›n annesi her derde deva fierife Han›m Teyze’den büyük boy tahta bofl iplik makaralar›, ondan bundan biraz metal tel, büyük yap› çivileri, küçük çiviler, iki üç tane mum, kibrit, boya kalemleri, makas, yap›flt›r›c›... Önce Pekos Bill’i bantlar biçiminde kesti¤imiz ya¤l› k⤛tlara kare kare kopyalad›k. Sonra bu çizimlerimizi t›pk› kitaptakiler gibi rengârenk boyad›k. Ama tümünü. Çünkü kitapta baz› sayfalar renkli baz›lar› siyah beyazd›. Böylece ilk çizgi filmimizi yapm›fl olduk. Bu çizilip boyanm›fl k⤛t fleritlerini birbirine yap›flt›rd›k. Âdem Usta’ya kestirdi¤imiz kutunun ortas›ndaki delik, bazen resimler büyüklü¤ündeydi ve bizim sahnemizdi. Kutudaki bu kare deli¤i, kartonlardan kesti¤imiz ve çizimlerimizin büyüklü¤üne göre de¤iflen bir sahnesi olan ek göstermelikle büyütüp küçültebiliyorduk. Kutunun arkas›nda yapt›¤›m›z bir düzene¤e bu film rulomuzu yerlefltirip makaralar› çevirerek gösterimize geçtik. K›zl› erkekli bu topluluk kendi kurdu¤umuz ilk seslendirme, ilk tiyatro, ilk sinema grubumuzdu. Pekos Bill’i, Beyaz Tüy’ü, Devi Kroket’i, Küçük Su’yu, Kraliçe Altamaha’y›, uçan at Tayfun’u seslendirip sahne sahne çizdi¤imiz resimleri gösterdik. Bu matine için yer çoktu. Komflu evlerde bofl odalar, Âdem Usta’n›n tahta, talafl, takoz dolu ve kap›s› herkese aç›k bodrumu.... Atiye Han›m Teyze’nin ahflap evinin yer kat›ndaki eski eflyalarla dolu, perdeli bofl odas›... Oda hafif lofl oldu¤undan bir masaya yerlefltirdi¤imiz o küçük margarin kutusunun, arkadan mumla ayd›nlatarak ortas›ndaki penceresinde gördü¤ümüz, kendi ürünümüz çizgi film canl› renkleriyle çok güzel görünüyordu bize. Bu, bir resimli roman ya da bir 127 tiyatro yap›t›yd› ayn› zamanda... Günler geçti... Gösterimizi küçüklü büyüklü çok kifli hayranl›kla izledi. Deneyler edindik... Bizler konuflmac›lar, seslendirme sanatç›lar› art›k neredeyse ezberledi¤imiz konuflmalar›, anlat›mlar› gösteri s›ras›nda yeri geldikçe okuyorduk. Okuyor, yaz›yor, seslendiriyor, seslendirdiklerimize zamanla duygular kat›yor cofluyorduk. Tekstlerimizi ezberlemek için kitaptan k⤛tlara geçiriyorduk... ‹nan›lmaz bir e¤itim devinimi! Filmimizi çizmek, renklendirmek, kurgusunu yapmak, mum ›fl›¤›nda sahnelemek, bir sinema salonu yaratmak, bir sinema makinas› yapmak, bir seslendirme sanatç›lar› toplulu¤u oluflturmak baflar›m›zd›. Bütün bunlar› büyük yönetmenimiz Safiye Han›mefendi’ye borçluyduk..... Safiye Han›mefendi için “iflte bir çocuk dünyas› böyle olmal›yd›”. O çok be¤enmiflti ilk gösterimizi... Yaln›z seslendirmede biraz daha ak›c› olmal›, ustalaflmal›yd›k. Duygular›m›z› söyledi¤imiz sözlere katmal›, çizimlerdeki kiflileri öfkeleri, çat›flmalar›, sevdalar›yla daha iyi canland›rmal›yd›k.... “Bu sanat harikas›n› Beyo¤lu’nda bir tiyatroda göstermeli” diyordu. Bir de müzik toplulu¤umuz bu gösteriye ezgilerle katk›da bulunsayd› keflke. “Ço¤umuz daha ilkokula bafllamam›flt›k bile” demifltim... Safiye Han›mefendi’nin anlatt›klar› çok etkiliyordu çocuk duygular›m›z›. Bizler art›k dinlediklerimizin etkisiyle Maflac› Bey’in ay›s› Yaflar’dan korkmaz olduk. Ona çekti¤imiz “niyetlerden” ç›kan çikolatalar› bile yedirir olduk. Öyle ki bize al›flm›flt› art›k, her gördü¤ünde yaklafl›r çikolata beklerdi bizlerden... Biz de ona bir parça saklard›k hep. Çünkü bize yasakt› o günefl alt›nda erimifl, ya¤murlarda ›slanm›fl sonra kurumufl, böylece de iyice bayatlam›fl niyet çikolatalar›n› yemek... Zavall› Yaflar ay›c›¤a yuttururduk bunlar›... Niyet çikolatalar› olmasa bile kendimiz için bakkaldan ald›klar›m›z› yedirirdik ona. Ama onlar›n sar›ld›¤› desenli, renkli, ola¤anüstü güzel yald›z k⤛tlar› kimselere kapt›rmazd›k. Onlar bizim hazinemizin önemli bir bölümüydüler. Onlar› düzler ve kitaplar aras›nda korurduk. Bir gün Yaflar ay› kaçm›fl diye bir haber ç›km›flt›... Bütün çocuklar bir ordu kurduk ve biz de arad›k Maflac›larla birlikte ay›y›. O zamanlar kimi ahflap evlerin girifl kap›lar› önünde, bir yan›ndan ya da iki yan›ndan birkaç basamakla ç›k›lan t›pk› eski konaklarda, okullarda oldu¤u gibi balkonumsu tafll›k bir girifl olurdu. Süslü demir parmakl›kl› bu balkoncuklar buluflma ve söyleflme yerlerimizdi. Bu tafll›k balkonlar›n üstü bir sundurmayla kapal› oldu¤undan, bizler ya¤murdan, güneflten korunurduk oralarda. Ama bu yüzden de cinliklerimizin hepsinden komflu bir teyze haberdar olur, bu cinliklerin tehlikeli olmamas› için gizliden önlemler al›n›rd›. Nedense her fleyi annelerimiz duyar, bizleri önceden uyar›rlard›. Nereden duydun dedi¤imizde de “anneler her fleyi bilir, du128 yar” derlerdi. Üsteledi¤imizde de “kufllar söyledi” diye geçifltirirlerdi durumu. Safiye Han›mefendi bu konuda da bilgilendirmiflti bizleri, herkes dinliyordu masum planlar›m›z›. Birbirlerine söylüyorlard› sonra da. Ama bu bizleri bir koruma düzene¤i, büyüklerimizin önlemler dizgesiydi... Durumu ö¤rendikten sonra art›k bu da karfl›l›kl› bir oyundu biz çocuklar için. Yaflar ay›y› ar›yoruz. Öyle bir sundurman›n alt›nda, bir tafll›kta bulduk onu. Evdekiler d›flar› ç›kam›yor, pencerelerden merakla sark›yor, d›flardakiler ay›ya yaklaflam›yor, her kafadan bir ses yükseliyordu. Sahibi bile çekiniyordu bu durumdan. Karakola haber vermek isteyenler vard›. Sahibi yalvar›yordu bunu yapmas›nlar diye... Herkes merak, korku, telafl içinde... Biz çocuklar bütün uyar›lara karfl›n en önlerdeyiz... Birden Yaflar ay› pençesini uzat›yor... Ben hemen cebimden bir parça çikolata ç›kar›yorum. Onun bütün korkusu geçmifl, eskiden beri tan›d›¤› çocuklar yan›nda ve o bütün do¤a yarat›klar›nda oldu¤u gibi günahs›z bir bebek gibi patisini uzat›yor. Yald›z k⤛d›ndan ç›kar›yor ve veriyorum bayat çikolatay›. A¤z›na götürüyor bir damlac›k çikolatay› ve yakalan›yor... Safiye Han›mefendi bundan da dersler ç›kar›yor ve bize ö¤ütler veriyor. “Al›flkanl›klar canl›lar›n bafl›na belad›r. Zavall› Yaflar ay› kaçabilir miydi? Kaçsa bir baflkas›n›n eline düflecekti... Yazg›s›ndan kurtulamazd› bu koflullarda. Yaban›l bir hayvan e¤itildi mi çok yaz›k durumuna...” Öte yandan bizler de araç olmufltuk ay›c›¤›n yakalanmas›nda ve yeniden sokaklarda oynat›lmas›na nedendik. Yol boyunca karfl›l›kl› söylefliler güzeldi, ne var ki bütün bu yürüyüfller, konuflmalar yorucuydu Safiye Han›mefendi’ye. “Ah çok yoruldum!” dedi¤inde hepimiz gidip evden bir sandalye getirmeye, onun oturmas›n› sa¤lamaya can atard›k, bu görevi yerine getirmek için neredeyse yar›fl›rd›k birbirimizle. Safiye Han›mefendi bizim evin önündeki kavuniçi, kiremit rengi çinilerin süsledi¤i kald›r›m›n üzerinde bir sandalyeye oturmay› çok severdi. Soka¤›n en güzel kald›r›m› oras›yd›. Bir bardak so¤uk su içmeye, orta flekerli kahvesini yudumlamaya bay›l›rd› orada. Biz çocuklar da oturaca¤›m›z yerlere üfleyerek çökersek onun sevincine hiç diyecek kalmazd› art›k. Daha bizim eve yaklaflmadan sorard›m ona, “Safiye Han›m Teyze bir sandalye getireyim mi?” “Ah içimi okudun yavrum. Annene sor, e¤er izin verirse çok sevinirim, sonra bir bardak su, içine bir damla limon kolonyas› damlats›n annen, bir de orta flekerli bir kahve isterim. Ama anneni üzmeden iste bunu, ifli varsa hiç sorma bile, olur mu yavrum.” Annem hiç s›k›lmaz, k›zmazd› bana. O da öteki bütün mahalle insanlar› gibi üzülürdü Safiye Han›mefendi’nin içinde bulundu¤u duruma. Dünyan›n bir çok ülkesini gezdim. Çok say›da toplant›larda bulun129 dum. Soylu insanlarla, okumufl kiflilerle görüfltüm, dünyan›n gündemde olan, insanlar› u¤raflt›ran en tan›nm›fl yazar ve sanatç›lar›yla, politikac›lar›yla ayn› sofrada yedim içtim. Bütün buralarda, insanlar› karfl›laflt›rd›¤›mda, bilgisi, görgüsüyle, yaflama biçimiyle, gerçek ‹stanbul insanlar›n›n hiçbir alanda eksik kalmad›¤›n›, tersine bunlar›n da üstünde bir çok baflka incelikler tafl›d›¤›n› gördüm. Onunla birlikteli¤in bu ak›fl› hep böyle sürer giderdi. Safiye Han›mefendi gelsin diye dört gözle beklerdik onun yolunu. Hacer Han›m’›n Bakkal›’n›n köflesinden bastonunun ucu görünsün diye yakar›rd›k yat›rlara, ululara. Onu görür görmez arkadafllar›m›za seslenir, ça¤›r›rd›k herkesi. Evde olan evden ç›kar, se¤irtir gelir, bir oyuna dalm›fl olan hemen oyununu b›rak›rd›, hepimiz coflkuyla koflard›k Safiye Han›mefendi’ye do¤ru. Bir gün yine böyle evimizin önündeki kald›r›mda, bizden getirdi¤im bir sandalyeye oturdu, kahvesini içti. “Su barda¤›n›, fincan› eve götür, sonra gel yan›ma” dedi. Dediklerini bir kofluda yapt›m. Safiye Han›mefendi, “fiimdi senin için gökyüzünü bir okuyay›m, bakal›m neler var senin yazg›nda.” dedi bana. “Hep böyle iyi yürekli, böyle uslu sürdürebilecek misin yaflam›n›?” Hepimiz çok merakland›k, belki de hiç soluk almadan anlatacaklar›n› dinlemek için iyice yaklaflt›k ona. “Bak›n flu gökyüzüne masmavi, tertemiz. Çocuklar›n yürekleri gibi. fiu bulutlara bak›n bir de, kar gibi bembeyaz. Nas›l yak›fl›yor maviye bu karbeyaz bulutlar. Denize bakarsan›z o da böyledir... Masmavi bir deniz, kayalara çarpan ve bembeyaz köpüklerini ard›nda b›rakan dalgalar görürsünüz... Soylu renklerdir bunlar...” Gözlerimiz bir onda bir gökyüzünde, dinliyoruz hiçbir fley kaç›rmadan, özenle... “Çocuklar bu do¤a çok güzeldir, onu sak›n kirletmeyin. fiu toprak yolu, bak›n, ne güzel temizlediniz. Gidin sonra, çeflmeden su getirin, biraz daha su serpin yola, bak›n toz toprak da kalkmaz... Pencerelerinizin camlar› çabuk kirlenmez. Çevrenizi sürekli güzellefltirin çocuklar, o zaman göreceksiniz daha mutlu olacak yaflam›n›z. Kimin yüre¤i güzelse, onun çevresi de ›fl›lt›l› olur, kimin içi duruysa onun bulundu¤u ortam da ar›nm›fl ve seçkin olur. Bir insan›n yan›na yöresine bak›n, yapt›¤› ifli inceleyin içinin nas›l oldu¤unu da görürsünüz.” “Gel yavrum, flimdi bakal›m gökyüzüne. Bu nazl› rüzgâr flimdi daha güçlü esecek, senin için o mavi gökyüzünde, o güzelim karbeyaz bulutlarla oynayacak, bulutlar devinecekler ve böylece yaflam›n› anlatacaklar bize. Bakal›m mavi gök üzerine beyaz bulutlar neler yazacaklar yaflam›nla ilgili olarak. Rüzgâr yard›m edecek bulutlara. Bulutlar akacaklar gök130 yüzünde oradan oraya.” “Durun, durun içimde duyduklar›m›, gökyüzünde okuduklar›m› anlatay›m sizlere. Ne diyor ak bulutlar, esen rüzgâr.” “Yavrum sen iyi yüreklisin, bu iyi yüre¤in sürekli sorunlar açacak bafl›na, yaln›zca iyi yüre¤ini dinlersen çok güzel, ama yolda gözü kapal› yürümek gibidir bu, bir engele tak›l›r düflersin. Yüre¤ini dinle dinlemesine, kulak ver ona ama biraz da düflünerek dinle... Çok da düflünürsen, gözünü çok da açarsan, bu kez yüre¤inin iyilik atefli söner. Donar kal›rs›n, yard›m etmeyen bir insan olursun. Biraz görmezden gelebilmeli insan gerçekleri. Yüre¤inle akl›n›n aras›n› bulamazsan bocalars›n, ac› çekersin. Bence insan olman›n gizemi bu buluflmada sakl›d›r.” “Çok okuyorsun sen yavrum, oku. Okursan karanl›kta her zaman, her yerde, hep senin yolunu ayd›nlatacak bir ›fl›k bulacaks›n. Ne ölçüde okursan o düzeyde bilgiye kavuflursun, ama ne denli bilgi elde edersen o denli de mutlulu¤a eriflmen güçleflir, bilgili oldu¤unca çok ac› çekersin.” “Yine de oku.” “Okullar›n› bitireceksin. Büyük bir adam olacaks›n. Sen çok yükseklerde insanlar tan›yacaks›n. Çok önemli ifllere gireceksin. Ac›lar çekeceksin. Bak flu bulutlara. Onlar gibi senin de yazg›n›n rüzgâr› seni sürükleyip götürecek, sen de gideceksin. ‹flte bu gidifl belirleyecek yaflam›n›.” “Duramazs›n bu esiflin, bu gidiflin karfl›s›nda. Sana devlet kap›lar› görünüyor, büyük devlet kap›lar›, devlet adamlar›... Bilgili insanlar... Memleket memleket gezeceksin. Toplant›lara kat›lacaks›n yavrum, büyük toplant›lara. ‹nsanlar›n karfl›s›na ç›kacak, onlara sesleneceksin, onlara yararl› olacaks›n. Safiye Han›m’a nas›l hizmet ediyorsan öteki insanlara da öyle yard›m edeceksin.” “‹nsanlar, insanlar göreceksin. S›n›rlar aflacaks›n, çok uzaklara gideceksin.. Bak komflunuzun k›z›na.... Yurt d›fl›na gidiyor. Madrit’te baflkonsolosluk katibinin efli olacak. Sen de yurt d›fl›na ç›kacaks›n ve yazg›n› de¤ifltiremiyeceksin. Annen baban çok özleyecekler seni, ac› çekecekler, sen de ac›lar çekeceksin. Ama iyi ifller yapacaks›n, korkma.” “Sen yazacaks›n, iyi fleyler yaz kuzum...” “Sefir olacaks›n yavrum. Ama iyi fleylerin sefiri ol.” O sözcü¤ün anlam›n› o zamanlar tüm kapsam›yla bilmiyordum. Yaln›z sefir devlet görevlerinden birini yapan bir memur olmal›yd›, anlad›¤›mca. Çünkü radyo merakl›s›yd›m ve haberleri çok sever, ilgiyle dinlerdim. Hiç unutmad›m Safiye Han›m’›. Sefir olmad›m, ama acaba Safiye Han›m “sefir olacaks›n” de¤il de “sefil olacaks›n” m› demek istemiflti. O, çocuklu¤umuzda s›¤›nd›¤›m›z, bizlere do¤ru ve güzel fleyler ö¤131 reten, düfller dünyam›z› yarat›c› bir biçimde besleyen, bilgi edinmeyi, okumay› bizlere afl›layan, içimizde meraklar uyand›ran ve onlar› doyurmaya çal›flan bir büyü¤ümüzdü. O, insanlar› tüm öteki canl›lar› ve do¤ay› sevmeyi, bunlara özen göstermeyi belleten, görgülü, e¤itimli, bilgi dolu, sayg›l›, yoksullaflm›fl ama paylaflt›klar›yla vars›llaflan, bizlere verdi¤i umutla umutlanan, gösterdi¤i sevgiyle, küçücük yüreklerimizden sevgi tadan bir bilge insand›. Yine vard›r sokaklar›n birinde böyle birileri, bizleri etkileyecek, elli y›l› aflk›n bir süre boyunca düflüncelerimizden, duygular›m›zdan istesek de silemeyece¤imiz iyi insanlar. Giderek sa¤›rlaflan kulaklar›m›z›, körelen gözlerimizi açarsak onlar s›z›verir duyars›zlaflt›r›lmak istenen yüreklerimize, ›s›t›rlar duygular›m›z›, dondurulmak istenen usumuza girer ›fl›t›rlar karart›lmak istenen düflüncelerimizi... Y›llar sonra, onlar› and›¤›m›zda, bizi söyletecek çok derin duygu ve düflünce izleri b›rak›rlar bizlere... E¤er çocuklu¤umun Safiye Han›mefendi’si olmasayd›, sonraki y›llarda tan›d›¤›m bir baflka Han›mefendi’ye karfl› korkusuz davran›p “merhaba” demez, hayretler içinde onun Cahide Sonku oldu¤unu ö¤renemez ve bu nedenle yüre¤ime bir ac› daha yazmazd›m. Sokakta yoksulluklar içindeki bir kiflide, onun ürkek bak›fllar›nda bir insan görürsek sevinmeliyiz. Birdenbire kendi içimizde de belki bir insan buluveririz, o içimizde yavafl yavafl yitirmekte oldu¤umuz insan›. Safiye Han›m’›n düfllerimde besledi¤im, an›lar›mda gizledi¤im, geçen y›llar boyunca solmufl, tozlanm›fl, yer yer y›pranm›fl ya¤l›boya portresini onar›p temizleyince bu izler belirdi, bu görüntüler canland›, bu sözler dökülüverdiler. 132 KED‹M DÜZTABAN MI? Kanguru Güncesi Nihat Ziyalan Küçüklü¤ümden beri Befliktafl’› tutar›m. Neredeyse futbolcu oluyordum ama flairlik daha a¤›r basm›flt› gençli¤imde. Kedim Monik siyah-beyaz olmasa, dokuz sene de¤il dokuz gün tutmazd›m kap›mda. Köpe¤im ölünce periflan olmufl, ard›ndan ailece yas tutmufltuk. K›z›m, günlerce öyle bir a¤lam›flt› ki, eve bir daha hayvan almayaca¤›m diye tövbe etmifltim. Bir gün çarfl›dan eve döndü¤ümüzde, soluklanmak için oturdu¤umuz bahçe koltu¤undan miyavlamalar yükselince, kedi üstüne mi oturduk diye z›plad›k. Koltu¤un yan›ndaki has›r örgülü masadan geliyormufl. Masay› kald›r›nca alt›ndan siyah-beyaz bir kedi yavrusu ç›kt›. Bir de not: Küba’ya gidiyorum. Sizin hayvan sevginizi bildi¤imden içim rahat b›rak›yorum. Bir dost. Monik’in aileye sokuluflu iflte böyle oldu. Birkaç gün içinde ›s›nd›k ona. Günler Monik’le flenlenip giderken, bir gece kedilerin kavgas›yla d›flar› f›rlad›m. Kavga de¤il bir linç olay›yla karfl› karfl›yayd›m: Mahallenin erkek kedileri Monik’i ortalar›na alm›fl kudurmufl gibi sald›r›yordu. Korkudan titriyordu kuca¤›ma s›¤›nan yavrucak. “Saç›n kirpi gibi diken diken olmufl!” “Rengin de solmufl baba!” Kel kafada saç nas›l kirpi gibi diken diken olurdu? Gerçekten olmufltu. Ayna öyle gösteriyordu. Sald›r›dan sonra miskinleflti Monik. Z›plas›n, yaramazl›k yaps›n diye azd›rmaya çal›flt›kça oral› olmuyordu. “Neyin var k›z›m?” diye kuca¤›ma ald›¤›mda, yer kan içinde kalm›flt›. Me¤er parçalam›fllar zavall›y›. Baytara yetifltirmesek ölürmüfl. 400 dolarl›k hastane masraf› ailenin bir ferdi oldu¤u için bize koymam›flt›. Bu arada ne yaz›k ki k›s›rlaflt›r›ld›. Aradan dokuz y›l gecti. Her gün 1 dolarl›k mama, 1 araba çarpmas› (600 dolar). Tüyü neden dökülüyor baytar bey? Yürüyüflü tuhaflaflt›! Yuvarlan›rcas›na, patilerine sa¤lam zemin arar gibi yürüyor. Yoksa kedim düztaban m›? Televizyonda Türk kanallar› eve girince Monik bafl›ndan ayr›lmaz oldu. Hele futbol maçlar›nda dizimin dibinde. San›yorum, Fenerbah134 çe’nin düztaban gibi yürüyen Brezilyal› oyuncusunu seyretmeye bafllad›ktan sonra, yürüyüflü de¤iflti. Ekranda seyrettiklerimle sanki Türkiyede yafl›yorum. Lale Belkis kitap yaz›yormufl. Yak›fl›r ona. ‹smini, yönetmenini an›msayamad›¤›m bir filmde birlikte oynam›flt›k. Görünümünün yan›nda içi de incelikle örülmüfl bir han›md›. Oturup kalkmas›, konuflmas›, sesindeki iç g›c›klay›c› ton... duygular›m fliire dök beni diye zorlad›: LALE BELKIS ball› kahvemi yudumlarken televizyon seyrediyorum Blacktown’daki evimde birden Lale Belk›s göründü ismini unuttu¤um bir filmde karfl›l›kl› oynad›¤›m›z sahneler “kitap yaz›yor” dedi sunucu “yak›fl›r” dedim ekrana do¤ru Yeflilçam’da her film seti bir acemi askerlik gibiydi yeni yüzler el s›k›fl›p tan›flmalar daha ekip birbirine ›s›nmadan kopufl belle¤ime kaz›nan Lale Belk›s: s›r›m gibi bir beden bakmakla bitmeyen upuzun bacaklar kofluya haz›r bir k›sra¤›n soluyan burun delikleri genizden gelen bir sesle sanki öpüflmekten flimdi ayr›lm›fl dudaklar bu kadar çabuk soyunan giyinen kad›n görmedim hayat›mda utansam da bakmaya gözüm kayard› ç›r›lç›plak 135 elbise de¤ifltirirken yak›n›nda durmaya çal›fl›r dinlerdim h›fl›rt›s›n› elbisenin sanki odada yaln›z dilinde moda bir flark›yla manken Lale Belk›s Nisan ay›nda buralar so¤umaya bafllar. Hele günefl çekilince Monik ortal›kta görünmez. Ama ben bilirim nerede oldu¤unu. Yorgan›n aras›ndan yata¤›ma s›z›p yerini al›r. Yata¤a girdi¤imde, rahats›z etme gibisinden mutlaka miyavlar. Sonra itiflmemiz bafllar. ‹lle yap›flacak. Yap›flsa neyse bir de t›rnaklar›n› geçirmesi yok mu? Asl›nda uyutmayan ‹kitelli yang›n›. Alevleri üzüntüyle seyrettim. fiimdi gözümün önüne gelip duruyor. Hele baca¤› k›r›lan itfaiyecinin davran›fl›... Yard›ma koflan arkadafllar›na söyledikleri kula¤›mdan gitmiyor. “Bir fleyim yok! Bir fleyim yok!” Canlar›n› hiçe sayarak, ne pahas›na olursa olursun yang›n› söndürmeye çabalayan itfaiyecilere, neden itfaiye eri dendi¤ini anlad›m: Mehmetçik kavram›. Torunum Aidan, Monik’i m›nc›klamay›, kovalamay› çok seviyor. Son zamanlarda onu taklit ederek koflturuyor. Düztaban gibi demeye dilim varm›yor. “Do¤ru yürüsene Monik! Ayd›n! Moni¤i rahat b›rak!” Be¤endi¤im yazar Bar›fl B›çakç› son kitab› Baharda Görüflürüz’ü postalam›fl. Kitaplar›n› hep imzas›z gönderdi¤i için, bir dahaki kez lütfen imzalay›p yolla demifltim. Bir de foto¤raf›n› istemifltim. Neredeyse elli y›l öncesinden, Adana’dan tan›d›¤›m sendikac› babas›na m› yoksa seramikçi annesine mi benziyor? ‹ki iste¤imi de geçifltirdi. B.Traven gibi eflkalinin bilinmesini umursamayan biri galiba Bar›fl B›çakç›. Neyse. Teflekkür mektubumda flunlara yak›n fleyler söyledim: Bir yap›t yal›nl›¤› yo¤unlu¤uyla s›radan okura yaklaflmal›. E¤er yal›nl›¤› yo¤unlu¤uyla seçkinlere seslenmeyi amaçl›yorsa, az say›da okurun yazar› olmay› bafltan kabullenmek demektir bu. Sonra “s›radan okura yaklaflmal›” sözümün aras›na bir ç›kma yaparak ekledim. “Yazar› ve s›radan okuru kalk›nd›rmal›.” Kalk›nd›rma sözcü¤ünü para, mal, mülk anlam›nda yazmam›flt›m. ‹ri bir söz oldu¤unu bildi¤im halde, kendimin ve okurun iç dünyas›n› zenginlefltirme anlam›nda yazm›flt›m. Çünkü “s›radan okura yaklaflmal›”da, okuyucuya göre yazmak var. Bu sözlerim Baharda Görüflürüz için de¤ildi. Bar›fl’›n okumam için yollad›¤› bir baflka kitap, Mehmet Günsür’ün ‹çeriye Bakan Kim’iydi. 136 ‹çeriye Bakan Kim’i anlamaya çal›flarak okudum. Okuyorum. Monik’in f›nd›k farelerine eziyeti can›m› s›k›yor. Baz› sabahlar, d›fl kap›n›n önüne bir arma¤anm›fl gibi b›rak›lm›fl cans›z fareleri gördü¤ümde, Monik’e ba¤›r›yor, azarl›yorum. Gene de bildi¤ini okuyor. Zaman zaman çabuk kap›y› aç! Çabuk kap›y› aç! Miyavlamalar›n›n ard›ndan içeriye dalmas› yok mu? Önce telafla kap›l›yorum sonra miyavlamas›n›n nedenini bulmaya çal›fl›yorum. A¤z›nda bir fleyler var belli. Yakalay›p zorlad›¤›mda, bir f›nd›k faresi f›rlay›veriyor. Bu kedi a¤z›nda fareyle nas›l miyavl›yabiliyor? Üstelik örselemeden. Öykücü Yekta Kopan, “Günden-Geceye”yi sunuyor NTV’de. Müslüm Gürses’in Aflk Tesadüfleri Sever albümünün tan›t›m›nda uzunca bir söylefli yapm›fl. Albümdeki flark›lar›n ço¤unun sözlerini yazan Murathan Mungan, “albüm tutacak m›” sorusunu “fiark›lar›n hayata s›zmas›n› bekleyelim” diye yan›tlad›. ‹çi dolu bir söylefliydi. “Monik’e fazla yediriyorsun” diyerek evdekiler k›z›yor bana. Karn› yere de¤ecek gibi. Acaba yürümesi bu yüzden mi de¤iflti: A¤›r Roman bence epik sineman›n baflar›l› bir örne¤idir. Videosundan arada bir seyreder, her seferinde heyecanlanacak taze bir fleyler bulurum. Daha sonra yönetmen Mustafa Alt›oklar’›n filmlerini merakla bekledim. Asansör, O fiimdi Asker, Banyo’yu seyrettim. Hiçbiri A¤›r Roman’›n düzeyine ulaflamayan filmlerdi. Fakat Mustafa Alt›oklar medyatik bir kiflilik. Gündemde kalmas›n› biliyor. En son Kadir ‹nan›r için “kötü bir oyuncu” dedi. Günlerce konufluldu bu. Kadir ‹nan›r Yeflilçam’a geçmeden önce fotoroman oyuncusuydu. Yücel Uçano¤lu’nun çekti¤i Ç›kmaz Sokak adl› fotoromanda tan›flt›m onunla. Saklambaç’›n bafl›ndaki han›m, sinema oyunculu¤umdan olsa gerek, ad›m› onunkinden önce yazm›flt›. Kadir’in buna çok k›zd›¤›n› ö¤renince önce garipsemifltim. Sonra hak verdim. Çünkü o bir fotoroman kral›yd›. Sinemada karakter rolleri oynayan biri gelip önüne kurulmufltu. Fotoroman›n çekimi bittikten sonra, bir gün Yeflilçam’da karfl›laflt›m. O gün baflrolünü oynad›¤›m Kilink adl› filmin dublaj›nda bulunacakt›m. “Gel gidelim” dedi¤imde ikiletmedi. Zaten bir taraf›ndan Yeflilçam’a girmek, flans›n› denemek için can at›yordu. Dublaj› Abdurahman Palay yönetiyordu. Oradakiler Kadir’in fizi¤inden etkilenmiflti. Hatta Ayflegül Devrim “kim bu” diye de sormufltu. Akflam› yapm›flt›k. Sonra evime çorba içmeye davet ettim. Cihangir-Kumrulu Sokak- Mart› Apartman›’ndaki evime giderken, Kadir’e yard›m etmeyi kafama koymufltum. Kumcu ‹lyas adl› k›sa metrajl› bir filmde oynamam› istiyordu yönetmen Erden Kral. Taksim’den Harbiye’ye yürürken bir yandan da kare kare filmi anlat›yordu. Çok heyecanl›yd›. Birden Kadir geldi akl›ma. Bu ro137 lün benden çok ona yak›flaca¤›n› söyleyerek elimden geldi¤ince övdüm. Söylediklerimden etkilenmiflti. Kadir’in telefon numaras›n› istedi. Daha sonra Kumcu ‹lyas’› Kadir’in oynad›¤›n› ö¤renince çok sevinmifltim. Böylece film dünyas›na ad›m›n› atan Kadir ‹nan›r zamanla aran›lan bir oyuncu oldu. Y›llar sonra ayn› filmde oynamak k›smet oldu Kadir’le. Yönetmen Orhan Aksoy’la Kaderimin Oyunu adl› filmde çal›flm›fl, birbirimizi çok sevmifltik. Film Bodrum’da çekiliyordu. ‹lk gün Kadir’le sahnemiz vard›. Çekim güzel güzel giderken nedense tedirgin olmaya bafllad›. Sonunda “Rolümü çal›yor” diyerek ba¤›r›p ça¤›rd›. Neredeyse kap›flacakt›k. Yönetmen dahil hepimiz flaflk›nl›k içindeydik. Esas o¤lan› tedirgin eden bir karakter oyuncusu! Rolümü hemen bitir diye rica etti¤imde, daha çok filmin selameti için o ifl gününde defterimi dürmüfltü sevgili Orhan Aksoy. Uzun bir süre sonra Büyükada’da karfl›laflt›m sevgili Kadir’le. Hiçbir fley olmam›fl gibi boynuma sar›ld›, hal-hat›r sordu. O zaman anlad›m kalbinde bir kötülük olmad›¤›n›. Gene de Bodrum’daki olay akl›ma geldi¤inde içim burkulur durur. Sydney’de Komser fieksbir ’i seyretti¤imde, Kadir’in oyununa bay›ld›m. Çok ilerletmifl kendini. O s›rada televizyonda Bütün Çocuklar›m adl› dizisi vard›. Orada da iyi bir oyun ç›kar›yordu. 2001 Tüyap Kitap Fuar›’nda tan›d›¤›m Mustafa Alt›oklar cin gibi birisi. Kadir’in oyunculu¤undaki geliflmeyi nas›l olur da farkedemez? Y›llard›r çal›flt›¤› yönetmenlerin Kadir’e katk›da bulundu¤u belli. Bir de fluna inan›yorum: Bir çalg› aleti nas›l ki çalana göre ses verirse, bir oyuncu da yönetmenine göre oyun verir. Bakal›m Monik düztaban gibi yürümekten ne zaman vazgeçecek? Torunum onu taklit edece¤im derken, düztabanl›k, kiflili¤ine yap›fl›p kalacak diye korkuyorum. Siyah-beyaz olmasa çoktan çekerdim kuyru¤unu. Hayat›n yükünü omuzlayan bir sestir Y›ld›z Tilbe’ninki. Y›k›lmad›m hayattay›m! Mümtaz Sevinç’in cenazesi kald›r›l›rken alk›fllanmas›n›n do¤ru olmad›¤›n›, dua edilmesinin daha uygun oldu¤unu söyledi. Hemen akl›ma Can Yücel’in cenazesi geldi. Bodrum’da alk›fllarla feribota yüklenmifl, Datça’da alk›fllarla indirilmiflti. Gömülürken de öyle. Alk›fllamalar s›ras›nda k›zkardeflinin, çocuklar›n›n ve eflinin yüzanlat›m›, gurur duyan insanlar›n yüzanlat›m›yd›. Gömülen vesilesiyle omuz omuza insanlar. O¤lu Hasan Hindistan’dan gelmiflti cenazeye, eflimle ben Sydney’den. Ne mutlu ki bizim gibi daha nicelerini bir araya getirene. Bu arada alk›fllayanlar›n yan›nda dua edenler de vard›. 138 Televizyon dizileri iyice Yeflilçam’a yöneldi. Seyirci nas›l olsa oradan gelen bir seyirci. Eski Yeflilçaml› oldu¤umu bilenlerden arayan var. “Bize bir senaryo yazsana!” Sonra ekliyorlar, “baz› karakterler tekerlekli sandalyede olsun. Gebe kad›nlar, hastane sahnesi, çocuk ald›rman›n efli¤inden dönme, saray yavrusu mekanlar! Sen en iyisi vars›llar› motörlü tekerlekli iskemleye, yoksullar› motorsüze bindir. Bol silah, gözyafl›. Veremin yerine kanseri kullan.” “Baflka?” “Daha ne olsun?” Bunald›¤›m zaman bana elektrik yükleyen yap›tlar okumak isterim. Hemen daha önce okuduklar›mdan birine sar›l›r›m. Yeni rastlad›klar›maysa edebiyat›n bir arma¤an› olarak bakar›m. ‹mge Öykü’de Ayfle Sar›say›n’›n “Kufllarla Giden”i, gene ‹mge Öykü’de Murat Yalç›n’›n “Tabut”u. Elektrik yüklendi¤imi hissedince bedensel a¤r›lar›m› unutup, üretmek için bilgisayar›m›n bafl›na otururum. Böyle zamanlarda Monik de kendini okflatmak için kuca¤›ma kurulur. Sydney, 2006 139 TAR‹HTE B‹R GÜN III Aliflan Çapan Babam onu 1945 y›l›ndan beri tan›yor, bense kendimi bildim bileli. Sab›rs›zca da olsa beklemeyi onun dükkân›nda ö¤rendim. Bir iflin gerekti¤i gibi yap›lmas› için zaman gerekti¤ini de. Belirsiz aral›klarla gitti¤imiz Haçik Usta’n›n berber dükkân› Bo¤aziçi Üniversitesi’nin nefis bahçesindeydi. Kap›dan her girdi¤imizde ustan›n ifline olan sayg›s›ndan çat›lm›fl kafllar› yumuflar, ö¤leden sonralar› dükkân› kaplayan sessizli¤i k›sa, uzun aral›klarla kesen makas sesleri bir süreli¤ine durur ve Haçik Usta, “Oooo! Hofl geldiniz Cevat盤›m,” diyerek bizi karfl›lard›. Karfl›lama fasl›ndan sonra bir türlü yan›nda dikifl tutturamayan ç›raklardan birine makas› devreder, “Sana bir kahve yapay›m Cevat盤›m,” diyerek pencerenin dibinde duran tüpe yönelirdi. Tüpün üstünde, içi zamanla tafllaflm›fl kireçten art›k görünmez olmufl bir çaydanl›k dururdu. Sakal t›rafl› olmak isteyenlere bu çaydanl›kta su ›s›t›l›rd›. Cezve yerinden ç›kar›l›r, zuladaki kahve kavanozu aç›l›r, cezve atefle sürülüp de alt› neredeyse sönecek kadar k›s›l›nca hal hat›r sorma fasl› kald›¤› yerden devam ederdi. Onlar konuflurken, gözüm aynan›n üstündeki ince uzun çerçevede yan yana dizilmifl siyah beyaz mezuniyet resimlerine tak›l›rd›. K›rk elli y›l öncesinden kalma bu kepli resimlerin aras›nda önce babam›n resmini bulur, sonra da tan›d›¤›m arkadafllar›n›n resimlerini elli y›l önceki hallerini hayal ederek arard›m. Alt taraf› yirmili yafllar›nda olan bu genç adamlar›n resimleri, aram›zdaki kuflak fark›n›n da etkisiyle olsa gerek bana daha o zamanlarda koca koca adamlar olduklar›n› hissettirirdi. Bu insanlar›n bir zamanlar, hatta her zaman genç olduklar›na akl›m bir türlü yatmazd›. Ben resimlere flaflk›n flaflk›n bak›p bunlar› düflünürken, kahveler biter, ç›rak müflteriyi yollar, babam da berber koltu¤una geçerdi. Dükkânda iki koltuk olmas›na ra¤men biri genelde bofl durur, Haçik Usta tek bafl›na çal›fl›rd›. Bayram öncesi gibi ola¤anüstü zamanlarda ifller ço¤ald›¤›nda nadiren berber arkadafllar›ndan birini yard›ma ça¤›r›r, beraber çal›fl›rlard›. O günlerde Haçik Usta’n›n koltu¤una düflmemek en büyük s›k›nt›lar›mdan biriydi. Saçlar› kesilirken çocuklar ço¤u zaman huysuzlan›rlar. Bunun nedeni h›zla aç›l›p kapanan makas›n aras›na saçlar›n›n s›k›flmas›, canlar›n›n yanmas›d›r. Annem bu konuda Haçik Usta’y› defalarca uyard›¤› için can›m yanmazd›. Can›m yansa bile ses ç›kar140 mazd›m, Haçik Usta’n›n mutlaka bir bildi¤i vard›. Ama saç›m› baflka bir usta kesti¤inde bu lüksüm yoktu. Tan›mad›¤›m bir berber can›m› yakt›¤›nda bir fley söyleyemez, öylece somurtup otururdum. Böyle anlarda Haçik Usta’yla babam bana bak›p “Arnavut” diye dalga geçerlerdi, daha çok somurturdum. Babam›n t›rafl› bitince ç›rak yerdeki saçlar› süpürür, ortal›¤› temizler sonra da Haçik Usta, pencerenin pervaz›na yasl› duran ince uzun tahta parças›n› koltu¤un kenarlar›n›n üstüne yerlefltirir, bana dönüp, “Buyrun paflam” derdi. Paflam derken fl harfi s’ye dönerdi. Haçik E¤in, ad›ndan da anlayabilece¤iniz gibi Erzincanl› bir Ermeniydi. Usta önce saçlar›m› k›salt›r, sonra a¤›r a¤›r ense t›rafl›na geçerdi, t›rafl bitince de duvarda as›l› duran aynay› yerinden al›p enseme do¤ru tutar, “Olmufl mu paflam” diye sorard›. Ben böyle bir soruyla karfl›laflmaktan utan›r, h›zl› h›zl› kafam› sallard›m. Nihayet günün birinde dükkâna Celal abinin gelmesiyle Haçik ustan›n y›llar süren ç›rak derdi sona erdi. Ustas›na ba¤l›l›¤›n› sab›rla ve çal›flkanl›kla kabul ettiren Celal abi k›sa zamanda kalfal›¤a terfi etti. Sonra dükkân›n yeri de¤iflti, Haçik Usta’yla babam aralar›nda dükkân›n eski yerine döndü¤ünü konuflup geçmifli yâd ettiler. Yeni dükkân›n nas›l olup da eski dükkân oldu¤unu anlayamad›m, kafam kar›flt›. Akl›m›n erece¤ini düflündü¤ü bir anda Haçik Usta bana babam›n bugünlere çok çal›flarak geldi¤ini anlatm›flt›. “Aliflanc›¤›m, babac›¤›n tam dükkân›n üstündeki odas›nda sabahlara kadar çal›fl›rd›. Hafta sonlar› kaloriferleri yakmazlard›. O battaniyelere sar›n›p çal›fl›r, ben de ona ›s›ns›n diye çay yapard›m. Çok çal›fl›rd› çook.” Haçik Usta’y› dinlerken bir taraftan gözümün ucuyla babama bakard›m, her zamanki gibi muzip muzip gülüyor olurdu. ‹kisine bak›nca Haçik Usta’n›n babamdan daha çok profesöre benzedi¤ini düflünürdüm. Giyimi kuflam›yla, hali tavr›yla Haçik Usta elinde makas ya da tarak olmasa arkadafllar›n›za rahatl›kla Nobel ödüllü bir bilim adam› olarak tan›tabilece¤iniz biriydi. Bu adam›n nas›l olup da bir zamanlar aflç› Yorgo’nun okulun yemekhanesinde haz›rlad›¤› mezeler eflli¤inde Rumelihisar› sahilinde kafa çekip, e¤lendi¤ine ak›l s›r erdiremezdim. T›pk› foto¤raflardaki genç adamlar›n nas›l olup da yafll› göründüklerini çözemedi¤im gibi. Haçik Usta’n›n o günlerde ne demek istedi¤ini, daha do¤rusu bizi toplum olarak yiyip bitiren fleyin o kuflakla aram›zda giderek aç›lan mesafeyle ilgili oldu¤unu çok geç anlad›m. Sonra dükkân tekrar yer de¤ifltirdi, elektrikli termosifon al›nd›. Yine de termosifon genellikle kapal› dururdu. Tutumlu olman›n hâlâ bir anlam ifade etti¤i zamanlard›. Celal abi kalfal›ktan ustal›¤a terfi etti. Ustal›k belgesi duvarda Haçik Usta’n›nkinin yan›nda yerini ald›. Boflalan ç›rakl›k makam›na Hakk› geç- ti. Kan› kaynayan kara kuru bir f›rlamayd› Hakk›. Dükkânda cumartesi sabahlar›n›n vazgeçilmezlerinden olan türkü program›ndan s›k›l›p radyonun sesini açmak ya da kanal› de¤ifltirmek istedi¤inde Usta, Hakk›’ya adam ak›ll› bozulur, yine de sesini yükseltmeden f›rça çekerdi. B›y›klar›m yeni terlemeye bafllad›¤›nda t›rafl oldu¤umu fark etmifl, “Jilet mi vurdun sen yüzüne”, diye sormufltu. Evet, cevab›n› al›nca, “Daha çok erken gerek yok böyle fleylere” demiflti. Bir baflka zaman da ensemi makasla uzun uzun t›rafl ettikten sonra, “Aliflanc›m baflka yerde t›rafl olursan dikkat et ensene ustura vurdurma, hep makas kulland›r ki ensendeki k›llar sertleflmesin, art›k iflin kolay›na kaç›yorlar,” demiflti. Bütün bunlar› söylerken son derece yumuflakt›. Arada dükkâna marangoz Baha Usta u¤rar birlikte baflka bir arkadafllar›n› nas›l iflleteceklerini planlar, dalgalar›n› geçerlerdi. Haçik Usta’n›n dünyas›nda mizah ciddiyetle kendi kufla¤›na özgü bir flekilde kar›flm›flt›. Bir gün evde otururken telefon çalm›flt›. Arayan Haçik Usta’yd›, “Cevatç›m dün seni televizyonda gördüm saç›n sakal›n birbirine kar›flm›flt›, gel de bir düzeltelim, milletin önüne öyle ç›kma,” demiflti. Çok gülmüfltük. Son y›llarda usta yorulmufl, bacaklar›ndaki varislerden ötürü uzun süre ayakta duramaz olmufltu. Art›k ifle daha seyrek geliyor, bütün ifli Celal abi çekip çeviriyordu. Zamanla dükkâna televizyon girdi. Termosifonun ›fl›¤› da sürekli yanar oldu. Bir gün telefon çald›, arayan Celal abiydi, Haçik Usta ölmüfltü. Kaç›n›lmaz olan› duyman›n s›k›c› sessizli¤i ortal›¤› kaplay›verdi. Çok üzülmüfltüm. Karn›n›n yukar›s›na do¤ru çekti¤i pantolonu, k›sa kollu aç›k mavi gömle¤i, sevecen ciddiyetiyle, Haçik Usta benim dedemdi. Usta art›k yok ama dükkân yerli yerinde duruyor. Biz de, Celal abi telefon aç›p t›rafl zaman›n›z gelmifl, buyrun dükkâna demeden koltuktaki yerimizi almaya çal›fl›yoruz. Üstelik aram›za Sinan da kat›ld›. Bir gün Haçik Usta’n›n kulaklar›n› ç›nlat›rken Celal abi laf aras›nda ustan›n son zamanlar›nda TRT’den gelip çekim yapt›klar›n› anlatm›flt› bana. Ne zaman geçmiflte birbirimize etti¤imiz kötülüklerin unutulmamas› için bir an›t dikilmesi gündeme gelse, TRT’nin ‹stiklal Marfl›’yla yay›na son verdikten sonra Haçik Usta’n›n görüntülerini ekrana getirdi¤ini hayal ederim. Abide gibi adamd› Haçik E¤in. 142 BRAHMS’I SEVER M‹S‹N‹Z? Nedim Gürsel Bir zamanlar Fransa’da, Françoise Sagan’›n ünlü roman› Brahms’› Sever misiniz? sayesinde okurlar›n bu soruyu olumlu yan›tlamakla yetinmeyip Brahms dinlediklerini de duymufltum. Anlafl›lan ABD D›fliflleri Bakan› Condoleezza Rice da seviyor Brahms’›. Hatta sevmekle yetinmeyip piyanoda bizzat çal›yor. Üstelik “bar›fl için dua” niyetine. Ne yaz›k ki bar›fl gökyüzünden inmiyor aram›za, her zaman bir zeytin dal› biçiminde Parthenon’un mermerinden de f›flk›rm›yor. Onu özenle sulay›p yeflertmek, korumak, besleyip yaflatmak gerek. Yafll› dünyam›z›n bir bar›fl kültürüne her zamankinden daha çok ihtiyac› oldu¤unu söylemeye bilmem gerek var m›? Bu bun, bu savafl günlerinde, Lübnan atefl alt›ndayken, evler y›k›l›r, ocaklar söner, çocuklar ölürken, sanki olup bitenlerden kendisi sorumlu de¤ilmifl gibi, sanki ‹srail’in iflledi¤i savafl suçlar›na ortak de¤ilmifl gibi, çikolata renkli kad›n kendinden emin ad›mlarla sahneye ç›k›yor. Üzerinde rengini Ortado¤u’da dökülen kandan alan zarif bir giysi, ensede toplanm›fl koyu siyah saçlar, yumuflak bak›fllar ve yüzünden eksik olmayan beyaz gülüflüyle piyanonun karfl›s›na geçiyor. Art›k vakit gelmifltir, “Yeni Bir Ortado¤u”yu kan revan içinde do¤urtmak için ince parmaklar tufllar›n üzerinde gezinmeye bafllayacak, bar›fl duas› kilisede koronun sesinden de¤il ruhumuzu okflayan, belle¤imizde en duyarl› ça¤r›fl›mlara yol açan piyano ezgilerinden do¤acakt›r. Bu iki do¤umun sanc›lar›n› birlikte ve cebren yaflat›yor bize Doktor Rice. Ya da Bayan Pilav! “Pilavdan dönenin kafl›¤› k›r›ls›n!” der gibi uyguluyor sald›rgan politikas›n›. Ama bilmiyor ki, do¤rudan destekledi¤i, hatta cesaret verdi¤i ‹srail ordusunun atalar› toplama kamplar›nda yok edilir, saçlar›ndan sicim, ya¤lar›ndan sabun, derilerinden abajur yap›l›rken Naziler de Beethoven’in sonatlar›n› dinliyorlard›. Her sabah toplama kamplar›nda yoklama yap›l›rken Zara Lender’in iç g›c›klayan sesi duyuluyordu kamp›n hoparlörlerinden. Lili Marlen k›fllan›n feneriyle ayd›nlanan avluda dünyan›n en masum, en saf, en duygusal aflklar›n› yafl›yordu. Ve panzerler Avrupa’y› kas›p kavurur, Luftwafe’in bombalar› dünyan›n en eski uygarl›¤›n› yerle bir ederken Wagner’in opera müzi¤iyle kendinden geçiyordu SS üniformal› melomanlar. Hiç olmazsa onlar bar›fl yanl›s› de¤il savafl taraftar›yd›lar, piyanoda “bar›fl için” Brahms çalmak gibi bir amaçlar› yoktu. Ac›mas›zd›lar, caniydiler, görünüflte Beethoven dinleyecek kadar uygar, gerçekte insanl›¤›n tafl devrinde bile tan›k olmad›¤› kadar barbard›lar. Uygarl›ktan nasiplerini almam›fllard›, arada bir gül koklay›p müzik dinleseler de... Yine de kan rengi giysiler giyip bombalar alt›nda can veren sivil halkla alay edercesine Brahms çalm›yorlard›. Yanl›fl an›msam›yorsam Sagan’›n sinemaya da uyarlanan roman›n›n bir yerinde eflini genç bir kad›nla aldatan erkek kahraman, “Brahms’› sever misiniz?” diye soruyordu sevgilisine. Bayan Rice da bizi aldatmaya çal›fl›yor. Brahms’› sevmedi¤i, köpekbal›¤› diflleriyle gülüflünden belli. 143