- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
Haziran 2013- Sayı 27
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
“ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD
EFENDİ FETVALARI”
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 haziran 2013 sayı: 27
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ............................................. Sakine Polat
Sayfa 06 - Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı ................... Cemil Gündoğan
Sayfa 09 - “Yavuz ve Aleviler” .............................................. Murat Belge
Sayfa 10 - Katliam Gerekçesiyle CHP Hakkında Kapatma Talebi ve
“Atatürk’ü Sevmiyoruz” İddiasıyla Kılıçdaroğlu’na Dava…
................................................................................... İbrahim GÜÇLÜ
Sayfa 13 - Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yaptı mı? .. Özcan SOYSAL
Sayfa 14 - Müftü El Hamza’nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası ..................... Belge
Sayfa 14 - GİRESUN / UĞUR KÖYÜ’NDEKİ RAFİZİLER’İN
CEZALANDIRILMASI .................................................... Belge
Sayfa 15 - ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALARI ......... Belge
Sayfa 19 - Dört Halife Dönemi’nden bugüne ‘İslam kardeşliği’
........................................................................... Porf. Ayşe Hür
Sayfa 21 - Son günlerin öne cikan gercekleri ......................... Müslim Korkmaz
Sayfa 22 - Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis .................. Mehmet Yürek
Sayfa 24 - CHP’yi sarsacak iddia
Sayfa 25 - İşte Taksim Dayanışması Platformu’nun talepleri
Sayfa 26 - Orada olanlardan özür dilerim ...................................... Bülent Arınç
Sayfa 27 - Fethullah Gülen’den Gezi yorumu.. Çürük bir nesil,
ıslah etmek lazım!
Sayfa 30 - Taksim direnişinin iki yüzü ve İsyanın gösterdikleri-Sait Çetinoğlu
Sayfa 32 - GENÇ ÇAPULCULAR’DAN MEKTUP VAR... Kemal Gökhan
Sayfa 33 - ifşa ediyorum: dış bağlantı benim ................ Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 34 - No pasaran... .......................................................... Ahmet Altan
Sayfa 36 - Açtık, tarihimizi okuduk: Gezi Parkı Ermenilerin
Sayfa 37 - ABD başkanı Woodrow Wilson’a açık mektup ...... A. T. Wegner
Sayfa 39 - Anadolu Nasıl Türkleşti? ........................................... Sevan Nisanyan
Sayfa 40 - Sevan Nişanyan yalnız değildir!
Sayfa 41 - 1915 VE SÜRYANİLER .................................................. Muzaffer İris
Sayfa 43 - Pîroziya êlêmêntên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê
................................................................................ Kemal Tolan
Sayfa 44 - QESÊ VERÊ LOCINE ..................................................... Cemal TAŞ
Sayfa 50 - Öcalan’ın açıklamalarının perde arkası veya
BOP‘ un öteki yüzü…! .................................. Adnan Cangüdre
Sayfa 52 - FABRİKA AYARLARIMIZA DİRENELİM FABRİKANIN
AYARLARINI BOZALIM ............................................. Saim Eroğlu
Sayfa 53 - Madımak firarisi artık Alman
Sayfa 54 - “Ulus Devleti Aşmak” ........................................... Dr. Îsmaîl Beşîkçî
Sayfa 58 - Bir Kav ram Bi n K ır ım - 5 ........................... A l i Kanl ı
Sayfa 61 - Yavuz Sultan Selim’in Alevi Katliamı .................. Ali Haydar AVCI
Sayfa 62 - ZAZACA KÜRTÇE’DEN DAHA ESKİ BİR DİLDİR
........................................................................... Seyidxan Kurıj
çapulcular!
çapulcu
Guardian’dan TOMA Tayyip
14 Haziran 2013
karikatürist steve Bell,
Guardian gazetesinde Tayyip
Erdoğan’ı TOMA’ya benzeten
bir karikatür yayınladı.
Gezi Parkı direnişin de başta
Erdoğan olmak üzere
AKP’nin tutumu ve polis
terörü, yurtdışında da yoğun
biçimde eleştirilmişti.
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
Burada Müslümanları ve hükümeti korumak bizim görevimiz değildir.
ile
Hükümetin ve Müslümanların elbette
eleştirilmesi gerekir.
görmek
Yalnız hükümeti ve Müslümanları eleştirirken devleti masum ve görmezden
gelmek suç ve günahtır!..
Sakine Polat
Kızılbaş-Aleviler gene marabalık yapıyorlar! Kendilerine ait olmayan asimilasyoncu ırkçı devlet örgütlenmeleri aracılığıyla Müslüman düşmanlığı
yaptırılıyor!.. Kürt düşmanlığı yapıyorlar!..
Siyaset, Direniş ve yenilenip demokratikleşme hızla yol alıyor. Biz de etkilenip kendimizi siyasetin kantarına
çekiyoruz.
Evet; hiç bir kesimin önceden fark etmediği bir sıçramayla alanlar dolup
taştı. Hem de barışçıl yollardan.
Siyaset fırsatçıları mezarlarından alana fırladılar. Hem hedef şaşırttırmak,
hem de siyasi menfaatlerini zenginleştirmek için. Bir yandan da ittihatçı
resmi kuramların ısıtıp temcit pilavı
gibi yeniden masaya koydular!..
Başta ittihatçı ırkçı İP - TGB - CHP
kardeşliği iç içe gelişen demokratik
direniş hareketini ufkunu bulandırmak için her yol ve yöntemi kendilerine mubah sayıyorlar.
Taksim meydanının eski bir Ermeni
Mezarlığı olduğunu bilmeyen yoktur.
Bu mezarlığı kırklı yılın başlarında
sağır İsmet Paşa tarafından yeniden
işgal edildiğini de biliyoruz.
Ve İttihatçı soykırımcı CHP ve yedeklediği kuyrukçularıyla hiç utanmadan
bu alana gelip özgürlük, demokrasi
için palavralar atıyorlar!...
İttihatçı ittifakın bu kirli numaralarını
gençlik yutmadı!..
İttihatçılar çılgınlaşıp kudurabilirler.
Her geçen gün kan eritiyorlar, bin beter rezil olsunlar!..
İttihatçı CHP ile İP kuyrukçu solcuları da az günahkâr değiller. İttihatçı
siyasetinin değirmenine su taşıyorlar.
Boyları bir arpa boyu uzamaz!..
Kürt örgütlü siyaseti suya düşmüş yılana sarılma siyasetiyle kâh ittihatçılar ile kâh ittihatçı kuyrukçusu sol ile
git-gel yapıyor. Mit-Hükümet siyasetiyle kurdukları barış siyasetine sadık
kaldıklarını gösterme için her gün bin
bir dona girip çıkıyorlar!..
Mit-Öcalan barışını destekleyen Tırk
solu da bu siyasetiyle devletin yedeğine girmeyi kabul etmiş oluyor!...
CC. Allah bizi bu Tırki siyasetlerin kötülüklerinden korusun derim!.
Devletin ve ittifakçılarının yedeğinde
olan Alevi-Bektaş-i örgütlenmelerinin
durumu da Kürt ve solcuların durumundan hiçte iyi değiller.
“Alevi Bektaş-i örgütlenmelerinin önemli bir kesiminin başları vicdanları
İttihatçı CHP + İP bağlılar.”
Diyen basit bir kesim de BDP’ye bağlıdır. Her iki kesimde sonuçta ittihatçı
devletin kurumları durumuna sokulmuşlar.
Devletin denetiminde olanların kendileri için özgürlük barış ve demokrasi
talep etmeleri asla mümkün değildir!..
Alevi Bektaş-i örgütlenmelerinin Taksim’deki tutumları hiçte hayra delalet
değildir. Devlet yerine hükümeti eleştirmek. Devlet yerine Müslümanları
eleştirmek tam da devlet ittihatçılığıdır.
İttihatçı solculuğundan uzak durmak
Kızılbaş Alevilerin hayrına olacaktır.
Solculuk Kızılbaş-Alevilik değildir!..
Kızılbaş-Alevilikte Solculuk değildir!
Diğer yandan da devlet solculuğu aracılığıyla Kızılbaş-Alevilerin kendini
inkâr ile asimilasyona çanak tutturuluyor!..
Devletin bu ittihatçı siyasetinin her
türlü örgütlenmelerin terk etmek insani ve demokratik görevdir...
Devlete ve yandaşlarına marabalığa
bir son vermeniz zamanı gelmedi mi?
Biz; Kızılbaş-Aleviler bu tarihi fırsatı çok çok iyi görüp değerlendirmemiz gerekiyor. Öze-dönüş ve özörgütlenmemizi üretip geliştirmek
olmalıdır.
Kendi legal partimiz ile kendimizi
temsil etmeliyiz!
Alanlara çıkıp seçimlere girip yetki
almalıyız!..
Kendimizi yenileyip demokratikleştirerek siyasal hayatta yerimizi almalıyız!
Başımızın dik Anlımızın açık olması
için!
Hayırlı ve kalıcı adımlar atmalıyız!..
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Örneğin; Devletin soykırımcı katliamcı siyasetleriyle açık yüzleşmeyenlerin demokratikleşmemiz asla mümkün
olamaz!..
Kürt örgütlenmeleri, Tırk sol örgütlenmeleri, Alevi Bektaş-i örgütlenmeleri devletin soykırım katliam ve inkâr
siyasetine göbekten bağlıdırlar. Bu örgütlenmelerin hiç birinin kendi kongrelerinde soykırım katliam ve inkâr
siyasetinden dolayı kendilerini tenzih
etmemişlerdir!..
Devletin soykırımcı katliamcı ve inkarcı siyasetlerini hâlen yürütmektedirler!...
Elbette ittihatçı devlet siyasetinden
kendilerini tenzih eden istisna örgütlenmeler de var....
Taksim direnişi ciddi bir yüzleşme ciddi bir yenilenme ve demokratikleşme
adımıdır. Bu gelişmelere saygılı ve
dayanışmacı olarak katkı sunabilirsek
çok hayırlı olur. Bizlerin de olgunlaşmamıza hayırlı vesile olur.
Tüm bunların yanında bir önemli hatırlatmanın altını da çizmek isteriz;
Devletin ittihatçı ittifakının karanlık
emellerinin hayat bulmaması için cin
ve şeytan olmak durumunda olduğumuzu bir an bile unutmadan direnişi
korumak, geliştirmek her dürüst insanın ortak muradı olması dileklerimiz
ile...
2 Haziranda İstanbul’da “Yaptığımız
Panele” huzur ve barış içinde başarı
ile yapılmasına katkısı olan tüm dostlarımıza buradan bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi Salonlarını dayanışma amacıyla bize
sundular kendilerine çok çok teşekkür
ediyoruz.
Panelin video çekimlerini bire bir yaptık. DVD olarak üretip ürün olarak kamuoyuna sunacağız.
Can Cana
Biber Gazının Zararları
Sadece Taksim'de 17 günde kullanılan biber gazından dolayı 8 köpek,
63 kedi, 1028 tane çeşitli cinslere ait kuş ölümleri tespit edilmiştir,
diğer illerde tespit çalışmalarımız devam etmektedir!
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı
Okumuş olanlar hatırlayacaklardır,
MİT’le Öcalan arasında bir mutabakat
oluştuğuna dair bilgilerin kamuoyuna
yansımaya başladığı ilk günlerde yazdığım bir yazıda, adı barış olsa da yeni
sürecin gerçekte en az üç alanda çekişme ve kapışma anlamına geleceğini belirtmiştim: Kürtlerle Kürtler arasında,
Türklerle Türkler arasında ve nihayet
Türkiye’deki ve Kürdistan’daki güçlerle bölgesel ve Küresel güçler arasında.
Son birkaç aylık gelişmelere bakarak
bunun genel planda doğru bir tespit olduğunu söyleyebiliriz. Yine de
PKK’nin yeni yönelişinin yol açtığı
kitlesel bazı kaymalara gereken ağırlıkta vurgu yaptığını söylemek zorlama olur.
Bu eksikliği anlamak bir dereceye kadar mümkün; çünkü o yazıyı kaleme
alırken, MİT-Öcalan mutabakatının
açıkça Sünni İslam kardeşliği eksenine oturtulmuş olduğunu henüz bilmiyordum. Asker yerine AKP’yle uzlaşmanın, varılan uzlaşmaya anti-sol,
anti-Alevi ve hatta bir ölçüde anti-modernist bir renk katacağını ve bunun da
PKK’nin iç dengelerine, PKK ile PKK
dışındaki Kürt hareketlerinin ilişkilerine ve nihayet PKK ile korucular
arasındaki ilişkilere yansıyabileceğini
öngörüyordum. Dolayısıyla yöntemde bir sorun yoktu. Ama uzlaşmanın,
yeni-Osmanlıcılık siyasetine eklemlenme perspektifinde gerçekleştirileceğini tahmin edemediğim için bunun
Aleviler başta olmak üzere Türkiye’deki ve Kürdistan’daki bazı özel gruplar
üzerinde daha doğrudan ve görece kısa
sürede gözlenebilir etkiler yaratabileceğini düşünmemiştim. Öcalan’ın
Newroz konuşması, Kürtlere müjdelenen yeni çağın, yeni-Osmanlıcılığa
eklemlenme stratejisi olduğunu ortaya
koyunca, bununla ilişkili toplumsal
hareketlenmelerin kapsamı ve hızı da
arttı. Nitekim Newroz konuşmasını takip eden gün kaleme aldığım yazıda,
mutabakatın böyle sonuçlar doğurabileceğine değindim. Şimdi konuyu biraz daha geniş biçimde ele alabiliriz.
MİT-Öcalan mutabakatının yeniOsmanlıcı içeriğinin Kürt hareketine karşı yeni bir tavır almaya zor-
Cemil Gündoğan
ladığı iki toplumsal kesim vardır.
Bunlardan birincisi, Türk ve Kürt
ayrımı olmaksızın Alevilerdir. İkincisi ise medyada genellikle “Sahil”
kavramıyla dile getirilen ve benim
referandum dönemi yazılarımda
Avrupai Türkler olarak tanımlamayı
önerdiğim toplulukların faşist olmayan kanatlarıdır. Avrupai Türklerin faşist kanadı eskiden beri Kürt hareketine düşman olduğundan yeni dönemde
tutumlarında bir değişme olmamıştır.
Ancak diğer kanatlar, MİT-Öcalan
mutabakatının yeni-Osmanlıcı niteliğine genellikle olumsuz baktıkları için
bunların Kürt hareketine ilişkin algı ve
tutumlarında değişik yönde değişmeler
yaşanmıştır, yaşanacaktır.
Sebebini anlamak zor olmasa gerek.
Çünkü yukarıda anılan iki toplumsal
kesim ile A. Öcalan’ın, yeni-Osmanlıcılığa payanda olmak karşılığında
Türkiye siyasetinde fonksiyonel hale
gelmek şeklinde tanımlayabileceğimiz
yeni stratejisi arasında ontolojik boyutlar da içeren çelişkiler vardır. Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan iki olay, gözlemcilere buradaki gerilim alanlarını
çok güzel tarif eden iki önemli önemli
sembol sundu. Üçüncü Boğaz köprüsüne verilen Yavuz Sultan Selim isim ile
yeni-Osmanlıcı programa karşı gelişen
ilk ciddi kitlesel direnişin sergilendiği
mekan, yani Taksim.
Yavuz Sultan Selim sembolünün ifade
ettiği şeyi anlamak zor değildir. Hanifi Türklerin Şafi Kürtleri yedekleyerek Ortadoğu’ya nizam vermelerini
öngören her program ve girişim, bu
iki kütlenin yanında küçük birer
azınlık olarak kalan diğer toplumsal kesimler ile bu programın hedef
tahtasına oturttuğu Arap dünyası
tarafından bir ölüm fermanı olarak
algılanır. Bu algıyı oluşturan ilişkinin
tarihteki sembolleri Yavuz Sultan Selim ile II. Abdülhamit’tir. Türk devletinin, bu iki kişiden en fetihçi olanın
adını bir prestij köprüsüne takmayı
tercih etmesi, devletin yeni yönelişinin
tarihsel anlamının bilincinde olduğunu
ve bunu dünya aleme ilan etmekte bir
sakınca görmediğini gösteriyor. Özellikle de seçimler yaklaşıyorken.
Fakat AKP’nin göğsünü gere gere dünyaya ilan ettiği şey, yeni-Osmanlıların
stratejik bir müttefiki olacağını umut
eden Öcalan’ın örgütü açısından bir
sıkıntı kaynağı oluşturuyor. Çünkü
devletin yeni çizgisi, bu çizgiye uyumun karşılığı olarak AKP’den tahsil
etmeyi umduğu hiçbir şeyi henüz alamamış olan PKK’nin evdeki bulgurdan
olması riskini arttırıyor. Bu sıkıntıyladır ki A. Öcalan ikide bir Alevi karşıtı olmadığı yolunda yeminler ediyor;
PKK, kurdurduğu Alevi derneklerine
konferanslar yaptırıp PKK’nin Alevi
karşıtı olmadığı yolunda propagandalar yaptırıyor.
Hakkını yememek lazım, PKK’nin de
Öcalan’ın da Alevilikle ya da Sünnilikle özel bir dertleri yoktur. Onların dertleri iktidar olmak ve iktidar
kalmakla ilgilidir. Daha da ileri gidelim; İslam veya Sünnilik, bu terimlerin
asıl patronu olan AKP ve Türk devletinin bile asıl derdi değildir. Onların asıl
derdi, yeni-Osmanlıcı bir yayılmadır.
Yayılma derken de sadece dışa doğru
olanı kast etmiyorum, hem dışa hem de
içe doğru bir yayılma. İslam veya Sünnilik, daha çok bu yayılmayı meşrulaştırmanın söylemi olarak anlamlıdır.
Din denilen şeyin, onun politikadaki
araçsalcı rolüne/yüzüne indirgenemeyeceği doğrudur, ama şu an üzerinde
konuştuğumuz konu bakımından dinin
bu özelliği onun başat niteliğini oluşturur. Bu her zaman böyleydi. Dolayısıyla bugün için özgün olan durum,
dinin politik alanda kullanılması değil, değişik gerekçelerle de olsa hem
bölgesel aktörlerin hem de küresel
aktörlerin Ortadoğu’daki çekişmeleri Sünni-Şii ayrımı üzerinden ifade
etme noktasına gelmiş olmalarıdır:
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İran, devlet çıkarlarını koruyabilmek
için kendisine bir Şii koruma çemberi
oluşturma derdindedir. Irak’taki iktidar savaşı Şii-Sünni çatışması üzerinden sürdürülmektedir. Suriye’deki
çatışma giderek mezhep çatışmasında
doğru evrilmektedir. Türkiye, Arap
alemi üzerindeki tarihsel pozisyonunu
yeniden kazanabilmek için hamlelerini Sünnilik üzerinden tanzim ve tarif
etmektedir. Suudi Arabistan, Katar
ve Mısır da kendi cephelerinden benzer bir oyun oynamaktadırlar. Lübnan
hızla mezhep savaşına doğru koşmaktadır. Rusya ve biraz da Çin, pratikte
Şiilerin hamisine dönüşürken, ABD ve
diğer Batılı devletler, Ortadoğu’ya yönelik yeni açılımlarını Sünni çoğunluk
üzerinden hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Kısacası, bölgesel ve küresel
güçler arasındaki çekişmeler, mezhep
çatışması ekseninde dizilmeye başlamıştır ve bu durum bölgeyi bir dinamit fıçısına çevirmektedir. İşte PKK
liderinin tam böyle bir anda Sünni
cephenin bir parçası olarak yeniOsmanlılık oyununda rol alacağını
açıklamış olması, Aleviler nezdinde varoluşsal kaygılar yaratmaktadır. Sorunun ana kaynağı budur ve
bu pratik tablo ortada duruyorken
Öcalan’ın ve PKK’nin Alevi karşıtı
olmadığı yolundaki söz ve yeminlerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmamaktadır.
Fakat bunu söylemiş olmak, PKK’nin, daha bugünden anti-Alevi tutumu esas aldığını, onu artık Ortadoğu’daki Sünni kanadın Türkler
adına cepheye sürülmüş bir tetikçisi
olarak değerlendirmek gerektiğini
söylemek anlamına gelmez.
Evet, böyle bir olasılık vardır ve bu
olasılığı besleyen en az üç etken işlemeye devam etmektedir: Bunlardan
ilki, PKK yöneticilerinin iktidar söz
konusu olduğunda feda edemeyecekleri bir değer tanımamalarıdır. Parti
içi muhalefete ve PKK dışındaki Kürt
hareketlerine karşı kullandıkları şiddetin boyutlarına bakarsanız bunun ne
demek olduğunu daha rahat anlarsınız.
İktidar oyununu bu tarzda oynamaya
alışkın bir yapının, bu oyun, günün birinde Alevilere, Ermenilere, Süryanilere, Yezidilere veya başka bir mazlum
gruba karşı tavır almayı gerektirirse
bu gruplara karşı nasıl davranabileceklerini kestirmek zor olmasa gerek.
Bu grupları gözden çıkarırken gözlerini bile kıpırdatmayacaklardır. Tabii
ki yaptıklarını önderliğin, partinin,
halkın vb. yararına yaptıklarını söyleyerek. Doğrudur, gerilla, Kürdistan
vicdanının hala en sahici sesidir; ama
PKK’nin örgütsel davranışlarının her
zaman bu vicdana uygun düştüğünü
söylemek, ya boş yağcılık yapmak ya
da gerçeği görememek olur.
İkinci ve daha önemli olan etken ise
Abdullah Öcalan’ın, mevcut tablodan
tek çıkış yolu olarak yeni-Osmanlıcılık oyununda koçbaşı rolünü üstlenmeyi kabul etmiş olmasıdır. Bu politika
değil midir ki, AKP’nin tabanında bile
Reyhanlı’daki kanlı banyonun Obama-Erdoğan görüşmesi öncesinde
Erdoğan’ın elini güçlendirmek amacıyla düzenlendiğine dair kuşkular dolaşıyorken, BDP eş başkanı Demirtaş’ı,
Hükümetin arkasında olduklarına dair
yüz kızartıcı bir açıklama yapmaya
yol açtı? Tetikçiliğe gidecek yollar işte
böyle döşeniyor.
Son olarak hareketin içindeki Hamidiyeci damardan söz etmek lazım. PKK,
rakipleri AKP ve Hizbullah olan bir
partidir. Bu koşullarla çevrelenmiş bir
hareketin içindeki Sünni damarın normal gücünden daha fazla etkide bulunması şaşırtıcı olmaz.
Bu tür etkenler var olduğu müddetçe
sözü edilen olasılık da var olacaktır.
Dahası, Kürt hareketi Reyhanlı gibi
olaylarda yeni-Osmanlıcı politikaya
angaje olduğu ölçüde Hükümet de
köprülere Yavuz Sultan Selim ismi
vermekte tereddüt göstermeyecektir.
Bütün bunlar doğrudur ve daha fazlası
da vardır. Ama unutmayalım ki, bu tür
olasılıkların hayat bulup bulamayacakları, bunun karşısında işleyen etkenlerin ne kadar etkili olabildiklerine de
bağlıdır. Dolayısıyla Türk ve Kürt Alevilerinin işin ikinci tarafını da gözeten
bir stratejiye ihtiyaçları vardır.
***
Böyle bir strateji, özellikle Kürt Aleviler düşünüldüğünde, Kürt hareketinden kopmayı mı esas almalıdır?
Bu soruya olumlu cevap veremiyorum.
Veremememin nedeni, Kürt hareke-
tine olan yakınlığımdan çok, bunun,
mevcut durumda Alevilerin çoğunluğu bakımından rasyonel olmadığını düşünüyor olmamdır.
Doğrudur, Kürt hareketinin lideri,
başı her sıkıştığında, devlete Yavuz
Sultan Selim’in yolundan yürümeyi
teklif ederse Alevilerin, Yezidilerin
veya Ermenilerin Kürt hareketine aşk
ilan edecek halleri kalmaz. Biliyorsunuz, Öcalan 1999’daki tutuklanmasında da Yavuz Sultan Selim’le İdris-i
Bitlisi’nin yolundan yürümeyi teklif
etmişti.
Doğrudur, on yılda bir Kürt hareketinin lideri tarafından sırtlarından
hançerlenen Aleviler, sırf bu sebeple
hareketten uzaklaşırlarsa onları Kürtlere ihanet etmekle suçlamak vicdanla
bağdaşmaz.
Bunlar doğrudur ve vicdanlı Kürtlerle
vicdanlı Alevilerin yüreğini kanatacak
bunlara benzer başka doğrular da vardır. Ne var ki mesele sadece bu doğrularda dile getirilen faktörlere bakılarak
halledilebilecek kadar basit değildir.
Bu işin rasyonalitesini hesaplamak,
çok daha karmaşık bir durum arz
eden daha geniş resme bakmayı gerektiriyor. Bu resmin çok kaba bir
özeti şu hususları içerir:
Bölge çok karışıktır, orta vadede
muhtemelen bazı devletlerin sınırları da dahil olmak üzere birçok şey
değişecektir.
Bu yöndeki değişikliklerin bölge
savaşlarını davet etmesi veya başka
nedenlerle patlayacak bölge savaşlarının böyle sonuçlar doğurması
olasılığı ciddidir. Bu da söz konusu
değişikliklerin, ucu soykırımlara
varabilecek geniş katliamlar eşliğinde gerçekleşmesi olasılığını şimdiden ciddi biçimde düşünmemiz
gerektiğini gösteriyor. Çünkü etnik
çatışmalarla bölgesel savaşlar üst
üste düştüğünde, sınır değişiklikleri, kural olarak, büyük pogromlar
veya soykırımlar eşliğinde gerçekleşir. Yeni dönemde gündemimize bu tür
olasılıklar giriyorsa hiç kimsenin müttefik beğenme veya beğenmeme şansı
kalmayacak demektir.
Yukarıda sözü edilen değişikliklerin
altında yatan bütün iktisadi ve siyasi
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çekişmeler, öyle anlaşılıyor ki daha bir
süre kendilerini dinsel terimler üzerinden ifade edecektir.
Kendini dinsel terimler üzerinden ifade etmek demek, bu terimlerin olayların gelişmesine hiç etkisi olmayacak
demek değildir. Bir eylemi meşrulaştırmak için oluşturulan söylem, bir
noktadan sonra o eylemi üreten ve
yönlendiren faktörlerden birine dönüşür. PKK’deki “Önderlik” söylemine
bakınız. İyi bir örnektir, çünkü bir
söylemin koca bir örgütü nasıl esir
alabileceğini anlatır. Bu demektir ki
Sünnilik, Alevilik veya Şiilik biz onları sevsek de sevmesek de orta vadede hayatımız üzerinde etkide bulunacak ve belli toplumsal grupların
davranışlarını belirlemeye devam
edeceklerdir.
Bu gerçek, bölgenin yukarıda belirtilen kaygan koşullarıyla birleştirildiğinde Kürt hareketinin önümüzdeki on yıl içinde değişik ülkelerde
değişik dini gruplarla kader ortaklığı içinde olacağı sonucu çıkar. Bu
açıdan baktığımda benim gözüme
görünen tablo özetle şöyledir:
Kürt hareketi, Irak ve İran’da Sünnilerle ve Müslüman olmayan gruplarla, Türkiye’de Alevilerle ve Müslüman olmayan gruplarla; Suriye’de
ise Müslüman olmayan gruplarla ve
(Baasçı sistem yıkıldıktan sonra)
Nusayrilerle kader ortaklığı içinde
olacaktır. Önümüzdeki on yılın religio-politik tablosu kabaca böyledir.
Kader ortaklığı içinde olmak demek,
bu gruplarla mutlaka ve topyekûn biçimde birlik içinde olmak veya karşı kutuptaki gruplarla mutlaka ve
topyekûn biçimde savaş içinde olmak
demek değildir. Çünkü bu grupların
kendileri de parçalıdırlar, kendi içlerinde değişik gruplaşmalara ve sınıfsal
bölünmelere tabidirler. Bütün bu bölünmeler, değişik aktörler için değişik
politik kombinezonlar için fırsatlar
yaratır. Kader ortaklığı içinde olmak
demek, bu durumları dışlamak değildir, bu gruplarla birlik yapma veya
ortak davranma imkanının diğerlerine
göre daha fazla olması demektir. Değilse, Basra’daki bir Şii grup Kürtlerle
ittifak yapabileceği gibi, Bağdat’taki
Sünnilerden bazıları da Kürtlere karşı savaşabilirler. Veya Kerkük’teki Şii
Türkmenlerin bir kanadı Kürtlerle birlikte davranırken diğer kanadı Kürtlere karşı savaşabilir. Suriye’de yarın
aynı kaderi paylaşacakları ayan beyan
görülen Nusayrilerle Kürtler bugün
bazı yerdlerde birbirleriyle savaşıyorlar. Türkiye’de Alevilerin bir kısmı
MHP’nin kuyruğuna takılmış durumdadır vs. Böyle şeyler olur; yukarıda
söylenenler bunları dışlamıyor. Yukarıda söylenenler, sözü edilen grupların
bütün bunlara rağmen ortak bir kaderi
paylaşması olasılığının diğer olasılıklardan daha güçlü olduğunu söylüyor.
Ve bu durum, rasyonalite hesabı yapılırken göz ardı edilebilecek bir durum
değildir. Özellikle de önümüzdeki on
yılın tehlikeleri, kaygan zeminleri,
pogrom ihtimalleri vb. düşünülünce.
Türk ve Kürt Alevilerinin bütün
bunları göz önünde bulunduran bir
hesap yaptıklarında, Kürt hareketiyle yakın durmanın daha rasyonel
bir strateji olacağı sonucuna ulaşacaklarını düşünüyorum.
Bu durum, Kürt Alevileri için daha
da yakıcıdır. Şu soru çok şeyi açığa
çıkarmaya yeter: Diyarbakır’a sırtını çevirecek bir Dersim, yüzünü
Erzincan ve Bayburt’a mı dönecektir? Elbette adı geçen şehirlerin baskın politik renklerinden bahsediyorum. Yoksa Bayburt ve Erzincan’da
da Alevi Kürtlerin birlikte yaşayabilecekleri çok sayıda demokrat Sünni
varken, “Kızılbaşların katli vaciptir”
zihniyetini saflarında en fazla barındıran örgütlerden biri olan Hizbullah
Diyarbakır’da on binlerce kişinin katıldığı mitingler düzenleyebilmektedir.
Bu koşullar altında anlaşılması kaydıyla yukarıdaki soruya gönül rahatlığıyla evet diyebilecek bir Dersimli
varsa bu düşüncenin dayanaklarını
yazsın, öğrenelim. İnsanın yaşadığı
coğrafya, onun politik kaderi üzerinde
etkide bulunan faktörlerden biridir.
Ama bu gerçeği anlamak, tek yanlı
olarak Alevilere farz kılınabilecek
bir şey değildir. Politik coğrafyanın
farz kıldıkları Kürt hareketi tarafından da doğru kavranmak zorundadır. Oysa PKK liderinin örgütünü
angaje etmeye çalıştığı yeni çizgi,
Ortadoğu’daki mazlumların değil,
zalimlerin çizgisidir. Bu çizgi, Kürt
hareketinin kader ortaklığı içinde
bulunduğu diğer mazlumları gözet-
mesine olanak tanımıyor. PKK yöneticilerin Aleviler konusunda son dönemlerde içine düştükleri kıvranışın
kaynağı bu onulmaz çelişkidir. Daha
dağdan bile inememişken, ancak
bölgenin efendilerine ait olabilecek
nitelikte bir politikanın sanki öznesiymiş gibi rol kesmeye kalkışırsanız
olacağı budur. Kum bahçesinde gemi
yüzdürülmez.
Şimdiye kadar bu gerçeği anlamama
hali esas olarak Aleviler için söz konusuydu. Devlet, Kürtlerle savaşırken tarafsız dursunlar diye Alevileri
yatıştırma politikası güdüyordu ve
birçok Alevi lideri bunu kişisel ikbal edinmek için “düşkün” biçimde
kullanıyordu. Özal’ın Gölbaşı buluşmalarıyla başlattığı bu satın alma
politikası, Kürtlerle Aleviler arasında
politik coğrafyanın gerekli kıldığı birliğin tam olarak oluşmasını engelleyen
en önemli faktörlerden biriydi. Bazı
Alevi liderleri, temsil ettiklerini iddia
ettikleri toplum gerçekte Türkiye’nin
paryaları arasında olduğu halde, sanki
mevcut sistemin efendileriymiş gibi rol
kesiyorlardı. Yüksek dozda Kemalizm
şakşakçılığı bunun ifadesiydi. Yeni
dönemde ise durum tersine dönmüş
görünüyor. Bu kez Sünni Kürtlerin
yöneticileri “ne yapalım, liderimiz
içerde” gerekçesiyle yeni-Osmanlıcı
yayılmacılığa göz kırpıyor ve aslında
hala bölgenin paryalarının safında
bulunan bir halkın temsilcisi oldukları halde bölgenin efendileriymiş
gibi rol yapmaya öykünüyorlar.
***
Özetle, MİT-Öcalan mutabakatı Aleviler açısından tehlikelerle dolu bir maceraya işaret ediyor ve Alevilerin Kürt
hareketinden uzaklaşmalarına neden
oluyor. Kendi payıma, Alevilerin
kendi geleceklerini Öcalan’ın yeniOsmanlıcılığa payanda olma politikasına teslim etmemelerini, buna
karşı itiraz seslerini yükseltmelerini
hem olumlu hem de onurlu bir tutum
olarak görüyorum. Bu, aynı zamanda PKK’yi yeni-Osmanlıcı maceralara atılmasını frenleyecek bir işleve
de sahip bir direniştir. Dahası, sadece Aleviler için değil, toplumun bütün
kesimleri bakımından gözetilmesi gereken altın bir kurala işaret eder: Kimse kendi geleceğini koşulsuz biçimde
bir aşiretin reisine, bir partinin başka-
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nına, bir tarikatın liderine, bir pire, bir
ulu lidere, bir gerilla liderine vb. terk
etmemelidir. Bu, deyim yerindeyse,
tersinden örgütsüzlüktür. Herkes kendi
kaderine bizzat kendisi sahip çıkmalıdır.
Böyle olmakla birlikte, Öcalan’ın
yeni-Osmanlıcı politikalarına tavır
almayı Kürt hareketine karşı genel
bir tavra dönüştürmek, Türk olsun
Kürt olsun fark etmez Aleviler açısından stratejik bir hata olacaktır.
Bunu derken sadece insanlıkla veya
ezilenden yana olmayla ilgili genel
ahlaki prensiplerden hareket etmiyorum. Türk ve Kürt Alevilerinin en dar
manadaki menfaatleri açısından baktığımda da aynı sonuca ulaşıyorum.
Bulunduğumuz coğrafya, mevcut durumda Alevilerle Kürtleri birbirlerine
mahkum eden bir denklem kurmuştur
ve bu denklemin kısa vadede değişebileceğine dair bir veri de bulunmamaktadır.
Bu denklemi beğenmeyebilirsiniz,
ama reddetme lüksüne sahip değilsiniz. Özellikle de Kürt Alevileri böyle bir şansa hiç sahip değil. Elbette
Maraş’tan Dersim üzeri Hınıs’a kadar bütün Alevileri İstanbul’a veya
Düseldorf’a taşımayı düşünmüyorsanız. Ama bu coğrafyada yaşadığınız
müddetçe onun dikte ettiği politik
denklemleri görmezlikten gelemezsiniz. Bu denklemleri unutarak veya onlara rağmen kuracağınız stratejilerden
Alevilere de Kürtlere de yarar gelmez.
Fakat bu, sadece Alevilerin bilmesi
gereken bir gerçek değildir. Kürtlerin
de bu gerçeği bilmesi ve gözetmesi
gerekmektedir. Aksi takdirde işlemez.
Bu nedenle, Kürt hareketi, Alevilerle ilgili bir gelişme olduğunda, eski
Türkiye’nin ezberlenmiş terimleriyle konuşmayı bir kenara bırakmak
zorundadır. Kemalizm, darbe, Ordu,
Ergenekon gibi suçlama lafları bu terimlerdendir. Dün önemli bir gerçeği ifade eden, ama bugün kadük hale
gelmiş bu dil, Alevilerle ilgili hiçbir
sorunu çözemeyeceği gibi bu saatten
sonra daha çok yeni-Osmanlıcığın
içteki ve dıştaki yayılmasını gizlemeye yarıyor.
Bir yana bırakılması gereken bu eski
ezber aynı zamanda Taksim sözcüğüyle simgelenen bazı toplumsal kesimleri
de ilgilendiriyor ki MİT-Öcalan mutabakatının bu gruplara olan etkilerini
gelecek yazıda ele almaya çalışacağım.
"Yavuz ve Aleviler"
Murat Belge
“Terör Örgütü”, “Teröristbaşı” vb. klişelerden örülü bir dille konuşmaya alışmışken, “barış süreci” adıyla tanınan
yeni bir “yol-yordam”ın önünün açılması, Türkiye için önemli bir fırsatın doğabileceğini gösteriyordu. Ama “toplumsal dönüşüm” galiba tahminlerimizin
ötesinde güç bir olgu. “Yeni Türkiye”
derken kendimizi “en eski” Türkiye’nin
ortasında bulduk.
Taksim’den Türkiye’ye yayılan direnişi
daha çok konuşacağız. Aslında bu da bir
başka “başlangıç” olma potansiyelini
taşıyor. Ama birileri “hijack” etmezse...
Bugün, kısa bir sürede önümüze küfeden dökmüşler gibi yığılan yeni gündem
maddeleri üstüne yazmak istiyorum.
Örneğin yeni köprünün adı ve onun yürürlüğe soktuğu dinamikler. Bu kadim
dinamikler “Gezi Parkı” kavgasına benzemiyor. Onun kadar “patlayıcı” değil,
ama çok daha “sessiz ve derinden”. Çok
daha eski yaralara hiç de hayırhah olmayan bir biçimde müdahale ediyor.
Dolayısıyla, köprüye bu adı verme kararına karşı Alevi kesimin gösterdiği
tepkiyi haklı buluyorum. Türkiye’de
yaşayan bir Alevi “Yavuz Sultan Selim”
adını duyduğu an, içine güzel duygular doğmaz, ruhunda güller açmaz. Bir
zaman önce kendisiyle aynı inançları
taşıyan ve bu inançları taşıdığı için katledilen otuz, kırk bin insanı hatırlar. O
köprüden geçmesi gerekecekse, her geçişinde bunu hatırlayacaktır. Ama yalnız beş yüz yıl önce olmuş bir olayın
anısıyla sınırlı kalmayacaktır bu. Çünkü zaten konu bir Çaldıran seferinden
ibaret değildir. Arkası gelmiştir. Onun
için de Alevi kesim yüzlerce yıldır hayatını güvensizlik ve endişe içinde geçirmiştir. Alevi kişiliğinin bir parçası
haline gelmiştir bu endişe.
O köprüden geçerken bir Alevi’nin
düşündükleri bu tarihle de sınırlı kalmayacaktır. Muhtemelen düşünecektir: “İki bin bilmem kaç yılındayız; bu
köprü yeni yapıldı; buna bu adı verdiler;
bununla bana bir şey mi söylüyorlar?
Örneğin, ‘gene yaparız, ha!’ mı demek
istiyorlar? Bu kıyımı yapmış bir kişinin
adını böyle gözümüze sokmak, masum
bir davranış olabilir mi?”
Bir Alevi’nin bu olgu karşısında bunları
düşünmesi, akla gelmeyecek bir şey mi?
Aslında, düşünmeyeceğini düşünebilir
miyiz?
Türkiye’de yaşayan, hele burada siyaset
yapan, dolayısıyla insanların nabzını
tutan kişilerin, ekiplerin, partilerin bu
konular hakkında bilgisi olmadığını aklımızdan geçiremeyiz.
O halde?
O halde yukarıda anlattığım Alevi’nin
zihninde kurduğu denklem doğru bir
denklem.
Öncelikli sorun, hükümet açısından, sanırım Osmanlı tarihinin rehabilitasyonu. Bir unutturma politikası olduğuna
bence haklı olarak inanıyor ve bunu düzeltmeye çalışıyorlar. “Türk Büyükleri”
dendi mi, Osmanlı atalarımızın hakkını
verelim, diyorlar.
Yavuz da, önemli işler yapmış bir padişah. AKP’nin pek sevdiği “emperyal”
gözlükle baktığınızda, Mısır’ın fethi ile
devlete 19. yüzyıla kadar devam edecek
büyük bir gelir kaynağı kazandırmış
adam.
Ama sorun bundan ibaret değil, çünkü
o defterde Alevi Kıyımı da yazılı ve bu
ülkede milyonlarla Alevi yaşıyor ve aklî
yetileri yerinde, bellekleri taze.
“Barış Süreci” demişken, bu toplumun
geçmişinde fazla görülmeyen bir siyaset
kültürü ve üslûbuna imkân tanımaya
hazırlanırken, haydi şu klişeyi de kullanayım, iki kıtayı birbirine bağlayan bir
köprü yaparken, o köprünün adıyla bu
toplumun iki aslî ögesinin arasını açmanın anlamı nedir? Hikmeti nedir? İsim
mi kalmadı?
Yavuz Sultan Selim, Osmanlı toplumuna kalıcı bir biçim vermiş bir padişahtır.
Bu, yalnız “Alevi sorunu” çerçevesini
içererek onu aşan, daha geniş kapsamlı
bir konu. Bu adı vermekte karara varmış
olanlar bunları ne kadar enine boyuna
düşündüler, bilemiyorum. Aynı zamanda, muhalefet edenlerin bazılarının da
bu tarihî gelişmeler hakkında yeterli
bilgisi olduğunu sanmıyorum.
Onun için, en az bir yazıda daha, bu
konu üstünde durmak istiyorum.
Taraf Gazetesi
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Katliam Gerekçesiyle CHP Hakkında Kapatma
Talebi ve “Atatürk’ü Sevmiyoruz” İddiasıyla
Kılıçdaroğlu’na Dava…
Bugünlerde Dersim’de ilginç, dikkat
çekici, Kürtlerin ve demokratların tümünü ilgilendiren bir dava devam ediyor.
Bu davanın birinci duruşması, 20 Mayıs 2013’te yapıldı. Davacı dostum
ve arkadaşım davayı savunmak için
avukat ilânı vermişti. Ne yazık ki ilk
duruşmaya avukat bulamadı. Ben ve
hayat arkadaşım fiilen avukatlık yapmamamıza rağmen, bizim için sorunlu
bir durum olmasına rağmen, davayı tarihi ve önemli gördüğümüzden duruşmaya avukat olarak katıldık.
Ama duruşma günü Dersim Adliyesinde Baro Odasında tanıştığımız avukat
arkadaşlarımıza duruma aktarmamızdan sonra, genç bir hanım arkadaşımız
da davaya avukat olarak gireceğini
beyan etti. Umut ediyorum ki bu tarihten sonra bu davaya sahip çıkacak
yürekli, tarihi, insani sorumluluğu
olan; Kürdistan’da Kürtlere yapılan
katliamlara karşı mücadele eden, Kürt
Milletinin kendi kaderini tayin hakkını savunan avukatlar olacaktır.
Davanın konusu ilginçtir. Dava, ikili bir yapı taşımaktadır. Davanın ilginç yanlarından biri, 1919’dan sonra
Kürdistan’da ve resmi devletin şimdiki başbakanı tarafından kabul edilmiş
Dersim Katliamından sorumluluğu
tartışmasız olan CHP’nin, faşist, insanlık suçu işleyen, ırkçı, jenositçi,
katliamcı niteliğinden dolayı uluslararası hukuk ve sözleşmeler açısından
kapatılması talebidir.
Bu talep yerel hukuka göre, yerel mahkemelerin yetkisi içinde olmadığı için,
yerel mahkeme dostum ve arkadaşım
Mehmet Yürek’in bu konudaki talebini
kabul ederek, Yargıtay Başsavcılığına
göndermiş. Yargıtay Baş Savcılığı gerekli incelemelerden ve tarafların savunmalarını almasından sonra Anaya
Mahkemesinde dava açıp açmayacağına karar verecek.
Davanın ikinci ilginç yanı; Kemal
Kılıçdaroğlu’nun CNN Televizyonun-
Genel Başkanı ANKARA
DAVA : Manevi tazminat
KONU : Davalı vekilinin 20/02/2013
ve15/03/2013 tarihli havale beyanlarına karşı cevaplarımız ile 20/05/2013
tarihli duruşmaya esas beyanlarımızdır.
İbrahim GÜÇLÜ
([email protected])
da “Atatürk’ü sevmeyenler vatan hainidir” sözüne karşı Mehmet Yürek
dostumun, “Ben Atatürk’ü sevmiyorum, ama hain değilim” tespitinden
yola çıkarak Kılıçdaroğlu aleyhine açtığı hakaret davasıdır.
Mehmet Yürek’in kendisini Kılıçdaroğlu’nun sözlerine muhatap kabul etmesinin nedeni de, daha önce Atatürk
hakkında yazdığı bir yazıdan dolayı
cezalandırılmış olmasıdır.
Daha fazla yorum ve tespit yapmayı
doğru bulmuyorum. Bütün bu gelişmeler için sözü Mehmet Yürek dostuma
bırakıyorum.
*****
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NE
TUNCELİ(DERSİM)
DOSYA NO : 2013/57
DAVACI : Mehmet Yürek ,Güney Konak Köyü Ovacık/Tunceli TC NO:
13385464756
DAVALI : Kemal Kılıçdaroğlu, CHP
AÇIKLAMALAR:
A) 20/02/2013 tarihli dilekçelerinde
iddia ettikleri hususlara itirazlarımız:
1- Davalının usule ilişkin itiraz ve talebi: Davalı avukatı müvekkilinin CHP
Genel Başkanı olduğunu ve partinin
genel merkezinin Ankara’da olduğunu,
müvekkilinin Ankara’da ikamet ettiğini bu nedenle davanın Ankara’da açılması gerektiğini iddia ederek Tunceli
Mahkemelerinin yetkisiz olduğundan
dosyanın yetkili Ankara mahkemelerine gönderilmesini talep etmiştir.
Bu iddiaya yanıtımız ve karşı talebimiz: Davalı her ne kadar CHP Genel
Başkanı olup Ankara’da ikamet ettiğini
belirtse de, son yerel seçimlerde İstanbul Kâğıthane ilçesinde de ikamet ettiği bir genel başkan olarak oyunu kullanamamasından ötürü tüm ülkemiz
halkı tarafından bilinmektedir. Eğer
yetkili mahkeme K. Kılıçdaroğlu’nun
ikamet ettiği yerse bu Ankara değil
İstanbul’dur. Bunun yanında yetkili,
mahkeme K. Kılıçdaroğlu’nun G. Başkanlığı ölçü alınacaksa genel Başkanlık yaptığı parti, Türkiye’nin tüm il ve
ilçelerinde faaliyet yürüttüğüne göre
her il ve ilçe mahkemesi K. Kılıçdaroğlu için yetkili mahkemedir.
Ayrıca ben suça esas olan konuşmayı
yaşamakta olduğum Tunceli (Dersim)
il merkezinde öğrenerek davayı haklı olarak Tunceli (Dersim) de açtım.
Kemal Kılıçdaroğlu da aynı zamanda
Tunceli (Dersim)’lidir. Ayrıca CHP
eski ve köklü bir parti olduğundan
Ülkemizin her yanında olduğu gibi
Tunceli’de (Dersim’de) ve her ilçesinde örgüt ve teşkilatları bulunmaktadır.
Ayrıca benim davacı olma nedenim,
davalının beni mağdur etmesi nedeniy-
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ledir. Dava Ankara’ya gittiğinde ben
her duruşma için Ankara’ya gitmek
zorunda bırakılarak mağduriyetim artırılmış olacaktır. Olay yerinin Tunceli
(Dersim) olması, davalının aynı zamanda Tuncelili (Dersimli) olması nedeniyle davalı tarafın dosyanın Ankara
mahkemelerine gönderilmesi talebinin
reddi ile Tunceli’de (Dersim’de) devam
edilmesini, bu konuda Anayasamızın
90 maddesinin değişik son fıkrasının
uygulanarak tarafı olduğumuz uluslar
arası hukuk, sözleşme, yasa ve AİHM
kararların esas alınarak gereğinin yapılmasını talep ederim.
2- Davalının esasa ilişkin iddialarına
yanıtımız ve taleplerimiz: Davalı vekili benim iddialarımı herhangi bir delile
ve kanıta dayandırmadığımı ifade ederek yalnızca bir tv kanalı video linki
verdiğimi ve iddialarımın kanıtlarını
mahkemeye ve karşı tarafa bildirmekle
mükellef olduğumu söylemektedir.
Ben delil olarak konuşmanın yapıldığı
tv video linkini verdim. Bu konuşmayı bir cd ye kopyalayarak mahkemeye
verebilirdim. Ancak bu davalı taraf ve
mahkemeniz tarafından güvenli görülmeyebilinirdi. Aynı iddiamla Tunceli
(Dersim) C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduğumdan söz konusu
konuşmanın bant çözümleri ilgili Emniyet Müdürlüğünden istenmiş olup
temin edilerek dosyasına konulmuştur.
Aynı işlemin delil güvenirliği açısından mahkemeniz tarafından da yapılmasını talep ederek söz konusu bant
çözümlemesinin bir örneğini ekte takdim ediyorum.
Davalı taraf, söz konusu TV konuşmasında doğrudan Mehmet Yürek’i hedef
alan ve yönelen bir husus olmadığından davada “matufiyet” unsuru oluşmadığından dolaylı veya doğrudan bir
saldırı oluşmadığını iddia etmektedir.
Davalı “Atatürk’ü eleştirmek ve sevmemek vatan hainliğidir” sözünü sarf
etmiştir. Bu ilgili video linkinden ve
ekte sunduğumuz Emniyet Müdürlüğü
bant çözümlerinden anlaşılmaktadır.
Ben de gazeteye yazdığım bir Atatürk
eleştirisi nedeniyle mahkûm olmuş biriyim. Bu ülkede kaç kişinin Atatürk’ü
eleştirebildiği ve bu nedenle mahkûm
olduğu göz önüne getirildiğinde, davalı tarafın matufiyet unsurunun ne kadar
ve nasıl oluştuğu anlaşılabilir. Ben o
yazıyı yazıp yargılandığım dönemler-
de Atatürk fanatiklerinin hedefi oldum
ve büyük mağduriyetler yaşadım. Davalı sıradan birisi olmayıp Atatürk’ün
partisinin başındaki biri olarak bahse
konu Tv programında beni yeniden
açık hedef haline getirmiştir.
B) Davalının ek talebime 15/03/2013
tarihli cevabına cevabımdır: Davalı
tarafın cevap dilekçesinde bahsettiği
hususların hiç birisi gerçeği yansıtmamaktadır. Mustafa Kemal, ülkemizin
düşmanlar tarafından işgal edilmesinden sonra, Osmanlı Padişahı Vahdettin tarafından gizlice görevlendirilip,
yüklü miktarda altın ve para verilip,
kendisine zamanın en iyi gemilerinden Samsun Gemisi tahsis edilerek ve
yanına da padişah fermanını alarak,
Anadolu ahalisini teşkilatlandırıp, kurtuluş savaşı başlatmak amacıyla yola
çıkarılmıştır. Bu görevle Samsun’da,
Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta ülkenin her kesiminden insanlarla toplantılar yapmış, yapılan bu toplantılarda,
el birliğiyle düşmanın vatan topraklarından atılması gerektiğini, verilecek
olan kurtuluş savaşı sonrasında da
ülke yönetiminin Anadolu’da yaşayan
Müslüman halklar tarafından birlikte
oluşturulacağı sözü ancak, zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşından sonra,
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda
canla başla mücadele veren unsurların en zayıfından başlamak suretiyle,
çeşitli olayları bahane ederek etkisizleştirme politikası gütmüş, tüm suçları
yalnızca şapka giymemek olan gariban
Anadolu insanlarından onlarcasını ülkenin her yanında kurulan güdümlü
mahkemelerinin darağaçlarında idam
ettirilmişlerdir. En güçlü unsur olan
Kürtleri en sona bırakmış, yine devletin görevli provokatörleri vasıtasıyla çıkarmış olduğu bir takım olayları
bahane göstererek, çocuk, kadın, yaşlı,
sakat demeden binlerce Kürdün katledilmesine ses çıkarmamıştır.
İnsanlar mağaralara doldurularak,
uçaklardan benzin boşaltılıp, arkasından bomba atılarak cayır cayır yakılmıştır. Bu yapılanların delilleri halen
orta yerde durmakta, daha 15 gün önce
bu mahkeme salonuna 20 km mesafedeki Laç deresinde bulunan 1937/38 de
katledilmiş Dersimlilerin kemik yığınları bir harman misali yerel ve ulusal
medyada gösterilmiştir.
Devletin arşivlerinde bu kırımın belge-
leri saklanmaktadır.
Ayrıca davalının avukatı da Dersim’de
yapılanları bir kırım ve katliam olarak
nitelendirmektedir. En önemlisi de TC
Başbakanı R.Tayyip Erdoğan 1937/38
de yapılan katliamı kabul etmekte,
devletin bu uygulamasından ötürü
özür dilemektedir ve bu katliamdan
o tarihte devlet- iktidar partisi olan
CHP’yi sorumlu tutmaktadır.
Devlet eliyle gerçekleştirilen katliamlar esnasında ben de üstsoy akrabalarımızdan birçoğunu kaybettim. Acılarını halen yaşamaktayım.
Bir ülkede devlet eliyle, o ülke vatandaşlarına mezalim yapılmışsa, yapılan
zulmün sorumluları da elbette ki o
ülkeyi yönetenler olacaktır. Bu yüzden “Atatürk hastaydı, yapılanlardan
haberi yoktu” gibi safiyane aldatmalara çocukların bile inanmayacağı açık
bir Kimse beni, başta benim atalarım
olmak üzere, bu ülke vatandaşlarına
toplu katliamlar yapan, çocuk, kadın,
ihtiyar, insanları diri-diri yakma emrini veren ve bu emirleri tereddütsüz
uygulamaya koyan kişileri sevmeye
zorlayamaz. Sevmediğim için de, bu
fikirlerimi açıkladığım için de kimse
beni kınayamaz. Ayrıca vatandaşlar
ülke liderini sevmedikleri için vatan
haini ilan edilemez, cezalandırılamaz.
Hatta vatandaşlar ve ben de bir vatandaş olarak katliam yapmayan ülke liderini bile sevmek zorunda değilim.
Vatan hainliği deyimi, öyle her önüne gelenin, fikirlerini benimsemediği
herkese kolaylıkla vurulacak bir damga değildir. Gerçekleri ifade etmenin
suç olduğu nerede görülmüştür. Evet,
ben gerçekleri ifade ettiğimden dolayı, aynı ilçede yaşamak talihsizliğine maruz kaldığım darbeci Kenan
Evren’in işareti üzerine anti demokratik bir ortamda yargılandım ve Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu düzenin
mahkemeleri tarafından haksız olmadığım halde cezalandırıldım. Aldığım
cezadan dolayı hiç pişman olmadım ve
olmayacağım da.
Kemal Kılıçdaroğlu bir parti lideri
olarak kendi resmi statüsünü kullanarak baskı uygulamaya çalışmaktadır.
Kılıçdaroğlu’nun bu mantığı tek parti
otoriter döneminin devamı niteliğindedir. Oysa Dünyada çok köklü değişimler ve demokrasi alanında bir de-
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rinleşme söz konusudur. Türkiye’de de
Dünyadaki bu yeni yapılanmalardan
derinden etkilenmekte olduğunu Kılıçdaroğlu anlayamamaktadır.
Kılıçdaroğlu’nun kavrayamadığı bir
şey de bizim gibi demokrasi ve Dersim
Kürt dava adamlarının bu tür baskılara
papuç bırakmayacaklarıdır.
Bu gerçeklerin yanında Kılıçdaroğlu
ve avukatı mahkemenizin değerli üyesinin de kendileri gibi Dünyadan habersiz olduğunu düşünmektedir. Oysa
Dünyada bütün tarihsel dönemlerde
değişimlere ve köklü reformlara en
başta hukukçular öncülük etmişlerdir.
Mahkemenizin de bu evrensel değerler
doğrultusunda düşünerek hareket edeceğini umuyorum ve diliyorum.
Kılıçdaroğlu’nun vekili Dersim’deki katliamı kabul ettiğine göre, Dersim’deki katliamı tek taraflı yorumlarla kısır bilgilerle ileri sürdüğümüzü
iddia etmesi büyük bir çelişki ve aynı
zamanda kendisini yalanlamadır.
Bunun yanında “geriye değil ileriye
bakmamız” gerektiğini ileri sürmektedir. Bununla kalmayarak tarih üzerine
düşmanlık kurulmasını çağdaş insan
felsefesine aykırı değerlendirirken,
Dersim katliamından sorumlu olan M.
Kemal Atatürk’ü benim gibi sevmeyenleri hain ilan etmesi nasıl olur da
çağdaş insan felsefesiyle uyuşur; kin
ve nefret olarak değerlendirilir.
Ülkemizin ortak değerlerine birlikte
sahip çıkılması gerektiği bir zorunluluk olarak ileri sürülmesine rağmen,
Dersim Koçgiri, Ağrı, Zilan, 1925
Kürt Milli hareketi döneminde yapılan katliamların savunulmasın da bir
zorunluluk görülmemekte, Kürtlerle
ilgili olan gelişmeler ve Kürtlerin değerleri Kılıçdaroğlu ve vekili tarafından ortak değer görülmemektedir. Bu
da Kılıçdaroğlu ve CHP nin geçmişte
Dersim’de ve genelde Kürdistan’da yapılan katliamları doğru ve gizlediklerini göstermektedir.
Hala yaşamakta olduğumuz bu tarihsel dönemde Kılıçdaroğlu ve partisi,
Kürtlerin anadillerinde eğitim ve öğretimine karşı çıkmakta, Kürtlerin diğer
kolektif hakların iadesini red etmekte
ve 12 Eylül darbeci faşist anayasasının
ilk üç maddesini yani Kürtleri red ve
inkâr eden maddelerinin bekçiliğini
yapmaktadır.
Davalı avukatı Dersim’deki kırımı kabul etmekte ve bu kırımın bir insanlık
ayıbı olduğunu ifade etmektedir. Ama
Dersim’de kırım yapan ve yaptıran yetkili ve sorumluları gizlemektedir. Hem
mantıksal ve hem de hukuksal olarak
bir eylem, bir kırım, bir suç ve üstelikte bir insanlık suçu var ise; bunun
aktörleri, yapanları ve sorumluları da
vardır. Dersim katliamından da o dönemin liderleri ve iktidarı sorumludur.
Daha açık ifade edersem, o dönemin
en önde gelen yetkili ve sorumluları
dönemin Cumhurbaşkanı M. Kemal ve
Başbakan İ. İnönü’dür. Sorumlu iktidar da tek parti iktidarı olan CHP’dir.
Yine davalı vekili Dersim katliamının
bir devlet politikası sonucu olmadığını
bazı askeri ve idari yetkililerin taşkınlıkları olduğunu iddia etmektedir. Eğer
bir taşkınlıktan bahsedilecekse o da
kırkbin Dersimlinin katledilmesi olamaz. Eğer bu bir idarecilerin taşkınlığı
olsaydı ancak bir Roboski ve Özalp’taki kadar insan katledilebilirdi. (Ayrıca
devlet yetkililerinin aşırı, taşkınlığı
ve kanun dışı bir hareketi ise, bundan
dolayı birilerinin yargılanıp cezalandırılması gerekirdi. Böyle bir gerçek de
ortada yok. İG)
Davalı vekili bu iddiayı ileri sürmekle
Cumhurbaşkanını, Başbakanı ve iktidarı hiçe sayarak toplum aklıyla da
alay etmektedir.
Kılıçdaroğlu’nun “Atatürk’ü eleştirmenin, Atatürk’ü sevmemenin ve ona karşı çıkmanın vatan hainliği olduğunun”
muhatabının belli olmadığı görüşü
açıklamanın özüyle çelişkilidir.
Eğer muhatab olmadığı halde bu düşünceler ileri sürülüyorsa, bu rasyonel olmayan bir davranıştır. Oysa
Kılıçdaroğlu’nun bu ihamlarının muhatapları vardır. Ben de bunlardan biriyim. Bunun en somut delillerinden
biri de, geçtiğimiz günlerde A Haber
TV de Sevilay Yükselir ‘in sunduğu
programda “herkes Atatürk’ü sevmek
zorunda mı, Kürtler neden Atatürk’ü
sevmez” konulu program yapıldı. Bu
program da Kılıçdaroğlu’nun muhataplarının varlıklarını gösteriyor.
Mahkemeniz bu programı delil olarak
talep edip kullanabilir.
Davalı taraf, CNN Türk Televizyonunda CHP Genel Başkanı Sayın Kemal
Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği “Atatürk’ü
sevmeyenler vatan hainidir.” Sözünün
genel bir ifade olduğundan bahisle,
beni kastetmediğinden bahisle o sözlerin muhatabının ben olmadığını iddia
etmektedir. Davalı tarafın iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Sayın Kılıçdaroğlu “Atatürk’ü sevmeyenler vatan
hainidir” demekle Mustafa Kemal’i
sevmeyen herkesi genel bir suçlama
ve hakarette bulunmuştur. (Dersimli
olmayan-İG) Tuncelili Sayın Kılıçdaroğlu, özelde de Mustafa Kemal karşıtlığı mahkeme kararı ile belgelenen
şahsıma karşı suçlama ve hakarette
bulunduğu gibi, “durumdan vazife çıkarmakta çok mahir” bir takım kişilere de şahsımı bizzat hedef göstermiştir.
Ben bir sorumlu vatandaş olarak, hakkını aramasını bilen bilinçli bir insan
olarak şahsıma yapılan hakarete karşı
dava açma hakkımı kullandım. Davalı tarafın şahsımı “cahillikle” suçlamasını da esefle karşılıyor ve aynen
iade ediyorum. Bundan sonra başıma
gelecek herhangi bir hadiseden bizzat
Sayın Kılıçdaroğlu sorumlu olacaktır.
Zaten Cumhuriyet Savcılığına da ayrıca suç duyurusunda bulundum.
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, bir Tuncelili olması, kendisinin de devlet eliyle
gerçekleştirilen mezalim sonrasında
atalarından 40 kişinin soykırıma uğradığını bile bile Mustafa Kemal’i seven
birisi olması, Stocholm Sendromuna
tutulmuş olma ihtimalinin mevcudiyeti beni hiç ilgilendirmemektedir. Ancak kendisinin yaşadığı semptomlar,
başkalarını suçlayıcı olmasına da cevaz vermemektedir.
İstem ve Sonuç: Bu davaya esas olan
ilk dilekçemdeki ve sonra verdiğim
ek dilekçemdeki beyanlarım doğrudur
ve aynen tekrar ediyorum. Açıklanan
sebeplerle davamın kabulü ile Tunceli
mahkemelerinde görülmesini ve yargılama giderlerinin davalı taraf üzerinde bırakılmasını arz ve talep ederim.
20.05.2013
EK: 1 Ad. Emniyet Müd. bant çözüm
tutanağı
SAYGILARIMLA
Mehmet Yürek
Davacı
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yaptı mı?
Özcan SOYSAL
Konu Başbakan`ın köprünün adının
açıklanması ile alevlendi ve Yavuz Sultan Selim’in 40 bin alevi öldürdügüne
dair tarihi kanıtn sadece İdris-i Bitlisi
ye dayandığı ve başka ikinci bir kaynak tarafindan teyit edilemedigi konu
hakkında yazanlarca ileri sürüldü.
Hatırı sayılır tarihcilerden de alıntılar
yapıldı.
Sonucta Yavuz Sultan Selim’in sadece Safavi Devleti hesabına Alevileri
örgütlemeye çalışan bir takim kadroların bireysel olarak makul şekilde cezalandırıldıklarını, bunların sayısının
da çok olmadığını tarihi gerçek olarak
ortaya koydular.
Başka tez de ortalıkta görülmedi.
İddialara göre başka tarihi kaynak yok,
İran da da yok. Arap ülkelerinin tarihcilerinde de yok.
Ve ben buradan var diyorum.
Hem de Yavuz Sultan Selim i savunanların altından kalkamayacakları bir tarihi teyit.
Problem bu kaynağı benim hemen bulup ortaya koymamın mümkün olmadığı. Bunun için zamana ihtiyaç var.
Bütün işi sadece bu işle sınırlarsam bir
iki günde Hazır ederim. Bakalım belki
o zamana Kadar bu kaynağı dile getiren olabilir mi?
16. yüzyıl İran tarihi ile ilgili İran da
ve bugünkü Afganistan Özbekistan vs.
ki oradaki bulunan üç ülkenin bir ismi
tarihi bir ismi var, belgeleri mevcud.
Ben ezberden isim vererek yanlışa düşmek istemiyorum.
Şah İsmail o yıllarda Sunni olan halkın büyük kısmı ve ona dayalı ikdidarı
yıktı ve Şiilige dayalı bir ikdidar kurdu. Olayın merkezinde bu var.
Aleviler yok.
Alevilik ile ne sunniligin ve ne de şiiligin bir ilgisi var teoloji açısından.
Şah İsmail’in kavdasi İran da Sunnilerle.
Kavga sonrası İranda Sunni/Hanefi
kalmaz. Yenilirler. Sunni Ulema yukarıda sözünü ettigim üç ülkeye sığınırlar.
İranin dogusudur.
Bu ulemelardan en etkilisi olandan yazılı bir şey çok yok. Ama onun ögrencisi çok meşhur.
Osmanlı sunni/hanefilige dayanıyor.
Merkez İstanbul.
İran da sunni Şii kavgasında etkili ulemalar açısından İstanbul Fakir. Ciddi
sayılacak bir ulea yetişmemiş. İstanbulda bile etkileri çok zayıf olanların.
Onlar da İran sunni ulemasından kopya çekip tavşanın suyunun suyu yorumlarını aktarmakla meşguller.
Yavuz Sultan Selim’in Sunni ceberrut
rejiminden alevi kitlelerin memnun olmadıkları, herkesin kabulu.
İsmail ile Yavuz, yani Ormanlı İran
karşı karşıya gelirse Yavuz Alevilerin
Şah ile birlik olabilecegini ihtimal olarak görüyor ve bu kesimin belini kırmak için geniş bir katliam planlıyor.
Ancak o yıllarda savaş müslümana
karşı yürütülemez, dinin emri.
Şiiler ve sunnilerin savaşının caiz olup
olmadığı hararetle tartışılmakta.
Tartışanlar İran’i terkeden Sunni iranlılar. Bu etkili Ulema, ki adını ileride
zikrederim, felsefi bir tartışmada sesi
en gür çıkanlardan.
İranlı sunni alim İranının batısındaki
ülkelere kaçmış olsa da muhalefetini devam ettirekte Şaha karşı. İşte bu
analizlerden birinde Osmanlının Alevi
katliamı yapmasının dinen caiz olup
olmadığı konusunda bir görüş kalee
alıyor ve sunni müslümanlığın Bakış
açısından bir sonuca varıyor. Sonuçta
alevilerin katlinin vacip, kanının helal
olduğuna hükmediyor. Yaptığı tahlilin
ana konusu bu degil. Ancak yaptığı
bölgesel tahlilde aleviler ile Osmanlı
arasındaki ilişkiden haberdar ve analizine alıyor.
Bu tahlil ve hüküm İstanbula varıyor.
Yavuz hemen bunu tahlile dayanarak
ve orayı atifta bulanarak, referans alarak aleviler hakkında seyhülislamdan
fetvayı alıyor ve çok geniş bir alevi
katliamı uyguluyor. Bu fetva bugüne
degil kalkmış ve mehkum edilmiş degil. Fetva yürürlüktedir.
Yavuz Sultan Selim 1470-1520 arasında yaşamış. 1512 tahta geçer 8 sene padişahlık yapar.
Ebussuud Efendi (Ebu s-Su'ud) meşhur
seyhülislam. Ailesi Musullu. Kürt.
Fetvaları ve yetiştirdigi ögrenciler aracılığı ile etkisi ölümünden sonra da çok
uzun devam etmiş birisi.
Bir çok Ünlü fetvası var.
Birisinde:
Kızılbaşların canları, malları helâldır,
onlarla savaşırken ölmek şehitligin en
yücesidir ve Kızılbaşların kestigi hayvanın eti mundardır, yenmez ..
Yavuz Öldügünde Ebussud isminde birisi henüz 30 yaşında. Ailesi Musullu
bir Kürt. İskilip te doğdu. 1545 te Kanuni zamanında seyhülislam.
Bir çok konuda fetvası var. Birisi alevilerle ilgili:
"Kızılbaşların canları, malları helâldır, onlarla savaşırken ölmek şehitliğin
en yücesidir ve Kızılbaşların kestiği
hayvanın eti mundardır, yenmez "
Bu Yavuz zamanındaki fetvanın temel
alındığı bir fetvadır. Bugüne degil fevta ve takip eden Seyhülislamlar ve de
ne de Cumhuriyet döneminde Diyanet
işleri başkanları tarafindan kaldırılmamıştır. Hiç bir sunni/hanefi tarikatın
lideri bu fetvanın kalkması gerektigi
konusunda beyanda bulunmadı. Bugün
de 70 bin camisi ve bir o kadar imamı
bulunan TR de bir tek imam bu fetvanın geçerli olmadığını söylemedi, söyleyemez.
Kaynak:
h t t p: // w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / Fo rum/609946/message/1370200310/Yav
uz+Sultan+Selim+Alevi+katliami+yap
ti+mi-
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Müftü El Hamza'nın
Kızılbaşlarla ilgili fetvası
Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu
Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz
aleyhisselâm'ın şeriatini ve sünnetini ve
İslâm dînini ve din bilgisini ve Kur'ânı
küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'ân'ı ve mushafları ve şerîat
kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve
de bilginlere ve dindarlara ihanet edip
öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis
başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri
ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i
Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr edip
sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatini ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri,
bu anılan ve de bunların Şeriat'a karşı söz
ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm
âlimlerine göre tevâtürle bilinip açıkça
belli olduğundan biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar kâfir
ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara
uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı
olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve
farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen
aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve
çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av
köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları
gerek kendilerinden, gerek başkasından
alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden
mîras yoktur. Bir bucak halkı bunlardan
olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı
Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını
İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları
ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir
kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu
bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem
dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım!
Dîne yardım edene sen de yardım et ve
Müslümanları hor göreni sen de hor gör,
(bu fetvâyı veren) Sanı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza"[1][2]
Kaynak [düzenle]
1.↑ Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak
ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz
Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul
Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, Sayı 22, s. 17, 1968
2.↑ Gülağ Öz. İslamiyet Türkler ve
Alevilik. s. 188, 1999, Ankara, ISBN
9757059021
GİRESUN/UĞUR KÖYÜ’NDEKİ RAFİZİLER’İN CEZALANDIRILMASI
YAZI: Gurre (1–10) Rabiyülâhir sene 976 (Eylül 1568) Padişah 2. Selim (Sarı Selim)
dönemidir, o yıl Lehistan ile yapılan BARIŞ yenilendi, Avusturyalılarla yapılan 8
yıllık BARIŞ yenilendi.
KİMDEN: Divan–ı Hümâyun’dan
KİME: Arz–ı Rum (Erzurum) Beylerbeyi’ne HÜKÜM
KONU: Giresun Kadısı’nın haberine göre UĞUR adındaki köyde sapık ininçta kişilerin olduğu, bunlar namaz kılmayıp oruç ta tutmadıkları gibi Ramazan’da içki
kullandıkları. Bunların yakalanıp mahkeme edilmeleri söylenenlerin gerçek olduğu
anlaşılırsa lâyık olduğu cezalarının verilmesine ilişkin Buyrultu.
BELGENİN MEÂLİ
Yazıldı Mektub götüren Mustafa’ya verildi.
Arz–ı Rum (Erzurum) Beylerbeyi’ne HÜKÜMKİ,
Giresun Kadısı mektup gönderüb a’yân–ı vilâyeden hatîb ve imâm ve müezzin ve sâir
sipâh ve gayr–i kimesneler meclis–i şer’a (mahkemeye) gelüb UĞUR nâm karyeden
Hacı Bin Abbas veReceb Bin Ramazan ve Yusuf Bin Ramazan ve Mustafa Bin Hasan
ve Bayram Bin Pîr Ali ve Mehmed Bin Torlak ve Mehmed Bin Musâ ve Mehmed Bin
Mûsâ nâm kimesneler Râfıziyü–l–mezheb (Ebu Bekir ve Ömer’in halifeliğini kabul
etmeyen) olub birbirinden avretlerin kaçurmayub nâ–mahremlerle (nikâh düşmeyen)
mahlût (karma karışık) olub halîfeleri olmağla gice ile bâ– mahremânlar (en yakın
teklifsiz dostlar ile) cem’ olub (toplanıp) nâ–meşrû fiilden (şeriata aykırı) hâli olmayub aslâ namaz kılmayub ve Ramazan–ı şerîfi tutmadıklarından gayri şürb–i hamr
idîb (şarab içip çihâr–ı güzînaşâ sebb idîb (sövüp sayma) saadet üzeredir deyû bildirmeğin BUYURDUMKİ, (boşbırakılmış) varıcak bu bâbda erkân–ı vechle mukayyed
olub mezkûrleri (adı geçenler) emîn vechile ele getürib dahi toprak kadısı ma’rifeti
ile a’yân–ı vilâyetden ve mu’temedün–ileyh (kendisine güvenilen) kimesnelerden
hak üzere erkân–ı vechile dikkat ve ihtimâm (özenle işgörme) teftiş idîb göresin arz
olındığı üzere râfıziyü–l–ilhâdları var mıdır ahvâlleri nîcedür temâm–ı sıhhatı üzere
ma’lûm idinüb râfıziyü–l–İlhâd üzere oldıkları sâbit ü zâhir olanları habs idîb sübût
u zuhûr bulân ahvallerin hakikatı üzere yazub bildiresin emrim eveccühle olursam
ûcibi ile amel eyliyesin temâm–ı hakk üzere olub hilâf–ı vâkı’ (gerçeğe uymayan)
nesne arz itmekden hazer eyliyesin (sakınma).
Fî Gurre–i (1–10) Rebîü–l–âhir sene 976 (Eylül 1568
BELGE: BOA– Mühimme Defteri, cilt: 7, s. 779
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ
FETVALARI
III. MÜRTEDLER
A. KIZILBAŞLAR
479. MES'ELE: Kızılbaş taifesinin
şer'an kıtali helâl olup, ks gâzî ve
kızılbaş taifesinin ellerinde maktul
olanlar şehîd mı?
ELCEVAP: Olur, gazâ-i ekber ve
şehâdet-i ‘cazîmedir. (A,255b)
SU'AL-Î AHAR : Kıtalleri helâl olduğu takdirce, mahzâ! ehl-i islâm hazretlerine bağy ve 'adavet üzere olup,
aske]ma kılıç çektiği için mi olur,
yâhud gayri sebebi var mıdır?
ELCEVAP: Hem bâgîlerdir, hem vücûh-i kesîreden kâf (A. 255 b)
480. MES'ELE: Re'isleri hazret-i Resûlullah (sallallâhu te'âlf ve sellem)
âlindendir derler, öyle olucak nev'â
şüphe olur?
ELCEVAP: Hâşâ yoktur. Efâl-i
şenî'aları, ol neseb-i tâh kalan olmamağa şehâdet ettiğinden gayri,
sikâttan me. ki, babası İsmail ibtidâ-i
hurucunda, imam cAli er-Rızâ ibı elKâzım meşhedinde ve şâir emâkinde
olan sâdât-i 'izamınin nesebini
Bahr-i Ensâba dere eylemeğe ikrah
edip, iftirây edemeyenleri katl-i âm
edincek, ba'zı sâdât katilden ha imtisal suretin gösterip dediğin eylemişler. Amma bu miktar tedârik eylemişler ki, bunun nesebini, 'ulemâ-i
ensâb-i şerife mabeynlerinde 'akim
olup, asla nesli kalmamağıyla ma'rûf
bir seyyide müntehi kılmışlardır, ki
nazar edenler hakikat-i hâle vâkıf
olalar. Faraza sıhhat-i nesebi mukarrer olsa dahi, bî-din olucak,
şâir kefereden farkı olmaz. Hazret-i
Resûlullâhın (sallallâhu aleyhi ve selem) âli, şe'âir-i şer'-i mübini ri'âyet
ve ahkâm-i metini himâyet edenlerdir. Hazret-i Nûhun ('aleyhisselâm),
Ken'an sulbü oğlu iken dîni üzerine
olmadığı için "ehlimdendir" deyu,
necatı için Rabb-i izzete du'â ettikte
(14) dlUl ^ ^J 4\ deyu buyurulup, şâir
kefere ile bile ta'zîb ve iğrâk buyurulmuştur. Enbiyâ-i 'izam (aleyhim-üssalâti ve-s-selâm) neslinden olmak,
dünyevi ve uhrevî cazabdan necata
sebeb olsaydı, hazret-i Âdem nebi
(aleyhi-s-selâm) neslinden olmak
ile, esnâf-i kefereden bir kâfir asla
dünyâda ve âhirette mu'azzeb olmazdı. Vallâhu te'âlâ a'lem ve ahkem. (A.
256 a)
481. MES'ELE: Tâife-i mezbûre şi'adan olmak da'vâ ederler, "lâilahe illallah" derler iken, bu mertebeyi îeâb
eden halleri nedir, mufassal ve meşrûh
beyan buyurula?
ELCEVAP: Şi'adan değil, "yetmiş
üç fırka ki, içinde ehl-i sünnet fırkasından gayrı nârdadır" deyu hazreti
Resul (sallallâhu aleyhi ve sellem)
tasrih buyurmuşlardır, bu taife ol
yetmiş üç fırkanın hâlis birinden değildir. Her birinden bir miktar şer ve
fesad alıp, kendiler hevâlarınca ihtiyar ettikleri küfr ü bid'atlere ilhak
edip, bir mezheb-i küfr ü dalâlet ihtira3 eylemişlerdir. Dahfc durup gün
günden artırmak üzerinedirler. Şimdiye değin üzerine mmtemir oldukları kabâyih-i ma'rûf elerinin, müceb-i
şeriat-i şe- rife üzerine mufassalan
hükmü budur ki: Ol zâlimler Kur'an-ı
'azımı ve şeriat-i şerifeyi ve dîn-i
islâmı istihfaf eylemekle, ve kütüb-i
şer'iyyeyi tahkir edip oda yakmak ile,
ve 'ulemâ-i dîni 'ilimleri için ihanet edip kırmak ile, ve re'isleri olan
fâcir meVûnu ma'bud yerine koyup
ana secde eylemekle, ve dahi hürmeti
nusûs-i kafiye ile sabit olan envâ3-i
hurumât-i dîniyeyi istihlâl eylemekle,
ve hazret-i Ebî Bekr ile hazret-i ömere (radiyallâhu anhum) la'n eylemekle kâfir olduklarından sonra, hazret-i
Âişe-i sıddîkanın (radiyallâhu anhâ)
berâati hakkında bunca âyât-i }azîme
nazile olmuş iken, anlara itâle-i lisan eylemekle Kur}an-i kerîmi tekzîb
edip kâfir oldukların- dan ma'adâ,
hazret-i Risâlet-penâhın (sallallâhu
aleyhi ve sellem) cenâb-ı azizlerine
şeyn getirdikleri ile sebb-i nebi eylemiş olup, cumhûr-i 'ulemâ-i a}sâr ve
emsâr icmâı ile, katilleri mubah olup,
küfürlerinde şek edenler kâfir olurlar. İmâm-ı Azam ve imam Sı
yân-i Sevrî ve imam Evzâgî (rahimehullah) katlarında tamı sıhhat üzere
tevbe edip islâma gelicek, eğerçi bu
küfürler de şâir kefere küfürleri gibi
afv olunup katilden necat bulurlar,
amfı imam Mâlik ve imam Şâfi'î ve
imam Ahmet bin Hanbel ve imt Leys
bin Sa'd ve imam îshak bin Râhûye ve
şâir 'uzemâ-i cu mâ-i dinden cem'-i
kesir katlarında asla tevbeleri makbul ve lamları mu'teber değildir. Elbette hadden kati olunurlar. Hazrt
imam-i din-penah (eyyedehullâhu
te'âlâ ve kavvâhu) zikr olup eimme-i
dinden, hangi canibin kavli ile 'amel
ederler ise meşrdur. Ol kabâyih ile
ittisafları cemi' ehl-i islâm içinde tevatür mu'ayyenen ma'lûm olmuştur.
Hallerinde tereddüd ve iştibah y’tur.
Askerlerinden olup kıtale mübaşeret
edepler ve binip inip bâhndan olanların sânında asla tevakkuf olunur değildir. Am şehirlerde ve köylerde kendi hâlinde salâh üzerine olup, bunla
sıfatlarından ve efallerinden tenezzühü olup, zahir halleri di sıdklarına
delâlet eyleyen kimselerin kizbleri
zahir olmayın üzerlerine bunların
ahkâmı ve 'ukûbâtı icra olunmaz.
Bu taife kıtali şâir kefere kıtalinden
ehemdir. Anınçün Medîne-i münevv
etrafında kefere çok iken ve bilâd-i
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şâm feth olunmamış iken lara gaza
eylemekten, hazret-i Ebî Bekr-i sıddik (radiyallâhu at hilâfetinde zuhur eden Müseyleme-i kezzaba tâbi3
olan tâife-i mtedde üzerine gaza eylemeğe, eshâb-i kiram (rıdvânullâhi
aleylecma’în) icmaları ile tercih ve
takdim buyurmuşlardır. Hazreti Ali
(kerremallâhu vecheh) hilâfetinde
havârîc kıtali dahi be olmuştur. Bu
taifenin fesadları dahi azimdir, yeryüzünden fesların ref eylemek için
mücâhede eylemek dahi ehemdir.
482. MES’ELE: Nahcivan seferinde
tutulan kızılbaş evlâdı kul olur mu?
ELCEVAP : Olmaz. (B.lO4 a)
483. MES’ELE: Padişah emriyle kızılbaş taifesi vurulup, sagîr kebîri esir
olanlardan ba’zı ermeni olduklarında,
ol takdirce lâs olurlar mı?
ELCEVAP : Olurlar, ermeniler kızılbaş askeri ile asker-i islam üzerine gelip muharebe etmiş olmayıcak,
şer’an esir olmak yoktur. (B. 102 a)
484. MES’ELE: Mürtedde dar-ülharbe lahika olmadan alıp esir eylemek eâiz idüğüne îmam-ı A’zamdan
nakl olunan rivayete binâen, kızılbaş
avretlerin esir eylemekle asker-i İslama kemâl-i kuvvet ve şevket, a’dâ-i
dîn-i metîne nihayet za’f ü zillet gelir olsa, ol rivayet ile ‘amel olunmak
şer’an eâiz olur mu?
ELCEVAP : Caizdir. (A. 93 b)
485. MES’ELE: Bu rivayet ile, ol esir
olunan avretin hizmetleri, vat’olunmaları şer’an helâl olur mu?
ELCEVAP: Cümle hizmetleri helâldir. Amma mürteddelerdir, islâma
gelmeden vat’ları helâl değildir. (A.
94 a)
486. MES’ELE: Çâryâre sebb eden,
kızılbaş idüğü sicil olunan Zeydi,
Amrm oğlu Bekr kati eylese, şer’an
nesne lâzım olur mu?
ELCEVAP: Sebb ettiği vakit kati ettiği muhakkak ise ta’arruz olunmaz.
(B. 302 b)
487. MES’ELE: “Yezide lâ’net ve ana
lâ’net etmeyene dahi lâ’net” diyen
Zeyde ne lâzım gelir?
(B.181a)
ELCEVAP: Lâ’net etmeyene lâ’net
nâmeşrûdur. Lâ’net etmemek onun
ef’âlin kabul değildir. (B. 318 b)
495. MES’ELE: Zeyd, Amr-i müslimi
şer’a da’vet eyledikte, “lâ’net sana ve
şer’a” dese ne lâzım olur?
488. MES’ELE : “Muâviye hayırlı kişi
değildir” dese, şer’an Zeyde ne lâzım
olur?
ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir.
(B. 319 b)
ELCEVAP: Ta’zîr olunur. (B.318b)
489. MES’ELE: Sahâbe-i kiramdan
Muâviyeye lâ’net eden Zeyde şer’an ne
lâzım olur?
ELCEVAP: Ta’zîr-i beliğ ve hapis lâzımdır. (B. 90 b)
B. KÜFÜR, ÎLHAD VE ZINDIKA
ÎLE MÜRTED OLANLAR
490. MES’ELE : Zeyd, din ve imân
nedir ve kangı mezhebdendir bilmese,
şer’an sahîh olur mu?
ELCEVAP : Olmaz din ve îman bilmemek ile kâfir olur. (B. 310 a)
491. MES’ELE: Zeyd, Amra “peygamberin kimdir” dedikte, Amr, “bilmezim” dese şer’an ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfir olur, gerçek ise ve
yalan ise. (B. 310 a)
492. MES’ELE: Bir hususta ba’zı
kimseler Zeyde nasihat edip “şerî’at-i
Resûlullah (aleyh-is-selâm) dan hurûc
etme, Peygamber hazretlerinden gafil olma, hieâb üzerine ol” dedikte,
-eliyâzübillâh-gazab ile “ben Peygamber bilmezim” dese, şer’an. Zeyde ne
lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir.
(A. 88 a)
493. MES’ELE: Zeyd, Amr-i müezzin
ezan okurken “bin kerreğırsan, bizden sana varır yoktur” dese Zeyde ne
lâzım olur?
ELCEVAP; İstihzadır, kâfir olur, avreti bâindir. (A. 11 b)
494. MES’ELE: Zeyd, Amra “gel
şerîate gidelim” dedikte, Amr “mazım” dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Tecdîd-i îman lâzımdır.
496. MES’ELE: Zeyd, Amrı şer’a
da’vet eyledikte “ben şer’ bilmezim,
senin şer’in budur” deyu bir değnek
gösterip, Amr Ziydi muhkem darb eylese, ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfir olur, dahi eşedd-i
ta’zîr eşedd-i te’dîb lâ olur. (B. 89 a)
497. MES’ELE: Zeyd, Amrdan hakkını taleb eyledikte Amr “eğer şer’-i
şerîf sabit olursa alayın” dedikte, Zeyd
“senden hakkımı şerle mi alırım, katille alırım, hapisle alırım” dese şer’an
Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP: Ta’zîr-i şedîd ve habs-i
medîd lâzımdır. Şer’-i şerifi istihânet
tarîkile dedi ise küfür lâzımdır. (B.
320 a)
498. MES’ELE: Zeyd Amra “bana
Tanrıyı buluver” dedikte Amr Zeyde
“Kur’an ile ‘âmil olup, Peygambere iktidâ edicek, bulursun” deyieek,
Zeyd “anlara ne ‘amel, ben anlarsız
bulurum” yahut “buldum” dese Zeyde
“ne lâzım olur?
ELCEVAP: Katli lâzımdır, zındıktır.
(A. 262 b)
499. MES’ELE: Zeyd “bana hazret-i
İsâ (aleyhisselâm) gibi gökten mâide
iner, ve niee kimseleri tâ’undan ve
gayri belâdan kurtarırım, dilediğimi
zillete düşürürüm” dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Deli değilse zındıktır, ve
elhak delâlet eder, ebatıldır. Ahz-i
şedîd olunup, serâiri keşf olunduktan
sonra, hakkından gelmek lâzımdır.
(B. 321 b)
500. MES’ELE: “Bismillah, Allâhû
Ekber” deyu hınzır boğazlayan kimseye nesne lâzım olur mu?
ELCEVAP: Tecdîd-i îman lâzım olur.
(B. 268 a)
501. MES’ELE: Kâfir düğününe “mü-
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
barek olsun” diyen Zeyde ne lâzım
olur?
olup, tehâlut olanlara şer’an ne lâzım
olur?
ELCEVAP: “Mübarek” dediyse kâfirdir. (B. 319 b)
ELCEVAP: Kâfirler, katilleri mubahtır. (B. 317 a)
502. MES’ELE: Zeyd-i müezzin,
Amr-i papasa “sen papas ben papas”
dese Zeyde ne lâzım olur?
509. MES’ELE: Şârib-ül-hamr olan
Zeyd, şurb-i hamr ederken-hâşâ “bir
garrâ nesnedir ve güzel nesnedir,
bunu içmeyenlerin ağzını avretini
filânlayayım” deyu cima, lâfzıyle şetm
edip, Amr dahi Zeydi tahsîn edip “iyi
dersin” dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Tecdîd-i iman, ta’zir ve
azil lâzımdır. (B. 319 b)
503. MES’ELE: Zeyd lâtife ile “kesret-i
cennetten, tenhâ tamu yeğdir” dese ne
lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfir olur. (B. 24 a)
504. MES’ELE: Zeyd-i fâsıka ba’zı
kimseler “tevbe eyle” dediklerinde
“Allah saklasın, niye eyleyeyim” dese
ne lâzım olur?
ELCEVAP : Küfür lâzımdır. (B. 93 b)
505. MES’ELE: Zeyd, hakkı olmayan
aldığı akçaya “haramdır” diyen kimselere Zeyd, “haram taştır” dese şer’an
Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP: Küfürdür, tecdîd-i imân
lâzımdır. (B. 311 b)
506. MES’ELE: Hâşâ “Tanrıdan korkmazım” diyen Zeyde şer’an ne lâzım
olur?
ELCEVAP: Kâfir-i mahzdır, İslama
gelmezse kati olunur. (B. 319 a)
507. MES’ELE: Zeyd, haşre inkâr edip
“mümine haşir yoktur” dese ne lâzım
olur?
ELCEVAP: Katil lâzımdır. (B. 23 b)
508. MES’ELE: Bir taife namaz kılmayıp ve şehr-i Ramazanın farziyetine inkâr edip, Ramazan ayı geldikte
sâim olmayıp, ve su’al olundukta “biz
fakirleriz, bize beş altı gün tutmak yeter” deyip ve “hamr bağına biz timar
ederiz, kendi elimiz emeğidir, bize helâldir” deyip, istimrârî avretleri ile
şurb-i hamr edip, ve keferenin cemiyeti günü geldikte mezkûr günlere kefere
gibi ri’âyet ve hürmet edip, ve nice bunun gibi hılâf-i şer’ fi’illeri olsa, şer’an
bu makûle taifeye ve bunları müslim
i’tikad edip, ef’âl ü akvâllerine razı
ELCEVAP: İkisi bile kâfirlerdir, katilleri mubahtır. (B.93b)
510. MES’ELE: Zeyd-i müslim Amr-i
müslimin -hâşâ- cimâ’ lafzı ile dînine
imânına ve ağzına söğse, şer’an ne
lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir.
(B. 92 a)
511. MES’ELE: Zeyd, hamr içip mahallesine gelse, Amra “bre Tanrısını
ve Peygamberini -hâşâ- filân ettiğim”
lâfziyle edebsizlik eylese, o mel’ûna
ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir.
Avreti bâindir, ehl-i islamdan dilediği kimseye varır. (A. 86 b)
MES’ELE: Mahallenin imamı ve
cemâ’atinden ba’zı kimseler da’vâ eylemese, onlara ne lâzım olur?
ELCEVAP: Tab’ında din gayreti olan,
o mel’ünun hâlini şeriat-ı şerifeye bildirmemeğe kadir değildir. Hak te’âlâ
hazretlerinden havf ü recâsı olmayıp,
Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) şefâatinden müstağni olanlar
işitip sükût eyler, amma yevm-i mahşerde hallerin görenler. (A. 86 b)
512. MES’ELE: Zeyd, Amra selâm
veriecek yerde “aşk olsun” deyip Amr
dahi ol mukabelede “yâ hû” dese, Zeyde Amra ne lâzım olur?
ELCEVAP; Hak hazretinin ta’yîn buyurduğu tahiyyet-ül-islamı beğenmeyip öyle ederse, kâfir olur. (B. 319 b)
514. MES’ELE: Zeyd Amra selâm verdikte -hâşâ- “büyük Tanrı selâmun
aleyk” dese, Amr “aleyke selâm”
dese, Bekr gelip mahkeme-i şer’de
şehâdet eylese, bir şâhid ile Amr ve
Zeyd mü’ı
olurlar mı?
ELCEVAP: Bir dahi bulunmağa sa’y
olunmak lâzımdır. (A.89a)
BU SURETTE: Hâlid, Zeyd ve Amra
“mülhid” dese şer’an ne lâzım gelir
mi?
ELCEVAP; Gelmez, ya ne olsa gerektir, mülhid olmayıp. (A.89a)
SÜRET-Î UHRÂ: Bir şâhid dahi bulunsa, anlara ne lâzım olur?
ELCEVAP: Katil lâzımdır. (A. 89 a)
BU SURETTE: Ba’zı imamlar dahi bu
halle mevsûf ve meşhür olsalar, mezburlara dahi ne lâzım olur?
ELCEVAP: Katil lâzımdır. (A. 89 a)
515. MES’ELE: Zeyd “filân fi’li işleyecek olursam kâfir olayım dediği
hînde mes’eleye âlim olmayıp, sonra mes’ele-i îmandan idüğün bilip,
ba’dehu işlerse ne lâzım olur?
ELCEVAP: Küfür lüzumundan havf
olunur. (B. 88 a)
516. MES’ELE : Zeyd —hâşâ— elfâz-i
küfür tekellüm edip, lâkin küfür olduğunu bilmeyip istiğfar ve rüeû, etmeyip, yine kelime-i şehâdet getirse
şer’an islâmma hükm olunur mu?
ELCEVAP: Âdet tarîki ile getirse
olunmaz, inşâ tarikiyle getirse olunur. (B. 310 b)
ELCEVAP: Ehl-i islâm mu’amelesi
değildir, ne lâzım geldiğini âhirette
göre. (A. 259 b)
517. MES’ELE: Zeyd kardeşi Amra
hîn-i gazabda “eğer seninle bir sofraya
sunarsam, Kâ’be-i şerîfeye taş atmış
olayım” dedikten sonra Amr ile sofraya sunsa, şer’an ne lâzım olur?
513. MES’ELE: Zeyd, Amra selâm
verieek “aşk olsun” deyip Arm dahi
mukabelesinde “yâ hû” dese, Zeyde ve
Amra ne lâzım olur?
ELCEVAP: “Atmışlardan olayım”
dese küfür lâzım olur, “kâfirlerden
olayım” demektir, böyle demek ile
şart bulundukta anlardan olur. Eğer
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“atmış olayım” dese lâğvdir. Atmış
olmak emr-i hissidir, kâfirlik gibi
emr-i hükmî değildir ki meşrut bulundukta mütehakkık ola, “filân işi
edersem zina etmiş olayım” demek
gibidir, tevbe ve istiğfar lâzımdır. (B.
86 b)
518. MES’ELE: Zeyd “filân avretimi
tasarruf edersem Mekke-i şerîfeye taş
atmışlardan olayım” dese böyle demesi ile avreti boş olur mu?
ELCEVAP: “Etmiş olayım” dedi ise
olmaz, bâtıl-i lağvdir. “Etmişlerden
olayım” dedi ise “kâfirlerden olayım”
demek gibidir, tasarruf ederse kâfir
olur, bâin talâk boş olur. Avreti etmez ise ilâdır, dört ay geçtikten sonra
bâin talâk boş olur.
ELCEVAP: Nesne lâzım gelmez ol
şart ile. — Ahmed. (A. 65 a)
519. MES’ELE: Zeyd “eğer min ba’din
şurb-i hamr edersem, peygamber kanı
olsun” dedikten sonra —hâşâ— şurb-i
hamr eylese şer’an ne lâzım olur?
ELCEVAP: İçtiği takdirce küfrlerine
mu’tekıd iken içicek küfr lâzımdır.
(B. 86 a)
İdris-i Bitlisi
520. MES’ELE: Zeyd-i mütevellî,
Amra “vakıf hamamın tahvîli tamam
oldukta sana vermezsem, Resûlullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) şefâ’
atinden mahrum olayım ve Tanrıya iki
demişlerden olayım” dese sonra vermese şer’an Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP: Vermediği takdirce ol taifeden olmak lüzumuna mu’tekid iken
vermeyicek kâfir olur. (B. 87 a)
Haccı tekrar lâzımdır. Namazın ibâdetliği sakıt olur, zekât dahi öyledir.
(B. 310 b)
521. MES’ELE: Zeyd, kız kardeşi
Zeynebe “eğer seninle bir evde ya bir
mahallede durursam —hâşâ— Allah
ve Resûlullah’a şirk getirenlerden olayım” dese, şer’an yine evde ve bir şehirde durmağa tarik nedir?
524. MES’ELE: Zeyd bir kerpici tekfîn
edip, cenazeye koyup, tevabi’ine götürtüp, yolda cehr ile zikr ü salâvât
getirip, mekabir-i müslimîn arasında
defn eylese. Amr dahi “ol hususu benin katlim kasdma etmişsin” dedikte
Zeyd “senin için etmedim, Bekirin
katli kastına ettim” dese şer’an Zeyde
ne lâzım olur?
ELCEVAP; Kâfir olmak mukarrerdir,
gayri tarik yoktur (B.86 a)
522. MES’ELE: Zeyd “fî - zamâninâ
ümmî taifesi elfâz-ı küfrün cümlesin ve ne idüğü bilmezler, elbette
telâffuzundan hâlî değillerdir. Ol ecilden veledleri —hâşâ— veled-i zinadır.
Fiilleri dahi delalet eder” deyu hükm
eylese, ana ne lâzım olur?
ELCEVAP: Gaybete hüküm değildir, kıyasla söylemiş.Sözü gayr-i
vâki’ idüğü dahi muhakkak değildir.
(B.310 b)
523. MES’ELE: Zeyd-i müslim küfür
söylemek ile, salât ve zekatı ve hacemı
tekrar i’âde lâzım olur mu?
ELCEVAP: Namazı i’âde olunmaz.
ELCEVAP: Şâir ise tutulup tevbe
ederse kabul oluna, eğer i’tikad olunursa, amma ba’zı eimme katında
tutulduktan sonra tevbesi makbul değildir. “Kati olunur, zındık gibi” demişlerdik va dahi bu kavil üzerinedir.
Hâkim tevbesinde ihlâs fehm ederse
kabul caizdir. (B. 317 b)
Kaynak:
Şeyhulislam Ebussuu Efendi Fetvaları
Işığında 16. Asır Türk Hayat
Yayına hazırlayan:
M. Ertuğrul Düzdag
1972 İstanbul sayfa: 109-117
“Temel hak ve özgürlükler oylama konusu yapılamaz.
Bir insanın insan hak ve hürriyetlerini, bir toplumun,
halkın yaşam özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü kalkıp
da referanduma sunamazsınız” Recep Tayyip Erdoğan
1 Aralık 2009 AKP Grup Toplantısı. (Aktaran: Okan Manaz)
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dört Halife Dönemi'nden bugüne 'İslam kardeşliği'
Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam'ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları
eski haline çevirmek düşüncesi II.
Abdülhamit'in iç ve dış politikalarının
temel motifiydi.
yin, Yezid’in halifeliğini tanımamış
ve kendisini halife ilan etmişti. Destek
sağlamak için Mekke ve Medine’ye
ardından da Kufe’ye doğru yola çıkan
Hüseyin ve 77 yoldaşı, Yezid tarafından 10 Ekim 680’de Kerbela denilen
yerde susuzluğa mahkûm edilerek öldürüldü. Bu olay Şii-Sünni bölünmesini kalıcı hale getirdi.
Dört Halife Dönemi'nden bugüne 'İslam kardeşliği'625 tarihli Uhud Savaşı nı gösteren bir minyatür (Kaynak:
Zeren Tanındı, Siyer-i Nebi, Hürriyet
Foundation, 1984).
Son aylarda Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da olsa ‘İslamiyetin birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk.
Epeydir, Asr-ı Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslami
kavramlara dayalı ‘çözüm önerileri’
duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan
unsurlar arasında dinin önemli bir yeri
olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe yaramadığını,
dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi bölebileceğini gösteriyor. Bu haftaki yazım
üzerinde pek konuşulmayan ‘madalyonun öteki yüzü’ne dair.
İslam’da ilk bölünmenin dört halife
döneminin (632-661) sonunda başladığını hatırlatarak başlayalım. Üçüncü
Halife Osman’ın 656 yılında kendisini Kuran’dan ve sünnetten saptığını
düşünen Müslümanlarca hunharca öldürülmesi, cenazesinin iki gün yerde
kalması, üçüncü gün cenaze alayının
taşlanması ve nihayet Müslüman mezarlığına değil Yahudi mezarlığına defnedilmesi İslam kardeşliğinin kaybettiği ilk sınavdı herhalde. Bunu dördüncü
halife Ali ile onu Osman’ın ölümünden
sorumlu tutan Muaviye’nin çatışması
izledi. Muaviye’ye, Mısır, Yemen ve
Basra valileri ile Peygamber’in karısı
Ayşe ile Talha ve Zübeyr gibi önemli
sahabeler de destek verdi. Tarafların
binlerce kayıp verdiği Cemel
(Deve) Savaşı, Müslümanların Şii ve
Sünni olarak ikiye bölünmesinin başlangıcını oluşturdu.
Ali ve Muaviye taraftarları 657’de bir
kez daha karşılaştı. Aylarca süren ufak
çatışmalar, ateşkesler ve meydan muharebelerinden oluşan Sıffin Savaşı
sonrasında Ali’nin halifeliği bir hile ile
sonlandırıldı. Bu sonuçtan Ali’yi sorumlu tutanlar Hariciler adıyla yeni bir
bölünmenin aktörü oldu.
Ali taraftarları ile Hariciler kozlarını
658’de Nehrevan Savaşı’nda paylaştı.
Haricilerin büyük bir kısmı öldürüldü ama 661’de Ali’nin ölümü de bir
Harici’nin elinden oldu.
Ali’nin oğlu Hasan halifelik hakkından vazgeçmeyince, Muaviye’nin ordusu Hasan taraftarlarını mağlup etmek üzere yürüyüşe geçti. Neyse ki
Hasan durumun vahametini idrak etti
ve bazı şartlarla halifeliği Muaviye’ye
bırakmaya razı oldu da başını kurtardı.
Böylece 89 yıl sürecek olan Emevi dönemi başladı.
Kerbela Olayı
Peki bu dönemde ‘İslam kardeşliği’
ne durumdaydı? Yerimiz dar olduğu
için üç örnek vermekle yetineceğim:
Muaviye’nin oğlu I. Yezid’in ilk işi,
kendisine biat etmeyenleri bahane
ederek Medine’ye saldırmak olmuştu.
Ahali biraz direnmiş ama sonunda pes
etmişti. Komutan Müslüm bin Akbe,
Medine’nin üç gün ‘istibaha’sına (yağma ve kan dökmeye) izin verdi. İbn-i
Esir, İbn Tahri gibi İslam tarihçilerine
göre bu üç gün içinde 4.500 kişi öldürülmüş, bin civarında genç kıza ve bir
o kadar evli kadına tecavüz edilmişti. Tecavüze uğrayanlar kâfirler değil,
Hazreti Muhammed Medine’ye göç
ettiğinde kendisini koruyan, bütün savaşlarına katılan Hazrec kabilesinin
mensuplarıydı.
Ama Yezid’i tarihe geçiren başka bir
olay oldu. Ali’nin diğer oğlu Hüse-
Son örnek vaka, 691’de Emevi Halifesi Abdülmelik’e biat etmeyenleri yola
getirmek için Haccac komutanlığındaki bir Müslüman ordusunun Mekke’yi
yedi ay boyunca kuşatması ve Kâbe’nin
mancınık bombardımanı ile yıkılması.
Emevilerin son dönemleri Mevali denilen Arap olmayan Müslümanlarla iktidarı elinde tutan Arap Müslümanlar
arasındaki çatışmalarla geçti. 750’de
Emevi hanedanına son veren Ebu’l Abbas ise öyle işler yaptı ki adını tarihe
El Seffah (Kan Dökücü) olarak kaydettirdi. Dahası, 100 yıllık Abbasi iktidarı, sadece kâfirler için değil, Emevi
soyundan gelenler ve Mevaliler için
bir kâbus dönemi oldu. Abbasilerin
850’den itibaren dağılmasından sonra
ortaya çıkan Müslüman beylikler ve
devletçikler de birbiriyle savaşmaktan hiç vazgeçmediler. Zaten çoğu da
bu savaşlar sonunda bir diğerinin bağrından doğdu, diğerinin toprağında ve
halkının üzerinde hüküm sürdü.
Anadolu beyliklerine gaza
1300’lerden itibaren Bizans’ı sarmalamaya başlayan Osmanlılar sadece
kâfire değil, din kardeşlerine de kılıç
salladı. Resmi retoriğe göre Anadolu’yu
‘Türklere ebedi yurt yapan’ Rum Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Müslüman-Türk Anadolu
Beylikleri’nin sonunu Osmanlılar getirdi. Örneğin Karamanoğulları’na ilk
darbeyi 1397’de Osmanoğulları’ndan
Yıldırım Bayezid vurdu. Bayezid’in
ordusunda Bizans, Köstendil ve Sırp
Kralı’nın yolladığı Hıristiyan askerler de vardı. Karamanlılar bu ilk darbeyi savuşturmuşlar ve uzun süre
varlıklarını sürdürmüşlerdi ancak
1444’te Varna’da Haçlı ordusuna yenilen II. Murad, yenilgisinin faturasını Karamanoğulları’na kesecekti.
Mufassal Osmanlı Tarihi’ne göre “Öç
seferini bizzat Sultan Murat, ulema-
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dan aldığı fetvalara istinaden Karaman
ülkesine pek fena tahribat yaptırdı.
Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi.
Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine
rastlanmamışken, yağma ve tahripten
başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına,
bu neviden çirkin şeylerle mukabele
edildi…” Diğer Anadolu beylikleri de
benzer kaderi paylaştı.
Osmanlı-Safevi kavgası
1473’te Akkoyunlular Fatih Sultan
Mehmed’in orduları tarafından ‘Allah
Allah!’ nidalarıyla ezilmiş, 55 bin Akkoyunlu öldürülmüş, Uzun Hasan oğlu
Zeynel’in ve Akkoyunlu ileri gelenlerinin kesik kafası Müslüman ülkelere gönderilmişti. Hoca Saadettin’in
Tac’üt-Tevarih’ine göre ‘Ol cenk meydanında kılıçtan geçirilenlerden gayri
üç bin tutsak ibret olsun diye dönüş
sırasında muzaffer ordu yanınca yedilüb, her konakta dört yüzü kılıçlara
yem’ kılınmıştı. ‘Kemah yakınında
olan Şebinkarahisar’a gelinceye kadar
ol uğursuzları bu yolda kılıçtan’ geçirilmişti.
Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim
Müslüman kıyımını bir adım ileri
götürdü ve 1514’te İran’daki Safevi
Devleti’ne karşı Çaldıran Seferi’ne giderken de dönerken de Şah İsmail’in
doğal müttefiki olarak gördüğü Anadolu’nun Kızılbaş halkının kılıçtan geçirilmesini emretti. Kendini haklı çıkarmak için Şeyhülislam İbn-i Kemal ve
Müftü Hamza’dan Kızılbaşların kadınları ortaklaşa kullandıkları, Kuran’ı,
camileri yaktıkları şeklinde fetvalar
çıkartmıştı. Bu sefer vesilesiyle Sünni
Kürtlerle Osmanlı devleti arasında 500
yıl sürecek bir barışı temin eden Sünni
Kürd büyüğü İdris-i Bitlisi’nin Selimname adlı eserine göre, 40 ile 70 bin
arası Kızılbaş öldürülmüştü.
Yavuz, Çaldıran’ı takiben, Müslüman
Türk köleler tarafından kurulan Mısır’daki Memluk Devleti’ne gazaya giderken (bu seferi meşrulaştırmak için
Mısır’ın ‘Firavun ülkesi’ olduğu söylenmişti) yol üzerindeki Müslüman-Türk
beyliklerinden Dulkadıroğulları’nı ve
Ramazanoğulları’nı da kılıç zoruyla
Osmanlı’ya tabi kılmıştı. Yavuz’un
Mısır’da Müslüman ahaliye yaptıkları
ise İdris-i Bitlisi’nin eleştirilerine neden olacaktı.
Osmanlı’nın Şii-Kızılbaş düşmanlığı
Osmanlı-Safevi çekişmesinin bir türevi olan, köklü bir devlet politikasıydı.
Nitekim Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan
Süleyman ve onun oğlu II. Selim dönemlerinin Kürt kökenli Şeyhülislamı
Ebussuûd Efendi’nin 30 yılda verdiği
fetvalarla, Kızılbaş katliamı adeta bir
rutin halini aldı. I. Ahmet döneminde
Kuyucu Murat Paşa l606’da sadrazam
olduktan hemen sonra bazı kaynaklara
göre 100 binden fazla Kızılbaşı kazdırdığı kuyulara diri diri gömdürttü.
Ondan 50 yıl sonra Köprülü Mehmet
Paşa Celali ayaklanmalarını bastırmak
adı altında Kızılbaşları yeniden kılıçtan geçirdi.
Safeviler ve Osmanlılar ‘İslam kardeşi’
olduklarını nedense hiç hatırlamadı ve
1548-49, 1554, 1578-1590, 1603-1618,
1623-1639, 1723-1727, 1730-1732, 17351736, 1742-1746, 1775-1779 ve nihayet
1821-1823 arasında kıyasıya savaştılar.
II. Abdülhamit ve Pan-İslamizm
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde
Batıcılık ve Osmanlıcılığın iflas etmesi
üzerine aynen bugünkü gibi İslam kurtarıcı bir ideoloji olarak tekrar gündeme girmişti. 1856 Islahat Fermanı’ndan
bu yana gayrimüslimlere tanınan hakların rahatsızlığını duyan Ziya Paşa,
Namık Kemal gibi aydınlar, İslamcı
düşünceye sıkı sıkıya sarıldı. Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını
İslam’ın toparlayıcı ve yenileyici gücü
ile önlemek, hatta sınırları eski haline
çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit’in
iç ve dış politikalarının temel motifiydi. Bu amaçla Halil İnalcık’a göre
18. yüzyılda üretilmiş bir efsane olan
‘Halifelik’ meselesi yeniden ‘keşfedildi’, tektip Kuran’lar basılıp hem ülke
içinde hem de Türkistan, Hindistan
ve Cava gibi uzak diyarlarda dağıtıldı, Hac yollarının güvenliği sağlandı,
Arap eyaletlerine büyük yatırımlar yapıldı, Arap kökenliler önemli görevlere
atandı. Abdülhamit çevresinde Arap
ulemayı eksik etmedi. Bu yaklaşım
bir yandan merkezin ‘Kavm-i Necip’le
barışmasını sağladı, dünyanın uzak
köşelerindeki Müslümanlarda heyecan
uyandırdı, bir yandan da siyasal İslamcılığın ilk nüvelerinin ortaya çıkmasına yardımcı oldu.
Bu amaçla içerde devletin resmi dini
olan Sünni İslam dairesinde olduğu
için doğal müttefik kabul edilen Kürtler, Hamidiye Alaylarında örgütlene-
rek, hem imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir
tampon bölge oluşturuldu hem de giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin
önü kesilmeye çalışıldı.
‘İslamın birleştiriciliği’ burada da
hayata geçmedi. Nizamname’de din
konusunda açık bir hüküm yoktu
ama fiiliyatta sadece Sünniliğin Şafiî
mezhebinden olanlar alaylara alındı.
Alaylar sayesinde bölgelerinde ‘alikıran, baş kesen’ olan Sünni Kürtler bu
dönemde Abdülhamit’i ‘Bavé Kurda’
(Kürtlerin Babası) olarak adlandıracak kadar sevdiler. Ama Kızılbaş
Kürtler için Abdülhamit demek, Ali
Şefik Paşa’nın böl-yönet politikaları
ve katliamlarıydı, Neşet Paşa’nın kanlı
harekâtlarıydı.
İttihatçıların İslam politikaları
Aksak gedik de olsa İslam camiasında
bir heyecan yaratan Pan-İslamist politikalar II. Abdülhamit’in 1909’daki
‘31 Mart Olayı’nın ardından İttihatçılarca tahttan indirilmesiyle kesintiye
uğradı. İttihatçıların Türkçü ideolojiyi hayata geçiriş biçimi, Arnavutlar
ve Araplar gibi Müslüman unsurların
imparatorluktan uzaklaşmasına neden
oldu. Yine de 1911 Trablusgarp Savaşı
ile birlikte, İslam ruhu bir hamle daha
yaptı. Lübnanlı Dürzî lider Emir Şekip
Aslan’ın çağrılarına kulak veren Irak
ve Suriye’deki kabileler, Cezayirli ve
Tunuslu göçmenler askere yazılmak
üzere kışlaların önüne yığılmışlardı.
Ama bu birlik duygusu kısa sürdü,
eski gerginlikler tekrar su yüzüne çıktı ve önce Havran ve Doğu Ürdün’de
yaşayan Dürzîler ayaklandı. Bunu
Yemen’de Zeydî İmam Yahya ayaklanması ile Suriye’deki Bedevi ayaklanması izledi.
Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçılar tarafından bir oldubittiyle Cihan
Harbi’ne sokulduktan sonra ‘İslam’ın
birleştirici gücü’ bir kez daha sınandı.
Daha sonraları içinde geçmediği halde
özel ve kutsal bir anlam kazandırmak
için ‘Cihad-ı Ekber’ olarak anılacak bir
fetva ile Padişah ve Halife V. Mehmet
Reşat, dünya Müslümanlığını, İtilaf
Devletleri’ne karşı savaşa çağırıyordu.
Hem Sünnilere hem de Şiilere seslenen
fetvada İngiltere, Fransa ve Rusya İslam düşmanı, Almanya ise Halife’nin
ve İslam’ın dostu olarak gösteriliyordu.
Fetva ve ekindeki beyannameden mil-
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yonlarca adet bastırılarak Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dağıtıldı.
Ama İtilaf Devletleri çağrıya karşı
Kuzey ve Batı Afrika’da birçok tarikat
şeyhini, ulemayı, aşiret reislerini, müftüleri, hatta Fas Sultanı, Tunus Beyi’nin
mektup yazmasını sağlayabildiler. Sonuçta Hollandalı Şarkiyatçı C. Snouck
Hurgronje’un deyimiyle ‘Alman Malı
Cihad’ ateşi, Britanya’nın Müslüman
tebaasını ayaklandırmaya ve Osmanlı
İmparatorluğu’nu kurtarmaya yetmedi.
Savaştan sonra Ortadoğu’da Müslüman
Araplar 22 ulus-devlete bölündüler.
Yakın tarihlerden iki örnekle yazıyı
bitirelim. 1980-1988 yılları arasında
yaşanan Irak-İran Savaşı, tek başına
mezhep savaşı değilse de, ‘İslam kardeşliği’ iki taraftan 1 milyon kişinin
öldürülmesine ve iki ülkenin maddi,
manevi büyük yıkıma gitmesine engel
olamadı. 2003’te ABD’nin tasalluduna maruz kalan Irak’ta, o günden bu
yana 1 milyona yakın Iraklının hayatını kaybettiği sanılıyor. Bu ölümlerin
büyük bir bölümü, ABD askerlerine
karşı savaşta değil, Sünni-Şii çatışması sırasında vuku buldu. Halen taraflar
intihar saldırıları ile kitlesel kırımlara
devam ediyorlar.
Bu tarihçeye bakınca, Kürt meselesi başta olmak üzere pek çok mühim
meselemizi ‘İslam’ın birleştirici gücü’
ile aşacağımızı düşünmek en iyimser
yorumla romantizm.
Özet Kaynakça: W. Bartold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çeviren: M. Fuat Koprülü, Diyanet İşleri Yayınları, 1977; Ferec Ali Fuda, ‘İslam’da Kayıp Gerçek”,
http://gelawej.net/indir/islamda-kayipgercek-farac-el-fuda.pdf;
Selahattin
Döğüş, “Osmanlılarda Gazâ İdeolojisinin Tarihi ve Kültürel Kaynakları”,
Belleten C.LXXII, 52, Sayı 265, Aralık 2008, s. 817-888; Erdoğan Aydın,
Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler,
Kırmızı Yayınları, 2008; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı
İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918),
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve
İdeoloji, YKB Yayınları, 2007; Kadir
Kon, “Jihad Made in Germany”, Kültür, Bahar 2008, S. 10, Birinci Dünya
Savaşı Özel Sayısı, s. 122-131.
Kaynak: Radikal Gazetesi
Son günlerin öne çıkan gercekleri
Devletin iktidar partisi ile Muhalefet (Kemalist, fasist, ulusalcı, ergenokuncu)
kesim arasındaki iktidar mücadelesi, Türkiye'nin kalbi Taksim'de ve bazı büyük şehirlerinde devam ediyor.
Türklerin, bu eylemlerde, hangi yelpazesinde olurlarsa olsun, yer alıp almaması, yine Türklerin kendi tercihleridir. Türkler için yadırgadığımız bir şey
yok.
Bizim yadırgadığımız, ve karşı çıktığımız durum şudur:
Bu alana paraşütle atlayan bazı sol kesimlerin, hem Türkiye'de devrim iddialarına yatmaları, ama öbür taraftan da Kürdistan'da özgürlük ve bagımsızlık
mücadelesine soyunmalarıdır.
İkincisi de kendi işgal altındaki ülkelerinde protesto yapmalari gereken bunca
haksızlıklar ve zülümler varken, Taksim'de romantik kardeş destegi dalkavuklugu yapan bazı kürd kesimidir.
BU İKİ KESİME ŞUNU SÖYLEMEMİZ GEREKİYOR.
Türk solu olarak şekillenen ve Türkiye devrimini amaçladıklarını söyleyenler,
Kürdleri de örgütleyip kendi sömürgecilerimizin pazarına mecburilermiş gibi
çağırmaktan ve devlet gazıyla zehirlemekten vaz geçsinler.
Kürdlere de diyoruz ki, meydanlara çıkmak istiyorsanız, kitlenizi kardeş edebiyatıyla Taksim'e sürüp aldatacağınıza, onların gazını almaya çalışacağınıza,
ROBOSKİ ATLIAMI, ERCİŞ ORMAN KATLİAMI; AKRSULARIMIZI VE
COGRAFYAMIZI YOK EDECEK OLAN BARAJLARI VEYA HALA SUÇSUZ OLARAK İÇERDE DAYAK VE TECAVÜZE UGRAYAN ÇOCUKGENC İNSANLARIMIZIN, Yaklmış, yıkiımış köy ve ormanlarımızın durumunu SESİNİ HAYKIRIN!
Yarin, kendi devlet çıkarları dogrultusunda ve demokratik her isteme karşı çıkacakları belli olan bu ırkçı, Kemalist, ulusalcı, Ergenokoncu kesimden kimseye bir fayda gelmez.
Bunların kardeşleri biz degiliz. Bunların kardeşleri eninde sonunda bunlarla
yarış içinde olan, yeri geldiginde de kol kola girecek olan bu günkü iktidar
çvreleridir.
Müslim Korkmaz - 13 Haziran 2013
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis
Araştırma Servisi-JD/
km2'si Afrika'da olmak üzere toplam
6.557.000 km2'ye çıkarmıştır.
Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis
AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler,
Haliç’te manzarasıyla ilgi odağı olan
Piyer Loti’nin adının değiştirilmesini
istedi. Kiler, bununla ilgili kanun teklifi vermeyeceklerini, kararı İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin vereceğini,
bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Eyüp Belediyesi’ne başvuru
yapacaklarını söyledi. Alevi kesiminden ise tepki sesleri yükselmeye başladı bile. Peki kimdir bu İdris-i Bitlisi...
------------------------------------------Şeyh İdris – i Bitlisi, Alevilerin katledilmesinin vacip olduğu yönünde
fetvalar vermiş, Şah İsmail ve Safevilere karşı Kürtleri Osmanlı ile itikafa
taşımıştır. Kendisi Şafii Kürt din alimidir. Alevilere karşı gerçekleştirilen
Osmanlı katliamlarına meşruiyet kazandırmak için fetvalar vermiş biridir.
Bu noktada Osmanlı’da öne çıkan
isimler Ebussuud Efendi, İbn–i Kemal
ve Şeyh İdris-i Bitlisi’dir. Şeyhülislam
olarak görevlendirilen bu şahıslar Alevilerle ilgili verdikleri fetvalarda kan
dondurucu ifadelerle katliamlara dinsel meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır.
Başta Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim gibi Osmanlı padişahları ve Kuyucu Murat lakaplı kimi
Osmanlı paşaları bu fetvalara dayanarak on binlerce Alevi’yi hunharca katletmişlerdir
Söz konusu fetvalarda neler dendiğine
bir bakalım,
Osmanlı’nın Şeyhülislamlarına göre
Aleviler;
“Ar, namus tanımazlar, bilmezler. Şeriata aykırı düşünce ve inanç içindedirler. Şeriatı küçümserler, Kur'an'ı
hafife alırlar. İlk üç halifenin halifeliğini inkar ederler.Ebu Bekir, Ömer
ve Osman'a söverler. Peygamberin eşi
Ayşe'ye söverler. Kafir ve ehl - i fesattırlar, dinden dönmüşlerdir. Başlarına
Padişahlığı döneminde halifelik Abbasilerden Osmanlı Hanedanına geçmiştir. Ayrıca devrin en önemli iki ticaret
yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu ele
geçiren Osmanlı, bu sayede doğu ticaret yollarını tamamen kontrolü altına
almıştır.
Mehmet Yürek
giydikleri, küfür (kafirlik) ve Kızılbaşlık işaretidir. Hem dinsizdirler hem de
sultana isyan ederler. Kadınlarının ve
erkeklerinin nikahları batıl ve geçersizdir. Bu nedenle çocuklarının her
biri zina (veled - i zina) çocuğudur.
Ehl - i din olan akrabalarından dolayı
miras hakları yoktur. Kestikleri hayvanlar murdardır, etleri yenmez. Okla,
köpekle, doğanla avladıkları dahi murdardır. Topluca öldürülmeleri gerekir.
Onları öldürmek için yapılan savaş, en
büyük, en kutsal savaştır. Bu uğurda
ölmek şehitliğin en ulusudur. Tamamını öldürüp yok etmek Müslümanlar
için farzdır.
Onlara eğilim duyanlar, onlara katılmak isteyip de yakalananlar ve onlara
yardımcı olanlar, onlar gibi kafirdirler,
öldürülmeleri vaciptir. Kızılbaşların
malları, çocukları ve karıları müslümanlar için helaldir, ganimettir. Kızılbaşların pişmanlıklarını n, tövbelerinin, yalvarmalarının hiçbir değeri
yoktur. Öldürülmeleri vaciptir.”
------------------------------------------Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis
Selim ya da Yavuz Sultan Selim (d.
10 Ekim 1470 – ö. 21/22 Eylül 1529)
Osmanlı padişahı ve 74. İslam halifesidir. Babası II. Bayezid, annesi Dulkadiroğulları Beyliği'nden Gülbahar
Hatun'dur.
Tahtı devraldığında 2.375.000 km2
olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl
gibi kısa bir sürede 2,5 kat büyütmüş
ve ölümünde imparatorluk topraklarının 1.702.000 km2'si Avrupa'da,
1.905.000 km2'si Asya'da, 2.905.000
Selim, tahta babası II. Bayezid'e karşı
darbe yaparak çıkmıştır. Şehzade Selim, tahta çıkmadan önce vali olarak
Trabzon'da görev yapmıştır.
Yavuz Sultan Selim'e kızını vermiş
olan Kırım Hanı Mengli Giray, ona
askeri destek sağlayarak tahta geçmesine yardım etmiştir. 1512'de tahta çıkan Sultan Selim, Eylül 1520'de Aslan
Pençesi (Şirpençe) denilen bir çıban
yüzünden henüz 50 yaşında iken vefat
etmiştir
1512'de Safevi Devleti
Sultan Selim tahta çıktığında Osmanlı
İmparatorluğu sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Bu bunalımlı dönemin en büyük nedeni doğudaki Şii Safevi(Iran)
Devleti olarak kabul edilmekteydi.
Safevi Devleti'nin ortadan kalkmasıyla Anadolu'daki Osmanlı egemenliği
sağlamlaşacak ve doğudan gelebilecek
tehditlere karşı dağlık Doğu Anadolu
Osmanlı savunmasını güçlendirecekti.
Yavuz Sultan Selim'in bir başka amacı
da doğudaki bütün İslam devletlerini
tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti.
I.Selim, Safevilerle girilebilecek bir
savaşa karşı hazırlıklar ve çalışmalar
yaptı. Şah İsmail de aynı dönemde Safevilerin başında, Osmanlılara karşı
bazı hazırlıklar sürdürüyordu.
Yavuz Sultan Selim bu amaçlarla, 1514
yılı baharında ordusuyla birlikte İran
seferine çıkmıştır. Oğlu Süleyman'ı
50.000 kişilik kuvvetle Anadolu'da
emniyet olarak bırakmıştır. Osmanlı
kuvvetleri, Erzincan'dan Tebriz'e doğru yürüyüşlerine böylece başlamıştır
Osmanlı ve Safevi ordularının ikisi de
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk ve Müslümandı. Sefer çok uzun
sürmüş, ancak Safevi ve Osmanlı güçleri henüz karşılaşamamıştı. Osmanlı ordusunda bazı güçlük ve kıtlıklar
baş göstermeye başlamıştı. Bu sırada,
orduda seferden geri dönme düşüncesinde olanlar da vardı. Yaşanan bazı
olayları ve dillendirilen bazı rahatsızlıkları fark eden I. Selim, atına binerek askerlerine hitaben cesaret veren
ve meydan okuyan bir konuşma yaptı.
Geri dönmeye niyeti olmadığını söyleyen I. Selim, askerleri kışkırtanlarla
hesaplaşmayı sefer sonrasına bıraktı.
Çaldıran, Turnadağ ve Mercidabık Savaşları
Osmanlı ve Safevi ordusu Çaldıran
Ovası'nda 2 Recep 20/23 Ağustos
1514 tarihinde karşılaştı. Osmanlı Ordusu'nun yaya kuvvetleri daha
çok olmasına karşın, Safevi Ordusunun süvarileri fazlaydı. Ancak Safevi Ordusu'nda top yoktu; buna karşın
Osmanlı'da topçu kuvvetleri bulunuyordu. Kanuni döneminde hazırlanmış olan Şükri-i Bitlisi'nin Selimnâme
adlı eserinde; Safevi askerleri, kırmızı
çubuğa dolanmış sarıklar, miğfer ve
zırhla; Osmanlı Ordusu ise önde tüfek
ve mızraklı dört yeniçeriyle zırhsız ve
miğfersiz olarak resmedilmiştir. 24
Ağustos'ta gerçekleşen savaşta Osmanlı kuvvetleri zafer kazanır. Savaşın kazanılmasında Osmanlı ordusunda ateşli silahların olması belileyici
olmuştur. Bu durum Safevîlerle sürekli mücadele halinde olan Özbeklerin
de menfaatlerine olmuştur. Zaten daha
önce Özbekler ile Osmanlılar arasında siyasi ilişkiler güçlenmiş ve ortak
düşman Safevilere karşı müttefiklik
kurulmuştu
Sekümname'de Çaldıran Muharebesi
(1525)
Muharebe, Osmanlıların lehine sonuçlandı. Muharebede yaralanan ve
atından düşen Şah İsmail, askerlerinden birinin atını ona vermesi ile savaş
alanından kaçtı. I. Selim yoluna devam
ederek Tebriz'e girdi, bu olayı müteakip şehirdeki birçok sanatçı ve ilim
adamı İstanbul'a gönderildi. Yaşadığı
ağır yenilginin ardından Şah İsmail eski saygınlığını yitirdi. Bu sayede
Doğu Anadolu'da Osmanlılar için bir
tehlike kalmadı. Çaldıran Zaferi'nden
sonra, Erzincan, Bayburt kesin olarak
Osmanlı hakimiyetine geçti.
15 Eylül 1514'te Tebriz'den Karabağ'a
hareket eden Yavuz kışı orada geçirip, baharda İran'ı tümüyle almayı
amaçlasa da şartlar müsait olmadığı
için Amasya'ya gitmişti. Bundan önce
Nahçivan'da iken askerlerin bazı köy
evlerini yakmalarını vesile ederek, askeri kontrol etmede ihmalkâr oldukları
söylemişti. Bu nedenden ötürü veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa ve ikinci
vezir Dulkadioğlu Ahmet Paşa azledildi.
Kışı Amasya'da geçiren Sultan Selim, ilkbaharda tekrar İran seferine
çıkacağı için top ve cephaneyi Şarkı Karahisar’da bırakmıştır. Selim,
Amasya'da oturduğu sırada Dulkadiroğlu Ahmed Paşa'yı veziriazam
ve defterdar; Piri Mehmed Paşa'yı
da üçüncü vezir ilan etti. Ancak
Dulkadiroğlu'nun veziriazam olmasından 2 ay sonra, yine devlet adamlarının kışkırtmasıyla Muharrem Şubat
1515 tarihinde yeniçeri ayaklanması
oldu. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim ayaklanma sebebini araştırmış, sonuçta askeri ayaklanmaya teşvik ettiği
ve ayrıca Dulkadiroğlu'yla ittifakı olup
mektuplaştığı anlaşılan Sadrazam Dukakinoğlu Ahmet Paşa idam edilmiştir. Bu olay üzerine Selim bir süre veziriazamlığa kimseyi tayin etmemiştir
Yavuz Sultan Selim, askerin vaziyeti
sebebiyle İran üzerine tekrar sefer yapılamayacağından, emniyet sağlamak
amacıyla doğu ve güney sınırlarına ait
bazı yerleri ele geçirilmesi gerektiğine
karar verdi.
Doğu ve Güney Sınırılarındaki Önemli Kale ve Şehirlerin Fethi
Sultan Selim öncelikle Kemah kalesini de alarak işe başlamıştır. Ardından İran Seferi sırasında, Şah'a karşı
savaşa katılması istenen, buna karşın
Safevi ve Mısır Memlüklerine yardımda bulunan, ayrıca kendisine bağlı
bazı aşiret reisleri de Osmanlı zahire kollarını vurduran Dulkadiroğlu
Alaüddevle’nin üzerine gidilmesine karar vermiştir. Dulkadiroğulları
Beyliği'nin üzerine Şehsüvaroğlu Ali
Bey yollanmış, 12 Haziran 1515'de kazanılan Turnadağ zaferi ile de beylik
toprakları Osmanlı'ya geçmiştir.
Turnadağ, Mercidabık ve Han Yunus
Savaşları
Safevi Devleti'nin batı sınırındaki şehir ve kalelerden en önemlilerinden
biri olan Diyarbakır'ın da alınmasına karar veren Sultan Selim, Osmanlı Devleti'ne gelmiş olan Kurt İdris-i
Bitlisi vasıtasıyla bu şehri sulh yoluyla
almaya çalışmış ve bunda da başarılı
olmuştur.
Diğer taraftan yine İdris-i Bitlisi'nin
yardımıyla Mardin de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Böylelikle Urmiye,
İtak, İmadiye, Siirt, Eğil, Hasankeyf,
Palu, Bitlis, Hizran, Meyyafarikin ve
Cizre; Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
Bu tarihlerde Memlük Devletine tabi
olan Ramazanoğulları Beyliği'nin başında Mahmud Bey bulunuyordu. Bu
zaferlerden sonra Osmanlı'yla yakınlaşan Mahmud Bey'i Memlük Devleti
azletmiş, bunun üzerine Mahmud Bey
de Yavuz Sultan Selim'e tabiiyetini
resmen arzetmiştir. Ramazanoğulları Beyliği kendiliğinden teslim olup
Osmanlı'ya tabii olmasıyla Anadolu'da
birlik sağlanmıştır.
------------------------------------------İdris-i Bitlisi (1452-1520).
Bitlis'te doğduğundan dolayı kendisine
bu ad verilmiştir. Kürt kökenli İdris-i
Bitlisi, önceleri babası gibi Akkoyunlu
Devleti'ne hizmet etti. Uzun Hasan'ın
ölümünden sonra II. Bayezid tarafından İstanbul'a davet edildi. Özellikle
I. Selim döneminde Osmanlı siyasetinde aktif bir rol oynamdı. Çaldıran
Muharebesi'nden sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin savaşsız olarak Osmanlı yönetimine geçmesi için görevlendirildi ve bunda başarılı
oldu.
II Beyazıt ve Yavuz Sultan Döneminde
yaşayan İdris- i Bitlisi Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı devletine
bağlanmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir.
İranlı Hükümdar Şah İsmail'in Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'yu ele geçirme
ve daha da ileriye giderek Osmanlı'nın
Batıda ki ilerleyişini kırmak için ona
karsi set olup Osmanlı İmparatorluğu
safında yer almıştır.
Ona göre: İslam'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete ita-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
at etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir
farklılık meydana getirmeyeceği ve
hem de İslam birliğinin teşekkülü gibi
gayelerle münferiden hareket etmek lüzumsuzdu.
Büyük İslam âlimi olan Bitlisli İdris
tarafından Padişah'a yapılan telkinler
neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişti (1).
1514 yılında İdris-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim ile beraber Şah İsmail'e karşı
Çaldıran Savaşına katılmış, hatta savaştan sonra Tebriz'de bir süre daha
kalarak halkı Osmanlı yönetimine
bağlamaya çalışmıştır. Tebriz'deki Ulu
Cami'de halka vaiz ve nasihatlerde
bulunmuş Çaldıran Savaşı'ndan sonra
Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin Osmanlı yönetimine geçmesi
için görevlendirilmiştir
İdris-i Bitlisi kumandasındaki on bin
kişilik Kürt ve Türkmen beyleri öncülüğünde kurulan gönüllüler ordusu Şah
İsmail'in Doğu ve Güneydoğu da ki ordusunu bozguna uğratmıştır.
Böylece Bitlisli İdris, Osmanlı'nın en
büyük rütbesi olan Kazaskerlik rütbesi ile taltif edilmiştir. Bununla Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'nun yönetimi
İdris-i Bitlisi'ye verilmiştir.
İdris-i Bitlisi bu işlerle de yetinmeyerek, Yavuz Sultan Selim'in Memlûklular'e karşı verdiği siyasette de başarılar elde etmiştir. Öncelikle Musul
ve Urfa'nın Memlûklular'dan alınarak
Osmanlı topraklarına katılmasını sağlamıştır.
Daha sonra Yavuz Sultan Selim'in Suriye ve Mısır seferlerine katılarak 1516
ve 1517 yıllarındaki Ridaniye ve Mercidabık Savaşlarına Sultan ile beraber
katılmıştır. Mısır'ın fethinden sonra
bu ülkenin nasıl idare edileceği hususunda görüşlerini Yavuz'a anlatmış ve
Yavuz tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim Mısır'ın idare edilmesinde
İdris'in görüşleri temel alınmıştır.
İdris-i Bitlisi, yirmi yıldan fazla bir
süre Osmanlı Devleti'ne hizmet etmiştir.(2)
Yıl 2009 Abdullah Öcalan'nın Recep
Tayyip Erdoğan'a Önerisi
"AKP de hiç bir siyasi irade yok. (....)
Yavuz Selim’i bile örnek alsalar bu işi
çöze bilirler. Alparslan Anadolu’ya
hakim olmadan önce Kürtlere ihtiyaç
olduğunu, Kürtlerle ittifak ihtiyacını
biliyordu. Anadolu’ya yapacağı seferin kararını Silvan da aldılar. Oradan
Ahlat’a gittiler. Ahlat tan da Kürtlerle
beraber harekete geçtiler. Yavuz Selim
de İdris-i Bitlisi’ye mühürlü boş sayfalar gönderdi. O na Siz kendi aranızda
bir yönetici seçin,iki kırallık oluşturalım diyordu. Yavuz Selim Kürtlerle
ittifak yapmanın önemini çok iyi biliyordu. Kürtlerle ittifak yaptıktan sonra
Safeviler e karşi savaşa girdi…."
Kaynak:
http://mehmetyurek.com/
makaleler/okuma-onerileri/141-yavuzsultan-selim-ve-dris-i-bitlis
CHP'yi
sarsacak iddia
12 Eylül askeri darbesinin ardından Kahramanmaraş’ta işkenceyle öldürüldüğü öne sürülen Ali
Ekber Yürek’in ağabeyi Mehmet
Yürek, CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu için
ilginç bir iddia ortaya attı.
Yürek, “Sakine Cansız, Kemal
Kılıçdaroğlu ve Hüseyin
Aygün’ün akrabasıdır” dedi.
Yürek, 12 Eylül’de görev yapan generallere yargı yolunun
açılmasının ardından başlattığı
hukuki sürecin takibi için bugün
Kahramanmaraş’ta ziyaretlerde
bulundu. Soruşturmayı yürüten
savcıyla görüşen ve kardeşinin
ölümünün aydınlatılması için başlattığı hukuk mücadelesinde mesafeler alındığını söyleyen Yürek,
dosyanın 1 Şubat itibariyle tamamlanarak Malatya TMK 10’la
yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’na
gönderileceğini kaydetti.
Yürek, Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin Aygün’ün Sakine Cansız’ın
ailesine taziyeye gitmesine tepki
göstermesini eleştirerek, şöyle
devam etti: “Sakine Cansız, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Hüseyin Aygün’ün akrabasıdır. Aynı
sülaledendirler, Kureyşanlıdırlar.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun akrabasıdır. Sakine Cansız’ın düşünselliğine, örgütüne yapısına hiçbir
şeyine katılmayabilirsiniz başka
bir şeydir. Ama ölmüş birinin örgütüyle hiçbir bağlantısı olmayan
anne, baba, kardeş gibi cenazesine gitmemek taziyesine gitmemek,
hiçbir inancın kabul etmeyeceği
bir şeydir. Hüseyin Aygün’ün bu
kadar erdemli bir şekilde yaptığı bir akrabasının taziyesini, bu
kadar büyütüp, Kılıçdaroğlu’nun
partisi CHP’nin ve medyanın bu
kadar büyütmesini de anlamıyorum, vicdani ve insani bulmuyorum.” Yürek, son dönemde ortaya
atılan Genelkurmay eski başkanlarından emekli Orgeneral İsmail
Hakkı Karadayı’nın Tuncelili
olduğu iddialarına bir yeni isim
ekledi. Yürek, 12 Eylül generallerinden Ali Haydar Saltık’ın da
Tuncelili olduğunu öne sürdü.
http://www.mehmetyurek.com
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İşte Taksim
Dayanışması
Platformu'nun
talepleri:
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Kamuoyuna 27 Mayıs 2013 tarihinde saat
22.00 sularında Taksim Gezi Parkı'nın
fiilen yıkılması girişimi sonrası yaşanılan toplumsal duyarlılık karşısında hükümetin izlediği polis şiddeti nedeniyle
başta Taksim İstanbul olmak üzere bütün
yurtta, yurttaşlar demokratik tepkilerini
ortaya koymaktadır.
Öncelikle hayatını kaybeden Abdullah
Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş’ın ailelerinin acılarını paylaşıyor, yaralanan binlerce yurttaşımıza acil şifa dileklerimizi
iletmek istiyoruz.
Ne yazık ki, toplumun demokratik ve
insan hakkı eksenli taleplerinin barışçıl
ve demokratik şekilde ortaya konmasına karşı iktidar şiddet, baskı ve yasakçı politikalarına devam etmektedir. Tek
bir yurttaşımızın burnunun kanamadığı,
gerilimlerin ortadan kalkarak demokratik taleplerin dillendirilebildiği bir toplumsal iklime bir an önce kavuşmak için
yoğun çaba harcadığımızın bilinmesini
isteriz.
Bu nedenlerle; Taksim Dayanışması olarak aşağıdaki taleplerin Hükümet tarafından bir an önce yerine getirilmesi için
somut adımların atılmasını bekliyoruz.
• Gezi Parkı, Park olarak kalmalıdır. Taksim Gezi Parkına Topçu Kışlası adı altında ya da başka herhangi bir yapılaşma
olmayacağını, projenin iptal edildiğine
dair resmi bir açıklamanın yapılmasını,
Atatürk Kültür Merkezinin yıkılmasına
ilişkin girişimlerin durdurulmasını,
• Taksim Gezi Parkı’ndaki yıkıma karşı
direnişten başlayarak halkın en temel
demokratik hak kullanımını engelleyen, şiddetle bastırma emrini veren, bu
emri uygulatan ve uygulayan, binlerce,
insanın yaralanmasına, iki yurttaşımızın ölmesine neden olan sorumlular,
başta İstanbul, Ankara, Hatay Valileri
ve Emniyet Müdürleri olmak üzere tüm
sorumluların görevden alınmasını, Gaz
bombası ve benzeri materyallerin kullanılmasının yasaklanmasını,
• Ülkenin dört bir yanında direnişe katıldığı için gözaltına alınan yurttaşlarımı-
zın derhal serbest bırakılmasını, haklarında hiçbir soruşturma açılmayacağına
ilişkin açıklama yapılmasını,
• 1 Mayıs alanı olan Taksim ve Kızılay
başta olmak üzere Türkiye’deki tüm
meydanlarımızda, kamusal alanlarımızda toplantı, gösteri, eylem yasaklarına ve
fiili engellemelere son verilmesini; ifade
özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını TALEP EDİYORUZ.
Bunun yanı sıra; 27 Mayıs 2013 saat
22.00'dan bu yana ülkemizin meydanlarında, caddelerinde, sokaklarında ve
tüm kamusal alanlarında yükselen tepkilerinin içeriğinin, ruhunun, beklentilerinin, taleplerinin yetkililer tarafından
fark edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Yaşananları “marjinallikle” açıklamaya
çalışmak görmezlikten gelmek anlamına
gelir. Gezi Parkına müdahale ile simgeleşen iktidar anlayışının yurttaşlarımızda
“yaşam tarzına ve inançlarına müdahale
ve hor görülme” biçiminde algılandığı
ve buna kadını, erkeği, genci, yaşlısı ile
büyük bir toplumsal tepki gösterdikleri; “biz varız, buradayız ve taleplerimiz
var” biçiminde yanıt verdikleri görülmektedir.
Yükselen bu tepkinin içeriğinin; “başta
3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul,
AOÇ ve HES'ler olmak üzere ekolojik
değerlerimizin talanına ve güncel olarak
Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Kanunu Tasarısına ilişkin itirazların, ülkemize ve bölgemize ilişkin savaş siyasetine karşı duruşun ve barış talebinin,
alevi yurttaşlarımızın hassasiyetlerinin,
kentsel dönüşüm mağdurlarının haklı taleplerinin, kadınların bedenleri üzerinde
denetim kuran muhafazakar erkek politikalarına karşı yükselen sesin, üniversite,
yargı ve sanatçılar üzerindeki baskılara
karşı direncin, başta Türk Hava Yolu işçileri olmak üzere tüm emekçilerin hak
gasplarına karşı taleplerinin, tüm cinsel
yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı mücadelenin, yurttaşların
eğitim ve sağlık hakkına ulaşımının
önündeki tüm engellerin kaldırılması
istemleri” olduğunu iktidar sahiplerine
iletmek istiyoruz.
Gül de görüşecek
Başbakan Vekili ve Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç, şu anda Taksim Gezi Parkı
eylemini başlatan göstericilerle görüştü
Taksim Platformu üyeleri, Bülent Arınç
ile görüşmesinin ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile de görüşecek.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM
Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya
ve beraberindeki heyeti,kabul edecek.
Görüşme sonrası yapılacak açıklamalar
merakla bekleniyor
Gezi Platformu
Görüntü alınmasının ardından basına
kapalı devam eden görüşmede Taksim
Platformu adına, İstanbul Tabip Odası
Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu, Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu,
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı Tayfun Kahraman,
KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı
Tombul, DİSK Genel Başkan Yardımcısı
Celal Ovat, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Süleyman Solmaz yer alıyor.
Kaynak:
http://siyaset.milliyet.com.tr/arinc-gostericilerin/siyaset/detay/1718886/default.
htm
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Orada olanlardan
özür dilerim
Başbakan Vekili Bülent Arınç, Taksim Gezi Parkı protestoları konusunda sadece ilk gün parkı savunan vatandaşlardan özür dilediğini söyledi.
Arınç: Orada olanlardan özür dilerim
Hükümetin yaşanan olaylardan ders
çıkaracağını belirten Arınç, “Eksiğimiz varsa onu gördük, telafi edeceğiz” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül ile Çankaya Köşkü’nde dün sabah bir araya gelen Arınç, daha sonra
basın toplantısı yaptı. Arınç’ın ‘Başbakan vekili’ olduğuna vurgu yapması dikkat çekti. Arınç sözlerine şöyle
devam etti: “Yaşam tarzları bizim
için son derece önemlidir. Biz empati
kurmak suretiyle bize oy vermeyen
vatandaşlarımızı her zaman anlamaya çalıştık. Bu tepkileri saygıyla karşılıyoruz. Biz herkesin hükümetiyiz.
Kendimizi hesaba çekeriz ve çekiyoruz. Özeleştirimizi yaparız.”
Referandum önerdi
MHP ve BDP ’ye tavırları nedeniyle teşekkür eden Arınç, “Bu eylemler meşrudur, haklıdır ve doğrudur”
dedi. Gezi Parkı’ndaki ilk olayda
çevre duyarlılığıyla hareket edenlere
karşı yapılan aşırı şiddet gösterisinin
yanlış ve haksız olduğunu belirten
Bülent Arınç, “O yurttaşlarımdan
özür diliyorum. Ama sokaklarda tahribat yapanlara bir özür borcumuz
olduğunu düşünmüyorum” ifadesini
kullandı. Arınç, büyükşehir belediyesinin Taksim için referandum yapabileceğini de söyledi.
Gül: Ortadoğu değil Batı gibi
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye ’deki eylemlerin Ortadoğu ülkelerindekine değil Amerika, İngiltere
ve İspanya’da geçen yıllarda yaşanan
olaylara benzediğini söyledi. Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde yer
alan metinde Gül şu değerlendirmede
bulundu: “Neden bu olaylar oldu derseniz, 10 yıldır Türkiye’yi yöneten
bir iktidar var. Muhalif insanların birikimi olabilir. Çevre meseleleri olabilir. Yaşam tarzına saygı duyuluyor
mu diye kaygılananlar olabilir. Bütün
bunları görüyorum. Londra’da 2 yıl
önce benzer problemler yüzünden
arabalar yakıldı; Amerika’da ‘Occupy Wall Street’ aylarca devam etti.
Türkiye’de olup bitenler batı ülkelerindekilere benziyor.”
Kaynak: Radikal Gazetesi
RedHack, Taksim Gezi Parkı'nda polisin
müdahalesini protesto etmek için Beyoğlu İlçe
Emniyet Müdürlüğü'nün internet sitesini hackledi.
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Fethullah Gülen’den Gezi yorumu..
Çürük bir nesil, ıslah etmek lazım!
Gülen, Gezi eylemcilerini ’çürük nesil’
ilan etti
Fethullah Gülen, Taksim'deki Gezi Parkı protestolarını ve sonrasında gelişen
olayları değerlendirdi..
Fethullah Gülen Salı günkü sohbetinde
Taksim Gezi Parkı protestoları ve sonrasında gelişen hadiseler ile ilgili değerlendirmelerde bulundu..
İşte Gülen'in o açıklamaları...
Yol peygamberlerin yoludur. Peygamberlerin varislerinin evliyanın, asfiyanın yoludur. Seleflerimizin yoludur.
Dünyada devletler muvazenesinde muvazene unsuru, devletler te’sis etmiş,
ruh ve mana kökleriyle beslenen ecdadımızın yoludur.
(O yolu takip edemediğimiz için) başa
çıkamıyoruz problemlerle gördüğünüz
gibi. Bir yerde bir haksızlığı bastırmak
için elli türlü haksızlık yapıyoruz, elli
türlü zulme giriyoruz. Elli türlü i’tisafa
(zulüm ve haksızlığa) sebebiyet veriyoruz. Kinleri, nefretleri körüklüyoruz.
Üstesinden gelinmez bir şeye sebebiyet
veriyoruz.
Günümüzde de gördüğünüz gibi... Belki
daha büyüğü de vardır bunun. Kitabu’lfiten ve’l-melâhim’de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haber verdiği
zaviyeden bakılacak olursa, daha büyüğü var. Bunlar bir yönüyle numune
gibi bir şey. “İnsanlar birbirini öldürecek, kâtil niye öldürüyor bilemeyecek;
maktul neden öldü, o da bilemeyecek.”
İnsanlara mal açısından, can açısından
zarar verilecek, üst üste zayiatlar yaşanacak, fakat bunların hiçbirinin mantığı
olmayacak, hiç birinin kıymet-i ilmiyesi, kıymet-i akliyesi diyelim, olmayacak. Böyle karambole gidecek işler.
Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim.. detayları
ile hadis-i şerif anlatıyor. Onlara göre
bunlar, herhalde mikro planda cereyan
eden şeyler.
Hafife almak, akıllı Mehmet’in işine
benzer: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tu-
tunarak oradan inmek istemişler. Sonra
hepsi çözülmüş, yere düşmüşler; otuz
dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. Demişler, “Akıllı Mehmet
ne oldu?” “Sormayın, demiş, az daha
bir sakatlık çıkaracaktık.” Umursamaz
ruhlar, anlamaz düşünceler meseleye
böyle bakacak.
Beri tarafta da birileri… Niye vuruyorlar? Niye öldürüyorlar? Niye zayiata
sebebiyet veriyorlar? Ne günahı var o
masum insanların ki camlarını kırıyorlar; molotof kokteyli atıyorlar yurtlara,
pansiyonlara, evlere, okullara, üniversitelere, hatta banka şubelerine!.. Öyle
bir mantıksızlık, gayr-i insanîlik alıp
gidiyor.
Şimdi “Bütün bütün böyle.. bir hak
arama meselesi hiç yoktur!” derseniz,
oradaki bazı masum insanları, masum
istekleri de görmezlikten gelirsiniz. Bir
kere başta, biz onları ihmal etmişiz.
Onlar bizim ihmalimizin meydana getirdiği nesillerdir. Saniyen; bazı makul
istekleri vardır onların. Hakikaten “Bir
park.. ağaçları sökülmemeli; insanların
gezisine müsait hal, o durum, o tablo
korunmalı!” diyebilirler, öyle değerlendirebilirler. “Ekosistem” diyebilirler,
“Yeşili öldürüyorsunuz!” diyebilirler.
Fakat sonra bunu yaparken, orada denge korunamayabilir. Bu defa kendileri
yeşili öldürürler. Kendileri genel ahengi
bozarlar, ekosistem diye bir şey ortada
bırakmazlar. Böyle bir başka mevzudaki duyarsızlık, az meseleyi anlayamama, başka tarafta farklı bir tefrite
sebebiyet verir veya farklı bir ifrata sebebiyet verir, hafizanallah.
Fakat, bir yönüyle bizim bir zayıf yanımızı, bazı masum insanların belki
zayıf yanları sanılan masum isteklerini istismar etmek isteyen dışta ve içte
bir sürü, böyle kulaklarıyla genel havayı almaya çalışanlar da var. Hani bazı
mahluklar, kulaklarıyla havayı almaya
çalışırlar, kıpırdatırlar kulaklarını, sesleri duymaya çalışırlar. Onlar, böyle bir
şeyi duyunca (istismar ederler.) Şimdi
dünyada bütün medya Türkiye’nin aleyhinde; burada da öyle, başka yerde de
öyle, Avrupa’da da öyle. Sanki kıyamet
kopmuş gibi bir halleri var. Suriye’de
kıyamet kopuyor umurlarında değil.
Irak’ta kıyamet kopuyor umurlarında
değil. Daha dünyanın değişik yerlerinde
canlı bombalar umurlarında değil. Fakat Türkiye bölgede muvazene unsuru
olma durumunda bir devlet.. belli kazanımları olan bir devlet.. belli yere gelmiş bir devlet. İşte bir taraftan o masum
istekler.. o masum isteklerin içte bazı
kimseler tarafından istismar edilmesi,
belli ideolojilere kurban edilmesi o masum isteklerin.. başkalarının da bu meseleyi kendi hesaplarına derinlemesine
değerlendirmeleri.. bizim gafletimiz, bizim cehaletimiz, bizim görmezliğimiz;
başkalarının uyûn-u sâhire şeklinde,
hiç uyumayan gözler şeklinde bizi bir
kere daha kündeye getirme adına zemin
oluşturma gayretleri. Olan, o oldu.
Bu tablo.. bunu Sahib-i Şeriat haber vermiş. İnsanlar kendi ruh ve mana köklerinden koparılınca böyle olacak, haber
vermiş onu.
Meseleye bu zaviyeden yaklaşınca zannediyorum, biz de bakış zaviyemizi
bir kere daha gözden geçirmemiz lazım. Acaba kabahat bu meselelere karşı umursamazlık içinde bakan, her şeyi
hafife alan, “şuydu, buydu” deyip geçiştirende mi? Yoksa sokakları bir yönüyle
harp meydanlarına çeviren insanlarda
mı? Ya da bütün bunların kabahati, sistemde mi? Bizim iyi nesiller yetiştiremeyişimizde mi? Onlara yürekten sahip
çıkamayışımızda mı? O zaman sistemin
gözden geçirilmesi lazım. Bizim, düşüncelerimizi bir daha gözden geçirmemiz lazım. Biz ettiysek bunları, bence,
kendimize dönerek, kendimizle yüzleşerek, burada kendimizle hesaplaşarak,
daha büyük hesaplarla karşı karşıya
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kalmamızdan sıyrılmamız lazım. Şimdi
kendimizle yüzleşmezsek şayet, kendimizle hesaplaşmazsak, altından kalkamayacağımız hesaplarla karşı karşıya
kalırız, hafizanallah. Terbiye sistemlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Kimler o çocuklar? Kimin çocukları o sokaklarda mantıksızca hareket edenler?
Hak davası değil o! Hak davası olsa,
bir yerde toplanırlar, duygularını dile
getirirler, ifade ederler orada, efendice,
insanca, eğitim görmüş insanca, ayrılır
giderler. Anlayan anlar, anlamayanlar
için bir daha çıkar, derler o meseleleri.
Organize olurlar bir yönüyle. Madem
seçim sandıkları var; onu millete havale ederek, sandığa havale ederek, orada o mevzuda ciddi gayret sarfederler,
çalışırlar. Ayakları altlarına gelmeden,
gece-gündüz koşturur dururlar; insanları ikna ederler, “Şunu beğenmiyoruz,
bunu beğenmiyoruz” derler. Beğendikleri bir şey varsa, onu intihab ederler.
Onu da beğenmezlerse, beklerler sabırla; bir başka fasılda onu da bir yönüyle
bertaraf eder, başkasını intihab ederler..
başkasını intihab ederler...
Demek ki, aslında biz bize etmişiz. Tabanda mesele.. toprak kirlendiğinden
dolayı, kuvve-yi inbatiyesini kaybettiğinden dolayı, atmosferi, ozonu deldiğimizden dolayı, güneş şuaları ters geldiğinden dolayı, her şey aleyhte cereyan
ettiğinden dolayı, böyle nesebi gayr-i
sahih bir kısım hadiseler ve onu temsil
eden bir kısım nesiller oluşuyor. Bunları düzelteceğimiz ana kadar da, tabir-i
diğerle, problemi insanda çözeceğimiz
ana kadar da problem çözülmeyecektir.
Bizim bize bakmamız lazım. Biz aslında bize ettik yani. Sistemi gözden geçiremedik; “Nasıl yaparsak bu nesiller
ciddi nefis muhasebesi içinde, bir nefis
muhasebesi yapan nesil olarak yetişir,
insan olarak yetişir; tahribatları tahribatla karşılamak değil de, tahribatları
tamiratla gidermeye çalışan bir nesil
yetişir?” Düşünmedik bunları.
Kur’an diyor ki,
“Siz kendinize bakın! Siz hidayette,
doğru yolda, istikamette olduktan sonra
başkaları size zarar veremez.” (Mâide,
5/105) Sizin istikametiniz, hakkaniyetiniz, vifak ve ittifakınız, en olumsuz
şeyleri bile nötralize eder, onları tesirsiz
hale getirir. Biz bize bakmadık esasen.
Hidayette olup olmadığımızı, doğru
yolda olup olmadığımızı kontrol etme-
dik. Başıboş nesiller yetişti; ne doğru ne
yanlış onu bilmeyen nesiller yetişti. Biz
umursamazlık içinde baktık. Çok defa
onları hafife aldık. “Bir avuç” dedik onlara.. ve onlar da azgın, esirmiş insanlar
gibi sağa sola saldırdılar.
Onlara acımak lazım, şef kat etmek lazım. Çünkü insani değerleri ayaklarının
altına alıyorlar. Kendi değerlerini ayaklarının altına alıyorlar. Belki bugün olmasa bile, yarınlar adına onları ıslaha
matuf sistemler oluşturmak lazım. Ne
yapmalıyız ki, bunları zabt u rabt altına
alalım? Ne yapmalıyız ki ahsen-i takvime mazhar olduklarını hatırlatarak,
bunları insani çizgide bir araya getirelim? İnsanlara zarar vermesinler, insani değerlere zarar vermesinler. Ülkeye
zarar vermesinler. Başkalarını ülke
aleyhinde bizim zaaflarımızdan istifade
ederek üstesinden gelinmez bir kısım
projelerle karşı karşıya bırakmasınlar.
Siz bir zaaf tavrı sergilediğiniz zaman
başkaları onu değerlendirmeyi düşünür.
Hazır böyle zayıflamışken, titriyorken
-Devlet-i Aliyye’nin başına balyozlar
indirip parçaladıkları gibi, bugünkü
o çirkin tabloyu meydana getirdikleri
gibi- bir avuç, daracık bir ülkede bir
avuç insan, onlara da aynı şeyi yapar,
parçalarlar onu. Fakat o parçalanmada
en önemli faktör bizim zaafımızdır.
Kendi içimizde didişmemizdir, birbirimizle yaka-paça olmamızdır.
Bugün böyle gitse de bence aklı başında kanaat önderleri, ilim adamları, psikologlar, pedagoglar bir araya gelerek,
müşterek akıl bir araya gelerek, bu mevzuda projeler oluşturması lazım. Ne yapalım ki, insani çizgisini koruyamamış
nesilleri bir kere daha insani çizgide
birleştirelim? Bir Söğüt ruhuyla onların
yeniden bir büyük devlet olmaya yürümelerini sağlayalım, Allah’ın izniyle
inayetiyle?!.
Biri olup biten şeyleri hafife alırsa, yangını hafife alıyor gibi, savaşı hafife alıyor gibi… Cahiliye şairi zannediyorum,
İmrüü’l-Kays diyor ki, “İki şey vardır
ki, onları belki siz başlatırsınız, fakat
durdurmak istediğiniz yerde artık durduramazsınız: Birisi yangın, birisi de
savaştır.” Biz bunların ikisini de gördük.
Bir kere bir yerde yangın çıkarırsanız..
onu hakiki manasıyla da mecazi manasıyla da düşünebilirsiniz; hal-i hazırda
olan şeylerin de birer yangından farkı
yoktur. Bir de savaş mevzu. Bir macera
uğruna, maceraperest, devlet idaresinden anlamayan insanlar, Karadeniz’de
Rus donanmasına, iki tane bomba atmak suretiyle devletler muvazenesinde
muhteşem bir devleti tarumar etmişlerdir. Bağışlayın, belki selefi hayırla yad
etmek bizim için terbiyenin gereğidir,
fakat ben bir türlü affedemiyorum onu.
Muvazene unsuru bir devletin yıkılmasını affedemiyorum; ona sebebiyet verenleri de affedemiyorum. Allaha hesap
versinler. “Cehenneme girsinler” demiyorum, Allaha hesap versinler. Çünkü o çok önemliydi. İnsanlığın İftihar
Tablosu’yla alakalı Voltaire’in bir piyesi
oynadığı dönemde -ki Hasta döneminde, Abdülhamid dönemi, “hasta devlet”
diyorlardı, “Le Sultan Ruj” diyorlardı,
Fransızların uydurması, “Kızıl Sultan” diyorlardı- ültimatom çektiğinde,
orada perdeden indiriyorlardı o piyesi.
“Bütün Hindistan’ı ayaklandırırım ve
yürütürüm üzerinize!” diyordu; o hasta
döneminde bile haykırdığı zaman, böyle hasta bir aslanın haykırması gibi, ormanda herkes bir kere daha hizaya geliyordu. İşte onu yıktılar, tarumar ettiler.
Bugünkü tarumar olmamızın arkasında
o vardır. Savaş başladı ama arzu ettiğiniz yerde onu durduramadınız. Her şeyi
seylaplar halinde önüne kattı, sürükledi
götürdü.
Yangın ve savaş.. siz başlatsanız bile
arzu ettiğiniz yerde onu durduramazsınız. O nerede duracaksa, gider orada
durur. O açıdan da mesele küçükken,
bir mangal közü halindeyken onu söndürmesini beceriyorsanız, orada söndürmeye bakın. Yoksa bir alanı aldığı
zaman, bazen üstesinden gelemezsiniz.
İtfaiyeler onunla başa çıkamaz. Onun
için çok küçük bir tulumbayla bile söndürülebilecek küçük bir yangında bile,
bence bütün itfaiye erlerine seslenmek
lazım; “Tulumbanı al, yetiş imdada,
yangın var!” diye seslenmek lazım.
“Dedim: Zahirde mi aşık? Dedi: ‘İhfada
yangın var!” “Sefine-i kalbime alevli bir
kor attın ey dost / Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” (Sûzî)
Derya da yanınca milletin işi bitmiş demektir. Şayet ilim yuvalarına bombalar
atılıyorsa, en masum insanlar öldürülüyorsa, birileri gaz bombalarıyla boğuluyorsa, kör ediliyorsa ve bazı kimseler de
arka planıyla bunu görmemek körlüğü
sergiliyorsa, göremiyorlarsa, hafizanallah, yangın büyür.
Ben milletin o ölçüde karakterinin bo-
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zulduğuna ihtimal vermiyorum, kötüsüyle bile; fakat karşı taraf, sizin bir
muvazene unsuru haline gelmenizi istemeyenler, bunu değerlendirebilirler.
Kim değerlendirebilir? Doğunuzdaki
değerlendirir, güneydoğunuzdaki değerlendirir, güneyinizdeki değerlendirir, batınızdaki değerlendirir. Problemler sarmalı içinde olan bir ülkemiz var
bizim. Biri bile bir yönüyle sizdeki her
şeyi karıştırabilir. Oysa ki gizli, açıkkapalı bir ittifak var. Sizin bir adım ileri
gitmemeniz için bir ittifak var. Siz kendi kendinize teselli olun, “falan yerde
bahar, filan yerde bahar..” Buz gibi hazan rüzgarları esiyor. Buz gibi..
Akıllı davranmak lazım, en küçük gaileleri, badireleri çok büyük görmek
lazım; akıllıca üzerine yürümek lazım.
Bir karınca istilasına maruz kalmışsanız, karınca deyip geçmeyin. Karınca
istilasıdır bu; sizin yağ çanaklarınıza,
bal çanaklarınıza kadar girerler, zehir
taşır ve kirletirler oraları; hafife almayın. Olumsuzluğu hafife almak, zihnin
hafifliğinden kaynaklanır, mantık hafifliğinden kaynaklanır, muhakeme hafifliğinden kaynaklanır. Her şeyi olduğu
gibi görmek çok önemlidir. O zaman
isabetli projeler, planlar ortaya koyma
imkanı doğar.
Bu, geleceği imar etmeye, ihya etmeye,
bir ba’s u ba’de’l-mevt hadisesini gerçekleştirmeye kendini adamış, adanmış
ruhlar, bu mevzuda çok temkinli olmalıdırlar, çok temkinli. Çünkü üzerimizde olan şey, bizden evvelki nesillerin bize emanet ettikleri bir emanettir.
Şahsımıza ihanet olsa, bir cinayet olsa,
umursamazlığa girebiliriz; fakat amme
hukuku diyebileceğimiz, dolayısıyla
Allah hakkı diyebileceğimiz; zaten islami hukuk sisteminde amme hakkı, aynı
zamanda Allah hakkı demektir; işte
ona, ihanet etmeye, ihanet ettirmeye,
ihanet edilmesine göz yummaya hakkımız yoktur. Allah, hesabını ağırca sorar. Bir millete, koskocaman bir millete
ihaneti netice verecek şekilde bir kısım
hadiseleri, kollarımızı gererek böyle,
“Burası çıkmaz sokak” Şair-i şehirimizin sözü, “Kalabalıklar, burası çıkmaz
sokak” demiyorsak şayet, hafizanallah
mesele öyle büyür ki, o emanete ihanet
etmiş oluruz. Oysa ki bizim vazifemiz;
şimdilik ne ölçüde bizim omuzlarımızda olursa olsun, gelecek nesillere, emin
nesillere o emaneti teslim edeceğimiz
ana kadar, canımız gibi, onurumuz
gibi, şerefimiz gibi, namusumuz gibi
onu koruma mecburiyetindeyiz. Gerisi Allah’ın bileceği şey. “Zâlimlere bir
gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi
lekad âsereke'llâhü aleynâ.” (Ziya Paşa)
(Düşün ki, Hz. Yusuf'a ne kadar zulmettiler. Allah'ın kudreti bir gün zalimlere, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin dediği
gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir
insan halinde bize üstün kıldı.” (Yusuf
Sûresi, 12/91) dedirtir.)
Çok dua okuyun fitnelere karşı. ElKulûbu’d-Daria taksim edin. Ashab-ı
Bedr’i okuyun; o zatlar ruhanî varlıklar,
semavî varlıklar gibi.. değişik tecrübatla görülmüştür, tecrübat-ı kesire ile görülmüştür, değişik problemler üzerine
Allah onları yürütmüştür. O çözülmez
gibi görünen problemler, Allah’ın izn u
inayetiyle çözülmüştür.
Bizim elimizden fazla bir şey gelmez,
belki benim şu söylediklerim bile beyhude laflardı. Aslında biz kendimiz düzeleceğimiz ana kadar...
Erdoğan: Üç beş
çapulcuya
soracak değiliz
Başbakan’dan Gezi Parkı resti:
Karar verdik. Yapacağız
Osman Tarı’dan dinlemiştim: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi
adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir
Efendi, bir köşede hep susmayı tercih
eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin
vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan
da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan
bir insandır. Onlara şöyle cevap verir:
“Muhterem cemaat, şunu biliniz ki,
siz; “müntehib” (seçen)siniz. Ben ise;
“müntehab”ım (seçilen). Gideceğimiz
yer ise; “müntehabün ileyh” (kendisi
için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)
dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçim) denir. İntihab ise “nuhbe” kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir.
Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa
kaymağı da o cinsten olur; tabanında
ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun
üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde
süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.”
Ben bunu dinleyince dedim: Tahir
Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in
(sallallahu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız
öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini
böylesine veciz bir menkıbeyle ifade,
hakikaten hiç olmamıştır şimdiye kadar...
Meselenin dipten ele alınmasına, çerikçürük hale gelmiş, enkaz halindeki bir
neslin yeniden elden geçirilmesine, restorasyona tabi tutulmasına ihtiyaç var.
Hazreti Pir’in ifadesiyle, “Asırlardan
beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle
mükellefiz.” Asırlardan beri, gelen bir
tarafını yıkmış, giden bir tarafını yıkmış, böyle bir kalenin tamiriyle mükellefiz. Onun sorumluluğuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Sorumluluğumuzu çok
iyi kavramamız lazım. Mesele dipten
ele alınmazsa, nesillerin ıslahıyla işe
başlanmazsa; o nesillere, o masum nesillere, ruh ve mana köklerinden akıp
gelen şeyler tanıttırılmaz, duyurulmaz,
ruhlarına içirilmezse; beyinleri onların
elden geçirilmezse, nöronlarına onların
yeni bir adab u erkan talim edilmezse,
bu azgınlıklar devam eder. Biz de hep
böyle plansız projesiz, azgınlara karşı azgınlıklara karşı tepki göstermek,
reaksiyon göstermek suretiyle sadece
karbondioksit atmış oluruz. Kabadayılık yapmış oluruz. Meselenin dipten
ele alınmasına ihtiyaç var. Problemimiz
nedir bizim? Bu nasıl giderilir, nasıl tamir edilir? Meselenin öyle ele alınması,
peygamber yolunda yürünmesi lazım.
İnsanlığın İftihar Tablosu, işaret parmağıyla kameri iki şakk eden İnsanlığın İftihar Tablosu, yirmi üç sene ciddi
bir cehd ve gayret içinde. Yoksa ellerini
kaldırıp “Allahım, bütün kalbleri ıslah
eyle” deseydi, anında Allah o kalbleri ıslah ederdi. Fakat O bir Rehber’dir,
bir Muallimdir. İnsanlar nasıl terbiye
edilir, ne kadar bir cehde ihtiyaç var, o
mevzuda ne kadar sancı çekmeye, beyin
zonklatmaya ihtiyaç var, kasık tutmaya
ihtiyaç var? Allah Rasulü, çekerek onu
göstermiş. Bu iş böyledir, bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. La tebdile li
halkıllah; Bu Allah’ın değişmeyen bir
kanunudur. Fakat insanların çoğu kör
ve sağır, bunu bilmiyorlar. Bilmiyorlar
bunu. Yol bu, yöntem bu. Yine Şair-i
şehirin ifadesiyle “Gerisi angarya!” Ey
senelerden beri sürüm sürüm olan nesiller, “ayağa kalk artık Sakarya!..” Vesselam.
http://www.focushaber.com
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Taksim
direnişinin iki
yüzü ve İsyanın
gösterdikleri
Ali Sait Çetinoğlu
Hiç kimsenin beklemediği şekilde
Gezi Parkında çevre duyarlılığına karşı oluşturulan direnişe yönelen orantısız polis şiddetine karşı Taksim’de ve
bir anda büyüyerek ülke çapında başbakan Erdoğan ve hükümetine karşı
bir isyan ve direnişe dönüşerek hükümeti ciddi ölçüde sarsmıştır.
Bu coğrafyanın en etkileyici direnişi
iki önemli olguyu ortaya çıkardığını
söyleyebiliriz: Birincisi TC’nin dayandığı olgu yani talan’ın ve gaspın
ifadesi ise, ikincisi ise 1968’in hayaletinin yarım asır sonra bu kadim coğrafyada nihayet görünmesi gerçeğidir.
Buna bağlı olarak, bu isyan, toplumun
üzerindeki korkuyu ortadan kaldırarak
12 Eylül 1980 darbe rejimini 31 Mayıs
2013 itibariyle sonlandırdığını söyleyebiliriz.
İkincisinden başlarsak; bu isyan bir
anlamda Wallerstein’in söylediği gibi
bildiğimiz dünyanın sonudur. Patlaması, gelişimi ve hedefleri ile 1968
isyanıyla -bire bir olmasa da- örtüşmesinin yanında politik etkilerinin de
1968’in benzerliklerini taşıyacağından
kuşku yoktur. Taksim ve ülkeye yayılan direniş bu niteliğiyle kadim coğrafyada bir devrimdir! İsyancılar devrimcidir barikatlar kurmuşlar, iktidarı ve
şiddeti püskürtmüşler, iktidarsız özgürlük alanları yaratmışlar, dayanışma
örnekleri göstermişlerdir. İsyancılar,
özgürlükçüdür, humaniterdir ve anti
otoriterdir. Herhangi bir siyasi organizasyonun altında tanımlamazlar.
Direnişler, her devrimde olduğu gibi
gizli kalan gerçekleri su yüzüne çıkarmıştır. Tarık Ali’nin söylediği gibi
demokratik olarak seçilen dar kafalı
bir diktatör olarak davranan, ülkenin
her yanındaki müteahhitlerin Sultanı
Erdoğan’ın tahtı sallanmaktadır. Hareket ülkeye ve dünyaya körleşmiş yıkıcı neo-liberal ve artarak militerleşen
hükümet politikalarına karşı yönelen
bir muhalefet olduğunu gösteriyor.
İsyancılar, Erdoğan hükümetinin askeri vesayet rejiminin yerine kurulan velayet[1] rejimine itirazlarını dile
getirdiler. İsyancılardan “Bu eyleme
katıldım, çünkü hiçbir politik grubun
eylemi değildi. Halk Tayyip'in bugüne
kadar yaptıklarına artık dayanamadı ve
ses verdi. Gözüm yanıyor, hemen beş
kişi koşup gözüme bir şeyler sıkıyor.
‘Polise taş atamayın’ diye bağırılıyor.
İnsanlar artık bu Tayyip'in, mahalle
ağzıyla koca bir ülkeyi yönetmesinden bıkmış, özgürlük, saygı, insanca
haklar istiyor. Bu yüzden katıldım.”[2]
Sözleri bu isyanın bir anlamda haysiyet savaşı olduğunu göstermektedir.
İsyanın ateşini tutuşturan direnişin
öncüleri ne hükümet nede siyasi partiler tarafından tanınmadıklarından, bu
çevreler tarafından olayların niteliğini
kavranamaz. Bu nedenle bunların üzerindeki asıl sonuçlar biber gazının dumanı ve sarhoşluğu geçtiğinde ortaya
çıkacaktır. Zira ortalık toz dumandır.
Ülke bir anlamda dumanlı hava sahasına dönüştüğünden şu anda herkes
körün fili tariflediği pozisyonda olup
iktidarı ve muhalefetiyle bu isyan anlaşılmamaktadır. İsyancıların kendilerine dayatılan geleceksizliğe mahkum
edilmeye karşı öf ke ve isyanı, iktidarca ulusal ve uluslararası komplo olarak
tanımlanması[3], muhalefetin mesafeli
durması bu çerçeveden okunmalıdır.
İsyancıların yaş ortalaması çok düşük
olmasına karşın şimdiye kadar son
derece siyasi bir olgunluk göstermişlerdir. Devrim eğitici işlevlini yerine
getiriyor. İsyancıların bu olgunluğu,
iktidarın anlayamadığı ve tanımlayamadığı güçlerini gösterir. John
Lennon’un “Olay şiddet kullanımına
dönüşmeye başladığı zaman sistemin
oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için
kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü,
siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizle nasıl baş edeceklerini bilirler.
Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek
şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır.”
Sözlerine sanki sıkı sıkıya bağlıymış
gibi açık havadaki gaz odasında kendilerine yönelen bilinçli, saygısız ve
orantısız saldırganlığa/şiddete karşı
sonsuz bir pasif direniş ve müthiş bir
mizahla otoriteyi sarsarak kendi özgürlük alanlarını açtılar. Türkiye’nin
birçok şehrinde, sert polis müdahalesine rağmen sokağa dökülerek vicdan temelli söylemleriyle kitleleri ayaklandırarak onlara umut aşılayan çok sayıda
kadın-erkek gençlerden oluşan bu isyancılar demokrasinin reşit olma anını
temsil ediyor dersek abartmış olmayız.
İsyancılar sadece kendilerine özgürlük
alanı açmakla kalmadılar. Erdoğan’ın
kibrini ve otoritesini yerle bir eden
bu isyan aynı zamanda coğrafyamızdaki yeni-Osmanlıcılık tartışmasını
da bitirmiştir. Bu bakımdan isyanın
bölgemizdeki dayatmaları ortadan
kaldırarak özgürlükleri geliştirip genişleteceğinden kuşku yoktur. İnsafsız
bir gücün karşısına çıkan yürekli güçsüzlerin direnişlerinden, yoldaşlıklarından yayılan muhteşem dayanışma,
unutulan bir gerçeği anımsatır dersek
de abartmayız. Aslında isyana karşı
aşırı şiddet kullanılmadan önce bile,
sadece cezaevlerine bakılarak dahi
Türkiye’nin olgun bir demokrasi Ortadoğu’nun geri kalanı için bir rol
modeli - olma yolunda ilerlediği inancı
savunulabilir olmaktan çıkmıştı.
Erdoğan iktidarı yada ılımlı İslam 12
Eylül rejiminin ürünüdür[4]. 12 Eylül
darbesinin kısa bilançosunu verirsek:
diktatörlük döneminde işkencede 450
kişi öldü, 50 kişi idam edildi. Birçok
insan kayboldu. En az 178 bin kişi gözaltına alındı ve hemen hepsi işkence-
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
den geçirildi, 64 bin kişi hapse atıldı.
12 Eylül rejim ülkeyi otuz yılı aşkın
bir süredir korkunun pençesine aldığı
gibi zihinlere de parangalar vurmuştu.
İsyan korkuyu ortadan kaldırarak zihinlerin özgürleşebileceğini göstermiştir. Bu bakımdan da 31 Mayıs yeni
bir milattır. İsyancılardan işittiğimiz
“Artık sessiz kalırsam kendimi çok
kötü hissedecektim. Şimdi yatağıma
yattığım zaman mutlu ve huzurlu olarak uyuyabiliyorum. Bunun sonucu ne
olursa olsun, ileride en azından ‘Elimden geleni yaptım’ diyebileceğim.”[5]
Sözleri bu gerçekliğe denk düşüyor.
Kısaca cin şişeden çıkmıştır!
Gezi Direnişi ve sonrasındaki isyan’ın
apaçık ettiği birinci gerçeğe dönersek; İsyan, bu parkın Ermenilerden
gasp edilen bir mezarlığın üzerinde
olduğu ve rejimin gaspçı karakterini
ortaya çıkarmıştır. Bu arazi dünyanın
en kıymetli arazilerinden biridir ve
Surp Hagop Ermeni Mezarlığının bir
parçasıdır. Lozan hükümlerine göre
mezarlıkların korunması gerekirken
mezarlık gasp edilerek, ulusal ve uluslar arası sermayeye peşkeş çekilmiştir.
Hilton, Hyatt Regency … gibi uluslar
arası otel zincirlerinin, Divan oteli gibi
Türkiye’nin bir numaralı sermaye gurubunun oteli bu mezarlık üzerindedir.
Birçok konut ve özel işyeri yanında
Harbiye, TRT gibi kamu binaları bu
mezarlık üzerindedir. Bu park da tek
parti döneminin Cumhurbaşkanı ve
milli şef İsmet İnönü’nun konutunun
bir parçası olarak düşünülmüştür.
Planda ilk ismi İnönü Gezisidir. Mezar
taşlarına ne oldu derseniz? Bu taşlar
Eminönü Meydanı yenileştirilmesinde
ve İnönü Gezisi merdivenlerinde kullanılmıştır.
Söz Hıristiyanların mülklerine ve birikimlerine el koymaya gelince Türkmüslüman sermayesinin gelişmesinde
Hırıstiyan varlıklarının paylaşılmasına
ve Türk burjuvazisinin kara tarihinden
de birkaç örnek vermeden geçersek
sözlerimiz eksik kalır. Türkiye’de son
günlerde ciddi bir gazete olan Taraf
Gazetesinde Cemaate ve emniyete yakın bir muhabir olan Mehmet Baransu
imzalı bir haber çıktı. Bu habere bir
diğer önemli gazete Radikal tarafından da yer verildi. Haberde önemli bir
Türk sermaye gurubu cinayetle ilişkilendiriliyordu. Gazete haberinde Türk
Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım
Demirören’in babası ve Demirören
şirketler Gurubu Başkanı Erdoğan
Demirören’in Arşimidis şirketinin sahibi Rum işadamı Papadopulus ailesinin öldürülerek mal varlıklarına el
konulmasında ilişkili olduğunu okuyucularına duyurur. Bu cinayet ve
Demirören bağlantısı ile Arşimidis
şirketinin el değiştirmesi 23.11.1984
tarihli Milli İstihbarat Teşkilatı raporunun ekindeki belgede ayrıntılı olarak yer almıştır. Aynı günlerde eski
olağanüstü hal valisi evinde ölü bulunur. Taraf gazetesince bu ölümde Arşimidis şirketinin el değiştirmesi ile
bağlantılandırılır. Baransu, Demirören Arşimidis’in şirketini sahte polis
belgeleri ile ele geçirdiği zaman Hayri Kozakçıoğlu’nun İstanbul Emniyet
Müdürü olduğunu yazar. Baransu’ya
göre Demirören’le, Kozakçıoğlu’nun
kamuoyunca da bilinen çok yakın ilişkisi vardır ve Kozakçıoğlu’nun oğlu da
yıllarca Demirören şirketler grubunda
yüksek maaşla çalıştığı kaydedilir.
Burada bir parantez açarak bu gibi
olayların münferit olmadığının altını
çizerek iki örnek daha vereceğiz:
Birincisi, Archag Baghdassarian veya
Sait Yünkes olayı. Soyadların Türkleştirilmesini dayatmak ve Soykırım
suçlularının kimliklerinin gizlenmesini sağlamak üzere 1934 yılında
çıkarılan soyadı yasası ile ismi Sait
Yünkes olarak değiştirilen Archag
Baghdassarian’ın oğlu Orhan Yünkes,
6 Kasım 1975 tarihinde, babasından
kalan Viranşehir’deki kırk tapu senedine denk düşen araziyi gasp edenlerden geri almak için, Urfa Hukuk
Mahkemesi’ne dava başvurusunda
bulunur. Dava, on yıl sürer. Mahkeme, 20 Ağustos 1985 tarihinde, Orhan Yünkes'in lehine karar alarak
Yünkes'e, atalarından kalan malvarlıklarının iadesi kararını verir. Mahkeme, alışılmadık bir şekilde, Ermeni
davacının lehine bir karar vermiştir.
Ancak Orhan Yünkes aynı gün saat
14:00’de, Ahmet Özkan tarafından,
Urfa belediye gazinosunun önünde, kafasına sıkılan altı kurşun ile öldürülür.
Archag Baghdassarian’ın diğer oğlu
Nurhan ata topraklarını terk ederek
Avrupa’ya göç eder.
Diğer örnek bir Süryani ile ilgilidir: Şemun Akcan’ın gasp edilen,
Mardin’in Nusaybin ilçesindeki yaklaşık 7600 dönüm gayrimenkulünü geri
almak için başlattığı hukuk mücadelesi, 1964 yılında başlayıp günümüze
kadar devam eder. Şemun Akcan’ın
dayıları Gevriye ve Melki'nin bahsi geçen gayri­menkul üzerinde 1936-1937
yılında öldürülmesi üzerine Akcan ailesi Midyat'a göç etmek zorunda kalmasının ardından, Gayrimenkullerin
tapuları Akcan'da olmasına rağmen,
köy muhtarının kararıyla mülklerinin bir kısmı başkalarına satılır. Akcan ailesine ait gayrimenkullerin bir
kısmı da Nusaybinli Mehmet Aslan
tarafından işgal edilir. Akcan gayrimenkullerini geri alma mücadelesini
sürdürürken Devlet de araya girerek
bu gayrimenkullerden hak talep eder.
Nusaybin Malmüdürü M. Ali Aslan’ın
Yargıtay’a verdiği 13.9.1985 tarihli
itiraz dilekçesinde belirtildiği üzere;
gayrimenkulün Ermenilere ait olduğunu ve Ermenilerin mirasçısının da
devlet olduğunu belirterek mülkün
hazine adına tescilini ister. Böylece
"Ermeni malının gasp edilmesi meşrudur" anlayışı devlet tarafından da
onaylanmış olur. Ancak devlet lehine
mahkemeye katılan devlet temsilcileri
bugüne kadar Yargıtay’a verilen yukarıda söz ettiğimiz dilekçe dışında bir
savunma yapmadıklarından. Devletin
müdahalesi Süryani Akcan ailesine ait
mülkler gaspının sürdürülmesine hizmet etmektedir. Şemun Akcan’ın bir
netice alamadan vefat etmiş ve adaletten umudunu kesen Mirasçılar ata
topraklarını terk ederek Avrupa’ya göç
etmiştir.
----------Vasi izin ve denetleme merciidir. Veli
ise emir de verebilir, yasak da koyabilir; doğrudan belirleme/biçimlendirme
yetkisine sahiptir. Başbakan da ‘dindar
nesil yetiştireceğiz’ diyor; yani hem
herkesin babalığına soyunuyor, hem de
din, vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğüne tasallutta bulunmayı kendisine
hak görüyor. Kadir Cangızbay, Tencerelere Kıymayın, http://www.birgun.
net/
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Baskın Oran: Doğum günümüz kutlu
olsun,
http://www.agos.com.tr/baskin-oran-dogum-gunumuz-kutlu-olsun-5199.html
[3] "Şurası çok açık ki, bu olaylar,
Erdoğan'ın Türk halkını İslami yöne
doğru zorlamasına karşı bir başkaldırıydı.” diyen ve "Türkiye'de cezaevindeki gazeteci sayısının, diğer herhangi
bir Ortadoğu ülkesindekinden daha
fazla olduğunu"n [Türkiye cezaevindeki gazeteci sayısı bakımından Çin’i
geçmiş durumda] altını çizen Cumhuriyetçi Parti Arizona Senatörü John
McCain, "Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, Türk halkının birçoğunun gözünde, bir başbakandan ziyade diktatör gibi görüldüğü" sözleri,
Erdoğan’ı muhafazakarların dahi terk
ettiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Tek edilmişlik duygusu Erdoğan’ın
isyanda uluslar arası komployu aramaya sevk etmektedir.
[4] Türk ordusu, sol siyasete karşı mücadelesinde, askerî darbesinden sonra
dini silah olarak kullanmıştır.
Baskın Oran: Doğum günümüz kutlu
olsun,
http://www.agos.com.tr/baskin-oran-dogum-gunumuz-kutlu-olsun-5199.html
Ke ma l G ökha n
GENÇ ÇAPULCULAR'DAN
MEKTUP VAR...
Gözyaşlarıyla okudum...
"Sevgili ailelerimiz için: Özellikle dün itibariyle endişenizin tavan yaptığını
biliyorum, bu yüzden vakit ayırıp okursanız çok sevinirim. Biz bu ülkenin,
tüm dünyada apolitikliğiyle ün salmış, küçümsenmiş, dalga geçilmiş nesliyiz.
Apolitikliğimiz yüzünden sanat, spor, doğduğumuz şehir ve hatta takıldığımız
mekanlar üzerine gruplaşıp birbirimize kıl olmuş, birbirimizi yemiş ve hatta
öldürmüş nesiliz. Okudukça insanlardan soğumuş, uzaklaşmış, kendi çekirdek
arkadaş gruplarımıza çekilmiş nesiliz. % 90'ı hayatında asla ideolojik bir mücadele vermemiş, yolda rastladığı eylemi beyhude ya da 'gereksiz yol tıkama
şovu' diye nitelendirmiş gençlerden oluşan bir nesiliz.
Ve biz dahil hiçkimse bizden şikayetlerimizi rakı masalarından toplayıp, birkaç saat içerisinde sokaklara dökülüp, ucu bucağı görünmeyen, şiddetin sınırının olmadığı bir mücadelede birbirimize koşulsuz sahip çıkmamızı beklemiyordu. Hiçkimse bizden nasıl mücadele edileceğini bu kadar çabuk, hatta
gerçek zamanlı öğrenmemizi beklemiyordu. Hiçkimse, çoğumuz için ilk olan
bu ciddi şiddet ve zulüm deneyiminde, boğulurken, yaralanırken ve hatta ölürken korku ve teslim yerine mizah ve neşeyi seçip yola devam etmemizi beklemiyordu. Sürpriz yaptık.
Çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu, tamam mı? Her şeyin çok daha sertleşebileceğinin farkındayız. Fakat kararlıyız, bilinçliyiz, özenliyiz. Panik yapmıyoruz,
hemen adapte oluyoruz. Aranan yardımı en fazla üç beş dakika içerisinde
birbirimize sağlıyoruz. Sağlığımıza ve güvenliğimize olabildiğince dikkat ediyoruz. Görseniz şaşarsınız, belki kendimize ilk defa bu kadar iyi bakıyoruz.
Çünkü biliyoruz ki hepimizin en sağlıklı, en dinç, en enerjik, en ayık, en mutlu
haline ihtiyaç var. Bu coşkunun ve dayanışmanın romantizmi çok büyük; fakat
kapılmıyoruz, aklımız çok başımızda.
Siz ne yapabilirsiniz? Lütfen acil ihtiyaç listelerini takip edin, yiyecek-içecekten ziyade güvenlik ve acil müdahale ekipmanları göndermeye çalışın. Lütfen
sizi korkutmalarına izin vermeyin, bunu çok istiyorlar. Evet blöf yapmıyorlar,
karşımızdakiler çok sert çocuklar fakat bizden daha tedirginler inanın. Bizden
korkuyorlar. Çünkü onların her şeyi yapabilme yetkileri yok; fakat bizim her
şeyi yapabilecek cesaretimiz ve ne yaptığımızı çok iyi bilen beyinlerimiz var.
Bize güvenin, destek olun. Lütfen en çok bizim çektiğimiz videoları izleyin,
bizim yazdıklarımızı okuyun. Onlar yalan söylüyor, çarpıtıyor; biz her şeyi
olduğu gibi aktarıyoruz. (İlk defa sizlere her şeyi anlatıyoruz, kıps.) Bizi takip
ederseniz eminim daha az endişeleneceksiniz.
[email protected]
Lütfen siz de birbirinizi sakinleştirmeye, bilgilendirmeye çalışın. Aramızda
fiilen bulunmak değil bütün mesele, ağzınızdan çıkan ve yazdığınız her kelimenin değeri, desteği çok büyük. Sizleri çok seviyoruz. Birbirimizi de çok seviyoruz. Histeri derecesinde seviyoruz. Hepimiz on numara çocuklarız, arada manita yaparsak şaşırmayın. Biz sizi ararız, şarjımızı idareli kullanalım. Öptük,
tel: +49 (0) 177 502 88 53
Genç çapulcularınız"
ilanlarınız için:
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ifşa ediyorum: dış bağlantı benim
Başbakan Erdoğan, Gezi Parkı olayları ile ilgili olarak, “iç ve dış bağlantılar var, istihbarat çalışmalarımız devam ediyor”, demiş. İtiraf ediyorum,
bu dış kaynak benim. Merak edenler,
Türkiye’ye giriş ve çıkış tarihime
baksınlar. 28 Mayıs’ta giriş yaptım
ve olaylar başladı. Her gün de Taksim
meydanında idim. Olayların büyümesi
için gerekli olan her türlü organizasyonu yaptım (bunları maalesef açıklamak
istemiyorum). Artık meselenin rengi
belli olmaya başlayınca da görevimi
yerine getirmenin huzuru içinde geri
döndüm. Eylem amacına ulaştığı için
artık gerçeği açıklamamda bir mahsur
yok. İstihbarat görevlilerimiz zaten
benim iç ve dış bağlantılarımı bulmak
konusunda zorlanmayacaklardır ama
onları daha fazla yormanın da bir anlamı yok.
Tahmin edebileceğiniz gibi, beni yollayanlar, Türkiye’nin bu kadar kısa sürede büyük bir güç olmasını çekemeyenler idi ve aslında bu olayları aylar
öncesinden planlamışlardı. Türkiye
son yıllarda kendisinden beklenmeyen
büyük hamleler yapmış; ekonomisini kuvvetlendirmiş ve askerin siyaset
üstündeki vesayetini kırarak, sıradan
bir “muz cumhuriyeti” olmadığını
göstermiş ve dünya devletleri içinde
itibarlı bir yer kazanmıştı. Türkiye’nin
bu artan gücü, beni yollayan dış mihrakların bölgedeki güçlerinin azalması
anlamına geliyordu. Amaçları, bölgede
hızla büyük bir güç olma yoluna giren, Dünya’da büyük bir itibar kazanan
Türkiye’ye bir ders vermek ve itibarını
sarmaktı. Türklerin özellikle Suriye’de
kendi başına hareket etmek ve bölgedeki dengeleri sorgusuz sualsiz yeniden düzenlemek istemeleri, Kürtlerle
anlaşarak bölgedeki tüm dengeleri alt
üst etmeye çalışmaları kabul edilebilecek şeyler değildi.
Türkiye’ye ders vermeyi elbette başka
olayları bahane ederek de yapabilirlerdi. Uludere, Reyhanlı, içki yasağı
konusu veya yeni Boğaz köprüsüne
Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi... bunların hepsini ayrı ayrı kullanabilirdi. Ama o zaman Türkiye’de
zaten oluşmuş, köklü kutuplaşmaları
aşamazlardı. Bu olaylardan her hangi
birisini kullansalardı, protesto edenler
almak yolunun, soykırım yalanı ile
uğraşmak olduğunu biliyordum; onun
için bu konuyu seçmiştim. Yıllardır da
soykırımı gündeme getirerek zaten bu
devleti zayıflatmaya çalışıyordum.
P r o f . D r . Ta n e r A k ç a m
sadece belli kesimler olurdu. Ve o kesimlere de (Kürtler veya Aleviler vb.)
dış mihraklar tarafından kullanıldıkları suçlaması yapılırdı. Örneğin eğer
sadece içki meselesi kullanılsaydı, o
zaman da eylemcilerin arkasında darbe yapmak isteyen Ergenekoncuların
olduğu ileri sürülürdü. Bu da bu çevrelerin işine gelmezdi. Bu nedenle Taksim ve Gezi parkı meselesi kullanıldı.
Böylece PKK ile MHP; Laik-Alevi ile
Müslüman; Ergenekoncu ile liberaller
bir araya getirilebildi. Hem de eylemlerin dışardan kışkırtılmış olduğu argümanı inandırıcılığını yitirdi. Hani
sadece bir çevrenin kullanıldığı anlaşılır bir şey olabilirdi ama hepsinin birden kullanılmış olduğunu ileri sürmek
epey zor olacaktı.
Eylemler yavaş yavaş etkisini kaybedecek olsa bile beni yollayanlar amaçlarına ulaşmış bulunuyorlar. Şu haliyle
bile, tam bir başarı söz konusu. Üstelik eğer Hükümet bu uyarıyı dikkate
almazsa olaylar nasıl olsa devam edecektir. Başta Türk turizmi olmak üzere
Türk ekonomisi önemli darbeler alacaktır. Böylece, Türkiye’nin bölgede
ve dünyada bu güçlerin istekleri dışında, bunlara kafa tutarak hareket etmesi iyice imkansız hale gelecektir. Dediğim gibi her bakımdan mükemmel
planlanmış bir eylem söz konusu....
Şimdi bu satırları okuyan herkesin şu
soruyu sorduğunu tahmin ediyorum.
Peki ben niye böyle bir görevi kabul ettim. Niçin, Türkiye’nin zayıflatılması
ve etkisinin kırılmasını hedefleyen bir
planın parçası oldum. Sorunun cevabı
benim uğraştığım konuyla doğrudan
ilgili. Ben, geçmişte yaşadıklarımdan
dolayı, Türk devletine kişisel kin duyuyordum. Bu devletten en iyi intikam
Maalesef söylediklerim, yazdığım
çizdiklerim çok etkin olmuyordu. Bu
nedenle bu planda yer almayı büyük
bir fırsat olarak gördüm. Çünkü, Gezi
Parkı eskiden bir Ermeni mezarlığı
idi. Mezarlık arazisi, Harbiye ve Divan Oteli’ni de kapsayan genişlikte idi.
Eğer eylem başarılı olursa, yavaş yavaş
kimseyi çok ürkütmeden hem soykırım
meselesini gündeme getirebilirdim;
hem de bu arazilerin Ermenilere ait olduğunu, geri verilmesi gerektiğini bile
söyleyebilirdim. Nitekim, Park’ta şimdiden buraların eskiden Ermeni mezarı
olduğunu söyleyen bir anıt dikildi bile.
Hatta, Park’ta bir sokağa Hrant Dink
adı da verildi. Böylece bu sayede ben
de kendi planlarımı hayata geçirmiş
oluyordum. Bu nedenle verilen görevi
severek kabul ettim.
Buraya kadar yazdığım türden bir senaryoya inanan çıkar mı? Eğer hükümet isterse çok inanan çıkar, diyeceğinizi biliyorum. Ankara’da yakalanan
İran’lı ajan, İstanbul Gümüşsuyu’nda
ele geçirilen bilmek kaç tane yabancı
pasaport taşıyan kişi gibi haberler gazete sütunlarında yer almaya başladı
bile. Tarihimizde de başımıza ne geldiyse, ülkemize ve milletimize karşı
düzenlenmiş komplolar nedeniyle geldiğine inanan insan sayısı çok. AKP
ve Tayyip Erdoğan’ın bu kökleşmiş
zihniyeti ne kadar kullanıp kullanmayacağını bilemiyorum. Ama bildiğim
bir şey var. Bu tür deli zırvalarına
inanmak demokrasi kültürünün yokluğu anlamına gelir. Taksim Gezi Parkı
eylemlerinin artık bu tür deli saçması
komplo teorilerini de çöpe atmasını
ümit ediyorum. Üstelik Gezi Parkı’nın
gerçek tarihi üzerine açık bir tartışma
ile... Evet, gerçekten eskiden Ermeni mezarlığı olan bu arazide, Ermeni
varlığı nasıl hatırlanmalı? Küllerinden
yeniden doğan Türkiye’nin kendi tarihini de yeniden yaratması nasıl bir şey
olacaktır?
kaynak:
http://t24.com.tr
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ahmet Altan
olduğu için sokaklarda.
Yüreğiniz yetiyorsa Başbakan'ı sağduyuya davet edin.
No
pasaran...
Türk tarihinin en gerçek, en unutulmaz, en etkileyici halk direnişi yaşanıyor bugün bu ülkede. Toplumun bütün
kesimleri, varlıklarını inkâr eden, onların var oluş biçimlerine TOMA’ları,
biber gazları, kasklı polisleri, vahşetleri, insafsızlıkları ve aşağılamalarıyla
saldıran bir zorbalığa “dur” diyor.
Bu insanları yok farz eden, onların
nerede içeceğini, nerede sarılacağını
belirlemeye uğraşan, hangi meydanda
kaç ağacın kesileceğine bile tek başına
karar veren bir Başbakan'ı “sağduyuya” davet edemeyen korkaklar, bugün
hakkını savunan bu halkı “sağduyuya”
davet ediyorlar.
Milyonlarca insan “sağduyuya” sahip
olduğu için sokaklarda. Yüreğiniz yetiyorsa Başbakan'ı sağduyuya davet
edin. Halktan geri adım atmasını istemeyin. Onlar uçurumun kenarında direniyorlar, atacakları geri adım onları
yokluğun karanlığına düşürecek, sevgililerinin elini bile tutamayacaklar.
Gece yarısına doğru T24’ün ekranından direnişçilerin twitleri o kırılgan
madeni ışıltılarıyla akmaya başladığında kendimi Malraux’nun İspanyol
İç Savaşı'nı anlattığı Umut romanının
içinde buluyorum bir anda.
İnsafsız bir gücün karşısına çıkan
yürekli güçsüzlerin direnişlerinden,
yoldaşlıklarından yayılan muhteşem
dayanışma, yaralıların yardımına koşan genç doktorlar, direnişçilere camilerinin kapılarını açan imamlar, zorba
saldırılarla bunalanları saklayan yaşlı
kadınlar, bedava ilaç veren eczaneler,
açlara yemek dağıtan lokantalar, acıyla, şefkatle, kardeşlikle dolu çığlıklar.
Ve bütün bunların hepsinden yükselen,
İspanyol İç Savaşı'ndan beri başkaldıran ezilenlerin cesur meydan okuyuşu-
Onun demokrasinin “sandıktan ibaret
olduğunu” sanan yanılgısını düzeltin,
seçimlerde “padişah” değil başbakan
seçildiğini ona hatırlatın, bu insanların
hayatlarına, giyimlerine, aşklarına karışamayacağını ona söyleyin.
nun sembolü olan kararlı ses.
“No pasaran.”
Geçiş yok.
Türk tarihinin en gerçek, en unutulmaz, en etkileyici halk direnişi yaşanıyor bugün bu ülkede.
Toplumun bütün kesimleri, varlıklarını inkâr eden, onların var oluş biçimlerine TOMA’ları, biber gazları, kasklı
polisleri, vahşetleri, insafsızlıkları ve
aşağılamalarıyla saldıran bir zorbalığa
“dur” diyor, “geçiş yok” diyor, “buradan öteye gidemezsin” diyor.
Böylesine haklı bir direnişin sesini
duymamak için insanın vicdanını hadım etmesi gerekir, ancak hayaları burulmuş bir vicdan bu sese kulaklarını
kapar.
Direnen bu kalabalık, sokak sokak,
cadde cadde, meydan meydan hakkını
koruyan bu insanlar, kimsenin hakkını
çalmaya, kimseye bir kötülük yapmaya
çalışmıyorlar, kendisini hayatın içinden silmeye, onu görünmez yapmaya,
milyonlarca insanı bir faşizm şapkasının içine ürkek bir tavşan gibi sıkıştırıp
sesini çıkarmamasını isteyenlere karşı
“ben varım” diyorlar, “burdayım” diyorlar, “ben insanım, haklarım var ve
haklarımı savunacağım” diyorlar.
Bu insanları yok farz eden, onların
hiçbir talebini duymayan, onların nerede içeceğini, nerede sarılacağını
belirlemeye uğraşan, hangi meydanda
kaç ağacın kesileceğine bile tek başına
karar veren bir Başbakan'ı “sağduyuya” davet edemeyen korkaklar, bugün
hakkını savunan bu halkı “sağduyuya”
davet ediyorlar.
Milyonlarca insan “sağduyuya” sahip
Bu insanları “marjinallerin, çapulcuların, illegal örgütlerin” kışkırttığını
söyleyenler, bütün bu direnişin sadece
Başbakan tarafından kışkırtıldığını,
Başbakan'ın “hayatınıza, şehrinize,
yaşamınıza karışmaya hakkım olmadığını anladım” demesinin Türkiye’nin
huzura ve sükûna kavuşmasını sağlayacağını gerçekten görmüyorlar mı?
Başbakan bunu söylemediği, herkesin hayatına müdahale etmek istediği,
sandıktan çıkan bir hükümdar olmayı
hayal ettiği için yaşıyoruz bugün yaşadıklarımızı.
Başbakan insanların hayatlarına karışabileceğini, ülkeyi tek başına yönetebileceğini sandığı sürece bu direniş
bitmeyecek.
Halktan geri adım atmasını istemeyin.
Onlar uçurumun kenarında direniyorlar, atacakları geri adım onları yokluğun karanlığına düşürecek, sevgililerinin elini bile tutamayacaklar.
Geri adım atacak olan, generallerin
faşist yönetimini şimdi o generallerle
anlaşarak tek başına yürütmeye çalışan, arkasında gerileyebileceği geniş
bir mesafe bulunan Başbakan'dır.
Başbakan bu savaşı kaybedecek.
Eğer kalabalıkları kışkırtmaya, padişahlığını sürdürmeye kalkarsa ülkenin
istikrarıyla birlikte ekonomik dengesini de bozacak, büyük başarılar göstererek on yılda bu halka kazandırdıklarını misliyle yok edecek.
Kendisiyle birlikte ülkeyi de yakacak.
Elinde bütün toplumu parçalayacak bir
bombayı tutuyor Başbakan ve bütün
topluma şantaj yapıyor, “tek adamlığımı kabul etmezseniz bombayı patlatırım.”
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir halk bu şantajla yaşayamaz.
Bunu yapabilen adama bugün teslim
olsanız yarın daha ağır tehditlerle ve
şantajlarla gelecek.
O bombayı Başbakan'ın elinden alacak
olan AKP’lilerdir, Başbakan'ın arkadaşları, dostları, taraftarlarıdır, onlara
sormak isterim, seksen yıllık bir faşizmi, yeni bir “tek adam faşizmi” kurmak için mi yıktınız?
Başbakan'ın tek adam olmasından kendine siyasi ikbal devşirme hayalleri
olanlar var ama bütün AKP’liler öyle
değil, Erdoğan’ın tek adamlığı için bütün ülkeyi yakmayı göze alacak mısınız?
www.antikapitalistmuslumanlar.org
Bu halk direnecek.
Direnmek zorunda.
Yokluğun kenarına kadar sürülmüş bir
kalabalığın var olabilme, yaşayabilme
direnişi bu.
Zekâyla, mizahla, nükteyle ve cesaretle direniyorlar.
Sağduyuya onları değil, onları o uçurumun kenarına kadar sürenleri davet
edin.
“Yaşasın ölüm” diye bağırarak cumhuriyetçileri kıran Generallissimo
Franco’nun zaferini bir daha yaşamayı
umut etmeyin.
1939 İspanya'sında değil 2013 Türkiye'sindeyiz, bu tarihte bu ülke, kendi
“Bastil zindanlarını” esprilerle yıkıyor, zekâları ve cesaretleri karşısında
kazanmayı umduğunuz zafer sadece
bu ülkeyi yakmak olur.
Bunu size yaptırmazlar.
Sadece Türkiye değil, bütün dünyanın
demokratları bir arada bağırıyor çünkü.
https://www.facebook.com/photo.php?v=133360740199228
&set=vb.201494729879702&type=2&theater
“No pasaran.”
Kadir Mısıroğlu’NDAN ALEVİLERE HAKARET..
BU TELEFONDAN BU ŞAHSA ULAŞABİLİRSİNİZ..
0216 553 51 51
0216 492 76 74
telefonu adresi burda herkes arasın...Tunusbağı Cad. No: 16
Doğancılar Üsküdar/İstanbul
Geçiş yok. Geçemeyeceksiniz.
Kaynak:
http://t24.com.tr
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Açtık,
tarihimizi
okuduk:
Gezi Parkı
Ermenilerin
Surp Hagop Başbakan’ın Gezi Parkı’ndaki protestolarla ilgili olarak
söylediği “Açın, biraz tarihinizi
okuyun” sözünü dinledik ve Gezi
Parkı’ndan Harbiye’ye kadar uzanan arazinin tarihini açıp okuduk.
Başbakan’ın sözünü dinlemeyenlerle
paylaşmak isteriz.
İçerisinde (zamanında) Surp Agop
Mezarlığı’nın bulunduğu bu arazi Kanuni Sultan Süleyman tarafından, padişah fermanıyla Ermenilere verilmiş.
Padişahı zehirlemek için aşçısıyla
anlaşmaya çalışan Alman devlet görevlilerinin komplosu, Sultan’ın (onun
bilgisi olmadan bir şey yemediği) Ermeni aşçısı Manuk Karaseferyan tarafından açığa çıkarılınca, Sultan onu
ödüllendirmek istemiş. Karaseferyan
padişahtan, o dönemde İstanbul’da
yaşanan büyük veba salgını nedeniyle
kitlesel ölümler yaşandığı için, Ermenilere bir mezarlık istemiş. O da söz
konusu araziyi fermanla Ermenilere
tahsis etmiş.
1872’de, Belediye mezarlığa el koyup
arazisini Harbiye arazisine katmak
isteyince, Sultan Abdülaziz, mezarlık topraklarının padişah fermanıyla
Ermeni cemaatine verildiğini ve
Ermenilere ait olduğunu onaylamış.
Araziye el koyma çabaları sürmüş
ve sonunda arazinin tapusu, tek parti
döneminde, 1931’de belediyenin açtığı
dava sonucu ‘cebren ve hile ile’ el değiştirmiş. 1939’da bütünüyle istimlâk
edilmiş.
Bugün bu arazinin üzerinde Divan,
Hilton ve Hyatt Regency otelleri,
(merdivenleri o mezar taşlarından
yapılmış olan) Gezi Parkı, TRT
İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri
Müzesi’nin bir bölümü bulunuyormuş.
Taksim Topçu Kışlası olarak 1806’da
Ermeni mimar Kirkor Balyan tarafından inşa edilen ve bugün Gezi
Parkı’na yeniden yapılmak istenen
bina ise 1928’de, ahırlarından yıkılmaya başlanmış; II. Dünya Savaşı
sırasında, son lig maçının oynandığı
25 Mart 1940′tan itibaren tamamen
yıkılmış.
Yani Osmanlı’nın en övünülen
padişahının fermanıyla Ermenilere
verilen arazi tek parti diktatörlüğünce
ellerinden alınıp mahkeme masrafları
bile kendilerine ödetilmiş. Bugün
bir rant savaşına konu olmaya devam
eden bu arazi aslında 500 yıl önceden
beri Ermenilerin.
***
Bizler ‘ecdadımız’ veya ‘bu toprakların tarihi’ denildiğinde sadece fetihçi padişahları, sadece Türk-Sünni
Müslümanları ya da sadece cumhuriyet tarihini anlamıyoruz. Ecdadımız
denildiğinde bu toprakların tarihinde
en eski zamanlardan beri yer almış
bütün halkları, bütün kültürleri,
bütün medeniyetleri, bütün insanları
anlıyoruz ve hepsini aynı biçimde
seviyoruz.
Biliyoruz; siz böyle bakmıyorsunuz.
Keşke bakabilseniz. Keşke tüm yurttaşlarınızı aynı muhabbetle kucaklayabilseniz. Ama şu durumda bile
yapabileceğiniz bir şey var. Gelin,
Taksim Gezi Parkı’nı AVM, rezidans,
otel vb inşa edip hangi sermaye grubunun rant iştahına açacağınızı tartışmaktan vazgeçin. ‘Ecdadınız’ın en
ünlüsü Kanuni Sultan Süleyman’ın,
padişah fermanıyla tapusunu verdiği
araziyi asıl sahiplerine, Ermenilere
iade edin. Tek parti diktatörlüğünün
ayıplarını ortadan kaldırmaya buradan başlayabilirsiniz.
***
Gezi Parkı’nda baskıya, otoriterliğe,
tepeden bakmacılığa karşı özgürlükler için başlayan hareketi kendi siyasi
emelleri için kullanmaya çalışan bazı
gruplara dair de bir sözümüz var. Bir
takım gruplar büyük çoğunluğunu
genç kadınların oluşturduğu Gezi hareketine darbeci, ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi, homofobik, İslamofobik, Kürt
ve Ermeni düşmanı fikir ve sözlerini
bulaştırmaya çalışıyor. Duvarlara bu
türden sloganlar yazıyor. Başörtülü
kadınlara küfür ve hakaret ediyor,
taciz ediyorlar.
Büyük kalabalık içinde bu grupların
oranı çok az. Ama görmezden gelinemez. Bu gruplar kınanmalı, izole
edilmeli, teşhir edilmelidir. Bizler bu
tür provokatör grupların değil, duvarlardan küfürleri silen kadınların,
ücretsiz yemek dağıtan LGBT’lerin,
alanda namaz kılıp kandil simidi
dağıtan Müslümanların, başörtülülerin, Sevag Şahin’i, Hrant’ı hatırlatan
Ermenilerin, ırkçı hakaretlere maruz kalan Kürtlerin, onuru kırılan,
aşağılanan gençlerin yanındayız.
Darbecilerin değil, darbe mağdurlarının destekçisiyiz. Bir yandan özgürlüklerimiz için mücadele ederken, bir
yandan da bütün bu provokasyonlara
karşı mücadele edeceğiz.
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe
DurDe Girişimi www.durde.org
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ABD
dişlerini söküyor, ellerindeki son ekmek dilimini de alıyorlardı.
başkanı
Memurlar ve askerler, çobanlar ve
komşular, sanki hepsi bu çılgın kanlı
şölene katılmaktaydılar. Hayvani hislerini tatmin için kızları haremlerden
kaçırıyor, hamile kadınları sokaklara
sürüyor ve değneklerle kanlar içinde
doğurana dek dövüyorlardı.
Woodrow
Wilson’a
açık mektup
Şubat 1919.
Sayın Başkan,
Geçtiğimiz yıl 8 Ocak’ta Siz Birleşik
Devletler Kongresine, Osmanlı İmparatorluğundaki tüm Türk olmayan
milletlerin kurtuluşu talebinin gündeme getirilmesi çağrısıyla başvurmuştunuz. Onların arasında kuşkusuz
Ermeni halkı da bulunmakta. İşte bu
halk adına Size başvuruyorum.
Anadolunun kalkınan kentlerinden ve
bereketli ovalarından başlayan ve Furat sahillerinde ve Mezopotamya’nın
taşlı çöllerinde son bulan Ermeni halkının korkunç kıyımına tanıklık eden
az sayıda Avrupalıdan biri olarak,
Sizin dikkatinizi kabus ve bedbahtlık manzaralarına çekmek cüretinde
bulunuyorum, bunlar iki yıl müddetle
sürekli gözlerimin önünden geçiyordu
ve bunları artık asla unutamam.
Size müttefik devletlerin Paris’te, dünyamızın önümüzdeki onyıllardaki kaderini belirleyecek Barış Konferansına
hazırlandıkları anda başvuruyorum.
Ancak Ermeniler diğerlerinin kalabalığı yanında sadece küçük bir millet,
müzakerelerse nispeten büyük ve etkili devletlerin geleceğine yönelik yürütülecektir. Öyle ki, büyük Avrupa
devletlerinin menfaattarlık ve iktidar
hırsı ortamında bu küçük dahası bitap
düşmüş milletin kaderinin görmezden
gelinmesi veya horlanması ve Ermenilerin tekrar unutulmaya terk edilmesi,
sıklıkla tarihi esnasında başına geliği
gibi, olasıdır.
Bu gerçekten acı olur, zira dünyanın
hiçbir halkı, hiçbir zaman, Ermenilerin olduğu kadar adaletsizliklere
madur kalmamıştır. Bu Hıristiyanlık
meselesidir, bu tüm insanlığın meselesidir.
/..../
1915 baharında Türk Hükümeti dünya üzerinden iki milyon Ermeniyi
imha etmeye yönelik hunhar programına başladığında, Fransa, İngiltere,
Almanya halkları körleşmişçesine,
dünya savaşının kanlı kabusuyla meşguldü. Öyle ki Türkiye’nin karanlık
diktatörlerini, sapıklara mahsus işkenceler gerçekleştirme konusunda kimse
müdahil olmadı.
Böylece bir bütün millet, erkeği kadını, yaşlısı çocukları, gebeleri, anneleri, süt bebeklerini Arap çöllerine,
sadece tek bir amaçla, hepsini açlık ve
ölüme mahkum etmek için sürdüler.
/..../
Ermenileri iki bin yılı aşkın bir süredir yaşadıkları topraklardan ülkenin
tüm köşelerinden, taşlı dağ geçitlerinden, sahil bölgelerinden mizahi alay
gibi gerekçelerle çöle sürdüler.
Erkekleri ellerinden ve ayaklarından
birbirlerine zincirleyerek topluca öldürüyorlar, onları nehre veya dağlardan uçuruma yuvarlıyorlardı. Kadın
ve kızları toplu müzayedelerde satıyorlardı. Yaşlıları ve gençleri kamçıların hoyrat dayağıyla sokaklara
dolduruyor, yol inşa etmek üzere çöle
sürüyorlardı. Ermenileri, yataklarından yarı çıplak çekerek, kentlerden
gece gündüz sürüyorlardı; köylerde
evlerini yakıyor, kilise ve manastırları
yıkıyor veya camiye dönüştürüyorlardı. Çocuklarını ellerinde alıyor, hayvanlarını çalıyor, ağızlarından altın
Yoldan geçenler dehşetli bakışlarını
işkenceler görmüş muhacirlerin sonu
gelmeyen kervanlarından kaçırıyorlardı. Fakat o esnada da yol kenarlarında tezekler içinde boğulmuş yeni
doğmuş bebekleri, cellatlarına ellerini
uzatarak ekmek veya merhamet dilenmeye cüret eden aç çocukların kesilmiş ellerini görüyorlardı.
Ermenistan dağlarından inen kafileler
başlangıçta onbinlerce sürgünden oluşuyordu. Halep varoşlarına sadece birkaç yüz insan ulaştı. Kırlar kararmış,
şişmiş, tecavüze uğramış çıplak cesetlerle doluydu; onların elbiselerini bile
çalmışlardı. Hava ölümün leş kokusuyla dolmuştu. Cesetlerin bir kısmı
zincirlerle birbirine bağlanmış halde
Fırat sularında yüzüyordu, balıklara
yem olmak üzere.
Silahlı nöbetçiler canlı kalanları alaya
alıyor, kurbanların cellatların elindeki
kırıntılar için nasıl yalvardığını görerek bir kez daha eğlenmek için açların ellerine un serpiyorlardı. Onlarsa
avuçlarındaki unu, ekmek yapamayacaklarından yalamakla yetiniyorlardı,
böylece ölümü biraz olsun erteliyorlardı.
Kürtler onları öldürüyor, bekçiler talan ediyor, kurşunluyor, darağacına
asıyor, zehirliyor, boğazlıyor, boğuyor, bataklıklara atıyorlardı; salgınlardan, açlık ve susuzluktan, yabani
köpeklerin saldırılarından ölüyorlardı.
Çocuklar o kadar ağlayıp feryad ediyordu ki, kendi gözyaşları içinde boğuluyorlardı; anneler süt bebeklerini
uçuruma fırlatıyor, çıldırmış hamile
kadınlar şarkı söyleyerek kendilerini
Fırat’a atıyordu.
Dünya üzerinde bütün zamanların bilinen tüm olası ölümleriyle ölmekteyiler.
/.../
Sayın Başkan. Bu halk tahayyül edi-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lemez adaletsizliklere madur kalmıştır. Bu savaşa ilişkin yazılmış herşeyi
okudum. Tüm dünyanın yaşadığı bütün dehşetlerden haberdarım. Hunhar
mezbahalara dönüşmüş savaş meydanlarını, mayınlarla patlatılmış ve parça
parça olmuş gemilere ilişkin, huzurlu
kentlerin hava bombardımanlarına
ilişkin biliyorum. Ancak hiçbir millet,
savaştan çok eziyetler çeken ne Belçikalılar, ne Sırplar, ne İngilizler, ne
Ruslar, ne de Almanlar, Ermenilerin
olduğu gibi böylesi adaletsizliğe madur kalmamışlardır. Belki de benzeri
bedbahtlık ezeli zamanlarda vahşi ırkların başına gelmiştir. Ancak burada
söz; yüksek bir medeniyet yaratmış,
zengin ve heybetli bir tarihi olan, sanat edebiyat ve bilimde bedeli ölçülemez katkıları olan bir milletle alakalı. Bu halk birçok yetenekler, ünlü
insanlar ruhani şahsiyetler vermiştir.
Sayın Başkan, burada mevzu bahis
olan evlatları tüm dünyaya yayılmış,
bir kısmı ise uzun yıllardır Sizin de
ülkenizde yaşayan Hıristiyan bir halka ilişkindir. Bu insanlar dünyanın
hemen tüm dilleriyle konuşuyorlar,
eşleri ve kızları çöl kumunda kazılmış çukurlarda değil, sallanan sandalyelere , ince sofra takımlarıyla süslü
masa etrafında oturmaya alışkındırlar.
Onlar ehil tüccarlar, yetenekli doktorlar, bilim adamları, sanatçılar, ıssız
toprakları bereketlendiren dürüst ve
mutlu çiftçilerdi. Ve onların tek suçu,
kendi dilleriyle konuşmaları ve kendi
Tanrılarına inanmalarıydı.
Savaş esnasında Anadolu’da gerçekleştirilen olaylardan haberdar olan ve
Ermeni halkının alın yazısını takip
eden herkes, Ermenilere yönelik bütün
sinsi suçlamaların, aşağılık yöneticiler
tarafından kendilerinin sebebiyet verdiği insanlık dışı, hunharca ve gaddar
şiddet eylemlerinin örtbas edilmesi
için uydurulmuş sahte ve korkunç iftiralardan başka birşey olmadığını bilir.
Hatta suçlamların aslı olsaydı, acaba
bu yüzbinlerce masuma karşı uygulanan bu kıyıcılık haklı çıkarabilir mi?
Ben suçlunun İslam olduğunu sanmıyorum; tüm büyük dinlerin özü iyidir
ve bazı müslümanların icraatları, kimi
Avrupalıların eylemleri sebebiyle bizi
utanmak durumunda bırakmaktadır.
Ruhu saf olan bu ülkenin sıradan halkını da suçlamıyorum. Ancak dikta
grubu yönetcilerin Türkiye’yi bir seferden kendi kendini yönetmeye yönelik moral haktan mahrum bırakarak ve
aynı zamanda medenileşmeye yönelik
onun kabiliyetlerine ilişkin inancımızı
yıkarak, tarihin hiçbir kesitinde asla
halkı mutlu kılamıyacağına inanıyorum.
Sayın Başkan, tarafsızlığıma inanınız.
Size bir Alman olarak başvuruyorum.
Halkım Türkiye’nin müttefikiydi, bundan dolayı, bu canice insan avının suç
ortağı olarak suçlandık.
Fakat affedilemez sürgüne izin verdiği
için acı suçlamayı sadece Alman Hükümetine yöneltmemek gerek.
Temmuz 1878’de Berlin Anlaşmasıyla
tüm Avrupa Ermeni halkına güvenlik
ve barış yönünde en umut verici teminatları vermekteydi. Acaba bu sözler
hiç icra edildi mi? Hatta Abdülhamit’in
başlattığı kitlesel katliamlar Avrupa’yı
bir an bile menfattarlık ve tamahkarlık yolundan saptırmadı bile. Türkiye
ve Müttefik Devletler arasında imzalanan, tüm dünyaya yayılmış Ermenilerin o kadar sabırsızlıkla beklediği
ateşkes anlaşmasında «Ermeni meselesi» hemen hiç anılmadı.
Acaba bu rezil oyunlar tekrar edecek
ve Ermeniler tarihten tekrar hüsran
dersleri mi alacaklar? Bu küçük milletin geleceği büyük devletlerin talep ve
egoistlikleri sebebiyle görmezden ge-
linmememli. Sayın Başkan, kurtarın
Avrupa’nın onurunu!
Türkiye’deki Ermeni toprakları şimdi,
sakinlerinin üçte ikisinin artık geri
dönmeyeceği çöle dönüşmüş bozkırlardır. Rusya’nın Ermeni topraklarının
Anadolu ve Kilikya’daki Ermeni vilayetleriyle birleştirilmemesi, izin verilemez bir hata olur. Birleştirerekse,
Türk boyunduruğundan kurtarılmış,
denize çıkışı olan Birleşik Ermeni
Devleti yaratılmış olur.
Bu ülke bitaptır ve kendi başına tekrar
dirilemez. Zanaatler, ticaret ve üretim son nefeslerini vermekteler. İmha
edilen sakinler asla tam olarak yerine
gelmez. Sürgün edilen Ermenilerin
evlerin ve yüzyıllarca biriktirdikleri
servetleri açgözlü cellatlar tarafından
talan edildiler, iç edildiler. Binlerce
Ermeniyi zorla müslümanlaştırdılar,
binlerce çocuğu kaçırdılar, binlerce
kadın ve kızı Türk haremlerinde köleleştirdiler. Bu insanların hepsine
garanti edilmiş özgürlük gerekli. Çöllerden yurtlarına dönecek olan tüm
takibat kurbanları, kaybettikleri için
tazminat almalılar. Yetimleri toplamak ve yetiştirmek gerek. Bugün bu
halka gerekli olan sevgidir, bundan
uzunca süredir mahrum kalmıştır. Bütün bunların hepsi, hepimizin ortak
günahının tanınması olur.
Bu mektup manevi vasiyetimdir. Benim ağzımdan binlerce kurbanın sesi
konuşuyor. Bu, tüm zamanlarda duyulmaya hakkı olan tek sestir, bu hümanizmin sesidir.
Armin T. Wegner
Armin T. Wegner, Alman yazar, fotografçı, barış eylemcisi. 1886 Wuppertal doğumlu, ölümü 1978 Roma...
Exspresyonist yayın geleneğinden. 1.
Dünya Savaşında, sağlıkçı olarak Osmanlı Imparatorluğun’da görvli. 191516 da Ermeni Soykırımın göz tanığı.
1916 yılında, Türkiye’de Ermeni kırımlarını fotoğraflamak suçlamasıyla
Türkiye’den sınır dışı edildi.
© Armenian National Institute, Inc.,
courtesy of Sybil Stevens (daughter of
Armin T. Wegner).
Wegner Collection, Deutches Literaturarchiv, Marbach & United States Holocaust Memorial Museum.
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Nasıl
Türkleşti?
Anadolu’nun Ermeni tarihine dair bir
kitap yazmamı istediler. Beni çok heyecanlandıran bir konu değil ama, ne
yapalım, peki bari dedim. Çalakalem
başladım. Başsız sonsuz yazarken arada şöyle bir parça da çıkıverdi.Mesela İspir’in hemen hemen bütün köy ve
mezra adları (ayrıca dağ, dere ve yayla
adları) Ermenicedir. Ama 19. yüzyıl
sonunda İspir’de üç-beş köy dışında
pek Ermeni nüfus yok. Demek ki İspir’deki değişim daha eski bir tarihte,
belki 16. veya 17. yüzyılda olmuş. Ama
nasıl ve neden olduğuna dair bilgimiz
yok. Çünkü döneme dair – Türkçe
veya Ermenice – yayımlanmış malzeme yok.
Teorik olarak akla gelen sadece üç ihtimal var.
Birinci olasılık: Ermeniler bilemediğimiz nedenlerle buradan gitmişti. Türkler boş bulup yerleştiler.
İkinci olasılık: Türkler başka yerden
gelip İspir’in Ermeni ahalisini topyekün kovdu veya yoketti.
Üçüncü olasılık: İspir ahalisi din değiştirip Türk oldu.
Birincisinin Anadolu’da tek tük de olsa
örnekleri var. Ama İspir’de bu olmuş
olamaz, çünkü öyle olsa yer adlarında
süreklilik olmaz, Türkler boş buldukları yerlere kendi adlarını verirler. Adlar kaldığına göre demek ki YA yerli
halk Türkleştikten sonra eski adları
kullanmaya devam etti, YA DA dışarıdan gelen Türkler bir müddet – hem
de buraların Ermeni yeri olduğu fikrini benimseyip alışacak kadar uzun bir
müddet – yerlilerle beraber yaşadılar.
Daha iyi bilinen yerlerin çoğunda hakikat, ikinci ihtimalle üçüncüsü arası
bir yerlerdedir. Aşağı yukarı her yerde
Sevan Nisanyan
Anadolu
karşımıza çıkan senaryoyu size şöyle
özetleyeyim.
Hacı Hüseyin Ağa bir tarihte bir miktar silahlı adamıyla birlikte bölgede
zuhur eder. Terör estirir. Bölgenin ileri
gelenlerinden birkaçını haraca bağlar.
Direnmeye kalkan Agop Ağayı öldürtür. Kirkor Ağanın kızını kaçırıp
nikâhına alır.
Ermeniler bu duruma boyun eğer.
Çünkü A) Hüseyin Ağanın arkasında
devlet otoritesi vardır, başa çıkamazsın. Veya B) devlet otoritesi Hüseyin
Ağayla başa çıkmaktan acizdir, ya da
aciz olmasa bile isteksizdir. Direnmeye kalksan başına bela alırsın, kimseye
güvenemezsin. Veya C) devlet otoritesini temsil eden Ali Paşaya karşı Hüseyin Ağa ehveni şerdir, en azından koruma sağlar. Veya D) Hüseyin Ağanın
Agop’u öldürtmesi aslında bazılarının
işine gelmiştir, iç dengeler dönmüştür.
Veya E) Kirkor Ağa dünürüyle iyi geçinmeye karar vermiştir. F) Zaten Hüseyin gelmese Hasan, o gelmese Mustafa gelecektir, birinden birine razı
olmak gerekir.
Hüseyin Ağa otuz sene ortalığı haraca
kestikten sonra ölür. Yerine oğlu Hasan
Ağa geçer. Hasan Ağa ana tarafından
Ermenidir, Ermenice bilir, ama asla
belli etmez. Çünkü silah taşıma ayrıcalığı Müslümanlara aittir, kuşku doğarsa iktidarı sarsılır, devletin adamlarıyla ilişkisi bozulur. Zaten babasının eski
adamı olan Veli Ağa komşu nahiyede
egemenlik kurmuş, bu tarafa sarkmak
için fırsat kollamaktadır. Ona koz vermeye gelmez.
Hasan Ağanın eli silah tutan adama ihtiyacı vardır. Sağlam eleman için yapmayacağı fedakârlık yoktur. Bir kısmını diyelim ki komşu vilayetin Kürt
aşiretinden temin etti; ama Kürtleri
memnun etmek zordur, astarı yüzünden pahalıya gelir. İşte tam bu sırada,
tesadüfe bak ki Hasan’ın ana tarafından akrabası olan Kirkor Ağanın sülalesi topluca Müslüman olup Hasan’ın
maiyetine katılmaya karar verirler.
Onları seven, veya sevmese de çıkar
ve gelenek bağlarıyla onlara tabi olan
komşu köyün ahalisi de Müslüman
olur. Hüseyin Ağa hanedanına sadakat ve akrabalık bağıyla bağlı olan bu
zümreye halk arasında Hüseyinağazadeler lakabı takılır. Yörenin en güçlü
ve saygın sülalesi olurlar; buralara yerleşen ilk Müslüman aile oldukları kuşaktan kuşağa anlatılır.
Hüseyinağazadelerin nereden geldiğini kimse hatırlamaz. Cumhuriyetten
sonra Orta Asya masalı devlet mitolojisi olarak okullarda öğretilmeye
başladığında birden birilerinde jeton düşer. Tabii ya! Hüseyinzadeler
Horasan’dan gelmiştir, Alpaslan’la
beraber Anadolu’nun fethine katılmışlardır. Bundan doğal ne olabilir?
Alpaslan’ın sol kol kumandanının adı
da Hüseyin değil miydi?
Hüseyingiller Müslüman olup ağa safına katıldıktan sonra ilk iş eskiden beri
nefret ettikleri Margos’la Mateos’un
arazilerine bir punduna getirip el koyarlar. Sonra gözlerini Ohannes’in arazisine dikerler. Sıranın kendisine geldiğini gören Ohannes, çevik davranıp
Müslüman olur. Vilayet merkezindeki
paşa ile kadıyı birkaç hediyeyle memnun edip onların desteğini alır. Kapısına üç tane Kürt sipahi koyar. Ne olur
ne olmaz diyerek bir de hoca tedarik
edip medrese kurdurur. Bu yüzden
Ohanzadeler günümüzde bölgedeki ilk
medresenin vakfedicileri olarak büyük
saygı görür. Kanıt olmasa da Kürt kökenli oldukları rivayet edilir.
Ardı çorap söküğü gibi gelir. Müslüman nüfus artar, güçlenir, servet ve
kudret sahibi olur. Bir süre sonra buraların kadim Müslüman ve Türk yurdu
olduğunu iddia etmeye başlarlar. Gitgide fakirleşip marjinalleşen Ermenileri hor görürler. Kiliselerde çan çalınmasını yasaklarlar. Ermenilikte ısrar
edenlerin bir kısmı “burada bize hayat
kalmadı” diyerek Sivas’a göçer. Nüfus
daha da azalır.
Sultan İkinci Mahmud hengâmında
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İstanbul’da Ermenilere fırsat kapıları
açıldığı duyulur. Talihini denemek için
payitahta göçen on Ermeniden beşi
hedefi gözünden vurur. Biri sarayın
peşkircibaşısı olarak servet ve ün kazanır; biri İngiliz konsoloshanesinde
tercümanlık bulur; biri kuyumcular
hanının idare heyetine seçilir. Elbirliğiyle memleketteki kiliseyi onarırlar;
yanına da bir okul kurdururlar.
Derken o okuldan mezun olan çocuklardan ikisini, İstanbul’da kendi aralarında topladıkları parayla Avrupa’ya
okumaya göndermeye karar verirler.
Gençler Cenevre’de üniversiteye gider.
Sürgündeki Rus devrimcileriyle tanışır.
Olaylar gelişir.
*
“Türkiye tarihini bir sayfada anlat”
diye biri bana sınav yazdırsa böyle anlatırdım herhalde.
http://www.aykiridogrular.com/haber1394-Anadolu-Nasil-Turklesti.html
İzmir Büyükşehir
Belediye Başkanı
Aziz Kocaoğlu,
Gezi Parkı direnişine
destek olmak ve
eylemlere dönük
polis terörünü
Sevan Nişanyan
yalnız değildir!
Sevan Nişanyan’ın İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye
13,5 ay cezaya çarptırılmasını protesto ediyoruz. Ayrıca Fazıl Say’ın Ömer
Hayyam şiirinden dolayı cezalandırılmasından sonra, yazar, dilci ve araştırmacı Nişanyan’ın cezalandılması
Türkiye’de Sünni İslam toleranssızlığının sadece yaygınlaştığını değil devlet kademesinde resmi görüş haline
geldiği anlaşılıyor. İsveç'te Süryanilerle bir araya gelen Bakan Bağış’ın İsveç
parlamentosunun soykırım kararını
mastürbasyon deme edepsizliğini de
bu çerçevede görmek gerekir. Ayrıca
son günlerde Tutuklu Gazetecilerle
Dayanışma Platformu (TGDP) Temsilcisi Necati Abay 11 yıl 3 ay hapis
cezasına, Azadiya Welat gazetesinin
eski Yazı İşleri Müdürü İbrahim Güvenç 10 yıl 3 ay 22 gün hapis cezasına
çarptırılması, ifade özgürlüğü açısından yeni sınırlamaların işaretlerinden
sayılmalıdır.
13 Mayıs 2013 tarihli Hürriyet gazetesinde, Mehmet Y. Yılmaz’ın Kültür
Bakanı’nın anlattığı fıkra başlıklı
makalesinden öğrendiğimize göre,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, akil
İnsanlar buluşmasında Kültür bakanı
Ömer Çelik’in Tanrıyı kastederek İftiraya ben bile bir şey yapamam, bana
da İsa’nın babası diyorlar şeklinde anlattığı fıkra, alaycı gülüşmelere neden
olmuştur.
Dünya çapında milyarlarca Hıristiyan’a hem hakaret hem de Hıristiyan görüşünü tahrif eden ve kutsal
üçlü hakkında bu terbiyesiz görüşleri
söyleyen AKP'li bakan ve onu destekleyen Erdoğan’ın hem de sözüm ona
barış için akil adamlar toplantısında
bu konuşmaya kimsenin bir şey dememesi Erdoğan’ın Ezidi, Alevi, Zerdüşt
ve benzeri dinlere hakareti ortadayken
Nişanyan’ın sadece ve sadece İslami
mitolojiyi aynen kabul etmek mecburiyetinde olmadığını açıklamasına verilen bu fahiş ceza T”C” de İslami tahammülsüzlüğün şiddetini gösteriyor.
Biz aşağıda imzası olanlar olarak bu
kararın derhal kaldırılmasını talep
ediyor ve benzeri engizisyon kararlarına yenilerinin eklenmemesini talep
ediyoruz. Sevan Nişanyan’a hayat güvencesi verilmesini istiyor ve anayasada yazılı fikir özgürlüğünün tam desteklenmesini talep ediyoruz.
Fikir hürriyet ve din hürriyeti ve bu
arada dinleri eleştirme hürriyeti insanların doğuştan hakkidir. İslamcı
terörün yaygınlaştığı bir dönemde bu
tip kararların ayni zamanda teröristlere cesaret verdiğini ve dünya barışını
tehdit ettiğini bir kez daha belirtiyoruz.
Dünyadaki tüm duyarlı insanları bu
saçma karara karşı seslerini yükseltmelerini talep ediyoruz.
Sevan Nişanyan, Fazıl Say, Necati
Abay, İbrahim Güvenç ve düşüncelerinden dolayı baskıya maruz kalan
dostlarımıza sahip çıktığımızı ilan
ediyoruz. Bize katılın, sesinizi yükseltin, zira orada söz konusu olan hepimizin onuru ve geleceğidir.
protesto etmek için
greve çıkan belediye
otobüs şoförlerine
“en ağır cezanın”
verileceğini söyledi.
http://gercek-inatcidir.blogspot.de/2013/05/sevan-nisanyan-yalnz-degildir.html
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 VE SÜRYANİLER
......... Muzaffer İris
24 Nisan Ermeniler için soykırım,
(medz yeghern) büyük felaket, Süryaniler için ise ‘Seyfo’nun (kılıç) 98.
yılı. Bütün dünya deyim yerindeyse
Obama’nın yapacağı konuşmayı ‘dört
gözle’ bekledi.
Acaba soykırım diyecek mi demeyecek
mi? Obama’nın Amerika ’dan yapacağı siyasi ve ekonomik çıkara dayalı konuşmayı bir kenara bırakıp kendi coğrafyamızda yaşanan acılara değinmek
daha gerçekçi olmalı.
İttihat ve Terakki zihniyetinin önderlerinden Mehmet Talat Paşa katliamlarını gerçekleştirirken Ermeni, Rum ve
Süryani farkı gözetmemişti. O önemli
bir tehdit unsuru olarak gördüğü bu
halkları imha etmenin kararını önceden almıştı. O, bu halkları nerede toplayacağının, nasıl tehcir edeceğinin,
nerelerde öldüreceklerinin, mallarının
nasıl dağıtılacağının, nüfuslarının nasıl azaltılacağının bütün hesaplarını
yapmıştı. Ona göre; Balkanlar’da kaybedilen savaşların intikamı ancak böyle alınırdı.
24 Nisan’ın hatırlattığı
24 Nisan’da Ermeni aydınlarının toplanıp sürgün edilmesiyle başlayan
katliam süreci daha sonra Süryanilerin de yaşadığı en ücra köylere kadar
uygulandı. Süryanilerin yoğun olarak
bulunduğu Mardin, Hakkâri, Siirt, Antep, Urfa, Diyarbakır ve Adıyaman’da
insanlar katliamın, vahşetin yaşanmasına engel olamadılar. Süryaniler,
Ermeniler kadar sayıca fazla olan aydın ve işadamlarına sahip değillerdi.
Nüfus olarak da sayıları Ermenilerden
azdı. Yani o günün şartlarına göre Ermeniler kadar güçlü ve politik olmadıkları için sisteme karşı önemli bir
güç unsuru olarak görülmüyorlardı.
Batı illerinde Ermeniler kadar sayıca
fazla Süryani de yoktu. Eğer Ermenilerin yerinde Süryaniler olsaydı ilk
önce Süryanilerden başlanacaktı. Ama
daha sonra sıralamanın da hiçbir önemi yoktu artık.
Süryanilerin Mardin, Midyat ve Diyarbakır bölgelerinde yaşayanlar katliamı
‘Seyfo’ (kılıçtan geçirme) olarak ad-
landırırken Malatya, Adıyaman bölgesinde yaşananları ise ‘Kalfe’ ya da
‘Prodayışı Gâvura’ (Hıristiyanların
toptan imha edilmesi, yok etme, vurma, kesme) olarak adlandırırlar. Bu
kavramlar günümüzde halk arasında
halen kullanılmaktadır.
Dönemin hükümet ve askeri yetkilileri
Adıyaman’da birçok köydeki Ermeni
ve Süryanileri imha etmeye başlarlar.
Sıra Adıyaman’ın Wank Köyü’ndeki
Süryanilere gelince köye doğru hareket eder ve ilk önce köyün ağasıyla
görüşürler. Köyün ağası Şeyho Bey’in
jandarmaya “Bu köy Ermeni köyü değildir. Burası Süryani köyüdür” demesine karşılık olarak komutan şunu
söyler: “Bizim için soğanın kabuğunun
rengi önemli değil, kokusu önemlidir.
Soğan soğandır.” Böylece köydekilerin Ermeni ya da Süryani olmalarının
önemli olmadığını, kendileri için bunların Hıristiyan olmasının yeterli olduğunu belirtmiştir.
1903 Yılında Midyat'ta Yaşayan Hürmüz ailesi. 1915 sonrası bu resimde
görülen insanlardan sadece bir kaçı
kurtulabildi
Bundan tam 22 yıl önce yapılan ses
kaydında köydeki canlı tanık, olayları bizzat gören yaşlı bir Kürt kadının
söyledikleri büyük ve çok önemli bir
belge niteliğindedir: “Ben şu anda yüz
yaşındayım, olaylar başladığında yedi
yaşındaydım. Köyün ağasıydık. Aske-
riye bize geldi. Buradaki halkın Süryaniler olduğunu söyledik. Ancak öldürülmelerine engel olamadık. Akşam
bize geldiler, kaçamayanları sabah topladılar. Evimizin önündeki meydanda
topladılar. Eyvana çıktım, kadın yaşlı,
genç ve çocuklardan oluşan bir ‘kalfe’
idi. Yüzleri ay gibi parlıyordu. Hepsini Temsiyas Köyü’nden Fırat’a götürdüler, dönen olmadı. Ben Cüvınekan’a
kadar peşlerinden gittim. Sonra eve
döndüm. Tanık olduğum bir diğer olay
ise köy papazının öldürülmesiydi.
Köyün papazından kiliseye ait para
ve altınların nerede olduğunu söylemelerini istiyorlardı. Papaz bir türlü
söylemiyordu. Önce iki çocuğunu öldürdüler, yine de söylemedi. Sonra onu
Süryani mezarlığına götürdüler. Bahçelerin etrafını dikenle çevirmek için
bir yıl önceden kesilmiş ve kurutulmuş
diken yığınlarının arasına koydular
ve ateşe verdiler. Bizler de seyrettik.
Yine bir gün arkadaşlarımla kuzuları
otlatmaya götürmüştük. Kalıbağ denen yerde cesetler doluydu. Yerlerde
sanki yatıyorlardı. Boyunlarına bakıp
kolye, kulaklarından küpe, kollarından bilezik, bileklik ve boncuk topluyorduk. Bazılarının gözleri açıktı.
Kendi ellerimizle gözlerini kapatıyorduk. Üzerlerinden basmadan geçmeye
çalışıyorduk. Çoğu kadın ve çocuktu.
Aldığımız takıları biz kullanıyorduk.
Bunları söylemem gerekiyor çünkü
yaşlandım. Ölürsem vicdanım rahat
etmez.”
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mardin merkezde bulunan bazı Süryaniler ‘Seyfo’nun yaşanmadığını ve etkilenmediklerini ifade edebilmektedirler. Bu tez bazıları için doğru olabilir.
Çünkü o dönemde hükümet ve çevrede
bulunan Kürt aşiret ve ağalarıyla birlikte hareket edip Ermenilere yönelik
saldırılara ortak oldukları dahi iddia
edilmektedir. Ancak bu konuyla ilgili
kesin kaynaklar bulunmamaktadır.
Direniş ve savunma
Mardin, Midyat, Diyarbakır, Urfa,
Antep, Malatya ve Hakkâri köylerinde yaşayan Süryaniler de katliamlardan kurtulamadılar. Ancak en önemli
direniş ve ‘savunma’nın Aynwerdo
Köyü’nde verildiğini birçok Süryani
kaynak bize göstermektedir. Tarihe
‘Aynwerdo Savunması’ olarak geçen
bu direnişte çevre köylerden kaçan
Süryani ve Ermeniler, Marho Şabo
Kilisesi’ne sığındılar. Tahmini 60007000 kişinin sığındığı söylenir. Hükümet ve çevredeki Kürtler tarafından 19
Temmuz’da kuşatılan bu köydeki direniş 66 gün sürdü. Süryani köylülerinin
çoğu silahlıydı. Köyü konumundan
dolayı ele geçiremeyeceğini anlayan
hükümet taraftarlarının, halkı teslim
olmaya zorlamasına rağmen halk teslim olmayı kabul etmedi. Köylüler
hükümete güvenmediklerini, ancak
Aynkafli Şeyh Fethullah araya girerse
barışacaklarını söylediler. O da devletle anlaştı, oğlu ve yeğenini Süryanilere
rehin bırakınca Süryaniler tarafından
400 tüfek teslim edildi ve barış sağlan-
dı. 10.000 asker ve 12.000’e yakın Kürt
işgalci Aynwerdo Köyü’nü talan için
bekliyordu. Şeyh Fethullah devletin
yapacağı bir saldırıda karşı koyacağını
söyleyince askeri birlikler kuşatmayı
kaldırıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Katliamlardan en çok etkilenen bölge,
Adıyaman ilçe ve köylerinde yaşayan
Süryani ve Ermeniler oldu. Misyonerlerin olmayışı, dağlık bölgelerde
yaşamaları, sınır bölgelerinden uzak,
iletişim imkânlarının yetersiz olması,
silahsız olmaları, buradaki insanların
neredeyse tamamen yok edilmesini yol
açtı.
Sonuç olarak:
Kim ne yazarsa yazsın, ne söylerse söylesin, ne derse desin ortada bir gerçek
vardır ve o da bu acıların yaşandığıdır.
Balçıkla güneş sıvanmamakta, yalanlarla peynir gemisi yürümemektedir.
Bu işe ekonomik ve siyasi oyunlarla
yaklaşmak tarihe yapılacak en büyük
hakarettir. Tarih, tarihçilere bırakılmalı denilir ama nedense bırakılmaz.
İnsanlığa düşen, bu acılardan ders çıkarmak ve bu acıyı paylaşıp özür dilemektir.
Kaynak: Radikal Gazetesi, Muzaffer
İris *Eğitimci-Yazar ; Güncelleme Tarihi: 27 Nisan 2013
Kaynak: http://www.suryaniler.com/
konuk-yazarlar.asp
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pîroziya êlêmêntên ku
bûne bingeha afirandina
dinya û jiyanê
Êzidilerin
sorunlarının
tartışıldığı
demokratik
kürsü!.
K e m a l To l a n
Li goriya ku ez ji baweriya Êzdîtiyê
fahmdikim, çi gava ku meriv bikaribe li ser cewahirên bingehên ilmê
baweriya Ezdahiyan baş lêkolîn bike,
hingê merivê bivîne ku, baweriya
Ezdahîtyê cûdetiyê naxe navbêna tu
av, ba(hawa), agir(nûr) û axa li ser
ruyê dinya(gerdûn)ê hene.
Weke ku ez ji van sebeqên ilmê
Xwedê nasîna me Ezdahiyan, yên ku
dêjen,
„Pedşê min cebar e ku
Ji durê erfan dibûn çar e
Axe, ave, baye û agir e „ (*1)
„ Xwedawendê me rehmanî
Çar qisim(cewahir) ji me re danî
Pê dilovan Adem nijinî „ (*2)
fahmdikim, Xweda yê me pêşîn ji van
her çar êlêmêntan(ax, ba, av û agir)
gerdûn afirandiye û bi wan jî Adem
jiyandiye.
Em di diyalekt nasînê de jî dibînin ku,
çerxa veguhastina xwezayê û kiras
guhastina hemû rihilberan(çi xwezayî,
lawir anjî însan ûwd.be), tenê bi reza
Xewdê û li ber hebûna van her çar
êlêmênt(cewahir)an(ax, ba, av û agir/
nûr) digere. Ev her çar cewahir(ax, ba,
av û agir/nûr) di nav hevde destpêk
û dawiya her hebûn û tunbûna hemû
tiştên xwezayî yê, çi rihilber anjî ne
rihilberan in.
Di nav zargotina me Êzdiyan de
vêga hêjî tê gotin ku, wexta Melkemot (Êzdî dibêjinê, DELALÊ DİLÊ
MİN, EZRAÎL, TAWİSÎ-MELEK,
EMÎNCÎBRAÎL, NASİRDÎN) rihê
merivekî ku kiras diguhêze jê distîne,
kesê mirî di binerdê de tê veşartin.
Ev bedena kesê mirî li kuderê, di
bin axa kîjan welatî de hatibe veşartin jî, rihê wî cardinê vedigere nav
maka xwe, Milyaket rih ji nav bedenê
dertînin û wî rihî tînine geliyê
Lalişê. (*2)
Lewma di ilmê me dê hêjî tê gotin:
„Dinya milkê rebil alemîn e
Dinya ji bo tu kesî namîn e
Dinay tenê ji bo Xwedê dimîn e
Beşerî ji axê ye û her ji bo bin axê
ye
Bin Ademo, eger tû hezar salî li
dinê bî
Tû bi zêr û zegerê malê dinyayê bi
xinê bî
Her tû yê rojekê mêvanê qebrê bî
Ruhe rihmanî, nabête fanî,
her dê rojekê biçe ber destê wî
Ezdanî“ (*3)
jî dewlemendiya mirovatiya li Mezopotamiya yê, civak û olên Kurdî ye.
Di vê zargotina me de hêjî tê gotin ku,
tu evdî bi Xwedê, her heft melyaketên
qedîm,
Melek, Horî û hwd.ra dahin standin
ne kiriye. Tu evd vêga hêjî nikare şêwe, şikil, sûret û wênê Ezda,
Melyaketên qedîm, Melek, Horî,
Perî, Cin û gelek Xwedanên xwezayê
bi peyv û pênûsan tarîf bike, çêke û
hebûna wan tenê li deverekê, cîh û
mekanekî de bivîne anjî bide xwanê.
(*4)
Weke ku ez ji vî ilmî û zargotina me
Êzdiyan fahmdikim, axretnasîna me
Ezdahiyan(olperestiya xwezayî) qet
cûdetiyê naxe nava tu cewahir(ax,
ba, av û agir/nûr û hwd.)ên ku bûne
bingeha afirandina dinya û jiyanê.
Êlêmênt(ax, ba, av û agir/nûr û hwd.)
ên li her welat û devera ku li ser ruyê
dinyayê hene tev weke hevûdinê
pîrozin.
Min gelek caran gotiye û ezê dîsa jî
bêjim, ciyê şer û aşîtî, saxî(tendurîstî)
û ne saxî, aremî û tengasî, têrbûn
û birçîbûnê, zilm û xembarî, delalî
û ne delalî, hezkirin û dujminantî,
bihişt(cinet) û doj(cahnim)a, başî û
xirabî, paqijî û ne paqijiyê, zanîn,
marîfet, heqîqatê û hwd.dilê merive.
Lewma jî bawerdikim ku, fîlozofî
û mîtolojiya Ezdahîtiyê serekaniya
zanîna afirandina dinya yê, bingeha
hemû mîtolojiyên xwezayî, bi taybetî
1- „Qewlê Şêxûbekir "şaxa 5": http://
www.lalish.de/modules.php?name=Ne
ws&file=article&sid=54
*Çavkanî:
2 - Kemal Tolan -Nasandina
Kevneşopên Êzdiyatiyê, Weşanên
Perî- Çileyêpêşîn 2006 Stenbol.
http://www.welatperwer.com/ligoriya-ezdinasina-min-kemal-tolan/
3 - Pîroziya Axê li cem Êzidiyan :
http://www.lalish.de/modules.php?na
me=News&file=article&sid=183,
Qewlê sere merge http://www.youtube.com/watch?v=ppxXEBftf R4
4 - Kemal Tolan -Bi Dîtina Min, Di
Ezdahîtiyê De Parêzgeh„Hec“Ke
Sereke Û Pûtperestî Tûne Ye !
http://www.kurdi.lalishduhok.
com/index.php?option=com_
content&view=article&id=199:biditina-min-di-ezdahitiye-deparezgehhecke-sereke-u-putperestitune-ye-&catid=36:gotar&Itemid=76
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
-Ma, ewro to rê meymanime, verê
adırê to de, to rê qesa de kotiye nêna
vatene. No camat saad bo, mesto
birro yine ke teseliya xo ma ra gurete,
sıre yeno to. To vana, ez demis mebi,
mı ret verdanê, nê?
QESÊ
VERÊ
LOCINE
C e m a l TA Ş
Qeseykerdoğ: Sey Xıdıro Khuresıc
SAAN AĞA
Saan Ağa, Bextera ra lace Usıv Ağay
bi. Dewanê Xozat de Bêspuxar vanê,
bonê xo uca de bi. Vişt u di serra de
bi. Zaf zerrevêsai bi, derdê herkesi de
berbenê. Hama Piyê xo Usıv Ağa zaf
zerrepêt bi. Hukmati ke Dêrsim de
qeraqoli day vırastene, ez vişt serre
biya. Ostorê de Saan Ağay eşt bi, xeğ
bi, mı o waxt ostorê Saan Ağay rê
seişêni kerdenê. Qereqolê ki Khela
de dabi vırastene. Usên Ağayê Khela,
Saan Ağay rê xebere rusnê, vat ke:
-Cendermanê qeraqoli çênekê ma pê
guretê, qesto cı kerdo. Ma şime basquniye, cendermey kişti. Ma kotime
çheke sıma ki phêşti ma dê.
Sey Rıza, hire roc de rê Saan Ağay
rê mektube rusneno, vano:
-Kefenê xo serê xoro pıresne, Zeynel
be Rayberê Qopi meverde lewê xo,
tey mefeteliye.
Cepê ma Koê Sıncıke bi, cepê Sey
Rızay ki Koê Bokıre bi. Rocê, ko de
zoniyê vore vora. Sodır lêlê ra Saan
Ağay mi rê vat ke:
-Ostori bonce teber, doç de pêbıcê
bırame, ez serba lacê dedê xo biya
xeğ, ya kistê ya weşê, nêzana.
Ma gınayme raê, jüo de Bexterıc ma
de ro, hona cênco, kitabê têyo, dewreşine keno, vano:
-No kitap terefê Heqi ra mi rê ğeyip
ra amo.
Ma ke veciayme cepê Sıncıke, ko de
rêcê qoliga amê, verdê ra, vore pısqıta
beliyê. Exro ke Zeynelê Ali qol gureto
şiyo, des u haut qoligê mekera eskeri
kelepur kerdê, ardê berdê Qenda.
Saan Ağa ma ra bırıya ra, hetê
Kemerê Aliqadıri ro şi terefê Mendıke. Hama, qêwğa jubin gureto, zê
gêrmi girina. Wertê vore de ostor
mı dest de ro, jüo de Nenıkıc be jü
Khuresıcia lewê mı de rê. Xafıl de
ağır makina vat ke: "gır, gırr, gırr." O
Nenıkıc wertê ma ra til bi, gına waro.
Khurâsıci pasqulâ herd de dê pıro vat
ke:
-Lacê çınay, kami to rê vat ke: 'raurze
xo ser'.
Exro ke qersune gına baji, herme de
çel kerdo.
Ma hata verasan uca mendime, veng
ama, vanê:
-Saan Ağa vano: 'Ostori bicêrê, hetê
Gerreka Sovgi ro bêrê Sovge.'
Ma kotime raê, şime Sovge, sıliye
vorena, çelpe-sugia. Ma şime Sovge ke Saan Ağa hao çê Sılê Kupi de
mêymano. Cırê di teni bızêki sere
bırnê, kerdê kabab. Mılet dorme de
ronistaiyo, mobet kenê. Saan
Ağa vacia Silê Kupi de, vat:
-Lace çınay, to sona lewê Cevdet
Sunay yena, hurênda ma cırê vana,
esker ma tareme keno.
Silo Kup vano:
-Saan Ağa, heq bo pir bo, ez çiyê
heneni nêkena. Ez sona, eskeri ver
fetelina ke dêmisê mı mebê, xo rê
dewa xo de ret vınderi.
Saan Ağay vat:
Saan Ağay be havalana kotê vırniya eskeri, dı hirê taxım çheki,
pusuley, dı qati cıli ardê. Cıli; etle
Kırmancanê, eskeri berdê, yi kotê
vırniyê, têpia cıra guretê.
Ma, a sodır vêştime ra sime Koê Wertey. Zêynel be havalana goligê ke ebe
bara mekera ra kelepur kerdê ardê, tê
werte de bare kerdê, her keşi hêsa xo
gureta. Weli Ağa ki tey şiyo, ostorê
yirê veto, jü qatırê ki Saan Ağay rê
vete, hama Saani nêgurete, vat ke:
-Ez rajiya, hêsa mı bıdê rê Zeynel
Ağay, ma kotim herb, ez golige se
bıkeri?
Ma, rocê Derê Arêy de mendime,
esker ama Birıke. Bırazayê Sey Rızay
Duzgın ki ucao. Qêwğa biye têra, ma
barkerd ke şime Tılage. Esker ke bi
zêde, yine ma rê vat ke: 'Niya serra,
sêrê Mığara Zağgey.'
Sey Rıza, raa Saan Ağay Pino
Ma ke sime Tılage, Saan Ağay vat ke:
-Urce, Sey Rıza cor Koê Bokıre de ro,
şime uca.
Sey Rızay Koê Bokıre de xo dardo we, golımê Şıxheseni de fıtıq
esto, qora de ki suji esto, biyo kud,
nêşikino bıfeteliyo. Dedê Saan Ağay
Alisan Ağa ki ucao, Alisan Ağa Saan
ağay ra xırt bi. Se ke ma veciayme
diar, tiyarey hawa ra veciay. Bumbey
nay Tılagê ra, dewe wertê mız u dumani de verdê. Saan Ağay vat ke:
-Şime dewe, belka mılet qırkerd, ala
se keme.
Ma şime Tılage, Xıdê Phırke kokımo,
herdisa xo, verda sênê xo ser. Xıdır
cêra ra Saan Ağay, cırê vat:
-Saan Ağa, Saan Ağa..! Çê to sên
bo, to qe Heqi ra nêtersa, to qe Heq
nêard ra xo viri. To nêşkiya cırê vacê
no feqıro, nine ni bonê mı bumbe
kerdi, cor de rıznay mı ser.
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Saan Ağay vat ke:
begi. Yüzbaşı yina ra pers keno, vano:
- Xıdır, qusur de sêr meke, famê mı ra
veciya, mı fam nêkerd ke cırê vaci!
- No ostore kamiyo?
onte, yüzbaşi gındır bi. Ostor şi kot
werte goliga, eskera goligi têde sanay
xo ver, sanay ko. Mı vat ke:
Yi, Tırk ki nêzanenê, jüanê ma ra
cüab danê, vanê:
-Saan Ağa ostar berd, balê pane
geber ke.
- Ostorê Saan Ağayo.
Saan Ağay vat:
Eskera yi di kokımê ma uca de sungi
kerdi.
-Se pani, çê vêsaê, ostor ê pıranaişiyo?
Eskeri ke hurenda Saan Ağayi doz
kerde, yi a fes u puşiya xo gurete, pê
Mıxeşige ro, Çala Xoriyê ro, wertê
bırri ro ama pê bonanê çê Turabi. Uca
ra venga mı da, vat ke:
O, ostor zê mordema bi. Rocê,
tenga de to ke bıbiyene, o pê to de
merrediyenê ra, nıngê xo estene to
ser, hên vınetene, qersune ke amê, yi
pê to de, xo dardenê we.
-Verva mı bê.
Ma roca bine barkerd, hurenda xo
vurnê. Phonc çê ma estê, her çê de
çarigê non esto, des u di qati cıli estê.
Hama a derê ro goligi nêgurinê. Sarê
ucay ra jü Cemşi eşt bi, jü ki Comerd eşt bi, Comerdi ma bonanê xo
nêverdayme, tersenê, vatene: "Esker
bonanê mı vêsneno".
A roce ma Tılage de mendime, bi
sodır ma çê xo barkerdi, berdi Derê
Zımayıge. Uca warey estê, bi peroc,
mı zengiyê ostorê Saan Ağay serra
kerd. Ostorê Saan Ağay be xo awe
kerdene xoro, ma ke ostor kerd awe,
yi xo werte awe de lebetna, awe este
xo, cor veng ama, veng danê, vat ke:
-Bokıre ra veng danê, vanê: 'Eskerê
Muhafız Elaiya Oereğlani, nao ama
Birike, Saan Ağa ke koti de ro mevınde ro, bêro'.
Saan Ağa nişt ostori, Lace Phırcoy
ki çheki gırêday, mı be yi pêya, Saan
Ağay dıma şime. Saan Ağay mı rê vat
ke:
- Mı dıma bê, ez ke siya Mıxeşige,
pe şüya bona de ostori uca verdana.
Çantê fisega be dürbüna uca nana
ro, ostor ki Merge de gırê dana, to ke
ama uca, lewe de vınde.
Ez vecia ser şiya, mı sêr kerd ke Saan
hao zıng têyna veciyo Kertê Birike.
Hama, exro ke Elaiya Cevdeti na het
ro ama, xebera ma çina. Bokıre ra
Alisan Ağay veng da, vat ke:
-Saan Ağa meso, vırniya to de bırr
esto.
Ez ki durbine de sêr kena. Saan Ağay
famkerd ke Alisan Ağa aravki qeseykeno, dêma esker dorme dero. Fes u
puşiya xo este bırri ser, xo sana kınar,
uca pit. Uca pino ke esker ke fes u
puşiye diye, heni zano ke Saan Ağao.
Tufong nano uca ra, Saan Ağa ki
hurendiya eskeri doz kero, o ki tufong
berco eskeri. Veng gına tufong ro,
qewğa ke jubin guret, di hire eskeri
na hetê mı ser gındır bi.
Ostor, cor Merge de gıre daiyo, eskeri
dorme ostori guret ke pêbıcê rê. Ostori ebe pasqulana dı neferi kişti, eşti
herd. Cor de esker veng dano jubin,
ez heşina pê, vanê: '3. bölük qumandani vano': "demişê ostori mebê, hata
ke ez ama". Se ke qumandan ama,
ostor pêguret. Uca lewê eskera de, dı
kokımê Kirmanca estê, jü herdisıno
namê xo Poro, jü rê ki vanê Topê Al-
Ez siya resta cı ke çimê Saan be, e
Lace Phırçoy biyê pırrê goni. Mı dest
kerd çıma ra, tenê ke mend, Saani mı
rê vat ke:
-Tufongê mı bıcê.
-Ez nana yüzbaşı ra.
Koê Sultan Babay de non qedia, Saan
Ağa ama uca. Binê Tılage de pirdê
eşti bi, demdai bi, ma pıro vışiayme
bover. En mığara girse dê ma, şime
kotime Mığara Sırpati. Awe berda pê
mığara ro çerexna, verê çeber de zê
çırtıke erzena. Vırniye de ki des u
phonc basamağê xo estê. İmame
Laçi, jü ki Şıxhesen amay lewê ma.
Ma, Çhemi sero dara ra pırd gırê da.
Nisanê wertê mendosa de gurete, tey
Rocê tufong erciya, Saan Ağay vat ke:
Mı tufong guret xo dest ke ze kıla
adıri vêseno. Ses destey fisega ra jü
deste mendo. Saan Ağay cığara xo
pistê, sımıte, Mı vat:
- Saan Ağa, ostor hao rema.
Saan Ağay vat ke:
-Sıma ita vınderê, Ez, Weli Ağa, jü ki
Memê Hure sonime Gogane. Ewro
hata san esker de damê pêro.
Gogane ra cêr mığarê qıçkeki estê,
Abasa amê, kotê uca, mal u dowarê
xo ki lewê de ro. Na hetê Koê Bokıra
ra eskeri top erzenê, nanê yi mal u
dowari ra.
Saan şi, a roce qewğa kerde, roca
bine vengê tufongi bıriya. Mı be Lacê
Phırçoy ra mığara de vınetime. İmame Laçi veciya ama, vat ke:
-Qalmekerê, pırd binê ma de şikia,
Lıl be cêniya xo, jü ki Bıraê Aliyê
İşi gınay Çhemê Muzuri ro, awe
berdi, kerdi binê kemera girse, endi
nêveciay.
Lıl ke koti ro şiyene, çiyê xuyo qime-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tın xo de berdene, a roce ki altunê xo
vıle de biyê. Dêma Altuni gırani biyê,
nêveciyo awe ser. İmame Laçi vat ke:
lewê mı.
-Xatunanê çê Abas Ağay rê qesey
mekerê, Saan Ağa yi kistê.
-Mı ewro hewnê xo de Sa İsmailo
Khuresıc di. O, zato de zê Pexamberi
bi, yi waxtê de vat bi: "Rayberi bıkise." Mıleti vat bi ke: "No, budelao."
Saan Ağay hewnê xo qedena, pusula
onte vat ke:
Endi jibayıs u kharraisa berbayme,
dame xo ro, xo ruçıkneme. A roce ma
oncia pırd gırê da, sewe şikiye, Saan
uca veciya. Se ke ama herslemiş bi,
vat ke:
-Mı de Khakıta piyê sıma nênê. Ez
ama kota wertê aşiranê sıma, dêma
biya koti? Sıma be pheştia mı ra
fetelinê? Sıma cêniyanê ma tersnenê,
vanê: "Saan kisto, zerrê xo kenê sa"?
Ma rê vat ke:
-Urzerê..! İta, ê vınetene niyo.
Ma, uştime ra, kotime nınga pırdi,
hama endi sewa. Hire reseni kerdi
pêser, eşti vıle manga ke bover
vışnime. Ma, hata sodır mal u dowar
têde kerd bover. Gınayme bınê Gogane, tufongê Şıxheseni ki Saan Ağay
esto vılê xo. Nonê ma ki hetê Tılage
de mend, vêsanime. Raê Gogane tırr u
terrisê, golige nêgurina.
Hên ke sêr kena vana nêjdiyo, hama
sonime nêsonime, raê nêqedina. Ma
rêştime Gogane lêl kot de, taqatê ra ki
kotime, Sasmailê Khırri vat ke:
-Biya miyê sere bıbırne, ma rê roni de
sur ke, xo rê burime.
Awe çina, vore esta hama kermi kotê
cı. Vas hênyo ke erzeno miane. Şixhesen ki ma ra cor Derê Khela Gogane
de ro. Miyê sere bırnê, ma xo rê gost
werd. Saan Ağay, Şıxheseni rê elçiye
rusna vat ke:
-Cırê vace, ma koti de hurendi bicerime?
Elçi ama, vat:
Şixhesen vano: 'Berê, ravêrê qarşiyê
Sultan Babay de merxa de girse esta,
binê aye de ronê, merxe gırsa, eke
sıliye bıvoro, binê xo de ro nêdana'.
Ma goça xo gurete, şime binê a merxe
de naro. Bi sodır, Saan Ağa hayıgê xo
bi. Venga mı da vat ke:
-Usênê (Sey Xıdırê, nb) mı, ala bê
Ez şiya, vat ke:
-Jüo de sıpela nao Warê Kurna ro
yeno, ez vana pirê ma Sa İsmailo.
Ma veştime ra xeyle ca vera cı şime,
dot ra ama ke raşti owo. Ma şime
desta, kelê xo bırna, yi dest da
pheştiya ma ro, ma rê düway kerdi.
Amayme bınê merxe de niştime ro,
cırê non ard, yi xo kerd mırd. Pulur ra
koto ra raê, amo Mırcan, hen Khela
ro Thuzuk Baba teqib kerdo, amo.
Xuya de yi eşt biye, cara pera ra mejdia nêguretenê, des qurşi, phonc qurşi
guretenê. Saan Ağay rê vat ke:
-Saan, çıralığa mı biya..!
Saan Ağay vat:
-Piro, to cedê xo kena, no halê ma se
beno?
Sa İsmaili ebe beçıkanê xo Lacê Lıli
be Lacê Phırçoya salıx dayi vat ke:
-Saanê mı, hukmat pê to nêşikino,
hama ni toa (to rê) xaynêni u êbextine
kenê. To ki hadarê xo vınde. Khures to de haval bo, bıko. Mı berê çê
Şıxheseni.
Ez kota vırniye, mı Sa İsmail berd çê
Şıxheseni. Ma ke şime nejdiye bona,
Anıke, veng da Şixheseni, vat ke:
-Şixhesen bê, pixamberê ma Sa İsmail
nao ama..!
Ma şime zerrê çêyi, Sa İsmail uca
saatê nêmend, vat ke:
-Mı rê pırd salıx dê, ez ewro sona
lewê Kokımi, uca ra sona Torım.
Ma inam nêkerd, çıke, raa rocê ra
zêdewa. O, a roce sono Koê Sosına de
Sey Rızay vineno, uca ro sono Şine,
uca ra vereno ra sono Torım, sande
Memed Ağayê Ağayê Qıci rê beno
meyman.
Ez peyser ama bınê merxe, elçiyê
Zeyneli ama vat ke:
-Zeynel vano: 'Saan Ağa ça uca teber
ra mendo, va bar kero bêro lewê ma'.
Esker veciya Thuzık Baba, çıke ma
ke sonime koti, ma dıme ra yeno. Ma
ki wazenme ke zuqar de caê xo ra
vurnime. Rocê, Demena ra Cıvrail
Ağa, (Cıvê Kheji), Lace Sile Suri be
mordemanê xo ra amay lewê ma. Vat
ke:
-Saan Ağa, ma amayme ke to berime.
Bê wertê ma, qedao ke to rê yeno, va
ma rê bêro.
Nêtê Saan Ağay eşti bi ke sêro hama,
Bextera nêverda. Ma qan kerdime,
berdime çê Sey Rızay. Rocê vêrdê ra
xebere amê, vat ke:
- Esker amo binê bonanê Derê Arey,
Tornoba de Çhemê Muzıri sero pırd
vırazeno.
Zeynelê Ali ama, vat ke:
-Saan Ağa ha de şime.
Saan Ağay vat:
-Şime se bıkime?
Mektuba Sey Rızay ra tepia, Saani
zana ke fetelnenê ke yi be Alişer
Efendi ra bıkise. Ma Bextera şime
fekê Çhemi, eskeri min kute ke, pırd
vırazê. Ma, tufongi nay eskeri ra, yine
pırd ca verda voz da, a roce hata san
eskeri de da pêro, san de cêrayme ra
amayme. Zeyneli vat ke:
-Saan Ağa, sıma ewro meymanê
mınê, hadê, şime çê ma.
Ma ke şime, raê ra Saan Ağay albozê
xo temey kerdi. Vat:
-Lao, Zeynel çêfê xo ra ma nêbeno,
san de cılê sıma ke teber ra fiti ra,
pesewe, hurenda cılanê xo ra vurnê.
Di teni tornê Mıste Sure este, jü
Mıstafao, jü ki Efendi bi, yi ki a roce
ma de amay. Sande ma rê kabab sana
cı, ma nonê xo werd. Cılê ma teber ra
fit ra. Tornê Mıstê Saate İbrahim be
Lacê Phırçoy, Saani pinê. Tornê Mıste
Sure peseve veşti ra, şi zerre, ez usta
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ra mı cılê Saani vurnay ra. Xeyle
sewe ke şiye, Zeynel ama teber, tepia
şi zerre. Tornê Mıstê Sure Efendi be
dire tenena amay teber, nêard hasab
ke Saan ra nê. A roca bine Saani vat
ke:
-Sey Xıdır to, apê mı Alisan, Usenê
Mamıki jü ki Xıdê Phırçoy ita Direğe
de mali bıçıraynê. Ez domana bena
balıka.
Saan qotmış bi şi, ma Direge de mal
çırayneme, cêniya Lacê Phırçoy,
cema sani veciye, amê. Berbena dana
xo ro, vana:
"-Wİy, wiy ...! Qırkerdi,... Kisti..!"
rêcena herd?
-Lao İbrahim to ça arda?
Zekina vat ke:
Yi vat:
-Serê Alişer Efendio cıra kerdo ardo,
benê teslimê Elaiye kenê, Khuresıcê
mı. Ala vınde, soğıniya ma sebena.
-Ez serba to arda, pirê ma Sey
Divaney ki vato: 'Sey Xıdır rê wayir
meveciyê, o Saani de feteliyo, ma rê
bela pêda keno, esker ma qır keno'.
Ma uca ra bar kerd amayme Koê
Balka de restime Saani. Ma çhırria
Alişeri cırê berde. Se ke heşiya
pê, hurenda xo de nist ro, vat ke:
-Mızê ma rê ame, Alişer Beg kisto,
yi dıme ra sıra yena ma. Tırki teliyê
destê xo, ebe xayınanê ma vecenê,
no mi rê biyo derd.
-Mordemê de mı sıma pê gureto,
yi verdenê ra ra verdê, nêverdane
ra ez ewro pesewe sona basquniya
qereqolê Qereğlani, neferê de sıma
wes nêverdana.
Ma vat:
-Çıko, se bi?
Aye vat ke:
A xeta ke Saan Ağay rusna, kota yüzbaşi dest, venga mı da ez berda
qatê seri. A xete muskıte mı, mı ra
pers kerd, vat ke:
-Alişer Efendi be havalana mığara
de kistê, Zeynel amo, vano: 'Saan
Ağay ki (d)amê kistene.'
Zekina des u di goligi ardi, çê ma bar
kerdi. Ma ke goligi berdi verê çeberê
çê Zekina, Zeynel yi cêro veciay, pia
qeseykenê. Efendi vano:
-Mı sıma rê vat ke, raver cêniya
Alişêri Zerifa bıkesê. Sıma ke vatena
mı bıkerdenê, cênike ma ra ne dı mordemi kistenê, ne ki kerdenê dırbetin.
Qersune kınarê pısa de kota Mıstê
Sure, kaleke de çırtmış kerda, dırbetıno, cıra goni yena. Zeyneli mı ra pers
kerd vat ke:
-Khuresıcê mı, Saan Ağa kuyo?
Mı vat:
-Saan Ağa ita ra şi.
Zeyneli vat ke:
-Ça nêvınet? Ma, o kerd nisangê Sultanbabay. Biyo dısmenê Heqi, xaynêni
keno.
Phonc roc ke bi tamam, mı sêr kerd
ke tawla de jibais yeno. Taylım yüzbaşi dano mormekê ro, ebe cızmana
veciyo ser, dawesneno, o mordemek
ki bine de jibeno. Derê Hemırxani ra,
Khuresa ra Saan Ağay xete nusta, da
yi mormeki rusno elaiya (alaiya, nb)
Xozati, vato:
Mılet vêsano, thaba çino, qıtlığiya.
Hetê ra esker vecino koa, her keşi
derdê xo gureto. Mordemê ma ki mi
rê vanê: "Wertê ma de mevınde, to
Saan Ağay de fetelina, esker ke ama
seveta to ra ma rê xebera vano." Saan
Ağay ki xo kerdo hazır ke, sêro hetê
Kemaxi ra kelepur biyaro. Ostor ki
çino ke ez seri, ostor eskeri berd.
Bextera ez dewê ra kerda teber, jüo de
Bexterıc ama vat ke:
-Bê piya sime Türktaner (Tanera
Tırku, nb).
Ma ke sime Xozat, subaya ez diya, vat
ke:
-Na isliga Saan Begiya, to gureta pıra.
Mı ser kerd ke heqbe esto ostori ser,
cıra goni recena herd. Mı vat:
Ez esta hepıs. Çıke; ez Xozat de Saan
de feteliyenê, qaymeqami, yüzbaşi be
albayi mı nas kenê. A roce biyê san,
İbrahimo Bexterıc ki ard est zerre.
-Heq kenê a sene goniya heqbe ra
Mı va:
-No yajiyê kamiyo?
Mı vat:
-No yajiyê Saan Ağayo.
-Saan Ağay çend serri wendo?
-New serri wendo.
-Çend serriyo?
-Vişt u dı serra de ro.
-Resmê Saan Ağay estê?
-Resımxananê Xozati de estê.
Şi resmi ardi, pıro sêr kerd. Se ke pıro
sêr kerd, albay tarmele bi şi, qê fek
nêlewna, ez verda ra.
Ez hepıs ra veciya, heşiya pê ke Saan
Thanjiye de ro. Mı be piyê xo şime çê.
Piyê Taxşici Sukuri ama vırniya ma,
piyê mı rê vat ke:
-Seyd Hemed...! Saan Ağa itao.
Mılatê ma, Hopa Balıka de ware de
ro, ma şime uca. Piyê mı a sande
vesnê kerd qırban. Xeyle sewe ke şiye,
ez kota ra, pesewe jüyê, lewê na ni
çimê mı ra, lewê ki na ni çımê mı ra.
Ez usta ra ke Saan Ağao. Mı rê vat:
-To xeyle tersa?
Mı vat ke:
-Tabi tersena, qocê hukmatêo.
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Saani vat ke:
-To endi serbest bıfeteliye, ma rê ke
çiyê lazım bi, ma xebere dayme to.
'Ga ke gına waro, kardi sere benê
deyra'
sımsêr thuz nêbiyo, têde xısır kerdo.
Ma şime vere qereqoli ke Sule Begê muxtar be lacê xo Sukri, jü ki
mordemê ardo uca, cenderrney sanê
dorme. Mı vat:
-Sule Beg...! Kami to arda?
Ez endi Saan Ağay de nêfeteliya.
Serra 1937 ine de Aptullah Alpdoğani
sıfte kerdo; Xozat de qısla vırazenê.
Mıletê ma ğare cı kerdo, tey gurinê.
Ma de Pir Hesenê eşti bi, dustê Saan
ra bi. Cırê Ağaê Kheji vatene, hire
burca xo estê. Bêro Ağaine ağao, bêro
seydine seydo, bêro hukmatine mamura pilo. Pir Heseni mı rê vat ke:
Yi vat ke:
-Sona koa de fetelina se kena, mıleto
ke sono qısle de gurino, yine de so
Xozat, ma rê çi biya.
-Lacê Helê Abaşo ke des u phonc teni
na Qereglan ra kistê, o mordomo.
Ez ki şiya Xozat, qısle de dı roci guriya, roca hireine çhırria Saani amê.
Mı be jü Khuresıci, qısle ca verda,
fotoğrafê de Saani guret, Xozat ra gınayme raê, peyiser sonime Bêspuxar.
Ma ke amayme pê qıslê Xozati ra
verdime ra, ma ser kerd ke Xıdırê
Lıli, Xıdırê Phırçoy, jü ki Tornê
İbe Mıstê Sate İbrahim haê dot ra
yenê. Kıncê gonini pırayê, Elemana
Saani herme de ro, düzme fisega be
durda Saani vıle de darde kerdaiya.
Ma vêrdime ra şime, restime Dewa
Dewrâşi, Efendiyê Hesê Dedi uca
mali verde ro, dot ra venga ma da vat
ke:
-Xeğenê, xeğenê, sıma sonê koti?
Eskeri dorme Bêspuxari gureto, zê
bızêka sıma sere bırneno, Qeroğlan
ro sêrê. Say ke Saan weso, sıma dest
u baji semernê we, sonê.
Ma ke sime Qeroğlan, qereqol uca raê
serowo, eskerê ucay mı nas kenê. Ma
sime ke cenderma ra Boluli Memed,
hao awe sero riyê xo tereno. Mı rê vat
ke:
-Xıdır hoş geldin. Gel sana bir bir
silah vereyim, git Saan'ı bekle.
Kaê xo be ma keno, hama (thawa, nb)
destebera ma nêna, perr u payê ma
şikiyê. Ma verdime ra şime paga Çê
Sımıki ke her ca goni u golasur (gonaşir, nb) de vind biyaiyo. Ebe sımsêrê
de khania, serê Saani lesê ra bırrno,
-Lacê kerckıni ez arda.
Mı vat:
-O mormeko ke lewê sıma deo, kamo?
Vat ke:
Hama mormeki na sapqa xo yan na
qafa xo ser, qebedayi fetelino, qe xo
de nêveceno, nêvano ke mı kisenê.
Sırrı onbaşi veciya teber vat:
-Hıdır hoş gelmişsin.
ama, vat ke:
- Xıdır ez ama ke to beri Qerexlan.
Ostori Saani, des roc esto ke ardo
uca, kes nêthawreno alef cı do,
waxto ke vêsaniye ra geber bo. Mı
albay ra teminat gureto, kes damisê
to nêbeno.
Çıke o zano ke ez Saan de feteliya.
Zerrê mı damışt nêda, ez usta ra tey
şiya. Ma sime ke lewê bonanê Xıdır
de gore gırê da, dorme dara ra çit
kerdo, ostori kerdê cı.
Ostorê Saani biyo tulegın, kalaki
niştê jubin ra. Se ke ez nat ra şiya, mı
eskil kerd, dot ra kırkıriya ama, serê
xo kerd vırandya (vırana, nb) mı, cor
de çıma ra gurr, gurr, gurr kerdi war.
Zerrê mı kerkele da, çimê mı bi pırre
iştira, ez ki berba. Saan ke kişino,
o di roci iştira keno war berbeno.
Yarbay İsmail Hakkı Tunay ama lewê
ma. Vat ke:
-Alef cıde.
-Hoş bulduk
Mı alef da ostori, tımar kerd. Albay
vat:
-Nereden geliyorsun?
-Reyê cınise.
-Hozat'tan geliyorum.
Mı şiliyê dê qafê ro, ez nista cı, sere
u qına xo kerde jü finciki eşti, eskeri
hêni remenê, hêni remenê. Albay vat
ke:
-Nereye gidiyorsun?
-Ben köyüme gidiyordum, Erlerden
Bolulu Mehmet bana dedi ki: 'Gel,
sana silah vereyim git Saan'ı bekle.'
Se ke mı hêni vat, cenderrney têde
day arê, tê şirta iştima kerdi. Sıra wa,
da têdine ro, hên gırmıka sano ra ke,
çhiki çımanê yine ra perrenê, vat ke:
-Çaê şiliyê dana pıro?
Mı vat:
-Xuya xo nia wa, hem cınistene de,
hem war amaine de şiliyê ke pıro
medê, nêverdano.
-Eşek o... eşekler...! Dêma Saan
gewexno, kaê xo be cı kenê? Saan ke
amenê ita, ça sıma miji verdenê
xo? Sıma roca Heqi non u pendirê
Saani werdenê, ebe kababanê Saani
çêf kerdenê, ewro ça ebe cendegê
Saani ra , kaê xo kenê?
Mı ke surrê, dı surri ard berd, Yarbay
yaxê mı guret, vat ke:
A roce ez şiya çê, san de yi hiremena
mordemanê ma, ma ra tepia uca qereqol de sanê qersuna ver, kisenê.
-Ez ke seri Xozat, esker nano mı ra,
mı kiseno.
Ostorê Saani bêşuware mend
Rocê, Qerexlan ra Muduro Bexterıc
Toa ke ni ostori hata Xozat ma de
biyarê.
Mı vat:
Yi ebe zora ez rusna. Ez hata Sırtıka
tey şiya. Mı çausê na pıro, musna cı.
Yine berd Xozat, uca ra berdo Anqara. Bado mıletê ma ra taine eskerina
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
xo Çanakkale de kerde, yine o ostor
uca di bi. Nınge ra ki dırbetın biyo,
biyo leng, tedine o nas kerdenê.
sano ita, urce so.
Alisan Ağa heşino pê, vano:
Saan Ağa saata xo ro sêr keno, vano:
-Xıdır...! Çıko qalê Saani kenê?
Mısawre Saan be Alisan Ağaya kene
-İbrahim, so ma rê bızêke sere bıbırne, sorba qerteke merê (sorbeki ke ma
rê, nb) biya.
Xıd vano:
Saan be tayê isanê Bextera sonê
Thanjiye. Uca de Memê Hure vano.
-Saan Ağa ez heşiya pê, Lace Phırçoy
be taina mısewre kerdo ke to bıkise.
Saan inam nêkeno. Hama Saan Ağa,
dı roci ra raver, Lacê Lıli be Lacê
Phırçoya rusneno Pakıra. Yi sonê,
taxaletê Avdıla Pasay benê. Dedê
Saan Ağay, Sılemanê Weli Begi
Pakıra de vınetenê. O hetê hukmati de
bi. A roce Lacê Lıli be Lacê Phırçoy
rê vano:
-Sıma ke besekenê Saani bıkisê, bêrê
taxaletê hukmati bê.
Saan sono Thanjiye. Bilges de Hemırxan esto, Elqajiye de Lacê Phırçoy
vano:
-Saan Ağa; ez, to, Welekê ma be
Memê Hure bêrê, şime Koê Balıka.
Dedê to Alisan Ağa, Canikê Pêre
bırayê to wo qıc, İbrahime Tornê İbi,
ni ki serê Dewa Dewreşi. Roca bine
yeme reseme pê.
İbrahim ke sono, Saan Ağa kuno ra.
Saan Ağa hewn de nırrenê. Tenê waxt
ke vêreno ra, Lace Phırçoy, elemanê
Saan Ağay bınê bercinê Saani ra onceno, Saan hona hayıg beno, vano:
-Lao, çıko heni kena?
Lace Phırçoy vano:
-Saan Ağa, mı dest kerd bıne cıla to
ra ke ala qutiya tutuna to kotiya, mı
xo rê cığara bıpistene.
Saan Ağa qutiya xo veceno, cı ra
cığarê dano cı, vano:
-Bıcê, to be na cığara wa tê rü de.
Saan onca sono hewın ra, eke nırrais
yeno, Lacê Phırçoy zano ke hewnê şirin de ro. Tufong bınê cılê ra onceno,
sano çare, o bin ki tufongê xo sano
sêne, hurdmena nınga tufonga oncenê.
-Nê, nê Alisan Ağa, vanê: 'Dilê Ağay
kisto'.
Se ke konê dere, çheka Alisan Ağay
cıra cênê, Alisan Ağa, vano:
-Dêma ke yine n. ma. Saani, sıma ki
n.. ma. mı, ne?
Uca çar mordemi nanê pıra, Alisan
Ağay ki uca kisene.
Serê Saani ke şi mezat, hêf ama
guretene
Serê Saani cênê, benê hukumat taxalat benê. Heştê kote mabên, Hesen
Ağayê Weli Ağay, Mezra Sure de kot
vırniye, yi hurdmena Xıdi uca kişti.
Memê Hure ki tey beno, o nano pıra.
A zımıstan ki İbrahim kist.
Welê Lacê Phırçoyo ke na Saani ra, o
ki Sıleman onbaşiyê qereqolê Qereğlani kist, Sılemani vato:
Saan til beno, vano:
-Eşşek oğ.. eşşek..! Saan'ı sen vurursun öyle mi ?
Alisan sono Dewa Devvreşi, Saan
sono Balıka. Eke sonê, yi wertê xo
de qeseykenê, Memê Hure heşino pê,
vano:
-Weiy..! weiy, nay mı ra!
Notê bıney:
Lacê Lılê Xıdıri maê ra bıraê Saani
yo.
-Saan Ağa, ez sıma de nêna, tobe
kara, ez terefê hukumati de ra.
Alisan Ağa ke Dewa Dewreşi ra yeno,
veng danê, vanê:
Saan Ağa, hurdmena lacê Phırçoy,
jü ki Khuresıc pia sonê. Khuresa uca
wara de benê, vanê:
-Saan Ağa kisto..!
Kokım: Sey Rıza
Anıke: Cêniya Şıx Heseni
Zekina: Cêniya Babayê Sey Rızay
Lacê Kerckıni: Lacê Lıli
Çıme: Dersim, yıl-5, Sayı-9, 1999/2
Kaynak: Dersim Dergisi Yıl: 5 Sayı: 9
Şubat 1999 Istanbul Sayfa: 52-59
-Saan Ağa, sıma ita vındenê, hama
esker serba sıma yeno, ita ma ki qır
keno.
Saan, vano:
-Eke heniyo ma rê dı qati cıla biyarê,
dewe ra cêr bınê qowaxa de rafiyê,
ma uca ra meredime.
Cıre cıla anê, bıne qowaxa de finê ra.
Lace Phırçoy yi Khuresıci rê vano:
-Sodır rê dı saati mendê, to ça xo
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Öcalan’ın açıklamalarının
perde arkası veya BOP‘ un öteki yüzü…!
1 Öcalan AKP‘nin Yeni Osmanlıcılık
ve sömürüsüne koçbaşı konumunda,
kapı açıcı olarak hareket etmektedir.
Esir veya tutsak konumunda olan bir
insana gereğinden fazla önem ve değer
verilerek yalancı bir bahar atmosferi
yaratılmış ve toplumun buna inandırılması sağlanmıştır. Bulunduğu konum
ile kendisine verilen değer ters orantılıdır.ABD ve İsrail için seviyesi ve
yeri Kemal Burkay‘la aynıdır, şaşırtıcı
değildir. Ama asla bir Başkan Gonzalo
olamayacaktır.
Buna göre yapılan her şey Erdoğan ve
Öcalan üzerinden yeniden toplumu dizayn etme hareketidir. Ne Türkiye yeni
Osmanlıcılık hayalini kaldirabilir nede
Öcalan ile Erdoğan bu derece önemli
bir rolü üstlenip yürütebilirler. Yapılan
her türlü hamle zor ile sömürünün değişik bir biçimde ortaya çıkışı ve devamıdır.
2 Öcalan’ın bu teslimiyetci ve işbirlikçi tutumu devam ettikçe ne Kürtlerin
nede Alevilerin bir bütün olarak ise
Türkiye halklarının kurtuluşu olamaz.
Türkiye halklarının kurtuluşu asla bir
iki kişiye ise hiç ama hiç bağlanamaz.
Osmanlının meşhur Çamdan Maşa
Kürtten Paşa Olmaz sözü fiiliyata geçerek Kürt hareketini ÖSO ile beraber
kullanması ortamına adım adım ilerliyerek Kürt toplumu ve Türkiyedeki
Türkcü,ırkçı ve sunni komuoyu buna
hazırlanmaktadır. Silahlarını bırakmayan PKK‘nin ileriki süreçte silahlarının namlularını kime karşı doğrultacaklarının ipuçlarını görebilmekteyiz.
İslam birliği ve adı her neyse tek ayağı
eksik her türlü birlik sorunlu ve sakat
bir beraberliğe yol açar. İzlenilen yol
halkların eşit ve bir arada yaşaması
değil bilakis Ortadoğuda Hamas‘vari
ümmetci bir toplum yaratma ve yönetme siyasetidir. Kürt hareketinin ortaya
çıktığı ilk günden günümüze uzanan
siyaset cizgisi hep geriye dönüşler ve
kendi iç paradoksları ile bir arada yaşayan bir sürectir. Toplumdan gizlenilen ve yürütülen bir siyaset çizgisinin
adı ne olursa olsun ezilen halklara her
hangi bir ümit vermez,veremez ve tarihtede vermediği açıkca ortadadır.
ladığının açıklamasıdır. Recep Tayyip
Erdogan ve Ahmet Türk ABD dönüşü
sonrası açıklamaları Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP) politikalarının Türk ve
Kürt ayağının açıklamalarıdır. BDP
hızla karşı tarafa geçmektedir
Adnan Cangüder
Asrı Saadet Dönemi, Medine Vesikası
anlaşmaları ve özlenen Mahabat Cumhuriyeti asla referansımız olamaz.
3 Öcalan yaptığı açıklamalar ile bu
saatten sonra halkların özgürlük mücadelesinin karşısında geri kalmış konumdadır. Bulunduğu konum siyaset
konusunda sığ ve eksik kalmasına neden olmaktadır. Geçmişten günümüze
bütün sol, sosyalist ve ezilenleri muhatap göstererek aradan çekilmelidir.
Silahsız bir barış diyenlerin Suriyedeki silahlı emperyalist saldırı savaşına
ve ÖSO canilerine tavır almaması düşündürücüdür. Unutulmasın ki iktidar
namlunun ucundadır ve namlu kimdeyse iktidarda odur. Öcalan açıklamaları ile tipik bir oportünüs ve makyevelist siyaset insanıdır
4 Yapılan bütün herşey Ortadoğunun
zenginliğinin ele geçirilmesidir. Ve
Ortadoğu halklarının zor ve baskı ile
sömürülmesi çizgisi İsrail ve ABD
tarafından yürütülmektedir. RTEAKP-ÖCALAN ortadoğu oyunlarının
konumları gereği sadece piyonlarıdır.
Yaşanılan son gelişmelerde BDP‘ yi bu
konuma (Barzani) getirmektedir. Ve
artık Roboski katliami, Paris cinayetleri ve Reyhanlı katliamı ağıza alınmayacak küfür, hatırlanmak ve anılmak
istenilmeyen bir iş kazası gibidir, unutulmaya ve unutturulmaya terkedilmiştir. BDP yetkililerinden Ahmet Türk
ve Selahattin Demirtaş‘ın açıklamaları
Öcalan‘ın dediği başka bir dönemin
başladığının ve nasıl bir dönemin baş-
5 Okyanustaki ıssız adalar misali içinde barındırdığı sol söylemi taşıyan bir
kaç milletvekili haricinde, daha düne
kadar barış argümanları kullanan CHP
asıl bulunması gereken kendi olduğu
yere geri gelerek özünde sağcı ve ırkçı
konumu ile Türkiye halklarının faşizm
altında kalmasında faşizmin sürmesinde ve AKP ile bu düzenin devam etmesinde tek suçludur ve suçu affedilmezdir. Nihayet geçte olsa Kızılbaş ve
Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu maskesi
düşmüştür. Suriye‘ye karşı yapılan
emperyalist saldırılar sonucu katledilen Suriye Alevilerinin yine Kemal
Kılıçdaroğlu ve CHP muhalefeti zamanına denk gelmesi ise bir başka ilginç
ayrıntıdır.
6 AKP‘nin yaptığı Öcalan üzerinden
Kürt hareketini ve Alevi hareketini
tasviye ile etkisizleştirme açıklaması
ve projesidir. Kendi önderi ile celladını yaratma olayıdır, bundan sonraki
aşama ise AKP‘nin en büyük iki rakibi Aleviler ve sonrasında oluşabilecek ortamdan dolayı 100 yıllık Ermeni –Rum-Süryani Soykırımının haklı
mücadelesini ve hak taleplerini ortadan kaldırmaktır. AKP‘li Siyasilerin
geri dönün sözleri günü kurtarmadır.
Almanya‘ya işçi göçü sonrası gurbetçileri sadece para olarak gören anlayış
aynı şekilde Anadolu‘dan soykırımlara
uğratılarak sürgün edilen halkları ve
topluluklarıda para olarak görmekte ve
bunun açıklamalarını satır aralarında
yapmaktadırlar. Lakin bu anlayışta her
hangi bir hak ve geri ödeme ile özür
bulunmamaktadır. Olması ise günümüz şartlarında olanaksızdır. Hrant
Dink ve TSK‘ de askerlik yaparken
katledilen er Sevag Balıkçı katliamları
bunun en açık ve basit göstergeleridir.
7 AKP‘nin geleceği ayrı Türkiye‘nin
veya Türkiye halklarının geleceği çok
daha ayrıdır. AKP için kendi geleceği
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye ve Türkiye halklarının geleceğinden çok daha önemlidir. Ve bu
gelecekte Anadoludaki Alevileri zor
ile ya asimile yada ölüm düşmektedir.
Cemevlerinde görünür olan Alevilerin
önüne iki yol çıkmaktadır ya Cemevlerinde daha çok örgütlenerek güçlenip
bir karşı duruşda bulunmak yada AKP
faşizmi altında yok olup gitmektir. Bu
iki konumu Aleviler kendileri belirleyecektir. Ortası yoktur, orta yolcu olan
her türlü siyasi hareket ve davranış
yok oluşa ve karşı tarafa hizmet etmek
demektir. Şu anda Suriye‘de bir Alevi
katliamı yaşanmaktadır, Anadolu Alevi katliamları kapımızdadır.
8 Bütün politik argümanlar KAZANKAZAN üzerinden gidiyor. Kazan
kazan’ın olduğu yerde kaybeden kaybeden de olacaktır. Ve bu durum kaçınılmazdır. Kaybedenler İsrail ve ABD
ile kuklaları olmalıdır. Bu nedenle
yapılan her türlü anayasa maddeleri
öncelikle BOP ve AKP‘ye hizmeti zorunlu kılan anayasa maddeleridir. Torba paketler olarak çıkartılan anayasa
maddeleri toplumdan kaçırılmakta ve
gizlenmektedir. Ülkedeki ABD ve Israil karşıtlığı bu torba yasalar ile yumuşatılarak toplumdaki bu karşıtlığı
ortadan kaldırılmak veya azaltılmak
istenilmektedir. Sistem 2 adım ileri 1
adım geri şeklinde işlemektedir ve bazende sadece 2 adım ileri olmaktadır.
9 Kazan kazan projesi an itibariyle İsrail ve ABD projesidir, bütün kapılar
İsrail ve ABD‘ nin bölgesel çıkarları
doğrultusundadır.
10 Vatikan ve papa geçmişte nasıl ki
Afrika, Avustralya, Güney ve Kuzey
Amerika‘yı soykırıma uğratmışsa bugünde aynı rolünü oynayarak, Ortadoğunun sömürüleştirilmesinde İsrail ve
ABD‘nin bir bütün olarak ise emperyalistlerin ruhani önderidir. Aynı durum
İslam dini merkezi olan Suudi Arabistan içinde geçerlidir. Irak,Libya işgalleri ve Suriye‘ye yapılan emperyalist
saldırı bunun en açık örneğidir. Kendisine her zaman sağ ve ırkçı bir papa
seçen Vatikan yine aynı seçimi yapmıştır. Papanın istifa ederek yerini bir
başka sağcı ve gerici birine bırakması
Vatikanin emperyalist politikalardaki
rolünde daha acımasız ve Hristiyan
toplumuna müdahale edici konumuna
gelmesi demektir. Avrupanın insancıl
ve insan hakları toplulukları ve sivil
toplum örgütlerinin Suriye‘deki ÖSO
vahşetine (video kayıtlı ve belgeli) ses
çıkarmamaları bunun en açık göstergesidir. 1. Emperyalist savaşında 1915
Ermeni soykırımına 2. Emperyalist
savaşında ise Rus ve Yahudi soykırımlarına el altından onay vermesi hatırlanırsa önümüzdeki resim çok daha fazla
netleşecektir. Istifa eden papanın istifa
gerekçesi ise daha sonra ortaya çıkacaktır.
11 Domüno taşlarının düşmesi Suriye‘de durmuştur. Suriye taşının düşmesi domüno oyununu oynayanlar
tarafından belirlenecektir. Suriye taşı
düşerse domüno oyunu bu bütün dünyaya yayılacaktır. Çin, İran ve Rusya
Akdenizdeki hakimiyet ve güc kaybına uğramamak ve Akdenizdeki yeraltı dogal kaynaklarını kaybetmemek
(Enerji paylaşım savaşında Afganistan
hatasını tekrarlamamak) için sonuna
kadar Esad‘la beraberdirler. Olağanüstü bir gelişme ve değişiklik olmazsa
bu durum devam edecektir. Unutulmasın ki Rusya Libya-Kaddafi hatasına
Suriye‘de düşmeyeceğini belirtmiştir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız
her türlü gelişme ve olaylar sade-
ce ABD‘nin ekonomik ve coğrafik,
İsrail‘in ise siyasi ve güvenlik çıkarına
hizmeti amaçlamaktadır. Bütün herşey
jeopolitik hegomanya üzerinden dönmektedir.
İran ve Rusya henüz Türkiye ile son
restlesme noktasına gelmemiş ve sertleşmemişlerdir. Enerji ve doğal gaz
satımı ile Türkiyeden gelen altınlarla
nakit ihtiyacını gidererek nükleer silah ve atom bombasına sahip olmak,
Rusya‘nın ise tarihsel olarak boğazlara ihtiyacı bulunmaktadir. Bu nedenle
asıl restleşme ve son sözler için yaz
sonu beklenmelidir. Bütün bu olaylar
Emperyalistler arası oluşabilecek ani
antlaşmalarla ileri bir sürece ertelenebilir yada çok daha hızlı bir şekilde
değişebilir.
YUKARIDAKİ BÜTÜN GELİŞMELER VE ÇÖZÜMLEMELER NETİCESİNDE SON SÖZÜ YİNE BİZ
EZİLENLER SÖYLEYECEĞİZ VE
BİZLER HENÜZ DAHA SON SÖZÜMÜZÜ SÖYLEMEDİK.
DÜNYANIN BÜTÜN EZİLENLERİ
BİRLEŞİN…!
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
FABRİKA AYARLARIMIZA DİRENELİM
FABRİKANIN AYARLARINI BOZALIM
Günlerdir arkadaşlarım ile fikirlerimi
paylaşıyorum bu ekranda. Niyetim akıl
vermek değil, bazı sorumluluklarımı
yerine getirmektir. Bu günlerde içerisinde bulunduğumuz durum tek tek
kişilerin sorumluluk üstlenmesi ile gelişen bir durumdur. Günün ruhuna uygun bir şekilde sözlerime başlıyorum.
Durumun ne olduğu ortadadır. Her kes
farklı farklı okuma yapabilir, buralara girip ukalalık yapmayım. Sadece
bazı ön kabuller vereceğim. Başbakanın- devletin siyaset tarzı bellidir.
Hegemonyacı ve otoriterdir. Toplumun
siyasal davranışları da bellidir. “laikanti laik”, “türk-kürt”, “alevi-sünni”.
Her ne kadar kimilerimiz bunların
dışında bir siyasal zemin tasarlasak ta
(sınıf-ümmet-insan vs.) reel siyaset bu
zeminde yapılmamaktadır. Ve Türkiye siyasal dünyası bu zeminin üzerine
çıkabilecek erginliğe bu gün itibari ile
sahip değildir.
Bu ön kabuller mevcut durumdur.
Şimdi bu isyanı, mevcut durumu kabul ederek sahiplenirsek, bu isyan o
zaman devrimci bir durum olur. Ama
kendi kurgularımız, fantezilerimiz ve
ideolojilerimizde ısrar edersek, hepimiz fabrika ayarlarımıza geri döneriz.
Ve yukarıda tarif ettiğim siyasal zemin yeniden üretiriz. (“laik-anti laik”,
“türk-kürt”, “alevi-sünni”) bu zemin
sistemin yeniden tanzimi anlamına
gelir. Ve devlet bu zemini yönetmekte
ustadır.
Biraz genişletirsem konuyu, örneğin: devlet kürde “Zerdüşt” dediğinde, Kürtler kırılır ama bu kırgınlık
Alevileri+Türkleri etkilemez. Ya da
3. köprüye “yavuz sultan selim” dediğinde Sünni Türkleri+Sünni Kürtleri
etkilemez. “kızlar kucakta” dediğinde bir kısım muhafazakâr etkilenmez
ya da tersten etkilenir. “alkol yasak”
dediğinde yine böyle olur. Yani farklı siyasal zeminler kolay kolay ortak
duygu dünyasına sahip olamazlar. Onları bir sınıf olarak tarif ettiğimizde
bile bu duygu birliğini sağlayamayız.
Yani bir muhafazakâra “alkol için neden sokağa çıkmıyorsun” dediğimizde
Saim Eroğlu
o muhafazakâr fabrika ayarlarına geri
döner.
Şimdi fabrika ayarlarına dönen insanı
tarif edeceğim: bu insan korkularına
göre davranır. Yani burada korku yönetimi hâkimdir. Tıpkı tek hücreli canlı gibi; soğuk+sıcak gördüğünde kaç,
uygun sıcaklığı bulduğun yere doğru
hareket et… Bir insanın araçsallaştığı, düşüncesizleştirildiği ve köleleştirildiği yer burasıdır. Buraya çekilen
toplumlar en despot yöneticiler tarafından bile kolayca yönetilirler. Bazen
devrimci olduğunu iddia edenlerde bu
korku yönetimini tercih ederler. Ama
kolera ile sıtma arasında tercihte bulunmaya zorlanan toplumlar asla özgür
değildir ve asla özgürleşmezler.
Devrimci Durum:
Toplumları yukarıdan tarif eden, iktidarı merkezileştiren ve her şeyi kontrol
etmeye çalışan sistemler (modernite)
bu gün krizdedir. Kendi ürettikleri onu
bir değişime zorlamaktadır. Gelişen
iletişim ve bilişim teknolojileri kişiyi özerkleştirmiştir. İnsanın yaşadığı
mekân hem parçalanmış hem de dağınmıştır.
Bu özerk kişilerle nasıl toplum olacağız?
Eskinin kavrayamadığı ve yeni olanında geliştiremediği şey budur. Atarlı evlatlarımızı kontrol etmeye çalışırken,
neredeyse evlatlarımızdan oluyoruz.
Çocuğun olsa ödün verdiğin insanlara,
mevcut devlet ödün vermiyor. Metroda
konuşma, maçta coşma, elektronik müzik dinleme, facebook’a girme, twitter
atma, onu giyme, bunu yeme, pankart
asma, bir tek bana itaat et.
Toplumu yeniden tarif eden iktidar,
Kürtleri+Alevileri ezmeye alışmıştı.
Bu işi tıkırında götürüyordu. Rüzgâr
sağdan esse Türk, soldan esse Sünni
oluyordu. Türk ve Sünni halk çoğunluğu da bu durumdan memnundu. Çünkü
bu karşılaşmalarda onlar hep kazanan
taraf oluyordu. Ama ne oldu bu sefer,
ayar vermeye çalıştıkları:
“kendi çocukları” isyan etti.
Karşıdevrimci Durum:
Devlet karşı devrimi harekete geçirmek için, herkesi fabrika ayarlarına
davet ediyor. “Haydi, eskisi gibi yapalım “ diyor. “Tavşan kaç tazı tut” demek için bozkurtlarını salıyor. Ruhuna
Fatiha okuduğumuz nostalji örgütlere
can suyu vermeye çalışıyor. “dış mihrak”, “Ergenekon”, “aleviler”,”iran” ,
“esat”, “ulusalcılar”, “solcular” vs…
Kim bunlar:
Arkadaşlar, biz 1 mayıslarda polis
barikatını hiçbir zaman aşamadık.
Biz her zaman oradaydık, ama bu sefer yanımızda olan “lümpen+orta
sınıf+taraftar grupları+liseliler” idi.
Onların başarısı bu. Devrim, emeğin
sahibine iade edilmesidir. Bu emek kiminse devrim onundur.
Karşı devrim ise fabrika ayarlarında ısrar edenlerindir. Lümpen sokak
ağırlığından rahatsız olup, devrimci
ağırlığını ortaya koymaya çalışanlar,
lümpenleri Mustafa kemalin askeri yapmaya çalışanılar, Alevilere+Kürtlere
görev yazanlar, karşı devrimde ısrar
edenlerdir.
1) İlk defa yeni bir topluluk sahaya çıkıyor. Bu topluluk Türk bir topluluktur, ellerinden bayraklarını almayın.
Meydanlar bir tek bizimdir zannedenler, işçi sınıfı da sahaya indiğinde
böyle bir görüntü olacaktır. Sevgili
Türkiye sosyalistleri oy diliminiz %1’i
geçtiğinde böyle insanlarla karşılaşırsınız. Korkmayın…
2) Kürtleri sahaya çekip “karıştır/ba-
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rıştır” yapmaya çalışanlar, Kürtlerden
zoraki duygu birliği yaratmasını istemektedirler. Bu zulümdür. Tayip’in
gider yaptığı bu Türk kuşağı ile Kürt
halkı arasında duygu kopuşu yıllardır
vardır. Bu zorlanmamalıdır. Kürt halkı
ne başkalarının hamalıdır, ne de Türk
toplumunun bir parçasıdır. Kürt halkı,
bir kısmı muhacir da olsa Kürdistan’ın
parçasıdır.
3) Bu duygu birliği Alevilerde vardır.
Tayip, liselilerle kavga ettiği gibi Alevilerle de kavga ediyor. Ama özellikle, sol grupların+emniyetin+akp’nin
yapmaya çalıştığı şey çatışmaları alevi
mahallelerine taşıyıp kriminalize etmektir. Haydi, eskiyi tekrar edelim solcuları, bundan sorumludur. İlaha çatışmak istiyorsanız, lümpen Türk kuşağı
ile beraber çatışın. Şehir merkezlerinde çatışın. Bakın, Dersim+gazi+sarı
gazi+1 mayıs+Antakya çatışmaların
en şiddetli olduğu yerlerdir. Buralarda
daha barışçıl yöntemler tercih edilmelidir. Çünkü devlet cem evlerinde
kalkan cenazeleri kendi lehine çevirecektir.
4) Eylemleri yerele taşımak fikri mantıklıdır, ancak yerel ne kadar yerel. Sabah evden çıkan biri akşama kadar kaç
tane mekan değiştiriyor. (hem gerçek
hem de sanal) hangisini esas alacağız.
Ama yerel diye bir tek kürt ve alevi
mahallelerini anlıyorsak, tayip neden
güçlü diye şikâyet etmeyelim. Bu isyan
inşallah bu konu üzerine düşünmemize
de yardımcı olur.
5) Alevileri korkutarak yöneten
“ulusalcı+solcu” koalisyon, Alevileri
fabrika ayarlarına döndürtüp köleleştiriyor. Alevilerin özne olmasını engelleyip, chp vb. arkasına sıralıyor. Oysa
Kürtler nasıl mücadele ettiyse Alevilerde öyle mücadele eder. Ama korkutulan aleviler, yukarıda “tek hücreli ”
olarak tarif ettiğim şekilde davranırlar.
(soğuk+sıcak gördün kaç, uygun sıcaklık buldun yanaş)
He isyanın bir sahibi vardır,
İsyanın tapusunu isteyenler, ideolojisi
ne olursa olsun karşı devrimcidir.
Devrimcilik, isyanın liderliğini isyancılara vermektir. Ne bir adım önde ne
bir adım arkada.
En iyi bildiğimiz şey kürt+alevi hattında
goy goy yapmaktır. Bu hattı çok zorlarsanız, liselileri+lümpenleri+ortasınıf
gençleri, sahadan kovalarsınız, haberiniz olsun.
Madımak
firarisi
artık
Alman
Almanya, 37 kişinin öldürüldüğü
Madımak Oteli katliamı firarisine vatandaşlık verdi.
Karara Yeşiller Partisi Federal Meclis
Milletvekili Memet Kılıç tepki gösterdi: “Anayasaya aykırı. Sivas canisi
Alman vatandaşlığı zırhının arkasına
sakladı.”
Hürriyet'in haberine göre; Almanya’da Yeşiller Partisi Federal Meclis
Milletvekili Memet Kılıç’ın Meclis’e
sunduğu soru önergesini cevaplayan
Federal Hükümet, 2 Temmuz 1993’te
37 kişinin ölümüyle sonuçlanan Madımak Oteli katliamına karışan bir
kişinin Alman vatandaşlığına alındığını açıkladı.
2 TALEP, 1 RET
Kılıç’ın, “Almanya’da yaşayan Sivas
katliamı mahkûmlarından veya zanlılarından kaç kişi Alman vatandaşlığı için başvurdu, kaçı karara bağlandı” sorusuna Federal Hükümet adına
cevaplayan Müsteşar Dr. Ole Schröder, şimdiye kadar 2 talep geldiğini
belirtti. Schröder, bir kişiye Alman
vatandaşlığı verildiği, bir kişinin talebinin ise reddedildiğini açıkladı.
Alman vatandaşlığı alan kişinin ismi
ise bilgilerin gizliliği ilkesi gereği
açıklanmadı. Sivas katliamcısının 31
Mayıs 2013’te Alman nüfus müdürlüğüne Alman vatandaşı olarak kaydedildiği de açıklamada yer aldı.
VATANDAŞLIK ZIRHI
Karara tepki gösteren Milletvekili
Kılıç, “Vatandaşlık, Alman güvenlik birimlerine yardımcı olduğu ve
istihbarata çalıştığı için verilmiştir”
iddiasında bulundu. Memet Kılıç, suç
işleyenlerin vatandaşlığa alınmasının
anayasaya aykırı olduğunu belirterek, “Almanya’da doğup büyüyen
Türk çocuklarını Alman vatandaşlığına almamak için binbir dereden
su getirenler, 37 kişinin ölümünden
sorumlu kişiye Alman vatandaşlığı
veriyor. Sivas canisi Alman vatandaşlığı zırhının arkasına saklandı” dedi.
9’U ALMANYA’DA
SİVAS davasından yargılanıp mahkûm olan firarilerden 9’u Almanya’da yaşıyor. Türkiye’nin şimdiye
kadar 9 hükümlü için 10 kez iade
dosyası gönderdiğini belirten Memet
Kılıç, Türkiye’nin iade dosyalarını
eksik gönderdiğini Almanya’nın da
iade etmemek için direndiğini belirtti. Firarilerin isimleri şöyle:
Adem Ağabektaş (Stuttgart yakınlarında)Mehmet Yılmaz, Murat Songür
(Münih) Vahit Kaynar (Berlin) Sedat
Yıldırım Muhammed Nuh Kılıç
(Mannheim) Ömer Demir Adem
Bayrak Eren Ceylan.
Kaynak:
http://haber.mynet.com/
madimak-firarisi-artikalman-701273-guncel/?utm_
source=facebook&utm_
medium=referral&utm_campaign=f b
Biber Gazının Zararları
Sadece Taksim'de 17 günde kullanılan biber gazından dolayı
8 köpek, 63 kedi, 1028 tane çeşitli cinslere ait kuş ölümleri
tespit edilmiştir, diğer illerde tespit çalışmalarımız devam
etmektedir. Ferdi Özmen
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Ulus
Devleti
Aşmak"
ker yıkıyor. Yıkılan evler daha sonra
yakılıyor… Köy harabeye dönüyor.
Ortada bulduklarını yakalıyorlar.
Zor kullanarak, döverek söverek karakola götürüyorlar. Yakalananlara
yoğun işkenceler yapılıyor. Yakalanıp karakola götürülenlerde bazıları işkenceli sorgularda öldürülüyor.
Bazıları kaçırılıyor, kendilerinden
haber alınamıyor. Böyle bir ortamda
bile bağımsız devlet düşünemiyorsan, sende bir sakatlık var.
Dr. Îsmaîl Beşîkçî
Egemen ulusa mensup bir bireyin “ulus
devleti aştım, aşmaya çalışıyorum” demesi anlamlıdır. Bu sözüyle, bu çabasıyla, mensubu olduğu egemen ulusun,
kendi devletinin baskı altında tuttuğu
halkların milli haklarını savunduğu,
bu haklar için mücadele ettiği anlaşılır.
Örneğin bir Fransız’ın, bu tutumuyla, Fransa’nın yani kendi devletinin
Cezayir’i, Cezayirlileri, yönetme haklarına karşı olduğunu anlatmaktadır.
Sömürgecilik döneminde bir Fransız
bireyinin, milli hakları için mücadele
eden Cezayirlilerin yanında olması,
onları desteklemesi, kendi devletinin
sömürge politikalarını eleştirmesi anlamlıdır.
Ama bütün milli hakları, demokratik hakları gasbedilmiş ulusa mensup bir kişinin, “ulus devleti aştım”
demesi sorunlu bir açıklamadır.
Çünkü bu birey henüz, egemen ulus
tarafından, devlet tarafından tanınan bir hakka sahip değildir. Dili
yasaktır, ülkesi, baskı, işgal altındadır. Çok yoğun bir asimilasyon politikasın hedef olmuştur. Asimilasyon
devam etmektedir. Kendisi olmak
için yürüttüğü mücadeleler yoğun
engellerle karşılaşmaktadır. Böyle
bir ortamda, herhangi bir kişinin,
“ulus devleti aştım” demesi, bunların önemli olmadığını vurguladığı
anlamına gelir. Veya bu haklar için
mücadeleden kaçtığı anlamına gelir.
Egemen ulusa mensup bir bireyin, ulus
devleti aşmasıyla, onun mensubu olduğu devletin yapısında herhangi bir değişiklik olmaz. O devlet, eskiden olduğu gibi, temel kurumlarıyla yaşamını
sürdürür. Ama o kişi devletiyle mücadelesini sürdürür. Baskı gören ulusun
hakları için mücadele etmeye devam
eder. Bütün ulusal-demokratik hakları
gasbedilmiş ulusa mensup bir bireyin,
ulus devleti aşmasıyla, ulusun yaşadığı baskı ve zulümde bir azalma olmaz.
Ama bu kişi, artık bu sorunlarla ilgilenmez, o sorunları küçümser. Aslında o sorunlardan kaçar. Bu koşullarda
ulus-devleti aşmak, devletin hazırladığı dipsiz kuyulara düşmek olur.
PKK Başkanı Abdullah Öcalan, PKK/
Barış ve Demokrasi Partisi, bağımsız
bir devlet istemediklerini, sınırlarla,
vatanla, bayrakla bir sorunları olmadığını, sık sık dile getirmektedirler.
“Ayrı devlet istemiyoruz, sınırlarla bir
sorunumuz yok. Türk bayrağıyla bir
sorunumuz yok…” diyorlar. “Ortak
vatan” anlayışına vurgu yapıyorlar.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sık
sık, “Tek devlet, tek vatan, tek bayrak,
tek millet, tek dil” anlayışını dile getirmektedir. Abdullah Öcalan, PKK/BDP
de bu anlayışı, bu tekliği, “demokratik
devlet, demokratik vatan, demokratik ulus” gibi ifadelerle ortaya koymaktadır. Başbakan’ın, “tek… tek…
tek…”diye diye dile getirdiği teklik
anlayışını, Öcalan, PKK/BDP de “demokratik… demokratik… demokratik…” söylemiyle ifade etmektedir.
13 Ocak 2013’de, İstanbul’da, “Barış
İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu”nun,
hazırladığı bir sempozyum vardı. “Çözüm ve Müzakere Süreçlerinde Liderlerin Rolü” konulu sempozyumu, BDP
milletvekili Emine Ayna ve Av. Eren
Keskin organize etmişlerdi. Bu sempozyumda, “Çözümsüzlüğü Aşmak:
Kürtlerin Özgürlük Mücadelesi” konulu oturumda, yaptığım bir konuşmada,
Abdullah Öcalan’ın, PKK/BDP’nin bu
anlayışını eleştirmeye çalıştım.
Güvenlik güçleri köylere bayraklı
panzerleriyle giriyor, evleri teker te-
Panzerlerle birlikte gelen özel timler,
bayrak amblemli yüzükler taşıyorlar.
Bayrak amblemli kemerler, bereler taşıyorlar. Böyle bir ortamda bile senin
bayrakla bir sorunun yoksa, sende bir
sakatlık var.
İki yıla yakın bir zamandır devam
eden Suriye olayları dolayısıyla, basında, üç devletin adı çok geçiyor. Ve
bu üç devlet birlikte anılıyor. Türkiye,
Suudi Arabistan, Katar. Bu üç devlet
Beşşar Esed yönetimini yıkmak için
her türlü olanağı kullanıyor. Özgür Suriye Ordusu’nu, Müslaman Kardeşler’i,
el-Kaide’yi silahlandırıyor. Bu üç devletin, birlikte kotarmaya çalıştıkları
bir durum daha var. O da Kürdlerin
Suriye’nin kuzeyinde, yani kendi yaşadıkları alanda, Kürdistan’da, gerçekleştirdikleri Kürd özerkliğini tanımamak, özerk bölgeyi, Kürd otonomisini
yıkmaya çalışmak. Bu durum, bu devletlerin, Kürdlerin geleceğini belirlemede rol sahibi olmaya çalıştıklarını
göstermektedir.
Ortadoğu’da, Kürdlerin 40 milyonun
üzerinde nüfusu vardır. Bir ay kadar
önce, basında yer alan bir haberde,
Abdullah Öcalan’ın, “50 milyon Kür
için yol haritası” hazırladığı duyuruluyordu. Kanımca Ortadoğu’da Kürdler 50 milyondan da fazladır. Ama,
uluslararası ilişkilerde tanınan, küçücük bir statüye sahip değildir. Güney
Kürdistan’daki Kürdistan Bölgesel
Yönetimi’ni ayrıca değerlendirmek gerekir.
Katar üç yüz bin nüfuslu bir Arap devletidir. Katar, 22 üyeli Arap Birliği’nin,
55 üyeli İslam Konferansı’nın, 193 üyeli Birleşmiş Milletler’in üyesidir. Uluslar arası ilişkilerde Kürdlerin adı ise,
sadece “terör” denildiği zaman geçmektedir. “Terörü yok edeceğiz, ezeceğiz”, “Kürd terörüne karşıyız” vs.
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
300 bin nüfuslu Katar’ın, 50 milyon
üzerinde nüfusu olan, Kürdlerin geleceği üzerinde söz sahibi olması, Kürdlerin geleceğini belirlemeye çalışması,
uluslar arası nizamın ne kadar antiKürd bir nizam olarak kurulduğunu
göstermektedir. Bu uluslar arası nizamın, Kürdlere karşı çok haksız bir
nizam olduğunu da göstermektedir.
Eğer, “ulus devleti aştım” derseniz,
“Kürd milliyetçisi değilim” derseniz,
1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin başına geçirilen bu
lanetli çorabın bilincine varamazsınız. Bu tür olayları önemsiz görüp bu
haksızlıkların bilincine varamazsınız.
Bunların incelemeye değer bulmazsınız.
Halbuki, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, gerçekleşen bu operasyon, emperyal güçlerin, Ortadoğu’da
gerçekleştirdikleri en kalıcı, en kapsamlı, en derin operasyondur. Çok başarılı bir operasyon olduğu da açıktır.
Kendini gizleyen bir operasyon olduğu
da besbellidir.
Kendini gizlemiştir. Çünkü, günümüze
kadar, Kürdistan’ın herhangi bir kesiminde, Kürdler, milli hakları için
mücadeleye giriştiklerinde, solcular,
sağcılar, liberaller… herkes “emperyalizmin ekmeğine yağ sürmeyin”,
“sizin bu çabanız emperyalizmin
işine yarar”, “bu bölücülüktür” derlerdi. Halbuki, emperyal güçler en
büyük bölücülüğü, Ortadoğu’nun
ortasındaki, Kürdlere, Kürdistan’a
karşı yapmıştı. Kürdler ve Kürdistan, ulusların kendi geleceklerini
belirleme hakkının en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönemde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştı. Dönemin önde gelen iki emperyal
gücü, Büyük Britanya ve Fransa ve
Ortadoğu’nun iki köklü devleti, birbirleriyle organize bir şekilde, Kürdlerin,
Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardı.
Bugün, 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde,
55 üyeli İslam Konferansı’nda, 22 üyeli
Arap Birliği’nde, 193 üyeli Birleşmiş
Milletler’de, nüfusu 10-15 bin olan,
50 bin olan devletler bile var. Bunlar,
Kürdlerin geleceğini belirlemede rol
sahibidirler. Ama, 50 milyonu aşkın
nüfusu olan Kürdlerin bir siyasal statüye sahip olmamaları, bu ilişkiler karşısında dikkate değer bir durumdur.
Beşikçi, son siyasal gelişmeleri izle-
memekle de eleştirilmektedir. “sınırlar ortadan kalkıyor, Beşikçi hala sınır
oluşturmaktan söz ediyor” denilmektedir. Bu, eleştirilmesi gereken bir görüştür.
Son yirmi yılda 30’a yakın devlet oluşmuştur. Sovyetler Birliği dağılmıştır
15 devlet ortaya çıkmıştır. (Estonya,
Letonya, Litvanya, Belarus, Moldavya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan,
Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu)
Yugoslavya dağılmıştır. 7 devlet ortaya çıkmıştır. (Slovenya, Hırvatistan,
Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova,
Karadağ, Sırbistan)
Çekoslovakya kendi içinde ikiye ayrılmıştır. (Slovakya, Çekya)
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Cibuti, Eritre, Yeni Kaledonya, Güney Sudan, Filistin Arap Devleti…
Birleşmiş Milletler, iki ay kadar önce,
30 Kasım 2012 de, Birleşmiş Milletler Filistin için, “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü verdi. Bunu,
Türkiye’de, sağcılar, solcular, liberaller, herkes alkışladı. PKK/BDP
de. Kürdler için devlet istemeyenlerin, bu anlayışa karşı duranların,
Filistin Arap Devleti’ni alkışlarla
selamlamaları dikkate değer bir
durumdur. Türk basınının, Türk yazarlarının, Türk solunun bu anlayışı
savunması doğaldır. Ama Kürdlerin de
savunması sorunludur.
“Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’
ve ‘bağımsızcılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit
ve eş değerde gördüremezssiniz” dedi,
BDP’liler, buna “biz asla milliyetçi
değiliz, siz ulusalcısınız. Sizi Sosyalist internasyonal’den kovduracağız…”
şeklinde cevap verdi. Bu cevap, bu tutum üzerinde biraz durmak gerekir.
Herşeyden önce, “siz neden milliyetçi
değilsiniz?” diye sormak gerekir. Dil
yasak. Kürd diliyle eğitim konuşulamıyor. Ülkenin adını söyleyemiyorsun. Kürd çocukları okullarda, her
sabah, “Türküm doğruyum…. Varlığım Türk varlığına armağan olsun”u
bağırmaya devam ediyor. Çocuklara,
şunca mücadeleden sonra, hala, içinde
W, X, Q harfleri olan isimler verilemiyor. Parklara bahçelere, Kürd yazarlarının, Kürd yurtseverlerinin isimleri
“Türk kültürüne, Türk değerlerine
aykırıdır” diye verilemiyor. Valiler,
kaymakamlar, belediye meclislerinin
bu tür kararlarını onaylamıyor, bu karaları iptal ettirmek için davalar açıyor.
Kürdistan coğrafyasındaki yer isimleri
değiştirilmiş, Türkleştirilmiş… Yoğun bir asimilasyon politikasına hedef
olmuşsun… Ve asimilasyon devam
ediyor, anadilinde eğitimi yasaklamanın anlamı bu… Bunları savunmuyor
musun, bunları savunmayacak mısın?
Bunları savunduğun zaman da sana
Kürd milliyetçisi denir. Kürdler için
en değerli tutum da budur. Kürdlere
olumlu bir gelecek vaad eden tutum
da budur.
“Biz asla milliyetçi değiliz”
Kürdlerin, komşu halkları asimile
etmek gibi, komşu halkların topraklarını işgal etmek gibi bir derdinin
olmadığını herkes biliyor. Kürdlerin, Kürd halkına, Kürd diline ve
kültürüne yapılan baskıları geriletmek, dili ve kültürü bütün kurumlarıyla yaşamak, Türklerle, Farslarla,
Araplarla eşit olmak için mücadele
ettikleri herkes tarafından biliniyor.
Baskıya, zulme karşı mücadelenin
evrensel olduğu da açıktır.
24 Ocak 2013 de TBMM’de, “anadilde
savunma”yı düzenleyen yasa tasarısı
görüşüldü. Bu yasa görüşülürken, CHP
İzmir milletvekili profesör Birgül Ayman Güler ile BDP’liler arasında sert
tartışmalar oldu. Profesör Birgül Ayman Güler, konuşmasının bir yerinde,
Türk solu milliyetçi bir soldur. Profesör Birgül Ayman Güler örneğinde olduğu gibi Türk solunun önemli
bir kesimi de tam anlamıyla, ırkçıdır, ayrımcıdır. Bulgaristan’da, 19851988 yılları arasına yaşama geçirilen
Türklere, Bulgar isimleri verilmesi
“Sınırlar kalkıyor, yeni sınır yapmak anlamsızdır” görüşü Kürdlerin
kafasını bulandırmak için ortaya
atılan bir görüştür. Kaldı ki, ulus
üstü birliklere herkes, kendi kimliği
ile katılmaktadır. Henüz bir kimlik
sahibi olamayan, kendisi olamayan
Kürdler bu birliklerde nasıl yer alacaktır?
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
operasyonlarına, Türk solunun, Türk
sağının… nasıl tepki gösterdiğini iyi
hatırlamak gerekir.
Profesör Birgül Ayman Güler’in sözlerin yeniden dönmek gerekir. Dikkat edilirse, profesör Birgül Ayman
Güler, Kürdlerin Türk ulusuyla eşit
olmadığını, Kürdlerin “milliyet” olduğunu, yani ulus olmanın koşullarını taşımadığı vurgulamaktadır. ‘Kürd
milliyeti’nin, Türk ulusuyla birlikte
yaşamasının istendiği de kabul edilmiş
olmaktadır. Buysa, 1930’larda, dile
getirilen, “Türk olmayanların tek bir
hakları vardır: Türklere hizmetçi olma
hakkı” sözlerinin, günümüzdeki tekrarından başka bir şey değildir.
Türk solu, milliyetçi bir soldur.
Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır.
Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir
başarısı, kendi dilini bile konuşamayan, kendi ülkesinin adını söyleyemeyen Kürdlere, “milliyetçi değilim”, “biz asla milliyetçi değiliz”
dedirtmesi, bu şekilde Kürdlerin bir
kısmını kendi özlerine yabancılaştırmış olmasıdır.
Abdullah Öcalan, üç-dört sene öncesine kadar, “Marx’ı aştım, “Hegel’i aştım”, “Gandi’yi aştım” gibi açıklamalar yapardı. Bunu, intellektüel bir çaba
olarak değerlendirmek gerekir. Ama,
“aşma”ların bugünkü Kürd mücadelesine bir katkısı da yoktur. Bugünkü
mücadele dikkate alındığında aşılması gereken en önemli kişi, Mustafa
Kemal Atatürk’tür. Bu da, PKK’ye,
BDP’ye, Kürdlere, Kemalizm aşılanarak yapılamaz.
Adres: Kuloğlu Mah. İstiklal Cd.
Ayhan Işık Sok. No: 21/1
Beyoğlu / İstanbul Tel: +0212 245
81 43 Fax: +0212 245 71 40
[email protected]
Kütüphane Çalışma Saatleri
Her gün (Pazartesi hariç)
10:00-19:00
Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir
icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir
bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan
kanun, diğer katliamların “Jenosid
olmadığı” anlamına gelmez.
Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin
tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp
atmak” için kanunlar hazırladılar.
Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler.
Kara ve hava harekâtı planladılar.
Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk
yetiştirme yurtlarına yerleştirerek
kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek
için program hazırlayıp uyguladılar
Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50
bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60
bini toplu katledildi, telef edildi. 20
-30 bin insan sürgüne gönderildi.
Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen,
olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür.
İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi,
1977 yılında hazırlamış olması, ilk
kez “Dersim jenosidi” kavramı ile
tanımlaması dikkate değerdir.
“Jenosit/soykırım”
kavramının
1990’lardan sonra, Kürd ve Türk
çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi
ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak
bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi”
haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz.
“Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan
okumasını göstermesi bakımından da
son derece önemli bir olgudur. Öte
yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının
araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin,
Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu,
bilimsel düşünce sürecine darbeler
vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki
dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Araştırmada, kanunla ilgili meclis
görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının,
Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl
algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir.
Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar),
yerel(otokton) halkları yok etmeye
koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki,
özel olarak da Dersim'deki jenosid
uygulamaları, çeşitli kaynaklardan
yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır.
Kritik edilmesi dileğiyle!
İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla...
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Rumlara dostça uyarımızdır.
Siz Rumların Türkiyede yaşamaya
devam etmelerinin mümkün
olmadığını biraz aklı olan herkes
anlar. Bu inkâr edilemez bir hakikattir. "Niçin? Bunu bilmiyorsanız,
dinleyin, açıklayacağım. Evet!
Kabul ediyorum, siz -güya- Osmanlı
tebaasısınız. Fakat size, Yunanistanda, kendimizden daha sıcak
duygulara sahip herhangi biri
var mıdır?" diye sorsalar, Hayır
cevabını vereceğinizden kesinlikle eminiz. Hayatta kalmak
istiyorsanız, beklemeyin! Gidin!
Samimi tavsiyemizi dinleyecek
olursanız, dostluk namına, yakın
gelecekte sizi tuz gibi eritecek olan o
ordu karşısında baş eğmek dışında
başka çareniz olmadığını söylemek istiyoruz. "Dünyanın hiçbir
yerinde, barış hüküm sürerken, bir
ülkenin çocukları, vatandaşları
ve komşuları, birlik içinde ve aynı
şehirde ve toprakta, aynı yasalar
altında yaşarlarken ve aynı vergileri
öderlerken; can, mal ve namusun
yasalarca korunmasını talep etmekte aynı yasal haklara sahiplerken
asla böyle bir şey yaşanmamıştı.
Bir ülkenin çocuklarının kendi
kardeşlerine karşı aniden isyan
ettiklerine; vatandaşların diğer
vatandaşlara karşı silahlandıklarına;
hemşehrilerin, diğer hemşehrileri
soymak ve öldürmek için acele
ettiklerine; üst düzey memurların
dürüst ve masum vatandaşlara
karşı tutum aldıklarına; yasaları
uygulamakla yükümlü kurumların
silahsız vatandaşların cellatları kesildiklerine ilk kez tanık olunuyor."
Adres: Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İST.
Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41
E-mail: [email protected]
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kavram
Bin K ırım - 5
Ali Kanlı
“Hukuk” :
Kelime arapca kökenli olup HAKLAR anlamındadır.
“Hukuk” kavramı bende mücadeleyi çagrıştırır her ne kadar sistemler kendi hukuklarında toplum ve kişi haklarını gaspetmek
anlamında yorumlamış ve kullanmış olsalarda.
• Toplumlar tarihi boyunca güçler çatışmasının dengesine baglı
olarak terazinin dengesi degişmiştir. Ezilenlerin elde ettigi mevzilerden kazandıkları haklar (hukuk-adalet) egemenlerin yogun
saldırı dönemleri olan örnegin DARBE dönemlerinde gaspedilerek kırıntı babında bile olsa tanınmamıştır.
Tanrıların yasaları diye toplumlara yutturulan din kitaplariındaki insan hakları gasplarına uydurulan kılıf “cennet” vaadi idi.
Metafizik felsefeye göre tanrı onları kendi çıkarları için cezalandiriyordu.
18. yy. dan başlayarak günümüze gelen süreçte ise “Ulus”-lar
(Milletler) adına gaspedile gelmiştir toplum ve birey hakları. Bu
süreçte egemen sistem kendi efendilerinin çıkarları doğrultusunda gasp ettigi birey ve toplum halklarına gerekçe olarak Milletin
çıkarlarını(!) gösterir.
Egemenler tarihin her döneminde kendilerinin egemenligi adına
hükümranlık alanlarındaki her topluma ve her bireye başegdirmeyi sistemin olmazsa olmazı görmüş, bunu kırımlar pahasına
hayata geçirmekte bir sakınca görmemişlerdir.
• Ortaçağ Avrupa´sında Engizisyon olmuş bu kırımların faili.
“İnsan-ı kamil “ler toplu kırımlardan geçirilerek, yakılarak insanlığın yüzkarası bir kirli miras bırakılmıştır geriye. Hal böyleyken İnsan-i Kamiller hiç bir uzlaşma çağrısına uymamış, baş
egmemişlerdir. Ölüme adeta dans ederek gitmişlerdir.
Kıta Amerika´sında Kızılderili soykırımları yaşanırken keza Kızılderililer de uzlaşı içinde olmamışlardır.
Tatanka Iotake (Oturan Boga); “Arkamdan gelme önderin olmayabilirim, önümden gitme ardından gelmeyebilirim. Yanıbaşımda dur, omuz omuza yürüyelim ancak bu şekilde kurtuluşa
gidebiliriz” diyerek insanlığa benzerine az rastlanır bir miras
bırakmıştır.
• Yorgunluktan bitap düşmüş halkına; “dans edecegiz. Dansta
kim sona kalırsa o önderimiz olacak” diyerek dansa tutuşur. Ve
dans ederken işgalcı Avrupalı barbarları tarafindan öldürülür.
• Fransız Komunarları bilindigi gibi Paris´teki Komunar duvarı
olarak bilinen yerde kurşuna dizilerek öldürülürler ve Paris Komunu tarihe iz düşürür.
• Hak arama mücadeleleri Dünyada bu seyirdeyken bizim cografyamızda hala hatırı sayılır bir toplumsal uyanışın yaşanmamış
olması bir insan olarak iliklerimi donduruyor.
• Okların sivri uçları sistemin beyni olan devlete degil, onun
uzuvlarından biri olan hükümetlere yöneltilir alışılageldigi gibi.
Sanki bir hükümet yikilirsa sistem kendileri lehine degişecek,
düzelecekmiş gibi. Siyasi sefaletin buncasına ancak ve yalnızca
bizim cografyamızda rastlanır.
“Arap Baharı” diye adlandırılan süreçte yaşananlar bellegimizdeki tazeligini koruyorken üstelik. Tozdumandan arta kalan eski
sistemin rütuşundan başka bir şey degildir. Vitrinlerdeki kısmı
degişiklik toplumsal sorunlar karşısında kürdan bile sayılmazlar
Devletin tüm kasvetiyle iktidar olduğu bu örneklerde birer ikişer
isim degişikliginden başka elle tutar bir sonuç elde edilmedigi
görüldü. Ve toplumun bir kesitine zulum ve kırım uygulanırken
diger bir kesimi ya seyirci kalır veya zulüm, kırım ve talana ortak olur Ermeni, Süryani, Pontus Rum, Kocgiri, Zilan ve Dersim
kırımlarında yaşandığı gibi. Geçen yy.in başında Osmanlı İtihatti Teraki´sinin başlatarak Mustafa Kemal´in tamamladığı Soykırımlar Resmi Tarih Tezleri ile belleklerden silinmek istenmiş ve
fakat tüm tarih carpıtıcılığa ragmen muvaffak olunamamıştır.
İstanbul´daki Avukatların yüzde alttmışına yakının çalışma ruhsatları iptal edilerek hak arama La Gazette Gazetesi 23 Temmuz
1924 tarihli sayısında tüm Avukatları inanç ve milliyetlerine göre
ayırarak bir liste yayınladı 960 Avukattan 431 i ancak geçebildi
bu hukuk kırımını
Aralarında;
587 Müslüman´dan 313` ü yani %53 `ü
162 Rum´dan
42 `si yani %25 `i
144 ERmeni´den 39 ´uyani %27`si
60 Yahudi´den 34`ü yani %57´si
7 cesitli inanclardan
olanlardan
3`ü yani %42`si vardi
ÇALIŞMA İZİNLERİNİN İPTAL NEDENLERİ
•
Neden-Müslümanlar-Rumlar-Ermeniler-Yahudiler-Digerleri
•
------------------------------------------------------------
Ahlaki
Mesleki
Kamu Görevi
38
60
101
60
49
3
47
34
3
11
6
2
3
1
• Tablo 23 Temmuz 1924 tarihli La Gazette´den alıntıdır.
(Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi Müslüman Avukatların çalışma izinlerinin iptalindeki en önemli neden önemli bir
kamu kuruluşunda çalışıyor olmalarıdır.) mücadellerinin önü kesilmeye çalışılmıştır. Çalışma ruhsatları iptal edilen avukatların
çogunluğu azınlık(!) uyruklulardı (Ermeni, Rum, Yahudi vd).
Küçük Asya´nin İslam üzerinden Türkleştirilmesi stratejisi soykırımlarla da yetinmeyerek kırımlardan artakalan azınlıkların
haklarını bir kez daha ve pervasızca gaspetmiştir aşağıda metnini
ekledigim Varlik Vergisi uygulamasıyla.
Keza; Yahudi Cemmatlerinin bizatihi kendilerinin finanse ettigi
okullarındaki Yahudi Egitimcilerin işlerine son verilerek Devletin atadığı Egiticeler hemde üç kat daha yüksek ücretle çalıştırılarak asimilasyon (türkleştirme) gerçekleştirilmiştir. bknz. El
Tyempo 14 Eylül 1923
Kendilerine biçilen vergileri ödeme gücü olmayan Ermeni, Rum
ve Yahudiler çetin kış koşullarında tipi boran altında ve asker
gözetimindeki çalışma kamplarına sürülür ve orada can pahasına
çalıştırılırken kazançlarının yarısına el konuyordu.
Tarih çalışmalarım sırasında Berlin´deki Sachsenhausen Toplama (İmha) Kampı ziyaretimde rastladığım belgelerde fotograflarıyla belgelenmiş Korkud ve Pepeyi soyadlı Mit üstdüzey
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yöneticileri (bknz. ekteki fotograflar -1, 2,3,4) kamp ziyaretine
gelmeden önce 1000 yahudiyi Erzurum´daki çalışma kamplarına
sürmüşlerdi. ki; Yahudiler güya Kemal´den imtiyazlılardı.
Elza Niyego Olayı ise başlıbaşına bir hukuk skandalıdır. Osman
Ragip adlı bir müslüman yakalanır ve bir süre sonra serbest bırakılır. Tarafından tecavüz edilen Elza Niyego´nun nişanlandığını
duyan Osman Ragip 17 Agustos 1927 akşamı Elza´nin yolunu
keser ve onu bıçaklayarak öldürür. Ertesi gün İstanbulda cenaze
töreni yapılır. Cenaze törenin Türkiye Cumhuriyetine karşı bir
gösteriye dönüştügü gerekçesiyle ertesi gün bir ırkçı kampanya
başlatılır, harekete geçen Emniyet ve Adliye birçok Yahudi´yi tutuklar. Gerekçeler aşina:
- görev sırasinda polise dokunma
- bir kesim halkı diger bir kesime karşı kışkırtma
- toplantı ve gösteri yasalarına karşı gelme
Kaynak; Journal d´Orient 20 Agustos 1927
Keza;
Izaak Behar´in anılarından bildigimiz gibi Kemal ile Hitler arasında başlayan ve Kemal´den sonrada süren gizli itifak geregi
eski İstanbul Yahudilerinden olan Behar Ailesine Türkiye´ye
giriş izni verilmemiş olup imha kamplarında kaatledilmelerine
ortak olunmuştur. bknz. “Versprich mir das du am Leben bleibst”
(Yaşamda Kalacağına Söz Ver Bana) Izaak Behar´in anılarını aktardigi kitabı. bknz. fotograflar 5, 6 ve 7
Sonuc yerine; “Hukuk” (hak-lar, Adalet) güçle dogru orantılıdır.
Hak arama (Hukuk) mücadelelerinin hedeflerine ulaşabilmesinin
olmazsa olmazı kitle hareketinin zoru zorlaması, kırmasıdır.
İçinden geçmekte olduğumuz bu süreçte de toplumun çeşitli cephelerinde kamu mülklerine sahip çıkma eksenli bir hareketlilik
yaşanmaktadır. Ve Fakat; hareketin öznesi olması gereken öncü
güçten yoksun, kendiligindenci bir hareketlilik olup asil hedefe
kilitlenme persektifine sahip degildir.
Hareketin merkezi Taksim Meydanı´nı da kapsayan alanın tamamı ve dahası eski Ermeni Mezarlığı olup çeşitli enrtikalarla
boşaltılmakla da yetinilmeyerek mezar taşlari merdiven olarak
kullanılmıştır. Hukuksuzlugun buncasına yerküre üzerinde bir
emsal daha yoktur.
Buna ragmen yüzyıllık suskunluğun bozulduğunu, toplumun
kılcal derelerinin tastigini görmek umudu besleyen bir gelişme.
“Akar su pislik kabul etmez” derler. Bu taşkınlığında ırkçı söven
duygu ve eylemlerden arınarak insanlık denizine akması dilegimle sözü bir Ladino atasözüyle baglamak istiyorum.
“ Kuando mas eskure es para amasener”
(Havanın en çok karardığı an gün dogacak demektir.)
Ali Kanli Haziran 2013 / Almanya
Varlık Vergisi Kanunu Tam Metni
Varlık vergisinin tam metni aşağıdaki gibidir:
1. Verginin mevzuu
Madde 1 —. Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve fevkalâde
kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya mahsus olmak üzere
(Varlık Vergisi) adiyle bir mükellefiyet tesis edilmiştir.
Madde 2 — Varlık Vergisi aşağıda yazılı zümrelere dâhil
olanhakikî ve hükmi şahıslardan alınır:
A) 2395 ve 2728 sayılı kanunlarla ek ve tadilleri mucibince mükellef bulunanlar;
B) Büyük çiftçiler (Büyük çiftçiden maksat, işinin idaresine ve
vüsatine halel getirmeksizin bu mükellefiyeti ifa edebilecekleri
bu kanunda yazılı komisyonlarca tesbit edilenlerdir);
C) Uhdelerinde bulunan binaların ve hisseli ise hissedarlarının
hisselerine düşen bir yıllık gayrisâfi iradı yekûnu 2 500 liradan
ve arsalarının vergide mukayyet kıymetleri 5 000 liradan yukarı
bulunan ve bu miktarların tenzilinden sonra mütebaki irat ve kıymetlerle bu vergiyi verebileceği komisyonlarca kararlaştırılanlar;
‘D) 1939 senesindenberi 2395 veya 2728 sayılı kanunlar mucibince vergiye tabi bir iş ve teşebbüsle uğraştığı halde bu kanunun
neşri tarihinde işini terk, devir veya tasfiye etmiş bulunanlar;
E) Meslekleri tacir, komüsyoncu, tellal veya simsar olmadığı halde 1939 senesindenberi velev bir defaya münhasır olsa bile ticari
muamelelere tavassut ederek komisyon veyahut tavassut mukabili
olarak her ne nam ile olursa olsun para veya ayniyat almış olanlar.
Madde 3 — İkinci maddede yazılı mükellefiyet zümrelerinden
iki veva daha ziyadesine dâhil olanlar bu zümrelerin her birinde
ayrı ayrı mükellef tutulurlar. Umumî, ımîilhak ve hususi bütçelerle belediye bütçelerinden ve 3659 numaralı kanuna tabi müesseselerden tahsisat, maaş ve ücret alanlarla kadroya müsteniden
yevmiye ile istihdam edilenler yalnız bu maaş, tahsisat, ücret ve
yevmiyelerinden dolayı ikinci maddenin A fıkrasındaki mükellefiyete tabi değildirler.
Madde 4 — 1837 sayılı Bina Vergisi Kanununun 3 üncü ve 1833
sayılı Arazi Vergisi Kanununun 2 nci maddesinde sayılı bina ve
arsa sahipleri, ikinci maddenin (C) fıkrasında yazılı mükellefiyetten muaf tutulur.
Madde 5 — Vergi, hakikî ve hükmi şahıslar namlarına tarholunur
ve eshamlı ve eshamsız şirketlerde hisseye bakılmaksızın şirketlerin menkul ve gayrimenkul varlığının tamamı üzerinden alınır.
2. Verginin miktarı
Madde 6 — Yedinci maddede yazılı komisyonlar, ikinci maddede yazılı mükelleflerin mükellefiyet derecelerini, her mükellef
namına 1941 yılında ve ticaretini terk, devir veya tasfiye etmiş
olanlar için terk, devir veya tasfiyeye tekaddüm eden son yılda
tarhedilmiş veya tahakkuk ettirilmiş vergi miktarlarını, çiftçilerde mükellefin zirai vaziyetini ve gayrimenkul sahiplerinin de irat
ve vergi kıymeti miktarlarını gözden geçirmekle beraber bunlarla
mukayyet olmaksızın edinecekleri kanaate göre takdir ve tesbit
ederler. Ancak 2395 sayılı kanunun 11 inci maddesi hükmü dairesinde kazanç beyannamelerine bilanço raptetmek mecburiyetinde
bulunan anonim, komandit, limited ve sermayesi üzerinden kazanç dağıtan kooperatif şirketlerin vergileri, 1941 takvim yılma
veya ticari yılma ve ticarethanelerini terk, devir ve tasfiye etmiş
olanlarda terk, devir ve tasfiyeye takaddüm eden son seneye ait
safi kazancının yüzde ellisinden aşağı ve anonim şirketlerde yüzde yetmişinden yukarı olamaz. İkinci maddenin (B) fıkrasında
yazılı çiftçilerin mükellefiyetleri de varlıklarının yüzde beşini
(geçemez.
3. Verginin tarhı
Madde 7 — İkinci maddede yazılı servet ve kazanç sahiplerinin
mükellefiyet derecelerini tesbit etmek üzere her vilâyet ve kaza
merkezinde mahallin en büyük mülkiye memurunun reisliği altında en büyük mal memurundan ve ticaret odalariyle belediyelerce kendi azaları arasından seçilecek ikişer azadan müteşekkil
bir ve icabına göre müteaddit komisyon kurulur. Ticaret odası bulunmıyan yerlerde, bu odanın seçeceği azalar yerine belediyece,
hariçten ticaret ve ziraattan anlıyanlar arasından iki âza seçilir.
En büyük mülkiye ve maliye memurları bu komisyonlarda bizzat
bulunmakla mükelleftirler. Ancak birden fazla komisyon kurulan
yerlerde tensip edecekleri memurları tevkil edebilirler ve kendileri de icabına göre istedikleri komisyonlarda bulunabilirler.
Komisyonların, büyük çiftçileri tesbit için yapacağı toplantılarda
Ticaret odası yerine ziraat odalarınca kendi azaları arasından ve
bulunmıyan yerlerde belediyelerce hariçten ve ziraatten anlıyanlar arasından seçilecek iki âza komisyona iştirak eder. Komisyon
kararları ekseriyetle verilir, reylerde müsavat halinde reisin bulunduğu taraf tercih edilir.
Madde 8 — Komisyonlar, şirketlerin mükellefiyetlerini tesbit
ettikleri sırada şeriklerin de servetleri derecesini ve fevkalâde
kazançlarını araştırarak bunların da mükellefiyetlerini takdir
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ederler.
Madde 9 — Komisyonlar, muhtelif zümrelerin mükellefiyet derecelerini tesbit işini on beş gün içinde intaç ile mükelleftirler. Bu
müddet zarfında işini bitiremiyen komisyonların memur olmayan
âzası değiştirilerek yerlerine son mebus intihabında müntehibi
sani olanlar arasından belediye reislerince seçilecek dörder zat
alınmak suretiyle komisyonların âzası tamamlanır.
Madde 10 — Mükelleflerin tesbiti sırasında komisyonlarca unutulmuş olanların isimleri komisyonların dağılmasından itibaren
en geç iki ay içinde varidat dairelerince tesbit olunarak 7 nci
madde hükmü dairesinde yeniden teşkil edilecek komisyonlara
bildirilir. Komisyonlar âzami on beş gün içinde bu mükelleflerin
vergi miktarlarını kararlaştırmağa mecburdurlar.
4. Verginin tebliğ ve tahsili
Madde 11 — Komisyon kararları, şehir ve kasabalarda varidat
dairelerinin kapılarına ve köylerde münasip mahallere listeler
yapıştırılmak suretiyle ilân ve tebliğ olunur. Listelerin asıldığı,
gündelik gazete çıkan yerlerde gazetelerle ve gündelik gazete
çıkmıyan mahallerde belediye tellâlları marifetiyle halka ayrıca
haber verilir. Komisyon kararları nihaî ve katî mahiyette olup
bunlara karşı idari ve adli kaza mercilerinde dâva açılamaz. Ancak bir mükellef namına aynı mükellefiyet mevzuundan dolayı
mükerrer vergi tarh edilmiş olduğu takdirde bunlardan en yüksek
olanı ipka edilerek diğerleri tarhiyatı yapan komisyonların vazife
gördüğü mahallerin en büyük mal memuru tarafından mükelleflerin müracaatı üzerine silinir.
Madde 12 — Mükellefler vergilerini, talik tarihinden itibaren on
beş gün içinde mal sandığına yatırmağa mecburdurlar. On beş
günlük müddetin geçmesini beklemeden mahallin en büyük malmef huru, lüzum gördüğü mükelleflerin menkul ve gayrimenkul
mallariyle alacak, hak ve menfaatlerinin ihtiyaten haczine karar
verebilir. On beş günlük müddet içinde yatırılmıyan vergilerin
Tahsili Emval Kanununa tevfikan tahsiline tevessül edilmekle
beraber vergi miktarına müddetin dolmasından itibaren birinci
hafta için yüzde bir ve ikinci hafta için yüzde i ki zammoluııur. Talik tarihinden itibaren bir ay zarfında borçlarını ödemiyen
mükellefler borçlarını tamamen ödeyinceye kadar memleketin
herhangi bir yerinde bedeni kabiliyetlerine göre askerî mahiyeti haiz olmıyan umumî hizmetlerde veya belediye hizmetlerinde çalıştırılırlar. Ancak üçüncü maddenin son fıkrasında yazılı
olanlardan ikinci maddedeki mükellefiyete tabi bulunanlarla kadınların ve elli beş yaşını mütecaviz erkeklerin borçları hakkında
Tahsili Emval Kanunu tatbik edilmekle beraber bunlar çalışma
mükellefiyetine tabi tutulmıyabilirler. Bu fıkra hükmüne göre çalıştırılanlara verilecek ücretin yarısı borçlarına mahsup olunur.
Çalışma mecburiyetinin tatbik tarzı Hükümetçe hazırlanacak bir
talimatname ile tâyin olunur. Bi r inci fıkrada yazılı on beş günlük müddet içinde vergilerini vermeyen mükellefler, aynı müddet zarfında vergileri miktarınca Hazine bono ve tahvilâtı veya
banka teminat mektubu tevdi ettikleri takdirde bu mükellefler
hakkında Tahsili Emval Kanununun ve çalışma mecburiyetinin
tatbiki bir ay müddetle geri bırakılabilir.
Madde 13 — Kollektif ve komandit şirketlere ait vergilerin icabı
halinde ortakların ve komanditelerin şahsi mallarından istifası
hususunda da Tahsili emval kanunu hükümleri tatbik olunmakla beraber ortak ve komanditeler çalışma mecburiyetine de tabi
tutulabilirler ve on ‘ikinci maddenin ikinci fıkrası hükmü bunlar
hakkında da tatbik olunur. Bu madde ile on ikinci maddede yazılı
karar ve muameleler katî olup bunlara karşı idari ve adli kaza
mercilerinde dâva açılamaz.
5. Teminat
Madde 14 — Varlık vergisiyle mükellef tutulanların ikametgâhlarında, ıgerek kendilerine ve gerek karı veya kocalarına veya
kendileriyle birlikte oturan usul ve furuğiyle kardeşlerine ait
dükkân, mağaza, depo, ambar, fabrika ve imalâthanelerde veya
bunlara benzer yerlerde bulunan bütün menkul mallarla tapuda
veya vergide bunlardan herhangi biri namına kayıtlı olan gayrimenkul mallar bu kanun mucibince alınacak vergi ve zamların
kanuni teminatı hükmünde olup bu ma l l a rın satılmasında da
Tahsili Emval Kanunu hükümleri tatbik olunur. Verginin teminatını teşkil eden bu mallardan mükellefin kendisine veya kan ve
kocasına ait olanlar hariç olmak üzere diğer mallar üzerine komisyonlarca verginin takdir ve tesbiti tarihinden itibaren bir sene
zarfında ayrıca haciz konmadığı takdirde bu mallar üzerindeki
teminat hükmü sona erer.
Mükelleflerin zilyedliği altında veya yukarda yazılı mahallerde
bulunan menkul mallara mütaallik satış, temlik ve rehin iddiaları
muteber sayılmaz ve bu nevi mallar hakkında dermeyan olunacak
istihkak iddiaları dinlenemez.
Bu kanunun neşrinden mukaddem başlamış olan ve bir ilâma veya
bu hüküm ve kuvıvette noterlikçe tanzim edilmiş mukaddem tarihli resmî bir senede müstenit olmıyarak vapılmış bulunan takip
neticesinde icra dairelerince konulmuş olan ihtivati ve icrai hacizler bu teminat hükmüne halel vermez. Bu hacizler ancak vergi
alacağının tahsilinden sonra bir bakiye kaldığı takdirde bu kısım
hakkında infaz olunur. Gayrimenkullerin satışında bunların varlık vergisi mükellefiyeti ile ilişiği olmadığı alâkalı varidat dairesince tasdik edilmedikçe tapu daireleri tescil yapamaz. Yapılan
tesciller hükümsüz sayılır.
6. Müruruzaman
Madde 15 — 9 ve 10 uncu maddelerde yazılı müddet ve şartlar
içinde tarhedilemiyen vergiler, bu müddetler geçtikten sonra yeniden tarh ve tahsil edilemez.
Bu kanun mucibince tahakkuk ettirilmiş olan vergiler 1943 malî
yılından itibaren beş yıl sonra tahsil olunamaz. Verginin tahsili
için yapılacak her nevi takip muameleleri, müruruzamanı keser.
7. Meriyet maddeleri
Madde 16 — Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 17 — Bu kanunun hükümlerini yürütmeğe İcra Vekilleri
Heyeti memurdur.
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yavuz Sultan
Selim’in Alevi
Katliamı
Ali Haydar AVCI
Alevi-Kızılbaş toplumuna karşı kin ve
düşmanlığı en üst boyuta taşıyan Yavuz
Sultan Selim’in de padişah olur olmaz
ilk yaptığı işlerden birinin vakanüvislerin deyimiyle “milk-i Rum’u (Anadolu
toprağı) kurtarmak ve korumak için”
kırk binden fazla Aleviyi defter ettirerek
öldürtmek olduğunu, öldürülmeyenlerin
ise en azından sürgüne gönderildiğini
döneme ilişkin kaynak ve belgelerde çok
açık bir şekilde görebiliyoruz. Taraflı bir
duruş sergileyen Osmanlı kaynaklarında
bile Alevi-Kızılbaş toplumuna yönelik
bu hareket, “fartı (aşırı) gayretle fazlasıyla icra” edilmiş olabileceği, “ricat
hattını korumak için dahi olsa mazur görülemeyeceği” belirtilerek “kanlı icraat”
ve “korkunç bir katliam” olarak değerlendirilmektedir.
(Lamartine tarafından bu durum şöyle
anlatılmaktadır: “Sultan Selim Anadolu
ve Rumeli’de bulunan bütün Ali taraftarlarını yok etmeye başladı… Özellikle
Türkmenler ve Karamanlılar arasında
Ali taraftarları çoğalmıştı. Sultan Selim casusları aracılığı ile Anadolu ve
Rumeli’nin bütün köy, kasaba ve aşiretlerinde yaşayan Alevilerin listelerini
hazırlattı. Bu listelerede yedi yaşından
ihtiyarlara kadar kırk bin kişinin adı yazılmıştı… Verilen bir işaret üzerine bu
kırk bin kurban acımasızca boğazlandı.”
Bkz. Alphonse de Lamartine, Osmanlı
Tarihi, Sayfa 370.) Ayrıca bkz. Solakzâde Tarihi, Cilt 2, Sayfa 16.; Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t – Tevarih, Cilt IV,
Sayfa 176.; Müneccim-başı Ahmet Dede,
Sahaif-ül-ahbar fi Vekayi-ül-a’sâr, Cilt 2,
Sayfa 457. Zuhuri Danışman, Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi, Cilt 5, Yeni Matbaa, İstanbul 1965, Sayfa 168.)
Dönemin önemli tanığı ve Osmanlı-Kürt
işbirliğinin büyük mimarlarından vakanivüs İdrîs-i Bidlîsî tarafından ise bu
katliam çarpıcı ayrıntılarla şöyle anlatılmaktadır: “O sırada mücahitler sultanı
saltanat diyarı Edirne’de kışlakta bulunuyordu. Görüşmelerden ve konuşmalardan sonra bu Kızılbaş taifesinin kökünü
kazıma hareketlerinin öne alınması için
padişahın şu hükmü yöneticiler adına
gönderildi: Hiç beklemeden, her yörede
Kızılbaş taifesinden kim varsa ve nerede bulunuyorsa, üç atasına dek bu Safeviye şeyhlerinin üç tabakasına inanan
müritlerden iseler her hâlükârda “imanı
inkârla değiştiren şüphesiz doğru yoldan
sapmış olur.” ayeti gereğince köklerinin
kazınmasını ve tebdil ile cezalandırılmayı hak etmişlerdir; kaçınılmaz olarak
Rum beldelerinde oturan ve yolculuk
halinde bulunan bu taifenin yediden
yetmişe hepsini yazsınlar ve yüce divanın naiplerine arz etsinler.Acele olarak,
uyulması gereken hükümlerin dayanakları (Bu dayanaklar Şeyhülislam fetvalarıdır.)tamamlanınca, hükümler her bir
yörenin yöneticisine gönderildi. “Onları
bulduğunuz yerde öldürün.” genel hükmünce amel edip onlardan büyük bir
kitle öldürüldü. (Bitlisi’nin bu tanıklığı,
yönetim yanlısı biri olarak yönetim tarafının bakış açısıyla ilgili getirdiği yorum ve yaptığı aktarımlar büyük önem
taşımaktadır. Ayrıca Bitlisi’nin kesin bir
sayı vermekten kaçınması ve “bulduğunuz yerde öldürün” hükmü uyarınca
“büyük bir kitle öldürüldü” demekle yetinmesi bu Kızılbaş katliamının gerçek
boyutlarını anlamak açısından da önemlidir.) Bu katliamdan ve İslam sultanının
o alçak topluluğa karşı gerçekleştirilen
bu siyaset intikamının duyurulması
konusundaki düşüncesinden sonra, sapık şah (Burada kastedilen Şah İsmail
Hatayi’dir.) tarafından durumun gidişini
araştırmak için casusu olarak gönderilen
bu taifeden biri tutuklanarak hapsedildi.” (Bkz. İdrîs-i Bidlîsî, Selim Şahnâme,
Sayfa 130. Bu bakış açısı ve değerlendirmeler Bidlisi’nin taraflı duruşunu/bakışını yansıtıyor olsa da, aslında arka plan
iyi deşelendiğinde bu değerlendirmelerin, olayın hem nitel, hem nicel boyutunu
anlamak ve çözmek için oldukça anlamlı
olduğu görülecektir.) Dönemin tarihçilerinden Celâl-zâde Mustafa ise durumu,
“Merhum Sultan Selim Hân padişah olmasa milk-i Rum elden gitmiş idi.” şeklinde aktarmaktadır. (Bkz. Celâl-zâde
Mustafa, Selim-nâme, (Hazırlayanlar:
Ahmet Uğur – Mustafa Çuhadar), Kültür
Bakanlığı Yayını, Ankara 1990, Sayfa
157.)
Geniş bilgi için bkz. Ali Haydar
AVCI,Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal, Sayfa 160-161.)
Yavuz Sultan Selim’in katliamları dönemin bir başka önemli tanığı Defterdar Ebu’l-Fadl Mehmed Efendi’nin
Selimşâhnâme’sinde ise “hükm- katl-i
âmı cemâat-ı Kızılbaş der memâlik-i
Rûm-ı ma’delet-tuhûm (Kızılbaş toplumunun katliam hükmü, Rum (Anadolu)
memleketlerinde adalet tohumu.)” başlığıyla şöyle geçmektedir. “Her şeyi bilen
Sultan, o kavmin etbâinı kısım kısım ve
isim isim yazmak üzere, memleketin her
tarafına bilgiç kâtipler gönderdi; yedi
yaşından yetmiş yaşına kadar olanların
defteri divâna getirilmek üzere emredildi; getirilen defterlere nazaran, ihtiyar genç kırk bin kişi yazılmıştı; ondan
sonra memleketin hâkimlerine memurlar
defterler getirdiler; bunların gittikleri
yerlerde kılıç kullanılarak, bu memleketlerdeki maktüllerin adedi kırk bini
geçti.”
Kimi Osmanlı kaynakları öldürülenlerin
sayısının kırk bin olduğunu belirtmesine karşın, olayın yakın tanıklarından
Defterdar Ebu’l-Fadl Mehmed Efendi,
bu kayıtlarda görüldüğü gibi yerel yöneticilere de defterlerin gönderildiğini ve
onlar tarafından öldürülenlerle birlikte
katlima uğrayanların sayısının kırk binden fazla olduğunu çok açık ve kesin bir
dille aktarmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki, yalnızca yerel yöneticilerin kıyımları dışında, yani merkezi yönetimin
doğrudan bilgisi ve denetimi dahilinde
öldürülenlerin sayısı kırk bindir. Bir de
bunlara yerel yöneticilerin gerçekleştirdiği katliamlar eklenirse, gerçek sayının
çok yüksek rakamlara ulaştığı bellidir.
Konuyla ilgili yapılan araştırmalarda bu
boyut özellikle atlanarak nesnellikten
uzak, taraflı bir tutumla katliamın boyutu küçültülmeye ve katledilenlerin sayısının azaltılmaya çalışıldığı görülüyor.
(Geniş bilgi için bkz. Ali Haydar AVCI,
Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal.Sayfa 161-162.)
Sarı Görez Müftü Hamza, İbn-i Kemâl
ve Ebussuûd Efendi’nin Fetvaları:
“Müslimanlar bilün ve âgâh olun, şol
taife-i Kızılbaş ki reisleri Erdebil-oğlu İsmail’dür…” “Kızılbaş’ın katli
vâciptir… Bu tâifenin kıtali (öldürülmesi) sair kefere kıtalinden ehemdir (önemlidir)… Kızılbaş kıtali kâfir kıtalinden
daha sevaptır.” “Kızılbaş tâifesinin
şer’ân kıtâli helâl olup, katl eden gâzi
ve Kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul
olanlar şehid olurlar mı? Elcevap: Olur
gazâ-i ekber ve şehâdet-i azimedir (En
kutsal savaş ve en ulu şehitliktir) .”(Geniş bilgi için bkz. Ali Haydar AVCI, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal.
Sayfa 226-227.)
Kaynak:
http://avrupasurgunleri.com/yavuz-sultan-selimin-alevi-katliami
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PROF. DR JOYCE
BLAU: ZAZACA
KÜRTÇE'DEN DAHA
ESKİ BİR DİLDİR
Seyidxan Kurıj'ın Doğu Dilleri Bilimcisi
Prof. Dr. Joyce BLAU ile yaptığı röportajda Prof. Blau, Zazaca ve Goranca'nın
Kürtçe'den daha eski diller olduğunu
belirterek Zazaki hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Seyidxan KURIJ'ın
Zazaca'yı Kürtçe'nin bir diyalekti olarak göstermeye çalışmasına karşın Prof.
Joyce BLAU, Kürtçe'nin Zazaca'ya göre
daha yeni bir dil olduğunu ve Zazaca'nın
daha eski bir dil olduğunu vurguladı.
Seyidxan KURIJ: Siz Kürtçe‘nin bir çok
diyalektini konuşuyorsunuz. Lülfen bize
Kürt dili üzerine kisaca bilgi verebilir
misiniz.?
Prof. Dr. Joyce BLAU: Kürt dili HintAvrupa dil gurubunun İrani diller ailesine aittir. Daha açıkcası Kürt dili, İrani
diller ailesinin Kuzey-Bati grubu içindedir. Kürt dili, Farsça ile akrabadır fakat
Farsça‘dan da oldukça farklıdır.
Seyidxan KURIJ: Kürtçe‘nin kaç diyalekti var ve bunlar arasındaki ilişki nasıldır?
Prof. Dr.Joyce BLAU: Kürtçe‘de normalde 3 diyalekt var. Kuzey diyalekti, merkez diyalekti ve Güney diyalekti. Tabii ki
bu ayırım çok şematiktir. Kuzey diyalekti oldukca zengin bir edebiyat geliştirdi,
Merkez diyalekt de öyle fakat Güney diyalekti henüz böyle zengin bir edebiyata
sahip değildir.
Kuzey diyalektine normalde Kurmanci
denir, fakal Irak ‘ta Behdinani de deni-
yor. Sorani grubu merkezi bir gruptur;
Sorani, Mukri ve Sinai‘den olusur. Bu
diyalekt daha çok Sanandaj. Mahabat,
Süleymaniye ve Erbil‘de konuşulur. Bu
diyalekt çok harika bir edebiyat geliştirmiştir. Bugün Kuzey grubunun yazımında Latin ve Kril alfabesi kullanılıyor.
Merkezi diyalektin kullanımında Arap
Alfabesi kullanılıyor. Güney diyalektinde Kermanşahi, Kelhori. Sancabi, Lori
veLeki ağızları vardır. Bu ağızlar ortak
bir temle sahiptirler fakat Sorani ve Kurmanci ile kiyaslandığında çok zayıf bir
edebiyata sahiptir.
Seyidxan KURIJ: Gorani ve Kirdki (Zazaki) hakkındaki düşüncelerinizi alabilir
miyiz? Bu iki diyalekt arasında ne gibi
ortaklık ve farklılıklar mevcuttur.?
Prof. Dr. Joyce BLAU: Gorani ve
Zazaca‘nın aynı kökenden geldiklerini biliyoruz. Muhtemelen bu diller
Kürtçe‘den önce bu bölgede konuşuyordular. Bu bölge bir çok İran ve Turk
saldırısına uğradı. İran‘lılar bu bölgeye
dalga dalga geldıler. Muhtemelen Gorani
ve Zazaca‘nın mazisi Kürtçe‘nin kinden
daha eskidir. Kürtler; Zazalar‘ın ve Goranların çoğunu asimile ettiler fakat hepsini edemediler.
Bugün Gorani‘nin fazlasıyla Sorani‘nin
etkisinde olduğunu biliyoruz ve Goranların çoğu Sorani konuşuyor. Gorani
İran‘ın Güney kesiminde, Kermanşah‘in
Kuzeyinde konuşuluyor. Zazalar göç ettirildiler ve şimdi Anadolunun ortasında
bir üçgende yaşıyorlar.
Seyidxan KURIJ: İleride Doğu Dilleri
Enstitüsü‘nde Zazaca‘da ders vermeyi
düşünüyor musunuz?
Prof. Dr.Joyce BLAU: Evet, memnuniyetle yapmak istiyoruz. Fakat bir
problemimiz var. Bu konuda insanlarin
yardımına ihtiyacimiz var. Fransa‘da yeterince Zazaca bilen dil bilimcisi bulamiyoruz. Şimdiye kadar henüz doğru dürüst aramadık da. Çok çalışkan Dersimli
bir kız vardı burada; onun bize yardım
edebileceğini düşünmüştük fakat o da
Türkoloji okumayi seçti. Ama ben inamıyorum ki o kız bir gün Zazaca‘ya geri
dönecek. O yüksek bir performans ile
Turk diyalektleri üzerine çalıştı. Amacımıza ulaşabileceğimize inanıyorum.
Bunu isteyen çok insan var, eğer destek
alabilirsek gerçekleştirebiliriz sanırım.
Seyidxan KURIJ: Verdiğiniz bilgiler için
teşekür ederim.
Prof. Dr. Joyce BLAU: Ben teşekür ederim.
Kaynak:
ht t p://d e r si m ne w s.c om / k i r m a n ck i /
zazaca-kurtceden-daha-eski-bir-dildir.
html
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İsteme Adresi: Gazi Küçük Atatürk Mah. 557. Sokak No: 19
35310 Güzelbahçe – İzmir Tel: (0232) 234 04 39
Kızılbaş Yayınevi
kültür ürünlerinizin
üretimi ve tanıtımı, grafik
tasarım matbaa işlerinizde
bir de bizden teklif
almanızı öneriyoruz.
kızılbaş yayınevi
[email protected]
www.kizilbas.biz
tel: 0506 818 66 55
+49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dünden bugüne
“KIZILBAŞ SİYASETİ”
Katliamlar...Asimilasyon...İlişkileri...
PA N ELİ N
tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den
oluşan paneli isteyen herkeze posta ile
gönderilir. posta ücreti dahil 10,00 tl.
avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
TV 10 da Kızılbaş Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Ali Ülger ile yapılan
söyleşiyi dvd olarak ürettik.
İlgi duyanlara posta ile gödnerilir.
posta ücreti dahil 7,50 tl.
avrupa ve diyer ülkeler 10,00 €
Yurtdışı için: Ali Ülger: 300 23 23 29
BLZ: 350 500 00 Sparkasse
Duisburg - Almanya
Memleket için: Ali Ülger
Akbank Bahçelievler İstanbul
5890 0441 8440 6536
Dünden bugüne
“KIZILBAŞ SİYASETİ”
Katliamlar...Asimilasyon...İlişkileri...
PANEL:
Moderatör: Hatice Çevik - Gazeteci
Dr. İsmail Beşikçi - Yazar
Pakrat Estukyan - Yazar (Agos)
Ferit Altunsu - Yazar
Demir Çelik - BDP Milletvekili
Ali Ülger - Kızılbaş Dergisi (GYY)

Benzer belgeler