Vidadi Babanlı

Transkript

Vidadi Babanlı
Vidadi
Babanlı
Vidadi Babanlı
Qafqaz Üniversitesi
Yayınları
Bakü-2011
Vidadi Babanlı, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin
Muğanlı köyü) öğretmen bir ailede dünyaya gelir.
Şıhlı köyünde ilk öğrenimini aldıktan sonra ADU
filoloji fakültesinde yüksek öğrenimini tamamlar
(1944-1949). Sabirabat beldesinde bir yıl öğretmenlik yaptıktan sonra “Azerbaycan Müellimi” gazetesinde çalışır. Moskova'ya M. Gorki Enstitüsüne yüksek öğrenimini sürdürmek için gönderilir. Sağlık
sorunlarından dolayı Bakü'ye geri dönmek zorunda
kalır. “Edebiyat Gazetesi”nde çalışır, daha sonra aynı
gazetede şube müdürü olur (1961-1963). Sumgayıt
işçi yurdunda terbiyeci olarak görev yapar. Bu süreçte
“Hayat Bizi Sınıyor” eseri için malzeme toplar. Buna
müteakip “Azerbaycan Jurnali”nde nesir şubesinin
başına getirilir (1961-1968). C. Cabbarlı adına açılan “Azerbaycanfilm” stüdyosunda dublaj şubesi baş
redaktör vekili olarak atanır (1974-1976). “Yazıcı”
neşriyatında baş redaktör yardımcısı olarak görev
yapar (1978-1981). Halen edebi faaliyetlerine devam etmektedir. İlk eseri 1947 yılında “Azerbaycan
Gençleri Gazetesi”nde “Anam Sen Oldun” başlıklı
şiiridir. İlk şiirleri ve edebi eserleri Vidadi Şıhlı
mahlasıyla yayımlanır. “Gelin” hikâyesiyle nesirde
eserler vermeye başlar.
1954 yılından bu güne kadar roman, hikâye, şiir,
edebi makaleler, piyesler ve senaryolar kaleme alır.
Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Yazar arkadaşlarıyla birlikte Almanya, İspanya, Fransa,
İtalya, Danimarka, Çekoslovakya ve Hollanda gibi
ülkeleri ziyaret eder. Şair ve yazar Babanlı'ya 1986
yılında “Emektar İncesanat Hadimi” ünvanı verilir.
QU
www.qu.edu.az
Vidadi Babanlı
Qafqaz
Üniversitesi Yayınları
Bakü-2011
Qafqaz Üniversitesi Yayınları
Yayın No: 44
Kitabın Türkiye Türkçesine aktarılması Qafqaz Üniversitesi
Tercüme ve Aktarma Merkezi tarafından yapılmıştır.
Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine Aktaran:
Dr. Erdal Karaman
Editör
Prof. Dr. Cihan Okuyucu
roman
Yayım Sorumlusu
Dr. Memmedali Babaşlı
Kapak tasarımı ve iç düzen
Sahib Kazımov
Dizgi
Qafqaz Üniversitesi
Dizgi ve Basım Şubesi
Baskı ve Cilt
“İlay MMC” Matbaası
Şerifzade küç., No: 202, Yasamal, Bakü, Azerbaycan
Tel: (+994 12) 433 00 43
ISBN: XXX-XXXX-XX-X
© Vidadi Babanlı, 2011.
© Qafqaz Üniversitesi, 2011.
Bu kitabın Azerbaycan’da Yayın hakları Qafqaz Üniversitesi’ne aittir.
Yayıncıdan izin alınmadan kısmen veya tamamen yeniden yayınlanamaz.
Qafqaz Üniversitesi Yayınları, Ocak 2011.
Qafqaz Üniversitesi
Yayınları
Bakü – 2011
Qafqaz Üniversitesi
Adres: Bakü-Sumgayıt Yolu, 16. km., AZ0101, Hırdalan, Bakü, Azerbaycan
Tel: (+994 12) 448 28 62/66, Fax: (+994 12) 448 28 61/67
e-mail: [email protected]; www.qu.edu.az
İçindekiler
Takdim
5
Vugar’a inanalım mı?
9
I. Kitap
I. Fasıl
II. Fasıl
III. Fasıl
II. Kitap
I. Fasıl
II. Fasıl
Epilog
17
19
95
172
417
419
505
619
Takdim
B
ir sanat eserini kalıcı kılan şey nedir? Belli dönemlerde çok
okunan bazı eserler neden bir iki kuşak sonra tamamen unutuluyor da diğer bazıları değişen şartlara ve zamana rağmen dimdik
ayakta kalabiliyorlar? Sözgelimi Sovyetler devrinin devlet destekli bazı
çok meşhur yazarlarını niçin şimdi hiç kimse hatırlamıyor yahut
hatırlamak istemiyor.?
Babanlı Vidadi Yusif oğlu’nun, Azerbaycan’ın guzide eğitim
kurumlarından biri olan, Azerbaycan-Türkiye bilimsel ve kültürel
ilişkilerine katkıda bulunan Qafqaz Üniversitesi öğretim üyelerinden
Erdal Karaman tarafından Türkiye Türkçesine aktarılan “Vicdanlar
Susanda” isimli romanı okuyucuya bütün bunları yeniden düşünmek için iyi bir fırsat sunuyor.
Bir araştırma merkezindeki hocaların iç çekişmeleri etrafında
gelişen “Vicdanlar susunca” bu merkez nokta etrafında neredeyse
insani konuların tümüne yer veriyor: Akademik ahlak, aşk, vefa,
sadakat, kıskançlık, yalan, şöhret, güç, kin, fedakarlık… Kısaca iyi ve
kötü olan hemen her şey… Romanda akademinin iyi tarafını hak
edilmiş bir şöhret sahibi olan Profesör Söhrab ve onun gayretli asistanı
Vugar temsil ediyor. Karşı tarafta ise bilimsel ahlakı şahsi ihtiraslarına kurban eden ve bunu yaparken de siyaseti arkalamış olan
Profesör Beşir Bedirbeyli bulunmakta. Yaşlı kuşakla genç kuşak arasındaki bir yaş dilimini temsil eden Ziya Leleyev ise hakim güce göre
saf değiştiren bencil pragmatizmin somutlaşmış hali. Profesör Bedir5
beyli rakibi olan Profesör Söhrabı sindirmek için onun genç asistanı
Vugar’ı ezmek ve bilimsel başarılarını söndürmek ister. İlke tanımaz
mücadele metotlarıyla birçok yardımcı bulmayı da başarır. Bütün
bunlara mukavemet etmekte olan Profesör Söhrabı yıkan nihai darbe
kendi evinden gelir. Adıyla karakteri ilginç bir ironi teşkil eden eşi
Merhamet, bir zamanlar zorla elde ettiği kocası gibi şimdi de kızı için
onun genç asistanı Vugarı ayartamayı kafasına koymuştur. Ancak
Arzu’yu seven damat adayı buna yanaşmayınca Merhamet onu
iftiralarıyla cezalandırmaya kalkar. Vugarın tezinin görüşüldüğü
celsede okunan bu iftira mektubu bir yandan Söhrabı can evinden
vururken diğer taraftan Vugarın Üniversiteden uzaklaştırılmasını
sağlar. Genç asistan işiyle birlikte nişanlısını da kaybeder.
İki perdeli bir tiyatroya benzeyen eserde ilk celse kötülüğün zaferiyle sonuçlanmış gibidir. Ancak iyiliğin temsilcileri sarsılmışlar;
fakat yıkılmamışlardır. Hem Söhrab hem de Vugar çok geçmeden
kendilerini toplar ve daha donanımlı olarak tekrar mücadele alanına
dönerler. Sonuçta hikaye aradaki bazı trajediler bir yana Vugarın ve
hocasının parlak zaferiyle sonuçlanır.
Bu sarsıcı romanı bitirdiğimde uzun yıllardır Üniversitenin entrikalarını yaşamış biri olarak okuduklarımla yaşadıklarım arasında
ne çok benzerlik olduğunu hayretle gördüm. İşte bu tesbit benim için
en baştaki sorularımın cevabı oldu. Eldeki roman yazılalı neredeyse
iki kuşak geldi geçti. Şimdi yirmi yaşında olan gençler eserde bahsedilen siyasi rejimi ne yaşadılar ne de gördüler. Buna rağmen roman
günümüz gençleri tarafından da hala ilgiyle okunuyor ve beğeniliyorsa bunu eldeki eserin çağının şartlarını aşan evrensel mesajlarında
ve ilk insandan beri hiç değişmeyen insan tabiatını işlemekteki başarısında aramak gerekir.
Evet roman, kalıcılığını şüphesiz herkese bir şeyler söylemesine
borçlu. Ama bu herkes arasında özellikle üniversite camiası kendisine
esaslı bir ders payı çıkarmalı. Hz.Mevlana, layık olmayanın elindeki
ilmi, haraminin elindeki kılıca benzetir. Aynı şekilde Toynbee de 20
asrın felaketlerini insanlığın bilgi çıtasıyla ahlak çıtası arasındaki
6
derin uçuruma bağlar. O halde demek oluyor ki bilgi ancak Söhrab
gibi gerçek ilim adamlarının elinde olmalıdır, yoksa Bedirbeyli yahut
onun gibilerinin elinde değil.
Sonuç olarak evrensel mesajları ve roman tekniğinin bütün imkanlarını kullanmadaki başarısıyla gördüğü ilgiyi fazlasıyla hak
eden bu romanı Türkiye Türkçesine kazandıran değerli dost Erdal
Karaman’ı kutlarken okuyucuyu da keyifli okumalar dilerim.
Prof. Dr. Cihan Okuyucu
7
8
Azeri yazar Vidadi Babanlı “Vicdan Sustuğunda” romanında okuyucularına vermek istediği en önemli amaç kanaatimizce bundan ibarettir.
Vugar’a inanalım mı?
T
emiz vicdan en objektif kıstastır. Her olayın ve etkinliğin asıl hüviyetini ve kıymetini ortaya koyan mihenk taşıdır. Vicdanın
güçlü sesini kendi varlığında her zaman işitenler en yüksek sosyal
kazanımlara sahip olurlar. Böyleleri toplum karşısında alnı açık başı
diktir. Şahsiyet, kendi halkının inkişafında harekete geçiren bir
kuvvet olduğu için vicdan halkımızda ahlaki değerlerin kazanılmasında önemli yer oynar. Milli liderimiz Haydar Aliyev’in 1979 yılında
basın mensupları ile yapmış olduğu toplantının birisinin isminin
“Vicdanımızın Normları ile” şeklinde isimlendirilmesi tesadüf değildir. Kayda değer ömür sürmek, halka, cemiyete faydalı olmak, her
türlü şeraitte hakka, adalete sahip çıkmak temiz vicdan sahipleri için
hayat kanununun önemli bir maddesidir. Taş vicdanlı, kendisini beğenenler her zaman kendisini ve yakınlarının çıkarlarını düşünürler.
Onlar hiçbir zaman düşenin elinden tutmaz, hakkın çiğnenmesi karşısında sessiz kalırlar. Su bulandırmak, kalp kırmak, insanların arasını açmak onlar için basit bir iştir. Onlar başkalarının mutsuzlukları üzerine kendi saadetlerini bina ederler. Usulsüz olarak servetlerine servet katar, seven gönüllere engel olur. Düğünleri yasa çevirirler. Bundan da zerre kadar vidan azabı çekmezler.
Gerçek vatanperver her türlü sübjektif isteklerden uzak durup
toplumda faal olarak yer almalı, büyük ve küçük olmasına aldırmadan, hadiseleri değerlendirirken vicdanın susmasına izin vermemeli,
vatana millete layık mücadele de bulunmalıdır. Meşhur, yetenekli
9
Bu eser, yaklaşık on yıl süren hummalı bir çalışmanın ürünüdür. “Vicdan Sustuğunda” romanında bugüne kadar edebiyatımızda
geniş çaplı ele alınmamış bir sahanın, Azerbaycanlı kimyacıların
hayatını ve mücadelesini anlatır. Eserin kahramanlarından Söhrap
Güneşli, genç asistanı Vugar Şemşizade kimya sahasının en önemli
problemlerinden yüksek oktanlı motor yakıtı elde etmeye çalışırlar.
Modern dünyanın başına bela olan enerji buhranı bu problemin
güncelliği kaçınılmaz kılar. Bunun yanında eserin kahramanları
sadece yüksek oktanlı benzin elde etmekle vazifelerini yerine getirmiş
saymazlar. Onlar, yeni yanacakla çevrenin kirlenmesini önlemeye
çalışırlar. Aynı zamanda onlar bir taraftan çevrenin kirlenmesini
engellemeye çalışırken diğer taraftan da insanın sağlığını korumak
için gayret gösterirler. Sözü edilen yüksek gaye uğrunda kahramanların vicdanları da temizlenir, billurlaşır. Onlar, dürüst çalışkan, insani değerlerle donatılmıştır. Şahsi çıkarlar gibi çirkinliklere tevessül
etmezler.
İlgi çekici hikâyelerin, “Hayat Sizi Deniyor”, “Ayaz Geceler”,
“Gelin”, “Ana İntikamı”, “Kocamayan Muhabbet”, “Ömürlük Azap”
gibi roman ve uzun hikâyelerin yazarı Babanlı, bu eseriyle kendisini
bir yazar olarak ispat eder, sanatını ortaya koyar. “Vicdan Sustuğunda” gereksiz ayrıntıdan, olayları yüzeysel ele almaktan uzak olup
manevi değerlerin inceliklerini ortaya kor. Kimyagerlerin, bu alanda
çalışanların hayatlarını ve faaliyetlerini tahkiye eden bu eser, laboratuarın, deneylerin, kimyevi reaksiyonların can sıkıcı yorucu tasvirleri
yoktur. Romanın bölümleri birbiriyle tabii bağlarla bağlıdır. Hayatın
renkli ve girift hadiseleri arasındaki kanuna uygunluğun açılmasına,
çok yönlü insan karakterinin bedii şerhine yardım eder.
Söhrap Güneşli, Sovyetler Birliğinin ilk yıllarında Azerbaycan’da
yetişen görkemli bilim adamlarındandır. Geçen asrın 30’lu yıllarda
tarım ekonomisine dayalı kayda değer müesseselerin kurulmasında
10
onun çok büyük hizmetleri olmuştur. İkinci Dünya savaşı yıllarında
uçaklar için donmayan, çökmeyen yakıtlar ilk defa onun laboratuarında üretilmiştir. Güneşli’nin karakteri haline gelen ilmi prensiplere
sahiplik ve sürekli arayış içerisinde bulunmak sabır ve sebat gibi keyfiyetlere dair romandaki yazıları okudukça elimizde olmadan gözümüzün önüne halk kahramanı büyük ilim adamı Yusuf Memmedeliyev’in nurlu siması gelir.
Güneşli’nin beklenilmez saldırılara mukavemeti, sinesini engellere karşı germesi, doğru bildiği yoldan dönmemesi okuyucuyu kendisine bağlamaktadır. O, toplantılarda uzun uzadıya konuşmayı sevmez; laboratuarda meslektaşları, talebeleri ile sohbette ipin ucunu
kaçırmıyor. Yaklaşık beş yüz sayfalık romanında Güneşli’den daha az
konuşan kahraman bulamazsınız. Bunun yerine Babanlı, Güneşli’yi
az konuşan çok iş yapan bir şahsiyet olarak vermiş. Onun iç âlemine
derinden nüfuz etmiş, düşünceler, kendisini tahlil dünyasına başvurmuş böylece yüksek insani değerleri ön plana çıkarmaya kadir olmuş.
Yazar, somut delillerle Güneşli’nin gençliğinde yaptığı yanlış bir
evlilikle hayatını nasıl zehir ettiğini, gün yüzü görmediğini başarılı
bir şekilde ortaya koymuş. Güneşli, menfaatleri peşinde koşan, patavatsız, kaba sözlü eşinin her haline sabreder. Fakat eşi Merhamet’in
iftira dolu mektubuyla Enstitüye gitmesi Güneşli’yi sırtından vurur.
Bundan dolayı da tepesinden duman çıkar.
O, talebelerine sadece ilmin sırlarını öğretmez, aynı zamanda
mücadele ruhunu, amaç uğrunda yapılan çalışmaların kutsallığını,
iradeye hâkim olma yetisini de öğretir. Yetenekli gençlerde yarının
rakiplerini gören, bundan dolayı da kendilerini düşünen dar görüşlü
ilim adamlarından farklı olarak, Güneşli, gençliğin timsalinde, kendisiyle birlikte çetrefilli yolları adımlayacak, ilmin daha da ilerlemesini sağlayacak, vatana faydası dokunacak, halkına hizmet edecek
ilim adamlarını görür. O, gençliğe yeni bir fikri ortaya koymanın,
yeni bir metot bulmanın ve keşifler yapmanın ilmin kolay yönü olduğunu telkin eder. Asıl kahramanlık, fikirleri usul ve tezleri sonuna
11
kadar layıkıyla müdafaa etmek, onu her türlü cahillerin hücumlarından korumak, haklı olduğunu sonuna kadar sabırla, bilimsel
esaslara dayanarak ispat etmekten ibarettir. Gerçek bilim adamı ancak bu yolla halkın itimadını kazanır, onların toplumda başı her zaman yukarıda olur. Vicdan temizliği, insanın başının dik olması en
muteber, değerini hiçbir zaman kaybetmeyen güzelliktir.
Güneşli’nin liyakatli ve istidatlı öğrencisi Vugar, sadece kabiliyetine güvenmez. İlimde sansasyon ve şatafattan uzak olan bu genç,
saatle değil vicdanıyla çalışır. İşinden ilham alır, gerektiği zaman
laboratuardan çıkmaz.
Kundakta anasını kaybettiği için komşu çocuğunun sütüne ortak
olan, babasını cephede kaybeden Vugar, köyün sağduyulu insanlarının, özellikle de bir gün bile gün yüzü görmemiş sütannesi Şahsenem
tarafından büyütülmüş, emeğin kutsiyetini öğrenmiş, önce köyde
okumuş sonra da üniversiteyi bitirmiştir.
Babanlı’nın, özel duygusal ölçülerde verdiği ayrıntıda Vugar da
kendisini bulur, duygu ve düşüncelerini tahlil etmek yoluyla gerçeklerin farkına varır. İster bilimsel faaliyetlerde, ister muhabbet serüveninde Vugar’ın kendisini ve hayatını bu şekilde derk etmesi ve hadiselerin peşi sıra gelmesi romanın dinamizmini artırıyor.
Tek kelimeyle Vugar’ın hayatı resimdir. O, esere hazır galip, yani
“doğruluk abidesi” olarak dâhil edilmemiş, kendi tabii heyecan ve
şüphe ve tereddütleriyle girmiştir. Romanın ilk sayfalarında Vugar’a
muhabbet besleyen okuyucu, tezinin müzakere edildiği toplantıdaki
pasif olmasını kabullenemez. Bu sayfaları çevirdikçe alçak gönüllü
olmanın güzel olduğunu düşünürsünüz; fakat Vugar haksız yere
yapılan saldırılar ve iftiralar karşısında tepki göstermeden niçin salonu terk etmek için acele etti? O, bu hareketle hem kendi tezinin gerçekliğini suya düşürdü, hem de danışmanı Güneşli’nin nüfuzuna
darbe vurdu. Güneşli’nin kızı Alagöz’le ilgili iftiranın tekzip edilmesi
herkesten daha ziyade Vugar’a düşmez miydi? Yazar, Vugar’ın psiko12
lojik durumunu maharetle yansıtır. Buna bizi inandırır. Bu durumda insan ister toplumda ister ailede, karşılaştığı bu ve benzer beklenilmez durumlarda her zaman doğru hareket edemeyebilir, isabetli
karar veremeyebilir. Sanki bir anlığına onun duygu ve düşüncesi
sükûta uğrar, iradesine hâkim olamaz. Karşımızda robot yok, Vugar
gibi iç âlemine aşina olduğumuz canlı bir varlık olduğu için burada
da tabii olmayan bir durum yoktur. Tek kelimeyle okuyucunun
Vugar’a inanmaması için hiçbir sebep yoktur.
Üniversitenin kütüphanesinde karşılaştıkları andan, romanın
sonuna kadar Vugar’la Arzu’nun ilişkileri, ahlaki güzellikleri, yüce
aşkları etkili bir şekilde tasvir edilir. Arzu ile karşılıklı muhabbeti
bazı iradesiz gençler gibi Vugar’ı dersten, işten ve sosyal etkinliklerden
soğutmaz, çevresindekilerle münasebetlerini zayıflatmaz, egosunu kabartmaz. Aksine bilimsel çalışmasını bitirme arifesinde olan bu gencin kendisine karşı olan sorumluluğunu artırır. O, Arzu’nun sevgisine
layık olmak için gayretini artırır; yaşama, çalışma ve başarma azmi
en üst seviyeye çıkar. Bunun yanında kendi sevgisine münasebetinde
de Vugar, sunilikten, kalıplardan uzaktır. Güçlü iradesine, yeteneğine, iş bilirliğine rağmen o hem aldanır hem de sarsılır. Arzu’ya iftira
atan Merhamet’i önce “defolun buradan” diyerek kovsa da biraz sonra “olmayan şeyi insan nasıl söyler?” diyerek şüpheye düşer. Gerçekleri öğrenmek için Arzu’nun yanına gitmek için acele eder. Sonra da
bütün hayatı boyunca pişmanlık duyacağı sözlerle sevgilisinin zarif
kalbini kırar. İçinde fırtınaların coştuğu bir anda köyüne gelir, sütannesi Şahsenem, dostu Cevdet ve çok sevdiği ilkokul öğretmenleriyle
görüşmesi Vugar’ın fikirlerinin durulmasına kalbinin sakinleşmesine, kendi tezi ve sevgilisi hakkında aklıselim düşünmesine yardımcı
olur. Neticede doğru karar vermesini sağlar. Özellikle de onu mücadeleden kaçmakla suçlayan akıllı dostu, köylüsü necip, hayırsever bir
insan olan Cevdet ona tesir eder.
“Vicdan Sustuğunda” romanında bedii tahlili röntgen ışıkları altında bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığında ikrah doğuran şahsiyet13
lerden birisi de, belki de en önemlisi, Beşir Bedirbeyli görülür. Vugar,
romanda Bedirbeyli gibi korkunç bencil, Ziya Leleyev gibi rüzgâr nerden esse o tarafa eğilen kişiliksiz yaltaklara, Merhamet gibi cahillere,
İsmet gibi dar görüşlülere karşı mücadele eder. Vicdanını ömür boyu
uykuya daldıran Bedirbeyli için rakiplerine karşı mücadelede her
türlü usul mubahtır. Vaktinin çoğunu dedikodularla, fitne çıkartmakla geçiren, bundan dolayı da bilime yeni bir şey getiremeyen
Bedirbeyli tutucudur. O, zamanında bilimsel araştırmaları enstitüsünün ve fabrikalar birliğinin müdürlüğünü yapmış, önemli görevlerde
bulunmuş, beceriksizliğinden dolayı da görevden uzaklaştırılmıştır.
Buna rağmen, Bedirbeyli’nin gözü her zaman koltukta, kulağı şan ve
şöhrette olmuştur. O, insanların arasına karışmak, sahte samimiyet
göstermek suretiyle, melek elbisesini giymiş, hatalarını belli düzeyde
unutturmuş; fakat kendisi hiçbir şeyi unutmamış, intikam almak
için fırsat kollayan birisidir.
Bundan dolayı da ne zaman devlet menfaati ile ilgili meseleler
gündeme gelse açar ağzını yumar gözünü, yenilik peşinde olan ilim
adamlarına “dumanlı faraziyeler”, “perspektifsiz problemler” yaftası
vurur, onları devletin malını boş yere harcamakla suçlar. Bedirbeyli’nin nazarında insaf, vicdan artık eskimiş, asıl manasını yitirmiş
mefhumlardır. “Vicdan susması” rezalettir diyen bir hatibe karşı
“süslü sözler” söylemesi de onun iç yüzünü gösterir.
Eserde önemli bir yer tutan Merhamet karakteri oldukça canlıdır.
O, çocuğunun okuması, terbiyesi ve sağlığı yerine; isabetli bir evlilik,
adı sanı olan bir eş, yahut zengin kadın, varlıklı bir yaşayış, hayatın
mahiyetini de bu yolla elde edilen anne babaların tipik bir örneğidir.
Üyesi olduğumuz temiz, gururlu bir aileye leke atan, eşi Güneşli’yi,
toplumda yere bakıdan Merhamet, hiçbir zaman ayakları yere basmaz, gerçekleri görmez, fantezilerinden asla vazgeçmez. Diğer taraftan amansız derde düşmüş kızının sıhhati, talihi hakkında düşünüldüğünde, kaygı gösteren bir ana olarak Merhamet’i anlamak mümkündür. Fakat kapı kapı gezip kızına eş, kendisine damat aradığında, hem de bu işte Bedirbeyli’ye has çirkin iftira ve yalanlarla hakaret
14
ettiğinde biz ona kızarız. Bir dönemde kendisini bin bir oyunla
Güneşli’ye yamayan Merhamet, şimdi aynı yolla kızını bir başkasına
eş yapmak ister. Önce kendi evindeki süslü eşyalarla oğlanın gözünü
boyamaya çalışır. Fakat buna muvaffak olamayınca daha bayağı ve
mide bulandıran hareketlere tevessül eder. Vugar’ın kaldığı eve gelip
ev sahibinin kalbini kırar. Arzu’ya iftiralar atar. Çocukları olmadığı
için başka bir çocuğu evlatlık alan Gülbalabeylerin yirmi yıllık
sırlarını aleme yayar. Bu necip aileyi derde salar.
miştir. Verimli Azerbaycan toprağı, ovalarının kendisine has güzellikleri, Bakü’nün, Abşeron bağlarının yazı, sonbaharı sevgiyle çizilmiş tablolarda, eserin bütün tahkiyesi için has olan tabii üslupta
canlanır.
Babanlı’nın “Vidan Sustuğunda” adlı romanı Azerbaycan edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir.
Prof. Dr. Bekir Nebiyev
Bedirbeyli ve Merhamet gibi bedbahtların bütün hatalarına göz
yummasıyla kol kanat germesi Leleyevler ve İsmetlerin küçük çevrelerinde elverişli zemin bulur. Vugar’ın süt kardeşi İsmet karakter yönünden İsmet’in diğer yüzüdür. Manevi yönden zayıf olan bu genç,
para, lüks eşya peşindedir. O, evliliğe yükselmede bir basamak olarak
bakar. Leleyev ise ilim alemine tesadüfen gelmiş yeteneksiz birisidir.
İşi gücü, ona buna yaltaklık etmektir. Kendi çıkarları için her şeyi
mubah görür.
5 Şubat 2010
Bakü
Eserin her bölümünde yeni pencere açılır. Olaylar canlanır, biz
yeni şahsiyetler ve insanın talihleriyle karşılaşırız. Buna rağmen bütün
bunlar yazarın dikkatini esas kahramanlardan uzaklaştırmaz. Aksine onların karakterini daha geniş daha güzel sergilemeye yardım eder.
Gayretle çalışıp Vugar gibi evlat yetiştiren Şahsenem, savaşın
gözünü yolda koyduğu namuslu merhametli Cennet ana, Vugar’ın
sevgisine layık Arzu, Bakü madenlerinin gazisi Ağarza gibi onun
cana yakın eşi Şirinbacı, cesareti, işgüzarlığı ve bir o kadar da çılgın
haysiyetiyle Narın, Vugar’ın medeni yönüyle akılda kalan okul
arkadaşı Cevdet romanda tanıdığımız güzel insanlardır. Onlar, faal,
vicdan sahipleri olarak aklımızda kalır. Onların hayatları baştan
ayağa gönüllü olarak cemiyete hizmet etmek için gayret gösteren şahsiyetlerdir.
“Vicdan Sustuğunda” hacim olarak büyük olmasına rağmen
kompozisyon bakımından derli topludur. Akıcı bir üslupla yazılmıştır. Kahramanların dili onların karakterine uygun olarak kişileştiril15
16
Vidadi Babanlı
I. Fasıl
1. Bölüm O, beyaz mermer basamakları çift çift çıktı. Yüksek duvarlarına anne ve çocuk resimleri oyulmuş, eski, fakat güzel binanın üçüncü katında durup nefesini topladı. Kız, sık ve kıvırcık saçlarının halka halka olup alnına dökülen kâkülünü
her iki avucunun içiyle sıvazladı, kalp atışları normale dönene
kadar yerinden kıpırdamadı. Sonra yavaş yavaş ilerledi, kalın,
altın harflerle “Prof. Dr. Söhrap Güneşli” yazan kare levhanın
bulunduğu kapıya yaklaştı. Sağ elini yavaşça, isteksiz bir şekilde kaldırıp köşede, adeta, siyah bir leke gibi duran zile
uzattı. Fakat titreyen parmakları düğmeye dokunmadan yavaş yavaş aşağıya doğru kaydı.
O, bir adım geri çekildi. Pantolonun cebinden henüz hiç
kullanılmamış bir mendil çıkardı. Yavaşça boynundaki ve boğazındaki teri sildi, elbiselerine çeki düzen verdi, elini tekrar
zilin düğmesine uzattı.
Ağır, süslü kapı sessizce aralandı. Arkasından gür, kınalı
saçları omuzlarına kadar dökülmüş kısa boylu bir kadın çıktı.
- Kimi aramıştınız? Diye sordu.
Genç heyecandan yutkundu.
- Profesör evde mi?
Kadın cevap vermedi. Başını önüne eğip karşısında duran
kara yağız, yakışıklı genci, nedense, tepeden tırnağa kadar
dikkatlice süzdü. Şişman kadın, kilolardan kat kat olan bedenini zorla çevirip odadakilerden birisine seslendi.
Löbdeşambrını giymiş, kuşağını ortadan bağlamış boylu
poslu, soluk yüzlü bir adam aradan çok geçmeden kadının
yanında göründü. Şakakları tamamen ağırmış, geniş alınlı,
sakin bakışlı bu adam gencin biraz önce sorduğu Prof.Dr.
Söhrap Güneşli’nin kendisi idi.
- Ooo sen misin? Profesör dostça gülümseyip öne doğru
gelip kapıyı ardına kadar açtı.
19
- Buyur, hoş geldin!
Onlar geniş evin uzun koridorunda yan yana yürüdüler.
Koridorun başında, ziyaret salonlarını anımsatan geniş bir
odaya girdiler. Burada beyaz örtülü açılmış masanın arkasında çok nurani bir yaşlıyla, beyaz tenli, zayıf genç bir kız oturuyordu. Masaya yeni konmuş altından kaplamalı derin tabaklardaki yemeklerden buğular çıkıyordu. Yemeklere henüz
el değmemişti.
Profesör misafirlerini sofranın yanına götürdü, onu
babasına ve kızına sevinerek tanıttı. Mutfaktan odaya geç
gelen biraz önceki kadına ise yüksek sesle:
- Benim yeni asistanım Vugar Şemsizade, işte bu genç,
deyip sevincini ondan gizlemedi. Affedersin biraz önce sizi
tanıştırmayı unuttum...
Kadının iri, badem gözleri garip bir şekilde yuvarlaklaştı,
donuk yüzü bir anda değişti yüzünde tebessüm açtı.
- “Yiğidin adını duy, yüzünü görme” derler. Ama biz sizin
hem adınızı duymaktan hem de yüzünüzü görmekten çok
mutlu olduk. Sizi her zaman bekleriz! - O, büyük gövdesinden
beklenmedik bir çeviklikle gence doğru gitti, samimiyetle ona
elini uzatıp sıktı.
- Peki, niye ayakta duruyorsunuz? Rica ederim oturun,
lütfen.
Vugar, oturmak istemedi. Hazır sofra üzerine gelmekten
çok rahatsız olmuştu, utancından kıpkırmızı oldu. Kadın, o
tarafa bu tarafa bakındı, süratli bir şekilde kenarda duran yumuşak bir sandalyeyi aldı, sürükleyerek oğlanın yanına getirdi, ona, ricayla:
- Oturun, oturun! Dedi:
Vugar heyecandan dili dudağı titreyerek ev sahibine memnuniyetini bildirdi ve sonra Profesöre dönüp bu vakitsiz teşrifinin sebebini acele acele anlatmaya başladı:
- Bugün enstitüde beni aradığınızı duydum… Geldim ki…
Profesör onu dinlemek istemedi:
20
Vicdan Sustuğunda
- Hoş geldin sefalar getirdin. Bizimle sofraya buyur. İş
meselesini sonra konuşuruz, dedi.
- Çok teşekkür ederim, ben aç değilim.
- Tamam, inat etme! - Profesör Vugar’ın omzundan hafifçe aşağı doğru bastırdı, yumuşak sesi ciddileşti. – Elimizin
obamızın âdeti var, misafir ne kadar tok olsa da ev sahibinin
teklifini reddetmez!
Vugar çaresiz kaldı. Reddetmeye devam ederse Profesörün
kırılacağı açıktı. Mecburen oturdu. Ama kendisi hiç rahat değildi. Danışman hocasının yanında her zaman utangaç ve
çekingen idi. Bugüne kadar Profesör Güneşli’nin olduğu yerde bir yudum su bile içmemişti. Şimdi onunla yan yana oturup göz göze bakarak yemek yemek, arkadaşlık etmek elbette
kolay bir şey değildi!
Asistanın huzursuzluğunu Güneşli de hissetmişti. Utangaç gencin geçirdiği heyecanlar onun kızarmış yüzünden
açıkça belli oluyordu. Profesör gülümseyerek biraz önceki yumuşaklığıyla:
- Sandalyeni ileri çek, yakın otur, dedi. Belki de bizim
Merhamet Hanım, insafa gelip senin hatırına iştah açacak bir
şeyler bulup getirir.
Merhamet Hanım, hafifçe gülümsedi, imayı anlamıştı.
Fena halde yakalanmıştı. Başka zaman olsaydı, o, belki de
kocasıyla münakaşa edip, içki meselesini kesinlikle reddederdi. Fakat şimdi hiçbir şey söylemedi. Önce misafirin önüne
çatal, bıçak koydu, yemeğini ikram etti. Sonra da salına salına
yan odaya geçti, ne zamandan kaldıysa, bir şişe yıllanmış
şarap ve iki kristal kadehle döndü.
Profesör, Vugar’a baktı.
- Gördün mü? Bak sen olmasaydın, biz bu şarap şişesinin
yüzünü asla göremeyecektik! Deyip gülerek yarı şaka, yarı
ciddi hanımına takıldı. Sanki kayadan bir parça koparmış gibi
olduk, dedi.
Merhamet Hanım eşinin sözlerinden alındı. Ciddi bir
şekilde:
21
Vidadi Babanlı
- Kalbinden rahatsızsın içki sana zarar veriyor! Dedi;
- Tabiî, tabiî! Her zaman bahane bulunur.
Merhamet Hanım şımarık bir tavırla sallandı. Vugar’dan
özür diledi;
- Sız bunun söylediklerine önem vermeyin, lütfen. Eve yabancı biri geldiği zaman neşelenir, her zamanki şakalarını
yapar.
Gerçekten neşelenen Profesör, Vugar’a şöyle bir baktı.
- Öyledir, dedi. Bizim Merhi doğru söylüyor. Çünkü yabancı biri geldiği zaman gözümüz az çok böyle şeyler görüyor
ve neşemiz artıyor. Yoksa böyle leziz nimetlere her zaman
hasretiz.
Merhamet Hanım kirpiklerini oynatıp eşine incinmiş bir
şekilde baktı. Profesör karısının ciddiyetini anlayınca konuyu
hemen değiştirdi. Merhamet’i kızdırmak onun zararınaydı. O,
kadehlere şarap koyup yumuşak sandalyede mahzun mahzun
oturan Vugar’ı yavaşça dürtükledi.
- Ne düşünüyorsunuz? Soğutmayın lütfen, dedi.
Vugar dehşete kapıldı. Profesörle kadeh doluşturarak şarap içmek, aklının ucundan bile geçmezdi. Bu nasıl olabilirdi?
Belki de Profesör onu deniyordu, ne düşündüğünü öğrenmek
istiyordu?
Vugar ne yapacağını bilemedi yanaklarının kızarması biraz daha arttı. Biraz önce susup, birbirine karışmış, ağarmış
kaşlarının altından genç misafiri gizli gizli süzen yaslı adam
sohbete karıştı.
- Utanma, oğlum! Hazır sofranın üstüne gelmek hayra
alamettir. Anlaşılan kaynanan seni çok sevecek…
Merhamet Hanım hemen müdahale etti:
- Tabiî ki çok sever! –diyerek kayın pederinin sözlerine
destek verdi.
- Böyle güzel geleceği olan damadı hangi kaynana sevmez? - Sonra kurnazca Vugar’a sordu: - Belki abes olacak,
ama yoksa evli misin?
22
Vicdan Sustuğunda
Vugar utancından yutkundu; dili sürçerek henüz evlenmediğini söyledi:
Merhamet Hanım bu cevaba çok memnun oldu. Belini
düzeltip, rahat bir nefes aldı. Sanki bir şeyin endişesinden
kurtulmuş gibiydi.
- Çok isabetli karar vermişsiniz. Hemen evlenmek doğru
değil. Doktorayı bitiririn, savunmanızı yapın, sonrasında
Allah kerimdir. Hadi başlayın. Yemeğiniz buz gibi oldu.
Vugar, ter içinde kalmıştı. Sıkılmaya başlamıştı. Profesörün ısrarı, Merhamet Hanım’ın ricalarıyla zar zor kadehini
yarıya kadar içti. Yemeğinden de üç dört lokma alıp ayağa
katlı. Orada bir saniye daha oturmaya hali kalmamıştı, çok
mahcup olmuştu.
- İzin verirseniz, ben gideyim… İşim var.
Güneşli itiraz etmedi. Genci bu ortam çok sıkmıştı, rahatı
kaçmıştı, kendisini ifade edemiyordu. Bu durumda onu zorlayıp alıkoymak işkence etmekten başka bir şey olmayacaktı.
- Nasıl istersen. Acil bir işin varsa tabiî ki git, dedi. - Ama
yarın işe erken gel. Saat onda bizim bölümün yönetim kurulu
toplanacak. Asistanların tezleriyle ilgili görüşme yapılacak.
Seni de bugün bu mesele için aramıştım. İkimiz oturup tezini
bir daha gözden geçirelim demiştim. Önemli değil… Şimdi
git, dinlen. Sabah enstitüde görüşür, toplantıya kadar bu meseleyi hallederiz.
Misafiri, Merhamet Hanım geçirdi. Merdivenlere kadar
ona eşlik etti, ayrılırken kuvvetlice elini sıktı. Özel bir ilgi ve
hürmetle;
- Bizi sakın unutmayın! Ne zaman isterseniz, buyurun,
gelin. Başımızın üstünde yeriniz var! Dedi.
∗∗∗
Vugar, dik ve dolambaçlı merdivenleri nasıl indiğini anlayamadı. Gözlerini açtığında kendini birinci katta buldu.
23
Vidadi Babanlı
Durup, boğazını sıkan kravatı çıkartı, yakasını büsbütün açtı.
Gömleği su gibi olmuştu.
O, ceketini çıkartı. Özenle katlayıp sol kolunun üstüne
attı. İki üç defa derin derin nefes aldı. Omuzlarından dağ gibi
bir yük kalkmıştı sanki. İyice kendine gelince durdu, dönüp
gururla kendisine baştan aşağı şöyle bir baktı. İçine dolup
taşan ferahlık dudaklarından döküldü.
- Sevin, yetim Vugar, sevin! Bak yüzüne nasıl kapılar açılıyor, nasıl mutlu günler başlıyor? Aylar yıllar geçecek, zaman
gelecek, böyle güzel binaların kapısını büyük harflerle
Profesör filan filan sözleri yazılacak… Hah hah!
Vugar hayalinden geçenleri bir anlığına gözlerinin önüne
getirdi. Sevinçten içi içine sığmıyordu. Kuş gibi kanatlanıp
kendisini yola attı. Kenarlarında çınar fidanları sıralanmış,
tenha yolun, düz kaldırımında elini kolunu sallayarak, hızlı
adımlarla yürüdü.
Hava yeni kararmıştı. Şimdi yanmış küme küme lambalar
geniş göğsüyle şehrin üstünü kaplamış masmavi gökyüzünün
parlayan yıldızlarına karışıp ışık saçıyordu. Bakü’nün şairane
gezelerinden biri, belki de en sihirli gecelerinden birisi başlıyordu.
Vugar, heyecanından bu bahar kokulu, serin sonbahar akşamının güzelliğini hissetmedi. O, kalbini coşturan sevincini
birileriyle paylaşmak için acele ediyordu. O kadar telaşlıydı ki
bastığı yeri bile görmüyordu.
Sokağın sonuna kadar aynı hızla gidip, buradan başka
kaldırıma geçmek istediğinde sanki yanında bomba patlamış
gibi oldu. Sert bir sesle ayakları yere mıhlandı.
- Kör müsünüz, nesin? Nereye bakıyorsun?
Vugar, uykudan uyandırılmış gibi şaşkın bir vaziyette kalakaldı. Ne olduğunu anlayamadı. İkinci adımında donup
kaldı ve yabancı kadının yüzüne şaşkın şaşkın baktı.
- Kim? Ben mi? diye hayretle sordu.
Kadın sinirlendi.
24
Vicdan Sustuğunda
- Evet, siz! Yürümeyi bilmiyor musun?!
Vugar yine de bir şey anlamadı, gözlerini çevirdi. Fakat az
sonra kadının ayakları altına düşmüş dolu sepeti, etrafa
dağılmış patates ve soğanları görünce, her zaman olduğu gibi
yüzü kızardı. Ceketini kolunun üstünden alıp, çabucak giydi.
Patatesi, soğanı kaldırımdan tek tek toplayıp doldurdu, kadına verdi.
- Affedersiniz, çok özür dilerim, dedi.
Kadın fısıldayarak içini boşalttı. Sepeti kızgın bir şekilde
aldı.
- Serseri!!! Dedi.
Vugar olduğu yerde donmuş gibi kalakaldı. Kadın gözden
kayboluncaya kadar bekledi, suçluluk psikolojisiyle onun
arkasından baktı, kaldı. Sonra yoluna devam etti. Karşısına
ilk çıkan telefon kulübesine girip numaraları cevirdi. Biraz
önceki sıkıntısı geçmiş, yine içi neşeyle dolmuştu. Fakat telefonda konuşamadı.
Vugar’ın bekleyişi sevincini bastırmıştı.
- Alo! - deyip dudaklarını ahizenin ağızlığına iyice yapıştırdı. - Alo! Nihayet ahizeden kulağına zayıf bir ses geldi ince,
tatlı bir ses duyuldu:
- Kimsiniz?
Vugar’ın aniden nutku tutuldu. Kalbi çarpmaya başladı
heyecanını yenemeyip kekeledi:
- Be -be -benim, Arzu. İ-i- iyi akşamlar.
Avizedeki ses yumuşadı, tatlı bir hal aldı.
- Sana da iyi akşamlar, Vugar ne oldu?
Sesin niye titriyor?
Vugar’ın içinde biriken sözcükler artık taşıyordu. O, artık
kekelemiyordu
- Çok şey oldu, Arzu, çok şey.
Kız bir şey söyledi; ama Vugar işitmedi. Telefon cızırdamaya başlamıştı, oğlan şüpheye düştü, yanaklarını şişirip,
avizeye tekrar tekrar üfürdü, bağırmaya başladı.
25
Vidadi Babanlı
- Alo, Arzu!!! Alo!
Cızırtı, nihayet, kesildi. Kızın yumuşak sesi yeniden duyuldu. Şimdi o da heyecanlanmıştı.
- Niye sustun, Vugar? Doğrusunu söyle, ne oldu?... Saklama benden!
Vugar, yavaş yavaş konuşuyordu. Başkalarının duyacağından çekiniyormuş gibi, elini ağzına götürüp usulca;
- Hayır, dedi; - Bu, telefonda konuşulmaz, uzun sürer. Gel
yüz yüze konuşalım, dedi.
- Nereye geleyim, Vugar?
- Dün görüştüğümüz yere, Nizami müzesinin yanına.
O tarafta derin bir sessizlik oldu. Vugar cevabı beklemeden ahizeyi yerine koydu, randevu yerine doğru koşar adımlarla gitmeye başladı.
2. Bölüm Dört yol ortasında ihtişamla duran Nizami müzesinin
yanı her zaman olduğu gibi yine kalabalıktı. Buradaki taksi
durağına gelenlerin tamamı, elbette ki, vasıta beklemiyordu.
Vugar, durağın yanına gelmedi. Bir köşede durup gözünü
Arzu’nun geleceği yola dikti. Kalbi sevincinden küt küt atıyordu. Merhamet Hanım’ın “Bizi unutmayın, ne zaman isterseniz, buyurun misafirimiz olun.” sözlerini hatırladı. “Başımızın üstünde yeriniz var…” sözleri kulaklarında çınladı.
Ne büyük samimiyet! Dünyada ne kadar güzel, hoş insanlar
var, diye düşündü.
O, düşüncelerinin etkisiyle Arzu’yu ne kadar beklediğini
hatırlamadı. Yüzünde sıcak bir nefes hissedip kendisine geldiğinde sevgilisinin nefes nefese kalmış halde yanında durduğunu fark etti. Şaşırıp kaldı.
- Arzu!? Ne çabuk geldin?
26
Vicdan Sustuğunda
Kız konuşmadı. Elini hızlı hızlı çarpan kalbinin üstüne
koydu derinden nefes aldı. Vugar, solgun yüzüne baktı ve
telaşla sordu.
- Neyin var, Arzu? Ne oldu?
Kız kalbinin çarpıntısını güç bela durdurup nefesi boğularak:
- Sen konuş, dedi. - Bana hiçbir şey olmadı. Asıl haberler
sendedir, dedi.
Vugar tatlı tatlı gülümsedi.
- Bana da hiçbir şey olmadı, tatlım, güzelim, dedi!
Arzu, Vugar ın yüzüne azarlar gibi baktı. Kızın kapkara
gözbebeklerinin tam ortasında yeni kapatılmış televizyon
ekranındaki kıvılcıma benzer bir ışık yanıp söndü.
- O zaman neden beni telaşa soktun? Az önce telefonda
dilin dönmüyordu. Kötü bir şey oldu zannettim. Koşarak
geldim, buraya.
Vugar sevgilisini kollarından tutup kendisine çekti. Arzu’nun bu ilgisine karşılık onu orada hararetle öpmek istedi.
Fakat etrafına bakıp vazgeçti. Eğilip kızın kulağına sevinçle
fısıldadı;
- Doğru tahmin etmişsin sevgilim. Bir şeyler oldu. Ama
kötü şeyler değil, aksine, çok güzel şeyler!
Arzu rahat bir nefes aldı. Rengi düzeldi;
Fakat gözlerindeki sorgulu ve endişeli ifade gitmemişti.
Vugar yüksek sesle gururla ekledi:
- Profesörün evine gitmiştim, bizim bölüm başkanımızın
evine. Söhrap Güneşli’yi diyorum. Biliyor musun beni nasıl
karşıladılar?
Arzu konuşmadı. Ona yine sorgulayıcı bir ifade ile bakıyordu. Vugar mutluluktan ayakları yerden kesilmiş gibiydi,
sözlerine devam etti:
- Bilmeyi bırak, tasavvur bile edemezsin! Ben ömrümde
hiç kimseden böyle hürmet görmedim.
27
Vidadi Babanlı
- Onlar mı çağırdı; yoksa sen mi gittin?
- Hayır, çağırmadılar. Bugün Profesör enstitüde beni aramış. Sonra beni aradığını bir arkadaşımdan öğrendim. Herhalde önemli bir şey söyleyecek diye düşündüm. Bölümden
adresini alıp, tek başıma evine gittim… Vugar birden tutuldu.
Sesi alçalıp yumuşadı.
- Doğrusunu söylemek gerekirse çok utandım, çok sıkıldım. Çünkü gittiğimde sofra hazırdı, yemek vaktinde gitmiştim…
- Keşke gitmeseydin. Evine telefon etseydin. Ne diyecekse, telefonda derdi.
- Nereden bileyim?
- Vugar omzunu silkti. Telefonla konuşmanın, hoş karşılanmayacağını, büyüklenme emaresi olarak algılanabileceğini
düşündüm.
- Artık üzülmene gerek yok. Bu bir kabahat değil, sen de
saygıyla karşıladılar diyorsun.
- Çok güzel karşıladılar, bu hususta diyecek söz yok. Profesörün kendisinden çok hanımının eli ayağı birbirine dolaştı,
etrafımda döndü, durdu...
- Evlerinde başka kim vardı?
- Başka hiç kimse yoktu, kendileri vardı. Yaşlı babası ve kızı.
- Kızı büyük mü?
- Evet, on sekiz, belki de on dokuz yaşında olabilir.
- Mesele anlaşıldı.
- Arzu’nun dudakları hafifçe titredi.
- Hangi mesele?
Vugar şaşkınlıkla Arzu’ya baktı.
- Hiç.
- Oku atıp da yayı gizleme.
- Gizleyecek bir şey yok. Anlaşılan senin hakkında başka
düşünceleri var.
- Ne düşüncesi?
28
Vicdan Sustuğunda
- Sen benden daha iyi bilirsin.
- Hayır, ben hiçbir şey bilmiyorum.
- Ay kalın kafa! Arzu gözlerini cilveli cilveli süzdü. Seni
kendilerine damat yapmak istiyorlar.
Vugar Arzu’nun yaptığı şakayı ciddiye aldı, morali bozuldu.
- Nasıl konuşuyorsun, Arzu sen?
- Ben söylemiyorum, Vugar, her şey ortada.
Vugar uzun sure sustu. Arzu’ya yan gözle azarlar gibi baktı.
Sonra ellerini şak diye birbirine vurdu, kahkaha attı, herkesin
bir anda dikkatini çekti.
- Kıskanıyor musun?
Arzu konuşmadı. Vugar gülmeye devam etti, onun koluna
girdi ve nezaketle onu kaldırımdan indirdi. Tatlı ve nazik bir
dille ona!
- Sana bir sir söyleyeceğim, dedi. Bana yaklaş!
- Söyle dinliyorum.
- Hayır, bu şekilde söyleyemem. Çok önemli bir konu…
Birileri duyabilir.
- Hiç kimse bizi dinlemiyor.
- Hiç olmasa bu tarafa dön de aklının bende olduğunu
bileyim.
- Arzu başını çevirdi. Vugar ağzını kulağına dayadı fısıldayacağına yüksek sesle bağırdı:
- Alagöz’e bizim İsmet aşık oldu?
Arzu dilinin ucuyla sordu:
- Alagöz kim?
- Nasıl kim?
Profesörün kızından bahsediyorum. İsmet’i sen de tanıyorsun… Benim sütkardeşim…
- Eee… Ne yapayım? Bunun benimle ne ilgisi var?
- Seninle mi? Seninle ilgisi çok. Kaynın olacak adamın
gönül işleriyle ilgilenmek istemez misin?
29
Vidadi Babanlı
- Hayır, istemiyorum!
Şimdiye kadar kasıtlı olarak ciddi davranan Arzu, sonunda gülümsedi.
- Artık seninle de ilgilenmiyorum.
- İnanmıyorum! - Vugar konuşmasını biraz yumuşatarak:
- Gel sana bir sır daha söyleyeyim...
- Buyur
- Ben… Ben de seni seviyorum.
Arzu nazlandı.
- Bunlar eskide kaldı. Sen bunu bana tam üç yıl önce de
demiştin.
- Gerçekten mi?!
Vugar komik bir hareketle kaşlarını çattı. Duyduğuna
şaşırmış gibi kalakaldı:
- Olamaz!... Hatırlamıyorum!
- O zaman git, bir doktora görün!
- Doktora mı?! ... Niçin?
- Hafızana bir baksın
- Hah, hah, hah!
Vugar kahkaha attı.
Onlar bu şekilde şen şakrak şakalarla bulvara kadar geldiler. Arzu ayaklarını birleştirip birden olduğu yerde durdu.
- Nereye böyle, hayrola, Vugar?
- Nasıl nereye? Vugar’ın gözleri neşeyle parıldadı. Tabiî ki
gezmeye, baksana hava ne güzel!
- Bize gitmiyor muyuz?
- Size mi? Sizde ne var ki?
Arzu’nun yüzü asıldı, kaşları çatıldı.
- Dün ben sana ne demiştim?
- Hatırlamıyorum...
30
Vicdan Sustuğunda
- Bir şey demedim öyle mi... Kız kırgın bir eda ile konuştu. Yarın babamın doğum günü, hani bunu birlikte kutlayacaktık.
Vugar’ın keyfi kaçtı, yüzü gerildi.
- Doğru, söylüyorsun. Fakat... - Kelimeler ağzından zorla
çıktı.
- İki de bir ben size nasıl gideyim, Arzu?
Arzu kızarak:
- Gidelim! Deyip inatla emretti.
- Gidelim, Vugar! Kız değilsin ki utanasın. Annem bana
tembih etti, seni zorla da olsa götüreceğim. Misafirler bizi
bekleyecekler.
Vugar şüphe içinde ayakkabılarının ucuna baktı. O gerçekten de utanmıştı. Arzu’nun ailesiyle tanışmamıştı, daha
yüzlerini bile görmemişti, nasıl gidecekti?!... Bahane arıyordu.
- Kırılma, Arzu! Ben önemli bir günde size eli boş gelemem. Affedersin unutmuştum. Hazırlıklı değilim, şimdi... Bu
saatte mağazalar da kapalıdır zaten. Ona layık bir hediye bulmak çok zor olacak…
Arzu bunların hiçbirini dinlemedi. İnatla:
- Hiç önemli değil! Senin hediyen oraya gelmendir! Dedi
ve samimiyetle oğlanın kolundan tutup çekiştirdi.
- Acele et, gecikiyoruz.
Vugar yerinden kıpırdamadı. Arzu iyice ciddileşti.
- Sana iki seçenek sunuyorum, Vugar. Ya benimle gidersin ya da bu günden sonra beni göremezsin.
Bu tehdit de Vugar’ı yerinden kıpırdatmaya yetmedi. Arzu
yeniden yumuşadı.
- Yalvarırım beni kırma Vugar, niçin böyle yapıyorsun?
Biz ne zamana kadar böyle saklanacağız? Daha ne kadar
annemden babamdan gizli görüşeceğiz? Tanıştığımız günden
beri sen beni her aradığında annem de babam da yüzüme
31
Vidadi Babanlı
öyle bakıyorlar ki ben onların bakışları karşısında adeta
eriyorum. Onların karşısında bitiyorum. O gün babam şakayla karışık bana: ’’Kızım, bu adını duyup kendilerini göremediğimiz kahramanın yüzünü bize ne zaman göstereceksin? Ne
zaman onun mübarek elini sıkıp tanışacağız?“ dedi.
- Hayır, Vugar! Ne olur beni kırma, ben artık dayanamıyorum. Eğer beni gerçekten seviyorsan, inat etme, gel gidelim.
Arzu, ona öyle içten yalvarıyordu ki, Vugar’ın ona teslim
olmaktan başka çıkar yolu kalmamıştı.
3. Bölüm İçeri şehrin iki katlı, bakımsız, basık evinden yükselen şen
kahkahalar bütün mahalleye yayılmıştı. Sanki düğün evi
gibiydi. Buraya geldiklerinde Arzu öne geçti. Ayaklarını sürüyerek gelen Vugar’ın bileğinden tutup çekti, küçük bir bahçeye girdiler.
Camlı balkondan onları zayıf, uzun boylu bir kadın karşıladı. Çok şık giyinmiş bu yaşlı ve gözlüklü kadını Vugar ilk
defa görse de hemen tanıdı. Arzu çok önceleri, Vugar’la yeni
görüşmeye başladıkları zamanlarda anne ve babasını ona
uzun uzun anlatmıştı. Aynı konuşmadan sevdiği kızın babası
Ağarza Gülbalayev petrol kuyularında uzman; annesi Şirinbacı’nın da Bakü’deki ortaokullardan birisinde Almanca öğretmeni olarak çalıştığını hatırladı. O zaman karşısına çıkan zayıf gözlüklü kadının öğretmen Şirinbacı olduğunu düşündü.
Utana sıkıla kadının yanına gitti ve selam verdi. Şirinbazı
gülümseyerek elini sıktı.
- Hoş geldiniz! -Onu içtenlikle karşıladı.
- Buyurun içeri girin, misafirler sizi bekliyor, dedi.
Ara kapı açılınca misafirlerin kahkahaları Vugar’a güçlü
bir dalga gibi vurdu. Ayakları kapının eşiğinden ileri gidemedi. Uç uca eklenmiş masaların arkasında iki sıra halinde oturan misafirleri gözlerinin ucuyla süzdü. Aralarında kendine
32
Vicdan Sustuğunda
yakın birisini göremeyince canı daha da sıkıldı. “Niçin Arzu’nun sözünü dinledim. Burası bana göre değil, burada çok
rahatsız olacağım…” dedi.
O, arkasından yavaş yavaş gelen Arzu’ya dönüp bir şeyler
söylemek istedi; ama fırsat bulamadı.
- Kapının önünde durmayın içeri girin!
Öğretmen hanımın yüksek sesle söylediği bu sözleri misafirler de duydu. Bakışlar bir anda Vugar’a yöneldi.
Bu hırslı, dikkatli bakışlar Vugar’ı şüpheye düşürdü: “Bunlar bana niçin böyle bakıyorlar?... Bende garip bir şey mi
var?...” diye düşündü.
Vugar’ın yüzü kızardı. Yanakları ateşlendi. Buna rağmen
misafirlere selam vermeyi ihmal etmedi.
Aşağı tarafta, kapıya arkası dönük oturan, karşısındakiyle
ateşli ateşli konuşan, saçları dağınık ve karışık; ufak kemikli
bir şahıs biraz vakit geçtikten sonra birisinin geldiğini fark
etti. Sandalyesini geriye çekip, çevik bir hareketle döndü.
Vugar’la Arzu’yu eşikte görünce sıçrayıp ayağa kalktı.
-Evet kızım… Geldiniz mi?!
Vugar Bakü ağzıyla konuşan bu çelimsiz, yaşlı adamı da
hemen tanıdı. O da Ağarza Gülbayev idi.
Ağarza, Vugar’la çok önceden tanışıyormuş gibi konuştu.
Onun hatırını sordu. Sonra da neşeyle misafirlere döndü:
- Bu genç… Sözünü tamamlamadan, bir an düşündü ve
gülerek:
- Niçin başınızı ağrıtayım ki bu bizim oğlan”- dedi, Vugar’ı
öne çıkardı.- “Geç misafirlerle tanış, hepsi de dost ve yakınlarımızdır.” dedi.
Vugar, ter içerisinde bütün misafirlerle el sıkıştı. Nihayet
masanın başında oturan iri cüsseli, kalıplı adamın yanına
geldiğinde bir hayli terlemişti. Masada hâkim konumda oturan adam Vugar’ın elini havada bıraktı. Ayağa kalkıp kollarını
asker gibi yanlara indirdi, kendisini tanıttı:
33
Vidadi Babanlı
- Kılıçov Şahmalı İsrafiloğu!
Vugar kızarıp bozardı.
Kılıçov onu kızdırmak ister gibi aynı resmiyetle, asker gibi
sordu:
- Senin adın, soyadın nedir? Yeğenim.
Vugar adını, soyadını alçak sesle ve zorla söyledi.
- Evet! Demek Vugar Şemsizade. Çok güzel! Kılıçov iri
gövdesini zoraki çevirip sohbet ettiği gençle yüz yüze geldi.
- Şimdi el sıkışabiliriz.
O, kaplan pençesini andıran kıllı elini gururla Vugar’a
uzattı. Yeni gelen misafirin aşağı düşen elini yukarı kaldırıp
iki üç defa salladı ve sormaya başladı:
- Duyduğuma göre ihtisas yapıyormuşsun. Öyle mi?
- Evet, Vugar tevazuyla cevap verdi.
- İhtisasın nedir?
- Kimya uzmanı olmaya çalışıyorum.
- Öyle miiii? - Kılıçov sesini tuhaf şekilde uzattı.
- Çok güzel, çok hoş. Kimya çok önemli bir sahadır. Hayatımızda mucizeler yaratır… Kimya’nın hangi dalını seçtin?
- Motor yakıtlarıyla ilgileniyorum.
Kılıçov başını takdirle salladı.
- Çok önemli bir alan! Çağdaş yaşamımız için çok önem
arz eden bir konu! Biraz sustuktan sonra bir şey düşünüp
tekrar sormaya başladı:
- Peki hocan kim?
- Profesör Güneşli’nin asistanıyım.
- Ooo, bu çok güzel! Kılıçov’un esmer yüzü parladı.
- Tanıyorum onu, hem de çok yakından, dedi. Güneşli çok
kaliteli bir ilim adamıdır. Çok önceleri savaş yıllarında kendisiyle beraber çalıştım. Büyük bir fabrika yapmıştık. İlmi gibi
insanlığı da mükemmeldir. Öyle bir şahıstan ders alan genç
saygıya layıktır.
34
Vicdan Sustuğunda
Kılıçov bunları söyledikten sonra Vugar’a yanında yer açtı.
Sonra Arzu’yu da yanına çağırdı:
- Gençlerle bir arada oturmanın tadı başka olur. Kızım gel
sen de öbür tarafıma otur, dedi.
Gençler yerlerini aldıktan sonra dazlak bir adam sohbeti
ateşlendirdi:
- Bağışlayın, delikanlı sana benim de bir sorum olacak,
deyip Vugar’a döndü. Çok uzun süredir gazeteler, radyolar
kimyanın mucizelerinden bahsediyor. Bahsedilenler gerçek
mi, yoksa propaganda mı yapıyorlar?
Vugar sorunun kulağa hoş gelmeyen tonundan rahatsız
oldu. Kılıçov, kasıla kasıla cevap verdi:
- Propagandaya hiç gerek yok, Mirkazım. Ne duyduysan
hepsi gerçektir.
Dazlak adam verilen bu cevaptan tatmin olmadı. Yüzünü
ekşiterek:
-Sen dur Şahmalı! Mani olma! Deyip derinden gizli gizli
gülümseyen, küçük gözlerini Vugar’a dikti.
- Beni kınama delikanlı, son zamanlarda bazı olaylar bende biraz güvensizliğe sebep oldu. Bir de bakıyorsun ki boş,
manasız şeyleri şişiriyorlar, övgüler yağdırıyorlar. Sonunda da
hiçbir şey çıkmıyor… Maalesef böyle şeyler oluyor işte. Hiç
gizlemeye gerek yok!.. Evet, şimdi bu da onun gibi. Söylediklerine göre ağaç kırıntılarından kumaş dokuyup onlardan
elbiseler yapıyorlarmış. Daha neler neler. Ama benim aklım
almıyor. Belki yaşlanıyoruz değil mi?
Herkes birbirine baktı, gülüştüler. Kılıçov da kara, kalın
dudaklarının gülümsemesine mani olamadı.
- Doğru anlamışsın Mirkazım, yaşlılıktandır! Bunamışsın
sen.
Misafir Kılıçov’un sözlerine aldırmadı. Onun dikkati
Vugar’ın üzerindeydi, devam etti:
- Benim sana başka bir sorum daha var. Mademki kimya
senin dediğin gibi çok faydalı bir ilim, o zaman, niçin eskiden
35
Vidadi Babanlı
ilim adamları bu konuda çalışma yapmadılar? Niçin kimyanın kurallarını tarıma uygulamadılar?
Ağarza dazlak adamı sakinleştirmeye çalıştı.
- Laf aramızda komşu, her halde, genç adamı imtihan
ediyorsun!
- Hayır, imtihanla alakası yok. Gerçekten merak ediyorum. Bu konuda çok kafa yordum. Bana, kimyayı gereğinden
fazla abartıyoruz gibi geliyor. Toprağı güya daha verimli hale
getirmek, bol ürün almak için çeşitli suni gübreler, kimyasal
maddeler icat etmişler. Belki kanser hastalığının, tansiyon ve
kalp krizinin son zamanlarda artmasının sebebi bu icatlardır,
değil mi? Yiyeceklerden alınan kimyasal kalıntılar zamanla
vücudu zehirliyor. Karpuzun, kavunun eski tadı kalmadı.
Tadı ekşileşti. Artık para kazanmak, kısa yoldan zengin olmak için insanlar hileye başvuruyorlar. Hormon mudur ne
menem şeyse onunla bitkileri çabucak yetiştirmek, büyütmek
mümkünmüş. Geçen yaz o hormonlu kavun ve karpuzdan
birçok insan zehirlendi.
Misafirlerden birisi onun sözlerini tasdik etti:
- Çok doğru, böyle bir şey olmuştu. Uzman olarak bir arkadaşım çalışıyor. O da buna benzer bir hadisenin yaşandığından bahsediyordu.
Başka bir misafir de yüksek sesle şikâyet etti:
- İşte böyle, görüyor musunuz? Karaborsacılık, aç gözlülük bakın hangi felaketlere sebep oluyor!.. Sonunda öyle bir
hale geleceğiz ki canımızın istediği meyveleri gönül rahatlığıyla yiyemeyeceğiz.
Dazlak adam sözlerinin desteklendiğini görünce daha da
galeyana geldi. Cesaret ve kibirle, kendi fikrine kendisini destekleyenlerin fikirleri üzerinde ısrarla durmaya başladı ve devam etti:
- Allah, rahmet eylesin, rahmetli dedem, suni gübrelerden, fosfatlı besinlerden, zehirli gıdalardan uzak durmak suretiyle tam doksan yıl asude bir hayat sürdü. Öldüğünde bü36
Vicdan Sustuğunda
tün dişleri daha sapasağlamdı. Saçı sakalı benimkiden daha
siyahtı.
Saçında bir tane bile beyaz yoktu. Mirkazım, nereden
bilelim babanın saçının ak ya da kara olduğunu?
Şahmalı’nın şakası herkesin gülümsemesine sebep oldu.
Dazlak misafir kızarsa da kendisini ele vermemeye gayret
gösterdi.
- Rica ediyorum Şahmalı, müsaade et. Konumuz benim
kelliğim değil, burada çok ciddi bir meseleden bahsediyoruz.
Bu genç, bilim adamı olmak için çalışıyor. Anlaşılan kimyayı
ezbere biliyor. İzin ver de onun diyeceklerini dinleyelim.
Vugar bütün bakışların kendisinde toplandığı hissetti. Fakat ortamın samimiyeti onda hoş bir tesir bıraktı. Sıkıntısı
biraz da olsa azalmıştır. Sakin sakin konuştu:
- Bir kural olarak hayatta da bilimde de yenilikler her
zaman tartışılır. Büyük engellerle karşılaşır. Sosyal hayatta da
fikir olarak da her yeni şey zor kabul edilir...
- Dediğin doğru delikanlı. Sen beni o kadar da kalın kafalı,
düşüncesiz zannetme. Benim de az çok bildiğim bir şeyler var.
Kimya alanındaki gelişmelerin tamamının da karşısında
değilim. Benim söylemek istediğim, niçin şimdi bir bardak
suda fırtına koparıyorlar. Daha önce bunların akılları yok
muydu?
- Vardı tabiî ki. Eski Mısır’da milattan önce bu ilimle ilgili
birçok araştırma yapılmış. Boyayı, sabunu ilk defa onlar bulmuşlar. Ölülerini ilk defa onlar mumyalaşmış, petrolü de yine
Mısırlılar kullanmışlar. Eski Hintliler ise kumaşları boyamada, kumaş üzerine nakış yapmada ve resim çizmede bütün
dünyada şöhret kazanmışlar...
- Sen beni yine de doğru anlamadın yeğenim. Benim
eskiyle bir işim yok. Kendi devrimizi göz önünde tutup öncekilerden bahsediyorum. Yani yirmi, otuz yıl öncesini kastediyorum.
- Kılıçov’un sabrı tükendi. Dazlak adamın maksadını şimdi anlamaya başladı. O, sohbeti başka yerlere çekmek istiyordu.
37
Vidadi Babanlı
- Yeter, Mirkazım! Sorularına son ver artık, boş yere vaktimizi alma! Dedi, tamada 1 resmi bir şekilde yüzünü ekşitti.
Boş konuşmalar artık bitti, dedi. Kadehlerinizi doldurun! Diye
emretti.
Bir anda sessiz sakin mecliste hareketlilik oldu. Çatal ve
bıçaklardan çıkan sesler kulakları çınlattı. Kadehler, bardaklar bir anda kırmızıya boyandı. Kılıçov günün konuşmasını
yaptı:
Saygıdeğer misafirler!
- Bugün, burada çok önemli bir günü kutlamak için bir
araya geldik. Hepimizin çok aziz dostu Ağarza altmış yaşını
tamamlamış bulunuyor. Yani, bugünden itibaren o yaşlılığın
ikinci ve daha şerefli bir basamağına ayak basıyor...
- Dur! Bir çuval inciyi berbat ettin! – Ağarza komik bir
şekilde ayağa kalktı.
- Bana bak, masa beyi kardeş, yani sen kendi adını bana
mı veriyorsun? Men kim ihtiyarlık kim?
- Biliyoruz Ağarza, sen Şirinbacı’nın yanında kendini
küçük düşürmek istemiyorsun.
- Ben şimdiye kadar hiç kimsenin yanında küçük düşmedim, teyzesi güzel! Yine diyorum kendi adını bize verme!
- Ağarza iki çeşit yaşlılık vardır. Sen gün geçtikçe gençleşenlerdensin.
- Öyle mi?.. O zaman başka mesele. Allah geçmişlerine
rahmet etsin, söyle kadehleri doldursunlar!
Ağarza kendisini geri çekip gururlu gururlu oturdu.
- Kılıçov yavaş yavaş devam etti:
- Ağarza ile dostluğumuz çok eskiye dayanır. Biz tanıştığımızda bugün meclisin süsü, şu gençlerin hiçbiri yoktu.
Otuz, otuz birinci yıllardan bahsediyorum. O zaman, gördüğümüz bu ak saçlı Ağarza bıyıkları yeni terlemiş genç idi.
1
38
Masabeyi, düğün, nişan ve yemekli toplantılarda meclisi yöneten aynı
zamanda sunuculuk yapan kişi.
Vicdan Sustuğunda
Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Nasıl olduysa kazdığı her kuyudan petrol su gibi fışkırıyordu. Petrol yerin altından çay
gibi akıyordu. Herkes ondan bahsediyordu. Sürekli o gazetelerde çıkıyordu. Fotoğraflarını sokaklara yapıştırıyorlardı. Her
toplantıda, o övülüyordu. Bu uzun bir hikâye… O zaman ben
köyden yeni gelmiştim. İşe başlayalı on beş gün olmuştu.
Onu görmek istiyordum. Onun pehlivan gibi iri yarı birisi
olduğunu düşünüyordum, uzaktan gördüğümde zayıf ipince
bir kişi olduğunu gördüm. Yüze de kömür gibiydi. Kendimi
gülmemek için zor tuttum. Kendi kendime, “Sizin yerlere
göklere sığdıramadığınız adam bu mu? Dedim. “Bunun eti
budu nedir? Burnunu sıksan canı çıkar zavallının” dedim.
Ağarza, komik bir biçimde çoğu zaman konuşmalarında
hissettirmediği Bakü ağzını şimdi daha çok kullanarak dostuna laf attı:
- Peki, kendini niçin söylemiyorsun? İri yarı birisiydin. Söz
anlamaz birisiydin.
- Kılıçov onun şakasına çok soğuk cevap verdi:
- Doğrudur, dedi. Ağarza doğru söylüyor. Ben o zaman çok
sağlamdım. Gedebey’in güzel yaylalarında büyüdüm, kaynak
sularından içtim, günde iki üç kez kuzu budu dişleyen adam
başka türlü olamazdı tabiî ki. Yüzümdeki kan damarları çıkmıştı. Ortadan ikiye ayırsalar iki tane Ağarza olurdum. Ama
şunu da söyleyeyim ki bu ağaç kurusu hiç de göründüğü gibi
değildir. Sanki ateş parçası gibiydi. Bir dakika bile durup
dinlenmiyordu. Her gün başka bir yerden haberi geliyordu.
İki üç hafta gizlice onu takip ettim. İçimden, işin aslını öğreneyim, sonra seninle konuşurum dedim. O zaman onun sırtını yere vurmak bu garibin üzerine düştü!
Kel adam ufak gözlerini hilekâr bir şekilde süzerek sordu:
- Sonra nasıl oldu? Yenebildin mi?
Ağarza elini havaya kaldırıp alay ederek salladı.
- Vah, vah!... O söylüyor sen de yutuyorsun. Ben öyle kolay lokma mıydım?
39
Vidadi Babanlı
Gilicov yarı şaka yarı ciddi dedi:
- Kendini çok övme, Ağarza kibirlenme, inan ki seni ilk
gördüğümde kanım kaynamıştı. Madende kalıp orda işe devam etseydin sonun gelmişti. Şansın varmış ki beni başka işe
gönderdiler.
- Mademki kendine bu kadar güveniyordun o zaman
niçin gittin? Kalsaydın hünerini görürdük.
- Ne yapayım kalsaydın sana zararım dokunacaktı belki
de! Şöhret kazanmıştın, belki şöhretine ortak olurdum. Namertlik edemezdim. Sonradan dost olmuştuk. Birlikte oturup
yedik, içtik. Bunu ben nasıl görmezden gelebilirdim!...
Ağarza elini havada bir daha salladı.
- Evet , evet !.. Şimdi öyle diyorsun. Peki çözüm nedir?!
Kılıçov, gülümsedi. Ona cevap vermedi meseleye geçti:
- Sohbeti uzatsam da ben bunları bir amaç için söyledim.
Ağarza gerçekten de çok becerikli adamdır. Bu yaşa geldi hiç
dinlenmedi, rahatlığın ne anlama geldiğini bilmez. Nerede
işin ağırı var gider onu bulur. Onun haberleri bazen Lökbatan’dan bazen Artyom’dan bazen Karadağ’dan bazen de
Gumadası’ndan gelir. Gittiği her yer de ona güzel işleri için
teşekkür ederler. Sekiz dokuz yıl önce denizin ortasından
petrol çıkarma söz konusu olduğunda “kara taslar” hadisesinde de dostumuz durup dinlenmedi, beni de oraya gönder
diye dilekçe verdi. Açıkçası bu meseleyi duyduğumda çok
kızdım. Sizden iyi olmasın, üç beş yakın arkadaşımı da alıp
bunun yanına gittim. “Yaşlı adamsın yaşın elliyi geçti. Senin
gününü gün edeceğin bir iş gerekiyor. Binlerce genç, petrol
kuyularında ihtisas yapmış, bırak bundan sonra bu zor işleri
onlar yapsınlar.” Dedim. Sinirlenip yüzünü benden çevirdi.
Bizimle konuşmak bile istemedi… Neticede Ağarza farklı bir
karaktere sahipti. Sanki Allah bunu iş için yaratmış, mayası
işle yoğrulmuş. Saçı sakalı ağarsa da gönlü çok gençtir…
Misafirlerden biri yüksek sesle teklif etti:
- Onun genç yüreği için içelim! Bırakın kendi dilediği gibi
yaşasın, istediği kadar da kuyu açsın.
40
Vicdan Sustuğunda
Birden bir gürültü koptu. Dolu kadehler, bardaklar her
taraftan Ağarza’ya doğru uzandı.
- Bir dakika arkadaşlar, bir dakika sabredin! Kılıçov misafirleri zorla sakinleştirdi. Şirinbacı’yı mutfaktan salona çağırdı. Onu Ağarza’nın yanına oturtup konuşmasına devam etti:
- Ben öğretmenin sağlığını Ağarza’dan ayırmak istemiyorum. Çünkü dostumuzu öyle sağlam, genç kalmasını sağlayan
onun eşi Şirinbacı’dır. Gördüğünüz gibi bu esmer adama ne
kadar büyük muhabbeti var, onun için muhteşem bir sofra
kurmuş. Bizim gibi dostlarını da bu önemli günde buraya
davet etti…
Ağarza şakayla derin bir nefes aldı.
- Allah layığını!... Bana sanki iyilik mi yapıyorsun? Yaşlılığımı hatırlattın yarama tuz bastın.
- Kendini naza çekme Ağarza! Böyle kadir kıymet bilen
bir hanımı gece gündüz durmadan arasan yine bulamazsın.
- Evet, evet. Dört ayaklarımın üzerine düştüm.
Kılıçov gözlerini kısıp Ağarza’yı şüpheli şüpheli süzdü.
Onu işaret parmağını sallayarak tehdit etti:
- Bak, dilini tut, yoksa kirli çamaşırlarını ortaya dökerim.
- Benim gizli saklım yok ki neden kirli çamaşırlarım olsun? Beni iki de bir niçin tehdit ediyorsun?
- Demek öyle?
- Evet daha da çok!
- Tamam şimdi izin ver şu kadehleri bitirelim sonra senin
hesabına bakarız!
***
Kadehler şakırdayarak boşaldı. Şahmalı Kılıçov muhteşem kaşlarını çattı. Ağzına aldığı lokmayı yutup tatlı tatlı
konuşmaya başladı:
- Evet, şimdi size bizim bu kara oğlanın, bizim Şirinbacı
ile evlenmesini anlatayım… Söz sözü açar. Yanlış hatırlamıyorsun bu mevsimlerdeydi. Bir akşam işten yeni gelmiş ken41
Vidadi Babanlı
dime yemek hazırlıyordum. Bekârlığın sultanlığı varsa kara
günü de az değildir. Bir de baktım, bizim kapı birden açıldı.
Ağarza kederli bir eda ile içeri girdi. Çok kötü bir şey oldu
sandım. O her zaman bize geldiğinde bin bir oyun çıkarır, ortalığı birbirine katardı. Evinde kiracı olduğum Rus kadın
bundan artık illallah çekmişti. O zaman Sabuncu istasyonundan epeyce yukarıda oturuyordum. Zavallı kadın ara sıra kapıyı aralayıp “Seni de onunla birlikte kovacağım” deyip bizi
korkutmasa Ağarza’nın kendisine geleceği yoktu. Onu sakinleştirmek mümkün müydü? Böyle olunca tabiî ki süt dökmüş
kedi gibi olurdu. Taştan ses çıkardı da ondan ses çıkmazdı.
Yanına yaklaştım elinden tuttum. “Eee Ağarza ne oldu?
Niçin bugün keyfin yok?”dedim. Hiçbir şey demedi. Tekrar
sordum, sesi yine çıkmadı. Yine artistliği tuttu bana numara
yapıyor diye düşündüm. Daha fazla üzerine gitmedim. Gidip
çay getirdim. Onu da davet ettim, ama o yerinden kıpırdamadı. Boynunu büküp evin ortasında sakin sakin duruyordu.
Buna bir şeyler olduğunu anladım. Kendisine “Hastalandın
mı” diye sordum. Ağarza güç bela başını salladı. Derin bir nefes aldı. İçini çekti. Aklıma olmadık şeyler geldi. Kalkıp önünde yürüdüm, onu alıp yatağımın yanına götürüp oturttum.
Yalvar yakar öğrendim ki bizim ki fena halde birisine tutulmuş. Aşk başına vurmuş… Gülmekten kendimi kaybettim. Bu
kadar güldüğümü hiç hatırlamıyorum. Sakinleştikten sonra
sordum:
- Eee kim bu kız? Nasıl birisi? Nerede gördün? - O da kızın kim olduğunu bilmediğini kendisini birkaç defa sokakta
gördüğünü söyledi.
Bunu üzerine ben tekrar gülmekten kendimi kaybettim.
Ağarza acınacaklı bir şekilde yalvarmaya başladı: “Ne olur
Şahmalı, tek ilacım sensin. Ben ona gidip konuşamam. Bugün tam vaktidir. Kalk giyin de gidelim, onunla konuşalım.
Kızın okuldan dönme vakti.“
- İyi de Ağarza, seven sensin, ben kimim ki? Dedim. Kelin
ilacı olsa, kendi başına sürer.” dedim. Baktım Ağarza’nın sözden anladığı yok. Abayı yakmış. Yarı şaka yarı ciddi: “Gidelim
42
Vicdan Sustuğunda
diyorsan, tamam, gidelim. Ama diğer taraftan bir şeyi göz
önünde bulundurmalısın. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Kız beni görünce seni terk etmesin? Sonra aramıza kara
kedi girmesin zinhar!”
Bu da ona fayda etmedi. Tekrar yemin edip yalvarmaya
başladı. Çaresiz kaldım. Yemeği yarıda bırakıp elbiselerimi
giydim. Aceleyle evden çıktık. Gide gide en sonunda Yirmialtılar bağına ulaştık. Nefesimizi daha yeni almıştık ki Ağarza
birden yırtıcı kuş görmüş civciv gibi büzüşüp yanıma sokuldu.
Beti benzi attı, kapkara yüzü bir anda bembeyaz kâğıt gibi
oldu. Ne oldu? Niçin böyle sararıp soldun? Dedim. Zavallının
konuşmaya mecali mi kaldı. Birkaç gün çölde susuz kalmış
insan gibi dudakları kurumuştu. O anda önümüzden boylu
boslu, güzel yürüyüşlü, elinde çantası olan güzel bir kız geçti.
Meseleyi anladım. Bir kıza baktım bir de kendimize. Bu aşk
doğrusu pek aklıma yatmadı. Kendi kendime, “Boşuna kürek
çektik, böyle güzel bir kız bizi önemsemez” dedim. Doğrusu
bu kadar yolu teptikten sonra eli boş dönmeyi de kendime yediremedim doğrusu. Gidip kızın yolunu kestim. Utana sıkıla,
“Affedersiniz bacım.” Dedim. “Bir dakika vaktinizi alabilir
miyim” dedim. “Kız bana öyle sert baktı ki, kızın bu durumundan birden irkildim. Fakat geri adım atmadım. Dilimin
ucuyla acele acele, “Arkadaşımın size söyleyecekleri var, rica
ediyorum onu dinler misiniz?” Yan tarafıma baktım, Ağarza’yı ona takdim etmek istedim. Bir de ne göreyim. Ağarza’nın
yerinde yeller esiyordu. Bir anda taa karşı kaldırma geçmiş
bize bakıyor, halde gördüm. O an onun sözünü dinleyip yola
çıktığıma ne kadar pişman oldum bilemezsiniz! İçimden ona
küfürleri sıraladım! Allah’tan ki kız dönüp de bize bakmadı.
Yoksa yerin dibine geçerdik. Kız sert sert “Çekil yolumdan!”
dedi, beni elinin tersiyle itti. Adımlarını sıklaştırdı, yakındaki
büyük ve güzel binanın demir kapısından içeri girdi ve kaşla
göz arasında kayboldu…
Kılıçov burada nefesini topladı. Misafirlerin sıkılıp sıkılmadığını gözünün ucuyla kontrol etti. Ağarza fırsattan istifade edip ortaya bir laf attı:
43
Vidadi Babanlı
- Eee güzel arkadaşım madem ki o kadar samimisin, niçin
senin öğretmenin daha sonra benim peşime düştüğünü anlatmıyorsun? Gölge gibi beni takip ettiğini, senin için ölürüm
dediğini niçin söylemiyorsun?!
- Ben birçok şeyi söylemiyorum, Ağarza. Gördüklerinin
çoğunun üstünü kapatıyorum. Eğer hepsini fahşetsem, çok
kötü şeyler olur. Gençlerin yanında mahcup olurum… Öyle
değil mi Şirinbacı?
Şirinbacı tatlı tatlı gülümsedi. Kılıçov’un sözlerini tasdik
etti. Şahmalı, galip gelmiş bir eda ile Ağarza’yı şöyle bir süzdü
konuşmaya devam etti:
- Evet, kız gitti, Ağarza geldi. Ağarza ne olduğunu sordu.
Kız ne dedi? Dedi. Güldüm bir şey söylemedim. Baktık ki arkadaşımın hali çok kötü kendisine destek oldum. “Canını hiç
sıkma, Naz etmek kızların âdetidir. Nasıl olsa yaşadığı yeri
öğrendik. Artık elimizden kurtulamaz.” dedim. Bunu duyunca biraz da olsa rahatladı. Eve döndük. Bir de ne görelim
Şirinbacı meğer bizi aldatmış. Burası onun oturduğu mahalle
değilmiş. Diğer evin bahçesinden başka bir sokağa geçmiş…
Sahmalı Kılıçov hikâyesini yine tamamlamadı. Dinleyenlerini merakta bırakmaktan zevk alan, eski masalcılar gibi,
epeyce susup bekledikten sonra, yanındakilere kendisi hakkında bir şeyler fısıldayan Ağarza’ya yukarıdan bakıp sesini
yükseltti:
- Hadise çok uzun. Ayrıntılı anlatsam sabaha kadar bitmez. Anlaşılan Ağarza rahatsız oldu. Sırları açıldıkça sinirlenmeye başladı… Velhasıl işkencemiz sona erdi. Uzun bir aradan sonra Sirinacı’yı bulduk. Bunları acilen tanıştırmam gerekiyordu, tanıştırdım da. Kızı istemeye de ben gittim. Sirinbacı’nın rahmetli babası çok iyi bir insandı. Benim zahmetlerimi boşa çıkarmadı. Fakat bu kara oğlandan çektiğim bütün eziyetler karşılığında biz kez olsun “Teşekkür ederim.”
bile demedi.
- Aaa.. Şahmalı, sen ne insafsız adamsın?! Annemin deve
etinden senin için yaptığı yemeklere ne diyeceksin?! Onları
saymıyor musun?!
44
Vicdan Sustuğunda
Kılıçov, dostunun sitemini duymazlıktan geldi, oturup tabağını önüne çekti, iştahla yemeğe devam etti. Ağarza da sustu. Onun gerçekten de morali bozulmuştu. Ağlamaklı gözlerle oradakilerin gözlerine baktı. Sonra Şirinbacı’ya döndü, içini
çekerek yumuşak bir ses tonuyla:
- Gel, hanım, gel, sana bir sarılayım, dedi. Allah insaf versin Şahmalı’ya gençliğimizi aklıma getirdi, kalbim bir tuhaf
hal aldı.
Şirinbacı öğretmen söz dinleyen uslu bir çocuk gibi sandalyesini kocasına yaklaştırdı. Misafirlerin şen şakrak kahkahaları tekrar mahalleye yayıldı…
4. Bölüm Vugar Arzugilden ayrıldığında içerişehrin dar sokakları
tamamen boşalmıştı. İçi içe girmiş dar, basık evler, yüksek
duvarlı küçük bahçeler derin bir sessizliğe dalmıştı.
O, dağ yolu gibi dar bir sokağı sonuna kadar gidip yol ayrımında durdu. Birbirine girmiş, karışık sokaklar onu şaşırtmıştı. Birbirinden hiç farkı olmayan, nerede başladığı nerede
bittiği belli olmayan, eski, taş döşemeli yollarda kaybolmak
sadece içkinin tesirden kaynaklanmıyordu.
Vugar düşündü. Birkaç saat önce Arzu’yla birlikte geldiği
yolu hatırlamaya çalıştı. Ama boşuna kürek çekiyordu, beceremedi. Şansını deneyip karşıdaki sokağa girdi, loş ışıklı sokakta nefes nefese yürümeye başladı. Sanki arkasından birileri onu kovalıyordu.
Şansı yaver gitti bu ürkütücü sokaktan hemen kurtuldu.
İlerde parlak ışıklar göründü. Yerin göğün rengi belli oldu.
Her şeyin görüntüsü bir anda değişti, canlandı, büyüdü.
Aman Allah’ım genişlik ne kadar güzelmiş!
Vugar kendinde bir hafiflik hissetti. Adımlarını sabitleştirdi. Bakü Saveti’nin yanından İçerişehre doğru kıvrılan aydınlık yola ulaştı, durdu. Burada artık yeni Bakü başlıyordu.
45
Vidadi Babanlı
Manzara muhteşemdi. İç içe girmiş yüksek binalar, dümdüz,
yemyeşil alanlar, temiz düzenli yollar ve meydanlar, bahçeler
sanki ışık gölünde yüzüyor gibiydiler. Yeni sulanmış ayna gibi
parlayan yollar, dümdüz kaldırımların sonu görünüyordu.
Vugar yeni şehrin iç açıcı güzel manzarasına hayran hayran baktı. O, yedi yıldır Bakü’de yaşıyordu. Fakat bu ünlü
şehrin nadide güzelliklerini daha yeni keşfediyordu. Peki,
şimdi, birden bire onun gözlerini açıp kalbinin heyecanla ve
gururla çarpmasına sebep olan ne idi?
Vugar, bu soruya cevap aramak için kendisini zorlamadı.
Yavaş adımlarla eski kale kapısından geçti. Bakü Saveti binasıyla yan yana geldiğinde, kuledeki elektrikli saat yavaş yavaş
vurmaya başladı. Saat tam birdi. Her zaman gürültülü ve her
zaman kalabalık olan ‘Komunist’ sokağı da boşalmıştı. Şehir
tatlı ve huzurlu bir uykuya dalmıştı. Yakın sokaklardan arada
bir gelen araba sesleri derin sessizliği bölüyordu.
Vugar adımlarını daha da yavaşlattı. Az önceki neşeli,
gürültülü kalabalıktan sonra bu sessizlik onun çok hoşuna
gitmişti. Yakasını açtı. Terli, hararetli sinesini incecik kız parmağı gibi yavaş yavaş gıdıklayan ılık bir rüzgâr, serinleyerek
yukarıdan aşağıya doğru indi. Eski fakat gösterişli, azametli
üniversite binasının sokağa açılan büyük kapısı önünde ayakları birden bire yere mıhlandı, kıpırdanmadan durdu. Burada,
hayatının en güzel en tatlı yıllarını, üniversite yıllarını hatırladı, nedense, iç geçirdi. Bu sade tahta kapı, bu kalın taş
duvar ona ne kadar da yakındı! Beş yıllık tahsili boyunca, kim
bilir, bu kapıyı kaç defa açıp kapatmıştı? Üniversitenin geniş,
mermer merdivenlerini kaç defa inip çıkmıştı? Kaç hocanın
karşısında ter döküp zorlu imtihanlardan geçmişti? Kaç defa
heyecanlanmış, kaç defa üzülmüş, kaç defa sevinmişti?!.
Vugar bekleyip ikinci kata, kimya bölümünün bulunduğu
tarafa baktı. Hasret dolu bakışlarla vaktiyle güzide ilim adamlarının ders verdiği salonu aradı. Fakat gözleri boş döndü.
Odaların ışığı söneli saatler olmuştu. Sınıfları bulup ayırt etmek çok zordu. O, derinden bir daha nefes aldı, ağır ağır
46
Vicdan Sustuğunda
yoluna devam etti. Artık acelesi yoktu. Sessiz gecenin sihirli
hali onu büyülemişti. Muhabbeti gönlünde birden bire coşan
güzel Bakü’yü karış karış dolaşmak, yolu düşmediği, adını
adresini bilmediği sokakları gururla gezmek istiyordu.
Sabirbağı’nın kenarında sanki tatlı bir rüyadan uyanır
gibi oldu. Ayakları yeniden yere yapıştı. Parkın içindeki derin
düşüncelere dalmış şairin heykeli gibi, sokağın tam ortasında
donup kaldı. O, bu şekilde nereye gidiyordu? Niçin bu kadar
rahattı? Evde akşamdan beri onu sabırsızlıkla bekleyen birisi
vardı. Söhrap Güneşli’nin evinden çıktıktan sonra hemen eve
döneceğine, Alagöz’den İsmet’e sevinçli bir haber getireceğine
söz vermişti. Ama o zamandan beri kaç saat geçti?.. Herhalde
İsmet yatmamıştır. Sevdiği kızdan güzel haber işitmeyi
hasretle bekleyen birisi nasıl yatabilir ki?!.
Vugar’ın kalbi çarpmaya başladı. Sütkardeşinin sabırsızlığı aklına gelince çok rahatsız oldu. Her şeyden çabucak morali bozulan, en basit meseleleri büyütüp abartan, hemen
küsen, günlerce konuşmayan İsmet, herhalde, bu dakikalarda
sinir krizleri geçiriyordur. Onunla dalaşmazsa, kavga etmezse
iyi olacaktı!
Vugar heyecanlandı. Akşamdan beri kalbine sığmayan
sonsuz sevinçleri bir anda uçup gitmişti…
***
… Onlar 1 Mayıs sokağında Cennet adındaki yaşlı bir
kadının evinde kirada kalıyorlardı.
Kanlı ve belalı savaş, bütün ailelere gözyaşına felaket getirmişti. Savaşın acısını, dehşetini yaşamayan aile yoktu. Cennet Ananın yaşadığı ise ayrı bir felaketti. O, cepheye üç kişi
göndermiş, hiç birisi de, maalesef, geri dönmemişti. Sesleri
solukları kesilivermişti.
Bir zamanlar yürüyüşünden yerin sallandığı, güçlü kuvvetli kadın şimdi bir deri kemik kalmıştı. Fakat insan her şeye
47
Vidadi Babanlı
dayanabiliyordu. O, zamanla sakinleşti. Kendinde yeni bir
kuvvet buldu. Acı çeken kalbinde yeni bir ümit ışığı yandı.
Aldığı kara haberlere artık inanmaya başladı. Peki, nasıl
inanmalıydı?! Nasıl olurdu ki üç erkekten birisi dahi geri dönmezdi?! Hayır! Böyle bir zulmü Cennet Ananın aklı almıyordu. Hiç bir şekilde Allah’ın böylesine bir zulmü ona reva göreceğine ihtimal vermiyordu. “Anlaşılan hata olmuş” diyordu.
- Aynı isim ve soy adla dünyada binlerce insan var!
Mutlaka hata etmişlerdir, yanlış yapmışlardır!
Cennet Ana gözlerinin yaşını artık silmişti. Kocasının ve
çocuklarının ölüm haberini veren resmi mektupları yılda bir
kez olsun kapağı açılmayan sandığın en alt kısmına koydu,
kendisini teselli etmeye çalışarak hayata tutunmaya çalıştı.
Savaş bitmişti, ölenler ve kalanlar belli olmuştu. Fakat
Cennet Ana ümidini, “Allah’a olan güvenini” hala yitirmemişti. Kim bilir, belki de ölmemiş, kaybolmuştur, dedi. Dünya
hali, belki de, savaşta korkup, düşmandan kaçarken başka bir
memlekete gitmişlerdir. Bir de bakarsınız çıkıp gelirler diye
düşündü.
O, bu teselliyle çok bekledi. Yaraları zamanla kabuk bağladı. Kaderiyle artık barışmıştı. Yalnızlık her geçen gün onu
rahatsız etmeye, içten içe kemirmeye başlamıştı. Geceleri sessizlik basınca kulakları çınlıyordu. Artık bir iş yapmaya eli
kalkmıyordu. Bir yandan yaşlılık, diğer taraftan da dertler belini bükmüştü. Evde onunla her an dertleşecek, onunla konuşacak birilerini arıyordu. Taşradan Bakü’ye okumaya gelen
talebelere evini kiraya veriyordu. Yıllardır kapısı açılmayan
odaları şenlenmişti. Duvarlarından, gam, keder yağan bu odalara yeniden canlılık gelmişti. Kendisine yeni aile bireyleri
bulan Cennet Ana, her gecen gün daha canlandı. Böylece yalnızlık, kimsesizlik onu rahatsız etmiyordu. Kiracılarına gönülden bağlandı, her birisine anne şefkati, anne merhameti
gösterdi. Artık o yeni kızları, yeni oğulları olan bir anne oldu!
Aile fertleri, üç dört yılda bir değişse de Cennet Ananın
ilgisi yeni gelen misafirine karşı değişmiyor, öncekiler gös48
Vicdan Sustuğunda
termiş olduğu ilgi ve alakayı misliyle yeni kiracılarına da gösteriyordu. Hatta o, kiracılarının resimlerinden oluşan özel bir
albüm bile yapmıştı. Evine bir misafir geldiğinde veya tanıdıklarından birisi, yolunu şaşırıp ona uğradığında Cennet Ana
kalkıp albümü hemen çıkarır, sayfalarını bir bir çevirir: “Bu
çocuk şimdi falan köyde öğretmenlik yapıyor. Evlendi çocukları var. Allah ona torunlar nasip etsin… Bu kız ise falan
şehirde başhekimdir; çok terbiyeli, beceriklidir. Ömrü uzun,
bahtı açık olsun… Bu da falan fabrikada yüksek mühendistir.
Adı sık sık gazetelerde çıkıyor. Her zaman başarılı olsun,
güzel haberlerini duyalım… Diğerleri de çok mahir sondaj
ustasıdır. Denizin ortasından petrol çıkarıyor. Allah onları da
kazadan beladan korusun! Diye eski kiracılarını dua ve muhabbetle anıyor, hepsine ayrı ayrı hayır dua ediyor. Hepsini de
kendi çocukları gibi kabul ediyor.
Doğrusu onlar da Cennet Anayı unutmuyorlar. Arada bir,
Bakü’ye yolları düştüğünde gelip onunla görüşüyor, bayramlarda ve önemli günlerde hediye ile gönlünü alıyorlar. En
azından önemli günlerde telgraf çekip kimsesiz ananın gönlünü hoş tutuyorlar.
Tabiî ki, kiracıları arasında nankör çıkanlar, Cennet Ananın kadrini, kıymetini bilmeyenler de çıkmıyor değil. Fakat
fedakâr Cennet Ana böylelerini bile kalbinden silmiyordu.
Ara sıra şikâyet etse de hayır dualarını onlardan da esirgemiyordu.
Vugar’la İsmet Cennet Ananı evinde iki yıldır oturuyorlardı. Açık yürekli, güzel huylu Cennet Ana, bu yeni aile üyelerine de çabucak alışmış ve onları yürekten sevmişti. Özellikle, onun Vugar’a karşı sevgisi daha büyük, daha derindi.
Bu sevginin sebebi, Vugar’ın aşırı yumuşaklığı, cana yakın bir
yetim olmasından kaynaklanıyordu.
… Annesi öldüğünde Vugar henüz kundakta idi. Zavallıya
bir süre eş dost sahip çıkmış, bakmıştı. Emzikli kadınlar kendi yavrularının kısmetinden kesip bu yetimi doyurmuşlardı.
Biraz büyüdükten sonra büyüklerinin tavsiyesi ile onu Şahsenem adında dul bir kadının himayesine vermişlerdi.
49
Vidadi Babanlı
Şahsenem’in kocası vefat etmişti. İki çocukla bir çatı
altında dul kalmıştı. Son çocuğu İsmet’i daha memeden kesmemişti. Büyüklerin tavsiyesine göre, o, bu anasız zavallıya
her türlü annelik şefkatini gösterecek, karşılığında da Vugar’ın babasından emeğinin karşılığını alacaktı. Fakat…
Vugar annesi gibi babasını da hatırlamıyordu. Duyduğuna
göre, babası orta tahsilli, çok yumuşak tabiatlı bir öğretmen
imiş. Şehre çok uzak bir köyde görev yapıyormuş. Oğluyla
yılda bir iki defa görüşürlermiş. Daha sonra bu seyrek görüşmeler tamamen kesilmiş. Onu askere almışlar. İlk önce
Sovyet-Finlandiya savaşlarına katılmış, daha sonra da Büyük
Vatan Muharebesi’nde savaşmış ve.... Ölmüş. Vugar’a kısa
ömürlü, macera dolu babasından sadece: Kâğıdı sararıp solmuş bir resim ve küçük bir deftere sayfasına yazılmış baba
yüreğinin hararetini dile getiren cepheden gelen mektup, kalmıştı.
Cennet Ana her şeyden haberdardı. O, kiracılarının özgeçmişleriyle yakından ilgileniyor, onların anne babalarıyla ilgili
bilgileri ilk günden itibaren öğreniyordu. Vugar yukarıda bahsettiğimiz kısa ve kederli özgeçmişini de ona İsmet söylemişti.
Cennet Ana onun hazin hikâyesini öğrendiğinde çok üzülmüştü. Bu iki etkili his, yetimlik ve kimsesizlik, hassas merhametli kadının kederli yüreğini dağladı, sızlattı. Onun kalbinde, Vugar’a karşı, güçlü, karşılıksız bir evlat sevgisi uyanmıştı. Üstelik onun dikkatli, merhametli ana yüreği, Vugar’da
kendisinin son beşiği, sevimli oğlu Ramiz’le, nasılsa, bir benzerlikte arayıp buluşmuştu. İlk zamanlar yanılıp onu birkaç
defa “Ramiz” diye çağırmıştı. O zaman geceleri için için ağlamıştı.
Cennet Ana yeni kiracılarını şimdi daha fazla düşünüyor
ve onlara derin bir saygı duyuyordu. Her sabah erkenden
kalkıp kahvaltılarını hazırlıyor, vaktinde yemeklerini pişiriyor, elbiselerini yıkayıp ütülüyor, odalarını da silip süpürüyordu. Akşam olunca Vugar ya da İsmet gittikleri yerde fazla
kalıp eve biraz geç geldiklerinde, Cennet Ananın canı rahat
etmiyordu. Kâh bahçeye çıkar, sokağa bakar, kâh pencereden
50
Vicdan Sustuğunda
bakardı: Gözü yolda, kulağı seste kalırdı. Geciken kiracılarını
kendi eliyle doyurmazsa rahat uyuyamazdı.
Bu gece de kapıyı Cennet Ananın kendisi açtı.
- Neredeydin, a evladım? Niçin böyle geç geldin? deyip
kapının eşiğinde onu telaşla sorguya çekti. Vugar sevgiyle kolunu kadının boynuna uzattı.
- Bir davete gittim, Cennet Ana. Affedersin, seni rahatsız
ettim. Ananın uykusuz gözlerinde sevinç ışıltıları göründü.
- Önemli değil, canım, deyip hemen yumuşadı. Niye rahatsız olayım ki?... Biraz endişelendim. Kim bilir nerede
kaldı, dedim. İsmet’e sordum, bana doğru dürüst cevap vermedi. Huyunu bilmiyor musun? Birine kızdığı zaman yüzünden düşen bin parça olur, ağzından sözü kerpetenle alırsın.
Yine anlayamadım, ona ne olmuş? Akşamleyin yaş odun gibi
ses çıkarıyordu. Vugar gülümsedi: Demek ki çok sinirli. Allah
kavgadan gürültüden korusun!....’’
- Yattı mı, yoksa hala uyanık mı?
- Az önce uyanıktı. Çay götürdüm, geri verdi.
Onun kalbini kim kırdı, oğlum?
Vugar konuyu Cennet Anaya açmadı. Gülümseyip omzunu silkti.
- Bilmiyorum, Cennet Ana. Haberim yok, dedi; fakat içten
içe bir rahatsızlık hissetti. “Hayır, bu iş böyle başladı, herhalde, kavgasız da geçmeyecek. Yanına yaklaşıp, konuşup biraz
gönlünü alabilseydim, fena olmazdı. Yoksa bu güzel günümü
bana zehir edecek...’’
İsmet yorganı başına kadar örtüp, duvara dönüp yatmıştı. Elbiseleri toplanıp yatağının ayakucuna atılmıştı. Odaya korkarak, parmaklarının ucuna basarak giren Vugar, bu
manzarayı görünce, biraz daha korktu. Düzenli olmaya özen
gösteren, pantolonunu, gömleğini, kravatını her akşam ütüleyen, ceketinin ve şapkasının tozunu alan (O, üniversitenin
üçüncü sınıfından beri şapka takmaya başlamıştı.) getirip her
birini ayrı ayrı vestiyere asan İsmet’in bu düzensizliği onun
51
Vidadi Babanlı
Vugar’a ne kadar öfkeli ve kırgın olduğunun gösteriyordu.
Vugar gülerek onun yanına gitti: Alıngan arkadaşının başucunda durup yüksek sesle selam verdi. İsmet’in sesi çıkmadı.
- İsmet, hey İsmet! Vugar sesini biraz daha yükseltti.
- Burada yanındayım, yatıyormuş numarası yapma. Uyanık olduğunu biliyorum. Vugar gelip onun böğrüne oturdu.
Omzundan tutup yavaş yavaş salladı
- Yeter artık, dedi
- Kocaman adamsın, insan her şeye küsmez. Kalk, sana
söyleyeceklerim var. İsmet taş gibi kımıldamadan yatıyordu.
- Sen, benim neden geciktiğimi biliyorsun, İsmet.
- Önce öğren, günahım varsa, sonra küs. İsmet oralı bile
olmadı.
- Bu akşam başıma çok ilginç olaylar geldi: Profesör’den
ayrıldıktan sonra Arzu’lara gitmek zorunda kaldım. Kalk,
olanları sana anlatayım.
- Söyleme, kendine lazım olur! İsmet’in kırgın sesi sanki
yorganın altından değil de kırk arşınlık bir kuyunun dibinden
gelir gibiydi.
- Sana da lazım....İnat etme, kalk, dertleşelim.
- Git başımdan!
- Hayır, gitmeyeceğim. Nasıl kardeşsin sen, benim gelecekteki aile hayatım seni ilgilendirmiyor mu?
- Onu önce kendine sor!
- Sordum. Bende hiç suç yok.
- Çok mu temizsin?
- Dupduruyum, kaynak suyu gibi!
İsmet yorganın altından sert bir şekilde fısıldadı. Kalkıp
sinirli bir halde yüzükoyun uzandı. Yorganı yeniden başına
çekti. Bu hareketle sütkardeşinin sesini bile duymak istemediğini anlatıyordu. Ama bu da Vugar’ı durduramadı. Şakayla
İsmet’in üstüne doğru uzandı. Elini yorganın altından uzatıp,
kardeşinin koltuk altını, gıdıkladı. İsmet yumuşamadı.
52
Vicdan Sustuğunda
- Zaferden gelmedin ya bırak da yatalım! Deyip Vugar’ın
elini öfkeyle yana doğru itti.
Vugar şımarıklık yaparak, yorganı çekip onun üstünden
yere bıraktı.
- Evet, zaferden geldim! İstiyorsan kalk, kavga edelim.
İsmet gerçekten de kavga etmek niyetindeydi. Bir kedi çevikliğiyle sıçradı, yatağının içinde dimdik oturdu. Ona sakin
sakin baktı, hafiften gülümseyen Vugar’ı kin dolu bakışlarla
süzdü. Yorganı halıdan alıp, kızgın yılan gibi yine fısıldandı:
- Sen sarhoşsun!
Vugar bu durumdan ustalıkla çıktı, ciddileşti, Alagöz’den
söz açtı:
- Zevkine diyecek yok, kardeşim! Sende sarraf gibi göz var.
Ben o kıza daha önce hiç dikkat etmemiştim. Bu defa dikkatle baktım. Doğrusu melek gibi bir kız, seni tebrik ederim.
İsmet meğerse bu kelimeleri bekliyormuş. Siniri bir anda
geçiverdi. Bakışlarındaki hiddet perdesi kalktı. Kendisi de
fark etmeden gülümsemeye başlamıştı.
- Demek, kız hoşuna gitti, ha?
- Hoşa gitmek de ne demek, çok güzel ve iyi bir kız.
- Yakından mı gördün, yoksa?...
- Çok yakından hem de. Gittiğimde, sofraya yeni oturmuşlardı. Beni de davet ettiler....
- Uzatma. Sadede gel!
- Asıl konu bu işte, görüştük, tanıştık.
- Bu kadar mı?
Vugar düşündü. İsmet ondan başka şeyler söylemesini
bekliyordu. İyi ki, Cennet Ana onları duyup onun yardımına
yetişti. Ara kapıyı açıp ortaya laf attı.
- Vugar, aç mısın? Yemeğini ısıtayım mı?
İsmet Vugar’a fırsat vermedi. Yüzünü ekşitip:
- Müsaade etseler de.... Bırakmaz ki, derdimizi, sıkıntılarımızı konuşalım! Diye sızlandı.
53
Vidadi Babanlı
- Ne diyorsun, güzel hanım? Misafirlikten gelen insan hiç
aç olur mu?!!
- Niye olmasın, güzel oğlum?...Öyle misafirlikler var ki,
insan ne yediğinden hoşlanır ne de içtiğinden.
- Bunun misafirliği senin dediğinden değil... Kızın yanındaymış!... Anladın mı?!
- Kızın yanında mı?!..Hangi kızın yanında oğlum?
- Arzugilde!!...Sevgilisinde!!...Aşkının yanında!!..
Yine mi anlaşılmadı?
- Anladım, oğlum, iyi anladım. Cennet Ana bir an bozuldu. İsmet’in kaba konuşmaları onun kalbini kırmıştı. Fakat
üstünde durmadı. İki üç adım öne gelip, büyük bir mutlulukla Vugar’a sordu:
- Peki bunu bana niye demiyorsun, a yaramaz şey? Niye
benden saklıyorsun? Güzel güzel anlat bakalım, seni nasıl
karşıladılar, nasıl hürmet ettiler?
- Tam gönlüne göre!… Harika!.. İsmet yine Vugar’ın yerine cevap verdi.
- Tamam git, rahatına bak. Bizi yalnız bırak da rahatça
konuşalım.
Cennet Ana hiçbir şey söylemedi. Sorusunun cevabını
almadan pişman olmuş halde gitti. İsmet onun arkasından
söylenerek yatağından indi, ara kapısını örttü ve sürgüyü
taktı. Dönüp yatağının içinde rahat ve emin bir biçimde bağdaş kurdu, meraklı bakışlarını sabırsızlıkla Vugar’ın ağzına
dikti:
- Eeee, sonra?
- Sonrası.... Başka bir şey yok. Cennet Ananın kalbini boşuna kırdın.
- Konuyu değiştirme!... Söyle bakayım, sonra neler oldu?
- Bu kadar anlattım, az mı?
İsmet ona ters ters baktı.
- Benden hiç söz etmedin mi?
54
Vicdan Sustuğunda
- Hayır, ona fırsat olmadı.
- İsmet`in kaşları çatılıp yüzünde hoşnut olmadığını
belirten bir ifade belirdi.
- Mektup ne oldu?.. Verdin mi onu kıza?
Vidadi Babanlı
5. Bölüm ***
Vugar sustu. Evden çıkarken, İsmet`in zorla onun cebine
koyduğu, “Alagöz`e ulaştırırsın!” diye ısrarla hatırlattığı mektubu unutmuştu. Şimdi aklına gelebildi. Ortam gerginleşti.
Güç bela gönlünü aldığı sütkardeşini bir daha küstürmemek
için düşünüp kafasından bir şey uydurmak istedi. Fakat yalan
konuşmayı adet edinmediğinden hiç bir şey aklına gelmedi.
Ona gerçeği söylemeğe mecbur kaldı:
- Doğrusu, fırsat olmadı. Gider gitmez kalabalığın içine
girdim.
- Bahtın açık olsun!!
- İsmet başka hiç bir şey demedi. Hırsla elini salladı.
Birden titremesi tutmuş hasta gibi, burnunun ucuna kadar
örtünüp Vugar`a arkasını döndü. Konuşmak istese kavga etmeye her an hazırdı.
- Vugar, kalkıp, kendi yatağının yanına gitti. Soyunup
yatağına girdi. Misafir olduğu evde içtiği şarapların etkisinden kurtulamamıştı. Yorganı kenara attı. İnce çarşafını göğsüne kadar çekip kollarını başının altına aldı, gözlerini uzun
zamandır tamir görmemiş sarı, kirli tavana dikti.
Hayali bir anda kanatlanıp dar ve sıkıcı odadan çıktı.
Önce Profesör Söhrap Güneşligile gitti, oradan Arzu`nun
evine indi ve havalanıp hoş dilekler dünyasının engin ufuklarında uçtu, uçtu....
Çok ilgi çekicidir. İnsan kendi geleceğini düşündüğü anlarda niçin yalnızca mutlu, neşeli dakikaları arayıp bulur?
Niçin?!.
55
Vugar, uyandığında güneş, pencereden onun üzerine gelmişti. Yüzünde oynaşan ılık, altın rengi ışıkların altında mesut geçen günün hadiselerini hatırladı; kendisinden geçti,
mest oldu. Konuşturmasalar, belki de bir saat boyunca yerinden kıpırdamaz, dünkü tatlı hatıralardan ayrılmak istemezdi.
Fakat birden nasıl olduysa, gözü İsmet`in boş yatağına takıldı. Uykusu o anda açıldı. Heyecanlandı. Korkuyla birden
ayağa kalktı. Gece unutup kolundan çıkarmadığı saatine
baktı. Profesörle yapacağı görüşmeye gecikiyordu.
O, pantolonunu ve gömleğini aceleyle giydi. Koşup koridordaki küçük lavaboda yüzüne bir iki avuç su çarptı. Dönüp
şapkasını örttü, ceketini omzuna atıp içinde her zaman lazım
olacak belgelerle dolu çantasını koltuğunun altına aldı, tam
kapıdan çıkarken pazardan gelen Cennet Anayla karşılaştı:
- Hayırlı sabahlar, Vugar, nereye böyle?
- İşim var, Cennet Ana, bir yere yetişmem gerekiyor.
- Kahvaltı yapmayacak mısın?
- Vaktim yok, gidip enstitünün büfesinden bir şeyler alıp
yerim...
- Olmaz! Cennet Ana yüzünü ekşitti. Vugar`ı göğsünden
geri iteleyip, kapıyı örttü.
Bu günün sabahı da var, oğlum. İnsan bilerek kendi canına kastetmez. Bir de bakarsın ki, Allah göstermesin, bir hastalık gelip kapını çalmış. Ondan sonra iyileşmek için ilaç arar
durursun... Hadi çabuk kitabını defterini koy yerine. Rahatça
kahvaltını yap, sonra git.
Vugar işinin çok olduğunu, onu bir Profesörün beklediğini söyledi. Cennet Ana hiç birini duymadı. Onu dikkatlice
süzdü, birden sakin bir eda ile gülümsedi.
- Bu ne biçim surat?.. Aynada kendine baktın mı?
Vugar dondu kaldı. Cennet Ana onun yüzünde ne görmüştü? Şaşkınlık içinde geri dönüp, tahtaları çoktan karar56
Vicdan Sustuğunda
mış eski vestiyerin küçük aynasının önüne geçti. Aynadan
ona gözleri kararmış, solgun benizli bir genç bakıyordu.
- Evet, nasılmış?..
Cennet Ananın sorusundaki kınamayı Vugar hemen hissetti. Solgun yüzüne zayıf bir kızartı serpildi, konuşmadı. Ana,
arkasından ona yaklaşıp, çantasını koltuğundan çekti, şapkasını başından aldı. Israrla:
Git, dedi. Git bir güzel yıkan, yüzüne renk gelsin. Saçlarını da tarayıp, düzelt. O ne öyle, püskül gibi her biri başka
taraftan sallanıyor?.. Eşin dostun, arkadaşın, kızların gelinlerin arasına karışıyorsun, ayıp olur. Alay ederler... Genç adamın har zaman üstüne başına önem vermesi, düzenli olması
gerekir... Aklından çıkmasın, kravatını da tak. Sabah ütüleyip
vestiyere asmıştım.
Vugar mecburiyet karşısında yeniden yıkanıp tarandı. Üstünü başını düzeltti. Cennet Ana ise çabucak sofrayı hazırladı.
Marketten yeni alıp getirdiği sıcak, beyaz ekmekten büyük bir
dilim kesti, üzerine yağ ve bal sürdü. Onun üstüne de peynir
koydu. Çayını da hazırladı.
Vugar`ın kolundan tutup, sofraya oturttu. Ekmeğinin
bitizene kadar yemesini çayını da bitirmesini bekledi.
- İşte böyle! Şimdi git, Allah yardımcın olsun, başarılar dilerim!
... Enstitü Bakü`nün Karaşehir tarafında bulunuyordu.
Yolu çok uzaktı.
Vugar tramvayı beklemedi. Taksi durdurup, şoföre acele
etmesini söyledi. Fakat şansından, çok rahat, laf anlamaz bir
şoföre rastlamıştı.
O ulaşması gereken yere geldiğinde, yönetim kurulu çoktan başlamıştı. Birisi kasıla kasıla konuşuyordu:
- Asistan Şemsizade`nin tez konusu ayrıca ve uzun uzadıya görüşülmelidir. Onun ele alınması başka bir tarihe
alınsın.
57
Vidadi Babanlı
Vugar heyecanlandı. Bu kimdi? Ele alınması başka vakte
ertelenmesi ne demekti. Amaçları neydi?.. Vugar birden bire
içeri girmeye çekindi. Aralanmış kapıyı yavaşça açtı, konuşan
adamın yüzünü görmek istiyordu. Fakat danışman hocasının
sakin ve yumuşak sesi onu önledi:
- Affedersiniz, Beşir Osmanoviç, sizin ne düşündüğünüzü
anlamadım, niçin itiraz ediyorsunuz?
Vugar’ın rahatsızlığı daha da arttı. İtiraz edenin yüzünü
görmese de, Güneşli`nin konuşmasından onu hemen tanıdı.
Bu, Profesör Bedirbeyli idi.
Beşir Bedirbeyli`nin cevabı gecikmedi.
- Burada zor, anlaşılmayacak bir konu yok. Söhrap Murğuzoviç. Asistanınızın konusu doğru seçilmemiş, o güzel bir
konu değil. Ben bu meseleyi daha önce de size söylemiştim.
Vugar’ın morali iyice bozuldu, canı sıkıldı. Beşir onu nedense sevmiyordu, ondan hiç hoşlanmıyordu. Sokakta veya
dışarıda bir yerde karşılaştıkları zaman yanından kaşları çatık
ve kibirli bir halde gelip geçer; Vugar`ın selamını isteksizce
alırdı. Nedenini Vugar da bilmiyordu. Ona karşı hiçbir zaman,
hiçbir yerde saygısızlık ve kabalık etmemişti. Uzun süredir
sağdan soldan kulağına, Söhrap Güneşli`yle, Bedirbeyli`nin
arasının açık olduğu kulağına geliyordu. Aynı soğukluğu
Vugar da birkaç defa açıkça sezmişti. Toplantılarda bu iki
Profesörün fikir ayrılıklarına ve tartışmalarına şahit olmuştu.
Ancak Beşir Osmanoviç`in kendisine soğuk davranmasının,
hatta kendisinden nefret etmesinin sebebini bilmiyordu.
Güneşli`nin yumuşak sesi tekrar duyuldu:
- Söyledikleriniz aklımda, sayın Profesör. Eğer yeni delilleriniz yoksa tabiî ki, ben eski sohbetleri tekrarlamayı gerekli
görmüyorum.
- Siz burada yalnız değilsiniz! Ve sizin şahsi fikriniz de
herkes için geçerli olamaz!
- Özür diliyorum, Beşir Osmanoviç, bana öyle geliyor ki,
ikimizden birisi bir şeyleri karıştırıyor. Bugünkü toplantımızın sebebini ya ben doğru anlamıyorum, ya da siz.
58
Vicdan Sustuğunda
***
- Hayır, Söhrap Murguzoviç! Biz birbirimizi çok güzel anlıyoruz. Siz inat ediyorsunuz. Dostlarınızın ve iş arkadaşlarınızın düşünceleriyle hesaplaşmak istemiyorsunuz. Böyle
olamaz. Bu şartlarda birlikte çalışmamız mümkün değil!
- Rica ederim. Lütfen ifadelerinize, dikkat edin, Beşir Osmanoviç! Ben inat etmiyorum. Kendimi kimseden yüksekte
görmüyorum. Objektifliği kaybetmemek için çalışıyorum.
- Peki, ben niçin çalışıyorum, sizce?
- Siz... Güneşli`nin sesi kesildi. Siz, Profesör, eğer hafızam
beni yanıltmıyorsa, konunun güncelliğinden ve gerekliliğinden şüphe ediyorsunuz. Aynı meselenin bundan bir yıl önce
karar verilip bitirildiğini, aklınızdan çıkarıyorsunuz. Müdür
de üst makamlar da bu meseleyi onayladılar. Geçmiş konuşmaları tekrarlamanın anlamı nedir?
- Gerekli olduğuna inandığım için tekrarlıyorum. (Zararın
neresinde dönülse kardır!)
- Maksadınızı açıkça söyleyebilir misiniz?
- Açıklamayı ayrıca yapacağım. Başka zaman.
- Niçin sonra?... Şimdi burada, herkes buradayken konuşsanız iyi olur.
- Burada genç arkadaşlar var. Onların bazı gerçekleri öğrenmesini istemiyorum.
- Bizim hiç kimseden gizli saklımız yok. Lütfen konuşun!
- Şimdi, siz beni açık konuşmaya mecbur ediyorsunuz,
tabiî ki, söyleyeyim!... Bedirbeyli yüksek sesle boğazını temizledi, sesi hayli yükseldi.
- Söhrap Murguzoviç! Siz asistanınıza ilmi manada danışmanlık yapmıyorsunuz, onu koruyor, ona sahip çıkıyorsunuz.
- Mesela!
- Mesela, sadece birisi bu. Asistanın kendisi katılmadığı
halde, onun çalışmasını toplantıda gözü kapalı onaylamayı
düşünüyorsunuz. Hani kendisi nerede! Niçin gelmedi?..
59
Vidadi Babanlı
- Herhalde, başına bir olay gelmiş olmalı... Asistanın gelip
gelmesi, tartışmak için yeterli değil.
- Ben onun faydası için söylüyorum, Söhrap Muğuzoviç.
Doğru söze sinirlenmeniz, yersizdir. Birilerine bu şekilde uygun olmayan tavizler, özel uygulamalar pedagojik yönden uygun değildir. Pedagojik prensiplerle ters düşer. Diğer asistanları olumsuz yönde etkiler.... Özlük, üveylik meselesi ortaya
çıkar.
Vugar sinirlendi. Az önce korkup içeri girmeyip Güneşli`yi zor durumda bıraktığı için çok pişman oldu. Damarlarındaki kan birden öyle coştu ki kapıyı ne zaman iteleyip açtığını, toplantı odasına nasıl girdiğini dahi hatırlamadı. Kendine geldiğinde, herkesin dönüp ona hayretle ve kınayarak baktığını gördü. Utana sıkıla kapıyı örtüp en arka sıraya oturdu.
Güneşli onu kınayan bakışlarla süzüp, yüzünü Bedirbeyli`ye çevirdi
- Buyurun, Profesör, Şemsizade geldi!
Bedirbeyli Söhrap`ın güçlü sesinde gizli bir ima hissetti.
Biraz bozuldu. Sonra çenesini kibirlenerek yukarı kaldırıp sol
omzunu çeke çeke konuşmaya başladı.
- Geldi, çok güzel! Kendisi de duysun. Şemsizade doğru
yolda değil. Geleceği olmayan, belirsiz bir işe başladı. Onu bu
yoldan kurtarmalıyız. Biraz önce de söylediğim gibi zararın
neresinden dönersek kardır.
- Doğru değil! Güneşli inatla itiraz etti. Şemsizade çok
doğru ve önemli bir çalışma yapmaktadır. Öncelikle, onun
laboratuvarda yaptığı çalışmalar, meselenin lüzumsuz olmadığı, çok önemli olduğunu göstermektedir. Teknolojinin baş
döndürücü gelişmesi, şehirlerde araba sayısının on kat artması benzine ihtiyacı artırmıştır. Çok geçmeden, bütün dünyada
benzin sıkıntısı ortaya çıkacaktır. Birçok ülkede taşıtlar, motorla çalışan her türlü ulaşım araçları, benzin kıtlığı yüzünden
çalışamaz hale gelecektir. “Yeni yakıt” tezi göz ardı edilemez,
tehir edilemez. Bu mesele, yakın bir gelecekte daha ciddi bir
şekilde karşımıza çıkacaktır. Böylece ilim adamalarının karşı60
Vicdan Sustuğunda
sında birinci derecede çözülmesi gereken bir problem haline
gelecektir.
Bedirbeyli kibirli bir eda ile kendisine güvenerek konuşmaya başladı:
- Bakın, siz kendiniz de, ister istemez, benim dediğime
geliyorsunuz, benim haklı olduğumu tasdik ediyorsunuz.
Evet, “Yeni yakıt” arayışları geleceğin meselesidir. Bilimin gelecekte çözmesi gereken bir problemdir. Biz her şeyden önce
bugünün ihtiyaçlarına yönelik çalışmalar yapmalıyız. Sanayi
ve tarım ekonomisinde üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmeliyiz. Bugünü bırakıp yarının işlerini yapmaya kalkmaya
hakkımız yoktur.
Güneşli sakince başını sağa sola salladı, iç geçirdi.
- O nasıl bir ilimdir ki sadece bu günle, önümüzdeki üç
beş yılın ufak tefek para meseleleri ile sınırlanıp kalıyor, dedi.
Bilimin ufukları geniş olmalıdır. İlmi çalışmalara hiçbir şekilde sınır konulmamalıdır. Yarım asır sonrasını göremeyen ilim
kördür. İlim adamaları da idraksiz ve ufuksuzdur!
Bedirbeyli sinirlendi omuzlarını silkti. Söhrap`ın üstü örtülü iğnelemesine kaba bir şekilde cevap verdi:
- Yarım asır ileri gitmek fanteziden başka bir şey değildir.
Aç tavuğun rüyasında darı görmesinden başka bir şey değildir!... Bu durum aynı zamanda toplumumuzun ilerlemesi,
çağdaş gelişmeler için bir ilim adamı olarak topluma olan
borcumuzu ödemekten kaçmak demektir. Doğrusu söylemek
gerekirse bu durum siyasi sabotaj anlamına gelir! Toplumu
bile bile yanlış yollara sevk etmek demektir. Sovyetler Birliği`nin bilimsel çalışmalarını, insancıl istikametinden, halka
hizmet arzusundan saptırmak, uzaklaştırmak demektir. Bu
tür fanteziler bize çok zarar vermiştir. Yirmili ve otuzlu yıllar,
kırkların bize verdiği dersler yeterlidir!
- Siyasi suçların hepsini toplayın bir kenara koyun, Beşir
Osmanoviç. Tehdit ve korku zamanı geçti artık, bu usul eskiyeli yıllar oldu. O korkularla artık hiç kimseyi korkutup sindiremezsiniz. Cesaretsizlik devri bitti. Mevzu ile ilgili gerçek
61
Vidadi Babanlı
sözleriniz varsa, buyurun, dinliyoruz. Eğer yoksa esassız inatlaşmalarla vakit kaybetmeye değmez.
- Hayır, bu hiç de boş anlamsız inatlaşma değil. Çok ciddi
delillere dayanan ve ispatı olan bir itirazdır.
- Sizi dinliyoruz. Delil ve ispatlarınızı memnuniyetle duymak isteriz.
- Herşeyi bir tarafa bırakıp sadece bir tek hakikati göz
önüne getirmek istiyorum: Her bir ilim, elbette, Sovyet ilminden bahsediyorum, halkın, refahının iyileşmesine, üretiminin
yükselmesine, sosyalizmin gelişmesine hizmet etmelidir. Çağdaşlık hissini her zaman, her şeyde korumak gerekir. Yirmi
otuz yıl sonrasının “derdini” çekmek olsa olsa kendini kandırmaktır. İlmi tuzaktır ve maceradır!..
-Yanlış bir düşüncedir!, Güneşli, üyeyi sabırlı bir şekilde
yalanladı. Bugünün istekleri çerçevesinde sıkışıp kalmak,
gelecekti önemli işlerden kendini soyutlamak yetersizlik ve
her şeye boyun eğmek demektir. Hayata, gelişmelere ayak
uyduramamaktır. Biz ilmimizi ileri götürmek, zamanın önüne
geçmek için yukarılardan bir yerden sipariş beklememeliyiz.
Geleceğin problemlerini önceden görüp ona göre çalışmalıyız.
- Biz olmadan da gelecek için kaygılananlar vardır. Onunla daha büyük ilim adamları ve merkezler ilgileniyor. Endişeye düşüp rahatsız olmaya gerek yok.
Güneşli bir müddet konuşmadı. Karşısında kibirli bir biçimde oturan Beşir Bedirbeyli`ye sakin, aynı zamanda teessüf
dolu bakışlarla baktı. Yetmiş yaşındaki ilim adamının çocukça gururuna, basit düşüncelerine acıdı. “Bunun kaşları da
ağardı, ama aklı başına gelmedi.” diye hüzünle düşünüp başını çevirdi. Jürideki diğer üyelere şöyle bir baktı. Hepsi
dalgın ve suskundu. Gözlerini bile kırpmadan arka sıralardan
bakan asistanların bakışlarında tuhaf bir his vardı. Güneşli,
nefes alıp, münakaşaya son vermeye çalıştı.
- Gelecek için herkes kendi çapında endişe duymalıdır.
İnsanlara bel bağlayıp rahat hareket etmek zararımıza olur.
Bedirbeyli ince çenesini uzattı. Konuşmaya başladı:
62
Vicdan Sustuğunda
- Şu anda genç bir çocuktan, tecrübesiz bir asistandan
bahsediyoruz! Benim fikrimce, onu gücünün yetmeyeceği bir
meseleye sevk etmek ilim çevrelerini de o genci de aldatmak
demektir. Biz gençliğe daha değişik görevler vazifeler yüklemeliyiz. Onları kendi şöhretimiz, menfaatimiz için kurban
etmemeliyiz.
- Ben bu fikri kabul etmiyorum! - Güneşli ayağa kalktı,
yumuşak sesini resmileştirdi. Gençleri doğru yönlendirmek
bizim esas görevlerimizden biri ve en önemlisidir. Çünkü biz,
bizi layıkıyla temsil edecek yerimizi dolduracak gençler yetiştirmeliyiz. Kimyanın gelecekte ilerlemesi onların sorumluluğunda olacaktır. Bırakın şimdiden zor görevlerin altına girsin
güçlensinler.
- Bal bal demekle ağzı tatlanmaz, Söhrap Murguzoviç!
Unutmayın ki, bu sıradan bitirme çalışması değil, tezdir. Parti
ve hükümet bizden, tezlerin savunulduktan sonra, enstitülerin ilmi araştırma müesseselerinin arşivlerinin raflarında tozlanarak yatıp kalmasını istemiyor. Devlete ve topluma faydalı
olmasını talep ediyor. Bu isteğe kulak vermek, ona riayet etmek bizim en kutsal vazifemizdir. Bu görev Sovyet ilim
adamlarının en şerefli vazifesidir!
- Kendisini gerçek ilim adamı, namuslu vatandaş, olarak
gören her bireyin vazifesi vardır, Beşir Osmanoviç. O da vicdanını susturmamak, yenilikleri görebilmek ve onu layıkıyla
değerlendirmeyi bilmektir! Ben Şemsizade`nin çalışmasını
enstitümüzün önemli başarılarından biri, belki de en önemlisi
olarak görüyorum. Onu çağdaş kimyanın çok önemli bir keşfi
olarak kabul ediyorum.
- Böyle şatafatla, güzel övgülerdense, insan diliyle, herkesin anlayacağı şekilde, lütfen açıklayın da görelim bu “dünya
değerindeki keşfin”, “geleceğin önemli başarısının” mahiyeti
nedir? Nelerdir onu nadir kılan, göklere çıkaran?
- Şemsizade`nin üzerinde çalıştığı “yeni motor yakıtı”nın
anlamı oldukça büyüktür, Beşir Osmanoviç! Onun değeri sadece petrolden ve benzinden doğan ihtiyacı azaltmakla, motorların, arabaların hareket veren parçaların ömrünü iki kat
63
Vidadi Babanlı
uzatmakla bitmiyor. Bu keşfin en önemli yönlerinden birisi
de bazı çevreyle ilgili konuların halledilmesinde bize yardımcı
olması, hayatımızı bir miktar da olsa kolaylaştırmasıdır. Büyük şehirlerdeki otomobillerin baş döndürücü surette atması,
insanlara gaz ve benzin kokusundan nefes aldırmamaktadır.
Böyle devam ederse, yakın bir zamanda dünya yeni bir felaketle karşı karşıya kalacaktır. Atmosferde oksijen azlığı başlayacak. Biyosfer bozulacaktır. İnsanlar temiz havaya hasret
kalacak, sıkıntı çekecekler, çeşit çeşit hastalıklar ortaya çıkacaktır... Güneşli nefesini topladı. Biraz ara verip, temkinli bir
şekilde devam etti.
- Hürmetli meslektaşlar, kıymetli Beşir Osmanoviç, siz
benden işin mahiyetini anlaşılır bir dille açıklamamı istediniz.
İşte, bu tezin mahiyeti bunlardır! İnsanlığın başına gelen
ekolojik belaya karşı vaktinde tedbir almak için, sizin beğenmediğiniz, kişisel şüphelerle yaklaştığınız, Şemsizade`nin
keşfi, çok önemli bir rol oynayacaktır. Devlete, cemiyetimize
faydası ise milyonlarla değil, birçok milyar manatlarla ölçülecektir. Evet, nasıl, açıklamam, sizi tatmin etti mi? İkna oldunuz mu?
Beşir Bedirbeyli yutkundu. Anlaşılan, başka kusur bulmayıp, alay etme yolunu seçmişti. İnce çenesini iki üç defa
uzatıp çekerek yapmacık bir biçimde gülümsedi.
- Sözle ikna etmek kolaydır, bunun için özel bir kabiliyet
gerekmez. Şimdilik, bakalım, “Kalbur sudan ne alacak” ortaya ne çıkacak? Her bağrına vuran Köroğlu olmuyor! Dedi dikkat çekici bir şekilde ayağa kalktı, toplantı salonunu terk etti.
6. Bölüm Arkadan ince, tatlı bir ses duyuldu:
- Nedir bu acele, Şemsizade? Nereye gidiyorsun?!
Vugar ister istemez durdu. Şaşırarak sese doğru döndü.
Ondan bir kat yukarıda merdivenin korkuluklarına dirseklerini dayamış, eni boyuna eşit, kısa boylu bir adam duruyordu.
64
Vicdan Sustuğunda
Kabarık göz çukurlarının derinliklerinde ışıldayan küçük,
keskin ışıltılı gözlerini yukarıdan aşağıya Vugar`a dikmişti. O,
enstitünün en önemli araştırmacılarından Ziya Leleyev`di.
Ziya Leleyev`e enstitüde çalışanların çoğu haset ediyorlardı; cimrilik derecesinde ona gıpta ediyorlardı. Elbette, onun
olağanüstü yeteneğine, yüksek ilmi kabiliyetine değil, bahtının açık olmasına, her zaman dört ayağı üzerine düşmesine
hayrandılar. Hatta bazıları, çok yanıp yakılıyorlardı. Fakat ne
yaparsın ki, annesi onu kadir gecesinde doğurmuştu. Hiç bir
zaman, hiç bir şeyden sıkıtı çekmemişti. Hangi işe el attıysa
başarılı olmuştu. Özellikle de kadın yönünden çok şanslıydı.
Nasıl derler, turnayı gözünden vurmuştu. Şehrin en güzel, en
seçkin, en akıllı kızlarından birini sevmiş onunla evlenmişti.
Leleyev canı istediği zaman Şule`nin koluna girip, akşam
yürüyüşüne çıktığında, gelip geçtikleri sokaklarda, park ve
caddelerde herkes onları seyrederdi. Bu boylu poslu, güzel
endamlı genç kadının nadir güzelliği sadece kadın düşkünü
insanları değil, aynı yaştaki kadınları, hatta göze çarpan, yeni
yetme kızları da kendine hayran bırakıyordu. Genç ve bekâr
oğlanların ise morali bozulurdu. Şule’yi Ziya Leleyev’le gördüklerinde, sinirden küplere biniyor, tepelerinden duman çıkıyordu. Kusursuz güzelin taze çileğe benzeyen yüzüne, narin
karakaşlar altındaki gizli utangaç bakışlara, mahmur gözlerine, güzel boyuna posuna, güzel ayaklarına hayran hayran bakıp içten içe eriyorlardı. Elleri hiçbir şeye varmıyor, kendi
kendilerine, “müstesna güzel yanında, müstesna çirkin”, yahut da “Armudun iyisini ayı yer.” deyip en incitici sözlerle
Ziya Leleyev’e açıktan açığa sataşmak suretiyle içlerindeki
kıskançlığı, bir nebze de olsa, söndürüyorlardı. Leleyev, şüphesiz, bu sözlerin hepsini işitiyor, ama kılı bile kıpırdamıyordu. Güzel zevcesine dikilmiş olan aç gözlü, müptela bakışları da görüyor, kalplerdeki arzuları da zorlanmadan hissediyordu. Fakat oralı olmuyor, hiçbir şekilde sinirlenip rahatsızlık hissettirmiyordu. Aksine, gurur ve kibirle gülümseyip,
Şule’nin kolundan daha kuvvetli tutuyor, kendini gererek
daha da kibirlenerek yürüyordu. Bununla birlikte ona sata65
Vidadi Babanlı
şanlara, kısmetine gıpta edenlere: “yanın, yakılın! İş insanın
güzelliğinde değil, kaderinde, kabiliyetindedir.” diyordu.
Ziya’nın Şule ile evlenmesi konusunda çeşitli dedikodular
dolaşıyordu. Bazıları Şule’nin, Ziya tarafından zorla kaçırıldığını, bu edebli kızın namusunun kirlenmesinden sonra mecbur kalıp, onunla evlendiğini, kötü kaderine razı olduğunu
söylüyorlardı. Bazıları ise ortada çok miktarda altın, para ve
elbise olduğunu iddia ediyordu. Leleyevler çok zengin insanlardır. Ziya’nın ailesi, kızın kendisinin de ailesinin de gözlerini altın ve mücevherlerle kamaştırıp, onları büyük miktarda
başlık vererek kandırmışlar. Bu söylenenlerin her ikisi de,
şüphesiz ki, akla mantığa uygundu. Fakat gerçek bu şekilde
değildi.
Ziya, hanımı tarafından Profesör Söhrap Güneşli’nin yakın akrabası idi. Şule Merhamet Hanım’ın öz bacısının kızıydı, çocukluktan beri onun himayesinde büyümüştü, Şule’nin babası savaşa gidip geri dönmediği için, Merhamet, çocuğu çok olan bacısına yardım maksadıyla kızı yanına almıştı.
Değerli hala ona çok yakın ilgi göstermiş, onu öz çocuklarından ayırmamıştı, okutup yüksek tahsil almasına yardımcı
olmuştu. İlgisini yeğeninden hiçbir zaman esirgememişti. Yeğeninin nail olduğu en son “mutluluk”’a da Merhamet Hanım
vesile olmuştu. Ziya, bir yolunu bulup Merhamet Hanım’ın
nasıl sempatisini kazanıp onu ustalıkla kendi tarafına çektiğini ikisinden başka bilen yoktu. Kadın binbir oyun ve hileyle
Şule’nin de bacısının da kalbini çelmişti. Sevimsiz Ziya
Leleyev’i, düğümü hiçbir zaman açılmayacak bir tasma gibi,
bu güzelin ince, zarif boynuna geçirtmişti.
Leleyev çok kurnaz işini bilen, her şeyde menfaati düşünen bir insandı. O, akla gelmeyen hilelerle Şule ile evlendikten sonra, ilim dünyasında da kendine sağlam bir yer edinmişti. Saygıdeğer, itibarı olan, bir ilim adamıyla akrabalık kurması birçok yerde onun işini kolaylaştırdı. Çok kısa sürede
akademik kariyer yapmış, bölümde en önemli araştırmacı
olmuştu. Hatta üniversitenin kimya bölümünde de ders verip
66
Vicdan Sustuğunda
doçentliği de kazanmıştı. Velhasıl, hanımının kuvvetli halası
sayesinde bir eli, yağda bir eli baldaydı.
Vugar onu üniversiteden, talebelik yıllarından beri tanıyordu. Teneffüslerde öğretim elamanları odasından çıkıp
koridorlarda eli arkasında, büyüklenerek gezen, hiç kimseyle
arkadaşlık etmeyen, hiç kimseyle selamlaşmayan, bu kibirli,
küçük dağları ben yarattım edasında olan adamı talebeler de
sevmezdi. Onun hakkında çeşitli şakalar uydurup, alay ederlerdi. Açıkgözlerden biri Leleyev’in hiç kimsenin bilmediği bir
sırrını da öğrenmişti. Ziya, Şule Hanım için yanıp tutuştuğu
dönemlerde “şairlik” hayallerine kapıldığını herkes tarafından biliniyordu. Bu dönemde bir hayli şiir karalamıştı. Şiirlerinden birini önemli gazetelerin birinde Ziya Bariz takma
adıyla yayımlatmıştı. “Kızlar” başlıklı bu şiir Ziya’nın basın
dünyasına hem girişi, hem de ayrılışı olmuştu. Bariz takma
adlı “şair” gazete ve dergi sayfalarında bir daha görünmemişti.
Leleyev’in bu gizli sırrını öğrenen talebe arşivleri karıştırarak bu şiiri bulmuştu. Kopyasını çekip, ertesi gün sınıfta
yüksek sesle okumaya başlamış. Tamamı üç kıtadan oluşan
şiir, daha sonra ustalıkla değiştirilip, yazarının aleyhine çevrilmişti. “Kızlar” redifi ise “kazlar” la değiştirilmişti. Şiirin
son kıtası şöyleydi:
“Bariz’in sizsiniz hem demi, yari,
Sizde muhkem olur dostluk ilgarı2.
Misgal beyninizden pay verin bari,
İlmin piyadesi Ziya’ya, gazlar!”
Şiir hemen ezberlenip bütün öğrenciler arasında yayılmıştı. Onun buraya yazdığımız kıtasını ezbere bilenler hiç de
az değildir. İş arkadaşlarının birçoğu aynı gün Leleyev’e şaka
yapmak için Ziya Bariz demeye başladılar. Söhrap Güneşli’nin
kendisi de aile içinde ona çoğu zaman bu lakapla seslenirdi.
2
İlgar: vefa
67
Vidadi Babanlı
Ziya Leleyev’i Vugar da sevmiyordu. Onunla yüz yüze
geldiğinde nedense, ondan tiksiniyordu. O, şimdi de aynı şeyi
hissetti. Leleyev’e cevap vermedi, yoluna devam etmek istedi.
Ziya hızla sıçrayıp, indi ve Vugar’ı yakaladı. Hiç bir sebep
yokken bayağılıkla mırıldanarak:
- He, he, he.... Laf aramızda, arkadaş Şemsizade, çok
şanslı çocuksunuz!- deyip samimiyetle Vugar’ın koluna girdi.
Kirpikleri birbirine yapışınca gözlerini kıstı.
- Doğrusu, ben sizin uğurlu, başarılı sonunuza imreniyorum. Niçin gizledim, biraz kıskançlığım tutmuştu. İnsanda
böyle şans, böyle hoş kader, vallahi, görülmemiş bir şey!.
Vugar’ın zaten morali bozuktu. Ziya’nın hoş olmayan
gülüşü ve sözleri onun sinirlerini iyice bozmuştu. Yüzünü
ekşitip kolunu çekti. Ziya alındı:
- Bu ne saygısızlık bana karşı? Samimiyetime inanmıyor
musunuz yoksa?! Ne kadar ilginç bir adamsınız?!
O, kırıldığını açıkça hissettirmek için Vugar’dan ayrıldı.
Merdivenlerin korkuluğundan tuttu. Şişman, kısa bacakları
basamaklara yetişmediği için, orman güvercini gibi, atlaya
atlaya ikinci katın eşiğine kadar indi. Burada durup Vugar’ı
bekledi. Ve yine sırıtarak kırıştı:
- Evladım, niçin kaşlarını bu kadar çattın! Dedi.
Niçin kaygılanıyorsunuz?.... Şimdi sizin keyfinize diyecek
olmamalı. Bu kadar övmeden sonra yine de asık surat olmak
da neyin nesi? Doğrusu çok garip bir adamsınız!
Vugar, sözlerine önem vermedi, kayıtsızca onun yanından
gitmeye çalıştı. Fakat bu mümkün olmadı. Ziya eşiğin tam
ortasında durup kütük gibi yolunu kesmişti.
- Biliyorum, arkadaşım, biliyorum, alçak gönüllülük ediyorsunuz. Ama boş yere. Ben yabancı değilim. Söhrap dadaşın sevdiği adam, benim de gözümün nurudur. Evet, işittiniz
değil mi!.... Gördünüz adam sizi nasıl övdü?!... Vallahi, hiç bir
baba öz evladı hakkında o şekilde konuşmazdı. Kalkıp bu şe68
Vicdan Sustuğunda
kilde savunmazdı. Her kelimesinden açıkça belli oluyordu ki
adamın size sevgisi çok büyük. Profesör Güneşli gibi büyük
bir bilim adamının teveccühünü kazanmak herkese nasip
olmaz. Bu büyük bir bahtiyarlıktır. Sizi can u gönülden tebrik
ediyorum.
Vugar, elinden kurtulmak için dilinin ucuyla teşekkür etti.
Leleyev sülük gibi yapıştı, onu bırakmadı. Sol kaşını
oynatarak:
- Aklınıza başka bir şey gelmesin, deyip aceleye ilave etti:
- Bunları ben, Güneşli akrabam, bana saygısını, hürmetini
esirgemeyen birisi olduğu için söylemiyorum. Allah’a şükür,
sizden de hiç bir beklentim yok. Siz kendi halinde bir asistansınız, bense o yolları çoktan geçtim... Velhasıl, kaç yıldır
Bakü’de yaşıyorsunuz, Profesör Güneşli’nin hiç kimseye kötülük ettiğini duydunuz mu? Elbette, hayır! Çünkü adamın
kalbi çok temiz. O kadar temizdir ki deniz kir götürür de,
onun yüreği götürmez. Beğendiği bir iş, bir buluş olduğu
zaman, herkesten önce o ayağa kalkar, öne çıkar; elinden
gelen yardımı, iyiliği hiç kimseden esirgemez.... Bunun yanında, Güneşli’den başka ilim adamlarımız da var, hangisi onun
kadar genç nesil için yanıp tutuşuyor? Hiç birisi! Hepsi de
kendi başının derdinde... Az önce kibirli kibirli konuşan Beşir
Bedirbeyli’yi düşünün. Sizin yaşınızdan fazla onun Profesörlük stajı var. Azerbaycan’da kimya sahasında ilk önce o
Profesör unvanını almış. Fakat kime faydası var? Hiç kimseye! Kimin elinden tutmuş? Hiç kimsenin! Bilime getirdiği
yenilikler nelerdir? Hiç bir şey!... İddiası? Dünyalar kadar? He,
he, he... İyi aklıma geldi. Sizin arkadaşlar ona nasıl isim takmışlardı?... Profesör “bebe” Çok güzel yakışır, vallahi. Gerçekten de o şekilde, bebek gibi. İlim dünyasında onun anlaması,
bir bebeğin anlamasından fazla değil.
“Sizin iddianız da az değil. Kör körle alay etmese bağrı
patlarmış...” Vugar bu sözleri Ziya’ya söylemekten kendisini
zor aldı.
Leleyev’in konuşması bitmedi:
69
Vidadi Babanlı
- Dikkat ettiniz mi nasıl hararetli konuşuyordu. Size demediği kalmadı?! Bu da yaşına, adına, mevkiine hürmet ettiğiniz yaşlı başlı ilim adamı!... Konuşmasında zerre kadar tutarlılık yoktu. Lakin başımızı boş yere ağrıtmayın, anlamsız
bir mesele, içinden hiç bir şey çıkmayacak... O, niçin böyle
haddinden fazla hassasiyet gösteriyor, biliyor musunuz?....
Çünkü o herkesi kıskanıyor. Bilim dünyasına asıl yetenekli
insanların gelmesini istemiyor. Kendi yerinden, mevkiinden
korkuyor. Benim gibi, sizin gibi gençlerin bir gün kendisini
zor durumda bırakacağından ürküyor. Gençlerin bir gün
“bebe”nin işe yaramaz olduğunu ispatlamasından korkuyor.
Zaten bilgisi de, bilime yaptığı katkı da sıfırdır...
Vugar, Leleyev’in bu uzun, şikâyetlerle dolu konuşmasına
ilk defa gülümseyerek karşılık verdi. O, kırk yaşını aşmış, saçı
sakalı ağarmaya başlamıştı. Ziya Bariz’in kendisini genç olarak görmesine de şaşırmıştı. Leleyev ise onun yumuşak tebessümüne başka anlam vermişti.
- Hayır, gülmeyin! Dedi ciddileşti. O suratsız sizin düşündüğünüz kadar akılsız bir adam değil. Kendisi neye sahip
olduğunu çok iyi bilir. Çok kurnazdır. Az önce orada, toplantıda yaptığı çıkışla, sadece size mi hile yaptığını zannediyorsunuz?... Hayır, arkadaşım! O, bir okla iki kuşu birden nişan
alıyordu. Sizin araştırmanıza şüphe uyandırmakla danışmanınızı da lekelemeye çalışıyordu... Söhrap hocayı görmek istemiyorum. Her zaman onun ayağını kaydırmaya uğraşır, akşama kadar köşede bucakta gizli gizli onun lafını eder, arkasından çekiştirir. Niçin Söhrap Güneyli’yi herkes seviyor, onu
sevmiyor. Niçin Söhrap Güneşli’nin her yıl bir fabrikası açılıyor, da onun açılmıyor, neden Söhrap Güneşli akademiye üye
seçiliyor, o, seçilmiyor. Niçin Söhrap Güneşli’nin icatları mükâfata layık görülüyor da onunki görülmüyor. O, Güneşli’in
tırnağı bile olmaz. Onun eserlerini üst üste koysan onun
ağırlığı kadar olur. Her icadı insanlara fayda sağlıyor. Gece
gündüz sürekli çalışıyor. İlim uğruna kendisini feda etmiş.
Mademki beceriklisin, kabiliyetin var buyur sen de hünerlerini göster. Senin elini kolunu bağlayan mı var?.. Velhasıl,
70
Vicdan Sustuğunda
kardeş başını eğ, rahatça işini yap. İşte bu “bebe”bir dönem
benim de peşime düşmüştü. Güneşli’nin acısını benden çıkarmak istemişti. Elinden hiçbir şey gelmedi, kötülüğü yanına
kaldı. Savunmamı da yaptım, gelmem gereken makama da
geldim. İnsanlar bana, siz de görüyorsunuz, ondan çok saygı
duyuyorlar. Sözü geçen, hatırı sayılır üç dört kimyacı varsa
onlardan birisi de benim.
Leleyev, sözünü tamamlayamadı. Göğsünü dövmeye başladı, kibirlendi. Sonra da ona sen diye hitap etmeye başladı.
- Moralini bozma. Söhrap’ın canı sağ olsun. O, her ikimizin de arkasındadır. Canı sağ olduğu müddetçe hiçbir köpek oğlu bize “Gözünün üstünde kaşın var.” diyemez. Güzel
bir söz vardır: Dağ dağa dayansa, kalesi kudretten olur. O bize
destektir, bizim için o sığınılacak bir limandır. Bunları kendine sıkıntı yapma. Yüce dağlara kar da yağar dolu da. Bunları sana söylememdeki maksat dostunu düşmanını iyi
tanıman içindir. Bizim bu tür ilim adamlarının “bebeler”in
çok olduğu yerde sadece bilgi ve istidada güvenmenin saflık
olduğunu aklından çıkarmayasın. Her şeyden önce insana
sahip çıkacak, destekleyecek birisi lazımdır. Destekçi, destekçi, yine de destekçi!...
Artık birinci kata gelmişlerdi. Leleyev elini şakaklarına
götürdü, Vugar’a asker selamı vererek vedalaştı. Hemen oracıkta yan tarafa dönüp uzaklaştı. Beş altı adım gittikten sonra
aceleyle geri döndü.
- Selam! Selam! Diyerek Vugar’ı tekrar yakaladı.
- Esas meseleyi az daha unutacaktım. Sana çok önemli bir
haber vermek istiyorum… Aslında bu tür güzel haberleri bahşiş almadan söylemek doğru değil; ama sen artık bizden birisi
olduğun için sana söylüyorum. Tabiî ki zamanı geldiğinde
borcunu ödersin.
Leleyev, kıs kıs güldü. Yoğun boynunu tamamen gizleten
etli omuzları, ipli terazinin kefeleri gibi aşağı yukarı inip çıktı.
- Sen bizim Merhamet Hanım’ın da çok hoşuna gitmişsin.
Hanım’ın gönlüne girmişsin. Dünden beri ismin dilinden
71
Vidadi Babanlı
düşmüyor. He, he, he… Daha ne istiyorsun yavrucuğum, işlerin her yönden iyi gidiyor.
Leleyev, Vugar’a göz kırptı. Kurnazca güldü, tekrar vedalaştı.
- Selam!
***
Ziya’nın dokunaklı, imalı sözleri, sık sık ona ilişmesi, yaltaklanması hiç de sebepsiz değildi. İnadından akı ve karayı
ayıramayan, hiç kimseyi özellikle de Vugar gibi ağzı süt kokanları kale almayan Leleyev’ın başına taş mı düştü, ne oldu
böyle? Nasıl gururunu ayaklar altına aldı? Onun bu sevecenliğine, kanatlarını yere sermesine sebep olan hadise ne idi?
Vugar, bir hayli düşündü. Fakat beynini kurcalayan sorulara cevap bulmak için kendisini yormadı. Aslında buna
vakti de yoktu. Savunma sırasında yaşadıkları moralini çok
bozmuştu. Bütün bunlar çok zorlu günlerin habercisiydi.
Bunlar bir nevi güç denemesinden ibaretti. Yarın çalışma
neticelenince tartışmaların, münakaşaların artacağı, ortamın
gerginleşeceği muhakkaktı. Beşir Bedirbeyli’nin taraftarı da
artacaktır. Kim bilir daha onun yüzüne karşı daha nice ithamlar, suçlamalar söylenecektir?!
O, enstitüde daha fazla kalmadı, dışarı çıktı. Kalbi sıkışmıştı. Sabah kalktığında kalbinde ayrı bir sıkıntı vardı: “Kim
bilir dün benden sonra Arzu’nun anne ve babası hakkımda ne
konuştu?... İnşallah sarhoş olup o toplantıda bir hata etmemişimdir? Hoşa gelmeyen bir şey yapmamışımdır inşallah!”
Rahatsızlığı gittikçe daha arttı. Hemen Arzu’ya telefon
edip zihindeki sorulara cevap bulmak istedi. Saatine bakınca
bu düşüncesinden vazgeçti. Arzu üniversiteden dönmemiş
olabilirdi. Çaresiz kalıp telefon meselesini akşama bıraktı.
Vakit kaybetmeden üniversite kütüphanesine gitmeye karar
verdi. Baştan işini sağlama almalı, ciddi çalışmalı, beklenilen
hücumları göğüsleyebilmeli idi. Hem de geçen gün arşive
birkaç kitap sipariş etmişti. Muhtemelen bu kitaplar hazır72
Vicdan Sustuğunda
lanmıştır. Onlardan bugün faydalanmazda tekrar arşive kaldıracaklardı.
Vugar vakit kaybetmeden şehre yöneldi. Monolitin yanına
ulaştığında hoş bir sürprizle karşılaştı. Orada sevgilisini gördü.
- Arzu!
Kız konuşmadı. Gülmekten kendinden geçti. Dudakları
birbirine geçmiş, titriyor; beyaz ipek bluzunun altında zayıf
omuzları üşümüş gibi durmadan titriyordu:
- Sana ne oldu, Arzu? Niçin gülüyorsun?
Arzu gülüşünü güç bela kesip:
- Merhaba, Vugar! Dedi ve birden kıs kıs güldü.
- Sana gülüyorum, sevgilim! Uzaktan seni izliyorum. Sanki ayakta uyuyordun, uyurgezer gibiydin. Gah gidiyor gah
geliyordun… Ne düşünüyordun?
Vugar çok şaşırmıştı. Arzu’yla karşılaşmasına çok şaşırmıştı. Cevap vermek için hazırlandı:
- Nereye gidiyorsun?
- Gitmiyorum, geliyorum! Arzu yine kıs kıs güldü. Şimdi
de Vugar’ın şaşkınlığına gülüyordu.
- Üniversiteden geliyorum, koltuğumun altındaki kitap ve
defteri görmüyor musun?
- Görüyorum… Vugar yavaş yavaş konuşmaya başladı. Peki, niçin bu tarafa doğru geliyorsun, eviniz bu tarafta değil ki.
-Seni görmek için!
- Beni görmek için mi? Vugar kıza aptal aptal anlaşılmaz
bir ifade ile baktı.
- İnanmıyor musun? Arzu yumuşak bakışlarını Vugar’ın
parlayan gözlerinin içine dikti. Vugar bu keskin bakışlara
daha fazla dayanamadı. Arzu’nun ellerini avucunun içine
aldı, teslim işareti olarak tebessüm etti.
- Delilin ne? Buna inanmalı mıyım?
Arzu ciddileşti:
73
Vidadi Babanlı
- Yemin ederim, doğru söylüyorum, şaka yapmıyorum.
Dersten çıkıp eve gidince birden kalbim sıkıştı. Sen aklıma
geldin. Sanki birisi çabuk ol, geri dön, Vugar karşına çıkacak
dedi… Nedense bugün seni görmek geldi içimden.
- Ben de öyle, Arzu. Biraz önce evinize telefon edip seni
sormak istiyordum. Sonra eve henüz dönmemiş olacağını düşündüm.
Arzu işittiklerine çok memnun oldu, gülümsedi. Vugar
Arzu’nun gittiği istikamete döndü. Bir hayli sakin bir şekilde
yere baktılar. Sonra Vugar düşünceli bir eda ile konuşmaya
başladı:
- Dün ben ayrıldıktan sonra evinizde ne konuştunuz, Arzu?
Annen baban benim hakkımda ne dedi?
- Bilmiyorum, mutlaka bir şey demeli miydiler?
- Ben de bilmiyorum. Vugar duygularını ifade etmede zorlandı. Boğazı kurudu, yutkundu.
- Dün içki bana tesir etti, belki uygun olmayan bir şey
yapmışımdır.
Arzu’nun dudakları hafif gülümsemeden yine kıpırdadı.
Fakat kendisini hemen toparlayıp suni bir keder takındı.
Yavaş yavaş:
- Vugar aklıma nereden getirdin, dedi. Dün senin yerine
ben utandım. Öyle sarhoştun ki oturup kalkmayı bilmiyordun. Deli gibi sağa sola yalpalıyordun. Ağzına geleni söylüyordun. Annem babam neyse, onlar bizimkiler, misafirlerin
yanında ben utandım.
- Gerçekten mi? Vugar’ın beti benzi attı. Gerçek mi söylüyorsun?
- Evet, doğru söylüyorum. Utancımdan yerin dibine girdim.
Vugar pişmanlık hissiyle başını aşağıya eğdi. Yanakları
kızardı. Aradan bir dakika geçmeden avucunun içinde Arzu’nun ellerinin titrediğini hissetti. Ayağa kalkıp kızın yüzüne
baktı. Arzu yine kahkaha attı.
74
Vicdan Sustuğunda
Vugar meseleyi anlamıştı. Arzu bunları uydurmuştu.
Sevinçle dedi:
- Seni gidi yalancı!
- Yalancı sendin! Arzu nazlandı.
- Niçin ben? Asıl sensin!
- Hayır sensin!
- Peki, o zaman her ikimiz de.
- Olsun!
Onlar çocuk gibi şakalaştılar. Önceki akşam görüştükleri
yerden, Nizami müzesinin köşesindeki saatin altından geçip
yine denize doğru yürümeye başladılar. Sanki konuşacakları
tamamen bitmişti. Bir daha hiç konuşmadılar. Sık sık dönüp
birbirlerine bakışıp göz göze geldiler.
7. Bölüm - Buyur, kayıp çocuk, buyur!
Odanın kapısını büyük bir tereddütle aralayan Vugar,
Profesör Güneşli’nin sözlerine hayret etti. Önünde bir yığın
kâğıt olan ve dikkatini bir an bile bu kâğıtlardan ayırmadan
düzeltme ve tashih yapan Profesör, Vugar’ı nasıl görmüştü?
Kapıyı açanın başkası değil de o olduğunu nasıl bilmişti?...
Vugar, kulağına bir ses geldiğini sandı. Profesörü rahatsız
etmemek için sessizce geri dönmek istedi. Güneşli çalışmasına devam ederek sesini yükseltti:
- Buraya gel, kapıyı açık bırakma! Rüzgâr şimdi kâğıtları
dağıtacak. Pencere açık.
Vugar, kapıyı örttü. Yavaş yavaş öne doğru geldi. Adımları
gibi, dudakları çok yavaş hareket ediyordu:
- Günaydın, hocam!
- Günaydın, hoş geldin!
Profesör okuduğu sayfayı acele etmeden bitirdi, düzensiz
bir şeyler yazdı. Sayfayı çevirip ince gözlüğünü çıkardı. Kale75
Vidadi Babanlı
mi kâğıt yığınının üstüne attı. Masadan yorgun argın kalkıp
karşı taraftaki divana oturdu, bacak bacak üstüne attı.
- Yüzünü görelim, kaçak oğlan. Kaç gündür nerelerdesin
bakalım?... Hasta değildin değil mi?
- Hayır hocam, Vugar kulaklarının ısındığını hissetti. Güneşlinin kaşları çatıldı:
- İşlerin ne âlemde?
- Fena değil. - Vugar, yere baktı. Tezimin teorik bölümlerini hazırladım. Sizin notlarınızı da ekledim. Şimdi deneylere
başlamam gerekiyor.
- Başlamak mı? Profesör sorusunda şaşkınlıkla kinaye
vardı:
- Peki, ne bekliyorsun?
- Bekliyorum ki… Vugar sözlerini bir nefeste söyleyemedi.
Nefesi yetmedi. —Siz de biliyorsunuz, hocam, önceki çalıştığım laboratuvarda şartlar müsait değildi.
- Anlaşıldı! Demek, şartların düzelmesini bekliyorsun. Profesörün yorgun yüzünde memnuniyetsizlik ifadesi göründü.
– Laboratuvardaki şartların düzelmesini sen nerede bekliyorsun, evde mi?! Laboratuvarın anahtarını da getirip sana evde
takdim etmelerini m bekliyordun?!
Vugar, konuşmadı. Ona her zaman yumuşak ve dostça
yaklaşan Profesör bugün niçin kinayeli ve alaycı konuşuyordu?
Vugar, gergin ve üzüntüyle Güneşli’ye baktı. Profesör
başını sallayarak divandan kalktı. Ellerini arkasına koydu. Bir
köşesinde, kendisinin icatlarının yer aldığı, fabrikaların küçük maketlerinin sergilendiği dar odada dolaşarak konuştu:
- Garip, hem de çok garip!.. Toplantı olalı neredeyse bir
hafta geçti. Beyefendi konuyu kavrayacağı yerde, kendinden
emin bir şekilde vakit geçiriyor. Özel olarak davetiye gönderilmesini, birilerinin yanına gelip rica etmesini bekliyor… Çok
ilginç bir durum!
76
Vicdan Sustuğunda
Vugar, meselenin ciddiyetini anladı. Profesörün kendisiyle bu tarz konuşmasının bir sebebi olmalıydı. “Acaba ne
olmuştu?.. Ona kim ne demişti?..” – Vugar’ın rahatsızlığı artmış ve heyecana kapılmıştı.
Profesör, sesini yavaş yavaş yükseltti:
- Bu lakaytlıktır!.. Lakaytlık ve umursamazlık bilimin
düşmanıdır! – O, odasının sokağa açılan penceresinin önüne
gelip durdu.
Burada Vugar’a arkası dönük halde sessiz sedasız öylece
durup, bir yerlere, bir şeye bakıyordu. Epey bir zaman geçtikten sonra konuşmaya başladı:
- Evet! Buna başka bir şey söylenemez.! Senin yerinde eğer
başka birisi olsaydı, bütün gücüyle çalışır gayret ederdi. Kapıdan kovulsa, bacadan girerdi. Günde birkaç defa gerekli yerleri başvurur, dilekçe yazar, âlemi ayağa kaldırır, herkesin
dikkatini celp ederdi. Ama sen… O, tekrar sustu. Dönüp omzunun üstünden Vugar’a yandan baktı, teessüfle devam etti:
- Sense bekliyorsun. Uzaklarda dolaşıyorsun, gelip derdini
söylemeye utanıyorsun…
Vugar, ayakta donup kalmıştı. Profesörden ilk defa işittiği
bu azarlar onu şaşırtmıştı, konuşmadı. Terbiyeli asistanının
bu suçlu duruşu, suskunluğu Güneşli’nin sinirlerini hemen
yumuşattı. Hatta belki de, sebebini söylemeden sinirlenip
sesini yükseltmesine de pişman bile olmuştu. Tekrar divana
oturdu. Arkasına yaslanıp, gözlerini yorgun bir eda ile kapatarak, uykuda konuşuyormuş gibi hüzünlü bir fısıltıyla devam etti:
- Tevazu, aslında çok güzel bir haslettir. İnsanın süsü, güzelliğidir. Fakat fazla olduğunda o da kibirlilik kadar insana
zarar verir. Kalbin ateşini söndürür, insanın faaliyetleri sınırlandırır. Mücadele ruhunu ve cesaret hissini köreltir. Üstelik
bazen insanı korkaklığa ve vesveseye de alıştırır.
- Vugar, birden doğruldu. Endişeli bakışlarını Güneşli’ye
çevirdi. Bu sözlerin anlamı neydi? Profesör bu bilinen ger77
Vidadi Babanlı
çekleri ona niçin hatırlatıyordu? O, uygun cevabı bulup konuşana kadar, Güneşli onun yüzündeki telaşlı ifadeyi sanki hissetmişti. Bakışları, yaz yağmurundan sonra doğan güneş gibi
dostlukla parladı:
- Beni bağışla, Vugar, deyip bu defa özel bir incelikle söze
başladı.
- Yanlış anlama, son günlerde çok değiştin, seni tanıyamıyorum. Belki başka şeylerle ilgileniyorsun, çalışmaya vaktin
olmuyor. Bu ne zamana kadar devam edecek?
Vugar’ın yanakları kızardı. Profesörün neyi kastettiğini
anlamıştı. Son zamanlarda çalışmalarını biraz azaltmıştı. Enstitüye az uğruyor, hocasıyla da arada bir görüşüyordu. Toplantıdan beri laboratuvara ise hiç gitmemişti, Arzu’yla sinemaya, tiyatroya gidiyor, eğlencelerden geri kalmıyordu. Vugar, hayret etti. Profesör bunları nereden biliyordu? Kimden
öğrenmişti? Merak edilecek bir durumdu!
Güneşli ondan cevap beklemedi. Yavaş yavaş asıl maksadını söyledi:
- İşine engel olan başka düşünceleri şimdilik aklından çıkarmalısın. İlim, insanda her şeyden önce tükenmeyen bir
heves, enerji ve fedakârlık bekler. Onun mahrumiyetlerine
dayanmayı beceremeyenler, bu meydanı çok çabuk terk ederler. Tek kelimeyle, işinle meşgul ol. Senin konunla şimdi üst
makamlar da ciddi olarak ilgileniyorlar. Anlaşılıyor ki, bizim,
bedhahlar, sözden vazgeçip harekete geçmişler. Gerekli gördükleri yerlere dilekçe yazmışlar. Dün mesai sonunda akademiden de Bakanlar Kurulundan da beni aradılar. Geniş
bilgi istiyorlar.
Vugar, Profesörün onunla neden kinayeli ve üstü kapalı
konuştuğunun asıl sebebini şimdi anladı.
- Ne yazmışlar? Diye sordu, heyecanlandı.
- Ne yazdıklarını henüz ben de iyi bilmiyorum. Ama medeni bir şekilde bize küfrettiklerini biliyorum. Dün beni
arayanların bazılarından bunu hissettim…
78
Vicdan Sustuğunda
- Güneşli, sustu. Derin bir üzüntü içinde iç geçirdi. Aynı
üzüntüyle ekledi:
- Evet, vicdanını çiğnemiş, hadiselere karşı objektifliğini
kaybetmiş, cılız ve kötü emellerle hayat sürmüş bir insandan
her şey beklenebilir. Bu tür şeylere her zaman şahit olmamız
gerçekten çok üzücü bir durum. Ama elden ne gelir?.. Bu, kör
bağırsak gibi kolayca tedavi edilip, bir defada kesilip atılacak
bir hastalık değil ki. Alçaklık, çekememezlik, iftira etmek birçoklarının kanına, ruhuna işlemiş. Bu korkunç hastalıklarla
insanoğlunun daha çok, hem de pek çok, mücadele etmesi
gerekecek, çoklarının bundan dolayı ağzının tadı kaçacak.
Bunların isimlerini tarih kitaplarından ve ansiklopedilerden
öğrenecek olan nesil mutlu nesildir.
Profesör kaşlarını çattı. Gözleri uzak bir noktaya yöneldi,
birkaç anlığına hayale daldı. Sonra ellerini dizlerine dayayıp
divandan kalktı. Yazı masasının arkasına geçip içinde bir
huzurla:
- Önemli değil! Dedi. Böyle yazılar, demagojiler sakın senin canını sıkmasın. Diğer yandan bakarsan bunların da bir
hayrı vardır. İnsanın düşmanı ne kadar çok olursa, kendini o
kadar çok mücadeleci hisseder. Aklı ve zekâsı güçlenir, özel
bir gayretle çalışır… Şahsen ben böyleyim. Sana da öyle
olmayı tavsiye ederim. Bizim camiada zafer ancak bu yolla
mümkündür. Güzel iş kalıcı olur, yaşar ve sahibini de yaşatır…
O, ara verdi. Biraz daha sakinleşip, devam etti:
- İdare ile konuşup senin için oda ayırdım. 102. oda. Yardımcıların da olacak. Git, düzenle, eksiği varsa gider. Senin
bir dakikayı bile boş geçirmemen gerekiyor. İşinin en zor, en
fazla sorumluluk isteyen zamanı bundan sonrasıdır. Demagojiyi önlemek için bir tek yol vardır, o da problemi çabuk ve
başarıyla ortadan kaldırmak!
Vugar, konuşmadı, odadan sessizce çıktı.
79
Vidadi Babanlı
8. Bölüm 102. oda o katın sonundaydı. Odanın ihtiyaca göre, tahta
bölmelerle sonradan yapıldığı anlaşılıyordu. Duvarları ve
tavanı is lekesi olmuş, bu küçük laboratuvarın sadeliği ilk
bakışta göze çarpıyordu. Tam ortada uzun, ensiz dolaplarda
irili ufaklı koni şeklinde cam ısıtma kapları, çeşitli şekillerde
sıvıları ölçen şişe ve bardaklar, büyük cam kavanozlar, cihazlar, aletler düzensiz bir şekilde, yığılmış kalmıştı. En köşeye
konulmuş tek tezgâhın üstündeki analiz terazisinin kahverengi kutusu uzun haftaların, belki de ayların tozu altında
rengi kaybolmuş, bomboz olmuştu. Döşemenin rengini belirlemek mümkün değildi. Kim bilir, temizleneli ne kadar zaman geçmişti.
İçerisinin havası da çok ağırdı. Yumurta kokusuna benzeyen ağır bir koku kapıdan girene tesir ediyordu. Fakat
Vugar, buna önem vermedi. O, laboratuvarlarda bu tür kokulara çoktan alışmıştı.
İçeri geçti. Odanın karşı duvarını tamamen kaplamasına
az bir kısım kalmış olan büyük, ışık saçan pencerenin önünde, içerideki düzensizlikle hiçbir şekilde uyuşmayan beyaz
önlüklü, zarif bir kız oturuyordu. Kınalı saçlarını modaya
uygun olarak, zayıf, uzun boynunun arkasına toplayıp birkaç
yerinden toka takan bu kız, yarı açık gözlerini dizinin üstündeki açık kitaba dikip öylece hareketsiz duruyordu. Canlı
insandan çok, şık giyimli bir mankene benziyordu.
Vugar hem kızı, hem de odayı bir daha dikkatlice gözden
geçirdi, yavaş yavaş öne doğru geldi. Kız eski parke döşemenin yerinden oynamış tahtalarını gıcırdatarak ona doğru yaklaştı. Ağır adımların sesinden birden ürperen Vugar şaşırıp
kaldı. Ani şaşkınlıktan sonra kitabı kapatıp pencerenin köşesine attı, süratle ayağa kalktı. Küçük, hızlı adımlarla Vugar’ın
doğru yürüdü. Çok ilginç bir acelecilikle ona selam verdi,
nefes nefese:
- Şimdiye kadar neredeydiniz?.. İki gündür sizi bekliyoruz, dedi. Başını kaldırıp Vugar’ın yüzüne bakmadı.
80
Vicdan Sustuğunda
Vugar cevap vermek yerine omzunu silkti. Gözleri yine
odanın içinde geziyordu. Bu dar labaratuvar odası, onun eline
sanki gökten düşmüştü, seviniyordu. O zamana kadar bundan daha dar bir odanın, sakin, müstakil kendine ait bir iş
yerinin hasretini o, az çekmemişti!
Kız, gencin suskun ve dikkatli bakışlarını başka şekilde
yorumladı. Küçük aralıklarla:
- Odaya bilerek dokunmadık, deyip Vugar bir şey söylemeden, ondan önce davranmak istedi:
- Odada yapılacak çok iş var. Durumu sizin görmenizin,
iyi olacağını düşündük...
Vugar bu defa da sesini çıkarmadı. Düşünceli bakışları
şimdi de dolaplardaki yığın yığın cihazlarda geziniyordu. Kız
susmaktan sıkılmış gibi, yine acele acele konuştu:
- Hatice hala sizden biraz önce eve gitti. Bizim yardımcı
laborantımızı diyorum. Küçük çocukları var. Yarım saate, en
fazla bir saate döner... Burada, yakında oturuyor.
“Konuşmalarından maşallah, çok usta kıza benziyor. Acaba kabiliyeti nasıldır?...” Vugar kızı gizli bir merakla süzüp,
başını yavaşça çevirdi. Bakışları cihazlar arasında dolaştı. Kız
çabuk davrandı.
- Affedersiniz, deyip salınarak, bir iki adım daha yakına
geldi, Vugar’la nefes nefese durdu.
- Özür dilerim, şaşkınlıkla kendimi size takdim etmedim.
Benim adım Narin. Narin Mahmudova.
Narin yaramaz bir kız gibi oynaklığıyla Vugar’ın gözlerinin içine baktı. Onun kısık kapkara, küçük gözlerinin derinliklerinde hafif, hilekâr bir tebessüm gizlenmişti.
Vugar önce buna hayret etti. Kızarıp bozardı. Sonra Narin’in cesaretine mi, oynaklığına mı, neye ise ister istemez
gülümsedi.
- Özür dilemeye gerek yok. Bizim tanışmamız gerekiyor.
Aynı yerde çalışacağız, ismimizi muhakkak öğrenmeliyiz, dedi. Fakat kural gereği, kızla el sıkışmadı. Kendi adını söylemeye de hiç acele etmedi.
81
Vidadi Babanlı
Narin neşeli neşeli gülümsedi.
- Siz adınızı söylemeseniz de olur, zaten biliyorum. Sadece
ben değil, bütün enstitü biliyor.
- Bütün enstitü mü? Vugar hayret etti.
Narin tasdik işareti olarak uzun kirpiklerini birbirine
kapatıp açtı.
- Evet, niçin hayret ediyorsunuz? Değerli oğlanı herkes
tanımaya mecburdur.
- Değerli oğlanı mı?.. Vugar memnuniyetsizlik içinde
sordu.
Narin’in zayıf, solgun yüzü kızardı. Bir an susup, sonra
ince dudaklarının kenarları titreye titreye söylemek istediğini
anlattı:
- Yetenekli insanı... Sizin hakkınızda herkes böyle diyor.
- Herkes mi?
- Evet, herkes.
Narin’in açıktan aşırı övgüsü Vugar’ı kötü durumda bırakmıştı. O, diyecek söz bulamadı, kızdan uzaklaştı. Dolaplara doğru gitti. Cihazları dokunup, onları kontrol etmek istediğinde (O konuyu değiştirmek için yapıyordu) Narin birden
bire, korku uyandıran garip bir sesle bağırdı:
- Dokunmayın... Onlara dokunmayın!
Vugar hayret içinde geri çekildi. Kıza donuk gözlerle baktı.
- Niçin?
- Çünkü hepsinin elden geçmesi lazım. Temizlenmesi gerekiyor. Üstündeki tozu görmüyor musunuz?... Elinizi kirletmeye değmez! Narin heyecanla konuştuğu için hala nefes
nefeseydi. Toparlanıp sakin bir ses tonuyla ilave etti:
- Onların çoğunu yenilemeliyiz. Profesör böyle emretti.
Sizden çok önce kendisi buraya geldi. Her şeyi gözden geçirdi.
Siz işe başlar başlamaz bir istek mektubu yazalım dedi. Gidip
teçhizat şubesinden yeni cihazlar, araçlar alalım...
82
Vicdan Sustuğunda
Vugar, hiç bir şey söylemedi, başını sallayıp sustu. Narin
hızla geri dönüp, az önce pencerenin önüne koyup oturduğu
tabureyi yakına getirdi. (bu, odadaki tek sandalyeydi) üzerini
eski gazete kâğıdıyla silip, Vugar’a doğru itti:
- Oturun! Aklımızdayken bize lazım olacak bütün araçların listesini yapalım. Şimdi size kâğıt kalem de bulup getireceğim.
Vugar kızın emrine gülerek tabi oldu. Narin içeride dolanıp, keskin ve hızlı adımlarla odadan çıktı. Vugar şaşkınlıkla
onun arkasından baktı.” Çok ilginç bir kız!” dedi.
Narin’in gitmesiyle dönmesi bir oldu. İki tane defter kâğıdını ve tükenmez kalemi Vugar’ın önüne koydu:
- Çabuk yazın! Sonra Profesör çıkıp bir tarafa gider, işimiz
gecikir.
Vugar, kızın samimi buyruklarına yine gülümseyerek kalemi aldı ve önüne koydu. Fakat hangisinden başlayacağını
bilmiyordu. Etraftaki eşyalara bir bir göz gezdirip onları fısıltıyla tek tek saydı.
- Aparatlardan: Vesvalt, Gadaskin, Vakum pompası var.
Engler, Refraktometr de az önce gözüme çarpmıştı...
Narin ciddi bir şekilde itiraz etti:
- Hayır! dedi. Onların hiçbiri işe yaramıyor, ben baktım.
Çok eskiler. Fırsattan istifade hepsini yenilemek gerekiyor. Ben
söyleyeyim, siz de bir taraftan yazın. Müdürümüz bürokrat
bir adamdır. Sonra bizi süründürür, git gel yaptırır.
Vugar Narin’in söyledikleriyle bütün bir sayfayı yazıp doldurdu. Kız ona dilekçenin altına imza attırdı. Kâğıdı acele
alıp, topuklarının üstünde döndü ve yıldırım gibi dışarı çıktı.
Vugar, onun arkasından bu defa gönül rahatlığıyla baktı.
Koridorun parkelerinde süratle takırdatarak uzaklaşan hafif
adımların ahenkli sesini bir hayli dinledi, yine gülümsedi:
“Tuhaf ve becerikli bir kıza benziyor. Galiba okuma yazması
da fena değil. Dili de neredeyse adamı yiyecek.... Böyle becerikli ve cesur yardımcı benim için gökten düşmüş gibi!”
83
Vidadi Babanlı
O, Narin hakkındaki düşüncelerini daha tamamlamadan,
kızın keskin adımları odada duyuldu. Kapı eşiğinde büyük bir
mutlulukla:
- Hazır! İmzalattım! Dedi kâğıdı yukarı kaldırıp, omzunun
üstünde salladı. Sonrada yana çekilip, arkasında duran kadına yol açtı. Hatice hala işte bu, dedi.
Hatice hala kısa boylu, zayıf bir kadındı. Saçı başı vaktinden önce ağarmıştı, fakir, zavallı, utangaç bir görüntüsü vardı. Onun halinden ne kadar çok sıkıntı çektiği hemen anlaşılıyordu.
Hatice hala Vugar’la Narin gibi, şamatayla tanışmadı, utana sıkıla el sıkışıp, hemen kenara çekildi, odanın tek penceresinin önüne geldi. Narin’in okuduğu kitabı aldı, yavaşça çevirdi, kendini meşgul göstermeye çalıştı.
Narin Vugar’a baktı.
- Sizden saklanıyor, diye Hatice halayı işaret edip kıs kıs
güldü. Sonra bir anda ciddileşip gitmeye hazırlandı. – Siz
Hatice halayla sohbet edin. Ben çıkıp lazım olan şeyleri almak
için aşağıları bir yoklayayım, bakayım kimler var.
Vugar kızı durdurdu.
- Zahmet etmeyin, ben kendim giderim.
Narin gülümsedi.
- Öncelikle, bu benim için zahmet değil, büyük bir şereftir.
İkincisi siz beceremezsiniz. Bizim enstitüdeki bazı görevli
şahıslarla konuşmak için özel bir dil gerekiyor.
- Yoksa beni zavallı, aciz biri mi zannediyorsunuz? Ya da
yeteneğinden şüphe mi ediyorsun?
- Aksine! Siz çok yeteneklisiniz.
Narin, biraz düşündü, sonra kibirlenerek devam etti:
- Haddinden daha fazla yeteneklisiniz. Bu sizin hareketlerinizden ve davranışlarınızdan hemen belli oluyor.
- Bizim idari görevlileri için terbiye, edep, erkan, yetenek
gibi şeylerin bir kuruş değeri yoktur. Onlara boğaz çatlatman,
84
Vicdan Sustuğunda
bir sözlerine beş misliyle cevap vermelisiniz. Onları tehdit
etmelisin. Yoksa seni kapının arkasına koyarlar; bugün git,
yarın gel derler. Sonra da yarın git, öbür gün derler! İki yıldır
burada çalışıyorum, hepsinin geçmişini, karakterini çok iyi
bilirim.
- Her halükarda, benim gitmem gerekli. Alınacak şeylerin
sorumlusu benim. Size vermezler.
Narin biraz düşündü. Nedense yine gülümsedi.
- Tamam, dedi. O zaman gelin birlikte gidelim. Ben olmadan orada işinizin yapılmayacağına hiç şüphe yok. Bürokratla
bürokrat dili konuşmak lazım.
Vugar kabul etti. Birlikte aşağı indiler. Enstitüdeki bütün
çalışan görevliler birinci katta bulunuyordu. Onları müdürün
odasında buldular. O, çıkmak üzere idi. Narin, kapının eşiğinde duran Vugar’a, çabuk hareket etmezse, müdürün hemen
çıkıp gideceğini işaret etti.
Vugar selam verip, izin istedi.
- Girebilir miyim?
Müdürü çok kaba, sert birine benziyordu. Başını yerden
kaldırmadan homurdandı:
- Vaktim yok!
Vugar bu soğuk, umursamaz cevaba bozuldu. Düşündü.
Narin onu arkadan bir kere daha dürttü. Vugar iki adım ileri
yürüdü.
- Rica ederim, bizi dinleyin. Önemli bir iş için geldik, vaktinizi çok almayacağız.
Müdür, oralı bile olmadı. Önündeki kâğıtları karıştırarak
aynı cevabı aynı tarzda tekrar etti:
- Vaktim yok!
Narin’in sabrı tükendi. Birden içeri dalıp, dilekçeyi Vugar’ın elinden aldı ve götürüp şak diye müdürün önüne koydu.
- Bizim de vaktimiz yok! Buyurun, lütfen istek formunu
imzalayın.
85
Vidadi Babanlı
Müdürün tüyü bile kıpırdamadı. Donuk, ifadesiz yüzünü
lakayt bir şekilde çevirip, acele eden kıza soğuk bir ifade ile
baktı. Tekrar:
- Vaktim yok! Dedi ayağa kalktı.
Vugar nazik bir şekilde sordu:
- Ne zaman gelelim? Ne zaman müsaitsiniz?
Müdür omzunu çekti. Kaşları çatılıp gözlerinin üstünde
sallandı.
Narin inatla konuştu:
- İstediğimizi yapmazsanız, buradan gitmeyeceğimizi bilin!
Müdür bu sözlere de aldırış etmedi, yine omzunu çekti.
Yani bu sizin işiniz, beni ilgilendirmez anlamına geliyordu. Ve
masasının çekmecesini kapatıp, anahtarları ceketinin cebine
koydu, Vugar’la Narin’i odada bırakıp çıktı.
- Şuna bak! Konuşmak bile istemiyor!.. Narin onun arkasından konuştu. Papağan gibi iki de bir: “Vaktim yok”, “Vaktim yok!”... Ben sana vakit buldururum! Çok güzel buldururum!... Sonra Vugar’ın kolundan tutup dışarı çıktı. Gidelim
buradan. Yarın erkenden onu hesaba çektiririm. Deveden de
büyük fil var.
Onlar geri döndüler. Basamakları kızgınlıkla çıktılar. Narin’in hırsı çabuk geçti. Gülümseyip, Vugar’ı teselli etmeye
başladı.
- Siz dert etmeyin. Her şey düzelecek. Yarın işe geldiğim
zaman, nereye gerekiyorsa gidip, yerin dibinde de olsa, aletlerimizi bulup yerine koyduracağım. Kesinlikle rahat olun! Dedi
ve yolun yarısında yönünü başka tarafa çevirdi. Aradan on
dakika geçmeden bir elinde su dolu kova, öteki elinde bir
paspasla odaya girdi. Kovayı ve paspası kapının dibine koyup
kollarını dirseklerinin üstüne kadar sıvadı, Vugar’a döndü:
- Siz şimdilik gidip başka işlerinizle uğraşın. Biz bugün
Hatice halayla burayı silip süpürelim, duvarların kirini pasını
temizleyelim. Yarın gelirsiniz esas işimize başlarız.
86
Vicdan Sustuğunda
9. Bölüm - Ne güzel, oğlum, ne güzel! Hangi dağın kurdu öldü? Ne
olur her gün böyle erken gelsen. Çayın, yemeğin soğuyor, buza dönüyor. Aç susuz kalıp kendine eziyet ediyorsun, benim
de emeğim boşa gidiyor.
Vugar, Cennet Ananın bu azarlar gibi, dokunaklı sözlerini
çok duymuştu. O, eve gece saat on birden, on ikiden önce
gelmezdi. Ya kütüphanelerde oturup ışıklar sönene kadar
dergileri, kitapları karıştırır, çalışmalarına dair notlar alır, ya
da önemli toplantılarda, meclislerde takılıp kalırdı. Boş vakitlerinde arada bir Arzu’yla sinemaya, tiyatroya gider, Cennet
Anayı merak ve endişeye koyardı. Fakat şu çok ilginçti:
Vugar’ın işte, önemli toplantılara katılıp gecikmesine, aç susuz kalmasına sinirlenen Cennet Ana onun Arzu’yla gezdiğini öğrendiğinde, gecenin yarısı da geçse üzülmez; aksine;
buna sevinirdi: “Bak, bu başka mesele, derdi. Kızla gezmeye
çıkmak, sinemaya tiyatroya gitmek, zaten bir tür dinlenmedir, diyordu. Sonra nedense gülümseyen Vugar’a yan yan
baktı, dudakları titreyerek konuştu: Eeee, niçin gülüyorsun,
yaramaz? Yabancılarla, sokaktaki kızlarla gezmekten bahsetmiyorum ki... Kendi sevgilinle gezmekten bahsediyorum.
Yanlış işlerle uğraşıyorsan, bileyim ha! Kâkülünden tutup tek
tek yolayım. Sen Cennet Anayı daha tanımıyorsun!..”
Yaşlı kadın yarı şaka söylediği bu sözlere her ikisi de anne
ve çocuk gibi birden yüksek sesle kahkaha atarlardı. Sonra
Vugar, gönül rahatlığıyla geçip sofraya otururdu, Cennet Ana
büyük bir hevesle, bütün sevecenliği ve nezaketiyle ona hizmet ederdi. Evde ne var ne yok getirir, sofraya koyar, Vugar’ın
yan tarafına geçer, ona iştahsız bebek gibi dil döker, doyuncaya kadar yedirir, yemekten sonra bir bardakta reçelle çay
verirdi.
Vugar, bu asil tabiatlı, kırılgan ve yumuşak ananın zayıf
yönünü keşfetmişti. Son zamanlarda işte, ya da kütüphanede
uzun süre kaldığında bahanesini hazırlamıştı: Kapıdan girer
87
Vidadi Babanlı
girmez, Arzu’nun adını anar ve onu azarlamaya hazırlanan
Cennet Ananın ağzını dilini bir anda bağlayıverirdi.
Ama bugün hiçbir bahaneye ihtiyacı yoktu. O, gülerek,
teklif beklemeden sofraya oturdu. Çok acıktığını söyledi. Sonra
da Cennet Anaya müjde verirmiş gibi, yüksek sesle, sevinçle:
- Artık gecikme meselesi bitti, Cennet Ana. Bugünden
itibaren asıl işime başladım. İdare yedi saatlik mesai istiyor.
Ben de bu rejime uyacağım.
Cennet Ana bu habere çok memnun oldu. Ona hizmet
etmek için canını ortaya koydu.
İsmet öteki odada yalnızdı. Konuşmalarını duyuyor; fakat
ses çıkarmıyordu. Vugar sofradan kalkıp onun yanına geçti.
Kaç gündür küstüler. Daha doğrusu, İsmet küsmüştü, Vugar’ı
konuşturmuyordu. Sütkardeşiyle yüz yüze gelmemek, onunla
aynı masada oturmamak için akşam yemeğini erkenden
yiyor, işlerini de yapıp hemen yatıyordu. Sabah ise erkenden
kalkıp kahvaltısını yapıyor, aceleyle hazırlanıp enstitüye
gidiyordu. Vugar, bir iki defa onun gönlünü almak için çaba
göstermiş, ancak sonuç alamamıştı. İsmet’ten ağır sözler işitmişti “Bırak ne kadar isterse küssün, bir gün kendisi pişman
olacak.” diye düşünmüştü.
Fakat dayanamadı. Teslim bayrağını yine kendisi kaldırdı:
- Hıı, nasılsın? Keçilerin gitti mi? diye İsmet’e şaka yaptı.
İsmet başını kaldırıp cevap vermedi. Ama ister istemez
gülümsedi:
- Çok şükür! Vugar da gülümsedi. Sandalye çekip ona yakın oturdu. İşlerin ne âlemde?
- Fena değil.
- Anlıyorum! -Vugar onun sakin konuşmasından biraz daha cesaretlendi. - Aşk meşk meselesi ne alemde? Kız arkadaşınla son günlerde görüşebildin mi?
- Gördüm, biraz önce onlardaydım.
- Onlarda mıydın?!- Vugar şaşkınlığını gizleyemedi. Nasıl,
ne cesaretle gittin?
88
Vicdan Sustuğunda
- Yalnızca!... Hocayla işim vardı.
- Ne işi?
- Onunla konuşmak istiyordum.
- Alagöz hakkında mı? Vugar gülümsedi.
- Hayır.
- Peki, başka ne olabilir ki? Senin onunla başka ne işin, ne
konuşman olabilir;
- Ben de onun bölümüne geçmek istiyorum.
- Nasıl?!..- Vugar’ın yüzündeki mutlu ifade birden değişti.
Fakat ne düşündüyse, yeniden gülümsedi.- Hııı, şimdi anladım, - dedi. Doğru, o söz... Şair, maksat yâri görmek, her şey
bahane demiş!
- Bahane değil, bu konuda ciddiyim.
Vugar’ın parlayan gözleri acı bir üzüntüyle kısılıp küçüldü.
- Buna Profesör ne dedi?... Kabul etti mi?
- Profesörü evde bulamadım. Toplantıdaydı. Bekledim,
gelmedi.
Odaya derin bir sessizlik çöktü. Üç dört dakika hiç biri konuşmadı. Vugar sohbeti ciddileştirmek istemedi. Yeni düzelen
ilişkilerini bozmak istemiyordu. Şakayla sordu:
- İyi, söyle bakalım, kızla ne konuştun? Özel olarak konuşabildin mi?
İsmet cevap vermek için acele etmedi. Omzunun üzerinden geriye dönüp baktı. Ara kapı açıktı. Aceleyle kapıyı kapattı. Çekinerek fısıldadı:
- Mümkün olmadı. Annesi bizi yalnız bırakmadı.
- Ah beceriksiz!... - Vugar yüksek sesle güldü. - Kaç gündür, mektubunu ona vermediğim için benimle küs duruyorsun. Düşündüğün kadar kolay bir şey olmadığını şimdi sen de
gördün mü? Hiç utanmıyor musun?! Ben neyse de hiç olmazsa o çocuklardan utan!
89
Vidadi Babanlı
Vugar yazı masasının arkasından duvara asılmış kestane
renkli tahta çerçeve içindeki resmi gösterdi. Fotoğrafta dört,
ya da beş yaşlarında iki erkek çocuk birbirine sıkı sıkı sarılmış, öpüşüyordu. Bu onların çocukluklarıydı. Bu resim,
Vugar’ın babası yaşarken çekilmiş olmalıydı. Onlar yıllardır,
çocukluğun aziz hatırası olan bu fotoğrafı, sütkardeşliğinin ve
dostluğun bir remzi olarak her zaman yanlarında taşır, nereye
gitseler, nerede yaşasalar onu evin en güzel yerine, gözlerinin
önüne asarlar.
İsmet resme bakmadı. O, özür dilemeyi de aklına getirmedi. (Bu tür insanlar kendilerini her zaman haklı zannederler.)
Yarı kırgın, yarı küskün halde mırıldandı:
- Senin durumun başka, benim durumum başka.
- Anlamadım, konuyu biraz aç.
- Başkasının söylediğini, bir başkasına ulaştırmak kolaydır!
- Yani sen şimdi yenge düğünden önce lazımdır, demek
mi istiyorsun?
- Yenge değil, konuyu açacak birisi gerekiyor!
- Yani aracı, öyle mi?.. Kusura bakma, kardeş, bu benim
yapabileceğim bir iş değil.
- İstesen yaparsın. Elçiye zeval olmaz. Onların sana karşı
büyük hürmeti var.
- Atalarımız bu konuda ne demişler biliyor musun? “Gönlü balık isteyen kendisini soğuk suya atar.”
- Elimden gelecek bir iş olsaydı, sana yalvarmaz, ağzımı
açmazdım.
Vugar hayret ifadesi olarak ellerini yana açtı.
- Sen çok değiştin, İsmet,- dedi. – Ben seni tanıyamıyorum
artık. Kızların başına torba takıp oynatan feleğin çarkından
geçen genç şimdi eli kolu bağlı aciz kaldı.
- Ben aciz kaldım, avare oldum, sense bana gülüyorsun!
- O kızı gerçekten seviyor musun?.. Samimi misin?
90
Vicdan Sustuğunda
- Şaka yapacak mevzu mu buldum?!
- Niye şaka olsun? Doğrusunu bilmek istiyorum.
- Sevginin doğrusu, yalanı olmaz!
- Ama, laf aramızda, sende oluyor. Bundan bir yıl önce
Zarife diye bir kıza vurulmuştun. Geceleri adını uykuda sayıklıyordun. Köye, annene, tasını tarağını satıp nişana hazırlık
yap, dedin. Sonu ne oldu?.. Ondan öncekileri, şapka gibi yılda
bir değiştirdiğin kızları şimdi söylemeye gerek var mı?
İsmet sinirlendi:
- Geçmişe, mazi diyorlar. Ben o konuları artık bitirdim.
Ama sen...
- Evet, ben... Sonra?... Açık konuş, homurdanma.
- Sen ise her şeyi gizliyorsun. Düşündüğünü açıkça söylemekten korkuyorsun.
- Mesela; nerede, ne zaman ve ne hakkında?
- Sevdiğin kız hakkında! Profesör Söhrap Güneşligilde! O, Vugar’ı sanki cinayet işlerken yakalamış gibi kükredi: Merhamet Hanım sana nişanlını sormuş, ona nasıl cevap verdin?
- Hatırlamıyorum.
İsmet sesindeki suçlayıcılığı artırarak:
- Nişanlım filan yok, demişsin. Çok masumsun ve suçsuzsun.
- Öncelikle, öyle bir konuşma olmadı. O, bana öylesine
evli olup olmadığımı sordu. Ben de dedim ki...
- Ne dediğin belli oluyor!.. Kendini sütten çıkmış ak kaşık
gibi görüyorsun.
- Yalan!
- Yalan değil, beyaz yalan!.. Öyleyse Arzu kim? O, senin
neyin oluyor?!
- Arzu benim sevgilim. Ama daha nişanlı değiliz. İş resmiyete dökülmeden hangi hakla ben bunu herkese söyleyeyim?
91
Vidadi Babanlı
Vugar’ın sade ve net mantığı İsmet’i susmaya mecbur etmişti. Fakat o, yine de söylenmeyi bırakmadı. Kaşlarını çatıp,
yüzünü yana çevirdi. Vugar münakaşayı devam etti:
- Mademki konuyu açtın sonunu da getir bari. Bizim orada konuştuğumuz şeyleri sana kim söyledi?
- Merhamet Hanım’ın kendisi! - İsmet duvara dönüp konuştu.
- Bugün mü?
- Evet, bugün… Bana seni tanıyıp tanımadığımı sordu.
Ben de kardeşim olduğunu, beraber kaldığımızı söyledim. Bu
sözlerden sonra beni sorguya çekti. Ben de hiçbir şeyi saklamadım. Bildiğim her şeyi açıkça söyledim.
- İyi yapmışsın, o zaman niçin hala sinirleniyorsun?
Başka ne konuştunuz?
- Başka hiçbir şey. Baştan sona kadar seni konuştuk.
İsmet ara verdi. Vugar’a döndü. Sesinin tonunu alçalttı,
birden yumuşadı.
- Ben bir şeyden şüpheleniyorum, Vugar.
- Niçin? Vugar, lakayt bir şekilde sordu.
- O kadının seninle ilgilenmesinden.
- Kızını bana mı vermek istiyor, yani?
- Sanırım öyle bir düşüncesi var… - İsmet gözlerini Vugar’dan çevirdi yere dikti. - Ben ona senin sevgilinin olduğunu
söylediğimde biraz daldı, kaldı.
- Kalbi doğru bir insan değilsin, İsmet! Neler düşünüyorsun?
Vugar, başını sallayarak yatağına doğru gitti. – İlgilenince
ne olur?.. Tanıdıklar kocası beni kendi oğlu gibi görüyor. Kadınlar her şeyi merak eder, biliyorsun. Bu onların hastalığıdır:
İyisinin de kötüsünün de! Tek kelimeyle senin şüphelenmene
hiç gerek yok. Ama benim tereddütlerim yavaş yavaş doğru
çıkmaya başlıyor.
92
Vicdan Sustuğunda
O, bir hayli düşündü. Sonra elinde olmadan konuşmasını
sertleştirdi.
- Bölümünü niçin değiştiriyorsun?
İsmet, Vugarın bu tarz sert çıkışına alışık olmadığından
birden durakladı. Kirpiklerini kırpa kırpa konuştu:
- Hoşuma gitmediği için.
- Hoşa gitmemek basit bir sebep, bunun ilimle alakası
yok! – Vugar, ondan rahatsız olduğunu hisseder şekilde baktı.
– Güneşli’nin ailesine yakın olmak için böyle bir şey yaptın,
değil mi?
- Diyelim ki öyle, sana ne?
- Beni ilgilendirmez. Senin için diyorum. Bölüm değiştirmeden de o dediğini yapabilirim. Bilimi kız tavlamak, niyetiyle aşka kurban vermek affedilmez.
- Belki başka sebepler de vardır, nereden biliyorsun?
- Hayır, benimle kafa bulma, İsmet. Başka sebep olamaz.
Aklını başına topla. Senin kendi sahan hiç de fena değil. Modern kimyanın problemleri her geçen gün artmaktadır. Bu
alanın geleceği parlaktır.
- Ben hiç de gelecek görmüyorum.
- Çünkü sevgi gözlerini kör etmiş! – Vugar, acı acı güldü.Kardeşim şapkanı önüne koy iyice düşün. Sen kendine güzel
bir yol seçtin. Güneşli ile akraba olup şan, şöhret kazanmaya
çalışmak ahlaksızlıktır.
- Bana nutuk çekme!
- Nutuk çekmiyorum sana gerçekleri söylüyorum. Asistanlık süresinin çoğu gitti, azı kaldı. Sen de bölüm değiştirme
düşüncesindesin, ayıp değil mi?
- Hiç de değil. Aksine tam zamanı.
- Nasıl zamanı? Herkes tezini tamamlayıp savunduktan
sonra mı?
- O, ağzı bağlı bir bohçadır. Savunmayı kim nerede, ne
zaman yapar, belli olmaz. Bazılarının sahte övmelerinden gözü kör olmasın. Sonra ah vah ederler.
93
Vidadi Babanlı
- Bazı şahısların övmeleri gözünü kamaştırır. Zayıf iradeli
insanlar ümidini başka şeylere bağlarmış.
- Hayat tesadüflerle doludur. Birçok ihtiyaç da bunlara
bağlıdır. İlimde de böyledir. Önceden yapılan planlar, projeler
genellikle iflas edebilir.
- Yanlış bir düşünce! Metafiziktir!
- Bu düşünce bana ait değildir. Meşhur İngiliz bilim adamı Josef Pristli’nin fikridir. Modern kimyada çok önemli bir
yere sahip olan gazı keşfeden, hayatımızı kolaylaştıran bir ilim
adamına karşı bunu söylemek haddi aşmaktır.
- Pristli’ye kadar ve ondan sonra bu sahada araştırma yapan ilim adamı az değildir. “Flogiston” nazariyecileri daha
sonra Kelmont, Boyl, Lord Keendiş, Lavuazye!
- Paskal, Faradey, Valter Nernst vs.
- Evet, belli sahada onlar da… Yani ilim dünyasında senin dediğin gibi tesadüfe yer yok. Bir düşünce kendisinden
önceki fikirden doğar. Biri diğerini farklı yollarla geliştirir,
tamamlar.
- Sen kimi?!
- Biz büyük bilim adamlarından bahsediyoruz.
- Sen de büyüksün ya! Her yerde senden övgüyle bahsediyorlar!
- İşe bak! Kendi sütkardeşin bile beni kıskanıyor. Az çok
elde ettiğin şöhrete dayanamıyor… Seni gidi köftehor! – Vugar,
üzüldü. Ona çok ağır cevap verip haddini bildirmek istedi.
Ama ne faydası olacaktı ki? Aklına Cennet Ana geldi. Onların
küsmesi, aralarının açılması onu da üzüyor canını sıkıyordu.
Birkaç defa bu konuda Vugar’a kızgınlığını belirtmişti. Ona
yalvarır bir tarzda: “ Sen ona aldırma ne olur! – demişti - Onu
idare et, yabancı birisi değil ki senin sütkardeşin. Allah herkesi aynı yaratmamış. O da böyle bir insan işte. Sen üzerine
gitme. Bir gün gelir, her şeyi anlar… Sizin aranız açıldığında
benim de günlerim berbat oluyor. Benim için onun hareketlerini, sözlerini hoş gör.”
Vugar, iç çekti, sustu.
94
Vicdan Sustuğunda
II. Fasıl
1. Bölüm Son günlerde Merhamet Hanım, çok düşünceli görünüyordu. Genellikle o gecenin geç vakitlerine, saat on bir on ikiye kadar, ayak ayaküstüne atıp koltukta oturur, sallana sallana dost ve arkadaşlarıyla şen şakrak telefonda sohbet eder,
filmlere bakar, sunucunun “İyi geceler...” deyip televizyon
programlarının bittiğini söylediğinde koltuğundan kalkar
esneyerek yatak odasına çekilirdi. Burada, garip yaz akşamları gibi gönle sürur veren, mavi lambanın latif ışığı altında,
iki kişilik alçak, yaylı yatakta o kadar huzurlu, o kadar tatlı
uyurdu ki görenler ona imrenmekten kendisini alamazdı.
Ama son birkaç gündür Merhamet’in o güzel, tatlı uykusuna zehir karışmıştı. Yatağında adeta kıvranırdı. Ağır vücudunu bir taraftan diğer tarafa çevirdiğinde yatağın altındaki
yayların gıcırtısıyla, şikâyetleri birleşirdi.
O, ne düşünüyor? Bu şen şakrak kadının derdi ne idi?
Onun her zamanki sevinçli, dinç, gönlü rahat kadının böyle
olmasına kim sebep olmuştu? Bunlar şimdilik anlaşılmaz sır
idi. Ailede hiç kimse bu sırrı çözemezdi. Her gün bir şikayetten dert yanardı. Bazen başı ağrır, bazen böbreğinden rahatsız
olduğunu söylerdi.
Merhamet Hanım’ın bugün de keyfi yoktu. Her zaman
yaptığının aksine, bugün sağa sola ne telefon etti, ne de dizilere baktı. Akşamın erken saatlerinde yatak odasına geçti. Yatağın yaylarını gıcırdatarak bir sağa bir sola döndü.
Gece yarısı geçti. Alagzöz’le dedesi uyuduktan sonra kalkıp yastığa dirseğini koydu. Nazlanarak diğer odaya seslendi:
- Söhrap, Söhrap!
Cevap gelmedi. Merhamet yorganı üzerinden attı, yatağa
bağdaş kurdu. Sesini yükseltti:
- Hayatım, niçin sesin çıkmıyor?
95
Vidadi Babanlı
Söhrap, onun kendisine seslendiğini yine işitmedi. Merhamet Hanım sinirlendi. Yataktan güç bela indi. Geceliğini
giyip terliklerini şakırdata şakırdata eşinin odasına yöneldi.
Profesör meşgul idi. Uzun enli masanın üstünde deste
deste notlarından oluşan yazılar, kitaplar, bilimsel ve tekniki
dergilerle dolu masada, zürafa boğazına benzeyen lambanın
sarıya çalan ışığı altında belini eğip oturmuş, bir kısmı ağarmış gür saçları sanki rüzgâr vurup dağıtmış gibi bölünmüş bir
kısmı alnına, bir kısmı da kulaklarının arkasına dökülmüştü.
Merhamet Hanım bir dakika kapının önünde bekledi.
Eşine uzaktan imrenerek baktı. Hoca çok dalmıştı. O, bazen
bir eyler yazıyor bazen de elini alnına koyup bir şeyler düşünüyor, tekrar kalemi eline alıyordu.
Merhamet Hanım ona iyice yakınlaştı. Yanında durdu.
Söhrap’ın önünde duran kâğıtlarda zincirvari dizilmiş kimya
formüllerine nefret nazarıyla baktı, sinirlenerek sallandı:
- Niçin konuşmuyorsun? Yanına geldim.
Profesör kulağının dibinde bomba gibi patlayan bu sesle
birlikte irkildi. Başını ağır ağır çevirip sakin, aynı zamanda
dalgın bakışlarını burnunun üstüne kadar düşen gözlüğünün
üzerinden baktı, hiçbir şey demedi.
Söhrap’ın lakaytlığı, Merhamet’i çileden çıkardı:
- Niçin susuyorsun, dilin mi tutuldu?
Anlaşılan Profesör kendisini işinden ayıramamıştı. Hanımının serzenişine aldırış etmedi, sessizliğini korudu. Merhamet Hanım kükredi:
- Anan seni taş mı doğurdu? Bu ne biçim hayat? Gece
gündüz çalışıyorsun! Senin başka işin yok mu? Çoluk çocuğun
yok mu?
Profesöre bu sözler de pek tesir etmedi. İstemeyerek konuştu:
- Ne oldu, Mehri? Yine neye hırslandın? – Garip bir ses
tonuyla sordu.
96
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım, daha fazla çıngar çıkarmadı. Küsüp
yüzünü başka tarafa çevirdi. Derinden nefes aldı. Konuşmaya
başladı:
- Dışardan görenler benim çok mesut olduğumu sanırlar.
Bilmezler ki dışım başkasını yakar içim beni… Herkesin eşi
var, insanın imrenesi geliyor. Hanımlarını başları üzerinde
gezdiriyorlar. Konuştuklarında “canım” diyorlar. Benim ki
de… adı erkek. Seslendiğinde sesi de çıkmıyor. Ne gençliğinden fayda gördüm, ne de ihtiyarlığından!...
Profesör eşinin şikâyetlerini sabırla dinledi. O, sözlerini
bitirdikten sonra yine gülümseyerek cevap verdi:
- Merhamet yine ne oldu söyle bakalım? Niçin canın
sıkkın?
- Ne demek ne oldu? – Merhamet Hanım cilvelendi- Sen
erkek misin yoksa taş mı?
- Ne biçim konuşuyorsun, Merhamet?
- Sen söyle bakalım, hangisisin?
Profesör, hiç aldırmadı. İşi şakaya vurdu:
- Sen hangisi dersen oyum
- Bana kalırsa sen erkek değilsin!- Kadın sinirinden
titredi. - Evet erkek değilsin! Eğer erkek olsaydın bütün ömrünü bu kâğıtların arasında, labaratuvarda, toplantılarda,
fabrikada geçirmezdin. Hiç olmazsa ara sıra eşini, çocuklarını
da düşünürdün. Onların da dertleriyle ilgilenirdin. Sabah
erkenden kalkıp işe gidiyorsun akşam gelince de burada devam ediyorsun. Ne evin işlerinden haberin var, ne de hasta
sökel olandan.
Söhrap hiçbir şey demedi. Sakince ayağa kalkıp eşinin
yüzüne dalgın dalgın baktı. Sonra ne düşündüyse yavaşça
başını salladı, çalışmaya devam etmek istedi. Merhamet
Hanım eşi olmasının verdiği düşünceyle kalemini elinden aldı
bir tarafa attı.
- Yeter artık!
97
Vidadi Babanlı
Söhrap soğukkanlılığını korudu. Söz dinleyen çocuk gibi
geri çekildi. Masaya yaslandı, ellerini göğsüne bağladı, burnunun ucundaki gözlüğünü geriye doğru çekti, bekledi. Soğuk
bakışlarla hanımını süzdü.
Merhamet Hanımın sinirleri yatıştı. O, sadece inatla yoğrulmuş akılsız bir kadın değildi. Ortama göre hareket eder,
çılgınlıkla beraber, yeri geldiğinde çok mülayim olur, alttan
almasını bilir, bütün bunları ustalıkla becerirdi. Özellikle de
Söhrap’tan bir şey talep ettiğinde onun karşısında ipeğe dönerdi. Ağzından bal dökülürdü. Söhrap işten geldiğinde onu
kapıda güler yüzle karşılar, bin bir türlü cilve ile koluna girer,
onu konuştururdu:
- Nasılsın hayatım? İşlerin nasıl geçti? Bugün seni çok
özledim, yolunu gözledim! Derdi.
Bu gönül alıcı sözlerle o, Söhrap’ın elbiselerini çıkarmasına yardımcı olur, elin yüzünü yıkayınca havlusunu tutar, etrafında pervane gibi dönerdi. Yemekte de kızının, kayınpederinin yanında işi şakaya vurup eşinin boynuna sarılır, onu
öperdi. Yemekten sonra Söhrap dinlenmeye çekildiğinde onun
yanına giderdi. Yeni gelin gibi ona cilve yapar, maksadına nail
oluncaya kadar da bu edasını sürdürürdü.
Söhrap ev işlerine fazla karışmazdı. Merhamet Hanım’ın
dediği gibi ev işlerinde yüzü yoktu. Gece gündüz bilisel
çalışmalarla vakit geçirirdi. Para işlerinden nefret ederdi. Canının sıkılmasındansa hanımının istediklerinin yerine gelmesi için elinden geleni yapardı. Yeter ki sinirlenmesin, ailenin
ağzının tadını bozmasın.
Merhamet’e de zaten bu lazımdı. Ta gençken eşinin zayıf
yönlerini keşfetmişti: Evinin tek sahibi olmuştu. Her şey onun
elinden geçiyordu. Hatta bazen Söhrap’ın arabasını da o eve
getiriyordu.
O, şimdi de bir yol buldu. Hemencecik yumuşayıverdi.
Kollarını açıp Söhrap’ın üzerine atıldı, yalvarmaya başladı:
- Canım benim! – Bu kadar çalışmak yeter artık. Kendine
acımıyorsan bari bana acı. Öbür odada yalnız kaldım, gözüme
98
Vicdan Sustuğunda
uyku girmiyor. Sanki duvarlar üzerime geliyor. Hadi kalk yatalım!
Söhrap hanımının niyetini anladı. Omuzları kalka kalka
gülmeye başladı:
- Sen ne kadar şen şakraksın Merhi! Sanki yirmi, yirmi
beş senelik hanım değil de, yeni gelin gibisin.
- Sen yeni gelin diyorsun, Söhü! Ben şimdi beş yaşındaki
çocuk gibiyim. Kalk hadi.
- Ama benim işim var!
- İş kalmıyor ya! Yarın yaparsın.
- Yarının da kendin göre işleri var ama.
- Tamam inat etme! Kal gidelim
- Sen git, ben işimi bitirir gelirim.
- Öyle şey olmaz.- Merhamet masanın üstündeki yazılara
nefretle baktı. Onları kenar itti. – Bak bunlar bizim aramızı
açanlar. – dedi. – Bunları her şeyden çok seviyorsun. Bunlar
benim düşmanın. Sevgilimi elimden alıyor, onunla sohbet
etmeme engel oluyorlar. Seni onlardan kıskanıyorum, Söhü!
Söhrap güldü:
- Sen her geçen gün çocuklaşıyorsun, Merhi, başka birisi
oluyorsun. Meninle dalga mı geçiyorsun?
- Hayır Söhrap, doğru söylüyorum.
Merhamet kollarını eşinin boynuna attı.
- Dur, lütfen dur!
Kadının hal ve hareketi, Söhrap’ın inadını kırdı. Yatak
odasına geçtiler. Yatağa uzandılar. Bir süre hiçbirinin sesi çıkmadı.
- Beni bu mesele çok rahatsız ediyor, Söhü!
- Hangi mesele?
- Alagöz’ün meselesi.
Hanımının sözlerine pür dikkat dinleyen Söhrap birden
endişelendi, korktu. O, kızını çok seviyordu. Alagöz on dört
99
Vidadi Babanlı
yaşında kalp hastası olmuştu. Söhrap onu bütün doktorlara
gösterdi, gezdirmediği şehir kalmamıştı. Bütün doktorlar aynı
şeyi söylüyordu: “Rahatsız olmayın. Korkulacak bir şey yok.
Kız evlenince bu hastalık da tamamen yok olacak. Epilepsidir…”
Söhrap aceleyle sordu:
- Yoksa, hastalığı yine şiddetlendi mi?
- Hayır! Maşallah çok iyi…
- Dersleri mi zayıf?
- Düşündüğüne bak… Başka bir mesele.
Söhrap loş ışıkta eşine manalı manalı baktı. Onun yarı
açık dudaklarında sihirli bir gülümseme vardı.
- Niçin bana öyle dik dik bakıyorsun? Anlamadın mı?
- Hayır, hiçbir şey anlamadım.
- Ah cahil!! – Merhamet, artık konuşmuyor içten içe kaynar gibi gülüyordu. Eşinden ayrıldı, sırt üstü yattı. Kollarını
yanlarına açtı sevinçle genleşti. – Kızın büyüdü, artık yirmi
yaşına bastı.
Söhrap bu sözlerden de bir şey anlamadı. Sorgulu bakışlarla hanımına baktı.
- Şimdi de mi anlamadın?
- Yok, hayır!
Merhamet hanın biraz sessiz kaldı. Sonra yavaş yavaş
tekrar konuşmaya başladı:
- Kızın evlenme meselesini diyorum! Artık vakti geldi.
Gelin etmenin zamanıdır. Evde biraz daha kalsa hastalığı şiddetlenecek. Doktorlara göre onu biz iki sene önce gelin etmeliydik.
Söhrap derin derin düşünmeye başladı. Merhamet Hanım
ara verdikten sonra sevinçle fısıldadı:
- Kızımız için ben çok güzel bir damat buldum. Senin
düşünceni de almak istiyorum.
100
Vicdan Sustuğunda
- Buldun mu?
Merhamet, Söhrap’ın cevabındaki kinayeyi anlamadı.
Yüksek sesle devam etti:
- Evet, buldum! Biliyor musun kim o? O gün bize gelen
genç.
- Bize gelen mi?
- Evet, o senin meşhur asistanın… - Merhamet Hanım’ın
sevinçli gözleri güneşe tutulmuş ayna gibi parladı. – Çocuk
çok hoşuma gitti. Ben de damadımızın güzel ve akıllı olmasını istiyorum. Geleceği de kendisi gibi parlağa benziyor. Nasıl
bulmuşum ama?
Söhrap hiçbir şey demedi. Sabırsızlıkla ondan cevap bekleyen Merhamet Hanım daha fazla dayanamadı:
- Sana ne oldu böyle? Niçin bir şey demiyorsun?
Söhrap sinirlendi cevap verdi:
- Ben bu konuda hiçbir şey demeyeceğim, Mehri! Böyle
lüzumsuz işlerle uğraşmamanı tavsiye ederim. Kızla oğlanın
hiçbir şeyden haberi yok, sen kendi kendine gelin güvey
oluyorsun! Kendi kızının dünürlüğünü de kendin mi yapmak
istiyorsun? Ayıp değil mi?
- O da ne demek! Neden ayıp oluyormuş? Bunun neresi
ayıp? Bir kız bir oğlanındır. Öyle değil mi?
- Bir kız bir oğlanındır, ama bu şekilde değil.
- Ne var bunda?
- Kızla oğlan birbirini sever, aile de ister.
- O adet şimdi modadan düştü. Senin dediğin aşk şairlerin çok eskiden uydurduğu palavradır. Aile kurmak için daha önemli şartlar gerekir. Bir defa senin kızın evden dışarı
çıkmıyor. Bütün gün ders çalışmakla, kitap okumakla meşgul. Hiç kimseyle konuşmuyor, dostluk kurmuyor. Utanır.
Söhrap artık hiçbir şey duymuyordu. Bu sözler onu başka
bir aleme götürmüştü. Çok eski bir mesele, hatırladıkça yüreğine köz gibi düşen bir meseleydi bu…
101
Vidadi Babanlı
2. Bölüm …Söhrap Bakü’de yüksek okulu bitirip köyüne döndü. Bir
yıl öğretmen olarak görev yaptı. Sonra okulda müdür oldu. (O
yıllarda ortaokul öğretmenlerine ihtiyaç çoktu.) Ona tabanca da
verdiler. Silahlanıp dağlara çıkan, düşmanlar ara sıra köylere
baskın yapıyor, genç Sovyet öğretmenlerini amansızca öldürüyorlardı. O yıllarda onlarca doktor, öğretmen, işçi kurban
gitmişti. Birçok devlet dairesi, okul yakılmıştı.
Söhrap tabancasını sürekli hevesle taşıdı. Ütülenmiş jilet
gibi pantolon, güzel gömlek, çizme çekip köyde dost düşman
önünde gururla gezdi. Genç, delikanlı birisi için bu az bir
saadet değildi!
Söhrap mutluluğunu şehirde devam ettirmek istedi. Talebelik yıllarında pejmürde giyimiyle, ezile büzüle geçtiği yollardan şimdi gururla yürümek istiyordu. Yanından imrenerek
geçtiği lüks restoranların, kahvehanelerin cebi dolu müşterisi
olmanın, sinemaya gitmenin, tiyatroları takip etmenin elbette
ayrı bir zevki vardı!
O, yaz tatilinde Bakü’ye geldi. Ağzına o zamana kadar içki
almamıştı. Aslında içkiye hiç hevesi de yoktu. Merak için lüks
restoranları ziyaret etti. Buralardaki eğlenceyi doyuncaya kadar takip etti. Tiyatrolara, sinemalara gitti. Sevincinden ayakları yere basmıyordu.
O, sokaklarda, tiyatro ve sinema önlerinde kol kola gezen
gençler görüyordu. Onlara imrenerek bakıp yanlarından geçiyordu: Keşke benim de güzel bir kız arkadaşım olsaydı…
Söhrap’ın bu gençlerden neyi eksikti? Giyimi kuşamı yerinde,
yanakları sanki dağ lalesi gibi kırmızı idi. Cebinde para kum
gibiydi!
Bir akşamüstü yolu bankaya düştü. Niçin olduğunu o da
bilmiyordu. Kasada şık giyimli bir bayan vardı, vezneden aldığı paraları sayıyordu. Söhrap onu dışarıdan görmüştü.
Camların ayrılan beri tarafında kadından başka hiç kimse
yoktu. Söhrap ileri yürüdü, kadına yaklaştı, gözlerini onun
102
Vicdan Sustuğunda
yüzüne dikti. Bayan onun bakışlarını hissetmişti. Nazik parmaklarını biraz önce kasadan alıp saymaya başladığı paradan
ayırdı, yanında duran Söhrap’a bakmaya başladı. Söhrap bu
sert bakışlardan hiç rahatsız olmadı. Huşu ile başını aşağıya
eğdi.
Genç kadın yüzünü ekşitti, ona arkasını döndü. Parayı
saydıktan sonra cüzdanına koydu, tekrar döndü, sert bakışlarını Söhrap’a çevirdi, dışarı çıktı. Söhrap biraz önceki durumunu bozmadı. Onun imrenen bakışlarında şimdi de, nedense, biraz üzüntü ve acıma hissi vardı, boynu bükülmüştü.
Genç kadının sinirleri birden gevşedi. Söhrap’ın kendisini
para için takip etmediğini anladı. Yüzündeki memnuniyetsizlik ifadesi bir anda tebessümle dağıldı. Bakışları yumuşadı:
“Belki tanıdık birisidir.” diye düşündü. Başını kaldırdı, Söhrap’ı daha dikkatli süzmeye başladı. Gencin halini bozmadan
duruşu, onu biraz daha cesaretlendirdi. Samimi bir ses tonuyla:
- Bir şey mi lazımdı? –dedi.
Söhrap sanki derin uykudan uyandı. Kadının onunla konuşacağına ihtimal vermemişti. Heyecandan boğazı kurudu:
- Ba… Bana?.. O, konuşmakta güçlük çekti. Yanaklarının
kırmızısı daha da koyulaştı. …-Sizin sağlığınız…
Genç kadının zarif dudaklarında tebessüm belirdi. Hiçbir
şey demeden yavaşça kapıya doğru yürüdü. Acele edip gençten kurtulmak isteyen bir hali yoktu. Bunu Söhrap da hissetti. Böyle işlerden pek anlamıyordu. Dışarı çıktı, beklemeye
başladı. Söhrap’ı kendisi konuşturdu:
- Affedersiniz, nerelisiniz? – dedi. - Bakülü birine benzemiyorsunuz.
Söhrap sadece konuşmasıyla değil, giyim kuşamıyla da
Bakülü gençlere benzemiyordu. Genç kadın onun kırılacağını
düşünüp bunları söylemek istemedi. Söhrap yavaş yavaş:
- Gencebasardanın, - dedi.
- Hayırdır, niçin buraya geldiniz?
103
Vidadi Babanlı
- Öylesine gezmeye.
Genç kadın başını salladı. Sokağı dönüp yavaş yavaş yola
devam etti. Söhrap yerinde kalakaldı. Genç kadının arkasından tereddütle baktı. Onunla gidip gitmemeye karar veremedi.
Kadın dört beş adım yürüdükten sonra geri döndü.
- Peki niçin gidip gezmiyorsun? –dedi.
Söhrap şaşırıp kaldı. Bu sorunun cevabını nasıl yormalıydı? Onunla dost olmak istiyor muydu acaba?
Söhrap tereddütle ona yakınlaştı:
- Yalnız sıkılıyorum. -dedi.
- Yalnız mı? – Kadının kirpikleri oynadı. Dudaklarında
samimi bir gülümseme belirdi. Hemen ciddileşip yoluna devam etti.
Söhrap da onu takip etti. Bir hayli sessizce yürüdüler. Kadın çok dalgın idi. Söhrap çok heyecanlanmıştı. Birden yüreğindeki dilinin ucuna geldi:
- Sizinle arkadaş olabilir miyim?
Kadın şaşırır gibi oldu.
- Ben mi?
Onun ses tonundaki garip ifade Söhrap’ı da şaşırttı. Ama
kendisine hâkim oldu hemen. Bütün cesaretini toplayıp genç
inatla devam etti:
- Evet, -dedi. Daha ne zamana kadar beklemeli idi? Ya
evet, ya da hayır!
Kadın gözlerini süzdü. Gülümsedi. Çok garip bir gülüş idi.
Söhrap bunun takdir mi, alay mı olduğunu anlayamadı.
Sahil sokağına indiler. Buradan da Bayıl tarafına yöneldiler. Söhrap ümidini kaybetmiş kadının kendisiyle alay ettiğini düşünmeye başlamıştı. Ama ondan ayrılamadı.
Kadın birden durdu. Söhrap’a döndü, düşünceli düşünceli
sordu:
104
Vicdan Sustuğunda
- Siz nereye gitmek istiyorsunuz?
Söhrap şaşırdı. Sorunun ne anlama geldiğini anlamadı.
Kadının yüzüne öylesine baktı kaldı:
- Siz nereye gidiyorsanız, ben de oraya. –dedi.
Kadın kirpiklerini indirdi. Bir şeyler düşündü. Sonra karşısında her emre amade vaziyette duran genci süzdü. Söhrap
dikkatlice onun gözlerinin içine baktı. Simsiyah gözbebeklerinin derinliklerinde gizli bir keder ifadesi vardı.
- Gideceğimiz yerde bir şey olsa beni korur musun? –dedi.
Söhrap durakladı. Bu ne anlama geliyordu? Kadın daha
açık konuştu:
- Diyelim ki seninle restorana gittim… Birden orada bana
birisi sataşsa, beni korumaya gücün yeter mi?
Kadının yumuşamasına sevinen Söhrap elinde olmadan
belindeki tabancayı yokladı. Dili kalbinden önce:
- Benim yanımda hiç kimse sana bir şey diyemez!
Kadın dikkatli bakışları ondan ayıramadı.
- Öyle ise önce tanışalım, benim adım Ziynet.
- Benimki de Söhrap.
- Memnun oldum! – Kadın altın saatine bakıp acele etti.vakit geçiyor, hadi acale edelim. –dedi.
Söhrap kulaklarına inanamadı. Bu güzel kadın gerçekten
mi onunla restorana gidecekti. Kalbine bin bir türlü şüphe
geldi. Ayaklarının takati kesildi. Artık çok geç oldu, sözünden
de dönemezdi. Elini beline uzattı, tabancasını kontrol etti.
Henüz erken olduğu için restoranda çok az insan vardı.
Beyaz örtülü, satranç resimlerinin olduğu masalar paralı müşterileri gözlüyordu.
Restorana önce Ziynet girdi. Ancak oturmak için acele etmedi. İçeridekileri dikkatlice süzdü. Bakışları masalarda sanki birini arıyordu. En sonunda bir köşede oturanları görünce
gözlerine kin bürüdü.
105
Vidadi Babanlı
Onlar iki kişi idiler. Sanki yılların hasretini gideriyormuş
gibi birbirlerine sokulup sohbet ediyorlardı. Öncelerinde çeşit
çeşit yemek ve iki boş şampanya şişesi vardı. Birisi daha yeni
yarılanmıştı.
Ziynet’in beti benzi attı. Birden başı döndü dengesini kaybetti, ama kendisine hâkim oldu. Söhrap’ın koluna girip kendisine geldi. Gürültüyle, ayakkabılarının tabanına basa basa
en üst başa geçti. Yeni misafirleri garsonlar da diğer misafirler
de gözlerinin ucuyla süzdüler. Ama köşedeki iki kişinin hiçbir
şeyden haberi yoktu. Kafaları öyle karışıktı ki top atılsa duymazlardı.
Ziynet öndeki masaya oturdu. Yüksek sesle garsonları
çağırdı. Söhrap’a da karşı karşıya oturmayı teklif etti. İçkilerin ve yemeklerin adını hemen söyleyip yüksek sesle siparişlerini yaptı. Gözlerini de yan masada oturanlara dikti.
Onun bu anormal hareketleri Söhrap’ı şüphelendirmeye
başladı, dönüp o da Ziynet’in biraz önce baktığı masaya göz
attı. Ama orada hiç de anormal bir şey görmedi. Gür, kıvırcık
saçlı esmer bir gençle bir kız baş başa vermiş sohbet ediyor,
konuşup gülüyorlardı.
Garson hemen geldi. Yemekleri özenle masanın üstüne
dizdi, müşterilerine tazimde bunup ayrıldı. Bardaklara şarap
koydu.
Ziynet yemeğe dokunmadan şişelere el attı. Söhrap’a konyak kendisine de şarap koydu. Kadehi başının üstüne kadar
kaldırdı, Söhrap’ın kadehiyle tokuşturdu. Yüksek sesle:
- İçelim, -dedi. – Her ikimizin sağlığı için içelim.- dedi.
Söhrap, onun niçin bu kadar yüksek sesle konuştuğuna
bir anlam veremedi. Ziynet niçin kendisini kaybetmişti?
Ziynet kadehi dudağına yakınlaştırdı, ama içmedi. Yerine
koydu. Söhrap’ın kulağına eğilip:
- Beni bağışlayın, siz içmeye devam edin. – dedi.
Söhrap istemeyerek kendi konyağını içti. Ziynet bi kadeh
daha doldurdu, elini eline vurup kahkaha attı. Bu gülüşe
106
Vicdan Sustuğunda
Söhrap bir anlam veremedi. Ziynet deli gibi tekrar bir kahkaha attı. Yanaklarından damla damla yaşlar inmeye başladı.
Bu gülüş hayra alamet değildi. Sesi titremeye başladı. Ağlıyordu. Kederini gizlemek için gülerek ağlıyordu.
Restorandakiler şaşırıp kalmışlardı. Herkes onlara bakıyordu. Nihayet yandaki masadakiler de sohbetlerini bitirdiler.
Kıvırcık saçlı genç sinirlenip geri döndü. Bu ne biçim gülme
böyle? “ demek ister gibi bir hali vardı. Ama birden kelimeler
ağzında kaldı. İçkiden mi yoksa kadın sesinden mi nedense
kızarmış suratı birden bembeyaz kesildi. Gözleri biraz önce
hayret içerisindeyken şimdi hiddette halka gibi açıldı.
- Ziynet?!!!
Gencin sesi restoranda dalga dalga dağıldı. Ziynet bu vahşice çığlıktan zerre kadar etkilenmedi. Parmaklarının ucuyla
nemli kirpiklerini kimseye aldırmadan sildi, sesin geldiği
tarafa döndü. Gence nefretle baktı, tekrar döndü. Kendisini
mutlu göstermek istercesine kadehi aldı, Söhrap’a döndü.
- Ben seni hiçbir zaman unutmayacağım, sevgili Söhrap!
– dedi birden senli benli konuşmaya başladı. Kendisini onunla samimi br dost gibi göstermeye çalıştı. – Allah bizi hiçbir
zaman birbirimizden ayırmasın, her zaman mutlu yaşayalım!
Söhrap, olanların ne anlama geldiğini şimdi anlamıştı. Bu
güzel ve namuslu kadının restorana niçin geldiğini ortaya
çıktı. Söhrap’ın morali bozuldu. “Demek ki beni buraya
birisinden intikam almak için getirmişti.”
Kıvırcık saçlı genç masasından kalktı onların yanına geldi.
- Ziynet!!!- Sen burada ne yapıyorsun? - diye avazı çıktığı
kadar bağırdı.
Ziynet aldırış etmeden:
- Senin yaptıklarını, dedi.
Oğlan dudaklarını ısırdı.
- Çabuk buradan git,- dedi.
Ziynet, oralı bile olmadı. Kadehini tekrar Söhrap’a uzattı.
Genç kadehlerin tokuşmasına mani oldu. Elinin arkasıyla ka107
Vidadi Babanlı
dehe vurdu, şarap sağa sola döküldü. Kadeh de havada döndü, duvara çarpıp kırıldı.
- Dur, diyorum!!!
- Sen kimsin?
- Kim olduğumu öğreneceksin!
- Git, bunları oynaşına ver!
Gencin dişleri kilitlendi. Gözleri kızardı. Sağ eliyle Ziynet’e
tokat attı, tokat kamçı gibi ses çıkardı.
- Şimdi kalkacak mısın, yoksa!!!
Ziynet aldığı darbe ile sendeledi. Düşmemek için masaya
dayandı. Yüzünün bir tarafı kızarıp yansa da sesini çıkarmadı.
Söhrap’a bakıp: Hani senin erkekliğin nerede kaldı? Dedi.
Söhrap onun dolu dolu olmuş gözlerinden ve tahrik edici
sözlerinden harekete geçmek istedi. Genç ondan erken davrandı. Omzundan aşağı bastırıp:
- Otur, dangalak! Seninle sonra görüşeceğiz! – dedi. Ziynet’in üzerine yürüdü: Kalkmıyor musun?!
- Hayır, - İnatla cevap verdi.Genç titremeye başladı. Ziynet’i ayağının altına almak istedi. İleri atıldığında Söhrap’ın “eller yukarı” sesiyle irkildi.
Genç şaşırdı: “Ağzından süt kokusu gelen bu köy zibi-disi
bana emrediyor! O, bu cesareti nereden alıyor?” diye düşündü. Geri döndüğünde başına dayanmış silahı gördü. Birde yerinde donakaldı. Dili dudağı kurudu, elleri aşağı düştü. Yüzü
sararıp soldu.
Söhrap gencin durumunu görüp cesaretlendi. Hemen ayağa kalktı, rakibini duvara yasladı:
- Defol buradan hemen!!! Yoksa yedi mermiyi de boşaltırım.- dedi.
Gencin morali bozuldu. Sendeleyerek geri çekildi. Kapıya
yöneldi. Silah onu öyle korkmuştu ki ne masadaki kızın feryadını işitti, ne de hesabını ödemek aklına geldi.
108
Vicdan Sustuğunda
***
Gözyaşları Ziynet’in gözlerini yaktı. Hüngür hüngür ağlamaktan kendisini zor tuttu. Söhrap erkekliğini gösterdiğinden memnun kalsa da iştahı kalmamıştı. Boğazından hiçbir
şey geçmedi. Bir müddet öylece sessizce oturdular. Ziynet
garsonu çağırdı, Söhrap’tan önce hesabı kendisi ödedi. Sokağa çıkınca dayanamadı, gözlerinden damlalar yanağına süzülmeye başladı. Hıçkırıklar peşi sıra geldi. Elleriyle yüzünü kapattı, omuzları kalkıp inmeye başladı. Sessizce ağlıyordu.
Söhrap fayton çağırdı. Onu evlerine kadar götürdü. Ziynet
yol boyunca elini yüzüne kapadı, hiç konuşmadı. İçin için
ağladı.
Söhrap çok üzüldü. O, hiçbir şey anlamamıştı. O genç
kimdi? Ziynet niçin ağlıyordu? Olanlara bir anlam veremedi.
Bütün bunların bir anlamı olmalıydı. Söhrap bunda bir iş
olduğunu anlamıştı. Sebep neydi anlamamıştı.
Eve varıncaya kadar bu bulmacayı çözemedi. Kafasındaki
sorular onu rahat bırakmadı. Genç kadına da bir şey sormadı.
Onun derdini tazelemek istemedi. Eve gelince Ziynet memnuniyetle onun elini sıktı. Hıçkırıklara ara verip:
- Çok teşekkür ederim, bana kardeşim gibi yardım ettiniz, - dedi.
Söhrap konuşmadı. Sorgu dolu bakışlarını Ziynet’in gözlerine dikti, ona cevap verecek söz aradı. Ziynet de bakışlarının ne anlama geldiğini anlamış gibi:
- O rezil benim eşimdi. – İç çekip güç bela konuştu. - Bir
sene bile olmadı evleneli… Ama o…
Ziynet tekrar ağlamaya başladı. Tekrar susup devam etti:
- Bilmiyorum. – dedi – Belki doğru bir iş yapmadım. Ama
ondan intikamımı aldım.
Söhrap yine konuşmadı. Ne diyebilirdi ki? Aile hayatı, aile
kavgaları ona uzak şeylerdi.
109
Vidadi Babanlı
Ziynet nispeten sakinleşti. Çantasından mendilini çıkardı,
gözyaşlarını sildi. Dudaklarında ılık bir tebessüm belirdi hemen kayboldu.
- Beni affedin, Söhrap kardeş.- dedi.- Sizi de zor durumda
bıraktım, moralinizi bozdum… Keşke benimle restorana gitmeseydin, o terbiyesize ben bir şekilde haddini bildirirdim.
Söhrap itiraz etti:
- Öyle söylemeyin, kırılırım.-dedi.- Ben sizi yardım ettiğim
için çok mutluyum. Gerekirse yardımınıza her zaman hazırım.
- Çok teşekkür ederim…- Kelimeler Ziynet’in dudaklarında kaldı. Tekrar omuzları inip kalkmaya başladı. Söhrapla vedalaştı, yavaş adımlarla evinin yolunu tuttu. Sonra ayakları
birbirine dolaşa dolaşa yürüdü…
***
- Ne kadar çok düşündün, Söhü? Söylediklerim aklına
yatmadı mı?
Güneşli hayalinden geç ayıldı? İstemeyerek cevap verdi:
- Hayır, akla yatacak söz demiyorsun. Kendin de biliyorsun, bu tür sohbetleri sevmiyorum, canım sıkılıyor. Çöp çatanlık etmek, birilerin arasını düzeltmekten nefret ederim.
Edebinle otur, bu yaşta bizi ele güne rezil etme:
Merhamet inat etti:
- Çok korkuyorsun- dedi- Bunda korkulacak, çekinilecek
ne var?
- Bilmiyorum. – Güneşli çok sert konuştu.- kendin bir
düşün konuştukların akla mantığa uyumuyor mu?
- Ben senin fikrini almak için diyorum…
- Bu konuyu kapatmanı istiyorum. Bu son olsun artık, bu
konuda bir şey duymak istemiyorum. Bu meseleyi yarın el
alem duyarsa: “Profesör kendi kızını asistanına yamamak
110
Vicdan Sustuğunda
istiyor, ondan dolayı da ona yardım ediyor.” Diyecekler. Bu
sözler bizi rezil etmek için yeterli olacak.
- Peki, biraz önce dediğin gibi kızla oğlan birbirlerini sevse, o zaman ne diyeceksin? İstemeyenler bu sözleri o zaman
da söylerler.
- Duruma bakarız, o zaman karar veririz! – Güneşli biraz
sustu, tekrar konuşmaya başladı:
- Bak, sana tekrar söylüyorum, Mehi, bu tür planları kafandan çıkar! Yoksa bozuşuruz.
Merhamet Hanım ısrar etmedi. Kocasının tehdidinden
kendisine göre netice çıkardı: Söhrap birkaç yıl önce Ziya ve
Şule meselesini işittiğinde Merhamet’e çok kızmıştı. Onu uzun
süre susturup konuşturmamıştı. Kalbinde hala o uğursuz evlenmenin hacaletini çekiyordu. Şimdi de: “ Bu tür sohbetler
beni üzer, sinirlendirir” diyince bu meseleyi hatırlattı. Merhamet Hanım hileye baş vurdu:
- Canı sağ olsun.- diyerek eşine teminat verdi- Kim kızını
zorla birisine verir? Aslını neslini bilmiyorum ki ona kız vereyim! Öylesine ağzımdan çıktı işte. Seni denemek istedim. O
genci gerçekten beğenip beğenmediğini öğrenmek istedim.
Başka hiç maksadım yok. Senin rızan olmadan bir şey yapmam.
Güneşli sakinleşti. Ama kalbinde bir sızı vardı, gençlik
hatırları onu duygulandırdı. Hanımına arkasını döndü. Birkaç
dakika sonra tekrar hayalleri gençlik yıllarına gitti…
3. Bölüm …Bakü’ye gezmek için gelen Söhrap çabuk yoruldu, hevesi kalmadı. Şuç Ziynet’te idi. O, henüz yirmi yaşına giren
hayatın zevk ve sefasını yeni yeni öğrenen genci kedere sokmuştu. O gece Söhrap uyuyamadı, uykusu kaçtı. Bazen gülüp
eğlenen bazen de için için ağlayan Ziynet’in restorandaki hali
111
Vidadi Babanlı
gözünün önüne geldi, bir an olsun aklından çıkmadı. Rüyasında da o genci gördü. Kavga, gürültü…
Sabah erkenden uyandı. Başı çok ağrıyordu. Dayak yemiş
gibi bütün vücudu sızlıyordu. Önem vermedi. Kalktı direk
Ziynet’in evinin önüne geldi. Burası onun kaldığı otele çok
yakındı. Şehrin en rahat bulunacak yeri idi. Burasını iyi öğrenmişti. Saatlerce burada gezindi durdu. Gözü gelip geçende
idi. Ziynet’i tekrar görmek, onunla konuşmak, hatırını sormak için can atıyordu. Ziynet onu çok etkilemişti, aklından
atamıyordu. Ama arzusuna ulaşamadı… Gerisin geri döndü.
Yüzüstü yatağa yattı. Öylece uyuya kaldı. Akşama doğru kalktı. Lokantaya gitti, iştahsızca akşam yemeği yedi. Tekrar Ziynet’i görmek için yola çıktı. Gece yarısı o bahçede nöbet tuttu.
Bu defa da bir netice elde edemedi. Üç gün boyunca sabah,
akşam buraya geldi. Her defasında saatlerce burada bekledi.
Bekleme onu çok yordu. Fakat…
Söhrap ümidini yitirmedi. Bakü’de daha fazla kalamadı
köye döndü. Burada Ziynet aklından çıkmadı. Gece gündüz
onu düşündü. Ziynet hayallerinde daha güzel oldu. Gözünde
biraz daha yüceldi. Niçin? Niçin onu sevmişti? Kesin bir şey
söylemek çok zordu. Bu soruların cevabını kendisi de bilmiyordu. O, elinden tuttuğu tek kadındı. Bazen cana yakın,
bazen sırlı, bazen de kederli kadınların bakışlarına muhatap
olmuştu. Bu bakışlardan duymadığı sıcaklığı Ziynet de hissetmişti. Her şeyden önemlisi onu birisi kendisine yardım etmek
için çağırmıştı. Bunlar az şey midi?
Bir yıl geçti. Söhrap Ziynet’i unutamadı. Aziz hatıralar
aşka döndü. Yüreğinde yuva kurdu. O, tekrar Bakü’yü özledi.
Yola çıkmak için hazırlandı. Bu defa yaz tatilinde değil, imtihan döneminde geldi. Okumak için geldi. Böyle bir düşüncesi
önceden de vardı. Ziynet’in arzusu bu duyguyu körükledi.
Bakü’de kaldğı müddetçe kaderin bir yerde onları buluşturacağına kalpten inanıyordu. Hayatta bu tür mucizeler az mıydı?
Şehre gelir gelmez Ziynet’i aramaya başladı. Birkaç gün
onların evinin yanında nöbet tuttu. Sonra utana utana kom112
Vicdan Sustuğunda
şularından onu sordu. Bazıları ona: “Tanımıyorum” dedi. Bazıları da onu sorguya çekti: ”Burada Ziynet adında kadın çoktur. Hangisini soruyorsun. Annesinin, babasının adı ne? Soyadını bilmiyor musun? Evlerinin numarası kaç?” Söhrap
kızardı, bozardı, söyleyecek söz bulamadı. O, bunları nereden
bilecekti?!
Artık ümidini kesti. Sevgisini kalbinin derinliklerine gömüp imtihanlarına hazırlanmaya başladı. Bir ay sonra onun
ismi Üniversitenin Kimya bölümünü kazananları arasında yer
aldı.
Dersler başladıktan sonra Söhrap çok meşgul olmaya başlamıştı. Ziynet’i düşünmeye vakti bile olmuyordu. Gündüz
dersler, akşam da laboratuvar çalışanları bütün vaktini alıyordu. Üç dört ay böyle devam ederse sadece Ziyenet’i değil
kendisini de unutabilirdi. Yine hoş bir tesadüf her şeyi yoluna
koydu. Kalbinin derinliklerine sıkışan aşk tekrar kıvılcımlandı…
Ara sınavlar yakınlaşmıştı. Söhrap neredeyse yorganını
getirip kütüphanede yatacak hale gelmişti. Gece herkes çekilip ışıklar yanıncaya kadar burayı terk etmiyordu. Bu gece de
sona kalmıştı. Kitaplarını toplayıp çıkmaya hazırlandığında
ışıklar söndürülüştü. Burada çalışan kadın Söhrap’la anlaşamıyordu. Her zaman sona kaldığı için gelip ona çıkışıyordu.
Foyanın bazı ışıkları da söndürülmüştü. Sadece girişteki
kapının büyükçe aynanın yanındaki küçük lamba binayı kaplayan karanlığı dağıtıyordu. Aynanın karşısında arkası Söhrap’a dönük genç bir kadın elbiselerini düzeltiyordu. Söhrap
onun yanından geçtiğinde ayaklarının takati kesildi, yere
yığılayazdı. Söhrap’ın aklı başından gitti. Çok mu yorgundu
yoksa halüsinasyon mu görüyordu? Bugün sabah erkenden
Ziynet yine aklına geldi, aklı başından gitti. Kütüphanede kitap okurken iki üç defa hayal kurmuştu. Ziynet kitabın siyah
satırları arasında peyda oldu, onun dikkatini dağıttı. O bir
sayfayı birkaç kez okumak zorunda kaldı. Belki şimdi de aynı
hayalleri görüyordu?!
113
Vidadi Babanlı
Söhrap ileri çıktı, aynaya dikkatlice baktı. Sadece gözleri
değil orada bütün canlılığı ile güzel zarif kız duruyordu. Söhrap önce donakaldı. Sonra kalbinden gelen bir sesle büyük
binayı adeta titretti:
- Ziynet!!1
Kadın irkildi. Korkuyla geri döndü. Ürkek bakışlarından
onun çok korktuğu belli oluyordu. –Söhrap’ı tanımamıştı.
Söhrap sevincini saklayamadı. Ziynet’e uçarak gitti.
- Nasılsın Ziynet?
Ziynet’in bakışları normale döndü. Korkudan solan benzi
düzeldi.
- Teşekkür ederim… - O, duraksadı belki de Söhrap’ın
adını hatırlayamadı.
Söhrap çok üzüldü “Unutmuş beni” diye düşünmeye
başladı. Adını ona kırgın kırgın hatırlattı.
Ziynet memnuniyetini gösterdi. Elini hararetle sıktı.
- Merhaba, Söhrap kardeş - dedi. Neredeyse ona sarılacaktı.
- Affedersin tanıyamadım… Çok değişmişsin. İşler nasıl
gidiyor?
Söhrap iç geçirdi. Üzgün olduğu sesinden hissedildi:
- Teşekkür ederim, iyi - dedi.
Ziynet sustu bu tür durumlarda söylenecek söz bulunmaz.
Biraz düşündükten sonra sordu:
- Ne güzel sürpriz!... Burada ne yapıyorsunuz?
- Okuyorum.
- Çok mu oldu?
- Hayır, bir yıl oldu.
- Tebrik ederim!
Yine söylenecek söz kalmadı. Biraz vakit geçince Söhrap
konuşmaya başladı:
114
Vicdan Sustuğunda
- Burada niçin duruyoruz, gidelim.- dedi- O dışarı çıkmak
için acele etti. Sanki bu suskunluğun sebebi içerisinin ürkütücü sessizliği idi, dışarı çıksalar dilleri çözülecekti.
Ziynet acele etmedi.
- Bekleyelim, arkadaşım da gelsin.- dedi.
- Arkadaşınız mı?!... – Söhrap’ın sesi bir tuhaf çıktı.
- İşte.- Ziynet kütüphaneye doğru baktı. – İş arkadaşımı
diyorum. Ben burada kütüphanede çalışıyorum. Yarım gün.
Öğleden sonraları. Aynı zamanda okuyorum.
- Nerede?
- Burada Matematik bölümünde.
Söhrap’ın heyecanı geçti. Rahatladı.
- Kaçıncı sınıf?
- İkinci. – Ziynet ara verdi.- Geçen sene başladım. O olaydan sonra.
- Ayrıldınız mı?
Ziynet geç konuştu. Yüzünün ifadesi değişti. Anlaşılan bu
ayrılık kolay olmadı.
- Ayrıldık –dedi. Derinden nefes aldı.- O ahlaksız hadiseden sonra devam edemezdim.
Söhra bu habere çok sevindi. Emin olmak için tekrar
sordu:
- Pişman mısınız?
Ziynet kaşlarını çattı, yere baktı.
- Pişman olsam da acısı hala yüreğimdedir. İnsan bazen
öyle hata yapıyor ki ömür boyu unutamıyor.
Söhrap rahat nefes aldı. Gönlünde taze ümit kıvılcımları
parladı. Ziynet’i evine kadar götürüp yatakhaneye döndü…
***
O gece deliksiz uyku uyudu. Ertesi gün kütüphanedeki
yerini daha da kuvvetlendirdi, hem imtihanlara hazırlandı
115
Vidadi Babanlı
hem de Ziynet’i takip etti. Onu bu defa da kaybederse bir
daha bulamayacağını düşündü. Söhrap’la arası limonu olan
kütüphaneci kadın da artık ona iyi davranıyordu.
Bir ay böylece geçti. Kalbini ona açamadı. Çekiniyordu:
“Bakalım Ziynet benim hakkımda ne düşünüyor? Söylesem
beni reddeder mi?“ diye düşünüyordu.
Son iki aydan beri Ziynet’in de kalbinde bambaşka duygular vardı ona karşı. Önceleri onunla saygı duyduğu içi
görüşen Ziynet, son zamanlarda onunla görüşmek için adeta
can attı, bu içinden gelen bir duygu idi. Aynı zamanda içinde
bir korku da vardı. Çünkü bu hisleri o çok iyi biliyordu. Sütten ağzı yanmıştı. Sevgi kelimesini bir daha aklına getirmeyeceğine yemin etmişti. Ama onun kalbi, kalbinin iradesini,
aklının diktasına karşı çıkıp yeni bir aşkla çırpınıyordu. Yok!
Asla! Bu ateşi hemen söndürmek, ilk kıvılcımda son vermek
gerekir.
Ziynet, Söhrap’a bu işe bir son vermek için kendi kendine
söz verdi: “Artık beni eve getirme…” Fakat onunla yüz yüze
geldiğinde bu söylemeye cesaret edemedi. Dili onu dinlemedi.
Kararın tam aksine, hazin ve tatlı bir dille:
- Sana zahmet veriyorum, Söhrap. – dedi. – Her gece beni
eve kadar getirmek zahmet olur sana.
- Benim için zahmet olmaz, Ziynet! – deyip heyecanlandı
Hatta sesi titredi. – Seninle gitmek benim için zevktir.
Ben bu günlerin hasretini çok çektim.
- Niçin Söhrap, bunun sana ne faydası var?
- Sevgide menfaat yoktur, Ziynet!
- Muhabbet!!! – Ziynet kinaye ile gülümsedi. – Sevgi boş
şeydir, Söhrap!
- Hayır, Ziynet! Kıymetini bilen için çok şeydir.- Söhrap
sustu. Sanki güç topladı. Aynı heyecanla devam etti: Ben seni
seviyorum, Ziynet! Gece gündüz aklımdasın!
Ziynet yavaş yavaş başını salladı:
116
Vicdan Sustuğunda
- Bu sözlere gerek yok! – O başını tekrar tekrar salladı.
Sonra dalgın düşünceli bakışlarla ona baktı. Sordu:
- Sen kaç yaşındasın, Söhrap?
Söhrap durakladı. Bu sohbetle yaşın ne ilgisi vardı? Ziynet
ne demek istiyordu? Onun gözlerinin içine baktı ama bir şey
okuyamadı.
- 1911 yılında dünyaya geldim, dedi. Sanki rakamları tek
tek söylemekle ona bir mesaj vermeye çalışıyordu. Fakat onun
yüzünde bir üzüntü emaresi vardı. Gözlerinin nuru kayboldu,
gazı bitmiş ocak gibi ışığı azaldı.
- Ben senden üç yaş büyüğüm!... Bu meseleyi burada
bitirmek mümkün.
Söhrap şaşırdı. Bakışları Ziynet’e yöneldi.
- Neyi?
- Bu sohbeti! – Ziynet nefesini topladı.- Aramızda yaş farkı
çok. Hem de…
- Hem de ne?
- Hem de ben bir kez evlendim, boşandım. Eşimden ayrıldım.
- Bunları zaten biliyorum ben. Hayır, Ziynet böyle şeylerle
benim karşıma çıkma. Bunlar benim için engel değil!
- Sen şimdi böyle diyorsun, Söhrap! Ben bu işlerde tecrübeliyim.
- Bana bunları anlatma, Ziynet! – Söhrap kızdı.- Ben gerçek diyorum, düşündüm karar verdim, kalbimin hislerini söylüyorum. Ben seni seviyorum.
Ziynet’i o ikna edemedi. Yine yavaş yavaş başını salladı:
- Az düşünmüşsün, Söhrap! – Aynı hüzünlü haliyle inatla
devam etti.- Git iyice düşü, o zaman beni daha iyi anlarsın!
Söhrap, onun dediklerine aldırmadı. Duygularını bir nefeste söyledi:
- Çok düşündüm. Bir ay değil tam bir sene düşündüm.
Hem de gece gündüz. Hiçbir zaman da kalbimden çıkmadın.
117
Vidadi Babanlı
Buraya okumaya gelmeme de sen sebep oldun. Seni bulmak
için geldim. Geçen sene senden ayrıldıktan sonra belki yüz
defa sizin mahalleye geldim. Saatlerce seni orada bekledim.
Yolunu beklemekten gözlerim yoruldu, ama kalbim yorulmadı. İyi ki kader bizi tekrar karşılaştırdı. Beni ıstıraptan kurtardı.
- Niçin Söhrap? Ben sana söz vermedim. Hele hele bu
konu hakkında hiç sohbet etmedik.
- Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum! Kalbim beni dinlemiyor, sırlarını bana açmıyor.
Ziynet sustu. Söhrap’ın samimi içten cevapları onun aklını allak bullak etti. “Tılsım” için bir adım daha atmak, bir söz
söylemek yeterli idi. Söhrap artık güçten takatten düşmüştü.
Boynu büküldü, başı göğsün üzerine düşmüştü… Ziynet onun
bu duruşunda, boynu bükük halinde samimiyet hissetti. İlk
adımı kendisi attı. Başını elleriyle tutup nezaketle yukarı
kaldırdı. Şefkatle, onun gözlerinin içine baktı. Bir dakika boyunca hiçbir şey konuşmadı. Ziynet, bir adım daha ileri attı,
şen şakrak bir kız edasıyla Söhrap’ın alnında öptü, evin
bahçesine girdi.
Söhrap sanki sinirlenmişti. Ne olduğu anlayamadı. Kendisine geldiğinde Ziynet’in dudaklarının sıcaklığını alnında
hissetti. Şaşkınlığı, beklentisi bir anda kayboldu, yerini sevinç
ve mutluluk almıştı.
…Ziynet hemen onu anne va babasıyla tanıştırdı. Yaşlı
anne ve baba Söhrap’ı çok samimi karşıladılar. Onların sayesinde Bakü’de Söhrap’ın bir anne babası oldu. Sofralarında
her zaman ona yer verdiler.
Söhrap olanları bir mektupla köye bildirdi. Annesi okuma
yazma bilmiyordu. Mektubu babasının okuyacağını biliyordu.
Buna rağmen yüreğini annesine açtı. Mektubunda ona seslendi. Olanları biraz abartılı anlattı. Bir ay geçmeden babası
şehre geldi. Murguz istikbaldeki gelini ve dünürleriyle tanıştı,
onları çok sevdi. Kız eviyle böylece tanışmış oldu. Her iki taraf
da çocuklarının okulunun bitmesi gerektiğini söylediler. Evli118
Vicdan Sustuğunda
lik için henüz erken olduğu görüşüne vardılar. Ziynet’in babası:
- O zamana kadar gençler birbirlerini daha yakından
tanırlar. Aile kurmak mesuliyet ister. Muhabbetle yaşadıktan
sonra başka söze ne hacet!
Anlaşılan kızının ilk tecrübesi onun gözünü çok korkutmuştu. Anne babalarının kararına gençler saygıyla karşıladılar. O, hoş günü sabırsızlıkla beklediler. Fakat kaderlerinde
başka şeyler varmış…
***
… Profesör hayallerinden tekrar ayrıldı. Kalktı hanımına
döndü. “Sevgi her zaman vardır! Onu hiç kimse uydurmamıştır. Hayat devam ettiği müddetçe o da sürecektir. Sonsuza
kadar yaşayacaktır.” diye avazı çıktığı kadar bağırmak istedi.
Ama o sıralarda Merhamet Hanım onu duyacak halde değildi.
Bütün amaçlarına ermiş bir insan gibi sırt üstü yatmıştı, hiçbir şey duyacak halde değildi.
Güneşli iç geçirdi. Merhamet Hanım’ın sevgi hakkında
söyledikleri sözlere itirazı dilinin ucuna geldi, söyleyemedi.
Sonra kalktı, ayaklarını yataktan aşağı salladı. Odasına çekilip yarım kalan işini tamamlamayı düşündü, zaten sabaha
kadar gözüne uyku girmeyecekti. Sıkıntı bastığında her zaman işle meşgul oluyordu. İş onun tek tesellisi, manevi sığınağı idi. Ama bu defa öyle olmadı, hayallerinden kurtulamadı. Üstelik kafasına takılan “Ziynet acaba şimdi nerededir,
mutlu mudur, günah bende ben onu aramadım.” sorular onu
çok rahatsız etti. Bunun üzerine çalışmadan vazgeçti, yatağa
uzandı. Acı tatlı hatıralar zihninden süratle gelip geçti. Bu
onun hayatının dolambaçlı yollarının sayfası açılmamış kitabı
gibiydi…
119
Vidadi Babanlı
4. Bölüm Söhrap, akademik kariyerini çabuk tamamladı. Daha
üçüncü sınıfta iken çeşitli dergilerde ilmi makaleleri yayımlanmaya başladı. O dönemde daha yeni gelişmeye başlayan
petro-kimya endüstrisi ile ilgili makaleleri Moskova’daki bazı
dergilerde yayımlandı. Onu üniversitede herkes çalışkan terbiyeli bir talebe olarak tanıdı. Ona bilim adamı demeye başladılar. Onu diğer ünlü bilim adamlarının yer aldığı akademik
kurullara aldılar. Her yıl rektörlüğün, çeşitli meslek kuruluşlarının başarılı ilim adamlarına verdiği ödüllere layık görüldü.
Kızlar ona gizli aşk mektupları yazmaya başladı. Ama hiç
kimse onun aklını çelemedi. Bu tür dedikoduların önünü
almak için o toplantılara Ziynet’le birlikte geldiler. (Önceleri
onlar Ziynet’in ricası üzerine üniversitede gizli gizli konuşuyorlardı.) Sevgilisi ile kol kola gezerek yüzsüz kızların önünü
aldı. Kısa bir süre sonra aşk mektuplarının sonu geldi. Ama
bir tanesi hariç…
Merhamet, Söhrap’tan iki sınıf aşağıda idi. Çok güzel olmasa da beyaz tenli, hafif şişman bir kız idi. Fettan, cazibeli
gözleri vardı.
Üniversitede şen şakrak olarak bilinirdi. Genelde bu tür
kızlar erkeklerin dikkatini çok çekerler. O, da üniversiteye
geldikten sonra birçoğunun dikkatini hemencecik çekmişti.
Ama hiç kimsenin ağına düşmemişti. Söhrap’ın şöhreti onu
da avladı. Herkes yalan oldu, o gerçek. Genci adım adım izledi, hiç kimseden çekinmeden köşede bucakta yolunu kesti.
Bazen “Biz hemşeriyiz. Annem babam da sizin şehirden, tanışalım.” Dedi. Bazen de onun makalelerini okuduğunu bazı
yerleri anlamadığı, kendisine anlatmasını rica etti. Bazen iki
eski dost gibi yanına geldi, hal hatır sordu. En sonunda sağda
solda herkese Söhrap’ın kendisine vurulduğunu çok yakında
nikâhlarının olacağını anlattı… Tabiî ki Merhamet’e inananlar çok az oldu. Çünkü Söhrap’a gizli gizli aşık olanlar çoktu.
Her şeyi uzaktan takip ediyorlardı. Söhrap’ın bu arsız kıza yüz
vermediğini görüyorlardı.
120
Vicdan Sustuğunda
Merhamet’le herkes dalga geçmeye başladı. Meseleyi öğrenenler, sınıf arkadaşları onu makaraya alıyor, onunla kafa
buluyorlardı. Ama Merhamet’in kılı bile kıpırdamıyordu.
Söhrap yolundan dönmedi. Dersi olsun olmasın bütün gün
üniversitede idi. Sürekli Söhrap’ı takip etti. Ziynet’i öğrendiğinde divaneye döndü. Deli gibi koşup kendisini kütüphaneye
attı. Ziynet’i yakaladı:
- Söhrap’tan uzak dur! O, benim sevgilim.- deyip herkesin
yanında onu azarladı.
Onun bu sözlerini duyanlar hem şaşırdılar, hem de kahkaha atıp güldüler.
Ziynet de güldü:
- Seninse niçin yanında değil o zaman?- diye ona önemsemeden cevap verdi.
Merhamet çok kızdı. Kendisinden emin bir şekilde ona
cevap verdi:
- Bugün olmazsa da yarın mutlaka benim olacak. Sana baştan söylüyorum. Ondan uzak dur. Kendine başka birisini bul!
Hayâsız bu kızın sözlerine oradakiler kahkaha attılar. Sözlerine önem vermediler. Aklı başında bir insan böyle konuşmazdı. Ama kim bir gün onun bu hayallerinin gerçekleşeceğine ihtimal verirdi.
Dördüncü sınıfta, 1937 yılının başlarında Söhrap’ı üniversitenin Genç Komünistler komitesine çağırdılar. Komitenin
kâtibi ona:
- Oturun! Dedi.
Söhrap şaşırdı. Üniversiteye girdiğinde herkes ona saygı
gösterir, ona yer gösterirdi. Ama şimdi niçin bu şekilde davrandılar bir anlam veremedi.
Komitenin kâtibiyle Söhrap’ın arası çok iyi idi. Seyfeli
Halilov onu uzaktan gördüğünde kollarını açar koşarak sarılırdı. Kendisi önce selam verir, onunla yakından ilgilenirdi.
Ona “Sen bizim gurur kaynağımızsın” derdi. Ama şimdi niçin
böyle oldu?
121
Vidadi Babanlı
Söhrap düşünceli düşünceli oturdu. Gözlerini önündeki
kâğıtlardan ayırmayan suratını ekşitmiş Halilov’un yüzüne
uzun süre baktı. Halilov resmiyetini bozmadı. Odaya derin bir
sessizlik çöktü. Bu çok ciddi bir meseleye işaret ediyordu.
Söhrap düşündü aklına hiçbir şey gelmedi. Sormak istedi, dili
açılmadı. Kâtip nihayet konuşmaya başladı:
- Siz bu günden itibaren genç komünistler birliğinden
uzaklaştırıldınız!
Söhrap, bu sesi sanki gaipten geliyor gibi hissetti. O ses
Halilov’un her zamanki yumuşak sesine benzemiyordu. Kilitlenen çenesi açıldı:
- Nasıl!
- Nasılı yok! Büronun kararı böyledir.
Söhrap işittiklerine inanmadı. Söylenilenleri şaka olarak
kabul etti. Tebessümle sordu:
- Benden habersiz mi?
- Evet, - Halilov’un yüzü daha gerildi.
Söhrap şakayla devam etti:
- Ama bu karar yönetmeliklere terstir. Genç komünistin
iştiraki olmadan böyle bir karar alınamaz.
- Uzatmayın! – Halilov elini sertçe masaya vurdu, bağırdı.
– Böyle karar alınmıştır, bu kadar!
Söhrap’ın kanı dondu. Ağlamaktan kendisini zor aldı.
- Niçin, Seyfeli?
- Seyfeli değil, Halilov!
Söhrap, yutkundu kaldı. Her zaman samimi olduğu arkadaşına böyle resmi olarak konuşmak çok ağır geldi.
- Neye göre, yoldaş Halilov?
- Yoldaş mı?
Söhrap dayanamadı. Bu resmen tahkirdi. Damarlarındaki
donmuş kanı birden coşturdu. Ayağa kalkıp bağırarak:
- Sebebini söyleyin, tahkir etmeyin!
122
Vicdan Sustuğunda
- Sebebi mi!... Seyfeli’nin ekşimiş suratında birden kinayeli bir tebessüm belirdi. Başını kaldırdı Söhrap’a küçümseyerek baktı. Sakin ama amirane devam etti: - Lenin düşmanı
birisinin oğlu genç komünistler komitesinin üyesi olamaz.
- Ne? – Söhrap’ın boğazı iyice kurudu.
Seyfeli, gayet resmi bir eda ile:
- Sizin babanız halk düşmanı olarak hapse atıldı!
Söhrap sarsıldı. Başı döndü. Sanki bir darbe ile ayakları
kesilmiş gibi oldu. Elinde olmayarak sandalyeye yığılıp kaldı.
Biraz kendisine gelince yavaş yavaş konuşmaya başladı:
- Yalan! – dedi, iftira atmışlar. Ben onun yanından geleli
daha on gün olmadı.
Seyfeli güldü:
- On gün çok uzun bir süredir. Günümüzde her saatin çok
büyük anlamı var.
- İftiradır!- Söhrap tekrar haykırmak istedi, ama sesi çıkmadı. Yavaş yavaş konuşarak ilave etti: - Benim babamı sen
de tanıyorsun, Seyfeli, sen birkaç kez bize geldin.
- Maalesef iyi tanıyamamışım!
- Onu cümle âlem biliyor! - Söhrap, ümidini kesti. Konuşmaya devam etti…- Yirmi yıldan daha çok Bolşeviklerin partisinin üyesi olan partiye inkılâptan önce de hizmet eden birisi nasıl halk düşmanı olur?
- Yeter artık! – Kâtip sinirlendi ayağa kalktı. – Gidebilirsiniz!
O, elini uzattı. Söhrap donup kaldı. Bu el ona niçin uzanmıştı? Vedalaşmak için mi? Söhrap’ın kafası karıştı. Hiçbir
şey anlamadı. Seyfeli’nin açık avucuna çekine çekine baktı.
- Parti kimliği vardı.
Söhrap kendisine uzanan elin ne anlama geldiğini şimdi
anladı. Donakaldı. Artık her şey bitmişti. Komiteden atılması
ona ciddi bir uyarı idi. Bugün olmasa yarın üniversiteden de
kovulacağı anlamına geliyordu. Son bir sene içinde bu tür on123
Vidadi Babanlı
larca olay olmuştu. Onun bildiği birçok öğrenci önce komiteden uzaklaştırıldı, sonra da üniversiteden atıldı. Sözü edilen
toplantılara kendisi de katılmıştı. Hatta toplantılarda halk
düşmanlarına karşı o da ateşli nutuklar çekmişti. Şimdi şaşırıp almıştı: Babası gerçekten halk düşmanı mıydı? O, gerçekten de Komünist Partisinin aleyhinde çalışmış mıydı?
O, zor sorulara beyninde cevap arayarak dışarı çıktı. Beyni
uğulduyordu. Duydukları karşısında ayaklarının bağı çözülmüştü, ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıktı. Hiçbir yerde durmadı. Birkaç gün önce kiraladığı eve geldi. Bir yatakla küçük
bir masanın bulunduğu odayı arkadan kilitledi. Başındaki
ağrı gittikçe şiddetlendi. Elbisesiyle yüzüstü yatağa uzandı.
Babası hakkındaki sorular onu burada da rahat bırakmadı…
5. Bölüm Murguz Sultanoğlu, eski Bolşeviklerdendi. Uzun süre Bakü
petrol kuyularında işçi olarak çalışmıştı. Köye yirminci yılların başında Bakü Şura hükümeti kurulduktan sonra dönmüş,
mahalle inkılâp komitesine üye seçilmişti. Yeni görevinde
elinden geleni yapmıştı. Sultanoğlu kaçaklarla ve hükümete
isyan edenlerle uzun süre mücadele etmişti. O zor yılları Söhrap da hatırlıyordu. On iki, on üç yaşlarında idi, her şeyi anladığı yaşlardı. Babasının o yıllardaki canlı, genç halini çok iyi
hatırlıyordu. Siyah pantolonu, uzun gömleği, kaşlarına kadar
indirilmiş kazak şapkası, her zaman kaygılı, endişeli bakışları,
uzun boyu Söhrap’ın gözlerinin önünden gitmiyordu. Sultanoğlu’nun her zaman belinde taşıdığı, sarı renkli kılıfındaki
mavzeri, yürüdükçe aşağı inip çıkıyordu.
Murguz köyde çok az bulunurdu. Söhrap annesinden onun
isyancılarla kaçaklarla vuruştuğunu, mücadele ettiğini söylerdi. Bir gece onların evinin önünde bir gürültü koptu, köpekler
havlamaya başladı, bütün köy ayağa kalktı. Söhrap da bu gürültüyle uyandı. Korkarak dışarı çıktı. Komşular, elinde kürek, bel, yaba, kova alıp onların evlerinin önüne geldiler. Işık124
Vicdan Sustuğunda
la her taraf gündüz gibi aydınlatılmıştı. Söhrap insanların
koştuğu tarafa doğru yürüdü. Yakınlarda alevler göğe yükseliyordu. Yanan Söhrapların ot yığını idi. İnsanlar oraya koşmuyorlardı. Hemen yakınlarında bir şeyler tütüyordu. Bazen sarı
bazen de kırmızı renkte dumanlar yükseliyor, ot yığını dumanı çevreliyor, duman gittikçe etrafı kaplıyordu. Sesler arasında Söhrap annesinin ağladığını duydu. O, birilerine durmadan çabuk olun, acele edin diye yalvarıyordu. İçeride
hayvanlar boğuluyor, çocukların nasibi yanıyor diye insanlardan yarım istiyordu.
Duman çıkan yer ahır idi. Söhrap koşarak oraya gitti.
Birçok insan öksüre öksüre ahırın yakınlarından toprak kazıp
alevlere atıyor, kadınlar kovalarla su taşıyor tutuşan ateşi
söndürmeye çalışıyorlardı. Ateş daha güçleniyordu. Söhrap
ahırda kendisini ateşten kurtarmak için sağa sola atan
hayvanların feryadını işitiyordu. Hiç kimse onlara yardım
edemiyordu. Kapıya yaklaşmak mümkün değildi.
Ot yığını tamamen kül olmuştu. Ahırdan hala duman
çıkıyordu. Tan yeri ağardığında duman da azalmıştı. Koyu
duman yavaş yavaş çekildi. O gün köpekler bayram ediyordu.
Murguz iki gün sonra köye geldi. Mesme’nin acı gözyaşlarıyla olanları anlatması herkesi üzdü:
- Çocukların nasibi yok oldu, Murguz. Yavan ekmeğe
muhtaç kaldık!
Murguz’un kederi bu haberleri duyunca daha da arttı.
Gidip ahırdaki ot yığınına baktı. Sinirden gözlerinin önü karardı. Hiçbir şey yapmadan donakaldı. Ellerini pantolonunun
cebine koydu, orada gezinmeye başladı. Sakinleştikten sonra:
- Kesinlikle düşman işidir.- dedi. – Çetelerin elinden başka bir şey gelmiyor, çocukların kısmetini telef ediyorlar!
O, kederden kurtulup gülümsemeye çalıştı. Hanımına yakınlaşıp elini boynuna attı. Teskin edici bir ses tonuyla devam
etti:
- Önemli değil, Mesme, önemli değil üzülme! Bizim işimiz
böyle kurban talep ediyor. Çocukların canları sağ olsun. On125
Vidadi Babanlı
ları kimseye muhtaç etmem. Üzülme! Onların hepsini buradan çıkaracak, köklerine kibrit suyu dökeceğiz. O zaman her
şey düzelecek.
Ertesi gün ata binip gitmeye hazırlandığında Mesme hüngür hüngür ağlamaya başladı. Üzengiye sarıldı:
- Gitme! Ne olur gitme! Çocuklarımız için gitme, kalbime
doğdu, sana ya da evimize zarar verecekler. Kimse imdadımıza yetişemeyecek, gitme!
Murguz eşini teselli etti:
- Korkma, Mesme! Ona cesaret edemezler. Artık son çırpınışlar bunlar.
O, attan inmedi. Mesme’nin yalvarmasına aldırmadı. Altında durmadan hareket eden, ön ayaklarıyla yeri eşeleyen
Kama’nın gemini gevşetti. At kuş gibi uçtu, gözden kayboldu.
Bir ay geçmeden başlarına bir bela daha geldi…
∗∗∗
Söhrap’ın büyük kardeşi beşinci sınıftan sonra komşu köyde okumaya gidiyordu. Sabah erkenden gidip akşam da geç
dönerdi. Bir gün eve gelmedi. Annesi bütün gece uyumadan
oğlunu bekledi. Ağladı, sızladı uyumadan sabaha kadar bekledi. Sabaha yakın köpek havlamaları duydu. Köpekler bir
şeye saldırdıktan sonra seslerini kestiler.
Mesme, önce çok sevindi. Oğlunun geldiğini sandı, onu
karşılamak için dışarı çıkmak istedi. Yatağından sıçradı kalktı, kapıya doğru yöneldi. Elini kapının koluna uzattığında bir
güç onu durdurdu. Büzüldü duvara yaslandı, kalbi atmaya
başladı.
Dışarıda at sesleri geldi. Acaba Murguz mu gelmişti? Belki
de oğlunu alıp getirmiştir! Anne kendisine geldi, elini kapıya
uzattı. O sırada dışarıdan bir ses işitildi:
- Ev sahibi, ev sahibi!
126
Vicdan Sustuğunda
Mesme şüphelendi, titremeye başladı. Sesi tanıyamadı.
Aynı şahıs dışarıda kahkaha ile güldü, devam etti:
- Size hediye getirdim, gelin alın!
Kapının önüne sert bir şey atıldı. Gürültüyle yere düştü.
Nal sesleri geldi. Atlar uzaklaştı, köpeklerin sesi çıkmadı.
“Bu adam kimdi? Getirdiği hediye ne idi? Köpek niçin
sesini çıkarmadı?...” Mesme düşünmeye başladı. Duvara yapıştı, ayrılmadı. Kalbine şüphe düştü, küçüldü, küçüldü…
Söhrap da uyanıktı. Annesi onu da uyutmamıştı. Dışarıdaki sesi duyunca yatağına oturmuştu. Gözleri büyümüştü.
Gözlerini kırpmadan duvarı dibine oturan annesine bakıyordu.
Mesme kendisine zor geldi. Ama konuşmaya, hareket etmeye hali yoktu. Başını zorla çevirip Söhrap’ı yanına çağırdı.
İşaretle: “Kapıyı aç”- dedi.
Yabancı şahsın şüpheli sesinden ve annesinin garip hareketlerinden sonra korkuya kapılan çocuk ayakları titreye titreye yataktan indi. Ayakları birbirine dolaşarak kapıya yaklaştı. Elleri titreyerek kapının koluna elini uzattı.
Artık güneş doğmuştu. Yakınlarda tek tük insan görülmeye başlamıştı. Çobanlar sürülerini çıkarıyorlardı. Mesme oğlunun elinden tuttu, birlikte eşiğe çıktılar. Eşikte kadın birden
bire fenalaştı, yere yığıldı. Bir defa anne yüreğinin bütün feryadıyla: “Oğlum, yavrum” diyebildi. Söhrap sendeleyip yüzüstü yere düştü.
Söhrap, daha da korktu. Annesinin şuurunu kaybedip yere yığılması onu daha da korkuttu. Bunun sebebini anlayamadı. Kapının kenarına atılan kanlı çuvalın içinden dışarı çıkan kanlı eli görmemişti.
Mesme’nin gür saçları dağılıp bahçedeki ocağın küllerine
bulanmıştı. Düştüğü yerde hareketsiz kaldı. Sadece omuzları
titriyordu. Ara sıra zayıf zayıf inliyordu.
Söhrap ağlamak, bağırmak istiyordu; ama sesi çıkmıyordu. Bir hayli vakit geçtikten sonra dili açıldı. Önce annesini
127
Vidadi Babanlı
çağırdı, ama annesinden ses çıkmıyordu. Sonra feryat edip
komşulara haber verdi.
Komşular hemen geldiler. Kadınlar Mesme’yi alıp eve
götürdüler. Erkekler kanlı çuvalı açıp baktılar. “Hediye” kaybolan çocuğun doğranmış cesedi idi. Cesedi Söhrap’a göstermediler. Bir yerde gizleyip Murguz’un akasından haber gönderdiler. Murguz köye akşama doğru geldi. Oğlunun ölümü
onun belini büktü. Atından indi yavaş yavaş kalabalığa doğru
yürüdü. Bahçeyi dolduran insanlar arasından yürüyüp cesede
yaklaştı. Kilime sarılı cesede yakınlaşıp dizleri üzerine çöktü.
Anlaşılan oğlunun yaralarına bakmak istiyordu. İzin vermediler. Parçaları topladılar. O ana kadar ağzından söz çıkmayan
Murguz, yaşlı gözleriyle elinden kolundan tutanlara yalvararak “Niçin bırakmıyorsunuz oğlumun yaralarına bakmak istiyorum” dedi. Sonra elleriyle yüzünü kapatıp başını öne eğdi.
Geniş omuzları bir hayli titredi.
Eşinin geldiğini duyan Mesme de dışarı çıktı. Kalabalığı
yarıp ileri çıktı Murguz’un başı üzerine kana susamış kunduz
gibi atıldı:
- Geri getir oğlumu, getir! – deyip Sultanoğlu’ya saldırdıSensin onun sebebi, geri getir onu!
Mesme’nin ağzı köpükle doldu. Gözleri yerinden çıktı.
Tekrar şuurunu kaybetti. Anne feryadı oradaki herkesi ağlattı.
Söhrap babasının yanında sığındı kaldı. İçin için ağlıyordu. Anasının çığlığı onu da ağlattı. Yaşlılardan birisi müdahale etti:
- Çocuğun burada ne işi var, götürün onu buradan!
Söhrap’ı hemen oradan uzaklaştırdılar. Yaşlı bir kadın
elbisesinin eteği ile gözyaşlarını sile sile ona yakınlaştı:
- Sen ağlama, yavrucuğum. Hadi gidelim yemek yiyelim,
dünden beri açsın.
Söhrap dünden beri açtı. Akşamdan beri kardeşini bekliyordu. Sabaha kadar boğazından bir yudum su dahi geçmemişti. Açlıktan karnı gurulduyordu. Yaşlı kadının teklifini geri
çevirmedi. Kadın onu uzaktaki bir eve götürdü.
128
Vicdan Sustuğunda
Söhrap döndüğünde ağlama kesilmişti. İnsanlar cenazenin yanından bahçeye dağılmışlar, kendi aralarında bir şeyler
konuşuyorlardı. Murguz ise her zaman yaptığı gibi ellerini
cebine koymuş, düşünceli düşünceli geziniyor, arada bir duruyor birilerine bir şeyler söylüyor, bahçede ileri geri geziniyordu. Yürümesinden konuşmasından vakarını koruduğu belli oluyordu. Sanki başına hiçbir şey gelmemiş gibiydi.
Söhrap gidip bir köşede durdu. Mahsun mahsun babasına
baktı. Sultanoğlu birden onu gördü. İşaret ederek yanına çağırdı. Eğilip alnından öptü. Sonra ona sarıldı. Ayağa kalktı,
oğlu ile birlikte bahçede yürümeye başladı sanki bu tavrıyla
“Evim boş kalmadı. Oğlumun birini çeteler alsa da diğeri yanımda” der gibiydi.
Cenazeyi ertesi gün kaldırdılar. Sultanoğlu, Mesme’yi kabristanlığa götürmedi. Kadın ve çocukların da kabristana
gitmesine izin vermedi.
Birkaç gün eve misafirler taziye ziyaretine geldiler. Murguz
oğlunun ölümünün yedisinde yemek verdi, ailesini güvenliği
için yakın bir köye götürdü. Silahlanıp atına bindi. “Şura hükümetinin düşmanlarını oradan kaldırmak için yola çıktı.”
Onun intikam hisleri şimdi daha da arttı. Fakat bu onun
düşündüğü kadar kısa zamanda olmadı…
Murguz, oğlu Söhrap için de endişe etmeye başladı. Onu
köyden uzaklaştırıp Bakü’ye okumaya gönderdi. Silahını elinden bırakmadı. Yaklaşık dört yıl boyunca çetelerle mücadele
etti. En sonunda onların köküne kibrit suyu döktü. Köyde
sovhoz ve kolhoz kurdu. Ama yine de mücadelesi bitmedi…
Bu yaz Söhrap köye gittiğinde babasını göremedi. Onun
oturup uzun uzun dertleşemedi. Sabah şafak sökerken evden
çıkan kolhoz müdürü gece yarısı evine dinlenmeye gelirdi.
Sanki annesi on çalışmak didinmek için doğurmuştu. Yorulma nedir, bilmiyordu. Oğlunun işini de bundan dolayı sonbahara bırakmıştı. Gelin görün ki buna rağmen onu bazıları
halk düşman ilan etmişlerdi. Şaşılacak şeydi…
Söhrap, geçmişi hatırlayarak kendisini teskin etti. Kalbinde babasına olan güven daha da arttı. “yok” diye haykırdı.
129
Vidadi Babanlı
“Asla benim babam devletin düşmanı olamaz. Devleti uğruna
on beş yaşındaki oğlunu kurban verdi. Her şeyiyle devlete
karşı ayaklananlarla savaştı. O, hükümet aleyhine hiçbir şey
yapamaz. Her şey çok yakında ortaya çıkacak.” dedi.
Söhrap bu sözleriyle sanki omzundaki dağ gibi yükü
atmış gibi oldu. Hiçbir yere gitmeden direkt Ziynetlere doğru
yol aldı. Kalbindeki dertleri birisiyle paylaşmaya ne kadar
ihtiyacı vardı!…
Ziynet evde yoktu. Onu babası karşıladı. Her zaman olduğu gibi bu defa da nur yüzlü adam Söhrap`ı güler yüzle,
sevinçle karşıladı. Samimi bir şekilde sordu:
- Gözüme bir tuhaf görünüyorsun, evladım. Bir şey mi
oldu?
Söhrap cevap vermek için acele etmedi. Adamın samimi,
cana yakın sorusu onu etkilemiş, duygulandırmıştı. Kendisine zorla hakim oldu. Olayı kısaca anlattı ve tekrar duygulandı.
Adamın samimi, nurlu yüzü aniden değişti. Biraz suskunluktan sonra - bu kötü bir haber oldu... Çok kötü haber oldu!...
Dedi. Ellerini göğsüne koyarak odada düşünerek dolaşmaya
başladı. Sonra kendisinin bile inanamadığı umutla teselli
vermek istedi. Şayia olabilir... Belki birileri sana şaka yapmış
olabilir.
Söhrap başını aşağı eğdi. İşin ciddi olduğunu, şayiaya
benzemediğini söyledi. Biraz ara verdikten sonra komünistlik
belgesinin elinden alındığını söyledi. Adamın yüzü daha da
buruştu, alnının kırışları daha da belirgin hale geldi. Kaşları
çatıldı. Uzun uzun nefesini toplamaya çalıştı.
-Allah yardımcın olsun!...
Adam çarpılmışa döndü. Kara haberi duyunca kıpırdayamadı, evin ortasında heykel gibi duran eşiyle anlamlı anlamlı
bakıştı. Eşi yarasına tuz basılmış gibi iç çekti.
- Allah’ın işine bak!... Bedbahtlığa seyirci kal, elinden bir
şey gelmesin!... Diyerek ağladı. Kaderinden dert yandı.
130
Vicdan Sustuğunda
- Gariban kızın şansı açılmıyor... O zaman öyleydi şimdide
böyle.
Adam derinden bir ah çekti.
- Artık hiçbir şeye inanılmıyor. Zamanın tadı tuzu kalmadı...
Sonra derin bir sessizlik oldu. Hiç kimse konuşmuyordu.
Korku içinde düşünmeye başladılar.
Aslında şaşılacak bir şey yoktu. Son zamanlar böyle hadiseler çok yaşanmıştı, evler dinleniyordu, sürekli gözetleniyordu. Kendi evleri bile dinleniyor olabilirdi. Bundan dolayı
yüksek sesle konuşmuyorlardı. Ne yapsınlar? Her gün bir olaya şahit oluyorlar. Bir ailenin felakete düştüğünü görüyorlardı.
Her gün birkaç kişinin hapse atıldığını, birkaç evin
kontrol altına alındığını duyuyorlardı.
Bugün bu komşunun, yarın bir başkasının çocuklarının,
annelerin, kardeşlerin çaresiz çığlıklarını işitiyorlardı. Herkes
kendisinden korkuyor, endişe ediyordu. Hiçbir suça bulaşmadıkları halde korku içindeydiler. Kardeş kardeşle, eşi hanımıyla, akraba akrabayla sohbet etmekten korkuyordu. Hatta
baba kendi oğluyla bile dertleşemezdi. Parti üyeleri, genç komünistleri yukarı makamlarla korkutuyordu. Evlatlarını anne
babalarına karşı şahit tutuyorlardı. Sen artık çabala ki nerede
yanlış yaptım diye! Şahidi zaten gözünün önünde fazla uzağa
gitmeye gerek yok. Bir anda “Milletin düşmanı” ile akraba
oluverirsin.
Korkunçtu, hem de çok korkunçtu. Bu durum kefeni diri
diri boyna dolamak gibiydi. Ama ne her ne kadar dehşet içinde olunsa da insanlık bazen galebe çalabiliyordu. Yakın gördükleri insanlara yardım etmeliydiler. Ama nasıl? Eli kolu
bağlı kalmıştılar. Teselli için bir söz söylemek bile tehlikeli idi.
Söhrap, Ziynetlere geldiği için pişman oldu. Dertlerini
azalacağına daha da artmıştı. Aldıkları kara haberden kayınpederi ve kayınvalidesinin korktuğunu, yüzlerinin solduğunu
131
Vidadi Babanlı
gördü, sebebini de hemen anladı. Ayakta zor duruyordu; ama
buna rağmen oturmadı. Aklından çok kötü şeyler geçti: “Şimdi de benden yüz çevirecekler, akrabalık ilişkileri bozulacak....
Halk düşmanını oğluna kim yakınlık gösterir.?!..”
O, iki büklüm olarak geri döndü. Kapıya vardığında kadın
ve eşi sanki kendilerine geldiler. Koşarak Söhrap`ın yanına
gittiler. Kolundan tutup getirdiler. Masaya oturdular. Çay ikram ettiler. Yemek yaptılar. Dilleri çözülmeye başladı ve onu
teselli etmeye başladılar:
Biri:
- Çok düşünme Allah kerimdir. Adalet er ya da geç yerini
bulacaktır, -dedi.
Diğeri:
- Allah yardımcımız olsun, evladım. Allah yüzünüzü güldürsün! – dedi.
Ama bu söylenilenler Söhrap`ı rahatlatmıyordu. Sadece
insanlık için yapılan şeylerdi söylenilenler.. Söhrap çocuk değildi, her şeyi anlıyordu. Çok oturmadı. Yemeğe de dokunmadı. Çok susamıştı. Çaydan bir kaç yudum aldıktan sonra
kendine gelmeye başladı, ayağa kalktı. Onlara teşekkür etti.
Hiç kimsenin yüzüne bakmadan boğuk bir sesle rica etti:
- Ziynet’i bu akşam tiyatroya götürmeye söz vermiştim;
ama gelemeyeceğim... Kendimi çok kötü hissediyorum. Ona
ulaştırırsanız çok sevinirim.
Kadın acil bir şekilde:
- Ulaştırırım merak etmeyin dedi.
Kocası:
- Git rahatlan biraz –dedi.- Üzülme. İnşallah her şey
düzelir.
Söhrap, bu samimi, tabiî olmayan sözlerden rahatsız oldu.
Karı kocanın ondan kurtulmak istediğini anladı. Kapıyı açtı
dışarı çıktı.
- Sağ olun.
132
Vicdan Sustuğunda
- Güle güle
- Allah yardımcın olsun.
Söhrap, daha merdivenden inmemişti, kapıyı kapattılar.
Kapıyı hemen kapamaları onu çok incitti. Söhrap’ın kalbi sızlandı. Dünyası yıkıldı. O, her zaman Ziynetlerden çıktığında
onu yalnız bırakmazlar, onlardan birisi bahçenin kapısına
kadar uğurlardı. Tekrar tokalaşırlar, çok samimi şekilde ayrılırlardı. Her zaman beklediklerini ısrarla söylerlerdi. Şimdi
ise....
Söhrap bu sıkıntılı uzun bahçenin sonuna geldi. Sarhoş
gibi yürüyordu. Kapıya vardığında birileri ona yetişip kolundan tuttu. Karanlık bir köşeye çekti.
- Bizi bağışla evladım. Kusura bakma hakkında yanlış
düşündük. Kendin de görüyorsun. Herkes kendi gölgesinden
korkuyor. Kardeşin kardeşine bile güveni yok... Kocam çok
yaşlı, hem de kalp hastası, onun kalbi bunlara dayanamaz.
Konuşan kadını Söhrap ilk önce tanıyamadı. Kafası karışık olduğundan neden bahsettiğini anlamadı. Daha sonra sesinden ve boyundan tanıdı. Kadın Ziynet’in annesi idi. O,
konuşmasına devam etti:
- Aklına kötü bir şey gelmesin evladım. Bizleri korkaklıkla, vefasızlıkla suçlama. Zor durumda olan insanı yarı yolda
bırakmak hiç de insani değil. Buna insanlıktan uzaklaşma denir. Ama ne yapalım. Bizi senin yanında zor durumda bırakanlar utansınlar. Herkesi küstürmek için fırsat kolluyorlar.
Zaten bizi sevmeyenler çok. Akrabalarımız bile bizden uzak
duruyorlar. Bizi hiç sevmiyorlar. Kötülerin Allah evini yıksın,
zaten ev yıkmaya hazırlar. Evladım, bizi sakın yanlış anlama.
Bunları kocamın yanında sana söyleyemedim. O, biraz farklı
birisi senin yanında bana hakaret ederdi. Bunun için senin
peşinden koşarak geldim, yalnız konuşalım diye... Biraz bize
gelme. İşler düzelsin ondan sonra her zaman kapımız sana
sonuna kadar açık. Eskisi gibi gelip gidersin.
Söhrap hiç bir şey söylemedi. Kuru odun parçasına gibi
başını önüne eğip söylenilenleri dinliyordu. Kadın konuşma133
Vidadi Babanlı
sına ara verip, derinden nefes aldı. Etrafına bakındı. Hiç
kimsenin onları görmediğinden, dinlemediğinden emin
olmak istedi, konuşmasına devam etti.
- Ziynet de seni görmesin şimdilik... Sen de biliyorsun,
kızımın ilk arkadaşı iyi çıkmadı. Kötü birisiydi. Bir kız için bu
çok zor durumdur, adını lekelemektir. İkinci defa da.....- Kadın ağlamaklı oldu ve sustu. Derinden ah çekti. Sözünü zorlukla bitirdi:
- Kızlarının bahtsızlığı anne baba için büyük dert evladım.
Sağalmaz yaradır... Kusura bakma!
Söhrap yüreği yana yana söylenilenleri dinledi. Başını
sallaması onun dediklerini kabul ettiğini gösteriyordu. Söhrap kapıya doğru ilerledi. Kadın hata ettiğini çok geç anladı.
Oğlanın gönlünü almak için peşinden koştu.
- Bize küsme, bizden el çekme, yanlış anlama lütfen!
Allah`ın izniyle tekrar görüşürüz. Biz her zaman buradayız.
Bu teselli edici sözlerin Söhrap için hiç bir önemi yoktu.
Onu hiçbir şey durdurmuyordu artık. Beyninde dehşetli bir
uğultu vardı. Sanki dünya dağılmış, altında sadece kendisi
kalmıştı. Caddede yürüyordu. Ne yapacağını, ne işle uğraşacağını, nereye gideceğini bilmiyordu. Umudunu kaybetmiş,
serseriler gibi olmuştu. Gidecek yeri, yardım edecek kimsesi
yoktu. Duvara yaslandı, başındaki uğultunun geçmesini, aklının başına gelmesi için bekledi. Istırabı sanki dinmişti, kalbine bir rahatlık, umut geldi. Ziynet’le görüşüp ondan yardım
istemeye karar verdi. Her halde o da anne babası gibi yapmazdı. Konuşup belki bir çıkış yolu bulacağını ümit ediyordu.
Bunun için Ziynetlerin evlerinin önünde iki saate yakın dolaştı. Çok yorulmuştu. Ayaklarına kara sular inmişti adım atmaya takati kalmamıştı. Çevrede oturacak, bir park bile yoktu. Duvarın dibinde dilenci gibi oturdu. Biraz da orada bekledi. Ziynet’in iş yerine gitmek, söyleyeceklerini kendisine orada söylemek aklına bile gelmedi. (Belki de tanıdıkların görmesinden korkmuştu.) Yollara bakmaktan yoruldu, beklemekten
vazgeçti. Kadının haklı olduğunu düşündü. Ziynet’le konuşup
134
Vicdan Sustuğunda
onun da üzülmesine gönlü razı olmadı. Zaten bütün kapılar
yüzüne kapanmıştı. “Düşman oğlu”na artık kim sahip çıkmaya cesaret edebilirdi. Daha başına neler geleceğini nereden
bilebilirdi?
“Bırakın beni insafsız, güvenilmez, sözünde durmaz birisi
olarak tanısınlar. Beni kınasın, lanetlesinler. Sevgisi nefrete,
gazaba dönsün. Bu hafif bir derttir. Çabuk unutulur, bir ömür
boyu vicdan azabına mahkûm olamayız. Nefret çaresi olmayan bir hastalıktır. Kalbindeki kötü duygular sevda ateşini
söndürecek. Hep gam çekmektense böylesi daha iyi.....”
Söhrap, kalktı avucunun içi gibi tanıdığı Ziynetlerin mahallesindeki postaneye geldi. Ziynet’e mektup yazmaya karar
verdi. Beş on kelimelik bir mektup yazmak için çok zorlandı.
Kalem elinde titriyordu. Hiç bir şey yazamıyordu, sanki hafıza
kaybına uğramıştı. Kalpten gelmeyince yazmak çok zordu!
“Sevgili Ziynet!” Beni bağışla. Elimde olmayan hatalarımdan dolayı beni affet! Ben seni mutluluğun zirvesine taşımak
istiyordum. Yaşananları kalbinden silerek mutlu bir kadın
yapmak istiyordum. Senle beraber ben de mutlu olacaktım...
Başaramadım. Unut beni ebediyen unut!
Yazdıklarını yeniden okudu. Zarfa koydu. Posta kutusuna
bıraktı. Son umudu, tesellisi de böylece elinden çıkmış oldu.
Büyük şehirde yalnızlık, gariplik, kimsesizlik duygusu onu
dehşete düşürdü. Sanki bütün bedeni mengenede sıkılıyor gibiydi. Bundan sonra ne yaptığı umurunda bile değildi. Kendinde olmadan ayakları, çok iyi bildiği evine, onu getirdi.
Yatağına yüzüstü uzandı.
6. Bölüm Gece yarısı kapı şiddetle çalındı. Söhrap, geç kalktı. Halsizlikten ne kadar uyuduğunu bilemedi. Ölü gibi yatmıştı.
Kapı bir daha çalındı. Söhrap gözlerini güçlükle açtı. İsteksiz isteksiz yataktan kalktı. Bu saatte kimdi acaba? Aniden
135
Vidadi Babanlı
umutlandı: “Belki Ziynet’tir”... Belki Ziynet’in babasıdır, pişman olmuştur?...
Sevinerek elbiselerini giyinmeye başladı. Ama kapıda ne
Ziynet’i ne de babasını gördü. Başka birisiyle karşılaştı. Sevinçten parlayan gözleri aniden parlaklığını kaybetti.
Uzun boylu Albay, hiç teklif beklemeden içeri girdi.
Söhrap’ı ve odayı dikkatle inceledikten sonra soğuk bir ses
tonuyla sordu:
- Söhrap Murguz oğlu Soltanov siz misiniz?
Söhrap konuşamadı. Başını aşağı eğerek “evet” cevabını
verdi.
- Toplanın gidiyoruz.
Söhrap’ın umutları bir anda suya düştü. Hayalleri yıkıldı.
Beyninde şimşekler çaktı: “Demek ki buraya kadarmış?! Artık
her şey bitti.... Ben de düşman oğluyum. Korkulacak, tehlikeli
bir adamım, hür yaşamam mümkün değil... Ah!..”
- O derinden nefes aldı. “Nereye gittiğini”, “Niçin gittiğini” sormadı bile. Nereye gittiği belliydi zaten. Gecenin bu
vaktinde gidilen yer neresi ola bilirdi ki?!
Söhrap kanadı kırılmış kuş gibi geri döndü. Elleri, dizleri
titriyordu, çantanı aldı, Albaya baktı. Albay masanın üzerindeki defterlere ve kitaplara baktı.
- Gerekli eşyalarınızı alın. Bir daha buraya dönmeyeceğiz.
Bu sözlerle Söhrap kalan umudunu da yitirdi. İsteksiz bir
şekilde:
- Artık bana hiç bir şey lazım değil....-dedi. Sesi güçlükle
duyuluyordu.
- Toplayın!- Albay emretti.
Söhrap mecburen kitap ve defterlerini topladı. Onları da
çantasına koydu, diğer emri bekledi. Albay odaya dikkatlice
baktı ve gitmek için işaret etti.
Dışarıda “Siyah araba” yoktu. Böyle gidenleri son yıllarda
siyah arabayla götürürlerdi. Söhrap, bu arabalar hakkında çok
136
Vicdan Sustuğunda
şey duymuştu. Onlar sessiz ve kimsesiz sokakta yürümeye
başladılar. Her ikisi de hiçbir şey konuşmuyordu. Birinin yürüyüşü gecenin sessizliğini bozuyordu, caddelerin uykusunu
dağıtıyor, öbürünün süslü ayakkabılarının sesi hiç duyulmuyordu. Gözleri hiç bir şey görmüyor, elindeki çantanın ağırlığını bile hissetmiyordu. Beyninde onlarca cevapsız soru peşi
sıra geliyordu: “Niçin?..., niçin?..., niçin?...”
Merdivenlerden çıkmaya başlayınca Söhrap kendine gelmeye başladı. Etrafına bakmaya başladı. Burası devlete ait bir
bina değildi. Dönüp Albaya baktı. Albayın kalın kaşları çatılmıştı. Çok düşünceliydi. Onun kendisine baktığını hissetmedi. İkinci katta durdular. Albay acele etmeden kapının zilini
çaldı. Bir an oğlanın geçirdiği heyecandan sonra şaşırdı.
Kapıyı orta boylu güler yüzlü, güzel bir kadın açtı. Söhrap`ı görünce:
- Buyurun, buyurun! -dedi ve çantasını onun elinden
aldı.- Hoş geldiniz, geçin içeri.
Albayın tavrı da aniden değişti. Yüzündeki ciddi çizgiler
yok oldu, yumuşadı. Göz bebeklerindeki buz tabakası eridi.
Samimi bir şekilde misafirin koluna girdi ve içeri geçtiler.
Albayın bu samimi davranışı Söhrap`ı da şaşırtmıştı. “Burası
neresiydi? Onu niçin buraya getirmişlerdi?... Bu kadında
kimdi, ne iş yapıyordu?...”
Kadının büyük gözleri, gülümseyişi ona tanıdık geliyordu,
bir yerlerde sanki onu görmüştü. Ama nerede? Düşündü hatırlayamadı. O gün yaşadıkları kafasını tamamen karıştırmıştı.
Büyük, temiz bir odaya girdiler. Daha yeni oturmuşlardı
ki, bir kız geldi. Kız sağa sola koşuyordu, sevinçli bir halde
misafirle el sıkıştı, daha sonra sandalye alıp misafirin yanına
oturdu. Bu kız Söhrap`a tanıdık geldi. Kıza gözünün ucuyla
dikkatlice baktı ve hemen tanıdı. Bu onu üniversitede adım
adım takip eden, Ziynet’i kıskanan kız, Merhamet idi. Söhrap
nihayet kadını hatırlayabildi. Bu kadınla da üniversitede iki
defa karşılaşmıştı. Birinci defa öyle böyle karşılaşmışlardı.
137
Vidadi Babanlı
Kadın sabah erkenden okulun girişinde onunla tanışmıştı:
“Biz hemşeriyiz” demişti. Hatta Söhrap’ın babasını tanıdığını,
Muguz Soltanoğlu’nun iki üç defa kendilerinde misafir olduğunu söylemişti. Sonra ona evin adresini verdiğini, her zaman
kendilerine gelmesini rica ettiğini söyledi. İkinci görüşmeleri
ise çok şatafatlı olmuştu. Kadın kızı Merhamet’le beraber ellerinde çiçeklerle Söhrap`ın diploma törenine gelmişti.
Kutlamadan sonra herkesin gözünün önünde ona sarılmış ve
tebrik etmişti. Bütün dost tanıdıkları ile beraber evine misafir
çağırmıştı, ısrarla “Mutlaka gelin. Oğlumuzun başarısını ailece kutlayalım.” –demişti. Bu cana yakınlığın sebebini Söhrap
anlamıştı. Teşekkür etti, ondan yakasını zor kurtardı. Şimdi
de kendisi ayağıyla buraya geldi. Bu nasıl bir işti? Albay onu
niçin buraya getirmişti? Yoksa bu rüya mıydı? Söhrap şaşırmıştı. Albay onu şüphelerden kurtardı:
- Heyecanlanmayın, -dedi. Sesinde teselli edici bir ton
vardı.- Şimdi her şey anlaşılacak.
Söhrap, ağırlaşan başını yavaş yavaşa kaldırdı. Derinlere
dalmış gözleri Albaya yöneldi. Dilinin yerine gözleri konuştu:
“Siz kimsiniz? Beni niçin buraya getirdiniz? Bu nasıl bir
oyun?” der gibiydi.
Albaya kuru ciddiyet, şüpheci bir şahıs özelliği veren mavi
şapkasını çıkarıp bir yere koydu. İnce saçları alnının üzerine
düştü. Yüzü sanki biden bire nurlandı, parladı.
- İşte böyle.- deyip mukaddimesiz söze başladı.- babanız
bir haftadır ceza evindedir. Suçlu bulundu.-Albay sustu, birkaç dakika sonra tekrar konuşmaya başladı.- O, gerçek komünisti. Yıllarca onunla arkadaşlık yaptım. Beraber yiyip içtik.
Kaçaklara, kanuna karşı geleneklere karşı onunla birlikte
mücadele ettik. Kaç defa kendisinde misafir oldum. Sen o zaman küçüktün hatırlamazsın. Murguz da Bakü’ye geldiğinde
mutlaka bize uğrardı, geçen kış yine kendisiyle görüşmüştük.
Bu hadisede kendisine yardımı dokunmadı. İşler biraz karışık, bakalım nasıl olacak.
Albay, çok şey bilen birisine benziyordu. Ona bazı şeyler
söylemek istiyordu. Ama bir şeyler mani oluyordu. Tekrar
138
Vicdan Sustuğunda
sustu, cebinden sigara çıkardı, yaktı. Acele acele içti. Duman
gür, beyaz saçlarını yalaya yalaya yukarı doğru süzüldü. Öksürdü. Öksürüğü bitmeden sordu:
- Aldığım habere göre bu sabah seni partiden de üniversiteden de uzaklaştırmışlar... Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
Söhrap sorunun amacını anlamadı. Dalgın dalgın omzunu
silkti. Albay soruyu daha açık sordu:
- Köye dönmek istiyor musun?
Söhrap ümitsizce cevap verdi.
- İzin verseler dönerim.
Albay razı olmadığını ima eden bir tavırla başını salladı.
- Hayır, -dedi.- Dönmek uygun değil.- O, sigarasını acele
acele tekrar içine çekti tekrar ateşledi. Parmakları titreye titreye külünü kül tablasına bıraktı tekrar ekledi:
- Köyde artık senin hiç kimsen yok, oraya gitmen anlamı
yok, dedi.
- Nasıl?...-Söhrap’ın dudakları morardı.- Peki anam?
Albay yere baktı, yavaş yavaş cevap verdi:
- Anneni Sibirya’ya gönderdiler.
Bu haber onu babasının tutuklanmasından daha kötü
yıktı. Onu diri diri toprağa gömdü. Anası yıllardır ağır hasta
idi. Büyük oğlunun acı ölümüyle o da yıkılmıştı. Eriyip gitmişti kadın. Şimdi bu belaya nasıl dayanacaktı? Bu ne büyük
adaletsizlik?!!
Söhrap sıçrayıp kalktı. Kapıya doğru yürüdü.
- Ben gidip anamı bulmalıyım. Onu yalnız bırakmamalıyım!
Kadın onun önünde durdu. Albay da hemen yardımına
yetişti.
- Çocukluk yapma! Gecenin bu vaktinde nereye gidiyorsun?! –dedi.- Söhrap’ın kolundan tutup geri çekti oturttu. –
Derdi büyük olanın sabrı da büyük olmalıdır. Denilene göre
yetenekli bir gençmişsin. Topluma çok faydan dokunabilir.
139
Vidadi Babanlı
Söhrap’ın gözleri yaşla doldu. Ağladığını hissettirmemek
için elleriyle yüzünü kapattı. Açıklı, dokunaklı sesi elleri
arasından zor işitildi.
- Halk düşmanının oğlundan bu vatana ne fayda olur?
Ona kim inanır, kim itibar eder? –Gözyaşları parmaklarını
ıslattı. Sesi boğuldu. –Bitti artık! Her şey bitti!
Albay konuşmadı. Geniş odada omuzlarını sallayarak dolandı, durdu. Yeniden sigara yaktı. Dumanını burnundan
bıraka bıraka Söhrap’a itiraz etti:
- Ümitsizliğe düşmek senin gibi akıllı birine yakışmıyor.
Bunların böyle devam etmeyeceğine inanıyorum. Bir gün gelecek iyi kötüden, dost düşmandan ayrılacak. Bu hercümerçlik sona erecek. Yoksa...
Albay sözünün devamını getirmedi. Acı dumandan çıktı.
Yarıya kadar gelmeden sigarasını avucunda ezdi, açık pencereden dışarı attı. Tekrar yerine oturdu. Bacak bacak üstüne
atıp alnını ovuşturdu, yorun yorgun konuşmaya başladı:
- Neyse şimdi bu meselenin zamanı değil, şimdi bir çay
içelim. Sabah konuşuruz.
Kadın hemen çay getirdi. Söhrap içmedi. Albay, çayını
sesli sesli yudumlayıp yatmaya gitti. Kadın Söhrap’ı başka bir
odaya götürdü. “Yatın Allah kerimdir.” deyip ışıkları söndürdü, kapıyı kapattı. Söhrap karanlık odada dertleriyle baş başa
kaldı.
***
Sabah kahvaltıda Albay Söhrapla yine resmi konuştu.
- Köye gitmeyeceksin. Burada kalman senin için daha uygun. Gidip orada birilerinin gözü önünde bulunursan seni de
tutuklarlar. Zaten annenin yerini sana söylemeyecekler. Ben
annenle ilgileneceğim, hasta raporu alıp onu buraya getirmeye çalışacağım.
Söhrap kabul etmedi. Dünya yıkılsa da gideceğini söyledi.
Başına ne gelirse gelsin umurunda değildi. Bugün annesinin
140
Vicdan Sustuğunda
yanında olmadıktan sonra evlat olmanın ne anlamı olacaktı.
Niçin yaşıyordu. Saklanarak süreceği bir ömrün ona ne faydası olacaktı?
Albay anlayışlı bir insandı. Söhrap’ın ne düşündüğünü
hemen anladı. Meseleyi biraz daha açık ve net anlattı.
- Halk düşmanı olanların yeri gizlidir. Moskova’dan izin
alınmadan onların yerini hiç kimse bilemez. Yakınlarıyla konuşmak, görüşmek de kesin yasaktır. Tavsiyelerime uy! Akıllı,
temkinli olup sabırla beklemek gerekir. Ben işin içindeyim.
Elime fırsat geçer geçmez meseleyi halledeceğim.
Albay ona gerçekleri söylüyordu. Söhrap meselenin ciddiliğini şimdi anladı. Düşünüp ister istemez teslim oldu. Bu durumda duygusal hareket etmek hiç de onun lehine değildi. Bu
durumda annesini bulamayacak, onunla görüşemeyecekti,
öyleyse kendisini ele vermenin bir faydası olmayacaktı. Bunu
yapmaktansa biraz sabredip işin neticesini beklemek en güzeli idi. Belki gerçekten de bir yolu bulunur, annesi babası
döner, gelirdi. Zaten onların hiçbir günahı yoktu!...
Albay onun bu konuda ikna ettikten sonra bir konuyu
onunla açık olarak konuştu.
- Bu günden sonra sen benim bacımın oğlusun. Kim sorarsa böyle dersin. Belli bir süre şehirde görünmeyeceksin.
Bütün tanıdıklardan alakanı kesmelisin. Yoksa senin yüzünden beni de baban gibi sürerler. Şimdi insanları damgalamak
çok kolay. Kimsenin hizmetine, rütbesine bakmıyorlar.
Herkes gölgesinden korkuyor. Sanırım ne demek istediğimi anladın.
Söhrap dalgın dalgın cevap verdi:
- Evet, anladım....
***
Ziynet, o akşam eve geldiğinde anne ve babasını elleri
koynunda dalgın dalgın düşünür halde buldu. Çok üzüldü.
Annesine, babasına baktı, endişeyle sordu:
141
Vidadi Babanlı
- Ne oldu? Niçin böyle düşüncelisiniz?
Annesi başını öne eğip, iç çekti. Babası bacağını bacaklarının üzerinden indirdi, yutkundu. Cevap veremedi.
Ziynet endişelendi, ağa düşmüş balık gibi çabaladı.
- Biriniz söyleyin ne oldu? Niçin susuyorsunuz?
Babası nihayet konuşabildi. Daha önce anlaştıkları gibi o
konuşmalı idi.
- Heyecanlanma kızım! Önemli bir şey yok!
Ziynet babasının sesinin titremesinden iyice endişelendi,
beti benzi soldu.
- Nedir o önemsiz şey? Bir şeyler olduğunu hissediyorum.
Hadi söyleyin.
Ziynet artık hiç konuşmadı. Kendisini içten saran korku
onun takatini kesmişti. Sandalyenin ucuna halsiz bir şekilde
oturdu. Korkudan endişe saçan gözlerini babasına dikti.
Babası kızının keskin bakışları karşısında daha fazla dayanamadı. Aralıklarla öksürdü, burnunun ucuna baka baka
konuştu.
- Söhrap biraz önce buradaydı. –dedi, sesi kesildi. Konuşmasına bir şeyler mani oldu.
Ziynet babasını bekledi. Acele etmedi. Bu sessizliğin, üzüntünün Söhrap’tan dolayı olduğunu sezmişti. Kalbinde bir sızı
vardı. İşiteceği kötü haberin korkusundan kalbi aralıksız atıyordu.
Babası tekrar yutkundu. Kızının renkten renge girmesi
onu endişelendirmişti. Ne desin? Olanları nasıl anlatacaktı?
Ziynet gelmeden öce karı koca bu konuda istişare ettiler. Meseleyi kızlarına nasıl anlatacaklarını kararlaştırdılar. Elbette
böyle bir hadiseyi direkt olarak söylemek doğru değildi. Ziynet zor durumda kalabilirdi. Alıştıra alıştıra söylemek daha
uygundu. Uzunca istişareden sonra hakikati kendisine söylememeyi uygun buldular. Ömürlerinde yalan nedir bilmeyen
bu iki yaşlı insan “Allah’ın azabı”na razı olup yalan söylemeye karar verdiler. Hatta ne söyleyeceklerini de belirlediler.
142
Vicdan Sustuğunda
Muhtemel sorulara da cevaplar bulmuşlardı. Hata yapmamak
için söyleyeceklerini birkaç kez tekrar ettiler. Ama, iş başa
düştüğünde bunun ne kadar zor olduğunu gördüler!...
- ... Acele ediyordu. – Babası yavaş yavaş, kendisini zorlayarak devam etti.- Köye gidiyorum, dedi.
- Köye niçin gitti, ne oldu?
- Telgraf gelmiş, sanırım babası hasta imiş.
Ziynet biraz rahatladı. Kalbinin atışları sakinleşti. Ama
şüphesi vardı. Babasının yüzüne endişe ile bakamaya devam
etti. Söhrap’ı çok iyi biliyordu. Böyle bir şey olsaydı ona hemen haber verirdi.
- İyi ama, bana niçin haber vermedi? ...Akşam görüşecekti
ama...
- Onun için gelmişti. –Annesi de müdahale etti. – Trene
gecikiyorum, dedi. Ziynet’in iş yerine gitmeye vaktim yok,
hemen trene yetişmeliyim, dedi....Garip çocuk çok acele ediyordu. Bir bardak çay içmek için bile beklemedi.
Babası bekledi. Yardımına gelen kocasına destek çıktı:
- Sana uğramaya vakti yoktu, kızım. Bilet için acele ediyordu. Eczanelere uğraması gerekiyordu. Sonra da birilerine
uğrayacaktı. Kötü haber insanı zor durumda bırakır, aklını
başından alır. Köye gidip babasını gördükten sonra hemen
dönecekmiş. Ben de annen de babasına bir şey olursa hemen
bize bildirmesini istedik.
Ziynet kendisine geldi. Rengi düzeldi. Ama kalbindeki
sıkıntı hala geçmedi. Söhrap’ın kirada kaldığı evi biliyordu,
gidip eve uğramak istedi. Ama çok geç idi. Saat on bire geliyordu, bu vakitte bir genç kızın sokağa çıkması uygun değildi.
Şehirde güvenlik sorunu vardı. Başıboş olanlar, sarhoşlar sokaklarda geziyordu.
Annesi kızının kalbinden geçenleri hemen anladı. Onu
uyardı, azarladı.
- Bize inanmıyor musun, kızım? Niçin öyle bakıyorsun?
143
Vidadi Babanlı
Ziynet bir şey demedi. Sessizce kalkıp öbür odaya geçti.
Bir şeyler yemek içmek istemedi. Yatağına girdi. Bütün geceyi
huzursuz geçirdi. Uykusu kaçtı. Karmakarışık rüyalar gördü.
Sabah erkenden uyandı odada gezindi, kendisini kafesteki bir
kuş gibi hissetti. Sokaktaki insanları pencereden izledi. Sabah
aydınlanır aydınlanmaz hemen yola düştü, Söhrapların evine
gitmeye karar verdi. Dedikleri doğru çıktı onu evde bulamadı.
Bir gün sonra rahatsızlığının sebebini anladı. İş yerinde
bir fısıltı dolaşmaya başladı. Söhrap’ın partiden ve üniversiteden uzaklaştırıldığı ağızdan ağza dolaşmaya başladı. (O dönemde bu tür haberleri insanlar birbirlerine gizli gizlice söylerdi.)
Ziynet, o günden sonra karalar giydi. Artık yüzü hiç gülmedi. Ümitsiz aşkı için hayat boyu yas tutmalıydı....
Söhrap’ın bunlardan hiç haberi olmadı. Yağmurdan kaçarken, doluya tutulan Ziynet’in neler çektiğini de bilmedi.
Hiçbir zaman da bilemeyecekti.
***
Haftalar geçti. Söhrap dışarı çıkamadı. Albayın evinde gönüllü tutsak gibi kaldı. Anne babasının kederini çekti. Kalbini
dağladı acılar. Ziynet’in hayali gözlerinin önünden hiç gitmedi, uyanıkken de rüyada da onun hayali gözlerinin önüne
geldi hep. Dert üstüne dert kattı. İnlemeleri arşa ulaştı. Saatlerce düşündü: “Acaba Ziynet olanlardan haberdar mıydı?
Benim hakkımda ne düşünüyordu?... Başıma gelen belalar biliyor muydu? Babam serbest bırakılmazsa halk düşmanının
oğluyla evlenir miydi?” Bu düşünceler onu gece gündüz bırakmadı.
Aradan üç dört ay geçti. Söhrap’ın anne babasından haber
gelmedi. Ülkede sınıf düşmanlarıyla olan mücadele daha da
arttı. Albay, bir şekilde Söhrap’ın kimliğini değiştirdi. Yeni
kimlikte ona kendi köyünün ismi “Güneşli” soyadı olarak verildi. Böylece onun hayatı başka şekilde devam edecekti.
İlk günlerde Albayın ailesi Söhrap’a çok iyi davrandılar.
Onun üzülmemesi için ellerinden gelen ihtimamı gösterdiler.
144
Vicdan Sustuğunda
Ona kimsesiz bir misafir gibi baktılar. Onun nazını çektiler.
Ona dertlerini unutması hususunda yardımcı oldular. Olanları kabullenmesi ona için zaman tanıdılar. Hem de Merhamet’le birbirlerine alışmalarını beklediler. Canını Söhrap için
vermeye hazır olan Merhamet, mecburen sabretmek zorunda
idi. İçten içe yana yana dayandı. Bu çekilmez işkence idi,
günlerce uzaktan kendisini seyrettiği, yüzün görmeye can attığı gençle şimdi aynı evde idiler. Fakat oturup konuşamıyor,
el ele tutup gülemiyor, eğlenemiyordu. Onun için bundan
daha büyük azap olur mu?!
Sonunda beklenilen zaman geldi. Kıza kimse karışmamaya başladı. Evde daha serbest oldu. Vakitli vakitsiz oğlanın
odasına girmeye başladı. Ona hiç kimse bu konuda hiçbir şey
demedi. Üstelik öğlen ve akşam yemeklerinde annesi kızına
misafiriyle ilgilenmesi için direktifler vermeye bile başladı.
Ona:
- Misafirimize yakın otur kızım, demeye başladı. Ona hizmet et, -dedi.- Söhrap’a da gizli gizli dokundurmaya başladı: Oğlum utanma, çekinme. Kendi evin gibi bil burasını. Bundan sonra sen bu ailenin bir parçasın. Sen bizim evladımızsın.
Senin Merhamet’ten hiç farkın yok bizim için.
Merhamet her şeye hazırdı. Annesinin emirlerini hemen
yerine getirmeye başladı. Sandalyesini sürüyerek hemen Söhrap’ın sandalyesiyle birleştirdi. Söhrap’a yaslandı. Onun tabağına yemek servisi yaparken bilerek omzuna dokundu. Fırsat
buldukça ellerinden tuttu. Annesi, kızının yaptıklarını görmezlikten geldi.
Söhrap yemeğe oturduğunda kendisini sanki diken üstsünde gibi hissediyordu. Kızın utanmadan yaptığı hareketler
karşısında aciz kaldı, ne yapacağını bilemedi. Masanın altından kızın elini iteler, yüzüne sert sert bakardı. Kendisini geri
çekerdi. Ama kızın umurunda değildi hiçbir şey. Gizli yaptıklarını bazen açıktan yapmaya bile başladı. Yemekten sonra
Söhrap odasına çekilip dertleriyle baş başa kaldığında hemen
yanına gelirdi. Bazen ona çay, çerez getirir, bazen şehirde yeni
145
Vidadi Babanlı
olmuş bir hadiseyi ona aktarır, bazen de okuyup anlamadığı
bir yeri getirip ona sorardı. Saatlerce onun yanında bu bahaneyle dururdu. Bahane kalmadığında yeni bir şeyler mutlaka
bulurdu. Bu yönden kafası çok güzel çalışıyordu. Düzenbazlıkta onun üzerine yoktu. Söhrap’ı yasaklarını şeytanlıkla iptal ettiriyordu. Kızların, kadınların oyunlarından dünyada
hiçbir dahi kurtulamamıştır!
Söhrap yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. Bir çıkmazın içerisinde kalmış, çıkar yol bulamamıştı. Ne yapıp da
nefret ettiği bu kızdan kurtulmalıydı? Çok düşündü; ama bir
çıkış yolu bulamadı. Ne yapsa kar etmiyordu. Yüzünü asıyor,
ona yüz vermiyor evden çıkıncaya kadar öylece duruyordu.
Merhamet ona iliştiğinde, sakız gibi yapışığında kendisine
göre onu yola getirmeye çalışıyordu: “Bu hareketlerine son
ver. –derdi.- Ayıp olur, dedi kodu çıkar. Kendini düşünmezsen beni düşün. Halime acı. Görüyorsun ben ne haldeyim sen
ne düşünüyorsun? Başıma neler geldi, bir de sen bana zulmetme! Bana acı, misafire böyle davranılmaz. Misafire bu şekilde muamele etmek günahtır. Allah bunu hoş görmez. Onun
bunun dilinden kurtulamayız.”
Merhamet onu sessizce dinliyordu. Gözlerini Söhrap’ın
ağzına dikip söylediklerine dikkat kesiliyordu. Ama söyledikleri bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Kendi burnunun doğrultusunda gidiyordu. Gencin gözünün içine baka baka açıkça: “Ben seni seviyorum, sözümden de dönmem diyordu…”
Söhrap sinirden küplere biniyordu. Homurdanarak yüzünü başka tarafa çeviriyordu. Elinde değildi ki bu arsız kızı
kovsun, yanından uzaklaştırsın. Gemide yolculuk edip gemiciyle nasıl dalaşsın ki?... Kızın evinde mecburen kaldığı halde
nasıl kıza sert davransın? Bir şekilde bu arsız kıza tahammül
etmeliydi. Kız bin bir türlü oyun kursa o kendisinden emindi.
Kendisine güveniyordu. Dünya yıkılsa da Ziynet’e ihanet edemezdi. Ona verdiği sözün arkasında idi. İlk aşkını hiç kimseye
değişmezdi. Buna emindi.
146
Vicdan Sustuğunda
O dişini sıktı, dayandı. Kendi kendine Merhamet’in bütün oyunlarının üstesinden gelmek için söz verdi. Babasının
durumu belli oluncaya kadar sabretmeye, kızla da arasındaki
mesafeyi korumaya karar verdi. Başka çaresi de yoktu zaten.
Fakat işler istediği gibi gitmedi. Feleğin çarkı ters döndü. Onu
göz göre göre tuzağa düşürdü.
Bir sabah herkes evden çıktıktan sonra Albayın hanımı,
Söhrap’ın sofradan kalkmasına izin vermedi. Havadan sudan
konuştuktan sonra sadede geldi:
- Biliyorsun Söhrap kardeş, çok önemli bir mesele var. –
dedi.- Seninle bunu baş başa konuşmak istiyorum… - Kadın
biraz sustu. Bazen yere bazen de Söhrap’ın yüzüne bakıp
konuşmaya devam etti.- Sen de biliyorsun, bizim kız sana
çoktandır vurgun. Gözü senden başka hiç kimseyi görmüyor.
Seni dilinden hiç düşürmüyor. Senin için aklını kaybedecek
nerdeyse. Ne söz dinliyor, ne de yola geliyor. Sen bu eve geleli
aklını tamamen kaybetti. Ele güne rezil oluruz diye korkuyorum…
Kadın yere baktı. Sözlerine ara verdi. Bir şeyler söylemek
istedi ama dili varmadı. Söhrap onu zor durumdan kurtardı:
- Korkmayın!- dedi- Rezil olmazsınız. Ben çıkıp giderim
bir daha da görünmem, her şey son bulur… Zaten benim burada daha fazla durmam da uygun değil. Misafirliğin üç günden fazlası yüzsüzlüktür. Ben haddimi açtım, misafirliğin sınırlarını aştım. Kaç aydan beri yabancı bir evde çakılıp kaldım. Asıl utanılacak şey budur!
Albayın hanımı renkten renge girdi. Telaşlandı:
- Hayır, hayır!... Ne diyorsun sen?!- dedikten sonra yalvarmaya başladı.- Ne olur, bu söylediklerini bir daha deme.
Bir daha böyle şeyler aklının ucundan da geçmesin. “Çıkıp
gitmek de ne demek” İsrafil amcan (kendi eşi) bunu işitirse
evden beni kovar. Seni kıracak bir şey yaptığımı sanır. Evde
çıngar çıkarır, bütün günahı benim üzerime yıkar. O, sana
çok saygı duyuyor. Kendi oğlu yok, seni Allah tarafından kendisine verilmiş bir lütuf olarak görüyor. Sadece o değil hepi147
Vidadi Babanlı
miz sana ısındık. Sana kanımız kaynadı. İsrafil her zaman
senin hakkında konuşuyor, geleceğinden bahsediyor. O, gün
sabaha kadar yatakta gözüne uyku girmedi, beni de uyutmadı. Sonda Söhrap’ın geleceği ile ilgili düşünüyorum dedi.
Allah nazardan korusun, çok akıllı, becerikli genç, onu başka
bir şehre okumaya göndereceğim, dedi. Senin, toplumumuz
için çok faydalı bir insan olacağına inanıyor. Ben de sözlerine
destek çıktım. Şimdi senin de buradan ayrılacağını, başka şey
düşündüğünü duyarsa aklını kaybeder, kalp krizi geçirir. Yine
söylüyorum tek suçlu ben olurum o zaman. Senden rica ediyorum “gitmek” kelimesini bir daha ağzına alma, unut ne olur!
Söhrap yakındı:
- Ama bu da yaşamak mı, daha ne zamana kadar burada
gizlenebilirim?
- Onu ben bilmem, bu meseleyi kendisiyle konuş. O daha
iyi bilir.
Söhrap derinden nefes aldı. Başını ellerinin arasına aldı,
kendisini kadından gizletti. Ağlamaklı olmuştu. Kadın da etkilendi. Biraz hüzünlü hüzünlü öylece beklediler. Sonra kadın
yaşaran gözlerini sildi. Kalktı çayı tazeledi. Hazin ve suçluluk
psikolojisiyle konuşmasına devam etti:
- Ben kendi suçumu biliyorum. Yaptıklarım hiç de uygun
değil.- diyerek özür diledi.- Bütün bunları sana ben açmamalıydım. Seviyeyi korumalıydım. Bizim çok güzel adetlerimiz
var, anne kızına koca aramaz. Onurunu ayaklar altına almaz.
Yabancı birisi yanında kendisini de kızını da küçük düşürmez. Ama nedense ben seni hiçbir zaman bize yabancı olarak
görmedim. Buraya gelince seni can ciğer dost olarak gördük.
Geçen üç dört ay zarfında sana daha da ısındık. Bir aile gibi
olduk. Biz senin oğlumuz olmanı istiyoruz. Kızımızı tanımadığımız bir aileye vermek istemiyoruz. Sen de mutluluğu başka ailelerde arama! Huyunu suyunu bilmediğin insanlarla akrabalık kurmayasın!… Ben seninle bu hususu konuşmak istedim. Aklına başka şey gelmesin. Biraz önce de dedim, İsrafil
de ben de seni çok sevdik. Eğer dediklerimi tasvip etmiyorsan
ikimiz arasında kalsın. Hiç konuşmamış olalım.
148
Vicdan Sustuğunda
Kadın rahat bir nefes aldı. Hüzünlendi biraz daha sesini
yükseltti:
- Sakın, aklına bunlar benim sıkıntılı durumumdan istifade edip de kızlarını bana yamıyorlar diye düşünmeyesin.
Asla! Asla! Öyle bir şey düşünmeyiz. Allah’a şükürler olsun
kızımız kör değil, topal değil. Sen de görüyorsun kendisi çok
güzel bir kızdır. Evde kalacak değil. Büyük ablası gibi birisi
ona talip olur, o da yuva kurar. Ablası iki yıldır evli, mutlu bir
hayat sürüyor. Merhamet hususunda da hiç endişem yok.
Sana öylesine kalbimi açtım. Kıza gönlün ısınmadıysa, beğenmediysen senin bileceğin bir iş. Bu da gayet normal bir şey.
Her şeyden önemlisi kızı beğenmen gerekir. Aksi takdirde
kızın da oğlanın da hayatı zehir olur. Burada özellikle şunu
da söyleyeyim, bu benim teklifim… İsrafil’in rüyasına da girmez bu tür şeyler. Bu konuda rahat ol. Bu teklife hayır dediğinde benim sana kırılacağımı, senden nefret edeceğimi de
düşünme. Asla! Bu konuda müsterih ol! Sana önceden olduğu gibi bundan sonra saygı duymaya devam edeceğiz. Gönül
işinde kırılıp gücenme olmaz.
Söhrap’ın gerilen yüzü yavaş yavaş düzelmeye başladı.
Albayın hanımının samimi sözleri onu memnun etti. Heyecanı, sıkıntısı kalktı. Hiçbir şey demedi. Sakince kalktı odasına
gitti. Ayrıldıktan sonra kapı arkasından Albayın hanımı özür
diledi. Bütün bunlar Söhrap’ın sinirlerine iyi geldi. Onu kötü
düşüncelerden uzaklaştırdı. Sakin kafayla geleceğe yönelik
plan yaptı Zor günler geçiriyordu. Öyle bir zamanda yaşıyordu
ki aile bireyleri bile birbirinden kaçıyordu. Kırılıp bu evden
çıksa gitse ona kim sahip çıkacaktı? “Halk düşmanı”na kim
sahip çıkar? Albay’dan ve hanımından Allah razı olsun. Ona
evlerini açmaları bir yana onunla akrabalık bile kurmak istiyorlar. Böyle bir zamanda kim ona sahip çıkabilirdi?!
O, bu düşüncelerin cenderesinden kendisini kurtaramadı.
Uykusu kaçtı. Bütün günü düşünerek geçirdi. Ziynet’le görüştükleri anı hayal etti. Ziynet’in anne ve babasının kendisine
söylediklerini hatırladı. Koskoca insanların tir tir titremeleri,
149
Vidadi Babanlı
yalvarıp yakarmaları Ziynet’i unutması gerektiğini aklına getirdi. O, kaderin cilvesine razı olmak zorunda kaldı. Başka ne
yapabilirdi ki? İlk aşkına ulaşamayanlar sadece onlar mıydı
bu dünyada?
Merhamet’in işleri yolunda gitti, talihi açıldı. Daha bir hevesle harekete geçti. Oyunlarını, cilvelerini biraz daha artırdı.
Oğlanın aklını çalmak için her yolu denedi. Bir geceyi de
onun yatağında geçirdi.
Aile hemen nikâh derdine düştü. Günahı gençlerin üzerine attılar, alelacele düğün hazırlıklarına başladılar. En yakınlarını eve davet ettiler, gençlerin geleceği için dua ettiler.
Aradan altı ay geçti. Ülkede siyah bulutlar dağılmaya
başladı. Siyasi hava tamamen değişti. Halk düşmanı olarak
kabul edilen insanlara karşı davranışlar da değişti. Gazeteler
manşetten, radyolar ilk haber olarak “Oğullar babalarının sucuyla yargılanamazlar…” diye haberler vermeye başladı. Söhrap da ev hapsinden kurtuldu. Gölgesinden korka korka köşe
bucakta gezmeye başladı. Parka, insanların toplu halde bulundukları yerlerde göründü. Bir zamanlar Ziynet’le gezdiği
yerlerde ilk aşkı gözünün önüne geldi. Aşkı depreşti. Ziynet’i
aramaya onunla görüşmeye can attı. Onu hiçbir yerde göremedi. Ziynet’in çalıştığı yere gitti, onu orada da bulamadı. Söhrap
ümidini kesti. Ona mektup yazmaktan, evine gitmekten de
utandı, cesaret edemedi. Ama hangi yüzle görüşecekti?!
Albay, Söhrap’ın okul işini de yoluna da koydu. Onu her
ihtimale karşı Moskova’ya gönderdi. Şimdilik gözden uzak
olmasında yarar vardır, dedi.
Söhrap, anne ve babası hakkında malumatı da Moskova’da aldı. Köydeki akrabalardan birisine mektup yazdı. Geç de
olsa aldığı cevapta annesinin Sibirya’ya yakın bir yerde vefat
ettiğini öğrendi. Yakınları mezarının yerini bilmediklerini
yazdı. Babasından ise hiçbir haber alamadı.
***
150
Vicdan Sustuğunda
Acı hatıralar Profesörü çok yordu. Oda, ona dar geldi. Derinden nefes aldı. Böylece sanki geçmişin bütün sıkıntılarını
sildi, süpürdü. Biraz hafifler gibi oldu. Birkaç dakika sessiz ve
hareketsiz öylece durdu. Sonra hafızasının derinliklerine dağılan hatıraları bir yerde topladı, bir araya getirdi. Vugar
aklına geldi. Kabiliyetli talebesi için “Sen çok şanslısın, çok”
dedi ve gülümsedi. – “Benim çektiğim sıkıntıları, ezaları sen
çekmeyeceksin. İnsanı insanlıktan çıkaran zilletlere sen
maruz kalmayacaksın. Masallardaki şüphelerle karşı karşıya
kalmayacaksın. Engeller, beklenilmez oyunları hissetmeyeceksin. Şimdi devir değişti. Hiç kimse seni susturamaz.”
O, içinde huzur duydu. İç geçirdi. Kirpiklerini yavaş yavaş
kırptı.
7. Bölüm Vugar, bu sabah her zamankinden daha erken uyandı. Bir
önceki gün kafasında yeni düşünceler vardı, çabucak giyindi,
çantasını eline aldı, kapıya yöneldiğinde, her zaman olduğu
gibi, Cennet Ana kendisini durdurmak istedi. “Yine aç susuz
nereye böyle?” deyip çıkışmaya başladı. Fakat kiracısının
yüzündeki ciddi ifade ona bir şey söylemesine mani oldu.
Vugar, işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Mesainin başlamasına daha bir saat vardı. Hava da çok güzeldi. Böyle havalarda yürümeyi çok seviyordu.
O, Karaşehir köprüsünü geçer geçmez peşi sıra iki, üç defa
arkadan korna sesi duydu. Geniş kaldırımda yürüyen Vugar
arkasına bakmadı. Sebepsiz yere şehirde kornaya basan birçok genç vardı. Onlardan birisi olabilirdi.
Korna onun yanında tekrar çalmaya başladı. Kadın sesine
benzeyen bir ses ona seslendi:
- Şemsizade! Şemsizde!
Vugar yavaşladı. Mavi renkli Moskoviç onun yanında
durdu.
151
Vidadi Babanlı
- He, he, he… Yanındayım nereye bakıyorsun?
Arabanın arka aynasından görünen Ziya Leleyev’in yumru, şişman yüzünü o an görebildi.
- Gel!
Vugar, isteksiz bir şekilde araba yakınlaştı. Leleyev, ıkına
ıkına karnını direksiyondan kurtardı. İreli yöneldi.
- Selamün aleyküm, nereye öyle?
Vugar, Leleyev’in pencereden uzanan etli elini istemeden
sıktı. Dilinin ucuyla işe gittiğini söyledi.
- O zaman gel, beraber gidelim.
- Çok teşekkür ederim, yürüyerek gitmek istiyorum.
- Gel, bin. Şimdi gezmenin sırası mı? Sana diyeceklerim
var.
Ziya, arabasının kapısını açtı. Vugar’ı ısrarla yanına oturttu. Tekrar yerine yerleşti.
- Arkada birisinden gizlenir gibi oturan eşi ile onu tanıştırdı.
Al yanaklı, piyale gözlü, sakin ve sevgi dolu bakışlı kadını
Vugar, süzdü. Bakışlarını ondan ayırsa da aklı onda kaldı.
Gerçekten de güzelmiş, dedi. Onun hakkında duydukları aklına geldi. Hafifçe gülümseyip işittiklerine hak verdi.
Kıskanç erkekler gibi bir gözü Vugar’da kalan Leleyev,
yola koyuldu, sessizliği bozdu:
- Bunca zamandır nerelerdesin, yavrum? Niçin gözükmüyorsun?
- Burada mısın? Vugar, düşünceli şekilde ona döndü.
- Elbette buradayım. He, he, he… Zatıâlinizden, aklınızın
nerede olduğunu soruyorum? Vugar soruyu iyi duyamadığı
için durakladı. Ziya başka konuya geçti:
- Duydum ki Söhrap kardeş üniversitede senin için özel
bir laboratuvar açmış. Nasıl bari işine yarıyor mu?
- Fena değil çalışıyorum işte.
152
Vicdan Sustuğunda
- Hım!...Yine mütevazılık, - Leleyev Vugar’a ters ters bakıp
laf attı.– Anladım! Her şey iyi öyle mi... Aslında iyi olmalı.
Söhrap kardeşin yaptığı iş her zaman iyi olur.
Leleyev, konuşma anında aniden arabanın frenini basarak
sinirli halde kafasını salladı.
- Of! Artık bunlar canımıza tak ettiler sokakta rahatça
dolaşmamıza da izin vermiyorlar. İkide bir orman güvercinin
kuyruğuna benzeyen sopaları burnumuza kadar uzatıyorlar.
Rahatça çalışamıyoruz...
Leleyev, caddenin ortasında durup araçlara yol gösteren
polisin arkasından bir hayli konuştu. Yol açılınca yine Vugar’a
döndü.
- Sen ne düşünüyorsun, Vugar? Önce Şule Hanım’ı işine
bırakıp sonra yine yolumuza devam edelim mi? Rahatsız
olmazsın değil mi?
- Hayır.-Vugar Ziya Leleyev’in samimi bir şekilde fikrini
sormasına şaşırmıştı.
- Tamam!- Leleyev arabanın hızını artırdı. Konuşmaya başladı. Başka çaremiz yok, kadınlara saygı duymak zorundayız.
O, dikiz aynasından eşine baktı, yüzsüzce gülümsedi.
Sonra yeniden Vugar’a baktı:
- Sahi unuttum, sen de sormuyorsun... De bakalım arabam nasıl? Hoşuna gitti mi?
- Yeni mi aldınız?
- Evet, iki ay kadar oldu.
- Hayırlı uğurlu olsun! Fena değil.
Ziya Leleyev, başın yukarı kaldırdı, kahkaha attı.
- Ne biçim söz? Fena araba değilmiş – O, derinden nefes
aldı, tekrar kahkaha attı. – Çok garip bir adamsın, başkasına
bunu söyleseydin sana kırılırdı. Ama ben senden incinmiyorum. Çünkü seni çok iyi tanıyorum. Senin dilinde “fena değil” kelimesi “çok güzelden” biraz daha yukarıdır... Doğrusunu söylemek gerekirse araba almayı düşünmüyordum. Bazı
153
Vidadi Babanlı
insanlar gibi arabaya binerek hava atmayı beceremiyorum.
Mizacım buna elvermez. Ben de Şule Hanım da sadeliği seviyoruz. Servetimiz başımızdan aşsa da bizim içim bir anlam
ifade etmez... Evet, mecbur kaldık. Doktorlar tavsiye etti... Ama
özel araban olması çok güzel bir şey. İnsanı dinç tutuyor...
Ama biraz da vakit alıyor. Çabuk sinirleniyorsun. Bak yine
ızbandut gibi kesti önümüzü. Böyle olunca nasıl sinirlenmezsin?!
Leleyev, Vugar’a hava atmak için kafasını pencereden dışarı çıkardı. Trafik polisine çıkıştı:
- Hey buraya bak!.. Ne sağa sola bakıp duruyorsun?
Görmüyor musun seni bekliyoruz?
Polis, ona aldırmadı bile. Hiçbir şey olmamış gibi işine
devam etti. Tanımadığı, belki de hiç görmediği bu şoföre kızmak şöyle dursun ona gülerek yol verdi. Polisin bu aldırmazlığı Leleyev’i çileden çıkardı:
- Aptal! Bu kadar beklettiği yetmiyormuş gibi bir de laf
atıyor. Arka kapıyı açtı. Şule’nin elinden tuttu. Onu indirdi.
Sonra da “centilmenlik” göstererek eşinin elini öptü, hoşça
kal, dedi.
“Karaşehir”in yolu çok güzeldi, Ziya gaza bastı. Leleyev’in
dili yine çözüldü:
- Bu kadınları anlamak çok zor. Evde oturup yiyip içeceklerine, eşlerine bakacaklarına, yeteneklerinin olup olmasına
bakmadan, sokak sokak gezip iş arıyorlar. Çalmadıkları kapı
bırakmıyorlar.
Aldıkları para bir şey olsa bari... Tramvay, troleybüs biletine bile yetmiyor. Şule Hanım da öyle. Evde hiç bir şeyi eksik
değil. Hadi bir şeye ihtiyacı olsa çalışsa neyse! Eski parayla
yaklaşık dört bin alıyorum. Bazen ek gelirim de oluyor. Gazete
ve dergilerde yazım çıkıyor, telif ücreti alıyorum. İnsan becerikli olunca Allah da veriyor. Daha doğrusu becerikli insanı
para kendisi buluyor… Aslında, ailemiz o kadar büyük değil.
Ben, karım ve hizmetçimiz. Kardeş ben yanlış yaptım; ama sen
yapma. Kadın çalışmamalı.
154
Vicdan Sustuğunda
Vugar, hiçbir yorumda bulunmadı. Ziya da konuşmadı.
Petrol - Kimya Üniversitesine vardıklarında o küçük gözlerini
aniden titreyip oynattı... Gözlerini kısarak kurnazca gülümsedi.
- Bak az daha unutuyordum, durup dururken başıma iş
açacaktım... Bugün Merhamet Hanım, seni görmek istedi. Sabah bize telefon açtı, sana haber vermemi benden rica etti.
Akşam işten döndüğünde onlara uğrasan iyi olur. Bekleyecekler seni.
Vugar şaşırdı.
- Merhamet Hanım benimle görüşmek mi istiyor? Peki,
ama niçin?
- Ben nereden bileyim, niçin olduğunu? Sebebini kendisi
söyleyecektir. – Leleyev bir an durakladı, sonra sert bir şekilde
ilave etti.
- Bak, unutma! Sonra beni niçin uyarmadın deme. Merhamet Hanım çok hassas birisidir. Onu kırmasan iyi olur.
Çünkü kadın ailede her şeydir. Kendi deneyimlerinden hareketle söylüyorum bütün bunları.... Bu kadar!
Vugar içten içe güldü: “Bu niçin beni korkutuyor? Merhamet Hanım’la benim ne işim olabilir ki?... Usulca arabadan
indi. Ziya’nın söylediklerini o anda unuttu. Laboratuvara gitti.
İşe kendisini verdi, başka hiçbir şey düşünmedi.
102 numaralı oda değişmişti. Döşemeler, aynalar temizlenmiş; ama odadaki bayatlamış yumurta kokusunu andıran
koku hala gitmemişti.
Vugar bir anlık başka bir yerde olduğunu düşündü. Hayalinde bu küçücük oda genişlendi ve büyük bir laboratuvar oldu. Köşede yan yana toplanmış yeni teçhizatı gördüğünde
daha da sevindi.
Dün olduğu gibi, pencere önünde utangaç halde duran
Hatice halaya ve Narin’e minnet duygusuyla:
- Çok teşekkür ederim, size zahmet oldu!- dedi.
- Bu “teşekkür”ü siz Hatice halaya borçlunuz. İşin büyük
bir kısmını o yaptı.
155
Vidadi Babanlı
Haitce hala duygulanarak gülümsedi:
- Şeytan kız! Öyle yalan söyle de inansınlar! Senin gibi
hamarat kızın yanında Hatice hala ne yapa bilir ki?!
- Narin, tartışmaya girmedi. Bu sözleri Hatice halaya söyletmek istediği belli idi. Bir anlık kirpiklerini mütevazı şekilde
aşağı indirdi. Sonra eski, hareketli haline dönerek öne geldi,
Vugar’la karşı karşıya durdu.
- Biliyor musunuz bunları nasıl aldım?... Diyerek yeni teçhizatları gösterdi.- Tarım işleri müdürü ile kavga ettim. Ağzıma geleni söyleyip üzerine yürüdüm. Dinsizin hakkından
imansız gelir. Baktım müdür, hık mık ediyor, işçisini savunuyor, ona da haddini bildirdim. Yüzüme şaşırmış halde bakarak güldü: “Çok yaman biriymişsin!- dedi –Vay seninle evlenecek adamın haline!...” dedi. Yüzüme baka kaldı. Sonra da:
“Niçin sinirleniyorsunuz?.. Lütfen sakin olun...” dedi. Ben de
daha sözümü bitirmedim, dedim: “Beni ikna etmek için zahmet çekmeyin. İmza atacaksanız atın, atmasanız kendiniz
bilirsiniz. Şimdi “Merkezi Komiteye” gidiyorum. Hiç bir şey
söyleyemedi. Kafasını sallayarak kalemi aldı, müdürü çağırıp
söylediklerini yerine getirin dedi.”
Hatice hala manalı manalı güldü.
- Doğru söylüyor yavrum yaman biriymişsin, Annen seni
kız değil, ateş parçası doğurmuş. Nereye gitsen işini halledersin.
Narin ona itiraz etti:
- Sen de bilmiyorsun Hatice hala. Onlar bu dilden anlıyorlar. Ateş ol ki sana el değmesinler. Kül olursan havaya savururlar. Doğru değil mi Vugar kardeş?
Vugar ciddiyetini bozmadan gülümsedi. Doğru söylüyorsun diyerek kafasını salladı.
Bu zarif kızın becerikli olması ve açık sözlülüğü de onun
çok hoşuna gitmişti.
Narin, hiçbir şey konuşmadan bekledi. Sonra dizgini çekilmiş huysuz at gibi yeniden konuşmaya başladı. Elbisesinin
156
Vicdan Sustuğunda
kollarını sıvayarak hızlı adımlarla bir yere koştu. Hemen döndü. Elinde tuttuğu beyaz elbiseyi Vugar’a verdi. Hatice halayı
yardıma çağırdı. Çalışmaya başladı.
Yeni teçhizatlar onların bir hayli vakitlerini aldı. Bunları
istenilen şekilde kurmak, sonra vakum pompasının ayarlarını
yapmak, basit ama dikkat isteyen işlerdi. Bütün bu işlerin
üstesinden gelmek için bir alanda uzman olmak yeterli değildi. Alanında uzman kimyacıya ve mühendis yeteneği olan
tecrübeli, yeterli düzeyde donanıma sahip uzmanlara ihtiyaç
vardı. Vugar enstitünün küçük laboratuvarında böyle şeylerle
çok az uğraşmıştı. Orada her şey ona hazır şekilde teslim
edilmişti.
Narin’in bilgi ve becerisi burada da onun işine yaradı. Bu
zayıf vücutlu kız öyle istekli çalışıyordu ki onu görenlerin çalışmasına hayran olmaması mümkün değildi. Narin, Vugar’ın
kendisine hayran hayran bıraktığını gördükçe mutlu oluyordu. Daha çok gayret ediyor, bazen Vugar’a tatlı tatlı bakıyor,
gülümsüyor, ama işini bir an bile aksatmıyordu. Hatice hala
bile kızın hareketliliğine şaşıyordu. Bir gözüyle Vugar’a bir
gözüyle de Narin’i bakıyor, sessiz sessiz gülüyordu.
Uzun süre suskunluktan sonra kız konuştu:
- Size baktıkça kendi kendime şüphe ediyorum,- deyip
söze Hatice halaya hitapla başlasa da bakışlarını Vugar’ın üzerine çevirdi.
- Belki bir yerde hata yapıyoruz!
Vugar mutlulukla:
- Hayır, hayır!,- dedi kendisi Hatice halanın yerine cevap
verdi.
- Tam tersi her şey yolunda gidiyor. Çok güzel çalışıyorsunuz.
- Gerçekten beğeniyor musunuz?..- Narin nazlandı. Hoşunuza gidecek ne var burada? İşimizi yapıyoruz sadece.
- Bir iş iki şekilde yapılır, biri zorla, diğeri de içten gelerek
hevesle.
157
Vidadi Babanlı
- Narin tevazuuyla başını önüne eğdi.- İşimin birileri tarafından beğenileceğini hiçbir zaman aklıma gelmezdi.
- Güzel iş herkesin hoşuna gider!- Vugar sesini biraz daha
yükseltti. - İşin güzelliği kolaylığında ya da zorluğunda değil,
onun nasıl yapılmasındadır.
Hatice hala destek verdi:
- Doğru söylüyor, en sade işi bile çok kötü yaptığında
herkes o işten nefret eder. - dedi.
Bu sözler Narin’in çok hoşuna gitti. Tevazu ile başını aşağı
eğdi.
- Ne bileyim diyerek omuzlarını çekti.- Vugar kardeşin
işimi beğenmediğini düşünüyordum. İlk defa nasıl çalıştığımı
gördü. Benim çalışmalarımı beğenmeyebilir. O, çok yetenekli,
çalışkan birisi bense sıradan bir memurum.
Vugar, onun sesindeki inceliği hissetti; ama neyi ima ettiğini anlamadı. Samimi bir şekilde cevap verdi:
- Her işin bir uzmanı var. Bilim adamlarının çoğu bu işlerden anlamazlar. Örneğin benim gibi.
- İnanmıyorum!- Narin ince dudaklarını büzerek kendinden emin şekilde kafasını salladı.- Sizin bu işten anlamayacağınıza ihtimal vermiyorum. Bu olamaz!
Vugar güldü.
- Elbette az çok anlıyorum. -dedi.- Ama sizinle kıyaslandığında ben daha işin başındayım.
- Evet, bu biraz doğru olabilir.- Narin istese de istemese
de kabullendi.- Çünkü sizin işiniz farklıdır. Siz, işin daha çok
ilmi taraflarıyla ilgileniyorsunuz…- O, birden sustu. Bir şeyler
hatırlayıp devam etti:- Ben, bu üniversitede işe başladığımda
çok sıkıntı çektim. İşi nasıl yapılacağını bilmiyordum. Zamanla alıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. İşleri üstün körü yapmak da istemiyordum. Bir taraftan da laboratuvar müdürümüz tahammülsüzdü. Her zaman kavga ederdik. Ben, çocukluktan beri başka birisinin işine karışmayı sevmiyor, kimsenin de benim işlerime müdahale etmesini istemiyordum. Sab158
Vicdan Sustuğunda
ret işimi bitireyim, sonra gel kontrol et. Nerede hata yaptıysam söyle. Her beş dakikada yanıma gelme. Bana engel olma.
Böyle çalışamam. Bu şekilde benim çalışmam mümkün değil.
Hür yaşamayı seviyorum... Dedim. En sonunda onu bu yaptıklarından vazgeçirdim. Korkusundan benim yanıma gelemedi. Bana karışmayın, kendinize güvendiğiniz kadar bana da
güvenin. Rahat olun ben işimi iyi yaparım. Anlamadığım işi
hiç bir zaman yapmam.
- Tamam!- Vugar şartını gülerek kabul etti.- Söz veriyorum işinize hiç bir zaman karışmayacağım. Bilmediklerimi
sizden öğrenmeğe gayret edeceğim.
Narın Hatice halaya baktı. Bu yaşlı iffetli kadının tavrından çizmeyi aştığını, ifrata kaçtığını anlayıp, Vugar’n hoşuna
gitsin diye nazlanarak, tatlı dille konuşmaya başladı:
- Size bir şartım daha var. Çekinmeyin ne işiniz olursa
söyleyin. Gerekirse işten sonra da sizinle ilgilenirim. Yeter ki
sizin işleriniz yolunda gitsin. Ben çalışmaktan korkmuyorum.
Bütün gün ayakta kalsam da, yorulmam, “uf” bile demem.
En sevmediğim şey boş boş oturup onun bunun gıybetini yapmaktır. On dakika bile boş duramam. Oturduğumda bile
mutlaka kendime bir iş bulurum. Geç saatlere kadar bir şeylerle uğraşırım.
- Onun için çok zayıfsın. –Hatice hala dedi.- İnsan kendine zulmetmemeli. Bugünün yarını da var.
Narın sakinleşti.
- Annem de bana çok kızıyor. Hatta haftalarca benimle
konuşmuyor. Ama ne yapayım ben böyleyim işte. Elimde değil. Çocukluktan beri böyleyim. Can çıkar huy çıkmaz. Hatice
hala bu sözden rahatsız oldu, başını eğdi. Vugar da hiç bir şey
söylemedi. Narın sözlerini şakayla tamamladı.:
- Eh, ne olacaksa olsun. Zaten bu dünya hayatı ebedi değil. Beş gün önce beş gün sonra ne fark eder, sonunda toprağa
gireceğim. Orada istesem de istemesem de uyuyacağım. En
iyisi nefes alıp verirken, aklım başımdayken çalışayım, öldükten sonra arkamda bir şey bırakmak istemiyorum. Yiyip içe159
Vidadi Babanlı
rek şişmanlayan et yığını haline gelenlerden nefret ediyorum.
Şişmanların yazın nefes nefese kalmasından, kışın da pineklemesinden nefret ediyorum. Bir poşet et gibi yığılıp kalıyorlar. Şişman kızları seven erkekleri anlamıyorum.
O, bu son sözleri Vugar duysun diye söylüyordu. Bu
sözleri de sessizlikle karşılandı. Ne Hatice hala, ne de Vugar
konuşmadı. Akşama kadar durmadan çalıştılar. İşin sonunda
Vugar’ı yan odadan telefona çağırdılar. Telefondaki Ziya idi.
Konuşmadan önce, her zaman olduğu gibi, yersiz gülüşünden
onun olduğunu hemen anlamıştı.
Leleyev’in tüyleri diken diken eden ürpertici sesi çınladı:
- Benim Ziya... Tanımadın mı yoksa? He, he, he! Vallahi
çok garip birisin. Ne çabuk unuttun?... Sana en yakın olan birisini nasıl unutursun?!.- Leleyev biraz konuştuktan sonra
kendinden emin halde dedi:
- Bu kadar kendini yorma. Ne senden ne benden daha
bilgili birisi olmayacak. Beş dakikalığına aşağı in seni bekliyorum. Birinci katın girişinde kapının önündeyim. Çabuk ol!
Merhamet Hanım şimdi telefon etti. Sana hatırlatmamı istedi
onlara gitmeyi unutma. Nasıl?.. Niçin?... Onu ben bilmiyorum. Kendin gidince görürsün... Şimdi aşağı in. Seni ben
bırakacağım. Ne dedin?.. Kendin geleceksin?...He, he, he…
Beni kandıramazsın. Hiç kimseye güvenim yok benim. Seni
kendi elimle bırakacağım söz verdim. Bu benim için zahmet
olsa da yapmam gerekiyor, başka çare yok. Annem beni
önemli insanlara hizmet için doğurmuş. Merhamet Hanım’ın
dediğini yapmalıyım. Çabuk ol, in aşağı!
Vugar ahizeyi yerine bıraktıktan sonra düşünceye daldı:
Acaba bu davetin sebebi ne idi?
8. Bölüm Merhamet Hanım bekliyordu. Kapı zilinin çalınmasıyla
birlikte kapıya koştu, hemen kapıyı açtı. Misafirini burnundan soluyarak karşıladı.
160
Vicdan Sustuğunda
- Şükür, Allah’a en sonunda geldiniz!.. Nerede kaldınız,
gözlerimiz yollarda kaldı. İnsan bu kadar ihmalkar olur mu?!
Kaç gündür nerelerdesiniz? Sesiniz soluğunuz çıkmıyor? Madem zamanınız yok, insan bir telefon da mı açmaz?
Merhamet Hanım böyle konuşmaya başlayınca Vugar şaşırdı, hayret etti. Onları ziyaret etmediğini, telefon edip hatırlarını sormadığını düşünüp hata ettiğini düşünüp utandı. Ne
diyeceğini bilemedi. Bu “suçu” nasıl telafi edeceğini düşündü.
- İçeri buyurun, buyurun!... Sizde hiç bir suç yok, devir
değişmiş. Şimdi gençler başka şekilde yetişiyorlar. Bizim zamanımızda böyle değildi. Biriyle selamlaştıktan sonra bu
ölünceye kadar sürerdi. Böyle giderse ne arkadaşlık, ne vefa,
ne itibar kalacak.
- Merhamet Hanım, ciddi olarak serzenişte bulunsa da
gözleri mutluluktan parlıyordu. Bütün bunların geçici olduğu
anlaşılıyordu. Nisan yağmurları gibi kızgınlığı kısa sürdü. O,
bu defa çok farklı idi. Saçları dağınık bir ev hanımı gibi değildi. Sosyete hanımlarına benziyordu. Süslenmiş, hatta parfüm bile sürmüştü.
Merhamet Hanım misafiri içeri davet ettikten sonra, kapıyı kapadı, sonra şikayeti bırakıp tatlı dille konuşmaya başladı. Vugar’la bu defa daha çok ilgilendi.
- Size geçen defa da söyledim, şimdi de diyorum, kendinizi bu aileden birisi olarak kabul edin. Bize her zaman gelebilirsiniz. Söhrap’ın sevdiği birisini onun ailesi de sever. Size
açıkça söyleyeyim, biz sizi çok sevdik. Bizim ilk çocuğumuz
oğlandı. Beş yaşında vefat etti. Size baktığım zaman onu hatırlıyorum.
- Teşekkür ederim. - Vugar içtenlikle cevap verdi.
- Bir şey değil! Merhamet Hanım iyi başladığı sözü tamamlayamadı. Kayınpederi dışarı çıkmıştı. Büyük ihtimalle
her zamanki gibi kalbine iyi gelsin diye yürüyüşe çıkmıştı.
Üzerinde kalın paltosu olan Soltanoğlu Vugar’ı görünce ona
yaklaştı.
161
Vidadi Babanlı
- Selamun aleyküm! - dedi, bıyığının altından ona güldü.
Vugar’la tokalaştı. - Nasılsınız, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Vugar, bu nur yüzlü ihtiyarın elini samimiyetle sıktı.
Elinde olmadan sevinçle:
- İyiyim,- dedi. - Siz nasılsınız?
- Ben mi?.. Soltanoğlu içini çekti.- Nasıl olunur bu halde
oğlum?
Bir adam üç beş gün daha fala yaşamak için her gün yürüyüşüne çıkıyorsa günlerini bahçede “hava almakla” geçiriyorsa onun hali nice olur? Ben bu dünyadan elimi eteğimi
çektim. Sizlerin canı sağ olsun.
Muguz Soltanoğlu sözünün sonunda gelinine baktı. Onun
sözlerinden rahatsız olduğu belliydi. Soltanoğlu onun bu halini görünce yine içten içe gülümsedi.
- Beni affet ben gitmeliyim, yolum çok uzak - diyerek vedalaştı.
Merhamet Hanım, kayınpederi dışarı çıkar çıkmaz rahat
nefes aldı. Hemen devam etti:
- Evet, kendinizi her zaman bizden biri olarak görebilirsiniz. Kalbimizde her zaman yeriniz var.
O, bu sözleriyle misafiri içeri götürdü.
Büyük oda bugün özenle süslenmişti. Yenice temizlenmiş
döşeme pırıl pırıldı. Geniş paspas döşemeyi ikiye bölmüştü.
Odanın bir tarafında porselen kaplar, bir tarafında siyah piyano, kanepe ve yatak, yukarı tarafta köşede kadife örtülü televizyon, televizyonun yanında büyük bir radyo vardı.
Oda maviye boyanmış, duvarın en güzel yerinde Söhrap’la
Merhamet’in yan yana resimleri, hemen yanlarında Alagöz’ün resminin altına da halı asılmıştı. Büyük pencerelerin yanlarından ince tüllerle beraber çeşitli renklerde perdeler ağır
ağır sallanıyordu. Dikkatli ve zevk sahibi bir insan buraya
baktığında birçok dekorun gereksiz olduğunu hemen anlaya162
Vicdan Sustuğunda
bilir. Ev sahibinin amacı kendilerinin zengin ve lükse düşkün
olduğunu herkese göstermeye çaba harcadığı hemen belli oluyordu.
Vugar, her şeye hayran kalmıştı. İlk defa böyle şeyler
görüyordu. Hocasının yanında evi istediği gibi gözlemleyememişti. Evdeki bir resim çok dikkatini çekmişti. Bu resim şöminenin yanında ısınan iki çıplak erkek çocuğunun resmi idi.
Çocuklardan biri oturmuş, minicik ellerini alevlere doğru
uzatmış, diğer çocuk da şömineye dönmüştü. Şöminenin sarı
alevleri çocukların mutlu yüzlerinin bir taraflarını aydınlatmıştı. Resmin tasvirleri, boyaları o kadar doğaldı ki sanki canlı gibi duruyordu. Vugar sobanın sıcaklığını hisseder gibi oldu.
Misafirin eve hayran kalması ev sahibini sevindirdi. “Baksın. Zavallı böyle bir evi nerede görsün?...”- diye düşündü,
ona oturmayı bile teklif etmedi. Vugar Merhamet Hanımın iyi
uyuyamamış köpek sesine benzeyen nefesini yanında hissedip aniden utandı. Ancak Merhamet Hanım ustaca hareket
etti:
- Biraz ara ver kızım. Bak bakalım kim gelmiş!- deyip
piyanonun arkasındaki sandalyede oturup piyano derslerine
hazırlanan Alagöz’e seslenerek, misafirin rahatlamasını sağladı. Vugar şaşırdı, içeride ne kızı fark etmiş, ne de piyanonun
sesini işitmişti.
Alagöz, ellerini piyanodan kaldırıp omuzları üzerinden geriye baktı. Vugar’ı görünce nedense solgun yüzüne renk geldi.
Kirpikleri titreyip yavaşça gözlerinin üzerine indi.
- Kalk kızım. Buraya gel insan misafiri böyle mi karşılar!
Dedi.
Kız annesinin ısrar etmesinden yüzü kızardı. Bir an yerinden kımıldamadı. Sonra istemeden ayağa kalktı. Onların
yanına geldi. Hızla kaldırıp indirdiği kirpiklerini aşağı indirdi,
misafirlerle istemeden selamlaştı. Sonra nedense kaçıyormuş
gibi geri döndü. Başını piyanonun üzerine indirdi. Ne çaldığını kendisi de bilmiyordu.
163
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım, kızının hareketlerinden memnun kalmadı. Gözünün ucuyla ona ters ters baktı. Lakin kızgınlığını
misafire sezdirmedi.
- Sizden utandı- diyerek güldü.- Diğer odaya geçelim onu
rahatsız etmeyelim dersine çalışsın, dedi.
Merhamet Hanım yan odayı alelacele düzenledi. Önceden
hazırlanan çay takımını hemen odaya getirdi. Çeşitli reçeller
koydu masaya. Bir bardak Vugar’a bir bardak da kendisine
çay koydu.
- Lütfen Alagöz’e aldırmayın büyüse de o hala çocuktur,
dünyadan haberi yok- diyerek kızından bahsetmeye başladı. –
Şehirde büyüdüğüne hiç kimse inanmıyor. Sanki köyden dün
gelmiş gibi. Günümüzde böyle akıllı iffetli kızlar pek bulunmaz.
O, sustu. Sonra omuzları hareket ede ede gülmeye başladı.
- Ama, siz birbirinize çok benziyorsunuz. Sanki hamurunuz ayı kapta yoğrulmuş gibisiniz.
Vugar, onun bu sözlerinden bir şeyler söylemek istediğini
anlamıştı. Kulaklarına kadar kızardı ve yere baktı. Asıl konuya gelmek için Vugar’ın fikrini almak istiyordu. Vugar’ın ciddiyetini bozmadan durmasından, susmasından ve kızarmasından rahatsız oldu: Tekrar havdan sudan konuşmak zorunda kaldı.
- Savunmanız ne zaman? Ne zaman sizi tebrik edeceğiz?
Vugar dudaklarının ucuyla cevap verdi:
- Bilmiyorum. Daha çok işim var.
Merhamet Hanım:
- Biraz acele etmeniz gerekiyor. Duyduğuma göre siz yavaş hareket ediyormuşsunuz. Bu tür şeylerde çabuk olmak gerekir. Yeni sorunlar çıkarabilirler karşınıza. İşinizi hemen
halletmenin yollarını bulun. Bu konuda sizden daha çok biz
rahatsızız.
Merhamet Hanım burada rol yaptı. İlk oğlunun kabirde
kemiklerinin bile çürüdüğünü hatırladı, gözleri dolu dolu oldu.
164
Vicdan Sustuğunda
- Yavrumun aziz ruhu için seni onun kadar çok seviyorum. Seni onun yerine koyuyorum. İşte bundan dolayı rahatsızım. Sizin o güzel gününüzü hemen görmek istiyorum. Anne
yüreği acele eder!
- Vugar dilinin ucuyla minnettarlığını dile getirdi. Dikkati
başka yerde idi. Büyük odada Alagöz piyanoda bir şeyler çalıyordu. Piyanonun karışık sesleri şimdi durulmuştu. Meşhur
Avrupalı bestecinin parçası gönül okşuyordu. Vugar bir hayli
yan odadan gelen musikiyi dinledi. Sonra rahatsız olmaya
başladı. Merhamet bunu sezdi hemen harekete geçti:
- Ben sizi bir meseleden dolayı rahatsız ettim… Daha doğrusu sizden küçük bir ricam olacaktı. Mümkünse haftada bir
iki defa gelip Alagöz’e derslerinde yardımcı olabilir misin?
Vugar, düşünceye daldı. Merhamet Hanım hemen araya
girdi:
- Kızımız on yıldır, musiki okuluna gidiyor. Bu yıl son
sınıfa geçti. Dersleri çok ağır. Müzik derslerinin yanında diğer
dersleri de alıyorlar. Ne ben ne de babası bu konuda ona
yardımcı olamıyoruz.
Vugar’ın aklına İsmet geldi. Güzel bir fırsattı, hemen cevap
verdi:
- Benim zamanım yok. Ama size birisini önerebilirim.
Benim sütkardeşim var, aynı evde kalıyoruz. Çok becerikli birisidir. Sizin onu tanımanızda fayda var. Kendisine söylerim,
gelir yardımcı olur.
Merhamet Hanım, yüzünü ekşitti. Teklife razı olmadığını
ima etti:
- Önemli değil. Alagöz bekler. Hem imtihanlara da çok
var. Önemli olan sizin işiniz, siz çalışın işinizi hemen bitirin.
İşleriniz azaldığı, hafiflediği zaman yardımcı olursunuz. Ama
bir şartla bundan sonra bizi unutmayacaksınız. Sık sık gelemezseniz de telefon etmenizi bekleriz. Biz ailece sizi çok
seviyoruz. Sesinizi soluğunuzu duymadığımızda rahatsız
oluyoruz.
165
Vidadi Babanlı
9. Bölüm Vugar, birkaç basamağı yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde
indi. Merhamet Hanımın söyledikleri onu düşünmeye sevk
etmişti: “Bu kadı niçin iki de bir kızından söz ediyor, sözü
dönüp dolaşıp kızına getiriyor?”
Birden Arzu’nun söylediklerini hatırladı: “Seni kendilerine damat yapmak istiyorlar...” Kalbi üzüntüyle atmaya başladı. Bedeninde bir ağırlı hissetti. Ayaklarına sanki taş bağlanmış gibi oldu. İsmet’in şüphelerini, sitemlerini hatırladı:
“Ben ne kadar safım, gerçekleri görmüyorum.” diyerek kendisini kınadı. – Onlar haklıymış. Onlar uzağı benden daha iyi
görüyorlar… Demek ki o kadının bütün cana yakınlığı, benimle yakından ilgilenmesinin bir sebebi varmış. Ah, insanlar
siz ne kadar farklısınız. Sizleri tanımak ne kadar zor!
O, dalın dalgın birkaç basamak daha indi. Ziya’nın hatırlattıkları aklına geldi: “Merhamet Hanım her şeyi üzerine
alır. Sakın onun gözünden düşme. Bir daha seni hiç kim
kurtaramaz.”
Vugar, daha da endişelendi. Elinden yeni kurtulduğu
Merhamet Hanım, gözünün önüne geldi. Onunla karşı karşıya oturduğunda göremediği, hissedemediği hilelerini, hayalinde şekillenen kadında açıkça gördü. Merhamet’in oturuşu,
duruşu, bakışı; bazen ağır temkinli hareketi bazen genç bir
kız gibi hemen değişen, kaygılı, kederli, muammalı ifadeleri
Vugar’ın gözünün önüne geldi. O, iri, badem gözlerinin derinliklerinde ara sıra peyda olup parlayan fitne kıvılcımları ne
kadar güçlü, ne kadar sihirli idi!
Vugar, sıkıldı. Büyük binanın kalan merdivenlerini hızlı
hızlı indi. İlk defa o, kalbine sığmayan sevinci, “en mutlu
aile”den edindiği teessüratı Arzu’yla paylaşmak istiyordu.
Şimdi ise kalbinde birden beliren bir korku, bir endişe ona
acele ettiriyordu. Sanki şimdi hemen Arzu’yu görmesi onu
ebediyen yitirecek, bir daha onunla görüşemeyecek gibi bir
duyguya kapılmıştı.
166
Vicdan Sustuğunda
Vugar, birinci katta da durmadı. Nefesini toplamadan
sokağa çıktı. Kendisini önceden sık sık telefon ettiği kulübeye
zor attı. Kaldırımda durdu, yakasını düğmeledi, ceketinin
yakasını kaldırmak zorunda kaldı. Hava çok soğuktu. Rüzgâr
çok sert esiyordu. Sokakta birçok insan kışlık palto giymiş,
şapka takmıştı. Kış artık kendisini hissettirmeye başlamıştı.
Rüzgâr kâh şiddetleniyor kâh yavaşlıyordu… Bu sabah güneş
doğmuştu. Doğada ilkbahar kokusu, ilkbahar nefesi vardı.
Vugar evden paltosuz ve her zaman olduğu gibi başı açık çıkmıştı. Öğleden sonra hava tamamen kapandı. Boz bulutlar
göğü kapladı. Şimdi kışın sert de rüzgârı esiyordu!
Vugar’ı ateş bastı. Ancak kalbindeki hasret ateşi öyle güçlüydü ki hemencecik dışarıdaki keskin soğuğu unuttu. Kulübeye yetişmek için biraz daha acele etti. Karşısından gelen
insanlara çarpa çarpa koştu. Kulübeye girdi acele acele numarayı çevirdi. Telefonun diğer ucundan boğuk bir erkek sesi
cevap verdi. Vugar bu sesi önce tanımadı, hatta başka yeri
aradığını zannetti. Bir anda alnından soğuk ter boşaldı.
Onunla konuşan Ağarza idi. Demek ki o evdeymiş, tatilden
geri dönmüş… Kendini tanıtmadan ahizeyi geri komak istedi
ama beceredi. Ağarza, onu sesinden tanımıştı.
- Vugar? Sen misin oğlum?..- Bu boğuk seste bir baba
samimiliği vardı.
- Hayırlı akşamlar!
Artık o nasıl susabilirdi ki? Dudaklarının kilidini güçlükle
açtı:
- Hayırlı akşamlar!
Bir anlık sessizlik oldu. Vugar, selamdan sonra Ağarza’nın
kendisine mutlaka: “Buyur, sen nasılsın?..” diyeceğini bekledi. Ama o başka türlü soru sordu:
- Keyfin nasıl? İşlerin yolunda mı?
Vugar`ın sıkıntısı geçti.
- Teşekkür ederim. Fena değil.
- Peki niçin gözükmüyorsun? Bir problem mi var, yoksa
bize kırıldın mı?
167
Vidadi Babanlı
Vugar sustu. Bu son söz ona dokunmuştu. Ağarza, onun
geç cevap vermesinden işkillenip hemen cevap beklemedi.
- Vaktin olduğunda bize gel, - dedi. – Hala bir hafta evde
kalacağım, tek başıma sıkılıyorum… Hiç bir şey olmasa da
sana güzel incir reçeli ikram ederiz. Kendi bağımızın meyvesidir. Arada bir tavla da oynarız. Oynayabiliyor musun? Önemli
değil, zaten ben de pekiyi bilmem.
Yine sustular. Vugar Arzu`yu telefona çağırmağa utandı.
Ağarza aniden öksürmeye başladı. Bu yaşlı adamın bir hilesiydi: Gencin konuşması kendisini toplaması için ortam oluşturuyordu.
O konuşmayınca kendisi başladı:
- Arzu kızımız evde yok. Uzun zamandır annesinin yanında. Bir, iki saate dönerler. Mutlaka ara.
- Tamam!
Vugar, ahizeyi yerine koydu, alnındaki ter damlalarını sildi. Telefon kulübesinden çıkar çıkmaz, Arzuyla karşılaştı.
- Merhaba, Vugar! Nereye böyle?
Vugar cevap vermek için değil, onunla görüşmek için acele ediyordu. Arzu`nun zarif, yumuşak elini avucunda hissederek duraksadı.
- Seni arıyordum. Ahizeyi şimdi yerine koydum.
Arzu gülücük dolu gözlerini anlamlı anlamlı süzdürdü ve
derinden nefes aldı. Vugar bu sessiz imanın ne anlama geldiğini hemen anladı: “Vefasız, çok geç hatırlıyorsun…”
Vugar, bir şey demedi, yere baktı. Arzu`nun dudaklarındaki sitem gülücüğü silindi. Yüzünde kaygılı bir ifade belirdi.
- Peki, şimdi nereden geliyorsun?.. Palton, şapkan nerede?
Vugar ilk soruyu duymazlıktan geldi.
- Ben üşümüyorum. Soğuğa alışığım.- diyerek sohbeti
başka tarafa çekmeye çalıştı. Arzu onun hocasında olduğunu
bilmese iyi olurdu! Çabucak sordu: - Peki sen nereden gelip,
nereye gidiyorsun?
168
Vicdan Sustuğunda
- Ben mi?.. Sinemaya gidiyorum.
Kesik kesik söylenen bu kelimelerin sitem olduğunu hissetti. Gönül alıcı hoş söz aradı, ama bulamadı. Şakayla dedi:
- Anlaşıldı! Demek ki gezmekten geri kalmıyorsun! Sevgilisi senin gibi çok ezen gencin vay haline!
Arzu kırgın bir tavırla ona baktı. Uzakta duran annesini
gösterdi.
- Annemle gidiyorum.
Vugar`ın yüzüne eski bakır kızartısı çöktü. O, Şirinbacı
öğretmeni görmemişti. Öğretmen yakınlaştı. Vugar’a selam
verdi, gülerek kızına:
- İzin ver, artık ben gideyim, sana arkadaş bulundu, -dedi
ve dönüp uzaklaştı.
Arzu aniden telaşa kapıldı.
- Hemen gidelim, filim başlayacak.
Vugar öylesine sordu:
- Filim güzel mi?
- Bilmiyorum. Gitmedim. Ama çok övüyorlar. Çok bekledim sen aramadın. Ben de annemi zorla gitmeye ikna ettim…
Yine mi sitem! Vugar tekrar şaka yapmaya başladı:
- Kanunda bir madde var: Suçlu suçunu itiraf ettiğinde
cezası hafifler, şeklinde.
- O suçun derecesine bağlı.
- Ve de hakimin adaletine!
- Doğrudur. – Arzu çabucak Kabul etti. Sonra da ince
alıngan bir ses tonuyla ilave etti: - Nedense son zamanlarda
bizi tesadüfler karşılaştırıyor .
- Demek ki, böyle olması gerekiyor! Marksizm felsefesine
göre bütün tesadüfler zarureti doğurmaktadır. Genç bir
tarihçinin bunu bilmemesi çok garip doğrusu.
- Of…- Arzu`nun yavaş yavaş göğsü kalkıp indi. - Sen hiç
bir şeyi ciddiye almıyorsun, Vugar. Bu özellik sende son
zamanlarda çıkmaya başladı.
169
Vidadi Babanlı
- Şaka sağlıklı, dinç insanların anahtarıdır. İnsan için ilaç
gibidir. Tabiî ki bunlar tarih kitaplarında yazılmaz. Böyle
şeyleri sen benden öğrenmelisin.
- Ben senden başka şeyleri öğrenmeğe başladım, Vugar.
- Ne gibi?
- Soğukluğu, lakaytlığı, unut…- Arzu`nun sesi kesildi,
kederlendi.- Artık benimle görüşmüyorsun, beni çok az arıyorsun. Önceler böyle değildin. İki gün görüşmediğimizde
aramalar arka arkaya oluyordu, beni rahat bırakmıyordun.
Şimdi haftalarca hatırlamıyorsun.
- Sen her zaman benim aklımdasın, hayatım. Hem de her
dakika, her saat!
- Tabii, tabii sadece sözde!
- Dil, insanlara duygu ve düşünceleri anlatmak için verilmiştir.
- Dil her zaman kalbe tercüman olmuyor.
- Evet, haklısın. Ancak herkes için geçerli değil. Senin dediğin riyakâr vicdansız insanlarda olur. Ben onlardan değilim.
Arzu bir şeyler düşündü fısıltıyla konuşmaya başladı:
- Seni birilerinden kıskandığımı düşünme, Vugar. Asla,
öyle bir şey yok! Kıskançlık sevginin makasıdır, diyorlar. Bunu anlıyorum, hak da veriyorum. Ama senden bir ricam var.
Baştan tedbir alalım, kalbimize hiçbir şüphe gelmesin. Senin
bize kendi eviniz gibi her zaman gelmenizi istiyorum. Sokaklarda, parklarda görüşmemiz artık yeter. Bunu annem de
babam da istiyor.
- Olacak, güzelim, bunların hepsi olacak! Size gidip gelmeyi ben de istiyorum. Babanı da, anneni de hoşlanıyorum.
Sade ve samimiler. Ama kafam şimdi çok karışık. Bana ayrı
bir laboratuvar verdiler. Asıl işime yeni başladım. Seninle sık
sık görüşemememin sebebi de budur. Başka hiç bir sebep yok,
zaten olamaz da!
Vugar, bu sözleri söylediğinde Merhamet Hanım gözünün
önüne geldi. Söylediklerini ona da duyurmak istiyormuş gibi
yüksek sesle kararlı bir ses tonuyla devam etti:
170
Vicdan Sustuğunda
- Ölümden başka hiçbir şey seni benden ayırmaz, ayıramayacak. Bundan emin olabilirsin!
Arzu konuşmadı. Vugar`ın omzuna yaslandı. Vugar onun
başını göğsüne bastırdı. Hallerinden hoşnut olmalı ki hiçbiri
kıpırdamadı.
- Ha unuttum, filmin adı neydi?
- İtalyan filmi. İki gencin aileleri arasındaki ilişkileri konu
ediniyor.
- Galiba sen filmi izledin? Çok övdüğüne göre.
- Evet gördüm. Annemle sinemadan geliyorduk.
- Peki biraz önce görmediğini söyledin… Ayıp değil mi
bana yalan söylüyorsun?
- Çünkü senin de izlemeni istiyorum… Birlikte izleyelim.
- Anlaşıldı, bana bu filim aracılığıyla mesaj vermek istiyorsun öyle mi?
Arzu cevap vermedi. Vugar tatlı dille konuşmaya başladı:
- Yüzde yüz emin olabilirsin, canım! Ben, her zaman senin kalbinde olmamı istediğin gibi olmak istiyorum.
Arzu düşünceli bir eda ile fısıldadı:
- O zaman ben dünyanın en bahtiyar insanı olurum, Vugar.
Şanslı olurum!.. Aile mutluluğunun, bütün mutlulukların
kaynağı olduğunu söylüyorlar. Ben de öyle düşünüyorum, ya
sen?
- Ben de öyle düşünüyorum, Arzu.
- Demek, biz şanslı insanlarız!
- Gelecekte daha şanslı olacağız!
El ele tutuştular. Güzel sözler, güzel arzular onların kalplerini kanatlandırdı. Filme koşarak gittiler. Sanatın mucizeli
gücünün kendilerine güveni artırmalarını düşünerek sinemaya koştular. Fakat arzu ettikleri o mutluluğun sadece onlara bağlı olmadığını akıllarına getirmediler!
171
Vidadi Babanlı
III. Fasıl
1. Bölüm Bakü’nün iklimine hiçbir zaman güven olmaz. Kışın ortasında bahardan güzel bir gün yaşamak ya da ilkbaharın en
güzel günlerinde çiçeklerin açtığı bir dönemde kıştan bir gün
yaşamak işten bile değil. Beşikten yaşlılığa kadar ömrünü bu
eski ve tuhaflıklarla dolu şehirde geçiren Bakülüler bile mevsimlerin başlangıcını ve sonunu doğru dürüst tayin etmekte
acizdirler. Kışın sert soğuklarına henüz alışmadan güneş kızdırmaya, üzerinizdeki kış elbisesi ağır gelmeye başlıyor, neredeyse omuzlarınızı koparacak gibi oluyor. İlkbaharda da yeni
açan çiçeklerin, üzerine kırağı düşen küçük otların, zarif çiçeklere doymadan bir bakıyorsunuz ansızın sıcaklar bastırıveriyor. Can sıkıcı sıcaklardan gölge aramaya başlıyorsunuz.
Vugar Şemsizade de bu kışın nasıl gelip geçtiğini hissetmedi. Yeni laborutuar onu her şeyden mahrum bırakmıştı.
Yıllardır yaptığı deneyler, araştırmalar son zamanlarda daha
da zorlaşmıştı. Her deneyi en az on, on beş kez tekrar ediyordu. Sonuçta yine mutsuz, rahatsızdı! Dünkü deneyin sonucu bugünkü ile bugünkü de yarınki ile uyuşmuyor; birinde
basınç yüksek veya alçak çıkıyor, diğerinde hararet gerekli
ölçüde olmuyor, bir diğerinde ise özgül ağırlık farklı çıkıyordu. Daha neler neler uygun düşmüyordu. Bilim adamı olmak
şanslı olma demek değilmiş! Gözünü bir noktaya dikerek daha ne kadar oturabilirsin? Aynı kelimeler, aynı sorular bir
günde kaç defa tekrar edilir?
- İyot oranı ne kadar?
- V akum?
- Reaksiyon!
- Temizlik?
Hatice halanın artık buna sabrı kalmamıştı. O, sık sık
uyukluyordu. Beyaz cuna ile makine arkasında başı ağır ağır
172
Vicdan Sustuğunda
inip kalkıyordu. Sanki eski petrol kuyusunun hareketleri gibi
aşağı yukarı inip çıkıyordu.
Vugar`ın gün boyunca sesi soluğu çıkmazdı. Köşede küçük yazı masasında dalgın dalgın oturuyor, sürekli bir şeyler
düşünür, verilere göre çeşitli hesaplamalar yapıyordu. Ayakları üşümesin diye mi yoksa zihnindeki düşünceleri dağıtmak
için mi nedense arada bir kalkıp yavaş adımlarla odada dolaşıyor, araçları kontrol ediyor, cihazları gözden geçiriyor; makinenin basıncını düzenliyor, verileri ayaküstü not alıyordu.
Sonra yine hesaplamalar, hesaplamalar...
Vakum pompasının boğuk sesinden başka hiçbir şey hissedilmeyen sessiz odanın derin ve sıkıcı sessizliğini ara sıra
Narin bozuyordu. O, bazen Hatice halanın kestirmesine aniden kahkaha ile gülüyor, (bu gülüşle o sadece Vugar’ı, Hatice halayı kızdırmıyor, yanındaki cam tüpleri de titretiyor, oynatıyordu)
bazen de Vugar`a işle ilgili yerli yersiz sorular soruyor, onunla
tartışıyor, böylece Hatice halanın uykusunu kaçırıyor, laboratuarın sessizliğini bozuyor, havasını değiştiriyordu.
Yazın ilk günlerinde yeni problemler çıktı. Haziranın ortalarında deneylerde kullanılmak için buz bulunamadı. Bu durum laborutuardaki işleri hayli aksattı. Narin burada da herkesten hızlı ve cesur davrandı. O, bu kez hiç kimseyi tehdit
etmedi ve hiç kimseden de şikayetçi olmadı. Kendine göre
çıkış yolu buldu. Her sabah elinde içi buzla dolu iki kova ile
işe geldi. Bunu nereden, kimden alıyordu, hiç kimsenin haberi yoktu. Vugar bunu sormaya nedense utanıyordu.
Ama bir sabah mesele anlaşıldı. Temmuz ayıydı. Hava
daha da ısınmıştı. Narin içeri eli boş girdi; çok heyecanlıydı.,
yanakları kızarmıştı. Sık sık nefes alıyordu. Sanki onu birisi
kovalamış gibiydi. Bir hayli nefesini toplayamadı. Sandalyeye
oturup kaldı.
Vugar çok şaşırdı. Şaşkın şaşkın Narin’e baktı. Kızın durumu sormaya kelime bulamadı.
Narin biraz sakinleşti. Sandalyeden kalkıp ani bir hareketle Vugar`ın üzerine yürüdü. Çok yakın dostuymuş gibi
şımarıkçasına kolundan tutup tüm gücüyle çekiştirdi.
173
Vidadi Babanlı
- Gidelim! – dedi. – Gidelim de haddini bildirin ona!
Vugar hala da hayretler içerisindeydi.
- Kime?
- Ona! O, yaramaza!
- Vugar sonunda kendini toparladı. Ne yaptı size? Biraz
sakinleşin öyle anlatın...
- Zamanımız yok! Gidelim, her şeyi orda öğrenirsiniz.
Vugar, çekinerek yürüdü. Aklına, birisinin Narin’e sokakta sataşmış olabileceğini, bundan dolayı da Narin’in heyecanlı
olabileceği geldi. Adımlarını daha da ağırlaştırdı. Zaten kavga
etmek, birileriyle tartışmak onun işi değildi. Gidip o “yaramaz”a ne diyecekti?... O, Narin’e her ağzı bozuk olana cevap
verirse evinin yolunu bulunamayacağını anlatmaya çalıştı.
Toplumda her çeşit insanın olacağını söyledi. Ama Narin onun
kolunu bırakmadı:
- Gelin! - diyerek inatla onu çekti. – Yüzünde hayır meymenet yok. Ama o kendisine o kadar çok güveniyor ki sanki
küçük dağları o yaratmış!? ”Ben üniversite falan takmam...
İlim adamından filan anlamam...”Kız zayıf avurtlarını şişirterek komik hale getirdi. Ağzını, burnunu eğerek birisini taklit etmeye başladı: - Aklına yanayım, sanki çok önemli beni
tanıması!
Vugar, olayın onun düşündüğünden çok daha ciddi olduğunu anladı. İşle ilgili bir mesele olduğunu düşündü. Narin’in
peşinden gitti.
Yakınlarda bulunan su istasyonuna geldiler. O gün sıcaklar erkenden bastırmıştı. Evlerinin üzerinde görünen köz
renkli güneş her yeri kavuruyordu. Sokakta kesif bir yanık
kokusu vardı. Su istasyonunun karşısında insanlar sıraya girmişti. İnce gömlek giymiş büyük bir erkek homurdanarak ter
içerisinde su satıyordu. Elindeki borudan fışkıran su ara sıra
onun enli, etli suratına sıçrıyor tere karışarak yumru çenesinin ucunda damla damla olup kendinden bir karış ileri çıkmış
olan göbeğine damlıyordu.
174
Vicdan Sustuğunda
Adam Narin’i görür görmez işe ara verdi ve yüzünü
buruşturdu:
- Yine mi sen geldin?!
Narin, Vugar’ı kendisine doğru çekerek kendisine yardımcı olmak için getirdiğini göstermek istedi. Ancak onun yardımına ihtiyacı kalmadı. Biraz önce moralini bozan iri yarı
adamla tekrar burun buruna geldi:
- Evet, geldim! - dedi.
- Boşuna gelmişsin! – Adam sarsıldı. - İnsana olana bir
kere söylenir! Ben sana buz vermeyeceğim. Anlaşıldı mı!
- Hayır, anlaşılmadı!
- Lütfen, işime engel olma, - dedi. - İzin ver, işimizi yapalım, beni sinir etme!
Narin ekledi:
- Siz çok büyük insansınız ya! Sanki siz sinirlenseniz dünyanın sonu gelecek!
Adam iç çekti. Göbeği oynadı. Nefesini çekerek sırada duranlara döndü:
- Şunun konuşmasına, edasına bakın! Babası yaşındaki bir
insana söylediklerine bakın! Dünyanın sonu gelmiş, saygı sevgi kalmamış!
Narin saldırıya geçti:
- Dünyanın sonunu getirenler sizin gibiler! Sizin gibi her
türlü hile ve düzenbazlıkla uğraşanlardır!
Adamın büyük vücudu birden titremeye başladı. Yeni doldurduğu kabı çalkaladı, suyu dalgalandırdı. Kırmızı renkte
suratı koyulaştı, narçiçeği rengine döndü.
- Defol buradan! - diyerek bağırdı. - Defol karşımdan!...
Sana buzun zerresini de vermeyeceğim. Bu cehennem sıcağında senin için zahmet çekip getirmedim onları.
- Peki, kimin için getirdin?
- Bak, bunlar için! Bir bardak su için bu sıcaklıkta güneşin altında yananlar için getirdim!
175
Vidadi Babanlı
Adam eliyle sırada nöbet bekleyenlere işaret etti. Bu hareketiyle kendisine taraftar çıkmalarını ister gibiydi. Narin hiç
kimseye fırsat vermedi. Konuşmaya hazırlananların sözlerini
ağızlarında koydu:
- Hayır, doğru söylemiyorsunuz! Kendi cepleriniz için!
Büyük karınlarınız için! Taş başınız için! - dedi.
Karın kelimesi tekrar edilince adam beyninden vurulmuşa
döndü. Sanki soyuna sopuna küfretmişlerdi:
- Benim karnım senin gözüne batmasın, kızım! - diyerek
acıklı acıklı nefes aldı. - Büyük karınlar sizin üniversitede de
çoktur. Git onlarla ilgilen. Devleti aldatıp kucak dolusu para
alıyorlar. İnsanlara ne faydası var onların? Kime ne hayırları
var? Aldıklarının karşılığında ne yapıyorlar?... Ben hiç olmazsa yüreği yanana bir bardak su satıyorum. Bu sıcakta
onlarla birlikte yanıyorum. Sizinkiler de yaz gelmeden işi gücü bırakıp kendilerini serin yerlere keyif sürmeye gidiyorlar.
Menfaatçileri git sen onların arasında ara. Ben çocuklarımın
ekmek parasını kuruş kuruş kazanıyorum. Benimle uğraşma!
Narin, bir su satıcısından böyle cevap alacağını beklemiyordu. Sesi soluğu kesildi. Sıradaki insanlar fısıldamaya başladılar. Ona bazıları güldü. Biraz vakit geçtikten sonra:
- Büyük konuşmayın! İlim adamlarını değerlendirmek sizin haddinize düşmemiş! - Dili böyle dese de kalbi tam tersini
düşünüyordu. Sahte ilim adamları, bilimi, kariyer yapmayı
sadece kazanç kaynağı olarak görenler az mıydı?... Böylelerini
Narin bilmiyor muydu?! O, sustu. Sanki söyleyeceği kelime
kalmamıştı. Başını önüne eğdi, konuşmadı.
Vugar da susuyordu. Baştan beri hiç konuşmadı. Su satan
kişinin sözleri ona da dokunmuştu. Yavaşça ileri çıktı. Narinin kulağına fısıldadı:
- Yeter artık. Gitmemiz lazım, yoksa daha çok şey duyacağız.
Narin, pişman olarak geri çekildi. Karı kaldırıma geçtiler.
Taksiye binip ara sokaklarında buz aramaya gittiler.
176
Vicdan Sustuğunda
***
Onlar enstitüye döndüklerinde günün yarısı geçmişti.
Vugar’ın eli ayağı birbirine dolaştı. Her dakika onun için çok
kıymetliydi. Yaz bitinceye kadar, kesin sonuç elde etmese de
son deneylerini tamamlaması gerekiyor, aksi takdirde eline
rahat çalışacağı vakit olmayacak. Bu sıralar hiç kimse ona bir
şey sormuyor, ondan bir şey talep etmiyor. Onu sürekli kontrol eden hiç kimse yoktu. Enstitüdeki ilim adamlarının bazıları tatile çıkmıştı. Sonbaharda hareketlilik yaşanacaktı. İstekler artacak, sorular peşi sıra gelecekti.
Vugar vakum pompalarını çalıştırdı. Cihazları, makineleri,
her zaman olduğu gibi, kontrol etti. Cam balonlardaki sıvıları
yeniledi, buzdolabına buz için su koydu. Hesap cetvellerini,
gündelik deneylerini kontrol etti, not defterini alıp masaya
oturdu.
Narin ise hala kızgındı, kaşları çatıktı. Ellerini göğsü üzerinde bağlayıp uzun kirpiklerini ara sıra oynatıp duruyordu.
Deney için hazırlıkları her zaman o yapardı. Vugar’ın bu işlerle vakit kaybetmesini istemezdi. Ama şimdi sanki burada misafir gibi duruyordu. Ya da sanki bugün işe başlamış bir talebe gibiydi. Birilerinden emir bekler gibi hali vardı.
O birkaç dakika, her zaman olduğu gibi, sessizce durdu.
Sonra doğruldu, yüksek sesle konuştu:
- Aslında doğru söylüyorlar. Bizde hakiki bilim adamı
parmakla sayılacak kadar azdır. Gerçek bilim adamı diyeceğimiz çok az sayıda. Geçen sene müdürümüz gazetede bu konuya dikkat çekmişti: Enstitüde yirmiden fazla kimya sahasında Profesör, yetmiş kadar doktoralı elaman, yüzlerce laborant ve asistan çalışıyor... Anlayamıyorum bu kadar insan küçücük bir enstitüde ne yapıyor? Burası kuluçka makinesi fabrikası değil ki her sene şu sayıda civciv hesabı versin!
Vugar kafasını kağıtların üzerinden kaldırdı, hayretle
Narin’e baktı. Yüreğiyle kalbi hiçbir zaman örtüşmeyen bu kız
galiba ona laf vuruyor, işlerinden memnun olmadığını ima
ediyordu.
177
Vidadi Babanlı
- Aslında, o şişman adam haklıydı. Hükümetimiz ilim için
gereğinden fazla fedakârlıkta bulunuyor. Bazen basit bir mesele üzerinde birbirinden habersiz kaç kişi çalışıyor, yüzlerce
insan maaş alıyordu. Aslına bakarsanız devletin harcadığına
karşılık binde birini dahi karşılayamıyor. Bundan dolayı da
işler için buz bile yetmiyor.
Vugar`ın rahatsızlığı çabuk geçti. Narin’in, su satan şahsın sözlerini unutmadığını gördü. Hiç bir şey söylemedi, dudağının ucuyla gülümseyerek işine devam etti. Birkaç dakika
sonra o çalışmalarına kendisini verdi. Bütün dikkatini önünde duran hesaplara verdi, sadece Narin’i değil kendisini bile
unuttu.
Sonunda Narin de sakinleşti. Önlüğünü giydi, kollarını
sıvadı. Her zamanki aşk ve şevkle dikkatini cihazlara yöneltti.
Sessiz odada onun keskin adımları aralıksız çalışan vakum
pompasının monoton sesine karışarak odaya coşkunluk veriyordu.
Onlar bugün laboratuvarda her zamankinden daha çok
kaldılar. Mesai saatinin bittiğinden herkesin enstitüden ayrıldığından haberleri bile olmadı. Dışarıda hava kararmış, içeride de cihazlar da zor seçiliyordu. Narin dikkatini cihazlardan
ayırdı, Vugar’a baktı. O, hala dünyadan habersiz işine bakıyordu. Yavaş yavaş yürüyüp ışığı yaktı. Vugar odadaki canlanmayı hissetti. Kafasını elleri arasından bir anlık ayırdı, meraklı bakışlarla Narin’i süzdü. Ama bir şey demedi.
Narin Vugar`ı artık çok iyi tanıyordu. O, çok iyi biliyordu
ki bu anlarda onun dikkatini dağıtmak, kafasında planladığı
herhangi bir planı mahvetmek demekti.
Narin topukları üzerinde yerine döndü. Aradan iki üç saat
geçti. Kız artık ellerine hükmedemiyordu. Bacakları sızlamaya
başlamıştı. Şakaklarında ağrılar vardı. Çok yorulmuştu. Vugar’ı
düşünceli halinden ayıramadı. Cihazları durdurdu. Hatice halanın her zaman sessizce oturduğu tabureyi çekip oturdu.
Vugar’ı izlemeye başladı. Onun halden hale geçen ekşimiş
suratına, alnında kah sıklaşan, kah da seyrelen kırışıklıklara
178
Vicdan Sustuğunda
sık sık kirpikleri oynayan küçülmüş gözlerine, bazen aceleyle
bir şeyler yazan bazen de bir noktada takılan kalan kalem
tutmuş eline merakla, tuhaf bir hayranlıkla baktı. O, Vugar’la
bu kadar hiç ilgilenmemişti. Bilim adamları ne kadar komikmiş! Onlar, hayale dalınca daha da gülünç duruma düşüyorlar!.. diye düşündü.
Vugar`ın oturuşu, duruşu çok değişmişti. Yaramaz çocuk
gibi yerinde duramıyordu. Bazen dudaklarını çiğniyor, bazen
kulağıyla oynuyor bazen de alnını ovuyordu. Bazen de eli ile
gözlerini kapatıp sessiz bir şekilde dakikalarca duruyordu.
Velhasıl bütün bunlar Narin için izlemeye değer eğlencelik şeylerdi. Sanki hiçbir yerde sergilenmeyen tiyatro gibiydi!
O, sessiz sessiz mırıldandı.
Herhalde Vugar da artık yorulmuştur. Genleşerek tabureden kalktı. Dikkatini ilk önce yüksek tavanın tam ortasında
sallanan elektrik lambası çekti. Yüzlük lambanın gür ışığı biraz daha artmıştı. Demek ki hava bir hayli kararmıştı. Diğer
laborutuarlarda elektrikler kesilmiş, çalışanlar evinin yolunu
çoktan tutmuştu. Vugar, birden bir şeyler hatırlayıp yan tarafa baktı. Ellerini yüzüne koyup ona dalgın dalgın bakan
Narin’i gördü, yerinde donakaldı.
Biraz vakit geçtikten sonra sordu:
- Siz hala burda mısınız?
Narin konuşmadı. Kımıldamadı. Dalgın bakan gözleri süzülüp kısıldı, alaylı tavırla hafif gülümsedi.
Vugar, sesinin yüksek çıkmasından rahatsız oldu. Güzel
bir şeyler söylemek için saate baktı. Şaşkınlığı biraz daha arttı:
- Saat on bir mi?!
Narin bir şey demedi. Sert bakışlarını ondan gizletmedi.
Vugar, bu küskün, tebessümlü bakışlarda suçlama ile beraber
fevkalade bir ifade gördü. Tiksindi. O, önceleri de Narin`in bu
tür bakışlarına şahit olmuştu. Ama hiç bir anlam verememişti. Daha doğrusu pek önemsememişti. Hatta son iki, üç gün
içerisinde kızın çok değiştiği gözünden kaçmamıştı. Şen şak179
Vidadi Babanlı
rak, şakacı kız bir anda başkalaşmıştı. Her zaman dalgın, düşünceli, kaygılı görünmeye başlamıştı. Az konuşuyor, az gülüyordu. Özellikle Hatice hala izne ayrıldıktan sonra o çok sessizleşmişti. Herhangi bir konuda Vugar’a başvurduğunda sesi
titriyor, heyecanlanıyordu. Yüzü halden hale giriyordu.
Vugar ciddileşti. Gayet resmi bir ses tonuyla:
- Artık geç oldu. - dedi. - Siz gidin! Ben biraz daha çalışacağım. Aklıma yeni fikirler geldi, yarına kalırsa unuturum.
Narin, ağır ağır yerinden kalktı. Önlüğünü isteksiz şekilde
çıkardı. İş yerinde giydiği ayakkabıları çıkardı, diğer ayakkabılarını giydi. Vedalaşarak koridora çıktı.
Vugar, birden rahatsız oldu. Narin`in isteksiz gidişinin
sebebini geç de olsa anlamıştı. Genç kız, gecenin bu vaktinde
tek başına nasıl gidecekti? Şimdi tramvaylar, troleybüsler de
azalmıştı. Karaşehrin yavaş yavaş uykuya daldığı vakitti.
O telaşla kapıyı açtı, arkasından Narin’e sesledi:
- Bekleyin, ben de geliyorum!
Kızın adım atmakta zorlanan ayakları bir anda iyice yavaşladı. Vugar geri döndü, masasını topladı. (O, yorgunluğu geçince çalışmak istiyordu. Bu saatlerde hava serinliyordu.) Çantasını
koltuğuna aldı, lambayı kapattı.
Bina boşalmış, sessizlik her yeri kaplamıştı.
Onların ayak sesleri bütün katlarda yankılanıyordu.
Aşağıda, çıkışta bekçi Vugar’a kuşkulu kuşkulu baktı,
rahatsız olmuş bir tavırla başını salladı.
- Çok gecikiyorsunuz, genç adam. Bu kadar gecikmeye
gerek var mı?
- Bekçi önce çok ciddi idi. Sonra gözlerini kıstı, gözleri
küçüldü, parladı. Narin’e yol vererek, Vugar`ı kenara çekti.
Fısıltıyla:
- Anlıyorum, -dedi.- Gençliktir. Ama.. böyle olmaz. Burada öyle şeylere kesinlikle izin vermezler.
180
Vicdan Sustuğunda
Vugar, bu sözlere önem vermedi. İzin isteyip Narin’in arkasından acele ile dışarı çıktı.
Gökyüzü pırıl pırıldı. Hilal yolunu yarılamıştı. Hava ılıktı.
Onlar tramvay durağında biraz oturdular. Tramvaydan ses
yoktu. Narin Vugar’a:
- İstersen yürüyerek gidelim?
Vugar, sağına soluna baktı. Öylesine sordu?
- Uzakta mı yaşıyorsunuz?
- Hayır, evimiz tam sizin yolunuzun üzerinde. – Narin,
bilerek evinin yakın olduğunu söyledi. O bütün yolu Vugar`la
birlikte yürümek istiyordu.
Vugar, kızın ne düşündüğünü anlamadı, çaresiz teklifine
evet dedi. Kaldırıma çıktılar. Onlar da etraftaki sessizliğe uydular. Bir hayli sessiz yürüdüler. Sonra Narin sıkıldı. Vugar’ın
ona bigane kalmasından rahatsız oldu.
- Ben her şeyi kendime göre yapıyorum. - diyerek tekrar
konuşmaya başladı. İsterseniz bekleyelim?... Ama siz çok
yorgunsunuz...
Vugar, tekrar dönüp arkaya baktı. Tramvay yine de görünmüyordu. Cevap verdi:
- Önemli değil. Vakit kaybetmektense gitmek daha iyidir.
Narin başını kaldırdı, gözlerini gökyüzüne dikti, uzaktaki
yıldızlar arasında bir şeyler aradı:
- Ben sizin için diyorum... Ben bu yolun on katı uzaklığı
bile yürüyerek gidebilirim.- O, “sizinle” demekten kendisini
zor aldı.
Vugar, konuşmadı. Tekrar arkasına baktı. Onu yolun
uzunluğu değil, Narin’in biraz önce söylemekten kendisini
zorla aldığı kelimeye duymaktan korkuyordu. Kızın sesindeki
tuhaf titreyiş onu kuşkulandırmıştı.
Narin devam etti:
- Biliyorum, yürümeyi siz de seviyorsunuz. Birkaç defa sizi
sabah penceremden yürüyerek işe geldiğinizi gördüm...
181
Vidadi Babanlı
- Pencerenizden?
- Evet! - Narin’in sesi çınladı. - Bizim pencereler sokağa
bakıyor. Birinci katta oturuyoruz.
Vugar düşünceli halde:
- İlginç, - dedi.- Peki nasıl oluyor da siz beni pencereden
beni işe giderken görüyorsunuz, oysaki ben sizi her defasında
iş yerinde buluyorum?
- Bunda anlaşılmayacak ne var? Benim adımlarım çok
hızlıdır. Yolda sizi geçiyorum. Siz hep düşünceli oluyorsunuz,
sağınızdan solunuzdan gelip geçenleri görmüyorsunuz.
Narin biraz ara verdi. Vugar’a ters ters baktı. Onun konuşmasını istedi. Ancak sessizliği yine kendisi bozdu:
- Önceler gelip yanınızdan geçtiğimde üç dört defa size
selam verdim. Ama hiç
Birisini almadınız...
- Hayır olamaz!
- Maalesef oldu! - Narin sallandı. Yabancı birisine yeni
ısınan çocuk gibi konuştu. - O zaman size çok kırılmıştım,
sizinle bir daha konuşmamayı düşündüm. Sonra sizin çok
düşünceli olduğunuzu, selamımı işitmediğinizi öğrendim...
Şimdi de böylesiniz.
Vugar, elinde olmadan gülümsedi.
- İyi ki konuşmuşsunuz. Küsmek çok kötüdür.
- Ama konuşmak tam olarak barışmak demek değildir.
- Neden?
- Çünkü konuşmaya mecbursun, bu işimizin gereği. Ama
kalbin de kendine özgü istekleri vardır.
Vugar’ın, biraz önceki korkusu yeniden başladı. Sohbet
dönüp dolaşıp istemediği mevzua geliyordu. Konuyu değişmek için tramvayı bahane ederek ekledi.
- Bu tramvay nerede kaldı, bir türlü gelemedi...
Narin elini salladı.
182
Vicdan Sustuğunda
- Bu saatten sonra gelmese de olur, artık nasıl olsa geldik.
Vugar sustu. Narin, tekrar dillendi:
- Bizim evin yeri ve manzarası çok kötüdür. Gürültüden
kulaklarımız sağır olacak. İş yerime ve okuluma yakın olması
çok güzel. Geçen sene annem evi değişmek istiyordu, iyi de
müşteri bulmuştu. Ben izin vermedim. Üniversiteyi bitirdikten sonra değişelim dedim. Doğru mu yapmışım?
Vugar’ın sesi çıkmadı. Narin ısrarla sordu:
- Sizin fikrinizi almak için bir şey sordum, doğru mu yapmışım?
Vugar omzunu silkerek:
- Siz daha iyi bilirsiniz.
Anladığım kadarıyla doğru yaptım, aksi takdirde benim
için çok tehlikeli olurdu. Akşam okuldan eve döndüğümde
karşıma koyun postunda bir sürü kurt çıkardı. Şimdi bile eve
ulaşıncaya kadar yüreğim ağzıma geliyor... Size nerede
okuduğumu söylemiş miydim?
- Herhalde söylemiştiniz.
- Yok söylemedim... Hatırlamıyorum. Söylesem de hatırlamıyorum.... Söylememde fayda var. Belki sizden birisi sorabilir. Kendi yardımcınızın okuduğu okulu, ihtisasını bilmenizde fayda var.
Vugar kızardı. Narin haklıydı. Böyle cesur, işgüzar yardımcı hakkında bir şeyler bilmemek gerçekten de uygun değildi.
- Ben Petrol Kimya Üniversitesinin, Teknoloji bölümünde
okuyorum. Akşam okulu dördüncü sınıf talebesiyim. Annem
gündüzlü olmamı istedi. Ona kıyamadım. Kendisi hasta. Bizi
tek başına büyüttü. Üzerimizde çok hakkı var...
- Babanız yok mu?
- Hayır.
- Vefat mı etti?
Çenesi kapanmayan Narin bir anda durakladı.
183
Vidadi Babanlı
- Vefat etmedi, başka birisiyle evlendi... - Onun sesi tekrar
tutuldu. Bu durum Vugar’a dokundu. Yetim kalbi çok yufka
olur!
- Çok mu oldu?
- Evet çok. Ben o zamanlar okula yeni başlamıştım.
- Peki babanız size yardım etmiyor mu?
Narin derin nefes aldı. Hazin bir ses tonuyla:
- Hayır, etmiyor,- dedi ve alt dudağını dişleriyle ısırdı.
Sonra üzüntü ve gazapla ekledi:
- Sarhoşun, ehlikeyfin birisidir. Kazancını restoranlarda,
pavyonlarda bitiriyor. Ayık vakti olmuyor ki bizi hatırlasın?!
Narin sustu. Kederli gözlerini uzaklarda dolaştırdı. Tekrar
derinden nefes alarak konuştu:
- O, bizi terk ettikten sonra annem üzüntüden hastalandı.
Dört ay hastanede yattı. Ben postanede işe başladım. Evlere
gazete, dergi dağıtarak ailemi geçindirdim...
Vugar, daha da etkilendi. Narin’e acıyarak baktı. İnsanları
tanımak ne kadar da zormuş! Bu şen şakrak kızın ne kadar
acı kaderi varmış? O, kaderini nasıl da ustalıkla saklıyormuş?!.
- Benim bu hızla yürüyüşüm postanede çalıştığım dönemden kaldı. - Gülümsedi. Çocukluğunun kederli masalını
garip bir zindelikle tamamladı:
- Artık babama ihtiyacımız yok. Şimdi maaşım iyi ve bize
de yetiyor. Bu sene küçük kız kardeşim de işe başladı. İki yıla
kadar ben de Üniversiteyi bitireceğim. Sonra annem inşallah
sıcak sudan soğuk suya elini sokmayacak. Evde oturup dinlenecek ve kendi tedavisi ile meşgul olacak.
Beş on adım yine sessizce yürüdüler. Narin kendi kendine
konuşuyormuş gibi yavaşça fısıldadı:
Ama çok kötü bir şey yaptım. Annem öğrense buna çok
üzülecek...
- Ne ? - Vugar birden sordu. O, artık her şeyle ciddi olarak
ilgilenmeye başlamıştı.
184
Vicdan Sustuğunda
- Bahar dönemi sınavlarında başarılı olamadım.
- Hiç birinde de mi?
- Evet.
- Niçin?
- Çalışmaktan vakit ayıramadım... Hatice hala hastalandığı için izne erken ayrıldı.
- Peki bana niçin demediniz, size izin verirdim.
- Siz, tek başınıza kalırdınız. - Narin kafasını salladı. –
Hayır, bu doğru olmazdı. Siz, izin verseniz de ben gitmezdim.
Son sınav değil ya çalışır, sonbaharda tekrar girerim.
Narin’in düşüncesi Vugar’ı bu defa da kendisine hayran
bıraktı. Kalbinde bu tuhaf kıza karşı sonsuz minnet hissi belirdi. Ama bu hissi nasıl ifade edeceğini bilemedi. O, düşünene kadar kız tekrar konuşmaya başladı:
- Teşekkürler!
Vugar şaşırdı. Be ne demekti şimdi? Kıza hayretle baktı.
Narin ayaklarını yan yana getirip durdu.
- Size zahmet verdim, hakkınızı helal ediniz.
Vugar, bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamadı. Kızın
şeytan gözleri birden parladı.
- Evimiz burası. Size hayırlı geceler!
Vugar, kendisine uzatılan küçük eli aceleyle sıktı.
- Size de hayırlı geceler!
2. Bölüm Cennet Ana yatağını terasa çıkarmıştı. Bütün camları açıp
kendine yer yapmıştı. Ancak uyuyamıyordu. Sıcakta beklemek yaşlı kadının uykusunu kaçırmıştı.
Vugar, onunla bahçede karşılaştı. Cennet Ananın elinde
büyük bir mendil vardı. Yavaş yavaş geziyor, ara vermeden iki
de bir mendili yüzüne sallıyordu. O, Vugar’ı her zamanki gibi
185
Vidadi Babanlı
azarlamadı. Nerede kaldığını, aç olup olmadığını da sormadı.
Anlaşılan sıcaklık yaşlı kadını bunaltmıştı.
– Sıcakları görüyor musun oğlum?.. Sanki cehennem sıcağı, her yeri yakıp kavuruyor – diyerek yakındı.
Gerçekten de hava çok sıcaktı. Yaprak bile kıpırdamıyordu. Dört tarafı yüksek apartmanlara çevrilen küçük bahçe
gece yarısı olmasına rağmen hala serinlememişti. Alt katta
kalanların bazıları dışarı taşınmışlardı. Hafif, katlanan yataklar kapıların önüne sırasıyla dizilmişti.
Vugar, konuşmadı. Yavaşça eve geçti. Mendilini elinden
bırakmayan Cennet Ana da onun arkasından gitti. Ama terasa geçmedi.
– İçeri girme. – diyerek Vugar’ı gömleğinden geri çekti.
– Odalara girmek mümkün değildi.
Cennet Ana sandalye çekerek pencerenin karşısına koydu,
oturdu. Vugar’a da sandalye verdi, şimdilik orada oturmasını
söyledi. Geniş basma gömleğini yakalarından tutup yellendirdi, sıcaktan yakındı.
– Bugün ölüp ölüp dirildim. Öğlenden sonra nefes alamadım. Kalbim az daha duracaktı. Bu sıcaklarda nasıl çalışıyorsun? Nasıl dayanıyorsun?
– Ben yalnız değilim Cennet Ana. Enstitüde benimle birlikte çalışanlar var.
– Yok, çocuğum, yok! – Yaşlı kadın kararlılıkla başını salladı. – Ben de çalıştım, çalışanları da gördüm; ama senin gibisini hiç görmedim. Çalışmanın da bir sınır var, insan bu kadar
da canına kastetmez ki!
– Benim işim bunu gerektiriyor, Cennet Ana. Zaman çok
önemli, beklemeye gelmez.
– Peki İsmet senin gibi değil mi? O, niçin istediği gibi zaman bulabiliyor?... İki de bir dinlemeye gidiyor.
– İsmet’in işi biraz kolaydır.
– Öyle deme! – Cennet Ana itiraz etti. – O, benden daha
çok canının kıymetini bilir, desene. Kendisini boş yere yormaz, üzmez. Böylesi daha doğru olurdu!
186
Vicdan Sustuğunda
Vugar, ısrar etmedi. Sütkardeşi hakkında daha fala konuşmanın bir anlamı yoktu. Kendisi onun dinlenmeye değil
de başka amaçlar için gittiğini çok iyi biliyordu. Alagöz’ün
aşkı – Büyük bir ilim adamının damadı olma hevesi onun
aklını başından almıştı. Bunun için Kislovodski’ye gitti. (Güneşlinin ailesi her yaz orada dinleniyordu.) Vugar, bunları Cennet
Ana’ya söylemeye gerek duymadı. Çok yorulmuş, susamıştı,
ağzı kurumuş çok zor konuşuyordu. Su istedi. Cennet Ana
ona yeni demlenmiş kokulu çay getirdi.
– Al, şunu iç – dedi.– Su kafi gelmez. Yaz çayıdır. Susuzluğunu hemen giderecek.
Vugar, çay içti. Daha da hararet bastı. Kalkıp bahçeye çıktı. Cennet Ana onun dışarıda uyumasını tavsiye etti.
– Kimden utanıyorsun? Sen de herkes gibi bu mahalledensin. Yatağını dışarı çıkar, orada rahatça uyu.
Vugar, teri biraz soğuduktan sonra içeri tekrar döndü. Oda
çok sıcaktı. Aldırmadı. Teri soğuduktan sonra yatağına uzandı. Çabucak uyumak için kirpiklerini sıkıca kapattı. Uyumadan önce yarım saat hayal kurmak adetiydi. Ama bu kez âdetini bozmak istedi. Artık yorulmuştu. Narin’den ayrıldıktan
sonra yürüyerek geldi, adımlarının sayısı kadar kafasına fikir
geldi. Hem bedenen hem de ruhen yorulmuştu. Uyumak
istiyordu, sadece uyumak!
Ama içerisinin sıcağı onun da uykusunu kaçırmıştı. İnce
yorganı yan tarafa attı, sağa sola döndü; ama yine de rahat
edemedi. İlk defa sütkardeşi İsmet’e imrendi: “Cennet Ana
doğru söylüyor. İsmet canının kıymetini biliyordu. Keyfine
düşkündü. O, denizde sefa sürüyor ben de bu cehennem sıcağında kavruluyorum...”
Bu düşünceler, onun yorgun beynini karıştırmaya yetti de
arttı bile.
O, yine İsmet’i düşündü. Sütkardeşinin önceleri tasvip etmediği hareketlerine şimdi kendisi imreniyordu: “Aslında iyi
yapıyor. Hem dinleniyor hem de... Belki orada işi de iyi gider.
Böylece ben de rahat ederim. Canımı Merhamet hanımdan,
187
Vidadi Babanlı
Ziya Leleyev’den kurtarırım. Söz sohbet de böylece biter.
Arzu’nun bu işlerden haberi olmaması güzeldi. Merhamet
Hanım’ın niyeti belli idi. Bütün olup bitenlerden Arzu’nun da
haberi olsa beni sıkboğaz eder, canımı sıkardı....”
Vugar, birden aklına gelen ikinci düşünceden telaşlandı.
Daha da tedirgin oldu. Hemen kalbinin derinliklerinde bir
rahatsızlık beliriverdi: Narin’in dalgın bakışları, ışık saçan
gözleri hayal “ekranında” canlandı.
“İşim çok iyiydi, şimdi bu nereden çıktı!” dedi.
O, sinirinden arkasını döndü. Elini karanlıkta havaya salladı. Sanki sinek kovalıyordu. Biraz sessiz kaldı, içten gülümsedi: “Ama çok garip bir kız. Çocuk gibi masum. Hile nedir
bilmiyor. İçi de dışı da aynı...”
Narin’e olan ilgiden doğan bu candan tebessüm Vugar’ın
dudaklarından bir hayli silinmedi. Biraz sonra güvenlik görevlisinin ona Narin’den gizli dediği sözler aklına geldi: “Anlıyorum gençliktir...Ama bu tür..” Şaştı kaldı.
Onun söylediklerini şimdi daha iyi anladı.
– Yok, – dedi.– Güvenlik görevlisinin şüphelenmeye hakkı
var. Genç kızla koca binada tek başına kalmak doğru değil.
Kim olsa bundan kuşkulanır... Bu kadarı yeter artık. Yarından
itibaren onu izne göndermek gerekir. Tek başıma olduğumda
bundan daha iyi çalışırım, böyle gereksiz şeylerle zihnimi de
yormam. Dedi kodu da çıkmaz böylece...”
O, birazcık olsun rahatladı. Heyecanı, rahatsızlığı azaldı.
Sanki odanın sıcaklığı da azalmıştı. Ayağa kalktı. Yastığı terden vıcık vıcık olmuştu. Diğer tarafını çevirdi. Rahatça uzandı. Bir iki dakika hiç kımıldamadı. Hiç bir şey düşünmedi.
Sonra yine hayal çilesi başladı. Bu defa da Arzu’yu hatırladı.
Bir aydan beri görüşemiyorlardı. Okullar tatil olur olmaz, Şirinbacı’yla yazlığa gitmişti. (Ağarza hala izne ayrılmamıştı.) Bu
süre zarfında Vugar iki defa Arzu’nun sesini duymuştu. Her
ikisinde de kız kendisi aramıştı. Vugar’a adres verip onu yazlıklarına davet etmişti. Fakat Vugar, görmek için can attığı
sevgilisinin bu teklifini geri çevirmişti. Vaktinin olmamasın188
Vicdan Sustuğunda
dan, işinin fazlalığından şikâyet etmişti. Geçen hafta Ağarza
da onu aramış: “Yazlığa gidiyorum. Vaktin varsa gel seni de
götüreyim. Bir gün bile dinlenmek ganimettir” –demişti.
Vugar bu saygılı ihtiyarın davetini de geri çevirmedi.
O, şimdi bütün bu olaylardan, sonra Arzuyu daha çok özledi. Onunla acil olarak görüşmek için can attı. ”Allah kahretsin! Arzu’nun gözünü yolda koydum. Böyle aşk mı olur?...
Böyle gençlik mi olur?!. Yok, ben galiba, hislerim kaybetmişim, hevesim kalmamış, ihtirasım sönmüş...”
Vugar kendinden kuşkulandı. Kalbindeki hasret duygusu
giderek güçlendi. O kadar ki bu saatte araba bulsa kalkıp yola
koyulabilirdi...
3. Bölüm Enstitünün girişinde omzuna hafif bir el dokundu. Sıçrar
gibi oldu. Ancak o anda da kalbindeki şüpheden vücudu titredi. Ziya Leleyev’den başkası böyle bir şey yapmazdı. Kendisini
çok kötü hissetti. “Bu da nereden çıktı şimdi?... Yine ne konuşacak?”– diyerek kalbinden Ziya’ya küfretti. Arkaya dönmek istemedi, onu görmemek için. Belki ondan kurtulabilirdi.
Ancak Leleyev’in ince sesi yerine kalın bir ses onu yolundan
çevirdi.
– Hayırlı sabahlar, Şemsizade!
Vugar, elinde olmadan sesin geldiği yöne doğru döndü.
Profesör Bedirbeyli’yi karşısında görünce şaşırdı. Şaşılacak şey!
Hangi dağın kurdu ölmüştü? Bedirbeyli ona böyle samimi
davrandı?!.
Geç cevap verdi:
– Hayırlı sabahlar, hocam!
Bedirbeyli onu baştan aşağı süzdü.
– Hiç iyi görünmüyorsun, hayırdır bir şey mi oldu?
– Hayır! – Vugar tuhaf aceleyle cevap verdi. Sesinde nedense bir şeylerden çekinen bir insanın haletiruhiyesi vardı,
yüzü kızardı.
189
Vidadi Babanlı
– İnanmıyorum! –Bedirbeyli dudaklarının ucunda titreyen
dalga geçirmişçesine gülüşünü gizletmek istermiş gibi elini
ağzına tuttu. – Cevabın da benim kuşkuma hak veriyor... Çok
mu heyecanlısın.
Vugar, cevap vermede zorlandı. Bakakaldı. Bu da neyin
nesiydi? Bedirbeyli’den korkuyor muydu yoksa? Neden dili,
dudağı kurumuştu? Kalbi neden çırpınıyordu?... Böyle zayıf
irade ve zayıf kalple yarın tartışmalarda ne yapacaktı?!
O, hatasını düzeltmeye çalıştı. Ancak gecikmişti. Bedirbeyli yine de elini ağzına yakınlaştırdı. Gözleri kurnazca gülümsedi.
– Benden saklama, açık konuş!
– Bir şey gizlemiyorum, hocam.
– Tedbir yiğidin ziynetidir, demişler, yavrum. Ama ihtiyatın nerede ve nasıl olması önemlidir. Benim gözlerimden hiçbir şey kaçmaz. Ben insanın yüzünden ne düşündüğünü hemen anlarım. İşler senin dediğin gibi iyi gitseydi böyle telaşlı
görünmezdin. Yazın bu sıcaklarında şehirde kalıp canını sıkmazdın. Bir deri kemik kalmışsın.
Beşir Osmanoviç, bir şeyler düşünüp aniden sesini kesti.
Vugar’a dik dik baktı, kederli bir şekilde devam etti:
– Sorun olduğunu gözlerinden okuyorum. Sen de, peki
kendin niçin bu sıcaklarda şehirde kalıyorsun, burada seni
gözleyen birisi mi var, diye düşünebilirsin. Herkes evini terk
etti, tatil yerlerinin yolunu tuttu. Peki ben niçin buradayım?...
Öncelikle şunu söyleyim, ben şehirde değil, Bilgehteki yazlığımda kalıyorum. Çok önemli bir işim olduğunda enstitüye
geliyorum. Buraya göre orası biraz daha serindir, yayla gibidir.
Benim kendime göre sıkıntılarım var. Senin patronun gibi
Kislovodskiye, Pyatigorski gibi yerlere keyif çatmaya gidemem. Maddi bakımdan değil tabiî ki. O bakımdan bir sıkıntım yok. Kazancım onunkinden çok. Ama benim yüküm ağır.
Birkaç aydır hanımım felçli yatıyor. Başka şehirlere götürmeye doktor izin vermiyor. Onu da yalnız bırakıp gidemiyorum....
190
Vicdan Sustuğunda
Bedirbeyli, öylesine öksürdü boğazını temizledi. Adeti üzere çenesini ileri geri hareket ettirip yeniden konuya döndü:
– Kırılma ama senin halini bir misalle anlatacağım. Tilkinin pazarda ne işi var, demişler ayağını kırmışlar. Duydun mu
darbı meseli?
– Evet, duydum. – Vugar alçak sesle cevap verdi.
– Çok güzel! Bu senin durumunu çok güzel anlatıyor.
Üzerine vazife olmayan bir işin altına girmişsin. Gereksiz bir
işin altında eziliyorsun. Ne kadar çalışıp çabalasan da bir şey
çıkmayacak. Doğru mu?... Dürüstçe kabul et bunu. Kıskanmakla alakası yok. Ben seni dostunum. Bunu da bilmeni istiyorum. Sana acıdığım için söylüyorum bütün bunları.
Vugar konuşmadı. Meseleyi anladı, her ne kadar içinde
fırtınalar kopsa da belli etmemeye çalıştı.
Bedirbeyli esas konuya geçti:
– Ben senin istidatlı ve becerikli olduğunu biliyorum.
Akıllı, düşünceli bir gençsin. Bilim dünyasına kendi çalışmalarınla bir şeyler kazandırmak istiyorsun. Bu takdir edilecek
bir durum. Ancak istemek başka, onu hayata geçirmek başkadır. Sen çok acele ediyorsun. Dereyi görmeden paçalarını sıvıyorsun. Acele etmenin faydası yok.
– Affedersiniz, hocam. Siz...
– Sabret! – Bedirbeyli Vugar’a bağırarak sözünü ağzında
koydu. – Sabretmesini bil! Biz her şeyden önce Azeri’yiz. Halkımızın çok güzel bir adeti var. Büyükler konuşurken küçükler dinler. Ben senin baban yaşındayım.
Vugar, bir şey demedi. Bedirbeyli, unvanına, eskiden gördüğü saygıya dayanarak yavaş yavaş konuşmaya devam etti:
– Ben, biraz önceki sözleri boşuna demedim. Biraz kırıcı
da olsa bilerek söyledim. Duyduğuma göre yetimmişsin, kimin kimsen yokmuş. Sana mı kaldı aslı astarı olmayan boş işlerle uğraşmak. Güneşli’nin sana acıdığını, merhamet ettiğini
mi sanıyorsun?... O, seni kullanıyor. Kendi emellerine alet
ediyor. Kendi danışmanlığı altında bir şeyler yapmak istiyor.
191
Vidadi Babanlı
Bu konuları çalıştırıyor desinler diye çabalıyor. Yarın senin
emeklerinin boşuna çıkması pek de umurunda değil!..
Söz dönüp dolaşıp Güneşli`ye gelmesi Vugar`ın canını
sıktı. Bedirbeyli, bu durumu onun gözlerinden hemen okudu.
Açıkça hücum etmeye başladı:
– Önceleri sana çok kızıyordum. Niçin? Nedenini biraz
önce söyledim: Düşünmeden hareket edip sonu olmayan bir
işin altına girdin. Yıllardır Amerikan’ın önde gelen bilim
adamlarının, sınırsız imkanları olmasına rağmen, üstesinden
gelemediği bir meseleyi sen mi çözeceksin?... Çok komik! Boşuna kürek çekip duruyorsun. Yedi sekiz ay önce gerekli imkanların olmadığını bahane etmeye başladınız. Kendinize yeni bir laboratuvar bile ayarladınız. Peki sonuç ne? Soruyorum,
hadi cevap ver?!
– Neticesi var, hocam.
– “Var” çok genel bir cevap. Somut konuş!
– Zamanı gelince somut konuşacağız.
– Ölme eşeğim ölme... – Bedirbeyli ağız dolusu kahkaha
attı. – Ne zaman gelecek o zaman?!
– Yakında.
– Anlaşıldı. Her şey ortada!... Bu konuda bir neticeye
varmanız mümkün değil.
– Bedirbeyli, kendisinden memnun bir eda ile çenesini
uzatıp çekti. – Bak, söz dinlememenin sonu bu. Sesin soluğun
kesiliyor. Cevap veremiyorsun. Sen ve danışmanın Güneşli,
bir şeyi çok iyi bilmelisiniz. Moskova`daki, Leningrad`daki
dünya çapındaki ilim adamlarının üstesinden gelemedikleri
bir meseleyi siz mi çözeceksiniz. Şapkanı önüne koy, düşün
bu ukalalık değil de başka nedir?
Vugar şaşırdı. Çok ilginç bir iddia idi bütün bunlar. Bu
iddiada tutuculuk da cahillik de vardı. Filan filan şahıslar bu
meseleyi ele almamışlarsa o zaman bu konu önemli değildir...
Ah otorite ah!...
192
Vicdan Sustuğunda
– Özür dilerim, hocam, sizin iddialarınızda gereğinden
fazla temkin söz konusu, hiçbir dayanağı yok. Biz kendi gücümüze inanmalıyız.
– O, hangi güçtür, yavrum? Peki, bu güç şimdiye kadar
neredeydi? – Bedirbeyli, suçlayıcı bakışlarını Vugar’ın gözüne
dikti. Kibirli bir eda ile: – Hiç zahmet etmeyin, – dedi.
– Kendini haklı çıkarmaya çalışma! Senin de, danışmanının da yerine mantık çok güzel cevap veriyor. Ben size o zaman toplantıda boş bir hayalin peşinde olduğunuzu defalarca
söylemiştim. Ama dinlemediniz. Bir büyük olarak size tekrar
söylüyorum. İster inanın ister inanmayın benden söylemesi.
Ben üzerime düşeni yapıyorum. Yetimsin, kimsen olmadığı
için sana açıyorum. Emeğin boşuna gitsin, heder olsun istemiyorum.
Vugar, vücudunun titrediğini hissetti. Bedirbeyli`nin ona
sık sık yetim olduğunu, kimsesinin olmadığını hatırlatması
rencide edici idi. Tahammülü kalmamıştı. İsyankar bir ses
tonuyla:
– Bunun meselenin bilimle ne alakası var? – dedi – İsyankâr bir ses tonuyla:
– Benim öksüzlüğüm, kimsesizliğim beni ilgilendirir!
Bedirbeyli`nin dudaklarında ince alaylı gülümseme belirdi.
– Bak, gördün mü? – O, elini ve başını aynı anda salladı. –
Gençlik hissine kapıldın yine... Sen hangi dünyada yaşıyorsun? Bizde her şeyin insanın mutluluğu için olduğunu, Sovyet ilminin buna hizmet ettiğini bilmiyor musun? Toplumumuzun faydasına, insanımızın refahını yükseltmeye yaramayan bilim gıyl ü kaldir. Sen de bu ülkenin vatandaşısın. Senin
geleceğini biz de düşünmeliyiz. Yarın bütün çalışmaların boşa
çıktığında, işsiz güçsüz kaldığında biz de zarar göreceğiz. Herkes bize o zaman siz neden uyarmadınız diye soracaklar.
Niçin ona doğru yolu göstermediniz diyecekler... O zaman ne
cevap vereceğiz. Sanki benim sözünü dinleyen var da! Herkes
bir yol tutmuş gidiyor.
193
Vidadi Babanlı
Vugar, tekrar susmak zorunda kaldı. Deneylerden hala kesin sonuç elde edememesi onun ağzını, dilini bağlamıştı. Bu,
ilk ve en önemli deneylerdi. Yarın yapacağı deney sonuçları
da istediği neticeyi vermezse Bedirbeyli gibilerin ağzını nasıl
kapatacaktı. Onların suçlamasından yakasını kurtarması mümkün değildi. Şimdi ağzına geleni söyleyen Bedirbeyli bakalım
o zaman ne diyecekti!... Vugar aniden irkildi. Tereddütler, kuşkular kalbinde anbe an arttı; onu sarstı. ruhunu sıktı. Bedirbeyli, Vugar`ın korkularını hemen sezdi. Aynı tarzda deva etti:
Zararın neresinden dönersen kardır, demişler. Cehennem
olsun yeni yakıt da diğerleri de. Neyine gerek böyle karışık
işlerle uğraşmak.
Horoz olmayınca sabah olmaz mı?... Başkaları ne yapıyorsa sen de öyle yap. Kolayca netice elde edeceğim yüzlerce
konu var. Al onların birisini hazırla ve savun. Sen aile kurmalısın. Yemen, içmen iyi olmalı, boş işler karın doyurmaz.
Bedirbeyli, söylediklerinin tesir edeceğine inanarak sesini
kesti. Bir dakika sonra aynı tarzda devam etti:
– Ben, tabiî ki, bu konunun tamamen aleyhinde değilim.
Şehirlerimizin havasını zehirli dumanlardan temizleyen, motorların ömrünü uzatan, insan sağlığını koruyan, bütün canlılara faydası olan yeni yakıt fikri çok güzeldir. Ama şu an bu
tezi gerçekleştirecek teknik imkanlar yok. Belki on, on beş yıl
sonra teknolojik gelişmeler bunun da gerçekleşmesini sağlayacaktır. Sonu belli olmayan bir problem üzerinde kafa yormaktansa kendi hayatını düşünmek daha akla uygundur. Ben
bu kadar söylüyorum. Gerisini siz düşünün. Git, salim kafayla
bu meseleyi tekar düşün, kararını sen ver. Söylediklerimi eğer
anlarsan, yanıma gelirsin, gerekeni yaparız.
Bedirbeyli, nasihatini vurgulu bir şekilde tamamladı. Şehadet parmağını havada gezdirdi, ağır adımlarla oradan uzaklaştı. O, gururlu yürüyüşüyle, el, kol hareketleriyle bir şeyler
ima ediyordu.
Vugar, bir süreliğine yerinde dona kaldı. Bedirbeyli bütün
bu uyarıları niçin yapıyordu? Niçin bu işle ciddi olarak ilgile194
Vicdan Sustuğunda
niyordu? Yoksa burada bir hile mi saklıydı?... Belki Beşir
Osmanoviç onu bilerek endişelendiriyordu!
Vugar yerinde kalakaldı. Profesör Beşir Bedirbeyli gözünden kayboluncaya kadar kirpiklerini oynatmadan arkasından
baktı. Önceleri de bu ihtiyardan nefret ederdi. Güneşli`nin ve
diğer büyük bilim adamlarının bu şımarık ihtiyara olan saygısı, her zaman, her konuda onu haklı bulmaları, asılsız ilmi
tartışmalarına gereken cevabı vermemeleri ona hem garip
gelirdi. Bunları şahit olunca sinirlenirdi. O, şimdi bütün bu
“tavizlerin” sebebini anlamıştı: Hayır, Beşir Bedirbeyli onun
düşündüğü kadar, Ziya Leleyev`in söylediği gibi arkası kolayca yere vurulacak, üstesinden kolayca gelinecek birisi değildi. Bu hamura daha çok su gerekecekti!...
4. Bölüm Profesör Beşir Osmanoviç Bedirbeyli ilim alemine direkt
olarak üretim sahasından gelmiştir. Tabiri caizse, cefa çekerek
“taşlı, kayalı” yolları baştan sona adımlamamıştı. Sanki Allah,
ilmi dereceleri ona gökten zembille indirmişti.
Hayatın bu hoş lütufları – İlahi bahşişler herkesin bahtında, talihinde olmuyor. Devlet kuşu her fakiri bulup omzuna konmuyor. Bedirbeyli Allah`ın en sevimli kulu, dünyanın en mesut insanlarından birisiydi. Yetmiş yaşını bitirmesine rağmen, şimdiye kadar maddi manevi bir sıkıntı, sarsıntı
geçirmemişti. Zamanın kavgaları, keşmekeşleri onu teğet geçmişti. Sağlığı iyi, bünyesi de çok güçlüydü. Buz baltasından
bile sertti. Zayıf olmasına rağmen bugüne kadar ne başı
ağrımış, ne dişi sızlamıştı. Diğer akranları gibi hastane nedir,
doktor nedir bilmiyordu. Nezlesini soğuk algınlığını da her zaman ayaküstü geçirmişti. Kısaca bir eli yağda bir eli balda idi.
Beşir, fakir, yoksul bir petrol işçisi ailesinde doğmuştu.
Babası devrimden çok çok önce Güney Azerbaycan`dan Bakü
madenlerine gündelik yevmiye ile çalışmak için gelmişti. Burada da kendisi gibi fakir, yoksul bir kızla evlenmişti. Eli na195
Vidadi Babanlı
sırlı, yüreği kederli idi. Miskin bir ömür sürmüştür. Ömrünün
baharında vefat etmişti. Öldüğünde üç metrelik bir kefene
bile sarılmamıştı. Ailesinden uzakta, vurduğu sondajdan petrolün şiddetle fışkırması neticesinde canından olmuştu. Vücudundan bir parça bile bulunamamıştı. Ama üzülmeye gerek
yoktu. Ömrü az olan babanın kara bahtı, oğlunun bahtını
açmıştı. Azerbaycan, Sovyet yönetimine geçtikten sonra Beşir
himaye edilmişti. İlk önce çocuk esirgeme kurumunda büyütülen Beşir, daha sonraları çalışmak için yeni açılmış fabrika
okuluna gönderildi. O, çok çevik ve kabiliyetli bir çocuktu.
Hem okudu, hem çalıştı. Sanat mektebini bitirdikten sonra da
işçi gençler fakültesini kazandı. Artık tüm kapılar onun yüzüne bir bir açılmaya başladı. Çünkü o bir işçi çocuğuydu.
Adaletsiz zamana günahsız kurban olmuş işçi çocuğu!
Beşir’in aynı talihi taşıyan yüzlerce çocuk vardı o dönemde. Ama bu fırsattan yararlanan, sosyal geçmişinden istifade
ederek meşhur olanı çok az idi. Hiç şüphesiz bunun için de
güçlü bir yetenek beceri gerekiyordu.
O, üniversiteyi de imtihana girmeden çok kolaylıkla kazandı. Eğitimini bitirip, iş hayatına atıldığında da talihi kendisine yardımcı oldu. Büyük bir petrol rafineli fabrikasında işe
başladı. Çok kısa sürede çalışkanlığı ve yüksek gayretleri neticesinde başarıya ulaştı. Üç yıl boyunca üç önemli vazifeye
geldi, fabrikaya baş mühendis olarak atandı. Hakikaten de o
yıllarda fabrikanın işleri güzel gitti, üretim çok güzel idi. Gazeteler sayfalarını Beşir`e sonuna kadar açtı. Muhabirler kalemlerini büyük bir şevkle onu övmek için kullandılar, en
değerli söz incilerini ondan esirgemediler.
Beşir, yükseldi, prestij sahibi oldu. Kısa bir süre sonra onu
fabrikalar birliği idaresine başkan seçtiler. Bütün teşkilat ve
müesseselerde çalışanlar Bedirbeyli`nin emrine amade oldular. Petrol üretiminde önde olanlara ödül vermek gerekiyordu.
Beşir’in ismi listenin en başında yer alıyordu. Devlet nişanı,
madalya sohbetleri başladı. Beşir, madalyaların en şereflisine
layık görüldü. Bir yere saygın bir temsilci gönderilmesi gerektiğinde Beşir yine unutulmadı. Doğum günlerinde, bayram
196
Vicdan Sustuğunda
şenliklerinde de o, her zaman hatırlandı, birçok yere fahri
başkan seçildi.
Ülkede petro–kimya endüstrisi güçlendiğinde, yeni ilmi
araştırma merkezleri açılması gündeme geldiğinde Beşir
Bedirbeyli ilk hatırlanan kişi oldu:
– Bu yeni bir meseledir, çok sorumluluk isteyen bir iştir.
Ona partiye üye olan, güçlü, istidatlı ve teşkilatçılık yönü güçlü olan bir yönetici lazımdır. Bedirbeyli önemli ilmi araştırma
enstitüsüne müdür olacak en uygun adaydır. Onun karlı ve
isabetli teklifleri, üretime getirdiği yeni görüşlerin sayısı sınırsızdır. Bizim hiçbir ilim adamımız Beşir Bedirbeyli kadar
devlete faydası olmamıştır...
Evet, Bedirbeyli yeni açılan Bilimsel Araştırmalar Enstitüsüne müdür olarak atandı.
Beşir, çok uyanık birisiydi. Yüksek eğitimli, her yönden
hazır olan bilginlerle iş birliği yapmak ve ilmi çalışmalara
rehberlik etmenin nasıl sorumlu bir iş olduğunu algılıyordu.
Bundan dolayı da ilk günden itibaren işini sağlama aldı. Çevresine yalaka ve avanak tipli insanları topladı. Onları sadakatlerine göre değerlendirdi, çeşitli görevler verdi. Tecrübesine
dayanarak biliyordu ki, ilmi bakımdan kendinden zayıf olan
insanlarla çalışmak daha kolaydı. Böyle insanlarla çalışırsa
kendi faaliyetleri öne çıkacak ve onlardan daha ileride görülecektir. İstidadından, bilgisinden çekindiği insanları enstitüden uzaklaştırmaya başladı; onun lisanıyla onları, “zararsızlaştırdı.” Bu uzaklaştırılan şahıslardan birisi, belki de en tehlikelisi Söhrap Güneşli idi. Bedirbeyli daha fabrikalar birliğinin başkanı görevini icra ederken onunla çok şiddetli bir
şekilde vuruşmuştu. Güneşli`nin darbesini almıştı, öcünü kıyamete bırakmaya niyeti yoktu.
İlim adamları onun hakkında çok yazı yazmış, onun kaba
tutumundan, “kendi başına buyruk” olmasından şikayet etmişler, farklı teşkilatlara dilekçeler yazmışlardı. Ama bir netice elde edememişlerdi. Çünkü, Bedirbeyli`nin arkasında çok
yetkili şahıslar vardı. Kısa sürede “isyanı” bastırdılar.
197
Vidadi Babanlı
Beşir, enstitüde makamını sağlama aldıktan sonra akademik kariyer elde etmek için harekete geçti. Çarpışmaya başladı. O da çok iyi biliyordu ki çok yakın bir zamanda ondan
akademik kariyer de soracaklardı. Çok kısa bir sürede doktor,
daha sonra da Profesör oldu. Yine övüldü, yine gazetelerde
çarşaf çarşaf haberleri yer aldı. Ama onun ilme getirdiği yenikleri hiç kimse anlamıyordu. Beşiri methedenler, onun hakkında uzun uzun makaleler yazanlar bile, bu ince mesele hakkında üç beş cümle kurmakla yetiniyordu. Daha çok onun
geçmişteki üretime yapmış olduğu katkıdan, teşkilatçılığından becerilerinden genişçe bahsediyorlardı.
“Her çıkışın bir inişi vardır.” derler. Sonunda Bedirbeyli
de inişe geçmişti. Söhrap Güneşli`nin ve diğer ilim adamlarının gayretleri ve sıkı çalışmaları neticesinde onu enstitüdeki
idari görevinden uzaklaştırdılar. Beşir’in keyfi kaçtı, boynuzu
kırıldı. Ama o yılmadı, çalışmaya devam etti. Eski prestijini
korumak, meslektaşları arasında saygınlığını korumak için
çaba sarf etti. Uyanıklığı, kurnazlığı burada da onun yardımına koştu. Kendisini muhaliflerinin yerine koydu. Onlardan
özür diledi. Yalvarışa geçip yanlış yaptığını, hata ettiğini itiraf
etti. Dost meclislerinde, özel sohbetlerde, gizli toplantılarda
bahaneler uydurup, yeminler ederek suçun kendisinde olmadığını bütün olanların “yukarıdan” gelen bir emirden dolayı
olduğunu iddia etti. Yalanın ne olduğunu bilmeyen, saf ve ince
kalpli insanlar, Beşir`in yalanlarına, yakarışlarına yeminlerine inandılar. Yüreklerindeki kin ve nefreti sildiler. Hatta, onu
çok iyi tanıyan, kurnazlığını bilen Güneşli bile Beşir`in bu
oyununa geldi. Hem, düşene vurmanın ne anlamı vardı? O
cezasını aldı, bitti!
Bedirbeyli`nin karakterinde bazı değişiklikler görülmeğe
başlandı. Başkanlık devrinde işçilerin selamını gönülsüz, itinasız alan Beşir, şimdi küçükten büyüğe herkesle selamlaşıyordu. Onlarla tokalaştı. Davet edildiği her yere de gitti, edilmediği yere de. Böylece insanları büyüledi. Bir anda melek
gibi oldu. Eski günahlarını unutturdu. Kendi ise hiçbir şeyi
198
Vicdan Sustuğunda
unutmadı. İntikam almak için fırsat kolladı. Ayları yıllara
bağlayarak bekledi. Ve sonunda Bedirbeyli’nin yeniden yükselme günü geldi. “Üretimin tüm sahalarında kimya ürünlerini kullanma” projesi gündeme geldiğinde o, maskesini çıkardı, eski gururu ve tekebbürünü tekrar takındı. Enstitüde
bu konuda yapılan toplantıda kürsüye ilk o çıktı. Nutkuna
yüksek sesle başladı:
– Arkadaşlar!!.
Beşir`in ilk kelimesi gösterişli toplantı salonlarında, çok
güçlü mikrofonlardaki gibi, yankılanıp dalgalandı. O bundan
ilham aldı. Kucağına sığmayan kürsüye her iki taraftan sarıldı, kabarık göğsünü kürsüye öyle yapıştırdı ki sanki ebediyen orada heykel olup kalacaktı.
– Çok değerli meslektaşlarım!.. Devrin, zamanın talebi yeni açılımları gerekli kılmaktadır. Hayat hiç durmadan ilerlemekte, toplumumuz gelişmektedir. Eşi benzeri olmayan
cihanşümul gelişmelere gebe dünyamız!...
Bedirbeyli, elini kolunu ölçüp, göğsünü kürsüye daha da
yaklaştırdı. Daha büyük, daha azametli görünmeğe çalıştı.
Tabanlarını kaldırarak, dik durdu.
– Gelin, bu talepler açısından kendi işlerimize daha açık,
daha objektif bakalım. Komünist prensiplere dayanarak son
yıllarda yaptığımız faaliyetleri iyi ve kötü şeklinde değerlendirelim. Bakalım, şimdiki başarılarımız nedir, görelim? Devrin
isteklerine nasıl yanıt veriyoruz? Hayata, onun dev adımlarına
ayak uydurabiliyor muyuz? Bir ilim adamı, saygın bir insan
olarak halkımıza, vatanımıza, partimize nasıl hizmet ediyoruz?..
O, kızgın, soğuk bakışlarını sıraların arasında dolaştırdı.
Rakiplerine galip nazarıyla baktı. Ve sorularına kesin bir hükümle cevap verdi:
– Elbette, kötü!...Hatta daha da kötü!!. Peki, bunun sebebi
nedir? Suçlusu kimdir? Böyle başarısız faaliyetlerin ucu kime
dayanmaktadır? İşte, ilk olarak buradan başlamak gerekir.
199
Vidadi Babanlı
Bizim geri kalmamıza sebep olan amilleri araştırmalıyız.
Bu sebepleri hiçbir şeyden çekinmeden ortaya çıkarmalı, toplum karşısında açıkça söylemeliyiz.
Beşir Osmanoviç derinden nefes aldı. Ciğerlerini hava ile
doldurdu ve bundan sonra hızını alamadı. Sözü söze ekleyerek tam bir saat boyunca nutuk çekti. Partinin yeni kararının zaruretinden, onun tam zamanında ileri sürüldüğünden,
Sovyet hükümetini ilim adamlarına verdiği değerden, ağzından köpük saçarak uzun uzun anlattı. Fırsattan yararlanarak
kendi düşmanlarını da unutmadı, güzelce onları da payladı.
Onlara, “Mücerretçiler”, “Teorik problem taraftarları”, “Sahte
ve yalancı yenilikçiler” damgası vurdu. Tabiî ki, bunların başında Söhrap Güneşli gelmekteydi. Ve böylece kaybettiği
prestijini avanaklar karşısında yeniden elde etmiş oldu.
Biraz sonra sosyal ortam onun lehine değişti. Eski arkadaşları, şakşakçıları yeniden merkezi teşkilatlarda en saygın
yerleri tutmuş oldular. Bedirbeyli`nin sönmeye yüz tutmuş
talih yıldızı yeniden parlamaya başladı. O, dişlerini göstermeye başladı. Herkesi korkutmaya, tehdit etmeğe başladı.
Kuzu postuna bürünmüş kurt gerçek kimliğini ortaya koydu.
Herkesle husumete son verdi, Güneşli`yle yıllardır süregelen
adavetini yeniledi. Açık açık savaşa, mücadeleye başladı. O,
çok iyi biliyordu ki, Güneşli kendi mevkiinde durdukça, ilim
camiası onu saygıdeğer biri olarak gördüğü müddetçe – Beşir
Osmanoviç saygıdan, hürmetten geri kalacaktı. İstediği mevkie, şöhrete ulaşamayacak; her zaman gölge gibi olacaktı.
Yüksek mevki sahipleri yanında her ne kadar hoş görülse, sayılsa da, kendi meslektaşlarının karşısında kıymeti bilinmeyecekti. Ona layıkıyla ihtiram gösterilmeyecekti. Tek yolu
mevkiini güçlendirerek, kendisini ispatlamak ve Güneşli`nin
nüfuzunu zayıflatarak saygıdan düşürmekti. Bunu da Vugar
Şemsizade`nin ilmi çalışmasıyla yapabilirdi ancak. Beşir
Bedirbeyli biliyordu ki, “keşif” sonuçsuzdur. Bu ortamda, tez
sahibinin öne sürdüğü mesele hiçbir şekilde kanıtlanmayacaktı. Mutlaka başarısızlığa uğrayacaktı. Bundan dolayı da o
kılıcını inançla sıyırmıştı...
200
Vicdan Sustuğunda
5. Bölüm Vugar laboratuvardan çok üzgün ayrıldı. Selamsız sabahsız başını kaldırmadan yerinde oturdu. Başını kaldırıp hiçbir
şeyle ilgilenmedi. Cihazların, düzeneklerin olduğu tarafa göz
ucuyla dahi bakmadı. Narin bu duruma çok şaşırdı.
– Günaydın, Hayırlı sabahlar! –deyip telaş içinde ona yaklaştı. – Ne oldu size?.. Hastalandınız mı? Bir yeriniz mi ağrıyor?
– Hayır, hasta değilim... – Vugar düşünceli ve gönülsüz
halde cevapladı.
– O zaman sizi üzen bir şey oldu...Hangi uğursuz sizi
sabahın bu saatlerinde üzdü?
Vugar, sonunda kıza doğru döndü. Dalgın gözleriyle Narin’in yüzüne dikkatlice baktı, hiçbir şey söylemeden öylece kalakaldı. Sonra yine düşünceli düşünceli:
– Rahatsız olmayın, önemli bir şey yok... – dedi.
– İşinizle mi ilgilidir?
– Evet, –Vugar bu defa da dalgın bir şekilde cevap verdi.
Birden kızın keskin bakışlarını hissedip uykudan uyanır gibi
oldu. Dün akşamki kararını hatırladı. Ciddi bir tarzda, resmi
bir eda ile:
– Dilekçe yazın ve bugünden itibaren izine çıkın, – dedi.
– Niçin?
– Böyle uygun görüldü!– Vugar, Narin`in yüzüne bakmamaya özen gösterdi. – Siz imtihanlara çalışmalısınız...
– Ben istemiyorum. – Narin çocuk gibi şımardı. – Ben dinlenmek istemiyorum. Boş boş dolaşmaya alışık değilim. İzine
de Hatice halanın dönüşünden sonra giderim.
– O zaman belki mümkün olmayabilir, işimiz gücümüz
çok olabilir. En uygun zaman şimdidir.
– Siz de mi izne çıkıyorsunuz?
– Hayır, ben çalışacağım.
201
Vidadi Babanlı
– Nasıl olur?! – Bu kadar büyük laboratuvarı yalnız nasıl
idare edeceksiniz?!
– Laboratuvarlık işimiz fazla değil zaten. Aldığımız sonuçlarla yetineceğiz şimdilik. Ben bu sonuçlar üzerinde araştırmalar yapacağım. Onları birbiriyle karşılaştırmam gerekecek.
Deneme sırasında yapılan hataların sebeplerini araştıracağım.
Siz de biliyorsunuz ki bu tür işler için yardımcıya ihtiyaç duyulmaz.
Narin alaycı bir tavırla dudaklarını büzdü, Vugar`ın söylediklerine inanmadığını ima etti. Vugar açık konuşmak
mecburiyetinde kaldı.
– Doğrusunu isterseniz sizi burada gördüğümde şaşırıyor,
fikirlerimi toparlayamıyorum. Kırılmayın; ama bana sakin bir
ortam gerekiyor. Bunun yanında... Sizin sınavlara girmemeniz de beni menfi manada etkiliyor...
Narin çocuk değildi. Bu türlü bahanelerle onu inandırmak
mümkün değildi. “Tek kelimeyle benimle çalışmak istemiyor,
birilerinden korkuyor ...” diye düşündü. Vugar`a kırıldı.
Hemen kağıt kalem alarak dilekçesini yazdı, vedalaşmadan
çekip gitti.
Vugar pişman oldu: “Keşke başka türlü anlatsaydım, başka bahaneler uydursaydım. Söylediklerim çok kaba oldu, onu
kırdım...” Bir dakika sonra gülerek kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı:
– “Bir şey olmaz, – dedi. – bunlar geçici şeylerdir. Tatil
bitince küslük de biter...”
O, Narin`in dilekçesini enstitünün idari işler şubesine götürdü. Odaya hakim olan garip sessizlik tam gönlünce oldu.
Serbestlik çok güzel bir duyguymuş! Hevesli bir şekilde masaya yaklaştı. Kasayı açtı, hesap cetvelini çıkardı. Ama eli kalem tutmadı. Bedirbeyli`yle yaptığı tartışmayı biden hatırladı.
Morali yeniden bozuldu. İhtiyar Beşir`in zahiren yumuşak
gibi görünen sözlerinde tehdit nidalarını yeniden duymuş gibi
oldu. Onun gururlu, kibirli bakışları gözünde canlandı. Aynı
sorular kafasında yüzlerce defa döndü durdu: Ne yapmak
202
Vicdan Sustuğunda
gerekir? Kimin mantığına itimat etmeli? Bedirbeylininkine mi
yoksa kendi yüreğine, idrakine mı? Bu basit bir konu, geçici
bir heves değildi. Ortada yılların zahmeti, cefası vardı. Ümidini, arzularını yapacağı icada bağlamıştı!
O, hayalinde bazen Bedirbeyli`ye, bazen de kendisini hak
verdi. Çok zor bir durumdaydı. İki fikir, iki düşman gibi onun
kalbinde karşı karşıya durmuştu sanki. Bir tarafta basit insani
arzuları: Mesut hayat, güzel bir yaşam, bahtiyar bir aile! Diğer
tarafta ise bilme muhabbet, yeni yeni buluşlar, araştırmalar
aşkı bir köşeye sıkışıp kalmıştı: Kendisine geniş bir yol, geniş
bir meydan istiyordu!
Vugar aniden kalbini inciten acı bir duygu hissetti. Arzu`yla tanıştığı, ona ümitler verdiği için pişman oldu. Eğer Arzu
olmasaydı, ona verdiği ümitler, sözler olmasaydı tek başına
her şeyden vazgeçebilirdi. Hiç kimseden, hiçbir şeyden çekinmez, korkup geri çekilmek zorunda kalmazdı. Ya maksadına
ulaşır ya da bu uğurda “of” bile demeden canını kurban verirdi.
Düşünceler onu yordu, bezdirdi. Diğer taraftan da Arzun’yu görme isteği yüreğinde canlandı. Zaten bugün hiçbir şey
yapamayacaktı. Sinirleri sakinleşmemişti. Yarın pazardı. Erkenden sahile gidip dört beş saat dinlense hiç fena olmazdı.
Belki sinirlerine iyi gelir, sinirleri yatışırdı.
Acele acele yan odaya geçti. Telefona doğru yürüdü. Zaman geçerse fikrinden vazgeçeceğini düşündü. Numaraları bir
hemencecik çevirdi. İyi ki, Ağarza evdeydi. Eğer cevap vermeseydi, Vugar büyük bir ihtimalle bir daha telefon etmeyecekti.
– Alo, kimsiniz?... –Ağarza`nın yumuşak sesi Vugar`ın
kulağına çok hoş geldi. Ama sesini çıkaramadı. Ondan
çekinmişti. Utanarak:
– Selamun aleykum, – dedi. – Hayırlı günler.
– Ve aleykum selam! – Ağarza Vugar’ı tanıdı ve daha samimi davrandı:
– Nasılsın evlat? Bu sıcaklarla neler yapıyorsun?
203
Vidadi Babanlı
Vugar:
– Fena değilim, – dedi ve yine utandı.
Ağarza onun utangaçlığını bildiği için konuşmaya kendisi
devam etti:
– Araman iyi oldu. Deminden beri evde seni nasıl bulabileceğimi düşünüp duruyordum. Sabah erkenden yazlığa gideceğim. Yalnız çok sıkılıyorum oralarda. Çoluk çocukla olmuyor işte. Yanında halinden anlayan birisi olunca o zaman yazlığın tadı çıkıyor. Yiyip içtikten sonra denize girmek başka
oluyor. Boğazın kuruduğunda da ceylan sütünden tatmak ne
hoş olur. Evet, nasıl? Senin için uygun mu?
Vugar, Ağarza’nın sesini işiteli telaş içindeydi, yüreği küt
küt atıyordu. Ona yazlığa gitmek istediğini nasıl diyebileceğini düşünüyordu. Şimdi ise onun kendi dilinden duyunca rahatladı. Dili çözüldü:
– Çok güzel olur! – dedi.
– Bu cevabına çok sevindim. Şimdi söyle bakalım yarın
benimle gidiyor musun? Zamanın var mı?
– Evet, gidiyorum. Yarın müsaidim.
– Çok güzel! O zaman şöyle yapalım.... – Ağarza bir şeyler
düşündü. Sesi bir anlığını kesildi. – Ben neft taşlarından yeni
geldim. Gidip biraz alış veriş yapmam gerekiyor. Şirinbacı
öğretmenin de bazı istedikleri var. Onları da alayım ki, bize
orada iyi baksınlar. Sabah erkenden de yola çıkalım. Uyku ile
aran nasıl? Saat altıda uyanabilecek misin?
– Kalkarım.
– Bakıyorum, çok geç cevap verdin. O zaman saat sekizde
buluşalım. Saat sekizde Sabuncu istasyonunun kasasının karşısında seni bekliyor olacağım. Unutmazsın değil mi?
– Yok, unutmam.
– O zaman hoşça kal! Yarın görüşürüz!
– Siz de hoşça kalın!
***
204
Vicdan Sustuğunda
İstasyon çok kalabalıktı. Omzunda çanta, elinde poşetlerle
dolu insanlar, gözleri mahmur, uykudan tam uyanamamış,
saçları taranmamış kızlar bekliyordu. Gençlerin içinde ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar da vardı. Herkes yazlığa, deniz kıyısına bir günlük dinlenmeye gidiyordu.
Vugar, Ağarza’yı çabucak bulamadı. O, beyaz takım elbise
giyinmiş, gömleğini sonuna kadar düğmelemişti. Yanları bükük hasır şapkası kaşlarının üzerine inmişti. Her iki eli dolu
olan, kasanın bir köşesinde duran bu zayıf adamı içerisinin
boğucu sıcak havası etkilememişti. Güneşin esmerleştirdiği
yüzü parlıyordu.
Ağarza, Vugar`la selamlaştıktan sonra sepetin birini ona
verdi.
– Biraz çabuk ol! Gitmemize beş dakikadan da az zamanımız kaldı.
Perona çıktılar. Vagonlar tıklım tıklım doluydu. Ellerde
yelpazeler, gazeteler sallanıyordu. Elektrik gatarı yola koyulduktan sonra hava az da olsa değişti; yelpazeler, gazeteler,
mendiller azalmaya başladı...
Güneş tepeye yükselmeden Merdekan`a ulaştılar. Ağarzaların evi denize çok yakındı. Denizle yazlığı arasında bir kilometre bile yoktu. Büyük bahçede iki büyük dut ağacı vardı.
Kısa boylu asmalar, kavun fideleri gibi yere serilmişti. Daha
yeni olgunlaşan üzüm taneleri kumların arasından kehribar
gibi parlıyordu. Solgun yapraklı incir dalları büyük taş duvarın boyunca uzanıyordu. Bakü bağları hakkında hiçbir fikri
olmayan, onu ilk defa gören Vugar`ın dudaklarında hafif istihzalı tebessüm titredi: “Müthiş bir bahçe!”
Karşılarına Şirinbacı çıktı. O yalın ayaktı. Her zaman solgun gözüken yüzü canlanmış, kan gelmişti. Vugar, öğretmenin birkaç yaş gençleştiğini düşündü.
Ağarza da bunu hissetmişti:
– Tü, Tü, Allah nazardan korusun! – deyip karısına laf attı:
Maşallah, çok güzelleşmişsin, sevgili Şirin, sana yeniden aşık
oldum.
205
Vidadi Babanlı
Öğretmen, gülümsedi.
– Bu ihtiyar yaşında delikanlılığa kalkışma, Ağarza. Nazara geliriz! – deyip, şakaya şakayla cevap verdi. Şirinbacı öne
çıktı. Önce Vugar`la, sonra da kocasıyla tokalaştı. Ama dikkati misafirde kaldı. –Çok zayıflamışsınız. Herhalde Bakü’nün sıcağına dayanamıyorsunuz?
Ağarza alaycı bir şekilde gülümsedi. Edalı bir tavırla:
– Evet, evet tabiî ki, zayıflayacak! Deyip gururla cevap
verdi. Yazın bu sıcak günlerinde çalışmak öyle kolay mı? Bana
niçin bakmıyorsun? Görmüyor musun sıcaklar beni ne hale
getirdi? Sıcaklar sıkıp suyumu çıkardı, pantolonum bile belimde zor duruyor.
– Sen çoktandır suyu sıkılmışsın, Ağarza. Kendini Vugar’la bir tutma.
Şirinbacı bunu tatlı dille dedi; ama hakikati de saklamadı:
– Aslına bakılırsa senin yüzün de zayıflamış. Geçen defa
daha iyiydin.
Ağarza hanımının samimi sözlerinden çocuk gibi sevindi.
Sevinerek Vugar`a baktı.
–Duydun mu? – deyerek, yeniden gururlandı. – Erkeğin
canı, ciğeri hanımıdır. İyi bir hanım eşinin etini yese de kemiklerini atmaz!
Arzu dışarıdaki konuşmaları işitince içeriden koşarak geldi. Denizin havası, suyu ona da yaramıştı. Yanakları tombullaşmıştı.
Arzu Vugar’ı uzaktan muhabbet dolu bakışlarla selamladı. Babasıyla kucaklaşıp öpüştüler. Vugar`a parmak ucu ile
selam verdi. (Anne babasının yanında başka türlü yapmazdı.)
Ama gözleri sevinçten parlıyordu. Turuncu renkli yüzüne
şimdi hafif renkte bir kızartı serpilmiş gibiydi. Bu da onun
güzelliğine güzellik kattı.
Ağarza, Vugar`ın dikkatini kızından ayırdı:
– Hadi oğlum, gel elini yüzünü yıka, biraz serinlen. Ama
ayakkabı ve çoraplarını da çıkarman gerekiyor. Bu kumda
206
Vicdan Sustuğunda
yalın ayak gezmek ilaçtır. Öyle yapmadıktan sonra kumun
denizin ne anlamı var.
Ağarza dediklerini önce kendisi yaptı: ayakkabılarını çıkarıp, pantolonunun eteğini dizine kadar sıvadı. Onun kömür
gibi kara ve kıllı baldırları kasları ortaya çıktı.
Vugar da ayakkabılarını çıkardı. Pantolonunun paçalarını
sıvadı. Ayaklarını yıkadılar.
– Evet, şimdi sana bizim bahçeyi gezdireyim. İncirin, üzümün tadına bak. O zamana kadar öğretmen hanım da kendi
işini yapsın. Bize yemek ve çay hazırlasın. Sonrasını düşünürüz. Karın tok olunca kafa daha iyi çalışırmış.
Kızgın güneş komşu evlerin üzerinden buraya yeni yeni
gelse de kum çoktan ısınmıştı. Vugar, sanki kor üzerine basıyormuş gibi hissetti. Sanki ayaklarının altını birileri kaşıyor,
gıdıklıyordu.
Vugar acıkmıştı. Kendini incir ağacının kalın dalları altında buldu. Olgunlaşmış, ortası açılmış incirlerden birkaçını yemeğe başladı.
Ağarza onu gördü, çenesi oynaya oynaya:
– Biraz bekle! - dedi. En iyilerini seç ye. Yoksa iştahın gider.
Vugar, çok utandı. Elini zarif dallara utangaçlıkla uzattı.
İncir ağaçlarının olduğu yerden çıkıp asmaların olduğu yere
doğru yürüdüler. Ağarza büyük bir salkım kopardı, Vugar`a
uzattı:
– Beyaz şanıdır3. Aç karnına bunun da tadına bak!
Vugar Abşeron şanılarının ününü çok duymuştu. Tadını
da iyi biliyordu. Talebeliğin fakir yıllarında pazardan şanı alıp
kuru ekmeğiyle az yememişti. Ama böylesini hiç görmemişti.
Sapsarı, kehribar taneleri kadar güzel üzüm göz kamaştırıyor,
iştah açıyordu. Vugar, biraz önce alay ettiği bu bahçe hakkındaki fikirleri değiştirmeye başladı. Elbette, Bakü bahçelerinin,
kendisine has güzellikleri vardı. Havasını anlatmaya ise kelimeler kifayetsiz kalır!
3
Vidadi Babanlı
Eve geldiler. Eyvanın gölge kısmında hazırlanmış olan
sofrada karşı karşıya oturdular. Şirinbacı çabucak güzel bir
sofra hazırlamıştı. Bir yanda taze kaymak, kaynamış yumurta
yağ, peynir, diğer yanda gözleme, fasulye haşlaması... (Büyük
ihtimalle bunlar Ağarza `nın en sevdiği yemeklerdi, onun için
önceden hazırlanmıştı.)
Kahvaltı çok uzun sürdü. Sofra toplanırken Ağarza yerine
iyice yerleşti.
– Arzu kızım, tavlamız nerededir? Bul getir bakalım!
Tavla ortaya geldiğinde, mutfaktan Şirinbacı`nın nazik
sesi duyuldu:
– Oyun zamanı değil! – Bırakın Vugar dinlensin biraz.
Gitsin denize, rahatlasın.
– Doğru söylüyorsun! – Ağarza hemen razı oldu. –Denizin
zamanını geçirmeyelim. Hadi, gidip orada oynayalım.
O kalktığında tavlayı da kendisi ile götürdü.
– Hayırdır, sen nereye gidiyorsun?
– Denize, yüzmeye! –Ağarza mutfak kapısından ona gülümseyen Şirinbacı`nın sorusunu şaka olarak kabul etti. Ona
umursamadan cevap verdi:
– Peki, beni burada yalnız mı bırakıyorsun?
Ağarza şaşırdı. Hanımına şaşkınlıkla baktı.
– Sen bizimle gitmiyor musun?
Öğretmen “hayır” anlamında başını salladı.
– Ben hiçbir yere gitmiyorum, seni de bırakmıyorum.– O,
yine anlamlı anlamlı eşine gülümsedi.
Ağarza meseleyi çok geç anladı. Derinden nefes aldı, yüzünü Vugar`la Arzu`ya dönüp:
– Siz gidin, –dedi.– Bana izin yok. Galiba öğretmen gençliğini hatırlamış.
Gençler gülüştüler.
***
Bakü’de yetişen meşhur üzüm.
207
208
Vicdan Sustuğunda
Onlar, ihtiyarların gözlerinden uzaklaşıncaya kadar araları
açık yürüdüler. Evler, mahalleler arkada kalınca el ele tutuştular, adımları yavaş yavaş ağırlaştı, üşüyormuş gibi birbirine
sarıldılar.
Deminden beri hiç konuşmamışlardı. Hislerinin sonsuz
çılgınlığı dillerini lal etmişti. Uzun suskunluktan sonra hazin
bir fısıltı duyuldu:
– Seni o kadar çok özledim ki!..
– Sen bir de bana sor!
Konuşma bununla bitti. Ayaklarının takati kesildi. Karşı
karşıya, nefes nefese durdular. Gözlerini kırpmadan birbirinin
gözlerine sevgiyle baktılar. Sonunda bakışların da söyleyecekleri bitti. Vugar Arzu`yu deli bir ihtirasla kucakladı. Arzu bu
çılgınlığa şaşırdı. Vugar`ı tanıyamıyordu. Hiç sabrı kalmamıştı. Tanışalı nerdeyse üç yıl olmuştu. Bu süre zarfında belki
de bin defa görüşmüşlerdi. Ama o Vugar’ı hiç böyle görmemişti. Ama şimdi... Bu çılgınlığın sebebi neydi? Bir aylık ayrılığın neticesi miydi? Yoksa Narin`in dünkü davranışı, bakışları mıydı? Anlamak çok zordu!
Arzu yeniden fısıldadı:
– Niçin izne çıkmıyorsun, Vugar?
Vugar kendisine geldi. Başını döndüren çılgınlık bir anda
kayboldu. Yavaş yavaş konuşmaya başladı:
– Bu aralar işimiz çok yoğun, canım. İşlerimi yarım bırakamam.
Arzu onun kollarından ayrıldı, öne çıktı. Sesindeki hazinlik değişmedi:
– Ama kendi sağlığını da düşünmen gerekiyor. Çok zayıflamışsın. İnsan dinlenmesini de bilmeli.
– Olsun, zayıflık o kadar da önemli değil. – Vugar`da ileri
doğru yürümeye başladı. Şimdi izne ayrılsam bir faydası olmayacak. İstediğim gibi dinlenemeyeceğim zaten. Aklım fikrim hep laboratuvarda kalacaktır.
209
Vidadi Babanlı
– Ama bu şekilde çalışmanın da bir faydası yok, Vugar.
Son telefon konuşmamızda, kafam almıyor, ne kadar çalışsam istediğim sonuçlara ulaşamıyorum, her deney farklı şekilde neticeleniyor, diye şikayet eden sendin. Bence bütün
bunlar yorgunluktandır. Geçen sene de böyle yoğun çalıştın.
Senin dinlenmen gerekiyor. Bir ay boyunca dinlenmelisin!
– Yapamam! – Vugar kararlı bir şekilde söyledi. – Eylüle
kadar tüm deneylerimin bitmesi, neticelenmesi gerekir.
– Niçin bu kadar acele ediyorsun, Vugar? Senin asistanlığının bitmesine daha bir yıl var.
– Mesele bu değil ki, Arzu.
– Nedir, peki?... Falancanın asistanlık süreci çabuk bitti
demelerini mi istiyorsun? Buna senin ihtiyacın yok ki Vugar.
Sen kendi istidadını çoktan kanıtladın.
– Ah, Arzu!... – Vugar teessüflendi. – Senin beni herkesten
daha iyi anladığını, kalbimdeki her şeyden haberdar olduğunu, isteklerimi herkesten daha iyi bildiğini düşünüyordum.
Demek ki, sen beni daha tanıyamamışsın?! – O derinden nefes aldı, iç geçirdi. Küskün küsken devam etti: – Ben diğerlerinden farklı olmak için mi çalışıyorum?... Mevki kazanmak
için mi senden uzak duruyorum?... Hayır, canım! Sana yemin
ederim ki, bu tür şeyler aklımın ucundan bile geçmiyor. Ben
başka yolun yolcusuyum. Tüm bu zahmetlere, cefalara katlanmamın tek sebebi var. Kendi çapımda insanlara faydalı
olmak istiyorum. Şehirlerin, arabaların hoş olmayan kokularından, zehirli dumanlardan kurtulmasını, milyonlarca insanın ömrünün uzamasını istiyorum. Güzel şehirlerimizin havası da güzel olsun, temiz olsun diyorum. Sen hiç Dağüstü
parkından sabah sabah şehre baktın mı? Evlerin üzerindeki
kapkara dumanı gördün mü? Bu duman yazın durgun havalarında daha çok oluyor, daha rahat gözüküyor. O, binlerce
arabanın benzin atıklarından, fabrikaların zehirli dumanlarından kaynaklanıyor. Ben bu dumanlardan şehrimizin kurtulmasını istiyorum. Benim derdim bu, canım.
210
Vicdan Sustuğunda
– Bu düşünceler çok güzel. Buna kim ne diyebilir ki?!
Ama ... ya senin kendi sağlığın, kendi hayatın? ... İnsanların
ömrünü uzatmak isteyen birisi, kendi ömrünü de uzatmak
istemez mi?
– Ömrümün uzaması bu maksadımın hayat bulmasına
bağlı. İnsan çalışmalarının karşılığını, semeresini, gördüğünde nasıl seviniyor, nasıl zevk alıyor biliyor musun?!
Arzu hiçbir şey söylemedi. Vugar`la aynı fikirde olduğunu
başını hafifçe sallayarak gösterdi. Bir hayli sustuktan sonra:
– Ben son zamanlarda bir garip oldum, Vugar – diye yeniden yakındı Arzu. –Kendimi tanıyamıyorum. Son zamanlarda
seni herkesten, hatta bilimsel çalışmalarımdan dahi kıskanıyorum. Herhalde çok az görüşmemizden kaynaklanıyor bütün
bunlar. Yolda birbirine yakın bir çift gördüğümde, deliriyorum, onları kıskanıyorum. Ben önceleri böyle değildim.
– Vugar güldü.
– Çünkü sen beni şimdi daha çok seviyorsun, güzelim,
daha çok sevdiğin için de kıskançlığın arttı. Kıskançlığının
sebebi de bu! – O, sevgilisini kendine doğru çekti, göğsüne
bastırdı; saçlarını öptü, okşadı.
Arzu Vugar`ın kucağında dili titreyerek itiraf etti:
– Doğrudur. Seni çok seviyorum. Hem de çok!
Vugar, yürekten gelen itiraftan çok etkilendi. Ona, aslında
bu sözler güç kuvvet verdi:
– Kötü günün ömrü az olur, sevgilim. Tüm işlerimi bir bitireyim, ondan sonra senden bir gün bile, bir saat bile ayrılmayacağım!
Arzu`nun yüreği o mesut anların hasretiyle alevlendi:
– Keşke o günler çabuk gelseydi!..
***
Plajda iğne atsan yere düşmez. Bir köşede yan yana park
edilmiş, rengarenk özel “Volga”, “Moskiviç”, arabaların, oto211
Vidadi Babanlı
büslerin çevresi bile kadınlar, kızlar, farklı yaştaki çocuklarla
dolmuştu. Denizin içinde de durum aynıydı. Sineden yukarı
tunç bedenler birbirine karışmıştı. Uzaklarda da onlarca insan
görülür; köpüklü dalgalar da kah batıyor, kah suyun yüzüne
çıkıyorlardı...
Arzu, Vugar`ın elinden tutarak öne geçti. Uzun arayıştan
sonra sudan yeni çıkmış bir ihtiyarın yanında durdu, onların
yanına oturmak için izin istedi. Adam fısıltıyla kurulanmaya
devam etti, bir şey demedi. İşini bitirince havlusunu karnının
üzerine örttü, kuma uzandı ve Vugar`a yan yan baktı:
– Ne bekliyorsunuz? – dedi. – Hadi çıkarın üzerinizdekileri.
Şimdi denize girmenin tam vakti, birazdan su ısınacak, dedi.
Adam gazetelerle yüzünü kapattı, tekrar bir şeyler fısıldamaya başladı. Arzu zaman kaybetmedi. Elindeki havluyu yere
bırakıp, elbisesini değiştirmek için kulübeye gitti. Vugar üst
gömleğini çıkardı; bir kendine, bir de çevresindekilere baktı
ve yeniden giyindi.
Arzu çabuk döndü. Vugar`ın daha soyunmadığını görünce sordu:
– Niçin soyunmadın?
Vugar geç cevap verdi. Onun nazarı Arzu`nun güzel vücudundaydı. O, sevdiği kızı ilk defa böyle görüyordu. Gözlerini ondan alamıyordu. Arzu’nun güneşte yanmış güzel bedeni Vugar’ı mest etti. O gözlerini ondan ayırmadı:
– Utanıyorum, – dedi.
– Utanıyor musun?! – Arzu kahkaha attı. – Benden mi?
– Senden değil, kendimden.
– Niçin?
– Çünkü ben senin yanında bembeyaz kuzey ayılarına
benziyorum.
– Arzu yine yakındı:
– Peki, bunun suçlusu kim!?. Kaç defa seni aradım, yalvardım ki, hiç olmazsa haftada bir kez bize gel, diye. Söz verdin ama gelmedin... Sözümü dinleseydin şimdi utanmazdın.
212
Vicdan Sustuğunda
– Suçumu kabul ediyorum.
Adam gazetenin altından sohbete karıştı.
– Hayır, genç adam. Bu, aslında günah değil, cinayettir!
Canının kıymetini bilen insanlar uzak uzak diyarlardan dinlenmek ve burasının güzel havasından istifade etmek için geliyorlar. Bronzlaşıyorlar; ama bizim insanlarımız doğanın bu
güzel nimetinden kendilerini mahrum bırakıyorlar. Niçin?
Çünkü çok tembeller!.. Yaşamaktan zevk almıyorlar, yaşamın
ne anlama geldiğini bilmiyorlar. Bundan dolayı da hayatlarını
yaşayamıyorlar!
Arzu, ihtiyarın sözlerinden alındı. Onun herkesi, özellikle
de Vugar`ı tembel ve hayattan zevk almaz birisi olarak nitelendirmesi hoşuna gitmedi.
– Yanılıyorsunuz!–diye adama sert cevap verdi. – Bu imkanla ilgili bir mesele. Herkes aynı şartlarda değil.
– Şartlar mı?! – adam gazeteyi yüzünden iterek Arzu`ya
alayla baktı: – O nedir ki, kızım?
– Şu an şartın ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz, bundan
dolayı da boş yere izah etmeye değmez.
Adam yüzünü kapattı.
– Şart de zaman da bahanedir! – deyip itirazını gazetenin
altından dedi. – Bunlar tembellerin bahanesidir. En zor iş yapanlar bile istese, deniz gitmek için zaman ayırabilirler. Atalarımız “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” demişler. İnsan kendi işinin, kendi sanatının hatırı için sağlığına özen
göstermelidir. Sağlığın yerinde olmadıktan sonra işin ne faydası olur?
Arzu tartışmayı uzatmadı. Tanımadığı birisiyle tartışmanın ne anlamı vardı. O, elini sallayıp, Vugar`ı acele ettirdi.
– Hadi gidelim!
Vugar, soyunmak zorunda kaldı.
Su soğuktu. O, ayağını sahil kumlarını yalayarak dönen
dalgalara iki üç defa vurdu, geri çekildi. Arzu onun elinden
tuttu, sürükleyip arkasından götürdü.
213
Vidadi Babanlı
Su boğazlarına kadar geldiğinde Arzu Vugar`ı itti, kendisi
de onun yanında atladı. Serin sudan zevk almaya başladılar.
Yüzmeğe başladılar. Arzu kurbağalama yüzmeye başladı.
Vugar geniş geniş kulaç attı. Tehlike çizgisine kadar bir nefeste geldiler. Geri döndüklerinde Arzu sırt üstü yüzmeğe başladı. Vugar da sırtüstü döndü. Ellerini başının arkasına koyarak suyun üzerine kalktı. Hiç hareket etmeden orada
durdu. Sonra ayaklarının süratli hareketiyle ileriye doğru
hareket etti. O, sanki suda değil de buz üzerindeymiş gibiydi.
Arzu hayretini saklayamadı.
– Aferin! – diyerek onu alkışladı. – Önceleri ben senin
yüzme bilmediğini bundan dolayı da denizden uzak durduğunu sanıyordum. Ama tam aksiymiş, sen usta yüzücüymüşsün
de haberimiz yokmuş.
Vugar şakayla karışık cevap verdi:
– Böyle düşünen sadece sen değilsin. Bakülülerin çoğu
ilçelerden gelenlerin su yüzü görmediğini düşünüyor. Sizin
deniziniz olduğu gibi bizim de sesi kulakları sağır eden coşkun derin nehirlerimizin olduğundan birçoğunun haberi yok.
İlkbaharda coşkun aktığı zamanlar o nehirlere kimse yaklaşamıyor. Ben çocuklukken çok güzel yüzüyordum. Şimdi
biraz unutmuşum.
– Aksine! – Arzu sırtüstünden yan tarafa döndü, ellerini
suda usulca kımıldattı. – Biraz önceki o adam doğru söylüyordu aslında. Ben kasten onunla tartıştım. Çünkü biraz sert
konuştu. Ama biz hakikaten de kendi denizimizin kıymetini
bilmiyoruz. Yanılmıyorsan “sağlık” dergisinde ya da başka bir
yerde okumuştum, Hazar denizi bazı hastalıkları tedavi etmede dünyanın birçok denizinden önde geliyormuş. Hazar
denizinde iyot yönünden zenginmiş. Sahilindeki ince kuma
diyecek yok.
– Öyledir. Hazar`ın suyunda iyot ve vücut için gerekli
organik maddeler var. Deniz dalgalı olduğu zaman kimyasal
maddeler suyun gözle görülmez zerreleriyle birlikte ciğerlere
doluyor, bu da organizmanın daha rahat çalışmasına yardımcı
oluyor.
214
Vicdan Sustuğunda
– Ama sen bütün bunları bildiğin halde denizden uzak
kalıyorsun... – Arzu yine suçlamaya başladı.... Kendine önem
vermiyorsun. Senin kusurunu elbise örtüyormuş. Vücuduna
bakıyorum da, bir deri, bir kemik kalmışsın. Kaburgaların
sayılır. Böyle devam ederse ciddi bir hastalığa yakalanacaksın.
Korkma, hastalanmam, – Vugar şakayla gülümsedi. – Sen
benim zayıflığıma bakma, bünyem kuvvetlidir. Çocukluktan
zorluklara alışıktır.
Arzu:
– Ah, –deyip, derinden nefes aldı. – Seni inadından vazgeçirmek ne kadar zormuş!
Vugar bir şey demedi. Onu hiçbir şey düşündürmüyordu.
Bir arzusu vardı: Bugün tüm düşüncelerden uzak olmak,
herkes gibi doya doya dinlenmek istiyordu. Sadece bir gün...
başka yok!... Çünkü kendisini çok iyi biliyordu ki yarın çalışmaya başlayınca her şeyi unutacaktı.
O, suyu tekmeledi, bir hayli yüzdü. Sonra geri dönerek
Arzu’yu kollarına aldı, güle güle başı üzerine kaldırıp karşıdan gelen dalganın koynuna attı. Kendi de gözden kayboldu.
Saklambaç oynadılar ...
6. Bölüm Vugar, Merdekan’da geçirdiği o güzel günden memnun
kaldı. Plajda Arzu`yla beraber geçirdiği bir gün, Ağarza`dan,
Şirinbacı`dan gördüğü ilgi onu çok etkilemişti. Çok rahatlamıştı. Zihninde, hafızasında bir rahatlık hissetti. Sanki bir
gün değil, bir ay boyunca dinlenmiş gibiydi. Fakat bunun acısı evde çıktı. Bütün vücudu ağrıyordu. Vücudu kıpkırmızı olmuştu. Arzu`nun kendisini uyarmasını hatırladı, “Güneşin
altında çok kalma, sonra pişman olursun...” O, bu sözlere o
kadar da önem vermemişti. Sevgilisinin uyarısına aldırış etmeden güneşin altında uzun süre kalmıştı. Beyaz vücudunu
bir günde bronzlaştırmak istemişti. İşte, şimdi sanki fırına
girmiş gibi yanıyordu. Ateşi kırka çıkmıştı.
215
Vidadi Babanlı
O, dişine sıkıp Cennet Anaya bu konuda hiçbir şey söylememeye karar verdi. Elbiselerini zorla çıkardı. Yatağına yatarken ağrılara dayanamadı....Yumuşak döşek, hatta tüy yastık
bile ona işkence gibi geliyordu.
Cennet Ana yardıma koştu. Durumu öğrenince çok kızdı:
– Sanki küçücük çocuksun, dinlenmenin de usulü vardır.
İnsan güneşin altında bu kadar kalır mı?
Vugar cevap vereceğine of çekti. Cennet Ana hemen işe
başladı. Eski dolaplarını bir bir aramaya başladı. Uzun zamandan beri bir köşede kalmış bir vazelin buldu. Vugar`ı tepeden tırnağa yağladı. Kürek kemiklerine ıslak havlu koydu.
O, vücudunun acısı azalır azalmaz uykuya daldı. Gece çektiği
acılardan dolayı dünkü yaptıklarından pişmanlık olmaya başlamıştı. Hasta olacağını ve birkaç gün işe gidemeyeceğini düşünerek yaptıklarından dolayı kendisini suçladı. Kendi kendine “Tövbeler olsun, bir daha oraya ayak basmam” – dedi. Ama
sabah tövbesini ve pişmanlığını çoktan unutmuştu bile. Laboratuvara ulaştığında dünün hoş hatıralarını yaşadı. Kendisinin de inandığı gibi güzelce dinlenmişti. Her pazar mutlaka
gitmem lazım, diye düşündü. Sanki dünyaya yeniden gelmiş
gibi oldum. –dedi ve o anda Merdekan istasyonunda Arzu’dan
ayrılırken verdiği sözü hatırladı. Ona da her pazar geleceğine
dair söz vermiş, onun yanında olacağını söylemişti. Deniz çok
hoşuna gitmişti. Bundan sonra hafta sonlarını onunla – yani
Arzu`yla beraber geçirecekti. Hiç kuşkusuz!
Pencereleri açtı. Çıkıp koridorda sevinçle gezindi. Yalnızlıktan zevk alıyordu. Keyfini bozacak, fikirlerini dağıtacak
hiçbir şey yoktu. Odaya döndü; ama çalışma masasına yaklaşmadı. Çok ilginçti, sanki bu masadan, bu odadan uzun bir
süre ayrı kalmış gibiydi. Bu ortamı yadırgamıştı. Biraz odada
gezindi. Düşüncelerini, iradesini toparlayarak masasının arkasına geçti. Deneylerin kaydedildiği cetvelleri, günlük hesaplama defterlerini karşısına koydu. Her birini usulca, dikkatlice
gözden geçirdi. Meşhur bilginler hakkında okuduğu kitaplardan, çalışma sırasında dikkatsizlik sonucunda yapılan küçük
216
Vicdan Sustuğunda
hataların deneylerin sonucunu etkilediğini biliyordu. Vugar,
kendi deneylerinden de bu dunu biliyordu. O dört yıl boyunca
onu meşgul eden yeni motor yakıtı ile ilgili arayışlarını unutmamıştı. Bu meselenin hayata geçmesi teorik yönden de
mümkün görünüyordu. Daha üniversite laboratuvarlarından
aldığı ilk sonuçlar bunun prensip olarak da gerçekleşebileceğini kanıtlamıştı. Söhrap Güneşli gibi bu alanda söz sahibi
olan ilim adamları da bu meselenin önemine inanmıştı. Şimdi
nasıl olur da istediği sonuçlar mükemmel bir laboratuvar ortamında yapılmamış olsun? Buna ne engel olabilirdi ki?
O, bu düşüncelerle sayfaları tekrar tekrar çevirdi. Deneylerin sonuçlarına yeniden baktı. Onları hayalinde canlandırdı,
farklı neticelerin sebeplerini araştırdı ve böylece dakikalar,
saatler geçti. İşe ne zaman başladığını, nasıl bitirdiğini anlayamadı.
Diğer günleri de böyle geçti. Kuşkulandığı işlerle ilgili yeni
çalışmalar yaptı. Her şeyi tek başına baştan sona kadar okudu. Bazen bununla yetinmeyerek deneylerini yeniden tekrarladı. Fakat bu da bir fayda vermedi. Yeni arayışlara başladı.
Arzu da deniz de verdiği sözler de bu ara unutuldu. Sadece bir
defa işten eve döndüğünde vücudunun kabuk bağladığını
gördü, Arzu`yu hatırladı. Yarın erkenden kalkıp yola düşmesi
gerektiğini düşündü. Ama mümkün olmadı, çünkü pazar çoktan geçmişti. O, sonraki pazarlarda da sözünde durmadı.
Pazar günleri sıradan günlere karışarak bir bir arkada kaldı.
Sıcakların kasıp kavurduğu ağustos ayı da bitti. Vugar yine yoğun bir çalışma içindeydi. Arayışları bitmek bilmiyordu.
Bir defasında, iş gününün sonunda ilginç bir olayla karşılaştı. Esas cam balonda yer alan maddenin rengi değişmişti.
Oldukça duru ve şeffaf gözüküyordu. Vugar dikkatlice baktı.
Teorik olarak alınmış maddenin rengi son merhalede bu şekilde duru olmalı, şeffaf hale gelmeliydi. O, gözlerine inanamadı. Bunun sebebi neydi?! Uzun zamandan beri aradığını
bulmuş muydu?... Problem çözülmüş müydü? Eğer böyleyse
peki neden beklenmedik bir zamanda?... Neden bunu hissedememişti?
217
Vidadi Babanlı
Vugar bir hayli yerinden kıpırdamadı. Daha doğrusu kıpırdayamadı. Hayreti zamanla derin tereddüde dönüştü. Bir
şeylerden çekiniyordu. Korkmaya başladı: Yine mi yanlıştı?!
Uzun zamandan sonra kendine gelebildi. Aceleyle aparata
yakınlaştı. Isısı da normaldi: ampermetrenin titrek mili gereken rakamı gösteriyordu.
“İşte budur.... tam kendisi!...” Vugar sevincini dizginleyemedi. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Yanılmadığına yeniden bakmak için refrakrometreye, sonraysa piknometreye yaklaştı.
Maddenin özgül ağırlığı da ışık düzeyi de istenilen seviyede
idi. Vugar, kollarını yanına saldı ve derinden nefes aldı: –
“Buldum!...sonunda, tılsım çözüldü!” deyerek sevinçle ama
bu defa yorgunlukla konuştu. Hemen sesi kesildi. Yine kuşkular beynini kemirmeye başladı: “Belki gördüklerim bir hayaldir? Belki yorgunluktan, takatsizlikten gözlerim yanlış görüyordur, belki de aklımı kaybediyorum?...” dedi.
O, elini yüzünde gezdirdi, pencerenin önüne geldi, bahçeye baktı. Her şeyi kendi yerinde ve kendi renginde gördü.
Demek ki her şey normaldi. Sevinçle gülümsedi. O kadar sevinçliydi ki neredeyse sevincinden uçacaktı. Bir anda çok yorulduğunu hissetti. Kalbinde yeni bir fikir geldi: Uyumak! Eve
gitmeye ne takati vardı, ne de mecali. Laboratuvarı terk ederse her şeyin bir anda yok olacağını düşünüyordu.
Vugar orada bir iki saat kestirip dinlenemeye karar verdi.
Çalışma masasının arkasına geçti yorgun yorgun oturdu. Başını bileğine dayadı ve tatlı bir uykuya daldı...
O, uyandığında güneş çoktan evlerin üstünden aşıyordu.
Başını bileğinden zorla ayırdı. Kalkarken belinin tam ortasında bir acı duydu. Ellerini kaldırmak istedi; ama onlar da
kıpırdamıyordu. Ellerini biraz oynattıktan sonra masanın üstünden yanlara düştü.
Bir anda hafızasının da akim kalmıştı. Niçin burada kimsesiz laboratuvar odasında uyuduğunu bir hayli hatırlayamadı. Hastalanıp, bayıldığını ve hiç kimsenin de haberi olmadığını düşündü.
218
Vicdan Sustuğunda
Biraz bekledi. Boynunun ve belinin uyuşması yavaş yavaş
geçti. Çok terlemişti. Terini bileklerini sildi. Kendisini dengeleyip usulca ayağa kalktı. Ayakları da üşümüştü. Başını musluğun altında bir hayli tuttuktan sonra kendisine geldi.
Bir hayli vakit geçmişti. Sıkı çalışmadan dolayı çok halsizdi. Üstelik başı dönmeye, gözünün önü de kararmaya başlamıştı. Biraz sonra bağırsaklarından ilginç sesler gelmeye başladı. Bu yirmi dört saat boyunca aç kalmış midesinin isyanıydı.
Vugar toparlandı. Acelece yemekhaneye indi. Kapalıydı.
Komşunun işçi yemekhanesine uğradı. Güveç sipariş etti.
Derin kazandaki sıcacık yemeğin masaya gelmesiyle bitmesi
arasında fazla zaman geçmedi. Böyle yemesinden kendisi de
hayrete düştü. Utancından etrafındaki insanların ona bakıp
bakmadığını kontrol etti. İyi ki ona bakan yoktu. Yemekhaneyi dikkatlice terk etti.
Hava serindi. İnceden bir rüzgar esiyordu. Kavurucu sıcaklar sona ermek üzereydi. Vugar yüzü rüzgara dönük şekilde yavaş yavaş yürüyordu. Başının dönmesi, midesinin sancısı
geçmişti. Serin hava ona iyi gelmişti. Böyle güzel havayı bırakıp yeniden laboratuvara dönmek istemedi. Gömleğinin yakasını açarak cadde boyunca süklüm büklüm ilerledi. İki caddenin kavşağında bir kamyon hızla yanından geçti, virajda
egzozundan duman yükseldi. Vugar`dan beş on adım ilerde
yürüyen kadını siyah bir duman kapladı. Kadın öksürdü, neredeyse, nefesi kesilecekti. Öksürüğü kesildiğinde nefretle
kamyonun arkasınca baktı ve söylendi:
– Lanet şey nefesimi kesecekti.
Bu manzara ilk önce Vugar`ı çok üzdü. Sonra gayri ihtiyari gülümsemeye başladı. Zahmetinin neticesi aklına geldi:
Bu isli, boğucu, kötü kokulu dumanlar artık tarihe karışacak,
dedi.
O kadına destek verip ekledi:
– Endişelenmeyin, hanımefendi! Bunların bitmesine az
kaldı. Bu dumanları artık görmeyeceksiniz.
219
Vidadi Babanlı
Kadın, solgun yüzlü, yorgun görünümlü bu gence yan yan
bakıp, taaccüple dudak büktü.
Herhalde Vugar`ı ya sarhoş ya da sersem birisi sanmıştı.
O, bütün canlılar için ciddi tehdit olan atık gazlar hakkında
beyin yoran gecesini gündüzüne katarak çalışanlar yapan
birisi olduğunu nereden bilecekti ki!?
Vugar kadının şaşırmasına aldırış etmedi. Zafer sevinci
yeniden yüreğinde coşup taştı. Yoluna devam etti.
Az sonra vücudundaki ağrılar yeniden depreşti. Uyumak,
yumuşacık yatakta doya doya uyumak arzusu tekrar zihnine
hakim oldu. Bir an önce evine, yatağına kendisini atmak için
acele etti.
Cennet Ana onu çocuk gibi karşıladı.
– Neredeydin, yavrum, niçin geç kaldın? – diye müteessir
bir şekilde sordu. – İnsan böyle yapar mı? Nereye gittiğini
söylemez mi?
Vugar heyecanlı, kendisini hasretle bekleyen ananın sitemli sorularına halsiz ama sevinçle cevap verdi:
– Bitti, Cennet Ana. Tamamen bitti!
İhtiyar kadın bu sözlerin ne anlama geldiğini anlayamadı.
–Dünden beri beti benzi iyice solmuştu, sanki kaygıdan çökmüştü.
– Nereye gitmiştin? Neden dün gece eve gelmedin? –
diyerek, sorularına cevap aradı.
– İşteydim, Cennet Ana. Geceyi de orada geçirdim.
Ana sanki onu duymuyormuş gibi kendi kendine söylendi:
– İnsan hiç bu kadar içer mi?.. Başın üzerinde durmuyor.
– İçmek mi?! – Vugar yorgun yorgun gülümsedi. – Ben
içmedim ki, Cennet Ana. Uykusuzum sadece. Çok çalıştım...
Ana ellerini dizlerine vurdu.
– Kendine hiç acımıyorsun, hem de hiç! Zayıfladın, çöp
gibi kaldın.
220
Vicdan Sustuğunda
– Bundan sonra kilo alacağım, Cennet Ana. Gidip kaplıcada dinleneceğim.
– İnanmıyorum, hangi dağda kurt ölmüş! – Ana kederle iç
çekti. – İsmet gelmiş. Git bak, maşallah, nasıl kilo almış. İnsanın hoşuna gidiyor. Canının kıymetini bilen öyle oluyor işte!
– İsmet mi gelmiş?..
– Evet, evde.
Vugar yan odaya geçti. Yorgunluğunu, uykusuzluğunu
unutarak, sütkardeşine doğru kollarını açıp yaklaştı:
– Hoş geldin!
İsmet yerinden kımıldanmadı. Dilinin ucuyla:
– Hoş bulduk, dedi.
Vugar bu soğuk hareketten incinmedi. Aynı ses tonuyla
devam etti:
– Konuş bakalım, yolculuk nasıl geçti? İyi dinlenebildin
mi?
– Eh! – İsmet elini salladı.
– Neden “eh”? – Vugar onu hoş bir tebessümle baştan
ayağa süzdü. – Çok kilo almışsın, maşallah, çok yakışıklı
olmuşsun. Oradaki kızların haline acıdım!
İsmet donmuş suratını astı.
– Kızların mı? Niçin?
– Biliyorum ki, öyle elini kolunu sallayarak durmamışsındır; birkaçının yüreğinde muhabbet ateşi yakmışsındır muhakkak... dediklerim oldu değil mi?
– Evet, oldu! – İsmet kırgın bir şekilde cevap verdi:
– Bilmez miyim! – Vugar yürekten kahkaha attı. – Pir benim olduğu için kerametini de çok iyi biliyorum. Peki, diğer
mesele nasıl oldu?
– Hiç bir şey olmadı! – İsmet kendi kendine homurdandı.
– Elagöz`ü göremedin mi? Karşına çıkmadı mı?
221
Vidadi Babanlı
– Gördüm.... Ama keşke görmeseydim.... Daha iyi olurdu...
Vugar, Profesörün kızından söz açtığı için pişman oldu.
İsmet`in ona soğuk davranması, gönülsüz konuşması, işlerin
yolunda gitmediğimi gösteriyordu. Morallerinin bozulacağını
düşünerek konuyu değiştirdi:
– Beni tebrik edebilirsin. Bugün çalışmamı tamamladım,
noktayı koydum.
– İyi?!. Tebrik ederim. – Sanki kelimeler İsmet`in ağzından zorla çıkıyordu. Vugar`ın morali iyice bozuldu. Vücudu
yine ağırlaştı. Bu sevinçli haberiyle sütkardeşini sevindireceğini, gönlünü açacağını düşünmüştü. Ama İsmet hala vurdumduymaz, lakayt konuşuyordu! İnsanda bu kadar da katı
yürek mi olurmuş!? Diye düşündü.
Vugar kırgınlıkla ondan ayrıldı. Kendi yatağına yaklaşıp,
elbiselerini soyundu:
– Kusura bakma, – dedi. – Ayakta zor duruyorum. Hiç halim yok. İki gündür uyuyamadım. Yarın bol bol sohbet ederiz.
O yatağına yattı. Yüzünü duvara döndü. İsmet dayanamadı:
– Niçin yarın? Şimdi konuşalım, – diyerek bir anda patlayıverdi: Söyle bakalım ne zamana kadar ikiyüzlülüğe devam
edeceksin? Ne zamana kadar bir koltuğunda iki karpuz taşıyacaksın?
Vugar acı acı düşündü: “Çok garip bir kardeş. Bir buçuk
aydır görüşmedik. Ahvalimi sorup gönlümü alacağına, sevinçlerime ortak olacağına bana surat asıyor. Yetmiyormuş gibi
bana “ikiyüzlü!,..” diyor. Böyle birisine ne diyeyim ki?!..”
– Sen ne diyorsun, İsmet? İkiyüzlülükle benim ne alakam
olabilir?
– Tilki gibi kurnazlığı bırak! Açık konuş, ne zamana kadar
bana tuzak kuracaksın?
– “Ne güzel sözler duyuyorum senden: “tilki”, ”tuzak”!
Çok marifetlisin maşallah!”
– Kırılma, İsmet ama çok acı konuşuyorsun. Bu kelimeler
yenilir yutulur cinsten değil.
222
Vicdan Sustuğunda
– Boşuna kendini yorma! Artık beni böyle şeylerle aldatamazsın. Seni çok iyi tanıdım!
– Şimdiye kadar tanımıyor muydun yani?
– Maalesef, tanımamışım. Melek kılığına girmiş, şeytanı
tanımak zormuş meğer!
Vugar`ın yorgun ve sakin sesi uzaktan duyuldu. Uyku onu
sersemleştirmişti.
– Galiba sende yeni haberler var. Rica ediyorum sabaha
kadar sabret. Uykumu burnumdan getirme! Bana birazcık
merhamet et ne olur....
– Senin bana acıdığın gibi mi?
Vugar hiçbir şey demedi. İsmet cevap vermemesini kendi
başarısı zannedip alevlendi:
– Bu senin eski adetindir. Her zaman sadece kendini, kendi menfaatini düşünüyorsun. Bencil ve düşüncesizsin. Yeter
artık sabrettiğim!
Vugar kapalı gözlerini zorlukla açtı. Kızgın sütkardeşini
barışa sesledi:
– Günahım nedir onu söyle, İsmet. Son sözünü baştan
söyleme.
– Bunlar az bile!
– Ama neden, İsmet? Ben sana ne yaptım?
– İçindekini niçin açık açık söylemiyorsun?! Niçin kendi
sevgilin olduğunu, başkasında gözün olmadığını söylemiyorsun?!... Eğer dürüstsen, yalan söylemiyorsan, o halde niçin
susuyorsun?!..
– Ben bunları kime söylemeliyim ki, İsmet?
– Merhamet Hanıma! Kızın kendisine! Söhrap Güneşli’ye!
– Yine başladı bu gereksiz sohbetler, ne zamandır kulağım
rahattı.”
– Komik şeyler söylüyorsun, İsmet. Çok komik hem de!
Bunları benden soran olsa cevabını verirdim. Kendiliğimden
nasıl söyleyeyim? Kelin ilacı olsa başına sürer!
223
Vidadi Babanlı
– Soran olmasa da sen söylemelisin! Mızrağı çuvalda saklamak olmaz!
Merhamet Hanım kendi kızını alacağını düşünmüş. Kislovodsk`dayken durmadan senden bahsetmiş, sohbetlerin konusu sen olmuşsun. Her defa beni gördüğünde senin hakkında konuşurdu. Adın geçtiğinde Elagöz`ün de ilgilendiğini görüyordum.
– Bunlar boş şeyler! – Vugar`ın sesi yavaş yavaş uzaklaştı.
– İnan ki boş şeyler.
– Hayır, boş değil! Ben gördüğümü gördüm, anlayacağımı
anladım... Senin her şeyimde gözün var. Daha çocukken anne
sütüme, şimdiyse Elagöz`e göz diktin.
Vugar artık uyumuştu. O, İsmet`in son sözlerine tatlı ve
sakin mışıltıllarla cevap verdi...
7. Bölüm Enstitü bugün çok kalabalıktı. Bayram günlerinde olduğu
gibi bugün de foyada bir kaynaşma vardı. Bazı insanlar yeni
kıyafetler giymişti. Herkesin yüzü gülüyordu.
Vugar önce hayret etti: “Bu kalabalığın, şenliğin sebebi ne
idi?..” Sonra birden yaz mevsiminin yeni bittiğini hatırladı.
Foyada yüksek sesle konuşan, kahkahalar atarak gülen bu
insanlar, serin, güzel mekanlarda dinlenip gelen insanlardı.
Onlar gittikleri tatil yerlerinde yaşadıklarını birbirlerine anlatıyor, izlenimlerini paylaşıyorlardı. Onlara bir anda gıpta
etti. Sonra aniden yüreğinden bir his geçti, gurur hissi! O,
herkes dinlenirken işinin başında idi. İlmi çalışmasını başarıyla tamamlamıştı. Artık onun da dinlenmeye, gezmeye zamanı, imkanı vardı!..
Vugar bu hoş düşüncelerle merdivenleri hızlıca çıkıp, laboratuvara geldi. Odayı yine düzenli buldu. Narin de Hatice
hala de izinden dönmüştü. Her tarafı tertemiz yapmışlardı.
Narin önceleri olduğu gibi yine belini bükerek pencerenin
224
Vicdan Sustuğunda
önünde oturmuştu. Alnını kırıştırarak kitap okuyordu. Hatice
halaysa ondan bir adım önde oturarak bir şeyler örüyordu.
Ayak seslerini duyarak her ikisi aynı anda kalktı. Narin eski
alışkanlıklarındaki gibi selamsız kelamsız söze başladı:
– Neredesiniz, niçin gelmediniz!?. Deminden beri sizi bekliyoruz. Çok endişelendik. Hastalandığınızı düşündük.
Vugar ona minnettarlıkla baktı. Bu şen ve oynak kızın
sesinde ve hareketinde yazdaki kırgınlıktan eser kalmamıştı.
Önce Hatice halayla el sıkıştı, sonra Narin tokalaşıp sakin sakin konuştu:
– Hayır, hasta değilim. İşimi bitirdim.
– Tamamen mi?
– Evet – Vugar hafif gülümsedi. – Tamamen bitirdiğimi
düşünüyorum.
Narin bir anlığa hareketsiz durdu. Hayran hayran Vugar’ın gözlerinin içine baktı. Sonra adeti olduğu gibi yine cilveli
bir şekilde fokurdamaya başladı:
– O ne güzel, çok sevindim! Tebrikler!.. Kız öyle ilginç tavırlar sergiliyordu ki sanki Vugar’ı kucaklayıp öpecekti. Kim
bilir belki de bu bu his onun kalbinden gerçekten geçiyordu.
Ama Vugar`ın ciddiyeti Narin’i zamanında durdurdu. Kollarını aşağıya bırakıp yerinde kaldı.
Pek konuşmayan, Vugar`ın iş sohbetlerine katılmayan
Hatice hala de konuştu:
– Çok şükür! Zahmetimiz karşılığını buldu, boşa gitmedi.
Sonra odayı derin bir sessizlik aldı. Şiddetli gök gürlemesiyle güçlü yağmur yağması arasındaki sessizliğe benzer bir
sükuttu gibiydi bu. Narin yine müdahale etti:
– Gidip, Profesöre bu müjdeli haberi vereyim. Sabah erkenden sizi sorup duruyordu. O da sevinsin bari.
Kız kapıya doğru yönelmişken, Profesörün sesi eşikte duyuldu:
– Ben buradayım, kızım!
225
Vidadi Babanlı
Güneşli yüzünde tatlı bir tebessümle içeri girdi. Vugar’la
selamlaştıktan sonra Narin’e:
– Sen müjde konusunda rahatsız olma, kızım.
Narin utandı. İzin döneminde biraz sulanmış zayıf yüzü
kızardı.
– Seni tebrik ediyorum! – Profesör Vugar`a doğru döndü,
onunla tokalaştı. – Narin yanılmıyor. Haber gerçekse müjdeye
değer demektir!
Güneşli ceketinin cebinden gözlüğünü alıp, Vugar`ın çalışma masasının arkasına geçti.
– Hadi sonuçlarınızı getirin de bakalım. Belki yanılıyorsunuzdur.
Profesörün şakayla dediği bu sözler Vugar`ı şaşırttı. Bir
anda aklı başından gitti “Ya gerçekten yanıldıysam?..”
O, endişeden dolayı elleri titreye titreye deneylerin bütün
sonuçlarını Profesörün önüne koydu.
Güneşli ilk önce ayrı ayrı rakamlarla ilgilendi. Şahadet
parmağını cetvelin üzerinde gezdire gezdire uzun süre sustu.
Başka bir kağıtta kendi hesaplamalarını yaptı. O, bu esrarlı
rakamlar alemine öyle daldı ki, ne ayak üste donup kalmış
Vugar`ı, ne de bir hayli ondan uzak durarak gözlerini ondan
ayırmayan Narin`le Hatice halanın bakışlarındaki tükenmez
sabrı görebildi. Nihayet kalemini bıraktı. Ciddi ve sorgulayıcı
bakışlarını burnunun ucuna inmiş gözlüğünün üzerinden
Vugar`a doğru yöneltti.
– Manometrenin temizliği ne kadardır? Ayrıca kontrol
ettin mi?
– Evet... – Vugar gergin bir şekilde cevap verdi. Endişeli
gözleri Profesörün yüzünde kaldı. Bu sakin yüzde onu
sakinleştirecek hiç bir ifade bulamadı, sustu.
Güneşli düşündü.
– Peki, sıcaklık ne kadar? Bunun sonuçları nerede?
Vugar çalışma notlarını açtı. Profesör sonuçlara baktı.
226
Vicdan Sustuğunda
– Statiğin oranı ne kadar?
Vugar çalışma notlarından onun miktarını da gösterdi.
Güneşli yeniden hesaplamalara başladı ve gözünden gözlüğünü çıkartıp, düşünceli düşünceli ayağa kalktı. Alete doğru
yöneldi.
– İzomerlerin krom otografi tahlilleri ne gösteriyor?
– Kontrol etmedik. – Vugar`ın sesinde derin ümitsizlik
hissedildi. Danışmanının hiçbir söz söylememesi, zor soruları
onu bitirmişti.
– Mutlaka kontrol etmek gereklidir.
Narin arık dayanamadı:
– Yine mi kontrol etmek?! – Bu kontroller ne zaman bitecek?
Güneşli omzunun üstünden dönüp ona baktı ve gülümsedi.
– Biter, kızım, – dedi. – Birazcık sabredelim, biter.
– Peki, ne zaman? –Narin rahatsızlığını açık açık söyledi:
– Biri bitir bitirmez diğerine başlıyorsunuz. Düşündüklerinizi
açık açık söylemiyorsunuz ki zahmetimizin nasıl sonuçlandığını bilelim. Neredeyse kalbimiz duracak ama...
Profesör aletlerin göstergelerini bir bir kontrol etti, geri
döndü. Elini Narin`in omzuna koydu, ona cevap verdi:
– Genellikle fikrim olumludur, kızım. Sonuçlardan şimdilik memnunum.
Narin şımarıklıkla sallandı:
– Of şimdilik, şimdilik!... Peki ne zaman “şimdilik”siz,
“genellikle”siz konuşacaksınız?
– O zaman ki....– Güneşli sevgiyle onun saçlarını okşadı. –
Bütün gün sizin yanınızda oturacağım, her şeyi, tüm sonuçları yeniden kontrol edeceğim. Neticenin doğruluğuna hiç
şüphem kalmayacak. İşte o zaman ilk olarak sana “aferin” diyeceğim. Anlaştık mı?
227
Vidadi Babanlı
Narin cevap vermedi. Ellerini koynuna koydu. Derinden
nefes aldı. Üzülerek yere baktı.
Vugar`ın da omuzları düşmüştü. Yüzünü ekşitmesi, kederli duruşu bütün emekleri boşa gitmiş bir insanın halini
gösteriyordu.
Güneşli onun halini gördü. Yumuşak bir ifade ile ekledi:
– Sözlerim sizin moralinizi bozmasın, aşkınızı şevkinizi
söndürmesin. İşinizde bir hata bulduğumu, çalışmanızın eksik olduğunu düşünmeyin. Böyle bir şey yok. Çalışmanın
önemli kısmının yapıldığını düşünüyorum. Biraz önce de
söylediğim gibi her şeyi tekrar tekrar kontrol etmeliyiz, ta ki
eksik hiçbir şey kalmasın. Savunmalarda bizi dikkatsizlikle
veya başka eksikliklerle suçlamasınlar!
Profesör Narin`den uzaklaştı. Kapıya doğru birkaç adım
atıp durdu. Hala sakin, hareketsiz duran kıza özel olarak dedi:
– Sen müjde konusunda endişe etme, kızım. Artık onu cebinde bil. Haberin buna değer!
Narin sevincinden yerinde duramadı. Elinde olmadan yerinde zıplamaya başladı, gözleri yeniden parladı. Mutluluğunu Hatice halaya sarılarak gösterdi. Kadını her iki yanağından
öptü:
Yaşasın....! yaşasın!.... – diye bağırdı.
***
Söhrap Güneşli laboratuvardan çıktığında, Vugar da kendini dışarı attı. Göğsü kabarmıştı. Acele ediyordu. Bu güzel
haberi Arzu`ya vermek için can atıyordu. Sonunda bütün endişeler sona ermişti. İlk zafer kazanılmıştı.
O, enstitünün girişindeki telefon kulübesine baktı. Telefon kulübeleri çok kalabalıktı. Yabancı insanlar arasında sevgilisiyle rahatça konuşamazdı. Yüreği dolmuştu. Neredeyse
bir aydan fazla Arzu`yla görüşememişti. Sevgilisinin ona küstüğüne emindi. Şimdi ilk olarak ona bu hoş haberi vermeyi
düşünüyordu. Böylece onun gönlünü de almış olacaktı.
228
Vicdan Sustuğunda
Vugar merdivenleri hızlıca indi. Birinci kattaki “koridor”a
girdiğinde morali iyice bozuldu. Karşıdan Bedirbeyli geliyordu. Bu şeytan suratlı adam sanki havadan koku alıyor, her
şeyi bir anda öğreniyordu. Artık kaçıncı defaydır ki, böyle
güzel anlarında karşına çıkıp moralini bozmuştu.
Vugar başını önüne eğip adımlarını biraz daha hızlandırdı. Bedirbeyli`yi görmemezlikten geldi, yanından hızlıca geçmek istedi. Tam yanına gelmişken Bedirbeyli onun yolunu
kesti. Kolundan tutarak durdurdu.
– Ne haber, Şemsizade? Kanatlanarak nereye uçuyorsun
böyle?
Vugar dilinin ucuyla:
– İşim var, – dedi. İçinden ona hakaret etti: –“Uğraşma
benimle artık, bunak!”
– Selam sabah da mı yok?
– Vugar hiçbir şey söylemedi. Bedirbeyli kaşlarını çattı.
Tekebbürle sordu:
– Çok heyecanlı görünüyorsun, hayırdır inşallah?
– Hayırdı, hocam.
– Çok sevindim! – Bedirbeyli biraz sustu. Sonra ekledi: –
Peki benim yanıma neden gelmiyorsun?... Seni çok bekledim.
– Zamanım olmadı, hocam.
– Öyle miiii...? – Bedirbeyli “öyle mi” sorusunu sakız gibi
uzattı. Dudaklarında donmuş hile tebessümü buz parıltısı
gibidi. – Peki işlerin nasıl gidiyor, bir yenilik var mı?
– Yenilik çok! – Vugar gururlu cevaptan kendini tutamadı.– İşimizi bitirdik.
Bedirbeyli ona kinayeyle baktı. Alay edercesine gülümsedi.
– Yanılmıyorsun değil mi?! Böyle işlerde yanlışlıklar affedilmez ona göre. Geçen defaki görüşmemizde de söylemiştim
bunu sana.
– Hayır, yanılmıyorum!
229
Vidadi Babanlı
Bedirbeyli çenesini uzatıp çekti. “Ağzından süt kokusu çekilmemiş” bu gencin gururu onu delirtti. Kısılan gözleri yılan
gözü gibi parladı.
– Aklını başına topla, evlat. Geçen defa sana söylediklerimi
iyice düşün, henüz geç değilken.
Vugar Bedirbeyli’nin bu tehdidine aldırış etmedi.
– Görüşürüz, hocam. Hemen gitmem lazım, – diyerek kolunu onun elinden çekti ve arkasına bakmadan gitti
Bedirbeyli arkadan bağırdı:
– Artık benden günah gitti, Şemsizade! Bundan sonra
olacakları kendinden bil!
***
Vugar telefon kulübesine kadar keyifsiz ve asabi bir şekilde geldi. Numaraları çevirip Arzu`nun yumuşak sesini duyunca bütün sıkıntılarından kurtuldu.
− Merhaba, Arzu!
− Kimsiniz?
− Benim... Tanımadın mı?
− Şimdi tanıdım.
− Nasılsın, hayatım? Keyfin yerinde mi?
− Sen soralı iyiyim.
Bak yine başladı. Uf, lanet olsun bu küskünlüğe!
− Arzu, canım!
− Buyur.
− Beni tebrik edebilirsin artık.
− Niçin?
− Her şey için!
Ahizeden ses gelmedi.
− Arzu! – Vugar ciddileşti. – Yazlıktan ne zaman geldiniz?
230
Vicdan Sustuğunda
− İki gün oluyor. – Arzu bu sözleri basa basa söyledi.
“Yine kırgınlık!...anlıyorum. Bu iki günde beni aramadın
demek istiyorsun”.
− Bana üzüm getirdin mi?
− Gönlü balık isteyen kuyruğu suda olmalıdır!
– Ha, ha, ha! – Vugar kahkaha attı. Benim kuyruğum yok
ki, ama...
Ahizeden ses gelmedi.
- Arzu!
Kız konuşmadı.
− Arzu canım!
Cevap gelmedi.
− Gülüm!
− Güller çoktan soldu. Artık sonbahar geldi.
− Sen solmazsın! Benim Arzu gülümü hiçbir mevsimde
solduramaz!..
- ...
− Neden susuyorsun, gülüm?
− Çok komik konuşuyorsun, Vugar. Sözlerin midemi bulandırıyor. Ne oldu sana bugün?
− Bugün?!. Benim istediklerim oldu. Arzularım hakikate
dönüştü.
− Seni anlayamıyorum.
− Olsun. Biraz sabret, anlatacağım... – Vugar ahizeyi sağ
kulağından sol kulağına aldı. Derinden nefes alıp, sakin sakin
konuşmaya başladı: – Çalışmamı bitirdim.
− Nasıl?! Bitirdin mi?...– Arzu`nun sesi ısındı sanki. Kırgınlığının yerini sevinç aldı.
“Nasıl da çabuk değişti. Asıl sevgili böyle olur işte!”
− Evet, bitirdim! Profesör de beğendi.
231
Vidadi Babanlı
− O zaman tebrik ederim! En içten duygularımla tebrik
ederim!
− Tebrik etmek yetersizdir.
− Seni öpüyorum!
− Gıyaben mi?!... Hayır, buna razı değilim.
− Tamam...
− Peki nerede? Ne zaman?
− Hemen şimdi. Hadi bize gel.
− Of!...– Vugar elini salladı. – Beni aldatamazsın. Sen gel.
Bugün hava çok güzel.
− Ama işim var. Yemek yapıyorum.
− Ben anlamam. İş konusunu kapattık. Ben artık özgür
bir insanım.
− Tamam. Senin istediğin gibi olsun!
Onlar bir saat sonra, her zamanki buluşma yerlerinde –
Nizami müzesinin yanında görüşmek için sözleştiler.
8. Bölüm Vugar`ın başarısı herkesten çok Merhamet Hanımı sevindiriyordu. Kendi kurgusuyla bir anda Vugar’ın gelecekteki
kayınvalidesi olan Merhamet Hanım, müstakbel damadıyla
nasıl gurur duymazdı? Bu bir bakıma biricik kızının da mutluluğuydu. Akıllı ve şöhret sahibi bir koca herkese kısmet
olmuyordu. Özellikle de şimdi, şehir gençlerinin bir kısmının
zahmet çekmeden, sıkıntıya girmeden hayat geçirme hayaline
kapıldığı bir dönemde giyinip kuşanıp akşama kadar o köşe
bu köşe gezip dolaşan gençler az mıydı? “Böyleleriyle evlenenlerin de bunlara kız veren ailelerin de aklı yoktu. Kendine
değer vermeyenler nasıl aile ve çocuklarına değer versinler?
Onlar için hayat danstan ibaretti. Akşama kadar gülüp oynamak tek gayeleri idi.”
232
Vicdan Sustuğunda
Buna mukabil ifadeler, Merhamet Hanımın modern şehir
gençleri hakkında her zaman söylediği sözlerdi. O, mutlu bir
ailenin tek şartını zengin bir yaşayışta, kocanın toplumdaki
makam ve mevkiinde görüyordu. Atalarımız boşuna “Aşık
gördüğünü çağırır” dememişler. Merhamet Hanım, hayatı
böyle görmüştü. Söhrap Güneşli`nin istidadı, ilim alemindeki
başarısı, her geçen zirveye çıkan şöhreti onların yüzünü güldürmüş, onları nimete boğmuştu.
“Aile kurmak mücadeledir, çok ciddi mücadeledir!” Bu
mücadele kızın, akıllı, becerikli olması gerekir. Yeri geldiğinde
kızı, hile ve kurnazlıktan da anlamalıdır. Aklın değil de yüreğin hislerine kapılan kızların vay haline. “ar”, “utanç” hislerini muhafaza ediyorlar. Aslına bakılırsa bu ar, utanç değil,
acizlik, mutiliktir, diyen Merhamet Hanım aslında kendi deneyimlerini anlatıyordu. Kendi gençliğini, Söhrap Güneşliyle
nasıl evlendiğini hatırladı. Onun Vugar’ı desteklemesinin sebebi de bu idi.
Merhamet Hanım, Vugar`ın geleceğinin çok parlak olacağını onu ilk defa gördüğünde anlamıştı. Onun sakinliği,
düşünceli hali, ağır başlı olması, oturup kalkmayı bilmesi ona
Söhrap`ın gençliğini hatırlatmıştı. Sanki Güneşli`nin gençliği
bu genç adamla tekrarlanıyor gibiydi.
Sadece bir konu onun rahatsız ediyordu: Elagöz ona benzemiyordu, çok utangaçtı. Onun marifet saydığı “maharet”,
“kız cilvesi” maalesef kızında yoktu. Her ne kadar kızına anlatsa da onu bir türlü yola getirememişti. Bazen çok kızıyor;
ama anne yüreği işte hemen yumuşayıveriyordu: “Zavallı kızın ne günahı var ki?” Tüm günahları kahrolası hastalığındadır – diyordu.
Onun başka bir tesellisi de vardı. Zamanı geldiğinde
Elagöz`e oğlanın kendisi yaklaşacaktı. Söhrap`ın dediği gibi,
Merhamet`in kendisini parçalayıp müdahale etmesine hiç
gerek yoktu. Hangi akıllı Söhrap Güneşli`nin kızını bırakıp da
gidip bir işçi kızı alır? Oğlana birkaç defa laf atması, cilve yapması yeterli olacaktı. Buna ne kendisinin ne de Güneşli`nin itirazı olmadığını hissettirmesi kafi idi. Mesele bu kadar basitti!
233
Vidadi Babanlı
Ama bu yaz Kislovodski`de iken İsmet`ten duyduğu bazı
sözler onu çok düşündürüyordu. Rahatsız olmaya başlamıştı.
İsmet, Elagöz`ün yanında Vugar`la Arzu`nun evlenme arifesinde olduklarını söylemişti. Hatta, İsmet Kislovodski’ye gitmeden beş altı gün önce annesinin köyden gelip Arzu`yu
nişanladığını ve düğün tarihinin de belirlediklerini söylemişti.
Merhamet Hanım kendisine ve gücüne güveniyordu. Bu
meselede ağırlığını koysa hiç kimsenin onun karşısında duramayacağından adı gibi emindi. Nişanlanıp da ayrılanlar o kadar çok ki! O, daha Kislovodsk`dayken Bakü`de yapacağı
işlerin planını yapıyordu. Bu planlardan birisi de Vugar`ın,
Elagöz`ü sevdiğini şehre yaymaktı. Bu söz özellikle de Vugar`ın çalıştığı yerde – enstitüye yayılmalı, bütün ilim adamlarının kulağına gitmeliydi. Merhamet Hanımın bunu yapmasının altında iki sebep vardı. Birincisi; “Bu yalan ne kadar çabuk yayılırsa Vugar`ın çıkış yolları kapanacaktı. Bu durumda
Elagöz`le evlenmekten vazgeçmeye kalkışması imkansızlaşacaktır.” Çünkü bu kadar dedikodudan sonra böyle bir şey yapamazdı. Bu durumda her şeyden önce danışmanına ihanet
etmiş olur. Hocasının namusunu payimal etmeye cesaret edemezdi. Olay ahlak meselesi haline gelir, toplum bu ahlaksızlığa izin vermez.
İkinci diğerine göre daha az önemli idi. – Bu sadece
Merhamet`in kendisini ilgilendiriyordu. –rakiplerini, onu sevmeyen, kıskanan Profesörlerin hanımlarını kıskandırmak istiyordu. Özellikle de, Beşir Bedirbeyli`nin hanımını. Bu iki
Profesörün arasındaki soğukluk ailelere de sirayet etmişti.
Onların hanımları da birbirine düşman kesilmişlerdi. Merhamet`in tek arzusu Bedirbeyli çatlatmaktı. Çatla, patla! Senin
hasta dediğin, derdinden öldüğün Merhamet’in kızına kimler
talip, desinlerdi.
Merhamet Hanım, Vugar`ın ilmi çalışmasının bittiğini
birilerinden duyar duymaz zaman kaybetmeden harekete
geçti. Her zaman olduğu gibi yine kızı ve kayınpederi uykuya
dalınca kocasının çalışma odasına geldi. Arkadan sessiz sedasız gelerek Söhrap`ı kucakladı. Yüzünü onun yüzüne yakın234
Vicdan Sustuğunda
laştırdı. Yazı masasına, onun üzerindeki düzensiz kağıtlara,
bu kağıtların üzerinde yazılmış notlara baktı, genç kız edasıyla sordu:
– Yine mi çalışıyorsun?
– Çalışmayayım mı!? – Güneşli kızgınlıkla cevapladı. – Bu
kadar dinlenmemiz yeterli değil mi?
– Çalış, hayatım, gözümün nuru, çalış! – Merhamet Hanım
onu şirin diliyle avladı. – Eline, koluna sağlık!
– O zaman diğer odaya geç, beni rahatsız etme.
Merhamet Hanım elini onun omuzlarından çekti. Bir sandalye çekerek kocasının yanında oturdu. Güneşli başını kaldırdı, ona dönüp gözlüğünün kenarından onu göz ucuyla
süzdü:
– Niçin yatmıyorsun?
– Uykum yok, hayatım. – Merhamet Hanım biraz daha
tatlı dilli konuşmaya başladı. – Seni izlemek istiyorum. Çalışmandan zevk alıyorum. – O, eğilerek Söhrap`ın kağıtlar üzerinde yazdığı eğri büğrü yazılara, formüllere baktı. – Şimdi ne
üzerinde çalışıyorsun?
Güneşli alaycı bir tavırla güldü.
– Seni çok mu ilgilendiriyor?
– Evet, canım. Tabiî ki, ilgilendiriyor… Bana dünyada
herkesten aziz olan kocamın yeni icadını ne olduğunu bilmek
istiyorum.
Güneşli hiçbir şey demedi. Uzun zaman bakışları hanımının yüzünde dolaştı. Kalbinde eski bir yara sızladı: Gençken
bu ilgiyi ondan ne kadar çok beklemişti. Başarılı bir çalışmadan sonra duyduğu hazzı birileriyle paylaşmaya ya da çok zor
bir duruma düştüğünde, işlerin kör düğüm olduğu vakitlerde
ruhuna azap veren sıkıntıları dağıtmak için bir gönül dostuna, sırdaşa ne kadar çok hasret kalmıştı. Merhamet ise bunların hepsine bigane idi. Kocasının ince işlerini hiçbir zaman
anlamamıştı. Kocasının ilmi çalışmaları – onun ikinci büyük
hayatı olan Merhamet`i ilgilendirmemişti. Şimdi bu heves
235
Vidadi Babanlı
nereden, niçin doğmuştu? Belki ihtiyarlık artık kendisini
göstermeye başlamıştı? İnsan yaşlandıkça hassas olmaya
başlıyor!
Güneşli hanımının düşüncesini okumaya çalıştı. Merhamet Hanımın duygusuz, ifadesiz yüzünde, anlamsız bakışlarında arzuladığını yine bulamadı. “Hayır, onun bir derdi var,
bana bunu söylemeye gelmiştir muhakkak.” – deyip, iç geçirdi.
– Meramını söyle, Merhi. Dilinin altında bir şeyler gizliyorsun.
– Söyleyeyim mi?! – Merhamet Hanım aniden şenlendi. –
O zaman kalemini beş dakikalığına bırak.
Güneşli kalemini gönülsüz kağıdın üzerine koydu. Kollarını göğsünün üzerine bağladı. Hanımına kederli kederli baktı. Merhamet Hanım sandalyesini ona biraz da yakınlaştırdı.
– Biliyor musun, ne düşünüyorum Söhü?... Zamanını alıyorum kusura bakma...
Güneşli derinden nefes aldı.
– Hadi, söyle artık!
– Bir mesele hakkında seninle konuşmak istiyorum.
– Buyur!
Merhamet Hanım sağ sola hareket etti, zorlukla konuştu:
– Elagöz`le ilgilidir... Biliyor musun gelecek hafta kızımız
yirmi yaşına giriyor?
– Evet, biliyorum.
– Ne diyorsun, doğum gününü kutlayalım mı?
– Zaten her yıl kutluyoruz...
– Bu sene daha geniş kutlayalım. Çok sayıda misafir davet
edelim, yirmi yaş az bir yaş değil.
–Tamam, itirazım etmiyorum.
Merhamet Hanım, genellikle istediği konuda eşinden onay
aldığında derinden nefes alır, Söhrap`ı öperek yatak odasına
koşardı. Ama şimdi bunları yapmadı, yerinden kımıldamadı
236
Vicdan Sustuğunda
bile. Sandalyesine yapıştı kaldı. Beyninde zonklayan düşünceler onun her halinden belli oluyordu. Güneşli bütün bunların
daha başlangıç olduğunu hemen anladı. Hem böyle kolay
halledilecek bir mesele için Merhamet bu kadar zahmet çekip,
çenesini yormazdı.
Güneşli kendiliğinden sıkıntı geçirdi: “Kim bilir, aklına
yine ne esmiştir?...”
Merhamet konuşuncaya kadar Söhrap`ın yüreği sıkıldı,
patlayacak hale geldi. Bu suskunluğun boşuna olmadığını
biliyordu çünkü.
– Sevgili Söhrap, sana söylemem gereken başka bir konu
daha var. Ama önceden sinirlenmeyeceğine dair söz vermeni
istiyorum.
Güneşli daha çok merak etmeye başladı, onun önünü açmak, konuşturmak için imalı imalı yüzüne baktı ve sordu:
– Başka ne, Merhi?.. Bitmedi mi?!
Merhamet Hanım gülümsedi.
– Ağzımı açmaya izin vermiyorsun ki. Çok sabırsız olmuşsun bu aralar...
– Sabır buna ne yapsın, Merhi?.. Biliyorsun, çalışmam gerekiyor.
– Tamam, sinirlenme, hayatım. Boş ver her şeyi. Bana sadece sen lazımsın. İstersen hiç söylemeyeyim. Yeter ki senin
moralin bozulmasın. Şimdi kalkıp giderim.
Merhamet Hanım hakikaten de kalkmak istedi. Biraz
doğrulduktan sonra hemen geri oturdu.
– Bak, ben gidiyorum, ama yüreğim gitmiyor! – dedi.
Yüreğimdeki dikeni çıkar da öyle gideyim.
Güneşli`nin sabrı tamamen tükendi.
– Uzatma Merhamet! Ne demek istiyorsan hemen söyle,
bitsin.
Merhamet Hanım yine uzatmaya başladı:
– O kadar da önemli değil aslında. Sadece kimleri davet
edeceğimizi merak ettim.
237
Vidadi Babanlı
– Kimi istiyorsan davet et. Benim böyle şeylerle uğraşmaya vaktim yok. – Güneşli karşındaki kağıtları düzenledikten
sonra, kalemini alarak çalışmaya başladı.
– Belki benim çağırmak istediklerimin içinde senin beğenmediklerin vardır, diye düşünmüştüm.
Güneşli cevap vermedi. Onun dalgın bakışları yazısının
son satırları üzerinde dolaştı.
Merhamet Hanım maksadını açıklamak zorunda kaldı.
– Ben istiyorum ki.... – O, kelimeleri ağzında geveledi, konuşmada zorlandı. – Elagöz`ün bu doğum gününde senin iş
arkadaşlarının da olmasını istiyorum... Hanımlarıyla beraber.
– Mesela kimler?
– Mesela...– Merhamet Hanım düşündü. – Müdürünüz,
parti üyeleri, işçileriniz ve...
– Güneşli suratını astı.
– Ve kimler?
Merhamet Hanım, yutkundu, ne diyeceğini bilemedi.
Deminden beri lafı ağzında gevelemesinin sebebi Bedirbeyli’den dolayı idi. Söhrap`dan korkuyordu. Kocasının ondan
hoşlanmadığını, ondan nefret ettiğini, onunla yüz yüze gelmek istemediğini iyi biliyordu...
– Ne bileyim, – dedi. – İş arkadaşlarının çoğunu tanımıyorum. Sen kimleri istersen onları davet ederiz.
– Güneşli gönülsüz halde başını salladı.
– Düğün mü yapıyoruz?!. Bu kadar misafiri nasıl ağırlayacağız?... Hem ne gereği var bu kadar masrafa ve tantanaya?
– Ağırlarız! – Merhamet Hanım kendisini haklı çıkarmaya
çalıştı. – Biliyor musun, kocacığım... sana bir şey söyleyeyim,
son zamanlar kulağıma bazı sözler geliyor. Duyduğuma göre
sizin Profesörlerden bazılarının hanımları nişan ve düğünlerde bizim gıybetimizi yapıyormuş. Gül gibi kızımızı alaya alıyorlarmış. O gün Bedirbeyli`nin genç karısı(!) Elagöz`ün hastalığının ömür boyu süreceğini söylüyormuş... Zavallı kızımız,
238
Vicdan Sustuğunda
daha çok gençtir, niçin ismi hastaya çıksın?... İşte bundan
dolayı kızımızı gelip görmelerini istiyorum. Bundan sonra da
dedi kodu yapmasınlar. Yoksa ben, ister miyim onlara el
pençe durup hizmet etmeyi?! Onların canı cehennem, benim
Söhrap`ımın tırnağı bile olamazlar!
Güneşli, hanımının yalanlarına ister istemez inandı. Hem
o, Elagöz için her şey yapmaya hazırdı. Kızının hastalığı onun
zarif baba yüreğini uzun yıllar, titretiyordu.
– Tamam, ne istiyorsan yap! Yeter ki beni rahat bırak!
Merhamet hanım daha başka bir şey demedi. Söz biraz
sert söylense de onay alınmıştı. Bedirbeyli’nin davetini uygun
bir zamana bırakıp hemen ayağa kalktı. Kocasını şiddetle
öpüp yavaş yavaş odadan ayrıldı.
Ertesi gün de erkenden Ziya Leleyev’i arayarak yanına
çağırdı. Bu tür işlerde Ziya onun sağ koluydu. Onun kendisine
yardım edeceğini düşündü. İkisi bir olurlarsa Söhrap`ı yola
getirebilirlerdi.
Ziya Leleyev sırıta sırıta odaya girince Merhamet Hanım
kızdı. Sanki, onu kendisi çağırmamıştı.
– Ne var? Niçin gülüyorsun?
Ziya bozuntuya vermedi. Merhamet Hanımdan böyle
“tatlı” sözler ilk defa duymuyordu.
– Evvela selamün aleykum, – diyerek yanına yaklaştı,
Merhamet Hanımın elini öptü, huzurunda hazır ola geçti. –
Şimdi buyursun bizim çok saygıdeğer, merhametli halamız,
canımız, ciğerimiz! (Şule gibi o da Merhamet Hanıma hala diyordu) Söylesin bakalım biz zavallı bendelerine nedir emri?
Yeter! Artistlik yapma! Canım sıkkın!
– Tamam, emrin bu kısmını duydum: Baş üstüne! – Ziya
kendisine çeki düzen verdi, ama yine dişleri görünüyordu.–
Diğer emrini dinliyorum.
Merhamet Hanım yine kızdı:
– Senden ciddi olmanı istedim! Canımı sıkma!
– Emredersiniz!
239
Vidadi Babanlı
Ziya ciddileşti. Köşeye çekildi. Boynunu bükerek uzakta
durdu. Merhamet Hanım biraz yumuşadı. Aksi takdirde onu
üzmek işine zarar verebilirdi. Sandalye gösterdi:
– Hadi, otur bakalım! Sana diyeceklerim var.
Ziya kırgınlıkla mırıldandı:
– Benim gibi ciddi olmayan insan uzakta dursa daha iyi
olur.
– Tamam, kendini pahalıya satma! Hadi gel otur!
Ziya öne çıktı. Karşı karşıya oturdular. Merhamet Hanım
kısa bir girizgahla onu niçin çağırdığını söyledi, Ziya’nın gönlünü aldı:
– Söhrap dayın seni çok seviyor. Onun en iyi anlayan da
sensin. Düşün bakalım Bedirbeyli`yle, yüzünü şeytan göresi
karısını davet etmek için Söhrap`ı nasıl ikna edebiliriz. Ben
bu konuda kendisiyle konuşmaya korkuyorum doğrusu. Benden incinebilir.
Ziya, Merhamet halasının fikrini çok beğendi. Bedirbeyli
Söhrap`a olan öfkesinden dolayı onu da sık sık incitiyordu.
Leleyev`e “Güneşli`nin ilim alemindeki veled–i zinası” olarak
nitelendiriyor, onunla her yerde alay ediyordu. Araları iyileşse
tabiî ki, Ziya`nın da bu sıkıntılardan kurtulacak, yolu açılacaktı. Ama o düşündüklerini halasına söylemedi. Gururlanıp,
keyifle güldü:
– He, he, he!
Merhamet Hanım fısıldadı.
– Hayırdır seni şeytan mı gıdıklıyor, nedir?... Şimdi niçin
gülüyorsun?!
– Bensiz bir şey yapamadığına gülüyorum, hala. Ben olmazsam işin harap. Bir sıkıntın olunca hemen beni arıyorsun.
Merhamet Hanım Ziya`nın büyüklenmesinden hoşlanmasa da bir şey söylemedi. Mutfağa geçti. Ziya’ya çay ikram
etti, yanına da reçel koydu... Birlikte Söhrap`a tuzak kurdular.
***
240
Vicdan Sustuğunda
Akşam Murguz Sultanoğlu hava almak için dışarı çıktığı
zaman, anlaştıkları gibi, Ziya, Söhrap Güneşli`nin karşısında
hazır oldu. Merhamet Hanım Elagöz`ü yan odaya gönderdi,
kendisi de mutfağa geçti. Konuşmaların başına iştirak etmedi, güya hiçbir şeyden haberi yoktu.
Ziya cebinden bir kağıt çıkartıp yılışa yılışa Güneşli`ye
verdi.
– Söhrap dadaş, lütfen, buna bakabilir misiniz?
Güneşli bir kağıda, bir de Ziya`nın yüzüne şaşırarak baktı:
– Bu ne böyle?
– Aslında hiçbir şey, küçük bir şey.
– Yani?
Ziya yutkundu.
– Listedir. Elagöz`ün doğum günü partisine davet edeceğimiz misafirlerin listesi.
Güneşli`nin yüzünden bulut gölgesi geçti, alnı kırıştı.
– Merhamet`le sen, galiba bu misafirliğe özel olarak hazırlanıyorsunuz? Bir hafta önceden eliniz ayağınız tutuştu,
hayrola?
– Öyle bir hazırlığımız yok. Bu listeyi ben hazırladım.
– Niçin?
– Şey için...– Ziya yine yutkundu.–İstiyorum ki, unuttuğumuz biri kalmasın. Hani sonra küserlerse diye...
Güneşli Ziya`nın elini havada bıraktı. Sert bir tavırla:
– Git, Merhi`nin yanına. Küsenleri o daha iyi bilir.
– Hayır, Söhrap dadaş, Merhi halalık bir iş değil bu. Bana
siz yol gösterebilirsiniz.
– Yırt, at o listeyi. Böyle küçük şeylerle vakit geçirme!
Ziya vazgeçmedi.
– Siz meseleyi bilmiyorsunuz. Küsenler sadece akrabalar
değil. İş arkadaşlarınız da sizden küsüyorlar. Size bir şey
demeseler de başka yerlerde gıybetinizi yapıyorlar. Kaç defa
ben kulaklarımla, Söhrap Murguzoviç bizi umursamıyor, bizi
241
Vidadi Babanlı
insan yerine koymuyor, dediklerini duydum. Evinin yerini
bile bilmiyoruz, bayramlarda olsun bizi davet etmiyor, diye
dert yanıyorlar.
Güneşli gülümsedi.
– Madem misafiri çok seviyorlar, söyle onlara önce onlar
misafir çağırsınlar.
– Söhrap dadaş, eğer onlar sizin bunu istediğinizi bilseler
mutlaka çağırırlar. Baş köşeye de oturturlar. Ama siz...
– Ama ben gitmem, öyle mi? – Bunu mu demek istiyorsun?
– Evet, –Ziya biraz durakladı– Siz nedense davetlerden,
toplantılardan hoşlanmıyorsunuz, kaçıyorsunuz.
– Sence neden? Sebebini biliyor musun?
– Hayır, bilmiyorum. Ama arkadaşların bundan dolayı çok
incindiklerini biliyorum. Bazı şom ağızlar, bundan faydalanıp
hakkınızda ileri geri konuşuyorlar, güya siz büyükleniyormuşsunuz.
Güneşli daldı, alnının kırışıklıkları derinleşti.
– Elbette, – dedi. – Davete gitmek de, iyi kötü günde bir
arada olmak da güzeldir. Bunlar bizim güzel adetlerimizdir.
Ama maalesef bizim göreneklerimiz bazı şerefsizler yüzünden
biraz da olsa değişikliğe uğradı, mahiyetini kaybetti. Artık
şimdiki davetler, eğlence meclisleri başka maksatlar için düzenleniyor. Suni münasebet, şahsi kazançlar için tertip ediliyor. Meslektaşlar arasındaki samimiyet, arkadaşlık bozuldu.
Birliktelikler entrika yuvasına, çevriliyor. O zaman da yediğin
de, içtiğin de içine sinmiyor. Bana göre kendisine saygısı olan,
yaşadığı toplumu seven, toplumun değerini bilen birisi böyle
davetlere gitmemeli, hatta bu durumla mücadele etmelidir.
– Dediğiniz doğru, Söhrap dadaş! Siz haklısınız. Ama bir
şeyi unutuyorsunuz. Küçüklerin her zaman büyüklerden bir
şeyler umduğunu aklınızdan çıkarıyorsunuz. Büyük adamın
hoş sözü, tebessümü küçük insanlar için bahşiştir. Sizin
namınız dünyaya sığmıyor. Bundan dolayı da herkes sizden
242
Vicdan Sustuğunda
ilk adımı bekliyor. Enstitümüzün büyüğü de, küçüğü de sizden ilgi bekliyor. Sizinle aynı davette olmayı, sizin misafiriniz
olmayı kendileri için büyük bir şeref kabul ediyorlar. Bütün
kırgınlıklar, küskünlükler de işte bunun içindir.
Ziya sözünün sonunu iyi bağladı. Mutfaktan onu dinleyen
Merhamet Hanım derinden nefes aldı. Fırsattan istifade
hemen onların yanına geldi.
– Ziya doğru söylüyor, kocacığım,– deyerek sohbete katıldı.
– Basit bir meseleden dolayı niçin onları küstürüyorsun?
Küstürmeye değer mi? Davet edelim de herkes gelsin.
– Güneşli hem karısını hem de Ziya`yı tepeden tırnağa
süzdü. Herhalde bir şeyler hissetmişti. Omzunu silkti.
– Siz bilirsiniz, – dedi. Sandalyeden ağır ağır kalktı kinaye
ile ekledi: –Nasıl uygun görürseniz öyle yapın! Herhalde iki
adamın aklı bir adamınkinden üstündür.
– O, çalışma odasına doğru ilerlediğinde, Merhamet Hanım Ziya`ya “sadede gel!” anlamında göz kırptı:
Ziya bir çırpıda ekledi:
– O zaman izin verin, Bebe`yi de davet edelim.
Güneşli şaşırdı.
– O kim öyle?
Ziya küstahça gülümsedi:
– Bebe, yani Beşir Bedirbeyli. Bizim arkadaşlar kendi aralarında onu böyle çağırıyorlar.
Güneşli suratını astı:
– İnsanlara öyle ad takmak çok ayıp!
– Bu ismi ona biz vermedik ki, Söhrap dadaş. Talebeler
vermişler, uğraşmak için.
– İyi yapmamışlar! – Güneşli sinirlendi. – Böyle alay etmek
terbiyesizliktir.
– Atalarımız; “Ne ekersen, onu biçersin.” demişler.
– Ben de bunun terbiyesizlik, saygısızlık olduğunu söyledim!
243
Vidadi Babanlı
– He, he, he... Söhrap dadaş, siz çok kalender adamsınız,
düşmanınızı da müdafaa ediyorsunuz.
– Benim hiç kimseyle şahsi düşmanlığım yok, Ziya. Sen de
biliyorsun bunu. Beşir Osmanoviç`le bizim aramızdaki
kırgınlığa tek sebep ilmi meselelerdir.
– Vallahi siz peygamber gibi insansınız. Yüreğiniz çok
yumuşak. “Bebe” de sizin kanınızı içmek için fırsat kolluyor.
Eline fırsat geçse asla affetmez. Ama siz... başkasınız. San ki,
anneniz sizi insan değil, melek doğurmuş.
Geneşli`nin kaşları çatıldı. Ziya`nın böyle yalakalığından
tiksindi. Sessizlik içinde odasına geçti.
Ziya Merhamet Hanımla işaretleşerek arkasından onun
duyacağı şekilde seslendi:
– Anlaşıldı, Söhrap dadaş. Sizi anladım... Bedirbeyli`yi de
listeye ilave ediyorum. Bırakın gelsin ve sizin kaynak suyunuzdan içsin, saf ve temiz kalbinizin farkına varsın, utansın.
9. Bölüm Ziya Leleyev Merhamet Hanımlara bu defa Şule`siz gelmişti. “Davet” biraz iş niteliği taşıdığı için, hem de acil olduğundan Şule`yi bekleyememişti. Onun hazırlanması için en
az yarım saat beklemeliydi. Güzel kadınların ayna karşısında
cilvelenmesi, çeşit çeşit elbise değiştirip süslenmesi, acele etmeden makyaj yapması adetleri idi. Bu zevkten onları hiç
kimse mahrum edemez. Ölürler ama alışkanlıklarından vazgeçmezler. Ziya “Halasının gazabından korktuğu için Şule`yi
evde yalnız bıraktı. Söz verdiği saatte Merhamet Hanımın
huzurunda hazır bulundu. Beş on dakika gecikmek haddine
mi düşmüş! Merhamet halası onu bir kaşık suda boğardı.
Şimdi de diken üzerindeydi. Zavallının fikri evde – Şule`nin
yanındaydı.
Leleyev, ailesinin kıymetini bilen birisiydi. Canından çok
sevdiği karısını akşamları evde asla yalnız bırakmaz, onsuz
244
Vicdan Sustuğunda
hiç bir yere gitmezdi. Bunun sebebi onun evde yalnız kalıp
sıkılacağından veya korkacağından değildi, Ziya`nın şüphelerinden kaynaklanıyordu. Yüreği her zaman sıkıntıdaydı. Onu
çok kıskanıyordu. Şule beş dakika gözünden kaybolsa, aklına
bin türlü fikir gelirdi. Öyleki namussuz birisi onu aldatıp gizlice Şule’nin yatağına girer, onunla hoş dakikalar geçirir, diye
düşünüyordu. Hemen, nerede olursa olsun koşarak evine gelir, rüzgar gibi içeri girerdi. Şule`yi ya televizyon karşısında ya
da uzanarak kitap okur halde görünce rahat nefes alırdı. Sanki omzundan dünyanın yükü kalkardı.
Peki, hakikaten o hanımını bu derece kıskanıyorsa, o zaman onun çalışmasını, farklı karakterdeki erkekler arasında
olmasını, o namahremlerle bir arada bulunmasını nasıl kabul
ediyordu? Sabahtan akşama kadar gözünden uzak olmasına
nasıl dayanıyordu? Beş, on dakikalık ayrılığa tahammül edemeyen, kalbine bin bir türlü vesvese gelen birisi, yazın bu
uzun günlerinde fenalık geçirmez mi? Buna Hz. Eyüp sabrı
gerekmez miydi?
Ziya hanımına kimsenin dokunmayacağına inanıyordu.
Her türlü kuruntudan uzak gibi görünüyordu. Neden mi?
Yüzden fazla işçinin çalıştığı bu fabrikada erkeklerin hepsi de
sudan çıkmış ak kaşık değildi, elbette. Aklı başında olanı da
cahili cühelası da vardı. Ancak hiçbir de beş para etmezdi.
Hepsi de hilkat ucubesi şeylerdi… Uzaktan baksanız, dünyanın bütün çirkinlerini, tipi kaçıkları buraya toplamışlar derdiniz. Böyle olunca Ziya’nın rahatsız olmasının anlamı yoktu.
Şule gibi güzel bir kadın erkek kırıntılarına gözünün ucuyla
bile bakmazdı. Onlardan midesi bulanırdı. Başka türlü ona
sağda solda hiç kimse görmezdi. Sokağa çıkmıyordu, pazara
gitmiyordu. Bahçeye de ayda yılda bir kez çıkıyordu. Pazar
işlerinin tamamını Ziya kendisi üzerine almıştı. Böyle olunca
da Ziya kimden çekinsin?!
Ama karısını evde kilitli kapı arkasında yalnız başına bırakıp gitmek ona zulümdü. Ne bağlı kapıya, ne taş duvarlara itibar etmiyordu. Bu kapıların yabancı ellerle açılabileceğini düşündükçe çıldırıyordu… Bir köy halkının sığabileceği, pence245
Vidadi Babanlı
releri birbirine böyle yakın olan apartman sakinlerinin arasında kötü niyetli insanlar az mıdır? Ziya evden çıktıktan sonra
bin bir bahane bulup, tatlı dille, fitneyle kapıyı açtırabilir,
Şule`nin elini kolunu bağlayıp ona zarar verebilirlerdi.
Ziya`nın evde sevmediği, nefret ettiği bir şey de telefondu.
Onu görünce başına ağrılar çıkardı. Elinden gelse o “Şeytan
icadı”nı ayakları altında parça parça ederdi. Hatta camdan
dışarıya fırlatırdı. Onu icat edene de her zaman içinden küfürler yağdırıyor, lanetler okuyordu. Her ne kadar nefret etse
de kırmaya eli varmıyordu. Çünkü kendisi de kullanıyordu.
İstediği biriyle hemen konuşabiliyor, şehrin bu başından öbür
başına zahmetsiz irtibat kurabiliyordu. Yakınlarından dostlarından haber alıyor, söyleyeceklerini ayaklarına gitmeden telefonla söylüyordu. Telefonsuz hayat sürmek bu çağda mümkün değildi. Gel gör ki bu iletişim vasıtasını çirkin emelleri
için kullananlar az değildi. Son zamanlarda “Telefon manyakları” bir hayli artmıştı. Rast gele aramalarla, tatlı sözlerle ne
kadar masum kızı, namuslu ev kadınını aldattıklarını, yoldan
çıkardıklarını Ziya az işitmemişti. Böyle bir tuzağın, hilenin,
er ya da geç, Şüle için de kurulacağını düşündükçe küplere
biniyor, sinir krizlerine giriyordu. Şüpheye düştüğü vakitler
yakasını tutuyor, ateşli hasta gibi tir tir titriyordu. İşte bundan dolayı Şule`yi evde yalnız bırakmak istemiyor, evde olduğu zamanlarda da telefona kendisi cevap vermeye çalışıyordu. Bugün nedense işler tersine dönmüştü. Ziya adetini
mecburen bozmak zorunda kalmıştı....
O, Söhrap Güneşli`nin onayını aldıktan hemen sonra yola
koyuldu. Sevinçten kanatlanan Merhamet Hanımın samimi
duygularla yaptığı yemek teklifini iltifat etmedi. Zaman kaybetmeden evine gitmek istedi. Merdivenleri hızla indi, hemen
bahçede duran arabasını bendi, süratle gitti. Evin anahtarı
kendisindeydi. Kapıyı arkadan sıkıca kapatıp gitmişti. Heyecanlı bir halde, kapıyı aceleyle, elleri titreye titreye açtı. İçeriden tekrar aynı maharetle kapıyı kilitledi. Pencereden gizli
gizli iç odayı gözetledi. (Televizyonun sesi gelmiyordu. Kapatılmıştı. Belki ...) Şüphe kalbini yedi. Hıyaneti ortaya koymak
246
Vicdan Sustuğunda
için çaba gösterdi. Şule onu görmüyordu. Yatak odasına geldi.
Bir elini başının altına koymuş, pencere tarafa bakarak sakince hayallere dalmıştı. İpek yorgan göğsünden bir hayli aşağı inmişti. Vücudu bu al kumaş içinde daha da güzel görünüyordu. Bembeyaz etli omuzları, omuz çukurları, gerdanı gecelik içerisinde daha başka güzeldi. Hayallere dalmış pürüzsüz
yüzü de bu güzelliğe ayrı bir letafet katıyordu. Uzaktan gören
olsaydı aklı başından giderdi. Ziya`nın hanımına ağzı sulandı.
Kalbinde takdir hisleri canlandı. Allah`ın gönderdiği bu güzel
kısmete sevindi. Güzel bahtına, talihine şad oldu. Kim bilir
kaçıncı defa hanımına böyle gizli gizli bakmış ve kendi kendine mest olmuştu. Bu meleğin kocası olduğu için şükretmişti.
Ama onu rahatsız eden, yavaş yavaş içini kemiren bir şey
vardı. Elinde olmayarak hüzünlenirdi. Derdini hiç kimseye
açamıyordu. Şimdiye kadar sevgilisiyle arası çok soğuktu. Hanımına tam sahip olamamıştı. Beş yıldır evli olmalarına rağmen hala Şule`yi sevgiyle bağrına basamamış, istediği gibi
kucaklayamamış nefes nefese sarılıp yatamamıştı. Onu üzeride nüfuz kurmamıştı. Leleyev`in göğsüne dağ çekmişti.
Bunlar bir yana bunca yıldır, Şulenin dilinden bir kez olsun
sevgi ifade eden, muhabbetini gösteren bir tek söz duymamıştı. Zifaf gecesinden beri Şule’yi kendisine bağlamak, aile
kurallarını öğretmek için zerre kadar gayret göstermedi. Şule
ilk günlerde olduğu gibi sürekli ona arkasını dönüp yatmıştı.
Leleyev ise sinesine dağ çekip bütün bunlara sabretmiş, bir
gün bu soğukluğun biteceğine inanmıştı. Leleyev, Şule’yi ürkütmekten korktuğundan, biraz da ters tepki yapmasından
çekindiğinden kadın koca ilişkilerine derinden girmedi. Ayda
yılda, yalvar yakar, rica minnetle yakın olmaya çalışıp buna
da bin şükür demişti. Bu istenilmeyen durum daha ne kadar
sürüp gidecekti? Ziya`nın yerine bir başkası olsaydı belki de
bu duruma tahammül etmez, sevgisini nefrete dönüştürürdü.
Güzeller güzeli değil, melek de olsa, Ziya’nın yerinde başka
birisi olsaydı bu meseleye bir çözüm yolu arar, bir çıkış yolu
bulurdu. Ya şiş yanardı, ya da kebap. Ziya aşk yolunda cefa
247
Vidadi Babanlı
çekmeyi kabul etmişti. Canından çok sevdiği Şule`nin uğrunda ıstırap çekmeye, her mahrumiyete sabretmeye razıydı. Yeter ki gözünden uzaklaşmasın, ondan başkasına yar olmasın.
Ziya yavaş yavaş, parlayan gözbebekleri büyümüş bir şekilde ileri yürüdü. Sevgilisinin yanına yaklaşan çılgın aşık gibi
alçak sesle selam verdi. Hanımına içten içten seslendi:
– Nasılsın, canım?.. Sıkıldın mı?.. Yalnızlık yordu mu seni?..
– Şule oralı ile olmadı. Ziya`yı yanında görünce arkasını
döndü:
– Geldin mi? – diye sordu.
– Geldim, güzelim. Biraz oldu geleli. Beş dakikadır seni izliyorum. Düşüncelere dalmıştın. Seni böyle düşündüren nedir?
– Hiç...– Şule kesik kesik nefes aldı. – Öylesine.
Ziya hemen soyundu. Yorganın ucunu kaldırıp sakince yatağa girdi. Elini çekinerek Şule`nin vücuduna dokundurdu.
Sonra da:
– Niçin böyle iç çekiyorsun? Ben varken sen niçin böyle
düşüncelisin? Ben hayatta olduğum, canım sağ olduğu müddetçe bu dünyada sana gam keder olmayacak. Seni, bir elin
yağda bir elin balda yaşatacağım. Hiç kimsenin senden daha
iyi giyinmesine, senden iyi olmasına gönlüm razı olmaz. Eğer
dediklerini yerine getirmezsem o zaman beni öldü bil!
– Şule sesini çıkarmadı. Duyduklarına bigane olduğunu
göstermek istercesine yine derinden nefes aldı. Ziya buna bir
bir anlam veremedi. Bu defa eli devreye girdi.
– Şule hemen sinirlendi. – Elini çek! Bedenim ürperiyor –
dedi.
Ziya vazgeçmedi. Elini vücudunda gezdirmeye devam etti.
Şule kendisini geri çekti, bileğini tutup itti.
– Rahat dur! Gıdıklanıyorum!
– He, he, he...–Ziya sessizce güldü.– Olsun gıdıklan! Senin
gıdıklanmandan zevk alıyorum. –O, yüzsüzlükle elini yine kullanmaya başladı, kendisini de öne çıkardı. Şule ile sohbet etmeye başladı.–Senin için canımı veririm... Bana merhamet et!
248
Vicdan Sustuğunda
Şule yüksek sesle bağırdı!
– Ne dediğimi duymadın mı?! Çek elini!–deyip tekme attı,
onu kendinden uzaklaştırdı. Eğer devam etmeye kalkışırsa
yataktan kalkmakla korkuttu onu.
Ziya aciz aciz yalvarmaya başladı:
– Halamlarda seni çok özledim, sevgilim. Hasretin beni
yandı tutuşturdu. Sana bu kadar hiç hasret kalmamıştım. Buraya kadar arabayla uçarak geldim. Bari izin ver de sırtında
sarılayım. Başka bir şey istemiyorum.
– Olmaz!! –Şule inadından vazgeçmedi, itirazını tekrarladı. – Yoksa kalkıp kendime ayrı bir yatak yaparım. Aramız
açılır, bir daha da seninle barışmam.
Ziya hemen pişman oldu, geri çekildi. Aralarının açılmasından korkmuştu. Bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu Şule’nin haftalarca asık surat oturması demekti.
Ziya’nın konuşmasına izin vermedi. Keşke bununla yetinse,
onun başına daha ne çoraplar örecekti. Bir de bakarsınız ki
toplanıp dedesinin evine de gidebilirdi. Artık gel, ayıkla pirincin taşını. Onun gönlünü alıp eski düzene getirmek için Ziya
aktan karayı seçecekti. Bu da Ziya için ölüp tekrar dirilmek
gibi bir şeydi. İki defa bunu yaşamıştı, bundan dolayı da ne
anlama geldiğini çok iyi biliyordu.
– Sinirlenme, sinirlenme sevgilim, sakin ol!–Ziya gerçek
manada yalvarıyordu.–Hata yaptım. Artık dokunmam sana.
Rahat uyu.
Şule yorganı tamamen kendine doğru çekti. Bürünüp
yanlarını iyice sıkıştırdı.
– Kalk kendine başka yorgan getir. Ben çok üşüyorum.
Galiba hastalanıyorum. Terlemem gerek, yoksa zor iyileşirim.
Ziya, “terlemen gerekirse, ben seni kucaklayım, terle” demek istese de, kendisini zor tuttu. Kelimeler dilinin ucuna
geldi; ama söylemedi. Deseydi alacağı cevap yaralarını iyileştirmeyecekti. Sakince kalkıp, kendine başka yorgan getirdi.
Canı tüylü yorganda yatmak istedi. Kor olmuş hisleri sönüp,
249
Vidadi Babanlı
üzeri kül bağladıktan sonra hanımıyla olan küslüğünü aradan
kaldırmaya çalıştı. Sevecen koca edasıyla sormaya başladı:
– Şimdi nasılsın, canım? .. Terleyebildin mi?
– Evet, azacık. – Şule çok isteksiz cevap verdi.
– Terle, başını da kapat. Yakında hayır bir işimiz var. Ona
kadar iyileşmen lazım.
– Ne işi?
– Haberin yok mu? Halan sana söylememiş miydi?
– Hayır, haberim yok. Yoksa Elagöz`ün nişanı mı olacak?
– Nişan değil, ama onun gibi bir şey. Ziya hanımının
sesinde sıcaklık duydu, devam etti. Kızın doğum gününü kutlayacağız. Halamız büyük davet için hazırlanıyor. Beni de bu
yüzden çağırtmıştı. Söhrap amcanın onayını almak için.
– Razı oldu mu, Söhrap dayı?
– He, he, he...– Ziya kendisine güvenerek gülümsedi. –
İtiraz etmeye koyar mıyım hiç?!... Öyle sözler, öyle örnekler
getirdim ki, adamın söyleyecek sözü kalmadı. Sen daha kocanı iyi tanımıyorsun. Seni kendisinden çok seven bu zavallı
feraset sahibidir. Halan boşuna beni yardıma çağırmıyor. İşi
biraz yokuşa sarınca hemen beni arayıp buluyor. Telefonda
ulaşamazsa arkamdan birilerini gönderiyor.
– Şimdi de mi zorda işi? Söhrap dayıdan kendisi de izin
alabilirdi. Doğum gününü her zaman kutluyorlar zaten.
– Bu defa öyle değil, hayatım! Halanın başka şeyler düşünüyor bu defa. Hala, bu defa, Söhrap dadaşla iyi geçinemeyen, onu kıskananları da davet etmek istiyor. Mesela, “Bebe”
Profesör gibi. Bizim baş düşmanımızı.
– Onu niçin?
– Allah bilir, bilmiyorum, halanın işini anlamak mümkün
mü? Bana söylediklerine göre, Elagöz`ün iyileştiğini herkese
göstermek istiyor. Herhalde kendinin de başka düşünceleri
var.
250
Vicdan Sustuğunda
“Bebe”nin şom ağızlı hanımı her yerde Elagöz hakkında
ileri geri konuşup, hastalığının iyileşmediğinden bahsediyormuş.
– O kadının lüzumsuz konuşmalarını ben de çok işittim.
Kızı kötülediğini, alaya aldığını ben de duydum. Halam bu
konuda haklı.
Ziya, bir anda duruşunu değiştirdi. Her ihtimale karşı
Merhamet halasını gıyabında övmeye başladı. (Yerin kulağı
vardı, söyledikleri ona gidebilirdi. Şule’nin de sır saklamadığı belli
idi.)
– Elbette, elbette, ona ne şüphe?... Hala hiçbir zaman boşa
kurşun atmaz. Aptal değil ki boşuna o kadar masraf yapsın,
yemeğini can düşmanına yedirsin. Ev hanımı olmasına, mutfaktan dışarı çıkmamasına rağmen politikayı Söhrap dadaştan daha iyi biliyor. Çok kurnaz ve çok bilmiş kadın.
Şule yorganın altında kıpırdandı bir şeyler söyledi. Ziya
onu anlayamadı. Yanlış bir söz söylediğini sanarak sözünü
açıklık getirdi:
– Çok bilmiş derken, hayatı her yönüyle kavrayan demek
istiyorum. Her durumdan doğru netice elde etmeyi çok iyi
becerir. İleriyi görür, tedbirlidir. Ondan çok güzel devlet adamı olurdu.
Şule hiçbir şey söylemedi. Ziya bir dakikalık aradan sonra
bir şeyler düşündü hanımına yaltaklandı gülerek konuşmaya
başladı:
– He, he, he... O davet için senin de acele etmen gerekiyor,
güzelim. Hazırlık yapman lazım.
– Ben mi? Niçin?... – Şule yine kırgın kırgın cevap verdi.–
Allah halama sağlık versin, ne gerekiyorsa kendisi yapacaktır.
Aşçı da, yardımcı da getirecektir. Öyle şeylerde kesenin ağzını
açar halam.
– He, he, he... Ben öyle hazırlık demiyorum ki. Giyim kuşam hususunda diyorum. O gün sen herkesten güzel giyinmelisin. Bütün kadınlardan güzel olmalısın.
251
Vidadi Babanlı
– Ne gerek var!,.
– Hayır, canım. Gereği var. Dostumuz var, düşmanımız
var. “Bebe” Profesörler var. Onların gözlerinde melek gibi görünmeni istiyorum. Kıskançlıktan çatlasınlar. Tabiî sen zaten
herkesten güzelsin. Bakü`de senden güzelini ne gördüm, ne
tanıdım. Benim olduğun için demiyorum. Bu bir hakikattir.
Dünyalar kadar sevdiğim aziz sevgilimsin. Sevenlerin gözünde sevgilisi herkesten daha güzel olurmuş. Bundan dolayı da
en önde sen olmalısın. Senin güzel giyinmeni istiyorum. Bir
söz vardır “Güzelliğin onda dokuzu elbisedir” diye. Yani güzel
giyim insanı daha da güzelleştirir. Daha zamanımız var. Yarın
işten izin alıp, alışverişe gidelim. Sana güzel bir elbise alalım.
Şule Ziya`nın bu isteğini de kayıtsız bir tavırla geri
çevirdi.
– Yeni elbiseye ne gerek var, – dedi. – Elbisem var benim.
– Tamam da, yani yeni olsun istiyorum. Doğum gününden hatıra kalır. Fazla mal göz mü çıkarır?
– Yeter ne olur, az konuş!.. Sinirlendiriyorsun beni. Bırak
da uyuyayım.
- Uyu canım, uyu, tatlı rüyalar... Ben sustum.
Ziya itaat eder gibi parmaklarını dudaklarının üstüne koyup sustu. Düşüncelerini başka şeylere yöneltti. Beşir Bedirbeyli hakkında düşündü. “Bebe ” dediği bu adamdan aslında
çok çekinirdi, ona karşı dikkatli olurdu. Son bir iki senedir
onun yine adının çok sık geçtiğini, toplumda prestijinin arttığını Ziya biliyordu. Beşir’in her yerde sözünün geçtiğine
şahit oluyordu. Güneşli’ye göre eski düşmanlığın faal iştikakçısı olarak “Bebe”nin ona da zararı dokunacağını çok iyi
biliyordu. Bu darbeyi zamanında uzaklaştırmak, düşmanlığı
dostluğa çevirmek için şimdi eline fırsat geçmişti. Söhrap’ın
davetini kendisi organize eder, orada da işleri yoluna koyar.
Ziya için bu mesele tereyağından kıl çekmek gibi bir şeydi.
Maşallah tatlı dil onda, yalakalık onda, kurnazlık onda, üstelik bunları yaparken yüzü de hiç kızarmaz... Daha ne gerekir, dumanlı hava oluştu? Onların hayırları da şerleri de ken252
Vicdan Sustuğunda
disine... Arada garibanın başı derde niçin girsin?! Şimdiye
kadar Güneşli`nin tarafını tutmakla şimdiye kadar yanlış
yaptı. Gerekli gereksiz her zaman ona arka çıktı. Şu an için en
güzel siyaset tarafsız kalmaktı.
Ziya Leleyev, Şule`ye olan kızgınlığını hemen unuttu.
Beşir Bedirbeyli ile ilgili düşünceleri onun keyfine keyf kattı.
Sevinerek ellerini birbirine sürüp, sabahı sabırsızlıkla beklemeye başladı.
10. Bölüm Kapı usulca çalındı.
İşe yeni gelen Profesör Bedirbeyli, her zaman ki gibi, gazetelere göz gezdiriyordu. Geniş ve çok güzel laboratuvarın
(Buraya makam odası demek mümkün. Kendi müdürlüğü zamanında bu odayı tamir ettirmiş, her türlü konforla donatmıştı.) uzak
bir köşesinde bacak bacak üstüne atıp, bir yandan çayını yudumluyor, diğer taraftan gazetelerin bir başına bir de sonuna
bakıyor, köşe yazılarını nazardan geçiriyor, ilgisini çekecek bir
yazı bulmazsa başka gazeteye geçiyordu. Kapının çalındığını
geç fark etti. Meşguliyetine devam ederek kuru ve resmi ses
tonuyla:
– Buyur! – Dedi.
Leleyev kapıyı tam açmadan içeri yan yan girdi. Büyük
bilgin huzuruna gelmiş talebe gibi “sınırı” aşmadan kapının
önünde durdu.
– Hayırlı sabahlar, Profesör!
Bedirbeyli gazeteyi yüzünden yana doğru çekti. Burnunun
ucuna inmiş gözlüğünün üstünden sese doğru baktı. Bir dakikaya kadar hiçbir şey demeden öylece kaldı. Leleyev’i görünce
gözleri dört açıldı. Bir hayli vakit geçtikten sonra sordu:
– Leleyev?! Sen misin?!
– Evet, benim. – Ziya gülümsedi. Cesaretlenerek öne doğru
ilerledi.
253
Vidadi Babanlı
– Hangi rüzgar attı sizi? – Bedirbeyli gazeteyi masanın
üzerine bıraktı. Dimdik durup, dirseklerini koltuğa koydu.
Ziya`ya bön bön, sorgulu gözlerle bakmaya devam etti. Yolunu mu kaybettin nedir? Sen buralara uğramazdın.
– Hayır, Profesör, yolumu kaybetmedim. Sizin yanınıza
geldim. Ziya`nın tutulan dili yavaş yavaş açılmaya başlamıştı.
Onunla rahat konuşmak için biraz daha ona yaklaştı. Sağ
elini Bedirbeyli tarafa uzattı. – Selamünaleyküm!
Bedirbeyli selamı almadı. Ona uzatılan ele de aldırmadı.
Alaylı ifadelerle kısılmış gözlerini Leleyev`e dikti ve sordu:
– Benim yanıma gelmişsin demek?
– Evet efendim! Sizin yanınıza geldim. Çok saygıdeğer
büyük bilgin Beşir Osmanoviç`in yanına geldim! – Ziya havada kalan elini indirmedi. Yeniden yüksek sesle selamını verdi:
– Selamünaleyküm!
– Aleyküm... – Bedirbeyli selamını isteksizce aldı. Bu da
bir hakaret sayılıyordu aslında.
Ziya yine de bozuntuya vermedi. Yüzsüzce Profesör el
sıkışıncaya kadar aynı pozisyonda kaldı. Bedirbeyli, Ziya`nın
bu yüzsüzlüğü karşısında parmağının ucuyla tokalaştı. Ziya
bunda da muvaffak oldu. Ziya yine yüzsüzce teklif beklemeden sandalye çekti.
– İzin verirseniz oturayım, Profesör. Bacaklarım ağrıyor.
Dizlerimden rahatsızım.
Bedirbeyli alaycı bir tavırla:
– İzni oturduktan sonra istiyorsun, Leleyev. Maşallah çok
saygılısın. Bu özelliğini müdüründen almış olmalısın.
– Haklısınız, Profesör. Atalarımız “Kır atın yanında duran
ya huyundan ya suyundan” demiş. Ama hakikaten bacaklarım çok ağrıyor. Bu tuz benim takatimi kesti.
Bedirbeyli güldü. Ziya`nın yarım metre kendinden öne
çıkan göbeğini göstererek:
– Çok şişmanlamışsın, Leleyev. Zavallı bacaklar ağrımasın
da ne yapsın?! Bu kadar büyük bir yükü taşımak kolay mı
sence?!
254
Vicdan Sustuğunda
– He, he, he...Varım yoğum tek budur zaten. O da her
yerde başıma kakılıyor! – Ziya şakaya vurup karnını okşadı ve
yerini iyice yerleşti.
Bedirbeyli onun oturmasından çabuk kalkmayacağını anladı. Bu ziyaret tesadüf olamazdı. Vakit kaybetmeden söze
başladı:
– Buyur, Leleyev, söyle bakalım, seni benim yanıma getiren sebep nedir?
Ziya hiçbir şey demeden elini ceketinin cebine götürdü.
Davetiyeyi çıkardı, Beşir Osmanoviç’in önüne koydu.
– Bu nedir, Leleyev? – Bedirbeyli bir zarfa, bir de Ziya`nın
yüzüne baktı. Yüzünde ciddi bir hava oluştu.
Ziya söze başladı:
– Bir saygıdeğer Profesörden, diğer saygıdeğer Profesöre
zeytin dalı!
Bedirbeyli daha da ciddileşti:
– Abartmadan konuş, Leleyev. Soruma açık cevap ver.
Nedir bu?
Ziyanın ayakları yere bastı. Beşir Osmanoviç`in korkusu
onu boğdu. Boynunu yana doğru eğerek:
– Davetiyedir, Profesör. Söhrap Murguzoviç size gönderdi.
– Davetiye mi?!..ilginç...– Bedirbeyli hayretle alt dudağını
öne doğru çıkardı.– Bizi hatırlaması çok ilginç. Bugüne kadar
evinin eşiğine dahi bize adım attırmayan bize davetiye göndermiş. Hangi dağda kurt ölmüş?
– Orasını ben bilemem, Profesör. –Ziya yakasını düzeltti.–
Benden sadece bunu size vermem rica olundu. Ben de ricayı
yerine getirdim. Ben elçiyim.
Bedirbeyli gözünün ucuyla zarfa baktı. Ama dokunmadı.
Ziya`yı kasten konuşturdu:
– Niçin? Senin her şeyden haberdar olman lazım ama.
Duyduklarıma bakılırsa Güneşli`nin en yakın adamısın, ailesi
seni sever sayar. Onun senden gizlisi saklısı yoktur.
255
Vidadi Babanlı
– He, he, he... Bunlar boş sözler, Profesör. Bir insanın adı
çıkmasın canı çıksın. Geveze insanlar işte, ne konuşacaklarını
bilmiyorlar. Ben nereden onun yakını oluyorum?
– Yakın akraba değil misiniz, Leleyev? Neden inkar ediyorsun? Hem akrabalıktan da öte can ciğer dostsunuz.
– Nerede bende o şans?! İçi beni yakar, dışı seni.
– Hoşuma gitmedin, Leleyev. Hakkı inkar etmek büyük
günahtır. Affedilmez cinayettir. –Bedirbeyli hakaret dolu bakışlarını Ziya’nın oynayan gözlerine dikti, kafasını karıştırdı.
Düşmanım da olsa hakikati söylemek benim borcumdur.
Söhrap`ın senin üzerinde emeği var. Hem de çok. Akademik
kariyerde elinden tutması bir yana güzeller güzeli akrabasını,
alınma ama, senin gibi birine(!) verdi... İsmi neydi onun?
Bu söz Ziya`nın boğazını kuruttu. Kesik sesle sordu:
– Kimin?
– Senin evlendiğin o güzel kızın ?
Ziya birkaç defa yutkundu. Bedirbeyli`nin yine kendisiyle
alay edeceğini düşündü, konuyu değiştirmek istedi. Ama
Bedirbeyli`nin bakışları onu fikrinden döndürdü. Çaresiz:
– Benim hanımın ismi....Şule`dir, – dedi.
– Evet, evet, Şule hanım. Bedirbeyli bir şeyler hatırlamış
gibi bıyığının altından gülümsedi. Oturuş şeklini değiştirdi.
Masanın öbür tarafına dirseğini direyip alaylı bir ifade ile
devam etti:
– Turnayı gözünden vurmuşsun, Leleyev! Hakikati söylemek gerekiyorsa, insan seni kıskanıyor vallahi. O, şehrimizin
en güzel hanımıdır. Yakışıklı erkekleri bırakıp sana kısmet
olmuş.
Ziya`nın kulakları kızardı. Bu hakarete cevap veremese
de, gururunda dönmedi. Ona üstü örtülü cevap verdi:
– Haklısınız, Profesör. Benim hanımımın eşi benzeri yoktur. Bazen kendimden de kıskanıyorum. Şule hanım sadece
eş olarak değil, vefalı ve hamarat olması yönüyle de eşsizdir.
Ben çok mutluyum!
256
Vicdan Sustuğunda
Bedirbeyli omuzlarını oynattı, kaşlarını oynatarak konuşmaya başladı:
– Galiba sen gençliğinde şiir de yazıyordun, değil mi?
Şule’nin aşkı sana şiir yazdırmış. Mahlasında yanılmıyorsam,
Ziya Bariz`di. Bizim arkadaşlar şiirlerinden birini okuyup,
seninle alay ediyordu. İsmi.... “kazlar ” mıydı, yoksa “kızlar” mı?
Ziya kırılmadı.
– Evet, Profesör. Zamanında şiir de yazmıştık!
– Şimdi de yazıyor musun? Yoksa Şule hanıma elde ettikten sonra ilham kaynağın kurudu mu?
– Bülbülün yanık nağmesi baharda olur, Profesör. Güller
açtığı zaman!.. İki gönül bir olduktan, vuslat gerçekleştikten
sonra gönül de huzur buluyor. Şiirler hasretten doğar.
Bedirbeyli uzun süre bakışlarını Ziya’dan ayırmadı.
– Seni değirmenin başından ölü bıraksalar, altından sağ
çıkarsın! Çok kurnaz adamsın!
Ziya’nın kürküne pire düştü. Telaşa kapıldı: “Bebe ” neyi
ima ediyordu? Şule gibi güzel bir kadına sahip olmamı mı
kıskanıyordu, yoksa gelişimin asıl maksadını anlamış mıydı?..
Ziya, şüphelere kapılıp kendisini kaybetmedi. Bedirbeyli’ye
şirin görünmek için acınaklı acınaklı konuşmaya devam etti:
– Sizin dediğiniz kadar kurnaz değilim, Profesör. Zamana
ayak uydurmaya çalışıyorum sadece. Gemimi karada da
yürütürüm.
Bedirbeyli birkaç dakika sustu. Gözünün ucuyla yeniden
davetiyeye baktı.
– Peki, bu davetin ne maksatla olduğunu söylemedin hiç!
Söhrap Murguzoviç`in bize olan bu ihtiramının sebebi nedir
öğrenelim bakalım.
– Sebebi de, münasebeti de davetiye de bildirilmiştir, Profesör. Okursanız, görürsünüz.
Bedirbeyli merakla zarfı eline aldı. Gözlüğünü burnunun
ucundan kaldırıp, davetiyeyi çıkardı. İsteksizce okumaya başladı.
257
Vidadi Babanlı
– Hımm!...Kızının doğum gününe çağırıyormuş demek.
– Evet, Profesör. Doğum gününe!
– Ben büyük bir davet olduğunu düşünüyordum; Hayırlı
bir iş filan olduğunu...
– Bu da küçük bir davet değil aslında. Büyük bir davet.
Kızları yirmi yaşına ayak basıyor. Tek göz ağrıları olan kızlarının doğum gününü güzel geçirmek istiyorlar. Sizin gibi büyük bir şahsı, halkımızın değerli ilim adamını sıradan bir davete çağırmazlar elbette!
Bedirbeyli bu övgü dolu sözlerden hoşnut olsa da, gizletmeye çalıştı. Alayla gülümsedi:
– Söhrap Murguzoviç`ten her şey beklenilir, Leleyev. Karşındaki insanı küçümsemek, hakaret etmek için o her yola
baş vurur. Onu bana tanıtma istersen. Ben onun cemaziyel
evvelini bilirim.
Ziya tarafsız kalmayı uygun buldu nalına da mıhına da
vurdu:
– Bunu siz daha iyi bilirsiniz, Profesör. Ben o kadar da iyi
tanımıyorum Güneşli`yi. Sırlarını bana hiçbir zaman açmaz.
Ama bu davet şatafatlı olacak. Çok güzel hazırlanıyorlar.
Bütün ekabiri davet ediyorlar.
– Kimler?
– Tabiî ki başta siz varsınız. Bunun yanında enstitümüzün
en itibarlı ilim adamları, çalışanları...
– Öyle miii?! Tamam! Çok iyi!... Bedirbeyli düşüncelere
dalarak dudağın altından söylendi. – Ama yine de inanamıyorum. Cimrilikte nam salmış Söhrap Güneşli`nin böyle
büyük bir davet düzenleyip kesenin ağzını açmasına hayret
ediyorum doğrusu. İçimden inanmak gelmiyor. O biraz düşündü ve aniden kahkaha atarak güldü. Anladım!,.. Anladım!... Doğum günü bahanesiyle kızına nişan takıyordur.
Şimdi yeni moda çıkmış, böyle meşhur insanlar bu tür şeyleri
gizli saklı yaparlar. Üst makamlardan korktuklarından, kendilerinin uyarılacağını düşündükleri için böyle şeyleri başka
adla yapıyorlar.
258
Vicdan Sustuğunda
Ziya`nın dili kurudu. Beşir Osmanoviç`e hayretle baktı.
Merhamet halası ile kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bu sırrı “Bebe ” nasıl haberdar olmuştu?...O bunu nasıl anlayabilmişti? Leleyev telaşlandı. Böyle bir niyetin olduğunu inkar etti:
– Hayır, Profesör, nişan falan yok!
Bedirbeyli masanın arkasında kıpırdadı:
– Hayır, Leleyev, yine hoşuma gitmedin!.. Deminden beri
bana saygıdan, hürmetten söz ediyorsun, şimdi de gözümün
içine bakarak bana yalan söylüyorsun. Hiç utanmıyor musun?!
Ziya kızarıp bozardı. Ama yine de bozuntuya vermedi:
Boşuna kırılıyorsunuz, Profesör. Ben yalan söylemiyorum.
Başka bir şey bilmiyorum.
Bedirbeyli çenesini ileri doğru uzatıp geri çekti, yüzünde
kırgınlık ifadesi belirdi.
– Bana bak, Leleyev, bu yalanları git başkasına anlat! –
dedi. – Ben insanın bu tarafına bakınca öbür tarafını görürüm.
Ziya elini göğsüne koydu. İtaatkar bir eda ile yemin etti:
Vallahi, Profesör sizin dediğiniz konu hakkında hiçbir şey
bilmiyorum.
– Nasıl bilmiyorsun yani?!.. –Bedirbeyli öfkelendi. – Bütün
enstitü kızını asistanı Şemsizade`ye verdiğini söylüyor. Bunları sen bilmiyor musun?!
– İnanın, bilmiyorum. İlk defa sizden duydum.
Bedirbeyli Ziya’nın inat etmesine çok kızdı. Kısık, küçücük
gözleri tohum gibi gözleri, kuyruğu üzerine kalkmış engerek
yılanı gibi heybetle parladı.
– Kendini tilki yerine koyma, Leleyev. Ben seni de iyi
tanıyorum, senin kaçın kurası olduğunu çok iyi biliyorum–
dedi. Azarladı. Sonra da acı acı gülümsedi. Sen olacaksın da
haberin olmayacak?...Yok, Leleyev, inandıramazsın beni.
259
Vidadi Babanlı
Ziya çok kırıldı. Dili dudağı kurudu. Sandalyeye yeniden
yerleşti, sesi soluğu kesildi.
– Beni haksız yere yalanlıyorsun, Profesör? – deyerek suçlu suçlu yutkundu. Sesi tamamen kısıldı. Sohbetimizin başından beri size Güneşli ailesiyle fazla ilişkim olmadığını söylemiştim. Çok gidip gelmeyiz. Onların gizli yaptıkları işleri ben
nereden bileyim? Önceleri, daha yeni akraba olduğumuz dönemlerde evet, ilişkilerimiz iyiydi. Sizin dediğiniz gibiydi. Sık
sık görüşürdük. Bayramları hep birlikte geçiriyorduk. Gizli
saklımız yoktu. Bir aile gibiydik. Ama son zamanlarda, yaklaşık bir yıldır aramız biraz açıldı. Haftalarca bazen aylarca
birbirimizin kapısını açmıyoruz. Hatta telefonlaşmıyoruz bile.
Artık biz onlar için yabancıyız. Şemsizade ile Elagöz`ün meselesini de sizden işittim.
Bedirbeyli sakinleşti. Düşük meşrep Ziya’yı yeniden denemek istedi:
– Anlayamıyorum, neden böyle oldu?... Niçin soğuk
rüzgarlar esti aranızda?
– Sebepleri vardır mutlaka, Profesör. Bu dünyada sebepsiz
hiçbir şey yoktur.
Belki, Şemsizade`den dolayıdır? – Bedirbeyli Ziya`nın
zayıf damarını yakalamak istedi. Onun aileye yakınlaşması
seni uzaklaştırmış olmasın?
– Hiç kuşkusuz öyledir. – Ziya da Bedirbeyli’yi tasdik etti.
O, gelince bizim pabucumuz dama atıldı.
Bedirbeyli güldü:
– Bu bir kuraldır, Leleyev. Kendi damadı elbette ki, senden önde olmalıdır. Hanımın akrabasının yanında kendisininkinin adı olur mu?
Ziya, sevindi:
– Şimdi bana inandınız mı? Benim yalan söylemediğimden emin oldunuz mu?..
Bedirbeyli bir şey demedi, başını salladı. Ziya daha da
açıldı, yalakalık etmeye başladı:
260
Vicdan Sustuğunda
– Bir şeyi de bilmenizi istiyorum, emin olunuz, benim size
saygım sonsuzdur. Siz çelikten yoğrulmuş, tunçtan dökülmüş
bir şahsiyetsiniz. Kendinizden sonraki nesillere örneksiniz.
Biz gençler sizden çok şey öğrendik, daha da öğreneceğiz.
Şahsen ben sizin hayranlarınızdanım. Size olan saygım, ihtiramım her geçen gün biraz daha artıyor. Şu an ülkemizde
sizden daha büyük ilim adamı, sizden nüfuzlu bir şahsiyet
tanımıyorum.
Bedirbeyli duyduğu mübalağaları hakikat gibi kabul etti.
Kasten sordu:
– Güneşli`den de mi yüksekte görüyorsun beni?
– Evet – Ziya bir an bile düşünmeden cevap verdi. – Siz
Güneşli`den de yüksektesiniz. Ben bunu bütün samimiyetimle söylüyorum, Profesör.
– İlim bakımından mı? Yoksa başka yönlerden mi?
– Her yönden!
– Başka yerlerde de söyleyebilir misin bunları?
– Nerede isterseniz, söyleyebilirim.
– Güneşli`nin yanında da söyleyebilir misin?
– Evet, onun yanında da söylerim. – Kızının davetinde de
isterseniz tüm misafirlerin karşısında şimdi söylediklerimi
tekrar ederim. Eğer söyleyemezsem annemin sütü haram
olsun bana!
– Sağ ol, Leleyev, adam gibi adammışsın meğer!.. – Bedirbeyli kurnazca gülümsedi. “Bu adamı Söhrap`ın aleyhinde
kullanabilirim” diye düşündü, onun omuzlarına ağır bir vazife koydu. Ziya`yı övmeye başladı:
– Şimdiye kadar senin hakkında yanlış düşündüğümün
farkına vardım. Söhrap Murguzoviç`in kölesi, gölgesi olarak
tanıyordum seni. Ne yalan söyleyeyim, seni yılana zehir veren
kertenkele gibi görüyordum. Ama... hata yapmışım. Leleyev,
benim düşündüğüm Leleyev`den çok farklıymış!...
– Ziya sevindi. Bedirbeyli`yi kendisine bağladığını zannetti. Ona nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. Onu bağrına mı
261
Vidadi Babanlı
bassın? Karşısında diz çöküp, elini mi öpsün?... Çok düşündü.
Ama düşündüklerinin hiç birini yapmadı. Çünkü yalakalığıyla
birlikte az da olsa gururu da vardı.
Karşısında eğilerek:
– Çok sevindim, Profesör. Size çok minnettarım. Benim
hakkımda düşüncelerinizi değiştirdiniz. Beni müspet yönden
tanımaya başladınız. Ne mutlu bana… Sizi kınamıyorum hepimiz böyle önyargılıyız. İnsan insana yakınlaşmasa, dostluk
kurmasa, birbirini gereği gibi tanıyamıyor. Ben de sizin hakkınızda iyi şeyler düşünmüyordum açıkçası. Ne yalan söyleyeyim, birkaç yıl önceye kadar sizi sevmiyordum. Çünkü baskı
altındaydım. Gözlerim kapanmıştı. Hem o zamanlar daha
gençtim, iyiyi kötüden ayıramıyordum. Yeterince hayatı kavrayamamıştım. Sizin büyüklüğünüzü, manevi yüceliğinizi anlayamıyordum. Onun bunun sözüne bakıp sizi düşman görüyordum. Sonra yavaş yavaş gerçekleri idrak ettim. Aklımın,
idrakimin ışığında her şeye fehmetmeye başladım. Sizin ilmi
faaliyetlerinizi, şahsi niteliklerinizi objektif olarak akıl süzgecinden geçirdim. Yanıldığımı gördüm. Başımdan büyük işe
girişmişim. Artık olan oldu, sizden af diliyorum. Beni bağlayın, günahlarımı mazur görün. Size karşı her ne saygısızlığım,
uygun olmayan hareketim, kusurum olduysa hepsi de aymazlıktan başkasının tesiri altında kalmamdan ileri geldi. Bugünden, hatta şu saatten itibaren kendi yakın adamınız olarak
görün beni. Sizin hizmetinizde canla başla mücadele etmeye
hazırım. Zararın neresinden dönersek kardır. Sadakatime,
samimiyetime inanın.
Bedirbeyli Ziya’yı baştan aşağı, bir daha süzdü, yine kurnazca gülümsedi. Kalbinden geçenleri tekrar tasdik etti: “Bu
gerçekten de Güneşli`den ayrılmış. O zaman onu Söhrap`a
karşı kullanmak hiç de zor olmayacak. Düşmanı kendi akrabasının, dostunun eliyle vurmak en güzel politikadır. Bu tür
darbeler ölümcül olur... Ama şimdi biraz daha sabretmem
lazım. Bırakalım her şey kendi mecranda gelişsin. Ziya’nın
bana yakınlaşması için biraz daha azap çekmesi gerekir. O
zaman eteğimden düşmez...”
262
Vicdan Sustuğunda
– Onu bakarak, Leleyev, sağlık olsun, ileride daha çok
görüşeceğiz. Eğer senin dediklerine tam emin olursam, o
zaman elbette geçmişi unutur, seninle barışırım. Geçmişe bir
sünger çekeriz.
– Söylediklerimde zerre kadar yalan yoktur, Profesör. Size
söylediklerimin hepsi hakikattir. Yüreğimden gelen sözlerdir.
– Çok güzel! – Bedirbeyli razı oldu. Ama bir şey daha ekledi.– Ne diyeyim, öyle olsun. Her halde söylediklerine inanmak gerekir. Aynı zamanda, sözün icraata döküldükten sonra
anlam kazanır.
Leleyev ne diyeceğini bilemedi, homurdandı. Bir şeyler
daha söylemek istedi. Fakat Bedirbeyli sohbetin tamamlandığını bildirmek için biraz önce okuduğu gazeteyi eline aldı.
Ziya sözlerini yuttu. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Sandalyeyi
özenle yerine koydu. Sakince sordu:
– O zaman, davete geliyorsunuz değil mi? İzninizle daveti
kabul ettiğinizi Söhrap Güneşli`ye söyleyeyim?
– Ne diyeyim, vallahi...–Bedirbeyli omzunu silkti. Sözü
ağzında geveledi.– Duruma göre, bakalım iyi olursam, keyfim
yerinde olursam gelirim.
Ziya aldığı cevap onu ikna etmedi.
– Bu olmadı işte. Biz kendi aramızda konuştuk, mutlaka
gelmeniz lazım. Sizsiz olan toplantının ne anlamı olur.
– Ben de öyle düşünüyorum, Leleyev. Söhrap Güneşli`nin
evini tanımak, sofrasında oturmak iyi olur bence de. “Domuzdan bir tüy kapmak ganimettir.” Rusların bu konuda çok
güzel bir sözü var: “Durujba–durujba; sulujba–sulujba4” Yani
düşmanın yüzüne gül, ekmeğini ye, yine de kılıcını hep hazır
tut. Atalarımız güzel demiş: “Köpekle arkadaşlık yap; ama
sopanı yere koyma”. Güneşli`yle benim barışmam elbette
mümkün değil. Davetini kabul edip, dostlarını tanımak benim için iyi olur, diye düşünüyorum.
4
Dostluk dostluk;hizmet himet. (Dostluk başka iş başka. İkisinin yeri de
ayrıdır.)
263
Vidadi Babanlı
– İşte ben de bundan dolayı mutlaka gelmenizi istiyorum.
Bu konuda ısrar ediyorum. Sizin teşrif etmeniz oradakilere
müspet tesir eder. Bu hareketinizle orada bulunan herkese
sizin böyle küçük adavetlerden uzak olduğunuzu gösterir.
Bütün düşüncelerin üstünde olursunuz.
– Tamam, Leleyev. Gelmeye çalışacağım. Aslında biraz
sıhhatimde problem var. Ama gelmeyi düşünüyorum.
– Daha üç gününüz var. Davet hafta sonu cumartesi günü
olacak. İnşallah o zamana kadar iyileşirsiniz.
– İnşallah, inşallah.
– Sizden bir ricam daha var, Profesör. Hanımınızı da davete getirin lütfen. Söhrap Murguzoviç`nun hanımı bunu
önemle rica etti. Eğer hanımınızı getirmezseniz çok kırılır. O,
size davetini iletmediğimi düşünebilir.
– Baş üstüne! – Bedirbeyli güzel sözlerle Ziya`yı memnun
etmeye çalıştı. – Sıhhati iyi olursa, elbette getiririm.
– O zaman, hoşça kalın, Profesör.
– Görüşürüz!
– Ziya odadan mutlu bir şekilde ayrıldı. Bir taşla iki kuş
vurmuştu. Hem Beşir Osmanoviç`le arasını düzeltmiş, hem
de Merhamet Hanımın arzusunu yerine getirmişti. Mutlu
haberi ona uçarak ulaştırmak için harekete geçti. İş bittikten
sonra eve gidip her şeyi en ince detaylarına kadar anlatmak
için can attı. Mesainin bitmesine daha çok vardı. Günün yarısı dahi geçmemişti. Yüreğindekini boşaltmasa, sevincini halasıyla paylaşmasa yüreği patlardı. Hemen koşarak telefona
koştu. Merhamet Hanımı arayarak ona müjdeyi sevine sevine
verdi. Bu müjdesine karşı da halasından içten bir teşekkür
aldı. Bu “teşekkür” Ziya için en büyük hediyeydi.
11. Bölüm Bir hafta boyunca Söhrap Güneşli Vugar`ın çalıştığı laboratuvara gitti. Deney sonuçlarını bir iki gün kontrolle yetinmedi. Kollarını sıvadı işe girdi. Küçükten büyüğe en ince
264
Vicdan Sustuğunda
ayrıntısına kadar her şeyi tekrar inceledi. Sabah erkenden geldi, akşam gün kararıncaya kadar laboratuvardan çıkmadı.
Günlük hesapları, deney sonuçlarını yalnız başına, acele etmeden yeniden baştan aşağı kontrol etti. Sonuçları karşılaştırırken saatler geçti. Sonra elde ettiği bütün sonuçları birbirine ekledi. Bu süreç içerisinde gergin dakikalar geçirdi. Stres
ve sıkıntıya girmekten kaçınmadı. Hiçbir sonucu göz ardı etmedi. Böyle yapmasaydı fırsat kollayan, kurnaz, hilekar araştırmacıların, pireyi deve yapan demagogların dilinden kurtulamazdı. Beşir Osmanoviç ve adamları onları yerden yere vururdu.
Profesörün ifrat derecesindeki şüpheciliği, sorgulayıcı tavırları laboratuvarda çalışan diğer araştırmacıları canından
bezdirmişti. Vugar, tekrar heyecanlanmaya, telaşlanmaya
başlamıştı. Güneşli’nin deneyleri tekrar etmesi, inatla sonuçları test etmesi onun boynunu armut sapına çevirmişti. Narin’in ise beklemekten gözlerinin ışığı sönmüşü. Boynunu
büküp sessizleşmişti. Sıkıldığından ne yapacağını bilmiyordu.
Ara sıra Güneşli`yi taklit ediyor, yorulduğunda koridora çıkıp
saatlerce volta atıyor, sıkıntıdan kurtuluyordu. Kah Profesöre
sinirleniyor, onu fırçalıyor kah ona diş gıcırdatıyordu. Bazen
de ondan habersiz hareketlerini taklit ediyor: Sol elinin işaret
parmağıyla gözlüğünü ileri itiyor, burnunu kağıtlara kadar
eğerek yazıları okuyor, ara sıra çenesinin altını kaşıyor, bazen
de Profesörün hayale dalıp kirpiklerini oynatmasını taklit
ediyor, ona benzemeye çalışıyordu. Ne Hatice halanın ne de
Vugar’ın ona ilgi göstermediğini görüyor tekrar sükunete dalıyor, boynunu büküp elleri koynunda bir köşede duruyor. Ara
sıra dışarı çıkıp uzun dehlizde bir iki saat gezip sıkıntısından
kurtuluyordu. Sadece Hatice halanın her zamanki gibi hiçbir
şey umurunda değildi. Ne üzülür ne de sıkılırdı. Eski yerinde
süklüm büklüm taburede oturur, torunları için yün çorap
örerdi.
Nihayet bütün intizarlar sona erdi. Can sıkıcı gerginler
nihayet buldu. Profesör kalemini bırakıp kalktı. Gülümsedi.
– Her şey yolunda!... Sonuçlar güzel.
265
Vidadi Babanlı
Söhrap Güneşli`nin söylediği bu kelimeler, Vugar`ın dört
gözle güzel haber bekleyen kulaklarına çok hoş geldi. En yüce
kürsüden denilmiş övgü kadar makbul oldu. Yorgun çehresine saadet nuru çiseledi. Narin’in de yüzünden kırgınlıklar
gitti. O anda kafasındaki bulutlar dağıldı. Kaşı gözü oynamaya başladı. Zayıf omuzları çingene kızlarının omuzları gibi fingirdemeye başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar Profesörün
üstüne atladı. Geçen defa Hatice halayı öptüğü gibi Güneşli`yi de öptü.
Güneşli Narin’in bu özelliğini bildiği için hiç şaşırmadı.
Güneşli artık Narin’in kendisine hakim olamadığı, sıra dışı
hareketlerine alışmıştı. Onu zor durumda bırakmadı. Baba
şefkatiyle gülümsedi:
– Beni niçin, öpüyorsun kızım? – dedi. – Onu öpmek lazımdır! Dedi – Vugar`ı gösterdi. – Çalışma onun, bütün teşekkürler onadır!
Narin hiç bozulmadı. Yaptığından hiç pişman olmadı.
Şakaya vurup yüreğindekileri teker teker söyledi:
– Onu sonra öpeceğim, Profesör. – dedi ve şeytanca Vugar’a baktı – Odada ikimiz tek kalınca!
Profesör kahkahayla güldü, kendinden geçti. Vugar utandı kızarıp bozardı, başını aşağı indirdi. Hatice hala de Nari`nin bu sözlerinden çok utandı, yüzünü başka tarafa çevirdi,
kızı kınadı:
– Dilin kurusun!... Utanmadan nasıl konuşuyorsun?! Böyle yüzsüzlük olur mu?!
– Narin bozuntuya vermedi. Annesi yaşında olan bu kadının kınamasına aldırış etmeden:
– Günahkar değilim ki dilim kurusun!...Gıybet edenlerin,
ağzı gıybet yuvası olanların dili kurusun!!
Hatice hala yüzünü ekşitti, Narin’e sitemle cevap verdi:
– Yeter!...Bir hanım kıza böyle konuşmak yakışmaz.
Ayıptır!
Narin bir çocuk edasıyla şakaya vurarak karşılık verdi:
266
Vicdan Sustuğunda
– Bunun neresi ayıp?... Profesör gitsin, sende çorapla meşgul ol, o zaman görürsün nasıl öpüp öpmeyeceğimi!
Güneşli yine güldü. Belki de ömrü boyunca böyle hiç gülmemişti. Cebinden mendilini çıkarıp gözlüğünün altından
gözlerinin yaşını sildi. Ara sıra fıkırdaya fıkırdaya Narin`e
sahip çıktı:
– Sen haklısın, kızım! Burada utanılacak bir şey yok. Büyük bir buluş yapmış, insanlığa hizmet etmiş iş arkadaşını
samimi kalpten öpmek suç değil, Vugar bunu hak etti!
– Narin cesaretlendi. Küsmüş gibi yüzünü ondan çeviren
Hatice halaya duyurmak için yüksek sesle:
– Siz bunu beni kınayanlara söyleyin, Profesör. Ona onun
bildiği kızlardan birisi olmadığımı söyleyin. Vugar benim kardeşim, onu öpmek günah mı?.. Bu yaşlılar da her şeyi yanlış
anlıyor, kötüye yoruyor.
Güneşli hemen durdu. Gülmeyi kesti. Kızın “yaşlılar” demesi ona da dokundu. Bu defa hem Hatice halaya, hem de
kendisine hak verdi:
– Evet, kızım, biz yaşlılar eski adetlerle, eski modayla yaşıyoruz. Çağdaş gençliğin bazı hareketlerini tasvip etmiyoruz.
Açık saçıklığı kabul etmiyoruz. Galiba bu yaşlılık psikolojisiyle
alakalı bir durum. İnşallah zamanı gelir sen de yaşlanırsın. O
zaman hakikati daha iyi anlar, bizi affedersin. Hiç kuşkusuz
sen de kendinden sonraki gençleri anlayamayacak, kabul
edemeyeceksin.
Narin hatasını kabul etti, sustu. Kalbini kırdığı Hatice halaya yaklaştı, onu sarılarak öptü.
Profesör gözlüğünü gözlerinden çıkartıp ceketinin cebine
koydu. Ağır ağır kapıya doğru ilerleyerek Vugar`a seslendi:
– Bugün geçti. Yarından itibaren otur ve işlerini düzenle.
Proje şubesine vereceğimiz dosyaları titizlikle kontrol et. İdarenin imzalanması gerekenleri bana getir, imzalatalım. Kendin ise....
267
Vidadi Babanlı
– O eşikte durdu. Dönüp ciddi bir eda ile bakışlarını sevgili asistana çevirdi. Bir baba şefkatiyle ilave etti:
– Sen de biraz toparlan ve bir süreliğine dinlenmeye git.
Projemiz bitene kadar dinlen, kendine gel. Çok zayıflamışsın.
Güç toplaman gerek. Daha çok işimiz var.
***
Her zaman olduğu gibi işe herkesten erken gelen, etrafı
toplayıp düzenleyen tecrübeli kadın Hatice hala ertesi gün
Vugar’a bir zarf verdi. “Ziya Leleyev verdi” – dedi. Vugar`ın
morali iyice bozuldu. Ziya`dan hoş bir haber beklemiyordu.
Elagöz`ün büyük harflerle doğum günü davetiyesi olduğunu
görünce irkildi, endişeye düştü. Davetiyenin sonunda Ziya`nın kötü yazısını görünce ise iyice sinirlendi.
“Rica ediyoruz unutmayın. Davette sizin bulunmanız
hassaten önemlidir.”
Vugar düşünceli bir tavırla pencerenin önüne yaklaştı.
Korkuluğa dayanıp hayale daldı: “Yine ne karıştırıyorlar? Neden davette benim olmam önemli?...” Aklına İsmet`le yaptığı
son konuşma geldi. Elagöz’la ilgili yeni dedikoduların ortaya
çıkacağını tahmin etmişti. Şimdi bu ısrarlı davetin arkasında
yeni bir hilenin olduğunu hissetti. Sinirlenerek zarfı cebine
koydu.
Bu meseleye son koymanın zamanı gelmişti. Lakaytlık
davrandığı, zamanında çözüm bulamadığı bu mesele, ileride
çok ciddi problemlere sebebiyet verebilir, uzun süreli kırgınlıklara belki de, düşmanlığa kadar gidebilirdi. Zaten bundan
dolayı sütkardeşiyle yaka paça olmuştu. Bir seneden beri yüzü
gülmüyordu. Eğer mesele çözülmezse İsmet`in dilinden ömür
boyu kurtulamazdı. Arzu`yu da kaybedebilirdi.
Vugar davete katılmamayı düşündü. Bunun için bahanesi
de hazırdı. Geçen gün bizzat Güneşli`nin kendisinden dinlenmek için Bilgeh kasabasına gitmek için izin almıştı. Gidiş
tarihiyle davet tarihi aynı güne denk geliyordu. O güne kadar
268
Vicdan Sustuğunda
tüm işlerini tamamlayıp, davetten bir gün önce şehirden
ayrılmayı düşündü. Döndükten sonra da Allah kerimdi!
O sakinleşti, masasının arkasına geçti. Yine iki gün, geceli
gündüzlü çalışıp bütün işlerini düzene soktu.
Yarın yola düşeceği sırada Ziya bir anda karşısına çıktı,
sanki pusuda bekler gibi kendisini yakaladı.
– Eee işler nasıl gidiyor? Elagöz`ün doğum gününe hazırlandın mı?
Vugar şaşırdı:
– Ne hazırlığı?
Ziya bir hayli güldükten sonra:
– Sen ne kadar aptalsın?! Uzaydan mı geldin yoksa?! Doğum gününe hediyesiz mi gideceksin?
Vugar sert cevap verdi:
– Herkes kendi durumuna göre hareket eder. İster hediyesiz giderim, isterim hediyeyle!
– He, he, he... Neden böyle garip konuşuyorsun? Seni
kendi içimizden bildiğim için söylüyorum. Kızacağını bilsem
söylemezdim.
Vugar yüzünü astı. Bu yüzsüzle yüz göz olmak istemedi;
ama o bir türlü onun yakasını bırakmadı.
– Sen daha gençsin, şehrin bazı gelenekleri bilmiyorsun. –
diyerek nasihate başladı. – Bu tür davetlere mutlaka hediye
götürmen gerekir. Başkası hediyesiz gitse de olur. Ama sen
Elagöz`ün doğum gününe ona layık bir hediye götürmezsen,
saygısızlık olur. Her şeyden önce seni davet eden şahıs, senin
danışman hocan. Üzerinde çok emeği var. Bundan sonra da
onunla çok çalışacaksın. Sen de üzerine düşeni yapmalısın?!
Vugar hiçbir şey söylemedi. Ziya, boynu dönmediğinden
gövdesini çevirdi, ona baktı. Sonra da tatlı dille tekrar konuşmaya başladı:
– Doğrusu, Söhrap dadaş bu tür şeylere önem veren birisi
değil. Ama hanımı... Kendisi akrabamdır. Kendisini çok iyi
tanırım. Dün bana, “Vugar`ın marifetini şimdi göreceğiz. Ba269
Vidadi Babanlı
kalım, Elagöz`e ne hediye getirecek, bize olan saygısını nasıl
kanıtlayacaktır?... dedi. Aslında ben Merhamet Hanımı kınamıyorum. Onun bir suçu da yok. Çünkü gelenekler böyle.
Dost cömertliğinden belli olurmuş. Tabiî ki, onların bu hediyelere ihtiyacı yok. Güneşli`nin aylığı birçok kişiden çoktur.
Onlara yeter ve artar da. Sadece Merhamet halanın gizlediği,
sakladığı bir yana boynunda ve parmaklarında binlerce liralık
altın ve inci var.” Ama biz de öyle sıradan insanlar değiliz.
Bizim de toplumda bir yerimiz var. Bizim gibi akrabaların bu
davete hediyesiz gitmesi uygun düşmez.
Vugar dalmıştı yine. Leleyev`in gevezeliğini sanki duymuyordu. Ziya onu hayallerinden ayırdı:
– Ne oldu sana? Niçin donup kaldın?... Yoksa paraya filan
ihtiyacın mı var, ondan dolayı mı böyle düşüncelisin?
Vugar kızardı. Aslında Ziya doğru söylemişti. Burstan
başka hiçbir geliri olmayan bir asistan için pahalı hediye almak “cömertlik sergilemek” çok zordu. Ama asıl mesele bu
değildi. Vugar`ın düşünceli olmasının esas sebebi bu davetin
arkasındaki hileydi. Bu durumdan çıkış yolları arıyordu.
Ziya sorusuna cevap beklemeden:
– Hiç çekinme! – dedi. Niçin utanıyorsun? Kardeşin ölmedi ya. Sana da, kendime de yetecek kadar param var. Hadi gel
dükkanlar kapanmadan bakalım belki güzel bir şeyler bulabiliriz.
O, Vugar`ın kolundan tuttu, dışarı çıkardı.
***
İsmet evde Vugar`ın ayak seslerini duyunca yüzünü
duvara çevirdi. Bu, “Bana yaklaşma! Benimle konuşma! Seni
görmek bile istemiyorum!...” anlamına geliyordu. Vugar
sütkardeşinin çocukça tavırlarına gülerek karşılık verdi. Tatlı
dille selam verdi. İsmet yüzüne biraz da uzaklaştırdı.
– Keçilerin gitmedi mi hala?! Neredeyse bir haftadır
suratını asıp duruyorsun. Buna nasıl dayanıyorsun?
270
Vicdan Sustuğunda
İsmet sesini çıkarmadı. Eliyle “def ol!” anlamında işaret
etti.
Vugar sakin sakin:
– Tamam artık!... – Kov hadi keçilerini. Hayırlı bir iş var.
İsmet yine sesini çıkarmadı. Sadece omzunu oynattı.
Vugar davetiyeyi cebinden çıkardı ve aldığı hediyeyle beraber önüne koydu.
Bak, ne getirdim sana. Küsmek yok, bunun için bana
teşekkür edeceksin.
Taştan ses çıktı, İsmet’ten çıkmadı.
– Yarın Elagözlere gitmen gerekiyor... Davetlisin.
– Ben mi? Sen mi?!
– Tabiî ki, sen!
– Alay etme!
– Doğru söylüyorum.
– Ben çocuk değilim. Boşuna nefesini yorma.
– Görüyorum. Çocuğun bıyıkları bu kadar olmaz.
– Sen yine soğuk ve boş şakalarından vazgeçmiyorsun!
– Ben sen değilim ki her şeye küseyim.
– Arsızsın sen. Hiçbir şey umurunda değil.
Vugar’a bu sözler çok dokundu. Kalbi kırıldı. Sütkardeşinin dediği sözleri acı ilaç gibi yuttu.
– Tamam, – dedi. – Beni nasıl biliyorsan bil. Sen bilirsin.
Ama bu küslüğe bir son ver artık. Sana yakışmıyor. Yüzünü
çevir de adam gibi konuşalım.
İsmet isteksizce yüzünü döndü. Davetiyeni alıp okudu.
Yine deliye döndü:
– Burada senin ismin yazıyor. Davetiyeyi Vugar`ın üzerine fırlattı. – Bir de benimle alay mı ediyorsun?! Bu mu senin
doğru sözün?!.
Vugar sabırla cevapladı:
– İsmin meseleyle ilgisi yok. Ben oraya gitmeyeceğim.
271
Vidadi Babanlı
– Bana yutturamazsın!.. Başkasına gelmiş davetiye bana
lazım değil.
– Çocukluk ediyorsun, İsmet! Önce beni dinle, sebebini
öğren, son sözüne söylersin. Ben yarın burada olmayacağım.
Dinlenmeye gidiyorum. Sabah erkenden yola çıkacağım.
– Senin yerine mi gitmemi istiyorsun?... Hayır! Yanlış adrese başvurdun. Başka birinin yerini doldurmayı şahsiyetime
sığdıramam.
– Peki, ben oraya gitmiş olsam, arkamca gelir misin?
– Evet, gelirim!
– Bensiz gitsen olmaz mı?
– Hayır, olmaz!
– Niçin?
– Orada herkesin içinde seni ifşa etmek için! Yüzüne tükürmek için!
–Niçin? Ben sana ne yaptım?
–Sen bana düşmanlık yaptın. Bana hiç bir şeyden haberin
olmadığını söylüyorsun. Ama gizli gizli kendi işini yapıyorsun. Bu düşmanlık değil mi?!
Vugar teessüfle başını salladı.
– Ben bir şey için üzülüyorum, İsmet, – dedi. – Ben, senin
benim samimiyetime inanmadığına çok üzülüyorum. Biz bir
evde, bir annenin sütüyle büyüdük. O gün bunu benim başıma kaktın. Bu sözleri bana nasıl söyleyebildin?! Bunları
söylerken hiç mi vicdanın sızlamadı?! O sütün benim için çok
mukaddes olduğunu bilmeni isterim. Ben o sütü hiçbir zaman
inkar edemem. Şahsenem annemin hakkını hiçbir zaman
ödeyemem. Ben onu anne bildim. Anne şefkatini, anne merhametini ondan öğrendim. Seni de öz kardeşim sanmışım.
Şimdi bir kız için bütün bunları yok mu sayalım?! Sen de çok
iyi biliyorsun ki, benim sevdiğim var. Arzu`yu hiç kimseye,
hiçbir şeye değişmem!
– Eğer söylediklerin doğruysa, peki neden şimdiye kadar
hep sustun? O gün sana söylediğimde neden Merhamet Hanımın “hayır” demedin?
272
Vicdan Sustuğunda
– Çünkü, ben bugüne kadar çok saf idim. Sevgi konusunda mecburiyet olacağını, zor kullanılacağını aklıma bile
getirmemiştim. Ama şimdi bunu açık görebiliyorum. Bunu
çeşitli yollarla yapmak için gayret gösterdiklerini görüyorum.
Bundan sonra o aileye hiçbir zaman gitmeyeceğim!
– Ya bunu Profesörün kendisi isterse? O zaman ne
yapacaksın?
– O zaman da aynı.
– Peki, korkmuyor musun? – İsmet alayla güldü.
– Neden korkayım ki?
– İşinin zora düşeceğinden.
– Yani kızını almazsam, Profesör benimle düşman mı
olacak, bunu mu kastediyorsun?
– Elbette.
– İnanmıyorum! – Vugar bu sözü inanarak söyledi. Ve ilave etti:
– Güneşli çok temiz bir insandır, objektif bir ilim adamıdır. Onu düşmanları bile takdir ediyor, bu hakikati inkar
etmiyorlar. Elagöz konusuna gelince bütün bu dedikodulardan, eminim onun haberi yok.
İsmet susmak zorunda kaldı. Vugar`ın söylediklerine itiraz edemedi. Ona hoşuna gitmeyecek bir soru sordu:
– Mademki gitmeyi düşünmüyordun, o zaman niçin bu
hediyeyi aldın? Yoksa burada bir planın mı var?
– Plan filan yok. Bunu bana Ziya aldırdı. İşten çıkınca
ondan yakamı kurtaramadım. Almasam iyi olmayacağını
söyledi. Para meselesi aklıma geldi.
– Demek öyle?! – İsmet alay ederek– Ben de bu hediyeyi
benim için aldığını düşündüm. Biraz önce söylediğin “öz
kardeşlik” duygusuyla hareket ettiğini sanmıştım.
– Ne fark eder? Zaten onu sen vereceksin. O zaman hediye senindir demektir.
İsmet çok alındı. Gururu, benliği kendinden önce dile geldi:
273
Vidadi Babanlı
– Olmaz! Ben başkasının davetiyle, hediyesiyle küçülüp
de davete gitmem!
Vugar gülümsedi, hayatında ilk defa o da kinayeli konuştu:
– İşte şimdi gözüme girdin, – dedi. – İnsanda gururun olması çok güzel bir şey. Bazı konularda da böyle gururlu olsan
o kadar sevinirim ki anlatamam!
İsmet onu anlamadı.
12. Bölüm Merhamet Hanım Elagöz`ün doğum günü için bir düğünlük masraf yapmıştı. Özel aşçılar davet etti, beş altı çeşit
yemek hazırlattı. Geniş salonda iki sıra halinde kurduğu masaları renkli sofra örtüleri ile süsledi. Masayı pahalı turfanda
meyvelerle donattı. Masaların ortasına çeşit çeşit çiçeklerden
oluşan vazolar koydurdu. Bu gösterişli ortamı gören birisi
düğün olduğunu düşünebilirdi. Elagöz`e tanıdık bir terziye
götürdü, bir hafta içinde, çok pahalı kumaştan güzel bir elbise
diktirdi. Kuaföre de hatırı sayılır para vermişti. Misafirlerin
gelmesine az bir süre kala onu tavus kuşu gibi süsledi karşına
geçip yürekten “maşallah” dedi. Sonra da Elagöz`ü bir köşeye
çekip öğüt ve nasihat vermeye başladı.
– Annen sana feda olsun! Bak hiç kimseden utanma. Seni
Vugar`la beraber oturtacağım sakın sıkılma! Onun hoşuna
gitmeye çalış. Gül, konuş, tatlı sözler söyle ona. Gözlerini senden alamasın. Öyle yap ki, gözünü senden ayırmasın. Görenler size imrensin. Dostumuz kadar düşmanımız var, bunu
sakın unutma!
Merhamet Hanım, bununla da yetinmedi. İşi garantiye
almak için kızı bir güzel imtihan etti. Kızına ne konuşacağını,
nasıl konuşacağını öğretti, gülmenin, tatlı tatlı tebessüm etmenin yollarını, hatta, yeri geldiğinde nazlanmanın yollarını
da güzelce tatbik ettirdi...
Misafirler belirtilen saatte geldiler.
274
Vicdan Sustuğunda
Onları Ziya ev sahibi adına karşıladı. Merhamet Hanım,
mutfakta yemeklerle ilgileniyordu. Oradan çıkamıyordu. (Her
gelenin karşısına koşarak kendisini küçük düşürmek istemiyordu.)
Söhrap ise misafir karşılamaktan, “hoş geldin” demekten hiç
hoşlanmazdı. Herkesin yüzüne gülmeyi, şahsiyetini, karakterini sevmediği insanlarla konuşmayı hiç beceremezdi. Bunun
yerine sırtında yük taşımaya razı olurdu. Bundan dolayı “karşılama” işini Ziya`ya vermişti. Ziya da kendi işini kurallara
uyarak hakkıyla eda ediyordu. Evin eşiğinde durdu, misafirlerin yaşına ve makamına bakmadan içeri buyur etti, hizmetinde bulundu, nezaketle “buyur, buyur” dedi. Yol gösterdi
misafir odasına kadar yanlarında bulundu, nerede kiminle
oturacağına onlara gösterdi. Hizmetlerinin daha da göze çarpması, şirin görünmesi için billur bardaklara çay koydu.
Aslında çay meselesine Şule bakmalıydı. Halası bu işi ona
vermişti. Ama Ziya, hanımının zahmet çekmesini istememişti. Daha doğrusu onu misafirlerden kıskanmıştı. Niçin Şule
gibi zarif, güzel bir kadının, ağzına diline hakim olmayan, ne
idiğu belli olmayan insanlara çay servisi yapmasına ne gerek
vardı?!.. Her gelip gittiğinde onun arkasından bakıp, ona laf
atmalarının, göz kırpmalarının ne anlamı var. Canı çıkardı da
yine bunlara razı olmazdı. Hanımının yerine hizmet etmekle
rütbesinden ne eksilecekti! En uçtaki odadan Şule’nin hoş kokulu, güllü tepsiye koyduğu çayları ıkınarak taşıyor misafirlere ikram ediyordu. Misafirlere içip içmediğini sormadan
çayları önlerine bırakıyordu. Çayları taşırken diğer taraftan da
gelenleri karşılıyordu. Yüreğinde sıkıntıyla Bedirbeyli`ni bekliyordu. O, gelmezse bezi pazara çıkardı. Merhamet halasının
dilinden kurtulmazdı. Başının etini yerdi.
Böyle gayri resmi toplantılara, şenlik ve ziyafetlere ağır
aksak gelen, ağır bir misafir gibi kasıla kasıla teşrif eden Bedirbeyli, nedense bu defa, erken geldi. O kapıda görünür görünmez Ziya yeni dostunu (Ziya artık böyle düşünüyordu) karşılamak için koşarak kapıya gitti. Onu görülmemiş saygı ve
hürmetle karşıladı:
275
Vidadi Babanlı
– Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, Sayın hocam! Şeref verdiniz! İşte ahde vefa denilen şey budur. İnsan ahde vefa da
böyle olmadır!!
Bedirbeyli Ziya`nın bu davranışını çok da önemsemedi.
Onun başı üzerinden odanın derinliğine doğru başını uzattı.
Gözleri Söhrap Güneşli`yi aradı. Sesini yükselterek:
– Ev sahibi nerede?...Neden bizi karşılamıyor? – diye sordu.
– Evde Profesör!.. Deminden beri sizi sorup duruyordu,
gelecek mi diye. Ziya onu lafa takıp içeri almaya çalıştı. –
Buyurun herkes sizi bekliyor. Herkesin gözü yolda kaldı.
Bedirbeyli kolunu çekip Ziya’nın elinden kurtardı. Ayağını
eşikte bekletti. İçeri girmek istemedi.
– Sen dur, Leleyev. Çekil yanda dur! Yoksa evin sahibi
bizden gizleniyor mu?!. – Sesini daha da yükseltip içerideki
konuşmaları bastırdı:
– Yoksa bizim gelişimizden memnun değil mi? Eğer
böyleyse, kapıdan gerisin geri dönmek daha uygundur.
– Yok! Yok!... Böyle konuşmayın lütfen! – Ziya Bedirbeyli’nin eline yapıştı. – Geri dönmek de ne demek? Sizin gelişinizden habersiz. İçeride misafirlerle ilgileniyor. Şimdi gelir neredeyse... Tabanlarının üzerinde yükselip, mırıldanarak seslendi: – Söhrap dadaş!... Söhrap dadaş!...
Bu seslenişe içeriden Güneşli`den önce Merhamet Hanım
cevap verdi. Nefes nefese selam verdi, kendisinden özür diledi:
– Hayırlı akşamlar, Beşir kardeş!... Hoş geldiniz! Lütfen
kusurumuza bakmayın. Çok meşgulüz mutfaktan çıkamadık.
Buyurun lütfen. Kapıda beklemeyin içeri buyurun. – Merhamet Hanım aceleyle göz gezdirip merdivenlere doğru baktı. –
Peki niçin yalnızsınız?! –Sorusunda rahatsız olduğu hissedildi – Ya benim Leyla bacım nerede?.. Onu niçin getirmediniz?
Bedirbeyli soruyu cevaplamadan önce centilmenlikle –
Merhamet Hanımın elini öptü. Ve donuk yüzünde gülümseme belirdi:
276
Vicdan Sustuğunda
– Leyla bacınız işleri zora soktu. – dedi. Altı aydan beri
hasta yatıyor. Nadiren evden dışarı çıkabiliyor... Siz de bacınızı ayda yılda bir kez olsun ziyaret edip de hatırını sormuyorsunuz. Bir telefon bile etmiyorsunuz.
– Vallahi, hiç haberim yok...–Merhamet Hanım Bedirbeyli’nin yalancı küskünlüğüne yalancı bir cevap verdi. – Allah
acil şifalar versin,– dedi. Ve hemen yüreğinde bedduasını da
yapmayı unutmadı: “İnşallah hiçbir zaman ayağa kalkmaz.
Hastalıkları da şiddetlensin, yatakta koksun!...”
Bedirbeyli de fırsatı kaçırmadı. Geneşli’ye göndermede
bulundu.
– Sizde suç yok, Merhamet Hanım! Manevi değerlerimiz
dumura uğradı. Kadınlar erkeklerden daha kindar oldular
şimdi. Kocalarının kinlerini güdüyorlar, onlara arka çıkıyorlar. Dışarıdaki kavga eve niçin taşınsın, buna ne gerek var?! İş
yerinde mesai arkadaşlar arasında incinme de olur kırılma da.
Hatta kavga da olabilir. Can sıkan bu tür sohbetler iş yerinde
kalmalıdır. Eve, aileye taşınmamalı. Bu tür meseleler eve getirildiğinde üzerine katıldığında işte böyle oluyor! Hanımlar
birbirinden soğuyor, dostlar dostundan uzaklaşıyor, tanıdıklar
birbirinden selam kelamı kesiyorlar. Bütün suçlar ailenin
reisinde. Kendimizi ne kadar medeni, kültürlü kabul etsek de
hala şarkın menfur adetlerinden yakamızı kurtaramadık. Kin,
nefret bizi içten içe yiyip bitiriyor.
– Bitirmek ne demek, kanımızı soruyor! – Ziya horozlanarak Bedirbeyli`ye arka çıktı.
Merhamet Hanım hiçbir şey söylemedi. O çok kızgındı.
Planlarından birisi tutmamıştı: – Rakip olarak gördüğü Lale
Hanım kızının süslü püslü halini, sapasağlam olduğunu görmeyecekti.
Bedirbeyli kibirlenerek çenesini uzattı. Yüzünü kaşlarını
çatan Merhamet Hanıma dönüp Güneşli’nin hatalarına dokundurdu:
– İşte bakın, biz böyle medeniyet sahibiyiz!.. Misafir neredeyse yarım saattir kapıda kaldı; ama saygıdeğer Söhrap Gü277
Vidadi Babanlı
neşli tenezzül edip de bu kadar beklememize rağmen zatıalilerini göstermiyor. Yalandan da olsa dışarı çıkıp “Hoş geldin!”
demiyor. Bu tür lakaytlığa, soğukluğa ne denir?!
– Ben buradayım, Beşir Osmanoviç... – Güneşli yan taraftan hafif tebessümle cevap verdi. – Hoş geldin!
Bedirbeyli bir anda Söhrap`ın nereden nasıl çıktığını göremedi, hayret etti. Ama kendisini tutamadı:
– “Hoş bulduk!” dedi. Söhrap Murguzoviç! –dokundurmaya kınamaya devam etti: – Böyle olmaz ama! Misafiri kapıda bu kadar bekletilmez... Bana saygın yoksa halkımızın
gelenek göreneklerine saygı duy. Misafiri sevmesen de saymasan da bu gibi durumlarda kinini nefretini saklaman gerekir. Her şeyin bir yeri vardır!
– Sana saygısızlık yapmam, Beşir Osmanoviç. – Yanlış
düşünüyorsun. –Güneşli, Beşir’in kinayeli konuşmalarına sakince cevap verdi.– Elbette, misafire saygı bizim borcumuzdur. Ayrıca lütfedip geldiğiniz için size çok minnettarım.
Ayaklarına sağlık. Şimdi rica ediyorum içeriye buyur.
Bedirbeyli kasılarak içeriye girdi. Sofradaki misafirlere göz
gezdirdi. Tanıdıklarına uzaktan uzağa selam verdi. Montunu,
şapkasını çıkarttı etrafta pervane gibi dönen Ziya Leleyev`e
verdi. Ceketinin eteklerini aşağıya doğru çekti. Ucu dışarı çıkan kravatını düzelti. Saçlarını sıvazlayıp Güneşliye tekrar sataştı:
– Benim inancıma göre, saygı ve hürmet karşılıklı olarak
gözetildiğinde bir anlam ifade eder. Yani herkes sadece bir
şahısa saygı duysun, güvensin, onu elleri üzerinde tutsun, o
şahıs da hiç kimseyi önemsemesin, herkesi kendinden küçük
görsün, böyle şey olamaz. Böyle olduğunda “Hıyar eğri biter.”
Sana saygı duyana sen iki defa saygı duymalısın. O zaman ne
şiş yanar ne de kebap. Eskiden kan davalarında bile insanlar
barışabiliyorlardı. Hata etmiş birisi özür dilemeye geldiğinde,
suçu ne kadar büyük olsa da, onu affedebiliyorlardı. Çünkü o
devrin erkekleri müsamahalı idi. Civanmertlik o zaman kat
kat fazla idi. İtiraf etmek gerekirse biz erkekler onlar kadar
278
Vicdan Sustuğunda
değiliz. Çok küçülmüşüz. Atalarımızdan gönül zenginliğini
miras olarak almamışız...–Bedirbeyli keskin bakışlarını misafirler üzerinde gezdirdi. Herkese hitaben sordu: – Nerede bizim büyüklerimiz? Nerede atalarımızın temsilcileri?.. Onlar
dediklerimi tasdik etsin.
Ziya hemen öne çıktı:
– Kimi soruyorsunuz, Profesör? Kimi istemiştiniz?– dedi.
– Bu evin büyüğünü, muhteremini!–Bedirbeyli araştırıcı
bakışlarını sürdürdü.
– Murguz amcayı mı diyorsunuz?
– Evet, tabiî ki. O gerçek erkektir.
– Murguz amca diğer taraftadır. Gelin göstereyim.
Bedirbeyli Ziya`nın işaret ettiği tarafa baktı. Ziya`yı hafifçe iterek Sultanoğlu tarafa doğru gitti. Her iki eliyle tokalaştı.
Keyfini sordu:
– Nasılsınız? Sağlığınız, sıhhatiniz nasıl?
– Teşekkür ederim, oğlum. İyiyim şimdilik. – Sultanoğlu
saygıyla, samimi bir şekilde cevap verdi.
– Her zaman iyi olun!.. – Bedirbeyli büyük gözükmeye çalıştı. – Sizin iyiliğiniz bizim iyiliğimizdir. Evde bir büyüğün
olması, nefesinin duyulması, en büyük zenginliktir. Söhrap
çok bahtiyar bu konuda. Sizin gibi bir babanın gölgesi var
üzerinde. Dünyanın en mutlu insanı o!
Sultanoğlu isteksizce başını salladı. Bir şey demedi. Bedirbeyli çenesini uzatıp çekerek sadede geldi:
– Lütfen aksakal söylediklerimi siz tasdik edin. Benim dediklerim oldu mu olmadı mı?! Kan davası olanları bizim büyüklerimiz barıştırdı mı barıştırmadı mı?!
– Haklısın. Çok oldu böyle şeyler. Kanı kanla yıkamak cahillikten doğar. Medeniyette bu tür şeyler yiğitlik, mertlik
değildir. Düşmanı dost yapmak büyük iştir.
– Ağzınıza sağlık!... Çok doğru söyledin. İşte benim de
söylemek istediklerim, beni rahatsız eden hususlar bunlardı:
279
Vidadi Babanlı
Herkesi dost olmaya çağırmak. Sizin aralarından kan davası
olan birçok aileyi barıştırdığınızdan hiç şüphem yok. Sayısız
sevap işlemişsinizdir. Bundan dolayı da uzun ömür sürmüşsünüz. Allah daha da üzün ömürler versin!
Sultanoğlu bu defa hiçbir şey söylemedi. Teşekkürünü
başını sallamakla ifade etti.
Bedirbeyli dirsekleri ile düşen pantolonunu çekti. Enstitüde ders anlatır gibi masaların arasında gezindi. Ve ekledi:
– Yanılmıyorsam, bu muhterem insanın yaşı seksenden
fazladır. Maşallah, bakın nasıl da canlıdır. Biliyorsunuz belki
de, bu muhterem insanın ömrünün bir kısmı azap çekerek
geçmişti. Ömrünün bir kısmı devrim zamanına denk düştü,
bir kısmı da Stalin`in “merhametine(!)” Sibirya`nın kuytu
köşelerinde karın, buzun içinde kaldı, oraların soğuğunu hapishanelerini, cehennemini, kendi gözü ile gördü. Saflığı, temizliği, güzel amelleri onu böyle korudu. Onun bu vasfı dizlerine takat, canına can kattı, sağ salim evine, ailesine dönmesine yardımcı oldu. Orada birçokları karanlık, işkence odalarında öldü, kör kuyulara atıldı. O, şimdi hayatının en güzel
günlerini yeniden yaşıyor. İşte bunların hepsi onun güzel insan olmasının bir neticesidir. Biz çoğu zaman bu tür hasletleri
unutuyoruz. İyilik etmeyi, menfi hayallere kendimizi kaptırmaktan koruyamıyoruz. Yani akılla ayak üzerinde yaşamayı
bilmiyoruz. Hayırseverliğin, alicenaplığın insan için ne derece
büyük bir kuvvet, tükenmez hazine olduğunu aklımızdan çıkarıyoruz. Atalarımız, büyüklerimiz gibi hareket etmiyoruz.
Beşir Osmanoviç`i tanımayan, ahlakını bilmeyen bir insan, onun zekasına, saf kalbine hayran kalabilirdi. Onun söylediklerine Kuranı Kerim`in ayetlerine inanır gibi inanırdı.
Hipnoz sanatını Başir çok iyi bilir. Bu alanda kabiliyeti vardır.
Kalabalıklar karşısında, oradan buradan konuşur ahkam keser, göz boyar. Kendisini çok soylu, manevi yönü olan bir şahıs olarak gösterir, kendisini küçük, hırda meselelerden uzak,
çok değerli bir şahsiyet olarak takdim eder. Gelişigüzel sözlerle, güzel nutuklarla yürekleri yumuşatmak, kalplere girmek
280
Vicdan Sustuğunda
onun en güzel silahı idi. Bu itibarlı silahı sayesinde o çok
büyük imtihanlardan başarı ile çıktı. Siyasette bin bir hile ile
şeytana pabucunu ters giydirenleri dahi aldatmayı becermişti.
Kitaplardan okuyup, öğrendiği güzel sözleri ezberler ve onlardan kendine müthiş bir kale kurar, bu kalenin etrafındaki
tehlikeleri maharetle uzaklaştırırdı. Onu çok iyi tanıyan, insanları bile eline alır, makam ve mevkiini sağlama alırdı. Şimdi de o bu konuda muvaffak oldu. Oradakileri hemencecik
büyüledi. Sanki karşısındakiler onu hiç tanımıyorlardı, sanki
onlara hitap eden şeytan tabiatlı Beşir değil de bir melekti.
Hatta Söhrap da onun süslü sözlerinden etkilenmişti. Sessiz
sakin bir köşede coşan Beşir’i memnuniyetle dinliyordu. Belki
de kalbinin bir köşesinde hilekar rakibinin samimiyetine inanıyordu.
Bedirbeyli başarısına çok sevindi. İnsanları kendisine hayran bıraktığı için keyiflendi. Sonra kendinden memnun bir
halde Güneşli`nin yanına geldi. Elini onun omzuna koydu ve
yüzünü misafirlere doğru çevirerek konuşmaya başladı:
– Bakın, çok değerli arkadaşlarım. Siz de şahitsiniz ben
artık kılıcımı kınına koyuyorum. Aramızda olan bütün kırgınlığa, küslüğe bu dakikadan sonra nokta koyuyorum. Şimdi
Söhrap Murguzoviç de de aynı şekilde harekete geçsin, sulh
imzalasın. Ne demişler: “Senden hareket benden bereket”
Söhrap Güneşli de elini saygıyla onun omzuna koydu ve
sakin bir tavırla:
– Değerli Beşir Osmanoviç, – dedi. – Sen bu insanları şahit
bilerek kılıcını kına koyduğunu ilan ettin. Çok teşekkür ederim. Samimi itirafın için sana minnettarım. Ama inanın, herkes buna şahit olsun, benim sana karşı kullanmaya ne kılıcım
olmuştu, ne de onu sana çekmiştim. Eski küslükleri de çoktan unutulmuştu. Ben seni hiçbir zaman suçlamadım. Sana
karşı kırgınlığım da yok. İlmi tartışmalarımız, ihtilaflarımızda
gayet olağandır. İşimizin gereği bu. Bilim çekişmesiz, ihtilafsız gelişemez, ileri gidemez. O zaman tek düze, sıkıcı bir hayat
olurdu.
281
Vidadi Babanlı
– Kör öküzün bataklıkta kalması gibi çaresizliğe düşerdik.
– Ama bilimin bataklığı daha derin ve daha dehşetlidir.
Oraya düşeni hiçbir şeyin kurtarması mümkün değildir.
– Biz bunu anladığımız için, kendi akidemizden geri dönmüyor, bilimin inkişafı için bu tartışmalara devam ediyoruz.
– Ama bu ilmi tartışmalarımız bizim özel hayatımıza tesir
etmemelidir. Biraz önce sizin dediğiniz gibi biz her şeyin fevkinde durmalıyız. Aydınlara yakışmayan davranışlara vermemeliyiz.
– Elbette, elbette!..– Bedirbeyli el kol hareketiyle destek
verdi. – Bizim bugünkü hareketimiz bilginlere has bir davranış. Sen bana saygı gösterip evine davet ettin. Ben ise bu daveti lütfedip kabul ettim, teşrif buyurdum. Bu basite alınacak
bir şey mi?
– Beşir Osmanoviç, burada anormal olan hiçbir şey yoktur
ki. Bu samimi insanların birbirleriyle olan münasebetidir. Biz
meslektaş olmamızdan ziyade Azerbaycanlıyız. Bir halkın oğluyuz. İyi ve kötü günlerimizde beraber olmamız hepimizin
görevidir.
– Çok doğru!...Yürekten katılıyorum! –Bedirbeyli her iki
elini yukarı kaldırdı. –Bütün rahatsızlıklar, küskünlükler bununla son buldu, bir vakte kadar tehir edildi... Ver elini,
Söhrap Murguzoviç, bugünden itibaren bizim dost ve kardeş
olduğumuzu herkes görsün!... Arkadaşlar, bizi canu gönülden
tebrik edebilirsiniz!
Misafirler alkışladılar. Beşir Bedirbeyli coştu. Merhamet
Hanıma doğru yöneldi:
– Doğum gününü kutladığımız, güzel kız nerede? Bu
güzel birlikteliğe sebep olan nerede? Gelsin, görelim onu.
– Sizden utanıyor, Beşir kardeş... – Merhamet Hanım kendinden bahane buldu. Nedense Elagöz`ü onunla görüştürmek
istemiyordu.
– Nereden çıktı utanmak?...– Bedirbeyli ısrar etti. İnsan
kendi amcasından utanır mı, canım? Leyla halası ona hediye
yolladı. Gelsin de onu takdim edeyim.
282
Vicdan Sustuğunda
Ceketinin cebinden küçük bir kutu çıkardı. Avucunun
içinde tutarak herkesin görmesini istedi.
– Neden zahmet ettiniz, Beşir kardeş?! Hiç gerek yoktu
buna. En büyük hediye sizin gelmenizdi. – dediyse de gözleri
hediyede kaldı.
Bedirbeyli Merhamet Hanımın tavrından ne düşündüğünü hemen anladı. Merhamet Hanıma hediyeyi vermedi,
ısrarla kızın gelmesini istedi.
– Çağırın, – dedi, – kızı. Rica ediyorum, söyleyin gelsin.
Leyla hanım da onu tebrik etmemi ısrarla benden istedi. Hediyeyi de bizzat kendisine vermemi söyledi.
Merhamet Hanım çaresiz kaldı, kızının yanına istemeyerek gitti. Aradan bir dakika geçmeden tavus kuşu gibi süslü
kızını elinden tuttu, sürükleyerek misafirlerin yanına getirdi.
Herkesin bakışları bir anda Bedirbeyli`den kıza doğru yöneldi. Tepeden tırnağa kadar altın ve takıyla süslenen kız
canlı insandan daha çok güzel bir kuklaya benziyordu. Utancından yanakları kızarmıştı. Başını öne eğdi hiç kimseye bakmıyordu, herkesin gözü onun üzerindeydi. Bedirbeyli’ye
nazikçe selam verip karşısında durdu.
Bedirbeyli onun selamını yüksek sesle aldı, kutunun kapağını açtı. İçinden parlayan çok pahalı olduğu belli olan bir
küpe çıkardı. Elagöz’ün kulaklarına yakınlaştırıp, herkese
gösterdi. Sonra kutusuyla beraber kızın avucuna koydu. Ve
yüksek sesle duasını ekledi:
– Bu amcanın ve halanın hediyesi kısmetini açsın, düğün
gününü yakınlaştırsın inşallah! Düğününde de böyle bir araya
gelelim.
– Misafirler kuvvetle alkışladılar. Herkes “amin” dedi. Alkışlar kızı daha da utandırdı. Birden mini bir güvercin gibi
annesinin elinden uçup diğer odaya doğru koştu. Onun çocukça davranışı herkesin keyfini açtı; gülümsemeler ve takdir
edici sözler peşi sıra geldi.
283
Vidadi Babanlı
Beşir Bedirbeyli de kahkaha ile güldü. Yaşaran gözlerini
sildi, baş köşeye geçti. Büyüklenerek masabeyinin 5 yanına
oturdu.
Artık herkes yerine oturmuştu. Davetlilerin hepsi de gelmişti. Ama Vugar’dan hala haber yoktu. Merhamet Hanımın
ikinci sıkıntısı başladı. Bedirbeyli’nin “genç hanımının” gelmemesine üzülse de aklından çıkarmaya çalıştı. Vugar’ın
gelmemesi onu çok üzdü.
13. Bölüm Ziyafet gece yarısına kadar devam etti. Beklenilenden daha eğlenceli geçti. Merhamet’in yüreği kan ağladı. En baştaki
masada dedesinin yanına büzülmüş oturan kızının yanında
Vugar için ayrılan boş sandalyeye baktıkça, sanki kadın, kabir
azabı çekiyordu. Sanki beli bükülmüştü.
Merhamet Hanım misafirlerin dağılmasını beklemedi. Yan
odaya geçerek kendisini yatağa attı. Ama derdini hiç kim-seye
açamadı, içten içe üzüldü. Soranlara:
– Üzgünüm, canım sıkılıyor, – dedi.
O asıl sıkıntısını Söhrap`dan da gizledi. Ona da aynı cevabı verdi. Güneşli onun dediklerine inandı, şüphelenmedi. Tabiî ki, otuz kırk kişilik misafire hizmet etmek, Merhamet gibi
kilolu bir kadın için hiç de kolay değildi. Hem yaşı da bir hayli
ilerlemişti artık.
Geneşli şakayla hanımına takıldı:
– Bunun sebebi seksen yaştadır, Merhi. Artık ihtiyarlamışsın, yavaşlamışsın.
Merhamet Hanım derinden bir “ah” çekti. Sesini çıkarmadı. Güneşli şaşırıp kaldı. Her zaman dişi veya başı ağrıyınca
hiç kimseyi rahat bırakmayan Merhamet, şimdi sesini bile çıkarmıyordu. Niçin acaba?
5
Toplantıları idare eden, sunuculuk yapan kişi.
284
Vicdan Sustuğunda
Güneşli şaşkınlığını belli etmedi. Onun da canı sıkılmıştı.
Misafirleri yolcu ettikten sonra sakince odaya çekilip yatağına
uzandı. Bazı iş arkadaşlarının içki aldıktan sonra riyakar ve
ikiyüzlü davranmaları; aşırı övgüleri onun da sinirlerini germişti. Aynı zamanda çok yorulmuştu. Hemen uykuya daldı.
Merhamet ise sabaha kadar gözlerini yummadı. Yatağında
sağa sola döndü, uyuyamadı. Belki yüreğini birine açabilseydi
biraz da olsa rahatlayacaktı. Ama derdi açılacak dert değildi.
Davet boşa gitmişti. Yaptıkları bütün harcamalar, masraflar;
çektikleri sıkıntılar heder olmuştu. “Bir yetim” onu saymamış, davetine icabet etmemişti. “Şu gurura, kibire bak?! İt
araba gölgesinde yatar, bunu da kendi hüneri sanır... Güneşli
onu adam etsin, her türlü sıkıntısına katlansın sonuçta da o
da böyle yapsın?! Olur şey değil. Bu edepsizlikten başka bir
şey değil. Şimdiden böyle yapan birisi biraz daha ayakları yere
bassa o zaman hiç ipe sapa gelmez!...”
Merhamet Hanım bunları düşündükçe yanmaktan ziyade,
yaş odun gibi duman çıkarıyordu. Hayatında ilk defa planı
tutmamış, istediği sonuca varamamıştı. Peki niçin? Belki arada fitne yayan birisi vardır! Yoksa, Vugar`a bir şeyler mi anlatıldı?... Kimdir o? Kimdir Merhamet`le gizlice mücadele
eden?!
Merhamet Hanım hayalinde herkesi kesti biçti. İlk önce
eski rakiplerini: Söhrap`ı sevmeyen, kıskanan Bedirbeyli`nin
ve diğer Profesörlerin hanımları aklına geldi. Her birisine
içinden ayrı ayrı kin kustu, hakaret etti; onlara demediklerini
bırakmadı. Biraz sakinleştikten sonra, aslında onların günahı
olmadığını düşündü: “Benim kalbimde ne olduğu onlar nereden bilsin! Birisi kulaklarına fısıldamadı ya. Hayır, bunda
onların hiç suçu yok. Bu şeytan fitnesinin kaynağı başka
yerdedir.!...”
O, biraz sakinleşti. Sinirleri yatıştıktan sonra, sonra biraz
yumuşadı: “Ben de neler düşünüyorum! Neyi aklımdan çıkarmışım?! – diye kendisini kınadı. Ateşi bırakıp, külle oynamak
diye buna derler işte. Asıl düşmanı bırakıp, başkalarını suç285
Vidadi Babanlı
luyorum.... Söhrap haklı ben çok ihtiyarladım, aklımı kaybediyorum galiba... ”
Merhamet Hanım gamlı gamlı gülümsedi. Böylece omzundan gam yükünü attı. Derinden nefes aldı: “Bütün bunların suçlusu onun sevdiği kız. Vugar`ı bizden uzaklaştıran
odur!..– diye düşündü. Hiçbir şeyden haberi olmayan Arzu’yu
günah keçisi yaptı...–İşe bak! Benim alanımda kimler at
oynatıyor?! Vah zavallı?!”
Merhamet Hanımın kahkahası neredeyse herkesi yatağından kaldıracaktı. Kendisine zor hakim oldu. Bir kez daha
derinden nefes alıp kendisini sakinleştirdi.
Arzu gibilerle uğraşmak onun için çocuk oyuncağıydı. Su
içmek kadar kolaydı. Sade bir işçi kızının, dünyayı parmağında oynatan, ünlü Profesör hanımı Merhametle aşık atması, karşısına çıkıp onunla mücadele etmesi, kızının saadetine
ortak olması mümkün mü?!
Kendi gücüne, kuvvetine olan inancı Merhamet Hanıma
güç kuvvet verdi. Akşamdan beri kalbini yoran gizli telaşları
bir anda unuttu. Hatta Arzu’ya acımaya bile başladı. Tuhaf bir
rahatlıkla: “Zavallı kız, kendini harap edecek! – dedi. Ama
kalbinin bir köşesinde sıkışıp kalan gizli bir endişe hiç bir
zaman silinip gitmedi. Onu tekrar endişeye sevk etti, ihtiyatlı
olması gerektiğini aklına getirdi: “Bugün bizi takmayıp davete icabet etmeyen yarın burnunu daha da dik tutabilir. İnsanoğlu çiğ süt emmiş. Çok geç olmadan rakibin işini bitirmek gerekir?!...
Merhamet Hanım kendi kendine aldığı bu kararla gözlerini kapadı. Sabah bilerek çok geç kalktı. Kayınpederi yürüyüşe, kızı okula gittikten sonra kalkıp banyoya girdi. (Söhrap
da bugün işe erken gitmişti.) Bir bardak çay koyup, telefonun
başına oturdu. Aklına yeni bir fikir gelmişti: Arzu`nun bütün
soyunu sopunu, en ince ayrıntısına kadar öğrenmeliydi! Her
aile açılmamış bir bohçadır, kendisine has sırları vardır. Ama
bunu kimden ve nasıl öğrenecekti?
286
Vicdan Sustuğunda
O, ahizeyi eline aldı, bir hayli düşündü. Kimi arasın? Herkese de inanmak olmuyor. Tanıdıkların hepsi de aynı değil.
Biri bundan haberdar olsa dünyayı ayağa kaldırır, herkese
söyler. “Evet, işi usulüne uygun olarak yapmak, tedbirli olmak gerekir. Mesele istenilen düzeye gelmeden herkesin diline düşürmek uygun olmaz....”
Merhamet Hanım düşünceye dalmıştı ki kapının zili kulakları sağır edercesine çalmaya başladı. O, ahizeden elini çekti, yüzünü buruşturdu, kapıya doğru koştu. Koridora doğru
ilerledi. Sabah gezintiye çıkan kayınpederinin geldiğini sandı.
Ama kapıyı açtığında kadının sanki yüzüne güneş doğdu.
Kederli gözleri sevinçle gülümsedi.
– Bu ne güzel sürpriz, karşımda kimleri görüyorum?! Deyip kollarını yanlara açtı.–Hoş geldin Zümrüt kardeş, hoş geldin! Yüreğimiz ne kadar da birbirine karşı imiş. Ben de şimdi
seni arayacaktım ki sen çıkıp geldin...
– Çok az arıyorsun! – Zümrüt Merhamet`in etli kollarında
kayınvalidesine naz eden gelin gibi naz yaptı. – İşittiğime göre
kaç gündür şehirdeymişsin, aklına şimdi mi geldim?
– Vallahi, gelir gelmez seni aradım. İş yerine kaç defa telefon açtım. Birisinde partinin toplantısında olduğunu, diğerinde de bilmem hangi mahallede ev işleriyle uğraştığını söylediler... Her telefon ettiğimde başka bir yerde olduğunu söylediler. Bir yerde oturmuyorsun ki seni arayan yerinde bulsun.
– Ne yapalım. İşimiz böyle!... – Zümrüt yine kırgın kırgın
cevap verdi. –Ne güzel ev hanımısınız, rahatça evde oturuyorsunuz. Üçte alacağınız yok, beşte vereceğiniz... Biz de emir
kuluyuz işte. Sapan taşı gibi oradan oraya atılıyoruz...
– Emir kulu mu? – Merhamet Hanım onun kalbine girmek için mübalağa yaptı.– Sen de önder sayılırsın. Büyük bir
şehirde ev idaresinin müdürü olmak öyle kolay bir şey mi?!
Zümrüt kibirlenerek söylediklerini tashih etti:
– Ev idaresinin değil! Bari ismini doğru söyle. Bakü şehrinin bir numaralı ev işletme idaresi!
287
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım bıyık altından güldü, ama ona hissettirmedi.
– Bak görüyor musun! – diyerek kendini ciddi göstermeye
çalıştı. – Küçük bir iş değil. Adını bile bir gatar deve ancak
çeker. Yönetiminde ne kadar cadde... her caddede ne kadar
apartman, her apartmanda ne kadar ev var. Kaç insanın sorumluluğunu taşıyorsun. Vallahi, Zümrüt bacı, bu iş benim
nazarımda bir şehrin idaresinden daha da önemlidir.
Zümrüt kederlendi. –Şöhret her gün yiyemediğimiz lezzetli yemek gibidir, tadı damağımızda kalır. Bu tat Zümrüt
Vahidova`nın da damağında kalmıştı...
...Vahidova otuzlu yılların en aktif kadınlarından birisi idi.
Uzun yıllar çok önemli görevlerde bulunmuştu. Bakü dokumacılık fabrikasının sade işçiliğinden, büyük ilçelerin birinde
yönetim kurulu başkanlığına kadar yükselmişti.
Erkeklerin görevlerini deruhte etme gibi durumlar yeni
uyanan Şark kadınları arasında ender görünen hallerdi. Bazı
kadınlar çarşaflarını atsalar da, sosyal yerlerde yaşmaklı otururlar, iki üç kelimeyi bir araya getirip konuşmaktan çekinirlerdi. Zümrüt Vahidova çok faal idi. Ağzı laf yapıyordu. Toplantılarda, ziyafetlerde çok sık görünür, işçi kadınlar adına
hamasi konuşmalar yapardı. Onun gibi kadıların önemli görevlerde bulunması, toplantılara iştirak etmesi o dönemin gereksinimlerindendi.
Peki sonra?... Sonra devrin talebi değişti. Zümrüt zamanın
süratli değişimine ayak uyduramadı. Gıpta edilen yükseliş bir
anda akla hayale gelmez inişe geçti. Bir daha hiçbir yere fahri
üye seçilmedi. Hiçbir toplantıya davet edilmedi. Makamı ise
yıldan yıla düştü.
Hiç kuşkusuz, Zümrüt Vahidova da görevinden ayrılmasının sebebini başka yerlerde, başka şeylerde aradı: O, “Birileri
kendisinden intikam aldığını”, “bazıları onun yükselmesini
istemediğini” düşünmeye başladı. Kendisine göre daha birçok
sebep buldu.
288
Vicdan Sustuğunda
Zümrüt hala görev peşindeydi. O, hala eski tas eski tarak
diyordu. Bu “durum” onu çok kıskanç ve bencil yapmıştı.
Meşhur, görevi olan kadınları çok kıskanıyordu. Son dönemlerde herkesin gıybetini yapar, sağ sola söz taşır, ağzı hiç durmazdı. Bu durum onda hastalık halini almıştı. Gazete ve televizyonda bulunmayan “haberler” bile Zümrüt`ün avucunda
idi.
Merhamet Hanım evde canı sıkıldığı zaman ona buna
telefon açar, şehirde olan biteni birer birer öğrenirdi. İstediği
zaman da keyfince güler eğlenirdi.
Şimdi, tabiri caizse, Zümrüt Hanım onun eline gökten
zembille düşmüştü. Planlarının hayata geçmesinde ona yardım edecek tek kişi o idi. O da kendi ayağıyla gelip Zümrüt
Hanımın yanına gelmişti.
– Hadi gel geç içeri. Ne var ne yok? Şehrimizde benden
sonra neler oldu bitti? Hele anlat bakalım!
– Hiç zamanım yok, acele işim var.
– Ne kadar acelen olsa da benim için beş on dakika bulabilirsin değil mi?! – Merhamet Hanım onun kolundan tuttu,
bırakmadı.
– Hayır, gitmem gerekiyor! –Zümrüt kendisini geri çekti–
Bir iş için gelmiştim....
– İş için gelmen haha iyi ya, gel otur!
– Oturamayacağım!...– Zümrüt çocuk gibi şımarıklık yaptı. Sonra gayet resmi bir tavırla sordu: – Ev kirasını niçin bu
kadar geciktirdiniz? İki aydır borcunuzu ödemiyorsunuz.
Merhamet Hanım Zümrüt hanımın sinirlerini yatıştırmaya çalıştı, mülayim bir şekilde dedi:
– Dünden beri onu düşünüyordum ben de... Bugün mutlaka ödeyeceğim.
– Çok geciktiriyorsunuz, çok!! – Zümrüt coştu. – Sizin gibi
sorumsuz insanların yüzünden bizim işçilerin maaşları da gecikiyor. Planlarımız da mecburen gecikiyor, müdürlerimiz de
bize fırça çekiyor.
289
Vidadi Babanlı
– Tamam, tamam. Moralini bozma. Güzel pilavımız var.
– Teşekkür ederim, aç değilim!
– Biliyorum, sen bu zamana kadar aç kalmazsın. Canının
kıymetini çok iyi bilirsin... Azıcık getireyim de tadına bak.
Pilavın beklemişi lezzetli olur – Merhamet Hanım onu içeri
çekti, kapıyı kapattı. – Ben hala hiçbir şey yemedim. Hiç iştahım yok. Seninle birlikte belki benim de iştahım açılır.
– Zümrüt mutfağa doğru baktı. Bulaşıkları görünce
dudaklarını büktü:
– Hımmm... Anlaşıldı!...Dün misafirleriniz mi vardı?
– Evet, Zümrüt bacı. Söhrap`ın iş arkadaşları gelmişti.
– Hayırdır?
– Öylesine canım. –Merhamet Hanım sözü ağzında eveledi, geveledi, anlatmak istemedi.– Bizim Elagöz`ün doğum günü partisi vardı da.
– Beni neden çağırmadınız?... layık görmediniz mi yoksa?
– O nasıl söz, Zümrüt bacı.... – Merhamet Hanım ne diyeceğini bilemedi. Güzel bir bahane düşündü. – Erkekler gelmişti sadece...
– Olsun, ne fark eder?... Ben de erkek gibiyim zaten!
– Öyledir de... Ne bileyim. – Merhamet Hanım yine düşündü. Yine bahane bulmaya çalıştı.– Eh Zümrüt bacı!... dünkü toplantının adı doğum günüydü, ama hiçbir işe yaramadı.
Çok kötü geçti. İyi ki seni çağırmamışım çok üzülürdüm,
yediğin içtiğin içine sinmezdi.
– Benimle dalga geçme Merhi! Seni çok iyi tanırım. Bahane bulmakta üzerine yoktur.
– Yemin ederim, hiçbir şey uydurmuyorum. Söylediklerimin hepsi doğru. O kadar masraf yaptık, zahmet çektik hepsi
boşa gitti. Hem ne fark eder, dün olmadı, bugün olsun. Hele
bir bak sana Kislovodski`den ne getirdim?
– Ne getirdin?
– Söylemeyeceğim. Geç de kendin gör.
290
Vicdan Sustuğunda
Zümrüt nazlandı. Yerinden kıpırdamadı. Merhamet Hanım onu zorla misafir odasına çekti. Onu kucaklayıp sofrada
boş bir yere oturttu. Ve hemencecik öbür odaya geçti. Çin kumaşına benzer çeşit çeşit renkteki parıltılı bir kumaşı sallayarak getirdi.
– Çok güzel bir şey, – dedi. – Kislovodski`den aldım. Birini
Elegöz`e, birini kendime, birini de sana.
– Kaça aldın?
– O söylenmez! – Merhamet kurnazca gülümsedi. – Hediyenin kıymeti mi sorulmaz?!
– Hediye?! –Zümrüt inanmadığından dudağını büzdü,
omzunu oynattı. – Bana hediye mi aldın?... Çok ilginç! Kaç yıl
yüksek makamlarda çalıştım; ama bana hiç kimse hediye
falan almadı.
– O zaman sana hediye getirseydiler, rüşvet yerine geçerdi.
– Peki şimdi bunun rüşvet olmadığı nereden belli?
– Şimdi rüşveti makam sahibi olmak için veriyorlar.
Allah’a şükür ne benim böyle bir makama ihtiyacım var, ne
de sen öyle bir yetkiye sahipsin... Bu ancak kardeşinin bir
hediyesidir.
– O zaman ver bakalım! – Zümrüt hemen kumaşı alıp
çantasına koydu.
– Teşekkür ederim, zahmet etmişsin.
– Güle güle kullan! – Merhamet Hanım artık sakinleşti,
Zümrüt hanımdan isteyeceklerinin artık çok kolay gerçekleşeceğini düşündü. Bunda hiç şüphesi kalmadı. Sevinerek
mutfağa gitti. İki tabak pilav, yanında da konyak getirdi.
– Bunu da iç ki, iyice yiyebilesin.
Zümrüt nazlandı.
– Yok, yok!...Onu uzak tut benden, ben iş adamıyım.
Ağzım kokar sonra.
– Korkma, buyur!
291
Vidadi Babanlı
– Ama sarhoş olurum, işim gücüm var benim.
– Olmazsın. Yüz gram konyak senin gibi dev birisine ne
yapabilir, canım.
– Tamam, madem bu kadar ısrar ediyorsun, başka çarem
yok, ben de içerim.
Zümrüt bir yudumda konyağı kafasına dikti. Dudaklarını
erkekler gibi avucunun içi ile silip yemeğe başladı. Şimdi
Merhamet Hanım işi garantiye aldı. Zümrüt`ün içtikten sonra
çenesi düşecek, dünyada olup biten her şeyi anlatacaktı. Sansürsüz haberlerine başlasa artık bitmeyecekti. Bundan dolayı
da Merhamet Hanım erken davranarak;
– Senin idare ettiğin çevrede boş ev var mı? – diyerek
sadede geldi.
Zümrüt kurnazca sordu:
– Boş derken, neyi kastediyorsun?... Satılık mı?
– Hayır, kiralık ev diyorum.
– Gerekirse bulunur...
– Önemli olduğu için soruyorum zaten... Ama iyi bir ev
olsun.
– Bulmaya çalışırım... Kimin için istiyorsun?
– Yakın bir akrabamız var. Oturduğu evin şartları çok kötü. Bodrum gibi bir yerde kalıyor. Benden ısrarla ev sormamı
rica etti.
Şimdi seni görünce aklıma geldi.
– Mümkün! Nasıl bir ev isterse bulurum. Sen onu benim
yanıma yolla. İyi akrabaya canımız feda olsun.
– Çok sevap işlersin, Zümrüt kardeş. İyilik yapmış olursun! Ama bize yakın bir yer olursa çok iyi olur. Bize sürekli
gelip giden birisidir.
– Yoksa?... Zümrüt gülümsedi. Merhamet”e baktı. – O
adam, sizin kızın sevgilisi mi?
Merhamet Hanım telaşlandı. Şakayla karışık ekledi:
– Her şeyi bilmek zorunda mısın sen ya?
292
Vicdan Sustuğunda
– Bilsem ne olur ki?... Ben yabancı birisi değilim ki?!
Merhamet Hanım ciddileşti. Kendini, geri çekti, sanki bu
çok büyük bir sırmış da kimseye söylenmesi uygun değilmiş
gibi bir tavır takındı. Aslında o Zümrüt`ün bilmesi için çaba
sarf ediyordu. Hani derler ya “Halam bildi, alem bildi” bu da
öyle bir şeydi. İki gün içinde bütün şehir haberdar olacaktı.
– Bakalım, – dedi. – Daha düşünüyoruz. Ama oğlan ısrar
edip duruyor.
– Bari elinde bir işi filan var mı?
– Söhrap`ın asistanıdır. Bugün yarın doktor olacak. Çok
akıllı biri olduğunu söylüyorlar.
– O zaman niçin düşünüyorsunuz verin gitsin?
Merhamet Hanım Zümrüt`ü daha da alevlendirdi:
– Ne olur, bu konu aramızda kalsın. Bunu senden başka
hiç kimse bilmiyor. Hatta Söhrap bile habersizdir. Dile düşmesin...
– Aaaa!...Beni tanımıyor musun?! Söyler miyim?! Öyle şey
olur mu?
– “Tanıyorum, iyi tanıyorum seni! Hatta şimdi, bu kapıdan çıkar çıkmaz aleme yayacaksın, duymayan kalmayacak...”
– Merhamet Hanım içinden bunları düşündü çok ciddi görünmeye çalıştı ısrarla:
– Bak, eğer, söylediklerimi ağzından kaçırıp da birilerine
söylersen seni ölünceye kadar affetmem! – dedi.
Zümrüt birkaç kez yemin etti. Ama bu yeminin sahteliği
onun kurnaz bakışlarında, yağlı dudaklarının soğuk işaretleriyle karışmış hileli tebessümde ortaya çıkarıyordu.
Merhamet Hanım sonunda asıl konuya geçti:
– Benim senden bir isteğim de var.... Biliyorum senin
tanıdıkların çok, herkes seni sever sayar, sana saygı duyar.
Belki İçerişehir`in ev idaresinde de tanıdıkların vardır?
– Var! – Zümrüt gururla cevap verdi. – Benim her yerde
tanıdığım vardır.
293
Vidadi Babanlı
– O zaman senden bir ricam olacak.
– Tabiî, buyur.
– Orada Gülbabayev soyadlı yaşlı bir petrol işçisi yaşıyor.
Tam olarak adresini bilmiyorum. Denizde çalıştığını söylüyorlar, petrol çıkarıyormuş. Öğren bakalım nasıl bir insanmış.
– Neyine gerek? Petrolcü dedeyle senin ne alıp veremediğin var?
– Hiç... – Merhamet Hanım telaşlandı. Aceleyle söyledi: –
Bir tanıdığım rica etti de.
– İşini gücünü mü öğreneyim? Yoksa...
– İşi gücü neyimize lazım? Sen onun neslini, soyunu öğren. Hangi yuvanın kuşu olduğunu araştır. Anket filan mı
doldurayım. – Merhamet Hanım biraz düşündükten sonra
ilave etti: – Onun Arzu isimli bir de kızı varmış, diyorlar.
Önemli olan kızı. Ondan bir haber getirmeye çalış. Ahlakı,
falan nasılmış diye öğren bakalım.
– Anladım!...– Herhalde o kızı seven biri var tanıdıklarından, öyle mi?
– Öyle! – Merhamet Hanım onun yanıldığı için sevindi.
Söhrap`ın işçilerinden biri bir yerlerde görmüş o kızı. Hoşlanmış. Benden de rica etti. Ailesini falan öğrenmemi istedi. Ben
de... kendin de biliyorsun işte hiç bir yere çıkamıyorum. O
taraflara da hiç gitmediğim için hiç kimseyi tanımıyorum.
– Evet, yeni görevimiz var desene!...–Zümrüt birden kaşlarını çattı.– Benim idaremin arabuluculuk yapmak, kız istemek
gibi bir görevi de varmış meğer!
– Hayır öyle söyleme, kızma! Bu arabuluculuk değil ki.
Sadece bilgi elde etme. Senden başka bir şey istemiyorum. Bu
yeterlidir.
– Zümrüt hiçbir şey söylemedi. Çok kırgındı aslında. Vaktiyle onun korkusundan yol değiştiren Zümrüt Vahidova
bugün ne hallere düştü. Basit kadınlara havale edilen işler
artık ona veriliyordu.
294
Vicdan Sustuğunda
Merhamet, arkadaşının suratını asmasından bunları hissetti. Bu defa isteğini başka şekilde dile getirdi:
– Beni yanlış anlama lütfen. Seni kendime çok yakın hissettiğim için bunları senden rica ediyorum, başka çarem yok...
O gençleri de kınanmanın bir anlamı yok aslında. Köyden
gelmişler. Gelip şehirde yurt yuva kurmuşlar. Buralarda da
akrabaları olmadığı için iş bize kalıyor. Bize sığınıyorlar. Bir
dertleri, sıkıntıları olduğunda gelip bize anlatıyorlar. Yardım
bekliyorlar. Hepsi de bana “anne” diyor. İstesem de istemesem de onlara bu anne şefkati göstermek mecburiyetindeyim.
Öyle acıklı, öyle aciz yalvarıp yakarıyorlar ki benim onlara
hayır diyebilmem için kalbimin taşa dönmesi, hissiz bir insan
olmam gerekir. Öyle katı kalp ne sende var ne de bende var.
Zümrüt tatlı sözlere çabucak inandı. Yüzünden küskünlük
gölgesi silindi. Arkaşına bu konuda yardımcı olmaya söz verdi.
14. Bölüm Vugar Bilgeh’e dinlenmeye giderken çok sakindi. Hiçbir
şey düşünmüyordu. Proje şubesindeki bütün işlerini bitirmiş,
ön savunma için de dilekçesini vermişti. Yazlığa gidip kafası
rahat bir şekilde dinleneceğini düşünüyordu.
Orada çok güzel dinlenmişti. Özel yerde kaldı. Sabah akşam deniz kıyısında hiçbir şey düşünmeden yürüyüş yaptı.
Öğleye doğru denize girdi, “kutup ayısına” benzetilen derisini
iyice bronzlaştırdı. Kendine çok iyi sohbet arkadaşları buldu;
filimden, eğlenceden geri kalmadı.
Ama bir hafta sonra canı sıkılmaya, kendisini yalnız hissetmeye başladı. Artık hiçbir şey onun ilgisini çekmiyor, gözünü gönlünü doyurmuyordu. Deniz kıyısında yürüyüşler de,
arkadaşlarının yaptıkları güzel, matrak şakalar da de artık tat
vermiyordu. Kendisinin de bilmediği bir sıkıntı onu içten içe
kemiriyordu. Niçin? Arzu`yu mu hatırlamıştı?... Hiç kuşkusuz
Arzu burada olsaydı, Vugar sadece günlerin değil, saatlerin,
hatta saniyelerin de uzun geçmesini isterdi. Ama sıkıntısı
295
Vidadi Babanlı
Arzu`yla ilgili değildi. Son iki üç gün enstitü, laboratuvar hiç
aklından çıkmıyor, onu rahatsız ediyordu. Kim bilir proje şubesinde durumlar nasıldır? “Keşke acele etmeseydim, birkaç
hafta daha bekleseydim, kendim işin başında bulunsaydım
daha güzel olurdu....” diye düşündü.
Vugar’ın huzursuzluğu geceleri de bozulmuştu. Çok kötü
rüyalar görüyordu. Sabah uyandığında başında ağrılar, bedeninde halsizlik hissediyordu. Bu onun rahatsızlığını daha da
artırdı. Uyuduğunda da kabuslar onu rahat bırakmıyordu.
Son gördüğü rüya onu çok korkuttu:
Güzel, manzaralı bir dağın eteğiydi. Rengarenk çiçeklerin
kokusu her yeri kaplamıştı. Vugar Arzu`nun elinden tutmuş
dağın eteğinde geziyordu. Onlar en güzel çiçeklerden toplayıp,
çelenk yapıp birbirinin başına taktılar. Yeşil otların üstünde
koştular, kucaklaştılar... Sanki sevinçten uçuyor gibiydiler.
Sonra... Bir anda hava karardı, duman çöktü... Vugar dehşete
düştü. Sanki Arzu dumana karışıp uçmuştu. Ama sesi çok
yakından geliyordu. Öyle yakın ki, Vugar adım atsa mutlaka
ona ulaşacak, elini uzatsa mutlaka onu tutacaktı. Ama çok
ilginçti, ona yaklaşamıyordu.... onu yakalamıyordu...
Deminden beri Vugar`ın bağlanan dili açıldı. Bütün gücüyle, çığlık attı, kendi sesiyle yataktan fırladı.
Bedeni titriyordu. Çok terlemişti. Kalbi küt küt atıyordu.
Uzun süre kendisine gelemedi. Titremesi geçtikten sonra
yataktan kalktı. Masanın üstünden bir bardak su aldı. Suyu
bir yudumda içtikten sonra kalp atışları azalmaya başladı.
Uyku sırasında attığı çığlıkla oda arkadaşlarını da uyanmıştı. Karyolalar ağır ağır gıcırdadı. Fakat hiçbiri yataktan
başını kaldırıp ona bakmadı.
Daha sabahın olmasına çok vardı. Ufukların eteği daha
yeni yeni ağarıyordu. Vugar yeniden yatağa uzandı. Uyumak
istedi; ama gözleri kapanmadı. Hala titriyordu. Bu neydi böyle? Acaba kötü bir şey mi oldu? Belki Arzu kaza falan geçirmiştir? Ya da hastalanmıştır! Bazen rüyalar da gerçek çıkabiliyordu.
296
Vicdan Sustuğunda
Vugar`ın aklına bin bir türlü vesvese geldi. Rüyasını yüz
türlü yorumladı. Sonunda kendi kendine gülmeye başladı.
“Ne oldu bana böyle ya… son zamanlarda her şeyi kötüye
yorumluyorum. Galiba sinirlerim bozulmuş benim...”
Sabaha kadar uyuyamadı. Erkenden kalkıp elbisesini giydi. Artık sabrı kalmamıştı. Bu şekilde uyumanın ne anlamı
olacaktı ki?! Kalkıp otobüsle şehre gitti.
Şehre kadar sabredemedi. Hemen garajdaki telefon kulübesine kendisini attı. Arzu`yu aradı. Arzu’dan haber almak
için sabırsızlandı. Telefonu Şirinbacı açtı. Selamlaştılar. Vugar
onun sesinde hiçbir telaş, heyecan hissetmedi. Kendi sıkıntısını da ona sezdirmedi. Dinlenmekten döndüğünü ve müsaitlerse akşam onlara geleceğini söyledi. Vedalaştılar.
Ama Cennet Ana onu her zamanki gibi karşılamadı. Kendisiyle biraz kırgın, morali bozuk konuştu. Sanki bir şeylerden
dolayı kalbi kırılmıştı. Vugar dinlenmeye gittiği on gün içerisinde sanki yaşlı ana on yıl daha ihtiyarlamıştı. Yüzündeki,
alnındaki kırışıklar, çizgiler daha da derinleşmişti. Çukurda
kalmış, ışığı sönmüş gözlerinde tedavisi mümkün olmayan
hastalığın izleri vardı. Vugar hayret etti. Anaya ne olmuştu?
Hasta mıydı?
O, küçük çantasını aceleyle yere bıraktı. Cennet Anasının
koluna girdi ve heyecanla sordu:
– Size ne oldu, Cennet Ana? Neden böyle keyifsizsiniz?
Cennet Ana başını ağır ağır göğsüne indirdi. Cevap vermedi.
Vugar ısrar etti:
– Çok halsiz görünüyorsunuz. Hasta mısınız?
Cennet Ana derinden nefes aldı. Konuyu değiştirmek maksadıyla:
– Geç otur. Niçin ayakta kaldın? – dedi.
Vugar meselenin ciddi olduğunu anladı. Birisi Cennet
Ananın kalbini fena halde kırmış, onun yaraları depreşmişti.
Eğer hasta olsaydı bunu Vugar’dan saklamazdı.
297
Vidadi Babanlı
Vugar İsmet`ten kuşkulandı: “Kim bilir yine ne söyledi de
yaptığı kabalıkla kalbini kırdı? Bu çocuk hiç utanıp sıkılmaz,
laf dinlemez. Kalbi zaten yaralı kadının. Bir de bunun üzerine
tuz biber olmanın ne anlamı var!...”
Çantasını alıp, yan odaya geçti. Odaya girince hayretten
gözleri fal taşı gibi açıldı, yerinde donakaldı. Sürekli masanın
üzerinde dizili duran kitaplar kaldırılmış, yataklar toplanmıştı. Karyolanın paslı demirleri mide bulandırıyordu. Eski boyalı
odanın eşyaları toplandıktan sonra ne İsmet’ten ne de ondan
bir tane bile işaret kalmamıştı. Bütün bunlar ne anlama geliyordu?
Vugar boynunun üzerinden dönüp sorgu dolu bakışlarla
Cennet Anaya baktı. Ana karşıda yetim çocuklar gibi boynunu büküp yere bakıyordu. Nemlenmiş gözleri dalmış gitmişti.
– Bu ne anlama geliyor, Cennet Ana?
Ana kederlendi, ağlamaklı cevap verdi:
– Sen bilmiyor musun?
Vugar hayır anlamında başını salladı:
– Hayır, ben hiçbir şey bilmiyorum.
Cennet Ana kirpiklerini zorla araladı. Vugar`a kırgın
nazarlarla baktı:
– Siz artık burada kalmayacaksınız,– dedi. Sonra gözlerinden süzülen bir damla gözyaşı yanağına doğru süzüldü.
Vugar hayret etti.
– Niçin, Cennet Ana?
Cennet Ana omzunu silkti. Titreyen dudakları biraz vakit
geçtikten sonra hareket etmeye başladı:
– Artık burayı beğenmiyormuşsunuz... – Oda küçükmüş...
Karanlıkmış... Havasızmış...
– Kim diyor bunları?
İsmet. – Anne artık dayanamayıp ağlamaya başladı.– O,
bütün bunları senin dediğini söyledi. Dinlenmeye giderken
ona ben gelinceye kadar ev bul demişsin.
298
Vicdan Sustuğunda
Vugar çok kızdı. Bu defa sesini yükseltti:
İsmet yalan söylüyor! Eğer burasını beğenmiyorsa kendisi
bilir, cehennem olup istediği yere gidebilir. Ana biraz sakinleşti. Benim adıma niçin yalan söylüyor.
Ana biraz sakinleşti, kendisine geldi. Kirpiklerini kırpa
kırpa çocuk masumluğuyla sordu:
– Gerçekten bütün bunlardan senin haberin yok mu yani?
– Siz ne diyorsunuz, Cennet Ana? Öyle şey olur mu? Bu
kadar saygısızlık yapar mıyım ben? Biz her zaman sizden
saygı gördük, anne şefkati gösterdiniz bize. Bizim başka bir ev
aramaya ne hakkımız var?! Bu nankörlükten başka bir şey
değildir. İnsan böyle bir şey yapar mı?
Cennet Ananın morali düzeldi, Gözlerinin kenarındaki kederli kırışıklar seyreldi.
– Senin beni bırakıp başka bir yere gidebileceğine inanmıyordum!, dedi. Masum masum baktı. Razılığını ifade eden
garip hisle gülümsedi.
Vugar, bir kez daha, bu yaşlı, yabancı kadının kendisini öz
oğlu kadar sevdiğinin farkına vardı. Ona bütün gönlüyle bağlanmıştı. Ondan ayrılmak, onu bu dört duvar arasında tek
başına bırakmak, sözün gerçek anlamıyla, bu kadını diri diri
toprağa gömmek demekti.
Vugar`ın yüreği sızladı. Ananın bu haline tahammül edemedi. Yanına gelip, bir evlat muhabbetiyle ona sarıldı.
– Üzülme ana sen, hiç üzülme! – dedi. – Seni hiçbir zaman bırakıp gitmem. Hiç bir zaman...
O, “ana” kelimesini ilk defa böyle içten söylemişti. Hem
bu defa “siz” yerine “sen” diyebilmişti. Cennet Ana bu hitaptan daha da müteessir oldu. Yeniden gözleri dolu dolu oldu.
Kirpiklerinden yeniden gözyaşları dökülmeye başladı, yanaklarında eğri büğrü iz bıraktı.
– Allah o günü bana göstermesin dedi, süratle kendisini
dışarı attı.– İsmet niçin böyle yaptı bilmiyorum. Ben ona
karşılığında beni bu kadar üzecek ne yaptım?!
299
Vidadi Babanlı
Aynı sorular, Vugar’ın zihnini de zorluyordu. “Evi değiştirmek İsmet’in aklına nereden esmişti? Niçin benden izinsiz
böyle bir şeye kalkışsın?... Hakikaten Cennet Ana onu hiçbir
zaman kırmadı. Peki niçin onun Cennet Anayla yıldızı barışmıyordu?...”
Vugar kendi sorularına da cevap bulamadığı için anaya da
bir şey demekten çekindi.
Cennet Ana cevap beklemedi. Derinden “ah” çekerek
masadan aldığı bir notu Vugar`a verdi.
– Bunu sana vermem için verdi.
Vugar kağıdı açıp okudu. Ama yine bu dundan bir şey
anlayamadı. Çünkü kağıtta yeni evin adresinden başka hiçbir
şey yazılmamıştı. Cennet Anaya döndü ve:
– Eşyaları yalnız mı taşıdı? Yanında başka birileri var mıydı? Diye sordu.
– Yalnızdı. Ama ondan bir gün önce eve bir kadınla gelmişti. Adını İsmet söylemişti; ama hatırlamıyorum.
Vugar parmağını ağzına götürdü, düşünceli dudaklarını
dişlemeye başladı. Her şeyi anlamıştı. “Merhamet Hanım...!
Bütün bunlar onun başının altından çıkmış olmalı. Demek ki,
yine bir şeyler planlıyor. Yoksa İsmet böyle bir halt etmezdi.
Bensiz hiçbir yere kıpırdamazdı.”
15. Bölüm Vugar evde biraz oturdu. Eşyalarını geri getirmek için harekete geçti. Fakat dışarı çıkınca birden bire fikrini değiştirdi.
Aklına İsmet’in şimdi evde olmayabileceği geldi. En iyisi onu
enstitüde yakalayıp ağzının payını vermek ve götürdüğü eşyaları da kendisine tekrar getirtmekti. – “Köpeği öldürene taşıtırlar!” diye düşündü.
Enstitüye vardığında İsmet’i de ona olan kırgınlığını da
unuttu. Direkt laboratuvara doğru yürüdü. Laboratuvarın kapısı sonuna kadar açıktı. İçeriden ses soluk gelmiyordu. Başka
300
Vicdan Sustuğunda
zaman sesi hemen fark edilen Vakum pompası da çalışmıyordu, sanki binada in cin top atıyordu. Kapının önünde durdu.
Odaya merakla göz attı. Aletler, içi sıvı dolu balonlar, cam borular, deney araç ve gereçleri terk edilmiş gibi görünüyorlardı.
Vugar odaya girdi. Hatice hala her zamanki yerinde oturmuş, her zamanki gibi örgü örüyordu. Sesi duyunca ayağa
kalktı. Vugar’ı görünce nedense utandı.
– Merhaba, Hatice hala. Nasılsınız?
Hatice ağzının ucuyla mırıldandı:
– Merhaba, iyiyim.
Hatice hala ilginç bir kadındı. Vugar onunla konuştuğunda her zaman utanırdı. Yavaş yavaş alçak sesle cevap verdi.
Sanki, saçları beyazlamış, hayatın dolambaçlı yollarını kat etmiş yaşlı bir kadın değil de, tanımadığı insanlar arasına, yeni
gelmiş utangaç genç bir kız gibiydi. Vugar onu çok iyi tanıdığı
için, isteksiz, telaşlı cevabında bir şeyler aramadı, sorusunu
yeniledi:
– Proje şubesinde durum nasıl? Çalışmamızdan bir haber
var mı?..
Hatice hala duymazlıktan geldi. Hemen ayağa kalkarak:
– Narin buradaydı. Sizden biraz önce çıktı. Ben bir bakayım.– Diyerek kapıdan çıkmak isterken Narin`nin ayak sesleri
duyuldu. Hatice hala tekrar yerine oturdu.
Vugar`ın döndüğünü görünce Narin`in de halinde değişiklik hissedildi, keyifsiz selam verdi. Vugar`ın endişesi arttı:
– Ne oldu, Narin Hanım? Neden keyifsizsiniz?
Narin soğuk soğuk cevap verdi:
– İyi olmamıza, keyfimizin düzelmesine imkan veriyorlar
mı ki!?
– Kim imkan vermiyor?
– Bizi sevmeyenler, ayağımızın altına sabun koyanlar!
– Rica ediyorum, lütfen açık konuşun.
Narin başını indirdi.
301
Vidadi Babanlı
– Proje şubesinden çalışmamızda bir engel bulmuşlar...
Vugar`ın beti benzi attı. Yüreğine sızı düştü.
– Niçin?
Narin omzunu silkti:
– Sebebini ben de tam olarak bilmiyorum. Söylentilere
göre ciddi yanlışlıklar bulmuşlar.
Vugar birden felce uğramış gibi öylece donup kaldı. Kız
devam etti:
– İyi ki, siz geldiniz.... Şimdi Profesörün yanından geliyorum. Sizin ne zaman döneceğinizi soruyordu. Size telgraf çekmeyi düşünüyorduk.
Vugar birkaç dakika yerinden kımıldayamadı. Sonra telaşla Narin`in yanından geçip kendisini Güneşli`nin odasına
attı.
Profesör yalnızdı. Üstü küçük cam balonlar, yılanvari kıvrım kıvrım borular, içi sıvı dolu rengarenk kaplar, cihazların
kapladığı dağınık masanın arkasında oturmuş, dikkatlice bir
şeyleri kontrol ediyordu.
O, sesi duyunca başını usulca çevirdi, gözlüğünün siyah
çerçevesinin üstünden gelene baktı; fakat işine ara vermeden:
– Sen miydin?! Buyur, – dedi. –Sağ elini kalemle birlikte
ona doğru uzattı toklaştı. – Otur dedi.
Vugar oturmadı. Profesörün onu bu tür karşılaması hoşuna gitmedi.
– Söyle bakalım, dinlenmem nasıl geçti? İyi dinlenebildin
mi bari?
– İyiydi, hocam.
– Öylemiiii?! – Güneşli iki cam balondan şişe kaba sıvı bir
şeyler döktü çalkaladı: Birkaç dakika gözünü ondan ayırmadı.
Sonra bir balonu diğerine boşalttı, tekrar çalkaladı.
– İyi dinlendiğin pek fark edilmiyor. Çok değişmemişsin...
Kaç gün kaldın?
Vugar, Profesörün sıkıntılı anlar dahi, her şeyi hissetmesine hayret etti.
302
Vicdan Sustuğunda
– On gün.
– Peki niçin on gün?... Normalde yirmi dört gün kalman
gerekmiyordu mu?
“Bu ne kadar tuhaf bir soruydu?... Hem beni çağırtmalarını istemiş, şimdi de bana niçin on gün kaldığımı imalı bir
şekilde soruyor... Yoksa Narin bana bütün bunları şaka
yapmak için mi söyledi?...”
Vugar susunca, güneşli Yeniden sordu:
– Demek öylee?! Başka ne var, ne yok?
Vugar, Profesörün kendi aleminde olduğunu şimdi anladı.
Bu soruları da onu yalnız bırakmamak amacıyla sorduğunu
hissetti. Konuşmadı. Profesörün tam olarak işini bitirmesini
bekledi.
Güneşli biraz daha çalıştı ve nihayet masasında işini
bitirince Vugar`a doğru yöneldi.
– İşte böyle işler!– deyip gözlüğünü çıkarttı. Gözlerinin etrafını parmağının ucuyla silip kaşlarını alnına kaldırdı. Gözbebeklerinin uzaktan görünün ışığı nihayet ısınıp yakınlaştı.
Profesörün şimdi kendi düşüncesinden ayrılmaya başladığı
hissetti.
Durumdan haberin var mı?
– Evet, hocam, duydum. Ama anlayamadım...
Vugar`ın telaşlı sorusu Profesörü düşüncesinden tamamen ayırdı.
Aslında o kadar da önemli bir şey yok. – dedi. – Ama bizi
sevmeyenler büyük ihtimal ki, bu raporu büyütecek ve kendi
maksatları için kullanmaya çalışacaklar.
– Eksiğimiz nedir peki? Neyi yanlış yapmışız?
– Temel bir meseleyi – Meseleyi teknolojik açıdan doğru
planlamamışız. Sonuç istenilen gibi çıkmıyormuş.
Vugar’ın ısırmaktan dudaklarının kanı kaçtı. Bütün bunların ne demek olduğunu o, çok iyi biliyordu. Proje şubesi çalışmanın fabrikada deneyimden geçmesini kabul etmiyordu.
303
Vidadi Babanlı
Ayakta duramadı. Ayaklarında takat kalmadı. Profesör teklif
etmeden yanda duran sandalyeye oturdu.
– Ne oldu?,.. Niçin rengin sararıp soldu?
Vugar`dan cevap alamadı. Güneşli gülümsedi.
– Çok çabuk teslim–i silah ediyorsun! – diyerek onu hafiften azarladı. Güçlü ol, dimdik dur! Asıl savaş ileride olacak.
Yeni bir buluş yapmak, yeni problem ortaya koymak madalyonu bir tarafı. Kolay olanıdır. Asıl kahramanlık ileri sürülen
düşünceyi liyakatle savunmak, onu her türlü hücumlardan
korumasını bilmektir. Projeden sorumlu şube olumsuz görüş
bildirerek karşımızdakilerin ekmeğine yağ sürüyor Bizim de
bildiklerimiz var. Gerektiğinde kendi fikirlerimizi söyleyecek,
tezlerimizi ispat edeceğiz. Bu tür tartışmalar çoğu zaman
meselenin zararına gibi görünür ama faydasınadır.
Vugar Profesörün karşısında zayıflık gösterdiği için utandı. Başını öne eğdi. Güneşli daha da halim bir sesle ona destek oldu:
– Kafana takma! –dedi.– Bütün bunlar bizim alemin cilveleridir. Proje şubesiyle buna benzer ihtilaflarımız her zaman
olur. En iyisi sen şimdi eve git, güzel bir çay yap, deneylerin
sonuçlarını sil baştan yeniden dikkatli bir şekilde kontrol et.
Dinlenmiş kafayla gözünden hiçbir şey kaçmaz.
Güneşli sustu. Bir şeyler düşünüp yavaş yavaş konuştu:
– Meseleye büyük kurulda görüşülecek. Senin dönmeni
bekliyorduk... Biraz önce dediğim gibi deneyleri çok dikkatli
bir şekilde sil baştan kontrol et. Proje şubesine verdiğimiz
evraklarda, belki de, eksiklikler bulmuş olabilirler! Sen tekrar
bak. Sonra beraber kontrol ederiz.
***
Vugar, odadan çıktığında kendisini hafiflemiş hissetti.
Endişeleri geçse de, utancından yanaklarındaki kırmızılık hala geçmemişti. O, gerçekten de hemen teslim oluyordu. Belki
de Proje şubesinin suçu yoktu, sunduğu belgeler eksikti. Bir
304
Vicdan Sustuğunda
taraftan yazın çekilmez sıcakları, diğer taraftan son ayların
yorgunluğu onu bu hale getirmişti. Bu durumda elbette basit
hatalar yapabilir, dikkatinden bir şeyler kaçabilirdi. Bu sadece
onun değil herkesin başına gelebilirdi!
Sakinleşmiş bir şekilde laboratuvara döndü. Gerekli evrakları toparlayarak yola düştü. Çıkarken bazı önemli belgelerin Cennet Ananın evinde olmadığını, İsmet`in onları elbise
ve diğer eşyalarıyla birlikte yeni eve götürdüğünü hatırladı.
Sütkardeşinin bu hareketi şimdi onu daha da çok kızdırdı.
Aceleyle geri döndü. İsmet`in çalıştığı laboratuvara gitti. Sinirden küplere binmişti. “Gidip ona hesap soracağım. Haddini
bildireceğim.” Dedi.
İsmet`le merdivende karşılaştı. Selamsız kelamsız sordu:
– Benim eşyalarımı nereye götürdün?
– Yeni evimize!–İsmet gururlanarak söyledi.
– Niçin?
– Memnun değil misin?
– Soruma cevap ver! Ne zamandan beri beni düşünmeye
başladın sen?!
– Her zaman! – İsmet sinirlendi. İsmet bir anda sinir küpü
olmuştu. Sabrı taşmıştı. Vugar çok üstüne gitmedi. Onun bir
sorusu İsmet’i sinirlendirmeye yetti.
Vugar daha fazla üzerine gitmedi. Zaten kızmayı da beceremiyordu. Sinirleri hemen yatıştı. Haddini bildirmek için
geldiği adam bir iki sözle pimi çekilmiş bomba gibi olmuştu.
Tartışmaya mahal vermeden gayet sakin bir tavırla:
– İyi yapmamışsın, İsmet, – dedi. – Zavallı çok zor durumda kalmış, fenalık geçirmiş. Onun halini bir görseydin. Neden
düşünmeden hareket ediyorsun. Bugüne kadar onun bize
karşı bir hata yaptığını gördün mü?! Kendi evlatları gibi bize
şefkat kollarını açtı her zaman. Kaç yıldır bize hizmet ediyor.
Yemeğimizi pişirip, karşılıksız elbiselerimizi yıkıyor, ütülüyor.
Biz bu iyiliklerin karşılığını böyle mi ödemeliyiz?!
305
Vidadi Babanlı
– Ne yapalım?! – İsmet yüzünü buruşturdu.–Kaç defa ona
yaptıklarının karşılığı vermek istedik; ama kendisi kabul
etmedi. Bizim bunda bir kabahatimiz var mı!
– Bizim suçumuz, yüreği kırık yaşlı bir kadını üzmek,
İsmet! Bizim yeni bir eve taşınmamız o yaşlı kadını, ölmeden
önce, diri diri toprağa gömmek demektir. Vicdanı olan birisi
böyle bir şey yapar mı, İsmet? Şapkanı önüne koy bir düşün
bakalım! Yaptığımız doğru mu?! O, bütün ümidini bize bağlamış, bizi arkadaş gibi görüyor, bize nasıl “oğlum” dediğini
görmüyor musun?
– Derse desin!... Onun “oğlum” demesiyle biz onun evladımı oluyoruz? Ömrümüzün sonuna kadar onunla birlikte
kalacak değiliz herhalde! Eninde sonunda ondan ayrılmayacak mıyız?! Bugün olmuş, beş gün sonra olmuş, ne fark eder?!
Vugar sütkardeşine sinirle baktı:
– Bu senin fikrindir. Şahsen ben öyle düşünmüyorum.
– Peki sen ne düşünüyorsun? – İsmet’in dudaklarında
alaycı bir gülümseme belirdi. –Onun oğlu mu olacaksın?
– Gerçek manada ona layık oğul olmayı belki de beceremem. Çünkü bu çok zordur. Ama bunu yapmak için elimden
geleni yapacağım.
– Aferin! – İsmet kahkaha attı. – Şimdiye kadar seni tanımamışım meğer! Ne kadar da fedakarmışsın!?
– Burada gülecek ne var, İsmet?! Bu fedakarlık değil,
insani bir vazife. Kadir kıymet bilmektir, vefadır!
– İstersen kucağımızda gezdirelim onu, ne dersin? Fedakarlık diye...
– Onun buna ihtiyacı yok, sen de biliyorsun.
– Peki benimle derdin ne?
– Senden bir ricam var sadece.
– Ne ricası?
– Hadi, gidip Cennet Anadan özür dile. Yanlış yaptığını
söyle. İnan dünyalar onun olacak o zaman. Çok mutlu olacak.
306
Vicdan Sustuğunda
– Gitmiyorum.
– Bunu yapmalısın, İsmet.
– Başıma ağrıtma! Ben o tavuk kümesi eve bir daha
dönmem.
Vugar ona ağır bir söz söylemek istedi; ama aniden
göğsüne sert bir şey değdi. Bu, İsmet`in onun üzerine attığı
anahtardı.
– Git, eşyalarını al götür! Sana hamallık yaptığım için çok
pişmanım.
Vugar hiçbir şey demeden anahtarları yerden aldı. Ve oradan uzaklaştı...
16. Bölüm İsmet de enstitüde çok kalmadı. Vugar`ın yeni evi istememesi aslında onu çok sevindirmişti. Hemen Merhamet Hanıma haber vermeğe gitti. Onların arasını bozmak için eline
yeni bir fırsat geçmişti.
Niçin İsmet`in yıldızı Vugar`la bir türlü barışmıyordu?...
Elagöz`ü ona kıskandığı için mi?...
Elbette sebep sadece bu değildi. İsmet Elagöz konusunda
biraz rahattı. Sütkardeşinin Elagöz`ü istemediğini biliyordu.
Vugar`ın kendi sevdiği, gönül verdiği birisi vardı çünkü. Ama
Merhamet Hanımın bu tavrı – Vugar`dan vaz geçmemesi meseleyi zorlaştırıyordu. “Benim ondan neyim eksik ki?.. Niçin
beni önemsemiyorlar?..” diye düşünüyordu.
Bir bakıma onun böyle düşünmeye hakkı da vardı. İsmet,
Vugar`dan daha yakışıklıydı. Onunla Vugar’ı bu konuda
kıyaslamak yanlış olurdu. Boyu posu, çatık kaşları, bembeyaz
teni İsmet`e kızlar arasında ayrı bir saygı kazandırmıştı.
Enstitüde herke ona “güzel oğlan” diyordu. Peki ne olmuştu
da böyle yakışıklı birisi Vugar`ın gölgesinde kalmıştı? İsmet
sadece Merhamet Hanımla samimi iletişim kurmakta zorlanıyordu. Hayır, onu bundan dolayı suçlamak da yanlış olurdu.
307
Vidadi Babanlı
İstediği zaman kendisini büyük insanlar arasında entelektüel
olarak gösterebiliyor, kendisini şirin göstermeyi de becerebiliyordu. Ama ne hikmetse Merhamet Hanımla yakınlık sağlamada sıkıntı çekiyordu. Akı karayı seçiyor ona yaklaşamıyordu. Bunun tek sebebi ona göre Vugar’dı: “O benim en büyük düşmanımdır!...Tüm bunların sebebi o!” “yetenekliymiş,
yetenek...!” Sanki ondan daha bilgili hiç kimse yok. Merhamet Hanım da bu saçmalıklara kanmış?! Dilinden “Şemsizade” kelimesi hiç düşmüyor. Ben onun için bir hiçim”.
Evet, İsmet böyle düşünüyor ve tek çare olarak da, ne
pahasına olursa olsun, Vugar`ı Merhamet Hanımın gözünden
düşürmesi gerektiğine inanıyordu. Eğer o bunu başarabilirse,
bütün işler kendiliğinde yoluna girecekti. Güneşli ister istemez ona da hamilik edecek, kısa zamanda Vugar gibi o da şan
şöhrete kavuşacak, belki de ondan daha yüksekte duracaktı.
İşte, eline güzel fırsat geçmişti. Onun hayallerindeki mutluluğa yakınlaştığı anlar artık çok yakındı. Bu fırsatı kaçırmaması gerekiyordu: “Mutluluk kapısının anahtarı insana
hayatta bir defa verilir. O kapıyı açmak ise kişinin kabiliyetine
bağlıdır.”
Bir kitapta okuduğu bu cümleler İsmet`in omzuna kanat
taktı. Bu düşünceler onu sanki uçurdu. Yürümedi sanki, uçarak nefes nefese gitti. Bir saatlik yolu yürüyerek yarım saate
kat etti.
Kapıyı Merhamet Hanım açtı.
– Eee, ne haber var? – diyerek üstünkörü, soğuk bir tavırla
sordu. – Hayır mı?
İsmet, bu şekilde kötü karşılanacağını, içeriye davet edilmeyeceğini bilseydi, belki de, canını dişine takarak kat ettiği
bu kadar uzak yolu tepip gelmezdi. Morali iyice bozuldu. Ne
diyeceğini bile şaşırdı, haberini ayak üstü iletti:
– O gitmedi, Merhamet Hanım... Gitmek istemedi.
– Kim gitmedi? Nereye gitmedi?
Merhamet Hanım soğuk sorularıyla İsmet`i biraz daha
şaşırttı. Kekeleyerek:
308
Vicdan Sustuğunda
– Vu...Vu... Vugar.
– Anlamadım. Sakin ve tane tane konuşun.
İsmet`in ateşi birkaç derece düştü. İsteksiz isteksiz:
– Vugar geldi, – dedi. – Ama yeni eve taşınmak istemiyor.
– Niçin?
– Bilmiyorum... Benimle de tartıştı ve eşyalarını almaya
gitti.
Bir anlığa Merhamet Hanım daldı. Bir şeyler düşündü,
gülümsedi.
– Önemli değil. Gençlik işte. Herhalde yaşlı kadını yalnız
bırakmayı şanına yakıştıramıyor. Buna gönlü razı olmamış
Aslında yaşlılara saygı duymak, onları unutmamak takdire
şayan bir hususiyettir. Doğrusu takdire şayandır.
İsmet canı sıkıldı. İsmet ondan çok değişik sözler beklerken bir anda onun Vugar’ı övmesi bozuldu.
– Ya sizin ona yaptığınız iyiliklere ne demeli?! Bu daha da
takdire şayandır. Yaşlı bir kadının yaptığı iyilikle sizin gibi
soylu bir kadının yaptıkları bir tutulur mu?!
Merhamet İsmet`e anlamlı anlamlı baktı, tekrar gülümsedi.
– Neyse... Herhalde bir anlaşmazlık olmuş. Ona taşınmanızı gerektiren sebepleri iyice anlatmamışsınız herhalde...
O çok inatçıdır, Merhamet Hanım. Hiç kimseyi dinlemez,
burnunun dikine gider. Her zaman kendi bildiğini yapar. Kaç
defa tekrar tekrar bunu Merhamet Hanım ve Profesör istiyor,
onun ricasıdır diye. Ama bağırmaya, sizin hakkınızda ileri geri
konuşmaya başladı...
Merhamet Hanım temkinli davrandı, sükunetini muhafaza etti. Çok kurnaz bir kadındı. İsmet`in derdini daha yazın,
Kislovodski`deyken anlamıştı. Onun Elagöz`ü gölge gibi izlemesi, etrafında pervane gibi dönmesi gözlerinden kaçmamıştı.
– Olsun! – dedi, canınız sağ olsun! Zamanı gelir, dediklerinden utanır. Dert etmeyin.
309
Vidadi Babanlı
– Eğer o sözler sadece benim yanımda söylenseydi hiç
önemli değildi, size bile söylemezdim, Merhamet hanım. Onun
söylediklerini bütün enstitü duydu...
Merhamet Hanım kaşlarını çattı. Suratını astı. Bir hayli
sustuktan sonra sordu:
– O kız meselesi nasıl gidiyor? Hala görüşüyorlar mı?
Görüşmek ne demek, Merhamet Hanım. Hep beraberler.
Günün çoğunu onlarda geçiriyor. Galiba yeni eve de onun yüzünden taşınmak istemedi. Cennet Anaya merhamet etmesi
aklının ucunda dahi geçmez. Onun hayalinde kızın evine taşınmak da vardır.
Merhamet Hanımın alnındaki kırışıklar daha arttı. Gözlerine kin bürüdü.
– Tamam, siz gidin. Ben ilgilenirim!
İsmet maksadına ulaştığını, sonunda Merhamet Hanımı
kendinden çıkarmayı başardığını düşünüp, bir iftira daha uydurmak istedi. Ama beklenmedik bir anda kapının sert kapanışıyla kendisine geldi. Ne olduğun ilk önce anlayamadı. Kapının karşısında şaşırmış halde bir hayli durdu. Aklı başına
geldiğinde bedenini halsizlik kapladı. Ayaklarının ağrıdığını
hissetti. Sendeleyip geri çekildi. Merdiven aşındaki korkuluğa
yaslanıp sessizde durdu.
Sonra çok sinirlendi. Ama bu kızgınlık kendi yaptıklarına
ve kendisine saygısızlık yapan Merhamet Hanıma değil,
Vugar’aydı... – “Bütün bunlar onun yüzündendir... Benim
önümü kesen, işlerime mani olan, yolumu kapatan o alçaktı!...”diye düşündü.
***
İçeri de – kapının karşı tarafında da aynı durum yaşanmaktaydı. İsmet’in karşısında kendini soğukkanlı göstermiş
olsa da aslında o da çok kızmıştı. Merhamet Hanımın öfkesi
evin her yerini kaplamıştı. Evin ortasında geziniyor kendi
kendisine konuşuyordu: “Beni düşürdüğü duruma bak! Be310
Vicdan Sustuğunda
nimle alay mı ediyor!? Davet ediyorsun gelmiyor, ev tutuyorsun istemiyor... Dünkü çocuk seninle aşık atıyor. Ne sanıyor
bu aptal kendisini?!”
Merhamet Hanım yaralı aslana dönmüştü. Eğer bir köşede sakince oturup gazete okuyan kayınpederinin ona bakmasını görmeseydi nara atacaktı. O, Sultanoğlu’ndan çekindi,
sesini kesti. Yatak odasına gitti, kapıyı arkadan kilitledi. Burada da bir hayli sövüp saydı. Vugar’a küfürler hakaretler
yağdırdı. Yine de sinirleri yatışmadı. Bu hafife alınacak küçük, sıradan bir olay değildi! Dünya alem biliyordu. Bütün
tanıdıklarına Vugar Şemsizade’nin Güneşli’nin kızına aşık olduğunu söylemişti. Şimdi oğlan kendisini naza çekiyor. Böyle
devam ederse kızının ismi lekelenecekti. Herkesle alay eden
Merhamet’in kendisi ise alay edilecek duruma düşecekti!!
O, yanıp yakıldı. Kalbine titreme geldi. Kemikleri bile
sızladı.
Birden arkadaşı Zümrüt Vahidova’yı hatırladı. “Bu sokak
çocuğu köpeğin kızı da bir gidiyor, pir gidiyor... konuşmaktan
başka bir işe yaramıyor, yaptığı bir iş de yok...”
Hemen onu aradı:
– Zümrüt?!...
– Efendim!
– Kaç gündür neredesin?!
– Kimsiniz?!... Merhi? sen misin? – Vahidova onu tanıdı
kesik kesik güldü. – Bu zehir küpü senden başka kim olabilir
dedim!.. Yine ne haber var? Niçin böyle asıp kesiyorsun?!
– Yeter artık boş boş güldüğün! Sendeki keyif bende yoktur!
Vahidova gülmesini kesti. İki arkadaşın bu tür samimi
şakaları, erkekvari sohbetleri çok olurdu. Ama şimdi durum
başkaydı. Merhamet’in şaka yapmadığını hissederek sordu?
– Hadi, söyle bakalım ne oldu sana böyle? Sesin hiç hoşuma gitmiyor. Kim üzdü seni böyle? –Ahhh!... – Merhamet
Hanım derinden “ah” çekti. Senin neyine!
311
Vidadi Babanlı
– Allah aşkına, hadi söyle artık.
Merhamet Hanım iyice keyifsizlendi. Ağlamaklı:
– Öldüm ben Zümrüt, öldüm! Gel de beni göm!
Vahidova kendisini büyük bir insan yerine koydu:
– Artistlik yapma kız! Boşuna zamanımı da alma. İşim var
gücüm var benim. İnsanların “talihini” hallediyorum. Hadi
sadede gel bakalım.
Başka zaman olsaydı, hiç kuşkusuz Merhamet Hanım
onun bu tavrına yürekten gülerdi. “talih halledene de bak” –
diyerek onunla alay ederdi. Ama şimdi mırıldanıp durdu.
– Senden bir şey istemiştim, rica etmiştim.... – dedi.
– Ne ricası?... Zümrüt düşündü. – Bir rican vardı, onu da
hallettik. Sana güzel bir ev buldum daha ne istiyorsun?
– Off, ne işe yaramaz adamsın! Sana o kızın soyunu
sopunu araştır, öğren dememiş miydim?!
– Hangi kızın, kimin soyunu sopunu?
– Aklın kurusun senin!–Merhamet Hanım fenalık geçirdi.
–Seni gidi düzenbaz! Seni gidi lafazan!...Ben sana o içeri şehirdeki kızın aslını faslını git de öğren gel demedim mi?
– Haaa… Onu mu diyorsun? –Zümrüt’ün sesi kısık geldi.
O mesele maalesef olmadı, emeğimiz boşa gitti.
− Nasıl olmadı? Dili kuruyasıca!
− Haberler çok uzundur, Merhi. İşten çıkınca sana uğrar,
konuşuruz.
− Hayır, şimdi söyleyeceksin! İki üç saat seni beklemeye
takatim yok.
− Telefonda mı söyleyeyim?
− Evet, telefonda.
− Ama yanımda adamlar var...
− Olsun! Üstü örtülü söyle. Ahizeye fısılda, kulağım sendedir.
Zümrüt işi yavaştan aldı, kasten Merhamet’i kızdırmak
istiyordu. Merhamet öldü öldü dirildi:
312
Vicdan Sustuğunda
− Bana çok zahmet vermiştin. Bir hafta boyunca İçerişehrin dar, sıkıcı sokaklarında yürümekten canımdan bezdim.
Ayaklarıma kara sular indi.
− Bunlar anlaşıldı. Sonra?
− Kaç ev idaresine gittim. Kaç tanıdığıma sordum. Ama
hiç kimse aileyi tanımıyor. O ona havale etti, o ona. Karışık
yerde iz sürmek öyle kolay mı? Büyük bir deryada inci aramak gibi bir şey bu...
Merhamet Hanımın sabrı tükendi.
− Offf! Kısa kes! Beni verem ettin!
− Kısası, kız piçmiş.
− Piç mi?!..– Merhamet Hanım kulaklarına inanamadı. –
Nasıl yani piç?.. Hangi anlamda piç?
− Yani anne babası belli değil!
− Hakikaten mi?
− Evet.
− O zaman annesi ... Ahlaksız mı?
− Artık o tarafını bilmiyorum. Vebalını alamam.
− Peki, onu evlatlık edinenler kimdir? Akrabaları mıdır?
Merhamet Hanım kederlendi. Bir hayli sesi kesildi.
- Hayır, akrabaları değil, bildiğim kadarıyla başkaları.
Çocukları olmadığı için evlatlık almışlar.
− Merhamet Hanım sevindi. Yüreğine soğuk su serpildi.
Ama işini sağlama aldı.
− Zümrütçüğüm, yanılmıyorsun değil mi? Sonra el aleme
rezil oluruz. Hiç benim yanıldığımı gördün mü sen?! Sen kalbini ferah tut. Bu haberde yanlışlık yok. İstersen ismini, yaşını, işini ne istiyorsan hepsini ayrıntılı olarak söylerim. –
Zümrüt öğrendiklerini aceleyle ahizeye fısıldadı. Arzu’nun
nerede, kaçıncı sınıfta okuduğu, Şirinbacı’nın çalıştığı okulu,
Ağarza ‘nın öz geçmişini olduğu gibi anlattı. – Nasıl?... Doğru
mu?
313
Vidadi Babanlı
− Doğru.
− Tabiî ki, doğru olacak! – Vahidova gururlandı. – Başka?...
Bana başka emrin var mı?
− Teşekkür ederim! – Merhamet Hanım Zümrüt’e teşekkürlerini ilettikten sonra vedalaştı. Gözlerinde yeni bir hile
tebessümüyle derin fikre daldı.
17. Bölüm Bakü yazlıklarının misafirleri sonbahar sonuna kadar gelip gidiyorlardı. Yazlıkların vefalı sakinleri, sevenleri kışın
başlarına kadar buradan ayrılmazlardı. Vakti olanlar bütün
hafta boyunca, imkanı olmayanlar da hafta sonları da geliyordu. Elbette, bu dönemlerde tabiat çok fakir olur. Ağaçlar
yapraklarını döker, asmaların kuru çubukları toprak üstünde
kalır. Kum soğumaya başlar. Rutubet kemikleri sızlatır. Fakat
hava her zamankiden biraz daha serin biraz daha temiz olur,
ciğerlere merhem gibi gelir. Vücut temiz havayla hayat bulur.
Yüzlerden şehir solgunluğunu, vücutlardan iş yorgunluğunu
alır, iki günde sanki iki ay dinlenmiş gibi olur insan. İnsanın
gözü gönlü açılır.
Söhrap Güneşli de yazlık sevdalısıydı. O yaz mevsimini
hanımı Merhamet’in tekidiyle başka şehirlerde geçirse de,
sonbaharı kendi yazlığında geçirmekten haz alır. Ailesiyle beraber yazlığa gitmediği, tabiatın bu güzel köşesinin kucağına
kendilerini atmadığı hafta sonu yoktu. O, burada şehrin gürültüsünü, iş yorgunluğunu unutur, sinirleri sakinleşiyordu.
Son üç dört yıldan beri kendisini daha rahat hissetmeye başlamış, ani kalp ağrıları dinmişti.
Söhrap Güneşli bu sabah da erkenden kalktı. Akşam bir
toplantıdan geç vakitte dönmüştü. Bağa geciktiği için bütün
geceyi diken üstünde geçirdi. Aceleyle yıkandı. “bağ elbisesini” giydi. Ama yola koyulmak için hiçbir hazırlığın yapılmadığını gördü. Genelde Merhamet Hanım bu tür hazırlıkları bir
gün önceden yapardı. Yemekleri hazırlar, içecekleri büyük
314
Vicdan Sustuğunda
kaplara özenle yerleştirir, oraya gittiklerinde yemek için vakit
kaybetmezdi. Şimdiyse... Söhrap hemen yatak odasına döndü.
Merhamet Hanımı yatakta görünce şaşırdı.
– Niçin kalkmıyorsun, Merhi? Zaman geçiyor?
Merhamet Hanım yorganı başına doğru çekerek:
– Ben gidemeyeceğim, Söhü... İstemiyorum. – dedi.
– Niçin istemiyorsun?.. Bir gün dinlenme de ganimettir. –
Israr etme! Gitmek istemiyorum. Hastayım...
Söhrap, Merhamet’in nazlandığını, bir şeye canının sıkıldığını düşündü. Akşam da suratı çok asıktı. Israrla:
– Kalk hadi! – diyerek yorganı başından çekti. – Hasta
olduğun için gitmen şart. Temiz havada iyileşirsin.
–Bırak! – Merhamet Hanım yarasına dokunmuş gibi bağırdı. –Beni sakin bırak!
Söhrap yorganı bıraktı. Hanımına şaşkın şaşkın baktı.
Merhamet Hanım kocasının kınayan bakışları altında bir
dakika sustuktan sonra yalvar yakar konuştu:
– Rica ederim Söhü. Bugün bensiz gidin. Yerimi yeni ısıttım, biraz terleyeyim, ayağa kalksam üşütürüm. Murguz
amcanı da al, git. Elagöz kalsın.O da hasta sanki.
Söhrap düşündü:
– Biz iki erkek orada ne yapacağız? Aç mı kalalım?
– Niye aç kalıyorsunuz ki? Sizin için bir şeyler hazırladım
ben. Yemekleri bozulmasın diye mutfakta pencerenin önüne
koydum.
Söhrap konuşmadan, mutfağa gitti.
Merhamet Hanım kocasıyla, kayınpederinin ayak seslerini
merdivenlerde duyar duymaz hemen yorganı üzerinden attı,
ayağa kalktı. Geceliğini giydi, pencerenin önüne geldi, gelip,
gidenlere baktı. Artık bütün gün onu rahatsız eden hiç kimse
olmayacaktı.
O, yeniden yatağına döndü. Daha güneş doğmamıştı. Sokak daha yeni canlanıyordu. İki üç saat uyuyabilirdi. Ama bir
türlü uyuyamadı. Fikirler onu rahat bırakmıyordu. Zümrüt
315
Vidadi Babanlı
Vahidova’nın “mutlu haberini” düşünüp gülümsedi. “Galiba
işler yoluna giriyor. Niçin olmasın ki?! Söhrap Güneşli gibi bir
şahsın kızını hangi ahmak elinin tersiyle iter?! Vugar çok
kurnaz birisi, naza çekiyor, gururu incinsin istemiyor. Paçasını baştan kaptırmak istemiyor. Her saza oynamayan bir genç
olduğu göstermeye çalışıyor... Böyle şeylere aldırmamak lazım, gençlik işte, zamanla o da kuzuya dönecek. Söhrap da
gençken onun gibiydi. Evlendikten sonra değişti... Kıza söz
verdiği için geri dönmeyi kendine yediremiyor herhalde... Ama
artık şımarıklık yapamayacak. Zümrüt’ten Allah razı olsun
çok güzel işler yaptı..Çocuk yuvasına verilmiş, soyu sopu belli
olmayan bir kızla hangi aptal evlenmek ister ki?!. Vugar durumu öğrenince kızdan vazgeçecek mutlaka, kıza verdiği söz
de ettiği yemin de bozulacak.”
Merhamet Hanım ayağa kalktı. Kızının odasına koştu.
Kızın iştahı olmadığı için Merhamet kıza kendi eliyle bir şeyler yedirmek istedi. Piyanoda biraz çalıştıktan sonra Vugar’ın
yanına gitmesini istiyordu.
Elagöz mışıl mışıl uyuyordu. Solgun görünen yanakları
pembeleşmişti. Dudaklarında zarif bir gülümseme sanki sabahın ayazında donmuş kalmıştı. Kaşları ve kirpikleri o kadar
güzeldi ki sanki efsanelerde uyuyan bir melek gibiydi.
Annesi onun güzelliğine hayran oldu. Onu sanki ilk defa
görüyormuş gibi uzaktan seyretti: “Kızım nasıl da güzelmiş!”
– diyerek gururla, anne şefkatiyle fısıldadı. Hemen acı bir
teessüfle yüreği burkuldu: “Allah bu hastalığı benim güzel
kızıma verdi. Yoksa benim ne derdim olurdu ki?...Böyle melek
gibi kızı olan birisinin başka ne derdi olurdu? Yoksa kızıma
koca arar mıydım hiç?!”.
Merhamet Hanım hüzünlü bir şekilde kızına yaklaştı.
Elagöz’ün yüzünün bir tarafını gölgeleyen siyah saçlarını yavaş yavaş okşadı. Şefkat dolu bir sesle:
– Kızım! – dedi. Elagöz’üm!...Kalkıyor musun?
Elagöz’den cevap alamadı. Merhamet Hanımın yüreği
sızladı:
316
Vicdan Sustuğunda
– Kalk hadi, elini yüzünü yıka, evimin yıldızı benim güzel
kızım!
Elagöz hafifçe kımıldadı. Ama yüzünü ifadesi hiç değişmedi. Rüyada konuşurmuş gibi hazin sesle sordu:
– Saat kaç ki, anne?
– Saati ne yapacaksın, güzel kızım. Çok uyumak senin için
zararlı. Gözleri aç, sabahın temiz havasını teneffüs et.
Elagöz’ün kirpikleri hafifçe titredi, ama açılmadı. Dudakları füsunlu füsunu fısıldadı:
− Uykum var, anne.
− Kalk, annesinin gülü – Kalk, kahvaltını yap, derslerini
bak. Sonra uykun olursa yine uyursun.
Elagöz cevap vermedi. Kirpiklerindeki titreyiş yok oldu.
Yeniden uyudu. Merhamet Hanım onu uyandırmaya kıyamadı. Sabah uykusu tatlı olur, biraz daha uyusun, deyip diğer
odaya geçti, dönüp kızına tekrar baktı. Kızının güzelliğinden
ilham aldı elbise dolabına yöneldi. Misafirliğe giden birisi gibi
elbiselerinden en yenisini alıp giydi.
***
O, Cennet Ananın evine geldiğinde, Vugar daha yeni uyumaya hazırlanıyordu. Bütün geceyi uyumadan masa arkasında geçirmiş, Profesörün dediği gibi sonuçları kontrol etmişti.
Cennet Ana kapıyı açtı. Yutkundu, endişeli bir sesle:
– O, yine gelmiş, Vugar, – dedi.
– Kim gelmiş, ana? – Vugar, gözleri yumuk şekilde sordu.
– O işte, o kadın.–Cennet Ana başını kapıdan dışarı uzattı.
Sesini biraz daha alçalttı.–O zaman İsmet’le bize gelen kadın.
– Ne istiyor?!
Cennet Ana sol elini dudaklarına yaklaştırıp, gelenin yakında olduğunu, onun söylediklerini işitebileceğini işaret etti.
– Nerden bileyim bana bir şey demedi. Seni görmek istiyor.
317
Vidadi Babanlı
– Ona uyuduğumu söyle, lütfen.
Vugar soyunmağa başladı. Gömleğinin altını pantolonun
içinden çıkarmamıştı ki içeriye Merhamet Hanım girdi.
– Günaydın Vugar!
– Günaydın!
Merhamet Hanım Vugar’ın gönülsüz karşılık vermesine
aldırış etmedi, ileri yürüdü.
− Neden böyle geç kalkıyorsunuz? Sizin gibi genç birisi bu
kadar uyur mu hiç?
− Kalkmıyorum, Merhamet Hanım. Daha şimdi uyumaya
hazırlanıyor.
− Bu daha da kötü! – Merhamet Hanım masanın üstünde
olan kağıtlara gözünün ucuyla bakıp acımış bir eda ile:
– Gece çalışmak insanı daha çok yorar. Sağlığınızın değeri
bilin. Sizin çalışmak için daha çok zamanınız olacak.
Vugar ayaküstü son gücünü toplayarak durmaya çalıştı.
Konuşmaya bile takati yoktu. Özür dileyerek yatağa oturdu.
Saygısızlık yapmamak amacıyla sordu:
− Çok mu acil bir konu? Başka zaman görüşmemiz
mümkün mü?
Merhamet Hanım razı olmadı.
– Konu her ne kadar acil olsa da, senin sağlığın daha
önemlidir. Herkes kendisine verilen ömrü hoş geçirmek, hayattan lezzet almak ister. Bu dünyadan göç ederken hiçbir şey
götürmeyeceğiz. Ad da makam da zenginlik de kalacak burada.
Vugar’ın sabrı tükenmişti. Gözünden uyku damlıyordu.
Sözünü kesmek istemedi. Cennet Ananın ne misafir hoşuna
gitti, ne de tavırları, ona:
– Ayakta kaldınız, buyurun, oturun, – diyerek ona sandalye uzattı. Sonra Vugar’a göz işaretiyle karşısında bir kadın
olduğunu ona saygısızlık yapmamasını işaret etti.
318
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım çok hızlı yürüdüğü için yorulmuştu.
Ayakları sızlıyordu. Cennet Ananın uzattığı sandalyeyi alıp,
rahat rahat oturması Vugar’ın canını iyice sıktı:
− Özür dilerim, – dedi. Uykusuzluk beni yordu. Sizin için
ne yapabilirim?
Merhamet yerine daha bir yerleşti:
− Yok, hiçbir isteğim yoktur. Bir arkadaşa gidiyordum. Size
de uğradım. Halinizi hatırınızı sorayım diye. Döndüğünüzü
daha dün Söhrap’dan duydum...
Vugar hiçbir demedi. “Misafir” sonunda meramını açıkladı:
− Ama.... Size çok kırgınım.
− Niçin?
− Beni utandırdınız.
− Bu nasıl olabilir, Merhamet Hanım? Sizi utandıracak ne
yapabilirim ki?!
− Ev konusunu diyorum... Ben önceden konuşup, parasını
bile vermiştim.
− Duyarlılığınız için teşekkür ederim. Ama...
− Önemli değil! – Merhamet Hanım Vugar’ın lafını bilerek
kesti ki, devamını getirmesin. Yardımseverlik havasına girdi.–
Vazifemizdir!... Aslında bunu Söhrap istemişti. O kaldığınız
evin size uygun olmadığını işitmiş. Bundan dolayı çok rahatsız oldu. Benden size ev bulmamı rica etti. Ben de buldum...
− Zahmet etmişsiniz.
Merhamet Hanım Vugar’ın bu tavrına hiç önem vermedi.
Cennet Anaya duyurmak için:
− Ablam kırılmasın sakın. Onu evi de kötü değil. Özellikle
de bugün daha bir güzel. Tertip ve düzeni bugün daha da
yerinde. Ama... Alt kat olduğu için güneş almıyor, havası da
kötü. Hem çok küçük. Kafes gibi.
− Bize yetiyor.
319
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım bu defa da duymazdan geldi. Yüzünü
Cennet Anaya cevirdi:
– Ablacığım, – diyerek ona hoş görünmeye çalıştı. – Sizin
bu gençlere anne gibi davrandığınızı biliyorum. İki senedir
kiracı olarak değil de öz evladınız gibi baktınız. Bunun için
size minnettarım. Zamanı gelince Vugar da, İsmet de size olan
borcunu öder. Şimdi sizden rica ediyorum. Onları saygısızlık
ve vefasızlıkla suçlamayın. İşleri çok ağırdır. Doktor onların
yüksek katta, ışıklı evlerde kalmaklarını öneriyor. Vugar’ın
rengine bir bakın nasıl sararıp solmuş. Sanki, Allah korusun,
sarılık olmuş gibi. Bunun sebebi bu ışıksız ve karanlık odadır.
Cennet Ana elleri koynunda öylece onu dinliyordu.
Merhamet’in dediklerinde hakikat vardı. Çaresizce:
– Ben bir şey demiyorum, kendileri bilirler. Benim onların
işine karışmaya hakkım yok.– dedi.
Vugar kararlı bir şekilde cevap verdi:
Boşuna kendinizi yormayın, Merhamet Hanım. Ben buradan hiçbir yere gitmem. Burası benim kendi evim gibidir.
Merhamet Hanım bozuntuya vermedi. O, evden çıkarken
meseleyi tatlılıkla halletmek için kendi kendine söz vermişti.
Mülayim bir şekilde ekledi:
– Ben sizi çok iyi anlıyorum. Cennet hanımı kırmak istemediğiniz için böyle yapıyorsunuz. Ama ne yapalım? Durum
bunu gerektiriyor.
Vugar Merhamet Hanımın sözünü keserek:
– Ev konusunu kapattık, Merhamet Hanım. Başka deyecekleriniz var mı? Son verilen cevap sanki Merhamet’in nefesini kesti. Birkaç dakika sesini çıkaramadı.
– Var! – diyerek sandalyede sağa sola hareket etti.– Sevdiğiniz o kız hakkında size birkaç diyeceğim var.
Vugar telaşlandı. Kalbi hiç durmadan çarpmaya başladı.
“Bu Arzu’yu da nereden tanıyor? Onun hakkında bana ne
deyebilir ki? Herhalde iyi bir şey söylemeyecektir...”
320
Vicdan Sustuğunda
− O kızın çocuk esirgeme kurumundan alındığını biliyor
muydun? Şimdiki anne babaları onu evlatlık almışlar.
Vugar kalbi sızlayarak konuştu:
− Öksüzlük ayıp değil ki, Merhamet Hanım... Ben de
öksüzüm.
− Bu nasıl bir öksüz olduğuna bağlıdır. O piçtir. Babası
belli değil!
Piç kelimesi Vugar’ı çok kötü etkiledi. Sarsıldı, çok sevdiği
bir insanın bu sıfatla nitelendirilmesi onu yıktı. Ama yine de
sabrı elden bırakmadı.
− İlk önce bu kocaman bir yalandır, – dedi. – Tamamen
yalan. Diyelim öyledir, onun bu durumda onun ne suçu var?
Ayrıca sizi niçin bu kadar ilgilendiriyor?
− Tabiî ki, beni ilgilendirir! – Merhamet Hanım yavaş yavaş kükredi. – Unutmayın sizin için söylenilen her bir kelime
ilk olarak bizim de adımıza söylenmiş oluyor.
− Niçin?
− Şundan dolayı... – Merhamet Hanım nefes alıp, gururla
devam etti. – Siz Söhrap Güneşli’nin asistanısınız. Bakü’de
herkes tarafından tanınan, toplumda yeri olan bir insan. Bunun için sizin attığınız her adımdan o sorumludur.
Vugar Merhamet’i sabahın bu saatlerinde buraya getiren
asıl sebebi anlamıştı. Bundan dolayı da biraz daha sabretti.
Cevap vermedi. Kayıtsızca yorganı üzerine çekti. Yastığını düzeltti. Ellerini gömleğinin yakasına getirerek sohbetin bittiğini
ima etti.
Merhamet Hanım buna bu işarete önem vermedi. Yüksek
tizdeki sesini maharetle mülayimleştirdi. Yeni bir yalan uydurmaya çalıştı. Sakin sakin söylenilenlerin etkili olacağını
çok iyi biliyordu.
– Atalarımız ne güzel demiş: “Anası gezen ağacın kızı, dal
dal gezer.” Biliyorsun atalarımız yalan söz söylemezler. O kız
sizden önce iki oğlanla çıkmış. Siz üçüncüsünüz. Kim bilir
ileride daha kaçı olacak daha!
321
Vidadi Babanlı
Sabrında bir sınırı vardı. Vugar artık sinirlerine hakim
olamadı. Boğula boğula cevap verdi:
− Olsun!...Ben kabul ediyorum – diyerek bağırmaya başladı.
− Gidin buradan! Defolun, cehenneme kadar yolunuz var!
− Neee?! – Merhamet Hanım duyduklarına inanamadı.
Kovulacağını tahmin etmemişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Birkaç dakika yerinde donup kaldı. Ayağa kalktı:
− Cehenneme kadar yolumuz var demek?! Tamam... Ben
yapacağımı iyi biliyorum...
Odadan kurşun gibi çıktı. Vugar o gittikten sonra yatağa
girdi. Merhamet’in dediklerini unutmak için hemen uyumak
istedi. Yorganı üzerine çekti. Ama deminden beri kendiliğinden kapanan göz kapakları kapanmadı. “Gerçekten Arzu piç
miydi?... gerçekten de benden önce onun hayatında iki kişi
olmuş muydu? – soruları beynini kemirdi. – Yoksa Merhamet
bunları kendinden mi uyduruyordu?.. Olmayan bir şeyi insan
nasıl söyleyebilir?! Bu tür bir yalanı, insafsızca iftirayı nasıl
diline alabilir?!”
Sorudan soru doğdu. Kafası karıştı...
18. Bölüm ...Onlar ilk baharda tanışmışlardı. O zaman Vugar son
sınıftaydı. Tezini hazırlıyordu. Gece gündüz kütüphanede idi.
Bir gün merkezi kütüphanelerin birinde geç vakitlere kadar çalışmıştı. Okuma salonunun ışıkları artık kapanmaya
başladığında yorgun argın girişteki salona indi. Elbiselerin
bulunduğu yere yaklaştığında tanımadığı bir kız da oraya
geldi. Yaşlı görevli önce kızın paltosunu aldı. Vugar gayri
ihtiyari kıza paltosunu alıp yardım etmek için izin istedi. Kız
şaşırmış halde Vugar’ın yüzüne baktı ve gülümsedi. Usulca:
− Size zahmet olmasın? – dedi.
322
Vicdan Sustuğunda
− Rica derim, önemli değil! –Koltuğunun altındaki kalın
dosyaları koydu, kızın paltosunu giymesine yardımcı oldu.
Kız giyindikten sonra teşekkür edip, aynanın karşısına
geçti. Vugar onunla ilgilenmedi. O yıllarda o, hiç kimseyle ilgilenmiyordu zaten. Bütün zamanını okumakla geçiyordu.
Tiyatroya, sinemaya çok az giderdi. Kızlarla ilgilenmek, birilerini sevmek aklının ucundan bile geçmezdi.
Vugar giyindikten sonra çıkmak için acele etti. Kapıda
yine karşılaştı onunla.... Ona yol verdi. Ve sebebini kendi de
bilmeden sordu:
− Yolunuz uzak mı?
Kız Vugar’a tebessümle baktı.
− Niçin sordunuz? – dedi. Sesinde telaş vardı.
Vugar ne diyeceğini bilemedi. Sorduğu sorudan utanarak
yere baktı.
− Öylesine....Eğer uzakta oturuyorsanız size eşlik ederim,
diye düşündüm.
Kız anlamlı anlamlı güldü. Şaşkınlık ve saflıkla onun dediklerine hak vermeye çalıştı.
− Artık geç oldu... İnsanlar da kalmadı sokakta. Herhalde
yalnız gitmek... – O cümlesini bitirmedi. Biraz sessiz kaldıktan sonra güçlükle ilave etti. – Yanlış anlamayın, ben de çekinmeyin lütfen...
Kız yine gülümsedi.
− Ben yalnız gitmekten korkmuyorum... Sizi de yanlış anlamadım....
Durup dururken kendisini zora soktu. Kızardı, bozardı.
Susmaktan başka çaresi kalmadı.
Kız birden dillendi:
− Siz üniversitede mi okuyorsunuz?
− Evet, – Vugar aceleyle cevapladı. Sizde mi?
Kız yine gülümseyerek. Başını salladı.
323
Vidadi Babanlı
− Kaçıncı sınıftasınız?
− Daha bu yıl kazandım.
− Hangi bölümü?
− Tarih bölümü.
− Öylemiiii....– Vugar ne diyeceğini bilemedi. Sustu... İyi
ki yol kısaydı. Çünkü susmak da büyük bir zulümdü onun için.
− Kusura bakmayın.... Otobüs geldi. – Kız onu yolda bırakıp tek başına yürüdü.
Vugar kendini hafiflemiş hissetti. Kızdan hemen ayrıldığı
için sevindi. Ama dumanlı, anlaşılmaz bir his onu bir hayli
terk etmedi. Arzu’nun anlamlı tebessümleri hayalinde sık sık
canlandı. Sonra her şey unutuldu...
Onlar birkaç gün karşılaşmadılar. Vugar kızı hatırlamadı.
Eskisi gibi yine kütüphanelere gitse de kızı görmedi. Eskisi
gibi çalışmalarına devam etti. Saatlerce masada oturdu, çalışmasını yaptı. Her zaman olduğu gibi hiç kimseyle ilgilenmedi.
Bir gün yine...
Vugar sabah erkenden gelip kitapların dünyasına girmişti.
Hiçbir şeyden haberi yoktu. Sanki birileri ona “Yan masaya
bak!...” – dedi. Vugar başını kaldırıp yan masaya baktığında o
kızı gördü. Kız da aynı anda bakışlarını karşısındaki kitaptan
alıp ona baktı. Gözler buluştu... Kızın kumral gözlerini tatlı
bir gülümseme kapladı. Başlarının usulca sallanmasıyla, sessiz fısıltıyla selamlaştılar.
Bu durum biraz sonra yine tekrarlandı. Vugar artık dikkatini bir türlü toparlayamadı. Kitabın satırları birbirine karıştı.
Okuduklarını anlayamadı. İki üç dakikadan bir kıza bakıyordu. Ama kız, kitap okuyor, bir anlık da olsa o güzel bakışlarıyla Vugar’ı sevindirmiyordu.
Vugar bu efsunlu gözlerin resmini hayallerinde yatakhaneye götürdü. Onu düşünmekten kendini alamadı. Sabah yine kütüphaneye gitti, onu bulmak için. O gözlerin sahibini
hasretle aradı.
324
Vicdan Sustuğunda
Bu neydi, nasıl bir sırdı? Kendisini onu düşünmekten alamıyordu. Yoksa?.. O, birden irkilir gibi oldu. Aşk kelimesini
diline getirmekten çekindi. Üniversiteyi bitirmeden, iş sahibi
olmadan bu tür işlerle uğraşmayacağına dair kendisine söz
vermişti. İlimden, yeni bilgiler öğrenmekten başka bir isteği
yoktu. Evlenmek hiçbir zaman geç değildi onun için. Nasıl
olsa “Bir Allah’ın kulunu” bulup onunla yuva kuracaktı.
Önemli olan üniversiteyi başarıyla bitirmekti.
Son sınıfta aşk kelimesinden biraz daha uzakta kalmaya
çalıştı. Yeni bir amacı olmuştu bu sınıfta: Asistan olup Profesörlüğe kadar yükselmek istiyordu. Onun tek düşüncesi hedefine ulaşmaktı.– İmtihanların arifesinde bu düşünce onu
daha sardı.
Şimdi onun karşısında çok büyük bir hedef vardı. Kendisini sadece ilme vermek, sevincini neşesini ilimde aramak!
Başka türlü olamazdı zaten. Kalbini ikiye bölmek, bir kısmını
ilme, bir kısmını da sevgiye ayırmak, aile kurması mümkün
değildi. Her ikisini aynı anda bir arada götürmek kolay değildi! Vugar aklı başında olduğu, muhakeme yapma gücünün
çok yüksek olduğu vakitte her şeyi enine boyna ölçüp biçip
sevgi işlerinin üzerine kalem çekmişti! Aşk, sevgi gibi meseleleri düşünmeyi kendisine yasaklamıştı. Kızlarla gezip tozan
eve geç saatlerde dönen sütkardeşine de yarı şaka yarı ciddi
Fuzuli’nin bir mısrasını okurdu: “Can verme gam–ı aşka ki,
aşk afet–i candır...” ama şimdi kendisi “can afetine” gönül
vermeye başlamıştı. Kalbi ikiye bölünmüştü...
Vugar hissettiklerinden bir anda ürktü. Sevdaya benzer bu
dumanlı, anlaşılmaz duyguları daha büyümeden kalbinde boğup, gönlünün derinliklerinde gömmeye çalıştı. Birkaç gün
etrafına bakmadı, onu aramadı. Ama kendine her ne kadar yasaklar koysa da, kafası allak bullaktı. Bunların bir faydası yoktu. Okuduğu satırlar arasında cezbeci o gözler ortaya çıkıyor,
dakikalarca saatlerce o güzel gözler hayalinden çıkmıyordu.
Bu durumdan kurtulmak için bir yol aradı. Başka kütüphanelere gitmeye karar verdi. Böylece onu unutacağını düşündü. Yeter ki, o kızı görmesin, ondan uzak olsundu. Ama
325
Vidadi Babanlı
bunun hiç bir faydası olmadı. Merkezi kütüphanede en azından onu uzaktan görüyor, biraz da olsa sakinleşiyordu. Şimdi
kendini çok rahatsız hissediyordu. Mecbur kalıp yeniden
merkezi kütüphaneye döndü. Ama burada da sakinleşemedi.
Istırabı daha da çoğaldı. O daha da zor duruma düştü. Kızın
salınarak gelişi de ayak sesleri de sanki ona malum oluyordu.
O yüzlerce ayak sesinin içerisinde Arzu’nun ayak sesleri tanıyordu. Kız salona girdiğinde, Vugar’ın aşkının bekçisi olan
kalbi sevinçten mi, hasretten mi küt küt atmaya başlıyordu.
Bedenini tarifi mümkün olmayan bir mutluluk sarıyordu. Kız
salonu terk ettiğinde ise bedeni soğuk bir suya dalmış gibi
oluyor, sanki donuyordu. Hasret dolu gözleri Arzu’yu yolcu
ediyor, saatlerce gözleri kapıdan ayrılmıyordu.
Daha bu neydi ki? Sonraları o, kendini bile yönetemez oldu. Kızı gölge gibi izlemeye başladı. Arzu eve gitmek için hazırlandığında, Vugar da hemen merdivenleri aceleyle inerek
kapıda onu bekliyordu. Kız paltosunu giyip, (çok ilginçti, paltosunu giymesinde ona yardım etmek için cesareti bile kalmamıştı.)
gözden kayboluncaya kadar gözleriyle onu yolcu ediyordu.
Sonunda, o beklenen gün geldi, onlar yine konuştular.
Bu defa Arzu erken çıkmak için hazırlandı. Vugar da onun
arkasından çıktı. Kız kapıdan çıkmak isterken Vugar nasıl
olduğunu anlamadan kızın karşısına geçti.
– Affedersiniz... – Neden böyle erken gidiyorsunuz?
– Nasıl yani?... – Arzu Vugar’ın gözlerinin içine baktı. Dudaklarında tatlı bir tebessüm belirdi. – Gidemez miyim?
Vugar kızardı.
– Gidebilirsiniz, – Elbette, gidebilirsiniz! Biraz sustu, yavaş
yavaş ilave etti: – Bugün erken gidiyorsunuz da. Belki...
Telaşını hiçbir sözle ifade edemedi, sustu. Arzu gülümseyerek cevap verdi:
– Hiçbir sebep yok. Bugün işim erken bitti sadece. Şimdi
de sinemaya gitmek istiyorum. Boş vakit bulunduğumda hep
sinemaya giderim ben.
− Yalnız mı gidiyorsunuz?..
326
Vicdan Sustuğunda
Arzu’nun samimi gülümsemesi yerini alaya bıraktı:
− Evet, yalnız gidiyorum! – yumuşak sesi ciddileşti. – Bir
şey ilgimi çok çekti. Siz neden “yalnız” kelimesini bu kadar
sık kullanıyorsunuz? Geçen defa da bu kelimeyi vurgulayarak
söylemiştiniz... Ben yalnızlıktan korkmuyorum.
Vugar ne diyeceğini bilemedi. Kendisini tahkir edilmiş
gibi hissetti. Arzu da zor durumda kaldı. Söylediklerinden
pişman oldu. Anlaşılan bu cevap kızın da hoşuna gitmemişti.
Dili kalbine iyi tercümanlık yapmamıştı. Hatasını düzeltmeye
çalıştı:
− Ben sinemayı çok seviyorum. En çok da başka ülkelerin
tarihini konu edinen filmleri tercih ediyorum.
− Anladım. – Vugar, kendisine geldi. Hevesle sohbetine
devam etti: – Bunlar sizin bölümünüzle ilgili filmler. Budan
dolayı mı seviyorsunuz?
− Hayır! – Arzu kararlılıkla başını salladı. – Sadece bu yüzden değil! Elbette ben tarihe etnografya ile ilgilenmeyi çok seviyorum. Bu kendi bölümünü seven herkes için söz konusudur bence. Ama sadece kendi ihtisasıyla ilgilenip, başka
alanlardan uzak kalmak çağdaş geçlik için kabul edilemez bir
eksikliktir. Doğrusu bunu tasvip etmiyorum. XX. yüzyılda
yaşayan bir insanın her şeyden haberdar olması gerekiyor.
Vugar, Arzun’un bu sözleriyle kendisine taş attığını sandı.
Dolayısıyla da kendisine ima yoluyla, “Biz zevk itibariyle başka dünyalarının insanlarıyız. Git kendi dengini bul” dediğini
düşündü. Ümidi kesildi.
Arzu’nun titrek sesinde deminki alaycı gülüş yine belirdi.
− Demek istiyorum ki, hayat sadece sizin delicesine tutulduğunuz kimya mucizelerinden ibaret değildir!..
Vugar şaşırdı. Kızın kendisiyle dalga geçtiğinden artık hiç
şüphesi kalmadı. Şaşırmış bir ses tonuyla sordu:
− Neyi kastediyorsunuz?
− Ne olacak.... – Arzu bir anlık düşündü. Vugar’ın yüzüne
baktı, dudaklarında hafif tebessüm belirdi – Bütün gün labo327
Vidadi Babanlı
ratuvarda, sonra kütüphanede uzun süre kalmak, başka şeylerle ilgilenmemek hiç de hoş bir durum değil, doğrusu.
Vugar çok şaşırdı. “Siz beni nereden tanıyorsunuz? Bu
alay neden?..” Diyerek kıza kızmak geçti içinden. Ama hemen
geçen defa bu sorusuna gereken cevabı aldığını hatırladı,
sesini çıkarmadı. Arzu bu defa hakikaten ona sataştı.
− Kusura bakmayın; ama dışarıdan hiç de hoş birisi olarak
görünmüyorsunuz. Eğer bu durumunuzu değiştirmeseniz,
gelecekte resmi, sadece kendi alanınızda bilgi sahibi bir ilim
adamı olacaksınız. Talebeleriniz bile sizi sevmeyecekler.
Vugar’ın bu kızın onu tanıdığına hiç kuşkusu kalmadı.
Cesaretlenerek:
− İnsan karakterini nasıl değiştirebilir?... benim hamurum
ezelden böyle yoğrulmuş.
Kötü huyları şimdi değiştirmek mümkün. Henüz geç değil.
Pekişmeden, sizin hayat anlayışınız haline gelmeden bunu
değiştirebilirsiniz. Psikologlar, insanın her yaşta istediği bir
özelliğini değiştirebileceğini söylüyorlar. Sadece iradenizin
kuvvetli olması yeterlidir.
− Ya irade zayıf olursa?
− Onu da terbiye etmek mümkün.
− Ya o şahsın bunu yapmaya kudreti yetmezse?..
− O zaman başkalarının tavsiyelerine baş vurmak gerekir.
− Ehh... – Vugar ümitsizce iç çekti. – O hiçbir zaman tavsiye ile yola gelmez.
− O zaman başka çareler denenmelidir.... İsterseniz ben
size yardımcı olurum. Bu konuda biraz tecrübem var... orta
okuldayken tembel öğrencilere bu konuda çok yardım ettim.
− İşte bu olur! – Vugar hiç tereddüt etmeden razı oldu.
Ben sizin yardımınızı kabul ediyorum.
Arzu’nun sesi aniden kesildi. Yüz ifadesi değişti. O bu meselenin buraya geleceğini, utangaç bir gencin cesaretlenerek
bu teklifi kabul edeceğini hiç düşünmemişti.
328
Vicdan Sustuğunda
Vugar bu fırsatı kaçırmadı:
– Nereden başlayacağız?... Şartlarınızı söyleyin.
Arzu’nun bakışları yere dikildi. Omuzlarını oynattı.
Vugar dedi:
− İlk işinize sinemaya beni götürmekle başlasanız?... Bugün ben de işimi erken bitirdim.
Arzu çıkış yolunun olmadığını anlayınca:
− Olur, – diyerek bir anlık tereddütten sonra eski tavrını
aldı, devam etti:
– Bu filmi mutlaka izlemelisiniz. Afrika ormanlarından
bahsediliyor. Kendinize ait bir çok bilgi edinebilirsiniz. Sizin
gibi ilim adamları ilgilendiren doğal kauçuğu eskiden insanlar
hevaya adlı bir ağacın şırasından hazırlamışlar. O ağaçlar
şimdi Afrika’nın tropik ormanlarında yok olmak üzere.
Vugar gülümsedi.
− Ben kauçukla ilgilenmiyorum, benim alanım değil.
− Biliyorum. Arzu bu resmi sohbeti uzatmak istemedi.
Tombul bileğindeki saate bakıp “Acele etmemiz gerekiyor” –
dedi. Geç kalmayalım. Şimdi benimle sinemaya gitmek istiyorsanız. Hemen yukarıdan kitaplarınızı alın gelin. Filmin
başlamak üzere.
– Memnuniyetle! Bir dakika! Vugar sevinerek geri döndü.
Merdivenleri uçarak çıktı.
İşte onlar böyle başladılar. Aras sıra sinemaya gittiler. Bazen sahilde dolaştılar. Belli bir süre sonra kol kola olduklarını
birbirine aşık oldukları hissettiler. Ama “Seni seviyorum.”
Cümlesini hiçbiri kurmadı. Buna gerek de yoktu. Gözlerin,
kalplerin açık açık konuştuğu yerde, dilin bunu söylemesine
ne gerek vardı?!
Önceleri Vugar’ı ürküten düşünceler zamanla yok oldu.
Arzu’yla buluşmaları, onun tatlı, akıllı sohbetleri Vugar’ı kendi işine daha da odaklandırdı. Buluşmalardan döndükten
sonra o tez çalışmasını daha bir hevesle, zevkle yazmaya baş329
Vidadi Babanlı
lardı. Aşk onun ufkunu açtı, zihnini, hafızasını daha da kuvvetlendirdi. Yorulmak, usanmak nedir, aklına dahi gelmedi...
Vugar şimdi bile o sevginin gücüyle çalışıyordu. Arzu’ya
olan sonsuz sevgisi onu en umutsuz zamanlarında bile yalnız
bırakmadı, kalbinde hayat ve mücadele aşkını kuvvetlendirdi.
Ama şimdi Merhamet onun tertemiz bildiği sevgilisi hakkında neler diyordu: “Piç, sokak çocuğu!!”
Vugar sıkıldı. Merhamet’in söyledikleri onu huzursuz etti.
Bunları düşündükçe aklını kaybeder gibi oluyordu. Her şeyi
ayrıntılı düşünüp iyiyi kötüden ayıracak kudreti kendisinde
bulamadı. O dakikalarda sağlam düşünecek halde değildi.
Beyni yorgunluktan, uykusuzluktan ve işlerin herc ü merc olmasından dolayı adeta durmuştu: “Gidip, kendisine soracağım. Hakikati söylesin bana!... Eğer söylenenler doğruysa,
benden bütün bunları niçin sakladığını açıklasın. Eğer yalansa, bunu ispatlasın. Ben bütün mahrumiyetlere tahammül
ederim; ama kirlenmiş, lekelenmiş bir ismi kabul edemem!..
Yapamam!... Hatta şimdi gideceğim. Daha sonraya kalırsa
kalbim durur, parça parça olur...”
O deli gibi yataktan fırladı. Aceleyle giyindi. Cennet Anayı
hayret içinde bırakıp, kendisini sokağa attı.
19. Bölüm Hafta sonları, temizlik yapmak şehir kadınları için vazgeçilmez adet haline gelmişti. Özellikle de çalışan kadınların için
bulunmaz fırsattı hafta sonları. Elbette kınanacak bir durum
değildi, diğer günlerin de kendisine has işleri oluyordu.
Bugün Arzularda da temizlik yapılıyordu. Anne kız sabahın alaca karanlığında kalktı, kahvaltı yapmadan bütün eşyaları ortaya döktüler. Odalar sanki savaş alanı gibiydi.
Vugar’ın seslenmesine ilk olarak salonda bir şeyler yapan
Şirinbacı cevap verdi. Onu sevecen bir tavırla içeriye davet etti.
Ama evin durumundan dolayı da çok ısrar etmedi.
330
Vicdan Sustuğunda
Arzu kısa, eski elbiseleriyle dışarı çıktı. Ortası boz bir iple
bağlanmış su geçirmeyen muşambadan yapılmış önlük, kolları omuzlarına kadar kıvrılmış ince üstlük, burnunun ucu
yırtılmış tabanları sökülmüş terlik onu çok komik gösteriyordu. Bir de başını Terekeme kadınlarının yaptığı gibi beyaz bir
tülbentle örtmüştü. Kısaca kahkaha atılacak bir durumdaydı.
Ama buna rağmen Vugar hiç aldırış etmedi. Arzu onun yanına koşarak geldi.
Sevinerek selam verdi. Vugar’ın kılı dahi kıpırdamadı. Kızın bu samimiyeti Vugar’a geliş sebebini kısa bir anlığına da
olsa unutturdu. Sadece bir anlığa... Sonra soğuk bir eda ile:
− Bu tarafa gel, sana söyleyeceklerim var, dedi.
Arzu Vugar’ın bu soğukluğundan, resmiyetinden rahatsız
oldu.
Gidelim de, söyleyeceklerini evde söyle. Yolun ortasında
konuşmayalım.
− Hayır, eve gitmeyeceğim.
Arzu Vugar’a dikkatle süzdü. Bugüne kadar onda görmediği bu kabalıktan telaşlanmaya başladı. Kalbi titrese de hissettirmedi. Şakayla sordu:
− Bu kılıkta ben nereye götürüyorsun, Vugar?... Milletin
bana gülmesini mi istiyorsun? Çok komiğim değil mi?.... Çingenelere benziyorum değil mi?!
Vugar hiçbir şey söylemedi. Suratı her geçen dakika daha
arttı. Israr etti:
− Gel diyorum!
Arzu yerinden kımıldamadı. Korkunç bir şey duyacağını
hissetti. Buna rağmen soğukkanlı olmaya çalıştı. Temkinle:
− Tamam, – dedi. – Madem eve gelmiyorsun o zaman
bahçemizde konuşalım. Bu kılıkta dışarıya çıkmam uygun
olmaz.
− Olmaz! – Vugar’ın yüzü gibi sesi de boğuldu.
Arzu tartışmadı. Ona itaat etti. Arkasından gitti. Yakındaki köşeyi dönüp durdu. Buradan gelip geçen azdı. Arzu kal331
Vidadi Babanlı
binin çırpınışıyla beklemeye koyuldu. Kendisini duyacağı
sözlere hazırladı. Vugar söyleyeceklerini bir anda unuttu, bir
hayli ayaklarının ucuna baktı, daldı.
− Dün neredeydin, Vugar? Neden gelmedin? –Bu üzücü
sessizliği biraz sonra olacak tatsız şeylerin önünü almak bozmak istedi. – Okuldan gelince annem hemen bana müjdeyi
verdi. Senin dönünce beni aradığını duydum, çok sevindim.
Geceye yarısına kadar senin gelmeni bekledim.
Sevgilisinin sitemi, kırgınlığı ve sevgi dolu sözleri Vugar’ı
başka dünyalara alıp götürdü, sinirlerine derman oldu. Sakin
sakin:
− Gelemedim, – dedi. – çok meşguldüm.
− İş, iş, işten başka şey düşünmez misin?... – Arzu’nun yumuşak sesi titredi. – Yine ne oldu? Yine bir engel mi çıkı?
− Evet! – Vugar samimi olarak söyle.
Arzu’nun rengi biraz da olsa açıldı. Kendisini endişeye
sevk eden korkudan az da olsa uzaklaştı. Vugar’ın anlaşılmaz
tavrının sebebini işine bağlayıp biraz daha sitem etti:
− Olmaz olsun bu çalışma! Sende hal bırakmadı. Yüzünde
bir damla kan kalmadı. Gözlerin içine çöktü.
Sevgilisinin eseflenmesi, Merhamet Hanımın söyledikleri hatırlattı ve acı acı gülümsedi.
− Benim için çok mu endişe ediyorsun?
− Elbette! Buna şüphen mi var? Sen benim ilk ve biricik
aşkımsın.
− İlk aşkın mı?!
− Tabiî ki! – Arzu samimi olarak cevap verdi. – Bilmiyor
muydun?
− Demek ki, bilmemişim.
− “Demek ki” ne demek? Kuşkun mu var bundan?
− Evet, var! – Vugar sert cevap verdi. Neden benden sırlarını sakladın?!
332
Vicdan Sustuğunda
Hiçbir şey anlayamadığı bu soruya, beyni yıldırım hızıyla,
bütün varlığını titreten bir cevap aradı. “Aklını mı yitirmiş?...
Son ayların gergin, aralıksız çalışması sinirlerini iyice bozmuş...” – ansızın hayalinden geçirdiği bu düşünce onu sarstı.
Vugara baktı:
− Vugar Allah aşkına bu nasıl söz! Sen, ne diyorsun?
− Beni niçin aldattığını anlat?
Arzu’nun başı döndü. Düşmemek için duvara yaslandı.
− Nasıl aldatmışım seni, Vugar?
Vugar sessizce yutkundu meseleyi açıklamakta zorlandı.
Arzu dayanamadı.
− Sen hastasın.... Hakikaten de hastasın! – diyerek Vugar’ın kollarında tutarak eve doğru çekiştirdi. – Gidelim bize,
hadi! Doktor çağırayım... Bütün bunlar yorgun, uykusuz kalmanın sonucu. Kendine zulmettin! Sağlığını önemsemedin...
− Hata ediyorsun! – Kollarını Arzu’nun ellerinden kurtardı. Ben hasta değilim, gayet aklım da başında...
Arzu onun “aklı başında” olduğuna inanmadı. Yine kollarından tuttu. Yalvardı. Tatlılıkla onu eve götürmek istedi.
− Hayatım Vugar, kendine gel ne olur. Eve orada rahatça
konuşalım.
− Size gitmeyeceğim dedim! – Vugar sesini yükseltti. Asıl
konuya geçti: – Ağarza amca senin öz baban mıdır?
Arzu gülümsedi.
− Bu nasıl soru, Vugar? Elbette, kendi babam. Bilmiyormuş gibi konuşuyorsun.
− Şirinbacı öğretmen de öz annen mi?
− Evet! – Arzu bu defa gururla cevap verdi. – Şirinbacı öz
annemdir!
− Ama... – Vugar sözünün sonunu getiremedi. Kelimeler
boğazında düğümlendi.
− Sende bir şeyler var, Vugar. Çekinmene gerek yok. Açıkça söyle. Dilinin altındakileri çıkar.
333
Vidadi Babanlı
Arzu’nun ısrarı onu cesaretlendirdi, dili açıldı:
− Senin evlatlık olduğun söyleniliyor. Gerçek anne baban
da belli değilmiş...
Arzu halsizleşti. Bir anda sanki onu yıldırım çarptı. Beti
benzi attı. Yüzü bembeyaz oldu. Hayretten dudakları titredi,
sinirlendi. Eğer bu kelimeleri başka birinden duymuş olsaydı,
kavga çıkarırdı. Ona başka türlü cevaplar verirdi. Ama karşısında duran, ona bu kelimeleri söyleyen Vugar’dı. öfkesini
yuttu...
− Yani, ben piçim öyle mi?... Evlilik dışı doğmuşum...
Bunu mu söylemek istiyorsun?!
Vugar sustu. Kız alevlendi. Ağzına geleni söylemeye başladı. Bu, onun için beklenmedik bir durumdu. Büyük bir
hakaret idi. Onun, anne babasına karşı saygısızlıktı. Vugar,
bütün bunları nasıl söyleyebilirdi, nasıl onu kırabilirdi?! Hangi hakla bunları ona reva görebilir?!
Arzu yutkundu. İrkildi, gözlerinden yaş, sıcağa konmuş
cıva gibi süzüldü. Ama Vugar’ın karşısında kendisini güçsüz
göstermek istemedi. Ona karşı dimdik durdu.
− Sonra?! – diyerek sordu. – başka ne diyorlar?... Daha ne
duydun? Hadi, yüreğini iyice boşalt!
Vugar artık tereddüt içindeydi. Arzu’yu kırdığı için, onun
kalbini yaraladı için pişman olmuştu. Ama kızın bu tür davranışı onu sinirlendirdi. Dili çözüldü:
− Başka... senin benden önce iki kişiyle çıktığını – söylüyorlar.
– Öyle miiii?! – Arzu içini çekti. Sanki içerisinde bir şeyler
kırılmıştı. Ağrısında kıvranıyordu. Yüzünü elleriyle kapatıp
bir hayli hareketsiz kaldı. Omuzlarındaki titreyişi hissedince
elini yüzünden çekti. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı. Zorlukla konuşabildi: – Bunları söylemek için mi gelmiştin?...
Teşekkür ederim!
O, üç dört adım atarak geri dönüp omzunun üstünden
Vugar’a baktı. Sonra da incinmiş bir tavırla:
334
Vicdan Sustuğunda
– Sen çok insafsız, iftiracının birisin! Kendi çıkarların,
makam kaygısı için başkalarına iftira atıyorsun!.. – Burada
sesi kesildi. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı.– Devam etti:
– Bu iftiralara, hakaretlere ne gerek vardı, Vugar? Sen erkeksin eğer artık bana olan sevgin bittiyse, hayatında başka
biri varsa açıkça ayrılmak istediğini söyleyebilirdin. Ben seni
tutmazdım... Eğer seni anlamayacağımı düşündüysen...Çok
yanılmışsın!...
Gözyaşları artık durmuyordu. Boncuk boncuk yanaklarına
süzülüyordu. Biraz önceki sakin sesinden de eser kalmamıştı.
Arada bir sesi kesiliyordu. Sözleri arasındaki aralar artıyor,
hıçkırıklar boğazında düğümleniyordu. O, üç dört adım atarak, arkaya baktı:
– Sen beni yalan söylemekle, olmayan bir sırrı saklamamla suçluyorsun. Birilerinin iftiralarına inanarak bana “ahlaksız” yaftasını vuruyorsun. Kendi yalanlarını da unutuyorsun.
Nerdeyse bir yıldan fazla yüzünü haftalarca göremiyorum. Telefon ediyor, görüşmek için anlaşıyoruz; ama sen gelmiyordun. İşinin çok olmasını bahane ediyordun. Şimdi meselenin
aslı anlaşıldı... Sen söyle buna ne denir?! Niçin yıllardır beni
kandırıyor, boş vaatlerle beni avunduruyorsun? Ne yaptım
ben sana?!
Arzu hüngür hüngür ağlıyordu. Yüzünü yine elleriyle kapadı, koştu. Bir daha arkasına bakmadı.
Vugar şaşırmıştı. Arzu’nun sözleri iliklerine kadar işlemişti. Söylediklerinden utanç duydu:
– “Ben ne yaptım?! Bu iğrenç kelimeleri nasıl söyleyebildim ona?!”
Utancından iki büklüm oldu. Birkaç dakika sonra kendine
geldi. Arzu’nun arkasından koşmak, diz çöküp ondan af dilemek, yalvarmak istedi. Ama ne ayakları yürüdü, ne de dili
açıldı. Çok sarsılmıştı. Ayakta duramadı, duvara yaslandı. Bir
hayli bekledi. Başının dönmesi geçtikten sonra kendisine geldi, Arzu’nun arkasından gidip gönlünü almak istedi.
335
Vidadi Babanlı
Ama bunu yapmaya gücü kalmamıştı, “Bu sinirli haliyle
Arzu beni yanına almaz, beni dinlemez. Dinlese bile samimiyetime inanmaz. En güzeli o biraz sakinleşsin. Ben de kendine geleyim. Şu halimle maksadıma ulaşamam zaten...”diye
düşündü.
Vugar çok düşündü. Omuzlarını duvardan zor ayırdı,
gerisin geri eve döndü.
20. Bölüm Merhamet Hanım eve döner dönmez telefona koştu. Çok
sinirliydi. Tepesinden duman çıkıyordu. Nefes alış verişi sıklaştı. Normal zamanlarda evin merdivenlerini çıkınca nefes
nefese kalan, salondaki kanepeye uzanıp on on beş dakika
nefesini toplayan Merhamet Hanım, şimdi telefonun yanı başında bulunan koltuğa bakmadı bile. Ahizeyi alelacele alıp
önce arkaya doğru sallandı. Birilerine hakaret edip sövmeye
başladı.
Kahrolası, lanet şeyleri görüyor musun?! Birisi telefonu
açmıyor. Dünya ışığına muhtaç olasınız, zelil olasınız. Piyano
arkasında ders çalışan Elagöz annesinin kime beddua ettiğini
merak etti şaşırdı. Ellerini piyano tuşlarının üzerine koydu
şaşkınlıkla bekledi. Sanki Merhamet Hanım onu görmüyordu.
Yüzünü duvara çevirdi derinden nefes alıyordu. Telefonu çok
geç açtılar. Merhamet Hanım Ziya’nın cırlak sesini duyunca
bağırmaya başladı:
− Neredeydin ölmüş müydün?... Niçin geç açtın?
− Merhamet hala siz miydiniz? Hayrola bir şey mi oldu?...
Niçin sinirlisiniz?
Merhamet Hanım daha da sinirlendi.
− Bana soru sorma! Çabuk gel!
− Hayır ola?
− Gel de hayır mı şer mi görürsün.
336
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım kızgınlıkla ahizeyi yerine fırlattı. Takati
kesilmiş gibi of çekip kendisini kanepeye attı. Oda onun oflamasıyla doldu. Vugar’dan aldığı cevaplar, onun yüzünü soldurmuştu. Yol boyunca kendi kendine konuşmuş, çareler bulmaya çalışmıştı. Bu dehşetlerden, utançtan kurtulma yolu....
O, gürültüyle kanepeye oturduktan sonra “çare çare” diye
mırıldandı. Avucuyla alnını sıkıp, gazaptan sersemlemiş hafızasında ümit kıvılcımları aramaya başladı. Ama telefonun sesi
ona imkan vermedi. Telefonu açtı.
− Benim, hala. Ziya! Kusura bakmayın rahatsız ediyorum...
Eğer çok önemli değilse, sonra geleyim... Yapacak işim var
da....
Merhamet Hanımın ağzı köpürdü.
− Hergele şey ne işiymiş?... İşin batsın! Başını orada ıslat
burada tıraş ettir! Hemen buraya gel!
− Bu kadar acele ne iş olabilir ki hala?
− Offff! – Merhamet Hanım, açıldı. –Kimlerin elinde kaldık.!? Yangın var, yangın! Şimdi de mi anlamadın. Pajar...
pajar6
Sinirli bir şekilde telefonu kapattı. Kalkıp odanın içinde
yürümeye başladı. Elagöz hala hayret içindeydi. Gah elini
başına vuruyor gah kalbine. Oflayarak odada dolaşıyordu.
Sanki birisi vücudundan penseyle etlerini çekiyordu.
Elagöz annesinin bu halini görünce hayret içerisinde kalmıştı. Annesinin feryat figanı onu çok üzmüştü.
– Anne, yangın nerede, kimin evi yanıyor?
Kızının heyecanlı sorusuyla Merhamet Hanımın ayaklarını yere bastı. Biraz düşündükten sonra kızına döndü:
− Yangın burada işte!– Diyerek yeniden yakınmaya başladı. İki eliyle yakasını tutup çekti. Eliyle peşi sıra küt küt
kalbine vurmaya başladı. Burası yanıyor, burası. Can evimdir
yanan, canımın alevi! Senin yüzünden küle döndüm!..
6
Pajar: Rusça’da yangın.
337
Vidadi Babanlı
Elagöz hüzünlenip için için ağlamaya başladı.
− Anne ben ne yaptım! Suçum nedir?
Merhamet Hanımın sinirden gözleri kararsa da, kızının bu
şekilde üzülmesinin uygun olmayacağını düşündü. Bu onun
sağlığı için zararlıydı. Ama kendisini tutamadı.
− Senin gibi başka kızlar da var, – erkeklerin arkasından
koşuyorlar. (Merhamet Hanım kendi gençliğini hatırladı, sesini yükseltti.) Ama sen, beceriksizin uyuşuğun tekisin. Erkek
gördüğünde yağmura yakalanmış civcive dönüyor, sesin
soluğun çıkmıyor. Sana geçen seneden beri öğüt vermekten,
anlatmaktan yoruldum; ama sende hiçbir değişiklik yok. Ne
olacak senin halin?! Ben öldükten sonra ne yapacaksın?!
Merhamet Hanımın derin nefes alması odayı doldurdu,
dili ağzında kurudu.
− Bilmiyorum, ne yapmalıyım?! Gittin baban tarafına
çektin. Utanmak, çekinmek dünyada sadece size kalmış. Hile
nedir, politika nedir bilmiyorsunuz. Sanki bu dünyada yaşamıyorsunuz. Her şeyde doğruluk, hakikat arıyorsunuz. Böyle
olmasaydı baban şimdi daha güzel makamlarda olurdu. Sen
de onun kızısın ya... Ot kendi kökü üzerinde bitermiş. Benim
kızım olacaksın, sütümü içeceksin, bana benzemeyeceksin
olacak şey mi bu?!. Off... biçare canım tuz dağıymış, derdinizden eriyor, hala bitmedi gitti.
Annesinin söylediklerinden çok etkilenen Elagöz hıçkırarak içini çekti. Nefesi daralarak:
– Senin dediğini ben yapamam, anne. İstersen öldür beni;
ama yapamam. – diyerek hıçkırıkları gözyaşlarına karıştı.
Merhamet Hanım, hemen sesini kesti. Kızının gözyaşlarıyla söylediği bu sözler, gazapla alevlenen yüzüne sanki su
serpmiş gibi oldu. Kızı ilk defa bu konuda fikrini annesinin
yüzüne karşı söylemişti. Bugüne kadar Merhamet Hanım ne
kadar çalışsa da ondan bu konuda bir söz bile alamamıştı.
Hatta “Yoksa bu hastalık kızımın sevgi duygusunu mu öldürmüş” – diye düşünerek endişe ediyordu. Hatta o gizli gizli
338
Vicdan Sustuğunda
doktorlara da danışmış ve hiçbir problemin olmadığını öğrenince rahatlamıştı. Elagöz’ün aşk ve evlilik hususunda lakayt
kalması onu endişeye sevk etmişti. Özellikle bu yaz o açıktan
açığa her şeyi söylemeye başlamıştı. Her gün Vugar’ın çok yakışıklı, ahlaklı bir çocuk olduğunu söylüyordu. Bunun da
faydası olmadığını görüce düşüncelerini açık açık söylemeye
başlamıştı. Buna rağmen Elagöz’de en küçük bir kıpırdama
görmemişti. Şimdi de birden bire kız dile gelmiş, beceriksizliğini anlatamaya başlamıştı. Bu da azımsanacak bir başarı
değildi. Merhamet Hanım onun titrek ve hazin sesinden onun
Vugar’ı sevdiğini hissetti!
Kadın sevincinden uçacak gibi oldu. Hemen kızının yanına yaklaştı. Ona sarılarak:
− Benim derdim de budur işte, kızım. Senin başaramaman. Eğer başarsaydın, dediklerimi yapabilseydin… – diyerek
duygulandı. Sonra gururla başını kaldırdı, ekledi: “Bu işi böyle bırakamam. O bencil, saygısız Vugar’ı yola getireceğim...
Öyle ki, elimi açtığımda avucumda, yumduğumda da yumruğumda olacak.”
Merhamet Hanımın göğsü inip kalktı. Hemen ayağa
kalktı. Ağır adımlarla oda volta attı. Iri gözleri gah açılıyor
gah kısılıyordu. “Artık gülüm, balım devri bitti. Güzel laftan
anlamıyor o. Artık onunla anladığı dilden konuşacağım !..”
Geri döndü. Yeniden kızına yaklaştı. Elagöz’ü göğsüne
bastırıp kendisine güvenerek:
– Ağlama, kızım, – dedi. Her şey güzel olacaktır. Bizim
istediğimiz gibi, dilediğimiz gibi olacak. Daha senin annen
ölmedi. O, seni mutlu edecek, mutlaka….
***
Ziya ve Şule Leleyev’ler “imdadına” geldiklerinde Merhamet Hanım sakinleşmiş, kanepede sakin bir şekilde oturuyordu. Ziya sağa sola bakındı:
− Hala, yangın nerede?
339
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım cevap vermedi. Şule teyzesinin sustuğunu görünce daha bir heyecanlandı.
− Halacığım, ne oldu Allah rızası için söyle! ne oldu sana...
Neden böylesin?... – O, cevap beklemeden piyanonun arkasında oturan Elagöz’e baktı, daha da telaşlandı.
– Bu kız sanki ağlamış gibi?!.
Merhamet Hanım kapalı kirpiklerini halsizce açtı, sönmüş
gözbebekleri uzak yıldızlar gibi zayıfça parladı. Kısık sesi
kuyu dibinden geliyormuş gibi duyuldu:
− Ağlamayı hak ederse, ağlar!...
Korkudan titreyen Şule yeniden sordu:
− Niçin?... hastalığı mı yoksa...?
Merhamet Hanım yine cevap vermedi. Ziya, meseleyi anlamıştı, gülümsedi. Karısına sandalye verdi. Kendisi de bir
köşeye oturdu.:
− He, he, he ... Halamı sinirlendirmişler, – dedi. – Başka
korkulacak bir şey yok.
Merhamet Hanım yine sustu. Ziya:
− Bizi neden telaşlandırdın bre kadın?... Yangını bahane
ederek niçin çağırdın?! Bizi zor durumda bıraktın!!
Merhamet Hanım kanepeye yasladığı başını kaldırıp yavaşça salladı:
− Ehh, keşke yanan evim, barkım olsaydı! Ah bile demezdi. – O, sağ elini yavaş yavaş kaldırıp göğsüne indirdi. – Burasıdır yanan. Kebap olan burasıdır!! Dedi.
Ziya güldü.
− O da senin elindedir, halacığım. Orasını yakmamak da
sana bağlı.
Merhamet Hanım gözünün birini açtı, dişleri ağaran
Ziya’ya nefretle baktı.
− Nasıl yani?
− Yani kendini ayakta tutmayı bilmelisin hala. Her şeye
kızıp böyle sinirlenmeyesin, kıyametler koparmayasın.
340
Vicdan Sustuğunda
− Kes sesini, şişko! Bana akıl verme!
Ziya susmadı.
− He, he, he... Göbek konusu istersen hiç açmayalım, hala.
Ondan sende de var. Hem de maşallahı var.
Merhamet Hanım çıra gibi bir kıvılcımda ateşlendi. Hantal bedenine can geldi, sıçrayıp yerinden ayağa kalktı:
− Git kendinle alay et! Dingil haramzade – diyerek neredeyse on parmağını da Ziya’nın gözlerine sokacaktı. –Sen nerenin itisin ki benimle alay ediyorsun! Kendini ne sanıyorsun
ha?!. – kadının gözleri yerinden fırladı. Ağzından köpükler
saçmaya başladı. – İt ağacın gölgesinde yatar, mahareti kendisinden bilir! Benimle alay edene bakın. Kimsin sen?! Nerenin köpeğisin?! Seni bu makama, bu rütbeye kim ulaştırdı?
Kim seni insanlar içine soktu?! Karşılığı bu mu?! Saygın bu
mu? Burnundan gelecek yaptıklarım!!
Ziya tehlike hissetmiş kaplumbağa gibi kabuğuna çekildi,
tebessümü dudaklarının ucunda dondu. Korkmaya başladı.
Merhamet’in bir şeye kızdıktan sonra içinde ne varsa hemen
her şeyi çekinmeden söyleyeceğini çok iyi biliyordu. Titremeye
başladı. Çok iyi biliyordu ki biraz daha sinirlense bütün sırlarını ifşa edecek, herkes her şeyi bir anda anlayacaktı. Şule’nin
yanında onu mahcup edecekti. Bir işaretle Merhamet Hanımın ayağına kapanmaya hazır oldu.
Yanlış yaptım, halacığım. Özür dilerim! – Ağlayacak gibi
oldu. – yalvarıp yakarmaya başladı. – Ben kimim ki, seninle
alay edeyim?!. Şaka yapmak istedim sadece, belki biraz rahatlar da içini dökersin diye düşündüm. Sinirlenme lütfen!
Onun yalvarıp yakarmaları bir kulağından girip diğerinden çıktı. Hiç aldırmadı. Ağzına gelenleri saymaya devam etti:
− Ben bu yaşta kaç yıldır, çocuk gibi senin için kapı kapı
gezdim. Ömrümde gitmediğim kapıları dövmek zorunda kaldım. Beğenmediğim, kendimden küçük gördüğüm insanlara
dil döktüm. Evimde davetler düzenledim., niçin?! Senin savunmana yardımcı olmaları için! Adam olasın diye...
341
Vidadi Babanlı
Ziya’nın telaşı arttı. Merhamet böyle başladıysa, her şeyi
açıklayabilirdi.
− Doğru söylüyorsun haklısın, hala! Size ömrüm boyunca
minnettar kalacağım– diyerek yutkundu, kekelemeye başladı.
Sonra Şule’ye baktı. Ona dert yandı. – Vallahi bu halanın çok
garip huyları var. Hangi alçak oğlu alçağa kızsa, haklı da olsa
haksız da olsa, sinirini benden çıkarıyor.
Merhamet Hanım onu taklit etti, “güzel” sözler söylemeye
hazırlanırken, Ziya ondan erken davrandı. Muti bir hal alıp
göz işaretiyle Şule’yi gösterdi. Onun anında lütfen beni boğazlama dedi.
− İşte böyle! – Merhamet Hanımın sinirleri birazcık daha
yatıştı. Gülümseyerek – Siz erkekler, hepiniz aynısınız, kuyruğunuz kapıda kalmayınca gözünüz ayağınızın altını görmez,
iyilikten anlamazsınız. O aptalı da bu duruma getirmem lazım.
Senin gibi o da benim ayaklarıma kapanacak! O daha beni iyi
tanımıyor. Ben ona gücümü göstereceğim!
Ziya sesini çıkarmadı. Merhamet Hanım ellerini beline
koyarak kabadayı gibi ortada dolaşmaya başladı. Birden
Elagöz’le göz göze geldi. Kız, biraz daha ezilip büzülmüştü.
Omuzları hala inip çıkıyordu. Merhamet Hanım bunu görünce Ziya’yı suçladı yine:
− Bak, zavallı kızım ne hallere düştü!.
− Görüyorum, halacığım!– Ziya yavaş yavaş dillendi.– Peki
niçin böyle oldu?.. Artık iyi olduğunu söylemiştiniz.
− Nedenini git o Vugar denen aptaldan sor! Söhrap dadaşınla yerlere göklere sığdıramadığınız o Vugar’dan sor. Gizi
gizli işler çeviriyor. Yetim birisiyle aşna fişne eyliyor. Benim
gül gibi kızım da burada onun hasretini çekiyor... Eğer bu
kızın başına bir şey gelirse, dünyayı başınıza yıkarım!
− Benim ne günahım var ki?... Elimden gelen her şeyi
yaptım...
− Yaptıklarını başına çal! Yapsaydın böyle olmazdı.
342
Vicdan Sustuğunda
− Vallahi, yapıyorum. Kendisiyle defalarca da konuştum.
Çok inat Nuh diyor peygamber demiyor. Hiçbir şey kar etmiyor.
− Olsun!... Sen anlatamadın, ben kendim ona anlatırım!
Canına okur asistanlıktan kovdururum, siz de seyredersiniz.
O zaman anlar!
Şule utanarak araya girdi:
− Kızma hala, doğru iş yapmıyorsun. Haksızlık ediyorsun
bence. Bu gönül meselesidir, zorla olmaz ki...
− Sen sus! Sana söz vermedik!..
− Ne olur, halacığım sinirlenme! Bırak da düşündüklerimi
söyleyeyim... Sevgi zorla olmaz. Muhabbet kalbe şırınga edilmez ki. Temelinde sevgi, saygı olmayan bir ailenin devam
etmesi mümkün değildir. Anlamsızdır...
− Yeter! Kapa çeneni! – Kadın nasıl bağırdıysa, kendinden
geçmiş bir köşede oturan Elagöz korktu. – Bana sevgi dersi mi
vereceksin?! Anlat bakalım nedir o sevgi denen şey? Nerede
satılıyor, nereden alınıyor?... O kimi mutlu etmiş?... Hadi
söyle, bir örnek ver!
Şule iki üç adım geri çekildi. Halasının sinirinden salladığı
parmakları bu defa da onun gözü önünde oynuyordu.
− Bir değil, bin örnek verebilirim sana, şimdi herkes...
− Sus! – Merhamet Hanım sözü yetersiz bulup, elleriyle
kızın ağzını kapattı. –Başkaları söylese de sen söyleme bari.
Sevgi hiç kimseyi mutlu etmemiştir, hiç kimseye güzel günler
yaşatmamıştır. Sevgi sadece kitaplarda, romanlarda oluyor.
Sen kendin de Ziya’yla evlenmek istemiyordun. Saçını başını
yoluyordun. Bizi intiharla korkutup, kendimi yakarım diyordun, “Onunla bir gün bile yaşamayacağım” – diyordun. Eee
ne oldu? Niçin söylediklerinden hiçbirini yapmadın?!..
− Şule’nin güzel yüzünde rahatsızlık belirdi, bir şeylere itiraz etmek istedi; ama Merhamet Hanım izin vermedi:
− Çünkü, sonradan aklın başına geldi. Hayrını anladın.
Halanın senin kötülüğünü değil, mutluluğunu istediğini anladın. İnsan gibi yaşamanı istiyordum. Seni kendi başına bırak343
Vidadi Babanlı
saydım, aç birisiyle evlenip hayatını kendine zehir edecektin.
Ömrün boyunca da zaruret içinde yaşayacaktın. Bunları
söylemeye kalktığında da “sevimli kocanın” zehir zemberek
sözlerini işitecektin. Şimdiki gibi bir elin yağda bir elin balda
olmayacaktın. Günde birkaç elbise de değiştiremeyecektin.
Ziya’dan gördüğün hizmeti başka birinden göremeyecekti.
Bak, seni nasıl koruyor, nasıl kolluyor. El üstünde tutuyor.
İşte budur sevgi, budur mutluluk!
Şule derinden “ah” çekti. Söylenilenler Ziya’nın da hoşuna gitti:
− Çok güzel konuşuyorsun hala. Ben Şule için gökten
zembille inmişim!
− Sen de sus! Boş boş konuşma! Senin de değerini bilirim.
Ziya söylediklerine pişman oldu. Boynunu büküp sesini
kesti. Merhamet kırılan bacısının kızına acıdı.
− Avlanmış ceylan gibi boynunu bükme öyle! Hadi, Elagöz’ü odasına götür. Uyusun, dinlensin biraz, – dedi. Yine
sinirlenerek sanki Ziya’yı dövecek gibi üzerine yürüdü.
− Bugünden itibaren Vugar denen o köpeğin ismini duymayacağım. Bu şehirde izi tozu kalmasın, yok edilsin!... Anladın mı beni?!
− Evet, – Anladım, halacığım. Yok edilecek!
21. Bölüm Söhrap Güneşli’nin yazlığı Şüvelan kasabasının en uç
noktasında, denize çok yakın bir yerdeydi. Burası Abşeron’un
en güzel yerlerindendi. Havası temiz, toprağı bereketliydi. Her
çeşit meyve yetişirdi. Üzümün, incirin tadı da bir başka idi.
Anlatılanlara bakılırsa, burası Bakü zenginlerinden birisine
aitmiş. Toprağını kervanlara Lenkeran’dan getirtmiş. Dört beş
hektarlık alanda kat kat toprak yığmış. O dönemim önde gelen
ziraat mühendislerinin yardımıyla çeşit çeşit ağaçlar diktirmiş,
bahçesini lalezara çevirmiş. Seyrine doyum olmazmış.
344
Vicdan Sustuğunda
Devrimden sonra bu “cennet bahçesi” güzelliğini yitirmiş,
bakımsız hale gelmiş. Sahibi yurtdışına kaçmak zorunda
kalmış. Bakımsız kalan toprak verimini kaybetmiş. Toprak
bölünerek bahçıvanlar arasında dağıtılmış. Bağbanlar, kiracılar yeni hükümetten korkup kaçmışlar. Ağaçlar, meyveler
bakanı olmayınca susuzluktan kurumuş. Güller solmuş. Gönüllere sürur veren bahçe bir anda bozulup harap olmuş. Bu
yetmiyormuş gibi birkaç kişi tarafından paylaşılmış, araya
duvarlar çekilmiş. Toraktan anlamayan, bağ bahçe nazını çekmeyen, ekip biçmeyi bilmeyen insanlar bu cennet köşesini
harabeye çevirmişler. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra savaş
başlamış. Vatanı Almanlardan korumak zorunda kalan insanlar dinlenmeyi, bağa gitmeyi tamamen unutmuşlar. Yaşam
mücadelesi vermişler. Bağlar, bahçeler kimsesizleşmiş, viraneye dönmüş.
Kırklı yılların sonlarına doğru her şey yavaş yavaş yoluna
girmeye başlar, bahçeler, yazlıklar eski değerini tekrar kazanır.
Yaz ve ilkbahar mevsiminde şehrin gürültüsünden kaçmak,
günlerini deniz kıyısında geçirmek isteyen insanlar, Bakü’nün
köylerine, kasabalarına akın etmeye başlar. Arsa alıp kendilerine yazlık yerler yaparlar. O yıllarda Söhrap Güneşli de yazlık
sevdasına tutulur. Ve bahsettiğimiz bu bahçenin küçük bir
kısmını alır.
Söhrap zihni zahmeti sevdiği gibi, fiziki zahmeti de seven
bir insandı. Bahçe işlerine daha çocuk yaşlarında ilgisi vardı.
Gence’de – eski baba yurdunda bahçe işlerine hep o koşar,
bahçenin bellenmesinde, ilkbahara doğru ağaçların budanmasında babasına yardımcı olur, asmaların budanmasında rahmetli anasına yardımcı olurdu. (Babası gece gündüz sosyal işlerle
iştigal eder, eve döndüğünde bu işler için kendisinde mecal kalmazdı.)
Çocukken edindiği bu alışkanlık, şimdi onun yardımına koşmuş, kendi bahçesini düzene sokmuştu. Kendisi yapamadığı
işleri bahçıvanlara havale ederdi. Ölü toprağı böylece tekrar
canlandırdı. Ağaçlarla ilgilendi, tekrar meyve vermesini sağladı. Yeni asmalar dikti. Kısaca bağında gerekli düzenlemeleri
yapıp burasını cennet köşesine çevirdi. Bir köşesinde de bü345
Vidadi Babanlı
yük eyvanlı güzel bir ev yaptırdı. Arada bir gelip bu evde kalıp
dinlenmekten büyük zevk alıyordu.
O bugün de yazlığa boşu boşuna, geçici bir hevesle gelmemişti. Günlerdir vücudunda birikmiş olan ağırlığı atmak,
terlemek, üzerindeki ağırlıktan kurtulmak ve zihnini dinlendirmek için yazlığa gelmişti. Aslına bakılırsa, sonbaharda
bahçede görülecek bir iş olmazdı. Bu mevsimde ne ağaçların
dibi bellenir, ne fide ekilir, ne mıntıka temizliği yapılır. Bunların tamamı ilkbahar başlarında yapılır. Şimdi toprak derin
bir uykuya hazırlanır, onu rahatsız etmek uykusundan uyandırmak cinayet gibidir. Söhrap oyalanmak için başka bir iş
budu.
Hava çok güzeldi. Rüzgar yoktu. Sanki bahar gelmişti.
Denizin arkasından doğan, mavi ufukta iki üç kulaç açılan
güneşin mavi ufukta rengi çok güzel görünüyordu. Sanki dalgasız sularda yıkanıp çıkmış gibiydi... Şuaları damarlardaki
kanı coşturup kaynatacak güzellikte idi. Söhrap montunu
çıkarıp yaprakları sararıp, dökülmüş dut ağacının dalından
astı. Ceketini ve şapkasını da oraya bıraktı. Pantolonunun
paçasını sıvadı. Havuzdan su çıkardı ve bahçeye serpti. Bir
gün önce şiddetli rüzgar esmiş, toz toprak olmuştu her taraf.
Süpürge buldu, bahçeyi güzelce süpürdü. Sonra elini yüzünü
yıkayarak içeriden sandalyeler çıkardı. Sofra kurdu. Merhamet Hanımın akşamdan hazırladığı yemekleri sofraya dizdi.
Sepetten emek aldı, yemeye başladı. Deminden beri dut ağacının altında durup oğlunu izleyen babasını yemeğe davet etti:
− Baba, gel istediğin yerde otur. Kahvaltımızın zamanını
kaçırmayalım. Ben çok acım. Bu güzel hava iştahımı açtı.
Şehirdeyken yemek aklıma bile gelmiyor.
Sultanoğlu, oğlunun ağzında ekmeği gevelemesine değil,
kendisine baba demesine tatlı tatlı gülümsedi. Oğlunun ona
“baba” demesi hoşuna gitmişti. Başka zamanlarda ona şakayla “genç adam” veya başkalarının söylediği gibi resmiyetle
“Sultanoğlu” derdi.
Murguz duygularını oğlundan saklamadı. Biraz düşünceli:
346
Vicdan Sustuğunda
− Ara sıra diline yol bulan bu “baba” hitabın beni eskilere
götürüyor, – dedi. –gençleştiriyor. – Kulaklarımda senin küçükken söylediklerin geliyor.
Söhrap yenice ağzına koyduğu lokmayı aceleyle yuttu, o
da gülümsedi.
− O zaman sana her gün birkaç defa “baba” diyeyim. Her
zaman genç kalasın.Yaşlanmayasın!
Sultanoğlu’nun yüzü değişti, sesi titredi.
− Oğlu kendinden yaşlı görünen baba nasıl genç kalabilirdi ki?!
Güneşli kalbinden geçenleri söyledi:
− Oğul yaşlanmasın da ne yapsın?... Derdi başından aşkın.
Kendine dikkat etmeye zamanı bile yok. Baba böyle şeylerle
kendini yormasın. Kendisini düşünmeye, sağlığını korumaya
mecali kalıyor. Baba bu tür meseleleri kafasına takmamalı.
Hiçbir şeyin kederini çekmemeli. O zaman oğlun da yükü hafifler, endişelerden kurtulur. Genç, dinç babasına bakar, o da
genleşir.
− Sultanoğlu derinden nefes aldı:
− Ahh, oğlum, – dedi. Benim zamanın geçti artık. Günlerim sayılı. Bundan sonra ne kadar yaşasam kardır. Sen kendini koru. Elli beş yaşına daha yeni girdin; ama yetmiş, seksen yaşında görünüyorsun. O gün sen tıraş olurken yanından
geçtim. Aynadaki akislerimizle karşılaştım. Şok oldum. Bir
sana baktım, bir de kendime. Sanki senin yaşındaki bendim,
benim yaşımdaki sen. Kalbimde burkuldu. Sanki yüreğime
ateş düştü. Akşama kadar kendime gelemedim
Söhrap şakayla:
− Bu senin başarın, baba. Her baba oğlundan genç görünmez.
Sultanoğlu ciddiyetle başını salladı.
− Şaka yapma. Senin halin beni çok düşündürüyor.
347
Vidadi Babanlı
− Ne olmuş benim halime?... Maşallah çelik gibiyim!...
Molla Veli Vidadi’nin sözlerini hatırladım... “Ne kadar yaşlı
olsa da gerçi hasta Vidadi, yine Vagif gibi, yüz oğlana yeter”.
− Boş boş tesellidir bunlar.
− Tesellisiz hayat yoktur, baba. İnsan hep teselliyle yaşar.
− Maalesef, böyledir.
Her ikisinin de kalbi dolmuştu. Sohbet uzarsa bir türlü
toparlayamayacaklardı. Ortaya çok şeyler çıkacaktı.
- Allah aşkına, baba, – dedi, – çıkar aklından bu düşünceleri. Moralimizi bozmayalım. Üç, beş saat dinlenelim. Yemeğimizi yiyelim. Akşama kadar buradayız. Şansımızdan bugün
hava çok güzeldir. Akşam olmadıktan sonra buradan gitmek
yok! Galiba Merhi’nin yemekleri bize yetmeyecek. Aç kalacağız. Aklıma yeni bir fikir geldi. Şoförü pazara yollayalım. Et,
patates, soğan yeşillik falan aldıralım. Yemek hazırlarız, bir de
yanında içki oldu mu, tamamdır. Bu havada bizi etkilemez. O
zaman sohbetimizde daha iyi olur.
Baba oğluna bakarak güldü. Teklif gönlüne yattı.
− Avazın güzeldir, oğlum, okuduğun Kuran olursa. Peki
yemeğimizi kim pişirecek?
− Kendim! – Söhrap gururla göğsüne vurdu. – beni öyle
beceriksiz sanma baba! Sana öyle bir yemek pişireyim ki, tadı
damağında kalır.
Sultanoğlu alayla dudağını büktü güldü:
− Evet, inanıyorum. Profesör adamın pişirdiği yemek çok
güzel olur!
− Şüphen mi var, baba?! Benim aşçılığıma güvenmiyorsun
demek ki. Önemli değil, görünen köy kılavuz istemez. Yapınca
hakkımı verirsin. – Söhrap durakladı, ne düşündüyse birden
bire çekindi. Sözünü gülerek bitirdi: Peki baba madem yemek
yapmak elinden gelmez, o zaman mangala ne dersin?! Onu
çok güzel yaparım.
− Ha bak, ona bir şey diyemem. Ama bunun için sağlam
diş gerekiyor.
348
Vicdan Sustuğunda
− Öyle yaparız ki, problem olmaz. İkimiz de aynı dertten
mustaribiz. İcabına bakarız.
Sultanoğlu kabul etti. Baba oğul sofrada karşı karşıya
oturdular. Konuşmadan yemeklerini yemeye devam ettiler.
Sultanoğlu çok acıkmıştı, açlıktan karnı gurulduyordu. Söhrapla yemek bitinceye kadar sofrada kaldı. Tan doyduktan
sonra güzel bir çay içtiler. Boş sofraya baktı. Pazar meselesini
yine ortaya attı.
− Bak, nasıl bildim, baba. Merhi’nin hazırladıkları bize zor
yetti. Öğlen için bir çare bulmamız lazım. Benim aşçılığımı
beğensen de beğenmesen de pişirdiğimden yemek zorundasın.
Başka çaren yoktur. Bir yemek için böyle güzel havayı bırakıp,
şehre dönmek cinayettir. Anlaştığımız gibi hava kararana
kadar buradayız.
O, hemen kalkıp şoförünü çağırdı. (Şoför çok saygılı biriydi. Hiçbir zaman Profesörle aynı masada oturmaz, saygıda
kusur etmezdi. Önceleri Güneşli ona çok kızıyordu sofrada
oturmuyor diye; ama bu bir sonuç vermedi, o, yine de aynı
masada yemek yemedi. Güneşli de bir daha ısrar etmedi.)
Şoför bahçenin arkasında arabayı temizliyordu. Sesi duyunca
hemen koşup geldi. Söhrap ona para verip pazara yolladı.
Kendisi de sofrayı toparlayıp ateş yakmak için kuru ağaç dalları, asma çubukları aramaya başladı. Sultanoğlu da boş kalmadı. Elinden geldiği kadar oğluna yardı etti.
***
Onlar her şeyi hazırlayıp sofraya oturduklarında güneş
tepeden batıya doğru yol alıyordu. Saat neredeyse iki, üç civarındaydı. Kıpkırmızı etleri şişlerden tabaklara koyan Güneşli
parmaklarını yalayarak babasına:
− Buyursun Sultanoğlu açılışı siz yapın bakalım, mangallarımızı beğenecek misiniz? Zahmetimizi yeterli puan verecek
mi? Göreceğiz.– dedi.
− Sultanoğlu resmiyetini koruyarak elini tabağa uzattı.
Küçücük bir kebap alıp, çiğnemeye konuşmaya başladı:
349
Vidadi Babanlı
− Galiba iyi.
− O zaman, becerikli aşçıya aferin! – Söhrap kendisini
övdü:
− İzninle, şeytanın bacağını kırmak istiyorum, baba. Burada Merhi’den gizli bir şişe rakı saklamışım. Bazen insanın
buna ihtiyacı oluyor. Hadi birkaç kadeh içelim. Bugün neden
bilmiyorum, ama keyfim yerinde. Senin şerefine içmek istiyorum.
− Az mı içmişsin benim şerefime?
− Yok, onlar başka.... Şimdi söyleyeceğim sözler başkadır.
İzin ver, getireyim o şişeyi.
Sultanoğlu düşündü. İzin vermeye gönlü razı olmadı.
− Sana bir zarar vereceğinden korkuyorum. Kalbinden rahatsızsın.
− Bir şey olmaz!.. – Söhrap ısrar etti. – Korkma. Demin
kendin söyledin ya, herkesin sayılı günü var diye. Nerede
kırılırsa, kırılır.
− Bunu ben söyleyebilirim. Çünkü zamanla hesabımı
yapmışım. Sen böyle düşünmemelisin. Sen daha yaşamalısın.
− Birkaç kadehle ömür sona erecekse, bırak ersin... Biz hiç
böyle baş başa kalmadık. Senin şerefine içmek istiyorum.
Hem hava da çok güzel. Yüreğimin enginliklerinde gömdüğüm, evde sana söyleyemediğim sözleri söylemek istiyorum.
Sultanoğlu yeniden daldı. Hakikaten de ilginç bir durumdu. Baba oğul çoğu zaman bir birbirlerine kalplerini açmaz,
içlerini dökmezdi. Biri utanır, saygı perdesini aradan kaldırmak istemez, diğeri de evladını kırmaktan çekinir, susardı.
Ama eğer, onar içlerini birbirine dökseydiler her ikisi de hafifler, rahatlardı. Ne yazık bütün bunlar ya gereksiz bir ifrattan,
utanmadan ya da lüzumsuz ihtiyattan doğan lüzumsuz davranışlardı. Bütün bunlar, kalbin kapısına kilit vurmaktan başka bir şey değildi.
Murguz’un da oğluna söylemek isteyip de söyleyemediği
çok şey vardı. On sekiz yıl hapisten sonra vatana dönen
350
Vicdan Sustuğunda
Söhrap’la baş başa sohbet etmemişti. Başından geçenleri baştan sona kadar anlatmamıştı. Eski yaraları yenileyeceğinden,
oğlunun moralini bozacağından korktuğu için bu konuya hiç
girmezdi. İşte o an gelmişti. Eğer konuşabilirse ona birçok
meseleyi anlatacaktı. Uzun uzun düşündükten sonra zor da
olsa söze başladı:
− Ne diyeceğimi bilmiyorum, oğlum. Ben içki içmesem iyi
olur. Sana da doktorlar yasakladılar zaten.
Güneşli kızdı.
− Kabahatim için özür dilerim, baba.... Boş konuşuyorlar
işte doktorlar! Onlar da sahte imamlar gibiler. Hastalarına
yasakladığı şeyleri kendileri daha beter yapıyorlar. Biliyoruz
onları!
Söhrap artık “İzin veriyorum” demesini beklemedi. Söylene söylene kalkıp, eve girdi. Rakı yerine, süslü bir şişe şarap
getirdi. Ve sevinerek masanın üzerine koydu.
− Çok güzel bir şey buldum, baba. Bunu bana çok eskiden
Gürcü bir arkadaşım vermişti. Bir zamanlar seninle içerim
diye bir köşede saklamıştım. Birden hatırladım. Şerbet tadındadır. Bundan sen de içebilirsin. Bir zararı olmaz.
Sultanoğlu süslenmiş şişeyi görünce iştahı açıldı.
− Bir, iki değil ama yarım kadeh içerim. Sana eşlik etmek
için.
Güneşli şişeyi açtı. Pekmez renkli katı şarabı iki kadehe
yavaşça döktü. Birini babasının önüne koyup, diğerini eline
aldı.
− Benim muhterem, dünyada herkesten ve her şeyden çok
sevdiğim babam! – diyerek babasına seslenmeye başladı. –
Senin şerefine arzu dolu bir yürekle, coşkun bir kalple, sonsuz
sevgi ile kadeh kaldırıyorum... Senin şerefine... Sen sadece
yıllarca hasretinden yandığım babam değil, benim canımsın,
ciğerimsin. İşte bu yüzden senin şerefine çok yüce sözler söylemem gerekiyor. Ama bugün benim yüreğimi titreten, beni
coşturan daha önemli bir sebep var. – O, nefes alıp, kadehi
351
Vidadi Babanlı
başının üzerine kaldırdı. Şakayla söylediklerini yavaş yavaş
ciddiye çevirdi: Nedir o sebepler?... Sebeplerden birisi senin
neslinin çok talih, bahtının kara olmasıdır. Zıtlıklarla, karışıklarla dolu bir asrın, hem müthiş, hem de çok zevkli bir devrin
şahidisin. İkinci sebep ise, senin zahmetle, mahrumiyetle ve
hiç yoktan yeni bir dünya kuran, yeni bir hayata adım atan,
ama bu yeni dünyanın, yeni hayatın hiçbir güzelliğini görmeyen ender insanların en yücesi olmandır. Üçüncü sebep ise en
ağır maddi ve manevi zorluklara, en korkunç hakaretlere dayandın, idam edilmeden sağ salim ülkene döndün!!..
− Çok övme!.. – Sultanoğlu mütevazılıkla oğlunun sözünü
kesti. – Öyle konuşuyorsun ki sanki baban çok büyük bir kahramanlık yapmış.
− Bu kahramanlık değil mi, baba?.. Bu sitemlere, işkencelere tahammül etmek, her adımda ölüme yaklaşmana rağmen
sabretmek, kahramanlık değil de nedir?
Sultanoğlu yine mütevazılık yaptı. Söhrap’ın söylediklerini düzeltti:
− Keşke o işkenceleri, cehennem azabını sadece kendimiz
çekmiş olsaydık. O zaman“of” bile demezdik. En büyük işkence kendi yakınlarını, evlatlarını, aileni sürgünlere götürmekti. Bir insan yüzünden kaç günahsız insanın ömrü heder
oldu. İşte en acı, en dayanılmaz işkence budur!
− O konuya değineceğim, baba. Acele etme. Sözümü daha
bitirmedim. – Güneşli babasıyla kadeh tokuşturdu. – İyi ki,
varsın, baba. Ne büyük mutluluk ki, sağ salimsin, gözümün
önündesin. Çok şükür ki, on sekiz yıllık ayrılıktan sonra yuvamıza, yurdumuza döndün. Senin dönmen beni de hayata
döndürdü. Yüreğimi delen keder, aklımdan çıkmayan türlü
düşünceler beni çoktan verem edip öldürmüştü belki de...
Daha doğrusu, beni sevmeyenler, beni kıskananlar, benim
kalbime indirmiş olacaktılar. Babamın “halk düşmanı” olduğunu yüzüme vururlar, benimle alay ederlerdi. Benimle alay
edip dalga geçerlerdi. Benim yaşlandığımı, ihtiyara benzediğimi söylüyorsun.Tabiî ki ihtiyarladım. Buna benzer manevi
352
Vicdan Sustuğunda
işkence çeken, ruhi sıkıntı içerisinde olan birisi başka nasıl
olabilir ki?!. Eğer sen geri dönmeseydin, yüzünü bana göstermeseydin, ben şuan hayatta olur muydum, bilmiyorum. İşte
bu yüzden senin şerefine içiyorum, baba. Sana uzun ömür
diliyorum. Çektiğin tüm azapları unutmanı diliyorum. Yaşa,
benim yücelerden yüce babam. Çok yaşa!!!
Söhrap kadehi bir nefeste içti. Sonra kebaptan yağlı bir
pirzola alıp, iştahla yedi.
− Çok güzelmiş, baba. Hadi sen de iç! Hoşuna gideceğinden eminim.
Murguz oğlu kırmak istemedi. Kadehi usulca kaldırdı. Üç,
dört yudum aldı. Hoşuna gitti:
− Evet, hakikaten de iyiymiş. Ekşi falan değil.
− O zaman, sonuna kadar iç, korkma bir şey olmaz.
− Yok, yeter bu kadar. – Sultanoğlu kadehi masaya bıraktı.–Artık fazlası zarar. Arada böyle tadına bakarak sana eşlik
ederim.
Söhrap kabul etti.
− Teklif var, ısrar yok. Nasıl istersen, öyle olsun.
Bir hayli konuşmadılar. Tatlı bir sessizlikte yemeğe devam
ettiler. Sonra Söhrap kadehini tekrar doldurdu. Biraz kendinden geçmişti. Şarabın kırmızısı Söhrap’ın yüzüne çıkmıştı. O,
içmek için acele etmedi. Babasına bakarak sordu:
− Bir konu var. Çok eskiden, sen tutuklandığın gündün
beri beni çok düşündürüyor. Çok çalışıyorum; ama bir türlü
cevap bulamıyorum... Senin suçun neydi baba? Devrimci
faaliyetin olduğu halde seni niçin tutukladılar?
− Bilmiyor musun?
− Tam bilmiyorum. O zaman herkesi aynı suçla itham ediyorlardı. – “halk düşmanı”, “toprak ağası”, “vatan haini”... en
etkili yaftalardı. Peki işin aslı neydi? Neyle suçluyorlardı seni?
− Hiçbir gerekçe yoktu. Arkadaşlarımın, yakın dostlarımın
bulunduğu bir ziyafette coşup, “Biraz maddi durumu iyi olan,
353
Vidadi Babanlı
hali vakti yerinde olan köylülerin içerisinde zorba aramak
doğru değil, yanlıştır. Onları kendimize karşı çıkarmayalım”,
demiştim. Bunu da bir çenesi düşük gidip, üstüne de bir
şeyler ekleyerek gerekli yerlere ulaştırmış. Gece uykudan
uyandırdılar. Sorgusuz, sualsiz beni “kodese” attılar. İki ay
sonra sorguya çektiler beni. O haber ispiyoncuları da şahit
olarak karşıma çıkardılar. “Zorba taraftarı”, “Sovyet yönetimini aleyhtarı” olarak suçlayıp Sibirya’ya en uç noktasına
gönderdiler.
− Dehşete bak!.... Adalet perdesi altında yapılan adaletsizliğe bak!!! – Güneşli kızdı. – Ben seni birileriyle karıştırdıkları
için, bir yanlışlık olduğu için sürdüklerini düşünüyordum. Er
ya da geç yanlışlık ortaya çıkacak seni salıverecekler, diyordum. Uzun zaman bu ümitle, bu inançla yaşadım. Nasıl da
aldanmışım.
− Sadece sen aldanmamışsın ki, herkes böyle düşünüyordu. Bütün bunların bir düşman hilesi olduğunu, devrimcileri
kasten lekelemek istediklerini sanıyordum. Er ya da geç gerçek öğrenilecek mesele Stalin’e ulaşacak ve her şey düzelecek
diye düşünüyordum.
− Ne kadar de güzel bitmiş(!)...– Güneşli acı acı gülümsedi.
– Bir insan hayatının yarısını hapishanelerde geçirecek, bir
deri bir kemik kaldıktan sonra yuvasına dönecek. Bu mudur
bizin kurduğumuz bağımsız toplum!? Bu mudur dünyaya
haykırdığımız mutlu dünya!?
Söhrap karşında duran dolu kadehi sinirli bir şekilde aldı.
Günlerce susuz kalmış bir insan gibi başına dikti. Yüzünü yan
tarafa çevirip sustu.
Sultanoğlu bu duruma şaşırmadı. Kötü anlam da veremedi. Oğlunun heyecanını, onun içindeki karma karışık hislerin vuruştuğunu duyabiliyordu. Bundan dolayı da sözünü
kesmedi. Kendi de içine kapanıp, sustu.
Güneşli yavaş yavaş nefesini topladı. Bir hayli vakit geçtikten sonra Güneşli heyecanını boğarak önceki sakinliğiyle
babasına döndü:
354
Vicdan Sustuğunda
− Beni bir mesele daha çok ilgilendiriyor, baba. Uzun zamandır yüreğimi kavuran; ama bir türlü cesaret edip soramadığım bir meseleyi senden öğrenmek istiyorum. – Biraz duraksadı, bir şeyler düşündükten sonra sorusunu rahatça sordu.
– Bu uzun ayrılıktan sonra ülkemize geri döndüğünde,
hayatımızla ilgili ne gibi değişikliklere şahit oldun? Ne gibi
yenilikler gördün? Yaşam tarzımız, sosyal ve politik durumumuz sende hangi hisleri uyandırdı? Sizin, yani devrimcilerin
kurmak istedikleri toplumla gerçekler arasında ne gibi benzer
ve farklı yönler vardı?... Genel olarak senin bu hayat tarzı
hakkında düşüncelerin neler?
Murguz tam bir dakika oğluna dikkatlice baktı. Dudaklarında gülümseme belirdi:
− Çok zor sorular soruyorsun, – dedi. – Senin gibi büyük
bir ilim adamı olmadığımı unuttun galiba. Ben o kadar bilgili
değilim. Ben sıradan bir insanım. Bu tür soruları cevaplamak
benim için çok zordur.
Söhrap inatla ısrar etti:
− Benden yakanı kurtaramazsın, baba, – dedi. – cevap vermekten kaçma. Sen sıradan bir insan değil, feleğin çemberinden geçmiş bir insansın. Hayatın öğrettiklerini hiç bir okul,
hiçbir üniversite öğretemez. Hem ben senden sorumun ilmi
açıklamasını, şerhini istemiyorum ki. Kendi gördüklerini,
düşündüklerini benimle paylaşmanı istiyorum sadece.
Sultanoğlu yine yan çizmeye çalıştı, sorudan kaçmaya
çalıştı:
− Geldiğimden beri nereyi gezdim, nereyi gördüm ki, bu
konuda bir fikrim olsun. Gördüğüm yer bir senin evin bir de
yüreğimi avutmak için her akşam seyretmeğe gittiğim sahil, o
kadar.
Güneşli biraz şaşırmış bir eda ile başını salladı. Babasına
küsmüş gibi uzaklara bakarak konuşmaya başladı:
− Özür dilerim baba, kırılma ama doğru söylemiyorsun.
Sen birçok şeyi bizden daha iyi görebiliyorsun. Bizden daha
çok şey biliyorsun.
355
Vidadi Babanlı
Sadece susmayı uygun görüyorsun. Yerin de kulağı var,
diye düşünüyorsun, söyleyeceklerinin bir yerlere gideceğinden
korkuyorsun. Hayır, korkma, baba. Yerin kulağı kesildi artık.
Hiçbir şey duymuyor. Burada bizden başka hiç kimse duymaz.
Pazarlıktan dönen şoförü de şehre gönderdim. Akşam bizi
almaya gelecek. Bu yüzden çekinmene gerek yok. Bir sen
varsın, bir ben. Hadi, açık konuşalım.
− Konuşmak istiyorsan buyur konuş. Murguz Sultanoğlu
yerine daha da yerleşti. Sanki kendisini ciddi ve resmi bir
röportaja hazırlanmış gibi oldu. – Sen bizim kurmak istediğimiz toplumla ilgileniyorsun... Bizim kurmak istediğimiz toplum, sizinkine benzemeyecekti. Biz bu meseleyi çok derinden
ele almıştık. Bütün dünyada inkılap yapmayı düşünüyorduk.
Kısa sürede büyük bir birlik, sınıfların olmadığı toplum
kurmayı planlıyorduk. Lenin’in vasiyetlerini yerine getirmeye
çalışıyorduk. Ama karşımıza başka şeyler çıktı: Yoksulluk,
kıtlık, cehalet!.. Hukuk beraberlik de sözde kaldı. Pazarları,
hastaneleri, dinlenme parklarını, hatta mezarlıkları bile ayırmışsınız. Yüksek makamda olanlar için başka, zavallı yoksullar için başka... Bu beraberlik midir?! Lenin’in bıraktığı kanunlar nerede?!. Geldiğimden beri işittiğim tek şey “Bu yetmiyor, o yetmiyor” serenatları, ekmek almak için sıraya gir, et
almak için sıraya gir. Ne zamana kadar devam edecek bu
sıralar... “geçici zorluklar” ?!
− Düzelir inşallah– Güneşli’nin kaşları açıldı– ufukta yaz
var, kış var, acele etmeye ne gerek var, baba?
– Hiç aklıma yatmıyor değişeceği. Onu eğen kökünden
eğmiş, belini kırmış!.. – Sultanoğlu içinden gelen heyecanla
titredi– İnsanlar da değişmiş, başkalaşmış, bizim zamanımızda insanlar daha çalışkandı. Şimdi sanki herkes yasta gibi. Ne
bir şenlik var ne de başka bir yürek açan bir şey. İnsanlar suskun, dertli. Bir yerlere ulaşmak, bir şeyler elde etmek için acele ediyorlar. Sokaklarda her zaman, insanların fısıltıyla konuştuklarını, konuşanların birilerinden çekindiğini hissediyorum.
− Medeni olmuşlar, baba. Bu yüzden yüksek sesle konuşup gülmüyorlar!
356
Vicdan Sustuğunda
− Hayır, oğlum, hayır!.. Bu medeniyetten kaynaklanmıyor.
Bence insanlar mutlu değiller. Geçim sıkıntısı onların belini
bükmüş. Gülmeleri de, birbiriyle görüşmeleri de sahtedir.
− Bütün bunlar eski korkuların, şüphelerin sonucudur.
İnsanlar unutamamış. Manevi azap hemen çabucak iyileşmiyor.
− Toplumumuz kırgın, insanlarımız üzgün, dükkanlarımız
pazarlarımız tam takır. Neyimiz iyi peki? Neyle övünüp
dünyaya meydan okuyoruz?
Güneşli kahkaha attı:
− Bravo baba, bravo... Söyle bakalım! – o aralıklarla güldü– Hani hiçbir şey görmedim diyordun az önce?
Bak, ne kadar da kusurlarımız varmış!
− Ne yapayım, mecbur konuşturdun beni.
− Konuş, baba, konuş! Sen konuştukça kusurlarımız daha
da açığa çıkıyor. Şimdiye kadar biz alkışlamışız “yaşasın” demişiz, tenkit nedir işitmemişiz. Döşe nalına da vur mıhına da!
Konuş, baba, yık bizi!!
− Daha ne söyleyeyim?.. Zaten her şeyi biliyorsunuz. –
Sultanoğlu sustu. Sonra aceleyle ilave etti: – Unutmadan şunu da söyleyeyim… Geçen gün Elagöz’ün doğum günü
partisinde atıp tutan Profesörü gözüm hiç tutmadı. Kaşı gözü
sürekli fıldır fıldırdı. Söylediklerinin hepsi de boğazından
aşağı geçmez. Namussuz adamın birine benziyordu.
− Doğru tanımışsın, baba. Çok iğrenç bir insandır.
− Aman oğlum, uzak dur o adamdan. Samimiyetine, tatlı
diline inanma sakın. Böylelerinden korkulur... İnsanın başına
ne gelirse böylelerinin yüzünden gelir.
− Az kötülük yapmadı o bana. Beni bir kaşık suda boğmaya hazır… Şimdi de fırsat kolluyor.
Sultanoğlu derinden nefes aldı.
− Orada ben hep seni düşünüyordum. Sadece hiç kimsenin sana dokunmamasını, sana kötülük yapmamasını, seni
357
Vidadi Babanlı
kırmamasını istiyordum. Benim yüzümden senin de zulüm
çekmene gönlüm razı olmazdı. Annen Mesme’nin akıbetini
nasıl olacağını tahmin ediyordum. Onu inciteceklerini biliyordum. Ya tutuklayacaklardı ya da sürgüne göndereceklerdi.
Yollarda ölüp kalacaktı. Çünkü benden önce tutuklananların
ailelerinin başına gelenleri, onlara yapılan işkenceleri çok görmüştüm. Aklım fikrim seninleydi. Sadece seni düşünüyordum. Daha küçüklüğünde hissetmiştim senin büyük adam
olacağını. Dokunmasalar ileri gideceğine inanıyordum. Her
halükarda senin başarılı olacağını biliyordum. Allah’a şükürler olsun ki sana dokunmamışlar.
− Çünkü onlara ben lazım idim. Savaşın zaferle bitmesinde benim de katkım vardı. Yakıt alanındaki buluşlarım askeri
teknolojinin ilerlemesine çok büyük rol oynamıştı. Ama bütün bunlara rağmen başım az ağrımadı... Beni çok uğraştırdılar, sıkıntıya soktular.
Güneşli hayallere daldı, eski günleri hatırladı. Bir hayli
düşündükten yavaş yavaş konuşmaya başladı:
− Derdimi açtın, baba. Müsaade et yüreğimdeki her şeyi
söyleyeyim. Dertler yürekte kaldığında insanı boğuyor.– O,
genleşti. Sanki omuzlarındaki ağır bir yükü atar gibi yaptı.–
Son zamanlarda kendimle çok hesaplaşıyorum: Bir insan
olarak ne kazandım ben bu dünyada? Aslına bakılırsa, hiçbir
şey!.. İlk sevgim elimden alındı. Gençliğimde hakarete uğradım. Benliğim, gururum ayaklar altına alındı. Ailemi de kendin görüyorsun... Beni hayata bağlayan, yaşamaya teşvik eden
bir kızım var, o da hasta...
Söhrap yine ara verdi. Kederli bakışlarını uzaklardan ayırıp yakına getirdi. Önce babasına, sonra da yere baktı. Utanırmış gibi devam etti:
− Doğrusunu söylemek gerekirse Merhamet kötü hanımlık yapmadı bana. Her zaman yanımda oldu. Gerekirse benim
için ölüme bile gider. Babasının, senin arkadaşın İsrafil amcanın da hakkını ödeyemem. Onlar olmasaydı, kim bilir benim
akıbetim nasıl olurdu. Kim bilir hangi kıyıda köşede yok olur
358
Vicdan Sustuğunda
giderdim. Bunları unutmak, değerlendirmemek nankörlük
olurdu. Ama karşılıklı sevgiyle kurulan aile başkadır. Hiçbir
şey onun yerini tutmaz.
− Ailene karşı olan soğukluğunu hissetmiştim... Evine
geldiğim ilk gün bunu hissettim.
Doğru tahmin etmişsin, baba. Bir türlü ona ısınamıyorum.
Kendimi evimde yabancı gibi hissediyorum. Bu her zaman
böyleydi bu. Çünkü hiçbir zaman Merhamet’i sevmedim.
Zerre kadar bile sevgim olmamıştı ona karşı. Önce, zamanla
geçeceğini, alışacağımı düşünüyordum. Ama olmadı... Sevmemek bir yana, hem karakterlerimiz, huylarımız da uyuşmuyor.
O, zengin anne babanın şımarık kızı olarak büyümüş. Bense...
− Hımm...maalesef! Sultanoğlu etkilendi. – Önceki kızı –
nişanlını ben de çok beğenmiştim. Anne babası da iyi insandı.
Neden ayrıldınız onunla? Sebep neydi?
Güneşli’nin birden attı, rengi beyazladı.
− Neyse, baba, neyse.... – diyerek ayağa kalktı. – Eliyle
kalbini tuttu. – O konuya girmeyelim. Külü eşelemeyelim,
altında koru var, elini yakar.
Sultanoğlu sorduğuna pişman oldu. Özür diledi:
− Özür dilerim, oğlum, birden ağzımdan kaçtı.
Söhrap konuşmadı. Üzüntüsü geçene kadar gezindi. Sonra
şarap şişesinin ağzını kapattı. Babasının üzüntüsünü gidermek için için gülümsedi:
− Bunu çok kaçırınca insanın çenesi düşüyor. – dedi. –
Yeter oturduğumuz. Kalk da bahçe de yürüyelim biraz. Gelince devam ederiz. Mangallar da soğumuş, sonra tazeleriz.
Daha akşama çok var, yine ısıtır, yeriz.
Murguz Sultanoğlu ayağa kalktı...
22. Bölüm Baba oğul bahçeden zinde döndüler. Bir günlük temiz deniz havası, yumuşak güz güneşi, tesirini göstermişti.
359
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım kocasıyla, kayınpederinin eşikte geğirmesini işitince suratını astı. Sanki acı biber yemiş birisi gibi
yüzünü ekşitti, yönünü duvara doğru çevirdi.
Hanımının bu halini görünce Söhrap öfkelendi. Kavga
çıkabilirdi. Bunu önlemek için ona yakınlaştı. Bu durumlarda
Merhamet’e hiçbir nasihat, hiçbir söz tesir etmezdi:
− Nasıl oldun, Merhi?.. başının ağrısı geçti mi?
Merhamet Hanım, hiç kıpırdamadı, seslenene aldırış bile
etmedi, yarı kapalı göz kapaklarını açmadı bile. Sanki oturan
insan değil de bir heykeldi.
− Keşke bizimle gitseydin, Merhi. Bugün çok güzel hava
vardı. O güzel havayı bırakıp da şehrin boğucu, sıkıcı havasına dönmeyi hiç istemezdim.
Söhrap bunu söyleyip, ateşine bakmak için elini hanımının alnına koydu, ateşini ölçmek istedi. Merhamet Hanım
onun elini sert bir hareketle yana itti. Söhrap elini elektrik
kaptı sandı. Söhrap öylece kalakaldı. “Heykelin” dudakları kımıldadı:
− Gelmeseydin o zaman! Zaten hiçbir işle ilgilendiğin
yok... Ailen bile umurunda değil.
Bu iğneli sözler yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Murguz
Sultanoğlu gerginliği hissedince yan odaya, torununun yanına geçti. Karı kocanın bu hoş olmayan sohbetini işitmek istemedi.
Babası gittikten sonra Söhrap biraz tatlılıkla konuştu. Bugünkü, dinlenme onda yeni bir çalışma hevesi uyandırmıştı.
Aklına yeni fikirler gelmişti. Kalbi dolup dolup taşıyordu.
Masasına geçerek bütün geceyi çalışarak geçirmek istiyordu.
Bu istek öyle güçlüydü ki, moralini bozmamak için her şeyi
alttan alıyor, Merhamet’i nazıyla oynuyordu.
− Başının ağrısı çoksa, doktor çağırtalım. İstersen kendimiz gidelim, doktor Veyselovlara. O, çok iyi bir doktor. Şehrimizde en meşhur doktorudur. Seni dikkatlice muayene etsin,
tansiyonunu ölçsün. Hastalık ilerlemeden tedbir almak gere360
Vicdan Sustuğunda
kir. Sonra geç olduğunda tedavisi de uzar. Hem açık havaya
çıkınca belki iyi olursun. Bugün evden dışarı hiç çıkmamışsın.
Havasızlıktan da olabilir ağrılar....
− İlgin için teşekkür ederim! – “Heykel”, sonunda konuştu. – Doktora gerek yok. Gerekirse sensiz de hallederim. İlla
birileriyle ilgilenmek istiyorsan, kızınla ilgilen. Belki kızının
bir problemi var. Hiç konuştun mu onunla, bir derdi olup
olmadığını sordun mu?
− Elagöz’ün mü?... – Güneşli şaşırdı. – Ne oldu ona?
− Hımm... Benden mi soruyorsun? – Merhamet Hanım
alayla gülümsedi. – Babaya bakın!!!
Güneşli kızının ismi anıldığında önceler olduğu gibi telaşlanmadı. Yılların tecrübesinden Merhamet’in kızının hastalığının ilerlemesi durumunda böyle sakin olmayacağını çok iyi
biliyordu. Kendisi içeri girer girmez üzerine atılır, suratını
asar daha o konuşmaya başlamadan ortalığı velveleye verirdi.
− İnsaf Merhamet. Burnumdan getirme ne olur.
Merhamet Hanım sağa sola yavaş yavaş hareket etti, dayanamayıp, patladı:
− Kızına hakaret etmişler, izzeti nefsini ayaklar altına atmışlar!!!
− Kim?...Güneşli sinirlenmeye başladı.
− Senin değer verdiğin, sevdiğin biri!..
− Adam gibi cevapla. Bulmaca gibi söyleme. Benim seninle çene çalmaya vaktim yok.
− Zamanım, zamanım!.. Cehennem olsun senin zamanın!!
– Sinirden Merhamet Hanım titretmeye başladı. – Ya aile
şerefini, evlat namusunu korumak kimin görevidir? Bununla
kim ilgilensin?!
− Boş konuşma, insansan insan evladıysan insan gibi anlat, diyorum.
Merhamet Hanım Söhrap’ın kızdığını, renginin karardığını görünce sakinleşti. Çok az zamanlarda böyle kızan ken361
Vidadi Babanlı
disini kaybeden Söhrap’ın daha sonra neler yapacağını Merhamet Hanım çok iyi biliyordu. O, sessizce kendi odasına
çekilecek, odasını kapanacak; Merhamet dünyayı yıksa da,
sesini çıkarmayacaktı. Böyle çok konuşan bir hanım için bundan daha büyük ceza olabilir mi?! Keşke onunla kavga etseydi,
boğaz boğaza gelseydi. Merhamet hiç de altta kalmaz eteğindeki taşları maharetle boşaltırdı. Ama bu durumda kendisi
çalacak kendisi oynayacaktı.
O, bir an değişti, merhameti geldi. Vugar hakkında duyduklarını biraz şişirerek anlattı.
Söhrap, hanımının yüzüne manalı manalı baktı. Sonra iç
çekti, konuşmaya başladır:
Biliyorum, Merhamet, bunların hepsi senin uydurmalarındır! Eğer insansan bu bu dolaplardan artık vazgeç! – dedi.
Merhamet Hanımın sesi arşa yükseldi:
− Aman Allah’ım neler duyuyorum ben?!. Bana neler
söylüyorsun sen?!.
− Bağırma!
− Bağırtıyorsun, bağırıyorum! Yüreğimi yakıyorsun, canımı sıkıyorsun bundan dolayı da bağırıyorum!.. Senin canın
yanmıyor mu?! Sen baba değil misin?! Kızının mutluluğunu
istemiyor musun?
Aklını başına al, Merhamet. Gözünü aç dünyayı anlamaya
çalış. Hangi devirde yaşıyoruz? Kızı zorla birine vermek ne
demek? Aile bu şekilde kurulmaz, mutluluk böyle elde edilmez. Senin mutluluk hakkında düşündüklerin çok eskide kaldı. Bu çürük zihniyeti sen nereden aldın? Çok merak ediyorum. Sen üniversite bitirmiş bir kadınsın, evlilik gibi kutsal
bir meselede nasıl böyle düşünüyordun?..
Güneşli’nin sulhe, barışa çağıran nasihatleri Merhamet’i
pek etkilemedi.
− Onu seviyor, anlıyor musun, seviyor! – diyerek ayaklarını yere vurdu. – O aptal senin kızının gönlünü çalmış.
362
Vicdan Sustuğunda
− Yeter! – Güneşli şiddetle elini masaya vurdu. – Kapat artık bu konuyu.
Merhamet Hanım hemen kendisini toparladı. Söhrap’ın
böyle sinirlendiğini daha önce hiç görmemişti. Korkarak geri
çekildi. Ama yine susmadı:
− Tamam, susalım. Bakalım ne olacak. Eğer Elagöz’ün başına bir iş gelirse, hesabını sen vereceksin! Senin yakana yapışacağım.
Güneşli hiçbir şey söylemedi. Sinirli adımlarla çalışma
odasına çekildi. Kapısını arkadan kilitledi. Ama uzun süre
fikirlerini toparlayamadı.
... Gece yarısı dehşetli bir sesle irkildi. Ses odalarda yankılandı. Güneşli hemen ayağa kalktı. Odasından çıktı. Ses Elagöz’ün odasından geliyordu. Hemen oraya koştu.
Kız kendinden geçmişti. Yataktan yere düşmüş, elini, kolunu sağa sola çarpıyor, acıdan kıvrılıyordu. Dudakları sol kulağının dibine kadar eğilmişti. Ağzından köpükler geliyordu.
Güneşli çok korktu. Son üç, dört yıldır kızını hiç böyle
görmemişti. Elagöz ara sıra rahatsızlansa sıkıntıyı hafif atlatıyordu. Doktorlar kızın birkaç yıla tamamen iyileşeceğini, hastalıktan eser kalmayacağını söylüyorlardı. Ama rahatsızlığı
yine şiddetlendi…
Güneşli öylece yerinde kalakalmıştı. Dedesi torununun
elini tuttu, fakat gücü yetmeyince oğlu yardımına koştu. Beraberce Elagöz’ün elini ayağını tutup, çırpınmaması için çaba
çalıştılar. Kucağına alıp yatağına koyar koymaz Merhamet
Hanım bağırıp çağırmaya başladı:
− Ahh.. evladım!... Benim bahtsız kızım!.. Derdine yananı,
çare arayanı olmayan zavallı kızım!
Bütün bu sözler Söhrap’a gönderiliyordu. Onu sinirlendirmek, acısını ondan çıkarmak, ona vicdan azabı çektirmek istiyordu. Güneşli susuyor, kızına hüzünle bakıyordu. Merhamet’in açılan ağzı ise bir daha kapanmadı.
363
Vidadi Babanlı
− Şimdi seyret, bakalım! Seyret kızının halini, zevk al! Beni suçluyordun. Edep erkandan dem vuran baba! Beni suçluyordun. Bana utanmaz, sıkboğaz, çıkarcı diyordun. Ağzını
açıp gözünü yumuyordun, şimdi buna ne diyeceksin peki?!
Merhamet Hanım açtı ağzını yumdu gözünü. Ama Güneşli hiçbirine cevap vermedi. Müteessir bakışlarını kızından
ayırmadı.
Merhamet Hanım kocasıyla işini bitirdi, şimdi de kayınpederine geçti:
− Bu zavallının babasından bize fayda yok, Murguz amca.
Hiç olmazsa sen yardım et, bir ambulans çağır.
***
Uzun bir süre sonra Elagöz kendisine geldi ve uyuduktan
sonra da Merhamet’in siniri yatışmadı, çenesi kapanmadı. O,
Söhrap’a söyleyeceklerinden sonra onun Vugar’a “görgüsüz
köy çocuğuna” karşı kinle nefretle dolacağını sanıyordu.
Onun “dersini” vereceğini düşünmüştü. Ama düşündüğü gibi
olmamıştı. Kızmak bir yana, Söhrap Merhamet’in etkisinde
kalmamış, kendi asistanını savunmuştu. Bu tavrıyla da Merhamet’i delirtmişti. Merhamet’in tepesinden duman çıkıyordu.
Evin içinde kendi kendine konuşuyordu. Ne yapacağını,
kalbinde yanan ateşi nasıl söndüreceğini bilmiyordu.
Sinirleri öyle gerilmişti ki elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaya hazırdı. O, derdine dermen bulmak için çareler
aradı. Fakat gazaba gelen kalbine bir çıkış yolu bulamadı. Bu
durum onu daha da sinirlendirdi, yarasına tuz bastı. Aniden
Beşir Bedirbeyli’yi hatırladı. Onun Vugar’ı sevmediğini, ilmi
çalışmasına karşı olduğunu, Ziya’dan ya da İsmet’ten işitmişti.
Birden gözlerinin içi parladı. Alevlenen kalbine bir serinlik
çiseledi: “Benim imdadıma ancak o yetişir. Beşir Osmanoviç’ten başka ona bu konuda yardım eden olmayacaktı. Gururunu kırmak pahasına olsa da gidip yalvarıp yakarıp ona bu
işi yaptırmalıydı.”.
364
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım hemen faaliyete geçti. Telefon rehberinden Bedribeyli’nin telefonunu buldu. Telefonu da alıp,
mutfağa geçti. Buradan diğer odalara ses gitmiyordu. Buna
rağmen kapıyı iyice kapattı. Ahizeyi eline kaldırdığında elleri
titriyordu: “Ya bana karşı gelirse... kötü bir şey söylerse…”
Ahizeyi yerine koydu. Bu defa süratle yeniden kaldırdı. Ve bir
an bile bir şey düşünmeden numarayı çevirdi.
− Alo, Beşir Bey?,..İyi akşamlar.
− Kiminle görüşüyorum?
Merhamet Hanım çok zor durumda kaldı. Bedirbeyli’nin
soğuk sesi onu endişelendirdi. Gözlerinin feri kesildi. Hık mık
edip zorla konuştu:
− Benim, Söhrap’in, Güneşli’nin hanımıyım. Sizi rahatsız
ediyorum.
− Merhamet Hanım?!. – Bedirbeyli’nin bu sorusunda soğukluktan ziyade bir de şaşırma vardı.
− Evet. – Merhamet Hanım nefes alıp vermede zorlandı. –
özür dilerim... Gecenin bu saatinde sizi rahatsız ediyorum...
− Önemli değil, buyurun.
Bedirbeyli’nin bu iltifatı da Merhamet’in yarasına merhem olmadı. Kadın her zamanki hilesine baş vurdu. Tatlılıkla:
− Nasılsınız Beşir kardeş? Keyfiniz, sağlığınız nasıl?...
− Eh, işte – Bedirbeyli yine soğuk bir tavırla cevap verdi.–
Hayat işte iyi de oluyoruz, kötü de.
− Leyla kardeşim nasıl? İyileşti mi?
− İyidir şimdi. Selamı var.
− Benden de ona çok selam söyleyin. Bana kırılmasın,
onun ziyaretine bir türlü gelemedim.
− Kırılmaz, kırılmaz!.. – Buyurun sizi dinliyorum.
Merhamet Hanım nasıl başlayacağını bilemedi.
− Küçük bir mesele var da... size açmak istiyorum, bu
konuda sadece siz yardım edebilirsiniz bana.
365
Vidadi Babanlı
− Buyurun sizi dinliyorum. Nedir mesele?
Merhamet Hanım bekledi, kesik kesik konuşmaya başladı.
− Nasıl başlayacağımı bilemiyorum.
− Çekinmenize gerek yok. – Bedirbeyli bir şeyler hissedip
yumuşadı. – Sesinizde bir endişe var. Kötü bir şey yoktur
umarım?
Bu, “Benim heyecanlı olduğumu da nereden anladı?..
Kendimi toparlamam gerek...”.
− Önemli bir şey değil, Beşir Bey. Biraz...
− Çekinmeyin lütfen. Kocanızla münasebetim iyi olmasa
da, size saygım büyüktür. Özellikle de o gün pişirdiğiniz
lezzetli pilavdan sonra.
− Çok sağ olun, Profesör. Çok teşekkür ederim, Merhamet
Hanım işinin hatırı için ona yağ yakmaya başladı. Benim de
size sonsuz saygım var. Evde her zaman Söhrap’a sizinle niçin
iyi geçinmediği için kızıyorum. Siz büyük bir ilim adamsınız.
Tecrübeniz, bilginiz herkesten daha fazladır.
− Hayır, hayır! – Beşir’in sesi yeniden ciddileşti. – Sadece
geçinememek değil mesele. Bizim ihtilafımız çok büyüktür.
Onun kökü derinlere gidiyor. Ölsem, kabirdeki kemiklerim
bile onunla barışmaz!
Merhamet Hanım son sözlerinden endişeye kapıldı. Sanki
ahize elini yakmış gibi oldu. O, Beşir’in Söhrap’dan bu denli
nefret ettiğini bilmiyordu. Şimdi böyle bir düşmana sığınmak,
ona aile “sırrını” vermek, Güneşli’yi arkadan hançerlemek
demekti. Merhamet bunu geç de olsa anladı. Konuşmayı
burada bitirmek istedi. Ama Vugar’a olan nefreti aklını aldı;
“O aptala bir şeyler yapacaksa ancak Bedirbeyli yapabilirdi.
Başka kimseden fayda yoktu. Onun eteğine çok sağlam yapışmalıydı. Sözü geçen adam o idi.”
Bedirbeyli yanlışını anladı. Merhamet’in onu boşuna
aramadığını hissetti. Önce söylediklerini düzelterek:
− Tabiî ki, bizim savaşımız ilmi çalışmalarımız, fikri ayrılıklarımızla ilgilidir. Başka şeylerle ilgisi yok. İş dışında biz
366
Vicdan Sustuğunda
arkadaşız, meslektaşız. O gün size gelmemle de bunu kanıtlamış oldum.
− Ben kocamın temize çıkarma düşüncesinde değilim,
Beşir Bey. Sizinle hesaplaşmakla, fikirlerinizi dinlememekle
hata yaptığını çok iyi biliyorum. Bunun yanında sizin dediğiniz gibi asistanlarına, layık olsa da olmasa da, kapılarını
sonuna kadar açıyor....
− Ağzınıza sağlık, Merhamet Hanım! – Bedirbeyli sevindi.
– Haklısınız! Bu söylediklerinizle tamamen katılıyorum. Doğru söz taa uzaklara çıkar gider, derler. Bu sözleri şimdi sizin,
Güneşli’nin kendi hanımının ağzından duymak, bunu bir kez
daha ispatladı. Siz, doğruları savunmayı, hakikatleri haykırmayı eşinizden daha güzel yapıyorsunuz. Tebrikler, tebrikler…
Övgü dolu sözler Merhamet’in çok hoşuna gitti. Beşir de
rahatladı. Koltuğa rahatça oturdu. Sakince nefes alıp Merhamet’e:
− İsterseniz biraz önceki sohbetimize dönelim. Bana bir
şeyler söylemek istiyordunuz. Buyurun sizi dinliyorum.
− Evet, size demek istiyordum ki, ....– Merhamet Hanım bir
şeyleri hatırlamak istercesine bir hayli sustu ve sonra de-vam
etti:
− Sizin enstitüde Vugar Şemsizade isimli birisi var... Nasıl
birisi?..
− Sizin kocanızın asistanıdır. Gözünün nurudur!
− Evet, haklısınız. Söhrap onu çok seviyor. Ama sizin onu
sevmediğiniz duydum.
− Evet, doğru duymuşsunuz. Şemsizade’nin ilmi çalışmasının modern ilimle ilgisi yok, maceradan başka bir şey değildir.
Merhamet Hanım coştu, kendisini kaybetti.
− Peki onu neden hala enstitüde tutuyorsunuz? Neden
kovmuyorsunuz?
− Bu soruyu bana değil, kocanıza sormanız lazım, Merhamet Hanım. Ondan sorun!
367
Vidadi Babanlı
− Bildiğim kadarıyla size de bağlı imiş. Bu enstitüde beş
altı ilim adamı varsa onlardan birisi de sizsiniz. Siz prestijli,
saygılı bir insansınız.
Bedirbeyli temkinli davrandı, yine hileye baş vurdu:
− Duyduğum kadarıyla Şemsizade ailenize yakın birisiydi.
Sizin böyle düşünmenize şaşırdım doğrusu...
− Sizin meseleden haberiniz yok, Beşir Bey. Haberiniz
olsaydı beni kınamazdınız.
− Yok! Yok!...Ben sizi kınamıyorum, Merhamet Hanım.
Tam aksi söylediklerinize tamamen katılıyorum. Sadece bir
şey düşündürdü beni karıyla kocanın fikirleri neden bu kadar
farklı?
− Sebebi sizin söylediğiniz gibidir. O düzenbazın suçudur!
Gece gündüz bizde idi. Sanki ailemizin bir ferdi olmuştu. Her
gün soframızda idi. Eşim onu oğlu gibi seviyordu. Siz alimlerin kalbi bayram sofrası kadar geniştir. Bir hoş söze, çocuğun şekere aldandığı gibi hemen aldanıyorsunuz... Bu
vicdansız bize geldiğinde bizim kızın gönlüne girmiş...
− Hangi kızın?... – Bedirbeyli kasten sordu. – Sizde öyle kız
mı var?!
− Bizim kızı diyorum, Elagöz’ü.
− Evet, evet hatırladım. Doğum gününe geldiğim kız.
− Evet! Bir kızımız var zaten.
− Anladım, anladım!– Bedirbeyli kurnazca güldü. Ustaca,
Merhamet’ten söz almaya çalıştı: – Bu meselenin sizin onayınızla olduğunu işin bittiğini duymuştum.
− İşte görüyor musunuz, neler söylenilmişler?... – Merhamet Hanım dert yandı.– Emin olunuz ki bunların tamamı o
vicdansızın işleridir. Ben hiç kimsede zerre kadar günah görmüyorum. Bu meseleyi herkese kendisi yaymış, zamanı gelince de bizim itiraz etmemize fırsat bırakmadan işini halletmeyi düşünmüş.
− Gençlik işte, Merhamet Hanım... Siz de genç oldunuz.
368
Vicdan Sustuğunda
Beşir, zamanında Merhamet’in kendisinin de Söhrap’la
bu şekilde evlendiğini imha etti. Merhamet Hanım sinirlendi:
− Hata yapıyor, başını örse vuruyor. Benim düzenbaza
verecek kızım yok. Gitsin gençliğini başkasıyla yapsın. Bugün
nişanlısı olduğunu öğrendim...
− Ooo... – Bedirbeyli kahkaha atarak güldü. Demek
böyle...?! Şunu desenize– İşte buna ikili oyun derler. Ayıp ayıp.
Peki nişanlısı kimmiş?
− Bir işçi kızı. Onu terk edip, bizim kızın peşine düştü.
Amacı Söhrap’a daha da yakın olmak.
− Analaşıldı! – Bedirbeyli kinayeli konuştu.– İlim aleminde kendisine yer açmak için!
Merhamet Hanım sesine hazin bir ton katıp konuşmaya
başladı:
–Tek ümidim sizsiniz, Beşir Bey! Sizi büyük bir şahsiyet
olarak gördüm, bundan dolayı da derdimi size açtım. Bunu
Söhrap da bilmiyor. Bana yardımınızı esirgemeyin lütfen. Bu,
bir namus meselesidir. Ailemizin şerefidir. Söhrap’la geçinemezseniz de, benim hatırım için kızımın lekelenmesine izin
vermeyin.
− Hımm.. – Bedirbeyli’nin cevabı gecikti. – Sizin hatırınız
için çalışırım. Ama ricanızı yerine getireceğime söz vermiyorum. Çünkü savunma jürisinde benden başka ilim adamları
da var. Onların da kendi fikirleri, görüşleri var. Bundan dolayı
durum biraz zor.... – O, biraz ara verdi, bir şeyler düşündü.
Sinsice gülümsedi.... – İsterseniz jürinin diğer üyelerine de
söyleyin derdinizi...
Merhamet Beşir Bedirbeyli’nin bu teklifini, ricasına karşı
bir fikir olarak algıladı.
− Ben yalnızca size güvenebilirim. Sizden başkasına ricada
bulunamam. Başkalarını tanımıyorum. Sizden yardım istiyorum.
− Bu söz üzerine... – Bedirbeyli düşündü, yeni bir hile aklına geldi. – En iyisi siz küçük bir mektup yazın.
369
Vidadi Babanlı
− Kime?
− Jüri başkanına ve üyelerine
− Ne konuda?
− Bana anlattıklarınızı o mektupta da anlatın.
− Olur, memnuniyetle yazarım.
Merhamet’in tereddüt etmeden verdiği cevap Beşir’i yüreklendirdi.
− Bunun daha etkili olacağını düşünüyorum. Konuyu
benim veya bir başkasının açması o kadar da inandırıcı olmaz.
Bunu yalan iftira ya da uydurma sanırlar. Söhrap’a iftira attığımı düşünürler.
Ben razıyım! Ben o Don Juan’dan kızımın intikamını almak için her şeye hazırım. Güzel tavsiyeniz, yol gösterdiğiniz
için size çok minnettarım. Çok teşekkür ederim.
− Siz de sağ olun!
Bedirbeyli telefonu kapatıp, yüksek sesle kendi kendine
konuştu. Yan odada uyuyan karısı sordu:
− Kimdi arayan, Beşir?.. Ne uzun konuşma yaptınız öyle?..
Niçin gülüyorsun?
Beşir gülerek hanımının yanına gitti.
− İlginç bir şey oldu, – dedi. – Güneşli’nin karısıydı arayan.
Kocasından dert yandı. Onun asistanı Şemsizade ile kızı
Elagöz’ün meselesi…
Kadında gülmeye başladı. Ama öksürükten gülmesine
mani oldu. Mosmor oldu. Zavallı felçli idi. Bir ay iyi ayık oluyor, iki ay şuurunu kaybediyor. Söylentilere göre Beşir’in her
şeyi problem etmesi, mızmızlığı, her şeyi büyütmesi onu bu
hale getirmişti.
Kadın zorlukla nefes aldı, yavaş yavaş sordu:
− Senden ne istiyordu peki?
− Ona yardım etmemi.
− Ne yardımı?
370
Vicdan Sustuğunda
− Ne bileyim ben?.. Çocuğu asistanlıktan atmamızı istiyor.
Kadın yine bir şeyler sormak istedi. Ama öksürmesi ona
izin vermedi. Beşir onu yalnız bıraktı diğer odaya geçti.
Dudaklarında kinayeli bir gülüşle:
− Böyle aptallar olmasaydı, dünyada akıllıların yaşaması
zorlaşırdı! – diyerek Merhamet Hanımla alay etti. Sonra da
Söhrap Güneşli’nin arkasından verdi veriştirdi: – Şimdi erkeksen, çık karşıma bakalım. İnsanın anasını nasıl ağlatırlarmış görürsün!!!
23. Bölüm Beşir yine gülmeye devam etti. Ama bu bir şaka değildi.
Hiç beklemediği anda bir fırsat eline geçti. O yıllardır Söhrap
Güneşli’yi yıkmak için adeta elinde lambayla bir şeyler arıyordu. Böylece Güneşli’yi ilim çevrelerinde yere vuracak, kendisine de resmi dairelerdeki imtiyazlarına ulaşacaktı.
Arzu ettiği günü yıllar sonra yakalamıştı. Güneşli’ye karşı
iki suçlaması vardı şimdi elinde. Biri; “Yüksek oktanlı yeni
motor yakıtı” meselesine enstitünün proje şubesine verdiği
olumsuz görüş Beşir’in “teşhisini” onaylamıştı. Şimdi o, rakibinin üzerine cesaretle gidebilirdi. Suçlamaları da artık hazırdı: “Devlet bütçesinin boş yere israf etmek” “gücünü kendi
toprağından, kendi ortamından almayan sahte yenilikçiler”,
“batıya meyil” vb...
Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atıyordu. Geneşli’nin gücünü çok iyi biliyordu. Teorik konularda Söhrap’la
aşık atmak öyle kolay iş değildi. Bedirbeyli bile onun ilmi
bilgisi, mantığı karşısında her zaman aciz kalmıştı. Şimdi
elinde bu kadar “delili” olduğu halde yine de endişeleniyordu.
O, Söhrap’a karşı zafer kazanmak için bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu.
Beşir bir şeyler yapmak için kıvrandığı bir dönemde Merhamet Hanım onun imdadına yetişti. Ona çok güzel fırsat ver371
Vidadi Babanlı
mişti. Gözleri parlıyordu, adeta gözlerine ışık gelmişti. Buna
rağmen kazanacağı zafer onu kani etmiyordu. “Ezmek! Son
nefesine kadar ezmek!” Aniden aklına yeni fikir geldi. “Onu
toplantıda kendi adamlarının eliyle vurmak!” Gözleri hem gazap, hem de ilginç bir sevinçli parladı.: “İyi fikir! Böyle olursa
sesini bile çıkaramaz. Üyelerden hiç kimse onu savunamaz,
ona sahip çıkmaya da cesaret edemez. Sesi kesilir...”
Beşir, zaferinin neşesini şimdiden duydu. Hanımının
kızmasına rağmen yine kahkaha attı. Güle güle Ziya Leleyev’i
hatırladı. “Eşeği yoldan çıkaran bir tutam ottur. Tatlılıkla
konuşsam benim söylediklerimin hepsini yerine getirir. Onun
gibileri kendi çıkarı için öz babasını bile satarlar...”
Bedirbeyli telefona yöneldi. Her ihtimale karşı Ziya’nın
ağzını arayıp fikirlerini öğrenmek istedi. Ama telefon rehberinde onun numarasını bulamadı. Geri çekildi. Her zaman
olduğu gibi ellerini cebine koydu odada gezinmeye başladı:
“Böyle olması daha iyidir. O kim ki, ben ona telefon edeyim?..
Yarına kalsın. Yarın erkenden onu enstitüde bulup, karşılıklı
konuşurum. Daha zamanım var. Her şeyi düşünerek, ustaca
yapmam gerek...”
Beşir düşündüğü gibi ustaca davrandı. Gece yarısına kadar Ziya’yla nasıl konuşacağını planladı. Adeti olmadığı üzere
işe o gün erken gitti. Ziya’nın yanına giderek:
− Bilimin çilekeş mücahitlerine selam olsun!
Leleyev Profesörün onu bu şekilde selamlamasından çok
memnun kaldı.
− Aleyküm selam, hocam – diyerek onu karşıladı. Eğilerek
iki elini de ona doğru uzattı. – Hoş geldiniz. Hayırlı sabahlar.
− Hayırlı sabahlar! – Bedirbeyli ilk dakikadan itibaren bir
sıcaklık oluşturdu: –Ne kadar erken gelmişsiniz, memurların
çoğu evinde, sıcak yatağında uyurken sen işinin başındasın.
Ziya Profesöre tatlı görünmek için zoraki gülümsedi:
− Başka çaremiz mi var, hocam?... Biz küçük insanlarız.
Namusla, vicdanla çalışmasak, bizi kapıdan içeri alırlar mı?
372
Vicdan Sustuğunda
− Ha, ha, ha!... Yani korkuyor musun? –Bedirbeyli kahkaha attı.– Senin arkan var, Ziyacığım. Neden korkuyorsun?!
Güneşli gibi akraban, seni savunan birisi var.
− Mesele korkmak değil, Beşir Bey. Mesele ilme, severek
seçtiğin mesleğe saygısızlık etmekten çekinmektir. Aynı zamanda her zaman akrabaya yakınlara güvenmek onlardan
yardım dilenmek hoş bir şey değil. Her konuda onlara bağlı
kalmak akılsızlıktır. Hem ben size geçen defa da söylemiştim,
Güneşli’yle beni akrabalığım yok! Bitti artık. Yakınında olmama bakmayın siz. Kalbim çok kırgın ona karşı.
− Aferin, Ziya, aferin!... Çok akıllıca konuştun. “Başkasının gölgesinde yatanın, kendi gölgesi olmazmış!” çok haklısın.
Bedirbeyli konuyu uzatmadan buradan sadede geçebilirdi;
ama acele etmedi. Ziya’yı kendi diliyle tuzağa düşürmek için
dolaylı yollara baş vurdu.
− Senin çok akıllı bir insan olduğunu biliyorum. Dostuna
karşı sadakatli, itibarlısın. İşte bu yüzden son zamanlarda
gözüme girdin. Seni sevmeye başladım.
− Teşekkür ederim, hocam. Benim de size sonsuz saygım
var. Sizin bilginliğinize, şahsiyetinize hayranım.
− Biliyorum, hissediyorum... – Bedirbeyli gülümsedi. Hemen de ciddileşerek hilesini saklamaya çalıştı. –Son günlerde
birçok hakikati öğrenmek nasip oldu bana. Önceleri seni iyi
tanıyamamışım. Senin hakkında yanlış düşünmüşüm. Seni
Söhrap’ın elinin altında getir götür işlerine bakan, ona hizmet
eden birisi olarak görüyordum. Gururu, izzeti nefsi olmayan
birisi olarak görüyordum. Son zamanlarda seni dikkatlice
takip ettim. Seni yakından tanıyınca yanıldığımı anladım.
− Doğru söylüyorsunuz insanı uzaktan tanımak çok zordur. Sizi bu konuda kınamıyorum
− Evet, haklısın. Özellikle de bizim enstitü içinde, ilişkilerin böyle karışık olduğu bir ortamda!.. Ruslarda çok güzel
bir atasözü var: “Hiç olmamasından geç olması daha iyidir”
Ben geç de olsa, seni tanıdım, sevdim. Artık bu sevgi her za373
Vidadi Babanlı
man böyle devam edecek. Dün akşam neredeyse iki saat boyunca seni düşündüm. Hatta arayıp, düşündüklerimi seninle
de paylaşmak istedim; ama numaranı bulamadım... Ne
düşündüm biliyor musun?
− Herhalde iyiliğimi düşünmüşsünüz, hocam. Sizin gibi
büyük bir ilim adamı, bizim gibi küçük insanlar hakkında
kötü düşünemez.
− Evet, sadece ve sadece senin için güzel şeyler düşündüm!... Evet, düşündüm ki, Ziya neden hep yerinde sayıyor?
Yıllardır zahmet çekip çok zor bir konu üzerinde savunma
yapmış, doktora derecesini almış. Bilgisi kimden eksik ki?
Peki o niçin öne geçmesin ki?! Önemli yerlerde niçin onun
ismi de geçmesin? Onun gibiler çoktan Profesör oldu. Yüksek
makamlara geldiler. Ama Ziya’ya laboratuvar müdürlüğü bile
vermiyorlar. Niçin?... Neden?... düşündüm, düşündüm... bu
“nedenlerin”, “niçinlerin” cevabını sonunda buldum. Biliyor
musun bunun sebebi nedir?
− Hayır, hocam. Siz daha iyi bilirsiniz bunları.
− Birinci sebep, biz ihtiyarlar – yani eski dönemin temsilcileri mümkün olduğunca bütün imtiyazlar elde etmişiz. Elbette, kimimiz az, kimimiz de çok. Kimimiz layık olarak, kimimiz başka başka yollarla... Siz gençler de öylece ortada kalmışsınız. Bir tatlı sözden, tatlı vaatten başka hiçbir şey verilmemiş size... Haksız mıyım?!
Ziyanı omzunu silkti. Bu sözler onun yüreğindekileri anlatsa da düşündüklerini açıkça söylemeye cesaret edemedi.
İkiyüzlü olması, yaltaklığı buna müsaade etmedi.
− Hayır, hocam. Bu tür sözlere “evet” diyemem. Vicdanım
buna müsaade etmez.
− Niçin?
− Ziya ne diyeceğini bilemedi. O, yaltak olduğu kadar aynı
zamanda kurnaz birisiydi. Öyle kolay kolay tuzağa düşmezdi.
Bedirbeyli itirazını belirterek başını salladı.
374
Vicdan Sustuğunda
− İşte sebebin ikincisi de budur. Sözünüzü yüze söylemeyi
beceremiyorsunuz. Hakkınızı savunamıyorsunuz. Mücadele
etmeniz gerektiği halde, siz susuyorsunuz. İşte bu yüzden de
yerinizde saymaya devam edeceksiniz. Böylece yerinizi de
başkaları alıyor.
− Sizin döneminizdeki insanlarının zahmeti, hizmeti çok
büyüktür, Beşir Bey. Azerbaycan’da modern kimyanın ilk
kurucuları sizlersiniz. Petrol endüstrisinin temelini siz attınız.
Siz canlı tarihsiniz. Bir alanın granit sütunusunuz. Bizim size
karşı çıkmaya hakkımız yok.
Beşir Bedirbeyli’nin “sütun” kelimesi çok hoşuna gitti.
Boynunu ileri doğru uzattı. Zayıf çenesini ileri geri hareket
ettirdi, onunla aynı düşüncede olduğunu ima etti:
− Haklısın, sütün olmamız bir hakikattir. Ama bu bizim
dünyayı kök salacağımız, ebediyen dünyada kalacağımız anlamına gelmez. Zamanı gelince biz büyükler toprağın altına
gireceğiz. Siz ise hayatta olacak ve bizim işlerimizi devam ettireceksiniz. Madem ki durum böyle o zaman niçin geride kalmalısınız, niçin şimdiden gerekli makamlarda olmayasınız?!
Ziya kurnazca gülümsedi ve şüpheyle cevap verdi:
− Bu sizin gibi prestijli insanların, saygın ilim adamlarının
insafına ve merhametine bağlı, hocam.
− İnsafı bırak! – Bedirbeyli kızdı. – O, şuan günümüzde
hiç kimsede bulunmaz. İnsaf, eskimiş, çiğnenmiş asıl anlamını yitirmiş bir tabirdir. Uzun zaman oldu kullanılmayalı!..
Merhamete gelince... Bu da çok insanda bulunmaz. En vicdanlı ilim adamı olarak nitelendirdiğimiz Söhrap Güneşli’ye
bak. Kendisi Vugar Şemsizade’den başka, hanginize şefkatli
davranmış, hanginize merhamet etmiş?... Hanginizin kıymetini bilmiş...?
− Bu çok zor bir soru, hocam. Herhalde Şemsizade de
büyük bir istidat görmüş olmalı ki ona sahip çıkıyor. Ona bu
kadar çok inandığına göre...
− Asla! – Beşir yine sinirlendi. Suratı asıldı. – Bu meselenin kökü çok derinlere gidiyor. Düne kadar ben de senin gibi
375
Vidadi Babanlı
düşünüyordum. Ama yanıldığımı anladım.... Söhrap’ın kendi
asistanıyla akraba olma isteği gerçekmiş. Senin bundan haberin var mıydı?
Ziya şaşırdı. Şüpheyle cevap verdi:
− Şimdi biraz var.
Bedribeyli küçük hile dolu gözleriyle Ziya’ya baktı, imalı
bir eda ile gülümsedi.
− Mızrağı çuvalda saklamak aptallıktır. Er ya da geç ortaya çıkacaktır! – diyerek onun yalan söylediğini ima etti. –
Bunları başka birinden değil, Merhamet Hanımın kendisinden duydum ben. Dün beni aradı.
Ziya’nın boynu kızardı. Bedirbeyli’nin korkusundan kekeledi:
− A–a–a... Aslında ben de dün öğrendim, hocam. Düne
kadar hiçbir şeyden haberim yoktu.
− Çok geç öğrenmişsin! – Bedirbeyli onunla alay etti.–
Sana itibar etmiyorlarmış o halde. Seni kendi içlerinden biri
gibi gösteriyorlar, ama sırlarını söylemiyorlarmış Ben bunu
çok önceden hissetmiştim. Eğer böyle olmasaydı, Güneşli sana yardım ederdi....Ah... İnsanoğlu çok ilginç bir yaratıktır,
oğlum. Yakın akrabaları da tabakalara ayırıyor. Karısının kardeşinin kızının kocası kim, kendi damadı kim?! Aranızdaki
fark elbette çok büyük olmalıdır!
Ziya sustu. Boynunun kızarması daha da arttı. Bedirbeyli
onu can evinden vurmuştu. Şemsizade ortaya çıktıktan sonra,
o, Merhamet Hanımın da gözünden düşmüştü. Ailedeki
önemini de kaybetmişti. Her ne kadar söylemese de Vugar’a
karşı aşırı kin besliyordu. Şimdi o kin Bedirbeyli’nin
sözlerinden sonra açıkça nefrete dönmüştü. Bu nefret içten
içe onu kavuruyordu. Ama bunu Beşir’e nasıl söyleyebilirdi?..
Beşir onun içinden geçirdiklerini hissedip kurnazlıkla dile
getirdi:
– Elbette, sizin özel işlerinize karışmam doğru değil, aynı
zaman da benim böyle bir hakkım da yok. Kendiniz bilir376
Vicdan Sustuğunda
siniz....Ben öylesine söyledim... Ama diğer meseleye gelince, –
Şemsizade hususunda susar da bir şey söylemezsem bundan
dolayı vicdan azabı çekerim. Gönlüm buna razı olmaz. Çünkü
onun durumu bilimsel amaçlarımız ve etik bakımdan önem
arz ediyor. Onun gibi düzenbaz insanların aramıza katılarak
kolaylıkla makam, mevki sahibi olmalarına gönlüm razı
olmaz, asla!
Ziya’nın çok hoşuna gitti, birden açıldı...
− Çok haklısınız, hocam! Şemsizade konusunda sizinle
aynı fikirdeyim.
− Aynı fikirde olmak yeterli değil. Harekete geçmek gerekir. Bu tür meselelerde mücadelemizin başarıyla neticelenmesi için birlikte hareket etmekte fayda vardır.
− Benim yapacağım bir şey varsa, ben hazırım, hocam!
− Sen çok şey yapabilirsin, gözümün nuru! – Bedirbeyli
Ziya’nın kolundan tutarak onu bir köşeye çekerek biraz daha
doldurdu: – İlk önce bir konuyu da aydınlatmamız gerekiyor.
Bazılarının söylediği gibi Söhrap benim o kadar da düşmanım
değil. Bunu sen de iyi biliyorsun. Benim ondan şahsi olarak
intikam almak gibi bir isteğim de yok. Halbuki şimdi elimde
büyük bir fırsat da var; ama bunu yapmıyorum. Ben bu namertliği yapamam. Demin de söylediğim gibi benim maksadım Şemsizade’nin yalancı icadının gereksizliğini ispatlamaktır. Bu her şeyden önce siz gençlerin de menfaatinedir...
Yolunuzun üstündeki çöpler böylece temizlenir... Anlayabiliyor musun beni?
− Evet, hocam, – Ziya tamamen teslim oldu. – Bana bir
emriniz var mı?
− Emir demeyelim, görevin şu... – Bedirbeyli bütün bunları çok önceden planladığını anlamasın diye düşünüyormuş
gibi yaptı. – Zamanı geldiğinde, o kız hakkında bildiklerini,
duyduklarını toplantıda diyeceksin. Güzel ahlak, manevi temizlik biz aydınlar için çok önemli haslettir. Şemsizade gibiler
kötü niyetliler bizim aramıza sızmamalılar. Bu durum sadece
Güneşli için değil, hepimiz için kara bir lekedir.
377
Vidadi Babanlı
− Tabiî ki hocam! Merhamet Hanım da bunu benden özellikle rica etmişti. Bu konu üzerine, toplantıdaki üyelere okumam için bir mektup da yazıp verdi.
− Çok güzel! – Bedirbeyli gülümsedi. – Bu çok iyi oldu!
Mutlaka okuman lazım. Merhamet Hanım kadın olmasına
rağmen erkekçe davranıyor. Onun ricasını yerine getirmeliyiz!
Hadi görüşmek üzere hoş çakal!
− Güle güle!
24. Bölüm Bedirbeyli toplantıya herkesten önce gelmişti. İlk sırada,
herkesin dikkatini çekecek bir yerde bacağını bacağının üzerine atarak gururla oturdu. Her zaman ciddi yüz ifadeleriyle
oturan Bedirbeyli bugün çok mutlu görünüyor, yüzünden
gülücükler eksik olmuyordu. Gelenlerle yakından ilgileniyor,
samimiyetle selamlaşıyor, herkesle sohbet ediyor, yerli yersiz
kahkaha atıyor, eğleniyordu. Onun arkadaşları Bedirbeyli’nin
mutluğunun sebeplerini çok iyi anlıyorlardı. Hepsi de onun,
Güneşli’yi ve yakınlarını kızdırmak için böyle şen şakrak
göründüğünü biliyorlardı.
Bedirbeyli bunu Güneşli’ye de anlatmıştı. Önceleri hiç
olmazsa uzaktan uzağa, başını gururla sallar, dudaklarını hafiften kıpırdatır, selamını alırdı Güneşli’nin. Ama şimdi bunu
bile yapmadı. Güneşli odaya girdiğinde yüzünü çevirdi. Ama
gülmeye ve arkadaşlarıyla konuşmasına da devam etti.
O, toplantı salonuna herkesten geç gelen Vugar’a dik dik
gururla baktı. Proje şubesi başkanının konu hakkında konuşması biter bitmez elini kaldırıp, söz istedi.
Bu sadece sabırsızlık göstergesi değildi. İlk konuşma yapmakla, toplantıya renk katmak, aynı zamanda istediği gibi
toplantıyı yönlendirmek niyetini de gösteriyordu.
Asistan Şemsizade’nin ilmi çalışmasına, bazılarının
“büyük buluş” nitelendirdiği projeyle ilgili, proje bölümünün
378
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
verdiği karar çok doğrudur. Ben bu konuyla ilgili kendi görüşlerimi söylemiştim. Asistanın koruyucusu, koruyucusu
diyorum, çünkü Sayın Söhrap Güneşli onu her konuda onu
koruyor, ona sahip çıkıyor...
Toplantı başkanı gülerek dedi:
− İthamınız biraz ağır oldu, Beşir Bedirbeyli. Siz görevinden şahsi çıkarları için kullanılmasın demekle neyi kastediyorsunuz? Biraz daha açık ve net konuşur musunuz?
Bedirbeyli ne diyeceğini bilemedi. Yüzündeki memnuniyetsizlik ve kurnazlık ifadesi birbirine karıştı.
− Burada kötü bir şey yok ki, Beşir Osmanoviç. Böyle bir
durum takdire layık bir davranıştır. Herkesin yapması gereken bir tutumdur. Biz bütün hocalarımızın gençlere böyle
sahip çıkmasını arzu ederiz.
Bedirbeyli bu cevaptan hiç memnun kalmadı. Suratını astı.
Bu cevaptan dolayı bozuldu. Konuşmasına devam etmek
isterken enstitü müdürü de toplantı başkanı sözlerine katıldı:
− Siz beni yanlış anladınız, Zahid Medetoğlu. Ben bütün
enstitüyü kastetmiyorum. Kendi oturumumuzdaki meseleye
açıklık getirmeğe çalışıyorum sadece...
− Böyle bir himaye çok iyi bir davranış aynı zamanda hepimizin de yapması gereken örnek bir davranıştır.
− Elbette, himaye ve ihtimam herkes için önemlidir. –
Beşir bu görüşlere mecburen katılmak zorunda kaldı. – Ama
bu himayenin niteliği de önemlidir… Bu meseleyle ilgili düşüncelerimi konuşmamım sonunda ayrıntılı olarak anlatacağım. Şimdi izin verin esas meseleye geçelim...
− Buyurun, Sayın Bedirbeyli, sizi dinliyoruz.
Bedirbeyli eğilmiş vücudunu düzelterek dik durmaya çalıştı.
− Geçen sene asistan Şemsizade için özel laboratuvar odası verildiğinde ben karşı çıkmış ve itirazlarımı sunmuştum.
Onun ilmi yönden yetersiz olduğunu, bu meselede başarı
kaydedemeyeceğini dile getirmiştim. “Gelin bu genci yanlış
yola saptırmayalım, iş işten geçmeden ona başka bir konu
seçin demiştim... ama sözümü kimse dinlemedi...”
Bir dakika ara verdi. Sağa, sola baktıktan sonra devam etti:
– Bundan dolayı da kanuna uygun uyarak çalışmamız gerektiğini size hatırlatmak istiyorum. Bazılarının kendi başına
hareket etmek suretiyle vazifesini ve makamını suiistimal
etmesin.
Müdür temkinle yaklaştı:
379
− Devam edin, lütfen.
− Biz Sovyet ilim adamlarıyız, arkadaşlar! Her şeyin devletin menfaatine uygun olarak yapılması için gayret göstermeliyiz: Ekonomi bakımdan verimli, rantabl konular, bilimsel
çalışmalar üzerinde durmalıyız. Şaibeli teoriler, geleceği belli
olmayan “problemler” Sovyetlerin taleplerini karşılamamaktadır. Biz, eski neslin yetenekli gençlerini bugünün ruhuna
uygun olarak terbiye etmeliyiz. Bilimin eşiğine yeni kadem
koyan gençlerin daha ilk adımda kendi görevlerini doğru anlamaları için yardım etmeliyiz. Bilimsel çalışmalara ilk adımlarında üstesinden gelemeyecek, onları zorlayacak büyük projelerin altında ezmemeliyiz...
− Bu çok yanlış bir düşüncedir! Bu tür bilimsel çalışmalar
gençlerin ferdi eğilimlerini, isteklerini kısıtlamış olur. Onları
bilimsel çalışmalardan soğutur, cesaretlerini kırar.
Bedirbeyli gururla başını yana doğru uzattı, ona karşı çıkanı merak etti. Enstitün bilimsel araştırmalar bölüm müdür
yardımcısı Mürşüd Hamzayev’i görüp, umursamadan:
− Sen bunu bilmezsin fert kavramı artık bizim toplumuzda çoktan anlamını kaybetti. Mürşüd, – dedi. – Artık her şahıs
emekte herhangi bir toplulukla, her bir topluluk da başka bir
ferdin namuslu zahmetiyle birleşmiştir!
Hemzeyev sakin cevap verdi:
− Senin konuşmanda “tutucu” bir anlayış var, Beşir. Söylediklerinden, modern kimyanın sırf bugünün isteklerini kı380
Vicdan Sustuğunda
sıtlamaya yöneliktir. Bilimin geleceği ile ilgili olan bütün
gelişmelere karşısın.
Beşir Bedribeyli “tutucu” kelimesine çok sinirlendi. Profesör Hamzayev de onun eski rakiplerindendi. Saldırıya geçti:
− Evet, Sayın Hamzayev, doğru anlamışsın! Ben bugüne
uymayan her şeye karşıyım. Çok güzel bir söz var, “Eldeki
………….. daha iyidir!” diye.
– Örneğinden küf kokusu geliyor, Beşir. Bu, insan zekasını esarete mahkum etme düşüncesinde olan cahillerin ileri
sürdüğü bir görüştür. Gericiliğe güzel örnektir…
− Biraz doğru konuş, Mürşid!.. Konuşurken sınırı aşma!
− Ben sınırımı çok iyi biliyorum, Beşir. Sınır koyma bilimin en büyük düşmanıdır. Onu ilerlemekten, yükselmekten
alıkoyar, kanadını kırar...
− Faydasız dalın kırılması iyidir!
− Hayır, Beşir!.. O dal yaşamalıdır! Kozmik fezayı fetheden, gezegenleri bize yaklaştıran, elektronik makineleri üreten, kibernetik mucizeleri yaratan işte bu daldır. Sialkovskilerin, Anıştayınların ve diğer bilim adamlarının ölmez eserleri
ve fikirleri o dallar vasıtasıyla bize ulaşmıştır.
− Neyi kastettiğin anlaşıldı, Mürşid. Sialkovski’nin, Anıştayın’ın gölgesinden faydalanarak kendini ortaya sürmeye
çalışıyorsun. Çok şey istiyorsun, büyük şeylerin peşindesin
sen. O büyük şahsiyetlerden her yüzyılda bir veya ikisi dünyaya gelir. Ne sen, ne de ben onlardan değiliz.
− Benim böyle bir isteğim de yok, gençliğe olan inancım
büyüktür, Beşir. Onlar doğru yoldadırlar. Bu gençlerin içinden
büyük şahsiyetlerin çıkacağına eminim.
− O büyük dahilerden birisi, Şemsizade mi yoksa?
− Evet, şuan bilimsel çalışmasının müzakeresi için toplandığımız Vugar Şemsizade de gelecek vaat eden gençlerden
birisidir. Onun savunduğu tez, kimya sanayisinin gelecekte
gelişme yollarını aralıyor, motor yakıtları alanında yeni bir yol
381
Vidadi Babanlı
açmış olacak. Bizim görevimiz onun kusurlarını, teknik eksikliklerini büyütmek, kendisini de korkutup çalışmalarını yarıda bıraktırmak değildir. Aksine cesur gence yardım etmeli,
onu teşvik etmeliyiz.
− Hayır, Hamzayev, yardım bitti! – Bedirbeyli yeniden saldırıya geçti. – Bu boş, tumturaklı sözlerden uzak duralım artık.
Bir insana ne kadar yardım edilir?!, Şemsizade için özel laboratuvar istediler, verildi. Yeni teçhizat istediler, verildi. Yardımcılar verildi, ne kadar para harcandı. Bu tür yardım enstitü tarihinde hiç kimseye yapılmadı. Yeterli değil mi?... Ne
zamana kadar devam edecek bu talepler?!.
Bedirbeyli bir an sustu ve etrafına bakındı. Hiç kimseden
itiraz duyulmadı, gururlanarak sesini daha da yükseltti:
− Hayır, arkadaşlar! Şemsizade ile hesaplaşmamız lazım.
Ölçüsüz israfa son verilmelidir. Devlet malına, devlet parasına
böyle kayıtsız kalamayız. Başka kurumlarda bu tür israf, fuzuli harcamalar mahkemelik olur, ilgililer cezalandırılır. Yeter
artık! Parti ve yönetimin bize sunduğu sınırsız imkanları
suiistimal etmemeliyiz. Devleti aldatmak affedilmez bir cinayettir!
Beşir’in politik suçlamaları tesirini gösterdi. O yerinde
outrunca, üç kişi daha söz alıp onun söylediklerini onayladı:
− Tartışmaya ve müzakereye gerek yoktur. Beşir Bedirbeyli çok haklıdır. Kayırmacılığa son verilmelidir.
− Ben de şahsen onunla aynı fikirdeyim. Asistanın üzerinde durduğu mesele bilimsel ve hayatili bakımından reel bir
çalışma özelliği taşımamaktadır.
− Şemsizade sahte yenilikçidir. O, bilimde aslı astarı olmayan hayallerin peşinde olan birisidir. Sözlerimin protokole
aynen yazılmasını rica ediyorum!
En arka sırada oturan, hakaretleri dinleyen Vugar heyecanlandı. Bedirbeyli’nin taraftarları harekete geçmişlerdi.
Onun tezini ortadan kaldırmaya azmetmişlerdi. Eğer onlara
tutarlı, bilimsel verilere dayanan bir cevap verilmezse, jüri
382
Vicdan Sustuğunda
üyeleri çok zor durumda kalacaktı. Vugar çok telaşlandı.
Güneşli’ye baktı. Profesörün yüzünde umursamaz bir ifade
okunuyordu. Sanki asistanına söylenilmiş sözler umurunda
bile değildi. Ellerini çenesine koyup sakin sakin oturuyor,
diğer taraftan da Bedribeyli’ye bakıyordu. Hayalen o, çok uzak
alemlerde dolaşıyordu...
***
...1941 yılından beri Söhrap Güneşli akademide çalışıyordu. Savaş başladığında seferberlik ilan edildiği halde onu
cepheye götürmediler. Saygın, büyük ilim adamlarıyla beraber
Söhrap’a da ilmi teorik konuları durdurup, savaş için çalışmasını istediler.
Savaş bittikten sonra da o rahat yüzü görmedi. Sabah akşam kendi laboratuvarından dışarı çıkmadı. Çok önemli görevler onu bekliyordu. Çok süratli uçan jetler icat edilmişti.
Bu jetler için yüksek sıcaklıkta yanmayan, çok soğukta donmayan, çökmeyen yakıta ihtiyaç vardı. Bütün kimyacıların
üzerinde çalıştığı bu konuyu herkesten önce Güneşli çözdü.
Onun icadı doğrultusunda yeni fabrika yapıldı. İşlerin
tamamlanacağı sırada Bakü’de çok sert kış oldu. Bir hafta
boyunca şiddetli fırtına oldu. Kaldırımları, caddeleri, yolları
kar kapladı. Fabrikadaki teçhizatlar, dondu, çalışmalar durduruldu.
Bir akşam üstü fabrikayı birileri aradı. Resmi bir tavırla
gece saat onda Söhrap’ın fabrikalar birliği başkanının yanında
olması gerektiğini söyledi. Güneşli heyecanlandı. Bu konuda
hiç kimseye bir şey demedi. Eve geldi. Konuyu evde de kimseye açmadı. Görüşmesine kısa bir süre kala gitmek için
hazırlandı. Merhamet ona mani olmak istedi. “Gitme, hava
çok soğuk. Dışarıdaki fırtınayı görmüyor musun?!” – dedi.
Ama onu engelleyemedi. Çünkü, onun geceleri de kalkıp, işe
gitmesine alışıktı. Fabrika yapılmaya başlayalı uykusu da
kaçmıştı. Başkanın odası resmi yönetici odasından daha çok
müzeye benziyordu. Nakışlı altın işlemeli tavanda asılı elektrik kandili yüzüyor gibi duruyordu. Dört köşeli parke zemine
383
Vidadi Babanlı
pahalı halılar ayak altına birbirine ulanarak serilmişti. Coşkun deniz dalgası resmini hatırlatan perdeler, pencereleri
büsbütün kapatmıştı. Odanın baş tarafında, bir tarafı beyaz,
diğer tarafı siyah renkli telefonlar, üzeri çeşitli yazı malzemeleriyle dolu olan masanın arkasında oturan adamın sadece
başı görünüyordu. Onun küçük, çelimsiz vücudu oda ve büyük masayla bir türlü uyuşmuyordu. Güneşli tereddütlü adımlarıyla masanın önene yaklaştı. Saygıyla selam verdi. Başkan
kafasını kaldırıp, onun yüzüne bile bakmadı. Suratı asılmış
halde:
− Oturun, – dedi ve uzun sıkıcı aradan sonra burnundan
konuşmaya başladı: – Fabrikada işler nasıl?
Güneşli sandalye çekip oturdu, kendisine hakim oldu,
acele etmeden cevap vermeye çalıştı:
− İş daha devam ediyor, Sayın Bedirbeyli
− Niçin?
− İstenilen zamanda yetiştiremedik.
− Niçin?
− Niçini çok basittir aslında, Beşir Osmanoviç, teknik
sebeplerden dolayı.
− Sadece teknik mi?
− Evet. Başka hiçbir problem yok.
− Teknik sebep derken, siz neyi kastediyorsunuz?
− Örneğin, hava durumunu. Beklenmedik fırtınayla
ortaya çıkan problemleri.
− Bunlar sebep olamaz! – Bedirbeyli sonunda başını kaldırdı. – Bilim adamı olsanız da hayal dünyanız çok zayıf. Yalan söylemeyi becermek gerek!... Kışın soğuk olması fabrikanın işe başlamasını engelleyemez!
− Haklısınız, Beşir Bey. Ben yalan söylemeyi beceremiyorum. Bu yüzden size bu hakikati aktarıyorum. Teçhizatların
donmasını engellemek için gerekli önlemler alınmamış. Bundan dolayı da araçlar dondu.
384
Vicdan Sustuğunda
− Bu tedbirleri sizce kim görmeliydi?
− Projeden sorumu şahıslar. Aynı zamanda fabrikanın baş
mühendisi, teknik personel.
− Tabiî! İş kötüye gittiğinde suçu başkalarının üzerine atmak çok kolaydır.– Başkan alayla gülümsedi. Elindeki kurşun
kalemi masanın bir kenarına fırlatarak, tehdit edici bakışlarını Güneşli’nin gözlerine dikti: – Biz her şeyden haberdarız!
– Bu işte düşman eli var!...Güneşli temkinli hareket etti.
Bu tür suçlamalara kendisini önceden hazırlamıştı.
− Ben bunu söyleyemem. Çünkü böyle bir şey hissetmedim.
− Tabiî siz hissetmezsiniz!... – Başkan coştu. – Devleti,
partiyi aldatmak, milyonlarca parayı israf etmek, yüzlerce işçinin emeğini, zahmetini boşa çıkarmak, devleti zarara uğratmak sizin için elbette önemli değildir!..
− Bu kararı vermek için acele ediyorsunuz, Bedirbeyli. Biz
fabrika konusunda ümitsiz değiliz.
− İnanıyorum, ümitlisinizdir! Çünkü oradaki beleş milyonlar sizi heveslendirmiş olmalı! – Sinirli tebessümü onun
küçük gözlerini daha da küçülttü. – sizin bu yalanlarınıza itibar etmeyeceğimizi bilmenizi isterim. Biz buna imkan vermeyeceğiz!
− Ben yalancı değilim, Sayın başkan. Ben bilim adamıyım!
− Boşuna uğraşmayın ben sizi çok iyi tanıyorum!.. – Başkanın hilekar göz bebeklerinde kötü niyetten tevellüt eden
korkunç kıvılcımlar parladı. Aniden sordu: – Babanız nerededir?
Güneşli iç çekti:
− Onu siz daha iyi biliyorsunuz.
− Evet, biliyoruz. Sibirya’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir
yerindedir! – Siz dost maskesi takmış düşmansınız! Sovyet
yönetiminden babanızın intikamını alıyorsunuz. Arzularınız
385
Vidadi Babanlı
gerçekleşmeyecek! Maskenizi düşüreceğiz. Mutlaka düşüreceğiz!..
Söhrap Güneşli artık tahammül edemedi. “intikam” kelimesi onun burada duyduğu hakaretlerin hepsinden daha da
ağır geldi ona. Elinde olmadan masaya elini vurup, ayağa
kalktı.
− Sizin böyle söylemeye hakkınız yok! – diyerek bağırdı. –
Namuslu insanları lekelemeye hakkınız yok!
Bedirbeyli başkan olduğunu tekrar hatırlat:
– Nerede olduğunuzu unutuyorsunuz galiba. Oturun yerinize!
Güneşli oturdu. Ama yüreğindeki sözleri bitirmeden sakinleşemedi:
– Siz çok büyük hata yapıyorsunuz, Sayın başkan. Ben
Sovyet yönetimine karşı olsaydım, sizin de söylediğiniz gibi
babamın intikamını almak isteseydim, savaş yıllarında
alırdım. Siz de buna şahitsiniz. O zaman benim nasıl çalıştığımı, zafer kazanmamız için nasıl çabaladığımı gördünüz.
Nasıl olur da savaşın en kızgın anlarında ihanet etmedim en
güvenilir adam kabul edildim de şimdi böyle bir yafta ile
suçlanıyorum. Siz de biliyorsunuz ki Bakü’nün müdafaası için
elimden geleni yaptım. Peki o zaman niçin bu hususa dikkat
çekmiyorsunuz?
– Eskilere dönmeyiniz. Bunu yapmakla suçunuzu kapatamazsınız! Önce göze girerek, itibar kazanmak, kendini Sovyet
yönetimine yardım eden biri gibi tanıtmak, sonra da kötü
amellerini hayata geçirmeye çalışmak bizim çok iyi bildiğimiz
bir usuldür. Dilde Sovyet yönetiminin dostu, yürekte ise onun
düşmanı olan insanların mezarını çoktan hazırladık. Gerekirse size de borçlu kalmayız.
− Yine çok yanılıyorsunuz, Sayın Bedirbeyli. Olmayan
“düşmanı” aramak, insanlara iftira atmak doğru değildir. İnsanların gururuyla oynamak kabul edilemez. Bu Sovyet kanunlarına zıt bir harekettir!!
386
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
***
− Peki, niçin?!
Güneşli öyle sarsıldı ki, Bedirbeyli’yle olan tartışmasının
sonucu bile aklında değildi. Kendine geldiğinde fabrika sendikasında olduğunu fark etti.
Gecenin geç saatleriydi. Sokaklar bomboştu. Söhrap kaldırımların buz bağlamış karlarını hışırdatarak bir hayli dolaştı.
Soğuk vurdukça sinirleri bir hayli yumuşadı. Yorgun hafızasının bir köşesinde başkanın son cümleleri kulaklarında çınladı: “Fabrika bir hafta içinde çalışmaya başlamalıdır! Yoksa
sizinle sohbetimiz başka türle olacaktır! Çıkabilirsiniz!..”
O, serseri bir kurşuna hedef olmuş gibi iki üç defa hayıflandı, kendisini eve zor attı, koltuğa uzandı, sesi çıkmadı.
Merhamet daha uyumamıştı. Kocasının durgunluğunu başka
türlü yorumladı. Onun işte rahatsızlandığını düşündü, çok
dokunaklı konuştu:
− Sonunda istediğin oldu! Şimdi yat bakalım, ne kadar
yatacaksın?! Canından bıkan çok insan gördüm; ama senin
gibisini hiç görmedim...
Söhrap konuşmadı. Karısının söyledikleri karşılık derinden bir ah çekti.
Merhamet konuşa konuşa onun soyunmasına yardımcı
oldu. Üzerini iki yorganla örttü. Ama Söhrap’ın uykusu çok
kısa oldu. Gecenin yorgunluğu ve yaşadıkları onu uykusunu
kaçırdı. Aradan birkaç saat geçtikten sonra hemen yataktan
fırladı, giyindi ve karısından habersiz fabrikaya gitti.
Fabrikada morali biraz da bozuldu. İş tamamen durmuştu.
Burada inşaat işlerinden sorumlu bir kişiden başka hiç kimseyi bulamadı.
− Sayın Kılıcov, adamlarınız nerede? – diye sinirli bir tavırla sordu.
Şahmalı Kılıcov başını indirdi.
− Gelmediler.
Güneşli şaşırdı.
387
− Büyükler böyle uygun gördükleri için.
Güneşli’nin boğazı kurudu, Kılıcov’a donuk, bütün ümitleri suya düşmüş bir insan edasıyla baktı: – “Bu nasıl bir
oyun?.. Bir taraftan fabrikanın bir hafta içinde işe başlamasını
talep ediyorlar, diğer taraftan da işi durduruyorlar...”
Söhrap kulaklarına inanmak istemedi. Ama Kılıcov’u çok
iyi tanıdığından şüphesini ona hissettirmedi. Şahmalı Kılıcov
en zor, en sorumlu inşaatlarda çalışarak ün kazanmış birisiydi.
Böyle biri asla yalan söylemezdi. Kılıcov onun düşüncelerini
yüzünü bakan kederli gözlerinden okudu. Biraz sustuktan
sonra açık konuştu:
− Durum çok vahimdir, – dedi. – Fabrika zamanında işe
başlamadığı ve ürün verilmediği için artık ödenek ayrılmıyor.
Kılıcov, Söhrap’ın kederli bakışlarından onun ne düşündüğünü anladı. Biraz düşündükten sonra meseleyi açıkça
söyledi:
– Durum çok gergin.–dedi.– fabrika çalışmadığı, üretime
katkı sağlamadığı için kapatıldı. Ek ödenek de ayrılmayacak.
Bundan dolayı da işçilerin maaşlarını kestiler. Az önce baş
mühendis de buradaydı. Haberi bize o verdi. İşçiler de gitmek
zorunda kaldılar.
Bu durum, Söhrap Güneşli’yi sanık kürsüsünde oturtup,
ölüm kararını duymaktan daha kötü idi. O, tamamen yıkıldı.
Her şeyin çok önceden halledildiğini anladı. Ona verilmiş ek
süre belirli bir maksat için uydurulmuş bir hileden başka bir
şey değildi.
Güneşli dengesini kaybetti, gözlerine karanlık çöktü. Düşmemek için kendini zor tuttu. Kılıcov her şeyi hissediyordu.
Ama sarsılan Güneşli’yi teselli edecek söz bulamadı. Aniden
ısrarla sordu:
− Rica ediyorum bana açık söyleyin. Hakikaten mi emeğinizin bir sonucu yoktur?
Söhrap çok dalgın ve halsiz olarak cevapladı:
388
Vicdan Sustuğunda
− Siz bu işin nasıl olduğunu çok iyi biliyorsunuz, nasıl
sonuçlanacağına da tahmin ediyorsunuzdur.
Kılıcov bir şeyler düşündü.
− Evet, inanıyordum... – dedi, durakladı. – Aslında ben
şimdi de inanıyorum. Ama bazen öyle durumlar oluyor ki,
insan iki ara bir derede kalıyor.
− İşte şüphe doğuracak hiçbir şey yok. Her şey yolunda
gidiyor. Sadece... – Güneşli sözünü bitirmedi.
Kılıcov’un kalın kaşlarının düğümü açıldı. Yüzü güldü.
− İşte bana bu lazımdı. Sizin tereddüt etmediğinizi bilmek... Diğer şeyler kolaydır. Deminden beri burada oturup,
çıkış yolları arıyordum... Risk etmeye ne dersiniz?! Kendi
kararımızla yukarıdan izin beklemeden çalışmamıza devam
edelim mi?
− Nasıl? – Güneşli ümitsizlikle sordu.
− İşçilerle konuşalım, durumu anlatalım.
− Bu ne işe yarayacak, bize inanırlar mı ki?
− İnanırlar! – Kılıcov kendisine güvenerek cevap verdi. –
Siz işçi psikolojisini bilmiyorsunuz. Onlar çok mert insanlardır. Bizim, sözümüzden geri dönmediğimizi, sözümüzde olduğumuzu hissetseler bize yardım edeceklerdir mutlaka.
− Diyelim ki, inandılar. Ücretsiz çalışmaya razı olacaklar mı?
Kılıcov gülümsedi.
− Niçin ücretsiz olsun? Fabrika işe başladığında herkes
kendi emeğinin karşılığını alacaktır elbette.
Güneşli omzunu silkti. Düşünceli bir tavırla yere baktı.
İnşaat mühendisi onu ümitlendirmişti.
− Moralinizi hiç bozmayın. İşçilerle konuştum, öğlenden
sonra geri dönecekler. Onlarla kendim açıkça konuşacağım.
Beni dinleyeceklerinden eminim. Başladıkları işi yarım bırakmak onlar için de iyi değil. Gururlarına yediremezler.
− Peki ilgili kurumlar duyarlarsa? Bizi suçlamazlar mı?
389
Vidadi Babanlı
− Ben o konuda düşündüm. Siz meseleye karışmayın, hiç
kimseyle tartışmayın. Cevaplarını ben kendim vereceğim. Bürokratları işçi diliyle, işçi mantığıyla inandırmak daha kolaydır.
Şahmalı Kılıcov’un akıllı sözleri Söhrap Güneşli’nin yüreğinde yeni ümitlerin filizlenmesine sebep oldu.
– Çok teşekkür ederim! – deyip, kederlendi, gözleri yaşla
doldu, teşekkür etti. – Çok sağ olun! İşçilerinizden benim yerime de ricada bulunun lütfen. Maaş konusunda endişe etmesinler. Gerekirse ben kendim veririm ücretlerini.
Kılıcov elini samimiyetle Güneşli’nin omzuna koydu,
şakayla ona cevap verdi:
− Buna gerek yok. İşçinin bilim adamının parasına ihtiyacı yok, dedi.
***
İşçiler hakikaten de öğleye doğru geri döndüler. Kılıcov
gereken konuşmayı yaptı. Durumu anlattı. Çalışmaya devam
etmeye hiç kimse karşı çıkmadı.
Asılana bakılırsa iş o kadar da zor değildi. Zor işlere, ciddi
teknik çalışmalara gerek yoktu. Esas inşaattan ziyade basit
işler kalmıştı. Taşıyıcı ve kimyasal reaktif dağıtan boruları
birleştirmek, içi buharla dolu ek borular çekmek ve her iki
boruyu birbirine ekleyip üzerini bezle bağlamak gerekiyordu.
Bu, sıcaklığın dışarı sızmamasına, hararetin aygıtlarda kalıp
reaksiyonun istenilen düzeyde olmasına yardımcı olacaktı.
Sadece bu kadar...
Güneşli her şeyi sade ve anlaşılır bir dille işçilere anlattı.
İşçiler hemen işe başladılar. Ama karşılarına başka bir engel
çıktı...
Bir iki saat geçmeden baş mühendis bağırarak fabrikaya
geldi:
–Ne yapıyorsunuz siz kendi başınıza burada?!. Size kim
izin verdi?! Bu kadar işçinin ücretini kim ödeyecek?! – diyerek
Güneşli’nin karşına geçti.
390
Vicdan Sustuğunda
İddialı, suçlamalı sorularla öyle hücum etti ki, Güneşli
hangi soruya cevap vereceğini bilemedi. Kılıcov ileri gelerek:
− Ne oluyor? – diye, sordu. – Neden bağırıyorsunuz böyle?
Baş mühendis, Kılıcov’un sesini arkadan duyunca, ona
döndü. Yeniden coştu:
− Siz de mi buradasınız?!.. Bu durumu yapan sizsiniz
demek!? Kılıcov’un cevabı da sorusu gibi soğukkanlı oldu:
− Haklısınız. İşe başlama iznini ben verdim.
− Yanlış yapmışsınız. Hemen durdurun!
− Bu mümkün değil.
− Niçin?... Peki emir ne olacak? Bu yukarının emridir!...
Baş mühendis sinirden küplere bindi. – Devlet kanunu, parti
disiplini size ait değil mi yoksa?!
− Elbette aittir. – Kılıcov sakinliğini muhafaza etti, sükunetini kaybetmedi.
Biz bu ülkenin vatandaşıyız.
− O zaman lütfen ülkenin kanunlarına uyun. Ve unutmayınız ki, siz burada sadece ama sadece görevlisiniz. Kendi
kendinize karar verme gibi bir lüksünüz yok. Verilen emre
itaat etmek, ona kayıtsız şartız uymak zorundasınız.
− Kanunları herkes farklı anlar, Sayın mühendis. Bizim
anladığımız kanuni zorunluluk, çalışarak işi sona erdirmektir.
Emeğimizin heder olmaması için çaba sarf etmektir. En
önemli görev, zannımca budur.
− Bizi aldatamazsınız!... Boş boş konuşmakla elinize bir
şey geçmeyecek. Bu havanda su dövmektir. Sahte vatanseverliktir... – Baş mühendis sesini yükselterek suçlamaya, karşı
hakarete geçti:
− Parti disiplinini bozmak, yönetimin emrini umursamamak, ona karşı çıkmak affedilmez bir cinayettir. Bunu yapanlar en ağır cezaya layıktır! Eğer bir dakika içinde çalışmanızı
durdurmazsanız gerekli makamlara haber vereceğim ve sonucu sizin için çok ağır olacak!
391
Vidadi Babanlı
Kılıcov sonuna kadar temkinli hareket etti. Mühendisin
son sözlerini de soğukkanlılıkla karşıladı.
− Tabi buyurun, nereye isterseniz gidin, ne isterseniz
yapın. Bırakın da işimizi yapalım. Sonuçların kimin için iyi
olacağını sonra konuşuruz! Ve baş mühendis olarak bütün
işlerden sorumlu olduğunuzu aklınızdan çıkarmayınız. Buradaki her çalışmadan dorudan siz de sorumlusunuz. Her türlü
önlemi ilk olarak siz düşünüp almalısınız. Eğer ceza meselesi
gündeme gelse emin olunuz, siz de sanık sandalyesinde ilk
sıralarda olacaksınız. Bunu unutmayın...!
Baş mühendisin boğazı kurudu, yüzü beyazladı. Dili sürçerek bağırmaya başladı:
- Her şey belli oldu!... Size bunları öğreten, bize karşı
çıkaran, işte bu Güneşli’dir. Olsun! Kimin suçlu olacağını görürüz! Görüşürüz!
Ertesi sabah erkenden Söhrap Güneşli, Devlet Güvenlik
Komitesine çağırıldı. Binanın birinci katında ona eşlik etmesi
için eli silahlı bir “görevli” verdiler. Suratından düşen bin
parça olan görevli onu asansörle yukarı kata çıkarırdı.
“Görevli” onu bir odaya getirdi. Çıplak duvarlı, sıkıcı küçücük
odanın bir köşesinde bulunan mavi örtülü masanın araksında
kaptan rütbeli, zayıf bir adam oturmuştu. Kaptanın başı
üzerinde Beriya’nın portresi asılmıştı.
Güneşli daha kapıdayken her şeye göz attı. Kaptan soğuk
ve ciddi bakışlarla önce bilim adamına, daha sonra kolundaki
saate baktı. Güneşli’ye oturması için yer gösterip, masanın
çekmecesini açtı. Kağıt ve kalem çıkardı. Kısa soru ve cevaptan oluşan soruları bir tutanak doldurdu. Sonra soğuk bakışlarını Güneşli’nin gözlerinin içine yöneltti.
− Buraya niçin çağırıldığınızı biliyorsunuz, herhalde?
Güneşli cevap verdi:
− Hayır, bilmiyorum.
Kaptanın altı kararmış göz kapaklarını aşağıya doğru
indirdi. Elini telefona doğru uzattı, ahizeyi kaldırdı ama kulağına yaklaştırmadı. Bir şeyler düşünüp yerine bıraktı.
392
Vicdan Sustuğunda
− Bir dakika! – diyerek ayağa kalktı. Düzgün adımlarla
odadan çıktı ve kapıyı açık bıraktı.
“Görevli” açık kalan kapının arkasından göründü. Orada
direk gibi hiç kıpırdamadan duruyordu. Güneşli’nin yüreğinde acı bir duygu belirdi: “Aman dikkatli ol, kaçabilirim!...”
Kaptan geç döndü.
− Bekleyin. Sizinle general Halidov konuşacak. – diyerek
yeniden çıktı. Güneşli çok bekledi. (Herhalde bu da özel ceza
usulüydü.) İki saatten daha fazla dört duvar arasında, silahlı
bir nöbetçi nezaretinde kontrol altında oturup, beklemekten
yoruldu. Aklından bin türlü fikir geçti: “Galiba, benimkisi
buraya kadarmış. Beni buradan annemin, babamın gittiği
yola gönderecekler...” Bu dehşetli düşünceden bütün vücudu
titredi. Sonunda, kaptan geldi. Söhrap’ı çocuk gibi yanına alıp,
generalin odasına götürdü.
“Bekleme cezasına” burada da fazlasıyla çekmiş oldu,
gözlerinin feri kaçtı. O açlıktan, susuzluktan mahvoldu. Kapalı siyah derili kapı, ürperten bir sesle açılınca Güneşli
korktu. İçeriden kel afalı birisi başını dışarı uzattı.
− Güneşli, buyurun!
Kel adam başını hemen geri çekti. Söhrap eşiğe geldiğinde
deri kapı şiddetle kapatıldı. İki, üç, dört kez kilit sesi geldi.
Karşıda kendiliğinden açılan bir kapı daha vardı. Kendi kendine aralandı. Söhrap hayret etti. Bu durum ona çocukken
okuduğu sihirli masalları hatırlattı.
Generalin uzun ve büyük odasında Söhrap’ın dikkatini
çekecek hiçbir şey yoktu. O, çok yorgundu. Ayaklarında takat
kalmamış, çok yıpranmıştı. Çevresinde olanları görecek durumda değildi. Gözleri ayaklarının altını zorlukla görüyordu.
Son kuvvetini toplayarak ileriye adım attı. Generali yakından
görünce sevindi. Gözlerine yeni ışık, dizlerine güç geldi. Onlar
birbirini tanıyorlardı. Aynı dönemde okumuşlardı. Hatta bir
zamanlar arkadaşlık da etmiştiler. Evet, karşısında duran
general rütbeli bu adam, üniversitenin eski genç komünistler
393
Vidadi Babanlı
komitesinin katibi Seyfeli Halidov’du. Çok kısa sürede o bu
general rütbesine...
Söhrap, Güneşli ona imrendi. Üniversite arkadaşının bu
makama gelmesine çok sevindi. Böyle ilerleme, başarı elde
etme herkese nasip olmazdı. Sevincini Seyfeli’yle paylaşmak,
onu en içten samimiyetiyle kutlamak isteğinden kendini alıkoyamadı. Her şeyi unutup, gülerek biraz da ileriye geldi.
Yüksek sesle memnuniyetini ima eden bir sesle selam verdi,
generalin elini samimiyetle sıkmak istedi. Ama Halidov aradaki resmiyeti korudu. Selamı gönülsüz, başını sallayarak aldı
ve oturması için işaret etti.
Güneşli’nin sevinci de, güzel duyguları da o anda yok oldu.
Rengi attı. Bütün sülalesini sövseydiler belki bu kadar üzülmezdi. Elleri titreyerek sandalye çekip oturdu.
Halidov elini çenesinin altına koydu, Güneşli’yi soğuk bakışlarıyla süzdü. Biraz vakit geçtikten sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı:
− Siz üniversite okudunuz mu?
Söhrap’ın kalbinde yeniden ümit kıvılcımları parlamaya
başladı. Seyfeli’nin onu tanımadığını düşündü. Sevinerek cevap verdi:
− Evet, okudum, – dedi.
Halidov’un bakışları sertleşti.
− 32-37 yılları asında değil mi?
− Evet, öyle. – 1932-1937 yıllarında, sizinle aynı dönemde
okudum.
− Yanılmıyorsam soyadınız da Soltanov’dur?
− Evet, Soltanov’dur.
− Burada Güneşli yazıyor. General parmağının ucuyla sorgu kağıdını gösterdi. – Niçin böyle?
− O, benim mahlasımdır. Doğduğum köyün ismidir.
− Siz şair misiniz ki, mahlas kullanıyorsunuz?
394
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
− Mahlası yalnızca şairler kullanmaz, ilim adamları da
kullanabilir.
Halidov’un kaşları çatıldı, alaylı ifadeyle:
– Belki başka bir maksat için almışsınızdır?... Kendi soyadınızı gizlemek için.
Güneşli’nin canı sıkıldı. Yanıldığı için, samimi duygulara
kapılıp kendini aldattığı için üzüldü: “Kimden medet umuyorsun, kime bel bağlıyorsun?! – diyerek sinirlendi. – Seyfeli’yle ne zaman can, ciğer oldun?! Eskiden olanları sen unuttun;
ama onlarında da unuttuğunu mu sanıyorsun? Yok! Herkes
senin gibi aptal, akılsız değil!!.”
Kalbi sızlanarak dedi:
– Diyelim ki, sizin söylediğiniz gibi olsun. Soyadımı gizletmek için mahlas edindim, mahlas kullanıyorum.... Bunun
Sovyet hükümetine ne gibi zararı var?
Halidov Güneşli’nin sorusunu cevapsız bıraktı. Masasında
bulunan kağıtlara bakarak bir şeyler okuyup ilave etti:
− Sinirlenmeyin. Sakin olun!.. – Halidov sesini yükseltmeden, sinirlenen Güneşli’yi sakinleştirmeğe çalıştı. – Size düşmansın diyen olmadı. Eğer düşman olduğunuzu düşünüyorsak, o zaman ne yapacağımızı biz biliriz. O zaman sizinle fikir
teatisinde bulunmayız bile. Şimdi bir soruma cevap verin.
Fabrikanın çalışmamasına, yapılan masrafların israf edilmesinin sebebi nedir? Neden üretim bu kadar gecikiyor?
Güneşli hemen cevap verdi:
− Siz aynı zamanda korunmuşsunuz. Sadece soyadınızı
değil aynı zamanda özgeçmişinizi de değiştirmişsiniz...
Söhrap’ın içinde coşan duygular birden dilini açtı:
− Yine anlamadım! – Halidov kızardı, bozardı, Söhrap’a
sert sert baktı. Bakışları buz gibi soğuktu.– Biraz açık konuşun, hangi kuşku ve kıskançlıktan bahsediyorsunuz? Görevini
kendi çıkarları için kimler kullanıyormuş?
Güneşli açıklama yapmak için acele etmedi. Ölümü göze
almış bir insan edasıyla, hiçbir şeyden çekinmeden generalin
gözünün içine baktı ve devam etti:
− Ben bir meseleyi bir türlü anlayamıyorum. Niçin bana
her zaman şüphe ile bakıyorsunuz? Niçin sosyal geçmişimi,
halk düşmanının oğlu olduğumu her yerde, her adımda
yüzüme vuruyorsunuz? Niçin?...Bütün bunları ne maksatla
yapıyorsunuz? Ben kaç yıldır namusumla, vicdanımla çalıştım.
Benim vermiş olduğum hizmetler, faydalı çalışmalar birçok
bilim adamından daha üstün olmuştur. Bir bilim adamı
olarak, bir vatandaş olarak ülkem için elimden ne geldiyse
yaptım. Devletimin çıkarlarını kendi şahsi çıkarlarımın üzerinde tuttum. Peki niçin hala bana inanmıyorsunuz? Bana
itimat etmiyorsunuz? Yaptıklarınız benim maneviyatımı sarsıyor. Eğer düşmansam, beni kendinize yabancı olarak görüyorsanız, neyi bekliyorsunuz, hadi çıkarın idam kararımı. Ben
da kurtulayım, siz de...
395
− Kuşku ve kıskançlık!
Halidov kaşlarını çattı, kirpikleri süratle peşi sıra açılıp
kapandı.
− Anlamadım.
Güneşli hafif gülümsedi.
− Anlaşılmayacak bir şey yok, Sayın general. Siz benden
çalışmamızın niçin bu kadar geciktiğini sordunuz, ben de
kuşku ve kıskançlık, dedim. Bir de vazifeleri kendi çıkarları
için kullananlar.
− Kuşkunun mahiyetini biraz önce izah ettim. “halk düşmanının oğlu” lekesi var alnımda. Ne kadar çalışsam, gece
gündüz didinip elimden geleni yapsam, kimsenin yapamadığını yapsam da çıkan en küçük problemde, gerginlikte hemen
düşman oğlu olduğum hatıra geliyor ve üzerime geliyorlar.
Güya ben toplum için yapılan işleri engelliyor, birilerinin intikamını alıyorum. Kıskançlığın açıklaması ise bazı yetkili şahısların beni kabul etmemesidir. Onlar beni görmeye tahammül edemiyorlar. Bilimsel, tekniki bir konuda yeni bir buluş
396
Vicdan Sustuğunda
yapacağımız zaman hemen saldırıya geçiyorlar. Üstümüze gelemeye başlıyorlar. Her türlü engeli çıkarıp oyun üstüne oyun
oynuyorlar. İşgal etmiş oldukları makamları bu amaç doğrultusunda çok iyi kullanıyorlar.
− Niçin?
− Ben sağ olduğum müddetçe, çalışmalarımı sürdüğüm
sürece onların ayaklarına dolaşıyor, onlara engel oluyorum.
Sahte prestijlerini baltalıyorum.
− Size öyle geliyor olmasın? Kendinize olan aşırı güveninizden, kendinizi çok beğenmenizden, “büyük bilim adamı”
iddiasından bu söyledikleriniz kaynaklanıyor olamaz mı?
Halidov bu kinayesiyle Güneşli’yi iğneledi. O, bu acılara
da tahammül ederek sabırla cevap verdi:
− İlk önce şunu belirteyim ki, ben hiçbir zaman kendime
hayran olmadım. “Kendini herkesten yüksek” olarak görme
hastalığına tutulmadım. Bu meseleyi de size yanlış iletmişler.
İkincisi, eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, ben kendi hayalimle,
“hasta” tasavvurumla çarpışmış olsaydım, şuan konuya sizin
karışmanıza ihtiyaç kalmazdı. Daha aşağılarda hallolurdu.
Generalin yüzündeki sertlik biraz da olsa azaldı. Bakışları
yumuşadı. Verilen mantıki cevap çok hoşuna gitmişti.
− Peki, söyle bakalım, size mani olanlar kimlerdir?.. Delillerle, ispatlarla konuşun ama. Genel ifadelerin, sözlerin biliyorsunuz inandırıcılık yönü çok zayıftır.
− En önemli sebep, fabrikalar birliğinin başkanı Bedirbeyli
bana her zaman karşı olmuştur. İşlerini sağlam ve objektif
yapmıyor. Fabrikanın çalışmamasının da tek sebebi odur.
− Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?
− Beşir Osmanoviç’nun bana karşı olan şahsi kini.
− Onun sizinle ne gibi özel durumu olabilir ki?... – Halidov
yüzünü buruşturdu. – O kim, siz kim?
− Söylediklerim size saçma görünmesin, Sayın general.
Bunun bir hikayesi var. Sayın Bedirbeyli daha fabrikalar bir397
Vidadi Babanlı
liğine başkan seçilmeden önce, üretimde çalıştığı zamanlar bir
tez yazmıştı. Kısa ve kolay yoldan “üretimden ilme geçmek”
geçerek akademik kariyer yapmak istiyordu. Esere rapor
vermek için enstitü beni görevlendirdi. Çalışma ilmi yönden
yetersizdi. İyi bir çalışma değildi. Bilimsel ve teorik açıdan
oldukça zayıftı. Çalışmanın savunmaya alınması uygun değildi. Bundan dolayı da olumsuz rapor yazdım. Eser üzerinde
yeniden çalışılması gerektiğini söyledim. İşte o zamandan beri
SayınBedirbeyli benden nefret ediyor.
Halidov gözlerini süzdü. Başını razı olmadığını ima ederek
salladı:
− Bu söyledikleriniz delil değil. Faraziyelerdir.
− Hayır, Sayın general! Faraziye değil. Rica ediyorum, söyleyeceklerimi dinleyin...
Güneşli birkaç dakikalığına sustu. Uzun süre devam eden
gergin dakikalardan sonra ağzı kurumuştu. Generalin masasının ta öbür ucunda olan sürahiye baktı. Ama su istemeye cesaret edemedi. Boğazını bir şekilde ıslatıp zorlukla devem etti:
- Dün o çağırdı beni. Beraberce el ele verip, engelleri kaldıracağımıza, beni suçladı, beni düşman olarak nitelendirdi.
Sonra da işleri yoluna koymam için bana bir hafta zaman
verdi. Bir gün geçmeden baş mühendisi göndererek işin
durdurulması için emir verdi. İşçilere, personele, maaş vermemekle tehdit etti. Peki, bu garaz değil mi? Bu durumu nasıl
yorumlarsınız?
Halidov kaşlarını çattı, bir şeyler düşündü. Rast gele
sordu:
− İyi hatırlattınız.... İşçiler arasında propaganda yaptığınızı söylüyorlar. Devrime karşı yönlendiriyormuşsunuz, onları
yönetime karşı kışkırtıyormuşsunuz. Bu doğru mu?
− İftiradır! – Güneşli boğuldu. Zaten zor çıkan sesi tamamen kısıldı. Mecbur kalınca su istedi.
General bunun üzerindeki zile bastı. Kapıda beliren memurdan su getirmesini istedi. Söhrap su dolu bardağı bir
398
Vicdan Sustuğunda
nefeste içti. Utanmasa, yine isteyecekti, bir bardak su susuzluğunu gidermedi. Ama çekindi. Kendine geldikten sonra
konuşmasına devam etti:
− Yalan söylüyorlar. Bütün bunlar o kuşkunun, bana
sürülmek istenilen lekenin sonucudur. Bana karşı kullanılan
bir silahtır. Benim işçilere ne gibi propaganda yapabilirim
Sayın general? Bunu neden yapayım ki?...Bunların hepsi
iftiradır. Ben işçilerle iç konuşmadım. Sayın Bedribeyli’yle
olan konuştuktan sonra hasta olmama rağmen fabrikaya gittim. Her şeyin tamamen durdurulduğunu gördüm. İşi yürüten şahısları gidip budum. Ondan işçilerin nerede olduğunu
sorunca, yukarıdan emir geldiğini, fabrikanın işinin durdurulduğunu söyledi. Oturup, onunla biraz dertleştik. Fabrikanın
inşaatına verilen paranın, çekilen zahmetin boşa gitmeyeceğine onu inandırdım. Düzeneklerin yapıldığı sırada boruların
birleştirilmesi sırasında ortaya çıkan problemlerin nasıl izale
edileceğini ona anlattım. O da, sağ olsun, işçileri geri çağırdı,
onlarla konuştu. İşçiler de işlerini bitirmeye karar verdiler.
Eğer propaganda dedikleri bu ise bunun neresi propaganda?
− Ya, o teknolojik hatalar niçin oldu?... Niçin o kusurlar
önceden ortadan kaldırılmadı?
− Bu sorunun cevabını ben değil, fabrikalar birliğinin
sorumluları vermeliler. O baş mühendis ve diğerleri. Çünkü
inşaattaki tüm işlerden onlar sorumlular. Bu tür yanlışlıkları
onlar önleyebilir. Ben sadece projeyi hazırlayıp, vermekle
sorumluyum. Bilim adamıyım. Sözü edilen proje defalarca
kontrol edilip doğrulandıktan sonra teslim edilir. Her yönden
doğruluğu ispatlandıktan sonra, hataları ortadan kaldırılır
fabrikaya gönderilir. Yani şimdi ortaya çıkan problemler fabrika yapıldığı sırada olmuştur. Onlar bu hataları ortadan kaldırmak için çalışacakları yerde bir günah keçisi arıyorlar. Bütün hatalarını benim üzerime yıkmaya çalışıyorlar. Garaz
dediğim, menfur düşünce budur!
General düşünceye daldı. Yüzündeki buruşukluklar yumuşadı. Soğuk bakışlarının buzu biraz daha eridi. Onaylarcasına başına salladı.
399
Vidadi Babanlı
Ama Söhrap Güneşli bütün bunları görmedi. O çok
heyecanlanmıştı. İç dünyasında isyan vardı. Yüreği yanarak
konuşmaya devam etti:
– Ben ilk dediğim sözüme dönmek istiyorum, Sayın general. Artık sabrım, tahammülüm kalmadı. Hayatımdan bıktım
artık. Bu benim için hayat değil, azap ve işkencedir... Hiçbir
şekilde bana inanmıyorlar. – her adımım, her davranışım
şüphe doğuruyor, maneviyatıma hakaret ediliyor, ben bu şekilde yaşamak istemiyorum. Emir verin, beni tutuklasınlar.
Ha böyle tutsak olmuşum ha öyle ne fark eder? En azından
manevi sıkıntılardan kurtulmuş olurum.
Halidov sustu. Karşında büzülmüş, küçülmüş olan ilim
adamına dalgın dalgın baktı. Ne düşündü? Onun haline
üzüldü mü, onu kınadı mı? Bilinmedi. Bir hayli vakit geçtikten sonra resmi sesi nispeten yumuşadı:
− Boşuna bu şekilde düşünüyorsunuz. Gidin işinizi yapın,
– dedi. – fabrikanın kusurlarını onarın, kendiniz yapın bunları. Biran önce işi bitirin. Moskova bizden ürün bekliyor.
Arayıp, neden geç kaldığımızı soruyorlar sürekli. Acele etmemiz gerekiyor.
Söhrap ayağa kalktığında başı döndü. Gözleri karardı...
Fabrika bir hafta içinde işe başladı. Devlet tarafından
törenle açıldı. Söhrap Güneşli ise açılışa katılamadı. Hastalandı, hastaneye kaldırıldı. Bir buçuk ay tedavi gördü...
25. Bölüm Vugar endişeliydi. Söhrap Güneşli’nin umursamaz, dünyadan el etek çekmiş hali onu korkuttu. “Niçin susuyor?...
Neyi bekliyor? Bana hep mücadele etmemi, ümidimi kaybetmememi söyleyen birisi şimdi niçin soğukkanlılıkla öylece
oturuyor?...” – diye, kendi kendine düşündü. Sakince oturup
sesi sedası çıkmıyordu. Danışman hocasının bu durumunu
içinden kınadı. O an aklına gelen başka bir düşünceyle deh400
Vicdan Sustuğunda
şete kapıldı: “Yoksa, bu nutuklar onu da mı tesiri altına adı?
Problemin halline olan güvenin, benim geleceğime o da mı
inancını kaybetti?..”
Vugar biraz da heyecanlandı. Çektiği zahmetler, bir gözlerinin önünden geçti. Ayağa fırlayıp ona yapılan suçlamalara
karşılık vermek istedi. Herhalde, hakkını savunmak için, ilmi
delilleri yetecekti. Onu sustursalar da yalnız kalıp zor duruma
düşse de bu adaletsiz iddialara cevap verip rahatlayabilirdi.
Güneşli hala kendi dünyasına kapılmış bir vaziyetteydi.
Bedirbeyli’ye bakarak düşündü: “Boynuzun yine sivrilmiş Beşir
Osmanoviç. O eski, çirkin amellerinden hala vazgeçmemişsin.
Yine kana susamışsın. Ama bu defa elin boşa çıkacak!”
Vugar’ın içindeki fırtınalar uzun sürdü. O kendisini toplayıncaya kadar Güneşli’nin sesi sessiz salonda yankılandı:
− Başka fikir söyleyecek yoksa, izin verin ben de kendi
düşüncelerimi söyleyeyim.
Profesör’ün sabırlı, sakin konuşması Vugar’ın da yüreğine
su serpti. Telaşı, heyecanı yerini sevince bıraktı. “Şimdi herkesin dersini verecek!... Bedirbeyli sesini bile çıkaramayacak!”
Güneşli sakin adımlarla ileri çıktı, ama kürsüye çıkmadı.
− Ben konuşmaların hepsini dikkatlice dinledim, – diyerek söze başladı. – Dinledim... Ve doğrusunu söylemek gerekirse çok üzüldüm. Niçin? Burada bulunan meslektaşlarımın
beni ve asistanımın çalışmasını tenkit ettikleri için mi?...
Elbette, sebep bu değil. Sağlam tenkit ve teorik tartışma her
ne kadar rahatsız edici ve acı olsa da bizim için şifadır, faydalıdır. Bedirbeyli kabalık sergileyerek onun sözünü böldü:
− Sakin sakin konuşup, gözümüze kül serpme, Söhrap!
Bize nasihat etme. Sadede gel!
Güneşi karşılık vermedi. Nefes alıp, aynı tavırla devam etti:
– Ama maalesef duyduğum tenkitlerin hiçbirinde sağlam,
faydalı olmadığını gördüm. Bize karşı olanlar kendi garezlerini saklamadılar. Kusurlarımızı göstererek bize yardım edeceklerine, bizi suçladılar.... Hatta siyasi olarak suçlamaktan da
401
Vidadi Babanlı
geri kalmadılar. Olsun, ben böyle şeylerden kırılmam. Benim
üzülmemin sebebi bazı arkadaşların küçük ve anlamsız duygulara kapılmasıdır. Bencil ruh hali, ve sadece kıskançlıktan
doğan inkar etme duygusudur!... Biz hiç olmazsa mukaddes
işimizin hatırı için onun geleceği için vicdanımızı susturmayalım, sübjektif olmayalım. Sonra bu halimizden utanırız. Bu
yaşımızda utanç teri döküp toplum karşısında mahcup oluruz.
Birileri kızgınlıkla söylendi:
− Haklısınız, vicdanın susması rezalettir!
Bedirbeyli sinirle elini salladı.
− Süslü bir kelimedir!... Böyle tumturaklı gelişigüzel kelimelerle konuşup, dinleyenlerin hoşuna gitmek, dikkati esas
meseleden başka yöne çekmek Söhrap’ın eski adetlerindendir.
O, şimdi yine aynı politika ile bu gergin durumdan kurtulmak
istiyordu.
Güneşli sakinliğini koruyarak devam etti.
− Burada çıkışı olmayan bir durum söz konusu değil, Beşir
Osmanoviç, – diyerek gülümsedi. – Şemsizade’nin ilmi çalışmasının önemi, sanayi için taşıdığı değer hepimizin malumudur. Herkes bunun asrımızın büyük bir teknolojik eseri olduğunu biliyor. Şehrimizdeki arabalar neredeyse şehrin nüfusu
kadar oldu. Artık büyük caddelere, yollara sığmıyorlar. Bu
araçlardan çıkan zehirli gazlar ciddi olarak insan hayatını
tehdit eder hale geldi. Bu zehirli gazlar havayı kirletiyor, insanları nefes alamayacak duruma getiriyor. Bu durum, özellikle de Bakü gibi sanayi şehrinde daha dayanılmaz oluyor.
Yüzlerle fabrika borularından çıkan dumanlarla birlikte araçlardan çıkan kükürt ve kükürt asitleri havaya yayılıyor. Neticede atmosferdeki ültraviyole ışınlar azalıyor ve hava kirliği
sınırları zorluyor. Bütün canlılar bundan zarar görüyor. Havanın ve atmosferin kirlenmesini önlemek günümüzde en
önemli problemlerden birisidir.
− Söylediklerinizin hepsinden bilim çevreleri tarafından
uzun süredir bilinmektedir, Söhrap Murguzoviç. Bu konuyla
402
Vicdan Sustuğunda
ilgili dünyada birçok bilim adamı kimyager çalışmalar yapmaktadır. Siz, asistanınızla geç kalmışsınız!
− Yanılıyorsunuz, Beşir Osmanoviç! Bu, öyle büyük bir
mesele ki, onun halledilmesi için bundan sonra da birçok ilim
adamı çalışacak, emek sarf edecektir. Bu tür çalışmalara sınır
konulmamalı. Bu konuyu araştıran ilim adamlarının her
birisinin kendisine has ilmi usulleri, teorik ve teknolojik
metotları vardır. Hiç kimse diğerini tekrar etmiyor.
Bedirbeyli kendi zaferine emin olmuş gibi rahatladı. Bağırmadan, alayla dedi:
− Çok değerli, Söhrap Murguzoviç, bilmelisiniz ki, bu yeni
bir problem değildir. Yalanınız nihayet gün yüzüne çıktı.
Sizin yeni icat olarak nitelendirdiğinizi Amerika çoktan keşfetti. Onu “Etil Korporeyşn” şirketi sanayide kullanmaya başladı bile. Buyurun, okuyun!
O, güzel bir şekilde yayınlanmış dergiye başı üzerinde sallayarak herkese gösterdi. Sonra da Söhrap’ın karşısına attı.
Güneşli onun bu davranışını da umursamadı. Ayaklarının altına düşen dergiyi kaldırmadı. Cevap verdi:
– Zahmet etmişsiniz, Beşir Osmanoviç. Biz bunu biliyoruz
zaten. Eğer siz daha yeni haberdar olduysanız, bu sizin probleminizdir. Mangan antidedanatorun ilk mucitleri Micley ve
Boydur.
– Bu daha da kötü! – Bedirbeyli yüzünü salona çevirdi. –
Asistanın da, danışmanın da hırsızlık yaptığı ortaya çıkmıştır.
Desenize bizimki hırsızlık peşindedir.
– Asla! – Güneşli kızdı. – Siz bu sözlerinizle çok büyük bir
yanlış yapmış oluyorsunuz, Söhrap Osmanoviç! Bu konu üzerinde 1954 yılından itibaren birçok ilim adamı, çeşitli şirketle
çalışıyor. Fişer ve Yip, Payper ve Kotton, Braun ve Şapiro... Bu
ilim adamlarından her biri aynı kimyasal birleşmenin başka
başka yönlerden ele aldılar. Onun sentez usulünü, teknolojik
usullerini, maddelerini içeriğini değiştirerek, herkes kendine
özgü olarak çalışmıştı. Bizim bazı büyük Sovyet ilim adamları,
403
Vidadi Babanlı
ilmi araştırma merkezleri de bu problemle ilgileniyorlar. Asistan Vugar Şemsizade’nin bulduğu yeni yakıtsa tamamen başkadır. Kimyasal içeriği ve üretim metoduyla diğerlerinden
ayrılıyor.
− Çok güzel!...Bedirbeyli elini ağzına tutarak alayla güldü.
– Yoksa, sizin Şemsizade’niz ender bir şahsiyet mi?! Dünyanın büyük alimlerinin bulamadığı bir problemi ağzından süt
kokusu gelen asistan mı bulmuş, bunu mu söylemek istiyorsunuz?!
− Ben bu konuda kesin bir söz söylemiyorum. Gelecekte
ekonomi ve sanayi bakımında Şemsizade’nin buluşundan da
önemli icatlar yapılabilir. Şuan ise söylediğiniz gibi ağzından
süt kokusu gelen asistanın projesi büyük bir süreçtir.
− Ya, proje şubesinin olumsuz raporuna ne diyeceksiniz?
Bunu nasıl açıklayacaksınız?
− Proje şubesinin raporu hakkındaki görüşlerim başkadır.
Bu raporda haklı hususlar vardır, çalışmada olan bazı yetersizlikler hakikaten de bulunmaktadır. Ama bu kusurlarda büyütülecek kadar ehemmiyetli değildir. Onlar teknik eksiklilerdir. Proje şubesi için hazırlanan raporda bazı dikkatsizlikten
dolayı hesap hatalarına yer verilmiştir. Katalizörlerin birleşenleri ve miktarı aynı acelecilikle hatalı gösterilmiştir… Tekrar ediyorum bunlar teknik hatalardır. Proje şubesi dünyayı
ayağa kaldıracağına asistanla birlikte o hataları düzeltebilirdi.
− Böyle şey olur mu?! – Bedirbeyli yeniden öfkelendi. –
Ahlaksızın biri için bu kadar imkan sağladığımız yeter artık!
Zehirli gazlar eğer atmosferimizi kirletiyorsa, ahlaksız insanlar da toplumumuzu aynı şekilde bozuyor. Hatta ikinciler
birinciye göre daha da zararlıdırlar.
Şura üyeleri şaşırdılar. Bütün bakışlar Bedirbeyli’ye doğru
yöneldi. Bu sözlerin bir açıklaması vardı mutlaka!..
− Güneşli hayret içinde sordu:
− Ahlak meselesinin, manevi temizliğin tartışılan bilimsel
konuyla ne ilgisi var, Beşir Osmanoviç?
404
Vicdan Sustuğunda
− Var, Söhrap, ilgisi var! – Bedirbeyli büyüklenerek konuştu. – Biz kendi aramızda bu tür insanlara yer vermemeliyiz. Onlara tüm kapılarımızı tamamen kapatmalıyız!
− Sözleriniz çok kapalı, açık konuşun, Beşir Osmanoviç.
Muammalı, tahkir içerikli sözler ne anlama geliyor?!
− Açık mı konuşayım? Seve seve!.. – Beşir gururla çenesi
uzatıp çekti. Bilimsel teorik tartışma onun istediği yöne gelmişti. Sevinerek devam etti: – Sizin asistanınız olacak, arkada
oturup kurnaz kurnaz bize bakan bu adam, çok düzenbaz
birisidir. Kendisini çok güzel gizlemiş. Herkese kendisini
sevdirmiş. Konunun üstü daha dün açıldı. Onun bir adamın
kızına aşık olduğu, ekmeğini yiyerek üniversiteyi bitirdiği,
diğer bir adama ise yağ yakıp asistan olduğu açığa çıktı.
− İnsanları kuşkulandırmayın, ispatlayın dediklerinizi.
− Delil mi istiyorsunuz?. – Bedirbeyli Merhamet Hanımdan duyduklarını daha süslü bir şekilde anlatmaya başladı: –
Şemsizade talebeyken bir işçi kızına aşık olması onun işine
yarıyordu. Bu sevgi ile kendisine bir ortam buldu. Öğrenimini
tamamladıktan sonra, makam, mevki edinmek için kendine
başka bir sevgili aradı. Çok uzaklarda aramadı bunu, Söhrap
Murguzoviç. Sizin kendi ailenizde aradı ve kısa sürede de
buldu. Birkaç yıl flört ettiği kızı unutarak sizin kızınızı seçti.
Niçin?.. Çünkü ilmi talihi sizin ellerinizdeydi. Ona arka çıkacak, onu kollayacak birisi gerekiyordu!
Vugar sarsılmıştı. Bedirbeyli bu iftirayı, bu yalanı nasıl
söyleyebilirdi?! O, birkaç dakika halsiz derin bir sessizlik içerinde kalakaldı. Sonra kendinden geçmiş bir halde titreyerek
çılgınca:
− İftiradır!..– dedi. Sesi hırıldadı– bunların hepsi yalandır,
dediklerinin hiçbiri olmadı!.
Beşir onun güçsüz itirazını umursamadı. Duymazlıktan
geldi.
Güneşli’nin de sinirleri gerilmişti. Güçlü iradeye sahip
olan, bu sakin, büyük bilim adamının sabrı tükenmişti. Kısık
sesle, ama nefretle dedi:
405
Vidadi Babanlı
− İnsaflı, namuslu ol, Beşir. Düşmanlığın, intikamın da bir
usulü vardır. Erkekliğe sığmaz bunlar. Böyle iftiralar namertleri sıfatıdır!
Rakibinin böyle konuşması onu daha da yüreklendirdi.
Ayakları yere daha sağlam bastı. O da “sen” ifadesine geçti .
− Ben iftira atmıyorum, hakikatleri konuşuyorum, Söhrap!
Senin en yakınından işittiklerimi söylüyorum sadece!
Salonda fısıltılar başladı.
Şura üyelerinden birisi başkana:
− Yeter artık! kesin artık bu demagojiyi. Biz buraya çirkin
dedikoduları dinlemeye gelmedik! – dedi.
Diğeriyse Bedirbeyli’yi kınadı:
− Siz konudan uzaklaştınız, Beşir Osmanoviç. Bilimsel
tartışmayı bırakıp, şahsi meselelere geçtiniz. Burası bilimsel
bir meclistir. Parti ya da genç komünistler toplantısı değildir.
Bedirbeyli ne toplantı başkanının itirazını, ne de söylenilen diğer sözlere kulak astı:
Herkese dönüp:
− Siyasi uyanıklığımızı kaybetmeyelim, değerli arkadaşlar.
Bizim ülkemizde bilimle ideoloji birbirinden ayrılmıyor; tam
aksine, onlar birbirini tamamlıyor. Terbiyesi, ahlaki bizim kanunlarımıza, geleneklerimize uymayan bir şahsın ilmi çalışmaları da bizim için gerekli değil! Şemsizade hakkında söylediklerim ne iftira, ne de bazı sözlerini bilmezlerin ifade
ettikleri gibi demagojidir. Bunların hepsini bana Söhrap Murguzoviç’nun hanımı söyledi. Bana yalvararak bu durumu size
iletmemi istedi. Aslında ben onun ricası üzerine konuşuyorum.
Güneşli beyninden vuruldu, Bedirbeyli’nin söylediklerini
önce anlayamadı:
− Kimin ricasını?
− Senin hanımının, Söhrap, Merhamet Hanımın!
− Olamaz!
406
Vicdan Sustuğunda
− Oldu, Söhrap, oldu! – Bedirbeyli gururlandı. – senin hiçbir şeyden haberin yok. İlmi çalışmalarından başka hiçbir
şeyle ilgilenmiyorsun. Makam, mevki hırsı o kadar gözlerini
bürümüş ki, kendi ailenin sorunlarını bile görmüyorsun. Karın telefonda tam bir saat ağlayarak seni şikayet etti.
Güneşli nefes almakta zorlandı. Sinirinden az daha boğulacaktı. Kendisini kaybederek:
– Yeter!! – diye bağırdı. – Benim şahsi işlerime aile meselelerime karışma hakkını sana kim verdi!?
Beşir kahkaha attı. O, yıllardan beri ilk defa Söhrap’a karşı zafer kazanmıştı. İlk defa onu sinirlendirmeyi, sabrını
tüketmeyi başarmıştı. Bu büyük bir zaferdi. Bedirbeyli’nin
zaferi... O, zafer kazanmış bir eda ile ekledi:
− Yanılıyorsun, Söhrap, bu hak bana veren birisi var. Bu
hakkı bana senin karın verdi. Bana inanmıyorsan, Ziya’a sor.
O, senin akrabandır. Belki ona inanırsın. İstersen o söylesin.
Güneşli’nin nefesi biraz da kesildi. Titreyen parmaklarıyla
kravatını gevşetip, gömleğinin üst düğmesini açtı. Üyelerin
şaşkın şaşkın Ziya’yı aradı. Ama Ziya’yı bulmak o kadarda zor
olmadı, çünkü Ziya Bedirbeyli’nin işaretiyle ayağa kalkmıştı.
− Beşir Osmanoviç doğru söylüyor. O, haklıdır!
Güneşli şaşırıp kaldı. “Kovduğumda bile evimden çıkmayan, ekmeğimi yiyip gölgesinde dolaşan, Bedirbeyli hakkında
ağzına gelenleri konuşan Ziya Bariz de böyle konuşuyor?! O
da mı Beşir tarafına geçmişti?!..” Önceden de nefret ettiği bu
şahsiyetsiz adamı baştan ayağı süzdü.
Ziya, Güneşli’nin nefret dolu bakışlarını üzerinde hissetse
de aldırış etmeden mektubu başının üzerine kaldırıp, mektubu okumak için başkandan izin istedi.
− Delil için bende bir mektup var, dedi. Merhamet Hanım
bu mektubu size ve bütün jüri üyelerine okumam için gönderdi.
O, ceketinin ceplerini yoklamaya başladı. Özenle katlanmış bir kağıt çıkardı. Kağıda açtı başının üzerine kadar kaldırdı. Budur o mektup izin verirseniz okuyayım.
407
Vidadi Babanlı
Başkan ne diyeceğini şaşırarak sustu. Ziya mektubu
okumaya başladı:
“Sayın müdür, değerli jüri üyeleri,
Benim bu mektubumla, size, değerli bilim adamlarına
müracaat etmem, sizi hayrete düşürecek, belki de çok şaşırtacaktır. Ne yapayım?... Başka çarem yoktu. Aile sırrımı, benim
biricik kızım Elagöz’ü sıkıntıya sokan, dertlendiren bir meseleyi, sizlerin değerli vaktinizi alıp, mektup vasıtasıyla, size arz
etmek istedim. Bunu yapmaya mecburdum...”
Güneşli’nin kulağında uğultular gelmeye başladı. Kalbi
yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Ayakta duramadı,
yerine geçti, başını ellerini eliyle tutup hareketsizce oturdu.
Ziya devam etti:
“... Sizin de iyi tanıdığınız Vugar Şemsizade ahlak ve
manevi yönden çok iğrenç bir insandır. O, bir buçuk yıldan
beri sık sık evimize gelirdi. Güya Söhrap’ın tavsiyelerini almak, görüşlerine baş vurmak için gelirdi. Ama asıl amaç şimdi ortaya çıktı. O, aslında bizim kızımızın kalbini çalmak için
bize gelirmiş. Haklı olarak düşünebilirsiniz ki, “Burada utanılacak, ayıplayacak bir durum yoktur. Bir erkeğin bir kızı
sevmesi, kızı istemesi gayet tabiidir.” Evet öyledir; ama o nişanlı olduğu halde böyle bir işe girişti. Elbette bu terbiyesizliktir. Şemsizade talebeyken de böyle ahlaksızlıkları çok yapmış. Aldığım bazı malumatlara göre birkaç kızın da bu şekilde
hayatına girmiş. Bundan dolayı hata yapıp da böyle ahlaksız
kişileri aranızda barındırmamanızı tavsiye ediyorum. Onların
hile ile ailelerimize sızıp sahte sevgilerle kızlarımızı aldatmasına izin vermeyin. Bunu bir vatandaş olarak, haysiyetine dokunulmuş bir anne olarak sizden rica ediyorum. Mektubumun gerekeni yapmakta etkili olacağını ümit ediyorum.
Merhamet Güneşli”
Salonda uzun bir sessizlik hakim oldu. Herkes sustu. Bütün bakışlar bir yere – Söhrap Güneşli’nin yüzüne yönelmişti.
Bazıları merakla, bazıları sevinçle, bazıları da kalp kırıklığıyla
onun ne söyleyeceğini bekliyorlardı.
408
Vicdan Sustuğunda
Arka sıradan kıpkırmızı bir çift göz daha Profesöre bakmaktaydı... Merhamet Hanımın mektubu okunduktan sonra
yüzü bembeyaz olmuştu… Bu bakışlara yardım dileyen bir
çıkış arayan Vugar’ın gözleri idi!
Söhrap Güneşli kıpırdamadı. Sinesine kadar inmiş başını
elleri arasında kaldırmadı. Koltuğuna yığılmştı.
− Herşey anlaşıldı. Susmak teslim olmanın işaretidir!
Tartışmayı bitirelim!
Bedirbeyli’nin gururlu sesi sessizliğin kulağını deldi, Güneşli’yi tiksindirdi. O, ağır ağır başını kaldırdı. Kalbini tutarak
ilk önce Bedribeyli’ye, sonra da Ziya Leleyev’e nefretle bakıp,
derinden nefes aldı. Ve zorlukla ayağa kalktı, güçsüz adımlarla kapıya doğru yöneldi...
***
...Vugar şura üyelerinin ne zaman gittiğini hatırlamadı.
Sanki duymak, hissetmek yeteneğini kaybetmişti. Toplantı
salonunda ne kadar oturduğunu da bilemedi. O, birilerinin
omzunu tutmasıyla birlikte kendisine geldi:
− Kalk, oğlum, kalk! Neden yalnız oturuyorsun?
Vugar temizlikçinin sözlerini anlamadı. Hala kendinde
değildi. Hadi kalk, burayı temizlemem lazım. Toplantı biteli
saatler geçti.
Vugar zorlukla ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeden dışarı
çıktı. Alt katta Ziya Leleyev koşa koşa yanına geldi:
− Eee, nasılsın, Sayın Şemsizade, geleceğin “büyük bilim
adamı” ağzının payını aldın mı?!
Vugar cevap vermedi. Nefret dolu bakışlarla ona bakıp gitmek istedi. Yüzünü başka tarafa çevirdi. Fakat Ziya için bunlar bir anlam ifade etmiyordu. Ziya yine Vugar’la alay etti:
− Gururlananların kendisine aşırı güvenenlerin akıbeti
böyle oluyor işte. Sana saygı duyduk, hürmet ettik hiçbirini
anlamadın, kıymetini bilemedin, değerlendirmedin. Hakikaten kendini dahi, büyük bilim adamı sandın. Bilim adamları409
Vidadi Babanlı
nın seni el üstünde tutması gerektiğini düşündün. He, he,
he... Yanıldın işte. Çok hata yaptın Sayın Şemsizade, çok…
Ben seni zamanında uyardım, anlatamaya çalıştı, bir kulağıdan girdi diğerinden çıktı, anlamadın… git de kendine küs
beyefendi!
Vugar idarenin kararını anlamamıştı. Sinirinden, heyecanından sonraki konuşmalarını duymamıştı. Ama şimdi Ziya’nın sözlerinden her şeyi anlamıştı...İçinden güçlü bir ah
koptu…
26. Bölüm Güneşli eve geldi. O kadar sinirliydi ki onu karşılayan babasıyla bile selamlaşmayı unuttu. Her zaman işten döndüğünde babasıyla tatlı tatlı sohbet eden, onun gönlünü alan Söhrap sanki dağ gibi adamı görmedi. Sert adımlarla içeri daldı.
Sallanan kaşları altında, soğuk soğuk parlayan kin ve öfke
dolu gözlerle karısını aradı. Merhamet’in sesini Elagöz’ün odasında duydu, oraya doğru yöneldi. Ama odaya girmedi. Elagöz’e bir şeyler yedirmeye çalışan Merhamet’i yanına çağırdı:
− Buraya gel, hemen!
Merhamet Hanım yerinden kımıldanmadı bile. Kocasına
aldırış etmedi. Geçen defa yaptıkları tartışmadan dolayı hala
ona küstü.
Kızı ile konuştu:
− İki gündür bir şey yediğin yok. Hadi kızım azıcık bir
şeyler ye.
Söhrap boğuk sesini yükseltti:
− Duymuyor musun beni?! Çabuk buraya gel, dedim!
Merhamet Hanım yine aldırmadı. Umursamadan:
− Ne var?! Vaktim yok, kıza yemek yediriyorum.
Güneşli bağırdı:
− Çabuk buraya gel!.. Sağır mısın, duymuyor musun
beni?!
410
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım başını kaldırıp hayret ve küskünlükle
kocasının yüzüne baktı. Merhamet kocasını bu kadar sinirli
görmemişti. Geçen tartıştıklarındaki haline rahmet okutuyordu.
Söhrap’ı hiç böyle görmemişti.
− Ne oldu?!
− Kalk!!
Merhamet Hanım onun bağırmasından korktu. Akadan
çok kalın görünen etli omuzları titredi. Birden irkildi. Galiba
Söhrap kendinde değildi. Merhamet’in tanıdığı, her dediğini
kabul eden adama benzemiyordu. Merhamet ona tekrar baktı.
Güneşli’yi gerçekten de tanıyamadı. Söhrap’ın her zaman sakin, neşeli yüzü kapkara kesilmişti. Bazen sevgiyle gülümseyen, bazen ince istihza ile kapanan süzülen gözleri hiç bu
kadar gazap ateşi saçmamıştı. Merhamet korkuyla ayağa
kalktı ve diğer odaya geldi. Ama yine gururunu kırmadı:
− İşte geldim, buyur bakalım, ne diyeceksen de.
Söhrap acele etmedi. Kapıyı arkadan kapattı. Biraz sessiz
kaldıktan sonra kızgınlıkla sordu:
− Telefonda Beşir’e ne söyledin?!
− Hangi Beşir’e?.. – Merhamet Hanım sakin gözükmeye
çalıştı. – Soyadı nedir onun?
− Beşir Osmanoviç’e! Beşir Bedirbeyli’ye!
Merhamet Hanım güzel bir iş yapmış gibi gururla cevap
verdi:
− Herhalde gereksiz bir şey anlatmamışım. Senin aleyhinde konuşmadım.
− Aleyhime konuşmak ne kelime, sen bu aptalca hareketinle belimi kırdın! Beni yerin dibine soktun! Beni rezil rüsva ettin!...–Güneşli hakikaten de can evinden vurulmuş, keskin hançerle sinesi dağlanmış gibiydi.– Bu da azmış gibi enstitüye jüri üyelerine bir de mektup göndermişsin. Bunu hangi
akılla, hangi düşünceyle yaparsın?!
411
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım biraz düşündü: “Mesele anlaşıldı.
Herhalde toplantıda ona bir şeyler söylediler. O da damarına
dokundu. Ondan dolayı bu kadar sinirli. İyi olmuş...Çok iyi
olmuş!.. Bundan sonra benim başkaları gibi olmadığımı anlar.
Dediklerimi kulak ardı etmez...”
– Bu rezaleti duymak istemeyen biri, zamanında ona
söylenenleri yapmalıydı. Ve çaresini de bulmalıydı. Kendi
kızının isminin lekelenmesine izin veremezdim. Bütün namuslu erkekler gibi aile şerefini liyakatle korurdu!
− Off.., sen ne kadar hayasızmışsın, Merhamet!? Ne kadar
küstahsın!! – Güneşli kendisinden geçti, tepesinden duman
çıkıyordu.– Bu cahilliğinle ömrümü çürüttün, beni yedin
bitirdin. Ham armut gibi boğazımda kaldın. Beni her zaman
boğdun!
Merhamet Hanım söylenenlere aldırmadan, umursamadan:
Günah senindir. – dedi. – Beni canı yanan birisi olarak
görseydin, sözlerime kulak assaydın, o zaman yetişmiş armut
gibi olurdum tadım da damağında kalırdı.
Güneşli onu dinlemedi, sesini yeniden yükseltti:
− Ben sana kaç defa otur yerinde, kendi kızına kendin
damat arama dedim. Rezil oluruz, yapma. Neden beni dinlemedin?!. Şimdi hiç mi utanmıyorsun?! Hangi akılla Bedirbeyli’yle antlaşma yaptın?!
− Mecbur kaldım!
− Seni ne mecbur etti?
− Senin vurdumduymazlığın! Evladının kıymetini bilmezliğin!
− Peki, onu aramadan önce bunun bir ahlaksızlık olduğunu hiç mi düşünmedin? Bu hareketinle düşmana fırsat
vereceğini, beni de, kendini de, kızını da rezil edeceğini hiç
aklına getirmedin mi?!
Merhamet Hanım Söhrap’la aynı fikirde olmadığını göstermek için dudak büktü.
412
Vicdan Sustuğunda
Güneşli çaresizce iç çekti:
− Sen sadece utanmaz, hayasız değil, aynı zamanda aptalmışsın Merhamet! Serseri bir kadınsın! Senin bu aptallığın
yüzünden ben toplantıda soğuk soğuk ter döktüm. Olmadık
sözler işittim. Utandım. Seni benim aleyhimde şahit gösterdiler. Yalanlarını, iftiralarını kanıt olarak kayda aldılar...
− Sana bütün bunlar az bile! – Merhamet Hanım sevincini
saklamadı. – Kendi kızını yabancı birini ayağı altına atan taş
kalpli bir babaya bunlar daha azdır!... Seni binlerce toplantılarda, binlerce insanın karşında rezil edip ter döktürüp suyunu sıkmalılar ki kendine gelesin. O zaman belki gerçekleri
görürsün. Belki o zaman senin erkekliğini, namusuna sahip
çıktığını görürüz!
Güneşli bir hayli nefes alamadı. Yüzü daha da karıştı. O,
hayatı boyunca hiç kimseye el kaldırmamıştı. Sağ elinin
parmakları öyle sıkı kapatıldı ki avucunun içi ağrıdı. Kolunu
havaya kaldırdı. Kapa kuvvete hiçbir zaman baş vurmamış
sabırlı adam böyle bir şeye ihtiyaç duydu. Son anda alt
dudağını dişleri arasında sıktı. Sinesinden yüksek sesle bir
inilti kopardı: “ahhh” İradesini toparlayıp geri çekildi. Yumruğunu zindan çekici gibi yavaş yavaş aşağı indirdi.
− Çok geç! – dedi. – Artık çok geç! İnsan dilinden anlamayana yumruk yetmez.
O, nefesini zorla toparladı. Beli bükülmüş bir şekilde pencerenin önüne gitti. Burada babasıyla tekrar karşılaştı. Bu tür
sohbetlere hiç karışmayan Murguz Sultanoğlu bu defa nendense ilgi duymuştu, oğlunun peşinden gelip elini göğüslerinde birleştirip oğlunun arkasında durmuştu. Gözlerini yerdeki halıya dikti, dalgın dalgın Söhrap’la Merhamet’in tartışmasını dinliyordu.
Güneşli ona döndü dertli dertli yakındı:
− Görüyor musun, baba?.. Senin bu utanmaz gelininin
bana neler yaptı, başıma neler açtı?! Artık enstitüde bilimsel
toplantılarda bizim ailemizin meseleleri tartışılıyor. Kızımdan
413
Vidadi Babanlı
hanımından bahsediyorlar... Benim bilimsel konularda taraf
tuttuğumu, akrabalarıma yardım ettiğimi, kızımı kendi asistanımla evlendirmek istediğim için onu himaye ettiğimi savunuyorlar. İşte bütün bu konuşmaların sebebi senin bu aptal
gelinindir!..Bu kötü ahlaklı, çürük fikirli çürük inançlı gelinindir!...
Murguz Sultanoğlu hiçbir şey demedi. Pamuk gibi bembeyaz kaşlarını gözlerinin üzerine indirdi. Her zamanki yerine – radyonun yanına konulan koltuğa oturdu. Her zaman
olduğu gibi bacak bacak üstüne atıp koltuğa gömüldü. Esmer
yüzü yağmur yülü bulutlar gibi oldu.
Söhrap babasının suskunluğundan daha da etkilendi.
Yüreği yanarak:
− Ben bu zamana kadar hiç kimsenin yanında yere bakmadım, baba, – dedi. – Hiç kimseden böyle suçlama duymadım. Bugüne kadar objektif, doğruluğu seven bir insan, bir
bilim adamı olarak tanındım. Hiçbir bilimsel tartışmada beni
alt edemediler. Ama şimdi çirkin bir usulle beni mahvettiler.
Çor çirkin, alçak bir oyunla benim elimi kolumu bağladılar.
Güneşli kahrından sustu. Sinirden kızaran gözlerinde yaşlar döküldü. Murguz Sultanoğlu yine bir şey söylemedi. Yine
yere baktı. Ama onun kederlenmesi yüzündeki gamlı ifadelerden okuyordu. Biraz sonra göz kapaklarını ağır ağır kaldırdı.
Dalgın bakışlara oğluna baktı. Bu anlamlı bakışların hikmeti
neydi? O, Söhrap’ı kınıyor muydu? “Senin günahındır oğlum.
Kadınlar dizgin sevmeyen atlar gibidirler. Dizginini gevşek
bıraktın mı işte böyle başını alır gider, alır seni bir yardan
uçurumdan atar, seni de kahreder” – deyip ayıplar mı? Yoksa
onun haline acır mıydı?... Bunu bilmek mümkün değildi.
Profesör ne düşündüyse, birden geri döndü. Merhamet’in
karşına durdu:
− Artık yeter! Bu sondur!.. Şimdiye kadar senin kusurunu
affettim. Ne kadar yanlış yaptığımı şimdi anladım. Artık bu
kadarı yeter. Evliliğimiz burada bitti! diyerek sinirle kendi
odasına çekildi, kapıyı arkadan kilitledi.
414
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
Merhamet Hanım hiç üzülmedi. Ellerini beline koydu
heykel gibi durdu. Bir kahkaha attı.
− Aman çok korktum!.. Beni bununla mı korkutuyorsun?!.
Bitiyorsa, bitsin!!! Cehenneme kadar yolu var!
O da diğer odaya, kızının yanına gitti. Kapıyı öyle kapattı
ki sesi tüm apartmana yayıldı.
Murguz Sultanoğlu kulaklarını kapadı. Başına çökmüş
gürültü çekildikten sonra bir o kapıya baktı bir diğerine. Başını yavaş yavaş salladı.
Sonra da derinden nefes aldı. Radyoyu açtı. Çok geçmeden hazin bir türküyle odayı kederli bir hava kapladı. Bir aşık
müziğin ritmine uygun olarak okuyordu:
Varlıya dost olup yoksula gülme,
Çok da havalanıp coşma dünyada.
El seni isteyip ileriye çekse,
Ağır ol, aşağı düşme dünyada.
Derdini paylaş kadir bilenle
Vefalı dost olmaz yüze gülenle
Bir insan ki, “sen öl” dedi yalandan
Onun köprüsünden geçme dünyada.
Elesger, söylenir sözün adınan,
Arif meclisinde her ispatının.
Bir yar senle olsa, sırrı yadınan,
Onu düşmanından seçme dünyada.
Sultanoğlu’nun bulut gibi dolu gözleri bu sözlerden sonra
daha da buğulandı.
415
416
Vidadi Babanlı
I. Fasıl
1. Bölüm – Oğlum, niçin burada duruyorsun? Git uyu!
– ...
− Sana diyorum, oğlum. Git uyu!
Vugar bir adım ötede duran vagon görevlisinin sakin ve
hazin sözlerini duymadı. Pencereden dışarı, dipsiz karanlıklara yönelmişti dalgın bakışları.
Vagon görevlisi onun koluna dokundu. Hazin sesini
yükseltti.
− Ne düşünüyorsun, evlat? Niçin susuyorsun?
Vugar dalgın düşüncelerden yavaş yavaş ayrıldı. Kirpiklerini halsiz hasta gibi oynatıp sesin geldiği tarafa baktı. Yorgun bakışlarını ondan ayırmayan güzel yüzlü ihtiyara yorgun
gözlerle baktı:
− Ben mi?
− Evet. – ihtiyar aniden ciddileşti. Herhalde yolcunun şaşkınlığından şüphelenmişti. – Biletini göster!
Vugar hala kendine gelememişti. Hiçbir şey anlamadı.
− Bilet mi?
− Evet, bilet!
Vugar şaşkınlıkla etrafına bakındı. Gördüklerine şaşırdı
“Burası neresi? Ben neredeyim, ben niçin trendeyim?..” O,
bunu vagon görevlisine sormak istedi daha sonra vazgeçti.
Vagon görevlisi emretti:
− Çabuk ol biraz!.. Seni bekliyorum!
Vugar acele etmedi. Ceplerini isteksizce aradı. Şansından
aradığını çabuk buldu. Ama buna sevineceğine daha da şaşırdı: “Çok ilginç!.Ben bu bileti ne zaman aldım?.. Nereye
gidiyorum?..”
419
Vagon görevlisi sert bir tavırla bileti Vugar’ın elinden
çekip aldı. Burnunun üzerine kadar inen gözlüğünü, başparmağı ile geri itti, bileti dikkatlice kontrol etti. Belki de ondan
şüphelenmişti. Bir dakika sonra tekrar gülümsedi.
− Neden yerine geçip dinlenmiyorsun, evlat? İki saattir
yoldayız. Ayakta durmaktan yorulmadın mı?
Vugar dalgınlığından vagon görevlisinin hareketlerindeki
değişikliği hissedemedi. Birden telaşla sordu:
− Burası neresi, amca? Nereye gidiyoruz?
Vagon görevlisi telaşın sebebini elbette anlamadı. Tabiî
olarak:
− Yolun üçte birini dahi kat edemedik.–dedi. – Daha çok var.
Sizin istasyonunuza yarın gün doğduğunda varacağız. Git uyu.
Vugar’ın keder dolu yüzünde şimdi daha acınacak bir ifade aldı. “Çok geç demek. Bakü’den çok uzaklaştım...”
O, derinden iç geçirdi. Omuzları ağır ağır sallandı. Ümitsizce yine pencereye doğru baktı. Karanlığın derinliklerine bakarak düşüncelere daldı. Birkaç saat önce toplantıda olanları
hatırladı. Beşir Bedirbeyli’nin, Ziya Leleyev’in itham ve iftiraları kulaklarında çınladı. Kendini sorguya çekti. “Ben çok
aptalım! Burada ne arıyorum? Ne yüzle, nereye gidiyorum?..
Mücadeleden ne çabuk vazgeçtim?!. Ne çabuk teslim oldum?!.
Yıllardır çektiğim zahmetlerin sonu böyle bitemez...Neden
korktum, neden?!.”
Sinirlendi. Güçsüz olmasına, iradesinin zayıf olmasına çok
acıdı. Kendi kendine sıkılan yumruklarını kaldırıp alnına vuracağı zaman, hala yanında durup, ona bakan ihtiyar vagon
görevlisinin şefkatli sesini duydu:
– Çok düşünme, oğlum! Çok dertli olduğunu görüyorum.
Bu vakitlerde sabretmek gerekir, zamanla her şey düzelir. Geç
yerine biraz uzan. Üzülmenin anlamı yok!
Durumun bu derece zor olduğu bir anda güzel bir söz işitmek ne kadar hoştu. Vugar uykudan uyanır gibi oldu. “Doğru
söylüyor… Akılla öfke bir yerde olmaz. Dinlenmek gerek.
Biraz uyusam sinirlerim sakinleşir...”
420
Vicdan Sustuğunda
Pencerenin önünden çekildi. Üzgün adımlarla kendi yerine giderken görevlinin sözleri kulaklarında çınladı: “Yolun
yarısını kat ettikten sonra geri dönmek akılsızlıktır. Madem
trene bindim, bari gidip birkaç gün köyde kalıp dinleneyim. O
zaman belki bazı meseleler açığa kavuşur...”
Yeri sonuncu kompartımandaydı. Perdeleri tamamen kapalı, küçük bir masada, karşı karşıya iki kişi oturmuştu. Birisi
çok şişman, yüzü şişmiş yumrulmuştu. Diğeri de çok zayıftı.
Derisi kırışmış, elmacık kemikleri görünüyordu. İkisi de çok
kızarmıştı. Gömleklerinin düğmelerini sonuna kadar açmışlardı. Masanın üzeri ev yemekleriyle doluydu. Masada yenilmiş tavuk kemikleriyle yenilmemiş etler birbirine karışmıştı.
Ortada iki konyak şişesi vardı. Şişenin biri sonuna kadar içilmiş, diğeri daha yeni açılmıştı. Zayıf olanı iyice uykuya dalmıştı. Şişman olanı ortasına kadar doldurulmuş çay bardağını
sağ elinde sıkıca tutup, hayale dalmıştı...
Kapının küt diye açılmasıyla her ikisi irkildi. Zayıf adam
uykuya dalan gözlerini zorlukla açıp gelen adamı süzdü. Gelen adama dalgın dalgın baktı, tekrar başını çevirdi. Şişman
olanı, yuvarlaklaşmış etli çenesine dayak olarak koyduğu elini
yavaşça aşağıya bıraktı. Ağır vücudunu zorlukla kapıya doğru
çevirdi. Eşikte duran Vugar’ı bir süre soğuk bakışlarla süzdü.
Sonra sordu:
Vidadi Babanlı
− Önemli değil... Siz yemeğinizi yiyin. Ben bekleyebilirim.
Şişman adam rahatladı. Bir bacağını altına koyarak rahatça oturdu, diline şeker koyup konuştu:
− Elbette, problem yok!.. Yabancı değiliz ya! Anlaşırız.
Soframıza siz de buyurun.
Vugar kapıya yakın bir köşede, sofraya uzak bir yerde
oturdu.
– Rahatsız olmayın, ben aç değilim.
– Olur mu öyle şey?! – Şişman olanı cömertliğini gösterip
şenlendi. – Ne demek aç değilim?!. Biz kıtlıktan mı çıktık
yani?.. Adam gibi gel şuraya otur. İnsanın canını sıkacak söz
söyleme. Yol arkadaşlığının da kendine has kuralları vardır!
– Yok, yemeyeceğim...
– Yakın otur dedim! Burası naz yapma yeri değil. Seni
bana Allah gökten zembille gönderdi. Deminden beri canım
sıkılıyordu. Bu arkadaşım çok zayıfmış, ikinci kadehten sonra
su koyuvermeye başladı. Uykuya daldı. Sen de görüyorsun
durumu. Ağzının salyasını da silecek mecal kalmamış.
Zayıf adamın durumu hakikaten hiç iç açıcı değildi. Kafası bileklerinin üzerine düşmüş, yarım açık ağzından salya
akıyordu.
Şişman ona baktı, kızgın bir şekilde azarladı:
− Biraz medeni ol, sil ağzının suyunu. Bırak da iyice
yemeğimizi ağız tadıyla yiyelim. İştahımızı kaçırma bari!
− Sen de mi burada uyuyacaksın?
Vugar dilinin ucuyla:
− Evet, – dedi.
Şişman adam kımıldandı.
− Yerin hangisi?.. Aşağı mı, yukarı mı?
− Aşağı olması lazım, – Vugar hala elinde tuttuğu bileti
açtı. Yirmi dokuzuncu yer.
− Öyle mi?! – Şişman adam yavaş hareketlerle arkaya dönerek oturduğu yerin numarasına baktı. Kalın sesini inceltti.–
Galiba senin yerinde ben oturmuşum?..
421
− Tamam! – Zayıf adam pasaklı çocuklar gibi ağzını gömleğinin koluna sildi. Masadan kalkarak yerine yattı. Hemen
uykuya daldı.
Şişman adam sinirle başını salladı. Vugar’a dert yanmaya
başladı:
− Böyleleriyle yol arkadaşlığı zevkli olmuyor işte. İçkiden
zevk alabilmek için arkadaşının da içmekten keyif alması
gerekir. Karşı karşıya oturup zevk alasın. Öyle ki içe içe dünya
gözünde bulanmalı, sen de erkek aslan gibi olmalısın. Köroğ422
Vicdan Sustuğunda
lu’ndan, Zaloğlu Rüstem’den beş kat daha fazla! – O, elindeki
kadehi Vugar’ın çenesine uzattı. –... Al bunu, güzelce iç gitsin.
Sonrasına bakarız.
− Teşekkür ederim! Ama ben içmem!
− İçersin! – Adam kadehi ısrarla Vugar’a uzattı. – Bu ne
ki?! Ben senin yaşındayken şişeyle içerdim. Hadi çabuk ol.
Sen de şimdi moralimi bozma!
Vugar, diğer tarafa, yatmış zayıf adamın ayakucunda
oturdu. Mülayim bir ses tonuyla:
− Hakikaten, – dedi. – Ben içmiyorum. Siz buyurun.
Şişman adamın canı sıkıldı. Bakışlarını Vugar’a yöneltti.
Ona mırıldanmaya başladı:
− Talebesin galiba, doğru mu?
− Evet, haklısınız talebe gibi bir şeyim... Fark çok azdır.
− Anlaşıldı!.. O zaman bilim adamısın! – Şişmanın ağzı
eğildi. Yüzü karıştı. – Bunu zaten tipinden anlamıştım... Doğrusunu söylemek gerekirse ben, sizin gibi bilim adamlarına
acıyorum. Sabah akşam çalışıyorsunuz; ama ortaya bir şey
çıkmıyor. Benim senin gibi bilim adamı bir akrabam var.
Enstitüde çalışıyor. Ona bakınca ağlamak geliyor içimden. Ne
eğlenmesi var, ne gecesi gündüzü. İşi gücü kitaplarla. İki
gözlüğü üst üste takıyor. Bir şeye ihtiyacı olunca karısı bana
geliyor “Halaoğlu, bize yardım et” diye. İyi de ne zamana
kadar yardım edilir? Tam beş yıldır bana yeni parayla üç bin
manat borcu var. Benden sana nasihat, kendine bu kadar zulmetme. Korkma hiçbir şey kaybetmezsin. Bu dünya böyle gelmiş, böyle gidecektir. İnsanın yanına eğlendiği kar kalıyor.
Hadi, dik başına!
O, kadehi yeniden Vugar’a doğru uzattı. İçmesi için nerdeyse yalvardı:
– Ne olur iç, hadi! Kardeş kardeş bana eşlik et.
Vugar aldırmadı. Uzak, bir köşeye çekilip ondan uzak durmaya çalıştı.
423
Vidadi Babanlı
Şişman adamın gözleri küçüldü, ateş saçtı. Ama ne düşündüyse, sinirini belli etmedi. Aniden kahkaha attı:
− Bana bak! – dedi. – Yoksa bu “ceylan sütünün” bize
yetmeyeceğini mi düşünüyorsun?...Yok vallahi. Ben tedbirli
bir adamım. Ben bir, iki şişeyle hiçbir zaman yolculuğa
çıkmam. Yanıma tam bir kasa aldım.
O, eğildi, şişelere dokunup ses çıkardı. Hatta dolu bir şişe
çıkarıp Vugar’a gösterdi.
− Bunların kalitesinden de emin olabilirsin. İçerisinde
katkı maddesi yoktur. Kendi dükkânımdan aldım. Soçi’ye bir
ay dinlenmeye gidiyorum. Orada ihtiyacım olmasın diye yanımda götürüyorum. Niçin? Çünkü başka dükkânların sattığı
konyaklara güvenmiyorum. Sebebini sen de biliyorsun.
Bu adam Vugar’ı iyice bıktırmıştı. Başı ağrımaya başladı.
Ona yerini boşaltmasını nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Şişmanınsa çenesi daha yeni açılıyordu. Nefes alıp hevesle sözüne devam etti:
− Erkek milletinin, özellikle de biz Kafkaslıların zayıf
yönünü sen de biliyorsun bizler hanımsız yapamıyoruz. Peki
nerede?! Güzel tatil yerlerinde. Çoluk çocuğun gözünden
uzakta. İçki de böyle şeylerin ilacıdır. Bunun için hazırlığımı
önceden yaptım. Elim ve cebim dolu çıktım yolculuğa... Sen
nereye gidiyorsun peki?... Yolun uzak mı?
− Hayır, yakın. – Köyümüze gidiyorum.
− Eee...bu hiç olmadı işte! Ben umudumu sana bağlamıştım... Sen de boş çıktın!
Vugar’ın sabrı taştı, açıkça söylemek zorunda kaldı:
– Kusura bakmayın, çok yorgunum... Uyumak istiyorum.
Şişman adamın gözlerinden alevler çıktı.
− Uyu, uyu! – diyerek Vugar’la alay etti. – Uyu bakalım, bu
dünyadan kendinle ne götüreceksin?!
Vugar çok ilginç bir insanla karşılaşmıştı. Yerini boşalttığı,
zamanını aldığı için ondan özür dileyeceğine ona çıkıştı.
424
Vicdan Sustuğunda
Sinirleri zor yatıştı. Bu tuhaf adama hayretle baktı. Şişman adamınsa hiç umurunda değildi. Bu garip adama kınayıcı gözlerle baktı. O kendi halindeydi. Yüzüne yan tarafa
döndü, içkisini bir yudumda içti, az daha boğulacaktı. Nefesi
kesildi. Vugar’a doğru baktı. Ona söver gibi:
– Ne bakıyorsun... Kimi bekliyorsun?! Çık yukarıda uyu!
Vugar şaşırarak sustu. Şişman adamın bu tavırları ona
Ziya’yı hatırlattı. Demek ki, onun gibiler her yerde varmış! –
diye düşündü ve yukarıya çıktı. Ayakkabılarını çıkarıp kuru
tahta üzerine uzandı. Ama bir türlü uyuyamadı. Bir tarafta
tahta rahatsız ediyor, diğer taraftan düşünceler onu rahat bırakmıyordu.
2. Bölüm Sabah erkenden vagon görevlisi onu uyandırmaya geldiğinde Vugar daha yeni uykuya dalıyordu. Bir süre gözlerini
açamadı. Sanki kirpikleri arasına bir avuç sabun köpüğü dolmuş gibi gözlerini yakıyordu. Gece ufukta küme küme bulutları yarıp yeni doğan güneş de onun uyumasını engelliyordu.
Pencereden yüzüne düşen güneş ışığı gözlerini kamaştırıyordu.
Vugar uykusunu zorlukla dağıttı. Gözleri yarı kapalı bir
şekilde kalkıp halsiz vaziyette oturdu. Şimdi de kafasını göğsünden ayıramıyordu. Sanki boynundan ağır bir yük asılmış
gibiydi. Yavaş yavaş kendini toparlamaya çalıştı. Tutunarak
aşağıya inmek istedi. Ama güçsüz kolları ona yardımcı olmadı, aşağıya kayarak indi. İnerken gürültü çıkardı. İyi ki bir
şey olmadı. Bu sese oda arkadaşları uyanmadı.
Zayıf olanı akşamki gibi büzüşüp yatmıştı, dünyadan haberi yoktu. Şişman ise kulaklarına pamuk tıkamıştı. Tertemiz
yatağın üzerine öylece elbiseleri ve ayakkabılarıyla yatmıştı.
Başı kayıp yastığın ucunda kalmıştı. Bir kolu sanki omzundan
ayrılmış gibi aşağı sarkmıştı, tren hareket ettikçe sallanıyordu.
425
Vidadi Babanlı
Koca karnı sanki ayran kazanı gibi sağa sola sallanıp duruyordu.
Vugar sürünerek ayağa kalktı. Vücudunda ciddi bir ağrı,
sızı hissetmedi. Sadece sol dizi sızlıyordu biraz. Belli ki düştüğünde tabana değmişti. O, dizinin acısı geçene kadar zayıf
adamın yanında oturdu. Fıs fıs fısıldayan, nefes alıp verdikçe
dudaklarıyla ıslık çalan şişman adama nefretle baktı. “Toplumun kör bağırsakları!” – diyerek onu ve onun gibileri kınadı.
Acele etmeden ayakkabılarını giydi. Gece kendine yastık yaptığı çantasını da aldı, dar uzun dehlizden duvarlara çarpa
çarpa ek vagona geldi.
Tren garı çok küçüktü. Kalın duvarlarının sert taşları sararmış eski, iki katlı bu istasyon binası, koca sık dikenli akasya ağaçlarının dalları arasından çok zor gözüküyordu. Binayla
aynı sırada görünüşte iki eski ev vardı; büyük bir ihtimalle
her üçü de aynı zamanda, aynı projeyle birlikte yapılmıştı.
Evlerin etrafını uzun süpürge bitkileri, mısırlar kaplamıştı. Bu
bitkilerin yaprakları arasından uzaktan bir yol görünüyordu.
Yolun bitimindeki ormanın yukarısından köy evlerinin kiremitleri kızarıyordu. Bahçelerden yükselen küme küme dumanlar sabahın temiz havasında mavi renge dönüyordu. Bu
köy, Vugar’ın doğduğu, büyüdüğü köydü.
O, vagonun basamaklarında anlaşılmayan, aynı zamanda
güçlü bir duygunun tahrikiyle kalakaldı. Gayriihtiyarî hayran
hayran bakışlarını uzaktan uzağa, tuhaf bir sevgiyle köyünün
üzerinde gezdirdi. Dünden beri yüreğini parçalayan dumanlı,
ümitsiz düşünceler bir anda içinde dağılıp gitti. Solgun yüzünde tebessüm belirdi. Aşağıya indi. Kimsesiz ve yaş peronda (akşam yağmur yağmıştı) sabahın tatlı rüzgârı, gözlerinin
uyku mahmurluğunu sildi, yorgun vücuduna taze güç kattı.
Parlak bakışları istasyonu yavaş yavaş süzdü. Kendinden birkaç adım uzakta, elinde sarı bayrakla duran istasyon nöbetçisinin hareketlerine dikkatle baktı. Sonra bakışları, sabah şafaklarında parlayan raylar boyunca uzaklara uçtu gitti. Sanki
bir şeyleri hasretle arıyormuş gibi...
426
Vicdan Sustuğunda
... Vugar daha çocukken ailenin, geçim derdini düşünen
birisi idi. Başardığı, gücü yettiği işlerde sütannesi Şahsenem’e
yardım eder; hasta kadının elinden tutardı. Çok trenlerin durmayıp yanından geçtiği bu küçük durakta o, çok acı günler
geçirmişti! Bir çift şerit gibi uzayıp giden rayların kenarında,
yalın ayaklarına sivri taşlar bata bata, rayların altındaki tahtaların kenarları ayaklarını yaralaya yaralaya ne kadar yürümüştü! Çocukluğunun yaramazlığından değil, hayat şartlarının zorluğundan olayı yürümek zorunda kalmıştı! Savaşa
giden, yaralanıp savaştan geri dönen askerlere, uzaktan gelen
yolculara ekmek satarak çay, şeker alırdı. Kaç defa düşmüştü
bu yollarda, kim bilir! Kaç defa dizleri, kolları ezilmişti! Kaç
defa ıslanmıştı! Ezilmiş kollarının, ayaklarının acısından kaç
gece uyuyamamıştı! Bazen iyice yağmurda ıslanır, soğuktan
hastalanır, günlerce yatakta tir tir titrerdi...
Bir gün köye, bir gün sonra sabah erkenden istasyondan
üç askeri trenin yaralı asker götüreceği haberi geldi. Bu haberi
kimin, nereden aldığı belli değildi. Belki de birisinin uydurmasıydı. Bu tür haberler, yalanlar son aylarda çok görülmeye
başlamıştı. Özellikle, 1943 yılı başlarında her hafta insanlar
telaşa kapılıyordu. İstasyona ardı sıra akınlar başlıyordu. Analar, genç gelinler bazen bir gün istasyonda gecelerdi. Askere
gitmiş, savaştan geri dönmemiş, bir yerlerde hastaneye düşmüş akrabalarını “Belki Allah kavuşturur, görebilirim” ümidiyle bekliyorlardı. Bazen birkaç hoş anlar yaşansa da, genel
olarak, köye hasretin sinede bıraktığı acıyla dönüyorlardı. Ama
yine usanmıyorlar, bir şayia duyar duymaz hemen istasyona
koşuyorlardı.
Şimdi de haberin gerçek olduğunu hiç kimse bilmiyordu.
Hazırlık yaptılar. Sütle yoğrulmuş, yağla kızartılmış ekmekler
pişirdiler. Kendi yakınlarını, akrabalarını, cepheye gönderenler, savaşa katılanlar arasında bulmayınca yaptıkları yiyecekleri tanımadıkları askerle verip, geri dönüyorlardı. Hasret acısıyla yanan yürekler için bu da bir tür teselli idi.
Şahsenem rahatsızlanmış yatıyordu. Hasta haliyle dışarıda dolaşıyordu. İki gün kolhoza işe gitse, üçüncü gün evde
427
Vidadi Babanlı
dinleniyordu. Kadının takati kalmamıştı. Ama buna rağmen o
da komşulardan geri kalmadı, hamur açtı. Mısır ve darı ekmeklerinden bir çanta hazırladı: Birisi Vugar, diğeri de İsmet
içindi. Maddi durumları iyi değildi. Çocuklar ekmeklerin bir
kısmını istasyonda satıp eve para getireceklerdi.
İsmet çok tembel çocuktu. Canı istemedikten sonra hiçbir
iş yapmazdı. Hasta annesinin acı gözyaşları da umurunda
değildi. Ama şimdi nasıl olduysa, merhamete gelmişti. Allah
onun gönlüne merhamet vermişti. Akşam, annesine istasyona
gideceğini söyledi. Çünkü bütün arkadaşları gidecekti. Onlar
sabah erkenden kalacakları, istasyona herkesten önce gideceklerine dair söz vermişlerdi. Söylenenlere göre gelen trenlerde tanklar, toplar, çeşitli askeri araçlar olacaktı. Gazetelerden resimlerine baktıkları, keserek evlerinin duvarlarına astıkları bu ilginç araçları şimdi kendi gözleriyle göreceklerdi.
Çok zevkliydi!..
Tavuklar kümesten çıktığı vakitler, sabahın erken saatlerinde köye kargaşa düştü. Köpekler havlamaya, koyunlar melemeye başladı. Akraba akrabasını, komşu komşusunu seslenmeye başladı. Vakitsiz uyanan bebekler ağlamaya başladı.
Evlerde dedikodu yayıldı. Sanki göç başlamıştı.
Sabahın alaca karanlığında, ufuklar tüllendiğinde insanlar akın akın köyden çıktılar. Bölük bölük istasyona yöneldiler. Çocukların yaşlarına göre sırtlarına küçük heybeler, çantalar vermişler, çocukların omuzları eğilmiş, ayakları birbirine
dolaşa dolaşa herkesten önde gidiyorlardı. Henüz yorulmamışlar, hevesleri sönmemişti!...
Uzun eteklerini toplayıp bellerine bağlayan, böylece adımlarını kolaylaştıran ihtiyar kadınlar, genç kızlar, gelinler çocukların arkasında idiler. Eli asalı ihtiyarlar, hayatın zorluklarını artık şimdiden geride bırakmışlardı. Yol uzandıkça, kötüleştikçe bu gruplar arasındaki mesafe de açılıyordu. Maalesef, dilekler, ümitler yine suya düştü! Öğleye yakın bir yük
treni nefes nefese istasyona geldi. Yanları açık vagonlarda
üzeri brandalarla kapalı girintili çıkıntılı figürleri göründü.
428
Vicdan Sustuğunda
Onları birbirinden ayırmak, hangisinin top, hangisinin tank
olduğunu bilmek çok zordu. Çocuklar zahmetlerine, çektikleri
sıkıntıya üzüldüler.
İki büyük lokomotifin zorlukla, son gücüyle çekip getirdiği tren üçüncü yolda durdu. Pardösülerinin paçaları yeri
süpüren, yakalarını son düğmesine kadar düğmelemiş, ortası
kalın kemerle bağlanmış boz şapkalı askerler vagonlardan indiler. Peron boyunca sıraya giren askerlerin sırası hemen dağıldı. İnsanlar hemen askerlerin arasına dalıp akrabalarını
aramaya koyuldular. Hevesleri kursaklarında kalan çocuklar
da bir köşede toplanıp onları seyre daldılar.
Vugar zaman kaybetmedi. İsmet’in kolundan tutup, uzaktaki vagonlara doğru çekti. Trenin çok beklemeyeceğini tecrübesiyle biliyordu. Lokomotifler üç, dört dakika nefes alıp, su
ihtiyacını karşıladıktan sonra, tüyleri diken diken eden sesle,
kalın çarklarını süratle hareket ettirip, kırmızı şeritli tekerlerini harekete geçireceklerdi. Geç kalmamaları gerekiyordu.
İstasyona gelen köylülerin bu kısa süre zarfında ekmekleri
satıp bitirmeleri gerekiyordu. Onların kazancına güvenen
annelerinin yanına alnı açık dönmeli gerekiyordu.
O, arkasından yavaş ve gönülsüz gelen İsmet’in kolunu
yarı yolda bıraktı. Kendisi ise öne doğru koştu. Alış verişe daldığı için trenin ne zaman kalktığı bilemedi. Yağmura tutulmuş gibi alnından akan teri bile hissetmedi. Az sonra kadınların korkunç çığlıkları duyuldu. Korkuyla geriye baktı. Bir
yere toplanan kadınlar ellerini dizlerine vurarak ağlıyorlardı.
Vugar onların ne dediklerini anlayamadı. Şaşkınlıkla işaret olunan tarafa baktı. İsmet’in koştuğunu gördü. O, iki
eliyle vagondan tutmuştu. Ayakları yere gah değiyor, gah değmiyordu. Ara sıra nefesi kısılarak bağırıyordu:
− Ver ekmeklerin parasını, ver! Sana onları bedava vermem!! Trenin hızı artmıştı.
İsmet’in gücü kalmamıştı. O, atık sürünüyordu. Kadınların bağırışları arasından birinin acılı sesi duyuldu:
429
Vidadi Babanlı
− Niçin durup bakıyorsunuz?! Yardım edin. Çocuk neredeyse trenin altında kalacak!
Hakikaten de tehlikeli bir durumdu. On, on beş metre
ileride raylar birleşiyordu. Eğer oraya kadar İsmet kurtarılmazsa, ayakların rayların arasında kalacak, lastikler onu param parça edecekti.
Vugar ekmek heybesini aceleyle fırlatıp, İsmet’e doğru
koştu.
− Ellerini bırak! – diyerek her iki elini onun beline doladı
ve bütün gücüyle onu kendine doğru çekti.
Her ikisi de yere düştü. Son vagon yanlarından geçtiğinde,
İsmet emekleyerek kenara çekildi ve ağlamaya başladı.
Kadınlar çığlıklarla onların yanına koştular. İhtiyar bir kadın ileri çıkıp elini İsmet’in vücudunda gezdirdi. Çocuk yaralanmamıştı. Sadece kolunun birinde hafif sıyrık vardı. O,
korktuğu için ağlıyordu.
Kadın onu sakinleştirmeye çalıştı:
− Korkma, oğlum, hiçbir şeyin yok! Çok şükür sağ salim
kurtuldun.
Gelinlerden biri koşarak avucunda su getirdi.
− İç! – dedi. – İç de sakinleş.
İsmet titreyen dudaklarıyla gelinin avuçlarından su içti.
Vugar’dan ise hiç kimsenin haberi yoktu. O, Gözleri yarı kapalı bir şekilde düştüğü yerde kalmıştı. Sesi soluğu çıkmıyordu. Gözleri yarıya kadar kapalı idi. Yüzünün bir tarafı ve
kulağı sıcak kana bulanmıştı. Ara sıra zayıf iniltisi duyuluyordu.
Kadınlardan biri onu gördü.
− Zavallı yetim!!! – diyerek rayların arasına koştu. Bağrışmalar yeniden başladı.
Kadınlar İsmet’i sakinleştirdi, şimdi de Vugar’ın yanına
koştular. Bir dakika dehşet içinde kaldılar, ne yapacaklarını
bilemediler. Deminki, kadın yumruklarını göğsüne vurup, yürek dağlayan bir sesle ağladı:
430
Vicdan Sustuğunda
− Bahtsız çocuk!.. Dünyanın her belası senin başına mı
gelmeli?!
Bu kelimeler sanki insanları kendine getirdi. Üç, dört kadın hemen Vugar’ı kucaklarına alıp, rayların arasından çıkardılar. Yere uzatıp, yaralarına baktılar. Vugar’ın başının arkası
kana bulanmıştı, kulağının üst kısmı da yaralanmıştı. (büyük
ihtimalle düşünce raylara çarpmıştı.) kan durmuyordu. Ona
acil yardım gerekiyordu. Ama yakınlarda ne bir doktor ne de
ilaç vardı.
Takatsiz ayaklarını güçlükle sürüyen, olay yerine herkesten geç gelen tecrübeli bir ihtiyar, kadınlara bez yakmasını
söyledi. Külünü yaranın yerine döktüler. Daha sonra Vugar’ın
yüzünü yıkadılar. Morarmış dudaklarının arasına su döktüler.
Sol göğsünün üzerini ıslak bir bezle ovdular. Biraz vakit geçtikten sonra çocuk kendine geldi. Göz kapaklarını zorlukla
araladı. Istırap dolu bakışlarını insanların yüzünde dolaştırdı.
Etrafında toplanan kadınları halsiz şekilde baktı. Bu fersiz,
dalgın bakışlardan onun hala kendinde olmadığı, daha ağrı
çektiği hissediliyordu. Yanı başında oturan gözü yaşlı bir bir
kadın onun bu haline dayanamadı. Ellerini yukarı kaldırarak
titrek, kederli sesle mani okudu:
Elemi kar – kamışa,
Kar yağdı kar–kamışa.
Yüz bin alkış neyleyer,
Bir felek karkamışa1?!
Biraz ileride göğüslerini asalarına dayayıp dalgın dalgın
duran ihtiyarlardan biri kadınlara kızdı.
− Yeter artık!.. Ağlamayı bırakın. Çocuğu köye ötürmemiz
lazım, dedi.
Sesler kesildi. İki iri yarı gelin ileri çıktı. Vugar’ı yerden
kaldırdıklarında o, bu defa “bacağım!” – diyerek bağırdı ve
yeniden kendinden geçti.
1
Bedduasına uğramışa.
431
Vidadi Babanlı
Felaketin ardı arkası kesilmez, derler. Bir felaket geldi mi
onu diğeri takip eder. Zavallının sağ bacağı da kırılmıştı...
... Şahsenem’in anne yüreği telaşlıydı. Çocukları istasyona
uğurladıktan sonra içinde bir sıkıntı vardı. Sanki olacaklardan
haberdardı. Bir yerde rahat duramadı. Dışarı çıkıp, içeri
girmekten yorulmuştu.
O, yeniden dışarı çıktığında istasyona giden insanların bir
kısmının kendisine doğru geldiğini gördü. Kalbi sanki yerinden fırlayacak gibi oldu, başı döndü, bir anda dengesini kaybetti. Düşmemek için kendisini zor tuttu. Biraz kendisini toparladıktan sonra hastalığını unutarak deli gibi bağırarak
kendisine gelenlere doğru koştu.
– Ne oldu?! Kucağınızda getirdiğiniz kimdir?..
O sırada ihtiyarlar önde geliyorlardı. İhtiyarlardan en saygını diğerlerinden ayrılıp, biraz daha öne çıktı. Şahsenem’i
sakinleştirmeğe çalıştı:
– Önemli bir şey yoktur, sakin ol! Biraz kendine gel!
Şahsenem kendini toparlayamadı. Söz dinleyecek halde
değildi. Ona karşı gelmediler. herkes onun ne yapacağını merak etmeye başladı. Bu yetimin başına gelenlere karşı Şahsenem nasıl bir tavır takınacaktı. Onun haline hakikaten acı-yacak, yüreği yanacak mıydı? Ne de olsa bu çocuğu o doğurmamıştı, o onun öz oğlu değildi.
Şahsenem hiçbir zaman bu tür şeyleri düşünmemişti.
Daha kırk günlük bebekken onu almış ve bin bir türlü zorluklarla onu büyütmüştü. Evet, önceleri o, bu cefaya çocuğa merhamet ettiği için katlanmıştı. Ama sonradan, özellikle de,
Vugar’ın genç babasının savaştan gelen kara haberinden sonra çocuğa karşı sevgisi daha artmıştı. Kendi çocuğu gibi olmuştu. İsmet’le onun arasında hiçbir fark yoktu. Anne kalbini adeta ikiye ayırmıştı. Bir kısmını öz oğluna, diğer parçasını da Vugar’a ayırmıştı.
Şahsenem kendini çocuğun üzerine attı. Kucakta gelenin
Vugar olduğunu bir bakışta anladı. Onun başındaki sargının
432
Vicdan Sustuğunda
kan içinde olduğunu görünce sarsıldı. Ayakta donakaldı, heykel gibi oldu. Eğer bu olay, İsmet’in başına gelmiş olsaydı belki de bu kadar telaşlanmazdı! Kadınlara dönüp yalvar yakar
iniltiyle sordu:
− Kim yaptı bunu ona?.. Kim benim yetimime kıydı?!
Şahsenem sorusuna cevap beklemedi. Vugar’a doğru döndü. Yumruklarını göğsüne peşi sıra indirdi.
– Canım oğlum!,.. Benim bahtsız evladım!,. Keşke ölseydim, keşke yüzümü kara topraklar örtseydi de senin bu halini
görmeseydim.
– Şahsenem’in gözlerinden yaş akmıyordu. Yanakları
kupkuruydu. Ama kalbi kan ağlıyordu. Onun anne yüreğinin
büyüklüğüne, anne sevgisinin saflığına inanmayan kendisinden utandılar. Saygı ve ihtiram dolu bakışlarla Şahsenem’e
“Berekallah” – dediler.
Hasta anne yine hiçbir söz duymadı, hiçbir şey hissetmedi. Kendinin ayakta zor durmasına rağmen Vugar’ı kucağına aldı. Yüzünden, gözünden doya doya öptü. Onu tatlı sözlerle nazlandıra nazlandırarak evine götürdü. Komşularına
rica edip ona yatak hazırlattı. Çocuğun kırılmış bacağının
altına kımıldadığında rahatız olmasın diye hiç kullanılmamış
tüy yastık koydu. Sonra kendisi de yanında oturdu. Vugar’ın
başındaki sargıyı kontrol etti, yaralarına baktı. Gördüğü manzara karşısında dehşete düştü. Yüreğindeki sızı gözyaşı şeklinde gözlerinde belirdi. Ve aniden, bütün gücüyle bağırıp,
isyan etti:
– Aman Allah’ım bu nasıl felaket? Benim evimin direği ne
hale gelmiş. Ben hangi günahı işledim de bütün bunlar başıma geldi?
Şahsenem, sel gibi akan gözyaşlarından sonra biraz rahatladı. Yüreğinin acısı dindi. Kırık çıkıkçı geldi. Onun arkasından da köyün sağlık memuru eve geldi. İstasyonda Vugar’ın
bu durumunu gören yaşlılar ona haber vermişlerdi. Sağlık
memuru, yarayı açtı, temizledi. Başarabildiği kadar bu çocuğa
tıbbi yardımda bulundu. Daha sonra yerini kırık çıkıkçıya bı433
Vidadi Babanlı
raktı. Deneyimli çıkıkçının işi çok uzun sürdü. O, bir saat
boyunca uğraştı. Kırık çıkıkçı bacağındaki küçük parçalara
ayrılmış kemikleri yerine getirmeye çalışırken Vugar’ın çığlıkları arşa yükseliyordu. Taze yumurta sarısından ilaç hazırlattı. Bu ilacı ak bir beze koyup kırılmış yerin üzerine koydu
ve sıkıca bağladı. Sonrada kırılmış yerin yanlarına getirdiği
düzgün tahtaları dizdi. Sağlık memurunun yardımıyla onları
da ayağına bağladı. Terini silerek kaktı. Halsiz halde yatağın
bir ucunda yatan Şahsenem’i teselli etti. Korkulacak bir şey
olmadığını ve çocuğun kısa bir süre içinde ayağa kalkacağını
söyledi. İki gün sonra yine geleceğini, sargıyı değiştireceğini
ekledi, gitti... Üzgün anneyi sağlık memurunun söylediği
sözler teselli etti:
– Sakın üzülme, Şahsenem bacı. Önemli hiçbir şey yok.
Senin evladın, benim evladımdır. O bizim hepimizin çocuğu.
Kötü bir şeylerin olmasına izin vermeyiz!..
Vugar bir buçuk ay yatakta kaldı. Zaten çok zayıf bir çocuktu, şimdi eridi bitti. Sanki derisi kemiklerine yapıştı. Ama
“Yetimin canı sağlam olur” – derler. Zamanla kendine geldi.
Her şey doktorların söylediği gibi oldu. Ayaklarının kemikleri
birleşti. Ama... Bu yaraların izleri ona çocukluğundan bir
hatıra olarak kaldı. Başındaki yaranın izi bugün de kıvırcık
saçları arasından görünüyordu. Sağ bacağının kırık yeri ise
uzun süre yürüdüğünde ve yağmurlu, rüzgârlı havalarda sızlıyor...
Vugar şimdi de sağ bacağında sanki bir sızı duydu. Başındaki yara da sızlamaya başladı. İsmet’i hatırladı. Bunlar
onun, o kıymet bilmeyen insanın, hatırasıydı. Derinden iç
çekti. Dudaklarından iki kelime döküldü:
– Ah, nankör!
434
Vicdan Sustuğunda
3. Bölüm Birileri onu arkadan kucakladı. Sesini çıkarmadan kıs kıs
güldü. Vugar dalgın dalgın arkasına döndü. Karşısında esmer
bir genç durmuştu. Genç otuz, ya da otuz bir yaşlarında idi.
Ama daha cüsseli, iri kemikli vücudu ve yüzünün çizgileri
onu daha yaşlı gösteriyordu.
Vugar onun çok soğuk karşıladı. Ama o kırılmadı. Önceki
sevgiyle yine sarıldı.
– Hoş geldin, Vugar!
Bu tatlı müracaat, bu tatlı karşılama Vugar’ın zihninde
şimşek gibi çaktı. Zihnindeki duman dağıldı. Onun nice zaman sonra tanıyabildi. Bu genç çocukluk arkadaşı Cevdet’ti.
Ortaokulu beraber okumuşlardı. O zamandan beri görüşememişlerdi. Vugar köye ara sıra geliyordu. Arkadaşı ise askerliğini yapmış, döndükten sonra köyde çok az bulunmuştu. Ama
her ne olursa olsun okul arkadaşını unutmak ayıptı. Vugar bu
tavrından utandı. Yüzü kızardı utancından. Yanlışını düzeltmeğe çalıştı.
– Merhaba, Cevdet! Hayırlı sabahlar! – diyerek kendisini
affettirmeye çalıştı. Ama hem geç kaldığından, hem de iç sarsıntılarından kelimeler ağzından çok zor çıktı. Cevdet hiçbir
şey olmamış gibi bir tavır sergiledi.
– Allah müstahakkını versin, niçin geleceğini önceden haber vermedin?.. Niçin sakladın bizden?!
Vugar sıkıldığından derinden nefes aldı: “Sen neden bahsediyorsun, Cevdet. Geldiğimi kendim biliyor muydum?..”
– Size zahmet vermek istemedim.
Ne zahmeti dostları karşılamak ne zamandan beri zahmet
oldu? – Cevdet kırıldı. Sesi değişti. – Biliyorsun ki, köyümüz
sonbaharda, özellikle de ekim aylarında çok yağmurlu, rüzgarlı oluyor. Toprak ıslandı mı çamurdan yürümek çok zor
olur.
Vugar kalbindeki sıkıntıları atıp şaka yapmaya başladı:
435
Vidadi Babanlı
– Bu tür şeyleri düşünme, Cevdet. Öyle olursa, ayakkabılarımı çıkarır, pantolonumun paçalarını dizime kadar sıvarım.
Biliyorsun bu konularda öğrencilik yıllarımda tecrübem
çoktur.
– Öyle mii...– Cevdet sesini bir hayli uzattı. Sonra ciddileşerek; – Hayır, Vugar şakayı bırak. Talebelik zamanı başka,
şimdi başka. Köyümüz seninle gurur duyuyor. Sık sık senin
hakkında konuşuyor, köyümüzden böyle biri çıktığı için şükür övünüyoruz. Eğer senin geleceğini bilmiş olsalardı seni
nasıl karşılarlardı biliyor musun?!
Vugar utanarak başını aşağı bıraktı, içinden acı acı güldü:
“Ben buraya ne durumda geldim, bunlar ne düşünüyorlar?!” dedi.
Cevdet arkadaşının sessiz kalmasını başka türlü yorumladı. Bunu mütevazılık sandı. Gülümseyerek sordu:
– Söyle bakayım, icadın ne durumdadır? Fabrika ne
zaman işe başlıyor?
Vugar gayriihtiyarî bir ah çekti. Cevdet bu ah çekmenin de
sebebini anlamadı. Onun saf arzularla dolu kalbi her türlü
şüphelerden uzaktı. Gülerek dedi:
− Bak, şimdiden sana söylüyorum: Eğer önceden bize haber vermezsen sana çok kırılırız. Biz o günü sabırsızlıkla bekliyoruz. Hatta hazırlıklar bile yaptık. Köyümüzden bazı temsilciler seçtik. Fabrikanın açılışında köyümüzün adına oraya
gidecek ve kendi mamullerimizden büyük bir ziyafet vereceğiz. Herkes köyün kendi yetiştirdiği insana nasıl değer verdiğimizi görsün!
– Ziyafet fikri çok güzel! – Vugar bunu yüreğinde söylemek istiyordu. Dili iradesine tabi olmadı.
Cevdet bir dakika ona dikkatle baktı. Bu ne demekti? Anlamını sormadı. Biraz durduktan sonra dedi:
− Biz bekleriz! Ne kadar istesen bekleriz. Çünkü bizim de
kendimize göre bilgimiz var. Gazete, dergi alıyoruz. Dünyada
olup bitenden haberdarız yani. Senin keşfin hakkında da bil436
Vicdan Sustuğunda
gimiz var. Şehrin havasını zehirli atıklardan temizlemek hayatımız için çok önemlidir. Ben geçen sene Moskova dergilerinin birinde önemli bir biyologun makalesini okumuştum.
Makalede: “Atmosferde oksijenin azalması görülmektedir.
Eğer böyle devam edecek olursa, XX. Yüzyılın sonuna kadar
gezegenimiz oksijen krizi yaşamak zorunda kalacaktır....” diyordu. İşte, sadece bu sebepten de senin ortaya attığın “yüksek oktanlı motor yakıtı” meselesi sade kolhozcuyu da, işçiyi
de yakından ilgilendirmektedir. Herkes onun başarıyla neticelenmesini istiyor.
Vugar aniden heyecanlandı. Şimdiye kadar aklından geçirmediği bir fikir zihninde canlandı: “Bunlar her şeyi benden
daha iyi biliyorlar, benden daha iyi anlıyorlar. Ben köye, bu
insanların yanına hangi yüzle geldim?.. Köyümüzde herkes
benim hakkımda güzel düşüncelere sahip. Cevdet gibi onlar
da beni sorgu yağmuruna tutacaklar. Çalışmamla ilgilenecekler. Ben onlara ne cevap vereceğim?..”
O, oturduğu yerde büzüldü kaldı, hiç kıpırdamadı. Akşam
trende geçirdiği pişmanlık hisleri yine kalbini yormaya başladı: “Boşu boşuna geldim, köye keşke gelmeseydim!” dedi.
Cevdet Vugar’ın halindeki değişikliği bu defa daha çok
hissetti. Ama sebebini yine kendine göre yorumladı: “Mütavazılık ediyor, kendisini övmekten utanıyor” Aslında bu düşüncesinde hata da yapmıyordu, Vugar’ı çok iyi tanıyordu
çünkü. On yıl beraber okumuştu. Bu zaman diliminde onun
hiç bir zaman kendisini beğendiğini, büyüklendiğini görmemişti. Herhangi bir başarısından da gururlandığına şahit olmamıştı. Vugar çok çalışkan bir öğrenciydi. Dersleri herkesten
daha iyiydi. Terbiyesini, sabrını da herkes takdir ediyordu.
Okulun en başarılı, en çalışkan öğrencisiydi. Veli toplantılarında bütün öğretmenler onun hakkında çok güzel sözler
söylerlerdi. İşte, o zaman da Vugar şimdiki gibi mütevazı,
utangaç idi. Toplantılarda alnından damla damla ter akardı.
İltifatlar, güzel sözler bitinceye kadar başını önüne eğerdi.
Çalışkan olmayanlar bile onun kadar utanmıyorlardı.
437
Vidadi Babanlı
Cevdet Vugar’ın zerre kadar da değişmediğine, “Eski
Vugar” olarak kalmasına çok sevindi. Onu daha fazla “utandırmamak ” için konuyu değiştirdi.
– İsmet nasıl, Vugar? Onu da uzun zamandır görmüyorum. Değişti mi, yoksa yine aynı kırılgan, her şeye küsen
İsmet mi?
Vugar zorlukla cevap verdi:
– Bildiğin gibi.
Cevdet aniden gülerek ekledi:
− Onun küsmesi, suratını asması şimdi gözümün önüne
geldi. Her sözden, her şakadan alınır hemen kırılırdı. Tam bir
hafta, bir ay boyunca yanından bile geçemezdik...
Cevdet kendi sözlerini doya doya güldü. Gülmekten gözlerinden damla damla yaş aktı. Öksürük tutunca gülmesi kesildi.
Önceki sene üç, dört günlüğüne köye gelmişti. Görüştük.
Oradan buradan bir hayli sohbet ettik. Sonunda kendime hâkim olamadım, “Senin bilim adamı olacağına inanamıyorum”
dedim. Benimle kavga etti. Ne kadar yalvardım, yakardım,
barışmadı. Bakü’ye giderken de küs ayrıldık. – Cevdet bunu
söyledikten sonra ellerini birbirine vurdu, kahkaha atarak
güldü. Sonra teessüfle ilave etti: – Atalarımız: İnsan yedisinde
neyse yetmişinde de odur.” Diye boşuna dememişler. O ihtiyarlasa, çok büyük ilim adamı olsa da küsmekten, alınganlıktan asla vaz geçmeyecek.
Vugar hiçbir şey demedi, içinden: – “Ah, Cevdet, İsmet’i
sen de tanıyamamışsın, sen de benim gibi çok safsın!... Kırılganlık, nazlılık insan için çok normal bir kusurdur. Bu tür
şeyler çoğu zaman insan kalbinin saflığından, temizliğinden
kaynaklanır. Sen ondaki olan makam hırsını, onun habisliğini görseydin aklın başından çıkardı. Belki de uzun süre onun
ismini bile ağzına almazdın. Şimdi buna arkadaşça gülüyorsun...” diye düşündü.
Araya sessizlik çöktü. Cevdet konuşmaktan yorulmuş gibi
sessizce Vugar’ın yüzüne baktı. İlk çocukluk arkadaşından,
438
Vicdan Sustuğunda
dostundan bekledikleri vardı. O, Vugar’ın da ondan bir şeyler
sormasını, onun hayatıyla ilgilenmesini istiyordu. Görüşmeyeli bunca yıl oldu, onun da hayatında çok şey değişmişti!..
Ama Vugar hiçbir şey sormadı. Cevdet mecbur kalıp sessizliği bozdu.
– Herhalde biliyorsundur, ben de çiftçi oldum. Askerden
döndükten sonra ziraat mühendisliği bölümünü bitirdim.
Birkaç yıl başka kolhozlarda çalıştım. Artık üç yıldır kendi
köyümüzde çalışıyorum. İşlerim yoğun olmasına rağmen
başka görevlerim de var: İlk parti teşkilatına kâtip seçildim.
Başımı kaşımaya zaman bulamıyorum. Bu sonbaharda işlerim
daha da zorlaştı. Pamuk toplama işleri başlar başlamaz başkanımız aniden hastalandı. Artık bir buçuk aydır hastanede
tedavi görüyor. Ve bu yüzden bütün iş benim üzerime kaldı.
İşler de bitmek tükenmek bilmiyor. Velhasıl sabahtan akşama
kadar ayaküstündeyim. İşlerin biri bitiyor, diğeri başlıyor. Sen
konuş, başka ne yapıyorsun, kaç günlüğüne geldin köye?
– Tam olarak bilmiyorum... Biraz kalacağım herhalde.
− Biraz çok kalmaya gayret et. Köyün yağmuru, rüzgarı
ara sıra insanı bıktırsa da havası temizdir. Taze yoğurdundan,
sütünden bolca yersin. Biraz kendine gelmiş olursun. Yüzüne
kan gelir.
O, Vugar’ın koluna girdi, tren yolunu geçtikten sonra durup sordu:
– Bavulun nerede?
Vugar hafifçe kızardı.
– Bavulum yok!
Cevdet bıyığının altından güldü. Vugar’ın sol elindeki
büyük çantayı görünce başını salladı.
− Anlaşıldı! – dedi. – Büyük insanlar kendileriyle hiçbir
zaman bavul taşımazlar. Bir yere gittiklerinde sadece böyle
çanta alırlar yanlarında. Bavulu kendilerine yakıştırmazlar!
Vugar’ın yüzündeki kızartı daha da koyulaştı. Cevdet
yaptığı şakadan pişman oldu: “Söylediklerimden kırıldın mı
439
Vidadi Babanlı
yoksa? Aklına başka bir şey getirme sakın. Senden hediye
falan beklediğimizi sanma...” Ve aceleyle konuyu değiştirdi.
Sesi de yüzünün çizgileri ile beraber ciddileşti.
– Kalbin çok tuhaf sırları varmış, Vugar. İnsan yaşayacaklarını sanki önceden hisseder, kafese konmuş kuş misali dövünmeye, çırpınmaya başlar. Bunu insan aklının idrak etmesi, anlaması çok güç bir mesele, diye düşünüyorum. Dün
işte yalnız oturdum günlük hesapları kontrol ediyordum, sen
aklıma geldin. Sanki kalbim göğsümden çıkar gibi çırpınmaya
başladı. Bir saat boyunca sakinleşmedi. Yorulduğumu düşündüm. Eve geldim. Çocuklarla uğraşıp kendimi meşgul etmeye
çalıştım, olmadı. Yatağa girdim yine aklımda sen vardın. Bu
sabah arabaya binip köyden çıktığımda da sen geldim yine
aklıma. İstasyona geldim. Hem kolhozun işini görmek hem de
sana bir telgraf çekmek istedim. Uzun zamandır senden hiç
haber alamadım. Tesadüfen trenle aynı zamanda geldim. Kalbim yine çarpmaya başladı hızlıca. Sanki birileri kulağıma
fısıldayarak; “Perona çık, seni bekleyen birisi var!” – dedi. Hemen arabadan inip perona doğru koştum. Şoför arkamdan,
“Cevdet ben de geleyim mi?” diye seslendi. Cevap verecek vakit bulamadım. Yolu geçtiğimde seninle karşılaştım. Kalbimden geçenler şaşırttı.
Cevdet nefesini topladı. Yüzünde gençlik güzelliği ortaya
çıktı.
– Kalp sırlarla dolu, muammalı bir dünyadır, kardeşim.
Bütün sırlar orada gizlidir. Eğer bunları bana haber vermeseydi, senin işin çok zor olacaktı. Baştan ayağa çamur içinde
kalacaktın. Evet, hadi çabuk olalım, arabamız diğer tarafta
bekliyor. Bakıyorum ayakta durmaya halin de yok. Galiba biraz da üşüyorsun. Gidelim sen arabada otur, ısın, ben de işlerimi bitireyim ve hemen köyümüze gidelim.
Onlar istasyonun karsındaki taş duvarlarla çevrili yüksek
pamuk yığınlarına doğru yürüdüler. Burası kolhozların pamukları topladıkları yerdi.
Cevdet Vugar’ı arabaya oturtup, şoföre:
440
Vicdan Sustuğunda
− Arabanın kaloriferini yakmasını, kendinin beş, on dakikaya döneceğini – söyledi.
Şapkasının yanları geniş, yaşından büyük görünen, yuvarlak yüzlü genç şoför misafirle tokalaşmadı, hemen söylenileni
yaptı. Direksiyonun yanında bir şeylerle meşgul oldu. Arabaya
sonradan konulan radyoyu misafirler sıkılmasın diye açtı.
Çünkü Cevdet’in söylediği vakitte dönmeyeceğini daha önceki
tecrübeleriyle çok iyi biliyordu.
Radyo sabah konseriyle başladı. Oyun havaları şoförü
yavaş yavaş yerinde kıpırdatmaya başladı.
Vugar rahatsız oldu:
– Eğer mümkünse radyoyu kapatabilir misiniz? Başım
ağrıyor da.
Şapkası doksan derece döndü, hayret içerisinde kınayıcı
gözlerle Vugar’a bakmaya başladı.
– Güzel konser olacak... Bundan sonra Zeynep Hanlarova
okuyacak. Programı sabah erkenden söylediler.
– Gerek yok. Konser dinlemeğe mecalim yok.
Şoförün eli mecbur olarak radyoya doğru uzandı. Nefret
dolu bakışlarla bu defa “misafire” karşısındaki aynadan baktı.
Aradan bir dakika geçmeden yine geriye doğru döndü ve
nefret dolu bakışların yerini bu defa tatlı tebessüm aldı.
− Vugar ağabey, siz misiniz?!. Affedersiniz, sizi tanıyamadım... – O, elini Vugar’a uzattı. – Hoş geldiniz!
Bir köşede oturup, alnını ovan Vugar ona uzanan eli isteksizce sıktı. Yeni başlayan baş ağrısı daha da şiddetlendi. Kan
dolmuş gözleri ara sıra acımaya başladı. Selamı zorlukla aldı.
Genç şoför kabahatinin sebebini açıklamaya çalıştı:
− Günah Cevdet ağabeyimindir. Sizi “misafir” olarak tanıttı. Ben de dikkat etmedim. Arabada biraz problem vardı,
onunla ilgilendim.
Genellikle şoförler çok konuşmazlar. Ama bu düstur genç
şoföre için geçerli değildi. O, sohbetine devam etti.
441
Vidadi Babanlı
Kolhozda pamuk hasadı başladı mı, misafirimiz eksik olmaz. Biri gelir, diğeri gider. On adımlık yolu bile arabayla
gitmek isterler. Bana arabanın eksiğini gediğini düzeltmeme
fırsat vermiyorlar. Şimdi sizin de o misafirlerden olduğunuzu
düşündüm. Biraz önce ondan dolayı dönüp yüzünüze bakmadım. Çok özür dilerim.
Vugar konuşmadı. Şoförün özrünü kabul ettiğini başını
sallayarak bildirdi. “Misafirin” halsiz, kayıtsız tavrı genci de
susmaya mecbur etti.
Cevdet morali bozuk olarak döndü. Arabanın kapısını
açınca birilerinin arkasından konuşmaya başladı.
– Utanmaz, köpoğlu!... Yüzünde ar damarı kalmamış
yankesicinin!
– Ne oldu, Cevdet ağabey?
– Hadi gidelim – Cevdet şoföre sert sert baktı. – Sen karışma. Araba yola koyulduktan sonra Vugar’a doğru dönerek
dert yandı. – İşimiz çok zor. Dolandırıcının birisi bizi canımızdan usandırdı. Kaç defadır bizim pamuğumuzu bilerek düşük
kalite sınıfında gösteriyor. Tartarken de her defasında bizi
dolandırıyor. Birkaç defa yapsa neyse, ama her zaman yapınca
insan tahammül edemiyor. Kim onlara bu görevi veriyor,
hangi cesaretle bunları yapıyorlar anlamıyorum?! Ne zamana
kadar devam edecek bu oyunlar?!
Vugar’dan ses seda çıkmadı. İçerinin sıcaklığı onu daha
da halsizleştirmişti. Yarı kapalı gözlerini açıp “evet” demeye
bile mecali kalmamıştı.
4. Bölüm Çamurlu yolda zorla ilerleyen araba köyün içinde yavaşladı. Tuzlu toprak yolda gidip gelen arabalar her tarafta çukur
açmıştı. Balçık, çamur diz boyundaydı. “Gaz – 69” bu yollarda
zorlukla ilerledikten sonra iki katlı, yeşil bir külefrengli evin
yanında durdu. Çok az çiğnenmiş bahçenin çamuru arabayı
442
Vicdan Sustuğunda
daha da zorladı. Motorun sesini duyunca alt kattan iki çocuk
koşarak arabaya yaklaştı. Biri beş, diğeri üç yaşlarındaki bu
çocuklar: “baba, baba!” – diyerek sevinçle arabanın önüne
atıldılar. Büyük olanı çevik bir hareketle arabanın önüne
geldi. Her iki elini açık arabanın önünde durdu. Küçük
olanının ayağı kaydı yüzüstü çamura kapandı.
Cevdet arabadan atladı. Büyük oğlunu kucağına şoförün
yanına oturttu. Sonra da düşen küçük oğlunun yardımına
koştu. Ayağa kaldırıp, mendille yüzünü sildi. Kıvırcık saçlarını okşayarak Vugar’ın yanına getirdi.
– Amcası… Sen şu sinire ve inada bak! Daha üç yaşına
bile basmadı; dünya umurunda değil; ama düşmesini gururuna yediremiyor. Bak, içini nasıl çekiyor!
Araba köye girdikten sonra Vugar’ın keyfi yerine gelmişti.
Tanıdık evler, insanlar arıyordu gözleri. Cevdet’in gururlu
sözlerine itinasız kalmadı. Küçüğe sevgiyle bakıp:
− Çok gururlu olacak! – dedi.
Cevdet bu sözden sanki ilham aldı. Ağlayan oğlunu, baba
şefkati ile göğsüne bastırdı. Alnından öptü. Hayale dalmış bir
eda ile konuşmaya başladı:
– Biz büyükler de böyleyiz! Gururumuzun kırılmasını
kendimize yediremiyoruz. Haklı da olsak, haksız da boş yere
inat ediyoruz. Kendi acizliğimizden dolayı sarsıntılar, ıstıraplar çekiyoruz... Sonunda da yaş kemale erince bunlarla alay
ediyoruz. Hadi, oğlum, amcaya selam ver!
Çocuk donmuş gözyaşları arasından ürkek bakışlarla
Vugar’a, daha sonra da babasına baktı.
− Korkma, selam ver!
− Küçük cesaretini toplayarak yeniden Vugar’a baktı. Yaş
kirpiklerini hızlıca kırparak, sağ elini omuzu üzerine kadar
kaldırdı.
Vugar avucunu açtı. İleri uzattı. Tombul el süratle aşağı
indi. Vugar’ın avucuna dokunan çamurlu küçük elden ilginç
bir ses çıktı.
443
Vidadi Babanlı
Çocuk zaferine sevindi. Yuvarlak gözlerini sevinçle babasına doğru çevirdi ve gülümsedi.
– Aferin! Sen büyük çocuksun! – Cevdet oğlunun hareketini öpücükle ödüllendirdi. Vugar’a doğru yöneldi. – İşte hayat budur! Bir yanda keder, gözyaşları; diğer yanda sevinç,
tebessüm!
Vugar hazinlikle cevap verdi:
– Ne yapabiliriz ki, insan hayatı yaratılıştan böyledir. O,
ağlayarak doğar. Gülmeyi, sevinmeyi ise sonradan öğrenir.
Bunda bizim bilmediğimiz, kavrayamadığımız bir hikmet saklıdır.
Araba tam evin karşısında, kırmızı tuğlalarla örülmüş patikanın yanında durdu. Bu, şoförün “misafire” olan özel saygısının işaretiydi. Vugar’ın çamura girmesini istememişti.
Onları, yüzü yuvarlak, sade giyimli bir kadın karşıladı.
Kadının kucağında sekiz, dokuz aylık bir kız çocuğu vardı.
Arabayı görünce o da kanatlandı. Ellerini yanlarına çırparak
sesler çıkarmaya başladı. Annesinin kollarından kurtulmaya
çalıştı. Cevdet bir gözü ağlayan, diğeri gülen bebeğe de baba
şefkatini gösterdi. Onu hanımının elinden alarak gıdıklaya
gıdıklaya boynuna bindirdi. Hayatından memnun bir baba
edasıyla Vugar’a:
− Burada yıllardır boşuna çamur çiğnediğimi sanma! Siz
orada bilimle uğraşırken ben burada devlet için asker yetiştirdim.
– Vugar kadına selam verdi. Cevdet’e dönüp samimi
olarak:
− Sen bizden karlısın! – dedi.
− Karlı olduğumdan hiç şüphem yok. Ama eğitimde geri
kaldım. Zamanında sizinle gidip okuyamadım. Askerliğe gittim. Döndüğümde abayı yaktım, evlendim. Şimdi de saçımın
sakalımın ağardığı bir vakitte açık öğretimde okuyorum. İki
yıldır yaz kış demeden Gence’ye taban çalıyorum.
444
Vicdan Sustuğunda
− Okumak hiçbir zaman geç değildir!
– Eğer sen buna okumak diyorsun?!. Mükemmel bir eğitim almak, bilgi sahibi olmak için bu yeterli değil. Neyse...
geçmiş artık elimizde değil. Hadi yukarı çıkalım. Aşağıda bu
afacanlar bizi rahat bırakmayacaklar. Bakalım senin bu Gonca
yengen sabah sabah bize neler ikram edecek.
Cevdet bebeği annesine geri verip Vugar’ın koluna girdi.
Merdivenleri çıkınca omuzu üzerinden karısına sorguyla baktı. Gonca başının sallayarak “problem yok” – anlamında başını salladı. Cevdet hanımının dilsiz cevabını Vugar’a sevinçle
“tercüme” etti:
– Çok şanslıymışız, Vugar! Yengen bize güzel bir kahvaltı
hazırlayacağım dedi. Hadi adımlarını biraz daha sıklaştır.
Güzel ahşap merdivenler onları modern köy usulüyle süslenmiş bir odaya getirdi. Vugar gönül açan, göz kamaştıran,
zevkle döşenmiş oda dikkatini çekmedi. O, yine rahatsızlandı.
Dışarıda yaptığı güzel sohbet, arkadaşının ballandıra ballandıra anlattığı aile hayatı, hafızasının bir köşesinde saklı olan
düşüncelerini yeniden depreştirdi. Arzuyla yaptığı gereksiz,
boş kavgaları hatırladı. Geçmiş günlerde yaptıkları onun pişman olmasına ve acı çekmesine sebep oldu: “İnsan bu kadar
mı aptal olur?! Ben nasıl böyle bir hata yaptım?! Üstelik kimin sözüyle, uydurmasıyla? Hile ve oyunlarını çok yakından
bildiğim Merhamet cadısının!... Kadının kalbinde, sevgiyle
nefret arasında bir adımlık yol var, derler. Hiç kuşkum yok ki,
Arzu şimdi benden nefret ediyordur... Her şeyi mahvettim. Ne
beş yıllık emeğim bir işe yaradı, ne de başkaları gibi mutlu bir
yuva kurabildim...”
Bu düşünceler Vugar’ı çok üzdü. Baş ağrısı daha da arttı.
Kaşlarının arasında ve şakaklarında müthiş ağrı hissetti.
Ayakta duramadı. En yakındaki sandalyeye kendisini zor attı.
Sandalyede et yığını gibi oldu. Cevdet’e güçlükle:
− Eğer mümkünse bana yatmam için yer göster... Başka
hiçbir şey istemiyorum, dedi.
445
Vidadi Babanlı
− Acele etme! Önce çay iç; biraz bir şeyler atıştır, sonra
yatar uyursun. Aç kalmak zararlıdır.
Cevdet hanımının yanına gidip döndüğünde, Vugar’ın başını masanın bir köşesinde çapraz şekilde uzattığı kolları üzerine başını koymuş halde buldu. Arkasından gelen Gonca’nın
kulağına fısıldadı:
− Gürültü yapma! Şuan onun uyuması lazım. Bütün gece
yolculuk yapmış. Yatak hazırla, uyusun.
Gonca elindeki dolu tepsiyi bıraktı, Vugar’ın yatağını hazırladı. Cevdet arkadaşına hafifçe dokundu:
− Kalk, yatağın hazırdır.
Vugar, Cevdet’in yardımıyla nasıl soyunduğunu, karanfil
kokulu yatakta ne zaman uykuya daldığını bilemedi. Başını
yastığa koyar koymaz rüyayla karışık dumanlı bir âleme daldı...
***
...Odadaydı. Yüksek duvarlardan su damlayan çimento
döşemeli, bodrum katını hatırlatan dar bir odada. Başının
üzerinde olan küçük pencereden zayıf, solgun ışık süzülüyordu. Ayakları ve elleri paslı zincirle bağlanmıştı. Niçin? Burası
neresiydi? Onu kim zincire vurmuştu?.. Vugar bu sorulara
cevap ararken içerideki ışık güçlendi. Vugar kapıya doğru
baktı. Demir kapı kapalıydı.
– Nereye bakıyorsun, Vugar?.. Benim. Ben geldim.
Bu ses ona ne kadar da tanıdık geliyordu. Vugar arkasına
döndü, sesin geldiği tarafa döndü. Ayın on dördündeki hilal
pencereye gelmiş, ona gülümsüyordu. Çevresinde hiç kimse,
hiçbir şey yoktu. Vugar sesi yanlışlıkla duyduğunu zannedip
hüzünlendi.
Ses yeniden duyuldu:
– Niçin susuyorsun, Vugar!.. Beni görmüyor musun?
Sesin pencereden geldiğine bu defa emin oldu Vugar. Ama
o tarafa bakmadı. Şaşkın bakışları odada dolaşmaya başladı.
Fısıltıyla cevap verdi:
446
Vicdan Sustuğunda
− Hayır, görmüyorum. Sen kimsin?..
− Beni ne çabuk unuttun?! Ben Arzu’yum. Senin sevgilin
Arzu!
− Arzu mu?! – Vugar heyecanlandı, sese doğru koşmaya
çalıştı. Ama zincirleri onu bırakmadı. Sendeleyip arkası üzeri
yere düştü. Canı yandı, ah çekti. Acınacak bir eda ile:
− Arzu, neredesin? Ben niçin seni göremiyorum? Diye soru.
− Buradayım, Vugar. Pencereye dikkatlice bak, göreceksin.
Vugar pencereye baktı; ama pencereyi tamamen kaplayan
aydan başka bir şey göremedi. Kendi kendine: “Galiba ben
deliriyorum... hayallerle konuşmaya başladım...” diye düşündü. Kalbi sıkıldı. Elleriyle yüzünü kapatıp sustu. Arzu’nun
şefkatli dokunaklı sesi yeniden duyuldu:
– Sana ne oldu böyle, Vugar? Niçin yüzünü kapatıyorsun?
Vugar için için ağlamaya başladı. Canı yanarak konuştu:
− Ben hakikaten de delirdim...
Arzu tatlı tatlı güldü.
− Hayır, Vugar! Sen delirmedin. Gözlerini sil, yeniden bak.
Vugar kirpiklerini sildi. Zorla gözlerini açtı. Yine aynı endişe ile korka korka sesin geldiği tarafa tekrar baktı. Ve... biraz
önce ayın olduğu yerde şimdi Arzu’nun parlayan yüzünü
gördü. Vugar gözlerini tekrar tekrar sildi, şaşkınlıkla baktı.
Sonra yüzünü elleriyle yeniden kapadı. Kulakları gibi gözlerinin de onu aldattığını düşündü. Bir dakika geçtikten sonra
parmaklarının arasından pencereye doğru yeniden baktı. Arzu
yine oradaydı.
– Hakikaten sensin!.. Sevgilim! – diyerek yerinden fırladı.
Zincirler onu yine alıkoydu. Dengesini kaybedip yere düştü.
Ama bu defa ağrı sızı hissetmedi.
– Hoş geldin Arzu! Ne iyi ettin de geldin. Hasretin gönlümü parçalıyordu. Senin artık benimle barışmayacağını, beni
affetmeyeceğini düşünüyordum.
– Niçin, canım? Sen bana ne yaptın ki seni affetmeyeyim?
447
Vidadi Babanlı
− Ya o gün sana söylediklerime ne diyeceksin? O gün sana
karşı çok kötü davrandım... Seni çok üzdüm...
− Onlar önemli değil, canım. Bu senin suçun değil, Merhamet’in suçudur.
− Doğru söylüyorsun. Maalesef ben bunu çok sonra anlayabildim. Sonra yaptıklarımdan çok utanç duydum. Keşke o
zaman bu hataya düşmeseydim. Seni de, kendimi de küçük
düşürdüm.
− Boş ver. Olan oldu, her şey geride kaldı. Artık bunları
hatırlamanın bir anlamı yok. Hem sen ikimizin de intikamını
aldın o şeytandan. Daha niçin ıstırap çekiyorsun boşuna.
− İntikamımı mı aldım?! Ne zaman?.. Nasıl?
− Hatırlamıyor musun?! Köroğlu’nun kılıcıyla Merhamet’in kafasını kestin.
Vugar duyduğu bu haberden dehşete kapıldı.
− Sen ne diyorsun, Arzu?.. Ben hayatımda bir tavuk bile
kesmedim.
− Tavuk başı kesmesen de, Merhamet’in başını kestin
işte. Bunu kendi gözlerimle gördüm. Bu yüzden seni hapsettiler. Ellerini, kollarını bağlayarak zindana attılar.
Vugar bileklerini inciten paslı zincirlere kederli kederli bakıp, sustu.
− Yine ne oldu, Vugar? Niçin kederlendin?
− Bu zincirler beni öldürecek, Arzu... Sana kavuşamayacağım.
− Tam aksine, Vugar! Ben artık her zaman seninle olacağım. Geceler ay, gündüzleri güneş olup, pencerene geleceğim.
Her zaman seninle olacağım, sen sıkılmayacaksın artık.
− Tıpkı masallardaki gibi mi?
− Evet, tıpkı masallardaki gibi. Masallara, efsanelere çevrilen hayat daha güzeldir. Artık güneş doğuyor, benim gitmem lazım. Hoşça kal!
448
Vicdan Sustuğunda
− Gitme, Arzu! Sensiz ben ne yaparım?!
− Sabret, canım. Gidip güneş elbisemi giyinip, az sonra
yeniden yanına geleceğim... Özleme... Sıkılma... Bütün gün
senin yanında olacağım.
Arzu ince parmaklarının ucunda ona öpücük gönderdi.
Tatlı tatlı gülümseyerek pencereden uzaklaştı. Odayı sihirli bir
karanlık kapladı...
5. Bölüm Vugar çok uyudu.
Cevdet işten geç döndü. Döndüğünde Vugar’ın hala uyuduğunu görünce şaşırdı.
− Bu kadar uyumak olmaz!.. Safranda mı bir problem var?
Dedi.
Vugar sesini çıkarmadı. O, duyacak gibi değildi zaten. Sırt
üstü halsiz bir şekilde yatmıştı. Kafası yastıktan düşmüş, zor
nefes alıyordu.
Cevdet onu rahatsız etmedi. “Uzun zamandır uykusuz kalmış herhalde uyandırmayalım.” – diyerek ona yaklaştı. Vugar’ın başını usulca kaldırıp, yastığın üzerine koydu. Sessizce
dışarı çıktı. Sabah pişirdiği lezzetli yemekleri ısıtıp sofra hazırlamak isteyen Gonca’ya:
− Bırak kalsın, uyanmadı.– dedi, – Bu uyuma bir iki günün uykusuzluğuna hiç benzemiyor. Bırakalım kendisi ne zaman uyanacaksa uyansın.
Gonca zahmetinin boşa gittiğini düşündü, kaşlarını çattı.
Ocağın kaynayan kazanı isteksiz aldı bir kenara koydu. Sofrayı topladı.
Cevdet yorgundu. Yüzünden Vugar’a acıdığı belli oluyordu. Masaya oturmak istedi. Ama önce deminden beri küskün
bakışlarıyla ilgi bekleyen çocuklarıyla oynamaya karar verdi.
Sofrada ilk onları oturttu. Uzakta tombul, küçük elleriyle be449
Vidadi Babanlı
şikten tutup kendisini sallayan bebeği de dizlerinin üzerine
aldı, hanımına seslendi:
− Açlıktan takatim kesildi, Gonca. Bir şeyler getir de yiyelim. Çok vaktim yok. Toplantıya gitmem lazım. Toplantıdan
döndüğümde belki Vugar da uyanmış olur.
Gonca eşine bir kepçe yerine üç kepçe koydu. Çocuklarının da onunla yiyeceğini biliyordu. Cevdet bir lokma kendi
ağzına koyduğunda, iki lokma da çocuklarına verdi. Beş dakikada yemeklerini bitirdiler...
Vugar akşam da uyanmadı. Gece yarısında fenalaştı. Ellerini, kollarını sağa sola sallayıp bağırmaya, sayıklamaya başladı. Kırık, anlaşılmaz kelimelerle birilerini hakaret etti, birilerini tehdit etti. Birilerinden de özür diledi: Gah güldü, gah
ağladı.
Cevdet onunla aynı odada uyumuştu. (Köyde misafiri
yalnız bırakmak saygısızlık olarak düşünülüyordu.) Gece aniden bir sese uyandı. Önce bir şey anlamadı. “Kiminle konuşuyor?” – diye uykulu gözleriyle ışığı açtı. Vugar kendinde değildi. Yorganı da üstünden atmıştı. Yüzünü ter damlacıkları
kaplamıştı. Göğsü inip kalkıyordu. Göz kapakları da bir hayli
açılmıştı. Kirpiklerinin ucu titriyordu.
Cevdet’in eli ayağı birbirine dolaştı. Hemen elbiselerini
giydi. Vugar için ne yapacağını, ona nasıl yardımcı olacağını
bilemedi. İlaçlardan bir şey anlamıyordu. Doktor ise çok uzaktaydı. Gecenin bu vaktinde, çamurlu yollardan, zincirlerini
koparan köpeklerin arasından oraya nasıl gidecekti?! O birkaç
dakika düşündü. Sabahı beklemekten başka aklına bir şey
gelmedi. Aceleyle dışarı çıktı. “Belki Gonca bir çare bulabilir?..” diye düşündü. Aşağı kattan hanımını yardıma çağırdı.
Hastanın terini silip, alnına soğuk su koymaktan ve sabaha
kadar başında beklemekten başka bir şey yapamadılar.
Güneş doğar doğmaz Cevdet çitlerden bir sopa eline alıp
doktor çağırmak için yola düştü.
Doktor çok tecrübeli birisiydi. Vugar’ın hastalığına hemen
teşhis koydu. Sinirlerinin bozulduğunu söyledi.
450
Vicdan Sustuğunda
Cevdet çok üzüldü. O, sinir bozulmasını ruhi bir hastalık
olacağını sandı. Kederli kederli sordu:
− Ne yapmamızı öneriyorsunuz, doktor? Ne yapalım?
− Hiçbir şey. Onun uyuması, dinlenmesi lazım sadece.
Kendi uyana kadar bırakın uyusun.
Cevdet doktorun sakin, soğukkanlı cevabından rahatsız
oldu. Ona kırgın kırgın baktı:
− İlaç alması gerekmez mi?.. Aç, susuz mu?! Tam bir gündür su bile içmedi.
− Açlık onun için problem değil. Sessizlik olsun yeter.
Uyandıktan sonra yemek isteyecek zaten.
Doktor işini bitirdi. Gitmek isterken Cevdet’in endişeli
bakışlarını anladı durdu. Soğukkanlılıkla:
− Sabretmeniz gerek, – dedi. – Bir gün daha bekleyin. Yarın akşama kadar uyanmazsa, gelir bakarız...
Bu açıklama da Cevdet için yetersiz oldu. “Doktor iyice
ihtiyarlamış.” – diye düşündü. Doktoru uğurladıktan sonra
işe gitti. Önemli işlerini bitirince Vugar’ı ilçeye götürmeyi düşünüyordu.
Ama işte durum biraz değişti. Acele etmesine rağmen işlerin yoğunluğundan öğle vakti eve dönebildi. Eve geldiğinde
hanımını sevinçli bir halde yemek hazırladığını görünce o da
sevindi.
– Hayırdır hanım? Bu ne telaş?
Gonca sevinerek üst katın balkonu gösterdi:
– Görmedin mi?
– Neyi?
– Orada gezeni?
Gonca zayıf dudaklarıyla hafif hafif güldü.
– Söylesem inanmayacaksın. En iyisi git kendin bak. Ama
müjdemi isterim.
Cevdet bir dakika öylece kaldı. Karısına sert sert baktı.
“Moralimin bozuk olduğunu biliyorsun şimdi bütün bunların
451
Vidadi Babanlı
anlamı ne?! Açık konuşamıyor musun?” – diyerek onu azarlamak istedi. Ama Gonca’nın ciddi bir kadın olduğunu, onunla
hiçbir zaman yersiz, zamansız şaka etmediğini düşündü, sesini çıkarmadı. Hemen merdivenlere doğru yöneldi. Süratle
ikinci kata çıktı. Koridorda ayakları yürümedi. Hayret etti.
Birkaç saat önce halsiz, kendinden geçmiş bir halde sere serpe
yatakta yatan Vugar ayaktaydı. Giyinmiş, dolaşıyordu. Bu bir
mucizeydi!..
Cevdet bir hayli konuşamadı. Sonra balkonun kapısı kapattı içeri girdi:
–Geçmiş olsun, iyileşmişsin! – diyerek ona sarıldı. Yürekten bir kahkaha atarak güldü. Ha, ha, ha!.. Sen bizimle alay
mı ediyorsun? Gece yüreğimizi ağzımıza getirdin, haberin var
mı?.. Sayıklıyordun. Sabah erkenden doktor getirdim. Hiç
haberin bile olmadı. Şimdi ayaktasın...Bunu nasıl iş?!
Vugar’ın solgun yanakları kızardı.
− Hakikaten de hiçbir şeyden haberim olmadı. – diyerek
sakince söze başladı. – Üç, dört saat uyuduğumu düşünüyordum. Kalktım, elimi yüzümü yıkamak için aşağıya indim.
Gonca kardeşin halime şaşırmış gibi baktı. Bana başımdan
geçenleri o anlattı...
– Bizi çok korkuttun. Sabaha kadar başında bekledik. Seni
ilçeye hastaneye götürmek için işten erken döndüm.
Vugar:
− Affedersin, sana zahmet verdim. – dedi.
− Hayır, canım ne zahmeti. Mesele zahmet değil. Senin
için ne yapsam azdır, “of” bile demem. Bu kadar yıl ayrı kaldık, görüşmedik. Görüldüğümüzde de böyle oldu. O kadar
korktum ki bugün sinirden ne yaptığımı bilemedim. İşyerinde
de işçilerden birkaçını gereksiz yere azarladım. Zavallılar ne
olduğunu anlamadan yüzüme bakakaldılar.
– Cevdet söylediklerini ispat etmek için çocuk gibi oynamaya başladı. Sonra nefesini toplayıp Vugar’a sordu:
452
Vicdan Sustuğunda
– Evet, şimdi söyle bakalım, aç mısın? Dünkü misafirliğini
kabul etmiyorum. Bugün nasılsın?
Vugar gülümsedi.
− Bugün yiyeceğiz.
− İşte, bu güzel haber! – Cevdet aceleyle pencereye koştu
ve hanımını sesledi.
Duydun mu, Goncacığım?.. Yemekleri çok yap. Dünün yerine de yiyeceğiz. Kurt gibi açız.
Onlar sofraya oturdular. Cevdet yemeğe iştahla başladı.
Vugar da aynı iştahla yemeye çalıştı. O iki gündür açtı. Gonca’nın sofraya koyduğu konyak şişesine uzun süre dikkat etmediler. Güzel kızarmış tavuk onu unutturmuştu. Cevdet
doyduktan sonra:
– Evet, şimdi asıl konuya geçebiliriz. – O, şişeyi alıp kapağını açtı. Küçük, nakışlı kadehlere konyak koymaya hazırlanırken, gözleri karşı pencereye dikildi. Eli bir anda havada
öylece kaldı, kendi kendine konuştu:
– Yerin kulağı var, derler! Şahsenem hala bize doğru geliyor... Vugar’ın daha yeni parlayan yüzüne yine gölge indi:
“Nasıl olur, ben daha ona gitmedim. Onunla görüşmeden buraya geldim? Şimdi onun yüzüne nasıl bakacağım?..”
Bu düşünce Cevdet’i de çok üzdü. Gözlerini pencereden
çekmeden konuştu:
– Yaşlı kadının yanında çok zor durumda kalacağım. Şimdi bana “Oğlunu niçin iki gündür bırakmadım.” diye bana
kızacak. Nereden haber almış acaba?
Vugar masadan kalktı. Sütannesini karşılamak istedi.
Cevdet omzundan tutarak onu oturttu.
– Sen otur. Bu benim suçum. Bir şeyler düşünüp olayı çözerim...
O, hemen ayağa kalktı. Bir dakika sonra Cevdet’in her zaman ki sesi duyuldu:
– Hoş geldin, Şahsenem hala!
453
Vidadi Babanlı
Şahsenem Cevdet’in bu sıcak karşılamasını pek aldırmadı.
Dilinin ucuyla “hoş bulduk!” dedi ve ciddi ciddi sordu:
− Vugar’ın sizde olduğunu duydum.
Cevdet onun soğuk davrandığını görünce bu defa farklı
tavır takındı.
– Anlaşıldı!.. Her şey anlaşıldı!.. Meğer kazın ayağı öyle
değilmiş.– diyerek onun engellemeye çalıştı. – Uzun yıllardır
bize gelmiyordun, ben de halamız şeytanın bacağını kırdı, bizi
görmek için geldi, diye düşündüm. Gelişinin sebebi başkaymış meğer.
– Ama kadını bu da etkilemedi. Cevdet’i kırgınlıkla süzdü
ve gülümsedi:
− Beni sakinleştirmeye çalışma!
Cevdet teslim olmadı.
– Hayır, Şahsenem hala, hakikaten sana küstüm. Senin
beni, Vugar ve İsmet kadar sevdiğini düşünüyordum. Ama
yanılmışım. Çocuklarını okumak için gönderdikten sonra beni
de unuttun.
Ama ince eleyip sık dokuyan bu kadına bu sitemler de
fayda etmedi Yine ona kaşlarını çattı. Kırışık dudaklarının
kenarından zoraki bir gülümseme belirdi.
− Bana masal anlatma! Şamatayı bırak, bana engel olma.
Söyle bakalım, Vugar nerede?
Cevdet yine teslim olmadı. Sakince:
− Gerçek söylüyorum, senden çok incindim. Ben de seni
beni kendi çocukların gibi sevdiğini, İsmet’ten Vugar’dan beni
ayırmadığını düşünüyordum; ama yanılmışım. Oğullarını
okumaya gönderdikten sonra bir daha kapımı açmadın.
Şahsenem yine sert sert bakıp, kaşlarını çattı:
− Bana masal anlatma, dedi. Söyle bakalım Vugar nerede?
Cevdet tekrar farklı bir metoda başvurdu. Yavaşça:
− Yukarıda,– dedi.– Şahsenemi oyuna getirmeye çalıştı.–
Şimdi biz de senin yanına gelmek için hazırlanıyorduk. Senin
geldiğini görünce durduk.
454
Vicdan Sustuğunda
− Ehh!.. – Şahsenem’in içeri göçmüş sinesi adeta körüklenir gibi kabardı, tekrar çöktü.– Ben işe yaramaz bir ihtiyarım,
artık hiç kimseye gerekli değilim.
− Yanlış düşünüyorsun, Şahsenem hala! Sen herkese gereklisin. Yaşlılar olmasa bizim halimiz nice olurdu?!
− Hımm... – Kadın kırgın şekilde başını salladı. Kuru dudakları, ipi çekilmiş torba ağzı gibi büzüldü. – Diliniz söylediğini keşke kalbiniz de söylese. Hiç olmazsa yalan söylemeyin.
Cevdet yalan söylediği için çok pişman oldu.
Vugar’ın bir suçu yok, Şahsenem hala, onu istasyondan
ben getirdim. İlk önce senin yanına getirmeliydim evet haklısın... Senden özür dilerim.
Şahsenem’in gözleri bulut gibi doldu. Yüzünü yan tarafa
tuttu. Sırtına örttüğü kalın şal altında omuzları titredi.
Cevdet onun bu kadar üzüleceğini tahmin etmemişti.
Mecbur kalıp:
− Aklına başka bir şey gelmesin, Şahsenem hala, Vugar
yolda hastalanmıştı.
Geldiğinden beri yorgan döşek yatıyor. Daha kendine yeni
geldi.
Kadın hemen küslüğü unuttu. Gözlerinin yaşı kurudu.
− Hastalanmış mıydı?..Niçin?..
− Nedenini biz de bilmiyoruz. Herhalde yolda soğuk almış...
− Canım, evladım!! – Şahsenem, damarları belirgin olan
elini göğsüne çarptı. Sanki kuru tahtaya vurmuş gibi ses
geldi. – Niçin bana haber vermediniz? Gelip yavrumla ben ilgilenirdim.
− Ne yapacağımı bilemedim, Şahsenem hala, kendimi
kaybettim... Hem korkacağını düşündüm.
Kadın yeniden ağlamaya başladı. Ve vakit kaybetmeden
merdivenlere doğru yürüdü. Üç dört merdiven çıkmadan diz455
Vidadi Babanlı
lerinin dermanı kesildi. Nefesi kesildi. Korkuluklardan tutup
nefesini topladı.
Vugar içeride oturamamış, koridorun kapısında Vugar’la
sütannesinin konuşmasını dinlemişti. Aşağı inmek annesiyle
görüşmek için bekliyordu. Şahsenem’in yardımına kendisi
koştu. Anne oğul uzun süre birbirine sarıldılar. Başını Vugar’ın göğsüne koyup öylece kalan Şahsenem’in titrek, üzgün sesi
kuyu dibinden gelir oldu.
− Senin geldiğin yollara canım feda olsun!
− Teşekkür ederim, anne, çok sağ ol!
Uzun süre böyle kaldılar. Sonra Şahsenem oğlundan
ayrıldı, Vugar’ı tepeden tırnağa süzdü.
− Şimdi nasılsın, oğlum?.. Hastalığın geçti mi?
− İyiyim anne! Biraz hastalanmıştım, geçti artık.
− Yok, yok! – dedi. – Bu birazlık iş değil. Yüzün kül gibi
olmuş, görmüyor musun?
Cevdet şaka ile araya girdi:
− Yeni moda böyledir, Şahsenem hala, şehrin gençleri şişmanlamak istemezler. Kızlar da, erkekler de zayıf olmak için
çaba sarf ederler.
− Onların Allah layığını versin, oğlum, bu nasıl moda? Bir
deri bir kemik kalmış!
– He, he, he…– Cevdet kahkaha attı.– Şahsenem sen de
çok garip bir kadınsın... Bir taraftan evlatlarının okuyarak
büyük adam olmasını istiyorsun, diğer taraftan da pehlivan
gibi olmalarını bekliyorsun. Bunların ikisi de bir yerde olmaz ki!
Şahsenem tekrar sakinleşti.
− Ben hiçbir şey istemiyorum, oğlum, – diyerek derinden
nefes aldı. Sesi hazinleşti. – Sadece sağ salim olsunlar bana
yeter. Kör gözlerim onları kötü görmesin. Artık benim bir
ayağım burada diğer ayağım çukurda. Hayatta az çile çekmedim. Hiç olmazsa hakkın huzuruna gönlü rahat gitmek istiyorum.
456
Vicdan Sustuğunda
Bu sözler duygusal Vugar’a çok dokundu. Kadın hakikaten de iyi görünmüyordu. Kırışıklarla dolu yüzünün derisi
iyice zayıflamıştı. Saçları bembeyaz olmuş, şakaklarına yapışmıştı. Solmuş, küçülmüş göz bebeklerinin nuru da kaybolmuş, sönmeye yüz tutmuştu. “Kadın elimizden gidiyor. Biz
ise hala onun elinden tutup işlerine yardımcı olmuyoruz.
Allah korusun ölse, insanlar bizim yüzümüze tükürecek...”
Cevdet’in dikkati Vugar’ın üzerinde idi. Arkadaşının yüreğinden geçenleri kolayca okuyabildi. Konuyu değişmek için
çareler aradı. Şaka yollu takıldı:
− Göç etmek için acele etme, Şahsenem hala! Torunlarını
görmek istemiyor musun?.. Sen ölsen onlara kim masal anlatacak? Onları kim dizleri üzerinde uyutacak? Ninni söyleyecek?..
Şahsenem gülümsedi. Üzgün bakışları bir anda ümit ışığıyla parladı.
Vidadi Babanlı
Cevdet kendi dilinin cezasını çekiyordu. Evladının mürüvvetini görmek için yanıp tutuşan annenin derdine dert kattı.
Onu nasıl sakinleştireceğini bilemedi.
− Anneler çok sabırlıdır, Şahsenem hala! Çok değil, bir yıl
daha bekle. Vugar da İsmet de savunmalarını yapsınlar onlarla kendim konuşacağım artık. Her ikisini de evlendireceğim.
Sana söz veriyorum. Eğer kendi sevdikleri yoksa, kızları da
ben bulacağım onlara... Senin istediğin, beğendiğin kızlarla
evlendireceğim. Nasıl, anlaştık mı?
Şahsenem gönülsüz cevap verdi:
− Ehh... Razı olmayıp da ne yapayım? Bir yıl daha beklerim.
− O zaman hadi içeri geçelim. Gelinin çok güzel yemekler
yapmış. Taze semaver çayımız da var.
Cevdet’le Vugar onun koluna girip yukarı kata çıkardılar.
− Yoksa, benim bilmediğim bir şey mi var? Hayırlı bir iş
mi var yoksa?
− Hayır haber isteyen birisinin ölmekten bahsetmemesi
gerekir, Şahsenem hala.
Şahsenem’i bu cevap da razı etmedi. Geleceğiyle ilgili
düşüncelerini anlatmaya başladı:
− Ah, evladım, bir gün gelip göreceksiniz ki evimde çoktan ölmüşüm. Yaşlı kadın nasıl sağlam olsun? Sen bunlarla
yaşıtsın, arkadaşsın. Hiç sordun mu ne düşünüyorlar? Ne zaman evlenecek, ne zaman ev bark sahibi olacaklar? Artık zaman da geçiyor!
− Sen canını sıkma, Şahsenem hala, biraz sabret her şey
yoluna girecek.
− Yine mi sabır! – Şahsenem’in yüzü asıldı. – Yeter artık.
Sabrım tükendi! Yalnızlık beni bitirdi. Bu öğrenmenin bir
sonu yok mu? Bari bana acısınlar.
457
6. Bölüm Düzlüklerde yer alan yerleşim yerleri gizli ateşi olan insanlara benziyor. Sonbaharın sonlarına kadar yazın sıcakları
devam eder. Güneşin doğması veya doğmaması, havanın sıcak olup olmaması hiç de önemli değil. Yağmurdan iki üç saat
sonra topraktan buharlar yükselir, toprağın yüzü kabuk bağlar, rengi yavaş yavaş bozlaşır.
Toprak şimdi de çok çabuk kendine geldi. Dünden beri
bulutlarla saklambaç oynayan solgun güneşin zayıf ışıklarına
rağmen arkların, bahçe çitlerinin dibi, köyler arasındaki arkların, kanalların her iki yakası, insan ayağı değmeyen yerler
çatlamaya başlamış, yarılmıştı. İşlek yolların, patikaların yüzündeki çamur yapıştı asfalt gibi oldu. Ama çamurun kayganlığı hala sürüyordu. Ayakkabıların, çizmelerin altına yapışıyor, ayrılmıyordu. Genellikle bir kapının önünden geçenlerin
ayak hışırtısı diğerinde duyuluyordu.
458
Vicdan Sustuğunda
Vugar sütannesinin kolundan sıkıca tutmuştu. Onu kaymaktan, düşmekten koruyordu. Küçük patikadan gittikleri
için Vugar’ın diğer ayağı çamurda iz bırakıyordu. Şahsenem
topuğuna kadar uzanan eteğini toplamıştı. Çamur hala çok
yapışkan ve kaygan idi. Tabanlarını ezilmiş, burnu şişmiş eski
ayakkabıları ara sıra ayaklarından çıkıyordu.
Yolun yarısına kadar hiçbir şey konuşmadılar. Vugar yine
düşünceliydi. Suratı yine asılmıştı. Annesinin bu hali, eski
galoş ve elbiseleri ona yeni bir dert olmuştu. Önceleri, talebeyken üç dört ayda bir defa köye gelirken sütannesine hediyesi
getirmeyi ihmal etmezdi. Bursundan ayırdığı paradan sütannesine elbiselik kumaş, ayakkabı alırdı. Buna gücü yetmediği
zaman çay, şeker alırdı. Yarım elmayla da olsa annesinin gönlünü alırdı. Şimdi hiçbir şey getirememişti...
Anne sukutu bozdu:
− Kardeşin nasıl, oğlum?
Vugar bu soruyu annesinden beklese da hemen cevap veremedi, cevabı gecikti.
Çok iyi, anneciğim, keyfi yerinde.
– Niçin, o seninle gelmedi? İnsan annesini bu kadar ihmal
eder mi? Bir yıldan beri yanıma gelmedi.
Vugar ne diyeceğini bilemedi. Bir hayli düşündü. Nihayet
kendini zorlayarak yalan söylemeye mecbur oldu.
− Gelecek – dedi. – Şuan biraz işleri var. Hiç zamanı yok.
Şahsenem durdu, ayağından çıkmış ayakkabılarını acele
etmeden giydi. Vugar’ın yüzüne anlamlı anlamlı baktı. Onun
cevabındaki, soğukluğu anlamıştı. Ama üzerine gitmedi. Derinden nefes aldı.
– Yazdan beri mektupları da gelmez oldu. Okullar kapanırken hasta olduğunu yazmıştı. Doktor bir yerlere dinlenmeye gitmesi gerektiğini söylemiş. Benden 150 manat istedi.
Danamızı sattım, biraz borç aldım, ona gönderdim. Gittiği
yerden yine mektup yazdı, parayı aldığını söyledi, ondan sonra sesi soluğu bir daha çıkmadı. Geçen ay komşunun oğluna
459
Vidadi Babanlı
ikinize de mektup yazdırdım. Sen cevap yazdın; ama o yazmadı. Yoksa bana küstü mü?..
Şahsenem hüzünlenip sustu. Vugar annesinin haline
üzüldü.
“Bu da evlat!.. Ananın biricik oğlu!.. Alçaklığa bak! Kislovodski’ye keyif sürmeye gidiyor, zavallı kadına da hasta olduğu söylüyor. Zavallıyı borca sokmuş üstelik. Ben de böyle bir
insandan kardeş sadakati umuyorum. Düzenbaz olduğu için
rahatsız oluyorum. Hiçbir yerden geliri olmayan, kimseden
yardım alamayan yaşlı öz annesine bunu yapan evlattan daha
ne bekleyebilirim?!”
Biraz daha sessizce yürüdüler. Şahsenem sıkıldı. Kendinin
tatlı söze, teselliye ihtiyacı olduğu halde, Vugar’a teselli verdi:
– Ne düşünüyorsun böyle, oğlum? Yoksa söylediklerimden
alındın mı?.. Canı cehenneme ihtiyarlığın! İhtiyarlayınca dertler bitmiyor, küsmenin, birilerinden bir şeyler beklemenin de
sonu gelmiyor. Her küçük şeyi kendime dert ediniyorum. Sen
bana aldırma.
O, eğilip ayakkabılarını eline aldı. Zaten ayakları çamur
içindeydi. Ne anlamı vardı? Adımları daha da hafifledi. Sakince sordu:
– Cennet hanım nasıl? Uzun zamandır ondan da haberim
yok. Allah onun da yardımcısı olsun. Çok güzel bir insan.
Orada size annelik yapıyor. Siz de ona saygıda kusur etmeyin.
Vugar’ın dikkati Şahsenem’in yalın ayaklarındaydı. Tabanları yarılmış, ayakları sanki çamura değil, Vugar’ın yüreğine basıyordu. Annenin dediklerini duymadı bile.
Anne oğlunun susmasına başka anlam verdi. “Çocuğun
hali kalmamış. Lanet olası hastalık onda takat bırakmamış.
Ben de sorularımla onu üzüp duruyorum...” – diye düşünüp
sustu.
***
Şahsenem’in kocası Muzdur Mehralı gözü açık bir insandı. Modern hayata köyde herkesten önce uyum sağladı.
460
Vicdan Sustuğunda
Kolhoz kuruluşunun ilk günlerinden can u gönülden işe başladı. Çok zahmet çekmeden kısa sürede çobanlıktan ekip başkanlığına kadar yükseldi. Bir zamanlar tipinden cinlerin dahi
korkup kaçtığı, ağa kapısında boynu bükük dolaşan Mehralı,
şimdi sadece köyünde değil, bölgede tanındı. Yaz, sonbahar
ikramiyelerinin miktarını o da bilmiyordu. Akrabaları ona ev
almasını, iyi ve kötü günlerinde ona yar olacak birisiyle evlenmesini tavsiye ettiler. Parasını boşuna harcamamasını söylediler.
Mehralı onları dinledi. O, ün kazanıp önde gelen kolhozcu
olunca birçok yere gitti. Cumhuriyette önemli toplantılara
katıldı, farklı farklı şehirler gördü. Her geçen gün kültürünü
geliştirdi. Ev için hazırlıklara başladı. Bir yıl içinde köyün en
güzel yerinde güzel bir ev yaptı. Tek katlı ev, o zaman, eski
köyün en güzel evlerinden birisi oldu. Yassı çardaklı, üstü otla
örtülü, gece kondu ve yer altı evler arasında Mehralı’nı evi
imarethane gibiydi. Seyrine doyum olmuyordu. Mehralı “Allah
kulu” olduğunu da unutmadı. Kendisinin önceden sevdiği de
vardı. Gördüğü, tanıdığı kızların içinden Şahsenem’i seçmişti.
Şahsenem kendi akranları arasında çok farklı idi. Boyu posu,
gözleri kaşları akla ziyandı. Kıpkırmızı yanakları bembeyaz
yüzüne ışık saçan bir lamba gibiydi. Mehralı onu istetti. O gün
dünür gidenler mutlu haberle döndüler. Onun gibi bir damadı
kim geri çevirebilirdi ki?! Şahsenem de Mehralı’ya âşıktı. Düğünde, bayramda sabahtan akşama kadar başköşede oturan
Mehralı’ya, burnunun ucuna kadar inen eşarbının altından
gizli gizli bakardı. Aşk ateşi onun da kalbini yakmıştı. İstemeye gidenler bunu kendi zaferleri olarak algıladılar. O akşam
Mehralı’dan göz aydınlığı için mükellef bir sofra kopardılar.
Mehralı düğünden sonra kolhoz işlerine daha da sıkı sarıldı. Namı her geçen gün arttı, uzak ellere kadar ulaştı. Hükümet onun zahmetini ve başarısını takdir için ona “Kırmızı
Emek Bayrağı” madalyası verdi. Böyle bir ödül o dönemlerde
herkese nasip olmazdı. Mehralı, her yerde parmakla gösterilmeye başlandı. Göğsünde parlayan madalyaya büyükler de
küçüklerde imrenerek bakıyordu. Nereye gitse saygı görüyordu.
461
Vidadi Babanlı
Elbette, onu istemeyenler, şöhretini kıskananlar, onun rahat ve bolluk içerisinde yaşamasını kabullenemeyenler hiç de
az değildi. “Şimdi dünya Mehralı gibi çulsuzların, yetimlerin
yeridir. Her şeyin iyisi, güzeli onlar içindir.”– diyerek onu kıskanıyorlardı.
Artık bahtiyarlık Mehralı’nın kapısını çalmıştı. Kısa sürede başka mutluluklar da elde etti. Şahsenem arka arkaya iki
oğlan çocuk dünyaya getirdi. Mehralı’nın ayakları yere basmıyordu. Bahtının açıklığına kendisi de hayran olmaya başladı. Sevincinden geceleri de uyuyamıyordu. Tüy yastık üzerinde, ipek yorgan arasında Şahsenem’in kâkülünü okşar, onun
küçük kulakları arasına uzanan saçlarını okşaya okşaya derdi:
– Yer yüzünde benden mutlu insan olamaz, Şahsenem!
Böyle günler yaşayacağımı, böyle mesut olacağımı rüyamda
görsem inanmazdım. Yumuşak yastığın ne olduğunu bilmeyen, koyunların, ineklerin arasında keskin kokudan midesi
bulanarak uyuyan, bir amele şimdi kuş tüyü yataklarda keyif
sürüyor. Köyün en güzel evi onun. En güzel hanımla evli.
Dünyaya nam saldı. Üstelik iki de nur topu gibi oğlu var.
Bundan başkası can sağlığı. İnsan dünyada başka ne ister?!
Ben hayatımdan çok memnunum, çok Şahsenem!..
O, birkaç dakikalığına susardı. Gurur, sevinç dolu bakışlarla fitili çekilmiş lambanın ışıklarında odanın nakışlı duvarlarına, beyaz boyalı duvarlarına, odanın dört tarafını süsleyen
eşyalarına bakar, sonra mışıl mışıl uyuyan çocuklarını seyrederdi. Sonra yine yavaş yavaş fısıldardı:
– Daha güzel günlerimiz olacak, Şahsenem. Biz bundan
da mutlu ve bahtiyar olacağız. Oğullarımızın kız kardeşleri de
olacak. Evimiz bize dar gelecek. İki katlı bir ev yapacağız. Biri
doğuya diğeri batıya bakan iki balkonu olacak. Gittiğim şehirlerde böyle çok ev gördüm. Onun gibi ben de yapacağım. Hayallerim yakında gerçek olacağına inanıyorum. Sovyet hükümeti bizim için kuruldu, onun sayesinde biz bolluk içinde
ömür süreceğiz! Şahsenem konuşmuyordu. Çocuk gibi sevinir, kocasının koynuna sığınırdı. Kocasını anlattıklarını hay462
Vicdan Sustuğunda
ranlıkla dinlerdi. Güzel dilekler, arzular kanadında o da bahtiyarlık dünyasına kanat açardı. Ne zaman yorulup, uykuya
daldıklarından haberleri olmazdı.
Maalesef arzuların kanatları zarif olur, bazen kolayca kırılabilir! Mehralı hayal ettiği o günleri göremedi. Sanki ona
nazar değdi.
...Sıcak bir yaz günüydü. Yemyeşil bir ormanda arkın içini
temizliyorlardı. Suyunu Kürden alan bu ark Mehralı’nın tarım alanlarını suluyordu. Bu yüzden arkı hemen temizleyip
faaliyete girmesi için acele ediyorlardı. Bahar geleli bir damla
yağmur yağmamıştı. İşçileri de Mehralı’ya yardım ediyorlardı.
Tan ağardığında işin en zorunu kendisi yapıyordu. Kızgın güneş kuşluk vakti geçinceye kadar hiç kimse dinlenmezdi.
Gömlekleri sırtına yapışıp tuz izleri çizgi çizgi olmuştu.
Mehralı herkesten çok çalıştığı için çok yorulmuştu. Kolları, bilekleri sızlıyordu. Arkadaşları yemek molasına çıktıkları
zaman o palamut ağacı gölgesine oturdu. Daha yeni yeni yeşermiş otların üzerinde yatıp kollarını açtı, gözlerini kapayarak hareketsiz kaldı. Teri soğuduktan sonra kalkıp kendine
sofra hazırlayacaktı. Şahsenem onun için tavuk kızartmıştı.
Heybesine sıcak tandır ekmeği, yağ, peynir, yayık ayranı da
koymuştu. Kendi bahçesinde yetiştirdiği taze soğan, tere gibi
yeşillikleri de vardı. Açık havada insanın iştahının açıldığını
biliyordu. Özellikle de ağır çalışmadan sonra...
Mehralı hanımın gayretlerine imrendi hazırladığı yemekleri hemen yemek istemedi. Böyle lezzetli yemekleri iyice dinlendikten sonra yemek daha iyi olur, aksi takdirde tadı tuzu
kaçar, diye düşündü. O sabretti. İradesi açlığını bastırdı. Farkına varmadan uyuyakaldı. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra dehşetli bir çığlıkla yerinden fırladı. Yemek yiyen
kolhoz işçileri onun yanına varıncaya kadar o şuurunu kaybetti. Şaşıran, ne yapacaklarını bilemeyen işçiler ilaç, doktor
derken Mehralı şişti. Herkesin gözü önünde birkaç dakika
içinde öldü. Bu beklenilmeyen, ani ölümün sebebini neydi?
Hiç kimse anlayamadı?.. Evde yıkadıkları zaman Mehralı’nın
463
Vidadi Babanlı
dinlendiği yerde yılan yuvasının üzerine yattığı anlaşıldı. Uykuya daldıktan sonra yılan yuvasından çıkmış ve onun omurga kemiğinin tam ortasından sokmuştu...
Boşuna dememişler kiminin evveli, kiminin ahiri, diye.
Şahsenem’in Mehralı’sız günleri zor geçti. Gözyaşları aylarca
durmak bilmedi. Aniden çok sevdiği kocasını kaybetmek, iki
çocukla dul kalmak büyük acıydı. Ama Şahsenem gençlik
güzelliğini kaybetmedi. Dert, keder onu üzse de güzelliğini
elinden almadı. Mehralı ölünce ona yavaş yavaş af atmaya
başladılar. Kocasını ölümünden bir yıl geçtikten sonra onu
istemeye geldiler. Kendi anne, babası, akrabaları da onun
yeniden evlenmesini istediler. Ne yaşı vardı ki? Daha çok
gençti. Mehralı’nın dediği gibi her şey ileride idi. O daha
yolun başında idi.
Şahsenem hiç kimseyi istemedi:
– Benim hayatım Mehralı’yla beraber gitti. Sevincimi, sevgimi, o, kendiyle götürdü. Artık bana koca falan lazım değil.
Onun bana bıraktığı emanetler bana yeterlidir, dedi.
Hiç kimse onu inadından döndüremedi. Tehditler, küslükler de bir sonuç vermedi. İşte, o dönemler de Vugar konusu ortaya çıktı:
– Mademki ömrünü yetimlerle geçirmek hevesindesin, al
bu yetimi de büyüt – dediler.
Şahsenem kabul etti. Büyük oğlu iki yıl sonra çiçek hastalığından vefat etti. O, yine iki çocukla kaldı. Yetimleri sabırla,
şefkatle büyüttü. Zaman geçtikçe evi eski güzelliğini yitirdi.
Savaştan sonra köyün şekli değişmeye başladı Yeni evler
yapıldı. Mehralı’nın beğendiği iki katlı, geniş pencereli evler
moda oldu. Bahçeli evler köyde boy göstermeye başladı. Yeni
evler yeşillik içerisinde bir başka güzel oldu. Mehralı’nın evi
bu yeni evler arasında çok çirkin, çok bakımsız kaldı. Bakımsızlık yüzünden evin sıvası tel tel dökülmeye başladı. Ortaya çıkan kerpiçler yağmur ve karlarla oyuldu, döküldü. Üstündeki
seyrek kiremitler de rengini kaybetti topraktan farkı kalmadı.
Her şey kendi zamanında güzelmiş…
464
Vicdan Sustuğunda
***
Onlar artık eve gelmişlerdi.
Vugar düşünceli düşünceli eve girdiğinde sanki büyük bir
kuyuya düşmüş gibi hissetti kendisini. Çok şaşırdı. Yıllardır
yaşadığı odayı tanımadı. Toprak döşemenin son yıllarda çöktüğünü unutmuştu.
Duvara yaslandı. Oda karanlıktı. Odanın penceresinin
camları kırılmış, yerine kartonlar konmuştu. İçerisi güneş ışığı almıyordu.
Şahsenem ileri yürüdü. Kapının arkasında bir şeyler aramaya başladı. Elektrik lambası bir anda odayı aydınlattı.
Sanki bu da Vugar’ı imtihan ediyordu. İçeride her şeyi açıkça
göstermekle onun dikkatini bir şeylere çekmek istiyor gibi bir
hali vardı. İsli tavan, ayakları çürümüş yatak ve lekeli çatlamış duvarlar Vugar’ın canını biraz daha sıkmaya başladı: “Ev
büsbütün mahvolmuş!” dedi.
Kapının anahtarlarını elinde tutup birkaç adım ileride duran Şahsenem oğlunun kalbinden geçenleri kolayca okuyabildi:
– Artık evimiz de ömrünü dolduruyor, oğlum. – diyerek
hüzünlendi. O da benim gibi. Azıcık rüzgar esse, gök gürlese
titremeye başlıyor. Korkudan evin bir köşesine çekilip bekliyorum.
Vugar’ın kederi daha da arttı, sustu.
Şahsenem biraz bekledi, sonra ses tonunu değişerek devam etti:
– Yazın kolhozdan eve bakmak için gelmiştiler. Bakıp,
kontrol edip gittiler. Birkaç gün sonra beni çağırdılar. Karşıma bir kâğıt koyup imzalamamı istediler. Bunun ne anlama
geldiğini sordum. Siz kolhozumuzun eski üyelerindensiniz,
kocanız da kolhoz için çok emek sarf etti. Bunun için köyümüzün en güzel yerinde size ev vereceğiz, dediler. Ben kabul
etmedim. Teşekkür ederim dedim. Yakında çocuklarım Bakü’de ev alacak beni de yanlarına çağıracaklar. Size yakıştırma465
Vidadi Babanlı
dım onların teklifini. Kendi evlatlarım varken neden kolhozun adına ev alayım. İnsanlar yüzüme diyemeseler de arkamdan, iki tane okumuş, bilim adamı olmuş oğlu var; ama kolhozun evini kabul etti, derler diye düşündüm. Hem benim şehirde ne işim var. Bir iki yıl ömrüm kalmış. Onu da bu eski
evimde geçirmek istiyorum. Mehralı’yı bırakıp hiçbir yere
gidemem. Her hafta onun kabrini ziyaret ediyor, onunla dertleşiyorum. Ona ansınsa saygısızlık edip burayı terk edemem.
Vugar duvardaki aynaya baktı. Onun İsmet ve kendi hakkında düşündüklerini işitince acı acı güldü:
– “Sen ne kadar da güzel düşünüyorsun, anacığım!.. Biz
ne bilim adamı olduk? Bizi ilmin eşiğine yaklaştıran var mı?...
Başıma gelen oyunlardan haberin yok senin! Kaç yıllık zahmetimi hiçe saydılar. Bana iftira attılar. O, iftiraların birisini
dahi duysaydın dehşete kapılırdın! Bunu sizlere söylemeye
bile utanıyorum. Utancımdan eriyorum. Herkesten çok senden utanıyorum. Orada bana atılan iftiralardan dolayı değil,
senin güvenini boşa çıkardığıma, benim için çektiğin sıkıntıların, zahmetlerin heder olmasına üzülüyorum. Sana layık,
senin istediğin gibi bir evlat olamadım. Sen beni kendi öz oğlundan ayırmadın. Yemedin yedirdin, içmedin içirdin bizi
okuttun. Asistan olmama da karşı çıkmadın. Bu eski kulübede, senin de dediğin gibi, yalnız tek başına kaldın. Bunların
karşılığında ben sana ne yaptım? Boş ümitler, yalan vaatler!
İşte anneciğim, o boş ümitlerimden, yalanlarımdan utanıyorum. Şimdi de köye seni görmek, hal hatırını sormak için
geldiğimi düşünüyorsun. Hayır, böyle değil!.. Ben iftiraların,
kötü insanların elinden kaçtım. Deminden beri beni sorguya
çekiyorsun güzel bir haber duyup teselli olmak istiyorsun. Teselli çok güzel bir şey anne. Ben bir kelimeyle bile senin gönlünü almayı, sana bir tatlı söz söylemeyi bile beceremedim.
Ağzım dilim tutuldu. Sen de bunları başka türlü yorumluyorsun. Oğlun güya ilim âlemine dalıp çok müşkül… ahhh”
Şahsenem birden telaşlandı:
– Oğlum seni ayakta koydum. Niçin ayakta kaldın? Ben
boş boş konuşuyorum işte. – Aceleyle dolaba koştu. Yeni bir
466
Vicdan Sustuğunda
minder çıkarıp oturması için koydu. – Otur, annen kurban
olsun sana. – Sonra dolabı karıştırıp yeni döşeklerin altından
yeni, işlemeli bir yastık çıkarıp oğlunun arkasına koydu. –
Rahat otur oğlum, – dedi.
– Vugar oturdu. Annesinin ısrarıyla dirseklerini yatığın
üzerine koydu. Hala evin duvarlarında dolaşan bakışları, birden karşıdaki duvara takıldı. Duvarda iki resim asılmıştı. Bu
Vugar’la İsmet’in büyütülmüş resimleriydi. Şahsenem yine
sessizliği bozdu:
– Geçen Nevruz’da köye fotoğrafçı gelmişti. Bir ay bizim
evde aldı. Evleri dolaşarak herkesin resmini çekti. Giderken
sizin resimlerinizi benden istedi. Büyütüp getireceğim dedi.
Sözünde durdu, bir hafta sonra büyütülmüş resimlerinizi getirdi. Hatta duvara da kendisi astı. O zamandan sonra özlemim biraz azaldı. Sabah akşam sizin resimlerinize bakarak
sizinle sohbet ediyorum. Sanki siz gelmişsiniz yanımda oturuyormuş gibi hissediyorum.
Annenin son cümleleri Vugar’ın gözlerini yaşarttı. Ama o
bu halini saklamaya çalıştı:
– Affet, anne!– diyerek Şahsenem’e sarıldı. Sonra fısıldadı: – Sana karşı suçluyuz! Kaç yıldır burada yalnız kaldın, sana hiç yardımımız dokunmadı...
O, kendine gelmek, titrek sesini saklamak için ara verdi.
Biraz önce hayalinden geçirdiklerini annesine söylemek istedi. Şahsenem elini hareket ettirerek hemen atıldı:
– Böyle söyleme, bir tanem! Sizin canınız sağ olsun, bu
bana yeter. Ne kadar yaşlansam hasta olsam da ben kendi
kendimi idare edebiliyorum. Sen sağdan soldan konuşup da
şikâyet etmeme bakma! Size naz yapıyorum. Allah’a çok şükür benim hiçbir şeyim yok. Çok şükür gözlerim görüyor,
ayaklarım yürüyor. Sen beni düşünme. Hem ben sizin mürüvvetinizi görmedikten sonra bin Azrail gelse canımı alamaz.
Kadın söylediklerini kanıtlamak için birden ayağa kalktı.
Kamburu düzeldi. Yüzündeki ince, kalın çizgileri okşadı.
Çukurda parlayan gözleri sanki ileri çıktı. Göz bebeklerinde
yaşam sevinci, hayat aşkı ile parlayan bir tebessüm belirdi.
467
Vidadi Babanlı
– Şimdi sen biraz uzan. Ben de çay koyayım. Anne oğul
karşılıklı bir çay içelim. Uzun zamandır gözlerim gözlerine
bakmadı.
Vugar büyülenmiş gibi oldu. Anneler çok ilginç insanlar.
Onların ne kadar geniş yürekleri varmış!..
Şahsenem birden oturduğu yerden fırladı. Şömine içinde
üzeri toz olmuş sarı yumru semaveri suyla doldurup evin
eşiğine getirdi. Odun kırıntılarını koyup ateşi tutuşturdu.
Alev boz dumanlar arasından dışarı çıktığında geri oğlunun
yanına döndü. Elini ceketinin altına soktu, Vugar’ın yavaş
yavaş kürek kemikleri ovmak istedi.
− Gerek yok, anne. Gıdıklanıyorum...
− Rahat dur! – Şahsenem kızdı. – Anne eli büyülü oluyor.
Şimdi neden hastalandığını anlayacağım.
Vugar karşı çıkmadı. Şahsenem’in çatlamış avuçları önce
derisini çizdi, belini acıttı. Sonra hoşuna gitti. Keyiflenen
Vugar annesinin teessüfünü sanki tatlı uykuda duydu:
− Vah, vah evladım, kaburgalarının sayılıyor senin!
7. Bölüm Sabah erkenden kapı çalındı.
− Uyanık olan var mı?
Ocağın yanında dizlerini kilimin üzerine koyup hınkal
hamuru açan Şahsenem Cevdet’in sesini tanıdı.
− Uyuyan yok, buyur!
− Cevdet bir ayağını içeri attı, diğerini ise dışarıda tuttu.
Dumandan nefesi tutulsa da şaka yapmaktan geri kalmadı:
− Galiba tam zamanında gelmişim. Bak, kayınvalidem
beni nasıl seviyormuş.
Şahsenem, elindeki oklava ile ocağın közünü kurcaladı.
İçin için yanan kömürleri tutuşturup omzu ürerinden Cevdet’e
bakarak:
468
Vicdan Sustuğunda
− Hoş geldin! Orda durma, dumandır orası. Vugar’ın yanına geç.
Cevdet yaşarmış kirpiklerini ovarak içeri girdi. Yatakta
gözlerini kırpan Vugar’la selamlaştı. Ama bakışlarını Şahsenem’in sağ tarafında kalaylı bakır kap içerisinde sıralanmış
hamur yumaklarından alamadı.
– Aferin benim güzel hanımıma!...–deyip şaka yaptı.– İş
yerinden dumanınızın çok çıktığını gördüm. Bunun hınkal
dumanı olduğunu hemen anladım!.. Arkadaşlara izin verdim,
tabana kuvvet buraya koştum. Bana bir şey kalmaz diye
koşarak geldim.
Şahsenem misafirperverlikle dedi:
− Boşuna korkmuşsun, evladım. Bitirdikten sonra seni çağırmak için bir çocuk gönderecektim. Vugar’ın boğazından
sensiz geçmezdi. Arkadaşla yemek iştahı açar.
– İştah konusunda sen hiç rahatsız olma, Şahsenem hala.
Onun ilacını da kendimle getirdim. Sen yumakları biraz çok
yap. Yağını, kıymasını kısma. Bırak güzel yemek arkasından
karnın kötü guruldasın!– Cevdet, yağmurluğunun iç cebinden
bir şişe şarap çıkarıp masanın üstüne koydu, Vugar’a baktı,
şakayla:
– Siz şehirliler pis kokulu, zehirli dumandan kaçıp gizleniyorsunuz. Atmosferi temizlemek için sabah akşam bilimsel
çalışmalar yapıyorsunuz. Biz ise nerede duman görsek hemen
oraya koşarız. Dumanı çıkan ev bereketli, yemekleri de çok
lezzetli olur.
Vugar sırt üstü uzanmıştı. Ellerini başının altına koymuş
hayale dalmıştı. Cevdet’in bu imasına karşılık verdi. Uzaklara
dalmış gözlerini sisli tavandan yavaş yavaş indirdi, dostunu
göz ucuyla süzdü. Sonra düşünceli düşünceli konuştu:
− Zamanı gelince şehirde de durum düzelir. Orada da
dumana düşman gözüyle bakmazlar.
− O zamanı biz de sabırsızlıkla bekliyoruz. Çünkü bu konu üzerinde çalışanlardan birisi de bizim köyümüzün evladı,
dostumuzdur, arkadaşımızdır.
469
Vidadi Babanlı
Cevdet bunu yüksek sesle ve vurguyla söyledi ve birden
sustu. Sonra ağzının ucuyla bir şeyler dedi:
- Ama bu dostumuzun bir özelliğini hiç sevmiyorum. Haberimiz yokmuş o çok tembelmiş. Oblomov’un sağ elini kesip
koynuna koymuş.
– Vugar kaşlarını çattı. Cevdet’in ne söylemek istediğini
anlayamadı. Ona sorgulu bakışlarla baktı. Cevdet ciddiyetini
sonuna kadar koruyamadı. Eski filozoflar gibi ellerini göğsüne
koydu, boynunu eğdi:
− Belki lütuf buyurup ayağa kalkasınız, İlya İliç?.. Zahmet
olmazsa tabiî ki.. Huzurunuza bende–i fakiriniz gelmiş. Misafiri yatakta karşılamak saygısızlıktır. Bunu size hiç yakıştıramıyorum.
Vugar Cevdet’in espri yaptığını şimdi anladı. Aslında o da
Şahsenem’le aynı vakitte uyanmıştı. Annesinin karşı koymasına rağmen odun kesmiş, ateş yakmış, ona yardım etmişti.
Dünkü ağrı sızıları hala devam ettiği için tekrar yatağa girmişti. Cevdet’in bu tavrına karşı o da şaka yaptı. Yorganı aceleyle başına çekti. Ünlü Rus yazarı Gonçarov’un İlya İliç
Oblomov kahramanını taklit ederek dedi:
− Hayır, hayır!.. Bana yaklaşmayın, beyefendi! Allah aşkına bana yaklaşmayın! Siz soğuktan geldiniz!
Cevdet kahkaha attı. Eliyle yorganı onun üzerinden çekti.
− Biraz sıkıntılara katlanmanız gerek, İlya İliç! Unutmayın, şimdi 20. yüzyılın 60’lı yıllarıdır. Sizin döneminiz bundan
tam bir asır önce bitti. Bizim dönemimiz kazanç dönemidir.
Bizim her dakikamız altındır.
− Teessüf, teessüf!.. – Vugar müteesir oldu. – Sayın soğuk
diyardan gelen beyefendi... Bilin ki, başkalarının hayatına
müdahale etmek, onun rahatını bozmak büyük bir suçtur. Bizim zamanımızda bu tür olaylara adalet müdahale ederdi.
Sizin gibi suçlu, edepsizleri cinayet masasına sevk ederlerdi.
Bu da yetmezse iş düello ile hallolurdu...
Cevdet yüzünü rol icabı ekşitti:
470
Vicdan Sustuğunda
− Kalk! – deyerek yüksek sesle emretti. – Kalk, saygıdeğer
Oblomov! Yeter artık. O çürük adetlerinizle bize vaaz verdin!
Şimdi ben de seni düelloya davet edeceğim. Hınkal düellosuna! Hakemimiz de Şahsenem hala olacak!
− Hınkal düellosu mu? Bu nasıl oluyor efendim!
Nasıl bir şey olduğunu zat–ı alinize izah edeyim.... Kim bir
tepsi hınkalı bitirene kadar büyük bir iştahla yiyip sonunda
da parmaklarını yalamazsa o düelloyu kaybetmiş demektir.
Tepside kalan yemekler kaybedenin cebine konacaktır…
− Olamaz... Siz nasıl Herkulleşmişsiniz, efendim!
Vugar “korktu”dan titredi. Yeniden yorganın altına girmek istedi. Gençlerin şakalarını dinleyen Şahsenem de sohbete karıştı:
− Kalk artık, oğlum. Ben işimi bitirdim. Sen elini yüzünü
yıkayana kadar her şey hazır olacak.
Cevdet şimdiden kendini yemeğe hazırladı. Montunu çıkardı. Katlayıp oturdukları sedirin yanına koydu.
− Duydun mu, muhterem efendim?!. Sizi bekliyoruz. Size
zahmet vereceğiz.
Vugar “naz” yaptı.
− Ahh, zavallı ben! – diyerek ezilip büzüldü.– Rahat uyumamıza izin vermezler ki. Allah’ım, bunlar nasıl insanmışlar!.. Bu nasıl azaptır ya Rab?!
O, Oblomoviç gibi zıplaya zıplaya kalktı ve yatağının içinde oturdu. Sinesini ve koltuk altlarını kaşıdı. Of, çekti. Sonra
zorlukla, tembel bir tavır takınarak, gönülsüzce pantolonunu
yorganın altında giydi. Ve aniden yaramaz çocuk çevikliğiyle
ayağa kalktı. Çizmelerinin tabanlarını basıp hiçbir zaman
yapmadığı şımarıklıkla kapıya koştu.
Cevdet onun yaptıklarına kahkaha attı. Vugar’ın arkasından hayretle baktı. Şahsenem’den sordu:
− Sen buna ne yaptın, Şahsenem hala? Ne yedirdin ki, bu
bir gecede böyle oldu?
471
Vidadi Babanlı
Şahsenem gülümseyerek omuzlarını oynattı. Vugar’ın sesi
duyuldu:
− Süt verdi bana!
− Ne?
− Süt diyorum, süt!... Bütün gece beni emzirdi.
− Öyle miiiii!..– Cevdet sesini anlamlı anlamlı uzattı. –
Şimdi anlaşıldı. Her şey anlaşıldı... Bu yüzden rengin açılmış.
Vugar artık ses gelemdi.
***
Bir anda evde başka bir koku hissedildi. Sedirin üst tarafına yastıklar, minderler konmuştu. Cevdet’le Vugar sofraya
karşı karşıya oturdular.
Evdeki duman artık çekilmişti. Tereyağıyla kızartılmış
ince soğan dilimlerinin iştah açan hoş kokusu, akşamdan
terbiye için derin bir cam kaba ağzı örtülü şekilde konulmuş
kurutun2 mayhoş kokusu odayı kaplamıştı.
Büyük bakır tepside yağı ve kurutu üstünde dalgalanarak
getirdiğinde Cevdet’in gözleri parladı. Hınkaldan hemen çatalla bir tane alıp ağzına attı. Çenesi çalışmaya başladığı için
konuşmaya zaman bulamadı. Takdirle başını sallayıp “off”
dedi. Ağzı boşaldıktan sonra: “Çok yaşa, Şahsenem hala! Çok
güzel olmuş!” – dedi. Yine bir lokma daha alıp ağzına attı.
Şahsenem’in bir köşeye koyduğu rakı şişesini yanına aldı.
İçkiden nefret eden anayı tatlı dille yumuşatmak istedi:
— İnşallah en kısa zamanda evin iki gelin ve torunlarla
dolar taşar, Şahsenem hala! Sana zahmet olmazsa bize iki
kadeh getirebilir misin?! Senin torunlarının şerefine kadeh
kaldırmak istiyorum.
Şahsenem, şişenin ağzı açıldığında burnunun üzerine yaşma-ını çekti. Yüzünü başka yere çevirdi. Biraz geri çekilip
uzaklaştı.
2
Kurut: Yoğurt ya da katığın yuvarlak şekle getirildikten sonra güneşte
kurutulmasıyla yapılan yiyecek.
472
Vicdan Sustuğunda
− Bu işlere Allah’ı katma! – diyerek kızdı. Ama Vugar’ın
hatırı için sofraya döndü. Birkaç dakika geçmeden dışarıdan
bir çocuk sesi duyuldu:
− Hayırlı sabahlar, Şahsenem nine. Vugar amca evde mi?
Şahsenem içki kokusundan uzaklaşmak için bahane arıyordu hemen dışarıya koştu.
− Evde, yavrum. Kim soruyor?
Kapının önünde on üç, on dört yaşarında, güzel giyimli,
kravatlı bir kız, ve bir oğlan çocuk göründü. Çocuklar içeri gelerek kapının önünde durdular. Yerleri dar olduğu için bir iki
defa omuzları birbirine değdi. Sonra sağ ellerini başlarına götürerek Vugar’a resmi şekilde selam verdiler.
Cevdet tüm vücuduyla arkaya döndü.
− Bunlar bizim izciler!– O, çocuklara gülümsedi. – Hayırdır?! Niçin geldiniz?
Çocuklar ayaklarının ucuna bakarak bir birilerini dürttüler. “Sen konuş! Hayır, sen konuş!”
İlk olarak erkek çocuk konuştu.
− Vugar amca için geldik. Onu okula davet etmek için...
− Okula mı davet ediyorsunuz? Niçin?
Çocuk şaşırdı. Ne deyeceğini bilemedi. Usulca kızın omzuna dokunup konuşma sırasının onda olduğunu işaret etti.
Kız anlatmaya başladı:
− Bizi müdürümüz gönderdi. Sizi okulumuza davet ediyoruz. Sizinle görüşmek istiyoruz.
Kızın bu konuşması Cevdet’in hoşuna gitti. Onu yine konuşturmak istedi:
− Ne zaman?
− Bugün. Öğle arası.
Cevdet saatine baktı. Kaşlarını çattı.
− Görüşünüzü erteleseniz olmaz mı? Yarın buluşsak?
473
Vidadi Babanlı
− Hayır, bu mümkün değil! – Kız kendisinden emin yetkili bir şahıs gibi sert cevap verdi.– Yarın olmaz başka programımız var.
− Yarın olacak programınızı başka bir güne erteleseniz
olmaz mı?
− Hayır! Planımız bozulur o zaman.
− Öyle miii? – Cevdet gülümsedi. – Elbette planı bozmak
olmaz. – diyerek Vugar’a baktı. Ona göz kırparak kıza yine
döndü: – Programa sadece Vugar’ı mı davet ediyorsunuz?
− Evet.
− Niçin?
− Çünkü Vugar amca misafirdir. Hem o da bizim okulumuzun mezunudur.
− Peki, ben sizin okulu bitirmedim mi? Sizin mezununuz
değil miyim?
− Siz başka, Vugar amca başka.
− Anlamadım: nasıl yani “siz başka, Vugar amca başka?”
Kız ne diyeceğini bilemedi. Cevdet, kızın “Siz Vugar amcayla aynı olamazsınız. O, yarının büyük ilim adamlarındandır. Siz ise sade bir köylüsünüz” diyeceğini düşündü. Ama kız
onun düşündüğünü söylemedi.
− Biz sizinle her zaman görüşebiliyoruz, Cevdet amca. Siz
sık sık okulumuza geliyor, bizimle ilgileniyorsunuz. Ama
Vugar amca Bakü’de kalıyor. Köyümüzü ara sıra geliyor.
Cevdet bu cevaba sevindi. Vugar’a:
− Bak, ne cesaretli kızlarımız var! Benim gönlümü kırmak
istemedi, – diyerek kıza yöneldi: – Öğretmenlerinize, Vugar
amcanız geleceğini söyleyin. Yemeğini yesin hemen gelecek.
Çocuklar ellerini başlarına kaldırıp selam verip gittiler.
Cevdet şişeyi kapatarak bir kenara koydu. Bu defa da
Vugar’la doyasıya yemek yiyemediğine üzüldü, Şahsenem’e
şakayla dedi:
474
Vicdan Sustuğunda
− Bunu kabul etmiyoruz, Şahsenem hala! Çocuklar kafamızı karıştırdı, yemeğimiz soğudu. Yine zahmet çekip hınkal
pişirmen gerekiyor.
− Neden olmasın! Size canım feda olsun!
Cevdet zaman kaybetmek istemedi. Hınkal gerçekten de
soğuyordu. Hınkalın üstündeki kabuk tutmaya başladı. Hamur yaprakları birbirine yapışıyordu. Biraz da geçse tadını
kaybedecek, yenmeyecekti. O gömleğinin kollarını sıvadı yemeye tekrar başladı.
Çocukların gelişi Vugar’ın dertlerini yeniden tazeledi.
Ama o, derdini çıktıktan sonra Cevdet’e açtı:
− Bu davet niçindir, Cevdet?.. Ne gereği vardı?
− Böyle gerekli görmüşler işte!
− Ben ciddiyim, Cevdet. Keşke benim adıma söz vermeseydin. Ben sadece bir asistanım. Hem de ...
− Sen rahatsız olma, senin kim olduğunu biz iyi biliyoruz.
Duydun mu, demin o küçük kız ne dedi?!
− Ahh, Cevdet!...Siz hiçbir şey bilmiyorsunuz. Hiçbir şeyden haberiniz yok.
− Teessüf ederim. Sen bizi bu kadar mı cahil sanıyorsun?!
Keşke bizim senin hakkında bildiklerimizi sizin o aksakallı bilim adamlarınız da bilseydi. O zaman işin bu kadar uzamazdı.
− Mesele başkadır...– Vugar ne düşündüyse yüreğindekileri açıklamaktan vazgeçti. –Benim evde yapacak işlerim var.
− Ne işiymiş öyle?
Vugar pencerelere işaret etti.
− Kendin de görüyorsun evin ne durumda olduğunu.
Camları tamamen kırılmış. Güneş ışığından mahrum. Zavallı
kadın karanlıkta yaşıyor. Başka yapılacak işlerim de var.
Ormana da gitmem lazım, kış için odun toplayacağım.
− Bu işler kaçmıyor ya. Onları yarın da yapabilirsin. Ben
de sana yardım ederim. Bu işleri yalnız yapamazsın. Ben
kolhozun işçilerine söyler pencereleri yaptırırım. Evin diğer
475
Vidadi Babanlı
yerlerini de tamir ettiririm. Odun için de sana üç dört gün
sonra bir araba verir yardımına da bir işçi gönderirim. Sen de
ormanda gezersin, şimdi ormanın çok güzel olduğu mevsimdir. Hem sen dinlenip kendine gelmelisin. Birden bire ağır iş
yapmak senin için tehlikelidir.
− Ben gitmek istemiyorum.
− Yeter artık. Bu kadar da mütevazılık olmaz ama.
− Hayır, Cevdet. Bu mütevazılık değil. O davete gitmeye
benim hakkım yok benim. Sizin benim hakkımda düşündüklerinizin tamamı yanlıştır. Ben sizin düşündüğünüz gibi değilim. İnan bana lütfen!
− Hadi önüme düş!– Cevdet Vugar’ın kolundan tuttu.
Onu ileri itti. – Öğretmenler kırılırlar yoksa. Hem senin yetişmende onların da hakkı var.
− Biliyorum. Onların emeklerinin ne kadar büyük olduğunu biliyorum ama…
− Hiçbir şekilde ama kabul etmiyorum. Gitmemiz gerekiyor, o kadar. – Cevdet onun kolunu bırakmadı. Daveti geri çevirmek saygısızlıktır. Hem benim de sana göstermek istediğim bazı şeyler var.
“Tamam senin istediğin gibi olsun, Cevdet! Gidelim. Ama
görüşmenin hiç kimseyi sevindirmeyeceğini biliyorum. Büyük
ümitlerle beklediğiniz hemşerinizin asistanlıktan kovulduğunu duyunca delirecek, sarsılacaksınız. İşte ben bunu istemiyorum. Bunu herkesin işitmesini istemiyorum. Utandığım için
değil, sizi kederlendirmemek için istemiyorum... Artık siz
bilirsiniz...”
8. Bölüm Her zaman kalabalık olan okulun bahçesi bugün pek sakindi. Öğrenciler spor salonunda sınıf sınıf toplanmış, öğretmenler de kenarda durmuştu. Sabırsızlıkla yola bakıyorlardı.
Sanki çok saygın, resmi bir misafiri bekliyorlardı.
476
Vicdan Sustuğunda
Cevdet’le, Vugar kapıya ulaştıklarında, bir ses bütün bahçede dalgalandı.
− Sessizzzz!
Bu Şahsenem’lere gelen kızın sesiydi. Sıralardaki ses kesildi. Okulun beyaz saçlı zayıf müdürü hemen ileri yürüdü. İki
eliyle Vugar’la çok samimi bir şekilde tokalaştı. Ve gururla
eski öğrencisinin koluna girip, sıraların önünden geçerek öğretmenlerin toplandığı yere götürdü.
Adet üzere yapılan görüşme burada da devam etti. İlk
önce Vugar’la selamlaşmak için öne nur yüzlü ihtiyar kadın
bir öğretmen çıktı. O, anne şefkatiyle öğrencisine sarılıp alnından öptü. Bu onun ilkokul öğretmeniydi. Vugar’a kalem
tutmayı, ahlak kurallarını o yaşlı öğretmen öğretmişti.
Sonra, yüzü çopur, yüzünde benleri olan, yaşı elliyi geçse
de saçları tek tük beyazlamış çevik bir kişi Vugar’ın yanına
geldi. Bu da onun çok sevdiği kimya öğretmeniydi. Mağrur
görünüşlü kimya öğretmeninin yüzündeki çopurlar bile gülüyordu.
Kimya öğretmeni bir baba gibi sevgiyle Vugar’a sarıldı.
Gözleri yaşardı. İki üç dakika ondan ayrılmadı...
Diğer öğretmenler de “misafirle” aynı şekilde görüştüler.
Müdür, Vugar’ın koluna girerek:
− Şimdi içeriye buyurun! Dedi.
Öğretmenler odasında da bugün özel olarak hazırlanmıştı.
Haritalar, küreler, kimya ile ilgili cetveller bir tarafta; defterler, günlükler diğer tarafta düzenli bir şekilde dizilmişti. Genelde, üzerinde tebeşir ve mürekkep lekesi bulunan kapıya
kadar uzanan kırmızı örtülü masasının örtüsü de o gün yenilenmişti.
Müdür, Vugar’a özel yer gösterdi. Kendiyse Cevdet’le karşı
karşıya oturdu. Öğretmenlerin bir kısmı sandalyeye oturdu,
bazıları ise pencere önünde ayakta durdular.
Vugar her zaman olduğu gibi yine kızarmıştı. Başı göğsüne yapışmıştı sanki. Hiç kimseye bakmasa da herkesin bakış477
Vidadi Babanlı
larının kendisinde olduğunu biliyordu. O yoldaki kararını burada da değişmedi: “Söyleyeceğim! Her şeyi şimdi açıklayacağım! Hakikati bilmek onların da hakkı. Geç olmadan onlar da
bilsinler!...” dedi.
Ayağa kalktı. İçindeki üzüntülerden gözleri dolan Vugar,
bakışlarını alelacele öğretmenlerinin üzerinde dolaştı. Ona
yönelen gururlu bakışlardan sarsıldı, bir anda kafası allak
bullak oldu. “Hakikatin de güçsüz anları var. Bu insanlar
şimdi doğru söze inanacak halde değiller. Benden duyduklarıyla yetinmeyecekler. Onları sevindiren, gönüllerini okşayan güzel bir haber bekliyorlar. Bu durumda onları üzmek,
canlarını sıkmak anlamsızdı.”
Vugar, zor durumda kaldı. Yüzünün kızartısı daha da
arttı. Başı yeniden göğsüne indi.
Kimya öğretmeni sessizlikten sıkıldı.
− Eee Vugar, anlat bakalım, nasılsın? İşlerin, çalışmaların
nasıl gidiyor? – Sandalyesini onu daha iyi işitmek için ileri
çekti. Vugar’a biraz da yaklaştı.
Vugar birden bir ürperti geçirdi. Yanakları biraz daha kızardı.
Pedagojik formasyonda, öğrenci şaşırdığında veya utandığında ona yardım etmek için sorular sormak önemli bir kaidedir. Deneyimli öğretmenler şimdi Vugar’ın da utandığını düşündüler. Tarih öğretmeni onu konuşturmak için harekete
geçti:
– Senin icadın hakkında gazetelerden bilgi alıyoruz. Konunun önemini, gerekli olduğunu da biliyoruz. Okulumuzun
panosunda sana yer ayırdık. Gazetelerde senin hakkında çıkan haberlerden keserek o panoya asıyoruz. Ama gazeteden,
dergiden okumamız başka, senin ağzından dinlemek başka...
Vugar’ın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Alnında terler
tane tane belirdi. Bu ter damlaları kısa zamanda onun sivri
burnunda da görünmeye başladı.
Tarih öğretmeni ona daha yakın olmak, onu konuşturmak
için ekledi:
478
Vicdan Sustuğunda
− Bugünlerde dergilerin birinde çok ilginç bir makale
okudum. Makalede dünya nüfusunun XX. yüzyılda iki kat
artarak, yedi milyara ulaşacağı yazıyordu...
Karşıda oturan coğrafya öğretmeni onun sözünü kesti:
− Doğrudur!– deyip yüksek sesle boğazını temizledi. – O
makaleyi ben de okudum. Bu sadece iki, üç kişinin fikri değildir. Dünyada birçok sosyolog, iktisatçı da yarım asır sonra
dünyanın kara kısmının her metre karesinde yarım milyon
nüfusu olan şehirlerin kurulacağını, köy anlayışının sözlükten silineceğini söylüyorlar.
Yavaş yavaş ve temkinli konuşan fizik öğretmeni de konuştu:
− Sosyologlar haklıdır! Modern teknolojideki baş döndürücü gelişmeler bunu ispatlıyor. Dünyanın sakinleri yakın bir
gelecekte şehirlerde yaşayacaklar. Bunu istatistikî veriler de
ispat ediyor. Son zamanda yapılan araştırmalara göre şehirlerde yaşayan insanların sayısı köylerden üç, dört kat daha
fazladır.
Fen bilgisi öğretmeni bir iç geçirdi. Hazin bir sesle konuşmaya başladı:
– Elbette, – dedi, – bilim ve teknoloji, ağır sanayide kat
edilen mesafeler takdire şayandır. Bu gelişmelerin iyi yönleri
olduğu gibi menfi taraflarının da olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Fabrikalar yapılırken planlaması iyi yapılmalı.
Şehirlerde sanayi kuruluşlarının haddinden çok artması insan
hayatı için büyük bir tehlikelidir. Kimyasal maddeler insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamını tehdit edecek seviyeye geldi... Hatta zorlaştırmıyor, mahvediyor...
Söylenenleri dikkatlice dinleyen kimya öğretmeni üzülmüş bir eda ile başını salladı.
− Bir acı gerçeği de ben söyleyeyim: Atmosferde karbon
gazının, sülfat anhidritin oranı her geçen gün artmaktadır.
Bazı kimyacılar, “bu sıcaklığın” son yıllarda küresel ısınmayı
da beraberinde getirdiğini belirtmektedirler. Suyun az olduğu
479
Vidadi Babanlı
yerlerde kuraklık başlamıştır. Hatta bazı yerlerde içme suyu
sıkıntısı da baş gösteriyor.
Coğrafya öğretmeni heyecanla boğazını tekrar temizledi:
− Nehirlerin, göllerin ve güzel denizlerin kirlenmesi hiç
demiyorsunuz!… Onların petrolle, kimyevi maddeler ve radyoaktif maddelerle kirlenmesi neticesinde mavi yeşil yosunlar
yetişmez hale gelmiştir. Suda oksijen azaldı. Barajların da su
hacmi değişmiştir. Bu yüzden birçok balık türü yok olmuştur.
Tabiat öğretmeni kızdı.
Fen bilgisi öğretmenlerinden birisi imtihan sonuçlarını
söylüyormuş gibi yüzünü ekşitti:
− Kısaca tabiatımızın korunması asrımızın en önemli meselelerinden birisidir! Vatanımızın sınırsız doğal servetlerinden, nimetlerinden sadece evlatlarımız değil, torunlarımız ve
onlardan sonra gelecek nesil de faydalanmalıdır. Maalesef
bunu herkes hakkıyla anlamıyor. Tabiata karşı çok acımasızız.
Tabiî kaynakların bir gün gelip biteceğini hala düşünmüyoruz. Her şeye kaygı göstermek gerekir.
– Anlaşıldı!.. hepiniz de bilgili insanlarsınız şimdi izin verin de biraz da Vugar’ı dinleyelim!
Son sözleri edebiyat öğretmeni dedi. O, deminden beri
pencerenin önüne dirseklerini dayamış, her zaman olduğu
gibi, sessizce duruyordu.
Müdür, edebiyat öğretmeninin bu teklifini onayladı. Masaya vurarak herkesin susmasını işaret etti. Sonra gülümseyerek Vugar’a baktı:
− Buyur, seni dinliyoruz!
Vugar zorlukla da olsa gülümsedi. Öğretmenlerinin tartışmaları onda kendi ilmi çalışmasına olan güvenini, ümidini
yeniden güçlendirmişti. Samimiyetle dedi:
− Benim anlatacak bir şeyim yok. Saygıdeğer öğretmenlerim her şeyi benden daha iyi biliyorlar. Onların söylediklerinden ben de yeni şeyler öğrendim.
480
Vicdan Sustuğunda
Müdürün yüzü parladı. Sesinde hoşnutluğun izleri vardı:
− Hiç değişmemişsin!... Bu okuldan nasıl ayrıldıysan, şimdi de öylesin, utangaç, sade ve mütevazı...
Kimya öğretmeni sevinerek:
− Vugar’ın değişmemesi bizi çok sevindirdi. Onun her
zaman böyle kalmasını diliyoruz.
Edebiyat öğretmeni gururla ilave etti:
− Mütevazılık iç dünyanın zenginliğini ifade eder. Sadelik
ise manevi güzelliğin sembolüdür! Bunlar aynı zamanda yetenek için gereklidir.
Program başlayalı kaşlarını çatıp oturan Matematik öğretmeni yavaş yavaş konuştu:
− Unutmayalım ki, mütevazılık sadelikten doğar. Sadelik
ise temkinin arkadaşıdır. Bu yüzden de mütevazılık artı temkin artı...
Edebiyat öğretmeni sabredemedi. Pencerenin önünden
ayrılıp, Matematik öğretmeninin yanına geldi:
− Büyük şairimiz Nizami bu konuda ne güzel demiş:
Denize bin çay akar, o yine sakin durur.
Arka bir sel geldikte, çalkalanıp lenger vurur3!
Matematik öğretmeni konuşmasının bölünmesinden kırılmadı. Aşağı sarkmış kaşlarının altında ışıldayan keskin ve
kinayeli bakışlarını manalı manalı gezdirdi. Dudaklarının
ucuyla cimrice güldü, ellerini göğsüne bağladı, göğsünü kabarttı. Bu tavırlar aslında edebiyat öğretmenine, “savaşa hazır
ol” anlamında bir uyarıydı. Aslında onlar birbirinden çok
farklı karaktere sahiplerdi. Birisi herhangi bir konuda bir söz
söylese, diğeri mutlaka aynı tutarlılıkla cevap verirdi. Sonra
eski aşıklar gibi birbirleriyle yoruluncaya kadar atışacaklardı.
Birisi meşhur ediblerin, filozofların hikmetli sözlerini, derin
manası olan özdeyişlerini hararetle söyleyecek herkesi kendi3
Lenger vurmak: Bir tarafa eğilmek
481
Vidadi Babanlı
sine hayran bırakacak; diğeri de dokunaklı sözler, deyim ve
atasözleriyle, yeri geldiğinde de Matematik ve Fizik sahasında
söz sahibi olan bilim adamlarının görüşlerini sözlerine delil
getirerek söyleyecek, dinleyenleri bazen güldürecek bazen de
kahkahaya boğacaktı.
Müdür, Matematik öğretmeninin ne dediğini herkesten
önce anladı. Vugar’a doğru yönelerek:
− Biz bugün bir program yaptık... Senin bugün iki, üç dersimize girmeni, öğrencilerimizle tanışmanı istiyoruz. Böylece
çocukların seviyesi hakkında bilgi sahibi olduktan sonra
küçük bir toplantı düzenlemek istiyoruz.
Öğretmenlerden biri ekledi:
− Tecrübelerimize göre bu tür programlar öğrenciler için
çok faydalı olmaktadır. Onlar, daha çok çalışır, derslere daha
fazla önem verirler. Aslında bu yüzden sana zahmet verdik.
Vugar’ın yerine Cevdet konuştu:
− Güzel programdır. Saygılı öğretmenlerimizin dersinde
oturmak, okul yıllarımızı hatırlamak bizim için de güzel olacaktır.
Müdür başka bir teklif beklemedi:
− Öyleyse ilk olarak Geşem hocamın dersine gidin, – diyerek Kimya öğretmenini gösterdi. – Çünkü bu programı teklif
eden o idi.
Geşem öğretmen ismi geçince o, çocuk çevikliğiyle ayağa
kalktı. Ders malzemelerini alarak güldü, Vugar’la Cevdet’e
döndü:
− Misafirlerimiz buyursunlar!
Cevdet öne düştü. Vugar’ı da arkasından götürdü. O sırada Edebiyat öğretmeni kendisini hatırlattı:
− Sonra sıra edebiyattadır! Çünkü edebiyat yeryüzünde
bütün insanların, aynı zamanda kimyacıların da estetik zevk
ve heyecan kaynağıdır.
Matematik öğretmeni kaşlarını çattı ve ekledi:
482
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
− Matematik ise bütün ilimlerin temelidir. O olmadan
teknolojik gelişme ve terakki olmaz. Galileo’nun dediği gibi:
“Tabiat öyle bir kitaptır ki, onun alfabesi matematikle başlar.
Matematiği bilen, o kitabı, yani tabiatı okuyabilir”.
Edebiyat öğretmeni bu sözün karşısında susmadı. Yine
gururla:
Cevdet de deminden arkadaşının bu haline bakıyordu. O,
Vugar’ın kendine geldiğini hissetmişti. Ama o Vugar’ın bu
konuda fikirlerini söylemesini bekliyordu.
Yolun sonuna kadar sustular. Köyün merkezine ulaştıklarında, Cevdet’in sabrı tükendi. Yolun ortasında durdu, gülerek sordu:
− Ama ne olursa olsun edebiyat daha ezelidir. – dedi. – O,
anne ninnisinden doğmuştur. İnsanlığın ideal saflığı uğrunda
vuruşarak gelmiştir, bundan sonra da vuruşacaktır. Balzak bu
konuda şöyle demiştir: “Edebiyat beşeriyetin toplumsal hayatını şerh eden yetenekli bir cerrahtır”.
Matematik öğretmeni kendi zaferine güvenen insan edasıyla gururla gülümsedi:
− Hadi anlat bakalım, görüşmemiz hakkında ne düşünüyorsun? Hoşuna gitti mi?
Vugar sevinçle cevap verdi:
− Başka bir Fransız yazarı, Stendal da matematikte riyakarlık olmadığı için bu ilmi çok sevdiğini itiraf etmiştir.
Edebiyat öğretmeni yine teslim olmadı.
− Büyük Rus düşünürü ve tenkitçisi Belinski de edebiyatı
yüksek hakikatlerin davetçisi, bütün insanları birbirine kardeş olmaya çağıran kutsal bir ses olarak nitelendirmiştir.
Maksim Gorki de aynı fikri savunarak şöye demiş, “Edebiyat
ve onun hizmetkârları, ait oldukları toplumun gözü, kulağı ve
diğer duyu organlarıdır”.
Matematik öğretmeni biraz sustu, bir şeyler düşündü.
Gözleri kısa sürede yeniden parladı. Herhalde rakibine yeni
cevap hazırlamıştı. Ama çalınan zil sesi onun konuşmasına
engel oldu...
***
− Hoşuma gitti desem, az olur, Cevdet. Beni çok etkiledi.
Böyle olacağını hiç beklemiyordum doğrusu.
− Çok şükür!.. – Cevdet ellerini göğe kaldırdı. Yaşlı insanlar gibi salavat getirdi. – Vugar, bunu duymama o kadar sevindim ki bana kırılacağında çok korkuyordum aslında. Hoşuna gitmemiş olmasaydı seni zorla oraya götürmüş olduğum
içim bana kırılacağını düşündüm.
− Hayır!... Hatta şimdi seni öpmek istiyorum. Sen çok iyi
bir iş yaptın. Bu görüşmenin beni böyle etkileyeceğini, üzerimde bu denli iz bırakacağını aklıma bile getiremezdim. Onları beni kendi gözümde yükselttiler, kalbimde sönmüş olan
duygularımı yeniden alevlendirip, coşturdular... Çok güzel...
harika...!
Cevdet güldü, gülmesinde istihza vardı:
− Ama sen gelmek istemiyordun... Naz yapıyordun.
− Hayır, Cevdet! Beni yanlış anlama; bu naz değildi, ben
çok utanıyordum.
− Utangacın oğlu olmazmış, diyorlar!..
Okuldan çıktığında Vugar kendisini çok hafiflemiş hissetti. Sanki omuzlarından dağ gibi bir yük kalkmıştı. Adımları
ağırlığından sanki birkaç kilo hafiflemiş gibi hızlandı, kalbinin çarpmaları ritme girdi ve sakinleşti. Hatta yüzünde de bir
değişiklik vardı. Gözbebeklerinin derinliğindeki keder izi
erimiş, silinip gitmişti.
483
− Doğru söylemişler; ama ben buyum işte ne yapayım.
− Zorluk aciz insanlar içindir. Sana “aciz insan” demeye
dilim varmıyor.
− Utanmaktan başka sebebimde vardı aslında. Hem çok
ciddi bir sebep. – Vugar’ın sesinde bir hüzün hissedildi.
484
Vicdan Sustuğunda
Cevdet şaşırmış bir halde ona baktı. Arkadaşının yüzünde
az önceki sevincin mutluluğun izleri kaybolmuş, gölgelenmişti. Şaşırarak:
− Yine ne oldu? Suratını yine neden astın? – diyerek
Vugar’ı dürttü. Sonra kahkaha attı. Daha sonra ciddi bir tavırla: – Halk arasında övgünün insanı değiştirdiği, bencilleştirdiği söyleniyor. Ben bu düşünceye karşıyım. Ben bu fikre
katılmıyorum. Övme insan için gerekli olan bir şeydir. Manevi gıdadır. Sen de dedin ya, insana güç, kuvvet veriyor.
Vugar sözü kendi üzerine aldı.
− Samimi, objektif övgü herkes için hayırlıdır. Jan jak
Russo’nun, “Övgü sadece onu beğenen, ona alışık olan insanları bozar.” diye bir sözü var. Ama benim böyle değişmemin,
sevinçli olmamın sebebi öğretmenlerimin beni övmesi değil.
Ben bu görüşmede başka bir şeyin farkına vardım. Tuttuğum
yolun doğruluğuna, yaptığım için ne kadar önemli ve faydalı
olduğunu gördüm. İşime olan inancım arttı. Beni şaşırtan
bazı şüphe ve tereddütlerim geride kaldı. İşte, ben bunun için
sevinçliyim, bunun için sana, öğretenlerime minnettarım!
− O, inancı artırmak, kuvvetlendirmek insanın mukaddes
vazifesidir! Eğer, bu borcu, vazifemizi hiçbir zaman unutmazsak, kalben kötü düşüncelere sapmazsak, birbirimize yardım
etsek o zaman biz ne kadar yükseliriz, değil mi!? Kendimize,
işimize olan inançla, itimatla halkımıza, toplumumuza ne kadar faydalı oluruz!
Vugar yine sustu. Alnındaki damar kabardı. Cevdet onun
yarasına tuz bastı. Daha yeni yeni unutmaya başladığı enstitüdeki toplantıyı tekrar hatırlattı. Merhamet Hanım, Beşir
Bedirbeyli’ gözünün önünde canlandı. Hüzünlendi...
− Evet, insan ahlakının güzelliği çok önemlidir, Cevdet.
Ama maalesef bu ciddi meseleyle pek ilgilenmiyoruz. Ahlakı
zayıf, manevi değerleri kale almayan binlerce insan var, aramızda. Onlara karşı mücadele etmekte çok zayıf kalıyoruz…
çok…
485
Vidadi Babanlı
Cevdet kızgınlıkla itiraz etti:
– Zayıf yok! Çeşitli sebepler yüzünden onlara karşı vurdum duymaz oluyoruz. İnsan adını lekeleyen o iğrenç kötü
niyetli insanların yaptıklarına göz yumuyoruz. Bazen gereğinden fazla nazik oluyoruz. Akidemize, vicdanımıza yenilip onlara gereken cevabı vermiyoruz. Onlar da bizim bu durumumuzu suiistimal edip, ayakları yere bastığında boğazımıza
yapışıyorlar.
Vugar uzaklara baktı, kaşlarını çattı. Kafasının usulca
kımıldatarak Cevdet’in söylediklerini tasdik etti.
Cevdet bir iki dakikalığına hayale daldı. Ama başladığı
sohbeti yarıda bırakmadı.
− Bana göre iyiye gerekli ilgi ve alakayı gösterip ona gereği gibi değer vermemek büyük suçtur. Belki de ihanetlerin
en büyüğüdür. İnsan tabiatında nemalanan, gittikçe büyüyerek alışkanlık haline gelen çirkinlikler, ahlaksızlıklar belki de
bundan dolayı çoğalıyor. Susarak güzellikler için sevincini izhar etmezsen ihanete düşer belki de en büyük günaha düçar
olursun. Eğer biz daha çocukluktan itibaren kalplerimizi kötülüklerden koruyup güzel duyguların paslanmasına izin vermeseydik bugün şikayet ettiğimiz bütün kötülüklerin kökünü
kesmiş olurduk. İnsanlar birbirine daha yakın, daha sevecen,
daha dost canlı olurdu. Dil ve kalbin kutsal ittifakı hiçbir zaman bozulmazdı.
Cevdet konuştukça heyecanlandı. İçindeki kızgınlık yanaklarına aksetti. Yanakları al al oldu. Sesi de boğulmuştu. O,
bunu son cümlelerinde hissetti. Sakinleşti:
− Neyse! – dedi. – Zaman gelir her şey düzelir. Her şeyin
bir vakti var. – Gülümsedi. Yine şakaya başladı:
– Şimdi sen eve dön. Ben de geç de olsa bir işe gideyim.
Bakayım ne var ne yok! Arabayı bana göndermişler, belki
önemli bir şey vardır. Acele bir iş olduğunda böyle yaparlar.
Karşıdan onlara doğru gelen “Gaz – 69” süratini azalttı.
Yolun kenarında durdu. Cevdet elini Vugar’ın omzuna vurarak vedalaştı:
486
Vicdan Sustuğunda
− Akşam Şahsenem halayı de al bize gel. Yengen hazırlık
yine bizim için hazırlık yapmıştı.
***
Şahsenem oğlunun sevinçli halini bir bakışta anladı:
− Galiba programınız güzel geçti. Seni çiçeklerle uğurlamışlar, – diyerek gurur dolu gözlerini Vugar’ın ellerindeki gül
demetlerinde gezdirdi.
Vugar bir anlığa şaşırdı. Programın sonunda öğrenciler tarafından ona verilen bu gül demetlerini unutmuştu. Yolda
kaybetmediğine sevindi.
− Senin için getirdim, anne!
− Teşekkür ederim! – Şahsenem çiçekleri oğlundan çok
değerli bir hediye gibi aldı. Burnuna yaklaştırıp, kokladı. –
Ohhh...Ne güzel kokusu var!.. Bu vakitte böyle güzel gülleri
nereden bulmuşlar? Bizim köyde bulunmaz bunlar!
− Herhalde pazardan almışlardır, anne.
− Allah razı olsun! Sana büyük saygı göstermişler.
Kadın yine gülleri burnuna yaklaştırdı. Sonra aceleyle
uzun zamandır kullanılmayan bir vazo buldu. İçini su ile doldurdu. Çiçekleri tek tek demetten ayırdı, yapraklarını da kesip
güzelce vazoya koydu. İşini bitirdikten sonra bir köşede durup
ona bakan Vugar’a dua etmeye başladı:
− Her zaman başarılı olasın, yavrum! Yolların her zaman
böyle gülle, çiçekle süslensin!
9. Bölüm Sonbaharın son günleri idi. Genellikle, ekim ayının sonlarına doğru ova köylerinde hava yavaş yavaş soğumaya başlar, geceleri hava soğur, tan yıldızı doğar doğmaz dağlara,
bahçelere kırağı düşmeye başlar. Ama bu günlerde havalar
487
Vidadi Babanlı
çok ılık geçer. Eylülün sonlarında ufuklarda mesken tutan,
bütün semayı kaplayan, bazen tam bir hafta boyunca gözyaşlarını döken yoğun, kara bulutlar yine harekete geçmişti. Bu
bulutlar uzun gecelerde toplanmış olsalar da sabah açılır
açılmaz parçalanır, ayrılırdı. Ufuk kızardığında gök durulur,
parlardı. Hallaç elinden geçmiş yün gibi parça parça gökyüzünün her tarafına dağılırdı. Sakin ve mavi denizde küçük adacıklar gibi görünürdü. Bu adacıklar uzun gecelerde bölük bölük olup bir yerde görünse de güneş çıktığında yeniden parçalanır dağılırdı. Yakıcı sabah güneşiyle ta uzaklara giderdi.
Ufukta kızartı belirdiğinde zümrüt gökyüzü öyle durulur öyle
temizlenir ki aklına kışın çok yakında olduğu gelmezdi bile.
Solgun yüzlü, anne tebessümlü güneş çıplak dağların zirvelerinde parladığında hava yavaş yavaş ısınır, her şeyde ilahi bir
hayat aşkı, hayat neşidesi duyulmağa başlardı. Özellikle de bu
hafta boyunca – Vugar köye geldiği günden beri, yol kenarları, arkların çevresi, su yolları yeşermişti. Hayvanların yetişemediği yerlerde otlar tel tel olmuş yeşermişti. Sanki Nevruz
bayramı gelmişti. Sert ve üzüntülü geçen kıştan sıkılan tabiat
sanki baharı karşılamağa hazırlanıyordu.
Bir ucu köye dayanan sık orman da şimdi bir başka güzel
olmuştu. Baş başa, kol kola çatılmış, dev ağaçların eteklerinde
yapraklar azalmıştı. Yükseklerinde ise yapraklarının bazılar
yanıp, sararmış, bazısı kızarmıştı. Büyük palamutlar, gürgenler, kavak ağaçları solmuş gibi görünüyordu. Çıplak dalların
ağır ağır sallanmasıyla ağaçların altında sanki yapraklardan
yeni bir harman oluşmuştu. Henüz kurumayan yapraklar üst
üste tertipli bir şekilde dizilmesi çok güzel manzara oluşturuyordu. Her harmanın kendisine mahsus çeşnisi vardı. Orman
görmeyen, tabiatla haşir neşir olmayan birisini getirip bu
manzarayı gösterseniz bütün ağaçların sayısı kadar ormana
halı serildiğini sanırdı.
Bir hayli derinlerde, bu sonbahar manzaraları daha canlı,
daha cezp edici idi. Küçük meyveleri geç yetişen, kışı ortalarına kadar soğuğa dayanan yemişenler daha yeni yeni kınalanmıştı. Yaban erikleri üzerindeki tozu atmış, etlenmişti.
488
Vicdan Sustuğunda
Püskül püskül olan kızılcıklar, ekşimikler sağda solda serpilmiş, yetişmişti. Boğumlanmış kuşburnular, salkım salkım olmuş iğdeler turuncu renge bürünmüştü. Ta uzaklardan insanları kendisine çağırıyordu.
Ama nasıl olsa da kışın gelmesi kendini bildirmişti. Ormanda derin bir hüzün yaşanıyordu. Şen şarkılı, tatlı lehçeli
kuşlar bir yerlere uçup gitmişti. Dallar üzerindeki, çukurlardaki yuvalar su almış, yapışık büzülmüştü. Uzun kanatlarını
gerip havada mağrur mağrur süzülen, aşağılarda iri gözlerine
av iliştiğinde yıldırım gibi inişe geçen atmacalar, kuzgunlar,
şahinler yok olmuştu. Meydan orman güvercinlerine, saksağanlara, serçelere kalmıştı. Biraz vakit geçtikten sonra onlar
da gideceklerdi. Her taraf karla kaplanıp, hayvanlar uzak otlaklardan ayaklarını çektiklerinde dağ meyveleri azalınca gelip onlarda el obaya sığınacaklar. Dönüp geldiğinde onlar da
bu yerleri terk edeceklerdi. Ormanın kısa bir süre sonra tek
sahibi ağaçkakanlar olacaktı. O da kuru ağaçlarda tıkırdayıp
duracaktı…
Vugar çocukluktan beri tabiatı çok severdi. Sonbahar ise
onun en çok sevdiği mevsimdi. Okul zamanlarında eylülün
ortalarından, aralığın sonlarına kadar bütün zamanını bu ormanda geçirirdi. Böylece, sakin, ılımlı, yağmursuz havalarda
çılgın gençlik hayallerine kapılıp hayallerle kanatlanır, kollarını açıp ağaçları kucaklar, adımlarını hafifleten taze yaprakların hışırtısından zevk ala ala koşar saatlerce burada bulunmaktan usanmazdı. Akşamları eve döndüğünde omzunda ya
odun, ya da ot yığını olurdu. Ama artık uzun yıllardır bu ormanlardan uzak kalmıştı. Bir ay da olsa sonbaharda işinden
ayrılıp köye gelemiyordu. Bu yerler, hiçbir ressamın tamamen
eserine aksettiremeyeceği, olağanüstü güzellikleri hatırladığında bununu ucu sızlar, kalbi derin bir özlemle çarpardı. İşte
bugün eline güzel fırsat geçmişti...
Cevdet verdiği sözü tuttu. Sabah erkenden ustaları onun
yardımına gönderdi. Evin çatısını yapmakta, duvarları tamir
etmekte ona yardım etti. Sonra yardımcılarla beraber ormana
odun toplamaya gitti. Ve bütün gününü ormanda geçirdi. Bir
489
Vidadi Babanlı
günlük “orman gezisi” ona tekrar eski günlerini hatırlattı.
Orman onu koynuna çekti.
Vugar çocukken olduğu gibi artık evde az bulunmaya başlamıştı. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra ormana gider; akşam hava kararır kararmaz eve geri dönerdi. Yeni dökülen
yaprakların hışırtısıyla, ayakkabılarını yemyeşil kadife gibi otların suyuyla yıkaya yıkaya, eski yerleri gezmeye doymazdı.
Açlık ve susuzluk aklına bile gelmiyordu. Eriklerden yemişenlerden, iğdelerden yiye yiye oradan oraya giderdi. Çevredeki
derin hüzünlü sessizlik ona zevk verir, sinirlerine çok iyi gelirdi. Hiçbir konuda düşünmemeye, kendini üzmemeye çalışırdı. Zihnindeki gerginlik, kalbinin derinlerindeki ara sıra
baş kaldıran hüzün, fikirleri durulmasa geçmeyeceğini çok iyi
biliyordu. Bu sebepten şehre dönmek için acele etmiyor, yavaş
davranıyordu. Köyde düğünler de başlamıştı. Bütün gün ormanda dolaşan Vugar, akşamları da düğünlere katılırdı. O bu
düğünlerin en saygın davetlisi olurdu. Şerefine badeler kaldırılır, güzel sözler söylenilirdi. Onu evde bir gün bile yalnız
bırakmadılar. Sanki bütün bunlar, onun sıkıntılarını gidermek için özel planlanmış bir programdı.
Ama fikir adamı için bu tür eğlenceler uzun süremezdi.
Bir gün ormanda gönül okşayan manzaraları izlerken, oradan
oraya koşarken aklına ilginç bir fikir geldi. Tabiattaki ilgi çekici bir durumu fark etti. Bazı yerlerin şefkat eliyle çok güzel
olduğu şefkatle süslenip bezendiğini bazı köşelerin de cılız
aldığını fark eder.
Sanki her şey bu düşüncenin doğmasını bekliyordu. Beyninin bir köşesinde uykuya dalmış düşünceleri uyandı. Bakü
çevresindeki boz düzlükleri hatırladı. Durgun yaz sabahlarında şehrin üzerini kaplayan duman tabakaları gözleri önünde
canlandı. İnsanların solgun yüzleri, caddelerde sıralanmış
ağaçların hüznü, parklardaki çiçeklerin solgunluğu, binaların
üzerini örten sis, havadaki gaz ve petrol kokusu hayalinden
dalga dalga geçti. Arkasından da laboratuvarda yıllardır dirsek çürüttüğü, uykusuz geceler geçirdiği ilmi çalışmalarını
hatırladı. Ama ilginçtir çalışmasının değerlendirilmemesi onu
490
Vicdan Sustuğunda
bu defa zerre kadar üzmedi, aksine bu icadın ileride çok ilgi
göreceği, çalışmanın önemine olan inancı şimdi daha da arttı.
Birkaç gün önce öğretmenleriyle olan görüşmesi onun teskin
etmiş, kendine güven kazandırmıştı. Bugünden itibaren çalışmak için kendisinde istek uyandı. Düşünceye daldı. Kendisine ancak uzun süre sonra gelebildi. Çevresinde olan her şeyi
unutmuştu. Nerede olduğunu bile şaşırmıştı. Ağaçlarda oturup, defterine bir şeyler yazıyor, bir şeyleri hesaplıyordu. Zihni
de her zamankinden daha açıktı. Son altı yedi aydır yaptığı
deneyleri, çalışma aşamalarını sonuçları en ince ayrıntılarıyla
zihninde düzenledi. Bu sonuçların doğruluğunu yeniden kanıtlamak için her şeyi yeniden hesapladı. Ve böylece saatlerce
kendisine meşgale buldu. Belinde ağrı hissetmeden, omuzları
sızlamadan oturduğu yerden kalkmadı. Eskiden olduğu gibi
vaktin nasıl geçtiğini anlamadı. Güneşin battığını, ormana
karanlık çöktüğü ağaçların gölgelerinin koyulaşmasıyla anladı. Yorgunluğuna, ellerinin ayaklarının ağrımasına aldırmadan köye her zamankinden daha sevinçli döndü. Çünkü her
sonucu yeniden kontrol etmişti. Ve bu defa yeni metotlar
buldu. Bu buluşlar ona moral vermişti.
Ama bir defasında...
Kuşluk vaktinde güneşin ışıkları zayıflamıştı. Hafif rüzgar
esiyordu. Ağaçların yükseklerinde kalan seyrek yapraklar, oyun
havasıyla yerinde duramayan bazı gençler gibi sağa sola dönüyor, dalından ayrılıyor, çocukların uçurtmaları gibi havada
dönüyor, yaprak harmanının üstüne konuyordu. Ormanda
esrarlı bir hışırtı vardı. Sanki orman dile gelmiş, ağaçlar sırlı,
şüpheli bir şekilde fısıldıyordu.
Vugar’ın içine bir korku girdi. Vugar bugün köyden geç
çıkmıştı. Bu defa ormanda oturamadı. Topraktan ayakları nem
kaptı. Soğuk iliklerine kadar işledi. Sanki beyninde de rüzgar
esmeye başladı. Fikrini toparlayamadı. Bunun sebebi soğuk
değil, deminden beri duyduğu kaval sesiydi. Zarif musiki,
yaprakların fısıltısına katılarak biraz daha etkileyici olmuş,
havanın soğukluğuyla beraber Vugar’ın kalbine sızmıştı. O,
iradesini zorlamadı. Çalışmak için kendisini zorlamadı. Zaten
491
Vidadi Babanlı
çok işi kalmamıştı. O kafasına takılan problemleri teorik olarak yeniden kontrol edip açıklamıştı. Bu yüzden rahattı.
Kavalı yakından dinlemek için ayağa kalktı. Sesin arkasınca büyük bir meydana geldi. Burada kolhozun koyun sürüsü sakin sakin otluyordu. Çoban sürüden bir hayli uzakta,
tek palamut ağacının altında asasına dayanarak durmuştu.
Kuzu derisinden yapılmış şapkasını kaşlarının üzerine kadar
indirmişti. Kamış kavalını ağzının bazen bu tarafına, bazen de
diğer tarafına koyup omuzlarını oynada oynada “Sarıtel” türküsünü çalıyordu. Deri şapkası lime lime olmuş, saçları da yavaş yavaş dalgalanıyordu. İlk bakışta saçlarını dalgalandıran
hafif rüzgâr değil de çalınan oyun havası gibi geliyor.
Vugar çobana görünmek istemedi. Başka bir ağaca dayanarak dinlemeye başladı. Çocukluktan beri “sarıtel”i çok severdi. Her zaman düğünlerde, bayramlarda bu havaya oynayan kızlara, erkeklere hayran hayran bakardı. Ama kendisi
hiçbir zaman oynamazdı. Yalnızken bile hiç oynamamıştı.
Çoban aniden ara verdi. Kavalı dudaklarından ayırdı.
Bakışlarını sürünün üzerinde gezdirdi, “hey–hey!” – dedi. Ormanın içlerine doğru yönelen koyunları geri döndürdü. Sonra
da iki parmağının ucuyla ıslık çaldı. Yanında kulaklarını aşağı
bırakıp başını ön ayakları arasına koyarak rahatça uyuklayan
köpeği uyandırıp sürüye göndermek istedi.
Vugar aceleyle ağacın arkasına saklandı. Koyun köpeklerini çok iyi biliyordu. Çocukken yedi sekiz yaşlarında onu
böyle bir köpek ısırmıştı. O olaydan sonra köpeklerden çok
korkardı.
İyi ki, köpek onu görmedi. O da şarkının tatlı nameleriyle
uykuya dalmıştı. Çobanın işaretine kulak asmadı. Kapalı
gözlerini biraz açtı. Yassı burnunu kırıştırdı. İsteksiz isteksiz
mırıldandı. Çoban tekrar “hadi, hadi!” dediğinde tembel tembel ayağa kalktı. Kesik kulaklarını dikti. Sert bakışlarıyla koyunlara doğru baktı. Öfkeyle havlamaya başladı. İki üç adım
ilerledi. Burada biraz da havladı. Ve süratle Vugar’ın yanından geçip sürüye doğru atıldı. Sonra çevrede hiçbir tehlike
görmeyince sakinleşti. Kuyruğunu gururla beline koyup, otur492
Vicdan Sustuğunda
du. Koyunlara doğru gitti. Onları alanın ortasına doğru çevirdi. Burada oturdu, inildeyerek havladı. O, bu hareketiyle çobana sanki “Sen işine bak, tehlike yok!” der gibiydi.
Çoban asasını sol kolundan alıp, sağ kolunun altına koydu. Sonra tekrar şevk ve hevesle kavalı dudaklarını götürdü.
Bu defa “Yanık Kerem” havasını çaldı. Ara sıra hırıltılı bir
sesle okudu:
Hayli vakittir küsmüşüz yar ile
Aşk oduna alışmıştık, ayrıldık,
Kaldı canda gizli gizli derdimiz,
Biricik kelime konuşmadık, ayrıldık.
Vugar kederlendi. “Ayrıldık! Ayrıldık!..” – diyerek şarkının son kelimelerini tekrarladı. Bir anda anlaşılmaz bir sızı
vücudunu kapladı. Kalbi sızladı. Yine Arzu’yu hatırladı. Hemen ondan ayrı kaldığı günleri saydı. O günden beri yirmi
gün geçmişti. Tam yirmi gün! Hayret etti, şaşırdı. O, bu yirmi
güne nasıl dayanmıştı?! Kalbi bu hasrete, bu ayrılığa nasıl
tahammül etmişti?! Nasıl oldu da canında çok sevdiği Arzu’yu
uzun süre hatırlamamış, barışmak için gayret göstermemişti.
Bu sıradan bir küslük, bir ayrılık değildi. Elbette, küsmek,
barışmak sevgilerin adetlerindendir. Bunlar olmadan sevginin
ne anlamı var?!.
Yirmi gün! Bu yirmi gün içinde ona bir mektup bile yazmamıştı. Ondan özür dileyip hatasını itiraf etmemişti. Eğer o,
bunları yapmış olsaydı yeniden barışmaya bir kapı bırakmış
olurdu. Maalesef!..
Vugar düşündükçe derdine dert kattı. Yirmi gün gözlerinde büyüdü. Bu ayrılık, yirmi ay, yirmi yıl kadar uzun geldi
ona. Çoban ise kavalın sesini biraz daha yükseltti. Kendi sesini de kavalın sesine uygun hale getirdi. Sonra nefesini
topladı. Biraz sonra yeniden başladı...
Garip garip durduk biganelertek,4
Soğuk soğuk baktık divanelertek,
4
Tek: gibi
493
Vidadi Babanlı
Dönmedik başına pervanelertek,
Tatlı tatlı konuşmadık, ayrıldık.
Şarkının her kelimesi bir ok olup Vugar’ın kalbini deldi.
Sanki o bu şiirleri onun için bilerek seçip de söylüyordu...
O zaman ki, aşinalığı terk ettik,
Cüda düştük, hayli ciğer berkittik.
Ayrılıktan gönül kuşun ürküttük,
Birbirimize kovuşmadık, ayrıldık.
Evet, gönül kuşu ürkütülmüştü. Küstürülüp yuvasından
uçurtulmuştu. O kuş yeniden yuvasına dönebilecek miydi?
Ona eski sadakatle, eski çılgınlıkla bağlanabilecek miydi?!.
Vugar şarkıyı sonuna kadar dinleyemedi. Çünkü artık
hiçbir şey duymuyordu. Arzu’yla ilgili duyguları, heyecanları
kulaklarını kapamıştı. O, ağacın arkasından çıktı. Köpeğe aldırış etmeden yeniden ormanın içlerine doğru yürüdü. Nereye, niçin gittiğini bilmeden yürüdü. Nereye bastığını görmüyordu. Dikenler ayağına takılıp, elbiselerine batsa da bunu
hissetmiyordu. Arzu’nun hayali gözleri önünde canlanmıştı.
Onunla son görüşmesini hatırladı. Arzu elleriyle yüzünü kapamış, omuzları titreyerek sessiz sessiz ağlıyordu...
O, aniden: “Dönmeliyim! Bugün şehre dönmeliyim.” dedi.
Hızlı adımlarla köye doğru yol almaya başladı. Saki, o şimdi
gitmezse, bir şeylerin kararını değiştireceğini düşündü. Fakat
bu düşüncesi boşa çıktı, yolunu kaybetti. Geldiği patikayı kaybetti. Karşısına bir akarsu çıktı: Engin, geçilmez akarsu! Burası neresi? Patika nerede kalmıştı?!
Vugar bir hayli baktı. Hayır, burasını o bilmiyordu. O,
buraya ilk defa gelmişti. Peki, köy nerede kalmıştı? Nasıl oldu
da yzlunu kaybetti?..
O, alnını sildi. Çok terlemişti. Dikkatini toparlayarak yeniden çevreye bakındı. Fakat bir faydası olmadı. Gideceği yönü
güneşe göre bulmak istedi. Ama yapamadı. Güneş ormanın
arkasında kalmıştı. Eğik güneş ışıkları yüksek ağaçların budakları arasından kırık kırık, dalga dalga süzülüyordu. Aşa494
Vicdan Sustuğunda
ğıları, koyu gölgelikleri halka halka aydınlattı. Sabahtan ara
sıra gözüken kuşlar da şimdi çoğalmıştı. Küme küme olu sağda solda ötüyorlardı.
Vugar telaşa kapıldı. Karanlık çökerse o, ormanda tamamen kaybolabilirdi. O, geceyi ormanda geçirmek mecburiyetinde kalabilirdi. Ama onu asıl korkutan bu değildi. O, trene geç kalacağını düşünüp üzüldü: “Güneş batıyor. Az sonra
karanlık çökecek. Mutlaka trene yetişmem lazım. Aksi takdirde bir gün daha kaybetmiş olacağım. – O, köyde geçirdiği
günleri hatırladı. Yirmi rakamı yeniden onun canını sıktı. –
Bendeki ala bak!.. Her şey keşmekeş içerisinde ben de burada
öylece eli kolu bağlı kalmışım. Gidip her şeyi yoluna koyacağıma burada boş boş geziyorum. Oyunda oynaştayım. Sanki
bütün işlerim yolunda da. Gitmeliyim! Bu akşam yola düşmeliyim! Bir gün bile çok önemli. Her zamanın kendi değeri var.”
Hemen geri döndü. Geldiği patikayla şimdi daha hızlı
yürüyordu. O, çobanla karşılaştığı alana gitmeyi düşünüyordu. Ama bu da olmadı. Patika bir değil, beş değil! O, birçok
patika değiştirdi. Bir saat boyunca aynı yerde döndü durdu,
yol aradı. Çok sevdiği orman şimdi onun sinirlerini geriyordu:
Patikaları sık sık kaybetti, adımları sürçtü, yavaşladı. O, artık
hiçbir şey düşünmüyordu. İlk günler gözünü gönlünü okşayan, ağzına taze tat, lezzet veren erikler, yemişenler ve iğdeler
şimdi ona akşamın bu vakitlerinde daha parlak görünüyordu.
Sanki ona “Bize gel, gel bize” diyorlardı. Bu güzellikler artık
onun dikkatini çekmiyordu. Yolunu bulup evine dönmek
istiyordu.
Şüphesi yanlıştı. Birbirinden farkı olmayan, birbirine çok
benzeyen patikalar, onu şaşırtsa da en sonunda yolunu buldu,
sevindi. Biraz durup derinden nefes aldı. Sonra deminki çobanı aradı. Niçin? Ona diyecekleri mi vardı?... Hüzünlü, yanıklı
şarkılarıyla onun kalbinde nice gündür susan, körelen duyguları uyandırdığı için ona teşekkür mü edecekti?.. Belki de!
Ama çobanı bulamadı. Onun esrarlı kavalının sesini de duymadı. Sürü eski yerinde yoktu. Vugar yola çıktı. Ayaklarına
yeni güç geldi...
495
Vidadi Babanlı
10. Bölüm Köyün girişinde, Cevdet’in “Gaz–69”uyla karşılaştı. Her
taraf toz, duman oldu. Vugar ağzını, burnunu kapatarak bir
köşe çekildi. Araba onun yanında titreyip durdu.
− Hayırlı akşamlar, ormancı kardeş!.. Ne acelen var öyle?..
– Cevdet sohbete her zamanki gibi şakayla başladı. – Arkandan modern teknoloji bile yetişemiyor. Nereye böyle?
− Hayırlı akşamlar.
Cevdet arabanın kapısını açtı. Dostuna “buyur, otur” –
demek istedi.– Ama onu üzgün görünce kendi indi arabadan.
Tozdan bir köşeye çekilen Vugar’ın yanına giderek ciddiyetle
sordu:
– Ne oldu? Niçin böyle heyecanlısın?
− Öylesine.
− Yine mi?
Vugar meramını zorlukla söyledi.
− Dönmek istiyorum.
− Nereye?
− Bakü’ye.
− Ne zaman?
− Bugün. Trene yetişebilirsem, şimdi.
Cevdet bir dakika boyunca ona taaccüple baktı. Sonra bir
şeyler düşünüp gülümsedi. Gözlerini Vugar’dan ayırıp saatine
baktı. Tekrar gülümsedi.
− Geç kaldın, kardeşim, – dedi. Sonra dağlara doğru baktı.
– Bak, tren gidiyor. Koş belki yetişebilirsin.
Vugar Cevdet’in söylediklerini şaka sandı. Onun gösterdiği tarafa gönülsüzce baktı. Çıplak dağların eteğiyle hakikaten de tren gidiyordu. Sesi hakikaten işitiliyordu. Vugar’ın
gözlerindeki heves yeniden söndü.
Cevdet yine onu süzdü.
496
Vicdan Sustuğunda
− Sen dönmeyi düşünmüyordun. Şimdi nereden çıktı bu?
− Gitmem lazım.
− Sebebi çok mu ciddi?
− Evet, çok ciddi.
− Bu önemli sebebi bize de söylesen olmaz mı?
Vugar sustu.
− Herhalde kız meselesi, değil mi? Gözlerinden aşk hasreti
okunuyor.
− Doğru bildin!
− Öyle miiii? İşte, bu başka mesele. Hemen Şahsenem halaya müjde vermem lazım. O, gün hıngal ziyafetindeki sohbet
galiba gerçekleşecek.
Cevdet sevindi. Yorgun yüzü tebessümle parladı.
− Bu benim için de güzel bir haber oldu. Yorgunluğumu
unuttum. Sabahtan beri şehirdeyim.
O, bunları söyledikten sonra halsizce dik durmaya çalıştı.
Üzerindeki tozu toprağı silkip şoföre döndü. Genç şoför geniş
şapkasını gözlerini üzerine çekmişti. Direksiyona yaslanıp
konuşmaları dinliyordu. Cevdet onun keyfini bozdu:
– Sen hemen git! Gonca’ya söyle yemeği ısıtsın. Biz yavaş
yavaş geliyoruz.
Araba bir hayli uzaklaştıktan sonra Cevdet Vugar’ın kolundan tuttu:
− Evet, şimdi söyle bakalım, kim bu şanslı, kiminle akraba olacağız? Kız nerelidir? Ailesi ne iş yapıyor?
Vugar hevessizce cevap verdi:
− Kızın babası eski petrol ustasıdır, annesi de Almanca
hocası. Bakü’de yaşıyorlar.
− Peki, yengemizin işi, görevi ne?
− O, okuyor.
− Nerede?
497
Vidadi Babanlı
− Üniversitede. Tarih bölümünde.
− Çok güzel. – Cevdet bir an sessiz kaldı. – Meseleyi kızın
anne babası biliyor, yoksa siz gizli mi görüşüyorsunuz?
− Biliyorlardı.
Cevdet arkadaşına şaşırarak baktı.
− “Biliyorlardı mı?..” Bu ne anlama geliyor? Açık konuş.
− Açığı ben her şeyi mahvettim.
Cevdet anlamlı anlamlı gülümsedi.
− Yani düğününü aranızda, herkesten habersiz mi yaptınız, demek istiyorsun?
− Hayır! Öyle değil! Ayrıldık!
− Kimle? Anne babasıyla mı?
− Hayır, kendisiyle...
− Tamamen mi?
Vugar omzunu oynattı.
− Suçlu psikolojisiyle konuşuyorsun herhalde suç sende.
Peki, niçin ayrıldınız?
− Aslında sebepsizce... Sadece bir aptallık yüzünden.
− Parça parça söyleme, hadi sadede gel!
Vugar konuyu olduğu gibi anlattı. Cevdet bir hayli düşündü. Sonra üzüntüyle:
− Bu hakikaten de aptallıktır, – dedi. – Bu hareketi ancak
sarhoş, akılsız bir insan yapabilir. Sen nasıl böyle bir şey yaptın?.. Hem o insanın maksadını, meramını önceden bildiğin
halde... Çok ilginç!..
− Haklısın, Cevdet, çok ilginç! ... Ama ben o gün hakikaten de sarhoş gibiydim. Çok heyecanlıydım. Tezim proje
şubesinden geri geldi. Faydasız, gereksiz bir çalışma olarak
değerlendirilirdi. Yıllardır verdiğim emek boşa çıkmıştı. Tekrar jüriye havale edildi. Bu da mevcut çalışmayı bırakıp yeniden sil baştan bir çalışma yapmam anlamına geliyordu. Evet,
498
Vicdan Sustuğunda
onlar benden bunu istediler. Akşam gelip her şeyi yeniden
kontrol ettim. Bir gecede birkaç aylık işi yeniden gözden geçirdim. Sabah kalktığımda başım dönüyordu. Ayakta durmaya takatim yoktu. Böyle bir vakitte kadının karşıma gelip
konuşması beni çileden çıkardı. Söylediklerini düşünecek halde değildi. Sanki hipnoz olmuştum
− Bunların hepsi doğru. Peki niçin sonra gidip kızdan
özür dilemedin, onun gönlünü almadın?... Her şeyi ona anlatsaydın, seni anlayacaktı.
− Sen özür diyorsun. Ben hatta yalvarırdım da Ama...
− Ama ne?.. Gururuna mı yediremedin? Bu erkekliğe
sığmaz, öyle mi?
− Hayır, Cevdet, hayır! – Vugar kızarak itiraz etti. – Gurur
meselesi değil. Sen beni biliyorsun. Ben hiçbir zaman boş yere
inat etmem. Sabah her şey daha da kötü oldu. Toplantıda
beni sıkıştırdılar. Asistanlıktan kovmak istediler...
Cevdet hayret etti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
− Nasıl yani?! Asistanlıktan kovmak mı?! – O iki üç adım
geri çekildi. – Niçin?
− İftira yüzünden!
− Anlamadım! Nasıl yani.
− Güya benim yeteneğim yokmuş, bilim dünyasında lekeliymişim.
− Ne anlamda?
− Şahsi anlamda.
− Yine anlamadım.
− Anlaşılmayacak ne var burada. Beni birkaç kızın hayatıyla oynamakla suçladılar...
Cevdet’in hayreti derinleşti. Birkaç dakika sustu. Sonra
sinirinden güldü.
− Aferin! Senin böyle maharetin de mi vardı?!. Peki bizim
niçin haberimiz yok?
499
Vidadi Babanlı
− Siz geri kalmışsınız da ondan! – Vugar da acıklı acıklı
güldü. – Ya da kablosuz telefonlarınız çalışmamış!
− Eee sonra ne oldu? Nasıl sonuçlandı?
− İftiranın zaferiyle sonuçlandı.
− Bu kadar mı?
− Bu kadar.
− Peki, yukarılara müracaat etmedin mi? Hakikati ortaya
çıkarmak için hiçbir şey yapmadın mı?
Vugar başını salladı.
Cevdet kızdı.
− Onlar sana iftira attılar, seni suçladılar, çalışmanı sabote
ettiler sen de hiçbir şey yapmadan, mücadele etmeden köye
geldin, öyle mi?! Aferin!.. Helal olsun sana, çok cesurmuşsun!..
Vugar ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Dostunun
azarından utandı. Cevdet yolun diğer tarafına geçti. Vugar’la
küs gibi yürüdü.
− Kaç gündür neden bana hiçbir şey anlatmadın?.. Niçin
benden sakladın, Vugar?
− Üç defa sana söylemeye çalıştım. Her defasında başka
konular girdi araya, beni dinlemedin. Öğretmenlerle de bu
yüzden buluşmak istemiyordum. Sonra her şeyi orada açıklamanın daha iyi olacağını düşündüm. Ama yapamadım. O
kadar saygı ve sevgi ağzımı bağladı. Sizleri üzmeye, ümitlerinizi kırmaya hakkım yok çünkü. Manen ıstırap çeksem de
sustum.
− Yanlış yaptın! – Cevdet bağırdı. – Eninde sonunda duyacaktık. Beş gün erken ya da geç ne fark eder? Peki, hiç kimse seni savunmadı mı? Adalet için, hak için konuşan olmadı
mı?
− Oldu. Ama öylesine.
− Peki danışmanın? Onun çok prestijli, vicdanlı bilim adamı olduğu söyleniliyor. Gazetelerde, dergilerde onun dürüst500
Vicdan Sustuğunda
lüğünden, gençlere olan sevgisinden yazılar çıkıyor. Bu yazıları ben kendim okudum.
− Yazılanlar doğrudur. Ama onu da susturdular.
− Nasıl yani?
− Çirkin oyunlarla. Karısının jüriye yazdığı mektupla.
− Mektup mu? Hangi konuda?
− Benim ahlaksızlığım, terbiyesizliğim konusunda. Ben
bilim dünyasında yer edinmek için kendi sevgilimi bırakıp
danışmanımın kızıyla evlenmek istiyormuşum, güya. Dediklerine göre o kızı yoldan çıkarmışım.
− Sonra?
− Sonrası sağlığın... Bize karşı olanların eline güzel fırsat
geçmiş oldu. İğrenç iğren sözler söylediler. Çalışmam kaldı bir
köşede. Bu konuyu tartıştılar. Akıl almaz iftiralar söylediler.
İftira çok kötü bir şeymiş. Dilim bağlandı, ağzım kurudu.
Kendimi savunacak söz bulamadım.
Cevdet sanki onu dinlemiyordu. Sesi uzaktan duyuldu.
− Bu da bizim bilim adamlarımız!.. Bu da toplumumuzun
itibarlı fikir adamları!.. Bizim kolhozlar arasındaki irtibatı
sağlayan müdür gibilerinden hangi insani davranışı bekleyeyim?
Cevdet bu kelimeleri öyle içten söyledi ki, sanki o an
Kerem olup, yanacaktı. O bir süre halsizleşti, sustu. Sonra
kendisini toparlayarak ona has olmayan bir eda ile hüzünlendi.
− Babamın vefat edeli beş yıl geçti. Ama onun ölüm anını
hala unutamadım. Ölümünden iki gün önce dili tutulmuştu.
Konuşamıyordu. Ama gözleri çok canlı idi. Onun bana çok
önemli bir şey söylemek istediğini hissediyordum. Özellikle
de son gününde gözlerini benden çevirmedi. Sordum: “Bana
bir sözün mü var, babacığım?.. ” Birbirine sıkı sıkı bağlanmış
dudakları kıpırdadı. Sesi çıkmadı. Gözlerinde memnuniyetsizlik ifadesi vardı. Onu anlamadığım için beni kınadığını
501
Vidadi Babanlı
anladım. Ne söylemek istediğini yine sordum. Hiç olmazsa
elinin işaretiyle ne istediğini söylemesi için yalvardım. Ama
bunu yapmaya gücü yoktu. Yine bakışları konuştu. Öleceğini
hisseden hastalar genelde çok korkarlar. Ama babam öyle
değildi. Onun bana söylemek istediği bir şey vardı. Demek
istediği ne idi, bilemedim. Kendisiyle birlikte götürdü demek
istediğini de. Belki de diyeceğini bilseydim toplum için daha
hayırlı bir insan olacaktım. O bakışlar kalbimde esrarlı, şüpheli bir iz bıraktı ve hala bana azap veriyor. Bazen düşünüyorum neden modern ilim bu meseleleri araştırmıyor. Niçin
bilim adamlarımız bu sırları çözmeye çalışmıyorlar? Şimdi
bilim akıl almaz sırları çözüyor, çok zor soruların cevabını buluyor. İnsanlar uzaya, aya gidiyor. Buradan elektrik dalgalarıyla aydaki makinelere sinyal gönderiyorlar. Robotlar yapıp
insan gibi onlara şarkı söyletiyorlar. Bir vücuttan, başka bir
vücuda kalp nakli yapılıyor. Eğer iyice araştırıp çalışsalar gözlerin de ne demek istediğini bilebilirler. – Vugar gülümsedi.
Cevdet bunu hissedip, ona döndü. – Bakıyorum sözlerim sana
komik geliyor, Vugar. Beni içinden benimle dalga geçiyorsun,
ama boşuna! Ben çok ciddiyim. Şimdi bilim adamlarımızın
saygınlığı çok fazla toplumda. Onların başarısına, çalışmalarına ümit besleyen insanlar toplumda eskiye göre on kat arttı.
Biz ilim adamlarından çok şey bekliyoruz. Başka sahalar şöyle
dursun uzay teknolojisinde baş döndürücü çalışmalar kaydedildi son zamanlarda. İşte, bu yüzden onlar konusunda kötü
bir şey duyduğumuzda kalbimiz ağrıyor. Senin anlattıkların
ise rezalettir. Aklım almıyor.
− Mesele bilim adamı almak da değil, Cevdet. Mesele bu
ismi layık olabilmekte. Maneviyatı zayıf olan insanların bilim
adamlığı da zayıf oluyor.
− Atalarımız ne kadar güzel söylemişler, ilim adamı olmak kolaydır, insan olmak zor, diye.
− Hayır, Cevdet! Hakiki manada ilim adamı olmak çok
zordur. Bunun için istidat, büyük bir yürek, iç güzelliği ve
manevi zenginlik gerekiyor.
502
Vicdan Sustuğunda
Cevdet yine sustu. Sonra ilave etti:
− Ahh, Vugar!..– diyerek heyecanla söze başladı. – Belki
yine beni kınayacak, beni çok safderun kabul edeceksin ya da
hayalperest olarak nitelendireceksin… Önemli değil bak
benim dileğim ne… Ben, küçük bir çiftçi olarak, kendi halkını
dünyanın en çok gelişmiş, en kalkınmış büyük ülkeleri ile
aynı safta görmek istiyorum. Bu vatanın evlatlarını dünyanın
en büyük şahısları arasında görmek istiyorum. Azerbaycanlı
ilim adamlarının isimlerinin deniz aşırı ülkelerde de bilinmesini istiyorum. Şairlerimizin, yazarlarımızın, bestecilerimizin,
doktor ve mühendislerimizin dünyanın her köşesinde tanınsın istiyorum. Ortaokulda okuduğum Muhammed Hadi’nin
bir mısrasını hatırladım. Sen de biliyorsun herhalde:
“İmzasını koymuş milel evrak–i hayata,
Yok milletimin hattı bu imzalar içinde...”
Çok güzel söylemiş! Kendi devrinin haline ağlamış. Elbette, o dönemle bugünü kıyaslamak doğru olmaz. Bu günün
manzarası bambaşkadır. Ama devrimizdeki şartlara, imkânlara bakarsak kazandığımız başarıların çok az olduğunu görürüz. Yetenekli insanlarımız daha önemli yerlere gelebilirler.
Peki, buna kim engel oluyor? Çekememezlik, adam kayırma!..
Bundan daha beteri de şerefsizlik! İşte, büyük ümit beslediğimiz insanlardan birisi de sensin. Biraz zorlukla karşılaştın
ve hemen mücadele etmekten vazgeçtin, bırakıp kaçtın. Cesaretin mi yetmedi mi?! Kaç gün oldu buraya geleli hala uğradığın haksızlıkları bize bile anlatmadın. Bizden bile yaşadıklarını sakladın.
Vugar Cevdet’in samimi olarak söylediği bu sözlerden kırılmadı. Birden gururla dimdik oldu. Ellerini cebinden çıkardı, göğsüne bağladı. ilginç bir tavırla:
− Önemli değil,–dedi.– her şey düzelecek. Ben mücadele
meydanından çekilmedim. Sabrediyorum. Sabredenler ise
hiçbir zaman kaybetmezler!
O, söyledikleriyle kendini teselli etti, başını dimdik tuttu.
Sözleri hareketleri ağırlaştı. Sanki biraz önce telaşlanan, köy503
Vidadi Babanlı
de geçirdiği günler için üzülen o değildi. Temkinler yavaş yavaş dedi:
– Ben köye geldiğim için pişman değilim, Cevdet. Burada
geçen günlerim için de üzülmüyorum. Tam aksine çok mutluyum. Sinirlerim sakinleşti. Bu orman, bu toprak, bu insanlar beni değiştirdi, kendime olan inancımı güçlendirdi. İlmi
çalışmalarıma faydası oldu, çalışmamla ilgili yeni çözüm yolları buldum. Şehirde kalmış olsaydım, kim bilir neler olacaktı.
Üzüntü insanın en büyük düşmanıdır.
Vugar hala ondan uzakta yürüyen Cevdet’e yaklaştı. Elini
onun omzuna koydu. Tebessümle dostunun yüzüne baktı.
Aynı tebessümü Cevdet’te göremeyince bakışını başka yere
çevirdi.
***
Ertesi gün Vugar evden dışarı çıkmadı. Cevdet ona acele
etmemesi, evde oturup kendisini beklemesini istedi. Tren
gelemden önce gelip kendisini yolcu edeceğini söyledi.
Şahsenem sabah erkenden kalkmış, oğlu için hazırlık
yapıyordu. Cennet anayı da unutmamış onun için de ayrıca
hediye hazırlıyordu.
Cevdet dediği vakitten daha erken geldi. Vugar’la beraber
sofrada oturup, Şahsenem’in hazırladığı “ayrılık aşı”ndan
yedi. Sonra yola koyuldular.
... kısa bir süre içinde istasyona ulaşmıştılar. İstasyonda
yeni gelen trenin kulak tırmalayan sesi altında Cevdet Vugar’in kulağına bir şeyler diyordu:
– Git, başarılar! Hiçbir şeyden korkma, çekinme. Bir şeye
ihtiyacın olursa haber gönder. Biz her zaman senin yanındayız.
504
Vicdan Sustuğunda
II. Fasıl
1. Bölüm Vugar trenden inmek için acele etmedi. Sonuncu vagonun
yanında durup herkesin inmesini bekledi. Acele etmeye gerek
yoktu. Zümrüt semanın deniz tarafından şafak yeni söküyordu. Enstitüde mesainin başlamasına daha çok vardı. Cennet
Ana ise muhtemelen tatlı rüyadaydı. Onu erkenden rahatsız
etmek istemiyordu.
O, pencereden dışarıda trenin etrafında koşuşan, sevinçle,
el sıkışan, sarılan insanlara baktı. Aniden kalbi hızla çarpmaya başladı. Arzu’yu hatırladı. Önceleri beş on günlük tatilde
köye gittiğinde Arzu da onu böyle karşılardı. Herkesin gözü
önünde birbirine sarılırlardı. Ama bi defa...
Vugar müteessir oldu. Kalbi sızladı. Ama sonra yüzü güldü. Uzaktan bir noktaya bakan gözlerinde sevinç kıvılcımları
belirdi. Aceleyle pencereyi açtı, kafasını dışarı çıkardı. Nefesi
hızlandı. Niçin?
Trenlerin çevresinde olan insanlardan bir hayli uzakta
“şehre çıkış” yolunda uzun boylu, güzel bir kız durmuştu.
Elinde çiçek demetini göğsüne bastırmış, boynunu bükmüştü.
Onun, bu küskün duruşu, masum bakışı ile Arzu’ya benziyordu. Belki de Arzu’ydu?.. Belki yine Vugar’ı karşılamak için
gelmiştir. Vugar ona döneceği vakti söylemese de o olabilirdi?!
Ee ne demişler kalp kalbe karşıdır. Neden olmasın ki!.. Cevdet’in söylediği gibi, küçücük kalpte ne sırlar saklıdır. Nice âlemler
pinhandır. Yaşasın aşk! Yaşasın Ferhat’a dağ deldiren, uzak
yolları yakın eden, her günahları, kabahatleri affeden sevgi!!!
Vugar, o kadar çok coştu ki pencereden gördüğü kızın
Arzu olduğundan hiç şüphesi kalmadı. Başını biraz da çıkararak “Buradayım, Arzu, buradayım!” – diye bağırmak istedi. O
an kız yerinden kımıldadı ve ona doğru gelen oğlanın üzerine
atıldı. Çevrede olan herkesi unutup hasretle birbirine sarıldılar. Ve gülerek oradan uzaklaştılar...
505
Vidadi Babanlı
Vugar, son anda bağırmaktan kendisini zor aldı. Köşeye
çekilip öylece hareketsiz kalakaldı. Gözleri onu yanıltmıştı. O,
üzülerek pencereden çekildi. Ama bu hali uzun sürmedi. Yeniden yüzü güldü. Onunla ne pahasına olursa olsun gidip barışacaktı. Çünkü seven kalplerin hiçbir zaman kin tutmayacağını biliyordu. Özellikle de kız kalbi; onun tertemiz gül gibi
güzel kalbi olan Arzu’sunun kalbi.
Vugar ayağa kalktı. Çantasını ve sütannesine gönderilen
hediyeyi de alıp treni terk etti.
Peron artık sessizdi. Tren şehre girene kadar yolculara
bilgi veren radyo da sabaha doğru şarkı söylemeye başlamıştı.
Vugar da sakindi O, “şehre çıkış” yolunun merdivenlerini
acele etmeden indi. Taksi beklemeden yürümeye başladı.
“Samed Vurgun bağı” nın girişinde panoya yeni asılmış henüz yapışkanı kurumamış gazeteye baktı. Bütün yazıları bir
nefeste okudu. Elindekileri yere koydu. Bakü’de olmadığı günlerde Bakü’de neler olduğunu öğrenmek istedi. Afganistan’nın Baş bakanı Bakü’ye ziyaret etmek için gelmişti... Akademide astrofizikçilerin konferansı olmuştu. Bir komüniste
yetmiş beş yıllık hizmeti karşılığında onur ödülü verilmişti...
O, aceleyle gazetenin ilanlar bölümüne de baktı. Bu bölümden okuduğu bir ilan onun çok hoşuna gitti. Vilyam
Şekspear’ın “Hamlet” piyesi oynanacaktı. Bugün sahneye konulacaktı.
Çok güzel! – Vugar elini eline sürdü. Sevinçle kendi
kendine fısıldadı: – Mutlaka gitmeliyim dedi!
Artık başka ilanlara bakmadı. Bütün düşüncesi piyeste
kaldı. “”Bilet bulabilecek miyim acaba? İki bilet!... Çok iyi oldu aslında. Barışmak için bu çok güzel bir bahane. Arzu tiyatroyu seviyordu. Hiçbirini kaçırmazdı. Daha yeni yeni görüşmeye başladıkları günlerde de sık sık tiyatroya giderlerdi.
Azru biletleri hazırlar hemen Vugar’in yanına gelirdi. Vugar
ise ona çok kırılırdı. “Sen bana hakaret ediyorsun, Arzu! Beni
mahcup ediyorsun. Bunu yapma lütfen!” – derdi. Arzu kumral gözlerini süzerek, başını Vugar’ın omzuna koyar, tatlı di506
Vicdan Sustuğunda
liyle yaptıklarına hak kazandırırdı: “Sen talebesin, Vugar,
kendin zor geçiniyorsun. Hem, ben almışım sen almışsın ne
fark eder?” Vugar buna razı olmadı: “Talebe iki bilet alamayacak kadar fakir mi?!” diyerek küserdi. Arzu yalvarmaya başlardı. Sesi titrerdi: “Niçin acele ediyorsun, Vugar, canım! Zamanı gelince herş ey senin istediğin, dilediğin gibi olacak. Ben
bütün talihimi sana vereceğim. Senin her sözün, her kelimen
benim için kanun olacak. Şimdilik izin ver, hürlüğümün tadını çıkarayım. Kalbimde kalmasın...” Vugar bundan sonra
üstelemedi. Gülerek sevgilisine döner. Tatlı dilli sevgilisini
kucaklar, hiçbir şey söylemeden öylece dururdu. Kalbinin derinliklerinde o güzel günlerin hasretiyle yanardı. İşte, istediği
gün gelmişti. Tiyatroya kendi bilet alabilecekti. Hem de nasıl
bir tiyatroya!
Vugar telaşlanmaya başladı. Bilet mutlaka alınmalıydı. Bu
fırsat kaçmazdı. Ama... yine hüzünlendi. Bu tür oyunların
biletlerinin çok önceden bittiğini hatırladı. Acaba tiyatronun
telefonunu bulup arasam mı? Müdüre ilgililere durumu anlatsam, yalvarıp yakarsam! Gençken onlar da sevgilileriyle
küsüp barışmışlardır. Onlar da belki halime acırlar. Yardım
ederler.
Heyecanlandı. Şansından aramak için pek uzağa gitmeye
gerek kalmadı. Hemen yakınında telefon kulübesi vardı. Hemen kendini telefon kulübesine attı. Numaraları çevirirken
birden vazgeçti. Tiyatroyu arayacağına Arzu’ların ev numarasını çevirmeye başladı. “Artık geldiğimi, Bakü’de olduğumu
bilsin. Hiç olmazsa sesini duymuş olurum. (Vugar çok iyi
biliyordu ki, Arzu onun sesini bile duymak istemeyecekti. Hemen telefonu kapatacaktı.) Telefonu Ağarza amca ya da Şirinbacı öğretmen açarsa da problem olmaz. Onlarla daha kolay konuşabilirim. Onlar çok samimi idiler. Belki onlar da bana Arzu’yla
barışmamda yardımcı olurlar. Tiyatroya sonra da gidebiliriz...”
Vugar kendisine hâkim olmaya çalıştı. Kalbinin çılgın
atışlarını kontrol altına alıp yavaş yavaş numarayı çevirmeye
başladı. Son numarayı çevirirken parmaklarında mecal kalmadı. Sanki gücü, kuvveti biranda bitiverdi. Kulübenin ensiz
507
Vidadi Babanlı
duvarına yaslanarak düşünmeye başladı: “Ben ne yapıyorum?
Herkes bu hadiseden haberdardır. Bu tür olaylar hiçbir zaman
ört bas edilmez. Herhalde herkes benden nefret ediyordur.”
Vugar’ın eli yanlarına düştü. Şüphe aç kurt gibi kalbini
kemirdi: “Hayır, barışmamız bu kadar basit olamaz. Beni kınarlar. Bu çok kolay yoldur. Başka bir şey düşünmem lazım”.
O, elini alnına sürdü. Kaşlarının ortasına kadar akan soğuk teri sildi. Bedenini onun uzun zamandır tanıdığı bir bitkinlik kaplamıştı. Kulübeden zorlukla ayrılıp parka girdi. Karşına çıkan ilk banka oturuverdi.
Güneş yeni doğmuştu. Büyük binaların çatılarına duvarlarına güneşin ışıkları vuruyordu. Yaprakları henüz dökülmemiş çınarların, sıra servilerin tepelerini güneş altın rengine
boyamıştı. Güneşe karşı evlerin, iş yerlerinin pencereleri sanki
ateş yakmıştı. Biraz vakit geçtikten sonra aşağılar da nurlanmaya başladı. Sokaklar, dönemeçler, köşe başları, parklar ve
meydanlar bir başka cazibeli olmuştu. Gittikçe yakan güneşin
şifa verici hararetini nihayet Vugar da duyabildi. Onun şifalı
şualarını hissettikçe zihni de duruldu. Daha rahat düşünmeye
başladı. “Özlemenin ne faydası var. Biraz daha sabretmem
lazım. En iyisi ilk önce Cennet Anaya sorayım. Onun fikrini
alayım. O, tecrübeli dünya görmüş bir insandır. Böyle insanlar
bilge oluyorlar. O, bana en doğru yolu bulmamda yardımcı
olur.”
2. Bölüm Vugar’ın kalbini kemiren şüpheler boşuna değildi. Arzu’nun anne babası hakikaten de meseleyi öğrenmişlerdi.
... Arzu ağlayarak eve geldiğinde Şirinbacı şaşırmıştı.
− Ne oldu sana? Neden ağlıyorsun? – diyerek telaşla kızının yanına koşmuştu.
Arzu annesinin sorularını cevapsız bıraktı. Kendisini yatağına atarak için için ağlamaya devam etti.
Şirinbacı aklına başka bir şey getirmedi. “Herhalde Vugar’ın çalışmasıyla ilgili bir problem olmuştur.” diye düşündü.
508
Vicdan Sustuğunda
O, Arzu’nun arkasından odaya girdi. Kızının yanında oturup, sakin öğretmen tavrıyla yeniden sordu:
– Hadi söyle bakalım ne oldu sana? Vugar sana ne söyledi? Niçin çağırmıştı seni?
Arzu hüngür hüngür ağlıyor. Ara sıra hıçkırıklar ağlamasını bölüyordu. Annesinin sorularına cevap vermiyordu.
Şirinbacı anne küskünlüğüyle:
− Ağla o zaman, ağla, – dedi, – kalbini boşalt.
Arzu birden ayağa kalktı, sorgulayıcı, şüphe dolu bakışlarıyla annesine baktı. Onun gözyaşları içerisinde donmuş gözbebeklerinin ışığı dağlardaki çığın parlaklığını hatırlatıyordu:
− Benim annem, babam var mı?
Kızının bu ilginç imalı sorusu karşısında Şirinbacı dona
kaldı, beyninden vurulmuş gibi oldu. Rengi bir anda soldu.
Dudakları zorlukla açıldı:
− Sen ne diyorsun, kızım?..
Arzu Şirinbacı’nın sesindeki gizli korkuyu hissetmedi.
Israr etti:
− Saklama artık, anne. Bana hakikati söyle, bunu bilmek
benim de hakkım.
Şirinbacı’nın gözleri dehşetle açıldı, yerine sığmadı. Kıpkırmızı oldu.
− Sen... Sen bana... Kendi annene inanmıyor musun?
Annesinin heyecanı ve kesik kesik konuşması Arzu’nun
kuşkularını daha da artırdı. Eğer Vugar’ın söyledikleri yalan
olsaydı, Şirinbacı niçin bu kadar heyecanlanmalıydı?! Birden
bire sitem etti:
− Anlaşıldı! Artık her şeyi anladım!.. – Arzu yeniden ağlamaya başladı. – Ben yetimim… Siz beni evlatlık edinmişsiniz!..
O, elleriyle yüzünü kapadı. Divanın üstüne yüzüstü yattı.
Şirinbacı olduğu yerde heykel kesilmişti. Sessiz sessiz o da
ağlıyordu. Gözlüğünün altından sanki su damarı yol bulup
509
Vidadi Babanlı
akmaya başlamıştı. Gözyaşları boncuk boncuk yanağına doğru süzülüyordu.
Her ailenin kendine has problemi oluyor.
Gülbabayev’lerin de problemi çocuklarının olmamasıydı.
Uzun yıllar bu yüzden azap çekmişlerdi.
İyi ki Ağarza karamsar değildi. Bu dert onu rahatsız etse
de kendisini teselli edebiliyordu. Evde, arkadaşları içinde kendini mutlu göstermeye çalışırdı. Dışardan bakanlar onun hiç
derdi sıkıntısı olmadığını sanırdı. Ara sıra Şirinbacı’ya derdi:
− Hiç üzülme, Şirin. Çocuğumuz olmuyor, ne yapalım olmazsa. Dünyada bizim gibi binlerce aile var. Kendimizi üzmeye ne gerek var. Kendimizi öldürecek değiliz ya!
Şirinbacı bu tür sohbetlerden çok müteessir olur üzüntüsü
biraz daha artardı. Zavallı kadın her geçen gün erirdi.
Son zamanlarda kısırlık meselesi onların gıpta edilecek
ailelerine gölge düşürmeye başlamıştı. Evde sık sık tartışmalar oluyordu. Şirinbacı’nın sinirleri gerilmişti. En basit sözden bile alınmaya başlamıştı. Gelip gidenler eş dost bile bu
durumu hissetmeye başlamıştı. Muhabbetle kurulan bu ailenin bir gün dağılacağını düşünenler olmaya başlamıştı.
Ağarza ‘nın üvey kardeşi, arkadaşı Şahmalı Kılıcov, bu
mesele ile ilgili kafa yoruyor, aileyi kurtarmak için bir çözüm
yolları arıyordu.
Bir gece herkes uyuduktan sonra hanımını uyandırdı.
− Nise, – dedi, – Kalk, mutfağa gel. Seninle konuşmam
lazım.
Nise gözlerini zorlukla açtı. İşleri başından aşkındı. Bu
kadar insanın elbiselerini yıkamak, yemeklerini hazırlamak,
sökük ve yırtıklarını dikmek zavallı kadını çok yoruyordu.
Bundan dolayı da yatağa zor düşer, gece sabaha kadar deliksiz
uyku çekerdi. Kadın zor zar konuştu:
– Gecenin bu vaktinde ne sohbeti, Şahmalı?.. Yarın söylersin.
510
Vicdan Sustuğunda
− Hayır, Nise, şimdi söylemem gerek. Yarına bırakamam!
Bu öyle bir konu ki, bunu bizden başka hiç kimse duymamalıdır.
Nise konuşmadı. Uykulu uykulu kocasının peşinden mutfağa geldi. Bu konunun konuşulacağı en rahat yer burasıydı.
Şahmalı ona oturması için sandalye verdi.
− Otur, – dedi. Kendi ise ayakta durup, omzunu duvara
yasladı. Bir hayli düşündü. Konuya nasıl gireceğini bilmiyordu. Biraz sonra konuşmaya başladı: – Ağarza ‘ların durumunu biliyorsun. Onlar evlat hasretiyle yanıp tutuşuyorlar.
− Biliyorum, – Nise ah çekip kollarını göğsünde bağladı.
Ama yine de Şahmalı’nın bu saatte neden bu konuyu açtığını
anlayamadı.
Şahmalı meramını hemen söylemekten çekindi.
− Sen de biliyorsun ki biz onların en yakın arkadaşları sırdaşlarıyız. Onlara yardım etmek bizim vazifemizdir. Bu
konuda da bizim bir çare bulmamız gerekiyor.
− Nasıl yani? – Nise şüpheli şüpheli sordu.
− Mesele de bu ya zaten? .. – Şahmalı biraz düşündü ve
ekledi: – Ben çok düşündüm ve çocuklarımızdan birini onlara
vermeye karar verdim.
Nise Şahlamlı’dan böyle bir teklif beklemiyordu. Birkaç
dakika kendisine gelemedi. Birkaç dakika öylece kocasına
baktı.
Şahmalı bir annenin kendi evladını başkasına vermenin
ne kadar acı olduğunu çok iyi biliyordu. Böyle bir duruma her
anne razı olmazdı. Bu sebepten fikrini hemen söylemedi.
− Niçin susuyorsun? Bir şey söyle!
Nise kaşlarını çatarak susuyordu. Şahmalı şakaya vurdu.
− Çok düşünüyorsun – diyerek güldü. – Çok şükür, çocuk
doğurmak senin için helva yemekten de kolaydır. Şu ana
kadar dört çocuk dünyaya getirdin. Kim bilir daha kaçını
daha doğuracaksın. Hadi son kızımızı Şirinbacı’ya verelim.
Sevap kazanmış oluruz.
511
Vidadi Babanlı
Nise bu defa da cevap vermedi. Son çocuğu beş, altı gün
önce doğmuştu. Ondan ayrılmak bir anne için hiç de kolay
değildi?!
Şahmalı:
− Sen beni dinle, hanım. Hiç olmamış gibi düşünürüz.
Nise yüzünü yan tarafa çevirdi. Şahmalı onun için için
ağladığını görünce üzüldü.
− Beni yanlış anlama, Nise, – diyerek hanımını merhamet
damarlarına bastı. – Aklına başka şey gelmesin. Benim yavrumu istemediğimi sakın düşünme. Bunu sadece dostum
Ağarza ‘nın hatırı için yapıyorum. Onun güzel ailesinin dağılmasından korkuyorum. Şirinbacı kısır olduğu için azap çekiyor. O kadın gözümüzün önünde her geçen gün eriyip gidiyor.
Nise ağlamayı kesti ve derin derin düşünmeye başladı.
Şahmalı hanımının susmasını onay olarak kabul etti. Onun
söylediklerine razı olduğu için hanımını öptü. Ve sakince
yatağına döndü.
Ama mesele burada bitmedi. Karşılarına bu defa başka bir
zorluk çıktı. Çocuğu Şirinbacı’ya nasıl vereceklerdi?! Çağırıp
kendi elleriyle verselerdi onlar yanlış anlarlardı. Bu durumdan Şirinbacı kırılabilirdi. İki aile arasında sıkıntı çıkabilirdi.
Diğer taraftan bu derece önemli bir meseleyi başkasına havale
etmek de hoş olmazdı. Çocuk büyüdükten sonra bu sır ortaya
çıkabilirdi. Bu sır herkesten saklanmalıydı.
Şahmalı çıkış yolu aramaya başladı. Herkese çocuğun
öldüğünü söyledi. Sakat doğan çocuğun bir hafta yaşadıktan
sonra öldüğünü söyledi. Kısa sürede eş dost arasında çocuğun
sakat doğduğu ve öldüğü yayıldı. Annesini de doktorların
kurtardığı duyuldu.
O, yalanını Ağarzalara da söyledi. İyi ki Şirinbacı kendisi
de hasta olduğu için hastaneye Nise’yi ziyarete gidememişti.
O, çok üzüldü. Ağarza’ ya dedi:
– Hadi gidip, Nise’yi ziyaret edelim.
Şahmalı güldü.
512
Vicdan Sustuğunda
Nise’yi ziyaret etmeye ne gerek var. Maşallah turp gibi.
Hatta kendisi sizi ziyaret etmeyi düşünüyor.
Ertesi gün akşam, Şirinbacı öğretmen okuldan dönmesine
yakın, Şahmalı, hanımının yeniden razı razı etti. Nise çocuğu
iyice emzirdi. Altını temizledi. Yorgana sararak Şahmalı’nın
kucağına verdi. Beraber yola koyuldular...
***
Şirinbacı okuldan geç geldi. Cebinden anahtarı çıkarıp
kapıyı açmak isterken ayağı yumuşak bir şeye takıldı. Kapıda
küçücük bir bebek görünce telaşlandı. Bebek bağıra bağıra
ağlamaya başladı. Herhalde Şirinbacı’nın ayağı ona değmişti.
O, ne yapacağını şaşırdı. Yerinde donakaldı. Şirinbacı sağa
sola koştu. Yüksek sesle bağırmaya başladı:
– Bu çocuk kimin! Annesi nerede?..
Şahmalı ile Nise yakında bir yere gizlenmişlerdi. Şirinbacı’nın ayak seslerini duyunca çocuğu kapıya bırakmıştılar.
Nise’nin eli hala kalbindeydi. Bebeğinin ağlamasını dayanamıyordu. Şirinbacı seslendiğinde bebeğinin yanına koşmak istedi. Şahmalı onu zor tuttu. Kulağına sessiz olmasını söyledi.
Şirinbacı kendisine cevap veren olmadığını görünce geri
döndü. Bebeği kucağına aldı. Artık bebek susmuştu. Yeniden
seslenmek istediğinde Şahmalı ortaya çıktı.
− Neler oluyor, Şirinbacı? Kimi arıyorsun?
Öğretmen Şahmalı’nı görünce sevindi. Sesinin telaşı azaldı ama heyecanı geçmedi.
− Böyle şey mi olur? – diyerek dert yandı.
− Bu küçücük bebeği hangi kalpsiz bırakabilir?!
Şahmalı içinden kendi durumuna güldü. Sakince cevap
verdi:
− Sen rahatsız olma. İçeriye gir. Her kimse gelir herhalde.
Yürü içeri gidelim.
Şirinbacı yerinden kımıldamadı. Şahmalı’nın yüzüne donuk donuk baktı.
513
Vidadi Babanlı
− Peki bunu ne yapalım?... Ağlamaktan zavallının nefesi
kesilmiş.
− Onu da kendinle götür içeriye. Sakinleştir.
− Peki ya annesi gelip, onu ararsa?
− Arasınlar! Başka yere götürmüyoruz ki? Bıraktıkları yerde göremeyince kapıyı çalacaklar.
Şirinbacı bir dakika yine Şahmalı’nın yüzüne öylece bakakaldı. Omzunu salladı.
Kapıyı Şahmalı açtı. İçeriye geçtiler. Şirinbacı burada da
rahat olmadı. Hala şaşkındı. Heyecanlıydı. Ağlamaktan sesi
kesilen bebeği nasıl avutacağını bilmiyordu. Herkesten sonra
içeriye giren Nise de boynunu bükerek kapının önünde durmuştu. Kocasından korktuğu için sesini çıkaramıyordu. Bebeğinin içini çekerek ağlaması onun anne kalbine dokunuyordu.
Şahmalı insafa gelerek söyledi:
− Bebeği bizim hanıma ver, Şirinbacı. Bebeklerin dilini o
bizden daha iyi anlar. O, deneyimlidir. – Bak istersen, Nise.
Belki sütün daha kesilmemiştir. Emzir onu. Yoksa başımızı
ağrıtacak.
Nise hemen ileri yürüdü. Bebeği Şirinbacı’dan alarak bağrına bastı. Ve hemen yönünü duvara çevirip elbiseni çevirip
emzirmek istedi, ama çocuk önce emmek istemedi. Sanki annesinden küsmüştü. Biraz vakit geçtikten sonra hıçkıra hıçkıra emmeye başladı.
Şirinbacı hala rahatsızdı. Sık sık dışarı çıkıyor, bebeğin
“kayıp” annesini arıyor ve kendi kendini söyleniyordu:
− Bu nasıl annedir?! İnsan nasıl böyle taş kalpli olabiliyor?! Küçücük bebeği bırakıp nasıl gider bir anne?!
Şahmalı hafifçe gülümsedi. Hanımına göz kırpıp sen kendi payını aldın der, gibi işaret etti. Sonra ise Şirinbacı’ya hitaben dedi:
− Sabret, Şirinbacı. Gelir, sabret...
− Ne zaman gelecek?! Aradan kaç saat geçti hala kimse
yok. Doğru dürüst bir insan olsaydı şimdiye kadar gelirdi.
514
Vicdan Sustuğunda
− Öyle söyleme. İnsanın başına her şey gelir. Kim bilir
başlarına ne geldi... Biraz daha bekleyelim.
Başka çareleri yoktu, beklediler. Ağarza da işten döndü.
Durumu öğrenince o da rahatsız oldu. Hemen polise haber
vermeyi teklif etti. Şahmalı arkadaşının ciddiyetinden korktu.
Sertlikle:
− Olmaz! – dedi. Sabret biraz.
Gece yarısına kadar beklediler. Şahmalı onları meşgul etmek için oradan buradan konuştu. En sonunda yoruldu,
dilinin ucuyla:
− Annesinin gelmeyeceğinden emin olsaydık bebeği alıp
götürürdük. Nise kendisine bakardı. Yoksa size burada bu
yavrucak zahmet verecek.
Şirinbacı dalgın dalgın sustu. Ağarza derin düşüncelere
dalarak tereddütle omzunu silkti. Şahmalı istediğini yapacağından emin bir tavırla devam etti:
− Ama biz gittikten sonra annesinin geleceğinden korkuyorum. Biz şehrin ta öbür ucundayız. Nasıl geleceksiniz...?
Şirinbacı istemeyerek razı oldu.
− Tamam, bırakın kalsın. Bir geceden bir şey olmaz.
Nise bebeği uyandırdı. Şirinbacı’nın yardımıyla yeniden
altını değişti, yedirdi. Hatta sütünden gece içirmesi için bir
bardak verdi.
İşleri bittikten sonra Şahmalı kalktı. Ağarza da onlarla
beraber biberon almak için dışarı çıktı...
***
O gece Nise uyuyamadı. Sık sık uyanarak bebeğini yanında aradı. Geceleri sık sık uyanır ve bebeğini emzirir altını
değiştirirdi. Bu gece, de birkaç kez uyandı, yavrusunu yanında göremeyince kalbi sızlamaya başladı. Kalbinde gizli bir sızı
vardı. Sanki sabaha kadar yatağına ateş koymuşlardı da onu
rahatsız ediyordu.
515
Vidadi Babanlı
Şahmalı da geceyi uyuyamadı. Hanımının rahatsızlığını,
yogan altından sessizce ağlamasını duyuyordu. Ama sesini
çıkaramıyordu. Çünkü böyle müdahale ederse o daha da üzecekti. Bu tür durumlarda teselli etmenin, nasihat etmenin bir
faydası olmuyor, aksine zarar veriyordu. İnsan kendi kendini
teselli edebilirdi.
Sabah erkenden kalktılar. Birbirleriyle hiç konuşmadan
giyindiler. Göz göze gelmekten çekindiler. Güneş doğmadan
evden çıktılar. Gecenin köşe bucaklara, dönemeçlere sığınan
son gölgelerini kova kova, sokakların uykusunu dağıta dağıta
Ağarzalara vardılar.
Ağarza onları bahçede karşıladı. Ağarza ‘nın yüzünden keder yağıyordu. Sanki kısa boyu biraz daha kısalmıştı. Şahmalı
onun bembeyaz olmuş yüzüne, kıpkırmızı gözlerine dikkatlice
baktıktan sonra sordu:
− Durum nasıl?... Çocuk sizleri çok mu yordu?
Ağarza sustu. Derinden nefes aldı. Şahmalı yeniden sordu:
− Annesinden bir haber alamadınız mı?
Ağarza sadece başını salladı. Bitkin bir halde:
− Durum vahim, – dedi. – Şirinbacı bütün gece ağladı.
Bebeği bizim kapıya bırakanlar zavallının derdine dert kattı.
O kederlendi. Gözlerini yere dikerek sustu. Sonra göğsüne
düşen kafasını kaldırarak yalvarır gibi:
− Deminden beri seni bekliyorum. Bir yolunu bul. Bebeği
ne yapacağız. Onu bizde tutamayız. Hatta gece polise götürmek istedim. Şirinbacı izin vermedi.
Şahmalı biraz sakinleşti.
− Şirinbacı doğrusunu yapmış... Annesi bulunsa bile bebeğin bakımsızlıktan mahvolmasından korkuyorum.
Ağarza yeniden sustu. Şahmalı yeni kurgusunu içeride,
Şirinbacı’nın yanında tamamladı:
− Ben şuan bile bebeği çocuk esirgeme kurumuna verebilirim. Orada kimsesiz çocuklar için çok güzel ortam var. Ama...
516
Vicdan Sustuğunda
bebeği kayda aldıktan sonra geri almak biraz zor oluyor. Ona
nekir münker sorusu soracaklar, “Bebeği niçin başkasının
kapısına bıraktın? Bunu yapmaya seni mecbur eden neydi?”
Bebeğin anne babası bulunsa da onu almayacaklar.
Ağarza kızdı.
− Bize ne, canım. Kendi cezalarıdır, çeksinler.
Şahmalı düşündü. Hemen yeni bir yalan uydurmalıydı.
− Ahh, Ağarza, – dedi. – bilmediğin şeyleri konuşma. Size
gelirken birinden duymuştum, dün sizin caddenin sonunda
birilerine tramvay çarpmış. İyi olması da mümkün değilmiş.
Hem de kadınmış...
Sonra Nise’ye baktı. Söylediklerini doğrulamak için ondan
yardım istedi.
− Öyle diyorlardı, değil mi, Nise?.. Çok genç bir kadınmış...
Bebeğini bağrına bastıran Nise kocasına şaşırarak baktı.
Onun böyle zor anlarda nasıl yalanlar uydurduğuna hayret
etti. Ve usulca kafasını salladı. Titrek sesle:
− Evet, – dedi.
Şahmalı cesaretlenerek Ağarza ‘ya:
− Bu yavrucağın o kadının olduğunu düşünüyorum. Sizin
kapınıza Allah emaneti bırakıp, gitmiş. Herhalde başka çaresi
yokmuş... İsterseniz onu bize verin. Mesele aydınlanana kadar bizde kalır. Hem Nise de onu emzirir. – dedi.
Şirinbacı bağırarak:
− Hayır, – dedi. – O buradan hiçbir yere gitmeyecek. Talih
onu bize getirdi, o bizimle kalacak.
Şahmalı kurnaz kurnaz gülümsedi. Şirinbacı’yı denemek
için ısrar etti:
− Ama sen çalışıyorsun, Şirinbacı. İşe giderken onu kime
bırakacaksın?
Şirinbacı inat etti.
517
Vidadi Babanlı
− Ben ona bakmak için birilerini bulurum. Yaşlı bir komşum var. Onunla konuşurum. Ben evde olmadığımda ona
bırakırım.
Şahmalı bilerekten düşünüyormuş gibi yaptı. Acele etmeden:
− Tamam, – dedi. Üç, dört gün daha bekleriz. Bakalım sonu ne olacak?
Böylece günler bir birini kovaladı. İki hafta her gün Şahmalı’yla, Nise Ağarzalara gidip geldiler. Bebeğin anne sütüne
hasret kalmasına izin vermediler. Bir sabah Ağarza Şahmalı’yı
sokakta çok üzgün halde gördü. Onu Nise’den ayırdı, tavsiyesine başvurdu:
− Durum iyi değil, Şahmalı. Bir çare bul.
− Yine ne oldu?
− Şirinbacı bebeğe çok bağlandı. Bir dakika bile yanından
ayrılmıyor.
Şahmal gülümsedi.
− İyi ya, bağlansın. Ne güzel!
− Ne demek ne güzel?! – Ağarza heyecanlandı. Arkadaşına kızdı. – Çok tehlikeli bir durum çocuğun sahibi bulunsa
Şirinbacı ölse de onu kimseye vermez.
− Korkma! Birşey olmaz! – Şahmalı çok sakin ve soğukkanlı cevap verdi. – yani bebeği çok mu seviyor?
− Sevmek ne kelime, onun için ölüyor. Onun sesi gelince
her şeyi unutuyor. Sanki kendi yavrusu gibi.
− Çok iyi! – Şahmalı sevincini saklayamadı. Gözleri mutluluktan parladı. Elini dostunun omzuna koyarak dedi: –
Bebeğin sahibinden rahatsız olma, Ağarza. O artık hiçbir zaman bebeğini almaya gelmeyecek!
Ağarza derin hayretle dostuna baktı.
− Niçin?.. Sen nereden biliyorsun bunu?
− Biliyorum, Ağarza, biliyorum! – Çünkü o bebek benim.
O, bizim son doğan yavrumuzdu.
518
Vicdan Sustuğunda
Ağarza şaşkınlık içinde kaldı. Bir an hiçbir şeyi algılayamadı. Dudakları halsizlikle kıpırdadı:
− Sizin mi?...Peki... Peki onun öldüğünü söylemiştin...
− Evet, öyle demiştik. Mecburen yalan söyledim. Şirinbacı’yı başka türlü ikna edemezdik.
Ağarza bir hayli sessiz durdu. Gözlerinde sevinç yaşları
belirdi.
− Sen çok iyi bir dostsun, Şahmalı!.. Çok iyi! – diyerek ona
sarıldı. Çocuk gibi ağlamaya başladı.
Her şeyi sakin ve olgunca karşılayan Şahmalı da dostunun
bu haline dayanamayıp ağladı. Kırk yaşına gelmiş, saçları
beyazlamış birinin böyle sarsılması herhalde herkesi etkilerdi.
Şahmali kendisini hemen toparladı. Ağarza ‘ya kızdı.
− Yeter! Çocuk musun sen?... Çok ayıp!..– dedi. Sonra
biraz da ciddileşti. – Bak, bu sırrı kimseye söylemek yok ona
göre. Bunun senden, benden ve Nise’den başka hiç kimse
bilmiyor ve hiçbir zaman da bilmeyecekler. Özellikle de
Şirinbacı.
− Ne diyorsun, söyler miyim hiç! – Ağarza da sakinleşti.
Nise’yi Şirinbacı’nın yanında bırakıp, arkadaşını yemeğe
götürdü. Bu güzel jesti beraber kutladılar.
Bir aydan sonra ise Ağarzaların evinde büyük bir ziyafet
verildi. Şirnbacı’nın istediği üzerine bebeğin ismini “Arzu”
koydular. Sabaha kadar eğlendiler. Azru yürümeye başladığında ise şehirde bulunan güzel evlerini kötü niyetli komşulardan uzak olsun diye içerişehrin küçük bahçeli, görkemsiz
bir eviyle değiştirdiler. Boşboğazlar, cimriler az değildi. Kız
büyüdüğünde ona bu meseleyi anlatabilirlerdi...
Ama işte yerin de kulağı varmış. Tam yirmi bir yıldan
sonra konu açılmıştı...
....Şirinbacı uzun süre kendini toparlayamadı. Sessizce
için için ağladı. Kendi talihine, bahtına ağladı. O, yirmi bir yıl
boyunca Arzu için her şey yapmıştı. Öz annesi gibiydi... Her
519
Vidadi Babanlı
arzusunu, dileğini yerine getirmişti. Şirinbacı onu yazın sıcaktan, kışın soğuktan korumuştu. O, hastalandığında, morali
bozulur, zavallı kadının yüreği parçalanırdı. Elbiselerin en güzelini ona giydirir, yemeklerin en lezzetlisini ona yedirirdi.
Bugün yıllardır çektiği sıkıntı bir anda boşa gitmişti. O,
hiç bir şey demedi. Sonra ağzından bir cümle çıktı:
– Yağ yağla kaynar, yarma bir köşede kalır!
***
Ağarza Neft taşlarından gece döndü. Evinin ahşap merdivenlerini ağır ağır, sessizce çıktı. Gözü penceredeydi. Her
zaman olduğu gibi Arzu’nun, kendisini merdivenlerde karşılayacağını, kendisine sarılacağını bekledi.
Arzu çocukluktan beri hep böyle yapardı. Uzaklarda, madenlerde çalışan babası haftada bir kez gelirdi, onu ayaklarının sesinden tanırdı. Ağarza, adımını merdivene koyar koymaz Arzu kapıya koşardı. Kendini babasının üzerine atar sıkı
sıkı sarılırdı. Ele ele eve geçerlerdi. Şirinbacı onların bu halini
çok severdi.
Şimdi de Ağarza adımlarının sesi duyulsun diye merdivenleri yavaş yavaş çıktı. Ama Arzu çıkmadı... O, çok üzüldü.
“Herhalde evde değil. Vugar’la bir yerlere gitmiş” – diye
düşündü. Arkasından Vugar’a sitem etti. “Köftehoru, görüyor
musun, kızı elimizden nasıl alıyor. Artık yolumu bekleyenim,
ayak sesime koşanım yok. Çok yakında yavrumun nefesi de
sesi de olmayacak bu evde”.
Ağarza şimdiye kadar hiç böyle düşünmemişti. Bu ayrılığı
hiç aklına getirmemişti. Sanki birden gaflet uykusundan uyanır gibi oldu. İlginç bir kıskançlık duygusu onu sarstı. Vugar’a
da, hayatın bu ebedi, değişmez kanununa da lanet okudu:
“Böyle şey olur mu?! Yıllarca zahmet çek, evlat büyüt. Sonrada tanımadığın bir yabancı onu senden alsın. Gözüne baka
baka onu alıp gitsin. Sen de bu ihtiyar yaşında hanımla yalnız
kal...”
520
Vicdan Sustuğunda
Ağarza derinden iç çekti. Yüzüne gölge indi. İçeri girince
gördüğü manzara karşısında sarsıldı. Arzu evin bir tarafında,
Şirinbacı ise öbür tarafında sessizce oturuyordu. Yüzlerinden
düşen bin parça idi.
Ağarza kapının önünde biraz sessizce durdu. Sonra kendini toparlayarak ileri yürüdü. Odanın ortasına geldi. Hiçbiri
ona bakmadı. O hayretle bakışlarını gah kızının, gah da eşinin yüzünde gezdirdi. Arzu’nun da, Şirinbacı’nın gözleri şişmişti. Yanaklarında gözyaşlarının izi kalmıştı.
Ağarza’nın büyük şaşırması esrarlı bir telaşa dönüştü. Hanımına yaklaştı. Boğuk sesle sordu:
− Size ne oldu böyle, Şirin?
Öğretmen cevap vermedi. Başını sol omzuna çevirip sustu.
Ağarza onu konuşturmaya çalışmadı. Bunun sebebini
Arzu’dan kaynaklandığını hissedip, kızına doğru yöneldi.
Arkadan ona sarılarak her zamanki şefkatiyle konuştu:
− Arzu kızım, sen söyle bakalım ne oldu size böyle?
Arzu da sustu. Ağarza elini kızının çenesinin altına koyup
onun aşağı inen kafasını kaldırdı. Cebinden mendil çıkarttı.
Arzu’nun yanaklarından gözyaşının izlerini silerken sesini biraz daha yumuşattı, tatlılaştırdı:
− Benim güzel kızım, hadi söyle bakalım, ne oldu size?
Seni kim kırdı böyle?
Babasının sevgi dolu sözleri Arzu’yu yeniden duygulandırdı. Ağarza’nın elinden kurtulup ağlaya ağlaya odasına
koştu.
Ağarza’nın kolları yan tarafa düştü. Kızının arkasından
bakakaldı. Yeniden eşine doğru gitti. Kızgınlıkla:
− İnsaf, – dedi, – yoldan geldim, çok yorgunum. Derdiniz
nedir açık söyleyin, beni niçin bu kadar üzüyorsunuz?
Şirinbacı’nın dudakları zorlukla açıldı:
− Sırrımız açıldı... Kıza her şeyi anlatmışlar.
− Hangi sırrı?..
521
Vidadi Babanlı
− Onun bizim çocuğumuz olmadığını...
Bu kelimeler ilk önce Ağarza’ya ilginç geldi. Hatta sinirinden güldü. “Arzu nasıl başkalarının kızı olur? Ne kadar komik
şeyler bunlar, peki biz kimiz?!” demek istedi. Ama çoktan
unutulan bu olayı hatırladı, Şirinbacı’dan da kötü duruma
düştü. Demin merdivendeyken Arzu’nun onu karşılamaması,
ona görünmemesi hüzünlenen baba için bu daha büyük bir
darbe oldu.
O, uzun süre böyle kalakaldı. Bükülen beli düzelmedi. Düşündükçe daha bir hüzünlendi. Ama artık başka çare yoktu.
Nasihatin bir faydası olmayacaktı, bu vakitten sonra tek yol
gerçekleri söylemekti.
Ağarza zorlukla ayağa kalktı. Ayaklarını sürüyerek telefona yaklaştı. Parmakları titreye titreye Şahmalı’yı aradı. Durumu kısaca anlatıp, gelmesini rica etti. Hatta Nise’yi de getirmesini rica etti. Sonra mutfağa geçerek kendine çay koydu.
Kendisine çay yaptı. Ağzı dili kurumuştu. Ciğeri yanıyordu.
Ama acısını bu da dindirmedi. Çaydan sadece bir yudum
alabildi...
Bir saatten sonra Şahmalı ile Nise geldi. Ağarza elleri yüzüne yapışık halde öylece mutfakta oturmuştu. Misafirlerini
görünce Şirinbacı ayağa kalktı. Ayaklarını zorlukla ileri sürüyerek yürüdü. Yüreği kan ağlasa da misafirlerini sofraya davet
etti.
Şahmalı oturmak için acele etmedi. Ağarza ‘nın telefon
konuşmasından meseleyi anlasa da hiçbir şeyden habersiz
gibi görünmeye çalıştı.
− Ağarza nerede?.. Misafir kabul etmiyor mu yoksa? –
diyerek arkadaşını çağırdı.
Ağarza mutfaktan cevap verdi:
− Buradayım... Saklanmadım.
Şahmalı ona doğru yürüdü. Şakayla:
− Suratını neden astın böyle, – dedi. – Sizde misafiri böyle
mi karşılarlar?
522
Vicdan Sustuğunda
Ağarza iç geçirdi. Ellerini yüzünden alıp Şahmalı’ya dedi:
− Şakayı bırak. Git kızını çağır yanına, her şey nasıl olduysa açıkça anlat. Olanları senden duyması daha iyi olacaktır. Bize inanmıyor. Kaç saattir ağlıyor. Bizim onu yetimhaneden aldığımızı söyleyip, duruyor. Senin akıllı öğretmenin de
onunla birlikte ağlıyor.
Şahmalı durumun hiç de iç açıcı olmadığı görünce ciddileşti. Yan odaya geçti. Arzu’nun kolundan tuttu, onların yanına getirdi. Kendisi de yanında oturtup, her şeyi olduğu gibi
anlattı. Sözünü bitirdikten sonra ceketinin cebinden sararmış
bir kağıt çıkartıp:
− Al, oku! – dedi. – Belki bana da inanmıyorsundur. Oku!
Hiçbir şüphen kalmasın.
Arzu tereddütle kağıda baktı. Bu doğum belgesiydi. Solgun mürekkepli, düzensiz yazıyı sessizce okumaya koyuldu.
Çok ilginç bir manzara ortaya çıkmıştı. Nefes almadan
herkes Arzu’ya bakıyordu. Bütün kalpler aynı acıyla çarpıyordu. “Şimdi onun kararı ne olacak? Kimi seçecek?...” Annelerin acısı daha da büyüktü. Şirinbacı’nın boğazı kurumuştu.
Bir an bile Arzu’dan ayırmadığı bakışları “Sen benimsin,
benim yavrumsun!” – diyerek haykırıyordu. Nise ellerini koynuna koymuş gözleri dolu dolu olmuştu. Gözlerini kırpmadan
merhametle kızına bakıyordu.
Sonunda başını kaldırdı Arzu. Solgun yüzü eski haline
döndü. Hem sevinerek, hem de utanarak anne babasına tek tek
baktı. Sonra usulca kalkıp, Şirinbacı’ya yaklaştı. Ona sarılarak:
− Affet beni, anne! Yanlış yaptım...– dedi.
Şirinbacı hiçbir söz demedi. Bu bekleyiş onu çok üzmüştü.
Kendini çok geç toparlayabildi. Arzu’yu hasretle, sevgiyle bağrına bastı. Gözlerinden akan iki damla yaş onun teselli edip
rahatlatmıştı.
Ağarza hala mutfaktaydı. Oradan onları izliyordu. Arzu’nun Şirinbacı’ya sarılması, “anne” diyerek ondan özür dilemesi onu da kendine getirdi. Derinden nefes aldı. Sevinerek
523
Vidadi Babanlı
odaya gelmek istedi. Ama Arzu ondan erken davrandı. Şirinbacı’dan kopup Ağarza ‘nın kollarına attı kendini...
Nise bu manzara karşısında daha fazla dayanamayıp yan
odaya geçti. Şahmalı ise her zamanki gibi sakindi. Üzüntüsünü göstermek istemedi. Azru ile Ağarza mutfaktan çıktıktan sonra kızına yaklaştı. Onun alnından öperek yüksekten
sesle:
− Helal olsun!– dedi.–
3. Bölüm Cennet Ana erkenden kalkmıştı.
Vugar, sabahın bu saatinde onu rahatsız etmek istemedi.
Yaşlı kadının heyecanlanıp rahatsız olmasından çekindi.
Kapının önünde nefesini topladı. Kapının anahtara deliğinden içeriye göz attı. Cennet Ana eski, elektrik lambasının
zayıf ışığında elleri koynunda oturmuştu.
Vugar çok etkilendi bu manzara karşısında. O, bu kimsesiz ananın yaralarını depreştirmişti. Kapıyı usulca çaldı.
Cennet Ana ses çıkarmadı. Uzun süredir gözleri bir noktaya takılıp kalan kadın kapıya şüpheyle baktı. Dört duvar
arasında yalnız kaldığı günlerde kulakları onu az yanıltmamıştı. Dışarıdan duyduğu her sese gecenin yarısında bile
kulak veriyordu. Bir defa Vugar’ın geldiğini zannedip gecelikleriyle dışarı fırlamış, dışarıda Vugar’ı göremeyince ümidi
kırılmış bir şekilde gerisin geri dönmüş, bütün geceyi bin bir
türlü düşünce içinde geçirmişti. Şimdi de kulaklarının onu
aldattığını düşündü. Derinden nefes aldı. Birkaç saat önce
karşısına koyduğu ve bir yudum bile içemediği çayı bir köşeye
itti. Elleriyle koynuna koydu yeniden hayallere daldı.
Vugar sabırsızlandı. Annesini gelişinden haberdar etmek
için öksürdü. Çizmelerini paspasa sert bir şekilde sürdü.
İhtiyar kadının geldiğini duymasını istedi. Bu da Cennet
Anayı düşüncelerden ayıramadı. Kılını bile kıpırdatmadı.
524
Vicdan Sustuğunda
Vugar heyecanla kapıya dokundu. İyi ki, kapı kilitli değildi, kapıyı omzuyla araladı.
− Girebilir miyim, anne?
Cennet Ana kapının önünde suçlu gibi durmuş Vugar’a
mahmur gözlerle baktı.
− Hayırlı sabahlar, anne!
Cennet Ana yerinden kımıldamadı. Sanki her zamanki
şefkatli kadın değildi. Dudakları açılmadı.
Vugar çantasını ve getirdiği köy hediyesini kapının önüne
bıraktı. Gülerek ileri yürüdü. Evlat sevgisiyle kadına sarıldı.
Yüzünden öptü.
− Nasılsın, anne? Ben yokken hasta falan olmadın, değil
mi?..
Küskün annenin solgun yüzüne ışık doğdu. Gözlerinin etrafındaki karışık çizgiler düzeldi. Ama yine konuşmadı. Vugar
onun bu halini kolayca okuyabildi: “Nasıl sorabiliyorsun?”
− Anlıyorum, anne! Biliyorum, seni gözü yolda bıraktım,
affet beni.
Cennet Ananın kirpikleri gözyaşıyla ıslandı. Vugar’ın dedikleri onu duygulandırmıştı. Sonunda bir kelime çıkarabildi
dudaklarından:
− Neredeydin?
Vugar onun sert sorusundan kırılmadı. Derdi gözlerinde
nakış nakış olmuş anaya sarılarak aynı tavırla:
− Köye gitmiştim, – dedi. – Şahsenem annenin yanına...
Sana çok selamı var.
− Aleyküm selam.
Cennet Ana bu kelimelerle biraz da olsa kendine geldi.
Ama sesindeki kederi kaybolmadı.
− İnsan bir haber vermez mi?... Hiç olmazsa birileriyle haber yollardın. – diyerek ağlamaya başladı.
Vugar çok müteessir oldu. Sandalye alarak onun yanında
oturdu. Kolunu onun boynuna sarılıp dedi:
525
Vidadi Babanlı
− Bu uzun bir meseledir, anne. Bir iki cümleyle bitmez.
Başka bir zaman sana her şeyi anlatacağım...
− Sen bilirsin... – Cennet Ana sustu. – Sana çok kırılmıştım. Başka bir eve taşındığını düşünüyordum. Eşyalarını da
utandığın için götürmediğini sanıyordum.
− Ben bunu hiçbir zaman yapmam anne. Kendini boşuna
üzmüşsün. Biz seninle bu konuyu konuşmuştuk ama...
− Ne yapayım, evladım... Beni kınama. İsmet’in seni de
yoldan çıkaracağını düşünmüştüm. Hatta seni zorladıkları
bile aklıma geldi. Geçenlerde buraya gelen o kadından her şey
beklenir.
− Boş ver, anne! Ateş olsa kendisi kadar yer yakar. Onun
bana gücü yetmez.
Cennet Ana artık hiçbir söz söylemedi. Vugar eğilip kendi
odasına baktı. Odada hiçbir şey değişmemişti. Yazı masasının
üzerindeki kitaplar, krokiler önceden nasıl bıraktıysa öylece
duruyordu. Hatta aceleyle toplayıp bir köşeye attığı elbise bile
yerinde duruyordu. Sadece yatak düzeltilmiş, üzerindeki örtü
tertipli bir şekilde serilmişti.
Vugar kendiliğinde bir şeylere sevindi. Dudağının ucuyla
hafifçe gülümsedi ve sessizliği bozdu.
− Eee anne, başka ne var, ne yok? Beni arayan, soran oldu
mu?
Cennet Ana düşünceli düşünceli konuştu.
- Bir kız gelmişti.
- Kız mı?! – Vugar heyecanlandı. – Ne zaman gelmişti?
- Sen gittikten on gün sonra.
- İsmini söyledi mi, peki?
- Yoo söylemedi. Sadece senin iş arkadaşın olduğunu söyledi.
Vugar sustu. “Kız” kelimesini duyunca Arzu olduğunu
düşünmüştü. Bir anda havası alınan balona döndü. Sevgilisinin onun için geldiğini düşünmüştü. Morali bozuldu.
526
Vicdan Sustuğunda
- Niçin gelmişti?... Ne dedi?
- Bana bir şey söylemedi. Seni arıyordu... Biraz aklı başından bir karış yukarıda görünüyor. Arkandan bir şeyler
söylenerek gitti.
Vugar Nari’nin hareketlerini gözünde canlandırıp güldü.
- Onun huyu öyle, anne. Kalbi temizdir. Hem çok da akıllı
kızdır. Bana çok yardım etti.
- Olabilir... – Cennet Ana omuzlarını salladı. – Ve nedense
Vugar’a anlamlı anlamlı baktı. – Sana bir de mektup geldi.
- Mektup mu?! – Vugar yine heyecanlandı.
- Nerededir?
- Bak, orada, kitapların üzerinde.
Vugar hemen kalkmak istedi. Fakat kalkamadı. Kalbinde
beliren endişe bir anda onun sandalyeden kalkmasına mani
oldu. “Arzu’dandır mutlaka... Acaba ne yazmış? Bana çok mu
kırılmış?...”
Vugar iradesini zorlayarak ayağa kalktı. Mektuptan okuyacağı acı kelimelere kendisini hazırladı. Odaya geçip mektubu eline aldı. Evet, yanılmamıştı. Mektup hakikaten de
Arzu’dan gelmişti.
Zarfı açtı. Ama okumak için acele etmedi. Kalbinin atışlarını sakinleştirmeye çalıştı. Mektup çok uzundu. Listede beyaz yazılmadık yer kalmamıştı. Vugar sevindi. Bu kadar
yazının hepsi sadece hakaret, kötü sözler olamazdı. Nefret ve
kötü söz olsa kısa ve net olurdu... Ama sevinci uzun sürmedi.
“Sayın falanca...”
İlginç bir başlangıç, çok güzel bir müracaat! Sinir insanı
bu kadar mı değiştirip, kaba ve görgüsüz yaparmış. Arzu onun
ismini yazmadığı gibi soyadını mektubun girişine yazmamıştı?!
Mektubun yazılma tarihine baktı. Biraz teselli buldu.
Mektup onların kavgasından iki gün sonra yazılmıştı. Sonradan fikrini değiştirebileceğini düşündü. Herhalde siniri geçmiştir artık, diye düşündü. Okumaya devam etti:
527
Vidadi Babanlı
“Ben bu mektubu size yazmak istemiyordum. Kaybedeceğim zamanıma, sarf edeceğim cümlelerime acıyorum. Ama
bir mesele için bu azaba katlanmak zorundaydım...”
Vugar çok üzüldü. Sanki Arzu onun sevgilisi değil de,
başka bir insandı. Yabancı biriydi... Onunla “siz” kelimesine,
soğuk resmi tavrına takıldı kafası. İki sayfa mektubu kendisi
için azap, boşuna zaman harcama olarak nitelendiriyordu...
Ne çabuk yabancı oldular birbirilerine?!
“Son buluşmamızda sizden duyduğum acı iftiralar karşısında kendimi kaybettim. Dilim tutuldu. O mübarek kelamlarınıza inanmak istemedim. Sonra ise... artık çok geçti. Bedenim titriyordu. Aldığım beklenmedik darbe, özellikle de
güvendiğin, zerre kadar kuşkulanmadığın insandan aldığın
darbe beni yaralamıştı. Böyle bir durumda insan ne yapacağını kestiremiyor. İşte, o anki acizliğimden dolayı kendimden nefret etmeye başladım. Şimdi size yazdığım bu sözleri o
zaman keşke sizin yüzünüze karşı haykırsaydım. Maalesef
yapamadım. Ama yine geç değil. Kalbimi boşaltmalıyım.
Yoksa siz benim hakikaten günahkar olduğum için sustuğumu zannedeceksiniz... Belki de bu mektupta yazdıklarımın
hiç bir önemi olmayacak. Belki okumak için bile sabrınız
yetmeyecek? “altından daha değerli” zamanınızı bu tür şeylere harcamak istemeyeceksiniz. Belki de zarfı açmadan parçalara ayıracaksınız?! İnanıyorum. Çünkü sizin gibiler, aklını,
istidadını, hatta vicdanını makam ve mevkie satanlar başka
birinin azaplarını, manevi sarsıntılarını duymakta zorlanırlar.
İnsana saygı, merhamet, şefkat gibi yüce duygular sizlere yabancıdır. Eğer böyle olmasaydı, sevdiğiniz, (bu sevginin sahteliğine artık inanıyorum) tatlı sevgi ninnileriyle üç yıl aldatıp
uyuttuğunuz bir kızı çirkin maksatlarınızın kurbanı yapmazdınız... ”
Vugar’ın nefesi kesildi. İthamların ağırlığı onun takatini
kesti. Ayakta duramadı, oturdu. Mektup daha yarı olmuştu.
Okumak istemedi. Ama gözlerini satırlardan ayıramadı.
...Sevine bilirsiniz artık. Söylediklerinizden biri, sadece
biri doğru oldu. Gözünüz aydın! Şimdiki anne ve babam, ha528
Vicdan Sustuğunda
kikaten, benim öz anne, babam değillermiş. Bunu size doğru
söylemişler. Ama “piç olduğum”, “çocuk evinden alındığım”
ise yalandır, iftiradır. Benim öz annem ve babam hayattalar.
Burada şehirde yaşıyorlar. Hatta babamı siz de tanıyorsunuz.
Bizim evdeki ziyafette onunla tanışmış, yanında oturmuştunuz. (Şahmalı Kılıcov’dan bahsediyorum) İşte, o benim öz babam. Şimdiki anne ve babamı daha çok sevmeye başladım.
Onların çocukları olmadığı için Kılıcov beni bebekken onlara
evlatlık olarak vermiş... Doğum belgemi kendi gözlerimle
okudum.
Konuyu evde anne ve babama açtığımda çok üzüldüler.
Bir gün içinde sararıp soldular. Demek ki insanı yaşarken öldürmek böyle oluyormuş. Çok utandım. Bu meseleyi kendilerine açtığım için pişman oldum. Bu yanlışım beni mezara
kadar rahat bırakmayacak. Bütün bunlar sizin suçunuzdur.
Sizin bana olan sevginizdendir(!)
Bir şeyi çok merak ediyorum. Yirmi yıllık tarihe sahip bu
sırrı siz nasıl, hangi yolla öğrendiniz? Aferin size! Keşke önceden bu sanatı seçseydiniz. Şimdiye kadar çoktan yüksek
makamları elde etmiş olurdunuz!
Son cümleler Vugar’ı çok sinirlendirdi. Başı döndü. Arzu’nun bu kadar kin duyduğunu bilmiyordu. Vugar çok üzüldü.
Ona olan nefreti bu kadar güçlüymüş demek. Vugar’ın barışmaya ümidi kalmadı. Mektubu buruşturup kızgınlıkla masanın üzerine fırlattı. Odada biraz gezindi. Sinirlerini sakinleştirip yeniden mektubu eline aldı. Bütün bu nefretli sözlerin,
cümlelerin sonun merak ediyordu.
“... Ahh, Vugar, ahhh! Ben sizi çok seviyordum. Hakkınızda çok güzel şeyler düşünüyordum. Sizi efsanelerdeki meleklerden de ulvi bilirdim. Ama siz o zirvede, o yükseklikte
duramadınız. Elinizde herhangi bir delil olmadan benim sizden önce iki adamla beraber olduğumu söylediniz. Bunu nasıl
söyleyebilirsiniz?! Bana nasıl kıydınız?! Benden kurtulmak
için başka yol yok muydu?! Namusunu her şeyden yüce tutan
bir kız için bu sözlerin nasıl bir leke olduğunu hiç aklınızdan
geçirdiniz mi? Hakaretin, iftiranın da bir sınırı olur! Hiç ol529
Vidadi Babanlı
mazsa bu sözleri yüzüme karşı demeseydiniz. Üç yıllık aşkımızdan utansaydınız keşke. Kalbime böyle onulmaz yaralar
açmasaydınız. Saygıyla, hürmetle ayrılmış olurduk. Ben de
zamanla unuturdum. Siz bana bütün bunları çok gördünüz.
Gençliğimi, geleceğimi kanatları daha berkimemiş arzularımı
ayaklarınız altına alıp çiğnediniz. Neydi benim suçum? Ben
size ne yapmıştım?!
Elveda, elveda!! Güvendiğim dağlar, sana da kar yağarmış!”
Vugar yanan kalbinde ilginç bir serinlik duydu. Rahatladı.
“Seviyor, seviyor!” diyerek kendi kendine fısıldadı. Yeniden
sandalyeye oturdu son cümleleri dikkatlice okudu.
Cennet Ana bu sırada güzel bir sofra hazırlamıştı.
Vugar’ın konuşmasını duyunca kapıya yaklaştı.
Sordu:
- Küçük bir kağıtı okuman ne kadar uzun sürdü,
Vugar?... Bitirdin mi?
Vugar mektuptan zor ayrıldı. Birkaç dakika ihtiyar anaya
sessizce baktı. Sonra gözbebeklerinde mutluluk ışığı belirdi.
Kendi kendine söylediği kelimeleri yüksek sesle tekrar etti:
- Seviyor, anne. Seviyor!
- Kim seviyor, evladım?
- Arzu!
Annenin dudakların tebessüm belirdi.
- Onun seni sevdiğini şimdi mi anladın?
Vugar mektubu titizlikle zarfın içine koydu, ceketinin
cebinde sakladı. Ve dedi:
− Onun beni sevdiğini çoktan biliyordum. Ama bugün o
sevginin büyüklüğüne inandım, ana. Buna inandım.
- Geç kalmışsın!
Vugar kendini savunmak için bahane aramadı. Cennet
Ananın sözlerine samimi cevap verdi:
– Sebebi var, ana. Senin meseleden haberin yok. Aramızda hoş olmayan şeyler geçti...
530
Vicdan Sustuğunda
İhtiyar kadının gözleri bir noktaya takıldı. Çok eski zamanlarda yetim kaldığı gençlik yıllarını hatırladı. Duygulandı...
− Küsmek her aşkta vardır. Gençsiniz, birbirinize naz yapıyorsunuz. Bir defa göz göze gelince her şey unutulur. Hadi
gel, çayın soğudu.
4. Bölüm Vugar evde çok kalmadı. Arzu hakkındaki şüphelerinden
kurtulmuştu. Barışacağına olan güveni şimdi daha da arttı.
Bu ümidi hakikate dönüştürmek için akşamı, kızın okuldan
çıkmasını beklemesi gerekiyordu. O zamana kadar enstitüden
güzel bir haber alsa hiçbir derdi kalmazdı. O zaman Arzuyla
görüşmeye daha mutlu giderdi. Yemeğini yedi. Kendine çeki
düzen verdikten sonra çizmelerinin tozunu sildi. Cennet Ananın her zaman söylediği bir nasihati kulağındaydı hep: “Genç
adam, giyim ve kuşamına her zaman dikkat etmelidir”. Bu
aynı zamanda onun sarsılmadığını kanıtlamak için gerekliydi.
Ama enstitüde böyle bir kanıta ihtiyaç kalmadı. Hiç kimseyi görüşmedi. Büyük bina sanki boşalmıştı. Bu ilginç sessizlik Vugar’a çok garip geldi. Tatil olduğunu düşündü bir an.
Öyle olmuş olsaydı kapı açık olmazdı ki?.. Peki güvenlikteki
görevliler niçin onun içeri girmesine izin verdi?
Vugar koridorun ortasında durdu. Arkaya baktı. Bekçiden
bir şey sormak istedi. O arka kapının üzerinde asılmış saate
takıldı gözleri. Ve her şey kendiliğinde anlaşıldı. Şuan labataruvarda çalışmanın en yoğun olduğu vakitti. Bu saatlerde hiç
kimse işinden ayrılmaz.
Enstitüdeki bu ciddi nizam ve intizam onun hoşuna gitti.
Eskiden sabahtan akşama kadar laboratuvarda çalıştığı günleri hatırladı. Önceleri kendisi burada gecelediği vakitlerde bu
şekilde kaide ve kuralların olduğunun farkına varmamıştı.
Böyle şeyleri düşünmeye vakti var mıydı?...
531
Vidadi Babanlı
Yoluna devam etti. Sessiziliği bozmamak için dikkatlice
yürüdü. Onun hakkında ne yazdıklarını merak etti. Ondan
sonra enstitüde neler değişmişti?
Ama onu ilgilendiren yazı bulamadı. Panodaki yazılar çok
eski tarihli idi. Birinci ilanda enstitünün futbol takımını tebrik ediyor, ikincisi de ev yaptırmak için kooperatife borcu
olanların borçlarını geciktirmemeleri yazıyordu.
Vugar panodan ayrılmak istediğinde bir ses onu durdurdu.
- Sayın Şemsizade?!
Vugar şaşırdı. Yerinden kımıldamadı. Ses tanıdık değildi.
Ona böyle hitabeden kim olabilirdi?.. O, arkasına baktığında
şişman bir kadın gördü:
- Çok şükür!.. Sonunda yüzünüzü görebildik!.. Sonunda
geldiniz.
Ses tonunda hem sevinç, hem de kınama hissedilen bu
kadın, enstitünün genel işlerinden sorumlu müdür Bektaçova
idi. İşinde oldukça dakik, resmiyeti seven, çok az gülen bu
ciddi kadından Profesörler bile çekiniyorlardı. Bektaşova ile
herhangi bir konuda tartışan, yüksek sesle konuşan olmamıştı. Ona bugüne gözünün üstünde kaşın var, diyen olmamıştı. Böyle bir kadının onu bu şekilde karşılaması Vugar’ı
çok sevindirdi. Enstitüde durumun kötü olmadığını düşündü.
Böyle olmasaydı Bektaşova onu böyle seslenmezdi.
Selamun aleykum, Selminaz hanım. Nasılsınız?
Vugar bu sözleri sevinçle söyledi. Onunla, samimiyet kurmak için tatlı dille konuştu. Ama Bektaşova’nın bu tür konuşmalardan nefret ettiğini unutmuştu. Ona selamı da ciddi bir
tavırla vermek gerekir. Hatırını sormak gereksizdi. Selam
yeterlidir.
Bektaşova cevap vermedi. Sert ve çok ciddi bir şekilde
karşılık verdi:
- Nerelerdesiniz?... Niçin gelmiyordunuz?.. Ne zamandır
sizi arıyoruz. Şehrin bütün polisine haber verdik. Bizimle alay
mı ediyorsunuz?!
532
Vicdan Sustuğunda
- Burada yoktum, Selminaz hanım...
Bektaşova hiçbir söz duymak istemedi. Vugar’ın sözünü
kesti.
- Zahmet etmeyin, her şeyi biliyoruz... Mektubumuzu da
mı almadınız?
- Ne mektubu, Selminaz hanım?
- Mektup! Enstitünün davetiyesi!
- Hayır, almadım.
- Olamaz! Alsanız bile söylemezsiniz. Üzerinize almazsınız. Şaşılacak şey doğrusu sanki babalarına küsüyorlar.
Vugar tartışmadı. Bektaşova kendi düşüncesinden vazgeçmeyecekti. Hafifçe gülüp, yere baktı.
Şube müdürü elini havada salladıktan sonra Vugar’ın kolundan tuttu. Sanki onun kaçacağından korkuyordu.
− Hadi, içeri geçelim. Sayın Hemzeyev her gün sizi soruyor. Sizi kendi elimle ona teslim edeceğim. Size kalsa kim
bilir başka ne oyunlar getirirsiniz başımıza!
***
Enstitünün bilimsel çalışmalardan sorumlu müdür yardımcısı Mürşüd Hemzeyev eski bir masada oturmuş telefonla
konuşuyordu. Kapının açıldığını işitince başını kaldırdı,
Vugar’ı görünce gülümsedi. El işaretiyle onu yanına çağırdı.
Oturması için yer gösterdi. Telefonda konuşmasına devam
etti.
– Çok haklısınız... Sizinle aynı fikirdeyim... Vicdanın temiz olması insan için en büyük hazinedir. Bizim en önemli
vazifemiz bu tür kusurları ortadan kaldırmak için gayret göstermektir. Kendisi de buradadır. Hayır, şimdi geldi... Yanınıza
gelir, kendiyle konuşursunuz.
Hemzeyev telefonu kapattı, Vugar’a döndü.
- Köyünüzün havası yaramış. Canlanmışsın biraz...Ne yedirdiler sana böyle?
533
Vidadi Babanlı
- Kuş sütü, hocam!
Hemzeyev biraz sustu. Vugar’a dikkatlice baktı.
- Bu yüzden mi böyle gevezesin?
- Hayır hocam. Gevezeliğimin başka sebepleri var.
- Ne gibi?
- Örneğin köylülerden gördüğüm karşılıksız sevgi saygı!
- Sadece bunlar mı?
- Bunlardan başka insana sonsuz muhabbet.
- Başka?
- Başka... Hiçbir şey.
− Hayır! – Hemzeyev başını salladı. Tebessümlü gözleri
küçüldü. – en önemli bir şeyi saklıyorsun. Bakıyorum ki,
orada sana mücadelecilik dersi de vermişler. Konuşmandan
bizimle savaşa geldiğin belli oluyor.
Vugar gururlu edasını değiştirmedi.
- Doğru tahmin ettiniz, hocam. Mücadeleye geldim. Ölmek var dönmek yok.
- İşte, bu asıl erkekçe bir davranıştır. – Hemzeyev’in siyah
yüzünde tebessüm ışığı yayıldı. – Şimdi gözüme girdin. Hakiki bilim adamına benzedin şimdi. O geriye çekildi, yumuşak
koltuğun içine gömüldü. Sesi biraz kısıldı.
– Doğrusu, sana çok kırılmıştık. Bırakıp köye gitmen hem
danışmanını hem de enstitüyü zor durumda bıraktı. Seni
sevmeyenler bizim üzerimize geldiler.
- Şaşılacak bir şey yok, hocam. Zayıf düşman her zaman
arkadan vurur.
- Peki vefasız yiğit nasıl olur?
- Vefasız yiğit... – Vugar ne diyeceğini bilemedi. Söz ona
söylenmişti. Düşünüp, şakayla cevap verdi: – Orduyu mahveder.
− Güzel! – Hemzeyev aldığı cevaptan memnun kaldı. Masaya yaslanarak uykusu gelmiş gibi göz kapaklarını kapatıp
sustu.
534
Vicdan Sustuğunda
Vugar sıkıldı. Asıl konudan çok uzak kalmışlardı. Hemzeyev onu niçin aradığını sanki unutmuştu. Konuyu kendi
açmak istedi. O, konuşmaya hazırlanırken, Hemzeyev gözü
yumuk şekilde sordu:
- Ne zaman geldin?
- Bu sabah.
- Söhrap Murguzoviç’yla görüştün mü?
- Hayır, daha yeni geldim.
- Öyle mi?! – Hemzeyev gözlerini yavaşça açtı. Vugar’a
dikkatlice baktı. – O zaman olanlardan habersizsin?
Vugar konuşmadı. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Aniden ciddi, ilgi çekici sorular soran müdür
yardımcısından kötü bir haber duyacak gibi bekledi.
Mürşüd Hemzeyev onu üzüntüden kurtarmak için acele
etmedi. Bacak bacak üstüne atıp yerine yerleşti.
− Son gelişmeler şöyle... senin meselenle ilgili olarak yeni
jüri oluşturuldu. Geçen defa Güneşli’nin toplantını yarım bırakması şura üyelerini şaşırtmıştı. Hiçbir karara varılmamıştı.
- Peki, yeni jürinin kararı ne oldu?
- Karar çok iyidir aslında. Güneşli’nin isteğiyle mesele
geniş bir şekilde tartışıldı.
Senin lehine sonuçlandı.
- Nasıl?
- Çalışman sanayi yönünden önemini araştırmak için benim başkanlığımda bir komisyon kuruldu...
- Sizin mi?
- Evet, benim... – Hemzeyev asistanın şaşırmasını memnun olmadığına yorumladı. –
- Yoksa itirazın mı var? Benim başkanlığımda olmasını
istemiyor musun?
Vugar rahat nefes aldı. Profesör Hemzeyev çok saygın birisiydi. Herkese sözü geçerdi. Hayırsever, çok objektif bir bilim
adamıydı. Böyle birisine niçin itiraz etsin ki...
535
Vidadi Babanlı
- Yok, hiçbir itirazım yok. Ne zaman başlayacaksınız araştırmalara?
- Artık başladık. – Hemzeyev bacağını bacağının üstünden indirdi. Dudaklarının ucundaki gülümseme bütün yüzüne yayıldı. – Bazı arkadaşlar köye gidip “kuş sütü”yle, keyif
yapıyorlar. Biz ise burada sabah akşam onun yerine ter
döküyoruz.
Vugar ciddileşti.
− Affedersiniz, hocam. Küçük bir ilavede bulunmak istiyorum. Sizin söylediğiniz o “bazı arkadaşlar” köyde zamanını
boşa harcamadı. Kuş sütünü sadece mücadele gücü artırmak
için yedi.
- Sen bunu sözle değil, çalışmanla kanıtlayacaksın.
- Kanıtlayacağım, hocam. Buna emin olun!
Bugüne kadar çok mütavazı, sessiz bir genç olarak bildiği
Şemsizade neden şimdi böyle gururlu olmuştu? Niçin kendine
bu kadar çok güveniyordu?
− Ben çok rahatım. Senin böyle rahat olman ise hiç iyi değil. Daha yapacağımız önemli çalışmalar var. Çalışman bitip,
gazete haber olarak çıktıktan sonra seni daha çok eleştirecekler. Şu an sana karşı çıkanların sayısı daha da artacak. Çok
büyük ilim adamlarıyla karşı karşıya geleceksin
- Ben korkmuyorum, hocam. Bizim çok güzel bir atasözümüz var: Saksağan dermiş: “Akıllı bana ateş etmez, delinin de
mermisi işlemez”
Hemzeyev’in kaşları çatıldı. Bu defa Vugar’a ciddi ciddi
baktı: “Çok büyük konuşuyorsun. Neye güveniyorsun sen bu
kadar?”
***
Zil çaldı. Yemek molası ilan edildi. Hemzeyev toparlandı.
Midesinden rahatsız olduğu için yemek vaktini geçirmemesi
gerekiyordu. Yoksa ağrılar ona azap verecekti. Bu yüzden
sohbeti bitirmeye çalıştı.
536
Vicdan Sustuğunda
– Proje hazırdır. Enstitünün deneme fabrikasına gönderdik. Üreticiler teknolojiyi bizden daha iyi biliyorlar. Sen içeri
geldiğinde fabrikanın müdürü Mövzümov’la bu konu hakkında konuşuyorduk...
– Konuşmanızı duydum, hocam. Yanılmıyorsam, müdür
size bir şeylerden rahatsızlığını dile getiriyordu.
– Bu tür şeyler olacak elbette. Hepimizin başından geçti.
Kâğıt üzerinde, laboratuvar ortamında elde ettiğimiz sonuçlar
büyük fabrikalarda istediğimiz neticeyi vermiyor. Sonradan
çok değişiklikler, ilaveler etmemiz gerekiyor. Hemen oraya
git. Mövsümov seni bekliyor.
Vugar yerinden kalkmadı. Ceketinin düğmelerini acele etmeden açtı, koltuk cebinden ezilmiş, not defterini çıkardı. Sakince Hemzeyev’e doğru uzattı.
− Bu nedir?
− Az önce söylediklerinizin cevabı.
− Anlamıyorum.
− Bir okuyun, anlayacaksınız, hocam.
Hemzeyev defteri gönülsüzce açtı. Sayfaları ağır ağır çevirip, omzunu çekti.
− Bir şey anlamıyorum... Anlat bakalım, ne bu?
− Köyde geçirdiğim günlerin meyvesidir.
− Günlük mü yazdın? – Hemzeyev güldü.
− Hayır! – Vugar sevinçle cevap verdi. – Çalışmama bazı
ilaveler yaptım.
− İlaveler mi? Hemzeyev kaşlarını kaldırdı.
− Evet! – Vugar yine gururla cevapladı. – Her şeyi sil baştan düşünüp problemin başka bir çözümünü buldum. Köyde
çok kalmamın nedeni buydu.
− Hmm... – Hemzeyev kipriklerini sık sık açık kapayarak
sustu. Bir şeyler düşündü. Sonra masaya doğru eğildi. Defterde olan kimyasal hesaplamalara dikkatlice baktı. Yüzünün
çizgileri gittikçe sertleşti.
537
Vidadi Babanlı
− Demek, öyle ha?! Katalizöre yeni bir şey ilave etmişsin...
Niçin?
− Sebebi ve şerhi orada yazıyor, hocam.
Hemzeyev dikkatini yeniden toparladı. Kirpiklerin kırpması biraz daha seyrekleşti. Defterdeki hesaplara dikkatlice
baktı, yüzündeki yumuşak çizgiler biraz daha sertleşti.
− Demek öyle?! Katalizöre yeni ilaveler yapmışsın. Peki
niçin?
− Sebebi aşağıda yazılı, hocam.
Hemzeyev dikkatini yeniden topladı. Tıraşı gelmiş sakalını
oynayan parmaklarını birden aşağı doğru bıraktı, çenesinin
ucunda durdurdu.
– Çok ilginç!.. – O, alnını kırıştırdı. Düşünceli gözlerini
yazıdan ayırmadan konuştu: – Sen katalizörü bakır, krom ve
alüminyum oksitleri esasında sentez etmişsin?
− Evet, hocam.
− Niçin?
− Zannımca bu süreç benzin ve dizel yakıtları ile çalışan
arabalardan çıkan zararlı gazları tamamen zararsızlaştıracaktır.
− Peki, bilimsel kanıtı... İspat?
− İşte! – Vugar, şahadet parmağını not defterinin diğer
sayfasına doğru uzattı.
Hemzeyev bir süre sustu. Kirpiklerini yeniden kırparak bir
şeyler düşündü. Sonra masanın yan gözünü aceleyle açtı. Kağıt ve kalem aldı. Kendi kendine konuşarak bir şeyler yazdı,
hesaplar yaptı. Bir formülü bitirdi, diğerine geçti. Bu hesaplamalar hissedilmeden uzandı. Dakikalar geçti. Yemek molası
da, mide rahatsızlığı da tamamen unutuldu...
Az sonra acil iş için odaya gelen Bektaşova kapının önünde şaşırıp kaldı. Sinek uçsa sesi duyulan oda şimdi ses, gürültü içindeydi. Hemzeyev Vugar’a, Vugar’sa Hemzeyev’e imkan vermeden hararetle konuşuyordu, bir şeyler gösterip,
tartışıyorlardı.
538
Vicdan Sustuğunda
Bektaşova uzun süre onları seyretti. Dikkatlerini bir defterin üzerinde toplayan Vugar’la Hemzeyev tartışıyor mu, yoksa
birbirilerin fikirlerini beğenip tasdik mi ediyorlar belli değildi.
Onlar sanki iki yakın arkadaş gibiydiler. Her ikisinin gözlerinde Bektaşova’ya malum olmayan bir heves ateşi yanıyordu.
Her ikisinin sonuna kadar açılmış gözlerinde Bektaşova’nın
pek de tanış olmadığı bir hevesin ışıltıları vardı. Her ikisinin
terlemiş yüzünden sevinç ifadesi vardı. Çevrede olan bitenden
habersizlerdi.
Selminaz Bektaşova sesini çıkarmadı. Onlara yaklaşmadı.
Usulca geri dönüp, odadan çıktı.
İçeride tatlı tartışma bir saate kadar devam etti...
5. Bölüm Vugar deneme fabrikasından çok sevinçli ayrıldı. İdareciler ve jüri üyeleriyle yapmış olduğu görüşmeler çok faydalı
geçmişti. Yeni katalizörü herkes çok beğeniyordu.
O, bahçeye indiğinde Narin’le karşılaştı. Kıza yakın akrabası gibi dostça selam verdi.
– Merhaba Narin hanım! Nasılsınız?
Narin çocuk gibi yüzünü yan tarafa çevirdi.
Vugar bundan alınmadı. Kızın elini zorla sıktı.
− Bana niçin yüzünüzü çeviriyorsunuz?... Yoksa küs müyüz?
Narin gözlerinin ucuyla bile ona bakmadı. Hakikaten de
küs gibi konuştu:
− Benim sizden küsmem sizin için o kadar önemlidir?
− Elbette!
− Niçin?.. Ben sizin neyinizim?
− Siz benim merhametli, saygıdeğer iş arkadaşımsınız.
Benim için çok değerlisiniz.
− Abartmayın lütfen.
539
Vidadi Babanlı
− Bunlar mübalağa değil, Narin hanım. Kalbimin derinliğinde gelen duygularımın tercümanıdır. Benim elde ettiğim
başarılarda sizin de payınız var.
− Yeter, yeter! Kendinizi zorlamayın!
− Hayır, Narin Hanım, ben hakikatleri söylüyorum. Köyde
de her zaman sizi saygıyla andım.
− Siz bizi köyde anıyorsunuz biz de sizi burada arıyoruz.
− Çok teşekkür ederim. Aradığınızı duydum. Evinde kaldığım Cennet Ana beni aramak için geldiğinizi söyledi. Hayır
mıydı?
− Evet, geldim... – Narin gelmesinin nedenini hatırlıyormuş gibi düşündü. – Kaç gündür yoktunuz, Hatice halayla
çok endişe ettik. Hem sizi toplantıya çağırmışlardı. Meseleyi
yeniden ele almak için.
− Ben yoktum, benim yerime siz gitseydiniz keşke. –
Vugar şaka yaptı.– Siz bu işleri benden de iyi biliyorsunuz.
− Evet, gitmiştim– Narin gururlandı. Bir şeye sinirlenip
sesini yükseltti.–Gittim ve bazılarına gereken cevabı verdim.
Bu kadar büyük bir zahmeti görmezden gelemezlerdi.
− İşte, bu yüzden sizi çok seviyorum. Abartısız seviyorum.
İyiliklerinizi hiçbir zaman unutamam.
Narin hemen yumuşadı. Dudaklarında hafif bir tebessüm
belirdi. Kalbi barışsa da, dili yine barışmadı.
− Köy ziyaretiniz çok uzun sürdü. Bir daha dönmeyeceğinizi düşünmüştük.
Vugar, onun bu cevabına kendinden emin eda ile cevap
verdi:
− Bana kalsaydı belki de hiç dönmezdim. Sizi yalnız bırakmazdım. –dedi.
− Kahramanlık budur işte! – Narin yine alayla konuştu. –
Zorlukla karşılaşınca hemen korkup kaçıyorsunuz.... Cesaretiniz buraya kadardır?!
540
Vicdan Sustuğunda
Vugar bu sözleri çok insandan duymuştu. Ama hiçbiri onu
bu kadar kötü etkilememişti. “Cesaretsiz” kelimesi bir kızın
ağzında ne kadar tesirli oluyordu.
Sessizlik çöktü. Narin usulca Vugar’a doğru baktı.
− Kusuruma bakmayın, – diyerek özür diledi. – Söylediklerimden kırılmayın.
Vugar gülümsedi.
− Hakkınız var, Narin hanım. Gerçekler her zaman böyle
acı oluyor. Ne istiyorsanız söyleyin, kırılmam.
Narin gözleriyle fabrikanın son katını işaret etti:
− Orada neden çok kaldınız? Görüşmeniz niçin bu kadar
uzun sürdü?
− Görüşme uzun sürse de bizim hayrımıza oldu.
− Ehh!.. – Narinin küçük burnu kırıştı. – Bizim hayrımıza
konuşuyorlar, peki raporumuzu neden geciktiriyorlar? Kaç
gündür oraya ayak çalıyorum. Ama her defasında “Yazacağız,
yazacağız” – diyorlar. Sanki kitap yazıyorlar.
− Sinirlenmeyin. Raporun gecikmesinin bir zararı yok, biz
kazandık.
− Nedir kazancımız?
Vugar onun koluna girdi. Otobüs durağına doğru yürüdüler. Ve olayı kısaca ona anlattı.
Narin duyduklarını sevinmek yerine üzüldü.
− O zaman biz boşuna isyan etmişiz. Karşı taraf haklıymış?!
− Hayır, isyanımız boşuna değildi. Biz teknolojik prensiplerin aksine hareket etmedik. Onu daha da geliştirdik.
Narinin yüzündeki üzüntü gitmedi:
− Şimdiye kadar gördüğümüz işlerin üzerinden bir çizgi
çekip, yeniden mi başlayacağız?
− Galiba siz yorulmuşsunuz, bıkmışsınız?
− Evet, haklısınız bıktım. Her şeyin bir an önce sonuçlanmasını istiyorum. Zaferimiz de bazı insanların gözüne batsın.
541
Vidadi Babanlı
− Bunun için sabretmemiz gerekiyor.
Narin’in sesi zorlukla duyuldu.
− İlginç birisiniz! Bir çalışma kaç defa yapılır?!
Vugar sohbeti şakayla tamamladı:
− Bizim iyi yönümüz de budur, ne yapalım. Sabretmekten
başka övünülecek hiç iyi yönüm yoktur.
***
Otobüste çok az yolcu vardı. Onlar arkaya oturdular. Pencere kenarına oturan Narin dışarıya bakarak sustu. Vugar ise
otobüse biner binmez her şeyi unutmuştu. Kalbi sevdiğiyle
görüşmek için atıyordu. Yolun yarısında Narin onu hoş hayallerden ayırdı.
− Sizin hakkınızda söylenenler doğru mudur?
Vugar geç cevap verdi:
− Hangi söylenenler?
− Toplantıda söylenenler.
− Orada çok sözler söylendi... Siz hangisini kastediyorsunuz?
− O kızla ilgili olanları.
− Hangi kız?
− İşçi kızı... Siz onu aldatmışsınız...
Vugar acı acı güldü.
− Siz ne düşünüyorsunuz, Narin hanım? Böyle şeyleri ben
yapar mıyım?!
Doğru söyleyin.
– Doğrusunu sizden öğrenmek istiyorum. Çünkü herkes
bir şey söyledi o gün.
– Ben sizin düşüncelerinizi duymak istiyorum ilk önce.
– Ben söylenenlerin hiçbirine inanmıyorum.
– Teşekkür ederim!... – Vugar yürekten teşekkür etti. –
Bunların hepsi çirkin bir amaç için uydurulmuş iftiradır...
542
Vicdan Sustuğunda
– Sizi lekelemek için mi?
– Evet, hem lekelemek, hem de aramızı açmak için.
– Profesörle mi?
– Başka biriyle de.
– Başka biri kimdir?
– Benim sevdiğim kız.
– Nasıl?~ – Narin üzüntüyle Vugar’a baktı. – Sizin sevdiğiniz kız mı var?!
– Evet, O söylenilen işçi kızı.
Narinin dili tutuldu, ağzı kurudu.
– Ben sanmıştım ki... – O devam edemedi. Sesi kuyunun
dibinden duyuldu sanki. – Ben aklımı kaybediyorum galiba...
Kusura bakmayın...
Kızın yüzü bembeyaz oldu.
– Ben sizi bilimsel çalışmalardan başka bir şey ilgilenmeyen ruhsuz birisi sanıyordum. Yanlış düşünmüşüm... Hakkınızda kötü düşünmüşüm... İyi ki, kuşkularımı dağıttınız...
İlginç insan fıtratı! Duygularını nasıl da dizginledi, zayıflığını nasıl da yenebildi!? Bu tür insanlar böyle manevi
gücü nereden alıyorlar? Böyle iradeyi nasıl terbiye ediyorlar?!
Vugar hayran kaldı. Bu hayranlığını Narin’den de saklamadı.
− Siz çok ilginç kızsınız! – dedi.
Narin küs gibi konuştu:
− İlginç, yoksa akılsız?..
− Hayır, hayır! Siz ne diyorsunuz, Narin hanım? Size akılsız demek büyük haksızlık olur. Ben sizin gibi akıllı, çevik bir
kardeşimin olmasını çok isterdim.
Narin sustu. Yüzünü yana çevirdi. Vugar ise aniden diline
gelen “kardeş” kelimesinden ilham aldı.
- Sizden bir ricam var, Narin hanım, bugünden itibaren
sizinle kardeş olalım. Biliyorum, sizin erkek kardeşiniz yok,
iki kız kardeşiniz var sadece. Ben de yalnızım, yetimim.
543
Vidadi Babanlı
Narin konuşmadı. Vugar’ın özel vurguyla söylediği “kardeş” ifadesi kendisine yapılmış büyük bir hakaret gibi geldi.
Sevgi yerine ona ne teklif olunmuştu?!
Vugar kızın kalbinde olan acıları duymadı. Onun bembeyaz olmuş solgun yüzünü de göremedi. Devam etti:
– Niçin susuyorsunuz, Narin Hanım? Yoksa, söylediklerimin samimiyetine inanmıyor musunuz? Benim söylediklerime şüphe mi ediyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Kardeş olmak için bir anneden doğmak şart
değil. Bu yüce duygunun gönüllerde şahlanması için bu şart
değil. Önemli olan bu duyguyu gönlünde her zaman ulvi bir
yere koymandır. Kardeşlik duygusunu mukaddesleştirip ona
her zaman sahip çıkasın. Ben öyle kardeşler biliyorum ki
aylarca birbirinin kapısını açmazlar, görüşmezler. Eğer teklifimi kabul ederseniz, bana yeni bir hayat bağışlamış olursunuz. Bu şehirde benim de bir kardeşimin olduğunu bilmek
bana güç verecektir. Başıma bir şey geldiğinde yanınıza gelir,
sizden destek alırım.
− Narin içten içe ağlıyordu. Ama Vugar’a bunu hissettirmedi. Yine güçlü iradesiyle coşan gözyaşlarını kalbine akıttı.
Yüreğindeki sızıların üstesinden güç bela geldi:
− Sevdiğiniz o kız olanları biliyor mu?
− Evet! İlk olarak ondan başladılar zaten.
− Nasıl?
− Anlatmak o kadar zor ki. Öğrenmek istiyorsanız... –
Vugar cümlesini tamamlamadı. Elini ceketinin cebine soktu
ve Arzu’nun mektubunu çıkardı. – Buyurun, okuyun. Her şeyi
anlayacaksınız.
− Mektup mu?
− Evet, o kız yazmış... Ben köydeyken.
Narin zorlukla konuştu:
− Yok, bu sizin özel mektubunuzdur. Bunu okumaya hakkım olmadığını düşünüyorum.
544
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
Vugar ısrar etti.
− Siz artık yabancı değilsiniz! Benim kardeşimsiniz. Kardeşin ise kardeşinden saklısı gizlisi olmaz.
Narin inatla karşı çıktı. Vugar vazgeçmedi. Mektubu zorla
onun eline tutuşturdu.
− Çok rica ediyorum... Oku, bana ne yapabileceğimi söyle.
Bir türlü ne yapacağım karar veremedim.
Narin çaresiz kalarak mektubu aldı. Elleri titreye titreye
mektubu açtı. Ama bir süre hiçbir şey göremedi. Gözyaşı izin
vermedi... Sevdiği bir erkeğe başka bir kız tarafından yazılan
sevgi mektubunu okumak, büyük zulümdü! Vugar bunu yalnız şimdi, Narin’in yüzündeki değişikliği görünce anladı. Ve
yaptığından utandı: “Ben ne yaptım?!.. Nasıl düşünemedim?..”
Narin ilk sayfayı en az on dakika içinde okudu. İkinci sayfada ilgisi arttı. Başka birisinin derdi onun dertlerini bastırdı.
Sonunda:
− Zavallı kız! – Diyerek dudakları titreyerek sordu: – Cevap
yazdınız mı?
Vugar “hayır” kelimesini utanarak söyledi.
− İnsafsız... – Narin bunu Vugar’a dedi. – Kim bilir uzun
zamandır neler yaşıyor, zavallı kız. Beklemekten kıza bir hal
olmuştur. Siz ise...
− Siz erkekler hepiniz aynısınız! Sadece kendinizi düşünüyorsunuz. Zavallı kızlar, hep sizin yüzünüzden acı çekiyor.
Vugar hayret içinde kalmıştı. İlk bakışta vurdumduymaz
gibi görünen bu kızın kalbi nasıl da yufkaymış. Hiçbir şey
demedi. Biraz sustuktan sonra Narin’den duyduğu kelimeler
onu sarstı:
– Gidin!..Hemen şimdi. Otobüsten iner inmez ondan özür
dilemeye gidin! Mutlaka gitmeniz lazım!
Bütün bu sözler ne anlama geliyordu? Başka birinin
talihine acımanın samimi ifadesi mi, yoksa neciplik elbisesine
bürünmüş bir hakaret miydi?!
545
6. Bölüm Yan yana dizilmiş telefon kulübeleri sanki savaştan miras
kalmıştı. Birinin ahizesi koparılmış, diğerinin numara yazılı
yerleri kırılmış, başka birisinin jeton konulan yeri arızalanmış, bazılarının da üzerindeki yazıları silinmişti. Uzaktan az
çok sağlam gözüken kapıları ise ya kapalı, ya da camları yaramaz bir çocuk tarafından kırılmıştı.
Vugar’ın morali bozuldu. Böyle nasıl konuşabilirdi ki?!
Kalbini kırdığı sevdiğiyle hem de...
O, içinden bunları yapan serserileri, bu serserileri başıboş
bırakan görevlileri suçladı. Ve parkın diğer tarafında olan
kulübelere doğru gitmeye başladı. O, buradaki telefonların
sağlam olabileceğini düşündü.
Artık çok yorulmuştu. Ayaklarına kara su inmişti. Tabanları sızlıyor, ayaklarının altı yanıyordu. Bütün gün koşuşturmuştu. Ama sevgiliyle görüşmek tatlı olur, derler. Yorgunluğuna aldırmadı. Artık akşam olmuştu ve vakit daralıyordu.
Eğer biraz daha gecikirse Arzu’yu evden çıkaramayacaktı.
Aceleyle parkın diğer tarafına geçmek isterken, birilerinin
ona seslediğini duydu. Vugar!... – Vugar!..
Bu kim olabilirdi ki? Aklına ilk olarak Ziya Leleyev geldi.
Başkasının işlerini engellemeyi, uygunsuz yerde görülmeyi en
güzel o yapıyordu. Vugar elini salladı. “Gitsin başımdan!”
diyerek.
Ama iki üç adım gittikten sonra, durdu. Hayır, bu ses
Ziya Leleyev’in sesine benzemiyordu. Yoksa, Beşir Bedirbeyli
miydi?...
“Evet, o! Doğru. Beşir Bedirbeyli!..Şimdi ne söyleyecek
acaba?..”
Vugar durduğu için pişman oldu. Birilerine duyuruyormuş gibi yüksek sesle konuştu:
− Ne kadar çağırırsa, çağırsın. Bakmayacağım!
O, adımlarını sıklaştırdı. Yolunu değiştirerek sahile inen
caddeye doğru gitti. Karşıda telefon kulübesi çoktu. Nasıl olsa
546
Vicdan Sustuğunda
birisi sağlam çıkardı. Yeter ki Beşir’in lanet olası yüzünü görmesin!
– Vugar, evladım, nereye böyle? Bekle biraz.
Vugar durdu. Bu samimi ve sevecen sesleniş Bedirbeyli’nin olamazdı.
O, usulca arkaya döndü. İnsanlar arasında tanıdık birini
göremedi. Şaşırdı. Yoksa kulakları onu yanıltmış mıydı?!
– Benim, evladım. Nereye bakıyorsun?
Murguz Sultanoğlu çam ağacının altındaki bankta oturmuştu.
Vugar rahatladı. Gözü, gönlü açıldı. Niçin? Nedenini kendisi de bilmiyordu. Onunla çok samimi olmamıştı. Bir dakika
bile beraber oturup, konuşmamışlardı. Vugar onu iki üç defa
ancak görmüştü. Ama nedense Vugar her defa onunla karşılaştığında işte böyle bir rahatlama duyardı kendisinde.
Sanki, yakın bir akrabasını, tanıdığını görmüş gibi olurdu.
Çok az konuşan, evde de, dışarıda da düşünceli düşünceli dolaşan Murguz Sultanoğlu, Vugar’ı gördüğünde hep gülümserdi. Derinliğinde keder gizlenmiş akıllı gözleri Vugar’a sevgiyle bakardı...
Vugar Sultanoğlu’na doğru yürüdü. Saygıyla onu selamladı. Sultanoğlu onun elini bırakmadı.
− Uzun zamandır seni göremiyorum. Otur bakalım, ne
var, ne yok?
Vugar sakince oturdu. Sultanoğlu bir şeyler söyleyecek
gibi duruyordu.
− Galiba şehir dışındaydın, nereye gitmiştin?
Vugar’ın ilgisi arttı. Başka zamanlar ilgisiz görünen Sultanoğlu’nun sorusunda bir anlam veremiyordu.
− Evet, Murguz dede. Şehir dışındaydım.
Sultanoğlu gülümsedi.
− Nasıl söylerler, şapkanı da alıp kaçmıştın, öyle mi?
− Söylediğini gibi, Murguz dede, kaçmıştım.
547
Vidadi Babanlı
− Bu çok güzel. Doğru konuşmak iyidir. Akıllı insanlar, en
ağır cinayeti bile doğrulukla yumuşatmak mümkündür, der.
Vugar sustu. Bakışları Sultanoğlu’nun yüzünde dolaştı.
Son aylarda çok ihtiyarlamıştı sanki. Kulakları zayıflıktan
uzamış, biraz morarmış, yüzü solmuştu. Vugar, onun bu haline üzüldü. Aklından, “Ömrünü bitirmeye hazırlanıyor...”
diye geçti.
Sultanoğlu sakin sakin konuşmasına devam etti:
O toplantıdan sonra Söhrap bir hafta hasta yattı. Kalbi
bizi çok korkuttu.
Vugar renkten renge girdi. O rezil toplantıyı, Söhrap
Güneşli’nin iki kat olup çıktığı toplantıyı, hatırladı. O tür rezil
sözler elbette kalbi etkileyecekti. Heyecanla sordu:
− Profesör şimdi nasıl, Murguz dede? Bugün enstitüde
onu göremedim.
Sultanoğlu sakince cevap verdi:
− İyi, – dedi. – Çok şükür atlattı... Ama biliyorsun kalp
şişe gibidir. Bir defa kırıldı mı, bir daha iyileşmez...
Vugar, danışmanının geçmişini çok iyi biliyordu. Onun
hiçbir yerde kaydedilmeyen zorlu hayat hikâyesini çok yakından biliyordu. Bu hadiselerin bazılarını Güneşli’nin kendisinden, bazılarını da o günlerin canlı şahitlerinden duymuştu.
Sultanoğlu’nun o son günlere işaretti.
Uzun bir sessizlik oldu. Biraz sonra Sultanoğlu’nun kederli sesi yeniden duyuldu:
− İyi yaptın, dönmekle. Söhrap seni çok merak ediyordu.
Vugar ne deyeceğini bilemedi. Pişman olmuş gibi yere
baktı. Sultanoğlu’nun onu azarlayacağını bekliyordu. Ama
öyle olmadı. Murguz dede başka konulara değindi:
− Kusura bakma, seni de yolundan alıkoydum... Galiba
acelen vardı.
Vugar saatine baktı. Zaman geçiyordu. Telaşını saklamaya
çalıştı.
548
Vicdan Sustuğunda
− Yok, önemli bir işim yoktur. .. – diyerek hafif kızardı.–
Sultanoğlu ona anlamlı anlamlı baktı. Yine gülümsedi.
− Hadi, doğru söyle. Telaşlı görünüyorsun.
− Doğru... – Vugar şaşırdı. – Bir arkadaşımı aramam gerekiyor da.
− Arkadaşına mı?
− Evet.
− Peki senin o kız meselen nasıl oldu? Her şey yolunda
mı? Yoksa?..
Vugar çok şaşırdı. Şaşırmış bir halde Sultanoğlu’nun baktı. Murguz dede her şeye ilgisiz gibi görünse de aslında onun
dikkatinden hiçbir şey kaçmıyordu.
− Niçin bana böyle bakıyorsun?! Murguz dedeni sağır,
yoksa kör mü sanıyorsun?
Vugar utandı.
− Daha hiç bir şey belli değil, Murguz dede.
− Neden?
− Çünkü görüşmedik daha. Konuşmadık olanları.
Sultanoğlu kızdı.
− Ben seni akıllı biri olarak biliyordum. Ama bu davranışın hiç hoşuma gitmedi.
Vugar açık konuşmaya mecbur oldu.
− Ben demin size yalan söyledim, Murguz dede. Özür dilerim. Şimdi onu aramak için gidiyordum.
− Şimdi mi hatırladın?! Siz de kendinizi genç sayıyorsunuz! Sizin de güya kalbiniz var! Kalp değil sanki buz parçası!
− Kalbin burada hiçbir günahı yok ki, Murguz dede. Günah başka şeydedir.
− Hımm... – Sultanoğlu kaşlarını çattı. – O zaman aramakla iş bitmez, evlat. Onun ayağına gitmen lazım. Kız
kapısı, padişah kapısıdır, derler. Duymadın mı?!
549
Vidadi Babanlı
Vugar’ın hevesi kalmadı: “Murguz dede haklıdır. Telefon
etmekle bir şey olmayacak. Bir düzüne lafın uzaktan uzağa ne
etkisi olur. Konuşurken göz göze bakmasa, yüz yüzden utanmazsa maksat hâsıl olmaz. Gözlerin, bakışların çok önemi
var... İyi ki sabah erkenden aramadım. Başka çarem yok,
mutlaka evlerine gitmem gerek. Ama nasıl, hangi yüzle?..”
− Ne düşünüyorsun, oğlum?
− Öylesine, Murguz dede.
Sultanoğlu herhalde onun kalbinden geçenleri okumuştu.
− Evlerini biliyor musun?
− Nasıl?
− Kızın evini biliyor musun, diyorum?
− Evet, biliyorum.
− Çok güzel! – Sultanoğlu bir anlık bir şeyler düşündü.
Kolumdan tut, ayağa kalkmama yardım et.
Vugar onun iki kolundan da tutarak, ayağa kalkmasına
yardım etti. Sultanoğlu esasına dayanarak zorlukla ayakta
durdu.
− Şimdi, hemen koş bir taksi bul. Ben de arkandan geliyorum.
Vugar yerinden kıpırdamadı. Sultanoğlu’nun yüzüne
şaşırmış bir halde baktı. Taksiye ne gerek vardı ki? Oturduğu
evle, parkın arasında 50 metre bile yoktu.
− Bir yere mi gideceksin, Murguz dede?
− Evet, – Sultanoğlu ciddiyetini bozmadı. – Kız istemeye
gidiyorum.
− Kız istemeye mi?! – Vugar şaşırdı. – Kimin için?
− Senin için! – Sultanoğlu tatlı tatlı gülümsedi. – Sizi barıştırıp, işi resmiyete bağlamak için birileri gerekmiyor mu?
Vugar yerinde dondu kaldı. Murguz dedenin hakikaten de
ona kız istemeye gideceğine inanamadı. Sultanoğlu acele etti:
− Ne bakıyorsun! Beni ilk defa mı görüyorsun? Hadi, acele
et! Vugar hiçbir demedi. Sevinç içinde taksi durağına koştu.
550
Vicdan Sustuğunda
***
Onlar İçerişehir’in büyük kapısından girdiklerinde Arzu
balkonda elbise asıyordu. Ayak seslerini duyunca aşağı doğru
baktı. Tanımadığı ihtiyarın arkasında saklanan Vugar’ı görünce işini yarım bırakıp, aceleyle eve koştu. Sultanoğlu’nun
arkasında saklanan Vugar kafasıyla balkonu işaret ederek –
onlardan kaçan kızı gösterdi.
− O mu?
Vugar heyecanlıydı. Arzu’nun ondan kaçmasına üzülmüştü. Geç cevap verdi:
− Evet, o.
− Peki neden kaçtı?.. Benden mi utandı, senden mi saklandı?
− Herhalde sonuncu, Murguz dede.
− Ceylanı çok korkutmuşsun, evlat! Onun yeniden bizim
ağımıza takılması zor görünüyor.
− Bu avcının ustalığına bağlıdır, Murguz dede.
− Seni gidi kurnaz!.. – Sultanoğlu onun şakasına şakayla
cevap verdi. – Murguz dedeye hile yaptığın yetmiyormuş gibi,
şimdi de onun da hile yapmasını istiyorsun, öyle mi?!
Yüksek ahşap merdivene geldiklerinde Sultanoğlu durdu.
Onları hiç kimse karşılamadı.
− Kalplerini öyle kırmışsın ki, bizi karşılamaya bile çıkmıyorlar.
Sultanoğlu birkaç dakika bekledikten sonra asasının ucu
ile merdivene vurdu ve sesledi.
− Kimse yok mu?!
Şirinbacı dışarı çıktı. Sultanoğlu dedi:
Vidadi Babanlı
− İyi akşamlar... Buyurun.
Sultanoğlu kadının tereddütlü teklifinden alınmadı. Başka türlü olamazdı zaten. Ayağının birini merdivene koydu,
diğerini yerde tutup, güle güle sordu:
− Evde erkek yok mu?
Şirinbacı yine şaşırdı.
− Var.
Sultanoğlu geri baktı. Uzakta duran Vugar’a şakayla dedi:
− Beni öne çıkarıp, kendin neden uzakta duruyorsun? Senin yerine benim azar işitmemi mi istiyorsun yoksa? Hadi, gel
bakalım, düş önüme!
O, aşağıda ki ayağını da merdiveni üzerine kaldırdı. Sonra
yine durdu. Şirinbacı’ya yönelerek:
– Oğlan utanıyor biraz!–deyip özür istedi–
Şirinbacı az da olsa kendisine geldi. Tanımadığı bu ihtiyarın samimi sözlerinden gelişlerinin güzel bir niyet için olduğunu anladı.
− Neden utanıyor?! Biz ondan küsmedik.
Şirinbacı’nın bu defaki güler yüzlü cevabı Sultanoğlu’nu
sevindirdi. Gülümseyerek
Vugar’a acele etmesini söyledi.
− Korkma, evlat. Geç hadi! Evin hanımı yüzümüze güldüyse, gelişimiz uğurlu olacak demektir. Günahımız bağışlanacaktır!
Onlar yukarı çıkarken. Ağarza ‘nın sesi duyuldu.
− Kimdir gelen, Şirin?
− Biziz! – Sultanoğlu ev hanımının yerine cevap verdi. –
Davetsiz misafirler!
− İyi akşamlar kardeş! Misafir kabul etmiyor musunuz?
Şirinbacı şaşırdı. Onun dikkati Vugar’ın üzerindeydi. Çok
soğuk cevap verdi:
551
− Misafir bizim için çok değerlidir... Hoş geldiniz!
Mahmur gözlerini ovuşturarak dışarıya çıkan Ağarza ‘nın
sözleri, Sultanoğlu’nun gönlünce oldu.
552
Vicdan Sustuğunda
− O zaman hoş geldik! – diyerek onunla el sıkıştı.
Ağarza tanımadığı adamın elini dostça sıktı.
− Sizin başımız üzerinde yeriniz var!
Vugar yine bir köşede durmuştu. Sultanoğlu’nu saygıyla
samimi bir şekilde karşılayan Ağarza’nın kendisine nasıl davranacağını merak ediyordu. Her şey onun ilk cümlesinden
belli olacaktı. Eğer onu soğuk karşılarsa, içeri girmeye gerek
kalmayacaktı. Bu durumda kabahatini itiraf etmeye, onlardan
özür dilemeye fırsat bulamayacaktı. Kalbinin çırpınışlarını
kulaklarında duydu. Daha da heyecanlandı.
Ağarza Vugar’ın heyecanını hissetti. Bu yaşlılar çok ilginç
insanlar. Bir bakışta insanın kalbini okuyorlar. O, Sultanoğlu’nun elini bırakıp, Vugar’a yaklaştı. Hiçbir şey yaşanmamış gibi tatlı tebessümle onu azarlamaya başladı:
− Yüzünü göre cennetlik! Ne zamandır niçin görünmüyorsun?
Vugar sustu. Bunlar ne anlama geliyordu? Yaşlı insanlara
ait asalet mi, yoksa samimi söylenilmiş kinaye mi?!.
Sultanoğlu dedi:
− Onu kınamayın. Gençlik işte, yanlışlıklar yapılır böyle...
Bir daha yapmaz.
Ağarza ‘nın yüzü biraz da açıldı. Sesi samimiliğini daha da
açık gösterdi.
− Yok, kınamıyorum, misafir kardeş. Sizin dediğiniz gibi
olsun! Onlar biz yaşlıları unutmasınlar.
Eve girdiler. Sultanoğlu kendisini çok rahat hissetti. Teklif
beklemeden oturdu. Vugar’ı da yanında oturttu. Ama asasını
elinden bırakmadı. Bu onun acele ettiğini, çok oturmayacağını gösteriyordu.
− Bakıyorum da, ihtiyarlıktan çok şikayetçisin Neftçi dost,
kaç yaşındasın?
Ağarza kapıya yakın oturmuştu. Şakayla cevap verdi:
− İhtiyarın yaşını sormazlar, yüzüne bakıp tahmin ederler.
553
Vidadi Babanlı
− Olsun, biz soralım! Ben böyle şeyleri tahmin edemiyorum.
− Geçen sonbaharda 60 ‘ı yolcu ettim.
− Altmışı mı?! Sultanoğlu güldü. – Bu yaşta sen kendine
ihtiyar mı diyorsun?! Ben yedinci onluğu bitiriyorum neredeyse. Ama ihtiyarlıktan senin kadar şikayetçi değilim. Yok,
arkadaş. Sen ihtiyarlığı çok erken kabullenmişsin. Petrol işçilerinin sağlam olduklarını duymuştum. Ama yanılmışım.
− Benimde öyle zamanlarım oldu... ama şimdi...
− Ne olmuş şimdi?! Maşallah turp gibisin!
− Eyle, öyle!... – Ağarza tessüfle başını salladı.
− Altmış yaş yaşlılığın çiçek devridir. Bu yaşımda ben
Sibirya’nın kan donduran soğuğunda ormanda çalışıyordum.
Genç oğlanlarla odun kırmada yarışıyordum. Sen ise, kendi
evinin içinde böyle düşünüyorsun.
Ağarza misafirin azarından kırılmış gibi oldu. Ama hiçbir
söz demedi.
− Haklısınız, misafir kardeş. Erkek milleti canı suluyken
ihtiyarlılığı kabul etmemelidir. Ama faydasızdır. Mızrak çuvala sığmıyor. Saklayamazsın ki. Zamanı gelince kendini gösteriyor. Sonra da sana başlıyorlar hadi dedeciğim, demeye...
− Sana birisi bir şey mi dedi, yoksa bütün bunları kendin
mi uyduruyorsun?
− Bugün mesainin sonunda beni çağırdılar, önce övmeye
başladılar. Sonra da emekli olduğumu gösteren belgeyi elime
tutuşturdular. “Hoş gittin!” dediler. Aklım başımdan gitti.
Oradan nasıl çıktım, eve nasıl vardım hatırlamıyorum. Geleli
de yataktayım. Siz gelmeseydiniz, bir bardak çay içmeye bile
kalkacak halim yoktu.
Sultanoğlu elini onun omzuna koyarak teselli verdi:
− Moralini bozma! Çok güzel bir söz var, kütük üzerinde
çırpı doğranır, diye. Sen daha onlara çok lazım olacaksın
Gençler her ne kadar “ben, ben” deseler de eskilerden öğre554
Vicdan Sustuğunda
neceği çok şey var. Senden öğrenecek çok şeyleri olduğunu
anlayınca, arayacaklar seni.
Ağarza sanki bu kelimeleri bekliyormuş gibi kendine
geldi. Ama sesi yine hazin çıktı:
– Lütfen, yanlış anlamayın! On altı yaşından beri işçi olarak çalışıyorum. Bir gün bile dinlenmedim, tatile çıkmadım.
İki gün işe gitmediğimde yumurtası ters dönen tavuk gibi
oluyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. İyi ki, geldiniz.
Sıkıntım gitti. Yoksa, inanın hastalanabilirdim.
– Şirinbacı çay getirdi. Sofraya çeşit çeşit reçeller dizdi.
Gülerek Sultanoğlu’ya yöneldi:
− Bizimki başına dert arıyor. İhtiyarlıktan şikayeti bitmiyor. Buyurun, çayınızı için.
− Teşekkür ederim! – Sultanoğlu susamıştı. Ara sıra dudaklarını ıslatıyordu.
Çaydan iki yudum aldı, bardağı yerine bıraktı. Arkaya yaslanarak sadede geçti: – Biz buraya hayırlı bir iş için geldik.
Âdetimiz üzere, önce dileğimizi söyleyelim, sonra çayınızdan
içeriz. Verseniz yemeğinizi de yeriz.
Ağarza ile Şirinbacı hemen birbirinin yüzüne baktılar.
Onlar meseleyi çoktan anlamışlardı. İlk olarak Şirinbacı konuştu:
− Ne niyetle geldiyseniz, hoş geldiniz! Buyurun çayınızı
için.
Ağarza hanımının destek vermek için ilave etti:
− Hanım doğru söylüyor. Sohbetimizi çay içerek yapalım.
Sultanoğlu kafasını salladı. Resmiyetle dedi:
− Hayır! Ben bunu yapamam. Âdetimizi bozamam!
− Hayırlısı. Dileğiniz nedir, peki?
Sultanoğlu acele etmedi. Gözleri evin içinde dolaştı.
− Bir ceylan ürkütmüşüz. Bizi görünce de kaçıp saklandı.
Onun izine geldik.
555
Vidadi Babanlı
Ağarza şakayla:
− Ürken ceylanın yeniden tuzağa düşmesi zordur biraz, –
dedi. – Deneyimli avcıların bunları bilmesi gerekir.
Sultanoğlu lafın altında kalmadı.
− İşte, bunu bildiğimiz için size geldik. Bize yardım etmenizi istiyoruz.
− Bu tür durumlarda başkasının yardımı faydasız olur. İş
avcının ferasetine kalır.
− Ama bir şeyi unutmamak lazım, ava izin verildiğinde
avcı cesaretli olur.
Ağarza hanımıyla yine bakıştıktan sonra açık konuştu:
− Biz izni ona uzun çok uzun zaman önce vermiştik. Atalarımız, su kaba girdikten sonra, artık içilesi olur, derler!
− Bu söz çok hoşuma gitti. Babanıza Allah rahmet eylesin!
... – Sultanoğlu gülümsedi. Vugar’a bakarak, maksadını bir
şiirle dile getirdi:
Alesger’im, abdal olam,
Aşkın girdabında kalam.
Küstürmüşüm, gönlün alam
Yalvara yalvara, ceylan.
Ağarza Sultanoğlu’na hayranlıkla baktı.
− Güzel şiir okuyorsun, misafir kardeş!
− Gençliğimi hatırladım, Ağarza Bey. Gençken ben çok
neşeli, havalı idim. Onun etkisi hala devam ediyor.
− Rica ediyorum, bir şiir daha söyleyin. Geçmiş günleri
yad edelim.
− Yemekten doymayan, yalamaktan da doymaz. Geçti
artık o günler...
Ağarza sustu.
Sultanoğlu gülerek Vugar’a dedi:
– Kalk, evlat! Git ara ceylanını. Aşığın da söylediği gibi
gönlünü yalvara yalvara al, getir.
556
Vicdan Sustuğunda
7. Bölüm Arzu yan odanın kapısını açık bırakmıştı. Büyük odada
olan sohbetleri nefesini tutarak dinliyor, tarifi mümkün olmayan hisler geçiriyordu. Kalbi durmadan atıyordu. Güya
kendisini meşgul göstermek, hiçbir şeyle ilgilenmediğini onlara göstermek için önüne kitapları döktü, kitapları karıştırmaya başladı. Eline geçen bir ders kitabını okumaya başladı.
Yanına Vugar gelirse soğukkanlı davranacak, ona ilgi göstermeyecekti. Ama Vugar daha diğer odadayken bile heyecanlanmaya başladı. Anlaşılmaz bir soğukluk kapladı vücudunu.
Yanaklarının kızardığını elini yüzüne koyduğunda hissetti. Bu
nasıl bir duyguydu?.. Acizlik mi? Yoksa cesaretsizlik miydi?
Elbette, hayır!
Arzu kendi “yetimliği” ilgili meseleyi araştırdıktan sonra
Vugar’a olan kızgınlığı azalmıştı. Hatta ona yazdığı sinir bozucu mektuptan dolayı da pişman olmuştu. Mektubu gönderdiği günün ertesi sabah erkenden postaneye gitti, mektup
gönderilmediyse almak istedi. Ama ümidi boşa çıkmıştı. Sonra Vugar’ın evine gidip Cennet Anadan mektubu geri almak
istemişti.
Hiç kuşkusuz ki, bunlar halledilecek basit problemlerdi.
O, Vugar’ın oturduğu evi çok iyi biliyordu. Onunla beraber o
caddeden çok geçmişlerdi. Cennet Anayı da Vugar vasıtasıyla
iyi tanıyordu. Onun cana yakınlığını, başına gelenleri Vugar’dan çok dinlemişti. Gitse, Cennet Ana onu anlayacaktı. Ama
gururu, bunu yapmasına mani oldu.
Demin Vugar’ı dışarıda görünce de çok heyecanlanmış,
saklansa bile yüreği onun yanında kalmıştı. Onun yolunu
gözlemişti. Ama...
Arzu kendiyle mücadele etti. Kendisine hâkim olmaya
çalıştı. Gururu onun hislerinin önüne geçmişti. Onu teslim
olmamaya, şerefini korumaya çağırıyordu. Kalbinin aciz
atışları azaldı. Ama Vugar kapıyı açıp, içeriye girdiğinde kalbi
sanki yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Sanki
göğsünü yarıp ona atılmak istiyordu...
557
Vidadi Babanlı
Vugar da cesaretlenmişti sanki. Ama Arzu’yla nasıl konuşacağını, ona nasıl davranacağını bilmiyordu. Kapının önünde
durdu. Sevgilisine uzaktan suçlu psikolojisiyle baktı. Sonra
kapıyı kapatıp usulca pencerenin karşısına geçti. Sonra yüzünü elleri ile kapatan Arzu’ya yaklaşıp sakince dedi:
− Selamun aleyküm! Heyecanını boğarak sesini az daha
yükseltti. – İyi akşamlar!
Arzu sustu. Başını biraz daha aşağı eğdi. Nerdeyse yüzünü kitaba yapıştıracaktı.
− Senden özür dilemeye geldim, Arzu! Rica ediyorum başını kaldır, beni dinle.
Arzu sesini çıkarmadı. Vugar titrek hüzünlü haliyle devam etti:
− Ben kabahatimi anladım. Vicdan azabı çektim günlerce.
Şimdiyse senin huzuruna geldim. Sen ne istiyorsan yap bana.
İçinde olanları bana söyle. Belki böylece rahat konuşabiliriz.
Arzu yine sustu. Vugar bir adım geri çekildi:
− Tamam, affetme, günahımı bağışlama, sen bilirsin –
dedi. – Ama ne olursun bir şey söyle, konuş. Bağır, çağır, kov
beni buradan. Yeter ki, susma. Yüzünü ellerinle kapatma.
Yoksa beni en acı sözlerine bile layık görmüyor musun?!
Söylenenlerin etkisinden mi, yoksa eğilmekten boynu ağrıdığı için Arzu biraz doğruldu. Ama ellerini yüzünden çekmedi. Vugar onun parmakları arasından gözyaşlarını görünce
şaşırdı. Nasıl oldu da? Onun için için ağladığını nasıl fark edememişti?! Yeniden ona yaklaştı. Sesinin titremesi daha da arttı:
− O, düşünmeden söylediğim sözlerle sakın seni küçük
düşürdüğümü düşünme. Asla! Tam aksine. Ben bu yaptıklarımla kendimi küçük düşürdüm. Eğer beni affetmesen ömrüm boyunca bu günahla yaşamak zorunda kalacağım.
Arzu tavrını bozmadı. Vugar devam etti:
− Rica ediyorum, beni yanlış anlama, Arzu. Bu sözleri sana hoş görünmek, kalbini yumuşatmak için söylediğimi dü558
Vicdan Sustuğunda
şünme. Beni tanıyorsun. Ne kadar samimi olduğumu da
biliyorsun. Ben hiç kimseye yalan söylemedim. Çek elini yüzünden ne olursun. Biz birbirimizi kalpten sevmiştik. Şimdi
düşman bile olsak, o sevgimizin hatırı için yapma bunları
− Arzu ellerini yüzünden çekti. Ama uçlarında hala gözyaşı damlacıkları bulunan kirpiklerini açmadı. Vugar biraz
cesaretlendi. Vuslat dakikaları, barış anı artık yaklaşıyordu.
Artık bir adım atıp Arzu’yu kucaklayıp öpmek her şeyi halledebilirdi. Bu samimi hareket böyle anlarda sözden daha fazla
tesirli oluyor. Ama Vugar acele etmedi. Arzu’nun kendine
gelmesi için zaman tanıdı. Güle güle:
− Mektubunu okudum, – dedi. – Çok sinirliyken yazmışsın. Senin bu kadar sinirli olduğunu bilmiyordum.
Nihayet Arzu kırgın bir ses tonuyla cevap verdi:
− Size zahmet verdik!
Vugar şakaya başladı.
− Hakikaten çok zahmet çektim! – deyerek Arzu’yu kızdırmak istedi. – İlk satırından son satırına kadar acı, zehir zemberek sözlerle dolu mektup tabiî ki insana zahmet verir.
− Okumak zorunda değildiniz! Sizi zorlayan olmadı!
− Tam aksine. Mecbur eden vardı!
− Kim?
− Kalbim! Seni seven, sürekli hasretini çeken kalbim!
− Bunun için mi bir aydan sonra okudunuz?
− Neden bir aydan sonra okuduğumu düşünüyorsun ki?
− Böyle çabuk cevap aldığım için.
− Ahh.. Arzu! – Vugar’ın sesi yeniden hüzünlendi. – Senin
hiçbir şeyden haberin yok. Sen başıma nelerin geldiğini
bilmiyorsun. Eğer bilseydin, bana bu kadar soğuk davranmaz,
yabancılar gibi “siz – miz”le konuşmazdın. Bana acırdın.
Arzu sustu. Vugar:
− Bir ay boyunca ben burada değildim. O olaylardan, iftiralardan sonra köye kaçmıştım. Orada da hastalandım... Oldu
559
Vidadi Babanlı
ve bitti. Kötü günleri hatırlayarak kendimizi üzmeyelim. Ver
elini, barışalım.
Arzu nazlı nazlı başını salladı. Yüzünü çevirdi. Vugar artık
zaman kaybetmedi. Arzu’yu bileğinden tutarak, kendine doğru çekti:
− Kalk, canım, kalk! Yan odada bizi bekliyorlar. Bizim burada başka şeyler yaptığımızı düşünürler...
O an hakikaten de Sultanoğlu’nun sesi duyuldu:
– Nerede kaldınız, gençler?! Konuşmanız çok uzun sürdü... Hallolunmayan meseleniz varsa yardım edelim.
– Görüyor musun? Bize gülüyorlar. Bir dakika bile bekleyemeyiz.
Vugar iki elini de Arzu’nun beline doladı. Onu kucaklayarak havaya kaldırdı. Arzu karşı koymadı. Daha sonra da
sevgilisinin yanağından öptü. Arzu gülümsedi.
***
Sevgililer el ele tutarak, sevinç içinde odaya girdiklerinde,
Sultanoğlu ayağa kalktı onları karşısına yürüdü. Her ikisinin
elini sıktı, onlara dua etti:
− Yüzünüz her zaman böyle gülsün, evlatlarım. Hep mutlu olun!
Ağarza ise kız babasına mahsus ciddiyetle:
- Kutluyorum! – dedi.
Sesi duyunca Şirinbacı da mutfaktan koşarak geldi. Aslında bu duruma o herkesten çok üzülmüştü. Kızının alnından
öperek:
− Bundan sonra akıllı olursunuz inşallah! – dedi. Vugar’a
da anne şefkatiyle baktı.
Sultanoğlu gururla yerine oturdu. Deminden beri önünde
duran soğuk çayı Arzu’ya göstererek:
− Çayımı tazeleyebilir misin kızım? Dedi.
560
Vicdan Sustuğunda
Arzu çayı yenileyip dönene kadar, Şirinbacı sofrayı değiştirdi. Sofraya tabak, kaşık koydu. Sultanoğlu Şirinbacı’nın
meramını anladı.
− Lütfen! Zahmet çekmeyin, yemeğe kalmayacağız.
Ağarza kabul etmedi.
− Öyle şey olur mu, canım. Mutlaka beraber yemek yiyeceğiz. Bizim evde kural böyledir.
Sultanoğlu onu lafa tuttu:
− Sizin kuralları bilmiyorum. Ama âdete göre kız istemeye
gelenler sadece çay içip, giderler. Onu da gelinin elinden.
Başka şeylere gerek yok. Teşekkür ederim.
Ağarza vazgeçmedi.
– Eski adetlerde de yeni adetlerde de ev sahibine uymak
esastır, dedi.
Sultanoğlu:
Olsun! Bu defa biz size borçlu kalalım, sevgili dünürüm.
Ben akşamları yemek yemiyorum. Hem bizim önemli bir işimiz daha var.
− Bu vakitte ne işi?..
O işin tam zamanı. – Sultanoğlu Vugar’a baktı. – Saat kaç
bak bakalım, geç kalmayalım? Dedi.
Vugar Murguz dedenin neden acele ettiğini bilmiyordu. O,
çok açtı. Utanmasaydı, yemeğe kalmaları için ona ısrar ederdi.
Hem, Arzu’dan hemen ayrılmak istemiyordu. Bir aylık hasretten, sonra hemencecik ayrılmak çok zordu.
− Saat, sekiz buçuktur, dede.
− Ooo... Zaman geçiyor, acele etmemiz gerek.
Herkes birbirinin yüzüne baktı. Ağarza kırgın bir ses tonuyla:
− Hiç iyi olmadı...
Sultanoğlu onu sakinleştirmeye çalıştı.
− Kırılma, dünürüm. Daha yemek için çok vaktimiz olacak. Seninle konuşacak çok şeyimiz var.
561
Vidadi Babanlı
Arzu çay getirdi. Sultanoğlu bardağına şeker koydu. Arzu’ya dönerek:
− Sen de acele et, kızım.
− Ağarza’nın yüzünde şaşırma ifadesi belirdi.
− Onu da mı götürüyorsunuz?
Sultanoğlu güldü.
− Korkma, dünür. Kızını elinden almıyoruz. Bir iki saatlik
için... – O, gençlere baktı. İlave etti: – Benim bir arzum var,
bu gençlerle sinemaya gideceğim.
Ağarza gülümsedi. Rengi açıldı.
- İyisiniz vallahi!..Ben de deminden beri acaba bu önemli
iş nedir diye düşünüyordum.
Hanım, yemekleri getir. Bizim dünür şaka yapıyormuş.
Sultanoğlu ciddi bir ses tonuyla:
− Hayır, dünür! Şaka yapmıyorum, – dedi. – Doğru söylüyorum.
− Bu kadar önemli mi?! Yarın gitseniz olmaz mı?
− Olmaz, dünürcüğüm, olmaz. Her zamanın ayrı önemi
var. Ya başıma bir iş gelirse?! Ölüm gözle kaş arasındadır. Son
günlerde kalbim sinyal veriyor. Artık yorulduğunu, gücünün
tükendiğini ima ediyor. İzin ver, gidelim.
Ağarza diyecek bir şey bulamadı. Hanımına baktı. Şirinbacı önce omzunu silkti.
Sonra onlardan olurunu bekleyen kızına kafası ile “git,
giyin” işareti verdi.
***
Sultanoğlu biletleri kendi aldı. Ama üç değil, iki bilet.
Gençlerin şaşkın bakışlarını görünce:
− Benim bu saatlerde yatakta olmam lazım. Kuralları
bozamam. Size katılamayacağım.
562
Vicdan Sustuğunda
Sonra Arzu ile Vugar’ın koluna girdi. Onları gişeden içeriye kadar götürdü, sinemaya gitmemesinin asıl sebebini
söyledi:
− İhtiyarlık insanın ikinci çocukluk devridir. İnşallah zamanı gelince siz de göreceksiniz. Şimdi bana izin verin.
Dışarı çıktılar. Sultanoğlu’nun akşamları oturduğu parka
geldiler. Buraya gelince o gençlerin kolundan ayrıldı.
− Siz dönün artık. Filme geç kalacaksınız.
− Daha başlamasına çok var, Murguz dede. Sizi eve kadar
bırakalım.
− Hayır, geri dönün! – Sultanoğlu kızdı. – Benim işim var
daha. Biraz açık havada oturacağım. Siz rahatsız olmayın,
gidin hadi.
− Bugün sizi çok yorduk, Murguz dede. Kusuruma bakmayın...
− Uzatma, evlat. Hadi, güle güle...! İyi akşamlar!
Sultanoğlu gençlerle tokalaştı. Birkaç adım yürüdükten
sonra geri dönüp, hala yerinden kıpırdamayan gençlere gülerek:
− Eğer bir daha küsseniz kulaklarınızı keseceğim, ona göre!
Gençler güldüler. Gülmelerinin sebebi asıl sebebi şakadan
değil, Murguz dedelerine aşklarına dair garanti vermek amacıyla idi.
8. Bölüm Vugar’ın sabrı tükenmişti. Arzu’ya sarılarak onu doya
doya öpmek istiyordu. Hasreti onu akşamdan beri rahatsız
ediyordu. Sultanoğlu uzaklaştıktan sonra sevgilisini parkın
karanlık bir köşesine götürdü. Etrafına bakmadan sevgilisini
öptü. Toplum içinde bu tür şeylere izin vermeyen Arzu, bu
defa karşı çıkmadı. Anlaşılan hasret onu da yakmıştı. Birbirine sarıldılar. Uzun süre sonra Vugar konuşmaya başladı:
− Seni çok özlemiştim, Arzu!
563
Vidadi Babanlı
Arzu başını onu göğsüne dayayarak, aynı sevgiyle cevap
verdi:
− Ben de!
− Bu hasretin azabını benim kadar çekemezdin!
− Nereden biliyorsun?
− Çünkü bütün suç bende idi. Bundan dolayı vicdan azabı
çektim.
− Geçti artık!
− Beni affettin değil mi?
− Bunu sormaya gerek var mı?
− Haklısın, hissetmeliydim. Ama yine de söyle...
− Ben seni çoktan affetmiştim, Vugar. Özür dilemek için
gelmesen bile seni affetmiştim.
− Sen çok akıllı bir kızsın, Arzu. Çok!
− Öyleyimdir! Akıllar dağıtıldığı zaman bana biraz fazla
düşmüş...
− Şaka yapma. Ben ciddiyim. Mektubun beni resmen
öldürmüştü.
− Tamam, kapatalım bu konuyu. Hatırlamayalım artık!
− Kalbim doludur, Arzu. Konuşursam hafiflerim.
− Suss.. – Arzu elini Vugar’ın dudaklarına yaklaştırdı. Başını onun göğsüne daha da yakınlaştırdı. – Kalbin öyle güzel
atıyor ki!
Sevgilisinin parmakları arasından Vugar’ın nefesi duyuldu:
− Sana aşk şarkısı söylüyor. Onu anlayabiliyor musun?
− Anlıyorum.
− Beni bağışla, diyor. Duyuyor musun?
− Duyuyorum.
− Artık böyle rezalet, böyle suç tekrar etmeycek, diyor.
İnanıyor musun?
564
Vicdan Sustuğunda
− İnanıyorum!
Arzu başını Vugar’ın göğsünden ayırdı. Tepeden tırnağa
onu süzdü. – O, başka bir şey daha diyor.
− Öyle mi, ne diyor?
− Sinemaya geç kaldığımızı söylüyor. Murguz dedenin
biletleri boşa gidecek.
− Gitsin!
− Hayır! – Azru Vugar’ın kollarını belinden aldı. – Onun
bize yaptığı bu güzel jeste karşı bunu yapamayız.
− Film zaten bahane idi. Seni dışarı çıkarmak, bizi yalnız
bırakmak içindi bütün bunlar. Yoksa, anlamadın mı?
− Ben sonra anladım... Ama gitsek iyi olur. Bilet alındı. O
zahmet çekti.
− O zaman şöyle yapalım... – Vugar kaşlarını çatarak düşündü. – Gidip, biletleri yeni sevgililere verelim. Böylece yaşlı,
emekli birisinin helal parasıyla alınan bu biletler de boşa
gitmemiş olur.
− Yeni sevgililer, eskilerden nasıl fark ediliyor ki? Nasıl
bileceksin?
− Bundan kolay ne var ki?!. Kızın utangaç duruşundan,
erkeğin de ürkek ürkek sağa sola bakmasından tabiî ki.
Arzu güldü.
− Bütün bunları nereden öğrendin sen?
− Tecrübelerimden! – Vugar gülümsedi. – İlk günler seninle konuştuğumda çok terliyordum. Dilim dudağım kuruyordu.
− Hatırlıyorum. – Arzu hayallere daldı. – Her şeyi hatırlıyorum. Bir defasında her kelimeden sonra üç defa yutkunmuştun saymıştım...
− Yutkunmak bir tarafa, kalbimin atışları beni yanıltıyordu. Ne dediğimi bilmiyordum. O zaman neredeyse nefesin
kesilecekti.
565
Vidadi Babanlı
− O, sendin kız gibi utangaçtın... Herkes senin gibi değil
ki. Şimdi erkekler ilk günden papağan gibi ötmeye başlıyorlar. İlk görüşmelerinde aşkla ilgili serenat çekiyorlar.
− Onlar laf ebeleri. Aşk tacirleri. Eğer bir erkek sevdiği kızı
uzaktan görünce dili, dudağı kurumuyorsa, ayakları titremiyorsa onun sevgisi sahtedir. Yaz yağmuru gibi kısa sürer.
Azru tartışmadı. Vugar’ın aşk konusundaki fikirlerini çok
iyi biliyordu. Saatine bakarak acele etti.
− Gidelim.
− Biraz bekle. Aklıma bir şey geldi.
− Ne?
− Cennet Ana ile seni tanıştırmam gerekiyor.
− Ne zaman?
− Hemen şimdi... Biletleri yeni sevgililere verdikten sonra.
− Nerede tanıştıracaksın?
− Bizim evde. – Vugar hemen cevap verdi. – O, uzun zamandır seni görmek istiyor. Seni görünce çok sevinecek.
− Şimdi çok geç, Vugar. Başka zamana kalsın.
− Hayır. Şimdi gitmemiz daha iyi olacaktır. – Vugar, kararlı olduğunu yüz ifadesinden belli oldu. – İşten çıktıktan
sonra eve uğramadım. Endişe ediyor şimdi. Hem bugün
herkes için çok güzel bir olsun istiyorum.
Arzu karşı çıkmadı. Parkı sakince terk ettiler.
***
Onlar sinemanın bahçesine ulaştıklarında seansın ilk
zili çalmıştı. İçeriye akın eden insanlar arasından genç bir
genç Vugar’a doğru koşarak geldi. Ama yanında kız görünce
meramını açıklayamadı.
Vugar sordu:
− Bir şey mi oldu?
− Hiç. – Oğlan heyecanla yutkunup geri çekildi.
566
Vicdan Sustuğunda
− Yine?
− Hadi söyle...
− Bilet mi istiyorsun?
Oğlan başını ümitsizce salladı.
− Evet.
− Tek misin?
Vidadi Babanlı
***
− Tamam olsun! Hadi koş artık. Arkadaşın seni bekliyor.
Genç gururlu bir gence benziyordu. Biletleri öylesine almak istemiyordu. Parayı zorla Vugar’ın cebine sokmak istedi.
Vugar ona kızdı.
... Cennet Ananın sevinci daha da büyüktü.
O, Azru’yu Vugar’ın umduğundan daha güzel karşıladı.
– Safa geldin, hoş geldin! – diyerek misafiri kapının
önünde kucakladı.– Alnından, yüzünden öptü. – Sen geldin,
evime güneş doğdu, dedi.
Ananın bu güzel sözleri Vugar’ı çok etkiledi. Daha
tanıştırmadan, hiçbir şey sormadan onun Arzu’ya karşı olan
samimiyeti hakikaten de etkileyiciydi!
Vugar, Cennet Anayı denemek istedi.
− Bu kimdir, ana?.. Tanıdın mı?
Kadın Vugar’a sert sert baktı. Düşünmeden:
− Elbette, tanıdım. Arzu kızımdır! – dedi.
Vugar onu şaşırtmak istedi.
− Nereden biliyorsun, Arzu olduğunu? Sen onu hiç görmedin ki.
− Görmesem bile tanırım onu. Sen beni aldatamazsın.
− Birisini görmeden nasıl tanıyacaksın? Ben ilk defa böyle
bir şeye şahit oluyorum.
− Sen daha çocuksun. Duyacağın, göreceğin daha çok
şey var.
− Bunun sırrını bana öğretemez misin, ana?
− Bunun sırrı?.. – Cennet Ana gülümsedi. – Sırrı, benim
oğlumun sözüne sadık kalmasıdır. Annesinin yanına başka
bir kızla gelmez.
− Oğlunun uyuşuk, başka kızların ilgi göstermediği zavallının birisi olduğunu mu söylemek istiyorsun yani? Kör tuttuğunu bırakmadığı gibi, o da kendi tuttuğunu bırakmaz, mı
diyorsun şimdi?
− Git, artık. Yoksa fikrimi değişeceğim.
Genç geri çekildi. Birkaç saniye onun yüzüne sevinçle
baktı ve koşarak kız arkadaşın yanına gitti.
− Yok, öyle demedim!.. Tam aksine. Benim oğlum akıllı,
olgun bir gençtir. Namusludur. Her gün bir kızla gönül eğlendirmez. O, kendi sevgiline herkesten çok değer verir.
− Hayır. – oğlan utandı. İnsanlardan bir hayli uzakta duvara yaslanıp bekleyen kızı işaret etti. – İki kişiyiz.
Vugar Arzu’ya göz vurarak:
− Müşterimi buldum, – dedi. Sonra gence baktı. – Biz
kendi biletlerimizi sana hediye edebiliriz.
Oğlan kızardı. Daha ergenlik çağında olan gencin boynu
bükük utangaç hali Vugar’ın çok hoşuna gitti. Biletleri cebinden çıkardı.
− Buyur!
Gencin, hazin bakışları bir anda ümide döndü. Ama biletleri almağa cesaret edemedi.
Vugar ciddileşti.
− Hadi, al!
Genç biletleri sıkılarak aldı. Diğer avucunda hazır tuttuğu
paraları Vugar’a uzattı. Vugar usulca onun elini itti.
− Ona gerek yok. Arkadaşına hediye alırsın.
− O konuda rahatsız olmayın. Param var.
567
568
Vicdan Sustuğunda
Vugar övünerek Arzu’ya döndü:
− İşte, anne böyle olur! Oğlunu mahcup etmez.
Arzu ona tebessümle cevap verdi. Bu yabancı kadının ona
karşı olan samimi duyguları onu da etkilemişti.
− Geç otur, kızım! – Cennet Ana onu odaya götürdü.
− Çok güzelsin! – diyerek Arzu’yu övmeye başladı. –
Mutlu olun. Allah sizi ayırmasın.
− Teşekkür ederim, ana. Senin de gölgen bizim üzerimizden eksik olmasın.
Cennet Ana bir şeyler kaybetmiş gibi etrafa bakındı. Düşünceli düşünceli bohçasını aradı. Sonra sandığının kapağını
kaldırdı, aradığını buldu. Gülerek Arzu’nu yanına döndü.
− Elini uzat, bakalım.
Arzu şaşkınlıkla Vugar’a baktı. Vugar meseleyi anlasa da,
Cennet Anaya sordu:
− O nedir, ana?
− Küçücük bir hediyedir. Anne hediyesi!
Cennet Ana Arzu’nun sol elini kendine doğru çekti. Savaştan önce büyük oğlu için aldığı nişan yüzüğünü onun
parmağına taktı. Yeniden alnından öptü.
− Mesut ol, kızım!
9. Bölüm Beşir Bedirbeyli hala “zaferinin” sarhoşluğu içindeydi.
Son toplantıda Güneşli’nin düşmüş olduğu durum onu ziyadesiyle mutlu etmişti. O günden sonra enstitünün içinde de,
dışarıda da eli cebinde, gururla dolaşıyordu. Sanki küçük dağları o yaratmıştı. Gözü kimseyi görmüyordu. Her zamankinden daha mağrur görünüyordu.
Güneşli’nin de, asistanında bu hadiseden sonra kendilerine geleceğine ihtimal vermiyordu. “Onları öyle mahvetme569
Vidadi Babanlı
dim ki, yeniden ayağa kalkmaları mümkün değil, artık o günden sonra işleri bitti. Onların devri bitti! Defterleri dürüldü.
Arzularına ulaşan Bedirbeyli hiçbir şeyi umursamıyordu
artık. Vugar’ın çalışması, yeni buluşu için kurulan yeni jüri
bile artık onu rahatsız etmiyordu. Toplantıda sorun çıkarmamış, aksine elini sallaya sallaya demişti:
– “Boşuna kendinizi yoruyorsunuz. Bir değil, beş komisyon da kursanız o çalışmadan bir şey çıkmayacak. Zahmetiniz
boşa gidecek!”
– Ama bir gün önce mesai sonuna doğru komisyonun
olumlu rapor hazırladığını öğrenmişti. Çalışma, enstitü idaresi tarafından acil olarak proje şeklinde deneme fabrikasına
gönderilmişti. O, haberi duyunca küplere binmişti. Gece rahat
uyuyamamış, sabah erkenden hemen proje şubesine koşarak
haberin doğru olup, olmadığını araştırmıştı. Oradan çıktığında Mürşüd Hemzeyev’in yanına giderken kapıda Vugar’la
karşılaştı. Neredeyse çarpışacaklardı.
− Yavaş ol!...– Bedirbeyli sinirlenerek bağırdı. – Neredeyse
bizi çiğneyeceksin. Gözün hiçbir şey görmüyor.
Vugar’ın morali bozuldu. Nefret ettiği, hiçbir zaman görmek istemediği bu insanın sabah sabah karşısına çıkması
canını sıktı. Nefreti bir kat daha arttı. Ama iradesine hâkim
oldu, kenara çekilip ona yol verdi.
− Affedersiniz!
− Bedirbeyli’nin suratı asıldı. Yeniden sert sert:
− “Affedersiniz”...– O sesini biraz da yükseltti. – Ne hale
geldik! Üzerimize yürüdüğü yetmiyormuş gibi bir de benden
affetmemi istiyor!!.
Vugar edebini koruyarak sakince cevap verdi:
− Özür dilerim, görmedim sizi.
Bedirbeyli daha da sinirlendi.
− Tabi, görmezsin artık! Havalarda geziyorsun.
Vugar babası yaşındaki bu adama saygısızlık etmek istemedi. Ama Beşir onu saygısızlık yapmaya zorladı.
570
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
− Neyine güveniyorsun sen?! Neyine güveniyorsun da,
böyle yükseklerde uçuyorsun? Öyle kendinden geçmişsin ki
gözün kimseyi görmüyor artık. Neredeyse beni çiğneyecektin.
− Laubalilik yapma, Şemsizade! Yaşadıkların aklını başına
getirmedi herhalde. Böyle giderse başına daha çok çorap
örecek, mezara tek vücut olarak gidemeyeceksin.
− Kendinizi bu kadar aciz göstermeyin, hocam. Sizi çiğnemek kimin haddine.
Bedirbeyli gencin yumuşak sesindeki derin istihzayı anlamadı.
− Benim mezara gitmeme daha çok var, hocam. Bu konuda benden ziyade sizin düşünmeniz gerekmez mi?
Bu söz Bedirbey’liye çok dokundu. Sanki sırtından hançerlenmiş gibi oldu. “İhtiyarlık nasıl bir şey ki, sümüklü bir
çocuk bile bunu benim yüzüme vuruyor, alay ediyor...” diye
düşündü.
O, Vugar’a sert sert baktı ve kızgınlıkla sordu:
– Söyle bakalım, kimdir seni bu kadar kendine güvendiren? Yükseklerde gezdiren?
– Kendime ve hakikate olan sonsuz imanım.
Bedirbeyli’nin küçük gözleri biraz da küçüldü. Kurnazlıkla
gülümsedi ve sesine bir hazinlik kattı. Vugar’a acıdı.
− İşin tuhafı haddini bilmeyen, meydanı boş bulanlar bunu yapmaya kalkışıyorlar. Örneğin senin gibileri!
− Benim gibi güçsüz, “ağzından süt kokan bir asistan”
sizin gibi büyük bir bilim adamını mı ezip geçecek?.. Hayır,
hocam, buna hiç kimse inanmaz.
− Bakıyorum da, güçsüze destek çıkmaya başlamışlar.
Yeni hamilerin çıkmış. Yeni oyunlar peşindeymişsiniz?!
Vugar, Bedirbeyli’nin sinirinin bozulmasının sebebini kapıda karşı karşıya gelmesiyle ilgili olmadığını, gelişmelerin
onun lehine çevrilmesinden kaynaklandığını anladı.
− Oyunu çocuklar oynar, hocam. Bizim o yaşımız çoktan
geçti.
− Çocukların oyunları, büyüklerinki kadar tehlikeli ve za*rarlı olmuyor.
− Büyükler birbirilerine hiç benzemezler. Şuur, maneviyat
ve insani değerlere sahip olma yönünden çeşitlilik gösterirler.
Onlar düzenlediği oyunlar da hiç kuşkusuz farklı oluyor.
Kimisi ev kuruyor, kimisi ev yıkıyor.
− Kendine çok güveniyorsun, Şemsizade! Biraz aşağılara in.
− Kendine güven, insanın manevi gücünden, sarsılmaz
imanından doğar, hocam.
− Sadece imanla iş bitmez, evlat. Bunu senin daha iyi bilmen gerekiyor. O yalancı imanın cezasını çektin ne de olsa.
− Hakikat yenip, içilen şey değildir, evlat. İnsana kuvvet
vermez!
− İnsandan insana değişir, hocam. Kimisi onu yiyip,
içiyor, kimisi de ayaklarının altına alıyor.
− Ne demek istiyorsun?!. – Beşir daha da sinirlendi.
− Yoruma ihtiyaç yoktur bence, her şey çok açık.
− Bu terbiyesizliktir!..
− Günahı kendinizde arayın, hocam. Sizsiniz edep erkan
öğreten.
− Saygısız!.. – Bedirbeyli sinirinin son haddini yaşıyordu.
Çenesi bile titremeye başlamıştı: Alçak!!
Vugar onun dedikleri önemsemedi. Fitne yuvası olan bu
insandan her şey beklenilirdi.
− İmanın değil hocam, sizin insafsızca ortaya attığınız iftiranın cezası!
571
572
Vicdan Sustuğunda
10. Bölüm Bedirbeyli tam bir saat kendini gelemedi. Bir türlü sakinleşemiyordu. Basit bir asistanın onunla böyle konuşmasını,
kendisine saygı göstermemesini gururuna yediremiyordu.
“İşe bak ya! Dünya tersine dönmüş!.. Dünkü çocuk benim
karşımda nasıl konuşuyor. Yoo... Ona akıl verenler vardır
mutlaka. Söhrap’tan başka onu koruyan, ona akıl verenler de
var. Yoksa böyle konuşmazdı o. Bir ay öncesine kadar utangaçlıktan başını kaldıramayan, cümlesini sonuna kadar bitiremeyen bir aptal kendiliğinden böyle konuşamaz. Birileri var
mutlaka onun arkasında! Mutlaka! Çalışmasının yeniden gündeme gelmesi, kontrol edilmesi bunun delili. Ama kimdir o?”
Beşir Bedirbeyli bu soru üzerine çok düşünse de bir şey
bulamadı. Sinirli sinirli Mürşid Hemzeyev’in yanına koştu.
Hemzeyev gazeteleri masanın üstüne sermiş kendine
“sofra” hazırlamıştı. Midesinden rahatsız olduğu için yemekhaneye inmiyor, diyet yemekleriyle yetiniyordu. Evden doktor
tavsiyesine göre yemekler getiriyor ve odasında yiyordu.
Bedirbeyli içeri girer girmez ona laf sokuşturdu:
− Yine dalavere işleriyle uğraşıyorsunuz, Mürşüd Hümzeyev! – diyerek selamsız kelamsız ileri yürüdü. Teklif beklemeden oturdu.
− Hemzeyev Beşir’in neyi ima ettiğini anlamıştı. Ama
şakaya vurdu.
− Dalavere değil, Beşir Osmanoviç. Helal kazancımız.
Evden getirdim. Buyur bir iki lokma da sen ye.
Bedribeyli bir şerlerden iğreniyormuş gibi yüzünü buruşturdu. Omuzlarını silkti.
− Teşekkür ederim! Sen bana başka şey yedirdin zaten.
Hemzeyev ağzındaki lokmanı çiğneyerek yuttu. Sakin sakin sordu:
− Dilinin altında bir şey var. Açık konuş, bakalım.
− Beni çocuk yerine koyma, Mürşüd.
573
Vidadi Babanlı
Hemzeyev muhatabına şüpheyle baktı. İşi yine şakaya
vurdu:
− Elbette, çocuk değilsin. Evlenecek yaşta olan torunların
var. Ama... Kusura bakma, kendini çocuktan da kötü duruma
düşürüyorsun. Saygıdeğer, büyük birisinden gözlenilecek
şeyleri yapmıyorsun.
Bedirbeyli yavaş yavaş coştu. Sesini yükseltti.
− Sen önce kendi davranışlarına bak! Senin yaptıkların
çok tehlikelidir. Bu davranışınla sen topluma ihanet ediyorsun, suç işliyorsun!
Hemzeyev sakince kafasını salladı. Gülümsedi.
− Hakikaten de yaşlanmışsın, Beşir. Çocuk gibisin. Boş
yere sinirlerini bozuyorsun.
Sakin ol! Birbirimizi bağırmadan da duyabiliyoruz.
− Tatlı söz hiçbir şey değiştirmiyor, Mürşüd. Sakin olmak
için başka şeyler lazım!
− Ne gibi?..
− Her şeyden önce partinin prensiplerine sadık kalmak!
Vazifenizi keyfinize göre değil de partinin kurallarına uygun
olarak yapmak. Asıl vazifemiz partinin çıkarlarına hizmet etmektir.
− Bunlar çok ciddi suçlamalardır, Beşir. Genel suçlamalardan hiçbir şey çıkmaz. Daha açık konuşur musun? Nedenini
açıkla.
– Nedeni söyleyeyim. Sen komisyon başkanının görev ve
yetkilerin ne anlama geldiğini bilmiyorsun ya da bilerek kuralları çiğniyorsun.
Hemzeyev yemeni bitirmeden yarıda bıraktı. Yumuşak
şekilde ona:
− Ben komisyon başkanının görevinin ne olduğunu, yetkilerimi iyi biliyorum.
− O zaman kontrol neticeleri belli olmadan özel oturumda
tartışılmadan komisyon başkanının emir vermeye yetkisi ol574
Vicdan Sustuğunda
madığını biliyorsundur. Bu bizim kutsal Sovyet kurallarına
karşı çıkmaktır!
− O önemli değil. Eğer komisyon vermiş olduğu karardan
eminse o zaman tekrar toplantıya gerek duymadan karar verebilir. Burada kanuna aykırı hiçbir şey yok!
− Ya aksi olursa?!
Hemzeyev havasızlıktan boğuluyormuş gibi derinden nefes aldı.
– Beni çok sıktın, Beşir. Kalbim sıkıldı. Senin gereksiz soruların, suçlamaların bilim adamlarının müzakerelerinden
ziyade pazarda yeşillik satan insanların tartışmalarına benziyor. Bedirbeyli, Mürşüd’ün söylediklerini inadından vazgeçti
diye düşündü. Gururlandı. “Korkuyor... Bu işten vazgeçeceğimi sanıyor. Sıkılmak ne kelime, senin kalbini patlatacağım
daha. Arkadaşın Söhrap ile beraber cenazenizi masanızın
arkasında bırakıp ailenize haber vereceğim!!!”
O, çenesini uzatıp çekti. Gülmekten omuzları indi kalktı.
– Sorumu cevap ver, Mürşüd. Korkma, kalbine bir şeyler
olmaz.
Hemzeyev konuşmadı. Beşir’in yüzüne dalgın dalgın baktı. Onun kin ve nefret dolu gözlerinden her şey belli oluyordu.
“Sen kansız bir insansın, Beşir. İnsafsızsın! Senden her şey
beklenir...”
− Niçin susuyorsun?! – Bedirbeyli sesini yeniden yükseltti.
– Cevabını bekliyorum!
Hemzeyev bıkkın halde:
− Yeter artık. – dedi. – Boş ve anlamsız meseleler için seninle konuşacak zamanım yok benim. Rica ediyorum, vaktimi
alma!
− Söylemeye cesaretin yetmiyorsa, ben söyleyeyim – Bedirbeyli sandalyede dik oturdu. Hemzeyev’e doğru yöneldi.–
Komisyonun kararını, kontrolün sonuçlarını üyelerden saklamışsın. Müdürün adına karar vermişsin bu bir, proje şubesi575
Vidadi Babanlı
nin işçilerini sabah akşam çalıştırıp, Şemsizade için acele
proje hazırlatmışsın, bu iki! Projeyi deneme fabrikasına gizli
olarak onay almadan göndermişsin, bu da üç! Sence bütün
bunlar kanuna karşı çıkmak, kolektif düşünceye karşı çıkmak
değil de nedir?
− Evett... Sonunda gerçek ortaya çıktı... – Hemzeyev derinden nefes aldı. Biraz hafiflemiş gibi oldu. – Hayır, Beşir
Osmanoviç. Söylediklerinizden hiçbiri kanuna karşı çıkmak,
kuralları çiğnemek değildir. Boştan yere beni de kendini de
üzüyorsun…
Bedirbeyli küçük gözleriyle Hemzeyev’e dikkatlice baktı.
Çenesi titremeye başladı.
− Beni suçlama! Ben insanları sinirlendiren, çileden çıkaran birisi değilim! Beşir Bedirbeyli’yim! Bu enstitünün temelini koyan, ilk müdürüm. Siz her şey tamamlandıktan
sonra geldiniz. Kendinizi burasının sahibi olarak görüyorsun.
Duyuyor musun beni, Mürşüd?! Üstadına hor bakan sonunda
kör olur, bunu iyi bilesin!!
− Yine eski tas eski hamam... Bunları çok duyduk, Beşir.
− Eski tas eski hamam sizin yeni olarak nitelendirdiklerinizdir! Gerçeklerle bağdaşmayan, sahte icatlarınızdır!
− Benden ne istiyorsun?
− Niçin Şemsizade’ye yardım ediyorsun?
− Çünkü çok istidatlı, yetenekli bir gençtir. İcadı da çok
gerekli toplumumuz için.
Gelecekte çok faydalı olacak bir çalışma!
− “Bilimin geleceğe kurduğu köprü” mü yani?.. Geçen
defaki toplantıda da böyle söylemiştin, yanılmıyorsam?!
− Maalesef o zaman Şemsizade’nin çalışması ile ilgili fazla
bilgim yoktu. Ve bundan dolayı da onu senin haksız
suçlamalarından koruyamadım.
− Şimdi o yanlışını mı düzeltiyorsun?! Ama geç kalmışsın!
576
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
− Kendine güvenerek konuşuyorsun, Beşir. Neye dayanarak söylüyorsun bütün bunları?
buldu. O, iki adım arkaya çekildi. Ellerini beline koyarak,
bağırdı:
− Sizin o kutsal “probleminiz” in yurt dışında artık çalışıldığından, neticelendiğinden haberiniz yok mu?!
− Yurtdışında mı? Nerede?
− Avusturalya’da!
− “Orbital motor”u mu kastediyorsun?
− Provokatör sensin!!! Bir dalda oturup, diğerini silkiyorsun! Benden intikam almaya çalışıyorsun!!!
Hemzeyev sustu. Odanın tam ortasında heykele dönmüş
Bedirbeyli’ye bir hayli baktıktan sonra her zamanki temkinle:
− Evet, onu. – Bedirbeyli oturduğu yerde sağa sola hareket
etti.– İç yakıtla çalışan o motor, birçok ülkede artık kullanılmaktadır. Otuz üç yaşlı bir çilingirin bunu tasdik etmesi, yakın gelecekte benzinin önemini yitireceğini gösteriyor. Artık
sıvı yakıtları devrini başlamıştır.
− “Orbital motor” bir çalışma olarak çok değerlidir,
elbette. Ama bu problemin halli demek değildir. Bu alanda
Japonya’da, Batı Almanya’da, Amerika ve Fransa’da çok değerli icatlar, çalışmalar var. Ama onlar ilmi ve tecrübe yönünden yeterli seviyede değiller.
− Peki, bizim ülkemizde – SSCB’de yapılan çalışma hakkında ne düşünüyorsun?.. “Sıvılaştırılmış gazları önemli bir
yakıt gibi kullanma” – meselesi?! Buna ne diyeceksin? Devlet
karar kabul etti, büyük şehirlerde bu tür gazların kullanmasını istiyor. Bütün bunlardan sonra sen arkadaşın Söhrap ile
beraber o Şemsizade’nin çalışmasına inanıyorsun, öyle mi?!
− Biz onun başarısına eminiz, Beşir. Senin beğenmediğin
Şemsizade bir ay boyunca köyde çok güzel çalışmalar yapmış.
Problemi çözmüş. Bu buluş öncekinden daha üstündür.
Bedirbeyli’nin hile dolu gözleri parladı.
− Anlaşıldı! Bu da yeni bir oyun. Şimdi de bu bahaneyle
zaman kazanmak istiyorsunuz. Yutturamazsınız bunu bize.
− Bakıyorum ki, kavga arıyorsun. Beni zorla kavgaya
çekmek istiyorsun. Lütfen git de daha faydalı işlerle uğraş.
Bedirbeyli hemen ayağa kalktı. Sanki Hemzeyev’in dediği
bu sözü bekliyordu. O, hırsını, gazabını dökmek için fırsat
577
− Ben senden intikam almıyorum, Beşir, – dedi. – Sen
kendi kendinden intikam alıyorsun. Kalbindeki eski pisliklerini ortaya çıkarıyorsun. Düşüncelerinin ne kadar basit olduğunu, bir bilim adamı olarak ne kadar geri kaldığını gösteriyorsun. Bundan daha büyük itiraf olamaz.
Bedirbeyli artık sınırı aştı. Yüksek sesle:
− Kimin ifşa olacağını zaman gösterecek! Ben mi, yoksa
kardeşin Söhrap’la sen mi?! Dedi.
- Elbette, göreceğiz, elbette!
− Ama şunu aklından çıkarma senin cezan daha ağır olacak, Mürşüd. Sadece bize değil, yukarı teşkilatlara karşı da
ihanet içindesin. Bu büyük bir cinayettir!!!
− Tamam! Zamanımı alma! – Hemzeyev parmağıyla kapıyı
işaret etti. – Çık!
− Demek ki öyle?! – Bedirbeyli’nin gözleri yerinden fırlamış gibi oldu. – Bana kapıyı gösteriyorsun! Yani bu kadar
haddini aştın?!
Hemzeyev yumruğunu masaya vurdu.
− Çık, dedim!!! Anlamıyor musun?! Hemen çık!
Bedirbeyli bir anlık hayret içinde kaldı. O korkudan arkaya doğru çekildi. Kapıya yaklaştığında ise sesine yine güç
verdi:
− Seninle gereken yerde, başka türlü konuşacağım, Mürşüd Hemzeyev!
578
Vicdan Sustuğunda
11. Bölüm Güneşli’in ailesinde küslük devam ediyordu. Bir aydan
beri Söhrap evde Merhametle konuşmadı. İşten döner dönmez çalışma odasına giyip sadece yemek yerken dışarı çıkıyordu. O olaylardan sonra geceleri çalışma odasındaki ensiz
kanepenin üzerinde uyuyordu.
Merhamet Hanım da inadından dönmüyordu. Barışmak
için Söhrap’ın ilk adım atmasını bekliyordu. Söhrap ise
zaman geçtikçe evden, aileden daha da uzaklaşıyordu. Son zamanlar da öğle yemeğine bile gelmiyordu. Sabah kahvaltısını
kendisi yapıyor, akşamları da çayını kendisi demliyordu.
Karı koca arasında olan soğukluk ailenin diğer üyelerini
de etkiliyordu. Herkes evde birbirine küs gibi davranıyordu.
Özellikle de Sultanoğlu. O da son dönemlerde çok az konuşmaya, geliniyle daha az muhatap olmaya başladı. Onun tek
sırdaşı, Elagöz’dü. Akşamları derin sessizlik çöktüğünde sadece onların odasından ses gelirdi.
Son günlerde Sultanoğlu’nun kalbi teklemeye başlamıştı.
Ama o, bu konuda hiç kimseye bir şey söylemiyordu. Bir gece
çok kötü fenalaştı. Her zamanki gibi yine “hava almak” için
evlerinin yanındaki parka çıkmıştı...
Aniden kalbinde çok kötü ağrılar başladı. Sultanoğlu telaşlandı. Bu ağrılar öncekilere benzemiyordu. O hoş olmayan
durumun yaklaştığını derk etti. Zorlukla cebinden hap aldı ve
dilinin altına koydu. Oturduğu banka yaslandı. Önceleri baş,
on dakika içinde geçen acılar şimdi çok uzun sürdü. Sultanoğlu kalbinin insafa gelmesi serzenişte bulundu: “İnsafa gel!
Uzun yıllardır seninle vefalı arkadaşız. Çok imtihanlardan
alnı açık çıkmışız. Şimdi de göster vefanı. İnsanların arasında
rezil etme beni...”
O, kendini böyle sakinletti. İradesiyle kendisini teselli etti.
Ağrıları biraz azaldığında. Ayağa kalktı. Ara sıra ağaca, duvara dayanmak suretiyle elli adımlık yolu yarım saatte geldi.
Ama işin zor kısmı şimdi başlıyordu. Yüksek merdivenleri
579
Vidadi Babanlı
çıkması gerekiyordu. Biraz bekledi, yeniden kuvvet topladı.
Kalbini yine insafa çağırdı.
– “Biraz daha sabret”.
Sultanoğlu zorlukla merdivenleri çıktı. Kapıya ulaştığında
gücü tükendi. Gözlerinin önünü karardı. Kapıya yaslanıp kaldı. Biraz kendine geldikten sonra cebinden anahtarı çıkardı.
Elleri titrediğinden anahtarı zor tutuyordu. Ama kapıyı açmaya gücü yetmedi. Yeniden duvara yaslandı. Birkaç dakika
da öylece bekledi. Bu kadar azap çekmektense kapının zilini
çalsaydı ona kapıyı açan olacaktı mutlaka. Ama o, hiç kimseyi
rahatsız etmek istemedi.
Sonunda kapıyı açtı. İçeriye girdi. Kendi odasına geçti.
Odada daha ışık kapanmamıştı. Elagöz yeni uykuya dalmıştı.
Tatlı tatlı uyuyordu. Açık halde göğsünün üzerine düşen kitap, o nefes aldıkça kıpırdıyordu.
Sultanoğlu torununa yaklaştı. Kitabı alıp masanın üzerine
koydu. Kızın başucunda durdu bir hayli ona baktı. Sonra
eğilerek yüzünden öptü.
− Hep mutlu ol, yavrum. Hep mutlu ol!
Sonra kendi yatağına yaklaştı. Soyunmak istese de başaramadı.
Aniden rengi morardı. Hırıldayarak arkası üste yattı...
Göğsünden zayıf bir hırıltı koptu.
***
Herkesten önce Merhamet Hanım kayınpederinin ölümünü öğrendi.
O, sabah Elagöz’ü uyandırmak için odaya girdiğinde
Sultanoğlu’nun elbiselerini çıkaramadığını ve ilginç bir vaziyette uyuduğunu gördü. İlk önce sinirlendi. Tembelliğinden
elbiselerini çıkarmadığını düşündü. Sonra kayınbabasının
donmuş yüzünü, yarı açık kalmış gözlerini ve morararak hafif
dışarı çıkmış dilini gördü. Korkarak geri çekildi. Uzun süre ne
yapacağını bilemedi. Biraz kendine geldikten sonra Elagöz
580
Vicdan Sustuğunda
için endişe etti. O meseleden sonra kızın hastalığı yine artmıştı. Şimdi uyanıp, dedesinin cesedini görürse çok korkacaktı.
Merhamet Hanım hemen salona koştu. Masa örtüsünü
alarak getirip, Sultanoğlu’nun yüzüne örttü. Sonra aceleyle
Elagöz’ü uyandırdı.
− Kalk, kızım. Annesinin gülü kalk! Okula geç kalacaksın.
Elagöz uykuya doyamamıştı. Kirpiklerini zorlukla açtı.
Merhamet kızının uyanmasını beklemedi. Onun kollarından
tutarak ayağa kaldırdı ve mutfağa götürdü. Kızının hazırlanmasına, giyinmesine de kendisi yardım etti. Onu mutfaktan
yolcu etti. Elagöz’ün gittiğine tam emin olduktan sonra kötü
haberi Söhrap’a söylemek için acele etti. Odaya kadar aceleyle
gelen Merhamet, kapının önüne vardığında durdu. Neyine
gerekti ki, kendisiyle konuşmayan bir yabancı gibi eve gelip
giden birisine babasının öldüğünü söylemek... Söhrap’ın arkadaşlarından birisini aramayı düşündü. Ama bu düşünceden
hemen vazgeçti. Şimdi gurur yapma zamanı değildi. Bu acı
hadise onu da ilgilendiriyordu. Ölen onun kocasının babası
idi. Bunu başkalarına havale etmenin uygun olmayacağını
düşündü. Her şeyi kendisi yapmalıydı. Hem, Merhamet’in
nelere kadir olduğunu göstermesi lazımdı. Bu acı hadisenin
onu nasıl üzdüğünü sağda solda ailesi yıkılacak diye gezenlere de mesaj olacaktı. Söhrap da anlasın karısının nasıl üzüldüğünü. Onun şerefini nasıl koruduğunu.
Merhamet Hanım cesaretlendi. Odanın kapısını itti. Ama
kapı kilitliydi. Merhamet kapıyı vurmaya başladı.
Güneşli uykulu uykulu cevap verdi. Her zamanki gibi
bütün gece çalışmıştı.
− Kimsin?
− Benim, Söhü! – Merhamet Hanım heyecanla cevap verdi.
Güneşli sustu. Merhamet Hanım birkaç dakika bekledi,
yeniden kapıya vurmaya başladı.
− Çabuk, aç kapıyı. Sana söyleyeceklerim var.
581
Vidadi Babanlı
Güneşli’nin sakin, kızgın sesi duyuldu.
− Kırma kapıyı!
Merhamet Hanım ağzını kapıya yaklaştırdı, acıyla söyledi:
− Kalk, Söhü. Babanı kaybettik.
İ İçeride telaşlı bir kıpırdama duyuldu. Kapı açıldı. Pantolonunun kemerini bağlaya bağlaya kapıyı açan Güneşli karşısında durmuş karısına soğuk bakışlarla baktı.
Merhamet Hanım bu gazap dolu bakışlara bilerek cevap
vermedi. Söhrap’ın konuşmasını bekledi. Ama ondan bir ses
çıkmadığını görünce kendisi konuşmaya mecbur oldu:
− Murguz amca sizlere ömür...
Güneşli’nin soğuk bakışlarında hala inanmadığı hissediliyordu. Bakışlarında Merhamet’e olan kini belli idi.
− Nasıl?
Merhamet Hanım kocasının isteksiz ve hala ona güvenmediği anlasa da bunu belirtmedi. Söhrap’ın hoşuna gitmek
için ağlamaya başladı.
− Bizden küs ayrıldı. Ölümünü de hiç kimseye hissettirmedi. Dağ üzerine dağ çekti.
Güneşli şok olmuştu. Yüzü kâğıt gibi bembeyaz oldu.
Yanağının birisi seğirmeye başlamıştı. Gözlerinden boncuk
boncuk yaşlar akmaya başladı.
Merhamet Hanım onun bu durumdan istifade ederek onu
teselli etmeye çalıştı:
− İyi ki, Elagöz’ün haberi olmamış. Yoksa korkudan ölürdü. Allah korusun bir günde ikisini de kaybederdik. Güneşli
ağlayarak babasının odasına koştu.
Merhamet hemen odaya girdi. Kocasının çoraplarını,
gömleğini ve ceketini alarak onun yanına koştu.
Güneşli babasının yanında diz üste oturmuştu. Sultanoğlun’a sarılarak çoktan kurumuş göğsüne kafasını yaslamış ve
için için ağlıyordu. Merhamet Hanım kocasının yanında
582
Vicdan Sustuğunda
oturdu. Bir iki cümle ağıt söyledi. Yeniden gözlerini sildi, ayağa kalktı. Ceketi Söhrap’ın omzuna koydu onu teselli etmeye
çalıştı:
– Yeter artık, Söhü. Ağlamakla onu geri döndüremeyiz.
Yapacak işlerimiz var.
Güneşli kalkmadı. Merhamet ağlayarak dedi:
− Ne yapabiliriz, hadi kalk! Tabut ve mezarı şimdiden sipariş etmemiz lazım. Hazırlık yapmamız lazım
Güneşli kalktı. Sakin sakin gömleğini giydi. Kocasının
onu dinlemesi Merhamet’i sevindirdi.
− İlk olarak salonu toparlayalım. Bazı şeyleri diğer odaya
taşımamız gerekecek.
Cenazeyi de oraya getiririz.
Güneşli karşı çıkmadı. İşin çoğunu Merhamet Hanım
kendisi yaptı. Piyanoyu, masayı, televizyonu Söhrap’ın yardımıyla yan odaya taşıdı. Kanepeyi açarak odanın ortasına çekti. Üzerine yeni yatak koydu. Duvarlardaki süslü eşyaları topladı. (Adete göre cenazenin olduğu yerde süs eşyası olması
hoş değildi.) duvarın önüne sandalyeleri dizdi. İşleri bittikten
sonra elbisesini değiştirmeye gitti. Beş dakika içinde simsiyah
elbiseyle çıktı. İnsanlara haber vermek gerekiyordu.
İlk önce Ziya Leleyev’i aradı. Bütün akrabaları içerisinde
kendilerine en yakın sözünü dinleyen Ziya idi. Merhamet’in
bir dediğini iki etmiyordu. Ziya yeni bir belaya uğramıştı.
Güneşli’ler ailesinde olan küslük onu da etkilemişti. Bir buçuk aydan beri Şule ondan ayrılmış babasının evine gitmişti.
Boşanmak için dilekçe bile yazmıştı. Şimdi Ziya, Merhamet
ile Söhrap’ın barıştığını duyarsa kul olur, Merhamet Hanımın
kapısında yatardı. Çünkü Şule’yi ona sadece Merhamet halası
döndürebilirdi.
Merhamet Hanım durumu ona kısaca anlattı. Haberden
çok memnun olan Leleyev’in sorularını cevapsız bırakarak
ona bazı emirler verdi.
− Geç kalma! Hemen kalk ve dediklerimi yapmaya git!
583
Vidadi Babanlı
− Baş üstüne teyze. Ziya ölür ama halasının emirlerini
yerine...
Merhamet Hanım sinirlenip telefonu kapattı. Onu dinlemeye tahammülü yoktu. Başka akrabalarını, tanıdıklarını
arayarak yarım saat içinde bütün şehri haberdar etti. Hatta
gazetelere de telefon edip ölüm ilanı verdirdi. Defin merasimi
için gerekli yerleri bile aradı.
12. Bölüm Vugar, hala danışmanıyla görüşememişti. Ya Güneşli’yi
enstitüde bulamıyor ya da çalışmalardan vakit bulamıyordu.
Bugün de zamanının çoğunu fabrika geçti. Sonra enstitüye döndüğünde, laboratuvarların ve bütün odaların kapılarını kapalı gördü. Çok şaşırdı. “Niçin herkes erken gitmiş?” –
diyerek, aceleyle Bektaşova’nın ofisine gitti.
Bektaşova yalnızdı. Yine suratını asmıştı. Anlaşılan birileri
kalbini kırmıştı. Vugar selam verip sordu:
− Profesör Hemzeyev odasında mı, Selminaz hanım?
Bektaşova işinden ayrılmayarak başını salladı.
− Yok!
Vugar yine sordu:
− Peki, ne zaman dönecek?
Bektaşova omzunu silkti:
− Bilmiyorum! – dedi.
Vugar sakin konuşmaya çalıştı.
− Ben onunla görüşmek için ne zaman geleyim?
− Bunu kendisine sor!
Vugar bir şeyler düşündü ve daha sakin bir ses tonuyla:
− Özür dilerim, – dedi. Vaktinizi alıyorum. Sayın Hemzeyev nerede olduğunu biliyor musunuz?
584
Vicdan Sustuğunda
− Başka yere gitti. – Bektaşova sert cevap verdi. – Prof.
Güneşli’lere gitmiş.
Vugar heyecanlandı.
– Hayırdır? Niçin gitti ki, oraya?
Bektaşova onun bu kadar çok soru sormasına kızdı. Başını
kaldırarak ona sinirle baktı.
− Siz dünyada yaşamıyor musunuz?
− Ne oldu ki?
− Dünkü ilanı görmediniz mi?
− İlan mı?. Hayır, Selminaz Hanım, okumadım. Dün ben
enstitüde yoktum.
− O zaman bir zahmet gidin, okuyun. Benim işlerim var,
yoksa gider sizin için okurdum.
Vugar kadının inadına hayret etti. Olup biteni iki üç
kelime ile söyleyebilirdi. Ama o bunu yapmadı.
− Garip insanlarsınız. Her şey için benim yanıma geliyorsunuz. Sanki malumat bürosu burası. Biriniz belge istersiniz.
Diğeri arşivi karıştırmamı… İzine gidene de misafirlere de
bileti biz alırız. Bu da yetmiyormuş gibi ilanı da bana okutturmak istiyorlar. Her şeyi bir tarafa atıp sizin işlerinizi yapamam ki. Canı çıksın Selminaz Hanımın. Semliniz hanım
babanızın uşağıydı sanki.
Vugar sakince dışarı çıktı. Telaş içinde ilan panosuna koştu. Panonun yarısını kapsamış siyah çevreli ilanda Söhrap
Güneşli’nin babasının aniden vefat ettiği, cenaze töreninin
bugün saat dörtte olacağı yazılıydı.
Vugar ağlamamak için kendini zor tuttu. Koşarak dışarı
çıktı.
***
O, cenazeye vardığında orkestra matem marşı çalmaya
başladı. İnsanlar artık dağılmaya başlamışlardı.
Vugar ona doğru gelen insanları yararak ileri geçti. Bu
sırada Ziya ile karşılaştı.
585
Vidadi Babanlı
− Nereye böyle? Görmüyor musun insanları dışarı çıkıyorlar.
Vugar Ziya’yı önemsemeden yürümek istediğinde Leleyev
onun yolunu kesti.
− Sana diyorum, heyyy!.. Sağır mısın? Ne dediğimi duymadın mı?
Vugar sakin cevapladı.
− Çekil yolumdan.
− Olmaz! Seni kim davet etti buraya? Ne yüzle geldin?
− Seni ilgilendirmez!
− Utanmaz!!! – Leleyev sesini yükseltti. Herkesin kendisini duymasını istedi. – Şuna bak, ne cesaretli.(!) Yaptığı yetmiyormuş gibi, utanmadan buraya da gelmiş. Siz yetimler ne
kadar utanmaz, yüzsüzmüşsünüz.
Vugar son hakareti kaldıramadı. Onun cevabını oracıkta
vermek, ağzını burnunu kırmak istedi. Artık böyle iğrençlere
tahammülü kalmamıştı. Vugar Leleyev’le karşı karşıya geldi.
Ziya’nın boğazını sıkmak isterken nedense vazgeçti. Elini
çekti. Etrafa baktı. Herkes onlara bakıyordu. Çok sevdiği bir
insanın cenazesinde bu tür davranış ona yakışmazdı. Kendini
toparlayarak kenara çekildi. Ama nefret ettiği bu insana karşı
olan siniri geçmedi. Ziya’nın topluluktan ayrılmasını, yalnız
kalmasını bekledi. Ziya işlerini bitirip eve döndüğünde, onun
arkasından gitti.
Arkadan yetişip omzundan tuttu.
− Dur bakalım!
− Def ol! – diye bağırdı Leleyev.
Vugar onun omzunu bırakıp, kolundan tuttu. Onu birinci
katın karanlık bir köşesine çekti.
− Bağırma! Sana diyeceklerim var.
− Senin diyeceklerin bana lazım değil.
Vugar onu duvara yasladı.
586
Vicdan Sustuğunda
− Kimi sövüyordun sen demin? Utanmaz kimdir? Cevap ver.
Leleyev korktu. Çok şaşırdı. Utangaç Vugar’dan da böyle
bir hareket beklemezdi? Ziya, zayıflığını gururuna yediremedi. Vugar’ın elinden kurtulup gururlu gururlu:
− Sensin! Evet, sen utanmaz, yüzsüz bir insansın! Senin
yüzünden rahatımız bozuldu. Ailelerimiz birbirine girdi. Seni
kapıdan kovuyorlar, bacadan giriyorsun.
– Saçmalama!! Vugar Ziya’nın yakasından tuttu. – Şimdi
söyle bakalım, toplantıda söylediğin iftiralar da neydi? Benim
kızlarla gezdiğimi, gönül eğlendirdiğini nerede gördün sen?
− Ben duyduğumu anlattım.
− Ne zaman ve kimden duyduğunu?
− Onlardan... Çıktığın kızlardan.
− Yalan söylüyorsun! Her şeyi kendin uydurdun. İftira
atmak, yalan söylemek, insanları lekelemek senin gibi iğrenç
insanlar için su içmek gibi kadar kolaydır.
Vugar Leleyev’i duvara vurmak istedi. Ama bu fikrinden
vazgeçti. Ziya gibi bir insan bağırıp çağırıp herkesi başına
toplayabilirdi. Onun gibilerde ar namus olmaz.
− Dua et rahmetliye. Yoksa sana ne yapacağımı çok iyi
biliyordum ben.
***
Cenazeyi evden Söhrap’ın yakın arkadaşları çıkardı. Vugar
onların yardımına sokakta yetişti.
Güneşli tabutun baş tarafından tutmuştu. Omzundaki
ağırlıkla beraber, babasının kaybı onun belini bükmüştü.
Ayakları birbirine dolaşıyor, kafasını kaldırıp hiç kimseye
bakmıyordu. Vugar bir süre onunla yan yana yürüdü. Sonra
usulca koluna dokundu.
− İzin verin, ben yardım edeyim.
Güneşli, başını kaldırdı. Gözünün ucuyla Vugar’a baktı.
Kederden küçülmüş göz bebeklerinin derinliğinde sevinç kı587
Vidadi Babanlı
vılcımı belirdi. Kirpiklerini kırpıp genç arkadaşını işaretle
selam verdi. Ama yerini ona vermedi.
Vugar hocasının kolunu yine dokundu.
− Siz yorgunsunuz, hocam. Biraz dinlenin. Yol uzaktır.
Güneşli başını salladı. Diğer taraftan tabutu tutan Hemzeyev’i gösterdi.
− Mürşüd Hemzeyev’e yardım et.
Hemzeyev’in yüzü bembeyaz olmuştu. Midesi ağır yüke
tahammül edemiyor, ağrıyordu. Vugar’ın teklifini kabul etti.
Vugar, cenazenin ağırlığını omzunda duyunca hafif bir
rahatlık hissetti. Bu, Sultanoğlu’ya karşı duyduğu saygının
tezahürüydü. Ona unutamayacağı bir iyilik yapmış, bu insanın cenazesini taşımak, onu ahirete yolcu etmek onun için bir
nevi teselliydi.
Cenazeyi şehrin dışına kadar omuzlarda getirdiler. Burada
içerisine kilimler serilmiş, yanarına siyah kumaş çekilmiş
arabaya koydular. Çelenkleri cenazenin çevresine dizdiler. Cenazeni mezarlığa kadar yolcu etmek isteyenler arabalara bindiler. Vugar Söhrap’la beraber cenaze arabasına bindi.
Sabah açık olan havada bulutlar belirmeye başladı. Akşama doğru rüzgar esmeye başladı. Sonbaharın kısa günü, semada siyah bulutlar sıklaştıkça her zamanki gibi ömrünün
hemen bitmesini istiyordu sanki.
Cenazenin başındaki konuşmalar kısa oldu. Rahmetlinin
ailesi ve akrabaları adından Hemzeyev konuştu. O, Sultanoğlu’na toprak altında rahat uyumasını diledi. Onun her zaman
onu sevenlerin kalbinde yaşayacağını söyledi.
Defin merasiminin en acı anı cenazenin toprağa verildiği,
tabutun kapağının üstüne konulup kapağın birkaç yerinden
çivilendiği zamandı. Ebedi ayrılığın acısı bu anlarda daha şiddetli oluyor. Bir anda insan dünyada hiç yaşamamış gibi oluyor. Tabuta vurulan her çivi kalbe vurulmuş gibi oluyor. Şimdiye kadar hissetmediğin ayrılığın dehşeti seni tepeden tırnağa sarıyor. Dünya alem gözünde bir koskoca hiç oluyor.
588
Vicdan Sustuğunda
Uzun yıllar sonsuz sevgi, şefkat beslediğin insanın, yüzünü
sonsuza kadar göremeyeceğini düşünmek, seni yanıp yakıyor,
içinde feryat figanlar coşuyor. Yanıyorsun…
Mezarın başında Hemzeyev durmuştu. O konuştukça gözlerini silen Söhrap Güneşli bu manzaraya tahammül edemedi
ve ağlayarak yüzünü çevirdi. Sadece merhumun tabutun
üzerine toprak atıldığında ileri çıktı. Kabrin kenarında olan
taze topraktan bir avuç aldı, ağlaya ağlaya cenazenin üzerine
attı. O an ellerini beline koymuş duran Bedirbeyli ile göz göze
geldiler. Onun dudaklarında bir alay tebessümü hissetti. “Bu
vicdansız içten içe benim halime gülüyor... İnsan bu kadar
rezil, bu kadar şerefsiz olur mu?” –diye düşündü. Ve kamburunu düzeltti. Cenazenin üzerine dökülen toprağın sesi kalbini yaksa da dik durmaya çalıştı. Mendilini cebine koydu, arkaya, eski yerine döndü. Vugar’ı yanına çağırarak kısık sesle:
− İleri çık, sen de mezara toprak at, – dedi. – Rahmetli
seni çok severdi.
Vugar da topraktan bir avuç aldı ve mezara attı. Güneşli
ellerini onun omzuna attı, bir kenara çekti. Bir zamanlar gezdiği gibi o da Vugar’ın omuzlarına elini attı: “Bizim aramızın
iyi olduğunu görsünler! Birbirimizi nasıl sevdiğimize şahit
olsunlar!...”
O, Vugar’in kulağına fısıldadı:
– Başını kaldır, dik dur! Bizim kederimize sevinenler var.
Vugar hiçbir şey sormadı. Onların kederine kimlerin sevindiği ile de ilgilenmedi. Baba gibi sevdiği danışmanı ile
beraber yürümek, aralarındaki samimiyetin bozulmadığını
herkese göstermek onun için de büyük şerefti. Başını dik
tuttu.
Bir süre sessizce yürüdüler. Sonra Güneşli ağır adımlarını
biraz da ağırlaştırdı, konuşmaya başladı:
− Köyden döndüğünü daha yeni duydum. Orada zamanını boşa harcamadığını da biliyorum. Mürşüt bana her şeyi
anlattı. Düzeltmelerin hoşuma gitti. Yeni fikirlerin bilimsel
yönden daha güzel.
589
Vidadi Babanlı
Vugar Profesörün yüzüne şaşırarak baktı. Bu acı anda bile
onun çalışmasıyla ilgilenmesi, amacını unutmaması onu
hayrete düşürdü.
− Köyden geldikten sonra sizi çok aradım, hocam. Ama
bulamadım. Sizinle görüşmek, fikrinizi almak istiyordum.
Güneşli kolunu Vugar’ın boynundan çekip, yanına indirdi. Yorgunlukla:
− Kafam çok karışıktı. – dedi. Konuşmasına ara verip, arkaya – mezara doğru baktı.
Mezarın üzerinde koca bir tümsek oluşmuştu. Söhrap’ın
gözlerinde yeniden yaşlar belirdi. Birkaç defa öksürüp, sözlerine devam etti:
− Birkaç gün işim olacak. Enstitüye gelemeyeceğim. Sen
şimdilik Mürşüd Hemzeyev ile çalış. O, çok iyi kalpli bir insandır. Seni hep savundu. Zamanını ve yardımını senden esirgemez.
13. Bölüm Vugar, herkesten sona kalmıştı. Herkes gittikten sonra
mezarın etrafındaki çelenkleri düzeltti. İşini bitirip, yola çıktığında, Arzu’nun ona doğru geldiğini gördü. Hemen yanına
gitti. Kızın zorlukla taşıdığı çelengi elinden aldı:
− Bekle biraz kendine gel! – dedi.
Arzu’nun nefesi daralmıştı. Herhalde onları çok aramıştı.
Kendine geldikten sonra çıkışmaya başladı:
− Ne zaman beri sizi arıyorum.
Vugar onu sakinletmek istedi.
− Böyle olmaz, sevgilim. Çok heyecanlısın. Bak nefes nefese kalmışsın.
− Geç duydum. Sonra gidip çelenk hazırlattım. Uzun sürdü. Yoksa geç mi kaldım?
590
Vicdan Sustuğunda
− Evet.
Arzu üzüldü.
− Keşke zamanında haber verseydin. Babam da gelirdi.
− Ben de geç haberdar oldum. Cenazeye zor yetiştim.
Arzu birkaç dakika sustu. Sonra hazin hazin sordu:
− Ne zaman ölmüş?
− Dün gece.
− Kalbinden mi?
− Öyle diyorlar... Sabah yatağında bulmuşlar.
− Şimdiki ölümler de bir garip oluyor. O, ölecek insan
değildi.
Birileri sohbete katıldı:
− Maalesef her zaman iyiler ölüyor.
Vugar konuşana baktı. Narin onların biraz arkasında sessiz sessiz duruyordu. Bir gözü Arzu’da idi. Vugar’ın kendisini
dinlediğini anlayınca daha sesli konuşmaya devam etti:
− Örneğin bizim Bedirbeyli gibi. Ölüm bizi ondan kurtarmıyor.
Vugar, kalbinde bir telaş duydu. Kızın Arzu’ya böyle bakması hoşuna gitmedi. “Ya gereksiz laflar söylerse...” – diye
düşündü ve ciddi şekilde sordu:
− Siz burada ne yapıyorsunuz? Niçin geride kaldınız?
Narin cevap vermedi. İleri çıktı. Arzu’yu tepeden tırnağa
kadar süzdükten sonra ekledi:
− Ben de büyük bir çelenk hazırlattım. İkimizin yerine.
Sizi bulamayınca da kendim getirdim.
Vugar’ın endişesi daha da arttı. Narin bu sözleri Arzu’nun
duymasını istedi:
− Teşekkür ederim. Çelenginizi gördüm.
Narin Vugar’ın soğuk tavrından rahatsız oldu. Kırılmış bir
eda ile:
591
Vidadi Babanlı
− Rica ederim! – dedi. – Yüzüne dökülen saçlarını arkaya
doğru iterek yeniden Arzu’ya kinle baktı. Onu kızdırmak için
özel bir vurgu ile ilave etti:
− Sizin için zahmet çekmek benim için zevktir.
Vugar yanlış yaptığını anladı. Narin’in resmiyeti sevmediğini biliyordu. Tatlı dille cevap verdi:
− Ben hayatım boyunca sana minnet duyacağım, Narin
hanım. Sen hakikaten de her zaman yardımıma koştun. Bana
kardeş şefkati gösterdin.
Narin:
− Tamam! Tamam. Büyük bir şey mi yaptık sanki.
Vugar, ona nasıl davranacağını, onunla nasıl konuşacağını
karar veremedi. Düşünüp ilk sorusunu samimi bir ses tonuyla
sordu:
− Arabaları neden kaçırdınız?
Narin cevap verdi:
− Sizi bekliyordum.
− Beni mi? – Vugar kızardı. – Beni neden beklediniz ki?
İşle ilgili bir sorun mu vardı?
− Yoo, hayır. – Narin yine Arzu’ya baktı. – Sizinle enstitüye dönmek istiyordum.
Bu açık açık Arzu ile Vugar’ın arasına girmekti. Vugar
sinirlendi. Hakikaten de saygı duyduğu, sevdiği bu kızdan
aniden nefret etti. Sinirle:
− Ben enstitüye dönmeyeceğim! Sen geç kalma, – dedi.
Narin onun sinirlenmesine aldırmadı. Arzu’yu göstererek
sordu?
− Yanınızdaki bu hanım kim, peki? Bizi neden tanıştırmadınız?
Vugar sinirden boğuluyordu. Narin’e ters ters baktı. Narin
hiç oralı bile olmadı, Arzu’ya döndü:
592
Vicdan Sustuğunda
– İzninizle tanışalım! – diyerek sağ elini uzattı. – Benim
ismim Narin. Vugar’la beraber çalışıyoruz. Onun sırdaşıyım.
Şimdi söyleyin bakalım, siz kimsiniz?
Arzu deminden beri sohbeti sakince dinlese de yüzü sinirden bembeyaz olmuştu. Tanımadığı bu ukala kızın Vugar’la
olan konuşması onu çok sinirlendirmişti. Vugar’ı kıskanmaya
başlamıştı. Ama bunu hissettirmedi. Kızın elini sıktı.
− Benim ismim Arzu. İsterseniz soy ismimi de söyleyebilirim. Gülbabayeva Arzu.
− Peki, vazifeniz, göreviniz nedir?
− Daha çalışma mutluluğu bana kısmet olmadı.
− Niçin, yaşınız mı tutmuyor?
− Hayır! – Arzu dilinin ucunda bekleyen acı sözleri zorlukla yuttu. – Yaşla bir ilgisi yok.
− Peki neden o zaman?... – Narinin gözlerinde alaycı gülümseme parladı. – Anladımmm... Herhalde babanızın hali
vakti yerinde ondan dolayı çalışıyorsunuz… Babanız sizin
yorulmanızı incinmenizi istemiyordur…
− Yanılıyorsunuz. Ben daha okuyorum.
− Bunda ne var?... Ben de okuyorum... Ama aynı zamanda
da çalışıyorum...
− Siz herhalde çok beceriklisiniz. Her ikisinin üstesinden
de geliyorsunuz.
− Siz de fena değilsiniz. Özellikle de erkek seçiminde.
− Herkes bir alanda yeteneklidir. Kimi hem okuyup, çalışmakta; kimi de sevgili seçmekte.
Arzu artık dayanamıyordu. Sabrı taşmıştı. Son söylediklerinde de bu hissediliyordu. Narin’in haddini bildirmek için
onun bir soru daha sormasını bekledi. Ama buna ihtiyaç kalmadı. Narin kurnaz kurnaz gülümseyip Vugar’a baktı.
− Biz tanıştık! – dedi. Bu sizi inciten, naz yapan kızdır
değil mi?
593
Vidadi Babanlı
Vugar Narin’in Arzu’yu denemek maksadıyla “rakip kız”
rolüne girdiğini şimdi anladı. Tatlı gülümsemeyle:
− Doğru bildin, o! – dedi.
Narin yine ciddileşti. Bu defa da Arzu’ya kıskançlıkla
bakıp “sen” ifadesine geçti.
− Bana bak, güzelim. Sen de hiç insaf yok mu?.. Böyle bir
insan nasıl kırılır? Sende hiç insaf yok mu? Hiç mi vicdanın
sızlanmadı? Kalbin taş mı, kaya mı?
Narin’in maksadını Arzu da anlamıştı. Bundan dolayı da
sözlerine sabırla cevap verdi:
− Sebepsiz hiçbir şey yoktur. Hak etmiş ki kırmışız onu.
Narin:
- Biz kızlar her zaman böyleyiz. Bahtımıza güzel kısmet
çıktığında, ona yalvarıp yakaracağımıza, onu işte böyle elimizin tersiyle itiyoruz. Naz ediyoruz. Kendimizi de ulaşılmaz
olarak görüyoruz. Erkeklerden çok olduğumuzu düşünüyoruz.
Hâlbuki her erkeğe iki, üç kız düşüyor. Ne diyeyim. Kadir,
kıymet bilmiyoruz. Başka zaman seninle karşılaşsaydım kavga ederdim. Dua et ki şimdi cenaze törenindeyiz.
− Zaten başladınız, devam edin.
− Olmaz. – Vugar’ı gösterdi. – Burada dilimi bağlayan var.
Onun yanında her şeyi anlatmak bizim için iyi olmaz. Bizim
yakınımız bile olsa, ona sırrımızı veremeyiz.
Narin bir anlık sustu ve gülümseyen gözlerle Vugar’a
baktı, şakayla dedi:
− Şunu da söyleyeyim, siz erkeklere asla güven olmaz.
Bunların ne yapacağı belli olmaz.
Vugar sitem etti:
− Bu olmadı, işte. Sonunda bana karşı birleştiniz.
− Eee... tabiî ki. Yoksa sizin için kavga mı edeceğimizi
düşünmüştünüz? Onu da göremezsiniz. Biz birbirimizi yesek
de erkeklere karşı bir oluruz.
594
Vicdan Sustuğunda
− Önce dediklerinizle, sonra dedikleriniz birbirine tamamen zıttır.
− Zıddiyet hayatın kendisinde var. Böyle olmasaydı, birimiz kız, diğerimiz erkek olarak doğmazdık.
− O zaman sen her cinsin kendisini savunmasını gerektiğine inanıyorsun, öyle mi?
− Evet, önce kadınların.
− Niçin kadınların?
− Çünkü biz kadınların buna daha çok ihtiyacı var.
− O zaman erkeklerin hali ne olacak?
− Korkmayınız. Gereksiz yere rahatsız olmayın. Kadınlarda erkeklere karşı birleşecek cesaret yoktur. Sevdikleri erkeğin bir sözüne dünyayı verirler.
Narin’nin şakasına Vugar da Arzu da güldü. Kendisi de
güldü. Sonra sustu, geri çekildi.
− Kusura bakmayın, vaktinizi aldım...
− Dur. Nereye?
− Ben gidiyorum.
− Yalnız gitme. Bekle bizi... Hemen gidiyoruz biz de.
Narin gülümsedi.
− Bekleyemem. Üçüncü kişi her zaman fazladır. O, birkaç
adım yürüdükten sonra durdu ve arkasına baktı.
− Bak bu son olsun – diyerek Arzu’yu tehdit etti. Eğer
yine böyle bir şey yapacak olursan, Vugar’ı senin elinden alacağım.
Onlar güldüler. Şakavari söylenilen sözlerin Narin’in gerçekten inanarak söylediğini anlamadılar.
595
Vidadi Babanlı
14. Bölüm Merhamet Hanım yanılmıştı. Söhrap Güneşli babasının
ölümünden sonra da barışmadı. Bu oda önceden olduğu gibi
hem yatak hem de çalışma odası oldu. Kendisi de matem
elbisesini çıkarmadı.
Eşyaların yerli yerinde olmaması canını sıksa da, şimdilik
hiçbir şeye el sürmedi. Kendi yatağını da Elagöz’ün odasına
taşıdı. Buradan Söhrap’ın her kımıldanışını, nefes alış verişini
bile duyabiliyordu. Artık uzun süre kocasının ilgisinden uzak
kalmak onu çok üzüyordu. Yalnızlık onu her geçen gün eritiyordu. Kocasının böyle giderse kendisinden tamamen soğumasından korkuyordu. Bu ise onun için ölümden de beterdi.
Bu odada hem eşine biraz da olsa yakın oluyordu. Aynı zamanda kızını yalnız bırakmak istemiyordu.
O, Elagöz’ün yanında da rahat etmedi. Kız çok değişmişti.
Geceleri elinden kitap düşmüyordu. Dünya klasiklerinin sevgi
romanlarını bir bir bitirip, diğerine geçiyordu. Kitap okumadığı vakitlerde ise kaşlarını çatarak oturuyor, uzaklara dalıp
gidiyordu. Annesi onun düşüncelerinden ayırmak için konuştuğu zaman ona isteksizce cevaplar veriyordu.
Merhamet Hanım bütün bunların ne anlama geldiğini çok
iyi biliyordu. Gençken, özellikle de Söhrap’ı sevdiği zamanlarda o da böyle arda arda romanlar bitiriyordu.
Kızında olan değişikliği beş altı ay önce görseydi çok sevinirdi. Belki o zaman bu tür olaylar da olmazdı. Merhamet
Hanım araya girmeden de her şey düzelirdi.
Merhamet Hanım içten içe alevlendi. Talihine lanetler
yağdırdı. Geneşli’nin kendisinden soğuması ve aynı zamanda
şehirde onun hakkında gezen sohbetlerden rahatsızlık duyuyordu. Onun hakkında komik hikayeler anlatıyordu. Ne güne
kalmıştı. Bir zamanlar o herkesle dalga geçer, herkesle alaya
ederdi, şimdi şehirde herkes onu anlatıyor gülüyordu.
Merhamet Hanım son günlerinde kızıyla beraber kaldığı
gecelerde bir şeye daha şahit oldu. Kızı kitap okurken sessiz
596
Vicdan Sustuğunda
sessiz ağlıyordu. Daha önce sabah uyandırmaya gittiğinde yanaklarında gözyaşı görmüştü. Derdi biraz da artmıştı Merhamet’in. Bu hayra alamet değildi. Kızının yeni bir hastalığa
yakalanmasından korkuyordu.
Kadını bir endişe aldı. O, Elagöz’e bu tür kitapları okumasını yasakladı. Onların zararlı olduğunu, yazarların gerçek
dışı olayları anlattığını söyledi. Bütün edebi kitapları toplayarak başka bir dolaba koydu, dolabı kilitledi. Ama geç kalmıştı.
Kitaplar etkisini çoktan göstermişti bile. Saf ve temiz yürekte
sevda odunu çoktan yakmıştı... Bunu kızın bakışlarından anlamak da mümkündü. Kötü bir şeylerin olacağından telaşa
kapıldı. Hemen içten gelen bir tepki doğdu. İnancı bu endişenin üstesinden geldi. İnsan garip bir varlıktı. Kalbine doğan
bazı hallere lakayt kalıyor. Kendisini yeni ümitlerle avundurmaya çalışıyor. Bir şey olunca da bu kayısızlıktan dolayı pişman oluyor.
Merhamet Hanım kalbinin sesine uymadı. Her şeyin onun
maksadına uygun, arzusuna göre düzeleceği düşünüyordu. O
her şeyin kendi istediği gibi olacağından emindi. Her zaman
şansı yaver gitmişti. Onun bütün dilekleri, arzuları her zaman
gerçekleşmişti. Bir zamanlar Söhrap’ın Merhamet’le evleneceğine hiç kimse inanmıyordu. Böyle bir şeyin olacağına hiç
kimse ihtimal dahi vermiyordu. Mesele tamamen hallolmuştu. Kız ve oğlan evinde hazırlıklar vardı. Ama talih Merhamet
Hanımdan yana döndü. Söhrap’la hazırlık düğün hazırlığı yapan değil de Merhamet evlendi. Buna benzer bir şans kızı için
de niçin olmasın?
Merhamet bunları düşünerek ümitlendi. Şimdilik karşısındaki ilk iş ailesindeki küskünlüğü gidermekti. Gerisi kendiliğinden düzelecekti.
Sultanoğlu’nun ölümünden bir hafta sonra bir gece kızı
uyuduktan sonra Güneşli’nin odasına gitti. Kapının açık
olduğunu kontrol etti. Kapı açıktı. İçinden “Benim gelmem
için açık bırakmış” diyerek cesaretlendi. Güle güle eşinin odasına girdi.
597
Vidadi Babanlı
Güneşli yatağa yeni girmişti. Işığı daha kapatmamıştı.
Merhamet Hanımın gelişine heyecanlandı. Onun yeni bir kara
haber getirdiğini düşündü. Yan tarafa döndü. Dirseklerini
yastığa koydu.
− Yine ne oldu?
− Hiçbir şey. – Söhrap’a doğru yaklaştı.
Güneşli’nin heyecanı söndü.
− Neden geldin, peki?
Kocasının bu sorusu Merhamet’i çok üzdü. İçinden ah
çekti. O yanılmıştı. Hanımını bekleyen birisi bu soruyu sormazdı. Buna rağmen gülümsedi.
− Gelemez miyim?
Güneşli eşinin meramını anladı ve bakışlarını ondan ayırdı.
− Hayır, olmaz.
− Neden olmasın ki?
Güneşli sinirlendi. Kaşlarını çattı:
− Git, uyu!
Merhamet Hanım yeni gelin gibi naz yaparak onun yatağında oturdu.
− Orada çok sıkılıyorum.
− Sıkılmazsın. Kız yanında ya.
− Kızdan bana ne? –Merhamet Hanım iç geçirdi.– O senin
yerini tutmaz ki. Kızdan da herkesten de benim için sen
önemlisin. Sensiz bir günüm bile olmasın.
Güneşli sinirli sinirli konuştu.
− Utan biraz, git yat.
Merhamet Hanım yorganı kaldırarak:
− Biraz yer aç üşüyorum.
Güneşli sert bakışlarla eşine baktı ve sinirle:
− Hiç utanmıyor musun? – dedi.
598
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım bu sözleri de umursamadı. Kirpiklerini
peşi sıra oynatarak kendisine yer açmaya çalıştı.
− Neden utanayım ki. Başkasının yanına gitmedim ya,
kocamın yanına geldim.
− Kendinden nefret ettirme! Git lütfen!
Merhamet Hanım sahte titreyişle yakarmaya başladı.
− Kurbanın olayım, kovma beni! Beş dakikacık yatayım.
Üşümem geçsin, kalkacağım.
Güneşli’nin kalbi sıkıştı. Merhamet Hanım ondan onay
beklemeden başını göğsüne koydu ve kocasına sarıldı.
− Seni çok seviyorum.
Hanımının kolu yerine sanki Güneşli’ye soğuk bir yılan
sarılmıştı. Yataktan kalkarak oturdu.
− Sen laf anlamıyor musun? Nasıl insansın sen?
Merhamet Hanım yerini daha da rahatladı.
− Ben, işte böyle bir insanım. – deyerek kaşlarını cilveli
cilveli oynatmaya başladı. Kocam bana hakaret etse de sözleri
bana bal gibi gelir.
− Kalk hadi, oyun oynama!
− İstersen öldür, ama kalkmayacağım!
Güneşli’nin dikkatı Merhamet’in ilginç parlayan gözlerine
takıldı. Güneşli ona tanıdık olan bu bakışlardan iğrendi. İçini
nefret duygusu kemirdi.
− Du–ur!
Merhamet Hanım kımıldamadı. Hazin bir sesle fısıldadı.
− Beş dakika... Murguz amcanın hatırı için... Beş dakika...
Güneşli daha da kızdı. Onun kollarından tutarak
− Kalk! Defol buradan!
Merhamet çaresiz kalkmak zorunda kaldı. Yatağın ucunda oturarak hasta gibi inledi.
− Neden kovuyorsun beni, hayatım! Ben sana ne yaptım?..
599
Vidadi Babanlı
− Yaptıklarını ne çok çabuk unuttun!
− Evet, unuttum, sen de unut artık, aramızda kan davası
yok ya!
− Kan davası olsaydı daha iyi olurdu.
− Her şey bitecek, hadi, barışalım. Yalvarıyorum sana. Artık bu küslüğe tahammülüm kalmadı.
− Sen ise beni sağken mezara koydun! Toplum içindeki
saygımı, şerefimi şerefsizlerin ayakları altına attın. Böyle bir
ölüm. Cismen ölmekten daha da dehşetlidir.
− Allah korusun! Düşmanlarımız ölsün!
− Yeter. – Güneşli sesini yükseltti. – Artık bunların hiçbir
önemi yoktur. Aramızda olan her şey bitti. Anla artık. Benim
kalbimde sana olan nefretten başka hiçbir şey kalmadı.
Merhamet ağlamaya başladı.
− Niçin böyle konuşuyorsun, Söhü? Neden benden nefret
ediyorsun? Ben seni her zaman çok sevdim. Şimdi de çok
seviyorum.
Güneşli derinden nefes aldı?
− Kör sevgi! Şahvet ve şöhret esiri sevgi!
− Merhamet Hanım bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamadı.
− Haklısın, Söhü! Senin sevdan beni daha gençken kör
etti. Senden başka hiç kimseyi görmez oldum.
− Facia!.. – Güneşli ah çekti.– Ama ben başka bir sevginin
peşindeyim. Nasip olmadı. Sen beni hiçbir zaman anlamdın.
Arzularımı, hayallerimi anlamadın. Küçük maksatlarınla beni
de küçülttün. Bu mu senin bana olan sevgin?
− İnsaf et, Söhü! Allah şahit seni ne kadar sevdiğime.. Ve
senin ismine leke getirecek bir şey yapmadığımı Allah biliyor.
Sadece Vugar’dan kızımızın intikamını almak istedim. Senin
şerefini, namusunu korudum.
600
Vicdan Sustuğunda
− Güzel korudun. Aferin! O kadar basit düşünceli birisin
ki yaptığın işin kabahatini bile anlayamıyorsun. Bundan sonra da anlamayacağına eminim. Sen ıslahı mümkün olmayan
birisin.
O, yataktan ayağa kalktı. Merhamet’in yüzüne bakmadan
yüksek ses tonuyla:
– Eğer sende azıcık gurur varsa kalk ve git buradan!
Merhamet Hanım zorlukla ayağa kalktı. Odadan çıktı.
Sanki her zamanki gururlu kadın o değildi. Bir dakika sonra
yan odadan onun ağlaması işitildi.
Söhrap yatağına dönmedi. Hanımının ağlayan sesini yürek yankısıyla dinleyerek odanın içinde gezindi. Kalbi çocuk
kalbi kadar narin olan bu insan, Merhamet’in bu haline
dayanamazdı. Kararını değiştirirdi. Ama beklenmedik bir olay
her şeye nokta koydu.
Vidadi Babanlı
dan yolu geçmek isterken kulak tırmalayan bir ses duydu.
Aynı anında bir çığlık işitildi. Elinde olmadan durdu. Hoş
olmayan bir şey olduğunu düşündü. Hemen sese doğru koştu.
Gördüğü manzara karşısında donakaldı. Yolun ortasında duran taksinin hemen yanında bir kız çabalıyordu. Kızın kafasından akan kan yanında küçük bir göl olmuştu.
Vugar birkaç dakika yerinden kımıldayamadı. O kendine
gelene kadar kız şuurunu kaybetti.
Vugar ileri yürüdü. Kızı kucağına alarak kaldırıma çıkarmak istedi. Korkudan ve heyecandan kollarında hal kalmamıştı. Çevresine baktı. Yardım gerekiyordu. Ama ortada hiç
kimse yoktu. Mecbur kalıp tekrar kaldırmak isterken taksinin
içinde korkudan gözleri bön bön olmuş şoförü gördü.
− Kimi bekliyorsunuz? Yardım edin.
Şoför kımıldamadı. Vugar sinirle bağırdı:
− Duymuyor musunuz? Çok kan kaybediyor. Acele hastaneye götürmemiz gerekiyor. Vugar’ın sesi şoförü sanki uykudan uyandırdı. Arabadan inerek kendi kendine söylendi:
15. Bölüm Akşam bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı. Gökyüzü sabah da bulutlu idi, ara sıra yağmur yağıyordu. Simsiyah bulutlar insanlara ürperti veriyordu. Sabaha yakın denizden esen rüzgâr, havayı biraz da soğutmuştu. Caddeler,
kaldırımlar buzla kaplanmıştı. Bütün bunlar artık Bakü’ye
kışın geldiğini haber veriyordu.
Genellikle aralığın sonuna kadar ceketle dolaşan insanlar
bu sabah kalın giymişlerdi. Sıcakla arası olmayan Vugar da
şimdi Cennet Ananın hatırlatmasıyla palto giymiş, şapka takmıştı.
O, havanın böyle sert olmasına aldırış etmeden enstitüye
yaya gitmek istedi. Hem bu tür havalarda araç bulmanın zor
olduğunu biliyordu. Sadece otobüslere traleybuslara da taksilere de binmek için sıra beklemek gerekiyordu.
O, toplu taşıma araçlarını tercih etmedi. Vugar oturduğu 1
May caddesinden aşağı doğru yöneldi. Konservatuarın yanın601
− İşe bak, boş yolda böyle kaza... Keşke bugün işe çıkmazdım. Titreyerek Vugar’a yalvardı:
− Yalvarıyorum kardeş, hiç kimse görmeden ben gideyim.
Ne olur. Hem işim var. Geç kalıyorum...
Vugar taksi şoförüne nefretle baktı.
− Sen ne biçim insansın? Kızı bu duruma düşürdüğün
yetmiyormuş gibi şimdi de yolun ortasında bırakıp, kaçmak
mı istiyorsun? Sende hiç vicdan yok mu?
− Evlatlarıma acı. Altı kızdan sonra yeni bir oğlum oldu.
Acı bana. Hem suç bende değildi. Bu kız birden yolun ortasına düştü. Ne kadar gayret ettiysem kurtaramadım.
Vugar’ın siniri yatışmadı.
− İyi, tamam. Suçun kimde olduğunu sonra bileceğiz. Yardım et.
602
Vicdan Sustuğunda
Onlar kızı taksiye yatırdılar. Vugar da kızın yanında oturdu. Yola koyuldular. Aniden kızın zayıf sesi duyuldu. Vugar
mendilini çıkartıp kızın tanınmaz hale gelmiş yüzünü silmeye
başladı. Bu sırada dehşetten irkildi. Birden bire elleri yana
düştü. Bu Elagöz’dü. Çok sevdiği Profesörün kızı...
Vugar’ın içi cız etti. Güneşli’yi düşündü. Kazayı duyunca
mahvolacağını düşündü. Ona acıdı. “Daha babasını yeni kaybetti, şimdi de evlat acısı... Nasıl dayanacak zavallı bu kadar
büyük acıya?...”
O, mendilini Elagöz’ün kafasındaki yaranın üzerine tuttu.
Şoföre acele etmesini söyledi.
– Çabuk ol, kızı kaybediyoruz!
Şoför hızlandı. Olay yerinden birkaç kilometre uzaklaştıktan sonra geriye, onlara doğru baktı ve ümitsiz bir halde:
− Ölecek! Beni mahvedecek. Evlatlarım babasız kalacak.
Vugar sinirlendi.
− Ağzını hayra aç! –deyip onu azarladı.– Böyle konuşma.
Sen ne biçim insansın? Bu kız kimin kızı, biliyor musun?
Azerbaycan’ın en saygın, en prestijli Profesörü Güneşli’nin.
Gözünün nuru biricik kızı vardı. Onu da sen... – Vugar devam
etmedi. Şoförün titrediğini görünce onu sakinleştirmeye çalıştı. Koskoca adamsın. Biraz dikkatli konuş.
− Ahh... Kör değilim, görüyorum. Hastaneye kadar yetişmeyecek.
− Yola dikkat et!
Şoför talihinin kötü olmasından dert yandı.
− Benden mutsuz insan yok, bu dünyada! Nerede bir kötü
şey varsa, hep beni bulur.
− Sabret. Eğer bir suçun yoksa, hiç kimse seni cezalandıramaz.
− Ne şahidim var, ne kanıtım! – Şoför iç geçirdi.– Tilki tilkiliğini ispat edinceye kadar derisini yüzer, çıkarırlar.
- Haksızsın. Hak, adalet her zaman yerini bulur.
603
Vidadi Babanlı
− Evet, ama çok geç... Başıma çok şey geldi böyle. Bin bir
yalanla dolanla ehliyet alıyorlar. Kullanmayı bilmeden arabaya biniyorlar. Yanlarında da kızlar. Alkol alıp kendilerine
ölüm arıyorlar. Birisi durduğum yerde benim arabama çarptı,
öldü. Cezasını da ben çektim. Şimdi de böyle...
Şoför, kahırdan boğulup iki üç kez öksürdü. Sesi hırıldadı.
Vugar ona acıdı.
− Sıkmayın canınızı, bir şey olmaz. Ben size yardım
ederim.
Şoför konuşmadı. İnanmadan başını salladı.
***
Merhamet hastaneye saçını başını yolarak geldi. Yüzünde
de tırnak izleri vardı.
− Nerede kızım? Ne oldu ona? Bana kızımı verin. – diyerek hemşirelerin üzerine yürüdü.
Genç hemşire kendisini kaybetti. Acılı anneye nasıl cevap
vereceğini bilemedi. Onun bu hali Merhamet’i daha da korkuttu. Yalvararak sordu:
− Niçin susuyorsun? Ben Elagöz Güneşli’nin annesiyim...
Söyle kızım nerede?
Hemşire yan odadan doktoru çağırdı:
− Doktor bey, neredesiniz?
Beyaz saçlı doktor dışarı çıkmadan, Merhamet kendisi
odaya girdi.
− Kızıma ne oldu? Nerede kızım?
Doktor konuşmadı. Kafasıyla “Arkamdan gel” diye işaret
etti. Kapıya doğru yürüdü.
− Niçin susuyorsunuz?... Niçin konuşmuyorsunuz? Yoksa...
Doktor ciddiyetini bozmadan:
− Çocukça davranmayın lütfen, kendinizi toparlayın!
604
Vicdan Sustuğunda
Merhamet Hanım bu sözlerden sonra tamamen kendini
kaybetti. Gücü tükendi. Dizleri ağır vücudunu taşıyamadı.
Tam düşerken hemşire arkadan onu tuttu. Onu oturttular.
Doktor:
− Böyle yapmayın, siz aklı başında insansınız!
Merhamet Hanım kalktı.
− Beni kızıma götürün, dedi.
Elagöz morgda idi. Taksi şoförü yanılmamıştı. Merhamet
Hanım buraya geldiğinde onu daha ameliyat masasından
kaldırmamışlardı. Merhamet kızını zorlukla tanıdı. Onun yüzünde sağlam bir yer kalmamıştı. Kadın dehşete kapıldı.
Saçını başını yollamaya başladı. Geri çekildi Elagöz’e uzaktan
baktı. Sonra feryatla kızının üzerine kapandı, bayıldı. Merhamet kendine çok geç geldi. Uyandığı zaman insanların yüzüne
tahaf tuhaf bakıyordu. Sanki nerede olduğunu, kim olduğunu
unutmuş gibiydi. Lal bakışları odayı dolandığında yeniden
kızını gördü. Ahı yeniden yeri göğü inletti.
− Kim kıydı ona, kim? O benim biricik kızımdı. Evimin
ışığı idi. Hangi taş yürekli yaptı bunu?
Merhamet Hanım ellerini dizine, başına vurarak yeniden
kızının üzerine attı kendini. Kızının saçlarını okşadı. Elleriyle
usulca, yavaş yavaş kızının yüzündeki yaraları okşadı. Sanki
onu inciteceğinden korkuyordu. Sonra eğilip, yaralarında öptü.
− Kızım, insan böyle mi yapar?.. Şimdi ben sensiz nasıl
yaşayacağım? Senin ayrılığına nasıl dayanacağım? Off!..
Allah!... Oof!...
Merhamet Hanımın sesi birkaç dakika kesildi, çıkmadı.
Sonra hemen deli gibi ayağa kalktı. Göz çukurlarından fırlamış gözleriyle birilerini aramaya başladı. İnsanların arasında
biraz önce Vugar’ı görmüştü. Şimdi onu arıyordu. “İşte, budur
benim düşmanım. Tek suçlu o. Kızım onu yüzünden öldü...”
Vugar uzakta, kapının önünde sessizce durmuştu. Anne
kalbini yankılı feryadı onu çok kötü etkilemişti. Merhamet
onu bulur bulmaz açtı ağzını yumdu gözünü.
605
Vidadi Babanlı
– İşte kızımın katili... Günahsız evladımın katili odur.
Kadın Vugar’ın üzerine yürüdü. Bir eli ile onun yüzünü
tırmaladı, diğer eliyle hiç durmadan vuruyordu. Vugar hiçbir
şey demedi. Sakince kolunu tutarak savunmak istedi. Onun
bu hali Merhamet Hanımı daha da sinirlendirdi.
− Sana dünyayı dar edeceğim, seni ellerimle öldüreceğim!
Vugar, günahkâr bir insan gibi sustu. Tırmalanan yüzünden kan akıyordu. Ceketi yırtılmıştı. Ama o yine kımıldanmadı yerinden. Merhamet’in hakaretlerine, vurmasına tepki
göstermiyordu. Acılı kadının biraz da olsa bu şekilde rahatlayacağını düşündü.
O sırada birileri koşarak geldi.
– Tutun onu, niçin bakıyorsunuz?– diye seslendi.
Merhamet Hanım hastaneye yeni gelen kocasını sesinden
tanıdı. (Söhrap olanları geç duymuştu) Merhamet kocasını
görünce daha da şiddetlendi. Vugar’ı dişleri ile parçalamak
istedi.
Söhrap’ın sesi tekrar duyuldu.
− Niçin bakıyorsunuz, dışarı çıkarın onu!
Bir köşede öylece durup bakan morgdaki görevliler ileri
yürüdü. Merhamet’in elinden tutarak Vugar’dan uzaklaştırdılar.
Merhamet yeniden ayaklarını yere vura vura ağlamaya
devam etti:
− Bırakın beni! Evladımın katilini kendi ellerimle öldüreceğim, bırakın beni!
O, iki üç adım geri çekildi. Sonra bütün gücünü toplayarak işçilerin elinden kurtuldu, Vugar’ın üzerine yürüdü. Bu
defa araya Güneşli kendisi girdi.
– Dur, kendine gel, insanları kendine güldürme!
Sinilerine hâkim olmayan Merhamet nerdeyse kocasını da
dövecekti.
− Sen karışma, sen benim evladımın babası değil, düşmanısın!
606
Vicdan Sustuğunda
Güneşli karısının kolundan tutarak bir köşeye itti.
− Çekil ayakaltından, dedi.
Merhamet Hanım şimdi de Vugar’ı bıraktı kocasına verdi
veriştirdi.
− Şimdi bile onu koruyorsun, ona sahip çıkıyorsun! O,
senin kızını öldürdü!
Güneşli zora konuştu:
Kızımı o değil, sen öldürdün. Senin kötü emellerinin, ihtiraslarının sonucu bütün bunlar. Maksadına da ulaştın mı en
sonunda?
Merhamet sinirli sinirli orada bulunanlara bakarak
konuşmaya başladı:
− Duyun ey insanlar, duyun, kendi evladının düşmanı olan
babanın söylediklerini duyun. Onun gibi taş kalpli, şerefsiz
bir baba dünyanın neresinde var?
Güneşli sustu. Aklını kaybeden karısının söylediklerini
önemsemedi. Hem utancından, hem de evladını, biricik kızını
kaybetmenin verdiği üzüntü onun belini bükmüştü. Güneşli
kızının cesedine doğru yürüdü. Merhamet koşarak ona engel
oldu.
- Olmaz! Senin hakkın yok buna! İzin vermeyeceğim!
Güneşli’nin sinirleri gerilmişti. Sabrı taşmıştı, her zaman
temkinle hareket eden bu adam artık dayanamıyordu. Dişlerini sıkıp Merhamet’in kolundan tuttuğu gibi kenara itti. Bir
anda sanki kalbine hançer saplanmış gibi bir acı hissetti. Gözlerinin önü karardı. Kalbini tutarak bir köşeye çekildi, duvara
yaslandı...
16. Bölüm Elagöz’ün cenaze töreninde Söhrap Güneşli bulunamadı.
O, hastanedeyken kalp krizi geçirmiş ölümün eşiğinde dönmüştü. Hocasının zor anlarında iki hafta boyunca hiç yanın607
Vidadi Babanlı
dan ayrılmayan Vugar, geceleri de doktorların yanından ayrılmıyordu, bir defasında işten ayrılıp hastaneye geldiğinde,
Güneşli’nin oturur halde buldu. Bu duruma çok sevindi.
− Hayırlı akşamlar, hocam! Galiba iyisiniz bugün?
− Öyleyim biraz. Güneşli kederli kederli gülümsedi. Kefeni şimdilik yırttım.
− Şimdilik değil, her zaman için. – Vugar kendinden emin
konuştu. – Doktor birkaç gün içinde taburcu olacağınızı söyledi.
− Ahh, doktorlar! Doktorların bilmedikleri şeyler bildiklerinden çoktur. İnsanın en iyi doktoru kendisidir. Çektiği ıstırapları, geçirdiği sarsıntıları kendisi kadar hiç kimse bilemez!
− Ümitsiz olmak iyi değildir, hocam! Ümit ve sabır insanın en iyi dostudur. Bunu bana siz söylemiştiniz.
− Ümidin de çeşitleri var, Mugar! Hakikatle örtüşeni, örtüşmeyeni var. Bazı ümitler hakikaten de insanın en büyük
dosttu, hayat membaıdır. Diğer sadece “tesellidir”. Tesellinin
de neye yaradığını sen de iyi biliyorsun. Vugar hocasını keyiflendirmek istedi.
− Sade bir teselli bile bizim için manevi güçtür. Hayatımızın en zor anlarında onun da faydasını görürüz.
Güneşli bir süre sustu.
− Haklısın, teselli insana hava ve su kadar gereklidir. Ama
her zaman için değil.
− Özür dilerim, hocam, sizi tanıyamıyorum. Büyük manevi güç, irade sahibinden bu tür sözler duymak beni şaşırıyor. Size ümitsizlik yakışmıyor.
Güneşli cevap vermek için acele etmedi. Yorgunluktan
sararmış gözleri Vugar’a yöneldi.
− Bu ümitsizlik değil, Vugar! Olaylara ve mevcut duruma
net görmektir, dedi.
Vugar itiraz etmeye hazırlandı. Ama bir ay içinde iki yakınını kaybeden akıllı bir bilim adamına – Oğlu yaşında bir
608
Vicdan Sustuğunda
gencin basit bir mantıkla teselli vermesinin yersiz ve önemsiz
olduğunu düşündü, sustu. Güneşli yavaş yavaş devam etti:
− Her şey yaşla alakalı. Ömrün öyle anları var ki insan
istese istemese de anlayışını, bakış açısını değiştirmek zorunda kalıyor. Kendi gücünü, kuvvetini çok net bir şekilde görüyor. Bu yaşta insana sadece ümit değil, teselli de yabancı
geliyor.
Vugar gülümsedi.
− Kusura bakmayın, hocam! Sanki seksen yaşını aşmış
birisi gibi konuşuyorsunuz.
Güneşli başını kederle salladı.
− Bunun ihtiyarlıkla ilgisi yok, Vugar! Bazı insanlara seksen, doksan yıllık bir ömür bile az geliyor. Hayat aşkı, yaşam
hevesi bitip, tükenmiyor insanlarda. Ama bazı insanlar da elli
yaşındayken bile hevesi de aşkı da ölüyor.
− Herhalde siz aşkı, hevesi ölenlerden değilsiniz. Büyük
insanların yaşam sevinci de büyük olur.
− Belki de. – Güneşli nefesini toplayarak pencereye baktı.
– Ben başkalarının yerine konuşamam. Ama kendi hayatıma
gerçekçi olarak bakıyorum.
Vugar kalbinden ona isyan etti.
− Böyle düşünmeyin, hocam! Kendinize haksızlık ediyorsunuz.
Güneşli bir süre yine konuşmadı. Onun halsiz bakışları
pencereden dışarıda dolaşıyordu. Pencereye kadar yükselen
servi ağaçlarından birinin yaprakları çoktan solmuştu. Diğeri
ise yemyeşildi. Profesör dikkatini bu ağaçlardan çevirmeden
konuşmasına devam etti:
− Burası çok ilginç bir yer. Bütün gün yalnızsınız, kendinizle berabersiz. Bir iş yapmaya, meşgul olmaya ne gücün
oluyor, ne de hevesin. Kendinizle hesaplaşıyorsunuz. Düşünüyorsun. Yaptığınız işlerin yapmadıklarınızdan ne kadar da
az olduğunu görüyorsunuz. Arzularınızın üçte birini bile hayata geçirmediğinizi görüyorsunuz.
609
Vidadi Babanlı
− Bu sadece sizinle ilgili bir paradoks değil, hocam! Ben
büyük bilim adamlarının hayatıyla ilgili çok kitap okudum.
Onlardan hiçbiri yaptıklarıyla yetinmemişler. Sebebi de arzunun sınırının olmamasıdır. Onların hepsini yerine getirmeye
bir insanın ömrü yetmiyor.
Güneşli düşüncelere daldı.
− Doğrudur. Arzular hiçbir zaman bitmiyor. Ama çoğu şey
insanla ilgilidir. Çoğu zaman vaktimizin kıymetini bilmiyoruz. Ömrüm kısa olduğunu unutuyoruz. Gereksiz işlerle vakit
geçiriyoruz. Bitmez tükenmez dedi kodular, gereksiz konuşmalar şuurumuzu zedeliyor. Sonuçta ömrümüz de sıhhatimiz
de boşuna gidiyor...
− Bunu başkaları söylese de siz söylemeyin, hocam! Benim tanıdığım bilim adamları arasında sizin kadar zamana
değer veren başka birisini tanımıyorum. Keşke herkes sizin
gibi vatanına, milletine hizmet etmiş olsaydı.
Güneşli derinden nefes aldı, gülümseyerek Vugar’a baktı.
− Seni anlıyorum. Hastanın gönlünü almanın, onu hoş
tutmanın sevap olduğunu biliyorsun. Ama bunun için mubayaaya ne gerek var. Ben her zaman övmeye karşı oldum.
Vugar kızardı. Ama sözlerinden vazgeçmedi.
− Ben mübalağa etmiyorum, hocam! Bu hakikattir.
Güneşli ellerini kaldırarak başının altına koydu.
− Hiç kuşkusuz ülkemizde kimyanın ve sanayinin gelişmesinde az çok benim de katkım oldu. Evet, ömrüm boşa gitmedi. Ama gerçek bir bilim adamı için sadece böyle hizmetlerle yetinmemek lazım. Benim için hakiki, mutlu bilim adamı kendisinden sonra bilim adamı yetiştirmesidir. İşte, bu
sebepten dolayı kendimi mutlu hissediyorum. Çünkü senin
geleceğine inanıyorum. Senin benden de ileri gideceğine ümidim var. Çok güzel bilimsel çalışmaların altına imza atacaksın. Bir hoca olarak senin başarılarından gurur duyacağım.
Vugar bu söylenenlere sevinse de, Güneşli’nin hakkında
söylediklerine itiraz etti.
610
Vicdan Sustuğunda
− Hayır, hocam. Siz sadece kendi isminizle çalışmalarınızla yaşayacaksınız. Ben sadece sizin bir talebeniz olabilirim.
Güneşli Vugar’a şükranla baktı. Bu bakışlarda bahtiyar bir
baba sevinci hissediliyordu. Göz kapaklarını indirerek
rahatladı. Bir hayli sustuktan sonra sordu:
− Bizim sahada ne gibi yenilikler var?
− Her şey eskisi gibi, hocam! Yeni bir şey yok.
− Senin çalışman nasıl gidiyor?
− Fena değil, hocam. Yeni katalizörün sonuçları beklediğimizden de iyi çıktı.
− Çok sevindim. – Güneşli rahatladı. – Ama maalesef bu
hastalık yüzünden seni yarı yolda bıraktım.
− Hayır, hocam! Kötülerin yaptıkları yanına kalacak. Biz
zaferimizi beraber kutlayacağız.
Güneşli’nin kaşları çatıldı.
− Eğer Allah izin verirse.
Vugar ümitle cevap verdi:
− Hiç kuşkunuz olmasın, hocam! Ecel kapımızdan öyle
kovuldu ki bir daha geleceğine inanmıyorum.
Güneşli elinin birini başının altından çekip, alnına sürdü.
Parmağı ile Vugar’a “Kulağını getir.” işareti verdi.
− Benim sana diyeceklerim var. Yanıma gel.
Vugar sandalyesini ona yakınlaştırdı. Ona doğru eğildi.
Profesör, meseleyi etraflı anlatmaya başladı:
− Seni kendi evladım gibi sevdiğimi biliyorsun! Deminde
söyledim, sen benim ümidimsin. Bundan dolayı sana bazı
tavsiyelerim olacak. Dünyanın işini bilemeyiz.... Lütfen, sözümü kesme! Vasiyet etmek hafifletir insanı, derler. Dinle...
Vugar mecburen sustu. Manevi babasını mahzun mahzun
dinledi.
Güneşli ara verdi. Düşüncelerini toparlayarak asıl konuya
geçti:
611
Vidadi Babanlı
− Her şeyden önce benim hayatta bıraktığım yanlışlıkları
senin yapmanı istemiyorum. İnsanlara münasebette yanılmanı istemiyorum. En önemlisiyse kendi ideallerini her türlü
baskılara karşı savunabilmelisin. İçimizde kötü niyetli insanlar, kıskançlar çoktur. Her zaman da bu tür insanlar olacaktır.
Onlar istidadı olanları her zaman kıskanırlar. Bu yüzden iki
cephede – hem ilmi hem de amaçların doğrultusunda aynı
ölçüde mücadele etmelisin. Bu sana ilk tavsiyemdir.
O, ağrılara zor tahammül ediyormuş gibi dudaklarını sıktı.
Nedense bir şeyden utandı. Biraz vakit geçtikten sonra devam
etti:
– İkinci tavsiyem, aile ile ilgili. Ailenin sağlam olması,
karşılıklı sevgi ve saygı temelleri üzerine kurulması için çalış.
Sağlam bir aile çok önemlidir. Özellikle de bütün varlığını
ilme harcamış birisi için. Hayat arkadaşın seni bir bakıştan,
bir kelimeden anlamalıdır. Ne demek istediğini bilmelidir.
Kalbinden geçenleri gözlerinden okumalıdır. Bir kelime ile,
senin bütün arzularınla, isteklerinle nefes almalıdır. Bunlar
çok önemlidir. Aksi takdirde...
Güneşli yutkundu. Sözlerine devam edemedi. Vugar onun
ne diyeceğini anladı: “Aksi takdirde, benim gibi rezil olursun
ve böyle ailesiz kalırsın.”
− Anladın herhalde! Benim yaşadıklarımı yaşamanı istemiyorum.
Bunu söylerken Profesörün gözlerinde derin bir üzüntü
belirdi. Vugar ona çok acıdı. Yüreği sızladı. Onun gönlünü
açacak bir söz arasa da, bulamadı. Susmak mecburiyetinde
kaldı.
Güneşli sakinleştikten sonra yine devam etti:
− Senden başka artık benim hiç kimsem kalmadı. Bu
yüzden sana bir sırrımı açmak istiyorum... Mahkemeye dilekçe verdim. Karımdan boşanmak istiyorum. Bu benim son
kararımdır. Daha hayattayken kocalık ismimi o utanmaz, rezil kadının üzerinden almak istiyorum. Hiç olmazsa öteki
612
Vicdan Sustuğunda
dünyamda rahat olayım. Bu sırrı sana açmakta maksadım,
eğer olur da bu yataktan kalkamazsam, sen mahkemede benim yerime bulunursun. Bu benim senden hem ricam hem de
talebimdir. Unutma!
Vugar yine hiçbir şey demedi. Usulca başını salladı. Gözyaşlarını Profesörden saklamak için yere baktı.
Güneşli yeniden pencereye doğru döndü. Servi ağacına
bakarak fısıldadı:
− Yükseklik de ulvi bir güzelliktir. Bu güzelliğe sahip
olmak ise en büyük saadettir...
17. Bölüm Vugar, hastaneden çıktığında şehrin bütün ışıkları yanıyordu. Caddeler insanlarla dolup taşıyordu. Çeşitli renklerden
oluşan reklam tabloları göz kamaştırıyordu.
O, eve her zamanki gibi gezerek geldi. Hocasının söyledikleri onu çok üzmüştü. Gıpta ettiği insanın bu hale düşmesi
onu yaralamıştı. Uzun bir süre etrafında olan hiçbir şeyle
ilgilenmedi. Başı yerde yürüdü. Sonra sütkardeşi İsmet’in sesini duydu. Düşüncelerinden ayrılarak etrafına baktı. Köyden
döndüktün sonra İsmet’le hiç karşılaşmamıştı. Sütannesi
Şahsenem’le ilgi ona söyleyecekleri vardı. Etrafında hiç kimseyi görmedi. Kaldırım bomboştu. Sadece önde – ondan yirmi
otuz adım ileride iki genç gidiyordu. İlk bakıştan hangisinin
kız, hangisinin erkek olduğu anlaşılmayan bu gençler aynı
tarzda giyinmişlerdi. Hatta ayakkabıları da aynı renkteydi.
Vugar kulaklarının onu aldattığını düşündü. Sütkardeşinin
üç, dört ayda bu kadar değişmeyeceğine göre...
O, başını önüne eğdi, yoluna devam etti. Birkaç dakika
geçmeden yine aynı sesi duydu. Hayır, yanılmamıştı. Bu ses
hakikaten de İsmet’in sesi idi. Ses karşıdaki gençlerden geliyordu. Hızlı hızlı yürüyerek onlardan öne çıktı. Sonra arkaya
onlara doğru baktı. Gözlerine inanamadı. Sütkardeşinin sa613
Vidadi Babanlı
dece gözleri değişmemişti. Dudaklarını kadar inmiş bıyıkları,
uzun saçları onu tamamen değiştirmişti.
İsmet, Vugar’ın hayretini aldırış etmedi bile. Onun yanından geçerken ise yanındaki kızın kulağına bir şeyler söyledi. İkisi de kahkaha attılar. Sonra da güle güle uzaklaştılar.
Vugar bir süre yerinden kımıldanamadı. Son olanlardan
sonra u da tuz biber oldu. Morali biraz daha bozuldu. “Annesi
de oğlum var diye seviniyor, onu bekliyor...”
Eve çok üzgün döndü. Burada da yeni bir sürprizle karşılaştı. Onun odasına yeni yatak, defter ve kitaplar gelmişti.
Vugar sütkardeşinin eşyalarını tanıdı. Cennet Anadan sordu:
− Galiba, misafirimiz var, Cennet Ana?
− Evet, kardeşin döndü, – dedi.
− Niçin acaba?
− Bilmiyorum ki... Herhalde pişman olmuş.
− Pişman mı olmuş? – Vugar annesine şaşırmış bir eda ile
baktı. – Bunu kendisi mi söyledi?
− Hayır, kendisi bir şey demedi.
− Peki, pişman olduğunu nereden biliyorsun?
− Dönmesinden.
− Ahh... Anne! Sen çok saf kalpli birisin. Her şeye güzel
yönden bakıyorsun. Belki oturduğu evden kovmuşlardır.
Kalacak yeri olmadığı için gelmiştir?
− Öyle de olsa böyle de olsa geri çevirmek olmaz, oğlum.
Geleni geri çevirmezler.
− Çevirirler. Kıymet bilmeyen birine bu bile azdır. Vugar
başka zamanlar hiç böyle sert konuşmazdı. Kadın biraz sustu.
Sonra gülmeye başladı.
− İlk önce onu tanıyamadım. Kıza benzettim. Kızım kimi
arıyorsun, diye sordum. Bir de baktım, bana gülüyor. Elindeki
eşyaları yere koyup, başını kaldırınca bizim İsmet olduğunu
anladım. Çok utandım, çok...
614
Vicdan Sustuğunda
− Onun yerine sen mi utandın? Yoksa özür mü diledin?
Cennet Ana yalan söyleyemedi.
− Evet, diledim. Affedersin, dedim. İhtiyarlamışım, gözlerim de zayıflamış... Tanıyamadım seni, dedim.
− Peki, bu halin nedir? diye niçin sormadın?
− Nasıl sorayım, oğlum. Herhalde yeni moda böyleymiş.
− Moda değil, aptallık bu. Ellerinden bir iş gelmiyor. Başka şeylerle kendilerini ispat edemiyorlar. Bundan dolayı da
kendilerini bu hallere sokuyorlar. Farklı görünmek, seçilmek
için.
− İş derken. Galiba okumayı bırakıp, evlenmek istiyor.
− Evlenmek mi?– Vugar şaşırdı.
− Evet, öyle söyledi. On, on beş gün içinde düğün olacakmış. Düğünden sonra da kızın evine taşınacakmış. Akşam
geldiğinde konuş onunla. Erkek olan birisi kızın evinde kalır
mı hiç.
Vugar sinirle elini salladı.
− Onunla konuşmanın faydası yok artık. Onun gibisine
ancak hayat akıl verebilir.
− Yok, öyle söyleme, kendi başına koyma onu, annesine acı.
− Annesine değer veren biri bu tür aptallık yapmaz.
Cennet Ana Vugar’ı ikna etmeye çalıştı.
− Sen Şahsenem’in hatırı için konuş onunla.
Vugar bu şefkatli anneyi kırmak istemedi.
− Peki, ana, konuşurum. Sen üzülme.
***
Onlar gece geç vakitte görüştüler. Konuyu eve geç gelen
İsmet açtı:
– O ne havaydı biraz önceki? – diyerek daha kapının önündeyken Vugar’ı sinirlendirdi. Niçin kız arkadaşıma öküzün
trene baktığı gibi baktın?
615
Vidadi Babanlı
Vugar sinirlendiğini belli etmeden, sakince konuştu.
Kıza bakmıyordum. Senin mübarek hüsn–ü cemaline
akıyordum.
− Öylemi?
− Evet, öyle.
− Nasılım?
− Maşallah, çok iyisin(!)
− Eğer daha yakından bakmak istiyorsan buyur. – İsmet
Vugar’ın tam karşısında durdu.
Vugar yüzünü çevirdi.
− Yeter, yeterince baktım zaten. Hem çok bakarsam nazar
değer.
− Bana nazar değmez. Ama sen gözlerinin nurunun
azalacağından kork. Onlar daha sana çok gerekli olacak. Yeni
çalışmaların, keşiflerin için.
− Bilim moda gibi değil. Onun cefasını herkes çekemez.
− Ahh, zavallılar. Size çok acıyorum.
Vugar İsmet’in tavrına yine sabırla cevap verdi.
− Kendi haline ağlayacağına bizim halimize ağlıyor.
– Kim, kimin haline ağlayacak göreceğiz.
Vugar bu sohbetlerden çok sıkıldı. Asıl meseleye geçit aldı.
− Tebrik ediyorum. Evleniyormuşsun?
İsmet acele etmeden oturdu.
− Artık evlendim. Bugün resmen evlendik.
− Yanındaki kızla mı?
− Evet, onunla. Yoksa hoşuna gitmedi mi?
− Yoo, birbirinize çok yakışıyorsunuz. Ne iş yapıyor?
− Bakanın kızıdır.
− Babasının görevini sormadım. Kendisi ne iş yapıyor?
− Kendinin bir işe yapmasına ne gerek var.
616
Vicdan Sustuğunda
− Bu yüzden mi onun evinde kalacaksın.
− Ben istemiyorum. Kendileri ısrar ediyorlar.
Vugar Cennet Anaya baktı.
− Erkek olan, gururu, benliği olan bir insan karısının emri
altında yaşamaz.
İsmet güldü.
− Senin erkeklik hakkındaki fikirlerin çok eskimiş. Modern
insan, modern tarzda yaşamalıdır.
Sana göre modern insan utanmaz, başı boş mu olmalıdır
yani?
− Kim nasıl istiyorsa, öyle olmalı.
− Örneğin senin gibi. – Vugar sesini yükseltti. – Dün Profesörün kızında görüyordun çıkış yolunu. Bugün bakan
kızının arkasından koşuyorsun. Yarın da kim bilir kimin
peşinde olacaksın. Bu mu senin modern insan anlayışın?
− Başarabilen için... Eğer başarsaydın sen de benim gibi
yapardın.
− Başarsaydın mı? – Vugar ayağa kalktı. Odada sinirli
halde dolanarak İsmet’e döndü. – Ya anneni aldatmak, “hastayım, tedaviye gitmem gerek” – diyerek bir kuruş geliri
olmayan zavallı kadını borçlandırmaya ne diyeceksin? Sonra
Kislovodki’de eğlenmek, zavallı kadının gözlerini yolda koymak, bu hangi ahlaka sığar? Bunlar da yetmiyormuş gibi şimdi de kiminle evleniyorsun? Ya senin okulun, bunca yıllık
zahmetin ne olacak?
− Onlar beni ilgilendirir sadece.
− Hayır, sadece seni ilgilendirmiyor. Sen bu tür şeyleri anlayamazsın. Sen akılsız, aptalın tekisin.
İsmet sinirle ayağa kalktı.
− Nasıl? Ne dedin sen?
− Söylediklerimi çok iyi duydun. Sağır değilsin herhalde.
– Vugar bağırdı. – Defol buradan.
617
Vidadi Babanlı
− Nasıl?
− Defol, diyorum. Seni görmek istemiyorum artık.
− Kovuyor musun beni?
− Evet, kovuyorum. Sende namus, şeref olsaydı bir daha
bu eve dönmezdin.
Hadi, hemen çık git buradan.
Cennet Ana atıldı.
− Ne yapıyorsun, oğlum? Yapma...
Vugar onu sakinleştirmeye çalıştı.
− Ne yaptığımı iyi biliyorum, ana. Sen karışma lütfün.
− Gecenin bu vakti...
− Korkma, nasıl olsa dışarıda kalmaz. Yeni akrabalarının
yanına gider.
− Giderim, elbette. İsmet gururlandı. Yoksa size yalvaracağımı mı sandınız?
O, hemen bavulunu aldı. Kapıya doğru yürüdü.
– Ama daha seninle işim bitmedi.
Vugar konuşmadı. Yerine döndü. Yorgun yorgun oturdu.
Cennet Ana İsmet’in arkasından koştu. onu durdurmak istedi.
− Çocukluk yapma, evlat. Nereye gideceksin gecenin bu
vaktinde?
İsmet çok kaba bir şekilde cevap verdi:
− Ben yer bulurum. Sizin bu domuz damına ihtiyacım
yok.
Ana onun hakaretli sözünden kırılmadı. Şefkatle:
− Kardeşin seni sevdiği için, seni düşündüğü için...
İsmet annenin sözünü yarım bıraktı:
− Çekil karşımdan – diyerek onu itti.
Cennet Ana artık hiçbir şey söylemedi. İsmet uzaklaşana
kadar kapının önünde öylece durdu. Sonra Vugar’ın yanına
gelerek utana utana:
618
Vicdan Sustuğunda
− Bu hiç iyi olmadı, – dedi. Şimdi nereye gidecek? Kızın
evinde de bu saatte gidilmez ki. Gidip onları da rahatsız
edecek.
Vugar üzülen anneye sarıldı. Herhalde onlar da İsmet gibi
insanlardır. Yoksa, tanımadıkları birine kızlarını bu kısa zamanda neden versinler ki.
Epilog O yıl Bakü’ye çok kar yağdı.
Şiddetli rüzgârla, tipiyle başlayan kar iki gün boyunca aralıksız yağdı. Şehir bembeyaz elbisesini giydi. Yollar, caddeler,
kaldırımlar birbirinden fark edilmez oldu. Arabaların, otobüslerin hareketi zorlaştı. Ağaçların narin dalları ağırlığa dayanamayarak kırıldı. Eski binaların çatıları çöktü. Barajlar ve gaz
boruları dondu. Şehirde büyük kargaşa yaşandı. Eğer bir gün
daha böyle devam etseydi, kim bilir daha hangi felaketler yaşanırdı.
Üçüncü gün sabah erkenden sert rüzgâr dindi. Karlar yavaş yavaş erimeye başladı. Ufuktan güneş göründü. Yorgun
tabiat rahat nefes almaya başladı.
Öğle vakti hava daha da ısındı. Evde oturmaktan bıkan
insanlar kendilerini dışarı attılar. Şehrimizin en güzel yeri
olan deniz kıyısı Bulvar insanlarla doldu taştı.
Vugar ile Arzu da uzun süren ayrılıktan sonra bugün ilk
defa sahil gezisine çıkmışlardı. Oynayan çocuklara, dolaşan
insanlara bakıp, onlar da kartopu oynamaya başladılar. Her
ikisinin yanakları kızarmıştı. Yüzlerinde saçlarında kar zerrecikleri parlıyordu. Paltolarının birkaç yerinde kartopu izleri
vardı. Yaşarmış gözlerinde bahtiyarlık okunuyordu.
− Buraya bak...
Vugar aniden sevgilisini hararetle kucaklayıp, ileriyi işaret
etti. Sesi titredi.
Arzu onun işaret ettiği yere baktı. Hiçbir şey göremedi.
619
Vidadi Babanlı
− Ne var orada?
− Görmüyor musun? O adamı görmüyor musun? – Vugar’ın sesi biraz da titredi.
Arzu şaşırdı.
− Hangi adamı?
− Profesörü, Söhrap Güneşli’yi.
Arzu dikkatini topladı. Vugar’ın işaret ettiği yere yeniden baktı.
− Yok, göremiyorum, – dedi. – O hastanede değil miydi?
Ne zaman çıktı?
− Bilmiyorum. Üç gündür haberim yoktu. Yollar kapandığı için gidememiştim.
Vugar Arzu’nun elinden tutup şelalelerin olduğu yerde
Mürşüd Hemzaye’vin koluna girmiş, yavaş yavaş kendilerine
doğru gelen Söhrap Güneşli’ye koştular. Aralarındaki mesafe
azaldığında sevgilisinin elini bıraktı, danışmanının karşısında
kollarını açarak sevinçle yürüdü.
− Geçmiş olsun, hocam – diyerek Güneşli’ye sarılmaktan
kendini zor tuttu. Profesör de onu sevinerek selamladı.
− Sağ olasın, Vugar.
Vugar Hemzeyevle de tokalaştı, Güneşli’ye:
− Sizi “Terlik izninde” görmeme çok sevindim, dedi.
Hemzeyev Vugar’ın sözüne şakayla yanıt verdi.
− “Terlik izni” derken, Söhrap’ın iyileşmesini mi kast ediyorsun:
Vugar bu defa heyecansız konuştu:
− Evet, siz haklısınız. Hocamızın aramıza dönmesi bizim
için mutluluktur.
Arzu, yanlarında durmuştu. Güneşli’nin ona baktığını
görünce yaklaştı. Profesöre selam verdi.
Güneşli gülerek Vugar’a baktı.
− Bu güzel kızın ismi nedir?
620
Vicdan Sustuğunda
Vidadi Babanlı
Vugar sustu. Soruya Arzu’nun cevap vermesini istedi. Arzu
utanarak:
− İsmim Arzu’dur. – dedi.
− Güzel bir isim. – Kızı beğendiğini Vugar’a söyledi.– Hakikaten de arzu edilecek bir kız.
Hemzeyev fikrini yine şakayla söyledi.
− Herhalde düğününüze beni de davet etmeyi unutmazsınız?
Sevdiği hocaların Arzu hakkında söylediklerine Vugar çok
sevindi.
− Mutlaka, sizi hiç unutur muyum?
Hemzeyev şakayla:
− Yarınki düğüne hazır mısın?
Vugar soruyu anlayamadı. Omzunu oynattı. Hemzeyev
gülümsedi.
− Sana haber vermediler mi? Yarın, akademide senin çalışmanın ön savunması olacak.
Savaş çok şiddetli olacak.
− Ben her türlü savaşa hazırım. Savaşsız zafer olmaz.
Güneşli Vugar’ın dediklerinden gurur duydu.
− O zaman hayırlı uğurlu olsun!
Vugar tez danışmanının bu sözlerini inançla tekrar etti:
− Zafer mutlaka bizimdir, hocam! Sizin olduğunuz yerde
o mutlaka vardır!
Onlar mutlu şekilde ayrıldılar. Vugar Arzu ile beraber
meşhur “Kız Kulesi”nın yanındaki postaneye geldi. Köye –
çocukluk arkadaşı Cevdet’e telgraf çekti:
“Bütün işlerim iyi gidiyor. Beklenilen gün yaklaşıyor. En
kısa zamanda görüşeceğiz. Davetimi bekle. Herkesi, özellikle
de Şahsenem anayı öpüyorum.”
Vugar Şemsizade!...
1963-1974; 1989’lu yıllar.
621
622

Benzer belgeler