igorta - Süreç Analiz

Transkript

igorta - Süreç Analiz
Ferguson ve “Akılsız” Kitle Üzerine
Özgür Sigorta
Aracılık Hizmetleri A.Ş.
Yatsı Oldu, Mum Sönecek
S REÇANAL Z
SAYI: 10 . Ağustos-Eylül 2014 . 7tl
Hakikat Her Şeyi Kuşatır
Zorunlu Trafik Sigortası
Kasko Sigortası
Sağlık Sigortası
Zorunlu Deprem Sigortası - Dask
İşyeri Sigortası
Konut Sigortası
Diğer Hizmetler
Adres:
Kısıklı Mah. Alemdağ,
Cad. Yanyol Sok. No:1/1
ÜSKÜDAR- İSTANBUL
Telefon:
0216 335 52 36
Ortadoğu’nun
Örgüt Haritası
DOSYA:
“Yeşil Sermaye”
Erol Katırcıoğlu
ile Röportaj
TEK SORU İKİ CEVAP:
Müfid Yüksel ve
Ömer Behram
Özdemir ile
Röportaj
EDİTÖR’DEN
MURAT SOFUOĞLU
[email protected]
Süreç Analiz 10. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında…
Geçen Ağustos ayını sanırız Türkiye siyasi tarihinde
kolay unutulamayacak bir takım hadiseler zincirinin derin ve oldukça güçlü bir şekilde yaşandığı bir
ay olarak önümüzdeki yıllarda hep hatırlayacağız.
Bu ay Milli Görüş hareketinin kendi içinde yaşadığı derin bir takım hesaplaşma ve uzlaşmaların da
sanırız “yeni” bir miladı olarak hatırlanacaktır. Diğer yandan muhafazakar iki başat hareket arasında 17 Aralık’ta topyekun bir çatışmaya dönüşen ve
halihazırda da süregelen mücadele bakımından da
Ağustos ayı çatışmanın yeni bir evresine girilmesinin işaretlerini vermesi bakımından hatırlanacaktır.
10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimini mevcut rejimin geleceği üzerine birbiriyle mücadele eden farklı
siyasi-toplumsal fraksiyonların bir düellosu olarak
görebiliriz. Erdoğan’a karşı muhalefet tarafından
ortaklaşa çıkartılan Cumhurbaşkanlığı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun şahsında bu düellonun kodlarını da bir bakıma görebiliriz. İhsanoğlu muhafazakar kimliği yanında eski bir AK Partili oluşu ile
dikkatleri çekmiştir. Ancak bu özellikleri kadar aday
seçilmesinde etkili olan üç hususiyeti vardır: (1) AK
Parti’nin özellikle Ortadoğu’da Arap Baharı sonrası
uyguladığı dış politikaya karşıdır. (2) İç politikada
artan kutuplaşmalar karşısında daha uzlaşmacı ve
yumuşak bir retoriğe sahiptir. (3) Türkiye’deki Erdoğan ve çevresi tarafından ısrarla gündemde tutulan
başkanlık sistemine geçiş tartışmaları karşısında
1982 anayasasının ortaya koyduğu yetkisi az ama
istediğinde sistemi de baskı altına alabilecek –bir
bakıma Kenan Evren ve askerlere göre biçilmiş bir
kaftan olan- Cumhurbaşkanlığı rejimini devam ettirecek bir lider olmak istemektedir.
Bu hususiyetleri taşıyan bir aday olan İhsanoğlu
büyük ölçüde Kemalist taleplere uygun düşmesine
karşın aynı kitlede topyekun bir mobilizasyonu gerçekleştirebilecek bir tesire sahip değildir. MHP’nin
temsil ettiği milliyetçi kaygılara ise özellikle “Çözüm Süreci”ne karşı sergilediği muğlak yaklaşımı ile belli bir ölçüde cevap verebilmesine karşın
Erdoğan’ın temsil ettiği “Güçlü Lider - Güçlü Türkiye” algısının gölgesinde kalmaktadır. Toplumsal
gruplar açısından baktığımızda ise Aleviler için
çok fazla bir Sünni muhafazakar izlenimi veren
İhsanoğlu’nun Erdoğan’a karşı güçlü bir alternatif
olmadığı ve Kürtler içinse “Barış Süreci” ile ilgili
karmaşık mesajları bakımından keza Erdoğan karşısında güçlü bir alternatif haline gelemediği görüldü. Ayrıca gelecekte federasyona gidebilecek ve
başkanlık rejimine kapı açacak bir siyasi sistemin
bir açıdan başlangıcı gibi görülebilecek böylesi bir seçim öncesi Kürtlerin İhsanoğlu’ndan çok
Erdoğan’ı desteklemeleri mantıklı görünmektedir.
Burada ülkenin kimi çevrelerce “esas unsuru” olarak görülen Sünni Türklerle İhsanoğlu’nun ilişkisinden de bahsetmek gerekecek. Sanki bu ilişkide
İhsanoğlu’nun yukarıda sıralanan aday olmasında
etkili olan üç hususiyeti kritik bir rol oynamıştır.
Burada İhsanoğlu’nun adaylığını kurgulayan siyasi akıl “esas unsur”un en azından bir kısmının bu
üç noktadaki rahatsızlığın etkisiyle Erdoğan’dan
İhsanoğlu’na akabileceğini hesaplamıştır. Burada
yukarıda sıralanan üç hususu soru olarak kurgularsak Sünni Türkler bunlara ne cevap verirdi? (1)
Onlar Türkiye’nin dış politikasından memnun mudurlar? (2) Kutuplaşmalardan memnun mudurlar?
(3) Başkanlık sistemine bir geçişi arzuluyorlar mı?
Ağustos-Eylül 2014
1
EDİTÖR’DEN
Erdoğan özellikle Suriye politikası ve Gezi Parkı hadiselerinden beri
yaşanan çok yönlü kutuplaşmaların oluşturduğu kendisiyle ilgili algıyı
daha ılımlı ve sakinleştirici bir yapıya sahip dava arkadaşı Gül’ün
başbakanlığı altında unutturabilirdi. Bu yaklaşık on yıl boyunca muazzam
bir disiplinle çalışmış bir liderin kendi mirasını son yaşananlara rağmen
tarih ve toplum karşısında korumasına da yardımcı olacak ve mevzubahis
edilen karşılıklı iç sigortalamayı hem daha bir üst seviyeye taşıyacak hem
da daha güçlü yapacaktı.
Kuşkusuz bu sorulara farklı cevaplar geliştirilebilir.
Ancak ortalama düşünüldüğünde “esas unsur”un
bu üç mesele ile ilgili olarak net olmadığı sanırız
söylenebilir. Kanaatimizce bu net olmayış ve belirsizlik Ekmeleddin İhsanoğlu’nun değil ama Recep
Tayyip Erdoğan’ın neden seçildiğinin açıklaması
olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü bu üç belirsizlik karşısında adamakıllı ve güçlü duruş sergileme
noktasında Erdoğan İhsanoğlu’dan çok daha tercih
edilebilir bir lider konumundadır ve Erdoğan’ın bunun bilincinde hareket ettiğini gösteren işaretler
de fazlasıyla mevcuttur. Bu tespiti daha derinleştirdiğimizde göreceğimiz birkaç önemli nokta olacaktır: (1) Türkiye toplumunun kahir ekseriyeti (%52)
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışında suya sabuna dokunmayan bir dış politikadansa daha sorunlu ve riskli ama bir bakıma bölgeye geri dönüşün
2
Ağustos-Eylül 2014
işaretlerini veren bir politikayı desteklemektedir.
(2) Aynı ekseriyet kutuplaşmalardan rahatsız olsa
da kendisinin sözünün daha fazla dinlendiği bir
ülkede yaşadığı hissini veren bir lideri seçme temayülüne sahiptir. (3) Keza bu ekseriyet artık eski
tas eski hamam bir rejimin devamındansa “yeni”
olduğu iddiasına sahip bir yönetimi ve “rejim”i ve
“Türkiye”yi tercihe meyillidir.
Daha özet konuşmak için bir mesel getirmek gerekirse camii cemaatine gidebiliriz. Birimiz ülkemizin
herhangi bir mahallesinin herhangi bir camisine
gitse ve uzun uzun yukarıdaki üç meseleden yakınıp hükümetten şikayet etse ve ayrıca 17 Aralık’a
atfen türlü yolsuzluklardan yakınsa camii cemaati
konuşmanın sonunda ne derdi? Yüksek ihtimal karşımızda bizi dinleyen ve sakallarını tarayan yaşlı
takkeli amcalarımız “Ee…Peki evladım; şimdi biz
Kürt hareketi bakımından da Ağustos ayının büyük bir şans ayı
olduğunu söylemek icap eder. Hareket Selahattin Demirtaş’ın tutarlı
söylemi ve ısrarlı mücadelesi ile kendisini Türkiye toplumuna
yaftalamalar dünyasının ötesinde Cumhurbaşkanlığı makamının temsil
ettiği misyon ve sorumluluk duygusunun da yardımıyla sunma imkanı
bulmuş ve fevkalade başarılı olmuştur.
Ekmelleddin’e mi verelim?” diyeceklerdir. Böylesi
bir atmosferden Erdoğan’ın faydalanacağı açıktır.
Bu editoryalın başında vurgu yaptığımız Ağustos
ayının Türkiye siyasi tarihinde kolay unutulmayacak bir ay oluşuna dair ilk yargının analizi sanırız
yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bu üç belirsizliğe
dayanmaktadır. Başta Ağustos’un Milli Görüş bakımından da kolay unutulmayacak bir ay olduğunu da
söylemiştik. Ağustos 2014 Milli Görüşün iki önemli
lideri arasında son 14 yıla damgasını vuran uzlaşma ve işbirliğinin de tüketildiği ve anlamını büyük
ölçüde yitirdiği bir ay oldu. Bir bakıma hem Milli
Görüş hem de Türkiye siyasi sistemi için neredeyse
birbirinin sigortası işlevini gören bu kritik ikilinin
yollarının ayrılması pek çok bakımdan talihsizdir.
Normalde dış politikada yaşanan bunca sorun ve
içerideki kutuplaşmalar karşısında Türkiye için ideal
normalleşme senaryosu Erdoğan’ın kendine bir daha
aday olmayarak yol veren Gül’e kendi aralarındaki
hukukun gereği de olarak başbakanlık koltuğunu
bırakmasıydı. Erdoğan özellikle Suriye politikası ve
Gezi Parkı hadiselerinden beri yaşanan çok yönlü
kutuplaşmaların oluşturduğu kendisiyle ilgili algıyı
daha ılımlı ve sakinleştirici bir yapıya sahip dava arkadaşı Gül’ün başbakanlığı altında unutturabilirdi.
Bu yaklaşık on yıl boyunca muazzam bir disiplinle
çalışmış bir liderin kendi mirasını son yaşananlara
rağmen tarih ve toplum karşısında korumasına da
yardımcı olacak ve mevzubahis edilen karşılıklı iç
sigortalamayı hem daha bir üst seviyeye taşıyacak
hem da daha güçlü yapacaktı. Ancak Ağustos Gül
ve ekibinin de bir bakıma siyasi sistem içinde belli
bir ölçüde “tasfiye”sine sahne oldu. Gül’ün emeğinin geçtiğini söylediği ekiplerin yakın gelecekte bu
son tasfiye ile ilgili alacakları pozisyon kuşkusuz AK
Parti’nin ve bir ölçüde Türkiye’nin siyasi geleceğini
belirleyecektir.
Başta ifade ettiğimiz son nokta AK Parti-Cemaat
mücadelesi bakımından da Ağustos’un kritik bir eşik
olduğuydu. Kuşkusuz Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilememesinden Abdullah Gül’ün başbakan olamayışına kadar pek çok hadiseye bu mücadelenin iç
diyalektiği damgasını vurmuştur. Bu mücadelenin
CHP’de oluşturduğu iç dalgalanmalar ise aşikar olup
daha önce yazdığımız “Türkiye’nin Dağılan Koalisyonu II” makalemizde CHP’nin öyle ya da böyle bir
yol ayrımına geleceğinden bahsetmiştik. Bu mücadele sistem içi ve dışı Kemalistleri de hızla siyasi
pozisyon almaya zorlamaktadır.
Son olarak Kürt hareketi bakımından da Ağustos ayının büyük bir şans ayı olduğunu söylemek
icap eder. Hareket Selahattin Demirtaş’ın tutarlı
söylemi ve ısrarlı mücadelesi ile kendisini Türkiye
toplumuna yaftalamalar dünyasının ötesinde Cumhurbaşkanlığı makamının temsil ettiği misyon ve
sorumluluk duygusunun da yardımıyla sunma imkanı bulmuş ve fevkalade başarılı olmuştur. Umarız
10 Ağustos seçimleri HDP’nin ve Kürt hareketinin
tüm Türkiye toplumuna hitap edebilen bir yapıya
dönüşebilme sürecinde önemli bir durak olarak hatırlanacaktır.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin herkese ve memleketimize hayır ve uğur getirmesini umut ediyoruz.
Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle…
Hakikat her şeyi kuşatır.
Ağustos-Eylül 2014
3
KÜNYE
SÜREÇ ANALİZ
“HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR”
TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA
[email protected]
SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ
ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
MURAT SOFUOĞLU
YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad.
No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul
Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN
YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN
ISSN 21-47-6945
YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mehmet Yavuz
BASKI VE CİLT:
Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No: 10/B
Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul
Tel: 0212 512 4745
EDİTÖRLER: Ali Beştaş, Arif Öztürk,
Cemal Taşpınar, Serdar Yeşiltay, Mine Baysan,
Asena Elif Akgül
4
Ağustos-Eylül 2014
15
37
23
58
İÇİNDEKİLER
06
Ferguson ve “Akılsız”
Kitle Üzerine
30
Yasemin Acar
Kapak:
NAKŞİBENDÎ TARİKATI
ORDUSU
Mehmet Yavuz
10 Milli Görüşün Dört
Atlısı
33
Murat Sofuoğlu
Kapak:
IŞİD Ekopolitiği
Rod Nordland ve Alissa Rubin
15
Kapak:
‘’Bahar’’ ile ‘’Kış’’
Arasında
Süreç Analiz Araştırma Ekibi
15
Kapak:
Bir IŞİD Panaroması
Ali Beştaş
19
23
Kapak:
47
ÖZGÜR SURİYE ORDUSU
Mine Baysan
“Yeşil Sermaye”
55 Japon İşi Kalkınma
Arif Öztürk
Kapak:
dosya:
Japon İşi Kalkınma 日本の開発
[email protected]
PYD-YPG’nin Yükselişi
Ortadoğu’nun
Örgüt Haritası
SPOT 2: Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve iktisadi alanda demokratikleşme
yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin tasfiyesi çok kritik bir adımdır. Belirli
Röportaj: Mitsui,
Erol Katırcıoğlu
sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi,
Sumitomo, Yasuda) işbirliği yaparak
siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri ve Zaibatsu olarak adlandırılan
yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin tabana yayılmasını ve çok sayıda yeni
şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır.
Gökhan Övenç
Kapak:
Kapak:
SPOT 1: Kurumsal literatürün en önemli kavramlarının başında devlet yapısı
Röportaj:
Müfidülkeler
Yüksel
&olarak
Ömerzayıf
Behram
Özdemir
gelmektedir. Kurumsalcılara
göre gelişmemiş
genel
devlet yapısına
sahiptir. Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele, birtakım çıkar gruplarının veya elitistlerin
devlet organizasyonundan çıkarılması, liyakata dayalı işe alım süreci, etkin bürokrasi
gibi faktörler güçlü devletin temel göstergelerindendir.
HİZBULLAH
Cemal Taşpınar
28
37
Gökhan Övenç
Japon ekonomisi 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkım yaşadı. Yaklaşık 2 milyon kişi öldü.
Milli gelirinin % 25’ini kaybetti. Toplam sanayi üretimi % 90 azaldı. Savaşın mali yükü aşırı
enflasyon ve ürün kıtlığı şeklinde ortaya çıktı (Otsubo, 2007).
58 Yüzyılın Krizi
Vali Nasr
61 Yatsı oldu, mum sönecek
Gülsünay Uysal
63 A4-ANTRAKT
Şükran Beklim
Kaynak: Japonya Ulusal Veri Merkezi
Ağustos-Eylül 2014
5
Böyle bir yıkıma rağmen Japon ekonomisinin savaş sonrası sergilemiş olduğu iktisadi
Yasemin Acar
perspektif
[email protected]
Ferguson ve
“Akılsız”
Kitle Üzerine
Michael Brown’ın ölümü pek çok silahsız genç siyahın ölümlerinden
yalnızca biridir. Ben bunu yazarken, 9 Ağustos’tan beri, biri
Ferguson’dan yalnızca üç mil uzaklıkta olmak üzere en az üç ölüm daha
rapor edildi. , Bir başka siyah adam olan Trayvon Martin’in “mahalle
huzur polisi” Martin Zimmerman tarafından öldürülmesinden başlayarak
yeni bir medya dalgası “Amerika’da siyah adam olmak nasıl birşeydir?”
sorusuna verilen kafa karıştırıcı cevaplara dikkatleri çekti.
9 Ağustos’ta bir polis Missouri eyaletinin Ferguson
şehrinde Michael Brown isimli silahsız bir gence
ateş etti ve öldürdü. O zamandan beri gencin cinayeti uluslararası bir sansasyon oldu. Gencin ölümü
Ferguson ve St. Louis County’de devam edegelen
protestoları tetiklerken dünyanın değişik noktalarından dayanışma mesajları kendini gösterdi. Bu
protestoların ortaya koyduğu nokta kızgınlık ve öfkenin yalnızca yerel mukimlerin bir tepkisi olmadığını ama barışçıl bir protestoya polis müdahalenin
ne kadar orantısız olduğunu da açıkça gösterdi. Polis müdahalesinde çok açık bir biz onlara karşı dinamiği ortaya çıktı. Biber gazı kullanımı ve son olarak
da gece sokağa çıkma yasaklarının işleme konması
6
Ağustos-Eylül 2014
kızgınlığı daha da arttırdı. Süregelen protestolar
nasıl ve neden sokakta bir kollektif varlığın ortaya
çıktığı ve bu varlığı polis baskısının artmasına rağmen daha da güçlenmesini neyin sağladığı ile ilgili
soruları gündeme getirdi.
Sosyal psikolojideki kollektif hareket literatüründen
faydalanarak Ferguson’daki olayları bir ayaklanma
olarak görmek yerine hadiselerin özel bir takım
psikolojik faktörlerin kendini gösterdiği bilinçli bir
siyasi hareket olarak nasıl görülmesi gerektiğini ve
neden olayların artan polis baskısına rağmen ya da
baskısı yüzünden devam ettiğini açıklamaya çalışacağım.
Ne oldu?
Michael Brown’ın ölümü pek çok silahsız genç siyahın ölümlerinden yalnızca biridir. Ben bunu yazarken, 9 Ağustos’tan beri, biri Ferguson’dan yalnızca
üç mil uzaklıkta olmak üzere en az üç ölüm daha
rapor edildi. 3,4 Bir başka siyah adam olan Trayvon
Martin’in “mahalle huzur polisi” Martin Zimmerman tarafından öldürülmesinden başlayarak yeni
bir medya dalgası “Amerika’da siyah adam olmak
nasıl bir şeydir?” sorusuna verilen kafa karıştırıcı
cevaplara dikkatleri çekti. Eğer elinde bir ice tea
ve omzunda bir Skittles 5 çantası ile evine yürüyen
Trayvon Martin bir tehdit olarak düşünülebiliyorsa
bu durumda herhangi biri6 bu tanıma uyabilir. Dünyanın Martin Zimmermanları dışında polisin gördüğünü vurmaması gerektiğini bildiğine inanıyoruz.
Buna karşın gördüğümüz bu inancın tam karşıtıydı.
Esasında yalnızca geçen ay en az dört silahsız siyah
adam ülkenin değişik noktalarında polis tarafından
vuruldu. 7
Trayvon Martin davasının tersine Michael Brown’ın
vurulmasının ayrıntıları hadisenin Ferguson halkının gözleri önünde olduğunu gösteriyor. Michael
Brown dikkatsizce yürürken durdurulmasının ardın-
dan sokak ortasında vuruldu. O elleri havada teslim
olmaya çalışırken en az altı kez vuruldu.8 Akabinde
Brown, sokak ortasında saatlerce kaldı ve hemen
polis tarafından olay rapor edilmedi. 9 Ölümü görünüşe göre canlı olarak tweet edildi10 ve iki sağlık görevlisi Brown üzerinde hayat kurtarma CPR’nı
denemelerine müsaade edilmesi için polise yalvardılar11; ancak olay mahallindeki polisler bu talebi
reddettiler. Günler sonra Brown’ı vuran polisin isminin Darren Wilson olduğu açıklanırken açıklamaya
Michael Brown’ın vurulmasından az önce 50 dolar
değerinde sigara çaldığı suçlaması bilgisi eşlik etti.
Bunun anlamı esas saldırganın Brown olduğuydu.
Buna karşın polis memuru Wilson Brown’ı durdurduğunda potansiyel hırsızlıktan habersizdi.12
Kitleden siyasi bir güç çıkıyor
Ferguson şehrinin nüfusunun çoğunluğunu Afrikan-Amerikalılar oluşturmasına karşın polis gücü
ve yerel hükümet ezici bir çoğunlukla Beyazlardan
oluşuyor. Irkçılığı anlamak burada ahlaki bir yargının ötesindedir. Irkçılık sistemin içine işlemiş ve
onlarca yıldır var olan siyasi ve ekonomik dengesizliğe yansımıştır. Gizli bu ırkçı düşmanlığın temelleri
Ağustos-Eylül 2014
7
perspektif
Michael Brown’ın ölümüyle kamuoyuna yansıyarak
insanların bazı önemli gerçekleri kavramasına imkan vermiştir. Herhangi biri kolayca Michael Brown
olabilir. Bu toplumdan herhangi biri olabilir. Bu
gerçek hadisenin bütünüyle ve mutlak surette haksız bir hareket olduğu hissiyle birleştiğinde kollektif hareketin başlaması için gerekli olan iki unsur
temin edilmiş olmaktadır.
Üçüncü unsur olan kimlik hissi yalnızca sistematik
adaletsizlik ve St. Louis’deki ırksal güç ayrımcılığı
kaynaklı değildir. Ama aynı zamanda kimin vuran
(gücün salındığı pozisyonu temsil eden polis yetkilisinin beyaz oluşu) ve kimin vurulan (vurulmak
için bir sebep oluşturmayan silahsız genç bir siyah
adam) olduğunun çarpıcı mukayesesi kaynaklıdır.
Daha önceki pek çok örneği gibi bu protestolar
da hisse direnmeleri” mümkün olmaz. Le Bon bireyin rasyonel düşüncesinin “kollektif düşünce” tarafından ele geçirildiğini “topluluktaki bütün şahısların düşünce ve duygularının tekleştiğini ve aynı
istikamete yönlendiğini ve kendi bilinçli şahsiyetlerinin ortadan kalktığını” ifade eder. 14 Bu fikirler
yüzyılı aşkın önce söylense de pek çok kişi için hala
geçerliliğini korumaktadır. Aslında biz hala Ferguson ile ilgili tartışmalarda “kitle” ya da “akılsız kitle” tartışmalarının unsurlarını izleyebiliyoruz.15
Akılsız olmanın ötesinde protesto sahalarından birinde çekilen bir video kalabalığa konuşan protesto
liderlerinin siyasi birlik ihtiyacına vurgu yaptığı ve
ekonomik eşitsizlikleri ortaya koyduklarını göstermektedir.16 Konuşmacılar tecrübe ettikleri sistematik adaletsizliklerin, güç dengesizliklerinin ve daha
fazlası belli bir grubun mevzu bahis gücü elinde
tuttuğunun ve kendilerinin acılarının kaynağı olduğunun farkındalığını ortaya koymaktadırlar. Bu
mükemmelen kollektif hareketin grup üyelerinin
paylaşılan grup üyeliğinin, ortak düşman ya da rakibin ve ayrıca güç mücadelesinin daha geniş bir
sosyal çatışma ile ilişkisinin bilincinde olma şartlarını içermesi gerektiğini ifade eden kollektif hareket literatürü ile de uyumludur. Bir grup için güç
mücadelesi yapmanın gerekli ilk adımları mağduriyet hissine malik olma, ortak bir acının bilincinde
oluş ve dış bir kaynağın işaretidir.17
Polisle çatışma ve artan ajitasyon
da irrasyonel düşüncesiz saldırgan aksiyonlar olarak tanımlandı. Kitle kavramının bir tehlike olarak sunumu yeni değildir. Bu düşünme biçimi en
azından 1800lü yılların sonlarında yaşayan ve kitle
dinamikleri üzerine bugüne kadar yaşamış en etkili
araştırmacılardan biri olan Gustave Le Bon’a kadar
geri getirilebilir. Le Bon kalabalığı üyelerinin bilinç ve aklını aşan ilkel, basit ve korkunç bir olgu
olarak gördü ve bu değerlendirmeyi büyük ölçüde
işçi sınıfını ve özellikle sosyalist düşünceyi anlamsızlaştırma amacı ile yaptı. 13 Le Bon’a göre bireyler
kalabalığın bir parçası oldukları anda kendi kişilik
hislerini bütünüyle kaybediyorlar. Onlar akıllarını
kaybettikleri için “dolaşımdaki herhangi bir fikre ya
8
Ağustos-Eylül 2014
Günler geçtikçe grup içi ve grup dışı kimlikleri artan
bir şekilde görünür oldu. Polisin kamuflaj ve kasklar
içindeki görünümü kadar polisin protestoculara yönelik davranışı da bu durumu açık hale getirmiştir.
Kitle dinamiklerini araştırma tekrar tekrar polis ile
karşılaşmalar temelinde kitle içinde değişikliklerin
olduğunu göstermiştir. Polis bütün protestoculara,
ister barışçıl isterse çatışmacı olsunlar, tehlikeli
ve karşıt olarak muamele etmektedir. Böyle olunca
“ılımlı” protestocular daha güçlü bir şekilde aralarındaki daha “radikal” protestocularla kendilerini
özdeşleştirmekte ve grup davranışları bütüncül bir
tecrübeye dönüşmekte, dayanışma, güçlülük ve polisle çatışma isteği artmaktadır.
Polisin davranışı ayrıca gittikçe daha gayrimeşru
görülmekte ve protestocuların davranışı daha önce
“radikal” olarak görülüp görülmemesine bakılmaksızın artan bir şekilde meşru olarak görülmektedir.
18
Son araştırmalar ayrıca protestocuların güçlü
bir şekilde mevcut meseleyle kendilerini özdeşleştirmeleri ve protesto ederken polisle çatışmaları halinde aynı mesele ile ilgili gelecekteki bir
protestoya katılma isteğinin daha fazla olacağını
gösteriyor. 19 Görüldüğü gibi bütün protestoculara
polisin potansiyel düşman olarak muamele etmesi
süregelen medya takibinde dokunaklı bir şekilde
ortaya çıkmış ve polis ile protestocular arasındaki
hatlar daha da belirginleşmeye devam etmiştir. Polis varlığı kitlenin öfkesini dindirmekten çok daha
da yoğunlaştıracaktır.
Genel olarak şahit olunan şey mağdur olanların
artan ve netleşen bir şekilde sahip oldukları adaletsizlik duygusunun, grup içi ve dışı sınırların
belirginleşmesinin ve dünyadaki diğer protesto-
cularla artan daha büyük bir bağın varlığıdır. Biz
Ferguson’da hem protestocuların birbirleri ile daha
büyük bir hisle dayanışma içine girmelerini hem de
onların topluluklar arasında daha geniş bir “protestocu” kimliği yaratmaya başladıklarını gördük.
Filistinliler Ferguson’daki protestoculara biber gazı
ile ilgili tavsiyeleri tweetlerken Ferguson’daki protestocular da Filistin bayrakları ve karşılıklı desteği
gösteren işaretleri taşımaktadırlar.20
Diğer protestocularla kendini özdeşleştirme hissi
bireyi diğerlerinin kaderi ile ilişkilendirme hissine
müsaade etmektedir. Bu inanç güçlendikçe dayanışma hissinin ortaya çıkması daha muhtemel, adaletsizlik duygusunun hissedilmesi daha kolay ve protesto ve değişime dönük teşebbüsler daha imkan
dahilinde olmaya devam edecektir.
Resimler: www.slate.com, www.baltimoresun,
www.suntimes.com , www.vox.com dan alınmıştır.
KAYNAKÇA
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
http://www.citylab.com/crime/2014/08/two-more-unarmed-young-black-men-have-been-shot-by-police-since-michael-brownsdeath/376092/
http://www.huffingtonpost.com/2014/08/20/kajieme-powell-shooting_n_5696546.html
http://www.citylab.com/crime/2014/08/two-more-unarmed-young-black-men-have-been-shot-by-police-since-michael-brownsdeath/376092/
http://www.huffingtonpost.com/2014/08/20/kajieme-powell-shooting_n_5696546.html
http://www.theguardian.com/world/shortcuts/2013/jul/15/skittles-trayvon-martin-zimmerman-acquittal
Burada kullandığım “herhangi biri” sözü polis şiddetinin odağının siyah toplum üzerine olduğunu anlamadığımızı belirtmiyor. Tersine, Trayvon Martin’in masumiyetini yansıtmayı amaçlıyorum ve herhangi bir masum siyahın tehdit olarak düşünülmeye dönük bir meylin olduğunu
söylemek istiyorum.
http://www.motherjones.com/politics/2014/08/police-shootings-michael-brown-ferguson-black-men
http://www.nytimes.com/2014/08/18/us/michael-brown-autopsy-shows-he-was-shot-at-least-6-times.html
http://www.washingtonpost.com/politics/in-ferguson-three-minutes--and-two-lives-forever-changed/2014/08/16/f28f5bc0-258811e4-8593- da634b334390_story.html
http://www.buzzfeed.com/jimdalrympleii/a-witness-to-the-police-shooting-of-michael-brown-live-tweet
http://www.nytimes.com/2014/08/16/us/ferguson-mo-michael-brown-and-darren-wilson-2-paths-to-a-fatal-encounter.html
http://online.wsj.com/articles/police-name-darren-wilson-as-officer-in-ferguson-missouri-michael-brown-shooting-1408108371
Le Bon, G. (1895, trans. 1947) The Crowd: A Study of the Popular Mind. London: Ernest Benn
Le Bon, G. (1907, trans. 1908) L’évolution des forces. University of Michigan Library.
Yağmalamaya çoğu zaman kalabalığın “dizginlerinden boşandığında” gerçekleştirdiği “akılsız” davranışlardan biri olarak dikkat çekilmektedir. Ayrıca bu davranış çoğu zaman özel nedenselliklerde temellendirilmekte olup bazen kalabalığın normatif davranışı ile bile ilişkilendirilebilir. Her durumda geçici yıkıcı davranış çoğunlukla kollektif hareketin oluşturduğu muazzam yapıcı davranışın odaklanmasından kaçınılma ile
ilişkilendirilmektedir.
https://www.facebook.com/photo.php?v=10152175787231568 ; ayrıca burada da atıf yapılmıştır: https://www.jacobinmag.com/2014/08/
in-defense-of-the-ferguson-riots/
Simon, B. & Klandermans, B. (2001). Towards a social psychological analysis of politicized collective identity: Conceptualization, antecedents, and consequences. American Psychologist 56(4): 319-331.
Reicher, S. (1984). The St Paul’s ‘riot’: An explanation of the limits of crowd action in terms of a social identity model. European Journal of
Social Psychology, 14,1-21.
Acar, Y. G. (2014). “Ben protesto etme hakkıma getirilen kısıtlamayı reddetmek için protesto ediyorum”: Understanding the impact of police
conflict and identity on collective action (Polisle çatışmanın etkisi ve kollektif hareketin kimliğinin anlaşılması). Hazırlık halindeki manuscript.
http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/northamerica/usa/11036190/Palestinians-tweet-tear-gas-advice-to-protesters-in-Ferguson.
html
Ağustos-Eylül 2014
9
Murat Sofuoğlu
DAHİLİYE
[email protected]
Milli Görüşün
Dört Atlısı
Rahmetli Necmettin Erbakan kendi şahsiyetinde
Özal gibi üç önemli özelliği taşıyan liderlerimizden
biriydi. Akademik kimlik, bürokratik tecrübe ve ticari zeka. Belki de bu liderlerin Türkiye tarihinde
çığır açan karizmatik siyasi liderler olabilmeleri bu
hususiyetleri kendi şahsiyetlerinde bir araya getiren imkan ve kabiliyetlere sahip olmalarıydı. Bu
iki liderin bir başka önemli özelliği ise muhafazakar oluşlarıydı. Erbakan Türkiye tarihine damgasını
vurmuş olan Milli Görüş hareketinin kurucusuydu ve
Korkut Özal kardeşi Turgut Özal gibi bu hareketin
içinde kendi siyasi kariyerini başlatmış ve geliştir-
10
Ağustos-Eylül 2014
miş bir politikacıydı. Özal ailesi Erbakan gibi aynı
zamanda Nakşibendi kökenlere ve etkilere sahipti.
Türkiye siyaseti, 1980 darbesi sonrası yıllarda, hem
Milli Görüş hem Nakşi köklere sahip Turgut Özal’ın
kurduğu Anavatan Partisi (ANAP)’nin iktidara gelmesi, keza Milli Görüş kökenli RP’nin ve Risale-i
Nur bağlantılı Nurcu hareketin yükselişi ile yeni bir
evreye girdi. Kendi hareketlerinin içinde olan bir
ailenin çocuğu olarak büyümüş olan ve zamanında
MSP’den milletvekili adayı olmuş olan ve her şeyin
ötesinde Korkut Özal’ın kardeşi olan Turgut Özal’ın
kurduğu partinin kitleselleşebilmesi ve başarılı bir
şekilde iktidara gelebilmesi ve uzun zaman hükümet edebilmesi Nakşi hareket ve Milli Görüş için
büyük bir moral ve motivasyon sağlamıştır. Bütün
bunların darbeci askerlerin gölgesinde gerçekleşebilmesi de Milli Görüşçülere ilm-i siyasetin önemini
bir kez daha ortaya koyuyordu.
dan sonra aldığı her darbe ile daha da siyasileşti ve
daha önemlisi toplumsallaştı.
Esasında Turgut Özal’ın kurduğu parti liberaller, Nakşiler, Milli Görüşçüler ve diğerlerinin bir koalisyonu
görünümündeydi ve Anti-Kemalist İttihatçı bir yapılanma görünümündeki Fethullah Hoca hareketinin
desteğine sahipti. Bu haliyle değerlendirildiğinde
ANAP, tuhaf gözükse de, II. Abdülhamit’ten bu yana
en az İttihatçı etkiye sahip iktidar partisi olma hüviyetini taşıyordu. Kemalist İttihatçılık ise Mesut
Yılmaz genel başkan olana dek partide çok daha zayıftı. Bu durum esasında bir bakıma Türkiye’de gayri
İttihatçılığın yükselişine de kapı açıyordu.
Nakşibendiliğin muazzam networkundan faydalanan Milli Görüş üstelik Erbakan Hoca ve Turgut
Özal’dan başka liderler çıkartabilecek bir potansiyeli de bünyesinde taşıyordu. Bu yeni dalga eski
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında karakterize oldu. Erdoğan
2000’lerin başında hem ANAP’ın hitap ettiği kitleye
açılım yapabilecek genişliğe, hem Erbakan Hoca’nın
etkisini minimize edebilecek karizmaya ve hem de
Kemalist İttihatçı hegemonya ile mücadele edebilecek siyasal sabra, dayanıklılığa, azme ve zekaya
sahipti. Ancak her şeyin ötesinde Erbakan Hoca’ya
karşı bayrak açmanın sonucu olarak kurduğu partide Milli Görüş hareketinin kritik isimlerini bir araya
getirebilen birleştirici özelliklere sahipti.
Daha sonraki süreçte ANAP Kemalist İttihatçılığa
yaklaştıkça bu Milli Görüş’ün ana partisi olan RP’yi
hem güçlendirdi hem halka açtı. Bu menzilden sonra Milli Görüş (ve Nakşi) hareketi için kitleselleşme
yolu açıldı. Gayri İttihatçı “Mücadele Birliği” hareketinin siyasi ürünü olan IDP (Islahatçı Demokrasi
Partisi)’nin büyük çabalarıyla gerçekleşen “Kutsal
İttifak” (1991) ile aradığı ivmeyi bulan RP iktidar
yürüyüşünü başlattı. Ancak Kemalist İttihatçılığın
bu yürüyüşe bigane kalması mümkün değildi ve
RP’nin güçlü koalisyon ortağı olduğu hükümet 1997
yılında tarihe 28 Şubat post-modern darbesi olarak
geçen darbe ile yıkıldı. Kemalist İttihatçı bir koalisyon hükümeti devraldı. Fakat bu süreç çok uzun
sürmeyecekti. Milli Görüş (ve Nakşi) hareket bun-
Erdoğan bütün bunlar kadar önemli bir başka şeye
daha sahipti: Abdullah Gül. Gül, Erbakan Hoca ve
Özal gibi üç özelliği şahsında birleştiriyordu. Akademik kimlik, bürokratik tecrübe ve ticari zeka. Ancak bu özelliklerinin ötesinde Gül başka nevi şahsına münhasır bir hususiyete sahipti. Birinci adam
olduğunda ikinci adamlık yapabilme ve birinci
adamın yokluğunda da birinci adamı arattırmadan
onun yerine geçip birinci adamlık yapabilme. Bu
özellikler her iki liderin içinde yetiştiği ve büyüdüğü Milli Görüş hareketinin şefine karşı yapılacak
bir huruç harekatında ve başka siyasi rakipler, krizler ve komplolar karşısında her iki lidere manevralar
yapmak ve yeni kanallar açmak bakımından –birbirlerine güvendikleri sürece- büyük imkanlar veriyor-
Ağustos-Eylül 2014
11
SİYASET
du. Nitekim iki lider bu özellikleri oldukça ustaca,
yerinde, zamanında ve birlikte kullanmasını bildiler.
Tabiri caizse oldukça iyi bir takım oyunu oynadılar.
Önce parti içi mücadelede birlikte hareket ettiler. Erbakan Hoca’ya karşı RP sonrası kurulan Fazilet Partisi’nde Abdullah Gül “yasaklı” Erdoğan’ın
yoğun desteği altında Hoca’nın aksakallılarından
Recai Kutan’a karşı bayrak açtı. Seçim göğüs göğüse geçti. Sonuçlar (633-521) “yenilikçi” kanat
olarak bilinen Erdoğan-Gül kliğinin partiyi olmasa
da Milli Görüş tabanını ele geçirebileceğini gösterdi. Ve öyle de oldu. 14 Ağustos 2001’de ikilinin
başını çektiği Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)
kuruldu. Parti tek başına Kasım 2002 seçimlerini
müteakip iktidara geldi. Gene Erdoğan AK Parti
genel başkanı olmasına karşın yasaklı olduğu için
hükümeti kurma görevi Gül’e verildi ve Gül 58. hükümetin başbakanı oldu. Ancak Erdoğan’ın yasağı
kalkar kalkmaz yapılan Siirt seçimlerini müteakip
11 Mart 2003’te Gül hükümetinin istifasını verdi ve
Erdoğan’a başbakanlık yolunu açtı. Kritik bir anda
ikili tam bir takım oyunu oynayarak kilitli kapıları
açmasını ve siyasi krizi aşmasını bilmişti.
İşbirliği devam etti. Erdoğan’ın başkanlığındaki
yeni hükümette Gül dışişleri bakanı oldu. Ancak
Fethullah Hoca Hareketi tarafından güçlü bir şekilde desteklenen bu düzen 2007 cumhurbaşkanlığı
seçimleri öncesi 27 Nisan’da Kemalist İttihatçılığın yeni bir taarruzuna uğradı. Kendisini Ergenekon
diye tanımladığı iddia edilen bu Kemalist İttihatçı
kanat 28 Şubat post-modern darbesinden sonra bu
sefer de yayınladıkları e-muhtıra ile darbe kültürü-
12
Ağustos-Eylül 2014
ne yeni bir katkı yaptılar. Ancak bu defa hem gayri
İttihatçı Milli Görüş hareketi hem de müttefiki konumundaki anti-Kemalist İttihatçılık olarak nitelendirilebilecek Fethullah Hoca Hareketi bu duruma
daha hazırlıklıydılar. Ortaklaşa yürütülen mücadele sonunda 27 Nisan taarruzu püskürtüldüğü gibi
muhtıracı olduğu iddia edilen yapıya karşı daha
sonra bir bakıma yılan hikayesine dönecek olan Ergenekon operasyonları başlatıldı.
Bu süreçte yaşanan tüm kafa karıştırıcı hadiselere
karşın Erdoğan-Gül ittifakının istikametinde bir şaşma olmadığına bir kez daha şahit olundu. Bu sefer
Erdoğan Gül’e Cumhurbaşkanlığı makamının kapılarını açtı. İki sene önce kaleme alınan “27 Nisan
ve Başkanlık Sistemi” başlıklı yazımızda bu ittifakın
girdiği yeni dönemi şöyle açıklamaya çalışmıştık:
“Atatürkçü bir karargah olarak düşünülen Cumhurbaşkanlığı makamına Atatürkçülüğü şüpheli Milli
Görüşçü birinin geçmesi Kemalistler için hayali kabil olmayan bir durumdu. 27 Nisan muhtırası sanki “gerici” II. Abdülhamit’in gölgesini taşıyan bir
zihniyetin temsilcisi bir vekile Cumhurbaşkanlığı
yolunu kapatmak için yapıldı. Nihayet bir ölçüde
bu teşebbüs başarıya ulaştı. Anayasa Mahkemesi
CHP’nin yaptığı itiraz başvurusunu ünlü 367 kararını vererek kabul etti. Ancak e-muhtıraya olduğu
gibi bu karara da zamanın Erdoğan hükümeti pabuç
bırakmadı. Başbakan Erdoğan seçimlere gitmeye
karar verdi ve muazzam bir başarıyla da Meclis’e üstelik Cumhurbaşkanı’nı seçebilecek meşruiyete ve
kuvvete sahip bir AK Parti grubu ile geri döndü.
Erdoğan’ın bu Meclisteki ilk icraatlarından biri,
Cumhurbaşkanlığı e-muhtıra ve bilumum yollarla
engellenmeye çalışılan Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmaktı. Temmuz 2007 seçimlerinden AK
Parti’nin zaferle çıkmasının önemli nedenlerinden
birinin Gül’ün engellenmeye çalışılmasına halkın
verdiği tepki olduğu da çok konuşuldu. Ancak iş
bu noktada AK Parti yönetimi Cumhurbaşkanlığı makamının gelecek misyonu bakımından daha
önemli bir adım attı. Cumhurbaşkanını 5 yılda bir
halkın seçmesi esasını getiren bir anayasa değişikliğini Meclis’te gerçekleştirdi. Bu değişiklik gene
e-muhtıra sürecinden kalan direnişi sürdüren Kemalist Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP
tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülecektir ki
bu noktada Temmuz 2007 seçimleri kararı gibi, AK
Parti etkili bir strateji ile referanduma başvuracak
ve %68 gibi güçlü bir destekle bu değişiklik için de
yeterli onayı alacaktır.
27 Nisan e-muhtırası ile başlayan ve 21 Ekim anayasa değişikliği referandumuna kadar geçen süreç
Türkiye tarihinin esasında askeri vesayet düzeninden sivil yönetime geçişini belli bir ölçüde temsil
ettiği önemli bir devresine işaret ettiği kadar ve
belki en az bunun kadar önemli olan Cumhurbaşkanlığı makamının halk tarafından seçilmesi esasının da bu süreç sonunda benimsenmesidir. Bu gelişme günümüz ‘Başkanlık Sistemi’ tartışmaları için
de rehberlik yapabilecek özellikler taşımaktadır.”
Gerçekten 27 Nisan sonrası süreçten de yara almadan
çıkan Erdoğan-Gül hattı AK Parti’nin 2011 Haziran
seçimleri zaferi sonrası volümü artan ‘Başkanlık Sistemi’ tartışmaları ile ciddi bir testten geçmeye başladı. Türkiye bu süreçte “yeni” bir anayasada anlaşamadığı gibi ‘Başkanlık Sistemi’ne de geçebilecek koşullara sahip değildi. Halk tarafından seçilecek daha
güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanlığı makamının eşlik
edeceği bir bakıma “yarı-başkanlık” rejimine ise son
10 Ağustos seçimleri ile fiilen geçmiş olduk.
Burada Erdoğan-Gül işbirliğinin yaşadığımız sü-
reç içindeki son evresine girdik. Gül 12 yıl önce
başbakanlık makamı için yaptığı gibi Erdoğan’a bu
sefer cumhurbaşkanlığı makamı yolunu açtı. Ancak
bunun karşılığı olarak bu defa Erdoğan Gül’e kendi aralarındaki hukukun ve işbirliği sürecinin hak
ettirdiğini düşündürdüğü başbakanlık makamı yolunu açmadı. 14 yıllık işbirliği fiilen sona ermişti.
AK Parti kurulduğundan beri birbirlerinin sigortası
konumunda olan bu Milli Görüş’ün iki atlısının yolları ayrılmış gibi gözüküyordu. Benzer problemi Milli
Görüş’ün diğer iki atlısı Erbakan Hoca ile Özal’da zamanında yaşamıştı. Bu ayrılığın ANAP’ın oluşmasına
ne kadar katkı yaptığını bilmemiz mümkün değil.
Kendi şeyhi Kotku ve dava arkadaşı Özal ile yollarını ayıran Erbakan’ın böyle yaparak parti ve hareket
içindeki sigortasını da yitirmiş olup olmadığını ve
arkadan gelen yeni genç atlılara karşı kendini savunmasız duruma düşürüp düşürmediğini de keza
bilmiyoruz. Şimdi de rahmetli Erbakan Hoca’nın
tedrisatından geçen tecrübeli öğrencisi usta
Erdoğan’ın testi başlıyor. Parti ve hareket içindeki
yegane sigortasını kendi yerine geçirmeme kararı
vererek iptal etmiş durumda.
Soru şu: Erdoğan’ın bundan sonra sigortası ne olacak?
Ağustos-Eylül 2014
13
14
Ağustos-Eylül 2014
‘’Bahar’’ ile ‘’Kış’’
Arasında
İnsanlık tarihi ‘’ilerleme’’nin tarihi olduğu kadar savaşların da tarihidir. İnsanlık tarihi boyunca birçok
savaş yaşanmış bazıları küçük etkiler yaratmışken
bazıları küresel boyutta etkiler yaratmıştır. I. Dünya
Savaşı isminden de anlaşılabileceği gibi küresel boyutta nitelendirilebilecek bir savaş olup; dönemin
güçlü ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Rusya (İtilaf
Devletleri) gibi ülkelerin, diğer hakim kuvvetler
olan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
ve Osmanlı İmparatorluğu’yla (İttifak Devletleri)
savaşmıştır. Sonuçta İttifak Devletleri mağlup olmuş ve yeni bir dünya haritası oluşmuştur.
I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’nın bilim ve teknikteki ilerleyişini yakalayamayan Osmanlı Devleti giderek zayıflamış, modernizasyon çabaları bürokrasiyle sınırlı kalıp taklitçiliğin ötesine gidememiş ve
çöküşü durduramamıştır. Avrupa’nın ‘’Hasta Adam’’
olarak nitelendirdiği Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bulundurduğu topraklar -özellikle Ortadoğu’da
yer alanlar- konumu ve sahip olduğu zenginlikler
dolayısıyla güç sahibi ülkelerin dikkatini çekmiştir.
I. Dünya Savaşı öncesi gizli anlaşmalarla kendi aralarında Osmanlı’nın elinde bulunan toprakları paylaşmaya başlayan devletler, savaşı kazanmalarının
ardından bu planlarını devreye sokmuşlardır.
Bu gizli anlaşmalardan en bilineni Sykes-Picot anlaşması olup, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Filistin ve Ürdün’ün bulunduğu coğrafya bu plana göre
Fransa ile İngiltere arasında paylaştırılmıştı. Bu
KAPAK: ORTADOĞU
Süreç Analiz Araştırma Ekibi
devletler bölgeyi manda rejimleri ile yönetmiş ve
ülkelerin geleceklerini çok düşünmeden, muhtemel
çatışma alanları yaratacak koşulları (sınırlar, azınlıklar, aşiretler, vs) oluşturduktan sonra bölgenin
aktif siyasetinden çekilmişlerdir. Bu devletlerin bıraktığı ‘’çatışma’’ mirası Suriye’de ve Irak’ta kurulan
devletlerin istikrarlı ve görece demokratik ülkeler
olmasının önünde engel teşkil etmiştir.
Emperyal yönetimlerin ardından gelen ve bir bakıma onların kurduğu statükoyu sürdürmeye çalışan
Baasçılık olarak adlandırılan yönetimlerin diktatörlüklere dönüşmesi ve demokratik yapılar kurmaktaki başarısızlığı bölgede küresel konjoktörün
güçlendirdiği devlet-dışı siyasi-militarist aktörlerin
ve ayrılıkçı grupların Arap Baharı süreciyle birlikte
faaliyetlerine hız vermiş ve ülkelerindeki liderlere
karşı ayaklanmalara yol açmıştır. Süreçle birlikte
her örgüt kendilerini belirli bir grubun kimlik savunucusu/koruyucusu (IŞİD-Sünnilik, YPG-Kürtlük,
Hizbullah-Şiilik gibi) ilan etmiş ve olayın boyutu
örgütler, dolayısıyla da tarihi kimlikler arası mücadeleye dönmüştür.
Bölgede hâl böyleyken, komşu ülke Türkiye’nin vatandaşları olarak olayları yakinen takip etmek ve
derinlemesine inceleyebilmek için buralarda aktif
olan örgütleri, kökenlerini ve amaçlarını anlamanın
ve anlatmanın yararlı olacağını düşünerek bu dosyayı hazırlamış bulunuyoruz.
Ağustos-Eylül 2014
15
Ali Beştaş
KAPAK: ORTADOĞU
[email protected]
Bir IŞİD Panaroması
Örgütün bugünkü yapısı 2013 yılında kesinleşen gurup bünyesinde birçok
ülkeden militanı barındırıyor. Hatta örgütün açıklamasına göre Avrupa’nın
birçok büyük ülkesinden katılım olduğu iddia ediliyor. Örgütün diğer
örgütlerden farkı gerilla savaş taktiği ile değil genel itibari ile intihar
bombası eylemleri ve alan savunması ile savaşmasıdır. Bir diğer önemli
nokta ise örgütün ele geçirdiği yerleri devlet mantığıyla yönetmesidir.
Emirlikler kuruyor, vergi topluyor, denetim ve ticaret yapıyor…
Irak Şam İslam Devleti örgütü kuruluşundan beri pek
çok kez isim değiştiren, ilhamlarını 622’de Medine’de
kurulan İslam Devleti’nden aldıklarını söyleyen ve tamamen İslami referanslar ile hareket ettiğini iddia
eden İslami bir cihad gurubudur. İlk kurulduğu yıllarda “Cemaat el-Tevhid vel-Cihad” ismini kullanan
IŞİD daha sonra 2004 yılından itibaren Tanzim Kāidāt
el-Cihād fî Bilâd el-Rafidayn ismini kullandılar. 2006
Ocak ayında Mücahidîn Şûrâ Konseyi, Ekim 2006’da
da “Irak İslâm Devleti” ismini kullanan örgüt son
olarak Irak Şam İslam Devleti örgütü ismini kullandılar. Ancak Temmuz ayından itibaren Ebu Bekir
el-Bağdadi’nin Halife ilan edilmesi ile “İslam Devleti” ismi kullanılmaya başlandı. 17 Ekim 2004’te
El-Kaide’ye bağlılığını ilan etti. Irak’ın dışından gelen
yabancı savaşçılar örgüt ağının genişlemesinde büyük rol oynadı. Örgütün bilinen ilk lideri Bin Ladin’le
birlikte Afganistan’da bulunmuş Ürdün uyruklu Ebu
Musab Zerkavi’dir. Zerkavi’nin 2006 yılında tasfiyesi
sonrasında sırasıyla Ebu Eyüp Masri, Ömer el- Rashid
Bağdadi liderlik yaptı. Bu isimler de öldürüldü. 2010
yılından günümüze Iraklı Ebu Bekir Bağdadi örgütün
liderliğini sürdürüyor.
16
Ağustos-Eylül 2014
İlk olarak Cema’at el-Tevhid vel-Cihad adını kullanan
örgüt Ebu Musab Zerkāvî tarafından kuruldu. Örgüt
tabanında birçok farklı kimlikten ve devletten insan
barındırıyor. Zerkavi aslen Ürdünlü ve bir selefidir.
Sovyetlerin Irak’ı işgali ile Afganistan’a giden Zerkavi daha sonra Sovyetlerin çekilmesi ile ülkesine geri
döndü. Başlangıçta temel amacı Ürdün Krallığı’nın
Müslüman olmadığı gerekçesiyle yıkmak olan Zerkavi daha sonra ABD’nin Afganistan’ı işgale başlaması
üzerine Irak’a gitti. Irak’ta ayağından yaralandığı için
tıbbi bir destek gören ve tedavi olan Zerkavi burada
çeşitli örgütlerle ilişki ağını genişletti.
Cema’at el-Tevhid vel-Cihad Gurubunun temel amacı
Irak’ta bir İslam devleti kurmaktı. Bu gurubu diğer
guruplardan ayıran en önemli özellik klasik gerilla
savaşı yerine intihar bombası gibi eylemler yapmak
idi. Taktik yöntem ve amaçlarının tamamen Sünnet
ve Kur’an kaynaklı olduğunu söyleyen gurup bunları
temel prensip haline getirdiklerini iddia etmişlerdir.
Ocak 2006’da Irak El-Kaidesi Irak’ta savaşmakta
olan Sünnî grupları bir çatı altında toplamak için
Mücahidîn Şûrâ Konseyi adı altında şemsiye bir organizasyon kurdu. Sivillere karşı acımasız şiddet uygu-
lamalarından ve radikal İslâmî doktrinlerinden dolayı
Iraklı Sünnî milliyetçilerin ve seküler grupların bu
şemsiye organizasyona katılımı zayıf kaldı. Bu sebeplerden ötürü bu çaba başarısızlıkla sonuçlandı.
Irak El-Kaidesi saldırılarını ve eylemlerini Ekim
2006’ya kadar Mücahidîn Şûrâ Konseyi adı altında yaptı. Ancak Ebu Eyüp el Masrî’nin Irak İslâm
Devleti’ni ilan etmesiyle bu son bulmuş oldu. Bu tarihten itibaren örgüt eylemlerini Irak İslâm Devleti
adı altında yapmaya başladı.
IŞİD, Selefi tekfiri çizgiye tabi olmayan herkesi ortadan kaldırmaya temellenmiş İslami fanatizmin bir
örneğidir. Örgüt varlığını Şii-Alevi-Hıristiyan düşmanlığına indirgeyerek ilerliyor.
Bağdadi örgütü Zevahiri’nin emir komuta zincirinden
çıkarmak suretiyle kendisini El-Kaide yapısından öte
bir devlet olarak tanımlıyor. El Kaide Emiri Şeyh Eymen Ez Zevahiri açık bir şekilde Nusra Cephesi’nin
El-Kaide’nin Suriye’deki kolu olduğunu ilan etmiş ve
IŞİD’in Irak’ta kalması gerektiğini yazılı ve sözlü bir
şekilde duyurmuştur. Şeyh Ebubekir El Bağdadi ise
buna çok sert bir şekilde cevap vererek hiçbir gücün
kendilerini Suriye’ye gitmekten alıkoyamayacağını
söylemiş; hatta Zevahiri’yi Sykes-Picot’nun ürettiği
kolonyal sınırlara riayet etmekle suçlamıştır.
Zevahiri’nin bu açıklamalrına rağmen Suriye’ye giren
IŞİD ülkede ciddi bir taban oluşturmuştur ve Nusra Cephesi’nden birçok kişi El-Bağdadi’nin çağrısına
yanıt verip IŞİD saflarına geçmiştir. Böylece Nusra
Cephesi ve IŞİD arasında ciddi manada bir gerginlik
ortaya çıkmıştır. Zaten ismi önce Irak İslam Devleti
olan örgüt, El Nusra’yı arka plana itip tabanını oluşturunca adını Irak Şam İslam Devleti olarak değiştirmiştir.
Örgütün bugünkü yapısı 2013 yılında kesinleşen gurup bünyesinde birçok ülkeden militanı barındırıyor.
Hatta örgütün açıklamasına göre Avrupa’nın birçok
büyük ülkesinden katılım olduğu iddia ediliyor. Örgütün diğer örgütlerden farkı gerilla savaş taktiği
ile değil genel itibari ile intihar bombası eylemleri
ve alan savunması ile savaşmasıdır. Bir diğer önemli
nokta ise örgütün ele geçirdiği yerleri devlet mantığıyla yönetmesidir. Emirlikler kuruyor, vergi topluyor,
denetim ve ticaret yapıyor…
Örgüt başta Irak, Suriye ve Ürdün olmak üzere Ortadoğu’daki bir çok ülkede şeriat yönetimi ile devlet
kurmak istiyor. ABD 2010 yılında Ebu Ömer el Bağdadi ve Ebu Hamza el Muhacir’e operasyon düzenledi
ve operasyonda her iki lider de öldürüldü. Daha sonra
örgütün başına Ebubekir el Bağdadi geçti.
Tarihler Şubat 2013’ü gösterince El Kaide Suriye’deki IŞID örgütünü tanımadığını ilan etti. Ve El Kaide
Suriye’deki temsilcisinin El Nusra olduğunu açıkladı.
Ve böylece Nusra Cephesi ve IŞİD arasında bir çok
bölgede çatışmalar yaşandı. Ve IŞID Nusra kontrolündeki bir kenti ele geçirerek üstünlük sağladı. IŞID
Suriye’de başta petrol zengini Rakka kenti başta olmak üzere birçok kentin kontrolünü sağlıyor. Irak’ta
ise Musul kentini ele geçiren örgüt Felluce’yi de kontrol altına alarak ilerleyişini sürdürüyor. Bir önemli iddia da IŞID ‘in Esad rejimi ile işbirliği yaptığı iddiasıdır.
10 Haziran 2014’te IŞİD, Irak’ın ikinci büyük kenti
Musul’da ve Musul’un başkenti olduğu Ninova vilayetinde kontrolü tamamen ele geçirerek Türkiye’nin
Musul başkonsolosluğunu basarak 49 personel ve ailelerini rehin aldı. Ayrıca 28 Türk kökenli tır şoförünü
de rehin alan örgüt Türkiye ve dünyanın gündemine
oturdu. Kaynaklar Musul’un işgalinden sonra örgütün
eline tahmini olarak dört yüz milyon dolar kadar mühimmat geçtiğini söylüyorlar. Bu tarihten sadece bir
gün sonra IŞİD 11 Haziran günü Musul’un güneybatısındaki eski “Kayara Havva Üssünü” ele geçirdi.
Yine 11 Haziran günü Tikrit’in kuzeyindeki Beyci bölgesinde bir polis merkezini ateşe veren örgüt ülkenin
en büyük petrol rafinerisini ele geçirdi ve daha sonra
Tikrit’in kontrolünü de sağladı. IŞİD Şurkat ve Ed Dur
kentlerini de ele geçirdikten sonra böylece Selahad-
Ağustos-Eylül 2014
17
din eyaletinin büyük bir kısmını ele geçirmiş oldu.
İrili ufaklı birçok köy, belde ve bölgeyi kısa sürede ele
geçiren örgüt hızla Kerkük’e yöneldi. IŞİD’in Kerkük’e
yöneldiğini anlayan Peşmerge Kerkük’ün kontrolünü
ele geçirdi. Çatışmalarda yaklaşık 10 peşmerge öldü.
16 Haziran’da ise IŞİD, Musul’a bağlı Telafer ilçesini
ele geçirdi. Ve bu saldırıdan sonra Türkmen cephesinden çok sayıda kişi bölgeyi terk etti. IŞİD’in bu
hızlı ilerleyişinden sonra yeni operasyonlar düzenleyen Irak Ordusu Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan
Beyci’deki petrol rafinerisini tekrar ele geçirdiler.
20 Haziran’da ABD dışişleri sözcüsü Jen Psaki başkent
Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Mussena bölgesindeki
bir kimyasal silah fabrikasının IŞİD’in eline geçtiğini
açıkladı. Ancak bakanlık sözcüsü bu fabrikanın kullanışsız olduğunu ve tehlike yaratmayacağını açıklamalarını yaptı. Ve Ürdün veri ve enformasyon bakanı
Muhammed Mevmeni Irak ve Ürdün sınırında IŞİD
tarafında sıkıntılar çıktığı açıklamalarında bulundu.
Türkiye dahil olmak üzere bir çok ülkenin terör örgütü listesinde bulunan IŞİD küresel bir iddia ile yola
çıkıyor. ABD başkanı Obama’nın operasyon talimatıyla IŞİD’e hava saldırılarından sonra IŞİD lideri El
Bağdadi ABD’ye tehdit unsuru içerecek açıklamalar
yaparak iddialarını genişletti. Suriye’nin sınır kenti
Rabia’dan Şengal’e ve Kerkük’ten Celawla’ya bir çok
yerde IŞİD ve Kürtler arasında kadar birçok cephede
şiddetli çatışmalar yaşanması ile Peşmergeler bazı
önemli cephelerden geri çekildi. Bu durum IŞİD’in
ilerlemesini sağladı. Hatta Mahmur bölgesi Peşmergelerin geri çekilmesi ile IŞİD’in eline geçti ve bölge insanı bölgeyi terk etti. Bu saldırılardan sonra
panik yaşayan Erbil halkı her ihtimali göz önünde
bulundurmak adına, benzin istasyonlarında kuyruk
oluşturdular. Bu durumu gören Barzani halka sukünet çağrısında bulundu. Musul Barajını da ele geçiren
IŞİD Şengal’daki halkı nasıl katledildiklerini gösteren
görüntülerin basına sızması ile uluslar arası arenda
büyük bir yankı uyandı. Bu gelişmeler üzerine başta
ABD olmak üzere İngiltere, Fransa gibi birçok devlet
Kürtlere destek vereceklerini açıklamaları üzerine,
özellikle ABD’nin hava saldırılarının etkisi ile Kürtler
bu bölgeleri geri almayı başardı. Ve son gelen açıklamalara göre de Musul barajı tekrar peşmergelerin
eline geçmiş oldu. PKK ve YPG’nin desteği ve ABD’nin
hava desteği ile peşmerge kaybettiği birçok bölgeyi
yeniden kontrol altına almaya başladı. IŞİD’in bu faaliyetlerinden sonra Irak ve Suriye sınırlarına daha
fazla askeri güç yığan Türkiye ise bu konuda uluslararası görüşmeler yapmaktadır.
Bir örgütten çok, devlet mantığıyla hareket eden
IŞİD açıklamalarını farklı dillerde yapıyor, kontrolünü ele geçirdiği yerlere emirler(bakan) atıyor ve
bu doğrultuda uygulamalarda bulunuyor. Kendi doğrultusunda bulunmayan bütün kimlikleri, dinleri ret
eden örgüt, diğer bütün faktörleri yok etme üzerine
kurgulanmıştır. Son olarak örgütün bu hızlı ilerleyişi
Orta Doğu’da birçok dengeyi alt üst edecekmiş gibi
görünüyor. Her gün yeni gelişmelerin, yeni çatışmaların duyulduğu bölgede uluslararası arenadan ciddi
manada bir kınama gelse de bu ilerleyişin birçok olaya gebe olduğu da açıktır.
KAYNAKÇA
http://theweek.com/speedreads/index/263125/speedreads-after-stealing-425-million-isis-is-being-called-the-worlds-richest-terrorist-group
http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/iraq/10899995/ISIS-half-a-billion-dollar-bank-heist-makes-it-worlds-richest-terrorgroup.html
http://www.ctvnews.ca/world/how-isis-became-the-richest-terrorist-group-in-the-world-1.1872634
kaynak: http://www.amerikaninsesi.com/content/turk-rehinelerin-durumu-hala-belirsizligini-koruyor/2422620.html
http://news.yahoo.com/iraqi-kidnappers-set-release-turkish-hostages-112203521.html
http://www.ankarahaber.com/haber/D%C4%B1sisleri-Musul-daki-rehinelerin-son-durumunu-ac%C4%B1klad%C4%B1/161410
18
Ağustos-Eylül 2014
Arif Öztürk
HİZBULLAH
Örgüt resmi olarak 1985
yılında Şii inanışlı siyasi bir
parti olarak ortaya çıkmıştır.
Hem siyasi hem de silahlı
kanadı olan örgütün temel
amacı İsrail’i dolayısı ile
Batı emperyalizmini Lübnan
topraklarından uzak tutmak
ve Lübnan da bir İslam devleti
kurmaktır.
Hizbullah, Mücadele suresinde Eshab-ı kiram için
kullanılmış çok önemli bir tabirdir. Maide suresindeyse, Allah’ı, Resulünü ve müminleri dost edinenler için kullanılmıştır. İkisi de aynı anlamdadır. Allah dostu, Allah taraftarı, Allah’ın fırkası, Allah’ın
dinine yardım edenler, Allah için çalışanlar gibi
anlamlara gelir. Etimolojik olarak Hizbullah, “Hizb”
ve “Allah” kelimelerinden türetilmiştir ve Kuran’da
hizbuşşeytan (şeytanın taraftarları) kelimesinin
zıddı olarak geçer.
Suriye ve İran ile bölgesel ve düşünsel ortaklıkları olan Hizbullah 22 ayrı mezhebin bulunduğu
Lübnan’da 1982 yılında yapılanmaya başlamıştır.
Ancak; örgüt resmi olarak 1985 yılında Şii inanışlı
KAPAK: ORTADOĞU
[email protected]
siyasi bir parti olarak ortaya çıkmıştır. Hem siyasi hem de silahlı kanadı olan örgütün temel amacı İsrail’i dolayısı ile Batı emperyalizmini Lübnan
topraklarından uzak tutmak ve Lübnan da bir İslam
devleti kurmaktır. Hizbullah bu sebeple İsrail’e ve
batılı ülkelere ait hedeflere saldırılarda bulunmuş
ve bu saldırılar sonucu pek çok asker ve sivil hayatını kaybetmiştir.
Hizbullah, her ne kadar Lübnanlı bir parti ve çalışmalarını Lübnan’da gerçekleştiriyor olsa da, ismi
İran’dan çıkmıştır. Hizbullah isminin fikir babası
Molla Muhammed Gaffari’dir. Molla Gaffari, Şah rejimine karşı çıkmış ve hapishanede işkence edilerek
öldürülmüştür. Hapishanede yazdığı mektuplarda
“tek parti vardır, o da Allah’ın partisidir” ifadesi
üzerinde devamlı durmuş ve bu çerçevede batı tipi
rejimleri reddetmiştir. İşkence ile öldürüldüğü duyulunca adı efsaneye dönüşen Gaffari’nin sarf ettiği “tek parti vardır, o da Allah’ın partisidir” sözü,
Şah rejimine karşı yürütülen propagandanın ortak
sloganı haline gelmiştir. Gaffari’ye göre Hizbullah,
alışılagelmiş partilerden değildir; aslında o bir parti
bile değildir. O’na göre Hizbullah bir halk hareketi;
cihat yolunda yürüyenlerin gönül birliğidir. Gaffari,
Allah’ın Partisi’nde hiyerarşik bir yapı öngörmemiş;
kararların, İslamiyet’in ilk yıllarında olduğu gibi,
“şura” sistemi ile alınması gerektiğine işaret etmişAğustos-Eylül 2014
19
tir. Gaffari’ye göre Hizbullah, hiyerarşik bir yapı ve
resmi bir parti olmadığı için ruh gibidir. Kimin Hizbullahçı olduğu asla bilinememektedir.*
Hizbullah’ı ortaya çıkaran çeşitli etkenler var olmakla beraber, örgüte gerek fikri gerekse olgusal alt
yapıyı İran sağlamıştır. İran’daki Şah rejimine karşı
harekete geçen devrimci guruplar bu oluşumun ana
etkenlerinden biri olmuştur. İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları ise örgütün cihadi bir misyon yüklenmesine sebep olmuştur. İran gibi Şii karaktere
sahip olan Hizbullah, 1979 İran devrimi sonrasında
İran tarafından desteklenmiş ve Irak ve Suriye gibi
Şii nüfusunun fazla olduğu bölgelerde etkin bir rol
oynamaya başlamıştır. Bu durumun ana sebeplerinden biri ise İran’ın İslam dünyası üzerinde etkin bir
rol oynama arzusudur.
Yukarıda bahsedilen bölgesel dinamiklerin öneminin yanı sıra, 1946’da bağımsızlığını kazanan
Lübnan’da Fransa’nın sömürge döneminden kalan
etkinliğinin değişmemiş olması ve ülke nüfusunun
büyük çoğunluğunu oluşturan Şii nüfusun ülkede
refah seviyesi en düşük topluluk oluşu Hizbullah
gibi bir örgütün oluşmasını ve kısa sürede geniş
kitlelerce benimsenmesini kaçınılmaz kılmıştır.
1978’de Libya gezisi sırasında ortadan kaybolan
Musa Sadr’ın 1974’te kurduğu “Şii Emel Örgütü”
20
Ağustos-Eylül 2014
daha önceleri sosyal ve ekonomik durumlarından
ötürü sosyalist-komünist guruplara ilgi gösteren
Şiilerde örgütlenmenin ilk adımını oluşturmuştur ve
Şiileri İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarıyla beraber daha radikal bir çizgiye itmiştir. Bütün bunlara
olarak Hıristiyan ahalisinin sosyal ve politik ayrıcalıklarının oluşu bölgedeki hedef sayısını birden
ikiye yükseltmiştir.
Hizbullah’ın ruhani lideri olmadığını her fırsatta
belirtse de, Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadallah
her zaman Hizbullah tarafından çizgisi takip edilen
bir kişi olmuş ve kendisine derin saygı duyulmuştur.
Fadallah Hz. Muhammed dönemindeki yapıya işaret
etmiş, karar alma mekanizması içerisine herkesin
davet edilmesi gerektiğini belirtmiş ve böylece halkın alınan kararlara riayet edeceğinin altını çizmiştir. Fadallah; camilerin önceden olduğu gibi ibadet
merkezleri olmalarının yanında siyasi ve cihadi faaliyetlerin yürütüldüğü merkezler haline getirilmeleri üzerinde durmuştur. Hiç kuşkusuz Hizbullah’ın
kısa sürede halk tabanına inebilmesinin temelinde
Fadallah’ın bu modelini nispeten uygulamayı başarmış olması yatmaktadır.
Kuruluş yıllarında daha çok cemaat şeklinde örgütlenen Hizbullah, 1989’dan sonra lider kadrosunun
belirginleşmesiyle beraber genel sekreterlik sevi-
Hizbullah’ın başta Lübnan olmak
üzere bölge ülkelerinde gördüğü
desteğin önemli bir bölümünü
Filistin davasını sahiplenmesi
oluşturur. Öte yandan Hizbullah
özellikle Lübnan’da çok
önemli sosyal yardımların ana
yürütücüsü olmuştur.
yesinde temsil edilmiştir. Örgütün üçüncü ve hala
görevde olan lideri Şeyh Seyyid Hasan Nasrallah
Hizbullah’ın en etkili ismi olmayı başarmıştır. Aristokrat bir ailenin aksine fakir bir aileden gelen Nasrallah halk tarafından kabul görmüş ve oğlu Hadi
Nasrallah’ın İsrail tarafından öldürülmesi geniş
yankı bulmuştur. Kısa süre içinde Lübnan’da yaşayan Hıristiyan-Müslüman halkın gözünde saygınlığı
artan Nasrallah 2000 yılında İsrail’in Lübnan’dan
tamamen çekilmesiyle liderliğini pekiştirmiştir.
Hizbullah’ın başta Lübnan olmak üzere bölge ülkelerinde gördüğü desteğin önemli bir bölümünü
Filistin davasını sahiplenmesi oluşturur. Öte yan-
dan Hizbullah özellikle Lübnan’da çok önemli sosyal yardımların ana yürütücüsü olmuştur. Devletin
yeterli olmadığı bölgelerde -özellikle Şii nüfusun
yoğunlaştığı bölgelerde- açtığı hastanelerde binlerce insana ücretsiz sağlık hizmeti verip ücretsiz ilaç
sağlamıştır. “Gaziler Kurumu” ile İsrail saldırılarında yaralanan kişilere ekonomik ve psikolojik destekte bulunmuştur. Gazilerin yanı sıra şehit aileleri
için de benzer hizmetler verilmektedir. Bunlara ek
olarak alkol ve uyuşturucu bağımlılığının önüne
geçmek için çeşitli kurslar vermekte ve birçok öğrencinin eğitim masraflarını üstlenmektedir.
Bütün bunlara karşın Hizbullah’ın bölgede artan
mezhep gerilimine doğrudan taraf olması, hem bölgede hem de Lübnan’da örgütün popülaritesini düşürmüştür. Özellikle Arap Baharı kapsamında Tunus,
Mısır ve Libya’da başlayan ayaklanmalara destek
veren örgüt aynı hassasiyeti Suriye’de gösterememiştir. Suriye rejimine açık destek veren Hizbullah
ayaklanmaların batılı güçlerin komplosu olduğunu
vurgulayarak rejimin savunuculuğunu yapmıştır. Bu
kapsamda Beşşar Esed hükümetinin işlediği suçların üstünü örtmeye çalışmış ve ayaklanmaların halk
Ağustos-Eylül 2014
21
İşkence ile öldürüldüğü duyulunca
adı efsaneye dönüşen Gaffari’nin
sarf ettiği “tek parti vardır,
o da Allah’ın partisidir” sözü,
Şah rejimine karşı yürütülen
propagandanın ortak sloganı
haline gelmiştir. Gaffari’ye
göre Hizbullah, alışılagelmiş
partilerden değildir; aslında o
bir parti bile değildir. O’na göre
Hizbullah bir halk hareketi;
cihat yolunda yürüyenlerin gönül
birliğidir.
dır. Belirtmek gerekir ki Esed esasında Nusayridir;
ancak Nusayrilik İran’daki Şii inanış ile dünya görüşü açısından birbirlerinden oldukça farklıdır. Buna
rağmen Hizbullah’ın açıkça mevcut Suriye rejimini
desteklemesi ancak ki Esed rejiminin yerine gelebilecek olası Sünni karakterli bir rejime duyduğu
korkudan dolayıdır.
Türkiye’de ise 1980’li yıllarda İran devriminin de etkisiyle ivme kazanan Hizbullah hareketi özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde etkinlik kazanmıştır. Lider kadrosu İran ve Humeyni devrimini stratejide model almasına karşın fikri temelde Mısır’daki Müslüman
Kardeşler’i örnek almıştır. Bölge, aynı tabana hitap
etmeye çalışan Hizbullah ile PKK arasında çıkan kanlı çatışmalara tanıklık etmiştir. 1995 yılıyla beraber
batı illerinde faaliyet göstermek isteyen Hizbullah
daha çok örgüt içindeki ajan suçlamaları ile meydana
gelen işkencelerle, domuz bağı ve mezar evlerle gündeme gelmiştir. Ayrıca örgüt bu dönemde dini cemaat
ve tarikatlara yönelik eylemler de yapmıştır.
Özetle 1979 İran İslam Devrimin gerek ideolojik gerekse olgusal olarak desteklediği Hizbullah ilk olarak
Lübnan’da etkinlik göstermeye başlamış ve batılı
ülkelerce en tehlikeli terör örgütleri listesinde yer
almasına rağmen Arap Dünyasında büyük kitlelerce
kurtarıcı, koruyucu ve insanlara yardım eden ve Ortadoğu’daki diğer radikal guruplar gibi anti-emperyalist görünüme sahip bir örgüt olarak tanınmıştır.
Hizbullah; modern zamanların ilk Şii tabanlı örgütü,
Ortadoğu’da intihar saldırısı düzenleyen ilk örgüt ve
en çok ABD vatandaşı öldüren bir örgüt olması açılarından birçok ilki içerisinde barındıran bir örgüttür.
tabanına dayandığını inkar ederek elindeki bütün
medya gücünü bu yönde seferber etmiştir.
Öte yandan Hizbullah’ın Suriye ile stratejik çıkarlarının olmasının yanında Hizbullah’ın da Şii mezhebinden olması Suriye ile inanç bağı oluşturmakta-
Adil ve özgür bir toplum kurmak konusunda medeniyetler arası diyalog çağrıları yaparak, Hıristiyan
liderleriyle görüşmeler düzenleyerek ve ulusalcı
akımlarla uzlaşma kurmaya çalışarak meşruiyet sağlamaya çalışan örgüt şimdilerde Suriye örneğinde
olduğu gibi daha mezhepçi ve radikal çizgiye kaymış görünmektedir.
KAYNAKÇA
http://www.usak.org.tr/images_upload/files/USAK%20Hizbullah%20Analizi.pdf
http://utsam.org/images/upload/attachment/utsas_2009_secilmis/Ter%C3%B6r%20%C3%96rg%C3%BCtlerinde%20Militan%20Kimlik%20Profili%20-%20T%C3%BCrkiye%E2%80%99de%20Hizbullah%20%C3%96rne%C4%9Fi.pdf
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2013214_%C3%A7a%C4%9Flar-hizbullah.pdf
*http://dergipark.ulakbim.gov.tr/usakjhs/article/view/5000039556/5000038442
22
Ağustos-Eylül 2014
CEMAL TAŞPINAR
PYD-YPG’nin
Yükselişi
Ortadoğu coğrafyasında
Şii-Sünni mücadelesinin
gölgesinde kalan ve daha
önemsiz görünen ancak
yakın zamanda ana çatışma
alanlarından birisi olması
muhtemel olan çatışma ise
Araplar ve Kürtler arasındadır.
Her ne kadar Şii-Sünni
çatışması kadar korkutucu
gözükmese de dengelerin
bu denli çabuk değiştiği bir
ortamda kimin kiminle hangi
eksende çatıştığını-iş birliği
yaptığını anlayana kadar eksen
değişebilmektedir.
Rojava ve Suriye Kürtleri’nin Mücadelesi
2010 Yılının sonuna gelindiğinde Ortadoğu’da alışılagelmişin dışındaki olaylar Tunus’ta Muhammed
Buazizi isimli bir gencin kendini yakmasıyla başladı
ve kısa sürede tüm bir bölgeyi sararak geri döndürülmesi güç bir noktaya geldi. Kimilerince ‘’Arap
Baharı’’ kimilerince ‘’Arap Ayaklanması’’ olarak isimlendirilen isyanlar Tunus, Mısır, Ürdün, Kuveyt, Lib-
KAPAK: ORTADOĞU
[email protected]
ya, Cezayir gibi ülkelere yayılarak Tunus’ta Zeynel
Abidin’in; Mısır’da ise Hüsnü El-Mübarek’in uzun
yıllar süren iktidarlarını sonlandırdı.
Bölgede uzun yıllardır hüküm süren liderlerin otoriter kişilikleriyle halkın karşılanamayan ekonomik,
sosyal beklentilerinden kaynaklanan memnuniyetsizlikleri birleşti ve isyanlar çok kısa sürede çığ gibi
büyüdü. Ortadoğu daha önce tanık olmadığı büyüklükte sokak gösterilerine ev sahipliği yaptı ve bu
gösteriler Mısır ve Tunus’ta liderleri değiştirirken diğer ülkelerde hükümet yanlılarıyla karşıtları arasında
büyük çatışmalara neden oldu. Bugün hala çatışmaların yaşandığı yerler var. Günümüz için korkutucu
olan ise çatışmaların ekseninin daha demokratik ve
sorgulanabilir devlet yapıları istemekten saparak
gittikçe mezhep çizgisine kaymış olmasıdır.
2011 yılında bu ayaklanmalardan nasibini alan bir
diğer ülke ise Suriye oldu. Ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünni nüfus, Nusayri ve Baasçı lider
Beşer Esad’ın yönetimine karşı ayaklandı. Suriye’de
başlayan çatışmalar gün geçtikçe daha da şiddetlendi ve Esad kontrolündeki bazı bölgeleri kaybetti. Ana
muhalefet odağıysa kendilerini Özgür Suriye Ordusu
olarak adlandıran ve çoğunlukla Sünni milislerden
oluşan örgüttü. Uluslararası alanda tanınan Suriye
Ulusal Konseyi’nin en büyük bileşeni olan ve birçok
ülke tarafından desteklenen ÖSO, Esad’a oldukça zorluk çıkarmasına rağmen beklenen öldürücü darbeyi
yapamadı, Esad görevi başında kalmayı sürdürdü.
Ağustos-Eylül 2014
23
Kapitalist modernite baskıcı,
imhacı, asimilasyoncu
ve tekçi anlayış üzerinde
şekillenen; etnik ve tek uluslu
coğrafyalar oluşturmak üzerine
kurulan insanlık dışı bir
imalat olarak tanımlanırken
demokratik modernite ise
demokratik, ekolojik ve cinsiyet
özgürlükçü toplum olarak
tanımlanmaktadır.
Suriye’de var olan rejime ayaklananlar elbette sadece Sünni gruplar değildiler. Diğer grup ise Kürtlerdi.
Ancak Kürtler kendilerini ÖSO gibi tam olarak muhalif grup olarak tanımlamıyorlardı. Yani ‘’Ne Esad
ne muhalifler’’ diyorlardı. Esad rejiminin anti demokratik yapısını değiştirecek hareketin muhalifler
olduğuna inanmıyorlardı. Hatta daha sonra çatışma
muhalif gruplarla Kürtler arasında mücadele halini
aldı. Bugün ÖSO etkinliğini kaybetmiş olup yerini
büyük ölçüde İslam Devleti örgütü doldurmaktadır
ve İslam Devleti Rojava ve civarında bulunan Kürtlerle kanlı çatışmalara girmektedir.
Suriye’de ‘’Arap Baharı’’ süreciyle başlayan isyanlarla birlikte, Suriye’nin kuzeyinde yer alan ve Türkiye
ile Suriye sınırını belirleyen bölgede, 19 Temmuz
24
Ağustos-Eylül 2014
günü Suriyeli Kürtlerin kendi özyönetimlerini kurma
istençleri, Kürtlerin Rojava(Batı anlamına geliyor)
diye adlandırdığı güneybatı Kürdistan’ın yani Suriye
Kürdistanı’nın özerkliğini ilan etmelerine yol açtı.
19 Temmuz gecesi, örgütlenmiş olan Kürt güçleri
Esad güçlerini çok küçük çatışmalarla pasifize ederek özyönetimlerini ilan ettiler. Kürtlerin buradaki
ana silahlı yapılanması YPG (Yekîneyên Parastina
Gel) yani Halk Savunma Birlikleri olarak biliniyor.
Her ne kadar başka silahlı birlikler yer alsa da YPG
birlikleri gerek Rojava Devrimi sırasında gösterdiği
başarı gerekse bugün İslam Devleti militanlarına
karşı verdiği mücadeleyle hem bilinirliğini arttırdı
hem bölgede meşruiyetini kazandı. Siyasi alandaki
aktif yapılanmaları ise PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat) yani Demokratik Birlik Partisi’dir. PYD Rojava
Devrimi’nden en kazançlı çıkan Kürt siyasi yapılanmasıdır. PYD’nin dışında kalan örgütlerin(yaklaşık
15 partinin) oluşturduğu ENKS (Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi), Suriye Kürt Demokratik Partisi(PDKS)
ve Suriye Kürt Demokratik İlerici Partisi (PDPKS)
ise diğer siyasi yapılanmalardır. Bu yapılanmaları
ve geldiğimiz noktayı anlamak için Kürtlerin Suriye’deki tarihine bakmak yararlı olacaktır.
I. Dünya Savaşı ertesinde yenilen devletlerle yenen
devletler arasında anlaşmalar yapıldı bunların bazıları yürürlüğe konulurken bazıları kabul edilemez
bulundu ve yeni bölgesel savaşlara yol açtı. Savaş
öncesi yapılan gizli anlaşmalar da(Sykes Picot gibi)
emperyalist devletler arasında paylaşımları düzenlemişti. En önemli paylaşım ise Osmanlı Devleti’nin
dağılmasının ardından yapılacak olandı. İngiltere
ve Fransa kendi arasında Irak-Suriye bölgesini paylaştı ve sınırlar belli oldu. Sınırlar belli olduktan
sonra Kürt nüfusu yoğunluklu olarak Türkiye, İran,
Irak ve Suriye gibi devletlerin sınırları içerisinde
kaldı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye yayılan Kürtler
uzun yıllar boyu bu devletlerin egemenliği altında
yaşadılar ve baskılar arttıkça ve küresel siyasetin
konjonktürü ile bağlantılı olarak bu dört ülkedeki
Kürt nüfusu tek bir çatı altında yaşama, Kürdistan
Devleti, hayalleriyle bugüne kadar geldiler. Nihayet
Irak’ta 2003 Amerikan işgali sonrası oluşan koşullarda Kuzey Irak denilen bölgede Irak Kürdistanı’nı
kuracak olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Kürtler
yarı özerk bir statüye ulaşabildiler.
I. Dünya Savaş’ı sonrası Suriye’de Fransız mandası
hakim oldu ve Fransız mandası ağırlıklı olarak azınlık gruplarıyla arasını iyi tuttu; ancak çoğunlukta
olan Sünnilerle çok iyi ilişkiler geliştiremedi. Fransız mandasının Suriye’nin o dönemde %7’sine yakınını oluşturan Kürtlerle çok iyi ilişkiler kurduğunu
söylemek de oldukça güç olacaktır. 1930lu yıllara gelindiğinde Kürtler ana dilde eğitim, bölgelerinde Kürt
yöneticiler ve yaşadıkları bölgede Kürtçenin anadil
olması gibi isteklerde bulunarak isyan ettiler; ancak
Fransızlar bu istekleri ilkesel olarak reddetmeseler de
yeterli Kürtçe kaynak bulunmadığı gerekçesiyle reddettiler. Fransızlar Kürtlerin artan milliyetçiliği karşısında sert bir tutum takınmadan belirli ölçülerde
taleplerine karşılık vermeye çalıştılar (askeri okul,
burs, Kürtçe dil kursu gibi). Daha sonraları artan
Suriye milliyetçiliği Cezire gibi bölgelerde Kürtlerle
Hıristiyanlar arasında gelişen iyi ilişkileri sarstı ve
yapılan seçimlerde bazı Kürt aşiretlerinin Arapları
desteklemesi, Kürtler arasında da çatlaklar yarattı.
Suriye Kürdistanı aynı zamanda Türkiye’de izlenen
Kemalist projenin Türkleştirme çalışmasına direnen
Kürtlerin sıkça kaçtığı, sığındığı bölge olmuştur. Gerek Irak Kürdistanı gerek ise Türkiye Kürdistanı ile
yakın ilişkiler geliştirmişler; ancak bölgedeki devletlerin izledikleri tek tip, makbul vatandaş yaratma çabaları nedeniyle oldukça zorlu süreçler geçirmişlerdir.
Irak’ta 1945 yılında Molla Mustafa Barzani’nin
KDP’yi kurmasının akabinde 1957 yılında Nurettin
Zaza tarafından Suriye KDP’si (SKDP) kurulmuştur.
Bu tarz oluşumlar bölgede Kürtlerin milliyetçiliğini arttırırken bu durum devletleri rahatsız etmiştir.
Hatta 1962 yılında Cezire bölgesinde yapılan seçimlerde 200 bine yakın Kürt bölgeye 1954 öncesi geldiğini kanıtlayamadıkları gerekçesiyle ‘’maktumin’’
ilan edildiler yani ‘’kimliksizlerdi’’ ve vatandaşlık
haklarından yararlanamıyorlardı. Fransız mandasının Nusayrilerle geliştirdiği iyi ilişkiler ilerleyen
yıllarda Suriye’de etkin olan siyasi yapıyı da etkilemiştir. 1963 yılında Suriye’de Baas rejimi yönetime
el koymuştu. Baas rejimi ise artan Kürt milliyetçiliğinden rahatsız oldu ve politikalarını bu yönde geliştirdi. Kürtlere yönelik baskı ve Araplaştırma politikaları artarak devam etti. Hatta ‘’Cezire’yi ikinci bir
Ağustos-Eylül 2014
25
İsrail olmaktan kurtarın’’ gibi sloganlar kullandılar.
Baasçılar artan Kürt milliyetçiliği ‘’sorununun’’ çözümünde baskı ve şiddeti kullanmayı tercih ettiler.
Kürtler üzerindeki baskı ve şiddet bugüne kadar geldi ve hala kimliksiz Suriyeli Kürtlerden bahsediliyor.
Bugün geldiğimiz noktada 20 milyonluk Suriye nüfusunun %8-10 arasını oluşturan Kürtlerin sayısının
1,6-2 milyon arasında olduğu düşünülmektedir. Nüfusun bu denli büyük bir kısmını oluşturan ve siyasi olarak bir amacı olan Kürtlerin elbette Suriye’de
yaşanan ortamda sessiz kalmasını beklemek pek
mümkün görünmemektedir. Türkiye-Irak gibi Kürtlerin hareketli olduğu coğrafyalardaki dinamizm ile
Suriye’nin içinde bulunduğu durum birleşince Kürtler
kazanımlar elde etmeye başladılar. Daha önce yukarıda bahsedildiği gibi kendilerini ‘’ne Esadçı ne muhalif’’’ olarak tanımlayan demokratik üçüncü bir yolun varlığına inanan Kürtler çoğunlukla, 2003 yılında
kurulmuş olan YPG önderliğinde harekete geçtiler ve
Kobanî’yi ele geçirdiler. Buradan hareketle daha çok
İslamcı muhaliflere karşı verilen mücadeleyle Rojava
denilen bölgenin kontrolünü ele geçirdiler.
Parti sözcüsü Refik Xelil verdiği bir röportajda
45,000 civarında silahlı güce sahip olduklarını ve
26
Ağustos-Eylül 2014
PKK-PJAK gibi örgütlerin yardımına ihtiyaç duymadıklarını ifade etti. Ancak bugün tekrardan ortaya
çıkan İslam Devleti militanlarının gücü karşısında
Kürtlerin sadece Suriye özelinde değil bölge genelinde birlikte hareket etmeleri bir zorunluluk olarak
görünmektedir. Aksi takdirde İslam Devleti’nin elindeki silahlarla ve insani güçle savaşarak Rojava’yı
ve Irak’ta Kerkük gibi stratejik noktaları Kürtlerin
korumasının zorlukları ortadadır.
Unutulmaması gereken asıl noktalardan biri Rojava
bölgesinde süren güç savaşıdır. Barzani’nin KDP’si
Rojava bölgesinde etkinliğini arttırmaya yönelik faaliyetlerde bulunsa da devrimin öncü birliği sayılan
YPG-PYD’nin bölgede en önemli güç olarak faaliyetlerine devam ettiğini görüyoruz. İslam Devleti saldırılarının Kürtleri birleştirmesinden önce Kürt grupları arasında Rojava üzerine hakimiyet mücadelesi
hakimdi ve karşılıklı restleşmeler yaşandı. Peşmerge
hendekler kazarak YPG’nin işini zorlaştırırken YPG Suriye Kürdistanı’nda yaptığı baskınlarda KDPli kişileri
gözaltına almıştı. Son durumda bölgede mücadele
eden YPG’nin etkinliği ve hakim konumunun genel
bir kabul haline geldiği söylenebilir. YPG üzerinde ise
PKK ve lideri Abdullah Öcalan etkisi oldukça fazladır.
PYD açıkladığı parti programında kendilerini kapitalist moderniteden demokratik moderniteye geçiş
için çalışan bir örgüt olarak tanımlıyor. Yani kuracağı toplumun temel değerlerinin kapitalist-ulus
devlet ilkesine dayanan ve cinsiyetçi-doğa düşmanı
değerleri değil demokratik-eşitlikçi-cinsiyetçi olmayan-ekolojik değerler olacağını ifade ediyorlar. YPG
diğer amaç olarak yaşadıkları yerleri, vatandaşlarını
ve değerlerini korumayı benimsemiştir. Bu korumanın temelinde etnik-dini bir fark gözetmeden Kürt
bölgesinde yaşayan vatandaşların güvenliği ve birliğinin sağlanmasının esas alındığı ifade edilmektedir.
Buna ek olarak YPG, gelir kaynağı olarak bölgede
kontrolü altında olan yerlerden topladığı vergileri
kullanmaktadır.
Bugün YPG kontrolündeki Rojava bölgesinde Efrin,
Cezire ve Kobanê adında üç kanton ilan edilmiş durumdadır. Bu kantonlarda ilan edilen toplum sözleşmesine bakarsak YPG’nin bölgede yapmak istedikleri hakkında daha net bilgi sahibi olabiliriz.
Rojava Toplumsal Sözleşmesi;
“Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet,
özgürlük ve demokrasinin tesisi için. Demokratik
toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine
kavuşması için. Kadın haklarına saygı ve çocuk ile
kadınların haklarının kökleşmesi için. Savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı için. Bizler
demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz.
Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti,
askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez.
Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; bütün etnik,
toplumsal, kültürel ve ulusal oluşumların kendilerini kurumları aracılığıyla ifade etmeleri için toplumsal mutabakata, demokrasiye ve çoğulculuğa açıktır. Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulusal ve
uluslararası barışa, Suriye’nin sınırlarına ve insan
haklarına saygılıdır.
Toplumsal Sözleşme’nin oluşması, demokratik toplumun inşasının aracı ve toplumsal adaletin güvencesi
olan Demokratik Özerkliğin tesisi ve bilimsel bir toplumun inşası için; Demokratik Özerk Yönetimler’deki Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin ve
Çeçenlerin istemleri ile Suriye’nin diğer halklarının
istemleri demokratik bir Suriye ve Demokratik Özerk
Yönetimler’in siyasi-toplumsal bir sistem olmasında
birleşti. Bu amaçlar ve böyle bir yönetim için bu
sözleşme kabul edilmiştir.” diye başlar.
Bugün Suriye’de Esad’a karşı başlatılan isyandan bu
yana geldiğimiz noktada Kürtler kendi özerk yönetimlerini kurarak yukarıda atıf yapılan ilkeleri gerçekleştirmenin mücadelesini verdiklerini söylüyorlar.
Yolları her ne kadar uzun olsa da bölgede yaptıklarıyla birçok müttefik kazanmış durumdalar ve bölgede hakimiyeti bulunan devletlerin çıkarlarını doğrudan tehdit etmedikleri sürece bu iyi ilişkiler onların
yollarını kolaylaştıracak gibi görünmektedir.
Suriye Kürdistanı Rojava’da Kürtler PYD-YPG öncülüğünde elde ettiği çıkarımları korumak ve kendi
“öz yönetim”lerini kurmak için İslam Devleti başta
olmak üzere özellikle İslamcı örgütlerle mücadele
etmeye muhtemelen devam edecekler. Ortadoğu’da
ortaya çıkan kaos ortamında otoriteleri zayıflayan
devletlerin eski hakimiyet alanlarında kendini gösteren ve devletleşme temayülü olan örgütlerden
biri olarak PYD-YPG yeni Ortadoğu denkleminde
kimsenin azımsayamayacağı bir güç olarak yerini
almış vaziyette olduğu ise rahatlıkla söylenebilir.
KAYNAKÇA
http://www.kovarabir.com/nelida-fuccaro-somurge-yonetimi-altindaki-suriye%E2%80%99de-kurtler-ve-kurt-milliyetciligi/
http://www.evrensel.net/haber/71828/ypg-45-bin-militanimiz-var.html#.U-51yPl_tv4
http://www.ajansafirat.net/news/guncel/nedir-bu-demokratik-modernite-berxwedan-yaruk.htm
http://www.kurdistan24.org/2014/04/kdp-hendekleri-protesto-eden-halka-saldirdi/#.U_J3B_l_tv4
http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/suriye-kurtlerinin-hali-nicedir/16617/
http://rojpress.com/?p=8686
http://www.kovarabir.com/nelida-fuccaro-somurge-yonetimi-altindaki-suriye%E2%80%99de-kurtler-ve-kurt-milliyetciligi/
bianet.org/bianet/toplum/48942-sıriyenin-kimliksiz-kürtleri
http://bianet.org/bianet/siyaset/149785-abbas-vali-ile-suriye-kurtler-ve-turkiye-uzerine
Ağustos-Eylül 2014
27
Mine Baysan
KAPAK: ORTADOĞU
[email protected]
ÖZGÜR SURİYE ORDUSU
Özgür Suriye Ordusu Tevhid
Sancağı komutanı Abdülkadir
es-Salah hiçbir ülkeden silah
yardımı almadıklarını belirtse
de örgütün ABD, Türkiye, Ürdün,
İngiltere ve Fransa’dan silah ve
askeri personel yardımı aldığı
iddia edilmektedir.
Özgür Suriye Ordusu, 29 Temmuz 2011’de Beşşar
Esad’ı devirmek için Suriye’de kurulan silahlı bir
örgüttür. Örgütün üyeleri çoğunlukla Esad rejiminin halka uyguladığı sistematik şiddete karşı çıkan
ve bu şiddetin bir parçası haline gelmek istemeyen
eski Suriye Ordusu askerleridir. Sivillerin bir kısmı
da silahlanarak örgüte katılmışlardır.
ÖSO savaşçılarının yüzde 75-80’ini Sünni Arapların
oluşturduğu tahmin edilirken, yüzde 25-30’unun
Sünni Kürt olduğu düşünülmektedir.
Özgür Suriye Ordusu Tevhid Sancağı komutanı Abdülkadir es-Salah hiçbir ülkeden silah yardımı almadıklarını belirtse de örgütün ABD, Türkiye, Ürdün,
İngiltere ve Fransa’dan silah ve askeri personel yardımı aldığı iddia edilmektedir. Örgütün kullandığı
ağır silahların ve tanksavar roketlerin ABD yardımının delili olduğu düşünülmektedir. Örgüt, kul-
28
Ağustos-Eylül 2014
landığı silahları, asker kaçaklarından ve girdikleri
çatışmalardan elde ettiklerini iddia etmektedir.
Özgür Suriye Ordusu, kendisine bağlı 40,000 savaşçının mevcut olduğunu bildirse de Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nün bir araştırmasına göre bu sayı 4,000 ile 7,000 arasında. Buna karşı
Suriye Ordusu askeri personel sayısı 500,000 civarında. Suriye Ordusu, silah ve teçhizat bakımından
da ÖSO’dan hayli üstün durumda. ÖSO’nun siyasi
danışmanı Bessam el Dade, kimyasal silah üretebilecek kapasitede olduklarını belirtmiş ve “Esad bizi
kimyasal silahla tehdit ederse, bizde de bu silahtan
olduğunu bilmeli. Ancak rejim güçleri bu silahı kullanmazsa, biz de kullanmayız. Kullanırsak da sadece rejimin üs ve merkezlerini vururuz” demiştir. BM
insan hakları araştırmacılarının Suriye’de sarin gazı
kullanıldığına dair raporu, ÖSO’nun kimyasal silah
kullandığına dair olan iddiaları kuvvetlendirmiştir. Komisyon üyesi Carla Del Ponte gazın hükümet
tarafından değil muhalifler tarafından kullanıldığı
belirtmiştir. Kimyasal silah kullanımında muhalifler
ve rejim, birbirlerini suçlamaktadır.
ÖSO-Türkiye İlişkileri ve İddialar
ÖSO savaşçılarından Thwaiba Kanafani BBC’ye
verdiği röportajda ÖSO savaşçılarını eğitmek için
Türkiye’de gizli kampların bulunduğunu, Türklerin kendilerine yardımcı olduklarını ve onlara ka-
tıldıklarını söylemiştir. Yaralanan savaşçıların da
Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildiği gündeme
gelmiştir. Bununla birlikte 2013’te Gaziantep’te bir
bağ evindeki patlamanın ÖSO militanları tarafından
bomba yapılırken meydana geldiği iddia edilmiştir.
ÖSO’nun resmi internet sitesinde iletişim bilgilerinde merkez üssünün Hatay olduğu belirtilirken iletişim numarası olarak Türkiye numarası yer almıştır.
Aynı zamanda ÖSO mensuplarına Türkçe kimlik kartı
düzenlendiği, maaş bağlandığı da iddialar arasındadır. CHP İstanbul milletvekili Umut Oran bu konuyu
TBMM’ye taşımıştır. Türkiye ise tüm bu iddiaları yalanlamaktadır.
sızlıkla suçlamakta, ÖSO ise taban tabana zıt ideolojide olduğu İD’in, kendi hayal ettikleri seküler
bir devrime çok büyük bir engel teşkil ettiğini düşünmektedir. İD, son zamanlarda yükselen gücünün
yanında Suriye rejimiyle işbirliği içinde olmasıyla
ÖSO’yu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Suriye rejiminin, İD’e müdahale etmeyerek batı
dünyasını kendileri ve radikal İslamcılar arasında
bir seçim yapmak zorunda bırakmak istediği düşünülmektedir. Hesaplara göre, yükselen bir radikal
islamcı terör örgütü karşısında batı, rejimin devamlılığını seçecektir. Ayrıca İD’in ÖSO ile çatışması,
ÖSO’nun tüm gücünü Suriye rejimine karşı kullanmasını engellemektedir.
ÖSO- İD (İslam Devleti) Çatışması
İşbirliği ve koordinasyonun zayıf olmasının yanında
silah, teçhizat ve asker sayısı bakımından Suriye
Ordusu’ndan çok daha zayıf olması, İD ile şiddetli
çatışmalar, ÖSO’nun tek başına Esad rejiminin sonu
olamayacağını göstermektedir.
Seküler bir grup olarak ÖSO, rejim güçleriyle olan
mücadelesinin yanında İslam Devleti(İD), eski
adıyla Irak Şam İslam Devleti(IŞİD) ile mücadele
etmeye çalışmaktadır. İD, ÖSO militanlarını inançKAYNAKÇA
http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-free-syrian-army-bleeds-the-assad-regime
http://www.bianet.org/bianet/dunya/143241-oso-dan-kimyasal-silah-itirafi
http://www.reuters.com/article/2013/05/05/us-syria-crisis-un-idUSBRE94409Z20130505
http://www.bbc.com/news/world-middle-east-19124810
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/gaziantepte-patlayan-o-evde-bomba-yapiliyordu-haberi-67639
http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-free-syrian-army-bleeds-the-assad-regime
http://www.understandingwar.org/report/free-syrian-army
http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/ozgur-suriye-ordusu
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96zg%C3%BCr_Suriye_Ordusu
http://online.wsj.com/articles/assad-policies-aided-rise-of-islamic-state-militant-group-1408739733
Ağustos-Eylül 2014
29
Mehmet Yavuz
KAPAK: ORTADOĞU
[email protected]
NAKŞİBENDÎ TARİKATI
ORDUSU
2003 öncesine kadar
ötekileştirilen Şiiler iktidara
geçince, -İran’ın da etkisiyledevlet Sünni yapısından sıyrılıp
Şiilik ideolojisi etrafında
şekillenmeye ve Sünni yapılar
tasfiye edilmeye başlandı.
2003 yılında gerçekleşen Amerika’nın Irak işgali,
etnik-mezhepsel fay hattının yoğun olduğu ülkeyi
adeta felakete sürüklemiş ve bölgede hedeflenen
demokrasi, özgürlük ve güvenlik ortamı sağlanamamıştır. İşgalle birlikte Baas rejimi yıkılmasına rağmen yeni kurulan hükümetler özlenen ortamı yaratmakta yetersiz kalmıştır. Bölgede yaşanan sancılar,
kurulan rejimlerin, halkların umutlarını karşılayamamasından kaynaklanmaktadır. 2003 öncesine kadar ötekileştirilen Şiiler iktidara geçince, -İran’ın
da etkisiyle- devlet Sünni yapısından sıyrılıp Şiilik
ideolojisi etrafında şekillenmeye ve Sünni yapılar
tasfiye edilmeye başlandı.
Baas rejimine son verilmesiyle birlikte, rejimin
önde gelen isimleri yakalanmaya çalışıldı. Bunlardan en önemlisi de Saddam Hüseyin’in 1968 darbesinin mimarlarından biri olan ve rejimin iki numa-
30
Ağustos-Eylül 2014
ralı ismi olan İzzet İbrahim El Duri’dir. Irak Devrim
Komuta Konseyi ve Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı
olarak Saddam Hüseyin’e en yakın isimlerden biri
olmuştur. Rejim devrildikten sonra Beşar Esed’in de
lojistik yardımıyla Suriye’ye geçip bir müddet orada
kalmıştır. Hayatına 10 milyon dolarlık bir ödül konulan Duri hala yakalanamamıştır ve şu an Irak’ta
bulunan Nakşibendi Tarikatı Ordusu’na liderlik ettiği varsayılmaktadır. Saddam zamanında Baas rejimiyle Irak’taki Nakşibendi Tarikatı mensupları arasındaki sıcak ilişkilerin korunmasını sağlayan isim
İzzet İbrahim El Duri olmuştur.
Amerikan işgaline karşı 2006 yılında kurulan Nakşibendi Tarikatı Ordusu şu an Irak’taki en etkili silahlı
gruplardan biridir. Amerikan işgaline karşı direnen
grup zamanla Nuri El Maliki yönetiminin Irak’ta
yaşayan Sünnileri ötekileştirmesi ve Sünni protestoları kanlı bir şekilde bastırmasıyla birlikte Maliki
hükümetine karşı bir duruş sergilemiştir. Baasçı ve
Sufi İslam dinamiklerinde kurulan grup, Baas rejiminin Irak halkında bıraktığı kötü ününden dolayı son yıllara kadar etkili olamamıştır. Basçılık ve
Sünnicilik ideolojilerinin bir arada bulunması da bir
hayli zor durum olmasına karşın Maliki yönetiminin
bu her iki gruba da yönelik saldırıları bu grupları
ortak düşmanı yok etme noktasında birleşmeye sevketmiştir. Aralık 2012 sonlarından itibaren Nuri El
Maliki hükümetine karşı Anbar, Ninova, Selahaddin,
Diyala, Bağdat ve Havice’de Sünniler protesto gösterileri yapmıştır.
Yerelde çok güçlü Arap aşiretlerinin desteğine sahip
olan Nakşibendi Tarikatı Ordusu, Kerkük ve Havice
konusunda Kürtlerle ilişkileri devamlı sorun içerisindedir. Bunun nedeni ise Sünni Arapların çoğunlukta
olduğu verimli tarım arazisine sahip Havice’nin yoğun Kürt nüfusunun olduğu Kerkük’ten ayrılmasını
istemeleridir. Hala Baas Partisi’nin etkili olduğu
Havice’de Sünniler tarafından sık sık protesto gösterileri düzenlenmektedir. 23 Nisan 2013’te Sünni
göstericiler ile Irak ordusu 12. Tümeni arasında
meydana gelen çatışmalar sonucunda 50 kişi hayatını kaybetmiştir. Birbirleri arasında Baasçı-Sünnici
olarak çatışan veya kendi aralarında çatışan aşiretler Havice Katliamı’ndan sonra birbirleri arasındaki
mücadeleyi bırakıp ortak düşman olan Maliki’ye karşı birleşmişlerdir.
İzzet İbrahim El Duri’de yayınladığı ses kaydında Pers-Safevi iktidarını yıkmak için halkı silahlanmaya çağırmıştır. El Duri, Irak’ta Baasçıları ve
İslamcıları bir arada tutacak hayatta kalan ender
isimlerden biridir. El Duri yayınladığı ses kayıtlarına
göre Maliki hükümetinin İran ile işbirliği yaptığını
öne sürerek ve 16.-18. yüzyıllardaki Irak’ın Safeviler tarafından yönetilmesine atıf yaparak Sünnileri
Bağdat yönetimine karşı savaşmaya davet etmektedir. Bu politikasından dolayı zaten yerelde aşiretler tarafından fonlanan Nakşibendi Tarikatı Ordusu
ayrıca çeşitli körfez ülkeleri tarafından da Irak’taki
İran etkisinin azaltılması için mali olarak desteklenmektedir. Nakşibendi Tarikatı Ordusu, bir yandan
Bağdat yönetimine karşı savaşırken diğer yandan
da Kürtlere karşı yürüttüğü sert retoriğini artırarak
devam ettirmektedir. Bunun nedeni ise eski Irak
ordusu içerisindeki Arap milliyetçilerinin etkisi olduğu düşünülmektedir.
Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin Haziran ayında
Musul’u işgal etmesiyle birlikte Irak’taki siyasi ve
insani kriz ciddiyetini arttırmıştır. Irak’ta meydana gelen ve çeşitli grupların da katılımıyla Sünni
bir isyana dönüşen hareket Musul dışında Sünni
Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu Ninova, Anbar, Diyala ve Selehaddin eyaletlerinin önemli bir
kısmında da IŞİD’in liderliğinde hakimiyeti sağlamış ve merkezi Irak Ordusu’nu bu bölgelerden çıkarmıştır. Her ne kadar bu isyan IŞİD önderliğinde gerçekleşmiş olsa da farklı grupların da IŞİD’e
destek verdiği bilinmektedir. Nakşibendi Tarikatı
Ağustos-Eylül 2014
31
Amerikan işgaline karşı 2006
yılında kurulan Nakşibendi
Tarikatı Ordusu şu an Irak’taki
en etkili silahlı gruplardan
biridir. Amerikan işgaline
karşı direnen grup zamanla
Nuri El Maliki yönetiminin
Irak’ta yaşayan Sünnileri
ötekileştirmesi ve Sünni
protestoları kanlı bir şekilde
bastırmasıyla birlikte Maliki
hükümetine karşı bir duruş
sergilemiştir.
Ordusu’nun da bu gruplardan biri olduğu tahmin
ediliyor. Grup ülkenin batısındaki Anbar eyaleti
dışında Irak’ın kuzey ve orta bölgelerinde faaliyet
göstermektedir. Musul ve Anbar’ın yanı sıra Süleyman Beg, Havice, Ramadi ve Felluce’de grubun etkili olduğu bölgelerdir.
Nakşibendi Tarikatı Ordusu her ne kadar başta IŞİD
olmak üzere farklı farklı gruplarla işbirliği yapsa da
bunun kalıcı olacağı öngörülmemektedir. BaasçıSufi karışımı ve aynı zamanda Arap ve Irak milliyetçiliğini ön plana çıkaran grup IŞİD gibi örgütlerle
ideolojik olarak çatışması kaçınılmaz gözüküyor.
Özellikle küresel cihad politikası izleyen IŞİD ile
Arap ve Irak milliyetçiliğinin baskın olduğu Nakşibendi Tarikatı Ordusu arasında uzun soluklu bir
işbirliğinin olması pek olası gözükmüyor. Yer yer
bu iki grup arasında çatışma haberleri ise daha
şimdiden gelmeye başlamıştır. Bu farklı ideolojik
grupları bir arada tutan ön önemli şey ise Bağdat
Hükümeti’nin uygulamış olduğu politikalardır ve
bu farklı ideolojiye sahip grupların ilk önceliği Şii
İran’a yakın olan Bağdat Hükümetini devirmektir.
Yaklaşık beş bin civarında kişiden oluştuğu varsayılan Nakşibendi Tarikatı Ordusu IŞİD kadar olmasa
da bölgenin önemli gruplarından biridir. Liderleri
İzzet İbrahim El Duri faktörü de Nakşibendi Tarikatı Ordusu’nun önemini artıran faktörlerdendir. IŞİD
içerisindeki üst düzey eski Baasçı kadrolarla da irtibatı bulunan El Duri, yerel aşiretlerden de çok ciddi
bir destek almaktadır. Baas Partisi’nin lideri olarak
partiyi eski gücüne kavuşturmayı amaçlayan El Duri
IŞİD’in küresel cihad projesine sıcak bakmayan
Sünni aşiretler ve gruplarla da iyi ilişkiye sahiptir.
Nakşibendi Tarikatı Ordusu mensupları ve diğer yerel örgütler IŞİD’in gelip geçici bir şey olduğunu
düşünüyorlar, böyle bir düşünceye kapılmalarındaki
en önemli faktör de IŞİD’e Irak dışından bir çok militanın katılıyor olmasıdır. Irak’ın gerçek sahiplerinin IŞİD değil de kendileri olduğunu düşünüyorlar.
Böyle bir varsayım Nakşibendi Tarikatı Ordusu ve
diğer yerel grupları ilerleyen süreçte başarısızlığa
uğratabilir ve bu grupları marjinalleştirebilir. IŞİD’e
Irak dışından bir çok militan katıldığı doğrudur ancak IŞİD bölgede olduğu her an giderek nüfuzunu
artırdığını unutmamaları gerekiyor. Bağdat rejimini devirme konusunda IŞİD ile anlaşan Nakşibendi
Tarikatı Ordusu ve diğer yerel gruplar, Bağdat’ın
düşmesiyle birlikte Irak’ı kendilerinin yöneteceği
algısına kapılmamaları gerekiyor.
KAYNAKÇA
1 http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=4484
2 http://www.nytimes.com/2013/01/06/world/middleeast/baath-party-leader-encourages-sunni-protests-in-iraq.html?_r=0
3 http://www.reuters.com/article/2014/01/18/us-iraq-falluja-idUSBREA0H08G20140118
4 http://en.wikipedia.org/wiki/Army_of_the_Men_of_the_Naqshbandi_Order
5 http://en.wikipedia.org/wiki/Izzat_Ibrahim_al-Douri
32
Ağustos-Eylül 2014
Rod Nordland ve Alissa Rubin
IŞİD
Ekopolitiği
KAPAK: ORTADOĞU
Çeviren: Cemal Taşpınar
[email protected]
Ninova valisi Atheel
Nujaifi, isyancıların Musul
merkez bankasındaki 400
milyon dolar kadar parayı
ele geçirdiğini söylüyor ve
söylenenlere göre, milyondan
fazla yerleşimcinin yaşadığı
bu kentte, geri kalan
bankaların da kasası İslam
Devleti Örgütü tarafından
boşaltıldı.
BAĞDAT- El-Kaide tarzı isyancılar kuzey şehri olan
Musul’u işgal ettiklerinde, elde geçirilen savaş ganimetleri arasında 5 Amerikan yapımı helikopterin
de olduğunu iddia etti.
Ele geçirilen helikopterlerin neredeyse yeni olduğunu belirterek, Twitter adreslerinden, ‘’Amerikalıları,
bizlere olan yardımları ve hizmetlerini onurlandırmaları için bekliyoruz’’ iletisini yazdılar.
Bu konuyla ilgili olarak, London School of
Economics’in Orta Doğu merkezi direktörü Toby
Dodge ‘’Sadece etkili cihadçılar değiller aynı zamanda mizah yetisine de sahipler’’ diyor.
Çaresiz insanları öldüren ve rakip cihadçıların
bile kafasını kesen sıradan cellatlar olarak Irak ve
Suriye’de savaşan İslam Devleti’nin vahşi imajının
arkasında sosyal medyayı etkin kullanan ve ele geçirdikleri topraklarda karmaşık finansal stratejiler
ve yönetimler kurabilen disiplinli bir organizasyon var.
Ninova valisi Atheel Nujaifi, isyancıların Musul merkez bankasındaki 400 milyon dolar kadar parayı ele
geçirdiğini söylüyor ve söylenenlere göre, milyondan fazla yerleşimcinin yaşadığı bu kentte, geri
kalan bankaların da kasası İslam Devleti Örgütü
tarafından boşaltıldı. Diğer yetkililer merkez ban-
Ağustos-Eylül 2014
33
Twitter’ine takipçi kazandırarak IŞİD’in cihadçı örgütler listesinde
en üstte yer almasına yardım eden bir cep telefonu uygulaması bile
programa gömülü reklamlara sahip. Bunların hepsi, Suudi Arabistan’daki
ve Basra Körfezi ülkelerindeki para babalarının IŞİD operasyonlarına
bağış yapmasına yönelik akıllı sosyal medya kampanyalarıdır.
kasından çalınan miktar hakkında tartışıyorlar ve
daha düşük bir rakamdan söz ediyorlar.
Bağdat ve Musul arasında yer alan ve Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan Baiji’yi kontrol etmek için
devam eden gitgelli çatışmada, İslam Devleti militanları ateşkese aracılık etmeleri için işçilerin güvenli şekilde tahliye edilebilmelerini sağlama noktasında orada görevli işçilerin aileleriyle çalıştılar.
Bu insani bir jest değildi. IŞİD tarafından öldürülme korkusu nedeniyle ismini vermek istemeyen ve
durum hakkında konuşan bir yerel yönetici ‘’Çatışma bittiğinde rafinerinin kontrolünü eline almış olmayı istiyorlardı’’ diyor.
Yakın zamana kadar Ninova kentinin polis müdürü
olan General Mehdi Garavi’nin Arapça haber sitesi
olan Nikaş’a verdiği röportaja göre ‘’Musul’da kurdukları ağ ile IŞİD aylık yaklaşık 8 milyon dolarlık
bir miktarı gasp ediyor.’’ Üstelik bu miktar Musul’u
IŞİD militanları devralmasından önceydi. Bir kere
yönetimi ele geçirince de kazançlı olan zorunlu vergileri onlar topluyorlar. Irak’ın kuzeyinde kamyonlardan güvenli geçiş için sözde yol vergisi olarak
34
Ağustos-Eylül 2014
200 dolar topluyorlar. Irak hükümeti, isyancıların
şimdi Musul’da önemli sayıda bulunan ve çarmıha
gerilmek istemeyen Hıristiyanlardan zorla vergi
topladığını söylüyor.
Twitter’ine takipçi kazandırarak IŞİD’in cihadçı örgütler listesinde en üstte yer almasına yardım eden
bir cep telefonu uygulaması bile programa gömülü reklamlara sahip. Bunların hepsi, Suudi Arabistan’daki ve Basra Körfezi ülkelerindeki para babalarının IŞİD operasyonlarına bağış yapmasına yönelik
akıllı sosyal medya kampanyalarıdır. Son Irak Parlamentosu ekonomi komitesi üyesi Amin Hadi ‘’Onların Musul’dan çaldığı paranın tam olarak ne kadar
olduğunu bilmiyoruz; ancak IŞİD’in diğer ülkeleri
işgal etmesine yetecek kadar fazladır’’ diyor.
Irak Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi bir yetkili IŞİD’in Musul’dan ne kadar para elde ettiğini
özel olarak söylemekte isteksiz davransa da, en az
85 milyon dolar, hatta muhtemelen daha üstünde
olduğunu tahmin ediyor. Durum hakkında ismini
vermeden konuşuyor; çünkü bu konuda halkı bilgilendirme konusunda yetkilendirilmemiş.
Şimdiye kadar radikallerin operasyonlarının Irak’ın petrol üreten
alanlarına kadar genişletmesi engellendi. Ancak geçen hafta günlük
310.000 varil petrol üretme kapasitesiyle ülkenin en büyük rafinerisi
olan Baiji petrol rafinerisi kuşatıldı ve rafinerinin kontrolü Çarşamba
günü kısa bir süreliğine tamamen IŞİD’ın eline geçti.
Bir Amerikalı terörle mücadele yetkilisinin söylediğine göre ‘’IŞİD dışarıdaki bağışçılardan bir miktar
para elde ediyor, ancak bu miktar IŞİD’in kendi kendini fonlamasıyla karşılaştırıldığında sönük kalıyor.
Paralarının ezici bir kısmı gasp, kaçırma, hırsızlık ve
kaçakçılık gibi suç oluşturan olaylardan kazanılıyor.
IŞİD Musul’dan muhtemelen haftada birkaç milyon
doları gasp yoluyla elde ediyor. Şehri ele geçirmesi
grubu finansal açıdan daha iyi bir durum sağlıyor;
ancak bu iyi durum muhtemelen milyonlarca - yüzlerce milyona değil – dolara tekabül ediyor.”
Aynı yetkiliye göre ‘’IŞİD yeryüzündeki en varlıklı
terörist gruplardan biri; ancak aynı ölçüde önemli masrafları var. Grupta kasasına akan parayı hızlı
ve adil şekilde dağıtma yönelimi hakim. Parayı çok
daha akıllı şekilde kullanmadıkları sürece, muhtemelen onlarca milyon dolarlık değerde bir varlığın
üzerinde bulunuyorlar.’’
Milis grup sahip olduğu parayı saklamak için
Felluce’de, Anbar kentinde yer alan yağmalanmış bazı bankaları tekrar açtı. Ocak’tan beri milis
grubun kontrolünde bulunan şehirde taksi şoförü
olarak çalışan 35 yaşındaki Yasim Ahmed, bankayı
koruyan silahlı korumalardan birine milislerin paralarını nereden aldığını sormuş. Silahlı adam ‘’Tekrar
sorma, sadece bizim sadece Anbar’ı değil tüm Irak’ı
yönetecek kadar paramız olduğunu bil’’ demiş.
Grubun kendini finanse etmesini ve toprak kontrol şeklini takip eden Lübnan-Beyrut kökenli Kamel
Wazne ‘’Artık terörist bir devlet hayal etmiyoruz.
Çünkü bir terörist devlete sahibiz’’ diyor.
IŞİD geçen yıl Rakka’nın yakınında yer alan doğu
Suriye petrol topraklarını ele geçirdiğinden beri
nakit para topluyor. IŞİD ilkel rafineleri kendi milislerinin yerel kullanımına sunacağı ürünler için
kullanıyor; ancak ham petrolün birçoğunu düşmanı
olan Suriye hükümetine satıyor. Münbiç’te yerel bir
çimento fabrikası işletiyorlar ve Rakka’da tüccarlar
bile çöp toplama ücreti ödüyorlar.
Irak’ın işgali örgütün gelir tabanını daha da genişletti. Londra’da yer alan King’s College’de güvenlik
çalışmaları profesörü olan Peter Neumann, ‘’Daha
fazla toprağı ellerinde tutmaları onları daha çok
kendine yetebilen örgüt haline getirecek’’ diyor.
Ona göre ‘’Bu onları neden durdurmamız gerektiğini gösteren tehlikelerden biri. Eğer kendilerine
yetecek seviyeye gelirlerse ve insanların ücretlerini
ödeyebilirlerse, kurdukları düzeni sarsmak oldukça
güç olacak.’’
İsyancılar sürekli yeni kaynak arayışı içerisindeler.
Radikal ideolojileri Sünni olmayan Müslümanların
öldürülmesi için çağrı yapıyor olsa da inanmayanlardan para elde ettikleri sürece görünüşte bu duruma göz yumuyorlar. Geçen hafta boyunca, IŞİD’in
hakim olduğu alanda önce birkaç Türk işçi grubu,
40 kişilik Hintli işçi grubu ve bir Çinli yetkili gözden kayboldular ve daha sonra da zarar verilmemiş
halde salıverildiler. Fidyelerin ödendiği teyit edilemese de fidye için kaçırmanın milislerin planları
arasında yer aldığı biliniyor.
IŞİD’in ayrılmış görünen ve Twitter’de @Wikibaghdady ismiyle grup hakkında bilgiler veren bir köstebeğin varlığı onların kurumsal başarılarının boyutlarını ortaya koyuyor.
Rakip cihadçı hesaplar, geçen yıl, IŞİD’in Irak’ta
ilerleyerek Şiilere, Hıristiyanlara ve diğer azınlıklara acımasız şekilde vergiler uygulayarak kaynak
yaratmasıyla ve enerji kaynaklarını ve petrol yataklarını kontrol etme planlarıyla ilgili belgeler yayınladılar. Belgelere göre Irak hükümetiyle ilişkili
herhangi bir şirket IŞİD tarafından kontrol edilmeliydi. ‘’Eğer şirket sahibi bu durumu kabul etmezse,
o öldürülmekle ya da şirketine zarar verilmekle tehdit edilmeliydi.’’
Ağustos-Eylül 2014
35
Barclay’in araştırmasına göre, Baiji rafinerisi Irak’ın
yurtiçi yakıtının üçte birini ve yaklaşık 600 megavatlik elektrik santrali ile ülkenin elektriğinin
%10’unu karşılıyor. Baiji rafinerisinin kapanmasının
ardından IŞİD’in aktif olduğu tüm kentlere elektrik
verilemiyor.
Yakıt kıtlığı korkusu birçok Iraklının kişi başına 8
galondan fazla satılmama kararı alınan Kürdistan
özerk bölgesine giderek uzun kuyruklar oluşturmasına neden oldu.
Eski Kürdistan Bölgesel Yönetimi başbakanı Berham
Salih ‘’Eğer Baiji düşerse, yakıt krizi çok büyük olur’’
diyor.
İsyancıların Twitter kullanımının bile para kazanma potansiyeli yaratan bir tarafı var. Cihadçıların
sosyal medya kullanımı üzerine çalışan Intelwire.
com’dan J.M. Berger’e göre, IŞİD takipçilerine
‘’Müjdeleyici Şafak’’ isimli bir cep telefonu uygulaması sunuyor. Berger Google Android uygulamalarının bile onun reklamını yaptığını ve gelişmiş bir
spam üreticisi aracılığıyla IŞİD tweetlerinin Twitter
spam savunmasını aşarak binlerce tweet haline geldiğini söylüyor.
Berger, uygulama hakkında Atlantic’e bir yazı yazmasının ardından, Twitter’ın uygulamayı devre dışı
bıraktığını ve neredeyse hemen yeni bir hesap açılmasına rağmen grubun birçok Twitter hesabını kapattığını söyledi. Berger “onlar sosyal medyada fon
elde etme gözü ile çalışıyorlar” diyor.
Şimdiye kadar radikallerin operasyonlarının Irak’ın
petrol üreten alanlarına kadar genişletmesi engellendi. Ancak geçen hafta günlük 310.000 varil petrol üretme kapasitesiyle ülkenin en büyük rafinerisi
olan Baiji petrol rafinerisi kuşatıldı ve rafinerinin
kontrolü Çarşamba günü kısa bir süreliğine tamamen IŞİD’ın eline geçti. (Rafineri daha sonra Amerikan hava saldırılarına kadar olmak üzere IŞİD’ın
eline geçti, Süreç Analiz)
Birçok uzman isyancıların bu gelişmiş tesisi yönetip yönetemeyeceğini sorgularken, onlar Iraklı işçileri geri getirerek, en azından, sayısız depolama
tankına ulaşım imkanı buldular.
36
Ağustos-Eylül 2014
Irak hükümeti çalışanları milislerin kontrolüne geçen alanlarda bile maaşlarını almaya devam ediyorlar ve hükümet işçilerin maaşlarını almak için
güvenli bölgelere gitmelerine izin verildiğini ifade
etti.
Bu akıl ve gönül çalan hareketler, isyancılar için
merkezi hükümetin hala temel işveren olduğu yerlerde mücadele etmesini daha zorlaştıracak ve bu
işçilerin birçoğu sonuç olarak bu paraların bir kısmını IŞİD’e vergi olarak ödeyecekler. Eğer IŞİD fiili
bir hükümet haline gelirse, IŞİD’in kontrolündeki
bölgelerde neredeyse yaz aylarının başından beri
devam eden kronik elektrik kesintileri nedeniyle
örgüt suçlanmaya başlanacak.
London School of Economics’den Dodge’nin dediğine göre ‘’Onlar etkili bir organizasyon, ancak
abartılma tehlikesi de mevcut. Eğer uzun süredir
ellerinde tuttukları Rakka’da yaptıkları vahşeti,
kafa kesmeleri görüyorsan, onların haşin İslamının
sonunda gündeme geleceği anlaşılır. Onlar şimdi
Musul’da ve bir ölçüde Tikrit’te gönülleri ve kafaları kazanma kampanyası yürütüyorlar. Fakat bir kez
toprağı tamamen ele geçirdiklerinde düşmanları öldürme ve topluma arzuladıkları sert hayatı empoze
etme hissine direnemeyecekler.”
* Rod Nordland ve Alissa Rubin’in bu çalışması New York
Times’ta 20 Temmuz 2014 tarihinde yayınlandı.
*Linki: http://www.nytimes.com/2014/06/21/world/middleeast/isis-iraq-insurgents-reaping-wealth-as-they-advance.
html?hpw&rref=world&_r=1
Ömer Behram Özdemir ve Müfid Yüksel ile Röportaj
Ortadoğu’nun
Örgüt Haritası
KAPAK: TEK SORU İKİ CEVAP
Röportaj: Mehmet Yavuz
Süreç Analiz olarak bu
sayımızda Ortadoğu’da
meydana gelen siyasi
karışıklıklar neticesinde bölgede
meydana gelen olayları analiz
etmek ve meydana gelecek
olası değişikliklerin Türkiye
için getireceği avantajları
veya dezavantajları inceleyip
anlamak üzere Sakarya
Üniversitesi ORMER Araştırma
Görevlisi Ömer Behram
Özdemir ve araştırmacı/yazar
Müfid Yüksel ile röportajımızı
gerçekleştirdik.
Suriye’de Esad’ın çok çabuk şekilde düşeceği
öngörülüyordu. Son geldiğimiz noktada Esad’ın
hala yönetimi elinde tuttuğunu görüyoruz. Bu
durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ömer Behram Özdemir: Suriye’de sokak çatışmalarının savaşa döndüğü ilk devrede Suriye ordusundan
çok sayıda askerin firar etmesi ve bunların büyük
kısmının ÖSO’nun askeri gücünü oluşturması muhalifleri güçlendiren Esad yönetimini ise zorlayan
bir denklemdi. Lakin ÖSO tam manada merkezi ve
düzenli bir ordu değildi. ÖSO adı altında birbirinden genelde bağımsız gruplara karşı rejim ilk etapta cidden darbe yemiş olsa da İran’ın askeri danışmanları ve gönüllüleriyle katılımı, Rusya’nın maddi
yardımı ve tabii ki Hizbullah’ın askeri katılımı ile
ibreyi kendine çevirdi. Lakin bugün Esad yönetimi
çökmese de Suriye’nin yönetimini elinde tuttuğunu
söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Nusayri
nüfusun yoğun olarak bulunduğu Tartus, Lazkiye
ve Hama kırsalında güçlü bir şekilde var olan rejim
Ağustos-Eylül 2014
37
ülkenin kuzey ve doğusunu ise neredeyse tamamen
kaybetti. Rakka, Deirezzor, İdlib ve Dera’da kemikleşen devlet dışı güçleri rejimin mevcut askeri kapasitesi ile alt edip söz konusu bölgeleri ele geçirmesi
kısa vadede pek mümkün gözükmemektedir. Halep,
Kalamun, Kuneytra ve Şam kırsalı da muhaliflerin
son aylarda rejim ile çatışmalarda ilerleme yaşadıkları cephelerdir. Bu açıdan bakıldığında rejimin
kendisi için kırmızı çizgi olarak gördüğü merkezleri
ciddi biçimde savunabildiğini lakin ülkenin yarısından fazla bir alanda hakim olmadığını görmekteyiz.
Müfid Yüksel: İki tane faktör var burda. Beşar
Esad iktidara geldiğinde yani babasının dönemini
kapatıp,o kanlı dönemi kapatıp yeni bir sayfa açma
mesajıyla geldi adeta. Gerek batı dünyasında gerek
Türkiye de bir şekilde böyle algılandı. Bu konuda
Beşar başarılı oldu mu? Hayır olmadı ama en azından bu yönde adımlarda söz konusu değil. Tamamen
babasının dönemi gibi Hama Katliamı gibi olayların
cereyan ettiği bir Suriye değildi artık. Artı şöyle bir
şeyde söz konusuydu yani artık insanlar olur olmaz
sokaklardan camilerden toplanıp götürülmüyordu.
Nispi bir düzelme nispi bir rahatlama söz konusuydu. Türkiye ile ilişkilere gelecek olursak Türkiye ile ilişkileri eskiye nazaran artış vardı, istenilen düzeyde olmasa bile. En azından hükümet
düzeyinde diyaloglar artmıştı, ortak bakanlar kurulu toplantısına kadar giden ve en son vizelerin kalkması, buraya kadar giden bir süreç vardı. Arap Baharı olduğu zaman, Arap Baharı Arap yarımadasında
diktatörlerin yıkılacağı tamamen bunun yerine bir
ön açılacağı, bir zemin oluşacağı ve bu zeminden
yararlanarak İhvan’dan başka alternatifin olmayacağı, İhvan’ın serbest seçimlerde iktidara geleceği,
İhvan’ın büyük halk kitlelerine sahip olduğu varsayıldı. Bu varsayımdan hareketle Arap Baharı’nın
bir şekilde peşine takıldı. Ilk önce Mısır ve Libya’da
çekinik davranıldı. Mısır’da Türkiye’nin yapacağı
hiçbir şey yoktu o ayrı mesele. Ama Libya konusundaki çekingenliğinin bedeli Suriye’de bir maceraya girişmek oldu. Bunun bedeli oldu, çok çekingen davranıldı. Oysa ki Libya’da otuz bin Türkiye
vatandaşı vardı. Ve Kaddafi’nin bir şansı yoktu artık
çünkü Kaddafi’nin güçlü bir ordusu yoktu ve Kaddafi’yi devirmeye kararlı bir Avrupa vardı, en azından İtalya ve Fransa öyleydi. Türkiye çok çekingen
davrandı o konuda, o çekingenliğinden dolayı Su-
38
Ağustos-Eylül 2014
riye konusunda biraz daha pervasız davrandı. Suriye’de bazı şeyler öngörülmedi, kolayca Beşar Esad’ın
devrileceği vehmedildi, İhvan’ın çok güçlü olduğu
zannedildi oysa ki İhvan biraz elitist hareket, bir
ideolojik siyasal hareket olduğu için dindar halkın
damarlarına nufüs edemeyen bir hareket, camiye
nuüfuz edememiş bir hareketti. Bir çok bakımdan
İhvan’ın bu konularda eksiği mevcuttu ve bu eksiklikler görülemedi. O da Türkiye’de dindar çevrelerin İhvanla olan diyaloğunda burada bir yanılsama
oldu. Mısır’da İhvan çok güçlü değil eğer çok güçlü
olsaydı 30 Haziran’da insanlar İhvan aleyhinde
sokağa çıkmazdı. Evet İhvan seçimi kazandı ama
orda da farklı şeyler söz konusu. Halk içinde öyle
çok büyük milyonları peşinden sürükleyebilecek
kitlesel bir güce sahip değil. Çünkü siyasal ideolojik
islami hareketler halktan kopuk. İhvan’daki selefi damar halkı biraz daha tepeden gören kendini
tevhidi gören, halkın dindarlığını hurafe ve cahiliye
ile özdeşleştiren bir gelenekten geliyor. En azından
Seyyit Kutup’un üslubu ve metodu bu yöndeydi. O
anlamda camideki halkla, dindar halkla barışık bir
yapısı yok zaten. Dolayısıyla Mısır gibi dindarlığın
çok yüksek olduğu namaz kılma oranının %85 lerde
olduğu bir ülkede halkla bu anlamda bütünleşememenin verdiği sıkıntılar var. Halkla oradaki geleneksel dini yapılarla, buna tarikatları da dahil edebiliriz. Bu tür yapılarla da bağdaşıklıkları söz konusu
değildi. Belki bir düşmanlıkları diğer selefi gruplar
gibi yani Nur Partisi gibi değerlendirmiyorum İhvan’ı. O anlamda bir selefilik değil ama o damar
özellikle Seyyit Kutup’un nispeten böyle hariciliği
ve tekfirciliği çağrıştıran Soğuk Savaş Dönemi’nin
ideolojik katılığıyla örtüşen o anlayışı ve metodu
ister istemez halkla arasına mesafe koyuyor. Bu da
böyle bir desteğin oluşmasına engel oluyor. Şimdi bütün bu faktörler göz önüne alındığında bunlar görülemedi. Artı İran, Rusya ve Çin mihverinin
oluşacağı faktörü de göz önüne alınamadı. İran
faktörü ve bununla birlikte Suriye olayları üzerinde
oluşan bir İran, Rusya ve Çin mihveri var. Adeta bir
mihver devletler grubu oluştu böyle ve bu da gerek Türkiye’de gerek başka çevrelerde öngörülemedi. Bu öngörülememesi Suriye’de böyle bir yapıya
ulaştı artı bir muhalefet örgütlenmesi de oluşturulamadı. Yani Baasın sadece oradaki Nusayri gruplardan oluştuğu, Baasta Nusayrilerden başka kimsenin yer almadığı varsayımı da geliştirildi. Baas
bir koalisyondu kendi içerisinde Arap milliyetçiliği
anlayışı ön planda olduğu için seküler sünni elitler
tarafından da Baas çok ciddi olarak desteklendi.
Bütün bunlar baz alındığında Suriye’de böyle bir
çıkmaza girildi. Artı Suriye muhalefeti İhvan üzerinden örgütlenmeye çalışıldı. Oysa İhvan, Suriye
içerisinde bir hayli zayıf durumda. (Her ne kadar
Suriye diasporası içerisinde güçlü görüntülense
de Suriye içerisinde İhvan gayet zayıftır.) Bir şey
daha: Suriye diasporası gerek Türkiye’yi gerek başka
kimseleri yanılttı bu konuda. Suriye disaporası Suriye konusunda Türkiye’deki bazı çevreleri yanılttı
ve bütün bu yanılsamalar bir araya geldi. Ciddi bir
muhalefet birliği oluşturulamadığı gibi ÖSO gibi
kurulan grup da parçalandı zamanla ve şuan 1200’ü
aşkın savaşan grup var ve artı içine çok katı radikal
selefi grupların girmesi. Harici zihniyetli grupların,
şiddeti tamamen ön plana çıkaran gruplarında ön
almasıyla birlikte tamamen karmakarışık bir hal aldı
Suriye’deki grup. Yani bunun çok daha uzun sürmesi
çünkü İran’ın gerek Afganistan işgali 2001 yılında olan gerek 2003 teki Irak işgali İran’ın doğuda
ve batıda önünü açtı. İran’ın emperyal emellerinin
önündeki iki ana engel Amerika tarafından ortadan
kaldırıldı. Dolayısıyla İran hem ortaasyaya yönelik
bir açılım yapabilme imkanı buldu hem de zaten
Lübnan üzerinde Şii gettları oluşturuldu. Irak’ta
önemli oranda hükümette söz sahibi olması hatta
Bağdat üzerinde söz sahibi olması. Necef, Basra,
Kerbela o bölgeler bir şekilde adeta İran denetimine girdi, İran Akdeniz’e kadar açıldı. Nüfuz alanı çok ciddi olarak genişledi. Böyle bir ortamda
Arap Baharı’nın ite kaka yapılması böyle bir sonuca
yol açtı. Bir taraftan şu yapıldı, İran’ın elleri, kolları serbest bırakılıp nüfuz alanları genişletildi bir
taraftanda Suriye üzerinden bir mezhep çatşmasına
gidilmeye çalışıldı.
Ağustos-Eylül 2014
39
Suriye’de Suriye Ulusal Konseyi altında toplanan ve daha başat olarak ÖSO önderliğindeki
muhalefet neden başarılı olamadı ve neden sırasıyla El Nusra ve IŞİD’ın öne çıktığını gördük?
Rojava’daki Kürt realitesini bu noktada nereye
koymak gerekiyor?
Ö.B.Ö: Öncelikle ufak bir düzeltme yapalım. SUK
ve SMDK gibi siyasi muhalefeti temsil eden yapılar ÖSO’dan sonra kurulan yapılardır. Yani Suriye’deki halk ayaklanmasında öncülük Suriye Ulusal
Konseyi’nde değil Özgür Suriye Ordusu’ndadır. Askeri
ilerleme açısından bakıldığın savaşın ilk safhasında
bilhassa da 2012 içerisinde Suriye muhalefeti rejime karşı oldukça önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
Ama bir önceki soruda da bahsettiğim gibi ÖSO’nun
dağınık yapısı söz konusu savaşa rejim yanında
katılan dış aktörlerin etkisine cevap verebilecek
düzeyde değildi. Nusra’nın büyümesi ve alanda görünür olması da bu döneme rastlar. ÖSO’nun askeri
geri çekilmelerinin yanı sıra ÖSO’nun kimi bölgelerdeki unsurlarının hırsızlık ve yozlaşma eleştirilerine çokça uğradığı bir dönemde ÖSO’nun kaybettiği
desteği kazanmak için yeni gruplar yarışmaktaydı ki
Nusra bunların en önemlilerinden biriydi. Selefi-cihadi çizgide bir yapı olan Nusra önce Suriye rejiminin askeri ve bürokratik hedeflerine gerçekleştirdiği
bombalı saldırılarla ardından da sahada elde ettiği
başarılarla adını duyurdu. Suriyeli savaşçıların yanında çok sayıda yabancı savaşçı da Nusra’nın adını
duyurduğu 2013’te grubun saflarında yer almaktaydı. Örgütün lideri ve kurucu kadroları ABD işgali yıllarında Irak İslam Devleti (IİD) örgütü ile birlikte
hareket etmiş figürlerdir. Fakat Nusra’nın Suriye’deki ilerlemesi zaten bölgede yayılmak arzusundaki
IİD için yeni bir hamlenin kapısını açtı. Örgütün
lideri Ebubekir el-Bağdadi Nusra’nın IİD’in bir kolu
olduğuna dair bir açıklama yaparak Irak Şam İslam
Devleti’nin (IŞİD) kurulduğunu ve artık tüm savaşçıların bu isim altında savaşacaklarını ilan etti. Bu
ilan Nusra tarafından reddedildiği gibi El Kaide merkezi tarafından da onaylanmamıştır. Bu sürecin devamında ise 2014 yılı itibariyle IŞİD ve El Kaide’nin
arasındaki tüm bağlar kopmuştur. Bugün itibariyle
Nusra Suriye’de IŞİD ile hasım durumundadır. Bu
iki hareketin öne çıkmalarında ise farklı nedenler
bulunmaktadır. IŞİD Irak ordusundan ele geçirdiği
önemli miktarda ağır silahı Suriye’de kullanırken di-
40
Ağustos-Eylül 2014
ğer muhaliflere karşı savaşında Esad’dan da örtülü
bir destek görmüştür. Örneğin İslami Cephe, Nusra
ve ÖSO gibi gruplar sürekli hava saldırılarına maruz
kalırken IŞİD unsurları ise son 2 aya kadar rejim
hava gücü ile pek muhatap olmamışlardır. Irak’tan
gelen silah akışı ve Esad’ın politikaları IŞİD’e alan
sağlamıştır. Nusra ise dünyanın çeşitli bölgelerine
yayılmış El Kaide unsurlarına bakıldığında tez konusu olabilecek farklı bir yapı. Savaşçılarının büyük
kısmı Suriyelilerden oluşan Nusra ele geçirdiği bölgelerde IŞİD’in aksine hakim bir otorite kurmayıp
bölgeleri diğer muhalif unsurlarla birlikte yönetmeyi tercih etmektedir. Nusra’nın IŞİD’in aksine yerli
unsurlardan oluşması ve halkla iletişiminin pozitif
olması örgüte başka el Kaide unsurlarında pek göremediğimiz sivil halk desteğini kazandırmıştır. Lakin
el-Kaide’nin Suriye kolu olarak kaldıkları sürece dış
aktörlerin örgüte bakışı ve dolayısıyla örgütün fon
bulması her zaman zor olacaktır. Son olarak ülkedeki İslamci hareketlerin güçlenip ÖSO unsurlarının
geri planda kalması sürecini etkileyen en önemli
gelişmelerden biri ise rejimin Şam’da sivillere karşı
kimyasal silah kullanımına ABD başta olmak üzere
Batı’nın sessiz kalmasıdır. Bu gelişmeler nispeten
Batı destekli ÖSO’nun halk nezdinde sempati kaybı
yaşamasına yol açmıştır.
M.Y: Şimdi şöyle bir durum söz konusu, Suriye de
laik diyebileceğimiz kesimler sadece elit kesimi
oluşturuyor. Halk tabanı yok aslında. ÖSO’da biraz
daha seküler çünkü Batı’nın desteğini almak için
en azından öyle yapılandı. Halk desteği yok, halk
dindar olduğu için kendi dindarlığına bir karşılık
aradı, bu karşılığı kimden buluyor? Nusra’dan buluyor, diğerlerinden buluyor. Her ne kadar halkın
dindarlığı bu selefi ve harici gruplarla da uzlaşmasa bile (çünkü alternatifi yok). Alternatif Sünni bir
damar yani selefi-harici olmayan Sünni damara ilişkin olarak böyle alternatif bir sunum yok. Bu alternatif sunumu yapacak zemin de yok.çünkü Sünniliğin temel kurumları tasfiye edilmiş, Sünniliğin
ana merkezi Osmanlıydı. Osmanlı tasfiye edildi,
Türkiye Cumhuriyeti’nde de 1920’li yıllarda bütün
Sünni kurumlar tümüyle tasfiye edildi, yok edildi.
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti Sünniliği yok etti.
Ulema geleneğini yok etti, bir kurum kalmadı, sunabileceği bir Sünnilik yok. Türkiye’nin böyle bir
şansı yok çünkü Türkiye’de böyle bir kurum yok.
İmam Hatip bu konuda böyle bir örnek teşkil edemez çünkü İmam Hatip’te din eğitimi yok, yani dini
ilimler öğretilmiyor, din alimi yetiştiren bir kurum
değil. İmam Hatipler işte bir kaç cenaze imamı yetiştirmek üzere kırklı yılların sonunda İmam Hatip
kursları daha sonra İmam Hatip okulları darken medreselerin yasak olması Tevhid-i Tedrisat Kanunu
bir teyemmüm gibi düşünün. O mesabede açılıp
yaygınlaştığı. Devletin koyduğu yasakları delmeye yönelik bir ara formül gibi oldu. Dolayısıyla
bunu bir ideal olarak başka yerlere ihraç etmek son
derece garip ve mümkün değil çünkü Suriye’de medreseler açık. Suriye gibi yerlerde ise Baas rejimlerinin yani ilk once Mısır’da 1952’de general Necip
iktidara geldi iki sene sonar Nasır iktidara geldi.
Nasır’ın kişiliğinde şekillenen, onun kişiliğiyle adeta özdeşleşen militer bir Arap milliyetçiliği dalgası
bütün Arap dünyasını sardı. Kaddafi’de böyledir,
Baas partileri de böyledir. Kaddafi de Nasırcılığın
getirdiği bir zemin üzerinden Arap milliyetçiliğine
dayalı bir devrim yaptı, yoksa Kaddafi’nin kendisi
Arap da değildi. Berberi’ydi. Şimdi dolayısıyla Suriye’de de Baas rejimi geldi Irak’ta da Baas rejimi
geldi. Bu rejimler orada manda yönetiminde de olsa
zamanında dini kurumlara karışılmadı. İngilizler
şöyle bir yapı getirdi. Türkiye’ye Lozan dayatıldı,
işgal edilmedi. Lozan’dan sonra bir işgale girişilmedi. Ama Türkiye’deki bütün dini kurumların radikal
bir şekilde tasfiyesi dayatıldı. Karşılığında bu oldu.
Oralarda ise işgal ve manda yönetimi oldu ama
toplumdaki dini kurumlara dokunulmadı. Dini kurumlara, şer-i mahkemeler dahil olmak üzere hatta
anayasadaki dini maddeler başta olmak üzere dokunulmadı. Ve bunlar devam etti bir şekilde. Baas
rejimleri bunları baskıyla zayıflattı, zayıflatınca
da oradaki Sünni yapıyı toparlayacak şey kalmadı.
Toplumsal dindarlığın muhafazasında Türkiye’den
daha iyiler. Dolayısıyla onları toparlayacak dini bir
otorite kalmadı. Son otorite Said Ramazan El Buti’di. O da kargaşa ortamında zemin oluşturamadı
ve bir de hayatını kaybetti. Son otorite oydu.
İran 40 yıldır Suriye’ye yatırım yapıyor. Bu yatırım
ilişkilerini siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda
yapıyor. Mesela Sıtti Zeynep türbesi vardı, bu türAğustos-Eylül 2014
41
benin anahtarlarını aldı İran, aldıktan sonar onun
etrafında Irak’tan, Afganistan’dan, Lübnan’dan
taşıdığı Şii bir nüfüsla çok büyük bir mahalle
oluşturdu. Zeynebiye diye kocaman bir Şii mallesi,
gettosu oluşturdu. Bir de artı Nusayrileri Şii yapmak üzere Hüseyniyeler yani medreseler açtı, Şii
mektep ve medreseler. Fakat orada normal olarak
Nusayriler hakim olsa bile dini kurumların hepsi Sünni-Şafii ulemanın elindeydi, özellikle Kürt
ulemanın elindeydi. Ve bu gelenek devam ediyordu. 2000’li yıllarda şöyle bir olay oldu. Bu okullar
Beşar Esad tarafından tek tek kapatılıp Şafii-Kürt
müftüye teslim edildi. Böyle bir işlevi vardı ŞafiiKürt ulemanın. Müslüman Kardeşler hareketinin
böyle bir Sünni-ulema geleneğinden gelen hiç
uleması yok. Dini bir hareket ama din alimi yok.
Dolayısıyla bu anlamda Müslüman Kardeşler hareketi dini bir zeminde hareket oluşturabilecek kabiliyeti yok. Şimdi dolayısıyla Suriye’de noldu bu Sünni
yapılanmayı sahiplenecek kimse kalmadı. Ne oldu
karşısına Nusra gibi IŞİD gibi selefi hareketler çıktı.
Bu hareketler Sünnileri koruma adına hareket ettiği
için Sünniliği adeta rehin aldı.
Rojava’da PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’nin
tam olarak yapmak istediği nedir? Kürtlerin
ilan ettikleri ‘kantonlar’ın bütünleşik bir yapıda olmaması ve arada kalan bazı bölgelerde
Arap Sünnilerin çoğunlukta olması Rojava’daki
durumu nasıl etkiler?
Ö.B.Ö: YPG bugün ne tam olarak muhalif gruplara ne de rejime karşı keskin bir konum almaktan
kaçınmaktadır. Bu pragmatik yaklaşım Afrin, Kobani ve Kamışlı gibi YPG hakimiyetindeki bölgelerin Halep gibi Dera gibi yıkımlara maruz kalmasını
engellemiştir. YPG dış aktörler tarafından muhatap
alınmak için çokça uğraşsa da bu pragmatik yaklaşımın sonucunda ne rejim yanlısı ne de rejim
karşıtı dış aktörler YPG’yi ciddi bir muhatap olarak
görmemişlerdi. Lakin IŞİD’in ilerleyişi ve Irak’ta
PKK’nın Peşmerge ile birlikte IŞİD’e karşı savaşması
YPG açısından yeni bir dönemin sinyalini de vermiş olabilir. Lakin YPG’nin Afrin, Kobani ve Kamışlı
arasında bulunan Tel Abyad ve Carabulus gibi Arap
çoğunluğun yaşadığı bölgeleri de hakimiyet altına
alıp homojen bir şerit oluşturabilmesi şu an pek
42
Ağustos-Eylül 2014
mümkün gözükmemektedir. Zira Haseke kırsalında
Arap yoğun bazı köylerde dahi YPG ile Sünni Arap
aşiretleri arasında dönem dönem çatışmalar çıkmıştır. IŞİD’in Tel Abyad ile Carabulus’tan çekilmesi söz
konusu olursa bu bölgeleri İslami Cephe, ÖSO veya
Nusra gibi grupların doldurma ihtimalleri yüksektir.
Zira Arap yoğun bölge halkı da YPG’den ziyade bu
gruplara destek verebilirler. Orta vadede Afrin ve
Kobani’de herhangi bir sorun yaşanacağını düşünmüyorum. Lakin YPG’nin elindeki en önemli şehir
olan Kamışlı’da YPG’nin askeri olarak en güçlü Kürt
grup olsa da siyasi olarak çokça rakibi bulunmaktadır. Afrin ve Kobani’nin aksine YPG çizgisi için
Kamışlı “sağlam bir kale” sayılamaz diyebiliriz.
IŞİD tehdidi sona ererse YPG Kamışlı’da kendisine
muhalif siyasi grupların olası silahlanması derdiyle
uğraşabilir.
Bir diğer olası tehdit ise Esad rejimi. Kamışlı’da
sınır kapısını elinde tutan Esad rejiminin şehirde
zırhlı bir tugayı ve askeri hava araçlarının kullandığı askeri bir pisti bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kamışlı’daki mevcut durum üzerine hazırlanan raporlarda bir güç paylaşımını görmekteyiz.
Yani şehir merkezindeki bazı devlet binaları ve askeri noktalara giden yollarda Şam yönetimine bağlı
unsurlar halen görünür ve etkinler. Şehrin yönetimi ise daha ziyade YPG’ye bırakılmış durumda. Bu
verileri göz önünde bulundurduğumuzda Kamışlı’da
YPG’nin çokça vurguladığı bir “devrimin” gerçekte
var olmadığını görmekteyiz. Lakin bir devrim hareketinden çok daha az yıkıma yol açtığı için YPG’nin
bu tutumunun işe yarayan akıllıca bir siyaset olduğunu söylemeliyim.
M.Y: Şimdi Rojava diye bir kavram geçen sene çıktı.
2013 Mayıs’ından once Rojava diye bir adlandırma
yoktu. Bir anda çıktı iki üç ay içinde sanki yüzyıllardır orası Rojava’ymış gibi davranılıyor. Kürtler
hiç bir zaman batıya Rojava demediler. Kürtçe de
böyle bir kullanım yok. Genelde ‘Garp’ kelimesini
kullanırlar. Yani en fazla 40 yıllık ömrü olan bir kelime. Böyle bir adlandırma 2013 Mayıs’ından önce
yok. Bir kere buradan yola çıkalım. Suriye’de Kürt
bölgesi var, Kürtler var. Suriye’deki Kürtlerin şöyle
bir konumu var. Türkiye’den biraz farklı. Osmanlı
zamanında Halep ve Şam’ın elitlerini önemli oranda
Kürtler oluşturuyordu. Eskiden beri şehrin ticaretini, entellektüel yapısını elinde bulunduruyorlardı.
Bu Selehaddin Eyyübi döneminden beri böyle.
Eyyübilerle birlikte ciddi oranda Kürt nüfusu yerleşti. Hem Halep’e hem de Şam’a. Şimdi o çerçeveden
baktığımızda Kürtlerin Suriye’de böyle imtiyazlı bir
durumu var. İkinci husus 1946’da Suriye bağımsız
olduktan sonraki süreçte, yani Baas iktidara gelene
kadar üst üste dört cumhurbaşkanı Kürt. Ve ağırlıklı
olarak Suriye’yi Kürtler yönetiyordu. Biliyorsunuz
Naasırcı Arap milliyetçiliği bütün ortadoğuyu etkiledi, Suriye’de de Baas iktidara geldi.Baas iktidara gelince yaptığı ilk şey Kürtlerden intikam
almaktı. Kuzeyde bulunan Kürt nüfusunun büyük
bölümünün kimliklerini toplayarak iade etmedi.
Kimliksiz Kürtler dediğimiz topluluk oluştu. Fakat
onun dışında Halep’te Kürtler yine hakimiyetini korudu, ticaretle birlikte. Kürtlerin belli bir dindarlığı
söz konusu zaten. Rojava nasıl oluştu bunun bir
kaç sebebi var? Bir Türkiye ile İmralı arasında olan
çözüm süreci görüşmelerinin bir bonusu. Ikinci
husus neden PYD gibi bir örgüt orada oluştu. PYD
bölgede Kürtlerin desteğini büyük oranda alamadı.
Yaklaşık 800 bin civarında Kürt, toplam da 2 milyon civarında mülteci var. 300 bine Kürt mültecide
Irak’ta. Dolayısıyla baktığımız zaman PYD kimi
temsil ediyor. Bu tartışılır. Çünkü bunların büyük
bir bölümü PYD’ye itaat etmeyenlerdir. Özellikle
Irak Kürdistanı’na geçenler. Bir de tabi IŞİD çıktı.
IŞİD’in şöyle bir yanı var, çok acımasızlar ve hiçbir
ilke ve kural tanımıyorlar. Çok sayıda Kürt var, 5
bin civarında Kürt savaşcı var IŞİD saflarında. Bir
kısım Kürt gençleri gidiyor, Kürdistan’ın hemen her
yerinden gençler gidiyor. Artı PYD ile kavgalı olan
Kürt aşiretlerinden baya bir katılım var. Bu kadar
Kürt’ün olması çok ciddi bir sorun. Kürtler toplumsal
taban olarak dindar ama Kürt örgütlerinin tamamına
yakını ateist. Bu çelişki var, bu çelişki ister istemez IŞİD’in elini güçlendiriyor. IŞİD’e katkı sağlıyor,
Kürt örgütlerinin dinsizliği, Kürt halkının dindarlığı.
Batılı güç dengeleri böyle bir şeye neden müsade
etti ? Neden göz yumdu ? Kolay kolay böye bir şeye
göz yummazlar çünkü petrol ve doğalgaz hatlarının
geçtiği en hassas bölge. Burada böyle bir sopa
göstermek gibi oldu. Amerika’nın kendi iç dengeleri içindeki çelişkiler de var. Obama bir taraftan,
Neoconlar diğer taraftan; böyle bir rekabet artmış
durumda ama son dönemlerde neoconlar, yahudi
lobisinin ciddi desteğiyle ön almış durumdalar.
Şimdi neoconlar IŞİD üzerinden sopa gösteriyorlar.
Demokratlar biraz daha enerji hatlarının güvenliği
açısından daha büyük siyasi parçaların korunmasınAğustos-Eylül 2014
43
M.Y: Osmanlı zamanında Halep ve
Şam’ın elitlerini önemli oranda
Kürtler oluşturuyordu. Eskiden
beri şehrin ticaretini, entellektüel
yapısını elinde bulunduruyorlardı.
Bu Selehaddin Eyyübi döneminden
beri böyle. Eyyübilerle birlikte
ciddi oranda Kürt nüfusu yerleşti.
Hem Halep’e hem de Şam’a.
dan yana. Neoconlar ise parçalanmadan şirketler
üzerinden tek tek muhatap olalım diyorlar, büyük
siyasal oluşumlar zaman zaman Kaddafi gibi, Saddam gibi problem oluyor ama daha küçük yapılar
daha az sıkıntı yaratır. Bütün bunlar IŞİD’in önünü
açan faktörlerdir. Körfez ülkelerinin desteği de
var. Dolayısıyla burada IŞİD’in yol alması ve Sünni
aşiretlerin destek vermesi, Bağdat ve Erbil’e tepki
olarak ön aldı. Ama IŞİD’i de durdurma uyarısında
bulunuyor, Kürdistan’a saldırırsan seni durdururuz.
Kürdistan’a da şu mesajı veriyor: Bak kendi başına
Türkiye veya başka bir ülkeye petrol satamazsın. Erbil’i bile kaybedebilirsin gibi bir mesaj veriyor IŞİD
üzerinden bir terbiye etme söz konusu. Bir taraftan
harici, selefi geleneğin getirdiği şiddet anlayışı artı
bir de 60’lı, 70’li yıllarda özellikle üst noktada olan
marksist geriila hareketlerinin ve o sosyalist devrimciliğin 80’li yıllardan itibaren islami hareketler üzerindeki etkisi. O ideolojik şiddet anlayışının getirdiği etki de var. Çünkü 70’li yılların sonlarına doğru
islami hareketlerde bir kompleks oluşturdu. Baskı
altında hissetttiler kendilerini. Çünkü Marksist şiddet anlayışı o dönemde kutsanıyordu adeta terör
olarak görülmüyordu. Gerilla hareketi olmak yüce
bir şey olarak görülüyordu. Gerilla eylemleri Orta ve
Güney Amerika’da Che Guvera’dan tutalım Çakal Carlos’a kadar bu hareketler hatta Enver Hoca Arnavutluğu denen Enver Hocacılar denen grup Türkiye’de
böyle bir grup vardı. Ne kadar şiddet içeren, baskıcı
bir yönetim içeren yönetim ortaya koyduğunu
biliyoruz. Dolayısıyla o dönemde böyle bir atmosfer vardı. Bu atmosferde siyasi olarak teşkilatlanan siyasi gruplar adeta bir ezilmişlik duygusuna
kapıldılar. Ve süreklide suçlandılar. Devrim kutsal,
yüce bir şeydir; devrim sadece Marksist ve sosyalist
44
Ağustos-Eylül 2014
zemin üzerinden yapılacak bir şeydir; Müslümanlık devrici değildir, Müslümanlık emperyalizm ile
uzlaşmacılıktır diye o çevrelerden ciddi bir suçlama
geliyordu. Hatta 30’lu, 40’lı yıllarda sömürgeciliğe
karşı mücadele eden İslami hareketlerde de 50’li
60’lı yıllardan itibaren sosyalizme doğru bir evrilme
söz konusu oldu. Naasırcılığın etkisi de var. Filistin
Kırtuluş Hareketi bunun en önemli örneğidir. Daha
önce Müslüman Kardeşler hereketinde siyasal hayatına başlayan Yaser Arafat, 60’lı yılların sonlarına doğru FKÖ sosyalist söylemlere sahip marksist gerilla eylemcilik anlayışını beniseyen bir örgüt olarak ortaya
çıktı ve hatta bir çok marksist şahsiyet gittiler orada
savaştılar. Bu bir kompleks oluşturdu 80’li yıllarda
özellikle İran Devrimi yapılırken bak biz Müslümanlar da devrim yapabiliyoruz, devrimi sadece marksistler yapmıyor tarzında böyle bir nispetleşme durumu
da oluştu. Ve zaman içerisinde biz de devrimciyiz
söylemler yer aldı ama 90’lı yıllarda Soğuk Savaş
bitti ideolojiler tükendi ve iki kutuplu dünyadan
çıkıldı. Ondan sonra kutsanan anti-emperyalist
gerilla hareketleri dünya kamuoyunda terörist oldu.
Müslümanlar geç kalmış devrimciliğe soyundukları
için her hareketleri terrorist olarak da damgalanmaya başlamış. El Kaide gibi örgütler çıktı sonra.
Önce Suriye’de sonra da Suriye’yi aşarak Irak’ta
IŞİD (son adı İslam Devleti) adıyla bir örgüt
belirdi. Örgütün yeni olmadığını biliyoruz ancak bir anda böylesine etkili saldırılar yapabilmesi ve şehirleri “fethedebilmeleri”ni neye
bağlıyorsunuz?
Ö.B.Ö: Aslında örgüt bir anda da parladı diyemeyiz. Irak’ta en başta Musul kırsalında örgütün ciddi
bir yığınağı ve her gün yaşanan saldırıları vardı.
Bununla birlikte Suriye’de hava saldırılarına uğramayan örgüt için Rakka ve Deirezzor gibi bölgeler
korunaklı bir cennete dönüştü. Suriye’de böylesine
korunaklı tabiri caiz ise bir cennete sahip olan örgüt Irak’ta bu kez daha şiddetli bir harekât başlattı. Fakat başta Musul’un düşüşü olmak üzere Irak’ta
son 4 ayda IŞİD’in eline geçti diye okuduğumuz
çok sayıda önemli yerleşim yeri ve mevziler sadece
bu örgüt tarafından ele geçirilmedi. Bölge siyasi
dengelerinde önemli yer tutan çok sayıda Sünni
aşiret mensubunun yanında Nakşibendi Ordusu ve
Ö.B.Ö: Başta Musul’un düşüşü olmak üzere Irak’ta son 4 ayda IŞİD’in
eline geçti diye okuduğumuz çok sayıda önemli yerleşim yeri ve
mevziler sadece bu örgüt tarafından ele geçirilmedi. Bölge siyasi
dengelerinde önemli yer tutan çok sayıda Sünni aşiret mensubunun
yanında Nakşibendi Ordusu ve Ensar el-İslam gibi önemli başka silahlı
örgütler de Irak ordusuyla çatışmalara girdi.
Ensar el-İslam gibi önemli başka silahlı örgütler de
Irak ordusuyla çatışmalara girdi. Irak ordusunun
yetersizliği ve Sünni bölgeler için savaşmaya gönülsüzlüğü bugünkü sonucu ortaya çıkarmıştır. Hali
hazırda Irak ordusunun hakimiyetinden çıkmış olan
ve IŞİD hakimiyeti altında gösterilen bölgelerde
çokça farklı gruplar bulunmaktadır. Bu yüzden Irak
ordusunun bölgeye yapacağı karşı bir saldırı sadece
IŞİD’e değil diğer Sünni gruplara da karşı yapılmış
olacaktır ki bu maalesef zaten var olan mezhepsel
gerilime biraz daha fazla katkı olmuş olacaktır.
M.Y: Taliban’ın çıkması gibi bir şey oldu. Dediğim
gibi orada bir boşluk görüldü. Irak ordusu birden
geri çekildi. Silahları teslim etti. Sanki danışıklı bir
dövüş var, bir anlaşma söz konusu. Bir kaç yönden
bir anlaşma var; Kürtler arasında şöyle konuşuluyor, IŞİD’in çıkışı Kürtlerin birleşmesine yardımcı
oldu, PKK, PYD, Peşmerge biraraya geldi nasıl geldi
bu anlamda IŞİD’in çıkışı bir proje diyorlar. Yani
Kürtlere yön veren bir proje gibi konuşuluyor. Ama
bunun nerede duracağı belli değil. Mesela Yezidi
katliamına ve Şebek topluluğuna yönelik katliamlara dönüştü. Sünni gruplar diyolar ki IŞİD bizim
içimizde %1-2’yi teşkil ediyor. Bugün böyle ama
yarın IŞİD’i tasfiye edebiliriz. O Sünni bölgelerde
hakimiyet kuracaz gibi bir yanılsamanın içindeler.
Bugün örgüt iyice hakimiyeti tesis ettikten sonra iş zorlaşır. Çünkü aşiretler çok parçalı, onları
birleştiren IŞİD oldu. Dolayısıyla öncü yine IŞİD
olacak. IŞİD tepeden gitmeyecek. İster istemez tabana doğru IŞİD’laşma oluyor.
IŞİD’i diğer radikal örgütlerden ayıran noktalar
var mı? IŞİD de diğer benzer radikal örgütler
gibi hızlı bir çözülme içine girebilir mi yakın
zamanda?
Ö.B.Ö: IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran 2 önemli
özellik var. Öncelikle muadillerine göre propaganda
hususunda çok ilerideler. Avrupa dilleri başta olmak
üzere örgüt sesli ve görüntülü her mesajını farklı
dillerde yayınlayarak yabancı savaşçı devşirmek peşinde uğraş veriyor ve bu açıdan oldukça başarılılar
da. Örgütü yayınladıkları videolardan tanıyan örneğin İngiliz bir genç bu videolardan etkilenerek örgüte dair merak ve sempati besleyebilir. Zira şiddet
ve aksiyon örgütün propagandasında önemli yer
teşkil ediyor ki bu da genç savaşçıları kazanabilmek
açısından önemli.
IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran bir başka özelliği ise
örgütün devlet olma iddiası. Hakimiyet altına aldıkları bölgelerde belediye hizmetleri, yargı, vergi
toplama, sosyal faaliyetler gibi devlet olma iddiasını destekleyecek politikalar uygulayan örgüt sınır
ötesinde yaşayan sempatizanlarını kendilerine katılmaya çağırırken de “hicret” kavramını kullanarak
çağrısını İslam’ın ilk muhacirlerini örnek göstererek
yaymaya çalışmaktadır. Bu da etkin propagandasına
bir başka örnektir.
Örgütün çözülmesi ve zayıflaması için askeri önlemler geçici sonuçlar verecektir. Örgüt IİD adıyla
faaliyet gösterdiği yıllarda ABD destekli Sünni aşiret üyelerinden müteşekkil Sahva güçleri tarafından ciddi yenilgilere uğratılmış ve oldukça büyük
bir güç kaybı yaşamıştır. Lakin ABD’nin bölgeden
çekilmesinin ardından Maliki yönetiminin Sünnileri Irak siyasetinden dışlayıcı tavırları ile Şii milis
grupların Sünni sivillere yönelik saldırıları Irak hükümetini Sünnilerin gözünde tekrar IİD’den daha
kötü bir yere getirmiştir. Bugün IŞİD’in güçlenmesi
ve taban bulması Suriye’de Esad’ın Irak’ta ise İran
destekli merkezi hükümetin yanlış politikalarının
bir sonucudur. Esad Suriye’de iktidarda kaldıkça ve
Irak’ta Sünnilere Kürtlerin sahip olduğunun benzeri
bir özerklik verilmedikçe IŞİD çözülse de bu kez başka bir örgütün bu boşluğu dolduracağını düşünüyorum. IŞİD radikal bir yapı olarak bugün yaşananların
Ağustos-Eylül 2014
45
sebebi değil daha ziyade sonucudur. Bu istenmeyen
sonucun bir daha yaşanmaması temenni ediliyorsa
sebepler üzerine biraz daha fazla kafa yorulmalıdır.
M.Y: Çözülme içine girmez diye bir şey yok. Bir
kaç şey çözebilir. Aşiretlerin desteğini çekmesi
lazım, Batı desteğinin çekilmesi, Neocon desteğinin çekilmesi, Suudi Arabistan desteğinin, körfez
ülkelerinin desteğinin azaltılması bu önemli. Artı
Bağdat’ın Sünnileri sürece adil bir şekilde ikna etmesi, yani İran’ın burada ikna edilmesi gerek. Bu
söz konusu olabilir mi, bunu yapabilecek irade var
mı? Bunlar olduğu takdirde IŞİD çözülür ve zayıflar.
Çünkü IŞİD toplama, dünyanın belirli yerlerinden
maceracı, tatmin olmamış gençlerin toplandığı bir
yapı aslında. Fakat bu belli söylemlerle, sloganlarla
bir de harici, vahhabi şiddetin getirdiği gençliğin
o kanı kaynayan yapısıyla da uyuşan bir durum söz
konusu. O şekilde motive ediyor. Tabi şöyle bir durum da var. İran 1600’lü yıllardan sonra ilk defa
Bağdat üzerinde hakimiyet kurdu. 1600’lü yıllardaki statüye geri dönmesi söz konusu Bağdat’ın. Tabi
bu da o bölgedeki dengeleri değiştiren bir durum.
Tabi İran’da da 400 yıllık bir Bağdat rüyası var. Burada İran’ın bu rüyası üzerinden siyaset yürütmemesi noktasında ikna edilmesi gerekiyor. Böyle bir
statüye geri dönüşün bölgede nasıl pahalıya mal
olacağını İran’ın anlaması gerekiyor. Bu sağlandığı
takdirde IŞİD kolay bir şekilde çözülür.
Türkiye’nin IŞİD ile münasebetlerine yönelik
yoğun spekülasyonlar yapılıyor. Türkiye-IŞİD
ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ö.B.Ö: IŞİD’in yabancı savaşçılarının Türkiye sınırlarını Suriye’ye geçiş için kullandıkları tezi pek
yanlış bir tez değil. Lakin benzer bir önermeyi
Türkiye’den önemli sayılarda savaşçının saflarında
bulunduğu YPG için de söyleyebiliriz. Kabul etmek
gerekir ki 900 km’yi aşan bir sınırı tamamen denetim altına almak fiilen oldukça zor bir durum
ve Türkiye uzunca bir dönem de sınır güvenliği ve
denetimi açısından pek de başarılı değildi. Fakat
2013’ün son çeyreğinden itibaren Türkiye sınır
denetimi hususunda daha etkin diyebiliriz. Başta
İngiliz ve Fransız hükümetleri olmak üzere Türkiye
Avrupalı yönetimlerle iletişime geçerek 5000 civarında olası şüpheliyi sınır dışı ederek ülkelerine
46
Ağustos-Eylül 2014
gönderdi. Lakin bu hususta daha verimli çalışma
için bu savaşçıların kaynağı olan ülkelerin istihbaratlarının daha verimli bir çalışma çıkarması şart.
Zira Fransa’dan Türkiye’ye gelmiş bir kişiyi sadece
dış görünüşü veya Arap kökeni yüzünden sorgulamak elbette mümkün değildir.
Türkiye bugün IŞİD ile Karkamış ve Akçakale’de
sınır paylaşmaktadır. Sınırlarında sonraki hamlesi
pek tahmin edilemeyen ve uluslararası hukukun denetiminde olmayan bir yapıyı Ankara elbette arzu
etmemektedir. Keza IŞİD’in Suriye’de ele geçirdiği
alanların büyük kısmını Türkiye’nin de desteklediği
Suriyeli muhaliflerin elinden alması ve Suriye muhalefetine büyük kayıplar verdirmesi de Türkiye açısından bakıldığında Suriye politikasında istenmeyen
sonuçlardır. IŞİD açısından bakıldığında ise Türkiye
bölgedeki diğer yönetimler gibi İslam dışı bir devlettir ve teorik olarak düşmandır. Fakat Türkiye toprakları IŞİD’in hedeflediği öncelikli alanlar değildir.
Ve IŞİD gibi kanlı yöntemleri bir yana koyulduğunda
stratejik aklı ön planda olan bir örgüt TSK gibi askeri olarak Irak ve Suriye orduları ile kıyaslanmayacak bir güç ile olası bir savaşı başlatan taraf olmak
istemeyecektir. Bu yüzden Türkiye-IŞİD ilişkilerinin
bir süre daha doğrudan çatışmadan uzak kalacağını
tahmin ediyorum. Bunda rehine krizinin can kaybı
ve çatışma olmadan aşılmasının da etkisi olacaktır.
M.Y: Devlet düzeyinde bir ilişki olduğunu sanmıyorum ama Türkiye’deki islami bazı grupların
verdiği destek var. Sosyal medyada belli ediyorlar.
Avrupa’dan, Balkanlardan binlerce kişi gidiyor. Arnavutluk’tan bin beş yüz tane genç katılmış. Bu da
önemli bir faktör. Arnavutlar dine yöneliyor ama
neden böyle? Çünkü bu da Türkiye’nin Balkanlarda olmamasından kaynaklanıyor. Türkiye’nin Balkanlar’da dişe dokunur toplumsal faaliyetleri yok.
Özellikle Türkiye’deki Balkan kökenlilerin kendi ana
vatanları ile olan ilişkileri halen çok zayıf. Yani 20
küsür yıldan beri böyle bir alan olmasına rağmen
Türkiye’deki Balkan kökenlilerin kendi anavatanları
ile olan ilişkileri halen çok zayıf. Bu bakımdan baktığımız zaman da boşluk kabul etmiyor bazı şeyler. O boşluğu da selefi, vahhabi gruplar dolduruyor. Arnavutluk’ta bunu camilerde görmek mümkün
gençlerin hepsi camiye gidiyor ama çoğunun selefi
olduğunu görüyorsunuz.
EKONOMİ
Röportaj: Mehmet Yavuz & Ali Beştaş
Dosya:
Erol Katırcıoğlu ile Röportaj
“Yeşil Sermaye”
Türkiye’de muhafazakar
sermayenin yükselişini ve diğer
sermaye grupları ile arasındaki
ilişkileri analiz etmek için
Marmara Üniversitesi İktisat
Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu ile
röportajımızı gerçekleştirdik.
Ekonomi ve siyaset arasında nasıl bir ilişki var?
İdeolojiler ekonomiyi nasıl etkiler?
Güzel ve kapsamlı bir soru. Biraz toparlayalım ve
tersten başlayayım. Aşağı yukarı II. Dünya savaşından sonra ekonomi-iktisat tamamen bağımsız bir bilim olmak için yola girdi. Bağımsız bir bilim olmaktan kastım: Bütün bilimlerde olduğu gibi kanunlar,
kurallar üretmek, vs böyle bir perspektiften yola çıktı. Ben bunu daha çok Anglosakson etkisi olarak yorumluyorum, yani Amerika’nın ve İngiltere’nin etkisi.
O zamanlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle
ekonomimin temel sorunu olan kıt kaynakların nasıl dağılacağıyla ilgili olarak temel soruyu piyasa
mekanizması olarak cevap vermiş olan yani liberal
iktisat anlayışının yaygınlaşmasına tekabül eder.
Fakat o güne kadar iktisat politikadan tamamen kopuk bir dal değildi. Yani geriye dönüp baktığımızda iktisadın temel kurucu babaları diyelim. Adam
Smith’ten Marx’a özellikle Ricardo gibi Alfred Marshall gibi insanların yazdıklarına baktığımız zaman,
hatta Keynes’e, görürüz ki ekonomiyle siyaset arasındaki ilişki birebire yakındı. Zaten ‘’political economy’’
adı verilirdi. Fakat işte dediğim gibi II. Dünya Savaşı
sonrasında Anglosakson etkisiyle bu iktisat bilimi
‘’matematiksel’’ bir bilim olmaya doğru yöneldi. Matematiğin imkanlarını kullanmaya çalışarak önermelerde bulunduğu, işte onları test ettiği, ispat ettiği
vs ... Buradan bir anlamda kurucu babaların politik
misyonundan koparak daha çok kendi başına bilim
olma iddiasıyla ve daha çok matematiğin mantığından ve imkanlarından faydalanarak bir dal oluştu.
Fakat son yıllarda, son yıllar dediğim benim öğrenci
olduğum yıllarda da bu tartışma yeniden başlamıştı
bence devam da ediyor. Bu mudur iktisat? Hele hele
yaşanan krizleri öngöremeyen bir iktisadın bir bilim
dalı olma ihtimalinden bahsetmek zor olmaya başladı ve o sebeple de Amerika’da birçok iktisat bölümü
Ağustos-Eylül 2014
47
Adam Smith’ten Marx’a özellikle Ricardo gibi Alfred Marshall gibi
insanların yazdıklarına baktığımız zaman, hatta Keynes’e, görürüz
ki ekonomiyle siyaset arasındaki ilişki birebire yakındı. Zaten
‘’political economy’’ adı verilirdi.
yeniden siyaseti içine alacak biçimde iktisadı kurgulama ihtiyacı hissettiler. Yani, tabi burada aynı
zamanda bizim vatandaş olan Daron Acemoğlu’ndan
bahsetmek belki ilginç olabilir. Daron mesela ikisiyle de çok ilgili bir insan aynı zamanda iyi bir tarihçi
ve iyi bir sosyolog bence. Dolayısıyla onu önemli
kılan ve önümüzdeki yıllarda muhtemelen nobel almasını sağlayacak olan birikim böyle bir birikim.
Yani aslında kastettiğim şey şu: Bilimlerin iktisadı
sadece böyle bir takım datalar üzerinden, matematiksel ilişkiler üzerinden konuşan bir dal değil
aksine toplumun siyasi dinamiklerini dikkate alan
bir biçimde yeniden oluşacak diye düşünüyorum.
Çünkü 2008 krizinin neden olduğuna baktığımızda
bir sürü şey söyleyebiliyoruz, emlak piyasası falan,
ama şunu konuşmuyoruz: o tarihe kadar temsili demokrasi dediğimiz mekanizmanın artık tıkanmakta
olduğunu, insanların kendi geleceklerine piyasanın
değil kendilerinin dahil olacağı süreçlerde karar
vermek istediği bu yeni duyguyu 2008 krizinin tahlilini yapanların birçoğu dikkate almadı. Ama 2008
krizinin arka planında kaynak dağıtımını piyasaya
terkeden; bunu yaparken de bütün regülasyonları
kaldıran siyaseti unutamayız diye düşünüyorum.
Dolayısıyla o siyasi perspektiften baktığımızda finansal sektörlerdeki regülasyonların kaldırılması veya
yumuşatılması diye 2008 öncesinde hatta 1980’lerden başlayan neo-liberal politikalar denen politikalar
48
Ağustos-Eylül 2014
çerçevesinde oluşmuş olan da bir siyasetti esasında.
Siyaseten, başta finansal piyasalar olmak üzere oradaki aktörlerin davranışlarını kamusal çıkarları dikkate alarak regüle etmeyi düşünen bir iktisat politikası
anlayışını terketti Amerika Birleşik Devletleri. Dolayısıyla da nitekim 2008 krizi olduğunda, eski FED
başkanı Greenspan, daha sonra Bernanke gelmişti
her ikisi de aslında farklı toplantılarda ve tarihlerde
olmak üzere bunu teslim ettiler. Yani bütün bu olayın
günahı 1980den beri yaptığımız finansal deregülasyonlar buna sebep oldu demek zorunda kaldılar.
Siyasetle iktisat arasındaki ilişki hani birebir demeyeceğim ama çok yakın olduğunu söylemek lazım. Çünkü iktisat, insanların iktisadi faaliyetlerini koordine
eden bir bilim dalı diyelim ama insanlar iktisadi faaliyetlerini siyasi ilişkileri içerisinde gerçekleştirirler
aynı zamanda. Dolayısıyla da bunları birbirinden kopardığınız vakit gerçeği anlamakta zorlanırsınız. Bugünün dünyasında iktisatçılar neden bu krizleri görmüyor diye sorduğumda, bunun en önemli cevabının
siyaseti unutmuş olmaları olduğunu düşünüyorum.
İkinci soruya gelelim. Şimdi şöyle söyleyeyim. Bence
Marx’ın fikirleri tartışılabilir; ama bize gösterdiği şu
gerçek tartışılamaz gibi geliyor bana. Yani çok teyit
olmuş bir şey: yani bu ülkede bir serveti olan insanlar var. Bu servet babadan gelmiş olabilir aileden
gelmiş olabilir ya da bir şekilde elde edilmiş olabilir
ama bir bu tür insanlar var. Bir de ücretli emekle
yaşayan insanlar var. Ve bu insanları çok temel olarak ayıralım. Çünkü ücretlilik emekçilik insan olarak
emeğini satarak geçinmeyi ima eden bir şey.
Şimdi bu emek, sahibini aslında üretimin bir parçası haline getirir. O zaman gitgide ne yaşadığı
çok önemli olmayan bir birey haline gelir dışarıdan
baktığımızda. Ben buna razı olunmaması gerektiğine inanan bir insanım. Yani bu insanın doğada
dünyada varlığına aykırı bir şey gibi. İnsan sadece
çalışmak ve çalıştığı ile ailesini geçindirmek durumunda olmamalı ve bu da üstelik bunu da sağlayamamakta dünyada bugün birçok insan. Bunu ahlaki
olarak kabul etmek mümkün değil. Yani benim belki solculuğum biraz ahlak üzerinden bir solculuk.
Ahlak demeyeyim ama vicdan demek belki doğru
olur. Ben mesela böyle baktığımda bunun çağdaş
insanın vicdanına yedirmemesi gereken bir olay
olarak görüyorum ve böyle baktığımda da, tüket tüket diyen bir liberal iktisat politikasını ideolojisini
benimsemem mümkün değil. Çünkü ancak tüketerek
üretimin yapılabildiği bir ortam yarattı liberalizm.
Eskiden şöyle bir şey vardı insanlar tükettikleri kadar üretim yaparlardı. Bu aslında kapitalizm öncesi
üretim biçimlerinin temeliydi. Ne kadar tüketildiğine bakıyorlardı, ona göre üretim yapıyorlardı. Fakat
kapitalizmle bu tersine döndü. Üretmek için üretmek
ve üretmek için tüketmek haline dönüştü. O zaman
da bu ilişkinin insani içeriği kayboldu. O zaman ne
yapıyorsunuz? Biriktiriyorsunuz. İşte bu yüzden
Marx diyor ki ‘’ Biriktiriyorsunuz, “Biriktir! Biriktir!
Biriktir! İsa da bu Musa da bu!” ‘’ Belki din üzerinden
bir şey söylüyor ama biriktir biriktir üzerinden bir
dünyanın anlamlı olmayacağına dair bir şey.
Ben de doğrusu böyle bakan bir insanım ve dolayısıyla iki temel iktisat ideolojisinin olduğunu düşünüyorum. Biri çalışanlardan yana, biri de servet
sahibi olanlardan yana desem çok da yanlış bir şey
söylüyor olmam gibi geliyor bana.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş siyasetinde ekonomi nasıl ön görülüyordu ve kurucu elit sınıfın
ekonomi ve siyaseti nasıl ilişkilendirdiğini düşünüyorsunuz?
Osmanlı’dan söz edecek olursak Osmanlı değişik
bir toplumdu, daha doğrusu değişik bir organizasyondu, farklı bir devlet anlayışı olan bir yerdi.
Osmanlı’nın en temel
iddialarından, Osmanlı
toplumunun en temel
meselelerinden bir tanesi
toprakta mülkiyete izin
vermeyen bir anlayışa sahip
olmasıdır. Bu da İslam dininden
gelir veya biraz göçebe
geçmişinden gelir.
Osmanlı’nın en temel iddialarından, Osmanlı toplumunun en temel meselelerinden bir tanesi toprakta
mülkiyete izin vermeyen bir anlayışa sahip olmasıdır. Bu da İslam dininden gelir veya biraz göçebe
geçmişinden gelir. Beyt ül mal ül Müslimin derler
yani bütün topraklar Müslümanların derler. Dolayısıyla kolektif bir mülkiyet anlayışı vardı toprakta en
azından. Ve bu öyle olmuştur ki Abdülhamid neden
mesela bazıları kızıl padişah der rahatsız olur bazıları çok sever? Toplumun çok seviyor olmasının
ardında yatan sebeplerden birinin Abdülhamid zamanında bile, 1900leri kastederek söylüyorum, hala
Türkiye topraklarının çok önemli bir kısmı devlete
aitti. Daha da ileri giderek söyleyeyim. Bugün bile
dünyada toprağın devlete bu denli ait olduğu bir
ülke bulmak çok zordur. Bu da şunu söylüyor - tabi
bu iyi bir şey miydi bu normatif olarak tartışılması
zor bir hikaye ama- Türkiye’de neden batı tipi bir
kapitalizm gelişmediğini anlatmaya çalıştığımızda
toprakta özel mülkiyetin oluşamamasının kapitalizmin gelişmesinde de problem yarattığını görüyoruz.
Yani toprakta mülkiyet olmayınca bir şekilde de
facto olarak mülkiyeti ele geçirmiş olanlar ayanlar,
eşraflar, vs bu güçlerini padişahın gücü karşısında
hep zayıf bulmuşlardır. Bir anlamda Türkiye’de merkez çevre tartışmasının temeli burada. Yani bir sürü
yere sahip fakat toprağın sahibi değil. Toprağın sahibi padişah. Kanunen o toprağa sahip. Dolayısıyla Sened-i İttifak bu anlamda merkez ile anlaşma
yapmaya çalışan yerellerin eşraf ve ayanların çabası
olarak yaşandı bu ülkede. Sonuçta Sened-i İttifak’ı
imzalatanların, ayanların, kellesi padişah tarafından kesildi. Genelde Magna Carta’yla ilişkilendirirler ama mesela Magna Carta’da imzalatanların gücü
devam etmiştir. Biz de öyle olmamıştır.
Ağustos-Eylül 2014
49
Türkiye’de demokrasi bireysel
çıkarlar üzerinden yürüyen
bir sistem değildir, Türkiye’de
demokrasi aidiyetler üzerinden
yürür. Kim nereye ait ise o
aidiyet içinden oy verir. Sermaye
de böyle, sermaye de kimlikleşme
içinde farklılaşma yaşamıştır,
bugün bu kimliklerin yani laik
kimliğin arkasında laik bir
sermayeden bahsetmek mümkün.
Gelelim Cumhuriyetin kuruluş yıllarına. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, tabi Osmanlı bir sürü sıkıntı
yaşadı Kırım Savaşı gibi. Dış borç almak zorunda
kaldı. Dış borç almak durumunda kalan padişah elini verdi kolunu alamadı bankerlerden ve bir takım
imtiyazlar vermek durumunda kaldı. Zaten geçmişte de bir takım imtiyazlar verilmişti. Yani ticaretle
ilişkili, vs. Osmanlı’nın son zamanlarında benim
gördüğüm, bütün bunlara rağmen Batı dünyasından
büyük bir ilgi var. Şirketlerin ilgisi var yatırım yapmaya yönelik. Ve yapıyorlardı da. Mesela denizcilik
Avrupalı şirketlerin elindeydi neredeyse. Keza bankacılık aynı şekilde neredeyse Avrupa’nın elindeydi.
Temel üretim araçları zaten öyleydi. Çok uzatmadan
söyleyeyim 1929 yılında M. Kemal’in trenle bir doğu
ziyareti vardır. Doğuyu gezmiştir. Ankara’ya döndüğünde adam perişan dönmüş anlatılanlara göre ve
böyle olmaz demiş. Aradan 6 sene geçtiği halde ‘’Bu
insanların ölülerini gömecek kefen bezleri yok. Hala
çarık giyiyorlar, ayakkabı yok... Toplu iğne yok, çivi
yok... Bu böyle olmaz!’’ diyerek İnönü’yü ve Bayar’ı
çağırıyor. ‘’Derhal buna bir çözüm bulunsun’’ diyor.
Çözüm olarak da ‘’devletçilik’’ bulunuyor esasında.
1929 yılından sonra Türkiye’nin iktisat politikası
devletçilik olarak belirlenmiştir. Ancak öncesiyle
ilgili şöyle 2-3 cümle söyleyeyim. Bir tartışma vardı
eskiden daha yoğun yapılırdı artık anlamı kalmadığı için pek yapılmıyor. Acaba Türkiye’nin ilk yıllarında Türkiye’de yabancı sermaye var mıydı gibi bir
tartışma. Vardı. Çok açık olarak benim de o tarihleri
kapsayan çalışmalarım var. Yani benim görebildiğim
kadarıyla bir sürü şirket var. Ve bir sürü şirkette
yabancı payları vardı. Yabancılar iştirak etmişlerdi.
50
Ağustos-Eylül 2014
Hisse senedi almışlar, yönetime girmişler... Levantenler var mesela. Özellikle İzmir kökenli. Bunlar
bir sürü iş yapıyorlardı. Çoğu ticari.
Bir şey daha ekleyeyim. Bu pek bilinen bir tarih bilgisi değildir. 1913-15 yılında Osmanlı sanayi sayımı
yapmıştır. Daha cumhuriyet kurulmamış, İttihat ve
Terakki iktidarda. Aslında İttihat ve Terakki’nin nasıl
düşündüğünü de bize anlatan bir şey bu. Bu sanayi sayımı için Almanya’dan uzmanlar getirtilmiştir.
Fakat sanayi sayımı coğrafyası daha sonra Misak-ı
Milli dediğimiz sınırlara tekabül ediyor. Yani şunu
kastediyorum. Daha 1913-15’te anlaşılan o ki yönetici elit bu işin eninde sonunda Osmanlı’nın
parçalanmasıyla sona ereceğini biliyor ve sonunda
bu Anadolu coğrafyasında kalınacağını hissediyor.
Sanki onun için bir ön çalışma yapıyor. Neyimiz
var neyimiz yok diye. Mesela o tarihte Suriye, Irak,
Lübnan bizim topraklarımız ama hiç oralarda ne var
ne yok diye sayım yapmıyorlar. Ve o sayımda da
gözüken o ki: çok sınırlı bir sanayi yatırımı vardı o
da böyle tekstil türünden şeyler.
Velhasıl ciddi bir şey yok ortada. Fakat, benim gördüğüm kadarıyla 23’ten sonra büyük bir yabancı
ilgisi tekrar ortaya çıkıyor, yeni şirketler kuruluyor
vs. Fakat bu çok uzun sürmüyor. Çünkü kurulan
Cumhuriyet şunun farkına varıyor: Kendisi de en az
batılılar kadar örgütlenmeli ve bunun da öncelikli
olarak bankalardan başlanması gerektiğini görüyorlar. Osmanlı’nın son zamanlarında Anadolu’da bir
sürü banka kuruluyor ama Cumhuriyet döneminde
İş Bankasını kuruyorlar ve daha sonra İş Bankası
etrafında büyük bir şirketler grubu oluşuyor. Bunlara o dönem aferistler diyorlar. Aferist İş anlamına
geliyor. İşçiler- İş bankacılar anlamında. 1930lu
yıllardan sonra - ben o dönemi çok iyi bilmiyorum
ama 30lardan sonra - olduğunu iyi biliyorum.
Özellikle 36’ya doğru Avrupa’da milliyetçilik artmaya
başlıyor. Bizde de milliyetçilik arttı esasında. Savaşa
girmek gibi bir noktaya gelmiyoruz ama Nazizmin
bir benzeri bizde de uygulanmaya başlıyor ve o sırada benim görebildiğim kadarıyla yabancı şirketler,
yabancı paylarının olduğu şirketleri bir şekilde yok
ediyorlar. Ya satın alıyorlar ya da devleştirerek onları
bir şekilde sistemden çıkarıyorlar. Ve hızla millileşen bir ekonomi ortaya çıkıyor. Zaten bu Osmanlı’da
da çok konuşulan bir konuydu. Türkiye’nin en büyük
eksiğinin yerli milli burjuvazi olduğu kanaati vardı. Yerli bir burjuvazi yoksa bunu yaratmak gerekti.
Bunu kim yaratacaktı? Yoksa tabi ki devlet yaratacaktı. Ve 29’dan itibaren devlet yaratmaya başlamıştır ve 80lere kadar gelmiştir bu şekilde. Türkiye’nin
bence sermaye yapısının temel özelliği devletin yarattığı ve dolayısıyla devletten kopamayan ve devletle kendini anlamlı bulan bir sermaye yapısıdır.
1923’den sonra CHP’nin ekonomi politikası ve
ekonomik güçler arasındaki ilişkisi nasıl ortaya
çıkmıştır ve bu süreklilik nasıl devam etmiştir?
Yani şöyle söyleyeyim.. İlk İş Bankası yönetim kuruluna bakın neredeyse hepsi milletvekilidir. Küçük
bir millet meclisidir. Tabi CHP milletvekili bunlar.
1946’da çok partili yaşama geçmek gibi bir muhabbet oluyor. Bu da esasında Amerika’nın güdümüne
girdiğimiz yıllar. II. Dünya Savaşı bitiyor, Amerika
muzaffer ve bütün dünyayı biçimleyeceğe benziyor.
Bizim zaten Sovyetler Birliği ile kuruluş yıllarında
bir dansımız oluyor. Mustafa Kemal’e destek veriyor
Sovyetler silah, para, vs … Ama içeride sosyalizme
karşı büyük bir antipati var. Mustafa Suphileri yok
ediyorlar. Komünizmin yeşermemesi için bir anlayış
var. Dolayısıyla o günün koşullarında anti-komünist
ve Amerikancı bir yaklaşım gelişiyor. Bu durum CHP
içinde bölünmeyi de teşvik ediyor.
Çok partili yaşam İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu
döneme denk geliyor. Menderes büyük oranda Amerikan politikalar uygulamaya kalkıyor. Belli oranda
başarılı da oluyor ancak arkası olmadığı için devamı gelmiyor. Arkasından kasıt Amerika’nın taşıdığı
suyla değirmen döndürmeye çalıştığı için, duvara
tosluyor ve 50’de iktidara gelen ve 10 yıl kadar fena
gitmeyen iktidarları 60’a gelince tıkanma evresine
çoktan girmiş oluyor.
Menderes Cumhuriyet’in kuruluşundaki kırılmada (I.
Meclis-II. Meclis) daha dinci görüşe yakın vekillerin
olduğu gruptaydı. Daha liberal çizgiydi Menderes’in
olduğu. Başarılı oldu ancak bir sürü dış sebeplerin devreye girmesiyle, işin içine girmesiyle oldu.
Görece olarak özellikle bürokrasinin, askerlerin ücretlerinin düşmesi, enflasyonun artması büyük bir
sıkıntıya sebep oluyordu. Ve orada devlet iktidar
arasında bir parçalanma oldu. Darbe oldu. CHP devleti kuran parti olduğu için işveren sınıfı diye tabir
ettiğimiz sermayedar gruplarla her zaman ilişkisi
olmuştur. Fakat sermaye gruplarının CHP’nin her
zaman güdümünde olduğunu söylemek doğru değil. Laik sermaye dediğimiz grup her seçimde farklı
grupları desteklemiştir. Yani sermaye ben laikim
onun için yaşıyorum gibi bir söylemi olmadı. Açık
konuşmak gerekirse sermayenin vatan millet diye
bir derdi olmadı.
1789 aslında bir burjuva devrimiydi. Robespierreler
burjuva temsilcileriydi ve devrim sonunda öldüler.
Orada insanlar devrim için kendilerini verdiler. Ama
Türkiye’ye dönüp baktığımız zaman burjuvazi böyle
vatanı milleti göze alarak böyle bir şey yapmadı.
Dolayısıyla işlerin askere bırakılması, vesayet rejimi gibi şeyler kolayına olmuyor. Ben mesela hep
şeyi beklemişimdir bu işlerle uğraştığımdan beri.
TÜSİAD’ı çok yakından izlemeye çalışmışımdır. Devlete karşı bir tavırları olmamıştır. Sadece 1974’te
Ecevit’e karşı tavır almışlardı. Ecevit güya ‘’sosyalist’’ olduğu için bazı musluklar kesilecek korkusuyla yaptılar. TÜSİAD ancak oralarda devlete karşı
tavır almış ve gayet kambura yatan pehlivan gibi
kambura yatmıştır. Siyasette rolü böyle olmuştur.
Türkiye’de laik sermaye-yeşil sermaye-Anadolu sermayesi tartışmalarına ideolojik olarak baktığımızda,
bugünün laik sermayesine baktığımız zaman onların ideolojik bir tutumu olduğunu düşünmüyorum.
Ağustos-Eylül 2014
51
1789 aslında bir burjuva
devrimiydi. Robespierreler
burjuva temsilcileriydi ve
devrim sonunda öldüler. Orada
insanlar devrim için kendilerini
verdiler. Ama Türkiye’ye dönüp
baktığımız zaman burjuvazi
böyle vatanı milleti göze alarak
böyle bir şey yapmadı.
Tabi ki ideolojik kutuplaşma arttıkça onların hareket alanları sınırlanmaya başladı. Mesela Tayyip
Bey’in cumhurbaşkanlığı konuşması var bakıyorum
orada Mehmet Ali Yalçındağ, Doğan Grubu CEOsu,
Doğuş Grubu’ndan Ferit Şahenk, Adnan Polat, vs vs.
Yani yeşil sermaye olarak tanımlayacağımız sermayenin de başka bir ezilmişliği vardı. Katmerli ezilmişlik
diyorum ben. Devlet katından yardım alamıyordu.
Cumhuriyet’in üzerinden 90 yıl geçmişken günümüzde nasıl bir ekopolitik tanımlaması yapabiliriz?
Şimdi baktığımızda çeşitli sebeplerle, bu sebeplerden bir tanesi 1996’da Gümrük Birliği’nin imzalanması bir diğeri AK Parti’nin iktidara gelmesi
sonucunda kaynakların daha küçük sanayicilere yöneltilmesi sonucunda genişleyen bir sermaye kesimi
var. Ve bu sermaye kesimi genişlerken devlete dayalı olarak genişleyen sermaye grupları da bu ülke
içi sıkılmışlıktan kurtulup küresel ortaklar bularak
dışarıya doğru açılma hamlesi yapmaya çalışmışlardır. Ben farklı kesimlerin ortak bir arayış içinde
olduklarını görüyorum. Yani İslami kesim sermayesinin de bir kavga etmek gibi derdi yok laik kesimle ya da büyük sermayeyle ama büyük ölçüde yerel
pazarı bunlara yedirmemek için mücadele ettiğini
görüyoruz. Bu iç pazarda bir dinamizm yaratıyor.
Türkiye‘nin iç dinamiği çok güçlü ve büyümeyi de
büyük ölçüde bu sağlıyor. Bu görece krizlere ‘’dayanıklı’’ bir yapıyı sağlıyor. Bir anlamda dünyaya
entegre olmaya başlıyor gerek politikalar itibariyle
gerekse şirketler dünyası aracılığıyla.
52
Ağustos-Eylül 2014
Benim kanaatimce Türkiye hala ekonomik sorunlarını
çözememiş görünüyor. Temel sorunlardan kastettiğim
şu: Makro dengelerin yönetimiyle ilgili belli kurumsallaşmalar oluştu Merkez Bankası gibi; ancak mikro
dediğimiz reformlar yapılamadı ve benim görebildiğim kadarıyla AKP’de iki farklı görüşün çakışma içine girmesi muhtemel görünüyor. Bunlardan biri Ali
Babacan’ın da için de olduğu Neo-liberal kanat. Merkez Bankası’nın daha tarafsızlığı, faizlere müdahale
edilmeme gibi ilkeleri savunuyor. Diğer tarafta ise
Numan Kurtulmuş ve Yiğit Bulut’un olduğu daha iradi
kararlarla yönetilmesi gerekilen bir Türkiye ekonomisi gören bir grup var. Onun için de Cumhurbaşkanlığı
yarışı sonrasında kimin başbakan olacağı bu iktisat
politikalarının nasıl tartışılacağını göreceğiz. Numan
Kurtulmuş’un 1- 2 hafta önce yaptığı konuşmalarda,
vesayet sadece askeri değil Merkez Bankası gibi bağımsız kuruluşlardan da kaynaklanabilir gibi söylemlerde bulundu. Benim o konuşmadan anladığım bu.
Zaten kanun hükmünde kararnameyle bakanlıklara
bağlanmış (2011’de) ve özerkliklerini kaybetmiş bu
kurumları daha da kontrolüne alacak gibi görünüyor.
AK Parti hangi ekonomik güçlerin talebinde ortaya çıkmıştır? AK Parti’nin bu güçlerle ilişkisi
nasıl olmuştur veya AK Parti iktidarının 12 yıldır
iktidarda olmasının en büyük nedeni bu ekonomik güçlerle olan ilişkisi midir? AK Parti nasıl
bir program izledi bu süreçte?
Şöyle söyleyeyim. Bir kere Tayyip Erdoğan’ın ve AK
Parti’nin, bir siyasi partinin topluma değmesi ve buradan güç alması aslında 1980lerden beri Türkiye’de
uygulanan politikaların ürettiği iş dünyasına temas
etmekten geçiyor. Yani 1980 sonrasında 24 Ocak kararları aslında devletle büyümüş, devletle bütünleşmiş olan sermaye gruplarının dengesini bozdu. Yani
onların ekonomideki egemenliklerini büyük ölçüde
bozdu. Ortaya çıkan aralıktan yeni iktisadi aktörlerin
ekonomide palazlanması için yeni imkanlar verdi.
Bunlardan en önemlisi ithalat rejim kararının değişmesi oldu. İthalatta alınan gümrük vergilerini
ve kotayı kaldırdı. Yabancı firmalar Türkiye’ye mal
getirmek imkanına sahip oldu. Eskiden gümrükten
ötürü cazip değildi. Gümrük engeli ortadan kalkınca
yabancılar gelerek rekabet ortamı yarattı.
İkincisi ihracatı destekleme politikalarıdır. Her ne
kadar bu süreçte hayali ihracat olsa da küçük-orta
boy Türk iş adamları ürettiklerini satabilme imkanı
buldular. Yurtdışına gittikçe yeni şeyler öğrendiler,
yeni kulvar açtılar. 1980 sonrası iktisadi yapıda
kobi gelişmesi yaşandı. Ve bu kobi gelişmesi yayılmış olduğu için ve Türkiye’de Müslüman olduğu
için bunların çoğu dindar insanlardı. Bunların palazlanması ile dindar iş adamları palazlanmış oldu.
Bu laik sermayeyi zaten rahatsız ediyorlardı. Aynı
şeyleri üretip daha ucuza satıyorlardı. Bu nedenle
iki grup arasında ayrışma başladı. Yeşil sermayelaik sermaye diye ayrım ortaya çıktı.
Laik sermayenin gücü sahip olduğu üretim gücünden
çok her birinin bankasının olmasından kaynaklıydı.
Çünkü Türkiye gibi sermayenin bol olmadığı ülkelerde sermaye kaynağı genellikle tasarruflardır. Tasarruflar da bankalarda yapılır. Dolayısıyla bankası olan
firmalar daha kolay fon elde ederler ve bu yolla kendi
firmalarını finanse ederler. Bu yöntemi laik sermaye
çok kullandı. Koç, Sabancı gibi büyük grupların kendi bankaları kuruldu ve dolayısıyla bankalardan kaynaklanan büyük bir avantajları vardı. O özelliklerini
de üstünlükleri için kullanıyorlar zaten.
Öte yandan bu büyümeye başlayan Anadolu sermayesi bankaya sahip değildi. Hatta küçük yatırımlar
için gereken küçük finansman imkanları için olsa
bile Ankara’nın, İstanbul’un büyük bankalarının kapısında kredi görüşmeleri için koşuşturmak bir tür
mağduriyet duygusu yarattı. O sebeple de kobiler
daha çok devlet kaynakları kullanmaya çalıştılar.
Fakat devlet kaynakları da daha çok devleti etkileyen laik burjuvazinin olduğu için bunun da imkanı
yoktu. Halk bankası diyoruz. Güya esnafa, tüccara
kredi verecek diyorsun ama büyük sermayedara kredi veriyor. Dolayısıyla da bu çok temelde kobilerle
büyük sermayenin sıkışmışlığına yani farklılaşmalarına neden oldu. Diyebilirim ki bu nedenle kobi
konusu büyük bir siyaset konusu haline gelmeye
başladı. Hatırladığım kadarıyla Refah Partisi çok
kullanıyordu ve doğru bir hamleydi de. Yatırılabilir
fonlar içinden kobiler dediğimiz ve yeşil sermaye
diye nitelendirebileceğimiz fonların oranı %3-4 civarıydı. Bu aslında fon kullanamıyorlar demek.
Şimdi görebildiğim kadarıyla Adalet ve Kalkınma
Partisi bunun üzerine oturdu. Ve merkez - çevre diye
bakarsak Anadolu sermayesi dediğimiz sermayenin
palazlanmasına neden olarak ön açıcısı oldu. AK Parti
onların önünü açtığı için onlar da AK Parti’nin önünü
açtı. Zamanla merkez ve çevrenin katma değer içindeki yeri zamanla değişiyor ve merkezin çevreye olan
üstünlüğü gitgide azalıyor ve bu AK Parti dönemine
denk geliyor. İstihdam oranında merkezin istihdam
kapasitesi düşerken çevrenin artıyor. İhracat konusunda dengeli bir durum söz konusu ancak hep merkez lehine olduğu söylenebilir. AK Partinin ekonomik
arka planında 80ler sonrasında değişen neo-liberal
politikaların yarattığı bir kobi olgusu yatmaktadır.
Bu kobi olgusu Türkiye’de merkezdeki kesimlerden
farklı grupları içeren grupları ifade etmektedir. Bu
gruplar da merkeze göre dini hassasiyeti daha çok
olan bir gruptu. Zaten ben bunların farklılaştıklarını
daha eski yıllardan görüyordum.
SİAD’lar diye bir yapı kurulmaya başlandı Sanayi ve
İş Adamları Dernekleri. Anadolu’nun her yerinde kuruluyordu. Şimdi TÜSİAD varken neden bunlar kuruluyor
Ağustos-Eylül 2014
53
için bugün itibariyle AK Parti’yi destekleyen, çıkar
ilişkisi olan bir iş dünyası var; bir grup sermaye de
aslında iktidarla kavga etmek istemiyor ama işlerin
de yürümesini istiyor, dışarıda bir şeyler yapmak istiyor. Bir de cemaat sermayesi var. Bu yapı siyasete de
Türkiye’nin sosyolojisine de oturuyor bence, bunlar
birbirlerini ürettiler ve biz şimdi bunlarla beraberiz.
diye baktığımız da bu SİAD’ların TÜSİAD’a karşı kurulduğunu görüyordum. Fakat daha sonra TÜSİAD bir
takım manevralardan sonra onları TÜRKONFED diye bir
federasyonun altında birleşti. Aralarında fark olmasına rağmen siyaseten bu grupları bünyesine aldı. Bu
sürecin yanı sıra cemaatin TUSKON diye bir yapılanması oldu, Tayyip Erdoğan’a yakın olan kesimler MÜSİAD etrafında toplandı. Türkiye’de böyle bir şey çıktı
ortaya, yani MÜSİAD Ak Parti’nin, TÜSİAD büyük burjuvazinin TUSKON’da cemaatin içinde bir yapı oldu.
Dolayısıyla ilk baştaki soruna cevaben söyleyeyim
ekonomi, siyasetle bu anlamda çok iç içe. Bugünün
ekonomisini anlamak için ekonominin aktörleri olarak
şirketler dünyasının bağlantısını görmek lazım. Böyle
baktığımızda da bu tabloyu görmek mümkün.
Yeşil sermaye sizce nedir, nasıl tarif edilebilir?
Yeşil Sermaye ile AK Parti arasında nasıl bir ilişki vardır?
Türkiye siyasetinin kutuplaşmış veya kimlikleşmiş
karakteri burada önemli. Türkiye’de demokrasi bireysel çıkarlar üzerinden yürüyen bir sistem değildir, Türkiye’de demokrasi aidiyetler üzerinden yürür.
Kim nereye ait ise o aidiyet içinden oy verir. Sermaye de böyle, sermaye de kimlikleşme içinde farklılaşma yaşamıştır, bugün bu kimliklerin yani laik
kimliğin arkasında laik bir sermayeden bahsetmek
mümkün, AK Parti’nin arkasında büyük bir kimlikleşmiş MÜSİAD görmek mümkün, cemaatin arkasında da TUSKON görmek mümkün. Milliyetçi yapılarda
var ama oraya girmek istemedim. Ulusalcı İş Adamları diye kuruluşlar da var zayıf olmakla birlikte.
Dolayısıyla Türkiye zaten kimlikleşmiş bir toplumsal
doku üzerinden üretiyor bunları. Yani partileri de
kimlikleşme üzerinden oluşuyor, sermaye de. Onun
54
Ağustos-Eylül 2014
Geçmişte de söylerdim, bu kimlikçi yapılanma kaçınılmaz olarak çatışmacı bir yapılanmadır. Bunun
en önemli sebebi demokrasi ve iş dünyası bir takım
uzlaşma ve anlaşmalarla yürüyor ama konu kimliğe
gelince hiçbir kimlik sahibi ne uzlaşmaya yanaşır ne
de taviz vermeye yanaşır. Bu konularda kimlikleşmiş olmak toplumu sertleştiren ve doğal olarak da
kırılganlaştıran yapının oluşması anlamına geliyor.
Maalesef Türkiye bunu yaşıyor önümüzdeki dönem
de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu kötücül ilişki
zincirini kırmasını mümkün görmüyorum.
Bugün “Koç­Ülker Kardeşliği”nin eko­politik anlamı nedir?
Ülker artık sadece milli bir şirket değil uluslar arası
şirket oldu. Koç’da güçlü bir grup. Kavga ederek birbirlerini yıpratmak yerine birlikte daha büyük işler
yapmayı amaç edinmeleri iş dünyasının mantığına
çok uygundur. Koç’un Ülker’le birleşmesi Ülker’in
kapitalistleşmesi yolunda olabilecek olan olursa
da ekonomiye katkısı olacak bir iş diye bakabiliriz. Ben barıştan yana birisi olarak bu tür kırılmalar
yerine kırılma olasılıkları olsun diyorum ama başka
konularda olsun; ama kırılma olasılıkları da olsun.
Böylesi bir durumun Türkiye’nin ekonomik gelişmesi açısında daha iyi olacağını düşünüyorum.
Küresel sermaye ile Türkiye’nin “içeridekiler”i
ve özellikle Yeşil Sermaye arasındaki ilişki nasıl
seyretmektedir?
Böyle bir ilişkiden bahsedebilir miyiz tam bilmiyorum, ya da bahsedersek bile Yeşil Sermaye dediğimiz grupların çok küçük bir bölümü ile ilgili
söyleyebilirim. Küresel öncü olmak bakımından çok
örneğimiz yok, Ülker bunlardan bir tanesi. Kaybolma ve yutulma korkusu yaşadıklarını düşünüyorum.
Avrupalı şirketler birleşmek istiyorlar ama çok istekli değil Yeşil Sermaye grupları.
EKONOMİ
SPOT 2: Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve
yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin
tasfi
Gökhan Övenç
[email protected]
sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi, Mitsui, Sumi
siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri
yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin taba
şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır.
Japon İşi
Japon
İşi Kalkınma 日本の開発
Kalkınma
Gökhan Övenç
Japon ekonomisi 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkım yaşadı. Yaklaşık 2 milyon kişi öldü. Milli gelirinin % 25’ini kaybetti. Toplam sanayi üretimi % 90
azaldı. Savaşın mali yükü aşırı enflasyon ve ürün
kıtlığı şeklinde ortaya çıktı (Otsubo, 2007).
[email protected]
Kurumsal literatürün en
önemli kavramlarının başında
devlet yapısı gelmektedir.
Kurumsalcılara göre gelişmemiş
ülkeler genel olarak zayıf
devlet yapısına sahiptir.
Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele,
birtakım çıkar gruplarının
veya elitistlerin devlet
organizasyonundan çıkarılması,
liyakata dayalı işe alım
süreci, etkin bürokrasi gibi
faktörler güçlü devletin temel
göstergelerindendir.
Japon ekonomisi 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkım y
Milli gelirinin % 25’ini kaybetti. Toplam sanayi üretimi %
enflasyon ve ürün kıtlığı şeklinde ortaya çıktı (Otsubo, 20
Kaynak: Japonya Ulusal Veri Merkezi
Böyle bir yıkıma rağmen Japon ekonomisinin savaş
sonrası sergilemiş olduğu iktisadi performans göz
kamaştırıcı bir yapıya sahiptir. 1955-1970 dönemleri arasında Japon ekonomisi her yıl ortalama %
10 büyüyebilmeyi başarmıştır. Peki Japon ekonomisinin bu başarısının temel dinamikleri nelerdir?
Japonya’nın o zamanlar izlemiş olduğu strateji günümüz Türkiye’sinin iktisadi gelişmesine ilham verebilir mi? Bence verir, ya sizce?
Bu yazıda özet ve genel hatlarıyla Japon ekonomisinin 1945-1960 arası dönemde gerçekleştirmeye
çalıştığı yapısal ve kurumsal reformlarına yer vereceğiz. Kalkınma literatüründe kurumsalcılar ve yapısalcılar dışında önemli farklı yaklaşımlar da mevcut olup, bu yazıda sadece bu ikisi perspektifinden
bir tablo çıkarmaya çalışacağız.
Kurumsal iktisatçılara göre kurumlar ülkelerin
ekonomik performansını belirleme açısından çok
önemlidir. Mülkiyet haklarından, demokrasiye, bü-
Ağustos-Eylül 2014
55
adımdır. Belirli sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Yasuda) işbirliği yaparak
siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri
ve Zaibatsu olarak adlandırılan yapının tasfiyesi
kurumsal anlamda ekonominin tabana yayılmasını
ve çok sayıda yeni şirketin katma değer üreteceği
bir zemin sağlamıştır. Ekonomi ve siyaset üzerinde
tekel kuran yapıların tasfiyesiyle beraber adil ticaret ve rekabet kanunu, tekelleşmeyi engelleyici ve
şeffaflığa önem veren düzenlemelerin yürürlülüğe
girmesi yukarıda bahsettiğimiz ekonominin kurumsal dönüşümü sağlama noktasında önemli ve hayati
adımlar olmuştur.
Bu adımları takip eden süreçte eğitim alanıyla birlikte tarım ve emek piyasasında reformlar yapılmış,
iktisadi anlamda bağımsız kalabilecek ve büyük ölçekte üretim yapabilecek çiftçiler sınıfı oluşmasına
olanak sağlanmıştır.
rokrasinin işleyişinden, kültüre, teknolojiden, üretim ilişkilerine çok kapsamlı bir kavram olan kurum,
toplumun temel belirleyicisi, ekonomi de bu toplumun üretim ilişkilerinin bir sonucudur.
Kurumsal literatürün en önemli kavramlarının başında devlet yapısı gelmektedir. Kurumsalcılara
göre gelişmemiş ülkeler genel olarak zayıf devlet
yapısına sahiptir. Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele,
birtakım çıkar gruplarının veya elitistlerin devlet
organizasyonundan çıkarılması, liyakata dayalı işe
alım süreci, etkin bürokrasi gibi faktörler güçlü
devletin temel göstergelerindendir.
Japonya’nın 2. Dünya savaşından sonra yakaladığı ivme ve bu ivmenin günümüze yansıması olan
ekonomik gelişmişlik seviyesi işte bu kurumsal ve
yapısal reform ayaklarına dayanmaktadır.
Çok ayaklı kurumsal reform, Japon ekonomisinin
arzu edilen gelişmişliği yakalaması için yeterli değildi ve bu reformları tamamlayıcı yapısal değişimler gerekliydi. Japon hükümeti 1947 yılında ekonomideki öncelikli sektörleri belirleyerek kaynakları
bu alanlara aktarmaya karar verdi. O dönemki şartlarda çelik, elektrik ve elektronik eşyalar, gemi, yat
ve marina yapımı, tren, otomobil ve kimyasal gübre
öncelik verilecek sektörler olarak belirlendi. Japon
ekonomisi sahip olduğu kırsal ve genç nüfusu rasyonel bir göç politikasıyla öncelik verdiği sektörlere
yönlendirmeyi başardı. Belirli bir dönem uzmanlaşmadan sonra Japon ekonomisi bu sektörlerin ülkeye
kazandırdığı dinamizmle yetinmeyip, bu alanlarda
dünyanın en büyük ihracatçısı oldu. Eş zamanlı olarak, Japon ekonomisi ithalatta ise öncelik verdiği
sektörlerde verimliliği arttıracak yüksek teknolojiye
sahip girdilere yoğunlaştı.
Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve iktisadi alanda demokratikleşme yoluna girdi. Özellikle
Zaibatsu kartelleşmesinin tasfiyesi çok kritik bir
Diğer bir yapısal reform ise yeni bir bütçe ve vergi sisteminin yürürlüğü girmesi oldu. Yeni ve adil
bir vergi düzeniyle gelir dağılımının iyileştirilmesi,
Yapısalcılar ise hangi ürünün üretildiği, piyasa yapısı, ödemeler dengesi, bankacılık sistemi, emek
piyasası, tarım sektörü, teknoloji gibi ekonominin
temel işleyişini belirleyen faktörleri analiz etmektedir. Bu düşünceye göre herhangi bir ülke yapısal
sorunlarını çözmeden iktisadi gelişmişlik düzeyini
istenilen şekilde dönüştüremez.
56
Görüldüğü gibi ekonominin ivme kazanmasını ve
dünya ile rekabet edecek katma değer üretmesini
sağlamak için gerçekleştirilmesi planlanan kurumsal reform tek bir ayak üzerinden değil eş zamanlı
olarak hukuk, siyaset, eğitim, tarım, emek vs alanları üzerinden hayat bulmuştur.
Ağustos-Eylül 2014
Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve iktisadi alanda
demokratikleşme yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin
tasfiyesi çok kritik bir adımdır. Belirli sayıda büyük şirketlerin
(Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Yasuda) işbirliği yaparak siyaseti ve
ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri ve Zaibatsu olarak adlandırılan
yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin tabana yayılmasını ve çok
sayıda yeni şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır.
bütçe yapısıyla da harcama ve gelir kalemleri arasında daha sağlıklı bir kontrol sisteminin geliştirilmesi arzu edilmekteydi.
Japon ekonomisi düşük olan tasarruf oranları problemini aşmak için yeni bir bankacılık sistemi geliştirdi. Özellikle ABD ile yapılan ikili bankacılık
anlaşmaları ve kurulan yeni bankalar vasıtasıyla
öncelik verilen sektörlerdeki küçük ve orta boy şirketlere çok uzun vadeli kredi imkanı sağladı.
İşte tüm bu, özet şekilde bahsettiğimiz birbirini tamamlayan kurumsal ve yapısal reform süreçleri Japon ekonomisinin 2. Dünya Savaşı külleri arasından
alevlenerek dünyada söz sahibi olan bir ekonomiye
dönüşmesine neden oldu.
Japonya’nın büyük bir yıkımın ardından izlediği
birbirini tamamlayıcı kurumsal ve yapısal reformlar
günümüz Türkiye’sinin ulaşmak istediği iktisadi gelişmişlik seviyesi açısından çok değerli bir yol haritası ve ev ödevi vermektedir. Türkiye ekonomisindeki
problemleri sadece cari açık, faiz, enflasyon şeklinde
ekonominin tek bir yönüne odaklanan kısır döngüler
üzerinden restore etme çabalarının kısa vadede iki
ileri, bir geri/iki geri, bir ileri; uzun vadede ise elde
var sıfır şeklinde sonuçlanması kaçınılmazdır.
KAYNAKÇA
Shigeru Otsubo, Post-War Development of the Japanese Economy, Nagoya University, 2007.
Japonya Ulusal Veri Merkezi.
Ağustos-Eylül 2014
57
VALİ NASR
Çeviren: Cemal Taşpınar
Çeviri/Analiz
[email protected]
Yüzyılın Krizi
Arap dünyası Britanyalı diplomat
Mark Sykes ve onun Fransız
meslektaşı François GeorgesPicot’un çizdiği haritanın
ürünüdür ve 1919 yılında yapılan
Versay Anlaşması ile takdis
edilmiştir(kutsanmış). Arap
devletleri üzerindeki Avrupa
hakimiyeti sona erdiğinden beri
bu devletler meşruiyet mücadelesi
veriyorlar. Avrupalılar terkettikten
sonra, onların hakimiyetini
milliyetçi söylemlere sahip
diktatörler takip etti; ancak bu
diktatörler vatandaşları ulusun
önemli unsurlarından olduğuna
inandırmakta başarısız oldular.
WASHİNGTON- Amerikan’ın Irak’taki savaş alanına,
oradaki işinin bitmediğini anımsatan şekilde kararsız
bir edayla tekrar dönüşü, Osmanlı İmparatorluğu’nun
çöküşünün üzerinden bir yüzyıl geçmesine rağmen,
onun bitmemiş işlerini çözmeye çalışan Arap dünyası için öldürücü bir hatırlatma niteliği taşıyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, bölgenin Araplarına istikrarlı ve kendi kendini idare edebilen ülkeler olmalarına imkan sağlayacak sağlam bir temel
58
Ağustos-Eylül 2014
oluşturmalarına izin verilmedi. Ve daha yakın on
yıllarda, kendileri de bunu yapmakta büyük oranda
başarısız oldular.
Bu acı gerçekler; uzun süreli güvensizlikler, eşitsizlikler, aşiret kimlikleri ve şiddetle kuraklaşan bu
topraklarda Amerika’nın zorla bir çoğulcu demokrasi yeşertmeye dönük geçmiş çabalarının şimdi mezhepçiliğin hakimiyeti altında boşa çıkışı ile Irak’ta
en belirgin şekilde ortadadır.
Arap dünyası Britanyalı diplomat Mark Sykes ve
onun Fransız meslektaşı François Georges-Picot’un
çizdiği haritanın ürünüdür ve 1919 yılında yapılan
Versay Anlaşması ile takdis edilmiştir(kutsanmış).
Arap devletleri üzerindeki Avrupa hakimiyeti sona
erdiğinden beri bu devletler meşruiyet mücadelesi
veriyorlar. Avrupalılar terkettikten sonra, onların
hakimiyetini milliyetçi söylemlere sahip diktatörler
takip etti; ancak bu diktatörler vatandaşları ulusun
önemli unsurlarından olduğuna inandırmakta başarısız oldular.
Bunun nedeni, Araplara bırakılan keyfi çizilmiş sınırların yeni Arap devletleri arasında aşiretciliğe
ve mezhepçiliğe dayanan yeni çekişmeler yaratarak
daimi çatışmalara neden olmasıdır. Onların liderleri
modern milliyetçilik dilini kullansa da devletlerini
asla tam olarak birleştiremediler. Böylece yönetim
bir aşiretin ya da mezhebin diğerlerini domine ettiği bir hal aldı.
Bu durumun tam aksine Osmanlıların farklılıkları
nasıl yönettiğini biliyoruz. Osmanlının ademi mer-
keziyetçi modeli siyaseti farklı aşiretler ve dini toplulular arasında işleyen bir denge kuracak basit bir
çoğulculuk içeriyordu. Bu topluluklar farklılıklarına
rağmen, şimdi yaptıklarından daha sık olarak, birbirlerini hoşgörüp; birlikte yaşayabiliyorlardı.
Arap Baharı’nın başarısızlığında ve İslamcı militanlığın yükselişinde aşiret ve mezhep farklılarında
yaşanan yeni patlamaları görüyoruz. Buradaki temel mesele, devlet dışı hareketlerin yönetilemeyen
bölgelerde gölge yönetimler kurma arayışıdır. Tıpkı
daha önce Lübnan, Libya ve Filistin topraklarında
gördüğümüz gibi.
Yabancılara karşı daha sert ve diğerlerinden korkutucu şekilde farklı olan Irak Şam İslam Devleti
bu hareketlerin son örneğidir. Ve tamamıyla orijinal de değiller. Aşiretler ve İslamcı fanatiklerin
son kez işbirliği yaptıkları 1925 yılında, Abdul Aziz
İbn Suud’un püriten (dindar) İhvan savaşçıları
Arap Yarımadası’nda kendi adını taşıyan İslamcı bir
devlet kurmak için önüne geleni ezip geçerek Arap
dünyasının haritasını değiştirmişti.
İmparatorluk dönemi sonunda, Arap dünyasında hakim görüş Arap milliyetçiliği altında birleşmekti. Bu
görüş popülerlik kazansa da Mısır, Irak ve Suriye bu
düşünceye ancak retoriksel olarak yaklaştı ve ulusal
kimlikleri kendi mezheplerine ve aşiretlerine göre
şekillendirme mücadelesi vererek Arap milliyetçiliği fikrinin arkasını getiremedi. Arap milliyetçiliği
popülaritesini(parıltısını) kaybedince diğer hayali
Şimdi tüm 1. Dünya Savaşı
sonrası bölgesel düzen, İslam
ile popülizmi, milliyetçilik ve
anti-emperyalizmi harmanlayan
radikaller tarafından sorgulanır
hale geldi. Batı ve onun Arap
müttefikleri sadece duruma
yetişmeye çalışıyorlar ve bu
konuda bile çok iyi değiller.
bir görüş olan İslamcılık onun yerini aldı. Bu şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte bir Arap devleti
demekti. Sünniler ve Şiiler İslam birliğinde anlaştılar; ancak kimin tarihinin, teolojisinin, yasalarının
onu tanımlayacağı konusunda ve hangi mezhebin
önderlik edeceği konusunda anlaşamadılar.
Bugün Arap politikasını, İslamcılığın ve milliyetçiliğin karışımı tanımlıyor. Bu durum Sünni-Şii ayrımının neden olduğu vahşeti açıklıyor. Yeniden ortaya
çıkan dini kimlikler, seküler milliyetçiliğin dominant
olduğu ulus devletlerin sınırlarını zorluyorlar.
Geçen yüzyılın büyük çoğunluğu için, bu tansiyon
diktatörler tarafından korundu ve bölgesel düzen
yakın zamana kadar Birleşik Devletlere dayanıyordu. Ancak şimdi, hem Arap diktatörlükleri hem
de bu zamana kadar sürdürülen düzen hakim konumunu kaybetti. Bu durum ilk olarak Amerika’nın
Irak’taki devlet yıkıcı etkisinden ve daha sonra da
Ağustos-Eylül 2014
59
popüler isyanlardan dolayıdır. Şimdi tüm 1. Dünya
Savaşı sonrası bölgesel düzen, İslam ile popülizmi, milliyetçilik ve anti-emperyalizmi harmanlayan
radikaller tarafından sorgulanır hale geldi. Batı ve
onun Arap müttefikleri sadece duruma yetişmeye
çalışıyorlar ve bu konuda bile çok iyi değiller.
60
Bugün, Obama yönetimi Ortadoğu’nun anlaşılmaz
Buradaki ders, Amerika’nın askeri gücünü şimdiki gibi
şiddet içeren krizleri çözmek için değil sınırlamak
için kullanabileceğidir. Çözüm için, adil bir güç paylaşımı sağlayan, Osmanlı’nın işleyen denge sistemini
her ulus ölçeğinde yineleyen anayasal düzenlemeler
gerekiyor. Arap dünyasının I. Dünya Savaşı’nın sonunda ulaşamadığı barışa kavuşmasının tek yolu bu.
siyasetini ve çözülmez sorunlarının çözümünü
Ortadoğu’nun yerel unsurlarına bırakmayı tercih
edecektir.
Bu askerlerimizden çok diplomatlarımızın işidir. İlk
olarak Irak’ta başarılı olacağımızı ve bu başarının
tüm bölgeye yardım edeceğini umarak başlayabiliriz.
Ancak bugün ortaya çıkan durum ne tarih bilgilerimize yabancı ne de tam olarak Arap tarihinin ve
kültürünün bir eseri. Bu Avrupa’nın yüzyıl önce harekete geçirdiği bir süreçtir. 1. Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte yeni milliyetçilikler ancak Avrupa
gibi doğal etnik ve dil bölünmelerinin ulus devlet
sınırlarıyla daha iyi örtüştüğü yerlerde sıkı kökler
bulabildi.
Vali R. Nasr, John Hopkins Üniversitesi Uluslararası
Çalışmalar bölümü dekanı, ‘’The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat’’ kitabının
yazarıdır.
Ağustos-Eylül 2014
Bu yazı 10 Ağustos tarihinde New York Times Gazetesinde
yayınlandı. *http://www.nytimes.com/2014/08/11/opinion/acrisis-a-century-in-the-making.html?mabReward=RI%3A10&actio
n=click&pgtype=Homepage&region=CColumn&module=Recommen
dation&src=rechp&WT.nav=RecEngine&_r=2
Gülsünay Uysal
SIĞ
[email protected]
Yatsı oldu,
mum sönecek
Yeni medya, sosyal ağlar derken aramızda milyonlarca hayalet dolaşıyor
gibi hissetmiyor musunuz siz de? Sosyal ağlar işin içine karıştı mertlik
bozuldu diyenlerden misiniz? Yanılıyorsunuz. Yeni medyanın aşındırdığı
tüm karakter özellikleri bir şekilde hep bozulmaya mahkumdu çünkü
toplum dahası toplumsallaşma kaygısı hep vardı.
Yalanlar yalanlar… Diyerek başlıyorum bu yazıya.
Son zamanlarda yalan üzerine bir hayli düşünüyorum, sebebi açık: Televizyon gösterimleri sürecinde
yakalayamadığım ancak son 1 hafta içinde her gün
en az birkaç bölümünü internetten izlediğim “Lie
to me”1 isimli dizi. Etkilendiğimi belirtmeliyim, bu
etkide Tim Roth’un katkısı kuşkusuz. Mimikler, jestler, beden dili, duygu analizleri, heyecan testleri
derken irtibat kurduğum herkesi sorgulamaya başladım. Acaba yalan mı söylüyor? 2
Lisede öğrenciyken bir öğretmenimiz vardı.3 Henüz
kendisinden eğitim almamışken şanını duymuştuk.
Sonra dersimize gelmeye başladı. Bu öğretmenin
derste anlattığı her şey gerçek üstüydü:
-
Bize askerde bir bot vermişlerdi, 150 kiloya
dayanıyodu.
-
22 sene judo yaptım, 5 kişiyi aynı anda öldürebilirim.
1.60 boylarındaki hocamız bir zamanlar 1.90 civarlarında oldugunu iddia ediyordu. Ama neden? O
yıllarda psikoloji dersiyle tanıştık. Aradığımızı da
psikoloji de kolayca bulduk aslında. İdeal benlik
ve gerçek benlik arasında bir tutarsızlık vardı ve
ilginç olan bunlara onun inanmış olmasıydı. Benlik
algısında ve yapısında bir bozulma olduğu söylenebilirdi. Ancak bizim bu yazıda varacağımız nokta
toplumsallaşma kaygısı.
Yeni medya, sosyal ağlar derken aramızda milyonlarca hayalet dolaşıyor gibi hissetmiyor musunuz
siz de? Sosyal ağlar işin içine karıştı mertlik bozuldu diyenlerden misiniz? Yanılıyorsunuz. Yeni
medyanın aşındırdığı tüm karakter özellikleri bir
şekilde hep bozulmaya mahkumdu çünkü toplum
dahası toplumsallaşma kaygısı hep vardı. Popüler
olma merakı, saygınlık, itibar kaygısı bugün daha
fazla takipçi toplama arzusundan çok farklı değil
bunlar. En büyük fark şu; o gerçek benlikti bugünkü
ise bireylerin ideal benlik üzerine kurdukları sahte
hesaplar ve buna ilişkin temas talepleri. Uzun vadede ürkütücü sonuçlar doğurabilir.
Gerçek benlik tam gelişirken başladık ailelerimiz
akıllı kızları ve kahraman evlatları olmaya. Gerçek
Ağustos-Eylül 2014
61
dünyada bununla eşleşemediğimizde panikledik.
Derslerde daha akıllı olan öğrenci biz olamadığımız için; bilgi çaldık. Daha erdemli olamayandık;
yalan söyledik. Her şeyin birbirine girdiği noktada, 18 yaşında 80 kilo bir genç kız olmuşken, en
iyi üniversitenin bilgisayar mühendisliğinde öğrenciyken sabaha kadar yurdun internet kafesinde
“age of”4 atarken 3 yıl okula hiç gitmediğimizi fark
ettiğimizde ve bu durumdan bizi orada okutmak
için çabalayan ailemizin hiç haberi yokken, aslında erkekliğimiz/kadınlığımız sadece biyolojikken
ve ailemize meseleyi toplumsal cinsiyetten alarak
anlatmaya hiç niyetimiz yokken... Sosyalleşmeli ve
tutunmalıydık. İnsan buna ihtiyaç duyar. Yemek yemek, tuvalete gitmek ve sevişmek kadar doğal bir
ihtiyaçtır hem de. Temas etmezsek yaşayamayız.5
İlkokulda matematik sorularını en hızlı çözen, tüm
merasimlerde başrolleri kapan öğrenci neden herhangi bir üniversitede herhangi biri olsun ki? Alkışlanmak derinleşen bir haz. Alışıp yoksun kalmak
bizi fantezik bir dünyanın ortasına bırakabilir. 18
yaşında 80 kilo olan genç kız olmak değil de, ortamın yıldızı olmak istiyorsak? İlkokuldaki popülerliğimiz devam etsin, kahramanlığımız sürsün, kabul
görsün diliyorsak, gerçek benliğimizi sevmiyorsak
ve hayal ettiğimiz olsun diyorsak bunu dolduracak
bir şeye sahiptik. Sosyal medya imdadımıza yetişmişti. Sonu büyük tahribatlar yaratan yardımlardandı elbette. Kapitalizm ürettiği her araca dibine
kadar sinmişken aksi mümkün değildi.
Sonra biz Twitter’da açtığımız sahte bir hesap ile
90-60-90 kız oluverdik. Üstelik cesur ve güzedik.
Ortamın yıldızı, ilgi odağıydık. Beğenildik, tekrar
tekrar paylaşıldık, favori aldı paylaşımlarımız. Temas “yeniden” başladı ve içine “yeniden” aldı bizi
toplum. Hani şu acımasız olan. “Öteki”yle hemhal
edemediğimiz.
Şişkoyduk zayıf olduk, tembeldik akıllı olduk, korkaktık cesur olduk, eziktik kahraman olduk, ayaktık
baş olduk. Güldük, eğlendik, mutlu olduk. Sabah-
larımız gece, gecelerimiz sabah oldu. Zaman algısı yok oldu. Normal düzenle uyuşamadık. Herkes
uyurken uyanıktık, uyanıkken herkes uyuduk. Orada
kendimize yarattığımız toplumsallık mı gerçekti,
içinde yaşadığımız 4 duvarı paylaştıklarımız mı?
Kaybettik. Baskıyla dini pratiklere zorlanan kızdık,
yalan bir karakterle kamusal alanda karşı cinslerle seks konuştuk. Elde var 2 benlik. Çoğunda daha
çok. Benliklerce ve benliksiz… Günlük hayattaki
benlik sunumlarımız ara sıra karışmaya başladı. Bulanık ve hatta belirsizlikler... İtibarlı cesur adamla,
karanlıkta arkasını kollamadan yürüyemeyen adam
farklıydı. Peki hangisiydik?
Daha başarısız, daha tembel, daha çirkin, daha şişko… Kahraman olmayın, hükmetmeyin ama ideal
benlik ile gerçek benliğinizi bir benlikte toplayın.
Gerçek ve olumlu benlik kendinize güvenmenin tek
yolu. Gerçek benliği kabul etmeniz ise ideal benliğe ulaşmanın anahtarı. Kendinizi kabullenin ve ona
yalan söylemeyin. Zihninizin ürettiği farklı benlik,
başka başka karakterlerle harcayacak kadar acımasız olmayın bedeninize.
KAYNAKÇA
http://www.imdb.com/title/tt1235099/
Yalan söylememek burada ahlaki yüceltilmeyle yazıldı. Yani erdemli davranış olan yalan söylememek biçimiyle ele alındı. Farklı akışlar içerisinde
farklı değerlendirmeler yapılabilir. Yalan büyük bir sanatsal yetenektir ve bence entelektüelizmin başlangıcına işarettir.
https://eksisozluk.com/entry/15133986
http://tr.wikipedia.org/wiki/Age_of_Empires_(video_oyunu)
http://www.stroke.org/site/PageServer?pagename=effects
62
Ağustos-Eylül 2014
Şükran Beklim
A4-ANTRAKT
[email protected]
Çatışma Çözümleri ve Barış
Murat AKTAŞ
2013 ilkbaharında başlayan Barış Süreci, Türkiye’de Kürt
sorunu ve politikasında nasıl bir dönüm noktasını ifade
ediyor? Onlarca yıllık sorunun bir çözüme kavuşmasında
bir aşama mı bu, yoksa sürüncemenin yeni bir merhalesi
mi? Çatışmasızlık ortamından veya uzunca bir ateşkesten öte bir barış ufku görünüyor mu? Murat Aktaş’ın
birçok uzmanın katkısını bir araya getiren derlemesinde,
bu sorulara cevap aranıyor.
Kürt sorununda Barış Süreci’ni uluslararası politikadaki
ve Ortadoğu’daki güncel gelişmeleri hesaba katmadan
yorumlamak mümkün olmadığı gibi, güncelliğin gündemine sıkışarak kavramak da mümkün değil. Kitap, her iki
boyutun da hakkını veriyor. Barışın siyasi ve teorik bağlamını tartışırken, dünyada çatışmalı süreçlerden çıkış
deneyimleri hakkında verimli bir mukayese çerçevesi sunuyor. Barış algılarını ve tasavvurlarını, barış sürecinin
olmazsa olmaz verileri ve özneleri olarak inceleyerek…
Sınıfsal boyutu, feminist yaklaşımın imkânlarını da
analizin alet çantasına katarak…Ve barışın daima çok
değerli ve çok zor olduğunu hep bilerek…Cengiz Aktar,
Murat Aktaş, Hamit Bozarslan, Sabri Ciğerli, Ayşe Betül
Çelik, Erol Katırcıoğlu, E. Fuat Keyman, Abdullah Kıran,
Nazan Üstündağ, Ömer Tekdemir, Güneş Murat Tezcür ve
Kerim Yıldız’ın yazılarıyla.
Ortadoğu: Direniş, Devrim,
Emperyalizm
Y. Doğan ÇETİNKAYA
17 Aralık 2010’da, dünyanın en meşhur işportacısı
Muhammad Bouazizi, yüzde otuzluk işsizlik oranına sahip
bir Tunus kasabası olan Sidi Bouzid’te, belediye önünde kendini ateşe verdi. Günün daha erken saatlerinde
mallarına el konmuş olan Muhammad, şikâyet etmeye
gittiğinde aşağılanmaya maruz kalmıştı. Onun kendini
yakışı, on gün sonra Tunus’un başkentine ulaşacak olan
protestoların fitilini ateşledi. Son yıllarda Ortadoğu’da
yaşanan hareketlenme, isyan, direniş dalgası bu olayla
başladı. Bouazizi’den önce de insanlar haysiyetlerini
rencide eden davranışlar karşısında Ortadoğu’nun kaderine isyan edercesine kendilerini ateşe vermişti. Ancak
Tunus’ta 2010’da başlayan isyan ve direniş dalgası tüm
Ortadoğu’ya yayıldığında Bouazizi bir bayrak haline geldi.
Y. Doğan Çetinkaya’nın derlediği bu kitap, Ortadoğu’da
son dönemde yaşananları etraflı bir tarihsel-politik
değerlendirmenin ekseninde ele alıyor. Bir yanda 18.
yüzyılın sonundan bugüne Ortadoğu’da yaşanan isyan,
direniş, devrim ve toplumsal/siyasal hareketler tartışmanın bir hattını kuruyor. Diğer hatta İran Devrimi, devrim
ve ertesinde yaşanan gelişmelerin ışığında tartışılıyor.
Bu iki hattın ortasında ise son dönemin en uzun süren
deneyim örneği olarak Mısır, merkeze yerleşerek ayrıntılı
bir şekilde inceleniyor; toplum, ekonomi, siyaset, ordu
ve muhalefet kapsamlı bir analize tâbi tutuluyor.
Ağustos-Eylül 2014
63
A4-ANTRAKT
İktidar İmgeleri
(Sinop İçkalesindeki 1215
Tarihli Selçuklu Yazıtları)
Scott REDFORD
Elinizdeki kitap, Sinop İçkalesindeki Selçuklu yazıtlarını yeniden gündeme getiriyor ve inceliyor. İlk defa
geçen yüzyılın başında yayımlanan bu yazıtlar, Selçuklu
Sultanlığı’nın on üçüncü yüzyıldaki önemli biçimlenme
dönemine ait kâtibi, idari ve mimari pratiklere bir pencere açıyor. Sinop içkalesindeki tümü de 1215’in yazında
beş aylık bir dönemde yapılan on altı yazıt, Selçuklu
elitinin iş başında olduğu; devlet ve makam özlem ve
idealleriyle birleşen, çatışan bireysel ve hizbi rekabetler
ile idari değişikliklere bir bakış imkânı sağlıyor bize.
Kitap, daha önce yayımlanan versiyonları düzeltiyor
ve kazınmış ana sultan yazıtının ilk defa bir okumasını
sunuyor. Katkıda bulunanlar, Selçuklu Anadolusu’nda türünün ilk örneği olan Farsça nazım yazıtı ve bilinen tek
Selçuklu Arapça-Yunanca ikidilli yazıtı tahlil ediyorlar.
Yazıtların derinlemesine yeniden okunmasına ve analizine ek olarak bu kitap, mimari bağlamı da inceliyor.
Selçuklu devletine hizmet eden, sonradan Alanya’daki
ünlü Kızıl Kule’yi inşa eden Suriyeli askeri mimar Ebû
Alî el-Halebî’nin ilk imzalı işi de bu incelemeye dahil
ediliyor. Kitap, sadece Selçuklu mimari pratiğine yeni
bir analiz katmakla kalmıyor, ayrıca içkalenin mimarisini yeniden değerlendiriyor. Ortaçağ Anadolusu’nun en
görkemli örneklerinden biri olan Sinop içkalesi, Bizans
dönemine tarihlendiriliyor.
64
Ağustos-Eylül 2014
Kapitalizm Hasta Eder Toplumcu Tıp
Deniz AKGÜN
Sanayi devrimi sonrası dönemde yazılan Kapital, Alman
İdeolojisi ve İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu gibi
Marksçı eserlerde kapitalist üretim biçiminin toplum
sağlığını bozucu etkilere sahip olduğuna değinilmekteydi. 20. Yüzyılda toplumun sağlığının korunmasına yönelik kamusal hizmetler yeni kurulan sosyalist ülkelerin
öncelikleri arasındaydı. Sınıfsal eşitsizliklerin etkisini
azaltma işlevini üstlenen ve hasta olanların kamu
kaynakları kullanılarak iyileştirilmesine yönelik ulusal
sağlık hizmetleri ise sosyal yönelimli kapitalist ülkelerin
öncelikleri arasında yer aldı. Her iki yaklaşım da bireylerin sağlıklarının toplumun sorumluluğunda olduğu ön
kabulüne dayanıyordu. 1970’li yıllardan sonra ortaya
çıkan neo-liberal dönemde ise toplum sağlığının kamusal önlemlerle korunması yaklaşımı giderek terk edildi.
Sağlığı korumanın kamusal sorumluluk yerine kişilerin
kendi sorumluluğunda olduğu görüşü sıkça dile getirilir
oldu. Kitapta bilimsel veriler kullanılarak ve eleştirel yaklaşımla, günümüzde giderek denetim dışı kalan kapitalist
üretim ilişkilerinin sağlığı bozucu etkilerinin tartışılması
amaçlanıyor. Yaygınlaşan sağlık sorunlarının toplumsal
nedenlerinin irdelenmesi gerektiği vurgulanıyor.
Hedef kitlesi sağlıklı olma arayışında olan/olabilecek
bireylerin oluşturduğu kitapta sağlığın sosyal belirleyicilerinin göz ardı edilmesine neden olan biyo-medikal
sağlık yaklaşımı eleştiriliyor. Kapitalist üretim biçiminin
sağlığı bozucu etkileri işyeri, çevre, ekonomik ve ekolojik bunalım, beslenme ve yaşam tarzı başlıkları altında
irdeleniyor.

Benzer belgeler

“Tevhid ve Cihad Örgütü”nden “İslam Devleti”ne

“Tevhid ve Cihad Örgütü”nden “İslam Devleti”ne ay olarak önümüzdeki yıllarda hep hatırlayacağız. Bu ay Milli Görüş hareketinin kendi içinde yaşadığı derin bir takım hesaplaşma ve uzlaşmaların da sanırız “yeni” bir miladı olarak hatırlanacaktır....

Detaylı