doğada sistem gerçekliği ve informasyon işleme süreci
Transkript
doğada sistem gerçekliği ve informasyon işleme süreci
1 DOĞADA SĠSTEM GERÇEKLĠĞĠ VE ĠNFORMASYON ĠġLEME SÜRECĠ Münir Aktolga Aralık 2004 Son gözden geçirme Temmuz 2016 ĠÇĠNDEKĠLER: GĠRĠġ ............................................................................................................................. 2 BĠR SĠSTEM YA DA ĠNFORMASYON ĠġLEME BĠRĠMĠ OLARAK ATOM ...................... 3 BĠLGĠNĠN EVRĠMĠ .......................................................................................................... 4 KLASĠK FĠZĠĞĠN TEMELLERĠ ....................................................................................... 5 KLASĠK BĠLĠMĠN ÖZÜ VE TEMEL ÇELĠġKĠSĠ .............................................................. 7 KUANTUM FĠZĠĞĠNE GĠRĠġ........................................................................................... 7 DALGA MI TANECĠK MĠ? .............................................................................................. 9 KUANTUM FĠZĠĞĠNĠN ESASLARI ................................................................................10 KUANTUM TEORĠSĠ VE REALĠTE ANLAYIġI ..............................................................12 KRĠTĠK SORU ...............................................................................................................13 DIġ KUVVET VE KUANTUM DALGALANMALARI ......................................................15 DIġ KUVVET NEDĠR? BUNUN “GĠRDĠ-ÇIKTI” KAVRAMLARI ĠLE ĠLĠġKĠSĠ... ...........18 DEĞĠġTĠRMEK MĠ DEĞĠġMEK MĠ?..............................................................................19 POTANSĠYEL GERÇEKLĠĞĠN GERÇEKLĠĞĠ... ............................................................20 ÇĠFT YARIKLA YAPILAN DENEY (“Doppelspalt-Experiment”) ................................20 PEKĠ O ZAMAN, BĠR ELEKTRONUN “VARLIĞI” NEDĠR? ..........................................29 VAROLUġUN GENEL ĠZAFĠYET TEORĠSĠ...................................................................31 YA “ELEKTROSTATĠK” MĠ DEDĠNĠZ? .........................................................................31 KUANTUM GRAVĠTASYONU‟NUN TEMELLERĠ .........................................................38 KOORDĠNAT SĠSTEMĠ NEDĠR .....................................................................................52 ÖZEL VE GENEL ĠZAFĠYET TEORĠLERĠ... ..................................................................53 KÜTLE NEDĠR?... .........................................................................................................56 DÜNYA NĠYE DÖNÜYOR? ...........................................................................................58 NEDĠR BU DÜZGÜN DOĞRUSAL HAREKET..............................................................59 DÜNYA KENDĠ ETRAFINDA DA DÖNÜYOR... ............................................................60 ATALET HAREKETĠ NEDĠR... ......................................................................................62 EVET, ĠPĠN UCUNA BĠR TAġ BAĞLAYIP DÖNDÜRÜYORUZ!... ................................63 “MERKEZÇEKĠM KUVVETĠ”-“MERKEZKAÇ KUVVETĠ”.. ..........................................66 K=ma „nın GERÇEKLĠĞĠ.............................................................................................67 EVRENSEL YAġAMIN DĠNAMĠĞĠ... .............................................................................68 EVRENSEL ALT YAPI NASIL OLUġUYOR... ..............................................................69 KARA DELĠK “TEKLĠĞĠ”... ...........................................................................................71 “GÖZETLENEBĠLĠR EVREN”... ...................................................................................72 KARA DELĠĞĠN ĠÇĠ... ....................................................................................................75 ELEKTRON KUARK PLAZMASI VE EVRENĠN DNA‟SI... ...........................................75 SIFIR NOKTASI NEDĠR NASIL OLUġUYOR? .............................................................76 ZAMAN... ......................................................................................................................82 EKLER: .........................................................................................................................83 1- KUANTUM NEDĠR, KUANTĠZE OLMAK NE DEMEKTĠR?... ....................................83 2-ANTĠ MADDE NEDĠR? ..............................................................................................85 3- MOLEKÜLER YAPI ..................................................................................................90 4-ÇEKĠRDEĞĠN ĠÇĠNDE OLUP BĠTENLER, KUANTUM KROMODĠNAMĠĞĠ ................94 5-GENEL ALANLAR TEORĠSĠ... ..................................................................................98 2 6-“SCHRÖDĠNGER‟ĠN KEDĠSĠ”!... .............................................................................102 7-CERN‟DE YAPILAN DENEYĠN AMACI NE?... .......................................................109 SORUN NEDĠR, NASIL ORTAYA ÇIKIYOR.. .............................................................111 ESASA ĠLĠġKĠN BAZI SORULAR...............................................................................113 GRAVĠTASYON, KARA DELĠK VE HĠGGS PARÇACIKLARI!... ................................115 KUANTUM FĠZĠĞĠNĠN ESASLARI VE HĠGGS KONSEPTĠ... ......................................117 KÜTLE NEDĠR?... .......................................................................................................119 PROTONLAR ÇARPIġINCA “KARADELĠK”MĠ ORTAYA ÇIKAR? ...........................124 POTANSĠYEL GERÇEKLĠK NEDĠR?... ......................................................................126 “GRAVĠTASYONAL DALGALAR” VE “KUANTUM GRAVĠTASYONUNUN” ESASLARI!... ..............................................................................................................127 EVET, CEVAP ĠSTĠYORUM!... ....................................................................................129 BU BĠLĠMĠNSANLARININ KAFASINDAKĠ EVREN TABLOSU NEDĠR?... ................131 “KUANTUM GRAVĠTASYONU‟NUN” TEMELLERĠ....................................................132 KUANTUM FĠZĠĞĠ VE “OBJEKTĠF MUTLAK GERÇEKLĠK” ANLAYIġI!... ................138 GRAVĠTASYON EVRENĠN ALT YAPISIDIR... ............................................................141 GĠRĠġ Bundan önceki iki çalışmada, tek bir hücre ve çok hücreli bir organizma düzeyinde sistem gerçekliğinin ne olduğunu, bir informasyon işleme sistemi olarak nasıl çalıştığını-işlediğini, kendi kendini nasıl ürettiğini gördük. Kendi içinde bir bütün (bir A-B sistemi) olarak gerçekleşen bu sistemlerin, aynı anda, dış dünyayla etkileşme esnasında, onunla birlikte başka bir bütünün (yeni bir A-B sisteminin) oluşmasına da yol açtıklarını, ve bir hücre, ya da çok hücreli bir organizma olarak, bu yeni sistemin içinde, onun bir parçası olarak gerçekleştiklerini gördük. Önce, bir hücrede, “dışardan” gelen madde-enerji-informasyonun nasıl işleneceğine dair eylem planını hazırlayan düzenleyici-yönetici-“regulatory protein”lerle (RP), bu planı hayata geçiren işçi-proteinler arasındaki ilişkileri inceledik. Gelen informasyonun sistemin içinde depo edilmiş bulunan bilgiyle nasıl değerlendirilerek işlendiğini, ürünün nasıl oluştuğunu ele aldık. DNA‟ların ve RP sisteminin, sisteme özgü bilgilerin depo edilmesinde ve kullanılmasındaki rolünü belirlemeye çalıştık. Daha sonra sıra, aynı mekanizmanın çok hücreli bir organizmada nasıl işlediğini ele almaya gelmişti. “Dışardan gelen informasyonun”1 beyin tarafından nasıl tanındığını, bir reaksiyon olarak buna ilişkin nöronal modelin nasıl çıkarıldığını gördük. Sonra da, “dışardan gelen” bu madde-enerji-informasyonun-etkinin- nasıl işleneceğine dair nöronal modeli oluşturan siste- 1 Bu “dışardan gelen informasyon-etki” kavramını kullanırken çok dikkatli olmak gerekiyor. Arada henüz etkileşme yokken, “dışardaki bir obje-nesne”, sistem için potansiyel bir gerçekliktir. Etkileşme başladığı an ise, o artık “dışardan gelen bir obje” olmaktan çıkıyor! İkinci bir nokta da, “dışardan gelen” her objenin-nesnenin aynı zamanda informasyon taşıyan bir unsur olduğudur. Bu konuda daha geniş açıklamalar için bak: “Sistem Teorisinin Esasları ya da Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi-Herşeyin Teorisi, http://www.aktolga.de/t4.pdf 3 min dominant unsuru beyinle, bu planı hayata geçiren motor sistem-organlar- arasındaki ilişkileri inceledik. Sistemin içinde bulunan bilginin (“Wissensbasis”) sürece nasıl dahil edildiğini görürken, bu arada, yeni bilgilerin nasıl üretildiğine de değindik. Sonuç ortadaydı! Her iki durumda da genel mekanizma aynıydı! “DıĢardan” bir objenesne-informasyon (madde-enerji-informasyon) geliyor, sistemin içine alınıyor; sonra, sistemin dominant unsuru, içerdeki bilgiye göre, bu objenin-nesnenin-informasyonun nasıl iĢleneceğine dair bir plan hazırlıyor; sistemin diğer kutbu da, motor sistem olarak bunu hayata geçiriyordu. Her seferinde, “dıĢardan gelen” unsurun sistem üzerine etkisiyle birlikte, “ilk durum” adını verdiğimiz bir etkileĢme zemininin oluĢtuğunu, etkileĢmenin, bu zemin üzerinde, etkiye karĢı bir tepkinin, bir reaksiyonun oluĢmasıyla gerçekleĢtiğini, ve bu sürecin sonunda da-“output”la birlikte- “son durum” olarak yeni bir denge durumunun ortaya çıktığını tesbit ettik. EtkileĢmeye katılan unsurların, değiĢtirirken nasıl değiĢtiklerini gördük. Şimdi, bu çalışmada da, aynı mekanizmanın ve oluşumun organik olmayan doğada nasıl işlediğini göreceğiz. Yani bir atomun, bir molekülün ve sonra da astronomik sistemlerin nasıl oluştuklarını, çevreyle nasıl etkileştiklerini, karşılıklı olarak birbirlerini nasıl yarattıklarını, kısacası, bir informasyon işleme sistemi olarak nasıl çalıştıklarını göreceğiz. BĠR SĠSTEM YA DA ĠNFORMASYON ĠġLEME BĠRĠMĠ OLARAK ATOM Bir elektron ve bir protondan ibaret olan hidrojen atomunu ele alarak başlıyoruz. Çünkü en basiti budur. Elektron ve proton sayısının artması konumuz açısından işin esasını değiştirmiyor. Bu yüzden, bu çalışma boyunca atomdan bahsettiğimiz zaman bununla genellikle bir hidrojen atomunu kastettiğimiz unutulmamalıdır. Atomu (bir hidrojen atomunu) bir A-B sistemi olarak ele aldığımız zaman, elektron ve proton da tabi bu sistemin elementleri-A ve B olarak adlandırdığımız parçalarıoluyorlar2. Bu durumda, sistemin dominant unsuru, merkeze en yakın konumda olan ve bu anlamda dıĢa karĢı sistemi-merkezi temsil eden proton olurken (aĢağıdaki Ģekilde B), elektron da (Ģekilde A), atoma özgü bir tür “motor sistem” rolünü üstlenmiĢ oluyor! “DıĢardan gelen etki” (örneğin bir foton) sistemin içindeki bilgiyle (ki bu “bilgi” elektronla proton arasındaki elektromagnetik iliĢkilerle temsil edilmekte-kayıt altında tutulmaktadır) iĢlenip değerlendirilince, sistemin içinde dispozisyonel olarak hazır bulunan reaksiyon modellerinden en uygun olan aktif hale getirilir. Elektron da buna (bu reaksiyon modeline) uygun olarak bir üst kuantum seviyesine çıkarak bunu (bu reaksiyon modelini) gerçekleĢtirir. Ya da tabi, sistemden dıĢarıya bir etki-madde enerji informasyon akıĢı- olunca (dıĢarıya foton vererek), elektron da buna uygun olarak bir alt kuantum seviyesine inerek yeni bir denge durumunun meydana gelmesini sağlar. Sistemin içindeki informasyon iĢleme-değerlendirme (bunun sonucu olarak da sistemin çevreyi etkileme) mekanizmasının özü budur.3 2 Bu konuda daha geniş açıklamalar için bak, “Sistem Teorisi‟nin Esasları” http://www.aktolga.de/t4.pdf Peki, elektron gibi proton da gene belirli kuantum seviyelerine sahip değil midir? Mantıki olarak böyle olması gerekir; ama, “fazla bir öneme sahip olmadığı” gerekçesiyle kuantum fiziğinde bu konunun üzerinde pek durulmaz.. 3 4 Tıpkı, DNA‟ların ve RP sistemlerinin “dıĢardan gelen” informasyonların-moleküllerinnasıl iĢleneceğine dair bilgileri-reaksiyon modellerini sistemin içinde, “hücrenin hafızasında” (“cellmemory”) saklı tutmaları gibi, atomun içinde de, bir durumdan baĢka bir duruma geçiĢ için gerekli olan bilgiler-reaksiyon modelleri- elektron ve proton arasındaki bağlarda dispozisyonel olarak saklı tutulurlar. Ve nasıl ki bir hücrede, “dıĢardan gelen” madde-enerji-informasyonun sahip olunan bilgilere göre iĢlenilmesi görevini proteinler yerine getiriyorsa (çok hücreli bir organizmada bu iĢi motor sistem olarak diğer “organlar” yerine getiriyorlarsa), atomda da bu görevi elektronlar yerine getirirler. Olay bu kadar basittir!... ”DıĢardan gelen” madde-enerji-informasyonun sisteme alınmasıyla birlikte sistemin içindeki eski iliĢkiler bundan etkilenirler, bunlar artık yeni durumu taĢıyamaz hale gelirler. Yeni duruma uygun yeni iliĢkilerin oluĢması gerekmektedir. Bunu da elektronlar bir üst seviyeye çıkarak yaparlar. Tabi bu durumda proton da bu yeni duruma göre yeni bir pozisyon alır. Peki, atomun içindeki, informasyon iĢleme mekanizmasına temel olan ve elektronla proton arasındaki iliĢkilerle kayıt altında tutulan “bilgi” nedir? Hücre söz konusu olunca DNA‟larda, ya da RP sisteminde bulunuyordu bilgi. Çok hücreli bir organizmada ise beyinde sinaptik bağlantılarda depo ediliyor. Atomun içinde saklı duran ve “dıĢardan gelen nesne” (örneğin bir foton) iĢlenirken kullanılan “bilgi” nedir ve nasıl kayıt altında tutulmaktadır? Ġnsanı (bilgiye iliĢkin sübjektif faktörü) hiç iĢin içine katmayalım ve uzayın herhangi bir yerinde bir hidrojen atomunu düĢünelim. Bir foton geliyor ve bunlar etkileĢiyorlar. O an ne kuantum fiziği vardır orada, ne de birĢey! Bu atom, gelen fotonun frekansını, taĢıdığı enerjiyi nereden biliyor? Hangi kuantum seviyesine çıkacağına, ya da ne yapacağına nasıl karar veriyor? Örneğin, foton geldiği an elektron n=1 enerji seviyesindeyse ve iliĢkiden sonra da n=2‟ ye çıkıyorsa, o elektron nereden biliyor bunu? Neye göre oluĢuyor elektronun bu hareketi, davranıĢı? ĠĢte “atomun içindeki bilgi” derken kastettiğimiz objektif anlamda bilgi budur. Ve bu bilgi, sistemin elementleri olan elektronlarla atom çekirdeği arasındaki iliĢkilerde-bu iliĢkilerlemuzafaza edilir. Bir atoma iliĢkin bütün bilgilerin kaynağı bu iliĢkilerde saklıdır. Eğer atomu daha yakından bilmek istiyorsanız bu ilişkilerin dilini çözmeniz, bunların içinde saklı olan bilgi hazinesini keşfetmeniz gerekecektir. Örneğin, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir atomun gerçekliğini mi merak ediyorsunuz! Ya da “elektriksel alanın”, “Coulomb Kuvveti‟nin” ne olduğunu mu bilmek istiyorsunuz? Bütün bu soruların cevabı da gene elektronla çekirdek arasındaki ilişkide gizlidir. Bu ilişkiyi açıklayabiliyorsanız “ihtimal dalgasının” “potansiyel gerçekliğini” de ancak o zaman açıklamış olursunuz! BĠLGĠNĠN EVRĠMĠ Atoma ilişkin bilgilerimizin insanın atomla etkileşmesinin ürünü olduğunu söyledik. Bilmek ölçmekle, etkileşmekle gerçekleştiği için, elimizdeki aletlerle öğrenmek istediğimiz şeye ilişkin soruyu temsil eden bir mesajla-bir etkiyle (ki bu bir fotondan başka birşey değildir) atomu etkiliyoruz. Ve sonra da onun bu soruya-etkiye karşı vereceği tepkiyle-cevapla onun hakkında bilgiler ediniyoruz. Sadece bu kadar mı? Hayır! Aldığımız cevabı, yani informasyonları, o ana kadar sahip olduğumuz ve kafamızda saklı duran bilgilerle etkileştiriyoruz, “değerlendiriyoruz”. Ve sonuç olarak, yani bu etkileşmenin ürünü olarak atom hakkındaki bilgilerimiz oluşuyor. Şimdi, bu bilgi dağarcığımızın nasıl geliştiğini görelim. Nerelerden geçerek gelmişiz bu günlere, ona bir göz atalım. Sonra da, nereye gidiyoruz ona bakacağız! Daha öncesine gitmiyoruz. Konumuz açısından Newton‟dan başlamak yetiyor bize. 5 KLASĠK FĠZĠĞĠN TEMELLERĠ Newton‟un “Birinci Kanunu”: “Eğer bir cismin üzerine herhangi bir kuvvet etkide bulunmuyorsa cismin hızı değişmez, yani cisim pozitif ya da negatif anlamda ivmelenmez. Burada önemli olan cismin üzerine etkide bulunan net kuvvettir. Cismi bir çok kuvvetler etkileyebilir, ama bunların toplamı önemlidir. Eğer toplam kuvvet sıfırsa, cisim mevcut hareketini, konumunu değiştirmez.” “İkinci Kanun”: “Bir cisim üzerine uygulanan net kuvvet, o cismin kütlesiyle, bu kuvvetten dolayı cismin kazandığı ivmenin çarpımına eşittir (K=m.a). Kütle, cisimlerin sahip oldukları yoğunlaşmış madde-enerji kapasitesidir ve bu sabittir. Bir dış kuvvet uygulandığı zaman cisim ivmelenirken bu kütlenin varlığı da ortaya çıkar, anlaşılır. Cismin dış kuvvete karşı atalet direncidir kütlesi.” Ve Newton‟un “Üçüncü Kanunu”: “Eğer iki cisim etkileşiyorlarsa, bunların birbirleri üzerine uyguladıkları net kuvvet aynı büyüklüktedir ve zıt yönlüdür (Ka=Kb)” [13]. ĠĢte size üç sihirli anahtar! Hangi kapıyı isterseniz onu açabilirsiniz bunlarla! Bütün bir klasik fiziğin özü-esası da bu üç “kanundur” zaten. Bunların uygulandığı zemin ise, her biri “kendinde Ģeyler” olarak var olan “objektif, maddi gerçeklikler” dünyasıdır. Yani, gözünüzle gördüğünüz, elinizle tuttuğunuz, günlük hayatımızda her gün içinde yaĢadığımız mekanik dünya. Var olmak için hiç bir koordinat sistemine (KS) bağımlı olmaya gerek duymayan “gerçeklikler” ve bunların kendi aralarındaki mekanik iliĢkiler... iĢte, klasik fiziğin konusu bundan ibarettir. Evet, koordinat sistemi (KS) ve hareketin izafiliği anlayıĢı Newton‟da, klasik fizikte de vardır. Ama buradaki “izafiyetin”, varoluĢun esasına iliĢkin bir anlamı yoktur. “Önceden, kendiliğinden var olan” Ģeylerin, daha sonra birbirlerine göre olan mekanik hareketlerinin izafiliğidir burada söz konusu olan. Bu süreç onu, yani klasik fiziği, kaçınılmaz olarak, “mutlak gerçeklik” anlayıĢına referans olacak, bir “evrensel -mutlak KS „nin” kabulüne de götürür ki, bu da, “boĢ uzay” dır. Olaylar ve nesneler, iĢte bu “boĢ uzayı” temel alan, evrensel, değiĢmez bir KS‟ne göre, “kendinde Ģeyler” olarak, “objektif bir realiteye” sahip olurlar. Bu ise, ancak “mutlak bir zaman” anlayıĢıyla birlikte mümkün olabilirdi. Klasik fiziğe göre zaman, “bütün her Ģeyi kapsayan, her yerde aynı Ģekilde akan bir süreçtir”. Öyle bir zaman anlayıĢı düĢününüz ki, her nesne, her olay, aynı Ģekilde iĢleyen birer saate sahip olsunlar!... Gerisi kolaydır. Bütün bir klasik fizik, her birisi mutlak uzay zaman içinde, kendiliğinden gerçekler olarak var olan bu türden nesnelerin ve olayların hareketlerini, iliĢkilerini incelemekten, bunlar arasındaki yasal düzenlilikleri tesbitten ibarettir. Öyle ki, K=m.a dediniz mi bütün kapılar açılıverir önünüzde! Masanın üzerinde yuvarlanan bir bilya düşününüz. Galilei demiş ki, “eğer hiçbir dış kuvvet olmasaydı, bu bilya sonsuza kadar düzgün doğrusal bir şekilde hareketine devam ederdi”...İşte size, sadece klasik fiziğin değil, bütün bir klasik bilimin de ilk köşe taşı. Galile‟nin meşhur “Atalet Kanun‟u”. Newton‟un Birinci Kanunu‟yla aynı aşağı yukarı. Böyle bir Ģey mümkün müdür, yani, bir cismin üzerine etkide bulunan dıĢ kuvvetleri mutlak bir Ģekilde sıfıra indirgemek mümkün müdür diye düĢünmeyiniz. Klasik bilime göre, pratikte olmasa bile, ilkesel olarak mümkündür bu. Çünkü, her Ģeyin, her nesnenin “objektif-mutlak” varlığını temel alarak yola çıktığınız için, zaten daha iĢin baĢında bunu kabul etmiĢ oluyorsunuz. Bu türden bir “objektivite”, her türlü dıĢ etkiden bağımsız olarak, kendiliğinden var olabilme anlayıĢını temel alır. Zaten, mutlak bir KS olan “boĢ uzay”a göre var olma anlayıĢının çıkıĢ noktası da bu değil midir! “BoĢ uzay”a göre var olmak demek, dıĢ kuvvetin sıfır olması halinde de gerçekleĢebilmek demektir. 6 Bu anlayıĢ bizi, “kapalı bir sistem” olarak var olabilen bir evren anlayıĢına kadar götürür4. DıĢ kuvvetin sıfır olması halinde var olabilme anlayıĢının sonucu budur. Böyle bir evrende, değiĢme, geliĢme, yani hareket, bütün bunlar hep lokal gerçekliklerdir; karĢılıklı olarak mekanik yer değiĢtirmeden öteye gidemezler. Ki, bütün bunların da “asıl varoluĢla” hiçbir alâkası yoktur!... “Asıl varoluĢ”? ĠĢte mesele! Kapalı bir sistemde, “mutlak, objektif realiteler” olarak var olan Ģeylerin, bu “asıl varlıkları”nın kaynağı ne oluyor peki? Bir idee olarak“Allah”, ya da, “onlar zaten ezelden beri vardırlar”, “maddenin varolmak için baĢka bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur” anlayıĢları ne güne duruyor! ĠĢte, klasik bilimin felsefi temelleri bunlardan ibarettir!5. Klasik fizik ve Newton için, atom fiziği de son derece basittir. Elektron ve proton, son tahlilde, tıpkı iki bilardo topu gibi, birbirlerinden bağımsız olarak varolan “objektif-mutlak maddi gerçeklerdir”. Bunların uzay içinde belirli bir konumları, hızları, momentumları vardır. Atom, her biri daha önceden mutlak bir gerçeklik olarak var olan bu iki unsurun (yani elektron ve protonun), daha sonra, elektriksel ve manyetik kuvvetlerle etkileşerek birbirlerine bağlanmalarından ibarettir. Elektronun ve protonun her ikisinin de bir elektriksel yükleri (q) ve buna bağlı olarak da birer elektriksel alanları (E) vardır. Bunlar, bu elektriksel alanları aracılığıyla birbirleri üzerine, adına “Coulomb Kuvveti” denilen, elektrostatik bir kuvvetle etkide bulunurlar (K=E.q). Newton‟un Üçüncü Kuvvet Yasası kapsamında, birbirine eşit ve zıt yönlü kuvvetlerdir bunlar. Elektron protonu bir (Ke) kuvvetiyle etkilerken, proton da elektronu buna zıt, fakat eşit bir (Kp) kuvvetiyle etkilemektedir. Ve böylece biribirlerine bağlanırlar. Elektron ve proton, birbirlerini sadece elektriksel alanlarıyla değil, manyetik alanları (B) aracılığıyla da etkilerler. Ve birbirleri üzerine manyetik bir kuvvetle de (K=Bqv) etkide bulunurlar. (Buradaki v, diğerinin manyetik alanı içinde hareket eden parçacığın hızını, q da elektriksel yükünü gösteriyor). Elektriksel alan ve elektriksel kuvvet, parçacıkları birbirine bağlayan eksen doğrultusunda etkide bulunurken, manyetik kuvvet buna doksan derece dik yönde etkide bulunuyor. Böylece, elektron ve proton birbirlerine elektriksel alanlarıyla bağlanırlarken, manyetik alanları da onların kendi etraflarında ve sistem merkezinin etrafında dönmelerine sebep oluyor. Sistem böyle oluşuyor... Ortaya çıkan tablo son derece basittir! Sistemi oluĢturan unsurların, yani elektron ve protonun, birbirlerine göre gerçekleĢen bu hareketleri özünde klasik “düzgün dairesel” hareketlerdir. Elektron ve proton, elektriksel ve manyetik de olsa, esas itibariyle K=ma ya uygun kuvvetlerin etkisi altında, “düzgün dairesel” bir Ģekilde sistem merkezinin etrafında dönmektedirler. Bunlar, yörüngeleri üzerinde sabit bir hızla hareket ediyor olsalar bile, hız sürekli yön değiĢtirdiği için, bütün düzgün dairesel hareketler gibi, bu da özünde ivmeli bir harekettir. Çünkü hareket, merkeze doğru çeken bir “merkez çekim kuvvetinin” etkisi altında gerçekleĢmektedir. Hızları ve ivmeleri büyüklük olarak değiĢmese de, bunlar vektörel olarak sürekli yön değiĢtirmektedir. [13] Klasik fiziğin atom anlayışıyla, astronomik sistemlerin oluşumu ve hareketlerine ilişkin temel yaklaşımları arasında da pek fazla bir fark yoktur. Bunlar da gene aynı ilkelere göre 4 Açık ve Kapalı sistemler için bak; Sistem Teorisi‟nin Esasları”, www.aktolga.de Bu görüşleri tanıdınız değil mi! İşte size idealizm ve Materyalizm!... Dikkat ederseniz bu iki dünya görüşünün çıkış noktası, ya da temel kabulleri aynıdır. Birinde herşey metafizik bir “idee” üzerine kurulurken, diğerinde de bunun yerini gene metafizik bir “madde” anlayışı alır!.. 5 7 gerçekleşirler. Aradaki tek fark, atomda elektronlarla protonlar (atom çekirdeği) birbirlerine elektriksel kuvvetlerle bağlanırlarken, örneğin güneş sisteminde, güneşle gezegenlerin birbirlerine adına “gravitasyonal kuvvet” denilen “başka türden bir kuvvetle” bağlanıyor olmalarıdır. Ama bu da gene K=ma ya uygun bir “kuvvet” olduğu için, işin özü gene aynıdır. Çünkü, gezegenler de özünde güneş sistemi içinde “düzgün dairesel bir hareket” yapmaktadırlar... [K=G.m.M/R2 . Buradaki “K” iki makroskobik nesne arasındaki gravitasyonal kuvveti, “m” ve “M” bunların kütlelerini, “G” de gravitasyonal ivmeyi temsil etmektedir. “R” ise bu iki kütle arasındaki mesafedir]. Elinizdeki ipin ucuna bir taĢ bağlayarak döndürmeye baĢlayın. Aynen bunun gibi yani! Olay bu kadar basittir! TaĢın yerinde ister bir elektron olsun, ister dünya, hepsi de “düzgün dairesel” (yani ivmeli) bir hareket halindedir bunların. Ġpe bağlı taĢ örneğinde kolunuzla uyguladığınız kuvvetin yerine birincide elektriksel-manyetik kuvveti, ikincide de, “gravitasyonal çekim kuvvetini” koymuĢ oluyorsunuz o kadar, aradaki fark bundan ibarettir. “Merkezi bir kuvvetin” etkisi altında ivmeli bir hareket yapan taĢın durumu ne ise, elektronun ya da dünyanın durumu da odur! Klasik fiziğin dünyası-özü bundan ibarettir!... KLASĠK BĠLĠMĠN ÖZÜ VE TEMEL ÇELĠġKĠSĠ Buraya kadar yapılan açıklamalardan ortaya çıkan (ve klasik bilimin “sistem” anlayıĢını ortaya koyan) en önemli sonuç Ģudur: Klasik bilime göre, herbiri daha önceden mutlak gerçeklikler olarak varolan nesneler, biraraya geldikleri zaman, herhangi bir Ģekilde bir kuvvet-enerji sarfederek birbirlerini etkilerler, etkileĢirler. Sonra da, karĢılıklı olarak birbirlerine bağlanarak, her biri karĢı tarafın kuvvet alanı içinde, yani bir kuvvetin etkisine tabi olarak (bir köle gibi) varlıklarını sürdürürler. Bunun, bu birlikteliğin adına da “sistem” denilir. Dikkat edilirse burada, her biri önceden mutlak bir gerçeklik olarak var olan nesneler, birbirlerine bağlanarak bir sistem haline geldikten sonra da gene halâ birbirleri üzerine bir kuvvet uygulamaya devam etmektedirler. ĠĢte, klasik fiziğin ve onun sistem anlayıĢının özü ve de bu özden kaynaklanan çeliĢkisi tam bu noktadadır! Çünkü, kuvvet sarfetmek demek enerji sarfetmek demektir. Eğer, bir sistemi meydana getiren unsurlar, bir arada kalabilmek için, bu Ģekilde devamlı enerji sarfetmek zorunda kalıyor olsalardı, sisteme dıĢardan enerji verilmemesi halinde, bir süre sonra sistemin çökmesi gerekirdi. Halbuki pratikte hiçte öyle olmuyordu! Örneğin, klasik fiziğe göre, elektron ve protonun birbirleriyle bağlı halde kalabilmeleri için (yani atomun varlığını sürdürebilmesi için) bunların elektriksel ve manyetik alanlarıyla, kuvvet-enerji sarfederek birbirleri üzerine sürekli etkide bulunuyor olmaları gerekmektedir. Ama eğer durum gerçekte böyle olsaydı, sürekli enerji kaybı nedeniyle, sonuçta sistemin dağılması gerekecekti. Halbuki hiçte böyle olmuyor, elektron ve proton birbirlerine bağlı olarak kaldıkları halde sistem enerji kaybetmeden mevcut denge halini sürdürebiliyordu. ĠĢte, klasik fiziği bitiren çeliĢki bu olmuĢtur. Çünkü, klasik fiziğin sınırları içinde bu problemin çüzülmesi mümkün değildi. Klasik bilimin bağ-bağlılık, kuvvet ve sistem anlayıĢıyla bu problemi çözmek mümkün değildi!... KUANTUM FĠZĠĞĠNE GĠRĠġ Klasik fizikle elektromagnetik teorinin bağdaştırılmasında da, kökü az önce yukarda bahsettiğimiz probleme dayanan sorunlar vardı. Elektromagnetik teoriye göre, elektriksel olarak yüklü parçacıklar (elektronlar) ivmelendirildikleri zaman enerji yayınlıyorlardı. Bu durumda, atom çekirdeğinin etrafında “düzgün dairesel” hareket yaparak dönmekte olan elektronların 8 da sürekli enerji yayınlıyor olmaları gerekecekti. Çünkü, elektronun “düzgün dairesel” hareketi son tahlilde ivmeli bir hareketti. Ama, öte yandan, eğer böyle olsaydı, o zaman da atom diye birşey olmayacaktı! Enerji kaybeden elektronlar çekirdeğin üstüne düşeceklerdi! Ki, dünyanın sonu olurdu böyle birşey de! Başka alternatif yoktu! Ya da belki de, belirli bir kuantum seviyesindeyken elektronun yaptığı yörünge hareketi “düzgün dairesel”-ivmeli bir hareket değildi! İkisi birden aynı anda doğru olamazdı bunların! Problemi Bohr “çözdü”! Ama daha önce, Max Planck enerjinin “kuantum” adı verilen, belirli enerji kapasitesine sahip parçacıklar aracılığıyla alınıp verilebileceğini göstererek zaten klasik fizikten kuantum fiziğine geçişin yolunu açmış, bu yoldaki çalışmaların öncüsü olmuştu. Bohr buna, elektronların, “kuantum seviyeleri” adı verilen enerji seviyelerindeyken enerji alıĢ veriĢinde bulunamayacaklarını, enerji alıĢveriĢinin ancak belirli kuantum seviyeleri arasındaki gidiĢ geliĢler esnasında mümkün olabileceğini de ekleyerek problemin çözümünde son noktayı koymuĢ oluyordu. “Bohr‟un Atom Teorisi” adı verilen teori böyle ortaya çıktı. Gerçekten de, elektronlar ancak kuantum seviyeleri arasındaki gidiş gelişler esnasında enerji alıp verebiliyorlardı. Çelişki çözülmüş, hem atom teorisi kurulmuş, hem de klasik fizik çok az bir yara alarak kurtarılmıştı! Olay, enerjinin sürekli bir akışkan olmayıp, kuantize bir gerçeklik olmasına bağlandı. Nereden bilecekti Newton bunu!. Enerjinin kuantize bir gerçeklik olması, mikro-kosmoza ilişkin olarak istisnai bir duruma yol açıyordu! Genel kurala, yani, elektronun (ve de dünyanın tabi) düzgün-dairesel-yörünge hareketinin “ivmeli bir hareket” olduğu ilkesine dokunulmadı! Ne yardan ne de serden geçilerek orta bir yol bulunmuştu! Hem klasik fizik kurtarılıyor, hem de kuantum fiziğinin temelleri atılmış oluyordu.. Kimse de sormadı ki; 1-Peki iyi güzel, atomun içinde belirli enerji seviyeleri var ve bu enerji seviyelerindeyken de elektronlar enerji alıĢveriĢinde bulunamıyorlar; ama, klasik anlayıĢa göre, bu durumdayken bile halâ ortada sistemi birarada tutan gerçek bir kuvvet bulunmaktadır, bu nasıl açıklanacaktır? 2-Ya da, elektron belirli bir enerji seviyesinde iken eğer arada foton alıĢveriĢi-gerçek bir kuvvet- yoksa, o zaman “sistem” nasıl birarada durmaktadır? “Virtuel”-yani hayali fotonlarla taĢınan hayali bir kuvvet mi idi sistemi birarada tutan? HerĢeyi-nesneleri“kendinde Ģey” olarak-objektif mutlak gerçeklikler olarak- kabul eden klasik fiziğin kuvvet anlayıĢıyla bu “virtuel” kuvvet anlayıĢı nasıl bağdaĢtırılacaktı? Olay çok açıktı! “Atom, belirli bir kuantum seviyesindeyken, elektronla proton arasında objektif bir gerçeklik olarak bir enerji-foton alış verişi yoktur” demek, bu durumda bunların arasında gerçek anlamda bağlayıcı bir kuvvet yoktur demektir. Ama eğer durum böyleyse, o zaman bu durumda elektriksel ve manyetik alanlar da objektif-mutlak gerçeklik olarak anlamlarını kaybetmezler miydi?... Hatta o zaman, belirli bir kuantum seviyesindeyken elektriksel yükün de objektif-mutlak anlamda bir önemi kalır mıydı! Peki bu durumda elektrondan ne kalıyordu ki geriye! Bu soruya verilecek cevabı Ģöyle formüle ediyordu kuantum fiziği: Belirli bir kuantum seviyesinde potansiyel gerçeklik olarak varolan bir elektron, bizim için, kendisine ait bütün özellikleri içinde barındıran bir “dalga fonksiyonundan” ibarettir! Çünkü o, bu haliyle (yani, bir baĢka duruma geçmesine neden olabilecek büyüklükte bir dıĢ kuvvetin etkisine maruz kalmadığı müddetçe) çekirdeğin 9 etrafındaki “konfigürasyon uzayında” “dönerek” atalet hateketini yapan objektif potansiyel bir gerçeklik olarak bir ihtimaldalgasından baĢka birĢey değildir6! Peki, iyi de, bütün bunlar Galile‟nin Atalet Yasa‟sıyla-Newton‟un Birinci Hareket Yasası‟yla- nasıl bağdaĢtırılacaktı? Çünkü, buna göre, objektif-gerçek bir kuvvetin etkisine bağlı olmaksızın özgürce yapılan hareket (yani atalet hareketi) sadece “düzgün doğrusal” bir hareket olabilirdi! Bu nedenle, elektronun belirli bir kuantum seviyesindeki hareketinin bir atalet hareketi olduğunu söylemek bütün bir klasik fiziği ve günlük hayatımızı temellerinden sarsacak sonuçlara yol açabilirdi! Bu durumda, dünyanın da, adına “çekim kuvveti” denilen bir kuvvet tarafından zorlandığı için değil de, özgürce, hiç bir kuvvetin etkisine maruz kalmadan döndüğünü ilan etmek gerekecekti! Elinden bıraktığın zaman yere düĢen kalemin ise, bir çekim kuvvetiyle yerküre tarafından çekildiği için değil, sen elinle onu tuttuğun müddetçe onun serbest düĢme-atalet hareketini engellediğinden, elini aradan çekince ortada hiçbir engel kalmadığı için (yani ortada onu etkileyen hiçbir gerçek kuvvet kalmadığı için) yere doğru düĢerek özgürce yoluna devam ettiğini söylemek gerekecekti. Bütün bunlar o zaman için yüksek sesle söylenilmesi mümkün olmayan Ģeylerdi! Birileri bu türden soruları ortaya atıp da kafaları karıĢtırmaya kalktıysa bile hemen olayın üstü kapatıldı. Klasik fizik kurtarılmıĢ, kuantum fiziğinin de temelleri atılmıĢ oluyordu, daha ne isteniyordu ki! Üzümünü ye bağını sorma! Evet, ortaya eklektik bir yapı çıkıyordu ama, kimse bunu sorgulamadı! Cevabı olmayan sorunları daha fazla kurcalamanın kimseye bir faydasının olmayacağı açıktı!... Ortada bağlayıcı bir kuvvet olmadan yörünge hareketi olurmuydu hiç! Akla mantığa aykırıydı böyle bir Ģey! Peki var mıydı böyle bir kuvvet? Klasik fiziğe göre vardı! Olması gerekirdi! Ama kuantum fiziğine göre de yoktu! Sonunda, “virtuel” fotonlarla taĢınan “kuvvet olmayan kuvvet” kavramı ortaya atıldı! Bilimadamları, belirli bir kuantum seviyesindeyken, elektronla proton arasında “virtuel” bir foton alıĢveriĢinin bulunduğunu söyleyerek soruları yatıĢtırmaya çalıĢtılar! Yani, ortada bir foton alıĢveriĢi vardı, ama biz bunu hiç bir zaman bilemezdik. Çünkü, bu fotonlar sistemin dıĢına çıkamadıkları için bunlar virtüel gerçekliklerdi. Aradaki alıĢveriĢ de zaten bu yüzden “virtuel bir alıĢ veriĢ” oluyordu!. Peki “o zaman buna da bir tür atalet hareketi” denilemez miydi? “Düzgün dairesel ivmeli hareketten”, “bir kuvvetin bulunması gerektiği” ilkesinden vazgeçmemek için, “virtuel fotonlar” aracılığıyla “virtuel bir kuvvet” yaratarak, elektronun gene de, “virtuel” de olsa, bir kuvvet tarafından döndürüldüğünü kabul ettiler, ama hiçkimse çıkıpta “o zaman bu da bir atalet hareketidir” diyemedi! Çünkü, ucunda taĢ bağlı olan ipi bir döndüren vardı! Ġçi su dolu kovayı da Newton döndürüyordu! Peki, elektronu kim döndürüyordu? Eğer ortada bağlayıcı bir kuvvet olmasaydı elektron, Galile‟nin dediği gibi, “düzgün doğrusal hareketine” devam ederek fırlar giderdi! DALGA MI TANECĠK MĠ? Peki ışık, foton adı verilen taneciklerden mi oluşuyordu, yoksa sadece bir dalga mıydı o? Ya da, içinde tanecikler bulunan bir dalga mıydı? Newton‟un, tanecik-parçacık görüşünde olduğu biliniyordu. Hollandalı bir matematikçi olan Huygens ise, ışığın bir dalga olduğunu öne sürüyor, dalga teorisinin temellerini atıyordu. Ama, ışık denilen bilmece öyle bir gerçeklikti ki, bazı deneyler onun bir dalga olduğunu, bazıları da taneciklerden ibaret olduğunu gösteriyordu. Hangisi doğruydu bunların? 6 Aslında bu durumda “dönme” kavramı bile fazladır! Çünkü bizim kullandığımız kavramlar günlük hayatımızın içindeki objektif-mutlak gerçeklik anlayışına göre şekillenirler. Elektronun dönmesi ise, bu türden objektif bir gerçekliğe değil, onun ihtimaldalgası içindeki potansiyel gerçekliğine tekabül eder. 10 Bu noktada, olayın aydınlığa kavuşması için yapılan çalışmalara en çok katkısı olan iki bilimadamının daha ismini belirtmemiz gerekiyor. De Broglie ve Schrödinger: Birden fazla monokromatik ıĢık dalgasının (yani, herbiri belirli bir frekansa sahip birden fazla dalganın) giriĢimi, bu dalgaların toplanması, (süperpozisyonu) olarak açıklanırken, aynı olayın, yani interferens (giriĢim) olayının, ıĢık yerine, elektronlar kullanıldığı zaman da gerçekleĢtiği görüldü. Bu, ve buna benzer deneylerin sonucunda, sadece fotonların değil, atom düzeyindeki bütün diğer parçacıkların da, hem bir tanecik, hem de bir dalga olduklarına karar verildi. Fotonlardan oluĢan bir dalga olarak ıĢığa “elektromagnetik dalga” denirken, belirli bir kütlesi olan diğer taneciklerin dalgasal hareketlerine de, “madde dalgaları” adı verilecekti. Bu durumda elektron, proton, nötron, hatta atomlar bile, bir dalga olarak ele alınabiliyorlardı. MeĢhur “Doppelspaltexperiment” te (Çift Yarıkla Deney) , bunların hepsi, tıpkı ıĢık gibi, giriĢim olayına yol açıyorlardı. Öyle ki, De Broglie‟nin, bu “madde dalgaları” fikri, esasa iliĢkin bir gerçeklik olarak kabul edildi ve herĢeyin, hatta makroskobik nesnelerin bile, prensip olarak bir dalga Ģeklinde ele alınabileceklerine karar verildi! Örneğin, yerküre bile, dalga hareketi yapan bir tanecik olarak ele alınabilirdi!. Sadece, dalga boyu olağanüstü küçük olacağı için, bunu farkedemezdik!... TartıĢmalar devam ediyor, ama tablo özünde değiĢmeden aynı kalıyordu. Ortada objektif bir realite vardı! Bu, hem bir tanecik, hem de bir dalga olarak var oluyor ve hareket ediyordu! Schrödinger bunun, bu hareketin denklemini bile yazdı. Ama anlayıĢ değiĢmedi. Belirli bir anda, uzay-zaman içinde, objektif bir realite olarak var olan, yani belirli bir konuma, hıza, hareket miktarına (momentuma), enerjiye vs. sahip olan nesnelerin hareketi esas alındı hep. Klasik fiziğin nesnelerinin yani... Buraya kadar kısaca, Heisenberg‟in “Belirsizlik İlkesi‟nin” ve kuantum mekaniği‟nin doğuşuna kadar geçen süreci ele alarak, esas konuya girmeden önce, nasıl bir zeminde durduğumuzu göstermek istedik. Şimdi artık kolları sıvayabiliriz! Çünkü, ta “karadeliğin” içindeki “tekliğe” (“Singularität”) kadar sürecek, bilimin uzak sınırlarında bir yolculuğa çıkacağız. Tabi bu arada, o “uzak sınırların” aslında ne kadar yakında olduklarını da görerek!... KUANTUM FĠZĠĞĠNĠN ESASLARI Konuya açıklık getirebilmek için basit mekanik bir örnek verelim: Bir gün arabanızla giderken sürat tahdidini aşmışsınız! Evinize bir mektup geliyor ve 50 km. yerine 70 km. hızla gittiğiniz için belirli bir miktar ceza ödemeniz isteniyor! Ne yapacaksınız? Mecbur ödeyeceksiniz! Çünkü, radara yakalanmışsınız! Köşede gizlenmiş trafik polisleri radarla hızınızı ölçmüşler. Üstelik bir de fotoğrafınızı çekmişler bu arada! “Cumartesi günü saat 13‟ de köprüyü geçerken, tam köprünün ortasında” gerçekleşmiş olay! Yani, belirli bir “an” da ve belirli bir “pozisyondaki” hızınız tam olarak belirlenmiş, yapacak hiç bir şey yoktur! Ödüyorsunuz! Ödemeyip de olayı mahkemeye götürseniz ve deseniz ki, “hayır, ben 50 km.yle gidiyordum. 70 km.lik hıza çıkmam radarın suçudur! Radardan gelen o sinyaldir ki, arabamın ivmelenmesine, yani hızının artmasına sebep olan odur”! Bu tür bir gerekçeyle kendinizi savunmanız ancak hakimi güldürmeye yeteceğinden ve siz de bunu bildiğinizden, ödüyorsunuz parayı, olay bitiyor!... Ama diyelim ki, arabanıza, radardan gelen sinyali aldığı anda otomatik olarak arabanızı hızlandıracak özel bir alet monte edilmiş olsun! Biraz da abartarak, bu hız artışının aniden büyük boyutlara ulaşabileceğini de düşünelim! Aleti üreten ve arabaya monte eden firmadan da, aletin bu türden özelliklerine ilişkin resmi bir belge almışsınız, cebinizde duruyor! Bu durumda, bu belgeyi mahkemeye sunarak diyebilirdiniz ki, “bu alet bulunduğu sürece, hiç bir radar, hiç bir trafik polisi, bir arabanın, belirli bir andaki pozisyonunu ve hızını tam olarak belirleyemez. Bu, prensip olarak mümkün değildir! Çünkü, “bilmek ölçmekle gerçekleşir, ölçmek ise, en azından tek bir fotonla dahi olsa etkilemektir. Ancak siz bunu yaptığınız anda da, arabanın yerini ve hızını değiştirmiş oluyorsunuz. Bu yüzden, elde edeceğiniz ölçü 11 değerleri, ölçme işleminden bağımsız, objektif değerler olmayıp, ölçme işlemi esnasında gerçekleşen, gözlemciye göre, yani trafik polislerine göre bilgiler, değerler olacaktır”... Ve davayı kazanacaktınız!.. Yukardaki örnek bir metafor tabi, kuantum mekaniğinin özünü ortaya koyabilmek için kullandığımız mekanik bir örnek! Ama Heisenberg‟in “Belirsizlik İlkeleri‟nin” özü budur işte! Arabanın yerine, herhangi bir kuantum objesini koyun, örneğin bir elektronu, durum apaçık çıkar ortaya!.7 Normal koşullarda, radardan gelen sinyalin arabanın üzerindeki etkisi o kadar az olur ki, bu etki arabanızın yerini ve hızını o kadar az etkiler ki, bu, hesaba bile katılmaz. Ancak özel olarak yapılmış o ivmelendirici alettir ki o değiştirir her şeyi. Dışardan gelen etki, tek bir foton aracılığıyla dahi olsa, araca monte ettiğiniz alet etkiyi büyüterek kuantum dünyasındaki durumu gözler önüne sermiş olur. Çünkü, örneğin bir elektronun kütlesi o kadar azdır ki, dışardan tek bir foton bile onu etkilese, hiç bir özel alet monte etmeye gerek kalmadan, o tek bir ölçme fotonu bütün süreci-ölçme işlemini etkileyebilir. Ve buradan yola çıkarak da biz deriz ki, “hiç bir gözlemci bir elektronun belirli bir andaki yerini ve hızını tam olarak belirleyemez”. İstediğiniz kadar hassas ölçü aletleri kullanınız, bu gene böyledir. Yani bu ilkesel bir olaydır. Peki buradan çıkan sonuç nedir? “Gerçekte”, gözlemciden bağımsız-objektif bir gerçeklik olarak-dalga hareketi yaparak varolan bir parçacık şeklinde bir elektron vardır da, üzerinde ölçme işlemi yaparak onun uzay-zaman içindeki bu varlığına ilişkin değerleri bilmek mi mümkün değildir; yani, sorun sadece, elektronun, kütlesinin azlığından dolayı hassas olmasıyla mı ilgilidir? Yukardaki araba örneği-makroskobik mekanik bir örnek olduğu için sanki (elektron sözkonusu olduğu zaman da) böyle bir sonuç çıkıyormuş gibi oluyor! Evet, olayı böyle yorumlayanlar, kuantum fiziğini-mekaniğini- bu türden bir zemin üzerinde açıklamaya çalışanlar var- halâ da varlığını sürdürüyor bunlar! Örneğin, Einstein da bunlardan biriydi!8 Ama bir de, Bohr-Heisenberg ekibinin başı çektiği ve bilim tarihine kuantum fiziğinin “Kopenhag yorumu” diye geçen anlayış var. Kuantum fiziği deyince olay zaten esas olarak bu platformda tartışmaya açılıyor. Buna göre (yani, kuantum fiziğinin Bohr ve Heisenberg‟in baĢını çektiği Kopenhag yorumcularına göre) sorun sadece ölçme iĢlemiyle-onun yetersizliğiyle ilgili değildir, çünkü, ölçme iĢlemine baĢlamadan önce “gerçekte”de bu türden mutlak değerler yoktur. “Nereden biliyorsun ki var olduğunu” diyordu Kopenhag‟cılar! Bilmek ölçmekle gerçekleĢiyordu, ama, ölçerek bilmeye çalıĢtığınız nesneye ait ölçü değerlerini de ölçme iĢlemi esnasında kendiniz yaratıyordunuz!. Yani, olay bilincimize yönelik sübjektif bir eksiklikle ilgili değildi. Bırakınız bir elektronun yerini ve hızını aynı anda tam olarak tesbit etmenin mümkün olamayacağını bir yana, ölçme iĢleminden önce uzayda mutlak bir pozisyona ve hıza sahip bir elektronun “varlığı” bile tartıĢma konusuydu! Çünkü, bir elektronun belirli bir pozisyona sahip olarak gerçekleĢmesi için onu mümkün olduğu kadar dalga boyu küçük bir fotonla etkilemeniz gerekiyordu. Ama hiç bir zaman, dalga boyu sıfır olan bir foton olamayacağından, ölçme fotonunun dalga boyu küçüldükçe frekansı da artacak, elektronu lokalize etmek için göstereceğiniz çaba onu daha çok ivmelendirecek, yani hızını daha çok değiĢtirecekti. Bu durumda, bir elektronun uzay içindeki pozisyonunu belirlemek için yapacağınız çalıĢmalar, aynı anda, onun momentumunu, ya da hızını belirlemek için yapacağınız çalıĢmaların önüne bir engel olarak çıkacaktı. 7 Tabi bu, sadece ölçme-bilme iĢleminin pratiğine iliĢkin bir örnek olarak düĢünülmelidir. Yoksa, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronun durumu çok daha farklıdır. Yani “ölçme iĢlemine baĢlamadan önceki” elektronla arabanın “görünen durumu” aynı değildir! Araba örneği tamamen mekanik bir örnektir. Ölçme iĢleminden önce öyle araba gibi elle tutulurtanecik yapısına sahip objektif bir gerçeklik olarak bir elektron yoktur ortada! 8 Bu şekilde düşünenlerin elektron-ya da foton dedikleri zaman bundan anladıkları dalga hareketi yaparak varolan bir tanecik, ya da parçacıktır. Yani hep o sahne-aktör, ya da otoyol ve onun üzerinde giden arabalar anlayışı!.Bu anlayışa göre nesneler ve uzay biribirlerinden ayrı şeylerdir. Nesneler, tıpkı o aktörler, ya da arabalar gibi içinde yeraldıkları uzaydan bağımsız olarak varolurlar-hareket ederler.. 12 Ama bütün bunların, günlük hayatın akıĢı içindeki makroskobik cisimler için bir anlamı yoktu! Makroskobik nesneler üzerinde ölçme iĢlemi yaparken ölçü aletlerimizle yapacağımız etki çok küçük olacağı için, bunu hiç hesaba bile katmadan büyük bir rahatlıkla, “Ģeyler, bizden, gözlemciden, ölçme iĢleminden bağımsız olarak var olan objektif realitelerdir” diyebilirdik! Örneğin, bir arabaysa söz konusu olan, “araba, trafik polisinden bağımsız olarak var olan objektif bir realitedir” diyebilirdik. Belirli bir anda, belirli bir yeri ve hızı vardı arabanın. Trafik polisinin yaptığı ise, sadece, “zaten var olan” bu değerleri tesbit etmekten ibaretti. Günlük hayatımızı belirleyen bakıĢ açısının özü bu idi. Bu alanda, bir elektron için söyleyemeyeceğimiz Ģeyleri kolaylıkla bir araba için söyleyebilirdik. Günlük hayatımız hep bu türden kabuller üzerine kurulmuĢtur zaten! Makroskobik dünyada uygulamaya-günlük hayata- yönelik yaklaĢık değerlere, pratik çözümlere kimsenin bir diyeceği olamaz tabi!. Ama, buradan yola çıkarak, günlük hayatın akıĢı içinde iĢimize yarayan bu pratik kabulleri genelleĢtirir de, bunları bir dünya görüĢünün temelleri haline getirirsek, o zaman iĢler değiĢir! Yani, günlük hayattan yola çıkıpta, “nesneler, her biri kendinde Ģeyler olarak, hiç bir KS‟ ne bağımlı olmaksızın var olan objektif gerçeklerdir” sonucuna varırsak, bu bambaĢka birĢey olur. ĠĢte zaten meselenin özü de buradadır. Yoksa, klasik fiziğe kimsenin bir diyeceği olamaz! Ġnsanlığın geliĢme sürecinin bir ürünüdür bu. Ġnsanlar önce, maddeyi ve onun hareketini görünüĢteki haliyle kavramaya baĢlıyorlar ve daha derinliklerine girmeden ne görüyorlarsa onu dile getiriyorlar. Buna yönelik “yasalar” geliĢtiriyorlar, kendi “bilimlerini” yaratıyorlar. Ve sonra, her aĢamada biraz daha ileri gidiyorlar. GörünüĢteki perde biraz daha aralanıyor. “Realite” dediğimiz Ģey, biraz daha ayrıntılı olarak ortaya çıkmaya baĢlıyor. Klasik fizikten kuantum fiziğine geçiĢin özü de bu değil midir zaten!.. KUANTUM TEORĠSĠ VE REALĠTE ANLAYIġI Kuantum teorisinin Kopenhag yorumcularına göre, ölçme nesnesi olan bir elektronun gözlemciden bağımsız-mutlak bir varlığının söz konusu olamayacağını, bu yüzden, olmayan bir şeyin belirli bir andaki yerinden ve hızından da bahsedilemeyeceğini söyledik. Ölçme nesnesinin, ölçme işlemi esnasında, karşılıklı etkileşmeye bağlı olarak yaratıldığını ifade ettik. Burada hemen Ģu soru çıkıyor ortaya. “Ne yani, ölçme iĢlemine baĢlamadan önce o elektron yok muydu”?9 “Elektronun varlığı gözlemciye mi bağlıdır? Bu tıpkı, arabanın varlığının trafik polisinin yaptığı hız ölçme iĢlemine bağlı olduğunu iddia etmek gibi bir Ģey olmuyor mu? Eğer soruna bu Ģekilde yaklaĢırsak, bunun ucu bir tür pozitivizme, ya da idealizme varmaz mı?. Çünkü, bu durumda Ģeyler, ancak biz onlarla etkileĢmeye girdiğimiz an bir varlığa, gerçekliğe sahip oluyorlar. Ya ölçme iĢleminden önceki durum”?..ĠĢte meselenin özü, canalıcı noktası burasıdır! Klasik fizikle, kuantum fiziğinin ayrıldığı nokta da iĢte tam buradadır. Ama biraz sonra göreceğiz ki, kuantum fiziğinin Ģimdiye kadar henüz daha çözemediği problemler de gene tam bu noktada ortaya çıkıyorlar! 9 Burada, şu meşhur “ölçme işlemi” kavramına dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü, buradaki “ölçme işleminden” kasıt aslında etkileşmedir. Örneğin, bizden-ölçme işlemini gerçekleştiren o gözlemcidenbağımsız bir şekilde uzayın herhangibir yerinde etkileşen iki elektron da bu anda biribirlerini yaratarak biribirlerine göre objektif gerçeklikler olarak ortaya çıkmaktadırlar. Burada bütün mesele, etkileşmenin ve varoluşun hangi koordinat sistemine göre gerçekleştiğiyle ilgilidir. Ama işte bir türlü kavranılamayan da varoluşun bu izafi gerçekliği anlayışı oluyor zaten. Çıkış noktası olarak varoluşun mutlaklığı temel alındığından, birileri bunu savunurken, başka birileri de buna karşı çıkacağım diye olayı sübjektif idealist bir zemine sürüklüyorlar!.. 13 Bir Ģey daha! Sistem Teorisi‟nin ve Ġnformasyon ĠĢleme Teorisi‟nin önemi de gene tam bu noktada ortaya çıkıyor! “VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi”de bu noktada kendini ortaya koyuyor.[3] Önce, yukardaki temel soruya klasik fiziğin verdiği cevabı ele alalım: ġeyler, her türlü gözlemciden (KS‟den) bağımsız olarak var olan, bizatihi, mutlak, objektif gerçekliklerdir.. Bu nedenle, onların sahip oldukları özellikler de kendilerine ait (“intrinsic”) mutlak değerler oluyor.. Bunlar, değiĢik gözlemciler tarafından çeĢitli ölçme iĢlemleriyle farklı biçimlerde belirlenebilirler, ama objektif gerçeklikler oldukları için özünde gözlemcilere göre değiĢmezler. Çünkü bu değerler ölçme iĢleminden önce de var olan Ģeylerdir.. Kuantum teorisi olaya daha farklı bakıyor tabi: Bir elektronun belirli bir andaki yerini ve hızını tam olarak ölçemeyeceğimiz gerçeği ilkesel bir sorundur onun için. Aslında, sadece yere ve hıza iliĢkin olarak da değil, aynı Ģekilde, kütlesi-enerjisi vb. yani, elektronun bütün özdeğerlerine iliĢkin olarak da geçerelidir bu ilke. O halde (kuantum fiziğine göre), belirli bir “an‟a” iliĢkin olarak, söz konusu bu değerlerini tam olarak bilemeyeceğimiz (ölçerek elbette) bir elektronun, bu değerlere ölçme iĢleminden önce de sahip olduğunu söylemek metafiziktir. Çünkü, bilmek için ölçmek lazımdır. Ölçmek ise, ölçme nesnesini en azından bir fotonla etkilemektir. Ama etkileyince de “zaten var olan değerleri” tesbit etmiĢ olmuyorsunuz. Ölçme-etkileme iĢlemi esnasında gerçekleĢen, bu etkileĢmeye bağımlı olan değerleri elde ediyorsunuz. O halde, elektronun ölçme iĢleminden önceki varlığına iliĢkin hiçbir objektif gerçeklikten bahsedemeyiz. Bu haliyle elektron sadece potansiyel bir gerçekliktir ve bir ihtimaldalgası (“Wahrscheinlichkeitswelle”) olarak ifade edilebilir. Bu ise sadece, ilerde elektron üzerinde herhangi bir ölçme iĢlemi yapıldığı taktirde ortaya çıkabilecek mümkün sonuçlara iliĢkin ihtimalleri temsil edebilir.10 Yani, örneğin bir elektronun belirli bir andaki yerini belirlemeye iliĢkin bir deney yapmak istiyorsanız eğer, önceden sadece Ģunu söyleyebilirsiniz: ġöyle Ģöyle yaparsak, büyük bir ihtimalle elektron Ģurada olabilir. Bunun dıĢında hiçbir Ģey söyleyemeyiz. Ancak, dikkat ederseniz, bu durumda bile, ihtimaldalgasının içinde önceden var olan mutlak değerleri açığa çıkarmıĢ olmuyoruz. Elektronun objektif varlığı (ve buna iliĢkin özdeğerleri) ihtimaldalgası‟nın içindeki potansiyel değerlerle, bunlar üzerine gerçekleĢen etkinin sonucudur... KRĠTĠK SORU ġöyle ifade edelim: Uzayda, herhangi bir yerde bir elektron var ve baĢka bir elektron geliyor buna çarpıyor! Ama bütün bunlar bizden, bizim o meĢhur “gözlemcimizden” (hem maddi olarak, hem de onun iradesinden) bağımsız bir Ģekilde cereyan ediyor! Yani, bizim gözlemcinin böyle bir olayla ne bir iliĢkisi var, ne de bu olaydan haberi! ġimdi, bu çarpıĢma-etkileĢme anında, o elektronlar orada herhangi bir gözlemci (ve de onun sübjektif iradi müdahalesi) olmadığı halde, birbirlerini temel alan KS‟lerine göre izafi objektif bir realite olarak gerçekleĢiyorlar mı, gerçekleĢmiyorlar mı? Biz orada olup bitenleri bilemediğimiz halde, o anda bu elektronların birbirlerine göre belirli bir varlığı oluĢuyor mu, oluĢmuyor mu? Böyle bir olay karĢısında kuantum teorisinin kurucularının konumu nedir? Ya da, böyle bir olay neden hiç ilgilendirmiyor onları 10 Bu ifadelerin hepsi doğrudur; ama dikkat edin, kuantum fiziğinin kurucuları bu arada hiç KS‟nden bahsetmiyorlar! Hep bir “gözlemci” kavramıdır gidiyor, herĢeyin temeli o “gözlemci”!. Sanki ondan baĢka bir KS söz konusu değil! Bu durumda tabi iĢin rengi de değiĢiyor ve varoluĢ olayı gözlemciye-hatta onun iradesine bağlı sübjektif idealist bir “gerçeklik” halini alıyor! Mekanik-materyalist-mutlakçı ve de pozitivist anlayıĢa karĢı çıkılırken, sübjektif idealist-ama ne tuhaftır ki gene pozitivist bir zemine kayılıyor! Biri diyor ki, “o an-her an-varolan Ģey objektif mutlak bir gerçekliktir, gerisi boĢtur”; diğeri ise, “hayır, belirli bir anda varolan Ģey, gözlemcinin iradesine bağlı olarak o an gerçekleĢip sübjektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkandır” diyor!.Beğen beğendiğini!... 14 acaba, neden böyle bir soruyu hiç sormuyorlar kendi kendilerine? (Aslında soruyorlar belki de; ama onlara göre bilme durumunda olmadığımız Ģeylerin varlığından bahsedilemeyeceği için, böyle bir soru zaten anlamsız kalıyor!! Çünkü, onlara göre Ģeyler ancak biz onların varlığını bildiğimiz zaman, bildiğimiz için vardırlar!!...) Kuantum teorisini ve onun “realite” anlayıĢını eleĢtirerek onu idealizme kaymakla suçlayan (içinde Einstein‟ın da bulunduğu) klasik görüĢe bağlı materyalist bilimadamları ise diyorlar ki, “ne yani, Paris Ģehri bizden bağımsız objektif mutlak bir gerçeklik değil midir”11? “Aynen bunun gibi, o iki elektron da, hem çarpıĢmadan önce, hem de çarpıĢmadan sonra birbirlerinden bağımsız olarak varolan objektif mutlak gerçekliklerdir. Önce bunu bir kabul edelim, çarpıĢmanın onların üzerindeki etkisini daha sonra konuĢuruz”!.. Kuantum teorisinin kurucuları (önce doğru olarak), “bir olayın, ya da bir nesnenin, bizimle iliĢkiye girmeden önce (yani bize göre objektif bir gerçeklik haline gelmeden önce) bizim için potansiyel bir gerçeklik olduğunu” söylüyorlar. “Çünkü, Ģeyleri, ancak bizimle olan iliĢkileri bize göre objektif gerçeklikler haline dönüĢtürür” diyorlar. Buraya kadar tamam, bütün bunlara ben de katılıyorum aynen. Ama dikkat ederseniz daha sonra onlar burada takılıp kalıyorlar. Çünkü onlar için KS hep o gözlemci, yani “biz” olarak kalıyor! Bu durumda da tabi, gerçekliğin gözlemcinin dıĢında baĢka hiçbir KS‟ne göre tanımlanamayacağı sonucu çıkıyor ortaya! Ki, sanırım sorun da burada! Bunun nedeni ise, onlar için gerçekliğin sadece bize göre tanımının önemli oluĢu. “Hem sonra” diyorlar ki, “eğer iĢin içinde biz-yani gözlemci-yoksak nereden bileceğiz ki gerçekliğin bizden bağımsız olarak da varolup olmadığını”! Bu durumda iĢ, dönüp dolaĢıp, “bizimle iliĢki halinde olan Ģeylerin dıĢında baĢka objektif gerçeklik yoktur” anlayıĢına dayanıyor! Yani evet, “Ģeyler, bizimle-gözlemciyle-iliĢki haline geçmeden önce potansiyel gerçekliktir” diyor Kopenhagcılar da, tamam, buraya kadar doğru; ama daha sonra, “nedir o potansiyel gerçeklik” diye sorduğunuz zaman buna verecek cevapları kalmıyor onların! Bu durumda siz de anlıyorsunuz ki, onların “potansiyel gerçeklik” olarak tanımladıkları Ģey, maddi hayatın içinde hiçbir karĢılığı bulunmayan, Einstein‟ın Kopenhagcıları eleĢtirirken kullandığı o “hayalet dalgası” kavramından baĢka birĢey değildir! Ben diyorum ki, bizimle iliĢkileri olmadan önce, baĢka koordinat sistemlerine (KS) göre izafi objektif gerçeklikler olarak ortaya çıkabilen-çeĢitli Ģekillerde varolabilen nesneler-bu durumda bizim için potansiyel gerçekliklerdir ve ancak bir ihtimal dalgasıyla temsil olunurlar. Bu doğrudur. Ama buradan hiçbir Ģekilde, “bu evrende bizimle-gözlemciyle iliĢkiye girmediği sürece hiçbir Ģeyin varlığı gerçek değildir” gibi bir sonuç çıkmaz! Bu türden sübjektif idealist bir görüĢle (ki, bu tür yaklaĢımlar kuantum teorisinin kurucularına ait olsalar bile) kuantum teorisinin iliĢkisi olamaz! Bütün mesele, gerçekliği hangi KS‟ ne göre belirlemeye çalıĢtığımızla, hangi KS‟ne göre konuĢtuğumuzla ilgilidir. 11 Einstein, Heisenberg ve Bohr‟un realite anlayışına-onların kuantum mekaniğini kavrayış biçimlerinebu örneği vererek karşı çıkıyordu o zaman. 15 Ġtiraf etmek gerekir ki bu konu, yani objektif gerçeklik olarak var oluĢun izafiliği konusu, Heisenberg ve Bohr‟da açık değildir! Bu yüzden de, sanki her Ģey, bütün bir var oluĢ süreci, sadece “gözlemciyi” temel alan KS açısından önemliymiĢ gibi bir sonuç ortaya çıkabiliyor! Ancak bizzat etkileĢerek gerçekleĢtirdiğimiz Ģeyler önemli olunca, bunun ötesi bir illüzyondan ibaret kalıyor. Tipik sübjektif idealist egoist-pozitivist dünya görüĢü! Sen varsan herĢey var, sen yoksan herĢey bir illüzyondan ibaret! Bu ön açıklamalardan sonra, Ģimdi artık bizi ilgilendiren esas konuya, kuantum teorisinde etkileĢme öncesine izafe edilen o meĢhur “potansiyel gerçekliğin” gerçekliği konusuna geçebiliriz... DIġ KUVVET VE KUANTUM DALGALANMALARI Her biri başka objelerle ilişkileri içinde var olan, henüz etkileşme halinde olmadıkları için, birbirlerine göre potansiyel gerçeklik durumunda olan A ve B gibi iki obje biraraya geliyorlar. Bunlar iliĢkiye geçtikleri an, yani aralarındaki etkileĢme baĢladığı an birbirleri için izafi objektif gerçeklikler haline gelirler. Önce, o ilk “an”da, “baĢlangıç durumu” (initial state) dediğimiz bir iliĢki zemini oluĢur. Ve bu zemin üzerinde gerçekleĢen etkileĢmelere bağlı olarak da sistem “son duruma” ulaĢır. Bir örnek verelim. A bir insan olsun, B de herhangi bir nesne. Örneğin, ormanda gezerken karşılaştığımız o yılan! İlk karşılaşma anı, gösterilen ilk tepki, sonra da “ikinci etkileşme”... Bunların hepsini İkinci Çalışma‟da ayrıntılı olarak ele aldık [2]. Olay sona eripte “son durum” oluştuğu an, şu ya da bu şekilde, arada bir denge, bir sistem kurulmuş oluyor. Ve yılan artık bizim için etkileyici bir dış kuvvet (bir durum değişikliğine sebep olabilecek bir nesne-etken) olmaktan çıkıyor; hem kendi içimizdeki (otonom sinir sistemi ve organlardan oluşan) A-B sistemi açısından, hem de organizma-nesne (yılan) ilişkisi-sistemi açısından. Her iki sistem açısından da bir denge durumu (Ruhezustand) oluşuyor12. Dış kuvvet tamamen sıfır mıdır peki bu durumda? Olay bitmiş bizim için. Herhangi bir tehlike falan yok. Ama yılanı görmeye devam ediyoruz; daha doğrusu, hiç bir şekilde yeni bir etkiye maruz kalmaksızın onu seyrediyoruz. Aynı durum (state) içinde kalarak, bir durumdan baĢka bir duruma 12 Bu durumda, organizmanın iç diyaloğu açısından, yani, otonom sinir sistemi ve organlar açısından, yılanla olan ilişki artık değiştirici bir dış kuvvet durumunda değildir. Aynı anda, bir bütün olarak organizmayla (organizmayı temsil eden nöronal modelle, selbst‟le) yılan arasındaki ilişki açısından da, artık sistem üzerine etkide bulunan net bir kuvvet mevcut değildir. 16 geçmemize neden olacak bir etkileĢme olmaksızın seyrediyoruz. Bu arada gene belirli mesajlar geliyor-etkiler oluyor tabi, ama bunlar kuantize bir yapıya sahip olan sistemin durum değiĢtirmesine neden olacak boyutlarda olmadığı için bu iliĢki açısından denge-atalet hali bozulmuyor. Şimdi, yukardaki örnekte insanı bir gözlemci olarak düşünerek, yılanın yerine de bir elektronu koyunuz, durum aynıdır. Foton geliyor, etkileşme oluyor ve elektron yeni bir kuantum seviyesine çıkarak, yeni bir denge kuruluyor. O andan itibaren, elektron gözlemci açısından bir “ihtimaldalgasıdır” artık. Yani, içinde bulunduğu kuantum seviyesinde atalet halindedir. Peki nedir bu “atalet hali”, hiç mi dış etki yoktur o an elektronun üzerinde? Yani dış kuvvetin mutlak anlamda sıfır olduğu kapalı bir sistem haline mi dönüşmüştür artık elektron? Hayır! ġunu hiç unutmayalım. DıĢ kuvvetin mutlak anlamda sıfır olması hiç bir zaman mümkün değildir. Sadece, izafi olarak, belirli bir etkileĢmeye göre oluĢan bir dengeatalet söz konusu olabilir. Yoksa aynı anda, “dıĢardan” gene etkilenme devam ediyor. Ancak, sistem gerçekliği kuantize bir yapıya sahip olduğundan, bunlar belirli bir eĢiği aĢarak onun bir durumdan baĢka bir duruma geçmesine neden olamıyorlar. Yani, bir durumdan baĢka bir duruma geçmek için gerekli olan etkileĢme eĢiğinin altında kalıyorlar. ĠĢte biz bu türden, belirli bir durumun içinde kalan etkilenmelere “kuantum dalgalanmaları” diyoruz. İki nöron arasındaki sinaptik bir bağlantıyı düşününüz. Normal koşullarda belirli bir “denge durumu potansiyeline” (“Ruhepotential”) sahiptir buradaki nöronlar. Ve öyle, presinaptik nöronun aksonlarından gelen her impuls da bu dengeyi bozamaz. Dengenin bozularak (“depolarisation”) sistemin aktif hale gelebilmesi için sisteme “dışardan” gelen impulsların (girdi) belirli bir eşiği aşması gerekir. Ancak bu eşiğin aşılması durumundadır ki, bu, postsinaptik nöronun aksonlarında bir aksiyonpotansiyelinin oluşmasına yol açabilir. Sistem dışardan gelen informasyonu işleyerek bir reaksiyon modeli oluşturur (sinaptik aralığa belirli bir miktar nörotransmitter dökülür) ve sonra da buna uygun bir aksiyonpotansiyeli ortaya çıkar. Bir insanın var olmasının ne anlama geldiğini İkinci Çalışma‟da gördük.[2] Var olmak, dıĢ dünyayla-nesnelerle iliĢki içinde-karĢılıklı etkileĢmelere bağlı olarak her an yeniden yaratılan organizmal varlığın, self-nefs adını verdiğimiz nöronal bir modelle temsil edilerek gerçekleĢmesidir. Burada, nefsi (self) temsil eden ve “dıĢardan gelen etkiye” karĢı nöronal bir reaksiyon modeli olarak gerçekleĢen etkinlik, son tahlilde, nöronal ağ‟larda meydana gelen bir aksiyonpotansiyelinden ibarettir. Yani, sizin o bir yere sığdıramadığınız “varlığınızı” temsil eden Ģey, son tahlilde, her an yeniden yaratılan bir aksiyonpotansiyelinden-elektriksel impulstan baĢka bir Ģey değildir! Ki o da, “dıĢardan” gelen bir girdiye karĢı reaksiyon olarak her seferinde yeniden gerçekleĢiyor. Yani öyle, kendiliğinden aktif hale gelen nöronların temsil ettiği mutlak bir faaliyet falan söz konusu değildir!! Her an baĢka bir girdiyle aktif hale gelen nöronal ağları bir an için pasif halde düĢünürseniz, yani, dıĢardan gelen etkilerin mevcut sinaptik bağlantıların eĢiğini aĢamadığını düĢünürseniz, bu durumda artık “sizin” varlığınızın ve onun temsilinin de sinapslar arasındaki potansiyel bir bilgiyi temsil eden “potansiyel bir gerçeklikten” baĢka anlamının kalmadığını görürsünüz! Bu durumda “varlığınızı”, ancak, hafızanızda daha önceden kaydedilmiĢ bulunan nesnelere ve olaylara iliĢkin aksiyonpotansiyellerini aĢağıya-çalıĢmabelleğine indirerek gerçekleĢtirebilirsiniz! ĠĢte, buna benzer bir durum bir elektron için de geçerlidir! Bir elektron da, dıĢardan gelen bir nesneyle etkileĢtiği an, etkileĢtiği bu nesneye karĢı belirli bir reaksiyonu gerçekleĢtirirken objektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkar, gerçekleĢir. Yani, bir elektronun objektif varlığı da, her seferinde, etkileĢme anında gerçekleĢen, etkiye karĢı bir tepki, bir reaksiyon olarak ortaya çıkan izafi bir oluĢumdur. Fizik kitaplarından bir elektronun objektif varlığına iliĢkin öğrenebileceğiniz Ģeyler, tamamen, onun etkileĢme anında gerçekleĢen-ortaya çıkan izafi varlığına iliĢkin bilgilerdir; yoksa öyle, varlığı 17 kendinden menkul-mutlak bir elektrona ait bilgiler değildir bunlar! Yani, elektriksel ve manyetik alanıyla, Heisenberk Ġlkeleri sınırları içinde her an belirli bir konuma, momentuma, hıza, belirli bir kütle-enerjiye sahip olan “objektif izafi gerçeklik” bir elektron ancak etkileĢme anının ürünüdür. EtkileĢme sona eripte belirli bir kuantum seviyesine çekilerek atalet hareketine baĢladığı an, izafi de olsa objektif gerçeklik olan “elektronun” yerini onu temsil eden bir “ihtimaldalgası” alıyor. Ġhtimaldalgasının içinde potansiyel bir gerçeklik olarak var olan bir elektronun ise, artık ne objektif bir kuvveti temsil eden bir elektriksel-manyetik alanı vardır, ne de uzay-zaman içinde tanımlanabilir objektif bir varlığı! Peki elektron “yok mu olmuĢtur”! Gene araba örneği gibi mekanik bir örnek verelim! İnsanın derin uyku halini düşününüz! Ya da koma‟daki bir insanı! Bu durumda insanın nefsi (self) oluşmaz. Yani organizmal varlığı temsil eden bir “temsilci” (bir nöronal etkinlik, bir aksiyonpotansiyeli) yoktur ortada. Çünkü, soluk alıp vermenin dışında dış dünyayla herhangi bir etkileşme yoktur. Bir tür atalet halidir bu da. Nefes alıyorsun, iç organların çok yavaş da olsa çalışmaya devam ediyorlar. Yani belirli bir “durumun” (state) içindeki yaşam devam ediyor. Az önce “kuantum dalgalanmaları” olarak tanımladığımız düzeyde bir yaşam bu. Ama self-nefs oluşmuyor. Yani, çevreye karşı reaksiyonlar birlikte oluşan bir bilinç yok. Şimdi, bu durumdaki bir insan “var mıdır”-yoksa artık “yok” mu olmuştur? Koma halindeki, ya da derin uyku halindeki bir insanın varlığı ne anlama gelmektedir sizce? Peki ya “beyin ölümü” halindeki bir insanın “varlığı” sizin için ne ifade ediyor? İki durum arasındaki fark nedir? “Beyin ölümü” halindeki bir insan tıbben ölmüĢ kabul ediliyor. Derin uyku, ya da koma hali ise atalet hali oluyor; bu durumda insanın potansiyel “varlığı” henüz devam ediyor yani; ölüm olayı henüz gerçekleĢmiĢ değil. ĠĢte, derin uyku hali ya da koma durumundaki bu “varlık”, bu var oluĢ hali, tıpkı bir ihtimaldalgası olarak var olan elektronun potansiyel varlığı gibidir! Çünkü, insan için “var olmak”, bir moleküller yığını olmak değildir. Bir sistem içinde gerçekleĢmektir. Bunun da iki yolu vardır; ya, atalet halinde “var oluyorsunuz” (ki bu durumda bir dıĢ gözlemci için sizin varlığınız potansiyel bir gerçekliktir), ya da, etkileĢme esnasında izafi objektif bir gerçeklik olarak... Var olmanın bu iki halini, bu mekanizmayı, az sonra Çift Yarıkla Yapılan Deney‟i (Doppelspalt Experiment) incelerken tekrar ve daha ayrıntılı olarak ele alacağız. Biz şimdi önce şu “kuantum dalgalanmalarını” biraz daha açalım. Diyelim ki, elektronun n 1 seviyesinden n 2 ye çıkması için belirli bir enerjiye ihtiyacı var ( E h v ). Bu, elektrona göre bir dış kuvvetin-etkileşmenin minimum ölçüsüdür. Eğer “dışardan” gelen etki (ve buna bağlı olarak enerji) bunun altındaysa, o zaman, elektron gene bunu alır, ama bu etki ve enerji onu bir üst seviyeye çıkarmaya yetmeyeceği için, bu sadece, onun aynı kuantum seviyesinin içinde bir miktar dalgalanmasına yol açar o kadar. Aynen bir su yatağındaki dalgalanmalar gibi yani! Ancak, bunlar denge durumunu bozacak, bir kuantum seviyesinden diğerine geçişi gerçekleştirecek bir ivmelenme değildir. “Dışardan gelen” ve bu kuantum dalgalanmalarına kaynak olan nesne, bu durumda, elektron için, onun etkileştiği yeni bir nesne, ya da bir “dış gözlemci” değildir! State-durum-sistem içi etkenlerdir bunlar. Yani, aynı denge durumunun içindeki unsurlardır. Bu yüzden buradan, “madem elektronu etkilemeden de onunla ilişki kurmak mükün olabiliyormuş, o zaman, bizim gözlemci de normal bir fotonla değil, frekansı daha az olan, sadece kuantum dalgalanmalarına yol açacak cinsten bir fotonla onu etkiler, onu hiç değiştirmeden onun mutlak varlığı hakkında bilgiler toplayabilir” sonucu çıkarılamaz!! Derin uyku halinde nefes alırken hava, sizin için etkileşerek yeni bir denge durumu oluşturacağınız bir nesne değildir. Uyku haline geçişle birlikte oluşan durum, zaten aldığınız havayı da içine alan bir denge durumudur. ĠĢte, bir sistemin, dıĢ kuvvetin sıfır kabul edildiği durumlarda, dıĢ gözlemciler için hiç bir objektif realiteye tekabül etmeyen, onlar için potansiyel olan, bir sır olan bu haline, onun bu atalet halinedir ki, o sistemin iç dünyası diyoruz. Böyle bir durumda, sistemin içindeki kuantum dalgalanmalarına bağlı olarak atalet halini sürdüren elementler de, 18 ancak sistemin diğer elementlerini temel alan KS lerine göre bir anlama sahip olabilirler. Bu halleriyle onların, sistem dıĢındaki bir dıĢ gözlemci için varlıkları sadece potansiyel bir gerçekliktir ve ancak hiç bir maddi realiteye tekabül etmeyen bir ihtimaldalgasıyla (“Wahrscheinlichkeitswelle”) ifade olunabilir. DIġ KUVVET NEDĠR? BUNUN “GĠRDĠ-ÇIKTI” KAVRAMLARI ĠLE ĠLĠġKĠSĠ... Klasik fizikte (mekanik dünyada) “dış kuvvet”, “dış gözlemci” deyince bundan ne anlaşıldığı açıktır. Çünkü burada çıkış noktası “kendinde Ģey” anlayışıdır. Kuantum fiziğinde bu değişir gibi olur. Yani en azından, eski anlayış büyük bir darbe alır, sarsılır. Ama gene de olay tam yerine oturtulamaz. Bazı şeyler açık kalır. Sistem Teori‟si ve Ġnformasyon ĠĢleme Teorisi13 işte tam bu noktada önem kazanıyor. Problem evrensel boyutlarıyla ilk kez burada ele alınma olanağını buluyor.[3] Mutlak anlamda “dıĢ kuvvet” diye birĢey yoktur aslında!14 Belirli bir sisteme göre-izafi olarak- “dıĢardan” gelen ve onu etkileyen kuvvete “dıĢ kuvvet” diyoruz biz. Ancak, dikkat ederseniz, söz konusu sistemle iliĢkinin-etkileĢmenin- baĢladığı o ilk “an”dan itibaren bu kuvvet artık bir dıĢ faktör-“dıĢ kuvvet”- olmaktan çıkmakta, sistem içi KS‟lerine göre tanımlanabilen bir etken-girdi- haline dönüĢmektedir. ĠliĢki baĢlamadan önce zaten öyle (söz konusu sistem açısından) “dıĢ kuvvet” diye tanımlayabileceğimiz “objektif gerçeklik” mutlak bir “kuvvetin” bulunmadığını da düĢünürsek, bu anlamda, bizim “dıĢ kuvvet” olarak tanımladığımız Ģeyin, sadece etkileĢme “an”ında objektifizafi gerçeklik olarak bir anlama sahip olduğunu, bunun dıĢında (yani etkileĢme öncesinde) bu kavramın bizimle iliĢkiye girme ihtimali olan potansiyel gerçeklikler için kullanılabileceğini anlarız. Bizim dıĢımızdaki baĢka sistemlerin “çıktıları”-outputları bizim için “girdi” haline gelmedikçe bunlar bize göre potansiyel dıĢ kuvvet unsurlarıdır. Bunlardan bizim için izafi objektif- gerçek bir kuvvet-etken-girdi haline gelenlerin, kaynak için de ancak o an objektif izafi bir gerçek-çıktı-output haline geldiğini düĢünürsek, bir çıktının ancak baĢka bir sistem için girdi haline geldiği zaman ona göre izafi objektif gerçeklik haline dönüĢtüğünü söyleyebiliriz. Yani, belirli bir sistem açısından “son durum” olarak ifade edilen gerçekliğe hemen öyle (objektif bir gerçeklik olarak) “çıktı”-output diyemiyoruz (örneğin, ampulden çıkan ıĢık hemen o an objektif bir gerçeklik değildir)!... O, “çıktı”output olarak gerçekleĢirken, aynı anda, iliĢki içine girdiği nesneyle birlikte yeni bir AB sisteminin oluĢumunda “girdi”-input rolünü de oynamalıdır. Ki, bu da ancak ıĢık bir nesne ile etkileĢtiği an gerçekleĢir (yol boyunca ıĢığın hava molekülleriyle etkileĢimi de bu kurala tabidir). Öyle kendinde Ģey bir “çıktı”, ya da “girdi” söz konusu olamaz! ġimdi, bütün bu açıklamaların ıĢığında, gözlemci-elektron iliĢkisinin nasıl geliĢtiğini görelim. Gözlemci (A) ve elektron (B), bunların her ikisi de, ilişkiye geçmeden önce birbirleri için potansiyel gerçekliklerdir. Gözlemci, ölçme aleti aracılığıyla elektronun üzerine bir foton 13 „Sistem Teorisi“ ve „İnformasyon İşleme Teorisi“ (İnformation processing theory) adı altında, akademik alanda tanınan, üniversitelerde okutulan bir uzmanlık alanı yok henüz! “Sistem analizi” yapılıyor, hatta “Sistem Mühendisliği” bile var, ama sistem teorisinden ne anlıyorsunuz diye sorsanız kimseden doğru dürüst bir cevap alamazsınız! Bazı üniversitelerin internet sitelerinde rastlayacağınız „System theory“ „nin ise ne olduğunu bu işle uğraşanların bile bildiğini sanmıyorum! (Bu konuda daha geniş açıklamalar için, http://www.aktolga.de/t4.pdf 14 Çünkü, “dışarısı” diye mutlak anlamda bir “objektif gerçeklik” yoktur!... 19 gönderdiğinde, bu foton elektrona değdiği zaman, o an bu foton gözlemcinin ölçü aletleriyle birlikte oluşturduğu sistem açısından bir “çıktıdır”-output‟tur. Ama o, aynı anda, elektronu temsil eden sistem için de bir “girdi”-input olarak gerçekleşir. Ve bu zemin üzerinde bir etkileşme başlar. Ne olur yani? Elektron fotonu, belirli bir informasyonu taşıyan bir “girdi” olarak kabul eder, bunu sistemin içindeki bilgiyle değerlendirip işleyerek, diyelim ki bir üst enerji seviyesine çıkar ve sonra da aldığı enerjiyi dışarıya vererek tekrar eski seviyesine iner. Evet, burada sistemin “çıktısı”-output‟u dışarıya verilen bu fotondur15; ama bu (foton), “çıktı”output sıfatını ancak gözlemciyle olan ilişki içinde- gözlemciye göre bir “girdi” olarak gerçekleşirken kazanır. Yani, gözlemciye gelene kadar (yol boyunca) gözlemci açısından henüz daha objektif bir gerçeklik değildir o!16. Sonuç: Gözlemcinin gönderdiği mesaja-fotona karĢılık olarak elektrondan gelen cevabı taĢıyan foton-mesaj, ölçme iĢlemi baĢlamadan önce objektif bir gerçeklik olarak varolan elektrona ait zaten varolan objektif değerleri getirmemektedir. O, gözlemcinin gönderdiği fotonla-mesajla etkileĢerek değiĢen, değiĢirken de, bu iliĢki esnasında, bu iliĢkiye göre izafi olarak var olan elektronun sahip olduğu son durumu yansıtmaktadır. Ama bitmedi! O an, yani gelen mesajı aldığı an, gözlemci de artık eski gözlemci olmaktan çıkar! Gelen fotonu bir informasyon olarak alan gözlemci, bunu, daha önceden sahip olduğu bilgilerle değerlendirip-iĢleyerek yeni bilgilere sahip olunca bu arada onun beyninde bunları temsil eden yeni sinaptik bağlantılar da oluĢur ve en baĢtaki gözlemci değiĢtirerek öğrenirken, öğrenerek değiĢmiĢ olur... DEĞĠġTĠRMEK MĠ DEĞĠġMEK MĠ?... Bu “değiştirmek” kavramı çok tehlikeli! Eğer dikkat edilmezse bir anda kendinizi pozitivistmekanik dünyanın içinde kaybedersiniz! Deminki gözlemci+elektron ilişkisine dönersek, gözlemciye göre, yani gözlemciyi temel alan KS‟ ne göre, dış kuvvetin kaynağı kendisi olduğu için, o, kendisini hep değişimin nedeni“değiştirici” olarak görür. Ancak olayı bir de sistem merkezini temel alan (gözlemci-elektron sisteminden bahsediyoruz) “bağımsız” bir gözlemci açısından görmek gerekir.17 Gözlemciden gelen foton sistemin içinde bir “girdi” olarak gerçekleştiği andan itibaren elektronun yaptığı iş, gözlemci-elektron sisteminin bu girdiyi işleyerek oluşturduğu cevabı gerçekleştirmekten ibarettir (aynen postsinaptik bir nöronun aksonundan bir aksiyonpotansiyelinin oluşması gibi). Elektronun bir üst enerji seviyesine çıkmasını ve sonra da tekrar eski yerine dönüşünü belirleyen reaksiyon modelini temsil eden gözlemcidir. Çünkü, elektrona gönderilen foton bu işe uygun bir foton olarak özellikle seçilmiştir. Bu durumda, sistemin dominant unsuru gözlemci, motor unsuru da (değişimi gerçekleştiren) elektron olmuş oluyor. Ama, daha sonra o, yani gözlemci, elektrondan gelen cevapla birlikte kendisi de değişir. Yani, değiştirirken (değiştirdiği için) kendisi de değişmiş olur. Gözlemci açısından sadece “değiştirmek” olarak görünen süreç, gözlemci+elektron sistemi açısından bir informasyon işleme, değiştirirken değişme-yeni bir denge durumuna erişme sürecidir. Peki, gözlemciden gelen foton elektron tarafından nasıl tanınıyor? Bir atomu bir “refleks agent”18 olarak düĢünürseniz, elektronlarla çekirdek arasındaki iliĢkiler ve kuantize yapı, sistemin bütün özelliklerini olduğu kadar, onun bir dıĢ etkiye karĢı nasıl reaksiyon göstereceğine dair dispozisyonel davranıĢ modellerini de içinde 15 Bir soru: Elektronun “dışarıya bir foton vermesi-salması” ne anlama geliyor,o, tıpkı bir makineli tüfekten çıkan mermi gibi bir foton mu çıkarıyor dışarıya!!... 16 Yani, gözlemciye ulaşana kadar yol boyunca öyle dalgasal hareket yaparak ilerleyen kendinde şey objektif gerçeklik bir parçacık olarak anlaşılabilecek bir foton söz konusu değildir!! Yol boyunca “varolan” sadece “potansiyel gerçeklik” bir ihtimaldalgasıdır!... 17 Atomun içinde belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronla, atomdan kopmuş uzayda bir ihtimaldalgası olarak yol alan bir elektron arasında hiç bir fark yoktur. 18 “agent” bilişsel bilim dilinde otonom bir informasyon işleme birimi demektir. 20 barındırır. Yani atom, kendi içinde saklı tuttuğu bilgiyle tanır gelen fotonu. Ve gene onu bu bilgiyle iĢleyerek ona karĢı bir reaksiyon oluĢturur. Elektronların üst seviyelere inip çıkmaları, sistemin bir bütün olarak geliĢtirdiği (ve potansiyel olarak sistemin içinde mevcut olan) reaksiyon modellerinin hayata geçirilmesinden baĢka birĢey değildir. Yani elektronlar atomun içinde bir tür “motor sistem” rolünü oynarlar. O halde, öyle tek yanlı “değiĢtirmek”, ya da “değiĢtirilmek” diye bir Ģey yoktur! DeğiĢtirirken değiĢmektir esas olan. DeğiĢerek ve değiĢtirerek var olunuyor çünkü... POTANSĠYEL GERÇEKLĠĞĠN GERÇEKLĠĞĠ... ÇĠFT YARIKLA YAPILAN DENEY (“Doppelspalt-Experiment”) Bu kadar ön açıklamadan sonra artık bilim tarihinin o meşhur “Doppelspalt Experiment”ine (Çift Yarıkla Yapılan Deney) geçebiliriz. Hani şu, Feynman‟ın “fazla uğraşmayın yoksa kafayı üşütürsünüz” demeye getirdiği deneye! Bu arada Einstein‟la, Heisenberg ve Bohr arasında geçen tartışmalara da değineceğiz, ama önce biz nedir bu “Doppelspalt Experiment” onu bir görelim: [6,7] Ayrıntıları bir yana bırakıyoruz. Bir kaynak var. Onun önünde de ortasında bir delik bulunan bir ekran. Ve sonra da, uygun bir yerde, bu sefer üzerinde iki tane delik bulunan ikinci bir ekran duruyor. En arkada ise, deneyin sonuçlarının ortaya çıktığı sonuncu ekran.. İlk önce, elimize bir makineli tüfek alarak deneyi mermilerle gerçekleştirmek istiyoruz! Ve şekilde “kaynak” olarak gösterilen noktadan itibaren ekrana doğru ateş etmeye başlıyoruz! Önümüzde, kurşun geçirmez zırhla kaplanmış ve ortasında tek bir delik olan bir ekran bulunuyor. Bunun arkasında da gene zırhlı, ama iki tane delik olan ikinci bir ekran var. En arkada ise, gelen mermilerin en son durağı olan ekran; öyle ki, gelen mermileri toplayıp tesbit edebilmemiz için bu ekranın kumla kaplı olduğunu da düşünüyoruz. Amacımız, deliklerden geçerek gelen mermilerin bu son ekran üzerindeki dağılımlarını incelemektir. Ayrıntıları bir yana bırakarak devam ediyoruz. Eğer her iki delik de (1 ve 2 nolu delikler) açıksa, en sondaki ekran üzerine düşen mermilerin, şekilde görüldüğü gibi, ekran üzerinde N12 eğrisine uygun bir şekilde dağıldıklarını tesbit ederiz. Bu eğride yükselen bölgeler (a,b) daha çok merminin isabet ettiği yerleri gösterirken, (c) noktası da en az merminin isabet ettiği yeri göstermektedir. Bunun dışında, ayrıca, bu eğrinin 1 ve 2 nolu deliklerden geçen mermilerin tek başlarına çizdikleri eğrilerin toplamı olduğunu da tesbit ederiz. Yani, N12=N1+N2 . Şimdi, aynı deneyi su dalgalarıyla tekrarlayacağız. Kaynak yerine, elimizi suya sokup kıpırdatarak suda dalgalar oluşturuyoruz, bu yetiyor. Gene ayrıntıları bir yana bırakırsak, oluşan bu su dalgalarının önce birinci delikten, sonra da 1 ve 2 nolu deliklerden geçerek en sondaki ekrana ulaştığını görürüz. Ama bu sefer, deliklerin ikisi de açıkken elde edilen eğrinin, her seferinde sadece bir delik açıkken elde edilen eğrilerin toplamına eşit olmadığını farkediyoruz: I12 I1+I2 . (Buradaki I, dalgaların şiddetini-Intensität-göstermektedir. Dalgaların, belirli bir noktada taşıdıkları enerji demektir bu da). Yani, su dalgaları söz konusu olunca, 21 daha önce mermilerle gerçekleştirilenin tersine, bu sefer ortaya bambaşka bir sonuç çıkmaktadır. Deliklerden birini kapıyoruz, örneğin (1) noluyu, dalga sadece (2) nolu delikten geçtiği zaman, en sondaki ekranda I2 eğrisini elde ediyoruz. Aynı şeyi öbür deliği kapayarak tekrarlayınca da I1 eğrisini elde ediyoruz. Ama bunların toplamı I12 yi vermiyor! I12 eğrisi, mermi örneğinde olduğu gibi I1 ve I2 nin basit, matematiksel bir toplamı olmuyor. Ortada I1 ve I2 den farklı, 1 ve 2 nolu deliklerden geçen iki dalganın girişimiyle oluşan yepyeni bir gerçeklik vardır ve şekildeki I12 de bunu temsil ediyor. Buradan çıkan sonucu şöyle özetleyelim: Dalgaların şiddeti (yani intensität) onların yüksekliğine eşit olmayıp, bunun, yani yüksekliğin (Amplitude) karesine eşittir. Yüksekliği a1 ve a2 ile gösterirsek, I12=(a12)2 olur. Tabi bu durumda I1=a12, I2=a22 olacaktır. ġimdi, aynı deneyi bir de elektronları kullanarak tekrarlamak istiyoruz. Bu durumda kaynaktan, mermi, ya da su dalgaları yerine elektronların çıktığını düĢüneceğiz. Bunlar gene, deliklerden geçerek en sondaki ekrana geleceklerdir. Ekran yerine de, gelen elektronları tesbit eden bir dedektör kullandığımızı düĢünüyoruz. Aynı deneyi, fotonlardan oluĢan bir ıĢık demetini kullanarak da yapabilirdik. Arada hiç bir fark yoktur. Sonuç değiĢmiyor. Aynen su dalgalarında olduğu gibi, en sondaki ekranda, ya da dedektörde (bu bir fotoğraf filmi de olabilirdi) gene bir giriĢim (Interference) olayının gerçekleĢtiğini gorürüz. Elektronlar ve fotonlar, taneciklerden oluĢtukları halde, mermilerle yapılan deneyde olduğu gibi değil de, su dalgalarıyla yapılan deneydeki gibi sonuçlara yol açarlar. Foton yada elektronların yerine atomları kullanarak da yapılmıĢtır bu deney. Sonuç gene aynıdır. Yani, atomların da, tıpkı su dalgalarında olduğu gibi, giriĢime yol açtıklarını görüyoruz. Ama örneğin, moleküler düzeye çıkınca artık durum değiĢiyor. Biraz sonra aynı deneyi “tek bir elektronla” veya “tek bir fotonla” da yapacağız, ama önce burada azıcık duralım ve su dalgalarıyla, elektronlar ve fotonlar ve mermiler arasındaki farkı görelim: “Mermi” denilen Ģeyin ne olduğunu biliyoruz fazla uzatmaya gerek yok. ġimdi ben size birĢey söyleyeceğim; bir an için makineli tüfekten çıkan o mermilerin her birinin öyle düz bir hat üzerinde değil de dalgasal bir hareket yaparak da hedefe doğru ilerlediklerini düĢünün! Yani gözünüzde, belirli bir frekansa sahip dalgasal hareket yaparak hedefe doğru ilerleyen mermiler tasavvur edin! Sonuç değiĢir miydi? Bir mermi, ha düzgün bir hat izleyerek ekrandaki o çift yarığın önüne gelmiĢ, ha dalgasal bir hareket yaparak, sonuç değiĢir miydi; yani, o an o mermi, ağzıyla kuĢ tutuyor da olsa, aynı anda, ekrandaki o iki yarıktan birden geçerek daha sonra iki ayrı dalga Ģeklinde yoluna devam edebilir miydi? Hayır mı diyorsunuz! Neden hayır o zaman? Ha, demek ki, bir su dalgasıyla tüfekten çıkan bir mermi arasında-o mermi dalgasal bir hareket yaparak yol alıyor olsa da, gene de fark vardır, öyle mi? Peki, nedir o zaman o fark söyler misiniz bana? Hadi ben cevap vereyim sizin yerinize! Mermi, dalgasal bir hareket yaparak yol alıyor olsa da o yol boyunca, içinde hareket ettiği ortamdan “bağımsız” olarak varolan (en azından biz böyle düĢünürüz), hareket eden mekanik bir nesnedir. Su dalgası ise, bunun tam tersi! Bu durumda artık hareket ederek ekrandaki yarıkların önüne kadar 22 gelen Ģey, öyle dalgasal hareket yaparak ilerleyen bir parçacık-parçacıklar- değildir! Hareket eden, bizzat o hareketin içinde oluĢtuğu ortamın kendisidir. Dalga gerçekliği budur iĢte. Dalga, ancak belirli bir ortamın içinde oluĢabilir. Ortam yoksa dalga da yoktur! Yoksa, mekanik olarak “dalga hareketi yapan bir parçacığın hareketi” (eğer böyle birĢey mümkünse!) gerçek anlamda dalgasal bir hareket değildir! Evet, bir su dalgası da gene parçacık özelliğine sahip kuantumlardan oluĢmaktadır; ama buradaki parçacıklar-su moleküllerinden oluĢan o su kuantumları-artık “dalga hareke-ti yaparak ilerleyen”bir mermiye benzemezler! Gerçek bir dalga söz konusu olduğu zaman, dalga ve parçacık halleri öyle mekanik olarak birbirlerinden ayrıĢmıĢ “kendinde Ģey” “objektif varoluĢ halleri” olarak-eklektik bir Ģekilde-ele alınamazlar! Gerçek bir dalganın kuantumlarını, öyle “kendinde Ģey” nesneler olarak, her an belirli bir hıza, momentuma ve pozisyona sahip “objektif-mutlak gerçeklikler” olarak ele alamayız. Yani, bir su dalgası, öyle otoyolda hareket eden sayısız arabaların (bu arabaların herbiri-bir sarhoĢun yönetiminde!!- o an belirli bir dalgasal hareket yapıyor da olsalar!!) hareketlerinin toplamı olarak ele alınamaz! Evet, o da gene kuantizediryani belirli parçacıkların hareketlerinden oluĢmaktadır, ama dalga dediğiniz an, artık o “kendinde Ģey”-parçacık özelliğinden iz kalmaz ortada. Neden? Çünkü, o an o artık belirli bir ortamın hareketidir. Diyeceksiniz ki, “evet tamam, ama bütün bunlar onun-yani merminin- „makroskobik bir nesne‟ olmasıyla ilgilidir, merminin yerinde bir elektron ya da foton olduğu zaman durum değiĢir”! Ne değiĢiyor peki bu durumda? Nasıl oluyor da, bir elektronu-ya da fotonu-aynı zamanda, tıpkı bir su dalgası gibi bir dalga olarak da ele alabiliyoruz? “Mikroskobik” olunca değiĢen ne oluyor ki, bu durumda onlar otomatikman gerçek birer dalga haline geliveriyorlar? Yani, dalga olmayla ilgili olarak aradaki fark sadece, birinin “makroskobik” diğerinin “mikroskobik” olmasında mıdır? Çift yarığın önüne gelen parçacık “mikroskobik” olunca ortadan ikiye bölünüveriyor da, “makroskobik” olunca bölünemediği için mi aynı anda iki yarıktan birden geçemiyor!! Ya peki o su dalgası, o nedir, “mikroskobik”midir yoksa “makroskobik”mi? “Makroskobik olduğu halde o nasıl oluyor da “ikiye bölünebiliyor”?... Evet doğrudur, elektron mermi gibi makroskobik değil de mikroskobik bir nesne olduğu için bu durumda artık Heisenberg ilkelerinden fedakârlık yapamayız. Ama, buradan, bir elektronun-ya da fotonun- da, tıpkı o mermi gibi, “içinde hareket ettiği ortamdan bağımsız olarak varolan bir nesne” olduğu sonucu çıkmaz! Yani, “bunların özünde bir fark yoktur, her ikisi de-mermi de, elektron da- içinde yer aldıkları-hareket ettikleri-ortamdan bağımsız olarak varolan ve hareket eden objektif gerçekliklerdir” sonucu çıkmaz!! Merminin-ve bu türden bütün makroskobik nesnelerin- hareketine ilişkin sonuçlar günlük-mekanik- hayatın akışı içinde anlam kazanan, günlük hayatımızda bize yararlı olabilecek pratik sonuçlardır. Yani öyle, “biri makroskobik, diğeri mikroskobik” diyerek buradan esasa ilişkin sonuçlar çıkarılamaz! Hele hele, bu türden pratik bir kabule-ayrıma dayanarak, Çift Yarıkla Yapılan Deney açıklanamaz! Burada sorun, elektronun ve fotonun sadece “mikroskobik” nesneler olmalarıyla ilgili değildir, onların, içinde varoldukları-oluĢtukları ortamdan soyutlanamayacaklarıyla, bu ortamla birlikte, onu temel alan bir dalga olarak gerçekleĢmeleriyle ilgilidir. Daha baĢka bir deyiĢle, bu durumda hareket eden Ģey (dikkat ediniz, elektron veya fotondan bahsediyoruz) sadece o mermi gibi mekanik bir “parçacık” değildir, tıpkı o su dalgasında olduğu gibi, gerçek bir dalgayla birlikte belirli bir ortamdır. Peki, nedir o ortam bu durumda? Dalgasal bir hareket olarak bir elektronun veya fotonun içinde gerçekleĢtikleri o ortam nedir? Tek kelimeyle, uzaydır, uzayın kendisidir!... Peki, moleküler düzeyde (“makroskobik” planda) durum nasıl değiĢiyor? Deney, atomlar düzeyine kadar aynı sonuçları verirken (yani, aynen elektronlar ve fotonlar gibi atomlar söz konusu olduğu zaman da meydana gelen atom dalgaları gene o iki yarıktan birden geçebilirken), sıra moleküllere gelince durum neden değiĢiyor? Bu 23 durumda artık sonuçlar aynen o mermi örneğinde olduğu gibi çıkmaya baĢlıyorlar, neden? Moleküler düzeye çıkınca hareket, içinde yeraldığı ortam olarak uzaydan “bağımsız” bir hale mi geliyor acaba!! Elbette ki hayır! Bizim o “makroskobik” dediğimiz nesneler de gene son tahlilde madde enerjinin (içinde yeraldıkları uzayın) yoğunlaĢmıĢ Ģeklinden baĢka birĢey değiller. Yani, bu durumda da gene öyle “objektif mutlakkendinde Ģey gerçeklikler” diye birĢey yok ortada! Buradaki “makroskobik” olma halinin sınırlarını belirleyen iki nokta var. Birincisi açık, bizim günlük yaĢantımızın sınırları, duyu organlarımızın kapasitesi-alıĢkanlıklarımız falan. Pratikteki kabullerimizin sınırları bu sınırlarla çakıĢıyor. Ve öyle oluyor ki, bu durumda nesneler, sanki bir parçası oldukları uzaylarından bağımsız-onun üstünde yüzen “kendinde Ģey” varlıklarmıĢ gibi görünmeye baĢlıyorlar. Gerçek illüzyon budur iĢte! ”Makroskobik” olma halinin ikinci nedeni (fiziksel nedeni) ise, meydana gelen madde enerji yoğunluğunun artık frekansı çok büyük bir dalgaya tekabül ediyor olmasıdır. E=hv den yola çıkarsak (E,enerji, h, Planck katsayısı, v de frekans), bu durumda frekans o kadar büyüktür ki, meydana gelen yoğunluğu biz artık aynı zamanda bir dalga olarak da algılayamayız; ortada sadece “makroskobik” bir nesne görürüz o kadar. Gerçekte madde-enerjinin bütün yoğunlaĢma biçimleri aynı zamanda bir dalga da oldukları halde, yoğunluğun “makroskobik” düzeye eriĢtiği hallerde biz onları artık sadece bir parça-“kendinde Ģey”-nesne olarak görmeye baĢlarız. Örneğin, dünyamızı ve bütün diğer astronomik nesneleri ele alalım. Bunlar da gene özünde o elektron ve foton gibi içinde yeraldıkları uzayın yoğunlaĢmıĢ Ģeklinden ibarettirler. Ama buradaki parçacık-dalga hali, frekansı çok büyük bir dalgaya denk düĢtüğü için, bu durumda biz artık onları bir dalga olarak değil-“nesneler” olarak görürüz! Aslında sorun sadece bizim onları nasıl gördüğümüzle de ilgili değildir. Bu durumda o çift yarığın önüne gelen bir molekül dalgası bizim makroskobik dünyamızın ölçüleri içinde artık bir dalga gibi değil, tıpkı o mermiler gibi “tanecikler” olarak hareket edecektir. Madem ki olayı bütün yönleriyle ele almaya çalıĢıyoruz burada altı çizilmesi gereken bir nokta daha var ki o da Ģöyle: Az önce makroskobik nesnelerin günlük hayatımızın akıĢı içinde “kendinde Ģey” nesneler olarak göründüğünden bahsettik ve sonra da bunu açıklamaya çalıĢtık. (Bir havuzda suyun üzerinde yüzmekte olan buz kütlelerini düĢünün. Buradaki donarak yoğunlaĢma olayı buzun sudan ayrı “kendinde Ģey” objektif bir gerçeklik olduğunu mu gösterir!!) Örneğin, yer küre de aslında hem bir tanecik, hem de dalgasal bir yapı olduğu halde, pratikte, bu, frekansı olağanüstü büyük bir dalgasal harekete tekabül ettiği için bizim onu (tıpkı buz örneğinde olduğu gibi) sadece “tanecik” olarak gördüğümüzü söyledik. Bütün bunlar açık; ama bir mermi söz konusu olduğu zaman olay biraz daha karmaĢıktır, Ģöyle ki: Günlük hayatımızın akıĢı içinde makroskobik düzeydeki süreçlerin hemen hemen hepsi mekanik süreçlerdir. Örneğin bir merminin hareketi... Bunlar doğal süreçler içinde-doğal dengeye göre ortaya çıkan bir hareket değildir. Yani, yerkürenin hareketiyle bir merminin hareketi, ya da yolda giden bir arabanın hareketi aynı Ģey değildir!! Aradaki fark nedir mi diyorsunuz? Mekanik hareketler belirli bir kuvvete tabi olarak gerçekleĢirken doğal denge içinde ortaya çıkan hareketlerde böyle bir Ģey söz konusu olmaz! Yani, atomun içinde belirli bir kuantum seviyesinde hareket halinde olan bir elektronun, ya da güneĢin etrafında hareket halinde olan dünyamızın hareketi bir merminin hareketi gibi belirli bir kuvvetin etkisi altında gerçekleĢmez!!... Bu nedenle, bir merminin hareketini ele alırken burada onu (örneğin yerküremiz gibi) kendi uzayıyla birlikte hareket eden makroskobik bir nesnenin hareketi olarak ele alamayız!! Merminin sahip olduğu izafi bireysellik görünümü onun tabi olduğu 24 kuvvetin etkisiyle yaptığı mekanik hareketten kaynaklanır... Yani, sonuç olarak, hareket halinde olan bir mermi de tıpkı yer küre gibi kendi uzayıyla birlikte hareket eden makroskobik-doğal-bir nesne olarak düĢünülemez- ele alınamaz!! ĠĢte bu farklılıktır ki, günlük hayatımıza damgasını vuran mekanik hareketlere sanki bunlar kendinde Ģey-mutlak gerçekliklermiĢ gibi bir görünüm kazandıran da odur!... Ya peki bir su dalgası söz konusu olduğu zaman durum nedir? Dikkat edin, su dalgası dediğimiz şey, öyle elektron dalgası, ya da elektromagnetik dalga gibi bir uzay dalgası değildir!... Yani burada dalgaların içinde oluştukları ortam direkt olarak gravitasyonal alan değildir! O, yani su dalgası, su moleküllerinin biraraya gelmesiyle oluşan enerjisi-frekansı düşük paketlerin meydana getirdiği kendine özgü bir dalgadır! Burada altı çizilmesi gereken nokta, su dalgasını oluşturan kuantumların-“parçacıkların”, tıpkı o mermi gibi, içinde bulundukları ortamdan bağımsız bir şekilde sahnede rol yapan aktörler olarak ele alınamayacağıdır! Çünkü, su dalgası denilen hareket, onların bizzat içinde yer aldıkları ortam olan suyun kendisinin dalgasal hareketidir-varoluĢ Ģeklidir. Nitekim, eğer bu dalgaların üzerine, örneğin bir mantar parçası koyarsanız, o mantarın ancak, bulunduğu yerde, tıpkı bir sarkaç gibi, sadece aĢağı yukarı doğru salındığını görürsünüz. Yani, su dalgasında bu dalganın kuantumları olan parçacıklar öyle mermiler gibi bir yerden baĢka bir yere gitmezler! Onlar, tıpkı bir sarkaç gibi bulundukları yerde salınırlarken dalgasal bir hareketi de meydana getirmiĢ olurlar. Dalgasal hareket, son tahlilde, titreĢen ortamla birlikte meydana gelen sarkaçların belirli bir enerjiyi iletmelerinden baĢka birĢey değildir. ġimdi, bakalım bütün bu söylediklerimiz doğru mu, bunu kontrol edeceğiz! Yani, bir elektron (ya da bir foton) nedir, bunlar, tıpkı bir mermi gibi, içinde varoldukları uzaydan bağımsız bir Ģekilde “dalgasal hareket yaparak ilerleyen birer parçacık” mıdırlar, yoksa, aynen bir su dalgası gibi, içinde oluĢtukları ortamla birlikte hareket eden birer enerji paketi-dalga mıdırlar-bir ihtimaldalgası mıdırlarbunu göreceğiz? Bunun için, aynı deneyi, bu sefer “tek bir elektron”, ya da fotonla (veya “tek bir atomla”) gerçekleĢtirmek istiyoruz. “Teknik olarak bu mümkündür”. Önce “tek bir fotonla” başlayarak, kaynaktan “tek bir tanecik” olarak bir foton üretiyoruz ve ne olup biteceğini izlemeye çalışıyoruz; hiç bir yorum katmadan, olduğu gibi... Fotonumuz kaynaktan çıkıyor. Önce, üzerinde tek bir delik bulunan ilk ekrana geliyor ve onu geçiyor. Sonra, üzerinde iki delik bulunan ekrana geliyor. “Ve ne oluyorsa da zaten burada oluyor”! “Tek bir tanecikten oluşan fotonumuz”, burada “ikiye ayrılarak”, “aynı anda bu iki delikten birden geçiveriyor! Aynen su dalgalarında olduğu gibi, her iki delikten de tekrar birer dalga oluşuyor ve sonra da, bu iki dalga birleşerek ekrana ulaşıyorlar. Ekran üzerinde bulunan dedektör ise, o an, bu iki dalganın birleşmesiyle ekrana gelen şeyin, aslında, tek bir tanecik olan o foton olduğunu tesbit ediyor. Ama bitmedi, bir, iki, üç derken, binlerce fotondan sonra, ekran üzerinde, her birisi tek bir fotona denk düşen noktalar incelendiği zaman, bunun da, ekrana gelen dalgaların gerçekleştirdikleri girişim örneğine uygun bir şekil olduğunu görüyoruz. MüthiĢ birĢey!...”Kaynaktan tek bir tanecik çıkıyor”. Bu tanecik, ayni anda iki delikten birden geçerek iki tane dalganın oluĢmasına yol açıyor, sonra da bu iki dalga tekrar birleĢerek ekran üzerine düĢtükleri zaman, burada gene tek bir taneciğin ortaya çıkmasına yol açıyorlar! Ama bu kadar da değil!... Her seferinde, “tek tek tanecikler” olarak gelen ve ekranda tesbit edilen bu taneciklerin oluĢturdukları Ģekil incelendiği 25 zaman, bunun da gene bir dalganın Ģekli olduğu ortaya çıkıyor! Hadi bakalım kolay gelsin! Durumun gerçekten böyle olup olmadığını tesbit için, önce (1) nolu deliğin arkasına bir dedektör koyuyoruz. Ama bunu yaptığımız an, iki tane dalganın oluşmasını engellediğimiz için girişim gerçekleşmiyor. Bunu hemen ekrandaki şekilden tesbit edebiliyoruz. Aynı şey (2) nolu delik kapalıyken de böyle oluyor. Yani ancak, her iki delik birden açıkken gerçekleşiyor girişim. Bu sefer tutuyoruz, (1) ve (2) nolu deliklerin her ikisinin arkasına da birer dedektör yerleştiriyoruz. Ama bu durumda da, her defasında deliklerden ancak bir taneciğin geçtiğini görüyoruz. Yani, “iki delikten birden aynı anda geçen tanecik”, deliklerin ikisinin arkasına da birer dedektör koyunca, her defasında bir dedektörde ortaya çıkıyor!.. Bir yanda, ekran üzerinde ortaya çıkan sonuç, yani, ancak iki dalganın toplanması (süperposition) sonucunda ortaya çıkabilen giriĢim olayına yönelik Ģekil, ve bu Ģeklin gerçekleĢmesine yol açan, her birisi bir taneciği ifade eden, binlerce nokta, öte yanda da, (1) ve (2) nolu dedektörlerin yaptıkları tesbitlere göre, her seferinde, belirli bir anda, %50 ihtimalle bir delikten bir taneciğin geçtiği gerçeği... Çık iĢin içinden çıkabilirsen!... Tekrar kolay gelsin!... ġimdiye kadar kimse çıkamamıĢ bu iĢin içinden! Ve diyorlar ki, “bu böyledir”! “Bunu böyle kabul edin ve fazlada kurcalamayın”! “Yoksa kafayı üĢütürsünüz” [6,7]!... Ama biz devam ediyoruz! HerĢeyi göze alarak!... Birinci delikten geçişte karmaşık bir durum yok! Ama, “tek bir elektron” ikinci ekran üzerinde bulunan iki delikten birden aynı anda nasıl geçiyor? Önünüzde iki tane kapı var ve siz, aynı anda iki kapıdan birden geçebiliyorsunuz! Einstein “olmaz böyle şey diyor”! Ama geçiyor işte! Ortada bir realite var! “Tek bir foton”, aynı anda iki delikten birden geçiyor!... Heisenberg diyor ki, “kaynaktan çıktığı andan itibaren artık tek bir foton ve buna ilişkin bir dalga diye bir şey yoktur ortada”. “Ne vardır ya” diyor Einstein? O artık bir “ihtimaldalgasıdır” diyor Heisenberg; yani, “kaynaktan ekrana kadar olan uzayda yol alan şey bir ihtimaldalgasıdır”[18]. “Peki nedir bu ihtimaldalgası” diyor Einstein? Heisenberg gene, “bu sadece bir ihtimaldalgasıdır, öyle ki, fotonumuza tekabül eden enerji de ( E hv ) bu dalganın her tarafına yayılmıĢ vaziyettedir” diyor19. Bu dalgayı su dalgaları gibi objektif bir gerçeklik halinde tesbit etmeye çalıĢtığımız anda ise dalga yok oluyor ortadan ve onun yerini bir tanecik alıyor! Bu nedenle, “ihtimaldalgası” yol boyunca ortaya çıkan potansiyel gerçekliğe verilen ad oluyor... Heisenberg ve Kopenhagcılar (kuantum fiziğinin “Kopenhag yorumcuları”) diyorlar ki: “Yol boyunca bu ihtimaldalgasının içinde artık öyle foton diye tek bir tanecik bulunmadığı için, bu dalga da, tıpkı bir su dalgası gibi iki delikten birden geçebiliyor. Sonra da bunlar (her iki delikten çıkan dalgalar) tekrar birleĢerek (süperpozisyon yaparak) giriĢime yol açıyorlar. Bir ihtimaldalgası olarak ekrana gelen bu dalga ise ekranla çarpıĢtığı an bu etkileĢimin sonucu olarak hemen potansiyel gerçeklikten objektif gerçeklik alanına çıkıyor ve baĢlangıçtaki gibi tek bir foton halinde gerçekleĢiyor. Kaynaktan tek tek fotonlar olarak çıkarak yol boyunca birer ihtimaldalgası halinde ekrana kadar gelen fotonlar, burada, ekranla etkileĢmenin sonucunda gene tek tek fotonlar haline dönüĢüyorlar; ama daha sonra bir de bakıyoruz ki, bu taneciklerin meydana getirdikleri Ģekil, tıpkı su dalgalarında olduğu gibi gene bir giriĢimi temsil etmektedir”20. Bu açıklama Einstein‟ı tatmin etmiyor tabi ve diyor ki o da: “Öyle şeyler söylüyorsunuz ki, sizin bu söylediklerinizden tek bir sonuç çıkar. Sizin bu ihtimaldalganız bir hayalet dalgasıdır! Bunun başka izahı yoktur! Sizin açıklamalarınıza göre, kaynaktan ekrana kadar seyahat 19 20 Bakın bu ifade bile gene muğlâk! Yani gene uzaydan bağımsız birşey o! Hep aynı kafa yapısı!.. Bu konuda daha geniş açıklamalar için bak, [10,12,20,21] 26 eden şey bir hayaletten başka birşey değildir”! ”Öyle bir hayalet ki, ancak ekranla etkileşince tekrar yoktan varoluyor!” 21 Einstein ve kuantum fiziği... Einstein, hiç bir zaman, kuantum teorisi‟ni kabul etmemiĢtir. O, kuantum teorisi‟ni “henüz daha tamamlanmamıĢ, eksik bir teori” olarak görüyordu hep. Ve bunu da bütün ömrü boyunca ısrarla savunmuĢtur. Neden? Çünkü kuantum teorisi‟nin realite anlayıĢı, Einstein‟ın kafasındaki materyalist-realite anlayıĢına uymuyordu da ondan. Einstein‟a göre, özünde bir elektromagnetik dalga-alan olan ıĢık, foton adı verilen enerji paketlerinden, “kuantumlardan” oluĢan bir dalgadır. Yani, foton adı verilen “kendinde Ģey-objektif gerçeklik” parçacıklar, dalgasal bir hareket yaparak var olurlar. Örneğin, tek bir fotondan oluĢan bir ıĢığı düĢünürsek, kaynağından çıkmıĢ bir tanecik vardır ortada ve bu da dalgasal bir hareket yaparak “boĢ uzayda, ıĢık hızıyla hareket etmektedir”.22 Nasıl mı? Bu tanecik, yani foton, frekansına göre bir dalga hareketi yapıyor ve boĢ uzayda, tıpkı bir mermi, ya da bir kayık gibi dalgalanarak gidiyor!!... ĠĢte Einstein‟ın kafasındaki resim budur!23 Hem bir tanecik, hem de bir dalga karakterine sahip olan “objektif-mutlak bir gerçekliktir” burada söz konusu olan!... Ama Heisenberg pes etmiyor ve diyor ki: “Bilmek ölçmekle gerçekleĢir, ölçmek ise etkileĢmek ve etkileĢme sonunda ortaya çıkan değerleri tesbit ederek gerçekleĢtirmektir”. Yani, elde edilen ölçü değerleri, ölçme iĢlemi esnasında gerçekleĢen objektif-izafi değerlerdir ve ancak gözlemciyi temel alan KS‟ne göre bir anlam ifade edebilirler. Bir baĢka gözlemci, baĢka tür bir deney yapsaydı, baĢka ölçü değerleri (objektif değerler) elde edecekti!... EtkileĢmede birinin kullandığı fotonun enerjisi E1=hv1 iken, diğerininki E2=hv2 olabileceğinden, ölçme nesnesinin (ki bu ana kadar o sadece potansiyel bir gerçekliktir) etkilenmesi farklı sonuçlar verecektir. Yani, ölçme iĢleminden önceki potansiyel gerçekliğe ait “mutlak değerler” diye bir Ģey yoktur. Ölçme iĢlemiyle, “zaten var olan” belirli değerleri ortaya çıkarmıĢ, bilmiĢ olmuyoruz! Ölçme iĢleminden önce sadece, ölçme nesnesi olan elektronun potansiyel varlığını ifade eden ihtimal dalgasını esas alabiliriz. Bu durumda ancak, ölçme iĢlemi esnasında gerçekleĢtireceğimiz etkiyi de hesaba katarak, eğer böyle bir etkileĢme gerçekleĢirse, hangi mümkün değerleri gerçekleĢtirerek bilebileceğimizi söyleyebiliriz. Örneğin, eğer elektronun uzay-zaman içindeki konumunu, yani onun tanecik yapısını belirlemek-ölçmek istiyorsak, enerjisi daha fazla, yani dalga boyu daha küçük olan bir ölçme fotonunu kullanmamız gerekecektir. Yani, kuantum mekaniğine göre altı çizilmesi gereken Ģey Ģudur: “Elde edilen ölçme değerleri, ölçme iĢleminden önce ihtimal dalgasının içinde objektif birer realite olarak mevcut değildirler. Bunlar sadece potansiyel olarak vardırlar. Onları objektif gerçeklik haline dönüĢtüren bizzat etkileĢmenin kendisidir”. Einstein tabi tam tersini savunuyor! “Nasıl olur” diyor! “Yani, ölçme iĢlemiyle yerini ve hızını belirlediğimiz o elektron, daha önceden, objektif bir realite olarak yok muydu”? “Hayır” diyor Heisenberg! “Ġhtimal dalgasının içinde, öyle parçacık ve dalga olarak objektif bir gerçeklik yoktur, sadece bunlara iliĢkin bir potansiyel vardır”. Einstein‟a göre, “bir fizikçinin, bilim adamının görevi, doğada bizden (hem bizim bilincimizden, hem de, maddi olarak bizden) bağımsız-mutlak gerçeklikler olarak var olan nesneleri incelemek, onlar hakkında bilgiler toplamaktan ibarettir... Bu bilgilerimiz 21 Einstein‟ın Bohr ve Heisenberg‟le tartışmaları için[12,20,21]. Sadece Einstein‟ın mı, bugün kabul gören resmi görüş de böyle değil mi?.. 23 Sadece Einstein‟ın mı? Bugün bütün “bilimadamlarının” kafasındaki model de budur!!.. 22 27 bilimin bugünkü durumuna göre eksik olabilir, ama bilim ilerledikçe, gittikçe daha da mükemmelleĢecektir. Ve bunun sonu yoktur. Esas olan objektif-mutlak gerçekliktir”24. “Hayır, “ diyor Heisenberg! “Bilmek etkileĢmekle, ölçmekle gerçekleĢiyorsa eğer, bu iĢi yaparken en azından tek bir tane de olsa, bir foton kullanmak zorundasınız. Ama, bir tane de olsa, o bir foton her Ģeyi değiĢtirmeye yetiyor. Bu yüzen de, prensip olarak, hiç bir zaman „her türlü gözlemciden bağımsız objektif mutlak gerçeklik‟ diye bir Ģey olamaz. Bunun bilimin ilerlemesiyle vs.alakası yoktur”. Ve iĢ burada düğümlenip kalıyor. 90 yıldır da kıĢ uykusunda! Aslında Einstein çok akıllı! Kuantum mekaniği‟ni-onun dünya görüşünü, onun realite anlayışını bir kabul etse, bunun ardından nelerin geleceğini biliyor o! Öyle ya, eğer “potansiyel gerçeklik” denilen ihtimal dalgasının içinde objektif bir realite olarak parçacıkdalga karakterine sahip bir foton (ya da bir elektron) yoksa, bunlar, yani dalga ya da parçacık özellikleri, ancak etkileşme esnasında gerçekleşiyorlarsa, o zaman mutlak olarak var olan nedir? “Hiçbirşey” diyor Heisenberg, “mutlak anlamda hiçbirşey yoktur”!. Örneğin, belirli bir kuantum seviyesindeyken, öyle dalga-parçacık özellilerine sahip, belirli bir yörünge hareketi yapan, bu yörünge üzerinde, uzay-zaman içinde her an gerçek bir konuma sahip, belirli bir momentumu olan bir elektrondan bile bahsedilemeyeceğini açıkça belirtiyor. Ve diyor ki, “sadece, belirli bir uzaya (“Konfigurationsraum”) yayılmış, potansiyel bir gerçeklikten bahsedebiliriz. Ölçme, etkileşme işlemi esnasında gerçekleşen bütün objektif özelliklerin (parçacık, dalga vs.) içinde potansiyel olarak yer aldığı bir ihtimaldalgasıdır söz konunu olan”. Yani, belirli bir kuantum seviyesindeyken elektronun potansiyel gerçekliğini ifade eden ihtimaldalgası, bu haliyle, bize hiç bir zaman uzay-zaman içinde objektif anlamda gerçek bir elektron tanımı yapmıyor. O sadece, eğer bir ölçme iĢlemi, yani etkileĢme gerçekleĢtirilirse, bu sınırlı uzay içinde (Konfigurationsraum) elektronun bir parçacık, ya da bir dalga olarak ortaya çıkarılabilecek özelliklerine iliĢkin mümkün değerlere yönelik ihtimal yoğunluğunu veriyor. ile ifade edilen bu yoğunluğun baĢka bir 2 anlamı yoktur. Yani, “gerçekte” var olan bir parçacığın nerede, hangi uzay-zaman koordinatlarında tesbit edilebileceğini göstermiyor o!!... Einstein bütün bunları kabul edemezdi tabi! Edemezdi, çünkü kuantum mekaniğinin bu temel gerçeğini kabul etmek onun için kendi kendini inkar etmek anlamına gelirdi! Neden mi? O zaman sorarlardı insana, peki hal böyleyse, yani ihtimaldalgasının içinde parçacık karakterine sahip bir gerçeklik yoksa, bu durumda ışık nasıl yayılıyordu uzayda? Öyle ya, Einstein‟ın ışık teorisine göre, belirli bir kaynaktan çıkan fotonlar, uzayda hem bir parçacık, hem de bir dalga olarak yol almaktaydılar. Işığın kaynaktan çıktığı an için iki taraf arasında bir tartışma yoktu belki. Yani, elektronların titreşmesi sonucunda ışık kaynaktan çıkıyordu. Ama, kaynaktan çıktığı andan itibaren durum farklıydı. Kuantum mekaniğine göre, o andan itibaren artık o potansiyel bir gerçeklikti söz konusu olan. Ne zamana kadar? Örneğin, gözümüze gelene kadar. Ya da, herhangi bir nesneye çarpıncaya kadar. Çarpışma anında, tekrar bir etkileşme oluyor ve ihtimaldalgasının içindeki değerler objektif gerçekler haline dönüşüyorlardı.. Bütün bunlar kuantum mekaniği‟nin alfabesi idi... Ama Einstein bütün bunları kabul edemezdi. (Kaynaktan çıkan ışığın gözümüze gelene kadar yol boyunca hava molekülleriyle çarpışarak objektif gerçeklik haline gelmesi ayrı bir olaydır. Burada tartışılan işin prensibidir, yani “boş uzayda”-havanın bulunmadığı bir ortamda- olandır...) Düşününüz bir kere, foton dediğiniz şey, zaten kütlesi olmayan bir enerji paketi değil midir. Öyle ki, zaten yıllarca süren tartışmalardan sonra, yapılan deneylerin sonucunda bir “realite” olarak ortaya çıkmıştır o. Hatta, Einstein‟a Nobel Ödülü‟nü kazandıran şey de bu “realite”nin keşfidir! Yani Einstein Özel ve Genel izafiyet teorileri‟ni bulduğu için almıyor Nobel ödülünü! 24 Bu görüşler size neyi hatırlatıyor bilemem ama, bana o meşhur Marksist-Leninist bilgi teorisini hatırlatıyor!! Açın Lenin‟in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”ini okuyun, aynı kafa yapısını orada da göreceksiniz. Bu bir tesadüf falan değil aslında. Einstein‟ın Leninist olduğunu falan da göstermez!! Bu bir dünya görüşüdür, dünyaya bakış açısıdır. 20.yy‟a damgasını vuran materyalizmdir... 28 Işığın, fotonların tanecik yapısını bulduğu, tesbit ettiği için alıyor. Ve sen çıkıyorsun, diyorsun ki, bu tanecik dediğin şey, ancak etkileşme anında oluşuyor. Ondan önce objektif gerçeklik olarak böyle bir şey yoktur! O da diyor ki o zaman, kaynaktan gözümüze kadar gelen nedir peki? Bir hayalet mi geliyor gözümüze kadar! Uzayda yol alan realite nedir? Ve bu, uzayda nasıl hareket ediyor? Bu tartıĢma hala devam ediyor! Bitmez de! Çünkü tartıĢma, her ne kadar kuantum mekaniği etrafında, onun terminolojisi kullanılarak yapılıyorsa da, aslında iĢin esası ideolojiktir, dünya görüĢüyle ilgilidir. Bu sorunun çözülebilmesi, anlaşılabilmesi için sınıflı toplum kafa yapısının değişmesi gerekiyor. Bu da öyle kolay bir şey değil!... Kaynaktan çıkan fotonlar bir makineli tüfekten çıkan mermiler gibi midir?... Örneğin, yukarda dedik ki, “fotonun kaynaktan çıkma anına ilişkin olarak iki taraf arasında bir tartışma yok”. Yani, kaynaktan objektif bir gerçeklik olarak bir fotonun çıktığı konusunda herkes hem fikir. En azından, bütün ders kitaplarında böyle geçer bu. Peki doğru mudur acaba bu tesbit? Bence bu da doğru değildir! Fotonun kaynaktan tıpkı bir mermi gibi bir tanecik olarak çıktığını kim belirliyor? Nereden biliyorsunuz fotonun “kaynaktan öyle “objektif bir gerçeklik” olarak çıktığını”? Bana göre, gelen ölçme fotonuyla elektron arasındaki etkileşmenin outputu-çıktısı olan foton, o anın içinde halâ potansiyel bir gerçekliktir. O ancak ekranla etkileştiği an (ya da gözlemcinin ölçme aletiyle etkileştiği an) objektif bir gerçeklik haline gelir. “Kaynaktan çıktığı an”, ya da “kaynaktan ekrana kadar geçen süre” kavramları, bunlar hep bize göre mekanik olarak kullanılan kavramlardır. Çünkü, kaynaktan ekrana kadar gelen fotonun (potansiyel gerçekliğin) bu “seyahati” onun kendisi açısından uzay-zaman içinde yapılan bir yolculuk değildir! Ama siz, daha işin başında kafanızda mutlak zaman, mutlak mekan-uzayanlayışıyla olaya yaklaşırsanız, günlük hayatın alışkanlıklarını sorgulamadan “bilim” yapmaya kalkarsanız, bütün bunlar tabi anlaşılmaz, saçma sapan şeyler olarak görünür size! Bu yüzden, eğer bu türden “yeni fikirlere” tahammül edemiyorsanız, eğer “var olanları” sorgulama cesaretiniz yoksa, bu yazıyı okuyarak hiç vakit kaybetmeyin! İşinize gücünüze bakın! (Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz, ama yeri gelmişken şimdilik şunu ifade edelim ki, bir üst kuantum seviyesine çıkıp inerek uzaya foton salan bir elektron, hiç bir şekilde, tetiğe basınca namlusundan mermiler çıkaran bir makineli tüfeğe benzemez!!... Aslında olan nedir biliyor musunuz? Elektrondan öyle tıpkı bir mermi gibi foton falan çıkmıyor!! Elektron titreştikçe o kendini kuşatan uzayı da (gravitasyonal alanı da) titreştiriyor ve bu titreşimin frekansına göre belirli bir tanecik-dalga yapısına sahip elektromagnetik bir dalga meydana geliyor... Yani aslında her şey elinizi suya sokarak hareket ettirdiğiniz zaman meydana gelen o su dalgalarına benziyor...) 29 PEKĠ O ZAMAN, BĠR ELEKTRONUN “VARLIĞI” NEDĠR? Elektronlar, atomun içindeki informasyon iĢleme mekanizmasının motor sistem unsurlarıdır dedik25. Sistemin dominant unsuru olan atom çekirdeğiyle birlikte, dıĢardan gelen etkiye karĢı hazırlanan reaksiyonu gerçekleĢtirirler. Ve bu “gerçekleĢtirme” iĢlemi esnasında da izafi objektif bir realite olarak var olurlar. Yani bir elektron, elektriksel-manyetik alanından, tanecik-dalgasal yapısına kadar, sahip olduğu bütün özellikleriyle ancak etkileĢme esnasında objektif izafi bir gerçeklik olarak ortaya çıkar. Bu aslında, sadece bir elektron için değil, bütün diğer “varlıklar” için de böyledir. Çünkü, objektif gerçeklik olarak var olmak, etkileĢmeyle birlikte kazanılan izafi bir oluĢumdur. Ve daima bir durumdan bir baĢka duruma geçerken gerçekleĢir. “Doppelspalt Experiment‟te” (Çift Yarıkla Deney), kaynaktan çıkma “anında” objektif bir gerçeklik olarak kabul edilen elektron (ya da foton), o “andan” itibaren, ekrana gelene kadar potansiyel gerçeklik olarak varolur (uzay zamana bağlı olmayan bir atalet hareketi yaparak ekrana kadar gelir). Yani, elektron ya da fotonlar, ekrana gelene kadar, tıpkı yolda giden o arabalar gibi (ya da o mermi gibi) dalgasal hareket yapan objektif-mutlak gerçeklikler (parçacıklar) olarak yol almazlar! Çıktı-output, ya da “son durum”, belirli bir etkileĢmenin sonunda ortaya çıkan bir sentezdir. Ve her “Ģeysentez”-varlık gibi o da ancak daha sonra baĢka bir objeyle etkileĢme esnasında objektif izafi bir gerçeklik olarak tanımlanabilir. Bu yüzden, “kaynaktan çıkan” elektron, en sondaki ekrana gelene kadar, “yol boyunca” belirli bir “durumun” içinde atalet halindedir ve ancak bir ihtimaldalgasıyla temsil olunur26. Bir dıĢ gözlemci için hiç bir objektif anlamı olmayan bu potansiyel gerçeklik hali bütün diğer atalet hareketleri gibi sistem içi bir realitedir, bir sırdır, “bir hayalettir”!! Uzay-zaman içinde oluĢan objektif izafi gerçeklik halinden farklı olarak, belirli bir kuantum seviyesinde (bir konfigürasyon uzayında) atalet hareketi yapan bir elektronun-belirli bir an‟a iliĢkin olarak ne objektif-mutlak bir kütle-enerjisi vardır, ne de bir elektriksel-manyetik alanı27! Hatta, daha da ileri giderek Ģunu bile söyleyebiliriz: Örneğin, bir hidrojen atomunda (bütün o klasik açıklamalara rağmen!) belirli bir kuantum seviyesinde atalet hareketi yaparlarken, elektronla proton arasında öyle pinpon topu atıp tutar gibi gerçek bir foton-kuvvet alıĢveriĢi de olmaz! Bu durumda elektron ve proton, içinde yer aldıkları sisteme ait bir denge durumu olarak (belirli bir enerji seviyesinde-kuantum seviyesinde- iken) hiçbir (dıĢ) kuvvetin etkisi altında olmaksızın, içiçe iki potansiyel-dalgasal hareket olarak özgürce atalet hareketlerini yapmaktadırlar.28 Bu varoluĢ hali, belirli bir anda, belirli bir noktada (uzay-zaman içinde) gerçekleĢen hareketin-varoluĢun- ötesinde bir durumdur. Bunu, sadece, “düzgün dairesel”-ivmeli mekanik bir hareket olarak ele almak ve açıklamak da mümkün değildir. Elektron ve proton‟un içinde bulundukları hareket, sağı-solu, yukarısı-aĢağısı, önü-arkası olmayan bir uzayda (konfigürasyon uzayında), zamana bağlı olmadan yapılan bir atalet hareketidir o kadar. Bunların her biri, bir diğerinin elektriksel-manyetik-gravitasyonal alanı olan uzay yolunda29, önlerinde gidecek baĢka yol olmadığı için, tıpkı otoyolda gider gibi, ya da “serbest düĢme” hareketi yapar gibi hareket etmektedirler. Bu anda onları birbirlerine bağlayan gerçek bir kuvvet mevcut değildir. Ancak, ne zaman ki birisi azıcık “yoldan” sapmaya kalkar, hemen o an karĢı tarafın bağlayıcı etkisinin de ortaya çıktığı görülür.30 O an, “dur bakalım” der karĢı taraf, “nereye gidiyorsun”! Bir elektronun belirli bir kuantum seviyesindeki hareketi, 25 Bu konuda bak, http://www.aktolga.de/t4.pdf Bu şekilde kaynaktan çıkarak uzayda yolalan bir elektronla belirli bir kuantum seviyesinde yörünge hareketi yapan bir elektron arasında hiçbir fark yoktur. Bunların her ikisi de o an birer ihtimaldalgasıdır. 27 Atalet hareketi yapan bir elektronun elektriksel-magnetik alanı elektronu temsil eden ihtimaldalgasının bir parçasıdır ve bir dış gözlemci için bu da potansiyel bir gerçekliktir. 28 Buradaki “içiçe” kavramının altını çiziyorum.. 29 Gravitasyonal alan elektriksel-magnetik alanın içindedir! Fotonlar gravitonlardan oluşan kuantumlardır. Bu konuyu az sonra daha geniş olarak ele alacağız... 30 Mekân-uzay-kavramı gibi zaman kavramı da o an ortaya çıkar zaten.. 26 30 onun, görünmeyen-objektif bir gerçek olarak varolmayan- bir zincirle partnerine bağlanmıĢ vaziyetteki özgür hareketidir. Aslında bu ilke sadece elektronla da sınırlı değildir. Bütün A-B sistemlerinde, bütün A ve B ler için geçerli evrensel bir ilkedir bu.31 Ancak “düzgün doğrusal” bir hareketin atalet hareketi olarak değerlendirilebileceği anlayıĢı, mekanik dünyaya iliĢkin bir illüzyondan baĢka birĢey değildir. Çünkü, gerçekte “düzgün doğrusal” diye birĢey yoktur ki! Einstein‟dan bu yana iki nokta arasındaki en kısa yolun daima eğrilmiĢ bir uzayda katedilmesi gereken mesafe olduğunu biliyoruz. E, o zaman?... Bu gerçek görmezlikten gelinerek, atalet hareketi deyince halâ o varolmayan “düzgün doğrusallık” esas alınabiliyor da, nedense, bir elektronun yörünge hareketi “düzgün dairesel ivmeli bir harekettir” denilerek atalet hareketi olarak kabul edilmiyor!... Ama kim ne derse desin, bütün bunların hiç birinin belirli bir kuantum seviyesinde, kendine özgü bir konfigürasyon uzayında, zamana bağlı olmaksızın atalet hareketi yapan bir elektron için zaten ne önemi vardır ki!! (Başka bir örnek verelim ve içinde yaşadığımız toplumu ele alalım! Bizim o tarihsel, toplumsal gelenekler dediğimiz şeyler, yüzyıllarca birlikte yaşamın içinde ortaya çıkmış, herkesin uyması gereken kurallar değil midir? (ki bunlara toplumsal DNA‟lar-ya da kısaca “kültür” de denilir). Aynı şey, toplumsal yaşamı düzenleyen kurallardan ibaret olan toplumsal yasalar için de geçerlidir (tabi bunlar bilinçli-bilişsel olarak belirlenirler). Herkes tarafından ne olduğu bilinen bu yasalara uyulduğu sürece sorun yoktur. Yani ortada, mevcut durumun devamı açısından insanları zorla hareket ettiren bir güç, bir kuvvet yoktur! Ama, ne zaman ki birisi bu kuralların dışına çıkmaya kalkar, işte o zaman sistemin içinde gizli olan (sistemi bir arada tutan) güç de ortaya çıkacak, kurallara uymayan cezalandırılarak tekrar sınırların içine çekilecektir! Burada altı çizilmesi gereken nokta, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle belirlenen her toplumsal “yaşam seviyesinin” kendi kültürel ya da bilişsel sınırlarını yeniden belirleyeceğidir...) Çift Yarıkla Yapılan Deney‟de (“Doppelspalt Experiment”) kaynaktan çıkan “tek bir elektronun” (ya da fotonun”) iki delikten birden aynı anda nasıl geçtiği tartıĢılırken, ön koĢul olarak, kaynaktan çıkan elektronun, biz onun varlığını ölçerek bilemesek de, gene de mutlak bir realite olarak varlığını koruyarak deliklerin önüne kadar geleceği düĢünülüyor! Bunun da nedeni, makroskobik-mekanik dünyadaki alıĢkanlıklarımız, bunlara göre oluĢan dünya görüĢümüz! “Elektron” deyince gözümüzün önünde mikro planda blardo topu gibi bir Ģey canlanıyor! Ha, o bir de dalga hareketi yapıyordu!! Yani, elektron deyince biz onu dalga hareketi yaparak dans eder gibi uzayda hareket eden bir tanecik olarak düĢünüyoruz! Mesele burada yatıyor. Halbuki, kaynaktan çıktığı andan itibaren atalet hareketine baĢlayan elektron, kendi uzayına yayılmıĢ, onunla bütünleĢmiĢ, Ģekilsiz, hiç bir objektif sıfatla açıklanması mümkün olmayan, niteliksiz bir enerji alanıdır!... Günlük hayatımızın alıĢkanlıkları, bizim bu gerçeği algılamamızı, çift yarıklı ekranın önünde artık öyle objektif gerçeklik bir (dalgaparçacık) elektrondan bahsedilemeyeceğini kavramamızı engelliyor... 31 Bir AB sisteminde, sistemi meydana getiren unsurların her biri, kendi varlığıyla karĢı tarafın özgürce hareket etme sınırlarını da belirler. “Özgürlük”, tarafların sistem içinde zorlayıcı hiç bir kuvvete tabi olmadan hareket edebilmeleridir. Örneğin, bu anlamda, bir elektron, belirli bir kuantum seviyesindeyken, proton tarafından belirlenen sınırlar içerisinde “özgürce” hareket etmektedir. Peki, eğer „özgür olmak“, „özgürce hareket etmek“ atalet hareketi yapmaktan baĢka bir Ģey değilse, mevcut durumu muhafaza etmek midir özgürlük? Ġnsan „özgürken“ bunun farkında-bilincinde olamaz. Ancak bir etkileĢme anında, kaybetmen söz konusu olduğu zaman (ya da kazanma anında) farkına varırsın onun. Her etkileĢmede bir etki (bir kuvvet) ve bir de karĢı kuvvet (bir tepki) söz konusudur. Bu yüzden, etkileĢme içinde sahip olunan role göre taraflar kendileri açısından mevcut sınırları değiĢtirme, yeni sınırlar, kurallar koyma, ya da mevcut olanı muhafaza etme mücadelesi verirler. Bu nedenle, “muhafazakarlıkla”, farkında olmadan özgür olmak, ya da “bilinçli olarak özgürlük mücadelesi vermek” farklı Ģeylerdir. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz. 31 Bir elektronun bize inanılmaz gözüken bu var oluĢ mekanizmasını Ģöyle açıklamaya çalıĢalım. Ġhtimaldalgasının içinde içiçe geçmiĢ bir elektriksel-magnetik-gravitasyonal alandan baĢka birĢey olmayan, kendi uzayına yayılmıĢ bir enerji dalgası olarak atalet hareketi yapan elektron (bu haliyle o bir dıĢ gözlemci için potansiyel bir gerçekliktir, bir sırdır-bir “hayalettir” demiĢtik), daha sonra, bir “dıĢ etkenle” etkileĢmeye giriĢtiği an, birden tıpkı bir kirpi gibi toparlanıveriyor! Kendi etrafındaki uzayında, fizik kitaplarında tanımlandığı Ģekilde objektif bir gerçeklik olarak bir elektriksel-magnetik alan oluĢturuyor. Ve etkileĢmenin niteliğine göre, ya bir parçacık, ya da bir dalga Ģeklinde izafi objektif bir varlığa sahip oluyor. Sonra, etkileĢme sona eripte yeni bir denge durumu oluĢunca da tekrar eski haline dönüyor. Elektriksel-magnetik alan vs. bütün o izafi “objektif” öz değerler ihtimaldalgasının içinde kayboluyorlar32... VAROLUġUN GENEL ĠZAFĠYET TEORĠSĠ Varoluşun izafiliğine ilişkin evrensel mekanizmayı Dördüncü Çalışma‟da33 bütün ayrıntılarıyla inceledik. Buna göre, bu evrende “varolan” her şey, kendi içinde bir sistem-bir informasyon işleme mekanizması olarak gerçekleşiyor, “dışardan”-çevreden gelen-alınan madde-enerjiinformasyon içerde daha önceden sahip olunan bilgiyle değerlendirilerek işlenirken “varolunuyordu”. Yani, “varolmak” demek, herşeyden önce, çevrenin etkilerine karşı bir reaksiyon geliştirebilmek demekti, öyle “kendinde şey”-“objektif mutlak gerçeklik” olarak “varolmak” diye bir şey söz konusu olamazdı!. Son nefesini vererek ölen bir insan için, o an neden, “o artık yokoldu” diyoruz! Eğer “varolmak” bir moleküller yığını olarak varolmak olsaydı, o an o “ölünün” de halâ “varolması” gerekirdi34! Çünkü bir moleküller yığını olarak kütlesi-maddi varlığı halâ önümüzde yatıp durmaktadır onun! Halbuki “o artık yokoldu” diyoruz biz! Niye “yok oluyor” peki? “Bir varlık gösteremiyor” da ondan, değil mi! Demek ki, ancak “bir varlık gösterebildiğin” sürece varoluyorsun. Ancak, çevreden gelen-alınan maddeenerjiyi-informasyonları iĢleyerek, iĢleyebildiğin sürece (iĢlerken) bir reaksiyon olarak varoluyor, objektif bir gerçeklik halinde ortaya çıkabiliyorsun. Bu süreç, yani çevreyle etkileĢme süreci, her objeyle-nesneyle iliĢki içinde yeniden gerçekleĢtiği halde (nesnelerle iliĢkilere göre sınırlı-kesintili-kuantize olduğu halde), bunlar birbirini takiben, arada objektif bir zaman dilimi olmadan gerçekleĢtikleri için, biz varoluĢu-yaĢamı kesintisiz-sürekli bir oluĢum olarak algılarız. Her objeye-nesneye karĢı gösterdiğimiz reaksiyonla yeniden yaratıldığımız-(varolduğumuz) halde, varoluĢumuzu bu mekanizmadan ayrı düĢünerek sürekli-mutlak bir gerçeklik olarak kabul ederiz. Günlük hayatımızın akıĢı içinde, önce, hayallerden oluĢan bir dünya-koza oluĢtururuz kendimize ve sonra da kafamızı bunun içine sokarak yaĢarız!... YA “ELEKTROSTATĠK” MĠ DEDĠNĠZ? Peki o zaman “Elektrostatik” nedir? “Coulomb‟un kuvvet yasası” nedir? “Aynı adlı elektriksel yükler biribirlerini iterlerken, farklı yüklerin biribirlerini çekmelerini” nasıl izah edeceğiz? Örneğin, eğer bir elektronun ihtimal dalgası içinde objektif muutlak bir gerçeklik olarak 32 „Kayboluyorlar“ derken, buradan, bir “hayalet gibi” her şey birden yok oluyor anlamı çıkarılmamalıdır!! “Objektif gerçeklik olarak yok olmak” demek, dış gözlemciler için bir anlam ifade etmemek demektir. Yoksa, bunlar-bütün bu “özdeğerler”- atalet halinin potansiyel gerçekliğini temsil eden ihtimaldalgasının içinde, sistem içi realiteler olarak “varlıklarını” sürdürürler!... 33 http://www.aktolga.de/t4.pdf “Sistem Teorisinin Esasları ya da Varoluşun Genel İzafiyet TeorisiHerşeyin Teorisi‟ 34 Ya da, “varolmak”, maddi gerçekliğin ötesinde, ondan bağımsız “ruh” adı verilen bir “idee”ile özdeş olsaydı, maddi olarak yok olunduktan sonra da “başka bir dünyada” varolmaya devam ediyor olunması gerekirdi!... Bunlar, idealizm ve materyalizm adı verilen ikiz kardeşlerin modası geçmiş tipik bakış açılarıdır... 32 bir elektriksel-magnetik alanı yoksa, nereden bilecek o karĢısındaki yükün eksi mi, yoksa artı mı olduğunu?35 Bir atomun içinde, belirli bir kuantum seviyesinde atalet hareketi yapan elektronla proton, birbirleriyle, aradaki elektriksel-magnetik-gravitasyonal alanları vasıtasıyla bağlaĢım- sürekli temas- halindedirler. Bu durumda bu üç alan, yoğunlaĢmıĢ enerjinin ayrılmaz bir parçası olarak tek bir bütünün (alanın) bileĢenlerini oluĢtururlar. Belirli bir kuantum seviyesindeki bir atom, bu haliyle, içiçe geçmiĢ vaziyetteki iki ihtimaldalgasından, aynı fazda hareket eden iki uzay-enerji alanından ibarettir. Bu iki alanın giriĢimi aradaki uzayda bir enerji yoğunlaĢmasına neden olduğu için de burada adeta bir çukur oluĢur. Uzayın geometrisi değiĢmiĢ olur. Elektron ve protonun mevcut hareketlerini devam ettirme istekleri (fizik kitaplarında buna onların “düzgün doğrusal olarak kendi yollarına devam etmeleri” deniliyor), onların, karĢılıklı iliĢki içinde birlikte yarattıkları uzay çukuruna düĢme eğilimleriyle dengelenince de, sistemin-atomun denge koĢulları oluĢur. Elektron ve proton, objektif anlamda bağlayıcı nitelikte hiç bir kuvvetin etkisinde olmaksızın yörüngede kalırlar.36 Peki, bu durumda iken, bir an için elektron ve protonun içinde bulundukları atalet hareketini (bu hareket pratikte, yörünge hareketi, yani dönme Ģeklinde gerçekleĢir) bir yana bıraktıklarını düĢünseydik o zaman ne olurdu? Hiç düĢünmeye gerek yok, bunlar birbirlerini “çekerlerdi”; pat diye birbirlerinin üzerine (yani aradaki uzay çukuruna) düĢüverirlerdi! Yörünge hareketi yaparlarken (yani “birbirlerinin etrafında dönerlerken”) onların bu çukura düĢmelerini engelleyen tek Ģey mevcut “düzgün doğrusal” atalet hareketlerini devam ettirme gayretleridir. Bu durum değiĢtiği, denge bozulduğu an, yapacak baĢka Ģeyi kalmayan parçacıklar birlikte kazdıkları çukurun içine düĢüverirler! ĠĢte, artı ve eksi yüklerin birbirlerini “çekme” olayı bundan ibarettir. Yok eğer etkileĢme iki elektron, ya da iki proton arasında oluyorsa, yani “aynı elektriksel yüke sahip” parçacıklar arasındaysa da, bu durumda bunlar, aradaki faz farkından dolayı, birbirleriyle “yıkıcı giriĢim” yaparak etkileĢirler. Bu ise, aradaki uzayda, enerji yoğunluğunun çevreye göre çok daha az seviyeye indiği bir tepenin oluĢmasına yol açar.37 35 Burada altını çizmek istediğimiz nokta objektif gerçeklikle potansiyel gerçeklik arasındaki farktır. Belirli bir kuantum seviyesinde iken elektronun elektriksel-magnetik alanı potansiyel bir gerçekliktir... 36 Ne zaman ki taraflardan birisi yoldan çıkmaya kalkar (ki böyle birĢey ancak bir “dıĢ unsurun” mevcut dengeyi bozacak bir etkide bulunmasıyla gerçekleĢebilir), iĢte o zaman kılıçlar çekilir! Her iki unsur da, aynen bir kirpi gibi, kendi kabuklarının içine çekiliverirler! Böylece, bir durumdan baĢka bir duruma geçiĢ aralığında atalet bütün-lüğünden kopulur, objektif gerçeklik haline dönüĢülür. 37 Buradaki „tepe“ iki çukur arasındaki bölgedir. Her iki parçacıkta birer madde-enerji yoğunluğu olarak belirli bir çukuru temsil ederlerken, bunların arasında kalan bölge de bu çukurlara göre bir tepeyi temsil eder.. 33 Çünkü uzayda, çevreye göre enerjinin daha az yoğun olduğu bölgeler tepeleri, yükseklikleri temsil ederler. ĠĢte bu yüzdendir ki, aynı elektriksel yüke sahip parçacıklar, karĢılıklı etkileĢme sonucu birlikte yarattıkları tepeden aĢağıya doğru birbirlerinden uzaklaĢarak düĢmeye baĢlarlar. Buna da biz “itme” diyoruz! Görüldüğü gibi, olay uzayın yapısıyla ilgilidir. Uzayın topoğrafyasını ise enerjinin yoğunluğu belirliyor. Enerjinin daha yoğun olduğu bölgeler, tıpkı bir çarĢafın üstündeki bilardo topunun çarĢafta yarattığı eğim gibi uzayda çukurların oluĢmasına yol açarken, yoğunluğun az olduğu yerler de de tepeler ortaya çıkıyorlar!... “Ġtme” ve “çekme” olayını kavrarken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, olayın eksi ve artı yüklere sahip mutlak gerçeklikler arasındaki mekanik etkileĢmelere indirgenemeyeceğidir. Belirli bir kuantum seviyesindeki bir atomun içinde elektronla proton arasındaki ektrostatik iliĢki olayı da böyle mekanik bir anlayıĢla açıklanamaz. Yani öyle, ipin ucuna bağlı bir taĢı döndürmeye benzemiyor bir atomun yapısı! Artı yüklü proton, elektrostatik bir (K) Coulomb kuvvetiyle elektronu çekerken, elekron da, Newton‟un Üçüncü Hareket Yasası gereğince, aynı Ģekilde protonu bir (K) Coulomb kuvvetiyle çekiyor-etkiliyormuĢ! Yok böyle Ģey! Bunlar fizikçiler için hikayelerdir artık (ama tarihsel geliĢme açısından faydalı hikayeler olmuĢtur bunlar)!... Eğer böyle olsaydı, yani elektron ve proton, belirli bir kuantum seviyesindeyken bile objektif bir kuvvetle birbirlerini etkiliyor olsalardı, kısa bir süre sonra sistem enerji kaybeder ve çökerdi! Ġyi ki Newton-klasik fizik yanılıyor, düĢünsenize felaketi o zaman! Bunlar (elektron ve proton) birbirlerine zincirle bağlı iki köle gibiler! Birbirlerinden uzaklaĢmaya kalkmadıkça (yani aradaki zinciri zorlamadıkları sürece) zincirin hiç farkına varmıyorlar! Ne zamanki birbirlerinden ayrılmaya-kaçmaya kalkarlar, ancak o zaman, arada onları birarada tutan bir zincirin varlığı ortaya çıkıyor!... Ama öyle ilginç ki, bunların kendi iradeleriyle birbirlerinden ayrılma gibi bir durumları da zaten söz konusu değil, çünkü bunlar kendi varoluĢ koĢullarını bu birliktelik içinde yaratıyorlar. Ayrılık iradesi ancak bir dıĢ müdahaleye bağlı olarak ortaya çıkıyor. Aradaki bağ ancak bu durumda farkedilerek çözülmeye kadar gidebiliyor!... Elektron “düzgün doğrusal” bir Ģekilde gitmek istiyormuĢ da, ama bir yandan da proton tarafından gerçek bir (K) kuvvetiyle merkeze doğru çekildiği için fırlayıp gidemiyor, yörüngede kalıyormuĢ! Elektron ve proton için bu türden (dönmekte olan ipe bağlı taĢ benzeri) açıklamaların artık fizik kitaplarından çıkarılması gerekiyor! Birincisi; elektron‟un buradaki “düzgün doğrusal” hareketi tamamen izafidir. Yani öyle bizim anladığımız şekilde “düzgün doğrusal” bir yol ve buna uygun bir hareket falan yoktur uzayda! Çünkü zaten uzayda yön diye birşey yoktur!! “Düzgünmüş, doğrusalmış” vs. bunlar hep bize göre ortaya çıkan izafi kavramlardır. Yörünge üzerindeki “düzgün doğrusal” hareketten kasıt, eğer aynı anda merkeze doğru bir düşme hareketi olmasaydı, o an sahip olunan hareketin 34 olduğu gibi devam edeceğine ilişkin bir kabuldür-faraziyedir. Elektron, herhangi bir kuvvet tarafından zorlandığı, ya da yörüngede tutulduğu için değil, kurulu denge içinde önündeki uzay yolu öyle olduğu için mevcut hareketini muhafaza ederek yörüngede kalmakta, atalet hareketini yapmaktadır. O, mevcut denge oluĢurken, bir kuvvete tabi olarak sahip olduğu en son hareket ne ise onu muhafaza etmeye çalıĢmaktadır o kadar. Yeni bir denge durumunun oluĢması demek, iki karĢıt kuvvetin birbirini dengeleyerek artık bunların birbirlerine göre bir kuvvet olmaktan çıkmaları demektir. Ve elektron da artık, o andan itibaren oluĢan “kuvvetten arınmıĢ” böyle bir ortamın içinde (belirli bir kuantum seviyesinde), zaman ve mekân ötesi yeni bir yaĢama-atalet hareketine baĢlamaktadır!38 Tıpkı bir uzay gemisi gibi yani!39 Bir uzay gemisi de, motorları durdurulmadan önce sahip olduğu en son hareket ne ise, motorlar durduktan sonra da onu muhafaza ederekek yoluna devam etmektedir. Hangi “yoluna”mı! Öyle “yol” diye mekanik bir şey yok ki ortada! “Yolu”, yani yörüngeyi belirleyen şey, onun bir yandan yere doğru düşerken, diğer yandan da en son hareketini devam ettirme halidir. Bu iki hareketin bileşkesidir “yol”-uzay yolu!... Diyelim ki, uzay gemisi yerkürenin gravitasyonal alanının tamamen dıĢına çıktı. Bu durumda ne olur peki? Gene aynı Ģey! Uzay gemisi bu kez de, bir yandan gene en son hareketini devam ettirirken, diğer yandan da, tıpkı yere doğru düĢmede olduğu gibi, bu kez de içine girdiği yeni sistemin merkezine doğru düĢmeye baĢlar ve sonunda gene bu iki etkenin bileĢkesi olarak kendine yeni bir yol-uzay yolu bulmuĢ olur. Yani, adına “uzay yolu” dediğimiz Ģey, daima bu iki etkenin bileĢkesidir. Bu evrende, hiç bir zaman, mekanik anlamda “boĢ uzayda” diye “bütün gravitasyonal alanların dıĢında”, “düzgün doğrusal olarak” gidilebilecek, varlığı kendinden menkul mutlak “uzay yolu” diye bir Ģey yoktur! Çünkü, böyle bir “evren” yoktur!... Elinizde tuttuğunuz kalemi bıraktığınız an kalem yere doğru düĢmeye baĢlar, niye? İnformasyon İşleme Bilimi açısından olayı açıklamaya çalışalım: Elinizle kalemi tutmaklatutarken- bir “iş yapmış”, bir dış kuvvet (K=m.a) olarak onu etkilemiş (onu yolundan alıkoymuş) oluyorsunuz. Kalem ne yapar peki bu durumda? O da, o an, sizin bu etkinize karşı bir tepki-reaksiyon olarak (karşı koyarak) gerçekleşir (bu reaksiyon-bu izafi objektif gerçeklik hali- K=m.a ya göre ortaya çıkan ivmeli bir harekettir aslında!) Ki bu da kendini bu reaksiyonun gerçekleşme biçimi olarak kalemin “ağırlığıyla” ifade eder. Elinizi çektiğiniz an, artık ortada kendisini etkileyen bir dış kuvvet kalmadığı için (buna karşı reaksiyon olarak ağırlık diye bir şey de anlamını yitirir) ve kalem özgürce, önündeki uzay yolunu takip ederek, serbest düşme hareketine devam eder. Bu durumda, yere düşene kadar kalemin objektif olarak hiç bir ağırlığı yoktur artık! Yoktur, çünkü ağırlık (K=m.a dan yola çıkarsak) bir cismin bir dış kuvvete karşı gösterdiği reaksiyonun ürünüdür. Kuvvet ortadan kalkınca ağırlık-reaksiyon da kalmaz!40 Burada hemen iki soru geliyor akla, birincisi Ģu: Kalem neden yere doğru düşüyor, neden başka bir yöne doğru gitmiyor da yerin merkezine doğru yol alıyor? Bu sorunun cevabı şöyle olmalı: Önündeki uzay yolunun yapısı böyledir de ondan! O, yani kalem, hiç bir kuvvet 38 Bir ihtimal dalgasıyla ifade edilerek ancak potansiyel bir gerçeklik olarak açıklanabilen belirli bir kuantum seviyesinin içindeki “zaman ve mekan ötesi hareketi-varoluĢu” materyalist dünya görüĢünün sınırları içinde kalarak açıklayamazsınız. Çünkü, materyalist dünyadaki nesneler, uzay-zaman içinde, her “an” belirli bir yere-pozisyona-sahip olarak varolan-“kendinde Ģey” (varolmak için baĢka nesnelere -etkenlere gerek duymayan) nesnelerdir... 39 Bir uzay gemisi söz konusu olduğu zaman, yörünge üzerinde yer alan parçacıklardan-bunlarla olan etkileşmelerden dolayı uzay gemisinin hareketi hiç bir şekilde mutlak anlamda zaman-mekan ötesi bir atalet hareketi olarak gerçekleşmez. Zaten bu yüzdendir ki her uzay gemisinin belirli bir ömrü vardır. 40 İşte zaten bunun içindir ki bir cismin yerküre üzerindeki ağırlığı örneğin ay dakinden daha fazladır. 35 sarfetmeden (ve hiç bir kuvvetin etkisi altında olmadan), mevcut hareketini sürdürerek önündeki yolu takip etmekte, bulunduğu tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaktadır o kadar! Diyeceksiniz ki, ama Newton ve klasik bilim böyle demiyor! Kalemin, adına “yerçekimi” denilen bir “kuvvetle” yerin merkezine doğru “çekildiğini” söylüyor Newton; kalemin, düşerken belirli bir “kuvvetin” etkisi altında olduğunu söylüyor klasik bilim! Tamam da, o dönemde bunun dışında Newton başka ne diyebilirdi ki! Bilimsel gelişme süreci insanlığın evrim sürecinin bir parçası değil midir!... Doğa‟nın kendi bilincine varması olan insan, varoluşunun her aşamasında kendi bilinciyle birlikte-bilimini de yaratarak ilerlemiyor mu!... Ya “kütle”, o nedir peki?... Ġkinci soru ise “kütle” kavramı ile ilgilidir: Ağırlığı anladık, peki ya kütle nedir, o nasıl oluĢuyor? Elimizi çektiğimiz zaman atalet hareketine baĢlayarak yere doğru düĢen kalemin bu esnada artık bir ağırlığa sahip olmadığını söylemiĢtik, kütle de öyle midir peki? Yok eğer öyle değilse, o zaman kütle nasıl oluĢuyor, ve kütle ile ağırlık arasındaki fark nedir? hem yere doğru düşmekte, hem de, o an içinde bulunduğu hareketini-atalet halinidevam ettirmektedir. Onun yerküre etrafındaki hareketivarlığı aynı anda gerçekleşen bu iki atalet hareketinin sonucudur Yerkürenin üzerinde bulunan herhangibir nesneyi-örneğin bir elektronu ele alıyoruz... Aynı anda, hem kendi etrafında hem de Güneş‟in etrafında dönmekte olan Yerküre Aynı anda hem kendi etrafında, hem de güneĢ‟in etrafında dönmekte olan dünyamızı düĢünüyoruz ve dünyanın üzerinde bulunan herhangi bir cismi-örneğin bir elektronu ele alıyoruz. Az önceki soruyu tekrar soralım Ģimdi: Bu elektronun kütlesi nedir? Newton‟un İkinci Hareket Yasası‟nda Kuvvet=kütle x ivme (K=m.a) ile ifade edilen (m) kütle nedir, nasıl tanımlanmaktadır? Bir cismi bir dış kuvvetle (K) etkileyerek ona bir ivme (a) kazandırdığımız zaman onun bu kuvvete karşı direnci olarak tanımlanmıyor muydu kütle! Bu açık! Ama dikkat ederseniz burada-bu tanımda-daima bir “dış kuvvet” söz konusudur. Bu durumda (bu tanıma göre) dış kuvvet ortadan kalkınca kütle de ağırlık gibi ortadan kalkmakta-anlamını kaybetmektedir sanki!!... Olayı daha da somutlaştırabilmek için elektronu bir yana bırakarak onun yerine makroskobik başka bir cismi-örneğin bir taş parçasını-koyalım şimdi, ve düşünmeye devam edelim: Dünyanın üzerinde bulunan-yerde hareketsiz halde duran- bir taş parçasının kütlesi nedir, ne anlama gelmekte, nasıl oluşmaktadır? Bu durumda taşın üzerindeki tek gerçek kuvvet onun serbest düşme hareketini engelleyen aşağıdan yukarıya doğru olan kuvvettir dedik, bu açık. Bunun dışında başka bir kuvvet yoktur taşı etkileyen. Çünkü, serbest düşme hareketine neden olan gravitasyon bir kuvvet değildir. Bu durumda, taşı yere bağlayan gravitasyon olayı olmasaydı taşın mevcut hareketini devam ettirerek fırlayıp gidecek olması da-atalet 36 hareketi de-bir dış kuvvetle açıklanamayacağına göre, taşın belirli bir kütleye sahip olmasının anlamı nedir?41 Bir örnek verelim: Elektrik üretiminin yapıldığı bir barajı düĢününüz; burada, dinamonun pervanelerinin üzerine düĢerek onları döndüren suyun yaptığı nedir, aslında bir serbest düĢme hareketi değil midir bu da? Elbette mi diyorsunuz! Ama sonuçları itibariyle su o an perveneleri sanki bir dıĢ kuvvetmiĢ gibi etkilemektedir;öyle değill mi? ĠĢte, benzer bir durum, yerkürenin üzerinde durmakta olan o taĢ (ve bütün diğer nesneler) için de söz konusudur. TaĢ, her an, hem yere doğru serbest düĢme hareketi yapmakta, hem de dünyayla birlikte dönmektedir demiĢtik. Onun yere doğru gerçekleĢen serbest düĢme hareketi yer küre tarafından taĢ üzerine 2 uygulanan bir çekim kuvvetinden (K=m.a , ya da K=GMm/r ) kaynaklanmadığı halde (yerkürenin gravitasyonal alanından, uzayın eğiminden kaynaklanan bir atalet hareketi olduğu halde), bu durum onu-yani taĢı-yerin merkezine bağlayan objektif bir etken-kuvvet- rolünü oynar, bu yüzden de taĢ fırlayıp gitmez, yerküreyle birlikte-ona bağlı olarak- dönmeye devam eder. ĠĢte, K=m.a gibi belirli bir dıĢ kuvveti temsil etmediği halde taĢın serbest düĢme hareketine neden olan ve sonuç itibariyle onu yerküreye bağlayan gravitasyonal alanın bu etkisidir ki, eğer bu bağlayıcı etken olmasaydı, sahip olduğu atalet hareketini devam ettirerek fırlayıp gidecek olan taĢ üzerinde (sonuçları itibariyle) objektif bir kuvvet etkisi yapar. TaĢın, “atalet direnci” olarak tarif edebileceğimiz belirli bir kütleye (m) sahip olmasına neden olan da budur. Daha baĢka bir deyiĢle, taĢın kuvvet olmayan bu atalet kuvvetine karĢı gösterdiği dirence kütle diyoruz (m=K/a)... (Bir cismin ağırlığının dünyada ay‟dakine göre daha fazla olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni açıktır, yerkürenin uzayının eğimi ayınkine göre daha fazladır da ondan. Bu durumda, K=ma ya göre ay‟da “K” daha küçük olunca “a” da (yani ivme de) daha küçük oluyor... Ama bu arada kütle (m) değişmeden kalıyor niye? Çünkü, m=K/a ya göre, “çekim kuvveti” küçülünce “a”-yani ivme de küçülmüş oluyor ve “m” yani kütle sabit kalıyor...) Olayı, adım adım-gayet sakin bir şekilde- düşünerek bir kere daha ele alalım isterseniz: Yerde durmakta olan o taş neden atalet hareketini devam ettirerek fırlayıp gitmiyor da duruyor orada? Aslında taşı yerin merkezine doğru çeken-onu yerküreye bağlayan- bir kuvvet falan yok ortada! “Gravitasyonal çekim” denilen şey uzayın yapısı-eğimi. Taş da, yerküre tarafından bir kuvvetle çekildiği için değil, önünde bulunan uzay yolu öyle olduğu için yerin merkezine doğru gidiyor- serbestçe düşmeye çalışıyor. Ama işte onun bu çabasıdır kiataletidir ki- onun fırlayıp gitmesini engelleyen de bu oluyor! TaĢ aynı anda iki türden atalet hareketi yapıyor. Birisi, sahip olduğu hareketini muhafaza ederek fırlayıp gitme eğilimi-güdüsü, diğeri de yerin merkezine doğru olan serbest düĢme eğilimi. TaĢın serbest düĢme eğilimi-güdüsü, onun mevcut hareketini devam ettirerek fırlayıp gitmesine engel olduğu içindir ki taĢ sanki bir dıĢ kuvvetin etkisi altındaymıĢ gibi oluyor... m=K/a ya göre bu da onun belirli bir kütleye sahip olması sonucunu veriyor. Olay budur, bu kadar basittir! Bir elektrondan, bir atoma, yerde durmakta olan bir taĢa kadar, bütün nesnelerin belirli bir kütleye sahip olmalarının nedeni budur (Yok Higgs alanıymıĢta neymiĢ!!.. Utanmadan bir de Nobel Ödülü verdiler böyle bir saçmalığa!!... Hadi o zaman neden fizik kitaplarını da değiĢtirmiyorsunuz!?...) Burada yanıltıcı olan iki faktör var: Birincisi, E=mc2 deki “kütle” kavramı ile K=m.a daki kütle kavramı arasındaki ilişkidir. E=mc2 deki kütle (m) enerjinin yoğunlaşmış şekli olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda kütle ve enerji bir ve aynı şeyin iki farklı varoluş biçiminden başka birşey değildir aslında (m=E/c2). K=m.a daki “kütle” kavramı ise, o “yoğunlaşmış enerjinin”, bu varoluş haliyle bir dış kuvvetin etkisine maruz kaldığı zaman göstereceği reaksiyondur (kendini ifade ediş biçimidir). Örneğin, belirli bir enerji yoğunlaşarak belirli bir kütleye sahip olan bir elektron şeklinde gerçekleştiği zaman, bu kütle mekanik dünyada bir dış kuvvete karşı gösterilen reaksiyon olarak anlam kazanıyor42. 41 Böyle bir soruyu küçümsemeyelim! Sırf bu soruya cevap verebilmek için on milyar dolar harcanılarak Cern Deneyi yapılıyor. Neymiş, “heryeri kaplayan” bir Higgs Alanı varmışta, nesneler bu alanla etkileşerek bir kütleye sahip oluyorlarmış! Komik!! Nobel ödülü de verdiniz, hadi o zaman neden bütün fizik kitaplarını değiştirmiyorsunuz!! Belirli bir dünya görüşünü muhafaza edebilmek için “bilim” adına on milyarı gözden çıkarmak büyük cesaret işi doğrusu!!... 42 GüneĢin etrafında dönmekte olan yerküre örneğini ele alırken olay daha iyi canlanıyor sanki insanın gözünde. Eğer yerkürenin atalet direnci-alıp baĢını gitme eğilimi- olmasaydı, o, bir 37 Kütle olayını ele alırken yanıltıcı olan ikinci nokta ise “atalet kütlesi” anlayıĢıdır. Bu durumda, ortada herhangi bir dıĢ kuvvet söz konusu olmadığı halde, nasıl olmaktadır da “bir dıĢ kuvvete karĢı gösterilen reaksiyon”-direnç- olarak tanımlanan bir kütleden bahsedebiliyoruz? Sorun buradadır! Bu sorunun cevabını yukarda verdik aslında. Bütün nesneler aynı anda iki tür atalet hareketine sahip olduklarından (mevcut hareketini devam ettirme ve serbest düĢme) bu iki hareketin bir diğerini engelleyici etkisi nesneler üzerinde sanki o an bir dıĢ kuvvete tabiymiĢler gibi etki yaratmakta, bu da onların belirli bir kütleye sahip olmalarına neden olmaktadır. Ancak, burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha var: Serbest düĢme hareketinin taĢın fırlayıp gitmesini engelleyerek taĢ üzerinde sanki bir dıĢ kuvvetmiĢ gibi etkide bulunmasının ne anlama geldiğini iyi anlamak gerekiyor. Gene bir örnekle devam edelim: Uzayda yörünge hareketi yapmakta olan bir uzay gemisini düşünüyoruz. Bir astronot dışarı çıkıyor ve uzay gemisini bütün gücüyle itmeye çalışıyor! Belirli bir kütleye-atalet direncinesahip olduğu için uzay gemisi öyle kolay kolay yerinden kıpırdamayacaktır. Astronotumuzun itmeye devam ettiğini ve bu uzay gemisinin kütlesinin de öyle çok büyük olmadığını düşünelim, ne olur? Astronot itmeye devam ederken, itme kuvveti (uzay gemisi için bu bir dış kuvvettir) belirli bir büyüklüğe ulaşınca, K=m.a ya göre uzay gemisi bir “a” ivmesiyle yerinden kıpırdamaya başlar. İşte şimdi tam o “kıpırdanma” anını düşünelim: Eğer tam o sınır “anında” astronot mevcut itme hareketini muhafaza ederek daha fazla itmeyi durdurursa, o an ortada gene bir “K” kuvveti vardır gemiyi iten, ama henüz daha belirli bir ivme söz konusu değildir, yani a=0 dır. Olaya klasik fiziğin kuralları açısından bakarsak a=0 demek K=0 demektir (K=m.a). Bu durumda kütlenin de sıfır olması gerekir, çünkü, K=m.a „ya göre, ortada belirli bir ivme yoksa kütle de yok demektir! Ama gerçekte durum farklıdır. Ortada bir kuvvet vardır aslında (astronotumuz halâ uzay gemisini itmeye devam etmekte, bu işi yaparken de onun direncini hissetmektedir), ama bu kuvvet henüz daha uzay gemisine bir “a” ivmesi kazandıracak eşiği aşmamıştır. Yani sistem-uzay gemisi-o an üzerinde belirli bir dış kuvvet olduğu halde, bu kuvvet henüz daha onun atalet halini bozmasına neden olacak boyutta olmadığından mevcut atalet hareketine devam eder. İşte tam bu sınır anında uzay gemisinin kütlesine onun atalet kütlesi diyoruz. Daha önceki örnekte yer küre üzerinde bulunan nesnelerin atalet hareketlerine devam ederek fırlayıp gitmesini engelleyen gravitasyonal “kuvvetin” etkisi de böyle bir etkidir! Bu durumda nesneler, “kuvvet olmayan bir kuvvetin”-“atalet kuvvetinin”-etkisi altında belirli bir kütleye sahip olmaktadırlar. Ortada gerçek bir dıĢ kuvvet söz konusu olmadığı halde, yer küreyle birlikte dönmekte olan nesneler üzerinde gravitasyonun neden olduğu etki onların (sanki bir dıĢ kuvvetin etki alanındaymıĢ gibi) belirli bir kütleye sahip olmalarına neden olmaktadır43. Son bir nokta daha: Dünyanın güneĢin etrafındaki dönüĢü, ya da, yerküre üzerinde bulunan nesnelerin yerküre ile birlikte dönmeleri (ortada belirli bir büyüklüğe sahip gerçek bir ivme söz konusu olmasa da, gene de) vektörel bir büyüklük olan hızın yönünün değiĢtiği “düzgün dairesel ivmeli bir dönme hareketi” değil midir? kuvvet etkisi yaratan güneĢin “çekim gücü” karĢısında anında güneĢe doğru düĢmeye baĢlardı. ĠĢte kütle denilen atalet direnci yerkürenin güneĢten kaynaklanan atalet kuvvetine karĢı olan direnci oluyor. Onu yörünge üzerinde tutan da onun bu direnci değil midir... 43 Çok ilginç, atalet kuvveti gerçek olmayan bir kuvvetse eğer (K=0), bu durumda, böyle bir kuvvetin neden olduğu ivme (a) de geçek bir kuvvetin yarattığı bir ivme değildir (çünkü eğer K=0 ise, a=0 olur.). İşte, ortada gerçek anlamda bir kuvvet ve ivme olmadığı halde, sanki varmış gibi etkide bulunan atalet kuvvetinin yarattığı direnç oluyor kütle... 38 Sorunun cevabı hem evet, hem de hayır olacaktır! Neden hayır olduğu açık! Dünyanın güneĢin etrafında dönmesi, ya da yerküre üzerinde bulunan nesnelerin dünya ile birlikte dönmeleri ipe bağlı bir taĢın dönmesi olayından çok farklıdır. Ġpe bağlı taĢın dönmesinde kolumuz aracılığıyla bir enerji harcayarak bir iĢ yaptığımız halde, dünyayı döndürmek için ne güneĢ bir enerji harcayarak bir iĢ yapmakta, ne de dünyamız bir enerji harcayarak kendi üzerinde bulunan nesnelerin de kendisiyle birlikte dönmelerine neden olmaktadır. Bir dıĢ kuvvetin bulunmadığı, dıĢardan enerji verilerek bir iĢ yapma durumunun bulunmadığı bir hareketin ivmeli bir hareket olduğunu da söyleyemeyiz. Ama öte yandan, az önce yukarda da açıklamaya çalıĢtığımız gibi, bütün nesneler (bu arada dünyamız ve dünya üzerinde bulunan bütün diğer nesneler de) aynı anda iki tür atalet hareketi yaptıklarından (mevcut ataletini devam ettirme isteği ve serbest düĢme) bu iki hareket bir diğeri üzerine sanki bir dıĢ kuvvet etkisi yapar ve öyle olur ki, örneğin dünyanın güneĢ etrafındaki hareketi, özünde hiçbir Ģekilde ivmeli bir hareket olmadığı halde (bir atalet hareketi olduğu halde) sanki ivmeli “düzgün dairesel bir hareketmiĢ” gibi ortaya çıkar. Atalet kuvvetlerinin-kuvvet olmayan kuvvetlerin-neden olduğu bu türden hareketleri mekanik dünyadaki benzerlerinden ayrı olarak ele alabilmek son derece önemlidir. KUANTUM GRAVĠTASYONU‟NUN TEMELLERĠ Sesli olarak düĢünmeye devam ediyoruz: Elektrona ait ihtimal dalgasının, elektronun etrafındaki daha az yoğun enerji alanıyla birlikte, uzayın bir parçası olarak, potansiyel bir madde-enerji yoğunluğu olduğunu söylemiĢtik44. Şu an bizi esas ilgilendiren elektronun etrafındaki alan-uzay olduğundan merkezdeki yoğunluğu bir kenara bırakarak yolumuza devam ediyoruz: HerĢeyden önce, “gravitonlarla” kuantize, gravitasyonal bir enerji alanıdır bu. Bir de tabi, elektronun elektriksel yükünden dolayı, fotonlarla kuantize elektro-magnetik bir alan söz konusudur burada. Öyle ki, elektrona ait uzayda elektromagnetik alanla gravitasyonal alan aynı uzayı paylaĢarak içiçe varolmaktadırlar. Bu durum genellikle Ģöyle yorumlanır: Önce, adına “uzay” denilen ve ne olduğu belli olmayan (belki de “boĢ” olan) bir “gravitasyonal alan” vardır! Sonra da bunun üzerinde (yani, “boĢluk” adı verilen bu sahnede) bir oyuncu gibi yer alan elektron ve elektromagnetik alan! Bilim çevrelerinde kabul gören genel kanı budur bugün! Kanı diyorum, çünkü bu bilimsel bir tesbit falan değildir! Mekanik pozitivist dünya görüĢüne-“bilim” anlayıĢınainancına uygun bir tahmindir! Ama, bir yandan da, iĢin “gerçekte” nasıl olduğunu “kimsenin bilmediği” söylenilir (“çünkü” denilir, “gravitasyonal alanın ne olduğunu henüz daha kimse bilmiyor”!...) “Gerçek” ne peki? Var mı öyle “gerçek” diye “objektif-mutlak” olan bir şey! Önce sizin kafanıza böyle hayali bir şablomu yerleştiriyorlar, sonra artık her şey onun üzerine inşa edilmeye başlanıyor! Öyle ki, siz bundan sonra artık hep varolduğu baştan kabul edilmiş olan o temelle değil de, binayı inşa edeceğiniz tuğlalarla uğraşmaya başlıyorsunuz, hiç aklınıza gelmiyor binanın yükseldiği o zemini tartışmak! Evet gerçekten, nedir o “gerçek” denilen şey, kim bulmuş, kim tanımlamış onu? Bu çalışmanın esas konusu bu zemini sorgulamak değil mi zaten!... ġimdi sıkı durun, bir an için, bu genel kabulün (ve o “gerçek” anlayıĢının) dıĢına çıkarak biraz farklı düĢünmeye çalıĢacağız: 44 Burada, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektrondan bahsettiğimizi unutmayalım!.Ayrıca, zaten, ihtimaldalgası olarak uzayda “serbest halde” bulunan bir elektronla, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan elektron arasında hiç bir fark yoktur! 39 Madem ki elektromagnetik alanla gravitasyonal alan elektronun etrafındaki uzayda içiçe birlikte yer alıyorlar, neden gravitasyonal alan elektromagnetik dalgalar için, tıpkı suyun su dalgaları, ya da havanın ses dalgaları için oynadığı medium-ortam rolünü oynayamasın? Bu türden bir oluĢumu yasaklayan bilimsel bir engel var mıdır bugün ortada! Michelson-Morley Deneyi mi? Hiç ilgisi yok! Miclelson-Morley Deneyi, “Esir”45 adı verilen, boĢ uzayı dolduran (yani, ondan ayrı olarak varolan) elastiki bir maddeninortamın bulunmadığını ispat etmiĢtir. “Esir” anlayıĢının altında yatan (tıpkı o Higgs alanında olduğu gibi!) “boĢ uzayı kapsayan, yerküre‟den ayrı olan, onunla birlikte hareket etmeyen-kendine özgü bir maddi gerçeklik olarak bir ortamdır”. Halbuki gravitasyonal alan yerkürenin maddi gerçekliğinin bir parçasıdır. Yerküreyi bir maddeenerji yoğunluğu olarak düĢünürsek, gravitasyonal alan da, bu yoğunluğun etrafındaki daha az yoğun, ama onun bir parçası olarak varolan uzaydır; yerküreyle birlikte, yerkürenin ve güneĢ‟in etrafında dönen bir enerji alanıdır yani46. Statik, ya da yerkürenin maddi gerçekliğinin dıĢında bir uzay-alandan değil, madde enerji yoğunluğunun uzantısı, dinamik bir uzaydan-alandan bahsediyoruz. Ve elektromagnetik alanın-dalgaların da, tıpkı su dalgalarının suyun içinde oluĢmaları ve yayılmaları gibi, ortam olarak böyle bir gravitasyonal alanı kullanarak oluĢup hareket edebileceklerini düĢünüyoruz. Çok önemli Ģeyler söylediğimizin farkındayım! Bu düĢüncelerin-belirlemelerin- doğru olması halinde buradan ne gibi sonuçların çıkacağı da ortadadır! Ama “söylemek yetmez, bütün bunların ispat edilmesi gerekir” diye mi düĢünüyorsunuz!... Bakın önce ben size şunu sorayım: Yukarda ortaya koymaya çalıştığımız tablonun önünde bilimsel bir engel varmıdır bugün?... İsterseniz cevabını birlikte verelim: Hayır yoktur! “Ya gravitasyonal alan”, “o nedir-nasıl bir gerçektir” mi diyorsunuz? Onun ne olduğu, nasıl bir “gerçeklik” olduğu bir yana, bugün birçok bilimsel çalışmanın temelinde zaten böyle bir madde-enerji alanının varlığı varsayımı yatmıyor mu? Einstein‟ın Genel İzafiyet Teorisi‟ni ele alalım! Eğer yukardaki tanıma uygun bir gravitasyonal alan yoksa ortada, neyi anlatıyor o zaman Genel İzafiyet Teorisi? “Esir” diye, varlığı kendinden menkul bir maddi ortamın bulunmadığı da ispat edildiğine göre, eğer gravitasyonal alan diye bir enerji alanı da yoksa ortada (ne olduğu belli olmayan şu Higgs alanını saymazsak!) o zaman geriye bir tek alternatif kalıyor, ki o da Newton‟un meşhur “boş uzay” anlayışıdır 47. Yani, uzay denilen Ģey, ya Newton‟un dediği gibi “kendinde Ģey” “boĢ” bir sahnedir ve bütün diğer varlıklar da bu boĢ sahnenin içinde “objektif mutlak gerçeklikler” olarak hareket edip durmaktadırlar, ya da uzay, madde-enerji yoğunluğunun-nesnelerin- ayrılmaz bir parçası olarak gravitasyonal bir enerji alanıdır. Böyle bir uzayın içinde, onun ayrılmaz parçası olarak varolan nesneler, ancak, karĢılıklı etkileĢme esnasında birbirlerini yaratarak izafi-objektif gerçeklik haline gelirler. Bunun dıĢında onlar (belirli bir koordinat sistemine göre) objektif-potansiyel gerçeklikler olarak varolurlar. ĠĢin özü ruhu budur! Az önce, uzayın içiçe iki alandan oluştuğunu söylemiştik. Bunlardan biri, elektronun elektriksel yükünden kaynaklanan elektromagnetik alandı, diğeri de, onun kütlesinin devamı olan gravitasyonal alan. Ama, son tahlilde, bunlar kütlesi ve yüküyle bir bütün olan elektron olarak yoğunlaşmış madde-enerjinin ayrılmaz birer parçası durumundaydılar. Yani, elektrona ilaveten, öyle “kendinde şey” ikinci, hatta üçüncü varlıklar söz konusu değildi onun etrafında48. Ortada, ihtimal dalgasıyla temsil edilen tek bir madde-enerji yoğunluğu vardı. Bu 45 Bir soru: Bu “esir” ile, gene onun gibi “her yeri kaplayan bir alan” olan “Higgs Alanı” arasında prensip olarak ne fark vardır, ya da bir fark var mıdır?... 46 Yani öyle, “önce boş bir uzay vardır” da, sonra da “onun içinde dönüp duran dünya, güneş falan gibi astronomik cisimler... ” diye bir şey söz konusu değildir!!.. 47 Tabi şimdilerde bir de bütün bunlara rakip bir “Higgs Alanı” varsayımı çıktı ortaya!.Ama haklarını yemeyelim, Higgs‟ciler zaten onu uzayla özdeş olarak görmüyorlar.. 48 Elektromagnetik alanın-bir uzay dalgası olarak- kendine özgü bir yaşama sahip olması ayrı bir olaydır. Burada kastedilen, elektronun etrafındaki elektriksel-magnetik (elektrostatik) alandır... 40 nedenle, öyle olmalıydı ki, aynı uzayı paylaşarak gerçekleşen bu iki alan belirli bir ilişki içinde olmalı, birbirlerine dönüşebilmeli, birbirlerini yaratabilmeliydiler... Çizmeye çalıştığımız bu tablo su ve ses dalgaları örneğine ne kadar benziyor değil mi!... Ġsterseniz bir kere daha suya bir taĢ attığımız zaman olup bitenlere bir göz atalım: Önce, taĢ aracılığıyla suya iletilen enerjiye göre, belirli miktardaki su molekülleri bir araya gelerek suda meydana gelen dalganın kuantize yapısına temel olan su kuantumlarının oluĢmasına yol açarlar. Buna paralel olarak, her birisi bir sarkaç gibi salınmaya baĢlayan bu su kuantumlarının hareketi de, enerjiyi ileten, bizim su dalgası dediğimiz dalgasal gerçekliği oluĢturur49. Tamam, bu örnek makroskobik vs. ama Ģu an bizim için önemli olan bu değil. Bir an için (bir metafor olarak da olsa) gravitasyonal alanı da bu su gibi düĢünelim ve su dalgaları örneğindeki su moleküllerinin yerine gravitasyonal alanın kuantumları olan gravitonları, su moleküllerinin birleĢmesiyle oluĢan o su kuantumlarının yerine de gravitonların birleĢmesiyle oluĢan fotonları koyalım! Nasıl ki, üzerinde dalgalar da olsa, su gene aynı su olarak varlığını sürdürüyorsa, aynı Ģekilde, gravitasyonal alan da, su dalgalarının suyla birlikte varolması gibi, elektromagnetik dalgalarla birlikte varolabilir. Neden olmasın ki? Neden gravitasyonal alanla elektriksel-magnetik alanlar bu Ģekilde içiçe geçerek birlikte, bir ve aynı uzayı oluĢturuyor olmasınlar? Neden elektromagnetik dalgalar bu anlamda bir gravitasyonal dalga-uzay dalgası- olmasınlar? Pozitivist “bilim” anlayıĢının dıĢında hangi bilimsel engel vardır bu tür bir yaklaĢımın önünde? Elektromagnetik dalgaların illâ ki boĢ bir uzayda yol alıyor olmaları mı lazımdır? Veya, ne olduğu belli olmayan, “uzay” adı verilen bir tiyatro sahnesinde sonradan rol alan bir oyuncu gibi mi olmalıdır onlar? Fotonları, otobahnda giden bir araba, veya suyun üstünde giden bir kayık gibi “objektif mutlak gerçeklikler” olarak tasavvur etmek size ters gelmiyor, hatta bu tarz “kendinde Ģey” “objektif gerçekleri” düĢünmenin “bilimsel” olduğunu kabul ediyorsunuz da, neden o kayığın (fotonların) kendisinin de, tıpkı su kuantumlarının sudan oluĢtuğu gibi, gravitonlardan yapılmıĢ olabileceğini düĢünmek hiç aklınıza gelmiyor? Bu tabloyla kuantum teorisi yüzde yüz uyum halindedir!... Hem sonra, bir nokta daha var! Yukardaki tabloyla kuantum teorisi yüzde yüz uyum halindedir. Yoksa, kuantum mekaniğinin ihtimaldalgasını baĢka türlü nasıl açıklayacaksınız ki?... Nasıl açıklayacaksınız “tek bir fotonun” iki delikli ekranda aynı anda o iki delikten birden geçmesini? Zaten bu yüzden de kimse açıklayamıyor ya!... Neden? Çünkü, “boĢ”, ya da dolu, ama her halukârda içinde evrensel bir tiyatro oyununun sergilendiği “kendinde Ģey”-objektif gerçeklik bir uzay anlayıĢıyla, bu uzayın üzerinde tıpkı sahnedeki o oyuncular gibi yer alan ektromagnetik dalga-ıĢık anlayıĢı daha iĢin baĢında her türlü bilimsel öngörünün (ve tabi kuantum mekaniğinin) yolunu kesiyor da ondan! Siz daha iĢin baĢında böyle bir anlayıĢla yola çıkarsanız kuantum mekaniğinin ihtimaldalgasını-izafi-objektif-potansiyel gerçeklik anlayıĢını nereye oturtacaksınız?... Çok açık olalım ve hadi gelin hep birlikte, bir ampulden çıkan ıĢık gözümüze kadar nasıl geliyor onu bir araĢtıralım! (Tabi burada, ıĢık sanki “boĢ uzayda” yol alıyormuĢ gibi, onun yol boyunca hava molekülleriyle olan etkileĢimini hesaba katmıyoruz... ) Eğer o (yani ıĢık ve onu oluĢturan fotonlar) yol boyunca, belirli bir tiyatro oyununun 49 Dikkat ederseniz burada hareket eden-yani bir yerden baĢka bir yere giden Ģey-o su kuantumları değildir; onlar sadece bir sarkaç gibi salınıp duruyorlar. Salındıkça da hemen bitiĢiklerindeki diğer sarkacı harekete geçiriyorlar; hareket-enerji-bu Ģekilde iletiliyor... ĠĢte dalga budur. Yani, öyle mekanik olarak “dalga hareketi” yapan parçacıklar falan söz konusu değildir!... 41 sahnelendiği sahne gibi (boĢ ya da dolu, ama her halukârda oyuna dahil olmayan, ondan bağımsız olarak varolan) bir uzayda yer alan oyuncu-oyuncular gibi iseler, ya da, “kendinde Ģey” bir platform olarak düĢünülen bir otoyolun üzerinde gidip gelen (herbiri “objektif mutlak gerçeklik” olarak tasavvur edilen) arabalar gibi iseler, o zaman hiçbir diyeceğimiz yoktur; bu durumda benim bütün bu yazdıklarım da sadece bir spekülasyondan-hayal ürününden ibarettir!50 Ama, yok eğer durum böyle değilde o yol boyunca (gözümüze gelene kadar) gözlemci olarak bizi temel alan KS‟ne göre bizim bildiğimiz anlamda-mekanik dünyanın kurallarına uygun bir Ģekilde- zaman içinde gerçekleĢen (saniyede üçyüzbin km.) bir hareket değilse, özünde zamana bağlı olmadan varolan bir uzay dalgasıysa (zamana bağlı olmadan gerçekleĢen bir ihtimaldalgasıysa-potansiyel bir gerçeklikse51), o zaman bütün o pozitivizm bulaĢmıĢ “bilimin” yeniden gözden geçirilip, bütün fizik kitaplarının da yeniden yazılması gerekecektir!.. Evet, ışık, özünde bir uzay dalgası-ihtimaldalgası olarak zamana ve mekana bağlı olmadan potansiyel gerçeklik halinde mi yol alıyor, yoksa, foton adı verilen ve her an için uzayda belirli bir yeri-hızı olan (herbiri “objektif-mutlak gerçeklikler” olan) milyonlarca parçacıkların aynı zamanda dalgasal hareket yaparak da hareket ettikleri bir ışık demeti olarak mı?... Hemen denecek ki, bütün diğer parçacıklar gibi fotonlar da “hem birer parçacıktır, hem de bir dalga”; bu nedenle, bunların dalga hareketi yaparak ilerleyen parçacıklar olması doğal değil midir?... İyi güzel de, her yana çekebileceğiniz yuvarlak bir ifade bu! Önemli olan Ģudur: Gelen ıĢık, dalgasal hareket yapan her biri “objektif-mutlak gerçeklik” parçacıklardan mı oluĢmaktadır, yoksa o, yol boyunca (hava molekülleriyle olan etkileĢmeleri dikkate almadığımızı belirtmiĢtik...) bütün özdeğerleri- özelliklerin hepsini de- içinde barındıran “potansiyel gerçeklik bir ihtimaldalgası” mıdır? Olay budur. Bu iki görüĢü birbiriyle bağdaĢtırmak da mümkün değildir! Bunlardan birisi, mekanik-materyalist-idealist (ama illaki pozitivist) dünya görüĢünden“bilim” anlayıĢından kaynaklanır (ki, Einstein‟ı da içine alan bütün bir klasik bilimin üzerinde geliĢtiği zemin budur), diğeri ise, kuantum fiziğinin-mekaniğinin bakıĢ açısıdır. Ama, “Kuantum fiziğinin bakıĢ açısıdır” derken bunu da öyle Kopenhag Yorumcuları‟nın sübjektif idealizme kayan (gene pozitivist!) anlayıĢıyla sınırlamıyoruz! Evet, Newton‟dan sonra baĢlayan bilimdeki o materyalist-pozitivist hegemonyaya karĢı bayrağı açanlar onlardır, tamam; ama onlar da iĢin sonunu getirememiĢler, sonunda pozitivizmin baĢka bir batağına (idealist pozitivizme) saplanıp kalmıĢlardır! Fakat gene de büyük aĢamadır yapılan. Bu çalıĢmanın amacı, bayrağı onların bıraktıkları yerden alarak “VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi”52 zeminine oturtmak, herĢeyi-ama herĢeyi-yeniden kavramaya çalıĢarak zihnimizdeki bütün o pozitivist virüslerin artıklarını temizlemektir!... Belirli bir kuantum seviyesinde atalet halinde bulunan bir elektronu, kendi uzayıyla-“Konfigürationsraum”- bütünleşmiş (dış gözlemciler için potansiyel gerçeklik bir enerji alanına 50 Ama tabi bu durumda sizin de o “tek bir fotonun” nasıl olupta aynı anda o iki delikten birden geçtiğini açıklayabilmeniz gerekir!!.. 51 ĠĢte ıĢık bu yüzden “bütün KS‟lerinden bağımsız olarak” hareket etmektedir... Onun, bize göre saniyede üçyüzbin km.olan hızı ve hareketi, gerçekte, bizim anladığımız Ģekilde uzayzaman içinde gerçekleĢen bize göre bir yolculuğa tekabül etmez! Biz bu “seyahati” kendi varoluĢumuzun ve günlük yaĢantımızın diline tercüme ederek yorumlarız. Madde enerjinin yoğunlaĢmıĢ hali olan nesneleri temel alan KS‟lerine göre anlama sahip olan mekanik dünyanın zaman-mekan ve hız anlayıĢı, uzayın kendisi olan gravitasyonal alan referans alındığında anlamını kaybeder... 52 http://www.aktolga.de/t4.pdf 42 denk düşen) bir ihtimaldalgası olarak tanımlamıştık53. Bu durumda, dış gözlemciler için potansiyel gerçeklik bir ihtimaldalgasından başka birşey olmayan elektronla onun etrafındaki alan (gravitasyonal-elektromagnetik) arasında, enerjinin yoğunlaşma derecesi hariç, prensip olarak başka hiç bir fark yoktur. Örneğin, belirli bir kuantum seviyesindeki bir elektronun enerjisi E=hv ise (buradaki v gerçek anlamda54 dalgasal bir hareket olarak elektronun frekansıdır), bu demektir ki, elektron frekansı v olan bir enerji alanıdır. Frekansı v olan dalgasal bir oluşumdur yani. Bu oluşumun-yoğunluğun etrafındaki, gene v frekanslı kuantumlardan (fotonlardan) oluşan alana ise biz elektrostatik-elektromagnetik alan diyoruz. Bu durumda, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronu temsil eden ihtimaldalgası, aynı zamanda, onun etrafındaki uzayı olan elektromagnetik+ gravitasyonal alanı da temsil etmektedir. Ve bir dış gözlemci için bunların hepsi o an potansiyel gerçekliklerdir. Birinci nokta bu. Ġkinci nokta ise, etkileĢme anının gerçekliğiyle ilgilidir. Yani ıĢığın, elektromagnetik dalganın “objektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkma anıyla”. Ġsterseniz Ģimdi bir de tam o “an”a konsantre olalım!. O an elektron bir üst kuantum seviyesinden bir aşağıya iniyor ve buna bağlı olarak da onun “dışarıya bir foton saldığı” söyleniyor55. Nedir şimdi bu foton? Makineli tüfekten çıkan mermi gibi dışarıya salınan “objektif gerçeklik” bir parçacık mıdır? “Çıktı”-output-nedir, “girdi”-“çıktı” iliĢkisi nedir?... O, herşeyden önce, atomun içindeki informasyon işleme mekanizmasının-etkileşmenin çıktısıdır-“son durumudur” burası açık... Peki, soruyoruz o zaman şimdi, ne demektir buradaki o “son durum” hali? Son durum, “ilk durum” (initial state) zemininde başlayan etkileşmenin ulaştığı en son basamaktır. Öyle ki, hemen bununla birlikte, bir çıktı-output olarak bir ürün-foton- oluşmuş oluyor. Ama bu haliyle o, yani ürün, henüz daha dış gözlemciler için potansiyel bir gerçekliktir. Son durum olan ürünün objektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkabilmesi için onun bir nesne-obje ile ilişkiye girmesi gerekir. Bu nesne bir dış gözlemci de olabilir, ya da başka bir nesne de, bu önemli değil. Ancak böyle bir ilişkidir ki onu potansiyel gerçeklik halinden objektif gerçeklik bir ürün-sentez-output haline dönüştürecektir. Bu durumda onu (yani fotonu), ancak ilişki içine girilen nesneyi temel alan KS‟ne göre objektif bir gerçeklik olarak tanımlayabiliriz. O halde ıĢık, elektromagnetik dalga, elektrondan çıktıktan sonra hemen öyle “kendinde Ģey” bir output-ürün-yani “objektif gerçeklik” olarak ortaya çıkmaz-çıkamaz; o ancak bir nesne ile etkileĢmeye giriĢtiği an bu niteliği kazanır. Halbuki, Ģu an kabul gören elektromagnetik dalga-ıĢık-anlayıĢına göre, ampulde titreĢen elektronlar, tıpkı o makineli tüfek gibi dıĢarıya foton adı verilen “objektif gerçeklik” parçacıklar salmakta, bu parçacıklar da, herbiri dalgasal bir hareket yaparak-gözümüze kadar gelmektedir!! Daha baĢka bir deyiĢle, ampulden gözümüze gelen ıĢık, yol boyunca, herbirisi objektif mutlak gerçeklik olarak varolan parçacıkların, ayni anda dalga hareketi de yaparak uzayda yol almalarından ibarettir!!... (Tekrar altını çizme ihtiyacını hissediyorum; buradaki tek yanıltıcı etken onun yol boyunca hava molekülleriyle olan etkileĢimidir ki, açıklamamızın baĢında bunu bir yana bırakacağımızı zaten söylemiĢtik...) 53 Bunun alternatifi, dalgasal bir hareket yaparak objektif mutlak bir gerçeklik şeklinde varolan dalgaparçacık-elektron- anlayışıdır. Ki, bunu hiçbir şekilde kuantum mekaniğinin potansiyel gerçeklikihtimaldalgası anlayışıyla bağdaştıramazsınız... 54 Dikkat ederseniz burada “gerçek anlamda dalgasal hareket” kavramını kullanıyorum. Bunun nedeni, gerçek anlamdaki bir dalgasal hareketle (belirli bir ortama tabi olarak meydana gelen su ve ses dalgaları gibi) dalgasal hareket yapan mekanik bir tanecik anlayışı arasındaki farkın altını çizmektir!.. 55 Soru şu: Elektronun içinden makineli tüfekten çıkan o mermiler gibi fotonlar mı çıkıyor-fışkırıyor, yoksa, titreşen elektronun etrafındaki uzayı da titreştirmesinin sonucu olarak (tıpkı suda meydana gelen o su dalgaları gibi) fotonlarla kuantize bir uzay dalgası mı meydana geliyor?... 43 Bu noktada, ortaya çıkan üç farklı görüĢü Ģöyle özetleyebiliriz: Birincisi açıktır, mekanik materyalizmin-ve klasik fiziğin görüşüdür bu. Bunun defalarca altını çizdiğimiz için tekrar etmiyorum. Ġkincisi, kuantum fiziğinin Kopenhag yorumcuları tarafından savunulan görüş oluyor. Bunun da ne olduğunu biliyoruz: Bunlar için, “gözlemci bizzat ölçme işlemi yoluyla varlığını gerçekleştirerek bilene kadar bir elektronun- ya da fotonun- varlığının hiçbir anlamı yoktur” (Einstein‟ın dediği gibi Kopenhag‟cıların ihtimaldalgası bir idee-“hayalet dalgasından” ibarettir)! Bana göre, bir yanlışa karşı çıkarken başka bir yanlışa, sübjektif idealizmin batağına saplanıyor bunlar da. Üçüncü görüĢü ise, “VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi” kapsamı içinde bu çalıĢmada ele almaya çalıĢıyoruz. Ben diyorum ki, birinci görüş olarak ele aldığımız klasik-mekanik materyalist görüşle (bu durumda, “objektif-mutlak gerçeklik” olarak varolan bir elektron-yada foton-, aynı anda dalga hareketi yaparak da ilerleyen bir parçacıktır) ikinci görüşü, yani, kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumcularının ucu açıkça sübjektif idealizme varan görüşlerini (nesneler ancak biz onların varlığını bildiğimiz zaman varolurlar-vardırlar anlayışını) uzlaştırmak-bir arada ele almak- mümkün değildir. Ve aslında bunların her ikisi de bir diğerini çürüterek onun neden yanlıĢ olduğunu ispat etmektedir. Yani bunların her ikisinin de birbirleri hakkında söyledikleri Ģeyler doğrudur! VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi iĢte bu çeliĢkilerin içinden doğup geliyor. Her iki tarafın bir diğerini çürütmek için öne sürdüğü tezler aslında bu çalıĢmada ileri sürdüğümüz görüĢlerin ispatıdır!... Alınız” Çift Yarıkla Yapılan Deney‟i”, burada yanlışlığı ispat edilen sadece klasik-materyalist görüş değildir; Kopenhagcıların, o ne olduğu belli olmayan, son tahlilde, bir ideeden başka anlam yükleyemedikleri “ihtimaldalgası” (Einstein‟ın “hayalet dalgası” olarak netelendirdiği) anlayışıdır da.56 Nedir o öyle, “ekrana ulaşana kadar varolan sadece bir ideeden ibarettir” anlayışı! Aslında, başlı başına bir tek bu deney bile “Varoluşun Genel İzafiyet Teorisinin ispatıdır... “Ġnformasyon” nedir?... VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi‟nin (ve tabi, Ġnformasyon ĠĢleme Teorisi‟nin) diliyle konuĢursak, mutlak gerçeklik olarak “informasyon” diye bir Ģeyden de bahsedilemez! O, (yani informasyon) etkileĢme esnasında-sonucunda- belirli bir sisteme iliĢkin özdeğerleri temsil eden ihtimaldalgası paketten (“Wahrscheinlichkeitswelle”) çıkarılarak belirli bir madde-enerji muhtevası olan potansiyel gerçeklik bir “çıktı” (output) Ģeklinde taĢınan, ancak etkileĢme partneri tarafından “girdi” olarak alındığı zaman izafi objektif gerçeklik haline dönüĢen bir madde-enerji paketidir. Burada altı çizilmesi gereken noktanın, belirli bir sistem için onun özdeğerlerini taĢıyan bir “çıktının”, yani informasyon paketinin ancak baĢka bir sistem için “girdi” (input) olarak gerçekleĢtiği-alındığı- zaman izafi objektif gerçeklik haline dönüĢtüğünü unutmayalım. Yani, hiç bir zaman, mutlak anlamda “çıktı” ya da “girdi” olarak tanımlanabilecek objektif gerçeklik bir madde-enerji-informasyon (ve onu taĢıyan bir madde enerji paketi) söz konusu değildir. Ġnformasyon taĢıyan her “çıktı” bir baĢka sistem için “girdi” olarak alındığı an izafi objektif gerçeklik halini alır.57 56 Dikkat! Burada eleştirilen, “ihtimaldalgası” anlayışı değildir, ona yüklenilen sübjektif idealist yorumdur! 57 Bu satırları yazarken düşünüyorum da, şimdi öyle yazıvermek ne kadar kolay geliyor! Halbuki bunların olgunlaşarak ortaya dökülebilmesi için ne uykusuz geceler geçmişti! 44 2 Nolu sistem bir şekilde 1‟i etkiliyor, diyelim ki, 1‟in üzerinde bir ölçme işlemi yapıyor... A A 1 2 B B Bu işleme bağlı olarak 1‟den çıkarılan informasyon, belirli bir madde-enerji paketiyle kodlanarak-2‟ye göre henüz daha potansiyel gerçeklik bir “çıktı” şeklindeyola çıkar. Ve ancak 2 tarafından “girdi” olarak alınıpta kodları çözüldüğü zaman izafi objektif gerçeklik haline dönüşür... Bütün bunlar, klasik materyalist-pozitivist görüş açısından, anlaşılması mümkün olmayan şeylerdir”!... Çünkü, bu durumda her varlık, varlığı kendinden olan (“kendinde şey”) “objektif mutlak bir gerçeklik” olup, etkileşme denilen olay da, “her biri önceden objektif gerçeklikler olarak varolan bu nesneler” arasında gerçekleşir. Bu durumda, “kendinde şey”-objektif gerçeklik- bir nesneye dışardan gelen etkiye (onu da gene kendinde şey olarak düşünerek) otomatikman “girdi” derken, onun (yani bir nesnenin) dışarıya etkisine de (gene aynı şekilde düşünerek) objektif gerçeklik anlamda “çıktı” deriz. Yani, nesneler gibi “girdi” ve “çıktılar” da her durumda objektif mutlak gerçekliklerdir. Bu nedenle, ışık, yani elektromagnetik dalga da, bir çıktı-output olarak, daha ilk oluştuğu andan itibaren, varlığı kendinden menkul objektif bir gerçeklik olup, dalgasal hareket yapan parçacıklardan oluşmaktadır. Öyle ki, bunlar her an (biz onların üzerinde ölçme işlemi yapalım yapmayalım) uzayda hareket halinde olan objektif gerçekliklerdir (kaynaktan gözümüze gelen ışığı, daha önce, otoyolda yol alan milyonlarca küçük arabalara benzettiğimizi hatırlayın!).58 Biraz daha yoğunlaşarak-dikkatimizi biraz daha konu üzerinde toplayarak- devam ediyoruz: Şimdi, kaynaktan bir foton çıktı! Sonra ne olacak? Kaynaktan çıkan fotonun, bir ihtimal dalgası olarak da olsa, uzayda, saniyede üçyüzbin km.lik bir hızla yoluna devam edeceğini söylüyoruz. Bu ne demektir peki? Yol boyunca, ortada her an belirli bir konuma ve hıza sahip objektif bir gerçeklik söz konusu olmadığına göre, bu hız neyin hızıdır? Olayı daha da somutlaĢtırmak için “handy” ile konuĢan iki kiĢiyi ele alalım ve bunlardan birini A diğerini de B olarak gösterelim. Bir A-B sistemidir burada sözkonusu olan, ve biz, böyle bir sistemde A ile B arasındaki elektromagnetik informasyon alıĢ veriĢi olayını mercek altına almak istiyoruz. Ayrıntılara girmeye gerek yok. A‟nın oluşturduğu elektromagnetik dalga, meydana geldiği andan itibaren (tıpkı suda oluşan su dalgası gibi, gravitasyonal alanı ortam olarak alıp yayılan bir dalgadır bu) o anki varoluş haliyle bir ihtimaldalgası olarak atalet hareketine başlar. Yol boyunca herhangi bir nesneyle karşılaşarak onunla etkileşmeye girişmediği 58 Olay o kadar ilginç ki, tam olarak yoğunlaĢmadan bütün bu söylenilenleri kavramak çok zordur! Çünkü, bir yandan da ıĢığın kaynaktan çıktıktan sonra yol boyunca önüne çıkan parçacıklarla-hava molekülleriyle vb- olan çarpıĢmaları-etkileĢmeleri söz konusudur. Yani, kaynaktan çıktıktan sonra -oturma odamızdan bahsediyoruz- öyle “boĢ” bir uzayda yol almamaktadır ıĢık! O, gerçekte, yol boyunca önüne çıkan parçacıklarla-hava molekülleriyleçarpıĢıp-etkileĢerek (ve böylece yer yer objektif gerçeklik haline dönüĢerek) de yol almaktadır... Biz olayı -ıĢık olayını- iki aĢamada ele alarak incelemeye çalıĢıyoruz. Önce, gravitasyonal alanla olan iliĢkisi açısından, sonra da reel durum açısından!... Oturma odamızdaki lambadan çıkan ıĢığın gözümüze kadar nasıl geldiği olayını, lambayla aramızdaki iliĢkiyi -prensip olarakyukardaki Ģekle benzer bir Ģekilde düĢünerek ele alabiliriz... Bu durumda, ıĢığın yol boyunca hava molekülleriyle olan iliĢkisi bizim için olayın özünü değiĢtirmez, sadece olayı kavramamızı biraz daha zorlaĢtırır o kadar!... 45 taktirde B‟ ye gelene kadar da bu böyle devam eder. Onun, yani elektromagnetik dalganın (ve bunların taşıdığı informasyonun) A dan B ye gelirken yol boyunca sahip olduğu hız ancak A ve B yi temel alan koordinat sistemlerine göre bir anlama sahip olur. Onun, yani elektromagnetik dalganın kendisi için ise bu (o, yol boyunca bir uzay dalgası olarak yol aldığından) zaman ve mekan ötesi bir yolculuktur. Çünkü, zaman ve mekan gibi, zaman ve mekan içinde gerçekleşen hareketler de objektif gerçeklik olarak ancak bir durumdan başka bir duruma geçiş aralığında izafi olarak anlam kazanırlar. Elektromagnetik dalga ise (bir ihtimaldalgası olarak), yol boyunca, hiç durum değiştirmeden, belirli bir kuantum seviyesinin içindeki potansiyel gerçeklik halini koruyarak-zaman ve mekana bağlı olmadan yol almaktadır. İşte zaten bu yüzdendir ki, ışığın hızı bütün KS‟leri için aynıdır deriz. Yani ışık, bir uzay dalgası olduğu içindir ki, bütün KS‟lerinden bağımsız olarak (“aynı hızla”) yol almaktadır. İlk bakışta, zaman ve mekan ötesi bir atalet hareketini belirli bir KS‟ iyle ifade etmeye kalkınca ortaya çıkan tuhaf bir sonuç bu! Nedenini Einstein‟ın kendisinin bile açıklayamadığı tuhaf-gizemli bir sonuç! Elektromagnetik dalgaları-fotonları, otoyolda giden arabalar gibi objektif gerçeklikler olarak görmeye devam ettiğiniz müddetçe de kavranılması mümkün olmayan bir sır! Çünkü, bir cismi bir KS‟ne göre tanımlayabilmek için, onun zaman içinde uzayda yer değiştirmesini ifade eden “yaşam çizgisini” (worldline) belirleyebilmek gerekir. Ancak bu durumdadır ki, hız eşittir yol bölü zaman dan yola çıkarak, onun bu KS‟ ne göre belirli bir hıza sahip olduğundan bahsedebiliriz. Işık, yani elektromagnetik dalga (ve bunun içinde yer alan fotonlar) ise, böyle, belirli bir anda uzayda belirli bir konumu olan objektif bir gerçeklik değildir. Bu yüzden de, ışığın belirli bir KS‟ ne göre olan hızından bahsedilemez. Sadece hızından da değil, onun uzay içindeki “yerinden”, somut bir gerçeklik olarak sahip olduğu enerjiden (yani varlığından) da bahsedilemez. Bunların hepsi, o an, ihtimaldalgasının içindeki potansiyel gerçekliklerdir. Koordinat sisteminiz hareket halindeymiş, ya da hareketsizmiş, bütün bunlar hep zaman ve mekan içinde bir anlama sahip olan şeylerdir. Elektromagnetik dalga ise, mekana ve zamana bağlı olmadan-bir uzay dalgası olarakhareket ettiği için, bunlar onu ilgilendirmez! Aynı Ģey, belirli bir kuantum seviyesinde potansiyel gerçeklik bir ihtimaldalgası olarak atalet hareketi yapan bir elektron için de geçerlidir. Onun bu hareketi de zamana ve mekana bağlı bir hareket değildir. Yani, protonun etrafında (hidrojen atomundan bahsediyoruz) bir ihtimaldalgası olarak “dönen” elektron da, zaman ve mekan ötesi (tabi belirli bir konfigürasyon uzayında) bir atalet hareketi yapmaktadır... Peki o zaman, fizik kitaplarında elektronun bu yörünge hareketine iliĢkin olarak belirlenen “hızı” vs. ne oluyor? Bu sorunun cevabını kuantum mekaniği Ģöyle veriyor: Ölçme aletlerimizle elektronu etkileyerek onun üzerinde ölçme iĢlemine baĢladığımız an onun atalet hareketini bozar, onu izafi-objektif bir gerçek haline getiririz. Bu arada da, bir durumdan baĢka bir duruma geçerkenki haline iliĢkin ölçü değerlerini elde ederiz. Sonra da deriz ki, elektron Ģu hızla yörünge hareketi yapmaktadır. Görüldüğü gibi, bu değer belirli bir 46 anın içindeki objektif-mutlak bir hıza tekabül etmez! Ölçme iĢlemi sonunda kurulan yeni dengede (kuantum seviyesi) elektrona iliĢkin ihtimaldalgasınca temsil edilen potansiyel değerlerdir bunlar. Nitekim, eğer yeni bir ölçme iĢlemi yaparsak aynı değeri bir daha ölçemeyebiliriz de!... Çünkü, her seferinde ölçtüğümüz değer, ölçme iĢleminin etkisiyle o an yaratılan bir değer olacaktır. Belirli bir ölçme iĢleminin sonucunda bulunacak değerlere iliĢkin olarak, önceden, ancak ihtimal dalgasının (dalga fonksiyonunun) I I2 karesiyle orantılı olarak belirli ihtimallerden bahsedebiliriz. Halâ çok karmaĢık mı görünüyor! Einstein‟ın dediği gibi, “bu elektron tıpkı bir hayalet gibi, bir var olup bir yok mu oluyor”! Hiç de öyle değil aslında! Olayın özü, varoluĢun izafiliğini kavrayabilmekten geçiyor; atalet haliyle, bir durumdan baĢka bir duruma geçerken ortaya çıkan izafi objektif gerçeklik olarak varolma hali arasındaki iliĢkiyi kavrayabilmekten geçiyor. Elektromagnetik dalgaların, tıpkı su dalgaları gibi, gravitasyonal alanı bir ortam olarak kullanarak yayılabileceklerini, fotonların da gravitonlardan oluĢabileceğini söyledikten sonra, bu tabloyu tamamlamak için geriye çözülmesi gereken bir problem daha kalıyor. ġöyle ifade edelim: Su ve ses dalgalarıyla uzay dalgaları arasında esasa iliĢkin olarak ne fark vardır?... Su ve ses dalgalarının, sürekli bir etkileĢme ortamında, bir enerji harcanılarak gerçekleĢmelerine, zaman-mekan içinde izafi objektif gerçeklikler olarak yayılmalarına karĢılık, uzay dalgaları, bir kere oluĢtuktan sonra hiç bir enerji harcanılmadan yollarına devam ederler59. Neden mi? Önce su dalgalarının nasıl oluĢtuklarına bakalım: Tekrar, elimizi suya sokupta hareket ettirdiğimiz zaman meydana gelen o su dalgalarına dönüyoruz: Bu durumda, elimizin hareketiyle harcadığımız enerji su molekülleri için dışardan sisteme enjekte edilen bir enerji-girdi- olarak etkide bulunuyordu. Peki sonra? Sonra, iki şey oluyor: Önce ilkinden başlayalım: Bu bir etkileşmedir. Dışardan gelen etkiyle su moleküllerinin etkileşmesidir. Bu etkileşmeyi İnformasyon İşleme Bilimi açısından ele alırsak da olayı şöyle açıklamamız gerekir: Su molekülleri dışardan gelen bu etkiyi sistemin içindeki bilgiyle (sistemin bağlayıcı potansiyel enerjisiyle) işleyerek bir “çıktı” oluştururlar. Hareket enerjileri artar vb... Sonra da moleküllerin bu hareket enerjileri ısı enerjisi şeklinde (elektromagnetik enerji) uçar gider! Yani sistem enerji kaybeder, alınan enerji bu şekilde dışarıya verilir. Hepsi bu kadar mı peki? Hayır! Bunun yanı sıra başka bir süreç daha yaşanılır. Dışardan alınan enerjiyle hareket enerjileri artarak titreşen su molekülleri arasında, onların bu dalgasal hareketlerinin girişimiyle belirli kümelenmeler de-süperposition- oluşur. Bunlara, o an suda meydana gelen dalgaya özgü su kuantumları demiştik. Su moleküllerinin girişimiyle oluşan bu kuantize su paketlerinin tıpkı bir sarkaç gibi salınmaları da su dalgalarını oluşturuyordu. Sonuç ortadadır! Bir yandan, su dalgaları oluĢarak, bunlar, içinde bulundukları ortamda yayılırlarken, diğer yandan da, sistem çevreyle etkileĢme ortamında enerji kaybettiği için, bir süre sonra bu dalgalar sönerler, olay biter. Elimizle verdiğimiz enerji, ısı enerjisi Ģeklinde kaybolup gider. Aynı Ģey ses dalgaları için de geçerlidir... 59 Tabi bu arada (yani uzayda yol alırken) başka nesnelerle karşılaşarak bunlarla etkileşmeye girmedikleri sürece... 47 Peki, bir elektron titreĢerek uzaya elektromagnetik dalgalar (ki bunlara, son tahlilde, uzayın titreĢmesiyle oluĢan uzay dalgaları dedik) yaydığı zaman ne olur?... Ġsterseniz olayı gene aynı Ģekilde adım adım izlemeye çalıĢalım: Tıpkı elimizin suyun içindeki hareketi gibi, elektron da, titreĢtiği zaman bir enerji harcamıĢ olur. Nedir bu enerji peki, nasıl çıkıyor elektrondan? Bunun iki izahı var. Birincisi, Einstein‟dan bu yana bilim çevrelerinde kabul gören klasik görüĢ: Bu durumda, elektronlar titreĢirlerken dıĢarıya foton adı verilen enerji paketleri yayınlarlar. Öyle ki, bu paketler elektronun içinden tıpkı bir mermi gibi fıĢkırırlar!... Yani elektron, bu anda, tıpkı bir makineli tüfek gibidir; ancak, bu durumda kurĢun yerine, dalgasal hareket yaparak fırlayan fotonlar söz konusudur!... Olayın ikinci açıklaması ise (ki, bu çalıĢma tamamen bunun üzerine kuruludur), su dalgalarının oluĢumu örneğinde olduğu gibidir: TitreĢen elektron etrafındaki uzayı da titreĢtirmekte (daha doğrusu, etrafındaki uzay ondan bağımsız bir varlık olmadığı için, o da onunla-elektronla- birlikte titreĢmektedir), buna bağlı olarak da -nasıl ki su moleküllerinin titreĢimiyle su kuantumları oluĢuyorsa, buna benzer bir Ģekildegravitonlardan oluĢan fotonlarla kuantize bir uzay dalgası olarak elektromagnetik dalga ortaya çıkmaktadır.60 Dikkat edersiniz, bu durumda artık meydana gelen uzay dalgasının-elektromagnetik dalganın- karĢısında (su ya da hava dalgalarında olduğu gibi) onunla etkileĢecek bir nesne-ortam yoktur ortada! Ne vardır peki? Elektron bir sarkaç gibi salınmaya baĢlayınca, onun etrafındaki ona ait-onun bir parçası olan- uzayı da aynı frekansta salınmaya baĢlamakta, bu salınım da bir dalga Ģeklinde kendini üreterek uzayda yayılıp gitmektedir, olay bu kadar basittir!... Yani; 1-Elektron salınınca, aynı frekansla onun etrafındaki elektriksel+magnetik (dolayısıyla da gravitasyonal) alan-uzay da salınmaya baĢlıyor. 2-Bu salınım bir dalga Ģeklinde kendini üretirken, gravitasyonal alanı ortam olarak kullanarak yayılıp gidiyor.. 60 Bu durumda, elektronun “foton alış verişi” olayını da, artık, şimdiye kadar olduğu gibi, öyle basit-mekanik bir şekilde-onun, tıpkı pinpon topu gibi foton adı verilen parçacıkları alıp vermesi olarak açıklamadığımızın altını çizelim! Elektronun foton alışverişinde bulunmasının tek bir anlamı vardır: O, yani elektron, bu işlemi yaparken-yani uzayda titreşirken, tıpkı foton üreten bir fabrika gibi fotonlarla kuantize uzay dalgaları üretmektedir, o kadar!... 48 Bilime ve biliminsanlarına musallat olan pozitivizm denilen o zihinsel virüs altedilmeden bu problem çözülemez, yani iĢin özü ideolojiktir!... Bu konu, yani elektromagnetik dalganın ne olduğu, nasıl oluştuğu konusu çok önemlidir! O, bugün bütün bilim çevrelerinin kabul ettikleri gibi-bütün fizik kitaplarında yeraldığı gibi- titreşen elektronlardan çıkan foton adı verilen taneciklerin (tıpkı bir makineli tüfekten çıkan mermiler gibi) boş uzayda, aynı zamanda bir dalga hareketi de yaparak yayılmaları-yol almaları olayı mıdır, yoksa (bu çalışmada ele almaya çalıştığımız gibi), elektronlar titreştiği zaman onunla birlikte titreşen, bir ortam-medium-rolü oynayan uzayda meydana gelen bir uzay dalgası mıdır? Bu konunun açıklığa kavuşması o kadar önemli ki, sanırım 21.yy‟ın en büyük keşfi-en önemli olayı-devrimi bu problemin çözülmesi olacaktır! Çözülmesi?!! Ben size söyleyeyim, aslında öyle başka bir alternatif falan yoktur ortada; olay, ya bugün kabul gördüğü gibidir, ya da yukarda açıklamaya çalıştığımız gibi! Yani “çözülecek fazla birşey yok ortada! Şöyle ki: “Gravitasyon evrensel oluĢumun alt yapısıdır” demiĢtik. Bu demektir ki, o, direkt olarak hiçbir etkileĢmeye katılmaz. Bu nedenle, bizim klasik bilme yöntemimiz (“bilmek ölçmekle gerçekleĢir, ölçmek ise etkileĢmektir”) burada geçerli değildir! Çünkü, ne yaparsanız yapın gravitasyonal alanla direkt olarak etkileĢemezsiniz! Bir elektronu bir fotonla etkileyerek ondan bir mesaj alabiliyorsunuz, ama aynı Ģekilde bir fotonla gravitasyonal alanı etkileyerek ondan böyle bir mesaj alma olanağınız bulunmuyor!! O zaman ne kalıyor geriye baĢka? Elindeki kalemi bıraktığın zaman yere düşüyor mu o kalem, ya da, dünya güneşin etrafında dönüyor mu? Gravitasyonal alanın varlığını ispat için bu kadarı yeter aslında! Yani, Newton‟un dediği gibi öyle “boş bir sahne” diye birşey yoktur; “uzay” denilen şey, “gravitasyonal alan” dediğimiz bir madde-enerji alanından ibarettir. Einstein‟ın ve onun Genel İzafiyet Teorisi‟nin bilime en büyük katkısı bu gerçeğin ortaya çıkarılması olmuştur bence. Elektromagnetik dalgaların-ıĢığın-gravitasyonal alan tarafından saptırıldığı gerçeği deneysel olarak isbat edilmiĢ bir olgudur. Uzay yolu nasılsa ona göre (uzayın eğimine göre) yol alıyor elektromagnetik dalgalar, bu kadar basit! Bunun daha başka “bilimsel izahı” olur mu! Yani, gravitasyonal alanın varlığını ispat için illaki onu, tıpkı bir elektronu etkiler gibi bir fotonla etkilememiz mi gerekecektir! O halde: 1-Eğer elektromagnetik dalga denilen şey, tıpkı o makineli tüfekten çıkan mermiler gibi, titreşen elektronlardan çıkan tanecik yapısına sahip fotonların dalga hareketi yaparak uzayda hareket etmeleri olsaydı, bu durumda kuantum mekaniğinin bütün o “ihtimaldalgası” ve potansiyel gerçeklik” anlayışı falan hep hikâye olurdu! Çünkü, bu durumda aslolan, elektrondan çıkan ve dalgasal bir hareket yaparak yoluna devam eden objektif mutlak ger- 49 çeklikler olarak o tanecikler olurdu. Biz onların-bu taneciklerin, fotonların-varlığını bilelim bilmeyelim, onlar, objektif-mutlak gerçeklikler olarak varolmaya devam ederek yol alırlardı. Bu durumda ise, o Heisenberg İlkeleri falan-bunların hepsi-“bizim bilincimize yönelik eksiklikler” olarak kalırlardı!!... 2-O halde, esas tartıĢılması gereken, tıpkı o makineli tüfekten çıkan mermiler gibi titreĢen elektronu terkeden taneciklerin-fotonların neden sadece bir tanecik olarak yollarına devam etmedikleri, buna ek olarak, neden illa bir de dalgasal hareket yaparak yol aldıklarıdır! Aslında bu konular daha önce tartıĢılmıĢ! Yani, madde-enerji, parçacık-tanecik olarak mı varoluyor, yoksa o bir dalgasal hareket midir konusu çok tartıĢılmıĢ ve sonunda, madde enerjinin hem bir tanecik-parçacık ve hem de dalga özelliklerine sahip olarak gerçekleĢtiği-uzayda bu Ģekilde hareket ettiği sonucuna varılmıĢ. Doğru olan, bilimsel olarak ispat edilen bu. Ama, bu konuda yapılan deneyler ve varılan sonuçlar hep tek yanlı. Çünkü, bu arada, bir ortam-medium olmadan da dalga olarak varolmak mümkün müdür sorusu hep atlanmıĢtır. Kaynaktan çıkan bir taneciğin o andan itibaren bir dalga olarak da varolduğu-yol aldığı anlaĢılınca artık önemli olan bu sonuç olmuĢ, “üzümünü ye bağını sorma” hesabı, herhangi bir ortam-medium olmadan bu dalga nasıl gerçekleĢiyor, herĢeyden önce böyle birĢey mümkün müdür sorusu hep atlanmıĢtır. Tipik pozitivizm! Yani, “önemli olan o anın içindeki objektif gerçekliktir” anlayıĢı! O neyin nesidir, nasıl oluĢmaktadır... pozitivist bilim anlayıĢı açısından bunların bir önemi yoktur. Bakıyorlar ki, ortada hem bir dalga, hem de bir tanecik olarak varolan bir gerçeklik söz konusu, “tamam” diyorlar ve iĢ bitiyor!... 3-ĠĢte tam bu noktada ben diyorum ki, hepsi tamam, yani, herĢey hem bir dalga hem de bir taneciktir ve nesneler bu halleriyle objektif potansiyel bir gerçeklik olarak bir ihtimaldalgasıyla temsil olunurlar. Buraya kadar tamam; ama, bunun da ön koĢulu, belirli bir ortamın-medium‟un varolmasıdır!... Belirli bir ortam-medium olmadan, aynı anda dalga tanecik hallerinin her ikisini de bir arada temsil eden objektif potansiyel bir gerçeklik olarak bir ihtimaldalgası söz konusu olamaz diyorum ben!... Eğer elektromagnetik dalga belirli bir ortama ihtiyaç duymadan varoluyorsa, eğer o, “kendinde Ģey” fotonların hareketi olarak meydana geliyorsa, nedir o zaman o ihtimaldalgası denilen Ģey? Çünkü bu durumda, objektif potansiyel bir gerçeklik olan ihtimaldalgasından geride sadece zihinsel bir yaratık kalıyor! Einstein, “sizin bu ihtimaldalganız bir hayalet dalgasıdır” derken haklıydı o zaman!!... Çünkü, HeisenbergBohr-Kopenhagen-anlayıĢına göre ihtimaldalgası maddi bir gerçekliği olmayan zihinsel bir dalga olmanın ötesine geçemiyor. Bu durumda, potansiyel gerçeklik denilen Ģey de, gözlemcinin iradesine bağlı olan gene “zihinsel bir gerçeklik” oluyor!... 4- Klasik pozitivist-materyalist bilim anlayışının ürünü olan aşağıdaki şekle bir bakalım: Şekildeki insanın yerine bir elektronu koyarak düşünüyoruz! Buradaki ip sadece siyah olarak işaretlenmiş olan o fotonun-taneciğin dalgasal hareketini ifade etmektedir. Yani ortada dalga hareketi yapan bir ortam-madde enerji alanı falan yoktur. Foton adı verilen bir tanecik vardır ve bu da otoyolda giden bir araba gibi yol almaktadır!! Tek fark, araba düz yolda giderken 50 foton dalga hareketi yaparak gidiyor!!... Bu durumda nereye yerleştireceksiniz o “ihtimaldalgasını”! Ortada, her an objektif gerçeklik olarak varolan “foton” adı verilen bir tanecik var sadece. Ve bu, oluştuğu o ilk andan itibaren herşeyden-bütün KS‟lerinden bağımsız olarak hareket eden objektif mutlak bir gerçeklik! Üstelikte, “kendine özgü bir yaşam biçimiyle” uzayda yol alıp gitmektedir!!... ġimdi, hepsini bir yana bırakalım, ben size bir soru soracağım! : Eğer ortada, elektromagnetik bir dalganın meydana gelmesi için gerekli olan bir medium-ortam falan yoksa, eğer elektromagnetik dalga denilen Ģey sadece titreĢen bir elektronun salgıladığı foton adı verilen mermi gibi parçacıklardan ibaretse, söylermisiniz bana, namludan çıkan bir mermi düz bir yol izleyerek giderken o foton neden ve nasıl bir dalga hareketi de yaparak ilerliyor acaba? Sakın, “mermi makroskobik de o yüzden” falan diyerek hikaye anlatıp topu taca atmayın!!... Bakın, soruyu biraz daha basitleĢtireceğim Ģimdi: Dalga nedir? Belirli bir frekansa, dalga boyuna sahip olarak gerçekleĢen dalgasal bir hareket nedir? Ben size birĢey söyleyeyim mi, gıdasını günlük hayatın-mekanik dünyanın- değer yargılarındanalıĢkanlıklarından alarak beslenen pozitivizm virüsü ruhunu kör etmiĢ bugün biliminsanlarının! Hadi cevap verin ve açıklayın bana, dalga deyince bundan ne anlıyorsunuz! Bir parçacık, örneğin bir foton, ya da bir elektron, hiçbir medium- ortam falan olmadan nasıl oluyor da aynı zamanda dalgasal bir hareket olarak da-yaparak da yol alıyor? Nerden ve nasıl akıl ediyor o foton dalgasal bir hareket de yaparak yol almayı, baĢka iĢi gücü mü yok?!!... (Sakın bana, E canım bu senin dediğin iĢin doğasıdır, yani doğa böyle yaratılmıĢtır” falan demeyin!!...) ĠĢte, o “Çift Yarıkla Yapılan Deney‟de”de bu yüzden halâ çözüm bulunamıyor! Önce, kaynaktan tanecik olarak tek bir fotonun çıktığı söyleniyor, yani bu konuda hiçbir Ģüphe yok(!); sonra da diyorlar ki, nasıl oluyor da bu foton-tanecik iki delikten birden geçebiliyor! “Olmaz böyle Ģey” deyince de tabi iĢ çıkmaza giriyor!... Yani aslında sadece bu deney bile elektromagnetik dalganın öyle makineli tüfekten çıkan mermi gibi elektrondan çıkan bir taneciğin uzayda yol almasından ibaret olmadığını ispatlamaya yeter. Yeter de, mesele bunu görebilmekte iĢte! Kimse diyemiyor ki, kardeĢim, öyle mermi gibi foton falan çıkmıyor elektronun içinden! Elektronun belirli bir kuantum seviyesinden bir aĢağıya inmesi, onun dıĢarıya (makineli tüfeğin mermi fırlatması gibi) foton adı verilen bir mermi fırlatması olayı değildir! Elektron titreĢince kendi etrafındaki uzayı da titreĢtirdiği için, uzayda, fotonlarla kuantize dalgasal bir hareket meydana geliyor o kadar!... Peki neden bütün o koca koca profösörler-biliminsanları “bu kadar basit bir gerçeği” göremiyorlar? Göremiyorlar, çünkü iĢin özü ideolojiktir! Gözünüzde materyalist-veya idealist pozitivizme özgü bir gözlük varsa eğer, nasıl göreceksiniz ki gerçeği! Bu durumda gerçek, gözünüzdeki gözlük size neyi gösteriyorsa-ne kadarını gösteriyorsa odur, öyle değil mi!... Einstein‟a demişler ki, nerden geliyor bu fikirler senin aklına, bu işin sırrı ne? O da demiş ki, “ben biraz geç gelişmiş bir çocuğum herhalde! Bu yüzden de normalde çocukların ilk üç-beş yaş arası sordukları soruları otuz yaşından sonra sormaya başladım”! Bense altmışsekiz yaşına geldim hala soruyorum, herşeyi sorguluyorum, hiçbir şeyin üstünü örtmeye çalışmadan, günlük hayatımızın içinde alışkanlık haline gelen herşeyin altını üstüne getiriyorum tıpkı yaramaz bir çocuk gibi, işte benim sırrım da bu! Ya ben “normal” değilim, ya da!!... Elektronun titreşmesiyle meydana gelen elektromagnetik dalganın (ki bunun bir uzay dalgası olduğunu biliyoruz artık) kuantumundan başka birşey olmayan bir fotonun (bu haliyle) uzaydaki varlığına kendinde şey-objektif bir gerçeklik atfetmek mümkün değildir. Bu nedenle, 51 gözlemci onu tesbit ettiği “an”(ışık gözümüze ulaştığı an) bu onun uzaydaki objektif gerçeklik varlığına ilişkin bir tesbit olmaz. O “an”, ihtimaldalgasının izafi objektif gerçeklik haline dönüştüğü andır! Ancak, günlük hayatın bakış açısından daima sonuç önemli olduğundan, fotonun kaynaktan gözlemciye kadar bir ihtimaldalgası-uzay dalgası olarak zamana bağlı olmayan bir yolculukla gelişi bizim için (pratikte) anlamını kaybeder. Tıpkı günlük hayatımızda makroskobik cisimler üzerinde yaptığımız ölçme işlemleri gibi, önce bulunduğumuz yerle kaynak arasındaki mesafeyi ölçeriz, sonra da, kaynaktan ne zaman çıktığını da bildiğimiz için (yol bölü zamana göre) fotonun-yani ışığın hızını bulmuş oluruz! Günlük hayatımızda işimize yarayan pratik bir yoldur bu. Aslında, bütün bir günlük yaşantımız zaten bu türden kabullerin üzerine kurulmuştur! Sonra da deriz ki, “ışığın hızı saniyede üçyüzbin km.dir ve bu bütün KS leri için aynıdır”. “Çünkü” deriz, “o, bütün KS‟ lerinden bağımsız olarak hareket etmektedir”! Ama birisi çıkıpta, “bu niye böyledir, ne demek oluyor o bütün KS‟lerinden bağımsız hareket” diye sorunca da buna cevap veremeyiz!... İşte Einstein‟ın çelişkisi de buradadır zaten. O, bir yandan, Newton‟un hiçbir KS‟ne bağlı olmayan “mutlak gerçeklik-boş uzay” kavramını reddedip, uzayın, yoğunlaşmış maddenin uzantısı bir gravitasyonal enerji alanı olduğunu söyleyerek, modern bilimin- Genel İzafiyet Teorisi‟nin temellerini atarken, diğer yandan da, bu söyleminin içini dolduramadığı için, birçok şey “boşlukta” kalmıştır; ve açıkça ifade edilmese de, sonunda gene o eski anlayışa sığınılır! Diyelim ki, evrende herhangi bir yerde bir elektromagnetik dalga oluştu ve dünyaya doğru geliyor. Yol boyunca bir objeye raslayarak onunla etkileşmeye girişinceye kadar söz konusu bu dalga sadece bir ihtimaldalgası olup, ona ait bütün bilgiler –bu dalganın hızı, pozisyonu, momentumu, enerjisi vb.- hep onun içinde potansiyel olarak varolan şeylerdir! Yani, “sessiz bir evrende” yapılan gizemli-sır bir yolculuktur bu! Potansiyel gerçeklik bir evrendeki kendine özgü sessiz bir “yaşamdır”!... Bu ihtimaldalgası ne zaman ki bir objeyle karşılaşarak onunla etkileşir, işte ancak o zaman (“zaman” dediğimiz şeyin anlamı da o “an” başlar zaten) bizim objektif izafi gerçeklik olarak tanımladığımız, ölçü aletlerimiz aracılığıyla frekansını, enerjisini vs. tesbit ettiğimiz “elektromagnetik dalga” ortaya çıkar... İki delikle yapılan deneyde de, kaynaktan ekrana kadar olan “mesafenin” ihtimaldalgası açısından hiç bir anlamı yoktur. Yani ihtimaldalgasının kendisi açısından kaynaktan ekrana kadar belirli bir zaman içinde gelinen öyle belirli bir yol falan mevcut değildir! Zaman ve mekan içinde katedilen yol-mesafe kavramları iki etkileĢme arasında bize göre oluĢuyor. Atomun içinde elektronla proton arasındaki ilişkiyi sağlayan “Coulomb alanının”-“sanal foton alışverişinin” (“virtuelle photon austausch”) gerçekleşme zemini de budur. Dikkat edilirse, bu durumda da, elektron kendi normal hareketini yapan bir ihtimaldalgasından başka birşey değildir. Bu hareket esnasında dışarıyla bir enerji alış verişi olmadığı gibi, üstelik o, bu hareketini kendi uzayıyla birlikte yapmaktadır. Yani elektron, daha önceden burada bulunan içi boş bir uzayda (“Konfigurationsraum”) hareket etmiyor!. Buradaki uzay, elektronun ihtimaldalgasının frekansı ne ise, onunla aynı frekansta salınan, onun ayrılmaz bir parçası! İşte bu yüzdendir ki, bu alanın-uzayın kuantumları “virtuel” dir diyoruz biz. Bir anlamda, sanki yerinde sayan dalgalardır bunlar! Video durmuş gibidir yani!... Belirli bir kuantum seviyesindeki bir atomun iç iliĢkilerini Ģöyle ifade edebilirdik: Proton ve elektron, yörüngeleri üzerinde atalet hareketlerini yaparlarken, her biri bunu kendi uzayıyla birlikte yaptığı için, sistemin her iki unsuru da, birbirlerine bağlı olarak ve birbirlerini yaratarak bir arada gerçekleĢirler. Her biri bir diğerinin özgürce hareket ettiği alanı belirleyerek var olur. ĠĢte sistem-durum (state) olayının özü de budur zaten. Bir sistemin temelini oluĢturan “gönüllü birliğin” özü budur. Bağımlılık içinde bir anlama sahip olan “özgürlüğün” anlamı budur!... 52 KOORDĠNAT SĠSTEMĠ NEDĠR Koordinat sistemi, belirli bir bilginin bir madde-enerji yoğunluğu olarak (yapı) gerçekleştiği her A-B sisteminde, sistemi oluşturan parçaların (şekilde A ve B) sistem merkezini temel alan sıfır noktasına göre (şekilde C noktası) uzay-zaman içinde ifade edilebilme şeklidir. Buna göre, her A-B sisteminde üç temel KS bulunur.61 Bunlardan birincisi, az önce de ifade ettiğimiz gibi, sistem merkezini temel alan KS‟ dir. Bu durumda A ve B karşılıklı ilişkilerini ve bu ilişkiler içinde gerçekleşen varoluş hallerini-hareketlerini sistem merkezini temel alan (C) bu KS‟ ne göre belirlerler. Her sistemin kendi içinde belirli yaşam seviyelerinden-kuantum seviyelerinden- oluştuğunu da dikkate alırsak, diyebiliriz ki, her basamak-denge durumukendi içinde, sistem merkezini temel alan bir koordinat sistemi rolünü de oynar. Karşılıklı varoluş anlayışı dediğimiz şey, tarafların, otomatikman, hareketi böyle doğal bir koordinat sistemi içinde değerlendirmelerinden başka birşey değildir. İkinci ve üçüncü KS‟ leri ise, A ve B‟yi temel alan koordinat sistemleridir. Karşılıklı etkileşme içinde birbirlerini yaratarak gerçekleşen bu iki unsurdan her biri, etkileşme sürecini ve bu sürece bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları kendi bireysel varlıklarını temel alan KS‟ lerine göre de değerlendirebilirler. Çünkü, A ve B‟ yi birbirlerine bağlayan, onların birlikte varolmalarına yol açan kollektif varoluş süreci, onların bireysel çabalarıyla-fonksiyonlarıyla, bunların bir toplamı-süperpozisyonu olarak gerçekleştiği için, her unsur “kendi varlığının” da gerçekleştiği bu süreci “kendisini” temel alan KS‟ ne göre de değerlendirebilir. O halde, bir Ģeyin, bir hareketin uzay-zaman içindeki varlığını belirlerken, hiç bir zaman öyle (mekanik dünyada olduğu gibi) “rasgele” KS seçemeyiz! Bir Ģeyin, KS olarak rol oynayabilmesi için, mutlaka KS olarak seçilen Ģeyle, o nesne, ya da hareket arasında bir iliĢki-etkileĢme olması gerekir (bütün bunlar, bu bakıĢ açısı mekanik dünyada karĢımıza çıkan varoluĢ ve KS anlayıĢına hiç uymuyor değil mi!?... ) Bu çelişkiyi daha açık bir şekilde ortaya koyabilmek için hemen günlük hayatımızdan bir örnek verelim: Örneğin, bulunduğumuz evi KS‟ mizin merkezi olarak alırsak, kapının önünde duran arabanın saat 3 te eve 5m. mesafede olduğunu söyleyebiliriz. Bunun gibi bir çok örnek sayılabilir... Dikkat ederseniz, buradaki KS anlayışı tamamen pratik, günlük hayatımızda bize yardımcı olan bir anlayıştır. Ama bunun, hiç bir zaman, esasa ilişkin, var oluşun esasına ilişkin bir önemi, anlamı yoktur. Mekanik, görünüşe yönelik bir “realite” tanımına yardımcı olan, büyük bir kullanım değeri olmakla birlikte, hiç bir şekilde işin özünü vermeyen bir kabuldür bu. Meselenin bu tarafını bilirsek, hiç bir sorun yok aslında!... Sorun, bunun, bu anlayışın bizim için bir dünya görüşü haline gelmeye başlamasıyla ortaya çıkıyor! Ancak bu durumdadır ki, 61 Bu konuda daha geniş açıklamalar için www.aktolga.de 4. Çalışma: “Sistem Teorisi‟nin Esasları-ya da Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi-Herşeyin Teorisi” 53 mekanik dünyaya özgü “bakış açıları” bizi kendisini kendi inşa ettiği hapseden o ipek böceği kurtçuğunun durumuna sokuyor!... kozanın içine ÖZEL VE GENEL ĠZAFĠYET TEORĠLERĠ... “Koordinat sistemi nedir” diye başlayınca konu ister istemez Einstein‟a, onun Özel ve Genel İzafiyet Teorilerine geliyor!... Özel İzafiyet Teorisi‟nin (ÖİT) “hareket” anlayışı özünde Galile‟nin “düzgün doğrusal” mekanik hareket anlayışıdır. “Herhangi bir kuvvetin etkisine maruz kalmadıkları müddetçe cisimler mevcut durumlarını devam ettirirler, duruyorlarsa durmaya devam ederlerken, düzgün doğrusal bir şekilde hareket ediyorlarsa da, buna devam ederler”. Einstein‟ın “herhangi bir katı, sabit cisim olabilir”62 diye tanımladığı koordinat sistemleri de (KS), bu “düzgün doğrusal-atalet hareketini” tanımlayan “Galile KS leridir”. Yani, ÖĠT‟ nde bir yandan mutlak uzay, mutlak zaman anlayıĢının terkedildiği söylenirken, diğer yandan da halâ, ancak böylesine metafizik bir evrende bir gerçekliğe sahip olabilecek bir hareket anlayıĢı hakimdir. Ama bunu Einstein‟ın kendisi de biliyordu. Ve onun içindir ki, “Genel Ġzafiyet Teorisi (GĠT)” ile, gravitasyonu da iĢin içine katarak bu sorunu çözmeye çalıĢtı. Çünkü burda artık içinde kuvvetin bulunmadığı Galile‟nin “atalet sistemleri”nin yerine, içinde gravitasyonun da bulunduğu “gerçek KS‟ leri” vardır. Einstein, “gravitasyonun bir kuvvet olmadığını, uzay-zamanın geometrisi olduğunu” ifade ederek bu geçiĢi kolaylaĢtırmaya çalıĢır... Galile sistemleri zaten içinde kuvvetin bulunmadığı sistemlerdi. Gravitasyon da bir kuvvet olmadığına göre, o zaman, “fizik yasaları bütün KS‟ lerinde aynı Ģekilde geçerli olacaktı. Yani, özel, tercihli KS‟ leri yoktu. Einstein, bu KS‟ lerinde, gravitasyonal alanın daha yoğun olduğu yerlerde zamanın yavaĢlayıp, nesnelerin boylarının kısalacağını da gösterdi. Ve artık eskisi gibi, düz, iki boyutlu (zaman ayrı) Öklidsel bir uzayı temel alan KS yerine, dört boyutlu, eğrilmiĢ bir uzayzamanı içeren Gauss KS‟ lerinin konması gerektiğini ifade etti. Bunların hepsi çok önemli adımlardı. Ama, “atalet” olayını tam olarak çözemediği için, “ivmeli hareket” kavramı da tam olarak yerine oturmuyordu Einstein‟da! Hem deniyordu ki, “gravitasyon-“gravitasyonal çekim” olayı- bir kuvvet değildir, uzayın geometrisinin neden olduğu bir harekettir”, bu nedenle, “serbest düĢme de özünde bir atalet hareketidir” (ki bütün bunlar doğrudur); ama hem de sonra, içinde gravitasyon var diye, Gauss KS‟ leri “ivmeli KS‟ leri” oluyorlardı! Sonra da buradan, bütün KS‟ lerinin birbirine eĢit olduğu sonucu çıkarılıyordu. Bunlar birbiriyle çeliĢen Ģeylerdi! Yani, “serbest düĢme” hareketi hem bir “atalet hareketi” oluyordu, hem de, ortada onu yaratan bir kuvvet bulunmadığı halde “ivmeli” bir hareket!... “Ġvmeli hareket” deyince bundan, K=m. a „ya göre gerçekleĢen bir hareket anlaĢılacağı için de, “atalet hareketiyle ivmeli hareket bir ve aynı Ģey olmuĢ oluyordu”! Gel de çık iĢin içinden! Atalet hareketini açıklayabilmek için bir ara Avusturya‟lı fizikçi Mach‟ın görüşlerine de yaklaşıyor Einstein. Ama sonra bırakıyor onu da. Bir yanıyla fizikte büyük bir sarsılmaya, silkinmeye yol açıyor Einstein, ama diğer yanıyla da, olayı tam olarak çözemiyor bir türlü. Neden mi? 62 Einstein‟ın (KS) tanımı böyle [14-5]... Bu tanım, Einstein‟ın bu KS anlayışı çok önemli. Sadece bu bile onun nerede durduğunu anlamaya yetiyor. Einstein‟ın “sistem” anlayışı tamamen klasik fiziğinmekanik dünyanın sistem anlayışıdır. Kendinde şey-objektif mutlak gerçekler ve bunlar arasında sonradan kurulan ilişkiler... 54 Önce Ģu tesbiti yapalım. Her ne kadar Einstein klasik fiziğin metafizik-ideolojik temellerini sarsmıĢ, bilimsel geliĢmenin bundan sonra izleyeceği yolu aydınlatan bir dönüm noktası olmuĢsa da, o da gene, son tahlilde tam olarak bu alanın dıĢına çıkmıĢ sayılmaz!... Yani, kafa yapısıyla, dünya görüĢüyle-kullandığı kavramlarla- o da halâ eski dünyanın içinde bir devrimcidir. Onun için de halâ, nesneler, Ģeyler, “bizatihi-objektif realiteler” olarak vardırlar. Öyle ki, üzerinde ölçme iĢlemi yapılan bir elektronun varlığı, gözlemciden ve ölçme iĢleminden, etkileĢmeden bağımsız bir “gerçekliktir”. Ölçme iĢlemi sonucunda elde edilen ölçü değerleri, Heisenberg‟in “Belirsizlik Ġlkeleri‟yle” sınırlı olsalar bile, yani kesin değerler olmasalar bile, “aslında bu değerler gerçekte kesin değerler olarak mevcutturlar”. “Bütün mesele, bizim ölçme, bilme iĢlemimizin eksikliğiyle ilgilidir. Zamanla, bilim ilerledikçe, daima daha kesin ölçü değerleri elde edilebilecek ve insan, kendisinden bağımsız olan objektif realiteye daima biraz daha yaklaĢacaktır”! Örneğin, GĠT deki “çekim kütlesiyle atalet kütlesinin biribirlerine eĢitliği” ilkesini ele alalım: Burada işin özü, “çekim kütlesi” denilen şeyin aslında atalet kütlesi olduğunu göstermektir. Gravitasyon gerçek bir kuvveti temsil etmediği için, “çekim” denilen şey de gerçek bir kuvvetin yarattığı-neden olduğu-bir etkinlik-hareket değildir. Nesneler, gerçek bir kuvvetle “çekildikleri” için yere doğru düşmemektedir. Bütün bunlar açık! Ama gene de, olayı ifade ederken kullanılan o “çekim” kavramı işleri karıştırıyor! “Çekim kütlesiyle atalet kütlesi biribirine eĢittir” deyince, bu ifade insanda gene de, sanki ortada “yerçekimi” adı altında bir kuvvet (!) varmıĢ da, bunun yarattığı, neden olduğu kütle de, atalet hareketi adı verilen baĢka türden bir hareket içinde gerçekleĢen kütleye eĢitmiĢ intibaını uyandırıyor. Yani, hem gravitasyon bir kuvvet değildir deniyor, ama hem de, bir “çekimden” ve “çekim kütlesinden” bahsediliyor, nedir bu iĢin sırrı?... Farklı olayları ifade ederken aynı kavramları kullanınca herşey işte!... böyle Arap saçına dönüyor Bu durumda insan düşünüyor, eğer kütle gerçek anlamda kuvvete bağlı (K=m.a), onunla birlikte anlam kazanan bir gerçekse, o zaman zaten gerçekte atalet kütlesinden başka “çekim kütlesi” diye farklı bir şey de olamaz! Madem ki kütle, bir cismin bir dış kuvvetin etkisine karşı atalet direncidir, eğer ortada bir kuvvet yoksa (ki gravitasyon bir kuvvet değildir) o zaman, buna kaşı dirençle birlikte anlam kazanan bir kütleden de bahsedilemez!. Tam bir kavramlar çorbası doğrusu!... Bu konu o kadar önemlidir ki, alın bütün fizik kitaplarını, hepsinde aynı kavram karışıklığınıgörürsünüz: Serbest düşme=ivmeli hareket, K G m1 m2 R2 ma . (!).. Şimdi nedir bu; nasıl anlamak gerekir bu ifadeyi? Hem gravitasyon bir kuvvet değildir diyorsun, ama hem de onu (daha başka bir açıklama yapmadan) K=m.a ile bir tutuyorsun! Einstein‟ ın “uzaya yerleĢtirilen kutuyla” yaptığı o meĢhur deneye63 gelince (burada da amaç, gene serbest düĢmeyle, K=m.a‟ya göre gerçekleĢen ivmeli bir hareketin bir ve aynı Ģey olduğunu göstermektir!). Tamam, pratik sonuçları açısından burada bir uyum olduğu açık; gerçekten de bu durumda asansörün içindeki kiĢi bu iki olayı birbirinden ayıramaz, ama buradan, basit bir Ģekilde, gravitasyonla dıĢ kuvvet bir ve aynı Ģeydir, (ya da, ivmeli hareketle atalet hareketi bir ve aynı Ģeydir) sonucu çıkarılabilir mi? Tam bir kafa karıĢıklığı!!... 63 Einstein İzatiyet Teorisi[14-5,7]. 55 Burada, kutuyu yukarıya doğru çeken “uzaydaki o yaratık” bu davranıĢıyla bir iĢ yapmakta, bir kuvvet kullanarak, enerji sarfetmektedir. Bir elektronu bir (K) kuvvetiyle etkileyip ivmelendirmeniz demek de, en azından bir fotonla onunla etkileĢmeye girmeniz demektir. “Ġvmeli hareket”, “kuvvet” budur. Ama serbest düĢmede böyle olmaz ki! NeymiĢ, ama sonuçları aynıymıĢ! Kimin için aynı? Sadece günlük hayatımızı temel alarak bilimsel sonuçlar üretmeye kalkarsanız iĢin içinden çıkamazsınız (bakın, bilime musallat olan o pozitivist hastalık insanı nerelere sürüklüyor). Önce, bu iki hareketin niteliksel olarak birbirinden farklı olduğunu görmek gerekir... Serbest düĢme bir atalet hareketidir. Çünkü, bir enerji alıĢ veriĢi, bir dıĢ kuvvetle etkileĢme söz konusu değildir bu durumda. Yani, sizi “çekerek” bir enerji harcamıyor, bir kuvvet sarfetmiyor yerküre! Peki, ya K=m.a ya göre gerçekleĢen gerçek anlamda ivmeli bir hareket, bu da öyle midir? Sadece görünüĢe bakıp, “ama, bunların ikisi de ivmeli” diyerek olayı mekanikleĢtirip bunları özdeĢ hale getiremezsiniz! Yani, K=m.a ya göre gerçekleĢen ivmeli bir hareketi (aradaki, sonuçları açısından mekanik benzerliğe bakarak) aynı Ģekilde-aynı kavramlarla- değerlendiremezsiniz! Serbest düĢmenin de görünüĢte-sonuçları itibariyle- “ivmeli bir hareket” olması, onun da, son tahlilde, gravitasyon adı verilen bir kuvvete bağlı olarak gerçekleĢtiği sonucunu vermez! Siz ne kadar lafta “gravitasyon bir kuvvet değildir” derseniz deyin, eğer sonuç olarak onu gene de bir kuvvet olarak ele alıyorsanız iĢin özü kayboluyor demektir! Bütün mesele, uzayın-yani gravitasyonal alanın geometrisiyle ilgilidir. Maddenin yoğunlaĢmıĢ haline (yerkürenin merkezine) yaklaĢtıkça uzayın eğimi de arttığı için hareket (serbest düĢme) daha da “hızlanıyor”, iĢte, gerçekte varolmayan bir kuvvetin (“yerçekiminin”) sanki “ivmeli bir harekete” neden oluyormuĢ gibi görünmesinin sebebi budur! Dikkat edin, buradaki “hareketin ivmeliliği” olayı, bir kuvvete bağlı olarak kazanılan gerçek anlamda bir ivme değildir. Örneğin, serbest düĢme yapan bir asansörün içinde bulunan kiĢi böyle bir kuvvete tabi olmadığı için böyle bir ivmeyi de hissetmez. Onun düĢerkenki ivmeliliği mekanik dünyanın sınırları içindedir, yerküreye göredir64!. Yerde ayakta dururken, yere doğru olan hareketiniz bir serbest düĢme hareketidir. Yani bu, K=m.a ya göre gerçekleĢen ivmeli bir hareket değildir! Ama bu hareketiniz, aĢağıdan yukarıya doğru, yerküre tarafından ayaklarınıza uygulanan K=m.a gibi gerçek bir kuvvetle engellendiği için, ve sonuçta da mekanik bir denge durumu oluĢtuğu için, sanki ivmeli bir hareketmiĢ gibi görünür. GörünüĢteki bu mekanik dengeden dolayı da bu iki farklı olay aynı Ģey sanılır. Aslında, ayakta dururken, siz sadece, aĢağıdan yukarıya doğru üzerinize uygulanan ivmelendirici bir kuvvetin etkisi altındasınızdır. Bu yüzden de mevcut durumunuzu ancak bir enerji sarfederek, bir karĢı kuvvetle dengeleyerek devam ettirebilirsiniz. Nitekim de öyle olur! Hiç bir Ģey yapmasanız bile, sadece ayakta durmakla enerji kaybedersiniz ve “yorulursunuz”! Bir kuvvet tarafından etkilendiğiniz için, atalet hareketiniz engellendiği için, siz de bir enerji sarfederek buna karĢı duruyorsunuz, o kadar! Ama dikkat edin, burada yorulmanızın nedeni serbest düĢme değildir, onun engelleniyor olmasıdır... Peki bütün bunlardan çıkan sonuç nedir? 64 Bir gök taĢı atmosfere girerek yere doğru düĢerken hızlanarak düĢeceği için, havayla sürtünmeye bağlı olarak ısınır ve sonra da yanmaya baĢlar. Bu, tamamen atmosferin havayla dolu olmasıyla ilgili bir durumdur, yoksa hiçbir Ģekilde serbest düĢmenin bir kuvvete bağlı olarak gerçekleĢen ivmeli bir hareket olduğunu göstermez!! 56 Birbirinden niteliksel olarak farklı olan Ģeyleri aynı kavramlarla açıklamaya kalkarsak ortaya çıkan kavram karıĢıklığı olayların özünün anlaĢılmasını engeller. Sonuç budur! Aslında, “çekim kütlesiyle atalet kütlesi birbirine eşittir” derken Einstein‟ın demek istediği şey çok farklıdır!. Çünkü, “yerçekimi”-çekim-diye birşeyin (böyle bir kuvvetin) bulunmadığını söyleyen de onun kendisidir. Ama o, varoluşun izafiliğini dikkate almadığı için, olayları ve nesneleri varlığı kendinden olan mutlak gerçeklikler olarak gördüğü için, nesneleri (ve onların uzay zaman içindeki hareketlerini) ifade ederken kullanacağı kavramların içeriğine dikkat etmiyor. Örneğin, serbest düşme olayını açıklarken, hem bunun bir atalet hareketi olduğunu-belirli bir kuvvete tabi bir hareket olmadığını görüyor ve söylüyor, ama hem de sonra, bir “çekim kuvvetinden” ve böyle bir kuvvetin neden olduğu ivmeli bir hareketten bahsediyor!... Burada çok ilginç bir durum var, belki herkesi-Einstein‟ı bile- yanıltan da bu oluyor zaten! Yoksa niye durup dururken “kütleye neden olan bir Higgs Alanı” arayışına girilsin ki!!... Serbest düşmegravitasyon Yeryüzü Yerde durmakta olan cisim Serbest düşmeyi engelleyen aşağıdan yukarıya doğru kuvvet Şöyle açıklamaya çalışalım: Elinizdeki kalemi bırakınca kalem yere düşüyor mu! Evet! Niye peki? Newton‟un cevabını biliyoruz: “Yerküre kalemi bir K kuvvetiyle çektiği için” diyordu Newton. Einstein ise, “hayır, yerçekimi diye bir kuvvet yoktur, kalem önündeki uzay yolu böyle olduğu için yere doğru düşmektedir” diye düzeltti onu. Doğrusu da budur tabi. Ama o zaman da şöyle bir soru çıkıyordu ortaya: Eğer serbest düşme bir atalet hareketiyse, yani belirli bir kuvvete tabi olarak gerçekleşmiyorsa, bu durumda ne K=m.a dan, ne de dolayısıyla m=K/a dan bahsetmek mümkündür. Yani eğer, Newton‟un dediği gibi bir kuvvet yoksa ortada, o zaman bu kuvvete karşı direnç olarak tanımlanan bir “çekim kütlesinin”- de anlamı kalmazdı! Ve de, Einstein‟ın, “çekim kütlesiyle atalet kütlesinin eşitliği” ilkesi içi boş bir cümle haline gelirdi? Bakın, herkesi yanıltan ve bir arayış içine sokan şu kütle olayının altında neler yatıyor: KÜTLE NEDĠR?... Yerküre üzerinde bulunan her cisim-her nesne aynı anda iki tür atalet hareketine tabidir. Bunlardan birincisi gravitasyondan dolayı yerin merkezine doğru düĢme iken, diğeri de, eğer gravitasyon olmasaydı nesnelerin belirli bir anda sahip oldukları hareketlerini-ataletlerini- özgürce devam ettirme isteği-güdüsüdür. Yani her cisim-her nesne- aynı anda, hem yere doğru düşmekte, hem de, her an sahip olduğu hareketini muhafaza ederek hareket etmek istemektedir65. İşte, nesnelerin dünyayla birlikte dönmelerinin nedeni de bu iki hareketin birbirini tamamlamasıdır zaten. Örneğin, tıpkı bizim 65 Peki, tam o kutup noktasında bulunan bir cismin durumu ne oluyor, onun açısından ne anlama geliyor atalet hareketi? Bir an için gravitasyon ortadan kalksaydı ne olurdu diye düşünürsek, söz konusu cisim olduğu yerde kalırdı herhalde! Galileden bu yana bilinen atalet yasasına göre, („cisimler, üzerlerinde herhangibir dış kuvvetin etkisi yoksa eğer, duruyorlarsa durmaya, hareket ediyorlarsa da mevcut hareketlerini yapmaya devam ederler“) yerkürenin merkezine doğru düşme halini muhafaza ederek ataletini korurdu o cisim de.. 57 kendimiz gibi, elimizdeki kalem de, aynı anda, hem yerküreye doğru düşmekte, hem de belirli bir andaki hareketini muhafaza ederek fırlayıp gitmek istemektedir. Onun-bizim deyerküreye “bağlı” olarak onunla birlikte dönmesi-dönmemiz- bu iki atalet hareketinin sonucudur. Görüyorsunuz ortada hiçbir kuvvet falan yok! Kalem, hem özgürce yere doğru düşüyor, hem de fırlayıp gitmek istiyor! Sonuç açık! ġimdi önce, koordinat sistemini mevcut durumunu muhafaza ederek fırlayıp gitmek isteyen kalemin üzerine koyalım ve bir durum değerlendirmesi yapalım: Bu durumda, kalemin yere doğru düĢme hareketi (ortada bir kuvvet falan söz konusu olmadığı halde) kalem üzerinde sanki o belirli bir kuvvet tarafından etkilenerek yere doğru çekiliyormuĢ etkisi yaratır; ki bunun sonucunda da o, m=K/a ya göre belirli bir “m” “çekim kütlesine” sahip olur. Ama eğer, koordinat sistemini yere düĢmekte olan kalemin üzerine koyarsak: Bu durumda da, kalemin, fırlayıp gitme eğiliminden dolayı, serbest düĢme eyleminin engellenmek istendiği sonucuna varılır. Ki bu da gene onda belirli bir K kuvvetinin etkisi altında olduğu sonucunu doğurur; yani gene, atalet direnci olarak m=K/a ile anlam kazanan bir “m” “atalet kütlesi” ortaya çıkar. ĠĢte, Einstein‟ın o meĢhur “çekim kütlesiyle atalet kütlesinin eĢitliği ilkesi budur! Kendi varlığınızı-kütlenizi düĢünün, bunu gravitasyondan ve eğer gravitasyon olmasaydı belirli bir andaki hareketinizi devam ettirerek fırlayıp gitme özgürlüğünüzden bağımsız olarak düĢünebilir misiniz! Peki, kütleyle ağırlık arasındaki fark nedir? Yerkürenin uzayının eğimi, örneğin ay‟ınkine göre daha fazla olduğu için, yerdeki ağırlığınız ay‟a göre daha fazla-büyük- oluyor. Ama, bu arada kütleniz hiç değişmiyor, bu neden? Değişmiyor, çünkü, m=K/a ya göre, eğer “K” küçükse, “a” da (yani ivme de) küçük oluyor, bu yüzden de “m” (kütle) değişmiyor!. Yani eğer ay‟ın gravitasyonal etkisi (ay‟ın uzayının eğimi) yeryüzününküne göre daha azsa, o zaman bunun neden olacağı “ivme” de (“a”) ona göre daha az olacağı için, bu durumda “m” yani kütle hep sabit kalıyor66. Bu kadar basit bir gerçeği-“atalet kütlesi” gerçeğini- kavrayabilmek-açıklayabilmek için neden milyarlarca dolar paralar harcanılıyor peki bunu bir türlü anlamıyorum ben! Cern‟deki deneyi kastediyorum tabi! Kütle olayını açıklayabilmek için neden böyle metafizik bir “Higgs alanına” ve “Higgs parçacığına” ihtiyaç duyuluyor bunu anlayamıyorum! Düşünebiliyor musunuz, elinizdeki kalem yere düşerken, ne olduğu belli olmayan (ama “heryeri kaplayan”) böyle bir Higgs alanıyla etkileştiği için bir kütleye sahip oluyormuş! Yani, Higgs parçacıklarıyla kalemi oluşturan atomlar, moleküller etkileştikleri için, söz konusu alan bunların (kalemi oluşturan atomların, moleküllerin) üzerine bir “K” kuvvetiyle etkide bulunuyormuşta, bunlar da o yüzden bir “m” kütlesine sahip oluyorlarmış!!... Bu konuyu daha sonra ayrıntılı olarak ele alacağız!.. Ġsterseniz bütün bunları bir de Ġnformasyon ĠĢleme Bilimi açısından değerlendirelim: Bir sistem çevreyle etkileĢirken, sisteme dıĢardan alınan madde-enerji-informasyon (girdi), aynı zamanda, sistem açısından objektif bir kuvvete denk düĢen bir etkidir. Zaten “etkileĢme” demek, adı üstünde, karĢılıklı olarak birer kuvvetle birbirini etkilemek demektir. Çevreden alınan girdi seni etkiliyor, sen de bu etkiyi iĢleyerek, onu, çevreyi etkileyecek bir çıktı haline dönüĢtürüyorsun. Ayakta durmakla, “hiç bir iĢ yapmasak bile” gene de yoruluruz, enerji kaybederiz demiĢtik. Çünkü bu durumda, yerküre tarafından ayaklarımız aracılığıyla üzerimize uygulanan bir dıĢ kuvvetin etkisi 66 Bakın, burada gene “ivme” kavramını kullandık! Ne demek istediğimizi az önce açıkladığımız için tekrar izaha gerek duymuyorum!.. 58 altında bulunmaktayız. Bu kuvveti-etkiyi girdi olarak alan organizmamız ona karĢı bir reaksiyon oluĢturarak onu iĢlemeye, bu Ģekilde varlığını sürdürmeye çalıĢır. O halde, ayakta kalabilmek bir reaksiyon olduğu kadar bir üründür de, ve organizmamız bu durumu üretebilmek için bir enerji harcamaktadır. Daha baĢka bir örnek olarak da gitmekte olan bir arabayla yerküre arasındaki iliĢkiyi ele alalım: Bu durumda da gene, araba, yerküre tarafından, tekerlekleri aracılığıyla üzerine uygulanan bir kuvvetin etkisi altındadır. Bizim, “tekerlerle yerküre arasındaki sürtünme” dediğimiz iliĢkiyi belirleyen bu kuvvettir. Araba yere doğru serbest düĢme hareketini yapmak isterken yerküre bunu engellemektedir o kadar!. Yani yerküre bir (K) kuvvetiyle aĢağıdan yukarıya doğru onun-arabanın- üzerine etkide bulunmaktadır. Arabanın ise, hareket edebilmesi, araba olarak fonksiyonunu sürdürebilmesi için bir enerji harcayarak buna karĢı durabilmesi gerekir. Nitekim olan da budur. Dikkat ederseniz, her iki durumda da, her ne kadar ortada birbirine eşit iki kuvvet varmış gibi görünüyorsa da (yerküre tarafından ayaklarımıza-ya da arabanın tekerleklerine uygulanan kuvvetle serbestçe düşmeye neden olan gravitasyon) bu doğru değildir, aradaki benzerlik mekanik bir benzerliktir. Çünkü, yere doğru düşmeye yol açan serbest düşme hareketi, “çekim kuvveti” gibi bir kuvvetin etkisiyle gerçekleşen bir çıktı-output değildir (bizi etkileyen bir dış kuvvetin etkisine karşı organizmamızın gösterdiği bir reaksiyon değildir). Eskiden şöyle bir espri vardı, “Einstein‟ın kendisinden başka Genel İzafiyet Teorisi‟ni anlayan kimse yok” denirdi! Geçenlerde bir bilim dergisinde okudum, tanınmış bir fizikçiye bu espriyi hatırlatıyorlar ve diyorlar ki, “ne diyorsunuz, o zamandan bu yana G.İ.T‟ni anlayanların sayısı arttı mı ülkemizde”? O da diyor ki, “elbette ki, üniversitelerimizde binlerce genç bunu öğreniyor artık, o zamanlardan bu yana çok mesafeler aldık”!... Ben aynı kanıda değilim!!... DÜNYA NĠYE DÖNÜYOR? Klasik bilimin “gerçeklerini” sorgulamaya devam ediyoruz! Örneğin, dünya niye dönüyor diye hiç düĢündünüz mü? Belki de böyle bir soruyu bile lüzumsuz bulacaksınız! “Okula giden her çocuğun bilmesi gereken basit bir Ģey” bu diye düĢüneceksiniz!..Öyle ya, Newton her Ģeyi açıklamıĢ! Hem de bundan tam üçyüz yıl önce!...“Dünya, düzgün-doğrusal atalet hareketini yaparken, güneĢ devreye giriyor, adına gravitasyonal çekim kuvveti denilen bir kuvvetle onu kendisine doğru çekiyor. Dünya da, bu iki etkenin birleĢik sonucu olarak, bilinen yörünge hareketini yapıyor, tıpkı ipe bağlı olarak dönmekte olan bir taĢ gibi dönüp duruyor”. Bu kadar basit!... Ama, Newton‟dan ikiyüz yıl sonra Einstein geliyor ve o da diyor ki, “hayır, çekim kuvveti diye bir Ģey yoktur. Yani güneĢ dünyayı, adına çekim kuvveti denilen bir kuvvetle kendisine doğru çekmiyor. Dünya, güneĢin eğrilmiĢ uzay-zamanı içinde, güneĢe doğru serbest düĢme hareketini yapıyor o kadar. Tıpkı, bir kalemi bıraktığımız 59 zaman yere doğru düĢmesi gibi, dünya da güneĢe doğru düĢüp duruyor”. Yani eskiden olayı kalem yerçekiminden dolayı düĢüyor diye açıklarken, Einstein‟la birlikte artık, “kalem gidecek baĢka yeri olmadığı için, dünyanın eğrilmiĢ gravitasyonal alanında önüne çıkan yolu takip ediyor, düĢme olayı bundan ibarettir” diye açıklıyoruz. Dünya‟nın niye döndüğüne iliĢkin yukardaki açıklamayı da düzelterek, artık “dünya, düzgün doğrusal atalet hareketini yaparken, güneĢin gravitasyonal alanında, tıpkı kalemin yere düĢmesi gibi, her an güneĢe doğru serbest düĢme hareketini yapıyor. Ve bu iki etkenin birleĢik sonucu olarak da dönüyor” diyoruz. Bu ifade doğru tabi; doğru ama, kendi içinde halâ her an yanlıĢ sonuçlara yol açabilecek muğlak ifadeleri de saklıyor. Örneğin, atalet hareketini tanımlarken kullanılan Ģu “düzgün doğrusal hareket” kavramı! Atalet hareketi, bu Ģekilde-“düzgün doğrusal bir hareket” olarak- tanımlanınca, bunun dıĢındaki bütün diğer atalet hareketleri sırf “düzgün doğrusal” olmadıkları için (örneğin bir elektronun çekirdeğin etrafındaki yörünge hareketi, ya da, yerkürenin güneĢin etrafındaki hareketi) hep “düzgün dairesel ivmeli hareket” kategorisine sokularak atalet hareketi kapsamının dıĢında tutuluyorlar. O zaman da iĢler karıĢıyor tabi!.. NEDĠR BU DÜZGÜN DOĞRUSAL HAREKET Galile‟ye göre, “eğer bir dış kuvvetin etkisi altında bulunmuyorlarsa, nesneler mevcut hareketlerini devam ettirirler; duruyorlarsa durmaya, düzgün doğrusal bir hareket yapıyorlarsa da bu hareketlerini yapmaya devam ederler”. Öte yandan, eğer nesnelerin içinde bulundukları hareket belirli bir kuvvetin etkisi altında yapılan “düzgün dairesel” bir hareketse de, dış kuvvetin etkisi kaybolduğu an, bu nesneler de daha önceki kuvvet doğrultusunda fırlar giderler ve düzgün doğrusal bir atalet hareketine başlarlar. “Atalet yasası‟nın” özü budur. Bana bir tek kişi, biliminsanı gösterebilir misiniz ki, bu açıklamadan tatmin olmuş olsun! Ya da, bir tek biliminsanı gösterebilir misiniz ki, bütün bunları bilimsel olarak açıklayabilsin! Hayır, gösteremezsiniz! Ama gene de, hiç kimse bu durumu sorgulamıyor!... Galile olayı nasıl formüle etmişse, Newton buna dayanarak nasıl klasik fiziğin temellerini atmışsa, herkes sanki bu dokunulmaz bir tabuymuş gibi, onun etrafında dolanıp duruyor! Kimse demiyor ki, “kardeşim, bu evrende böyle bir hareket yoktur. Ne dış kuvvetin mutlak sıfır olduğu bir ortam vardır, ne de, böyle bir hareketi belirlemeye yarayacak bir KS”!... Kimse demiyor ki, “dünyanın güneĢ etrafındaki hareketi de, elektronun çekirdeğin etrafındaki hareketi de, bunlar “düzgün dairesel ivmeli” bir hareketmiĢ gibi görünseler de, son tahlilde atalet hareketleridir. Bir hareketin atalet hareketi olması için onun mutlaka (gerçekte mevcut olmayan) „düzgün doğrusal‟ bir hareket olmasına gerek yoktur; madem ki güneĢ, adına çekim kuvveti denilen bir kuvvetle dünyayı etkilemiyorkendisine doğru çekmiyor, yani dünya, güneĢin etrafında dönerken bu iĢi bir kuvvetin etkisi altında kalarak yapmıyor, o halde bunun da bir atalet hareketi olarak kabul edilmesi gerekir” diyemiyor!... Dünyanın yaptığı da, son tahlilde, mevcut durumunu muhafaza etmekten ibaret değil mi; bir hareketin atalet hareketi olarak değerlendirilmesi için onun mutlaka ne olduğu bilinmeyen bir “düzgün doğrusal” hareket olması mı gerekir diyemiyor!... Uzaya gönderilen satellitler örneğine bakalım: Sateliti gönderip de yörüngeye oturttuğumuz zaman, önce, roketlerimizi çalıştırarak onu bir (v) hızına eriştiriyoruz. Sonra, motorları durdurulduğu andan itibaren, artık o, sürtünmenin çok az olduğu, havanın bulunmadığı bir ortamda, o an sahip olduğu hareketini devam ettirip gidecektir. Olay bundan ibarettir. Bu harekete “düzgün doğrusal” denme nedenine gelince: “Motorlar çalıĢırken uzay gemisi bir kuvvetin etkisi altındadır. Kuvvet ise vektörel bir büyüklük olduğundan, belirli bir yöne doğru etkide bulunur. ĠĢte, bir kuvvetin etkisi altında ivmelenen bir 60 cismin (bu arada uzay gemisinin) sahip olduğu hareket bu nedenle belirli bir yöne sahip olacaktır. Motorlar durduktan sonra da, ortada bu yönü değiĢtirecek baĢka bir kuvvet kalmadığı için, uzay gemisi en son sahip olduğu bu yönü muhafaza ederek gitmek ister (gitmeye çalıĢır). Bu yüzden de, motorlar durduktan sonraki bu harekete “düzgün doğrusal bir atalet hareketi” deriz. Buradan yola çıkıpta, olayı, sanki öyle gerçekten kendinde Ģey “düzgün doğrusal bir hareket” varmıĢ gibi yorumlamak metafiziktir!... Görüldüğü gibi, bütün mesele, “atalet hareketi” ve “ivmeli hareket” gerçekliğini, hareketin bu iki temel biçimini esasa iliĢkin olarak kavrayamamakla ilgili. Ki bunun da altında, evrensel varoluĢun kuantum teorisini kavrayamamak yatıyor67. Çünkü, aynı problemle her yerde karĢılaĢıyoruz. Belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronun hareketini, hatta varlığını açıklarken, “ihtimaldalgası” olayını açıklarken, “potansiyel gerçekliğin” ne olduğunu kavramaya çalıĢırken, veya, astronomik düzeydeki sistem gerçekliğini ele alırken (organik ve inorganik bütün yaĢam alanlarında) hep aynı sorunla karĢılaĢıyoruz. Aslında çok basit olduğu halde, bu sorunun bir türlü çözülememesinin, anlaĢılamamasının nedeni ise, günlük hayatımıza yön veren mekanik-materyalist pozitivist dünya görüĢümüzdür! Yani, kabul etmesek de, olayın özü ideolojiktir. Kendinde Ģey objektif gerçeklikler olarak var olan nesnelerle, bunlar arasındaki mekanik iliĢkileri açıklamaya çalıĢan mekanik yasalar bu anlayıĢın içine sığmayan bir hareketi açıklamaya olanak vermiyor. Olay budur. DÜNYA KENDĠ ETRAFINDA DA DÖNÜYOR... Peki dünyaya kim veriyor, o ilk (v) hızını? Tıpkı uzay gemisi gibi dünyaya da ilk olarak bir (v) hızı veren bir kuvvet mi vardı? Güneşin çekim kuvveti, bir “tork” (döndürme kuvveti) yaratıyor ve zorla dünyayı döndürüyor diyemeyeceğimize göre, kim-nasıl döndürüyor dünyayı? Güneşin manyetik alanı mı? Saçma! Saçma, çünkü bir sistemin iç kuvvetleri bir iĢ yaparak, enerji sarfederek sistem elemanları üzerinde ivmelendirici bir etkide bulunamazlar. Bulunabilselerdi, sistem sürekli enerji kaybederdi ve dengesi bozulurdu. Eğer güneĢ, bir enerji sarfederek, zorla dünyayı döndürseydi, bir süre sonra sistem çökerdi. O halde ne kalıyor geriye? Durumu kurtarmanın tek yolu metafiziğe sığınmaktır! Bu, “dünyanın kendine özgü bir hareketidir” deyip işin içinden çıkmaktır! Ne demek “kendine özgü” bir hareket? Yani, “varolmak için hiç bir ilişkiye, hiç bir KS ne ihtiyacı olmayan, mutlak bir gerçeklik olan dünyanın, onun bizatihi varlığının bir özelliği midir” bu! Evet, “dünya nasıl dönüyor” da kalmıştık!. Güneş sistemi oluşmadan önceki durumu düşünelim. Bir toz ve gaz bulutundan başka birşey yok ortada. Sürekli değişen bir merkez ve bu merkezin etrafında dönüp duran bir toz ve gaz bulutu. Bazan, bu sistemin yarattığı uzay çukuruna (“çekim alanına”) daha başka kütleler, toz ve gaz bulutları da dahil oluyorlar, bazan da, yığılma fazla olduğu için belirli kütleler kopuyorlar bu ana gövdeden. Bu süreç içinde, tesadüflere bağlı olarak, belirli bölgelerdeki yoğunluğun artmasıyla buralarda uzayın yapısında değişiklikler oluyor ve çukurlar oluşuyor . Bu çukurlara düşen parçacıklardan da daha sonra büyük kütleler ortaya çıkıyorlar. İşte, dünyamızın ve güneş sisteminin ilk oluşum anı da bu türden gelişmelerin sonucu muhtemelen. Ama her halukarda, dünyanın ve güneşin (diğer gezegenlerin de) hareketlerinin başlıca kaynağı, güneş sistemi oluşmadan önceki bu sistemin, bu toz ve gaz bulutunun toplam hareket miktarıdır. Çünkü, momentumun (hareket miktarının) korunması yasasına göre, toplam hareket miktarı değişmez. Ancak, olayı bu kadarıyla bırakırsak, “peki o toz ve gaz bulutu nerden devralmış” mevcut hareket miktarını sorusuyla karşılaşırız!... İşte bu nedenle süreci adım adım takip ederek “karadeliğe” kadar götürmekten başka çare yoktur! Çünkü, zincirin her halkası hareket miktarını elbetteki bir öncekinden devralmış olacaktır. Ancak orada da (daha sonra göreceğimiz gibi) karşımıza “sıfır noktası” problemi çıkar. Bu nedenle biz tekrar o “toz ve gaz bulutuna” dönelim: 67 Daha geniş açıklamalar için bak http://www.aktolga.de/t4.pdf 61 “Toz ve gaz bulutu” diyoruz, ne demektir bu? Elementleri moleküller olan bir sistem değil midir burada söz konusu olan... Daha da ileri gidersek, atom düzeyine kadar ineriz. Bence olaya bu zeminden yola çıkarak başlamak gerekiyor. “Büyük patlamadan” sonra atom ve moleküller düzeyinde sistemlerin nasıl oluştuğunu, sistemi meydana getiren unsurların karşılıklı olarak birbirlerini nasıl yarattıklarını biliyoruz. Herşeyden önce, bir araya geldikleri zaman, karşılıklı etkileşme ortamında bunlar birbirlerini elektriksel ve magnetik alanlarıyla etkilerler. Sistemin (atomların) oluşumu, bu etkileşme zemininde gerçekleşir. Kendi etrafında ve sistem merkezinin etrafında dönme olayının gerçekleştiği zemin de budur zaten. Örneğin bir hidrojen atomunun oluşumunu ele alalım. Bir proton ve bir elektrondan oluşan bu sistem nasıl oluşuyor? “Toz ve gaz bulutunda” , ya da daha önce, “büyük patlamadan” sonraki bir zamanda, elektron-kuark plazmasından protonlar oluşupta bir protonla bir elektron karşılıklı olarak ilişkiye geçtikleri anda, bunlar birbirlerini elektriksel ve magnetik alanlarıyla etkilerler. Karşılıklı elektriksel etkileşme arada bir uzay çukurunun oluşmasına yol açarak bunların birbirlerine bağlanmalarına yol açarken, aynı anda, magnetik etkileşme de bunların “dönmelerine” yol açar. Ve sistem bu haliyle belirli bir kuantum seviyesinde denge durumuna erişir. İşte bütün mesele burada. Birkere bu denge durumu oluştumuydu ya, artık ondan sonra elektron ve proton arasındaki elektriksel ve magnetik etkileşme adeta olduğu gibi donar kalır! Bu durumda, elektron ve proton, bir yandan (tıpkı gravitasyonal alan nedeniyle birbirlerine doğru serbest düşme hareketi yapan yerküre ve güneş gibi) iki elektriksel alanın neden olduğu aradaki uzay çukuruna doğru düşerlerken, diğer yandan da, magnetik etkileşime bağlı olarak (tıpkı o uzay gemisinin motoru çalıştığı zaman kazandığı “ilk hız” gibi) belirli bir harekete sahip olurlar. Bu durumda, sistem denge haline ulaştığı an olay o hale gelir ki, aynen yerkürenin güneşin etrafındaki yörünge hareketine benzer bir şekil alır. Aynı anda yapılan iki hareketin birliği, yani, sistemi oluşturan unsurlar olarak elektron ve protonun ayni anda hem birbirlerine doğru düşmeleri, hem de başlangıçtaki magnetik etkenden dolayı (artık motorları durdurulan o uzay gemisinin sahip olduğu “ilk hız”gibi) sahip oldukları hareketlerini muhafaza etme güdüleri (bu iki hareketin sentezi olarak) bunların belirli bir “yörünge” hareketi yapmalarına neden olur. Bu durumda (yani, belirli bir kuantum seviyesindeki denge durumunda) artık her iki unsur da üzerlerinde hiç bir kuvvetin etkide bulunmadığı bir ortamda özgürce atalet hareketlerine başlamış olurlar. İşte bu nedenledir ki, belirli bir kuantum seviyesinde yapılan yörünge hareketi doğası gereği bir atalet hareketidir. Şimdi, yerküreyi, her biri bu şekilde, hem kendi etrafında, hem de içinde bulunduğu sistemin merkezinin etrafında dönen sayısız elementlerden oluşan bir sistem olarak düşünelim. Bu durumda, elementlerinin toplam hareket miktarının ve şeklinin, sistemin bütününün hareket miktarını ve bunun şeklini belirleyen temel unsur olarak karşımıza çıktığını görürüz. 62 Kısacası, elektron ve proton, karşılıklı olarak birbirlerini elektriksel ve magnetik kuvvetlerle etkileyerek, birbirlerinin spin ve yörünge hareketlerinin yaratılmasında başlıca etken olurlarken, elemanter düzeydeki bu oluşum daha sonra ortaya çıkacak olan sistemlerin makro düzeydeki hareketinin de çıkış noktasını oluşturur. Çünkü, sistemin makro yapısı, elementler düzeyindeki oluĢumların süperpozisyonundan baĢka birĢey değildir. Yani, birisi çıkıpta derse ki, “dünya oluĢmadan önceki toz ve gaz bulutu neden dönüyordu”, “dünya neden dönüyor”? Cevabımız hazır olmalıdır! Toz ve gaz bulutu veya dünya, atom düzeyinden baĢlayarak elementlerin süperpozisyonuyla oluĢtukları için, en alt düzeydeki toplam hareket miktarını (drehmoment) muhafaza ederek hareket biçimlerini devam ettiriyorlar. Atomlar düzeyinde elektriksel-magnetik platformda baĢlayan hareket makro planda gravitasyonal bir düzeye taĢınıyor ve kendine özgü bir atalet hareketi Ģeklinde devam edip gidiyor... Bu durum, tek bir hücreyle milyarlarca hücreden oluşan bir organizma arasındaki ilişkiye benziyor. Tek bir hücrenin DNA „sında kayıtlı bilgilerden yola çıkarak, bütüne, çok hücreli yapıya ait bilgilere ulaşabiliyoruz. Yani bu anlamda, bütün parçanın içinde var. O parçalar bir araya geldikleri zaman oluşmuyor mu zaten bütün de!... ATALET HAREKETĠ NEDĠR... Geldik işin özüne!... Galile ve Newton‟a göre her şey açıktır! Çünkü, nesnelerin düzgün doğrusal bir harekete sahip oldukları o ne olduğu belli olmayan “atalet” halinde, zaten dış kuvvet de sıfırdır! Yani, “dünyaya ilk hızı kim verdi” sorusu o kadar önemli değildir! “Nesneler, hiç bir dış etkiye bağımlı olmaksızın varolan68, mutlak, varlığı kendinden menkul, bizatihi gerçeklerdir”! “Var olmak için bir dış kuvvetle ilişki içinde olmaya ihtiyacı olmayan bu nesnelerin, herhangi bir KS ne de ihtiyaçları yoktur”. Çünkü onlar, mutlak bir gerçeklik olan uzay-zaman içinde, ona göre (yani bu mutlak uzay-zamana göre) vardırlar”! Bu yüzden, onların hareketleri de, son tahlilde, bu mutlak varlıklarının ayrılmaz bir parçasıdır”... (Biraz daha kurcalarsak, bu işin bir ucunun mekanik materyalizmde, diğer ucunun ise mutlak bir “idee” olarak tanrı anlayışında noktalandığını görürüz!!69) Newton, “gravitasyon yasasını” keşfettiği zaman, bunu, kütleye ilişkin-kütleden kaynaklananbir “kuvvetle” (bir “çekim kuvvetiyle”) bağlantılı olarak bir “kuvvet yasası” olarak ifade etmişti. Dünyanın dönmesi olayını da bu yasal çerçeve içinde açıklar o zaten! Bu demektir ki, ortada, güneşten kaynaklanan ve dünyayı düzgün doğrusal hareketinden caydıran, onu yörünge hareketi yapmaya zorlayan bir “kuvvet”-“çekim kuvveti”- (K=m.a ya benzeyen, K=GmM/R2 şeklinde ifade edilebilen bir kuvvet) söz konusudur. Tıpkı, ipe bağlı olarak dönmekte olan taş örneğinde olduğu gibi, ip aracılığıyla taş üzerine kolumuzla uyguladığımız kuvvet gibi gerçek bir kuvvettir bu!... Einstein ise, “hayır, gravitasyon bir kuvvet değildir, o, uzay-zamanın eğiminden kaynaklanan bir olaydır” diyordu! Bu durumda, Einstein‟a göre, dünyanın “hiç bir dış kuvvetin etkisi altında olmadan, serbestçe hareket ediyor” olması-yani dönmesi- gerekirdi... Bütün bunlar son derece önemli-devrimci tesbitlerdi-buluşlardı... Evet, Einstein bütün bunları söylüyordu söylemesine; ama, ondan sonra bir türlü devamını getiremiyordu! Nedir bu, hiçbir dıĢ kuvvete bağlı olmadan gerçekleĢen 68 Bu “Higgs alanı” icadı da zaten bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor sanırım! Her biri “kendinde şey” olarak varolan, yani, varolmak için hiçbir ilişkiye-etkileşmeye ve de koordinat sistemine ihtiyacı olmayan “mutlak gerçekliklerin” varlığını kanıtlayabilmek için Newton‟un mutlak uzay-zamanının yerini alacak başka bir mutlak bir koordinat sistemine ihtiyaç vardı; “her yeri dolduran “maddi gerçeklik” olarak bir “Higgs alanı” ihtiyacının çıkış noktası bu olsa gerek!.. 69 “Higgs alanına” “Tanrı alanı” yakıştırması da buradan geliyor zaten! 63 yörünge hareketinin adı diye sorunca susuyordu (ya da, kendisine bu soruyu sorma cesaretini bile bulamıyordu!)? Evet, cisimlerin, nesnelerin, üzerlerinde herhangi bir dıĢ kuvvet yokken yaptıkları bu yörünge-dönme hareketinin adı nedir? “Bu bir atalet hareketidir” dese, o zaman, düzgün-doğrusal olmayan bir atalet hareketini açıklaması gerekecekti! Diyemiyor! Olayı, “çekim kütlesiyle atalet kütlesinin birbirine eĢit” olduğunu söyleyerek noktalıyor. Evet, bununla o, “çekim” olayının bir kuvvetten değil, son tahlilde bir atalet hareketi olan serbest düĢmeden kaynaklandığını söylemiĢ oluyordu; ama, bu kadarlık açıklama, o zamana kadar “düzgün dairesel ivmeli bir hareket” olarak ifade edilen yörünge hareketinin de bir atalet hareketi olduğunu açıklamaya yetmedi; ve problem yarı çözülmüĢ bir halde ortada kaldı! Öyle ki, hem Einstein, hem de ondan sonra gelen fizikçiler gravitasyonu bazan bir “kuvvet”, bazan da “uzayın geometrisi” olarak ele almaya devam ettiler; günümüze kadar da böyle gelindi! Bugün bile açın fizik kitaplarını bakın, gravitasyon bazan bir “kuvvettir”, bazan da “uzayın yapısından kaynaklanan bir olay”!... Evet, bu da, yani yörünge hareketi de bir atalet hareketidir denilemedi; dünyanın, güneĢin etrafındaki hareketi, düzgün-doğrusal bir hareket olmadığı halde, elips Ģeklinde bir hareket olmasına rağmen, bu da bir atalet hareketidir denilemedi. Bütün dairesel, yada eğrilmiĢ hareketleri-yörünge hareketlerini de- otomatikman atalet hareketinin dıĢında ele alan, bunları ivmeli hareketler olarak değerlendiren klasik bilimin yanıldığı ortaya konulamadı! Ataletin, atalet hareketinin yeni bir tanımı yapılarak; cisimler, içinde bulundukları hareket ister “düzgün doğrusal”, ister “dairesel”, hangi biçimde olursa olsun, eğer dıĢ kuvvetlerin etkisi bu hareketi değiĢtirmek için yeterli değilse (dıĢ kuvvet mevcut durumu değiĢtirmek için gerekli olan eĢiğin altındaysa), onu olduğu gibi muhafaza ederler, devam ettirirler denilemedi. Dikkat ederseniz, böyle bir tanımla olay-atalet olayı- artık o, ne olduğu belirsiz “düzgün doğrusal” bir hareketle sınırlandırılmıyor! Ama sadece bu da değil. Bir de o, “dıĢ kuvvetin sıfır olması hali” çıkarılıyor artık atalet hali tanımından. Hareketinevrensel oluĢumun- kuantize bir gerçeklik olduğu dikkate alınarak, belirli bir “durumu” değiĢtirmek için gerekli olan eĢiğin altında kalan etkiler-kuantum dalgalanmaları-atalet hali gerçekliğiyle birlikte ele alınıyor. Varılan bu sonuç, atalet hereketi kavramına getirilen bu yeni anlayıĢ o kadar önemlidir ki, sadece bu gerçeği görebilmek bile çok daha karmaĢık gibi görünen olayları kavramamızda çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bütün her Ģeyi, dünyanın dönüĢünden, atomun içindeki hareketlere kadar herĢeyi, “düzgün dairesel” mekanik ivmeli hareketle açıklamaya çalıĢan klasik bilimin ve bütün bir mekanik materyalist pozitivist dünya görüĢünün sınırlarını görebilmek demektir! EVET, ĠPĠN UCUNA BĠR TAġ BAĞLAYIP DÖNDÜRÜYORUZ!... Fizik kitaplarında, “düzgün dairesel ivmeli hareketi” açıklarken kullanılan ipe bağlı taş örneğini ele alıyoruz. Olayı bütün çıplaklığıyla görebilmek için de, ağırlığın bulunmadığı bir uzay gemisine gidip orada başlıyoruz deneye! Evet, bir uzay gemisinde astronotuz! Elimize bir ip alıyoruz. Ucuna da bir taş bağlayıp, başlıyoruz döndürmeye!. 64 Şekil: “İpin ucuna bir taş bağlayıp döndürüyoruz”! Ya da “düzgün dairesel hareket”... Bu şekli hiç unutmayalım! Çünkü buradaki mekanizma, hareket-sistem anlayışı- bütün mekanik sistemlerde aynıdır... Bu mekanik bir sistemdir. Elimizle taş arasında oluşan bir sistem. Aradaki ip de bağlantıyı sağlıyor. Sabit bir hızla döndürmeye devam ediyoruz taşı... Sonra birden ipi bırakıveriyoruz elimizden! Ne olur? Taş fırlar gider! “Üzerinde hiç bir kuvvet kalmadığı için, en son halini, hareketini muhafaza ederek atalet hareketine başlar”... Olayın açıklaması şöyle: Elimizle taşı döndürürken, aynı zamanda, ip aracılığıyla onu etkileyip, bir kuvvetle elimize doğru çekerek onun ileri doğru fırlayıp gitmesini de engellemiş oluyoruz. Böylece hem onun dönmesini, hem de belirli bir yörünge üzerinde kalmasını sağlıyoruz. Taş ise, bir yandan elimiz tarafından bir kuvvet harcanılarak çekilirken, diğer yandan da, mevcut hareketini muhafaza etmek istediğinden, bu iki etkenin birleşik sonucu olarak yörüngede kalıyor. Fizik kitaplarında “düzgün dairesel ivmeli bir hareket” olarak tanımlanan olayın özü budur. Açıkça görüleceği gibi, her ne kadar taĢ sabit bir hızla hareket ediyorsa da, taĢın bu hareketi ivmeli bir harekettir. Çünkü taĢ bu hareketini zorla, elimizle ve ip aracılığıyla uyguladığımız bir kuvvetin etkisiyle yapmaktadır. Eğer bu kuvvet olmasaydı, taĢ kendi özgür iradesiyle kendi atalet hareketini yapacaktı. Ama elimiz ve ip aracılığıyla uygulanan o kuvvettir ki, taĢın mevcut durumunu değiĢtirmekte, vektörel bir büyüklük olan hızının yönünü değiĢtirerek onu ivmelendirmekte, sürekli bir gerilim altında tutmaktadır. ĠĢte Newton‟un en sevdiği deney! Ama sadece Newton‟un mu!... Açıkça görüleceği gibi, böyle bir sistemin iĢleyebilmesi, sürekliliğinin sağlanabilmesi için her an bir enerji harcanması, bir iĢ yapılması gerekmektedir. TaĢın atalet hareketini engelleyerek onu yörüngede tutabilmenin, onu döndürmenin bedeli, her an elimiz aracılığıyla bir iĢ yapmamız, bir enerji harcamamızdır. Bir an için bunu yapmazsak, sistem durur. Şimdi, yerkürenin etrafında, belirli bir yörünge üzerinde dönüp duran uzay gemisiyle yukardaki taş örneğini karşılaştırıyoruz. Taşı döndürürken, ipi bıraktığımız an taş fırlayıp gittiği halde, belirli bir (v) hızına ulaştıktan sonra motorları durdurulan uzay gemisi, taş gibi öyle fırlayıp gitmek bir yana, tam tersine yörünge hareketine başlar. Üzerinde hiç bir dış kuvvetin etkisi olmaksızın, özgürce dünyanın etrafında dönmeye başlar. Neden? Bu iki örnek, dönmekte olan taĢ örneğiyle uzay gemisi örneği, görünüĢteki bütün benzerliklerine rağmen, niteliksel olarak farklıdırlar da ondan! Nedir o farklılık peki, nereden kaynaklanıyor? Çok açık! TaĢla elimiz arasındaki iliĢkiyi sağlayan iple, uzay gemisiyle yerküre arasındaki iliĢkiyi sağlayan gravitasyon arasındaki farklılıktır bu!... TaĢ örneğine dönüyoruz. Evet, elimiz ve ip aracılığıyla uyguladığımız “merkezçekim kuvvetiyle”, taĢın mevcut hareketini devam ettirme isteğinden kaynaklanan atalet hareketi arasındaki denge, görünüĢte, sanki taĢın üzerindeki toplam kuvvet miktarı sıfırmıĢ ve taĢ da özgürce hareket ediyormuĢ gibi bir yanılgıya yol açıyor, ama aslında hiçte öyle değildir! Çünkü, taĢın atalet direnci gerçek bir kuvvet değildir. Yani, elimizle uygulanan “merkez-çekim kuvvetinin” karĢısında buna zıt bir “merkezkaç kuvveti” bulunmamaktadır ortada! TaĢın merkeze doğru çekilmesini engelleyen Ģey onun tutsaklık durumuna karĢı direnme iradesidir, özgürlüğünü koruma gayretidir. Buna biz onun ataleti diyoruz. O halde taĢ iki zıt kuvvetin değil, bir tek kuvvetin etkisi altındadır, zaten bu yüzden de onun hareketi özünde ivmeli bir harekettir. Söz konusu kuvvet ortadan kalkınca da sistem bozulmuĢ olur ve taĢ fırlar gider!... Uzay gemisi örneğinde ise, yerküre onu yörüngede tutmak için bir kuvvet sarfederek bir iĢ yapmıyor! Bir enerji harcamıyor, zorlamıyor! Uzay gemisi özgürce kendi yolunda gitmiĢ oluyor! Peki ya, onun bu arada, yerkürenin gravitasyonal alanından dolayı sürekli yerküreye doğru düĢmesi nedir, bunu nasıl açıklıyacağız? Bunun bir kuvvetle alakası yoktur. Uzay gemisinin yerküreye doğru düĢmesi dediğimiz olay, onun izlediği 65 uzay yolunun yapısıyla ilgilidir. Bu yüzden de uzay gemisinin hareketini ipe bağlı taĢ örneğinde olduğu gibi “ivmeli bir hareket” olarak ele alamayız. Burada iyi anlaĢılması gereken nokta Ģu sanırım: Koordinat sisteminin merkezini uzay gemisi olarak düĢündüğümüz zaman, ilk bakıĢta, gravitasyondan dolayı geminin yere doğru düĢme (bu yüzden de onun yerküreye bağlı kalma) eylemiyle, onun-yani uzay gemisinin- sanki bir kuvvet tarafından yerküreye bağlı olarak tutuluyormuĢ gibi olma hali arasında görünürde hiçbir fark yoktur. Çünkü uzay gemisi, pratik olarak, gravitasyondan dolayı düĢme eylemini bir kuvvet tarafından yere doğru çekiliyormuĢ gibi algılar-hisseder70. Ki bu da onda, vektörel bir büyüklük olan hızının yönünün değiĢtirildiği (yani onun ivmeli bir harekete tabi olduğu) algısını yaratır. Gerçekte uzay gemisini ivmelendiren böyle bir kuvvet-“merkez çekim kuvveti”-söz konusu olmadığı halde, o sanki böyle bir kuvvet varmıĢ gibi etkilenir. ĠĢte bütün mesele burada yatıyor! Uzay gemisinin yerküre etrafındaki, ya da yerkürenin güneĢ etrafındaki hareketinin “düzgün dairesel ivmeli bir hareket” olarak algılanmasının altında yatan mantık budur. Bu tür doğal hareketlerin de herhangi bir dıĢ kuvvete bağlı olmadan yapılan atalet hareketleri olduğunu kavrayamamanın kaynağı budur. Toparlayalım: Ġnformasyon ĠĢleme Bilimine göre, doğal sistemlerde, bir sistemin dengesi ve devamlılığı sistem elemanlarının bu dengeyi sürdürmek için özel bir çaba sarfetmeleriyle sağlanmaz. Eğer sistem elemanları bu dengeyi korumak için ayrıca bir çaba harcıyor olsalardı, bir iĢ yapmıĢ, bir enerji sarfetmiĢ olurlardı. Bu ise sistemin enerji kaybına yol açardı ve onun devamlılığını sona erdirirdi. Doğal sistemlerde iĢ, ancak dıĢardan sisteme alınan bir girdi iĢlenirken yapılır. Mekanik sistemlerde ise durum farklıdır. Mekanik sistemler ancak, dıĢardan sisteme enjekte edilen ve sistem içinde sürekli harcanılan bir enerjiyle ayakta tutulabilirler. Bu nedenle, mekanik bir sistemin atalet hali diye birĢey de söz konusu olamaz! Örneğin, belirli-sabit bir hızla hareket etmekte olan bir treni, ya da bir arabayı ele alalım. Burada da gene, görünüĢün aksine, sürtünme aracılığıyla sistem bir kuvvetin etkisi altındadır ve sürekli enerji kaybı olmaktadır. Tren, ya da araba yere doğru serbest düĢme hareketi yapmak isterlerken, yerle temaslarından dolayı, onların bu atalet hareketi bir kuvvetle engellenmektedir. Böyle bir sistemin devamlılığının korunabilmesi için bir dıĢ unsurun sisteme dıĢardan devamlı enerji katması gerekir. Tren ya da araba örneğinde bu enerji benzin, veya elektrik enerjisiyle sağlanmaktadır... Uzay gemisiyle yerküre arasındaki iliĢki ise bambaĢkadır. Bu iliĢki insanlar tarafından kurulmuĢ da olsa arada doğal bir sistem iliĢkisi söz konusudur. Motorları durdurulduğu zaman, uzay gemisinin de ipi kopan taĢ gibi yörüngeden çıkarak fırlayıp gitmemesinin nedeni budur. Tam tersine, o andan itibaren artık o, kendisini belirli bir hareketi yapmaya zorlayan kuvvetin etkisinden kurtulduğu için, mevcut halini, hareketini muhafaza ederek özgürce yoluna devam etmektedir. Hiç bir kuvvetin etkisi altında olmaksızın önündeki yolu-uzay yolunu- takip ederek yol almakta atalet hareketini yapmaktadır. Şöyle bir deney (Gedankenexperiment) düşünelim: Bir ucu yerde bağlı olan bir ipin diğer ucunu da yukardaki uzay gemisine bağlayalım! Sonra da aradaki gravitasyonu bir an için ortadan kaldırıverip, olayı aynen ipe bağlı taş örneğine benzetelim! Ne olurdu bu durumda? Uzay gemisi mevcut hareketine devam ederken, ip onu engelleyeceği için, ip aracılığıyla uzay gemisi üzerine yere doğru bir kuvvet uygulanmış olurdu. Bu durumda, önce deli tavuk gibi bir oraya bir buraya savrulan sistem, sonra da yeryüzünde bir yere çarparak tamamen 70 Einstein‟ın asansör örneğini hatırlayınız.. 66 çökerdi herhalde! İşte, “gravitasyonal alan bir kuvveti temsil etmez, o uzayın geometrisidir” derken anlatılmak istenen şey budur. İşte, “serbest düşme hareketi özünde ivmeli bir hareket değildir, bir atalet hareketidir” derken anlatılmak istenen budur... Ama, açın bütün fizik kitaplarını, hem Einstein‟dan bahsederler, onun, “gravitasyon bir kuvvet değildir, uzayın geometrisidir” sözlerini aktarırlar, hem de, ardından, faydacı-pozitivist bir bilim anlayışıyla, “arada zaten bir fark yoktur” diyerekten, serbest düşmeyi de K m a ya göre gerçekleşen ivmeli bir hareket olarak ele alırlar, “yerçekiminden”, “çekim kuvvetinden” bahsederler! Bütün bunları da, “ivmeli bir hareketle atalet hareketinin bir ve aynı şey olduğunu” söyleyerek açıklamaya-legalize etmeye- çalışırlar! Nedir bunun adı şimdi! Ben size söyleyeyim: Oportünizm, ya da, pozitivizm!... Ama, olaya başka bir açıdan bakarak, “ne yapalım tarihsel gelişme diyalektiği böyle işliyor” da diyebiliriz! Önce, “yerçekimi” diyor insanlar; yerküre onları bir kuvvetle kendine doğru çekiyor ki, bırakınca yere doğru düşüyorlar diye açıklıyorlar. Elindeki kalemi bıraktınmıydı düşüyor, öyle değil mi!. Ne diyecekti Newton başka! ”Yer çekiyor ki, kalem de ona doğru gidiyor” diyecekti! Bilim böyle gelişiyor işte!... Oturupta, hiç bir şey demeden Einstein‟ı mı bekleseydi insanlık! Einstein bile aynı şeyi yapıyor! Hem,”gravitasyon bir kuvvet değildir, uzayın geometrisidir” diyor, hem de sonra, onu elektromagnetizme benzetip, “ivmelendirilen kütlelerin yayınlayacağı gravitasyonal dalgaları” arıyor! Sanki bu gün farklı mı durum! Bilimin ve tekniğin bu kadar ilerlediği günümüz dünyasında bile halâ, “bilimadamları” milyonlarca dolarlık fonları kullararak uzayda deneyler yapıp “gravitasyonal dalgaları” bulmaya çalışımıyorlar mı71! Bu iş böyle!... “MERKEZÇEKĠM KUVVETĠ”-“MERKEZKAÇ KUVVETĠ”.. Fizik kitaplarında “düzgün dairesel hareket” olarak tanımlanan mekanik hareketlerlesistemlerle- doğal sistemler-yörünge hareketleri- arasındaki farkı kavramadan, “merkezkaç kuvveti”, ya da, “merkezçekim kuvveti” denilen kavramları da anlayamayız. Her şeyi, dünyanın dönüşünü, atomun içindeki elektron ve protonun hareketlerini dönen taş örneğindeki gibi mekanik bir “kuvvet” anlayışına bağlı olarak açıklamaya kalkınca bütün kavramlar birbirine karışmakta, her şey çorbaya dönmektedir!... Doğal sistemlerde “kuvvet” kavramı... Doğal sistemlerde “kuvvet” kavramını kullandığınız zaman, iĢin içinde mutlaka, dıĢardan gelen ve mevcut sistemi etkileyerek onun içinde bulunduğu denge-ataletdurumunu bozan bir dıĢ faktör var demektir. Sistemin içindeki unsurların özgürlüğüataleti bu dıĢ faktör tarafından etkileniyor demektir. Bu yüzden de sistem, çevreden gelen bu kuvvete karĢı koyabilmek, bozulan dengeyi tekrar kurabilmek için, eldeki bilgiyle onu değerlendirerek iĢler, ona karĢı bir reaksiyon oluĢturmaya çalıĢır. Sistem atalet halindeyken, yani dıĢ kuvvetin etkisi sistemin içinde bulunduğu denge durumunu bozacak eĢiğin altındayken (dıĢ kuvvet hiçbir zaman sıfır olamaz) sistem elemanları gerçek bir kuvvet tarafından zorla bir arada tutulmazlar. “Gönüllü bir birlik” vardır arada. Bu durumda, ancak dıĢardan gelerek sistemin etkilenme eĢiğini aĢan bir kuvvet durum değiĢikliğine yol açabilir. Bir örnek olarak, belirli bir kuantum seviyesinde denge halinde bulunan bir atomu (gene bir hidrojen atomunu) ele alalım. Atom bu durumdayken elektronla proton arasında objektif bir realite olarak elektriksel bir kuvvetin, bir “merkezçekim kuvveti” nin bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyoruz. Bunun için, gene düşünsel bir deney olarak, daha önce uzay gemisini bir iple yere bağlayarak aradaki gravitasyonal ilişkiyi ortadan kaldırdığımız gibi, elektronla protonu da (aradaki elektriksel-magnetik ilişkiyi kaldırarak) gene bir iple birbirlerine bağlayalım! Nasıl demeyin! Bu bir düşünsel deneydir. Önemli olan prensip, işin pratikte 71 Geçenlerde ennihayet bulduklarını da açıkladılar ya!!... 67 uygulanabilirliği değil. Eğer, “düzgün doğrusal bir şekilde” gitmek isteyen elektronu, protonun çekimi yörüngede tutuyorsa, bunun, taş örneğinde olduğu gibi aynı şekilde iple de gerçekleşmesi gerekirdi. Çünkü, eğer böyle bir çekim varsa, bu tıpkı arada sanki bir ip varmış gibi etkide bulunacaktı! Böyle bir deney yapılsaydı ne olurdu biliyor musunuz? İpe bağlı uzay gemisi örneğinde olduğu gibi, burada da, elektron yörüngesinden saparak bir süre deli tavuk gibi oraya buraya gider, sonra da protona doğru yönelerek, pat diye onun üstüne düşerdi!... K=ma „nın GERÇEKLĠĞĠ Konuyu biraz daha açmak için, önce şu meşhur K m a ne anlama geliyor onu görelim: Buradaki “K” bir “dış kuvvettir”, “m” kütleyi, “a” ise ivmeyi ifade ediyor. Eğer mekanik bir sistem söz konusuysa, örneğin “düzgün dairesel” bir hareketse söz konusu olan, olay açıktır! “K”, dönmekte olan taşın üzerindeki kuvveti, “m” taşın bu kuvvete karşı olan “atalet direncini”, “a” da taşın merkezi kuvvete tabi olan ivmesini ifade edecektir. Ama, bir hidrojen atomu söz konusu olduğu zaman hiçte bu kadar basit değildir olay! Bu durumda, sistem belirli bir kuantum seviyesinde iken sistemin iki elementi arasındaki ilişkiyi mekanik bir şekilde (esasa ilişkin olarak) az önce olduğu gibi K m a ‟ya göre yorumlayamazsınız artık! Neden mi: Kuantum fiziğinde “K” ile ifade edeceğimiz bir dış kuvvet bir hidrojen atomunu etkilediği zaman elektron hemen ivmelenir ve örneğin n=1 kuantum seviyesindeyse, diyelim ki, n=2 ye çıkar. Bu arada, dışardan gelen fotonun (E=hv) enerjisinden dolayı elektronun enerjisi de (hv) kadar artmış olacaktır. Bu durumda “m” de iki quantum seviyesi arasındaki geçiş süresi boyunca, elektronun, dış kuvvetin etkisi altındayken sahip olduğu kütlesi oluyor. “a” ise, zaten aradaki geçiş hareketinin ivmesidir. Elektronun n=1 seviyesindeykenki kütlesine (ölçmeetkileşme öncesinde bu potansiyel bir gerçekliktir) “m1” dersek, K m a „daki (m) , m m1 hv olacaktır. Dikkat edilirse hemen “m2”, yani n=2‟deki kütle bile demedik! Çünkü, c2 n=2‟ye çıkıldığı an gene K=0 ve a=0 olur! Yani “K” kuvveti sadece aradaki geçiş sürecine ilişkin bir gerçekliktir. Belirli bir kuantum seviyesindeki değerlere ise potansiyel gerçeklikler diyoruz. Bunların objektif gerçeklikler-ölçü değerleri- olarak ortaya çıkmaları ancak sistemin bir dış kuvvet tarafından etkilenerek bir durumdan bir başka duruma geçmesi esnasında anlam kazanır. K m a , belirli bir kuantum seviyesinde denge halinde bulunan bir atomda hiç bir Ģekilde gerçek bir kuvveti temsil etmez. Çünkü, belirli bir kuantum seviyesinde iken atomun içinde gerçek anlamda bir kuvvet yoktur! Bu durumdaki “kuvvet”, potansiyel bir kuvvettir. Buradaki “m” atalet kütlesi de, bu potansiyel kuvvete karĢı olan gene potansiyel bir atalet direncidir. “a” da tabi, bu potansiyel kuvvete bağlı, potansiyelsanal bir ivmeden baĢka birĢey değildir! Sanal bir kuvvet, sanal bir ivme! ĠĢte Einstein‟ın, “hayalet” diyeceksiniz ama bir türlü diliniz varmıyor” dediği gerçek budur! Heisenberg Ġlkelerine göre ( E.t h , buradaki “E” enerjiyi, “t” zamanı “h” da Planck sabitesini temsil ediyor) belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronun enerjisini ancak E ile ifade edilen sınırlar içinde ifade edebiliyoruz. Yani elektronun belirli bir “t” anında (bu, t =0 demektir!) belirli bir “E” enerjisine (bu da E =0 anlamına gelir) sahip olduğunu söyleyemeyiz. Aynı Ģey, E=mc2 den yola çıkarak kütle için de geçerlidir. Bütün bu değerlerin hepsi elektonun potansiyel varlığını ifade eden dalga fonksiyonunun içindeki değerlerdir. Yani öyle, her an belirli bir enerjiye, kütleye, hıza ve de pozisyona sahip objektif mutlak bir gerçeklik olarak (kendinde Ģey) bir elektron yoktur ortada. Objektif gerçeklik etkileĢme anında-etkileĢmeye göre yaratılır. Nasıl bir fotonla etkiliyorsanız (etkileĢmede kullanılan fotonun frekansı ne ise) ona göre farklı bir elektron elde edersiniz... 68 Çok mu tuhaf geldi! Peki, söyler misiniz bana, “dünyanın kütlesi” deyince ne anlıyorsunuz bundan? Bir dış kuvvete karşı dünyanın atalet direncini mi? Hiç sordunuz mu kendi kendinize, hangi dış kuvvete karşı diye! Böyle bir dış kuvvet yok ki ortada! O zaman, olmayan bir dış kuvvete karşı objektif bir dirençten de bahsedilebilir mi? Yani bu da (dünyanın kütlesi de) gene potansiyel bir gerçekliktir. İşin kaynağı ise onun-dünyanınGüneş‟e doğru olan atalet-düşme hareketidir!72 EVRENSEL YAġAMIN DĠNAMĠĞĠ... Peki, eğer gravitasyonal düzeyde bütün sistemler birer atalet sistemiyse, ve gravitasyon da hiç bir zaman “dış kuvvet” olarak objektif anlamda bir rol oynayamıyorsa, o zaman bu evrenin hareket dinamiği nedir? Yani, astronomik-makroskobik düzeyde dış kuvvet rolünü oynayan güç, kaynak nedir? Öyle ya, eğer böyle bir dış kuvvet olmasaydı, her şey mutlak bir atalet halinde sonsuza kadar giderdi. Hiç bir değişim, gelişme, yaşam vs.ye de yer olamazdı böyle bir evrende! Bu görevi yerine getiren, bu diyalektiği tamamlayan baĢlıca unsur, evrensel var oluĢ sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak, bütün galaksilerin ve bu arada güneĢ sistemimiz gibi bir çok sistemlerin de merkezlerinde cereyan eden çekirdek reaksiyonlarıdır. Her durumda, gravitasyonal bir denge-atalet hali yaĢayan makroskobik evrenin değiĢim, geliĢme dinamiğini oluĢturan dıĢ kuvvetin kaynağı bunlardır. GüneĢ-dünya sistemini bir bütün olarak ele alırsak, güneĢin merkezinde gerçekleĢen çekirdek reaksiyonları ve güneĢten dünyaya gelen enerji, bir dıĢ etken, sistem dıĢından kaynaklanarak sistemi etkileyen, ivmelendirici bir kuvvet değildir. Sonuç olarak, güneĢin kaybettiği kütle-enerjiyi dünya alıyor. Yani, dıĢardan sisteme giren bir enerji yok. Bu yüzden de, dünyanın kütle merkezindeki varlığı söz konusu olunca, bu, ivmelendirici, ataleti bozucu bir dıĢ kuvvet (girdi) değildir. Ama, yerkürenin yapısını oluĢturan tek tek bütün elementler ve nesneler açısından bu bir dıĢ kuvvet (girdi) rolünü oynar. Ve öyle olduğu içindir de, yer yüzündeki bütün ivmeli hareketlerin (etkileĢmelerin), değiĢimin ve bu arada yaĢamın da kaynağı olur. Bir an için güneĢten hiç ıĢık-enerji- gelmediğini, güneĢteki bütün reaksiyoların durduğunu düĢününüz! Dünyada da hayat, her Ģey biterdi!... Neden mi? Yeryüzünde yaşam denilen şey, sürekli, kendi kendini ve birbirini üreten bir dinamik süreçler birliğidir. “Dışardan”, yani güneşten gelen enerji yer yüzündeki bir objeyi-nesneyi etkileyince, bu önce o sistemin (o objenin) içinde değerlendirilerek işlenir. Bu işlemin sonunda ortaya çıkan sonuç (çıktı-output) ise gene yerküre üzerindeki başka bir objeyi-nesneyi etkileyen bir girdi haline dönüşecektir. Bu zincir böyle, adına “doğal denge” dediğimiz birbirini yaratarak birlikte varolma sürecini oluĢturarak uzar gider. Bu durumda, bir an için, “dıĢardan” (yani güneĢten) gelen etkinin kesildiğini düĢünürsek, dıĢ kuvvet-girdi ortadan kalkınca, onu iĢleyerek-iĢlerken gerçekleĢen adına yaĢam dediğimiz süreç de sona erer. Çünkü yaĢam, özü itibariyle, dıĢardan gelen bu madde-enerjiyiinformasyonu değerlendirerek iĢleme, buna bağlı olarak da izafi bir gerçekleĢme sürecinden baĢka birĢey değildir. Önce organik yaĢam etkilenir böyle bir durumdan tabi. Ama sonra organik olmayan yaĢam da. Sistem sürekli enerji kaybetmeye, soğumaya baĢlar. Bu ise, atom düzeyinde elektronların daha alt enerji seviyelerine düĢmeleri demektir. Ama eğer bu 72 Nesnelerin, her durumda-her zaman- birbirlerinden bağımsız objektif mutlak gerçeklikler olarak bir kütleye sahip olduklarını kanıtlamaya çalıĢan, bunun için de onların, her an, “Higgs Alanı” adı altında “her yeri kaplayan” varlığı kendinden menkul mutlak bir madde-enerji alanıyla etkileĢme halinde olduklarını ispat etme çabası içinde olan bilim adamlarına duyurulur!... 69 durum devam ederse, bir süre sonra elektronlar bu en alt enerji seviyelerinde de tutunamaz olurlar. Ve çekirdeğin üzerine düĢerler!... Daha önceki açıklamalarda, mutlak bir dengenin-atalet halinin- neden mümkün olamayacağını, atalet haline izafi gerçeklik kazandıran en önemli unsurun “kuantum dalgalanmaları” dediğimiz sistemin o soluk alıp vermesi olayı olduğunu görmüĢtük. Ama, “soluk alıp verme” dediğimiz bu iĢlem de son tahlilde gene bir enerji alıĢ veriĢidir. DıĢardan, kuantum dalgaları dediğimiz etkilerin dahi gelmemeye baĢladığı bir ortamda artık elektronlarla çekirdek arasındaki dengeyi muhafaza etmenin de imkânı kalmaz. Böyle bir durumda yerküre giderekten önce bir “nötron yıldızı” haline dönüĢecek, sonra da, daha ileriki aĢamalarda, muhtemelen güneĢe doğru düĢmeye baĢlayacaktır... Tekrar başa dönersek, gravitasyonal planda yaşanan ataletle, sistemin merkezinde cereyan eden çekirdek reaksiyonlarının ve bunun yarattığı değişim dinamiğinin bir bütün olduğunu ve bunun da sistemin yaşam diyalektiğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ama ne kadar ilginç, aslında merkezde cereyan eden bu çekirdek reaksiyonlarını yaratan da, son tahlilde gene o, “ser verip sır vermeyen” gravitasyon değil midir!... Bütün bunları, birkez daha altını çizerek özetlemek gerekirse, karĢımızdaki tablo Ģudur: Gravitasyonal alan, madde-enerjinin-kütlenin ayrılmaz parçası olan uzayın varoluĢ biçimidir, gerçekliğidir. Madde-enerjinin yoğunlaĢmıĢ Ģekli daima kendi uzayı ile birlikte varolur, hareket eder. Ve de, bu düzeyde, yani kütle-gravitasyonal alan düzeyinde kurulan evrensel varoluĢ sistemi, evrenin alt yapısını oluĢturur. ĠĢte biz buna evrenin atalet hali diyoruz. Ama öyle mutlak bir atalet değil bu tabi! Bu alt yapı, kendi varoluĢ dinamiğinin sonucu olarak, kendi içinde izafi bir dıĢ kuvvet dinamiğini de oluĢturuyor. Ve iĢte bu iki etkendir ki, bir bütün halinde evrensel varoluĢ diyalektiğini gerçekleĢtiriyorlar. Ne mutlak birliğe, atalete, ne de mutlak mücadeleye, ivmeli harekete yer kalıyor böyle bir yapıda. Her durumda, izafi bir atalet ve bir denge durumu oluĢurken, aynı anda, sistem kendi içinde bir mücadele-ivmeli hareket kaynağı olarak izafi bir dıĢ kuvvet dinamiğini de yaratıyor. ĠĢte evrensel yaĢamın mekanizması budur. EVRENSEL ALT YAPI NASIL OLUġUYOR... Şimdi, sıra geldi o “ser verip sır vermeyen” gravitasyonal oluşum mekanizmasına. Yani, evrenin alt yapısının nasıl oluştuğuna! Bu bölümde, bu sırrı kavrayabilmek için nereye kadar gitmek gerekiyorsa oraya kadar gitmeye çalışacağız. İsterse bu “kara deliğin” içi olsun! Girmek gerekiyorsa eğer, oraya bile gireceğiz!... Hubble‟dan bu yana “evrenin genişlemekte” olduğu biliniyor [9,14,15]. Bunu, şişirilmekte olan bir balona benzetenler bile var. Sonra deniyor ki, madem ki evren genişliyor, galaksiler arasındaki mesafe gittikçe artıyor ve bu, ölçülebilen bilimsel bir tesbit, o halde, bu işin, yani bu genişlemenin bir başlangıcı olması lazım. Ve tıpkı videoda kaseti geriye doğru sardırarak, filmin en başına dönülmesi gibi, aynı şekilde, bugünkü genişleme hızı da hesaba katılarak, düşünsel planda en başa, yani evrenin o ilk oluşum anına ulaşılabilir... Bu durumda karĢımıza çıkan tablo Ģöyle olacaktır: Madde-enerjinin-kütlenin olağanüstü yoğunlaĢtığı bir merkez ve bu yoğunlaĢmayla birlikte eğimi olağanüstü boyutlara varmıĢ bir uzay, yani gravitasyonal alan. HerĢeyin kolayca içine düĢtüğü, ama içeri bir girenin bir daha dıĢarıya çıkamadığı, olağanüstü bir yapı! Müebbet hapse mahkum olanların bulunduğu bir hapishane sanki, bir madde-enerji 70 hapishanesi! Bazılarının “çekim” dediği, uzayın-gravitasyonal alanın- eğimi o kadar fazla ki, dıĢarı çıkmak isteyen kayıp tekrar gene içeriye düĢüveriyor [11]!... Elinize bir taş alıp havaya fırlatınız. Ne olacaktır? Taş bir süre yukarıya doğru gidecek, sonra hızı kesilince duracak ve ennihayet yere doğru düşmeye başlayacaktır. İşte, “kara delik” söz konusu olunca bu olay olağanüstü boyutlara varıyor. Çünkü, bu durumda söz konusu uzay, saniyede üçyüz bin km. hızla giden bir foton dahi olsa, onun bile fırlayıp gitme şansının olmadığı bir madde-enerji yoğunluğuna ilişkindir. Daha başka bir deyişle, bir uzay çukurudur bu, herşeyin içine düştüğü, dışarıya hiç bir sızıntısı olmayan bir “kara deliktir”!... Deniliyor ki, yoğunlaşma arttıkça, önce atomlar çözülecek, yani elektronlarla atom çekirdeği arasındaki bağlar kopacak, sonra bunu çekirdeğin parçalanması izleyecek, sonra da protonlar ve nötronlara gelecek sıra. Yani onlar da dağılacaklar. Çünkü, gravitasyonun baskısına dayanmak mümkün olmayacak [9]. Ve giderekten bu çöküş olağanüstü bir hıza erişerek merkezdeki sıfır noktasında yoğunlaşılacak. Sonra, tam bu anda, yani bu sıfır noktasında, artık madde-enerjiyi bir arada tutan gravitasyonal baskı da ortadan kalkmış olacağından, sıkışan enerji, muazzam bir patlamayla açığa çıkarak, evrenin yeniden yaradılışı, ya da genişlemesi süreci denilen süreç başlayacak... Buraya kadar tamam, fazla bir sorun yok! Hawking‟le anlaşıyoruz! Elde, evrenin genişlemesine ilişkin bilimsel bulgular da var, ve bunlardan yola çıkarak belirli sonuçlara da ulaşılıyor. Bundan sonrası önemli... Birinci sorun Ģu: Bugün halâ devam etmekte olan “evrenin genişlemesi süreci”, daha ne kadar devam edecektir? Bu sürecin dinamikleri nelerdir? Galaksilerin ve güneş sistemi dahil, bütün sistemlerin merkezlerinde cereyan eden çekirdek reaksiyonlarıyla “evrenin genişlemesinin” bir ilişkisi var mıdır? Yoksa, evren neden “genişliyor”? Bir diğer sorun da, “genişleme” durduktan sonra tekrar merkeze doğru düşme olayının açıklanması. Gerçi az önce, videoyu geriye sardırarak bunu yapmaya çalıştık, ama bu mekanik ve sadece işin, olayın gerçekleşme tarzına yönelik bir açıklamaydı, esasa ilişkin değildi. Çünkü ortada bazı sorular var. Eğer söylenildiği gibi bir “Urknall” (patlama) gerçekleştiyse, bu durumda artık, tekrar gerisin geriye üzerine düşülecek bir eski merkezden bahsedilip edilemeyeceği de açık değil! Patlamadan, yani yeniden doğuştan sonra, nasıl bir sistem (evren) oluşmuş olmalı ki, genişleme durduktan sonra, tekrar bu yeni merkeze doğru bir düşme gerçekleşsin? Bütün bunların, evrenin yaşam diyalektiği ve kendi kendini yeniden üretmesi sürecinin bütünlüğü içinde bir arada, birbirlerinin nedeni olarak açıklanabilmesi gerekiyor. Kara deliğin, sıfır noktasının ve “Urexplosion” denilen o “patlamanın” da, aynı bütünlük içinde açıklanabilmesi gerekiyor... Önce Ģu, “çekirdek reaksiyonlarıyla, geniĢleme arasındaki iliĢkiyi” ele alalım. Bu konuya iliĢkin “bilinenlere”, ya da çeĢitli biliminsanları, fizikçiler tarafından yapılan açılamalara bir göz atalım. Deniyor ki, “bütün galaksilerin ve güneş sistemi dahil bütün sistemlerin merkezlerinde cereyan eden çekirdek reaksiyonları sistemi birarada tutan önemli bir enerji kaynağıdır”. Doğru! Ama hemen ardından da diyorlar ki, “merkezden dışarıya, yani çevreye doğru yayılan bu enerji, gravitasyonun merkeze doğru çekim etkisini dengeliyor. Bu yüzden de, bu enerji tükenince, gravitasyonu dengeleyecek bir karşıt güç, etki, kuvvet kalmayacağı için, genişleme duracak ve çevre merkeze doğru (gravitasyondan dolayı) çökmeye başlayacaktır”. Ve bu çöküş “kara delik tekliğine” kadar, hatta daha sonra da, sıfır noktasına kadar gidecektir. Bence sonuç doğru ama, çıkış noktasında sorunlar var!. Bunun nedeni de, gravitasyon olayının anlaşılmasında yatıyor. Örneğin, “çevreye doğru olan enerji akışı”, nasıl dengeliyormuş gravitasyonu? Bir zamanlar Einstein „da böyle düşünmüştü ve hatta buna 71 “anti gravitasyon” adını bile vermişti, ama sonra bu düşüncesinin yanlışlığını kabul etmek zorunda kaldı!... Mekanik bir yaklaşımla şöyle düşünülüyor. Gravitasyon, sonuçları itibariyle de olsa, merkeze doğru bir “çekim kuvveti”. Merkezden çevreye yayılan enerji ise, sistem elemanlarına, yani galaksilere bir hareket enerjisi kazandıracağı için, onların-yani galaksilerin- bir tür “merkezkaç kuvvetiyle” merkezden uzaklaşmalarına yol açıyor! Ne zaman ki merkezdeki reaksiyonlar durur, işte o zaman, genişlemenin, yani dışarıya doğru olan hareketin kaynağı kurumuş olacaktır; bu durumda tek güç olarak ortada gravitasyon kalacağı için merkeze doğru çöküş başlar!... Peki, Ģu soruyu soralım: Sistemin merkezinde gerçekleĢen çekirdek reaksiyonları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan enerji, sistem içindeki diğer yıldızları bir dıĢ kuvvet gibi etkileyerek, onları ivmeli bir harekete zorlayabilir mi? Yani, sistemin parçalarının gittikçe artan bir hızla birbirlerinden uzaklaĢmalarının-evrenin geniĢlemesinin nedeni bu enerji olabilir mi? Bence, oIamaz! Çünkü, bir sistemin merkezinde cereyan eden reaksiyonlar, son tahlilde, aynı sisteminin içinde gerçekleĢen etkinliklerdir. Bunlar, sistemin toplam enerjisini, hareket miktarını vs. değiĢtiremezler. Yani bunlar, bir tür sistem içi kuvvetlerdir, etkinliklerdir. Merkez, enerji-kütle kaybediyor, çevre bunun bir kısmını alıyor. Yani enerji sistemin içinde bir yerden baĢka bir yere gidiyor. Evet, bu arada enerjinin bir kısmı da sistemin dıĢına kaçtığı için, sistemin zaman içinde enerji kaybedeceği söylenilebilir, ama aynı anda, tıpkı belirli bir kuantum seviyesindeki atomun kuantum dalgalanmalarıyla enerji alması gibi, dıĢardan sisteme enerji de giriyor. Ne var ki, bunların hiç birisi sistemin geneldeki ataletini-dengesini bozmaya yetmez. O halde, sistemin merkezindeki çekirdek reaksiyonlarıyla, evrenin geniĢlemesinin hiç bir iliĢkisi yoktur. Yani, galaksilerin büyük bir hızla birbirlerinden uzaklaĢmaları, mekanik bir mantıkla, sanki bir karĢı kuvvetmiĢ gibi düĢünülen çekirdek reaksiyonlardan dolayı olamaz... Öte yandan, evet merkezdeki reaksiyonlar sistem elemanları için ivmelendirici bir dış kuvvet rolünü oynayamazlar ama, onlar, daha önce de açıkladığımız gibi, tek tek atomlar, moleküller üzerinde etkili olurlar. Onları ivmelendirirler. Onlar üzerinde bir dış kuvvet etkisi yaratırlar. Ve bu yüzden de, sistemin içindeki elemanlar açısından yaşamın kaynağı olurlar. Bunların, bu reaksiyonların durması demek yaşamın (sadece organik yaşamın değil, organik olmayanın da) durması demektir. Yani, atomların da ölmeleri demektir! Atomların dengede-hayatta kalabilmeleri için gerekli besin kaynağı olan kuantum etkinliklerinin en önemli yaratıcısının merkezdeki çekirdek reaksiyonları olduğunu söyledik. Bunların durması demek, sistemin ihtiyarlaması, ölüme yaklaşması demektir. ĠĢte bu anlamdadır ki, çekirdek reaksiyonlarının durması, merkeze doğru çöküĢün de baĢlangıcı olur. Evrenin geniĢlemesi, ilk önce tek bir hücre olarak oluĢan bir insanın büyüme süreci gibidir. Nasıl ki insanın büyümesi, gelişmesi yapısal bir olaydır, bu süreç, ta ilk başta oluşan DNA larla kontrol edilir, belirlenir, aynı gerçeklik evrensel oluşum için de geçerli olmalıdır. Bu yüzden de, sürecin diyalektiğini kavrayabilmek için en başa, yani o “kara delik tekliğine” (“Singularität”) dönmemiz, orada ne olup bittiğini anlayabilmek için, ne yapıp yapıp mutlaka o “tekliğin” içine girmemiz gerekecektir!... Hazır olun, içine giren hiç bir nesnenin, ışık dahil, bir daha dışarıya çıkamayacağı kara deliğin merkezine doğru yola çıkıyoruz!... KARA DELĠK “TEKLĠĞĠ”... Önce Ģu “Singularität” (teklik) meselesini açalım. Korkunç bir Ģey! “Schwarzschildyarıçapına” gelince, yani kara deliğin merkezine bu kadar yaklaĢınca (ki bu, “üçbuçuk 72 kilometre” kadardır), “bilimin geçerliğini kaybedeceğini” ilan ediyor biliminsanları! Neden? Diyorlar ki, “burada uzayın yoğunluğu, yani gravitasyonal alanın eğimi o kadar büyük boyutlara ulaĢır ki, içerden dıĢarıya doğru hiç bir elektromagnetik dalga, sinyal çıkamaz. Çıkmaya çalıĢsa bile, tekrar içeriye doğru çekilir, kaybolur”. Böylece, “bilmek ölçmekle gerçekleĢeceğinden, içerde ne olup bittiğini prensip olarak hiç bir zaman bilemeyeceğimiz bir durumla karĢı karĢıyayız demektir. Bilmek, ancak bize ulaĢan sinyalleri değerlendirerek mümkün olabilirdi. Bu olmayınca bilim de olmaz”!.. Peki, atomun içinde-belirli bir kuantum seviyesinde-ne olup bittiğini nasıl “biliyorsunuz”? Hangi ölçme iĢlemini yapabiliyorsunuz orada? Diyeceksiniz ki, “doğrudur, belirli bir kuantum seviyesinde denge durumunda iken atomun da içine girilemez; ama en azından, bilinen Ģeylerden yola çıkarak, ne olup bittiğini indirekt bir Ģekilde bilebiliriz bu durumda”. Peki, atom söz konusu olunca bu “mümkün” oluyor da, “kara delik” söz konusu olunca neden olmuyor? ĠĢte meselenin can alıcı noktası burası!... Hemen cevap verelim. Önümüzdeki engel, kara delik ve onun özel durumu falan değildir! Peki ya nedir? Kafa yapımızdır! Mekanik, metafizik düĢünmeye alıĢmıĢ kafa yapılarımızdır, pozitivist bilim-bilimsellik anlayıĢımızdır! Yani, dünya görüĢümüzdür! Olayları ve süreçleri-nesneleri- bizatihi, “kendinde Ģeyler” olarak varolan-gerçekleĢen teklikler (“Singularität”) olarak görme, kavrama anlayıĢımızdır. Önümüzdeki asıl engel budur!... Siz önce tutup bir “teklik” icat edeceksiniz, yani, varolmak için başka hiç bir şeye gerek duymayan, hiç bir KS‟ ne bağımlı olmaksızın, “kendinde şey” olarak varolan bir “mutlak gerçeklik” anlayışını temel alacaksınız, sonra da işi yokuşa sürüp “bilinemezciliğe” sığınacaksınız! Ama bu kadar da değil! “Her şey o tekliğin içinde olup bittiğine göre, demek ki büyük yaratıcının, Allah‟ın mekanı da burasıdır” sonucuna varıp, bilimle Allah arasındaki sınırları belirlemiş olmanın verdiği rahatlıkla yolunuza devam edeceksiniz!... [9, 14,15] Her şey apaçık! Klasik bilimin, mekanik-metafizik materyalizmin-pozitivizmin, hangi türden olursa olsun, bütün o, evreni patateslerden oluşan bir patates çuvalı gibi görme anlayışlarının “sonudur” bu! Hem de öyle bir “son”ki, mecburen, bunu kendiliklerinden ilan ediyorlar! Hem “biliminsanı” olmanın, hem de mekanik-materyalist-pozitivist dünya görüşüne sahip olmanın sınırları, o “kara delik tekliğinin” sınırlarıdır o halde! Burada kapıda bir levha asılı sanki, “mekanik düĢünenler buradan içeriye giremezler” diye!. Kara deliğin yapısı üzerinde yoğunlaşmadan önce, önümüzdeki tabloya bir kez daha göz atalım... “GÖZETLENEBĠLĠR EVREN”... Birkere öyle, “gözetlenebilen evren” diye bir teklik, “tek bir evren” söz konusu olamaz! Öyle bir “evren”ki, her Ģey onun içinde! Sınırları olan, belirli bir yapı; kapalı bir sistem!... Varolmak için kendi dıĢında baĢka bir Ģeyin varolmasına ihtiyacı olmayan “kendinde Ģey” bir oluĢum! DıĢ etken-dıĢ kuvvet diye bir Ģey söz konusu değil burada! Böyle bir Ģey olamaz! DıĢ etkenin sıfır olduğu bir sistem, kapalı bir sistem, gerçek olamaz. Bu, sadece, belirli bir durumu açıklayabilmek için yapılabilecek, bilinçli bir varsayım olabilir. Ama, objektif izafi bir gerçeklik olarak var olabilmek için, mutlaka yaratıcı-gerçekleĢtirici bir dıĢ kuvvetin, unsurun bulunması gerekir. Çünkü varolmak, daima, “dıĢardan” gelen madde-enerji-informasyon iĢlenirken bir reaksiyon olarak gerçekleĢmek demektir. Bu yüzden de zaaten bütün “gerçek” sistemler “açık sistemlerdir”... Bu kadar basit bir Ģeyin halâ tartıĢma konusu olması bile gariptir aslında! Diğer atomlarla, nesnelerle iliĢkisi olmasaydı, bir atomun (ya da bir elektronun) objektif 73 gerçeklik olarak varlığı söz konusu olabilir miydi? Var olan her Ģey, ancak bir sistem olarak, yani, kendi içinde elementlerinden, parçalarından oluĢan bir bütün olarak gerçekleĢebilir. Ve o, ayni anda, sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla, bir dıĢ unsurla gerçekleĢtireceği iliĢkilerin sonucunda, yeni bir sistemin içinde, onun bir parçası, unsuru olarak varlığını sürdürür. Bu evrensel varoluĢ zinciri sonsuz bir süreç olduğu için, hiç bir zaman öyle “gözetlenebilir evren” diye, özünde tekliği ifade eden bir kavrama yer yoktur! Siz “gözetleyemiyor” olsanız da, gözetleyebildiğiniz o evreniniz mutlaka bir baĢka “evrenle” bir bütün, bir sistem oluĢturarak var olabilir. Yoksa, eğer böyle bir “teklik” anlayıĢından yola çıkarsanız, sonra da “gravitasyonla bunu sıkıĢtırır sıkıĢtırır” ve ennihayet “karadeliğin tekliğine” toslarsınız!... Ve, “bu da neyin nesidir, koskoca evren tek bir noktada yok olup gidiyor” demekten baĢka söyleyecek lafınız kalmaz!... Şu ana kadar, iki temel sorunu çözmüş bulunuyoruz. Birincisi, çekirdek reaksiyonlarıyla genişleme arasındaki ilişkiye dairdi. İkincisi ise, “evrensel” yapıya ilişkin. Yani öyle, “evren” diye bir “tekliği” ifade eden, “kapalı bir sistem” olarak var olan, her şeyi içine alan bir yapınıngerçekliğin bulunmadığının tesbiti. Ve dedik ki, her durumda ancak bir sistem-hem de açık bir sistem- söz konusu olabilir. ĠĢte size sihirli anahtarlar! Yani sadece o “gözetlenebilir evren”in kendi içinde bir sistem olması yetmiyor, aynı anda, sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla, o da gene bir baĢka sistemin içinde, onun bir parçası olarak yer almalıdır. Kapalı bir sistem olarak, “her Ģeyi içine alan bir evren” anlayıĢı, mekanik-metafizik materyalizmin-pozitivizmin “evren” anlayıĢıdır. Ama iĢin ilginç yanı, bütün idealist dünya görüĢlerinin “evren” anlayıĢının da aynı temele dayanmasıdır! Aradaki fark mı diyorsunuz, biri, “Ģeyler bizatihi-mutlak gerçekliklerdir” derken, öteki, “hayır her Ģeyi yaratan bir mutlak idee vardır” der; o kadar! Bakın sonra bu iĢin sonu nereye gidiyor: Bu “evren”, gravitasyonla sıkıĢa sıkıĢa kara deliğe dayanınca, biri der ki, “Schwarzschild-yarı çapından daha öteye gidemeyiz, bilim burada biter”! Öteki de, “gerisi Allah‟ın iĢidir” der, iĢ bitmiĢ olur!... Daha önce, kuantum fiziğinin esaslarını, Heisenberg Ġlkeleri‟ni tartıĢırken gördük; bir Ģeyin var olabilmesi, objektif bir gerçeklik olarak bilinebilmesi için, onun mutlaka bir dıĢ unsurla iliĢki-etkileĢme içinde olması gerekir. Bu, aynen, bir elektron üzerinde deney yapan gözlemci-elektron iliĢkisine benzer. Ölçme-etkileĢme sürecinde ortaya çıkan elektronun objektif varlığı, gözlemciyi temel alan KS‟ ne göre olur. Burada “gözlemci” genel bir kavram olarak kullanılıyor. Önemli olan, herhangi bir KS‟ ne göre olmadan, mutlak anlamda bir varoluĢtan bahsedilemeyeceğidir. Daha baĢka bir deyiĢle biz bunu, “bütün gerçek sistemler açık sistemlerdir” diye de ifade etmiĢtik. O halde, tekrar başa dönerek tekrar edelim: “Evren” açık bir sistemdir. Evrenin kendi kendini yeniden üretmesi süreci de, her durumda, zincirin bir halkasında, belirli bir sistem zemini üzerinde gerçekleşmektedir. Yani, bir yanda belirli bir süreç (kendi kendini yeniden üretme 74 süreci) yaşanılırken, bütün bu süreçlerin yaşanıldığı sistem, ayni anda, bir üst sistemin içindeki yerini ve hareketini devam ettirmektedir. Sonra, eğer evren kapalı bir sistem olsaydı, o “ilk patlamadan” sonra nereye gidecekti o madde-enerji! Hem deniyor ki, Newton‟un “mutlak-boĢ uzay” kavramı metafiziktir, hem de, baĢka çıkıĢ yolu görünmeyince hemen bu anlayıĢa sığınılıyor! Newton ruhlarına sinmiĢ! Pozitivizm teslim almıĢ bütün bilinçleri!... BĠR DE “KARANLIK MADDE” VAR!... Bir de diyorlar ki, “evren geniĢliyor ama, bu geniĢlemenin bir yerde durup durmayacağını bilemiyoruz. Eğer evrendeki kütle miktarı yeterliyse, ve gravitasyon yeteri kadar güçlüyse, bu geniĢlemeyi bir yerde durdurabilir, değilse, geniĢleme sonsuza kadar sürer”! Onun için de evrende “görünmeyen, karanlıkta kalan maddeleri (dunkle Materie) arıyorlar!... Allah ĢaĢırtmasın! Hangi “sonsuza” kadar gidecekmiĢ bu evren, söyler misiniz bana! Burada, “sonsuz” derken kastettikleri, aslında Newton‟un “mutlak-boĢluğundan” baĢka bir Ģey değildir! “Hayır onu demek istemiyoruz” diyorsanız eğer, o zaman geniĢlemenin devam edeceği yerin, yani uzayın, gravitasyonal alan olduğunu kabul etmeniz gerekir. Bu durumda ise, derler ki adama, o gravitasyonal alanı-uzayı kütleden bağımsız olarak nasıl düĢünebiliyorsunuz? Yani eğer ortada “sonsuza kadar” uzanan bir uzay varsa, bu, böyle bir uzaya-gravitasyonal alana sahip bir kütle-evren var demektir; ki, bu durumda da zaten bütün o “gözetlenebilir tek bir evren” anlayıĢı yatar! Aslında bütün mesele gelip madde-enerjiyle, kütleyle uzayı-gravitasyonal alanı birbirinden ayrı olarak düĢünmeye dayanıyor. Hepsi hikâye bunların! Öyle, almıĢ baĢını, nereye gittiği belli olmadan kuralsız bir Ģekilde giden bir “evren” falan olamaz! GeniĢleme oluyorsa da bu, madde-enerjinin ayrılmaz parçası olan uzayla-yani gravitasyonal alanla birlikte olmaktadır. Hadi diyelim ki sizin düĢündüğünüz gibi oluyor her Ģey! Ve o “ilk patlamadan” sonra, almıĢ baĢını gidiyor evren! Gravitasyonun da gücü yetmiyor onu durdurmaya! Burada bile çeliĢki içindesiniz! Böyle bir evrende merkez mi olur ki geniĢlemeyi durdurmaya çalıĢan bir gravitasyon olsun! Herkes almıĢ baĢını gidiyor! Ortada merkez diye bir Ģey olur mu bu durumda? Hangi gravitasyon durduracak bunları! Diyelim ki, yeteri kadar “karanlıkta kalan madde” var, bu yetmez! Ortada evrensel bir sistem ve onun merkezi varlığı olmalı ki, gravitasyonun frenleme-durdurma fonksiyonu olabilsin!... Ama, “evren” açık bir sistemse, o zaman bütün bu sorular anlamını kaybediyor zaten. Çünkü, bir AB sisteminde, A‟ nın içinde olup biten hiç bir Ģey, B‟ nin varlığıyla koyduğu sınırların ötesinde gerçekleĢemez. A‟ nın içinde ne olup biterse bitsin, son tahlilde bütün bunlar B‟ ye göredir-B ile iliĢkinin ürünüdür. Çünkü A, ancak B‟ nin uzayında, kendi etrafında ve yörüngesi üzerinde hareket ederek var olabilir. Hareket miktarını, kütlesini vs. her Ģeyini belirleyen, B ile olan sistem iliĢkisidir... Elimizdeki sihirli anahtarlar bunlar! “Kara deliğin” sınırlarındaki o kapıyı açabiliriz artık! Giriyoruz içeriye! “Mekanik-metafizik düşünenler giremez” levhasını yerinde bırakarak tabi!... 75 KARA DELĠĞĠN ĠÇĠ... Nasıl ki güneş sisteminde sistemin kütle merkezi, kütlesi çok daha fazla olduğu için güneşin içindeki bir noktaya tekabül ediyorsa, kara deliğe doğru giden sistemin yapısı da bunun benzeri olmalıdır. Merkezdeki yoğunlaşma arttıkça, gravitasyonun etkisi de artacağından merkeze doğru düşme de hızlanıyor! Bu işin sonunun nereye varacağını biliyoruz! Sıkışma arttıkça çevrenin yok olduğu, enerjinin daha yoğun bir şekilde merkezde yoğunlaştığı bir süreçtir bu73. İşin ilginç yanı da, bu süreci zorlayan bir dış kuvvetin bulunmamasıdır. Gravitasyonun da zorlayıcı bir kuvvet olarak etkide bulunmadığını düşünürseniz işin ilginçliği bir kat daha artar! Mekanizma son derece basit aslında! Evet, sürecin bütünü açısından gravitasyon bir kuvvet değildir, ve bu yüzden de merkezdeki sıkıĢmanın nedeni bir zorlamaya dayanmıyor, ama, artan gravitasyonal baskı üstüste düĢen-binen-tek tek sistem elemanları açısından zorlayıcı bir dıĢ kuvvet rolünü oynar.74 Onları bir arada tutan bağları çözen, bütün gizli saklı enerji kaynaklarını ısı enerjisi haline dönüĢtürerek merkezi depoda toplayan bir faktör haline gelir. Önce atomu bir arada tutan bağlar çüzülür, sonra da atomun çekirdeği parçalanır. Derken, nötronlar ve protonlar da parçalanırlar. Ne kalıyor geriye? Elektronlar ve kuarklardan oluĢan bir plazma [11]. Peki onlar, yani elektronlar ve kuarklar ne olacak? Sistem bu plazmayla mı girecek sıfır noktasına?75 ELEKTRON KUARK PLAZMASI VE EVRENĠN DNA‟SI... Daha önce, belirli bir kuantum seviyesindeyken, bir elektronun ihtimal dalgasına ilişkin söylediklerimizi hatırlayalım. Elektronu bu haliyle, belirli bir konfigürasyon uzayına yayılmış, bu uzayla bütünleşmiş-bir dış gözlemci için potansiyel bir gerçeklik olan- bir enerji alanı olarak tanımlamıştık. Elektronun kendi içinde, bir atom gibi, parçalarına ayrılabilir objektif maddi bir yapısı olmadığından, onun iç yapısı “virtuel”-sanal -potansiyel bir gerçeklik olduğundan, elektronun “parçalanması” diye bir şey de söz konusu olamaz! Artan ısıyla birlikte, elektronlar olağanüstü bir dıĢ etkiye, baskıya maruz kalınca, bu durum en fazla, onların kendi zıtlarına, yani anti elektronlara dönüĢmelerine yol açabilir. Sonra, bu anti elektronlar da, normal elektronlarla çarpıĢarak yok olurlar, elektromagnetik enerjiye dönüĢürler. Ama aynı anda bu sürecin tersi de gerçekleĢir, yeteri kadar enerjiye sahip fotonların çarpıĢmasıyla yeni elektronlar-anti elektronlar- da meydana gelirler vs. Yani bu cephede sürekli elektron-anti elektron oluĢumu-yok oluĢu gerçekleĢir. BaĢka da bir Ģey olmaz. Bu da zaten bir elektronun iç yapısına iliĢkin söylediklerimizin en önemli kanıtıdır. DıĢ kuvvet-enerji yeterliyse, sistemin (elektronun) içindeki “gizli-saklı-virtuell” zıttı objektivite kazanır o kadar... Aynı Ģey kuarklar için de geçerlidir. Evet, her “Ģey” gibi, bunlar da bir “teklik” değildir. Kendi içlerinde bir sistem gerçekliğidirler. Ama, bunların da ayrıca reel bir iç yapıları olmadığından, olmayan bir Ģeyin “parçalanması” da söz konusu olamaz. Bunlar, yani kuarklar da, en fazla “virtuell”-potansiyel iç yapılarından dolayı anti parçacıklarına dönüĢebilirler, sonra da tekrar gene meydana gelirler... 73 Cern‟cilerin bulduklarını iddia ettikleri Higgs alanıyla karadelik arasındaki ilişkiyi bu çalışmanın sonuna koyduğum makalede ele alıyoruz!... 74 Bir örnek verelim. Kalemi bırakıyorsunuz düşüyor. Evet, kalem yerküre tarafından çekildiği için düşmüyor, serbestçe hareket ediyor; ama örneğin, kalem yere düştüğü zaman, bu noktada bulunan moleküllerle çarpışarak bir etkileşmeye neden olur; serbest düşmenin kendisi bir atalet hareketi olsa da, bu eylemin neden olduğu sonuçlar farklı olabilir (serbest düşme yapan suyun bir kuvvet kaynağı yaratarak dinamoyu döndürmesi gibi)... 75 Ha sahi, “Higgs Alanı” ve “Higgs Parçacıkları” ne yapıyorlar bu durumda, onlar girmiyorlar mı kara deliğin içine? Belirli bir kütleye sahip olduklarına göre aslında onların da karadeliğe düşmeleri gerekir! Ama bu durumda da başka teorik problemler çıkıyor ortaya. Bu konuyu daha sonra ele alacağız!.. 76 Elektronlar ve kuarklardan oluşan bu plazma, olağanüstü yoğunlaşmış bir gravitasyonal alanla birlikte, sıfır noktasına doğru yol alan sistemin ana unsurunu oluşturur. Öyle bir sistem ki, madde-enerji-kütle vs. ayırımının, her türlü biçimin yok olmaya yüz tuttuğu bir oluşumdur bu! Sadece korunum yasaları işlemektedir burada. Bir; enerji korunmaktadır. Ġki; toplam elektriksel yükler korunmaktadır. Üç; toplam momentum, hareket miktarı korunmaktadır. Ve dört; toplam bilgi korunmaktadır. Elektron-kuark plazması bu korunum yasalarına uyarak sıfır noktasına doğru yol alır... ĠĢte size evrenin DNA sı!... ġaka değil! Kelimenin tam anlamıyla evrenin DNA‟sından bahsediyoruz! Çünkü, sıfır noktasından sonra, yeniden doğuĢ, kendi kendini yeniden üretme süreci baĢlarken, her Ģey tamamen eldeki bu malzemeye göre Ģekillenecektir... SIFIR NOKTASI NEDĠR NASIL OLUġUYOR? Sıfır noktasının ne olduğunu, sıfırın diyalektiğini daha önce görmüştük.76 Buradaki “sıfır” da gene aynı sıfırdır! Sistemin merkezini temsil eden izafi bir oluşumdur bu da. Yani öyle, objektif bir gerçeklik olarak bir merkez ve bir “sıfır noktası” falan söz konusu değildir! Böyle bir “nokta” yoktur uzayda zaten. Ama öte yandan, her şey bir sistem olduğuna göre ve her sistem de merkezindeki bu izafi sıfır noktasında temsil edildiğine göre, bu evrende sıfırdan gayrı hiçbirşey yoktur da denilebilir! Bu sadece, var oluşun izafiliğini ve sistem karakterini ortaya koyan bir anlatım biçimidir o kadar!... Tekrar kara deliğe ve buradaki “sıfır” noktasına dönersek, merkezin çevreyi yutupta artık merkeze doğru düĢecek baĢka çevre elemanının kalmadığı “an”dır sıfır “an”ı. Buradaki “an” kelimesini tırnak içine aldık. Çünkü sıfır noktasına varıldığı “an” zaman da biter! Tıpkı uzay gibi!... Ne demektir uzay-zamanın bitmesi? Uzay, yani gravitasyonal alan, kütlenin, enerjinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bir metafor olarak gravitasyonal alan su ise madde-kütle vs de bu suda meydana gelen buz kütleleriyoğunluklar-dalgalardır. Sıfır noktasına ulaşılınca, elektron-kuark plazması bir “an” izafi bir “yokluk” haline erişir. Çünkü o “an”, bu oluşumun “varlığının” belirlenip gerçekleşebileceği başka hiç bir KS kalmamıştır sistemin içinde... Varolmak, dıĢardan gelen girdiyi iĢlerken bir reaksiyon olarak gerçekleĢmek demektir ve ancak bir A-B ikiliği zemininde anlama sahip olabilir. Ne zaman ki A, B‟yi yutar, o “an” “can” ile “canan” arasındaki ikiliğin de bir anlamı kalmaz, “vuslat” içinde “vahdet‟i vücuda” eriĢilir; yani sistem kendi varlığında “yok” olur!... “Kendi varlığında yok olmak” hali... 76 http://www.aktolga.de/t4.pdf , “Sistem Teorisinin Esasları, ya da Varoluşun Genel İzafiyet TeorisiHerşeyin Teorisi… 77 Bu nokta çok önemli. Bir Ģeyin “kendi varlığında yok olması” demek, öyle maddeenerjinin-kütlenin birdenbire, bir sihirbaz tarafından metafizik anlamda ortadan kaldırılması demek değildir!...”Sıfır noktasında yok olmak” deyince, bu türden mekanik bir yokluk anlaĢılmamalıdır!... Bütün bu çalıĢma boyunca “var olmanın” ne anlama geldiğini, bunun izafi bir oluĢum olduğunu, öyle “kendinde Ģey”- “mutlak-metafizik gerçeklik”, “varlık” diye bir Ģeyin bulunmadığını açıklamaya çalıĢtık. Var oluĢ diyalektiğini birlik-çeliĢki-sistem zemininde açıklamaya çalıĢtık. Kara deliğin içinde, merkezde oluĢan sıfır noktasının diyalektiği, ve bu “noktada” sistemin “kendi varlığında yok olması” hali iĢte bu bütünlük içinde anlaĢılmalıdır. Devam ediyoruz... Merkezdeki yoğunlaĢma öylesine artar ki, en sonunda kuarklarla elektronlar da birbirlerinin üzerlerine düĢerler! Zıtlık-çeliĢki-ikilik hiç bir Ģey kalmaz ortada! ĠĢte o “an” (sıfır an‟ı), eskiden beri varolan sistemin “kendi varlığında yok olması”, yeni bir sistemin doğması an‟ı oluyor. Eski sistemin DNA‟larını oluĢturan elektron ve kuarkların adeta bir tür “yeniden oluĢumu” (“Recombination”) olayıdır bu. Ve adeta, yeni sisteme iliĢkin yeni bir DNA yapısı oluĢur! Madde-enerji-kütle yeniden, yeni bir biçim altında hayat bulacaktır. ÇeliĢki, zıtlık yeni bir niteliğin oluĢmasıyla, bu yeni biçim altında yeniden, ortaya çıkacaktır... Peki ya eski sistemin o yoğunlaĢmıĢ uzayı, gravitasyonal alanı ne oluyor bu arada? Mademki madde-enerji kendi uzayıyla birlikte oluşuyor, yani uzay dediğimiz gravitasyonal alanın madde-enerji ötesi ayrı bir varlığı yoktur, o halde, elektron-kuark plazması sıfır noktasına vardığı an, gravitasyonal alanın da bu potanın içinde mevcut “enerjiyle” bir ve aynı şey olarak bütünleşmesi gerekir. Ama bitmedi! Eğer olay gerçekten böyle oluyorsa, o zaman buradan çıkan daha başka sonuçlar da olmalıdır!. Ama, daha ileri gitmeden önce burada azıcık duralım isterseniz... Bir nötronla bir fotonu (gama) çarpıĢtırdığınız zaman bir elektronla bir proton çıkıyor ortaya, bir de ilave nötrino. ġimdi, etkileĢme öncesi bir parçacık olarak nötronun kendine özgü bir gravitasyonal alanı var mı? Var tabi! Newton‟un gravitasyon teorisi bile bunu böyle öngörüyor. Sonra, etkileĢme-çarpıĢma gerçekleĢiyor ve ne oluyor? Nötron ve gama fotonuyla birlikte buradaki gravitasyonal alan da yok olurken, maddeenerjinin baĢka biçimleri olarak ortaya çıkan elektron ve protonla birlikte bunların kendine özgü gravitasyonal alanları da oluĢuyor... Bütün bunlardan çıkan sonuç mu?... Bir elektronu temsil eden ihtimaldalgasını düĢünelim. Elektrona ait bütün değerleri içinde barındıran potansiyel bir gerçeklik değil midir bu?... Frekansı, dalga boyu, kısacası herĢeyi potansiyel olan potansiyel bir dalga! ġimdi biz, buna ek olarak bir de, bu potansiyel gerçekliğin kendine özgü, onunla içiçe bir gravitasyonal alanı vardır demiĢ oluyoruz... Yani: En alttan baĢlayarak sırayla gidersek; ihtimaldalgasının en alt katında gravitonlardan oluĢan sanal-potansiyel bir gravitasyonal alan bulunuyor. Sonra, bununla içiçe, gravitonlardan oluĢan fotonlarla kuantize bir elektromagnetik alan yer alıyor. Yani, elektromagnetik alan gravitasyonal alandan ayrı, onun üstünde otoyolda giden bir 78 araba gibi mutlak bir gerçeklik değildir. Gravitasyonal alanı suya benzetirsek, elektromagnetik dalgalar da gravitasyonal alanda oluĢan o su dalgaları gibi. Ve bu alanın merkezi bölgelerini oluĢturan bir enerji yoğunluğu olarak da “elektron”. Suyun içindeki bir buz dağı gibi yani! Suyla olan benzerliğin mekanik olması önemli değil burada. Bu örneği, olayı kafamızda canlandırabilmek için bir model-metafor- olarak kullanıyoruz. Bu durumda, örneğin, öyle “graviton” diye, objektif bir gerçeklik yoktur! Buradaki graviton kavramı tamamen potansiyel-sanal bir gerçekliktir. EtkileĢme anında maddeenerjinin yoğunlaĢmıĢ kısmıyla gravitasyonal alan tek bir unsur olarak etkileĢmeye katıldıklarından, hiç bir zaman gravitasyonal alanla ayrıca etkileĢmeye girmek mümkün değildir. Bu yüzden de, etkileĢerek, üzerinde ölçme iĢlemi yaparak bilebileceğimiz objektif bir gerçeklik değildir o. O ancak, evrenin alt yapısına-atalet haline özgü potansiyel bir gerçekliktir77 . Onun varlığını ancak dolaylı olarak bilebiliriz. Örneğin, kalemi bıraktınız mı düĢüyor! Niye? Gravitasyonal alanın, aynı zamanda, nesnelerin takip ettiği “uzay yolu” olduğunu söylemiĢtik; iĢte kalem de bu nedenle önüne çıkan yolu-uzay yolunu-takip ederek yol almaktadır o kadar! Bir de tabi, elektromagnetik dalgalar aracılığıyla bilebiliyoruz onun varlığını!... Adına foton denilen Ģey- elektromagnetik dalganın kuantumu- nedir ki, gravitonlardan oluĢan bir gerçeklik değil midir o?... ĠĢte gravitasyonal alan budur, kalemin takip ettiği uzay yoludur o. Ya da tıpkı suda meydana gelen su dalgalarına benzer Ģekilde elektromagnetik dalgaların oluĢtuğu ortamdır... EtkileĢmek nedir, informasyon etkileĢme diye birĢey olmaz?... nedir, neden gravititasyonal EtkileĢme demek, dıĢardan gelen-alınan madde-enerjinin-informasyonun sistemin içindeki bilgiyle değerlendirilip iĢlenilerek bir çıktının-çevre üzerine bir etkinin oluĢturulabilmesi demektir. Dikkat edilirse, burada girdiyi, madde-enerji-informasyon olarak tanımladık. Yani girdi bir elektromagnetik dalga da olabilir, maddi bir gerçeklik olarak baĢka herhangi bir nesne de; veya belirli bir Ģekilde kodlanmıĢ bir informasyon da. Hadi maddi gerçeklikleri bir yana bırakalım, çünkü bu durumda olay açıktır, karĢımızda bir nesne var. Enerji ise, ancak elektromagnetik enerji olarak alınıp verilebilir. Bu da atomun yapısıyla ilgili bir olay. Ġnformasyona gelince, onun da, herhangi bir biçimde kodlanarak alınıp verilebildiğini görüyoruz. Yani öyle “saf” informasyon diye alınıp verilen birĢey yoktur; bir biçimde-madde enerjiyle kodlanmıĢ olması gerekir onun da. Ama, hiçbir zaman, gravitonlarla taĢınan bir informasyon söz konusu olamaz! Çünkü, ilk andan itibaren araya gravitonlardan oluĢan fotonlar girmeye baĢlayacakları için, biz hiçbir zaman gravitonlarla muhatap olmayız. Görüldüğü gibi, dıĢardan madde-enerji-informasyon alma ve dıĢarıya aynı türden çıktılar verme iĢleminin içinde ne saf gravitonlara, ne de saf “gravitasyonal dalgalara” yer vardır! Yani, gravitasyonal alan kendi baĢına etkileĢmeye katılmaz, daima maddeenerjinin diğer biçimleriyle birlikte, onların içinde potansiyel bir gerçeklik olarak katılır. Örneğin, bir elektron ivmelenince, yani bir üst kuantum seviyesine inip çıkınca uzayı titreĢtirdiği için uzayda uzay dalgaları Ģeklinde elektromagnetik dalgalar oluĢur ve biz de objektif gerçeklik olarak bunlarla iliĢki kurup bilgiler edinebiliriz. Bu evrendeki enerji alıp verme-informasyon alıp verme- mekanizması budur... 77 Uzayda “gravitasyonal dalgalar” arayan “bilimadamlarına” duyurulur!.. 79 ġimdi gene GüneĢ sistemi oluĢmadan önceki “toz ve gaz bulutunu” düĢünelim. Bu süreç içinde, madde enerjinin yoğunlaştığı bütün biçimler, her seferinde, kendine özgü bir gravitasyonal alanla birlikte oluşurlar demiştik. Bu arada iki büyük madde-enerji yoğunluğunun birbiriyle çarpıştığını düşünsek bile, ortaya çıkan sonuç, gene aynı yapıda, bunların süperpozisyonuyla-bütünleşmesiyle oluşan, kendi gravitasyonal alanıyla birlikte yeni bir madde-enerji yoğunluğu olacaktır. Yani, bazı biliminsanlarının umduğu gibi, bu arada, tıpkı ivmelendirilen bir elektronun uzaya elektromagnetik dalgalar yaymasında olduğu gibi, ivmelendirilmiĢ bir kütlenin de buna benzer bir Ģekilde, elektromagnetik dalgaların ötesinde ayrıca “gravitasyonal dalgalar” yayınlaması diye birĢey söz konusu olamaz!!... Gravitasyonal alan, ortaya çıkan madde-enerji yoğunluğu ve elektromagnetik alanla birlikte, bunların ayrılmaz parçası-ortam- olarak potansiyel bir şekilde varolur. Yani, gravitasyonla elektromagnetizm arasında mekanik bir şekilde paralellik kurma çabaları boşunadır78. İki büyük kütlenin-iki büyük madde, enerji yoğunluğunun-çarpışması sonucunda yeni bir sentez-kütle meydana gelirken, bununla birlikte yeni bir uzay-yani gravitasyonal alan da meydana gelir. Olay budur... ġimdi, aydınlatılması gereken bir nokta daha kaldı: Bilgi ile informasyon arasındaki fark konusu?... Ġnformasyonun daima bir Ģekilde kodlanarak alınıp verilebileceğini, elektromagnetizmin ötesinde saf “gravitasyonal dalgalar” aracılığıyla kodlanarak taĢınan bir informasyonun söz konusu olamayacağını söyledik. Bunu da, gravitasyonun direkt olarak etkileĢmeye katılamayacağına iĢaret ederek açıklamaya çalıĢtık. Peki ya bilgi, o nedir, o da öyle midir?... Örneğin, GüneĢ Sistemi‟ni ele alalım. Burada, sistemin içindeki bilgi-“bilgi temeli-” sistemi birarada tutan gravitasyonal potansiyel enerjiyle temsil olunduğuna göre, bu da bir tür kodlanma değil midir?... ĠĢte, informasyonla bilgi arasındaki fark burada ortaya çıkıyor. Bilgi, bir A-B sisteminde A ile B arasındaki iliĢkilerle temsil olunur (speichern-to store). Bu iliĢki, güneĢle dünya arasındaki iliĢki gibi gravitasyonal bir iliĢki ise, bilgi de elbette ki bu iliĢki ile temsil olunacaktır. Ama bu, hiçbir zaman, informasyon gibi kodlanarak taĢınabilen, alınıp-verilebilen bir Ģey değildir! Belirli bir bilgiyi bir yerden baĢka bir yere nakletmeye kalktığınız an o artık madde-enerjinin belirli bir biçimiyle kodlanarak taĢınan bir informasyon haline dönüĢür... Bir örnek verelim... Ġki nöron arasındaki sinaptik bir bağlantı belirli bir bilgiyi temsil eder. Nasıl oluĢmuĢtur bu sinaps? Belirli bir informasyon gelmiĢ, bu, zaten varolan bir bilgi ile-bilgi temeli iledeğerlendirilip iĢlenerek yeni bir bilgiyi temsil ederek yeni bir sinapsla kayıt altına alınmıĢtır. Nerededir Ģimdi bilgi burada, sinapsın içinde bir yere saklanmıĢ “bilgi” diye bir Ģey mi vardır? Hayır tabi! Bilgi, sinaptik yapıyla temsil olunur. Öyle ki, presinaptik nörona elektriksel bir impuls geldiği zaman, bu yapı, girdi olarak alınan bu impulsu belirli bir Ģekilde iĢleyecek ve sonunda da postsinaptik nöronun aksonunda çıktı olarak belirli bir aksiyonpotansiyeli oluĢacaktır. Dikkat ederseniz, burada bilgi, belirli 78 Bir ara Einstein da bu türden bir paralellik kurarak, tıpkı ivmelenen elektronların elektromagnetik dalgalar yayınlaması gibi, ivmelendirilen kütlelerin de gravitasyonal dalgalar yayınlayacağını düşünerek bu türden dalgaları hayal ediyordu... 80 bir sinapsın yapısıyla temsil olunurken, presinaptik nörona gelen elektriksel bir impuls, belirli bir mesaj taĢıyan bir informasyondur. Postsinaptik nöronun çıktısı da gene bir informasyondur. Ġnformasyon, kodlanarak taĢınır, alınır-verilir, ama bilgi alınıp verilemez. Çünkü bilgi iliĢkidir. Alınan informasyon sahip olunan bilgiyle değerlendirilip iĢlenerek yeni bilgiler üretilir. Sonra, üretilen bu bilgiler de bunlar kayıt altına alınarak yeni bilgilerin üretilmesi için varolan bilgi hazinesine katılır... Direkt olarak gravitasyonal alanla iliĢkiye geçmek-yani onunla etkileĢmeye girmek ise mümkün değildir!!... Değildir, çünkü hiçbir zaman öyle, “objektif maddi gerçeklik” olarak kendi baĢına, hertürlü madde-enerji yoğunluğundan ayrı olarak varolan bir gravitasyonal alan yoktur! EtkileĢme, iliĢkiye geçme, ancak belirli bir bilgiyi temsil ederek varolan nesneler-sistemler-arasında söz konusu olabilir. Çünkü, belirli bir Ģekilde varolmak demek, belirli bir bilgiyi temsil ederek madde enerjinin belirli bir biçimi olarak (belirli bir yapıyla) gerçekleĢmek demektir. Yani, bizim adına madde-enerji dediğimiz Ģey, belirli bir bilginin temsiliyle oluĢan bir yoğunluktur. Gravitasyonal enerji-alan- ise o yoğunlaĢan Ģeyin bir parçasıdır o kadar. Burada, o yoğunlaĢma iĢlemidir ki, iĢte belirli bir bilgiyi temsil ederek varolma haline neden olan da o oluyor. EtkileĢme olayının özü de, bu Ģekilde varolan yoğunluklar arasındaki iliĢkiyle ilgilidir. Bir yoğunluğunnesnenin (buna A diyelim) baĢka bir Ģeyi-nesneyi-yoğunluğu etkileyebilmesi, yani arada bir etkileĢmenin gerçekleĢebilmesi için, ortada, A‟ dan gelen etkiyi kendi içinde, kendi varoluĢunun nedeni olan bilgiyle değerlendirerek iĢleyen bir B‟ nin olması gerekir. Böyle bir B ise, gene ancak belirli bir bilginin yoğunlaĢma biçimi olacaktır. Çünkü, bilgiyi ancak bir yoğunluk temsil edebiliyor. EtkileĢme de, ancak bir bilgiyi temsil eden bir yoğunluk varsa mümkün oluyor. ĠĢte bu yüzdendir ki, gravitasyon tek baĢına belirli bir bilgiyi temsil eden bir yoğunluk olmadığından onunla etkileĢmek de mümkün değildir. Bilmek için etkileĢmek gerekir, ama etkileĢebilmek için de kendi içinde belirli bir bilgiyi temsil eden bir yoğunluğa ihtiyaç vardır. Senin etkini değerlendirip iĢleyerek kendisi hakkında sana cevap verebilecek bir “Ģeye” yani... ġimdi tekrar “kara deliğin” içine, sıfır noktasına dönüyoruz ve tekrar o anın gerçekliğine konsantre oluyoruz!... Elektronlar, kuarklar ve bunların olağanüstü yoğunlaşmış gravitasyonal enerji alanlarından başka bir şey olmayan bu sistem, kendi iç dinamiğiyle, yani olağanüstü bir eğime sahip, yoğunlaşmış uzayıyla, kendi içindeki baskıyı devam ettirince, bunun bir tek sonucu olabilirdi: Elektronlarla kuarklar birbirlerine doğru, birbirleriyle bütünleşmeye doğru yönelirler! Bunu engelleyecek hiç bir kuvvet mevcut değildir bu durumda. Sistem, dışardan her türlü etkiyi içeriye alabilmekte, ama dışarıya hiç bir sızıntı olmamaktadır. Böyle bir durumda, bu plazmanın, hiç bir şekilde bir dengeye ulaşması mümkün olamaz. Amansız bir çeliĢkidir bu! Sistemi sıfır noktasına götüren de iĢte budur zaten! BaĢka hiç bir çözüm bulunmamaktadır. Tek çözüm, elektronlarla kuarkların birbirlerine doğru düĢmeleri ve plazmanın, sıfır noktasında, sanki bir “teklik” haline dönüĢmesidir! Ancak, merkez çevre çeliĢkisinin varlığını kaybettiği böyle bir çıkıĢ yoludur ki, sistemi rahatlatabilirdi! DüĢülecek merkezle çevre birleĢtiği an, artık ne düĢülecek bir çekim merkezi, ne de düĢecek bir çevre kalırdı ortada! Bu “an”da zaten, uzay-zaman da biterdi. Öyle bir “an” düĢününüz ki, aslında öyle bir “an” yoktur! BektaĢinin dediği gibi yani, “aslında yok öyle Ģey diyeceksin de, dilin varmıyor”!... Sistemin “kendi varlığında yok olma halidir”bu... 81 ġimdi, tam bu noktada, iki noktayı biraz daha açmamız gerekiyor. Birincisi zaman, “zamanın bitmesi”. Ġkincisi de, sıfır noktasındaki “teklik” , bunun gerçekliği, ne anlama geldiği... Ġkinciden baĢlayalım. Ve aman çok dikkat edelim! Küçücük bir hatayla her Ģeyi berbat edebiliriz!... Tekrar altını çiziyorum. Bu sıfır hali, sadece izafi bir haldir. Bir maddi gerçekliğe tekabül etmez. Ama, onu kavramadan da, hiçbir maddi gerçekliği tanımlayamazsınız! ġöyle ifade edelim. Sistemin, plazmanın sıfır noktasının kenarındaki halini +0, sıfırı geçtikten sonraki varlığını da -0 olarak gösterelim! Bu ikisinin arasında, sistemin, plazmanın geçmesi gereken, bir uzay-zaman gerçekliği olarak, ayrıca bir merkez sıfır noktası yoktur! Sistem sanki, tam o sıfırı bir ucundan öbür ucuna atlayarak (“sırat köprüsü”!), yeniden var olmaktadır. KarmaĢık gibi görünüyor değil mi, metafizik yorumlara açıkmıĢ gibi mi görünüyor, ama aslında çok basit!... Bir atomu düşünelim gene. Bir hidrojen atomunu. Belirli bir kuantum seviyesinde olsun. Bu an, sistem merkezini “sıfır”la göstermiyormuyuz? İşte, kara delikteki sıfır da bunun gibi bir sıfırdır! Sonra ne oluyor, dışardan bir foton gelip çarpıyor atomumuza. Ve (hv) kadar bir enerji veriyor ona. Atom da bir kuantum seviyesinden diğerine geçiyor. Diyelim ki, atom n 1 den n 2 seviyesine çıkıyor. Şimdi, n 1 deki atomla n 2 deki atom aynı mıdır? Değil tabi, farklı enerjilere sahip iki ayrı durumdur bunlar. Nasıl gerçekleşmiştir peki bu süreç? Birinci denge durumunun sıfır noktasından, ikinci denge durumunun sıfır noktasına nasıl geçilmiĢtir? Bir örnek daha verelim. İki tane H atomunu bir araya getiriyoruz. Etkileşme öncesinde bunların her birisi kendi içinde denge halindeydi, ve sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunuyorlardı. Etkileşme sonrasında ise, yeni bir sistem olarak bir molekül (H2) ortaya çıkıyor. Kendi sistem merkeziyle, yani kendi sıfır noktasıyla, orijinal ve yeni bir gerçeklik olarak. Gene aynı sıfır karşımızda!... Bir çocuğun oluĢması olayını, üreme hücrelerinin, spermin ve yumurtanın bir araya gelerek birleĢmelerini (fusion) düĢünelim. Kara deliğin içinde olup biten de bundan farklı değildir! Çocuğun oluşması örneğinde, iki hücrenin birleşmesinin gerçekleştiği “an”dır sıfır anı! Bu an, iki ayrı kutup yok oluyor. Sıfır noktasında oluşan yeni bir niteliğin “varlığında yok olmaktır” bu, öyle değil mi? Tıpkı kuarklarla elektronların birbirlerinin üzerlerine düşmeleri gibi! Sonra, nasıl ki, kadından ve erkekten geçen DNA‟lar, yeni hücrenin DNA‟sının oluşmasında temel yapı taşlarını oluşturuyorlarsa, evrensel oluşumda da benzeri bir süreç yaşanılıyor. Ġnsanın tek bir hücreden itibaren çoğalmasının, kendi kendini üreterek büyümesinin diyalektiği ne ise, evrensel oluĢumun ki de odur. Sıfır “noktasına” varınca, elektronların ve kuarkların birbirlerinin üzerine düĢtüklerini söyledik. Peki bunların elektriksel yükleri ne oluyor o an, yüklerin korunumu yasası nasıl iĢliyor burada? Birkere, plazmanın içindeki “elektriksel yük”le, normal koşullarda, bizim anladığımız “elektriksel yük” kavramları aynı olamaz! Örneğin, bizim “elektriksel yük” dediğimiz şey, bir protonun, ya da nötronun içinde, kuantum kromodinamiği‟nin konusu olan “renk”ler (Farbe) haline dönüşüyor. Elektriksel yük, 10-13 cm‟den daha yakın mesafede, daha farklı bir nitelik kazanıyor yani. Bu yüzden, plazmanın içindeki elektronların ve kuarkların da mutlaka bizim 82 tanıdığımız anlamda bir elektriksel yüke sahip olmaları gerekmez. Olayın özü, son tahlilde, aynı fazda iki zıt dalgasal hareketin varlığıdır. Bu birinci nokta. Ġkincisi de, nötr olmak demek, elektriksel yüklerin mutlak bir Ģekilde ortadan kalkması demek değildir. Zıtlığın, çeliĢkinin sıfır noktasındaki orijinal bir halidir nötr olma hali. Aynı fazdaki iki zıt dalganın-hareketin birliğidir bu. Madde-enerjinin, ve elektriksel yüklerin korunumu yasaları esas itibariyle geçerliliğini korumaktadır. Bir elektronla bir proton çarpıĢtırılınca, elektriksel olarak nötr olan bir nötron meydana gelmiyor mu? ġimdi bu, eksi ve artı yüklerin “yok olması”mı demektir! Karadeliğin merkezindeki olay tam olarak bu değil tabi, ama buna benziyor!... ZAMAN... Zaman, bir durumdan baĢka bir duruma geçiĢ sürecinde, aradaki ivmeli hareketle birlikte oluĢur. DıĢ kuvvetin etkisiyle birlikte, “ilk durumdan” baĢlayıp, “son duruma” ulaĢılıncaya kadar devam eden etkileĢmeler esnasında gerçekleĢir. Yani, zamanın gerçekliği, bir dıĢ etkiye karĢı cevap verilirken ortaya çıkar. DeğiĢim, etkileĢimle birlikte, sistemin bir noktadan baĢka bir noktaya ulaĢmasıysa, zaman da bu eylemin gerçekleĢtiği izafi “süre” oluyor. Buradaki “eylem” dıĢardan gelen etkiye (girdi) karĢı oluĢan reaksiyondur; sistemin cevabıdır. Zaman ise, girdinin içerdeki bilgiyle iĢlenmesi, sistemin reaksiyon modelinin aktif hale getirilmesi ve sonra da bunun gerçek-leĢtirilmesi süresidir. Eğer etkileĢme değiĢime yol açmasaydı (her etki bir değiĢime yol açmaz) zaman da olmazdı! Bir etkileĢmede bir Ģeyin değiĢmesi için aĢılması gereken eĢik onun kuantize yapısından kaynaklanır. Yani ancak belirli enerji muhtevasına sahip paketlerin (girdi) alınıp verilmesiyle olur değiĢim . Zaman da bu kuantumların-paketlerin alınıp verilmeleri esnasında gerçekleĢtiğinden, o da aynı Ģekilde kuantize bir yapıya sahiptir. Zamanın, enerjinin uzayda yer-durum değiĢtirmesiyle oluĢtuğunu söyledik. Örneğin, eğer sonsuz hızla hareket etmek mümküm olsaydı, bir durumdan diğerine geçiĢ sonsuz hızla gerçekleĢebilseydi, böyle bir durumda zaman da olmazdı. Zaman, değiĢimle, izafi objektif bir gerçeklik olarak var oluĢla birlikte ortaya çıktığı için, ondan ayrı düĢünülemez. Ama buradan, öyle her yeri kaplayan (sahne gibi) bir uzayın var olduğu ve zamanın da böyle bir uzayda, madde-enerjinin bir yerden baĢka bir yere nakledilmesi esnasında, bunun “süresi” olarak oluĢtuğu sonucu çıkmaz! Çünkü, ne öyle mekanik bir sahne, ne de öyle sürekli akan bir zaman ve onu ölçen bir saat vardır! Hepsi de kendi içinde kuantize birer enerji alanı olan, içiçe geçmiĢ “sahnelerin” oluĢturduğu bir yapıdır evrensel oluĢum. Zaman da, bunların kendi aralarındaki iliĢkilerle oluĢuyor. Zamanın, bir durumdan baĢka bir duruma geçilirken, yani madde-enerji-bilgi biçimĢekil değiĢtirirken gerçekleĢtiğini söyledik. Bir durumdan baĢka bir duruma geçmek ise, son tahlilde, informasyon iĢleme süreci dediğimiz etkileĢme olayıdır. Belirli bir madde-enerji Ģeklinde kodlanmıĢ olan bir informasyon geliyor, sistemin içinde daha önceden depo edilmiĢ olan bilgiyle iĢleniyor-etkileĢiyor. Bu iĢlemin-etkileĢmenin sonunda da madde-enerjinin yeni bir biçimi olarak yeni bir bilgi oluĢuyor. Bilgi, her durumda, madde-enerjinin belirli bir yoğunlaĢma biçimi olduğundan, bir durumdan baĢka bir duruma geçiĢ de, son tahlilde dıĢ dünyayla bir enerji-informasyon alıĢ veriĢi olayı olarak gerçekleĢiyor. Enerji alıĢveriĢi ise, enerjinin yoğunlaĢmıĢ olduğu belirli paketlerin alınıp verilmesi olayıdır. Çünkü enerji, öyle bir yerden baĢka bir yere su gibi akan, “sürekli” bir akıĢkan değildir. Kuantize enerji paketlerinden oluĢan bir alan Ģeklinde gerçekleĢir. Bu paketlerin ve alanın oluĢumu ve değiĢimi de özünde bizzat uzayın yapısının değiĢmesi olayıdır. Çünkü her yeni yapı kendi uzayıyla birlikte oluĢur. 83 Daha önceden varolan bir uzaya sonradan paraĢütle iner gibi inilmez! Madde-enerjibilgi-obje-uzay, bunların hepsi bir ve aynı Ģeye iliĢkindir. Zaman da bu “bir ve aynı Ģeyin” değiĢiminin ve “var oluĢunun” bir boyutu olarak gerçekleĢiyor. Yani, olaylarsüreçler ve nesneler-objeler, su gibi akıp giden mutlak bir zamanın içinde, belirli “an”larda belirli noktalarda bulunarak gerçekleĢmiyorlar!... Peki, ya atalet hareketi?... Zamanın bir durumdan baĢka bir duruma geçiĢ aralığında oluĢtuğunu söyleyince insanın aklına tabi hemen, zamana bağlı olmayan bir ortamda gerçekleĢen atalet hareketi geliyor. Eğer bütün dış kuvvetlerin sıfır olduğu kapalı bir sistem mümkün olsaydı, ancak bu durumda atalet hali zaman dışı-mutlak bir hareket olarak karşımıza çıkardı! Bu ise, beraberinde mutlak uzay dışılığı da getirirdi ki, bütün bunlar metafiziktir! Bu yüzden, atalet haline gerçeklik kazandıran şey, hiç bir zaman ortadan kalkması mümkün olmayan o kuantum dalgalanmalarıdır. Ama, bu kuantum dalgalanmaları nesnelere uzay-zaman içinde kesin belirlilik, gerçekleşme, sınırlılık kazandırmazlar, bunu da unutmayalım. Bunlar sadece, belirli bir konfigürasyon uzayındaki izafi-potansiyel varoluşa ilişkin sınırlı bir zaman kavramını ifade etmeye yardımcı olabilirler. Bu durumda örneğin bir elektron, kendi konfigürasyon uzayında “bulunduğu süre içinde” her hangi bir “an”da herhangi bir yerdedir deriz o kadar... EKLER: 1- KUANTUM NEDĠR, KUANTĠZE OLMAK NE DEMEKTĠR?... Bu evrende varolan herĢey-her nesne ayni anda hem bir dalga, hem de bir “parçacık” olarak, kendi içinde “kuantum” adı verilen (gene dalga-parçacık özelliklerine sahip) madde-enerji paketleriyle kuantize alt birimlerden oluĢur. Biraz açalım; “kuantize olmak” ve “kuantum” ne anlama geliyor bunu biraz daha somutlaĢtırmaya çalıĢalım? HerĢey bir sistem demiĢtik... Bu, aynı anda, bir bütün olarak hem bir dalga, hem de parçacık olarak varolan izafi maddi bir gerçeklik... Ama o, aynı zamanda, kendi içinde gene dalga ve parçacık özelliğine sahip kuantumlarla kuantize alt-yapılardan-enerji seviyelerinden de oluĢuyor. O halde, “kuantum” kavramıyla bir sistemin belirli bir enerji seviyesindeki dalga-parçacık yapısının temel birimini ifade ederken, “kuantize olmak” kavramıyla da, bütün alt sistemlerin dalga-parçacık özelliğine sahip belirli temel birimlerden oluĢtuğunu ifade etmiĢ oluyoruz... Örneğin, bir bütün olarak kendisi hem bir dalga, hem de bir parçacık karakterine sahip olan bir hidrojen atomu, aynı anda, kendi içinde kuantize bir sistem olarak herbiri gene dalga-parçacık özelliğine sahip kuantumları ihtiva eden belirli enerji seviyelerinden oluĢur... Elektro-magnetik bir alanın-dalganın kuantumu ise, gene dalga parçacık özelliklerine sahip olan bir fotondur. Bundan anlaşılması gereken, bu alanın-dalganın her biri aynı anda hem bir dalga hem de bir parçacık olan, belirli enerji muhtevasına sahip (E=hv) çok sayıda unsurunelementin (ki bunlara foton deniyor) süperpozisyonuyla oluştuğudur. Bu durumda, bir elektromagnetik alanın-dalganın foton adı verilen temel yapısal birimlerle kuantize olduğunu söyleriz79. 79 Bütün bunların ne anlama geldiğini daha önce ele aldığımız için tekrarlamak istemiyorum; çünkü artık, herbiri dalga parçacık özelliğine sahip foton adı verilen parçacıklardan bahsedince, aklınıza hemen öyle arı kovanı gibi binlerce arıdan oluşan bir sürünün falan gelmeyeceğini biliyorum! Yani, 84 Peki bu neden böyledir, nereden-nasıl ortaya çıkıyor bu kuantumlar, neden kuantize oluyor fiziksel bir büyüklük?... Bir gölün kenarında durmuşuz, parmağımızı suya sokarak elimizi hareket ettiriyoruz! Ne oluyor o an? Elimizin hareketiyle suyu etkilemiş oluyoruz ve suda dalgalar meydana geliyor, öyle değil mi?... Bu bir etkileşmedir, elimizle su arasındaki bir etkileşme. Elimizle neyi kastettiğimiz açık! Peki su nasıl katılıyor bu etkileşmeye, tek tek su molekülleri olarak mı? Yani, elimizle suyu etkileme olayı direkt olarak su molekülleriyle elimiz arasındaki bir etkileşme olayı mıdır?... O an, yani etkileşme ve su dalgalarının meydana geldiği an, “su” artık sadece su moleküllerinden oluşan bir yığın, bir patates çuvalı değildir! Su molekülleri arasında oluşan lokal bağlar onun belirli bir yapıya sahip olmasına yol açarak ona lokal düzeyde bir sistem olma karakteri kazandırırlar. Nasıl mı? Bir dış unsurla (burada elimiz) etkileşme anında, etkiye maruz kalan belirli su moleküllerinden oluşan lokal gruplar-sistemler- bu etkiyi “girdi” olarak alıp sistemin içindeki bilgiyle (su molekülleri arasındaki bağlar) değerlendirip işleyerek ortak bir reaksiyon-çıktı oluştururlarken izafi objektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkarlar. Bizim “su dalgası” dediğimiz etkileşme sonucu oluşan “çıktı”, su moleküllerinden oluşmuş belirli lokal grupların kollektif salınımından-hareketinden ibarettir. Küçük küçük sarkaçların belirli bir frekansla-dalga boyuyla salındıklarını düşünün! İşte, bu salınımlar gerçekleşirken varolan-ortaya çıkanmolekül gruplarınadır ki, biz bunlara o an oluşan su dalgalarının kuantumları diyoruz. Bu nokta çok önemli! Daha önce elektromagnetik dalgaların ve onların kuantumları olan fotonların nasıl oluştuklarını anlatırken de su dalgaları örneğini vermiştik. Bu nedenle bu örneği çok iyi kavramak gerekiyor. Su dalgalarını gerçekleĢtiren kuantumlar, dalgaların oluĢtuğu ortam-“Medium”- olan suyun içinde kendi aralarında lokal bağlarla birbirlerine bağlı olan su moleküllerinin dıĢardan gelen girdiyi sistemin içindeki kayıt altında olan bilgiyle iĢlerken gerçekleĢtirdikleri ortak reaksiyonun ürünü oluyorlar. Daha baĢka bir deyiĢle, dıĢ faktörle lokal molekül grupları arasındaki etkileĢme, su dalgası Ģeklinde, bu molekül gruplarının kendine özgü biçimde gerçekleĢen periyodik hareketleri olarak ortaya çıkıyor. ĠĢte, etkileĢme anında, etkiye karĢı tepkiyle birlikte ortaya çıkan bu molekül gruplarınadır ki, bunlara, meydana gelen su dalgalarının kuantumları diyoruz biz. Bu kuantumlar, tıpkı bir sarkaç gibi titreĢerek enerjilerini devamlı diğer sarkaçlara, kuantumlara aktarırlar. Böylece, dalgaların yayıldığı bir ortam olan suyun kendisi mekanik bir Ģekilde ileriye doğru hareket etmediği halde, kuantize bir Ģekilde oluĢan su dalgaları bizim baĢlangıçta verdiğimiz enerjiyi ileterek yayılmıĢ, suyun içinde bir hareket meydana getirmiĢ olurlar... Peki, her etkileĢmede farklı dalgalar oluĢabildiğine göre, su molekülleri her seferinde ne türden bir su kuantumu ve dalga oluĢturacaklarını nereden biliyorlar? Öyle ya, her dalgayla birlikte oluşan farklı su kuantumları, son tahlilde, belirli-farklı- su molekülü gruplarından başka bir şey değildir!... Sorunun cevabını baĢka bir soruyla verelim. DıĢardan bir foton geldiği zaman, bir elektron onu nasıl tanıyor; nereden ve nasıl milyonlarca dalga hareketi yapan parçacıklar biraraya geliyor, al sana işte elektromagnetik dalga diye birşey yoktur! Ama gene de içimden olayın bu olmadığının her seferinde altını çizmek geliyor! Çünkü, elektromagnetik dalga deyince bundan anlaşılması gereken şey, bütün bu özellikleri ihtiva eden potansiyel bir gerçeklik olarak bir ihtimaldalgasıdır... 85 biliyor bu etkiye-fotona bağlı olarak hangi kuantum seviyesine çıkacağını? Atomun içindeki informasyon işleme sürecini açıklarken, gerekli bilginin- “bilgi temelinin”atomun içinde, elektronlarla atom çekirdeği arasındaki bağlarda saklı (gespeichert) olduğunu söylemiştik. Şimdi, aynı şekilde diyoruz ki, elimizle suyu etkilediğimiz zaman ne türden su kuantumlarının oluşacağını belirleyen şey de, elimizle yaptığımız etkinin enerji kapasitesi olduğu kadar, su molekülleri arasında mevcut olan lokal bağlantılardır da. Su kuantumları, “dışardan gelen” etkiye karşı ortaya çıkan reaksiyona bağlı ürünlerdir. Etkiye göre belirli bir tepki ortaya çıkarken sonuçta bu türden bir ürün meydana geliyor. Yani dalga, sadece bir reaksiyon olmayıp bir üründür, bir sentezdir. Tıpkı bir çocuğun anne ve baba ilişkisinin “son durumu”-ürünü olması gibi!... Bir metafor olarak baba “dışardan gelen etki” ise, anne de sudur; meydana gelen dalga da o çocuk oluyor!... Tekrar altını çiziyoruz. Su dalgaları, hiçbir zaman, direkt olarak su moleküllerinin hareketi Ģeklinde açıklanamaz! Bu mümkün değildir. Çünkü eğer, elimizle yaptığımız etki, dolayısız bir Ģekilde su moleküllerini titreĢtirerek onların hareket enerjisi haline dönüĢseydi, anında ısı Ģeklinde, elektromagnetik dalga Ģeklinde kaybolur giderdi!... Peki, ses dalgaları da gene aynı mekanizmaya göre mi oluĢuyorlar? Elbette ki!... Örneğin, ne yapıyoruz konuşurken, gene bu türden dalgaları üretmiyor muyuz? Yani bu durumda da gene her şey aynen su dalgalarının oluşumunda olduğu gibi degil midir?. Bu kez, suyu etkileyen elimizin yerini ses tellerimiz, dalgaların yayılacağı “ortam” olarak suyun yerini de hava alıyor; ama olay aynıdır. Ses dalgalarının kuantumları olan o ses‟lere (“Phonen”) gelince, bunlar da hiç bir zaman öyle tek tek hava moleküllerinden falan ibaret değildir!! Ses kuantumları, ses tellerimizin titreĢimine (frekansına) göre biraraya gelen belirli miktarda hava molekülünden oluĢmaktadır. Sonra, çeşitli seslere (phonem) denk düşen dalgaların süperpozisyonuyla da kelimeler ortaya i çıkıyor. Şöyle ifade edelim: 1 i burakaki , ses dalgalarının oluşturduğu bir toplam dalga denklemidir. Belirli bir kelime oluştuğu an, artık onun içindeki sesler tek tek bağımsızlıklarını kaybediyorlar. Peki, nasıl yayılıyorlar bu dalgalar? Tek bir yönde mi? Hayır! Belirli bir merkezden itibaren her tarafa birden. Nasıl oluyor bu? Çok miktarda domino taşlarını bir merkezden itibaren dairesel bir şekilde yan yana dizelim. Sonra da bunların tam ortasına elimizle hafifçe dokunalım. Ne olur? Domino taşları zincirleme bir reaksiyonla dört bir yana doğru devrilmeye başlarlar ve en sonuncuya kadar bu hareket iletilir. İşte, su ve ses dalgaları da böyle yayılıyorlar. Su ve ses kuantumları, elimizin (ya da ses tellerimizin) merkez olduğu dairesel alan içinde, bütün yönlere doğru, tıpkı domino taşları gibi devrilerek (titreşerek ve diğerini titreştirerek tabi) merkezdeki hareketi, enerjiyi iletirler. 2-ANTĠ MADDE NEDĠR? Bu sitede yer alan çalıĢmaların “özü-ana hattı nedir” deseler Ģöyle cevap verirdim: Bu evrende var olan her “Ģey”, bir sistem olarak, kendi içinde, dıĢardan gelen etkilere karĢı göstereceği reaksiyon modelini hazırlayan bir A ile, hazırlanan bu reaksiyon modelini gerçekleĢtirerek hayata geçirecek olan B gibi iki kutbun (buradaki A ve B nesneleri temsil eden rasgele sembollerdir) birlik ve mücadelesinin belirli bir gerçekleĢme biçimi iken; o, aynı zamanda, gene kendi içinde (tıpkı ana rahmindeki bir 86 çocuk gibi) kendi diyalektik zıttını yaratarak-yaratırken de var olur80. Biraz uzunca da olsa bu cümlenin içinde her Ģey var aslında! Sistem Teorisi‟nin ve Ġnformasyon ĠĢleme Teorisi‟nin tek cümlelik özeti sanki bu... Varolmak (objektif izafi bir gerçeklik olarak varolmak) demek ne demektir? Herbiri daha önceden baĢka iliĢkiler içinde kendini gerçekleĢtirebilen, bu halleriyle birbirlerine göre potansiyel gerçeklikler durumunda olan A ve B gibi iki nesnenin, etkileĢmeye giriĢtikleri andan itibaren, birbirlerini yaratarak, birbirlerini temel alan KS lerine göre uzay-zaman içinde izafi objektif gerçeklikler Ģeklinde ortaya çıkmalarına “varolmak” demiĢtik. Dikkat ediniz, bu cümle aynı zamanda bütün bir kuantum teorisinin de özetidir. Bütün o Heisenberg Ġlkeleri‟nin altında yatan teorik temel de budur. Benim bütün çalıĢmalarımın özeti de bu aslında. Bu teorik temeli geliĢtirerek, bütün sistemleri içine alacak Ģekilde, “Sistem Teorisi” adı altında ifade etmekten baĢka bir Ģey yapmıyorum ben... A ve B gibi iki unsurun karĢılıklı iliĢki-etkileĢme içinde birbirlerini yaratarak, birbirlerine göre varoldukları her süreçte KS‟ nin merkezini etkileĢmeye katılan bu kutuplardan hangisinin üzerine koyarsanız bütün süreci, her Ģeyi onun gözüyle görürsünüz. Bu, aynı zamanda onun “dünya görüĢünün” de temeli olur!... Şimdi, bütün bu hatırlatmalardan sonra tekrar bıraktığımız yere dönersek; bir elektronun da, son tahlilde, kendi içinde bir A-B sistemi, bir informasyon işleme birimi olduğunu söyleyebiliriz. Ama o, aynı zamanda, dış dünyayla ilişkileri içinde, gene bir A-B sistemi olan atomun içinde de yer alır, gerçekleşir. Aynı yapı, aynı oluĢum, belirli bir kütlesi olan ve doğal denge içinde stabil olarak varlığını sürdürebilen bütün diğer “elemanter parçacıklar” için de geçerlidir. Yani öyle, belirli bir kütleye sahip olup da bir “iç yapıya sahip olmadan var olmak” diye bir Ģey mümkün değildir! Çünkü, “iç yapı” denilen Ģey informasyon iĢleme mekanizmasının kaçınılmaz sonucudur; kendi kendini üretim sürecinin (var oluĢun) gerçekleĢtiği bir fabrikadır iç yapı!... Bu nedenle, varolan herĢey, kendi içindeki bu yapının-fabrikanın-ürünü olarak varolur-gerçekleĢir. Bu anlamda, televizyon üreten bir fabrikayla kendi fabrikasında kendini üreten bir elektron, veya her hangi baĢka bir elemanter parçacık arasında hiç bir fark yoktur!... Peki o zaman neden, bir atomu olduğu gibi bir elektronu da, kendi içindeki bu “parçalarına” ayıramıyoruz?... Bir sistemi, onu meydana getiren parçalarına ayrıĢtırabilmek için ona dıĢardan belirli bir miktar (bağ enerjisini aĢan miktarda) enerji vermek gerekir. Ama, bir elektrona dıĢardan enerji vermeye baĢladığınız zaman, daha onu (kendi içinde potansiyel-sanal olarak varolan) parçalarına ayırmak için gerekli olan enerji miktarına eriĢmeden önce ortaya bambaĢka bir sonucun çıktığını görürsünüz! Örneğin, eğer elektronu enerji kapasitesi çok yüksek olan bir fotonla etkiliyorsanız, bırakınız elektronun parçalarına ayrıĢmasını bir yana, bu etkileĢme sonunda eksi elektrikle yüklü bizim tanıdığımız elektron yok olurken, onun yerine, artı yüklü baĢka bir elektron ortaya çıkar! Yani, daha elektronu parçalarına ayıracak kadar enerjiyi ona veremeden onu tersine çevirmiĢ olursunuz!... ġimdi, bu olayı daha yakından inceleyelim: 80 Bu konuyu daha önce bütün ayrıntılarıyla ele aldık. A ile B arasındaki “mücadele”, aslında ikisi de mevcut sisteme ait unsurlar olan bu iki unsur arasında birbirini yok edici bir mücadele değildir. “Mücadele”, A‟ nın temsil eder göründüğü varolan sistemle, B‟ nin ana rahminde geliĢen, mevcut sistemin diyalektik anlamda inkarı olan sistem arasındadır; ama, yeni eskinin içinde geliĢtiği için, dıĢardan bakınca o görünmez; mücadele sanki direkt olarak A ile B arasındaymıĢ gibi görünür... 87 Söz konusu fotonu ve elektronu, her ikisini de, önce birbirlerine göre potansiyel olarak var olan iki ihtimaldalgası olarak düşünüyoruz. Foton, özünde bir elektromagnetik dalgadır. Elektromagnetik dalganın ne olduğunu ise daha önce inceledik. Bir ihtimaldalgası olarak elektronun da madde-enerjinin belirli bir yoğunlaşma biçimi olduğunu söylemiştik. O da, bu durumda iken, atalet halini yaşayan potansiyel bir dalgadan başka bir şey değildir. Bir ihtimaldalgası olarak bir foton geliyor, diğer ihtimaldalgasına, elektrona çarpıyor! Olayın kabaca anlatımı böyle! Şimdi, bu çarpışma gerçekleştiği an olup bitenleri izlemeye çalışalım: A ve B arasındaki ilişkiyi-madde enerji alış verişini ele alırken hep “etkileşme” kavramını kullanıyoruz. Nedir bu etkileĢme? Her etkileĢme, son tahlilde her biri belirli bir yönde etkide bulunan iki karĢıt kuvvet arasındaki iliĢkiye indirgenebilir. ÇeliĢki kavramıyla etkileĢmeyi birbirine bağlayan esas budur. Öte yandan, bir sistem bir dıĢ unsurla etkileĢirken, yani, dıĢardan gelen etkiye-kuvvete karĢı koyarak kendini üretirken, o, aynı anda, kendi içinde de iki karĢıt kuvvetin mücadelesine sahne olur. Yani her sistem, kendi var oluĢunun kaçınılmaz sonucu olarak kendi içinde kendi zıttını (negatifi anlamında) da üretir. ġöyle gösterelim: ġimdi, tekrar, söz konusu o fotonla elektron arasındaki etkileĢmeye dönersek; eğer gelen foton elektron için onun kendi içinde iĢleyebileceği kritik eĢiğin çok ötesinde bir enerji kapasitesine sahipse, bu durumda, sistemin içindeki dominant kutup A onu sistemin içine alarak bunun iĢlenilmesi için gerekli reaksiyon modelini oluĢturamaz. HerĢeyden önce sistemin içindeki bilgi (bu bilgi sistemin bağ enerjisiyle temsil olunmaktadır) bunu yasaklamaktadır. Çünkü, bu yöndeki bir çabanın parçalanmaya yol açabileceği ortadadır. Sistemin bağ enerjisi, kendi sınırlarının aĢılmak üzere olduğu sinyalini vermektedir. Bu durumda, istenilmeyen bu sonucun engellenmesi için, sistemin içindeki karĢıt kutup olan B devreye girer ve sistemin merkezine doğru etkide bulunarak mevcut durum karĢısında hiç bir çözüm üretemeyen A ‟nın hakim olduğu merkezde tersine bir hareketin (var oluĢ halinin) meydana gelmesine yol açar. Bunu, o an, A-B sistemi içindeki iktidarın nitelik değiĢtirmesi olayı olarak da ifade edebiliriz! Çünkü, o ana kadar sistemi temsil etme rolünü üstlenmiĢ bulunan ve bunu da, dıĢ dünyadan gelen etkilere karĢı sistemin oluĢturduğu reaksiyonu temsil ederek yerine getiren merkez, o andan itibaren, artık dıĢ etkenle aynı yönde bir negatif tepkiyi-cevabı temsil ederek gerçekleĢmeye baĢlar. ĠĢte anti elektronun oluĢmasının öyküsü bundan ibarettir! Elektron, kendi içinde potansiyel olarak mevcut olan kendi zıttına dönüĢmektedir!... ġimdi, olayı daha iyi kavrayabilmek için sistem biliminden yola çıkarak bir örnek üzerinde duralım; toplum da bir sistem olduğuna göre, 1917‟de Rusya‟da ne olup bittiğini-yani bizim “iĢçi sınıfi ihtilali” dediğimiz sistemin tersine çevrilmesi olayının ne olduğunu anlamaya çalıĢalım!... 88 Marx‟ın öngördüğü gibi üretici güçler çok fazla gelişipte mevcut üretim ilişkilerinin içine sığamadıkları için mi gerçekleşmişti “işçi sınıfı ihtilâli”!! Olağanüstü dış koşullar, savaşta yenilmiş, bütün varoluş koşullarını kaybetmiş bir feodal devlet yapısı ve hiç bir çözüm üretemeyen iktidarsız bir burjuvazi olmasaydı mümkün olurmuydu bu? Ama şu an tartışmak istediğimiz esas konu bu değil zaten. Bunu, yani toplumsal planda bir sistemin tersine çevrilmesi, anti sistem haline gelmesi olayını, başka bir çalışmanın konusu olarak, daha sonra ele alacağımızı söylemekle yetinelim. Bir sistemin tersine çevrilmesiyle onun diyalektik anlamda kendini inkar etmesi aynı Ģey değildir!... Diyalektik inkar-yani devrim- süreci, varolan sistemin içinde niteliksel anlamda ondan farklı bir yapıya sahip olarak geliĢen baĢka bir sistemin ortaya çıkması anlamına gelirken, tersine çevrilme, mevcut sistemin altüst olması demektir!... Bu açıdan bakınca, bütün sistemlerin tersine çevrilebileceğini söyleyebiliriz! Ama bu, hiçbir zaman, doğal evrimin sonucu olmaz. Bu yüzden de bu durumda hiçbir zaman kalıcı bir denge durumu oluĢamaz. Ancak bir dıĢ etkenin sonucu olarak geçici bir süre için mümkün hale gelebilecek böyle bir geliĢme dıĢ etken ortadan kalkınca varlık Ģartını kaybeder. Örneğin, tersine dönmüĢ olan sistem bir elektronsa eğer, bu anti elektronumuz normal koĢullar altında hemen normal bir elektronla etkileĢerek intihar eder! Yok eğer bu, 1917 Rusyası gibi bir toplumsa da, kısa bir süre sonra, hayatın gerçekleriyle uyuĢamayan “iĢçi sınıfı ihtilali” sona erecektir!. Ġktidar önce bürokratların-devlet sınıfının eline geçecek ve sistem “normalleĢmeye”, kapitalist bir toplum haline gelmeye baĢlayacaktır! Ġnsanlık tarihinin son yüz yılı, sınıfsız topluma giden yolun kapitalist toplumu tersine çevirecek bir anti toplumdan-iĢçi sınıfı ihtilalinden- geçmeyeceğinin ispatıdır adeta! Modern sınıfsız topluma, iĢçi sınıfının iktidarı ele geçirdiği bir “anti kapitalist” toplumdan geçilerek varılamayacağının ispatıdır! Kapitalist toplumun bağrında, ana rahminde bir çocuk gibi geliĢmekte olan modern sınıfsız toplum, babasının burjuvazi, anasının da iĢçi sınıfı olduğu bir çocuk gibidir!... Anne ve baba rolünü oynayan bu sınıfların her ikisi de tarih sahnesine birlikte çıkmıĢlardır, modern sınıfsız toplumu üretirken onun varlığında yok oluĢları da gene birlikte olacaktır. “Bilgi çağı” toplumunda ne burjuvazi vardır, ne de iĢçi sınıfı.[26] Bir sistemin tersine çevrilerek “anti sistem” haline gelmesine baĢka bir örnek mi istiyorsunuz!... Organizmayı düşünelim: Organizma, “dışardan” gelen etkileri işlerken, daima, daha önceden sahip olduğu bilgileri kullanarak reaksiyon modelleri oluşturmaya çalışır.81 Ve sonra da bunları gerçekleştirir. Burada “reaksiyon modelini oluşturmada kullanılan bilgi”, yaşamı devam ettirmek için (survive-überleben) gerekli olan bilgilerin toplamıdır.82 Ama eğer bu bilgi ve onu kullanarak gerçekleştirilecek olan reaksiyon (tepki) yaşamı devam ettirmek için yeterli değilse, yani organizmanın gerekli reaksiyonu göstererek varlığını koruma şansı yoksa, o zaman sistem ya yok olacaktır, ya da, mümkünse dış etkiye paralel ters bir yapıya geçerek, bu etkiyle aynı yönde bir negatif-aksiyon haline gelip, aradaki problemi bu yolla çözmeye çalışacaktır!... Örneğin, işkence yapılan bir insanı düşününüz; eğer işkenceye karşı duramıyorsa, yani gerekli reaksiyonu gösteremiyorsa ne yapar o insan? Yok olmamak, yani işkence altında ölmemek için işkenceyi yapanlara teslim olur ve onlarla aynı paralele girer değil mi! Yani, 81 Ya da, dispozisyonel olarak zaten hazır bulunan reaksiyon kalıplarından birini kullanır. Bu bilgiler, DNA‟larda, hücrenin hafızası dediğimiz yönetici protein sisteminde (regulatory protein), ve tabi çeşitli kademelerde-beyinde, hafızada kayıtlı bilgilerdir. 82 89 işkencecilerin yarattığı negatif bir kişiliğe sahip olur! Onun normal koşullarda oluşan kişiliğini temsil eden nöronal model ve buna bağlı olarak gerçekleşen davranışları tersine döner. Sonuç, işkence edilen kişi bir anti kişiliğe kavuşmuştur! Nasıl ki, normal bir feedback sürecinde, istenilmeyen sonuçların (çıktıların) engellenmesi için negatif feedback yapılarak (yani girdi kontrol edilerek) çıktı kontrol ediliyorsa, bu durumda da, aynı şekilde, hayatta kalabilmek amacıyla otomatik bir şekilde negatif feedback yapılmaktadır!... “Bir insanın kiĢiliğini” belirleyen Ģey onun maddi varlığıdır. KiĢilik-nefs (self) organizmanın maddi varlığının nöronal düzeyde temsilinden baĢka bir Ģey değildir. “Negatif bir kiĢilikten” bahsettiğimiz zaman, bunun, nöronal düzeyde, daha önceki normal kiĢiliği temsil eden nöronal ağın temsil ettiği fonksiyona zıt-negatif bir oluĢumla açıklanması gerekir. Ben bunu, bu çalıĢmanın sınırları içinde, en genel, en soyut haliyle, normal kiĢiliği temsil eden aksiyonpotansiyelinin-elektriksel dalgasal oluĢumun yön değiĢtirmesi olarak açıklıyorum! Yani, kiĢiliği temsil eden aksiyonpotansiyelini elektriksel dalgasal bir oluĢum olarak düĢünürsek, “negatif kiĢilik”de, bununla yüzseksen derecelik faz farkına sahip, buna ters bir dalga olacaktır! Evet, neden olmasın! Bütün bu açıklamalar neden gerçek olmasın! Daha ortada hiçbirşey yokken “heryeri kaplayan” bir “Higgs Alanı‟nın” varlığını kabul ederek bunu ispat edebilmek için on milyar dolar harcamayı göze alabiliyorsunuz da neden bu söylediklerimin gerçek olabileceğini düşünemiyorsunuz!... Bilgi üretme süreci biraz cesur olmayı gerektirir. Biraz fantazi, biraz da cesaret... ama tabi bütün bunların belirli bir teorik çerçeve içine oturabilmesi de gerekiyor!... Benim yapmaya çalıştığım da bu zaten... Devam ediyoruz: Ġç yapı denilen Ģey nedir?... Her şeyi, her madde-enerji yoğunluğunu, kendi uzayıyla birlikte oluşan dalgasal bir hareket olarak ele alabileceğimizi söylemiştik. Bu durumda, belirli bir dalgasal hareketle ifade olunan bir sistemin iç yapısından bahsettiğimiz zaman bunun da gene, son tahlilde, süperpozisyon yapan iki karşıt dalga olarak düşünülebileceğini unutmamamız gerekir. Bu durumda, elektriksel olarak eksi yükü taşıdığını söylediğimiz elektron da (bir ihtimaldalgası olarak) kendi içinde dispozisyonel-potansiyel olarak mevcut olduğu düşünülen artı yüklü karşıtıyla birlikte iki dalgasal hareketin süperpozisyonu olarak anlaşılacaktır. Ama öteyandan o, varlığını, aynı zamanda artı yüklü protonla bir sistem ilişkisi içinde de oluşturmaktadır. Yani, kendi içinde birbirine zıt iki ihtimaldalgasının süperpozisyonu olan elektron, aynı anda, kendisiyle aynı fazda, ama ona karşıt bir dalga olan protonla içiçe geçerek, süperpozisyon yaparak da var oluyor... Yoksa, frekansı uygun bir fotonla (örneğin bir Gamma fotonuyla) bombarduman ettiğimiz elektron, nasıl oluyor da kendi karĢıtına-pozitif yüklü elektron halinedönüĢebiliyor? Elektronun içinde potansiyel-dispozisyonel olarak var olmasa, nerden ortaya çıkacak ki bu pozitif yük? DıĢardan verilen enerji operasyon için yeterli olduğu an elektron artık normal varlığını sürdüremez hale geliyor ve kendi içinde potansiyel olarak var olan kendi karĢıtına dönüĢüyor. Sonuç (+) yüklü elektrondur, yani anti elektron. O halde, “anti madde” denilen negatif “realite”, mevcut doğal dengeyi-iĢleyiĢi tersine çevirecek büyüklükteki bir dıĢ kuvvete bağlı olarak, bir Ģeyin kendi içindeki karĢıtına dönüĢmesi olayıdır... Peki neden denge halinde kalamaz bir anti parçacık? Neden hemen “normal maddeyle” karĢılaĢınca yok olur? Çok açık! Tek bir anti elektron dahi olsa, bizim içinde bulunduğumuz evrensel sistem iliĢkilerine, dengeye ters düĢen bir gerçekliktir bu. Bu yüzden de belirli bir sistem iliĢkisi içinde olmadan “kendinde Ģey” bir parçacık olarak yaĢama Ģansı yoktur. Ġzafi bir gerçeklik olarak yaĢayabilmesi için (-) yüklü bir protonla bir “anti atom” oluĢturması gerekirdi! Ki bu 90 zincir uzar gider! Yani, ya “normal” bir evrensel iliĢki zinciri, ya da tersi! Ġkisi bir arada olamaz! Ancak, olağanüstü koĢullarda, geçici olarak, bir dıĢ kuvvetin zorlamasıyla olabilirdi böyle birĢey!... Nitekim de öyle oluyor zaten... Anti evren mi?... Peki şimdi buradan bir de, bizimkine paralel bir “anti evrenin” bulunduğu sonucunu mu çıkarmamız gerekecektir? Aynen! “Anti evren” dediğimiz şey, her anın içinde saklı olan potansiyel dispozisyonel bir anti madde gerçekliğinden ibarettir!... Müthiş birşey gerçekten! Her ihtimaldalgasının-her potansiyel gerçekliğin- aynı anda kendi içinde kendi karşıtıyla birlikte oluşabildiği bir evreni hayal edebiliyor musunuz! Hani bazan, “biz bu evrende bir kum tanesi kadar bile değiliz” denir ya! Aslında o kadarı bile fazla!... 3- MOLEKÜLER YAPI Atomun, bir sistem olarak nasıl oluştuğunu, ayakta durduğunu ve bu sistemin nasıl işlediğini gördük. Şimdi bir de, bu atomların bir araya gelmesiyle oluşan sistemlerin, moleküllerin yapısına göz atalım. Önce Ģunu belirtelim. Atomları bir sistem iliĢkisi içinde birbirlerine bağlayan bütün iliĢkilerin hepsi de, son tahlilde elektromagnetik karakterdedir. Bunları önce iki baĢlık altında top-layabiliriz. Ġyonik bağlar, kovalent bağlar... En dengeli elektron yapısına sahip olan atomlar, dış kabuklarındaki (enerji seviyesindeki) elektron sayısı yeterli olanlardır. Eğer burada bir denge mevcut değilse, dışarıdan elektron alarak, veya dışarıya elektron vererek belirli bir denge durumuna ulaşmaya çalışılır. Ve bunu yaparken de atomlar negatif, ya da pozitif iyonlar haline gelirler... Bir atomdan bir elektronu uzaklaştırmak, koparmak için belirli bir enerjinin harcanması gerekir. Buna, “iyonlaşma enerjisi” deniyor. Çekirdeğe daha yakında bulunan enerji seviyelerindeki elektronlar, dış enerji seviyeleriyle çekirdek arasına bir perde gibi girdiklerinden, dış kabuktaki elektronları koparmak nisbeten daha kolay olur. Dış kabuğundan elektron kaybeden bir atom pozitif bir iyon haline gelir. Dış kabuğundaki (enerji seviyesindeki) elektron eksikliğini giderme durumunda olan bir atom ise, dışardan elektron almak eğilimindedir. Böyle bir durumda, yani atoma dışardan bir elektronun gelmesi durumunda, ortaya çıkan enerjiye de bir elementin “elektron alma kabiliyeti” (elektron affinity) diyoruz. Bir atoma bir elektron bağlandığı zaman ortaya çıkan enerji ne kadar büyükse, elektronun o atoma o kadar kuvvetli bir bağla bağlandığını söyleriz. Bu durumda, bir etkileşme anında, iyonik bir bağın, ancak, atomlardan birinin düşük iyonlaşma enerjisine, ötekinin de yüksek elektron bağlanma yeteneğine sahip olmalarıyla mümküm olabileceğini söyleyebiliriz. Örneğin, Na ve Cl atomlarının etkileşmesi sonucunda dengeli bir NaCl molekülünün meydana gelebilmesi için, toplam enerjinin, başlangıçta iyonlaşma için harcanandan daha az olması gerekir. Burada olay gerçekten de böyledir. Bilgi nedir?... Burada azıcık duralım. Yukardaki reaksiyonu açıklarken, örneğin “Na‟nın iyonlaĢma enerjisinden” bahsettik. Nedir bu Ģimdi? Bu bir bilgidir. Nereden çıktı, nasıl oluĢtu bu “bilgi”? Sodyum atomunda elektronlarla çekirdek arasındaki iliĢkileri sağlayan bağların yapısı ve bunların özellikleri, daha baĢka bir deyiĢle, atomun-sistemin yapısal özellikleri, sisteme ait bilginin maddeleĢmiĢ halinden baĢka bir Ģey değildir. Maddeenerjinin her yoğunlaĢma biçimi, aslında belirli bir bilgiyi temsil ediyor. Çünkü, “yoğunlaĢma” denilen Ģey bilginin depo edilmesinin-saklanmasının (speichern) sonucu oluyor. Örneğin, Na atomunu ele alalım. Na atomu, sahip olduğu bütün 91 özelliklerinin bir toplamı değil midir? “Özellik” dediğimiz bu var oluĢ karakteristikleri ise, belirli bir bilginin maddeleĢmiĢ (verkörpern olmuĢ) halinden ibarettir... Organizmayı ele alalım. Örneğin gözümüzün rengini. Nedir bu özelliğimizin esası? Belirli bir bilginin maddeleĢmesi değil midir? Bu bilgi nerde peki? DNA‟larımızda kayıtlı olan bilgidir bu. Ama öyle “bilgi” diye ne olduğu belli olmayan birĢey-bir “idee”var da, bu belirli bir yerde duruyor, maddi oluĢum da bunun dıĢında, bu bilginin maddeleĢmiĢ hali falan değil!... Bilgi ve madde birbirlerinden ayrı olarak var olmuyorlar. Bunlar bir arada hep. Madde-enerjinin her yoğunlaĢma biçimi, bu duruma özgü belirli bir bilginin depo edilmesi-kodlanması anlamını taĢıyor. ĠliĢki-etkileĢme anında ise, maddi etkileĢmeyle birlikte, etkileĢmeye katılan unsurların temsil ettikleri bilgiler arasında da bir etkileĢme gerçekleĢiyor. Sonunda yeni bir bilgi oluĢurken, bu da kendisini belirli bir madde-enerji yoğunluğu olarak gerçekleĢtiriyor... Devam ediyoruz... Etkileşme halinde olan iyonlaşmış iki atomun, “elektrostatik çekme kuvvetiyle” birbirlerini etkilediklerini, birbirlerine doğru çekildiklerini söyledik. Peki bu atomlar niye birbirlerini daha fazla çekerek birbirlerinin üzerine düşüp bütünleşmiyorlar da, molekül şeklinde denge durumunda kalabiliyorlar? Birinci neden şu: Her iki atomun da bir çekirdeği var ve aradaki çekimin daha da ileri gitmesini bu iki çekirdek arasındaki “itme kuvveti” engelliyor. Diğer bir neden de, aynı yönde “spine” (spin, kendi etrafında “dönme”) sahip iki elektronun, aynı enerji seviyesinde bulunamayacakları ilkesidir. Fizikte buna “Pauli‟nin dışlama ilkesi” denilir (exclusion). Eğer Na+ ve Cl- dan oluşan sistem birbirine geçseydi, yani bir molekül değil de tek bir atom oluşsaydı, bu atomda bazı elektronların “dışlama ilkesi” gereğince daha üst enerji seviyelerine gitmeleri gerekecekti. Bu durumda ise, sistemin toplam enerjisi başlangıçtakinden daha fazla olacağından, sistem elemanlarını birarada tutan bağlayıcı kuvvet etkisini kaybedecek, sistem dağılacaktı... Bir sistemin oluşabilmesi için gerekli olan bu enerji dengesi hesabı işin temeli; ama tabi herşey burada bitmiyor. Bu dengenin pratikte nasıl kurulduğu ve işlediği, yani her an, dinamik bir gerçeklik olarak, kendi kendini nasıl ürettiği de önemli. Yoksa hiçbir zaman, Na+ ve Cl- yi bir araya getirince iş bitmiyor. Yani, mekanik bir toplam değil NaCl. Yeni ve ayrı bir nitelik. Na+ ve Cl- de bulunmayan yeni özdeğerlerin ortaya çıktığı, bambaşka bir bütün. Ama, sistemin işleyişi, aynen bir atomdaki gibi. Burada da gene elektronlar belirli enerji seviyelerinde bulunabiliyorlar. Dış dünyayla ilişkiler de, gene aynı şekilde gerçekleşiyor. Atalet halindeki-denge durumundaki- bir molekülde de, “elektrostatik kuvvet” gene “kuvvet olmayan bir kuvvettir”, yani potansiyel bir gerçekliktir. Laboratuarda deney yaparken karşımıza çıkan (-) ile (+) arasındaki o “gerçek çekim kuvvetiyle”(!) bunu karıştırmamak gerekiyor! Etkileşme tamamlanıp da iki atom birbirine bağlandıktan sonra, yani bir denge durumu oluştuktan sonra, durum tamamen değişiyor. Bu durumda, bütün diğer gerçek sistemler gibi, moleküller de (ve bu arada bir NaCl molekülü de), sistem elemanlarının birbirleri üzerinde hiç bir baskıya, zora başvurmadıkları, özgürce birarada bulundukları, gönüllü birlikler şeklinde varoluyorlar!... İyonik bağlarla oluşan moleküllerin yanı sıra, bir de “kovalent bağlar‟la” oluşan moleküller vardır. Örneğin H2 veya Cl2 molekülleri gibi. Bu durumda, molekülü meydana getiren atomların, elektron alış verişi yaparak iyonlaşmaları ve sonra da, bu iyonlaşmış atomların birleşmesi yerine, elektronların atomlar arasında ortaklaşa paylaşımı söz konusudur. Öyle ki, ortaklaşa sahip olunan bu elektronlar, genellikle iki atomun arasında yoğunlaşırlar. Yani, paylaşımın niteliğine uygun bir uzayda sürdürürler varlıklarını... İki atom bir araya geldiği zaman, eğer toplam enerji artıyorsa, bunun bir itmeye, azalıyorsa 92 da çekmeye yol açacağını biliyoruz. Pauli‟nin “dışlama ilkesinden” (exclusion) yola çıkarak, bunu şöyle de ifade edebiliriz. Eğer ortaklaşa kullanılan elektronların spinleri (spin, kendi etrafında dönme) paralelse, enerji artar, anti paralelse azalır. Örneğin, iki hidrojen atomu, ancak elektron spinleri biribirine zıtsa (yani elektronlar kendi etraflarında zıt yönlerde dönüyorlarsa) birleşerek bir hidrojen molekülünü meydana getirebilirler. Değilse, bu mümkün olamaz. Bu durumda birbirlerini iterlerdi. Nitekim, H2 molekülü gerçekleşerek dengeli bir yapıya kavuşurken, bir H3 molekülü oluşamaz. Bu durumda, aynı enerji seviyesinde, ikisi birbirine paralel spine sahip üç elektron yer alacaktı. Ama bir su (H2O) molekülü için durum farklıdır. Buradaki oksijen atomu, dış yörüngesindeki elektron eksikliğini kapatmak için, hidrojen atomlarıyla bir araya gelmiştir. Ve iki hidrojen atomunun elektronları oksijen atomuyla paylaşılır. Meydana gelen sistemin (H2O) enerjisi daha az olacağından, sistem varlığını sürdürecektir. Kimya dilinde bu durumu ifade edebilmek için “valans” (değerlik) kavramı kullanılıyor. Bir atom, diğer bir atomla bağlantıya (n) kadar elektron veriyorsa, o atomun valansının (+n) olduğunu söyleriz. Yada, bir atom bir ilişkide (m) kadar elektron alıyorsa, bunu da o atomun valansının (-m) olduğunu söyleyerek ifade etmiş oluruz. Buna göre, H2O söz konusu olunca, burada H‟ ın valansının (+1), O‟ nun ise (-2) olduğunu söylememiz gerekecektir. Toplam valans ise (1+1-2=0) sıfır olmak zorundadır. Örneğin CH4 „de (metan) karbon (–4) valansa sahipken, yani mevcut ilişkide hidrojenin dört elektronunu kullanıyorken, CO2 de karbonun valansı +4 dür. Yani bu durumda karbon dört elektronu oksijene ödünç vermiş olur. Burada unutulmaması gereken nokta şudur. İster iyonik bağla, ister elektronların ortaklaşa kullanımı şeklinde, kovalent bağla kurulmuş olsun, meydana gelen yeni sistem hiçbir zaman etkileşmeye katılan unsurların matematiksel toplamı değildir. Ayrı bir niteliktir. Farklı bir enerjiye sahiptir. Bir sistemin toplam enerjisi: E E kin E pot olarak hesaplanır. Yani, sistem elemanlarının hareket enerjileriyle, bunlar arasındaki potansiyel, bağ enerjisinin toplamıdır bu. Yeni bir sistem, ayrı, kendine özgü bir enerjiye sahip, bağımsız bir niteliktir. Ve her durumda, sistemin enerjisi, onu meydana getiren elementlerinin daha önceki enerjilerinin toplamından daha azdır. Yoksa sistem oluşmaz, arada bir bağlantı kurulamazdı. Peki buradaki “potansiyel enerji, bağ enerjisi” nedir? Eğer sistem elemanları arasındaki iliĢki gerçek bir kuvvet aracılığıyla kurulmuyorsa, ne anlayacağız buradaki “bağ enerjisinden”? Adı üstünde, “potansiyel enerji” demek, “potansiyel bir kuvvet” tarafından temsil edilen enerji demektir. Ne zaman bir dış etken sistem elemanlarını birbirlerinden ayırmaya kalkışırsa, o zaman izafi objektif bir gerçeklik haline dönüşerek sistemi bir arada tutmaya çalışır bu “kuvvet” (ve tabi onun temsil ettiği enerji). O halde, daha önce, sistem denge halindeyken, “gerçek bir kuvvet” ve bununla birlikte, “objektif bir realite” anlamında elle tutulur bir “enerji” yoktur ortalıkta! Bu “enerji”, tıpkı o “kuvvet olmayan kuvvet” gibi saklı, gizli olarak mevcuttur sistemin içinde. Bu nokta çok önemli. Bu yüzden, bir sistemin “bağ enerjisi” hesaplanırken, sadece aradaki “potansiyel kuvvet” hesaba katılır. “Potansiyel kuvvet” dediğimiz şey ise, o “kuvvet olmayan atalet kuvvetidir”... YanlıĢ anlaĢılmaya açık gibi görünen bir baĢka nokta daha var. Örneğin, bir su molekülünü ele alalım: H2O. H2 ve O dan oluĢuyor. Az önce, H2O molekülünün oluĢumunu incelerken, onu meydana getiren parçaların, yani H2 ve O nun, daha önceki durumlarından yola çıkarak H2O yu açıklamaya çalıĢtık. Buradan hiç bir Ģekilde, H2 ve O „nun, her birinin daha önceden bizatihi var olan gerçeklikler olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. H2O „nun bir parçası haline gelmeden önceki H2 ve O, tamamen farklı unsurlar, niteliklerdir. Örneğin H2 , H2O „dan ayrı bir gerçeklik olarak ele alındığı zaman bu, kovalent bağla birbirine bağlanmıĢ iki hidrojen atomundan oluĢan bir molekül, bir sistemdir. Bu sistemin toplam enerjisi, H2O daki “H2” „nin enerjisinden farklıdır. Yani 93 olay (bir sistem olarak molekül), her biri bizatihi gerçeklikler olarak var olan nesnelerin matematiksel toplamı olayı değildir. Bir molekülden bahsedildiği zaman, bunu, kendisini oluĢturan unsurlardan niteliksel olarak ayrı, bağımsız bir gerçeklik olarak kavramak gerekir. Moleküler yapıyı incelerken “Van der Waal kuvvetlerinden” bahsetmeden geçmek olmaz.Tekrar H2O „ya, yani su molekülüne dönersek, burada, elektronlar oksijen tarafında toplandıklarından, oksijenin (-2), hidrojenin ise (+2) değerliğe (valans) sahip olduklarını görürüz. İşte bu türden, bir tür “elektriksel dipol momenti” bulunan moleküllere, “polar moleküller” deniyor. Örneğin, iki su molekülünün nasıl bağlandıklarını bu şekilde açıklamak çok kolaydır. İki molekül, karşıt kutuplarıyla birbirlerini çekerler ve bir denge kurulur o kadar... Bir sistemin oluşumuna ve işleyişine yönelik bütün kurallar ve yasallıklar aynen burada da geçerlidir. Gene, bu sistemin de bir toplam enerjisi vardır ve gene bu enerji, ayrı ayrı su moleküllerinin enerjilerinin toplamından daha azdır vs. Ama, doğadaki bütün moleküller, böyle polar değildir. Büyük çoğunluk, bu tür özelliklerden yoksundur. Fakat, polar olan bir molekül, polar olmayan başka bir moleküle yaklaştığı zaman, polar molekülün elektriksel alanı, diğer moleküldeki dengeyi bozar ve elektriksel yükler arasında bir ayrışmaya yol açar. Buna bağlı olarakta, kendisine uygun bir “elektriksel dipol momentini” oluşturur. Sonuçta da iki molekül biribirlerine bağlanırlar. Meydana gelen sistemin enerjisi daha az olacağı için de denge kurulur. Ancak bu kadar da değil. Doğada bulunan polar molekül miktarı çok fazla olmadığı halde, bu türden etkileşmelere (ki bunlara, bunları bulan Hollandalı fizikçiye atfen Van der Waal kuvvetleri deniliyor) hemen hemen bütün moleküllerde raslanıyor. Bunun nedeni ise şöyle açıklanıyor. Polar olmayan bir molekülde, ortalama elektron dağılımı simetrik olduğu halde, belirli anlarda, dış etkenlere bağlı olarak bu simetri geçici olarak bozulabiliyor ve molekülün geçici bir “dipol momenti” oluşuyor. Ortalama denge devam ederken, yani elektriksel dipol moment (p) sıfır olarak kalırken, anlık dalgalanmaların sonucunda, bunun karesi (p) 2 sıfırdan farklı bir değere sahip oluyor. Bu ise, effektif bir dipolün ve kuvvetin oluşmasına yol açıyor. Öyle ki, bu türden kuvvetler, sadece moleküller arasında değil, atomlar arasında bile ortaya çıkabiliyorlar. ġimdi, buraya kadarki açıklamalarla, bir sistem olarak bir molekülün nasıl oluĢtuğunu, sistem elemanları arasındaki iliĢkilerin özelliklerini, bunlar biribirlerine ister iyonik, ister kovalent, ya da Van der Waal bağlarıyla bağlanmıĢ olsunlar, bu iliĢkilerin nasıl oluĢtuklarını ortaya koyduk. ġimdi de,bütün bunlardan çıkan ve bizi sistem teorisine götüren, genel, her yerde geçerli bazı sonuçlar var, bunların altını çizmek istiyoruz. Tekrar bir H2 molekülünü ele alıyoruz. Her biri ayrı ayrı ele alındıkları zaman, H atomlarının ikisi de, kendi içlerinde nötr sistemlerdir. Ama, H2 söz konusu olunca, her H atomunun izafi bir elektriksel yüke sahip olduğunu görüyoruz. Bu durumda, biri (+) ise, öteki de (-) oluyor. Tamam, bunun açıklamasını yapıyoruz. Kovalent bağlar vs. Ama sonuç ne? Şöyle ifade edelim: Kendi içinde, sistem merkezinde nötr olan bir sistem, bu haliyle, bir dıĢ gözlemci açısından potansiyel bir gerçekliktir ve bir ihtimal dalgasıyla ifade edilebilir. Hidrojen atomlarının durumu da bundan farklı değildir. Onların biribirlerine göre objektif bir varlığa sahip olmaları ancak iliĢkiye girdikleri anda gerçekleĢiyor. H2 molekülü oluĢurken, her atom bir dıĢ unsur olarak diğerine yaklaĢıpta onunla etkileĢmeye girdiği için, bu iliĢki esnasında bunlar biri-birlerine göre, (-) ve (+) olarak bir elektriksel yüke de sahip oluyorlar. Zaten böyle olmasa sistem oluĢmazdı! Bu açıdan bakınca, bir H atomu, kendi içinde, sistem merkezindeki sıfır noktasında nötr iken, aynı anda, diğer H atomuna göre (+), ya da (-) olarak bir elektriksel varlığa sahip olabiliyor. Sonra, H2 oluĢtuğu andan itibaren, bu sefer bu yeni sistem de gene kendi içinde nötr olarak gerçekleĢmek zorunda! Aynı Ģey H2 O oluĢurken de geçerli. Yani, her atom ya da molekül, kendi içinde sistem merkezinde nötr olarak gerçekleĢirken, aynı anda, bir dıĢ unsura karĢı, gene aynı “merkezde” elektriksel bir varlığa sahip oluyor. 94 Olay şöyle gelişiyor! Birinci durumda, yani H2 oluşmadan önce, H atomları birbirlerine göre potansiyel gerçeklik durumundadırlar ve birer ihtimaldalgasıyla temsil olunurlar. Bu durumda iken, bunların özdeğerlerine yönelik bilebileceğimiz şeyler, bunların daha önceki ilişkilerinden, etkileşmelerden kaynaklanan, bunlara dayanılarak yapılan tahminlerden ibarettir. Ġkinci aĢama, etkileĢme ve birbirine göre objektif gerçeklik haline gelme aĢamasıdır. Çünkü, iki atom, ancak bir araya gelip de etkileĢmeye giriĢtikleri zaman birbirlerine göre objektif realite haline gelirler. Üçüncü durumda, su molekülü oluşurken, etkileşme anında, bu kez H2‟nin ve O‟nun her ikisinin de birbirlerine göre objektif-izafi olan varlıkları gerçekleşir. Aynı şey, H2O, yani bir su molekülü oluştuktan sonra, onun başka su molekülleriyle ilişkileri için de geçerlidir. Yani bir su molekülü de ancak başka bir su molekülüyle etkileşme-ilişki anında ona göre objektif-izafi bir varlığa sahip olur. Görüldüğü gibi, hiçbir zaman, mutlak bir gerçeklik olarak var olmak diye bir Ģey yoktur (hiçbir zaman, uzay zaman içinde objektif mutlak gerçeklik olarak birbirinin aynı iki H atomu, ya da, birbirinin aynı iki elektron yoktur!) Bırakınız birbirinin aynı iki elektronu, birbirini takip eden iki “an”da bile, mutlak anlamda “aynı elektron” diye bir şey yoktur! Her “an”ın içindeki “elektron”, o “anı” yaratan etkileşmeler içinde objektif izafi bir gerçeklik olarak varolmaktadır83. Tabi buradaki “etkileĢme” kavramını, çok genel anlamda kullandık. Yani, “kuantum dalgalanmalarını”, küçük etkileri de içine alacak Ģekilde. ĠĢte, “bir ırmaktan hiçbir zaman aynı su akmaz” sözünün anlamı da budur zaten ! Görüyorsunuz, atalarımız olayı gene çok önceden çözmüĢler !... 4-ÇEKĠRDEĞĠN ĠÇĠNDE OLUP BĠTENLER, KUANTUM KROMODĠNAMĠĞĠ Atom ve molekülden sonra, Ģimdi de atom çekirdeğini bir sistem olarak ele almak, ve bu sistemin nasıl iĢlediğini görmek istiyoruz... Atom çekirdeği, proton ve nötronlardan oluşuyor. Bunlar arasındaki ilişkiler ise, proton ve nötronların iç ilişkilerine bağlı olan “effektif kuvvetlerle” açıklanıyor. Bu yüzden, önce, proton ve nötronu bir sistem olarak ele almak, onların iç yapılarını, ilişkilerini incelemek durumundayız. İşte, “kuantum kromodinamiği‟nin” konusu da bu zaten. İki protonu biraraya getirdiğimiz zaman, her ikisi de (+) yüklü oldukları için, bunların elektriksel olarak birbirlerini ittiklerini görürüz. Ama zor kullanarak, bunları birbirlerine doğru daha da yaklaştırırsak, aradaki mesafe 10-13 cm‟yi bulunca, birden, bu itme kuvvetinin kaybolduğunu ve bunların birbirlerini çok daha kuvvetli bir şekilde çekmeye başladıklarını farkederiz. Aynı çekilde, bu mesafede bir protonla bir nötronun da birbirlerini çektiklerini tesbit ederiz. Ama örneğin, iki elektronu bu kadar yaklaştırınca aynı şey olmaz. Buradan da, elektronun farklı olduğu sonucuna varıyoruz. O, çekirdeğin içinde etkin olan kuvvetlerden etkilenmiyor. İşte bu yüzden, eğer bir elektronu 20000 Mev enerjiye kadar ivmelendirebilseydik, onu bir protonla çarpıştırıp, ortaya çıkacak sonuçları inceleyerek, protonun iç yapısı hakkında bilgiler elde edebilirdik. Nitekim de, 1966 da Amerika‟da yapılan bu türden deneylerin sonucunda, protonun içine giren elektronların, tıpkı daha önceki Rutherford deneyinde olduğu gibi, yönlerinin saptırıldığı tesbit ediliyor. Buradan da, protonun içinde, “kuark” adı verilen, sistem içi elementlerin bulunduğu sonucuna varılıyor. Buraya kadar anlatılanlar, bir yerde deneysel tesbitlere dayanıyor. Bundan sonrası ise, bütün bunların ne anlama geleceğini açıklama çabaları. Buna da “kuantum kromodinamiği” deniliyor. Kısaca şöyle özetleyelim [11]: 83 Evrensel oluşum hiçbir zaman bir lego-ya da puzzel oyununa benzemez! 95 Proton ve nötronların her birisi, üçer kuark‟tan oluşuyorlar. Kuark‟lar ise iki türlü : (u) ve (d) 2 1 ), (d) kuark da ( ) elektriksel yüke sahipler. Bu durumda, proton 3 3 2 2 1 iki (u) kuark ve bir (d) kuarktan oluştuğu için, 1 olarak, nötron da, iki (d) kuarkla 3 3 3 1 1 2 bir (u) kuarktan oluştuğundan, 0 elektriksel olarak nötr oluyor. Yani, protonun 3 3 3 kuark‟ları. (u) kuark ( neden (+1) yüke sahip olduğu, nötronun da neden elektriksel olarak nötr olduğu, onların kendi içindeki parçacıkların, kuarkların elektriksel yükleriyle açıklanıyor!.. Ama bu işin bir yanı. Her ne kadar kuarkların bir elektriksel yükleri varsa da, protonun ve nötronun içindeki ilişkiler elektriksel değildir. Bunlar, 10-13 cm. de etkin olan, başka nitelikten ilişkiler. Şöyle ki : Kuarkların, elektriksel özelliklerinin yanı sıra, bir de “renkleri” var ! Öyle ki, bunlar üç renkte ortaya çıkabiliyorlar, kırmızı, yeşil ve mavi ! Bu da nereden mi çıktı diyorsunuz? Buradaki “renk”, öyle bildiğimiz renk değil tabi! Tıpkı, eksi ve artı elektriksel yük gibi bir şey. Bunlar (a), (b) ve (c) diye de adlandırılabilirdi, ama kolaylık olsun diye üç renk kullanılmış... Bu kuarklar arasındaki etkileşme-ilişki ise, “gluon” adı verilen kuantumlarla gerçekleştiriliyor. Tıpkı, elektromagnetizmde fotonların oynadığı rolü oynuyor burda bu gluonlar da. Zaten bu teori kurulurken, aynen elektromagnetik teori örnek alınmış ve bir çok şey buradakinin benzeri olarak düşünülmüş. Ama burada, fotonların aksine, ilişkiyi sağlayan gluonlar da renkli parçacıklar. Toplam olarak sekiz çeşit gluon var !... Mekanizma Ģöyle iĢliyor : Bir fotonla bir elektronun ilişkisinde, sadece bir enerji alışverişi ve buna bağlı olarakta, elektronun hızının-momentumunun vs. değişimi söz konusuyken, gluonlarla kuarkların etkileşmesinde, buna bir de renklerin değişimi ekleniyor. Örneğin bir kırmızı kuark, bir gluon dışarıya vererek, mavi kuark haline gelebiliyor. Bu durumda, dışarı giden gluon, ondan kırmızı rengini alıp götürürken, ona mavi rengi getirmiş oluyor. Dışarı giden bu kırmızı gluon, eğer yolda bir mavi kuarka raslarsa, bu sefer de onun mavi yükünü alıyor ve ona kırmızı yükü veriyor. Ve işte bu şekilde kırmızı bir kuarkla, mavi bir kuarkın ilişkisi de sağlanmış oluyor. Aynı şekilde, yeşil bir kuark da, dışarıya bir gluon gönderebiliyor. Bunu da, mesela, kırmızı bir gluon alıp, yeşil bir gluon vererek yapmış oluyor. Bu şekilde, altı çeşit gluon ortaya çıkıyor. Bunların hepsi de renkli ve kuarkların rengini de değiştirebiliyorlar. Buna, renkleri değiştirmeyen iki gluon daha eklenince, toplam sekiz gluon ediyor. İşte böyle. “Kuantum Kromodinamiği teorisi” bunun adı da. Peki bu rengarenk kuarklar ve gluonlar şimdiye kadar hiç deneysel olarak tesbit edilebilmişler mi? Hayır! Zaten teori bunun prensip olarak mümkün olamayacağını da söylüyor. Yani, hiçbir zaman bir kuark ve bir gluon tesbit edemeyeceğiz laboratuarda.84 Bunları sadece, sistemin içindeki parçacıklar olarak düşüneceğiz. Bir protonu bombarduman edip parçalayarak kuarklara ayırmak o kadar fazla enerjiyi gerektiriyor ki, bunu yapmaya çalıştığınız zaman, her seferinde daha onları parçalarına ayırmadan önce daima kuark ve anti kuarktan oluşan mesonlar ortaya çıkıyorlar. Bunlar da çok kısa ömürlü olduklarından, hemen iki fotona, yani elektromagnetik enerjiye dönüşüveriyorlar. Tıpkı bir elektronla bir pozitronun, yani anti elektronun fotonlara dönüşerek biribrlerini yok etmelerinde olduğu gibi... Başka bir soru da şu : Neden iki değil de üç kuarktan oluşuyor proton ve nötronlar? KK (kuantum kromodinamiği) teorisini kuran fizikçiler, bunu da şöyle açıklıyorlar. “Sistemin kendi 84 Kim bilir, belki de şu aralar CERN‟de yapılmakta olan deney bize bu imkânı sağlayacak. En azından biliminsanları böyle düşünüyorlar... göreceğiz... 96 içinde beyaz olabilmesi için bu gereklidir”. “Beyaz”, yani nötr! Eğer, iki kuark olsaydı, bu mümkün olamazdı . Sistemin denge durumunun korunabilmesi için bu gerekli görülüyor. Özetlersek, her biri birer renke sahip üç kuark var. Ve bunlar, sürekli, birbirlerine pinpon topları gibi renkli gluonlar atıp tutuyorlar. Bu alıĢ veriĢ de, onları bir arada tutan “bağlayıcı kuvveti” oluĢturuyor. Bu kuvvetin sınırı ise 10-13 cm. Yani bu mesafenin içinde, örneğin 10-14 cm „de, kuarklar serbestçe hareket edebiliyorlar. Ama ne zaman ki, 10-13 cm„ye ve daha ötesine geçmek, birbirlerinden uzaklaĢmak isterlerse, iĢte o zaman bu kuvvet kendini hissettiriyor. Bu kuvvet, uzaklık arttıkça (tabi proton, yada nötronun sınırları içinde), elektriksel kuvvetlerde olduğu gibi azalmıyor, tersine artıyor. Tıpkı, ayaklarından zincirle birbirlerine bağlı kölelerin durumuna benzetiliyor bu da! Eğer kaçmak istemezlerse, zinciri germeden hareket ederlerse, onun farkına bile varmıyorlar. Bağlayıcı kuvvet, zincir gerildiği zaman ortaya çıkıyor... Proton ve nötronlar arasındaki iliĢki ve bağlantı ise, bunların her birinin kendi içinde gerçekleĢen yukardaki mekanizmanın yan etkisi olarak ortaya çıkıyor. Yani, proton ve nötronların kendi içlerinde gluon alıĢveriĢi olurken, arada bir de, gluonlar birbirlerinin alanına giriyorlar. Protonun gluonu nötrona, nötronunkiler de protona giriyorlar ve atom çekirdeğini bir arada tutan effektif bir kuvvetin oluĢmasına neden oluyorlar. KK‟nin özü bu. Ha! bir nokta daha var. Elektromagnetizmde fotonlar kendi aralarında etkileĢmeye giremezlerken, burada gluonlar biribirleriyle de iliĢkiye girebiliyorlar [11]. Bütün bu çalıĢma boyunca, dıĢ gözlemciler için potansiyel bir gerçeklik, bir ihtimaldalgası olmanın ötesinde hiç bir objektif varlığı ve anlamı olmayan, belirli bir kuantum seviyesinde denge halindeki bir atomun “varlığının” ne anlama geldiğini tartıĢtık. Yani, potansiyel gerçekliğin gerçekliği üzerinde yoğunlaĢtık. Atom belirli bir kuantum seviyesinde iken atom çekirdeğiyle elektronlar arasındaki bağlantının ne anlama geldiğinin üzerinde durduk. “Foton alıĢ veriĢi” olayının mekanikleĢtirilmemesi gerektiğini, öyle pinpon topu oynar gibi sürekli bir etkileĢmenin söz konusu olamayacağını söyledik. Elektronların ve atom çekirdeğinin, içiçe geçmiĢ iki maddeenerji alanı olduğuna iĢaret ederek, bunların kendi uzaylarıyla bir bütün olduklarını, yani zaten her an temas halinde olduklarını, birbirine geçmiĢ iki dalganın foton alıĢveriĢinde bulunmak için ekstra bir çabaya ihtiyaç duymayacağını belirttik. DıĢ gözlemciler için hiçbir objektif değeri-anlamı bulunmayan bu temasın virtuel-sanal bir iliĢki olduğunu, ve ancak bu anlamdadır ki, bir foton alıĢveriĢinden bahsedilebileceğini ifade ettik. Daha önceden bir atom için söylenilen bu sözlerin hepsi proton ve nötronların, atom çekirdeğinin içindeki iliĢkiler için de geçerlidir. Evet, KK teorisinin kurucularına sormamız gerekir, nasıl oluyor da, sistemin içinde denge-atalet halinde olan kuarklar objektif realiteler olarak birbirleriyle masa tenisi oynar gibi “gluon alıĢ veriĢinde” bulunabiliyorlar? Peki, bu iĢler olup biterken dıĢarıyla da enerji alıĢ veriĢi oluyor mu bari?... Bir kere, öyle durup dururken kendi içinde-sürekli olarak- enerji alıĢveriĢi diye birĢey söz konusu olamaz! Bırakınız kuantum teorisini, böyle birĢey informasyon iĢleme teorisine de aykırıdır. Sistem denge-atalet halindeyken (yani dıĢ dünyayla etkileĢme olmadan) içerde enerji alıĢveriĢi mümkün müdür? Kuarkların, birbirleriyle pinpon topu oynamaları, her biri objektif bir realite olan gluonları atıp tutmaları olayı ise tamamen mekaniktir, metafiziktir! Nasıl atıyormuĢ bir kuark o gluonu ? Bu, dıĢarıya bir enerji verme olayı değil midir? Biri atıyor, öteki de bunu tutuyor, yani o da bu enerjiyi alıyor öyle mi?... Arada hiç enerji harcanılmadan kurulmuĢ bir “devridaim makinası” değil midir bu! Eğer böyle bir mekanizma varsa doğada, hemen bunu sanayiye de uygulayalım! MüthiĢ bir Ģey olurdu gerçekten!! Enerji alıĢ veriĢi mekanizması durum değiĢtirme üzerine kurulur. Yoksa, atom düzeyinden daha aĢağıya inince dünya tersine mi dönmeye baĢlıyor!! Tabi bunlar iĢin espri tarafı!... 97 Bir elektron, durup dururken foton alıp verebilir mi? Belirli bir kuantum seviyesindeyken, ortada ivmelendirici bir dıĢ kuvvet de yoksa, bir elektron objektifmaddi gerçeklik olarak foton falan yayınlayamaz etrafa! Hem sonra, böyle devamlıaktif bir elektromagnetik alan mevcut değildir ki! Eğer böyle birĢey söz konusu olsaydı enerji kaybeden elektron (ve bütün yüklü parçacıklar) güneĢin altındaki kar gibi erir giderlerdi!... Belirli bir kuantum seviyesinde iken elektronla protonu birarada tutan nedir?... Birbirine geçmiĢ iki karĢıt dalga düĢünün. Öyle ki, bunlar, aynı fazda oldukları için, yapıcı giriĢim yaparak, aradaki uzayda bir çukurun oluĢmasına yol açmıĢ olsunlar, iĢte olay budur. Her an birlikte kazdıkları bu uzay çukuruna düĢme eğilimidir ki, onları bir arada tutan da budur. Bu iki dalga, içiçe geçmiĢ olduklarından, arada öyle mekanik anlamda bir alıĢ veriĢin olduğu da söylenemez. Bir alıĢ veriĢten bahsedebilmek için objektif olarak iki ayrı varlığın söz konusu olması gerekir. Ama belirli bir kuantum seviyesindeki iliĢki böyle değildir. Buradaki iliĢki, iki ihtimaldalgası arasındaki, potansiyel olarak var olan iki unsur arasındaki iliĢkidir. Alternatif bir “kuantum kromodinamiği teorisi önerisi!... Ben diyorum ki, aynı mekanizmanın kuarklar arasında da geçerli olmaması için bilimsel düzeyde hiçbir neden bulunmamaktadır... Her üç kuark‟ı da birer madde-enerji alanı-dalgası olarak düĢünürsek, ortada-merkezde yer alan (d) kuarkın, (u) kuarklar tarafından kuĢatılacak Ģekilde, bunların birbirlerine geçmiĢ vaziyette olduklarını tasavvur edelim. Aynı fazda oldukları için yapıcı giriĢim yaparak içiçe geçen bu (d) ve (u) kuarkların arasında bir uzay çukurunun oluĢacağını da bu tabloya ekleyelim. Ortada bir (u) kuark; (d) kuarklarla arasında da sanki bir çukur, bir hendek kazılmıĢ gibi!... Olay, içiçe geçmiĢ bu üç madde-enerji dalgasının giriĢiminden ibaret gibi düĢünülebilir. Bu arada illa bir alıĢveriĢten bahsetmek gerekirse, bunu da gene virtuel paralarla yapılan bir alıĢveriĢe benzetebiliriz! Ya da, virtuel-sanal toplarla oynanan bir oyun da diyebilirsiniz buna! Kuarkları, birer ihtimaldalgası olarak, herbiri kendi etrafında kendi uzayıyla birlikte oluĢan maddeenerji yoğunlukları olarak düĢünürsek, gluonlar da bu durumda en fazla bu alanınuzayın “sanal kuantumları” olabilirler. “Sanal fotonlar” nasıl ki ancak bir etkileĢme anında gerçek fotonlar haline dönüĢüyorlarsa, bu “sanal gluonlar” da gene ancak bir etkileĢme anında gerçek gluonlar haline dönüĢebilirler. Fakat burada, yani protonun ve nötronun içinde, öyle atomda olduğu gibi, dıĢ kuvvetlere bağlı olarak gerçekleĢen etkileĢmeler sözkonusu olmadığından, elektromagnetizmde olduğu gibi dıĢarıya gluon yayınlanması falan mümkün değildir! Bu yüzden, kuantum dalgalanmalarıyla, bunların yarattığı durum değiĢikliğine yol açmayan sistem içi etkileĢmeler hariç tutulursa, hiçbir zaman, “objektif maddi gerçeklikler” olarak belirlenebilecek “kendinde Ģey” kuarklardan ve gluonlardan bahsedilemeyecektir! Ġvmelendirici bir dıĢ kuvvet yokken objektif mutlak bir gerçeklik olarak bir elektrondan nasıl bahsedemiyorsak, aynı Ģekilde, öyle uzay-zaman içinde, objektif-mutlak realite olarak gerçekleĢen, “kendiliğinden var olan” kuarklardan, ya da gluonlardan da bahsedemeyiz... Proton ve nötronların her birini kendi içinde bir A-B sistemi olarak ele alırsak, KK‟nin konusu olan (d) ve (u) kuarkları arasındaki ilişkiler de, bir A-B sisteminde sistemin esas unsurları olan A ve B arasındaki ilişkiler olarak ele alınabilir. Öte yandan, kuarklar arasındaki bu ilişkilerin, “güçlü kuvvetler” (starke kräfte) denilen, potansiyel-sistem içi kuvvetler aracılığıyla gerçekleştiğini söylemiştik. Gluonlar da zaten bu “güçlü” potansiyel kuvvetin virtuel 98 kuantumları oluyorlar. Bunlar, yani bu “güçlü kuvvetler” ancak sistemi (protonu veya nötronu) parçalamaya kalktığınız zaman objektif izafi gerçeklik haline geliyor. Kuarklar da zaten ancak o zaman sınırlı izafi bir objektiviteye sahip olabilirler. Bir de protonla nötron arasındaki iliĢkiler ayağı var teorinin. Kuarklar arasında gluon alış verişi olurken, arada bir protona ait bir gluonun bitişikteki nötrona, veya nötrona ait bir gluonun da ptotona kaçtığı, bunun da ptotonla nötron arasında effektif bir kuvvetin oluşmasına yol açtığı, bunların birbirlerine bu yolla bağlandıkları söyleniyor. Tıpkı, bir molekülü ayakta tutan, Van der Wall kuvvetleri gibi bir kuvvetin oluştuğu, bunun da protonlarla nötronları birbirlerine bağlayan başlıca etken olduğu söyleniyor. Ama, her halukarda, çekirdeğin içinde de bir denge, atalet hali bulunduğundan, burada da ilişki gene öyle bir pinpon maçı gibi açıklanamaz!... Biz, proton ve nötronları da, gluonlarla kuantize alanlarının giriĢimi sonucunda meydana gelen uzay çukuruna düĢme eğilimlerinin bir arada tuttuğunu söyleyeceğiz. Önemli olan, bir arada iken bunların bir zorlama altında olmamalarıdır. Serbestçe atalet hareketlerini yapıyor olmalarıdır85. 5-GENEL ALANLAR TEORĠSĠ... Peki, nasıl oluyor da, belirli bir elektriksel yüke sahip oldukları halde, kuarklar kendi aralarında elektriksel bir ilişkiye girmiyorlar? İkinci soru da şu: Elektriksel kuvvetle, “güçlü kuvvet” arasında ne gibi bir ilişki bulunmaktadır? Yoksa, protonun ya da nötronun içindeki, gluon alış verişiyle açıklanan “renk” ilişkisiyle elektriksel ilişki özünde bir ve aynı şey midir? Daha önceki açıklamalarda gravitasyonla elektromagnetizm arasındaki iliĢkiyi görmüĢtük. Bizim elektromagnetik dalgalar dediğimiz dalgaların özünde tıpkı suda meydana gelen su dalgaları gibi gravitasyonal alanda meydana gelen dalgalar olduğundan bahsederek, gravitasyonal düzeyde öyle bizim anladığımız manada bir “kuvvetten” bahsedilemeyeceği için, özünde gravitasyonal dalgadan baĢka birĢey olmayan “eleltromagnetik dalganın”da öyle kendinde Ģey bir kuvvete tekabül edemeyeceğini söylemiĢ, mekanik anlamının dıĢında “kuvvet” kavramını tartıĢmaya açmıĢtık!... ġimdi sıra geldi fizikçilerin “kuvvet” olarak tanımladıkları öteki “kuvvetlere” (“güçlü ve zayıf kuvvetlere”), bakalım burada durum ne?... “Kuvvet” dediğimiz kavram burada neye dayanıyor?... Ama önce biz gene, önce Ģu protonun içine bir kere daha girelim ve bakalım Ģu “renk” denilen “yükler” neymiĢ onları biraz daha yakından görmeye çalıĢalım!... Sistem-proton- iki (u) ve bir (d) kuarktan oluşuyor demiştik. Bunların arasındaki ilişki-bağ da “güçlü kuvvetle” sağlanıyordu (bu da, gluon adı verilen kuantumlarla kuantize bir alana tekabül ediyordu). Bu “güçlü kuvvet” alanının elektromagnetik alandan farkı ise, onun kendi başına bir varlığının (eigenes Leben) olmaması idi. Yani, “güçlü alan” sadece sistem içi bir alandı. Bu, onun temel, yapısal özelliği idi. Çünkü kuarklar, elektronlar gibi dış kuvvetlerle etkileşerek, dışarıya enerji verip alamıyorlar, varlıklarını 10-13 cm lik bir çerçeve içinde sürdürüyorlardı... “Güçlü kuvvet”?... Evet, sistemin içinde iki (u) ve bir (d) kuark bulunuyor demiştik. Bunların sistem içinde bir denge kurabilmeleri için, tıpkı elektron ve proton gibi iki karşıt kutup olarak orgütlenebilmeleri 85 Görüyorsunuz, karşımıza çıkan sorunların özü hep aynı. İş geliyor, atalet hareketi gerçekliğini açıklayabilmeye dayanıyor! 99 gerekiyor. Öyle anlaşılıyor ki bu da şöyle gerçekleşiyor. İki (u) kuark bir kutbu, (d) kuark da karşıt kutbu oluşturuyor. Bu iki karşıt kutbun dalgasal varlıklarının girişimi de, sistemin birliğini sağlıyor. “Güçlü kuvvet” dediğimiz Ģey ise, bunların-yani u ve d kuarklarınaradaki giriĢimin sonucunda oluĢan uzay çukuruna düĢme eğilimleri oluyor!... Bu kuvvetin “güçlü” bir “çekme kuvveti” olarak ortaya çıkıĢı aslında tamamen dıĢardan enerji verilerek sistemin parçalanmaya çalıĢılmasına bağlı; yani böyle bir “kuvvet” ancak bu durumda ortaya çıkıyor. Normalde ise, kuvvet olmayan bir atalet kuvveti durumunda o da; aynı fazdaki iki dalganın giriĢimi sonucunda ortaya çıkan uzay çukuruna düĢme eğilimini temsil ediyor!... Yerde duran taĢı alıp havaya kaldırırken ortaya çıkan ve bize göre o taĢı yere doğru “çeken” “gravitasyonal kuvvete” dönelim. Bu durumda taĢı havaya kaldırırken kuvvete baĢvuran biz oluyoruz aslında, öyle değil mi; yani gravitasyonun taĢı yerküreye doğru çekmesi diye bir olay yok aslında!... Biz taĢı ellemesek taĢ uzay yolu ne ise onu takip ederek yoluna devam edecek!!... Benzer bir durum burada, “güçlü kuvvet” olayında da söz konusu değil midir? Siz tutupta protonu parçalamaya çalıĢana kadar ortada-doğada- “kuvvet” diye birĢey yok!!... “Kuvvet” denilen etkinlik ancak mekanik bir dıĢ etkene-kuvvete- bağlı olarak anlam kazanıyor... ġimdi, 10-13 cm den itibaren, sistemin dıĢına doğru uzaklaĢmaya baĢlıyoruz... Protonun çerçevesini oluşturan sınırı geçtiğimiz an, birden bambaşka bir durumla karşılaşırız! Bu sınırın dışında, “güçlü kuvvet” birden yok oluverir! Bunun yerini, (+1) elektrikle yüklü protonun elektriksel alanı almakta, “güçlü alan” ve “güçlü kuvvet”, yerini “elektriksel alana”, “elektriksel kuvvete” bırakmaktadır!... O zaman, Ģu soruyu soruyoruz kendimize, nereden çıkıyor bu “elektriksel alan” ve (+1) “elektriksel yük” ? Bunun cevabı, protonun içindeki yapıda aranıyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, kuarkların elektriksel yüklerinin toplamı olarak açıklanıyor bu. Ama öte yandan, kuarkların sistemin içinde elektriksel bir iliĢkiye sahip olmadıkları da söyleniyor. Buradan öyle bir sonuç çıkıyor ki, elektriksel yük denilen Ģey, sanki, kuarkların, yada örneğin elektronların üstüne yapıĢılı, onların ayrılmaz bir parçası olan “maddi bir gerçeklik”! Ama eğer öyle olsaydı, bir elektronu yeteri kadar enerjiye sahip bir fotonla çarpıĢtırdığımız zaman, onu önce (+) yüklü bir antielektrona, sonra da tamamen elektromagnetik enerjiye, yani fotonlara dönüĢtüremezdiniz. Bu durumda nereye gidiyor o „mutlak gerçeklik“, yani o (-) yük ? Yoksa fotonlarla beraber uçup gidiyor mu? Kimse bunu açıklamaya yanaĢmıyor !... Öyle olmalı ki, sistemin içinde, iki (u) kuarkla bir (d) kuark arasında oluĢan iliĢki, sistemin dıĢındaki (+1) elektriksel yükün ve elektriksel alanının da kaynağı, onun değiĢik bir biçimi olsun. Bunun ise tek bir yolu ve açıklaması olabilir. O da Ģöyle: “Güçlü kuvvetle” “elektriksel kuvvet”, aslında bir ve aynı Ģeydir. Çok yakın mesafede (10-13 cm‟de) “güçlü kuvvet” olarak ortaya çıkan oluĢum, daha uzak mesafelerde, “elektriksel kuvvet” haline dönüĢüyor. Yani, kuarkların ve gluonların “renk” özellikleri, 10-13 cm‟nin içindeki bölgede elektriksel yükün aldığı biçim oluyor. 10-13 cm2 lik uzayın içinde gluon adı verilen virtuel kuantumların oluĢumuyla gerçeklik kazanan alan ve buna bağlı olan “atalet kuvveti”, bu mesafenin ötesindeki uzayda, virtuel fotonlarla kuantize baĢka bir alan haline dönüĢüyor. Çünkü, bu mesafenin ötesinde, artık gluonlar oluĢamıyorlar. Gluonlar, kuarklara ait uzayın 100 kuantumları olarak kalıyor. 10-13 cm‟nin dıĢında, bunların yerini fotonlar alıyor... Evet, “elektriksel yük” nedir demiĢtik!... Bu durumda, daha önce sorduğumuz, “ELEKTRĠKSEL YÜK” nedir sorusuna verilecek cevap da kendiliğinden ortaya çıkmıĢ oluyor!... Sistem gerçekliğini, A ve B gibi iki karĢıt kutbun birliği ve mücadelesi olarak tanımlamıĢtık. Bu iki kutup (A ve B ) arasındaki evrensel iliĢkinin atom düzeyindeki gerçekleĢme biçimine elektriksel iliĢki, bu iliĢkiyi gerçekleĢtiren iki karĢıt kutbun sahip oldukları temel var oluĢ özelliğine (kimlik) de elektriksel “yük” diyoruz... Coulomb yasasına göre, iki elektriksel yük arasındaki çekme, yada itme mesafeyle orantılı. Mesafe azaldıkça, çekme-itme artıyor. Mesafe arttıkça da azalıyor. Kuvvetin artması tamamen alanın gücüyle ilgili. Bu ise, fotonların daha güçlü enerji paketleri olarak oluĢması, aradaki uzay çukurunun derinliğinin artması anlamına geliyor. Ama, bu mesafe 10-13 cm ye varınca, artık Coulomb yasası geçerliğini kaybediyor. Çünkü, bu mesafede, elektriksel iliĢkiler yerini “renk” iliĢkilerine bırakıyor. “Renk” yükleri de, ancak bu mesafede etkili olan “güçlü kuvveti” ve onun kuantumlarını oluĢturuyorlar. Alanlar teorisi açısından olay, fotonların gluonlara (yada tersi) dönüĢmesi olayıdır... Bütün mesele uzayın- gravitasyonal alanın- POTANSĠYEL ELASTĠKĠ yapısıyla ilgilidir!... Mesafe artınca gluonlar oluĢamaz hale geliyorlar, çünkü onlar kuarklara ait uzayın kuantumları. Örneğin proton, kendi içinde kuarklardan oluĢtuğu halde, dıĢa karĢı, elektronla olan iliĢkilerinde „ayrı“ bir gerçeklik. Bu durumda, sistem merkezinde gerçekleĢen varlığıyla o da kendi uzayıyla birlikte oluĢuyor tabi; ve bu uzayı da, onunla birlikte, onun dalgasal hareketinin aynısını yapıyor. Fotonlar da bu oluĢumun ürünü. Ġçerde gluonlarla kuantize olan alan, dıĢarda fotonlarla kuantize bir alan haline dönüĢüyor. O halde bütün mesele, bir maddi gerçekliğin kendi uzayıyla birlikte oluĢurken, bu uzayın da onunla birlikte aynı hareketleri yapmasıyla ilgili. Alan dediğimiz Ģey de, izafi bir gerçeklik olan bu uzayın kuantize Ģekli. 10-13 cm. ye kadar bir biçimde, bunun ötesinde baĢka bir biçimde gerçekleĢiyor bu da. Yoksa öyle, “elektriksel yük”, yada “renkler” gibi, varlığı kendinden menkul mutlak realiteler yok ortada!... Peki, bu tablo içinde, gravitasyonal alan ve onun kuantize birimleri olan “gravitonlar” nerede duruyorlar? Aslında çoktan verildi bu sorunun cevabı! Öyle, “gravitasyonal alan” diye (“boĢ uzay” kavramının yerine koyabileceğimiz) mutlak, bütün evreni kaplayan bir sahne gibi standart bir alan (bir “uzay”) yoktur diyerek, gravitonları da, suyun-su dalgalarının 101 içindeki su moleküllerine benzetmiĢtik! ġu farkla ki, bir su molekülünü tek baĢına izafiobjektif bir gerçeklik olarak elde edebilirsiniz, onunla etkileĢebilirsiniz ama, hiç bir zaman (izafi de olsa) objektif-maddi bir gerçeklik olarak graviton diye bir nesne-obje elde edemezsiniz. Çünkü o, bütün diğer alanların kurucu-oluĢturucu kuantumudur. Kendisi ise virtueldir-potansiyel bir gerçekliktir. Objektif gerçeklik haline gelebilmek için etkileĢmeye katılmak gerekir. Gravitonlar ise hep perde gerisinde dururlar. Hep, değiĢik paketleri oluĢturan kurucu-yapıcı birimler konumundadır onlar86. Direkt olarak iĢin içinde olmazlar hiç bir zaman; her biri değiĢik enerji kapasitesine sahip sayısız paketlerin oluĢturucu kuantumları olarak, perde gerisinden katılırlar sürece. Yani, direkt kendileri olarak değil, hep meydana getirdikleri birimler aracılığıyla etkileĢmede yer alırlar... Sistem bilimi ve liĢki sorunu? Bir sistemin içindeki iliĢkilerin nasıl kurulduğu sorusuna verilecek cevap, her durumda, söz konusu sistemin niteliğini belirleyen esası oluĢturur. Bir toplum söz konusuysa eğer, toplumu birarada tutan esas iliĢki, üretim iliĢkisidir. Bir atom söz konusu olunca bu, elektronla proton arasındaki elektromagnetik iliĢkiye indirgeniyor. Protonun içine girince de, güçlü kuvvete dayanan iliĢki olarak Ģekil değiĢtiriyor. Astronomik düzeyde ise, “gravitasyonal alanlar” arasındaki iliĢki oluyor. Her durumda, bir sistemi birarada tutan ve ona kimliğini kazandıran, onun niteliğini belirleyen bir esas iliĢki biçimi vardır. ĠliĢki dediğimiz Ģey ise, son tahlilde kuantize iki alan arasındaki bağlaĢımdır. Üç temel iliĢki biçimi... Doğada, yani, fizik, kimya ve astronominin konusu olan organik olmayan doğada, üç temel iliĢki biçimi, buna bağlı olarakta, üç temel etkileĢim bulunuyor. Birincisi elektromagnetik. Ġkincisi, “güçlü kuvvete” dayanan iliĢki ve etkileĢim, üçüncüsü de, bazı radyoaktif çözülmelerde ortaya çıkan “zayıf kuvvet” ve bunu temel alan iliĢki. Bu tabloya genellikle gravitasyonal iliĢki de ilave edilerek doğadaki “dört temel kuvvet” ve etkileĢmeden bahsedilir. Ama gravitasyon bir etkileĢme biçimi olmadığı gibi, hiç bir Ģekilde bir “kuvveti”de temsil etmez. Gravitasyon, evrensel oluĢumun alt yapısıdır. Bütün diğer iliĢkiler, etkileĢimler ve “kuvvetler” bu temel üzerinde gerçekleĢirler... Bir atomla toplum arasında nasıl bir iliĢki mi var?... 86 Eğer illa bir “Tanrı Parçacığı” aranıyorsa bunun “graviton” olması gerekir!... 102 Evrim sürecinde , hareketin daha karmaĢık , daha geliĢmiĢ biçimleri ortaya çıktıkça, baĢka iliĢki biçimleri de meydana geliyor. DeğiĢik türde, nitelikte sistemler ortaya çıkıyor. Örneğin yukarda, bir yandan toplumdan , üretim iliĢkilerinden bahsederken, diğer yandan da bir atomu örnek gösterdik. Bir atomla toplum arasında nasıl bir iliĢki mi var ? Birisi çok basit, öteki ise, çok daha geliĢmiĢ, karmaĢık bir sistem bunların.! Ama ikisi de bir sistem.! En genel sistem yasaları ikisinde de aynı iĢliyor. Buna karĢılık, her birinin kendi yapısına, niteliğine özgü bir iĢleyiĢi var. Birinde bunları fizik diliyle açıklamaya çalıĢıyoruz, ötekinde de toplum bilimlerinin diliyle. “Üretim iliĢkileri” diyoruz, “artı değer” diyoruz vs. Bütün bu söylemleri, sistem teorisi zemininde yerli yerine oturtunuz, hareketin her özel biçimine özgü dille ifade etmek, anlatmak, açıklamak istediğiniz Ģeyi, bir an için soyutlayınız, o zaman göreceksiniz ki, o sayısız çeĢitliliğin altında yatan Ģey hep aynıdır. Nedir o aynı olan? Evrensel sistem gerçekliğidir. Ve de bu gerçekliğin oluĢum mekanizması olarak informasyon iĢleme sürecidir. Bir atom da olsa, güneĢ sistemi de olsa, bir toplum da olsa, bu anlamda, hep aynı gerçeklik yer alıyor karĢımızda: Herbiri kendine göre birer informasyon iĢleme birimi olan sistem gerçeklikleri... Daha baĢka bir deyiĢle de, her durumda, A ve B olarak ifade ettiğimiz iki evrensel kutbun, birliği ve mücadelesi... Peki, nedir bu işin sırrı diyerek videoyu geriye doğru sarıp karadeliğin merkezine kadar indiğimiz zaman, orada da gene aynı yapıyla karşılaşıyoruz. Sonra bir adım daha ileri gidince de koskoca bir sıfırdan başka birşey kalmıyor geride! Onun içinde “yok oluyor” herşey!. Ve aynı anda da kendi kendini sayısız biçimlerde yeniden yaratıyor..Hepsi bu kadar!... 6-“SCHRÖDĠNGER‟ĠN KEDĠSĠ”!... “Schrödinger‟in Kedi‟si” bilim dünyasında yetmiĢ yıldır tartıĢılan en önemli iki düĢünsel deneyden biridir!87 Bu deneyi ve buna iliĢkin yorumları, kuantum teorisiyle klasik fiziğin-mekaniğin dünya görüĢleri arasındaki farklılığı en açık bir Ģekilde ifade ettiği için buraya alıyorum. Ayrıca, bu tartıĢmalar kimin nerede durduğunu göstermesi açısından da çok önemlidir. Öyle ki, bu deneye iliĢkin yorumlarda, Einstein, Schrödinger gibi, kuantum teorisine karĢı olan klasik dünya görüĢünün savunucusu bilimadamlarıyla, Heisenberg, Bohr gibi, kuantum teorisinin kurucuları arasındaki farklılıklar tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor... Tarafların görüşlerini aktarırken, bunu sanki bir tartışma ortamının çevirisi gibi sunduk. Her ne kadar bu tartışmalar gerçekse de, buraya aktardığımız cümleler, direkt, bire bir tercümeler değil. İçerik olarak görüşleri yansıtıyorlar. Bir nokta daha var! Bu çalışma boyunca dile getirdiğimiz görüşler de (benim düşüncelerim de) burada, somut bir olay karşısında kendini ifade etme olanağını buluyorlar. Bir yerde bunları da, pratiğin mihenk taşına vurmuş oluyoruz!... 87 İlki, daha önce incelediğimiz, „Çift Yarıkla Yapılan Deney”di... 103 Ama önce bunun nasıl bir deney olduğunu görelim isterseniz. Bunun, kuantum teorisini çürütmek için Schrödinger tarafından tasarlanmıĢ bir deney olduğunu unutmadan tabi!... Masanın üzerinde bir kutu duruyor. Dışarıya hiç bir şekilde sızıntı yapmayan, içini göremediğimiz bir kutu bu. Kutunun ortasında da bir perde var. Gerektiği anda, kutuyu tam ortadan ikiye ayırabilecek şekilde yapılmış. Öyle ki, perde indiği zaman kutunun iki kısmı arasında hiç bir şekilde geçiş, sızıntı olmuyor. Ve kutunun bir köşesinde de bir kedi oturuyor. Kutunun diğer tarafında ise bir kapak var. İstenildiği zaman açılabiliyor. Mekanizma şöyle işliyor: Önce kutunun içine tek bir elektron gönderiyoruz. Dışarıya sızıntı olmadığı için, bu elektronun kutunun içinde herhangi bir yerde olacağını söyleyebiliriz. Sonra da, ortadaki perdeyi otomatik bir şekilde indirerek, kutuyu ikiye ayırıyoruz. Bu durumdayken, kutunun içindeki elektron %50 ihtimalle kedinin bulunduğu tarafta, %50 ihtimalle de diğer tarafta olacaktır. Sonra, kutunun A kısmında bulunan kapağı açıyoruz ve süreç başlıyor. Eğer elektron kutunun B kısmındaysa, yani kedinin bulunduğu kısımdaysa sorun yok. Ama eğer A kısmındaysa, kapağı açtığımız an dışarıya çıkacak ve hemen kapağa bitişik olarak monte edilmiş olan bir dedektör tarafından tesbit edilecektir. Öyle bir sistem kurmuş bulunuyoruz ki, eğer elektron kutunun A kısmındaysa, kapak açılıpta dedektör dışarı çıkan elektronu tesbit edince, hemen kutunun B kısmına zehirli gaz veren bir mekanizma çalışmaya başlıyor. Ve kedi ölüyor!... TartıĢma konusu olan Ģey nedir?... ġimdi, tartıĢma konusu Ģu [12,17,18,25]: Einstein-Schrödinger tarafına göre: “ġeyler bizden ve bizim bilincimizden bağımsız, bizim dıĢımızdaki objektif mutlak gerçekliklerdir. Onların varlığını bilip bilememek ise bize, bizim bilgilerimize yönelik sübjektif bir sorundur. Önce gelen daima objektif mutlak gerçekliktir. Bu objektif gerçekliği bilme sürecinde o an için bilgilerimizde eksiklikler, yetersizlikler olabilir; ama zamanla, bilim geliĢtikçe bu bilgilerimiz de geliĢecek, mutlak gerçekliği bilme yolunda daha ileriye gitmiĢ olacağız”. Yani, klasik, mekanik-materyalist dünya görüĢünü savunuyor Einstein-Schrödinger ekibi. Ġsterseniz siz buna “diyalektik materyalizm” de ekleyin, özü-felsefi çıkıĢ noktası değiĢmiyor! [23] Bunlar diyorlar ki, “kutunun içindeki kedinin ölü mü diri mi olduğu bizden, bizim bilincimizden bağımsız objektif-mutlak bir gerçeklik olduğu halde (biz bunu bilelim bilmeyelim, orada bizden bağımsız bir gerçeklik bulunduğu halde) kuantum teorisi bunu reddediyor! Kutunun kapağını açıpta içine bakana kadar, orada Ģu ya da bu Ģekilde objektif bir gerçekliğin bulunamayacağını söylüyor! Bu teoriyi savunanlara göre, objektif gerçeklik, onlar kutunun kapağını açıpta içeri bakınca ortaya çıkıyor! O ana kadar, kutunun içindeki kedi %50 ihtimalle ölü, %50 diridir! Bu ihtimallerden hangisinin gerçekleĢeceği, gözlemcinin kutunun kapağını açma anında belli oluyor.” Einstein-Schrödinger gibi kuantum teorisine karĢı olan bilimadamları için “objektif gerçeklik mutlaktır”. “Gözlemciden ve onun bilincinden bağımsızdır”. Bunlara göre, 104 “Kuantum teorisi ve onun Kopenhag yorumcuları, iĢin içine gözlemciyi sokarak olaya (varoluĢ olayına) sübjektif bir yön katıyorlar. Bu yanlıĢtır! Paris Ģehri, siz onu gözetleyin yada gözetlemeyin, sizden, yani gözlemciden bağımsız, objektif-mutlak bir realite olarak vardır! Tıpkı, kutunun içindeki kedi gibi”!...”Nitekim, eğer kutunun içinde, kedinin bulunduğu kısımda, gaz maskesi takmıĢ bir “gözlemci” bulunsaydı, daha kutu açılmadan önce gerçek durum onun tarafından çoktan tesbit edilmiĢ olacaktı”!... Hangisi doğru Ģimdi bunların? Einstein-Schrödinger ekibinin görüĢleri mi, yoksa, kutunun kapağı açılıpta gözlemci tarafından durum bizzat tesbit edilene kadar içerdeki kedi %50 ölü, %50 diridir diyen Heisenberg-Bohr ekibinin görüĢleri mi? Heisenberg-Bohr ekibine, yani, “kuantum teorisinin Kopenhag yorumcularına” göre, olay onların-karĢı tarafın düĢündüğü kadar basit değildir! “Siz herĢeyi birbirine karıĢtırıyorsunuz” diyor onlar da! “Klasik fizikle kuantum fiziğini, makroskobik dünyanın değer yargılarıyla mikroskobik dünyayı birbirine karıĢtırıyorsunuz! Evet, günlük, pratik yaĢantımızda “Paris Ģehri bizden, yani gözlemciden bağımsız olarak var olan objektif bir realitedir”. Bu doğru! Ama bu sadece, bize hiç bir zararı olmayan, tersine iĢimizi kolaylaĢtıran pratik bir kabuldür o kadar! Buradan yola çıkarak ilkesel sonuçlara varamazsınız. Örneğin, bir elektron için de aynı Ģeyi söyleyemezsiniz. Bilmek ölçmekle gerçekleĢiyor, ölçmek ise etkileĢmektir. EtkileĢince de değiĢtiriyorsunuz. Ölçme nesnesi, günlük hayatın içinden, Paris Ģehri, ya da bir araba gibi makroskibik bir cisim olduğu zaman, gözlemcinin yapacağı etkinin hesaba katılması gereken bir rolü olmayacaktır. Ama, bir elektron söz konusu olunca, o bir tek ölçme fotonu bile her Ģeyi değiĢtirecektir. Öyle ki, ölçme iĢlemi esnasında belirlediğiniz elektron, “iĢleme baĢlamadan önce objektif bir realite olarak” mevcut olan elektron değildir artık, etkileĢme esnasında yarattığınız farklı bir elektrondur o... Çünkü, her etkileĢme, kendisine göre farklı bir elektron yaratabilir. EtkileĢmede kullanacağınız fotonun cinsine göre elektron farklı bir Ģekilde etkilenmiĢ olacaktır”... Peki bu kadar mı; yani, Heisenberg-Bohr ekibinin söylediklerinin hepsi bu mu? Eğer bu kadar olsaydı tamamdı, bu görüĢlere karĢı kimse birĢey diyemezdi, ama öyle değil iĢte!... Onlar, bütün bunlara ek olarak bir de diyorlar ki; “kutunun kapağını açıpta gözlemci olarak içeride olup bitenleri bizzat görene-tesbit edene kadar kedi %50 ölü %50 diridir. Bu konuda baĢka da birĢey söyleyemeyiz”! “Ne olup bittiğini bilmediğimiz sürece, kedinin ölü ya da diri oluĢuna dair bizim dıĢımızda objektif bir gerçekliğin bulunduğunu iddia edemeyiz. Çünkü, biz gerçek durumu tesbit edene kadar bizim dıĢımızda objektif gerçeklik diye birĢey söz konusu olamaz”! Olay apaçık ortada! Heisenberg-Bohr ekibi (yani Kopenhagcılar) kedinin varoluĢuna dair (onun ölü ya da diri haline iliĢkin) “objektif gerçekliği” gözlemcinin sübjektif yargısına bırakmıĢ oluyorlar. Yani Ģunu diyemiyorlar bir türlü; “bu deney gözlemci olarak bizim dıĢımızda gerçekleĢtiği için, evet kapağı açıpta içerde ne olup bittiğini görene kadar kedi ölü mü diri mi biz bunu bilemeyiz; ama bu, bize-bizim bilincimize iliĢkin bir durumdur ve bunun esas konuyla alakası yoktur. Bu durumda olay bizim dıĢımızda gerçekleĢtiği için, bizden bağımsız olarak kedi ya ölmüĢtür, ya da diridir. 105 Kuantum mekaniğinin sübjektif idealizmle-gözlemcinin olaya iradi müdahalesiyle alakası yoktur!... Gözlemcinin rolü onun ölçme iĢlemine-etkileĢmeye- maddi bir gerçeklik olarak katılmasıyla anlam kazanır”. Bir kere böyle deseler olay bitecek, ama diyemiyorlar iĢte! Diyemiyorlar, çünkü onların da kafaları karıĢık. Sübjektif idealistpozitivist bir vürüs var onların zihinlerinde de!... Önce deneyi bir daha gözden geçirelim isterseniz: HerĢeyden önce bu deneyin kafa karıĢtırmak için (aslında deneyi düĢünenlerin kafaları karıĢık) hazırlanmıĢ bir deney olduğunu görmek gerekir! Bu deneyle, makroskobik dünyanın “gerçekleri”, yani günlük hayatın kabullerine dayanan “gerçekler” bir dünya görüĢü haline getirilerek önümüze konuyor. Bir elektronla bir kedi aynı kategori içinde değerlendirilerek kuantum mekaniğinin yolu kesilmeye çalıĢılıyor! Bu bir; ikincisi de, “objektif gerçeklik” kavramı “izafi objektif gerçeklik”, “mutlak objektif gerçeklik” ayırımı yapılmadan kullanıldığı için varoluĢun özü gözlerden kayboluyor... Kuantum mekaniğinde bir elektron üzerinde ölçme iĢlemi yapan “gözlemciyle” elektron arasındaki iliĢki sadece iradi-sübjektif- bir iliĢki değildir. Bu, maddi olarak gerçekleĢen karĢılıklı bir etkileĢmebirbirini yaratma iliĢkisidir. Halbuki söz konusu deney‟de deney düzeneğini hazırlayan, ya da bundan haberi olan “gözlemci” bizzat-yani maddi olarak-deneyinetkileĢmenin içinde yer almıyor! HerĢey onun dıĢında olup bitiyor. Yani o, hiçbir Ģekilde sürecin bir parçası değil. Bu yüzden de, kendi dıĢında olup biten bir etkileĢme hakkında birĢey söyleme olanağı yoktur. Deneyin sonunda kedi ölüyor mu yoksa sağ mı, nereden bilecek ki gözlemci bunu? Kedi, sadece içinde bulunduğu etkileĢmeyi temel alan bir KS‟ne göre izafi-objektif bir gerçeklik olarak ölü ya da diridir. Bu ise, sürecin dıĢında bulunan bir gözlemcinin sübjektif konumundan bağımsız bir durumdur. Gözlemci bilsin bilmesin, onun dıĢında izafi-objektif bir realite olarak ölü ya da diri bir kedi gerçeği bulunmaktadır. Ama bu ayrıdır, buradan, “olayların ve süreçlerin-nesnelerin objektif mutlak gerçeklikler olarak varoldukları” sonucunu çıkarmak ayrıdır! VaroluĢun izafi-objektif gerçekliğini metafizik bir “mutlak gerçeklikle”, “kendinde Ģey”le karıĢtırmak ayrıdır! Mesele Ģudur: “zaten bizden bağımsız olarak mutlak bir Ģekilde varolan” Ģeyleri mi ölçmeye-bilmeye çalıĢıyoruz (gözlemci olarak bunlara iliĢkin bizden bağımsız mutlak bilgileri mi çıkarmaya çalıĢıyoruz), yoksa, “ölçme-bilme iĢlemi esnasında yaratılmasına katkıda bulunduğumuz” Ģeyleri mi biliyoruz? Ġki dünya görüĢü arasındaki farklılık burada ortaya çıkıyor... Ġsterseniz aynı olayı baĢka bir örnek üzerinde tartıĢalım: ġu an ben bu satırları potansiyel bir okuyucu kitlesi için yazıyorum. Yani siz bu satırları okuyana kadar benim için potansiyel bir gerçeksiniz. Ben de sizin için aynı Ģekilde. Ama ben, bulunduğum yerdeki iliĢkilerim içinde, sizler de gene bulunduğunuz yerdeki iliĢkileriniz içinde, birbirimizden bağımsız olarak-bu iliĢkilere göre objektif izafi gerçeklikler olarak-varolup yaĢayıp gidiyoruz. Siz, ne zaman ki benim yazdığım satırları-mesajı okumaya baĢlıyorsunuz, ancak o andan itibaren bu satırlarla kodlanmıĢ informasyon sizin için bir mesaj-girdi haline gelir. Benden çıkan informasyon (çıktı) ancak o an sizin için bir girdi olarak izafi-objektif gerçeklik kazanır. Ve siz de, o an, daha önceden sahip olduğunuz bilgilerle bu girdiyi değerlendirerek iĢlerken bir reaksiyon olarak varolursunuz. Benliğinizi temsil eden nöronal ağlarda girdinin iĢlenilmesi sonucu oluĢan bir aksiyonpotansiyeli olarak gerçekleĢirsiniz. Bu durumda, bu satırları okurken objektif-izafi bir realite olarak varolan “siz”le daha 106 önceki “siz” aynı Ģey değilsinizdir artık. Ama pratikte böyle düĢünmezsiniz tabi, ve dersiniz ki, olur mu öyle Ģey, “ben” “senden bağımsız olarak varolan objektif-mutlak bir realiteyim”! Yani, “senin yazını okumadan önce de vardım, okuduktan sonra da varolmaya devam edeceğim”! Ġçinde yaĢadığımız günlük hayatın mekanik akıĢı sizin bu Ģekilde düĢünmenize neden olur!... Olayları ve nesneleri, onlar hakkında hiçbir informasyona sahip olmadan “objektif-mutlak gerçeklikler” olarak kabul etmek bir tür dinsel inanç gibidir! Çünkü bu durumda, “nereden biliyorsun öyle olduğunu” sorusuna, “bu böyledir, bunu böyle kabul etmek gerekir” demekten baĢka bir cevap verilemez! Diyelim ki, uzayın herhangi bir yerinde, hiçbir “gözlemcinin” bulunmadığı bir yerde, bir foton geliyor ve bir elektrona çarpıyor, yani onunla etkileĢiyor, ve onun ihtimal dalgasını (aynen kuantum fiziğinin dediği gibi) izafi-objektif bir gerçeklik haline getiriyor. Ama unutmayın, sizin (“gözlemci” olarak sizin) dıĢınızda bir olay bu, siz de burada, diyelim ki yeryüzünde bir biliminsanı-gözlemci durumundasınız. Nasıl yorumlayacaksınız bu olayı Ģimdi? Evet, bütün olup bitenler sizin dıĢınızda olduğu için, bu konuda size bir informasyon gelmediği sürece, sizin bu konuda bir Ģey söylemenize olanak yoktur. Yoktur ama, bu, söz konusu olayın hiç olmadığı, uzayın bu bölgesinde bir fotonla bir elektronun çarpıĢmadıkları, buna bağlı olarak da birbirlerini izafi-objektif gerçeklik haline getirmedikleri anlamına gelmez ki! ġimdi tekrar kedi olayına dönersek; iĢte, kedi olayı da bunun gibi birĢeydir! Kedi o an ölmüĢ de olabilir, sağ da; bunun sizinle (olayın dıĢındaki bir “gözlemci” olarak sizinle) hiçbir alakası yoktur (ne olup bittiğini sizin bilip bilmemenizle hiçbir alakası yoktur)!! Çünkü, bu olay, bu etkileĢme-olayın gerçekleĢme biçimi ve anı- sizin için potansiyel bir gerçekliktir. Ama aynı anda, bir Ģekilde olayaetkileĢmeye katılan biri açısından durum öyle değildir; onun için kedi o an objektif-izafi bir gerçeklik olarak ya ölüdür, ya da diri!... Mesele bundan ibarettir!... Alın iĢte size tam yüz yıldır hala tartıĢılan ama bir türlü iĢin içinden çıkılamayan sorunun cevabı!!... Altını çizmek istiyorum, buradan, hangi biçimde olursa olsun, “bizim dıĢımızda objektif-mutlak bir gerçeklik olarak bir “kedi”, ya da bir “elektron” gerçeği vardır” sonucu çıkar mı!?... Ya da, sizin-herbirimizin- her durumda “objektif-mutlak bir gerçeklik” olarak varolduğumuz sonucu çıkar mı!? Günlük hayatımızda yer alan pratik kabulleri objektif gerçekliğin izafi olduğuna, her anki etkileĢmeyle birlikte, o etkileĢmeye katılan unsurları temel alan KS‟lerine göre yeniden yaratıldığına iliĢkin bilimsel görüĢlere karĢı bir tez olarak kullanamayız. Bu nedenle, sizin dıĢınızdaki kedi, sizi temel alan KS‟ne göre potansiyel bir gerçekliktir; tıpkı Paris Ģehrinin onunla iliĢkiye girmeden önce sizin için potansiyel bir gerçeklik olması gibi. Ama bunlar (kedi ve Paris Ģehri) o an, sizden bağımsız olarak-sizin dıĢınızda ĠZAFĠ OBJEKTĠF gerçeklikler olarak vardırlar. ĠĢin aslı budur. Ne zamanki maddi olarak etkileĢmeye katılırsınız, ancak o zaman yaratırken yaratılarak varolursunuz siz de!... “VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi” bundan ibarettir!...88 88 http://www.aktolga.de/t4.pdf 107 Açıkça görüleceği gibi, yukardaki deneyle, kuantum mekaniğinde tartıĢma konusu olan ölçme-bilme iĢlemi-süreci arasında hiçbir iliĢki yoktur! Çünkü, yukardaki deneyin aksine, elektron üzerinde ölçme-bilme iĢlemiyle uğraĢan “gözlemci” etkileĢme süreci boyunca daha baĢından itibaren sürecin içinde yer alan izafi-objektif bir taraftır. Bu durumda, elektron üzerinde ölçme iĢlemi yapan “gözlemciyle” ölçme aletlerini ve bu aletler aracılığıyla gönderilen fotonu-bunların hepsini- bir bütün olarak düĢünmek gerekir. Aynı gözlemci, daha sonra da, etkileĢme partneri olan elektrondan gelen cevabı alıp onu iĢleyerek kendi yarattığı elektron hakkında bir bilgiye sahip olurken bu Ģekilde kendini de yeniden yaratan bir unsurdur. Yani burada değiĢtirirken bilerek-değiĢen aktif bir etkileĢme partneridir söz konusu gözlemci. Kuantum mekaniğinde gözlemcinin bilgi üretici sübjektif yanıyla onun etkileĢme süreci içindeki izafi-objektif varlığı arasında bir kopukluk söz konusu değildir. Kediye iliĢkin deneyde ise, “gözlemci”, objektif olarak etkileĢme sürecinin dıĢında, ondan kopuk sübjektif bir unsurdur! Kediyle girdi-çıktı iliĢkisi içinde olmadan ona iliĢkin bilgiye sahip olması beklenen metafizik bir bilendir adeta! “Gözlemcinin” izafi-objektif bir taraf olarak devreye girmesi ANCAK olayla etkileĢmeye girdiği an gerçekleĢir. Yani gözlemci ancak olaya-nesneye iliĢkin olarak görsel yolla informasyon aldığı zaman kendisini temel alan KS‟ ne göre olay hakkında kesin bir yargıya varabilir. Ġnformasyon iĢleme mekanizmasının mantığı budur. Kutunun kapağı kapalı kaldığı sürece içerde ne olup bittiği hakkında gözlemcinin söyleyebileceğı tek şey kedinin %50 ölü, %50 sağ olduğuna ilişkin tahmindir. Çünkü bilmek gelen informasyonun işlenmesiyle gerçekleşir. İnformasyon gelmediği sürece “bilme” de olmaz! Bilgi, etkileşme ortamında üretilen bir üründür. Bu arada kedi ya ölmüştür, ya da sağdır. Bu, uzayda herhangi bir yerde bir elektronla bir fotonun çarpışması sonucunda ortaya çıkan sonuç gibi birşeydir “gözlemci” için. Uzayda gerçekleşen böyle bir olay, o an, söz konusu etkileşmeye katılanlar (taraf olanlar) için izafi-objektif bir realitedir, ama yeryüzündeki gözlemci için hiçte böyle değildir (sadece potansiyel bir gerçekliktir)... Deney baĢlamadan önce belki de baĢka biri o kediye su verdi ve o anda su içen-içmiĢ olan bir kedi gerçekleĢti!... Ya da, ne bileyim, kedi uyuyordu! Neden uyuyan bir kedi gerçekliği olmasın ki? Bu, her durumda, her etkileĢmeye göre, o etkileĢmeyi gerçekleĢtiren “gözlemciyi” temel alan KS‟ ne göre farklı biçimlerde ortaya çıkan bir gerçekle (elektronla, ya da kediyle) karĢı karĢıyayız demektir. Çünkü, herkese göre aynı, herkesten bağımsız mutlak bir elektron-ya da bir kedi gerçeği yoktur!!... Gerçek, binbir surat gibidir, ya da bir bukalemun gibidir! Her iliĢkide, o anki etkileĢmeye göre kılık değiĢtiren izafi bir gerçek vardır!... Denilebilir ki, evet “su içmiĢ olan bir kediyle” “uyuyan bir kedi” aynı Ģey değildir belki, ama gene de, ortada bütün bu durumlardan bağımsız olarak bir “kedi” gerçeği yok mudur? Vardır tabi! Ama o gerçek (gözlemci için) POTANSĠYEL bir gerçektir. Bu durumda, kediye-ya da bir elektrona iliĢkin bütün bilgileri kapsayan dalga fonksiyonu veya ihtimaldalgası, madde enerjinin belirli bir yoğunlaĢma biçimini temsil eden potansiyel bir gerçekliktir. Objektif gerçeklik, yani belirli bir anda varolan gerçeklik ise, her anki etkileĢmeyle birlikte yeniden yaratılan ĠZAFĠ bir oluĢumdur. Bütün mesele burada!... Görüldüğü gibi, Kopenhag yorumcuları iĢi bir noktaya kadar doğru olarak getiriyorlar, ama, “gözlemci” falan derken, kaĢla göz arasında ölçme iĢleminin özünün objektif etkileĢme olduğu gerçeği ortadan kayboluyor bir anda ve mesele, iĢin içinde sübjektif 108 olarak sen yoksan objektif gerçeklik de yoktur‟a dönüĢüyor! O zaman, Einstein ve Schrödinger de diyorlar ki tabi, “ne yani, siz kutunun kapağını açıpta içine bakarak durumu tesbit edene kadar kedi yarı ölü yarı diri miydi”!? Ama onlar da buradan yola çıkarak, kedinin objektif-mutlak bir gerçeklik olarak varolduğu sonucuna varıyorlar!!... ĠĢte size “biliminsanlarının” doksan yıldır tartıĢarak halâ bir sonuca varamadıkları o meĢhur “Schrödinger‟in Kedisi” deneyi!!... SONUÇ: TartıĢmanın her iki tarafı da, olayları ve süreçleri belirli bir sistem zeminine oturtarak, bu zemine göre bir koordinat sistemi (KS) tanımı yapıp onun içinde ele almıyor. Bu neye benziyor biliyor musunuz! Uçsuz bucaksız bir denizdesiniz ve elinizde pusula yok! Herkes yol tayin etmeye çalışıyor. Hangisi doğru bunların! Neye göre karar vereceksiniz, doğrunun ölçüsü nedir? İşte “Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi” tam bu noktada ortaya çıkıyor. VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi‟ni formüle ederken, evrensel oluĢumun temel gerçekliğinin sistem gerçekliği olduğunu belirtmiĢ, gerçeklik-realite dediğimiz Ģeyi bu zemini temel alan belirli bir KS‟ne göre açıklamaya çalıĢmıĢtık.[3] ġimdi, olaya bu çalıĢmanın ıĢığı altında bakmaya çalıĢırsak, elbette ki, bütün gözlemcilerden bağımsız bir Ģekilde, bütün KS‟lerine göre mutlak-objektif bir gerçeklik olarak varolan bir kedi-ya da bir elektron yoktur! Her durumda, içinde bulunduğu etkileĢmeye ve KS‟ne göre izafi-objektif gerçeklik olarak ortaya çıkan “farklı” kediler ya da elektronlar vardır. Bu kadar basit! Sorun-varoluĢ sorunu-bir sistem sorunu, olayları ve süreçleri uzay zaman içinde belirli bir sistem gerçekliği zemininde kavrayabilmek sorunu olduğu için özünde bir KS olayıdır da. Ama siz tutarda KS deyince bundan-Einstein gibi- önceden varolan nesnelerin uzay-zaman içindeki koordinatlarını ifade etmeye yarayan “rasgele seçeceğiniz” “herhangi sabit bir cismi, nesneyi” anlarsanız, yani hareket noktanız günlük hayatın mekanik dünya görüĢü, mekanik bir sistem ve KS anlayıĢı olursa, durum farklı olur tabi! Dikkat ederseniz, bu durumda, varolmak problemi tartıĢılırken belirli bir KS söz konusu değildir! Egemen olan anlayıĢ, “nesnelerin, „kendinde Ģeyler‟ olarak „mutlak bir uzay-zamanı‟ esas alan „evrensel‟ bir KS‟ne göre var olmalarıdır. Yani, bu durumda varolmak, belirli bir KS‟ne göre gerçekleĢen izafi bir oluĢum değildir, bütün KS‟lerinden bağımsız “objektif mutlak” bir gerçekliktir!... Ne gariptir ki, materyalizmin o mutlak KS anlayıĢı Heisenberg ve ekibinin sübjektif idealist bakıĢ açısı için de “gözlemci” denilen sübjektif faktör olarak karĢımıza çıkıyor!!... Yani, onlara göre de, Ģeylerin-nesnelerin, olayların ve süreçlerinvarlığı “gözlemcinin” iradesine bağlı oluyor; bunlar ancak “gözlemciye” göre varsalar var oluyorlar! Gözlemcinin onların varlığından haberleri yoksa, onların varlığının potansiyel de olsa bir anlamı-değeri kalmıyor!... VaroluĢun özünü oluĢturan objektif izafi gerçeklik: Madde-EnerjiĠnformasyon alıĢveriĢi (etkileĢme) içinde bulunulan nesnelerin bu etkileĢme esnasında yaratırken yaratıldıkları izafi gerçekliğidir... Öyle ki, bu izafi varoluĢ hali, o an etkileĢmeye katılan taraflar 109 açısından (her ikisi için de) sahip olunan sübjektif duruĢun da çıkıĢ noktası olur. Yani daima, yaratılırken yarattığımız izafi objektif gerçekliğe iliĢkin sübjektif bilgilere sahip oluruz... Buradaki “sübjektivite”- bilginin sübjektif oluĢu- anlayıĢı sübjektif idealizmin sübjektivite anlayıĢından tamamen farklıdır. Çünkü sübjektif idealizmin anlayıĢında nesneler hakkında fikir sahibi olmak için arada bir etkileĢmeye gerek yoktur. Nesneler biz onlari düĢündüğümüz için vardırlar, düĢündüğümüz sürece... 7-CERN‟DE YAPILAN DENEYĠN AMACI NE?... (Bu çalıĢma Site‟nin Makaleler kısmında yayınlandı. Konuyla iliĢkisi-bütünlüğü açısından onu buraya da alıyorum) (Ekim 2008 Son gözden geçirme tarihi:Mayıs 2012) “Tanrı Parçacığını bulduk” diyen “biliminsanlarına” soruyorum: Bulduğunuzu söylediğiniz parçacık, tıpkı elektron, proton vb.gibi, doğal denge içinde, sizin deneylerinizden bağımsız potansiyel bir gerçeklik olarak varolan stabil bir parçacık mıdır, yoksa o, sizin laboratuarda-CERN‟de-protonları çarpıĢtırarak elde ettiğinizkendinizin ürettiği-sunni, yani gerçekte stabil olarak varolmayan bir parçacık mıdır? Eğer, “hayır, bu bizim ürettiğimiz bir parçacık değildir, doğal denge içinde, tıpkı bir elektron vb.gibi potansiyel olarak varolması gereken bir parçacıktır” diyorsanız o zaman aĢağıdaki sorulara cevap verebilmeniz gerekir!... DENEY HAKKINDA… Deneyin esas amacının Higgs Parçacığını-“Tanrı Parçacığını”- bulmak olduğu söyleniyor! Öyle bir “parçacık” ki bu, “kütlenin ondan oluştuğu” tahmin ediliyor! Protonları çarpıştırarak elde edilecek sonuçtan böyle bir parçacığı bulmaya çalışıyor biliminsanları… Diyorlar ki fizikçiler, “eğer protonları ışık hızına yakın bir hıza kadar ivmelendirerek çarpıştırır ve parçalarsak, bunların iç yapısını oluşturan kuarklar ortaya çıkarken, belki bu arada şimdiye kadar hiçbir deneyle tesbit edilemeyen yeni parçacıklar da ortaya çıkarlar ve böylece evrenin sırrı da çözülmüş olur. Ayrıca, “bu deney bir yerde kara delikte olup bitenlerin laboratuar ortamında minyatür boyutta tekrarlanmasıdır”da deniyor… Önce biraz şu, basında “Tanrı Alanı” olarak adlandırılan Higgs Alanı-ve onun kuantumları olan Higgs Parçacıkları‟nın üzerinde duralım. İskoçya‟lı bir fizikçi olan bay Higgs‟in-onun artık Nobel ödülü almasına kesin gözüyle bakılıyormuş (daha sonra Nobel Ödülünü aldı bile!)kütle anlayışını, onun madde-enerji-kütle ilişkisini nasıl ele aldığını görelim: “Nedir bu Higgs Alanı denilen Ģey ve nasıl olupta madde bu Higgs Alanı sayesinde bir kütleye sahip oluyor” dediğiniz zaman size (tabi bir metafor olarak) Ģöyle bir örnek anlatıyorlar89: 89 „Urknall im Labor“, Dieter B. Herrmann, Springer Verlag, Berlin Heidelberg, 2010 „Elementare Teilchen“, Bleck-Neuhaus, Springer Verlag, Berlin Heidelberg 2010 110 Bir siyasi partinin toplantı salonunu düşünün. Herkes-bütün üyeler-toplanmışlar kendi aralarında sohbet ederek lideri bekliyorlar. Derken salonun kapısı açılıyor ve başkan içeri giriyor. Tabi o an herkeste bir kıpırdanma olur. Herkes başkana doğru yöneleceğinden başkanın salonda ilerlemesi oldukça güçleşir. İşte diyorlar, Higgs Alanı-Higgs Parçacıkları ve kütle olayı da budur! Örnekteki parti üyelerini Higgs Parçacıklarının yerine koyarsanız, bu üyelerden oluşan salondaki topluluk da Higgs Alanı olmuş oluyor. Kapıdan içeri giren başkan ise herhangi bir elemanter parçacığı (bu, bir elektron, proton, ya da kütlesi olan herhangi bir başka parçacık olabilir) temsil ediyor! Parti liderinin etrafını kuşatan üyeler, lider salonda ilerlerken onun ilerleyişini zorlaştırarak ona bir kütle kazandırmış oluyorlar!!... Olayı açıklayabilmek için başka örnekler de anlatılıyor. Örneğin, sahilde kumsalda güneşlenen çocuları düşününüz deniyor, ilerde bir dondurmacı arabası göründüğü zaman bütün çocuklar hemen ona doğru koşarlar, onun etrafını kuşatarak ona bir “kütle kazandırırlar”90... Ya da, suda yüzmekte olan bir sandal örneği veriliyor. Suyun sandalla etkileşmesinin onun ilerleyişine karşı direnciyle birlikte ona-sandala-bir “kütle kazandıracağı” söyleniyor!!... Higgs Alanı‟nın maddeyle etkileşmesini sürtünmeye benzetenler de var, maddenin bu etkileşme-sürtünme- sayesinde bir kütleye sahip olduğu söyleniyor (tabi bu örneklerin hepsi bir metafor)… Bütün bu örneklerde ortak olan noktalar Ģunlar: 1-Ortada, “Higgs Alanı” adı verilen ve “heryeri kaplayan” bir alan var. “Higgs Parçacıkları” adı verilen kuantumlardan oluĢan bir madde-enerji alanı bu... 2- Bu alanı oluĢturan parçacıkların belirli bir kütlesi de var ve bunlar hem kendi aralarında hem de diğer elemanter parçacıklarla etkileĢebiliyorlar. Kendi aralarındaki etkileĢmelerle birbirlerine kütle kazandıran bu parçacıklar, elektron, proton vb. gibi diğer parçacıklarla etkileĢince de onların bir kütleye sahip olmalarına neden oluyorlar!!... Örneğin, eğer bir elektronu suda ilerlemeye çalıĢan bir sandala benzetirsek, sandal bir dıĢ kuvvet olarak suyun etkisiyle (K=m.a) nasıl belirli bir kütleye-atalet direncine- sahip oluyorsa, “Higgs Alanı”nda ilerlemeye çalıĢan bir elektron da aynı Ģekilde bir kütleye sahip olmuĢ oluyor!... 3-Maddeyle etkileĢen bu “Higgs Alanı” ve “Higgs Parçacıkları”, her nedense, ıĢıklayani elektromagnetik dalgalarla etkileĢmeye giriĢmiyorlar!!... Bu yüzden de, elektromagnetik dalgalar uzayda (ama, söylendiğine göre uzay “Higgs alanı”yla kaplıdır!... ) hiçbir engelle karĢılaĢmaksızın hareket edebiliyorlar!!91 “UZAY” KAVRAMININ EVRĠMĠ… Newton‟un uzayı, bütün diğer maddi parçacıkların-nesnelerin-içinde yer aldıkları “boĢ” bir sahneydi. Varlığı kendinden olan, yani ezelden beri varolan bu boĢ uzaydasahnede- yer alan bütün diğer varlıklar ise, tıpkı bir tiyatroda yer alan oyunculara benziyorlardı. Evrensel oluĢum ise-bu arada yaĢam da tabi-herbiri bu boĢ uzaya göre “kendinde Ģey” olarak varolan (“objektif mutlak gerçekler” olan) nesneler arasındaki iliĢkilerden ibaretti. Tıpkı bir patates çuvalının içindeki patatesler gibi “kendinde Ģey” olarak varolan nesneler, önce “mutlak uzaya” göre “mutlak gerçeklikler” olarak varoluyorlar, ancak daha sonradır ki kendi aralarında iliĢkilere baĢlıyorlardı. Bütün bu 90 91 Gordon Kane, Spektrum der Wissenschaft, Februar 2006 s.39 Bu konu çok ilginç! Daha sonra tekrar bu noktaya döneceğiz ama, uzayda yol alırken önüne çıkan elemanter parçacıklarla çarpışarak etkileşen fotonlar, her hedense, „heryeri kaplayan“, hem de belirli bir kütleye sahip olan o Higgs parçacıklarıyla etkileşmiyorlar! Niye peki? İşte onu bana değil Cern‟cilere soracaksınız!... 111 oluĢum da, her yerde gerçekleĢiyordu!!... aynı Ģekilde iĢleyen “mutlak bir zamanın” içinde Sonra, fizikçiler Newton‟un bu boş uzayını “eter” adı verilen ve “her yeri kaplayan elastiki bir maddeyle” doldurmaya çalıştılar. Öyle ki, bu “eter”, tıpkı suyun su dalgalarının yayılmasında oynadığı rol gibi elektromagnetik dalgaların yayılmalarında bir “ortam” rolü oynayacaktı. Ancak, daha sonra yapılan deneylerle böyle bir ortamın-“heryeri kaplayan elastiki bir maddenin” bulunmadığı anlaşıldı92... Daha sonra Einstein girdi devreye ve o da dedi ki (“Genel Ġzafiyet Teorisi”), uzay gravitasyonal bir enerji alanıdır (graviton adı verilen kuantumlarla kuantize olan bir enerji alanıdır). Buna göre, her durumda, madde enerjinin yoğunlaĢmıĢ Ģeklinin uzantısı olarak anlaĢılması gereken gravitasyonal alan, adına uzay dediğimiz sahnenin geometrisinin de sorumlusudur. Nesnelerin-bu arada astronomik nesnelerin deuzaydaki hareketleri (baĢka herhangi bir dıĢ kuvvetin etkisine maruz kalmaksızın özgürce gerçekleĢtirdikleri hareketleri) atalet hareketleri olarak anlaĢılmalıydı. Nesneler, gidecek baĢka yerleri olmadığı için, içinde yer aldıkları sistemin uzayında serbest düĢme hareketi yaparken sistem merkezine doğru bir atalet hareketi yaparak varoluyorlardı. Sistemi makroskobik düzeyde bir arada tutan (adına gravitasyon da denilen) bu serbest düĢme hareketiydi... Dikkat edilirse bu durumda, “gravitasyon” ve “gravitasyonal alan”, kendi içinde yer alan diğer nesnelerle etkileşen kuvvet taĢıyıcı bir alan olmaktan çıkıyor artık. O, sadece, uzayın geometrisi olarak bir rol oynuyor. Öte yandan, evet gravitasyonal alan nesnelerin üzerine bir kuvvetle etkide bulunmuyordu ama, onun-yani gravitasyonun- etkisiyle serbest düşme-atalet hareketi- yapan cisimlerin birbirleri üzerindeki etkileri, sonuçları bakımından, bunlar arasında (bunlar birbirlerini sanki belirli bir kuvvetle etkiliyorlarmış gibi) izafi-objektif etkileşmelere neden oluyordu. Örneğin, gravitasyonun etkisiyle merkeze doğru atalet hareketi yaparak düşen parçacıklar bu halleriyle ilk anda herhangi bir kuvvete tabi değildiler, ama onların bu merkeze doğru düşme eylemi, sonuçları itibariyle, bunların-yani bu parçacıkların- birbirlerini sıkıştırmalarına, birbirleriyle etkileşmelerine neden oluyordu (“kara-delik” olayının özü budur)... Biliminsanları o zamandan beri hep bu “gravitasyon” olayının peĢinde koĢtular. Einstein‟ın kendisi bile, elektromagnetik dalgaların oluĢumunu örnek alarak, hep, “ivmelendirilen kütlelerin yayınlayacağı gravitasyonal dalgaları” bulmayı hayal etti. Ama olmadı93! Olmadı, çünkü gravitasyon olayı özü itibariyle farklı bir olaydı. Nesneleri objektif mutlak gerçeklikler olarak ele almaya çalışan mekanik dünya görüşünün-materyalizmin (ve de tabi pozitivizmin) içine sığmıyordu o! Adeta evrenin-evrensel oluşumun alt yapısıydı-evrensel ataletin gerçekleştiği zemindi gravitasyon. Çünkü, eğer gravitasyonal alan su gibi düşünülecek olsaydı, bütün diğer nesneler de o suyun içinde oluşan su dalgaları veya buz parçaları olurdu!... Etkileşme denilen şey ise, ancak su dalgaları, ya da buz parçaları arasında olabilirdi. Direkt olarak gravitasyonal bir etkileşme söz konusu olamazdı. Onun varlığı ancak sonuçları itibariyle ispat edilebilirdi... SORUN NEDĠR, NASIL ORTAYA ÇIKIYOR.. Örneğin, kütle olayını ele alalım. Nedir kütle-“atalet kütlesi”? Nesnelerin bir dıĢ kuvvete karĢı atalet direnci değil midir (m=K/a)? Peki, mademki gravitasyon bir kuvvet 92 Michelson-Morley Deneyi.. Ben olmadı diyorum ama bu arada Amerikalı biliminsanları „gravitasyonal dalgaları“ bulduklarını ilan ettiler bile!!... (Bu konuyu ele alan makaleyi de bu çalışmanın sonuna ekledim!…) 93 112 değildir diyoruz, o halde nasıl olmaktadır da serbest düĢme halindeki nesneler (K=m.a anlamında) objektif bir dıĢ kuvvete tabi olmadan da belirli bir kütleye-“atalet kütlesine” ya da “çekim kütlesine”- sahip olabiliyorlar? Kilit soru budur!... Cern fizikçilerini yanıltan paradoks da budur sanırım! Öyle ya, m=K/a olduğuna göre, eğer K=0 ise, yani ortada belirli bir dıĢ kuvvetin etkisi söz konusu değilse kütlenin de bir anlamı kalmıyordu bu durumda! ĠĢte, Cern fizikçilerinin nesnelere kütle kazandıran “Higgs Alanı” ihtiyacı tam bu noktada ortaya çıkıyor!... Öyle bir “Higgs Alanı” söz konusu olmalıydı ki, nesneler bu alanla etkileĢerek belirli bir atalet-ya da “çekim”kütlesine sahip olmalıydılar!94 Cern fizikçilerine sorarsanız, onlar böyle bir alanın varlığını teorik olarak zaten “çoktan ispat etmişler”! Bütün mesele, artık “zaten bilinen” bu gerçeğin deneysel olarak da ispat edilebilmesindeymiş! Ama bir yandan da, “büyük bir ihtimalle böyle bir alanın ve parçacığın (Higgs Alanı‟nın ve Parçacığı‟nın) varlığını direkt olarak ispat etmenin mümkün olamayacağını, bunun, muhtemelen deney sonuçlarına göre indirekt olarak ortaya çıkabileceğini” söylemeyi de ihmal etmiyorlar!! Ve de diyorlar ki, “deney sonucunda bir Higgs Parçacığı bulunsa bile, bu, halen ortada olan birçok sorunun hemen çözülüvereceği anlamına gelmiyor, yani daha çok işimiz olacak”!... Esasa ilişkin tartışmalara girmeden önce “elemanter parçacıklar fiziğiyle” ilgili benim kafamı kurcalayan bir konu var onu açmak istiyorum!... Parçacıkları-örneğin elektronları veya protonları-çarpıştırıyorsunuz, ya da, bir parçacığı enerji kapasitesi yüksek bir fotonla bombarduman ediyorsunuz ve sonunda o ana kadar “hiç bilinmeyen” yeni parçacıklar elde ediyorsunuz. Ediyorsunuz ama, bunların çoğu doğada stabil olarak-yani belirli bir denge durumu içinde-varolan parçacıklar olmadıkları için, kısa bir süre sonra bunlar yok olup gidiyorlar. “Yok oluyorlar” derken kastedilen, bunların daha stabil olan başka parçacıklara dönüşerek varlıklarını kaybediyor olmalarıdır. (Evreni bir enerji alanı olarak un‟a benzetirsek -tabi bir metafor olarak- laboratuar ortamında bu undan yapacağınız hamura şekil vererek bundan birsürü hamur işi ürün elde edebilirsiniz!! Bir bu var, bir de, aynı hamurdan doğanın kendi ürettiği kalıcı ürünler var)... ġimdi nedir durum? Laboratuarda üretilen bu parçacıkların hepsi aslında-“gerçekte”, doğal denge içinde- “bizden bağımsız olarak varolan” “kendinde Ģey” parçacıklar mıdır; yapılan deneylerle, “gerçekte bizden bağımsız olarak varolan” (potansiyel gerçekler olarak da olsa) “kendinde Ģey” bu parçacıkların “varlığını” mı ortaya çıkarmıĢ oluyoruz; yoksa, bunlar tamamen laboratuar yaratıkları mıdır?... Bu konu birçok parçacık için o kadar önemli değildir belki, çünkü, laboratuarda yapılan deneyler uygun ortamlarda doğada da cereyan ediyorlar ve bu türden parçacıklar bu etkileĢmeler sonucunda herzaman ortaya çıkıp kaybolabiliyorlar. Ama, tartıĢma konusu Higgs Parçacığı olunca iĢin rengi değiĢiyor. Çünkü bu durumda, stabil olmak bir yana, “heryeri kapsayan” “kendinde Ģey” kalıcı bir maddi gerçeklikten bahsediliyor!!... Yani öyle, laboratuar ortamında yaratıyorsun ama, gerçekte-stabil olarak doğada böyle bir paçacık yok Ģeklinde değil; “heryerde, herzaman varolan”, üstelikte bütün diğer parçacıklara-maddeye kütle kazandıran “ kendinde Ģey-mutlak bir gerçeklikten” bahsediliyor! DüĢünebiliyor musunuz, Ģu an varolduğunuz, adına uzay, ya da gravitasyonal alan dediğiniz ortamda bütün uzayı kaplayan “Higgs alanı” diye 94 Burada çok olginç bir nokta var: Eğer Higgs alanıyla etkileĢen nesneler bu arada-bu etkileĢmeden dolayı- bir dıĢ kuvvetin (K) etkisine maruz kaldıkları için belirli bir (m) kütlesine sahip oluyorlarsa o zaman, “cisimler, herhangibir dıĢ kuvvetin etkisine maruz kalmadıkça duruyorlarsa durmaya, belirli bir hızla hareket ediyorlarsa da bu hareketlerini devam ettirmeye çalıĢırlar” diye tanımlanan atalet ilkesini ne yapacağız? Öyle ya, “heryeri dolduran” böyle bir alanla her an etkileĢme halinde olan nesneler nasıl atalet hareketi yapacaklar bu durumda? Yolda giden bir araba bile bir süre sonra sürtünmenin etkisiyle artık gidemez hale gelirken, her an Higgs parçacıklarıyla etkileĢen nesneler nasıl olupta mevcut hareketlerini devam ettirebilecekler? Bunun gibi daha bir sürü soru var ortada cevaplanması gereken!... 113 baĢka bir maddi gerçeklik daha varmıĢ!! Yani, hani, “kütlesi Higgs parçacığının kütlesine benzer bir parçacık bulduk” falan diyorlar ya, “bulunan” bu parçacık, öyle bir an için üretilerek kaybolan bir parçacık falan olmayıp, kalıcı olarak varolan “kendinde Ģey-mutlak bir gerçeklikmiĢ”!!... Kusura bakmayın ama, benim kafam bu türden metafizik-pozitivist kurguları almıyor artık!... ESASA ĠLĠġKĠN BAZI SORULAR... “Higgs alanına” ilişkin olarak Cern‟deki fizikçilerin kafalarında ne türden sorular var bunları tam olarak bilmiyorum, ama benim kafamdaki esasa ilişkin sorular şunlar: 1-Higgs Alanı‟nın ve Parçacığı‟nın ışıkla, yani elektromagnetik dalgalarla etkileşmeye girmeyeceği söyleniyor. Nasıl olur böyle birşey, bunu bir türlü anlamıyorum ben! Şimdiye kadar hiçbir yerde de bunun neden böyle olduğuna dair birşey bulamadım! Kafadan at, “Higgs Alanı ışıkla etkileşmeye girmez” de, olur mu böyle şey, neden girmiyor, bu sorunun cevabını istiyorum!... DüĢünebiliyor musunuz, ortada “heryeri”95, yani “bütün bir uzayı” kaplayan bir madde-enerji alanı var, ama, bu uzayda yol alma-yayılma durumunda olan elektro-magnetik dalgalar bununla hiçbir Ģekilde iliĢki içine girmiyorlar, olamaz böyle Ģey!... Bu o kadar önemlidir ki, belirli bir kütlesi de olduğu söylenen Higgs Parçacıkları‟nın-Alanınınelektromagnetik dalgalarla etkileşmeye girmemesi için ortada olağanüstü bir nedenin olması gerekirdi! Çünkü, bu güne kadarki bilgilere göre, ışığın, yani elektromagnetik dalgaların belirli bir kütlesi olan maddeyle etkileşmeye girmemesi mümkün değildir! En azından, bunlarla çarpışan fotonların bir şekilde yollarından sapmaları, ya da enerji kaybetmeleri falan gerekir diye düşünüyor insan!! Öyle ya, ortada bütün elemanter parçacıklara kütle kazandıran bir madde-enerji deryası var deniyor!... En azından, suyun içinde yol almaya çalışan o kayık gibi fotonların da bir şekilde bundan etkilenmeleri gerekirdi!... Ama, bay Higgs‟in böyle bir iddiada bulunması normal, çünkü eğer Higgs Alanı ve Parçacıkları ışıkla etkileşmeye giriyor olsalardı o zaman sorarlardı adama; nasıl oluyor da elektromagnetik dalgalar hiç enerji kaybetmeden “heryeri kaplayan bu Higgs Alanını” geçerek ilerleyebiliyorlar diye!!... Daha önce öne sürülen ve elektromagnetik dalgaların oluĢup yayıldıkları bir “ortam” olarak düĢünülen “eter”e hiç olmazsa bir “kütle” izafe edilmiyordu, ama bu sefer, belirli bir kütlesi de olan kuantumlardan (Higgs Parçacıkları) oluĢan bir alandan bahsediliyor. Hem ortada böyle bir alan olacak (ve bu alan “her yeri kaplayacak”), hem de bu alan elektromagnetik dalgalarla hiçbir Ģekilde etkileĢmeye girmeyecek, birinin bunu bana açıklaması lazım!... Peki tamam, bir fotonun “hareketsiz hal kütlesi” (Ruhemasse) yoktur, ama onun da “relativistik bir kütlesi” vardır sonunda, bu ne olacak peki! Eğer fotonlar Higgs Alanı‟yla etkileşmeye girmiyorlarsa, onların relativistik kütleleri nasıl ortaya çıkıyor o zaman; hani kütleyi oluşturan bu Higgs alanıydı? Madem ki kütlenin nedeni nesnelerin Higgs Alanı‟ylaHiggs Parçacıkları‟yla etkileşmeleridir, bu durumda sonunda fotonun da bir şekilde bu Higgs Alanı‟yla etkileşmeye girmesi gerekmezmiydi!? Hem sonra, hani kütle ve enerji bir ve aynı şeydi! Hem, bir foton E=hv=mc2 olarak tanımlanan bir enerjiye sahip olacak, ama hem de onun bu enerjisine denk düşen kütlesinin kaynağı (bu kütle relativistik bir kütle de olsa), onun bu kütleye nasıl sahip olduğu hiç sorgulanmayacak! Yok eğer fotonların da Higgs Alanı‟yla etkileşerek belirli bir relativistik kütleye sahip olduklarını söylüyorsanız, bu durumda da elektromagnetik dalgaların-fotonların- Higgs Alanı‟nda ilerlerken nasıl olupta enerji kaybetmediklerini açıklamanız gerekecektir! Öyle ya, bir otoyolda giden araba bile sonunda 95 Sanki öyle “heryer” diye objektif-mutlak bir gerçeklik-bir sahne, kapalı bir sistem-varmış gibi!!... 114 sürtünmeden dolayı enerji kaybetmektedir, nasıl oluyor da elektromagnetik dalgalar hiç enerji kaybetmeden Higgs Alanı‟nda yayılabiliyorlar?... Aynı soru aslında, belirli bir kuantum seviyesinde hareket etmekte olan bir elektron için de geçerlidir. Tamam, diyorsunuz ki, elektron Higgs Alanı‟yla etkileĢerek belirli bir kütleye sahip oluyor. Ama, benim bildiğim kadarıyla, etkileĢmek demek bir kuvvetle etkide bulunmak-dolayısıyla da enerji alıĢ veriĢi yapmak- demektir. Peki, Higgs Parçacıkları‟yla etkileĢirken hiç mi enerji alıp vermiyor elektron! Çünkü, Higgs Parçacıkları elektronu etkileyince elektronun da bir Ģekilde onları etkilemesi gerekir, bütün bu etkileĢmeler hiç bir enerji harcanılmadan mı olmaktadır!... Ve de en önemlisi, hadi anladık “Higgs bosonlarının alınıp verilebilen (austausch) parçacıklar” oldukları söyleniyor, peki elektronla nasıl etkileĢiyor bunlar? Yoksa, elektron tıpkı fotonlar gibi bir de Higgs Parçacıkları mı alıp veriyor!! Gerçekten, bir elektronun Higgs Alanı‟yla nasıl etkileĢtiğini bilmek istiyorum ben! Ama öyle yuvarlak laflarla değil! Elektronun elektromagnetik alanla etkileĢmesi örneğinde olduğu gibi, somut olarak. Çünkü, bir elektronun foton alıĢ veriĢ mekanizmasını bütün açıklığıyla biliyoruz(!), onun, aynı Ģekilde, bu Higgs Parçacıkları‟nı da nasıl alıp verdiğini bilmek istiyorum!!... 2-Deniyor ki, “bütün diğer elemanter parçacıklar bu Higgs Alanı‟yla (ve onun kuantumları olan Higgs Parçacıklarıyla) etkileşerek belirli bir kütleye sahip oluyorlar”. Buna örnek olarak da toplantı salonuna giren liderin- parti genel başkanının- durumu gösteriliyor! Peki ama bu durumda salona girmeden önce o lider neredeydi? Daha baĢka bir deyiĢle, elemanter parçacıklar (örneğin bir elektron) Higgs Alanı‟na girerek onunla etkileĢmeye baĢlamadan önce nerede bulunuyorlardı? Öyle ya, ortada, Higgs Alanı‟na girerek onunla etkileĢmesi sonucunda belirli bir kütleye sahip olan bir elektron var! ĠĢte tam bu noktada ben diyorum ki, madem ki bu Higgs alanı heryeri kaplayan bir alandır, bu elektron daha önce nerede bulunmaktadır? Ben önce sandım ki, “Tanrı Alanı-Parçacıkları” falan da denildiğine göre, bu Higgs Alanı ve parçacıkları evrendeki bütün diğer elemanter parçacıkların temel yapı taşı olarak falan düşünülüyor! Yani örneğin, bir elektronun, ya da quarkların (ve bütün diğer parçacıkların) son tahlilde bu Higgs Parçacıkları‟ndan oluştuğu düşünülüyor!! Öyle ya, başka türlü protonları çarpıştırarak nasıl Higgs Parçacıklar‟ını elde edeceksiniz ki! Ama anlaşılıyor ki Cern fizikçileri böyle düşünmüyorlar. Yani, Higgs Parçacıkları‟nı “evrenin temel yapı taşı” falan olarak görmüyor onlar! Onlara göre Higgs Alan‟ı bütün diğer elemanter parçacıkların-nesnelerintıpkı bir havuz gibi içinde yüzdükleri- “heryeri kaplayan bir alan” oluyor o kadar!... Ama bu durumda da işte, insanın aklına demin ifade etmeye çalıştığımız o soru geliyor: Madem ki bu alan heryeri kaplıyor, o zaman diğer parçacıklar nereden gelipte giriyorlar bu alanın içine? Ne dersiniz, bunlar-bu parçacıklar- “Karadeliğin” içinde mi saklanıyorlardı acaba daha önce!! Çünkü, daha sonra, Higgs alanının “Karadelikle” ve gravitasyonla ilişkisini ele alırken göreceğiz, bu Higgs alanı diğer parçacıklar gibi öyle karadeliğe falan da girmiyor, yani o hep dışarda kalıyor bu arada96! Ne zaman ki, “Büyük patlamayla” birlikte elektronlar-quarklar karadelikten dıĢarı fırlayarak onun-yani Higgs alanının- içine giriyorlar, bunlar ancak o zaman bir kütleye sahip olabiliyorlar! Ġyi peki de, madem ki karadeliğin içinde Higgs alanı-dolayısıyla da kütle falan yok, o halde o elektronlar-quarklar (bütün elemanter parçacıklar) daha önce karadeliğe girerlerken kütlelerinden soyunarak mı giriyorlardı acaba oraya!! Hem sonra, “Karadeliğin içinde Higgs alanı yoksa eğer, nasıl oluyor da orada kütleye bağlı bir oluĢum olan gravitasyon bu kadar olağanüstü boyutlara çıkabiliyor?... 96 Yoksa giriyor mu!! Ama o zaman da başka problemler çıkıyor ortaya, göreceksiniz!!.. 115 3-Higgs Parçacıkları‟nın kendi aralarında da etkileĢtikleri, onların belirli bir kütleye sahip olmalarının nedeninin de zaten onların kendi aralarındaki bu etkileĢme olduğu söyleniyor. Tamam güzel! Ama benim bildiğim kadarıyla iki cisim arasında bir etkileşmenin olabilmesi için bunların aralarında belirli bir sistem ilişkisine-ve de belirli bir mesafeye ihtiyaç vardır. Çünkü, etkileşmek demek bir kuvvet-enerji-informasyon alışverişi demektir, ki bu da ancak belirli kuantumların alış verişiyle olur. Zaten “alış veriş” dediğin anda arada böyle bir ilişkinin- bir mesafenin bulunduğunu da kabul etmiş oluyorsun. Çünkü bir şeyi alıp veren iki kişi-unsur-olması gerekir ortada! Bu nedenle ben, birbirleriye etkileşen Higgs Parçacıkları‟nın arasındaki ilişkinin-ortamın ne olduğunu, ve de, böyle bir ortamın-mesafenin “her yeri kaplayan bir alan” anlayışıyla nasıl bağdaştırılacağını da merak ediyorum doğrusu!... Higgs Parçacıkları‟nın kendi aralarındaki etkileĢmeye iliĢkin olarak bir de Ģu nokta var kafama takılan: Evrendeki bütün nesneler, hem bir tanecik, hem de bir dalga olduklarından, bu Higgs Parçacıkları‟nın da aynı zamanda dalgasal bir yapıya sahip olmaları gerekir. Her dalganın ise bir dalga boyu, frekansı vb. vardır. Soru Ģu Ģimdi: Bütün Higgs Parcacıkları aynı mıdır? Yani bütün Higgs Parçacıkları‟nın hepsini de aynı dalga boyuna-frekansa sahip birer dalga olarak mı ele almalıyız? Eğer böyle ise, bunların kendi aralarındaki etkileĢme de hayli ilginç olmalıdır! Aynı frekansa-dalga boyuna sahip, aralarında hiçbir mesafe olmayan sayısız dalgalar!... Doğrusu böyle bir ortam (Higgs Alanı), böyle bir etkileĢme düĢünemiyorum ben! Ama yok eğer, tıpkı elektromagnetik alanlarda olduğu gibi burada da farklı dalga boyları-frekanslar söz konusu ise, bu durumda da, örneğin bir elektronun hangi türden bir Higgs Alanı‟nın içindeyse ona göre farklı bir kütleye sahip olması gerekmez miydi acaba!!... GRAVĠTASYON, KARA DELĠK VE HĠGGS PARÇACIKLARI!... 4-Higgs Parçacıklar‟ının belirli bir kütlesi olduğuna göre, herhalde bunların da gravitasyona tabi olmaları gerekir. Ama bu durumda, Higgs Alanı‟nın, her durumda içinde yer aldığı uzayın eğimine göre şekilleniyor-onun eğimine uyuyor olması da gerekecektir. Peki o zaman “Kara delik” olayını nasıl açıklayacağız bu durumda? “Karadeliğin”, en sonunda, bir elektron-quark plazması olduğunu söylemiştik (eğer Higgs parçacıkları da gravitasyondan etkilenerek karadeliğe düşüyorlarsa) şimdi buna bir de Higgs Parçacıklarını mı ilave etmek gerekecektir (yoksa onlar da parçalanarak elektron ve quarklara mı dönüşüyorlar!?)... Ama bir yandan da, sıkışmadan dolayı, Karadeliğin içindeki madde-enerji yoğunluğunun olağanüstü boyutlara ulaşacağını söylüyoruz. Gravitasyonun etkisiyle atomların, daha sonra da protonların, nötronların nasıl parçalandıklarını ve ancak parçalanarak oraya sığabildiklerini biliyoruz; peki, belirli bir kütleye sahip olan Higgs Parçacıkları nasıl olacakta sığacaklar o Karadeliğin içine? Öyle ya, daha önce (Kara deliğe düşmeden önce) “bütün evreni kaplayan bir alan” bu Higgs Alanı, peki böyle bir alan ve onu oluşturan kuantumlar-Higgs Parçacıkları- parçalanarak sıkışacak belirli bir iç yapıya da sahip olmadıklarına göre daha sonra nasıl sığacaklar Karadeliğin içine? Bu nokta çok önemli! Madde-enerjinin Karadelikteki sıkıĢmasını ve yoğunlaĢmayı atomların, proton ve nötronların parçalanmasıyla açıklıyorduk, peki, “her yeri kaplayan” bu Higgs Parçacıkları‟nı nasıl sıkıĢtıracak gravitasyon? Yoksa bunların da gene bir iç yapısı var da o mu parçalarına ayrılacak! Ya da, Higgs Parçacıkları elektromagnetik enerjiye mi dönüşecek Karadeliğin içinde!? Ama hani bu Higgs Alanı elektromagnetik dalgalarla etkileşmiyordu, Karadeliğin içinde nasıl olacak bu dönüşme-etkileşme!? Hadi bunu da bir yana bırakalım, eğer Higgs Parçacıkları Karadeliğin içinde elektromagnetik enerjiye dönüşüyorlarsa, o zaman burada bulunan o “olağanüstü yoğunluğu-kütleyi” nasıl açıklayacağız? Öyle ya, olağanüstü yoğunlukta bir kütle için olağanüstü yoğun bir Higgs Alanı‟na ihtiyaç olacaktır Karadeliğin içinde? Soruyorum Ģimdi, “bütün bir evreni kapladığı” söylenen bu Higgs Alanı-Parçacıkları gravitasyon tarafından sıkıĢtırılarak karadeliğin içine nasıl sığdırılacak? Kütlenin olağanüstü yoğunluğa 116 sahip olduğu karadelik gerçekliği ile kütleden sorumlu olan Higgs alanı anlayıĢı nasıl birbiriyle bağdaĢtırılacak!?... Şu satırlar “Herşeyin Teorisi”nden97: “Bu evrende var olan her şey, kendi içinde bir A-B sistemi iken, aynı anda, sistem merkezinde (aşağıdaki şekilde “x”) temsil olunan varlığıyla, bir başka A-B sisteminin içinde A ya da B olarak da yer alır, var olur (buradaki A ve B rasgele-sembolik ifadelerdir). “Birşey”in, ya da “herşeyin” anatomisi.. Yani, her sistem, son tahlilde, madde-enerjinin belirli bir yoğunlaşma biçimi olarak gerçekleşen bir yapıdır. Bu nedenle, örneğin yerküre‟den bahsettiğimiz zaman, gravitasyonal alanından, varsa Higgs Alanı‟na, atomlar ve moleküllerden oluşan gözle görülür kütlesinemaddi varlığına kadar onu bir bütün olarak ele almak gerekir. Çünkü, bütün bunların hepsi, bir sistem olarak ele alındığı zaman yer kürenin-yapının-içinde, onunla birlikte varolan unsurlardır98. Bu demektir ki, eğer günün birinde yerküre Güneşe doğru düşerek yok olacaksa, bütün bu unsurların da (yer kürenin gravitasyonal alanı olarak onun uzayından, varsa eğer onun uzayı içindeki Higgs Alanı‟na kadar bütün diğer unsurların hepsinin de) onunla birlikte yok olması gerekir. Yani, ne öyle, sistem gerçekliğinin dıĢında, belirli bir yapıya ait olmadan “kendinde Ģey” olarak varolan- “her yeri kaplayan”-mutlak bir uzay söz konusu olabilir, ne de gene bunun gibi maddi gerçekliğe bağlı olmadan “kendiliğinden” varolan metafizik-mutlak bir Higgs Alanı! Nasıl ki, Samanyolu Galaksi‟mizin uzayı (yani onun gravitasyonal alanı), GüneĢ‟in uzayı, Yerkürenin uzayı diyoruz, aynı Ģekilde (eğer varsa tabi) Higgs Alanı‟nın da belirli bir sisteme ait olması gerekir... Şimdi diyelim ki, günün birinde Samanyolu Galaksimiz ömrünü tamamladı ve bir Karadelik haline dönüşme sürecine girdi. Gravitasyonun artan baskısıyla atomların, moleküllerin, daha sonra da protonların, nötronların parçalanarak merkeze doğru düşeceklerini, burada olağanüstü bir madde-enerji yoğunluğunun-kütlenin oluşacağını söylüyoruz. Bu arada tabi, galaksinin uzayının da (gravitasyonal alanının da) büzüşerek o kara deliğin içine doğru çekileceğini düşünmemiz gerekecektir. Peki, galaksinin Higgs Alanı ne olacak bu durumda? Belirli bir kütlesi olan, bu yüzden de gravitasyona tabi olması gereken parçacıklardan oluşan bir alan bu; ama söylendiğine göre öyle, proton ve nötronlar falan gibi kendi içlerinde belirli bir yapıya sahip olan parçacıklar değil bunlar; bu yüzden de Higgs Parçacıkları-Bosonlarıarasında, gravitasyonun-sıkışmanın- etkisiyle kaybolacak bir mesafe de yok! O halde soruyorum ben Ģimdi: Nasıl olacak da sistemin-galaksinin-Higgs Alanı kara deliğin içine sığabilecek? Yok eğer deniyorsa ki, bu Higgs Alanı‟nın öyle belirli bir sisteme ait olması falan söz konusu değildir, “her yeri kaplayan” “kendinde Ģey” bir alandır burada söz konusu olan, o zaman ben de derim ki, bu evrende belirli bir sisteme dahil olmadan varolan, her Ģeyin üstünde-dıĢında öyle “her yer” diye biryer yoktur ki böyle “kendinde Ģey” 97 „Sistem Teorisi‟nin Esasları ya da Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi-Herşeyin Teorisi” http://www.aktolga.de/t4.pdf 98 Ama yok eğer, bu Higgs Alanı maddeden-örneğin dünyanın maddi varlığından-bağımsız kendinde şey birşeyse, o zaman söyler misiniz bana, bunun o eski “eter” den farkı nedir? Michelson Morley Deneyi böyle-heryeri kaplayan- bir alanın varolamayacağını deneysel olarak göstermemiş miydi bize..e..o zaman niye tekrar aynı noktaya dönüyoruz ki!.. 117 bir alan varolsun!? Ne öyle “her yeri” kaplayan bir sahne-uzay vardır, ne de “her yeri” kaplayan bir Higgs Alanı!!... Ġstenilirse bütün bunları ispat etmek çok basit aslında, çünkü iki alternatif var ortada: Bu Higgs Alanı, ya sistemler üstü olarak varolan (bu anlamda-bir zamanların “eter”i gibi- “her yeri kaplayan”) “kendinde Ģey” bir maddi gerçekliktir, ya da, her durumda, her sistemin kendine özgü bir uzayı ve onun içinde yer alan bir Higgs Alanı söz konusudur (bu durumda “her yer” kavramı da belirli bir astronomik sisteme özgü izafi bir gerçeklik olarak anlaĢılmalıdır). Eğer doğru olan birincisi ise, bu durumda, bir sistem olarak yer küreye dahil olmadığı için, onun yer kürenin hareketinden de bağımsız olması gerekir! Aynen bir zamanların “eter” anlayıĢı gibi birĢey! Bu nedenle, yaparsınız gene Michelson Morley Deneyi‟ne benzer bir deney ve çıkar sonuç ortaya, var mı yok mu bu alan bulursunuz! Ne uğraĢıyorsunuz ki Cern‟de o zaman!?... Ama yok eğer, “her yer” kavramını izafi olarak kullanıyorsanız, bu durumda gravitasyonal alan gibi Higgs Alanı‟nın da her durumda söz konusu sistemin bir parçası-uzantısı-olması gerekir. Örneğin, yer kürenin Higgs Alanının da yer küreyle birlikte dönüyor-hareket ediyor olması gerekir. Niye bu amaca yönelik deneyler yapmıyorsunuz o zaman! Ne dersiniz, isterseniz önce şu “her yer” kavaramına bir açıklık kazandıralım!... 5-Protonları fizikçileri. çarpıĢtırarak Higgs Parçacıklarını bulabileceklerine inanıyor Cern İki ihtimal var ortada. Birincisi şu: Cern fizikçileri böyle demiyor ama, diyelim ki, bu Higgs Parçacıklar‟ı evrenin temel yapı taşlarıdır. Yani bütün diğer parçacıklar bu Higgs Parçacıkları‟ndan oluşmaktadır. Bu durumda, protonları çarpıştırarak onları oluşturan quarkları ortaya çıkarmanın ve daha sonra quarkların da parçalanmasıyla Higgs Parçacıkları‟nın ortaya çıkmasının bir anlamı vardır!!... İkinci alternatif olarak (ki iddia edilen de bu zaten), “her yeri kaplayan” bir Higgs Alanı var, ama bir de büyük patlamadan sonra “dışardan gelerek” bu alana giren ve onunla etkileşerek belirli bir kütleye sahip olan elemanter parçacıklar -nesneler-var!! Bu durumda, iki parçacığı-örneğin, protonu-birbiriyle çarpıĢtırıyorsunuz. Bunu da gene bir metafor olarak Ģöyle düĢünelim: Suyun dıĢında baĢka herhangi bir maddeden yapılma iki denizaltı var ortada ve bunları-suyun içinde- olağanüstü bir hızla kafa kafaya çarpıĢtırıyoruz? Nasıl ki bu türden iki denizaltıyı çarpıĢtırıp parçalarına ayırdığınız zaman su ortaya çıkmazsa iki protonun çarpıĢmasıyla da nasıl olupta Higgs Parçacıkları‟nın ortaya çıkacağını bir türlü anlamıyorum ben! Eğer bu Higgs Parçacıkları protonların-quarkların-yapı taşları olsaydı, quarklar da parçalanınca en sonunda Higgs Parçacıkları kalırdı ortada diyebilirdik, ama bunu da söylemiyoruz, bu ikisinin (yani Higgs Parçacığı‟yla protonun) birbirinden ayrı olduğunu kabul ediyoruz, o zaman nasıl olupta protonları çarpıştırarak Higgs Parçacıkları‟nı elde edeceğiz? İnsanın aklına bir tek şu geliyor: Nasıl ki iki denizaltı gemisini çarpıştırdığınız zaman, bu çarpışmanın etkisiyle bu arada su da etkilenerek dalgalanacağından, dedektörler aracılığıyla suyun varlığına ilişkin bilgiler de elde edilebilirse, aynen bunun gibi, protonlar çarpıştırılınca da belki Higgs Alanı‟nda meydana gelecek dalgalanmaya bakarak Higgs Parçacıkları‟nın varlığı tesbit edilebilir! Ne diyeyim, benim kafam daha başka türlüsünü almıyor, kolay gelsin!... KUANTUM FĠZĠĞĠNĠN ESASLARI VE HĠGGS KONSEPTĠ... 6-Hani, “Higgs Parçacıkları‟nın nesnelerle etkileĢerek onlara kütle kazandıracağı” söyleniyor ya, biz de, örneğin bir elektronun bir Higgs Parçacığı‟yla etkileĢerek nasıl olup da belirli bir kütleye sahip olacağını düĢünmeye çalıĢalım: Çok açık, bunun tek bir anlamı var ki o da, Higgs alanına girince Higgs Parçacığı‟nın söz konusu elektronu bir “K” kuvvetiyle etkiliyor olmasıdır. Bu durumda, K=m.a ya göre m=K/a 118 olacaktır. Peki bir Higgs Parçacığı elektronu belirli bir “K” kuvvetiyle nasıl etkileyecektir? Kuantum fiziğinde etkileşme kuvvet taşıyan belirli parçacıkların alış verişiyle olur demiştik. Örneğin elektromagnetik etkileşme deyince biz bundan foton alış verişini anlarız. Peki elektronla Higgs Parçacığı nasıl etkileşecek-bu arada ne alıp verilecek? Bu işin başka izahı yoktur, birşey alıp vermeden etkileşme de olmaz! Bu nedenle, açıkça söylenmese de, Cern fizikçilerinin söylemlerinden şöyle bir sonuç çıkıyor: Elektron, aynen bir fotonla etkileşir gibi, bir Higgs Parçacığı‟yla da (“virtuel” anlamda da olsa, onu içine alarak, daha sonra da onu dışarı vererek) etkileşir! Ya da ne bileyim, belki de arada etkileşmeyi sağlayan başka parçacıklar da vardır!! Her ne şekilde olursa olsun bu çok yeni bir şey tabi, kuantum teorisine de büyük katkısı olurdu böyle bir etkileşmenin!... Çünkü, bu güne kadarki bilgilerimizin ığığında biz biliyoruz ki, bir elektron ancak foton alış verişi yaparak dış dünyayla etkileşebiliyordu. Yani, başka türlü bir etkileşme duymadık şimdiye kadar. Ama, bir dakika, yoksa elektron, Higgs Parçacığı alıp vermeden mi onunla etkileşiyor? Fakat bu durumda da, bu mistik etkileşme olayı kuantum fiziğine göre nasıl açıklanacak onu merak ediyorum ben! Hani, “dört temel etkileşme vardı” (!) (elektromagnetik, gravitasyonal, kuvvetli ve zayıf çekirdek etkileşmeleri... bunların hepsi de kendine özgü belirli kuantumların alış verişiyle oluyordu!...) ve fizikçiler olarak bunlar arasındaki ilişkileri bulmaya ve böylece “herşeyin teorisini” formüle etmeye çalışıyorduk!!... Evet, çok açık bir soru: Bir elektron bir Higgs Parçacığı‟yla nasıl etkileĢiyor? Öyle, bir metafor üzerinden, toplantı salonuna giren başkanla parti üyeleri arasındaki etkileşmeye işaret etmekle falan olmaz bu iş!! Burada bile aradaki etkileşimin nöro biyolojik-psikolojik düzeyde oldukça karmaşık bir açıklaması vardır. Bu yüzden öyle, “elektron Higgs parçacığıyla etkileşerek kütleye sahip oluyor” diyerek kolayca çıkamazsınız işin içinden! Bu etkileşimin nasıl olduğu sorusuna açıklık getirmeden istediğiniz kadar Higgs Parçacığı‟ndan, onun elektronla etkileşerek elektrona kütle kazandıracağından falan bahsedin bunu bana anlatamazsınız! Yoksa, gene bir metafor olarak, “suda giden bir kayık su alıp vermeden suyla nasıl etkileşiyorsa elektron da Higgs Alanı‟yla öyle etkileşiyor mu” diyeceksiniz!!... Eğer böyle diyorsanız, helal olsun!! Kuantum fiziği falan hikâye o zaman, Newton yeterdi herşeye, ne lüzum vardı ki daha ötesine!!... 7-Bırakalım Ģimdi Higgs Alanı‟nı falan bir yana da, ben size baĢka bir soru soracağım: ġu ampulden çıkan ıĢık gözümüze kadar nasıl geliyor? Doksan yıldır neyi tartışıyorsunuz siz Allah aşkına, farkında mısınız! Ben, kuantum fiziğinin özünün-dünya görüşünün-halâ kavranılamadığı kanısındayım! Çünkü, eğer kavranılmış olsaydı, böyle Higgs Alanı falan gibi saçmalıklarla uğraşıyor olmazdık bugün! Neden mi? Önce, Heisenberg Ġlkelerinin özü ne idi onu hatırlayalım: Belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektrona ait “özdeğerler” ölçme iĢleminden önce ancak potansiyel gerçeklikler olarak onun dalga fonksiyonu tarafından temsil olunurlar. Yani, ölçme-bilme iĢlemi sonunda elde edilen değerler ölçme iĢleminden önce de (objektif gerçeklikler olarak) varolan, ölçme iĢleminden bağımsız mutlak değerler değildir. Bunlar, objektif izafi değerler olarak, ölçmeetkileĢme iĢlemi esnasında yaratılırlar. Bu bir. Ġkincisi ise, ne türden ölçme iĢlemi yaparsanız yapın, hiçbir zaman, bir elektronun bütün öz değerlerini aynı anda kesin olarak ortaya çıkaramazsınız. Örneğin, hiçbir zaman, bir elektronun uzay zaman içinde belirli bir yerdeki konumunu ve hızını aynı anda kesin olarak (mutlak bir Ģekilde) bilemezsiniz. Bilemediğiniz gibi, bu türden değerler sizin bilincinizden bağımsız olan objektif-mutlak gerçeklikler olarak mevcut da değillerdir. Ama, sadece bir elektronun pozisyonu ve hızı mıdır kesin olarak varolmayan ve bilinemeyen; hayır, aynı Ģekilde, belirli bir “t” anında bir elektronun “E” enerjisini de-dolayısıyla da kütlesini de- tam 119 olarak bilemezsiniz (ve de tabi “gerçekte” de bu türden kesin değerler mevcut değildir). Bütün bunları Ģöyle ifade edelim: E.t h , x . v h Buradaki “E” elektronun enerjisini, “t” zamanı, “x” pozisyonu “v” de hızı göstermektedir, “h” ise Planck sabitesidir... Şu anki konumuz açısından burada bizim için önemli olan birincisidir. Yani, E.t h ifadesine göre, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronun bir “t” anında (bu, t 0 demektir), belirli bir enerjiye (bu da E 0 anlamına gelir) sahip olarak varolduğunu söyleyemeyiz. Bizden-ölçme işlemindenbağımsız bir şekilde “kendinde şey” olarak varolan bu türden objektif-mutlak bir değerden bahsedemeyeceğimiz gibi, ölçerek de bu türden kesin bir değer elde edemeyiz. Çünkü, ne yaparsanız yapın E ve t hiçbir zaman sıfır olamaz, yukardaki eşitlikte sağ tarafta bulunan “h” (yani Planck sabitesi) hiçbir zaman ortadan kalkmaz... Peki bu durumda, “heryeri kaplayan” o Higgs Alanı‟nı nereye koyacağız? Eğer gerçekten böyle bir alan varsa ortada, bu, sürekli bu alanla etkileĢim halinde olan elektronun da, her an, objektif-mutlak bir gerçeklik olarak varolması gerektiği anlamına gelirdi! Yani bu durumda, öyle ihtimaldalgasıymıĢ-potansiyel gerçeklikmiĢ bunlara hiç yer kalmazdı!! Çünkü, bu durumda o zaten her an objektif-mutlak anlamda belirli bir kütleye-dolayısıyla da enerjiye-sahip olan kendinde Ģey bir gerçeklik olurdu!! Öte yandan, durum eğer gerçekten böyle ise, bu durumda Heisenberg Ġlkeleri‟nin de sadece “bizim bilincimize yönelik” sübjektif bir bilgi eksikliğini-ifade ediyor olması gerekirdi! Yani o zaman Heisenberg Ġlkelerini de yeniden yorumlayarak, bunları, söz konusu elektron “aslında” her an objektif mutlak bir gerçeklik olarak vardır ama, biz onun bu varlığını-ve buna iliĢkin değerleri tam olarak bilemeyiz dememiz gerekirdi!... Ki bu da, “gerçekte” belirli bir t 0 anında E 0 dır, ama biz bunu bilemiyoruz, bütün mesele, bilincimize yönelik bir eksiklikten ibarettir anlamına gelecekti! Helal olsun! Doksan yıllık tartıĢmaların sonunda gelinen nokta bu demek, ve de bunun için yapılıyor o on milyar dolarlık deney! Bunun baĢka açıklaması yoktur!... Tabi Ģu anda bunu açıkça söyleyemiyorlar Cern fizikçileri, ama bu iĢin varacağı yer sonunda Kuantum Teorisi‟ni-onun dünya görüĢünü-“çürütmektir”! Hani bir zamanlar Einstein “Tanrı zar atmaz” demiĢti ya! Neydi bunun anlamı: Bunun, “biz bilemeyebiliriz ama, elektron, gerçekte, belirli bir anda ( t 0 anında) belirli bir enerjiye ( E 0 anlamında) sahiptir” den baĢka bir anlamı yoktu!! Tabi bu durumda, bütün diğer özdeğerler de ölçme iĢleminden bağımsız bir Ģekilde “objektif mutlak gerçeklikler” olarak varolmuĢ oluyorlar!! Niye mi: Eğer elektron her an bir Higgs Alanı‟yla etkileĢim halindeyse, o zaman o, her an, belirli bir kuvvetin etkisi altında demektir, ki bu durumda da herĢey K=m.a ya göre tekrar eski (yani Newton fiziğindeki) yerine oturur! Böylece, Bohr ve Heisenberg‟den bu yana süregelen tartıĢmalar da son bulmuĢ, fizikçiler bir oh çekmiĢ olurlar! Ama boĢuna uğraĢmayın, Bohr ve Heisenberg haklıydılar, ve de, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektron hiçbir dıĢ kuvvetin etkisine tabi olmadan (kuantum dalgalanmaları hariç) atalet hareketi yapmaktadır. Bu durumda elektron, bütün özdeğerleriyle (kütlesi, enerjisi, hızı, momentumu dahil) potansiyel bir gerçeklik olarak belirli bir dalga fonksiyonuyla temsil edilir o kadar. Gerisi boĢ laftır!... KÜTLE NEDĠR?... Peki o zaman kütle nedir? Eğer belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronun kütlesi onun bir Higgs Alanı‟yla etkileĢmesinin sonucu değilse, o zaman nedir-neyin sonucudur o? Yani, E=mc2=hv ifadesine göre m=E/c2=hv/c2 deki “m” (“bir elektronun atalet direnci” olarak tanımlanan kütlesi) nedir ve bu nasıl ortaya çıkmaktadır? Eğer belirli bir kuantum seviyesinde K=0 ise, K=m.a da ortada dururken bu “m” ne oluyor? 120 Burada çok ilginç bir durum var, belki oluyor!. ġöyle açıklamaya çalıĢalım: herkesi yanıltan da bu Elinizdeki kalemi bırakınca yere düĢüyor mu! Evet! Niye peki? Newton‟un cevabını biliyoruz: “Yerküre kalemi bir “K” kuvvetiyle çektiği için”, diyordu Newton. Einstein ise, “hayır, yerçekimi diye bir kuvvet yoktur, kalem, önündeki uzay yolu böyle olduğu için yere doğru düĢmektedir” dedi. Doğrusu da bu idi tabi. Ama o zaman da Ģöyle bir soru çıkıyordu ortaya: Eğer serbest düĢme bir atalet hareketiyse, yani bir dıĢ kuvvete (K=m.a) tabi olarak gerçekleĢen bir hareket değilse, bu durumda nasıl olacaktır da (m=K/a olarak ifade edilen) bir atalet kütlesinden bahsedilebilecektir!... Serbest düşmegravitasyon Yeryüzü Yerde durmakta olan cisim Serbest düşmeyi engelleyen aşağıdan yukarıya doğru kuvvet Bu soruya daha önce cevap verdik aslında, ama burada kısaca bir kere daha altını çizelim: Yerküre üzerinde bulunan her cisim-her nesne (bu arada bir elektron da tabi) aynı anda iki tür atalet hareketine tabidir. Bunlardan birincisi gravitasyondan dolayı yerin merkezine doğru düĢme iken, diğeri de, eğer gravitasyon olmasaydı, nesnelerin belirli bir anda sahip oldukları hareketi-ataleti özgürce devam ettirme isteğigüdüsüdür. Yani her cisim-her nesne- aynı anda hem yere doğru düĢmekte, hem de her an sahip olduğu hareketini muhafaza ederek hareket etmek istemektedir. Söz konusu elektron, her an, hem yere doğru düşmekte, hem de, o an içinde bulunduğu hareketini-atalet halinidevam ettirmektedir. Onun yerküre etrafındaki hareketivarlığı aynı anda gerçekleşen bu iki atalet hareketinin sonucudur Yerkürenin üzerinde bulunan herhangibir nesneyi-örneğin bir elektronu ele alıyoruz... Aynı anda, hem kendi etrafında hem de Güneş‟in etrafında dönmekte olan Yerküre Aynı anda hem kendi etrafında, hem de güneĢ‟in etrafında dönmekte olan dünyamızı düĢünüyoruz ve dünyanın üzerinde bulunan herhangi bir cismi-örneğin bir elektronu ele alıyoruz. Az önceki soruyu tekrar soralım Ģimdi: Bu elektronun kütlesi nedir? 121 Newton‟un Ġkinci Hareket Yasası‟nda Kuvvet=kütle x ivme (K=m.a) ile ifade edilen (m) kütle nedir, nasıl tanımlanmaktadır? Bir cismi bir dıĢ kuvvetle (K) etkileyerek ona bir ivme (a) kazandırdığımız zaman onun bu kuvvete karĢı direnci olarak tanımlanmıyor muydu kütle! Bu açık! Ama dikkat ederseniz burada-bu tanımda-daima sıfıra eĢit olmayan bir “dıĢ kuvvet” söz konusudur. Bu durumda (bu tanıma göre) dıĢ kuvvet ortadan kalkınca kütle de (ağırlık gibi) ortadan kalkmakta-anlamını kaybetmektedir sanki!!... İki alternatif var önümüzde: Ya diyeceğiz ki (kuantum fiziğine göre), dünyanın üzerinde, belirli bir kuantum seviyesinde atalet halinde bulunan bir elektronun (söz konusu elektron o an herhangi bir dış kuvvetin etkisi altında olmadığı için) onun objektif bir gerçeklik olarak mutlak anlamda belirli bir kütleye sahip olduğundan da bahsedemeyiz. Ya da tabi (klasik fiziğin tanımına uygun olarak), söz konusu elektron belirli bir kuantum seviyesindeyken bile bir dış kuvvetin etkisi altında olduğu için objektif olarak belirli bir kütleye de sahiptir diyeceğiz!... Doğru cevap aslında birincisi, yani olaya kuantum fiziğinin yaklaĢımı. Ama burada da “anlaĢılması güç bir potansiyel gerçeklik” kavramı var ortada! Yani, nasıl oluyor da nesneler (örneğin bir elektron) K=0 atalet halinde iken dahi “potansiyel gerçeklik” olarak tanımlanabilecek belirli bir kütleye sahip olabiliyorlar, nedir buradaki bu “potansiyel gerçeklik kütlenin” gerçekliği?... Olayı daha da somutlaĢtırabilmek için elektronu bir yana bırakarak onun yerine makroskobik baĢka bir cismi-örneğin bir taĢ parçasınıkoyalım Ģimdi ve düĢünmeye devam edelim: Dünyanın üzerinde bulunan-yerde hareketsiz halde duran- bir taş parçasının kütlesi nedir, ne anlama gelmekte, nasıl oluşmaktadır buradaki o “kütle” kavramı? Bu durumda taşın üzerindeki tek gerçek kuvvet onun serbest düşme hareketini engelleyen aşağıdan yukarıya doğru olan kuvvettir dedik, bu açık. Bunun dışında başka bir kuvvet yoktur taşı etkileyen. Çünkü, serbest düşme hareketine neden olan gravitasyon bir kuvvet değildir. Taşı yere bağlayan gravitasyon olayı olmasaydı, taşın mevcut hareketini devam ettirerek fırlayıp gidecek olması da-atalet hareketi de-bir dış kuvvetle açıklanamayacağına göre, taşın belirli bir kütleye sahip olmasının anlamı nedir? Bir örnek verelim: Elektrik üretiminin yapıldığı bir barajı düĢününüz; dinamonun pervanelerinin üzerine düĢerek onları döndüren suyun yaptığı nedir, aslında bir serbest düĢme hareketi değil midir bu da? “Elbette” mi diyorsunuz! Ama sonuçları itibariyle su o an perveneleri sanki bir dıĢ kuvvetmiĢ gibi etkilemektedir! ĠĢte, benzer bir durum, yerkürenin üzerinde durmakta olan o taĢ (ve bütün diğer nesneler) için de söz konusudur. TaĢ, her an, hem yere doğru serbest düĢme hareketi yapmakta, hem de dünyayla birlikte dönmektedir demiĢtik. Onun yere doğru gerçekleĢen serbest düĢme hareketi yer küre tarafından taĢ üzerine uygulanan bir çekim kuvvetinden (K=m.a , ya da K=GMm/r2) kaynaklanmadığı halde (yerkürenin gravitasyonal alanından, uzayın eğiminden kaynaklanan bir atalet hareketi olduğu halde), bu durum onu-yani taĢı-yerin merkezine bağlayan objektif bir etken-kuvvet- rolünü oynar, bu yüzden de taĢ fırlayıp gitmez, yerküreyle birlikte-ona bağlı olarakdönmeye devam eder. ĠĢte, K=m.a gibi belirli bir dıĢ kuvveti temsil etmediği halde, taĢın serbest düĢme hareketine neden olan ve sonuç itibariyle de onu yerküreye bağlayan gravitasyonal alanın bu etkisidir ki, eğer bu bağlayıcı etken olmasaydı, sahip olduğu atalet hareketini devam ettirerek fırlayıp gidecek olan taĢ üzerinde (sonuçları itibariyle) objektif bir kuvvet etkisi yapar. 122 TaĢın, “atalet direnci” olarak tarif edebileceğimiz belirli bir kütleye sahip olmasına neden olan da budur... Olayı, yavaĢ yavaĢ, bir kere daha ele alalım: Yerde durmakta olan o taş neden atalet hareketini devam ettirerek fırlayıp gitmiyor da duruyordu orada? Taşı yerin merkezine doğru çeken-onu yerküreye bağlayan- bir kuvvet falan yok ki ortada! “Gravitasyonal çekim” denilen şey uzayın yapısından-eğiminden başka birşey değil. Bu nedenle taş, yerküre tarafından bir kuvvetle çekildiği için değil, önünde bulunan uzay yolu öyle olduğu için yerin merkezine doğru gidiyor- serbestçe düşmeye çalışıyor. Ama işte onun bu çabasıdır ki-ataletidir ki- onun fırlayıp gitmesini engelleyen de bu oluyor! Taş aynı anda iki türden atalet hareketi yapıyor. Birisi, sahip olduğu hareketini muhafaza ederek fırlayıp gitme eğilimi-güdüsü, diğeri de yerin merkezine doğru olan serbest düşme eğilimi. TaĢın serbest düĢme eğilimi-güdüsü, onun mevcut hareketini devam ettirerek fırlayıp gitmesine engel olduğu için taĢ sanki bir dıĢ kuvvetin etkisi altındaymıĢ gibi bir kütleye sahip oluyor. Olay budur! Bir elektrondan atoma, yerde durmakta olan bir taĢa kadar, bütün nesnelerin belirli bir kütleye sahip olmalarının nedeni budur. Burada yanıltıcı olan iki faktör var: Birincisi, E=mc2 deki “kütle” kavramı ile K=m.a daki kütle kavramı arasındaki ilişkidir. E=mc2 deki kütle (m) enerjinin yoğunlaşmış şekli olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda kütle ve enerji bir ve aynı şeyin iki farklı varoluş biçiminden başka birşey değildir. K=m.a daki “kütle” kavramı ise, o “yoğunlaşmış enerjinin”, bu varoluş haliyle, bir dış kuvvetin etkisine maruz kaldığı zaman göstereceği reaksiyondur. Örneğin, belirli bir enerji yoğunlaşarak belirli bir kütleye sahip olan bir elektron şeklinde gerçekleştiği zaman, bu kütle mekanik dünyada bir dış kuvvete karşı gösterilen reaksiyon olarak anlam kazanıyor. Kütle olayını ele alırken yanıltıcı olan kavram “atalet kütlesi” kavramıdır. Bu durumda, ortada herhangi bir dıĢ kuvvet söz konusu olmadığı halde, nasıl olmaktadır da “bir dıĢ kuvvete karĢı gösterilen reaksiyon” olarak tanımlanan bir kütleden bahsedilebilmektedir! Sorun buradadır! Gene bir örnekle devam edelim: Uzayda-ağırlığın bulunmadığı bir ortamda- yörünge hareketi yapmakta olan bir uzay gemisini düşünüyoruz. Bir astronot dışarı çıkıyor ve uzay gemisini bütün gücüyle itmeye çalışıyor!99 Belirli bir kütleye-atalet direncine-sahip olduğu için uzay gemisi öyle kolay kolay yerinden kıpırdamayacaktır. Astronotumuzun itmeye devam ettiğini ve bu uzay gemisinin kütlesinin de öyle çok büyük olmadığını düşünelim, ne olur? Astronot itmeye devam ederken, itme kuvveti (uzay gemisi için bu bir dış kuvvettir) belirli bir büyüklüğe ulaşınca K=m.a ya göre uzay gemisi bir “a” ivmesiyle yerinden kıpırdamaya başlar. İşte şimdi tam o “kıpırdanma” anını düşünelim. Eğer o “an” astronot daha fazla itmeyi durdurursa-mevcut itici gücünü muhafaza ederek- ne olur? Ortada gene bir “K” kuvveti vardır gemiyi iten (astronotumuzun hissettiği anlamda) ama henüz daha belirli bir ivme söz konusu değildir, yani a=0 dır. Olaya klasik fiziğin kuralları açısından bakarsak a=0 demek K=0 demektir (K=m.a). Bu durumda kütlenin de sıfır olması gerekir, çünkü, K=m.a ya göre, ortada belirli bir ivme yoksa kütle de yok demektir! Ama gerçekte durum farklıdır. Ortada bir kuvvet vardır aslında (astronotumuz halâ uzay gemisini itmeye devam etmektedir), ama bu kuvvet henüz daha uzay gemisine bir “a” ivmesi kazandıracak eşiği aşmamıştır. Yani sistem-uzay gemisi-o an üzerinde belirli bir dış kuvvet olduğu halde, bu kuvvet henüz daha onun atalet halini bozmasına neden olacak boyutta olmadığından mevcut atalet hareketine devam eder. İşte tam bu sınır anında uzay gemisinin kütlesine onun atalet kütlesi diyoruz. 99 Bu itme işinin mühendislik kısmını okuyucuya bırakıyorum!. 123 Daha önceki örnekte yer küre üzerinde bulunan nesnelerin atalet hareketlerine devam ederek fırlayıp gitmesini engelleyen gravitasyonun etkisi de böyle bir etkidir! Bu durumda nesneler kuvvet olmayan bir kuvvetin-atalet kuvvetinin-etkisi altında belirli bir kütleye sahip olmaktadırlar. Ortada K=m.a ya göre belirli bir ivme olmadığı halde, gerçek bir dıĢ kuvvet söz konusu olmadığı halde, yer küreyle birlikte dönmekte olan nesneler üzerinde gravitasyonun neden olduğu etki onların sanki bir kuvvetin etkisi altındaymıĢ gibi belirli bir kütleye sahip olmalarına neden olmaktadır. Son bir nokta daha: Dünyanın güneĢin etrafındaki dönüĢü, ya da, yer küre üzerinde bulunan nesnelerin yerküre ile birlikte dönmeleri ortada belirli bir büyüklükte bir ivme bulunmasa da, son tahlilde gene de, vektörel bir büyüklük olan hızın yönünün değiĢtiği “düzgün dairesel ivmeli bir dönme hareketi” değil midir? Sorunun cevabı hem evet, hem de hayır olacaktır! Neden hayır olduğu açık! Dünyanın güneĢin etrafında dönmesi, ya da yerküre üzerinde bulunan nesnelerin dünya ile birlikte dönmeleri ipe bağlı bir taĢın dönmesi olayından çok farklıdır. Ġpe bağlı taĢın dönmesinde kolumuz aracılığıyla bir enerji harcayarak bir iĢ yaptığımız halde, dünyayı döndürmek için ne güneĢ bir enerji harcayarak iĢ yapmakta, ne de dünyamız bir enerji harcayarak kendi üzerinde bulunan nesnelerin de kendisiyle birlikte dönmelerine neden olmaktadır100. Bir dıĢ kuvvetin bulunmadığı, dıĢardan enerji verilerek bir iĢ yapma durumunun bulunmadığı bir hareketin ise (klasik anlamda) ivmeli bir hareket olduğunu söyleyemeyiz. Ama öte yandan, az önce yukarda da açıklamaya çalıĢtığımız gibi, bütün nesneler (bu arada dünyamız ve dünya üzerinde bulunan bütün diğer nesneler de) aynı anda iki tür atalet hareketi yaptıklarından (mevcut ataletini devam ettirme isteği ve serbest düĢme) bu iki hareket bir diğeri üzerine sanki bir dıĢ kuvvetmiĢ gibi etkide bulunur ve öyle olur ki, örneğin dünyanın güneĢin etrafındaki hareketi özünde hiçbir Ģekilde ivmeli bir hareket olmadığı halde (bir atalet hareketi olduğu halde) bu, fizikte ivmeli “düzgün dairesel bir hareket” olarak ifade edilir. Atalet kuvvetlerinin-“kuvvet olmayan kuvvetlerin”-neden olduğu bu türden hareketleri mekanik dünyadaki benzerlerinden ayrı olarak ele alabilmek son derece önemlidir. “Ağırlık” konusu... Yerküre üzerindeki ağırlığınızın, yerkürenin gravitasyonal alanından kaynaklandığını biliyorsunuz da, neden kütlenizin içinde bulunduğunuz atalet hareketinin sonucunda ortaya çıktığını göremiyorsunuz! Evet, yerkürenin uzayının eğimi, örneğin ay‟ınkine göre daha fazla olduğu için, yerdeki ağırlığınız ay‟dakine göre daha fazla olmuş oluyor, ama kütleniz değişmiyor, neden? Çünkü m=K/a ya göre eğer “K” küçükse “a” da (yani ivme de) küçük olur, ama “m” (kütle) değişmez-aynı kalır da ondan... Bu kadar basit bir gerçeği-atalet kütlesi gerçeğini- kavrayabilmek-açıklayabilmek için neden milyarlarca dolar paralar harcanılıyor bir türlü anlamıyorum ben! Cern‟deki deneyi kastediyorum tabi! Kütle olayını açıklayabilmek için neden bir “Higgs Alanı‟na” ve “Higgs Parçacığı‟na” ihtiyaç duyuluyor bunu bir türlü anlamıyorum!. Düşünebiliyor musunuz, elinizdeki kalem, ya da kalem bir yana, bizzat siz bu Higgs Alanı‟yla etkileştiğiniz için bir kütleye sahip oluyormuşsunuz! Yani, Higgs Parçacıkları‟yla kalemi-ya da sizin 100 Bu konuyu daha iyi anlamak için mutlaka sitede yer alan 3. Çalışmayı okumanız gerekecektir...(www.aktolga.de 3.Çalışma.. 124 organizmanızı oluşturan atomlar, moleküller etkileştikleri için, söz konusu alan bunların (atomların, moleküllerin) üzerine bir “K” kuvvetiyle etkide bulunuyormuş da, bunlar da o yüzden bir “m” kütlesine sahip oluyorlarmış!... PROTONLAR ÇARPIġINCA “KARADELĠK”MĠ ORTAYA ÇIKAR? 8-Biraz da Ģu, protonları çarpıĢtırarak laboratuarda kara delik elde etme olayının üzerinde duralım: Ben bunu da anlamıyorum! Eğer deneyin kapsamı basında ve internette çıkan haberlerle sınırlıysa, yani eğer bizim bilmediğimiz daha başka etkileşim biçimleri de öngörülmüyorsa, sadece protonların çarpışmasıyla karadelik oluşumu arasındaki ilişkiyi ben gerçekten anlayamıyorum!... Çünkü, protonları çarpıştırdığınız zaman en fazla onun iç yapısını oluşturan kuarkları elde edebilirsiniz. Kuarkları ve bu arada anti kuarkları da tabi. Bunlar da sonra biribirlerini yok ederler ve elektromagnetik enerji haline dönüşürler. Ancak, çarpışma sonunda ortaya çıkması düşünülen bu kuarkların ve anti kuarkların bile dedektörlerle tesbit edilebilecekleri belli değil daha! Çünkü, yüksek enerji ortamında kuark kadar anti kuark da ortaya çıkıyor-üretiliyor- ve bunlar da sonra hemen birbirlerini yok ediyorlar. Eğer bu deneyde kullanılan kameralar bu kadar kısa bir zaman dilimini kayıt altına alabileceklerse belki bu süreci tesbit etmek mümkün olabilir, buna bir diyecek yok. Bu durumda, yani kuarkların ve anti kuarkların deneysel olarak bulunuşuyla birlikte, şimdiye kadar sadece bir teori olarak kalan kuantum kromodinamiğinin kısmen deneysel olarak kanıtlandığını da öğrenmiş olacağız. Kısmen diyorum, çünkü bir de o kuarklar arasındaki ilişkiyi sağlayan “gluonlar” var teoride. Onların da bu deney esnasında tesbit edilip edilemeyeceği belli değil daha. Peki ama, bütün bunların karadelikle ne alâkası var! Çünkü, karadelikte kuarkların yanı sıra bir de elektronlar var! Bir elektron-kuark plazması karadelik. Karadeliği karadelik yapan, gravitasyonun olağanüstü baskısıyla merkeze doğru düĢen madde enerjinin, en son aĢamada bir kuark elektron plazması haline dönüĢmesi. Teori, en sonunda bunların da biribirlerine doğru düĢeceklerini söylüyor. Yani, CERN‟de protonları çarpıĢtırarak kuarkları elde etseniz ne olacak, bununla karadelik arasındaki iliĢki ne? Evet, protonları çarpıĢtırınca bu çarpıĢmanın ürünü olarak bu arada elektron ve anti elektron da elde edebilirsiniz ama olay bu değil ki! Yani, protonları çarpıĢtırarak elde edeceğiniz quarklar ve elektronlarla bitmiyor ki iĢ!... Çünkü, “karadelik” denilen olay öyle basit bir quark-elektron plazması olayı değildir... Bir sistemi temsil ediyor buradaki plazma. Bir galaksi, ya da yıldızlar sistemi kendi iç diyalektiğine tabi olarak gravitasyonun etkisiyle çöküyor ve karadelik böyle ortaya çıkıyor. Yani, buradaki quark-elektron plazması öyle rasgele laboratuarda yaratılacak bir ortam-plazma değildir! Burada, 1-Madde-enerjinin korunumu yasası geçerli olmak zorundadır, 2Elektriksel yüklerin korunumu yasası geçerli olmak zorundadır, 3-Momentumun korunumu yasası, ve bütün bunların sonucu olarak da bilginin korunumu yasası geçerli olmak zorundadır. Yani, evrenin DNA‟sıdı, karadelikteki plazma. Anneden gelen DNA ile, babanın DNA‟ sı birleĢiyorlar burada ve ortaya yeni doğacak çocuğa iliĢkin yeni bir DNA bileĢimi çıkıyor. Karadelik olayı budur. Yoksa öyle laboratuarda, biraz quark, biraz da elektronu yan yana koyun olsun size bir “karadelik”, yok böyle şey! Hem sonra, karadelikteki madde-enerjinin o olağanüstü yoğunluğu nerede kalıyor bu deneyde! Karadelikte yoğunluğun olağanüstü boyutlara varması plazmayı oluşturan elementlerin gidecek başka yer kalmadığı için birbirlerine doğru 125 düşmeleri sonucunu veriyordu, peki protonlar çarpıştırılında da bu durum ortaya çıkacak mı? Eğer, gravitasyonal baskının yerini çarpışmanın şiddeti alacağı için benzeri bir durum ortaya çıkacaksa, o zaman, madde-enerjinin-kütlenin yoğunluğundan sorumlu olan Higgs Alanı‟nın rolü ne olacak bu ortamda? Yani, protonlar çarpıştığı zaman bu çarpışma-etkileşme ortamı oradaki Higgs Alanı‟nı nasıl etkileyecek, çarpışma ortamı bir Higgs Alanı yoğunluğunu da beraberinde getirecek mi? Yoksa bu durumda bir madde enerji yoğunluğunun, dolayısıyla da Higgs Alanındaki yoğunluğun önemi yok mu? Bütün bunlar bana çok mekanik geliyor! Karadeliği-evrenin yeniden yaratılması olayını bu kadar basite indirgemek bana ciddi gelmiyor!.. 9-Bu noktaya nasıl gelindiğini kavrayabilmek için Einstein‟ın bıraktığı yerden baĢlamak lâzım galiba!... hikâyeye Şöyle: Einstein, Genel İzafiyet Teorisi‟nde gravitasyonal alanı açıklamaya çalışırken model olarak elektromagnetik alanı kullanıyordu. Yani, Einstein‟a göre, nasıl ki elektromagnetik alan foton adı verilen (hem tanecik, hem de dalga özelliği bulunan) kuantumlardan oluşuyorsa, gravitasyonal alan da aynı şekilde graviton adı verilen kuantumlardan-parçacıklardan oluşmalıydı. Ve nasıl ki, ivmelendirilen elektronlar-elektriksel olarak yüklü parçacıklarelektromagnetik dalgalar yayınlıyorlarsa, aynı şekilde, ivmelendirilen kütlelerin de gravitasyonal dalgalar yayınlaması gerekirdi. Ama, o günden bu yana, biliminsanlarının bütün gayretlerine rağmen, bu türden “gravitasyonal dalgaları” elde etmek mümkün olamadı (en sonunda geçenlerde Amerikalı biliminsanları onu da bulduklarını ilan ediverdiler)! Bu da, gravitasyonal dalgaların çok hassas olmasına bağlandı. Ve dendi ki, “ilerde uzayda yapılacak deneylerle bu mümkün olabilir”. Çünkü, “yeryüzündeki birçok etkenin bu tür dalgaların tesbit edilmesini engellediği” düşünülüyordu. Hatta yanılmıyorsam tıpkı CERN projesi gibi böyle bir deney girişimi de vardı uzayda yapılmak üzere. Bir yerde, Michelson-Morley Deneyine benzeyeceği söyleniyordu bu deneyin... Yani, sizin anlayacağınız, “işin özünden” kimsenin şüphesi yok! Eğer ivmelendirilen kütlelerin neden olduğu-olacağı gravitasyonal alan diye birşey varsa, fizikçilerimize göre bunun da, aynen elektromagnetik alan gibi “bilimsel anlamda objektif maddi bir gerçeklik olarak” tesbit edilebilir olması gerekiyor! Eğer ilerde birgün (bu yönde yapılacak bütün deneylereçalışmalara rağmen) bunun mümkün olmadığı anlaşılırsa da (yani, objektif bir gerçeklik olarak böyle bir gravitasyonal alanın varlığı belirlenemezse de) , o zaman geriye bir tek alternatif kalacaktır ki, o da Newton‟un boş uzayından başka birşey değildir!. Aslında, Einstein‟dan bu yana, bu ikircikle kıvranıyor fizikçiler! Bir yandan, boş uzay diye birşeyin olamayacağını düşünüyorlar, ama diğer yandan da, “bilimsel anlamda”-objektif bir gerçeklik olarak ispatlanamadığı sürece gravitasyonal alanın varlığına da bir türlü akıl erdiremiyorlar! ĠĢte Higgs Alanı melelesi tam bu ikircikliğe-boĢluğa denk geliyor! Artık gravitasyonal dalgaları bulmaktan umudunu kesmiĢ olan fizikçilerin, “ya doğruysa” diyerekten bu türden bir fantazinin üzerine balıklama atlamalarının nedeni budur bence! Ne dersiniz, bu sorunun cevabı CERN‟de verilebilecek mi acaba, gravitasyonal alanın yerine geçecek bir Higgs Alanı‟nın varlığı ispat edilebilecek mi Cern‟de? Ben diyorum ki hayır! Hayır, çünkü iĢin özü daha çok paralar harcayarak daha hassas deneyler yapmakla falan ilgili değildir, iĢin özü ideolojiktir! Burjuva-kapitalist dünya görüĢüyle ilgilidir! Olayların ve nesnelerin, özünde, birbirlerinden bağımsız mutlakobjektif gerçeklikler olarak varolduklarına iliĢkin mekanik-materyalist dünya görüĢüyle ilgilidir!. Bugün “bilim” denilen Ģeyin yorumu da zaten büyük ölçüde bu dünya görüĢünün etki alanı içindedir? Çünkü, “bilim insanları” da son tahlilde kapitalist dünyanın insanlarıdır. Bugün “bilimsel bakıĢ açısı” denilen Ģeyin altında yatan, feodalizme, idealist dünya görüĢüne karĢı verilen mücadeleler içinde ilerici bir dünya görüĢü olarak ortaya çıkan, bir Newton‟la, bir Einstein‟la baĢarının zirvesine ulaĢan 126 burjuva-materyalist dünya görüĢüdür. Ama artık yetmiyor bu insanlığa. Pozitivizmin iğdiĢ ettiği burjuva bilim anlayıĢıyla daha fazla ilerlemek mümkün değil artık.. Bu görüĢ-bakıĢ açısı bilimsel anlamda ilk kez kuantum teorisinin ortaya çıkıĢıyla darbe yemiĢtir. Heisenberg‟in “Belirsizlik Ġlkesi” aslında materyalizme vurulan öldürücü bir darbeydi. Ama, fazla ileriye gidilemedi o dönemde. Ne Heisenberg, ne de Bohr olayı gerçek zeminine oturtamadılar. KarĢılarında Einstein gibi bir deha vardı ne de olsa... Evet, onların çıkıĢı da son tahlilde materyalizme karĢı bir darbe idi, ama bu arada onlar da ipin ucunu kaçırıyorlar, iĢi sübjektif idealizme vardırıyorlardı. Fakat buna rağmen gene de bize çok önemli bir miras bıraktılar: Bilmek ölçmekle gerçekleĢiyordu, ölçmek ise etkileĢmekti; ama etkileĢince de değiĢtiriyordun. Bu nedenle, bir elektrona iliĢkin olarak ölçerek bilebileceğimiz değerler, ölçme iĢleminden önce de (objektif mutlak bir gerçeklik olarak) varolan bir nesneye-elektrona iliĢkin değerler olmayıp, etkileĢme-ölçme iĢlemi-esnasında yaratılan izafi gerçekliğe iliĢkin değerlerdi. Kuantum fiziği böyle söylüyordu. Makroskobik nesnelerin bu iĢlemin (ölçme-bilme iĢleminin) dıĢında kalmaları ise ilkesel bir olay değildi, onların etkilenme ve durum değiĢtirme eĢiklerinin çok daha geniĢ olmasıyla ilgiliydi. Ölçme aletinden gelen bir fotonun onların-makroskobik nesnelerin- içinde bulunduğu denge durumuna iliĢkin eĢiği aĢarak onları değiĢtirme kapasitesinin bulunmamasıyla ilgiliydi. Bu nedenle, buradan en fazla, günlük hayatımıza iliĢkin olarak kullanım değeri olan bir anlayıĢ ortaya çıkabilirdi. Bunuklasik fiziği- bir dünya görüĢü haline getirerek, buradan, prensipte kendinde Ģey olarak varolmanın esas olduğu sonucu çıkarılamazdı... Dikkat edilsin, bütün bunlar 20.yy ın baĢlarında tartıĢılan Ģeylerdi! Sonra ne oldu peki? “ĠĢçi sınıfı devrimi” oldu! Burjuva ideolojisi mi iĢçi sınıfı ideolojisi mi tartıĢmaları baĢladı! Ve tabi savaĢ geldi sonra da, ve de soğuk savaĢ... Bu günlere gelmek o kadar kolay olmadı yani. Su öyle düzgün bir arazide akarak yol almıyordu! Önüne bir engel çıkıyor, haydi bakalım onu aĢana kadar yıllar geçiyordu. Derken baĢka bir engel daha... Ama artık yolun sonu görünmeye baĢladı... Ġlkel sınıfsızlığın içinden çıkarak sınıflı toplumlar sürecinden geçip gelen insanlık Bilgi Toplumuna-modern anlamda yeni bir sınıfsızlığa doğru gidiyor bugün. MüthiĢ birĢey bu. Bütün eski kalıpları-anlayıĢları yıkarak ilerleyen devrimci bir süreç, bir yeniden doğuĢ adeta. Eski dünyaya ait herĢeyin sallandığı, sonra da yerle bir olduğu bir depremden geçerek ilerliyor insanlık. POTANSĠYEL GERÇEKLĠK NEDĠR?... 10-Hep “potansiyel gerçeklik” deyip duruyoruz, “ne demek bu potansiyel gerçeklik” diye mi düĢünüyorsunuz; “objektif maddi gerçekliğin ötesinde, „potansiyel gerçeklik‟ adı altında metafizik bir baĢka „gerçeklik‟ daha mı vardır” diye soruyorsunuz? Ama durun, önce ben size bazı sorular sorayım: Belirli bir kuantum seviyesinde iken bir elektronun-bir atomun- içinde bulunduğu haldurum objektif bir gerçekliği mi temsil etmektedir? “ ” ile gösterilen bir ihtimal dalgasının objektif maddi gerçekliği var mıdır? “Ha, o kuantum teorisi, onu Bohr-Heisenberg bulmuşlar, maddi bir gerçekliği temsil ediyor olmasa da (o potansiyel bir elektronu temsil ediyor olsa da) bugün kuantum teorisini kullanarak birçok şey yapabiliyoruz, bu yüzden de varsın o da orada bir bilinmeyen olarak kalsın, belki ilerde onu da bir bilen çıkar, sana ne oluyor” diye mi düşünüyorsunuz! Tipik pozitivizm, üzümünü ye bağını sorma!... 127 Bir elektronun, ölçme işleminden önce, gözlemci için ancak ihtimaldalgasıyla temsil edilebilen potansiyel bir gerçeklik olduğunu kabul ediyorsunuz, ama, gravitasyonal alan söz konusu olunca “olamaz böyle şey” diyorsunuz, niye? Ben size söyleyeyim: Sadece oportünizm yatmıyor bu işin altında, bir de Galile‟ye ve Newton‟a “saygıyla” karışık ideolojik körlük de var! Ben diyorum ki, gravitasyon evrenin-objektif maddi gerçekliğinin alt yapısıdır, onun atalet halini temsil eder. Ama ben böyle “atalet hali” falan deyince sizin aklınıza hemen Galile‟nin atalet ilkesi, ya da Newton‟un Birinci Hareket Yasası geliyor tabi, bunu biliyorum ve diyorsunuz ki içinizden, ne alakası var gravitasyonla atalet halinin!! Peki soruyorum ben size, dünya güneĢin etrafında dönerken atalet halinde midir, yoksa “düzgün dairesel ivmeli bir hareket” mi yapmaktadır? Evet, CERN deki ve bütün dünyadaki fizikçilere soruyorum, dünyanın güneĢin etrafındaki hareketi bir atalet hareketi midir yoksa ivmeli bir hareket midir? Önce bu soruya cevap verin sonra CERN‟de gravitasyonal dalgaları, ya da “Tanrı Parçacıklarını” aramaya devam edersiniz!!... Sonuç mu: CERN‟deki deney hiçbir zaman açıklanan amacına ulaĢamayacaktır! UlaĢamayacaktır, çünkü prensip olarak bu mümkün değildir! Bu evrende hiç bir koordinat sistemine bağlı olmadan “kendinde Ģey” olarak varolan mutlak bir gerçeklikgerçeklikler yoktur. Adına ister Higgs Alanı-Parçacığı, ister gravitasyonal alan deyin, öyle heryeri kaplayan bir sahne değildir bu evren! Daha baĢka bir deyiĢle, bir patates çuvalı değildir evren! Daha da ötesi, kapalı bir sistem olarak öyle “herĢeyi içinde barındıran” bir evren de yoktur ortada!... Onun, yani CERN‟deki deneyin en büyük baĢarısı “baĢarısızlığının” tescili olacaktır!101 Ama o zaman da bazıları, buna bakarak, “tamam artık anlaĢılmıĢtır, öyle gravitasyonal alan-ya da Higgs Alanı- diye birĢey yokmuĢ, uzay, Newton‟un dediği gibi boĢ bir sahneden baĢka birĢey değilmiĢ” diyecekler!... Varsın desinler! Herkes inançlarında serbest değil mi! Kimisi “Tanrı Parçacıkları‟na” inanıyor, kimisi de “Tanrıya”! Yunus‟da diyor ki, “bir ben vardır bende benden içeri”!... “GRAVĠTASYONAL DALGALAR” VE “KUANTUM GRAVĠTASYONUNUN” ESASLARI!... Bu makaleyi aktolga.de nin “Makaleler” kısmında ġubat 2016 da yayılamıĢtım.Konuyla iliĢkisi açısından buraya da alıyorum... GĠRĠġ: Önce gazetelerden olayı bir özetleyelim... “Yerçekimsel dalgaların varlığı kanıtlandı102. Bilim insanları; Albert Einstein‟ın 100 yıl önce ortaya attığı fakat çok zayıf oldukları için gözlemlenemeyeceğini düşündüğü yerçekimsel dagaların varlığını kanıtlamayı başardı. Gözlemler sırasında birbiriyle çarpışan iki kara delik tespit ettiklerini belirten bilim insanları, çarpışma sesinin de kaydedildiğini açıkladı... ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ve California Teknoloji Ensitüsü'nden bilim insanları; ortaklaşa düzenledikleri basın toplantısında, 100 yıla yakın süredir ispat edilmesi için çaba gösterilen Einstein'in yerçekimsel dalgalarının gözlemlendiğini duyurdu. Bu keşif, Einstein‟ın Genel İzafiyet Teorisi'nin doğrulanması anlamına geliyor”. BBC'ye konuşan 101 Koca koca fizikçiler diyorlar ki, “Cern deneyinin başarısızlığı fizik biliminin sonu olur”! Hay Allah, gel de işin içinden çık şimdi. Bu arkadaşlarla fizik nedir, bilim nedir bir de bunu tartışmak lazım galiba!... 102 Bu “yerçekimi” kavramının sadece Türkiye‟de kullanıldığını sanmayın; açın bütün fizik kitaplarını, hem Einstein‟dan onun Genel İzafiyet Teorisi‟nden bahsederler, ama hem de hala Newton gibi “yerçekimi” adı verilen bir çekim kuvvetinden!... http://www.milliyet.com.tr/yercekimsel-dalgalarin-varligi/dunya/detay/2192981/default.htm http://www.tagesschau.de/ausland/gravitationswellen-nachweis-105.html 128 projenin Avrupa'daki sorumlusu olan Max Planck Yerçekimi Fiziği Enstitüsü'nden Profesör Karsten Danzmann da, Higgs bozonunun bulunuşu kadar önemli bir keşif yaptıklarını, bu keşfin DNA'nın yapısının anlaşılması ile bir tutulması gerektiğini söyledi. Danzman, "Kesinlikle Nobel'i hak ediyoruz" dedi!!… Sonra da „bulunan“ bu okuyalım: „yerçekimi dalgalarının“ ne olduğu açıklanıyor. Onu da “Yerçekimi dalgaları iki büyük kara deliğin çarpışması gibi şiddetli olaylarla doğuyor ve örneğin bir havuza taş atıldığında yüzeyinde oluşan halkalar gibi dağılmaya başlıyorlar. IĢık hızıyla hareket eden bu dalgalar zamanla yalnızca galaksiye değil, uzay-zamanın tümüne yayılıyor. BaĢka açılardan da ıĢığa benzeyen bu dalgaların, ıĢıktan önemli bir farkları var: Onun gibi baĢka cisimler tarafından saçılmıyor ya da emilmiyorlar. Yani bozulmadan kalıyorlar. Bu nedenle de bilim insanları onlara "Mükemmel haberciler" diyor. Bu dalgalarla gönderilen mesaj, aradan milyonlarca yıl da geçse de ilk günkü gibi kalıyor”... Araştırma nasıl yapıldığına gelince: “Dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuarlar, yıllardır L şeklindeki uzun tüneller boyunca lazer ışıkları yollayarak uzay-zamanın dokusundaki dalgalanmaları saptamaya çalışıyordu. Dalgaların izi, interferometre denen aletlerle ölçülen, bir atomun büyüklüğünden kat kat ufak değişimlerde arandı. Sonunda ilk gözlem, Dünya'ya bir milyardan fazla ışık yılı uzaklıkta iki kara deliğin çarpışması sırasında yapıldı. Üstelik kara deliklerin birleşmesi ABD'de Washington ve Louisiana eyaletlerindeki iki ayrı LIGO ( Lazer İnterferometre Yerçekimi Dalgası Gözlemevi) laboratuarında birden, 14 Eylül 2015'te, 13:51'de saptandı. Yani interferometreler bir milyar yıldan fazla bir süre önce yaşanan olayı kaydedebildi”... Sonra, bu keĢfin “ne iĢimize yarayacağı” da var haberlerde: “Belkİ yarın televizyon veya cep telefonu gibi hayatımızı kolaylaştıracak bir icada dönüşmese de, bu keşif bilimde tam bir çığır açtı. Çünkü bilim insanları kainatla ilgili tüm bilgileri, radyo dalgaları, ışık, X ışınları, gamma ışınları ve kızılötesi ışınlar gibi elektromanyetik dalgalardan topluyor. Bu dalgaların hepsi de, evrende ilerlerken kesintiye uğrayabiliyor. Bu nedenle de, “kâinatın hikâyesi”ni bugüne kadar hep parça parça, eksik halde öğrenebiliyorduk. Yerçekimsel dalgaların saptanması sayesinde, artık astronominin elinde yeni ve çok önemli bir araç var. Bu sayede “kâinatın hikâyesini” yakında bir bütün olarak öğrenebiliriz. Kainatın ilk dönemine ait hiç bilmediğimiz verilere ulaşabilir, esrarını koruyan karadelikleri ve nötron yıldızlarını daha iyi anlayabiliriz. Penn Üniversitesi‟nden Abhay Ashtekar‟a göre “Bu gerçekten, gerçekten heyecan verici bir olay. Kâinata yeni bir pencere açılıyor”… En son söylenecek olanı en baĢta söyleyerek yazıya giriyoruz: Bu söylenilenlerin hiçbirisine katılmıyorum ben!... Bu da gene aynı o „Higgs Boson‟u“ gibi bir balondur!... Göreceksiniz bakın bu „buluĢ“ için de gene bir „Nobel ödülü“ verecekler!... Ġyi, versinler, ödülü vermek kolay da, verince bitiyor mu iĢ! O „Higgs Bosonu „ „bulunalı“ kaç yıl oldu neden hala fizik kitaplarını değiĢtirmediler acaba, yoksa „biliminsanları“ hala emin değiler mi bu „buluĢtan“!?… 129 Farkındayım, böyle bir makaleyi akademik kariyeri olan hiçbir biliminsanı yazamazdı! Çünkü, herşeyden önce akademik disiplin girerdi işin içine! Arkasından gelecek reaksiyonu-belki de işinden olmayı- göze almak gerekirdi!! „Elin adamı „buldum“ diyor işte, o kadar, sana mı kalmış gerisi“ derlerdi!... Peki, madem ki yazdın, o zaman neden başka bir yere, örneğin „bilimsel yayın“ yapan bir dergiye göndermedin de denebilir!... Ne dersiniz yayınlarlar mıydı acaba!?... İsterseniz benim adıma siz bir deneyin!… Benim kaybedecek birĢeyim, ya da kimseden bir beklentim yok, eğer bu düĢünceler doğruysa zaten onlar yolunu bulur; yok değillerse de o zaman zaten yapacak birĢey yok diye düĢünüyorum!... Evet, tekrar ediyorum: Hem o „Higgs Bosonu“ „buluĢu“, hem de, „vuvuu“ diye ses bile getirdiği söylenilen bu „Gravitasyonal dalgalar“ hikayesi, bunların ikisi de bana göre metafiziktir; böyle birĢey olamaz! Bütün bunlar ta o Newton zamanından beri „biliminsanlarına“ musallat olan materyalist-pozitivist zihinsel virüsle- dünya görüĢüyle ilgili illüzyonlardır. O „biliminsanları“ ki, geçen yüzyılın baĢlarından bu yana diĢe dokunur hiçbir Ģey bulamadılar! Heisenberg-Bohr döneminden sonra bilimsel çalıĢmalar tıkandı kaldı. Milyarlarca doları bulan harcamalar hep o sakat dünya görüĢü yüzünden boĢa harcandı. ġimdi bunu onlar da görüyorlar, bütün tahsisatlarının kesilme tehlikesi var ortada-nitekim tam bir kesinti söz konusu olduğu zaman ortaya çıkıyor bu „buluĢlar“!!... Meselenin bir diğer ilginç yanı da „biliminsanlarının“ iĢin içine hep Nobel‟i katarak „bakın gerçekten bulduk“ diyerek destek ihtiyacı hissetmeleri!... Ama bence boĢuna çaba, bütün bu saçmalıklara („akarsuya karĢı kürek çeker“ gibi !) tek bir kiĢi bile karĢı çıksa yeter!... Önce aĢağıdaki sorulara bir cevap alalım bakalım!... EVET, CEVAP ĠSTĠYORUM!... „Gravitasyonal dalgalardan“ bahsediyorsunuz. Bakın ben „bilimadamı“ değilim. Bir zamanlar “devrim yapmaktan” fırsat bulupta Fizik Bölümü‟nü bitirmeye bile zamanım olmamıştı (!); ama, daha sonra girdiğim cezaevinde-sonra da dışarda- bütün o fizik kitaplarını adeta yeryutar gibi hatmetmeye çalışarak açığı kapatmaya çalıştım. Neyse konuya dönelim: Ortada, ölçü aletleri vasıtasıyla varlığı „bilinen“ (hatta „vuvuu“ diye sesi bile duyulan(!)) ölçme nesnesi „objektif gerçeklik“ bir dalgadan bahsettiğiniz an bunun bir frekansının-dalga boyunun da olması gerekir; öyle değil mi?... Bunu da ölçebildiniz mi bari!!... Ama bitmedi: Gene o fizik kitaplarında her dalgasal hareketin aynı zamanda bir tanecik kuantum-yapısına sahip olduğu da anlatılır. Örneğin her elektromagnetik dalga aynı zamanda „foton“ adı verilen bir tanecik yapısına da sahiptir vb. Şimdi soru şu: Bu, „gravitasyonal dalgaların“ kuantumu olarak bilinen o GRAVĠTONLAR‟I soracağım, onları da bir ölçü nesnesi olarak belirleyebildiniz mi!?... Bakın açık konuĢalım; eğer bu sorulara verilecek bir cevabınız yoksa gerisi hikayedir!... Bilmek nedir?... Evet hikayedir, çünkü, Kuantum fiziğinin ortaya çıkışından bu yana-hadi Heisenberg‟den bu yana diyelim-biliyoruz ki, „bilmek ölçmekle gerçekleşir. Ölçmek ise etkileşmektir, yani bilmek için bir şekilde (en azından bir fotonla) ölçme nesnesini etkileyerek ondan bir mesaj alabilmeniz gerekir. Ki bu durumda da onu değiştirmiş olacağınız için, artık ölçerek bildiğiniz o nesne-obje-„ölçme işleminden önce objektif mutlak bir gerçeklik olarak varolan“ bir nesne 130 olmaktan çıkıyor, sizin ölçme işlemi esnasında etkileyerek değiştirdiğiniz-yarattığınız- ölçme nesnesine ait bilgiler oluyor… ġĠMDĠ SORUYU TEKRARLIYORUM: „Gravitasyonal dalgaları“ ölçü aletlerinizle-interferometer-tesbit ettiğinizi, hatta onların „vuvuu“ diye sesini bile duyduğunuzu söylüyorsunuz; ölçme iĢlemini yaptığınız Laser interferometresinde kullanılan („bir protondan on bin kere daha küçük olduğu“ söylenilen) o fotonlar (ki, laser ıĢını da olsa onun kuantumları da son tahlilde fotonlardır) ölçme nesnesi-objesi-olan gravitasyonal dalgalarla ve de onların kuantumu olan gravitonlarla nasıl etkileĢtiler? Öyle ya, baĢka türlüsü söz konusu olamaz!… Son tahlilde, „gravitasyonal dalgaları“ bir fotonla etkileyerek graviton hakkında bilgi edinmiĢ oluyorsunuz. Bunun anlamı budur!… Nasıl oluyor bu iĢ?... Öyle, „bir protondan on bin kere daha küçük bir foton“ kullanıldı sözü bence birĢey ifade etmiyor!... Yani bununla, ölçme aletinde kullanılan fotonun bir gravitondan daha küçük ve hassas olduğunu mu söylemiĢ oluyorsunuz? Bu nokta çok önemli!... -Ama bitmedi!! Diyorsunuz ki, „elektromagnetik dalgaların aksine bunlar maddeyle etkileĢmeye giriĢmedikleri için (yani, yol boyunca önlerine çıkan nesnelerle madde enerji alıĢ veriĢi yapmadıkları için) hiç bozulmadan kalıyorlar. Bu yüzden de o ilk oluĢum anına iliĢkin bilgileri bize getirme özelliğine sahipler“!!... Peki Ģimdi bu ne?? Madem ki bu „gravitasyonal dalgalar“ yol boyunca maddeenerjiyle etkileĢemiyorlar, o zaman bu dalgaları keĢfederken interferometrenizde kullandığınız o ölçme fotonu nasıl etkileĢti onlarla!!... Yoksa ölçme aletinizle bu „gravitasyonal dalgalar“ arasında hiçbir etkileĢme olmadı mı!?... Eğer iddianız bu ise, o zaman bütün o fizik kitaplarını-kuantum fiziğini, Heisenbergleri, Bohrları falan atın bir tarafa!… Bir Ģeyin-nesnenin- arada hiçbir etkileĢme olmadan varlığı hakkında bilgiye sahip olmak demek, onun ölçme aletlerinden bağımsız objektif mutlak bir gerçeklik olarak varolduğunu kabul etmek demektir ki, bu da sizi, 21.yy falan derken koĢar adım Newton‟un paradigmasına geri dönüĢe götürür!! Ama zaten gölgesine sığınmaya çalıĢtığınız Einstein‟in varlık bilim anlayıĢının temelinde de bu türden bir materyalizm yatmıyor muydu!… Hem, „iki karadeliğin çarpışmasından sonra meydana gelen ve uzaya „gravitasyonal dalgalar“ şeklinde yayılan bir enerjiden“ bahsedeceksiniz (bu demektir ki, E=hv gereğince ortada belirli bir frekansı olan, gravitonlarla kuantize „objektif gerçeklik“ bir dalgasal hareket vardır), ama hem de bunun ardından, „bu dalgalar madde enerjiyle hiçbir etkileşmeye girişmiyorlar „ diyeceksiniz!!… Nedir bu şimdi?... „Vuvvuu“ diye dalgaların sesini bile duyduğunuza göre demek ki o dalgaların dalga boylarını bir şekilde ses dalgaları haline bile dönüştürmüşsünüz demektir!… Çünkü o „vuvuu“ sesi orijinal bir ses olamaz, havanın olmadığı yerde ses olur mu hiç? Yani demek istiyorum ki, işi bu kadar ileri götürmüş olduğunuza bakılırsa sizin bu „gravitasyonal dalgalarla“ Heisenberg‟in tanımladığı anlamda bir ilişkiye-etkileşmeye girmiş olmanız gerekir; tamam o zaman ben de yukarıdaki sorularıma cevap istiyorum… -E=hv bu „dalgalar“ için de geçerli midir (buradaki „E“ enerji, „h“ Planck katsayısı, „v“ de frekanstır)? E=mc2 hala geçerli midir („E“, enerji, „m“, kütle, „c“ de ıĢığın hızını temsil ediyor)?... Geçerli ise nasıl, „bu dalgalar madem ki maddeyle iliĢkiye geçemiyorlar o zaman yukardaki formüllerle aradaki 131 bağlantıyı nasıl kuruyorsunuz?? Yok eğer değilse?? O zaman kıyamet kopar iĢte!!... O zaman Einstein bile sizi kurtaramaz!!... “İki büyük kütlenin-iki büyük madde, enerji yoğunluğunun-çarpışması sonucunda yeni bir sentez-kütle meydana gelirken” bununla birlikte yeni bir uzay-yani gravitasyonal alan da meydana gelir. Bu doğrudur. Bu arada çevreye yayılacak “enerji”de tıpkı bir kimyasal reaksiyonda (örneğin H2 ve O arasında cereyan eden bir reaksiyonda H2+O=H2O) bir sentez olarak H2O meydana gelirken dışarıya bir miktar enerjinin salınmasına benzer... Ama bunun, Einstein‟in öngördüğü şekilde, “ivmelendirilen kütlelerin de tıpkı ivmelendirilen elektronlar gibi uzaya enerji yaymalarıyla (bu kez “gravitasyonal dalgalar” şeklinde) alakası yoktur!!... -Son bir nokta da haberde geçen "kütle çekim dalgaları" kavramı üzerine!!... Birkere Gravitasyon demek “kütle çekimi” demek değildir... Çünkü, "kütle cekimi" diye birĢey yoktur!!... Elinizdeki kalemi bırakınca yere düşüyor, neden? Yerküre onu “çektiği” için mi!! Newton böyle diyordu, fakat artık Einstein'dan bu yana bunun böyle olmadığını, kalemin yerküre onu bir kuvvetle kendisine doğru çektiği için değil, uzay yolu- uzayın geometrisi olarak Gravitasyonal alan-böyle olduğu için, yani gidecek başka yolu olmadığı için yerküreye doğru düştüğünü biliyoruz ki, bunun da bilimsel adı herhangi bir kuvvete tabi olmadan yapılan "serbest düşmedir"!!... BU BĠLĠMĠNSANLARININ KAFASINDAKĠ EVREN TABLOSU NEDĠR?... Şimdi bakın, bütün bunlar -“Higgs Bosonu”, “ivmelendirilen kütlelerin gravitasyonal dalgalar yayınlamaları” vb -ne anlama geliyor biliyor musunuz?... Bence bunun için önce bu türden “keşiflerle” uğraşan biliminsanlarının kafalarındaki evren tablosuna bakmak lazım?... İşin özü burada!... Gerisi puzzelin parçalarıyla uğraşmak oluyor!!... Adına “evren” denilen içi su dolu bir büyük havuz düşünün-isterseniz “deniz” diyelim buna (bu bir metafor tabi!)... Şimdi, saygıdeğer biliminsanları diyorlar ki, “suyun üstündeki dalgaları keşfettik”-“gravitasyonal dalgalar”dan bahsediyorlar-!!... Suyun ne olduğunu biliyoruz. H2O moleküllerinden oluĢan bir madde bu... Diyelim ki, “gravitasyonal alan”da su molekülleri gibi “gravitonlar”dan oluĢuyor... Peki su dalgası dediğimiz Ģey nedir?... Suya bir taĢ atarak su dalgalarının oluĢmasına neden olduğumuz zaman, nedir bu oluĢan dalgalar? Burada hareket eden sadece su molekülleri midir? ĠĢte size çok basit, ama esasa iliĢkin bir soru!... Evet, su dalgası nedir?... Su dalgası, belirli miktardaki su molekülünün bir araya gelerek oluĢturduğu su kuantumlarından meydana gelen, belirli bir frekansı, dalga boyu bulunan-yayılmak için de ortam-“medium” olarak suyu kullanan, yani suda meydana gelen dalgasal bir harekettir... Biz biliyoruz ki, her dalgasal hareket aynı zamanda kendi içinde kuantize bir yapıya sahiptir. Aynen elektromagnetik dalgalarda olduğu gibi... Nasıl ki elektromagnetik dalgalar aynı zamanda foton adı verilen kuantumlardan oluĢuyorsa, aynı Ģekilde, su dalgaları da belirli miktardaki su molekülünün bir araya gelmesiyle vücut bulan su kuantumlarından oluĢurlar. Havada yayılan ses dalgaları da öyledir. Bunlar da gene aynı anda hem belirli bir frekansı ve dalga boyu olan bir dalgadır, ama hem de havadaki belirli miktarda molekülün biraraya gelmesiyle ortaya çıkan ses kuantumlarından oluĢurlar-bunlara da “phonon” deniyor… 132 -ġimdi soruyorum, nedir Ģu sizin “gravitasyonal dalgalarınızın” dalga-tanecik yapısı? Buradaki gravitonlar da biraraya gelerek ne türden bir kuantum oluĢturuyorlar acaba, hiç düĢündünüz mü bunu?... Yoksa bunların o türden kuantumlar oluĢturmaya falan ihtiyaçları yok mu!?... Düşünün, içinde sayısız miktarda dalganın meydana geldiği bir deniz var ortada... Bu dalgaların her birinin kendisine göre bir frekansı-dalga boyu var, ama nasıl oluyorsa bunların hepsinin kuantize yapısı da aynı su molekülü, nedense, frekansı farklı olan her dalga gene farklı bir bir su kuantumuyla temsil edilmiyor!... Olmaz böyle şey!!... ġimdi müsade ederseniz sıra bende!... Aşağıdaki satırlar 2004‟te yayınlanan “Doğa‟da Sistem Gerçekliği ve İnformasyon İşleme Süreci” başlıklı çalışmamdan: http://www.aktolga.de/t3.pdf ... İşin içine daha çok girmek istiyorsanız, arada kullanılan bazı kavramlar size yabancı geliyorsa daha geniş açıklamalar için direkt olarak linke girip çalışmanın bütününü okumanız gerekecektir!... “KUANTUM GRAVĠTASYONU‟NUN” TEMELLERĠ... Sesli olarak düĢünmeye devam ediyoruz: Elektrona ait “ihtimal dalgasının” (bunun nasıl bir dalga olduğu yukardaki linkte açıklanıyor) elektronun etrafındaki daha az yoğun enerji alanıyla birlikte, uzayın bir parçası olarak, potansiyel bir madde-enerji yoğunluğu olduğunu söylemiĢtik103. Şu an bizi esas ilgilendiren elektronun etrafındaki alan-uzay- olduğundan merkezdeki yoğunluğu bir kenara bırakarak yolumuza devam ediyoruz. HerĢeyden önce, “gravitonlarla” kuantize, gravitasyonal bir enerji alanıdır bu. Bir de tabi, elektronun elektriksel yükünden dolayı, fotonlarla kuantize elektromagnetik bir alan söz konusudur burada. Öyle ki, elektrona ait uzayda elektromagnetik alanla gravitasyonal alan aynı uzayı paylaĢarak içiçe varolmaktadırlar… Bu durum “biliminsanlarınca” genellikle Ģöyle yorumlanır: Önce, adına “uzay” denilen bir “gravitasyonal alan” vardır! Sonra da bunun üzerinde (“uzay” adı verilen bu sahnede) oyuncular gibi yer alan elektromagnetik alan-dalgalar! “Bugün bilim çevrelerinde” kabul gören genel kanı budur. Kanı diyorum, çünkü bu bilimsel bir tesbit falan değildir! Bana göre, mekanik- materyalist- pozitivist dünya görüĢüne-“bilim” anlayıĢına-inancına uygun bir tahmindir!... Şimdiye kadar “uzay”, “gravitasyonal alan” falan deyince bundan anlaşılan, daha çok, içinde bütün diğer varlıkların yer aldığı “kendinde şey” boş bir sahne idi-Newton‟dan kalan miras budur-! Şimdi, belirli bir enerji muhtevası olan “gravitasyonal dalgaların bulunduğu”da ilan edildiğine göre, insan en azından bundan sonra artık Newton gibi “boş uzaydan” bahsedilmez diye düşünmek istiyor! Ancak bu bakış açısının özünde bir değişiklik olacağını hiç sanmıyorum; çünkü saygıdeğer biliminsanlarının kafa yapıları-evrene bakış açıları hala aynı!... “BoĢ” değil de “dolu” deseler ne olacak yani, “maddeyle etkileĢmeye giriĢemeyen”, ama gene de “ölçü aletleri aracılığıyla varlığı tesbit edilebilen”(!), “kendinde Ģey-objektif mutlak gerçeklik” anlayıĢı yatmıyor mu bunun altıda!!... Bu evren tasavvuru insanı otomatikman, içinde-üzerinde-yer alan bütün diğer varlıklardan bağımsız “mutlak gerçeklik” bir evren anlayıĢına götürmez mi? Yani ortada adına evren veya uzay denilen bir sahne var gene ve de bütün diğer varlıklar da bunun içinde belirli bir oyunu oynayan oyuncular gibi yer alıyorlar!!... Bunun, evren 103 Burada, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektrondan bahsettiğimizi unutmayalım!.Ayrıca, zaten, ihtimaldalgası olarak uzayda “serbest halde” bulunan bir elektronla, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan elektron arasında hiçbir fark yoktur! 133 tasavvuru olarak bir patates çuvalı ve onun içindeki patatesler anlayıĢından farkı ne? Ġçi ister “dolu” olsun ister “boĢ“, aynı “kendinde Ģey” kafa yapısı değil mi bütün bunları icat eden!!... Devam ediyoruz: ĠĢin “gerçeğinden” bahsediliyor, “gerçek” ne peki? Var mı öyle “gerçek” diye “boĢ” ya da “dolu” olan “uzay” adında “objektifmutlak bir gerçeklik”? Önce insanların kafasına böyle bir idee sokuluyor. Yani, sanki adına “uzay” denilen ve “önceden varolan”, bütün diğer varlıkların ise -bunlar da gene “kendinde şey” “objektif mutlak gerçekliklerdir”- daha sonra bir puzzelin parçaları gibi “kendinde şey” bu büyük tablonun içine yerleştirildiği bir sahne varmış gibi izlenim yaratılıyor! Sonra, siz artık “var olduğu” baştan kabul edilmiş olan bu-“gerçeği”-bu temeli-sorgulamakla değil de, o sahnenin içindeki puzzelin parçalarıyla uğraşmakla vakit harcıyorsunuz, binanın yükseldiği “gerçek” denilen o zemini tartışmak artık hiç aklınıza gelmiyor!... Evet, nedir o “gerçek” denilen “uzay” ve bu uzayda ortaya çıkan “uzay dalgaları”?... ġimdi sıkı durun, bu genel kabulün (o, “objektif mutlak gerçek”uzay anlayıĢının) dıĢına çıkarak farklı düĢünmeye çalıĢacağız: Madem ki elektromagnetik alanla gravitasyonal alan elektronun etrafındaki uzayda içiçe birlikte yer alıyorlar, neden adına uzay dediğimiz gravitasyonal alan da elektromagnetik dalgalar için (tıpkı suyun su dalgaları, ya da havanın ses dalgaları için oynadığı role benzer bir Ģekilde) bir medium-ortam rolünü oynamasın? Bu türden bir oluĢumu yasaklayan bilimsel bir engel var mıdır ortada?... Michelson-Morley Deneyi mi? Hiç ilgisi yok! Michelson-Morley Deneyi, “Esir”104 adı verilen, boĢ uzayı dolduran (yani, ondan ayrı olarak varolan) elastiki bir maddeninortamın bulunmadığını ispat etmiĢtir. “Esir” anlayıĢının altında yatan, “boĢ uzayı kapsayan, yerküre‟den ayrı olan, onunla birlikte hareket etmeyen-“kendine özgü bir maddi gerçeklik” olarak bir “ortamdır”. Halbuki gravitasyonal alan yerkürenin maddi gerçekliğinin bir parçasıdır (bakın Ģimdi siz de “gravitasyonal dalgalar” falan diyerek bu gerçeği ispat ettiğinizi söylüyorsunuz zaten!). Yerküreyi bir madde-enerji yoğunluğu olarak düĢünürsek, gravitasyonal alan da, bu yoğunluğun etrafındaki daha az yoğun, ama onun bir parçası olarak varolan uzaydır; yerküreyle birlikte, yerkürenin ve güneĢ‟in etrafında dönen bir enerji alanıdır yani105. -Statik, ya da yerkürenin maddi gerçekliğinin dıĢında bir uzay-alandan değil, madde enerji yoğunluğunun uzantısı, dinamik bir uzaydan-alandan bahsediyoruz. Ve elektromagnetik alanın-dalgaların da, tıpkı su dalgalarının suyun içinde oluĢmaları ve yayılmaları gibi, ortam olarak böyle bir gravitasyonal alanı kullanarak oluĢup hareket edebileceklerini düĢünüyoruz. -Dikkat edilsin elektronun titreĢmesiyle birlikte etrafındaki uzayın da titreĢtiğini ve gravitasyon dalgaları olarak elektromagnetik dalgaların bu Ģekilde oluĢtuğunu ileri sürerken en önemli dayanağımız elektronun etrafındaki gravitasyonal alanın onun bir parçası olması gerçeğidir. Yani bu durumda maddi bir gerçeklik olan elektron kendi 104 Bir soru: Bu “esir” ile, gene onun gibi “her yeri kaplayan bir alan” olan “Higgs Alanı” arasında prensip olarak ne fark vardır, ya da bir fark var mıdır?.. 105 Yani öyle, “önce boş bir uzay vardır” da, sonra da “onun içinde dünya, güneş falan gibi astronomik cisimler dönüp durmaktadırlar” diye birşey söz konusu değildir!!... 134 dıĢındaki bir uzayla-gravitasyonal alanla- etkileĢmeye giriĢmiĢ olmuyor!... Elektron titreĢtikçe otomatik bir Ģekilde onun uzantısı olan-ona ait olan uzay-gravitasyonal alan da titreĢtiği için, elektronun titreĢim frekansına uygun bir gravitasyonal dalga ortaya çıkıyor. Çok önemli Ģeyler söylediğimizin farkındayım! Bunların doğru olması halinde buradan ne gibi sonuçların çıkacağı da ortadadır! Ama, “söylemek yetmez, bütün bunların ispat edilmesi gerekir” diye mi düĢünüyorsunuz!... Bakın, önce ben size şunu sorayım: Yukarda ortaya koymaya çalıştığımız tablonun önünde bilimsel anlamda bir engel var mıdır bugün ortada?... İsterseniz cevabını birlikte verelim: Hayır yoktur! “Ya gravitasyonal alan”, “o nedir-nasıl bir gerçektir” mi diyorsunuz? Onun ne olduğu, nasıl bir “gerçeklik” olduğu bir yana, bugün birçok bilimsel çalışmanın temelinde zaten böyle bir madde-enerji alanının varlığı varsayımı yatmıyor mu; varsayımın da ötesinde, ıĢığın, yani elektromagnetik dalgaların uzayın geometrisini oluĢturan gravitasyonal alan tarafından saptırıldığı da zaten bilimsel olarak ispat edilmiĢ bir gerçek değil mi? Tamam işte, şimdi siz o uzayda yer alan “dalgaları” bulduğunuzu da söylüyorsunuz, bu durumda daha ne kalıyor geriye? Şimdi bütün mesele, “bulunan” bu dalgaların neyin nesi olduğudur?... Yani ben aslında “gravitasyonal dalgaların” varlığına falan karĢı çıkmıyorum!! Benim karĢı çıktığım iĢin yorumu, dünya görüĢüne iliĢkin yanı... ĠĢte tam bu noktada ben diyorum ki, bulduğunuz o “gravitasyon dalgaları” son tahlilde, belirli bir frekansa sahip elektromagnetik dalgalardır!... Yani öyle, elektromagnetik dalgaların dıĢında ayrı bir kategori olarak “gravitasyon dalgaları” diye birĢey yoktur, olamaz diyorum!... Böyle birĢey (parçacık yapısına sahip olmayan-yani kuantize olmayan, sadece bir dalga!!) prensip olarak mümkün değildir diyorum!!... Bir su dalgası oluĢtuğu anda bile bu dalganın belirli bir frekansı ve su moleküllerinden meydana gelen bir kuantumu da birlikte oluĢur o kadar!... Ġsterseniz bir kere daha-bir metafor olarak- suya bir taĢ attığımız zaman olup bitenlere göz atalım... Önce, taĢ aracılığıyla suya iletilen enerjiye göre belirli miktardaki su molekülleri bir araya gelerek suda meydana gelen dalganın kuantize yapısına temel olan su kuantumlarının oluĢmasına yol açarlar. Buna paralel olarak, her birisi bir sarkaç gibi salınmaya baĢlayan bu su kuantumlarının hareketi de, enerjiyi ileten, bizim su dalgası dediğimiz dalgasal gerçekliği oluĢturur. (Dikkat ederseniz burada hareket eden- yani bir yerden baĢka bir yere giden Ģey-o su kuantumları değildir; onlar sadece bir sarkaç gibi salınıp duruyorlar. Salındıkça da hemen bitiĢiklerindeki diğer sarkacı harekete geçiriyorlar; hareket-enerji-bu Ģekilde iletiliyor... ĠĢte dalga budur. Yani, öyle mekanik olarak- makineli tüfekten çıkan mermiler gibi dalga hareketi yaparak yayılan-hedefe doğru ilerleyen- parçacıklar falan söz konusu olamaz!!...) Tamam, bu su ve su dalgaları örneği makroskobik vs. ama Ģu an bizim için önemli olan bu değil ki! Bir an için (bir metafor olarak) gravitasyonal alanı da bu su gibi 135 düĢünerek, su dalgaları örneğindeki su moleküllerinin yerine gravitasyonal alanın kuantumları olan gravitonları, su moleküllerinin birleĢmesiyle oluĢan o su kuantumlarının yerine de gravitonların birleĢmesiyle oluĢan fotonları koyduğumuz zaman bambaĢka bir tablo çıkar ortaya! Nasıl ki, üzerinde dalgalar da olsa, su gene aynı su olarak varlığını sürdürüyorsa, aynı Ģekilde, gravitasyonal alan da, su dalgalarının suyla birlikte varolması gibi, elektromagnetik dalgalarla birlikte varolmaya devam eder. Neden olmasın ki? Neden gravitasyonal alanla elektriksel-magnetik alanlar bu Ģekilde içiçe geçerek birlikte, bir ve aynı uzayı oluĢturuyor olmasınlar? Neden elektromagnetik dalgalar bu anlamda bir gravitasyonal dalga-uzay dalgasıolmasın?... Pozitivist-materyalist “bilim” anlayıĢının dıĢında hangi bilimsel engel vardır bu tür bir yaklaĢımın önünde? Elektromagnetik dalgaların-fotonların illâ ki “kendinde Ģey” bir uzayda (“elektron” adı verilen makineli tüfekten çıkan “foton” adı verilen mermilerin hareketi olarak mı ) yol alıyor olmaları lazımdır? Veya, ne olduğu belli olmayan, “uzay” adı verilen bir tiyatro sahnesinde sonradan rol alan bir oyuncu gibi mi olmalıdır onlar-fotonlar? Fotonları, otobahnda giden bir araba, veya suyun-gravitasyonal alanın- üstünde giden bir kayık gibi “objektif mutlak gerçeklikler” olarak tasavvur etmek size ters gelmiyor, hatta bu tarz “kendinde Ģey” “objektif gerçekleri” düĢünmenin “bilimsel” olduğunu kabul ediyorsunuz da, neden o kayığın (fotonların) kendisinin de, tıpkı su kuantumlarının sudan oluĢtuğu gibi, gravitonlardan yapılmıĢ olabileceğini düĢünmek hiç aklınıza gelmiyor?... Peki, su ve ses dalgalarıyla uzay dalgaları arasında esasa iliĢkin olarak ne fark vardır? Su ve ses dalgalarının, sürekli bir etkileĢme ortamında, bir enerji harcanılarak gerçekleĢmelerine, zaman-mekan içinde izafi objektif gerçeklikler olarak yayılmalarına karĢılık, gravitasyon dalgaları-yani elektromagnetik dalgalar- bir kere oluĢtuktan sonra uzayda yol alırken baĢka nesnelerle karĢılaĢarak bunlarla etkileĢmeye girmedikleri sürece (bakın, “giremezler” demiyorum!!) enerji kaybetmeden bir “ihtimaldalgası” olarak yola devam ederler... (Tabi buradaki „baĢka nesnelerle karĢılaĢmadan yol alma“ ifadesi tamamen teorik bir soyutlamadır…) Tekrar, elimizi suya sokupta hareket ettirdiğimiz zaman meydana gelen o su dalgalarına dönüyoruz: Bu durumda, elimizin hareketiyle harcadığımız enerji su molekülleri için dışardan sisteme enjekte edilen bir enerji-girdi- olarak etkide bulunmaktadır. Peki sonra? Sonra, iki şey olur. -Önce ilkinden başlayalım: Bu bir etkileşmedir. Dışardan gelen etkiyle su moleküllerinin etkileşmesidir. Bu etkileşmeyi İnformasyon İşleme Bilimi açısından ele alırsak da olayı şöyle açıklamamız gerekir: Su molekülleri dışardan gelen bu etkiyi kendi içlerindeki bilgiyle (sistemin bağlayıcı potansiyel enerjisiyle) değerlendirip işleyerek bir çıktı oluştururlar. Nasıl değerlendirerek işliyor su molekülleri bu girdiyi? Tabii ki, sistemin içindeki elektronların bir üst kuantum seviyesine çıkıp sonra tekrar eski yerlerine inmeleriyle. Peki ne olur bu işlemin sonunda? Çıktı-output olarak dışarıya ısı enerjisi şeklinde elektromagnetik bir enerji verilir. Yani sistem enerji kaybeder. Hepsi bu kadar mı? Hayır! Bunun yanı sıra başka bir süreç daha yaşanılır. -Bu arada, dıĢardan alınan enerjiyle titreĢen su molekülleri arasında, onların bu dalgasal hareketlerinin giriĢimiyle belirli kümelenmeler de-„süperposition“- ortaya çıkmaya baĢlar. Bunlara daha önce, o an suda meydana gelen dalgaya özgü “su 136 kuantumları” demiĢtik. Su moleküllerinin giriĢimiyle oluĢan bu kuantize su paketlerinin tıpkı bir sarkaç gibi salınmaları da su dalgalarını oluĢturuyordu... Sonuç ortadadır! Bir yandan, su dalgaları oluĢarak, bunlar, içinde bulundukları ortamda yayılırlarken, diğer yandan da, sistem çevreyle etkileĢme ortamında enerji kaybettiği için, bir süre sonra bu dalgalar sönerler ve olay biter. Elimizle verdiğimiz enerji, ısı enerjisi Ģeklinde kaybolup gider. Aynı Ģey ses dalgaları için de geçerlidir... Elektromagnetik dalgalar nasıl oluĢuyor?... Peki, bir elektron titreĢerek uzaya elektromagnetik dalgalar (ki bunlara, son tahlilde, uzayın titreĢmesiyle oluĢan uzay dalgaları dedik) yaydığı zaman ne olur? Ġsterseniz olayı gene aynı Ģekilde adım adım izlemeye çalıĢalım: Tıpkı elimizin suyun içindeki hareketi gibi, elektron da, titreĢtiği zaman bir enerji harcamıĢ olur. Nedir bu enerji peki, nasıl çıkıyor elektrondan? Bunun iki izahı var. Birincisi, Einstein‟dan bu yana bilim çevrelerinde kabul gören klasik görüĢ: Bu durumda, elektronlar titreĢirlerken dıĢarıya foton adı verilen enerji paketleri yayınlarlar. Öyle ki, elektronun içinden tıpkı bir mermi gibi fıĢkırır bu paketler!! Elektron, bu anda, tıpkı bir makineli tüfek gibidir; ancak, kurĢun yerine, dalgasal bir hareket yaparak fırlayan fotonlar yağdırılır!!... Olayın ikinci açıklaması ise (ki, bu çalıĢma tamamen bunun üzerine kuruludur), su dalgalarının oluĢumu örneğinde olduğu gibidir: TitreĢen elektron etrafındaki kendi uzantısı olan uzayıyla birlikte titreĢir. Buna bağlı olarak da fotonlarla kuantize bir uzay dalgası olarak elektromagnetik dalga ortaya çıkar... Bu iĢ masa tenisi oynamaya benzemez!!... -Bu durumda, elektronun çevreyle “foton alış verişi” olayını da, artık şimdiye kadar olduğu gibi, öyle basit-mekanik bir şekilde-onun, tıpkı pinpon topu gibi foton adı verilen parçacıkları alıp vermesi olarak açıklamadığımızın altını çizelim! Elektronun foton alışverişinde bulunmasının bence tek bir anlamı vardır: O, yani elektron, bu işlemi yaparken-yani titreşerek etrafındaki uzayı da titreştirirken dışarıya enerji vermekte (tıpkı foton üreten bir fabrika gibi fotonlarla kuantize uzay dalgaları üretmekte), enerji alma durumunda da, etrafındaki titreşen uzay dalgaları tarafından titreştirilerek bir üst seviyeye çıkarılmaktadır o kadar!... Bunun başka izahı yoktur; o alınıp verilen fotonlar ya “kendinde şey” birer pinpon topları gibidir, ya da benim dediğim gibidir olay!... Aynı durum bir Hidrojen atomunun içinde elektronla proton arasındaki ilişki için de geçerlidir. Yani protonla elektron da öyle kendi aralarında masa tenisi falan oynamıyorlar!!... Dikkat edersiniz, bu durumda (yani elektromagnetik dalgaların oluĢumunda) artık elektronun karĢısında (su ya da hava gibi) onunla etkileĢecek, elektronun harcadığı enerjiyi bir girdi olarak alıp, bunu çıktı Ģekline dönüĢtürecek ikinci bir nesne-sistem yoktur ortada! Ne vardır peki? Elektron bir sarkaç gibi salınmaya baĢlayınca, onun etrafındaki ona ait-onun bir parçası olan uzayı da aynı frekansta salınmaya baĢlamakta, bu salınım da bir dalga Ģeklinde kendini üreterek uzayda yayılıp gitmektedir, olay bu kadar basittir!... ġöyle gösterelim: 1- Elektron salınınca, onun etrafındaki alan-uzay da salınmaya baĢlıyor. Bu salınım bir dalga Ģeklinde kendini üretirken, gravitasyonal alanı ortam olarak kullanarak yayılıp gidiyor... 2- Elektron titreĢince bir makineli tüfekten mermilerin çıkması gibi uzaya fotonlar yayılıyor!... 137 Bilime ve biliminsanlarına musallat olan materyalist- pozitivizm denilen o zihinsel virüs altedilmeden bu problem çözülemez, yani iĢin özü ideolojiktir!... Bu konunun açıklığa kavuşması o kadar önemli ki, sanırım 21.yy‟ın en büyük keşfi-en önemli olayı-devrimi bu problemin çözülmesi olacaktır! Bana sorarsanız, aslında öyle başka bir alternatif falan yoktur ortada; olay, ya bugün kabul gördüğü gibidir, ya da yukarda açıklamaya çalıştığımız gibi!... Yukardaki tabloyla kuantum teorisi yüzde yüz uyum halindedir... Evet, buradan soruyorum, yukardaki “kuantum gravitasyonu” anlayıĢını temel almadan kuantum mekaniğinin “ihtimaldalgası” olayını baĢka türlü nasıl açıklayabilirsiniz?... Nasıl açıklayacaksınız o “tek bir fotonun” iki delikli ekranda aynı anda o iki delikten birden geçmesini? Zaten bu yüzden de kimse açıklayamıyor ya!... Hatta Heisenberg‟de bile bir sır bu! Sonunda topu taca atarak kurtarıyor vaziyeti o da! (Einstein‟ın, “tanrı zar atmaz, sizin o ihtimaldalganız bir hayalet dalgasıdır” sözünü hatırlayın!)! Neden? Çünkü, “boĢ”, ya da dolu, ama her halukârda içinde evrensel bir tiyatro oyununun sergilendiği “kendinde Ģey”-“objektif gerçeklik” bir uzay anlayıĢıyla, bu uzayın üzerinde tıpkı sahnedeki o oyuncular gibi yer alan ektromagnetik dalga-ıĢık-foton anlayıĢı daha iĢin baĢında her türlü bilimsel öngörünün yolunu kesiyor da ondan! Siz daha iĢin baĢında böyle bir anlayıĢla yola çıkarsanız “ihtimaldalgasını”-izafi-objektifpotansiyel gerçeklik anlayıĢını nereye oturtacaksınız ki! Bugün bile hala biliminsanlarının o “Çift Yarıkla Yapılan Deneyi” açıklayamamalarının nedeni budur iĢte!... Baksanıza, meĢhur fizikçi Dirac bile, “bu konuyla çok fazla uğraĢmayın yoksa kafayı yersiniz” demiĢ çıkmıĢ iĢin içinden!!... Çok açık olalım ve hadi isterseniz gelin hep birlikte, bir kere daha ampulden çıkan ıĢık gözümüze nasıl geliyor onu araĢtıralım!... Eğer o (yani ıĢık ve onu oluĢturan fotonlar) yol boyunca, belirli bir tiyatro oyununun sahnelendiği sahne gibi (boĢ ya da dolu, ama her halukârda oyuna dahil olmayan, ondan bağımsız olarak varolan) bir uzayda yer alan oyuncu-oyuncular gibi iseler, ya da, “kendinde Ģey” bir platform olarak düĢünülen bir otoyolun üzerinde gidip gelen (herbiri “objektif mutlak gerçeklik” olarak tasavvur edilen) arabalar gibi iseler, o zaman hiçbir diyeceğimiz yoktur; bu durumda benim bütün bu yazdıklarım da sadece bir spekülasyondan-hayal ürününden ibarettir! (Ama tabi bu durumda sizin de o “tek bir fotonun” nasıl olupta aynı anda o iki delikten birden geçtiğini açıklayabilmeniz gerekir!!..) Ama, yok eğer durum böyle değilse, yani ıĢık, yol boyunca-gözümüze gelene kadar bize öğretildiği gibi zaman içinde gerçekleĢen bir hareket değil de bir uzay dalgasıysa, yani “zamana bağlı olmadan” gerçekleĢen bir “ihtimaldalgasıysa”- 138 potansiyel bir gerçeklikse- o zaman sizin bütün o materyalist -pozitivizm bulaĢmıĢ “bilim” anlayıĢınızı yeniden gözden geçirip, bütün fizik kitaplarını da yeniden yazmanız gerekecektir!... Evet, önemli olan Ģudur: Ampulden çıkarak gözümüze gelen ıĢık, dalgasal hareket yaparak yol alan-yol boyunca, biz bilmesek bile her an belirli bir hıza ve pozisyona veya momentuma sahip- herbiri “objektif-mutlak gerçeklik” parçacıklardan mı oluĢuyor, yoksa o, bütün özdeğerlerin- özelliklerin- hepsini de içinde barındıran bir “ihtimaldalgası” mıdır? Olay budur (Burada denilebilir ki, “o fotonlar yol boyunca hava molekülleriyle çarpıĢarak bir objektivite kazanmıyorlar mı”? Tamam ama, bu Ģu anki tartıĢmamızın dıĢındadır. ġu anki tartıĢma, iĢin özünü ortaya çıkarabilmek için daha çok teorik bir soyutlamaya dayanıyor...) Kuantum fiziğini nasıl anlamak gerekiyor?... Bu iki görüĢü birbiriyle bağdaĢtırmak mümkün değildir. Bunlardan birisi, mekanikmateryalist-idealist (ama illaki pozitivist) dünya görüĢünden- “bilim” anlayıĢından kaynaklanır (ki, Einstein‟ı da içine alan bütün bir klasik bilimin üzerinde geliĢtiği zemin budur), diğeri ise, kuantum fiziğinin-mekaniğinin bakıĢ açısıdır. Ama, “Kuantum fiziğinin bakıĢ açısıdır” derken bunu da öyle Kopenhag Yorumcuları‟nın sübjektif idealist (ama gene illaki pozitivist!) anlayıĢıyla falan sınırlamıyoruz! Evet, Newton‟dan sonra baĢlayan bilimdeki o materyalist-pozitivist hegemonyaya karĢı bayrağı açanlar onlardır (yani bir Heisenberg‟dir, bir Bohr‟dur) tamam; ama onlar da iĢin sonunu getirememiĢler, sonunda pozitivizmin baĢka bir batağına (idealist pozitivizme) saplanıp kalmıĢlardır! Fakat gene de büyük aĢamadır yapılan. Bu çalıĢmanın amacı, bayrağı onların bıraktıkları yerden alarak “VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi” http://www.aktolga.de/t4.pdf zeminine oturtmak, herĢeyi-ama herĢeyi-yeniden kavramaya çalıĢarak zihnimizdeki bütün o pozitivist virüslerin artıklarını temizlemektir!... KUANTUM FĠZĠĞĠ VE “OBJEKTĠF MUTLAK GERÇEKLĠK” ANLAYIġI !... -Belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektron nedir?... Belirli bir kuantum seviyesinde atalet halinde bulunan bir elektronu, kendi uzayıyla“Konfigurationsraum”- bütünleşmiş, (dış gözlemciler için potansiyel gerçeklik bir enerji alanına denk düşen) bir “ihtimaldalgası” olarak tanımlamıştık (Bunun alternatifi, dalgasal bir hareket yaparak “objektif mutlak gerçeklik” şeklinde varolan parçacık-elektron- anlayışıdır ki, bunu hiçbir şekilde kuantum mekaniğinin potansiyel gerçeklik-“ihtimaldalgası” anlayışıyla bağdaştıramazsınız!)… Bu durumda, dış gözlemciler için potansiyel gerçeklik bir “ihtimaldalgasından” başka birşey olmayan elektronla onun etrafındaki alan (gravitasyonal+elektromagnetik) arasında, enerjinin yoğunlaşma derecesi hariç, prensip olarak başka hiç bir fark yoktur. Örneğin, belirli bir kuantum seviyesindeki bir elektron frekansı v olan bir enerji alanıdır. Frekansı v olan bir “ihtimaldalgasıdır” yani. Bu oluşumun-yoğunluğun- etrafındaki, gene v frekanslı kuantumlardan (fotonlardan) oluşan alana ise biz elektrostatik-elektromagnetik alan diyoruz. Bu durumda, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronu temsil eden “ihtimaldalgası”, aynı zamanda, onun etrafındaki uzayı olan elektromagnetik+ gravitasyonal alanı da temsil etmektedir. Ve bir dış gözlemci için bunların hepsi o an potansiyel gerçekliklerdir. Birinci nokta bu!... 139 Ġkinci nokta ise, etkileĢme anının gerçekliğiyle ilgilidir. Yani ıĢığın, elektromagnetik dalganın “objektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkma anıyla”. Ġsterseniz Ģimdi bir de tam o “an”a konsantre olalım!. O an elektron bir üst kuantum seviyesinden bir aĢağıya iniyor ve buna bağlı olarak da onun “dıĢarıya bir foton saldığı” söyleniyor. Nedir Ģimdi bu foton? Makineli tüfekten çıkan mermi gibi dıĢarıya salınan “kendinde Ģey” bir parçacık mıdır? -“Girdi”, “çıktı” deyince bundan ne anlıyoruz?... O, herĢeyden önce, atomun içindeki informasyon iĢleme mekanizmasının-etkileĢmenin çıktısıdır-“son durumudur”! Peki, soruyoruz o zaman, ne demektir buradaki o “son durum” hali? Son durum, “ilk durum” (initial state) zemininde baĢlayan etkileĢmenin ulaĢtığı en son basamaktır. Öyle ki, hemen bununla birlikte, bir çıktı-output olarak bir ürün-foton- oluĢmuĢ oluyor. Ama bu haliyle o, yani ürün, henüz daha dıĢ gözlemciler için potansiyel bir gerçekliktir. Son durum olan ürünün objektif izafi bir gerçeklik olarak ortaya çıkabilmesi için onun bir nesne-obje ile iliĢkiye girmesi gerekir. Bu nesne bir dıĢ gözlemci de olabilir, ya da baĢka bir nesne de, bu önemli değil. Ancak böyle bir iliĢkidir ki onu potansiyel gerçeklik halinden objektif-izafi gerçeklik bir ürünsentez-output haline dönüĢtürecektir. Bu durumda onu (yani fotonu), ancak iliĢki içine girilen nesneyi temel alan KS‟ne göre objektif-izafi bir gerçeklik olarak tanımlayabiliriz. O halde ıĢık, elektromagnetik dalga, elektrondan çıktıktan sonra hemen öyle bütün koordinat sistemleri için otomatikman “kendinde Ģey” bir output-ürün-yani “mutlakobjektif gerçeklik” olarak ortaya çıkmıyor! O, ancak bir nesne ile etkileĢmeye giriĢtiği an izafi objektif bir gerçeklik haline geliyor. Halbuki, Ģu an kabul gören elektromagnetik dalga-ıĢık-anlayıĢına göre, ampulde titreĢen elektronlar, tıpkı o makineli tüfek gibi dıĢarıya foton adı verilen “objektif-mutlak gerçeklik” parçacıklar salmakta, bu parçacıklar da, herbiri dalgasal bir hareket yaparak-gözümüze kadar gelmektedir!!... Bakın açık söylüyorum, eğer durum gerçekten böyle ise, o zaman bütün o kuantum mekaniği falan (Einstein‟ın dediği gibi) hikâyedir!! Çünkü, kuantum fiziğine göre, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan ve bir “ihtimaldalgasıyla” temsil edilen-dıĢ gözlemciler için potansiyel gerçeklik-bir elektronla, uzayda kendi baĢına yol alan bir elektron arasında hiçbir fark olmadığı gibi, aynı Ģekilde, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan potansiyel fotonlarla, uzayda yol alan fotonlar arasında da fark yoktur. Bunların her ikisi de, yol boyunca (ve daha öncesinde) bir “ihtimaldalgasıyla” temsil edilen potansiyel gerçeklik uzay dalgasından ibarettir. Bu uzay dalgası kavramının altını çiziyorum. Çünkü, mekanik dünyanın, içinde bütün diğer varlıkların yer aldığı “kendinde Ģey objektif mutlak gerçeklik” bir sahne gibi varolan uzayında ondan bağımsız bir Ģekilde dalgasal hareket yaparak yol alan “objektif mutlak gerçeklik” dalga-parçacıklar anlayıĢıyla, “potansiyel gerçeklik ihtimaldalgası” anlayıĢı arasındaki fark, bu ikinci varoluĢ biçiminin, son tahlilde bir uzay dalgası olarak, içinde yer aldığı uzayın bir parçası olmasından kaynaklanır. Bu noktada ortaya çıkan üç farklı görüĢ var: -Birincisi açıktır, mekanik materyalizmin-ve klasik fiziğin görüĢüdür bu. Çalışmanın diğer bölümlerinde bu konuyu yeterince ele aldık… -Ġkincisi ise, kuantum fiziğinin Kopenhag yorumcuları tarafından savunulan görüĢ oluyor. Bunun ne olduğunu da biliyoruz: Bunlar için, “gözlemci, bizzat ölçme işlemi yoluyla 140 varlığını bilerek gerçekleştirene kadar bir elektronun ya da fotonun varlığının hiçbir anlamı yoktur” (Einstein‟ın dediği gibi Kopenhag‟cıların “ihtimaldalgası” bir idee-“hayalet dalgasından” ibarettir. Bunu da gene yukardaki çalışmada ele aldık)! Bana göre, bir yanlışa karşı çıkarken başka bir yanlışa, sübjektif idealizmin batağına saplanıyor bunlar da… -Üçüncü görüĢü ise, bu ÇalıĢmada “VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi” kapsamı içinde ele almaya çalıĢtığımız görüĢtür ( http://www.aktolga.de/t3.pdf ) Ben diyorum ki, birinci görüş olarak ele aldığımız klasik-mekanik materyalist görüşle ikinci görüşü, yani, kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumcularının ucu açıkça sübjektif idealizme varan görüşlerini (“nesneler ancak biz onların varlığını bildiğimiz zaman varolurlar-vardırlar” anlayışını) uzlaştırmak-bir arada ele almak- mümkün değildir. Ve aslında bunların her ikisi de bir diğerini çürüterek onun neden yanlıĢ olduğunu ispat etmektedir. Yani bunların her ikisinin de birbirleri hakkında söyledikleri Ģeyler doğrudur! VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi iĢte bu çeliĢkilerin içinden doğup geliyor. Her iki tarafın bir diğerini çürütmek için öne sürdüğü tezler aslında bu çalıĢmada ileri sürdüğümüz görüĢlerin ispatı oluyor!... Alınız” Çift Yarıkla Yapılan Deney‟i” (bu konuyu da gene daha önce ele aldık), burada yanlışlığı ispat edilen sadece klasik materyalist görüş değildir; Kopenhagcıların, o ne olduğu belli olmayan, son tahlilde, bir ideeden başka anlam yükleyemedikleri “ihtimaldalgası” (Einstein‟ın “hayalet dalgası” olarak netelendirdiği) anlayışıdır da (Dikkat edin, burada benim eleştirdiğim bilimsel anlamda “ihtimaldalgası” değildir; ona yüklenilen sübjektif idealist yorumdur). Nedir o öyle, “ekrana ulaşana kadar varolan sadece bir ideeden ibarettir” anlayışı! Aslında, başlı başına bir tek bu deney bile “Varoluşun Genel İzafiyet Teorisinin ispatıdır... -Ġnformasyon nedir?... VaroluĢun Genel Ġzafiyet Teorisi‟nin (ve tabi, Ġnformasyon ĠĢleme Bilimi‟nin) diliyle konuĢursak, „mutlak gerçeklik“ olarak “informasyon” diye birĢeyden bahsedilemez! O (yani informasyon) belirli bir sisteme iliĢkin “özdeğerleri” ifade eden potansiyel gerçeklik bir madde enerji paketi (“ihtimaldalgası”) olarak doğar ve ancak baĢka bir sistem için “girdi” (input) olarak gerçekleĢtiği an ona göre izafi objektif gerçeklik halini alır. Yani, hiçbir zaman, mutlak anlamda “çıktı” ya da “girdi” olarak tanımlanabilecek “objektif gerçeklik” bir madde-enerji-informasyon paketi söz konusu değildir. Ġnformasyon taĢıyan her “çıktı” bir baĢka sistem için “girdi” olarak alındığı an izafi-objektif gerçeklik halini alır… -EtkileĢme nedir, “girdi”-“çıktı” kavramları ne anlama gelmektedir? Bütün bu açıklamalar, klasik materyalist-pozitivist görüĢ açısından, anlaĢılması mümkün olmayan Ģeylerdir”!... Çünkü, bu durumda her varlık, varlığı kendinden olan (“kendinde Ģey”) “objektif mutlak bir gerçeklik” olup, “etkileĢme” denilen olay da, “her biri önceden objektif gerçeklikler olarak varolan bu nesneler” arasında gerçekleĢir. Bu durumda, “kendinde Ģey” bir nesneye dıĢardan gelen etkiye (onu da gene “kendinde Ģey” olarak düĢünerek) otomatikman “girdi” derken, onun (yani bir nesnenin) dıĢarıya etkisine de (gene aynı Ģekilde düĢünerek) objektif gerçeklik anlamda “çıktı” deriz. Yani, nesneler gibi “girdi” ve “çıktılar” da her durumda mutlak gerçekliklerdir. Bu nedenle, ıĢık, yani elektromagnetik dalga da, bir çıktı-output olarak, daha ilk oluĢtuğu andan itibaren, varlığı kendinden menkul objektif bir gerçeklik olup, dalgasal hareket yapan parçacıklardan oluĢur. Öyle ki, bunlar her an (biz onların üzerinde ölçme iĢlemi yapalım yapmayalım) uzayda hareket halinde olan objektif gerçekliklerdir (kaynaktan gözümüze gelen ıĢığı, daha önce, otoyolda yol alan milyonlarca küçük arabalara benzettiğimizi hatırlayın!). Bugünkü “bilimin” yükseldiği temel budur iĢte!... 141 Olay o kadar ilginç ki, tam olarak yoğunlaşmadan bütün bu söylenilenleri kavramak çok zordur! Çünkü, bir yandan da, ışığın kaynaktan çıktıktan sonra yol boyunca önüne çıkan parçacıklarla-hava molekülleriyle vb.- olan çarpışmaları-etkileşmeleri söz konusudur. Yani, kaynaktan çıktıktan sonra öyle mutlak anlamda “boş” bir uzayda yol almıyor ışık. O, gerçekte, yol boyunca önüne çıkan parçacıklarla çarpışıp-etkileşerek de (böylece bu parçacıklarla ilişkisi içinde onlara göre izafi-objektif gerçeklik haline dönüşerek de) yol almaktadır!... Ancak bu gene de, onun bize göre-bizimle ilişki içine girene kadar-potansiyel gerçeklik durumda olmasını engellemez!... Peki o zaman, elektronun yörünge hareketine iliĢkin olarak belirlenen “hızı”, “frekansı”, “momentumu” vb. ne oluyor?... Bu sorunun cevabını kuantum mekaniği Ģöyle veriyor: Ölçme aletlerimizle elektronu etkileyerek onun üzerinde ölçme iĢlemine baĢladığımız an onun atalet hareketini bozar onu bize göre objektif izafi bir gerçeklik haline getiririz. Bu arada da, bir durumdan baĢka bir duruma geçerkenki haline iliĢkin ölçü değerlerini elde ederiz. Sonra da deriz ki, elektron Ģu hızla yörünge hareketi yapmaktadır. Görüldüğü gibi, bu değer ölçme iĢleminden önce “belirli bir anın” içindeki mutlak anlamda objektif bir hıza denk düĢmez! Ölçme iĢlemi sonunda kurulan yeni dengede (kuantum seviyesi) elektrona iliĢkin“ihtimaldalgasınca” temsil edilen potansiyel değerlerdir bunlar. Nitekim, eğer yeni bir ölçme iĢlemi yaparsak aynı değeri bir daha ölçemeyebiliriz de! Her seferinde ölçtüğümüz değer, ölçme iĢleminin etkisiyle o an yaratılan bir değer olacaktır. Belirli bir ölçme iĢleminin sonucunda bulunacak değerlere iliĢkin olarak, önceden, ancak “ihtimaldalgasının” (dalga fonksiyonunun) karesiyle ( I I2 ) orantılı olarak belirli “ihtimallerden” bahsedebiliriz. (Yanlış anlaşılmasın, belirli bir kuantum seviyesinde bulunan bir elektronun bu durumda “atalet halinde” olduğunu söyleyen benim!! Saygıdeğer bilimadamlarımız onun bu hareketini düzgün-dairesel-ivmeli bir hareket olarak ele alarak incelerler! Tabi bu durumda o “ihtimaldalgası” da “düzgün dairesel ivmeli” bir hareketi temsil etmiş oluyor!!.. Ne güzel, hem Newton ve Einstein‟ın gönlü alınmış, ama hem de Bohr ve Heisenberg‟e karşı çıkılmamış oluyor!!... Halâ çok karmaĢık mı görünüyor! Einstein‟ın dediği gibi, “bu elektron tıpkı bir hayalet gibi, bir var olup bir yok mu” oluyor!... Hiç de öyle değil aslında! Olayın özü, varoluĢun izafiliğini kavrayabilmekten geçiyor; atalet haliyle, bir durumdan baĢka bir duruma geçerken ortaya çıkan izafi objektif gerçeklik olarak varolma hali arasındaki iliĢkiyi kavrayabilmekten geçiyor... GRAVĠTASYON EVRENĠN ALT YAPISIDIR... Bu demektir ki, o, yani gravitasyonal alan, uzayın geometrisini oluĢturduğu için, bu haliyle sadece nesnelerin gideceği yolu, uzay yolunu belirler; direkt olarak hiçbir etkileĢmeye katılmaz; etkileĢmeye katılan daima gravitasyonal dalgalar olarak elektromagnetik dalgalardır. Bu nedenle, bizim klasik bilme yöntemimiz (“bilmek ölçmekle gerçekleĢir, ölçmek ise etkileĢmektir”) burada-yani gravitasyonal alan içingeçerli değildir! Çünkü, ne yaparsanız yapın gravitasyonal alanla direkt olarak etkileĢemezsiniz! Bir elektronu bir fotonla etkileyerek ondan bir mesaj alabiliyorsunuz, ama aynı Ģekilde bir fotonla (bu bir lazer ıĢığının fotonu da olsa) gravitasyonal alanı etkileyerek ondan böyle bir mesaj alma olanağınız bulunmuyor! O zaman ne kalıyor geriye baĢka? Sahi, dünya neden güneĢin etrafında dönüyor?... 142 Elindeki kalemi bıraktığın zaman yere düşüyor mu, ya da, dünya güneşin etrafında dönüyor mu? (Sahi dünya neden güneşin etrafında dönüyor, bir kuvvet mi zorluyor onu dönmesi için!! Gravitasyonal alanın varlığını ispat için bu kadarı yeter aslında! Yani, Newton‟un dediği gibi öyle “boşluk” falan diye birşey yoktur; “uzay” denilen şey “gravitasyonal alan” dediğimiz bir madde-enerji alanından ibarettir. Einstein‟ın ve onun Genel İzafiyet Teorisi‟nin bilime en büyük katkısı bu gerçeğin ortaya çıkarılması olmuştur bence. Elektromagnetik dalgalarınıĢığın-gravitasyonal alan tarafından saptırıldığı gerçeği ise epeyce bir süreden beri zaten deneysel olarak isbat edilmiĢ bir olgudur. Bu demektir ki, elektromagnetik dalgalar uzay yolu-uzayın geometrisi- nasılsa ona göre (uzayın eğimine göre) yol alırlar, bu kadar basit! Bunun daha baĢka “bilimsel izahı” ve ispatı olur mu! Yani, gravitasyonal alanın varlığını ispat için illaki onu, tıpkı bir elektronu etkiler gibi bir fotonla etkilememiz mi gerekecektir!!... Madem öyle, hadi bakalım, bir elektronun belirli bir kuantum seviyesinde “kendinde Ģey”- “objektif mutlak gerçeklik” olarak var olduğu inancını da ispat edin (ki, Einstein da böyle düĢünüyordu; birçok biliminsanı diyorlardı ki-hala da öyle- “bunu Ģu an için yapamıyoruz belki, ama ilerde prensip olarak bu mümkündür; çünkü nesneler her zaman objektif mutlak gerçeklikler olarak vardırlar, belirli bir anda onların varlığına iliĢkin bilgilerimiz eksik olabilir, zamanla bilim geliĢtikçe zaten var olan bu bilgileri de edinme olanağına kavuĢmuĢ olacağız”!!... Sakın bu sözlerin Lenin‟in “Materyalizm ve Ampriokritisizm‟inden” alındığını düĢünmeyin (!), eğer böyle düĢünürseniz bütün o “bilimadamlarının” hepsini de “diyalektik materyalizme” biad etmiĢ sanırsınız!!... Bu iĢin kökleri çok derin çok!...) Eğer elektromagnetik dalga denilen Ģey, tıpkı o makineli tüfekten çıkan mermiler gibi, titreĢen elektronlardan çıkan tanecik yapısına sahip fotonların dalga hareketi yaparak uzayda hareket etmeleri olsaydı, bu durumda kuantum mekaniğinin bütün o “ihtimaldalgası” ve “potansiyel gerçeklik” anlayıĢı falan hep hikâye olurdu!... Çünkü, bu durumda aslolan, elektrondan çıkan ve dalgasal bir hareket yaparak yoluna devam eden “objektif mutlak gerçeklikler” olarak o taneciklerdir. Biz onların-bu taneciklerin, fotonların-varlığını bilelim bilmeyelim, onlar bizim dıĢımızda (sadece bilincimizin dıĢında değil, ölçü aletlerimizle birlikte maddi olarak da bizim dıĢımızda) varolan, varolmak için bizimle etkileĢmeye ihtiyacı olmayan “kendinde Ģey” “objektifmutlak gerçekliklerdir”... Görüyorsunuz, bu durumda “Heisenberg Ġlkeleri” falanbunların hepsi- Einstein‟ın da dediği gibi- “bizim bilincimize yönelik eksiklikler” olarak kalırlardı!!... O halde, esas tartıĢılması gereken, tıpkı o makineli tüfekten çıkan mermiler gibi, titreĢen elektronu terkeden taneciklerin-fotonların neden sadece bir tanecik olarak yollarına devam etmedikleri, buna ek olarak, neden illa bir de dalgasal hareket yaparak yol aldıklarıdır! 143 ġimdi, Ģekildeki insanın yerine bir elektronu koyarak düĢünüyoruz, bu mudur gerçek? ġu an bilim çevrelerinde geçerli olan elektromagnetik dalga anlayıĢına göre Ģekildeki ip siyah olarak iĢaretlenmiĢ olan o fotonun-taneciğin hiçbir „ortama“ ihtiyaç duymaksızın yaptığı dalgasal hareketini ifade etmektedir. Yani ortada dalga hareketi yapan su veya hava gibi bir ortam falan yoktur. Foton adı verilen bir tanecik vardır ve bu da otoyolda giden bir araba gibi yol almaktadır. Tek fark, araba düz yolda giderken foton dalga hareketi yaparak gidiyor (nedeni bilinmiyor, belki de sarhoĢtur!!)... Bu durumda nereye yerleĢtireceksiniz o “ihtimaldalgasını”! Ortada, her an objektif gerçeklik olarak varolan bir tanecikdalga var sadece. Ve bu da, oluĢtuğu o ilk andan itibaren “objektif mutlak” bir gerçeklik! Üstelikte, “kendine özgü bir yaĢam biçimiyle” uzayda yol alıp gitmektedir!... Peki neden bütün o koca koca profösörler-biliminsanları “bu kadar basit bir gerçeği” göremiyorlar? Göremiyorlar, çünkü iĢin özü ideolojiktir! Gözünüzde materyalist-veya idealist pozitivizme özgü bir gözlük varsa eğer, nasıl göreceksiniz ki gerçeği! Bu durumda gerçek, gözünüzdeki gözlük size neyi gösteriyorsa-ne kadarını gösteriyorsa odur, öyle değil mi!?... Einstein‟ın çeliĢkisi... ĠĢte Einstein‟ın çeliĢkisi de buradadır. O, bir yandan, Newton‟un hiçbir KS‟ne bağlı olmayan “mutlak gerçeklik-boĢ uzay” kavramını reddedip, uzayın yoğunlaĢmıĢ maddenin uzantısı bir gravitasyonal enerji alanı olduğunu söyleyerek, modern biliminGenel Ġzafiyet Teorisi‟nin temellerini atarken, diğer yandan da, bu söyleminin içini (“varoluĢun izafi olduğu anlayıĢıyla) dolduramadığı için, birçok Ģey “boĢlukta” kalmıĢtır; ve açıkça ifade edilmese de, sonunda gene o eski anlayıĢa sığınılır! REFERANS KĠTAPLAR [1] Aktolga, M. (2004). “Bir Hücrede İnformasyon İşleme Süreci ve Evrim”. http://www.aktolga.de (30.12.2004) [2] Aktolga, M. (2004). “Çok Hücreli bir Organizmada İnformasyon İşleme Süreci ve Evrim”. http://www.aktolga.de (30.12.2004) [3] Aktolga, M. (2004). “Sistem Teorisi, ya da Var Oluşun Genel İzafiyet Teorici – Her şeyin Teorisi”. http://www.aktolga.de (30.12.2004) [4] Beiser, A. (1967). “Concepts of Modern Physics”. Tokyo: McGraw-Hill Book Company. [5] Einstein, A. (1988). “Über die spezielle und die allgemeine Relativitätstheorie”. Berlin, Heidelberg, New York: Springer Verlag. [6] Feynmann, R. P. (2002). “QED Die seltsame Theorie des Lichts und der Materie”. München, Zürich: Piper Verlag. [7] Feynmann, R. P. (2001). “Vom Wesen physikalischer Gesetze”. München, Zürich: Piper Verlag. [8] Fritzsch, H. (2000). “Die verbogene Raum-Zeit”. München, Zürich: Piper Verlag. 144 [9] Fritzsch, H. (2000). “Vom Urknall zum Zerfall”. München, Zürich: Piper Verlag. [10] Fritzsch, H. (2001). “Eine Formel verändert die Welt”. München, Zürich: Piper Verlag. [11] Fritzsch, H. (2001). “Quarks”. München, Zürich: Piper Verlag. [12] Gribbin, J. (2000). “Schrödingers Kätzchen”. Frankfurt: Fischer Verlag. [13] Halliday, D., Resnick R., Walker J. (2001). “Fundamentals of Physics”. NY: John Wiley&Sons Inc. [14] Hawking, S. (2001). “Das Universum in der Nussschale”. Hamburg: Hoffmann und Campe Verlag. [15] Hawking, S. (2001). “Eine kurze Geschichte der Zeit”. München: Deutscher Taschenbuch Verlag. [16] Heisenberg, W. (2001). “Der Teil und das Ganze”. München, Zürich: Piper Verlag. [17] Heisenberg, W. (1984). “Physik und Philosophie” Stuttgart. [18] Heisenberg, W., Bohr, N. (1963). “Die Kopenhagener Deutung der Quantentheorie”. Stuttgart: Ernst Battenberg Verlag. [19] Hermann, J. (2001). “Das Grosse Lexikon der Astronomie”. Niedernhausen, Germany: Orbis Verlag. [20] Hörz, A. (1974). “Marxistische Philosophie u. Naturwissenschaften”. Berlin: Akademie Verlag. [21] Infeld, L. (2002) “Die Evolution der Physik”. Wien: Rowohlt Taschenbuch Verlag. [22] Karttunen, H., Kröger, P.,Oja, H., Poutanen, M., Donner, K. J. (2000). “Fundamental Astronomy”. Berlin, Heidelberg, New York: Springer Verlag. [23] Lenin, W. (1981). “Materialismus u. Empriokritizismus”. Berlin: Dietz Verlag. [24] Scheck, F. (1999). “Theoretische Physik”. Berlin/Heidelberg/NewYork: Springer Verlag. [25] Spektrum der Wissenschaft (1999). Digest: “Quanten-Phänomene”. [26] Aktolga, M. (2006).“Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimlerinin Esasları-İlkel Komünal Toplumdan Bilgi Toplumuna- ve Türkiye” www.aktolga.de