sevinç çokum - İncir Çekirdeği Dergisi

Transkript

sevinç çokum - İncir Çekirdeği Dergisi
Mayıs 2014
Sayı:2
dil, edebiyat, kültür, sanat
LALE
DEVRİ’nde
Bir Şair:
NEDİM
KARAMANOĞLU
MEHMET
BEY
ve Fermanı
[Belgeden bir alıntı veya ilginç
bir noktanın özetini yazın.
Metin kutusunu belge içinde
herhangi bir yere
konumlandırabilirsiniz. Kısa
alıntı metin kutusunun
biçimlendirmesini değiştirmek
için Metin Kutusu Araçları
sekmesini kullanın.]
SEVİNÇ
ÇOKUM
İle
SÖYLEŞİ
“Renk renk hâtıralarım oda oda silindi;
Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi”
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
EDİTÖRDEN...
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Beyza Arı
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Merve Başol
Sema Keser
Seren Kotik
Süleyman Erkut
Şeyda Üzer
İletişim
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları... Bahar geldi, güneşli
günler kapıda. Mayıs ayı bizlere nefis bir hava ile birlikte bir
edebiyat şölenini de sunmakta. Öncelikle ilk sayımızda büyük
özveri ile çalışan arkadaşlarıma teşekkür ederek sözlerime
başlamak istiyorum. İlk sayımız kimliğimizi gösterebilmek ve
okuyucumuz ile iletişim kurabilmek açısından çok önemliydi. Bu
anlamda siz değerli okuyucularımızın ilgisine de teşekkürü bir
borç bilirim.
İkinci sayımızda sizleri dosya konusu olarak Mayıs ayı hem
doğum hem ölüm yıl dönümü olan Necip Fazıl Kısakürek
bekliyor. Necip Fazıl Kısakürek’i, anmak üzere Beyza Arı sizler
için yazdı. Aynı zamanda Sultan Demirtaş Üstad’ın tiyatro
eserlerini ele aldı. Türkçenin resmi dil ilan edilişini Türk Dil
Bayramı’nın 737. Yılı münasebetiyle Ayşe Bengisu Akdağ yazdı.
Bunların yanında okurken keyif alacağınızı düşündüğümüz
hikaye, şiir ve denemelerin yanında güncel kitap ve filmlerin
tanıtımları da siz okuyucularımızı beklemekte. Söyleşi
köşemizdeyse şu an son kitabının çalışmalarını yapmakta olan
Sevinç Çokum söyleşisi sizleri bekliyor.
Uzun ve yoğun bir çalışmanın ardından sizlere kültür ve
edebiyat dolu bir sayı sunmaya çalıştık. Şimdiden siz değerli
okuyucularımızın ilgisine çok teşekkür eder, herkese mutlu bir
bahar ve Mayıs ayı dilerim.
[email protected]
Sırdem Kemiksiz
facebook.com/incircekirdegidergisi
Yazı İşleri Müdürü
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
İÇİNDEKİLER
Havadis..................................................................................4
Filiz’in Mürekkebi – Hilal Akarslan.........................................8
Bu Günden Sonra – Ayşe Bengisu Akdağ..................................10
15. Asrın Sultan’uş-Şuara’sı Ahmed Paşa.................................12
Delilsiz Gidilmez Yollar Harami – Hatice Türk.......................13
Son Şairler Sultanı: Necip Fazıl Kısakürek – Beyza Arı..............14
Necip Fazıl’dan Şiirler...........................................................17
Bir Oyun Yazmak – Sultan Demirtaş.......................................18
Sevinç Çokum’la Söyleşi – Ayşe Bengisu Akdağ.......................20
Misafir Köşesi.............................................................. .......25
Şiirler – Süleyman Erkut – Medcezir........................................26
Sema Keser – Bucaksız / Ebruli...................................27
Sait Faik Abasıyanık’tan Hikaye: İpekli Mendil........................28
Sa’d-Âbâd’ın Gözdesi: Nedim – Sırdem Kemiksiz....................30
Edebiyat Tarihinde Mayıs......................................................32
Arka Kapak – Merve Başol....................................................34
U.Ü Oyuncuları Sahnede – Sultan Demirtaş...........................36
Beyaz Perde’den – Afra Nur Akkayalı....................................38
Pedofili Ağır Suçtur – Sırdem Kemiksiz..................................41
Gençlere Sorduk – Kübra Tarakçı...........................................42
HA
VÂ
DİS
Gabriel Garcia
Marquez'e sarı
güllerle tören
Marquez, sarı güller ve
kağıttan kelebeklerle
sonsuzluğa uğurlandı.
Meksika'nın başkenti
Meksiko'da binlerce kişi,
İspanyol dilinin en
büyük yazarlarından biri
kabul edilen Gabriel
Garcia Marquez'e son
bir kez saygılarını
sunmak ve veda etmek
için Güzel Sanatlar
Sarayı'na akın etti.
Marquez'in ünlü romanı
Yüz Yıllık Yalnızlık'ın
geçtiği hayali Macando
kenti için ilham kaynağı
olan Aracataca
kasabasında da
sembolik bir cenaze
töreni düzenlendi.
Cervantes'in
kalıntıları
aranıyor
İspanya, İspanyol
edebiyatının en
tanınmış isimlerinden
biri olan Miguel
Cervantes'in mezarının
ölümünden 398 yıl
sonra bulunması için
proje başlattı. Proje,
2016'da ölümünün 400.
yıldönümüne kadar
Don Kişot'un ünlü
yazarının mezarının
bulunmasını amaçlıyor.
Yaşar Kemal
sokak çocuklarını
yazdı
Yapı Kredi Yayınları'nın
Doğan Kardeş
dizisinden çıkan
"Neredesin Arkadaşım",
Yaşar Kemal'in
"Çocuklar İnsandır"
kitabından yapılan bir
seçme. Büyük ustanın
70'li yıllarda sokak
çocuklarıyla yaptığı
röportajların biraraya
getirildiği "Neredesin
Arkadaşım", bugün
hayatın acımasız
yönünü ayna gibi
suratımıza tutan sokak
çocuklarının çaresizliğini
anlatıyor.
"Küçük Prens"
kitabının 71. yılı
kutlanacak
Antoine de SaintExupery tarafından
1943'te yazılan, dünya
üzerinde 240'tan fazla
dile çevrilen ve 140
milyon adetten fazla
satan "Küçük Prens"
kitabının 71. yıl kutlama
etkinlikleri, 10-31 Mayıs
arasında Zorlu Center
AVM'de yapılacak.
Edebiyatın
‘belleği’ müzenin
kapısına kilit
Çelebi Mehmet
ve Dönemi
Sempozyumuna
Büyük İlgi
Osmangazi Belediyesi
tarafından bu yıl
10’uncusu düzenlenen
Osman Gazi’yi Anma ve
Bursa’nın Fethi Şenlikleri
kapsamında
gerçekleştirilen Mehmet
ve Dönemi
Sempozyumu’nun ikinci
günü 4 oturum ile
devam etti. Birbirinden
değerli
akademisyenlerin yer
aldığı sempozyumun
ikinci gününde Çelebi
Mehmet’in hayatı ve o
dönem yaşanan önemli
olaylar hakkında bilgiler
sunuldu. Uludağ
Üniversitesi Türk dili ve
edebiyatı bölümü
öğretim üyesi Yrd. Doç.
Dr. Sadettin Eğri de
‘Çelebi Mehmed’in
Hekimi Şair Şeyhi ve
Kenzü’l-Menafil Risalesi’
sunumuyla
sempozyumdaydı.
Bakanlık Edebiyat
Müzesi’ni boşaltması
için 8 Mayıs’a kadar
zaman tanıdı.Nazım
Hikmet’ten Cemal
Süreya’ya, Aziz
Nesin’den Melih Cevdet
Anday’a pek çok yazar
ve şaire ait şahsi belge,
mektup, Kitap ve yazın
takımlarının sergilendiği
Edebiyat Müzesi ve
Yazın Belgeliği, Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nca
kapatılıyor. Yazarlara ait
şahsi belgeler kolilerde
gideceği yeri bekliyor.
İTEF’in bu yılki
teması ‘Şehir ve
Yolculuk’!
İstanbul Tanpınar
Edebiyat Festivali’nin
(İTEF) altıncısı Vehbi
Koç Vakfı’nın ana
sponsorluğunda 5-11
Mayıs 2014 tarihleri
arasında, ‘Şehir ve
Yolculuk’ temasıyla
gerçekleşecek. Okurlar
5-8 Mayıs tarihleri
arasında söyleşiler,
atölye çalışmaları, çocuk
etkinlikleriyle dopdolu
bir festival programını
takip etme imkanı
bulacaklar. Festival aynı
zamanda bu yıl
bünyesine iki yeni
programı da katarak 911 Mayıs tarihleri
arasında gerçekleşecek.
14. Uluslararası
Ankara Öykü
Günleri 7-11 Mayıs
tarihleri arasında!
14. Uluslararası Ankara
Öykü Günleri 7-11
Mayıs 2014 tarihleri
arasında
gerçekleştirilecek.
III. Milletlerarası
Klasik Türk
Edebiyatı
Sempozyumu
Türk Dil Kurumu ve
Harran Üniversitesi
Prof. Dr. Abdülkadir
KARAHAN’ın 100.
doğum yıldönümü
vesilesi ile 5-6 Mayıs
2014 tarihlerinde
Şanlıurfa’da III.
Milletlerarası Klasik
Türk Edebiyatı
Sempozyumu
düzenliyor.
kazanan İngiliz romancı
Sue Townsend, 68
yaşında hayata veda
etti. "The Secret Diary
of Adrian Mole, Aged
13¾" adlı ilk kitabını
1982'de yayımlayan
Townsend, büyük başarı
kazanmıştı. Adrian Mole
serisinin bazıları
tiyatroya ve televizyona
da uyarlanmıştı.
Harran Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesinde
yapılacak olan
sempozyuma
bildirileriyle birçok bilim
adamı katılıyor.
Adrian Mole
serisinin ünlü
yazarı Townsend
öldü
Adrian Mole adlı
kahramanının başından
geçenleri anlattığı
kitapları ile tüm
dünyada büyük ün
5. Türkiye Dergi
Günleri
5.Türkiye Dergi Fuarı 711 Mayıs tarihlerinde
Sirkeci Tren Garı'nda.
5.Türkiye Dergi Fuarı ile
ilgili tüm bilgilere
www.turdeb.com
adresinden
ulaşabilirsiniz.
Dünyanın en
küçük kitabı İzmir
TÜYAP’ta
İzmirli şair, yazar ve
Uluslararası Aktivist
Sanatçılar Birliği Kurucu
Başkanı Ümit Yaşar
Işıkhan, kendisine ait
olan rekoru, dünyanın
okunabilir en küçük
kitabını daha da
küçülterek kırdı. İlk
baskısını, 1986 yılında
kâğıda yapılan zamları
protesto amacıyla
tasarlayıp yayınlayan
Işıkhan, 2012 ve 2013
yıllarında yeni
basımlarını yaparak
okuyucularına ve
koleksiyonerlere
ulaştırdıktan sonra bu
yıl daha da küçülterek,
İzmir TÜYAP Kitap
Fuarı'nda sergiliyor.
Derleyen:
Beyza Arı
Filiz’in Mürekkebi
5 Ocak 1948
Sizler sayı saymasını bilir misiniz?
Elbette biliyorsunuzdur; belki beşe
kadar, belki bine kadar, belki de
yıldızları bile sayabiliyorsunuzdur.
Ben de sayı saymayı biliyorum
elbette. Okula da gidiyorum,
okumayı da saymasını da biliyorum
ama babamın gelmediği günleri
sayarken tüm sayıları birbirine karıştırmaya
başladım. En son dört gün önce yüz yirmi sekiz
gün olmuştu babamı görmeyeli ama yüz yirmi sekize
kadar doğru mu saydım bilmiyorum. Baktım sayılarla baş
edemiyorum, onları aklımda tutamıyorum,unutuyorum ben de kendime yeni yöntem
edindim.Babamın salondaki kütüphanesinden bir kitap aldım,onun en sevdiği
kitaplardan birini seçtim tabi ki.Bana okuduğu,bana fısıldadığı kelimelere sahip
kitaplardan birini... Onsuz geçen her gün için bir sayfa kıvırıyorum, onsuz okuduğum her
kitap için bir sayfanın yüzünü çeviriyorum karanlığa...
Annem bana hissetirmese de o da özlüyor babamı. Beraber yaptıkları çayların kokusunu
bile özlediğini biliyorum. Ben de çok özledim, çayların kokusunu…
…
Babam gideli uzun zaman oldu. Anneme: “ Filiz'in okulu bittiği gibi yanıma alacağım
sizi.” demiş. Bekliyorum babacığım, bu karışık şehirde okulumun bitmesini ve senin
yanına koşmayı bekliyorum. Babacığım, senin yanına koşarak gelebilir miyim? Hani bir
kere hep beraber güzel bir piknik yapıyorduk, ben ayakkabılarımı çıkartıp koşmaya
başlamıştım da ayağıma diken batmıştı. Sen beni kucaklayıp, ayağımı avuçlarının içine
alıp dikeni çıkarmıştın. Sana koşarken de ayaklarıma diken batar mı? Sana geldiğim
yollardaki tüm dikenler çiçek açar, anneannemin dikiş iğnesi gibi olan o yeşil uçlar sana
koşarken körelir.
Seni
özlüyorum babacığım, seni özlüyorum ve sana gelemiyorum, beni affet.
2 Nisan 1948
Bugün okula iki tane gazeteci geldi. “Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’yi çağırın.” demişler
Müdür Bey’e. Beni sınıftan gelip aldılar, okulun avlusuna çıkarıp fotoğraflarımı çektiler.
Gülümsemekle gülümsememek arasında kaldım, dudaklarımı hangi yöne yönelteceğimi
bilemedim. Fotoğraflarımı çekip hiçbir şey söylemeden avludan hızla uzaklaştılar.
Neler oluyor baba, neden benim fotoğraflarımı çektiler? Senin kızın olduğum için mi?
Saçlarım, gözlerim sana benziyor mu diye merak mı etmişler? Neden baba, neden o iki
gazeteci akşam eve geldiğimde bizdelerdi? Annemin neden gözlerinden yaşlar
damlıyordu? Annemi neden üzmüşler, senin papatyanı neden soldurmuşlar?
Ellerim, ellerim titriyor baba, midemde bir sancı var.Gözlerim tavana doğru
kayıyor.Anneme bakamıyorum,iki gazeteciyi de koltuğun diğer taraflarında
görüyorum.Neler oluyor babacığım,duyuyor musun beni?
Alnımdan annemin gözyaşları gibi boncuk boncuk terler boşalıyor, göz kapaklarıma
hakim olamıyorum,babacığım...baba...bab…
3 Nisan 1948
Babacığım; benim ustam, benim kahramanım, benim dileğim...
Seni bizden almışlar, o sevdiğimiz yeşilliklerin içinden geçerken seni kana bulamışlar.
Gözlerini gökyüzünden ayırmışlar, karanlığa gömmüşler. Bana söylemiyorlar ama ben
her şeyin farkındayım. Senin güvenerek sırtını dayadığın yol arkadaşın, toprağa
düşürmüş bedenini. Yol arkadaşlıkları böyle mi olur baba? Sen bana arkadaşlığın hiç
böyle olduğundan bahsetmemiştin. “Bir dilim ekmek paylaştığın insana sırt dönülmez.”
derdin hep. Sen sırtını dönmezsin ki babacığım.
Bilmediğin bir ormanda kırlangıçlarla baş başa bırakmışlar seni. Ömründen ömrünü
çalmışlar,seni benden ayırmışlar…
“Sabahattin Ali kitaplarıyla beraber öldürüldü” yazıyor gazetelerde. Kim olduğunu,
bunu neden yaptığını bir türlü öğrenemedim. Sabahattin’in kızı Filiz’i, senin
tomurcuğunu üzdüler, babasız bıraktılar. Kelimeleri sahipsiz, kalemlerini mürekkepsiz
bıraktılar. Seni vurdular, tüm insanlık vuruldu. Seni vurdular Kürk Mantolu Madonna’yı
gömdüler, seni vurdular Aliye’yi ağlattılar…
20 Nisan 1948
Mektubunda yazmıştın ya hani;
"... üzülecek bir şey yok. Her şey düzelir, hele Filiz hiç üzülmesin."
İşte senin de dediğin gibi her şey düzelecek, her şey senin olduğun günlerdeki gibi olacak
ve Filiz artık hiç üzülmeyecek…
HİLAL AKARSLAN
“BU GÜNDEN SONRA...”
Bundan tam 737 yıl öncesi...
13. Yüzyıl Anadolu’su...
Batı’dan Haçlıların Doğu’dan
Moğolların saldırılarının ortasında
tutunmaya çalışan Selçuklu...
Edebi dil olarak Farsçanın, devlet
işlerindeyse Arapçanın kullanıldığı bir
Türk yurdu...
Konya’ya doğru bir beylik ilerliyordu
o sırada. Türk milletinin tarih
sahnesinden indirilmesini engelleyen
yüce görevi üstlenen; terk edilmeye
yüz tutmuş bir kimliği, kendi dillerini
yeniden canlandıran bu beylik
Karamanoğulları’ydı.
Karamanoğulları’ndan Bir Bey
ilerliyordu Türk boylarıyla birlikte.
Moğol istilasıyla birçok Türkmen
beyini, birlikte ayağa kaldırmayı
başaran bu öncü Karamanoğlu
Mehmet Bey’di. Türk beylerine:
“ Değerli Türkmen Beylerim! Bugün
başta Konyalılar olmak üzere, Moğol
istilası ve zulmünden bıkıp usanmış
Selçuk ve Oğuz Türkleri için, Cenab-ı
Allah’ın lütfuyla kurtuluş günüdür.
Yıllardan beri Moğol istilasıyla
kararan dünyamız, Türkmen
Beylerinin kahramanca mücadelesiyle aydınlık bir istikbale doğru hızla yol alacaktır”
diye sesleniyordu.
Şanlı bir zaferden sonra Konya’ya giren ve neşrettiği fermanla “Bu günden sonra
divânda, dergahda, bargahda, meclisde ve meydanda Türkçeden başka dil
kullanılmayacaktır” diyen Mehmet Bey, Türkçeyi tekrar devlet dili, ilim ve edebiyat
dili, tahsil ve tedrisat dili, konuşma yazma ve okuma dili olarak ilan ederek tarih
sayfalarına adını yazdırıyordu.
Hayata gözlerini kapamadan üç yıl önceki fermanında Türkçeyi resmi dil ilan eden
Mehmet Bey, başka milletlerin içinde eriyip gitmeden millet olarak yaşayabilmek için
dilin büyük yeri ve önemi olduğunu biliyordu.
Yedi asır geçti aradan... Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanına uyuyor muyuz, sahip
çıkıyor muyuz? Büyük mücadelelerle elde ettiği bu zaferin bilincinde miyiz?
“Simitchi”nin simitleri “Simitçi”ninkinden daha mı gevrek? Bir şeylere “ Start vermek”
“Başlatmak” tan daha mı sahici? “Yaşasın” yerine “Oley” deyince daha mı sevinçli
oluyoruz? Ya da “Güle güle” yerine “Bye bye” demek daha mı samimi yoksa?
Daha mı daha mı, daha mı...
Ya özenli olmak yerine “özenthi” olmak var ya da sırf sadelik uğruna dilimizle
bütünleşmiş, bizim kültürümüzün bir parçası olmuş, dilimizin kendine mâl ederek
zenginliğini, harmanlama gücünü gösterdiği kelimeleri atacak kadar tasfiyeci olmak...
Beyaz yerine ak denilebilir mi her zaman ya da “Ayna” yerine “Gözgü” öz Türkçe
uğruna? Gönül kelimesi var diye “kalp”, siyah var diye “kara” atılabilir mi bu uğurda?
Bu topraklarda asırlar boyu Türk insanı kendi lisanında hem “ kalbe dokunmak, kalbini
açmak, kalbini kazanmak” diyor hem “gönül koymak, gönül yarası, gönlü tok”
diyorsa, siyah yerine “kara kara düşünmek, kara gün dostu” diyorsa bu dilin zenginliği
değil de nedir? İşte Türkçe bütün bu birikimiyle Türkçedir.
Yıllar boyu tartışılan bütün bu meselelerin yanında bugün Türkçemizin resmi dil
ilanının 737. Yıl dönümü...
Bu dil bayramımızda “bugünden sonra” Karamanoğlu Mehmet Bey’i anmaktan öte
anlamaya, yakamızda taşımaktan öte kalbimizde taşımaya, zihnimizde idrak etmeye
çalışalım...
Türk Dil Bayramımız kutlu olsun!
A. Bengisu Akdağ
Kaynak: Dr. Tahsin Ünal “Türklüğün ve Türkçenin Sesi, Karamanoğulları Tarihi”
Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları – Dilde Türkçülük”
15. ASRIN SULTANÜ'Ş- ŞU'ARASI
AHMED PAŞA
Fatih Sultan Mehmed'in önce hocası,
sonra müsayibi ve en nihayetinde de
veziri olan , daha hayattayken sultanü'şşu'ara ünvanı alan şair Ahmed Paşa, zeki,
nüktedan, ince bir kişi olarak tanınmıştır.
İyi bir aileden geldiği için çok iyi bir
eğitim görmüş ve önemli görevlerde
bulunmuştur.
Rivayete göre Ahmed Paşa,
Fatih'in gözdelerinden birine
tutulmuştur. Fatih, bunu duyunca o
güzelin saçlarını kestirmiş ve meclisine
çıkarmıştır.Ahmed Paşa gözdeyi o halde
görünce şu beyiti söylemiştir:
"Zülfin gidermiş ol sanem
kâfirliğin komaz henüz
Zünnârını kesmiş velî dahi
müselman olmamış"
Bunun üzerine gözdeye meyilli
yazar:
“Kul hatâ kılsa nola afv-i şehenşâh kanı
Tutalım iki elüm kanda imiş kanı kerem
Umaram cürmümi gark itmeğe rahmet
suyına
Mevc-i ihsânun ile cûş ide ‘ ummân-ı
kerem”
olduğu anlaşılmıştır. Fatih Sultan
Bu kaside Fatih Sultan Mehmed'in çok
Mehmed, Ahmed Paşa'yı çok sevmesine
hoşuna gitmişse ve Ahmed Paşa
rağmen olan bitenden rahatsız olmuş;
ölümden kurtulmuşsa da bir daha saraya
bu davranışı saray gelenek ve
girememiştir. Bundan sonraki hayatını
göreneklerine hakaret saymış ve Ahmed
mütevellilik, müderrislik gibi görevlerde
Paşa'yı Yedi Kule Zindanları'na
bulunarak geçirmiştir.
kapattırmıştır. Beyitte Ahmed Paşa, puta
Bütün yaşadıklarının yanısıra Ahmed
benzettiği sevgilisinin saçlarını
Paşa'nın en önemli ve bilinen yanı
kestirdiğini ama kâfirliği bırakmadığını
şairliğidir. Bundan dolayıdır ki Ahmed
söyler. Bahsi geçen sevgilinin Ahmed
Paşa , Fatih döneminin sultanü'ş-şuarası
Paşa'nın gönlünü kaptırdığı gözde olması
olarak anılmaktadır.
büyük ihtimaldir. Buna rağmen Âşık
Paşa, tezkiresinde Ahmed Paşa'nın
iftiralara maruz kaldığını söyler.
Yedi Kule Zindanları'nda ölüm
korkusuyla yaşamış olan şair, çok zor ve
acı günler geçirmiştir. Orada,
bağışlanmak için aklına bir kaside
yazmak gelir ve ünlü Kerem Kasidesi'ni
Seren Kotik
Delilsiz Gidilmez Yollar Harami
Aşka niyet eden derviş düşer yola. Hiç
görmediği, adını bile bilmediği bir ülkeye
gidecektir. Gidecektir ama nasıl? Ülkenin
varlığı bile kulağa masal... Ülkenin varlığına
delil arar derviş. Delil bulup gitmelidir. Gül
şehrinden geçip nur cemâle varmalıdır.
Öyle ya aşka rehber, âşıktan
öte kim vardır?
Simurg uçuşuyla bir
çiçek olur uçar, bir
çoban olur çiçeği
kovalar:
Çobanın biri
bir gün rüzgârda
salınan bir çiçek
görür. Sever onu.
Oturur karşısına;
onun yolunu seçer,
onu mürşid edinir,
başlar onunla
birlikte bir sağa bir
sola zikretmeye. Gel
zaman git zaman bir gün
yine çiçekle çoban
zikrederken rüzgâr şiddetlenir,
çiçeği koparır, uçurur. Çiçek uçar,
çoban kovalar. İbn-i Arabi Hazretleri bu
esnada dervişleriyle birlikte oturmuş ders
yapmaktayken çiçek düşer ders halkalarına.
Çoban şaşkın. İbn-i Arabi Hazretleri kaldırır
başını: " Gel evladım gel." der. " Sen bir
çiçeğe mi bağlandığını zannettin? " Çoban
bir bakar: Arabi. Âşık olur, "Allaaaah! " der
düşer.
Çobanın, garip bir çiçeğe olan sevgisi
kendisini hakikate götürmüştür.
fotoğraf: aybige akdağ
Mürşid, hakikat ülkesinin varlığına yol
yürüyenin delilidir. O vuslat ülkesine gitmiş
ve dönmüştür. Elinden tuttuğunu oraya
götürecektir. Her adımda tökezleyebilir
yolcu. Mürşid düşmesine izin vermez.
Düşeni kaldırır, siler kalbinden tozu
toprağı: "Olur." der. "Düşmem dersin
düşersin, şaşmam dersin şaşarsın,
öldüm der durur yine de
yaşarsın."
Mürşidsiz gidilen yolda
harami boldur. Herkes,
her şey, her olay devasa
taşlara dönüşüp keser
yolu. Hele yolcunun bir
düşmanı vardır ki
haramilerin en çetini:
Adı nefis, kılıcı keskin.
Nefisle harp etmeyi
öğreten üstadını bulan
derviş hamd eder. Çünkü
bilir; yolun neresinde çukur,
neresinde tümsek var
gösterecektir üstadı. Çünkü bilir,
üstadı onun ümit kapısı olacaktır.
Sevgilinin eşiğinde, sebat ettiği müddetçe,
iki dizinin üzerinde ümitle vuslat için
oturacaktır. Gönül güneşi 'Şems'ini bulan
Mevlana gibi şen, mesut; sevgiliden gelen
derdi deva bilerek, bir göz süzüş uğruna
dahi olsa onun yolunda can vermeyi
dileyerek o eşikte duracaktır. Gelmese bile,
"Gelmeyişini dahi sevdim." diyen âşıklar
gibi onunla hem dem, her daim dilinde
zikri ile bekleyişte olacaktır.
Herkesin Şems'ini bulup, ağzında o
bekleyişin tadını duyması dileğiyle...
Son Şairler Sultanı
“Gençlik… Gelip geçti… Bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü
Eser darmadağın, emek yüzüstü
Toplayın eşyamı, işim acele!”
Kör olan bir insana rengi, sağır olan bir
insana şarkıyı tarif etmenin imkânsızlığı
derecesindedir Necip Fazıl’ı anlatmak… Büyük
Üstat, son Şairler Sultanı, eşsiz bir hoca… Her
sözüyle, her davranışıyla ve özellikle zekâsıyla
şaşırtan nadir insan… Onu, Büyük Üstat’ı yeni
nesillere anlatmak gün geçtikçe daha da
zorlaşmaktadır.
Maraşlı bir soydan gelen Necip Fazıl’ın
çocukluğu, mahkeme reisliğinden
emekli büyükbabasının İstanbul
Çemberlitaş’taki konağında
geçer. 4-5 yaşlarında iken
dedesinden okumayı
öğrenir ve büyükannesi
Zafer Hanım’ın da
etkisiyle tutkulu bir
okuyucu haline gelir.
Necip Fazıl, Çile’li
hayatına küçük yaşta başlar.
15 yaşına kadar oldukça ciddi
rahatsızlıklar geçirir.
İlköğrenimini çok farklı okullarda
tamamlayan Üstat’a ölüm acısını ilk küçük
kardeşi Sema yaşatır. Sema’nın beş yaşındaki
ölümünden sonra annesi vereme yakalanınca
ailesi Heybeliada’ya taşınır ve böylece Necip
Fazıl, ilköğrenimini Heybeliada Numune
Mektebi’nde tamamlar.
1916’da “ Ne oldumsa bu mektepte
oldum” dediği ve şahsiyetinin ana çizgilerini
kesinleştirdiği Bahriye Mektebi’ne girer. Orada
üç yıllık öğrenimini tamamladıktan sonra ilave
edilen dördüncü sınıfı okumamaya karar verir
ve okuldan ayrılır. Bu sırada kardeşinin
ölümünden sonra henüz çok genç yaşta olan
babasının ölüm acısıyla beraber bir kez daha
yıkılır.
17 yaşında İstanbul Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü’ne girer. Cumhuriyetin
ilanından bir yıl sonra, 20 yaşında, eğitim için
yurtdışına gönderilecek öğrenciler için yapılan
sınavdaki başarısıyla üniversitesini tamamladı
sayılarak Paris’e gönderilir ve burada Sorbonne
Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne girer. Paris
hayatı, kendini arayışının müthiş duygu
değişiklikleri, korkunç girinti ve çıkıntıları
arasında, kimlik buhranlarıyla geçer. Paris’teki
bohem hayatına bir süre İstanbul’da da devam
eder.
Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in:
“ Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben
durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma
uçurmuşum.”
dediği sene, 1934’ü gösterir.
Bu tarih, Üstat’ın “efendim, irşat
edicim, can kurtarıcım” diye
nitelediği Efendi Hazretlerini
tanıdığı senedir.
Bir gün, oturduğu Beylerbeyi’ne giden
vapurda Abdülhakim Arvâsi Hazretlerinin
müritlerinden birisiyle karşılaşır. O zat Necip
Fazıl’a, Efendi Hazretlerinin Beyoğlu’nda Ağa
Cami’nde cuma günleri ders verdiğini duyurur.
Üstat, gider birkaç cuma sonra Beyoğlu Ağa
Cami’ne… Yanında da ressam arkadaşı Abidin
Dino. Oturmuş Efendi Hazretlerini dinliyorlar.
Namazdan sonra yanına yaklaşıp elini öpmek
istiyorlar. Efendi Hazretleri bir müddet onlara
baktıktan sonra şöyle diyorlar: “Biz Eyüp
Sultan’da oturuyoruz. Ne zaman isterseniz
buyurun.” Üstad sıklaştırmıştır artık o camiye
gidip gelişlerini. Efendi Hazretleri sorar,
Üstad’a:
“- Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu
mu ?” Bahriye Mektebi’nde okuduklarını söyler. Efendi Hazretleri : “- Bu iş
kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp
bulunabilir mi ?” Necip Fazıl’ın dünyası alt üst olmuştur. Bu hali, “Çile”
şiirinde şöyle dile getirir:
“Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde
Ve uçtu tepemden birden bir dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…”
Bundan sonra Üstat yeni bir iklimin eşiğindedir. Bu iklim, şairin iliklerine
kadar işlediği gibi eserlerine de açıkça yansır:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…”
Arvâsi ile tanışmasından sonra yaşadığı derin fikir buhranının ardından
hayatının yeni dönemindeki ilk önemli eseri olan “Tohum” adlı tiyatro
oyununu yazar. 1936’da Celal Bayar’ın temin ettiği ilanlar yardımıyla
çıkardığı ve 16 sayı sürdürdüğü Ağaç Mecmuası, dönemin önde gelen
entelektüellerini çatısı altında toplar. Daha sonra 1929’da girdiği ve artık
kendini “dolap beygirinden farksız” hissetmeye başladığı bankadan istifa
eder ve vakit kaybetmeden Haber gazetesine girer. 1938 yılında Büyük
Doğu Marşı’nı yazar.
Prof. Dr. Ayhan
Songar:
“Bir televizyon
konuşmamı takip
etmiş, ‘tabii
beğenmediniz.’
dedim. ‘Nerden
bildin?’ diye sordu,
cevabım: ‘Konuşan
siz değildiniz de
ondan’ olmuştu.
Bazen karşılıklı
konuşmalarımız saz
şairlerinin karşılıklı
atışmalarına benzer,
bu hava içinde sürer
giderdi.”
1934 tarihinde yaşadığı buhranlı dönemini anlatan Çile adlı şiirini 1939’da yayınlar. Bu
şiiri Üstat’ın en önemli şiirlerindendir. Şiirde geçen:
“Sanki burnum değdi burnuna yok’ un
Kustum öz ağzımdan kafatasımı”
mısraları Necip Fazıl’ın zekâsının ne denli olduğunu ispatlar niteliktedir. Onun şiirlerinde,
konuşmalarında etkili bir tecrit, yoğun bir sembolizasyon dikkat çeker. Üstat’ta öyle bir zekâ,
büyüklük ve yetenek vardır ki, onun söz veya kalemle ifade edemeyeceği bir konunun
olduğunu düşünmek neredeyse olanaksızdır. Onun şiirlerinde şekilden çok içerik cezbeder
insanı. Şekil, ses unsurlarını içerikten alır. O seçtiği kelimelere hiç kimsenin tasvir edemeyeceği
anlam ve farklılıklar kazandırır. Yazdıklarıyla Necip Fazıl’ı Türkçenin sırlarını ve imkânlarını en
iyi şekilde değerlendiren bir sanatçı olarak görmek mümkündür.
“Bir zamanlar
oturduğu apartman
katında eşek beslemeye
heves etmişti. Bir
bayram günü eşek
ziyaretçilerden birinin
üstünü kirletince bu
heves sona erdi, eşeğin
bu densizliğini de
misafirlere “ne
yapalım efendim,
eşekliğini gösterdi”
diye açıkladı.”
Üstat bundan sonra 1938-41 yılları arasında Fransız
Mektebi’nde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda, İstanbul Güzel
Sanatlar Akademisi’nde, Robert Kolej’de ve Ankara DTCF’nde
hocalık yapacak, 1939’dan itibaren de Babıali’ye dalıp, mücadele
edecek, hapislere girecek ama son nefesine kadar bu gayeden bir
an taviz vermeyecek ve 25 Mayıs 1983 tarihinde huzur içinde vefat
edecektir.
1943 yılı, sanatkârın fildişi kulesinden indiği; tam olarak
belirdiği tarihtir. Mücadelesini bir ömür; hükümetiyle, partisiyle,
basınıyla, hocasıyla, gençliğiyle kendi açtığı, bütün cephelerde tek
başına sürdüreceği Büyük Doğu Mecmuasının ilk sayısını çıkarır.
Büyük Doğu, 1943’ten başlayarak, aralarla, kapatılışlarla 1972’ye
kadar 15 defa çıkar. Üstat 1964’te yazdığı 21 Yılın Bilançosu isimli yazısını şu sonuçla bitirir:
“ 21 yıl maddi ve manevi çile, sekiz defada hepsi 3 yıl 6 ay 20 gün hapis. On kere batış ve çıkış
-ve nihayet on birincisinde (en güzel sayı) birincilik şartlarıyla doğruluş ve doğuş. Allah bütün
Müslümanlarla beraber, bu her devrin mazlumu, mahkûru ve mahpusu Büyük Doğu’ya
acısın…”
Üstat 1972’den itibaren artık evindedir. Nihayet 1980 yılının baharı gelir. Necip Fazıl
Kısakürek 25 Mayıs 1980 tarihinde Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Sultanü’ş Şuara” (Şairler
Sultanı) ilan edilir ve bu unvan edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına özenle işlenir. Bu ünvanla o
edebiyatımızın son Sultanü’ş Şuara’sı olur.
1981 yılının Nisan ayıdır. Üstat’tan Türk Edebiyatı Vakfı’nda bir sohbet verilmesi rica edilir.
Memnuniyetle kabul eder. Hâlbuki o sıralar sağlığı evden çıkmaya elverişli değildir. 24 Nisan
günü onu sohbete götürmek için evine gidildiğinde
bahçeye çıkar çıkmaz, oğlu Mehmet Kısakürek’e şu sözleri
söyler: “ Sekiz aydır evden çıkmıyoruz, ara sıra evden
“Pırıl pırıl zekasına,
çıkalım iyi oluyor.” Bacakları artık vücudunu
muhayyilesine, dipdiri
taşıyamamakta, birkaç metre ötede kendisini bekleyen
sesine rağmen bedeni son
arabaya yanındakilerin yardımıyla ulaşabilmektedir. Bu
senelerde hızla çökmüştü.
halde Türk Edebiyatı Vakfı’na gelir ve iki saati aşkın bir
Bunu bir türlü
süre konuşma yapar. Üstat konuşmasını şu cümlelerle
kabullenemiyor, gözleri
bitirir:
görme kabiliyetini tama
yakın kaybettiği halde
üstü kitaplar, yarı yarıya
yazılmış sayfalar, kağıt ve
kalemlerle dolu
masasının başında
oturuyordu. En ufak bir
yetersizliği kendisine bir
türlü yakıştıramıyordu.”
“Ahmet Kabaklı değer bilmekte –ben bir değer miyim o
ayrı mesele- değer ümit ettiği şeyleri çirkinden ayırmakta
birinci sınıf bir görüş sahibidir. Asıl cevabım: Bu halimle
gelebilişim, size olan ümidimi ve vazifemi teyit etmiş
oluyor.”
1983’ün Mayıs ayında edebiyat dünyasından adeta bir
dev ayrılmıştı. Onun bıraktığı boşluğu kimse
dolduramamıştı. Hem boşluk bırakmamıştı ki doldurulsun.
Prof.Dr. Ayhan Songar
Her şeyi doldurup gitmişti. Kafaları doldurmuş, gönülleri
doldurmuş ve yaşını doldurmuştu. On binlerce
Müslümanın katıldığı cenaze namazıyla birlikte, ruh verdiği gençliğin ve onun davasının
büyüklüğünün farkında herkesin elleri üzerinde, 49 yıl önce kurtarıcısını bulduğu Eyüp’te ebedi
yolculuğuna çıkmıştı. O anda herkesin dudaklarında aynı sözcükler:
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber ?”
Vasiyetinde “ Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler
bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız.” diyen Üstad’ı saygıyla ve rahmetle anıyoruz.
Beyza ARI
Necip Fazıl’dan....
Çırpınır
Dinle, kulağını ver de mezara!
Anneciğim
Ölüler evlattan yana çırpınır.
Ak saçlı başını alıp eline,
Nesiller arası korkunç manzara;
Kara hülyalara dal anneciğim!
Domuz yavrulayan ana çırpınır.
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
Kalbten kazıdılar iman sırrını;
Her günün bugünden beter yarını.
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Acı rüzgarlara vermiş bağrını,
Gecenin ardında yine gece var;
Türk Bayrağı yana yana çırpınır.
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!
Beklenen
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Ne hasta bekler sabahı,
Kanadın yayılmış çırpınmak için;
Ne taze ölüyü mezar.
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Ne de şeytan, bir günahı,
Beni de beraber al anneciğim!
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar?
BİR OYUN
YAZMAK
“Bence sahne, bir büyücünün toprak üstüne tebeşirle çizdiği
esrarlı bir dört köşeydi. Öyle bir dört köşe ki uçsuz bucaksız
hayatın en başı boş kıvrılışları onun darlığı içine sığdırılacaktır.
Dışardaki realitesinden hiçbir şey kaybetmeden ona sığan
hayat, dışardaki genişliğe sığmayacak kadar hudutsuz güzellik
tecellilerine orada kavuşacaktır.’’ diyordu Necip Fazıl. Bundan
sonra da bir aktör arkadaşının sorusuyla içinde bir iştah
belirivermişti:
‘’ Niçin piyes yazmıyorsun? ‘’
Şehir tiyatrosuna bir eser teslim edebilmek için yirmi günü
vardı. Bu süre darlığı yetmezmiş gibi, eserle onu yaşatacak aktör arasında peşin bir nişanlama
yapmadan işe başlayamazdı Necip Fazıl. Bu aktör Muhsin Ertuğrul olacaktı. Onunla
konuştuktan sonra odasına kapandı ve on yedi günün ardından ilk tiyatro eseri “Tohum’’
hazırdı. Eser yazıldığı yıl İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. Eserin baş kişisi Ferhad Bey’i
de anlaşıldığı üzere Muhsin Ertuğrul canlandırdı.
FERHAD BEY - Biz bu ruhu tanımıyoruz. Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz
önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. En derin ve en gizli hakikatlerdendir. Hakikat
kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi.
YOLCU - Bir tohum gibi mi?
FERHAD BEY - Madde açık, ruh gizlidir. Bütün hakikatler ruhundur.
Necip Fazıl bu sözleri döker Ferhad Bey’in ağzından. Böylece onun nasıl bir mefkûre sahibi
olduğunu, oyunda ruhun nasıl ön plana çıktığını görmüş oluruz. Şöyle de bir gerçek var ki
oyun kalitesinin görmesi gerektiği beğeniyi, ilgiyi görememiştir. Çünkü Tohum alışılmışın
dışında bir yaratımdır o devre göre. Tiyatroya olan ilginin azlığı da nedenlerden biri
arasındadır.
İlk oyununu böyle kaleme alan Necip Fazıl için artık oyun yazmak bir tutku haline gelmişti.
İkinci oyunu olan “Bir Adam Yaratmak” iki yıl gibi uzun bir süreden sonra tamamlanmıştı.
Oyun Türk tiyatrosunun bir trajedi şaheseri kabul edilir. Necip Fazıl eserde oyunun baş
kişisine “Ölüm Korkusu” adlı bir oyun yazdırır ve kendi yazdığı Bir Adam Yaratmak oyunu bu
oyunla iç içe ustalıkla harmanlanmıştır. Bu oyununda sanat ve estetik kaygısının yanında fikri
nasıl öne çıkardığını görüyoruz. İnsanın ne kadar güçsüz bir varlık olduğunu, acizliğini, aklına
ve başka hiçbir şeye güvenmemesi gerektiğini, bütün
kudretin Allah’ta olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler
önüne seriyor Necip Fazıl.
HÜSREV - Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin
dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim. Meğer kul
olduğumu anlamak için allahlık taslamalıymışım. Meğer
nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya
kalkmalıymışım. Ben ne yaptım? En sağlam basamağı
ayağımdan kaydırdım. Körlüğü zedeledim. Şimdi görünen
şeye nasıl bakayım? İnsan kaderini bir rüya gibi uykuda
bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim?
Necip Fazıl’ın bir diğer oyunu, ağır ceza hâkiminin
başından geçen bir dava ve bunun neticesiyle değişen bir
hayatın anlatıldığı “Reis Bey” . Bu oyununu ise
tutuklandığı sırada hapishanede kaleme alıyor uzun bir
aradan sonra. Taş kalpli bir kanun bekçisidir Reis Bey. Merhametini askıya almıştır, bir ferdi
korumak için bin suçluya idam cezası vermeyi göze alabilir. ’’Gözyaşları suçun rengini
soldurmaz.’’ der. Ama verdiği bir idam cezasının ve kırılan kalemin ardından vicdanı ile baş
başa kalır. Sonrası Reis Bey’in katı yüreğinin erimesi…
REİS BEY- …ağlanacak hal.
MAHKÛM - Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!
REİS BEY- Siz de benim hakkımda hüküm veriyorsunuz.
MAHKÛM- Bir kere de ben vereyim Reis Bey; hem de sehpadan, tepeden en yüksek kürsüden
hüküm vereyim. Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına
inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için,
en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden. Buz çölünde yol
alıyorsunuz. Reis Bey mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim.
Tiyatroya büyük önem veren Necip Fazıl bu örneklerde olduğu gibi eserlerine şahsi
görüşlerinden ayrı tutmadan, felsefi yaklaşımları, cemiyet ve insan meselelerini de
yansıtmıştır. Arkasında birçok oyun bırakan yazarın diğer tiyatro eserleri de şunlardır: Künye,
Kanlı Sarık, Para, Ahşap Konak, Parmaksız Salih, Sabır Taşı, Siyah Pelerinli Adam, Mukaddes
Emanet, Yunus Emre, Sultan Abdülhamid.
Sultan DEMİRTAŞ
SEVİNÇ ÇOKUM İLE
SÖYLEŞİ
SÖYLEŞİ
Sevinç Çokum, 25 Ağustos 1943’te
Beşiktaş, İstanbul’da dünyaya geldi. Hisarcılar
akımı temsilcilerindendir. Hikâye, roman ve
senaryo yazarı. Türk Edebiyatı Vakfı'nın
kurucularından biri olan Çokum, Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti'nin de üyesi. İstanbul
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü'nden 1970 yılında mezun
oldu; ayrıca Umumi Sosyoloji dalında
öğrenim gördü. Edebiyat öğretmenliğinin
yanısıra Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri
müdürlüğünü yaptı.
Kültür Bakanlığı Halk ve Çocuk Yayınları
Komisyonu üyeliğinde bulundu. 1981-1985
yılları arasında Rıfat İzzet Çokum'la kurdukları
Cönk Yayınları'nı yönetti. 1990-2001 yılları
arasında Türkiye gazetesinde iki tefrika
roman, deneme, inceleme ve gezi yazıları
yazdı.
Sayın Sevinç Çokum sorularıma başlamadan önce şu sıra yazmakta
olduğunuz yeni romanınızın yoğun çalışmaları arasında bizlere değerli
vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.
Öykü ve şiirle yazı hayatınıza başladığınızı biliyoruz. Daha sonraki
dönemlerde ağırlıklı olarak romana yönelmenizin belirli bir nedeni var
mıdır?
Benim öyle öykülerim var ki sonradan “Keşke bunlar roman olsaydı…”
demişimdir. Bu ayrımı çok iyi yapmak gerekir. Yanılmıyorsam Kemal
Tahir’in iki türü belirleyen sözlerini okumuştum;
“Bir romanı öykü formatına sıkıştırmak kadar öykü olabilecek bir konuyu
romana yaymağa kalkışmak yanlış olur. ” anlamındaydı o sözler. Tabii
hikaye ve roman zaman içersinde aşama aşama daha ileriye götürdüğüm
türler oldu benim için. Bir zaman geldi ki anlatacaklarım öyküden taşmağa
başladı. Çok şey söylemek ve anlatmak istiyordum.Bunu öyküdeki ince
sanatı romana taşıyarak yapabilirdim.Daha iyi romanlar için, yazdıklarımı
tarih, yakın tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe dallarıyla beslemem
gerekiyordu.Ancak kendime, yakınlarıma ait ve başkalarının bana
anlattığı yaşantılar çok önemliydi.2000 yılından bu yana ortaya
koyduğum Deli Zamanlar, Tren Burdan Geçmiyor, Arada Kalmış
Tebessüm, Lacivert Taşı ,Çok Yapraklı İlişkiler adlı romanlarımı kendi
mektebimin büyük atakları olarak değerlendiriyorum.
“Türkçeyi en iyi kullanan yazar”
ünvanını kazanmış biri olarak, Türk
dilinin tadını yeni nesillere tattırmak için
biz geleceğin edebiyat öğretmenlerine
vereceğiniz tavsiye ve öğütleriniz
nelerdir?
Birçok usta yazarın anlatmak
istediklerini en iyi ve özgün bir dille
aktardığını düşünürüm. Tanpınar, Sait
Faik böyledir. Rilke, Panait Strati,
Marquez, “Kayığım Rozinha”dan
tanıdığınız Vosconcelos büyük
anlatıcılardır. Şeyh Galib’i, Fuzuli’yi,
Ömer Hayyam’ı çözümlemek de aynı
ustalıkları yan yana getirmek demektir.
Çağımızda bir yazarın değeri ille de
Nobel kazanmış olmasıyla ölçülmemeli bana göre. Bu ödülü reddetmiş
veya ödüllendirilmemiş büyük ustalar var. Demek istiyorum ki, insanı,
kurallarla, ideolojilerle şekillendirmek değildir edebiyat, insanı kendi
gerçekliği ile yakalamak önemli. Özellikle Cumhuriyet sonrası yazılmış
yerli eserlerin dilinin sadeleştirilmesine karşıyım. Böyle yapa ede yeni
kuşaklar artık Türkçeyi seyreltilmiş, ayıklanmış bir dilden anlamağa
çalışıyorlar. Böylece sözlüğe bakma alışkanlığımız da yitip gitmede.
Sözlüksüz ve ansiklopedisiz bir öğretmen ve öğrenci odası
düşünemiyorum. Ayrıca okuma okutturma kampanyaları, ”Bakın biz
işimizi ne kadar güzel yapıyoruz!” anlamında gayret gösterenlere plaket
vermeyle bitmiyor. Okumayı sevdirmenin ötesinde kitap okumanın
sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış
olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz.
Doğru okuma nedir, iyi bir
okuyucu nasıl olmalıdır?
İyi bir okuyucu, okuduğunu kendi
yorumlarıyla anlatan, üzerinde
düşünen, satırların yanlarına notlar
alan, gerektiği zaman o notlara
bakan ve evinde mutlaka bir
kitaplığı olan kişidir. Kitap okumak
bir birikimi oluşturur; bu birikim
eskiden çeşitli açık veya kapalı
yerlerde, edebiyat matinelerinde,
bir araya gelinerek ortaya
konurdu. Oralardan birçok yazar,
dergi yöneticisi, gazeteci, tiyatrocu,
politikacı yetişmiştir. Bunlar
unutulmasın.
Sizce “Dilde birlik” ülkümüzü gerçekleştirirsek “Kaybettiğimiz toprakları”
farklı bir şekilde de olsa yeniden kazanma şansımız olur mu?
Fetihler veya kaybettiğimiz toprakları yeniden kazanma düşüncesi bana
aykırı gelir. Önemli olan üstünde yürürken hissettiğimiz, koştuğumuz ve
dilimizle hatıralarımızla, yüreğimizle bağlı olduğumuz topraktır. Dilde
birlik düşüncesi her ne kadar Kırımlı fikir adamı ve gazeteci Gaspıralı İsmail
Bey’e aitse de o zaman İstanbul’la ve diğer Türk illeriyle bağlar kurmak
adına bir zaruret idi. Biliyorsunuz, Kırım’da yayınlanan Tercüman
Gazetesinin işlevi gerçekten görmezlikten gelinemez.
Hem Türk Dünyasında, hem de Anadolu bütünlüğündeki dil özellikleri
lehçe ve şive farklılıkları Türkçenin büyük bir dil olduğunu açıklıyor. Yani
Beyaz Türkçe veya sade dil denilerek kelime ayıklamalar, tasfiyeler geçerli
değil artık. Dilimize girerek Türkçeleşmiş olan kelimeler aslında Türkçenin
zenginlikleridir. Özbeöz Türkçe mahalli kelimeler de öyle. Eki kökü doğru
olmak şartıyla yapma kelimeler ortaya koymak da… Ben romanlarıma
eski yeni demeden yakışanı alarak dil ufkumu geniş tutmağa çalıştım.
Yeni bir roman üzerinde çalışıyorsunuz. Okuyucuları nasıl bir eser
bekliyor, biraz ipucu verebilir misiniz bu konuda?
Benim için hayatın izleri, tortuları, elimle dokunduğum her şey
önemli. Sandık lekeleri gibi çıkmayan işaretler… Geçen yıldan beri
yazmakta olduğum romanda sonlara doğru yaklaştım. Bu romanın
dünya üstünde yazılan sayılamayacak kadar çok ve çeşitli romanlar
arasında yeri nedir, hiç bilmiyorum, bilenin de olacağını hiç
sanmıyorum. İzi olur, tozu olur, gölgesi olur, gölgesi olmaz
umursamıyorum da. Kimler ne bekliyor, bekleyen var mı onu da
bilmiyorum. Ben gelgeç bir yazar olmadım, kırk yıldan fazladır
yazıyorum. Burada da bütünüyle kendim değil, yer yer bana
benzeyen, belki benim söylemediklerimi söylettiğim bir kadın yazar
var. Ve başka kadınlar… Sağcılık solculuk veya başka bir şeycilik
kavramlarına bir reddiye diyebilirim. Etiketlenmeye kocaman bir
“Hayır!”…
Keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim...
Sorularınız için teşekkür ediyorum. Başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...
A. Bengisu AKDAĞ
MİSAFİR KÖŞESİ
Ellerim göğe sunulurken, uyku
Yamacına sığınmıştır şehrin kapısında,
Üzerimize ayın yanılsaması, farklı,
Adımlar ürkek ve çekimser sokaklarda,
Belirsiz simalar çoğalmakta zihinde,
Arayışın iz düşümlerini takip etmek zor
olsa,
Zaman akar saçlardan ve tenden,
çeşmeler gibi…
Uluyan köpekler görürsün belirli
aralıklarda,
Korku mu titretir şöylece ayak uçlarını,
göz bebeklerini,
Her evin penceresi vardır, güneşi
kucaklayan,
Hayat zor, insanlara
susmak ve
tepkisizleşmek,
En büyük yetenektir.
Bilirsin değil mi?
Yalnızlığı,
Suskunluğu,
Senin olmayanı,
Bir taş gibi sert ve soğuk,
Yağmur gibi temiz ve doygun,
Çocuklar gibi özgür,
Savaşlar gibi çetin , acımasız…
O zaman bana da öğret,
Konuşurken susmayı ve yalnız kalmayı.
Önlerinde sıra sıra saksılar…
Menekşeler, sardunyalar ve fesleğenler,
Bilinmez ki hangi kadının yalnızlığını ya
da sevgisini taşır…
Parmaklara asılı duran sigara, bekleyişin
adı mıdır?
Sorular cevaplara gebedir , düşünceler
karışık…
Kaçma anı yaklaştı yine yanı başıma,
Kolay değildi denen şey kalabalık içinde
yalnızlığı temsil,
Sevdayı terk eden ben olayım,
Kehribar tesbihe tek tek işlemeli
içtekileri,
Misafir: İzzet EŞEN
MED CEZİR
Süleyman Erkut
Öyle bir şiire başlıyorum ki
Nasıl anlatacağım bilmiyorum.
Aklımdan geçenler muttasıl,
Sahi anlatsam anlar mısın?
Ne anlattığımın da farkında mısın?
Anlatmak istediğim muttasıf.
Akıl gaip muallakta,
Gönül kuşu aranmakta.
Yazdıklarıma cevaben,
Bildiklerime binaen
Kalbe huzur veren
Benim dizelerim bedaheten.
Ne saç ne sebat kaldı Ya Rab!
Hamd olsun lakin kulun hali harap.
Bitap düşmüş bir dizeden bakarken,
Mürekkep aktıkça yazarsın güneş doğarken.
Kalemin sırdaşın olur konuşur,
Mısralar anlatır herkes susuşur.
Bir âmâ gelir gördüğünü anlatır,
Bak bilmişler ne demişler:
Şairlerin dili cennetin anahtarıdır.
Kelam ay ışığında saklıdır.
Dil çözülür, söz konuşur.
Öz bilinir, göz vurgun olur.
Yorgun kalpler durgun durur,
Kurgular içinde hal-i medcezir.
Bir dilsiz gelir bilmediğini okur.
Anlarsın, sırra vakıf olursun,
Çok susarsan yorulursun.
Konuş ki makal gideceği yeri bulsun.
Çay var kitap var ölüm var biliyor musun?
Lakin sen cidden beni anlamıyorsun ya hani;
Bu benim bu dünyadaki imtihanım.
Çölde susuz yaşanmıyor azizim.
Yaşam pınarı mı ab-ı hayat suyu?
Yusuf gibi ben de mi kenanda bir kuyu?
Ne içinde nelerde saklı kimle?
Neredeyim bilmiyorum, görmüyorum.
İşte geldim, gidiyorum.
Sükun makamında sükut vaktidir.
Sema Keser
BUCAKSIZ
Başımı sert kayalara dayayıp tavanı gökyüzü olan diyarlarda yaşardım.
Yıldızları avize yapıp sazlıklarla dost olurdum.
Sarp dağlar ailem olur geceleri onlara sığınırdım,
Nefsimin prangalarından kurtulup engin olmayı arzulayarak.
Gönüller ülkesinde duvarları olmayan mabetler tasavvur ederdim.
İçinde güverteler dolusu balık bulunan akortsuz cümleler kurardım.
Kalbimi sürgün ettiğim bu yalnızlıkta bakışlarımla duyardım.
İçimde yankılanan feryatları kalbimin ritimleriyle dindirirdim,
Ruhumun çıplaklığını benliğimle giydirmeyi düşleyerek.
EBRULİ
Gözleri buğday tanesi,
Bakışları hasat olan sevgili.
Gülüşü güneşe dönük ayçiçeği,
Hüznü sonsuzluğa giden bir seferi.
Ilık bir gün batımı kızlığında tanıştım;
Efsuni akşamsefası misali.
Kaybettiğimde anladım;
Kalbimin gökkuşağına yansıyan rengini.
Kaybettiğimde gördüm;
O olmadan ben olmak,
Yağmura muhtaç bir zerdali .
Sema Keser
ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak
gözüktü.Arkasından seğirttim,kaçanı
yakaladım.
Kapıcı odasına hırsızla beraber
girdik.Kapıcının sarı ışıklı fenerini
yaktım.Ay,bu ne küçük hırsızdı
böyle!Ellerimin içinde kırarcasına tuttuğum
eli ufacık.Gözleri pırıl pırıl.Neden sonra
gülmek için,hem de katıla katıla gülmek
için, ellerini bıraktım.
Sait Faik Abasıyanık
İPEKLİ MENDİL
“İpek fabrikasının geniş cephesi ayla
ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi,acele
acele geçtiler.Ben isteksiz,nereye gideceği
meçhul adımlarla yürürken,kapıcı
arkamdan seslendi:
-Nereye?
-Şöyle bir gezineyim, dedim.
-Cambaza gitmiyor musun?
-Cevap vermediğimi görünce, ilave etti:
-Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi
gelmemiş.
-Hiç niyetim yok, dedim.
Yalvardı, yakardı,beni fabrikayı beklemeye
razı etti.Biraz oturdum,bir sigara içtim,bir
türkü söyledim,sonra canım sıkıldı.”Ne
etsem” dedim,kalktım,kapıcı odasındaki
civili bastonu aldım,fabrikayı dolaşmaya
çıktım.
Kızların çalıştığı kozahaneyi geçer geçmez
bir pıtırtı işittim.Cebimdeki elektrik fenerini
yaktım.Etrafı taradım.Fenerin uzanan gür
Bu sefer küçücük bir çakı ile üzerime hücum
etti ve çapkın ,beni küçük parmağımdan
yaraldı.Sımsıkı yakaladım keratayı.Ceplerini
aradım.Bir parça kaçak tütün ve yine aynı
sıfatlı iki sigara kağıdı,temizce bir mendil
buldum.Kanayan parmağıma onun kaçak
tütününden bastım;mendili yırttım ve elimi
ona bağlattım.Kalan tütünle de iki kalın
sigara sardık,ahbapça konuştuk.
On beş yaşında vardı. Hani böyle şey adeti
değildi ama,gençlik işte.Birisi ondan ipekli
mendil istemişti,hani canım anlarsın ya
aşıklısı,sevdalısı,komşu kızı işte!Para da yok
ki gidip çarşıdan alsın .Düşünmüş,taşınmış
aklına bu çare gelmiş.Ben:
-Peki –dedim-,imalathane bu tarafta,sen
aksi tarafta ne arıyordun?
Güldü.İmalathanenin nerede olduğunu o
ne bilecekti.Birer de benim köylü
sigarasından yaktık,iyice ahbap
olmuştuk.Halis Bursalıydı..Doğma büyüme
İstanbul’a değil,Mudanya’ya koca
ömründe-bunu söylerken yüzünü
görseydiniz-bir defacık inmişti.
Emir Sultan’da ay ışığında,kızak kaydığımız
zamanlar,benim de aynı bu tonda,bu
kıvamda arkadaşlarım olmuştu.Eminim ki
bunun da onlar gibi,uzaktan sesini
duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi
karardı.Biliyorum ki mevsim mevsim
meyvelerin kabuğunun rengini
alıyor.Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir
ceviz esmerliğinde esmerdi.Yine de bir taze
ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri
vardı.Ben bilirim,yazın başlangıcından ta
ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının
yalnız elleri erik ve şeftali,yalnız çizgili
mintanlarının kopmuş düğmelerinden
gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar.O
sırada kapıcının saati onikiyi çaldı.Nerde ise
cambaz bitecekti.
-Kaçayım,dedi.
Onu ipekli mendili vermeden
gönderdiğime müessir düşünürken,dışarıda
bir gürültü ile silkindim.Kapıcı söylene
söylene odadan içeri giriyordu.Arkasında
da hırsız...
Bu sefer ben kulaklarını çektim.Kapıcı çıplak
tabanlarını ince söğüt dalıyla epey
haşladı.Bereket patron orada yoktu.Yoksa
vallah onu polise verirdi.”Bu yaşta bir
çocuk hırsız!Efendi,hapisanede yatsın da
akıllansın”diyerek.
Çok korkuttuk ağlamadı.Gözleri ağlamaya
hazır çocukların gözlerine döndü
ama,dudaklarında azıcık bir titreme
gözükmedi ve kaşları sabit,kararlı hallerini
hiç bozmadılar.Yalnız biraz
rüzgarlıydılar.Bırakılınca azat edilmiş bir
kırlangıç gibi fırladı.Ay ışığını ve mısır
tarlasını,keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı
gitti.
Ben o zaman malların istif edildiği
imalathanenin üstündeki bölmede
yatardım.Odam ne güzeldi.Hele mehtaplı
gecelerde ne şirin olurdu.Tam pencereme
yakın bir dut ağacı vardı.Ay ışığı dut
yapraklarından süzülür,odaya pare pare
dökülürdü.Aşağı yukarı,yaz kış pencereyi
açık bırakırdım.Ne serin,ne tuhaf rüzgarlar
eserdi..Vapurlarda da çalıştığım
için,rüzgarları kokularından
lodos,poyraz,karayel,gün batısı diye ayırt
eder,tanıdım.Ne rüzgarlar battaniyemin
üzerinden acaip birer rüya gibi gelip
geçtiler.
Uykum çok hafiftir.Sabaha
yakındı.Dışarıdan bir gürültü
geliyordu.Adeta dut ağacında birisi
vardı.Korkmuşum
ki,kalkamadım,bağıramadım.Tam bu sırada
pencerede bir hayal belirdi.Oydu yavaşca
pencereden sıyrıldı.Benim önümden
geçerken,gözlerimi kapadım,dolapları
karıştırdı.İstifleri uzun bir müddet alan
taran etti.Sesimi çıkarmadım.Doğrusu bu
cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi,sesimi
çıkarmayacaktım.
Yarın patron:
-Üstüne ölü toprağı mı serpilmişti,diye bir
tekme ,beni kovacağını bildiğim halde gık
demedim.
Halbuki o yine geldiği gibi bomboş,sessiz
sedasız pencereden sıyrılıp gitti.Bu anda da
bir dal çıtırtısı işittim.Düşmüştü.Aşağıya
indiğim zaman ,başına kapıcı ile beraber
birkaç kişi birikmişlerdi.Ölmek
üzereydi.Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı
açtı.Bu avucun içinden bir ipek mendil su
gibi fışkırdı.
”
11.05.1954
Ölümünün 60. Yıl
dönümünde büyük
ustayı saygıyla
anıyoruz...
SA’D-ÂBÂD’IN GÖZDESİ
NEDİM
Şüphesiz Divan edebiyatının en farklı
isimlerinden biri olan Nedim tam olarak
bilinmemekle birlikte 1680 yılında
İstanbul’da doğmuştur.Asıl adı Ahmet’tir
ve dedesine mülakkâb denmesinden dolayı
mülakkab-zâde diye de anılmıştır.Onun
düzgün bir medrese eğitimine sahip olması
ve ileriki zamanlarda; önce Sadrazam Şehit
Ali Paşa ardından Damat İbrahim Paşa
tarafından korunmuş olması şöhretinin
temellerini atmıştır.Nedîm’in asıl
ünü Damat İbrahim Paşa’nın
zamanında olmuştur.
Tarihte ‘’Lâle Devri’’
olarak anılan zevk ve
eğlence devrinin gözde
ismi olan
Nedîm,dönemin
eğlence anlayışını usta
nüktedânlığı ile gözler
önüne serer.Onu diğer
şairlerden ayıran en önemli
özelliği ise ele aldığı konuları
farklı bir üslupla ifade ediş
şeklidir.Divan edebiyatının gelenek ve
muhtevâsının kurallarını ana hatlarıyla
uygulayan Nedim,şiirlerinde bir çok
yeniliğe yer vermiştir.Onun şiirlerini
öncelikle konusu olarak ele alacak olursak
yaşadığı çağa ve kendi kişiliğine uygun
olarak övgü,aşk,şarap temaları
üzerinde,hatta yalnızca bu temalar üzerinde
durduğu söylenebilir.Bunun yanında onun
dil anlayışı kendinden öncekilerden
farklıdır.Arap ve Fars sözlük kurallarından
kaçınmış,yalın ve külfetsiz bir dil
kullanmaya çalışmıştır.Bunun yanı sıra
Nedîm İstanbul ağzını başarılı bir biçimde
uygulamıştır. Hatta daha da ileriye giderek
bazı Arapça ve Farsça sözcükleri de halk
ağzında konuşulduğu gibi kullanmış; hîç
yerine hiç,çihâz yerine çeyiz gibi halk
söyleyişlerini tercih etmiştir.Bu durum
Divan şiirine göre kusur sayılmış olsa da
Nedim’in sade bir dil kullanma isteğini
engelleyememiştir.Sahradaki bülbülün
sesiyle dağın yankısını ‘’rengârenk ahenk’’
sözüyle anlatışı,renk için kullanılan bir sözü
ses için kullanışı onun yaşadığı devir için
çok büyük bir yenilik sayılmaktadır.
Nedim’in yaşamını yitirmesinden
çok sonra meydana gelecek
Edebiyât-ı Cedîde zamanında bile
bu tür kullanımlar büyük
tartışmalara yol açacakken onun
bu ileri görüşlü hayal dünyası
dikkate değerdir.
Öncelikle ‘’murabbâ’’
biçiminde karşımıza çıkan ‘’şarkı’’
türünü bir çığır olarak bu günlere
kadar sürüp gelmesini sağlayan
Nedîm,Lale Devri’nin zevk ve eğlence
anlayışını özellikle bu tür ile sıkça dile
getirmiştir.
Nedîm, dönemine cüretkâr bir takım
söyleyiş ve dil anlayışı getirmesinin ve şarkı
türündeki başarısının yanı sıra yaşadığı
çevrenin ve dönemi olan Lale Devri’nin bir
aynasıdır.Gezme yerlerine ‘’üç çifte kayık’’
ile gidildiğini bu kayıklarda şarkıların
okunduğunu,güzellerin rakslarının
seyredildiğini,Göksu,Çubuklu,Hisar ve Sa’dabâd’ın gözde yerler
olduğunu,bayramlarda Sa’d-abâd
gezmelerinin pek parlak olduğunu
şarkılarında ve gazellerinde sıkça
belirtmiştir.
Andırır Kasr-ı Cinân’ı bu dil-i nâ’şâda
Nice akmaya gönül su gibi Sa’d-âbâd’a
Düşürür Kevser’i ol havz-ı dil-ârâ yâda
Nice akmaya gönül su gibi Sa’d-âbâd’a
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i naşade
Gidelim servi revanım yürü Sa’d-âbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede amade
Gidelim servi revanım yürü Sa’d-âbâd’a
(Bu neşesiz gönül e Kasr-ı Cinân’ı andırır,
gönül Sa’d-âbâd’a su gibi nasıl akmasın?
O gönül süsleyen havuz,
Kevser’i(Cennetteki bir ırmak) hatıra
düşürür,
gönül Sa’d-âbâd’a su gibi nasıl akmasın?)
(Gel,şu neşesiz gönüle bir safa verelim;
yürüyen servim yürü,Sa’d-âbâd’a gidelim.
İşte üç çifte kayık iskelede hazır;
yürüyen servim,yürü, Sa’d-âbâd’a gidelim.
(Dönemin sevilen gezme ve mesire alanı Sa’d-abâd)
Döneminin zevk ve eğlence adamı olan
ve bunu ustalıkla dile getiren Nedim’in
dinî mahiyetli bir gazeli dahi
bulunmamaktadır. Onun yaşamı
aşk,kadın,eğlence,şarap üzerinde geçtiği
gibi edebî hayatı da bu alanda kendini
göstermiştir.
Nedim, yaşadığı devri sona erdiren
Patrona Halil ayaklanması sırasında
ölmüştür. Ölümü ve mezarı üzerinde
pek çok söylenti vardır:

Ramiz Tezkire’sine göre vehim hastalığına tutulmuş ve bu hastalıktan kurtulamayarak
1730 yılının Aralık ayında ölmüştür.(Ayaklanmadan iki ay sonra)

Müstakim-zâde’nin Mecellet-ün-Nisâb adlı eserinde Nedim2in ayaklanma esnasında
evinin damından düşerek öldüğü yazılmıştır.

Kemiksiz-zâde Mustafa Safvet Efendi’nin Nuhbet-ül-Âsâr adlı eserinde ise içkiye
düşkünlüğü yüzünden titreme hastalığına tutulduğu ve bu yüzden öldüğü yazılmıştır.
Ali Canip Yöntem’in bulduğu Nedim terekesine ait mahkeme kararına göre şairin evin
damından düşerek öldüğü gerçeğe yakındır.Abdülbaki Gölpınarlı şairim mezar taşının şeklini
göz önünde bulundurarak onun Hamzavî tarikatına mensup olduğunu ileri sürmüştür.Mezarı
Karacaahmet mezarlığının Miskinler kısmındadır.
Sırdem KEMİKSİZ
Kaynaklar: Cevdet KUDRET, “DİVAN Şiirinde Üç Büyükler ''NEDİM'' ”
Ahmet Atilla ŞENTÜRK Osmanlı Şiiri Antolojisi
rağmen dil ve üslup açısından
Meşrutiyet kuşağına bağlı kalan Hisar’ın
bütün yapıtları esas olarak “hatıra”ya
dayalıdır.
7 Mayıs 1986: Haldun Taner öldü.
Edebiyat
Tarihinde
MAYIS
2 Mayıs 1945: 1873 doğumlu Fransız
yazar Colette, 72 yaşında, Fransa'nın en
önemli edebiyat kurumlarından biri
olan Académie Goncourt'un ilk kadın
üyesi oldu.
3 Mayıs:
1934: F. T. (Feridun Timur), Servet-i
Fünun-Uyanış dergisinde Ercümend
Behzad (Lav) için "Ercümend Behzad,
Nâzım Hikmet'i, arkada bırakan bir
merhaledir. Nâzım, bir sınıfın emel ve
arzularını terennüm ediyor.
Ercümend'se sınıf farkı gözetmeksizin
yığınlara hitap ediyor" diye yazdı.
1963: Boğaziçi'nin mehtaplarının,
yalılarının ve geçmiş zaman köşklerinin
yazarı, "Türkiye'nin Proust'u" Abdülhak
Şinasi Hisar, doğup büyüdüğü
İstanbul'da beyin kanamasından öldü.
Yazar, 7Ağaç, Varlık, Ülkü ve Türk
Yurdu dergileri ile Milliyet, Hâkimiyet-i
Milliye ve Dünya gazetelerinde yazdı.
Cumhuriyet dönemi yazarı olmasına
Yazar, Cumhuriyet dönemi Türk
edebiyatının önde gelen yazarlarından
birisiydi ve Türkiye'de epik tiyatro türü
ve kabare tiyatrosunun öncüsüydü.
11 Mayıs 1954: Modern Türk
hikayeciliğinin önde gelen
yazarlarından olan Sait Faik Abasıyanık
öldü. Toplumun problemlerine değil
bireyin toplum içindeki sorunlarına
yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla
kendisinden yola çıkıp bireyler
hakkında yazarak insan gerçeğini
anlamaya çalışmış, çoğunlukla şehirli alt
sınıfın hayatını yazmıştır.
12 Mayıs 1919: Tahsin Nahit öldü.
Galatasaray Spor Kulübü'nün 9
numaralı kurucu üyesi olan Nahit,
hukuk eğitimi almıştır, "Adalar Şairi"
olarak tanınmış bir şair ve oyun
yazarıydı. Fecr-i Ati akımının bir
üyesiydi. . İlk şiirleri Selanik’te çıkan
Çocuk Bahçesi dergisinde
yayımlanmıştır.
13 Mayıs 1958: Nâzım Hikmet,
Paris'te Abidin Dino için bir şiir yazdı:
"Abidin Dino'nun 'Yürüyüş' Adlı Tablosu
Üzerine Söylenmiştir".
15 Mayıs 1871: Arthur Rimbaud, Paul
Demany'ye meşhur "Lettre du Voyant"ı
(Kâhin'in Mektubu) yazdı: Bu mektupta
"Gerçek şair ateşi çalmasını bilendir"
diyor, Verlaine ve Baudelaire dışındaki
bütün şairlerin üstünü çiziyordu.
16 Mayıs 1952: Memduh Şevket
Esendal öldü. En çok bilinen eseri 1934
yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları
adlı romanıdır. Yaşamının yalnızca
dokuz yılında ciddi biçimde edebiyatla
uğraşmasına rağmen Türk
öykücülüğünün önemli bir ismi oldu.
Durum hikâyeciliğinin Türk
edebiyatındaki temsilcisidir.
17 Mayıs 1880: Tanzimat dönemi
yazarlarından Ziya Paşa öldü.
Eserlerinde baskıcı yönetime karşı
özgürlükleri ve meşrutiyeti savundu.
Batılılaşma yanlısı, yenilikçi Tanzimat
Edebiyatı'nın öncüleri arasında yer aldı.
Namık Kemal ve Şinasi ile birlikte yeni
Türk edebiyatının temellerini attı. Şiir
ve yazı dilinin halkın dili olması
gerektiğini savundu.
18 Mayıs 1898: Faruk Nafiz Çamlıbel
doğdu. Sanatçı, halkın yaşantılarından
çıkardığı konuları yine halkın söyleyiş
ve nazım biçimleriyle dile getirir.
Yepyeni görüşler getiren ünlü "Sanat"
şiiri, memleketçi şiirin ilk bilinçli bildirisi
kabul edilir. Batı etkilerine kapalı, Türk
halk şiirine açık bir tutum içindedir.
21 MAYIS
1688: Alexander Pope doğdu. 18'inci
yüzyılın başlarındaki en büyük İngiliz
şair olarak görülmekteydi. Hicivli
dizeleriyle ve Homer'i tercümesi ile
tanınmıştı. Kahramanlık beyitleri üstüne
bir uzmandı.
22 MAYIS
1859: "Sherlock Holmes"un yaratıcısı
Sir Arthur Conan Doyle, Edinburgh'da
doğdu.
1885: Victor Hugo, Paris'te 83 yaşında
öldü. Ölümü üzerine ulusal yas ilan
edildi ve Hugo Panthéon'a gömüldü.
1912: Şair Eşref öldü. Türk edebiyatının
hiciv ustasıydı. Tanık olduğu
yolsuzlukların üzerine çekinmeden gitti.
Hicviyelerini daha çok gazel, kaside,
muhammes ve özellikle kıtalar
biçiminde yazdı.
1943: Cumhuriyet döneminde kurulan
Yedi Meşaleciler adlı topluluk üyesi ve
hikâyeci Kenan Hulusi (Koray) öldü.
25 Mayıs: 1983: Necip Fazıl
Kısakürek doğdu.
26 Mayıs 1905: Necip Fazıl
Kısakürek öldü.
28 MAYIS
1986: Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve
yaşama biçimiyle de kendisinden söz
ettiren, sürekli yazan, yayınlayan bir
şair olarak ilgileri hep üstünde tutan
Edip Cansever öldü. Cemal Süreya'ya
göre: "Her şeyin fazlası zararlıdır ya /
Fazla şiirden öldü Edip Cansever!"
Derleyen:
A.Bengisu Akdağ
ARKA KAPAK
“Arka Kapak’’ Mayıs sayısında da iki muhteşem kitapla karşımıza çıkıyor.
İlki geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Gabriel Garcia Marquez’in
“Yüzyıllık Yalnızlık” adlı Nobel ödüllü eseri; diğeri ise Buket Uzuner’in
“Kumral Ada Mavi Tuna” adlı bir aşk romanı.
Yüzyıllık Yalnızlık
Yazar: Gabriel Garcia Marquez
“Yüzyıllık Yalnızlık”ı yazmaya başladığımda,
çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi
edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol
bulmak istiyordum. Çok kasvetli, kocaman
bir evde, torak yiyen bir kız kardeş, geleceği
sezen bir büyükanne ve mutluluk ve çılgınlık
arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek
bir yığın akraba arasında geçen çocukluk
günlerimi sanatsal bir dille ardımda
bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki
yıldan az bir sürede yazdım. Ama yazı
makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş,
on altı yılımı aldı… Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile
kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı. Anlattığı
öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve
imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyük
annemim işte bu yöntemini kullanarak yazdım… Bu romanı büyük bir
dikkatle ve keyifle okuyan ve hiç şaşırmayan insanlar tanıdım.
Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey
anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek satır
bulamazsınız.’Merak duygunuzu perçinleyen ve mükemmel bir kurguya
sahip bu kitabı okuduğunuzda elinizden bırakmak istemeyeceksiniz.
KUMRAL ADA MAVİ TUNA
Yazar : Buket Uzuner
Konu: Roman, Kuzguncuk’ta geçmekte
olup orada yaşayan Tuna ve Aras’ın
hayatlarını anlatmaktadır. Daha sonra
mahallelerine taşınan Ada’nın hayatlarına
girmesiyle devam eder. Ada ,romanın
adında da anlaşılacağı gibi kumral, Tuna da
gözleri mavi olduğu için Mavi Tuna olarak
anılır. Aras, Ada’nın ilk sevgilisi, yegane
aşkıdır. Ada kendisinin de söylediği gibi
Tuna’yı sevse de gururu ve gösteriş
merakından dolayı Aras’ı seçmiştir. Tuna’da
Ada hep bir ukde olarak kalmıştır. Tuna, roman boyunca yer yer iç savaş
formlarından bahseder ve içinden geçer.
Buket Uzuner Tuna’yı, Tuna’nın yıllar süren aşkını öyle güzel anlatmıştır ki
hayranlık duymamak elde değil. Kitap bölümlere ayrılarak yazılmış ve her
bölümün başında çeşitli yazar ve şairlerden alıntılar var. Ayrıca kitabın
sonunda karakterlerin kendilerini anlatmaları, bir bakıma savunmaya
geçmeleri de değişik bir yöntem olmuş.
Yorumlar:
‘Buket Uzuner’den bir edebiyat şöleni !” Gürsel Aytaç
‘ Buket Uzuner,’Kumral Ada Mavi Tuna ‘ romanında, bireysel ve
toplumsal iç savaş metaforlarıyla bizi iç barışa; ‘içimizle barışmaya’
çağırıyor”. Psikiyatrist Dr. Cem Mumcu
‘Buket Uzuner’in ‘Kumral Ada Mavi Tuna’sını okuyunca sarsılacaksınız.”
Milliyet
‘Türk Edebiyatında bir kadın yazarın elinden çıkan ilk savaş olma özelliğini
taşıyan ’Kumral Ada Mavi Tuna’, Edebiyat ve politika çevrelerinde epey
ses getireceğe benzer.” Cumhuriyet
Merve BAŞOL
SAHNEDE
Uludağ Üniversitesi kampüsünde tiyatro sezonu açıldı nihayet. Uludağ
Üniversitesi Oyuncuları 32. yılında yani bu sene perdesini Guguk Kuşu
oyunuyla araladı. Ken Kesey’in 1962 yılında basılan One Flew Over Cuckoo’s Nest (Kafesten
Bir Kuş Uçtu) adlı romanı 1963 yılında Dale Wasserman tarafından tiyatroya uyarlandı.
Dilimize de Guguk Kuşu olarak
geçti.
Guguk Kuşu fazla sayıda
düşünceyi içinde barındıran bir
oyun olarak karşımıza çıkıyor.
Zıtlıklarla seyirciyi düşündürüyor.
Sistem eleştirisi yapıyor ama
bunun çözümünü sunmuyor. İlk
olarak yönetilen, sistemin çarkında
bir dişli olmuş insanı görüyoruz ki
yönetilenle karşı karşıya.
Sonrasında özgürlük ve tutsaklık
arasındaki farkı ve en üst
noktasında ise delilik kavramını görüyoruz. Bu kavramı neyin belirlediğini; bu kavramın
zıtlıklarıyla beraber anlamaya çalışıyoruz. Oyun iki perde ve yaklaşık iki saat sürüyor. Tek bir
mekânda geçiyor. Dekor, ışık, kostüm, makyaj ve teknik olarak ne varsa tamamı topluluk
tarafından hazırlanıyor ve hiçbir profesyonel yardım alınmadan bizlere sunuluyor.
Topluluktan bahsedecek olursak: 1982 yılında Fransızca Bölümü’nden Prof. Dr. Hasan
Anamur ve arkadaşları tarafından kuruluyor üniversitenin en köklü tiyatro topluluğu.
Sonrasında ise her yıl en az bir oyun çıkararak bu yıla kadar ayakta kalıp 31 yılı arkasında
bırakıyor. Eğitmenlerini de kendi içinden çıkararak aktarım yoluyla, amatör ruhla yoluna
devam ediyor Uludağ Üniversitesi
Oyuncuları. Topluluğa kayıt
olduktan sonra üyeleri yaklaşık 4–
5 ay süren bir eğitim bekliyor.
Tiyatro tarihi başta olmak üzere
teorik bilgilerin yanında, temel
oyunculuk eğitimi, sahne duruşu,
mimik, diyafram gibi kavramlar
öğretiliyor. Uludağ Üniversitesi
Oyuncuları bir de festival
düzenliyor. Festivale çeşitli
üniversitelerden amatör tiyatro toplukları katılıyor ve profesyonel tiyatro atölyeleri veriliyor.
Bu sene 8.si gerçekleşecek olan Uludağ Üniversitesi Oyuncuları Tiyatro Festivali 9 – 17 Mayıs
tarihleri arasında yine kampüsü renklendirecek. Şimdiden iyi seyirler.
Sultan DEMİRTAŞ
BEYAZ PERDE’DEN
Sevgili İncir Çekirdeği okurları dergimizin sinema
bölümünde bu ay sizlere dünya edebiyatından beyaz perdeye uyarlanmış
filmlerden bir kaçını sunacağız. Beyaz sahifelerden beyaz perdeye geçen kitaplar...Keyifli
okumalar...
AŞK VE GURUR: 19. yüzyılda yaşamış ünlü İngiliz roman yazarı Jane Austen'ın en ünlü
karakterlerinden Elizabeth Bennet'ı oluşturduğu ünlü romanı 2005 yılında sinemaya
uyarlanmıştı.
Yapımı : 2005 – Fransa
Tür : Dram , Romantik
Süre: 127 Dak.
Yönetmen : Joe Wright
Oyuncular : Keira Knightley , Carey Mulligan , Matthew
Macfadyen , Rosamund Pike , Kelly Reilly
Senaryo : Emma Thompson , Jane Austen ,
Deborah Moggach
Yapımcı : Tim Bevan , Eric Fellner
Film Özeti
18.yüzyıl sonlarında, sınıf bilincinin hakim olduğu İngiltere'de beş kız
kardeş olan Bennet'lar - Elizabeth veya Lizzie, Jane, Lydia, Mary ve Kitty, annelerinin iyi bir koca
bulup geleceklerini güvence altına alma hayalleriyle büyütülmüşlerdir. Fakat, neşeli ve zeki bir mizaca
sahip olan Elizabeth, kendisine düşkün olan babasının da desteğiyle hayatını daha farklı ve dolu dolu
yaşamak için çabalamaktadı.
ESARETİN BEDELİ: Tim Robbins ve Morgan Freeman'ın bu filmdeki performanslarını
kim unutabilir ki... Film bir Stephen King romanından, Rita
Hayworth and Shawshank Redemption'dan uyarlandı.
Yapımı :1994 – ABD
Tür : Dram , Polisiye , Suç
Süre: 142 Dak.
Yönetmen : Frank Darabont
Oyuncular : Morgan Freeman , Tim Robbins , Bob Gunton ,
William Sadler , Gil Bellows
Senaryo : Stephen King , Frank Darabont
Yapımcı : Niki Marvin , Liz Glotzer
Film Özeti: Genç ve başarılı bir bankacı olan Andy Dufresne, karısını ve onun sevgilisini öldürmek
suçundan ömür boyu hapse mahkum edilir ve Shawshank hapishanesine gönderilir.Film onun
hapishaneden kaçış serüvenini anlatır.
DÖVÜŞ KULÜBÜ: Chuck Palahniuk’un
ilk romanı Görünmez Canavarlar yayıncılar
tarafından içeriği nedeniyle kabul görmemişti. Palahniuk yayıncılara olan bu öfkesi nedeniyle içeriği
çok daha "yok edici" olan Dövüş Kulübü'nü yazmıştı ve bu romanı yayıncılar tarafından zevkle
kitaplaştırılmıştı. Kimse bir Chuck Palahniuk romanının Hollywood'un ilgisini çekeceğini
düşünemezdi. David Fincher'ın filmiyle Brad Pitt bir mega-star haline gelmişti.
Yapımı : 1999 - ABD , Almanya
Tür : Dram
Süre: 139 Dak.
Yönetmen : David Fincher, Chon Kye-Young
Oyuncular : Brad Pitt , Edward Norton , Helena Bonham Carter
,Meat Loaf , Jared Leto
Senaryo : Jim Uhls
Yapımcı : Art Linson , Arnon Milchan
Film Özeti
Film ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tek düze yaşamı
kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Ailesi ve yakın bir arkadaşı olmayan Jack
doktorunun tavsiyesi üzerine kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında
Marla'yla tanışır o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Jack'in
ve Marla'nın çabaları tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur adeta kariyer sahibi ama
yanlız insanların bir tepkisi. Jack'ın jenerasyonu ölü bir jenerasyondur. Bir yolculuk sonrası evinin
yanmış olduğunu gördüğünde arayabileceği tek kişinin yolculuk sırasında tanıştığı sabun satıcısı Tyler
Durden olmasıda adeta bunun bir kanıtıdır. İçilen birkaç biranın ardından park yerinde Tyler,
kahramanımızı kendine vurması için kışırtacaktır. Aralarında başlayan bu kavga Jack'in hayatını
değiştirecektir. Bir süre sonra Jack, Tyler'ın yanına taşınır. Tyler'ın liderliğinde bir dövüş kulübünün
kuruluşuyla bu kulübde sayıları elliyi aşmamak kaydıyla genç erkekler birbirleriyle dövüşmeye
başlayacaklardır. Kısa sürede popüler hale gelen kulüp ve Tyler Durden hızlı bir şekilde bu ölü
jenerasyonun mesihi haline gelir.
GUGUK KUŞU: Ken Kesey'nin 1962 tarihli romanının film
uyarlamasını yapma ayrıcalığı Milos Forman'ındı. Başrolde Jack
Nicholson vardır.
Yapımı :1975 – ABD
Tür : Dram , Komedi
Süre: 133 Dak.
Yönetmen : Milos Forman
Oyuncular : Jack Nicholson , Christopher Lloyd , Danny
DeVito , Brad Dourif , Louise Fletcher
Senaryo : Lawrence Hauben , Bo Goldman
Yapımcı : Michael Douglas , Saul Zaentz
Film Özeti:
Eyalet Akıl Hastaesi'nde kısa bir tatil kulağa pek de kötü gelmiyor, öyle değil mi? Randle P.
McMurphy (Jack Nicholson), damarlarında kan yerine elektrik dolaşan, ağzı çok iyi laf yapan özgür
ruhlu bir mahkumdur. McMurphy, deli numarası yaparak kendisini 'kaçıklar' olarak nitelediği
adamların yanına aldırır. Ve hemen ardından, onun bulaşıcı düzensizlik sevdası yeni geldiği yerdeki
uyuşturucu rutinle karşı karşıya gelir. McMurphy Dünya Kupası maçları oynanırken, yeni
arkadaşlarının yatıştırıcı ilaçlara boğulmuş bir şekilde ortalıkta bornozlarla dolaşmasına dayanamaz.
Bu, savaş demektir! Bir tarafta McMurphy vardır. Diğer tarafta ise, sinema tarihinin en soğuk ve
canavar ruhlu karakterlerinden Hemşire Ratched (Louise Fletcher) vardır. Ortada ise, koğuştaki
herkesin kaderi. Ken Kesey'in en çok satanlar listesindeki romanından uyarlanan Guguk Kuşu, 1975'te
beş ana Akademi Ödülü'nü kazandı.
CHARLIE VE ÇİKOLATA FABRİKASI: Roald Dahl'ın 'çocuk edebiyatı'nın klasiği olmuş
öyküsünü Tim Burton sinemaya uyarladı. Başrolde Johnny Depp vardır.
Yapımı :2005 - ABD , İngiltere
Tür : Aile , Komedi , Macera
Süre: 115 Dak.
Yönetmen : Tim Burton
Oyuncular : Johnny Depp , Helena Bonham Carter , Freddie
Highmore , AnnaSophia Robb , Christopher Lee
Senaryo : John August
Yapımcı : Richard D. Zanuck , Brad Grey
Film Özeti
Charlie ailesi ile zor bir şekilde geçinen fakir bir çocuktur. Tüm dünya
ve Charlie, çikolata fabrikasıyla zengin olmuş Willy Wonka'nın
esrarengiz ve yıllardır kapalı olan fabrikasını merak etmektedir. Ama bir gün Willy Wonka 5 çikolata
ambalajının altına altın bilet saklamıştır. Altın biletleri bulan 5 çocuk fabrikaya girme hakkına sahip
olacak ve içlerinden biri hayallerinin ötesinde bir dünyaya kavuşacaktır. Ve Charlie ise çikolata
alamayacak kadar fakir olmalarına rağmen o fabrikaya girmek için elinden geleni yapacaktır.
Afra Nur Akkayalı
PEDOFİLİ AĞIR SUÇTUR
Türkçeye İngilizce paedophilia kelimesinden geçen
‘’pedofili’’nin kökeni; Yunanca pais sözcüğünün kökeni
olan paid(çocuk,oğlan) sözcüğünün birleşme hali ‘’paidove -philia(düşkünlük,anormal sevgi) kelimesinden gelir.
Günümüzün belki de en tehlikeli ve sinsi hastalığı olan
pedofili bireyin kendi içinde çözebileceği bir problem
değildir.Bu durumda olan kişiler özellikle kendi çevrelerindeki çocuklara cinsel yönden zarar
veren, psikoseksüel rahatsızlıkta olan kişilerdir.Birçok ülkede cinsel suçların en önemlisi ilan
edilen pedofilinin hukuki yönden cezası kurbanın yaşına göre değişmektedir.
Pedofili, beraberinde şiddeti ve çocuk gelinleri meydana getirmektedir.UNICEF’in çocuk
gelinleri oranına göre dünya genelinde kız çocuklarının %11’i henüz 15 yaşına gelmeden
evlendiriliyor.Bununla birlikte dünya üzerindeki yaklaşık 2,2 milyar çocuk arasındaki eşitsizlik
doğumdan itibaren etkili olmaktadır.Ülkemize gelecek olursak pedofilinin beraberinde getirdiği
çocuk gelinlerin özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da oranı oldukça yüksektir.Örneğin
son olarak Van’da çocuk gelinlerin oranı %41.9 olarak açıklanmıştır.Ancak bu mesele sadece
çocuk gelinler olarak ele alınamayacağı ve cinsel istismarın da düşünülmesi açısından aslında bir
bölgede yoğunlaşmış kabul edilemez.
Pedofili ile mücadele etmek üzere bir çok proje yürütülmektedir. Bunlardan biri Uçan
Süpürge-Çocuk Gelinler Projesi’dir.Bu projeyi yürütenler ‘’çocuk gelin’’ değil
‘’pedofili’’teriminin kullanmasından yanalardır.Çünkü çocuk gelinlerin bu denli fazla olmasının
sebebi şüphesiz psikoseksüel bir rahatsızlık olan pedofilidir ve her geçen gün gazete
manşetlerinde,haber bültenlerinde sıkça karşılaştığımız olaylar zinciri haline gelmiştir:
‘’Her gün 18 yaşının altındaki 20 bin kız çocuğu doğum yapıyor’’
‘’Türkiye’yi Utandıran Haber’’
‘’Çocuk Gelin Yargıda’’
‘’Noter Tasdikli Çocuk Gelin!’’
‘’Çocuk Gelinden Acı İtiraf’’
“Çocuk yaştaki evlilik, gelişmekte olan ülkelerdeki toplam 600
milyon genç kadının içlerindeki potansiyeli ortaya çıkarmalarına mani
olan en büyük faktörlerden biri. Her yedi kız çocuktan biri 15 yaşına gelmeden evlenmeye
zorlanıyor ve bu durum böyle gitmeye devam ederse önümüzdeki on yıl içerisinde 100 milyon
'çocuk gelin' olacak. Bu da gelecek on yıl içerisinde her gün 25 bin çocuğun evlenmesi demek.”
Birleşmiş Milletler Kadın ve Nüfus Bölümü’nün yetkili müdürü Tamara Kreinin böyle diyor. Bu
söyleminde Kreinin son derece haklıdır.Çünkü çocuklar bir yetişkinin sahip olduğu yetilerin
tümü sahip değildir ve daima korumaya muhtaçlardır.18 yaş bireyin fiziksel ve ruhsal gelişimini
tamamlamışkabul edildiği bir yaştır.Bir çocuğun bu olgunluğa ulaşmadan bir takım
zorbalıklarla cinsel istismara maruz kalması ve daha da ileri gidilerek evlendirilmesi öncelikle
vicdana aykırıdır. Pedofilinin en büyük düşmanı eğitimdir.
Bu bencil ve sapkın durum ancak eğitimle ve özveri ile aşılabilecektir.
Sırdem Kemiksiz
Gençlere Sorduk
Kübra TARAKÇI
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, bu köşemizde her ay
gençlere sorduğumuz bir takım soruları ve cevapları sizlere
sunuyoruz. Bazen şaşırtacak bazen güldürecek bazen de pes
artık dedirtecek cevaplarla karşılaşabilirsiniz.
Bu ayki sorularımız şunlardı: “Elvan Dalton” ve “Fahriye” sizin için ne ifade ediyor?
Hadi hep birlikte gençlerin sesine kulak verelim.
Elvan Dalton senin için ne ifade
ediyor?
F.K: Açılın gızlar salıyorum gobrayı
Elvan Dalton senin
için ne ifade
ediyor?
Elvan Dalton senin
için ne ifade ediyor?
M.F.Ş: Avarel'den
sonraki aptal dalton
ve Ahmet Kural'ın kaşları
Y.B: Koşucu zenci
gibi Elvan. Eltwo
Fahriye senin için ne
Fahriye senin için ne ifade
Ayakone Elseven diye
ifade ediyor?
ediyor?
espriler de geliyor.
F.K: Fahriye Abla şiiri
Fahriye senin için
erkeklere fahriyede
ne ifade ediyor?
bayanlara mı?
M.F.Ş: Fahri doktora
Y.B: Fahriye Evcen
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
G.A: Bi'de benim adım Elvan Dalton ben
gezerim balkon balkon.
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
F.Ç:Erotik içerikli bir şarkıda milletçe deli gibi
oynarken kobrayı dışarım boynuna kısmında ahahah
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
diye hafif gülüştüğümüz aklıma geliyor.
G.A: Ne güzel komşumdun sen Fahriye Abla.
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
F.Ç:Fahriye Evcen geliyor. Çok seksi bir kadın bence.
Yani o kadınsa biz neyiz?
Elvan Dalton senin için ne
ifade ediyor?
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
A.K: İğrenç bir şarkı.
G.Y: Oyun havası
Fahriye senin için ne ifade
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
ediyor?
A.K: Divan Edebiyatı.
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
G.Y: Beni Böyle Sev dizisindeki bir oyuncu.
Elvan Dalton sizin için ne
ifade ediyor?
M.Ü: Balkon Balkon
gezmesi
Fahriye senin için ne
ifade ediyor?
M.Ü: Fahriye Evcen'i
Elvan Dalton senin için ne
ifade ediyor ve kıskançlık
ifade ediyor?
damarım çatlıyor kadın
çok güzel.
D.İ: Elvan Dalton büyüyünce ne
olur eltwo Daltonbir
Fahriye senin için ne ifade
ediyor?
D.İ: Mahalle evinin kapısının
önünü temizlerken gelene
geçene cırtlak bir sesle laf atan
hafif topluca tıknaz bir
teyzemiz.
Elvan Dalton senin için
ne ifade ediyor?
E.Y: Okulda onu açıp
oynayan bir arkadaşın
yere kapaklanma anı
geliyor bir de düşünce de
devam etmesi.
Fahriye senin için ne
ifade ediyor?
E.Y: Fahriye Evcen
Elvan Dalton senin için ne ifade
ediyor?
D.K: Pijamalı Daltonlar
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
D.K: Fahriye Evcen
Fahriye:
Bir edebiyat terimidir.Divan
edebiyatında şairlerin kendi özelliklerinden
övünerek söz ettikleri manzumenin bir
bölümü.Fahriye ayrıca Divan edebiyatı şiirinin
önemli bir şiir türü olan Kaside içinde şairlerin
kendilerini övdükleri beyitlerin bulunduğu özel
bölümdür.
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
A.T: Türk müziğinin göreceği en vahim şarkı.
Dinlenilmemesini tercih ediyorum şayet gaza
gelip yüksek sesle söyleyebilirsiniz. Kısaca
toplum içinde rezil olmanın anahtarı.
Elvan Dalton:
Halkça iğrenç bulunan
fakat bir o kadar da fazlaca dinlenen bir
türkümüzün adıdır. Aynı zamanda Uludağ
Üniversitesi şenliklerinin vazgeçilmez
parçasıdır.
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...