Prof. Dr. Ayşenur OKTAY - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
Prof. Dr. Ayşenur OKTAY - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı Bülent AKARCALI Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Ankara Milletvekili Prof. Dr. Haydar SUR Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı, Medeniyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa SOLAK Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı Malatya Milletvekili EDİTÖRDEN Başımız Sağolsun! Sağlıkta şiddet maalesef önlenemiyor ve hepimizin yüreğini acıtan hekim cinayetleri devam ediyor. Hayatını hastalarının tedavisine adamış olan fedakâr hekimlerimiz başta olmak üzere bütün sağlık çalışanlarına yapılan saldırılar ve yaşanan cinayetler sadece bu camianın değil bütün vatandaşlarımızın tepkisini çekiyor. Sağlık çalışanlarını derinden yaralayan ve halkımızı da üzüntüye gark eden son saldırı Samsun’da yaşandı. Samsun Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Hastanesi’nde Göğüs Cerrahı olarak görev yapan Op. Dr. Kamil Furtun, İsmail K. isimli bir şahıs tarafından hastanede uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Bu son cinayet bütün Türkiye’de ve her kesim tarafından nefretle kınandı. Sağlık Bakanlığı’nın çağrısı ile bütün Türkiye’de sağlık çalışanları 15 dakikalık iş bırakma ve tepki eylemi gerçekleştirdi. Biz de Sağlık ve İnsan Dergisi olarak ilk sayfalarımızda bu cinayete ve sağlıkta şiddet konusuna yer verdik. Dikkat çeksin diye de bu menfur saldırılarda en son hayatını kaybeden iki hekimimizin soy isimlerinden yola çıkarak: SAĞLIKTA ŞİDDET FURTUN’ASI SONA ERSİN! manşetini kullandık. Umarız ve dileriz bu son saldırı ve cinayet olur. Sağlıkta şiddet konusunu bu sayımızda dergimizin sürekli yazarlarından Prof. Dr. Recep AKDUR Hocamız bütün yönleri ile ele aldı. İlgililerin dikkatine sunuyoruz. Hareketli Yaşam ve Sağlıklı Beslenme Sağlık ve İnsan Dergisi olarak Haziran sayımızın Kapak Dosyasını “Hareketli Yaşam ve Sağlıklı Beslenme” konusuna ayırdık. Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkan V. Prof. Dr. İrfan ŞENCAN, Bakanlığın 2014 yılından bu yana yürüttüğü SAĞLIKLI BESLENME VE HAREKETLİ YAŞAM PROGRAMI ile ilgili bir bilgilendirme yazısını dergimiz için kaleme aldı. Yine Türkiye Halk Sağlığı Kurumu uzmanları, Kapak Konumuz ile alakalı olarak Hareketli Yaşam ve Sağlıklı Beslenme Önerilerimiz başlığı ile önemli hatırlatmada bulunuyorlar. Kapak Dosyamızda sağlıklı beslenme ve hareketli yaşamla ilgili oldukça zengin yazılar var. Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimlerinin hemen sonrasında Doç. Dr. Hasan Hüseyin YILDIRIM’ın “Seçimler, Sağlık ve Siyaset” kavramları çerçevesinde yaptığı değerlendirmeler olukça farklı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Yaşamın İçinden bölümümüzde NTV.COM.TR Editörü Tülay KARABAĞ’ın yaşadıkları ve buradan yola çıkarak yaşanmışlıkları konuştuğu çok özel iki yazı yer alıyor. Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi Prof. Dr. Yunus SÖYLET Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı Sağlık ve İnsan Dergimiz Haziran sayısında da yine dolu dolu. Araştırmalar, makaleler, haberler, özgün bölümler ve daha bir çok yönü ile neden sağlık alanının prestij dergisi olduğunu adeta bir kere daha ispat ediyor. Sağlığın İnsanı ve İnsanımızın Sağlığı İçin çok daha güzel sayılarda ve yarınlarda buluşmayı diliyoruz. Ayşe Aydın AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ /saglikinsandrg Yıl: 4 Sayı: 42 • HAZİRAN 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. EsasMedya Ltd. Şti. adına /saglikveinsandergisi www.saglikveinsandergisi.com www.saglikveinsandergisi.com [email protected] Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı: Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54 Basım Tarihi: Haziran 2015, ANKARA Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir. Sağlıkta Şiddet 04 Furtunası Sona Ersin Sağlıklı Beslenme 12 ve Hareketli Yaşam Programı 2014-2017 Hayatın içinden 16 Diyabet ve Beslenme 58 Aile Hekimliği Sağlık Bütçesine Ne Getiri Sağladı? Yaşamak için Acele Ediyorum 42 Tülay KARABAĞ 66 Ciltte Oluşan Lekeler, Nedenleri, Korunma ve Tedavideki Son Gelişmeler 76 Temple Grandin haber SAĞLIKTA ŞİDDET FURTUN’ASI SONA ERSİN Sağlık çalışanlarına şiddet ve saldırılara bir yenisi eklendi. Samsun Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Hastanesi’nde Göğüs Cerrahı olarak görev yapan Op. Dr. Kamil Furtun, İsmail K. isimli bir şahıs tarafından hastanede uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Milletimizi derinden üzen bu cinayetle ilgili bir açıklama yapan Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu “Çok değerli meslektaşıma Allah’tan rahmet diliyorum. Ailesine sabırlar diliyorum. Sağlık camiamızın başı sağ olsun. Çok saygın bir hekim, çok saygın bir insandı. İnsani değerleri ve mesleki duruşuyla da gerçekten adıyla müsemma Kamil bir insan, Kamil bir hekimdi. İnşallah onun adını yaşatacak bütün tedbirleri alacağız. Ailesiyle görüşerek, hastanenin ismini gerekiyorsa onun ismini vererek veya ailenin farklı önerileri varsa önümüzdeki günlerde o önerileri de değerlendireceğiz” dedi. Görevi başında şehit edilen Op. Dr. Kamil Furtun’un çalıştığı hastanenin bahçesinde tören düzenlendi. Törene Gençlik ve Spor Bakanı Çağatay Kılıç, Vali İbrahim Şahin, hastane personeli, şehit edilen doktorun eşi Enfeksiyon 4 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Hastalıkları Uzmanı Dr. Funda Furtun, oğlu Taylan Furtun, annesi Gönül Furtun, yakınları, mesai arkadaşları, hastaları ve çok sayıda meslektaşı ve sevenleri katıldı. “Adam gibi adam sözü Kamil abi için söylenmişti sanırım. Hepimizin abisiydi.” Törende konuşan ve gözyaşlarına hâkim olamayan Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Hastanesi Başhekimi Taner Kutlu, “Adam gibi adam sözü Kamil abi için söylenmişti sanırım. Hepimizin abisiydi. Ondan hala bir şeyler öğreniyorduk. Kimse kötü bir adam diyemez. Çok iyi bir insan, çok iyi bir doktordu. Ne yapacağımızı bilmiyoruz” dedi. Hasta ve hasta yakınlarının, meslektaşları ve bütün tanıyanların çok sevdiği ve ağabey olarak gördüğü Dr. Kamil Furtun’un görevi başında uğradığı menfur bir saldırı sonucu hayatını kaybetmesi sağlık camiasında büyük tepki çekti. Saldırıyı nefretle kınayan hekimler ve sağlık çalışanları artık bu cinayetlerin sonlandırılması için ne gerekiyorsa yapılmasını istedi. BAŞIM SAĞOL IZ SUN Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu’nun taziye mesajı Şehit doktor Kamil Furtun’un Samsun’da yapılan cenaze törenine katılan Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu bir de taziye mesajı yayınladı. Bakan Müezzinoğlu taziye mesajında şunları söyledi: “Samsun Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde Göğüs Cerrahisi Uzmanı olarak görev yapmakta olan hekimimiz Op. Dr. Kamil Furtun’u menfur bir saldırı sonucu kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yaşıyoruz. İnsanımızın sağlığı için canla, başla ve aşkla görev yapan sağlık çalışanlarımıza yönelik her türlü şiddeti, kimden ve nasıl geldiğini ayırt etmeksizin lanetliyoruz. İnsan hayatına kast edilerek ortaya konan bu korkunç olay bizleri ve sağlık camiamızı derinden sarsmıştır. Şiddetin sağlık kurumlarında asgariye indirilmesi için son zamanlarda önemli hukuki, idari ve yapısal tedbirleri hayata geçirdik. Her şeyden önce “Şifa Veren Ele Vefa” dedik ve unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizi yeniden hatırlatarak, sağlık çalışanlarımızdan küçük bir teşekkürün esirgenmemesini istedik. Bununla birlikte şiddet dilinin ne medeniyetimiz ne de ahlaki değerlerimizle asla bağdaşmayacağına vurgu yaptık. Tüm bunlara rağmen, toplumun hemen hemen tüm kesimlerinde yaşandığı gibi sağlıkta da maalesef bu tür üzücü olaylarla karşı karşıya kalabilmekteyiz. Sevginin, merhametin ve hoşgörünün sembolü olan bir sahada böylesi kahreden olayların bir daha yaşanmamasını yürekten temenni ediyorum. Sağlık Bakanlığı olarak, bu hain saldırının aydınlanması için sürecin yakından takipçisi olacağımız bilinmelidir. Hayatını kaybeden Kamil Furtun kardeşime Cenab-ı Hakk’tan rahmet, kendisi de bir meslektaşımız olan değerli eşleri başta olmak üzere evladı ve tüm yakınlarına sabırlar diliyorum. Milletimizin ve Sağlık Camiamızın başı sağ olsun.” Dr. Funda Furtun: Eşimin ölümü birleştirici ruh oluşturdu Funda Furtun, saldırıyı gerçekleştiren kişiyi hiç tanımadığını ve hakkında da hiçbir şey bilmediğini söyledi. Sadece doktorlara değil herkese karşı şiddetin sona ermesini isteyen Furtun, “Şiddetin artık son bulmasını umu- yorum. Eşimin ölümü bir birleştirici ruh oluşturdu. Bu ruhla gerekenlerin yapılıp, halkımızın bilince ulaşıp, şiddetin artık bitmesini umuyorum” diye konuştu. Bakanımıza teşekkür ediyorum. Adının bir hastaneye verilecek olması, ölümsüzleşmesi, bizim için mutluluk’’ şeklinde konuştu. Furtun, eşinin ölümünün ardından mezarını ziyarete gittiğinde, bir hastasının kabrin başında dua okuyarak ağladığını gördüğünde çok etkilendiğini belirterek, tüm Samsun halkı ve Türkiye’nin eşine sahip çıktığını kaydetti. Bu süreçte büyük destek gördüklerini anlatan Furtun, “Özellikle Samsun halkımızdan, dostlarımız, sevenlerimiz ayrı tüm Türkiye’den bize destek olan herkese sonsuz teşekkür ediyorum” dedi. Furtun, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun Samsun’da bir kamu hastanesine Opr. Dr. Kamil Furtun adının verileceğini açıklamasına ilişkin, “Sağlık Türk Tabipler Birliği’nden kınama mesajı TTB de, sitesinden yapılan yazılı açıklamada cinayeti kınayarak şu sözlere yer verildi: “Yılların emeği ile yetişmiş, kendi ailesinden, eşinden, çocuklarından çaldığı vakitlerle hastalarına faydalı olmaya çalışan ve halkımızın sağlığı için gece gündüz fedakârca hizmet vermeye çabalayan çok kıymetli meslektaşımız için gözyaşı döküyoruz. Yüreğimiz acı ve öfke dolu. Meslektaşımızın görev yaptığı hastanede hunharca katledilmesini nefretle kınıyoruz.” SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 5 haber SAĞLIK ÇALIŞANLARINA ŞİDDET Prof. Dr. Recep AKDUR Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sağlık Çalışanlarına Şiddet Salgın Boyutundadır Sağlık çalışanlarının görevleri sırasında ya da görevleri ile ilintili olarak uğradıkları şiddet gün geçtikçe artıyor. Görevlerini büyük bir tehlike, endişe ve korku altında yürütüyorlar. Bu korku ve endişe sağlık sektöründeki tüm konuşma ve törenlere yansıyor. Sağlık çalışanlarına şiddetin yaygınlığı ve nedenleri konusunda Başta Türk Tabipler Birliği ve bağlı Tabip Odaları olmak üzere birçok örgüt ve sendikanın araştırması/ incelemesi var. Ancak bunların çoğu tüm Türkiye’yi (81 ili) temsil eden ve güvenilir yöntemler kullanan araştırmalar olma özelliğine sahip değildir. Bu özelliğe sahip olan tek araştırma; Sağlık Bankalığı’nca finanse edilen, araştırma ekibi içinde benim de bulunduğum ve Doç. Dr. Tevfik Pınar’ın yürütücülüğünde 6 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Kırıkkale Üniversitesi’nce yapılan “Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İşyerinde Şiddete Maruz Kalma Durumlarının Değerlendirilmesi” adlı araştırmadır. 12.944 sağlık çalışanın katıldığı bu araştırmanın Raporu Mart 2013’de çoğaltılmıştır. Sağlık-Sen AR-GE Birimi tarafından yürütülen 25 ilden 1300 sağlık çalışanın katıldığı ve Aralık 2013’de basılan “Sağlık Çalışanları Şiddet Araştırması” Türkiye’deki sıklık konusunda fikir verebilecek diğer bir çalışmadır. Konu hakkında başvurulacak diğer bir kaynak ise; TBMM’nin Ocak 2013 tarihli “Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan Şiddet Olaylarının Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Raporu”dur “Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İşyerinde Şiddete Maruz Kalma Durumlarının Değerlendirilmesi”nin sonuçlarına yani Pınar’ın yürüttüğü araştırmaya göre; sağlık çalışanlarının %68,3’ü işyerinde şiddete sunuk kalma endişesi duymaktadır. Bu oran kadın çalışanlarda %72,6 ile daha yüksek düzeyindedir. Bu sıklık hekimlerde %81,5 hemşirelerde ise %79,5 dur. Sağlık-Sen tarafından yapılan çalışmada ise bu sıklık %81,9 olarak bulunmuştur. Başka bir anlatımla; Türkiye’de hizmet veren on hekim ve hemşireden sekizi(8/10) işini yürütürken şiddete uğrama endişe ve korkusu içindedir. Pınar’ın yürüttüğü araştırmaya göre; Türkiye’deki sağlık çalışanlarında son 12 ayda herhangi bir şiddete maruz kalma sıklığı %44,7’dir. Bu kadın çalışanlarda %%48,2’ye yükselmektedir. Son 12 ayda şiddete sunuk kalma açısından %58,2 oran ile hekimler birinci sırada, hemşire ve ebeler ise%51 ile ikinci sırada, üçüncü sırada ise %44,8 ile ambulans ve acil çalışanları gelmektedir. Sağlık-Sen tarafından yapılan çalışmada son 12 ayda şiddete sunuk kalma sıklığı çok daha yüksek bulunmuş olup, %81,4’dür. Pınar’ın yürüttüğü araştırmaya göre meslek yaşamı boyunca şiddete maruz kalma sıklığı %52,3 olup, bu sıklık kadın çalışanda %54,3’e yükselmektedir. Meslek yaşamı boyunca şiddete sunuk kalmada %70,2 ile hekimler birinci sırada %57,4 hemşire ve ebeler ikinci sırada gelmektedir. Sağlık-Senin yaptığı ve çalışmada meslek hayatları boyunca en az bir kez, herhangi bir şiddete sunuk kalanları oranı %86,8’dir. Sözel anlatım ile her on sağlık çalışanından dokuzu meslek yaşamı boyunca en az bir kez şiddete sunuk kalmıştır. Bu sıklıklar Meclis Araştırma Raporu’nda dünyadaki sağlıkta şiddetin yüksek olduğu ülkelere örnek olarak verilen ülkelerden bile bir hayli yüksektir. Dünya Sağlık Örgütü’nün sitesinde (WHO-int: http://www.who.int/violence_injury_ prevention/ violence/ workplace/en/) sağlık çalışanlarına şiddetin dünyadaki sıklığı %8 ile %38 arasında verilmektedir. Yukarıda verilen araştırma sonuçlarından da görüleceği üzere Türkiye’deki sağlık çalışanlarına şiddetin sıklığı DSÖ’nün verdiği üst sınır olar %38’den çok daha yüksektir. Bu sıklık hekimlerde dünyadaki sıklığın neredeyse iki katına yakındır. Sağlık-Sen’in bulduğu sıklık ise (%86,8) DSÖ’nün dünya için verdiği üst sınırın iki katından bile yüksektir. Bu verilerden anlaşılacağı üzere; “Türkiye’de sağlık çalışanlarına uygulanan şiddet arttı” sözü çok hafif kalıyor, bu bir salgın. Hem de her geçen gün daha da ağırlaşan bir salgın. Sağlıkta şiddet, Türkiye’de sektörün en önemli sorunu. Onun da ötesinde en önemli halk sağlığı sorunlarından biri. Çünkü sağlıktaki şiddet yalnızca mağdurların ya da sağlık çalışanlarının yaşamını, ruhsal ve fizik sağlığını tehdit etmiyor aynı zamanda onların işindeki daha açık söylemle hasta tedavisindeki başarılarını da etkiliyor. Bu nedenle de doğrudan halkın sağlığına yansıyor ve böylece de halkın sağlığını olumsuz etkiliyor. Sorunun Kökünde Toplumum Eğitimsizliği, Egemen Olan Şiddet Kültürü Yanında İzlenen Hipokratik Politikalar Yatıyor. Hasta hakları, hekimliğin özgün bir meslek haline gelişinden çok sonra gündeme gelmiş bir konudur. Konuya ilk defa dikkat çekenler de, tarih boyunca geliştirenler de yine hekimler olmuştur. Bunlardan en ünlüsü ve simge haline geleni iki bin beş yüz yıl önce yaşamış olan Hipokrat’tır (MÖ 460-370). Onun yaşadığı dönemde hekim-hasta ilişkisi iki aktörlü ve yalın bir ilişkidir. Bu ilişkide egemen olan hekimdir ve kendisine bu egemenliği sağlayan şey de konu hakkındaki bilgi asimetrisidir. Tıp alanındaki bütün bilgi ve becerilere sahip olan odur. Herhangi bir bilgiye sahip olmayan hasta, son derece edilgen iken, her şeyi bilen, her şeye karar veren hekimdi. Öte yandan toplum yaşamına egemen olan köleci anlayış hekim-hasta ilişkisini de etkiliyordu. Sonuçta hekimler her türlü bilgi ve becerilerini hem çok cesurca hem de egemen bir tutumla kullanıyordu. Hastanın ne düşündüğünün veya isteklerinin ne olduğunun herhangi bir önemi yoktu. Kölelerin/ezilenlerin hakları ilk defa Mezopotamya kültüründe gündeme gelmiştir. Günümüzden yaklaşık 3800 yıl önce yazılan ve dünyanın ilk yazılı kanunları diye bilinen Hammurabi Kanunları bu kültürün bir ürünüdür. Bu nedenle de ezileni, egemenlik altında olanı korumaya yönelik birçok düzenleme içerir. Benzer bir şekilde hekim ile hasta ilişkileri üzerine de bir takım yazılı kuralların/ düzenlemelerin yer aldığı ilk metinlerden biridir. Daha sonra bunları daha ayrıntılandırma gereksiniminin bir sonucu olarak, bugünkü anlam ve ayrıntıda olmasa bile etik tartışmalar gündeme gelmiş ve hasta hakları bu tartışmaların ana konusu olmuştur. Süreç hasta haklarında yeni açılımlara ortam hazırlamış ve bu gelişmeler Hammurabi Kanunları’ndan 1300 yıl sonra, günümüzden ise 2500 yıl önce Hipokrat tarafından yazılı hale getirilmiştir. Böylece tarihteki ilk ve en ayrıntılı hasta hakları ya da hekim görevleri dizesi ortaya çıkmıştır. Hasta haklarının ilk defa Hipokrat tarafından düzenlendiği düşüncesinin ya da hekimlikteki “Hipokrat Yemini” uygulamasının kaynağı da bu süreçtir. Hipokrat yemini, hekimin bilgi ve becerisini kötüye kullanmaması, tıbbi girişimlerinde hastaya zarar vermemesi, hastanın sırrını saklama ve meslektaşlar arasında dayanışma sağlama gibi etik ilkeleri sıralayan bir metindir. Başka bir anlatımla hekime, onunla iki taraflı bir ilişki içinde ve egemenliği altında olan hastanın haklarını hatırlatarak; çok cesurane ve bazen de hak hukuk gözetmeksizin yapılan uygulamalara bir sınır koyarak; hastasına zarar vermemesini, sahip olduğu bilgileri kötüye kullanmamasını ve hastanın sırrını saklamasını öğütleyen bir anlayışa sahiptir. Sağlık Hizmetlerinde Egemenlik İlişkileri Değişmiştir Hekim-hasta ilişkisinin Hipokratik niteliği 18.Yüzyıla kadar sürmüştür. Bu tarihten itibaren yaşanan süreçle hekim–hasta ilişkisinin hem biçimi hem de niteliği değişmiştir. Sağlık hizmetleri ikili ve hekim merkezli bir ilişki olmaktan çıkarak beş aktörlü/taraflı bir ilişkiye dönüşmüştür. Her şeyden önce günümüzdeki sağlık hizmeti artık tek başına hekimlerce yürütülen bir hizmet ya da yalın ve ikili bir hekim-hasta ilişkisi değildir. Bir grup insan/ekip (hekim, eczacı, veteriner, hemşire, teknisyen vb) tarafından yürütülen bir iş haline gelmiştir.Bu ekibin bir üyesi olan günümüzdeki hekim ise; bütün bilgi ve beceresi kendinde saklı, bunları çocukları ve çıraklarından başkasına öğretmeyen, bir meslek erbabı olmaktan çoktan çıktı. O artık bir kamu ya da işveren hizmetlileri grubunun yalnızca bir üyesidir. Bu grubun yürüttüğü işe yalnızca grup üyeleri değil hizmet sunulan kurum, kamu ve sanayi üçlüsü de etkin bir şekilde dahil olmaktadır. Dolayısı ile de sağlık hizmetleri Hipokrat zamanındaki iki aktörlü bir ilişki olmaktan çıkarak hasta, sağlık çalışanı, hizmet verilen kurum, kamu ve sanayinin de dahil olduğu beş aktörlü/ taraflı bir ilişki haline gelmiştir. Günümüzde hastanın hakları yalnızca sağlık çalışanlarının görevlerinden ibaret değildir. Sağlık hizmetlerinde taraf olan beş aktörün tümünün görevlerinin toplamından ibarettir. Bu nedenle de bunların birindeki eksiklik ya da aksaklığın doğurduğu sonuçların sağlık çalışanına fatura edilmesi doğru değildir. “Genel Hukuk Kuramı”na göre sağlık sektöründe yalnızca hastaların değil bu ilişkide/sektörde görev alan tüm SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 7 haber aktörlerin hakları vardır ve bunlar hastalara görev olarak yansımaktadır. Bundan ötürü de yalnızca hasta haklarını sorgulayan buna karşılık ta hastaların sağlık sektöründeki tüm taraflara/aktörlere karşı görevlerini görmezden gelen bir anlayış doğru değildir. Özet bir anlatım ile; günümüzde hasta haklarını Hipokrat zamanındaki gibi anlamak ve algılamak hem eksik hem de yanlıştır. Türkiye’de Hasta Hakları Çok Yanlış Anlaşılıyor ve Algılanıyor Yukarda özetlenen bilgiler ile uygulamalar alt alta ya da yan yana konulduğunda; Türkiye’de hasta haklarının çok yanlış anlaşılan, algılanan ve de yanlış uygulamalara neden olan bir konu olduğu açık olarak görülür. Hasta Hakları Büroları var. Bunlar, yalnızca hastaların şikayetleri üzerine sorgulama yapan bürolardır. SABİM, sağlık çalışanını şikayet hattı var. Üzerinde tartışamaya bile gerek yok. Doğrudan doğruya sağlık çalışanını şikayet hattı olarak çalışıyor. Özel kazanç kapısına dönen meslek/ malpraktis sigortası var. Doğrudan şikayet üzerine oturan yargılamaya dayalı bir sistem. Aile hekimlerinin kayıtlı hastalar tarafından takibi/şikayet sistemi var. Bu uygulamaların tümü özünde hasta şikayetine ya da sağlık çalışanının görevlerini/hastanın haklarını sorgulamaya/izlemeye dayalı uygulamalardır. Kötümser anlatım ile bunların hepsi vatandaşın, hekime ve sağlık çalışanlarına karşı kışkırtılması sonucunu doğuran uygulamalardır. Beş taraflı/aktörlü bir ilişki ortamında yalnızca taraflardan birinin/hastanın ve sadece de onun/hastanın haklarını söz konusu eden, takip etmeye çalışan bir hak anlayışıdır. Sağlık çalışanı-hasta ilişkisine hala Hipokrat zamanındaymışız gibi yaklaşan bir anlayıştır. Bunun bir sonucu olarak, diğer aktörler görmezden gelinerek, ilişki yalnızca sağlık çalışanı–hasta ilişkisine indirgenmekle kalınmıyor, daha da kötüsü bu iki taraftan sadece birinin yani hastanın haklarından söz ediliyor. Hastanın görevlerinden yani sağlık çalışanının haklarından hiç söz edilmiyor. Günümüz sağlık sektöründe sağlık çalışanı-hasta ilişkilerindeki kurallar 8 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Hipokrat dönemindeki etik değerler çerçevesinin çok ötesine geçmiştir. Bırakın yalnızca sağlık çalışanı hasta ilişkisini sağlık hizmetlerinin hemen bütün taraflarının hak ve görevleri hukuken ve ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiş ve belirlenmiştir. Hak kavramı da görev kavramı da geçmişteki etik tartışmalar alanının konusu olmanın çok ötesine geçerek hukuki bir yapıya kavuşmuştur. “Genel Hukuk Kuramı”na göre hak denilen şey aslında ilişkide bulunan tarafların özellikle de egemen olan tarafın görevleridir. Bu kuramdan yola çıkıldığında, sağlık sektöründe rol oynayan beş tarafın/aktörün de hak ve görevleri vardır. Yine bu kurama göre hak ve görevler yapışık ikizler gibidir. Dolayısı ile günümüzdeki sağlık sektöründe Hipokrat zamanındaki gibi hekimin görevlerinden oluşan hasta hakları, hastanın görevlerinden oluşan hekimin hakları gibi iki tane yapışık ikiz yoktur. Beş taraf olduğuna göre beş tane görev ve hak ikizi vardır. Bu kurama göre hak ve görevler bir terazinin iki kefesine yerleştirilir. Hastanın hakkı kadar karşı kefede de sağlık çalışanlarının görevleri yoksa ya da tam tersine sağlık çalışanının hakkı kadar karşı kefede de hastanın görevleri yoksa terazinin dengesi bozulur. Aynı kurama göre haklar egemen olan tarafın görevlerinden yola çıkarak belirlenir. 18.Yüzyıla dek hekime egemenlik alanları sağlayan tıbbi bilgi asimetrisi günümüzde hekim merkezli olmaktan çıkarak tamamen sağlık sanayi merkezli hale gelmiştir. Bu durum hem kamu hem de hekim ve diğer sağlık çalışanlarının aleyhine derin bir asimetri yaratmıştır. Bundan ötürü de günümüz sağlık sektöründe mutlak egemen sanayi ve onunla işbirliği yapan yönetimlerdir. Yönetimler bu egemenliğini sağlık hizmetleri alanındaki taraflar arasında dengeli/ tarafsız bir biçimde kullanmaz ise/ terazinin kefelerine eşit dağıtmaz ise, egemenlik yönetimin destek verdiği tarafa geçer/terazinin dengesi o kefe lehine bozulur. Yönetimlerin Hipokratik bir tutuma sahip olması, egemenliğini dengesiz/ popülistçe ve kötü kullanmasına yol açar. Sonuçta egemenlik dengesi yönetim ile sanayinin desteğini arkasına almış olan vatandaşın/hastanın lehine sağlık çalışanının ise aleyhine bozulur. Eğitimsizlik ile toplumda egemen olan şiddet iklimi de buna eklendiğinde, hasta ve yakınlarının egemenliklerini hoyratça ve kötü kullandığı bir ortam oluşur. Veciz bir anlatımla sağlık çalışanı, hasta ve kamu İlişkisinin genetiği bozulur. Hasta ve yakınları sağlık çalışanlarına sınırsız bir şiddet uygular. Zaten şiddeti tarih boyunca egemenler uygulamıştır. Hasta ve yakınlarının sağlık çalışanlarına şiddet uygulaması ise egemenliğin el değiştirdiğinin en basit göstergesidir. Sağlık Çalışanına Şiddette İzlenen Sağlık Politikasının Önemli Bir Payı Var Genelde sağlık çalışanlarına, özelde ise hekimlere yönelik şiddetin bir salgına dönüşmesinde yönetimlerin bilerek ya da bilmeden izlediği popülist sağlık politikalarının çok önemli bir payı var. Sağlık çalışanlarına şiddet günlük yaşamda doğrudan hastalar ve yakınları tarafından uygulansa da bu aslında kolektif ve politik şiddettir. Çünkü, sağlık çalışanlarına şiddet yalnızca hasta ya da yakınları tarafından uygulanmıyor. Kamu kurum ve kuruluşları da dahil tüm işverenler sağlık çalışanlarına şiddet uyguluyor. Günümüzde üç ay, beş ay süre ile ücretini alamayan hekimlerin sayısı binlere ulaştı. Özellikle özel sağlık alanında ücretlerini düzenli alamayan, derhal çek git istifa et diye aşağılanan, horlanan yüzlerce sağlık çalışanı var. Her yıl yüzlerce sağlık çalışanı sektörünün tüm diğer taraflarınca darp ediliyor. Psikolojik olarak darp ediliyor; fizik olarak darp ediliyor. Kamuoyunun dikkatini yalnızca bıçaklama, dövme, öldürme gibi fiziki şiddet olayları çekiyor. Oysaki şiddet sadece bunlardan yani fizik şiddetten ibaret değildir. Meclis Araştırma Raporu’nda şiddet; fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel ve sözel olmak üzere beş başlık altında toplanmış. Sağlık çalışanlarına bu yıldırma-bezdirme yöntemlerinin hepsi uygulanıyor. Basın yayın kuruluşları da bu kervana katılıyor. Hekimler yıllardır paragöz olarak gösterildi ve itibarsızlaştırıldı. Basın şiddete uğrayan bir hekimin hikayesini verirken bile sağlık çalışanına şiddet uyguluyor. Bir kısım basın organları yıllardır tek taraflı malpraktis hikayeleri tefrika ediyor. Vatandaşlara tozpembe tablolar vaat ediliyor, hastalar sağlık kurumlarına gittiğinde vaat edilen ortamı bulamadığında da bütün olumsuzlukların sorumluluğunu sağlık çalışanlarına yüklüyor. Her gün bir yerde sağlık çalışanı darp ediliyor. Sağlık çalışanı sürekli itibarsızlaştırılıyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında hekimi darp edenler sıralamasında hasta ve hasta yakınları neredeyse son sırada geliyor” Cezaların, Ya Da güvenlik Görevlisi Sayısının Arttırılması Veya Hastane Girişlerine X-Ray Cihazlarının Konulması Şiddeti Daha Da Körükleyebilir Sağlık çalışanlarına şiddetin bir salgın haline gelmesi üzerine konu Hükümet onun da ötesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ele alınmıştır. Bir yandan bu durumun nedenleri araştırılırken öte yandan da acil önlemler geliştirilmeye çalışılmaktadır. Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması tamamlanmış ve 454 sayfa tutan kapsamlı Rapor Ocak 2013 yayımlanmıştır. Rapor 65 öneri ile sonuçlanmaktadır. Bu çalışma ve çabaların tamamı çok yerinde çalışmalardır. Ancak yeterice titizlik gösterilip gösterilmediği, “Nasrettin Hoca Tutumu” (‘sende haklısın, sende haklısın’ – konuya özgü anlatımı ile ‘sağlık çalışanları da haklı, hastalar da haklı’) sergilenip sergilenmediği tartışmalıdır. Konu hakkında yürütülecek araştırma ve önleme çalışmalarının çok titiz ve doğru yapılması gerekir. Bugünden yarına alınacak acil bir takım inzibati tedbirlerle hekime ve sağlık çalışanına yönelik şiddetin sona ereceğini ya da hızla azalacağını, Dr Kamil Furtun’un son olacağını hiç kimse beklememeli. Maalesef olaylar daha uzun yıllar sürmeye adaydır. Konuya çare ararken,“Nasrettin Hoca Turumu” sergileyen söylemlerde bulunulması ya da salt inzibati bir tutum ile yaklaşılması yarardan çok zarar getirir. Alınacak önlemler yal- nızca güvenlik tedbirleri ve cezaların attırılması ile sınırlı kalır ise olayları önleyeceğine daha da körüklemesinden korkulur. Elbette ki bunların caydırıcı bazı etkileri olabilir. Ancak yurttaşı daha da agresif yaparak, olayların şiddetini ve ölümcüllüğünü arttırması gibi bir sonuç doğurması olasılığı da vardır. Ne yazık ki sağlık çalışanı toplum ve hastalar arasındaki ilişkini genetiği bozulmuş ve ortamda şiddet bir salgın haline gelmiş, ölümler ve sakatlıklar görülmeye başlamıştır. Sorununun kısa vadede çözümü yoktur. Toplumu uzun erimli bir rehabilitasyon programına tabi tutmak gerekir. Nitekim çalışmaların çoğunda şiddetin nedeni olarak toplumun eğitimsizliği birinci sırada gelirken, yönetimlerin popülist ve “Hipokratik Tutumu”nun ikinci sırada geldiği görülmektedir. Örneğin Pınar’ın yürüttüğü ve tam Türkiye temsiliyeti olan araştırmada şiddetin temel nedeni sorulduğunda; katılımcıların %27,5’si yönetimsel sorunların, %18,8’i yapılan tıbbi işlemin hasta ya da yakının beklentisine uymamasının, %14’ü ise hasta ya da yakının yasal ve tıbbi olmayan talebinin karşılanmamasın olaylara neden olduğunu bildirmişlerdir. Ne toplumun eğitimsizliğinin ne de ortama egemen olan Hipokratik tutumun bugünden yarına değiştirilme olasılığı yoktur.Yeter ki “kaş yapalım derken göz çıkarılmasın” durum daha da kötüye götürülmesin. Hasta Hakları Yanında Sağlık Çalışanı, Kurum, Kamu ve Diğer Paydaşların Hakları da Konulmaz İse Genelde Halk Sağlığı Özelde de Hastalar Zarar Görür Sağlık hizmetleri alanındaki haklar bir an önce gerçek rayına oturtulmalıdır. Bunun için de beşli aktörün/ tarafın yapışık ikizler şeklinde olan görev ve haklarının bütün ayrıntıları ile bilinmesi onun da ötesinde tüm taraflarca özümsenmesi gerekir. Bunu sağlamak üzere tüm taraflara kılavuzluk edecek, tarafsızlığına güvenilir bir toplumsal otoriteye gereksinim vardır. Bugünkü devlet eden algısı tek yanlı, popülist duygu ve düşüncelerin etkisi altındadır. Kuşkusuz ki bu anlayış değişecek ve değişmek zorunda. Ancak bu anlayışı tek başına sağlık çalışanları ya da hasta değiştiremez. Bu değişimin kılavuzu, hakemi ve koordinatörü olacak bağımsız etik kurul ve kurumlara gereksinim vardır. Taraflar bu kurumların tarafsız bir hakem rolü oynadığına inanmalıdır. Her şeyden önce kamu ve onun örgütlü gücü olan devlet, kendi hak ve görevlerini iyi özümsemelidir. Kendi hakları için de görevleri için de bahane üretmeyecek bir tutum içinde olmalıdır. Böyle bir ortamda, Hipokratik anlayış terk edilerek sağlık hizmetlerindeki tarafların hakları tamamen evrensel ilkelere dayandırılmalı, günümüzdeki olumsuz ve tek yanlı ortam/ toplum esenlendirilmelidir. Eğer bu yeniden tanımlama ve esenlendirme yapılmaz ise sağlık çalışanına şiddet sona ermeyecektir. Bu bağlamda gün günden daha kötü gelecektir. Hasta hakları açısından da, sağlık çalışanlarının hakları açısından da, sanayi ilişkileri açısından da etik olmayan davranışlar yaygınlaşacaktır. Her şeyden önce hasta hakları birimleri “hak birimlerine” dönüştürülmeli. Hasta şikayetleri üzerine sorgulama yürüten birimler olmaktan kurtarılmalı. Müşteri memnuniyeti merkezli çalışan, müşteri memnuniyeti üzerine sorgulama yapan birimler ve kurumlar olmaktan kurtarılmalı. Yol gösterici, taraflar arasında olumlu ortam yaratıcı, eğitici bir yapıya kavuşturulmalı. Şikayet hatları kaldırılmalı, malpraktis sigortalarının hasta şikayeti üzerine kurulu olan yapısı sonlandırılmalı. Aksi takdirde, hasta haklarının yanlış anlaşılması da sağlık çalışanlarına şiddet de önlenemez ve sürer gider. YARARALANILAN KAYNAKLAR Pınar T. ve ark: Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İşyerinde Şiddete Maruz Kalma Durumlarının Değerlendirilmesi, 2013, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çoğaltılmış Rapor. Sağlık-Sen AR-GE Birimi: Sağlık Çalışanları Şiddet Araştırması Aralık 2013http://www. sagliksen.org.tr/MediaContent/buMY1389703092-fsmf.pdf (erişim Haziran 2015) TBMM, Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan Şiddet Olaylarının Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Raporu, Ocak 2013 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 9 kapakkonusu SAĞLIKLI BESLENME VE HAREKETLİ YAŞAM PROGRAMI 2014-2017 Prof. Dr. İrfan ŞENCAN Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkan V. Obezite, tüm toplumlarda çok yaygın görülen bir sağlık sorunudur ve giderek küresel bir salgın halini almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından Asya, Afrika ve Avrupa’nın 6 ayrı bölgesinde yapılan ve 12 yıl süren MONICA (Kardiyovasküler Hastalıkta Belirleyicilerin ve Eğilimlerin Çokuluslu İzlenmesi) çalışmasında obezite prevalansında 10 yılda %1030 arasında bir artış olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de de obezite sıklığı gelişmiş batılı ülkelerden aşağı kalmamakta, özellikle kadınlarda yüksek sıklıklara ulaşmaktadır. Türkiye Diyabet, Obezite ve Hipertansiyon Epidemiyolojisi Araştırması-I (TURDEP-1998) çalışmasının sonuçları değerlendirildiğinde obezite sıklığı kadınlarda %30, erkeklerde %13, genelde ise %22, 3 düzeylerinde tespit edilmiştir. 10 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 TURDEP-I çalışmasından 12 yıl sonra yapılan TURDEP-II çalışmasında Türk erişkin toplumunda 1998’de %22, 3 olan obezite sıklığının %40 artarak 2010’da %31, 2’ye ulaştığı görülmüştür. Kadınlarda obezite sıklığı %44, erkeklerde ise %27 olarak saptanmış ve son 12 yılda sıklığın kadınlarda %34, erkeklerde ise %107 arttığı bildirilmiştir. Bakanlığımızca yapılan Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması (TBSA- 2010) sonuçlarına göre obezite sıklığı; 19 yaş ve üzerinde bireylerde %30, 3 iken erkeklerde %20, 5 ve kadınlarda %41 olarak bulunmuş ayrıca fazla kilolu olma sıklığı ise %34, 6 olarak tespit edilmiştir. 2013 yılında yaptığımız Türkiye Çocukluk Çağı Şişmanlık Araştırmasına göre (7-8 yaş) çocuklarımızın %8, 3’ü obez iken %14, 2’si fazla kilolu olarak tespit edilmiştir. Obezite, sağlıksız beslenme, yetersiz hareket, sigara ve alkol kullanımı kronik hastalıklara neden olduğu bilinen önemli risk faktörleridir. DSÖ tarafından bu risk faktörlerine karşı bazı müdahalelerin uygulanması tavsiye edil- mektedir. Bu müdahalelere arasında tuz alımının ve gıdalardaki tuz miktarının azaltılması; gıdalardaki trans yağların çoklu doymamış yağ ile değiştirilmesi; beslenme ve fiziksel aktivite hakkındaki kamu farkındalığının görsel basın yolu ile artırılması; tuz, yağ ve şeker içeriği yüksek yiyecek ve içeceklerin özellikle çocuklara yönelik pazarlanması üzerinde sınırlamalar getirilmesi; sağlıklı beslenmeyi teşvik için gıda vergileri ve yardımı sağlanması; okullarda sağlıklı beslenme ortamları yaratılması; sağlık bakımında beslenmeyle ilgi bilgi ve danışmanlık verilmesi; ulusal fiziksel aktivite rehberleri, çocuklar için okul temelli fiziksel aktivite programları, fiziksel aktivite ve sağlıklı beslenme için işyeri programları, fiziksel aktivite ve sağlıklı beslenme için toplum programları hazırlanması; yapılandırılmış çevrenin fiziksel aktiviteyi teşvik edecek şekilde tasarlanması yer almaktadır. Ülkemizde obezitenin önlenmesi için 2010 yılından itibaren Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı uygulanmaktadır. Bu programda sağlıklı beslenme alışkanlığının kazandırılması, hareketli hayat tarzının benimsetilmesi, sağlıklı çevre (destekleyici ortam) oluşturulması ve sağlığı tehdit eden durumlardan (tütün ve alkol kullanımı yüksek şeker ve tuz tüketimi) kaçınılması hedeflenmektedir. Onuncu Kalkınma Planı’nda 21. öncelik olarak yer alan ve koordinatörü Bakanlığımız olarak belirtilmiş bu programının kapsamı Türkiye obezite ile mücadele ve kontrol programı yönetiminin oluşturulması ve politika geliştirilmesi, obezitenin önlenmesine yönelik çalışmalar, sağlık kuruluşlarında obezitenin teşhisi ve tedavisine yönelik önlemler, izleme ve değerlendirmeden oluşmaktadır. Belirtilen başlıklarda birçok çalışma, oluşturulan Bilim Kurulları vasıtası ile uygulanmaktadır. Programın başlangıcından bugüne DSÖ ile birlikte Çocukluk Çağı Obezite Araştırması - 2013 yapılmıştır. Aynı çalışma 2015-2016 öğretim yılında tekrarlanacaktır. Bakanlığımızca topluma doğru mesajların verilmesini sağlamak için ilk kez 2004 yılında yayınlanan Türkiye’ye Özgü Beslenme Rehberi güncellenmiş olup basım çalışmaları devam etmektedir. 2014 Yılını “Sağlıklı Yaşam ve Hareket Yılı” ilan ettik. Bu kapsamda 2014 yılında her ay için çeşitli aktiviteler ve farkındalık çalışmalarını planladık ve her ay için çeşitli etkinlikler yaptık. Bu etkinlikler 2015 yılında da devam etmektedir. 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile işbirliği yaparak Kantin Genelgesi’ni çıkarttık. Bu genelge ile okul kantinlerinde doğal maden suları hariç, enerji içecekleri, gazlı içecekler, aromalı içecekler ve kolalı içecekler ile kızartma ve cipslerin satışları yasaklanmış, bunların yerine süt, ayran, yoğurt, meyve suyu, taze sıkılmış meyve suyu ve tane ile satışı yapılabilen meyve bulundurulması sağlanmıştır. Obezitenin önlenmesi, takibi ve tedavisi kapsamında Aile Hekimlerimize yardımcı olmak üzere “Obezite ile Mücadele El Kitabı”nı hazırladık ve aile hekimlerimize dağıtımını yaptık. Şimdi de Aile Sağlığı Elemanları ve Toplum Sağlığı Merkezleri’nde bulunan hekim, hemşire ve diyetisyenlerin hastalara verecekleri, danışmanlıkta kullanmaları için broşürler hazırladık. Beslenme ve fiziksel aktivite ile ilgili her türlü doküman ve güncel bilgiler www.beslenme.gov. tr sayfamızda bulunmaktadır. 81 ilimizde sağlıklı beslenme, besin hijyeni, okul çağı çocukların beslenmesi, yaşlıların beslenmesi, anemi, kalpdamar hastalıklarında beslenme, şişmanlık vb konularında öğrenci, öğretmen, yaşlı ve sağlık personeline yönelik olarak “Toplum Beslenmesi” eğitimleri düzenlenmektedir. Fiziksel aktivite çalıştayı düzenledik ve burada başta MEB, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Çalışma Bakanlıkları ve akademisyenlerin de katılımı ile bir bildirge yayınladık. Çalışmaların devamı olarak, anılan Bakanlıklarla fiziksel aktivite ile ilgili protokol hazırlıklarımız devam etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü Beslenme Dostu Okul İnisiyitafi ile uyumlu olarak 2010 yılından itibaren MEB ile “Beslenme Dostu Okul” programını yürütmekteyiz.Ayrıca MEB işbirliğinde yetişkin eğitimlerinin artırılması ve farkındalık sağlanması için Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü’ne bağlı yaygın eğitim kurumlarında kurslara katılan tüm kursiyerlere “Sağlıklı Beslenme, Obezite, Fiziksel Aktivite ve Sağlık” konularında eğitimler vermekteyiz. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, MEB ve Ulusal Süt Konseyi işbirliği ile eylem planımızda yer alan ilköğretim okullarında haftanın 3 günü “Okul Sütü Programı” uygulanmaktadır. Ayrıca, bu yıl haftada 2 gün kuru üzüm paketleri dağıtmaya başlanmıştır. Toplum Sağlığı Merkezleri’nde Sağlıklı Beslenme ve Obezite Danışma Birimleri oluşturduk. Bu birimlerde sağlıklı beslenme ve fiziksel aktivitenin önemi hususunda uygun danışmanlıklar vermekteyiz. 2014 yılında 118.000 vatandaşımıza bu birimlerde danışmanlık hizmeti verdik. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı işbirliğinde: ekmekte (1, 5 gr /100 gr kuru maddede), salçada, kırmızı pul biberde, zeytin ve peynirde tuz azaltılmıştır. Bakanlığımıza bağlı tüm kurumlarda, tam buğday ekmeği kullanılması, ekmek israfının önlenmesi ile kamu kurum ve kurumları yemekhanelerinde masalardan tuzlukların kaldırılması, istenmesi durumunda yemek servis bankosunda 0, 5-1 gramlık paketlerde tuz sunulması ve ikramlarda fazlası talep edilmemesi halinde mümkünse kapalı tek şeker ikram edilmesi hususunda Bakanlık genelgemiz yayınlanmıştır. Sosyal medya özel gün ve haftalarda obeziteye vurgu yaparak aktif olarak kullanılmaktadır. Çocuklara yönelik pazarlama baskısının azaltılması için gıda reklamları ile ilgili çalışmalar tamamlanmıştır. Fiziksel aktivitenin teşvik edilmesi çalışmalarımız kapsamında Bakanlığımız tarafından çocuk ve gençlere fiziksel aktivite alışkanlığı kazandırılarak sağlıklarının korunması için toplumda bisiklet kullanımının teşvik edilmesi amacıyla Sayın Bakanımızın talimatları doğrultusunda Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programımızın da içeriğine uygun olarak; “Fiziksel aktiviteyi teşvik projesi 2015-2018” kapsamında 4 yıl içinde bir milyon adet bisiklet temin edilip çocuklar ve okullar, üniversiteler ve belediyelere dağıtılmaktadır. MEB ile temasa geçilerek ortaokullarda spor ve fiziki etkinlikler seçmeli dersi içinde yer alan “bisiklet” modülü dersini açan ve uygulayan okul listeleri temin edilmiştir. Buna göre 30 büyükşehir belediyesi olan illerdeki okullarımıza gönderilmiştir. 19 Mayıs 2015 tarihinde, ortaokul 5., 6. ve 7. sınıflarda seçmeli spor ve fiziki etkinlik dersini açan veya “bisiklet modülü” dersini uygulayan okullara 10.589 adet bisiklet teslim edilmiştir. Bu proje ile toplam 3220 bisiklet de üniversitelerimize (Hacettepe, Çukurova, Afyon Kocatepe, Ağrı İbrahim Çeçen, Burdur Mehmet Akif Ersoy, Eskişehir Osman Gazi, Gaziantep, Kırıkkale, Konya Selçuk, Muğla ve Van ) dağıtılacaktır. Bakanlığımız tarafından Belediyeler için bisiklet yolu kriterleri belirlenmiş ve web sitemizde duyurulmuştur. 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren kriterlere uygun bisiklet yolu yapan belediyelerimize de bisiklet dağıtımı yapılacaktır. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 11 kapakkonusu HAREKETLİ YAŞAM VE SAĞLIKLI BESLENME ÖNERİLERİMİZ Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Vücudun büyümesi, yenilenmesi ve çalışması için gerekli olan enerji ve besin öğelerinin her birinin yeterli miktarda alınması ve vücutta uygun şekilde kullanılması durumuna “yeterli ve dengeli beslenme” denir. Vücut ağırlığının denetimi için; yeterli ve dengeli beslenme ve düzenli fiziksel aktivite ile sürdürülen bir yaşam biçimi oldukça önemlidir. Yeterli ve dengeli beslenme için dört temel besin grubunda yer alan besinler her öğünde, yeterli miktarda tüketilmelidir. Süt ve ürünleri grubunda; süt, yoğurt, peynir, çökelek, kefir ve süt ile yapılan tatlılar bulunmaktadır. Bu besinler kemiklerin gelişmesi ve sağlığı için gerekli kalsiyumun temel kaynağıdır. Protein, B vitaminleri, fosfor ve çinko için de iyi bir kaynaktır. Günlük olarak, yetişkinlerin 2 su bardağı, çocuk, ergen, gebe ve emzikli kadınlarla, menopoz sonrası kadınların ise 3-4 su bardağı kadar süt grubu besinleri tüketmeleri gerekir. Az yağlı olanlar tercih edilmelidir. Et - yumurta - kurubaklagil grubunda; et, tavuk, balık, yumurta, kuru fasulye, nohut, mercimek ve ceviz, fındık, fıstık gibi yağlı tohumlar yer alır. Bu grup protein, demir, çinko, fosfor, 12 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 magnezyum ve B vitaminleri için iyi birer kaynaktır. Balık iyi bir omega 3 kaynağıdır. Ayrıca kurubaklagiller bağırsaklarımızın düzenlenmesine yardımcı olan posa ve E vitamininden de zengindir. Günlük olarak, yetişkin, genç ve çocuklar 2 porsiyon; gebe ve emzikliler ise 3 porsiyon tüketmelidir. ze ve meyve tüketilmelidir. Günlük alınan sebze ve meyvenin en az iki porsiyonu yeşil yapraklı sebzeler (Yeşil sebzelerin doğrandığı zaman 2-3 su bardağını dolduran miktarı) veya portakal, mandalina gibi turunçgiller veya domates olmalıdır. Ekmek ve tahıl grubunda; buğday, pirinç, mısır, çavdar, yulaf vb. gibi tahıl taneleri ve bunlardan yapılan un, bulgur, yarma, kahvaltılık gevrek, makarna, erişte vb. ürünler bulunur. Bu gruptaki beyazlatılmamış besinler özellikle B grubu vitaminler (başta B1 vitamini olmak üzere), mineraller, karbonhidratlar, posa ve diğer besin öğelerini içermeleri nedeniyle sağlık açısından önemli besinlerdir. Tam tahıldan ekmek tercih edilmelidir. Bu grup besinler günlük enerji harcamasına göre tüketilmelidir. Eğer kilonuz olması gerekenden fazla ve daha çok çalışıyorsanız bu grupta yer alan besinleri daha az tüketmeniz gerekir. Normal vücut ağırlığında olanların her öğünde 1-3 orta dilim tam tahıllı ekmek veya tahıllardan da 2-3 porsiyon yemesi yeterlidir. Pirinç yerine bulgur tercih edilmelidir. Yaz Aylarında Beslenmede Dikkat Edilecek Hususlar Taze sebze ve meyve grubu folik asit, A vitamininin ön öğesi olan karoten, E, C, B2 vitamini ile kalsiyum, potasyum, demir, magnezyum, posa ve diğer antioksidan özelliğe sahip bileşiklerden zengindir. Günde en az 5 porsiyon (en az 400 gr) taze seb- Yaz aylarında hava sıcaklıklarının artması birtakım sağlık sorunlarını ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Vücut ısısı artmakta ve metabolizma bu yeni duruma uyum sağlamaya çalışmaktadır. Yaz aylarında özellikle yüksek tansiyon, kalp yetmezliği ve koroner kalp hastalıklarında artış gözlenmektedir. Sıcaklığın artması ile birlikte vücuttan ter ile öncelikle sıvı, potasyum ve sodyum gibi birçok mineral kayıpları olur. Bunun sonucu, bayılma hissi, bulantı, baş dönmesi gibi sağlık problemleri de görülebilmektedir. Yaz aylarında özellikle bebek ve çocuklarda ishal görülme sıklığı artmaktadır. Ayrıca sıcak havalarda besinlerin bozulma riski artmakta ve besin kaynaklı zehirlenmeler sık görülmektedir. Yaz sıcaklığından en çok etkilenenler çocuklar, yaşlılar, hamileler, yüksek tansiyon, kalp ve şeker hastalığı olan bireylerdir. Sağlıklı beslenme ve bu konuda toplumun bilinçlendirilmesi yaz aylarında sıklıkla görülen sağlık problemlerinin azaltılmasında son derece önemlidir. Yaz Aylarına Yönelik Sağlıklı Beslenme Önerileri Kahvaltı günün en önemli öğünüdür. Yaz aylarında yapılacak kahvaltıda az yağlı peynirler, zeytin ve taze sebzeler bulunmalı, kafein içeren içecekler yerine de yarım yağlı süt, meyve suyu, ıhlamur ve kuşburnu gibi bitki çaylar tercih edilmelidir. Yaz aylarında yağlı besinlerin ve yağda kızartmaların tüketiminden kaçınılmalı; yemeklerde bitkisel sıvı yağların kullanımı, yemekleri pişirirken kızartma ve kavurma yerine haşlama, ızgara, kendi suyunda veya az suda pişirme gibi sağlıklı pişirme yöntemleri uygulanmalıdır. Yaz aylarında vücut direncini artırmak ve vücudun yeterli miktarda vitamin ve mineral alınmasını sağlamak için sebze ve meyve çeşitlerinden yararlanılması önemlidir. Günde en az 5 porsiyon sebze ve meyve tüketilmesi gerekir. Kan şekerini hızla yükselten ve hızlı düşüren besinlerin tercih edilmemesi, basit karbonhidrat olan saf şeker ve şekerli besinler yerine tam buğday ekmek, makarna, bulgur gibi lifli besinlerin tüketilmesine özen gösterilmelidir. Enerjisi yüksek hamur tatlıları yerine sütlü tatlılar, meyve tatlıları, dondurma gibi tatlılar tercih edilmelidir. Ayrıca yaz aylarında egzersiz ve spor yapılırken kış aylarına göre daha fazla sıvı kaybı yaşanacağı için egzersize başlamadan 15 dk. önce 1-1, 5 bardak, egzersiz sırasında ise 10-15 dakikada bir yarım bardak su içmek gereklidir. Ayrıca ter ile kaybedilen minerallerinde yerine konulması açısında ayran da tüketilebilir. Bunun yanında vücudun ihtiyacında fazla su tüketmesi de böbreklerin zarar görmesine ve vücutta ödem oluşmasına sebep olabileceği unutulmamalıdır. Terleme ile artan sıvı ve mineral kaybının önlenmesi için yeterli sıvı alımı önemlidir. Ayrıca, yaşamın her döneminde yeterli sıvı alımı vücutta oluşan toksinlerin (zararlı öğeler) atılması, vücut fonksiyonlarının düzenli çalışmasında, metabolizma dengesinin sağlanmasında ve vücutta pek çok biyokimyasal reaksiyonun gerçekleşmesinde son derece önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle, her gün en az 2-2, 5 litre su içilmeli, sıvı alımının karşılanmasında kahve, çay ve gazlı içecekler yerine yarım yağlı süt, ayran ve meyve suyu gibi içecekler tercih edilmelidir. Besin zehirlenmeleri, halk sağlığını yakından ilgilendiren ve özellikle yaz aylarında artan hastalıklardan biridir. Çoğunlukla hafif seyirli ve kısa süreli hastalıklar olmalarına karşın, zehirlenmeye yol açan besinle ve kişiyle ilgili bazı faktörler hastalığın zaman zaman daha ağır seyretmesine hatta ölümcül olmasına yol açabilmektedir. Özellikle yaz aylarında dışarıda ve açıkta satılan yiyeceklerin, tüketiminden kaçınılmalı, çabuk bozulan potansiyel riskli besinler (et, yumurta, süt, balık vb.) açıkta bekletilmemeli, besinlerin hazırlanması ve pişirilmesi aşamalarında hijyen kurallarına özen gösterilmelidir. Yaz aylarında özellikle rota virüslerden kaynaklanan bebek ve çocuklarda yaygın olarak görülen ishallerin önlenmesinde el temizliği ile sebze ve meyveleri yemeden önce iyice yıkamak çok önemli olup, ishali olanlar en yakın sağlık kuruluşuna başvurmalıdır. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 13 kapakkonusu Prof. Dr. Hilal ÖZCEBE: GÜVENİLİR OLMAYAN GIDA 200’DEN FAZLA HASTALIĞA NEDEN OLUYOR Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Hilal Özcebe, “Güvenilir olmayan besinler ishalden kansere kadar 200’den fazla hastalığa neden olmaktadır. Toplumda da özellikle yenidoğan bebekleri, küçük çocukları, yaşlıları ve hastaları daha fazla etkilenmektedir. Günümüzde halen gıda ve su kaynaklı ishalli hastalıklar birçoğu çocuklar olmak üzere her yıl tahminen 2 milyon ölüme neden olmaktadır” diye konuştu. Kalabalıklaşma ve küreselleşme yakından etkiliyor Günümüzde dünyanın kalabalıklaşması, nüfusun önemli bir kısmının kentlerde yaşaması, seyahat olanaklarının artması, toplumların gıda tüketim alışkanlıklarının değişmesi gibi nedenlerin gıdalardan etkilenme boyutlarını etkilediğini anlatan Prof. Dr. Özcebe şöyle devam etti: “Halka açık yerlerde satılan gıdaları satın alan ve tüketen insan sayısı giderek artmaktadır. Küreselleşme, geniş yelpazedeki gıdalara yönelik büyüyen bir tüketici talebini tetiklemiş, bu sürecin sonucunda ise giderek daha karmaşık bir hal alan ve daha uzun bir küresel gıda zinciri oluşmuştur. 14 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Küreselleşmenin etkisiyle güvenilir olmayan gıdaların oluşturduğu tehdit yöresel kalmamakta, geniş kitleler etkilenebilmektedir.” Üreticiden tüketiciye herkes üzerine düşeni yapmalı Tarlada doğal koşullarda zararlı maddelerden arıtılarak güvenilir gıdanın üretilmesinin gerekliliğine dikkati çeken Prof. Dr. Özcebe, “Gıdanın işlenmesi aşamasında, tüketiciye sunulması sırasında hem zararlı maddelerden uzak tutulması hem de gıda hijyenine uyulması gerekmektedir. Sadece teknolojik olarak gıda güvenirliliğinin sağlanması yeterli olmayıp gıda ile ilgilenen kişilerin de gıda hijyenini sağlayacak şekilde çalışmaları gerekmektedir. Gıdanın hazırlanmasından sunumuna kadar olan süreçte çalışan kişilerin gıda hijyeni konusundaki bilgi eksiklikleri ve uygulamaları yine en önemli tehditlerden birini oluşturmaktadır. Bu sürece sadece sokakta açıkta satılan gıdalar değil evlerde hazırlanan gıdalar da dahildir. Evde yemek yapımından sorumlu olan kişilerin de gıda güvenirliğine ilişkin önemli bir yerleri vardır” ifadelerini kullandı. Yıllık 600 bin denetim gerçekleştiriliyor Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü Gıda Kontrol ve Laboratuvar Dairesi Başkanı Dr. Neslihan Alper ise şu bilgileri verdi: “Türkiye’de yaklaşık 600 bin işletme bulunuyor. Yıllık denetim sayımız 600 bin 924. İşletmeleri sistematik olarak denetliyoruz. Ancak şikayet üzerine de denetimler yapıyoruz. Ayrıca ALO 174 hattı da bu konuda çok önemli. Vatandaşlarımız güvenmediği gıdalar için bu hatta başvurabilir” dedi. Prof. Dr. Hilal Özcebe Gelişim Yolunda Bir Adım Daha İleri Avrupa Patentli Pronutra Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir. *Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre. kapakkonusu DİYABET VE BESLENME Uzm. Diyetisyen Banu SALMAN Diyabetin bu çeşidi genellikle çocukluk çağında ya da genç yetişkinlik döneminde başlar. Hastaya dışarıdan insülin tedavisi gereklidir. Diyabet Nedir? İnsülinden Bağımsız (Tip 2) Diyabet Diyabet (şeker hastalığı); en basit tanımı ile, vücudun besinlerdeki enerjiyi kullanmasını etkileyen bir hastalık durumudur. Başka bir deyişle, pankreastan salgılanan insülin hormonunun yokluğu ya da yetersizliği sonucu, kandaki şeker miktarının artmasıdır. Daha sık görülür. İnsülin pankreastan yeterli salgılanmaz. Ailede diyabet hikayesi olanlar risk altındadır. Tip 2 diyabet yavaş gelişen bir hastalıktır ve genelde 40 yaştan sonra ortaya çıkar. Bu diyabet çeşidi için aşırı kilo önemli bir risk faktörüdür. Tedavisi; diyet, egzersiz, medikal tedavi ve eğitimden oluşan bir kompleks ile mümkündür. Bu kompleksin en önemli halkası diyet tedavisidir. Kanda glikozun sürekli olarak yüksek olması çok ciddi sorunlara yol açabildiği gibi düşük ya da sürekli değişken olması da tehlikelidir... Kaç Çeşit Diyabet Vardır? İnsüline Bağımlı (Tip 1) Diyabet Daha az görülür. Pankreastan salgılanan insülin hiç yoktur veya etkisizdir. 16 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Diyabete Eğilimi Olan Bireyler Kimlerdir? • Ailede diyabet öyküsü olanlar • 40 yaşın üstünde ki bireyler • Şişmanlık ve yanlış beslenme alışkanlıkları olanlar • Gebeler ve sık doğum yapanlar Gestasyonel Diyabet Hormonlardaki değişikliğin bir sonucu olarak, hamilelik döneminde ortaya çıkabilen bir durumdur. Genelde doğumdan sonra kaybolmasına rağmen, hamilelik süresince kontrol edilmelidir. Uzm. Diyetisyen Banu Salman • Hipertansiyon ve yüksek kan lipid • Nemli soluk deri düzeylerine sahip bireyler • Baş ağrısı • Fiziksel aktivitesi az olanlar • Kusma Diyabet Tedavisinin Temelinde; İlaç • Çift görme Tedavisinin Yanı Sıra, Yeterli Ve Dengeli Olarak Kişiye Özel Hazırlanmış Bir • Baygınlık hissi Diyet Tedavisi Yer Almaktadır Yeterli ve dengeli bir beslenme programı olmayan bireylerde diyabet kendini çok çeşitli şekillerde gösterip bireyi sıkıntıya sokar... Diyabetik Bireylerde Görülebilen Sağlık Sorunları: Hiperglisemi (Yüksek Kan Glikoz Düzeyi) Aşağıda yer alan belirtiler ile kendini gösterir. • Bulantı, Kusma • Yorgunluk • Karında Ağrı • Dalgınlık • Deride kırmızılık, kuruluk • Düşük Tansiyon nun beraberinde fiziksel aktivite de düzenlenmelidir. Karbonhidrat Tüketimi: Enerji kaynaklarıdır. Kan şekerini yavaş yükselten çeşitleri diyette tercih edilmelidir. Kan şekerini hızlı yükseltenler ise tüketilmemelidir. Kan Şekerini Hızla Yükselten Besinler: • Şeker • Bal • Pekmez • Reçel • Çikolata • Sık enfeksiyonlara yakalanma Tüketilmemesi gereken • Göz rahatsızlıkları karbonhidrat türleri • Böbrek sorunları • Şekerleme • Sinir iletimi bozuklukları Diyabetliyseniz ... • Hazır Meyve Suları • Kalp rahatsızlıkları • Beslenmenizi kontrol altında tu- • Meşrubatlar • Yaraların iyileşemeyip gangrenle- tun. re dönüşmesi • Yemek saatlerinizi kontrol edin. Kan Şekerini Yavaş Yükselten Besinler: • Hiper ya da hipoglisemi atakları • Hareket edin. 1. Düşük Posa İçerenler Gibi sorunlar temelde diyet tedavisi • Eğer kiloluysanız zayıflayın. Birkaç ile aşılıp kontrol altına alınabilecek kilo vermek bile kan şeker düzeyi- • Beyaz Ekmek sorunlardır... nizin kontrolünü kolaylaştırabilir. • Un • Vücut ağırlığınızı kontrol altında • Tuzlu Bisküvi Hipoglisemi (Düşük Kan Glikoz Düzeyi) tutun. • Patates Aşağıda yer alan belirtiler ile kendini • Hekiminiz tarafından tavsiye edi• Pirinç gösterir. len diyabet ilaçlarını alın. • Makarna • Titreme Diyabet ve Diyet Tedavisi • Huzursuzluk 2. Yüksek Posa İçerenler Diyabeti olan herkesin düzenli bir • Taşikardi (çarpıntı) • Kuru Baklagiller beslenme planına ihtiyacı vardır. Bu- SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 17 • Kepekli Ekmek • Bulgur • Sebze ve Meyveler Posa Tüketimi : Yüksek posa içeren besinler kan şekerini düzenlediği ve kolesterolü düşürdüğü için daha fazla tercih edilmelidir. Protein Tüketimi: Proteinden zengin gıdalar (et, süt, yumurta vb..) yeterli miktarlarda alındığında kan şekerini düzenleyici rol oynamaktadırlar. Bu nedenle günlük diyette protein alımına dikkat edilmelidir. Kırmızı et yerine tavuk, balık veya hindi eti, süt ve yoğurtta yarım yağlı veya yağsızlar tercih edilmelidir. Yağ tüketimi: Katı yağlar yerine sıvı yağlar (zeytin yağı, ayçiçek yağı, mısırözü yağı) tercih edilmelidir. Öğün Sayısı: Diyabette önerilen yiyeceklerin zamanında ve gerekli miktarlarda yenilmesi çok önemlidir. Besinler 3 ana 3 ara öğün şeklinde tüketilmelidir. Bu şekilde insülinin daha dengeli kullanımı ve dolayısıyla insüline olan ihti- 18 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 yacın azalması sağlanır. Uzun süre aç kalınması ve düzensiz yemek yenilmesi hipo ve hiperglisemiye yol açar. Bu nedenle oruç tutmak, bir veya birkaç öğünü atlamak gibi davranışlardan kaçınılmalıdır. Alkol: Alkol hipoglisemi riskini arttırır. Yüksek enerji içermesi nedeniyle kilo vermesi gereken, pankreatit ve nöropatisi olan, kan lipid düzeyleri yüksek seyreden diyabetiklere önerilmemektedir. Tüketilmeden önce diyetisyene danışılmalıdır. Kullanımına izin verildiğinde mutlaka yemeklerle birlikte alınmalıdır. Biliyor muydunuz ? Aslında diyabetik bir beslenme programının; normalde sağlıklı yaşamak isteyen her insanın uygulaması gereken bir beslenme programı olduğunu biliyor muydunuz? Diyabetik Bireyler İçin Genel Beslenme Önerileri • Kan şekerinizi kontrol altına almada öğün sayınız son derece önemlidir. Bu yüzden öğünlerinizi zamanında, önerilen miktarlarda ve 3 ana 3 ara öğün biçiminde tüketmeye çalışınız... • Beslenme programınızdan pek- mez, reçel, bal, marmelat, sofra şekeri gibi saf basit şeker kaynaklarını, hamur işlerini, yağda kızarmış veya kavrulmuş ve sos ilave edilmiş yiyecekleri, kuruyemişleri, kaymak krema mayonez gibi yağlı gıdaları, içeriği tam olarak bilinmeyen hazır besinleri çıkarınız... • Beslenmenizde lifli besinlere ön- celik veriniz.bol miktarda çiğ sebze (domates, salatalık) ve sebze yemeği yiyiniz... • Kepekli ekmek kan şekerinizi daha yavaş yükselteceğinden beyaz ekmeğe oranla kepekli ekmeği tercih ediniz... • Yemekleri pişirdiğiniz yağın cinsine dikkat ediniz. Yemeklerinizi ve salatalarınızı bitkisel kaynaklı sıvı yağların karışımı ile (mısırözü, ay çiçek, zeytinyağı ve fındık yağı) hazırlayınız... • Hayvansal kaynaklı katı yağlardan (tereyağı, içyağı, kuyrukyağı) ve margarinden uzak durunuz... • Meyveleri tek başına tüketmeme- ye özen gösteriniz. Meyveler kan şekerinizi hızlı yükseltir. Bu yüzden meyveleri proteinli gıdalarla birlikte ya da yemeklerle beraber tüketiniz. • Diyetinizde ki doğru beslenme davranışlarınızla yaşam kalitenizi ve sürenizi yükseltebilir, geleceğe daha güvenle bakabilirsiniz. kapakkonusu ANNE ADAYLARI NASIL BESLENMELİ? Prof. Dr. Cihat ŞEN Kadın Doğum ve Perinatoloji İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Perinatal Tıp Vakfı Başkanı Gebenin beslenmesi nasıl olmalı? Normal sağlıklı bireylerin, sağlıklı beslenmesi için gerekli olanlar ne ise, gebe de o şekilde beslenmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken gebe kalmadan 400 mg Folik asit alınması, bazı problemlerinin ortaya çıkmasını azaltması nedeni ile yararlıdır. Özellikle gebeliğin ikinci yarısında olmak üzere gebenin ek 300 kalori alması gereklidir. Normal boyutlarda bir erişkinin gümlük kalori ihtiyacı 1800 civarında iken gebenin ihtiyacı 21002200 kalori civarındadır. Dolayısı ile öğüleri atlamadan, besinler arasında dengeyi koruyarak yapılan bir beslenme düzeni yeterlidir. Üç öğünü atlamamalı ve öğün aralarında küçük ara öğünler yapmalıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken durum, üç öğüne ek olarak 3 adet ara öğünü ek besin ile yapmamalıdır, bu durumda kilo alması açınılmazdır. Yapılması gereken ana öğünlerden sevdiği küçük bir kısmı ayırıp, o öğünü izleyen ara öğünde alınmalıdır. Bu durumda kalori kontrolü sağlanmış olur. Gebelikte kilo almanın gebelik sonuçları ile ilişkisi var mıdır? Gebelikte kilo artışı ile doğan bebeklerin kilosu arasında çok yakında ilişki vardır ve böyle gebelerden doğan çocuklar ilerleyen yaşlarda diyabet, hipertansiyon, kalp hastası olma riskleri çok artmaktadır. Gebelikte kilo kontrolü ve düzenli beslenme ile bu durumun ortaya çıkması engellenebilmektedir. Hatta kilolu gebe kalanların doğan çocukları ilerleyen yaşlarda diyabetik olabilmektedir. 20 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Gebelikte düzenli vitamin kullanımı her gebe için uygulanmalı mıdır? Toplumuzda maalesef gebelerde bir vitamin kullanım çılgınlığı vardır. Bu tamamen yanlıştır. Bir erişkinin sağlık nedeni ile ve tıbben gerekli olduğu durumlarda vitamin kullanması gerekir, aynı durum gebe için de geçerlidir. Tıbbi bir gereklilik saptanmadıysa kullanılması gereksizdir. Bunun dışında bebeğin daha sağlıklı ve akıllı olacağı gerekçesi ile gebelikte vitamin kullanılması tamamen bir safsatadır, pazarlamaya yönelik bir söylemdir ve hatta bazen ölçüsü kaçırılmış vitamin kulalnımı durumlarında bebeğe ciddi zararlar verebilmektedir. lanmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri gebeliğin 12-22. haftaları arasıdır. İlk 3 aydaki iştahsızlık ve benzeri küçük gebelik sorunlarından sonra, hormonal durumun giderek değişmesi ile iştah açılır, iştah merkezi üzerinde vücudun kontrolü azalır. Hatta fazla gıda ve kalori aldığında, gebe bunu fazla olarak algılamaz. İştah merkezi kontrolü sağlanamadığı durumda, yeni yeme düzeni bir alışkanlık haline döner ve sonraki haftalarda da gebe iştahını engellemekte zorluk çeker. Gebelikte demir kullanımı hangi durumlarda gereklidir? Gebelikte demir kullanımında da hatalar görmekteyiz. Gebelikte demir ihtiyacı artmakla birlikte bu ihtiyacı normal, sağlıklı her anne adayı zaten karşılayabilmektedir. Sağlık durumu çok iyi olmayan ve vücudundaki demir depoları yeterli olmayanlarda demir eksikliği söz konusu olabilir. O da bebek açısından bir sorun teşkil etmez, sadece anneyi kısmi kansızlık durumuna sokar. Bu durum da tedbir için ya da tedavi için ilaç kullanımı ile düzeltilebilmektedir. Anne bu durumda olsa bile, bebek gerekli ihtiyacını zaten her halükârda anneden almaktadır. 22-24. gebelik haftasından önce gebeliğe özgü demir eksikliği durumu oluşmaz. Dolayısıyla bu dönem civarında kan sayımı yapılarak Hemoglobin değerinin 11 gr altında olan gebelerde, kansızlık olduğu için değil, ilerideki hafta ya da aylarda ortaya çıkmaması için tedbir olarak demir hapları, günde 1 tane verilebilir. Yoksa her gebenin rutin olarak demir kullanması söz konusu değildir ve gerekte yoktur. Hamilelikte doğru kilo alımı nasıl olmalı? Önerilen kilo artışı 12-14 kilogramdır. Bunun dışındaki değerler sorgu- Prof. Dr. Cihat Şen Bu durum hakkında gebe önceden bilgilendirilirse, kendini baştan programlar ve bilinçli bir beslenme düzenini sağlayarak, daha az sorunlu bir gebelik süreci geçirmeyi başarabilir. Kontrollü ve uygun kilo artışı ile doğuma giren gebe, doğum sonrasında da kilo problemleriyle fazlaca uğraşmak zorunda kalmaz. Gebelerin bilgilendirilmesi amacıyla “Gebenin El Kitabı” hazırlanmıştır. Gebelik hakkında her türlü bilginin yer aldığı bu kitabı ücretsiz olarak isteyen herkese göndermekteyiz. Bunun için Tel: 0212-2244080 E-mail: info@ perinatal.org.tr istekte bulunulması yeterlidir. İkiz gebelik yaşayan anne adayı için beslenmede ne gibi farklılıklar vardır? Temelde tekil gebeliklerden farklı de- ğildir. Beslenme rejimi açısından fark teşkil etmez. Kan sayımı ve demir deposu kontrolünün erken gebelik haftalarında ve 22. ile 28. haftalarda yapılmasında fayda vardır. İkiz gebeliklerde sabah akşam 20-30 dakikalık yürüyüş ya da egzersiz programları, tekil gebeliklerde de olduğu üzere çok faydalı olur. Kan dolaşımının ve özellikle bacak damarlarının sağlıklı tutulması yönünden fayda sağlar. Doğum sonrası beslenme nasıl olmalı? Gebe günlük yaşamdaki beslenme şekline dönmelidir. Tabii burada bahsini ettiğimiz sağlıklı ve dengeli beslenmedir. Emziren annelerin, lohusa şerbeti, tatlı gibi bol kalorili gıdalarla beslenmesi fazla kiloya yol açar. Emziren anne bu konuda bilgilendirilmelidir. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 21 kapakkonusu HER YIL NORVEÇ BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR ÜLKE DİYABET NEDENİYLE YOK OLUYOR* 2035’te yarım milyara ulaşacağı tahmin edilen diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak mucitler Türkiye’de aranıyor Dünyada her 7 saniyede 1 kişi diyabetten hayatını kaybediyor. Türkiye’de ise erişkin nüfusun yaklaşık 60 bini, diyabete bağlı nedenlerle yaşamını yitiriyor. Bu rakam her yıl trafikte hayatını kaybedenlerin yaklaşık 20 katı. Üstelik hastalıkla ilgili bilinirlik oldukça düşük. Türkiye’de üniversite öğrencileri arasında yapılan ankete göre öğrencilerin yarısı diyabetin belirtilerinden habersiz. Diyabet alanında öncü çözüm ve tedavi yöntemleri sunan Sanofi, diyabetle ilgili farkındalığı artırmak ve diyabette ihtiyaca yönelik çözüm önerileri üretmek için ikinci kez üniversite öğrencileri arasında ‘Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın’ proje yarışması düzenliyor. Diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak fikri olan üniversite öğrencileri, 31 Temmuz’a kadar başvuruda bulunabilirler. Ar-Ge’ye önemli yatırımlar yapan Sanofi Grubu, diyabet konusunda yeni ve etkili tedavi yöntemlerinin yanı sıra sosyal sorumluluk projeleriyle de diyabet konusunda farkındalık yaratan çalışmalar yürütmeye devam ediyor. Kontrol altına alınmadığında körlük, böbrek yetmezliği, diyabetik ayak, kalp hastalığı ve inme gibi ciddi sorunlara yol açabilen diyabet hastalığı, 2014 yılı itibariyle dünya çapında 387 milyon kişiyi, Türkiye’de ise yaklaşık 7 milyon kişiyi etkiliyor1. Önlem alınmadığında yaşam süresini 5 ila 10 yıl kısaltan diyabetin tedavisinde öncü çözüm ve tedavi yöntemleri sunan Sanofi, hastalıkla ilgili kamuoyunda farkındalık yaratmak amacıyla projeler yürütüyor. Sanofi bu kapsamda ‘Türkiye Diyabet Vakfı’ ile birlikte, diyabetle ilgili farkındalığın artırılması ve diyabetli hastaların hayat kalitesini yükseltmek amacıyla geçtiğimiz yıl “Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın” adlı proje yarışmasını başlattı. 22 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Sanofi, Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın Yarışmasıyla Diyabetle İlgili Farkındalığı Artıracak Diyabet hastalarının yaşamlarını kolaylaştıracak yenilikçi fikir ve icatların hayata geçirilmesine katkı sağlamak amacıyla düzenlenen yarışmanın bu seneki başvuruları devam ediyor. Bu süreçte Ankara, İzmir, Bursa, İstanbul ve Trabzon dahil 5 ilde 9 üniversitedeki “öğrencilerin hayatını diyabet hastaları adına bir gün kolaylaştıracağız” temalı kampus aktiviteleri yapıldı. Ayrıca bu üniversitelerde öğrencilerin diyabetle ilgili bilgilerini ölçmek amacıyla anketler yapıldı. Anket sonuçlarına göre öğrencilerin yaklaşık yarısı diyabetin belirtilerinden ve ölüme kadar götürebilen komplikasyonlarından habersiz. Sanofi, Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın yarışmasıyla hem diyabetle ilgili farkındalığı artırmayı hem de diyabette ihtiyaca yönelik fikirlerin ortaya çıkmasını amaçlıyor. Diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak fikri olan üniversite öğrencileri, 31 Temmuz’a kadar senbuldiyabetkolaylassin.com web sitesinden başvuruda bulunabilir. Dereceye giren finalistler Ekim ayında jüriye sunumlarını gerçekleştirecek ve “14 Ka- sım Dünya Diyabet Günü “haftasında ödül töreni gerçekleştirilecek. Projeleri Değerlendirecek Jüri, Önemli Akademisyen ve Hekimlerden Oluşuyor Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversite öğrencilerinden gelecek olan projeleri değerlendirecek bağımsız jüri üyeleri arasında, Prof. Dr. Temel Yılmaz’ın yanı sıra Diyabetle Yaşam Derneği Başkanı Emine Alemdar, Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aybek Korugan, Marmara Üniversitesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oğuzhan Deyneli, Doğuş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mitat Uysal, Ulusal Beslenme Platformu 2. Başkanı Prof. Dr. Mehmet Pala ve gazeteci ve Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Fatoş Karahasan yer alıyor. Referans: 1. International Diabetes Federation. IDF Diabetes Atlas, 6. Baskı. 2013 güncellemesi: http://www.idf.org/diabetesatlas/. Erişim tarihi:Nisan 2014 * Dünyada her yıl 5.1 milyon kişi diyabet sonucu hayatını kaybediyor. Bu da 5.1 milyon nüfuslu Norveç nüfusuna denk geliyor. kapakkonusu YEMEK YEMEK SİZİN İÇİN NE İFADE EDİYOR? Dr. Nurhayat GÜL Aşağıdaki şıklardan kendinize en yakın bulduğunuzu seçin: a) Lezzetli yemek benim için tek önceliktir. Zararlı olduğunu söylüyorlar ama canımın istediğini yerim. Damak tadım gelişmiş olduğu için de her şeyi beğenmem. Sonunu düşünerek yemem, sonuçta herkes bir gün ölecek değil mi, yiyen de yemeyen de?! b) Kendimi bildim bileli hep diyet yapıyorum, ama hala kiloluyum. Yeni çıkan her şeyi deniyorum. Yöntem, ilaç, diyet her şeyi denerim. Ama kalıcı olmuyor, tekrar kilo alıyorum. c)Sağlıklı yaşam için sağlıklı yemek ve düzenli egzersiz yapmak gerektiğini biliyorum ama bir türlü başaramıyorum d)Sağlıklı beslendiğime inanıyorum. Daha önce diyetisyene gitmiştim, orada öğrendiklerimi uyguluyorum. Sık sık, azar azar ve her şeyi 24 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 yiyorum. Kilomu koruyorum ama her kafadan bir ses çıkıyor. Hangi beslenme doğru ve benim için uygun, onu bilemiyorum. Hangi seçeneği işaretlediniz bilmiyorum ama bu yazıda hepiniz kendinizi ilgilendirecek bir şeyler okuyacaksınız. Görünen bir bedenimiz var, cildimiz, gözlerimiz, kulaklarımız, saçlarımız… bir de bunun altında organlarımız. Bu organlar gözle görülemeyecek kadar küçük hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşurlar. Her bir hücre, organın görevini yapmasını sağlayacak özellikte gelişiyor. Bu gözle görülemeyecek kadar küçük hücrelerin, daha da görülemeyecek kadar küçük çekirdeğinde 2 metre boyunda makaraya sarılmış gibi bir iplikcik var. 2 ayrı iplikten oluşuyor, merdiven gibi birbirine sarılmış bir sarmal şeklinde. İşte bu minik iplik doğum öncesinden ölüme kadar geçeceğiniz bütün aşamaların kodlarını zamanı gelince harekete geçirmek üzere programlanmış, neler yaptığını anladıkça şaşırma ve hayranlık duymaktan başka bir şey yapmanın elinizden gelmeye- ceği DNA’nız. Herkesin DNA’sı kendine özel. Sizden başka bir tane daha yok. Tek yumurta ikizlerinin bile genleri anne karnında maruz kaldıkları etkiden dolayı farklı işleyebilir. Düşünün ki hepimiz kumaşız. Ancak herkesin farklı bir deseni var ve bu farklı desenlerin oluşmasına genetik yapımızdaki farklılıklar neden oluyor. Örneğin; hepimizin gözü var ama renk renk ve şekil şekil. Genetik kodlarımızdaki farklılıklar farklı desenler oluşmasına neden oluyor. Vücudumuzun gözle göremediğimiz kısmından bahsediyorum. Genetik bilimindeki keşifler dönemin postgenomik çağ diye adlandırılmasına neden oldu. Tıp, ilaç bilimi ve beslenme yeni bir bakış ile yeniden değerlendiriliyor. Nutrigenetik/Nutrigenomik araştırmalar besin ve besin grupları ile gen arasındaki ilişki ve etkileşimi inceleyerek, sonuç olarak hastalıklardan korunma konusunda gereken eksik olan bilgiyi sağlıyor. Genetik çeşitlilik kalp damar hastalıkları, diyabet, kanser, Alzheimer gibi kompleks hastalıkların oluşumuna katkıda bulunuyor. Bu hastalıklara yatkınlığınız ne kadar olursa olsun, yine de çevresel faktörler sizi koruyabilir yada tam tersi. İyi haber beslenme çevresel faktörlerden kontrol edebilme şansına sahip olduğunuz faktördür. Beslenme bu hastalıkların oluşumunda veya korunmada o kadar önemlidir ki, bulmacadaki eksik parçadır. Hastalıklardan korunmak ve tedavi etmek için verilen beslenme tavsiyeleri postgenomik çağa kadar gözleme ve laboratuvar verilerine dayalı idi. Artık genlerin çalışma şekline ve sebep oldukları sonuçlara bakarak bu bilimi mutfaklarımıza sokabiliriz. Genlerimizdeki bu farklılıklar günlük hayatımıza şu şekilde yansıyor. Aynı iş yerinde çalışan ve aynı toksik maddeye maruz kalan iki işçiden biri kanser oluyor, diğeri olmuyor. Sigara içen iki arkadaştan biri akciğer kanseri oluyor, diğeri mesane kanseri oluyor. Her hafta sonu mangalda et yiyen üç komşudan biri kolon kanseri oluyor, diğeri kalp krizi geçiriyor, üçüncüsü ileri yaşlarında şeker hastası oluyor. Her gün et ve peynir yiyen iki kız kardeşten birinde kolesterol yükselirken, diğerinin ki normal değerlerde. Yine bu iki kız kardeşten biri 40 yaşında meme kanseri olurken diğeri olmuyor. Aynı iş yerinde çikolata ve pasta zevkleri ortak olan iki arkadaştan birinde insülin direnci gelişirken, diğerinde görülmüyor. İşte genetik çeşitlilik böyle bir şey. Bu desenler bazen avantaj bazen dezavantaj olarak karşımıza çıkıyor. Bir koğuş dolusu asker düşünün. Hepsine aynı beden kıyafet, ayakkabı ve şapka dağıtıldığını.. Kıyafetler bir kısmının tam üzerine olurken, bir kısmına dar, bir kısmına ise bol gelecektir. İşte herkese verilen beslenme tavsiyeleri de bunun gibidir. Daha şimdiden beslenmenin de doğru şekilde yapıldığında ilaç tedavisi kadar etkin olduğuna inanmamız için yeterli kanıta sahibiz. Nutrigenetik çalışmalar bireyin kısa vadeli veya tekrarlayan defalar bir besine veya besin kombinasyonuna verdiği yanıtların bireysel farklılık gösterdiğini ispatlıyor. İnsanlık tarihi boyunca beslenme, genlerimizin çalışmasını etkiledi. Obezite tek bir faktöre bağlı olmayan çok çeşitli faktörlerin bir sonucudur. Zayıflama süreci de beslenme tarzının değiştirilmesi, beslenme hakkında bilgilenme ve gerekli olduğu tak- tirde psikolojik destek ile beraber ele alınması başarı yüzdesini arttırır. Gen testinin bizzat kendisi sizi zayıflatmaz ancak genetik bazı özelliklerinizin bilinmesi, kilo verme stratejiniz kurgulanırken sağlık yararları sağlamanıza yardım eder. Örnek tüm vücut hücrelerinden alınabilir, ancak sıklıkla tükürük ve ağız içinden doku alınması gibi yollarla alınır. Yurtiçi veya dışındaki laboratuvarlara gönderilir ve 3-4 hafta sonunda sonuçlanır. Dr. Nurhayat GÜL SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 25 Gen testi ile neye alerjiniz olduğu tespit edilmez ancak bazı genetik yapılar alerjiye yatkın olabilmektedir. Bu testin kapsamına bağlı olarak edinebileceğiniz bilgilerden biridir. Zayıflamayı zorlaştıran besinler: • İşlenme sürecinde yararlı bütün içeriklerini kaybetmiş, kan şekerini hızla yükseltip insülini zıplatan işlenmiş karbonhidratlar ne sağlığınız ne de zayıflamanız için iyi değildir. Bu tarz yiyecekleri çok ara sıra ve az miktarda tüketin. Bağımlılık gelişme olasılığı yüksek olduğundan dikkatli olmanız gereklidir. Göbek çevresindeki yağlanma da en çok işlenmiş karbonhidrat tüketilmesinden kaynaklanır. Buna bağlı insülin zıplamalarını kontrol altına alan bir beslenme tarzı göbek yağlarını eritir. Ayrıca fazla yağlı, fazla şekerli yemek özellikle bu bölgedeki yağlanmadan sorumludur. • Baklagiller: Hem çözünebilir, hem çözünmeyen lif içerir. Hem kompleks karbonhidrat hem iyi bir protein kaynağıdır. Uzun süreli tokluk sağlar. • Soğan, sarımsak ve diğerleri: Gün- lük beslenmenizde olmazsa olmazınız olmayı sonuna kadar hakkederler. Yalnız içerdikleri güçlü kanser savaşçıları ancak doğrandıkları, ezildikleri parçalandıkları zaman ortaya çıkarlar. O nedenle doğrayıp 5 dakika bekledikten sonra pişirmeye başlayın. Yoksa hiçbir şekilde yararını almazsınız. • Mantar: Bazı mantar türlerinin kanser hastaları tarafından kullanıldığını duymuş olabilirsiniz. Ama en basit beyaz mantarın bile anti kanser özellikleri vardır. Günlük beslenmenize bir kaç tane dahil edin. Bu değerli sebzeyi de çiğ tüketmemeniz gerektiğini hatırlatmak isterim. : Hem tatlı, hem değil, • Yağlı yemekler: Hücrenizin içinde • Çilekgiller hem vitamin-antioksidan deposu, gelen yağ, şeker ve proteini işleyen mitokondri adında (Mehmet bey diyelim) enerji üreten bir bölüm daha vardır. Nasıl Mehmet bey tüm bankanın işlerini tek başına yapamaz ise aşırı kalori, şeker ve protein yükü sonucu Mehmet beyde bu aşırı yük altında strese girer. Buna mitokondriyal stres denir. Dolayısıyla yararlı diye zeytinyağına yüklendiğinizde de Mehmet bey aşırı yüklenir. Et ve süt ürünlerinde bulunan hayvansal yağ (omega 6) ise bundan daha fazlasını yapar. Hem vücutta harcanmadığı için depolanıp kilo problemine neden olur, hem de kadınlarda sık görülen genetik bir çeşitlilikten dolayı meme kanseri riskini arttırabilir. Omega 3 alımını arttırmak meme sağlığı için koruyucu nitelikte iken, omega 6 yağ riskli olabilir. Zayıflamaya ve sağlığı sürdürmeye yardımcı olan ve bilimsel kanıtları bulunan besinler: • Koyu yeşil yapraklı sebzeler: lif, vitamin, antioksidan içerikleri en yüksek olan, buna karşın kalorileri en düşük olan bu sebzeleri yerken büyük düşünün. 26 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 kanser savaşçısı bu güzel meyveler, günlük beslenmenize mevsiminde veya donmuş olarak dahil edilmelidir. Ama vişne ve narı kış mevsiminde çileklerin yerine rahatça koyabilirsiniz. • Kuruyemiş ve çekirdekler: İçerdikleri sağlıklı yağlar sizi şişmanlatmaz, tam tersi zayıflatır. Antioksidan, protein, mineral deposudurlar. Neredeyse süt kadar kalsiyum içerirler. ay çekirdeği, kabak çekirdeği, keten ve susam tohumu ihmal edilmemelidir. Beslenmeyle ilgili doğru bilinen yanlışlar: • Ara öğün gereklidir ve zayıflamaya yardımcıdır • Zeytinyağı faydalıdır, bol bol yiyin. • Protein deyince sadece hayvansal protein akla gelir. Bitkisel protein daha az kalitelidir. • Meyvedeki şeker de kaçınılması gereken şekerdir. • Yüksek protein veya şok diyetlerin sağlık zararı yoktur. Diyet yaparken acıkmayı önleyen formül: Diyet yaparken acıkmanın birkaç sebebi vardır. Yetersiz besin alımı, vücudun ihtiyaçlarının yenilen yemek ile karşılanmaması iştahın artmasına neden olur. Sağlıklı olmak için yemeniz gereken besinleri yemek, iştah hormonlarını sakinleştirerek iştahınızı azaltır. Bunun kadar önemli bir diğer taktik, yavaş yavaş yemek ve iyice çiğnemektir. Düşük kalorili diyetlerin sakıncası; uzun süre uygulanması neredeyse imkansızdır ve sağlığı olumsuz etkileyebilecek besin eksikliklerine neden olur. Bundan başka yeme bozukluklarını tetikleyebilir. Kan gruplarına göre beslenme: Dünyada 7 milyar insan yaşıyor. Bu insanları 4 gruba ayırarak beslenme tavsiyesi vermek, insanların bir şekilde genetik olarak farklı olduğu düşüncesinden temellenmiştir ancak bilimsel bir dayanaktan yoksundur hatta bazı açılardan kurgusu ve iddiaları saçma olarak değerlendirilebilir. Bazıları sağlığa oldukça zararlı olabilecek tavsiyeler içermektedir. Aburcuburlar hem obezite ve dolayısıyla da yüksek tansiyon, kalp damar hastalıkları riskini arttırır. Yüksek protein düşük karbonhidratlı diyetler hakkında bilmeniz gerekenler: Protein ağırlıklı diyetler kilo verme konusunda başarılı olabilirler. Bunu vücudu ketozise sokarak yaparlar. Yani karbonhidratla çalışan bir makineyi, yağla çalışan hale getirirler. Bu aslında insanın açlıktan ölmesini engelleyen hayatta kalmasını sağlayan bir mekanizmadır. Elektrolitlerde dengesizliğe ve ani ölüme neden olabilirler. Uzun vadede kalp damar hastalığı riskini arttırırlar ve erken ölüme sebep olabilirler. Hayvansal protein IGF-1 adındaki büyüme ve yağlanmaya katkısı bulunan hormon düzeyini arttırarak başta meme kanseri olmak üzere kanser riskinizi arttırabilir. Protein diyeti yapmadan da etkili bir şekilde zayıflayabilir aynı zamanda kalp damar hastalıkları ve kanserden korunabilirsiniz. Sağlık tesadüf değildir, sağlıklı yaşayın... kapakkonusu ŞEKER HASTALIĞINDA EN ETKİN TEDAVİ YÖNTEMİ NEDİR? Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Cleveland Klinik’te yapılan bir araştırmaya göre, erişkinlerde görülen şeker hastalığında en etkin tedavinin ameliyat olduğu ortaya çıktı. Ancak uzmanlar bu yöntemin ilaç ve insülin tedavisinden cevap alamayanlar için ideal olduğunu söyledi. Tıp camiasının en önemli dergilerinden kabul edilen New England Journal of Medicine’de yayımlanan araştırmaya göre; kilo problemi olan erişkin şeker hastalarının tamamına yakını ameliyattan sonra insüline ve diğer pek çok şeker ilacına ihtiyaç duymuyor. Ameliyat Sonrasında İlaç Yok Şeker hastalığı tedavisinde yaygın olarak kullanılan ilaç tedavisi ve ameliyatın karşılaştırıldığı çalışmada, ameliyat olan hastaların, şekeri kontrol altında tutmak için ilaç ya da insüline gerek duymadığı; ayrıca kolesterol ve tansiyon ilaçlarının da çoğuna ihtiyaç duyulmadığı gözlemlendi. Araştırma ekibinden Endokrinolog Dr. Sangeeta Kashyap, çalışmanın 3 yıllık sonuçlarına dayanarak dü28 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 şüncelerini şu şekilde özetledi: “Yaşamları şeker hastalığı yüzünden alt üst olmuş ağır diyabet hastalarında, ameliyat uygulamasının ilaç tedavisine göre çok daha iyi sonuçlar verdiğini gördük. Ameliyat olan hastaların yaşam kaliteleri arttı. %90’dan fazlasında efektif kilo kontrolü sağlandı ve şeker hastalığı çoğu ilaç ve insüline gerek kalmadan, daha etkin bir şekilde kontrol altına alındı.” Standart Tedavi Yanıt Vermiyorsa Ameliyat Yapılır STAMPEDE çalışması bugüne kadarki en kapsamlı ve detaylı araştırma olması nedeniyle tıp çevrelerinde A sınıf bilimsel kanıt olarak kabul görüyor. Araştırma ekibinden Dr. Philip Schauer; “Şeker hastalığı için geçerli bir ameliyat tedavisi olduğunu kanıt- larla gösterdik. Standart tedavilere yanıt vermeyen şeker hastalarında bu yöntemin mutlaka göz önünde bulundurulması gerekiyor.” şeklinde konuştu. Operasyon Birinci Seçenek Konu hakkında görüşlerini aldığımız Türkiye Metabolik Cerrahi Vakfı yönetim kurulu başkanı Doç. Dr. Alper Çelik; STAMPEDE çalışmasının yıllardır ifade ettiği görüşlerin bilimsel bir kanıtı olduğunu belirterek, “Ortaya konan bu çalışma gösteriyor ki; ilaç ya da insülin tedavisinden cevap alamayan hastalarda, ameliyat birinci seçenek olarak ortaya çıkmakta. Bizler vakıf olarak bu tarz bilimsel çalışmaların her zaman arkasında olacak ve yeni çalışmaların da bilim dünyasına katılmasına önderlik edeceğiz” dedi. Kiloyu Ayarlıyor Doç. Dr. Çelik, asıl önemli kriterin hastanın kendi vücudundaki insülin rezervi ve aktivitesi olduğunu belirtti. Yapılan ameliyatların doğası gereği kalori ihtiyacını otomatik olarak ayarladığını ve hastaların ameliyatlardan sonra olağan vücut kitle indekslerine ulaştığını hatta vücut kitle indeksine göre zayıf olan hastaların kilo alıp normal kilolarına ulaşabildiğini söyledi. Çelik sözlerine şöyle devam etti: “Burada önemli olan nokta obez olmayan hastaların insülin rezerv ve aktivitelerini tüketmiş olabileceğinin dikkate alınmasıdır. Bu yüzden obez olmayan hastalarla ilgili karar verirken çok daha seçici olunmalıdır.” Dünyada İkinci Metabolik Cerrahi ameliyatlarında yaklaşık 900 hastayla dünyanın en büyük ikinci serisine sahip olan Çelik konuyla ilgili olarak; “Elimizde gerçekten büyük bir veri var, ameliyat edeceğimiz hastaların her parametresini en ince detayına kadar öncesi ve sonrasıyla takip ediyoruz. Yaptığımız ameliyat sayısıyla dünyanın en büyük ikinci serisini elimizde bulunduruyoruz. Bu seri sadece Türkiye için değil yurtdışındaki cerrahlar için de çok değerli. Ülkemizde hasta takibi konusunu nedense çoğu zaman atlıyoruz. Ameliyatlar yapılıyor ama elinizde hastaların önceki ve sonraki durumlarıyla ilgili yeterli veri yoksa yaptığınız ameliyatların da hiçbir değeri yok. Bu gibi bir durum her şeyden önce hastaların sağlığı açısından ciddi sıkıntılar yaratır. Elimizdeki veriler cerrahlar için altın değerinde” şeklinde değerlendirmede bulundu. Veri Tabanı Oluşturulmalı Türkiye’de obezite ameliyatları ve metabolik cerrahiyle ilgili ulusal bir veritabanı bulunmadığını belirten Çelik “Bizim kliniğimize ait uluslar arası sisteme entegre bir veritabanımız var. Bu veritabanı hastaları çok geniş bir spektrumda görmenizi ve diğer merkezlerle beraber veri analizi yapmanızı sağlıyor. Kurduğumuz vakıf kanalıyla bu veritabanını ulusal bazda yaygınlaştırmak istiyoruz. IFSO da bizden bunu talep etti. Böylece Türkiye de elindeki verilerle bilime yön verme konusunda büyük bir adım atmış olacak. İnce Bağırsakta Operasyon Şeker tedavisi başarılı olmayınca cerrahi yöntemlere başvurulabilece- Doç. Dr. Alper Çelik ğini kaydeden Doç. Dr. Çelik, “Şeker hastalığında ince bağırsağınızın son kısmındaki hormonlar çalışmaz hale geliyor. Eğer ince bağırsağın son kısmını başa alırsak oradaki hormonlar aktive oluyor. İnsülin direnci aşağıya çekiliyor, kan şekeri düşüyor. Ancak bu ameliyatı yaparken de ince bağırsağın baş kısmını devreden çıkarmamalısınız. Bu sayede hasta ömür boyu vitamin bağımlısı olmaktan da kurtulur. Sistemi bozmuyorsunuz ve yine gıdalar ince bağırsaktan geçmeye devam ediyor. Bu yöntemle bireylerin yemek tercihleri, tokluk eşikleri bile değişiyor” dedi. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 29 kapakkonusu İNEK SÜTÜ VE DİĞER BESİN ALERJİLERİ Yrd. Doç. Dr. Enver Mahir GÜLCAN Çocuk Gastroenteroloji, Hepatoloji ve Beslenme Uzmanı Çocukluk çağında kazanılan doğru beslenme alışkanlıkları, daha sonraki yaşlarda sağlığın korunması ve kaliteli bir yaşam sürdürebilmesi açısından çok önemlidir. Besin alerjileri, bebeklikten hatta anne karnından itibaren insan sağlığını etkilemektedir. Bu nedenle alerjisi olan bireylerin beslenmesine çok küçük yaşlardan itibaren dikkat edilmeli ve bireylerin alerjileri nedeniyle diyetlerinden çıkardıkları besinlerin yetersiz ve dengesiz beslenme durumuna yol açmaması sağlanmalıdır. Besin alerjisi nedir? Alerji, vücudun yabancı olarak tanıdığı solunan, yenen, iğne ile enjekte edilebilen veya deriye, akciğerlere doğrudan temas eden maddelere 30 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 karşı oluşan, vücudun savunma mekanizmasının aşırı çalışma halidir. Besinlerin neden olduğu düşünülen her türlü olumsuz etkiyi besin alerjisi olarak tanımlamak, toplumda oldukça yaygın ama her zaman doğru olmayan bir tanımdır. Besin reaksiyonlarını iki gruba ayırabiliriz: 1-Besin tahammülsüzlüğü (besin intoleransı): Herhangi bir alerjinin ve savunma sistemimizin aşırı reaksiyonunun olmadığı ve diğer mekanizmalarla ortaya çıkan besinlere karşı oluşan anormal reaksiyonlardır. ishal, kabızlık ve kanlı kaka gibi sindirim sistemi bulguları olan çocuklar ve bebekler çocuk gastroenteroloji uzmanları tarafından tanıları koyulup takip ve tedavileri yapılır. Özellikle kanlı kaka ile ortaya çıkan alerjik kolit düşündüğümüz bebeklerde tanıyı kesinleştirmek için kolonoskopi yapıyoruz. Kolonoskopide kalın barsağın görüntüsü bize besin alerji olup olmadığını gösteriyor. 2.Besin alerjisi: Savunma sistemi aracılığı ile besinlere karşı oluşan aşırı duyarlılık reaksiyonlarıdır. Besin alerjisi tanısı nasıl koyulur? Tanı için ciltte testi ve kanda alerji testleri yapıyoruz. Sadece solunum ve cilt belirtileri olan hastalar çocuk alerji uzmanları tarafından tedavi edilirlerken gaz, karın ağrısı, bulantı, Yrd. Doç. Dr. Enver Mahir GÜLCAN Hangi besinlere dikkat etmek gerekir? İnsanlarda birçok gıda ve gıda bileşeni alerjen gibi etki eder. Bütün besinlerde alerji yapma özelliği vardır. Günlük yenen besin maddeleri içinde bebeğin karşılaştığı ilk yabancı protein inek sütüdür. Daha sonra yumurta proteinleri eklenir. Buğday, yer fıstığı, kereviz ve soya benzeri farklı gıdalara duyarlılık gelişebilir. Yerfıstığı alerjisi daha çok Avrupa ülkelerinde görülmektedir. Özellikle inek sütü protein alerjisi olan ve soya bazlı mama verilen çocuklarda soya proteinine tahammülsüzlük gelişebilir. Anne sütü alan bebeklerde anne sütünden geçen çok az miktardaki yabancı proteinler besin alerjisine yol açabilir. Tedavide nasıl bir yol izlenir? Besin alerji tanısı koymuşsak tedavide öncelikle en sık rastlanan alerji olduğu için bebeğin beslenmesinden minimum altı ay süt ve süt ürünlerini çıkarıyoruz. Eğer bu sürede bebekte mesela, kanlı kaka geçmezse ikinci sık rastlanan neden olan yumurtayı da listeden çıkarıyoruz. Düzelmediği takdirde sırayla alerjiye neden olan diğer gıda maddelerini aynı şekilde çıkararak bebeği takip ediyoruz. Sadece anne sütü alan bebeklerde bu diyet tedavisi anneye uygulanır. Eğer alerjen tespit edilemezse veya bebek mama ile besleniyorsa bu bebeklere altı ay özel alerji maması veriyoruz. Besin alerjisi olan bebekler doğru tanı, tedavi ve iyi bir takiple yüzde 90–95 oranında iki yaşından önce düzelmektedir. Katkı maddelerinin besin alerjisindeki rolü nedir? Hazır gıdalara eklenen katkı maddeleri de bazen çocuklarda alerjilere neden olabilir. Alerjik reaksiyona neden olan bazı maddeleri şunlardır: Aspartam: Yapay tatlandırıcı (diyet şekeri) olarak bilinir. Genellikle şeker yerine tatlandırıcı olarak kullanılır. Aspartam duyarlı olan kişilerde anjioödeme veya göz kapaklarında, dudaklarda, ellerde veya ayaklarda şişmeye neden olur. Ancak, bu bulguların görülme sıklığı azdır. Benzoatlar: Muz, kek, hububat, çikolata, soslar, katı ve sıvı yağlar, meyankökü, margarin, mayonez, süt tozu, patates tozu ve kuru maya gibi bazı gıdaların işlenmesi sırasında gıda koruyucusu olarak kullanılır. Benzoatlara karşı gerçek alerjik reaksiyon çok çok azdır. BHA (Butillenmiş hidroksiyanozil), BHT (Butillenmiş hidroksitoluen): Antioksidandır. BHA ve BHT özellikle katı ve sıvı yağlar ile hububat ürünlerinde kullanılır. Duyarlı kişilerde kurdeşene sebep olurlar; bununla birlikte gerçek alerjik reaksiyon çok nadirdir. Gıda boyaları: Gıdalara renk vermek için kullanılırlar. Bunlar, E102 (Tartrazin) gibi numaralarla isimlendirilirler. Kekler, şekerlemeler, konserve sebzeler, peynirler, çikletler, sosis, dondurma, portakallı içecekler, salata sosları, mevsim salataları, alkolsüz meşrubatlar ve ketçap gibi bazı gıdalar tartrazin SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 31 içerirler. Tartrazin duyarlı insanlarda çok nadir oluşmakla birlikte kurdeşen veya astım ataklarına neden olur. MSG (Monosodyum glutamat) (E621): Özellikle uzak doğu (Çin, Japon) ve Türk mutfağında kullanılır. Bununla oluşan reaksiyona “Çin Restoranı Sendromu” da denir. Bir çok imalathane ve restoranda da değişik gıdalarda lezzet arttırıcı olarak kullanılır. MSG ile oluşan reaksiyonlar şöyledir: Baş ağrısı, bulantı, ishal, terleme, göğüste sıkışma, boyun arkasında yanma. Bu tür reaksiyonlar fazla miktarda MSG alınması sonrası oluşur. Bu maddeyi tüketen astımlı hastalarda ağır astım atakları oluşabilmektedir. MSG ile oluşan astmatik reaksiyonlar gerçekten az görülür. Nitrat ve nitritler: Bu iki madde hem koruyucu olarak hem de renklendirici ve lezzet arttırıcı olarak kullanılır. Nitrat ve nitritler özellikle sosis, salam gibi et ürünlerinde bulunur. Bazı kişilerde baş ağrısı ve kurdeşene neden olabilirler. Parabenler: Gıda ve ilaçlarda koruyucu olarak kullanılırlar. Metil, etil, propil, butil paraben ve sondum benzoat bunlara örnektirler. Bu maddelere duyarlı kişilerde alındıklarında, ağır cilt bulguları veya deride kızarıklık, şişlik, kaşıntı ve ağrıya neden olurlar. Sulfitler: Sülfitleyici maddeler (Sülfür dioksit, sodyum veya potasyum sülfit, bisülfit, metabisülfit) olarak da bilinirler. Gıda koruyucusu olarak ve fermente içeceklerin kaplarında kullanılırlar. Fırınlanmış ürünler, çaylar, çeşniler, deniz ürünleri, reçeller, jöleler, kurutulmuş meyveler, meyve suları, konserve ve suyu alınmış sebzeler, dondurulmuş patates ve çorba karışımlarında, bira şarap ve elma şarabı gibi içeceklerde bulunurlar. Sülfitler göğüste sıkışma, kurdeşen, karında kramp, ishal, kan basıncı düşmesi, başta yanma hissi, halsizlik, nabız hızlanması gibi bulgulara neden olur. Ayrıca sülfitler, bunlara duyarlı astımlılarda astım atağını tetikleyebilir. 32 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Besin alerjisinin belirtileri nelerdir? Besin alerjilerindeki klinik bulgular çok değişkendir. Bulgular besin antijeninin özelliğine, genetik yatkınlığa ve hastanın yaşına bağlı olarak değişebilir. Besin alerji belirtilerinin ortaya çıkmasında farklı mekanizmaların rol oynamasından dolayı alerjenin çeşidine göre bulgular değişebileceği gibi aynı antijen farklı kişilerde farklı bulgular ortaya çıkarabilir. Besin alerjilerinde özellikle üç sisteme ait bulgular ortaya çıkar: Mide-barsak sistemi ile ilgili bulgular: Besin alerjili çocuklarda belirtilerin % 50-80’i bu sisteme aittir: Ağız ve dilde kızarıklık ve yanma, bulantı ve kusma, ishal, barsak emilim bozukluğu, büyüme geriliği, barsaktan kan kaybı, kanlı kaka yapma, bağırsaktan protein kaybı, karın ağrısı, şişkinlik, kabızlık Deri bulguları: Hastaların % 2040’ında ortaya çıkar ve şu belirtilerden oluşur: Dudaklarda şişme, anjioödem, kaşıntı, döküntüler, egzema. Solunum sistemi bulguları: Bu tür belirtiler %10 ila 25’inde ortaya çıkar: Hapşırma, burun akıntısı, hışıltılı solunum, öksürük, nefes darlığı, sık soluma Diğer bulgular: Anaflaksi ve şok, eklem şişliği ve ağrısı, baş ağrısı, uyku hali, aşırı huzursuzluk Mide-bağırsak sistemine ait bulgular: Mide, ince bağırsak ve kalın bağırsağa ait bulgular ortaya çıkar. • 1-Alerjik Enteropati: Kusma, ishal, malabsorbsiyon (bağırsakta emilim bozukluğu) ve büyüme geriliği en önemli bulgulardır. Bağırsaktan kan ve protein kaybı nedeniyle kansızlık ve ödem (şişlik) görülebilir. Bağırsak mukozasında harabiyet gelişebilir. Sorumlu besin diyetten çıkarılınca bulgular düzelir. Besin alerji enteropatisi genellikle süt çocuğu döneminde görülür ve 2-3 yaşından sonra kaybolur. Bu yönden geçici özellik gösteren alerjik reaksiyona bir örnek oluşturur. • 2. Alerjik kolit: İki yaşından önce atopi öyküsü olan çocuklarda gö- rülür. İltahabi bağırsak hastalığına benzer şekilde kanlı ishal veya dışkıda kan görülür. Bağırsakların endoskopik incelemesinde bağırsak mukozasında ülserler görülür. Endoskopik inceleme ve biyopsi teşhis için önemlidir. Bu hastalığa en sık neden olan antijenler inek sütü proteini ile soya proteinidir. • 3. Diğer mide-bağırsak sistemi bulguları: Tekrarlayan ağız yaraları (aftlar), bağırsak tıkanması bulguları, kabızlık, bağırsaktan gizli kanama ve kansızlık, aşırı gaz gibi birçok bulgu görülebilir. Deri bulguları: Besin alımından hemen sonra dudakta şişme, anjioödem ve ürtiker (kurdeşen) şeklinde kendini gösterir. Dudakta şişme, ağız mukozasında kızarıklık ve ağızda yaralar varsa “oral alerji sendromu” olarak adlandırılır. Çocuklardaki alerjik deri bulguları ani ortaya çıkan ürtiker tarzında kendini gösterirken erişkinlerde kaşıntı ile birlikte uzun süre kaybolup tekrar çıkan kronik ürtiker şeklinde görülür. Solunum sistemi bulguları: Besin alerjilerinde solunum sistemi ile ilgili en sık görülen bulgular hapşırma, burun kaşıntısı ile birlikte burun tıkanıklığı ve burun akıntısıdır. Besin alımından sonra dakikalar içinde bulgular ortaya çıkar. En sık alerjenler inek sütü, tavuk yumurtası ve balıktır. Besin alerjisinin bir sonucu olarak kronik sinüzit ve seröz otit gelişebilir. Besin alerjilerinde öksürük, hışıltı ve astıma benzer nefes darlığı bulguları da görülebilir. Diğer bulgular: Besin alerjisinde anafilaksi ve şok gibi şiddetli sistemik bulgular görülebilir. Ürtiker şeklinde döküntü, dudaklarda şişme, anjioödem, solunum sıkıntısı gibi bulgular ortaya çıkabilir. Eklem ağrısı, baş ağrısı ve yorgunluk görülebilir. Yumurta, kahve, buğday, süt ve peynir yenmesiyle migren tipi baş ağrıları ortaya çıkabilir. Bu durumlarda sorumlu besin içeriğinin “tyramine” olduğu düşünülmektedir. haber Hayata El Ver Projesi “KARTALLAR HAYATA EL VER”Dİ Sağlık Bakanlığı’nın himayesinde, Ankara Üniversitesi, Türk Anesteziyoloji ve Renimasyon ve Resüsitasyon Dernekleri tarafından hazırlanan “Hayata El Ver (2014-2016)” Projesi kapsamında topluma “ ani kalp durmasının önemi anlatılmaya devam ediyor. “Hayata El Ver Projesi”nin temel amacı kısa vadede toplumda “ani kalp durması” konusunda farkındalık ve bilinç oluşturmak, uzun vadede ise ani kalp durmasına bağlı ölüm oranlarının azaltılmasıdır. Yaklaşık iki yıl sürecek bu proje kapsamında toplumun her kesimine “ani kalp durması” vakası ile karşılaştıklarında yapılması gerekenleri öğretmek, mümkün olduğunca çok kişiye “ ilk yaşam desteği” eğitimi vermek amaçlanmaktadır. Bu kapsamda 27 Nisan Pazartesi Beşiktaş’ın 28. haftanın kapanış maçında Kardemir Karabükspor ile Ankara’da gerçekleştirdiği karşılaşmada futbolcular “Hayata El Ver “ pankartı açarak kampanyamıza destek oldular. Maç öncesi saha kenarında Türk Anestezi Derneği’nin eğiticileri Bee Gees’in Stayin Alive parçası eşliğinde kalbi duran bir kişiye nasıl ilk yardım yapılacağını maketler üzerinde uygulamalı olarak gösterdiler. ( Kalbi duran bir kişiye dakikada 100 ritim olacak şekilde yapılması gerekiyor ve Bee Gees’in Stayin Alive parçası dakikada 100 ritim içeriyor. Dünyada ve Türkiye’de ortak yürütülen Kalbi yeniden çalıştırma etkinliklerinde bu nedenle ortak müzik olarak bu parça kullanılıyor) Ani kalp durması konusunda toplumda bilinç ve farkındalık oluşturmayı amaçlayan Hayata El Ver Projesinin futbol sahalarında yer alması çok önemli çünkü ani kalp durması özellikle genç yaştaki sporcularda sportif aktivite sırasında meydana gelebiliyor. Ani kalp durmasında saniyeler bile çok önemli gerek sahada, gerek sotunma odalarında ya da herhangi bir yerde bir sporcu ya da vatandaş ani kalp durması ile karşı karşıya kaldığında bu kişye verilecek olan temel yaşam desteği hayat kurtarıyor. Toplumu bilinçlendirmek için sporcularımızın gerek kampanyaya destek olmaları gerekse bu konuda bilinç kazanarak öncü rolü üstlenmeleri çok kıymetli. Geçtiğimiz günlerde İzmir’de Karşıyaka spor – Altınordu ve Adana’da Adana Demirspor - Gaziantep BBSK maçlarında da aynı şekilde “ Hayata El Ver” pankartları açılmış ve kalp durması ile ilgili eğitici şov gerçekleştirilmişti. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 33 kapakkonusu TÜRKİYE’NİN REFLÜ HARİTASI ÇIKARILDI Türk Gastroenteroloji Derneği, Nobel İlaç’ın desteği ile reflünün teşhisi ve tedavi yöntemleri konusunda bir uzlaşı raporu hazırladı. Uzlaşı raporu için 17 öğretim üyesi ve araştırma görevlisi, 9 grup halinde kendilerine sorulan 14 sorunun cevabı üzerinde 2 yıl çalıştı. Daha sonra 56 kişilik bir hekim grubu tarafından her soru tek tek tartışılarak tüm Türk hekimlerine reflüde tanı ve tedavi yöntemleri konusunda ışık tutacak bir konsensusa vardı. Bu konsensusla artık Türk insanının reflüsü, belirtilerine ve şikayetlerine göre tedavi edilecek. Uzlaşı raporu, Türkiye’de reflü tanı ve tedavi yöntemlerinin Batı’dakinden farklı olması gerektiğini ortaya koydu Türkiye’de her 4 erişkinden 1’i yani yaklaşık 13 milyon kişi reflü. Reflü en çok Marmara Bölgesi’nde, en az ise Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde görülüyor. Reflünün Türklere özel nitelikler taşıyan noktaları var. Türkiye’nin reflü profili diğer ülkelerden farklı olmasına karşın tanı ve tedavi yöntemleri konusunda bir uzlaşı bulunmuyordu. Bu nedenle Türk Gastroenteroloji Derneği Türklere özel reflü tanı ve tedavi yöntemlerinin oluşturulması için 2 yıl çalıştı. Uzlaşı raporu; Reflü Konsensus Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor, Türk Gastroenteroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Necati Örmeci, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim 34 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Üyesi Doç. Dr. Taylan Kav ve Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Altay Çelebi’nin katıldığı basın toplantısı ile duyuruldu. Reflü Türkiye’de kansere daha az ilerliyor, tekrarlanan endoskopilerin çoğu gereksiz Toplantıda konuşan Reflü Konsensus Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor, reflü konusunda ezberleri bozan açıklamalar yaptı. Türkiye’de bilimsel kanıta dayalı bir tıp oluşturulması gerektiğini vurgulayan Bor, “Bugüne kadar hep Batı literatüründen hareketle reflüde tanı ve tedavi yöntemlerini uyguladık. Oysaki bizim reflü profilimiz Batı’dan daha farklı. Bu nedenle bizlere özgü tanı ve te- davi yöntemlerinin geliştirilmesi gerekiyor. Örneğin, reflü hastalığında Batı ülkelerinde esas yakınma göğüs kemiği arkasında yanma iken ülkemizde ağza acı-ekşi su ve yemeklerin gelmesi şeklinde görülür. Benzer şekilde reflünün kanserle ilişkili bir alt grubu olan ve Batı ülkelerinde %10 sıklıkta görülen Barrett sorunu ülkemizde çok azdır. Ayrıca endoskopik diğer bulgular da daha hafiftir. Farklı yapımızdan ötürü Türkiye’de reflünün kanser olma ihtimali çok az. Bu nedenle her hastaya endoskopi yapmak ve sık sık tekrarlamak yanlış. Uzun bir çalışma sonucu hazırladığımız bu rapor ile alanında etkin ve öncü hekimlerle uzlaşmaya varıp reflüde Türklere özgü tanı ve tedavi standartları geliştirdik” dedi. Helikobakter pilori, Türkleri Reflüyle İlişkili Kanserden Koruyabilir Reflü’de kansere neden olduğu gerekçesiyle uzun yıllardır tartışılan helikobakter pilori bakterisinin aslında bilinenin aksine reflüyle ilişkili yemek borusu kanserinden koruyabileceğini vurgulayan Bor, “gastroenteroloji uzmanları uzun yıllar helikobakter piloriyi yok edip etmeme konusunda tartıştı. Oysaki Batı’da daha az bulunan fakat bizlere özgü olan bu bakteri, bilinenin aksine reflü kaynaklı kanser hastalıklarından koruyor. Bu yüzden reflüde helikobakter piloriyi yok etmek için ilaç kullanmayı önermiyoruz. Türkiye’de reflü hastaları kanser riski ile bugüne kadar çok korkutuldu ancak reflüden korkmayın” mesajını verdi. Reflü En Çok Marmara’da, En Az Doğu ve Güney Doğu’da Görülüyor Reflü ile ilgili bölgesel sonuçlar oldukça ilginç. Reflü en çok Marmara Bölgesinde yaşayanlarda görülüyor. Zengin mutfağı ile nam yapmış Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde ise reflü daha az görülüyor. Kuzeyle güney kıyaslandığında da kuzey Bölgesi reflü açısından daha zengin. Reflünün bölgelere göre görülme sıklığı ise sırasıyla şöyle: Marmara Bölgesi %27.3, Karadeniz Bölgesi % 23.7, İç Anadolu Bölgesi % 20.4, Ege Bölgesi % 19.5, Akdeniz Bölgesi % 18.3, Doğu Anadolu Bölgesi %17, Güneydoğu Anadolu Bölgesi %17. Reflüsü Olanlar Çikolata Yemesin, Gazlı İçeceklerden Uzak Dursun Genel kanının aksine reflü hastalığını belli başlı gıda maddelerinin tetiklediği veya semptomlarını artırdığına dair veriler kısıtlıdır. Örneğin toplumda ve doktorlar arasında genel görüş kahve tüketiminin reflüyü tetiklediği yönündedir. Ancak yapılmış geniş ölçekli çalışmalar kahvenin reflü gelişimi ile ilişkisi olmadığını ortaya koymaktadır. Kahvenin aksine sigara ve tuz tüketimi reflü ile ilişkili bulunmuştur. Bununla birlikte; çikolata, yağlı gıdalar ve gazlı içeceklerin tüketimi reflü ile ilişkilendirilebilmiştir. Reflü hastalığında bölgelerdeki değişikliklerin yanı sıra bireysel yaşam stili büyük önem taşıyor. Çok geç vakitte özellikle kalori içeriği yüksek olan yağlı ve protein değeri yüksek besinlerin yenilip yatılması, karın içi basıncını artıran çok dar giysilerin giyilmesi, karın kaslarına yönelik ağır egzersizlerin yapılması gibi durumlar reflü hastalığını tetikleyen faktörlerdir. Sakız Çiğneyin, Gece Süt İçmeyin Östrojenler, bazı tansiyon ilaçları, kemik erimesinde kullanılan ilaçlar reflüyü artırıyor. Ancak reflü için en büyük risk obezite. Obeziteyi asitli içecekler, sigara, tuz ve alkol takip ediyor. Sakız çiğnemek ise reflüye iyi geliyor. Reflüden korunmak için, çok sıcak içecekler içmeyin, asitli içeceklerden uzak durun, obezite ile mücadele edin, gece yemelerini bırakın, gece süt içmeyin. Kabızlık tedavisi için önerilen liften zengin diyetin reflü semptomlarını da gerilettiği gösterilmiştir. Ayrıca sık sık ve küçük porsiyonlu yemek tüketimi de reflüyü önleyebilir. Sonuçta; gıda maddelerinin reflüyü tetikleyici etkisi bireysel farklılıklar göstermekte ve diyet kısıtlamalarının hastanın tecrübeleri doğrultusunda düzenlenmesi gerekmektedir. Reflü İlaçlarıyla İlgili Dedikodular Gerçeklerden Fazla Reflü ilaçlarının yan etkilerinin abartıldığını söyleyen Prof. Dr. Serhat Bor, “İlaç kullananlarda kemiğim kırılır, kanser olurum, zattüre olurum gibi kaygılar var. Uzlaşı grubunun kararı şu: ilaçların gösterilmiş 4 yan etkisi bulunuyor. Bu durumlarda da ilacı kesmek gerekmiyor, yan etkiyi tedavi ediyoruz. Mesela osteoporoz riski olan hastalarda osteoporozu tedavi edin diyoruz” dedi. Gebelik Reflüsü Kader Değil Reflü uzlaşı raporu hazırlanırken gebelik reflüsü üzerinde de titizlikle durduklarını belirten Reflü Konsensus Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor, “gebelik reflüsü çok yaygın bir hastalık, her 2 gebeden 1’i gebelik reflüsü yaşıyor ama bebeği- me zarar gelir korkusuyla ilaç kullanmaktan korkuyor. Gebelikte asla ilaç içilmemeli gibi bir durum yok. Biz bu uzlaşıda hangi dönemde hangi ilaçların kullanılabileceği konusunda da bir sonuca vardık” diye konuştu. Spikerler, İmamlar, Öğretmenler Reflü Yüzünden Sesini Kaybedebilir Sebebi açıklanamayan müzmin öksürüğün ya da sebebi açıklanamayan kronik larenjit ve farenjitin en önemli nedeni reflü kabul ediliyor. Bizim en önemli hastalarımız spikerler, imamlar, ses sanatçıları, öğretmenler diyen Prof. Dr. Serhat Bor, “insanlar reflü yüzünden sesini kaybedebiliyor. Reflü yüzünden meslek hayatı biten insanlar var. Reflüden korkmayın ancak ciddiye alın” uyarılarında bulundu. 2014 Yılında 80 Milyon Kutu Reflü İlacı Yazıldı 2014 yılında 80 milyon kutu reflü ilacının yazıldığını vurgalayan Serhat Bor, reflünün tedavisi için gastroenteroloji, göğüs hastalıkları, kulak burun boğaz, genel cerrahi ve psikiyatri hep birlikte bir takım oyunu oynamak zorundadır hatırlatmasını yaptı. Uzlaşıdan Çıkan Sonuçlar; Türkiye’de reflünün kansere ilerlemesi çok nadirdir. Gereksiz yere endoskopi yaptırmayın. Gebelik reflüsünde bazı ilaçların çok güvenilir olduğunu bilin. Gebelik reflüsü bir kader değildir, güvenli ilaçlarla yakınmalarınızdan kurtulabilirsiniz. İlaç kullanırken doktorunuza mutlaka danışın. Türkiye için reflü konusunda bir uzlaşı raporu şarttır. Bu rapor Batı dünyası dışındaki tüm ülkelere örnek olacak. Batı ülkelerinin dışında kalan bütün ülkeler farklı bir profil izliyor. Arap ülkeleri, Türki Cumhuriyetler, Uzak Doğu’da (Japonya hariç) tüm sarı ırkta Barrett daha azdır. Batıda reflü yanarak gelir. Türkiye’de yanma yarı yarıya az, ama ağıza acı, ekşi su ve yemeklerin gelişi fazladır. Bizim reflü profilimiz farklı. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 35 haber ADALET VE KALKINMA PARTİSİ MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ CUMHURİYET HALK PARTİSİ HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimlerinde SANDIKTAN KOALİSYON ÇIKTI 7 Haziran 2015 Pazar günü yapılan 25. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri sonuçlandı. Millet iradesi bir kere daha sandıkta tecelli etti ve ortaya farklı bir tablo çıktı. Vatandaşlarımız, % 85 yakın bir oranda bir katılımla sandığa giderek ülkeyi yönetecek kadroları TBMM’ye gönderdi. Yüksek Seçim Kurulu’nun açıkladığı 36 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 geçici sonuçlara göre 7 Haziran Genel Seçimlerinde kayıtlı 56 milyon 608 bin 817 kişiden 47 milyon 507 bin 389 kişi oy kullandı. 46 milyon 161 bin 49 seçmenin oyu geçerli olurken, 1 milyon 346 bin 340 oy ise geçersiz sayıldı. Geçici sonuçlara göre Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 18 milyon 863 bin 832, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 11 milyon 518 bin 404, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 7 milyon 519 bin 103, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise 6 milyon 58 bin 150 seçmenden oy aldı. Buna göre, AK Parti yüzde 40.87, CHP yüzde 24.95, MHP 16.29, HDP ise yüzde 13.12 ile Meclis’e girdi. LİDERLERİN İLK DEĞERLENDİRMELERİ Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu Her şeyden önce en büyük teşekkür milletimizedir. Aziz milletimizi bu seçim gününde tebrik ediyorum. AK Parti hareketi 13 yıldır tek bir şeyin davasını verdi. O da milli irade. Mazlumlara sahip çıkmaya devam edeceğiz. Adalet davasının bayrağını yüceltmeye devam edeceğiz. Herkesin görmesi gerekir ki AK Parti bu seçimin galibidir ve birincisidir. Bundan şüphe yoktur. Kimse kaybettiği seçimden zafer çıkarmaya kalkmamalıdır. Herkes kendi muhasebesini yapmalıdır. AK Parti 76 ilde milletvekili çıkardı, 56 ilde, 6 bölgede birinci oldu. Yeni Türkiye’yi inşa etmek için gece gündüz çalışmaya Allah, tarih ve millet önünde söz veririz. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Aynı yüreklilikle çalışmaya devam edeceğiz. Bir dönem kapandı demokrasi kazandı. Sizlere en içten selamlarımı, saygılarımı sunuyorum, hepinizi muhabbetle kucaklıyorum. Demokratik yollarla bir baskıcı dönemi sona erdirdik. Demokrasi kazandı Türkiye kazandı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Milli iradenin tercihine saygı duyuyoruz. Hiçbir parti tek başına iktidar kuracak çoğunluğu sağlayamadı. Herkes, bu yeni tabloyu dürüstçe okumalıdır. Milletimizin birliğe ihtiyacı vardır. Ülkemizin toparlanması ve yüklerinden kurtulması acilen sağlanmalıdır. MHP ana muhalefet görevini üstlenmeye de hazırdır. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş Bu seçimde kazananlar özgürlükten demokrasiden barıştan yana olanlar, Türkiye’nin özgürlüğüne sevdalı olanlar olmuştur. Bize inanarak hangi gerekçeyle bize oy vermiş olursa olsunlar, hiç kimseyi mahcup etmeyeceğiz. Bize emaneten oy vererek de HDP’nin demokratik siyasetin önünü açmak isteyenleri de mahcup etmeyeceğiz. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 37 analiz SEÇİMLER, SAĞLIK VE SİYASET: 7 HAZİRAN 2015 GENEL SEÇİMLERİ IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME Doç. Dr. Hasan Hüseyin YILDIRIM Hacettepe Üniversitesi İİBF Sağlık İdaresi Bölümü Öğretim Üyesi ABSAM Sağlık Araştırmaları Merkezi Kurucusu ve Genel Müdürü ABSAM Analiz’in Mayıs sayısını “Seçimler, Sağlık ve Siyaset” ilişkisine ayırdınız. Bu konuya geçmeden önce ABSAM Sağlık Araştırmaları Merkezi ve ABSAM Analiz hakkında kısaca bilgi verir misiniz? ABSAM Sağlık Araştırmaları Merkezi; sağlık, sağlık hizmetleri ve sağlık sistemlerinin başta politika, yönetim ve ekonomi boyutları olmak üzere, ilgili diğer alanlarda danışmanlık, araştırma, eğitim, yazılım ve yayın 38 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 da 7 Haziran 2015 genel seçimleri ışığında “seçimler, sağlık ve siyaset” ilişkisinin analiz edilmesine ayırmış bulunmaktayız. Analize AK PARTİ, CHP, MHP ve HDP dahil edilmiştir. hizmetlerini entegre bir şekilde gerçekleştirmek suretiyle Ar-Ge’ye dayalı yenilikçi, özgün, yaratıcı ve kullanılabilir bilgi üreterek “yaşama yıllar ve yıllara yaşam katmak”, böylece toplumsal gelişmeye katkı sağlamak amacıyla Hacettepe Teknokent’te konuşlanmış bağımsız ve tarafsız bir ArGe ve inovasyon kuruluşudur. Sağlık ile siyaset arasında nasıl bir ilişki vardır? ABSAM olarak, amacımız ile ilgili ve çalışma alanımıza giren konularda tarafsız, Ar-Ge’ye dayalı inovatif bakış açısıyla sağlık, sağlık hizmetleri, sağlık politikaları ve ilgili diğer alanların geliştirilmesine ve bunlarla ilgili kararların alınmasına yardımcı olmak amacıyla diğerlerine ek olarak aylık analiz çalışmaları da gerçekleştirmekteyiz. Evet, sizin de belirttiğiniz üzere ABSAM Analiz’in ilk konusunu Çok genel olarak belirtmek gerekirse siyaset, toplumun yönetilmesi sürecidir. Bu toplumsal yönetim sürecinin temel alanlarından birisi de sağlık alanıdır. Sağlık alanı ile siyaset ilişkisi karşılıklı etkileşim ve bağımlılık derecesi oldukça yüksek düzeyde olan bir ilişki biçimidir. Kısaca ifade etmek gerekirse siyaset kurumu sağlığı iki açıdan etkilemektedir veya belirlemektedir. Birincisi, siyaset kurumu doğrudan sağlık politikalarını belirleyen ve uygulayan bir otoritedir. Dolayısıyla, siyaset kurumu sağlığı dorudan etkilemektedir. İkincisi, siyaset kurumu sağlığı etkileyen diğer tüm faktörlere/sektörlere ilişkin politikaların belirlenmesi ve uygulanması otoritesidir, dolayısıyla siyaset kurumu sağlığı dolaylı olarak da etkilemektedir. Peki, sağlık ile siyaset arasındaki ilişki tek taraflı bir ilişki midir? Sağlık da siyaset kurumunu etkilemekte midir? Etkiliyorsa bu nasıl olmaktadır? Sağlık ile siyaset kurumu arasındaki ilişki çift taraflı bir etkileşim ve ilişki biçimidir. Yani sağlık da siyaset kurumunu, siyaset kurumunun yönelimlerini, önceliklerini, hafızalarını, kurumsal yapılarını vb gibi unsurlarını etkilemektedir. Seçim siyaseti ve sağlık ilişkisini değerlendirir misiniz? Sağlık doğası gereği siyasal kurumların, dolayısıyla da seçimlerin ilgi alanının merkezinde yer almaktadır. Seçim süreçlerinde, günlük yaşamdan tutun da en uç noktadaki “yüksek politika”ya kadar her şey genellikle seçimlere endekslenmektedir. Her ne kadar hükümetler her fırsatta “seçim ekonomisi” uygulamayacaklarını dile getirseler de bu, “seçim siyaseti”nin yapılmayacağı anlamına gelmez. Seçim siyasetinin yoğun olarak cereyan ettiği alanlardan birisi de sağlık alanıdır. Doğası gereği sağlık alanı; 1) istisnasız toplumdaki bütün vatandaşları ve paydaşları ilgilendirdiği için, 2) siyaset kurumunun varlık nedenlerinden birisi olduğu için ve 3) siyaset kurumu açısından oy potansiyeli taşıdığı için (çünkü sağlık, seçmenlerin tercihlerini belirleyen temel değişkenlerden birisidir) seçim siyasetinin ana malzemesi olmaktadır. Seçim siyaseti açısından sağlığın anlamını ve önemini nasıl açıklayabiliriz? Sağlık alanının seçim açısından anlamını ve önemini partilerin seçim bildirgelerinde sağlığın ne kadar yer kapladığına bakarak ve de seçim propagandaları kapsamında sağlığa atfedilen değer ile ölçmek mümkündür. Bu iki kriter açısından değerlendirildiğinde seçimlerde sağlığın önemli bir unsur olduğu belirtilebilir. İncelemeye dahil edilen bütün partiler seçim beyannamelerinde sağlığa önemli ölçüde yer vermişlerdir. Partilerin seçim bildirgelerindeki sağlık kelimesinin sayısal analiz frekansları incelendiğinde, sağlığa en fazla atıf yapan AK PARTİ ve CHP olmuş, bunları sırasıyla MHP ve HDP izlemiştir. Diğer taraftan, başta mitingler ve reklamlar olmak üzere seçim propagandalarında sağlık teması ön plana çıkarılan temel alanlardan birisi olmaktadır. Seçim siyasetinin sağlık açısından yansımaları nelerdir? Seçim dönemlerinin dinamikleri farklıdır ve seçimler her alanda olduğu gibi sağlık alanı açısından da kritik bir unsur teşkil etmekte ve politika tercihlerini, önceliklerini, yönelimlerini ve söylemlerini etkileyebilmektedir. Seçim atmosferi, sağlık dahil tüm sektörleri doğrudan veya dolaylı olarak etkilemekte, seçim siyasetinin güdülmesi ile birlikte politika önceliklerinde değişme olabilmekte ve popülizm artmaktadır. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerine ilişkin parti beyannamelerinin sağlık siyaseti açısından karşılaştırmalı bir analizini yapar mısınız? Bu analizimizin ayrıntılarına ABSAM’dan ulaşabilirsiniz. “ABSAM Analiz”in Mayıs 2015 sayısında analize dahil edilen dört partinin seçim bildirgelerindeki sağlığa ilişkin söylemleri; parti ideolojisi; parti bildirgesindeki başlık; ana hedefler, ilkeler ve politikalar; sağlık hizmetleri finansmanı ve sağlık güvenliği; sağlık hizmetleri sunumu, düzenlemesi, yönetimi ve organizasyonu; halk sağlığı önlemleri; sağlık endüstrisi; sağlık turizmi; bölgesel farklılıklar; finansal sürdürülebilirlik; kamu-özel ortaklığı; sağlık okuryazarlığı; sağlık çalışanları; yaşlılara yönelik sağlık politikaları; sağlık hukuku; sağlıkta eşitsizlikler ve hakkaniyet ve ücretsiz sağlık hizmetleri açısından karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır. Farklı ideolojilere ve bakış açılarına sahip dört partinin “sağlık alanı” söz konusu olduğunda aralarında söylem ve bakış açısı farklılıkları olduğu gibi, yer yer söylemlerde örtüşmeler ve bakış açılarında yakınsamalar da söz konusu olduğu görülmektedir. Başta HDP ve CHP olmak üzere partilerin, ideolojileriyle örtüşen sağlık söylemleri ortaya koyduğu belirtilebilir. Son olarak ne söylemek istersiniz? Başta da ifade ettiğimiz üzere, sağlık doğası gereği toplumsal, dolayısıyla da siyasal bir alandır. Sağlığı siyasetten bağımsız düşünmek ve ele almak mümkün değildir. Bundan dolayı sağlık, sağlık hizmetleri ve sağlık sistemlerine ilişkin politikalar oluşturulurken ve uygulanmaya çalışılırken sağlığın siyasal boyutu göz ardı edilmemelidir. AK PARTİ, CHP, MHP ve HDP’nin seçim bildirgelerinde yer alan sağlığa ilişkin taahhütlerin sahiplenilip yerine getirilip getirilmediği, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında iktidar koltuğunu elde edecek partinin/partilerin iktidar sürecinde ortaya/uygulamaya koyacağı sağlık politikası ve stratejilerinden, muhalefette olacak partilerin de söylem ve duruşlarından anlaşılabilecektir. ABSAM Sağlık Araştırmaları Merkezi olarak bunların takipçisi olacağız. Doç. Dr. Hasan Hüseyin YILDIRIM SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 39 sağlığımıziçin AŞIRI AKTİF MESANE BÖBREK YETMEZLİĞİNE SEBEP OLABİLİR Uzmanlar “Aşırı Aktif Mesane” olarak adlandırılan sık idrara çıkma probleminin böbrek yetmezliğine sebep olabileceği konusunda uyarıyorlar. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji ABD Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adnan Şimşir, yaklaşık her 6 kişiden birinin problemi olan aşırı aktif mesanenin en önemli belirtisinin geceleri sık idrara çıkmak olduğunu belirterek, ileri yaşlarda artmakla birlikte bu problemin her yaşta görülebileceğine dikkat çekti Gün içinde 15-16 defa idrara çıkan hastalar, geceleri de sık sık tuvalet için uyanırlar. Bu sebeple günlük faaliyetleri kısıtlanan hastaları bekleyen tehlikelerden biri de böbrek kaybıdır. İlaç tedavisi seçeneklerine eklenen Botulinum Toksin A uygulaması da idrara çıkma sıklığını azaltmaktadır. nin kontrolü altındadır. Buralardaki en küçük hasarlanma neticesinde idrarla ilgili problemlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu hastaların diyalize kadar giden sağlık problemi yaşamamaları için en az 6 ayda bir ürolojik muayeneden geçirilmeleri Gece tuvalete çıkmak önemli hastalıkların habercisi olabilir Geceleri tuvalete çıkmanın pek çok önemli hastalık için bir belirti olabileceğini söyleyen Doç. Dr. Şimşir, “bunlardan belli başlılarının kalp yetmezliği, toplardamarların yetersiz çalışması ve yetmezliği, albümin düşüklüğü ve şeker hastalığının olabileceğini” belirtti. Gece ve gündüz sık idrara çıkmanın uzun dönemde böbrek yetmezliğine yol açabileceğine dikkat çeken Doç. Dr. Şimşir, “Mesanedeki yüksek basınç bir süre sonra üretir ve böbrekleri etkileyerek bu bölgede genişlemelere ve böbrek hasarlanmalarına sebep olabilir. Öyle ki tedavisi mümkün olan bu hastalık yüzünden hastalar böbreklerini kaybedip diyalize bağımlı hale dahi gelebilme riski ile karşı karşıya kalmaktadırlar” diye konuştu. Felçli hastalar risk altında Nörolojik hastalıkların aşırı aktif mesaneye bağlı böbrek kaybı riski altında olduğunu belirten Doç. Dr. Adnan Şimşir, özellikle felç, bunama, Alzheimer, Parkinson, Multipl Skleroz (MS), ALS ve omurilik yaralanması geçirmiş hastaların da risk grubunda yer aldığını söyledi. Doç. Dr. Şimşir, “İdrara çıkma eylemi, merkezi sinir sistemi40 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 ler ve çoğunluğu ağızdan kullanılan ilaç tedavileri gibi yöntemler uygulandığını belirten Şimşir, “böbrek hasarı başlamış veya potansiyel olarak risk altındaki aşırı aktif mesane hastalarında Botulinum Toksin A uygulaması en uygun tedavi seçeneğidir. Mesane kası içinde kısa süren bir işlemle verilen bu tedavi yöntemi neticesinde gelişen sosyal dışlanmayı önlediği gibi, pek çok aşırı aktif mesane hastasında gelişmesi muhtemel olan böbrek hasarını engellemekte ve hastaları diyalize bağımlı olma gerekliliğinden korumaktadır” dedi. Doç. Dr. Şimşir, “Aşağıdaki soruların en az birine “evet” cevabını veriyorsanız aşırı aktif mesane hastalığı için bir üroloji uzmanına başvurmak gerekir” dedi. • Aniden sıkışarak tuvalete gidiyor musunuz? •Gittiğiniz her yerde tuvalet arıyor musunuz? • Geceleri tuvalete gitmek için uyanıyor musunuz? gereklidir” dedi. Doç. Dr. Şimşir, aşırı aktif mesane hastalarının idrar problemi yaşamamak için su ve benzeri sıvıları tüketmekten kaçındıklarını da hatırlatarak, bu durumun da böbreğin fonksiyonunun bozulmasına yol açtığını bildirdi. Doç. Dr. Şimşir aşırı aktif mesane hastalarının sık sık böğür ağrısı şikayetinde bulunmaları durumunda mutlaka bir böbrek muayenesinden geçmeleri gerektiğini vurguladı. • Zamanında yetişemeyip idrar kaçırıyor musunuz? Botulinum Toksin A en uygun tedavi yöntemi Aşırı aktif mesanenin tedavisinde yaşam tarzı değişiklikleri, çeşitli egzersiz- Doç. Dr. Adnan Şimşir hayatıniçinden Tülay KARABAĞ YAŞAMAK İÇİN ACELE EDİYORUM Nietzsche’nin, “Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım. Öyle çok değerliymiş ki zaman ve an, hep acele etmem ondan anladım” sözünü hep severdim ancak sözün anlamını o gün iliklerime kadar hissettim. Çünkü üniversite yıllarından itibaren hayatım hep bir koşuşturma, hep bir “acele etme” dürtüsüyle geçmişti. Özellikle televizyonda çalıştığım yıllarda her zaman bir şeyleri yetiştirme telaşındaydım, acele ederdim, adeta zamanla yarışırdım, bu koşuşturmanın içinde hayatı ıskaladığımın farkına varamadan… O gün sağ mememde bulunan kitlenin kanser olduğunu öğrendiğimde ise aslında “acele etmem” gereken şeyin, sadece “yaşamak” olduğunu anladım… 42 NTV.COM.TR EDİTÖRÜ SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 “SEVMEK İÇİN GEÇ, ÖLMEK İÇİN ERKEN” Kanserle yolculuğum; yine koşuşturmalı bir güne uyandığım bir sabah sağ mememde elime gelen kitleyi fark etmekle başladı. Sağlık habercisi olduğum için bu kitlenin hayra alamet olmayabileceğini biliyordum. Henüz 32 yaşındaydım ve hayattan alacağım çok şey vardı. Yani kanser olmak için çok erkendi… Ama hastalık yaşa başa bakmadı ve o gün karşıma çıktı. Kitleden kurtulmak için ameliyat olduğum o günden aklımda kalan en keskin cümle ise, anestezinin etkisinden çıktığımda Prof. Cihan Uras’ın, “Tülay hanım maalesef sonuç iyi çıkmadı, kansersiniz” sözleriydi. O cümleyi duyduğum anda oda küçüldü, her taraf grileşmeye, tavan üstüme üstüme gelmeye, sesler boğuklaşmaya, yüzler silikleşmeye başladı. Sanki alnımın ortasına güçlü bir yumruk yemiş gibiydim, sesim çıkmadı… Dilimin ucundaki tek şey Atilla İlhan’ın “Sevmek için geç, ölmek için erken” dizeleriydi… Gerçekten de ölmek için erkendi, çünkü daha yapmam gereken bir sürü işim vardı, mesleğimde ilerleyecektim, kariyer yapacaktım, anne olacaktım, para biriktirip dünyayı gezecektim, yeni insanlar, yeni yerler keşfedip yaşamın tadına varacaktım, hasılı; hayallerim vardı, planlarım, beklentilerim… Ama “Siz plan yaparken Tanrı yukarıdan gülümsermiş” diye güzel bir söz vardır, aklıma bir anda o söz geldi, kanser teşhisiyle yaşamak için geç mi kalmıştım… Ama ölmek için de çok erkendi, mücadele edilecekti… KAYBEDİLEN SAÇLARA EŞLİK EDEN GÖZYAŞLARI Ve kanserle yolculuğum 34 yaşında böyle başlamış oldu. Bunun bir 100 metre koşusu olmadığını, şartları ağır ve sevimsiz bir maraton olduğunu biliyordum. Yaptığım haberlerden, dinlediğim hasta hikayelerinden neler yaşayacağımı üç aşağı beş yukarı kestiriyordum ama insan, bir olayın öznesi olmadıktan sonra neyin ne anlama geldiğini gerçekten bilemiyor, kanser olunca bunu çok daha iyi anladım. Uzaktan bakmak ve konuşmak kolaydır, insan ancak başına gelince olumsuzlukların gerçek anlamda ayırdına varıyor. İkinci, üçüncü, sekizinci, saymaktan vazgeçtiğim bir dizi ameliyat, çok sayıda kemoterapi kürü, radyoterapi, doktor kontrolleri, fırsatçı enfeksiyonlar, mide bulantıları, ağır halsizlikler, kaybedilen saçlara eşlik eden gözyaşları, biten aşklar, hayal kırıklığı yaratan sözde dostluklar, ağrılar, umutsuzluklar, uykusuz geceler, yaşama son verme arzuları, beklediğin desteği görememek, dost bildiklerinin yanından birer birer uzaklaşması, yalnızlaşma ve daha bir sürü şey… HER DEFASINDA HAYATA YENİDEN TUTUNACAK GÜCÜ, SEVGİSİYLE YAKALADIM Kanserle mücadelemde yaşadıklarımı tek tek anlatmak için bu yazının yeterli olmadığını biliyorum. Bu süreçte defalarca hayattan vazgeçme noktasına geldim. “Adres değişikliğinin” doğal yollarla olmayacağını anladığım ve tükenmişlik hissettiğim zamanlarda intihar düşüncesine kapıldığım çok oldu ancak dini inançlarım ve bana böyle bir ölümü yakıştıramayıp çok üzüleceğini düşündüğüm sevdiklerim için vazgeçtim. Her defasında hayata yeniden tutunacak gücü, ailemin ve gerçek insanlarımın sevgisiyle yakaladım. HASTALIK KRONİK, DESTEK DEĞİL Kanser teşhisi alan bir insanın ihtiyacı olan en önemli şey, tabii ki öncelikle doğru ve etkin tedavi imkanına sahip olmaktır. Her hastanın ilaçlarına, doktoruna, destekleyici tedavilere, diyetisyene, psikoloğa ulaşabilme şansı olmalı. Bu noktada görev hiç kuşkusuz devlete düşüyor. Çünkü kanser pahalı bir hastalık ve her hasta bu ağır yükün altından kalkacak maddi imkana sahip değil. Ancak ülkemizde; multidisipliner bir yaklaşımla tedavi edilmesi gereken kanserin her yönüyle ele alındığı, kanser hastalarının her türlü tıbbi ihtiyaçlarının giderildiğini söylemek çok zor. Ayrıca, kanser günümüzde artık kronik hastalıklar listesine girmiş durumda. Ancak gerek devletin, gerekse özel şirketlerin hastaya sunduğu maddi ve manevi destek, zamanla azalıyor, bir noktada ise tamamen bitiyor. Yani hastalık kronik ama destek kronik olmuyor. Bu, çok önemli bir sorun. KANSER İNSANA HAYATIN KIYMETİNİ HATIRLATIYOR Kanser hastasının hayata tutunmak için ihtiyaç duyduğu en önemli şeylerden biri de pozitif motivasyon. Bunun kaynağında ise insan sevgisi var. Ben kanser olduğum zaman, gerçek dostlarla, gerçek insanları ayırt etme şansını yakaladım. Kanser aslında insanın başına gelebilecek en kötü hastalıklardan biri, çünkü tedavisi çok zahmetli, ayrıca bu hastalığa “nokta” koymak çok zor. Tamamen iyileşenlerde bile nüks ve metastaz riski var. Hastalığın belki de tek avantajı insana, o zamana kadar es geçtiği hayatın kıymetini hatırlatması ve insanların gerçek yüzlerini görme imkanı tanıması. KANSER HASTASI YALNIZLAŞTIRILIYOR Güzel ve sağlıklı günlerinizde yanınızda olan, “can-ciğer” arkadaşların, bir anda nasıl buharlaşıp yok olduklarına tanık oluyorsunuz. Bir dost sıcaklığına ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda nasıl yalnızlığınızla başbaşa kaldığınızı görüyorsunuz. Hastalığın ilk dönemlerinde kanser hastasının çevresinde çok insan oluyor, herkes iyi dileklerini iletiyor, “Bir şeye ihtiyacın olursa ara, hemen yardımına koşarız” cümleleri havada uçuşuyor. Ancak gerçekten bir şeye ihtiyacınız olup aradığınızda veya bunalıp, sadece iki satırlık bir sohbeti paylaşmak için insanları yanınıza çağırdığınızda o sözlerin nasıl da boş lakırdı olduğunu anlıyorsunuz. Bu açıdan özellikle artık kronik bir hastalık olarak kabul edilen kanserde, hasta uzun süre mücadele ediyorsa yalnızlaştırılıyor. Başlangıçta yapılan maddi-manevi destekler, zamanla bir bir geri çekiliyor. Çevredekiler desteklerini çekiyor ama maalesef kanser, hastanın vücudundan elini çekmi- yor. Kemoterapiler nedeniyle düşen vücut direnci, kanser hastasının her ortama, her mekana girmesini engelliyor. Uzun süre tedavi altında olan hastalar genellikle eve kapanmak zorunda kalıyor ve yalnızlaşıyor. BİRAZ DAHA EMPATİ… Kanser hastasının ruhsal anlamda canını yakan noktalardan biri de çevredeki insanların yaptığı empati yoksunu yorumlar. İnsanın oturduğu yerden ahkam kesmesi, başına gelmeyen zorluklar hakkında büyük büyük cümleler kurması kolay oluyor da, o cümlelerin odağındaki kişi için bu sözleri hazmetmek kolay olmuyor. Örneğin; göğüs kemiğimdeki kanserin yarattığı ağrıyı dile getirirken veya rüzgarlı havada hemen hasta olduğum için 40 derece sıcakta bile boğazlı giymek zorunda olduğumu belirtirken, “Yok canım, sen de abartıyorsun” tonunda cümleler duyduğum çok olmuştur. Bu sözlerin canımı ne kadar yaktığını, hayata olan isyanımı nasıl körüklediğini anlatmama sanırım gerek yok. Özetle söylemek istediğim; insanlar kanser hastalarıyla konuşurken, iki kez düşünüp, bir kez cümle kurmalı. Zaten kanserle mücadeleden sıtkı sıyrılmış bir insana bir de düşüncesizce yapılan, empatiden nasibini almamış yorumların gereksiz ağırlığı yüklenmemeli. NAZIM HİKMET’İN “SİNCABI” GİBİYİM Son tahlilde, her kanser hastası gibi benim de bu zorlu ve uzun süreçle mücadelem kolay olmadı, olmuyor. Yaklaşık 12 yıldır kansere direniyorum. Bu mücadele daha ne kadar sürecek, ne kadar dayanabileceğim bilmiyorum, bildiğim tek şey; her anın tadına vararak, keyfini çıkararak ve o anı bir daha yaşayamayacağımı bilerek hayata tutunuyorum. Ve artık iş-güç için değil, yaşamak için acele ediyorum. Tıpkı Nazım Hikmet’in “sincabı” gibi… “Yaşamak şakaya gelmez, Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, Bir sincap gibi mesela, Yani yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden Yani bütün işin gücün yaşamak olacak…” SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 43 hayatıniçinden “KÖK HÜCRE NAKLİ HASTALARI” ANKARA’DA BULUŞTU Tülay KARABAĞ /ntv.com.tr Kanser tedavisi için kemik iliği nakli olan hastalar bir araya geldi, yaşadıkları zorlukları, hayata tutunma öykülerini, umutlarını anlattı. 25 yaşında kanserle yüzleşen Fuat Fazlıoğlu, tedavi sırasında “çok seviyordum” dediği nişanlısının ayrılma kararıyla yıkıldığını söylüyor, “Hem ayrılık travmasını hem de tedavinin yarattığı zorlukları sevginin gücü ile atlattım” diyor. “Kök Hücre Nakli Hastaları Buluşma” etkinliği, kanser tedavisi sırasında kemik iliği nakli olan hastaları, hasta yakınlarını ve doktorlarını buluşturdu. Ankara’da gerçekleşen toplantıda, hastalar tedavi sürecindeki tecrübelerini, umut veren hikayelerini paylaştı. Fuat Fazlıoğlu 44 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Kan kanseri tedavisini tamamlayan ve hayata yeni bir başlangıç yapan 29 yaşındaki Fuat Fazlıoğlu, o hastalardan biri. 2011’de kemik iliği nakli olan Fazlıoğlu, kanser teşhisi aldığında nişanlı olduğunu söylüyor. Tedavi sırasında nişanlısının ayrılma kararı üzerine büyük üzüntü yaşadığını, hem ayrılığın yarattığı psikolojiyi hem de kanser tedavisinin zorluklarını, ailesinden ve arkadaşlarından gördüğü sevgi ve destek sayesinde atlattığını anlatıyor: “Eski nişanlım beni hastalık nedeniyle bıraktı, çünkü başka bir durum yoktu. Ayrılma kararına çok üzüldüm ancak tedavimi yarım bırakmadım. O sırada bir doktorun söylediği, ‘Ne kadar tedavi görürsen gör, kendine inanmadıktan sonra bu hastalığı yenemezsin’ cümlesi aklıma geldi. Bunu örnek aldım, inancımı ve moralimi yüksek tutmaya çalıştım ve tedavimi tamamladım. Bu hastalıkta sevgi desteği çok önemli, o dönemde ailemden, arkadaşlarımdan çok büyük destek ve sevgi gördüm. Destek olmasaydı belki de o zor dönemi atlatamayacaktım. Tedavinin başarılı olmasını onların desteğini boşa çıkarmamak için de çok önemsedim ve bu savaşı sevgi sayesinde kazandım.” “Kansersiz Bir Hayat İstiyorum” Tedavisi tamamlanınca aşk, Fuat Fazlıoğlu’nun kapısını ikinci kez çalmış, şimdi baba olmak için gün sayıyor. “Beni bu halimle kabul eden biri çıktı karşıma ve ben yeniden sevdim” diyen Fazlıoğlu hayattan beklentisini; “Bundan sonra kansersiz bir yaşam istiyorum. Çocuğumu sağlıklı şekilde kucağıma almak ve eşimle mutlu olmak istiyorum” diye özetliyor. “Hayata ve Müziğe Yeniden Merhaba” Kanserle 57 yaşında tanışan ve kemik iliği nakli olan Kadir Çelik ise etkinliğe, söylediği şarkılarla renk kattı. Elektrik mühendisi ve müzisyen olan ancak tedavi nedeniyle müziğe ara verdiğini belirten Çelik, mikrofonu eline aldığında, “35 yıl müzisyenlik yaptım ama sahneye hiç bugünkü gibi mutlu çıkmadım” dedi. Çelik’e bunun nedenini sorduk, yanıtı şöyle: “Çünkü hayata yeniden döndüm. 4 yıldır tedavi nedeniyle sahnelerden uzaktım, hem hastalığımın iyileştiğini öğrenmek hem de böyle bir ortamda yeniden sahne almak kadar güzel bir şey olabilir mi? Hayata ve müziğe yeniden ‘merhaba’ demenin mutluluğunu yaşıyorum.” “Kemik İliği Naklinde Avrupa’nın Yükselen Yıldızıyız” Kan, kemik iliği ve lenf bezi kanserlerinin kök hücre nakli ile tedavi edilebildiğini ve başarı oranının % 50-90 olduğunu belirten Altıntaş’a göre, Türkiye bu konuda Avrupa’nın yükselen yıldızı konumunda: “Türkiye’de 2014 yılı itibariyle yaklaşık 3 bin 400 nakil, 70’in üzerinde merkez var. Son 10 yılda nakil sayısı 12-15 kat, merkez sayısı 6-7 kat arttı. Avrupa’nın yükselen yıldızıyız, Avrupa’da 4. sıradayız. Artık yurt dışına hasta göndermiyoruz, başka ülkelerden hasta alıyoruz.” “Türkiye’de Gönüllü İlik Vericisi Yetersiz” Bunların sevindirici gelişmeler olduğunu ancak yeni hamlelere de ihtiyaç duyulduğunu dile getiren Altuntaş, bunlardan birinin kemik iliği doku bilgi bankacılığı olduğunu vurguladı. Bu konuda Türkiye’nin Ulusal Kemik İliği Bankası (TÜRKÖK) projesinin çok önemli olduğunu hatırlatan Altuntaş’ın parmak bastığı en önemli konu ise Türkiye’de gönüllü kemik iliği verici sayısının bir türlü istenen düzeye ulaşmaması. “Ateş Düşmeden Sorumluluk Alın” “18 yaşını dolduran sağlıklı herkes kök hücre vericisi olabilir” diyen Altuntaş, duyarlılık çağrısı yaparak şöyle konuştu: “Ateş düşmeden de sorumluluk sahibi olmak, bu alanda görev almak lazım. Bugün lazım olmayabilir ama yarın lazım olabilir. Prof. Dr. Fevzi Altuntaş Yarın gelmeden bugünden işe başlamak lazım.” Kimler Kök Hücre Vericisi Olabilir? Bulaşıcı ve ciddi bir hastalığı olmayan 18-55 yaş arası herkes kök hücre vericisi olabiliyor. Genel sağlık durumu uygun olanlara HLA denilen doku grubu tayini ve bir takım kan testleri yapılıyor. Kök hücre vericisi olmanın insan sağlığı üzerine olumsuz hiçbir etkisi bulunmuyor. Kök hücre, ameliyathanelerde veya aferez merkezlerinde toplanıyor. Vericinin bir kez kök hücre verdikten sonra akraba dışı doku bankasında kayıtlı olarak kalması ya da kalmaması kendi seçimine bırakılıyor. “İyi Örnekler Hastaları Motive Ediyor” Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kök Hücre Nakli Merkezi sorumlusu Prof. Dr. Fevzi Altuntaş ise hastaların bu tür organizasyonlarla kaynaşmasının ve olumlu örneklerin paylaşılmasının, tedaviye yeni başlayan veya tedavi sırasında umutsuzluğa kapılan hastalar açısından pozitif motivasyon yarattığını söyledi. Prof. Altuntaş, “Tedaviye yeni başlayan hastalar, iyileşmiş, okulunu bitirmiş, işinde ilerlemiş, anne veya baba olmuş hastaları tanıdıkça, onların hikayelerini öğrendikçe tedaviye dört elle sarılıyor” dedi. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 45 analiz AİLE HEKİMLİĞİ SAĞLIK BÜTÇESİNE NE GETİRİ SAĞLADI? Dr. Murat GİRGİNER AHEF Başkanı Artan Sağlık harcamaları dünyada her ülkenin kaygı duyduğu ve kontrol altında tutmak istediği bir sorun olarak göze çarpıyor. Bu ülkeler ellerinde yıllardır uyguladıkları aile hekimliği ile bu soruna çözüm bulmak, sağlık harcamalarını kontrol edebilmek ile ilgili stratejiler, planlamalar ve düzenlemeler gerçekleştiriyor. Hollanda sağlık başvuruların % 95’ini, İngiltere % 90 ‘ını Aile Hekimliğinde karşılıyor. Biz de ise bu oran %45 lerde… Türkiye’nin Aile Hekimliği ile tanışması 2005 yılında Düzce ile başladı. 2010 yılı Aralık ayından itibaren de tüm ülkede aile hekimliği uygulanıyor. Yaklaşık 4 yılı aşkın bir zamandır aile hekimliği ile ilgili yorumlar olumlu ve olumsuz olarak yapıldı. Sorunlar konuşuldu, çözümler iletildi. Bir çok kurum tarafından aile hekimliği kendi politikaları ve kurumsal duruşları ile uzaktan değerlendirildi, hükümlere varıldı. Bunlardan en önemlisi Maliye tarafından gelen olumsuz yorumlardır. Ana fikri “Aile hekimliği ülke sağlı46 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 ğına ne kattı, hani sağlık harcamaları kontrol altına alınacaktı. Hiçbir katkı gözlenmiyor.!” olan fikirlerdir. Hiçbir maliyet analizi yapılmadan, sağlık verileri değerlendirilmeden, aile hekimliği ile 2nci ve 3nci basamak bütçeleri karşılaştırılmadan yapılan, kanıta dayalı olmayan bu yorumlara itibar edilmemesi gereklidir. Biz AHEF olarak bürokratları gerçek verilerle analiz yapmaya ve doğruları kamuoyu ile paylaşmaya davet ediyoruz. AHEF olarak bu analizleri de ilk başlatalım diye bir adım attık. Ve 2014 verileri, SUT poliklinik ödeme kalemleri, sağlık harcama bütçeleri üzerinden ortalama bir analiz yaptık. Bu analizde tamamen ortalama veriler kullanılmış ve ortalama bir değer elde edilmiştir. Gerçek olan rakamsal büyüklüklerin karşılaştırılması, Aile hekimliğinin aslında Sağlık bütçesine ne kadar kıymetli bir katkı sunduğunun değerlendirilmesi ve kabul edilmesidir. Aile Hekimliğinde Ödeme Modeli Aile Hekimliğinde özgün bir ödeme modeli üzerinden hak edişler hesaplanır. Bu ödeme modelinde baz alı- nan kayıtlı kişi sayısı ve o kişilerin özel gruplara göre ayrılması ile belirlenen katsayı çarpımı sonucu elde edilen rakamlardır. Temelinde kişinin Aile hekimine başvuru sayısı yoktur, yani hasta 1 kez başvuru yapsa da 1000 kez başvuru yapsa da ödemede bir değişiklik olmaz. Yani Performansa dayalı döner sermaye sistemi yoktur. 2.nci ve 3ncü basamak ödeme modelinde ki performans sistemi yoktur, ana fark budur. Aile hekimliği merkezlerinin genel giderleri, kira, elektrik, ısınma, telefon, internet, ekstra çalışan ebe, hemşire, laborant, tıbbi sekreter, temizlik, güvenlik görevlisi gibi kişilerin maaşı, SGK’sı, tıbbi sarf malzemeleri, jeneratör, defibrilatör, aşı dolabı gibi demirbaşlar yine aile hekimleri tarafından cari yardım kaleminden ödenmektedir. 2nci ve 3nci basamak için bu kalemler ayrı bütçelerden ödenmektedir. Diğer fark budur. Laboratuvar için kaynak, aile hekimliğinde genel bütçeden ödenen sınır belli olan bir ödenek vardır, yapılan laboratuvar tetkikleri bu ödenekten karşılanır. 2nci ve 3ncü basamakta ise yapılan tahlil tetkikler SGK tarafından ödenir. Özetlersek, aile hekimliğinde maaşlar ve genel giderler tek bir bütçe üzerinden ve döner sermaye gibi bir performans sistemi olmadan kayıtlı kişi üzerinden ödenmektedir. 2nci ve 3ncü basamakta ise maaş artı döner sermaye sistemi üzerinden performansa bağlı olarak kişilerin başvuru sayılarına ve uygulanan laboratuvar ve görüntüleme yöntemleri röntgen, MR gibi yapılanlar üzerinden ödenmekte, genel giderler için ise yine performans üzerinden gelen döner sermaye ve diğer ödeneklerden ödeme yapılmaktadır. Bütün bu açıklamalardan sonra son üç yılda yapılan sağlık bütçe harcamalarına bakarsak, Aile hekimliğinde personel giderleri, genel giderler, laboratuvar giderleri olarak son 3 yılda sabit ve toplam 4 milyar TL bütçe harcanmış. Peki bu kadar sağlık hizmetinin, nerde ve ne kadar bütçe ile sunulduğuna bütçesel olarak bakarsak. Çocuk hastalıkları muayene ücreti ortalama olarak ; 28 TL Maliyetler Kadın hastalıkları muayene ücreti ortalama olarak; 37 TL 2. ve 3. basamak hastaneleri olan kamu ve özel sektör hastanelerine sadece tedavi giderleri olarak ayrılan bütçe 3 yıl önce 18, 3 milyar TL iken bir sonraki yıl 21, 9 milyar TL’ye , sonra ki yıl ise 28, 6 milyar TL’ye yükselmiş. Yani 3 yılda Aile Hekimliği bütçesinin 2.5 katı kadar artış var. Ve bu bütçede personel giderleri yani maaş artı döner sermaye yer almıyor. Aile hekimliğinde 2014 yılında yapılan muayene sayılarına göz atarsak, Branşa göre değişmekler birlikte bir poliklinik muayene ücreti ortalama olarak: 30 TL’dir. Poliklinik 171.553.415 Aile Hekimlerinin yaptığı muayeneleri buna göre ücretlendirirsek; Lohusa İzlem Sayısı: 2.111.617 Hep bahsedilen İlaç harcamaları ise sanıldığının aksine son 3 yılda 15.7 milyar TL civarında nerdeyse sabit durumda. *Bebek, çocuk 18.478.646 olarak gerçekleşmiş durumdadır. 18.478.646 x 28 = 517.402.088 TL Aile Hekimleri hiçbir şekilde bu hastalık başvurularından ek ödeme almamışlardır. Yani performans ödemeleri yoktur. Bunu kendilerine ayrılan bütçe içinde sunmuşlardır. SGK da bu hastalık başvuruları için bir ödeme yapmamıştır. *15-49 yaş 17.992.221 Şimdi dilerseniz bir karşılaştırma hesabı yapalım. SGK nın kamu ve özel hastaneler için muayene başı ödediği rakamlardan yola çıkalım. SUT EK 2’ye göre; *Lohusa İzlem Sayısı: 2.111.617 Peki bu bütçelerle aile hekimleri kaç hastalık başvurusu aldı, kamu ve özel sektör hastaneleri ne kadar başvuru aldılar. 2014 yılı için Aile Hekimliği poliklinik sayısı 231.405.041 iken kamu özel hastane başvuruları 386.882.474 olmuş ve bu başvurunun 90.000.000 u acil başvuru olarak alınmış. Yani aslında acil dışı poliklinik sayısı 296.882.474 olmuş. muayene sayısı: 15-49 yaş muayene sayısı: 17.992.221 Bebek, çocuk izlem sayısı: 18.478.646 Gebe İzlem sayısı: 4.882.052 *Poliklinik 171.553.415 muayene sayısı: 171.553.415 x 30 = 5.146.602.450 TL izlem muayene sayısı: sayısı: 17.992.221 x 37 = 665.712.177 TL *Gebe İzlem sayısı: 4.882.052 4.882.052 x 37 = 180.635.924 TL 2.111.617 x 37 = 78.129.829 TL olarak hesaplayabiliriz. Buna ek olarak aile hekimliğinde sunulan laboratuvar SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 47 hizmet bedelini de hesaplayalım. Bir aile hekimi aylık ortalama 2300 TL laboratuvar isteminde bulunmaktadır. * 21.324 x 2300 = 49.045.200 tl/ ay 49.045.200 x 12 ay = 588.542.400 TL olarak hesaplayabiliriz. Poliklinik hizmetleri artı laboratuvar ödemelerini toplarsak; 5.146.602.450 517.402.088 665.712.177 180.635.924 78.129.829 588.542.400 ----------------------7.177.024.868 TL Aile Hekimliğinde uygulanan ödeme modelinin ile SGK nın bütçesinden çıkmayan toplam miktardır. Diğer bir deyişle SGK bunu hastanelere ödediği gibi SUT Ek2 ye göre ödeseydi cebinden çıkan ücret bu kadar olacaktı. Yani Aile Hekimliğinin ülke sağlık harcamalarına katkısı 2014 yılı için ortalama; 7.177.024.868 TL 48 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Aile Hekimliğinin 2014 yılı için sağladığı tasarruftur. Ayrıca SGK bu hizmetler için Aile Hekimliğine bir ödeme yapmamanın yanı sıra, aile hekimliğinde yazılan reçetelerden 3 TL katkı payı almaktadır. Bu da yaklaşık olarak 600.000.000 TL ye denk gelmektedir. Öyle görünüyor ki Aile Hekimliğini ülkede en çok seven ve destekleyen SGK olmalıdır. Lakin SGK’nın uygulamada güncellemesi gereken SUT olması gerektiğini düşünüyoruz. 2010 başından itibaren SUT ile hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi, solunum sistemi ve alerji ilaçlarının aile hekimliğinde reçete edilmesine rağmen ödemesi kesilmiştir. Bu hastalar ilaçlarını yazdırmak için 2nci ve 3ncü basamağa başvurmakta, katkı payı ödemekte, SGK tarafından bu hastalar için muayene ve laboratuvar için ödemeler yapılmaktadır. Hastalar yürüme mesafesindeki aile hekimleri yerine toplu taşıma veya özel araçlarla bu kurumlara gitmek zorunda kalmaktadır. Diğer yandan bakınca ortalaması 15 TL olan bir tansiyon ilacı için SGK hastanelere ortalama 37 TL ödemektedir. Oysa bu ilaçlar aile hekimliğinde geri ödeme alsa SGK bu 37 TL’yi ödemekten de kurtulacaktır. Aynı şey di- yabet hastaları içinde geçerlidir. SGK 2014 yılında ödediği 100 TL’nin 23 TL’ sinin diyabet hastaları için harcadığını ifade etmektedir. Oysa SUT ile bu hastaların Aile hekimliğinden hizmet alması ve ilaçlarını reçete ettirmesi değil daha çok SGK ya yük olacak şekilde Hastanelere başvurmasına yol açılmaktadır. Üstelik bu hastaların Aile hekimleri tarafından etkin kontrolü ile komplikasyonların önlenmesi ve giderlerin azaltılması da tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sağlık harcamalarını kontrol edebilmek için şarttır. SGK bir an önce SUT değişikliği ile bu hastaların Aile Hekimlerine doğru kaymasını sağlamalıdır. Aile Hekimliği ile ilgili verileri analiz etmeyen, etmediği halde Aile Hekimliği Sistemini olumsuz yönde eleştiren bürokratların, kurumların kendi verilerini analiz ederek Aile Hekimliğinde harcanan emeğin, aile hekimlerinin ve ebe, hemşirelerin katkılarını, kattığı değerleri takdir etmesi ve gurur duyması gereklidir. Sağlıklı Yaşayan, Sağlıkla Yaşlanan Türkiye için Aile Hekimliği güçlendirilmeli, aile hekimliğinin sorunları çözülmelidir. AHEF olarak bu yolda her tür işbirliğine ülke sağlık geleceği için her zaman hazırdır. haber ÇOCUKLUK İLE ERİŞKİNLİK ARASI HEYECANLI BİR DÖNEM: ERGENLİK Prof. Dr. Hilal ÖZCEBE Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü Dünya Sağlık Örgütü 10-19 yaş grubu arası ergenlik dönemi (adolesan dönem) ve 20-24 yaş grubu gençlik dönemi ve 10-24 yaş grubu ise genç insanlar olarak tanımlamaktadır. Dünyada 2014 yılında 10-19 yaş grubunda 1, 2 milyon kişinin olduğu ve bu nüfusun toplam nüfusun %16, 4’üne karşılık geldiği bilinmektedir. Dünya nüfusunun %82’sinin yaşadığı gelişmekte olan ülkelerde tüm ergen nüfusunun %88’inin yaşadığı bilinmektedir. Türkiye’de 2014 yılı adrese kayıtlı nüfus kayıt sistemi bilgilerine göre 10-19 yaş grubu nüfusunun 12, 7 milyon olduğu ve toplam nüfus içindeki payının %16, 4 olduğu; bunun da yaklaşık altı kişiden bir kişinin 10-19 yaş grubunda olduğunu göstermektedir. Bu sayı, yüzde ve oranlar ülkemizin genç bir nüfus yapısına sahip olduğunu göstermektedir ve ergenlik sağlık sorunlarının öncelikli olmasına neden olmaktadır. Büyüme ve Gelişme Ergenlik dönemi, hızlı fiziksel büyüme ve gelişmenin seyrettiği bir dönemdir. Bu dönemde önemli bir baş50 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 ka özelliği ise psikososyal yapıda olan gelişmedir. Dinamik olan hormonal değişimler fiziksel büyüme ve pubertal değişimlere neden olmaktadır. Yaşamın ikinci on yıllık döneminde başlayan bu değişimin başlangıç zamanı ve süreci cinsiyetler arası, kişilerarası ve toplumlar arası farkılıklar göstermektedir. me ve kemikleşmede belirgin artışlar gözlenmektedir. Her iki cinsiyette de bağışıklık sisteminin önemli parçalarından olan lenf bezlerinde azalma olmaktadır. Ergenlik döneminde cinsiyet hormonlarının etkisiyle erkeklerde cilt altı yağ dokusunda azalma ve omuzlarda genişleme, kızlarda ise kalçada genişleme belirginleşir. Ergenlik dönemi çocukluk ve erişkin dönemlerinin arasında bir geçiş dönemidir. Ergenlik döneminde beynin hormonal değişime ilişkin uyarılarıyla fiziksel büyüme ve gelişme başlar. Kadın ve erkekte cinsiyet hormonlarının salgılanmasıyla cinsiyete özel bulguların ortaya çıkması puberte olarak tanımlanmaktadır. Pubertede salgılanan cinsiyet hormonları ergenin duygusal durumunda değişikliklere neden olmaktadır. Genel olarak kızlar 10-11 ve erkekler ise 12 yaş civarında bu döneme girerler. Kızlar erkeklerden ortalama iki yıl önce bu döneme girerler ve bu dönemi erkeklerden ortalama iki yıl önce tamamlarlar. Ergenlerin yaşadıkları sosyal, duygusal ve entellektüel büyüme ve gelişme sırasında ortaya çıkan sorunlarıyla baş edebilmektedirler. Ergenin vücudunda olan hızlı fiziksel değişikliklere karşı şaşkınlık ve endişe duyguları yaşadığı, ayrıca bu değişikliklere ayak uyduramama nedeniyle de etrafındaki kişilere karşı davranış ve tepkilerinde ani çıkışlar görüldüğü bilinmektedir. Ergen gelecekteki vücut yapısını merak etmektedir. Ayrıca, etrafındaki kişilerin onu anlamadı- Erişkin boy uzunluğunun % 20-25’i ergenlik döneminde kazanılmaktadır. Kızlardaki en hızlı boy uzaması menarş öncesinde olmaktadır ve menarştan sonraki birkaç yıl içinde büyüme durmaktadır. Erkeklerde boy uzaması 19-20 yaşlarına kadar devam etmektedir. Ergenlik döneminde kasiskelet sistemi ve iç organlarda büyü- Prof. Dr. Hilal ÖZCEBE ğını ve sevmediğini düşünmekte ve kendini soyutlamaya çalışmaktadır. Bu zorlu süreç sırasında ergen büyümeye uyum sağlar, bedenindeki fiziksel değişiklikleri kabul etmeye başlar. Arkadaş grupları çok önemli olmaya başlar, ayrıca karşı cinsiyete olan ilgisi de artmaya başlar. Ergenlik döneminde düşünce sistemi, benlik algısı, kişilik gelişimi gibi pek çok farklı süreç yaşanmaktadır. Bu dönemde genç geleceğe ilişkin kararlar verebilecek sosyal olgunluğa erişmiştir ve etrafı ile rahat ilişki kurmaya başlar. Çocukluk düşünce ve değer sisteminin erişkin yapısına uygun hale geliş süreci olan bu dönem, gencin aile ve yakın çevresinden olumlu desteğe çok gereksinim duyduğu bir dönemdir. Sağlıklı Olmak ve Hastalıklar Ergenlik döneminde olan büyüme ve gelişmeyi etkileyen temel belirleyiciler bireysel özellikler ve yaşanılan ortamın fiziksel, sosyal ve ekonomik olanaklarıdır. Ergenlik döneminde yaşanan psikososyal gelişim ile çocuğun düşünce ve duygu yapısı önemli ölçüde farklılaşmaktadır; özellikle sosyal ortamın kazanım ve risklerin oluşmasında etkisi büyüktür. Halk sağlığı bakış açısıyla, ergenlerin sağlık durumunun değerlendirilmesinde sık görülen, en fazla hastalık yüküne neden olan ve çok öldüren hastalıklar irdelenmektedir. Yaşam boyu olan hastalık yükünün %35’i ergenlik dönemindeki sağlık durumu ve yaşam tarzından kaynaklanmaktadır. Depresyon, trafik kazaları, demir eksikliği anemisi, HIV ve intihar, dünyada ergenlik döneminde hastalık yükü en fazla olan sağlık sorunlarıdır. Dünyada ergenlik dönemi ölüm nedenleri cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, trafik kazaları, intihar, şiddet ve alt solunum yolu enfeksiyonları şeklindedir. Ayrıca, alkol kullanımı, astma, şişmanlık, boyun ve bel ağrıları ve anksiyete de ergenlerin temel sağlık sorunları arasında yer almaktadır. Ergenlik döneminde yaşanan sağlık sorunlarının önemli bir kısmı, bu dönemde yaşanan değişimlerle ilişkilidir. Ayrıca, çocukluk döneminde başlayan ve ergenlik dönemi sırasında pekişen olumsuz sağlık davranışların yanı sıra ergenlik dönemi sıra- sında edinilen davranışlar da erişkin dönemde kronik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sağlıksız yaşam davranışlarının özellikle yetersiz ve dengesiz beslenme ve yetersiz fiziksel aktivitenin olmaması obezite, kalp hastalıkları ve hipertansiyon gibi hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu sorunlar aynı zamanda ergenlik döneminin de sağlık sorunları olarak ortaya çıkmaktadır. Tüm bu tablo, ergenlerin riskli davranışlarının ölüm, hastalık yükü ve hastalıklarında ne kadar ön planda olduğunu göstermektedir. Risk ve Riskli Sağlık Davranışları Risk, “sağlık ve iyi halde olma durumuna herhangi bir şekilde zarar veren durum” olarak tanımlanmaktadır. Kişinin herhangi bir davranışı yapması durumunda karşılaşabileceği olumsuz sonuçlar hakkındaki öngörüsü ise “risk algısı” olarak tanımlanmaktadır. Riskli davranışlar arasında sigara, alkol ve madde kullanımı, güvensiz cinsellik davranışları, yaralanmalara neden olacak güvensiz ve şiddet içeren davranışlara sahip olma, silah taşıma, kumar ve şans oyunu oynama, dövme yaptırma, evden kaçma, okuldan ayrılma vb. davranışlar yer almaktadır. Gencin bulunduğu sosyal çevresi bazı davranışları kazanmasına neden olmaktadır. Sağlıklı bir yaşamın içinde yer almayan tütün ürünleri (sigara, nargile, e-sigara), alkol ve madde kullanma davranışlarının ergenlik döneminde edinilme olasılığı çok yüksektir. Ergenin yakın çevresinde bulunan kişilerin özellikle arkadaşlarının bu tür davranışlara sahip olmasının, ergenin bu alışkanlığı edinmesinde önemli rolü olduğu bilinmektedir. Ancak, bu tür davranışların kazanılmasında özellikle yasal olan satılan maddeleri (tütün ve alkol) üreten endüstrinin etkisi önemlidir; endüstri ergenlere farklı yollardan ulaşarak olumlu reklam, tanıtım ya da sponsorluk ile kullanımı özendirmektedir. Yasa dışı maddelerin tanıtımında ise yasa dışı yollar kullanılmaktadır. Ergenin riskli davranış edinmesi olarak tanımlanan bu olayların temelinde madde kullanımından kazanç sağlayan kişi ve kuruluşlar yer almaktadır. Ergenin sorumluluğu bu maddeyi kullanma kararını verme aşamasındadır. Ergenin sigara, alkol ve madde kullanma kararını vermesi sırasında sosyal olarak kendini görmeyi arzuladığı yer ile maddenin oluşturacağın sağlık sorunlarına ilişkin bilgisini değerlendirmesi beklenmektedir. Gencin karar vermesinde önemli konulardan biri de “risk algısı”dır. Bir kişinin karar vermesini etkileyen etmenler bilişsel olarak birikimleri (bilgi ve deneyimleri) ve duyguları (halen ve genel duygulanımı) dır. Ergenlerin genel olarak deneyimsiz olmaları ve bilgi birikimlerinin yeterli olmaması “bilişsel” kararlarının erişkinlerden farklı olmasına neden olabilmektedir. Diğer taraftan ergenler gelişim sırasındaki duygulanımları da pek çok çevresel etmenden etkilenmektedir. Gençlerin karar vermesinde de bu etkileşim söz konusudur. Örneğin bir partide madde kullanımı önerildiğinde daha önce deneyimin olmaması ya da madde kullanımı ile cinsel saldırı arasındaki ilişkiye ilişkin bilginin olmaması bilişsel düzeyde karar vermeyi kolaylaştıracaktır. Diğer taraftan partinin neşeli olması, herkese uyma isteği gibi duygulanım da madde kullanmayı istemeye sevk edecektir. Bu aşamada “değerlendirme”nin devreye girmesi beklenmektedir. Bu aşamada ilk sorunun “bu bir tehdit oluşturuyor mu?” sorusununun düşünülmesi gerekmektedir. Birinci sorunun değerlendirmesi sırasında olasılıkların ve olabilirliği konusunda değerlendirme yapılması gerekmektedir. Bu aşamadan sonra ikinci değerlendirme aşamasında ise “kendisinin risk altında olduğu” konusunda karar verilmesi istenmektedir. Değerlendirmeyi duygulanım durumunun ve bilişsel durumun bu soruların yanıtlarının verilmesini etkileyecektir. Kişinin konu hakkındaki bilgisinin yetersiz olması, deneyiminin olmaması ve duygulanım durumu (örneğin aile çatışması yaşaması ve arkadaş ortamında kendini mutlu hissetmesi gibi) bu değerlendirme sırasında kararının riskli tarafta olmasını etkileyebilir. Bu değerlendirme sırasında kişinin duyarlılığı temel etkenlerden biri olmaktadır. Kişinin değerlendirme aşamasında bilişsel becerilerini kullanabilmesi ve duygusal olarak başa çıkabilme becerisini kullanabilmesi önem taşımaktadır. Kişinin sağlıklı SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 51 görüşler ve inançlarının olması da değerlendirmenin olumlu olarak etkileyen temel etmenler arasında yer almaktadır. Ergenlik döneminde cinsel gelişmeyle birlikte üreme sağlığının geliştirilmesine ilişkin davranışların kazandırılmasını gerektirmektedir. Sağlığın geliştirilmesinde temel davranışlar olan sağlıklı beslenme ve fizik egzersize ek olarak yaşamdaki temel davranışlardan biri olan “güvenli cinsellik” ile ilgili davranışlardır. Güvenli cinsel davranışlar, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar ya da erken yaş gebelikler gibi yaşam boyu sağlık ve sosyal durumu etkileyebilecek sorunlardan korunmayı sağlamaktadır. Güvensiz cinsellik, aynı zamanda riskli bir davranış olarak da tanımlanmaktadır. Ergenlerde sık olarak görülen bir başka riskli davranış sonucu ortaya çıkan sağlık sorunu ise yaralanmalardır. Yaralanmalarda pek çok neden rol oynayabilmektedir. Ergenlik döneminde trafik kazaları, spor sırasında olan yaralanmalar, macera ve eğlence ortamlarında olan yaralanmalar sık olarak görülmektedir. Yaralanmaların sadece ergenin deneyimsizliği ya da heyecan arama davranışlarından kaynaklanmadığı, yaralanma sırasında karar vermesini ve davranışlarını etkileyecek madde ya da alkol kullanımı gibi riskli davranışlarının da beraber olması söz konusu olabilmektedir. Ergenin şiddet davranışları göstermesi, intihar ya da bir başkasına şiddet uygulaması gibi farklı boyutlarda davranış sorunlarına yol açabilmektedir. Şiddet davranışlarının kazanılmasında bireysel etmenler rol oynamakla beraber, şiddet davranışının sosyal öğrenme ile edinilmesi çok daha sıklıkla karşılaşılan durumdur. Aile, okul, mahalle, sosyal yaşam alanları, medya ve toplumda şiddetin görülmesi ergenin şiddet davranışlarını edinmesine neden olmaktadır. Şiddet algısı değişen ergen, sorunlarını uzlaşma ile çözememekte, sosyal çevresi ile çatışarak çözerek şiddet olaylarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yine, şiddette sağlık sorunlarına neden olacak boyutta saldırgan olma ile alkol ve madde kullanımı arasında ilişki olduğu da bilinmektedir. 52 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Riskli Davranışların Önlenmesi Kişilerin davranışlarının değiştirilebileceği çeşitli müdahale araştırmalarında gösterilmiştir. Davranışları değiştirmeye yönelik müdahale programları oluşturulurken davranışları ortaya çıkartan değişik düzeylerdeki ilişkiler tanımlanmaktadır. • Kişisel faktörler: Kişilerin bilgi, tu- tum ve eğilimleri davranışlarını etkilemektedir. • Kişiler arası faktörler: Aile, arkadaş ya da akran grupları gibi kişiler arası ilişkiler, sosyal kişiliği, destek mekanizmalarını ve kişilerin yüklendikleri rolleri belirlemektedir. • Kurumsal faktörler: Kurallar, poli- tikalar ve resmi olmayan yapılar önerilen davranışların ortaya çıkmasını destekleyebilir ya da engelleyebilir. • Toplumsal faktörler: Kişiler, grup- lar ve kurumlar arasındaki resmi ya da resmi olmayan sosyal ilişkiler ve değerler rol oynamaktadır. • Politik faktörler: Riskli davranışlar- dan korunmak, erken dönemde fark etmek, kontrol altına almak ve tedavi etmek için sağlıklı davranışları ve uygulamaları düzenleyen kurumsal ya da ülke genelinde var olan politika ve yasalar da toplumun sağlıklı yaşam tarzının belirlenmesinde rol oynamaktadır. Bu faktörler çerçevesinde gençlerin riskli davranışlardan korunmasını sağlamak amacıyla farklı müdahale yöntemleri geliştirilmekte ve uygulanmaktadır. • Bilgilendirme Programları: Bu tür müdahalelerde okullarda doğru bilginin gençlere ulaştırılması sağlanır. Bilgilendirme programları sırasında verilen bilgiler arasında risklerin sağlık üzerine olan etkileri ve maliyeti üzerinde durulur. • Girişkenlik Eğitimi (Direnme ve Red Etme Becerisi): Gençlerin riskli davranışlara direnme becerilerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu müdahalelerden sonra gençlerin daha dirençli oldukları görülmektedir. Bu programlar sırasında sadece “hayır deme” becerilerini geliştirmeye yönelik programların sınırlılıkların oldukları bilinmektedir. Gençlerin bu becerileri iletişim becerileri, farkındalıklarının artırılması ve madde kullanmayan arkadaşlar edinmesine ilişkin sosyal beceriler ile beraber geliştirmesi önerilmektedir. • Karar Verme Becerilerinin Geliştirilmesi: Karar verme aşamasında davranışlarının olumlu ve olumsuz etkilerinin doğru ve net olarak değerlendirilmesini hedeflemektedir. Bu yaklaşım sırasında seçim sırasında neler yapıldığı, alternatiflerin iyi değerlendirilmesi, tüm yarar ve zararların gözden geçirilmesi ve istenilen seçimin yapılmasını sağlamaya yönelik müdahaleler yerleştirilir. • Akran Katılımı: Akranların birbirlerini etkileyerek sağlıklı yaşam davranışlarının geliştirilmesinde çok önemli etkisi vardır. Tüm yapılan müdahalelerde riskleri olan gençlerin erken dönemde tespit edilmesi, tedavi ve rehabilitasyonuna yönelik müdahalelerin de genel programlar içine dahil edilmesi sağlanmalıdır. Gence ve ailesine yönelik danışmanlık, grup tedavisi, boş zaman, eğlence, gönüllü ve eğitim etkinlikleri gibi yaklaşımlar geliştirilmelidir. Müdahalelerin kültürel, etnik ve kişisel farklılıklara yönelik olarak oluşturulması gerekmektedir. Sonuç olarak ergenlerin sağlığın geliştirilmesi ve korunmasına yönelik yaşam tarzını benimsemesi için fizik egzersiz, sağlıklı beslenme, yeterli dinlenme ve uyku vb olanakları içeren olumlu çevre ortamları oluşturulmalıdır. Ergenlerin “hayır diyebilme”, “iletişim becerileri”, “empati yapabilme”, “karar verme ve kritik durumlarda düşünme becerisi”, “kendisini yönetebilme ve kontrol edebilme becerisi” ve “duygularını kontrol etme becerisi” gibi yaşam becerilerinin geliştirilmesi, bütün riskli davranışlardan korunmasında etkindir. Ayrıca aile, okul ve toplumda ergenlerin olumlu sağlık davranışları geliştirilmesine yönelik kuvvetli stratejilere gereksinim vardır. Ergenin aile ve devletin koruyuculuğuna sahip olması ve olumlu davranışlar geliştirmesi için kurumsal olanakların geliştirilmesi gerekmektedir. PERİFERİK DAMAR HASTALIKLARI 5 YILLIK KANSER ÖLÜM ORANINDAN DAHA YÜKSEK Prof. Dr. İbrahim DEMİR Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Bacaklarında ağrı şikayetiyle bir hasta geldi, muayene ettiniz. Şikayetleri içerisinde hareketle ortaya çıkıp dinlenme sürecinde geçen bacak ağrısı veya ayaklarda soğukluk, ısınmama şeklinde hasta öyküsünü dinlediniz. Şikayetler, arasında bacaklarda tüylenmenin azalması, bacak derilerinde incelme, solukluk ya da parlaklık gibi belirtileri var. Peki size bu durumda neyi düşündürecek? Periferik damar hastalığı nedir? Koroner ve serebral arterlerin haricinde kalan, vücudumuzda yer alan tüm arterlerde meydana gelen tıkayıcı lezyonlar nedeniyle kan akımında oluşan bozulmalar sonucu oluşan periferik damar hastalıkları olarak bilinir. Bu damarları, karotis arterler, üst ekstremite arterleri, mesenterik arterler, renal arterler, iliak arterler ve bacak arterleri olarak sayabiliriz. Bunlar arasında da en yaygın olanı ve klinik sorun olarak karşımıza çıkanı bacak arterlerindeki kan akımını kısıtlayan daraltıcı tıkayıcı hastalıklardır. Bu hastalar, hastalık derecesine göre değişen eforla ortaya çıkıp istirahatle geçen bacak ağrısı veya ayaklarda soğukluk ısınmama şikayeti ile kliniğe gelirler. Bu bacak ağrıları intermittant kladikasyo olarak bilinir. Efor ağrıları bacakların baldır ve kalça kısmında oluşurken hastalığın ilerlemesi ile istirahat ağrıları ortaya çıkar ki istirahat ağrıları ayaklardan başlar. Bacaklarda tüylenmenin azalması, bacak derilerinde incelme, solukluk, parlaklık ve erkeklerde erektil disfonksiyon da periferik arter hastalığının belirtisi olabilir. Hastalık daha da ilerlediği zaman iyileşmeyen ayak yaraları gelişir. Bu yaraların nedeni yeterince beslenemeyen dokuların giderek nekroze (çürümeye) gitmesidir. Bu çürüme sonucunda oldukça 54 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 yüksek oranda hastaların bacaklarının ampüte (kesip alma) edildiğini görüyoruz. Şayet damarların yeniden açılıp kanlandırılmasında ya da nekroze olmuş ayaklarda ampütasyonda gecikme olursa bu durumda hastalar bunu hayatları ile ödemektedirler. Ve bu oran ayak yarası olan hastalar arasında düşük olmayıp yüzde 20’ler seviyesindedir. Birçok kanser vakasında rastladığımız 5 yıllık ölüm oranından daha yüksek bir orandır bu. Periferik damar hastalıklarının sıklığını belirlemede intermittan kladikasyo varlığı bir tarama parametresi olarak kullanılmakla birlikte, bunun hasta tanımlaması olduğu ve kişiler arasında çok değişkenlik gösterdiğinden daha objektif ve kantitatif ölçme yöntemi olan diz altı ve kol kan akım indeksine “anklebrachial index” (ABI) Doppler ile bakılır. Bacakta elde edilen kan basıncı değerinin koldan elde edilen değerden yüksek olması beklense de indeks <0.95 ise periferik damar hastalığından söz edilir. Hastalık sıklığının 45-75 yaş aralığında yüzde 6-8 olduğu bu hastalarında yüzde 20-25 inin semptomatik yani bacak ağrısı veya iyileşmeyen yara ile hastane müracaatlarının olduğu bilinmektedir. Bu durum da bize gösteriyor ki periferik damar hastalarının büyük bir çoğunluğunun semptomsuz yaşamlarını sürdürdüklerini ancak bu hasta grubunun koroner kalp hastalığı özellikle miyokard infarktüsü açısından da ciddi risk altında olduğunu hatırda tutmamız gerekir. Periferik damar hastalığı nedenleri nelerdir? Periferik damar hastalıklarının risk faktörleri ateroskleroz risk faktörleriyle paralellik gösterir. En önemli risk faktörleri genetik, yaş ve cinsiyettir. Bu hastalık ileri yaş ve erkek popülasyonda daha sıktır. Bununla birlikte diyabet ve sigara içiciliği kontrol edilebilir diğer önemli risk faktörleridir. Sigara içenler bu hastalığa içmeyenlere göre 2-3 kat daha sık yakalanmaktadırlar. Sigaranın semptomlarla da yakın ilişkisi vardır. Sigara içenler daha erken evrede ve daha sıklıkla semptomatik hale gelmekte, sigaranın kesilmesiyle hastalıkta ve semptomlarda gerileme bariz olarak görülebilmektedir. Hipertansiyon ve hiperlipidemi de önemli risk faktörleri arasında yer almaktadır. Hipertansif hastalarda periferik damar hastalığı sıklığı çeşitli araştırmalara göre 2.5 4 kat daha sıktır. Bir kişi hem sigara içiyor, hem hipertansif, hem de hiperlipidemisi varsa bu kişinin bu risk faktörlerini taşımayanlara oranla periferik damar hastası olma riski yaklaşık 6 – 7 kat daha yüksektir. Bu risk faktörlerinin de kontrol edilebilir risk faktörleri olduğunu unutmamalıyız. Periferik damar hastalığına nasıl tanı koyulur? Öncelikle hastanın klinik hikayesinin bizi şüphelendirmesi gerekir. Esas klinik semptom eforla ortaya çıkıp istirahatle kısa sürede kaybolan bacak ağrılarıdır ki bu intermitent kladikasyo olarak tanımlanır. Ağrının lokalizasyonuna göre de arterde oluşan tıkanmanın seviyesi hakkında fikir edinilebilir. Tıkayıcı arter hastalığı dışındaki nedenlere bağlı bacak ağrıları ise istirahatle hemen kısa sürede geçmeyip özellikle ayakta durmaya devam edilir veya bacakta germe manevraları yaptırılırsa ağrıda belirgin artış olduğu saptanır. Objektif tanı kriteri ise ABI ölçümüdür. Normalde ABI>1 olması gerekir. ABI =0, 5 – 0, 9 arasında ise hastalar daha çok kladikasyodan yakınırken ABI< 0, 5 ise ayak iskemisi ve ayak yaralarından hatta ABI<0, 2 çıkan olgularda doku kaybından söz etmek gerekir. Doppler ultrasonografik tetkik hastalığın yaygınlığını ve ciddiyetini tespit etmek için kullanılabilecek ucuz ve kolay uygulanabilir diğer bir inceleme yöntemidir. Özellikle böbrek yetmezliği olan olgularda kontrast nefropatisinden korunmak için MRA (Magnetic Resonance Angiography) ile tetkik yöntemi tercih edilebilir. Altın standart olarak kullanılan tanı yöntemi ise periferik kontrast anjiyografidir. Arteriyel dallanmanın tamamını, hastalığın yaygınlığını, tıkanma seviyesini ve uygulanacak olan tedavi yönteminin belirlenmesi bakımından hala en çok tercih edilen tanı şekli anjiyografidir. Bu durumda tanı koyarken klinik bizi kuşkulandırır, doppler ultrason şüpheyi kuvvetlendirir ve tanıya götürürken anjiyografi kesin tanıyı koydurup uygulanacak tedavi şeklini de bize verir. Periferik damar hastalığı nasıl tedavi edilir? Tedavi iki yönde yapılmalıdır. Bir tanesi periferik damar hastalığında en yaygın patofizyolojik mekanizma olan aterosklerozun yaygınlığını kontrol altına almak ve geriletmek üzerine iken, diğer ayağında ise arterde meydana gelen daralma veya tıkanmaların nasıl giderileceğine yönelik yaklaşımdan ibaret olmalıdır. Öncelikle hastalarda yaşam biçimi üzerine değişimler sağlanmalıdır. Her hastaya yaşı ve kilosuna uygun egzersiz programları verilmeli, kilolu olan hastaların zayıflamaları sağlanmalı, sigara içenlerin sigarayı bırakmaları, kan basıncı, kan şekeri ve kan lipit düzeyleri kontrol altına alınmalıdır. Bunun için gerekli olan egzersiz ve diyet programları yapılmalı, gerektiği düzeyde doğru ilaç kombinasyonları ile hastaların şeker, kolesterol ve tansiyonları kontrol altına alınmalıdır. Hastalığa yönelik tedavisi ilaç tedavisi, endovasküler (perkütan) veya cerrahi tedavi olmak üzere 3 ayrı kategoride tedavi yaklaşımı vardır. Hastaların büyük bir çoğunluğunda ise bu yaklaşımların ikili, hatta bazen de üçlü kombinasyonları uygulanabilmektedir. Asetilsalisilik asit ve Klopidogrel hemen hemen tüm hastalarda tedavi reçetesinde mutlaka yer almaktadır. Pentoxifylline, Cilostazol gibi ilaçlar ise seçilmiş hastalarda uzman kontrolünde kullanılmaktadır. Prostaglandin E1, prostacyclin analoğu iloprost gibi ilaçlar hastane ortamında akut bacak iskemilerinin tedavisinde infüzyon şeklinde uygulanabilmektedir. Özellikle revaskülarizasyona uygun olmayan ayak ülserleri gelişmiş olgularda hiperbarik oksijen tedavisi de uygulanabilmektedir. Akut trombotik iskemi durumlarında trombolitik ilaçlar ve heparin tedavisinin de yeri olduğu bilinmektedir. Bu ilaçların her birinin akut iskeminin tedavisinde olumlu etkileri olmakla birlikte asıl tedavi revaskülarizasyondur. Revaskülarizasyon şekli de cerrahi veya endovasküler şeklinde olacaktır. Cerrahi tedavi, endarterektomi veya bypass greftleme şeklinde uygulanmaktadır. Kısa tıkayıcı lezyonlarda endarterektomi uygulanırken uzun yaygın hasta olan lezyonlarda ise bypass yöntemi tercih edilmektedir. Tabii ki yeterli revaskülarizasyonun sağlanamadığı ya da geç kalınmış nekroze olmuş bacaklarda uygulanan amputasyonlarında bir tür cerrahi işlem olduğunu unutmamalıyız. Perkütan tedavi (endovasküler): Cerrahiye bir alternatif olarak ilk kez 1964 yılında Dotter ve Judkins tarafından denenmiştir. Zaman içinde özellikle son 10 yılda kateter, balon, klavuz tel ve stent teknolojisindeki gelişmeler ile günümüzde cerrahi tedaviye tam bir alternatif, hatta cerrahların dokunamadığı hasta gruplarına da müdahale edilebilir bir yöntem haline gelmiştir perkütan tedavi. Perkütan tedavinin cerrahiye en büyük üstünlüğü hastaya genel anestezi verilmeden sınırlı uyuşturma altında 3-4 mm’lik kateterler yardımıyla revaskülarizasyon işleminin yapılması ve tekrarlanabilir olmasıdır. Bu nedenle işlem bağımlı morbidite ve mortalite çok düşüktür. Özellikle balon ve stent teknolojisindeki gelişmeler, ilaçlı balonlar ve ilaçlı stentlerin kullanımı hatta periferik damarlarda henüz deneme aşamasında olan eriyebilen ilaçlı stentlerin kullanımı perkütan tedavi yönteminin önemini arttırmaktadır. Korunmak için ne yapmalıyız? Elbette ki tedavi seçenekleri var olsa da asıl olan hastalığa yakalanmayı ve hastalığın ilerlemesine yönelik önleyici tedbirlerin alınmasıdır. Bunlar da, sigaranın bırakılması, kan şekeri ve kolesterol düzeyinin sıkı kontrolü, kan basıncının normal değerler arasında tutulması ve obezite ile mücadelede etkin olunması şeklinde sıralayabiliriz. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 55 dijitalsağlık APPLE WATCH DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEYE HAZIRLANIYOR Dr. Sertaç DOĞANAY Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu sarlanmış güzel birkaç uygulamayı tanıtacağım. MediSafe Henüz piyasaya sürüleli 2 ay olmuş olmasına rağmen gün geçmiyor ki Apple Watch hakkında ilgi çekici bir haber ile karşılaşmayalım. Geçtiğimiz günlerde Apple Watch’un satış rakamları grafiği yayınlandı. Nisan 2015’te Amerika, İngiltere ve Japonya’nın aralarında olduğu yalnızca birkaç seçili ülkede satışa sunulan Apple’ın akıllı saati Apple Watch, henüz tüm dünyada satışa çıkmamış olmasına rağmen şimdiden satış rekorları kırdı. Her ne kadar Apple’dan resmi bir açıklama gelmemiş olsa da, yapılan araştırmalar, akıllı saatin Nisan’dan bu yana 2, 5 milyon adet satmış olması, Android akıllı saatlerinin bir yıllık satış rakamlarını tam 3’e katlamış olduğunu gösteriyor. Slice Intelligence pazar araştırma şirketinin verilerine göre; sadece ilk satışa çıktığı gün bile 1.4 milyon adet satıldığını ortaya koyuyor. Bu da yalnızca Amerika için bile günlük 30, 000 adet saate tekabül ediyor. Android işletim sistemi ile çalışan akıllı saatlerin 2014 yılındaki toplam satışını birkaç ay içinde üçe katlayan Apple Watch’un yıl sonuna kadar 10 milyon adetten fazla satması bekleniyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçe dil desteğini de kapsayan güncellemesiyle henüz Türkiye’de satışa sunulmamış olmasına rağmen şimdiden ülkemizde de çok büyük ilgi gören Apple Watch’un, Haziran ayı sonunda Türkiye’de de Apple Store raflarındaki yerini alacağı tahmin ediliyor. Bu yazımda, Apple Watch’a özel ta56 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Yaşlandıkça daha fazla vitamin, mineral almak ve kronik hastalıklarımızı tedavi etmek için sık sık ilaç kullanmak zorunda kalıyoruz. Medisafe, günlük almanız gereken rutin ilaçları, saati geldiğinde hatırlatması için tasarlanmış bir uygulama. Uygulama ayrıca bir doz atlamanız durumunda yakınlarınızı uyarmasıyla da oldukça işlevsel. Medisafe, sizden ilacınızı her içişinizden sonra bunu uygulamaya kaydetmenizi istiyor böylece ilaçlarınız bitmek üzereyken yenisini almanız için sizi zamanda uyarabiliyor. Hello Heart Düzenli olarak tansiyonunuzu görüntüleyebilmenizi sağlayan bir uygulama. Bu tarz iPhone uygulamalarında yer alan özelliklere ek olarak Apple Watch’la kullanılan Hello Heart, sizden saatle konuşarak ya da manuel olarak tansiyon değerlerinizi sisteme girmenizi isteyen bir uygulama. Uygulama, iPhone’da topladığınız sağlık verilerinizi uygulamaya aktarmanıza da olanak tanıyor. Böylece uygulama, akıllı telefonunuzda sakladığınız eski verilerinizi de görebilmiş oluyor. Humana Cue Yeni sağlıklı alışkanlıklar edinmeniz için yardımcı olan bir uygulama. Cue, sağlığınızın daha iyiye gitmesi için hayatınızda küçük değişiklikler yaptırıyor. Zaten aktif bir hayatım var ve elimden geldiğince de spor yapıyorum diyorsanız, bu uygulamadan siz de faydalanabilirsiniz. Uygulamanın sizin için hazırladığı tavsiyelerle daha iyi sonuçlar alabilirsiniz. Cue neler mi yapıyor? Gün içinde su içmenizi, uyanmanızı, hareket etmenizi, esnemenizi, nefesinize ve duruşunuza dikkat etmenizi hatırlatıyor. Hatta bazen durumunuzu iyi görmediğinde size dışarı çıkıp temiz hava almanızı bile söyleyebilir. Kısacası Humana Cue, düzenli olarak yaptığı hatırlatmalarla motivasyonunuzu daima canlı tutmanızı sağlayan bir uygulama. Ayrıca bu uygulamada tüm spor aktivitelerinizin sonuçlarını, grafik halinde görmeniz de mümkün. HealthTap Bu uygulama sayesinde, saatinizin ekranına dokunarak merak ettiğiniz tıbbi konularda soru sorabiliyor ve sürekli online olan 68, 000 Amerikalı doktordan sorularınıza cevap alabiliyorsunuz. Uygulamanın bir başka özelliği ise, size rutin doktor muayenelerinizi hatırlatıyor olması. Carrot Fit Oldukça eğlenceli bir kilo takip uygulaması. Uygulamanın amacı; size 7 dakikalık egzersizler yaptırarak en ideal kiloya ulaşmanız için yardımcı olmak. Telefondaki versiyonundan farklı olarak egzersizleri yapıp yapmadığınızı algılayabildiği için uygulamanın bazı ceza yöntemleri de mevcut. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok uygulama ile hayatımıza girmiş olan Apple Watch’un önümüzdeki günlerde özellikle sağlık alanında yenilik getirecek projelerle karşımıza çıkacağını söyleyebilirim. Hastanelerinizin daha etkin yönetimi ve verimliliği için... haber E-SİGARALAR VE DÜZENLEME İHTİYACI Dünya Sağlık Örgütü tarafından “elektronik nikotin sağlama sistemi (Electronic nicotine delivery devicesENDS)” olarak da adlandırılan elektronik sigaralar (e-sigara) tütün içermeyen, nikotin içeren ve içine çekildiğinde elektronik buharlaştırma sistemi yoluyla nikotinin ciğere çekilmesini sağlayan ürünlerdir. Dünyada son yıllarda değişik şekillerde üretimi ve kullanımı hızla yaygınlaşmakta. Artan tüketim ürüne ilişkin tartışmaları ve düzenlemeleri de beraberinde getiriyor. Çalışma şekli Temel olarak üç çeşit e-sigara bulunuyor: • Tek kullanımlık ürünler • Yenilenebilir kartuş ve şarj edilebilir pili olan e-sigaralar • Şarj edilebilir pili ve sıvı nikotinle doldurulacak haznesi olan e-sigaralar Üretim şekilleri farklılık göstermekle 58 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 birlikte, çalışma şekli açısından tüm ürünler benzer özellikler sergiliyor. Çeşidi hangisi olursa olsun, e-sigara temel olarak • buharlaştırma sistemi, • şarj edilebilir pil ve • içeriğinde su, nikotin ve diğer kimyasallar olan kartuştan oluşuyor: Ağızlıktan nefes çekilmesiyle, veya varsa düğmeye basılmasıyla pil aktif hale gelerek buharlaşma odacığında ısınmayı başlatır, böylece kartuş içindeki nikotin buharlaşarak nefes yoluyla akciğerlere ulaşır. Sağlık etkileri E-sigara içen kişinin sigara alışkanlığını benzer bir ürünle devam ettirmesi ve nikotin kullanımının da sürmesi sebebiyle ürünün sigarayı bırakmada etkisi olmadığını savunanların yanı sıra; sigarayla kıyaslandığında e-sigaranın olumsuz etkilerinin %95-100 daha düşük olduğunu ve bu yüzden nikotin seviyesini yavaş yavaş azaltarak e-sigara kullanmanın sigarayı bırakmada etkili bir yöntem olduğunu savunanlar da var. E-sigara kullanımının sigarayı bırakmada faydalı olduğunu savunanların başlıca argümanı, sigaranın en önemli zararlarının yanma sonucu oluşan karbonmonoksit, zifir ve sıcak gazlardan kaynaklandığı; e-sigarada ise nikotin salınımının yanmayla değil, ısınmayla gerçekleşmesi sebebiyle bu zararlı etkilerin önemli ölçüde sınırlandığı yönünde. Ayrıca e-sigaraların içeriğinde bulunan toksin konsantrasyonlarının, sigaraların içeriğinde bulunan seviyelerden en az 20 kat daha düşük olduğu belirtiliyor. Diğer taraftan e-sigaranın sigaraya başlamayı kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu yönünde delil bulunmadığı da savunulan görüşler arasında. Ayrıca pasif etkilenim konusunda da, kişilerin bir miktar nikotine maruz kalabileceği, ancak bu miktarın sigaradakine nazaran çok daha düşük bir seviyede olacağı ve herhangi bir farmakolojik etki yaratmayacağı ifa- Elektronik devre Pil de ediliyor. Hatta pasif etkilenim için, e-sigaranın çoğunlukla göz ardı edilen avantajı şeklinde tanımlamalara rastlamak mümkün. E-sigara tüketim eğilimi E-sigaranın sigara tüketimine yol açma eğilimi önemli bir risk faktörü olarak değerlendiriliyor. Bu konuda İngiltere’de yapılan bir araştırma ise, e-sigarayı deneyen kişilerin halihazırda sigara içen veya sigarayı denemiş kişiler olduğunu ortaya koyuyor.1 Araştırmaya göre e-sigara kullanan kişilerin neredeyse tamamı sigara tiryakilerinden oluşuyor. Bu kişilerin yaklaşık üçte biri sigarayı bırakmış kişiler, üçte ikisine yakını da sigara ve e-sigarayı aynı anda tüketen kişiler. Araştırmaya göre sigara içemeyen ve düzenli olarak e-sigara tüketen kişilerin sayısı ise göz ardı edilebilecek seviyelerde. Nikotin bağımlılık seviyeleri üzerine yapılan bir diğer araştırmada sigara, e-sigara ve nikotin sakızı kullanıcılarının bağımlılık seviyeleri birbirleriyle kıyaslanıyor.2 Araştırma sonuçlarına göre nikotin içeren e-sigara tüketicilerin bağımlılık seviyesi, nikotin içermeyen e-sigara tüketicilerine nispeten biraz daha yüksek. Sigarayı bırakmış kişiler arasında, 3 aydan uzun süredir e-sigara tüketen kişinin bağımlılık seviyesi, 3 aydan uzun süredir nikotin sakızı tüketen kişiye göre daha düşük. E-sigaraların bağımlılık seviyesinin nikotin sakızlarına yakın Kartuş Buharlaşma odacığı veya daha düşük olduğu; sigaranın bağımlılık seviyesinden ise çok daha düşük olduğu değerlendiriliyor. Uluslararası Uygulamalar ve Regülasyon İhtiyacı E-sigaralar dünyada kullanımı gittikçe yaygınlaşan ürünler. Zararlı etkileri ya da sigarayı bırakmada etkinlikleri tartışılmakla birlikte 2007’den bu yana tüketiminde ciddi bir artış var. Nitekim Avrupa Birliği’nde de, üye ülkeler arasındaki farklı uygulamalar ve düzenlemeler olması sebebiyle Birlik seviyesinde bir düzenleme ihtiyacı duyuldu ve 29 Nisan 2014 tarihinde AB Resmi Gazetesinde yayımlanan 2014/40/EU sayılı Tütün Ürünleri Direktifi’nde (Direktif ) e-sigaralayla ilgili düzenlemelere de yer verildi. Kamu sağlığı hedefleri gözetilerek, üye ülkelerde bu ürünlerin içeriklerinin, ürünler piyasaya sunulmadan önce gerekli otoritelere bildirilmesi düzenlendi. Tüketicileri sigara içmeye yönlendirmesi riskine karşılık Birlik kapsamında reklam ve tanıtım yasağı getirildi. Diğer taraftan üye ülkelerdeki iç piyasaya ilişkin düzenlemeleri ve tütün ürünlerini teşvik edici olmadığı sürece tanıtım koşullarını, yasaklar vb konuları ise bahse konu ülkelerin ulusal yasalarıyla düzenlenmesini hükme bağladı. Amerika Birleşik Devletleri’nde e-sigara tüketiminin gittikçe yaygınlaşması sonucunda düzenlemeler hız kazanmış durumda. Bir çok eyalette Ağızlık gençlerin e-sigaraya erişimini yasaklayacak düzenlemeler yürürlüğe girmiş durumda ve konunun federal bir yasayla düzenlemesi yönünde baskılar ve çalışmalar var. Diğer taraftan e-sigaranın vergilendirilmesi ile ilgili de eyaletler bazında düzenlemeler var. Sonuç Bir tarafta e-sigaraların sağlık etkileri ile ilgili tartışmalar sürerken, diğer tarafta da tüm dünyada tüketimi hızla artıyor. Sigarayla kıyaslandığında olumsuz sağlık etkilerinin daha düşük olduğunu ve e-sigaraların sigarayı bırakmada etkili bir araç olduğunu savunanların yanı sıra, sigara içmeyen kişilerin zamanla sigara alışkanlığı edinmesi gibi riskleri içerdiğini de savunanlar var. Her iki durumda da tüketicilerin kontrollü ürünlere erişiminin sağlanması, gençlerin erişiminin engellenmesi, kaçak ürünlerin önüne geçilmesi açısından yasal düzenlemeler ciddi önem taşıyor. Halihazırda ülkemizde e-sigaraların üretimi, ticareti, vergilendirilmesi konularında herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Ancak kullanımın olmadığını söylemek de doğru değil. Dolayısıyla ülkemizde de bu ürünlere ilişkin düzenlemeler yapılması hem piyasada yasal tedbirlere uygun ürünlerin yasal tedbirlere uygun tüketicilere satılmasını; hem de halihazırda var olan tüketimin vergilendirilmesini sağlayacak. 1 YouGov 2014 araştırması. Saha çalışması tarihleri ve örneklem büyüklükleri: Yetişkinler:Çocuklar: Mart 2010, 2.297 sigara içicisi Mart 2013,11-18 yaş arası 2.178 çocuk Mart 2012, 12.436 kişi Mart 2014,11-18 yaş arası 2.068 çocuk Şubat 2013, 12.171 kişi Mart 2014, 12.269 kişi 2 Etter, J.F., Eissenberg, T., 2014, Dependence levels in users of electronic cigarettes, nicotine gums and tobacco cigarettes SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 59 haber TÜRKİYE’DE 3 MİLYON KİŞİ KALP YETERSİZLİĞİ RİSKİ ALTINDA Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, “Kalp Yetersizliği Günü’nde” önemli rakamlar paylaştı. Tokgözoğlu, Türkiye’de 1, 5 milyon kişinin kalp yetersizliği hastası, 3 milyon kişinin hastalık riski altında olduğunu söyledi. Tokgözoğlu, Türkiye’de insanların kalp hastalıklarına Avrupa ve ABD’ye göre 8 yaş önce yakalandıklarını vurguladı. Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Kalp Yetersizliği Farkındalık Günü kapsamında hastalığa dikkat çekmek amacıyla Ankara’da bir toplantı düzenledi. TKD Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu (Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD), TKD Kalp Yetersizliği Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Birhan Yılmaz (Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD), TKD Kalp Yetersizliği Çalışma Grubu Önceki Başkanı Prof. Dr. Yüksel Çavuşoğlu (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD), TKD Genel Sekreteri Prof. Dr. Adnan Abacı (Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD) ve Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkan Yardımcısı Dr. Bekir Keskinkılıç’ın katılımıyla gerçekleşen 60 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 toplantıda günümüzde görülme sıklığı giderek artan hastalıkla ilgili güncel bilgiler aktarıldı. Hastalığın önümüzdeki 15-20 yıl içinde toplum sağlığını tehdit eden boyutlara ulaşacağına dikkat çeken Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, Avrupa ülkelerinde 15 milyon, ABD’de 6 milyon, Türkiye’de ise yaklaşık 1, 5 milyon kalp yetersizliği hastasının bulunduğunu bildirdi. Türkiye nüfusunun yaşlanması sonucu bu rakamın önümüzdeki 10 yıl içinde en az 2-3 kat artacağını öngördüklerini belirten Prof. Dr. Tokgözoğlu, bugün için ülkemizde 9 milyon kişinin kalp yetersizliği gelişimi açısından risk altında olduğunu ifade etti. Bu kişilerin üçte birinde ise yakın zamanda kalp yetersizliği gelişeceği öngörülüyor. Hastalıkta beklenen yaşam süresinin pek çok kanser türünden daha kötü olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Tokgözoğlu, hastalığın hayat boyu tedavi gereksinimi, sık hastaneye yatma ihtiyacı, komplike ve pahalı cihaz tedavisi uygulamaları nedeniyle aynı zamanda sağlık ekonomisi üzerine yüksek maliyetler getirdiğine işaret etti. Kalp Yetersizliği Önlenebilir Bir Hastalık Kendini başlıca nefes darlığı, ayaklarda şişme ve çabuk yorulma şeklinde gösteren kalp yetersizliğinde ayrıca öksürük, iştahsızlık, vücut ağırlığında değişiklik, gece sık idrara çıkma, yorgunluk ve bitkinlik şikâyetleri de görülebiliyor. Ancak kalpte yapısal değişiklikler bu yakınmalar ortaya çıkmadan uzun süre önce başlıyor. Bu da kalp yetersizliğine adım atmaya hazır potansiyel büyük bir hasta grubunun olduğuna işaret ediyor. Hipertansiyon, şeker hastalığı, obezite, kalp damar hastalığı, kronik akciğer hastalığı, kronik böbrek yetmezliği, kalp kapak hastalığı, kalp ritim bozuklukları, kalp kası hastalığı veya doğumsal kalp hastalığı kalp yetersizliğine zemin hazırlıyor. Bu hastalıkların zamanında tespiti ve tedavisi kalp yetersizliğine gidişi yavaşlatıyor, hatta önleyebiliyor. Bu nedenle yakınmalar ortaya çıkmadan önceki dönemlerde yapılacak girişimler ile kalp yetersizliği önlenebilir bir hastalık olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de Kalp Daha Erken Yoruluyor Türkiye’de 40 yaş sonrası kalp yetersizliği riskinin yüzde 20 olarak tespit edildiğini anlatan Tokgözoğlu, “Avrupa ve ABD’de kalp yetersizliği hastalarının yaş ortalaması 70 iken ülkemizde bu ortalama 62’dir. Kalp yetersizliği olgularının yüzde 20’sini 1 yıl içinde kaybediyoruz. Yaşam beklentisi prostat, kalın bağırsak, deri, meme, rahim kanserlerine göre daha düşük. Hipertansiyon, şeker hastalığı, obezite, kalp damar hastalığı, kronik akciğer hastalığı, kronik böbrek yetmezliği, kalp kapak hastalığı, kalp ritim bozuklukları, kalp kası hastalığı veya doğumsal kalp hastalığı, kalp yetersizliğine zemin hazırlıyor. Kalp yetersizliğinde erken tanı, hastalığın ciddiyetinin ortaya konması ve buna göre oluşturulacak tedavi planının yakın takip altında uygulanması ölüm oranlarının azaltılmasını sağlıyor. Bu hastalarda ilaç tedavisine ek olarak yaşam tarzı değişiklikleri; tuzsuz diyet, sebze meyve ağırlıklı beslenme, kilo kontrolü, düzenli egzersiz programları ve gerekli olgularda kalp pili tedavisi veya kalp şoklama cihazlarının uygulanması yaşam kalitesinin düzeltilmesi ve ölümlerin azaltılmasında etkili oluyor” dedi. Ayak Bileğinde Şişlik, Öksürükle Uyanmaya Dikkat Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yüksel Çavuşoğlu, Dünya Sağlık Örgütü’nün kalp yetersizliğini gelecek 15-20 yıl içinde toplum için en önemli tehdit olarak açıkladığını ifade etti. Çavuşoğlu kalp yetersizliğinin belirtilerini şöyle anlattı: “Nefes darlığı, ayak bileği ve bacaklarda şişlik, çabuk yorulma, çarpıntı, gece uykudan öksürükle uyanma, gece sık idrara çıkma, iştahsızlık ve bulantı, karında şişlik ve rahatsızlık, hızlı kilo alımı, baş dönmesi.” Tuzsuz Diyet, Sebze ve Meyve Ağırlıklı Beslenme Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adnan Abacı ise hastalığın tedavi yöntemlerini anlattı. Kalp yetersizliğinde erken tanının, hastalığın ciddiyetinin ortaya konması ve oluşturulacak tedavi planının yakın takip altında uygulanması için önemli olduğuna dikkati çeken Prof. Abacı, “Bu hastalarda ilaç tedavisine ek olarak yaşam tarzı değişiklikleri (tuzsuz diyet, sebze meyve ağırlıklı beslenme, kilo kontrolü, düzenli egzersiz programları vb) ve gerekli olgularda kalp pili tedavisi veya kalp şoklama cihazlarının uygulanması yaşam kalitesinin düzeltilmesi ve ölümlerin azaltılmasında etkili oluyor” diye konuştu. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 61 röportaj Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşenur OKTAY: “CİHAZ VE DONANIM OLARAK ÇOĞU MERKEZİMİZ GELİŞMİŞ TEKNOLOJİK OLANAKLARA SAHİP” Meme görüntülemedeki uzmanlığınızı biliyoruz. Bu anlamda Türk radyolojisinin dünyadaki yerini nasıl görüyorsunuz? Meme görüntülemesinde son 15-20 yılda mamografi ve ultrasonografinin yanı sıra MR görüntüleme uygulamalarında ve girişimsel meme işlemlerinde çok önemli gelişmeler yaşandı. Dijital sistemlere geçiş, elastografi, diffüzyon MR görüntüleme, spektroskopi, görüntüleme rehberliğinde biyopsiler ve tedavi girişimleri gibi pek çok yenilik rutin uygulamaya girdi. Bu gelişmelere paralel olarak meme radyoloğunun meme hastalıklarındaki rolü de çok arttı. Günümüzde meme hastalıklarıyla ilgili multidisipliner çalışma sistemi içinde, tanıdan tedaviye her aşamada görüntüleme yer alıyor. Ülkemizde de meme radyolojisi eğitimi, uzmanlık eğitim müfredatı içinde, yakın zamanda derneğimiz tarafından Avrupa programına paralel yapıda hazırlanan çerçevede sürdürülüyor. Pek çok büyük merkezde ayrı bir sistem olarak, özelleşmiş kadrolarca meme görüntüleme hizmeti yürütülüyor. Bugün için meme görüntülemesi konusunda uzmanlaşmış ve yukarıda saydığım konularda deneyimli 62 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 geniş bir kadroya sahibiz. Cihaz ve donanım olarak da çoğu merkezimiz gelişmiş teknolojik olanaklara sahip bulunuyor ve bu olanaklara sahip merkez sayısı günden güne artıyor. Meme görüntülemesi konusunda akademik ortamda başta Avrupa ile olmak üzere uluslararası ilişki ve bağlantılar yapıyoruz. Meme görüntülemesi konusunda önemli bir topluluk olan European Society of Breast Imaging (EUSOBI) derneğinin kurulma aşamasından itibaren içinde yer aldık ve bir arkadaşımız bu derneğin yönetim kurulunda görev yaptı. ECR, EUSOBI, IBUS gibi önemli bilimsel toplantıların planlama komitesinde ve eğitici grubu içinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Ülkemizde de uluslararası katılımlı toplantılar düzenleniyor, bilgi alışverişi yapılıyor. Bu bilimsel toplantılarda pek çok arkadaşımız moderatör ya da konuşmacı olarak aktif görevler alıyor. Uluslararası literatürde, meme görüntülemesi ile ilgili olarak araştırmacılarımıza ait çok sayıda yayın bulunuyor. Bazı araştırmalar, konusunda öncü olacak nitelikte. Bu nedenle meme konusunda da Türk radyolojisinin uluslararası platformda aktif katılımının ve etkisinin olduğunu söyleyebilirim. Meme kanseri ile ilgili olarak son yıllarda yürütülen tarama programları hakkında bilgi verir misiniz? Meme kanseri, bilindiği gibi kadınların önemli sağlık sorunlarından birisidir. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, ülkemizde de kadınlarda görülen kanserler arasında ilk sırada yer alıyor. Bu nedenle meme kanseri erken tanısında taramaların önemi büyüktür. Son yıllarda toplumumuzda bilgilendirme çalışmaları sayesinde meme kanseri ve taramalar konusunda genel bir farkındalık artışı oldu. Meme görüntüleme merkezlerine tarama amacıyla refere edilen ya da kendi isteğiyle başvuran kadınların sayısı yıllar içinde önemli oranda arttı. Ancak gelişmiş ülke örneklerinde olduğu gibi toplum bazlı, nüfusa dayalı organize taramalar henüz tam uygulanamıyor. Ulusal kanser tarama programının geliştirilmesi için Sağlık Bakanlığı Kanser Savaş Dairesi son 10 yıldır çalışmalar yürütüyor. Erken tanıya yönelik eğitimler ve tarama hizmeti vermek üzere, tüm illerimizde, bugün için sayısı 123’e ulaşan Kanser Erken Tanı ve Eğitim Merkezleri (KETEM) kuruldu. Bazı illerimizde mobil mamografi cihazlarının da bu amaçla hizmete girdiğini biliyoruz. Bu merkezlerde yapılan meme kanser taramaları (klinik meme muayenesi ve mamografi) sosyal güvenlik kapsamı içinde yer alıyor. Bakanlığın ilgili sayfasında da görülebileceği üzere, 40-69 yaş arası kadınların 2 yılda bir taranması hedefleniyor. Türk Radyoloji Derneği, Meme Çalışma Grubu ile başından beri Bakanlığın bu çalışmaları içinde yer alıyor. Cihaz donanımının planlanması ve personel (teknisyen ve radyolog) eğitimleri konusunda yıllardır destek veriliyor. Taramalarda kalite standartlarının yükseltilmesi konusunda da derneğimiz ve çalışma grubumuz titiz bir çalışma içinde bulunuyor. Bu amaçla TRD Meme Çalışma Grubu “Mamografide Kalite Standartları” kitapçığı ile birlikte TRD tarama önerilerini içeren bir metin hazırladı. Mamografik tarama hizmeti veren merkezlerin kalite denetimi ve standartların yükseltilmesi için hiç kuşkusuz sağlık otoritesinin katılımı çok önemli; bunun için bakanlıkla işbirliği çalışmaları sürüyor. Organize tarama çalışmaları, yıllar içinde sayısal artış olmasına rağmen tabii henüz yeterli düzeyde değil. Amaç sadece tarama sayısını artırmak değil, teknikten başlayarak eğitim, organizasyon, veri değerlendirmesine kadar taramanın tüm basamaklarında kaliteyi de artırmak olmalı. Taramada kuşkulu bulgu saptanan olguların yönlendirmesi ve sonuçlandırılması bir diğer önemli konu. Bu lezyonlarda yapılacak işlemler ve kullanılacak malzemelerle ilgili yakın zamanda problemler yaşandı, ancak derneğimizin sağlık güvenlik kurumlarıyla sürdürdüğü görüşmeler sonucunda bu sorunların çözümleneceğine inanıyorum. Bir diğer uzmanlığınız da kas-iskelet radyolojisi. 3T MR cihazlarının bu anlamdaki avantajları neler? 3T MR sistemlerinin gelişimi kuşkusuz kas-iskelet sisteminde de avantajlar sağladı. 3T sistemlerde sinyal gürültü oranındaki (SNR) artış daha yüksek çözünürlüklü görüntülerin elde edilmesini kolaylaştırıyor. Kasiskelet sistemi uygulamalarında 3T ve 1.5T sistemler arasında tanısal doğrulukta çok büyük farklılıklar bildirilmemesine karşın, özellikle küçük alanların görüntülenmesinde yüksek çözünürlük daha iyi görüntü kalitesi ve doğru tanı elde edilmesini sağlayabiliyor. Ancak yüksek alan gücüne sahip cihazlarda SAR, kimyasal şift artefaktı, artmış duyarlılık artefaktı, pulsasyon artefaktı, T1 zamanı uzaması ve T2 kısalması gibi konuların dikkate alınması gerektiğini unutmamak gerekiyor. Dual Energy CT uygulamaları kas-iskelet alanında yaygınlaşacak mı sizce? Dual Energy CT (DECT) iki farklı enerji ayarında çalışarak farklı moleküler kompozisyondaki materyalleri atenüasyon profillerine göre ayırt edebilen, böylece spektral görüntülemeye olanak sağlayan yeni inovatif bir görüntüleme tekniği. Bu teknik, görüntü rekonstrüksiyonu sırasında ‘beam hardening’ etkisi olmadan materyalleri daha iyi değerlendirmeye olanak sağlıyor. DECT’in bu özellikleri nedeniyle, kasiskelet uygulamaları içinde bugün için iki temel kullanımdan söz edebiliriz. Birincisi, metal artefaktlarının azaltılması, spesifik algoritmalarla protez ya da metal implant takılı bölgelerin görüntülemesinde avantajlı oluyor. Böylece metal çevresinde kemik ve yumuşak doku değişiklikleri (protez gevşemesi, hematom, nüks lezyon vb.) daha iyi değerlendirilebiliyor. DECT’in iskelet sistemindeki bir diğer uygulama alanı da metabolik bir hastalık olan gut ile diğer kristal birikim hastalıklarını ayırt etmek. Gutta eklem ve periartiküler dokta biriken ürik asit kristallerini göstermede kullanılıyor. Bu yöntemin farklı endikasyonlardaki potansiyel kullanımı üzerine çalışmalar sürüyor. MR görüntülemenin kontrendike olduğu olgularda bu yöntem alternatif olabilir. Spektral analiz kullanarak tümör görüntülemesinde kullanımı ile ilgili çok yeni yayınlar bulunuyor. 2013 yılı sonundan bu yana bu dergi çıkarılıyor. Derginin formatı, kaynak olarak sık başvurulan Radiology Clinics of North America ile benzerlik gösteriyor. Yılda üç kez yayımlanan derginin her sayısında radyolojinin farklı alanlarından bir konu seçilerek güncel derleme yazılar toplanıyor. Bu dergi ile özellikle uzmanlık eğitimi alan meslektaşlarımızın eğitimine katkı sağlanması hedefleniyor. Ayrıca radyoloji ve ilgili diğer branşlardaki hekimlerin güncel bilgi ve deneyimlere ulaşması için de dergimiz iyi bir kaynak olabilir. Bugüne kadar Kardiyak Görüntüleme Üst Ekstremite MRG, Meme Görüntülemesinde Güncel Konular ve Akciğer Kanseri konularını işledik. Önce basılı olarak hazırlanan dergi, istek üzerine “online” basım şekline dönüştürüldü. Online formatta çıkmaya başladıktan itibaren, TRD’nin sayfasından ya da direkt kendi sayfasından ücret ödemeden tüm metinlere ulaşmak mümkün oluyor. Önümüzdeki sayılarda da dergimizde güncel konular işlenmeye devam edecek. Prof. Dr. Ayşenur Oktay kimdir? 1961’de Ankara’da doğan Prof. Dr. Ayşenur Oktay, tıp eğitimini Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde aldıktan sonra, aynı üniversitede Radyoloji Ana Bilim Dalı’nda uzmanlık eğitimini tamamladı. 1995 yılında doçent ve 2001 yılında profesör unvanı aldı. Türk Radyoloji Derneği’nin çıkarttığı Türk Radyoloji Seminerleri dergisinin baş editörüsünüz. Bu dergi ile ilgili hedefleriniz neler? 2005-2008 yılları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Ana Bilim Dalı Başkanlığı görevinde de bulunan Prof. Dr. Oktay, halen aynı üniversitenin Klinik Araştırmalar Etik Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyor. Bir dönem Türk Radyoloji Derneği yönetim kurulu üyeliği, TRD Meme Çalışma Grubu Başkanlığı ve Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu İzmir Şubesi yönetim kurulu başkanlığı da yapan Prof. Dr. Ayşenur Oktay’ın halen devam eden görevleri arasında İzmir Tabipler Odası yönetim kurulu üyeliği ve çok sayıda ulusal ve uluslararası mesleki dernek üyelikleri de bulunuyor. Türk Radyoloji Seminerleri, meslektaşlarımızın kendi dillerinde başvurabilecekleri bir kaynak olarak çıkarılması hedeflenmiş bir dergi. TRD yönetim kurulunun aldığı kararla, Çeşitli kitaplar için editörlük, bölüm yazarlığı ve çevirmenlik de yapan Prof. Dr. Oktay’ın 50’yi aşkın uluslararası dergide ve 70’ten fazla ulusal dergide yayını bulunuyor. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 63 haber TÜP BEBEK GÜVENLİK SİSTEMİ İnfertilite tedavisi gören çiftlerin kafalarını en çok kurcalayan soru ‘’yumurtam ve spermim karışır mı?’’ artık tarihe karışıyor! Türkiye de her yıl 40 bin çift tüp bebek yöntemiyle bebek sahibi olmayı tercih ediyor, ABD ve Avrupa ülkelerinde ise bu oran çok daha fazla. İnfertilite araştırmaları yıllardır sürdürülmesine rağmen vücut dışında insan yumurtasının döllenebilmesi 1960’ların sonlarında başarılabildi. İlk kez 1973’te vücut dışında döllenme yapılabilmiş fakat döllenme sonrası meydana gelen embriyo rahime yerleşememiş, düşükle sonuçlanmıştır. Dünyanın ilk başarılı tüp bebeği ise 25 Temmuz 1978’de İngiltere’nin Oldham kasabasında doğmuş olan Louise Brown’dur. Türkiye’nin ilk tüp bebeği 18 Nisan 1989’da Ege Üniversitesi’nde dünyaya geldi ancak aradan geçen 26 yıla rağmen hala tüp bebek konusunda özellikle güvenliğe ilişkin endişeler bitmedi. Öyle ki zaman zaman laboratuvar aşamasında sperm, yumurta örneklerinin karışması ya da döllenme işlemi sonrası saklanan embriyoların karışması sebebiyle adliyelere taşınan yüzlerce dosya var. Bu nedenle tedavi gören çiftlerin kafasını kurcalayan ve endişe yaratan sorunun ‘’acaba bir karışıklık olur mu?’’ olması çok doğal görünüyor. 64 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 İstanbul Tüp Bebek Merkezi’nin ARGE çalışmalarını yürüttüğü, ilk kez bir Türk Yazılımcı Aşkın Kaymaz tarafından projelendirilen merkezde kullanılan Tüp Bebek Güvenlik sistemiyle bu soru da nihayet tarihe karışıyor Tüp Bebek Güvenlik Sistemi Nedir? Hasta bilgi güvenliğini sağlayan sistemle amaçlanan daha önce kontrol tanıklık sistemiyle ve etiketleme ile yürütülen laboratuvar proseslerinde artık chipleme yöntemiyle her bilginin kayıt altına alınması ve hata payının sıfıra indirilmesi. Sisteme göre; ebeveyn adayları merkeze girdikleri ilk andan itibaren hasta takip departmanında bir form açılıyor ardından anne adayına içinde tüm bilgilerinin kayıtlı olduğu bir chip bulunan bir bileklik takılıyor.. Bu chip yardımıyla anne adayı ve eşinin tüm bilgileri otomasyon sisteminden her aşamada (yumurta toplama, sperm örneği alınması, laboratuvar prosesleri vs) eşleştirilerek takip ediliyor. Baba adayları içinse sperm örneği vereceği kaba elektronik bir chip yapıştırılıyor. Bu özel chip baba adayının da tüm bilgilerini taşıyor. Her iki chip içinde yer alan bilgilerin tüm işlemler esnasında eşleşmesi gerekiyor ki aksi takdirde sistem alarm veriyor ve bir sonraki adımı engelliyor. İstanbul Tüp Bebek ve Kadın Sağlığı Merkezi Genel Direktörü Op. Dr. Aret Kamar sistemin yazılımı esnasında Ar-Ge çalışmalarını yürüttükleri için mutlu olduklarını söylerken böylece tüp bebek uzmanlarına en sık sorulan ‘’sperm ve yumurtam karışır mı’’ sorusunun da tarihe karışacağını belirtiyor. Kamar, sistemin hastalara ekstra bir maliyet yüklemeyeceğinin de altını çizerken sistemi uygulayan ilk merkez oldukları için de mutlu olduklarının altını çiziyor. Op. Dr. Aret Kamar haber ’A TBV ÖDÜLÜ Türk Böbrek Vakfı Medya ödülleri, İstanbul’da sahiplerini buldu. Yayın Editörümüz Esra Öz’e, Yazılı Basın Dergi Röportaj dalında ödül verildi. “Türk Böbrek Vakfı 2. Medya Ödülleri” töreni, Zorlu Center PSM’de gerçekleştirildi. Türk Böbrek Vakfı, sağlık alanında toplumun bilinçlendirilmesine yönelik haberler yapan gazetecileri onurlandırdı. kanlığında, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreteri Sibel Güneş, televizyoncu Lütfiye Pekcan, TBV İs- Gecede sağlık alanında yaptıkları haberlerle ses getiren gazetecilere 11 dalda ödül verildi. Törene, Türk Böbrek Vakfı kurucusu ve Başkanı Timur Erk, vakıf yönetimi, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal, şarkıcı Burak Kut’un da aralarında bulunduğu davetliler katıldı. Timur Erk, törende, vakfın 30. kuruluş yıl dönümü olduğunu hatırlatarak, şunları söyledi: “Eğer ortalama 18 gram olan tuz tüketimi, 3 gram azalarak 15 grama düşmüşse ve tetiklediği hastalıkların tedavisinin azalması nedeniyle bu şekilde yaklaşık 1, 5 milyar dolar tasarruf sağlanmışsa, 10 binlerce çocuğa dokunup böbrek sağlıklarını korumak için sağlıklı beslenmeyle ilgili seminerler vermişsek, Türkiye’nin her tarafında yayımlanan kamu spotlarıyla halkı bilinçlendirmeyi kendimize misyon edinmişsek, günde 150 gram olan şeker tüketiminde azalma varsa, şeker pancarından elde edilmiş şekerin tüketilmesini sağlamışsak, Türk Böbrek Vakfı’nın bunlarda ciddi emeği vardır.” Erk, 30 yıldır hiçbir gazetede ve görsel yayında vakıf aleyhinde yazı çıkmadığını vurgulayarak, ödül alan gazetecilere de “Bugün sizlere vefa duygusu içinde ödül vermeye ikinci kez geldik. Hepinizi içtenlikle kutluyorum” şeklinde seslendi. İşte Ödül Alan İsimler Törende daha sonra TBV Mütevelli Heyet Üyesi Dr. Osman Akalın baş- İnceleme Dalı’nda” Hürriyet gazetesinden Mesude Erşan, “TelevizyonHaber Araştırma Dalı”nda TRT’den Fatma Demir Turgut, “TelevizyonHaber Araştırma Dalı”nda mansiyon ödülünü Habertürk’ten Arzu Çetik Tezeren, “Televizyon-Vaka-İnceleme Dalı”nda ATV’den Işıl Açıkel ve “İnternet Haber Araştırma Dalı”nda Hurriyet.com.tr’den Buse Özel ödül kazandı. TBV Yönetim Kurulu tarafından “toplumda sağlık bilincinin gelişmesine yönelik” yaptıkları haberleri dolayısıyla Anadolu Ajansı’ndan Andaç Hongur’a, İhlas Haber Ajansı’ndan Ömer Kılıç’a, Doğan Haber Ajansı’ndan Uğur Demirkırdı’ya ve Cihan Haber Ajansı’ndan Orhan Fırat’a özel ödül verildi. tanbul Memorial Hizmet Hastanesi Direktörü Dr. Tarkan Dizdar, Memorial Şişli Hastanesi Organ Nakli Merkezi Başkanı Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Üroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İsmet Nane, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Üroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Akıncı’nın yer aldığı jüri tarafından ödüle layık görülen isimlere ödülleri sunuldu. “Yazılı Basın Dergi Röportaj Dalı”nda Sağlık ve İnsan dergisinden Esra Öz, “İnternet Röportaj Dalı”nda ntv.com. tr’den Tülay Karabağ, Yazılı Basın Haber Araştırma Dalı”nda Cumhuriyet gazetesinden Sibel Bahçetepe, “Yazılı Basın Haber Araştırma Dalı”nda mansiyon ödülünü Vatan gazetesinden İlker Akgüngör, “Yazılı Basın Yazı DizisiKonu Dalı”nda Türkiye gazetesinden Ziyneti Kocabıyık, “Yazılı Basın Vaka- Ayrıca bu yıl ilk kez verilen TBV Timur Erk Özel Ödülü, sağlık konularına duyarlılığı nedeniyle televizyoncu ve yazar Özge Uzun’a sunuldu. Özge Uzun ödülünü, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’dan aldı Esra Öz SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 65 sağlığımıziçin CİLTTE OLUŞAN LEKELER, NEDENLERİ, KORUNMA VE TEDAVİDEKİ SON GELİŞMELER Prof. Dr. Sedef ŞAHİN Türk Dermatoloıji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Lekeler neden oluşur? Yüzde oluşan kahverengi lekeleri ele alırsak ya 30’lu yaşlardan sonra buğday ve esmer tenli kadınlarda ortaya çıkan geniş kahverengi lekeleri (melazma) ya da daha çok 40’lı yaşlardan sonra güneşin deride yılların biriktirdiği etkiyle ortaya çıkan lekeleri (lentigo) kastediyoruz. İkinci tipte kadın erkek eşit oranda etkileniyor; açık tenli kişiler daha çok hedefte. Her iki tip lekede de en önemli etken güneş. Vücutta daha çok hangi bölgelerde ve kimlerde görülür ? Lekeler en çok yüzde özellikle alın, yanaklar ve bıyık bölgesinde görülür. Nadiren kolların alt kısmında da rastlayabiliyoruz. Neden özellikle bu bölgelerde yerleştiği bilinmiyor. Daha çok 30’lu yaşlardan sonra ve kadınlarda ortaya çıkan bu lekeler eskiden daha çok doğum kontrol ilaçlarına bağlanırdı. Ama bu ilaçları kullanmayan kişilerde de ve %10 oranında erkeklerde de görülmesi sadece östrojen hormonunun rol oynamadığını göstermekte. Ve yine böyle bir sorunu olan kişide hormonal bir bozukluk araştırılmasına gerek yok. Ancak kişi doğum kontrol hapı kullanıyorsa mümkünse kullanmamasını öneriyoruz. Arjantin’de yapılan bir araştırmada melazmanın tiroid (guatr) sorunu olan kadınlarda daha sık rastlandığı bildirilmiş. Bizim ülkemizde de tiroid 66 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 hastalıklarının çok yüksek oranda görüldüğünü biliyoruz. Diğer güneşin birikici etkisiyle ortaya çıkan erkek kadın farkı gözetmeyen lekeler (halk arasında yaşlılık lekesi olarak da anılır) ise daha küçük ve yuvarlak lekelerdir; kişinin güneşe en çok maruz kalan bölgelerinde 4050’li yaşlardan sonra görülmeye başlar. Saçı dökülmüş erkeklerde en çok alın üst kısmı ve kafanın tepesindeki saçsız alanda veya yanaklar, burun veya ellerin üzeri bu lekelerin sık yerleştiği alanlardır. Kullandığımız ilaçlar lekeye sebep olur mu? Evet özellikle bazı kalp ilaçları, bazı antibiyotikler veya tansiyon ilaçları yine bazı kişilerde güneşe duyarlılık yaratma yoluyla ya da doğrudan leke yaparak lekeye neden olabilirler. Bunu saptamak için dermatolog tarafından alınan öykü ve klinik görünümün birleştirilmesi çok önemlidir. Buraya uygun bir soru konulabilir.. Bir de “liken” adı verilen bir hastalık vardır ki bunun özellikle leke ile kendini gösteren bir tipi vardır (liken pigmentosus) bunun diğer lekelerle karıştırılmaması gerekir çünkü tedavisi tamamen farklıdır. Diğer lekeler için kullanılan tedaviler likenin daha da kötüleşmesine neden olabilir. Bu durumda dermatoloğun rolü çok önemli olacaktır. Genetik faktörler leke de ne kadar etkilidir ? Bildirilen çalışmalarda hastaların yaklaşık yarısında ailede melasma öykü- sü bulunmaktadır. Bu da genetik faktörlerin önemini vurgulamakta. Güneş ve solaryumun lekelere etkisi var mıdır? Güneşin bu lekeleri ortaya çıkaran kilit faktör olduğunu düşündüğümüzde gerek doğal güneşlenme gerekse yapay güneşlenme olan solaryumun melazmanın ortaya çıkmasında veya yinelemesinde, ayrıca lentigoların oluşmasında ve artmasındaki rolü kaçınılmazdır. Yanıklar leke oluşumunu tetikler mi ? Kesinlikle evet. Birçoğumuzun omuzlarında çocuklukta veya ergenlikte oluşan güneş yanıklarına ait lekeler yok mudur? Bu yanıklarla oluşan lekeler tedavi edilebilir mi ? Nasıl ? Bu yanıklara ait lekelerin kalıcı bir tedavisi olmamakla birlikte IPL lazer veya Q anahtarlı lazerler silgi gibi bunların silinmesini sağlar ama bir süre sonra yineleme olasılıkları yüksektir. Tedavisi mümkün olmayan leke var mıdır? Bazı doğumsal lekelerin ; sütlü kahve lekeler veya ben şeklindeki lekelerin günümüzdeki yöntemlerle tedavisi yoktur ama gelecekte olabilir.. Çillerin tamamen ortadan kalkması mümkün mü? Çiller lazer veya IPL ile tama yakın geriletilebilir. Çilli bir kişi çillerinin artmasını ya da belirginleşmesini istemiyorsa güneşten korunmaya azami özen göstermelidir. Tedavi edilen ve kaybolan leke yeniden oluşur mu ? Neden oluşur Melazma için konuşursak melazma kronik bir hastalıktır. Yineleme özelliği vardır, kış aylarında gerileyip bahar ve yaz aylarında yineler. Tedavi ile de kaybolsa yineleme beklenen bir durumdur. Bu ihtimali en düşük düzeyde tutmanın tek yolu yüzün güneşten korunmasıdır. Güneşin uzun dönem birikici etkisiyle oluşan lentigolar etkin olarak tedavi olmuşsa o bölgede yinelemez ama farkı bölgelerde ortaya çıkabilir. Leke oluşmaması için nelere dikkat etmeliyiz? Bahar ve yaz aylarında ve karlı kış günlerinde yüz bölgesinin etkin bir şekilde güneşten korunması (şapka ve güneşten koruma faktörü 30 ve üzerinde koruyucu krem kullanımı) esastır. Bunu yapmadığımız taktirde hangi tedavi yöntemini kullanırsak kullanalım lekenin yinelemesi hatta daha da artması kaçınılmazdır. Bir de özellikle bahar ve yaz aylarında yüz bölgesine yapılacak ağda veya sir ağda, ip ile epilasyon veya kimyasal soyma (peeling) gibi işlemler de leke oluşumunda veya melazmanın tetiklenmesinde önemli faktörler olduğunu unutmamalıyız. Leke tedavisinde son yöntemler nelerdir? Bu yeni tedavi yöntemlerindeki başarı oranları nelerdir? Örneğin IPL yada Lazer ile lekelerden tamamen kurtulmak mümkün denebilir mi? Kimyasal peeling her tür lekenin tedavisinde etkili midir? Leke (melazma) tedavisinde en etkili yöntem çok etkili bir güneşten korunma ile “Kligman formülü” olarak bilinen birden fazla leke açıcı ilaçlı kremin belirli dozlarda karıştırılması ile hazırlanan özel bir karışımdır. Bu formülün içindeki en önemli etken madde hidrokinondur. Piyasada bulunan çoğu etkin leke açıcı kremin içinde hidrokinon türevlerinin kombinasyonları bulunmaktadır. Bu yöntem etkili olmakla birlikte etkinin ortaya çıkması için 4 ay gibi bir süre gerekmektedir. Bu klasik tedavi yöntemine yeterli yanıt alınamayan çok dirençli lekelerde ikinci basamak tedavi yöntemi olarak kimyasal peeling (soyma) uygulanabilir. En sık glikolik asit ve TCA peeling’leri uygulanmaktadır. Son yıllarda azelaik asit, rezorsinol, mandelik asit, retinol, salislik asit, arbutin gibi birden fazla sayıda leke açıcı ajanın bir arada kullanıldığı kombine peeling uygulamaları yapılmaktadır. Bu uygulamaların en bilinen örnekleri enzim peeling, ve spot peeldir. Kombine peelinglerin en önemli üstünlüğü daha kısa sürede daha etkili olabilmeleridir. Tedaviye dirençli lekelerde bir diğer tedavi seçeneği lazer ve ışık sistemleridir. Q anahtarlı lazerler ve IPL bir süredir leke tedavisinde kullanılmak- tadır. Daha yeni lazer uygulamalar ise fraksiyonel lazer, düşük enerjili Q anahtarlı lazer, Q anahtarlı lazerler ile fraksiyonel lazer veya IPL’in birlikte kullanılması esasına dayanan kombine lazer uygulamalarıdır. Ancak hiçbir peeling veya lazer uygulamasının leke tedavisinde kesin ve kalıcı bir etki gösterdiği iddia edilemez. Leke tedavisi nerelerde yapılıyor, vücudumuzda yüzümüzde doğuştan var olan yada çeşitli nedenlerle sonradan oluşan lekeleri tedavi ettirmek için kimlerden yararlanmalıyız? Neden ? Leke sorunu olan bir kişinin başvurması gereken kişi bir dermatolog olmalıdır. Çünkü öncelikle lekenin ne tip bir leke olduğunu (melazma mı, lentigo mu, liken mi, postinflamatuvar yani bir işlem sonrası mı, ilaca mı bağlı vb) irdeleyecek eğitimi almış hekim dermatologdur. İnternette bir çok sitede lekeleri yok ettiği söylenen reçeteler paylaşılıyor. Bitkilerle, otlarla kendimiz karışımlar hazırlayarak lekelerimizi kendi kendimize tedavi edebilir miyiz? Evet ne yazık ki bu tür kanıtı olmayan bilgilerle yapılan işlemler çoğu zaman yarardan çok zarar getiriyor ve yine bunları da düzeltmeye çalışmak biz dermatologlara düşüyor. Ayrıca bu tür otlarla veya karışımlarla oluşan yan etkilerin düzelmesi de hiç de kolay olmuyor. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 67 sağlığımıziçin BU MEME PROTEZİ BENİM İÇİN UYGUN MU ? Prof. Dr. Sıdıka KURUL Plastik, Rekonstruktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Hacim, şekil, yer Hangi hacim, nasıl şekil, nereye protez? Göğüs çevresi 68-70 cm. olan, 45-50 kg. ağırlığındaki genç bir bayanda en küçük sütyeni dahi dolduracak meme dokusu yoktur. Yani neredeyse “memesi yoktur”. Oysa sokaktaki herhangi birisine kadını tarif et desek “meme” den başlayacaktır. Yani, meme kadın beden algılamasında hem kadının kendisi hem de çevresi için en önemli parametre gibi görünüyor. Meme küçük olursa ne olur? Kendine güvensizlik, dişi/kadın hissetmeme, utanma, bedeni saklama, karşı cinsten kaçınma. Herkes için değil ama çoğu ergen ve genç kadın için hisler bu yöndedir. Çözüm önerileri : A.SÜTYEN VE EKLERİ: “Küçük göğüsleriniz varsa, destekli sütyenlerden yardım alabilirsiniz. Bu sütyenlerin iç kısmında bulunan sünger, göğüslerinizi daha büyük gösterir. Push up sütyen modeller tercih edilirse , daha büyük değil daha dik duran göğüslere de sahip olursunuz. Böylelikle, kıyafetleriniz üzerinizde çok daha şık durur”. Söylemi her zaman doğru değil, Destekli sütyenin içindeki ma68 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 teryal, giysinin üzerinden dokunma ile sert hissedilir, ince veya bedene oturan giysilerle ve özellikle kadın hafif eğildiği zaman sütyen kenarı belli olur ve hiç de estetik değildir. Bu olumsuz sonuçları düzeltmek için değişik dolgu maddeleri kullanılmaktadır. Medical sıvı silikon jel malzemeleri, görünmez sütyen, şişme hava yastıklı sütyen, ayarlanabilir fincan sutyen, silikon pedler ile sorun çözümlenmeye çalışılmaktadır. Sütyen seçimi, çıkarılabilir destek ürünlerini yerleştirme, asimetri, kayma, bikini duruşunda çoğu zaman hiç de estetik olmayan görüntüler sık karşılaşılan sorunlar. Günümüzde çare, silikon meme protezi ile memenin büyütülmesi yönündedir. Memesi “nerdeyse yok”, ”çok küçük” olarak tanımlanan durumlarda işlem bir estetik ameliyat değil, neredeyse tümüyle yeni bir organ yaratmaktır. Zaten bu ameliyatın en güzel yanı da kadının ameliyathaneden odasına bir meme ile dönmesidir, yeni durum ”dramatik değişim” sözcükleri ile özetlenebilir. B. DOLGU MADDELERİ VE YAĞ ENJEKSİYONLAR Meme dokusu içine serum fizyolojik enjeksiyonu ile 1-2 günlük meme büyütme, son günlerde yeni bir yöntem imiş gibi “gecelik meme büyütme” şeklinde medyada yer aldı. Değişik kalıcı olmayan dolgu maddeleri meme büyütmede kullanılmıştır, dolgu maddesinin meme dokusu içine değil meme dokusu arkasındaki kas fasyası altına yapılması ve meme dokusunu öne doğru itmesi hedeflenmiştir. Enjeksiyonun tekrarlanması gerekir, asimetriye yol açabilir, granulom adı verilen sınırlı sertlikler oluşabilir. Ancak meme kanseri tanısında karmaşaya yol açabileceği düşüncesi ile çok fazla taraftar bulmamıştır. Yağ enjeksiyonu da meme büyütme amacı ile kullanılan bir yöntemdir. Hastadan liposuction ile elde edilen yağ dokusu doğrudan/süzülerek/ santrifüje edilerek/bazı işlemlerden geçirilerek meme arkasına enjekte edilir. Seçilmiş hastalarda (çok küçük olmayan memeler, ultrasonografi incelemesinde fibrokistik değişiklik tespit edilmeyenler, meme kanseri öykülü aileden gelmeyen bireyler vb) uygulanabilir. C. MEME PROTEZİ Silikon protez ile meme büyütme kalıcı ve kesin sonuç veren bir girişimdir. Bir meme büyütme ameliyatında doğallık ön planda olmalıdır. Yani olması gerektiği gibi, y ani sırıtmayan, yani “aaaa kızın protezlerine bak” dedirtmeyecek şekilde. Zarif kadın ile hafif kadın arasındaki ince çizgi daima zarif kadın tarafında olacak şekilde büyüklük, şekil ve kıvam olarak natürel memeler. Bunun için: 1. Uygun meme büyüklüğü talebi/rasyonel talep/uzlaşma: Meme büyütme ameliyatı düşünen genç kadınlar, istedikleri meme büyüklüğünü tarif etmede sıkıntı çekerler, genellikle 80-85 gibi sütyen numaraları söylerler. Burada iki önemli nokta unutulmamalıdır; göğüs kafesi çevresi 70 cm. olan birisi 85 sütyen giyemez. Ancak 70 veya 75 beden sütyenin değişik “cup size, A, B, C, D, DD” larını giyebilir(cu size meme çevresi ölçümü ile alakalıdır), yani 70A / 75Ayerine C, D veya DD harfleri ile ifade edilen büyüklükte meme, çoğu zaman bu uygundur. A harfi o sütyen numarası için en küçük meme boyutunu, DD en büyük meme boyutunu ifade etmektedir. 2. Uygun şekilde ve ölçülerde protez seçimi: Hastanın arzu ettiği meme büyüklüğü için uzlaşma önemli bir noktadır. Bunu belirleyen boy ve kilo, boy/kilo dağılımı, genel vücut yapısı gibi özelliklerin yanında mevcut memenin tabanı, yüksekliği ve meme yapısı meme büyüklüğünü dolayısıyla protez seçimini etkileyen faktörlerdir. Ameliyat öncesi nihai meme büyüklüğü konusunda hasta hekim uzlaşması, yani protez hacim ve şeklinin ortak kararı için pirinç testi (the rice test-içi pirinç taneleri dolu naylon kadın çorabı), Ziploc (içi serom dolu naylon torbalar) veya bilgisayar programları ile yapılan animasyonlar yardımcı olur. Deneyimli cerrah hastaya zaman ayırır ise genellikle nihai bu beden sorunu problemsiz halledilir.Önemli olan hastanın beklentisinin rasyonel olmasıdır.İrrasyonel beklentisi olan hastalara Plastik Cerrahlar mesafeli yaklaşır. Marketlerde çok değişik meme protezleri mevcuttur. Hacim, form ve baban çapı ve yüksekliği (kısa, orta, uzun), hastanın göğüs yapısına uygun, anatomik/yarı anatomik şekilde (biçim, form) ve yeterli projeksiyonda (basık, orta, kabarık) silikon jel, pürtüklü yüzeyli ve değişik kıvamlarda (yumuşak ve hafif sert ) protez seçilmesi doğal görünüme katkıda bulunacaktır. 3. Protezin uygun anatomik alana yerleştirilmesi: Öncelikli tercihin kas arkası olması beklenir. Protezin yerleştirilebileceği diğer seçenekler kas üzerindeki fasya altına veya meme arkasına şeklinde olabilir. Burada protezin üst kenarının belirgin olma ihtimali vardır, üst tarafta yavaş geçiş sağlayan anatomik protezler bu ihtimali ortadan kaldırabilir. Yine de protezin üst kenar belirginliğini, başka bir deyişle protezli meme görünümünü ortadan kaldıran, meme protezinin kas arkasına konmasıdır. Bir grup cerrah, protezi ikili plana (yukarda kas arkası, aşağıda meme arkası) yerleştirmektedir. Önemli olan doğal görünümü sağlayacak, o hasta için uygun anatomik planın seçilmesidir.Bu anatomik planlara ulaşmak için meme başı, meme başı altı oluğu veya koltuk altına yapılan 4 cm.lik cilt-cilt altı kesileri yeterlidir. Genel veya lokal+IV sedasyon anestezisi altında bu kesilerden girilerek aşağıdaki resimde görülen anatomik planlardan birine protezler yerleştirilebilir. Protez ile meme büyütme ameliyatının komplikasyon (istenmeyen sonuç) oranları düşük olmalıdır. Bunun için: • Ameliyat öncesi hazırlık: Hastanın genel sağlık bilgileri alınmalı, ameliyat öncesi kan tetkikleri ve meme ultrasonografisi yapılmalıdır. “Meme kanseri aile hikayesi” olan veya risk grubundaki kişiler bilgilendirilmeli, gerekirse genetik testler yapılmalıdır. • Ameliyat sırasında gerekli özen ve ameliyat sonrası bakım: Meme büyütme ameliyatı tecrübeli bir plastik cerrah tarafından yapıldığında, komplikasyon olasılığı çok düşüktür. Göğüs duvarının kabul ettiği bir büyüklük ve derinin belirli bir oranda esneme kabiliyeti vardır, bu toleransın çok zorlanması, istenmeyen sonuçlara, komplikasyonlara (dikiş açılması, kapsül kontraktürü gibi) yol açabilir. Komplikasyonlar arasında, kapsül kontraktürü, infeksiyon (iltihaplanma) ve kanama sayılabilir. Her meme büyütme ameliyatında silikon protez etrafında kapsül oluşmaktadır. Ancak ideal olanı bu kapsülün ince ve protez boyutlarına göre biraz bol ve gevşek olmasıdır. Meme büyütme ameliyatı en sık uyguladığım en favori ameliyatlarımdan birisidir. Sonuç olarak söylemek gerekir ise: Meme büyütme ameliyatı oldukça kısa, komplikasyon riskleri oldukça düşük, sonuçların hemen ortaya çıktığı bir ameliyattır. Hasta memnuniyet oranı %90 ların üzerindedir. Ameliyat öncesi detaylı muayene, hastaların beklentilerinin iyi analizi, ameliyat ve sonrası sürecin tüm adımları hakkında hastaların doğru/ayrıntılı bilgilendirilmesi ve bunların uygulanması , mevcut veriler ışığında uygun implant boyut/ şeklinin seçilmesi, kişiye özel ameliyat planlaması/uygulanması başarılı ve etkisi uzun yıllar sürecek bir meme büyütme ameliyatı için kaçınılmazdır. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 69 röportaj Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu: “YAPTIĞIMIZ İŞ İNSANA DOKUNMAK” Ankara’da yeni bir oluşum olarak kurulan Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü açıldı. Enstitü’de farklı alanlarda hizmetler ve danışmanlıklar verilecek, bunların arasında sağlık iletişimi de yer alıyor. Enstitünün kurucu direktörü Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, ‘’sormak, anlamak, bilmek için yaşam boyu öğrenerek ben de varım diyebilirsiniz” mottosu ile yola çıktıklarını ve yardım ya da rehberlik talebi ile kendilerine başvuran herkese destek olmayı amaçladıklarını söyledi. Hedeflerinin; insanların sağlığı ve mutluluğu olduğunu ifade eden Hablemitoğlu, farklı kaynak niteliğinde kitap ve dergi gibi yayınlarının da olacağını belirtti. Enstitü, bireylerin duygusal ve dü70 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 şünsel olarak kendilerini tanımasını, anlamasını ve doğru değerlendirerek yeniden yapılandırabilmesini; yaşamlarındaki sorunlar, kaygılar, sıkıntılar, karmaşalar, korkular ve endişeler karşısında varlıklarını başarı ile sürdürmelerini profesyonel bir bakışla desteklemek ve çözüm üretmek için kuruldu. Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nün kuruluş felsefesi nedir ve enstitüde hangi alanlarda çalışmalar yapılacak? Yaptığımız iş insana dokunmak. Akademide yıllardır yaptığım işi piyasa koşullarında yapacağım. Uzman bir aile danışmanıyım, eğitmenim. Yıllardır çeşitli kurum ve kuruluşlara eğitimler planlayarak çalışıyorum. Bütün bunları şimdi kendi adıma yapacağım. Ancak ve tüm bunların yanısıra Necip Hablemitoğlu adını yaşatmak için de çalışacağım. Çeşitli hedeflerim var. Örneğin, bundan sonra her 18 Aralık’ta Dr. Necip Hablemitoğlu adına her yıl bir kaç alanda seçici bir kurul çalışması yaparak ödül vereceğiz. Bunu çok önemsiyoruz. Akademide 29 yıl görev yaptım, bu yeterli bir zamandır benim gibi özgürlüğüne düşkün biri için. Son 6 yılda üniversitemde yoktan var ettiğim ve hem fiziksel mekan hem de akademik olarak yapılanmasını geliştirdiğim çok değerli bir Sağlık Bilimleri Fakültesi bıraktım geride, dolayısı ile çok müsterih ve mutlu ayrıldım. Ayrıca gördüm ki, ben kendi başıma esaslı bir akademiyim, öyleyse neden bunu daha geniş bir yelpazede hizmet etmek için geliştirmeyeyim dedim. Üniversitede son 12 yılda Dekanlık dahil hemen bütün yönetim kademelerinde çalıştım. Başta aile danışmanlığı olmak üzere özellikle evli ve evlenmeye hazırlanan çiftlere, çocuk sahibi ailelere ve ilişkilerini güçlendirmek isteyen bireylere yönelik danışmanlık ve destek hizmetleri sunmayı amaçlıyoruz. Hablemitoğlu Enstitüsü olarak yardım ve rehberlik talebi ile bize başvuran herkese destek olmak hedefimiz. Yaşam boyu öğrenerek ben de varım diyebilmek için, dileyen herkesi bizimle işbirliği yapmaya davet ediyoruz. Kurumsal, bireysel ve grup çalışmaları kapsamında ‘’tematik seminerler ve eğitimler’’ planlıyoruz. Hedef grubumuz eğitimlerimizde kendisine, ruhuna yatırım yapmak, daha fazla mutlu olmak için kendini ve yaşamı anlamaya çalışan ve bunun için destek arayan tüm bireyler. Gençlere kapımız hep açık, her zaman bizimle olabilirler. Ayrıca Hablemitoğlu Enstitüsü kitap ve dergi gibi çeşitli yayın faaliyetleri de yürütecek. Enstitünün bir logosu var, “He” olarak belirlenmiş. Nasıl belirlendi? Aslında fikir şu; Hablemitoğlu Enstitüsü, yani biz kısaca, “He”. Enstitü dememizdeki amaç ise, eğitim ve akademik bir perspektiften üretmek. Hablemitoğlu Enstitüsü’nün hizmet vereceği alanlar ve konular değerlendirildiğinde; enstitünün sizin akademik uzmanlığınız kapsamında olan konular üzerine mi temellendiriliyor? Enstitünün, ağırlıklı olarak benim akademik kariyerime odaklı bir çalışma ve hizmet yapısı var. Yanı sıra sağlık iletişimi, etkili iletişim ve konuşma teknikleri gibi konularda alanında uzman ve tanınmış muazzam isimlerin desteği ile çalışmalar planladık. Sırayla duyurularımız olacak. Özellikle ‘’sağlık sektöründe sürdürülebilir ekip başarısı, dönüşümcü liderlik, sağlık iletişiminde sosyal kapitali anlamak ve kullanmak’’ gibi kurumsal tematik eğitimlere dayalı konuları da çalışmalarımız arasına aldık. Bu konularda özellikle iddialıyız. ‘’Sağlık İletişimi’’ nedir? Kısaca söylersek, sağlık iletişimi bir iletişim stratejisidir. Amacı çeşitli sağlık sorunları ile ilgili bireyleri, kurumları ve toplumu bilgilendirmek ve farkındalık yaratmaktır. Sağlık iletişimi kapsamında hastalıkları önleme, sağlığın geliştirilmesi, sağlık politikası ve yaşam kalitesinin arttırılmasına ilişkin tüm eğitici, bilgilendirici etkinlikler yer almaktadır. Bireylerin ve toplum sağlığının geliştirilmesi, sağlıkla ilgili davranış değişikliği için iletişim uygulama ve faaliyetlerinin tümüdür. Hangi konuları sağlık iletişimi başlığı altında değerlendirebiliriz? Esasında sağlık iletişimi adı altında o kadar çok etkinlik sayılabilir ki… Bunların başında klasik iletişim de gelmektedir, örneğin sağlıkla ilgili tüm mesajların ve anlamlarının belirli formlardaki sembolik etkilerinden yararlanılan hepimizin bildiği ‘’kamu spotları’’ bu kapsamdadır. Yanı sıra sağlıkla ilgili inanç modellerinin, davranışların ve bunların sonuçlarının birbiri üzerindeki etkilerini ortaya koymaya çalışan teori, araştırma ve uygulamaları anlaşılır tekniklerle tanıtma ve açıklamaya dayanır. Sağlığın geliştirilmesi, korunması ve sürdürülmesi sağlık iletişiminin temel konularıdır. Toplum ve sağlık çalışanları açısından sağlık iletişiminin önemi nedir? Sağlık iletişimi dendiğinde son yıllara kadar genellikle doktor, hemşire ve diğer sağlık çalışanları ile hastalar, hasta yakınları arasındaki iletişim anlaşılmaktaydı. Daha sonra buna hasta haklarının korunması bağlamında kurulan etkileşim de dahil edildi. Oysa bugün sağlık iletişiminin sağlık hizmetinin önemli bir parçası olarak ayrı bir uygulama ve uzmanlık alanı olduğunu konuşuyoruz. Çünkü sağlık sadece hastalık ya da engelli olmamakla tanımlanabilecek bir değer değil, sağlık; fiziksel, psikolojik ve sosyal tam bir ‘’iyilik hali”dir. Dolayısıyla bugün sağlık iletişimi dediğimizde “hastalıkların önlenmesi” amacı yerini “sağlığın desteklenmesi ve yaşam kalitesi’’nin yükseltilmesi hedefine bırakmıştır. Bu değişim iletişimin kaçınılmaz biçimde önem kazanmasına neden olmuştur. Sağlı- ğın desteklenmesi ya da geliştirilmesi sürecinde sağlığın öznesi artık tek başına hekimler ya da diğer sağlık çalışanları değildir. Toplum ve bireyler sağlığın asıl kaynağıdır. Tıp bilimi ve eğitimi insanların davranışlarını, sağlıkla ilgili seçimlerini ve sağlık politikalarını dikkate almak zorundadır. Bu yapısal dönüşüm içinde sağlık daha fazla toplumun denetiminde olmalıdır. Bu durum artık her düzeydeki sağlık çalışanlarının toplumla, kurumlarla ve bireylerle iletişiminin her zamankinden daha farklı olmasını gerektirmektedir. Toplum sağlığı açısından sağlık iletişiminin önemi nedir? Toplumda sağlıklı yaşam biçiminin yaygınlaşması için bireylerin bunu benimsemelerine ve yaşam biçimine dönüştürmeleri, bir dizi davranış değişikliğine dayanmaktadır. Davranış değişikliği yaratmak zaman alan bir süreçtir. Reçete yazmak ya da çeşitli tedavi yöntemlerini uygulamakla gerçekleşmez. Örneğin; çevre sağlığı, işçi sağlığı gibi konularda yasal düzenlemeler çok işlevsel olmakla birlikte tek başına yeterli değildir, bunun önemi, yararlı sonuçları topluma ve bireylere anlatılarak ikna edilmelidir. Sağlıklı davranışların yaygınlaşabilmesi toplumun ve bireylerin benimsemesi ile mümkündür. Bu noktada sağlıkla ilgili tüm mesajların topluma kolay algılanabilir ve anlaşılır biçimde, bilgi gereksinimlerini karşılamayı sağlayan bir dille en uygun içerik ve yöntemlerle iletilmesi önemlidir. Toplumun sağlıkla ilgili konularda duyarlılığını artırmayı ve en temel sağlık bilgilerinin yaygınlaştırılması doğru bir sağlık iletişim stratejisi kullanılarak gerçekleştirilebilir. Örneğin AIDS konusunda toplumun duyarlılığını artır- SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 71 mak için temel bulaşma ve korunma yollarına ilişkin bilgilenme iletişimin temel amacıdır. Ya da sigara bırakma ile ilgili düzenlenecek kampanyalar sigara kullanmanın karşısında bir toplumsal duyarlılık oluşturmayı amaçlayarak sonuca ulaşmalıdır. Burada özellikle söylememiz gereken önemli bir nokta var, genel olarak sigaradan toplumu koruma ile ilgili iletişim kampanyaları bireylerde bir korku dalgası yaratarak sigara kullanmaya ilişkin duyarlık yaratmayı hedeflemektedir. Bu noktada vurgulanması gereken önemli bir konu var, sigara reklamları yasaklandığı için sağlık iletişimi faaliyetleri daha rekabet edebilir bir zeminde sürdürülmektedir. Ancak özellikle bebeklerin anne sütü ile beslenmesine ilişkin alışkanlık yaratmaya yönelik sağlık iletişimi kapsamında pek çok kampanya yürütülmektedir. Bu kampanyalar hazır bebek mamaları ve ek besinlere yönelik pazarlama faaliyetlerinden daha etkin olmak zorundadır. Çünkü farkındalık ve duyarlılık yaratmak uzun soluklu bir çalışma gerektirir. Bu kimi zaman maliyetleri artırsa da ilerleyen zamanda daha kalıcı sonuçlara ulaşmayı sağlar. Topluma yönelik sağlık iletişimi çalışmaları, bilgilendirmeye ve davranış değişikliğine yöneliktir. Burada sivil toplum örgütlerinin desteği de çok önemlidir. Hastaneler, sağlık iletişimini nasıl değerlendirmelidir? Hastaneler sağlık iletişiminden çeşitli boyutlarıyla yararlanabilirler. Halkla 72 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 ilişkiler ve hasta hakları birimleri aracılığı ile hastaları yüz yüze bilgilendirme ve tanıtım faaliyetlerinin yanı sıra, web ve akıllı telefon uygulamaları, sosyal medya olanaklarından yararlanabilirler. İletişim yaşamın akışı içinde hepimizin ihtiyacı, sağlık çalışanları ve hastalar ile hasta yakınları arasında köprü kurarak karşılıklı anlaşılabilirliği arttıracağından, Malpraktis’ten tutun da çeşitli maliyetleri azaltması açısından etkili ve gerekli. Sağlık çalışanlarının lisans eğitimleri içinde özellikle sağlık iletişimi en azından bir ders olarak yer almalıdır. Hastanelerde zaman zaman sağlık iletişimi eğitim programları düzenlenerek konu gündemde tutulmalıdır. Medyadaki sağlık haberleri nasıl olmalıdır? Medyanın sağlık iletişimindeki rolü nedir? Medyanın bütün çeşitleri içinde sağlık iletişimi sorumluluk içermelidir. İletilecek bilgi, çeşitli sağlık uygulama ve tedavi önerilerinin hastaların haklarını ihlal edebilme olasılığı yüksektir. Son yıllarda televizyonlarda giderek popülaritesi artan doktor ve sağlık programları bu kapsamda pek çok kötü örnekle insanları etkilemekte ne yazık ki... Özellikle görsel medyada sağlık iletişiminin etkin ancak doğru olmayan bir biçimde kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Özellikle ev kadınlarını hedefleyen programlarda iletilecek bilginin bütün aile bireylerini etkileyeceği hiç bir zaman unutulmamalı. Sorumluluk altı kalın kalın çizilmesi gereken duyarlıkların başında geliyor. Sağlık alanındaki gelişmeleri değerlendirdiğinizde, sağlığın geleceği açısından sağlık iletişiminin önemi nedir? Son yıllarda sağlık iletişiminin teknolojinin de gelişmesi ile birlikte konvansiyonel iletişimin dışına çıkması söz konusu. Özellikle dijital sağlık ve sosyal medya uygulamaları, çeşitli sektörlerde ve çeşitli hedeflere yönelik olarak sağlık iletişiminin boyutlarını genişleterek bambaşka bir yapı ortaya koymuştur. Bu durum biraz daha geliştikçe ve benimsendikçe sağlık iletişimi açısından bir fırsat ve sağlığın geliştirilmesi için hızlı bir değişim olarak kabul görecektir. ‘’Sağlık İletişimi’’ konusuyla ilgili son olarak eklemek istedikleriniz neler? Sağlık iletişimi ülkemizde önemi yeni fark edilmeye başlanan bir alan, doktor, hasta, medya çalışanları, sağlık alanında eğitimci olan herkesi kapsıyor. Teknolojinin de desteği ile vazgeçilmez olma yönünde bir ivme kazandı. Sağlık okur-yazarlığını da içine alacak bir biçimde özellikle iletişim fakültelerinde ana bilim dalı olmayı, disiplinler arası araştırmalarla desteklenmeyi hak ediyor. Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nü hablemitoglu.net web sitesinden, @ hablemitoglu_ae Twitter hesabından ve facebook.com/HaEnet sayfası üzerinden izleyebilirsiniz. sektörden ELLERİN BÜYÜSÜ İSTANBUL’DA! Dünyaca ünlü Plastik Cerrah Prof. Dr. Hans Zilch’in özel koleksiyonundan oluşan ve Pharmactive İlaç desteği ile İstanbul’a getirilen “Ellerin Büyüsü” resim ve heykel sergisi, düzenlenen açılış kokteyli ile sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Pharmactive, sponsorluğunda gerçekleşen 2015 yılının en büyük sanat etkinliklerinden “Ellerin Büyüsü” Sergisi, 3-28 Haziran 2015 tarihleri arasında tüm sanatseverleri İstanbul Odeabank’ın yeni sanat platformu O’Art’a bekliyor. Dünyaca ünlü Plastik Cerrah Prof. Dr. Hans Zilch ve Pharmactive İlaç Genel Müdürü Köksal Ülgen serginin açılışında hazır bulundu. Ülgen, Pharmactive İlaç olarak sergiye sponsor olmaktan ve bu değerli eserleri İstanbullu sanatseverlerle buluşturmaktan mutluluk duyduklarını belirterek; “Ellerin Büyüsü resim ve heykel sergisi, çok değerli sosyal sorumluluk projelerimiz arasında yer alıyor. Prof. Dr. Hans Zilch’in bu özel koleksiyonu şu ana kadar İzmir’de, Ankara’da, Antalya’da sergilendi. Bu seçkin eserleri, şimdi de İstanbul’da siz değerli sanatseverlere sunuyoruz‘’ dedi. İlk kez Berlin Üniversitesi’nde hocalık yaparken ünlü sanatçıların ellerle ilgili orijinal eserlerini biriktirmeye başlayan Prof. Dr. Hans Zilch’in 30 yılda oluşturduğu koleksiyonu, gittiği her ülkede aynı isimle sergileniyor. Prof. Zilch’in “Ellerin Büyüsü” adlı koleksiyonunda; Pablo Picasso, Auguste Rodin, Salvador Dali, Eugène Delacroix, Le Corbusier, Man Ray, Joseph Beuys, Georg Baselitz gibi dünya sanatına yön veren efsane sanatçıların eserleri yer alıyor. Pharmactive İlaç’ın desteği ile gerçekleştirilecek sergide toplam 60 eser bulunuyor. Prof. Dr. Hans Zilch’in Ortopedinin yanı sıra, Romatizma ve Fizik Tedavi uzmanlığı da bulunuyor. Prof. Dr. Zilch’in tanınmış hastaları arasında Almanya Şansölye Yardımcısı ve Enerji ve Ekonomi Bakanlığı‘nda halen görevini sürdüren Sosyal Demokrat Parti Başkanı Sigmar Gabriel de yer alıyor. Ellerin Büyüsü koleksiyonunda kendisini motive eden şeyin, henüz genç bir doktorken el cerrahisine duyduğu ilgi olduğunu belirten Prof. Dr. Zilch; “Travma sonucu zarar görmüş bir eli tekrar fonksiyonel ve estetik bir forma sokma olasılığı beni heyecanlandırıyordu. Bu dönemde kişilik ve eller arasındaki ilişkinin anlamını keşfettim. Bazı İnsanlar travma sonrasında ellerini saklar, ellerinden utanırlar ve içe kapanırlar. Sonrasında, sanatsal el figürleri ve finansal olarak mümkün olduğunca sanat eserleri, takvim yaprakları ve posta kartları toplamaya başladım. Berlin’de Freien Üniversitesi öğretim üyesi olduğum sıralar el cerrahisi özel bölümünü yayınlarken, bu sanatsal koleksiyona başladım. Ellerin sanatsal yorumu benim için heyecanlandırıcı oldu ve bu virüs bana bulaştıktan sonra hiçbir tedavi mümkün olmadı” dedi. Emeklilik yaşamını elin sanata yansıması konulu eserlere ayıran Prof. Dr. Hans Zilch’in koleksiyonu Mönchehaus-Museum (Kesisevi Müzesi), Goslar Şehir Müzesi ve Hameln Sanatevi’nde sergilendi. Koleksiyon içinden seçilen bazı eserler Berlin ve Davos’ta da yer aldı. İbrahim Karaoğlu küratörlüğünde gerçekleşen “Ellerin Büyüsü“ sergisi, ilk kez İzmir’de Saya Grup’un inşaat sektörü bünyesindeki Folkart Sanat Galeri’sinde sergilenmeye başlandı. Daha sonra Ankara ve Antalya’ da sanatseverlerle buluşan sergi İstanbul’dan sonra Temmuz ayında Hamburg’da sergilenecek. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 73 röportaj Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sinan CANAN’dan KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER Kitabınızın adı ne anlama geliyor? Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler, yaklaşık 10 yıl kadar önce yazdığım bir yazımın başlığı idi. Bu yazı, biraz genişletilmiş haliyle kitabın son bölümlerinde de yer alıyor. Yazının konusu, özellikle kaos kuramı ve karmaşıklık bakış açısıyla, daha önceden zamanla bilinebileceğine inandığımız bir çok şeyin neden “bilinemeyeceği” üzerineydi. Bu başlığı kitaba isim olarak seçmemiz de özellikle bu fikrin kitabın ana temalarından birisini oluşturmasından dolayı oldu. Yoksa kitapta “kimsenin bilemeyeceği şeyleri” yazmak gibi bir iddiam yok, zira ben de bir kimseyim neticede... 74 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Bir sinirbilimci olarak neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı duydunuz? Sadece sinirbilimci değil, köken olarak bir biyolog, okumaya meraklı bir insan, inançlı bir Müslüman ve kendini sürekli eksik hisseden birisiyim. Bu eksikliğimi tamamlamak için bildiğim en iyi yol okumak, düşünmek, yazmak ve diğer insanlarla konuşmak. Bu kitap da yıllar içinde bu amaçla aldığım notların derlenmiş hali aslında. Amacım, özellikle gençlerin, başta din-bilim meselesindeki kafa karışıklığına kendimce bazı çözümler önermek, bilimi olabildiğince çok insana, özellikle de bilimle ilgilenmeyen insanlara sevdirmek, inançlı insanların esas görevinin araştırmak ve bilmek olduğunu hatırlatmak ve nihayet, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen bilimsel dönüşümlerin düşünce dünyamız üzerine yapması gerektiğini düşündüğüm etkileri olabildiğince hızlandırmaktan ibaret. Cevaplardan ziyade üzerinde düşünülebilecek sorular sormaya, düşünmeye yatkın zihinlere ileride büyük fikirlere sebep olabilecek küçük düşünce tohumları atmaya çalışıyorum aslında. Kitabınıza olan ilgi sizce nasıl? Kitaba olan ilgi benim tahminlerimin oldukça üzerinde başladı. Çıkalı iki ay geçtiğinde üçüncü baskımızı yapmak üzere hazırlıklar başladı. İnşallah böyle devam eder ve ümit ediyorum ki ben de bu ilgiye layık bir çizgide devam edebilirim. Aldığım geri bildirimlerden anladığım kadarıyla kitapta en çok ilgi çeken konu, öncelikle yazılış üslubuyla ilgili. Konuştuğum gibi yazmaya gayret ediyorum ve yaklaşık 10 yıldır sürekli yaptığım halka açık konuşma ve konferansların neticesinde sanırım bilimi halk diline tercüme etme konusunda biraz birikim kazandım. Onu olabildiğince kitabıma da yansıtmaya gayret ettim. Bu açıdan çok olumlu dönüşler aldım. Kitapta bir çok netameli konuya da dokunmuş olmama rağmen sanırım derdimi anlatabilmişim. Çok az olumsuz dönüş dışında genelde oldukça cesaretlendirici ve mahcup edici geri dönüşler aldım. Olumsuz olanlar ise daha ziyade ideolojik yahut mezhebi duruşlar nedeniyle oluyor ve sanıyorum sloganların ötesinde bir masa etrafında konuşulsa anlaşılmayacak meseleler değil. Medyada da sıklıkla yer alıyorsunuz, gerek orada anlattığınız konular, gerekse kitapta ele aldığınız başlıklar karşılığında nasıl tepkiler alıyorsunuz? Dediğim gibi, genelde olumlu. Fakat bana sorulan genel bir soru: “Neden her şey hakkında konuşuyorsunuz?” yahut “Neden sürekli dini konulara giriyorsunuz?” şeklinde. Birincisi, bir insan olarak bir kere yaşayacağım ve eğitimimin yahut diplomamın bana sınır koymasına izin veremem. İlgilendiğim her alanda ise yazıp çiziyorum, yanlış bir şey söylüyorsam elbette tartışmaya açıktır; zira zaten tartışma olsun, fikirler gelişsin diye yazıyoruz. Dini konulara gelince, ben sürekli girmiyorum ama konularda da konuşabilme özgürlüğüne sahip olduğumu düşündüğüm için olacak, bu tip meselelerdeki sorular sıklıkla bana soruluyor. İnsanların dünyayı merak etmek yerine “öteki tarafı” merak etmesinin tuhaflığını sıklıkla vurgulayıp gözleri bilime ve bilmeye çevirmeye çalışıyorum ama, inanan bir insan olarak inanç konusuna da duyarsız kalamam. Din, inanan bir insan için, mesleği ne olursa olsun, uzmanlaşması gereken bir alandır ve ben de elimden geldiğince hayatımın anlamına dair uzmanlık geliştirmeye çalışıyorum. Kitabınızın alışılmışın dışında bir yapılanması var. Biraz bilgi verir misiniz henüz okumamış olanlar için? Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan Bize Dair bölümünde, biyolojimizden ve beynimizin yapısından yola çıkarak insana, dile, anlama ve iletişime dair görüşlerimi bir araya toplamaya çalıştım. İkinci bölüm, “Bilim ve İnanca Dair” başlığını taşıyor ve özellikle din-bilim sorunu, evrim mi yaratılış mı gibi tartışmalara mantıklı bir çıkış yolu bulmaya çalışıyorum. Kitabın en çok tartışılan v geri dönüş alığım kısmı da tahmin edersiniz ki bu bölüm. “Kaosa dair” başlıklı üçüncü bölüm ise kaos ve karmaşıklık bilimi, fraktal geometri, tabiatın biçimleri, kenar etkisi, kaos felsefesi ve konuyla ilgili hayatımızı doğrudan ilgilendirdiğini düşündüğüm çıkarımlarımı içeriyor. Bu bölümde de yine özellikle eğitimci arkadaşlarımızdan çok olumlu yorumlar aldım. Sanırım bu kısmı genişletmem ve müstakil bir kitap olarak yayınlamam gerekecek. Devam kitabı yazmayı düşünüyor musunuz? Bu tip derleme tarzı kitapları yine yazma niyetim var. Fakat şimdi sırada [n]Beyin kitabı ile müstakil bir Kaos kitabı var. Onlar üzerinde çalışmaya çalışıyorum. İnşallah 2015 yazında bitirme ve piyasaya çıkartma niyetim var. Ardından daha ziyade gençlere yönelik içeriklerle yazarlığa devam etmeyi arzu ediyorum, ömrümüz ve imkanımız olduğunca elbette... Kitabın üzerinde bir [n]Beyin logosu görüyoruz. Acaba bu [n]Beyin konularını da içeren başka kitapların çıkacağının da bir işareti mi? Evet, planımız bir seri halinde [n] Beyin kitapları çıkartmak. Beynimizin gizemli dünyasını anlatan kitap- Doç. Dr. Sinan CANAN larımız dışında “kullanım kılavuzu” şeklinde tabir edebileceğimiz pratik kitaplarımız da geliyor. Ama şimdilik çok fazla ipucu vermeyelim. İnşallah 2016 itibariyle kitaplarımızı raflarda görmeye başlayacağız. [n]Beyin ile bundan sonra neler yapmayı planlıyorsunuz? [n]Beyin aslında bir bilimsel anlatı olarak başladı ve bu yolla Türkiye’nin bir çok merkezinde, başlıca üniversitelerinde ve kamu kurumlarında binlerce insana ulaştık. Bu gün [n]Beyin artık bir eğitim ve araştırma grubu haline gelmiş durumda. Farklı disiplinlerden araştırmacılarımız, sanatçı arkadaşlarımız ve öğrencilerimizle beynimizin, zihnimizin ve yaşantımızın gizemlerini açacak anahtarlar geliştirmekle ve bunları herkese sunabilmekle ilgileniyoruz. Alışılageldik tek taraflı bir bilgilendirme yerine, eğitimler ve alan çalışmaları ile, beynimizi ve hayatımızı daha olumlu bir yönde değiştirmenin yollarını araştırıyor ve bunları çeşitli vesilelerle [n] Beyin dostları ile paylaşmaya gayret ediyoruz. Yakında medyada daha çok göreceğinizi zannettiğim [n] Beyin, çok fazla örneği olmayan bir yapılanma olarak, geleceği bilim ve sanatla şekillendirmenin yollarını araştıran, öğrendiği her şeyi insanların hizmetine sunmayı amaç edinmiş bir okul olarak şekilleniyor. Türkiye şartlarında tam olarak nasıl evrileceğini bilmesek de, hepimiz oldukça heyecanla çalışıyoruz. Güzelliklerde birleşenlerin güzellikler doğuracağına olan inancımızla yolumuza devam ediyoruz. Bizi izlemeye devam edin. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 75 haber 2.ULUSAL SAĞLIK HUKUKU KONGRESİ Malpraktis davalarında ciddi artışa sebep olduğunu dile getirdi. Adli Bilimciler Derneği tarafından Gaziantep’te Onursal Başkanlığını Harran Üniversitesi Önceki Rektörü Prof. Dr. İbrahim Halil Mutlu’nun yaptığı ve Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yener Ünver ile Adli Bilimciler Derneği Başkanı Prof. Dr. İ. Hamit Hancı’nın başkanlığında 2. Sağlık Hukuku Kongresi gerçekleştirilmiştir. Kosova Anayasa Mahkemesi Üyesi Dr. Altay Suroy’un Sağlık Hukuku ile İlgili Kosova Anayasa Mahkemesi Kararları konulu bildirisi Av. Sadık Sinan Yılmaz tarafından katılımcılara aktarılmıştır. Dr. Suroy, 2008 yılında bağımsızlığını ilan eden Kosova’da, 13 Aralık 2012 de Sağlık hukuku kanununun onaylandığını bu çerçevede kamu da çalışan doktor ve sağlık çalışanlarının özel sektörde çalışmasının yasaklandığını belirtti. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gürol Cantürk, Tıbbi Uygulama Hatası İddialarında Otopsinin Önemi konulu bildirisinde özellikle ölümlü Malpraktis davalarında adli otopsinin önemini, otopsinin sadece neyin olduğunu değil neyin olmadığını da açıklamak için gerekli olduğunu söyledi. Tıbbi Malpraktisin hekimin tedavi sırasında standart uygulamayı yapmaması olduğunu, bu durumda 3 çeşit insan , çevre ve tıbbi cihazlara bağlı faktörlerin varlığını ekleyerek, Hastaların tedavide iyi sonuç beklentisinin artmasına bağlı olarak toplumda artan hassasiyetin tıbbi 76 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Etik A.D Başkanı Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu, Tıbbi Etik’ten, Tıbbi Hukuk’a Tıbbi Eylemler konulu bildirisinde etiğin iyiyi-kötüyü inceleyen felsefenin alt dalı olduğunu hekimlik mesleğinin icrasının hekim-hasta arasındaki güvene dayandığını ancak bu güvenin hekimin bilgi ve becerisinin mevcut olmasına rağmen kimi zaman hastanın iyileşmesi için yeterli olmadığını kaydetti. Yargıtay Üyesi Hakim Battal Yılmaz, “Hekimin Hukuki Sorumluluğunda Yargıtay Uygulaması” konulu bildirisinde hekimin hukuki sorumluluğunun hukukumuzda vekalet ve eser sözleşmesi olarak değerlendirildiğini, hekimin borçlarının neler olduğu, tıbbi müdahaleden doğan zararların maddi ve manevi zararları olduğunu, sağlık kurumlarının sorumluluğu olduğunu, özel hastane sorumluluklarını açısından ise tüketici mahkemesinin görevli olduğunu ama parasal sınır kapsamında tüketici hakem heyetlerinin görevleri kapsamına girmemesi gerektiğini, kamu hastaneleri açısından idari yargı yoluna başvurulabileceğini, açılan davalarda ispat yükümlülüğünün hekime ait olduğunu zaman aşımı bakımından 147. Madde gereğince 5 yıllık zaman aşımı, eser sözleşmesinde ise 2 yıllık zaman aşımının mevcut olduğunu söyledi. Adli Bilimciler Derneği Sağlık Hukuku Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zerrin Erkol’un başkanlığında konuşan Nesep Tayini konusunda yapan Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü’nden Doç. Dr. Yeşim Doğan, 1985 yılından beri genetik kimliklendirmenin yapıldığını, DNA analizlere akrabalık derecelerinin dahil edilebildiğini belirtti. Ankara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü’nden Ebe İnci Yağmur Tezbasan, “Ebelerin Yasal Sorumluluğu” konulu bildirisinde şunları söyledi: “Ebelik tarihin en eski mesleklerinden biridir. Sağlık Bakanlığı’na göre ebe; ana-çocuk sağlığı hizmetlerini yürüten, doğum öncesi, doğum, sonrası hizmetleri veren, doğum yaptıran 0-6 yaş grubu çocuk beslenme ve aşıları yapan, aile planlaması, kişisel temizlik kuralları, ilk yardım, bulaşıcı ve sosyal hastalılardan korunma savaşla ilgili konularda bireye , aileye, topluma sağlık eğitimi veren , doğum, ölüm istatistik verileri toplayan , değerlendiren kamu kuruluşları ile gerekli işbirliğini sağlayan insani ve ahlaki davranışları ile örnek, sağlık bakanlığınca tescil edilmiş bir okuldan mezun olan meslek mensubudur. Ebelik mesleğini yapan her ebenin mesleki sorumlulukları ve bu sorumlulukların hukuki boyutu vardır. Bu hukuki sorumlulukların doğması için ebenin mesleğini icra ettiği sırada haksız olarak bir hastaya maddi veya manevi zarar vermiş olması gerekmektedir. Her ebenin yasal sorumluluklarını bilmesi ve mesleğinin hukuki boyutuyla karşı karşıya geldiği zaman izleyeceği yol hakkında bilgi sahibi olması gerekir.” Dünyanın en önemli beyin cerrahlarının katıldığı Türk Nöroşirürji Derneği’nin 29. Bilimsel Kongresi Antalya’da gerçekleştirildi. Beyin cerrahisindeki son gelişmelerin masaya yatırıldığı kongrede, Türk Nöroşirürji Derneği ve Amerikan Beyin Cerrahisi Derneği CNS arasında 10 yıllık bilimsel işbirliği anlaşması imzalandı. Anevrizma ve beyin tümörlerinde, ameliyatların artık kafatası açılmadan kasıktan katater ile girilerek yapılabildiğini belirten CNS yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Aclan Doğan, “her yıl değişen stent teknolojisiyle artık çok daha kolay bir şekilde hem anevrizmayı hem de tümörleri tedavi edebiliyoruz. Kafatasını açmadan kasıktan girip beyne ulaşıyoruz. Böylelikle hastalarımız daha az risk alış oluyor”. dedi. Türk Nöroşirürji Derneği Başkanı Prof. Dr. Zeki Şekerci ise; “Türkiye, yapılan başarılı çalışalar sayesinde doğu ile batı arasında körü görevi üstleniyor. “Kök Hücre Nakli Çalışmalarında Aşama Henüz ‘Güvenli Midir?, Değil Midir?’ Sürecinde” CNS Başkanı Prof. Dr. Nathan Selden; “ABD’de Türk beyin cerrahı ile de birlikte çalışıyorum. ABD’deki eğitim sistemlerinde Türklerin tecrübelerini kullanarak bunu dünyaya yaymayı istiyoruz. CNS’in ana görevi dünyada nöroşirürji eğitimini düzelterek ve dünya çapına yayarak hastaların daha iyi sonuçlar almasını sağlamak» diye konuştu. Prof. Dr. Aclan Doğan Sinir sistemi ve kök hücre çalışmalarıyla ilgili ise; “Beyin ve omurilik has- haber BEYİN AMELİYATLARI ARTIK KASIKTAN YAPILABİLİYOR talıklarında kök hücre nakli çözüm olarak görülebileceğini düşünen bilim adamları yıllardır kök hücre çalışmaları yapıyor. Ben de bu konu üzerinde yıllardır çalışmalar yapıyorum. Kök hücre vermek güvenli midir ilk aşama bu konu üzerinde çalışmaların sonuçlanması gerek. Etkili olmasından öte güvenli olup olmadığına bakmalıyız. Ciddi olarak çalışılmadan yalnızca popilist yaklaşımlarla kullanılması doğru değil. Çin’de, Bulgaristan’da hastaları yürüttüler şeklinde haberler çıkıyor ve bu tip söylemler hastaları hayal kırıklığına uğratabiliyor.” “Türkiye Bulunduğu Bölgede Oldukça Etkili” Basın toplantısında söz alan CNS Başkanı Prof. Dr. Nathan Selden; “Bu yıl Eylül sonunda ABD’de yapılacak CNS Kongresi için Türkiye’den 100’ün üzerinden çalışmanın gönderildiğini belirterek “Bu çalışmalar kongremizde paylaşılacak. Türk beyin cerrahlarının düzeyi çok iyi ve bölgede çok etkili olmaları bizim böylesi bir işbirliği imzalamamızda etkili oldu” dedi. SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 77 film TempleGrandin Dr. Özlem Oğul Film hala hayatta olan Amerikalı hayvan bilimi uzmanı, Colorado Devlet Üniversitesi’nde profesör, yazar, otizm aktivisti ve hayvancılık sektöründe hayvan davranışları alanında danışman olan otizmli Temple Grandin’in biyografik filmidir.Beyaz perdede gösterimi olmayan film belgesel amaçlı TV filmi olarak yayınlanmıştır.Hikaye 4 yaşına kadar annesinin tüm çabalarına rağmen konuşamayan, sarılmaktan hoşlanmayan, farklı tepkiler veren Temple’nin yine annesinin durumu farkedip doktora götürmesi sonucu otizmli olduğunun anlaşılmasıyla başlıyor.İlerleyen yaşlarda sarılma ihtiyacını gidermek için kendisi için yine kendisinin hazırladığı düzenek günümüzde hala otizmli çocuklar için de kullanılıyor. Evreni farklı algılayıp dolayısıyla da farklı tepkiler geliştirdikleri için toplum tarafından ‘’eksik’’, bu filmde olduğu ‘’ucube’’ vb. yakıştırmalarla yaşam alanları kısıtlanan, dışlanan, son derece hassas olan otizmlilerin ve ailelerinin gerçeklerinin neler olduğu konusunda eğitici ve öğretici de olan filmde çok sık duygu geçişleri yaşıyorsunuz.Acı, mutluluk, sevgi, öfke, hırs, mücadele...her şey çok iç içe.. 78 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 Temple’in kendisinin eksik değil farklı olduğunu anlatma çabaları, fikirlerine, düşüncelerine duyarsız kalınması, gittiği her kapıdan kovulması karşısında Temple ne kadar üzülüyorsa, siz de o kadar çileden çıkıyorsunuz izlerken..Gereksiz bürokratik engeller, cinsiyet eşitsizliği ve fırsat eşitsizliğine de ince göndermeler yapılmış. Filmde çocuğunun farklılığının farkında olup bunu kabullenen, evladını destekleyen, bir adım daha ileriye götürmek için çabalayan ilgili ve bilinçli bir ebeveynin otizmli bir çocuk için ne kadar hayati olduğu, ayrıca eğitim hayatında da gerçek bir eğitimci tarafından otizmli bir çocuğun özel yeteneğinin farkedilmesinin, o alana yönlendirilip desteklenmesinin bu çocukların başarılarında ne kadar önemli olduğu çok güzel işlenmiş. Temple Grandin bu anlamda şanslı bir otizmli.Dolayısıyla bu sahnelerde her otizmlinin Temple Grandin kadar şanslı olamadığı gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz maalesef..Müthiş bir görsel zekaya sahip olduğu bilim öğretmeni tarafından keşfedilen Temple Grandin annesi ve öğretmeninin destekleriyle üniversite eğitimini çok sevdiği hayvanlar üzerine yapıyor.Üniversiteden mezuniyet sahnesi de filmin en güzel, en etkileyici sahnesi..O sahne üzerine bir roman yazılır diye düşünüyorum....Arşivde bulunması gereken, eğitici ve öğretici mesajları dolayısıyla mutlaka izlenmesi gereken bir film..İyi seyirler:) kitap TÜRKİYE İLAÇ SEKTÖRÜ ANALİZİ 2003 yılından itibaren Türkiye sağlık sisteminin ve sağlık harcamalarının gelişimini (1.bölüm), Türkiye ilaç sektörünün değerlendirilmesini (2.bölüm), 2002-2014 Döneminde Türkiye ilaç sektörünü etkileyen gelişmeleri (3. bölüm), Türkiye’de ilaç finansmanı, fiyatlandırma ve geri ödemesi sistemini (4. bölüm), Türkiye ilaç harcamalarının gelişimini (5. bölüm), ilaç sektör analizini (6.bölüm) ve ilaç sektörünün stratejisi ve hedeflerini (7. bölüm) bulmak mümkündür. Yazar adı: Mehmet Atasever Basım yılı: 2015, 1. Baskı “Türkiye İlaç Sektörü Analizi” kitabı ile Türkiye’deki ilaç sektörü ve finansmanı ile ilgili önemli bir boşluğun doldurulacağını, ilaç sektörünün mali boyutunun daha iyi anlaşılacağını, tüm ilgililerin daha sağlıklı analiz yapacağını ve karar alma noktasında olanlara da yardımcı olacağını düşünüyorum. Bu vesile ile çalışmanın daha sonra yapılacak ileri araştırmalara rehberlik etmesini temenni ediyorum. KADIN BEYNİ - ERKEK BEYNİ Bu kitabı okuduğunuzda beyninizin cinsiyeti hakkında birçok detayı öğreneceksiniz. Kadınlar ve erkekler arasındaki farkları, karşı cinsin sizi kızdıran, güldüren hatta şaşırtan birçok tepkisinin nedenini anlayacaksınız. Serkan Karaismailoğlu’nun bilimsel bir o kadar da mizahi anlatımıyla Kadın Beyni Erkek Beyni… Yazar : Serkan Karaismailoğlu Yayınevi: Elma Yayınevi - Erkekler neden dinlemez? Acaba beyinlerimizin işitmeden sorumlu bölgeleri birbirinden farklı mı? - Kadınlar çok mu konuşur? Kadınlardaki “dır dır” kavramı gerçek midir ve altında yatan sinirbilimsel açıklama nedir? - ”Beni hiç anlamıyorsun” sözünü duymayan erkek var mıdır? Peki, kadınlar bu isyanlarında ne kadar haklılar? - Erkekler mi yanılıyor, yoksa kadınları tatmin etmek gerçekten de imkânsız mıdır? - Söz konusu erkeklerin mutluluğu olduğunda kavanoz kapakları neden önem kazanır? - Hayatın renklerini aynı şekilde mi görüyoruz? Yani dore ve lamenin aslında birer renk olduğunu bilen kaç erkek var? - Kadınlar özel günleri asla unutmazken erkekler nasıl bu kadar kolay unuturlar? - Bir insanın sadece parmaklarına bakarak beyni hakkında nasıl bilgi sahibi olabilirsiniz? MUTLULUK SAĞLIKTIR Mutluluğumuz ve sağlığımız için aile içinde ve bireysel yaşantımızda dikkat edeceğimiz noktalar var. Bir yandan mutlu olarak diğer yandan sağlıklı olabilir, olmaya devam edebiliriz. Bu kitap ilk bakışta birbirinden ilgisiz gibi görünen, aslında mutlu ve sağlıklı olmayı hedefleyen yazılardan oluşuyor. Yazar : Prof. Dr. Sefa Saygılı Sayfa sayısı: 160 Yayınevi: Yediveren Baskı Yılı: 2011 80 80 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015 İnanın, mutlu ve sağlıklı olmak çok uzağımızda değil. Ancak ulaşmak için yapacağımız bazı hususlar var. Elimizdeki kitap işte bir yandan mutluluğu diğer yandan sağlıklı olmayı sağlamak amacında...