Prof. Dr. Ayşenur OKTAY - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

Prof. Dr. Ayşenur OKTAY - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı, Medeniyet Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı
Adana Milletvekili
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı
Malatya Milletvekili
EDİTÖRDEN
Başımız Sağolsun!
Sağlıkta şiddet maalesef önlenemiyor ve hepimizin yüreğini acıtan hekim cinayetleri devam ediyor. Hayatını hastalarının tedavisine adamış olan fedakâr
hekimlerimiz başta olmak üzere bütün sağlık çalışanlarına yapılan saldırılar
ve yaşanan cinayetler sadece bu camianın değil bütün vatandaşlarımızın
tepkisini çekiyor.
Sağlık çalışanlarını derinden yaralayan ve halkımızı da üzüntüye gark eden
son saldırı Samsun’da yaşandı. Samsun Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi
Hastanesi’nde Göğüs Cerrahı olarak görev yapan Op. Dr. Kamil Furtun, İsmail
K. isimli bir şahıs tarafından hastanede uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını
kaybetti. Bu son cinayet bütün Türkiye’de ve her kesim tarafından nefretle
kınandı. Sağlık Bakanlığı’nın çağrısı ile bütün Türkiye’de sağlık çalışanları 15
dakikalık iş bırakma ve tepki eylemi gerçekleştirdi.
Biz de Sağlık ve İnsan Dergisi olarak ilk sayfalarımızda bu cinayete ve sağlıkta
şiddet konusuna yer verdik. Dikkat çeksin diye de bu menfur saldırılarda en
son hayatını kaybeden iki hekimimizin soy isimlerinden yola çıkarak: SAĞLIKTA ŞİDDET FURTUN’ASI SONA ERSİN! manşetini kullandık. Umarız ve dileriz
bu son saldırı ve cinayet olur.
Sağlıkta şiddet konusunu bu sayımızda dergimizin sürekli yazarlarından
Prof. Dr. Recep AKDUR Hocamız bütün yönleri ile ele aldı. İlgililerin dikkatine
sunuyoruz.
Hareketli Yaşam ve Sağlıklı Beslenme
Sağlık ve İnsan Dergisi olarak Haziran sayımızın Kapak Dosyasını “Hareketli
Yaşam ve Sağlıklı Beslenme” konusuna ayırdık. Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk
Sağlığı Kurumu Başkan V. Prof. Dr. İrfan ŞENCAN, Bakanlığın 2014 yılından
bu yana yürüttüğü SAĞLIKLI BESLENME VE HAREKETLİ YAŞAM PROGRAMI ile ilgili bir bilgilendirme yazısını dergimiz için kaleme aldı. Yine Türkiye
Halk Sağlığı Kurumu uzmanları, Kapak Konumuz ile alakalı olarak Hareketli
Yaşam ve Sağlıklı Beslenme Önerilerimiz başlığı ile önemli hatırlatmada
bulunuyorlar. Kapak Dosyamızda sağlıklı beslenme ve hareketli yaşamla ilgili
oldukça zengin yazılar var.
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimlerinin hemen sonrasında Doç. Dr. Hasan Hüseyin YILDIRIM’ın “Seçimler, Sağlık ve Siyaset” kavramları çerçevesinde
yaptığı değerlendirmeler olukça farklı bir yaklaşım ortaya koyuyor.
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Yaşamın İçinden bölümümüzde NTV.COM.TR Editörü Tülay KARABAĞ’ın yaşadıkları ve buradan yola çıkarak yaşanmışlıkları konuştuğu çok özel iki yazı yer
alıyor.
Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
Sağlık ve İnsan Dergimiz Haziran sayısında da yine dolu dolu. Araştırmalar,
makaleler, haberler, özgün bölümler ve daha bir çok yönü ile neden sağlık
alanının prestij dergisi olduğunu adeta bir kere daha ispat ediyor.
Sağlığın İnsanı ve İnsanımızın Sağlığı İçin çok daha güzel sayılarda ve yarınlarda buluşmayı diliyoruz.
Ayşe Aydın
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
/saglikinsandrg
Yıl: 4 Sayı: 42 • HAZİRAN 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
EsasMedya Ltd. Şti. adına
/saglikveinsandergisi
www.saglikveinsandergisi.com
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı:
Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83
Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54
Basım Tarihi: Haziran 2015, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir.
Sağlıkta Şiddet
04 Furtunası Sona Ersin
Sağlıklı Beslenme
12 ve Hareketli Yaşam Programı 2014-2017
Hayatın içinden
16 Diyabet ve Beslenme
58
Aile Hekimliği Sağlık Bütçesine
Ne Getiri Sağladı?
Yaşamak için Acele Ediyorum
42 Tülay KARABAĞ
66
Ciltte Oluşan Lekeler, Nedenleri,
Korunma ve Tedavideki Son Gelişmeler
76
Temple Grandin
haber
SAĞLIKTA ŞİDDET
FURTUN’ASI SONA ERSİN
Sağlık çalışanlarına şiddet ve saldırılara bir yenisi eklendi. Samsun Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi
Hastanesi’nde Göğüs Cerrahı olarak
görev yapan Op. Dr. Kamil Furtun, İsmail K. isimli bir şahıs tarafından hastanede uğradığı silahlı saldırı sonucu
hayatını kaybetti. Milletimizi derinden üzen bu cinayetle ilgili bir açıklama yapan Sağlık Bakanı Dr. Mehmet
Müezzinoğlu “Çok değerli meslektaşıma Allah’tan rahmet diliyorum.
Ailesine sabırlar diliyorum. Sağlık
camiamızın başı sağ olsun. Çok saygın bir hekim, çok saygın bir insandı.
İnsani değerleri ve mesleki duruşuyla
da gerçekten adıyla müsemma Kamil
bir insan, Kamil bir hekimdi. İnşallah
onun adını yaşatacak bütün tedbirleri alacağız. Ailesiyle görüşerek, hastanenin ismini gerekiyorsa onun ismini
vererek veya ailenin farklı önerileri
varsa önümüzdeki günlerde o önerileri de değerlendireceğiz” dedi.
Görevi başında şehit edilen Op. Dr.
Kamil Furtun’un çalıştığı hastanenin
bahçesinde tören düzenlendi. Törene
Gençlik ve Spor Bakanı Çağatay Kılıç,
Vali İbrahim Şahin, hastane personeli,
şehit edilen doktorun eşi Enfeksiyon
4
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Hastalıkları Uzmanı Dr. Funda Furtun,
oğlu Taylan Furtun, annesi Gönül
Furtun, yakınları, mesai arkadaşları,
hastaları ve çok sayıda meslektaşı ve
sevenleri katıldı.
“Adam gibi adam sözü Kamil abi için
söylenmişti sanırım. Hepimizin abisiydi.”
Törende konuşan ve gözyaşlarına
hâkim olamayan Göğüs Hastalıkları
ve Göğüs Cerrahisi Hastanesi Başhekimi Taner Kutlu, “Adam gibi adam
sözü Kamil abi için söylenmişti sanırım. Hepimizin abisiydi. Ondan hala
bir şeyler öğreniyorduk. Kimse kötü
bir adam diyemez. Çok iyi bir insan,
çok iyi bir doktordu. Ne yapacağımızı
bilmiyoruz” dedi.
Hasta ve hasta yakınlarının, meslektaşları ve bütün tanıyanların çok
sevdiği ve ağabey olarak gördüğü Dr.
Kamil Furtun’un görevi başında uğradığı menfur bir saldırı sonucu hayatını kaybetmesi sağlık camiasında
büyük tepki çekti. Saldırıyı nefretle
kınayan hekimler ve sağlık çalışanları
artık bu cinayetlerin sonlandırılması
için ne gerekiyorsa yapılmasını istedi.
BAŞIM
SAĞOL IZ
SUN
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet
Müezzinoğlu’nun taziye mesajı
Şehit doktor Kamil Furtun’un
Samsun’da yapılan cenaze törenine
katılan Sağlık Bakanı Dr. Mehmet
Müezzinoğlu bir de taziye mesajı
yayınladı. Bakan Müezzinoğlu taziye
mesajında şunları söyledi:
“Samsun
Göğüs
Hastalıkları
Hastanesi’nde Göğüs Cerrahisi Uzmanı olarak görev yapmakta olan
hekimimiz Op. Dr. Kamil Furtun’u
menfur bir saldırı sonucu kaybetmiş
olmanın üzüntüsünü yaşıyoruz.
İnsanımızın sağlığı için canla, başla
ve aşkla görev yapan sağlık çalışanlarımıza yönelik her türlü şiddeti, kimden ve nasıl geldiğini ayırt etmeksizin lanetliyoruz. İnsan hayatına kast
edilerek ortaya konan bu korkunç
olay bizleri ve sağlık camiamızı derinden sarsmıştır.
Şiddetin sağlık kurumlarında asgariye
indirilmesi için son zamanlarda önemli hukuki, idari ve yapısal tedbirleri hayata geçirdik. Her şeyden önce “Şifa
Veren Ele Vefa” dedik ve unutulmaya
yüz tutmuş değerlerimizi yeniden
hatırlatarak, sağlık çalışanlarımızdan
küçük bir teşekkürün esirgenmemesini istedik. Bununla birlikte şiddet
dilinin ne medeniyetimiz ne de ahlaki değerlerimizle asla bağdaşmayacağına vurgu yaptık.
Tüm bunlara rağmen, toplumun
hemen hemen tüm kesimlerinde
yaşandığı gibi sağlıkta da maalesef
bu tür üzücü olaylarla karşı karşıya
kalabilmekteyiz. Sevginin, merhametin ve hoşgörünün sembolü olan bir
sahada böylesi kahreden olayların
bir daha yaşanmamasını yürekten temenni ediyorum.
Sağlık Bakanlığı olarak, bu hain saldırının aydınlanması için sürecin yakından takipçisi olacağımız bilinmelidir.
Hayatını kaybeden Kamil Furtun kardeşime Cenab-ı Hakk’tan rahmet,
kendisi de bir meslektaşımız olan değerli eşleri başta olmak üzere evladı
ve tüm yakınlarına sabırlar diliyorum.
Milletimizin ve Sağlık Camiamızın
başı sağ olsun.”
Dr. Funda Furtun: Eşimin ölümü
birleştirici ruh oluşturdu
Funda Furtun, saldırıyı gerçekleştiren
kişiyi hiç tanımadığını ve hakkında da
hiçbir şey bilmediğini söyledi. Sadece doktorlara değil herkese karşı şiddetin sona ermesini isteyen Furtun,
“Şiddetin artık son bulmasını umu-
yorum. Eşimin ölümü bir birleştirici
ruh oluşturdu. Bu ruhla gerekenlerin yapılıp, halkımızın bilince ulaşıp,
şiddetin artık bitmesini umuyorum”
diye konuştu.
Bakanımıza teşekkür ediyorum.
Adının bir hastaneye verilecek olması, ölümsüzleşmesi, bizim için
mutluluk’’ şeklinde konuştu.
Furtun, eşinin ölümünün ardından
mezarını ziyarete gittiğinde, bir hastasının kabrin başında dua okuyarak
ağladığını gördüğünde çok etkilendiğini belirterek, tüm Samsun halkı
ve Türkiye’nin eşine sahip çıktığını
kaydetti. Bu süreçte büyük destek
gördüklerini anlatan Furtun, “Özellikle Samsun halkımızdan, dostlarımız,
sevenlerimiz ayrı tüm Türkiye’den
bize destek olan herkese sonsuz teşekkür ediyorum” dedi. Furtun, Sağlık
Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun
Samsun’da bir kamu hastanesine
Opr. Dr. Kamil Furtun adının verileceğini açıklamasına ilişkin, “Sağlık
Türk Tabipler Birliği’nden kınama mesajı
TTB de, sitesinden yapılan yazılı açıklamada cinayeti kınayarak şu sözlere
yer verildi:
“Yılların emeği ile yetişmiş, kendi
ailesinden, eşinden, çocuklarından
çaldığı vakitlerle hastalarına faydalı
olmaya çalışan ve halkımızın sağlığı
için gece gündüz fedakârca hizmet
vermeye çabalayan çok kıymetli
meslektaşımız için gözyaşı döküyoruz. Yüreğimiz acı ve öfke dolu. Meslektaşımızın görev yaptığı hastanede
hunharca katledilmesini nefretle kınıyoruz.”
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
5
haber
SAĞLIK ÇALIŞANLARINA ŞİDDET
Prof. Dr. Recep AKDUR
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Sağlık Çalışanlarına
Şiddet Salgın Boyutundadır
Sağlık çalışanlarının görevleri sırasında ya da görevleri ile ilintili olarak uğradıkları şiddet gün geçtikçe artıyor.
Görevlerini büyük bir tehlike, endişe
ve korku altında yürütüyorlar. Bu korku ve endişe sağlık sektöründeki tüm
konuşma ve törenlere yansıyor.
Sağlık çalışanlarına şiddetin yaygınlığı ve nedenleri konusunda Başta Türk
Tabipler Birliği ve bağlı Tabip Odaları
olmak üzere birçok örgüt ve sendikanın araştırması/ incelemesi var. Ancak
bunların çoğu tüm Türkiye’yi (81 ili)
temsil eden ve güvenilir yöntemler
kullanan araştırmalar olma özelliğine
sahip değildir. Bu özelliğe sahip olan
tek araştırma; Sağlık Bankalığı’nca
finanse edilen, araştırma ekibi içinde benim de bulunduğum ve Doç.
Dr. Tevfik Pınar’ın yürütücülüğünde
6
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Kırıkkale Üniversitesi’nce yapılan
“Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İşyerinde Şiddete Maruz Kalma Durumlarının Değerlendirilmesi” adlı
araştırmadır. 12.944 sağlık çalışanın
katıldığı bu araştırmanın Raporu
Mart 2013’de çoğaltılmıştır.
Sağlık-Sen AR-GE Birimi tarafından yürütülen 25 ilden 1300 sağlık
çalışanın katıldığı ve Aralık 2013’de
basılan “Sağlık Çalışanları Şiddet
Araştırması” Türkiye’deki sıklık konusunda fikir verebilecek diğer bir çalışmadır.
Konu hakkında başvurulacak diğer
bir kaynak ise; TBMM’nin Ocak 2013
tarihli “Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan Şiddet Olaylarının Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan
Meclis Araştırma Raporu”dur
“Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İşyerinde Şiddete Maruz Kalma Durumlarının
Değerlendirilmesi”nin
sonuçlarına yani Pınar’ın yürüttüğü
araştırmaya göre; sağlık çalışanlarının %68,3’ü işyerinde şiddete sunuk
kalma endişesi duymaktadır. Bu oran
kadın çalışanlarda %72,6 ile daha
yüksek düzeyindedir. Bu sıklık hekimlerde %81,5 hemşirelerde ise %79,5
dur. Sağlık-Sen tarafından yapılan
çalışmada ise bu sıklık %81,9 olarak
bulunmuştur. Başka bir anlatımla;
Türkiye’de hizmet veren on hekim
ve hemşireden sekizi(8/10) işini yürütürken şiddete uğrama endişe ve
korkusu içindedir.
Pınar’ın yürüttüğü araştırmaya göre;
Türkiye’deki sağlık çalışanlarında son
12 ayda herhangi bir şiddete maruz
kalma sıklığı %44,7’dir. Bu kadın çalışanlarda %%48,2’ye yükselmektedir.
Son 12 ayda şiddete sunuk kalma
açısından %58,2 oran ile hekimler birinci sırada, hemşire ve ebeler ise%51
ile ikinci sırada, üçüncü sırada ise
%44,8 ile ambulans ve acil çalışanları
gelmektedir. Sağlık-Sen tarafından
yapılan çalışmada son 12 ayda şiddete sunuk kalma sıklığı çok daha
yüksek bulunmuş olup, %81,4’dür.
Pınar’ın yürüttüğü araştırmaya göre
meslek yaşamı boyunca şiddete
maruz kalma sıklığı %52,3 olup, bu
sıklık kadın çalışanda %54,3’e yükselmektedir. Meslek yaşamı boyunca
şiddete sunuk kalmada %70,2 ile hekimler birinci sırada %57,4 hemşire
ve ebeler ikinci sırada gelmektedir.
Sağlık-Senin yaptığı ve çalışmada
meslek hayatları boyunca en az bir
kez, herhangi bir şiddete sunuk kalanları oranı %86,8’dir. Sözel anlatım
ile her on sağlık çalışanından dokuzu meslek yaşamı boyunca en az
bir kez şiddete sunuk kalmıştır. Bu
sıklıklar Meclis Araştırma Raporu’nda
dünyadaki sağlıkta şiddetin yüksek
olduğu ülkelere örnek olarak verilen
ülkelerden bile bir hayli yüksektir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün sitesinde
(WHO-int: http://www.who.int/violence_injury_ prevention/ violence/
workplace/en/) sağlık çalışanlarına
şiddetin dünyadaki sıklığı %8 ile
%38 arasında verilmektedir. Yukarıda
verilen araştırma sonuçlarından da
görüleceği üzere Türkiye’deki sağlık
çalışanlarına şiddetin sıklığı DSÖ’nün
verdiği üst sınır olar %38’den çok
daha yüksektir. Bu sıklık hekimlerde
dünyadaki sıklığın neredeyse iki katına yakındır. Sağlık-Sen’in bulduğu
sıklık ise (%86,8) DSÖ’nün dünya
için verdiği üst sınırın iki katından
bile yüksektir. Bu verilerden anlaşılacağı üzere; “Türkiye’de sağlık çalışanlarına uygulanan şiddet arttı”
sözü çok hafif kalıyor, bu bir salgın.
Hem de her geçen gün daha da ağırlaşan bir salgın.
Sağlıkta şiddet, Türkiye’de sektörün
en önemli sorunu. Onun da ötesinde
en önemli halk sağlığı sorunlarından
biri. Çünkü sağlıktaki şiddet yalnızca
mağdurların ya da sağlık çalışanlarının yaşamını, ruhsal ve fizik sağlığını
tehdit etmiyor aynı zamanda onların
işindeki daha açık söylemle hasta tedavisindeki başarılarını da etkiliyor.
Bu nedenle de doğrudan halkın sağlığına yansıyor ve böylece de halkın
sağlığını olumsuz etkiliyor.
Sorunun Kökünde Toplumum Eğitimsizliği,
Egemen Olan Şiddet Kültürü Yanında
İzlenen Hipokratik Politikalar Yatıyor.
Hasta hakları, hekimliğin özgün bir
meslek haline gelişinden çok sonra
gündeme gelmiş bir konudur. Konuya ilk defa dikkat çekenler de, tarih
boyunca geliştirenler de yine hekimler olmuştur. Bunlardan en ünlüsü ve
simge haline geleni iki bin beş yüz yıl
önce yaşamış olan Hipokrat’tır (MÖ
460-370).
Onun yaşadığı dönemde hekim-hasta ilişkisi iki aktörlü ve yalın bir ilişkidir. Bu ilişkide egemen olan hekimdir
ve kendisine bu egemenliği sağlayan
şey de konu hakkındaki bilgi asimetrisidir. Tıp alanındaki bütün bilgi ve
becerilere sahip olan odur. Herhangi
bir bilgiye sahip olmayan hasta, son
derece edilgen iken, her şeyi bilen,
her şeye karar veren hekimdi. Öte
yandan toplum yaşamına egemen
olan köleci anlayış hekim-hasta ilişkisini de etkiliyordu. Sonuçta hekimler
her türlü bilgi ve becerilerini hem çok
cesurca hem de egemen bir tutumla
kullanıyordu. Hastanın ne düşündüğünün veya isteklerinin ne olduğunun herhangi bir önemi yoktu.
Kölelerin/ezilenlerin hakları ilk defa
Mezopotamya kültüründe gündeme
gelmiştir. Günümüzden yaklaşık 3800
yıl önce yazılan ve dünyanın ilk yazılı kanunları diye bilinen Hammurabi
Kanunları bu kültürün bir ürünüdür.
Bu nedenle de ezileni, egemenlik altında olanı korumaya yönelik birçok
düzenleme içerir. Benzer bir şekilde
hekim ile hasta ilişkileri üzerine de bir
takım yazılı kuralların/ düzenlemelerin yer aldığı ilk metinlerden biridir.
Daha sonra bunları daha ayrıntılandırma gereksiniminin bir sonucu
olarak, bugünkü anlam ve ayrıntıda
olmasa bile etik tartışmalar gündeme
gelmiş ve hasta hakları bu tartışmaların ana konusu olmuştur. Süreç hasta
haklarında yeni açılımlara ortam hazırlamış ve bu gelişmeler Hammurabi
Kanunları’ndan 1300 yıl sonra, günümüzden ise 2500 yıl önce Hipokrat tarafından yazılı hale getirilmiştir. Böylece tarihteki ilk ve en ayrıntılı hasta
hakları ya da hekim görevleri dizesi
ortaya çıkmıştır. Hasta haklarının ilk
defa Hipokrat tarafından düzenlendiği düşüncesinin ya da hekimlikteki “Hipokrat Yemini” uygulamasının
kaynağı da bu süreçtir.
Hipokrat yemini, hekimin bilgi ve
becerisini kötüye kullanmaması, tıbbi girişimlerinde hastaya zarar vermemesi, hastanın sırrını saklama ve
meslektaşlar arasında dayanışma
sağlama gibi etik ilkeleri sıralayan bir
metindir. Başka bir anlatımla hekime, onunla iki taraflı bir ilişki içinde
ve egemenliği altında olan hastanın
haklarını hatırlatarak; çok cesurane
ve bazen de hak hukuk gözetmeksizin yapılan uygulamalara bir sınır
koyarak; hastasına zarar vermemesini, sahip olduğu bilgileri kötüye
kullanmamasını ve hastanın sırrını
saklamasını öğütleyen bir anlayışa
sahiptir.
Sağlık Hizmetlerinde
Egemenlik İlişkileri Değişmiştir
Hekim-hasta ilişkisinin Hipokratik niteliği 18.Yüzyıla kadar sürmüştür. Bu
tarihten itibaren yaşanan süreçle hekim–hasta ilişkisinin hem biçimi hem
de niteliği değişmiştir. Sağlık hizmetleri ikili ve hekim merkezli bir ilişki olmaktan çıkarak beş aktörlü/taraflı bir
ilişkiye dönüşmüştür.
Her şeyden önce günümüzdeki
sağlık hizmeti artık tek başına hekimlerce yürütülen bir hizmet ya da
yalın ve ikili bir hekim-hasta ilişkisi
değildir. Bir grup insan/ekip (hekim,
eczacı, veteriner, hemşire, teknisyen
vb) tarafından yürütülen bir iş haline gelmiştir.Bu ekibin bir üyesi olan
günümüzdeki hekim ise; bütün bilgi
ve beceresi kendinde saklı, bunları
çocukları ve çıraklarından başkasına
öğretmeyen, bir meslek erbabı olmaktan çoktan çıktı. O artık bir kamu
ya da işveren hizmetlileri grubunun
yalnızca bir üyesidir.
Bu grubun yürüttüğü işe yalnızca
grup üyeleri değil hizmet sunulan
kurum, kamu ve sanayi üçlüsü de etkin bir şekilde dahil olmaktadır. Dolayısı ile de sağlık hizmetleri Hipokrat
zamanındaki iki aktörlü bir ilişki olmaktan çıkarak hasta, sağlık çalışanı,
hizmet verilen kurum, kamu ve sanayinin de dahil olduğu beş aktörlü/
taraflı bir ilişki haline gelmiştir. Günümüzde hastanın hakları yalnızca sağlık çalışanlarının görevlerinden ibaret
değildir. Sağlık hizmetlerinde taraf
olan beş aktörün tümünün görevlerinin toplamından ibarettir. Bu nedenle de bunların birindeki eksiklik ya
da aksaklığın doğurduğu sonuçların
sağlık çalışanına fatura edilmesi doğru değildir.
“Genel Hukuk Kuramı”na göre sağlık
sektöründe yalnızca hastaların değil
bu ilişkide/sektörde görev alan tüm
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
7
haber
aktörlerin hakları vardır ve bunlar
hastalara görev olarak yansımaktadır. Bundan ötürü de yalnızca hasta
haklarını sorgulayan buna karşılık ta
hastaların sağlık sektöründeki tüm
taraflara/aktörlere karşı görevlerini
görmezden gelen bir anlayış doğru
değildir. Özet bir anlatım ile; günümüzde hasta haklarını Hipokrat
zamanındaki gibi anlamak ve algılamak hem eksik hem de yanlıştır.
Türkiye’de Hasta Hakları Çok Yanlış
Anlaşılıyor ve Algılanıyor
Yukarda özetlenen bilgiler ile uygulamalar alt alta ya da yan yana konulduğunda; Türkiye’de hasta haklarının
çok yanlış anlaşılan, algılanan ve de
yanlış uygulamalara neden olan bir
konu olduğu açık olarak görülür. Hasta Hakları Büroları var. Bunlar, yalnızca
hastaların şikayetleri üzerine sorgulama yapan bürolardır. SABİM, sağlık
çalışanını şikayet hattı var. Üzerinde
tartışamaya bile gerek yok. Doğrudan
doğruya sağlık çalışanını şikayet hattı
olarak çalışıyor. Özel kazanç kapısına
dönen meslek/ malpraktis sigortası
var. Doğrudan şikayet üzerine oturan
yargılamaya dayalı bir sistem. Aile hekimlerinin kayıtlı hastalar tarafından
takibi/şikayet sistemi var.
Bu uygulamaların tümü özünde hasta şikayetine ya da sağlık çalışanının
görevlerini/hastanın haklarını sorgulamaya/izlemeye dayalı uygulamalardır. Kötümser anlatım ile bunların
hepsi vatandaşın, hekime ve sağlık
çalışanlarına karşı kışkırtılması sonucunu doğuran uygulamalardır. Beş
taraflı/aktörlü bir ilişki ortamında
yalnızca taraflardan birinin/hastanın
ve sadece de onun/hastanın haklarını söz konusu eden, takip etmeye
çalışan bir hak anlayışıdır. Sağlık çalışanı-hasta ilişkisine hala Hipokrat
zamanındaymışız gibi yaklaşan bir
anlayıştır. Bunun bir sonucu olarak,
diğer aktörler görmezden gelinerek,
ilişki yalnızca sağlık çalışanı–hasta
ilişkisine indirgenmekle kalınmıyor,
daha da kötüsü bu iki taraftan sadece
birinin yani hastanın haklarından söz
ediliyor. Hastanın görevlerinden yani
sağlık çalışanının haklarından hiç söz
edilmiyor.
Günümüz sağlık sektöründe sağlık
çalışanı-hasta ilişkilerindeki kurallar
8
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Hipokrat dönemindeki etik değerler
çerçevesinin çok ötesine geçmiştir.
Bırakın yalnızca sağlık çalışanı hasta
ilişkisini sağlık hizmetlerinin hemen
bütün taraflarının hak ve görevleri
hukuken ve ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiş ve belirlenmiştir. Hak kavramı da görev kavramı da geçmişteki
etik tartışmalar alanının konusu olmanın çok ötesine geçerek hukuki
bir yapıya kavuşmuştur.
“Genel Hukuk Kuramı”na göre hak
denilen şey aslında ilişkide bulunan
tarafların özellikle de egemen olan
tarafın görevleridir. Bu kuramdan
yola çıkıldığında, sağlık sektöründe
rol oynayan beş tarafın/aktörün de
hak ve görevleri vardır. Yine bu kurama göre hak ve görevler yapışık ikizler gibidir. Dolayısı ile günümüzdeki
sağlık sektöründe Hipokrat zamanındaki gibi hekimin görevlerinden oluşan hasta hakları, hastanın görevlerinden oluşan hekimin hakları gibi
iki tane yapışık ikiz yoktur. Beş taraf
olduğuna göre beş tane görev ve hak
ikizi vardır.
Bu kurama göre hak ve görevler bir
terazinin iki kefesine yerleştirilir. Hastanın hakkı kadar karşı kefede de
sağlık çalışanlarının görevleri yoksa
ya da tam tersine sağlık çalışanının
hakkı kadar karşı kefede de hastanın
görevleri yoksa terazinin dengesi bozulur.
Aynı kurama göre haklar egemen
olan tarafın görevlerinden yola çıkarak belirlenir. 18.Yüzyıla dek hekime
egemenlik alanları sağlayan tıbbi
bilgi asimetrisi günümüzde hekim
merkezli olmaktan çıkarak tamamen
sağlık sanayi merkezli hale gelmiştir.
Bu durum hem kamu hem de hekim
ve diğer sağlık çalışanlarının aleyhine
derin bir asimetri yaratmıştır. Bundan
ötürü de günümüz sağlık sektöründe
mutlak egemen sanayi ve onunla işbirliği yapan yönetimlerdir. Yönetimler bu egemenliğini sağlık hizmetleri
alanındaki taraflar arasında dengeli/
tarafsız bir biçimde kullanmaz ise/
terazinin kefelerine eşit dağıtmaz ise,
egemenlik yönetimin destek verdiği
tarafa geçer/terazinin dengesi o kefe
lehine bozulur.
Yönetimlerin Hipokratik bir tutuma
sahip olması, egemenliğini dengesiz/ popülistçe ve kötü kullanmasına
yol açar. Sonuçta egemenlik dengesi
yönetim ile sanayinin desteğini arkasına almış olan vatandaşın/hastanın
lehine sağlık çalışanının ise aleyhine
bozulur. Eğitimsizlik ile toplumda
egemen olan şiddet iklimi de buna
eklendiğinde, hasta ve yakınlarının
egemenliklerini hoyratça ve kötü kullandığı bir ortam oluşur. Veciz bir anlatımla sağlık çalışanı, hasta ve kamu
İlişkisinin genetiği bozulur. Hasta ve
yakınları sağlık çalışanlarına sınırsız
bir şiddet uygular. Zaten şiddeti tarih boyunca egemenler uygulamıştır.
Hasta ve yakınlarının sağlık çalışanlarına şiddet uygulaması ise egemenliğin el değiştirdiğinin en basit göstergesidir.
Sağlık Çalışanına Şiddette İzlenen Sağlık
Politikasının Önemli Bir Payı Var
Genelde sağlık çalışanlarına, özelde
ise hekimlere yönelik şiddetin bir salgına dönüşmesinde yönetimlerin bilerek ya da bilmeden izlediği popülist
sağlık politikalarının çok önemli bir
payı var. Sağlık çalışanlarına şiddet
günlük yaşamda doğrudan hastalar
ve yakınları tarafından uygulansa da
bu aslında kolektif ve politik şiddettir.
Çünkü, sağlık çalışanlarına şiddet yalnızca hasta ya da yakınları tarafından
uygulanmıyor. Kamu kurum ve kuruluşları da dahil tüm işverenler sağlık
çalışanlarına şiddet uyguluyor. Günümüzde üç ay, beş ay süre ile ücretini
alamayan hekimlerin sayısı binlere
ulaştı. Özellikle özel sağlık alanında
ücretlerini düzenli alamayan, derhal
çek git istifa et diye aşağılanan, horlanan yüzlerce sağlık çalışanı var.
Her yıl yüzlerce sağlık çalışanı sektörünün tüm diğer taraflarınca darp
ediliyor. Psikolojik olarak darp ediliyor; fizik olarak darp ediliyor. Kamuoyunun dikkatini yalnızca bıçaklama,
dövme, öldürme gibi fiziki şiddet
olayları çekiyor. Oysaki şiddet sadece
bunlardan yani fizik şiddetten ibaret
değildir. Meclis Araştırma Raporu’nda
şiddet; fiziksel, psikolojik, ekonomik,
cinsel ve sözel olmak üzere beş başlık
altında toplanmış. Sağlık çalışanlarına bu yıldırma-bezdirme yöntemlerinin hepsi uygulanıyor.
Basın yayın kuruluşları da bu kervana
katılıyor. Hekimler yıllardır paragöz
olarak gösterildi ve itibarsızlaştırıldı.
Basın şiddete uğrayan bir hekimin
hikayesini verirken bile sağlık çalışanına şiddet uyguluyor. Bir kısım basın
organları yıllardır tek taraflı malpraktis hikayeleri tefrika ediyor.
Vatandaşlara tozpembe tablolar vaat
ediliyor, hastalar sağlık kurumlarına
gittiğinde vaat edilen ortamı bulamadığında da bütün olumsuzlukların sorumluluğunu sağlık çalışanlarına yüklüyor. Her gün bir yerde sağlık
çalışanı darp ediliyor. Sağlık çalışanı
sürekli itibarsızlaştırılıyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında hekimi
darp edenler sıralamasında hasta ve
hasta yakınları neredeyse son sırada
geliyor”
Cezaların, Ya Da güvenlik Görevlisi
Sayısının Arttırılması Veya Hastane
Girişlerine X-Ray Cihazlarının Konulması
Şiddeti Daha Da Körükleyebilir
Sağlık çalışanlarına şiddetin bir salgın
haline gelmesi üzerine konu Hükümet
onun da ötesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ele alınmıştır. Bir
yandan bu durumun nedenleri araştırılırken öte yandan da acil önlemler
geliştirilmeye çalışılmaktadır. Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi
Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması
tamamlanmış ve 454 sayfa tutan kapsamlı Rapor Ocak 2013 yayımlanmıştır. Rapor 65 öneri ile sonuçlanmaktadır. Bu çalışma ve çabaların tamamı
çok yerinde çalışmalardır. Ancak yeterice titizlik gösterilip gösterilmediği,
“Nasrettin Hoca Tutumu” (‘sende haklısın, sende haklısın’ – konuya özgü
anlatımı ile ‘sağlık çalışanları da haklı,
hastalar da haklı’) sergilenip sergilenmediği tartışmalıdır.
Konu hakkında yürütülecek araştırma ve önleme çalışmalarının çok
titiz ve doğru yapılması gerekir. Bugünden yarına alınacak acil bir takım
inzibati tedbirlerle hekime ve sağlık
çalışanına yönelik şiddetin sona ereceğini ya da hızla azalacağını, Dr Kamil Furtun’un son olacağını hiç kimse
beklememeli. Maalesef olaylar daha
uzun yıllar sürmeye adaydır.
Konuya çare ararken,“Nasrettin Hoca
Turumu” sergileyen söylemlerde
bulunulması ya da salt inzibati bir
tutum ile yaklaşılması yarardan çok
zarar getirir. Alınacak önlemler yal-
nızca güvenlik tedbirleri ve cezaların
attırılması ile sınırlı kalır ise olayları
önleyeceğine daha da körüklemesinden korkulur. Elbette ki bunların
caydırıcı bazı etkileri olabilir. Ancak
yurttaşı daha da agresif yaparak,
olayların şiddetini ve ölümcüllüğünü
arttırması gibi bir sonuç doğurması
olasılığı da vardır.
Ne yazık ki sağlık çalışanı toplum
ve hastalar arasındaki ilişkini genetiği bozulmuş ve ortamda şiddet
bir salgın haline gelmiş, ölümler ve
sakatlıklar görülmeye başlamıştır.
Sorununun kısa vadede çözümü
yoktur. Toplumu uzun erimli bir rehabilitasyon programına tabi tutmak
gerekir. Nitekim çalışmaların çoğunda şiddetin nedeni olarak toplumun
eğitimsizliği birinci sırada gelirken,
yönetimlerin popülist ve “Hipokratik
Tutumu”nun ikinci sırada geldiği görülmektedir. Örneğin Pınar’ın yürüttüğü ve tam Türkiye temsiliyeti olan
araştırmada şiddetin temel nedeni
sorulduğunda; katılımcıların %27,5’si
yönetimsel sorunların, %18,8’i yapılan tıbbi işlemin hasta ya da yakının
beklentisine uymamasının, %14’ü
ise hasta ya da yakının yasal ve tıbbi
olmayan talebinin karşılanmamasın
olaylara neden olduğunu bildirmişlerdir. Ne toplumun eğitimsizliğinin
ne de ortama egemen olan Hipokratik tutumun bugünden yarına değiştirilme olasılığı yoktur.Yeter ki “kaş
yapalım derken göz çıkarılmasın” durum daha da kötüye götürülmesin.
Hasta Hakları Yanında Sağlık Çalışanı,
Kurum, Kamu ve Diğer Paydaşların
Hakları da Konulmaz İse Genelde Halk
Sağlığı Özelde de Hastalar Zarar Görür
Sağlık hizmetleri alanındaki haklar
bir an önce gerçek rayına oturtulmalıdır. Bunun için de beşli aktörün/
tarafın yapışık ikizler şeklinde olan
görev ve haklarının bütün ayrıntıları ile bilinmesi onun da ötesinde
tüm taraflarca özümsenmesi gerekir.
Bunu sağlamak üzere tüm taraflara
kılavuzluk edecek, tarafsızlığına güvenilir bir toplumsal otoriteye gereksinim vardır. Bugünkü devlet eden
algısı tek yanlı, popülist duygu ve düşüncelerin etkisi altındadır.
Kuşkusuz ki bu anlayış değişecek ve
değişmek zorunda. Ancak bu anlayışı
tek başına sağlık çalışanları ya da hasta değiştiremez. Bu değişimin kılavuzu, hakemi ve koordinatörü olacak
bağımsız etik kurul ve kurumlara gereksinim vardır. Taraflar bu kurumların tarafsız bir hakem rolü oynadığına
inanmalıdır.
Her şeyden önce kamu ve onun örgütlü gücü olan devlet, kendi hak ve
görevlerini iyi özümsemelidir. Kendi
hakları için de görevleri için de bahane üretmeyecek bir tutum içinde
olmalıdır.
Böyle bir ortamda, Hipokratik anlayış
terk edilerek sağlık hizmetlerindeki
tarafların hakları tamamen evrensel
ilkelere dayandırılmalı, günümüzdeki olumsuz ve tek yanlı ortam/
toplum esenlendirilmelidir. Eğer bu
yeniden tanımlama ve esenlendirme
yapılmaz ise sağlık çalışanına şiddet
sona ermeyecektir. Bu bağlamda gün
günden daha kötü gelecektir. Hasta
hakları açısından da, sağlık çalışanlarının hakları açısından da, sanayi
ilişkileri açısından da etik olmayan
davranışlar yaygınlaşacaktır.
Her şeyden önce hasta hakları birimleri “hak birimlerine” dönüştürülmeli.
Hasta şikayetleri üzerine sorgulama
yürüten birimler olmaktan kurtarılmalı. Müşteri memnuniyeti merkezli
çalışan, müşteri memnuniyeti üzerine
sorgulama yapan birimler ve kurumlar olmaktan kurtarılmalı. Yol gösterici, taraflar arasında olumlu ortam
yaratıcı, eğitici bir yapıya kavuşturulmalı. Şikayet hatları kaldırılmalı, malpraktis sigortalarının hasta şikayeti üzerine kurulu olan yapısı sonlandırılmalı.
Aksi takdirde, hasta haklarının yanlış
anlaşılması da sağlık çalışanlarına şiddet de önlenemez ve sürer gider.
YARARALANILAN KAYNAKLAR
Pınar T. ve ark: Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının
İşyerinde Şiddete Maruz Kalma Durumlarının Değerlendirilmesi, 2013, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çoğaltılmış Rapor.
Sağlık-Sen AR-GE Birimi: Sağlık Çalışanları
Şiddet Araştırması Aralık 2013http://www.
sagliksen.org.tr/MediaContent/buMY1389703092-fsmf.pdf (erişim Haziran 2015)
TBMM, Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan
Şiddet Olaylarının Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi
Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Raporu, Ocak 2013
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
9
kapakkonusu
SAĞLIKLI BESLENME VE HAREKETLİ
YAŞAM PROGRAMI 2014-2017
Prof. Dr. İrfan ŞENCAN
Sağlık Bakanlığı
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkan V.
Obezite, tüm toplumlarda çok yaygın görülen bir sağlık sorunudur ve
giderek küresel bir salgın halini almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)
tarafından Asya, Afrika ve Avrupa’nın
6 ayrı bölgesinde yapılan ve 12 yıl
süren MONICA (Kardiyovasküler Hastalıkta Belirleyicilerin ve Eğilimlerin
Çokuluslu İzlenmesi) çalışmasında
obezite prevalansında 10 yılda %1030 arasında bir artış olduğu bildirilmiştir.
Türkiye’de de obezite sıklığı gelişmiş
batılı ülkelerden aşağı kalmamakta,
özellikle kadınlarda yüksek sıklıklara ulaşmaktadır. Türkiye Diyabet,
Obezite ve Hipertansiyon Epidemiyolojisi Araştırması-I (TURDEP-1998)
çalışmasının sonuçları değerlendirildiğinde obezite sıklığı kadınlarda
%30, erkeklerde %13, genelde ise
%22, 3 düzeylerinde tespit edilmiştir.
10
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
TURDEP-I çalışmasından 12 yıl sonra
yapılan TURDEP-II çalışmasında Türk
erişkin toplumunda 1998’de %22, 3
olan obezite sıklığının %40 artarak
2010’da %31, 2’ye ulaştığı görülmüştür. Kadınlarda obezite sıklığı %44,
erkeklerde ise %27 olarak saptanmış
ve son 12 yılda sıklığın kadınlarda
%34, erkeklerde ise %107 arttığı bildirilmiştir. Bakanlığımızca yapılan
Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması (TBSA- 2010) sonuçlarına göre
obezite sıklığı; 19 yaş ve üzerinde bireylerde %30, 3 iken erkeklerde %20,
5 ve kadınlarda %41 olarak bulunmuş ayrıca fazla kilolu olma sıklığı ise
%34, 6 olarak tespit edilmiştir. 2013
yılında yaptığımız Türkiye Çocukluk
Çağı Şişmanlık Araştırmasına göre
(7-8 yaş) çocuklarımızın %8, 3’ü obez
iken %14, 2’si fazla kilolu olarak tespit
edilmiştir.
Obezite, sağlıksız beslenme, yetersiz
hareket, sigara ve alkol kullanımı kronik hastalıklara neden olduğu bilinen
önemli risk faktörleridir. DSÖ tarafından bu risk faktörlerine karşı bazı müdahalelerin uygulanması tavsiye edil-
mektedir. Bu müdahalelere arasında
tuz alımının ve gıdalardaki tuz miktarının azaltılması; gıdalardaki trans
yağların çoklu doymamış yağ ile değiştirilmesi; beslenme ve fiziksel aktivite hakkındaki kamu farkındalığının
görsel basın yolu ile artırılması; tuz,
yağ ve şeker içeriği yüksek yiyecek
ve içeceklerin özellikle çocuklara yönelik pazarlanması üzerinde sınırlamalar getirilmesi; sağlıklı beslenmeyi
teşvik için gıda vergileri ve yardımı
sağlanması; okullarda sağlıklı beslenme ortamları yaratılması; sağlık
bakımında beslenmeyle ilgi bilgi ve
danışmanlık verilmesi; ulusal fiziksel
aktivite rehberleri, çocuklar için okul
temelli fiziksel aktivite programları,
fiziksel aktivite ve sağlıklı beslenme
için işyeri programları, fiziksel aktivite ve sağlıklı beslenme için toplum
programları hazırlanması; yapılandırılmış çevrenin fiziksel aktiviteyi teşvik edecek şekilde tasarlanması yer
almaktadır.
Ülkemizde obezitenin önlenmesi için
2010 yılından itibaren Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı
uygulanmaktadır. Bu programda
sağlıklı beslenme alışkanlığının kazandırılması, hareketli hayat tarzının
benimsetilmesi, sağlıklı çevre (destekleyici ortam) oluşturulması ve sağlığı tehdit eden durumlardan (tütün
ve alkol kullanımı yüksek şeker ve tuz
tüketimi) kaçınılması hedeflenmektedir. Onuncu Kalkınma Planı’nda 21.
öncelik olarak yer alan ve koordinatörü Bakanlığımız olarak belirtilmiş bu
programının kapsamı Türkiye obezite ile mücadele ve kontrol programı yönetiminin oluşturulması ve
politika geliştirilmesi, obezitenin önlenmesine yönelik çalışmalar, sağlık
kuruluşlarında obezitenin teşhisi ve
tedavisine yönelik önlemler, izleme
ve değerlendirmeden oluşmaktadır.
Belirtilen başlıklarda birçok çalışma,
oluşturulan Bilim Kurulları vasıtası ile
uygulanmaktadır.
Programın başlangıcından bugüne
DSÖ ile birlikte Çocukluk Çağı Obezite Araştırması - 2013 yapılmıştır. Aynı
çalışma 2015-2016 öğretim yılında
tekrarlanacaktır. Bakanlığımızca topluma doğru mesajların verilmesini
sağlamak için ilk kez 2004 yılında yayınlanan Türkiye’ye Özgü Beslenme
Rehberi güncellenmiş olup basım
çalışmaları devam etmektedir.
2014 Yılını “Sağlıklı Yaşam ve Hareket
Yılı” ilan ettik. Bu kapsamda 2014 yılında her ay için çeşitli aktiviteler ve
farkındalık çalışmalarını planladık ve
her ay için çeşitli etkinlikler yaptık. Bu
etkinlikler 2015 yılında da devam etmektedir.
2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile işbirliği yaparak Kantin
Genelgesi’ni çıkarttık. Bu genelge
ile okul kantinlerinde doğal maden
suları hariç, enerji içecekleri, gazlı
içecekler, aromalı içecekler ve kolalı içecekler ile kızartma ve cipslerin
satışları yasaklanmış, bunların yerine
süt, ayran, yoğurt, meyve suyu, taze
sıkılmış meyve suyu ve tane ile satışı
yapılabilen meyve bulundurulması
sağlanmıştır.
Obezitenin önlenmesi, takibi ve tedavisi kapsamında Aile Hekimlerimize yardımcı olmak üzere “Obezite ile
Mücadele El Kitabı”nı hazırladık ve
aile hekimlerimize dağıtımını yaptık. Şimdi de Aile Sağlığı Elemanları
ve Toplum Sağlığı Merkezleri’nde
bulunan hekim, hemşire ve diyetisyenlerin hastalara verecekleri, danışmanlıkta kullanmaları için broşürler
hazırladık. Beslenme ve fiziksel aktivite ile ilgili her türlü doküman ve
güncel bilgiler www.beslenme.gov.
tr sayfamızda bulunmaktadır. 81 ilimizde sağlıklı beslenme, besin hijyeni, okul çağı çocukların beslenmesi,
yaşlıların beslenmesi, anemi, kalpdamar hastalıklarında beslenme,
şişmanlık vb konularında öğrenci,
öğretmen, yaşlı ve sağlık personeline
yönelik olarak “Toplum Beslenmesi”
eğitimleri düzenlenmektedir.
Fiziksel aktivite çalıştayı düzenledik
ve burada başta MEB, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Gençlik ve
Spor Bakanlığı, Çalışma Bakanlıkları
ve akademisyenlerin de katılımı ile
bir bildirge yayınladık. Çalışmaların
devamı olarak, anılan Bakanlıklarla
fiziksel aktivite ile ilgili protokol hazırlıklarımız devam etmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü Beslenme Dostu Okul İnisiyitafi ile uyumlu olarak
2010 yılından itibaren MEB ile “Beslenme Dostu Okul” programını yürütmekteyiz.Ayrıca MEB işbirliğinde
yetişkin eğitimlerinin artırılması ve
farkındalık sağlanması için Hayat
Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü’ne
bağlı yaygın eğitim kurumlarında
kurslara katılan tüm kursiyerlere
“Sağlıklı Beslenme, Obezite, Fiziksel
Aktivite ve Sağlık” konularında eğitimler vermekteyiz.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı,
MEB ve Ulusal Süt Konseyi işbirliği ile
eylem planımızda yer alan ilköğretim
okullarında haftanın 3 günü “Okul
Sütü Programı” uygulanmaktadır. Ayrıca, bu yıl haftada 2 gün kuru üzüm
paketleri dağıtmaya başlanmıştır.
Toplum Sağlığı Merkezleri’nde Sağlıklı Beslenme ve Obezite Danışma
Birimleri oluşturduk. Bu birimlerde
sağlıklı beslenme ve fiziksel aktivitenin önemi hususunda uygun danışmanlıklar vermekteyiz. 2014 yılında
118.000 vatandaşımıza bu birimlerde
danışmanlık hizmeti verdik.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı işbirliğinde: ekmekte (1, 5 gr /100
gr kuru maddede), salçada, kırmızı
pul biberde, zeytin ve peynirde tuz
azaltılmıştır. Bakanlığımıza bağlı tüm
kurumlarda, tam buğday ekmeği kullanılması, ekmek israfının önlenmesi
ile kamu kurum ve kurumları yemekhanelerinde masalardan tuzlukların
kaldırılması, istenmesi durumunda
yemek servis bankosunda 0, 5-1
gramlık paketlerde tuz sunulması ve
ikramlarda fazlası talep edilmemesi
halinde mümkünse kapalı tek şeker
ikram edilmesi hususunda Bakanlık
genelgemiz yayınlanmıştır.
Sosyal medya özel gün ve haftalarda
obeziteye vurgu yaparak aktif olarak
kullanılmaktadır. Çocuklara yönelik
pazarlama baskısının azaltılması için
gıda reklamları ile ilgili çalışmalar tamamlanmıştır.
Fiziksel aktivitenin teşvik edilmesi
çalışmalarımız kapsamında Bakanlığımız tarafından çocuk ve gençlere
fiziksel aktivite alışkanlığı kazandırılarak sağlıklarının korunması için
toplumda bisiklet kullanımının teşvik
edilmesi amacıyla Sayın Bakanımızın
talimatları doğrultusunda Sağlıklı
Beslenme ve Hareketli Hayat Programımızın da içeriğine uygun olarak; “Fiziksel aktiviteyi teşvik projesi
2015-2018” kapsamında 4 yıl içinde
bir milyon adet bisiklet temin edilip
çocuklar ve okullar, üniversiteler ve
belediyelere dağıtılmaktadır. MEB
ile temasa geçilerek ortaokullarda
spor ve fiziki etkinlikler seçmeli dersi içinde yer alan “bisiklet” modülü
dersini açan ve uygulayan okul listeleri temin edilmiştir. Buna göre 30
büyükşehir belediyesi olan illerdeki
okullarımıza gönderilmiştir. 19 Mayıs
2015 tarihinde, ortaokul 5., 6. ve 7. sınıflarda seçmeli spor ve fiziki etkinlik
dersini açan veya “bisiklet modülü”
dersini uygulayan okullara 10.589
adet bisiklet teslim edilmiştir. Bu proje ile toplam 3220 bisiklet de üniversitelerimize (Hacettepe, Çukurova,
Afyon Kocatepe, Ağrı İbrahim Çeçen,
Burdur Mehmet Akif Ersoy, Eskişehir
Osman Gazi, Gaziantep, Kırıkkale,
Konya Selçuk, Muğla ve Van ) dağıtılacaktır. Bakanlığımız tarafından
Belediyeler için bisiklet yolu kriterleri
belirlenmiş ve web sitemizde duyurulmuştur. 1 Ocak 2015 tarihinden
itibaren kriterlere uygun bisiklet yolu
yapan belediyelerimize de bisiklet
dağıtımı yapılacaktır.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
11
kapakkonusu
HAREKETLİ YAŞAM VE SAĞLIKLI
BESLENME ÖNERİLERİMİZ
Sağlık Bakanlığı
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu
Vücudun büyümesi, yenilenmesi ve
çalışması için gerekli olan enerji ve
besin öğelerinin her birinin yeterli
miktarda alınması ve vücutta uygun
şekilde kullanılması durumuna “yeterli ve dengeli beslenme” denir. Vücut ağırlığının denetimi için; yeterli
ve dengeli beslenme ve düzenli fiziksel aktivite ile sürdürülen bir yaşam
biçimi oldukça önemlidir.
Yeterli ve dengeli beslenme için dört
temel besin grubunda yer alan besinler her öğünde, yeterli miktarda
tüketilmelidir.
Süt ve ürünleri grubunda; süt, yoğurt, peynir, çökelek, kefir ve süt ile
yapılan tatlılar bulunmaktadır. Bu besinler kemiklerin gelişmesi ve sağlığı
için gerekli kalsiyumun temel kaynağıdır. Protein, B vitaminleri, fosfor ve
çinko için de iyi bir kaynaktır. Günlük
olarak, yetişkinlerin 2 su bardağı,
çocuk, ergen, gebe ve emzikli kadınlarla, menopoz sonrası kadınların
ise 3-4 su bardağı kadar süt grubu
besinleri tüketmeleri gerekir. Az yağlı
olanlar tercih edilmelidir.
Et - yumurta - kurubaklagil grubunda; et, tavuk, balık, yumurta, kuru fasulye, nohut, mercimek ve ceviz, fındık, fıstık gibi yağlı tohumlar yer alır.
Bu grup protein, demir, çinko, fosfor,
12
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
magnezyum ve B vitaminleri için iyi
birer kaynaktır. Balık iyi bir omega 3
kaynağıdır. Ayrıca kurubaklagiller bağırsaklarımızın düzenlenmesine yardımcı olan posa ve E vitamininden
de zengindir. Günlük olarak, yetişkin,
genç ve çocuklar 2 porsiyon; gebe ve
emzikliler ise 3 porsiyon tüketmelidir.
ze ve meyve tüketilmelidir. Günlük
alınan sebze ve meyvenin en az iki
porsiyonu yeşil yapraklı sebzeler (Yeşil sebzelerin doğrandığı zaman 2-3
su bardağını dolduran miktarı) veya
portakal, mandalina gibi turunçgiller
veya domates olmalıdır.
Ekmek ve tahıl grubunda; buğday,
pirinç, mısır, çavdar, yulaf vb. gibi
tahıl taneleri ve bunlardan yapılan
un, bulgur, yarma, kahvaltılık gevrek,
makarna, erişte vb. ürünler bulunur.
Bu gruptaki beyazlatılmamış besinler
özellikle B grubu vitaminler (başta
B1 vitamini olmak üzere), mineraller,
karbonhidratlar, posa ve diğer besin
öğelerini içermeleri nedeniyle sağlık açısından önemli besinlerdir. Tam
tahıldan ekmek tercih edilmelidir. Bu
grup besinler günlük enerji harcamasına göre tüketilmelidir. Eğer kilonuz
olması gerekenden fazla ve daha çok
çalışıyorsanız bu grupta yer alan besinleri daha az tüketmeniz gerekir.
Normal vücut ağırlığında olanların
her öğünde 1-3 orta dilim tam tahıllı
ekmek veya tahıllardan da 2-3 porsiyon yemesi yeterlidir. Pirinç yerine
bulgur tercih edilmelidir.
Yaz Aylarında Beslenmede Dikkat
Edilecek Hususlar
Taze sebze ve meyve grubu folik asit,
A vitamininin ön öğesi olan karoten,
E, C, B2 vitamini ile kalsiyum, potasyum, demir, magnezyum, posa ve
diğer antioksidan özelliğe sahip bileşiklerden zengindir. Günde en az
5 porsiyon (en az 400 gr) taze seb-
Yaz aylarında hava sıcaklıklarının
artması birtakım sağlık sorunlarını
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Vücut ısısı artmakta ve metabolizma
bu yeni duruma uyum sağlamaya
çalışmaktadır. Yaz aylarında özellikle yüksek tansiyon, kalp yetmezliği
ve koroner kalp hastalıklarında artış
gözlenmektedir. Sıcaklığın artması
ile birlikte vücuttan ter ile öncelikle
sıvı, potasyum ve sodyum gibi birçok
mineral kayıpları olur. Bunun sonucu,
bayılma hissi, bulantı, baş dönmesi
gibi sağlık problemleri de görülebilmektedir. Yaz aylarında özellikle
bebek ve çocuklarda ishal görülme
sıklığı artmaktadır. Ayrıca sıcak havalarda besinlerin bozulma riski artmakta ve besin kaynaklı zehirlenmeler sık görülmektedir.
Yaz sıcaklığından en çok etkilenenler
çocuklar, yaşlılar, hamileler, yüksek
tansiyon, kalp ve şeker hastalığı olan
bireylerdir. Sağlıklı beslenme ve bu
konuda toplumun bilinçlendirilmesi
yaz aylarında sıklıkla görülen sağlık
problemlerinin azaltılmasında son
derece önemlidir.
Yaz Aylarına Yönelik
Sağlıklı Beslenme Önerileri
Kahvaltı günün en önemli öğünüdür.
Yaz aylarında yapılacak kahvaltıda az
yağlı peynirler, zeytin ve taze sebzeler bulunmalı, kafein içeren içecekler yerine de yarım yağlı süt, meyve
suyu, ıhlamur ve kuşburnu gibi bitki
çaylar tercih edilmelidir.
Yaz aylarında yağlı besinlerin ve yağda kızartmaların tüketiminden kaçınılmalı; yemeklerde bitkisel sıvı yağların kullanımı, yemekleri pişirirken
kızartma ve kavurma yerine haşlama,
ızgara, kendi suyunda veya az suda
pişirme gibi sağlıklı pişirme yöntemleri uygulanmalıdır.
Yaz aylarında vücut direncini artırmak ve vücudun yeterli miktarda
vitamin ve mineral alınmasını sağlamak için sebze ve meyve çeşitlerinden yararlanılması önemlidir. Günde
en az 5 porsiyon sebze ve meyve tüketilmesi gerekir.
Kan şekerini hızla yükselten ve hızlı
düşüren besinlerin tercih edilmemesi, basit karbonhidrat olan saf şeker
ve şekerli besinler yerine tam buğday ekmek, makarna, bulgur gibi lifli
besinlerin tüketilmesine özen gösterilmelidir.
Enerjisi yüksek hamur tatlıları yerine
sütlü tatlılar, meyve tatlıları, dondurma gibi tatlılar tercih edilmelidir. Ayrıca yaz aylarında
egzersiz ve spor yapılırken kış
aylarına göre daha fazla sıvı kaybı yaşanacağı için egzersize başlamadan
15 dk. önce 1-1, 5 bardak, egzersiz sırasında ise 10-15 dakikada bir yarım
bardak su içmek gereklidir. Ayrıca ter
ile kaybedilen minerallerinde yerine
konulması açısında ayran da tüketilebilir. Bunun yanında vücudun ihtiyacında fazla su tüketmesi de böbreklerin zarar görmesine ve vücutta
ödem oluşmasına sebep olabileceği
unutulmamalıdır.
Terleme ile artan sıvı ve mineral
kaybının önlenmesi için yeterli sıvı
alımı önemlidir. Ayrıca, yaşamın her
döneminde yeterli sıvı alımı vücutta
oluşan toksinlerin (zararlı öğeler) atılması, vücut fonksiyonlarının düzenli
çalışmasında, metabolizma dengesinin sağlanmasında ve vücutta pek
çok biyokimyasal reaksiyonun gerçekleşmesinde son derece önemli rol
oynamaktadır. Bu nedenle, her gün
en az 2-2, 5 litre su içilmeli, sıvı alımının karşılanmasında kahve, çay ve
gazlı içecekler yerine yarım yağlı süt,
ayran ve meyve suyu gibi içecekler
tercih edilmelidir.
Besin zehirlenmeleri, halk sağlığını
yakından ilgilendiren ve özellikle yaz
aylarında artan hastalıklardan biridir.
Çoğunlukla hafif seyirli ve kısa süreli
hastalıklar olmalarına karşın, zehirlenmeye yol açan besinle ve kişiyle
ilgili bazı faktörler hastalığın zaman
zaman daha ağır seyretmesine hatta
ölümcül olmasına yol açabilmektedir. Özellikle yaz aylarında dışarıda ve
açıkta satılan yiyeceklerin, tüketiminden kaçınılmalı, çabuk bozulan potansiyel riskli besinler (et, yumurta,
süt, balık vb.) açıkta bekletilmemeli,
besinlerin hazırlanması ve pişirilmesi
aşamalarında hijyen kurallarına özen
gösterilmelidir.
Yaz aylarında özellikle rota virüslerden kaynaklanan bebek ve çocuklarda yaygın olarak görülen ishallerin
önlenmesinde el temizliği ile sebze
ve meyveleri yemeden önce iyice yıkamak çok önemli olup, ishali olanlar
en yakın sağlık kuruluşuna başvurmalıdır.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
13
kapakkonusu
Prof. Dr. Hilal ÖZCEBE:
GÜVENİLİR OLMAYAN GIDA 200’DEN
FAZLA HASTALIĞA NEDEN OLUYOR
Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı
Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Hilal Özcebe, “Güvenilir olmayan besinler
ishalden kansere kadar 200’den fazla
hastalığa neden olmaktadır. Toplumda da özellikle yenidoğan bebekleri,
küçük çocukları, yaşlıları ve hastaları
daha fazla etkilenmektedir. Günümüzde halen gıda ve su kaynaklı
ishalli hastalıklar birçoğu çocuklar
olmak üzere her yıl tahminen 2 milyon ölüme neden olmaktadır” diye
konuştu.
Kalabalıklaşma ve küreselleşme
yakından etkiliyor
Günümüzde dünyanın kalabalıklaşması, nüfusun önemli bir kısmının
kentlerde yaşaması, seyahat olanaklarının artması, toplumların gıda tüketim alışkanlıklarının değişmesi gibi
nedenlerin gıdalardan etkilenme
boyutlarını etkilediğini anlatan Prof.
Dr. Özcebe şöyle devam etti: “Halka
açık yerlerde satılan gıdaları satın
alan ve tüketen insan sayısı giderek
artmaktadır. Küreselleşme, geniş yelpazedeki gıdalara yönelik büyüyen
bir tüketici talebini tetiklemiş, bu
sürecin sonucunda ise giderek daha
karmaşık bir hal alan ve daha uzun
bir küresel gıda zinciri oluşmuştur.
14
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Küreselleşmenin etkisiyle güvenilir
olmayan gıdaların oluşturduğu tehdit yöresel kalmamakta, geniş kitleler
etkilenebilmektedir.”
Üreticiden tüketiciye herkes üzerine
düşeni yapmalı
Tarlada doğal koşullarda zararlı maddelerden arıtılarak güvenilir gıdanın
üretilmesinin gerekliliğine dikkati
çeken Prof. Dr. Özcebe, “Gıdanın işlenmesi aşamasında, tüketiciye sunulması sırasında hem zararlı maddelerden uzak tutulması hem de gıda
hijyenine uyulması gerekmektedir.
Sadece teknolojik olarak gıda güvenirliliğinin sağlanması yeterli olmayıp gıda ile ilgilenen kişilerin de gıda
hijyenini sağlayacak şekilde çalışmaları gerekmektedir. Gıdanın hazırlanmasından sunumuna kadar olan
süreçte çalışan kişilerin gıda hijyeni
konusundaki bilgi eksiklikleri ve uygulamaları yine en önemli tehditlerden birini oluşturmaktadır. Bu sürece
sadece sokakta açıkta satılan gıdalar
değil evlerde hazırlanan gıdalar da
dahildir. Evde yemek yapımından sorumlu olan kişilerin de gıda güvenirliğine ilişkin önemli bir yerleri vardır”
ifadelerini kullandı.
Yıllık 600 bin denetim gerçekleştiriliyor
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı
Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü
Gıda Kontrol ve Laboratuvar Dairesi
Başkanı Dr. Neslihan Alper ise şu bilgileri verdi: “Türkiye’de yaklaşık 600
bin işletme bulunuyor. Yıllık denetim
sayımız 600 bin 924. İşletmeleri sistematik olarak denetliyoruz. Ancak
şikayet üzerine de denetimler yapıyoruz. Ayrıca ALO 174 hattı da bu
konuda çok önemli. Vatandaşlarımız
güvenmediği gıdalar için bu hatta
başvurabilir” dedi.
Prof. Dr. Hilal Özcebe
Gelişim Yolunda
Bir Adım Daha İleri
Avrupa Patentli
Pronutra
Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir.
*Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre.
kapakkonusu
DİYABET VE BESLENME
Uzm. Diyetisyen Banu SALMAN
Diyabetin bu çeşidi genellikle çocukluk çağında ya da genç yetişkinlik
döneminde başlar. Hastaya dışarıdan
insülin tedavisi gereklidir.
Diyabet Nedir?
İnsülinden Bağımsız (Tip 2) Diyabet
Diyabet (şeker hastalığı); en basit
tanımı ile, vücudun besinlerdeki
enerjiyi kullanmasını etkileyen bir
hastalık durumudur. Başka bir deyişle, pankreastan salgılanan insülin
hormonunun yokluğu ya da yetersizliği sonucu, kandaki şeker miktarının
artmasıdır.
Daha sık görülür. İnsülin pankreastan
yeterli salgılanmaz. Ailede diyabet hikayesi olanlar risk altındadır. Tip 2 diyabet yavaş gelişen bir hastalıktır ve
genelde 40 yaştan sonra ortaya çıkar.
Bu diyabet çeşidi için aşırı kilo önemli
bir risk faktörüdür. Tedavisi; diyet, egzersiz, medikal tedavi ve eğitimden
oluşan bir kompleks ile mümkündür.
Bu kompleksin en önemli halkası diyet tedavisidir.
Kanda glikozun sürekli olarak yüksek
olması çok ciddi sorunlara yol açabildiği gibi düşük ya da sürekli değişken
olması da tehlikelidir...
Kaç Çeşit Diyabet Vardır?
İnsüline Bağımlı (Tip 1) Diyabet
Daha az görülür. Pankreastan salgılanan insülin hiç yoktur veya etkisizdir.
16
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Diyabete Eğilimi Olan Bireyler Kimlerdir?
• Ailede diyabet öyküsü olanlar
• 40 yaşın üstünde ki bireyler
• Şişmanlık ve yanlış beslenme alışkanlıkları olanlar
• Gebeler ve sık doğum yapanlar
Gestasyonel Diyabet
Hormonlardaki değişikliğin bir sonucu olarak, hamilelik döneminde ortaya çıkabilen bir durumdur. Genelde doğumdan sonra kaybolmasına
rağmen, hamilelik süresince kontrol
edilmelidir.
Uzm. Diyetisyen Banu Salman
• Hipertansiyon ve yüksek kan lipid • Nemli soluk deri
düzeylerine sahip bireyler
• Baş ağrısı
• Fiziksel aktivitesi az olanlar
• Kusma
Diyabet Tedavisinin Temelinde; İlaç
• Çift görme
Tedavisinin Yanı Sıra, Yeterli Ve Dengeli Olarak Kişiye Özel Hazırlanmış Bir • Baygınlık hissi
Diyet Tedavisi Yer Almaktadır
Yeterli ve dengeli bir beslenme programı olmayan bireylerde diyabet
kendini çok çeşitli şekillerde gösterip
bireyi sıkıntıya sokar...
Diyabetik Bireylerde Görülebilen Sağlık
Sorunları:
Hiperglisemi (Yüksek Kan Glikoz Düzeyi)
Aşağıda yer alan belirtiler ile kendini
gösterir.
• Bulantı, Kusma
• Yorgunluk
• Karında Ağrı
• Dalgınlık
• Deride kırmızılık, kuruluk
• Düşük Tansiyon
nun beraberinde fiziksel aktivite de
düzenlenmelidir.
Karbonhidrat Tüketimi:
Enerji kaynaklarıdır. Kan şekerini yavaş yükselten çeşitleri diyette tercih
edilmelidir. Kan şekerini hızlı yükseltenler ise tüketilmemelidir.
Kan Şekerini Hızla Yükselten Besinler:
• Şeker
• Bal
• Pekmez
• Reçel
• Çikolata
• Sık enfeksiyonlara yakalanma
Tüketilmemesi gereken
• Göz rahatsızlıkları
karbonhidrat türleri
• Böbrek sorunları
• Şekerleme
• Sinir iletimi bozuklukları
Diyabetliyseniz ...
• Hazır Meyve Suları
• Kalp rahatsızlıkları
• Beslenmenizi kontrol altında tu- • Meşrubatlar
• Yaraların iyileşemeyip gangrenle- tun.
re dönüşmesi
• Yemek saatlerinizi kontrol edin.
Kan Şekerini Yavaş Yükselten Besinler:
• Hiper ya da hipoglisemi atakları • Hareket edin.
1. Düşük Posa İçerenler
Gibi sorunlar temelde diyet tedavisi • Eğer kiloluysanız zayıflayın. Birkaç
ile aşılıp kontrol altına alınabilecek
kilo vermek bile kan şeker düzeyi- • Beyaz Ekmek
sorunlardır...
nizin kontrolünü kolaylaştırabilir.
• Un
• Vücut ağırlığınızı kontrol altında • Tuzlu Bisküvi
Hipoglisemi (Düşük Kan Glikoz Düzeyi)
tutun.
• Patates
Aşağıda yer alan belirtiler ile kendini • Hekiminiz tarafından tavsiye edi• Pirinç
gösterir.
len diyabet ilaçlarını alın.
• Makarna
• Titreme
Diyabet ve Diyet Tedavisi
• Huzursuzluk
2. Yüksek Posa İçerenler
Diyabeti
olan
herkesin
düzenli
bir
• Taşikardi (çarpıntı)
• Kuru Baklagiller
beslenme planına ihtiyacı vardır. Bu-
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
17
• Kepekli Ekmek
• Bulgur
• Sebze ve Meyveler
Posa Tüketimi :
Yüksek posa içeren besinler kan şekerini düzenlediği ve kolesterolü
düşürdüğü için daha fazla tercih edilmelidir.
Protein Tüketimi:
Proteinden zengin gıdalar (et, süt,
yumurta vb..) yeterli miktarlarda alındığında kan şekerini düzenleyici rol
oynamaktadırlar. Bu nedenle günlük
diyette protein alımına dikkat edilmelidir. Kırmızı et yerine tavuk, balık
veya hindi eti, süt ve yoğurtta yarım
yağlı veya yağsızlar tercih edilmelidir.
Yağ tüketimi:
Katı yağlar yerine sıvı yağlar (zeytin
yağı, ayçiçek yağı, mısırözü yağı) tercih edilmelidir.
Öğün Sayısı:
Diyabette önerilen yiyeceklerin zamanında ve gerekli miktarlarda yenilmesi çok önemlidir. Besinler 3 ana
3 ara öğün şeklinde tüketilmelidir. Bu
şekilde insülinin daha dengeli kullanımı ve dolayısıyla insüline olan ihti-
18
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
yacın azalması sağlanır. Uzun süre aç
kalınması ve düzensiz yemek yenilmesi hipo ve hiperglisemiye yol açar.
Bu nedenle oruç tutmak, bir veya birkaç öğünü atlamak gibi davranışlardan kaçınılmalıdır.
Alkol:
Alkol hipoglisemi riskini arttırır. Yüksek enerji içermesi nedeniyle kilo
vermesi gereken, pankreatit ve nöropatisi olan, kan lipid düzeyleri yüksek
seyreden diyabetiklere önerilmemektedir. Tüketilmeden önce diyetisyene danışılmalıdır. Kullanımına
izin verildiğinde mutlaka yemeklerle
birlikte alınmalıdır.
Biliyor muydunuz ?
Aslında diyabetik bir beslenme programının; normalde sağlıklı yaşamak
isteyen her insanın uygulaması gereken bir beslenme programı olduğunu biliyor muydunuz?
Diyabetik Bireyler İçin Genel Beslenme
Önerileri
• Kan
şekerinizi kontrol altına almada öğün sayınız son derece
önemlidir. Bu yüzden öğünlerinizi
zamanında, önerilen miktarlarda
ve 3 ana 3 ara öğün biçiminde tüketmeye çalışınız...
• Beslenme
programınızdan pek-
mez, reçel, bal, marmelat, sofra
şekeri gibi saf basit şeker kaynaklarını, hamur işlerini, yağda kızarmış veya kavrulmuş ve sos ilave
edilmiş yiyecekleri, kuruyemişleri,
kaymak krema mayonez gibi yağlı
gıdaları, içeriği tam olarak bilinmeyen hazır besinleri çıkarınız...
• Beslenmenizde lifli besinlere ön-
celik veriniz.bol miktarda çiğ sebze (domates, salatalık) ve sebze
yemeği yiyiniz...
• Kepekli ekmek kan şekerinizi daha
yavaş yükselteceğinden beyaz ekmeğe oranla kepekli ekmeği tercih ediniz...
• Yemekleri
pişirdiğiniz yağın cinsine dikkat ediniz. Yemeklerinizi
ve salatalarınızı bitkisel kaynaklı
sıvı yağların karışımı ile (mısırözü,
ay çiçek, zeytinyağı ve fındık yağı)
hazırlayınız...
• Hayvansal kaynaklı katı yağlardan
(tereyağı, içyağı, kuyrukyağı) ve
margarinden uzak durunuz...
• Meyveleri tek başına tüketmeme-
ye özen gösteriniz. Meyveler kan
şekerinizi hızlı yükseltir. Bu yüzden meyveleri proteinli gıdalarla
birlikte ya da yemeklerle beraber
tüketiniz.
• Diyetinizde
ki doğru beslenme
davranışlarınızla yaşam kalitenizi
ve sürenizi yükseltebilir, geleceğe
daha güvenle bakabilirsiniz.
kapakkonusu
ANNE ADAYLARI NASIL BESLENMELİ?
Prof. Dr. Cihat ŞEN
Kadın Doğum ve Perinatoloji
İstanbul Üniversitesi
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Perinatal Tıp Vakfı Başkanı
Gebenin beslenmesi nasıl olmalı?
Normal sağlıklı bireylerin, sağlıklı
beslenmesi için gerekli olanlar ne
ise, gebe de o şekilde beslenmelidir.
Burada dikkat edilmesi gereken gebe
kalmadan 400 mg Folik asit alınması,
bazı problemlerinin ortaya çıkmasını
azaltması nedeni ile yararlıdır. Özellikle gebeliğin ikinci yarısında olmak
üzere gebenin ek 300 kalori alması
gereklidir. Normal boyutlarda bir
erişkinin gümlük kalori ihtiyacı 1800
civarında iken gebenin ihtiyacı 21002200 kalori civarındadır. Dolayısı ile
öğüleri atlamadan, besinler arasında
dengeyi koruyarak yapılan bir beslenme düzeni yeterlidir. Üç öğünü
atlamamalı ve öğün aralarında küçük
ara öğünler yapmalıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken durum,
üç öğüne ek olarak 3 adet ara öğünü
ek besin ile yapmamalıdır, bu durumda kilo alması açınılmazdır. Yapılması
gereken ana öğünlerden sevdiği küçük bir kısmı ayırıp, o öğünü izleyen
ara öğünde alınmalıdır. Bu durumda
kalori kontrolü sağlanmış olur.
Gebelikte kilo almanın gebelik sonuçları
ile ilişkisi var mıdır?
Gebelikte kilo artışı ile doğan bebeklerin kilosu arasında çok yakında ilişki vardır ve böyle gebelerden doğan
çocuklar ilerleyen yaşlarda diyabet,
hipertansiyon, kalp hastası olma riskleri çok artmaktadır. Gebelikte kilo
kontrolü ve düzenli beslenme ile bu
durumun ortaya çıkması engellenebilmektedir. Hatta kilolu gebe kalanların doğan çocukları ilerleyen yaşlarda diyabetik olabilmektedir.
20
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Gebelikte düzenli vitamin kullanımı her
gebe için uygulanmalı mıdır?
Toplumuzda maalesef gebelerde bir
vitamin kullanım çılgınlığı vardır. Bu
tamamen yanlıştır. Bir erişkinin sağlık
nedeni ile ve tıbben gerekli olduğu
durumlarda vitamin kullanması gerekir, aynı durum gebe için de geçerlidir. Tıbbi bir gereklilik saptanmadıysa
kullanılması gereksizdir. Bunun dışında bebeğin daha sağlıklı ve akıllı olacağı gerekçesi ile gebelikte vitamin
kullanılması tamamen bir safsatadır,
pazarlamaya yönelik bir söylemdir ve
hatta bazen ölçüsü kaçırılmış vitamin
kulalnımı durumlarında bebeğe ciddi zararlar verebilmektedir.
lanmalıdır. Burada dikkat edilmesi
gereken noktalardan biri gebeliğin
12-22. haftaları arasıdır. İlk 3 aydaki
iştahsızlık ve benzeri küçük gebelik
sorunlarından sonra, hormonal durumun giderek değişmesi ile iştah
açılır, iştah merkezi üzerinde vücudun kontrolü azalır. Hatta fazla gıda
ve kalori aldığında, gebe bunu fazla
olarak algılamaz. İştah merkezi kontrolü sağlanamadığı durumda, yeni
yeme düzeni bir alışkanlık haline
döner ve sonraki haftalarda da gebe
iştahını engellemekte zorluk çeker.
Gebelikte demir kullanımı hangi
durumlarda gereklidir?
Gebelikte demir kullanımında da hatalar görmekteyiz. Gebelikte demir
ihtiyacı artmakla birlikte bu ihtiyacı
normal, sağlıklı her anne adayı zaten
karşılayabilmektedir. Sağlık durumu
çok iyi olmayan ve vücudundaki demir depoları yeterli olmayanlarda
demir eksikliği söz konusu olabilir. O
da bebek açısından bir sorun teşkil
etmez, sadece anneyi kısmi kansızlık
durumuna sokar. Bu durum da tedbir
için ya da tedavi için ilaç kullanımı
ile düzeltilebilmektedir. Anne bu durumda olsa bile, bebek gerekli ihtiyacını zaten her halükârda anneden almaktadır. 22-24. gebelik haftasından
önce gebeliğe özgü demir eksikliği
durumu oluşmaz. Dolayısıyla bu dönem civarında kan sayımı yapılarak
Hemoglobin değerinin 11 gr altında
olan gebelerde, kansızlık olduğu için
değil, ilerideki hafta ya da aylarda ortaya çıkmaması için tedbir olarak demir hapları, günde 1 tane verilebilir.
Yoksa her gebenin rutin olarak demir
kullanması söz konusu değildir ve
gerekte yoktur.
Hamilelikte doğru kilo alımı nasıl olmalı?
Önerilen kilo artışı 12-14 kilogramdır. Bunun dışındaki değerler sorgu-
Prof. Dr. Cihat Şen
Bu durum hakkında gebe önceden
bilgilendirilirse, kendini baştan programlar ve bilinçli bir beslenme düzenini sağlayarak, daha az sorunlu bir
gebelik süreci geçirmeyi başarabilir.
Kontrollü ve uygun kilo artışı ile doğuma giren gebe, doğum sonrasında
da kilo problemleriyle fazlaca uğraşmak zorunda kalmaz.
Gebelerin bilgilendirilmesi amacıyla
“Gebenin El Kitabı” hazırlanmıştır. Gebelik hakkında her türlü bilginin yer
aldığı bu kitabı ücretsiz olarak isteyen herkese göndermekteyiz. Bunun
için Tel: 0212-2244080 E-mail: info@
perinatal.org.tr istekte bulunulması
yeterlidir.
İkiz gebelik yaşayan anne adayı için
beslenmede ne gibi farklılıklar vardır?
Temelde tekil gebeliklerden farklı de-
ğildir. Beslenme rejimi açısından fark
teşkil etmez. Kan sayımı ve demir
deposu kontrolünün erken gebelik
haftalarında ve 22. ile 28. haftalarda
yapılmasında fayda vardır. İkiz gebeliklerde sabah akşam 20-30 dakikalık
yürüyüş ya da egzersiz programları,
tekil gebeliklerde de olduğu üzere
çok faydalı olur. Kan dolaşımının ve
özellikle bacak damarlarının sağlıklı
tutulması yönünden fayda sağlar.
Doğum sonrası beslenme nasıl olmalı?
Gebe günlük yaşamdaki beslenme
şekline dönmelidir. Tabii burada bahsini ettiğimiz sağlıklı ve dengeli beslenmedir. Emziren annelerin, lohusa
şerbeti, tatlı gibi bol kalorili gıdalarla
beslenmesi fazla kiloya yol açar. Emziren anne bu konuda bilgilendirilmelidir.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
21
kapakkonusu
HER YIL NORVEÇ BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR
ÜLKE DİYABET NEDENİYLE YOK OLUYOR*
2035’te yarım milyara ulaşacağı tahmin edilen diyabetli hastaların hayatını
kolaylaştıracak mucitler Türkiye’de aranıyor
Dünyada her 7 saniyede 1 kişi diyabetten
hayatını
kaybediyor.
Türkiye’de ise erişkin nüfusun yaklaşık 60 bini, diyabete bağlı nedenlerle
yaşamını yitiriyor. Bu rakam her yıl
trafikte hayatını kaybedenlerin yaklaşık 20 katı. Üstelik hastalıkla ilgili
bilinirlik oldukça düşük. Türkiye’de
üniversite öğrencileri arasında yapılan ankete göre öğrencilerin yarısı
diyabetin belirtilerinden habersiz.
Diyabet alanında öncü çözüm ve
tedavi yöntemleri sunan Sanofi, diyabetle ilgili farkındalığı artırmak
ve diyabette ihtiyaca yönelik çözüm
önerileri üretmek için ikinci kez üniversite öğrencileri arasında ‘Sen Bul
Diyabet Kolaylaşsın’ proje yarışması
düzenliyor. Diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak fikri olan üniversite öğrencileri, 31 Temmuz’a kadar
başvuruda bulunabilirler.
Ar-Ge’ye önemli yatırımlar yapan Sanofi Grubu, diyabet konusunda yeni
ve etkili tedavi yöntemlerinin yanı
sıra sosyal sorumluluk projeleriyle
de diyabet konusunda farkındalık
yaratan çalışmalar yürütmeye devam
ediyor.
Kontrol altına alınmadığında körlük,
böbrek yetmezliği, diyabetik ayak,
kalp hastalığı ve inme gibi ciddi sorunlara yol açabilen diyabet hastalığı,
2014 yılı itibariyle dünya çapında 387
milyon kişiyi, Türkiye’de ise yaklaşık 7
milyon kişiyi etkiliyor1.
Önlem alınmadığında yaşam süresini
5 ila 10 yıl kısaltan diyabetin tedavisinde öncü çözüm ve tedavi yöntemleri sunan Sanofi, hastalıkla ilgili
kamuoyunda farkındalık yaratmak
amacıyla projeler yürütüyor. Sanofi
bu kapsamda ‘Türkiye Diyabet Vakfı’
ile birlikte, diyabetle ilgili farkındalığın artırılması ve diyabetli hastaların
hayat kalitesini yükseltmek amacıyla
geçtiğimiz yıl “Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın” adlı proje yarışmasını başlattı.
22
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Sanofi, Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın
Yarışmasıyla Diyabetle İlgili
Farkındalığı Artıracak
Diyabet hastalarının yaşamlarını kolaylaştıracak yenilikçi fikir ve icatların
hayata geçirilmesine katkı sağlamak
amacıyla düzenlenen yarışmanın bu
seneki başvuruları devam ediyor. Bu
süreçte Ankara, İzmir, Bursa, İstanbul
ve Trabzon dahil 5 ilde 9 üniversitedeki “öğrencilerin hayatını diyabet
hastaları adına bir gün kolaylaştıracağız” temalı kampus aktiviteleri yapıldı. Ayrıca bu üniversitelerde öğrencilerin diyabetle ilgili bilgilerini ölçmek
amacıyla anketler yapıldı. Anket sonuçlarına göre öğrencilerin yaklaşık
yarısı diyabetin belirtilerinden ve
ölüme kadar götürebilen komplikasyonlarından habersiz. Sanofi, Sen Bul
Diyabet Kolaylaşsın yarışmasıyla hem
diyabetle ilgili farkındalığı artırmayı
hem de diyabette ihtiyaca yönelik
fikirlerin ortaya çıkmasını amaçlıyor.
Diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak fikri olan üniversite öğrencileri, 31 Temmuz’a kadar senbuldiyabetkolaylassin.com web sitesinden
başvuruda bulunabilir. Dereceye giren finalistler Ekim ayında jüriye sunumlarını gerçekleştirecek ve “14 Ka-
sım Dünya Diyabet Günü “haftasında
ödül töreni gerçekleştirilecek.
Projeleri Değerlendirecek Jüri, Önemli
Akademisyen ve Hekimlerden Oluşuyor
Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversite öğrencilerinden gelecek olan
projeleri değerlendirecek bağımsız
jüri üyeleri arasında, Prof. Dr. Temel
Yılmaz’ın yanı sıra Diyabetle Yaşam
Derneği Başkanı Emine Alemdar, Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aybek
Korugan, Marmara Üniversitesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oğuzhan
Deyneli, Doğuş Üniversitesi Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Mitat Uysal, Ulusal Beslenme Platformu 2. Başkanı Prof. Dr.
Mehmet Pala ve gazeteci ve Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.
Fatoş Karahasan yer alıyor.
Referans:
1. International Diabetes Federation. IDF Diabetes Atlas, 6. Baskı. 2013 güncellemesi:
http://www.idf.org/diabetesatlas/. Erişim
tarihi:Nisan 2014
* Dünyada her yıl 5.1 milyon kişi diyabet sonucu hayatını kaybediyor. Bu da 5.1 milyon
nüfuslu Norveç nüfusuna denk geliyor.
kapakkonusu
YEMEK YEMEK
SİZİN İÇİN NE İFADE EDİYOR?
Dr. Nurhayat GÜL
Aşağıdaki şıklardan kendinize en yakın bulduğunuzu seçin:
a) Lezzetli yemek benim için tek önceliktir. Zararlı olduğunu söylüyorlar ama canımın istediğini yerim.
Damak tadım gelişmiş olduğu için
de her şeyi beğenmem. Sonunu
düşünerek yemem, sonuçta herkes bir gün ölecek değil mi, yiyen
de yemeyen de?!
b) Kendimi bildim bileli hep diyet yapıyorum, ama hala kiloluyum. Yeni
çıkan her şeyi deniyorum. Yöntem,
ilaç, diyet her şeyi denerim. Ama
kalıcı olmuyor, tekrar kilo alıyorum.
c)Sağlıklı yaşam için sağlıklı yemek
ve düzenli egzersiz yapmak gerektiğini biliyorum ama bir türlü
başaramıyorum
d)Sağlıklı beslendiğime inanıyorum.
Daha önce diyetisyene gitmiştim,
orada öğrendiklerimi uyguluyorum. Sık sık, azar azar ve her şeyi
24
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
yiyorum. Kilomu koruyorum ama
her kafadan bir ses çıkıyor. Hangi
beslenme doğru ve benim için uygun, onu bilemiyorum.
Hangi seçeneği işaretlediniz bilmiyorum ama bu yazıda hepiniz kendinizi
ilgilendirecek bir şeyler okuyacaksınız.
Görünen bir bedenimiz var, cildimiz,
gözlerimiz, kulaklarımız, saçlarımız…
bir de bunun altında organlarımız.
Bu organlar gözle görülemeyecek
kadar küçük hücrelerin bir araya
gelmesiyle oluşurlar. Her bir hücre,
organın görevini yapmasını sağlayacak özellikte gelişiyor. Bu gözle görülemeyecek kadar küçük hücrelerin,
daha da görülemeyecek kadar küçük
çekirdeğinde 2 metre boyunda makaraya sarılmış gibi bir iplikcik var. 2
ayrı iplikten oluşuyor, merdiven gibi
birbirine sarılmış bir sarmal şeklinde.
İşte bu minik iplik doğum öncesinden ölüme kadar geçeceğiniz bütün
aşamaların kodlarını zamanı gelince
harekete geçirmek üzere programlanmış, neler yaptığını anladıkça şaşırma ve hayranlık duymaktan başka
bir şey yapmanın elinizden gelmeye-
ceği DNA’nız. Herkesin DNA’sı kendine özel. Sizden başka bir tane daha
yok. Tek yumurta ikizlerinin bile genleri anne karnında maruz kaldıkları
etkiden dolayı farklı işleyebilir.
Düşünün ki hepimiz kumaşız. Ancak
herkesin farklı bir deseni var ve bu
farklı desenlerin oluşmasına genetik
yapımızdaki farklılıklar neden oluyor.
Örneğin; hepimizin gözü var ama
renk renk ve şekil şekil. Genetik kodlarımızdaki farklılıklar farklı desenler
oluşmasına neden oluyor. Vücudumuzun gözle göremediğimiz kısmından bahsediyorum.
Genetik bilimindeki keşifler dönemin
postgenomik çağ diye adlandırılmasına neden oldu. Tıp, ilaç bilimi ve
beslenme yeni bir bakış ile yeniden
değerlendiriliyor. Nutrigenetik/Nutrigenomik araştırmalar besin ve besin
grupları ile gen arasındaki ilişki ve
etkileşimi inceleyerek, sonuç olarak
hastalıklardan korunma konusunda
gereken eksik olan bilgiyi sağlıyor.
Genetik çeşitlilik kalp damar hastalıkları, diyabet, kanser, Alzheimer gibi
kompleks hastalıkların oluşumuna
katkıda bulunuyor. Bu hastalıklara
yatkınlığınız ne kadar olursa olsun,
yine de çevresel faktörler sizi koruyabilir yada tam tersi. İyi haber beslenme çevresel faktörlerden kontrol
edebilme şansına sahip olduğunuz
faktördür. Beslenme bu hastalıkların
oluşumunda veya korunmada o kadar önemlidir ki, bulmacadaki eksik
parçadır. Hastalıklardan korunmak ve
tedavi etmek için verilen beslenme
tavsiyeleri postgenomik çağa kadar
gözleme ve laboratuvar verilerine dayalı idi. Artık genlerin çalışma şekline
ve sebep oldukları sonuçlara bakarak
bu bilimi mutfaklarımıza sokabiliriz.
Genlerimizdeki bu farklılıklar günlük hayatımıza şu şekilde yansıyor.
Aynı iş yerinde çalışan ve aynı toksik
maddeye maruz kalan iki işçiden biri
kanser oluyor, diğeri olmuyor. Sigara
içen iki arkadaştan biri akciğer kanseri oluyor, diğeri mesane kanseri
oluyor. Her hafta sonu mangalda et
yiyen üç komşudan biri kolon kanseri oluyor, diğeri kalp krizi geçiriyor, üçüncüsü ileri yaşlarında şeker
hastası oluyor. Her gün et ve peynir
yiyen iki kız kardeşten birinde kolesterol yükselirken, diğerinin ki normal
değerlerde. Yine bu iki kız kardeşten
biri 40 yaşında meme kanseri olurken diğeri olmuyor. Aynı iş yerinde
çikolata ve pasta zevkleri ortak olan
iki arkadaştan birinde insülin direnci gelişirken, diğerinde görülmüyor.
İşte genetik çeşitlilik böyle bir şey. Bu
desenler bazen avantaj bazen dezavantaj olarak karşımıza çıkıyor.
Bir koğuş dolusu asker düşünün.
Hepsine aynı beden kıyafet, ayakkabı ve şapka dağıtıldığını.. Kıyafetler
bir kısmının tam üzerine olurken, bir
kısmına dar, bir kısmına ise bol gelecektir. İşte herkese verilen beslenme
tavsiyeleri de bunun gibidir. Daha
şimdiden beslenmenin de doğru şekilde yapıldığında ilaç tedavisi kadar
etkin olduğuna inanmamız için yeterli kanıta sahibiz. Nutrigenetik çalışmalar bireyin kısa vadeli veya tekrarlayan defalar bir besine veya besin
kombinasyonuna verdiği yanıtların
bireysel farklılık gösterdiğini ispatlıyor. İnsanlık tarihi boyunca beslenme, genlerimizin çalışmasını etkiledi.
Obezite tek bir faktöre bağlı olmayan
çok çeşitli faktörlerin bir sonucudur.
Zayıflama süreci de beslenme tarzının değiştirilmesi, beslenme hakkında bilgilenme ve gerekli olduğu tak-
tirde psikolojik destek ile beraber ele
alınması başarı yüzdesini arttırır. Gen
testinin bizzat kendisi sizi zayıflatmaz
ancak genetik bazı özelliklerinizin bilinmesi, kilo verme stratejiniz kurgulanırken sağlık yararları sağlamanıza
yardım eder.
Örnek tüm vücut hücrelerinden alınabilir, ancak sıklıkla tükürük ve ağız
içinden doku alınması gibi yollarla
alınır. Yurtiçi veya dışındaki laboratuvarlara gönderilir ve 3-4 hafta sonunda sonuçlanır.
Dr. Nurhayat GÜL
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
25
Gen testi ile neye alerjiniz olduğu
tespit edilmez ancak bazı genetik
yapılar alerjiye yatkın olabilmektedir.
Bu testin kapsamına bağlı olarak edinebileceğiniz bilgilerden biridir.
Zayıflamayı zorlaştıran besinler:
• İşlenme
sürecinde yararlı bütün
içeriklerini kaybetmiş, kan şekerini hızla yükseltip insülini zıplatan
işlenmiş karbonhidratlar ne sağlığınız ne de zayıflamanız için iyi
değildir. Bu tarz yiyecekleri çok ara
sıra ve az miktarda tüketin. Bağımlılık gelişme olasılığı yüksek olduğundan dikkatli olmanız gereklidir. Göbek çevresindeki yağlanma
da en çok işlenmiş karbonhidrat
tüketilmesinden
kaynaklanır.
Buna bağlı insülin zıplamalarını
kontrol altına alan bir beslenme
tarzı göbek yağlarını eritir. Ayrıca fazla yağlı, fazla şekerli yemek
özellikle bu bölgedeki yağlanmadan sorumludur.
• Baklagiller: Hem çözünebilir, hem
çözünmeyen lif içerir. Hem kompleks karbonhidrat hem iyi bir protein kaynağıdır. Uzun süreli tokluk
sağlar.
• Soğan, sarımsak ve diğerleri: Gün-
lük beslenmenizde olmazsa olmazınız olmayı sonuna kadar hakkederler. Yalnız içerdikleri güçlü
kanser savaşçıları ancak doğrandıkları, ezildikleri parçalandıkları
zaman ortaya çıkarlar. O nedenle
doğrayıp 5 dakika bekledikten
sonra pişirmeye başlayın. Yoksa
hiçbir şekilde yararını almazsınız.
• Mantar:
Bazı mantar türlerinin
kanser hastaları tarafından kullanıldığını duymuş olabilirsiniz. Ama
en basit beyaz mantarın bile anti
kanser özellikleri vardır. Günlük
beslenmenize bir kaç tane dahil
edin. Bu değerli sebzeyi de çiğ tüketmemeniz gerektiğini hatırlatmak isterim.
: Hem tatlı, hem değil,
• Yağlı yemekler: Hücrenizin içinde • Çilekgiller
hem vitamin-antioksidan deposu,
gelen yağ, şeker ve proteini işleyen mitokondri adında (Mehmet
bey diyelim) enerji üreten bir bölüm daha vardır. Nasıl Mehmet
bey tüm bankanın işlerini tek başına yapamaz ise aşırı kalori, şeker
ve protein yükü sonucu Mehmet
beyde bu aşırı yük altında strese
girer. Buna mitokondriyal stres
denir. Dolayısıyla yararlı diye zeytinyağına yüklendiğinizde de
Mehmet bey aşırı yüklenir. Et ve
süt ürünlerinde bulunan hayvansal yağ (omega 6) ise bundan
daha fazlasını yapar. Hem vücutta
harcanmadığı için depolanıp kilo
problemine neden olur, hem de
kadınlarda sık görülen genetik bir
çeşitlilikten dolayı meme kanseri
riskini arttırabilir. Omega 3 alımını
arttırmak meme sağlığı için koruyucu nitelikte iken, omega 6 yağ
riskli olabilir.
Zayıflamaya ve sağlığı sürdürmeye
yardımcı olan ve bilimsel kanıtları
bulunan besinler:
• Koyu
yeşil yapraklı sebzeler: lif,
vitamin, antioksidan içerikleri en
yüksek olan, buna karşın kalorileri
en düşük olan bu sebzeleri yerken
büyük düşünün.
26
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
kanser savaşçısı bu güzel meyveler, günlük beslenmenize mevsiminde veya donmuş olarak dahil
edilmelidir. Ama vişne ve narı kış
mevsiminde çileklerin yerine rahatça koyabilirsiniz.
• Kuruyemiş
ve çekirdekler: İçerdikleri sağlıklı yağlar sizi şişmanlatmaz, tam tersi zayıflatır.
Antioksidan, protein, mineral deposudurlar. Neredeyse süt kadar
kalsiyum içerirler. ay çekirdeği,
kabak çekirdeği, keten ve susam
tohumu ihmal edilmemelidir.
Beslenmeyle ilgili doğru bilinen yanlışlar:
• Ara öğün gereklidir ve zayıflamaya
yardımcıdır
• Zeytinyağı faydalıdır, bol bol yiyin.
• Protein deyince sadece hayvansal
protein akla gelir. Bitkisel protein
daha az kalitelidir.
• Meyvedeki
şeker de kaçınılması
gereken şekerdir.
• Yüksek protein veya şok diyetlerin
sağlık zararı yoktur.
Diyet yaparken acıkmayı önleyen formül:
Diyet yaparken acıkmanın birkaç sebebi vardır. Yetersiz besin alımı, vücudun ihtiyaçlarının yenilen yemek
ile karşılanmaması iştahın artmasına
neden olur. Sağlıklı olmak için yemeniz gereken besinleri yemek, iştah
hormonlarını sakinleştirerek iştahınızı azaltır. Bunun kadar önemli bir diğer taktik, yavaş yavaş yemek ve iyice
çiğnemektir.
Düşük kalorili diyetlerin sakıncası;
uzun süre uygulanması neredeyse
imkansızdır ve sağlığı olumsuz etkileyebilecek besin eksikliklerine neden
olur. Bundan başka yeme bozukluklarını tetikleyebilir.
Kan gruplarına göre beslenme:
Dünyada 7 milyar insan yaşıyor. Bu
insanları 4 gruba ayırarak beslenme tavsiyesi vermek, insanların bir
şekilde genetik olarak farklı olduğu
düşüncesinden temellenmiştir ancak
bilimsel bir dayanaktan yoksundur
hatta bazı açılardan kurgusu ve iddiaları saçma olarak değerlendirilebilir.
Bazıları sağlığa oldukça zararlı olabilecek tavsiyeler içermektedir.
Aburcuburlar hem obezite ve dolayısıyla da yüksek tansiyon, kalp damar
hastalıkları riskini arttırır.
Yüksek protein düşük karbonhidratlı
diyetler hakkında bilmeniz gerekenler: Protein ağırlıklı diyetler kilo
verme konusunda başarılı olabilirler. Bunu vücudu ketozise sokarak
yaparlar. Yani karbonhidratla çalışan
bir makineyi, yağla çalışan hale getirirler. Bu aslında insanın açlıktan ölmesini engelleyen hayatta kalmasını
sağlayan bir mekanizmadır. Elektrolitlerde dengesizliğe ve ani ölüme
neden olabilirler. Uzun vadede kalp
damar hastalığı riskini arttırırlar ve
erken ölüme sebep olabilirler. Hayvansal protein IGF-1 adındaki büyüme ve yağlanmaya katkısı bulunan
hormon düzeyini arttırarak başta
meme kanseri olmak üzere kanser
riskinizi arttırabilir. Protein diyeti
yapmadan da etkili bir şekilde zayıflayabilir aynı zamanda kalp damar
hastalıkları ve kanserden korunabilirsiniz. Sağlık tesadüf değildir, sağlıklı yaşayın...
kapakkonusu
ŞEKER HASTALIĞINDA
EN ETKİN TEDAVİ YÖNTEMİ NEDİR?
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Cleveland Klinik’te yapılan bir araştırmaya göre, erişkinlerde
görülen şeker hastalığında en etkin tedavinin ameliyat olduğu ortaya çıktı. Ancak uzmanlar bu
yöntemin ilaç ve insülin tedavisinden cevap alamayanlar için ideal olduğunu söyledi.
Tıp camiasının en önemli dergilerinden kabul edilen New England
Journal of Medicine’de yayımlanan
araştırmaya göre; kilo problemi olan
erişkin şeker hastalarının tamamına
yakını ameliyattan sonra insüline ve
diğer pek çok şeker ilacına ihtiyaç
duymuyor.
Ameliyat Sonrasında İlaç Yok
Şeker hastalığı tedavisinde yaygın
olarak kullanılan ilaç tedavisi ve
ameliyatın karşılaştırıldığı çalışmada,
ameliyat olan hastaların, şekeri kontrol altında tutmak için ilaç ya da insüline gerek duymadığı; ayrıca kolesterol ve tansiyon ilaçlarının da çoğuna
ihtiyaç duyulmadığı gözlemlendi.
Araştırma ekibinden Endokrinolog
Dr. Sangeeta Kashyap, çalışmanın
3 yıllık sonuçlarına dayanarak dü28
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
şüncelerini şu şekilde özetledi: “Yaşamları şeker hastalığı yüzünden alt
üst olmuş ağır diyabet hastalarında,
ameliyat uygulamasının ilaç tedavisine göre çok daha iyi sonuçlar verdiğini gördük. Ameliyat olan hastaların
yaşam kaliteleri arttı. %90’dan fazlasında efektif kilo kontrolü sağlandı ve
şeker hastalığı çoğu ilaç ve insüline
gerek kalmadan, daha etkin bir şekilde kontrol altına alındı.”
Standart Tedavi Yanıt Vermiyorsa
Ameliyat Yapılır
STAMPEDE çalışması bugüne kadarki en kapsamlı ve detaylı araştırma
olması nedeniyle tıp çevrelerinde A
sınıf bilimsel kanıt olarak kabul görüyor. Araştırma ekibinden Dr. Philip
Schauer; “Şeker hastalığı için geçerli
bir ameliyat tedavisi olduğunu kanıt-
larla gösterdik. Standart tedavilere
yanıt vermeyen şeker hastalarında
bu yöntemin mutlaka göz önünde
bulundurulması gerekiyor.” şeklinde
konuştu.
Operasyon Birinci Seçenek
Konu hakkında görüşlerini aldığımız
Türkiye Metabolik Cerrahi Vakfı yönetim kurulu başkanı Doç. Dr. Alper Çelik; STAMPEDE çalışmasının yıllardır
ifade ettiği görüşlerin bilimsel bir kanıtı olduğunu belirterek, “Ortaya konan bu çalışma gösteriyor ki; ilaç ya
da insülin tedavisinden cevap alamayan hastalarda, ameliyat birinci seçenek olarak ortaya çıkmakta. Bizler
vakıf olarak bu tarz bilimsel çalışmaların her zaman arkasında olacak ve
yeni çalışmaların da bilim dünyasına
katılmasına önderlik edeceğiz” dedi.
Kiloyu Ayarlıyor
Doç. Dr. Çelik, asıl önemli kriterin
hastanın kendi vücudundaki insülin
rezervi ve aktivitesi olduğunu belirtti.
Yapılan ameliyatların doğası gereği
kalori ihtiyacını otomatik olarak ayarladığını ve hastaların ameliyatlardan
sonra olağan vücut kitle indekslerine ulaştığını hatta vücut kitle indeksine göre zayıf olan hastaların kilo
alıp normal kilolarına ulaşabildiğini
söyledi. Çelik sözlerine şöyle devam
etti: “Burada önemli olan nokta obez
olmayan hastaların insülin rezerv ve
aktivitelerini tüketmiş olabileceğinin
dikkate alınmasıdır. Bu yüzden obez
olmayan hastalarla ilgili karar verirken çok daha seçici olunmalıdır.”
Dünyada İkinci
Metabolik Cerrahi ameliyatlarında
yaklaşık 900 hastayla dünyanın en
büyük ikinci serisine sahip olan Çelik konuyla ilgili olarak; “Elimizde
gerçekten büyük bir veri var, ameliyat edeceğimiz hastaların her parametresini en ince detayına kadar
öncesi ve sonrasıyla takip ediyoruz.
Yaptığımız ameliyat sayısıyla dünyanın en büyük ikinci serisini elimizde
bulunduruyoruz. Bu seri sadece Türkiye için değil yurtdışındaki cerrahlar
için de çok değerli. Ülkemizde hasta
takibi konusunu nedense çoğu zaman atlıyoruz. Ameliyatlar yapılıyor
ama elinizde hastaların önceki ve
sonraki durumlarıyla ilgili yeterli veri
yoksa yaptığınız ameliyatların da hiçbir değeri yok. Bu gibi bir durum her
şeyden önce hastaların sağlığı açısından ciddi sıkıntılar yaratır. Elimizdeki
veriler cerrahlar için altın değerinde”
şeklinde değerlendirmede bulundu.
Veri Tabanı Oluşturulmalı
Türkiye’de obezite ameliyatları ve
metabolik cerrahiyle ilgili ulusal bir
veritabanı bulunmadığını belirten
Çelik “Bizim kliniğimize ait uluslar
arası sisteme entegre bir veritabanımız var. Bu veritabanı hastaları çok
geniş bir spektrumda görmenizi ve
diğer merkezlerle beraber veri analizi yapmanızı sağlıyor. Kurduğumuz
vakıf kanalıyla bu veritabanını ulusal
bazda yaygınlaştırmak istiyoruz. IFSO
da bizden bunu talep etti. Böylece
Türkiye de elindeki verilerle bilime
yön verme konusunda büyük bir
adım atmış olacak.
İnce Bağırsakta Operasyon
Şeker tedavisi başarılı olmayınca
cerrahi yöntemlere başvurulabilece-
Doç. Dr. Alper Çelik
ğini kaydeden Doç. Dr. Çelik, “Şeker
hastalığında ince bağırsağınızın son
kısmındaki hormonlar çalışmaz hale
geliyor. Eğer ince bağırsağın son kısmını başa alırsak oradaki hormonlar
aktive oluyor. İnsülin direnci aşağıya
çekiliyor, kan şekeri düşüyor. Ancak
bu ameliyatı yaparken de ince bağırsağın baş kısmını devreden çıkarmamalısınız. Bu sayede hasta ömür
boyu vitamin bağımlısı olmaktan da
kurtulur. Sistemi bozmuyorsunuz ve
yine gıdalar ince bağırsaktan geçmeye devam ediyor. Bu yöntemle bireylerin yemek tercihleri, tokluk eşikleri
bile değişiyor” dedi.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
29
kapakkonusu
İNEK SÜTÜ VE
DİĞER BESİN ALERJİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Enver Mahir GÜLCAN
Çocuk Gastroenteroloji, Hepatoloji ve
Beslenme Uzmanı
Çocukluk çağında kazanılan doğru
beslenme alışkanlıkları, daha sonraki yaşlarda sağlığın korunması ve
kaliteli bir yaşam sürdürebilmesi açısından çok önemlidir. Besin alerjileri,
bebeklikten hatta anne karnından
itibaren insan sağlığını etkilemektedir. Bu nedenle alerjisi olan bireylerin
beslenmesine çok küçük yaşlardan
itibaren dikkat edilmeli ve bireylerin
alerjileri nedeniyle diyetlerinden çıkardıkları besinlerin yetersiz ve dengesiz beslenme durumuna yol açmaması sağlanmalıdır.
Besin alerjisi nedir?
Alerji, vücudun yabancı olarak tanıdığı solunan, yenen, iğne ile enjekte
edilebilen veya deriye, akciğerlere
doğrudan temas eden maddelere
30
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
karşı oluşan, vücudun savunma mekanizmasının aşırı çalışma halidir.
Besinlerin neden olduğu düşünülen
her türlü olumsuz etkiyi besin alerjisi
olarak tanımlamak, toplumda oldukça yaygın ama her zaman doğru olmayan bir tanımdır.
Besin reaksiyonlarını iki gruba ayırabiliriz:
1-Besin tahammülsüzlüğü (besin intoleransı): Herhangi bir alerjinin ve
savunma sistemimizin aşırı reaksiyonunun olmadığı ve diğer mekanizmalarla ortaya çıkan besinlere karşı
oluşan anormal reaksiyonlardır.
ishal, kabızlık ve kanlı kaka gibi sindirim sistemi bulguları olan çocuklar
ve bebekler çocuk gastroenteroloji
uzmanları tarafından tanıları koyulup
takip ve tedavileri yapılır. Özellikle
kanlı kaka ile ortaya çıkan alerjik kolit düşündüğümüz bebeklerde tanıyı
kesinleştirmek için kolonoskopi yapıyoruz. Kolonoskopide kalın barsağın
görüntüsü bize besin alerji olup olmadığını gösteriyor.
2.Besin alerjisi: Savunma sistemi aracılığı ile besinlere karşı oluşan aşırı
duyarlılık reaksiyonlarıdır.
Besin alerjisi tanısı nasıl koyulur?
Tanı için ciltte testi ve kanda alerji
testleri yapıyoruz. Sadece solunum
ve cilt belirtileri olan hastalar çocuk
alerji uzmanları tarafından tedavi
edilirlerken gaz, karın ağrısı, bulantı,
Yrd. Doç. Dr. Enver Mahir GÜLCAN
Hangi besinlere dikkat etmek gerekir?
İnsanlarda birçok gıda ve gıda bileşeni alerjen gibi etki eder. Bütün
besinlerde alerji yapma özelliği vardır. Günlük yenen besin maddeleri
içinde bebeğin karşılaştığı ilk yabancı protein inek sütüdür. Daha sonra
yumurta proteinleri eklenir. Buğday,
yer fıstığı, kereviz ve soya benzeri
farklı gıdalara duyarlılık gelişebilir.
Yerfıstığı alerjisi daha çok Avrupa
ülkelerinde görülmektedir. Özellikle
inek sütü protein alerjisi olan ve soya
bazlı mama verilen çocuklarda soya
proteinine tahammülsüzlük gelişebilir. Anne sütü alan bebeklerde anne
sütünden geçen çok az miktardaki
yabancı proteinler besin alerjisine
yol açabilir.
Tedavide nasıl bir yol izlenir?
Besin alerji tanısı koymuşsak tedavide öncelikle en sık rastlanan alerji olduğu için bebeğin beslenmesinden
minimum altı ay süt ve süt ürünlerini
çıkarıyoruz. Eğer bu sürede bebekte
mesela, kanlı kaka geçmezse ikinci
sık rastlanan neden olan yumurtayı
da listeden çıkarıyoruz. Düzelmediği
takdirde sırayla alerjiye neden olan
diğer gıda maddelerini aynı şekilde
çıkararak bebeği takip ediyoruz. Sadece anne sütü alan bebeklerde bu
diyet tedavisi anneye uygulanır. Eğer
alerjen tespit edilemezse veya bebek
mama ile besleniyorsa bu bebeklere
altı ay özel alerji maması veriyoruz.
Besin alerjisi olan bebekler doğru
tanı, tedavi ve iyi bir takiple yüzde
90–95 oranında iki yaşından önce
düzelmektedir.
Katkı maddelerinin besin alerjisindeki
rolü nedir?
Hazır gıdalara eklenen katkı maddeleri de bazen çocuklarda alerjilere neden olabilir. Alerjik reaksiyona neden
olan bazı maddeleri şunlardır:
Aspartam: Yapay tatlandırıcı (diyet
şekeri) olarak bilinir. Genellikle şeker
yerine tatlandırıcı olarak kullanılır.
Aspartam duyarlı olan kişilerde anjioödeme veya göz kapaklarında,
dudaklarda, ellerde veya ayaklarda
şişmeye neden olur. Ancak, bu bulguların görülme sıklığı azdır.
Benzoatlar: Muz, kek, hububat, çikolata, soslar, katı ve sıvı yağlar, meyankökü, margarin, mayonez, süt tozu,
patates tozu ve kuru maya gibi bazı
gıdaların işlenmesi sırasında gıda koruyucusu olarak kullanılır. Benzoatlara karşı gerçek alerjik reaksiyon çok
çok azdır.
BHA (Butillenmiş hidroksiyanozil),
BHT (Butillenmiş hidroksitoluen):
Antioksidandır. BHA ve BHT özellikle
katı ve sıvı yağlar ile hububat ürünlerinde kullanılır. Duyarlı kişilerde
kurdeşene sebep olurlar; bununla
birlikte gerçek alerjik reaksiyon çok
nadirdir.
Gıda boyaları: Gıdalara renk vermek
için kullanılırlar. Bunlar, E102 (Tartrazin) gibi numaralarla isimlendirilirler.
Kekler, şekerlemeler, konserve sebzeler, peynirler, çikletler, sosis, dondurma, portakallı içecekler, salata sosları,
mevsim salataları, alkolsüz meşrubatlar ve ketçap gibi bazı gıdalar tartrazin
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
31
içerirler. Tartrazin duyarlı insanlarda
çok nadir oluşmakla birlikte kurdeşen veya astım ataklarına neden olur.
MSG (Monosodyum glutamat)
(E621): Özellikle uzak doğu (Çin, Japon) ve Türk mutfağında kullanılır.
Bununla oluşan reaksiyona “Çin Restoranı Sendromu” da denir. Bir çok
imalathane ve restoranda da değişik
gıdalarda lezzet arttırıcı olarak kullanılır.
MSG ile oluşan reaksiyonlar şöyledir: Baş ağrısı, bulantı, ishal, terleme,
göğüste sıkışma, boyun arkasında
yanma. Bu tür reaksiyonlar fazla miktarda MSG alınması sonrası oluşur. Bu
maddeyi tüketen astımlı hastalarda
ağır astım atakları oluşabilmektedir.
MSG ile oluşan astmatik reaksiyonlar
gerçekten az görülür.
Nitrat ve nitritler: Bu iki madde hem
koruyucu olarak hem de renklendirici ve lezzet arttırıcı olarak kullanılır.
Nitrat ve nitritler özellikle sosis, salam
gibi et ürünlerinde bulunur. Bazı kişilerde baş ağrısı ve kurdeşene neden
olabilirler.
Parabenler: Gıda ve ilaçlarda koruyucu olarak kullanılırlar. Metil, etil,
propil, butil paraben ve sondum
benzoat bunlara örnektirler. Bu maddelere duyarlı kişilerde alındıklarında, ağır cilt bulguları veya deride kızarıklık, şişlik, kaşıntı ve ağrıya neden
olurlar.
Sulfitler: Sülfitleyici maddeler (Sülfür dioksit, sodyum veya potasyum
sülfit, bisülfit, metabisülfit) olarak
da bilinirler. Gıda koruyucusu olarak
ve fermente içeceklerin kaplarında
kullanılırlar. Fırınlanmış ürünler, çaylar, çeşniler, deniz ürünleri, reçeller,
jöleler, kurutulmuş meyveler, meyve
suları, konserve ve suyu alınmış sebzeler, dondurulmuş patates ve çorba
karışımlarında, bira şarap ve elma
şarabı gibi içeceklerde bulunurlar.
Sülfitler göğüste sıkışma, kurdeşen,
karında kramp, ishal, kan basıncı
düşmesi, başta yanma hissi, halsizlik, nabız hızlanması gibi bulgulara
neden olur. Ayrıca sülfitler, bunlara
duyarlı astımlılarda astım atağını tetikleyebilir.
32
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Besin alerjisinin belirtileri nelerdir?
Besin alerjilerindeki klinik bulgular
çok değişkendir. Bulgular besin antijeninin özelliğine, genetik yatkınlığa
ve hastanın yaşına bağlı olarak değişebilir. Besin alerji belirtilerinin ortaya çıkmasında farklı mekanizmaların
rol oynamasından dolayı alerjenin
çeşidine göre bulgular değişebileceği gibi aynı antijen farklı kişilerde
farklı bulgular ortaya çıkarabilir. Besin alerjilerinde özellikle üç sisteme
ait bulgular ortaya çıkar:
Mide-barsak sistemi ile ilgili bulgular: Besin alerjili çocuklarda belirtilerin % 50-80’i bu sisteme aittir:
Ağız ve dilde kızarıklık ve yanma, bulantı ve kusma, ishal, barsak emilim
bozukluğu, büyüme geriliği, barsaktan kan kaybı, kanlı kaka yapma, bağırsaktan protein kaybı, karın ağrısı,
şişkinlik, kabızlık
Deri bulguları: Hastaların % 2040’ında ortaya çıkar ve şu belirtilerden oluşur: Dudaklarda şişme, anjioödem, kaşıntı, döküntüler, egzema.
Solunum sistemi bulguları: Bu tür
belirtiler %10 ila 25’inde ortaya çıkar: Hapşırma, burun akıntısı, hışıltılı
solunum, öksürük, nefes darlığı, sık
soluma
Diğer bulgular: Anaflaksi ve şok, eklem şişliği ve ağrısı, baş ağrısı, uyku
hali, aşırı huzursuzluk
Mide-bağırsak sistemine ait bulgular:
Mide, ince bağırsak ve kalın bağırsağa ait bulgular ortaya çıkar.
• 1-Alerjik Enteropati: Kusma, ishal, malabsorbsiyon (bağırsakta
emilim bozukluğu) ve büyüme
geriliği en önemli bulgulardır. Bağırsaktan kan ve protein kaybı nedeniyle kansızlık ve ödem (şişlik)
görülebilir. Bağırsak mukozasında
harabiyet gelişebilir. Sorumlu besin diyetten çıkarılınca bulgular
düzelir. Besin alerji enteropatisi
genellikle süt çocuğu döneminde görülür ve 2-3 yaşından sonra
kaybolur. Bu yönden geçici özellik
gösteren alerjik reaksiyona bir örnek oluşturur.
• 2. Alerjik kolit: İki yaşından önce
atopi öyküsü olan çocuklarda gö-
rülür. İltahabi bağırsak hastalığına benzer şekilde kanlı ishal veya
dışkıda kan görülür. Bağırsakların
endoskopik incelemesinde bağırsak mukozasında ülserler görülür.
Endoskopik inceleme ve biyopsi
teşhis için önemlidir. Bu hastalığa
en sık neden olan antijenler inek
sütü proteini ile soya proteinidir.
• 3. Diğer mide-bağırsak sistemi
bulguları: Tekrarlayan ağız yaraları (aftlar), bağırsak tıkanması
bulguları, kabızlık, bağırsaktan
gizli kanama ve kansızlık, aşırı gaz
gibi birçok bulgu görülebilir.
Deri bulguları:
Besin alımından hemen sonra dudakta şişme, anjioödem ve ürtiker
(kurdeşen) şeklinde kendini gösterir.
Dudakta şişme, ağız mukozasında
kızarıklık ve ağızda yaralar varsa “oral
alerji sendromu” olarak adlandırılır.
Çocuklardaki alerjik deri bulguları
ani ortaya çıkan ürtiker tarzında kendini gösterirken erişkinlerde kaşıntı
ile birlikte uzun süre kaybolup tekrar
çıkan kronik ürtiker şeklinde görülür.
Solunum sistemi bulguları:
Besin alerjilerinde solunum sistemi
ile ilgili en sık görülen bulgular hapşırma, burun kaşıntısı ile birlikte burun tıkanıklığı ve burun akıntısıdır.
Besin alımından sonra dakikalar içinde bulgular ortaya çıkar. En sık alerjenler inek sütü, tavuk yumurtası ve
balıktır. Besin alerjisinin bir sonucu
olarak kronik sinüzit ve seröz otit gelişebilir. Besin alerjilerinde öksürük,
hışıltı ve astıma benzer nefes darlığı
bulguları da görülebilir.
Diğer bulgular:
Besin alerjisinde anafilaksi ve şok
gibi şiddetli sistemik bulgular görülebilir. Ürtiker şeklinde döküntü, dudaklarda şişme, anjioödem, solunum
sıkıntısı gibi bulgular ortaya çıkabilir.
Eklem ağrısı, baş ağrısı ve yorgunluk
görülebilir. Yumurta, kahve, buğday,
süt ve peynir yenmesiyle migren tipi
baş ağrıları ortaya çıkabilir. Bu durumlarda sorumlu besin içeriğinin
“tyramine” olduğu düşünülmektedir.
haber
Hayata El Ver Projesi
“KARTALLAR HAYATA EL VER”Dİ
Sağlık Bakanlığı’nın himayesinde,
Ankara Üniversitesi, Türk Anesteziyoloji ve Renimasyon ve Resüsitasyon
Dernekleri tarafından hazırlanan “Hayata El Ver (2014-2016)” Projesi kapsamında topluma “ ani kalp durmasının önemi anlatılmaya devam ediyor.
“Hayata El Ver Projesi”nin temel amacı kısa vadede toplumda “ani kalp
durması” konusunda farkındalık ve
bilinç oluşturmak, uzun vadede ise
ani kalp durmasına bağlı ölüm oranlarının azaltılmasıdır. Yaklaşık iki yıl
sürecek bu proje kapsamında toplumun her kesimine “ani kalp durması”
vakası ile karşılaştıklarında yapılması
gerekenleri öğretmek, mümkün olduğunca çok kişiye “ ilk yaşam desteği” eğitimi vermek amaçlanmaktadır.
Bu kapsamda 27 Nisan Pazartesi Beşiktaş’ın 28. haftanın kapanış
maçında Kardemir Karabükspor ile
Ankara’da gerçekleştirdiği karşılaşmada futbolcular “Hayata El Ver “
pankartı açarak kampanyamıza destek oldular.
Maç öncesi saha kenarında Türk
Anestezi Derneği’nin eğiticileri Bee
Gees’in Stayin Alive parçası eşliğinde
kalbi duran bir kişiye nasıl ilk yardım
yapılacağını maketler üzerinde uygulamalı olarak gösterdiler. ( Kalbi
duran bir kişiye dakikada 100 ritim
olacak şekilde yapılması gerekiyor
ve Bee Gees’in Stayin Alive parçası
dakikada 100 ritim içeriyor. Dünyada
ve Türkiye’de ortak yürütülen Kalbi
yeniden çalıştırma etkinliklerinde bu
nedenle ortak müzik olarak bu parça
kullanılıyor)
Ani kalp durması konusunda toplumda bilinç ve farkındalık oluşturmayı
amaçlayan Hayata El Ver Projesinin
futbol sahalarında yer alması çok
önemli çünkü ani kalp durması özellikle genç yaştaki sporcularda sportif
aktivite sırasında meydana gelebiliyor. Ani kalp durmasında saniyeler
bile çok önemli gerek sahada, gerek
sotunma odalarında ya da herhangi
bir yerde bir sporcu ya da vatandaş
ani kalp durması ile karşı karşıya kaldığında bu kişye verilecek olan temel
yaşam desteği hayat kurtarıyor.
Toplumu bilinçlendirmek için sporcularımızın gerek kampanyaya destek olmaları gerekse bu konuda
bilinç kazanarak öncü rolü üstlenmeleri çok kıymetli.
Geçtiğimiz günlerde İzmir’de Karşıyaka spor – Altınordu ve Adana’da
Adana Demirspor - Gaziantep BBSK
maçlarında da aynı şekilde “ Hayata El Ver” pankartları açılmış ve kalp
durması ile ilgili eğitici şov gerçekleştirilmişti.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
33
kapakkonusu
TÜRKİYE’NİN
REFLÜ HARİTASI ÇIKARILDI
Türk Gastroenteroloji Derneği, Nobel İlaç’ın desteği ile reflünün teşhisi ve tedavi yöntemleri
konusunda bir uzlaşı raporu hazırladı. Uzlaşı raporu için 17 öğretim üyesi ve araştırma görevlisi,
9 grup halinde kendilerine sorulan 14 sorunun cevabı üzerinde 2 yıl çalıştı. Daha sonra 56 kişilik
bir hekim grubu tarafından her soru tek tek tartışılarak tüm Türk hekimlerine reflüde tanı ve
tedavi yöntemleri konusunda ışık tutacak bir konsensusa vardı. Bu konsensusla artık Türk
insanının reflüsü, belirtilerine ve şikayetlerine göre tedavi edilecek. Uzlaşı raporu, Türkiye’de
reflü tanı ve tedavi yöntemlerinin Batı’dakinden farklı olması gerektiğini ortaya koydu
Türkiye’de her 4 erişkinden 1’i yani
yaklaşık 13 milyon kişi reflü. Reflü
en çok Marmara Bölgesi’nde, en az
ise Doğu ve Güney Doğu Anadolu
bölgelerinde görülüyor. Reflünün
Türklere özel nitelikler taşıyan noktaları var. Türkiye’nin reflü profili diğer
ülkelerden farklı olmasına karşın tanı
ve tedavi yöntemleri konusunda bir
uzlaşı bulunmuyordu. Bu nedenle
Türk Gastroenteroloji Derneği Türklere özel reflü tanı ve tedavi yöntemlerinin oluşturulması için 2 yıl çalıştı.
Uzlaşı raporu; Reflü Konsensus Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serhat
Bor, Türk Gastroenteroloji Derneği
Başkanı Prof. Dr. Necati Örmeci, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim
34
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Üyesi Doç. Dr. Taylan Kav ve Kocaeli
Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Altay
Çelebi’nin katıldığı basın toplantısı
ile duyuruldu.
Reflü Türkiye’de kansere daha az ilerliyor,
tekrarlanan endoskopilerin çoğu gereksiz
Toplantıda konuşan Reflü Konsensus
Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor, reflü konusunda ezberleri
bozan açıklamalar yaptı. Türkiye’de
bilimsel kanıta dayalı bir tıp oluşturulması gerektiğini vurgulayan Bor,
“Bugüne kadar hep Batı literatüründen hareketle reflüde tanı ve tedavi
yöntemlerini uyguladık. Oysaki bizim
reflü profilimiz Batı’dan daha farklı.
Bu nedenle bizlere özgü tanı ve te-
davi yöntemlerinin geliştirilmesi gerekiyor. Örneğin, reflü hastalığında
Batı ülkelerinde esas yakınma göğüs
kemiği arkasında yanma iken ülkemizde ağza acı-ekşi su ve yemeklerin gelmesi şeklinde görülür. Benzer
şekilde reflünün kanserle ilişkili bir
alt grubu olan ve Batı ülkelerinde
%10 sıklıkta görülen Barrett sorunu
ülkemizde çok azdır. Ayrıca endoskopik diğer bulgular da daha hafiftir.
Farklı yapımızdan ötürü Türkiye’de
reflünün kanser olma ihtimali çok az.
Bu nedenle her hastaya endoskopi
yapmak ve sık sık tekrarlamak yanlış. Uzun bir çalışma sonucu hazırladığımız bu rapor ile alanında etkin
ve öncü hekimlerle uzlaşmaya varıp
reflüde Türklere özgü tanı ve tedavi
standartları geliştirdik” dedi.
Helikobakter pilori, Türkleri Reflüyle
İlişkili Kanserden Koruyabilir
Reflü’de kansere neden olduğu gerekçesiyle uzun yıllardır tartışılan helikobakter pilori bakterisinin aslında
bilinenin aksine reflüyle ilişkili yemek
borusu kanserinden koruyabileceğini vurgulayan Bor, “gastroenteroloji
uzmanları uzun yıllar helikobakter
piloriyi yok edip etmeme konusunda
tartıştı. Oysaki Batı’da daha az bulunan fakat bizlere özgü olan bu bakteri, bilinenin aksine reflü kaynaklı
kanser hastalıklarından koruyor. Bu
yüzden reflüde helikobakter piloriyi
yok etmek için ilaç kullanmayı önermiyoruz. Türkiye’de reflü hastaları
kanser riski ile bugüne kadar çok korkutuldu ancak reflüden korkmayın”
mesajını verdi.
Reflü En Çok Marmara’da, En Az Doğu ve
Güney Doğu’da Görülüyor
Reflü ile ilgili bölgesel sonuçlar oldukça ilginç. Reflü en çok Marmara
Bölgesinde yaşayanlarda görülüyor.
Zengin mutfağı ile nam yapmış Doğu
ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde ise reflü daha az görülüyor. Kuzeyle güney kıyaslandığında da kuzey
Bölgesi reflü açısından daha zengin.
Reflünün bölgelere göre görülme
sıklığı ise sırasıyla şöyle: Marmara
Bölgesi %27.3, Karadeniz Bölgesi %
23.7, İç Anadolu Bölgesi % 20.4, Ege
Bölgesi % 19.5, Akdeniz Bölgesi %
18.3, Doğu Anadolu Bölgesi %17, Güneydoğu Anadolu Bölgesi %17.
Reflüsü Olanlar Çikolata Yemesin, Gazlı
İçeceklerden Uzak Dursun
Genel kanının aksine reflü hastalığını belli başlı gıda maddelerinin
tetiklediği veya semptomlarını artırdığına dair veriler kısıtlıdır. Örneğin
toplumda ve doktorlar arasında genel görüş kahve tüketiminin reflüyü
tetiklediği yönündedir. Ancak yapılmış geniş ölçekli çalışmalar kahvenin reflü gelişimi ile ilişkisi olmadığını ortaya koymaktadır. Kahvenin
aksine sigara ve tuz tüketimi reflü
ile ilişkili bulunmuştur. Bununla birlikte; çikolata, yağlı gıdalar ve gazlı
içeceklerin tüketimi reflü ile ilişkilendirilebilmiştir. Reflü hastalığında
bölgelerdeki değişikliklerin yanı sıra
bireysel yaşam stili büyük önem taşıyor. Çok geç vakitte özellikle kalori
içeriği yüksek olan yağlı ve protein
değeri yüksek besinlerin yenilip yatılması, karın içi basıncını artıran çok
dar giysilerin giyilmesi, karın kaslarına yönelik ağır egzersizlerin yapılması gibi durumlar reflü hastalığını
tetikleyen faktörlerdir.
Sakız Çiğneyin, Gece Süt İçmeyin
Östrojenler, bazı tansiyon ilaçları,
kemik erimesinde kullanılan ilaçlar
reflüyü artırıyor. Ancak reflü için en
büyük risk obezite. Obeziteyi asitli
içecekler, sigara, tuz ve alkol takip
ediyor. Sakız çiğnemek ise reflüye
iyi geliyor. Reflüden korunmak için,
çok sıcak içecekler içmeyin, asitli
içeceklerden uzak durun, obezite
ile mücadele edin, gece yemelerini
bırakın, gece süt içmeyin. Kabızlık
tedavisi için önerilen liften zengin
diyetin reflü semptomlarını da gerilettiği gösterilmiştir. Ayrıca sık sık
ve küçük porsiyonlu yemek tüketimi
de reflüyü önleyebilir. Sonuçta; gıda
maddelerinin reflüyü tetikleyici etkisi bireysel farklılıklar göstermekte ve
diyet kısıtlamalarının hastanın tecrübeleri doğrultusunda düzenlenmesi
gerekmektedir.
Reflü İlaçlarıyla İlgili Dedikodular
Gerçeklerden Fazla
Reflü ilaçlarının yan etkilerinin abartıldığını söyleyen Prof. Dr. Serhat Bor,
“İlaç kullananlarda kemiğim kırılır,
kanser olurum, zattüre olurum gibi
kaygılar var. Uzlaşı grubunun kararı
şu: ilaçların gösterilmiş 4 yan etkisi
bulunuyor. Bu durumlarda da ilacı
kesmek gerekmiyor, yan etkiyi tedavi ediyoruz. Mesela osteoporoz riski
olan hastalarda osteoporozu tedavi
edin diyoruz” dedi.
Gebelik Reflüsü Kader Değil
Reflü uzlaşı raporu hazırlanırken gebelik reflüsü üzerinde de titizlikle
durduklarını belirten Reflü Konsensus Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr.
Serhat Bor, “gebelik reflüsü çok yaygın bir hastalık, her 2 gebeden 1’i
gebelik reflüsü yaşıyor ama bebeği-
me zarar gelir korkusuyla ilaç kullanmaktan korkuyor. Gebelikte asla ilaç
içilmemeli gibi bir durum yok. Biz bu
uzlaşıda hangi dönemde hangi ilaçların kullanılabileceği konusunda da
bir sonuca vardık” diye konuştu.
Spikerler, İmamlar, Öğretmenler Reflü
Yüzünden Sesini Kaybedebilir
Sebebi açıklanamayan müzmin öksürüğün ya da sebebi açıklanamayan
kronik larenjit ve farenjitin en önemli
nedeni reflü kabul ediliyor. Bizim en
önemli hastalarımız spikerler, imamlar, ses sanatçıları, öğretmenler diyen
Prof. Dr. Serhat Bor, “insanlar reflü
yüzünden sesini kaybedebiliyor. Reflü yüzünden meslek hayatı biten insanlar var. Reflüden korkmayın ancak
ciddiye alın” uyarılarında bulundu.
2014 Yılında
80 Milyon Kutu Reflü İlacı Yazıldı
2014 yılında 80 milyon kutu reflü ilacının yazıldığını vurgalayan Serhat
Bor, reflünün tedavisi için gastroenteroloji, göğüs hastalıkları, kulak burun boğaz, genel cerrahi ve psikiyatri
hep birlikte bir takım oyunu oynamak zorundadır hatırlatmasını yaptı.
Uzlaşıdan Çıkan Sonuçlar;
Türkiye’de reflünün kansere ilerlemesi çok nadirdir.
Gereksiz yere endoskopi yaptırmayın.
Gebelik reflüsünde bazı ilaçların çok
güvenilir olduğunu bilin. Gebelik
reflüsü bir kader değildir, güvenli
ilaçlarla yakınmalarınızdan kurtulabilirsiniz. İlaç kullanırken doktorunuza
mutlaka danışın.
Türkiye için reflü konusunda bir uzlaşı raporu şarttır. Bu rapor Batı dünyası
dışındaki tüm ülkelere örnek olacak.
Batı ülkelerinin dışında kalan bütün
ülkeler farklı bir profil izliyor. Arap
ülkeleri, Türki Cumhuriyetler, Uzak
Doğu’da (Japonya hariç) tüm sarı ırkta Barrett daha azdır.
Batıda reflü yanarak gelir. Türkiye’de
yanma yarı yarıya az, ama ağıza acı,
ekşi su ve yemeklerin gelişi fazladır.
Bizim reflü profilimiz farklı.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
35
haber
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ
MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ
CUMHURİYET HALK PARTİSİ
HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ
7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimlerinde
SANDIKTAN KOALİSYON ÇIKTI
7 Haziran 2015 Pazar günü yapılan
25. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri sonuçlandı. Millet iradesi bir kere
daha sandıkta tecelli etti ve ortaya
farklı bir tablo çıktı. Vatandaşlarımız,
% 85 yakın bir oranda bir katılımla
sandığa giderek ülkeyi yönetecek
kadroları TBMM’ye gönderdi.
Yüksek Seçim Kurulu’nun açıkladığı
36
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
geçici sonuçlara göre 7 Haziran Genel Seçimlerinde kayıtlı 56 milyon
608 bin 817 kişiden 47 milyon 507
bin 389 kişi oy kullandı. 46 milyon
161 bin 49 seçmenin oyu geçerli
olurken, 1 milyon 346 bin 340 oy ise
geçersiz sayıldı.
Geçici sonuçlara göre Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 18 milyon
863 bin 832, Cumhuriyet Halk Partisi
(CHP) 11 milyon 518 bin 404, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 7 milyon
519 bin 103, Halkların Demokratik
Partisi (HDP) ise 6 milyon 58 bin 150
seçmenden oy aldı. Buna göre, AK
Parti yüzde 40.87, CHP yüzde 24.95,
MHP 16.29, HDP ise yüzde 13.12 ile
Meclis’e girdi.
LİDERLERİN İLK DEĞERLENDİRMELERİ
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı
Ahmet Davutoğlu
Her şeyden önce en büyük teşekkür milletimizedir. Aziz milletimizi bu seçim gününde
tebrik ediyorum. AK Parti hareketi 13 yıldır
tek bir şeyin davasını verdi. O da milli irade.
Mazlumlara sahip çıkmaya devam edeceğiz.
Adalet davasının bayrağını yüceltmeye devam edeceğiz. Herkesin görmesi gerekir ki
AK Parti bu seçimin galibidir ve birincisidir.
Bundan şüphe yoktur. Kimse kaybettiği seçimden zafer çıkarmaya kalkmamalıdır. Herkes kendi muhasebesini yapmalıdır. AK Parti
76 ilde milletvekili çıkardı, 56 ilde, 6 bölgede
birinci oldu. Yeni Türkiye’yi inşa etmek için
gece gündüz çalışmaya Allah, tarih ve millet
önünde söz veririz.
CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu
Aynı yüreklilikle çalışmaya devam edeceğiz.
Bir dönem kapandı demokrasi kazandı. Sizlere en içten selamlarımı, saygılarımı sunuyorum, hepinizi muhabbetle kucaklıyorum.
Demokratik yollarla bir baskıcı dönemi sona
erdirdik. Demokrasi kazandı Türkiye kazandı.
MHP Genel Başkanı
Devlet Bahçeli
Milli iradenin tercihine saygı duyuyoruz. Hiçbir parti tek başına iktidar kuracak çoğunluğu sağlayamadı. Herkes, bu yeni tabloyu
dürüstçe okumalıdır. Milletimizin birliğe ihtiyacı vardır. Ülkemizin toparlanması ve yüklerinden kurtulması acilen sağlanmalıdır.
MHP ana muhalefet görevini üstlenmeye de
hazırdır.
HDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş
Bu seçimde kazananlar özgürlükten demokrasiden barıştan yana olanlar, Türkiye’nin özgürlüğüne sevdalı olanlar olmuştur. Bize inanarak hangi gerekçeyle bize oy vermiş olursa
olsunlar, hiç kimseyi mahcup etmeyeceğiz.
Bize emaneten oy vererek de HDP’nin demokratik siyasetin önünü açmak isteyenleri
de mahcup etmeyeceğiz.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
37
analiz
SEÇİMLER, SAĞLIK VE SİYASET:
7 HAZİRAN 2015 GENEL SEÇİMLERİ
IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME
Doç. Dr. Hasan Hüseyin YILDIRIM
Hacettepe Üniversitesi
İİBF Sağlık İdaresi Bölümü Öğretim Üyesi
ABSAM Sağlık Araştırmaları Merkezi
Kurucusu ve Genel Müdürü
ABSAM Analiz’in Mayıs sayısını “Seçimler,
Sağlık ve Siyaset” ilişkisine ayırdınız. Bu
konuya geçmeden önce ABSAM Sağlık
Araştırmaları Merkezi ve ABSAM Analiz
hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
ABSAM Sağlık Araştırmaları Merkezi; sağlık, sağlık hizmetleri ve sağlık
sistemlerinin başta politika, yönetim
ve ekonomi boyutları olmak üzere,
ilgili diğer alanlarda danışmanlık,
araştırma, eğitim, yazılım ve yayın
38
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
da 7 Haziran 2015 genel seçimleri ışığında “seçimler, sağlık ve siyaset” ilişkisinin analiz edilmesine ayırmış bulunmaktayız. Analize AK PARTİ, CHP,
MHP ve HDP dahil edilmiştir.
hizmetlerini entegre bir şekilde gerçekleştirmek suretiyle Ar-Ge’ye dayalı yenilikçi, özgün, yaratıcı ve kullanılabilir bilgi üreterek “yaşama yıllar
ve yıllara yaşam katmak”, böylece
toplumsal gelişmeye katkı sağlamak
amacıyla Hacettepe Teknokent’te konuşlanmış bağımsız ve tarafsız bir ArGe ve inovasyon kuruluşudur.
Sağlık ile siyaset arasında
nasıl bir ilişki vardır?
ABSAM olarak, amacımız ile ilgili ve
çalışma alanımıza giren konularda
tarafsız, Ar-Ge’ye dayalı inovatif bakış açısıyla sağlık, sağlık hizmetleri,
sağlık politikaları ve ilgili diğer alanların geliştirilmesine ve bunlarla ilgili
kararların alınmasına yardımcı olmak
amacıyla diğerlerine ek olarak aylık
analiz çalışmaları da gerçekleştirmekteyiz. Evet, sizin de belirttiğiniz
üzere ABSAM Analiz’in ilk konusunu
Çok genel olarak belirtmek gerekirse
siyaset, toplumun yönetilmesi sürecidir. Bu toplumsal yönetim sürecinin
temel alanlarından birisi de sağlık
alanıdır. Sağlık alanı ile siyaset ilişkisi
karşılıklı etkileşim ve bağımlılık derecesi oldukça yüksek düzeyde olan
bir ilişki biçimidir. Kısaca ifade etmek
gerekirse siyaset kurumu sağlığı iki
açıdan etkilemektedir veya belirlemektedir. Birincisi, siyaset kurumu
doğrudan sağlık politikalarını belirleyen ve uygulayan bir otoritedir.
Dolayısıyla, siyaset kurumu sağlığı
dorudan etkilemektedir. İkincisi, siyaset kurumu sağlığı etkileyen diğer
tüm faktörlere/sektörlere ilişkin politikaların belirlenmesi ve uygulanması otoritesidir, dolayısıyla siyaset
kurumu sağlığı dolaylı olarak da etkilemektedir.
Peki, sağlık ile siyaset arasındaki ilişki tek
taraflı bir ilişki midir? Sağlık da siyaset
kurumunu etkilemekte midir? Etkiliyorsa
bu nasıl olmaktadır?
Sağlık ile siyaset kurumu arasındaki
ilişki çift taraflı bir etkileşim ve ilişki
biçimidir. Yani sağlık da siyaset kurumunu, siyaset kurumunun yönelimlerini, önceliklerini, hafızalarını, kurumsal yapılarını vb gibi unsurlarını
etkilemektedir.
Seçim siyaseti ve sağlık ilişkisini
değerlendirir misiniz?
Sağlık doğası gereği siyasal kurumların, dolayısıyla da seçimlerin ilgi alanının merkezinde yer almaktadır. Seçim süreçlerinde, günlük yaşamdan
tutun da en uç noktadaki “yüksek
politika”ya kadar her şey genellikle
seçimlere endekslenmektedir. Her ne
kadar hükümetler her fırsatta “seçim
ekonomisi” uygulamayacaklarını dile
getirseler de bu, “seçim siyaseti”nin
yapılmayacağı anlamına gelmez. Seçim siyasetinin yoğun olarak cereyan
ettiği alanlardan birisi de sağlık alanıdır. Doğası gereği sağlık alanı; 1) istisnasız toplumdaki bütün vatandaşları
ve paydaşları ilgilendirdiği için, 2)
siyaset kurumunun varlık nedenlerinden birisi olduğu için ve 3) siyaset
kurumu açısından oy potansiyeli taşıdığı için (çünkü sağlık, seçmenlerin
tercihlerini belirleyen temel değişkenlerden birisidir) seçim siyasetinin
ana malzemesi olmaktadır.
Seçim siyaseti açısından sağlığın
anlamını ve önemini nasıl açıklayabiliriz?
Sağlık alanının seçim açısından anlamını ve önemini partilerin seçim
bildirgelerinde sağlığın ne kadar yer
kapladığına bakarak ve de seçim
propagandaları kapsamında sağlığa
atfedilen değer ile ölçmek mümkündür. Bu iki kriter açısından değerlendirildiğinde seçimlerde sağlığın
önemli bir unsur olduğu belirtilebilir.
İncelemeye dahil edilen bütün partiler seçim beyannamelerinde sağlığa
önemli ölçüde yer vermişlerdir. Partilerin seçim bildirgelerindeki sağlık
kelimesinin sayısal analiz frekansları
incelendiğinde, sağlığa en fazla atıf
yapan AK PARTİ ve CHP olmuş, bunları sırasıyla MHP ve HDP izlemiştir.
Diğer taraftan, başta mitingler ve
reklamlar olmak üzere seçim propagandalarında sağlık teması ön plana
çıkarılan temel alanlardan birisi olmaktadır.
Seçim siyasetinin sağlık açısından
yansımaları nelerdir?
Seçim dönemlerinin dinamikleri farklıdır ve seçimler her alanda olduğu
gibi sağlık alanı açısından da kritik
bir unsur teşkil etmekte ve politika
tercihlerini, önceliklerini, yönelimlerini ve söylemlerini etkileyebilmektedir. Seçim atmosferi, sağlık dahil
tüm sektörleri doğrudan veya dolaylı
olarak etkilemekte, seçim siyasetinin
güdülmesi ile birlikte politika önceliklerinde değişme olabilmekte ve
popülizm artmaktadır.
7 Haziran 2015 Genel Seçimlerine ilişkin
parti beyannamelerinin sağlık siyaseti
açısından karşılaştırmalı bir analizini
yapar mısınız?
Bu
analizimizin
ayrıntılarına
ABSAM’dan ulaşabilirsiniz. “ABSAM
Analiz”in Mayıs 2015 sayısında analize dahil edilen dört partinin seçim
bildirgelerindeki sağlığa ilişkin söylemleri; parti ideolojisi; parti bildirgesindeki başlık; ana hedefler, ilkeler ve politikalar; sağlık hizmetleri
finansmanı ve sağlık güvenliği; sağlık
hizmetleri sunumu, düzenlemesi, yönetimi ve organizasyonu; halk sağlığı önlemleri; sağlık endüstrisi; sağlık
turizmi; bölgesel farklılıklar; finansal
sürdürülebilirlik; kamu-özel ortaklığı;
sağlık okuryazarlığı; sağlık çalışanları; yaşlılara yönelik sağlık politikaları;
sağlık hukuku; sağlıkta eşitsizlikler ve
hakkaniyet ve ücretsiz sağlık hizmetleri açısından karşılaştırmalı olarak
ele alınmıştır.
Farklı ideolojilere ve bakış açılarına
sahip dört partinin “sağlık alanı” söz
konusu olduğunda aralarında söylem ve bakış açısı farklılıkları olduğu
gibi, yer yer söylemlerde örtüşmeler
ve bakış açılarında yakınsamalar da
söz konusu olduğu görülmektedir.
Başta HDP ve CHP olmak üzere partilerin, ideolojileriyle örtüşen sağlık
söylemleri ortaya koyduğu belirtilebilir.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Başta da ifade ettiğimiz üzere, sağlık
doğası gereği toplumsal, dolayısıyla
da siyasal bir alandır. Sağlığı siyasetten bağımsız düşünmek ve ele almak
mümkün değildir. Bundan dolayı
sağlık, sağlık hizmetleri ve sağlık sistemlerine ilişkin politikalar oluşturulurken ve uygulanmaya çalışılırken
sağlığın siyasal boyutu göz ardı edilmemelidir.
AK PARTİ, CHP, MHP ve HDP’nin seçim bildirgelerinde yer alan sağlığa
ilişkin taahhütlerin sahiplenilip yerine getirilip getirilmediği, 7 Haziran
2015 seçimleri sonrasında iktidar
koltuğunu elde edecek partinin/partilerin iktidar sürecinde ortaya/uygulamaya koyacağı sağlık politikası ve
stratejilerinden, muhalefette olacak
partilerin de söylem ve duruşlarından anlaşılabilecektir. ABSAM Sağlık
Araştırmaları Merkezi olarak bunların
takipçisi olacağız.
Doç. Dr. Hasan Hüseyin YILDIRIM
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
39
sağlığımıziçin
AŞIRI AKTİF MESANE BÖBREK
YETMEZLİĞİNE SEBEP OLABİLİR
Uzmanlar “Aşırı Aktif Mesane” olarak adlandırılan sık idrara çıkma probleminin böbrek
yetmezliğine sebep olabileceği konusunda uyarıyorlar. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji
ABD Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adnan Şimşir, yaklaşık her 6 kişiden birinin problemi olan aşırı aktif
mesanenin en önemli belirtisinin geceleri sık idrara çıkmak olduğunu belirterek, ileri yaşlarda
artmakla birlikte bu problemin her yaşta görülebileceğine dikkat çekti
Gün içinde 15-16 defa idrara çıkan
hastalar, geceleri de sık sık tuvalet
için uyanırlar. Bu sebeple günlük faaliyetleri kısıtlanan hastaları bekleyen
tehlikelerden biri de böbrek kaybıdır.
İlaç tedavisi seçeneklerine eklenen
Botulinum Toksin A uygulaması da
idrara çıkma sıklığını azaltmaktadır.
nin kontrolü altındadır. Buralardaki
en küçük hasarlanma neticesinde
idrarla ilgili problemlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu hastaların diyalize kadar giden sağlık problemi
yaşamamaları için en az 6 ayda bir
ürolojik muayeneden geçirilmeleri
Gece tuvalete çıkmak önemli
hastalıkların habercisi olabilir
Geceleri tuvalete çıkmanın pek
çok önemli hastalık için bir
belirti olabileceğini söyleyen
Doç. Dr. Şimşir, “bunlardan
belli başlılarının kalp yetmezliği, toplardamarların yetersiz
çalışması ve yetmezliği, albümin düşüklüğü ve şeker hastalığının olabileceğini” belirtti.
Gece ve gündüz sık idrara çıkmanın uzun dönemde böbrek yetmezliğine yol açabileceğine dikkat
çeken Doç. Dr. Şimşir, “Mesanedeki
yüksek basınç bir süre sonra üretir
ve böbrekleri etkileyerek bu bölgede
genişlemelere ve böbrek hasarlanmalarına sebep olabilir. Öyle ki tedavisi mümkün olan bu hastalık yüzünden hastalar böbreklerini kaybedip
diyalize bağımlı hale dahi gelebilme
riski ile karşı karşıya kalmaktadırlar”
diye konuştu.
Felçli hastalar risk altında
Nörolojik hastalıkların aşırı aktif mesaneye bağlı böbrek kaybı riski altında olduğunu belirten Doç. Dr. Adnan
Şimşir, özellikle felç, bunama, Alzheimer, Parkinson, Multipl Skleroz (MS),
ALS ve omurilik yaralanması geçirmiş
hastaların da risk grubunda yer aldığını söyledi. Doç. Dr. Şimşir, “İdrara
çıkma eylemi, merkezi sinir sistemi40
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
ler ve çoğunluğu ağızdan kullanılan
ilaç tedavileri gibi yöntemler uygulandığını belirten Şimşir, “böbrek hasarı
başlamış veya potansiyel olarak risk
altındaki aşırı aktif mesane hastalarında Botulinum Toksin A uygulaması
en uygun tedavi seçeneğidir. Mesane
kası içinde kısa süren bir işlemle verilen bu tedavi yöntemi neticesinde gelişen sosyal dışlanmayı önlediği gibi,
pek çok aşırı aktif mesane hastasında
gelişmesi muhtemel olan böbrek
hasarını engellemekte ve hastaları
diyalize bağımlı olma gerekliliğinden korumaktadır” dedi. Doç. Dr.
Şimşir, “Aşağıdaki soruların en az
birine “evet” cevabını veriyorsanız
aşırı aktif mesane hastalığı için bir
üroloji uzmanına başvurmak gerekir” dedi.
•
Aniden sıkışarak tuvalete gidiyor musunuz?
•Gittiğiniz her yerde tuvalet arıyor
musunuz?
• Geceleri tuvalete gitmek için uyanıyor musunuz?
gereklidir” dedi. Doç. Dr. Şimşir, aşırı
aktif mesane hastalarının idrar problemi yaşamamak için su ve benzeri
sıvıları tüketmekten kaçındıklarını da
hatırlatarak, bu durumun da böbreğin fonksiyonunun bozulmasına yol
açtığını bildirdi. Doç. Dr. Şimşir aşırı
aktif mesane hastalarının sık sık böğür ağrısı şikayetinde bulunmaları
durumunda mutlaka bir böbrek muayenesinden geçmeleri gerektiğini
vurguladı.
• Zamanında yetişemeyip idrar kaçırıyor musunuz?
Botulinum Toksin A en uygun
tedavi yöntemi
Aşırı aktif mesanenin tedavisinde yaşam tarzı değişiklikleri, çeşitli egzersiz-
Doç. Dr. Adnan Şimşir
hayatıniçinden
Tülay KARABAĞ
YAŞAMAK İÇİN ACELE EDİYORUM
Nietzsche’nin, “Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım. Öyle çok değerliymiş ki zaman
ve an, hep acele etmem ondan
anladım” sözünü hep severdim ancak sözün anlamını o gün iliklerime
kadar hissettim. Çünkü üniversite
yıllarından itibaren hayatım hep bir
koşuşturma, hep bir “acele etme”
dürtüsüyle geçmişti. Özellikle televizyonda çalıştığım yıllarda her zaman bir şeyleri yetiştirme telaşındaydım, acele ederdim, adeta zamanla
yarışırdım, bu koşuşturmanın içinde
hayatı ıskaladığımın farkına varamadan… O gün sağ mememde bulunan kitlenin kanser olduğunu öğrendiğimde ise aslında “acele etmem”
gereken şeyin, sadece “yaşamak” olduğunu anladım…
42
NTV.COM.TR EDİTÖRÜ
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
“SEVMEK İÇİN GEÇ, ÖLMEK İÇİN ERKEN”
Kanserle yolculuğum; yine koşuşturmalı bir güne uyandığım bir sabah
sağ mememde elime gelen kitleyi
fark etmekle başladı. Sağlık habercisi olduğum için bu kitlenin hayra
alamet olmayabileceğini biliyordum.
Henüz 32 yaşındaydım ve hayattan
alacağım çok şey vardı. Yani kanser
olmak için çok erkendi… Ama hastalık yaşa başa bakmadı ve o gün
karşıma çıktı. Kitleden kurtulmak için
ameliyat olduğum o günden aklımda kalan en keskin cümle ise, anestezinin etkisinden çıktığımda Prof.
Cihan Uras’ın, “Tülay hanım maalesef
sonuç iyi çıkmadı, kansersiniz” sözleriydi. O cümleyi duyduğum anda
oda küçüldü, her taraf grileşmeye, tavan üstüme üstüme gelmeye, sesler
boğuklaşmaya, yüzler silikleşmeye
başladı. Sanki alnımın ortasına güçlü bir yumruk yemiş gibiydim, sesim
çıkmadı… Dilimin ucundaki tek şey
Atilla İlhan’ın “Sevmek için geç, ölmek için erken” dizeleriydi…
Gerçekten de ölmek için erkendi,
çünkü daha yapmam gereken bir
sürü işim vardı, mesleğimde ilerleyecektim, kariyer yapacaktım, anne
olacaktım, para biriktirip dünyayı
gezecektim, yeni insanlar, yeni yerler
keşfedip yaşamın tadına varacaktım,
hasılı; hayallerim vardı, planlarım,
beklentilerim… Ama “Siz plan yaparken Tanrı yukarıdan gülümsermiş”
diye güzel bir söz vardır, aklıma bir
anda o söz geldi, kanser teşhisiyle yaşamak için geç mi kalmıştım… Ama
ölmek için de çok erkendi, mücadele
edilecekti…
KAYBEDİLEN SAÇLARA
EŞLİK EDEN GÖZYAŞLARI
Ve kanserle yolculuğum 34 yaşında
böyle başlamış oldu. Bunun bir 100
metre koşusu olmadığını, şartları ağır
ve sevimsiz bir maraton olduğunu
biliyordum. Yaptığım haberlerden,
dinlediğim hasta hikayelerinden neler yaşayacağımı üç aşağı beş yukarı
kestiriyordum ama insan, bir olayın
öznesi olmadıktan sonra neyin ne
anlama geldiğini gerçekten bilemiyor, kanser olunca bunu çok daha iyi
anladım. Uzaktan bakmak ve konuşmak kolaydır, insan ancak başına gelince olumsuzlukların gerçek anlamda ayırdına varıyor. İkinci, üçüncü,
sekizinci, saymaktan vazgeçtiğim bir
dizi ameliyat, çok sayıda kemoterapi
kürü, radyoterapi, doktor kontrolleri,
fırsatçı enfeksiyonlar, mide bulantıları, ağır halsizlikler, kaybedilen saçlara
eşlik eden gözyaşları, biten aşklar,
hayal kırıklığı yaratan sözde dostluklar, ağrılar, umutsuzluklar, uykusuz
geceler, yaşama son verme arzuları,
beklediğin desteği görememek, dost
bildiklerinin yanından birer birer
uzaklaşması, yalnızlaşma ve daha bir
sürü şey…
HER DEFASINDA HAYATA YENİDEN
TUTUNACAK GÜCÜ, SEVGİSİYLE YAKALADIM
Kanserle mücadelemde yaşadıklarımı tek tek anlatmak için bu yazının
yeterli olmadığını biliyorum. Bu süreçte defalarca hayattan vazgeçme
noktasına geldim. “Adres değişikliğinin” doğal yollarla olmayacağını
anladığım ve tükenmişlik hissettiğim zamanlarda intihar düşüncesine kapıldığım çok oldu ancak dini
inançlarım ve bana böyle bir ölümü
yakıştıramayıp çok üzüleceğini düşündüğüm sevdiklerim için vazgeçtim. Her defasında hayata yeniden
tutunacak gücü, ailemin ve gerçek
insanlarımın sevgisiyle yakaladım.
HASTALIK KRONİK, DESTEK DEĞİL
Kanser teşhisi alan bir insanın ihtiyacı
olan en önemli şey, tabii ki öncelikle
doğru ve etkin tedavi imkanına sahip
olmaktır. Her hastanın ilaçlarına, doktoruna, destekleyici tedavilere, diyetisyene, psikoloğa ulaşabilme şansı
olmalı. Bu noktada görev hiç kuşkusuz devlete düşüyor. Çünkü kanser
pahalı bir hastalık ve her hasta bu
ağır yükün altından kalkacak maddi
imkana sahip değil. Ancak ülkemizde; multidisipliner bir yaklaşımla
tedavi edilmesi gereken kanserin
her yönüyle ele alındığı, kanser hastalarının her türlü tıbbi ihtiyaçlarının
giderildiğini söylemek çok zor. Ayrıca, kanser günümüzde artık kronik
hastalıklar listesine girmiş durumda.
Ancak gerek devletin, gerekse özel
şirketlerin hastaya sunduğu maddi
ve manevi destek, zamanla azalıyor,
bir noktada ise tamamen bitiyor. Yani
hastalık kronik ama destek kronik olmuyor. Bu, çok önemli bir sorun.
KANSER İNSANA HAYATIN KIYMETİNİ
HATIRLATIYOR
Kanser hastasının hayata tutunmak
için ihtiyaç duyduğu en önemli şeylerden biri de pozitif motivasyon. Bunun kaynağında ise insan sevgisi var.
Ben kanser olduğum zaman, gerçek
dostlarla, gerçek insanları ayırt etme
şansını yakaladım. Kanser aslında
insanın başına gelebilecek en kötü
hastalıklardan biri, çünkü tedavisi çok
zahmetli, ayrıca bu hastalığa “nokta”
koymak çok zor. Tamamen iyileşenlerde bile nüks ve metastaz riski var.
Hastalığın belki de tek avantajı insana,
o zamana kadar es geçtiği hayatın kıymetini hatırlatması ve insanların gerçek yüzlerini görme imkanı tanıması.
KANSER HASTASI YALNIZLAŞTIRILIYOR
Güzel ve sağlıklı günlerinizde yanınızda olan, “can-ciğer” arkadaşların, bir
anda nasıl buharlaşıp yok olduklarına
tanık oluyorsunuz. Bir dost sıcaklığına
ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda nasıl yalnızlığınızla başbaşa kaldığınızı
görüyorsunuz. Hastalığın ilk dönemlerinde kanser hastasının çevresinde
çok insan oluyor, herkes iyi dileklerini
iletiyor, “Bir şeye ihtiyacın olursa ara,
hemen yardımına koşarız” cümleleri
havada uçuşuyor. Ancak gerçekten
bir şeye ihtiyacınız olup aradığınızda
veya bunalıp, sadece iki satırlık bir
sohbeti paylaşmak için insanları yanınıza çağırdığınızda o sözlerin nasıl da
boş lakırdı olduğunu anlıyorsunuz.
Bu açıdan özellikle artık kronik bir
hastalık olarak kabul edilen kanserde,
hasta uzun süre mücadele ediyorsa
yalnızlaştırılıyor. Başlangıçta yapılan
maddi-manevi destekler, zamanla bir
bir geri çekiliyor. Çevredekiler desteklerini çekiyor ama maalesef kanser,
hastanın vücudundan elini çekmi-
yor. Kemoterapiler nedeniyle düşen
vücut direnci, kanser hastasının her
ortama, her mekana girmesini engelliyor. Uzun süre tedavi altında olan
hastalar genellikle eve kapanmak zorunda kalıyor ve yalnızlaşıyor.
BİRAZ DAHA EMPATİ…
Kanser hastasının ruhsal anlamda
canını yakan noktalardan biri de
çevredeki insanların yaptığı empati
yoksunu yorumlar. İnsanın oturduğu yerden ahkam kesmesi, başına
gelmeyen zorluklar hakkında büyük
büyük cümleler kurması kolay oluyor
da, o cümlelerin odağındaki kişi için
bu sözleri hazmetmek kolay olmuyor.
Örneğin; göğüs kemiğimdeki kanserin yarattığı ağrıyı dile getirirken
veya rüzgarlı havada hemen hasta
olduğum için 40 derece sıcakta bile
boğazlı giymek zorunda olduğumu
belirtirken, “Yok canım, sen de abartıyorsun” tonunda cümleler duyduğum çok olmuştur. Bu sözlerin canımı ne kadar yaktığını, hayata olan
isyanımı nasıl körüklediğini anlatmama sanırım gerek yok.
Özetle söylemek istediğim; insanlar
kanser hastalarıyla konuşurken, iki
kez düşünüp, bir kez cümle kurmalı.
Zaten kanserle mücadeleden sıtkı
sıyrılmış bir insana bir de düşüncesizce yapılan, empatiden nasibini
almamış yorumların gereksiz ağırlığı
yüklenmemeli.
NAZIM HİKMET’İN “SİNCABI” GİBİYİM
Son tahlilde, her kanser hastası gibi
benim de bu zorlu ve uzun süreçle
mücadelem kolay olmadı, olmuyor.
Yaklaşık 12 yıldır kansere direniyorum. Bu mücadele daha ne kadar
sürecek, ne kadar dayanabileceğim
bilmiyorum, bildiğim tek şey; her
anın tadına vararak, keyfini çıkararak
ve o anı bir daha yaşayamayacağımı
bilerek hayata tutunuyorum. Ve artık
iş-güç için değil, yaşamak için acele ediyorum. Tıpkı Nazım Hikmet’in
“sincabı” gibi…
“Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın,
Bir sincap gibi mesela,
Yani yaşamın dışında ve ötesinde
hiçbir şey beklemeden
Yani bütün işin gücün yaşamak
olacak…”
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
43
hayatıniçinden
“KÖK HÜCRE NAKLİ HASTALARI”
ANKARA’DA BULUŞTU
Tülay KARABAĞ /ntv.com.tr
Kanser tedavisi için kemik iliği nakli
olan hastalar bir araya geldi, yaşadıkları zorlukları, hayata tutunma öykülerini, umutlarını anlattı. 25 yaşında
kanserle yüzleşen Fuat Fazlıoğlu, tedavi sırasında “çok seviyordum” dediği nişanlısının ayrılma kararıyla yıkıldığını söylüyor, “Hem ayrılık travmasını
hem de tedavinin yarattığı zorlukları
sevginin gücü ile atlattım” diyor.
“Kök Hücre Nakli Hastaları Buluşma”
etkinliği, kanser tedavisi sırasında
kemik iliği nakli olan hastaları, hasta
yakınlarını ve doktorlarını buluşturdu. Ankara’da gerçekleşen toplantıda,
hastalar tedavi sürecindeki tecrübelerini, umut veren hikayelerini paylaştı.
Fuat Fazlıoğlu
44
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Kan kanseri tedavisini tamamlayan
ve hayata yeni bir başlangıç yapan 29
yaşındaki Fuat Fazlıoğlu, o hastalardan biri. 2011’de kemik iliği nakli olan
Fazlıoğlu, kanser teşhisi aldığında nişanlı olduğunu söylüyor. Tedavi sırasında nişanlısının ayrılma kararı üzerine büyük üzüntü yaşadığını, hem
ayrılığın yarattığı psikolojiyi hem de
kanser tedavisinin zorluklarını, ailesinden ve arkadaşlarından gördüğü
sevgi ve destek sayesinde atlattığını
anlatıyor:
“Eski nişanlım beni hastalık nedeniyle
bıraktı, çünkü başka bir durum yoktu.
Ayrılma kararına çok üzüldüm ancak
tedavimi yarım bırakmadım. O sırada
bir doktorun söylediği, ‘Ne kadar tedavi görürsen gör, kendine inanmadıktan sonra bu hastalığı yenemezsin’
cümlesi aklıma geldi. Bunu örnek
aldım, inancımı ve moralimi yüksek
tutmaya çalıştım ve tedavimi tamamladım. Bu hastalıkta sevgi desteği
çok önemli, o dönemde ailemden,
arkadaşlarımdan çok büyük destek
ve sevgi gördüm. Destek olmasaydı
belki de o zor dönemi atlatamayacaktım. Tedavinin başarılı olmasını onların desteğini boşa çıkarmamak için
de çok önemsedim ve bu savaşı sevgi
sayesinde kazandım.”
“Kansersiz Bir Hayat İstiyorum”
Tedavisi tamamlanınca aşk, Fuat
Fazlıoğlu’nun kapısını ikinci kez çalmış, şimdi baba olmak için gün sayıyor.
“Beni bu halimle kabul eden biri çıktı
karşıma ve ben yeniden sevdim” diyen Fazlıoğlu hayattan beklentisini;
“Bundan sonra kansersiz bir yaşam
istiyorum. Çocuğumu sağlıklı şekilde
kucağıma almak ve eşimle mutlu olmak istiyorum” diye özetliyor.
“Hayata ve Müziğe Yeniden Merhaba”
Kanserle 57 yaşında tanışan ve kemik
iliği nakli olan Kadir Çelik ise etkinliğe, söylediği şarkılarla renk kattı.
Elektrik mühendisi ve müzisyen olan
ancak tedavi nedeniyle müziğe ara
verdiğini belirten Çelik, mikrofonu
eline aldığında, “35 yıl müzisyenlik
yaptım ama sahneye hiç bugünkü
gibi mutlu çıkmadım” dedi.
Çelik’e bunun nedenini sorduk, yanıtı
şöyle: “Çünkü hayata yeniden döndüm. 4 yıldır tedavi nedeniyle sahnelerden uzaktım, hem hastalığımın iyileştiğini öğrenmek hem de böyle bir
ortamda yeniden sahne almak kadar
güzel bir şey olabilir mi? Hayata ve
müziğe yeniden ‘merhaba’ demenin
mutluluğunu yaşıyorum.”
“Kemik İliği Naklinde
Avrupa’nın Yükselen Yıldızıyız”
Kan, kemik iliği ve lenf bezi kanserlerinin kök hücre nakli ile tedavi edilebildiğini ve başarı oranının % 50-90
olduğunu belirten Altıntaş’a göre,
Türkiye bu konuda Avrupa’nın yükselen yıldızı konumunda: “Türkiye’de
2014 yılı itibariyle yaklaşık 3 bin 400
nakil, 70’in üzerinde merkez var. Son
10 yılda nakil sayısı 12-15 kat, merkez
sayısı 6-7 kat arttı. Avrupa’nın yükselen yıldızıyız, Avrupa’da 4. sıradayız.
Artık yurt dışına hasta göndermiyoruz, başka ülkelerden hasta alıyoruz.”
“Türkiye’de Gönüllü İlik Vericisi Yetersiz”
Bunların sevindirici gelişmeler olduğunu ancak yeni hamlelere de ihtiyaç
duyulduğunu dile getiren Altuntaş,
bunlardan birinin kemik iliği doku
bilgi bankacılığı olduğunu vurguladı.
Bu konuda Türkiye’nin Ulusal Kemik İliği Bankası (TÜRKÖK) projesinin çok önemli olduğunu hatırlatan
Altuntaş’ın parmak bastığı en önemli
konu ise Türkiye’de gönüllü kemik
iliği verici sayısının bir türlü istenen
düzeye ulaşmaması.
“Ateş Düşmeden Sorumluluk Alın”
“18 yaşını dolduran sağlıklı herkes
kök hücre vericisi olabilir” diyen Altuntaş, duyarlılık çağrısı yaparak
şöyle konuştu: “Ateş düşmeden de
sorumluluk sahibi olmak, bu alanda görev almak lazım. Bugün lazım
olmayabilir ama yarın lazım olabilir.
Prof. Dr. Fevzi Altuntaş
Yarın gelmeden bugünden işe başlamak lazım.”
Kimler Kök Hücre Vericisi Olabilir?
Bulaşıcı ve ciddi bir hastalığı olmayan
18-55 yaş arası herkes kök hücre vericisi olabiliyor. Genel sağlık durumu
uygun olanlara HLA denilen doku
grubu tayini ve bir takım kan testleri
yapılıyor. Kök hücre vericisi olmanın
insan sağlığı üzerine olumsuz hiçbir
etkisi bulunmuyor. Kök hücre, ameliyathanelerde veya aferez merkezlerinde toplanıyor. Vericinin bir kez
kök hücre verdikten sonra akraba dışı
doku bankasında kayıtlı olarak kalması ya da kalmaması kendi seçimine bırakılıyor.
“İyi Örnekler Hastaları Motive Ediyor”
Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Kök Hücre Nakli Merkezi
sorumlusu Prof. Dr. Fevzi Altuntaş ise
hastaların bu tür organizasyonlarla
kaynaşmasının ve olumlu örneklerin
paylaşılmasının, tedaviye yeni başlayan veya tedavi sırasında umutsuzluğa kapılan hastalar açısından pozitif
motivasyon yarattığını söyledi.
Prof. Altuntaş, “Tedaviye yeni başlayan hastalar, iyileşmiş, okulunu bitirmiş, işinde ilerlemiş, anne veya baba
olmuş hastaları tanıdıkça, onların hikayelerini öğrendikçe tedaviye dört
elle sarılıyor” dedi.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
45
analiz
AİLE HEKİMLİĞİ SAĞLIK BÜTÇESİNE
NE GETİRİ SAĞLADI?
Dr. Murat GİRGİNER
AHEF Başkanı
Artan Sağlık harcamaları dünyada her
ülkenin kaygı duyduğu ve kontrol altında tutmak istediği bir sorun olarak
göze çarpıyor. Bu ülkeler ellerinde
yıllardır uyguladıkları aile hekimliği
ile bu soruna çözüm bulmak, sağlık
harcamalarını kontrol edebilmek ile
ilgili stratejiler, planlamalar ve düzenlemeler gerçekleştiriyor. Hollanda
sağlık başvuruların % 95’ini, İngiltere
% 90 ‘ını Aile Hekimliğinde karşılıyor.
Biz de ise bu oran %45 lerde…
Türkiye’nin Aile Hekimliği ile tanışması 2005 yılında Düzce ile başladı. 2010
yılı Aralık ayından itibaren de tüm
ülkede aile hekimliği uygulanıyor.
Yaklaşık 4 yılı aşkın bir zamandır aile
hekimliği ile ilgili yorumlar olumlu ve
olumsuz olarak yapıldı. Sorunlar konuşuldu, çözümler iletildi. Bir çok kurum tarafından aile hekimliği kendi
politikaları ve kurumsal duruşları ile
uzaktan değerlendirildi, hükümlere
varıldı. Bunlardan en önemlisi Maliye
tarafından gelen olumsuz yorumlardır. Ana fikri “Aile hekimliği ülke sağlı46
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
ğına ne kattı, hani sağlık harcamaları
kontrol altına alınacaktı. Hiçbir katkı
gözlenmiyor.!” olan fikirlerdir.
Hiçbir maliyet analizi yapılmadan,
sağlık verileri değerlendirilmeden,
aile hekimliği ile 2nci ve 3nci basamak
bütçeleri karşılaştırılmadan yapılan,
kanıta dayalı olmayan bu yorumlara
itibar edilmemesi gereklidir. Biz AHEF
olarak bürokratları gerçek verilerle
analiz yapmaya ve doğruları kamuoyu ile paylaşmaya davet ediyoruz.
AHEF olarak bu analizleri de ilk başlatalım diye bir adım attık. Ve 2014
verileri, SUT poliklinik ödeme kalemleri, sağlık harcama bütçeleri üzerinden ortalama bir analiz yaptık. Bu
analizde tamamen ortalama veriler
kullanılmış ve ortalama bir değer
elde edilmiştir. Gerçek olan rakamsal
büyüklüklerin karşılaştırılması, Aile
hekimliğinin aslında Sağlık bütçesine
ne kadar kıymetli bir katkı sunduğunun değerlendirilmesi ve kabul edilmesidir.
Aile Hekimliğinde Ödeme Modeli
Aile Hekimliğinde özgün bir ödeme
modeli üzerinden hak edişler hesaplanır. Bu ödeme modelinde baz alı-
nan kayıtlı kişi sayısı ve o kişilerin özel
gruplara göre ayrılması ile belirlenen
katsayı çarpımı sonucu elde edilen
rakamlardır. Temelinde kişinin Aile
hekimine başvuru sayısı yoktur, yani
hasta 1 kez başvuru yapsa da 1000
kez başvuru yapsa da ödemede bir
değişiklik olmaz. Yani Performansa
dayalı döner sermaye sistemi yoktur.
2.nci ve 3ncü basamak ödeme modelinde ki performans sistemi yoktur,
ana fark budur.
Aile hekimliği merkezlerinin genel
giderleri, kira, elektrik, ısınma, telefon, internet, ekstra çalışan ebe,
hemşire, laborant, tıbbi sekreter, temizlik, güvenlik görevlisi gibi kişilerin
maaşı, SGK’sı, tıbbi sarf malzemeleri,
jeneratör, defibrilatör, aşı dolabı gibi
demirbaşlar yine aile hekimleri tarafından cari yardım kaleminden ödenmektedir. 2nci ve 3nci basamak için
bu kalemler ayrı bütçelerden ödenmektedir. Diğer fark budur.
Laboratuvar için kaynak, aile hekimliğinde genel bütçeden ödenen sınır
belli olan bir ödenek vardır, yapılan
laboratuvar tetkikleri bu ödenekten
karşılanır. 2nci ve 3ncü basamakta ise
yapılan tahlil tetkikler SGK tarafından
ödenir.
Özetlersek, aile hekimliğinde maaşlar ve genel giderler tek bir bütçe
üzerinden ve döner sermaye gibi bir
performans sistemi olmadan kayıtlı
kişi üzerinden ödenmektedir. 2nci ve
3ncü basamakta ise maaş artı döner
sermaye sistemi üzerinden performansa bağlı olarak kişilerin başvuru
sayılarına ve uygulanan laboratuvar
ve görüntüleme yöntemleri röntgen,
MR gibi yapılanlar üzerinden ödenmekte, genel giderler için ise yine
performans üzerinden gelen döner
sermaye ve diğer ödeneklerden ödeme yapılmaktadır.
Bütün bu açıklamalardan sonra son
üç yılda yapılan sağlık bütçe harcamalarına bakarsak,
Aile hekimliğinde personel giderleri,
genel giderler, laboratuvar giderleri
olarak son 3 yılda sabit ve toplam 4
milyar TL bütçe harcanmış.
Peki bu kadar sağlık hizmetinin, nerde ve ne kadar bütçe ile sunulduğuna bütçesel olarak bakarsak.
Çocuk hastalıkları muayene ücreti ortalama olarak ; 28 TL
Maliyetler
Kadın hastalıkları muayene ücreti ortalama olarak; 37 TL
2. ve 3. basamak hastaneleri olan
kamu ve özel sektör hastanelerine
sadece tedavi giderleri olarak ayrılan
bütçe 3 yıl önce 18, 3 milyar TL iken
bir sonraki yıl 21, 9 milyar TL’ye , sonra
ki yıl ise 28, 6 milyar TL’ye yükselmiş.
Yani 3 yılda Aile Hekimliği bütçesinin
2.5 katı kadar artış var. Ve bu bütçede
personel giderleri yani maaş artı döner sermaye yer almıyor.
Aile hekimliğinde 2014 yılında yapılan muayene sayılarına göz atarsak,
Branşa göre değişmekler birlikte bir
poliklinik muayene ücreti ortalama
olarak: 30 TL’dir.
Poliklinik
171.553.415
Aile Hekimlerinin yaptığı muayeneleri buna göre ücretlendirirsek;
Lohusa İzlem Sayısı: 2.111.617
Hep bahsedilen İlaç harcamaları ise
sanıldığının aksine son 3 yılda 15.7
milyar TL civarında nerdeyse sabit
durumda.
*Bebek,
çocuk
18.478.646
olarak gerçekleşmiş durumdadır.
18.478.646 x 28 = 517.402.088 TL
Aile Hekimleri hiçbir şekilde bu
hastalık başvurularından ek ödeme almamışlardır. Yani performans
ödemeleri yoktur. Bunu kendilerine
ayrılan bütçe içinde sunmuşlardır.
SGK da bu hastalık başvuruları için
bir ödeme yapmamıştır.
*15-49
yaş
17.992.221
Şimdi dilerseniz bir karşılaştırma hesabı yapalım. SGK nın kamu ve özel
hastaneler için muayene başı ödediği rakamlardan yola çıkalım. SUT EK
2’ye göre;
*Lohusa İzlem Sayısı: 2.111.617
Peki bu bütçelerle aile hekimleri
kaç hastalık başvurusu aldı, kamu
ve özel sektör hastaneleri ne kadar
başvuru aldılar. 2014 yılı için Aile Hekimliği poliklinik sayısı 231.405.041
iken kamu özel hastane başvuruları
386.882.474 olmuş ve bu başvurunun 90.000.000 u acil başvuru olarak
alınmış. Yani aslında acil dışı poliklinik sayısı 296.882.474 olmuş.
muayene
sayısı:
15-49 yaş muayene sayısı: 17.992.221
Bebek, çocuk izlem sayısı: 18.478.646
Gebe İzlem sayısı: 4.882.052
*Poliklinik
171.553.415
muayene
sayısı:
171.553.415 x 30 = 5.146.602.450 TL
izlem
muayene
sayısı:
sayısı:
17.992.221 x 37 = 665.712.177 TL
*Gebe İzlem sayısı: 4.882.052
4.882.052 x 37 = 180.635.924 TL
2.111.617 x 37 = 78.129.829 TL
olarak hesaplayabiliriz. Buna ek olarak
aile hekimliğinde sunulan laboratuvar
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
47
hizmet bedelini de hesaplayalım. Bir
aile hekimi aylık ortalama 2300 TL laboratuvar isteminde bulunmaktadır.
* 21.324 x 2300 = 49.045.200 tl/ ay
49.045.200 x 12 ay = 588.542.400 TL
olarak hesaplayabiliriz.
Poliklinik hizmetleri artı laboratuvar
ödemelerini toplarsak;
5.146.602.450
517.402.088
665.712.177
180.635.924
78.129.829
588.542.400
----------------------7.177.024.868 TL
Aile Hekimliğinde uygulanan ödeme
modelinin ile SGK nın bütçesinden
çıkmayan toplam miktardır. Diğer bir
deyişle SGK bunu hastanelere ödediği gibi SUT Ek2 ye göre ödeseydi cebinden çıkan ücret bu kadar olacaktı.
Yani Aile Hekimliğinin ülke sağlık
harcamalarına katkısı
2014 yılı için ortalama; 7.177.024.868
TL
48
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Aile Hekimliğinin 2014 yılı için sağladığı tasarruftur.
Ayrıca SGK bu hizmetler için Aile Hekimliğine bir ödeme yapmamanın
yanı sıra, aile hekimliğinde yazılan reçetelerden 3 TL katkı payı almaktadır.
Bu da yaklaşık olarak 600.000.000 TL
ye denk gelmektedir. Öyle görünüyor ki Aile Hekimliğini ülkede en çok
seven ve destekleyen SGK olmalıdır.
Lakin SGK’nın uygulamada güncellemesi gereken SUT olması gerektiğini düşünüyoruz. 2010 başından
itibaren SUT ile hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi, solunum sistemi
ve alerji ilaçlarının aile hekimliğinde
reçete edilmesine rağmen ödemesi
kesilmiştir. Bu hastalar ilaçlarını yazdırmak için 2nci ve 3ncü basamağa
başvurmakta, katkı payı ödemekte,
SGK tarafından bu hastalar için muayene ve laboratuvar için ödemeler
yapılmaktadır. Hastalar yürüme mesafesindeki aile hekimleri yerine toplu taşıma veya özel araçlarla bu kurumlara gitmek zorunda kalmaktadır.
Diğer yandan bakınca ortalaması 15
TL olan bir tansiyon ilacı için SGK hastanelere ortalama 37 TL ödemektedir. Oysa bu ilaçlar aile hekimliğinde
geri ödeme alsa SGK bu 37 TL’yi ödemekten de kurtulacaktır. Aynı şey di-
yabet hastaları içinde geçerlidir. SGK
2014 yılında ödediği 100 TL’nin 23 TL’
sinin diyabet hastaları için harcadığını ifade etmektedir. Oysa SUT ile bu
hastaların Aile hekimliğinden hizmet
alması ve ilaçlarını reçete ettirmesi
değil daha çok SGK ya yük olacak şekilde Hastanelere başvurmasına yol
açılmaktadır. Üstelik bu hastaların
Aile hekimleri tarafından etkin kontrolü ile komplikasyonların önlenmesi
ve giderlerin azaltılması da tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sağlık
harcamalarını kontrol edebilmek için
şarttır. SGK bir an önce SUT değişikliği ile bu hastaların Aile Hekimlerine
doğru kaymasını sağlamalıdır.
Aile Hekimliği ile ilgili verileri analiz
etmeyen, etmediği halde Aile Hekimliği Sistemini olumsuz yönde eleştiren bürokratların, kurumların kendi
verilerini analiz ederek Aile Hekimliğinde harcanan emeğin, aile hekimlerinin ve ebe, hemşirelerin katkılarını, kattığı değerleri takdir etmesi ve
gurur duyması gereklidir.
Sağlıklı Yaşayan, Sağlıkla Yaşlanan
Türkiye için Aile Hekimliği güçlendirilmeli, aile hekimliğinin sorunları
çözülmelidir. AHEF olarak bu yolda
her tür işbirliğine ülke sağlık geleceği
için her zaman hazırdır.
haber
ÇOCUKLUK İLE ERİŞKİNLİK ARASI
HEYECANLI BİR DÖNEM: ERGENLİK
Prof. Dr. Hilal ÖZCEBE
Hacettepe Üniversitesi
Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü
Dünya Sağlık Örgütü 10-19 yaş grubu arası ergenlik dönemi (adolesan
dönem) ve 20-24 yaş grubu gençlik dönemi ve 10-24 yaş grubu ise
genç insanlar olarak tanımlamaktadır. Dünyada 2014 yılında 10-19 yaş
grubunda 1, 2 milyon kişinin olduğu
ve bu nüfusun toplam nüfusun %16,
4’üne karşılık geldiği bilinmektedir.
Dünya nüfusunun %82’sinin yaşadığı
gelişmekte olan ülkelerde tüm ergen
nüfusunun %88’inin yaşadığı bilinmektedir. Türkiye’de 2014 yılı adrese
kayıtlı nüfus kayıt sistemi bilgilerine
göre 10-19 yaş grubu nüfusunun 12,
7 milyon olduğu ve toplam nüfus
içindeki payının %16, 4 olduğu; bunun da yaklaşık altı kişiden bir kişinin
10-19 yaş grubunda olduğunu göstermektedir. Bu sayı, yüzde ve oranlar ülkemizin genç bir nüfus yapısına
sahip olduğunu göstermektedir ve
ergenlik sağlık sorunlarının öncelikli
olmasına neden olmaktadır.
Büyüme ve Gelişme
Ergenlik dönemi, hızlı fiziksel büyüme ve gelişmenin seyrettiği bir dönemdir. Bu dönemde önemli bir baş50
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
ka özelliği ise psikososyal yapıda olan
gelişmedir. Dinamik olan hormonal
değişimler fiziksel büyüme ve pubertal değişimlere neden olmaktadır. Yaşamın ikinci on yıllık döneminde başlayan bu değişimin başlangıç zamanı
ve süreci cinsiyetler arası, kişilerarası
ve toplumlar arası farkılıklar göstermektedir.
me ve kemikleşmede belirgin artışlar
gözlenmektedir. Her iki cinsiyette de
bağışıklık sisteminin önemli parçalarından olan lenf bezlerinde azalma
olmaktadır. Ergenlik döneminde cinsiyet hormonlarının etkisiyle erkeklerde cilt altı yağ dokusunda azalma
ve omuzlarda genişleme, kızlarda ise
kalçada genişleme belirginleşir.
Ergenlik dönemi çocukluk ve erişkin
dönemlerinin arasında bir geçiş dönemidir. Ergenlik döneminde beynin
hormonal değişime ilişkin uyarılarıyla fiziksel büyüme ve gelişme başlar.
Kadın ve erkekte cinsiyet hormonlarının salgılanmasıyla cinsiyete özel
bulguların ortaya çıkması puberte
olarak tanımlanmaktadır. Pubertede
salgılanan cinsiyet hormonları ergenin duygusal durumunda değişikliklere neden olmaktadır. Genel olarak
kızlar 10-11 ve erkekler ise 12 yaş
civarında bu döneme girerler. Kızlar erkeklerden ortalama iki yıl önce
bu döneme girerler ve bu dönemi
erkeklerden ortalama iki yıl önce tamamlarlar.
Ergenlerin yaşadıkları sosyal, duygusal ve entellektüel büyüme ve gelişme sırasında ortaya çıkan sorunlarıyla baş edebilmektedirler. Ergenin
vücudunda olan hızlı fiziksel değişikliklere karşı şaşkınlık ve endişe duyguları yaşadığı, ayrıca bu değişikliklere ayak uyduramama nedeniyle de
etrafındaki kişilere karşı davranış ve
tepkilerinde ani çıkışlar görüldüğü
bilinmektedir. Ergen gelecekteki vücut yapısını merak etmektedir. Ayrıca,
etrafındaki kişilerin onu anlamadı-
Erişkin boy uzunluğunun % 20-25’i
ergenlik döneminde kazanılmaktadır. Kızlardaki en hızlı boy uzaması
menarş öncesinde olmaktadır ve menarştan sonraki birkaç yıl içinde büyüme durmaktadır. Erkeklerde boy
uzaması 19-20 yaşlarına kadar devam
etmektedir. Ergenlik döneminde kasiskelet sistemi ve iç organlarda büyü-
Prof. Dr. Hilal ÖZCEBE
ğını ve sevmediğini düşünmekte ve
kendini soyutlamaya çalışmaktadır.
Bu zorlu süreç sırasında ergen büyümeye uyum sağlar, bedenindeki fiziksel değişiklikleri kabul etmeye başlar.
Arkadaş grupları çok önemli olmaya
başlar, ayrıca karşı cinsiyete olan ilgisi
de artmaya başlar. Ergenlik döneminde düşünce sistemi, benlik algısı, kişilik gelişimi gibi pek çok farklı süreç
yaşanmaktadır. Bu dönemde genç
geleceğe ilişkin kararlar verebilecek
sosyal olgunluğa erişmiştir ve etrafı
ile rahat ilişki kurmaya başlar. Çocukluk düşünce ve değer sisteminin erişkin yapısına uygun hale geliş süreci
olan bu dönem, gencin aile ve yakın
çevresinden olumlu desteğe çok gereksinim duyduğu bir dönemdir.
Sağlıklı Olmak ve Hastalıklar
Ergenlik döneminde olan büyüme
ve gelişmeyi etkileyen temel belirleyiciler bireysel özellikler ve yaşanılan
ortamın fiziksel, sosyal ve ekonomik
olanaklarıdır. Ergenlik döneminde
yaşanan psikososyal gelişim ile çocuğun düşünce ve duygu yapısı önemli
ölçüde farklılaşmaktadır; özellikle
sosyal ortamın kazanım ve risklerin
oluşmasında etkisi büyüktür.
Halk sağlığı bakış açısıyla, ergenlerin
sağlık durumunun değerlendirilmesinde sık görülen, en fazla hastalık yüküne neden olan ve çok öldüren hastalıklar irdelenmektedir. Yaşam boyu
olan hastalık yükünün %35’i ergenlik
dönemindeki sağlık durumu ve yaşam tarzından kaynaklanmaktadır.
Depresyon, trafik kazaları, demir eksikliği anemisi, HIV ve intihar, dünyada ergenlik döneminde hastalık yükü
en fazla olan sağlık sorunlarıdır. Dünyada ergenlik dönemi ölüm nedenleri cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar,
trafik kazaları, intihar, şiddet ve alt
solunum yolu enfeksiyonları şeklindedir. Ayrıca, alkol kullanımı, astma,
şişmanlık, boyun ve bel ağrıları ve
anksiyete de ergenlerin temel sağlık
sorunları arasında yer almaktadır.
Ergenlik döneminde yaşanan sağlık sorunlarının önemli bir kısmı, bu
dönemde yaşanan değişimlerle ilişkilidir. Ayrıca, çocukluk döneminde
başlayan ve ergenlik dönemi sırasında pekişen olumsuz sağlık davranışların yanı sıra ergenlik dönemi sıra-
sında edinilen davranışlar da erişkin
dönemde kronik hastalıkların ortaya
çıkmasına neden olmaktadır. Sağlıksız yaşam davranışlarının özellikle
yetersiz ve dengesiz beslenme ve
yetersiz fiziksel aktivitenin olmaması
obezite, kalp hastalıkları ve hipertansiyon gibi hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu sorunlar
aynı zamanda ergenlik döneminin
de sağlık sorunları olarak ortaya çıkmaktadır.
Tüm bu tablo, ergenlerin riskli davranışlarının ölüm, hastalık yükü ve
hastalıklarında ne kadar ön planda
olduğunu göstermektedir.
Risk ve Riskli Sağlık Davranışları
Risk, “sağlık ve iyi halde olma durumuna herhangi bir şekilde zarar veren durum” olarak tanımlanmaktadır.
Kişinin herhangi bir davranışı yapması durumunda karşılaşabileceği
olumsuz sonuçlar hakkındaki öngörüsü ise “risk algısı” olarak tanımlanmaktadır. Riskli davranışlar arasında
sigara, alkol ve madde kullanımı,
güvensiz cinsellik davranışları, yaralanmalara neden olacak güvensiz
ve şiddet içeren davranışlara sahip
olma, silah taşıma, kumar ve şans
oyunu oynama, dövme yaptırma, evden kaçma, okuldan ayrılma vb. davranışlar yer almaktadır.
Gencin bulunduğu sosyal çevresi
bazı davranışları kazanmasına neden
olmaktadır. Sağlıklı bir yaşamın içinde yer almayan tütün ürünleri (sigara,
nargile, e-sigara), alkol ve madde kullanma davranışlarının ergenlik döneminde edinilme olasılığı çok yüksektir. Ergenin yakın çevresinde bulunan
kişilerin özellikle arkadaşlarının bu
tür davranışlara sahip olmasının, ergenin bu alışkanlığı edinmesinde
önemli rolü olduğu bilinmektedir.
Ancak, bu tür davranışların kazanılmasında özellikle yasal olan satılan
maddeleri (tütün ve alkol) üreten
endüstrinin etkisi önemlidir; endüstri ergenlere farklı yollardan ulaşarak
olumlu reklam, tanıtım ya da sponsorluk ile kullanımı özendirmektedir.
Yasa dışı maddelerin tanıtımında ise
yasa dışı yollar kullanılmaktadır. Ergenin riskli davranış edinmesi olarak
tanımlanan bu olayların temelinde
madde kullanımından kazanç sağlayan kişi ve kuruluşlar yer almaktadır.
Ergenin sorumluluğu bu maddeyi
kullanma kararını verme aşamasındadır. Ergenin sigara, alkol ve madde
kullanma kararını vermesi sırasında
sosyal olarak kendini görmeyi arzuladığı yer ile maddenin oluşturacağın
sağlık sorunlarına ilişkin bilgisini değerlendirmesi beklenmektedir.
Gencin karar vermesinde önemli
konulardan biri de “risk algısı”dır. Bir
kişinin karar vermesini etkileyen etmenler bilişsel olarak birikimleri (bilgi
ve deneyimleri) ve duyguları (halen
ve genel duygulanımı) dır. Ergenlerin
genel olarak deneyimsiz olmaları ve
bilgi birikimlerinin yeterli olmaması
“bilişsel” kararlarının erişkinlerden
farklı olmasına neden olabilmektedir.
Diğer taraftan ergenler gelişim sırasındaki duygulanımları da pek çok
çevresel etmenden etkilenmektedir.
Gençlerin karar vermesinde de bu
etkileşim söz konusudur. Örneğin bir
partide madde kullanımı önerildiğinde daha önce deneyimin olmaması
ya da madde kullanımı ile cinsel saldırı arasındaki ilişkiye ilişkin bilginin
olmaması bilişsel düzeyde karar vermeyi kolaylaştıracaktır. Diğer taraftan
partinin neşeli olması, herkese uyma
isteği gibi duygulanım da madde
kullanmayı istemeye sevk edecektir. Bu aşamada “değerlendirme”nin
devreye girmesi beklenmektedir.
Bu aşamada ilk sorunun “bu bir tehdit oluşturuyor mu?” sorusununun
düşünülmesi gerekmektedir. Birinci
sorunun değerlendirmesi sırasında
olasılıkların ve olabilirliği konusunda
değerlendirme yapılması gerekmektedir. Bu aşamadan sonra ikinci değerlendirme aşamasında ise “kendisinin risk altında olduğu” konusunda
karar verilmesi istenmektedir. Değerlendirmeyi duygulanım durumunun
ve bilişsel durumun bu soruların yanıtlarının verilmesini etkileyecektir.
Kişinin konu hakkındaki bilgisinin yetersiz olması, deneyiminin olmaması
ve duygulanım durumu (örneğin aile
çatışması yaşaması ve arkadaş ortamında kendini mutlu hissetmesi gibi)
bu değerlendirme sırasında kararının
riskli tarafta olmasını etkileyebilir.
Bu değerlendirme sırasında kişinin
duyarlılığı temel etkenlerden biri
olmaktadır. Kişinin değerlendirme
aşamasında bilişsel becerilerini kullanabilmesi ve duygusal olarak başa
çıkabilme becerisini kullanabilmesi
önem taşımaktadır. Kişinin sağlıklı
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
51
görüşler ve inançlarının olması da
değerlendirmenin olumlu olarak etkileyen temel etmenler arasında yer
almaktadır.
Ergenlik döneminde cinsel gelişmeyle birlikte üreme sağlığının geliştirilmesine ilişkin davranışların kazandırılmasını gerektirmektedir. Sağlığın
geliştirilmesinde temel davranışlar
olan sağlıklı beslenme ve fizik egzersize ek olarak yaşamdaki temel davranışlardan biri olan “güvenli cinsellik”
ile ilgili davranışlardır. Güvenli cinsel
davranışlar, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar ya da erken yaş gebelikler gibi yaşam boyu sağlık ve sosyal
durumu etkileyebilecek sorunlardan
korunmayı sağlamaktadır. Güvensiz
cinsellik, aynı zamanda riskli bir davranış olarak da tanımlanmaktadır.
Ergenlerde sık olarak görülen bir başka riskli davranış sonucu ortaya çıkan
sağlık sorunu ise yaralanmalardır.
Yaralanmalarda pek çok neden rol
oynayabilmektedir. Ergenlik döneminde trafik kazaları, spor sırasında
olan yaralanmalar, macera ve eğlence ortamlarında olan yaralanmalar
sık olarak görülmektedir. Yaralanmaların sadece ergenin deneyimsizliği
ya da heyecan arama davranışlarından kaynaklanmadığı, yaralanma sırasında karar vermesini ve davranışlarını etkileyecek madde ya da alkol
kullanımı gibi riskli davranışlarının
da beraber olması söz konusu olabilmektedir.
Ergenin şiddet davranışları göstermesi, intihar ya da bir başkasına
şiddet uygulaması gibi farklı boyutlarda davranış sorunlarına yol açabilmektedir. Şiddet davranışlarının
kazanılmasında bireysel etmenler rol
oynamakla beraber, şiddet davranışının sosyal öğrenme ile edinilmesi
çok daha sıklıkla karşılaşılan durumdur. Aile, okul, mahalle, sosyal yaşam
alanları, medya ve toplumda şiddetin
görülmesi ergenin şiddet davranışlarını edinmesine neden olmaktadır.
Şiddet algısı değişen ergen, sorunlarını uzlaşma ile çözememekte, sosyal
çevresi ile çatışarak çözerek şiddet
olaylarının ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Yine, şiddette sağlık
sorunlarına neden olacak boyutta
saldırgan olma ile alkol ve madde
kullanımı arasında ilişki olduğu da
bilinmektedir.
52
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Riskli Davranışların Önlenmesi
Kişilerin davranışlarının değiştirilebileceği çeşitli müdahale araştırmalarında gösterilmiştir. Davranışları değiştirmeye yönelik müdahale
programları oluşturulurken davranışları ortaya çıkartan değişik düzeylerdeki ilişkiler tanımlanmaktadır.
• Kişisel faktörler: Kişilerin bilgi, tu-
tum ve eğilimleri davranışlarını
etkilemektedir.
• Kişiler arası faktörler: Aile, arkadaş
ya da akran grupları gibi kişiler
arası ilişkiler, sosyal kişiliği, destek
mekanizmalarını ve kişilerin yüklendikleri rolleri belirlemektedir.
• Kurumsal faktörler: Kurallar, poli-
tikalar ve resmi olmayan yapılar
önerilen davranışların ortaya çıkmasını destekleyebilir ya da engelleyebilir.
• Toplumsal faktörler: Kişiler, grup-
lar ve kurumlar arasındaki resmi
ya da resmi olmayan sosyal ilişkiler ve değerler rol oynamaktadır.
• Politik faktörler: Riskli davranışlar-
dan korunmak, erken dönemde
fark etmek, kontrol altına almak ve
tedavi etmek için sağlıklı davranışları ve uygulamaları düzenleyen
kurumsal ya da ülke genelinde var
olan politika ve yasalar da toplumun sağlıklı yaşam tarzının belirlenmesinde rol oynamaktadır.
Bu faktörler çerçevesinde gençlerin riskli davranışlardan korunmasını
sağlamak amacıyla farklı müdahale
yöntemleri geliştirilmekte ve uygulanmaktadır.
• Bilgilendirme Programları: Bu tür
müdahalelerde okullarda doğru
bilginin gençlere ulaştırılması sağlanır. Bilgilendirme programları
sırasında verilen bilgiler arasında
risklerin sağlık üzerine olan etkileri
ve maliyeti üzerinde durulur.
• Girişkenlik Eğitimi (Direnme ve
Red Etme Becerisi): Gençlerin
riskli davranışlara direnme becerilerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu müdahalelerden sonra
gençlerin daha dirençli oldukları
görülmektedir. Bu programlar sırasında sadece “hayır deme” becerilerini geliştirmeye yönelik programların sınırlılıkların oldukları
bilinmektedir. Gençlerin bu becerileri iletişim becerileri, farkındalıklarının artırılması ve madde kullanmayan arkadaşlar edinmesine
ilişkin sosyal beceriler ile beraber
geliştirmesi önerilmektedir.
• Karar Verme Becerilerinin Geliştirilmesi: Karar verme aşamasında
davranışlarının olumlu ve olumsuz etkilerinin doğru ve net olarak
değerlendirilmesini hedeflemektedir. Bu yaklaşım sırasında seçim
sırasında neler yapıldığı, alternatiflerin iyi değerlendirilmesi, tüm yarar ve zararların gözden geçirilmesi ve istenilen seçimin yapılmasını
sağlamaya yönelik müdahaleler
yerleştirilir.
• Akran Katılımı: Akranların birbirlerini etkileyerek sağlıklı yaşam
davranışlarının geliştirilmesinde
çok önemli etkisi vardır.
Tüm yapılan müdahalelerde riskleri
olan gençlerin erken dönemde tespit
edilmesi, tedavi ve rehabilitasyonuna yönelik müdahalelerin de genel
programlar içine dahil edilmesi sağlanmalıdır. Gence ve ailesine yönelik danışmanlık, grup tedavisi, boş
zaman, eğlence, gönüllü ve eğitim
etkinlikleri gibi yaklaşımlar geliştirilmelidir. Müdahalelerin kültürel, etnik
ve kişisel farklılıklara yönelik olarak
oluşturulması gerekmektedir.
Sonuç olarak ergenlerin sağlığın geliştirilmesi ve korunmasına yönelik
yaşam tarzını benimsemesi için fizik
egzersiz, sağlıklı beslenme, yeterli
dinlenme ve uyku vb olanakları içeren olumlu çevre ortamları oluşturulmalıdır. Ergenlerin “hayır diyebilme”,
“iletişim becerileri”, “empati yapabilme”, “karar verme ve kritik durumlarda düşünme becerisi”, “kendisini
yönetebilme ve kontrol edebilme becerisi” ve “duygularını kontrol etme
becerisi” gibi yaşam becerilerinin
geliştirilmesi, bütün riskli davranışlardan korunmasında etkindir.
Ayrıca aile, okul ve toplumda ergenlerin olumlu sağlık davranışları geliştirilmesine yönelik kuvvetli stratejilere gereksinim vardır. Ergenin aile
ve devletin koruyuculuğuna sahip
olması ve olumlu davranışlar geliştirmesi için kurumsal olanakların geliştirilmesi gerekmektedir.
PERİFERİK DAMAR HASTALIKLARI 5 YILLIK
KANSER ÖLÜM ORANINDAN DAHA YÜKSEK
Prof. Dr. İbrahim DEMİR
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Bacaklarında ağrı şikayetiyle bir hasta geldi, muayene ettiniz. Şikayetleri
içerisinde hareketle ortaya çıkıp dinlenme sürecinde geçen bacak ağrısı
veya ayaklarda soğukluk, ısınmama
şeklinde hasta öyküsünü dinlediniz.
Şikayetler, arasında bacaklarda tüylenmenin azalması, bacak derilerinde
incelme, solukluk ya da parlaklık gibi
belirtileri var. Peki size bu durumda
neyi düşündürecek?
Periferik damar hastalığı nedir?
Koroner ve serebral arterlerin haricinde kalan, vücudumuzda yer alan
tüm arterlerde meydana gelen tıkayıcı lezyonlar nedeniyle kan akımında oluşan bozulmalar sonucu oluşan
periferik damar hastalıkları olarak
bilinir. Bu damarları, karotis arterler,
üst ekstremite arterleri, mesenterik
arterler, renal arterler, iliak arterler
ve bacak arterleri olarak sayabiliriz.
Bunlar arasında da en yaygın olanı
ve klinik sorun olarak karşımıza çıkanı bacak arterlerindeki kan akımını
kısıtlayan daraltıcı tıkayıcı hastalıklardır. Bu hastalar, hastalık derecesine göre değişen eforla ortaya çıkıp
istirahatle geçen bacak ağrısı veya
ayaklarda soğukluk ısınmama şikayeti ile kliniğe gelirler. Bu bacak ağrıları
intermittant kladikasyo olarak bilinir.
Efor ağrıları bacakların baldır ve kalça
kısmında oluşurken hastalığın ilerlemesi ile istirahat ağrıları ortaya çıkar
ki istirahat ağrıları ayaklardan başlar.
Bacaklarda tüylenmenin azalması,
bacak derilerinde incelme, solukluk,
parlaklık ve erkeklerde erektil disfonksiyon da periferik arter hastalığının belirtisi olabilir. Hastalık daha
da ilerlediği zaman iyileşmeyen ayak
yaraları gelişir. Bu yaraların nedeni
yeterince beslenemeyen dokuların
giderek nekroze (çürümeye) gitmesidir. Bu çürüme sonucunda oldukça
54
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
yüksek oranda hastaların bacaklarının ampüte (kesip alma) edildiğini
görüyoruz. Şayet damarların yeniden
açılıp kanlandırılmasında ya da nekroze olmuş ayaklarda ampütasyonda
gecikme olursa bu durumda hastalar
bunu hayatları ile ödemektedirler. Ve
bu oran ayak yarası olan hastalar arasında düşük olmayıp yüzde 20’ler seviyesindedir. Birçok kanser vakasında
rastladığımız 5 yıllık ölüm oranından
daha yüksek bir orandır bu.
Periferik damar hastalıklarının sıklığını belirlemede intermittan kladikasyo varlığı bir tarama parametresi
olarak kullanılmakla birlikte, bunun
hasta tanımlaması olduğu ve kişiler
arasında çok değişkenlik gösterdiğinden daha objektif ve kantitatif
ölçme yöntemi olan diz altı ve kol kan
akım indeksine “anklebrachial index”
(ABI) Doppler ile bakılır. Bacakta elde
edilen kan basıncı değerinin koldan
elde edilen değerden yüksek olması
beklense de indeks <0.95 ise periferik damar hastalığından söz edilir.
Hastalık sıklığının 45-75 yaş aralığında yüzde 6-8 olduğu bu hastalarında
yüzde 20-25 inin semptomatik yani
bacak ağrısı veya iyileşmeyen yara
ile hastane müracaatlarının olduğu
bilinmektedir. Bu durum da bize gösteriyor ki periferik damar hastalarının
büyük bir çoğunluğunun semptomsuz yaşamlarını sürdürdüklerini ancak bu hasta grubunun koroner kalp
hastalığı özellikle miyokard infarktüsü açısından da ciddi risk altında olduğunu hatırda tutmamız gerekir.
Periferik damar hastalığı
nedenleri nelerdir?
Periferik damar hastalıklarının risk
faktörleri ateroskleroz risk faktörleriyle paralellik gösterir. En önemli
risk faktörleri genetik, yaş ve cinsiyettir. Bu hastalık ileri yaş ve erkek
popülasyonda daha sıktır. Bununla birlikte diyabet ve sigara içiciliği
kontrol edilebilir diğer önemli risk
faktörleridir. Sigara içenler bu hastalığa içmeyenlere göre 2-3 kat daha sık
yakalanmaktadırlar. Sigaranın semptomlarla da yakın ilişkisi vardır. Sigara
içenler daha erken evrede ve daha
sıklıkla semptomatik hale gelmekte,
sigaranın kesilmesiyle hastalıkta ve
semptomlarda gerileme bariz olarak
görülebilmektedir. Hipertansiyon ve
hiperlipidemi de önemli risk faktörleri arasında yer almaktadır. Hipertansif
hastalarda periferik damar hastalığı
sıklığı çeşitli araştırmalara göre 2.5 4 kat daha sıktır. Bir kişi hem sigara
içiyor, hem hipertansif, hem de hiperlipidemisi varsa bu kişinin bu risk
faktörlerini taşımayanlara oranla periferik damar hastası olma riski yaklaşık 6 – 7 kat daha yüksektir. Bu risk
faktörlerinin de kontrol edilebilir risk
faktörleri olduğunu unutmamalıyız.
Periferik damar hastalığına
nasıl tanı koyulur?
Öncelikle hastanın klinik hikayesinin
bizi şüphelendirmesi gerekir. Esas
klinik semptom eforla ortaya çıkıp istirahatle kısa sürede kaybolan bacak
ağrılarıdır ki bu intermitent kladikasyo olarak tanımlanır. Ağrının lokalizasyonuna göre de arterde oluşan
tıkanmanın seviyesi hakkında fikir
edinilebilir. Tıkayıcı arter hastalığı
dışındaki nedenlere bağlı bacak ağrıları ise istirahatle hemen kısa sürede
geçmeyip özellikle ayakta durmaya
devam edilir veya bacakta germe
manevraları yaptırılırsa ağrıda belirgin artış olduğu saptanır. Objektif
tanı kriteri ise ABI ölçümüdür. Normalde ABI>1 olması gerekir. ABI =0,
5 – 0, 9 arasında ise hastalar daha çok
kladikasyodan yakınırken ABI< 0, 5
ise ayak iskemisi ve ayak yaralarından
hatta ABI<0, 2 çıkan olgularda doku
kaybından söz etmek gerekir.
Doppler ultrasonografik tetkik hastalığın yaygınlığını ve ciddiyetini tespit
etmek için kullanılabilecek ucuz ve
kolay uygulanabilir diğer bir inceleme yöntemidir.
Özellikle böbrek yetmezliği olan olgularda kontrast nefropatisinden
korunmak için MRA (Magnetic Resonance Angiography) ile tetkik yöntemi tercih edilebilir.
Altın standart olarak kullanılan tanı
yöntemi ise periferik kontrast anjiyografidir. Arteriyel dallanmanın
tamamını, hastalığın yaygınlığını,
tıkanma seviyesini ve uygulanacak
olan tedavi yönteminin belirlenmesi
bakımından hala en çok tercih edilen
tanı şekli anjiyografidir.
Bu durumda tanı koyarken klinik
bizi kuşkulandırır, doppler ultrason
şüpheyi kuvvetlendirir ve tanıya götürürken anjiyografi kesin tanıyı koydurup uygulanacak tedavi şeklini de
bize verir.
Periferik damar hastalığı
nasıl tedavi edilir?
Tedavi iki yönde yapılmalıdır. Bir tanesi periferik damar hastalığında
en yaygın patofizyolojik mekanizma olan aterosklerozun yaygınlığını
kontrol altına almak ve geriletmek
üzerine iken, diğer ayağında ise arterde meydana gelen daralma veya
tıkanmaların nasıl giderileceğine yönelik yaklaşımdan ibaret olmalıdır.
Öncelikle hastalarda yaşam biçimi
üzerine değişimler sağlanmalıdır. Her
hastaya yaşı ve kilosuna uygun egzersiz programları verilmeli, kilolu olan
hastaların zayıflamaları sağlanmalı,
sigara içenlerin sigarayı bırakmaları,
kan basıncı, kan şekeri ve kan lipit
düzeyleri kontrol altına alınmalıdır.
Bunun için gerekli olan egzersiz ve
diyet programları yapılmalı, gerektiği
düzeyde doğru ilaç kombinasyonları
ile hastaların şeker, kolesterol ve tansiyonları kontrol altına alınmalıdır.
Hastalığa yönelik tedavisi ilaç tedavisi, endovasküler (perkütan) veya
cerrahi tedavi olmak üzere 3 ayrı
kategoride tedavi yaklaşımı vardır.
Hastaların büyük bir çoğunluğunda
ise bu yaklaşımların ikili, hatta bazen
de üçlü kombinasyonları uygulanabilmektedir.
Asetilsalisilik asit ve Klopidogrel hemen hemen tüm hastalarda tedavi
reçetesinde mutlaka yer almaktadır.
Pentoxifylline, Cilostazol gibi ilaçlar
ise seçilmiş hastalarda uzman kontrolünde kullanılmaktadır. Prostaglandin E1, prostacyclin analoğu iloprost
gibi ilaçlar hastane ortamında akut
bacak iskemilerinin tedavisinde infüzyon şeklinde uygulanabilmektedir. Özellikle revaskülarizasyona uygun olmayan ayak ülserleri gelişmiş
olgularda hiperbarik oksijen tedavisi
de uygulanabilmektedir. Akut trombotik iskemi durumlarında trombolitik ilaçlar ve heparin tedavisinin de
yeri olduğu bilinmektedir. Bu ilaçların her birinin akut iskeminin tedavisinde olumlu etkileri olmakla birlikte
asıl tedavi revaskülarizasyondur. Revaskülarizasyon şekli de cerrahi veya
endovasküler şeklinde olacaktır.
Cerrahi tedavi, endarterektomi veya
bypass greftleme şeklinde uygulanmaktadır. Kısa tıkayıcı lezyonlarda
endarterektomi uygulanırken uzun
yaygın hasta olan lezyonlarda ise
bypass yöntemi tercih edilmektedir.
Tabii ki yeterli revaskülarizasyonun
sağlanamadığı ya da geç kalınmış
nekroze olmuş bacaklarda uygulanan amputasyonlarında bir tür cerrahi işlem olduğunu unutmamalıyız.
Perkütan tedavi (endovasküler):
Cerrahiye bir alternatif olarak ilk kez
1964 yılında Dotter ve Judkins tarafından denenmiştir. Zaman içinde
özellikle son 10 yılda kateter, balon,
klavuz tel ve stent teknolojisindeki
gelişmeler ile günümüzde cerrahi tedaviye tam bir alternatif, hatta cerrahların dokunamadığı hasta
gruplarına da müdahale edilebilir
bir yöntem haline gelmiştir perkütan
tedavi. Perkütan tedavinin cerrahiye
en büyük üstünlüğü hastaya genel
anestezi verilmeden sınırlı uyuşturma altında 3-4 mm’lik kateterler yardımıyla revaskülarizasyon işleminin
yapılması ve tekrarlanabilir olmasıdır.
Bu nedenle işlem bağımlı morbidite
ve mortalite çok düşüktür. Özellikle
balon ve stent teknolojisindeki gelişmeler, ilaçlı balonlar ve ilaçlı stentlerin kullanımı hatta periferik damarlarda henüz deneme aşamasında
olan eriyebilen ilaçlı stentlerin kullanımı perkütan tedavi yönteminin
önemini arttırmaktadır.
Korunmak için ne yapmalıyız?
Elbette ki tedavi seçenekleri var olsa
da asıl olan hastalığa yakalanmayı ve
hastalığın ilerlemesine yönelik önleyici tedbirlerin alınmasıdır. Bunlar
da, sigaranın bırakılması, kan şekeri
ve kolesterol düzeyinin sıkı kontrolü,
kan basıncının normal değerler arasında tutulması ve obezite ile mücadelede etkin olunması şeklinde sıralayabiliriz.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
55
dijitalsağlık
APPLE WATCH
DÜNYAYI
DEĞİŞTİRMEYE
HAZIRLANIYOR
Dr. Sertaç DOĞANAY
Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu
sarlanmış güzel birkaç uygulamayı
tanıtacağım.
MediSafe
Henüz piyasaya sürüleli 2 ay olmuş
olmasına rağmen gün geçmiyor ki
Apple Watch hakkında ilgi çekici
bir haber ile karşılaşmayalım. Geçtiğimiz günlerde Apple Watch’un
satış rakamları grafiği yayınlandı.
Nisan 2015’te Amerika, İngiltere ve
Japonya’nın aralarında olduğu yalnızca birkaç seçili ülkede satışa sunulan Apple’ın akıllı saati Apple Watch,
henüz tüm dünyada satışa çıkmamış
olmasına rağmen şimdiden satış rekorları kırdı. Her ne kadar Apple’dan
resmi bir açıklama gelmemiş olsa
da, yapılan araştırmalar, akıllı saatin
Nisan’dan bu yana 2, 5 milyon adet
satmış olması, Android akıllı saatlerinin bir yıllık satış rakamlarını tam 3’e
katlamış olduğunu gösteriyor. Slice
Intelligence pazar araştırma şirketinin verilerine göre; sadece ilk satışa
çıktığı gün bile 1.4 milyon adet satıldığını ortaya koyuyor. Bu da yalnızca
Amerika için bile günlük 30, 000 adet
saate tekabül ediyor.
Android işletim sistemi ile çalışan
akıllı saatlerin 2014 yılındaki toplam
satışını birkaç ay içinde üçe katlayan
Apple Watch’un yıl sonuna kadar 10
milyon adetten fazla satması bekleniyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçe dil
desteğini de kapsayan güncellemesiyle henüz Türkiye’de satışa sunulmamış olmasına rağmen şimdiden
ülkemizde de çok büyük ilgi gören
Apple Watch’un, Haziran ayı sonunda
Türkiye’de de Apple Store raflarındaki yerini alacağı tahmin ediliyor.
Bu yazımda, Apple Watch’a özel ta56
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Yaşlandıkça daha fazla vitamin, mineral almak ve kronik hastalıklarımızı
tedavi etmek için sık sık ilaç kullanmak zorunda kalıyoruz. Medisafe,
günlük almanız gereken rutin ilaçları,
saati geldiğinde hatırlatması için tasarlanmış bir uygulama. Uygulama
ayrıca bir doz atlamanız durumunda
yakınlarınızı uyarmasıyla da oldukça
işlevsel. Medisafe, sizden ilacınızı her
içişinizden sonra bunu uygulamaya
kaydetmenizi istiyor böylece ilaçlarınız bitmek üzereyken yenisini almanız için sizi zamanda uyarabiliyor.
Hello Heart
Düzenli olarak tansiyonunuzu görüntüleyebilmenizi sağlayan bir uygulama. Bu tarz iPhone uygulamalarında
yer alan özelliklere ek olarak Apple
Watch’la kullanılan Hello Heart, sizden saatle konuşarak ya da manuel
olarak tansiyon değerlerinizi sisteme
girmenizi isteyen bir uygulama. Uygulama, iPhone’da topladığınız sağlık
verilerinizi uygulamaya aktarmanıza
da olanak tanıyor. Böylece uygulama,
akıllı telefonunuzda sakladığınız eski
verilerinizi de görebilmiş oluyor.
Humana Cue
Yeni sağlıklı alışkanlıklar edinmeniz
için yardımcı olan bir uygulama. Cue,
sağlığınızın daha iyiye gitmesi için
hayatınızda küçük değişiklikler yaptırıyor. Zaten aktif bir hayatım var ve
elimden geldiğince de spor yapıyorum diyorsanız, bu uygulamadan siz
de faydalanabilirsiniz. Uygulamanın
sizin için hazırladığı tavsiyelerle daha
iyi sonuçlar alabilirsiniz. Cue neler
mi yapıyor? Gün içinde su içmenizi,
uyanmanızı, hareket etmenizi, esnemenizi, nefesinize ve duruşunuza
dikkat etmenizi hatırlatıyor. Hatta
bazen durumunuzu iyi görmediğinde size dışarı çıkıp temiz hava
almanızı bile söyleyebilir. Kısacası
Humana Cue, düzenli olarak yaptığı
hatırlatmalarla
motivasyonunuzu
daima canlı tutmanızı sağlayan bir
uygulama. Ayrıca bu uygulamada
tüm spor aktivitelerinizin sonuçlarını,
grafik halinde görmeniz de mümkün.
HealthTap
Bu uygulama sayesinde, saatinizin
ekranına dokunarak merak ettiğiniz
tıbbi konularda soru sorabiliyor ve
sürekli online olan 68, 000 Amerikalı
doktordan sorularınıza cevap alabiliyorsunuz. Uygulamanın bir başka
özelliği ise, size rutin doktor muayenelerinizi hatırlatıyor olması.
Carrot Fit
Oldukça eğlenceli bir kilo takip uygulaması. Uygulamanın amacı; size
7 dakikalık egzersizler yaptırarak en
ideal kiloya ulaşmanız için yardımcı
olmak. Telefondaki versiyonundan
farklı olarak egzersizleri yapıp yapmadığınızı algılayabildiği için uygulamanın bazı ceza yöntemleri de
mevcut.
Bu kadar kısa sürede bu kadar çok
uygulama ile hayatımıza girmiş olan
Apple Watch’un önümüzdeki günlerde özellikle sağlık alanında yenilik
getirecek projelerle karşımıza çıkacağını söyleyebilirim.
Hastanelerinizin
daha etkin
yönetimi ve
verimliliği için...
haber
E-SİGARALAR
VE DÜZENLEME İHTİYACI
Dünya Sağlık Örgütü tarafından
“elektronik nikotin sağlama sistemi
(Electronic nicotine delivery devicesENDS)” olarak da adlandırılan elektronik sigaralar (e-sigara) tütün
içermeyen, nikotin içeren ve içine çekildiğinde elektronik buharlaştırma
sistemi yoluyla nikotinin ciğere çekilmesini sağlayan ürünlerdir. Dünyada
son yıllarda değişik şekillerde üretimi
ve kullanımı hızla yaygınlaşmakta.
Artan tüketim ürüne ilişkin tartışmaları ve düzenlemeleri de beraberinde
getiriyor.
Çalışma şekli
Temel olarak üç çeşit e-sigara bulunuyor:
• Tek kullanımlık ürünler
• Yenilenebilir kartuş ve şarj edilebilir pili olan e-sigaralar
• Şarj edilebilir pili ve sıvı nikotinle doldurulacak haznesi olan
e-sigaralar
Üretim şekilleri farklılık göstermekle
58
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
birlikte, çalışma şekli açısından tüm
ürünler benzer özellikler sergiliyor.
Çeşidi hangisi olursa olsun, e-sigara
temel olarak
• buharlaştırma sistemi,
• şarj edilebilir pil ve
• içeriğinde su, nikotin ve diğer kimyasallar olan kartuştan oluşuyor:
Ağızlıktan nefes çekilmesiyle, veya
varsa düğmeye basılmasıyla pil aktif
hale gelerek buharlaşma odacığında ısınmayı başlatır, böylece kartuş
içindeki nikotin buharlaşarak nefes
yoluyla akciğerlere ulaşır.
Sağlık etkileri
E-sigara içen kişinin sigara alışkanlığını benzer bir ürünle devam ettirmesi ve nikotin kullanımının da
sürmesi sebebiyle ürünün sigarayı
bırakmada etkisi olmadığını savunanların yanı sıra; sigarayla kıyaslandığında e-sigaranın olumsuz etkilerinin %95-100 daha düşük olduğunu
ve bu yüzden nikotin seviyesini yavaş
yavaş azaltarak e-sigara kullanmanın
sigarayı bırakmada etkili bir yöntem
olduğunu savunanlar da var.
E-sigara kullanımının sigarayı bırakmada faydalı olduğunu savunanların
başlıca argümanı, sigaranın en önemli zararlarının yanma sonucu oluşan
karbonmonoksit, zifir ve sıcak gazlardan kaynaklandığı; e-sigarada ise
nikotin salınımının yanmayla değil,
ısınmayla gerçekleşmesi sebebiyle bu
zararlı etkilerin önemli ölçüde sınırlandığı yönünde. Ayrıca e-sigaraların
içeriğinde bulunan toksin konsantrasyonlarının, sigaraların içeriğinde bulunan seviyelerden en az 20 kat daha
düşük olduğu belirtiliyor. Diğer taraftan e-sigaranın sigaraya başlamayı
kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu yönünde delil bulunmadığı da savunulan
görüşler arasında.
Ayrıca pasif etkilenim konusunda da,
kişilerin bir miktar nikotine maruz
kalabileceği, ancak bu miktarın sigaradakine nazaran çok daha düşük
bir seviyede olacağı ve herhangi bir
farmakolojik etki yaratmayacağı ifa-
Elektronik devre
Pil
de ediliyor. Hatta pasif etkilenim için,
e-sigaranın çoğunlukla göz ardı edilen avantajı şeklinde tanımlamalara
rastlamak mümkün.
E-sigara tüketim eğilimi
E-sigaranın sigara tüketimine yol
açma eğilimi önemli bir risk faktörü
olarak değerlendiriliyor. Bu konuda
İngiltere’de yapılan bir araştırma ise,
e-sigarayı deneyen kişilerin halihazırda sigara içen veya sigarayı denemiş kişiler olduğunu ortaya koyuyor.1
Araştırmaya göre e-sigara kullanan
kişilerin neredeyse tamamı sigara
tiryakilerinden oluşuyor. Bu kişilerin
yaklaşık üçte biri sigarayı bırakmış
kişiler, üçte ikisine yakını da sigara ve
e-sigarayı aynı anda tüketen kişiler.
Araştırmaya göre sigara içemeyen ve
düzenli olarak e-sigara tüketen kişilerin sayısı ise göz ardı edilebilecek
seviyelerde.
Nikotin bağımlılık seviyeleri üzerine
yapılan bir diğer araştırmada sigara,
e-sigara ve nikotin sakızı kullanıcılarının bağımlılık seviyeleri birbirleriyle
kıyaslanıyor.2 Araştırma sonuçlarına
göre nikotin içeren e-sigara tüketicilerin bağımlılık seviyesi, nikotin
içermeyen e-sigara tüketicilerine nispeten biraz daha yüksek. Sigarayı bırakmış kişiler arasında, 3 aydan uzun
süredir e-sigara tüketen kişinin bağımlılık seviyesi, 3 aydan uzun süredir nikotin sakızı tüketen kişiye göre
daha düşük. E-sigaraların bağımlılık
seviyesinin nikotin sakızlarına yakın
Kartuş
Buharlaşma odacığı
veya daha düşük olduğu; sigaranın
bağımlılık seviyesinden ise çok daha
düşük olduğu değerlendiriliyor.
Uluslararası Uygulamalar
ve Regülasyon İhtiyacı
E-sigaralar dünyada kullanımı gittikçe yaygınlaşan ürünler. Zararlı etkileri
ya da sigarayı bırakmada etkinlikleri
tartışılmakla birlikte 2007’den bu
yana tüketiminde ciddi bir artış var.
Nitekim Avrupa Birliği’nde de, üye ülkeler arasındaki farklı uygulamalar ve
düzenlemeler olması sebebiyle Birlik
seviyesinde bir düzenleme ihtiyacı
duyuldu ve 29 Nisan 2014 tarihinde
AB Resmi Gazetesinde yayımlanan
2014/40/EU sayılı Tütün Ürünleri
Direktifi’nde (Direktif ) e-sigaralayla
ilgili düzenlemelere de yer verildi.
Kamu sağlığı hedefleri gözetilerek,
üye ülkelerde bu ürünlerin içeriklerinin, ürünler piyasaya sunulmadan
önce gerekli otoritelere bildirilmesi
düzenlendi. Tüketicileri sigara içmeye yönlendirmesi riskine karşılık Birlik
kapsamında reklam ve tanıtım yasağı
getirildi. Diğer taraftan üye ülkelerdeki iç piyasaya ilişkin düzenlemeleri
ve tütün ürünlerini teşvik edici olmadığı sürece tanıtım koşullarını, yasaklar vb konuları ise bahse konu ülkelerin ulusal yasalarıyla düzenlenmesini
hükme bağladı.
Amerika
Birleşik
Devletleri’nde
e-sigara tüketiminin gittikçe yaygınlaşması sonucunda düzenlemeler hız
kazanmış durumda. Bir çok eyalette
Ağızlık
gençlerin e-sigaraya erişimini yasaklayacak düzenlemeler yürürlüğe girmiş durumda ve konunun federal bir
yasayla düzenlemesi yönünde baskılar ve çalışmalar var. Diğer taraftan
e-sigaranın vergilendirilmesi ile ilgili
de eyaletler bazında düzenlemeler
var.
Sonuç
Bir tarafta e-sigaraların sağlık etkileri ile ilgili tartışmalar sürerken, diğer
tarafta da tüm dünyada tüketimi hızla artıyor. Sigarayla kıyaslandığında
olumsuz sağlık etkilerinin daha düşük olduğunu ve e-sigaraların sigarayı bırakmada etkili bir araç olduğunu
savunanların yanı sıra, sigara içmeyen kişilerin zamanla sigara alışkanlığı edinmesi gibi riskleri içerdiğini
de savunanlar var. Her iki durumda
da tüketicilerin kontrollü ürünlere
erişiminin sağlanması, gençlerin erişiminin engellenmesi, kaçak ürünlerin önüne geçilmesi açısından yasal
düzenlemeler ciddi önem taşıyor.
Halihazırda ülkemizde e-sigaraların
üretimi, ticareti, vergilendirilmesi
konularında herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Ancak kullanımın
olmadığını söylemek de doğru değil.
Dolayısıyla ülkemizde de bu ürünlere ilişkin düzenlemeler yapılması
hem piyasada yasal tedbirlere uygun
ürünlerin yasal tedbirlere uygun tüketicilere satılmasını; hem de halihazırda var olan tüketimin vergilendirilmesini sağlayacak.
1 YouGov 2014 araştırması. Saha çalışması tarihleri ve örneklem büyüklükleri:
Yetişkinler:Çocuklar:
Mart 2010, 2.297 sigara içicisi
Mart 2013,11-18 yaş arası 2.178 çocuk
Mart 2012,
12.436 kişi
Mart 2014,11-18 yaş arası 2.068 çocuk
Şubat 2013,
12.171 kişi
Mart 2014,
12.269 kişi
2 Etter, J.F., Eissenberg, T., 2014, Dependence levels in users of electronic cigarettes, nicotine gums and tobacco cigarettes
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
59
haber
TÜRKİYE’DE 3 MİLYON KİŞİ
KALP YETERSİZLİĞİ RİSKİ ALTINDA
Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, “Kalp Yetersizliği Günü’nde”
önemli rakamlar paylaştı. Tokgözoğlu, Türkiye’de 1, 5 milyon kişinin kalp yetersizliği hastası, 3
milyon kişinin hastalık riski altında olduğunu söyledi. Tokgözoğlu, Türkiye’de insanların kalp
hastalıklarına Avrupa ve ABD’ye göre 8 yaş önce yakalandıklarını vurguladı.
Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Kalp
Yetersizliği Farkındalık Günü kapsamında hastalığa dikkat çekmek
amacıyla Ankara’da bir toplantı düzenledi. TKD Başkanı Prof. Dr. Lale
Tokgözoğlu (Hacettepe Üniversitesi
Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD), TKD
Kalp Yetersizliği Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Birhan Yılmaz
(Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD), TKD Kalp Yetersizliği Çalışma Grubu Önceki Başkanı
Prof. Dr. Yüksel Çavuşoğlu (Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kardiyoloji ABD), TKD Genel Sekreteri
Prof. Dr. Adnan Abacı (Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD) ve
Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı
Kurumu Başkan Yardımcısı Dr. Bekir
Keskinkılıç’ın katılımıyla gerçekleşen
60
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
toplantıda günümüzde görülme sıklığı giderek artan hastalıkla ilgili güncel bilgiler aktarıldı.
Hastalığın önümüzdeki 15-20 yıl
içinde toplum sağlığını tehdit eden
boyutlara ulaşacağına dikkat çeken
Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı
Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, Avrupa
ülkelerinde 15 milyon, ABD’de 6
milyon, Türkiye’de ise yaklaşık 1, 5
milyon kalp yetersizliği hastasının
bulunduğunu bildirdi. Türkiye nüfusunun yaşlanması sonucu bu rakamın önümüzdeki 10 yıl içinde en
az 2-3 kat artacağını öngördüklerini
belirten Prof. Dr. Tokgözoğlu, bugün
için ülkemizde 9 milyon kişinin kalp
yetersizliği gelişimi açısından risk altında olduğunu ifade etti. Bu kişilerin
üçte birinde ise yakın zamanda kalp
yetersizliği gelişeceği öngörülüyor.
Hastalıkta beklenen yaşam süresinin
pek çok kanser türünden daha kötü
olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Tokgözoğlu, hastalığın hayat boyu tedavi gereksinimi, sık hastaneye yatma
ihtiyacı, komplike ve pahalı cihaz
tedavisi uygulamaları nedeniyle aynı
zamanda sağlık ekonomisi üzerine
yüksek maliyetler getirdiğine işaret
etti.
Kalp Yetersizliği Önlenebilir Bir Hastalık
Kendini başlıca nefes darlığı, ayaklarda şişme ve çabuk yorulma şeklinde
gösteren kalp yetersizliğinde ayrıca
öksürük, iştahsızlık, vücut ağırlığında değişiklik, gece sık idrara çıkma,
yorgunluk ve bitkinlik şikâyetleri de
görülebiliyor. Ancak kalpte yapısal
değişiklikler bu yakınmalar ortaya
çıkmadan uzun süre önce başlıyor.
Bu da kalp yetersizliğine adım atmaya hazır potansiyel büyük bir hasta
grubunun olduğuna işaret ediyor.
Hipertansiyon, şeker hastalığı, obezite, kalp damar hastalığı, kronik akciğer hastalığı, kronik böbrek yetmezliği, kalp kapak hastalığı, kalp ritim
bozuklukları, kalp kası hastalığı veya
doğumsal kalp hastalığı kalp yetersizliğine zemin hazırlıyor. Bu hastalıkların zamanında tespiti ve tedavisi
kalp yetersizliğine gidişi yavaşlatıyor,
hatta önleyebiliyor. Bu nedenle yakınmalar ortaya çıkmadan önceki dönemlerde yapılacak girişimler ile kalp
yetersizliği önlenebilir bir hastalık
olarak değerlendiriliyor.
Türkiye’de Kalp Daha Erken Yoruluyor
Türkiye’de 40 yaş sonrası kalp yetersizliği riskinin yüzde 20 olarak tespit edildiğini anlatan Tokgözoğlu,
“Avrupa ve ABD’de kalp yetersizliği
hastalarının yaş ortalaması 70 iken
ülkemizde bu ortalama 62’dir. Kalp
yetersizliği olgularının yüzde 20’sini
1 yıl içinde kaybediyoruz. Yaşam beklentisi prostat, kalın bağırsak, deri,
meme, rahim kanserlerine göre daha
düşük. Hipertansiyon, şeker hastalığı,
obezite, kalp damar hastalığı, kronik
akciğer hastalığı, kronik böbrek yetmezliği, kalp kapak hastalığı, kalp
ritim bozuklukları, kalp kası hastalığı
veya doğumsal kalp hastalığı, kalp
yetersizliğine zemin hazırlıyor. Kalp
yetersizliğinde erken tanı, hastalığın
ciddiyetinin ortaya konması ve buna
göre oluşturulacak tedavi planının
yakın takip altında uygulanması
ölüm
oranlarının
azaltılmasını sağlıyor. Bu hastalarda
ilaç tedavisine
ek olarak yaşam
tarzı değişiklikleri; tuzsuz
diyet,
sebze
meyve ağırlıklı
beslenme, kilo
kontrolü, düzenli egzersiz
programları ve
gerekli olgularda
kalp pili tedavisi
veya kalp şoklama
cihazlarının uygulanması yaşam kalitesinin düzeltilmesi ve
ölümlerin azaltılmasında
etkili oluyor” dedi.
Ayak Bileğinde Şişlik, Öksürükle
Uyanmaya Dikkat
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yüksel Çavuşoğlu, Dünya Sağlık Örgütü’nün kalp
yetersizliğini gelecek 15-20 yıl içinde
toplum için en önemli tehdit olarak
açıkladığını ifade etti. Çavuşoğlu
kalp yetersizliğinin belirtilerini şöyle
anlattı: “Nefes darlığı, ayak bileği ve
bacaklarda şişlik, çabuk yorulma, çarpıntı, gece uykudan öksürükle uyanma, gece sık idrara çıkma, iştahsızlık
ve bulantı, karında şişlik ve rahatsızlık, hızlı kilo alımı, baş dönmesi.”
Tuzsuz Diyet, Sebze ve Meyve Ağırlıklı
Beslenme
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Adnan Abacı ise hastalığın
tedavi yöntemlerini anlattı.
Kalp yetersizliğinde erken tanının,
hastalığın ciddiyetinin ortaya konması ve oluşturulacak tedavi planının yakın takip altında uygulanması
için önemli olduğuna dikkati çeken
Prof. Abacı, “Bu hastalarda ilaç tedavisine ek olarak yaşam tarzı değişiklikleri (tuzsuz diyet, sebze meyve
ağırlıklı beslenme, kilo kontrolü, düzenli egzersiz programları vb) ve gerekli olgularda kalp pili tedavisi veya
kalp şoklama cihazlarının uygulanması yaşam kalitesinin düzeltilmesi
ve ölümlerin azaltılmasında etkili
oluyor” diye konuştu.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
61
röportaj
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Ayşenur OKTAY:
“CİHAZ VE DONANIM OLARAK ÇOĞU MERKEZİMİZ
GELİŞMİŞ TEKNOLOJİK OLANAKLARA SAHİP”
Meme görüntülemedeki uzmanlığınızı
biliyoruz. Bu anlamda Türk radyolojisinin
dünyadaki yerini nasıl görüyorsunuz?
Meme görüntülemesinde son 15-20
yılda mamografi ve ultrasonografinin yanı sıra MR görüntüleme uygulamalarında ve girişimsel meme
işlemlerinde çok önemli gelişmeler
yaşandı. Dijital sistemlere geçiş, elastografi, diffüzyon MR görüntüleme,
spektroskopi, görüntüleme rehberliğinde biyopsiler ve tedavi girişimleri gibi pek çok yenilik rutin uygulamaya girdi. Bu gelişmelere paralel
olarak meme radyoloğunun meme
hastalıklarındaki rolü de çok arttı.
Günümüzde meme hastalıklarıyla
ilgili multidisipliner çalışma sistemi
içinde, tanıdan tedaviye her aşamada
görüntüleme yer alıyor.
Ülkemizde de meme radyolojisi eğitimi, uzmanlık eğitim müfredatı içinde,
yakın zamanda derneğimiz tarafından Avrupa programına paralel yapıda hazırlanan çerçevede sürdürülüyor. Pek çok büyük merkezde ayrı bir
sistem olarak, özelleşmiş kadrolarca
meme görüntüleme hizmeti yürütülüyor. Bugün için meme görüntülemesi konusunda uzmanlaşmış ve yukarıda saydığım konularda deneyimli
62
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
geniş bir kadroya sahibiz. Cihaz ve
donanım olarak da çoğu merkezimiz
gelişmiş teknolojik olanaklara sahip
bulunuyor ve bu olanaklara sahip
merkez sayısı günden güne artıyor.
Meme görüntülemesi konusunda
akademik ortamda başta Avrupa ile
olmak üzere uluslararası ilişki ve bağlantılar yapıyoruz. Meme görüntülemesi konusunda önemli bir topluluk
olan European Society of Breast Imaging (EUSOBI) derneğinin kurulma
aşamasından itibaren içinde yer aldık
ve bir arkadaşımız bu derneğin yönetim kurulunda görev yaptı. ECR, EUSOBI, IBUS gibi önemli bilimsel toplantıların planlama komitesinde ve
eğitici grubu içinde çalışmalarımızı
sürdürüyoruz. Ülkemizde de uluslararası katılımlı toplantılar düzenleniyor, bilgi alışverişi yapılıyor. Bu bilimsel toplantılarda pek çok arkadaşımız
moderatör ya da konuşmacı olarak
aktif görevler alıyor. Uluslararası literatürde, meme görüntülemesi ile ilgili olarak araştırmacılarımıza ait çok
sayıda yayın bulunuyor. Bazı araştırmalar, konusunda öncü olacak nitelikte. Bu nedenle meme konusunda
da Türk radyolojisinin uluslararası
platformda aktif katılımının ve etkisinin olduğunu söyleyebilirim.
Meme kanseri ile ilgili olarak son yıllarda
yürütülen tarama programları hakkında
bilgi verir misiniz?
Meme kanseri, bilindiği gibi kadınların önemli sağlık sorunlarından
birisidir. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, ülkemizde de kadınlarda
görülen kanserler arasında ilk sırada
yer alıyor. Bu nedenle meme kanseri
erken tanısında taramaların önemi
büyüktür.
Son yıllarda toplumumuzda bilgilendirme çalışmaları sayesinde meme
kanseri ve taramalar konusunda genel bir farkındalık artışı oldu. Meme
görüntüleme merkezlerine tarama
amacıyla refere edilen ya da kendi
isteğiyle başvuran kadınların sayısı yıllar içinde önemli oranda arttı.
Ancak gelişmiş ülke örneklerinde
olduğu gibi toplum bazlı, nüfusa dayalı organize taramalar henüz tam
uygulanamıyor. Ulusal kanser tarama
programının geliştirilmesi için Sağlık
Bakanlığı Kanser Savaş Dairesi son
10 yıldır çalışmalar yürütüyor. Erken
tanıya yönelik eğitimler ve tarama
hizmeti vermek üzere, tüm illerimizde, bugün için sayısı 123’e ulaşan
Kanser Erken Tanı ve Eğitim Merkezleri (KETEM) kuruldu. Bazı illerimizde
mobil mamografi cihazlarının da bu
amaçla hizmete girdiğini biliyoruz. Bu
merkezlerde yapılan meme kanser
taramaları (klinik meme muayenesi
ve mamografi) sosyal güvenlik kapsamı içinde yer alıyor. Bakanlığın ilgili
sayfasında da görülebileceği üzere,
40-69 yaş arası kadınların 2 yılda bir
taranması hedefleniyor.
Türk Radyoloji Derneği, Meme Çalışma Grubu ile başından beri Bakanlığın bu çalışmaları içinde yer alıyor.
Cihaz donanımının planlanması ve
personel (teknisyen ve radyolog)
eğitimleri konusunda yıllardır destek
veriliyor. Taramalarda kalite standartlarının yükseltilmesi konusunda da
derneğimiz ve çalışma grubumuz
titiz bir çalışma içinde bulunuyor.
Bu amaçla TRD Meme Çalışma Grubu “Mamografide Kalite Standartları” kitapçığı ile birlikte TRD tarama
önerilerini içeren bir metin hazırladı.
Mamografik tarama hizmeti veren
merkezlerin kalite denetimi ve standartların yükseltilmesi için hiç kuşkusuz sağlık otoritesinin katılımı çok
önemli; bunun için bakanlıkla işbirliği çalışmaları sürüyor.
Organize tarama çalışmaları, yıllar
içinde sayısal artış olmasına rağmen
tabii henüz yeterli düzeyde değil.
Amaç sadece tarama sayısını artırmak
değil, teknikten başlayarak eğitim,
organizasyon, veri değerlendirmesine kadar taramanın tüm basamaklarında kaliteyi de artırmak olmalı.
Taramada kuşkulu bulgu saptanan
olguların yönlendirmesi ve sonuçlandırılması bir diğer önemli konu.
Bu lezyonlarda yapılacak işlemler ve
kullanılacak malzemelerle ilgili yakın
zamanda problemler yaşandı, ancak
derneğimizin sağlık güvenlik kurumlarıyla sürdürdüğü görüşmeler sonucunda bu sorunların çözümleneceğine inanıyorum.
Bir diğer uzmanlığınız da kas-iskelet
radyolojisi. 3T MR cihazlarının bu
anlamdaki avantajları neler?
3T MR sistemlerinin gelişimi kuşkusuz kas-iskelet sisteminde de avantajlar sağladı. 3T sistemlerde sinyal
gürültü oranındaki (SNR) artış daha
yüksek çözünürlüklü görüntülerin
elde edilmesini kolaylaştırıyor. Kasiskelet sistemi uygulamalarında 3T
ve 1.5T sistemler arasında tanısal
doğrulukta çok büyük farklılıklar bildirilmemesine karşın, özellikle küçük
alanların görüntülenmesinde yüksek
çözünürlük daha iyi görüntü kalitesi
ve doğru tanı elde edilmesini sağlayabiliyor. Ancak yüksek alan gücüne
sahip cihazlarda SAR, kimyasal şift
artefaktı, artmış duyarlılık artefaktı,
pulsasyon artefaktı, T1 zamanı uzaması ve T2 kısalması gibi konuların
dikkate alınması gerektiğini unutmamak gerekiyor.
Dual Energy CT uygulamaları kas-iskelet
alanında yaygınlaşacak mı sizce?
Dual Energy CT (DECT) iki farklı enerji ayarında çalışarak farklı moleküler kompozisyondaki materyalleri
atenüasyon profillerine göre ayırt
edebilen, böylece spektral görüntülemeye olanak sağlayan yeni inovatif
bir görüntüleme tekniği. Bu teknik,
görüntü rekonstrüksiyonu sırasında
‘beam hardening’ etkisi olmadan materyalleri daha iyi değerlendirmeye
olanak sağlıyor.
DECT’in bu özellikleri nedeniyle, kasiskelet uygulamaları içinde bugün
için iki temel kullanımdan söz edebiliriz. Birincisi, metal artefaktlarının
azaltılması, spesifik algoritmalarla
protez ya da metal implant takılı bölgelerin görüntülemesinde avantajlı
oluyor. Böylece metal çevresinde kemik ve yumuşak doku değişiklikleri
(protez gevşemesi, hematom, nüks
lezyon vb.) daha iyi değerlendirilebiliyor. DECT’in iskelet sistemindeki bir
diğer uygulama alanı da metabolik
bir hastalık olan gut ile diğer kristal
birikim hastalıklarını ayırt etmek.
Gutta eklem ve periartiküler dokta
biriken ürik asit kristallerini göstermede kullanılıyor. Bu yöntemin farklı
endikasyonlardaki potansiyel kullanımı üzerine çalışmalar sürüyor. MR
görüntülemenin kontrendike olduğu
olgularda bu yöntem alternatif olabilir. Spektral analiz kullanarak tümör
görüntülemesinde kullanımı ile ilgili
çok yeni yayınlar bulunuyor.
2013 yılı sonundan bu yana bu dergi
çıkarılıyor. Derginin formatı, kaynak
olarak sık başvurulan Radiology Clinics of North America ile benzerlik
gösteriyor. Yılda üç kez yayımlanan
derginin her sayısında radyolojinin
farklı alanlarından bir konu seçilerek
güncel derleme yazılar toplanıyor.
Bu dergi ile özellikle uzmanlık eğitimi alan meslektaşlarımızın eğitimine
katkı sağlanması hedefleniyor. Ayrıca
radyoloji ve ilgili diğer branşlardaki
hekimlerin güncel bilgi ve deneyimlere ulaşması için de dergimiz iyi bir
kaynak olabilir.
Bugüne kadar Kardiyak Görüntüleme
Üst Ekstremite MRG, Meme Görüntülemesinde Güncel Konular ve Akciğer
Kanseri konularını işledik. Önce basılı
olarak hazırlanan dergi, istek üzerine
“online” basım şekline dönüştürüldü.
Online formatta çıkmaya başladıktan itibaren, TRD’nin sayfasından ya
da direkt kendi sayfasından ücret
ödemeden tüm metinlere ulaşmak
mümkün oluyor. Önümüzdeki sayılarda da dergimizde güncel konular
işlenmeye devam edecek.
Prof. Dr. Ayşenur Oktay kimdir?
1961’de Ankara’da doğan Prof. Dr.
Ayşenur Oktay, tıp eğitimini Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde aldıktan
sonra, aynı üniversitede Radyoloji
Ana Bilim Dalı’nda uzmanlık eğitimini tamamladı. 1995 yılında doçent ve
2001 yılında profesör unvanı aldı.
Türk Radyoloji Derneği’nin çıkarttığı
Türk Radyoloji Seminerleri dergisinin
baş editörüsünüz. Bu dergi ile ilgili
hedefleriniz neler?
2005-2008 yılları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Ana
Bilim Dalı Başkanlığı görevinde de
bulunan Prof. Dr. Oktay, halen aynı
üniversitenin Klinik Araştırmalar Etik
Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyor.
Bir dönem Türk Radyoloji Derneği yönetim kurulu üyeliği, TRD Meme Çalışma Grubu Başkanlığı ve Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu İzmir
Şubesi yönetim kurulu başkanlığı da
yapan Prof. Dr. Ayşenur Oktay’ın halen devam eden görevleri arasında
İzmir Tabipler Odası yönetim kurulu
üyeliği ve çok sayıda ulusal ve uluslararası mesleki dernek üyelikleri de
bulunuyor.
Türk Radyoloji Seminerleri, meslektaşlarımızın kendi dillerinde başvurabilecekleri bir kaynak olarak çıkarılması hedeflenmiş bir dergi. TRD
yönetim kurulunun aldığı kararla,
Çeşitli kitaplar için editörlük, bölüm
yazarlığı ve çevirmenlik de yapan
Prof. Dr. Oktay’ın 50’yi aşkın uluslararası dergide ve 70’ten fazla ulusal
dergide yayını bulunuyor.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
63
haber
TÜP BEBEK GÜVENLİK SİSTEMİ
İnfertilite tedavisi gören çiftlerin kafalarını en çok kurcalayan soru ‘’yumurtam ve spermim
karışır mı?’’ artık tarihe karışıyor!
Türkiye de her yıl 40 bin çift tüp bebek yöntemiyle bebek sahibi olmayı
tercih ediyor, ABD ve Avrupa ülkelerinde ise bu oran çok daha fazla.
İnfertilite araştırmaları yıllardır sürdürülmesine rağmen vücut dışında
insan yumurtasının döllenebilmesi
1960’ların sonlarında başarılabildi.
İlk kez 1973’te vücut dışında döllenme yapılabilmiş fakat döllenme sonrası meydana gelen embriyo rahime
yerleşememiş, düşükle sonuçlanmıştır. Dünyanın ilk başarılı tüp bebeği
ise 25 Temmuz 1978’de İngiltere’nin
Oldham kasabasında doğmuş olan
Louise Brown’dur.
Türkiye’nin ilk tüp bebeği 18 Nisan
1989’da Ege Üniversitesi’nde dünyaya geldi ancak aradan geçen 26 yıla
rağmen hala tüp bebek konusunda
özellikle güvenliğe ilişkin endişeler
bitmedi. Öyle ki zaman zaman laboratuvar aşamasında sperm, yumurta
örneklerinin karışması ya da döllenme işlemi sonrası saklanan embriyoların karışması sebebiyle adliyelere
taşınan yüzlerce dosya var. Bu nedenle tedavi gören çiftlerin kafasını
kurcalayan ve endişe yaratan sorunun ‘’acaba bir karışıklık olur mu?’’
olması çok doğal görünüyor.
64
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
İstanbul Tüp Bebek Merkezi’nin ARGE çalışmalarını yürüttüğü, ilk kez bir
Türk Yazılımcı Aşkın Kaymaz tarafından projelendirilen merkezde kullanılan Tüp Bebek Güvenlik sistemiyle
bu soru da nihayet tarihe karışıyor
Tüp Bebek Güvenlik Sistemi Nedir?
Hasta bilgi güvenliğini sağlayan sistemle amaçlanan daha önce kontrol
tanıklık sistemiyle ve etiketleme ile
yürütülen laboratuvar proseslerinde
artık chipleme yöntemiyle her bilginin kayıt altına alınması ve hata payının sıfıra indirilmesi.
Sisteme göre; ebeveyn adayları merkeze girdikleri ilk andan itibaren
hasta takip departmanında bir form
açılıyor ardından anne adayına içinde tüm bilgilerinin kayıtlı olduğu bir
chip bulunan bir bileklik takılıyor.. Bu
chip yardımıyla anne adayı ve eşinin
tüm bilgileri otomasyon sisteminden her aşamada (yumurta toplama,
sperm örneği alınması, laboratuvar
prosesleri vs) eşleştirilerek takip ediliyor.
Baba adayları içinse sperm örneği vereceği kaba elektronik bir chip yapıştırılıyor. Bu özel chip baba adayının
da tüm bilgilerini taşıyor.
Her iki chip içinde yer alan bilgilerin
tüm işlemler esnasında eşleşmesi gerekiyor ki aksi takdirde sistem alarm
veriyor ve bir sonraki adımı engelliyor.
İstanbul Tüp Bebek ve Kadın Sağlığı
Merkezi Genel Direktörü Op. Dr. Aret
Kamar sistemin yazılımı esnasında
Ar-Ge çalışmalarını yürüttükleri için
mutlu olduklarını söylerken böylece
tüp bebek uzmanlarına en sık sorulan ‘’sperm ve yumurtam karışır mı’’
sorusunun da tarihe karışacağını
belirtiyor. Kamar, sistemin hastalara
ekstra bir maliyet yüklemeyeceğinin
de altını çizerken sistemi uygulayan
ilk merkez oldukları için de mutlu olduklarının altını çiziyor.
Op. Dr. Aret Kamar
haber
’A TBV ÖDÜLÜ
Türk Böbrek Vakfı Medya ödülleri, İstanbul’da sahiplerini buldu.
Yayın Editörümüz Esra Öz’e, Yazılı Basın Dergi Röportaj dalında ödül verildi.
“Türk Böbrek Vakfı 2. Medya Ödülleri”
töreni, Zorlu Center PSM’de gerçekleştirildi. Türk Böbrek Vakfı, sağlık alanında toplumun bilinçlendirilmesine
yönelik haberler yapan gazetecileri
onurlandırdı.
kanlığında, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreteri Sibel Güneş,
televizyoncu Lütfiye Pekcan, TBV İs-
Gecede sağlık alanında yaptıkları
haberlerle ses getiren gazetecilere 11 dalda ödül verildi.
Törene, Türk Böbrek Vakfı
kurucusu ve Başkanı Timur
Erk, vakıf yönetimi, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın
eşi Semra Özal, şarkıcı Burak
Kut’un da aralarında bulunduğu davetliler katıldı.
Timur Erk, törende, vakfın 30.
kuruluş yıl dönümü olduğunu hatırlatarak, şunları söyledi:
“Eğer ortalama 18 gram olan tuz
tüketimi, 3 gram azalarak 15 grama
düşmüşse ve tetiklediği hastalıkların tedavisinin azalması nedeniyle
bu şekilde yaklaşık 1, 5 milyar dolar
tasarruf sağlanmışsa, 10 binlerce çocuğa dokunup böbrek sağlıklarını
korumak için sağlıklı beslenmeyle ilgili seminerler vermişsek, Türkiye’nin
her tarafında yayımlanan kamu spotlarıyla halkı bilinçlendirmeyi kendimize misyon edinmişsek, günde 150
gram olan şeker tüketiminde azalma
varsa, şeker pancarından elde edilmiş şekerin tüketilmesini sağlamışsak, Türk Böbrek Vakfı’nın bunlarda
ciddi emeği vardır.”
Erk, 30 yıldır hiçbir gazetede ve görsel yayında vakıf aleyhinde yazı çıkmadığını vurgulayarak, ödül alan
gazetecilere de “Bugün sizlere vefa
duygusu içinde ödül vermeye ikinci
kez geldik. Hepinizi içtenlikle kutluyorum” şeklinde seslendi.
İşte Ödül Alan İsimler
Törende daha sonra TBV Mütevelli
Heyet Üyesi Dr. Osman Akalın baş-
İnceleme Dalı’nda” Hürriyet gazetesinden Mesude Erşan, “TelevizyonHaber Araştırma Dalı”nda TRT’den
Fatma Demir Turgut, “TelevizyonHaber Araştırma Dalı”nda mansiyon
ödülünü Habertürk’ten Arzu Çetik
Tezeren, “Televizyon-Vaka-İnceleme Dalı”nda ATV’den Işıl Açıkel
ve “İnternet Haber Araştırma
Dalı”nda Hurriyet.com.tr’den
Buse Özel ödül kazandı.
TBV Yönetim Kurulu tarafından “toplumda sağlık bilincinin gelişmesine yönelik”
yaptıkları haberleri dolayısıyla Anadolu Ajansı’ndan
Andaç Hongur’a, İhlas Haber
Ajansı’ndan Ömer Kılıç’a, Doğan Haber Ajansı’ndan Uğur
Demirkırdı’ya ve Cihan Haber
Ajansı’ndan Orhan Fırat’a özel
ödül verildi.
tanbul Memorial Hizmet Hastanesi
Direktörü Dr. Tarkan Dizdar, Memorial Şişli Hastanesi Organ Nakli Merkezi Başkanı Prof. Dr. Münci Kalayoğlu,
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Üroloji Ana Bilim Dalı Başkanı
Prof. Dr. İsmet Nane, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Üroloji
Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Mustafa Akıncı’nın yer aldığı jüri tarafından ödüle layık görülen isimlere
ödülleri sunuldu.
“Yazılı Basın Dergi Röportaj Dalı”nda
Sağlık ve İnsan dergisinden Esra Öz,
“İnternet Röportaj Dalı”nda ntv.com.
tr’den Tülay Karabağ, Yazılı Basın Haber Araştırma Dalı”nda Cumhuriyet
gazetesinden Sibel Bahçetepe, “Yazılı
Basın Haber Araştırma Dalı”nda mansiyon ödülünü Vatan gazetesinden İlker Akgüngör, “Yazılı Basın Yazı DizisiKonu Dalı”nda Türkiye gazetesinden
Ziyneti Kocabıyık, “Yazılı Basın Vaka-
Ayrıca bu yıl ilk kez verilen TBV Timur
Erk Özel Ödülü, sağlık konularına
duyarlılığı nedeniyle televizyoncu
ve yazar Özge Uzun’a sunuldu. Özge
Uzun ödülünü, 8. Cumhurbaşkanı
Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’dan
aldı
Esra Öz
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
65
sağlığımıziçin
CİLTTE OLUŞAN LEKELER, NEDENLERİ,
KORUNMA VE TEDAVİDEKİ SON GELİŞMELER
Prof. Dr. Sedef ŞAHİN
Türk Dermatoloıji Derneği
Yönetim Kurulu Üyesi
Lekeler neden oluşur?
Yüzde oluşan kahverengi lekeleri ele
alırsak ya 30’lu yaşlardan sonra buğday ve esmer tenli kadınlarda ortaya
çıkan geniş kahverengi lekeleri (melazma) ya da daha çok 40’lı yaşlardan
sonra güneşin deride yılların biriktirdiği etkiyle ortaya çıkan lekeleri (lentigo) kastediyoruz. İkinci tipte kadın
erkek eşit oranda etkileniyor; açık
tenli kişiler daha çok hedefte. Her iki
tip lekede de en önemli etken güneş.
Vücutta daha çok hangi bölgelerde ve
kimlerde görülür ?
Lekeler en çok yüzde özellikle alın,
yanaklar ve bıyık bölgesinde görülür.
Nadiren kolların alt kısmında da rastlayabiliyoruz. Neden özellikle bu bölgelerde yerleştiği bilinmiyor. Daha
çok 30’lu yaşlardan sonra ve kadınlarda ortaya çıkan bu lekeler eskiden
daha çok doğum kontrol ilaçlarına
bağlanırdı. Ama bu ilaçları kullanmayan kişilerde de ve %10 oranında
erkeklerde de görülmesi sadece östrojen hormonunun rol oynamadığını
göstermekte. Ve yine böyle bir sorunu olan kişide hormonal bir bozukluk araştırılmasına gerek yok. Ancak
kişi doğum kontrol hapı kullanıyorsa
mümkünse kullanmamasını öneriyoruz. Arjantin’de yapılan bir araştırmada melazmanın tiroid (guatr) sorunu
olan kadınlarda daha sık rastlandığı
bildirilmiş. Bizim ülkemizde de tiroid
66
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
hastalıklarının çok yüksek oranda görüldüğünü biliyoruz.
Diğer güneşin birikici etkisiyle ortaya
çıkan erkek kadın farkı gözetmeyen
lekeler (halk arasında yaşlılık lekesi
olarak da anılır) ise daha küçük ve
yuvarlak lekelerdir; kişinin güneşe
en çok maruz kalan bölgelerinde 4050’li yaşlardan sonra görülmeye başlar. Saçı dökülmüş erkeklerde en çok
alın üst kısmı ve kafanın tepesindeki
saçsız alanda veya yanaklar, burun
veya ellerin üzeri bu lekelerin sık yerleştiği alanlardır.
Kullandığımız ilaçlar lekeye sebep olur mu?
Evet özellikle bazı kalp ilaçları, bazı
antibiyotikler veya tansiyon ilaçları
yine bazı kişilerde güneşe duyarlılık yaratma yoluyla ya da doğrudan
leke yaparak lekeye neden olabilirler.
Bunu saptamak için dermatolog tarafından alınan öykü ve klinik görünümün birleştirilmesi çok önemlidir.
Buraya uygun bir soru konulabilir..
Bir de “liken” adı verilen bir hastalık vardır ki bunun özellikle leke ile
kendini gösteren bir tipi vardır (liken
pigmentosus) bunun diğer lekelerle
karıştırılmaması gerekir çünkü tedavisi tamamen farklıdır. Diğer lekeler
için kullanılan tedaviler likenin daha
da kötüleşmesine neden olabilir. Bu
durumda dermatoloğun rolü çok
önemli olacaktır.
Genetik faktörler leke de
ne kadar etkilidir ?
Bildirilen çalışmalarda hastaların yaklaşık yarısında ailede melasma öykü-
sü bulunmaktadır. Bu da genetik faktörlerin önemini vurgulamakta.
Güneş ve solaryumun
lekelere etkisi var mıdır?
Güneşin bu lekeleri ortaya çıkaran kilit faktör olduğunu düşündüğümüzde gerek doğal güneşlenme gerekse
yapay güneşlenme olan solaryumun
melazmanın ortaya çıkmasında veya
yinelemesinde, ayrıca lentigoların
oluşmasında ve artmasındaki rolü
kaçınılmazdır.
Yanıklar leke oluşumunu tetikler mi ?
Kesinlikle evet. Birçoğumuzun omuzlarında çocuklukta veya ergenlikte
oluşan güneş yanıklarına ait lekeler
yok mudur?
Bu yanıklarla oluşan lekeler tedavi
edilebilir mi ? Nasıl ?
Bu yanıklara ait lekelerin kalıcı bir
tedavisi olmamakla birlikte IPL lazer
veya Q anahtarlı lazerler silgi gibi
bunların silinmesini sağlar ama bir
süre sonra yineleme olasılıkları yüksektir.
Tedavisi mümkün olmayan
leke var mıdır?
Bazı doğumsal lekelerin ; sütlü kahve
lekeler veya ben şeklindeki lekelerin
günümüzdeki yöntemlerle tedavisi
yoktur ama gelecekte olabilir..
Çillerin tamamen ortadan kalkması
mümkün mü?
Çiller lazer veya IPL ile tama yakın
geriletilebilir. Çilli bir kişi çillerinin
artmasını ya da belirginleşmesini istemiyorsa güneşten korunmaya azami özen göstermelidir.
Tedavi edilen ve kaybolan leke yeniden
oluşur mu ? Neden oluşur
Melazma için konuşursak melazma
kronik bir hastalıktır. Yineleme özelliği vardır, kış aylarında gerileyip bahar
ve yaz aylarında yineler. Tedavi ile de
kaybolsa yineleme beklenen bir durumdur. Bu ihtimali en düşük düzeyde tutmanın tek yolu yüzün güneşten korunmasıdır.
Güneşin uzun dönem birikici etkisiyle oluşan lentigolar etkin olarak tedavi olmuşsa o bölgede yinelemez ama
farkı bölgelerde ortaya çıkabilir.
Leke oluşmaması için
nelere dikkat etmeliyiz?
Bahar ve yaz aylarında ve karlı kış
günlerinde yüz bölgesinin etkin bir
şekilde güneşten korunması (şapka
ve güneşten koruma faktörü 30 ve
üzerinde koruyucu krem kullanımı)
esastır. Bunu yapmadığımız taktirde
hangi tedavi yöntemini kullanırsak
kullanalım lekenin yinelemesi hatta
daha da artması kaçınılmazdır.
Bir de özellikle bahar ve yaz aylarında
yüz bölgesine yapılacak ağda veya sir
ağda, ip ile epilasyon veya kimyasal
soyma (peeling) gibi işlemler de leke
oluşumunda veya melazmanın tetiklenmesinde önemli faktörler olduğunu unutmamalıyız.
Leke tedavisinde son yöntemler nelerdir?
Bu yeni tedavi yöntemlerindeki başarı
oranları nelerdir? Örneğin IPL yada
Lazer ile lekelerden tamamen kurtulmak
mümkün denebilir mi? Kimyasal peeling
her tür lekenin tedavisinde etkili midir?
Leke (melazma) tedavisinde en etkili
yöntem çok etkili bir güneşten korunma ile “Kligman formülü” olarak
bilinen birden fazla leke açıcı ilaçlı
kremin belirli dozlarda karıştırılması
ile hazırlanan özel bir karışımdır. Bu
formülün içindeki en önemli etken
madde hidrokinondur. Piyasada bulunan çoğu etkin leke açıcı kremin
içinde hidrokinon türevlerinin kombinasyonları bulunmaktadır. Bu yöntem etkili olmakla birlikte etkinin
ortaya çıkması için 4 ay gibi bir süre
gerekmektedir.
Bu klasik tedavi yöntemine yeterli
yanıt alınamayan çok dirençli lekelerde ikinci basamak tedavi yöntemi
olarak kimyasal peeling (soyma) uygulanabilir. En sık glikolik asit ve TCA
peeling’leri uygulanmaktadır. Son
yıllarda azelaik asit, rezorsinol, mandelik asit, retinol, salislik asit, arbutin gibi birden fazla sayıda leke açıcı
ajanın bir arada kullanıldığı kombine
peeling uygulamaları yapılmaktadır.
Bu uygulamaların en bilinen örnekleri enzim peeling, ve spot peeldir.
Kombine peelinglerin en önemli üstünlüğü daha kısa sürede daha etkili
olabilmeleridir.
Tedaviye dirençli lekelerde bir diğer
tedavi seçeneği lazer ve ışık sistemleridir. Q anahtarlı lazerler ve IPL bir
süredir leke tedavisinde kullanılmak-
tadır. Daha yeni lazer uygulamalar
ise fraksiyonel lazer, düşük enerjili Q
anahtarlı lazer, Q anahtarlı lazerler ile
fraksiyonel lazer veya IPL’in birlikte
kullanılması esasına dayanan kombine lazer uygulamalarıdır.
Ancak hiçbir peeling veya lazer uygulamasının leke tedavisinde kesin
ve kalıcı bir etki gösterdiği iddia edilemez.
Leke tedavisi nerelerde yapılıyor,
vücudumuzda yüzümüzde doğuştan var
olan yada çeşitli nedenlerle sonradan
oluşan lekeleri tedavi ettirmek için
kimlerden yararlanmalıyız? Neden ?
Leke sorunu olan bir kişinin başvurması gereken kişi bir dermatolog olmalıdır. Çünkü öncelikle lekenin ne
tip bir leke olduğunu (melazma mı,
lentigo mu, liken mi, postinflamatuvar yani bir işlem sonrası mı, ilaca mı
bağlı vb) irdeleyecek eğitimi almış
hekim dermatologdur.
İnternette bir çok sitede lekeleri yok
ettiği söylenen reçeteler paylaşılıyor.
Bitkilerle, otlarla kendimiz karışımlar
hazırlayarak lekelerimizi kendi kendimize
tedavi edebilir miyiz?
Evet ne yazık ki bu tür kanıtı olmayan
bilgilerle yapılan işlemler çoğu zaman yarardan çok zarar getiriyor ve
yine bunları da düzeltmeye çalışmak
biz dermatologlara düşüyor. Ayrıca
bu tür otlarla veya karışımlarla oluşan yan etkilerin düzelmesi de hiç de
kolay olmuyor.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
67
sağlığımıziçin
BU MEME PROTEZİ
BENİM İÇİN UYGUN MU ?
Prof. Dr. Sıdıka KURUL
Plastik, Rekonstruktif
ve Estetik Cerrahi Uzmanı
Hacim, şekil, yer
Hangi hacim, nasıl şekil, nereye protez?
Göğüs çevresi 68-70 cm. olan, 45-50
kg. ağırlığındaki genç bir bayanda
en küçük sütyeni dahi dolduracak
meme dokusu yoktur. Yani neredeyse “memesi yoktur”. Oysa sokaktaki
herhangi birisine kadını tarif et desek “meme” den başlayacaktır. Yani,
meme kadın beden algılamasında
hem kadının kendisi hem de çevresi
için en önemli parametre gibi görünüyor. Meme küçük olursa ne olur?
Kendine güvensizlik, dişi/kadın hissetmeme, utanma, bedeni saklama,
karşı cinsten kaçınma. Herkes için
değil ama çoğu ergen ve genç kadın
için hisler bu yöndedir.
Çözüm önerileri :
A.SÜTYEN VE EKLERİ: “Küçük göğüsleriniz varsa, destekli sütyenlerden
yardım alabilirsiniz. Bu sütyenlerin
iç kısmında bulunan sünger, göğüslerinizi daha büyük gösterir. Push up
sütyen modeller tercih edilirse , daha
büyük değil daha dik duran göğüslere de sahip olursunuz. Böylelikle,
kıyafetleriniz üzerinizde çok daha
şık durur”. Söylemi her zaman doğru
değil, Destekli sütyenin içindeki ma68
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
teryal, giysinin üzerinden dokunma
ile sert hissedilir, ince veya bedene
oturan giysilerle ve özellikle kadın
hafif eğildiği zaman sütyen kenarı
belli olur ve hiç de estetik değildir.
Bu olumsuz sonuçları düzeltmek için
değişik dolgu maddeleri kullanılmaktadır.
Medical sıvı silikon jel malzemeleri,
görünmez sütyen, şişme hava yastıklı
sütyen, ayarlanabilir fincan sutyen, silikon pedler ile sorun çözümlenmeye
çalışılmaktadır. Sütyen seçimi, çıkarılabilir destek ürünlerini yerleştirme,
asimetri, kayma, bikini duruşunda
çoğu zaman hiç de estetik olmayan
görüntüler sık karşılaşılan sorunlar.
Günümüzde çare, silikon meme
protezi ile memenin büyütülmesi
yönündedir. Memesi “nerdeyse yok”,
”çok küçük” olarak tanımlanan durumlarda işlem bir estetik ameliyat
değil, neredeyse tümüyle yeni bir organ yaratmaktır. Zaten bu ameliyatın
en güzel yanı da kadının ameliyathaneden odasına bir meme ile dönmesidir, yeni durum ”dramatik değişim”
sözcükleri ile özetlenebilir.
B. DOLGU MADDELERİ VE YAĞ
ENJEKSİYONLAR
Meme dokusu içine serum fizyolojik
enjeksiyonu ile 1-2 günlük meme büyütme, son günlerde yeni bir yöntem
imiş gibi “gecelik meme büyütme”
şeklinde medyada yer aldı.
Değişik kalıcı olmayan dolgu maddeleri meme büyütmede kullanılmıştır,
dolgu maddesinin meme dokusu içine değil meme dokusu arkasındaki
kas fasyası altına yapılması ve meme
dokusunu öne doğru itmesi hedeflenmiştir. Enjeksiyonun tekrarlanması gerekir, asimetriye yol açabilir,
granulom adı verilen sınırlı sertlikler
oluşabilir. Ancak meme kanseri tanısında karmaşaya yol açabileceği
düşüncesi ile çok fazla taraftar bulmamıştır.
Yağ enjeksiyonu da meme büyütme
amacı ile kullanılan bir yöntemdir.
Hastadan liposuction ile elde edilen
yağ dokusu doğrudan/süzülerek/
santrifüje edilerek/bazı işlemlerden
geçirilerek meme arkasına enjekte
edilir. Seçilmiş hastalarda (çok küçük
olmayan memeler, ultrasonografi
incelemesinde fibrokistik değişiklik
tespit edilmeyenler, meme kanseri
öykülü aileden gelmeyen bireyler vb)
uygulanabilir.
C. MEME PROTEZİ
Silikon protez ile meme büyütme kalıcı ve kesin sonuç veren bir girişimdir. Bir meme büyütme ameliyatında
doğallık ön planda olmalıdır. Yani olması gerektiği gibi, y ani sırıtmayan,
yani “aaaa kızın protezlerine bak”
dedirtmeyecek şekilde. Zarif kadın
ile hafif kadın arasındaki ince çizgi
daima zarif kadın tarafında olacak şekilde büyüklük, şekil ve kıvam olarak
natürel memeler. Bunun için:
1. Uygun meme büyüklüğü talebi/rasyonel talep/uzlaşma: Meme
büyütme ameliyatı düşünen genç
kadınlar, istedikleri meme büyüklüğünü tarif etmede sıkıntı çekerler,
genellikle 80-85 gibi sütyen numaraları söylerler. Burada iki önemli
nokta unutulmamalıdır; göğüs kafesi
çevresi 70 cm. olan birisi 85 sütyen
giyemez. Ancak 70 veya 75 beden
sütyenin değişik “cup size, A, B, C, D,
DD” larını giyebilir(cu size meme çevresi ölçümü ile alakalıdır), yani 70A
/ 75Ayerine C, D veya DD harfleri ile
ifade edilen büyüklükte meme, çoğu
zaman bu uygundur. A harfi o sütyen
numarası için en küçük meme boyutunu, DD en büyük meme boyutunu
ifade etmektedir.
2. Uygun şekilde ve ölçülerde
protez seçimi: Hastanın arzu
ettiği meme büyüklüğü için uzlaşma
önemli bir noktadır. Bunu belirleyen
boy ve kilo, boy/kilo dağılımı, genel
vücut yapısı gibi özelliklerin yanında
mevcut memenin tabanı, yüksekliği
ve meme yapısı meme büyüklüğünü
dolayısıyla protez seçimini etkileyen
faktörlerdir. Ameliyat öncesi nihai
meme büyüklüğü konusunda hasta
hekim uzlaşması, yani protez hacim
ve şeklinin ortak kararı için pirinç
testi (the rice test-içi pirinç taneleri
dolu naylon kadın çorabı), Ziploc (içi
serom dolu naylon torbalar) veya
bilgisayar programları ile yapılan
animasyonlar yardımcı olur.
Deneyimli cerrah hastaya zaman
ayırır ise genellikle nihai bu beden
sorunu problemsiz halledilir.Önemli
olan hastanın beklentisinin rasyonel
olmasıdır.İrrasyonel beklentisi olan
hastalara Plastik Cerrahlar mesafeli
yaklaşır.
Marketlerde çok değişik meme protezleri mevcuttur. Hacim, form ve
baban çapı ve yüksekliği (kısa, orta,
uzun), hastanın göğüs yapısına uygun, anatomik/yarı anatomik şekilde
(biçim, form) ve yeterli projeksiyonda
(basık, orta, kabarık) silikon jel, pürtüklü yüzeyli ve değişik kıvamlarda
(yumuşak ve hafif sert ) protez seçilmesi doğal görünüme katkıda bulunacaktır.
3. Protezin uygun anatomik alana yerleştirilmesi: Öncelikli tercihin
kas arkası olması beklenir. Protezin
yerleştirilebileceği diğer seçenekler kas üzerindeki fasya altına veya
meme arkasına şeklinde olabilir. Burada protezin üst kenarının belirgin
olma ihtimali vardır, üst tarafta yavaş
geçiş sağlayan anatomik protezler
bu ihtimali ortadan kaldırabilir. Yine
de protezin üst kenar belirginliğini,
başka bir deyişle protezli meme görünümünü ortadan kaldıran, meme
protezinin kas arkasına konmasıdır.
Bir grup cerrah, protezi ikili plana
(yukarda kas arkası, aşağıda meme
arkası) yerleştirmektedir. Önemli
olan doğal görünümü sağlayacak,
o hasta için uygun anatomik planın
seçilmesidir.Bu anatomik planlara
ulaşmak için meme başı, meme başı
altı oluğu veya koltuk altına yapılan
4 cm.lik cilt-cilt altı kesileri yeterlidir.
Genel veya lokal+IV sedasyon anestezisi altında bu kesilerden girilerek
aşağıdaki resimde görülen anatomik
planlardan birine protezler yerleştirilebilir.
Protez ile meme büyütme ameliyatının komplikasyon (istenmeyen sonuç) oranları düşük olmalıdır. Bunun
için:
• Ameliyat öncesi hazırlık: Hastanın genel sağlık bilgileri alınmalı,
ameliyat öncesi kan tetkikleri ve
meme ultrasonografisi yapılmalıdır. “Meme kanseri aile hikayesi”
olan veya risk grubundaki kişiler
bilgilendirilmeli, gerekirse genetik
testler yapılmalıdır.
• Ameliyat sırasında gerekli özen
ve ameliyat sonrası bakım:
Meme büyütme ameliyatı tecrübeli bir plastik cerrah tarafından
yapıldığında, komplikasyon olasılığı çok düşüktür. Göğüs duvarının
kabul ettiği bir büyüklük ve derinin belirli bir oranda esneme kabiliyeti vardır, bu toleransın çok zorlanması, istenmeyen sonuçlara,
komplikasyonlara (dikiş açılması,
kapsül kontraktürü gibi) yol açabilir. Komplikasyonlar arasında,
kapsül kontraktürü, infeksiyon (iltihaplanma) ve kanama sayılabilir.
Her meme büyütme ameliyatında silikon protez etrafında kapsül
oluşmaktadır. Ancak ideal olanı bu
kapsülün ince ve protez boyutlarına göre biraz bol ve gevşek olmasıdır.
Meme büyütme ameliyatı en sık uyguladığım en favori ameliyatlarımdan birisidir. Sonuç olarak söylemek
gerekir ise: Meme büyütme ameliyatı
oldukça kısa, komplikasyon riskleri
oldukça düşük, sonuçların hemen
ortaya çıktığı bir ameliyattır. Hasta
memnuniyet oranı %90 ların üzerindedir. Ameliyat öncesi detaylı muayene, hastaların beklentilerinin iyi
analizi, ameliyat ve sonrası sürecin
tüm adımları hakkında hastaların
doğru/ayrıntılı bilgilendirilmesi ve
bunların uygulanması , mevcut veriler ışığında uygun implant boyut/
şeklinin seçilmesi, kişiye özel ameliyat planlaması/uygulanması başarılı
ve etkisi uzun yıllar sürecek bir meme
büyütme ameliyatı için kaçınılmazdır.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
69
röportaj
Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu:
“YAPTIĞIMIZ İŞ
İNSANA DOKUNMAK”
Ankara’da yeni bir oluşum olarak kurulan Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü
açıldı. Enstitü’de farklı alanlarda hizmetler ve danışmanlıklar verilecek,
bunların arasında sağlık iletişimi de
yer alıyor.
Enstitünün kurucu direktörü Prof.
Dr. Şengül Hablemitoğlu, ‘’sormak,
anlamak, bilmek için yaşam boyu öğrenerek ben de varım diyebilirsiniz”
mottosu ile yola çıktıklarını ve yardım ya da rehberlik talebi ile kendilerine başvuran herkese destek olmayı
amaçladıklarını söyledi. Hedeflerinin;
insanların sağlığı ve mutluluğu olduğunu ifade eden Hablemitoğlu, farklı
kaynak niteliğinde kitap ve dergi gibi
yayınlarının da olacağını belirtti.
Enstitü, bireylerin duygusal ve dü70
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
şünsel olarak kendilerini tanımasını,
anlamasını ve doğru değerlendirerek yeniden yapılandırabilmesini;
yaşamlarındaki sorunlar, kaygılar, sıkıntılar, karmaşalar, korkular ve endişeler karşısında varlıklarını başarı
ile sürdürmelerini profesyonel bir bakışla desteklemek ve çözüm üretmek
için kuruldu.
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nün
kuruluş felsefesi nedir ve enstitüde hangi
alanlarda çalışmalar yapılacak?
Yaptığımız iş insana dokunmak. Akademide yıllardır yaptığım işi piyasa
koşullarında yapacağım. Uzman bir
aile danışmanıyım, eğitmenim. Yıllardır çeşitli kurum ve kuruluşlara
eğitimler planlayarak çalışıyorum.
Bütün bunları şimdi kendi adıma
yapacağım. Ancak ve tüm bunların
yanısıra Necip Hablemitoğlu adını
yaşatmak için de çalışacağım. Çeşitli hedeflerim var. Örneğin, bundan
sonra her 18 Aralık’ta Dr. Necip Hablemitoğlu adına her yıl bir kaç alanda seçici bir kurul çalışması yaparak
ödül vereceğiz. Bunu çok önemsiyoruz. Akademide 29 yıl görev yaptım,
bu yeterli bir zamandır benim gibi
özgürlüğüne düşkün biri için. Son
6 yılda üniversitemde yoktan var
ettiğim ve hem fiziksel mekan hem
de akademik olarak yapılanmasını
geliştirdiğim çok değerli bir Sağlık
Bilimleri Fakültesi bıraktım geride,
dolayısı ile çok müsterih ve mutlu ayrıldım. Ayrıca gördüm ki, ben
kendi başıma esaslı bir akademiyim,
öyleyse neden bunu daha geniş bir
yelpazede hizmet etmek için geliştirmeyeyim dedim. Üniversitede son
12 yılda Dekanlık dahil hemen bütün
yönetim kademelerinde çalıştım.
Başta aile danışmanlığı olmak üzere
özellikle evli ve evlenmeye hazırlanan çiftlere, çocuk sahibi ailelere ve
ilişkilerini güçlendirmek isteyen bireylere yönelik danışmanlık ve destek hizmetleri sunmayı amaçlıyoruz.
Hablemitoğlu Enstitüsü olarak yardım ve rehberlik talebi ile bize başvuran herkese destek olmak hedefimiz. Yaşam boyu öğrenerek ben de
varım diyebilmek için, dileyen herkesi bizimle işbirliği yapmaya davet
ediyoruz. Kurumsal, bireysel ve grup
çalışmaları kapsamında ‘’tematik seminerler ve eğitimler’’ planlıyoruz.
Hedef grubumuz eğitimlerimizde
kendisine, ruhuna yatırım yapmak,
daha fazla mutlu olmak için kendini
ve yaşamı anlamaya çalışan ve bunun için destek arayan tüm bireyler.
Gençlere kapımız hep açık, her zaman bizimle olabilirler. Ayrıca Hablemitoğlu Enstitüsü kitap ve dergi gibi
çeşitli yayın faaliyetleri de yürütecek.
Enstitünün bir logosu var, “He” olarak
belirlenmiş. Nasıl belirlendi?
Aslında fikir şu; Hablemitoğlu Enstitüsü, yani biz kısaca, “He”. Enstitü
dememizdeki amaç ise, eğitim ve
akademik bir perspektiften üretmek.
Hablemitoğlu Enstitüsü’nün
hizmet vereceği alanlar ve konular
değerlendirildiğinde; enstitünün sizin
akademik uzmanlığınız kapsamında olan
konular üzerine mi temellendiriliyor?
Enstitünün, ağırlıklı olarak benim
akademik kariyerime odaklı bir çalışma ve hizmet yapısı var. Yanı sıra sağlık iletişimi, etkili iletişim ve konuşma
teknikleri gibi konularda alanında
uzman ve tanınmış muazzam isimlerin desteği ile çalışmalar planladık.
Sırayla duyurularımız olacak. Özellikle ‘’sağlık sektöründe sürdürülebilir
ekip başarısı, dönüşümcü liderlik,
sağlık iletişiminde sosyal kapitali anlamak ve kullanmak’’ gibi kurumsal
tematik eğitimlere dayalı konuları da
çalışmalarımız arasına aldık. Bu konularda özellikle iddialıyız.
‘’Sağlık İletişimi’’ nedir?
Kısaca söylersek, sağlık iletişimi bir
iletişim stratejisidir. Amacı çeşitli sağlık sorunları ile ilgili bireyleri, kurumları ve toplumu bilgilendirmek ve farkındalık yaratmaktır. Sağlık iletişimi
kapsamında hastalıkları önleme, sağlığın geliştirilmesi, sağlık politikası ve
yaşam kalitesinin arttırılmasına ilişkin tüm eğitici, bilgilendirici etkinlikler yer almaktadır. Bireylerin ve toplum sağlığının geliştirilmesi, sağlıkla
ilgili davranış değişikliği için iletişim
uygulama ve faaliyetlerinin tümüdür.
Hangi konuları sağlık iletişimi başlığı
altında değerlendirebiliriz?
Esasında sağlık iletişimi adı altında
o kadar çok etkinlik sayılabilir ki…
Bunların başında klasik iletişim de
gelmektedir, örneğin sağlıkla ilgili
tüm mesajların ve anlamlarının belirli formlardaki sembolik etkilerinden
yararlanılan hepimizin bildiği ‘’kamu
spotları’’ bu kapsamdadır. Yanı sıra
sağlıkla ilgili inanç modellerinin,
davranışların ve bunların sonuçlarının birbiri üzerindeki etkilerini ortaya koymaya çalışan teori, araştırma
ve uygulamaları anlaşılır tekniklerle
tanıtma ve açıklamaya dayanır. Sağlığın geliştirilmesi, korunması ve sürdürülmesi sağlık iletişiminin temel
konularıdır.
Toplum ve sağlık çalışanları açısından
sağlık iletişiminin önemi nedir?
Sağlık iletişimi dendiğinde son yıllara kadar genellikle doktor, hemşire
ve diğer sağlık çalışanları ile hastalar, hasta yakınları arasındaki iletişim
anlaşılmaktaydı. Daha sonra buna
hasta haklarının korunması bağlamında kurulan etkileşim de dahil
edildi. Oysa bugün sağlık iletişiminin
sağlık hizmetinin önemli bir parçası
olarak ayrı bir uygulama ve uzmanlık
alanı olduğunu konuşuyoruz. Çünkü
sağlık sadece hastalık ya da engelli
olmamakla tanımlanabilecek bir değer değil, sağlık; fiziksel, psikolojik
ve sosyal tam bir ‘’iyilik hali”dir. Dolayısıyla bugün sağlık iletişimi dediğimizde “hastalıkların önlenmesi”
amacı yerini “sağlığın desteklenmesi
ve yaşam kalitesi’’nin yükseltilmesi hedefine bırakmıştır. Bu değişim
iletişimin kaçınılmaz biçimde önem
kazanmasına neden olmuştur. Sağlı-
ğın desteklenmesi ya da geliştirilmesi sürecinde sağlığın öznesi artık tek
başına hekimler ya da diğer sağlık
çalışanları değildir. Toplum ve bireyler sağlığın asıl kaynağıdır. Tıp bilimi
ve eğitimi insanların davranışlarını,
sağlıkla ilgili seçimlerini ve sağlık politikalarını dikkate almak zorundadır.
Bu yapısal dönüşüm içinde sağlık
daha fazla toplumun denetiminde
olmalıdır. Bu durum artık her düzeydeki sağlık çalışanlarının toplumla,
kurumlarla ve bireylerle iletişiminin
her zamankinden daha farklı olmasını gerektirmektedir.
Toplum sağlığı açısından sağlık
iletişiminin önemi nedir?
Toplumda sağlıklı yaşam biçiminin
yaygınlaşması için bireylerin bunu
benimsemelerine ve yaşam biçimine
dönüştürmeleri, bir dizi davranış değişikliğine dayanmaktadır. Davranış
değişikliği yaratmak zaman alan bir
süreçtir. Reçete yazmak ya da çeşitli tedavi yöntemlerini uygulamakla
gerçekleşmez. Örneğin; çevre sağlığı,
işçi sağlığı gibi konularda yasal düzenlemeler çok işlevsel olmakla birlikte tek başına yeterli değildir, bunun
önemi, yararlı sonuçları topluma ve
bireylere anlatılarak ikna edilmelidir.
Sağlıklı davranışların yaygınlaşabilmesi toplumun ve bireylerin benimsemesi ile mümkündür. Bu noktada
sağlıkla ilgili tüm mesajların topluma
kolay algılanabilir ve anlaşılır biçimde, bilgi gereksinimlerini karşılamayı
sağlayan bir dille en uygun içerik ve
yöntemlerle iletilmesi önemlidir.
Toplumun sağlıkla ilgili konularda duyarlılığını artırmayı ve en temel sağlık
bilgilerinin yaygınlaştırılması doğru
bir sağlık iletişim stratejisi kullanılarak
gerçekleştirilebilir. Örneğin AIDS konusunda toplumun duyarlılığını artır-
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
71
mak için temel bulaşma ve korunma
yollarına ilişkin bilgilenme iletişimin
temel amacıdır. Ya da sigara bırakma
ile ilgili düzenlenecek kampanyalar
sigara kullanmanın karşısında bir toplumsal duyarlılık oluşturmayı amaçlayarak sonuca ulaşmalıdır. Burada
özellikle söylememiz gereken önemli
bir nokta var, genel olarak sigaradan
toplumu koruma ile ilgili iletişim kampanyaları bireylerde bir korku dalgası
yaratarak sigara kullanmaya ilişkin
duyarlık yaratmayı hedeflemektedir.
Bu noktada vurgulanması gereken
önemli bir konu var, sigara reklamları yasaklandığı için sağlık iletişimi
faaliyetleri daha rekabet edebilir bir
zeminde sürdürülmektedir. Ancak
özellikle bebeklerin anne sütü ile beslenmesine ilişkin alışkanlık yaratmaya
yönelik sağlık iletişimi kapsamında
pek çok kampanya yürütülmektedir.
Bu kampanyalar hazır bebek mamaları ve ek besinlere yönelik pazarlama
faaliyetlerinden daha etkin olmak
zorundadır. Çünkü farkındalık ve
duyarlılık yaratmak uzun soluklu bir
çalışma gerektirir. Bu kimi zaman maliyetleri artırsa da ilerleyen zamanda
daha kalıcı sonuçlara ulaşmayı sağlar.
Topluma yönelik sağlık iletişimi çalışmaları, bilgilendirmeye ve davranış
değişikliğine yöneliktir. Burada sivil
toplum örgütlerinin desteği de çok
önemlidir.
Hastaneler, sağlık iletişimini nasıl
değerlendirmelidir?
Hastaneler sağlık iletişiminden çeşitli
boyutlarıyla yararlanabilirler. Halkla
72
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
ilişkiler ve hasta hakları birimleri aracılığı ile hastaları yüz yüze bilgilendirme ve tanıtım faaliyetlerinin yanı sıra,
web ve akıllı telefon uygulamaları,
sosyal medya olanaklarından yararlanabilirler. İletişim yaşamın akışı içinde
hepimizin ihtiyacı, sağlık çalışanları
ve hastalar ile hasta yakınları arasında köprü kurarak karşılıklı anlaşılabilirliği arttıracağından, Malpraktis’ten
tutun da çeşitli maliyetleri azaltması
açısından etkili ve gerekli. Sağlık çalışanlarının lisans eğitimleri içinde
özellikle sağlık iletişimi en azından
bir ders olarak yer almalıdır. Hastanelerde zaman zaman sağlık iletişimi eğitim programları düzenlenerek
konu gündemde tutulmalıdır.
Medyadaki sağlık haberleri nasıl
olmalıdır? Medyanın sağlık iletişimindeki
rolü nedir?
Medyanın bütün çeşitleri içinde sağlık iletişimi sorumluluk içermelidir.
İletilecek bilgi, çeşitli sağlık uygulama ve tedavi önerilerinin hastaların
haklarını ihlal edebilme olasılığı yüksektir. Son yıllarda televizyonlarda
giderek popülaritesi artan doktor ve
sağlık programları bu kapsamda pek
çok kötü örnekle insanları etkilemekte ne yazık ki... Özellikle görsel medyada sağlık iletişiminin etkin ancak
doğru olmayan bir biçimde kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Özellikle ev
kadınlarını hedefleyen programlarda
iletilecek bilginin bütün aile bireylerini etkileyeceği hiç bir zaman unutulmamalı. Sorumluluk altı kalın kalın
çizilmesi gereken duyarlıkların başında geliyor.
Sağlık alanındaki gelişmeleri
değerlendirdiğinizde, sağlığın geleceği
açısından sağlık iletişiminin önemi nedir?
Son yıllarda sağlık iletişiminin teknolojinin de gelişmesi ile birlikte konvansiyonel iletişimin dışına çıkması
söz konusu. Özellikle dijital sağlık ve
sosyal medya uygulamaları, çeşitli
sektörlerde ve çeşitli hedeflere yönelik olarak sağlık iletişiminin boyutlarını genişleterek bambaşka bir yapı
ortaya koymuştur. Bu durum biraz
daha geliştikçe ve benimsendikçe
sağlık iletişimi açısından bir fırsat ve
sağlığın geliştirilmesi için hızlı bir değişim olarak kabul görecektir.
‘’Sağlık İletişimi’’ konusuyla ilgili son
olarak eklemek istedikleriniz neler?
Sağlık iletişimi ülkemizde önemi yeni
fark edilmeye başlanan bir alan, doktor, hasta, medya çalışanları, sağlık
alanında eğitimci olan herkesi kapsıyor. Teknolojinin de desteği ile vazgeçilmez olma yönünde bir ivme kazandı. Sağlık okur-yazarlığını da içine
alacak bir biçimde özellikle iletişim
fakültelerinde ana bilim dalı olmayı,
disiplinler arası araştırmalarla desteklenmeyi hak ediyor.
Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nü
hablemitoglu.net web sitesinden, @
hablemitoglu_ae Twitter hesabından
ve facebook.com/HaEnet sayfası üzerinden izleyebilirsiniz.
sektörden
ELLERİN BÜYÜSÜ İSTANBUL’DA!
Dünyaca ünlü Plastik Cerrah Prof. Dr. Hans Zilch’in özel koleksiyonundan oluşan ve Pharmactive
İlaç desteği ile İstanbul’a getirilen “Ellerin Büyüsü” resim ve heykel sergisi, düzenlenen açılış
kokteyli ile sanatseverlerin beğenisine sunuldu.
Pharmactive, sponsorluğunda gerçekleşen 2015 yılının en büyük sanat etkinliklerinden “Ellerin Büyüsü”
Sergisi, 3-28 Haziran 2015 tarihleri
arasında tüm sanatseverleri İstanbul
Odeabank’ın yeni sanat platformu
O’Art’a bekliyor.
Dünyaca ünlü Plastik Cerrah Prof.
Dr. Hans Zilch ve Pharmactive İlaç
Genel Müdürü Köksal Ülgen serginin açılışında hazır bulundu. Ülgen,
Pharmactive İlaç olarak sergiye sponsor olmaktan ve bu değerli eserleri
İstanbullu sanatseverlerle buluşturmaktan mutluluk duyduklarını belirterek; “Ellerin Büyüsü resim ve heykel
sergisi, çok değerli sosyal sorumluluk
projelerimiz arasında yer alıyor. Prof.
Dr. Hans Zilch’in bu özel koleksiyonu şu ana kadar İzmir’de, Ankara’da,
Antalya’da sergilendi. Bu seçkin eserleri, şimdi de İstanbul’da siz değerli
sanatseverlere sunuyoruz‘’ dedi.
İlk kez Berlin Üniversitesi’nde hocalık
yaparken ünlü sanatçıların ellerle ilgili orijinal eserlerini biriktirmeye başlayan Prof. Dr. Hans Zilch’in 30 yılda
oluşturduğu koleksiyonu, gittiği her
ülkede aynı isimle sergileniyor. Prof.
Zilch’in “Ellerin Büyüsü” adlı koleksiyonunda; Pablo Picasso, Auguste Rodin, Salvador Dali, Eugène Delacroix,
Le Corbusier, Man Ray, Joseph Beuys,
Georg Baselitz gibi dünya sanatına
yön veren efsane sanatçıların eserleri
yer alıyor. Pharmactive İlaç’ın desteği
ile gerçekleştirilecek sergide toplam
60 eser bulunuyor.
Prof. Dr. Hans Zilch’in Ortopedinin
yanı sıra, Romatizma ve Fizik Tedavi uzmanlığı da bulunuyor. Prof. Dr.
Zilch’in tanınmış hastaları arasında
Almanya Şansölye Yardımcısı ve
Enerji ve Ekonomi Bakanlığı‘nda halen görevini sürdüren Sosyal Demokrat Parti Başkanı Sigmar Gabriel de
yer alıyor. Ellerin Büyüsü koleksiyonunda kendisini motive eden şeyin,
henüz genç bir doktorken el cerrahisine duyduğu ilgi olduğunu belirten
Prof. Dr. Zilch; “Travma sonucu zarar
görmüş bir eli tekrar fonksiyonel ve
estetik bir forma sokma olasılığı beni
heyecanlandırıyordu. Bu dönemde kişilik ve eller arasındaki ilişkinin
anlamını keşfettim. Bazı İnsanlar
travma sonrasında ellerini saklar, ellerinden utanırlar ve içe kapanırlar.
Sonrasında, sanatsal el figürleri ve
finansal olarak mümkün olduğunca
sanat eserleri, takvim yaprakları ve
posta kartları toplamaya başladım.
Berlin’de Freien Üniversitesi öğretim
üyesi olduğum sıralar el cerrahisi özel
bölümünü yayınlarken, bu sanatsal
koleksiyona başladım. Ellerin sanatsal yorumu benim için heyecanlandırıcı oldu ve bu virüs bana bulaştıktan
sonra hiçbir tedavi mümkün olmadı”
dedi.
Emeklilik yaşamını elin sanata yansıması konulu eserlere ayıran Prof.
Dr. Hans Zilch’in koleksiyonu Mönchehaus-Museum (Kesisevi Müzesi), Goslar Şehir Müzesi ve Hameln
Sanatevi’nde sergilendi. Koleksiyon
içinden seçilen bazı eserler Berlin ve
Davos’ta da yer aldı.
İbrahim Karaoğlu küratörlüğünde
gerçekleşen “Ellerin Büyüsü“ sergisi,
ilk kez İzmir’de Saya Grup’un inşaat
sektörü bünyesindeki Folkart Sanat
Galeri’sinde sergilenmeye başlandı. Daha sonra Ankara ve Antalya’
da sanatseverlerle buluşan sergi
İstanbul’dan sonra Temmuz ayında
Hamburg’da sergilenecek.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
73
röportaj
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Sinan CANAN’dan
KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER
Kitabınızın adı ne anlama geliyor?
Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler, yaklaşık 10 yıl kadar önce yazdığım bir
yazımın başlığı idi. Bu yazı, biraz genişletilmiş haliyle kitabın son bölümlerinde de yer alıyor. Yazının konusu,
özellikle kaos kuramı ve karmaşıklık
bakış açısıyla, daha önceden zamanla bilinebileceğine inandığımız bir
çok şeyin neden “bilinemeyeceği”
üzerineydi. Bu başlığı kitaba isim
olarak seçmemiz de özellikle bu fikrin kitabın ana temalarından birisini
oluşturmasından dolayı oldu. Yoksa
kitapta “kimsenin bilemeyeceği şeyleri” yazmak gibi bir iddiam yok, zira
ben de bir kimseyim neticede...
74
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Bir sinirbilimci olarak neden böyle bir
kitap yazma ihtiyacı duydunuz?
Sadece sinirbilimci değil, köken olarak bir biyolog, okumaya meraklı bir
insan, inançlı bir Müslüman ve kendini sürekli eksik hisseden birisiyim. Bu
eksikliğimi tamamlamak için bildiğim
en iyi yol okumak, düşünmek, yazmak ve diğer insanlarla konuşmak.
Bu kitap da yıllar içinde bu amaçla aldığım notların derlenmiş hali aslında.
Amacım, özellikle gençlerin, başta
din-bilim meselesindeki kafa karışıklığına kendimce bazı çözümler önermek, bilimi olabildiğince çok insana,
özellikle de bilimle ilgilenmeyen insanlara sevdirmek, inançlı insanların
esas görevinin araştırmak ve bilmek
olduğunu hatırlatmak ve nihayet, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen bilimsel dönüşümlerin düşünce
dünyamız üzerine yapması gerektiğini düşündüğüm etkileri olabildiğince
hızlandırmaktan ibaret. Cevaplardan
ziyade üzerinde düşünülebilecek
sorular sormaya, düşünmeye yatkın
zihinlere ileride büyük fikirlere sebep
olabilecek küçük düşünce tohumları
atmaya çalışıyorum aslında.
Kitabınıza olan ilgi sizce nasıl?
Kitaba olan ilgi benim tahminlerimin oldukça üzerinde başladı. Çıkalı
iki ay geçtiğinde üçüncü baskımızı yapmak üzere hazırlıklar başladı.
İnşallah böyle devam eder ve ümit
ediyorum ki ben de bu ilgiye layık
bir çizgide devam edebilirim. Aldığım geri bildirimlerden anladığım
kadarıyla kitapta en çok ilgi çeken
konu, öncelikle yazılış üslubuyla ilgili. Konuştuğum gibi yazmaya gayret
ediyorum ve yaklaşık 10 yıldır sürekli
yaptığım halka açık konuşma ve konferansların neticesinde sanırım bilimi
halk diline tercüme etme konusunda
biraz birikim kazandım. Onu olabildiğince kitabıma da yansıtmaya gayret
ettim. Bu açıdan çok olumlu dönüşler
aldım. Kitapta bir çok netameli konuya da dokunmuş olmama rağmen
sanırım derdimi anlatabilmişim. Çok
az olumsuz dönüş dışında genelde
oldukça cesaretlendirici ve mahcup
edici geri dönüşler aldım. Olumsuz
olanlar ise daha ziyade ideolojik
yahut mezhebi duruşlar nedeniyle
oluyor ve sanıyorum sloganların ötesinde bir masa etrafında konuşulsa
anlaşılmayacak meseleler değil.
Medyada da sıklıkla yer alıyorsunuz,
gerek orada anlattığınız konular, gerekse
kitapta ele aldığınız başlıklar karşılığında
nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Dediğim gibi, genelde olumlu. Fakat
bana sorulan genel bir soru: “Neden
her şey hakkında konuşuyorsunuz?”
yahut “Neden sürekli dini konulara
giriyorsunuz?” şeklinde. Birincisi, bir
insan olarak bir kere yaşayacağım
ve eğitimimin yahut diplomamın
bana sınır koymasına izin veremem.
İlgilendiğim her alanda ise yazıp çiziyorum, yanlış bir şey söylüyorsam
elbette tartışmaya açıktır; zira zaten
tartışma olsun, fikirler gelişsin diye
yazıyoruz. Dini konulara gelince, ben
sürekli girmiyorum ama konularda
da konuşabilme özgürlüğüne sahip
olduğumu düşündüğüm için olacak,
bu tip meselelerdeki sorular sıklıkla
bana soruluyor. İnsanların dünyayı merak etmek yerine “öteki tarafı”
merak etmesinin tuhaflığını sıklıkla
vurgulayıp gözleri bilime ve bilmeye
çevirmeye çalışıyorum ama, inanan
bir insan olarak inanç konusuna da
duyarsız kalamam. Din, inanan bir
insan için, mesleği ne olursa olsun,
uzmanlaşması gereken bir alandır ve
ben de elimden geldiğince hayatımın anlamına dair uzmanlık geliştirmeye çalışıyorum.
Kitabınızın alışılmışın dışında bir
yapılanması var. Biraz bilgi verir misiniz
henüz okumamış olanlar için?
Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan Bize Dair bölümünde, biyolojimizden ve beynimizin yapısından
yola çıkarak insana, dile, anlama ve
iletişime dair görüşlerimi bir araya
toplamaya çalıştım. İkinci bölüm, “Bilim ve İnanca Dair” başlığını taşıyor
ve özellikle din-bilim sorunu, evrim
mi yaratılış mı gibi tartışmalara mantıklı bir çıkış yolu bulmaya çalışıyorum. Kitabın en çok tartışılan v geri
dönüş alığım kısmı da tahmin edersiniz ki bu bölüm. “Kaosa dair” başlıklı
üçüncü bölüm ise kaos ve karmaşıklık bilimi, fraktal geometri, tabiatın
biçimleri, kenar etkisi, kaos felsefesi
ve konuyla ilgili hayatımızı doğrudan ilgilendirdiğini düşündüğüm
çıkarımlarımı içeriyor. Bu bölümde
de yine özellikle eğitimci arkadaşlarımızdan çok olumlu yorumlar aldım.
Sanırım bu kısmı genişletmem ve
müstakil bir kitap olarak yayınlamam
gerekecek.
Devam kitabı yazmayı düşünüyor
musunuz?
Bu tip derleme tarzı kitapları yine
yazma niyetim var. Fakat şimdi sırada
[n]Beyin kitabı ile müstakil bir Kaos
kitabı var. Onlar üzerinde çalışmaya
çalışıyorum. İnşallah 2015 yazında
bitirme ve piyasaya çıkartma niyetim
var. Ardından daha ziyade gençlere
yönelik içeriklerle yazarlığa devam
etmeyi arzu ediyorum, ömrümüz ve
imkanımız olduğunca elbette...
Kitabın üzerinde bir [n]Beyin logosu
görüyoruz. Acaba bu [n]Beyin konularını
da içeren başka kitapların çıkacağının da
bir işareti mi?
Evet, planımız bir seri halinde [n]
Beyin kitapları çıkartmak. Beynimizin gizemli dünyasını anlatan kitap-
Doç. Dr. Sinan CANAN
larımız dışında “kullanım kılavuzu”
şeklinde tabir edebileceğimiz pratik
kitaplarımız da geliyor. Ama şimdilik
çok fazla ipucu vermeyelim. İnşallah
2016 itibariyle kitaplarımızı raflarda
görmeye başlayacağız.
[n]Beyin ile bundan sonra neler yapmayı
planlıyorsunuz?
[n]Beyin aslında bir bilimsel anlatı
olarak başladı ve bu yolla Türkiye’nin
bir çok merkezinde, başlıca üniversitelerinde ve kamu kurumlarında binlerce insana ulaştık. Bu gün [n]Beyin
artık bir eğitim ve araştırma grubu
haline gelmiş durumda. Farklı disiplinlerden araştırmacılarımız, sanatçı
arkadaşlarımız ve öğrencilerimizle
beynimizin, zihnimizin ve yaşantımızın gizemlerini açacak anahtarlar geliştirmekle ve bunları herkese sunabilmekle ilgileniyoruz. Alışılageldik
tek taraflı bir bilgilendirme yerine,
eğitimler ve alan çalışmaları ile, beynimizi ve hayatımızı daha olumlu bir
yönde değiştirmenin yollarını araştırıyor ve bunları çeşitli vesilelerle [n]
Beyin dostları ile paylaşmaya gayret
ediyoruz. Yakında medyada daha
çok göreceğinizi zannettiğim [n]
Beyin, çok fazla örneği olmayan bir
yapılanma olarak, geleceği bilim ve
sanatla şekillendirmenin yollarını
araştıran, öğrendiği her şeyi insanların hizmetine sunmayı amaç edinmiş
bir okul olarak şekilleniyor. Türkiye
şartlarında tam olarak nasıl evrileceğini bilmesek de, hepimiz oldukça
heyecanla çalışıyoruz. Güzelliklerde
birleşenlerin güzellikler doğuracağına olan inancımızla yolumuza devam
ediyoruz. Bizi izlemeye devam edin.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
75
haber
2.ULUSAL SAĞLIK HUKUKU KONGRESİ
Malpraktis davalarında ciddi artışa sebep olduğunu dile
getirdi.
Adli Bilimciler Derneği tarafından
Gaziantep’te Onursal Başkanlığını
Harran Üniversitesi Önceki Rektörü
Prof. Dr. İbrahim Halil Mutlu’nun yaptığı ve Özyeğin Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yener Ünver ile Adli Bilimciler Derneği Başkanı
Prof. Dr. İ. Hamit Hancı’nın başkanlığında 2. Sağlık Hukuku Kongresi gerçekleştirilmiştir.
Kosova Anayasa Mahkemesi Üyesi
Dr. Altay Suroy’un Sağlık Hukuku ile
İlgili Kosova Anayasa Mahkemesi Kararları konulu bildirisi Av. Sadık Sinan
Yılmaz tarafından katılımcılara aktarılmıştır. Dr. Suroy, 2008 yılında bağımsızlığını ilan eden Kosova’da, 13
Aralık 2012 de Sağlık hukuku kanununun onaylandığını bu çerçevede
kamu da çalışan doktor ve sağlık çalışanlarının özel sektörde çalışmasının
yasaklandığını belirtti.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli
Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr.
Gürol Cantürk, Tıbbi Uygulama Hatası İddialarında Otopsinin Önemi
konulu bildirisinde özellikle ölümlü
Malpraktis davalarında adli otopsinin önemini, otopsinin sadece neyin
olduğunu değil neyin olmadığını
da açıklamak için gerekli olduğunu
söyledi. Tıbbi Malpraktisin hekimin
tedavi sırasında standart uygulamayı
yapmaması olduğunu, bu durumda
3 çeşit insan , çevre ve tıbbi cihazlara bağlı faktörlerin varlığını ekleyerek, Hastaların tedavide iyi sonuç
beklentisinin artmasına bağlı olarak
toplumda artan hassasiyetin tıbbi
76
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi
Etik A.D Başkanı Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu, Tıbbi Etik’ten, Tıbbi Hukuk’a
Tıbbi Eylemler konulu bildirisinde
etiğin iyiyi-kötüyü inceleyen felsefenin alt dalı olduğunu hekimlik mesleğinin icrasının hekim-hasta arasındaki güvene dayandığını ancak bu
güvenin hekimin bilgi ve becerisinin
mevcut olmasına rağmen kimi zaman hastanın iyileşmesi için yeterli
olmadığını kaydetti.
Yargıtay Üyesi Hakim Battal Yılmaz,
“Hekimin Hukuki Sorumluluğunda
Yargıtay Uygulaması” konulu bildirisinde hekimin hukuki sorumluluğunun hukukumuzda vekalet ve eser
sözleşmesi olarak değerlendirildiğini, hekimin borçlarının neler olduğu,
tıbbi müdahaleden doğan zararların
maddi ve manevi zararları olduğunu, sağlık kurumlarının sorumluluğu
olduğunu, özel hastane sorumluluklarını açısından ise tüketici mahkemesinin görevli olduğunu ama parasal sınır kapsamında tüketici hakem
heyetlerinin görevleri kapsamına
girmemesi gerektiğini, kamu hastaneleri açısından idari yargı yoluna
başvurulabileceğini, açılan davalarda
ispat yükümlülüğünün hekime ait
olduğunu zaman aşımı bakımından
147. Madde gereğince 5 yıllık zaman
aşımı, eser sözleşmesinde ise 2 yıllık
zaman aşımının mevcut olduğunu
söyledi.
Adli Bilimciler Derneği Sağlık Hukuku Komisyonu Başkanı Prof. Dr.
Zerrin Erkol’un başkanlığında konuşan Nesep Tayini konusunda yapan
Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji
Enstitüsü’nden Doç. Dr. Yeşim Doğan, 1985 yılından beri genetik kimliklendirmenin yapıldığını, DNA analizlere akrabalık derecelerinin dahil
edilebildiğini belirtti.
Ankara Üniversitesi Adli Bilimler
Enstitüsü’nden Ebe İnci Yağmur Tezbasan, “Ebelerin Yasal Sorumluluğu”
konulu bildirisinde şunları söyledi:
“Ebelik tarihin en eski mesleklerinden biridir. Sağlık Bakanlığı’na göre
ebe; ana-çocuk sağlığı hizmetlerini yürüten, doğum öncesi, doğum,
sonrası hizmetleri veren, doğum
yaptıran 0-6 yaş grubu çocuk beslenme ve aşıları yapan, aile planlaması,
kişisel temizlik kuralları, ilk yardım,
bulaşıcı ve sosyal hastalılardan korunma savaşla ilgili konularda bireye
, aileye, topluma sağlık eğitimi veren
, doğum, ölüm istatistik verileri toplayan , değerlendiren kamu kuruluşları ile gerekli işbirliğini sağlayan insani ve ahlaki davranışları ile örnek,
sağlık bakanlığınca tescil edilmiş bir
okuldan mezun olan meslek mensubudur. Ebelik mesleğini yapan her
ebenin mesleki sorumlulukları ve bu
sorumlulukların hukuki boyutu vardır. Bu hukuki sorumlulukların doğması için ebenin mesleğini icra ettiği
sırada haksız olarak bir hastaya maddi veya manevi zarar vermiş olması
gerekmektedir. Her ebenin yasal sorumluluklarını bilmesi ve mesleğinin
hukuki boyutuyla karşı karşıya geldiği zaman izleyeceği yol hakkında
bilgi sahibi olması gerekir.”
Dünyanın en önemli beyin cerrahlarının katıldığı Türk Nöroşirürji
Derneği’nin 29. Bilimsel Kongresi
Antalya’da gerçekleştirildi. Beyin cerrahisindeki son gelişmelerin masaya
yatırıldığı kongrede, Türk Nöroşirürji
Derneği ve Amerikan Beyin Cerrahisi
Derneği CNS arasında 10 yıllık bilimsel işbirliği anlaşması imzalandı.
Anevrizma ve beyin tümörlerinde,
ameliyatların artık kafatası açılmadan kasıktan katater ile girilerek yapılabildiğini belirten CNS yönetim
kurulu üyesi Prof. Dr. Aclan Doğan,
“her yıl değişen stent teknolojisiyle
artık çok daha kolay bir şekilde hem
anevrizmayı hem de tümörleri tedavi edebiliyoruz. Kafatasını açmadan
kasıktan girip beyne ulaşıyoruz. Böylelikle hastalarımız daha az risk alış
oluyor”. dedi.
Türk Nöroşirürji Derneği Başkanı Prof.
Dr. Zeki Şekerci ise; “Türkiye, yapılan
başarılı çalışalar sayesinde doğu ile
batı arasında körü görevi üstleniyor.
“Kök Hücre Nakli Çalışmalarında Aşama
Henüz ‘Güvenli Midir?, Değil Midir?’
Sürecinde”
CNS Başkanı Prof. Dr. Nathan Selden;
“ABD’de Türk beyin cerrahı ile de birlikte çalışıyorum. ABD’deki eğitim
sistemlerinde Türklerin tecrübelerini
kullanarak bunu dünyaya yaymayı
istiyoruz. CNS’in ana görevi dünyada nöroşirürji eğitimini düzelterek
ve dünya çapına yayarak hastaların
daha iyi sonuçlar almasını sağlamak»
diye konuştu.
Prof. Dr. Aclan Doğan
Sinir sistemi ve kök hücre çalışmalarıyla ilgili ise; “Beyin ve omurilik has-
haber
BEYİN AMELİYATLARI
ARTIK KASIKTAN YAPILABİLİYOR
talıklarında kök hücre nakli çözüm
olarak görülebileceğini düşünen
bilim adamları yıllardır kök hücre
çalışmaları yapıyor. Ben de bu konu
üzerinde yıllardır çalışmalar yapıyorum. Kök hücre vermek güvenli midir
ilk aşama bu konu üzerinde çalışmaların sonuçlanması gerek. Etkili
olmasından öte güvenli olup olmadığına bakmalıyız. Ciddi olarak çalışılmadan yalnızca popilist yaklaşımlarla kullanılması doğru değil. Çin’de,
Bulgaristan’da hastaları yürüttüler
şeklinde haberler çıkıyor ve bu tip
söylemler hastaları hayal kırıklığına
uğratabiliyor.”
“Türkiye Bulunduğu Bölgede
Oldukça Etkili”
Basın toplantısında söz alan CNS Başkanı Prof. Dr. Nathan Selden; “Bu yıl
Eylül sonunda ABD’de yapılacak CNS
Kongresi için Türkiye’den 100’ün üzerinden çalışmanın gönderildiğini belirterek “Bu çalışmalar kongremizde
paylaşılacak. Türk beyin cerrahlarının
düzeyi çok iyi ve bölgede çok etkili
olmaları bizim böylesi bir işbirliği imzalamamızda etkili oldu” dedi.
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
77
film
TempleGrandin
Dr. Özlem Oğul
Film hala hayatta olan Amerikalı hayvan bilimi uzmanı, Colorado
Devlet Üniversitesi’nde profesör,
yazar, otizm aktivisti ve hayvancılık
sektöründe hayvan davranışları alanında danışman olan otizmli Temple
Grandin’in biyografik filmidir.Beyaz
perdede gösterimi olmayan film
belgesel amaçlı TV filmi olarak yayınlanmıştır.Hikaye 4 yaşına kadar annesinin tüm çabalarına rağmen konuşamayan, sarılmaktan hoşlanmayan,
farklı tepkiler veren Temple’nin yine
annesinin durumu farkedip doktora
götürmesi sonucu otizmli olduğunun anlaşılmasıyla başlıyor.İlerleyen
yaşlarda sarılma ihtiyacını gidermek
için kendisi için yine kendisinin hazırladığı düzenek günümüzde hala
otizmli çocuklar için de kullanılıyor.
Evreni farklı algılayıp dolayısıyla da
farklı tepkiler geliştirdikleri için toplum tarafından ‘’eksik’’, bu filmde olduğu ‘’ucube’’ vb. yakıştırmalarla yaşam alanları kısıtlanan, dışlanan, son
derece hassas olan otizmlilerin ve
ailelerinin gerçeklerinin neler olduğu
konusunda eğitici ve öğretici de olan
filmde çok sık duygu geçişleri yaşıyorsunuz.Acı, mutluluk, sevgi, öfke,
hırs, mücadele...her şey çok iç içe..
78
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
Temple’in kendisinin eksik değil farklı
olduğunu anlatma çabaları, fikirlerine, düşüncelerine duyarsız kalınması, gittiği her kapıdan kovulması karşısında Temple ne kadar üzülüyorsa,
siz de o kadar çileden çıkıyorsunuz
izlerken..Gereksiz bürokratik engeller, cinsiyet eşitsizliği ve fırsat eşitsizliğine de ince göndermeler yapılmış.
Filmde çocuğunun farklılığının farkında olup bunu kabullenen, evladını destekleyen, bir adım daha ileriye
götürmek için çabalayan ilgili ve bilinçli bir ebeveynin otizmli bir çocuk
için ne kadar hayati olduğu, ayrıca
eğitim hayatında da gerçek bir eğitimci tarafından otizmli bir çocuğun
özel yeteneğinin farkedilmesinin, o
alana yönlendirilip desteklenmesinin
bu çocukların başarılarında ne kadar
önemli olduğu çok güzel işlenmiş.
Temple Grandin bu anlamda şanslı
bir otizmli.Dolayısıyla bu sahnelerde
her otizmlinin Temple Grandin kadar
şanslı olamadığı gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz maalesef..Müthiş bir görsel
zekaya sahip olduğu bilim öğretmeni
tarafından keşfedilen Temple Grandin annesi ve öğretmeninin destekleriyle üniversite eğitimini çok sevdiği
hayvanlar üzerine yapıyor.Üniversiteden mezuniyet sahnesi de filmin en
güzel, en etkileyici sahnesi..O sahne
üzerine bir roman yazılır diye düşünüyorum....Arşivde bulunması gereken, eğitici ve öğretici mesajları dolayısıyla mutlaka izlenmesi gereken bir
film..İyi seyirler:)
kitap
TÜRKİYE İLAÇ SEKTÖRÜ ANALİZİ
2003 yılından itibaren Türkiye sağlık sisteminin ve sağlık harcamalarının gelişimini (1.bölüm), Türkiye ilaç sektörünün değerlendirilmesini (2.bölüm), 2002-2014
Döneminde Türkiye ilaç sektörünü etkileyen gelişmeleri (3. bölüm), Türkiye’de ilaç
finansmanı, fiyatlandırma ve geri ödemesi sistemini (4. bölüm), Türkiye ilaç harcamalarının gelişimini (5. bölüm), ilaç sektör analizini (6.bölüm) ve ilaç sektörünün stratejisi ve hedeflerini (7. bölüm) bulmak mümkündür.
Yazar adı: Mehmet Atasever
Basım yılı: 2015, 1. Baskı
“Türkiye İlaç Sektörü Analizi” kitabı ile Türkiye’deki ilaç sektörü ve finansmanı ile
ilgili önemli bir boşluğun doldurulacağını, ilaç sektörünün mali boyutunun daha
iyi anlaşılacağını, tüm ilgililerin daha sağlıklı analiz yapacağını ve karar alma
noktasında olanlara da yardımcı olacağını düşünüyorum.
Bu vesile ile çalışmanın daha sonra yapılacak ileri araştırmalara rehberlik etmesini temenni ediyorum.
KADIN BEYNİ - ERKEK BEYNİ
Bu kitabı okuduğunuzda beyninizin cinsiyeti hakkında birçok detayı öğreneceksiniz. Kadınlar ve erkekler arasındaki farkları, karşı cinsin sizi kızdıran, güldüren hatta şaşırtan birçok
tepkisinin nedenini anlayacaksınız.
Serkan Karaismailoğlu’nun bilimsel bir o kadar da mizahi anlatımıyla Kadın Beyni Erkek
Beyni…
Yazar : Serkan Karaismailoğlu
Yayınevi: Elma Yayınevi
-
Erkekler neden dinlemez? Acaba beyinlerimizin işitmeden sorumlu bölgeleri birbirinden
farklı mı?
-
Kadınlar çok mu konuşur? Kadınlardaki “dır dır” kavramı gerçek midir ve altında yatan
sinirbilimsel açıklama nedir?
-
”Beni hiç anlamıyorsun” sözünü duymayan erkek var mıdır? Peki, kadınlar bu isyanlarında ne kadar haklılar?
-
Erkekler mi yanılıyor, yoksa kadınları tatmin etmek gerçekten de imkânsız mıdır?
-
Söz konusu erkeklerin mutluluğu olduğunda kavanoz kapakları neden önem kazanır?
-
Hayatın renklerini aynı şekilde mi görüyoruz? Yani dore ve lamenin aslında birer renk
olduğunu bilen kaç erkek var?
-
Kadınlar özel günleri asla unutmazken erkekler nasıl bu kadar kolay unuturlar?
-
Bir insanın sadece parmaklarına bakarak beyni hakkında nasıl bilgi sahibi olabilirsiniz?
MUTLULUK SAĞLIKTIR
Mutluluğumuz ve sağlığımız için aile içinde ve bireysel yaşantımızda dikkat edeceğimiz noktalar var. Bir yandan mutlu olarak diğer yandan sağlıklı olabilir, olmaya devam edebiliriz.
Bu kitap ilk bakışta birbirinden ilgisiz gibi görünen, aslında mutlu ve sağlıklı olmayı hedefleyen yazılardan oluşuyor.
Yazar : Prof. Dr. Sefa Saygılı
Sayfa sayısı: 160
Yayınevi: Yediveren
Baskı Yılı: 2011
80
80
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
SAĞLIK ve İNSAN / HAZİRAN 2015
İnanın, mutlu ve sağlıklı olmak çok uzağımızda değil. Ancak ulaşmak için yapacağımız bazı hususlar var. Elimizdeki kitap işte bir yandan mutluluğu diğer yandan sağlıklı olmayı sağlamak amacında...

Benzer belgeler