sayi 44 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 44 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
EDİTÖRDEN
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı, Medeniyet Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı
Adana Milletvekili
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı
Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
A’dan Z’ye GEBELİK
Gebelik süreci sağlık araştırma ve çalışmalarının en önemli evrelerinden
biridir. Çünkü sağlıklı bir bebek dünyaya getirmek, bebeğin ve annesinin
sağlıklı olmasını sağlamak gebelik sürecinin “sağlıklı” olması ile doğrudan
ilişkilidir. Bu nedenle eski adı ile Temel Sağlık, yeni ismi ile Halk Sağlığı
çalışmalarında gebe takibine yani gebelik sürecine ayrı bir önem verilir.
Sağlıklı bireylerle oluşabilecek sağlıklı bir toplum yapılanmasının da olmazsa
olmazlarından GEBELİK konusu Ağustos sayımızın Kapak Dosyası oldu.
Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumunun başarı ile yürüttüğü
gebe, anne ve bebek sağlığı çalışmaları başta olmak üzere GEBELİK
konusu ile ilgili bütün aşamalar her detayı ile gerçekten de A’dan Z’ye yer
alıyor Ağustos Kapak Dosyamızda. Bütün Kapak Dosyalarımız gibi “A’dan
Z’ye GEBELİK” adını verdiğimiz bu dosyamızın da ilgi ile okunacağını ve
istifade edileceğini biliyoruz.
Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Kurumu Başkanlığı, Op. Dr. Leyla
Mollamahmutoğlu, Prof. Dr. Erol Tavmergen, Prof. Dr. Murat Sönmezer,
Prof. Dr. S. Cansun Demir, Prof. Dr. Timur Gürgan, Prof. Dr. Cihat Şen, Op.
Dr. Gökçen Erdoğan, Op. Dr. Hakan Özörnek, Op. Dr. Ali Enver Kurt oldukça
kapsamlı bir biçimde hazırlanan kapak dosyamıza katkı sundular.
Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu, Doç. DR. Elgiz Yılmaz, Prof. Dr. Ali Özdek, Prof.
Dr. Pelin Koçyiğit, Prof. Dr. Mustafa Yüksel, Doç. Dr. Volkan Tuğcu, Prof. Dr.
Şükran Tunalı, Dr. Setenay Mit, Uzm. Dr. Fatih Batı, Dr. Bilge Geçioğlu, Dr.
Ersel Geçioğlu, Dr. Sinan Gülöksüz, Öğr. Gör. Uzm. M: Serhat Semercioğlu
Ağustos sayımıza yazı, röportaj, araştırma, gezi yazısı, analiz ve farklı
çalışmaları ile katkıda bulunan diğer isimler.
Sağlık ve İnsan Dergisi olarak yayın ailemizin giderek genişlediğini ve
birbirinden özel çalışmaların dergimizde yer aldığını fark ediyor ve bunu
bizimle de paylaşıyorsunuz. Bu olumlu geri dönüşler bizi hem çok mutlu
ediyor hem de sorumluluğumuzun arttığını bize hatırlatıyor.
Daha nitelikli, kapsamlı ve dopdolu yeni sayılarda buluşmayı diliyor
bütün anne adaylarına sağlıklı bir gebelik süreci geçirmelerini, bebeklerini
sağlıkla dünyaya getirmelerini ve yine sağlıkla büyütmelerini temenni
ediyoruz.
Ayşe Aydın
/saglikinsandrg
Yıl: 4 Sayı: 44 • AĞUSTOS 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
EsasMedya Ltd. Şti. adına
/saglikveinsandergisi
www.saglikveinsandergisi.com
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı:
Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83
Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54
Basım Tarihi: Ağustos 2015, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir.
04
Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun Yürüttüğü
Gebe – Anne ve Bebek Sağlığı Çalışmaları
14 A’dan Z’ye Gebelik Süreci
42
Erdemli İnsan Olmak Üzerine
36
Doğum Süreci
10 ve Alternatif Doğum
Fetus Hakları
50
Çocuklarda Konuşma Diyeti:
Selektif Mutizm
77
Canlar Ülkesi: ABHAZYA
kapakkonusu
Sağlık Bakanlığı
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun Yürüttüğü
GEBE – ANNE VE BEBEK SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI
Sağlık Bakanlığı
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu
Ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri ne
olursa olsun, hayata yeni başlayan
ve kendi kendine yeterli duruma gelmek için uzun bir zaman korunup
bakılması gereken bebekler, desteğe
muhtaç çocuklar ve onları dünyaya
getiren anneler, her toplumda diğer
bireylerden daha fazla özen ve desteğe ihtiyaç duymaktadır. Özellikle,
anne ve bebek ölümlerini önleme konusunda, ilgili tüm kesimlere önemli
görevler düşmektedir.
Anne sağlığının korunmasına ve
anne ölümlerinin önlenmesine yönelik Daire Başkanlığımızca yürütülen
programlar
• 15-49 Yaş Kadın İzlemi
• Evlilik Öncesi Danışmanlık Programı
• Doğum Öncesi Bakım Programı
• Gebe Bilgilendirme Sınıfı Programı
• Gebelere ve Lohusalara Nutrisyonel Destek Programı
• Acil Obstetrik Bakım Programı
• Doğum ve Sezaryen Programı
4
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
• Kurtarılan Anneler Programı
• Doğum Sonu Bakım Programı
• Aile Planlaması Programı
• Anne Ölümlerini İzleme ve Önleme Programı
• Anne Dostu Hastane Programı
• Üreme Sağlığı Hizmet İçi Eğitimleri
• Üreme Sağlığı Hizmetlerine Erkek
Katılımının Sağlanması Programı
• Misafir Anne Uygulaması
Doğum öncesi bakım ile; annenin
sağlıklı bir gebelik geçirerek sağlıklı bebek doğurmasını ve gebelikte
sağlığının korunmasını amaçlayan
annede gebelikten önce var olan
hastalıkların saptanması, gebelikte
komplikasyon yaratabilecek hastalıkların erken tanı ve tedavisi ve gerekirse sevkini de içeren, anneyi tetanoza
karşı bağışıklayan, doğumun nerede,
nasıl ve kim tarafından yapılacağına
karar veren, beslenme, hijyen, doğum, doğum sonu bakım, kullanabileceği gebeliği önleyici yöntemler
konusunda danışmanlık alma imkanı
sağlayan doğum öncesi bakım hizmetleri ile ilgili özel bir üreme sağlığı
hizmetinin verilmesi gerektiğinden
bakanlığımızca güvenli ve nitelikli
hizmet sunulması ve uygulamada
birlikteliğin sağlanması amacıyla
“Doğum Öncesi Bakım Yönetim Rehberi” hazırlanmıştır. Doğum öncesi
bakıma gebelik tanısı koyulduğu andan itibaren nitelikli sağlık personelinden en erken dönemde alınmaya
başlanmakta, doğuma kadar düzenli
ve yönetim rehberine göre sürdürülmekte, gebenin izlemleri en az dört
kez yapılmaktadır. Birinci izlem gebeliğin 14. haftasına kadar, ikinci izlem
18-24 haftalar arasında, üçüncü izlem 28-32. haftalar arasında, dördüncü izlem ise 36-38. haftalar arasında
gerçekleştirilmektedir.
Doğum Öncesi Bakım oranı 2014 yılı
% 97’ dir. Ayrıca riskli gebeliklerin
yönetimine ilişkin gebelik öncesi,
gebelik, doğum ve doğum sonrası
dönemlerde yapılması gerekenleri içerecek şekilde “Riskli Gebelikler
Yönetim Rehberi” hazırlanmıştır. Hazırlanan rehber; Gebelikte Venöz
Tromboembolizm Yönetimi Rehberi,
Gebelik ve Kardiyovasküler Hastalıklar Yönetim Rehberi, Diyabetik Gebe
Yönetim Rehberi, Astımlı Gebe Yönetim Rehberi ve güncellenen Epilepsili
Gebe Yönetim Rehberinden oluşmaktadır. 2015 yılında başlayan riskli
gebelik bildirimlerinin Halk Sağlığı
Bilgi Sistemine entegrasyonu amacıyla modül oluşturma çalışmaları
devam etmektedir.
Acil obstetrik bakım ile; önlenebilir
anne ölümlerini azaltmak, en önemli
anne ölüm nedeni olan acil obstetrik
komplikasyonlara karşı hazırlıklı olmak amaçlanmıştır. Bu program ile
sağlık kurumlarında çalışan kapıdaki
görevliden en üst yöneticiye kadar,
ilaveten doğumhane ve doğum servislerinde çalışan ebe, hemşire, doktor ve kadın doğum uzmanlarına yönelik acil obstetrik bakım eğitimleri
verilmektedir. Bu eğitim içerikleri de
dairemizce hazırlanmaktadır. Ayrıca
“Acil Obstetrik Bakım (AOB)” programı ile gebelik sırasında, doğumda ve
doğum sonrası 42 gün içerisinde acil
müdahale gerektiren durumlara yönelik hizmet sunumu sağlanmaktadır. Bu programla, etkili sevk sistemi
ve güvenli kan nakli ile anne ve bebek ölümlerini önlemek temel olarak
amaçlanmıştır. AOB Hizmet Standartları ve AOB klinik protokolleri oluşturulmuştur.
2007-2015 yılı Haziran ayı arasında
toplam 5.194 kişi Yönetici Kolaylaştırıcı Uyum Eğitimi, 119.596 personel
ise Destek Personel Eğitimlerini tamamlamıştır. Kamu
hastanelerinde görevli kadın
hastalıkları ve doğum uzmanı
hekimlere yönelik AOB Klinisyen Eğitimleri 2013 yılından
itibaren düzenli olarak gerçekleştirilmekte olup 2015 yılı ilk
altı ayı dahil olmak üzere 1.619
hekime, 7.449 doğumhane ve
kadın doğum servisinde çalışan
ebe/hemşireye ulaşılmıştır. Böylece
anne ölümleri konusunda farkındalık arttırarak doğru vaka yönetimi
konusunda güncel bilgi ve deneyim
paylaşımı yapılmıştır.2015 yılı ikinci
yarısından itibaren özel hastanelerin
doğumhane/kadın doğum servisinde çalışan ebe/hemşireler de Acil
Obstetrik Bakım Ebe/Hemşire Eğitimlerine dahil edilecektir.
Gebe bilgilendirme sınıfı ile; tüm
gebelerin, doğum öncesi, doğum
ve doğum sonrası dönemlerine ilişkin bilgi sahibi olmalarını ve bilinçli
doğum yapmalarını sağlamak, anne
ve baba adaylarına normal doğum
eylemi, ağrı yönetimi ve yeni rollerini
benimsemeleri konusunda bilgi ve
beceri kazandırmak amaçlanmıştır.
Ayrıca gebe bilgilendirme sınıfları
ile “Doğum Ağrısıyla Baş Etme Yöntemleri” hakkında eğitimlere katılan
gebelere; kendi fizyolojisine uygun
olan normal doğumu yapabileceği
güvenini kazandırmak, korku ve kaygılarını gidererek doğum ağrısıyla
baş etmenin mümkün olduğu aktarılmaktadır.
Bu amaçla gebe ve gebeye doğumda
refakat edecek yakınlarının;
• Gebelik ve doğumun fizyolojik bir
süreç olduğu, fizyolojik ve psikolojik değişikliklerin olabileceği,
• Gebelik, doğum ve lohusalık sürecinde eş ve yakınının desteğinin
önemli olduğu,
• Doğumun evreleri olan bir süreç
olduğu,
• Doğumda ağrı ile baş etme yöntemleri,
• Gebelik, doğum ve doğum sonu
dönemde yaşanabilecek sorunlar
ve erken tanısı,
• Normal doğumun anne ve bebek
açısından yararları,
• Lohusalık süreci,
• Doğum sonu gebeliği
önleyici
yöntem danışmanlığı ve yenidoğan bakımı konularında bilgilendirilmesi hedeflenmiştir.
Gebe bilgilendirme sınıflarının ülke
geneline yaygınlaştırılması amacıyla konuya ilişkin 25.09.014 tarihli ve
2014/28 Sayılı Gebe Bilgilendirme
Sınıfı Genelgemiz yayınlanmıştır.
Genelge kapsamında; gebe bilgilendirme ve danışmanlığa yönelik hizmetlerde standart uygulamanın gerçekleştirilmesi ve birlikteliğin temini
için: ülke geneli tüm toplum sağlığı
merkezleri ve isteyen 2. ve 3. basamak sağlık kuruluşların bünyesinde,
belirlenen standartlar çerçevesinde
kurulmuştur.
Bu sınıflarda eğitimci sağlık personeli
tarafından gebeler için düzenli eğitim takvimi oluşturularak, bireysel/
grup eğitimi şeklinde 3 oturumda
(Birinci oturumda “Gebelik Süreci”,
ikinci oturumda “Doğum Süreci ve
Doğum Ağrısıyla Baş Etme” ve üçüncü oturumda “Doğum Sonu Dönem
ve Yenidoğan Bakımı”), “Gebe Bilgilendirme Sınıfı Eğitim Kitabı” çerçevesinde eğitim verilmektedir.
Eğitime katılan gebelere bilgilendirme broşürleri verilmekte ve tamamlayan gebelere katılım belgesinin
düzenlenmektedir. Ayrıca aile hekimi/aile sağlığı elemanınca gebeye
sunulmakta olan bilgilendirme ve
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
5
danışmanlık hizmetlerinde de “Gebe
Bilgilendirme Sınıfı Eğitim Kitabı”
kaynak olarak kullanılmaktadır. Daire
Başkanlığımız tarafından; kurulmuş
olan sınıflara dair ve eğitim verilen
gebelere ilişkin veriler düzenli olarak
toplanmakta ve analizleri yapılmaktadır.
Ülkemizde kurulmuş olan sınıfların sayısı 1064’e, bu sınıflarda eğitim verilen
gebe sayımız 85.100’e ulaşmıştır.
Daire Başkanlığımızca programın
başladığı dönemde pilot uygulama
olarak Bolu ve Malatya illerinde eğitici eğitimi düzenlenmiştir.
Demir desteği ; gebelikte meydana gelen fizyolojik gereksinimler,
gebelikteki beslenme alışkanlıkları,
ülkemizde yapılan nüfus ve sağlık
araştırmaları ile konuya ilişkin diğer
araştırma sonuçları değerlendirildiğinde; anne ve bebek sağlığı açısından ciddi bir tehdit olan anemiye
bağlı oluşabilecek komplikasyonları
önleyebilmek amacıyla gebelere ücretsiz demir destek programı Kasım
2005 tarihi itibarı ile başlatılmıştır. Bu
bağlamda; demir depolarının eksikliği yüksek oranda görüldüğünden ve
zaten gebelikte dışarıdan demir desteği gerektiğinden demirin uygulanmayacağı durumlar hariç ayrım yapmadan tüm gebelere 16. haftadan
başlayarak 6 ay ve doğum sonu 3 ay
olmak üzere toplam 9 ay süre ile günlük 40 - 60 mg elementer demir verilerek demir desteği yapılmaktadır.
Bu kapsamda yürütülmekte olan
“Gebelere Demir Desteği Programı”
çerçevesinde demir desteği sağlanacak gebe ve lohusalardan, sosyal
güvencesi olanlara demir preparatı
reçete edilmekte, sosyal güvencesi
olmayan gebe ve lohusalara ise Bakanlığımızca ücretsiz demir preparatı
dağıtılmaktadır.
D Vitamini desteği ; Son 20 yılda
dikkatler anne ve bebeğin biyolojik
birliği temelinde D vitamini eksikliğinin anne ve bebeğin ortak bir sorunu
olduğuna yoğunlaşmış ve bu çerçevede perinatal D vitamini eksikliği tanımlaması önem kazanmıştır. Maternal D vitamini eksikliğinin yenidoğan
ve bebeklik dönemindeki D vitamini
eksikliği ve “infantil rikets” için en
önemli risk faktörü olmasının yanı
sıra, D vitamininin özellikle kemik
6
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
dışı etkileri göz önüne alındığında
gebelik döneminin kritik bir dönem
olabileceği, gebelikteki D vitamini
eksikliğinin fetüs üzerindeki etkilerinin yaşam boyu sürebileceği üzerinde durulmaktadır.
D vitamini eksikliğinin yüksek oranda
görülmesi ve zaten gebelikte dışarıdan D vitamini desteği gerektiğinden D vitamininin uygulanmayacağı
durumlar hariç, ayrım yapılmaksızın
tespit edilen her gebeye ve doğumdan sonra da anneye D vitamini desteği yapılması yürütülmek programın temel amacıdır. Bakanlığımızca
09 Mayıs 2011 tarihinden itibaren
ücretsiz D vitamini dağıtılmasına dayanan bir program başlatmıştır.
Doğum sonu bakım; doğumdan
hemen sonra başlayıp 42. güne kadar devam eden süreçtir. Lohusalık
döneminde anneye sağlık personeli tarafından “Doğum Sonu Bakım
Yönetim Rehberi” ne uygun olarak
izlem yapılmaktadır. Doğum sonrası bakımı ile; riskli durumları erken
dönemde tespit ederek ilk 48 saat
içinde gerçekleşen anne ölümlerini önlemek, anneye ve yakınlarına
lohusalık dönemi, gebeliği önleyici
yöntemler konusunda danışmanlık
vermek, nutrisyonel desteğe devam
etmek amaçlanmaktadır. Doğum
sonrası lohusanın normal doğum
sonrası 24 saat, sezaryen sonrası 48
saat hastanede kalması sağlanmaktadır. Lohusanın doğumunun gerçekleştiği sağlık kuruluşunca en az 3
kez, taburcu olduktan sonra da aile
hekimi/aile sağlığı elemanınca en az
3 kez evde/sağlık kuruluşunda izlemi
gerçekleştirilmektedir. Doğum Sonu
Bakım oranı 2014 yılı % 97’dir.
Aile planlaması hizmetlerinin
amacı; çiftlerin istedikleri zaman ve
istedikleri sayıda çocuk sahibi olmaları ve çocuk sahibi olamayan infertil çiftlerin de bunun nedenlerinin
anlaşılması ve tedavisinin de yapılabilmesidir. Ülkemizde aile planlamasına bakış, pek çok ülkeye göre
haklara dayalı bir yaklaşım içinde
değerlendirilmiştir Aile planlaması
hizmetlerinin verilmesinde bilgilendirme ve danışmanlık hizmetleri çok
önemli rol oynamaktadır. Bakanlığımızca gebeliği önleyici yöntem
danışmanlığı ve yöntem sunumu
hizmetleri başvuran vatandaşlarımı-
za ücretsiz olarak sağlanmakta, riskli
ve istenmeyen gebelikler önlenmektedir. Ayrıca Birinci basamak sağlık
hizmeti veren birimlerde gebelikten
koruyucu en az üç farklı modern
yöntem bilgisi ve hizmeti sunulması
ve sürekliliğinin sağlanması için gerekli malzeme sağlanmakta, 81 il’e
kontraseptif malzeme dağıtımı gerçekleştirilmektedir.
Misafir anne uygulaması ile; hizmete ulaşmada zorluğu olan, özellikle kırsal bölgelerde yaşayan gebelerin güvenli koşullarda doğumlarını
gerçekleştirmelerini sağlayarak anne
ve bebek ölümlerini önlemek amaçlanmaktadır. Uygulama kapsamında
olumsuz iklim ve ulaşım şartlarının
ulaşımı imkânsız hale getirebildiği
bölgelerdeki gebelerin, sosyal sebeplerle doğum esnasında sağlık kurumuna erişiminde problem olabilecek gebelerin ve riskli durumu olan
gebelerin tespit edilerek; planlanan
merkezlere nakledilmesi, konaklatılması, hastane şartlarında doğumlarının gerçekleştirmesi, doğum sonrası
anne ve bebeğin sağlık durumunun
uygun hale getirildikten sonra tekrar
evlerine götürülmesi sağlanmaktadır. Gebeler planlanan merkezlerde
doğumlarını gerçekleştirmek üzere
nadiren yakınlarının evi ve kamu misafirhanelerinde, ağırlıklı olarak ise
Kamu Hastaneleri Birliklerine bağlı
hastanelerde
konaklamaktadırlar.
2008 yılından itibaren misafir edilerek doğum yapan gebe sayısı ise
27.333’ tür.
Anne Dostu Hastaneler ile; gebelik hizmetlerinin standardını kanıta
dayalı olarak yükseltmek, perinatal
komplikasyonları önlemek amacıyla; gebelik, doğum ve doğum sonrası sürece odaklanan müdahaleler,
temel olarak bu hizmetleri veren
sağlık kuruluşlarının hizmet felsefesinde değişim, altyapı, insan gücü ve
hizmetlerde gelişimi destekleyerek
“Anne dostu” sağlık kuruluşları ve
anne sağlığı hizmetleri oluşturmak
hedeflenmektedir. Annelerin, bebeklerin ve ailelerin iyilik halinin devamlılığı ve sunulan hizmetlerin niteliğinin bilimsel kanıtlara dayalı olarak
artırılması planlanmaktadır. Anne
Dostu Hastane Logosu 2011 yılında
düzenlenen bir yarışma sonucunda
belirlenmiştir.
son yıllarda oldukça önemli iyileşmeler göstermiş olup, çocuk ve ergen
sağlığı konularında projeler ve programlar yürütülmektedir. Bunlar;
A. Yenidoğana Temel Yaklaşımın
Sağlanması Programı
1- Yenidoğan Canlandırma Programı
(NRP): Asfiksiden meydana gelen yenidoğan ölümleri ve sekellerini önleme amacıyla yürütülen programın
başlangıcından 2014 yılı sonuna kadar 46.834 sağlık çalışanı eğitilmiştir.
Program kapsamında Sağlık Bakanlığı Anne Dostu Hastane Eğitim ve
Değerlendirme Ekibi tarafından 4
hastaneye “Anne Dostu Hastane”
unvanı verilmiş olup bunlar; Manisa
ilinde Merkezefendi Devlet Hastanesi, Akhisar Mustafa Kirazoğlu Devlet
Hastanesi, Turgutlu Devlet Hastanesi
ve Bursa ilinde İnegöl Devlet Hastanesi’ dir.
Anne ölümleri izleme ve değerlendirme programı; Dairemizin yürüttüğü tüm programlar ve yapılan
çalışmalar sonucunda yıllara göre
anne ölümleri oranı önemli ölçüde
düşüş kaydedilmiştir. Yıllara göre
anne ölüm oranları aşağıdaki grafikte verilmiştir.
Anne ölümlerinin önlenmesi, kadın sağlığının korunmasına yönelik
planlar doğrultusunda; doğum öncesi, doğum sırası ve doğum sonrası bakım hizmetlerinin niteliğinin
artırılması hedeflenmiş, mutlaka
hastanede doğum, temel politikamız olmuştur. Ayrıca Dünyada nüfus,
kalkınma ve doğurganlık arasında
kurulan ilişki önce ‘nüfus planlaması’, ardından ‘doğum kontrolü’ ve ‘aile
planlaması’ kavramlarının gelişmesine sebep olmuştur. Bu alanda yapılan
çalışmaların kadının statüsü ile ilgili
konularla ve kadının genel sağlık sorunları ile ilişkisi, kadın nüfusa odaklanılmasına ve bu kavramlara “Kadın
Sağlığı” nın da eklenmesine yol açmış
ve bakış açısı kadın ve erkeğin üreme
sağlığı ve cinsel sağlığı şeklinde değişmiştir. Dünya gelişmelerine uygun
olarak Ülkemizde de Üreme Sağlığı
ilişkin programlar hazırlanarak uygulanmaktadır.
Daire Başkanlığımızın amaçları arasında üreme sağlığı hizmetlerini eşit,
ulaşılabilir, nitelikli kılarak hastalık ve
ölümleri azaltmak özel önem arz etmektedir.
ÇOCUK VE ERGEN SAĞLIĞI
DAİRE BAŞKANLIĞI
Yaşamın ilk yılında yaşamını yitirme
ihtimali olarak tanımlanan bebek
ölüm hızı, toplumların sağlık düzeyini ve sosyal refahını karşılaştırmada
ilk bakılacak olan anahtar bir ölçüttür.
Sağlık Bakanlığı 2007 yılından bu
yana bebek ölümlerini ayrı bir sistemle toplamakta ve incelemektedir.
Türkiye’de çocuk sağlığı göstergeleri
2- Temel Yenidoğan Bakımı Programı:
Yenidoğanlara bakım veren hekim
dışı sağlık personelinin K vitamin
uygulaması, yenidoğanın hipotermiden korunması, göz ve göbek bakımı
gibi genel yenidoğan sağlığını ilgilendiren temel konularda eğitimini
amaçlayan program kapsamında 256
sağlık personeli eğitilmiş ve ülke geneline yaygınlaştırılması çalışmaları
devam etmektedir.
B. Bebek, Çocuk, Ergen İzlemleri Programı
Bebek, çocuk ve ergen izlemlerinin
niteliğini arttırmak ve standartlarını
belirlemek amacıyla hazırlanan protokol 2015 yılında revize edilerek
“Bebek, Çocuk ve Ergen İzlem Protokolleri” olarak basım ve dağıtımı gerçekleştirilmiştir.
C. Tarama Programları
1- Neonatal Tarama Programı:
Bakanlığımız tarafından ülke genelinde uygulanan program ile, tüm yenidoğanlar Fenilketonüri, Konjenital
Hipotiroidi, Biyotinidaz Eksikliği, Kistik Fibrozis yönünden taranmaktadır.
2- İşitme Taraması Programı (İTP:)
81 ilde 938 tarama merkezi mevcuttur. Yıllara göre yenidoğan tarama
oranları aşağıda yer almaktadır. Ayrıca 2015 yılı ikinci yarısında ilkokul
1. sınıflara tarama odyometri testi ile
işitme taraması yapılmaya başlanacaktır.
3- Görme Taraması:
Kaynak:1990 DPT Projeksiyonu,1998 Hastane Araştırması Projeksiyonu, 2006 Ulusal Anne Ölümleri Çalışması, 2008-2014 SB verileri
3 yaş çocuklarda kırma kusurlarının
erken dönemde saptanmasına yönelik tarama programıdır.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
7
4- Gelişimsel Kalça Displazisi Erken
Tanı ve Tedavi Programı:
Gelişimsel kalça displazisi, kalçayı
oluşturan yapıların intrauterin oluşumları sırasında normal olmalarına
karşın, çeşitli nedenlerle sonradan
yapısal bozulma gösterdiği dinamik
bir hastalıktır. Tarama oranı 2014 yılında %52,4’dür.
5- Yenidoğanda Nabız Oksimetre İle
Doğumsal Kalp Hastalığı Tarama
Programı:
Ülkemizde sıklığı bilinmemekle birlikte bebek ölümleri içerisinde hep ilk 5
neden içerisinde olan konjenital kalp
hastalıklarının erken tanı ve tedavisini amaçlayan program 2015 yılında 8
ilde 11 hastanede pilot olarak uygulamaya başlanacaktır.
D. Beslenme Programları
1- Anne Sütünün Özendirilmesi, Sürdürülmesi, Desteklenmesi ve Bebek
Dostu Sağlık Kuruluşları Programı: Doğumların % 93’ü artık bebek dostu
hastanelerde yapılmaktadır. 2014 yılı
itibariyle 1.110 hastane “Bebek Dostu
Hastane”, 81 ilimizin tamamı “Bebek
Dostu İl”, 58 ilimiz ise “Altın Bebek
Dostu İl’dir. Ayrıca 2014 yılında Aile
Hekimliklerinin % 55,3’ü Bebek Dostu Aile Hekimi olmuştur. Yıllara göre
Bebek Dostu Hastane sayıları aşağıdaki tabloda yer almaktadır.
2- Emzirmenin Korunması, Özendirilmesi, Desteklenmesi İle Demir Yetersizliği Anemisinin Önlenmesi ve Kontrolü
Programı “Demir Gibi Türkiye”:
Program 2004 yılından bu yana sür-
8
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
mektedir. Bu güne dek 9,5 milyonun
üzerinde bebeğe ulaşılmıştır. 2014 yılında bebeklerin % 93,3’üne ücretsiz
demir desteği sağlanmıştır.
3- Bebeklerde D Vitamini Yetersizliğinin
Önlenmesi ve Kemik Sağlığının Geliştirilmesi Programı: Program 2005 yılından beri sürmektedir. Toplamda 9,5
milyona yakın bebeğe ulaşılmıştır.
2014 yılında bebeklerin % 92,2’sine
ücretsiz demir desteği sağlanmıştır.
4- İyot Yetersizliğinin Önlenmesi ve
Tuzun İyotlanması Programı: 1995 yılında programın başlangıcında iyotlu
tuz tüketim oranı % 18.2 iken, 2008
TNSA göre iyotlu tuz kullanım oranı
%85,4 olarak tespit edilmiştir.
5- “6-24 Ay” Bebek ve Küçük Çocuk
Beslenmesi Programı “Tamamlayıcı
Beslenme”: Annelere uygun ve kişiye
özel beslenme danışmanlığı verilmesini sağlamak ve sağlıklı beslenme
ilkelerini çocukların hayatına yaşamların başlangıcından itibaren yerleştirebilmek amaçlanmaktadır.
E. Hemoglobinopati Kontrol Programı
Bu program ile evlenecek çiftlere tarama testleri yapılarak ortaya çıkabilecek hastalıklar öncesinde önlemler
alınması amaçlanmıştır. Riskli 41 ilde
yürütülmektedir.
F. Genç Sağlığı ve Gelişimi Programı
Türkiye nüfusunun büyük bölümünü oluşturan, sorunları ve ihtiyaçları
nedeni ile öncelikler arasında yerini
alan ergen ve gençlere yönelik, daha
önceden mevcut olmayan özgün bir
hizmetin sunulabilmesi ihtiyacı ile
“Ergen Sağlığı ve Gelişimi Programı”
hazırlanmıştır. G. Bebek-Çocuk Sağlığı Alanında Yürütülmekte Olan
Diğer Eğitim Programları
1-Yenidoğan Yoğun Bakım Kursu: Ülkemizde yenidoğan yan dalı uzmanlığı yapmış çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı sayısının yetersiz olması
nedeniyle, Bakanlığımızca Türk Neonatoloji Derneği işbirliğinde 2010
yılından bu yana 276 çocuk sağlığı ve
hastalıkları uzmanı eğitim almıştır.
2-Çocuk Acil ve Çocuk Yoğun Bakım
Kursları: Ülkemizde çocuk sağlığı ve
hastalıkları uzmanlarının çocuk yoğun bakımı ve çocuk acil alanındaki
bilgi ve becerilerini geliştirmek amacıyla Çocuk Acil Kursunda 142, Yoğun
Bakım Kursunda 207 çocuk sağlığı ve
hastalıkları uzmanı eğitim almıştır.
3-Neonatal Transport Kursu: Ülke genelinde yenidoğan ölümlerini azaltmak amacıyla, yenidoğan transportunda görev alan hekim dışı sağlık
personeline (ATT, paramedik) yönelik
Kurumumuz ve Acil Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü işbirliğinde bir
eğitim programı hazırlanmış, ilk pilot
uygulaması gerçekleştirilmiştir.
H. Çocuk Güvenliğinin Sağlanması
Programı
Kazalar dünyada ölüm nedenleri arasında 4.sırada yer almaktadır. Çocuk
yaralanma ve beraberinde gelen sakatlık ile ölümleri asgariye indirmek
amacıyla Çocuk Acil Tıp ve Yoğun Bakım Derneğinin katkılarıyla bir program hazırlanmaktadır.
kapakkonusu
DOĞUM SÜRECİ
VE ALTERNATİF DOĞUM
Gebeliğin son haftaları, heyecanlı bir
bekleme dönemi şeklinde geçmektedir. Doğumun başlaması beklenirken, zaman normalden daha yavaş
geçiyor gibi hissedilebilir. Son adet
tarihine göre hesaplanan 40 haftalık
doğum süresi aslında bir tahminden
ibarettir ve gebelerin ancak %10’u
tam olarak 40 haftada doğum yaparlar. Hatta bazı gebeler beklenen
doğum tarihinden 2-3 hafta önce
doğum yapabilirler ve bu gayet normaldir.
aşağı inmesi, yalancı doğum ağrıları
(Braxton-Hicks kontraksiyonları) ve
gebelik nişanının gelmesidir. Doğum zamanı yaklaştıkça, bebeğin
aşağıya indiği anne tarafından sıkça
hissedilen bir durumdur. Bu durum
ilk gebeliklerde daha erken hissedilirken daha önceden doğum yapmış
hastalar doğumdan hemen önce
hissedebilir veya hiç hissetmeyebilir.
Annenin karın şekli değişir; göbek
deliği daha aşağıda hissedilir ve karın
daha öne doğru yönlenmiştir. Aşağıya doğru yer değiştirmeye bağlı
olarak anne daha rahat nefes alır ve
midesi de rahatlayacağından daha
rahat yemek yer. Ancak aşağıya baskı
nedeniyle anne ağrı hissedebilir ve
mesanesini boşaltmakta zorlanabilir.
Beklenen doğum tarihi yaklaştıkça,
gebe vücudunda, doğumun belirtisi
olarak kabul edilebilecek bazı değişiklikler gözlenir. Bunlar bebeğin
Gebeliğin 2. ve 3. dönemlerinde, sık
olmayan ağrısız kasılmalar görülebilir ve bunlara Braxton-Hicks kontraksiyonları adı verilir. Bu kasılmalar
Op. Dr. Leyla MOLLAMAHMUTOĞLU
Etlik Zübeyde Hanım Kad. Hst. Eğt.
ve Arşt. Hastanesi Yöneticisi
10
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
düzensiz özelliktedir ve uterusun
(rahim) doğuma hazırlandığının bir
belirtisidir. Doğum zamanı yaklaştıkça daha da şiddetlenip ağrıya neden
olabilirler ancak dinlenmeyle ortadan kaybolurlar. Gerçek doğum ağrıları ise daha ağrılıdır, düzenli olarak
gelirler ve şiddeti giderek artar. Gerçek doğum ağrıları ilk başladığında
ortalama 30 saniye sürerken, şiddetlenerek 75 saniyeye kadar uzayabilir.
Gebelik sırasında, serviks (rahim ağzı)
kalın bir mukus tıkaç ile kapalıdır. Bu
tıkaç doğumdan birkaç hafta, gün
veya saat önce atılabilir ve gebe bunu
hafif kanlı mukuslu akıntı olarak fark
eder. Doğumun başlayacağının bir
belirtisidir ancak ne zaman gerçekleşeceği konusunda bilgi vermez.
Doğumun nasıl başladığı halen kesin
olarak bilinmemektedir ancak bilinmeyen mekanizmaların ortak sonu-
cu serviksin açılması ve yumuşaması
ile uterusun kasılmasına neden olan
prostoglandin artışıdır. Bu kasılmalar
giderek şiddetlenir, sıklığı artar ve
bebeği aşağıya doğru ittirir. Bu ağrılar ile birlikte bebeğin suyu gelebilir.
Doğum statik ve tek anda olup biten bir olay değildir. 1 saat sürebileceği gibi 24 saat veya daha fazla da
sürebilir. Bu nedenle doğumun ne
kadar sürebileceğini bilmek oldukça
güçtür. Ancak bazı tahminlerde bulunulabilir. Genel olarak ilk doğumlar daha uzun sürer. Bunun sebebi
uterus ve serviksin daha az esnek
olmasıdır. İlk gebeliklerde doğum
ortalama 14 saat sürer. Daha sonraki
doğumlarda ise bu süre ortalama 6
saattir.
Doğumu kabaca üç bölümde inceleyebiliriz. 1. bölümde uterus kasılır ve
bu bölüm serviksin tam olarak açılması ile sonlanır (10 cm). Bölüm 2’de
bebek, tam olarak açılmış serviksten
dışarı çıkarak vajende ıkınmalarla
aşağıya doğru iner ve vajenden çıkarak doğum gerçekleşir. 3. bölümde
ise plasentanın doğumu gerçekleşir.
1. bölüm en uzun safhadır. Hastanın
ağrılarının en yoğun olduğu bölüm
ise 1 ve 2. bölümlerdir.
Doğumun ağrılı bir süreç olduğu
yadsınamaz bir gerçektir. Ancak ağrının şiddeti kişiden kişiye ve doğumdan doğuma değişmektedir. Bazı
hastalar hemen hiç ağrı hissetmezken önemli bir hasta grubunda ise
oldukça şiddetli ağrı görülmektedir.
Aynı hastanın değişik gebeliklerinde
değişik düzeyde ağrı hissedilebildiği
de bilinmektedir. Bu nedenle hastalarda uygulanabilecek olan ağrı giderme yöntemleri kişiselleştirilmeli
ve hasta ile birlikte karar verilmelidir. Hastaların, doğum öncesinde
yaşayacakları ağrıyı tahmin etmeleri
haliyle imkansızdır ancak doğum
korkusu ağrıyı arttırmaktadır ve sürecin ağrılı geçebileceğini bilmeleri ve
bununla mücadele etmek için uygun
teknikleri doğum öncesinde öğrenmeleri oldukça faydalı olacaktır. Gebenin psikolojik olarak hazırlanması
doğumda gereken anestezi ve analjeziyi azaltmaktadır. Doğum ağrılarının hafifletilmesi veya giderilmesi
için çeşitli yöntemler mevcuttur. Bu
yöntemlerden bazıları hasta konforunu arttırmaları nedeniyle alternatif
doğum olarak da adlandırılmaktadır.
Doğum ağrısını azaltacak ve hasta
konforunu arttıracak yöntemler şu
şekilde sıralanabilir:
1. Ağrı kesici medikal yöntemler:
Ağrıyı azaltan ilaçlar analjezik olarak
adlandırılmaktadır. Doğumda kullanılan analjezikler, günlük hayatımızda kullanılan analjeziklerden farklıdır;
doğumda daha güçlü analjeziklere
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
11
ihtiyaç duyulur. Bunlardan en sık
kullanılanı Meperidin’dir (Dolantin).
Narkotik bir analjezik olan Meperidin
intravenöz veya intramusküler uygulanabilir. Hastayı sakinleştirir ve ağrı
duyusunu azaltır. Doğuma yakın kullanıldığında, bebek solunumu üzerinde deplase edici (baskılayıcı) etki
görülebilir ve bu nedenle doğumun
son 2 saatinde kullanılmaktan kaçınılmalıdır. 2 saatten kısa süre içinde
doğum gerçekleşirse Meperidin etkisinin antagonize edecek Naloksan
kullanılmalıdır.
2.Rejyonel Anestezi: Epidural
blok, rejyonel anestezinin bir türüdür. Halk arasında ‘ağrısız doğum’
veya ‘prenses doğum’ şeklinde bilinmektedir. Aktif doğum eylemi veya
sezaryen doğum için kullanılır. Bel
bölgesinde omurilikten çıkan sinirlerin etrafına ince bir plastik kanül
yerleştirilir ve ilaçlar uygulanır. Uygulama süresi yaklaşık 20 dakikadır ve
20 dakika içinde etkisi ortaya çıkar.
Sürekli veya aralıklı uygulanabilir.
Vücudun alt yarısında ağrı duyusunu
geçici olarak ortadan kaldırır. Uygulanan ilacın dozuna bağlı olarak bacaklarda kas kuvveti de geçici olarak
ortadan kalkabilir. Düşük dozda hasta ağrı duyusu olmadan yürüyebilir ki
buna ‘Yürüyerek Epidural’ denir. Etlik
Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları ve
Doğum Hastanemizde, yurtdışındaki çoğu doğum merkezinde olduğu
gibi hasta isteği ve uygun endikasyonlar çerçevesinde uygulanmakta
ve hasta konforunu belirgin arttırmaktadır. Kişinin anatomisine bağlı
olarak nadiren hastanın sağ veya
solunda daha etkili olabilir. Doza bağımlı olarak ıkınma isteğini ortadan
kaldırabilir ve hastanın kan basıncını
düşürebilir. Kan basıncındaki düşüş,
bebeğe giden kan akımını geçici olarak azaltabilir. Nadiren anne solunumunu baskılayabilir. Bazı hastalarda,
doğum sonrası, özellikle oturur ve
ayakta pozisyonda şiddetli spinal baş
ağrısı gözlenebilir. Nadir ancak olası yan etkileri nedeniyle uygulama
öncesi hastanın bilgilendirilmesi ve
onamının alınması şarttır.
3. Doğal doğum: Aslında tüm doğumlar doğaldır ancak son zamanlarda herhangi bir ağrı kesici kullan12
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
madan, ilaçsız doğum popüler hale
gelmiştir. Çeşitli tekniklerle, ağrı tam
olarak ortadan kaldırılamasa bile
daha başa çıkılabilir hale gelmektedir. Bu amaçla uygulanan yöntemler
doğum koçu ile doğum, relaksasyon
teknikleri, masajlar, hayal gücünü
kullanma, meditasyon, pozitif duygu
durumu, nefes egzersizleri, değişik
doğum pozisyonları, sıcak veya soğuk uygulamalar, aromaterapi, müzik, doğum topu, hipnoz, akupunktur
ve refleksolojidir.
Bu yöntemlerin başarısını etkileyen
temel faktör, hastanın gebelik öncesi
veya gebeliğin erken dönemlerinde
bu yöntemlerle tanışması ve uygulama becerisine sahip hale gelmesidir. Hastanemiz bünyesinde yer alan
‘Gebe Eğitim Okulu’nda, gebelik dönemi ve doğum sürecinin anne-bebek sağlığı açısından daha güvenli
ve güzel geçmesini sağlamak, gebelerimizi duygusal, bedensel yönden
doğuma ve doğum sonrasına bilinçli
bir şekilde hazırlamak amacıyla 8 haftalık “Gebe eğitimi ve egzersiz programı” uygulanmakta ve eğitim sonunda sertifika töreni yapılmaktadır.
Bu programdan sertifikalarını alan
gebelerimiz istedikleri takdirde hastanemizdeki refakatli doğum odalarından faydalanabilirler. Deneyimli
doğum ekibi ve psikolog ile fizyoterapist eşliğinde yapılan eğitimlerle
gebelerimizin pozitif bir gebelik geçirmeleri amaçlanmaktadır.
Gebe Eğitim Okulumuz ile ayrıntılı
bilgiye
http://www.ezh.
gov.tr/index.php?option=com_
content&view=article&id=404 adresinden ulaşılabilir.
Gebenin, yukarıdaki yöntemlerden
herhangi birini seçip seçmeyeceği
tamamen kendi kararına bırakılmalı
ve yöntemler konusunda bilgilendirilmelidir. Ancak ideal ve sağlıklı bir
doğumun temelinde, iyi bir doktorhasta ilişkisinin yattığı ve bu ilişkinin güçlendirilmesinin esas olduğu
gözden kaçmamalı ve tıbbi kararlar
bu popüler yöntemlerin gölgesinde
veya etkisinde kalmamalıdır.
4.Suda doğum: Son zamanların
popüler konularından biri de suda
doğumdur. Suda doğumda, doğumun bir bölümü, özel olarak hazır-
lanmış havuz şeklinde suda gerçekleşmektedir. Ilık suyun anneyi
rahatlattığı ve doğumu hızlandırdığı
öne sürülmüştür. Bu nedenle birçok
merkezde suda doğum üniteleri kurulmuştur. Ancak suda doğumun
anne ve bebek sağlığı açısından riskleri halen tartışma konusudur. 2014
yılında ACOG (Amerika Kadın Doğum
Kongresi) ve AAP (Amerika Pediyatri
Akademisi) ortak bir görüşle suda
doğumu deneysel olarak nitelendirmiş ve ancak çalışma amaçlı kullanılması gerektiğini önermiştir. Bunun
karşısında suda doğumun güvenli
olduğunu ve uygulanması gerektiğini söyleyen dernek ve kurumlar
da mevcuttur. Bu nedenle hastalara
olası riskler hakkında bilgi verilmeli
ve yeterli koşulların olduğu merkezlerde onam sonrası gerçekleştirilmelidir.
5.Evde doğum: 20. yüzyıla kadar doğumların hemen hepsi evde
gerçekleşirken, modern dünyada
doğumların çoğu artık hastanede gerçekleşmektedir (Amerika ve
Avrupa’da doğumların %1’den azı
evde gerçekleşmektedir). 2011 yılı
Sağlık Bakanlığı verilerine göre ise
Türkiye’de doğumların %6’sı evde
gerçekleşmektedir. Günümüzde yine
popüler bir uygulama ise uygun hastalarda doğumun planlı bir şekilde
ebe eşliğinde evde gerçekleşmesidir. Evde doğumun güvenilirliği
tartışmalıdır. Uygun hasta seçimi ve
olası komplikasyonların üstesinden
gelebilmek için bir sağlık merkezi ile
koordineli bir şekilde yapılması anne
ve bebek sağlığı açısından oldukça
önemlidir.
Doğum doğal bir süreçtir ve bir mucizeye tanıklık etme fırsatıdır. Anne
ve bebek sağlığını derinden etkileyen doğum sürecinde, başarılı bir doğumun anahtarı iyi doktor –hasta ilişkisidir. Doğumun ideal koşullarda ve
en az komplikasyon ile gerçekleşmesi
için deneyimli kadro ve ekip çalışması şarttır. Etlik Zübeyde Hanım Kadın
Hastalıkları ve Doğum Hastanemizde
hasta-bebek sağlığı ile konforunu en
üst düzeyde tutmak temel prensibimizdir ve hastanemizde gerçekleşen
yıllık yaklaşık 18.000’e yakın doğum
bu yaklaşım ve güvenin sonucudur.
Gelişim Yolunda
Bir Adım Daha İleri
Avrupa Patentli
Pronutra
Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir.
*Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre.
kapakkonusu
A’DAN Z’YE
GEBELİK SÜRECİ
Prof. Dr. Erol TAVMERGEN
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kadın Hastalıkları ve Doğum
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Ege Üniversitesi Aile Planlaması
İnfertilite Araştırma
ve Uygulama Merkezi Koordinatörü
Öncelikle eğer gebelik oluştu ise
kendinizi şanslı olarak kabul edebilirisiniz çünkü kısırlık ya da bir başka
deyişle infertilite hem dünyada hem
de ülkemizde maalesef giderek daha
sık görülüyor o nedenle bir kadının
hamile olması çok önemli bir şans ve
bazen de başarılı bir tedavi göstergesidir. (Uygulanan yardımcı üreme teknikleri aracılığı ile gebe kalan anne
adayları için)
Gebelik Belirtileri
Son adet tarihine 7 gün eklenip 3 ay
çıkarılarak yapılan ortalama doğum
tarihi hesaplamasının yanı sıra, ilk
olarak gebe olup olmadığınızı öğrenebilmeniz gerekiyor. Her bayanda
genel olarak çok istisnai bir durum
söz konusu olmadığı takdirde, bazı
belirtiler benzerlik taşır ve çok sık olarak görülmektedir. Bu belirtiler için
en çok bilinen ve en çok rastlanan
şey bulantı ve kusma ile birlikte baş
dönmeleridir. Hamileliğin ilk 3 ayında
sıklıkla yaşanan bu durum bebeğiniz yaklaşık mandalina büyüklüğüne
erişinceye kadar devam edebilir. Bu
duruma ek olarak, yine çok sık rast-
14
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
lanan gebelik belirtisi ise adet gecikmesidir. Adet gecikmesinin herkeste
yaşanması, hamile miyim? Sorusunu
ilk akla getiren belirtidir. Sonrasında
ise sırasıyla memelerdeki şişme ve
ağrı eşiğinin düşmesi, çok sık idrara
çıkma, halsizlik ve aşırı uyuma isteği,
tansiyon düşmesi, kasıklarda ağrı, kabızlık, duygusal iniş ve çıkışlar, karnın
şişmesi, iştah açılması veya tiksinme,
akıntı, koku almada hassasiyet, vücut
ısısında artış ve genişleyen damarlara
bağlı olarak vajina renginde koyulaşma yaygın olarak hemen hemen her
gebede görülen belirtilerdir.
Gebelikte Değişen Beden Ve Ruh Hali
Gebelik süreci, anne adaylarının hem
psikolojik hem de fizyolojik açıdan
son derece büyük değişimler yaşadığı bir süreçtir. Bu süreç içerisinde bazı
psikolojiye bağlı aksilikler yaşanıyormuş gibi hissedilirken bir taraftan
da bazen ciddi problemler gerçekten yaşanabiliyor. Gebelik süresince
öncelikle anne adayının periyodik
olarak doktor kontrolüne gitmesi
gerekir ki bu süreç 28.haftaya kadar
4 haftada bir olması gerekir iken,
28.haftanın sonrasında ise 2 haftada
bire düşer ve 36.haftadan sonrada
haftalık olarak kontrole gidilmelidir.
Bu rutin kontrollerin dışında ise bazı
durumlarda annenin acilen doktora
başvurması gerekebilir. Bu durumlar
ise,
• Gebeliğin herhangi bir dönemin-
de hafif ya da çok diye düşünülmeksizin kanama geldiği durum,
• Annenin
karnında sertleşme ya-
şanması ve bu sertleşmeye bağlı
olarak başlayan karın kasılmaları
ve ağrı,
• Hamileliğin son dönemi olmamasına rağmen vajinadan su gelmesi,
• Annenin bazı durumlara bağlı ola-
rak tansiyonunda yaşadığını inme
ve çıkışlar,
• Şiddetli sayılabilecek ve uzun süre
geçmemiş olan baş ağrılarında,
• Özellikle bacaklarda olmak kaydı
ile vücudun herhangi bir yerinde
şişkinlik, kızarıklık ve kaşıntı gibi
daha çok alerjik sayılabilen reaksiyonların oluşumunda,
• Bağışıklık sisteminin bastırılmışlığına bağlı olarak, ateşli bir hastalık
ya da gribal enfeksiyon geçirmesi,
• Görmede bulanıklık yaşanması,
• Sıklıkla idrara çıkma isteği ve be-
raberinde vajinadan gelen yoğun, iltihaplı akıntı olduğunun
görülmesi olarak sıralanabilir. Bu
ve buna benzer durumlarda, rutin
kontrollerin dışında anında doktora başvurulmalı, gereken testler ve
muayene sonucuna göre gebelik
değerlendirilmelidir.
Gebelik Süresince Özellikle Dikkat
Edilmesi Gerekenler
Hamilelik dönemi hem anne için son
derece farklı ve daha önce hiç yaşamadığı şekilde seyreden bir süreç
olduğu için bu konuda her detayı atlamadan olabildiğince doğru şekilde
bilgilenmeli, aynı zamanda da ataca-
ğı her adımda ve yapacağı herhangi
bir şeyde bebeğini de düşünerek ona
göre davranmalıdır. Hamile bayanların özellikle gebelik döneminde dikkat etmesi gereken çok şey olmasına
rağmen, bunlar “en önemli olanlar”
şeklinde birkaç madde ile sıralanabilir.
• İlk olarak annenin ilaç kullanma
konusunda son derece dikkatli
olması gerekir. Gebelik öncesinde
kullandığı ilaçlardan ya da rutin
olarak kullandığı ilaçlardan herhangi birini hekime danışmadan
ve hekimin uygun gördüğü ilaçlar
dışında herhangi birinin alınması,
hamileliği risk altına sokabilir ve
kötü sonuçlar doğurabilir.
• Özellikle ilk 3 aydan sonra annenin
beslenmesine bebeğinin sağlığı
ve kendi sağlığı sebebi ile dikkat
etmesi, gerekli vitamin, mineral ve
besinleri almış olması gerekir.
Hamilelikte Normal Görülen
Kanama Sebepleri
Hamilelik süresince anne adayı adet
görmediği için, herhangi bir sebebe
bağlı yaşadığı kanama onu korkutabilir, telaşlandırabilir ve hatta düşükyaptığını dahi düşünmesine sebep
olabilir. Bu ihtimallerin de çok sık olmasa da rastlanmasından dolayı her
kanamada mutlaka hekime danışmak en doğru tercih olacaktır ancak
bazı kanamalar sadece adet kanaması olarak düşünülebilir. Bu durumun
ise ilk sebebi, döllenmiş embriyonun
rahim içine yerleşme sırasında oluşturabileceği bir kanama olabilir. Bu
seçenek normaldir ancak hekim tarafından kontrol edilmesi gerekir. Diğer
bir seçenek ise doğum kontrol hapının kullanımını bıraktıktan kısa süre
sonra hamile kalmış olmanız olabilir.
Bu haplar adet düzensizliğine sebep
• Gebelik sırasında kesinle ve kesin-
likle alkol ya da sigara gibi kötü
maddeler kullanılmamalı hatta
etkisine pasif olarak dahi maruz
kalınmamalıdır.
• Çay, kahve ve kola gibi içeceklerin
fazla tüketilmesinden kaçınılmalı,
aynı zamanda rutin kontrol ve tahlillerin her birinin zamanında yapılmasına da özen gösterilmelidir.
• Gebelik
süresince her sistemde
değişim yaşandığı gibi diş bakımına ayrıca özen göstermelisiniz
çünkü diş çürükleri, diş eti kanamaları ve diş kaybı gibi sorunlar
bu dönemde daha da artacaktır.
Prof. Dr. Erol TAVMERGEN
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
15
olduğu için hemen oluşan bir gebelikte de geçici bir adet kanaması söz
konusu olabilir. Dış gebelik yaşayan
bayanlarda ise bu durum adet kanamasıdır ve bu dönemde görülen
hiçbir belirtinin gebelikten farkı yoktur. Son olarak kanama sebebi olan
durum ise tabiî ki düşük durumudur.
Düşük olduğunda hafif kanama ile
başlar ancak giderek artan bir kanamaya dönüşür. Tam olarak sebebinin
bilinemeyeceğinden kaynaklı olarak,
hamileliğin herhangi bir evresinde,
herhangi bir miktar ya da yoğunluğa bakılmaksızın, yaşanacak en küçük bir kanama durumunda anında
doktora gidilmeli ve gerekli kontrollerin yapılması gerekmektedir. Her
kanama düşük anlamına gelmediği
gibi, her hafif kanamada ilaca, rahme
yerleşmeye veya dış gebeliğe bağlı
önemsiz olduğu anlamına da gelmemektedir.
Hamilelikte İdrarda Kan Olması
İdrarda kan görülmesi halinde, idrar
rengi göz ile fark edilecek kadar kırmızı veya pembe olabileceği gibi,
bazı durumlarda da çok az kan olduğunda rengi normal görüldüğü
halde ancak mikroskopik incelemeler sonucunda (veya idrar tahlilinde)
kanın varlığı fark edilir. İdrarda kan
olması, yani kırmızı kan hücrelerinin
(eritrositlerin) idrara karışması durumuna hematüri ismi verilir. Hamile
anne adaylarında veya hamile olmayan insanlarda, idrarda kan hücresi
bulunması durumu asla söz konusu
olmaz.
Bir enfeksiyon, böbrek veya idrar torbasında yer alan taş, travma gibi durumlar kan ile karşılaşılmasına sebep
olabilir. Hamile bir bayan, idrar renginde pembe ve kırmızılık fark ettiği
zaman, vakit kaybetmeden doktor
ile görüşmelidir. Bir takım ilaçların
idrar ve dışkı rengini değiştirdiği kabul edilmektedir. Bu sebepten dolayı,
kullanmakta olduğunuz ilaçların da,
idrarda kan görülmesine sebebiyet
vereceği göz önünde bulundurularak, derhal doktorunuz ile görüşmelisiniz.
Aynı zamanda idrardan kan gelmesine sebep olan bir başka şey ise, besin maddelerinde bulunan (örneğin
pancar) renk pigmentleri, uyuşturu16
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
cu kullanımı ve porfirya idrarın kırmızıya dönmesine sebep olmuş olabilir.
Böyle bir durumda endişelenmenize
gerek yoktur.
Belirtileri nelerdir?
Hematürinin var olması durumunda,
hastanın bazen kasık ağrısı, böğür
ağrısı, sancı, bulantı, kusma, halsizlik
gibi şikayetleri de bulunabilir. Bazı
durumlarda, kan görülmesinin haricinde herhangi bir şikayet bulunmadığı da görülmüştür.
Tedavisi nasıldır?
Anne adayına uygulanacak olan tedavi, hematüriye sebebiyet veren
etkene göre planlanır. Neden olan
enfeksiyon ise, buna yönelik antibiyotik tedavisi verilir. Hastanın bol
miktarda su içmesi tavsiye edilir. Taş
veya başka bir problemin var olması
halinde, onlara yönelik ilaç veya ameliyat tedavisi planlanmaya başlanır.
Bu durumlarda üroloji uzmanlarına
konsültasyon gerekir.
Gün içerisinde bol miktarda su (yaklaşık 6 veya 8 bardak) içmeniz, fayda
sağlayacaktır. Bu, özellikle egzersiz
yaparken, ateşiniz olduğunda ve
hava sıcaklığı arttığında çok önemlidir. Kafein ve alkolden mümkün
oldukça uzak durun. Bunlar mesaneyi tahriş edebilecek içeceklerdir.
Enfeksiyonlardan uzak durabilmek
amacı ile cinsel ilişki sırasında lateks
prezervatif kullanın. Küvette banyo
yapmak yerine duş alın ve yumuşak
sabun kullanın.
Nedenleri nelerdir?
• Mesane enfeksiyonu:
Ani, acılı, sık ve sayısı az olan idrarınızda kan olması durumunda; ateş,
sırtın alt bölgesinde ve göbeğin alt
bölgesinde ağrı olması durumunda,
Mesane enfeksiyonu veya sistit, idrar
yapamamanın sebebi olabilir ve bu
durum antibiyotik tedavisi gerektirir.
• Mesane taşı:
İdrarınızda kan görülür. Gün içerisinde çok fazla idrara gidiyor, ama
az yapabiliyorsanız, üstelik idrarınızı
yalnızca belli bir pozisyonda yapabiliyorsanız, Sırtınızın alt bölgesinde
ve karnınızda ağrı ile beraber düşük
ateşiniz olması halinde, mesane taşınızın sebep olduğu kanama olabilir.
• Böbrek taşı:
Sırtınızın ve karnınızın alt bölgesinde
ve kasıklarınıza gerçekleşen spazmın
olması halinde ve çok fazla idrara gidip az miktarda ve kanlı idrara çıkabiliyorsanız, böbreklerinizde var olan
taşın belirtisi olarak idrarınızda kan
görülebilir.
• Üretrit:
Üretranızdan sarımtrak bir akıntı geliyor, karnınızın alt bölgesi ağrıyor,
gün içerisinde çok fazla idrara gidiyor
ama az miktarda kanlı idrar yapabiliyorsanız, İdrar yapmanız esnasında
yanma hissi oluyor ve cinsel ilişkide
acı çekiyorsanız, üretrit probleminden dolayı idrarınızda kanama görülebilmektedir. Üretrit, cinsel yol ile
bulaşan veya kişisel temizliğe önem
verilmemesinden kaynaklanan bakteriyel bir iltihaptır.
• Gromerülonefrit:
İdrarınızda kan ile beraber ayak bileklerinde, gözlerinizin çevresinde
şişlik, nefes darlığı ve yorgunluk görülür. Böbreğinizin kanı süzen yapılarında ani veya kronik bir iltihaplanma
meydana gelmiş olabilir.
• Tehlikesiz hematüri:
Yalnızca idrarınız kanlı ise ve başka
herhangi bir belirtiniz bulunmuyor
ise, bu tehlikesiz hematüri nin belirtisidir. İdrar, viral enfeksiyonlardakinden daha fazla kanlı görünse bile, bu
durum herhangi bir hastalık ile veya
organların zedelenmesi ile alakalı
değildir. Bazen çocukluk döneminde
meydana gelir ve zaman içerisinde
geçer. Bazen bir aile ferdinde başlayan bu problem, sıkıntı teşkil etmeden ömür boyu sürebilir.
• Hemolitik anemi:
Yorgunluk ve güçsüzlük hissediyor
iseniz, idrarınızda kan görünüyorsa,
nefes darlığı problemi yaşıyorsanız
ve cildiniz sararmış ise, bu hemolitik
rahatsızlığının belirtisidir. Hemolitik
anemi, kanın alyuvarlarında yer alan
genetik bir anormallikten veya bazı
ilaçlardan veya alyuvarları ortadan
kaldıran çeşitli hastalıklarından kaynaklanmaktadır. Alyuvarlar yıkıma
uğramıştır ve kemik iliği, bunların
yerine yenilerini yeterli miktarda hızla üretememektedir. Genetik olarak
çeşitli enzimleri eksik olanlar ile bazı
ilaçları kullananlarda hemolitik anemi meydana gelebilir.
Gebelikte Diyabet
Hamile kalmadan önce şeker hastalığı olmayan bir hamile kadında ikinci
trimester ve sonrasındaki bir dönemde şeker hastalığının gelişmesine
gestasyonel diyabet (gebelik şekeri)
ismi verilir.
Hamilelik döneminde fetusun gelişmesini sağlamak için glikoz metabolizmasında mühim değişiklikler ortaya çıkar.
Plasentadan salgılanan HPL (Human
placental lactogen) ismi verilen hormon hamilelikte fetusa yeterli oranda glikoz gitmesine yardımcı olmak
için insülinin kan şekerini düşürücü
etkisini baskılar.
Bu şekilde hamilelikte doğal bir hiperglisemi yani, şeker seviyesinde
yükselme meyilimi meyana gelir. Bu
eğilim kimi zaman patolojik aşamalara ulaşabilir. Özellikle HPL’nin en etkili
olduğu 24. hamilelik haftasından itibaren anne adayında şeker hastalığı
ortaya çıkabilir.
Gestasyonel diyabet kimlerde
ortaya çıkar?
Hamilelikte ortaya çıkan şeker, bütün
anne adaylarının ortalama %5’inde
gelişir. Gebelikle birlikte ortaya çıkan
şeker hastalıklarının %90’lık bir oranında gestasyonel diyabet özellikleri
vardır.
Gestasyonel diyabet gelişme riskinin
yüksek olduğu kişiler
• Daha önce ölü doğum yapmış,
• Anomalili bebek doğurmuş,
• İri bebek dünyaya getirmiş,
• Birden fazla sayıda düşük yapmış,
• Daha önceki hamileliğine gestasyonel diyabet geçirmiş,
• Hamilelik öncesi fazla kilolu olan,
• Yaşı ilerlemiş olan,
• Birinci derecede kan bağı olan birinde diyabet olan
• Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu
ya da mantar enfeksiyonu olan kadınlarda,
• Hamileliğinde bebeği gebelik haftasına göre daha iri olan,
• Hamilelik döneminde fazla kilo almış olan,
• Sebebi
açıklanamayan polihidramniyos (amniyos sıvısının artması) teşhis edilen,
• Bebeği
beklenmedik bir şekilde
hayatını kaybeden,
• İdrarda glikoz çıkışı görülen ya da
diyabet belirtileri gösteren (çok
yemek yeme ve su içme, bol idrar
yapma gibi)hastalarda gebelikte
gestasyonel diyabet riski fazla olabilmektedir.
Gestasyonel diyabet teşhisi nasıl konur?
Gebelik şekeri teşhisi konmuş olan
kadınların yarısında söz ettiğimiz risk
etkenlerinden hiçbiri gözlenmez. Bu
sebeple hiçbir şikayeti olmamasına
rağmen bütün anne adayları 24.-28.
gebelik haftalarında, diyabet gelişme
riskinin en yüksek olduğu dönemde
şeker hastalığı tarama testi yaptırması gereklidir.
Postprandial glikoz (PPG) testinde
besin alımından bağımsız olarak herhangi bir zaman zarfında suda çözünmüş 50 gram saf glikoz içilir ve bir
saat sonra tokluk kan şekeri ölçülür.
Bu testte bozukluk çıkabilir ancak bu
durum tanı için yeterli değildir.
50 gram testi yüksek çıkan kadınlara
100 gram ile Oral glikoz tolerans testi
yani, şeker yükleme testi (OGTT) yapılır. Kesin bir teşhis ancak bu şekilde
konulur. PPG’de bozukluk çıkan kadınların yalnızca %15’lik bir oranında
gestasyonel diyabet teşhis edilir.
Gebelikte şeker hastalığı testi: Şeker
yükleme testi (OGTT)
12 saatlik bir aç kalınmadan sonra açlık kan şekeri ve suda çözünmüş 100
gram glikoz içilir. Bir, iki ve üç saat
sonra damardan kan alınır ve tokluk
kan şekeri ölçümü uygulanır. Bu dört
ölçümden iki veya daha fazlasının
yüksek çıkması halinde gestasyonel
diyabet teşhisi konur.
Ölçümlerden sadece biri patolojik çıkan anne adayları yakın bir incelemeye tabii tutulur. Bu anne adaylarında
belli bir zaman ardından OGTT tekrar
yapılır.
Gestasyonel diyabet gelişme riski
yüksek olan kadınlarda teşhis koymak adına şeker tarama testi (PPG)
değil, doğrudan bir şekilde şeker
yükleme testi (OGTT) uygulanır. Test
normal çıksa dahi 32.-34. gebelik haftaları arasında yeniden yapılır.
Gebelik şekerinin yol açtığı sorunlar
Gestasyonel diyabet teşhisinin konulmasının ardından tedavi ya diyetle ya da insülin kullanılarak gerçekleşir. Tablet şeklindeki şeker düşürücü
ilaçlar hamilelikte kullanılmaz.
Gebe kadınlar çoğunlukla insülin
tedavisinden çekinirler. Bebeklerinde de şeker hastalığı oluşacak diye
düşünürler. Kan şekerlerini normale dönmesi adına bebekte gebelik
döneminde ya da doğum sonrası ilk
günlerde meydana gelmesi olası durumların önüne geçilmesi için insülin
tedavisi çok faydalıdır. Bu yüzden
insülin tedavisi önerilen anne adaylarının bu tedaviden çekinmemeleri
gerekir.
Kontrol altına alınmamış gebelik şekerinde anne adayı için risk etkenleri
Gestasyonel diyabette Tip I diyabetin
aksine şeker koması ile daha az bir
şekilde karşılaşılır.
Gestasyonel diyabetin uygun bir
şekilde kontrol altına alınmadığı durumlarda, piyelonefrit (böbrek enfeksiyonu) gibi ciddi enfeksiyonların
ortaya çıkma riski fazlalaşır. Dirençli
vajinal kandidiyazis (mantar) ortaya
çıkabilir.
Gestasyonel şeker hastalığında ve
özellikle de beslenme düzeni ile
kontrol altına alınabilen tipinde
preeklampsi (gebelik zehirlenmesi)
gelişme riski normal hamileliklerle
aynıdır.
Kontrol altına alınmamış hamilelikte
ortaya çıkar şekerde bebek için riskler:
Gestasyonel diyabet, bebekte organ
gelişimi tamamlandıktan sonra meydana gelir. Bu sebeple de bebekte
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
17
anomali gelişme riski normal gebeliklerle aynıdır.
Kan şekerinin yüksek seyretmesi hamileliğin bütün dönemlerinde bebeğin anne karnında aniden ölme riskini fazlalaştırır. Bu risk özellikle kan
şekeri kontrolü ve tedavisini ihmal
eden anne adaylarında daha fazladır.
Kontrol edilmemiş gestasyonel diyabet hastası olan gebelerin bebeklerinde antenatal dönemde fetal distres (bebekte oksijen azlığı) gelişme
olasılığı, normal hamileliklere nazaran çok daha yüksektir.
Kontrol altına alınmamış gestasyonel
diyabette doğum sırasında bebek
açısından çeşitli sorunlar meydana
gelebilir.
Kontrol altına alınmamış gebelik şekeri bebeğin iri olarak doğmasına yol
açabilir. İri bebeğin doğumu sırasında doğumun yavaş olması ya da durması dışında vajinadan çıkma sırasında omuz takılması sorunu meydana
gelebilir.
Bebek dünyaya geldikten sonra da
özellikle doğum anının hemen öncesinde ya da doğum sırasında kan
şekeri yüksek olan kadınların bebeklerinde başta hipoglisemi; kan şekeri
düşmesi, hipokalsemi; kalsiyum düşüklüğü ve hiperbilirubinemi; bilirubin yüksekliği sorunları meydana
gelebilir.
Bu sebepler dolayısı ile gestasyonel
diyabeti olan gebeler teşhis konulduktan sonra bütün hamilelik boyunca oldukça yakından takip edilmelidir, normal hamilelikten daha
fazla sayıda kontrole gelmesi gerekir
ve daha fazla sayıda tetkik yapılmasına ihtiyaç duyulur.
Diyabetli gebelerin gebelik muayeneleri
Diyabet teşhisi konmuş gebenin
takibi normalden farklı olmaktadır.
Teşhis konduktan hemen sonra ya da
önceden şeker hastası olduğu bilinen bir anne adayında genel gebelik
muayenelerinden sonra bütün vücut
sistemleri detaylı olarak gözden geçirilir. Bu gebeler daha sık aralıklarla
antenatal kontrollere gelir ve bu antenatal kontrollerin her birinde kan
şekeri ölçümleri incelenerek beslenme düzenin ya da insülin tedavisinin
etkinliği değerlendirilir. Gerekli hal18
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
lerde tek başına diyet tedavisi yeterli
gelmez ve diyet+insülin tedavisine
başlanır. İnsülin tedavisi yeterli olmadığı saptanan gebeler için insülin dozları yeniden ayarlanır. Belli bir
hamilelik haftası ardından fetal iyilik
hali testleri (NST) uygulanır.
Gestasyonel diyabeti olan gebeler,
hamilelik süresince kan şekerini evinde ihmal etmeden kontrol etmeli,
diyetine ve uygulanıyor ise insülin
tedavisine uymalı ve doktorunun
çağırdığı aralıklarla kontrollerini aksatmamalıdır. Kontrollerde insülin
dozlarının yeniden ayarlanması, ya
da diyetin yeniden planlanması ya
da sadece diyete ilave olarak insülin
tedavisine geçilmesine gerek görülebilir. Kontroller sırasında ultrason
incelemesiyle bebekte irileşme, polihidramniyos araştırılır.
Gebe bir kadının bebek hareketlerine duyarlı bir halde olması gerekir.
Her bebeğin kendine özgü hareket
etme alışkanlığı olur. Anne adayı bebeğinin normalden daha az hareket
ettiğini hissettiği anda bunu doktoru
ile paylaşmalıdır.
Gestasyonel diyabeti olan ve insülin
uygulanan gebe kadınlarda çoğunlukla 38. hafta hafta ardından hastaneye yatırılarak takip edilir. Bu evrede
fetal iyilik hali testleri daha da çok yapılır, kan şekerleri düzenli bir şekilde
kontrol edilir ve gerekli görülürse
yeniden insülin doz ayarlaması uygulanır. Hamileliğin sonuna doğru doğumun nasıl gerçekleşmesi hakkında
bir karara varılır.
İri bebek ya da farklı bir sebeple
sezeryan gerekli değilse gestasyonel diyabetli gebe kadınlar normal
doğuma alınabilir. Normal doğum
yapmasında bir sakınca görülmeyen
anne adayları doğum sırasında CTG
ile devamlı bebek kalp atışları monitorizasyonuna tabii tutulurlar ve en
küçük bir olumsuzluk anında doğum
sezeryana çevrilir.
Diyabetik gebenin doğumu gerçekleştireceği hastanenin yenidoğan
ünitesinin diyabetik anne çocuğu bakımı konusunda deneyimli olmalıdır.
İnsülin uygulanan gestasyonel diyabetli gebelerde doğumun hemen
ardından insülin gereksinimi azaldığı
için insülin dozları yeniden ayarlanır.
Hamileliklerinde gestasyonel diyabet teşhisi konmuş gebelerde lohusalık bitiminde 75 gram glikozla
OGTT (şeker yükleme testi) yapılır. Bu
test normal çıksa dahi, annenin sonraki hamileliklerinde ya da hayatının
ileriki zamanlarında şeker hastalığına
yakalanma riskinin diğer insanlara
nazaran daha fazla olduğu unutulmalıdır.
Gebelikte Ve Hipertansiyon
Bu konuyu 2 farklı gruba ayırarak inceleyebiliriz:
1. Tansiyonu normal olan bir kadının
gebeliğinin yaklaşık 5. ayından itibaren tansiyonunun yükselmesi.
Buna “gebeliğe bağlı hipertansiyon” adı verilmektedir.
2.Hipertansif bir kadının gebe kalması
1. Gebeliğe bağlı Hipertansiyon
(Preeklampsi)
Gebeliğin ilk dönemlerinde damar
duvarında gevşemeye bağlı olarak
tansiyonda hafif bir düşüş görülür.
Salgılanan hormonlar etkisiyle tansiyonda düşme, halsizlik ve baş dönmeleri bu dönemde normaldir. Ancak gebeliklerin yaklaşık %8-10’unda
5. aylar civarında tansiyonda yükselme gözlenir buna “gebeliğe bağlı hipertansiyon” denilmektedir. Nedeni
tam olarak bilinememekle beraber
plasenta adı verilen bebeği besleyen
dokunun rahim duvarına yapışmasında oluşan anormalliklerin buna
neden olduğu düşünülmektedir. Yani
yapısal bir durumdur ve gebe kadının yeme/içme alışkanlığı ile ilgisi
yoktur.
İlk ortaya çıkan belirtiler tansiyonun
140/90’ın üzerine çıkmasıdır. Buna ek
olarak el ve ayaklarda ödem ve proteinüri denilen idrarda protein çıkışı
görülebilir (24 saatlik idrarda 300
mg üstünde protein çıkar). Hamile
bir bayanda sadece ayaklarda ödem
görülmesi eğer tansiyon normalse
önemli bir şikayet değildir, endişe etmeye gerek yoktur. Bu hastalığın erken tanısı amacıyla hamile bayanlar
düzenli olarak her ay tansiyonlarını
ölçtürmelidir. Gebeliğe bağlı hipertansiyon tanısı koymak için hamile
bayan tansiyonunu 10-15 dakikalık
bir dinlenme süresi sonrası ölçtürmeli ve en az 2 kez 140/90 değerlerinin
üzerinde çıkmalıdır.
Gebeliğin ilerleyen döneminde (5.
aydan başlayarak doğuma kadar hatta doğumdan sonraki ilk ayda dahil)
tansiyonda yükselme hem anne hem
bebek üzerinde olumsuz etkiler yapabilir. Annede gelişen yüksek tansiyon; görme bozukluğu, baş ağrısı,
beyin kanaması, karaciğer yetmezliği, böbrek yetmezliği, havale geçirilmesi gibi sorunlar ortaya çıkabilir.
Tansiyonda yükselme gebeliğin ne
kadar erken döneminde ortaya çıkarsa sorunlar da o kadar fazla görülür. Ağır preeklampsi tansiyonun
160/110 mmHg üstüne çıkmasıdır.
Bu durumda yukarda anlatılan ciddi
sağlık sorunlarının görülme olasılığı
daha yüksektir.
Gebelikte tansiyon yükselmesinin
bebek üzerine etkileri ise gelişme
geriliği, anne karnında bebeğin ölmesi, plasentanın erken ayrılarak kanama olması ve bebeğin kaybıdır. Bu
nedenle tansiyonda yükselme olan
hamile bayanlar yakın takip edilmeli
ve bebeğin gelişimi ultrason ile izlenmelidir. Ultrason altında yapılan incelemeler ve anne karnında bebek kalp
atımlarının kaydedilmesi ile bebeğin
sağlığı yakından izlenir ve doğumun
zamanı planlanır.
Gebelik sırasında; baş ağrısı, görmede bulanıklık, uçuşma, mide bulantısı
ve şişme gibi şikayetler ortaya çıkması durumunda mutlaka doktora başvurulmalıdır. Bu şikayetler tansiyonda yükselmenin ilk belirtileri olabilir.
Preeklampsi tedavisinde en önemli
konu bebeği yakından takip ederek
doğum zamanını planlamaktır. Doğuma kadar da bu hastaların stres ve
sıkıntıdan uzak sakin bir yaşam sürmeleri beklenir. Sıkıntı ve yorgunluk
tansiyonu yükseltebileceğinden bu
dönemde dikkatli olunmalıdır. Temel
prensip 34. Haftadan sonra uygun bir
zamanda doğumun yaptırılarak bebeğin sağlıklı olarak çıkartılmasıdır.
Tansiyonu kontrol altında tutulabilen
bayanlarda 37-38. Haftalara kadar
beklenilebilir ancak yakın takip gereklidir.
Preeklampsi tedavisinde tansiyonu
düşürmeye yarayan ilaçlar dikkatli
seçilmelidir çünkü bebeğe giden
kan akımında azalmaya neden olarak gelişme geriliğine neden olabilirler. Bazı ilaçlar ise bebeğin gelişimi
sırasında yapısal bozukluklara neden olarak konjenital anomalilere
neden olabilir. Bu nedenle gebeliğe
bağlı hipertansiyonun tedavisi hamile olmayan bayanlardaki yüksek
tansiyon tedavisinden farklılık göstermektedir
kadının nöbet geçirmesi engellenmelidir. Doğumdan sonra da ilk saatlerde yakından takip gerekmektedir,
çünkü nadir de olsa bazı bayanlarda
doğumdan sonra tansiyonda daha
da yükselmeye bağlı nöbet geçirme
olabilir.
Hamilelik sırasında aşırı kilo alınması yada yüksek miktarda tuz tüketilmesinin tansiyonda yükselmeye yol
açacağı görüşleri tartışmalıdır, kesin
kanıtlanmamıştır.
Çoğul Gebelikler
2. Hipertansif bir kadının gebe kalması
gebelik02Hamile değilken hipertansif olan bir bayanda hamileliğin ilk
dönemlerinde hormonların etkisiyle
tansiyonda hafif düşme gözlenebilir. Ancak 2. ve 3. dönemde tansiyon
tekrar yükselebilir. Eğer tansiyondaki
yükselmeye idrarda protein çıkışı da
eşlik ederse buna gebelikte daha da
kötüleyen hipertansiyon (superimpoze peeklampsi) adı verilir.
Kronik hipertansiyonu olan gebelerde gebe kaldıkları dönemde ilaçlarını
değiştirmek durumunda kalabilirler,
çünkü diğer zamanlarda kullandıkları ilaçlar bebek üzerinde yan etkiye
neden olabilir.
Hamilelik döneminde tansiyonu düşürmek amacıyla en çok içeriği metil
dopa olan ilaç kullanılmaktadır. Ani
tansiyon yükselmelerinde ise ülkemizde Magnezyum kullanılarak tansiyon düşürülmeye ve kadının havale
geçirmesi engellenmeye çalışılır. Ani
tansiyon yükselmesi ve karaciğer/
kan tablosunda ciddi sorunlar çıkan
bayanlar hızla kontrol altına alınarak
doğum için hazırlanmalıdırlar.
Preeklamptik kadınlarda doğum şekli:
Preeklamptik hamile bir bayan eğer
tansiyon kontrol altında ve ciddi
başka bir problem yoksa normal
doğum yapabilirler. Normal doğum
sırasında magnezyum kullanılarak
tansiyon kontrol altına alınmalı ve
Yukarda anlatılan nedenlerle hamile
kalmayı planlayan bayanların tansiyonlarını ölçtürmeleri ve gebelik
döneminde de düzenli kontrollerini
yaptırmalarını öneririz.
Günümüzde gebelik yaşının giderek
daha ileri yaşlara taşınmasından ve
yardımcı üreme tekniklerinin kullanılması nedeniyle, çoğul gebeliklerde artış meydana gelmiştir. İkiz gebeliklerde % 25-50 arası bir oranda
artış, üçüz doğumlarda 3-4 kat artış
yaşanmıştır. Kadınlarda normalde
yumurtlama döneminde tek yumurta salınarak, spermle döllenmesinden fetüs oluşmaktadır. Yumurtlama
döneminde iki yumurta salınıp, döllenirse çift yumurta ikizi, tek yumurta
döllenerek, zigotun gelişmesinde ikiye ayrılırsa, tek yumurta ikizi olur. Tek
yumurta ikizinin neden olduğu tam
olarak bilinmese de, çift yumurta ikizinde annenin yaşı, yardımcı üreme
teknikleri, etnik köken ve daha önceki doğumların fazlalığı etkili olur. Bu
gebeliklerde tek plasenta olabileceği
gibi, iki plasenta da olabilir. Su kesesi
de aynı şekilde olabilir. Çoğul gebeliklerde yumurta sayısı, plasenta ve
amnios kesesinin iki fetusla paylaşılma şekli, bunun neden olduğu ayrı
sorunlara sebep olabilir.
Çoğul gebelik sorunları
Hamilelikte birden fazla bebek sahibi olmak aileleri mutlu ettiği kadar,
kaygı uymalarına neden olmaktadır.
Çoğul gebeliğin aslında riskli gebelik olduğu anlamına gelmesi, onları
bu düşüncelere sevk etmektedir. Bu
tür gebeliklerde yaşanan sorunlar
anne adayına, fetusa, doğum ve yeni
doğan dönemine ait olmaktadır. Bu
nedenle çoğul gebeliğin başlangıcından itibaren özenle takip edilmesi
gerekir. Bu şekilde ortaya çıkabilecek
sorunlar kontrol altına alınabilir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
19
Bebeklerde gelişen sorunlar
Çoğul gebelik sırasında buna bağlı
olarak, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, kansızlık ve idrar yolu enfeksiyonları daha fazla görülmektedir.
Bebeklerde genellikle kromozomal
anomali, tek gen efektleri, izole mal
formasyonlar görülebilir. Çift yumurta ikizlerinde bunların görülme olasılığı daha fazladır. Çünkü annenin
yaşı ve iki fetüs olması riski arttırır.
Tek yumurta ikizlerinde ayrılma ilk 3
günde olduğunda sorunlar, geç bölünmelere göre daha azdır. 4-8 günlerdeki bölünmelerde iki tane kese
ve tek plasenta, 9 günden sonraki
bölünmelerde ise tek kese ve tek plasenta ikizler olur. Bölünme 14 günden sonra olduğunda, siyam ikizleri
denilen yapışık ikizler meydana gelir.
Bu nedenle tek yumurta ikizlerinde
bölünmeden kaynaklanan bel sakatlıkları, omurga anomalileri, ürolojik
mal formasyonlar, nefes ve yemek
borusu anomalisi gelişebilir. Bunlar
oldukça ağır şekilde olabilir. Yaşamla
bağdaşmayacak şekilde bebekleri etkisi altına alabilir.
Yardımcı üreme teknikleri ile meydana gelen çoğul gebeliklerde ise,
anne adaylarının kaygılanmasına
gerek yoktur. Çünkü bu çoğul gebeliklerde bebeklerde anomali artışıyla
ilgili kesin veri bulunmamaktadır. Tek
plasenta olan ikizlerde, plasentadaki
damarsal ilişki yüzünden bebekler
arası kan geçişi olmaktadır. Bu durumda kan alan bebek irileşirken,
veren bebek daha zayıf kalmaktadır.
Bu durum kalp yetersizliği gelişmesine neden olabilir. Bebeklerin tek
kese içinde olması da, göbek kordonlarının birbirine karışması, dolaşımın
engellenmesi gibi problemlere neden olabilir.
Çoğul gebelikler erken doğuma neden
olur mu?
Bu gebeliklerde doğum çoğunlukla
beklenenden daha önce meydana
gelir. Doğumun oluş şekli ise, gebeliğin son döneminde bebeklerin anne
karnında olan pozisyonuna göre
değerlendirilir. Doğumda ikinci doğan bebek, ilk bebeğe göre doğum
komplikasyonlarına daha yatkındır.
Bu bebeklerde kordon sıkışması, perinatal depresyon, uzun anestezi, asfiksi gibi sorunlar olabilir.
20
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Çoğul gebeliğin bebeğin gelişimindeki
etkisi nedir?
Çoğul gebelik döneminden sonra,
doğumun gerçekleşmesiyle birlikte
yeni doğan döneminde bebeklerin
ve annenin zor bir dönemi söz konusudur. Yeni doğan dönemindeki sorunlar anne karnında başlamış olan
büyüme geriliği ile erken doğumun
yarattığı sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bebekler 28-29 haftaya kadar
tek gebelik gibi gelişim gösterirken,
bundan sonraki dönemde büyüme
hızları yavaşlar. Anne karnına tek bebeğin sıkıştığı alana, 2-3 fetüs birden
sıkışmaya başlar. Bu bebeklerdeki büyümenin yavaşlamasının ana sebebidir. Bebeklerden birinin ağırlığında
önemli bir farklılık varsa, bu bebeğin
risk altında olduğunu gösterir. Bu durumda erken doğum ya da ölüm riski
daha yüksek olur. İkiz bebeklerde doğum 36-37 haftalarda, üçüzlerde ise
32 haftada gerçekleşebilir.
Çoğul gebeliklerde erken doğum
riski fazla olduğundan, bunun ne
kadar erken olması riskleri arttıran
bir etkendir. Bebeklerdeki akciğer sorunları, sindirim sistemi, santral sinir
sistemi ve göz sorunları erken doğmasına göre artar. Uzun dönemde ise
beyin felci ve bazı nörolojik sorunlar
gelişebilir. Beyin felci riski çoğul gebeliklerde % 7-8 arasında etkili olur.
Bebeklerin arasındaki kan geçişi, bebeklerin birinin ölümünün diğerine
zarar vermesi, bebeklerde bazı nörolojik sorunlara neden olabilir.
Çoğul gebelik sırasında hastaneden
yatış süresi tekil gebeliklere oranla
3-4 kat fazladır. Bu dönemde yapılan
toplam harcamalarda 5-10 kat fazla
olur. Annenin bebeklerini emzirmeye
başlaması, bakımında yaşanan güçlükler, bebeklerin sağlığının kontrol
altına alınması gibi etkenler dikkate
alındığında, çoğul gebeliğin sorunlarının doğumdan sonrada oldukça
fazla olduğu görülebilir. Bu nedenle
anneler bunların hepsine hazırlıklı
olmalıdır. Gerektiği takdirde destek
almaları tavsiye edilir.
Çoğul gebeliklerden kaynaklanan
sorunlardan korunmak için neler
yapılabilir?
• Yardımcı üreme yöntemleri ile gebelik elde ediliyorsa, ikiden fazla
embriyo transferi yapılmamalı
• Bu durumda ikiden fazla gebelik
elde edildiyse, bunun sonlandırılması gerekir
• Çoğul gebeliğin takibi, tek gebe-
likten daha sık ve özenli yapılmalıdır.
• Hamileliğin 24 haftasından sonra
yeni doğan yoğun bakım servisi
olan merkezlere yakın olmak ve
doğumu bu özellikteki bir hastanede gerçekleştirmek
Çoğul gebeliklerde doğum öncesi eğitim
programına katılmak
Bu gebeliklerde ailelerde hem heyecan, hem de kaygı hâkimdir. Bu
hamlelikle ilgili duygu ve tepkiler,
fiziksel değişimler, doğum korkusu,
gebelik komplikasyonları ya da hastanede yatmayı gerektiren sorunlara
neden olur. Bebeklerle alakalı kaygı
verici duygularda gelişir. Bebeklerin
erken doğması, sağlıkları, bakımı gibi
kaygılar, çevreden ve aileden yeteri
kadar destek alamama, gelir kaybı
yaşanması, varsa diğer çocukların
buna uyumu gibi sıkıntılarla baş edebilmek çok kolay değildir.
Bu duyguların hepsi, gerçekte çoğul
gebeliklerde gelişen normal tepkiler
ve duygulardır. Bu gebeliklerde gösterilen duygusal tepkiler ise, kişilerin yapılarından kaynaklanmaktadır.
Bunlar kişiden kişiye farklılık gösterir.
Çiftlerin her biri bebeklerini beklediği dönemde yaşadığı duyguları ve
sıkıntıları kendilerince yöntemlerle
çözmeye çalışırlar.
Anne ve babanın yaşadığı sıkıntıların
kaynakları arasında, erken doğum
riskinin olması, bebeklerin gelişimi
nedeniyle duydukları sıkıntı ve endişe, doğumdan sonra onların bakımlarıyla ilgili tereddütler yer alır.
Hissettikleri bu endişeler duygu değişimlerine, yorgunluğa, hoşnutsuzluğa dönüşür. Dinlenme ihtiyacı duyarlar, maddi kaygıları artar, işlerinde
yeterince performans gösteremezler
ve sıkıntıları artış gösterir.
Ani şekilde hastaneye yatma gibi durumların gelişmesi, annenin sağlığı,
bebeklerin gelişimiyle ilgili kaygılar,
bu konudaki bilgi eksiklikleri duyulan endişelerin artmasına neden olur.
Çoğul gebeliklerde anne ve baba, doğum öncesinde ve sonrasında dep-
resyonu birlikte yaşar. Bu nedenle çoğul gebelikleri olan çiftlerin, doğum
öncesinde eğitim programına katılarak, yeteri kadar bilgi sahibi olmaları
tavsiye edilir. Bu sayede yaşanan zorluklarla daha iyi mücadele edilir.
Çoğul gebeliklerde anneler nasıl hareket
etmelidir?
Anneler bu süreçte doktor kontrollerini ihmal etmemelidir. Tekil gebeliklere
göre daha sık doktora gidilmelidir. Bu
sadece hamilelik döneminde değil,
doğumdan sonrada yapılmalıdır.
• Gebeliği
sırasında doktorunun
önerdiği gibi, cinsel yaşamına dikkat etmeli, beslenmesi ve dinlenmesi için uyması gereken kurallara
uymalıdır. Özellikle beslenmede
demir, kalsiyum, protein ve omega 3 yağ asitlerini alması gerektiği miktarlarda almalıdır. Anneler
tek hamileliklere göre daha fazla
oranda besin maddesine ihtiyaç
duyarlar. Ancak beslenme sırasında fazla kilo almamaya dikkat
etmeleri gerekir. Bunu doktoruna
danışarak, kendilerine yetecek
kaloride beslenmeleri uygundur.
Yiyeceklerinde fazla yağlı gıdalara
yer vermemelidirler.
• Çoğul gebelik ya da riskli gebelik,
her açıdan olduğu gibi, anneler iş
yaşamında da daha farklı ayrıcalıklara sahiptir. Çalışıyorlarsa, daha
erken dönemde izne ayrılabilirler.
• Çoğul gebeliği olan anne adayları,
bu dönemde ağır egzersizler yapmamalı, ağır işlerden kaçınmalıdır.
Bunun yerine düzenli yürüyüşler
kendilerine daha faydalı olacaktır.
• Zararlı olabilecek kafeinli içecek-
lerden uzak kalmaları gerekir.
Bunlar çay, kahve, kola gibi içeceklerdir. Ayrıca alkol ve sigara kullanmamaları gerekir. Bu normal
gebeliklerde de geçerlidir.
• Seyahat etmesi gereken hamileler
bunu doktoruna danışmadan yapmamalıdır. Özellikle uzun sürecek
araba, uçak ve deniz yolculuklarına doktordan izin almadan çıkmamaları gerekir.
• Erken doğum olasılığı çoğul ge-
beliklerde daha fazla olduğundan,
her zaman buna hazırlıklı olmaları
gerekir. Bunun için eşyalarını hazır
tutmalı ve kendini doğum için hazırlamalıdır.
• Anneler doğum sonrası kendileri-
ni daha iyi hissetmek için, aile büyüklerinin desteğini almalıdır. Bu
destekte eşin önemi ayrıdır. Anne
psikolojik olarak iyi hissettiğinde,
bebeklerin bakımında zorluk yaşamayacaktır.
Yaz Gebeliğinde Sıcağa Dikkat
Yaz aylarının en büyük sıkıntısı sıcak
havaya bağlı olarak insan vücudunda
görülen halsizlik, gece uykularında
düzensizlik, tansiyon, vücutta ödem
ve şişkinlik, özellikle de el ve ayaklarda, alerjik problemler, ayak tabanlarında yanmalar, terlemeye bağlı bunalma, mide bulantısı ve kusmadır.
Bu sıcaktan etkilenen her bireyde
orta ve hafif derecede görülebilen
sorunlardır. Buna bir de gebelik eklendiğinde yaşanan sıkıntılar iki katı
artar. Çünkü 2 can ile yaşayan kadın,
özellikle de gebelik döneminin son
aylarında kilosunun artması, ödemler
ve hareket kabiliyetinin azalmasıyla
daha büyük problemler yaşayabilir.
Bulantı ve Kusmalar
Yaz aylarında gebelik ilk 3 aylık hamileliğe denk gelmişse, buradaki
en büyük rahatsızlık yaratacak faktör, bulantı ve kusmalardır. Özellikle
de gebelik döneminin ilk üç ayında
hamile kadınlar kokulara karşı çok
hassas olurlar. Yaz aylarında sıcağın
etkisiyle bu rahatsızlık kendisini daha
belirgin şekilde gösterir.
Bu nedenle de böyle bir durumda
anne adayları mutfak ve parfüm kokularından uzak durmalıdır. Yaz aylarında gebelikte aşırı yağlı ve katı besinler yerine sulu ve az yağlı besinler
tüketilmelidir. Aşırı bulantı kusma ve
yemek yiyememe gibi bir durumla
karşılaşıldığında muhakkak hekime
başvurulmalıdır.
Egzersizlere önem Verin
Yaz aylarında gebelikte anne adaylarının bir diğer dikkat etmesi gereken
husus ise, gebelik döneminin ilk aylarında vücut egzersizlerine önem
vermeleridir. Yapılacak birkaç hafif
egzersiz gebelikte vücudun daha esnek olmasını doğumun da daha kolay olmasını sağlayacaktır.
Yaz aylarında gebelikte evde serin
bir ortamda kendinize ve bebeğinize zarar vermeyecek şekilde basit
hareketleri düzenli yapmanız bile
büyük fayda sağlayacaktır. Ancak bu
egzersizleri sakın yazın güneşin altında yapmayınız. Yürüyüşlerini sabahın
erken saatlerinde veya akşam serinliğinin olduğu saatlerde kendinizi çok
yormadan yapabilirsiniz.
Gebelikte Mutlaka Yürüyün
Yaz aylarında gebelikte her gün yarım saatlik hafif tempoda bir yürüyüş
vücutta ödem oluşmasına ve ayakellerdeki şişlikleri engelleyecektir.
Bununla birlikte anne adayları gebelik süresince yüzmeyi de ihmal etmemeli. Yaz aylarındaki yüzme vücudun
hareket kabiliyetini arttırır adaleleri
çalıştırır ve vücuda zindelik verir.
Ama anne adayları hijyene dikkat
etmeli ve temiz deniz veya havuzda
yüzmelidir.
Anne adayları yaz aylarındaki gebeliklerinde fazlaca tuvalete çıkaran
çay ve kahve gibi içeceklerle, sıvıyı
vücutta tutan soda ve gazlı içeceklerden uzak durmalıdır. Bu içecekler
annelere sıkıntı verebilir.
Yaz aylarına denk gelen gebeliklerde
tüketilecek olan taze sıkılmış meyve
suyu ve su en sağlıklı sıvılardır.
Beslenmenize Dikkat Edin
Yaz ayları gebelikte özellikle de hamileliğin son üç aylık döneminde
beslenmeye dikkat edilmelidir.
Bir defada aşırı miktarda besin almaktansa, az az besin alınmalı, bol
sıvı tüketilmeli, kuru ve yağlı besinlerden uzak durulmalı, bol meyve
ve sebze tüketilmelidir. Yaz aylarında anne adayları güneş ışınlarından
kendilerini korumalı. Dışarı çıkıldığında kendilerini serin tutacak açık renk
giysiler tercih etmeli. Deriyi güneş
ışığından koruyacak yüksek faktörlü
güneş kremleri kullanmalı. Ayrıca yaz
aylarında anne adayları geceleri daha
rahat bir uyku geçirmek, bunaltı ve
sıcak basmalarından kurtulmak için
akşamları yatmadan ılık bir duş alırlarsa daha rahat ederler.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
21
kapakkonusu
YARDIMCI ÜREME TEKNİKLERİNDE
YENİ UFUKLAR
Prof. Dr. Murat SÖNMEZER
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı
Morfokinetik Embriyo Seçimi,
Preimplantasyon Genetik Tanı Yöntemleri
ve Embriyo Metabolizması
Yardımcı üreme tekniklerinin nihai
amacı tek embriyo transferi ile sağlıklı bir bebeğin doğumunun sağlanmasıdır. Bir başka deyişle gerçek başarı “eve bebek götürme oranı” olarak
tanımlanabilir. Son yıllarda embriyo
kültür ortamları ve dondurularak koruma teknolojilerinde oluşan önemli
gelişmelerden dolayı embriyo tutunma oranları belirgin olarak artarken,
toplam gebelik oranlarında da kayda
değer bir artış meydana gelmiştir.
Ayrıca embriyonun gelişim kinetikleri ve fizyolojisi konusundaki gelişmeler yaşama olasılığı en yüksek
embriyonun seçimine ve transferine
olanak tanımaktadır. Embriyo gelişim
kinetikleri, metabolizması ve preteomiks/metabolomiks ile embriyonun
kromozom yapısı arasındaki ilişkiyi
gösteren gelişmeler önemlidir. Ancak bu teknolojiler ile bir embriyo
22
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
grubu içerisinde tutunma olasılığı
en yüksek olan embriyoyu seçme
imkanı söz konusu olsa da, embriyonun kromozom yapısının düzgün
olduğunu göstermez (ploidi) ve ailesel geçişli genetik bir hastalığa sahip
olan çiftlerde etkilenmemiş embriyonun seçilmesine olanak tanımaz. Her
türlü optimal embriyo seçim kriterlerinin uygulanmasına rağmen, embriyolar genetik ve kromozomal olarak
taranmadan transfer edildiğinde, bir
grup hastanın düşük ile sonuçlanmasının önüne geçilemeyeceği gibi,
takibindeki prenatal genetik testlerin yapılma zorunluluğu da ortadan
kalkmayacaktır.
Embriyonun Morfolojik Seçimi
Morfolojik değerlendirme 30 yılı aşkın süredir embriyoların sınıflandırılması ve transfer edilecek embriyoların belirlenmesi için kullanılan esas
yöntemdir. Bu değerlendirme yönteminde 2 ya da 3. gün embriyolarında hücre sayısı, hücre benzerliği ve
hücrelerdeki fragmentasyona bakılmaktadır. Blastokist adı verilen 5. gün
embriyolarında ise “inner cell mass”
adı verilen embriyoyu oluşturacak
olan kısım, “trofektoderm” adı verilen
plasentayı oluşturacak kısım ile, blas-
tokistin açılma ve etrafındaki “zona
pellusida” adı verilen zar dışına çıkıp
çıkmamış olma durumu değerlendirilir. Bu değerlendirme sisteminin en
büyük dezavantajı değerlendirmenin sadece belirli zaman noktalarında yapılıyor olması ve bu nedenle de
başka zaman noktalarındaki gelişim
basamaklarının gözden kaçma olasılığının ortadan kaldırılamamasıdır.
Embriyonun gelişimi ve görünümü
bir kaç saatlik kısa bir zaman diliminde
dahi çok belirgin bir şekilde değişebilmektedir. Bu dezavantajlar “time-lapse imaging” adı verilen ve embriyoyu
sürekli olarak görüntüleyen ve bunu
kaydeden sistemlerin geliştirilmesi
ile ortadan kaldırılmıştır. “Time-lapse
imaging” sistemlerinin kullanılmaya
başlanması ile gebelik elde edilen ve
tutunma olasılığı yüksek olan embriyoların sadece bölünme aşamasında,
aynı zamanda, döllenmenin oluştuğu
iki hücreli pronükleus aşamasında da
yüksek senkronizasyon gösterdiği izlenmiştir. Ayrıca blastokist aşamasına
ulaşan embriyoların erken embriyonik dönemdeki değerlendirme ile
saptanabileceği gösterilmiştir. Örneğin ilk bölünme sonrası hücre büyüklüğünün eşit olmaması, bir hücreden
3 hücreye ani bölünme ve 4 hücreli
haber
dönemde multinükleasyonun varlığı
kötü prognostik parametreler olarak
değerlendirilmiştir. Bu şekilde optimal embriyo kültür sistemleri ve “time-lapse imaging” kullanarak gebelik
oranlarında %20’ye varan iyileşmeler
elde edilebileceği öngörülmektedir.
Blastokist aşamasına gelmiş bir embriyo, özellikle endometrium-embriyo
senkronizasyonunun daha iyi olması
nedeni ile tutunma olasılığı en yüksek olan embriyodur. “Time-lapse
imaging” sistemlerinin en önemli
avantajlarından biri erken bölünme
döneminde blastokist aşamasına
geçme olasılığı yüksek olan embriyoların saptanması ve erken transferi
ile embriyonun uzamış kültür ortamlarına ve böylece de epigenetik değişikliklere maruz bırakılmamasıdır.
Ancak bir diğer açıdan bakıldığında
erken dönemde embriyo transferi
gerçekleştirildiğinde endometrium
ile embriyo arasındaki senkronizasyonun tam olmaması nedeni ile düşük
gebelik oranları ve erken embriyonik kayıpların söz konusu olabileceği
akılda tutulmalıdır.
Kompleks kromozomal bozukluğa
sahip olan embriyoların ilk bölünmelerinin genellikle geç oluştuğu, 2 ile 4
hücre arası geçişin uzun sürdüğü ve
bölünmelerin de genellikle düzensiz
olduğu gösterilmiştir. Ancak tam zıt
olarak morfokinetik olarak normal ve
anormal kromozom yapısına sahip
embriyo ayırımının yapılamayacağını
öne süren çalışmalar da bulunmaktadır. Sonuç olarak “lime-lapse” video
görüntüleme sistemlerine dayandırılarak geliştirilen embriyo seçim
yöntemleri hiç bir zaman preimplantasyon genetik tarama (PGT) yerine
geçmemektedir. Ancak orta derecede başarılı kabul edilebilecek “standart morfolojik kriterlere” dayandırılarak yapılan embriyo seçimine
kıyasla “lime-lapse” video görüntüleme iyi prognozlu ve PGT planlanmayan hastalarda kabul edilebilir bir
yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Preimplantasyon Genetik Tarama ve Tanı
a. FISH ve CGH
Anormal kromozomal yapılar (monosomi ve trisomi) erken insan
embriyolarının %10’u ile ilerleyen
yaşlarda %50’ye kadar olan bir kısmını oluşturmaktadır. Anormal kromozomlu embriyolar erken gebelik
kayıplarının ve erken implantasyon
başarısızlığının en önemli nedenlerinden biridir. Anormal embriyoları
saptamak için kullanılan FISH çok
üzün süredir kullanılmakta olan bir
teknolojidir. Bu yöntem ile hücrelerin kültür ortamlarında geliştirilmesine gerek olmamakla birlikte, spesifik
problara gereksinim duyar ve ancak
çok kısıtlı (4-5) sayıda kromozomun
saptanmasına yardımcı olur. PGT
amacı ile kullanılan bir diğer teknoloji 24 kromozomun hızlı ve etkin bir
şekilde taranmasına olanak tanıyan
“Comperative Genomic Hybridization- CGH Array” teknolojisidir. CGH ile
sıklıkla tekrarlayan düşüklere neden
olan dengeli translokasyon adı verilen kromozomal bozukluklar da saptanabilmektedir. Üçüncü gün embriyo biyopsi yapıldığı zaman sıklıkla
5. günde embriyo transfer edilirken,
5. gün embriyo biyopsisi yapıldığında sıklıkla embriyo dondurulmakta,
daha sonra planlanmış bir zamanda
endometrium hazırlığı sonrasında
dondurulmuş-çözülmüş
embriyo
transfer işlemi gerçekleştirilmektedir. Özellikle ileri anne yaşı, tekrarlayan gebelik kaybı, tekrarlayan implantasyon başarısızlığı (tutunma) ve
şiddetli sperm problemlerinin varlığında CGH-array teknolojisi ile embriyo seçimi IVF başarısını arttırmaktadır. Anormal kromozom yapısına
sahip embriyolar 38 yaş altındaki
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
23
kadınlarda tüm embriyoların %70’ini
oluştururken, bu oran 38 yaşın üzerinde %90’lara kadar çıkmaktadır. Bir
başka deyim ile 38 yaşın üzerindeki
bir kadında her 10 embriyodan ancak 1-2’si normal kromozom yapısına sahip olmaktadır. Ancak bir kez
normal kromozom yapısına sahip
bir embriyo elde edildiğinde gebelik oranları kadın yaşından bağımsız
olarak benzer olmaktadır. İyi prognozlu hastalarda CHG array ile tek
embriyo transferi yapıldığında gebelik oranlar artmakta ve çoğul gebelik
oranları düşmektedir.
b. Yeni Teknolojiler: SNP, qPCR, NGS
“Single nucleotide polymorphysm
array” (SNP) hem genotiplendirmeye hem de genomdaki binlerce
pozisyonda kopya sayısı tahminine olanak tanımaktadır. SNP’nin en
önemli avantajı rekombinasyon bölgeleri, uniparental disomi, aneuplodinin anne ya da baba kaynağının
bulunması ve dengeli translokasyonlar gibi kopya sayısı normal nötral
olayları saptayabilmesidir. Ancak dezavantajı pahalı olması ve sonuç için
zaman gerektirmesidir. Bu tür dezavantajlar q-PCR yöntemi ile aşılabilmektedir ve bütün genomun çoğaltılmasına gerek duyulmaz. PCR işlemi
4 saat içinde tamamlanabilir, otomatizedir ve array yöntemlerinden daha
ucuzdur. Ayrıca tek gen bozuklukları,
küçük duplikasyonlar ve delesyonlar
ile mitokondriyal bozukluklar ve dengesiz translokasyonlar saptanabilir.
Ancak saptama doğruluğu, fiyat ve
kapasite açısında en ideal kombinasyon NGS’ye (Next Gene Sequencing)
dayalı tam kromozom analizi gibi gözükmektedir. Bu yöntem bütün genomun çoğaltılmasına gerek duysa
da, preimplantasyon embriyolarda
yeni oluşan delesyon ve dublikasyon
varlığı ile ilgili şüphe hala devam etmektedir.
Kullanılam yöntem ne olursa olsun
en önemli problemlerden biri embriyoda izlenen mozaizmdir. Blast
embriyolardan yapılan biyopsilerde
%15-30 dolaylarında mozaizme rastlanmaktadır. Bir diğer önemli konu
embriyo biyopsisinin ne zaman yapılacağıdır. Blastomer biyopsisinin
embriyo tutunma başarısını azaltma olasılığından dolayı oosit “polar
24
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
body” biyopsisi, ya da blastokist trofektoderm biyopsisi yapılması önerilir. Polar body biyosisinin en önemli
avantajlarında biri de mozaizmin
ekarte edilmesidir ki, maternal mayoz aneuplodinin en önemli nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca biyopsinin embriyo
üzerindeki potansiyel negatif etkisi
de ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Trofektoderm biyopsisini svunanalar
ise bütün aneuplodilerin ekarte edilebileceğini, işlemin güvenli ve kilinik
olarak etkili olduğunu önermektedirler. Bütün bu tekniklere rağmen
kromozom yapısı normal olan bütün
blastokist embriyoların %100 tutunma olasılığına sahip olmadığı da bir
gerçektir. O halde embriyonun reprodüktif potansiyelini etkileyen başka
bazı faktörler de söz konusudur.
Embriyo Fizyolojisi ve Biyobelirteçleri
Morfolojik olarak embriyo skorlaması yıllardır kullanılan bir yöntem olsa
da, embriyonun fizyolojik durumunu
tam olarak yansıtmayabilir. Ayrıca
embriyonun kromozom yapısı tamamen normal olarak belirlense de,
bu embriyoların bir kısmının tutunamadığı ve gebelik oluşturmadığı
bilinmektedir. Bu durumda embriyo
implantasyon potansiyelini belirleyebilecek başka birtakım morfokinetik
özellikler araştırılmıştır. Yapılan çalışmalarda aynı hastada aynı sınıflandırma sistemine göre benzer skoru alan
embriyoların, proteomlar ve metabolik aktivite açısından tamamen
farklı olabileceği gösterilmiştir. Bu
açıdan son yıllara proteom ve metabolik aktivite gibi analizlerin embriyo
skorlama sitemlerine entegrasyonu
ve implantasyon olasılığı yüksek olan
embriyoların seçilebilmesi ile ilgili
önemli çalışmalar yapılmaktadır.
Proteomiks: Embriyo tarafından kültür medyumlarına sekrete edilen bir
çok protein ve peptid incelenerek
embriyonun hücresel fonksiyonları
ve metabolik aktivitesi araştırılmaktadır. Transkriptomdan oluşan proteom, bir milyon proteinden daha
fazla içerir ve hücresel fonksiyonlardan sorumludur. Proteomun analizi
hücresel bir sekresyon gerektirirken,
embriyo tarafından sentezlenen bir
çok sayıda protein ve peptidin (sekretom) embriyo kültür medyumunda
incelenmesi olasıdır. Embriyo kültür
medyumlarında embriyo tarafından
sentez edilen maddelerin analizi için
spektrometrik yöntemler geliştirilmiştir. Embriyo sağkalımını yansıtan
peptid ve proteinlerin saptanabilmesi ve mikrosıvı alanındaki gelişmeler
ile kantitatif olarak ve hedeflenmiş
bir şekilde bu proteomlar IVF laboratuvarında incelenebilecektir.
Metabolomiks: Spesifik hücresel
fonksiyonlardan arta kalan özel kimyasal ayak izlerinin sistematik olarak analizidir. En çok kullanılan NIR
spektrometrede yaşayan ve yaşamayan embriyolar arasındaki sinyal eşik
düzeyinin sinyal kirliliği tarafından
etkilenme olasılığı vardır. Son yıllarda oldukça hızlı sonuç veren, çok
az örnek kullanımına ihtiyaç duyan
ve tek bir embriyodan elde edilen
kültür medyumundan çok miktarda
veri elde edilmesine olanak tanıyan
“electrospray ionization mass spectrometry” ve “direct injection mass
spectrometry” geliştirilmiştir.
Embriyo glukoz ve aminoasit kullanımı: Embriyonun metabolik aktivitesi glukoz kullanım oranı, karbonhidrat kullanım oranı, glikoliz
aktivitesi, esansiyel aminoasit kullanım oran ve oksijen kullanım oranı
gibi faktörlere bağlı olarak saptanmaktadır. Yapılan çalışmalarda glukoz ve oksijen kullanım oranı daha
yüksek olan embriyoların blastokist
oluşturma oranının daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Embriyo kültür
medyumlarında glukoz ölçümü ile ilgili en önemli dezavantaj çok hassas
sistemlerin gerekli olmasıdır. Ayrıca
bütün bunların embriyonun cinsiyeti, kültür medyumunun ne sürede
değiştirildiği, embriyonun gelişim
dönemi, kültür medyum içeriği ve
oksijen kullanım ve amonyum birikim oranı gibi faktörlerden etkilendiği akılda tutulmalıdır.
Sonuç olarak, yeni teknolojiler sayesinde embriyoya zarar vermeden
yaşama ve tutunma potansiyeli yüksek olan embriyoların saptanması ile
daha yüksek gebelik oranları ile ilgili
ümit ortaya çıkmıştır. Ancak her bir
teknolojinin avantaj ve dezavantajları, kullanım yaygınlığı, fiyatı ve güvenliği mutlaka ayrıntılı bir şekilde
değerlendirilmelidir.
kapakkonusu
GEBELİK ŞEKERİ GESTASYONEL
DİYABET TARAMASI
Prof. Dr. S. Cansun DEMİR
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı
Perinatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Türk Jinekoloji ve Obstetrk Derneği
Yönetim Kurulu Başkanı
“Gestasyonel Diyabet (Gebelik şekeri) tanısı için dünya genelinde kabul
edilen ortak bir görüş bulunmamaktadır. Bu konuda farklı ülkelerde uygulanan farklı ancak benzer testler
bulunmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü
(WHO), ACOG, ADA, Endocrine Society ve Uluslararası Diyabet ve gebelik
çalışma grubu (IADPSG) farklı zamanlarda benzer kılavuzlar yayınlamış ve
gebelik sürecindeki yüksek kan şekerinin anne ve bebek üzerindeki etkilerini araştırmıştır.
26
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
“Gebelikte Oluşan Her Diyabet,
Gestasyonel Diyabet Olarak Adlandırılmaz”
Amerika Kadın Hastalıkları ve Doğum Doktorları Derneği (American
College of Obstetricians and Gynecologists, ACOG), ve Amerika Diyabet
Derneği (American Diyabetes Association, ADA) gestasyonel diyabet için
farklı testler ve tanı kriterleri önermektelerdir.
Diyabet tanısı için şu anda uluslararası kullanılmakta olan, ADA’nın tavsiyeleri:
1-HbA1c’nin yüzde 6.5 ya da daha
fazla olması
2-Açlık kan şekerinin 125 mg/dl ya
da daha fazla olması
3-Herhangi bir zamandaki kan şekerinin 200 mg/dl ya da daha fazla
olması
Bu tanı kriterlerinden herhangi birinin en az 2 kere farklı zamanlarda pozitif olması yada bu kriterlerin birden
fazlasının pozitif olması ile diyabet
tanısı konulur. Bu kriterler tüm gebelik sürecinde de geçerlidir. Gebelikte
oluşan her diyabet, gestasyonel diyabet olarak adlandırılmaz. Gestasyonel Diyabet tanısı önceden diyabet
tanısı almamış hastalarda şeker yükleme testi sonucu, ölçü alınan kriterlere göre pozitif olan hastalar için
kullanılır. Eğer gebelikteki herhangi
bir zamanda bu tanı kriterlerine uyan
hasta olursa gestasyonel diyabet değil, diyabet tanısı alır.
ADA, 24. ve 28. Haftalar Arasında Glikoz
Yükleme Testini Öneriyor
Gestasyonel diyabet tanısı için 24. ve
28. haftalar arasında;
ADA 75 gram glukoz yükleme testini
önermektedir.
Aşağıdaki tanı kriterlerinden herhangi birinin pozitif olması halinde tanı
konulur.
1-Açlık kan şekerinin 92 mg/dl yada
daha fazla olması
2. 1. saatte kan şekerinin 180 mg/dl
yada daha fazla olması
3- 2. Saatte kan şekerinin 153 yada
daha fazla olması
ADA tüm gebelere 24. ve 28. haftalar
arasında 75 gram glikoz yükleme testini öneriyor.
ACOG, 24. ve 28. Haftalar Arasında Glikoz
Yükleme Testi Öneriyor
Amerika Kadın Hastalıkları ve Doğum
Doktorları Derneği (ACOG) ise gestasyonel diyabet tanısı için 24. ve 28. haftalar arasında 100 gram glikoz yükleme testi önermektedir.
ACOG göre ise bu tanı kriterlerinden
herhangi ikisinin pozitif olması halinde tanı konulur.
1- Açlık kan şekerinin 95 mg/dl yada
daha fazla olması
2. 1. saatte kan şekerinin 180 mg/dl
yada daha fazla olması
3-2. saatte kan şekerinin 155 mg/dl
yada daha fazla olması
4-3. saatte kan şekerinin 140 mg/dl
yada daha fazla olması
ACOG, eğer gebelerde şu şartların
tümü varsa, bu testin gerekli olmadığını tavsiye etmektedir:
1- 25 yaşın altında olmak
2-Gebelikten önce normal kiloda olmak
3-Gestasyonel gebelik riskinin düşük
olduğu bir etnik gruba dahil olmak
4-Birinci derece akrabalarında diyabet bulunmamak
5-Önceden anormal kan şekeri saptanmamış olmak
6-Önceki gebeliklerinde sorun yaşamamış olmak
7-Önceki gebeliklerinde yaşına göre
büyük bebek doğurmamış olmak
lara yönelik tavsiye niteliğinde yayınladığı diyabet ve gebelik kılavuzunda
gebelikte kan şekeri kontrolünün önemini vurgulamış, ADA kılavuzundaki
tavsiyeleri desteklemiştir.
“Glikoz Yükleme Testinin Anneye ya da
Bebeğe Zarar Verdiğine Dair En Ufak Bir
Bilimsel Kanıt Bulunmamaktadır”
Gebelikte diyabet ve artan kan şekerinin anne ve bebek üzerindeki etkilerini araştıran en büyük bilimsel çalışma
25 binin üzerinde gebe kadın ile 9
ülkede yapılan HAPO (Hyperglycemia and Adverse Pregnancy Outcomes- Yüksek kan şekerinin gebelikteki
olumsuz etkileri) çalışmasıdır. 2008
yılında en saygın tıp dergilerinden
biri olan NEJM ( New England Journal of Medicine)’da yayınlanmıştır.
Bu çalışmada kan şekerinin 92 mg/dl
ya da daha fazla olduğu gebeliklerde
gestasyonel yaşa göre, bebek büyüklüğünün (LGA) 1.75 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.
75 gram ya da 100 gram glikoz yükleme testinin anneye ya da bebeğe zarar verdiğine dair en ufak bir bilimsel
kanıt bulunmamaktadır. Gestasyonel
diyabet sezaryen doğum riskini, erken doğum riskini, gebelikte tehlikeli bir durum olan yüksek tansiyon (
preeklapmpisi) riskini artırmaktadır.”
Gebelik şekeriyle ilgili tıbbi bir işlem
yapılacaksa kadın doğum veya Endokrinoloji uzmanlarının karar veriyor
olması lazım. Gebelik şekeri gibi sık
görülen ve riskli bir sorunun taranmaması bilime aykırıdır. Türkiyede
diyabet artışının son yıllarda ivme
kazandığı da göz önünde bulundurulduğunda durum daha da önem
kazanmaktadır.
Endocrine Society, ADA Kılavuzundaki
Tavsiyeleri Destekliyor
Amerika’nın önde gelen Endokrin
otoritesi olan, Endocrine Society ( Endokrin Derneği) 2013 yılında doktor-
Prof. Dr. S. Cansun DEMİR
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
27
kapakkonusu
FETUS HAKLARI
Doğmamış Bebeğin Hakları
Prof. Dr. Cihat ŞEN
Perinatoloji Vakfı Başkanı
Bu yazıda yukarıdaki soruların cevapları aranmıştır.
Türk Hukunda Fetus
1- Fetus temel hak ve hürriyetlere sahip midir?
2-Sahip ise bunlar nelerdir ve güçlerini nereden almaktadırlar?
3-Tıp ve toplum bunların bilincinde
midir?
4-Mevcut yasalar fetusun haklarını
yeterli düzeyde koruyabilmekte
midir?
5-Yapılması gereken düzenlemeler
var mıdır?
28
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Anayasanın 12. maddesinde “Herkes
kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve
hürriyetlere sahiptir...” denilmektedir. Burada “herkes” tanımı ile, kişilik
haklarını kazanmış yani birey özelliğine sahip olanlar ifade edilmektedir.
Medeni kanunun 17. maddesinde
fetusun, şahsiyet özelliğini kazanması için sağ ve tam doğma şartı mevcuttur. Yine aynı maddede: “Çocuk,
ana rahmine düştüğü andan itibaren medeni haklardan istifade eder”
denmektedir. Yani yasalarımıza göre
fetusun hakları implantasyon ile başlamakta, ancak şahsiyet olabilmesi
için canlı ve tam doğum şartı aranmaktadır.
Anayasanın 13.maddesi ise, “ Temel
hak ve hürriyetler genel ahlakın ve
genel sağlığın korunması amacı ile
ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle,
Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun
olarak kanunla sınırlanabilir.” ifadesi
ile, kanun koyucuya ayrıca bir görev
ve sorumluluk yüklemektedir. Aynı
şekilde, Anayasanın 56. Maddesi, “
Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.... Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh
sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak
amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler” diyerek devletin bu alandaki
sorumluluğuna dikkati çekmekte ve
bazı düzenlemelerin tek elden yapılması gerektiğini vurgulamaktadır.
Anlaşıldığı gibi her fetusun, sağ doğma koşulu ile medeni haklardan istifade etmesi kanunla korunmuştur.
Ancak fetusun sağ doğmasını engelleyen herhangi bir fiil (gerekli olan
tedavinin yapılmaması veya yapılmaması gereken bir tedavinin yapılması) söz konusu ise, fetusun sağ doğma hakkı elinden alınarak, anayasal
ya da medeni haklardan istifadesi
engellenmiş olmaktadır.
Medeni kanun madde 524 ve 525’de:
“...sağ doğmak koşuluyla cenin, ana
rahmine düştüğü andan itibaren
mirasçı olur” denmektedir. Burada
kanunda cenin ifadesi açıkça geçmekte ve daha doğmadan mirasçı
olmaktadır. Aynı kanunun 584. maddesinde: “.... mirasçıları arasında bir
cenin bulunduğu görülürse, mirasın
paylaşılması onun doğumuna kadar
ertelenir” denmektedir. Örneklere devam edersek; Borçlar Kanunu
madde 111’e göre: “Ana rahmindeki
çocuğa, daha o doğmadan her türlü
bağış....” yapılabilmektedir. Medeni
Kanun madde 298’de ise: “Kadın davacı olmasa dahi, mahkeme evlilik
dışı bir doğumdan haberdar edildiği
takdirde, çocuğun haklarını korumak
için derhal bir kayyım tayin eder. Bu
durumda mahkeme ana veya babanın velayeti iyi bir şekilde ifa edemeyeceği kanaatine varırsa, bu takdirde
çocuğa bir vasi seçecektir” ibaresi yer
almaktadır. Yine Medeni kanun madde 377’de : “... anne daha hamile iken
mahkeme tarafından birine doğacak
çocuğun velayetini vermek üzere bir
karar da verebilir” denmiştir. Görüldüğü gibi, gerekli olan hallerde mahkemeye, fetusu korumak amacı ile
re’sen karar verme yetkisi verilmektedir. Hatta, Medeni Kanun: Madde
161’e göre annenin istemediği bir
girişim, gerektiği taktirde kanun zoru
ile yaptırılabilmektedir.
Ceza yasalarına bakılacak olursa, 468
maddede: “... kadının rızası olup ta,
çocuk eğer 10 haftadan fazla ise ve
çocuğu düşürmede hiçbir zaruret
yoksa, düşürtene 2-5 yıl hapis cezası
ve aynı ceza kadına da verilir” den-
miştir. Madde 469’da ise: “Eğer bir kadın 10 haftadan fazla olan çocuğunu
kendi isteği ile düşürürse, ona 1-4 yıl
hapis cezsı ve böyle bir kadına yardım eden, tahrik eden veya araç temin eden kişiye 6 ay-2 yıl hapis cezası
verilir” denmiştir. Anayasal ve kanuni
hak ve sorumluluklar dikkate alındığında, yasalarımızda fetusun gebeliğin daha ilk günlerinden itibaren koruma altına alındığı anlaşılmaktadır.
Tıp Yönünden Fetus Hakları
Eğer bir bebek ile daha doğmadan
önce temas sağlanabilirse, ideal biyolojik, sosyal ve psikolojik gelişme
düzeyi yakalanabilir, hastalıktan
ölüm riski azaltılmış olur. Günümüz
teknolojisi fetusu bir hasta gibi kabul
etmemize ve tedavisine olanak sağlamaktadır. Bir ülkede tıbbi bakım yönünden anne adayının doğal ve anayasal hakları dikkate alınmıyor veya
gözardı ediliyorsa, fetus haklarının
da dolayısı ile ihlal edildiği kolaylıkla
anlaşılabilir.
Fetusun gelişimi süresince yapılacak
gebelik muayeneleri fetusun sağlıklı
gelişip gelişmediğini bize gösterir.
Gelişimsel anomali, hastalık, yetersiz
gelişim gibi olası problemler bu muayeneler sırasında ortaya koyulabilir.
Nihai amaç karşılaşılan probleme
yönelik olarak çözüm ve tedavinin
sağlanmasıdır. Bu hedefi sağlamanın
şartları bellidir:
a) Koruyucu sağlık hizmetleri en iyi
düzeyde sağlanmalıdır,
b) Gebelikte muayene-tanı-tedavi
olanaklarının son gelişmeler ışığında
sunulması ve bilgilendirme esastır.
Böylece olası problemler en erken
dönemde tanınabilecek ve gerekli
önlemler zamanında alınabilecektir.
Türkiye’de gebe kadınların üçte biri
doğum öncesi bakım almamaktadır.
Kırsal kesimde bu oran % 50’nin de
üzerindedir. Doğum öncesi bakım
almayan annelerde bebek ölüm hızı
binde 100’lere yakın bulunmaktadır. Gebelik ve doğum sırasında hekim kontrolu veya denetimi sadece
%60’tır. Türkiye’de doğum ve ölüm
tespitinin dahi yeterli düzeyde olmadığı resmi belgelerde yer almaktadır
(İnsan Hakları açısından çocukların
sorunları ve çözüm önerileri. TC Başbakanlık İnsan Hakları Üst Kurulu.
1999). Aile planlaması rakamları dışında gebelik sonlandırması ile ilgili
veriler en kalabalık ilimizin sağlık müdürlüğü kayıtlarında bulunamamıştır
(İstanbul Sağlık Müdürlüğü Kayıtları,
2000). Ülkemizin bu verileri, doğmamış bebeğin yani fetusun haklarının
ihlal edildiğini vurgulamaktadır.
Gebelik Sonlandırması Sorunu ve Türkiye
Mevcut kanun ve yönetmeliklere
göre, istek halinde ve gerekli şartların
varlığında, 10 haftaya kadar gebelik
tahliyesi mümkündür (Nüfus Planlaması Hakkında 2827 numaralı kanun.
1983). Gebelik haftası 10 haftadan
ileri olan gebelikler, istenen ve önceden planlanmış gebeliklerdir. Dolayısı ile, istenmeyen gebelikler ya da
anne sağlığını tehdit eden gebelikler bu dönem içinde halledilmelidir.
Aynı kanunda “Gebelik süresi 10 haftadan fazla ise rahim, ancak, gebelik
annenin hayatını tehdit ettiği veya
edeceği veya doğacak çocuk ile onu
takip edecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde, doğum
ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili
Fetus ile İlgili Türkiye Verileri
Türkiye’de bebek ölümlerinin yarıdan fazlası ilk bir ay içinde olmaktadır. Son 10 yıl içinde bebek ölüm hızı
%21 oranında azalırken, yenidoğan
ölüm hızı sadece %14 oranında azalmıştır (Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması. 1998). Bu sonuçları sadece
çocuk ve yenidoğan sağlığı yönünden değerlendirmek, doğum öncesi bakım kalitesini sorgulamamak
doğru bir yaklaşım değildir. Nitekim
Prof. Dr. Cihat ŞEN
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
29
daldan bir uzmanın objektif bulgulara dayanan gerekçeli raporları ile
tahliye edilir” denmektedir. Ayrıca
fetusun normal gelişimini tamamlamasının mümkün görülmediği, ağır
bir maluliyet ile doğacağı kesin olarak saptanırsa yine tıbbi tahliye yapılabilmektedir. Mevcut kanuna göre,
gebelik yaşı sınırlaması olmaması ve
gerekli gereksiz tahliye endikasyonları nedeni ile, gebelik sonlandırılması, ülkemizde yanlış olarak uygulanmaktadır.
Tıbbi Gerekçe ile Kimlere Hangi
Gebelik Haftalarında Sonlandırma
Yapılabilmektedir ?
Rahim Tahliyesi ile ilgili tüzükte yer
alan listede 10. gebelik haftasından
sonra rahim tahliyesi (gebelik sonlandırılması) gerektiren hastalıklar
ve durumlar 14 madde halinde belirlenmiştir. Bunların başında gelen
“Doğum ve Kadın Hastalıklarına ait
Nedenler” ile “Konjenital Nedenler”
günümüz için yetersiz hatta hatalı kalmışlardır. Diğer maddelerdeki
sistemik hastalıkların birçoğunda
gebelik sırasında tedavi imkanı artık
vardır. Bunlardan bazılarına kısaca
değinecek olursak yeni bir düzenlemenin kaçınılmaz olduğunu kolayca
anlayabiliriz.
Tüzükte gebelik sonlandırması endikasyonu olarak belirtilen “rekürran
preeklampsi-eklampsi” olgularının
önlemi biraz önce bahsedildiği gibi
gebeliğin ilk 10 haftası içinde alınmalıdır. “İzoimmünizasyon” endikasyonunda artık in utero tedaviler
yapılabilmektedir, bu nedenle bu
endikasyon artık geçerli değildir.
“Adrenal hiperfonksiyon ya da yetmezliği”, “Hemoglobinopatiler ve
talasemi”, “Grand mal epilepsi, parapleji”, “Gebeliğin devamını engelleyen
ağır nörolojik hastalıklar”, “Paranoya”
tanımlamaları çoğu zaman tamamen
belirsiz ve neyi uygun bulursanız içine
yerleştirebileceğiniz tanımlamalardır.
“Brusella, kızamıkçık, toksoplazma”
gibi enfeksiyonlarda, fetusta enfeksiyon varlığı ortaya konulmadıkça,
gebeliğin sonlandırılması yanlış olacaktır. Bunlarda prenatal tanı imkanı
mevcuttur. “Solunum fonksiyonunu
bozan kronik akciğer hastalıkları” ve
“Geçirilmiş sezaryen” tanımlamaları
gebeliğin sonlandırılması gerçekten
gerektiren durumlar değildirler.
30
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Yasanın bu maddelerin yoruma açık
olması medikal uygulayıcıya geniş
bir hareket alanı yaratmaktadır. Aslında hukuk açısından kavram kargaşası
yaratan bu duruma bulunabilecek
çözüm yeni bir yasal düzenlemenin
yapılmasıdır.
Tıbbi Gerekçe ile Kimlere Hangi Gebelik
Haftalarında Sonlandırma Yapılmalıdır ?
Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımlamasına göre düşük sınırı 22. gebelik haftasıdır. Bu gebelik haftasından sonrası artık doğum tanımına girmektedir.
Bu haftadan sonra doğan bebeklerin
yaşama olasılığı vardır. Dolayısı ile bu
gebelik haftasından sonra hangi gerekçe ile doğurtulursa doğurtulsun,
yenidoğan kısa ya da uzun bir süre
yaşayacaktır. Erken doğurtulması ile
bebeğin yaşam şansı azaltılarak bir
nevi ölüme sebep olunmaktadır. Bu
şekilde bir tayin edicilik kimsenin
hakkı olmamalıdır. Dolayısı ile, özellikle 22. gebelik haftasından sonra,
fetusun sağ ve sağlıklı, doğru zamanda ve doğru yöntemle doğurtulması
hakkını, herhangi bir gerekçe ile fetusun elinden almaya, kimsenin (ailenin bile) hakkı yoktur. Eğer, yaşamla
bağdaşmayan anomaliler bir gerekçe
olarak gösterilmek istenirse, bu anomalileri daha erken gebelik haftalarında tanıyabilmek olasıdır. Yapılması
gereken doğru uygulama da budur.
Yaşamla bağdaşmayan anomalilerin
sayısı zannedildiği gibi o kadar fazla
değildir (Tablo-1).
Tablo 1: Yaşamla Bağdaşmayan Anomaliler
(Smith’s Book )
Hidransefali, Anansefali, Holoprozansefali
Trizomi 13,18 ve Triploidi
Renal agenezi, Sironemeli
Osteokondrodisplaziler: Akondrogenezis tip 1a ve
1b, tip2, Hipokondrogenezis, Fibrokondrogenezis,
Atelogenezis, Kısa kosta polidaktili sendromu, SaldinoNoonan tip2, Tanatoforik displazi, Osteogenezis
imperfekta tip2
Muhtelif: Letal pterigyum sendromu, Neo-Laxova
sendromu, Meckel-Gruber sendromu
Yaşamla bağdaşmayan anomaliler ile
karşılaşıldığında 10-22 gebelik haftaları arasında gebelik sonlandırmasının yapılması medikal, legal ve etik
yönlerden uygundur. Uterus içinde
tedavi edilemeyen veya tedavi şansı düşük yaşamla bağdaşabilen bazı
anomalilerde ise aile yönlendirilmeden son kararı vermeleri sağlanmalıdır. Hekim tahliye ile tedavi seçe-
neğine eşit mesafede durmalı, aileye
danışma verilmeli, son karar aile tarafından alınmalıdır.
Gebeliğin 22. haftasına ulaşan fetuslar birey özelliği kazanma hakkına sahiptirler. Bu gerekçe ile, 10-22
gebelik haftasındaki fetusların birey
olma potansiyellerinin ellerinden
alınması, yanlış bir uygulamadır. Gebelik sonlandırılmasını gerektirecek
hastalıklar ya da anomaliler ve gebelik sonlandırılması yapılacak olgular,
kanun ve yönetmeliklerdeki boşluklar ve eksikler nedeni ile çoğu kez
istismar edilmekte ve etik yanlışlıklar
yapılmaktadır. Gebenin muayeneye
geç gelmesi ya da söz konusu tanı
ve tedaviyi muayene eden hekimin
bilmemesi, konunun çarpıtılması ya
da dejenere edilmesini haklı kılmamalıdır.
Tanısı ancak gebeliğin 22 haftasından
sonra konabilen anomalilerde yapılacak tahliye girişimleri ciddi hukuk ve
etik problemlere yol açabilecektir. Bu
fetuslar artık birey olmuşlardır ve onların yaşam haklarını almaya (yaşamları kısa ya da sınırlı olsa da) kimsenin
hakkı yoktur.
Fetusun Hakkını Kim Korumalıdır?
Acaba, toplumumuzda, fetus haklarından ne kadar yararlandırılmaktadır veya bu haklardan yararlanması
söz konusu olduğunda, fetus adına
kim ve nasıl karar vermektedir? Sağ
ve sağlıklı doğmaya programlanmış
fetusa karşı sorumlu olanlar: kanunlar ile bunların uygulanmasını düzenleyen resmi kurumlar, aile (anne-baba adayı) ve doğum hekimidir.
Hukuki açıdan koruyucu mekanizma
kanun koyucudur. Kanun koyucu ise
bu görevini, kanuni düzenlemeler
ile, toplum sağlığının en üst düzeyde
tutulmasını ve buna uygun organizasyonların uygulamaya konulmasını
sağlamakla yapmalıdır. Buna, toplumun bilgilendirilmesi, koruyucu hizmetler, tarama programları, hizmet
birimlerinin en üst düzeyde ve son
gelişmeler ışığında düzenlenmesi
dahildir.
Eğer daha fetus doğmadan bir tedaviye gereksinim varsa, bunun en iyi
şekilde yapılmasını sağlamalıdır. Böyle bir gereksinim karşısında anne ve
baba adayı ise gereken izin ve uyu-
mu çocukları adına sağlamak zorundadırlar. Böyle bir durum karşısında
hekimin gerekli olanları yapmaması
karşısında haksız fiil, ihmal ve mesleki yetersizlik gibi ceza kanunu maddeleri geçerlidir. Ancak annenin ya
da babanın fetusa yapılacak olan tedavi için gerekli izni vermemesi karşısında kanunlarda özel bir hüküm
olmamakla beraber, fetusun gerek
anayasal ve de gerekse yukarıda değindiğimiz kanuni korumalara dayalı
genel hukuk çerçevesinde hakları korunmalıdır. Ülkemizde bilinen böyle
bir mahkeme olmamakla beraber,
Avrupa ve Amerika’da çeşitli örnekleri mevcuttur.
Anayasa ve kanunlar ile fetusun medeni haklardan yararlanması ve yaşama hakkı nedeni ile daha doğmadan
haklarının olmasına karşılık, bu hakkı
kendi çocuğu adına anne-baba adayı korur. Gebeliği nedeni ile kendi
vücut bütünlüğüne dokunulmasına
izin hakkı ise yine ayrıca doğal olarak anneye aittir. Ancak aile ve hekim
şunu bilmelidir ki; anayasa-kanunlardini ve etik kurallar çerçevesinde, her
fetus canlı doğma hakkına sahiptir.
Fetusun anne karnındaki yaşamı
boyunca, canlı ve sağlıklı doğmasını
sağlayacak her türlü yaklaşım sağlanmalıdır. Bu hak dikkate alınmadan,
hekimin tayin edici ve yönlendirici
olması ya da anne babanın fetusun
bu haklarını göz ardı ederek sadece
kendi çıkarları doğrultusunda karar
vermeleri, hem tıbbi hem de fetal
etik açısından doğru olmayacaktır.
Eğer anne karnında iken tedaviye
gereksinim varsa, gebenin kendi sağlığını riske atmaması koşulu ile, her
türlü imkan ve izni, ailenin vermesi
gereklidir. Muayeneye geç gidilmesi,
erken tanı konulmasına rağmen tedavinin erken ve doğru zamanda yapılmasına izin verilmemesi ve gereklerinin yapılmaması durumunda, aile
ve gebe özellikle sorumlu olacaktır.
bilinçsiz bir şekilde, ülkemizde pek
işletilmemektedir. Gelişmelerden haberdar olunmaması ya da bazı tedavi
ve yaklaşımları bizzat yapma zorunluluğunda olunmaması, bu hekimi
sorumluluktan kurtarmaz. Hastasına
en doğru tanı ve tedavi imkanlarını
yaratması ve yönlendirmeyi yapması
gereklidir. Hekimin gelişmeleri takip
etmede yapacağı en önemli şey ise,
mezuniyet sonrası eğitimine önem
vermesidir.
Sağlık Bakanlığına bu noktada düşen görev, mezuniyet sonrası eğitim programlarının uygulanması ve
düzenlenmesinde öncülük etmesi,
yardımcı olması ve bu konuda bazı
düzenlemeler getirmesi, uzmanlık
dernekleri ile işbirliği halinde çalışmasıdır.
Sonuç
Fetusun yaşama hakkını, sağ ve
sağlıklı doğma hakkını kullanabilmesi için aşağıdaki konuların belli
bir program dahilinde ve bir görev
zorunluluğu içinde uygulanması gerekmektedir: Erken tarama testleri,
erken tanıya imkan veren erken ultrasonografi, erken fetal tedavi, gerekiyorsa uygun merkezlerde erken doğumun sağlanması, riskli bebeklerin
doğru merkezde doğumu.
Her Kadın-Doğum uzmanı, her türlü
fetal muayeneyi yapabilme bilgi ve
becerisine ve de tecrübesine sahip
olmalıdır. Tıpkı jinekolojik muayeneyi
ya da rahim ameliyatını veya sezaryeni yapmasını bilmesi gerektiği gibi.
Bilgi ve deneyim birikimi gerektiren
durumlarda konsültasyon-görüş isteme müessesesini çalıştırmalıdır.
Tıptaki en son gelişmeleri ve ilgili kurumların son sağlık politikalarını aktarmak için meslek içi eğitim kursları
mecburi hale getirilmelidir. Her üniversite ve eğitim hastanesinde, bun-
ların olmadığı illerde ise, oluşturulacak bölge hastanelerinde mutlaka bir
“Perinatoloji Ekibi” oluşturulmalıdır.
Perinatoloji ekibinde yer alacak “Kadın-Doğum Uzmanı”nın sahip olması
gereken bilgi ve beceri düzeyi tanımlanmalıdır. Eğer o merkezde bu özellikleri taşıyan biri yoksa, uygun ve istekliler derhal eğitilerek yetiştirilmeli
ve bu hizmet sağlanmalıdır.
Her anomali olgusu ve her gebelik
sonlandırması olgusu gerekçe ve
dökümanları ile, bölgesel ve böylece
ulusal bir merkezde toplanmalıdır. Bu
yöntemle kanun ve etik kurallar çalıştırılarak fetusun hakları korunmalıdır.
Bildirimde bulunmayanlar için ağır
müeyyideler konulmalıdır.
Bu anlamda;
Söz konusu yönetmelik yeniden ele
alınmalı,
Bölgesel ve ulusal Perinatoloji merkezleri oluşturulmalı,
Halk sağlığı hizmetleri çerçevesinde
toplumun doğru bilgilendirilmesi kanalı ile eğitilmesi sağlanmalı,
Mezuniyet sonrası eğitim kursları
programlanmalı ve mecburi kredili
bir sisteme dönüştürülmelidir.
Yukarıdaki hedeflerin sağlanması
çerçevesinde, Perinatoloji Derneği
bu konuda ulusal politikaların geliştirilmesi ve mezuniyet sonrası eğitim
programlarının ve kurslarının verilmesi konusunda gerekli çalışmayı
yapmayı taahhüt etmektedir. Yukarıdaki konuların gerçekleştirilmesi ve
başarıya ulaşması için, 18 yıldır ulusal
ve uluslar arası düzeyde başarılı faaliyetlerini sürdürmekte olan Perinatoloji Derneği ile Sağlık bakanlığı, Türk
Tabipler Birliği, İstanbul Tabip Odası
ve Üniversiteler’den üyelerin katılacağı bir izleme komitesinin oluşturulması gerekmektedir.
Muayene ve takipleri yapan hekim,
mevcut problemden haberdar olmakla yükümlüdür. Bunun ötesinde,
özel bilgi ve deneyim gerektiren bazı
özel tedavileri bizzat kendisi yapmayabilir, yapması da gerekli değildir.
Ancak gerekli olan şey, hastasına
konsültasyon müessesini çalıştırmak
sureti ile, ilgili uzman ve merkezden
yardım almak yolu ile yardımcı olmasıdır. Bu mekanizma, bilinçli veya
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
31
kapakkonusu
HAMİLELİKTE
YAZ HASTALIKLARI
Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN
Yaz aylarında, sıcaklık artışı, susuzluk,
güneşe maruz kalınması ve nemin
olması, gebelerde bazı sorunları da
beraberinde getiriyor, fakat sebepleri
ve sonuçları, hastalıkları ve tedavileri
bildiğimiz taktirde aslında rahat bir
yaz hamileliği geçirilebilir.
Ülkemizde genellikle gebelik dönemi
kış aylarıdır. Aslında bu bir avantajdır;
çünkü yazın hamilelik biraz daha ağır
geçer. Sıcaklık artınca fiziksel aktive
azalır ve insan vücudu ağırlaşır. Gebelik, gerek fiziksel gerekse psikolojik
olarak ağırlaşan kadına, bir de sıcaklık ve nem devreye girince daha da
zor hale gelir.
32
ödem (özellikle eller ve yüzdeki) durumunda mutlaka kalp fonksiyonları, tansiyon, böbrek fonksiyonları
değerlendirilmeli, kan ve idrar testleri yapılmalıdır. Ödem, böbreğin az
çalışmasından kaynaklanabilir. Böbreğin az çalışması ise yeteri kadar su
alımının olmaması veya su kaybının
fazla olmasına bağlı olabilir. Gebenin
tansiyon yüksekliği varsa hamilelik
zehirlenmesi olarak da bilinen preeklampsi ortaya çıkabilir, bu da hem
bebeğin hem de anne adayının hayatını tehlikeye sokabilir. Hekim preeklampsinin derecesine bağlı olarak
gebeyi takip eder gerekli tedavilere
başlar. Bu gibi sorunlara maruz kalmamak için yeterli derecede sıvı alımının gerçekleşmesi gerekir.
sı önemlidir. İdrar yolu enfeksiyonu
olan gebelerde idrar yaparken yanma, sızlama, sık idrara gitme, iştahsızlık, bulantı, kusma ve güç kaybına,
daha ilerlemiş enfeksiyonlarda ise
aşırı sancıya ve erken doğuma neden
olabilir. En önemli tedavi prensibi
bol su içmek, kontrollü olarak idrar
yollarını temizleyici ilaçlar yani idrar
antiseptikleri kullanmaktır. Bazen de
hekim gözetiminde gebelikte kullanılan ağrı kesiciler ve bazı antibiyotikler kullanılabilir.
Parazitler ve besin zehirlenmesi
Ödem (Şişlik)
Su gebelikte olmazsa olmaz bir şey!
Her ne kadar dört mevsim için geçerli
olsa da, yaz mevsiminde özellikle ellerin yıkanmaması, açık yiyecek tüketilmesi ve yiyeceklerin, sebze ve meyvelerin bol suyla yıkanmaması hem
zehirlenmelerin hem de parazitlerin
oluşumunun sebeplerindendir.
Hemen hemen her gebede gördüğümüz ödem, özellikle bacaklar ve
ayaklarda daha sıktır. Hafif derecedeki ödem, herhangi bir soruna
bağlı olmayabilir. Hareketlere dikkat
etmek, özellikle şişliği önlemek için
ayakları yukarıya kaldırarak dinlendirmek önemlidir. İleri derecedeki
Sıvı alımının azlığı, farkedilmeyen sıvı
kayıplar ve terleme anne adaylarında
sıklıkla idrar yolu enfeksiyonlarının
görülmesine neden olur. Normal
olarak günde en az 2,5-3 litre su tüketmeleri gerekir ama aşırı kayıplar
ve fazla terlemelerde bunun üstüne
çıkılması ve kaybın yerine konma-
Bilindiği üzere bazı parazitler sıcağı daha çok severler. Bunun dışında
açıkta satılan yiyecek ve içecek tüketimi, hastalarda parazit enfeksiyonlarının oluşmasını tetikler. Parazit enfeksiyonları gebelerde ağır geçen bir
enfeksiyon tipidir. Hem böyle olması
hem de kullanılacak ilaçların kısıtlı ol-
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
İdrar yolu enfeksiyonu (Sistit)
ması, önlem alınmasının gerekliliğini
vurgular. Bunun yanı sıra besin zehirlenmeleri de yaz döneminde anne
adaylarının sıkça karşılaştığı bir sorundur. En büyük nedeni ise yiyeceklerin yazın sıcakta açıkta bırakılması,
yerken ellerin yıkanmaması ve yemeğin hijyen kurallarına uyulmadan
yapılan restoranlarda yenilmesidir.
Açıkta bırakılan yiyecekler sıcakla beraber çok çabuk bozulur ve toksinler
ortaya çıkar. Bu durum gebede ishal,
bulantı, kusma, iştahsızlık, baş ağrısı
ve dönme, sonuçta gebede ve bebekte sıvı kaybına yol açar. Tedavisi
sebebe yöneliktir. Hekim gözetiminde ayaktan ya da hastane ortamında
gerçekleştirilir.
Cilt Mantarı
Yaz aylarında meydana gelen aşırı
terlemek, kilo almak, gebelerin bazı
alanlarının sürekli nemli olması, cilt
mantarını tetikleyen en önemli durumlardır. Özellikle meme altı, eklem yerleri, bacak arası ve koltuk altı,
mantarın sevdiği yerlerdir. Terleme,
mantarın üremesini ve yayılmasını
kolaylaştırır.
Vajinal Mantar
Gebelerde bağışıklık sistemi düştüğü için akıntı görülebilir, fakat bazı
durumlar mantarı tetikler. Gebelere
özellikle havuza ya da denize girilecekse sık sık mayo ya da bikini değiştirin diye bu yüzden söylenmektedir. Vajinal mantar da nemi sever
ve ıslaklık çoğalmasına sebep olur.
Hijyene dikkat edilmeyen ya da kimyasal maddeleri usulüne uygun katılmayan havuz tercih edilmemeli, eğer
elde imkan varsa havuz yerine deniz
tercih edilmelidir. Sık sık mayo değiştirilmeli ve sonrasında hemen ılık
bir duş alınmalıdır. Mantarın türüne
göre hekim önerisiyle tedavi alınmalıdır. Tedavi, ya ağızdan tablet, krem
ya da fitil şeklinde olabilir.
Su kaybı
Öncelikle her daim söylediğimiz bir
sloganı tekrar etmek isterim:
‘’Gebelikte mutlak su içiniz’’ Bu bir de
yaz aylarına denk geliyorsa kaybınızı yerine koyacak kadar ek su içmek
önemlidir. Yaz aylarına denk gelen
hamilelikte, karşılaşılabilecek sorunlardan biri su kaybına bağlı oligohidramniosdur. Oligohidramnios; bebeğin suyunun, yani amniyon sıvısının
azalması demektir; bebeğin suyu
azalırsa; bebeklerde gelişme geriliği,
erken doğum riski, hatta bebeğin
anne karnında ölmesi gibi sorunlar
ortaya çıkabilir. Bu nedenle, yaz aylarında hamilelerin günde en az 2,5
ile 3 litre arasında su tüketmesi hatta
bazen bunun daha da üstüne çıkılması gerekebilir. Ayrıca oligohidramnios, sadece sıvı eksikliğine bağlı bir
rahatsızlık değildir. Hamilelerde su
kaybına neden olabilecek ishal, aşırı
terleme, fark edilmeden oluşan çeşitli hastalıkların sonucunda da ortaya
çıkabilir. Oligohidramnios olan gebe
kendini halsiz, bitkin, iştahsız hisseder ve tansiyon düşmesi gibi bulgular meydana gelebilir. Bu durumda
derhal bir hekime başvurulması gerekir; aksi halde özellikle bebekte ve
annede ciddi sorunlar oluşabilir. Tedavide takip önemlidir fakat bazen
gebelerin hastaneye yatırılması ve
damardan sıvı verilmesi gerekir. Sonuçta gebeye ihtiyacı olan sıvı dışarıdan verilir.
Allerji
Kadının, eğer gebe kalmadan önce
alerjisi varsa, gebe kaldıktan sonra da alerjik olma ihtimali vardır. Bu
yüzden mutlaka hekimine bilgi vermelidir. Hekimi gerekli görürse sürekli kullandığı ilaçları gebelikte de
kullanabilir hatta bazı ilaçlar ilave
edilebilir. Arı ya da börtü böcek sokmalarında tetikte olmak, sonrasında
tüm vücut şişliği boğazda bir tıkanıklık ya da yutma güçlüğü durumunda
hemen hastaneye gitmek gerekebilir.
Gebenin toz veya polen alerjisi varsa
maske kullanabilir. Hatta klimayla direkt temastan kaçınılmalıdır.
Böcek ısırmaları
Mevsimine bağlı olarak sivrisinek akrep, örümcek ve arı gibi börtü böcek
ısırmalarının reaksiyonları gebelerde normal insanlara göre daha fazla
olur. Bölgesel kızarıklık, şişme, ağrı ve
acının dışında tüm vücudu etkileyen
bir durumla karşılaşan gebe, hemen
doktora başvurarak gereken önlem-
leri almalı ve tedavilerini yaptırmalıdırlar.
Cilt sorunları
Gebenin cildinde kızarıklık, yanık, kaşıntı ve şişlik sebebi ne olursa olsun
mutlak bir hekime gösterilmeli ve
sebebi araştırılmalıdır. Yaz aylarında
anne adaylarında cilt lezyonlarının
görülme oranı daha fazladır. Bunun
nedeni; Gebelerde ‘’melanin’’ denilen
ciltte kararmayı sağlayan pigment,
hamilelerde özellikle yaz aylarında
daha fazla etki gösterir ki gebelerdeki yüzde ki gebelik maskesi, meme
başı koyulaşması ve göbek üstündeki hamilelik çizgisi denilen linea
nigra daha da belirginleşmesi buna
bağlıdır.
Mide yanması
Gebelik haftası 20’yi geçtiğinde hem
rahmin mideye basısına bağlı, hem
de hormonların düzenine bağlı olarak bir miktar mide şikayetleri görülebilir. Fakat yazın yenen yemeklerin
daha baharatlı olması ve çeşitli meyve ve sebzelerin asitli olması mide
yanmalarını artırabilir. Bu durumda
gebe hekimine danışarak mide koruyucu antiasit alabilir. Özellikle gebelik öncesi kadında gastrit, reflü, ülser
gibi mide problemleri varsa bu gebelikte tetiklenebileceği için yiyecek
seçimine dikkat edilmesi asitli, acılı
ve çok soğuk yiyeceklerden uzak durulması gerekir.
Sıcaklara Dikkat!
Yaz hastalıklarından korunmak için
bol bol sıvı tüketilmelidir. Günde en
az 2,5 -3 litre su içilmelidir. Özellikle
öğle saatlerinde dışarıda kalınmaması gerekir. Sabah saat 11.00 den önce
ve 16.00 dan sonra denize girilmelidir. Gebe vücudunu güneşten korumalı, bu amaçla güneşten koruyucu
kremler sürmelidir. Ülkemizde de çok
farklı krem markaları olmakla beraber en doğru isimleri hekiminden
almalıdır. Özellikle gebelik yüzü dediğimiz lekelenmelerin çok olduğu
gebeler yine hekimine sorarak yüzü
için de krem uygulamalıdır. Yine de
güneş ile uzun süreli direkt temas
önerilmez, mümkünse gölgede kalmak gebe için önemlidir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
33
röportaj
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı
Prof. Dr. Timur GÜRGAN:
“OBEZİTE SİZİ ÇOCUK
İSTEĞİNİZDEN
UZAKLAŞTIRIR’’
“Obezite, toplumu ilgilendiren bir
hastalıktır ve tedavi edilmesi gerekir.
Bunu düzeltmez ve vücudunuzdaki
düşünce, duygu ve organlarınız arasındaki dengeyi bozarsanız, o zaman
kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon,
eklem ve safra kesesi hastalıkları, karaciğer yağlanması gut hastalığı, bağışıklık sistemine bağlı bozukluklar,
duyma ve görme sorunlarını yaşar ve
en önemlisi de eğer bir çocuk istiyorsanız, bu isteğinizden uzaklaşırsınız’’
Düşünce bozuksa düşünceyi, duygu
bozuksa duyguyu, bedende denge
bozulmuşsa vücudu dengelemeniz
gerekir. Sorun neredeyse onu bulmak ve çözmekle , balanslama yapabilir ve kişiye/çifte özel maksimum
gebelik şansını yüzde yüzde yaklaştırabilirsiniz. Balanslama tedavisini
şu cümlelerle açabiliriz. ‘’Psikolojiden
hayat tarzı değişikliğine, destek tedavisinden sperm geliştirme ve seçmeye, yumurtlamada kullanılan ilaçtan
laboratuvarda hücre döllenmesi ve
geliştirilmesi için kullanılan sıvılara,
rahim içini hazırlama ve yumurtlamayı desetekleme sistemlerine kadar
kişiye özel olarak çalışıp, bilimi takip
edip, yenilikleri de içine koyarsanız,
balanslanmış tedaviyi yapmış oluyorsunuz.’’
34
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Obezitenin üreme sağlığına olan
etkilerini Kadın Hastalıkları ve
Doğum Uzmanı Prof. Dr. Timur
Gürgan ile konuştuk.
Üreme sağlığındaki balanstan önce,
insan yaşamında ve yeryüzünün
dengesinin düzenli işlemesinde dengenin
önemini konuşmak gerekiyor sanırım...
Evet, sadece üreme sağlığında değil, dünyada her şey denge üzerine
kurulu. Yaşlı dünyamızda aslında
dengenin ne kadar bozuk olduğunu
da görüyoruz. Artık giderek ısınan
,iklimleri değişen h, buzulları eriyen,
depremleri artmış, yeşillikleri azalan,
hayvanların nesli tükenmeye yüz
tutmuş bir dünyada yaşıyoruz. Allah,
Adem ile Havva’yı, dünyaya gönderdi
ve dünyada yarattığı her şey de onların iyiliği için oradaydı. Allah ‘’Dünyayı size armagan ettim orada mutlu
bir şekilde kardeşçe kurallarıma uyarak yaşayın’’ dedi, ama biz işi bozduk.
Savaşlar, birbirini öldürmeler, açlık,
işkence, nefret, kin,doymazlık, acımasızlık, bencillik gibi olumsuz duygular
one çıktı . Sevgisiz bir insanlık oluştu.
Herşey para herşey tüketim üzerine
kuruldu .Çevreye de iyi davranılmadı.
İnsanoğlunu bu noktaya getiren şey
de egosu, yani fazlalaşan isteklerini
karşılama arzusu oldu. Ama sonuçta ne oldu? Yaşlı dünyanın dengesi
bozuldu.İnsanın dengesi bozuldu.
İnsanın genetik yapısı olusuz etkilendi. Bağışıklık sistemi zorlanmaya
başladı. İnsanlık kavramı değişti. Bu
olusuzlaşma insanında sonunu hazırlar hale geliyor.
Üreme sağlığını etkileyen obezite ve
denge bozukluğu da son yıllarda sıkça
dile getiriliyor. Bu anlamda ilk olarak
üreme sağlığını sağlayan sistemler nedir?
Beyin hormon merkezleri, kadında
yumurtalıklar,rahim ve döl yatakları;
erkekte ise testisler,insanda üremeyi sağlayan organlar ve sistemlerdir.
Yumurta ve sperm yan yana gelince
döllenme oluyor ve gebelik anne
rahminde, yani uterusun içinde gelişiyor. O zaman üreme sağlığında
denge; kadında yumurtanın , erkeketeki sağlıklı olgun spermle döllenmesi ve uygun olarak hazırlanmış
rahim içine gömülmesi ve gebeliğin
gerçekleşmesi ile sonuçlanmasını
sağlar. Kadın ve/veya erkekte üreme
organlarını ve hücrelerini etkileyecek
çeşitli hormon bozuklukları,infeksi
yonlar,genetik hastalıklar,bağışıklık
sistemi bozuklukları ile düşünceduygu-beden dengesini bozabilecek
başta stres olmak üzere herhangi
bir olumsuz etken dengeyi bozarak
gebeliği engellemekte veya geciktirmektedir. Sebebi bilinmeyen kısırlık
olarakta tanımlanan bu durunmlarda esas bir neden olmasına ragmen
çogunlukla detaylı inceleme yapılamadığından çiftler bazen gereksiz
tedavilere başlamaktadır. Nedenler
ortadan kaldırılamadığı için yapılan
tedavilerde başarı oaranı düşmekte
ve sonuç alınamakatadır.
Son yıllarda hem kadınlarda hem de
erkeklerde denge neden bozuluyor?
Dış etkenler, iklim değişikleri, çevresel faktörler, kullandığımız ilaçlar,
sigara ve alkol tüketimi, genetiği
değiştirilmiş gıdalar ile vücudumuza dışarıdan aldığımız birçok madde, hava kirliliği, molekül yağmurl
arı,stres,yorgunluk,bozuk
çalışma
şartları,psikoljik sorunlar ve depresyon insanların vücut dengesini yani
balansını bozuyor ve sonuç olarak
hastalıklar artıyor. İlk başta Adem ile
Havva’nın geldiği o dünyadan çok
uzakta olan bu yaşamda insaoğlu da
artık dünyadaki bu evrim içinde vücudu ile değişikliklere ayak uyduruyor, genetik yapısı etkileniyor. Sonuç
olarak hastalıklar artıyor. Kansere
kadar varan ölümcül hastalıklar son
zamanlarda büyük artışlar görülmesinin nedeni de bu.
Hastalıkların artışından söz etmişken,
son yıllarda artan obeziteyi de
konuşabiliriz.
Dünyada ve ülkemizde obezite giderek artıyor. Ül-
kemizde yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, nüfusun yüzde 30’u artık
kilolu. Kilo ve boy arasındaki ilişkiye
vücut kitle indeksi deniyor. Bu katsayı 25-30 arasında olanlar kilolu, 30’un
üzerindekiler fazla kilolu, 40’ı geçenlerse morbit şişmanlık, yani öldürücü
şişmanlık kategorisine giriyor. Son yıllarda kilo kaygısı bir moda oldu ve bu
da insan psikolojisini bozmaya başladı. Heryerde kilo,yemek yemek veya
yememek,çeşitli diyetler,yiyecek tarifleri konuşlur oldu. Bu konuda bile
büyğk bir kaos orataya çıktı. İnsanlar
kime neye inanacağını şaşırdı. Bilmek
gerekirki her insan farklıdır. Kilo harcayacağından fazla enerjiyi yediklerinden almakla oluşur. Bu basit bir
kurldır. Kişiden kişiyede farklı yaklaşım gerektirir kiloyu muhafaza etmek
ve normal sınırlarda kalmak. Biz, 128
soru ve kan testi ile vücudun nelere
ihtiyacı olduğunu ve o vücudu nasıl
balanslayacağınıza dair bilgiler verebiliyoruz. Aslında problem yağ değil,
seçtiğiniz yemekler ve yeme alışkanlığıdır. Karbonhidratı fazla, içinde
gizli şeker olan maddeleri tanımak
ve onlardan uzak durmak gerekiyor.
Tabi bunlardan uzak dururken psikolojinizi de bozmayacaksınız. Yoksa
depresyo gelir ve daha fazla yemege başlarsının aç olan duygularınızı
doyurmak için daha fazla daha fazla
yemek ihtiyacı duyarsınız ve durmazsınız. Bu duruma düşmemek gerekir.
Diğer taraftan kilo almamak için yememek ve çok zayıflamanında vücut
dengesını bozabilecği gerçeğinide
aklımızdan çıkarmamalıyız. Fazla zayıf olmaktanda kaçınmalıyız.
Obezite hangi hastalıklara davetiye
çıkarıyor?
Kalp hastalığı, inme,diyabet, hipertansiyon, eklem ve safra kesesi hastalıkları , karaciğer yağlanması gut
hastalığı, bağışıklık sistemine bağlı
bozukluklar, duyma ve görme sorunları artar ve en önemlisi de eğer bir
çocuk istiyorsanız, bu isteğinizden
sizi uzaklaştırabilir.
Kilolu ve çocuk sahibi olmak isteyen bir
erkeğin karşılaşabileceği problemler
nelerdir?
Elma şeklinde bir göbeği olan, vücut yağ oranı artmış, sigara ve alkol
tüketen, yaşı özellikle 45’in üzerinde,
stresi ve iş yükü fazla olan, kendini
beğenmeyen ve sportif aktiviteler
yapmayan bir erkek düşünün. Bu
erkek ilk önce seks sıklığında önemli
bir azalma yaşar, çünkü şişmanladıkça testosteron oranları düşer. Düştüğü zaman çabuk yorulma, isteksizlik,
depresyon da beraberinde gelir. Ayrıca testosteron oranı düştüğü için
ereksiyon(sertleşme) kalitesinde de
ileri derecede azalma olur. Yaptığımız testlerde gördüğümüz şey; şişmanlık ve bu tip problemler birleştiğinde sperm kalitesinde ve genetik
yapısında bir düşüş yaşandığı. Çocuğu oluşturan genetik yapının yarısı
yumurtanın içine giren spermden
geliyor. Genetik yapısı yani DNA’sı
bozuk olan sperm yumurtayı dölleyemiyor. Döllese bile hatalı döllediği
için embriyo iyi gelişemiyor. Sonuçta
da embriyo rahmin içine ya giremiyor, girerse gebelik oluşmuyor ve
gebelik oluşsa dahi hatalı olduğundan düşük olasılığı artıyor.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
35
Sadece erkekteki problemin neler yarattığına bir bakın...
Sonuçta canlı sağlıklı çocuk dogurma
şansı giderek azalıyor.
Kilolu kadınlar hangi sorunlarla karşı
karşıya kalıyor?
Bunu çözmek için ne yapmak gerekir?
Kadınlarda şişmanlık arttıkça yumurtalıklarda östrojen yapımı ve erkeklik
hormonu dediğimiz androjenhormonlarında normal sınırların dışına
çıkılıyor. denge bozuklukları yaşanıyor. Vücutta artan ve daha fazla dolaşmaya başlayan androjen, kadında
kıllanmalar ve sivilceleri arttırıyor.
İnsülin denilen hormonuna karşı direnç gelişiyor ve bu hormonda kanda yükseliyor. Bunların birçoğunun
altyapısında genetik problemler
de olabilir, ancak kilo tek başınada
bu sorunu tetikleyebiliyor. Sonuçta
adet düzensizlıkleri,yumurtlamanın
durması,gebe kalamama, düşük oranının artması, şeker hastalığında ve
kalp hastalıklarında artma ile rahim
zarı kanserinde yükselme oluşabiliyor. Bu nedenle yakın takip ve tedavi
gerekiyor.
Kilo problemi olan kadınlarda ve erkeklerde hayat tarzı ve yeme alışkanlığı değişikliğini, bilinçli bir şekilde,
onların psikolojilerini bozmadan desteklemek son derece önemli. Obezite
ve depresyon birleşince daha büyük bir problem olduğunu, kişilerin
hormonal, psikolojik ve balans bozukluğu yönünden desteklenmesi
gerektiğini unutmamak lazım. Her
zaman söylediğimiz şey ise evlenmeden hemen önce veya evlendikten
hemen sonra çiftler, hayatlarını nasıl
organize etmek istiyorlar, ileriye yönelik nasıl bir strateji belirliyorlar, kadının yumurta rezervleri yani fertilite
skorları nelerdir, erkekte bir problem
var mıdır’ı araştırmaları... Çiftler, tavsiyeler almak ve hayat şartlarını bir
yönde üreme faaliyetleri ile ilgili dengelemek için bu konuda tecrübeli bir
merkeze ‘merhaba’ demeliler.
Kilo, beyin hormonlarının salınıp normal
yumurta yapısının dengesini bozuyor mu?
Üreme sağlığı konusunda balansını
kaybetmiş çiftler için neler yapıyorsunuz?
Evet ve sonucunda adet düzensizliğine neden oluyor. Adet düzensizliğini yenseniz bile özellikle pankreastan
salınan, vücuttaki kanda şeker miktarını elimine eden insülin direnci ile
karşı karşıya kalıyorsunuz. Kandaki
şeker iyi elimine edilemediği için de
şekerli gıdalar aldığınız zaman, vücuttaki şeker oranındaki artışla birlikte yiyecekleri yağ olarak depolamaya
başlıyorsunuz. Aslında ‘Ne yersem
yarıyor’ diyen insanlar, yedikleri şeylerin hep depolanacak gıdalar olduğunu fark edemiyor.
Tedavide insanları istekli hale getirmek için önce onlara konuyu derinlemesine anlatmanız gerekiyor.
Düşünce bozuksa düşünceyi, duygu
bozuksa duyguyu, vücut bozuksa
vücudu,üreme sisteminde bir bozulma varsa tanımlanan olumsuzlukları
güncel bilimsel verileri ve teknolojinin yardımı ile balanslayabilirsiniz.
Sorun neredeyse onu bulmak ve
çözmekle, yani balanslama tekniği
uygulaması ile ile kişiye özel maksimum gebelik şansını yüzde 100’de
tutabilirsiniz.
Kadınlarda yumurta iyi gelişemediği
zaman neler yaşanıyor?
“Her şeyim normal ama gebe
kalamıyorum’’ diyen çok fazla insan var,
bunlarla ilgili ne söylersiniz?
Artmış olan androjen, östrojen ve insülin rezistansı birleşerek yumurtayı
bozuyor, kalitesini düşürüyor ve çevresindeki kümülüs hücrelerinin de
genetik yapısı bozuluyor, döllemeyi
azaltıyor. Ayrıca rahim içi zarının gömülgenliğini olumsuz olarak etkiliyor. Yumurta kaliteli olsun olmasın,
rahim içine girse dahi, rahim içi iyi olmadığı için düşük oranı yine artıyor.
36
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Şişmanlık haricinde, sebebi izah edilmemiş kısırlık durumları ile gelenler
var. İşte orada da aslında bir denge
bozukluğu var ve onu düzeltmek gerekiyor. Bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi lazım. Sunulan
bilgilerle, kurulan güven ilişkisiyle
insanların gebe kalabileceğine olan
inancı tekrar ortaya çıkıyor ve sadece
bu inançla bile insanlar tüp bebek,
aşılama, yumurtlama tedavisi olmadan doğal yollarla da gebe kalabiliyor.
Peki, ne yaparsanız yapın dengesini
sağlayamadığınız kişiler için ne gibi
çözümler üretiyorsunuz?
Yumurtalam sorunlarını çogunlukla biliçli kilo kaybını sağlamakla ve
dışarıdan verdiğimiz hormonlarla
çözümleyebiliyoruz. Oluşan gebeliklerde düşük olmaması için tedbirler
alıyoruz. Burada ilaçlara bağlı yan etkilerin dikkatle takibi gerekiyor. Fazla
yumurta gelişmesine bağlı hayatı riske sokacak problemleri engellemek
gerekiyor. Yani her noktada kar zarar
hesabı yapmak yani dengeyi sağlamak lazım.
Bir noktada da teknoloji devreye
giriyor. Tüp bebek tekniklerinde
yararlanılıyor. Bu seçeneklerde bilgili eğitimli,tecrübeli personelin
çalıştığı,yüksek teknolojiyi güncel
bilimsel verilerle kullanan merkezleri
tercih etmek gerekiyor. Yüksek büyütmeli mikroskoplar veya Polarize
mikroskop kullanarak DNA’sı, balansı
bozuk olmayan spermler seçilebiliyor. Milyonlarca sperm içinden beş
– on tane olgun sperm bulunup , bu
şekilde iyi dölleme yapılabiliyor. Kadında da yumurtanın olgunlaşması
problemliyse, balanslama yaparken
‚Co-Culture tekniği‘ ile laboratuvarda yumurtaların olgunlaşma desteği
veriliyor. Rahim içi zayıflıgı ise anne
kanından hazırlanan gebelik aşısı denilen bir uygulma ile çözümleniyor.
Tedavili veya tedavisiz gebe kalındı ama
balans bozuksa hem annede hem de
bebekte ne gibi problemler çıkabilir?
Tedavili veya tedavisiz gebe kalındı
ama balans bozuksa, özellikle şişmanlık durumu da varsa annede hipertansiyon, diyabet, erken doğum
,gebelikte kanama ve zor doğum
riski görülebilir. Bebekte ise şeker,
yüksek dogum agırlığı, doğmsal anomali oranı ve bebek ölüm oranı artar.
Bu anlamda riskli gebelik takibinin
yapıldığı ünitelere başvurulması son
derece önemli.
kapakkonusu
NORMAL GEBELİK İLE IVF SONUCU ELDE
EDİLEN GEBELİK ARASINDA FARK VAR MI?
Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK
Tüp bebek tedavisine karar veren
çiftler, bir sene boyunca korunmadan
ve düzenli bir şekilde cinsel ilişkide
bulunmuş ancak gebelik sağlamakta başarılı olamamıştır. Bu sebeple
de tıbbi bir yardım gerekmektedir.
Doğal yöntemlerle kendiliğinden gebelik sağlamış ve tüp bebek gebeliği
sağlamış çiftlerin kıyaslanmasında
tek fark, gebe kalma süreci olmaktadır.
Tüp bebek tedavisinde; yumurtaların
olgunlaşması, arzu edilen sayıda yumurta gelişmesi, yumurtanın spermle birleştirilmesi, döllenen yumurtaların embriyo oluşturması ve son
olarak da embriyonun anne rahmine
nakli işlemleri gerçekleştirilir.
Yumurtaların toplanması ve embriyoların transfer edileceği aşamalar
da dahi anne adayının hastanede
kalmasına gerek yoktur. Yumurta
toplama ve embryo transferi aşamasından sonra anne adayı, merkezde
birkaç saat dinlendirilir ve ardından
evine gidebilir.
Çiftlerin doğal yollarla gebelik sağlamaları için erkek ve kadın üreme
organlarına ait herhangi bir sorunun
olmaması gerekir.
38
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Kadınlar için :
• tüplerin sağlıklı olması,
• yumurta rezervinin iyi durumda
olması,
• rahmin bulunması,
• düzenli olarak yumurtlamanın ol-
yöntemine geçilir. Ancak, tüp bebek
tedavisi ile gerçekleşen gebelik ve
normal gebelik arasında herhangi bir
fark yoktur. Tek fark, gebeliğin oluşma süreçleridir. Tüp bebekte gebelik
sağlandıktan sonra aralarında hiçbir
fark kalmaz.
ması gereklidir.
Erkek için :
• canlı sperm örneğinin bulunabilmesi,
• sperm sayısının yeterli olması,
• Spermlerin kaliteli olması,
• Spermlerin hareketliliğin yeterli
olması,
• spermin vücut dışına çıkabilmesi
Tüp Bebek Tedavisi İle Dünyaya Gelmiş
Bir Bebek İle Normal Olarak Doğmuş Bir
Bebek Arasında Fark Var mıdır?
Tüp bebek tedavisinde yumurtalıkların uyarılması için çeşitli ilaçlar kullanılır. Bu kullanılan ilaçlar ve gerçekleştirilen aşamalar sadece yumurta
hücresinin ve sperm hücresinin birleşmesi içindir. Bu aşamadan sonra
gibi koşulların yerine getirilmesi
gereklidir.
Erkek ve kadın gebelik için yukarıdaki koşullar mevcut ise anne ve baba
adayının korunmadan bulundukları
cinsel ilişki sonucunda gebelik sağlamaları büyük bir ihtimaldir. Kadınların böyle bir durumda altı ay, bir
sene içerisinde gebe kalmaları beklenir. Ancak kadın 1 sene içinde gebe
kalamıyorsa, muayene edilmesi ve
sorunun saptanması gerekir. Bütün
etkenlerin araştırılmasının ardından
ilk olarak daha basit tedavilere başlanır. Aşılama gibi yöntemlerden cevap alınmadığı takdirde tüp bebek
Op. Dr. Hakan ÖZÖRNEK
ise döllenme ardından embriyolar
anne adayının rahmine transfer edilir.
Embriyo Transferi Sonrası Cinsel İlişki
Yasaklanmalı mıdır?
Tüp bebek tedavisi ile dünyaya gelecek olan bebeklerin, gebelik sağlandıktan sonraki aşamaları normal
gebeliklerden farklı değildir. Normal
gebelikler gibi yaşanan hamilelik süreci, normal gebelikler gibi sonlanır.
Bundan dolayı da tüp bebek ve normal gebelikler arasında belirgin bir
fark yoktur. Gebelik oluşum sürecinden sonra her iki gebelik de aynıdır.
Tüp bebek tedavisi sonrasında çiftler
cinsel ilişkiden kaçınmaktadır. Yaygın
olarak cinsel ilişkiye girmenin ve orgazm olmanın embriyoların tutunma
şansını azalttığı düşünülmektedir.
Embriyoların rahim içinde olduğunu
bildiğinde cinsel ilişki çok da kolay olmamaktadır. Ancak bilimsel çalışmalar cinsel ilişki ve orgazm yaşamanın
gebelik şansını düşürmediğini göstermektedir. Hatta kapsamlı bir çalışmada embriyo transferinden iki gün
sonra cinsel ilişkide bulunan çiftlerin
gebelik oranlarında istatistiksel bir
artış saptanmıştır. Çalışmayı yayınlayan ekibin yorumuna göre bunun
nedeni erkeğin menisinde var olan
bağışıklık baskılayıcı bazı faktörlerin
kadındaki bağışıklığı azaltarak embriyonun reddedilmesini engellemektedir.
Embriyo Transferi Sonrası İstirahat
Gerekli mi?
Tüp bebek tedavisinin ilk uygulanmaya başladığı yıllardan günümüze
anne adaylarının en sık merak ettiği
konuların başında embriyo transferi
sonrası ne kadar süre istirahat etmek
gerektiği gelir. Anne adayları transfer
edilen embriyonun “geri düşmesi”
kaygısı nedeniyle hareket etmekten
çekinmektedirler. Ancak bilimsel yayınların sonuçları embriyo transferi
sonrası yatak istirahatinin yararını
gösterememektedir. Hatta 24 saat
gibi uzun yatak istirahatinin araştırıldığı çalışmalarda gebelik oranlarının
azaldığı bile gösterilmiştir. Bunun nedeni muhtemelen bu kadar uzun süreli yatak istirahatinin anne adayı üzerinde yarattığı strestir. Bir saatten kısa
süreli yatak istirahati hakkındaki araştırmalar ise gebelik oranlarını olumlu
ya da olumsuz etkilememektedir.
Bu nedenle embriyo transferi sonrası
anne adaylarının yatak istirahatine
alınmalarının bilimsel altyapısı bulunmamaktadır. Ancak hemen hemen tüm tüp bebek merkezleri anne
adaylarının kaygısını göz önünde
alarak embriyo transferi sonrası bir
süre yatak istirahati uygulamaktadır. Bilinmelidir ki, rahim içi zarı (endometrium) bir boşluk değildir ve
rahim duvarları birbirine değen yapılardır. Embriyonun rahim içi zarına
(endometrium) tutunması ise fiziksel
değil biyolojik bir olaydır. En önemlisi de tedavi dışında, kendiliğinden
oluşan hamileliklerin birçoğunda
anne adayları gebeliklerini erken dönemde fark etmemektedirler ve sosyal hayatlarına aynı şekilde devam
etmektedirler. Yani gebelik oluşması
için sosyal yaşantıda kısıtlama gerekmediği açıktır.
Yumurtalıkları uygulanan ilaçlardan
dolayı fazla uyarılmış (OHSS) olan
çiftlerin cinsel ilişkide bulunmaları
önerilmemektedir. Cinsel ilişki sırasında oluşabilecek travma böyle yumurtalıkların kanamasına ve ağrıya
nedenle olabilmektedir. Cinsel ilişkinin beklenmeyen sonuçlara neden
olduğu diğer bir durum da yumurta
toplama işlemi (OPU) öncesi girilen
ilişkiler nedeni kendiliğinde gebeliklerin oluşmasıdır.
Embriyo Transferi Sonrası Spor Yapılabilir mi?
Her kişinin fiziksel performansı farklı
olacağı için hangi hastaya, ne kadar
sporun, nasıl etki edeceğini belirlemek çok zordur. Bu nedenle spor
yapmanın embriyo tutunmasına katkı ya da zararı olacağı konusunda çok
güvenilir çalışmalar mevcut değildir.
Ancak yapılan gözlemsel çalışmalar
yoğun fiziksel aktivasyonlar tüp bebek başarısını olumsuz etkileyebilir
düşüncesini desteklemektedir. Yoğun spor yapmanın başarı üzerine
olumsuz sonuçları embriyo üzerine
fiziksel etkiler dışında, vücudun sıcaklığının artması ya da rahime giden kan dolaşımının azalması gibi
dolaylı etkilerle de olabilmektedir.
Ancak şunu tekrarlamak gerekir ki
anne adayının günlük aktivasyonları,
30 dakikalık düz yürüyüşleri ve hafif
tempoda yüzmesi tüp bebek tedavisine olumsuz etki yapmayacaktır.
Embriyo Transferi Sonrası İşyerinden İzin
Alınmalı mıdır?
Bu sorunun cevabı kesinlikle hayır…
Birçok hastanın bu yönde talepleri olmasına rağmen, embriyo transferinden gebelik testinin yapılacağı güne
kadar geçen yaklaşık 12 günlük süreç
çok yavaş ve stresli geçmektedir. Bu
nedenle kadınların konsantrasyonlarını dağıtacak şekilde işlerine geri
dönmeleri, arkadaşlarının sağlayacakları sosyal destek tüm bu süreci
yalnız başına evde geçirmekten çok
daha yararlı olacaktır. Ancak tedaviyi olumsuz etkileyeceği için değil, iş
ortamının keyifsiz ve stresli olması
durumumda hastaların stresten uzak
olmaları açısından izin almaları mantıklı olabilir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
39
kapakkonusu
GEBELERE YAZ TATİLİ
VE SEYAHAT ÖNERİLERİ
Yaz sıcakları günden güne artıyor. Özellikle anne
adaylarının tatil planı yaparken hem seyahat hem
beslenme hem de fiziksel aktivite olarak pek çok şeyi
dikkate alması gerekiyor. Gebelikte kilo artışı, kan
hacminin artması, solunum sayısının ve kalp hızının
artması ile azalan akciğer kapasitesi yüzünden nefes
alıp vermek bile daha zor hale geliyor. Buna havadaki
ısı ve nem artışını da eklenince alınması gereken
önlemler daha da artıyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum
Uzmanı Op. Dr. Ali Enver Kurt anne adaylarına tatilde,
yolculukta ve beslenmede dikkat etmesi gereken
noktaları anlattı.
• Güneşin dik olduğu saatler gölgede ve dinlenerek
geçirilmeli.
• Havuz kenarında kayıp düşmemeye dikkat edilmeli.
• Güneş koruyucu kremler mutlaka kullanılmalı
• Islak mayoyla uzun saatler geçirilmemeli, kuru mayo ile
dinlenilmeli.
• Fiziksel kapasitenin elverdiği ölçülerde güneş ve denizin
olumlu etkilerinden sonuna kadar yararlanılmalı.
• Yaz mevsimi ve gebelik nedeniyle artan metabolizma
hızı nedeniyle aşırı terleme ve artan solunum-dolaşım
faaliyetleri en dikkat çekenlerdir. Bu nedenlerle öncelikle sıvı
ve elektrolit kaybı gözönüne alınarak mutlaka yeterince sıvı
alınmalı
• Elektrolit kayıplarını yerine koymak için maden suyu ya da
sporcu içecekleri kullanılmalı, en azından tuzlu ayran bu
konuda başvurulabilecek en basit önlem olabilir.
• Beslenmeye dikkat yine yaz aylarını rahat geçirmek için çok
önemlidir. Sindirimi zor besinler (kızartmalar..) ve büyük
porsiyonlardan kaçınılmalıdır. 4-5 öğüne yaymak ve daha
uzun süre tokluk hissi veren besinlerden küçük porsiyonlar
tercih edilmelidir.
• Her gün 1 adet iyi pişmiş bir yumurta protein kaynağı olarak
mükemmel olabilir.
• En az 1 öğün bir hayvansal protein (et-tavuk-balık) ızgara
olarak tercih edilebilir. Yanında tam buğday ekmekleri ve
salata önerilebilir. Arada meyve porsiyonları önerilebilir.
• Sıcak yaz günlerinde gebeliğin rahat geçmesi için öncelikle
ölçülü olarak aktiviteyi korumak, ilerlemiş gebelik ise bacak
şişmeleri vs. için yine aktivite ve gerekirse elastik bandaj,
yüksekte tutmak çözüm olabilir.
• Kilo artışına dikkat edilmeli, kontrollü olmalıdır.
• Rahat, pamuklu giysiler ve iç çamaşırları kullanmak da
önemlidir.
40
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
analiz
ERDEMLİ İNSAN OLMAK ÜZERİNE
Prof. Dr. Nesrin ÇOBANOĞLU
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Tıp Etiği ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Başkanı
Erdem kavramı felsefe tarihinin başlangıcından beri insanın sistemli
düşüncesinin gelişiminde yer alır.
“İnsanın ve yaşamın anlamı nedir?”
sorusuna verilen felsefi cevap başlangıçta “erdemli olmak” olarak belirtilmiştir. Mutluluk yaşamın temel
amacıdır ve mutluluğa ulaşmanın
yolu erdemli olmaktan geçer. Bir düşünceye göre erdemli olmak, ancak
bilgi sahibi olmakla mümkündür.
Daha sonraları giderek ahlak felsefesinin “etik alanının” kavramlarından
biri olarak yer edinmiştir. Etik – bilgi
koşutluğu üzerine de birçok tartışma yapılmıştır. Buna göre erdem
hangi davranışların insanca yada iyi
insan davranışları olarak kabul edilir
olduğunu belirten kavramdır. Ahlaki
yetkinlik, erdemli olmakla benzer anlamda kullanılmaktadır. Birçok filozof
erdemi bu anlamda felsefenin merkezine yerleştirmiştir. Bu filozofların
erdeme bakışlarına değinmeden
önce anlam bilgisel olarak erdem kelimesinin anlamını araştırdığımızda
öncelikle Türk Dil Kurumu sözlüğü bu
kavramı, “insanı tinsel açıdan yetkinliğe ulaştıran ahlaksal iyiler bütünü,
düşüncelerini ve eylemlerini ahlaksal
iyiye yönlendirmiş insanın niteliği,
iyiliği isteme kötülükten kaçış.. Fazilet, üstün vasıf, moral, dürüstlük,
iyi ahlak ve doğruluktur” şeklinde
tanımlamaktadır. İnsanın
olgunluğunu, toplumla ve diğer insanlarla uyumluluğunu, kendine yeterliliğini ve kendini aşma yetisini belirleyen çeşitli bireysel niteliklerinden
her biriyle bir bütün olarak yansıttığı
değerler bütünü onun erdemliliğidir.
Erdemli insanın toplumsal ilişkilerine
yansıyan davranışlarının dört temel
unsuru olduğu düşünülmektedir; itidal, metanet, basiret ve adalet...
42
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Yüzyıllardır düşünürler erdem kavramı üzerine çok mesai harcamışlardır.
Sokratese göre insanın bütün davranışlarının en son anlamda gerçek
adresi olan mutluluğa ulaşmanın
tek yolu, erdemli yaşamı sonuna kadar gerçekleştirme ülküsünden sapmaksızın yaşam yolunda yürümektir. Bütün insanlar tabiatları gereği
hep mutluluk peşinde oldukları için,
hiç kimsenin erdemsiz davranışlarda bulunması yani kötülük yapması
mümkün olmamalıdır. Bu yüzden
bütün kötülüklerin bilgisizlikten
kaynaklandığını düşünen Sokrates,
temelde yalnızca bir erdemin yani
“bilgeliğin” var olduğunu savunmuştur. Çeşitli eylemler arasındaki farklılık bilginin farklı uygulanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bilgi
düzeyi arttıkça kişinin erdemlerden
aldığı pay da aynı oranda artacağından hareketle erdemin bilgi yoluyla
öğrenebilinen, daha da yetkinleştirilebilinen bir zihinsel güç olduğunu
düşünmüştür.
Platon, Sokratese kısmen katılmakla
birlikte erdemin yalnızca bilgelikten meydana geldiği düşüncesinde
Socrates’ten ayrılarak adalet, ölçülülük ve cesaret niteliklerini de ön plana alarak “ana erdemler” kavramını
ortaya atan ilk düşünür olmuştur.
Aristotales’e göre gerçek mutluluk
insana tanrılarca sunulan bir erdemlilik armağanı olsa da insanın mutlu
olmasında asıl belirleyici olan erdemli yaşam yolunda yürürken insanın yapıp etmeleridir. Erdemleri tek
tek tanımlayarak ahlaki ve düşünsel
erdemler arasında da bir ayrıma giden Aristotales, düşünsel erdemlere
sahip olmaksızın diğer erdemlere
sahip olunamayacağını savunarak
Socrates’in izinden gitmesine karşın
iradeye de görev düştüğünü belirterek yeni bir yol açmıştır. “Altın orta”
kavramıyla ifade edilen bu orta yola
göre erdemliliğin temeli ölçülülük ya
da ılımlılıktır.
Spinoza ise erdem kavramına farklı
bir açıdan yaklaşarak “ iyilikten her
türlü hazzı ve ona vesile olan her
şeyi anlıyorum. Kötülükten her türlü
kederi anlıyorum” diyerek mutluluk
erdemin mükafatı değil, erdemin ta
kendisidir; tutkularımızı dizginlediğimiz için mutlu olduğumuz söylenemez; aksine mutluluktan büyük zevk
aldığımız içindir ki, tutkularımızı dizginleyebiliyoruz” der.
Hume erdemi “sevgiyi ya da övüncü
yaratma gücü, kötülüğü ise tevazu
ya da nefreti yaratma gücü olarak”
tanımlamıştır. Nitekim düşünce tarihi
incelendiğinde çok farklı erdem tanımlarına rastlıyoruz: bunlardan birkaç örneği vermek istiyorum:
Spinoza ve Kant için erdem “akla uygun davranmak” olurken Hegel için
“varlığın bilinci” olarak tanımlanmaktadır. Butler kişinin kendisini yargılaması ve öz eleştirisidir derken, Nitche
erdemlilik insanın insanüstüne ulaşmak için harcadığı çabadır der..
“Erdem” kavramının tanımı için araştırma yapıldığında karşımıza dört
temel erdem çıkar, bunlar; hikmet(
bilgelik), iffet (itidal, ölçülü olma),
şecaat (cesaret) ve adalet. Kısaca
tanımlayacak olursak bilgelik; gerçekliği anlamak ve ona ilişkin yansız
yargılarda bulunmak yeteneği, cesaret; tehlikelere aldırmaksızın düzeni
koruma kararlılığı. Ölçülülük; kişisel
arzulardan daha yüksek amaçlar
uğruna vazgeçme. Adalet; siyasal
sistemlerin, bireyler arasındaki ilişkilerin, eylemlerin ahlak bakımından
doğru yada adil olması diyebiliriz.
Bunlara ortaçağ felsefesinde yer alan
inanç, ümit ve yardımseverlik olarak
adlandırılan dinsel erdemleri de ekleyebiliriz..
Erdemli bir yaşam tarzına insan tek
başına varamaz. İyiye güzele ve
doğruya tek başına ulaşmak mümkün değildir. Tek başına kalmış bir
insanın gücü sınırlı, ömrü ise kısadır,
ancak paylaşarak ve kuşaktan kuşa-
ğa aktarılarak mümkündür. Erdemli
olmak kolay değildir. Örneğin zenginliği iyiye kullanacak güçte olmayan kişi onu silah olarak kullanabilir
hayırlı işlere ve toplumun yararına
kullanılan zenginlik ise mutlulukların kaynağı olabilir.
Erdemli insanlar, zenginliği, mevkii
ve kudreti, insanların iyiliğine kullanmayı öğrenmelidir. Mevkii hırsı
düşünceyi bulandırır, kalbi katılaştırır, insanı ikiyüzlü yapar. Yüksek mevkiiye erişen kimse gücünü gerçeğin
aranmasına harcar ve hayırlı işler
yapmakta kullanırsa yani; o mevkiiye
layık olursa insanlığın yükselmesine
hizmet etmiş olur. Mevkisini insanlığın iyiliğine kullanma becerisini
kendinde görmeyen onun peşinde
koşmamalıdır. Son olarak kuvvet akıl
ve bilgi ile birleşince hak ve adalete
zafer kazandırır suçsuzları ve ezilenleri korur. Tutkularını yenebilen bir
kimsenin eline kuvvet geçmesinden
korkmamalıyız. Ölçülü davranmasını bilmeyenler, kuvvet sahibi olmayı
hiçbir zaman istememelidirler..
Sonuç olarak, her din ve ahlak felsefesi (etik) alanının ana hedefi olgun
ve yetkin insandır. Buna ulaşmanın
yolu da evrensel erdemlere sahip
olmaktan geçmektedir. Gerçek bir
erdemi kendi içinizden başka bir yerde bulamazsınız. Bunun özünü kendi dışınızda aramak boşunadır. Asıl
güzellik kendi içinizdeki iyilik duygusunun gelişmesindedir. Gerçek ve
kalıcı mutluluk, erdemli insan olmakla mümkündür. Erdemli insan olmak
için etik değerler üzerine düşünmeli,
değerler bilgisini öğrenmeli, özümsemeli sahip olduğumuzu düşündüğümüz erdemleri ise geliştirmeye
çalışmalı ve mesleğimiz aracılığıyla
ve öteki insanlarla ilişkilerimizde topluma yansıtarak paylaşmalıyız.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
43
sağlığımıziçin
BAŞ DÖNMESİ (VERTİGO) NEDİR VE
NASIL TEDAVİ EDİLİR
Prof. Dr. Ali ÖZDEK
Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı
Baş dönmesi aslında bir hareket illüzyonudur. Yani çevremizdeki eşyalar
ya da biz hareket etmediğimiz halde,
kendimizi ya da çevremizi dönüyor
gibi hissetmemizdir. Baş dönmesi
dengemizi sağlayan sistemde bir
problem olması neticesinde ortaya
çıkan bir durumdur. Dengenin sağlanması oldukça kompleks bir işlemdir. İç kulaktaki denge organı, gözler
ve kas iskelet sistemindeki derin
duyu sensörleri sürekli olarak beyne
bilgi akışı sağlar. Beyin bu üç sistemden gelen bilgileri koordine ederek
dengemizi sağlar. Bu üç sistemde
ya da beyindeki denge yollarındaki
herhangi bir bozukluk karşımıza baş
dönmesi olarak çıkar. Akut baş dönmelerinin büyük bir kısmı iç kulaktaki
denge organı kaynaklıdır. Mide bulantısı ve kusma genellikle akut baş
44
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
dönmesi ataklarına eşlik eder. Baş
dönmesi insanı çok rahatsız eden bir
tablodur. Hastalar ilk kez baş dönmesi atağı geçirdiklerinde genellikle
kalp krizi geçirdiklerine ya da beyin
kanaması geçirdikleri düşüncesine
kapılır ve çok korkarlar.
Baş Dönmesi Olan Hastanın
Değerlendirilmesi
Bütün hastalıklarda olduğu gibi baş
dönmesi ile başvuran bir hastada da
çok iyi bir klinik öykü alınması gerekir:
• Baş dönmesinin ortaya çıkış şekli
• Baş dönmesinin şekli
• Baş dönmesinin süresi
• Baş dönmesinin sıklığı
• Baş dönmesinin şiddeti
• Baş dönmesini tetikleyen faktörler
• Baş dönmesine eşlik eden bulgular
• Baş dönmesinin pozisyonla ilişkisi
• İlaç kullanımı
• Diğer hastalıkların varlığı
Çok iyi sorgulanmalıdır.
Daha sonra hastaya tam bir KBB muayenesinin yanı sıra, çok iyi bir nörolojik muayene ve vestibüler muayene
yapılmalıdır. Bundan sonraki aşamada laboratuvar testlerine başvurulabilir. En sık yapılan testler: işitme
testi, vestibüler testler, kan testleri ve
radyolojik incelemedir.
Vestibüler Testler
1- Videonistagmografi (VNG)
VNG temel olarak vestibülo-oküler
refleksin değerlendirildiği, spontan
ya da görsel-vestibüler uyaranlar
sonucunda ortaya çıkan göz hareketlerinin değerlendirilmesine ve
kaydedilmesine dayalı bir gurup test
bataryasıdır. VNG baş dönmesi ve
dengesizlik testleri içerisinde uzun
yıllardır kullanılan ve sonuçları en
güvenilir olan test bataryasıdır.
VNG testinde hastaya üzerinde infrared kamera bulunan bir gözlük taktırılır. Bu gözlük sayesinde hastanın
istirahat halinde iken ve çeşitli görsel
ve vestibüler uyaranlar sırasındaki
göz hareketleri takip edilir ve bilgisayar ortamında kaydedilir. Daha sonra
elde edilen bilgiler bilgisayar ortamında analiz edilerek baş dönmesi
hakkında çok önemli bilgiler elde
edilir.
VNG ile baş dönmesi ile ilgili çok değerli şu bilgilere ulaşmak mümkündür.
• Baş dönmesi iç kulak kaynaklı mı
yoksa merkezi sinir sistemi kaynaklı mı sorusuna cevap verir
• Baş dönmesinin pozisyonel olup
olmadığını ortaya koyar
• Kalorik test ile iç kulak fonksiyonu
hakkında çok önemli bilgiler verir.
VNG baş dönmesi olan bir hastanın
araştırılmasında en çok uygulanan
test yöntemidir.
VNG test bataryası başlıca 3 gurup
testten oluşur:
• Okülomotor testler
• Sakkad testi
• Pursuit testi
• Optokinetik test
• Spontan ve gaze nistagmus
• Dinamik ve statik pozisyonel testler
• Kalorik test
2- Vestibüler uyarılmış Miyojenik
Potansiyeller ( VEMP )
VEMP kısaca vestibülokolik refleksi
değerlendiren, yüksek sese cevaben
boyun kaslarından ya da ekstraoküler kaslardan kayıt edilen inhibitör bir
potansiyeldir. VEMP testinin amacı iç
kulakta denge organındaki sakkül ve
utrikül fonksiyonlarını değerlendirmektir. Sternokleidomastoid (SKM)
adeleden kayıt edilen VEMP cevaplarına servikal (c)- VEMP, inferior rektus adelesinden kayıt edilen VEMP
cevaplarına ise oküler (o)- VEMP adı
verilmektedir.
c-VEMP testinde hastanın kulağına ses verilirken aynı anda bu sese
cevap olarak boyundaki adelelerde
meydana gelen refleks boyuna yerleştirilen elektrodlarla kaydedilir.
O-VEMP testinde ise hastanın kulağına ses verilirken diğer taraftaki göz
altına yerleştirilen elektrodlarla göz
kasındaki kasılmalar kaydedilir.
c-VEMP testi sakkül, inferior vestibüler sinir ve alt beyin sapının fonksiyonunu değerlendirmektedir.
Oküler VEMP henüz klinik kullanımda c-Vemp kadar yaygınlaşmamıştır.
O-VEMP yüksek şiddetli akustik uyarana cevaben kontralateral ekstraoküler göz kaslarından elde edilen
myojenik potansiyellerdir. Mevcut
çalışmalar o-VEMP in eksitatuar bir
potansiyel olduğu şeklindedir. Elde
edilen miyojenik akitivitenin daha
çok inferior oblik adeleye ait olduğu
görüşü hakimdir. o-VEMP in refleks
arkı henüz net olarak tanımlanmış
değildir. Ancak miyojenik cevabın
büyük oranda utrikül ve süperior vestibüler sinir cevabını yansıttığı düşünülmektedir.
VEMP testi de birçok vestibüler fonksiyon testi gibi direkt tanı koydurucu
olmaktan ziyade vestibüler sistemin
fonksiyonları hakkında bilgi verir. Diğer testlere göre en büyük avantajı
vestibüler sistemin sınırlı bir bölgesine (otolit organlar, vestibüler sinir ve
beyin sapı) spesifik olmasıdır.
VEMP cevaplarının en patognomonik olduğu hastalık süperior kanal
dehisansıdır (SKD). SKD hastalarında
dehisans olan tarafta VEMP eşiklerinde anormal bir düşüş (<80 dN nHL)
ve VEMP amplitüdünde sağlam tarafa göre belirgin artış görülür.
Meniereli hastalarda VEMP cevapları
hastalığın evresine göre değişkenlik gösterir. Hastaların yaklaşık %50
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
45
sinde VEMP cevaplarında asimetri
izlenir. Meniere li hastalarda intratimpanik gentamisin tedavisinin monitörizasyonunda da VEMP testi kullanılabilir.
Vestibüler nöriniti olan hastaların
%50 sinde VEMP cevaplarında anormallik mevcuttur.
VEMP testi beyin sapını etkileyen
santral patolojilerde de yardımcı bir
test olarak kullanılabilinir. Yapılan bir
çalışmada MS li hastaların %48 inde
VEMP anormallikleri tespit edilmiştir.
3- Video Head İmpulse Test ( vHİT)
vHİT testi son yıllarda geliştirilmiş
teknolojik bir testtir. Test sırasında
hastaya üzerinde göz hareketlerinin
kaydını yapan bir kamera bulunan
bir gözlük taktırılır. Sonra hastadan
sabit bir hedefe bakması istenir. Hasta gözlerini hedefe sabitlemişken
testi yapan kişi hastanın başını hızlı
bir şekilde test yapılan planda 20-30
derece döndürür. Bu sırada göz hareketlerinin kaydı yapılır ve bu hareketler bilgisayar ortamında analiz edilir.
vHİT ile her yarım daire kanalını ayrı
ayrı test etmek mümkündür. Test sonucunda değerlendirilen yarım daire
kanalının fonksiyonu hakkında bilgi
elde edilir.
4- Bilgisayarlı Dinamik Postürografi
Klinikte kullanılan vestibüler testlerin birçoğu vestibülo-oküler refleksi
(VOR) ve refleksdeki bozuklukları değerlendirir. Ancak VOR bozuklukları
tek başına bütün denge problem-
lerinden sorumlu değildir. Denge,
vestibüler sistem, görsel bilgiler ve
somatosensör sistemden gelen bilgilerin merkezi sinir sistemi tarafından
yorumlanması ve bunun sonucunda
kas iskelet sistemine gerekli uyarıların gönderilmesiyle sağlanan kompleks bir mekanizmadır. Bu organizasyonun herhangi bir kısmındaki
anormallik karşımıza baş dönmesi
ve/veya denge bozukluğu olarak çıkacaktır. Vestibüler testlerin birçoğu
sadece vestibüler inputları değerlendirir. Dinamik posturografi testi
kişinin vestibüler, vizüel ve somatosensor sisteminin koordinasyonunu
ve bunun neticesinde dengesini test
etmeyi amaçlayan bir testtir.
Posturografi farklı durumlarda dengenin ayakta durma fonksiyonunu
değerlendiren kantitatif bir denge
testidir. Test cihazı hastanın ayakta
durduğu hareketli bir platformu ve
bu platformu çevreleyen hareketli bir
kabini içerir. Hasta platform üzerinde
gözü açık ya da kapalı olarak dururken platformu ve/veya kabinide hareket ettirerek salınım yapması sağlanır ve bu şekilde çeşitli durumlarda
hastanın dengesini sağlayıp sağlayamadığı test edilir.
Posturografi başlıca iki test gurubunu içerir. Bunlar sensori organizasyon
testi (SOT) ve hareket koordinasyon
testidir. Vestibüler hastalıkları araştırmada SOT daha kullanışlıdır. SOT sırasında 6 farklı durum için test yapılır.
Bunlar:
1.Platform sabit, gözler açık, çevre
sabit
2. Platform sabit, gözler kapalı, çevre
sabit
3.Platform sabit, gözler açık, çevre
salınımda
4.Platform salınımda, gözler açık,
çevre sabit
5.Platform salınımda, gözler kapalı,
çevre sabit
6.Platform salınımda, gözler açık,
çevre salınımda
Böylelikle görsel ya da somatosensör
ipuçlarının ya da her ikisinin beraber
ortadan kalktığı durumlarda hastanın postural stabilitesi değerlendirilir. Hasta her basamak testi en az 3
defa takrarlar ve her durum için bir
denge skoru bilgisayar tarafından
saptanır. Elde edilen denge skorlarının mukayesesi ile hastanın denge bozukluğunun nedeni spesifiye
edilmeye çalışılır. Örneğin vestibüler
patolojisi olan hastalarda 5 ve 6 no
lu test skorları oldukça kötüdür. Test
aynı zamanda rol yapan kişileride
ayırt etmede yardımcı olur. Bu kişilerde 1 ve 2. Test skorları ile 5 ve 6 test
skorları benzerlik gösterir.
Posturografi özellikle hikaye ve fizik muayenenin yetersiz kaldığı ve
dengesizlik şikayeti olan kişilerde
tüm postural stabiliteyi dökümente etmeye yarayan bir testtir. Bunun
dışında vestibüler rehabilitasyon ve
hastanın gidişatını monitorize etmek
açısından da oldukça faydalıdır.
En Sık Baş Dönmesi Yapan
Hastalıklar Nelerdir?
1- Kulak Kaynaklı Hastalıklar
a.BPPV (benign paroksismal pozisyonel vertigo)
b. Meniere Hastalığı
c. Vestibüler Nörinit
d.Labirentitler
e. Perilenf Fistülü
f. Bilateral Vestibüler Yetmezlik
2- Nörolojik Hastalıklar
a. Vestibüler Migren
b. Multiple Skleroz
c. Serebrovasküler Hastalıklar
3- Metabolik Ve Vasküler Hastalıklar
46
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
a. Vitamin B12 Eksikliği
b. Tiroid Patolojileri
c. Kalp Damar hastalıkları
d. Şeker Hastalığı
Benign Paroksismal Pozisyonel
Vertigo (BPPV)
Bu hastalık adından da anlaşılacağı
üzere başın hareketleri ile birlikte ani
ortaya çıkan şiddetli baş dönmesi
ile karakterizedir. Hastalar genellikle
eğilip kalktıklarında, ya da yatakta
sağdan sola, soldan sağa döndüklerinde birden başlayan ve yaklaşık
30-40 saniye kadar süren çok şiddetli
baş dönmesinden yakınırlar. İlk ortaya çıktığında hasta için çok korkutucudur. Hastalar kalp krizi geçirdiklerini ve öleceklerini düşünürler.
Hastalığın altında yatan sebep iç
kulaktaki denge organının sakkül
kısmında yer alan otokonilerin (halk
arasında denge kristalleri olarak bilinmektedir) yerlerinden koparak
yarım daire kanalları içerisine düşmeleridir. Kristaller hangi yarım daire
kanalı içerisine düşmüşse başın o eksendeki hareketlerinde şiddetli baş
dönmesi ortaya çıkar. En sık etkilenen kanal arka yarım daire kanalıdır.
BPPV her yaş gurubunda görülebilmekle birlikte yaşlı kişilerde daha sık
görülür. 65 yaşın üstündeki kişilerde
en sık baş dönmesi nedenidir. BPPV
de Tanı hastalara spesifik pozisyonların verildiği pozisyonel testler uygulanarak konulur. Bunlardan en sık
uygulananı Dix Hall-Pike testidir.
Hastalık çoğu zaman kendiliğinden
kısa sürede geçer. Ancak bazı hastalarda kendiliğinden iyileşme olmaz.
Bu hastaların doktor tarafından değerlendirilmesi gerekir. BPPV de en
sık uygulanan tedavi repozisyon manevraları yani kristallerin tekrar orjinal yerine gönderildiği manevralardır. Epley Manevrası posterior (arka )
yarım daire kanalı BPPV sinde en sık
kullanılan manevradır. Lateral (yan)
yarım daire kanalı BPPV sinde ise sıklıkla Barbekü Manevrası kullanılır. Bu
manevralar bir seferde %80-90 oranında hastalığın düzelmesini sağlar.
Bazen ikinci ya da üçüncü manevrayı
yapmak gerekir ve bu sayede hastaların % 90 nında düzelme sağlanır.
Başarısız olunan hastalarda habituasyon egzersizleri uygulanarak sorun
büyük oranda çözümlenir. Oldukça
nadiren tüm tedavilere rağmen hastalarda düzelme olmayabilir. Bu durumda cerrahi tedaviler gündeme
gelir. Cerrahi olarak hastalıklı yarım
daire kanalı kapatılabilinir ya da hastalıklı taraftaki denge siniri kesilebilir.
Meniere Hastalığı
Meniere hastalığı ilk kez 1861 yılında
Dr Prosper Meniere tarafından tanımlanmış bir klinik tablodur. Bu hastalık
nöbetler halinde gelen şiddetli baş
dönmesi, kulak çınlaması, değişken
işitme kayıpları ve kulakta dolgunluk
hissi ile karakterize bir klinik tablodur.
Hastalığın başlangıcı genellikle ani
başlayan çok şiddetli bir baş dönmesi
ile olur. Bu baş dönmesi yaklaşık 2030 dakika kadar şiddetli devam eder.
Bu sırada genellikle baş dönmesinin
etkisi ile mide bulantısı ve kusma
hastalığa eşlik eder. Hastalar bu sırada kulaklarında bir basınç ve çınlama
hissedebilirler. Yaklaşık yarım saat
sonra hastaların baş dönmesi geçer.
Ama dengesizlik hissi bütün gün devam edebilir. İlk nöbet sonrası hasta
tamamen normale döner. Baş dönmesi geçer, işitme kaybı düzelir. Bir
sonraki nöbetin ne zaman geleceği
belli değildir. Bu birkaç gün, birkaç ay
ya da birkaç yıl sonra olabilir. Zamanla nöbetlerin sayısı artarken, sıklığı
da artmaya başlar. Hatta bazı hastalarda her gün baş dönmesi nöbetleri
görülebilir. Hastalığın tekrarlaması ile
birlikte başlangıçta düzelen işitme
kayıpları kalıcı olmaya başlar.
Meniere hastalığı her yaşta görülebilmekle birlikte sıklıkla 40 yaş civarında görülür. Kadınlarda erkeklere göre
biraz daha sıktır. Toplumda her 1000
kişiden yaklaşık 2 sinde görülür. Hastalık başlangıçta tek taraflı iken yıllar
içerisinde iki taraflı olabilir.
Meniere hastalığının tanısını koyduracak tek bir test ya da laboratuvar
çalışması yoktur. Meniere hastalığının tanısında en önemli konu tipik
klinik bulguların varlığıdır.
Meniere hastalığında tedavi iki amaca yöneliktir. Birincisi baş dönmesi
atakları sırasında uygulanan tedavi
ile atağın en hızlı şekilde sonlanma-
sını sağlamaktır. İkincisi ise atak sonrası dönemde yeni atakları önlemeye
çalışmaktır. Bazı hastalarda ilaç tedavisine rağmen baş dönmesi atakları
devam edebilir. Bazı hastalarda baş
dönmesi atakları hastanın günlük
hayatını idame ettirmesini engelleyecek düzeyde olabilir ( intractable
vertigo). Bu durumda ilave tedavilere
gereksinim vardır.
Vestibüler Nörinit
Ani başlayan çok şiddetli baş dönmesi ile karakterize bir klinik tablodur.
Hastalarda baş dönmesinin yanında şiddetli mide bulantısı ve kusma
mevcuttur. Hastayı oldukça sıkıntıya sokan bir tablodur. Baş dönmesi
günlerce sürebilir. Tedavi başlanmadığında hastalık ilk 2-3 gün kesintisiz sürekli devam eden şiddetli baş
dönmesi ile karakterizedir. Genellikle
3. günden sonra baş dönmesi azalır
ancak hastanın tamamen düzelmesi
3-4 haftayı bulur. Hastalık denge sinirinin viral enfeksiyonu nedeniyle
oluşur. En sık suçlanan virüs Herpes
gurubu virüslerdir. Enfeksiyon iç kulağın sadece denge ile ilgili kısmını
etkilediği için hastalarda işitme ile
ilgili problem oluşmaz.
Hastalığın tanısı öykünün yanısıra ,
odyolojik değerlendirmede işitmenin normal olması ve kalorik testte
kanal paralizinin saptanması ile konulur.
Tedavide akut dönemde ilk birkaç
gün antivertijenöz ve antiemetik
ilaçlarla hastalarda semptomları yatıştırıcı tedavi yapılır. Son yıllarda
kortikosteroidlerin hastalığın seyrini
kısalttığı düşünülmektedir. Hastaların iyileşmelerini hızlandırmak için
en kısa sürede vestibüler egzersizlere
başlaması sağlanmalıdır. Uygulanan
antivertijenöz tedavinin 3 günü geçmemesi gerekir. İlaç kullanım süresi
uzadıkça hastalığın iyileşme süresi
gecikecektir.
Hastalarda 3-4 hafta içerisinde tam
bir klinik düzelme sağlansa da denge sinirinin fonksiyonları her zaman
düzelmeyebilir. Bu hastalarda baş
dönmesi geçmesine rağmen hastalar
hızlı baş hareketleri sırasında kısa süreli baş dönmesi ve dengesizlik hissedebilirler.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
47
Vestibüler Migren
( Migren İlişkili Baş Dönmesi )
Vestibüler migren en sık baş dönmesi yapan nörolojik vertigo nedenidir. Migren ve vertigo her ikisi de
popülasyonda oldukça sık karşılaşılan durumlardır. Toplumdaki migren
sıklığı %16, vertigo sıklığı % 7 dir. Bu
nedenle toplumun %1.1 inde hayat
boyunca migren ve vertigonun sadece şans eseri bir arada olma ihtimali söz konusudur. Ayrıca vertigo
bazilar migrenin de semptomlarından biri olarak da karşımıza çıkabilir.
Vestibüler migren terimi ise direkt
olarak migrenin neden olduğu baş
dönmesi ataklarını tarifler. Yani bu
hastalıkta baş dönmesinin nedeni
direkt olarak migren hastalığıdır.
Vestibüler migrende görülen baş
dönmeleri genellikle birkaç dakika
ile sınırlıdır. Ancak bazen günlerce
de sürebilir. Baş dönmeleri genellikle başın ani hareketleri sırasında
görülür. Baş ağrıları baş dönmesi
atağından hemen önce, atak sırasında ya da ataktan hemen sonra görülebilir. Bazı hastalarda baş ağrısı ve
baş dönmesi atakları hiçbir zaman
bir arada olamayabilir.
Tanı hastalığın klinik bulguları ve
denge testlerinin birlikte değerlendirilmesi ile konulur. Atakların olmadığı
dönemde genellikle nörolojik, otolojik ve odyolojik muayene normal-
dir. Hastaların %10-20 sinde kalorik
testte kanal parezisi gözlenir. Ataklar
sırasında nistagmus izlenebilir. Hastalığı patofizyolojisi henüz tam aydınlanmış değildir.
Tedavi migren tedavisi gibi yapılır.
Multiple Sclerosis (MS)
Multiple Scleroz (MS) demiyelinizan,
otoimmün bir santral sinir sistemi
hastalığıdır. Genellikle genç erişkinlerde görülür ve kadınlarda daha
sıktır. Sinirlerin etrafını saran miyelin
kılıfın hasarıyla seyreden bir hastalıktır. Miyelin kılıf zarar gördüğünde
sinir iletimi yavaşlar. Hastalık merkezi sinir sistemindeki her bölgeyi etkileyebilir. Bu nedenle semptomlar
etkilenen bölgeye göre değişiklik
gösterir. Hastalık başlangıçta ataklar ve remisyonlarla karakterize iken
tekrarlayan ataklar sonrası kalıcı hasarlar gelişir. Ataksi ve baş dönmesi
hastalığın tüm evrelerinde sık karşılaşılan bir semptomdur. Baş dönmesi
bazen hastalığın ilk belirtisi olabilir.
İnternükleer oftalmopleji sık görülür.
Lezyonun yerine göre diğer merkezi
sinir sistemi bulguları tabloya eşlik
edebilir. Hastalığın tanısı öykü, MR
da plakların varlığı ve beyin omurilik
sıvısında oligoklonal bant pozitifliği
ile konulur.
Serebrovasküler Hastalıklar
Merkezi sinir sisteminin kanlanmasının bozulduğu klinik tablolardır. Bu
tablo beyne kan akımının azalması
(iskemi) ya da beyin kanaması durumlarında söz konusudur. Bu tablo
halk arasında genellikle inme olarak
bilinmektedir. Bu hastalarda baş dönmesi ve dengesizlik dışında, kısmi ya
da tam felçler, konuşma bozuklukları,
görme bozuklukları görülebilir.
Baş dönmesine neden olan serebrovasküler hastalıkların büyük bir
bölümü vertebrobaziler dolaşım
alanındadır. Hastalıkların büyük bölümü iskemiktir. Vertebrobaziler arter sistemi beyin sapı, serebellum,
iç kulak yapıları, talamus, beynin
oksipital lobu ve temporal lobun bir
kısmını kanlandırır. Vertebrobaziler
iskemi özellikle yaşlılarda en sık görülen santral vertigo nedenidir. Özellikle posteroinferior serebellar arter
(PICA) ve anteroinferior serebellar
arter (AICA) iskemilerinde sıklıkla baş
dönmesi mevcuttur. PICA tıkanıklığında en sık Wallenberg sendromu
yani lateral medüller sendrom ortaya
çıkar. Bu tablo şiddetli baş dönmesi,
Horner sendromu ve yutma güçlüğü
ile karakterizedir.
Baş dönmesi ile başvuran hastalarda, özellikle yaşlı hastalarda iç kulak
tipi baş dönmesi ile serebrovasküler
hastalık arasında çok hızlı ve doğru
ayırıcı tanı yapılması gerekir. Çünkü
serebrovasküler hastalıkların tedavisinde geç kalınırsa hastanın felç olması gibi çok ciddi durumlarla hatta
hastanın ölümü ile karşılaşılabilir.
Vitamin B12 Eksikliği
Vitamin B12 eksikliği sıklıkla yaşlılarda görülen bir durumdur. Ancak
özellikle mide-bağırsak sistemini etkileyen birçok hastalık da vitamin B12
eksikliğine neden olabilir. Vitamib
B12 eksikliğinde genellikle hastalarda
ataksik yürüyüş ve denge bozukluğu
ortaya çıkar. Hastalar yürürken dengelerini sağlamakta zorlanırlar.
Vitamin B12’nin kan düzeyinin alt
sınırı 200 pg/ml dir. Dengesizlik şikayeti ile başvuran hastalarda özellikle
yaşlılarda mutlaka kanda vitamin
B12 düzeyi bakılmalı ve eksikliği durumunda tedavi edilmelidir.
48
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Doç. Dr. Elgiz YILMAZ
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi
Kişilerarası İletişim Anabilim Dalı Başkanı
21. yüzyılda okur-yazar olmak, sadece okuma ve yazma bilmek olarak
değil; öğrendiğini yeniden düzenleyebilmek ya da yeniden öğrenebilmek yeteneği ile tanımlanmaktadır.
Bireyin aldığı mesajları, aynı konu
hakkında daha önce edindiği bilgiler
ile karşılaştırabilme ve verilen mesajı
kendi fikirleri, deneyimleri doğrultusunda yorumlayabilme becerisi
iletişim sürecinin etkili olmasında
önemlidir. Özellikle hastanın sağlık
durumu nedeniyle ortaya çıkan tanı
ve tedavi sürecine etkin katılımının
teşvik edildiği günümüz hasta-doktor iletişim sürecinde bireyin sağlık
okuryazarlığı düzeyinin yüksek olması gerekmekte; bu düzeyin artırılması için sağlık eğitimi politikalarının
geliştirilmesi gerekmektedir. Etkin
bir hasta eğitimi, hasta-merkezli,
hastanın düşünce, inanç ve algılarını
göz-önüne alan, hastanın ve bakımını üstlenen yakınlarının ihtiyaçlarına
göre hazırlanmış uygun yazılı ve görsel içeriklerle desteklenmiş ve düzenli aralıklarla tekrarlanması gereken
süreçler şeklinde planlanmalıdır.
Hastalığın ilk belirtileri ile tanının
konulmasından başlayarak bilinmeyen bir kaygı ve korku yaşanır. Ancak
insanların çoğunun hastalarda meydana gelen duygusal değişikliklerle
baş edecek deneyimleri yoktur. Tıp
mesleğinden olmayan kişiler, hastaların sorunlarından söz etmelerine ve
duygularını açıkça dile getirmelerine
yardımcı olacak iletişim becerilerini
bilemezler. Öte yandan hastaların
çoğu hekimlerine bile soru sorma ya
da huzursuzluk duydukları konuları
konuşma cesaretini bulamadıklarını,
hatta doktorlarının kendilerine söy-
lediği her şeyi pek anlamadıklarını
belirtiyorlar. Bu nedenle sağlık okuryazarlığı düzeyi düşük hastalara hastalıkları ve tedavi süreçleri ile ilgili yazılı ve sözlü bilgilendirme yaparken
kullanılan dokümanlar mutlaka açıklayıcı görseller ile desteklenmelidir.
Hastalara verilecek broşürler, tanıtım
kitapçıkları, ilaç kutularının üzerindeki açıklamalar okuyucu dostu olmalı,
kolay ulaşılabilir yerlerde olmalıdır.
Bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişimiyle hasta-doktor iletişimindeki
klasik görüş olan “doktor karar verir,
hasta uygular” yaklaşımı yerini katılımcı tedavi yöntemlerine bırakmaktadır. Ortak karar alma, zamanla
hasta-doktor iletişimini destekleyen
en önemli unsurlardan biri haline
gelmektedir. Bu amaçla günümüzde, hastaların tıp bilgilerine ulaşımının kolaylaşmasıyla pek çok hasta,
doktora gelmeden önce hastalığına
ilişkin araştırmalar yapmaktadır. Bu
tıbbi bilgiler hem resmi hem de resmi
olmayan kaynaklarla yapılabilmektedir. Bu noktada “sağlık okuryazarlığı”
önem kazanmaktadır. Hastalar çeşitli
kanallardan güvenilir sağlık bilgisinin
nasıl edinilmesi gerektiğini öğrenmelidir. İletişim araçlarında yayınlanan
her sağlık bilgisinin ya da istatistiğinin her hasta için aynı şekilde uygun
olmayabileceğini anlamak ve öğrenmek hastanın da sorumluluğundadır.
Kitle iletişim araçları tarafından iletilen mesajların etkilediği hedef
kitlenin büyüklüğü göz önüne alındığında, bu araçlarda yayınlanan
sağlık programlarına davet edilen
konukların açıklamalarının ve haber
içeriklerinin varabileceği noktalar iyi
düşünülmelidir. Sağlık okuryazarlığının medyada geliştirilmesi açısından;
sağlık editörleri ya da içerik danışmanlarının tıbbi bilgi ve terimlere
hâkim olmaları, sağlık haberlerinin
ve sağlık programlarının içerikleri
oluşturulurken kamuoyu yararının
analiz
HASTA ODAKLI TEDAVİ
YÖNETİMİNDE SAĞLIK
OKURYAZARLIĞININ ÖNEMİ
gözetilmesi önem taşımaktadır.
Bunun aşağıdaki iletişim stratejileri
önem taşımaktadır:
• Bireylerin sağlık risklerinin neler
olduğunu öğrenebilmelerine yönelik becerilerini geliştirecek içerikler hazırlanmalıdır.
• Sağlık kuruluşlarının randevu sistemlerini nasıl kullanacaklarına
yönelik bilgilendirme yapılmalıdır.
• Sağlık
kuruluşlarının kurumsal
web sayfalarında yer alan tetkik
sonuçlarını takip etme uygulamalarını nasıl kullanacaklarına yönelik bilgilendirme yapılmalıdır.
• Temel sağlık eğitim materyallerini
okuyabilme yetenekleri geliştirilmelidir.
• Sağlık aktivitelerine katılma bilinçleri arttırılmalıdır.
• Sağlık
mesajlarını anlama yeteneklerini geliştirecek eğitim programları hazırlanmalıdır.
• Değişen
koşullarda kendisi ve
yakınları için sahip olduğu sağlık
bilgisini kullanabilme becerilerini geliştirecek eğitim ve yayınlar
planlanmalıdır.
• Sahip olduğu ve öğrendiği sağlık
bilgisini kritik olarak analiz edebilme becerilerinin geliştirilmesi
sağlanmalıdır.
• Sağlığın sosyal ve ekonomik tanımını görebilme ve anlayabilme
yeteneğini arttırma odaklı stratejiler geliştirilmelidir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
49
röportaj
Prof. Dr. Pelin KOÇYİĞİT:
“DOĞAL YA DA BİTKİSEL DENİLEN
ÜRÜNLERE ALDANMAYIN”
Aynaya baktığınızda yüzünüzdeki,
siyah noktalar ve sivilceler gözünüze
daha çok batmaya başlıyor. Aklınıza
dergide daha önce okuduğunuz bir
tarif geliyor. “Doğal nasıl olsa” diye
mutfakta verilen tarifi hazırlıyorsunuz. Kek hazırlar gibi bir karışım elde
edip, yüzünüze sürüyorsunuz. Denilen süre kadar bekledikten sonra
yüzünüzü yıkıyorsunuz ki, bu esnada
bir yanma hissediyorsunuz. Aynaya
baktığınızda yüzünüzün kıpkırmızı
bir hal almış şekilde görüyorsunuz.
Siyah nokta ve sivilceleri dert ederken, bu kez yüzünüzde büyük lekelerle karşılaşıyorsunuz. Acil şekilde
doktora gidiyorsunuz ve bu kez lekelere çözüm arar hale geliyorsunuz.
Böyle bir durum ile karşılaşan kişi
sayısı gün geçtikçe artıyor. Çünkü,
televizyon, gazete ve dergilerde, tamamen doğal diye verilen tarifler cilt
tipine ve hassasiyetine göre verilmediği için acı sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Cildinizde sorun olduğunda
hemen bir dermatoloğa gitmeniz ve
doğru tedaviye başlamanız gerekir.
Unutmadan alışveriş merkezlerinin
50
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
kozmetik bölümünde, kendilerini uzman olarak tanımlayanlardan da cilt
bakımı konusunda danışmamak gerekir. Doktorunuzun önerdiği, eczanelerden temin edeceğiniz ürünleri
tercih etmeniz, sağlıklı ve parlak cilde
sahip olmak için en doğru yoldur.
mı, karma mı, akneye yatkın mı yoksa
leke sorunu olan bir cilt mi olduğuna
bakmak gerekir. Profesyonel ihtiyacı
neyse ona göre de profesyonel bakım yapılır. Kişinin zaman içerisinde
de ihtiyacı değişir.
Ankara Üniversite Tıp Fakültesi Deri
ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı
öğretim üyesi Prof. Dr. Pelin Koçyiğit,
sağlıklı cilt için neler yapılması gerektiği ile ilgili soruları yanıtladı.
Cilt bakımı yaptırınca cilt alışır mı? Cilt
bakımı yaptırmak gerekli mi?
Düzenli cilt bakımı yapılmalı mı?
Evet yapılmalı. Ancak bundan kastettiğimiz, cilt yapısına ki kişiden kişiye
değişir. uygun bir şekilde temizlenmesi, nemlendirilmesi ve korunmasıdır. Korunmasının içine de öncelikle güneş ve diğer fiziki faktörlerden
korunmak girer. Temizlenmiş, nemlendirilmiş ve korunmuş olan bir cilt
düzenli bakımı yapılmış cilttir. Bunun
dışında cildin ihtiyacına göre profesyonel bir takım uygulamalar da gerekir. Ama bunun mutlaka cildin ihtiyacına göre yapılması gerekir. Yani tek
tip cilt bakım prosedürü yok. Yağlı
Bir kişinin zaman içerisinde ihtiyaç
duyduğu bakım değişir. O nedenle
başlayınca hafta da bir ya da ayda bir
yaptırmakla ilgisi yoktur. Deri yüzeyinde yağlanması varsa lekelenmesi varsa, yüzey matlaşmışsa onların
hepsine uygun gerekli işlemler yapılır. Standart herkese uygulanacak bir
cilt bakımı yoktur. Herkesin ihtiyacına göre uygulanır.
Parlak cilt mi yoksa mat cilt mi
sağlıklıdır?
Parlak cilt sağlıklıdır. Parlaklıktan kastedilen yağlanma değil. Canlı ve taze
görüntüdür. Yağlanma da parlak görüntü yapar ancak ikisi aynı şey değildir.
Cilt bakımı için evde uygulanan
karışımlar öneriliyor. Bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
rı gündüz tercih ederiz. Bunları yine
dermatoloji uzmanı belirlemelidir.
Leke açıcı kozmetik kremler
etkili oluyor mu?
Gündüz ve gece krem ayrımı var,
özellikle de güneşle etkileşimi olan
maddelerin gündüz saatlerinde kullanılmaz, gece kullanılmaları gerekir.
Kremin ne içerdiğine bağlı, içeriğinde
her leke açıcı her kişiye uygun olmayabilir. Birkaç farklı aktif madde içeren leke açıcıların kullanılması gerekebilir. Tek başına yeterli olmayabilir
ama genelde cilt tedavisi yaparken,
yapılan işleme ek olarak leke açıcı
kremler de veririz. Hastanın onları da
kullanması lazım ama hepsinden öte
güneş koruma olması lazım. Güneş
koruması iyi olmadan hiçbir işlemin
ya da kremin etkisi olmaz.
Kesinlikle, hekimin önerdiği karışım
dışında bir şey kullanılmasınlar. Hekim, kişinin cildine uygun ürünleri
önerecektir. Alerjik reaksiyonlara
yatkın olup olmadığını ya da tahriş
olmaya müsait bir cilt mi olduğunu
hekim belirler ve neye ihtiyaç varsa
ona göre uygulama yapar.
Anti-aging kremler işe yarıyor mu?
Televizyon ve dergilerde önerilen
karışımları kimse yapmasın. Çünkü
herkesin derisinin özelliği farklıdır.
İhtiyaç duyulan ürünler, medikal olarak test edilmiş şekilde uygulanmaya
hazır şekilde piyasada zaten var. Hekim bunu zaten önerir, karışım verilecekse de hekim o kişinin cilt yapısına
göre verir. Herkese genel önerilen
karışımların yan etkisi ile çok farklı
hastalar geliyor. Bu durumu düzeltmemiz çok daha zor oluyor.
Yüze sürülen tonik gerçekten gözenekleri
sıkıştırıyor mu?
Doğal ürünlerin cilde zararı olmaz algısı
doğru mu?
Bitkisel ya da doğal zararı olmaz
diye bir şey yok. Tam tersine bitkisel
şeyleri ezip, karıştırıp ve kaynatıp
cildinize sürdüğünüzde çok şiddetli
tahrişlere neden olabilir. Alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Birçok ürün,
bitkilerden elde ediliyor, ancak bazı
işlemlerden ve testlerden geçirilmesi
gerekiyor ki, cilde sürülmeye uygun
hale gelsin. Bu tamamen doğal ya da
bitkisel denilen ürünlere aldanmayın. Cildinize uygun olduğunu ya da
o karışım cildi tahriş etmeyecek özelliğe sahip mi, ne var içinde bilinmeli.
Bir miktar yarıyor. Ancak mucizevi etkileri yok. Kırışıklığı önlemek için yapılacak birçok işlem var. Sadece kremi
sürerek kırışıklıktan kurtulmak gerçekçi bir beklenti değildir. Ama faydası var. Kremlerle birlikte diğer işlemler
yapılmalı ki gerçekten etkisi olsun.
İçeriğine bağlı olarak, gözenekleri sıkılaştıracak maddeler varsa elbette,
etkili oluyor.
Siyah noktaların tedavisinde neler
yapılmalı?
Siyah noktaları sıkmamalı. Siyah noktalar bir süre sonra sivilce haline de
gelebilir, siyah nokta olarak da kalabilir. Cildimizde yağ bez birimi var ve
bu kanalda bir tıkanıklık oluyor. Siyah
nokta bu nedenle oluyor. O tıkanıklığı açan ve yeniden oluşmasını engelleyen kremler, solüsyonlar var. Deri
yüzeyini hafif soyucu etki gösteren
yöntemler de uyguluyoruz. Bu biraz
zaman alıcı bir bakım. Temelinden
çözmek gerekiyor. Kimyasal peelingler de bu amaçla kullanılıyor. Deri yüzeyini açıyor.
Cilt lekeleri için ne yapılmalı?
Mutlaka cildi, dermatoloğun görmesi lazım. Ona göre kombine bir
tedavi planlıyoruz. Hastanın evde
kullanacağı leke açıcı kremler, güneşten koruyucular, kimyasal peeling ve
mezoterapi gibi leke açıcı kozmetik
tedaviler yapıyoruz. Lazer tedavileri
de uygulayabiliyoruz. Bunların hepsi
bir arada uygulandığında ve doğru
kombinasyon yapıldığında çok da
başarılı sonuç veriyor.
Hamilelikte oluşan lekeleri önlemek için
ne önerirsiniz?
Hamilelikte, melazma denilen leke
oluyor. Doğumdan sonra normal leke
tedavisi uygulanıyor. Hamilelik sürecinde iyi bir güneş koruyucu kullanmalı. Çok fazla vakit kaybetmeden,
erken dönemde tedavi edilmelidir.
Sabah ve akşam ayrı krem kullanmalı mı?
Kullanılan kremlerin içerikleri özellikle gece kullanılan kremler, yüzde
yoğun bir nemlenme veya örtücü
özelliklere sahiptir. Gündüz kullandığınızda rahat kullanamazsınız. Ciltte
bir tabaka oluşturabilir, daha yoğun
yağlı bir görüntü bile oluşturabilir
veya güneş ışığında kullanılmaması
gereken bazı maddeler vardır. Onları
gece kullanıyoruz.
Gündüz kremleri güneş ışığından
etkilenmez daha kullanıma uygun,
daha hafif içerikli kremlerdir ve onla-
Prof. Dr. Pelin KOÇYİĞİT
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
51
analiz
ÇOCUKLARDA KONUŞMA DİYETİ:
SELEKTİF MUTİZM
Öğr. Gör. Uz. M. Serhat SEMERCİOĞLU
Genellikle “Konuşmayan çocuk” vakalarında ebeveynler maalesef çocuklarına bir durum yüklemesi yaparlar. Bu
yükleme ile çocuk kendisini -öyle olmasa da- konuşmayan bir çocuk gibi
hissedip, ailesini yalancı çıkarmamak
için elinden geleni yapar. Hatta çocuk, anne ve babasının mükemmel
olduğunu düşünüyorsa ki muhtemelen düşünüyordur, kendisine olan
güven, saygı vb. duygularını yitirmesi
de an meselesidir.
Thomas Harris’in de dediği gibi yaşam yolculuğumuzda yönümüzü
bulma ihtiyacımız, bir uçak pilotunun rotasını bulma ihtiyacına benzer.
Her insan, her çocuk ya da her birey,
bunları çoğaltabiliriz rotasının dışına
çıkmak istemez. Rotasından çıktığında veya rehberinde oluşabilecek yanlışlıkta ne yapacağını şaşırabilir.
Rotasını buldurmaya çalıştığımız çocuğumuza “Okula gittiğinde mutlaka
52
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
konuş!” dediğimizde onunla sadece
tek boyutlu bir uygulama yoluna girdiğimiz için söylenilen sözlerin uygulanma olasılığı oldukça düşüktür.
Aileler olarak “Konuşma Bozukluğu”
olduğu için konuşmadığına inandığımız çocuğumuzla da sadece konuşup, onların birden konuşmasını beklemek her şeyden önce yapılabilecek
büyük yanlışlardandır.
Bu noktada aileler öncelikle çocuğu
hakkında doğru gözlemler yapmalıdır. Yapılan bu gözlemlerin de okulda
öğretmene/rehberlik servisine/pedagoga/psikiyatriste doğru bir şekilde iletilmesi, teşhis-tedavi ilişkisinin
doğru kurulması için anahtar bir rol
oynamaktadır. Doğru gözlem yapılması için de kısa kısa bilgi sahibi olmak hem uzmanların hem de yanlış
davranışların önüne geçecektir.
2.Kekemelik,
3. Geç konuşma ya da konuşamama.
Bahsi geçen bu 3 ana başlığa tam anlamıyla sahip olmadığı halde, yerine
ve zamanına göre “seçerek” konuşan
çocuklarda da konuşma sıkıntısı vardır, denilebilir. O halde, benim konuşma diyeti adını verdiğim “Seçici
Konuşmama” diğer adıyla “Selektif
Mutizm” nedir?
Çocuklarda ailelerin çocuklarına yükledikleri konuşma sıkıntılarını genelde 3 ana başlıkta incelemektedir.
Bunlar;
1. Boğumlanma (Artikülasyon-Söyleyiş) bozuklukları,
Öğr. Gör. Uz. M. Serhat SEMERCİOĞLU
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
53
haber
Selektif mutizm (SM), konuşabilme yeteneğine sahip olduğu halde
kendisinin belirlediği durumlarda
sürekli olarak sessiz duran çocuklardır, şeklinde tanımlanabilir. Diğer
bir ifadeyle bu çocuklar evde ve iyi
tanıdıkları insanlarla konuşabilirken,
okul-mağaza ve çok sayıda tanıdık
insanın olmadığı ortamlarda sürekli
olmak kaidesiyle sessiz kalmayı tercih ederler. Rahatsızlık kronik sosyal
kaygı ile doğrudan ilişkilidir –arada
kesin çizgilerle ayrılan farklar olsa dafakat utangaçlık, dikkat çekme ya da
küstahlık davranışlarının bir sonucu
değildir.
Çocuk kendi içsel değerinden ödün
vermemek için toplum içinde konuşmaktan çekinmektedir. Konuşmadıkça sanki özgüvenini ve toplum
içindeki konumunu korumaktadır. Bu
koruma duygusu da çocuğun sosyalleşmesini doğrudan etkilemektedir.
Özellikle son yıllarda rahatsızlığın
görülme oranının anaokulu ve ilkokulda %7-%8 civarında olduğunu ve
bu oranın hiç de azımsanmaması gerektiği belirtilmektedir (Bergman al.
2002; Elizur & Perednik, 2003.).
Maalesef ülkemizde bu rahatsızlığın
görülme sıklığı ile ilgili bir tespit çalışması yapılmamıştır. Halen devam
eden tespit çalışmalarımızın sonucunu gösterecek oranlar umut ediyorum ki en kısa sürede literatüre
kazandırılacaktır.
Verilen tanımlardan da anlaşılacağı üzere rahatsızlığa sahip çocuklar
konuşabilme yeteneğine sahiptirler.
Ancak belirli ortamlarda konuştuğunda tutukluluk gösterirler. Mesela
çocuk evde, anne-babasının yanında
çok rahat konuşabilir. Hatta yukarıda bahsi geçen çekingenlik ve/veya
utangaçlıktan/tutukluktan eser dahi
yoktur.
Örneğin danışanlarımdan birisinin
annesinin söyledikleri anlattıklarımıza biraz daha açıklık getirmekte:
Anne: Evde yaramazlıklarından zaman zaman bıktığımı hissettiğim
kızım, okulda hiç konuşmuyormuş.
Bunun yanında öğretmenlerin dediği
ve konuşma gerektirmeyen her faaliyete katılıyor, konuşmadan sadece
kafa sallayarak ya da göstererek işini
hallediyormuş… Öğretmeni bu durumu benimle paylaştığı zaman onu ben
54
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
de gözlemlemeye başladım. Markette,
doktorun yanında kısacası tanımadığı
hiçbir insanla konuşmuyor kızım…
Sonuç itibariyle selektif mutizmli
(SM) çocuklar konuştukları kişileri
veya kendilerini ifade ettikleri ortamları bilinçsiz olarak seçmekteler
ve görüldüğü gibi aileler en başta
çocuklarının aile içinde konuşup, dışarıda konuşmamalarına oldukça şaşırmaktalar.
Pek çok teşhis edilen selektif mutizm
çocuğuna doğru şekilde yaklaşılmamaktadır. Açıkça, çocuklarla ilgilenen
ebeveynlerin selektif mutizme yönelik tutumu bu çocuğun sessizliğinin anlaşılma yolunu belirleyecektir.
Örneğin; ebeveynlere çocuklarının
konuşmadığı söylenir; okul yöneticileri, psikologlar, doktorlar ve tedavi
uzmanları ebeveynlere ve öğretmenlere bu sessizliğin aşağıdakilerin bir
çeşidi olduğunu söylerler, ancak bu
bilgi doğru değildir:
-Çekingen
-Otizm
- Muhalif ve zıtlaşan davranış
‘Çekingen’ – okula sessiz veya “sessize yakın” şekilde giren, diğer çocuklar/yetişkinlerle göz temasında ve etkileşime girmede sorun yaşayan tipik
bir selektif mutizm çocuğudur (!)
Otizimli– kaygılarından dolayı yüzünde boş bakışlarla hareketsiz ve
ifadesiz bir şekilde duran ciddi bir
selektif mutizm çocuğudur (!) Bu
çocuk sözlü ya da sözsüz cevap verememektedir. Çocuk bir şeyi işaret
etme kafa sallama gibi eylemlerde
başarısız olduğu ve yüksek kaygıdan
dolayı alışamadığı için standart testler bu çocuklar için doğru sonuç vermemektedir.
Muhalif ve Zıtlaşan - ‘Konuşmuyorum’, ‘Konuşmak istemiyorum’ veya
‘Okulda konuşamıyorum’ diyen çocuk olabilir. Bu çocuklar evde ve okulda genellikle olumsuz davranışlar
sergiler. Neden? Çünkü bu çocukta
bir savunma duvarı vardır ve bu durum kaygısını kabul etmesini ya da
kaygısının farkına varmasını engeller.
Seçime Bağlı Sessiz – Neyse ki, bu
çocuk doğru teşhise sahiptir! Ancak,
pek çok teşhis edilen selektif mutizm
çocuğuna doğru şekilde yaklaşılma-
maktadır. Açıkça, çocuklarla ilgilenen
ebeveynlerin selektif mutizme yönelik tutumu SM çocuğun sessizliğinin
anlaşılma yolunu belirleyecektir.
Selektif Mutizm (Seçici Konuşmazlık)
tanısı için “Mental Bozuklukların Tanısı ve İstatistiksel El Kitabı’na (DSM-5)”
göre;
• Başka durumlarda konuşuyor ol-
masına karşın, konuşmasının beklendiği özgül toplumsal durumlarda (ör. okulda) sürekli bir biçimde,
konuşamıyor olma,
• Bu bozukluk, eğitimle ya da işle ilgili başarıyı engeller ya da toplumsal iletişimi bozar,
• Bu bozukluğun süresi en az 1 (bir)
aydır (okulun birinci ayıyla sınırlı
değildir).
• Konuşamıyor
olma, söz konusu
toplumsal durumda konuşulan
dili bilmeme ya da o dilde rahat
konuşamama ile ilişkili değildir.
• Bu bozukluk, iletişim bozukluğu
(örn. çocuklukta başlayan akıcılık
bozukluğu) ile daha iyi açıklanamaz ve yalnızca otizm açılımı kapsamında bozukluğun, şizofreninin
ya da psikozla giden başka bir bozukluğun gidişi sırasında ortaya
çıkmamıştır.
Sessizlik çeken çocuğu doğru şekilde
anlamak ve çocuğa yardım edebilmek için öğretmenlerin, sağlık profesyonellerinin ve ebeveynlerin SM’yi
doğru şekilde görmesi gerekmektedir. Onlarca SM çocuğuyla çalışmış
birisi olarak şunu söyleyebilirim ki SM
hiç şüphesiz sosyal iletişim kaygısıdır.
Diğer bir deyişle, klasik SM davranışı çevreye göre değişen bir kaygıdır.
Belki bu çocuğun her çevreye göre
istikrarlı olması gerektiği yönündeki
inanıştan ötürü yanlış anlaşılmaya
neden olan faktörlerden biridir. Bu
kalıcı inanış gelişmeyi aksatarak SM
çocuklarımızdaki kaygıyı artıracaktır.
Kaygı faktörünün yanında zaman
yani görülme sıklığı da teşhisi önemli ölçüde etkileyen faktörlerdendir.
Bu noktada ailelere sorulabilecek en
önemli soruların başında; çocuklarının seçici olarak ne zamandan beri
konuşmadığı sorusu gelmektedir.
Genelde ilk defa seçici konuşmama
2-6 yaşları arasında kendisini gös-
termeye başlamaktadır. Ayrımının
yapılması gereken diğer bir durum
da bazı çocuklar ilk gün sıkıntısı ya
da korkusu yaşayabilir (Utanma sebebiyle). Unutulmamalıdır ki onların
konuşmama durumu geçicidir ancak
SM’li çocuklarda ise bu durum kalıcıdır.
Birleşik Krallık Sağlık Bakanlığı’nın
(NHS) SM’li çocuklar için hazırladığı
tanıtım kitabında SM durumu ile ilgili
aşağıdaki bilgiler yer almaktadır;
• Görülme
sıklığı nispeten düşük
olmakla beraber, yakın tarihli çalışmalar, giderek yaygınlaştığını
ortaya koymaktadır: Tahmini her
1000 çocuktan 7 tanesi.
• Kızlar, erkeklere göre daha rahatsızlığa daha yatkındır.
• Genellikle ilk olarak 3 – 6 yaşları
arasında, çocuğun aile çevresi dışında sosyal ortamlarda bulunmaya başlamasıyla fark edilir.
• Farklı bilişsel beceri düzeylerindeki çocuklar etkilenebilirler.
• Ek konuşma ve dil güçlükleri sıklıkla görülür.
• SM sosyal açıdan izole ailelerde
büyüyen, utangaç, kaygılı ya da
sosyal ilişkilerde zorluk yaşayan
aile bireyleri olan çocuklarda daha
yaygın görülmektedir.
Yapılan araştırmalar ve vaka sonuçları SM’nin tam olarak nedenlerini
henüz bulamadı. Ancak, aşağıda listelenenler dâhil olmak üzere, bazı
faktörler dilsizliğin neden oluştuğu
ile ilgili fikirler verebilmektedir:
1) Utangaç ya da endişeli bir mizaç
2) Utangaç veya endişeli bir yapıya
sahip aile geçmişi
3) Konuşma veya dil güçlükleri
4) Yeni bir kültüre uyum sağlama
5) Okul dışında okul arkadaşlarıyla sınırlı sosyalleşme
Bu etkenlerin detaylarını okurken,
çocuğunuzun ya da danışanınızın
durumuyla ilgili olup olmadıklarını
da analiz etmeniz büyük önem arz
etmektedir.
Tedavi yöntemleri olarak da ülkemizde genelde çeşitli bilişsel ve dav-
ranışsal terapiler kullanılmakta olup,
yurt dışına baktığımızda Amerika’da
Dr. Elisa-Shipon Blum tarafından Selektif Mutizm Kliniği’nde geliştirilen
S-CAT® programı kapsamında adım
adım, aileyle iş birliği içerisinde sosyal iletişim kaygı bozukluğunu tedavi
yönteminin kullanıldığı görülmektedir. Dr. Shipon-Blum’un çalışmalarına göre tedavi sürecinde aşağıdaki
sorular büyük önem arz etmektedir;
1. Çocuk bu davranışı neden geliştirdi? (etkileyici, zemin hazırlayıcı ve
sürdürücü faktörler dâhil)
2.Önceki tedaviye veya ebeveyn,
öğretmen farkındalığına rağmen
Selektif Mutizm neden varlığını
sürdürüyor?
3.Çocuğun, sosyal iletişim zorluklarının üstesinden gelinmesi için
gereken mücadele becerilerini
geliştirmek adına evde, okulda ve
gerçek dünyada neler yapılabilir?
4.
Dr. Shipon-Blum, anksiyetenin
azaltılmasının anahtar rolde olmasına rağmen, bunun özellikle de
çocukluk yaşlarında çoğunlukla
yeterli olmadığının altını çizmektedir.
Zamanla Selektif Mutizmden mustarip çoğu çocuk artık kaygı hissetmemeye başlar fakat mutizmleri ve
sosyal adaptasyon yetersizlikleri bazı
belirli ortamlarda varlık sürmeye devam eder.
SM sahibi çocuklar sözsüz iletişimden konuşma iletişimine ilerlemek
için stratejilere ve müdahalelere ihtiyaç duyarlar. Bu, İletişimin Geçişsel
Aşamasıdır; çoğu tedavi planında yer
almayan bir bağlamdır. Başka bir deyişle, bir çocuğun sözsüz iletişimden
sözlü iletişime ilerlemesine yardımcı
olmak için ne yapılmalıdır?
ortam kapsamında Sosyal İletişim
köprüsünün neresinde olduğu temeline dayanılarak geliştirilmektedir ve
koşullu davranışlardan vazgeçilmesine yönelik bir araç oluşunun yanı sıra
hassasiyeti azaltıcı bir metot olması
da gerekmektedir.
Ülkemizde selektif mutizm ile ilgili yapılmış araştırmalar, çalışmalar ve tedavi yöntemleri hakkındaki kaynakları incelediğimde çok ciddi literatür
boşluğunun olduğunu fark ettim.
Yapılması gereken ilk iş rahatsızlığın
teşhisine yardımcı bir ölçek geliştirmekti. Amerika Birleşik Devletleri’nde
geliştirilmiş ve tüm dünyada geçerliliği olan “Selektif Mutizm Yardımcı
Tanı Anketini” Türkçe ’ye çevirip, ülkemizde ilk defa kullanılmak üzere
uzmanlara sundum. Bunun yanında
Ağustos ayında Ankara’da (Nesibe
Aydın Bilim – Sanat Merkezi’nin Ev
Sahipliğinde), Ocak 2016’da da Gümüşhane Zigana Dağı’nda, selektif
mutizmli çocuklar ve aileleri ile birlikte Türkiye’de Yine İlk Defa Selektif
Mutizmli Çocuklara Yönelik Bir Psikoloji Kampı düzenleyeceğiz.
Terapi ofisinde geçirilen zaman basit
bir şekilde yeterli olmamaktadır. Ofis
ortamı, çocuğun koşullu davranışlarını unutmasına yardımcı olmak için
stratejilerin geliştirilmesi ile çocuğu
okul ve gerçek dünya için hazırlamak
amacıyla kullanılmaktadır. Ondan
sonra, gerçek dünyada ve okul ortamında bu stratejiler ve müdahaleler
uygulamaya konmaktadır. Stratejiler
ve müdahaleler, çocuğun belirli bir
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
55
analiz
GÖĞÜS DUVARI DEFORMİTELERİNİN
TEDAVİSİNDE DÜNYANIN NERESİNDEYİZ?
Prof. Dr. Mustafa YÜKSEL
Marmara Üniversitesi
Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı Başkanı
Göğüs duvarı deformitesi diyince,
halk arasındaki tabiriyle akla ilk gelen “kunduracı göğsü(pectus ekskavatum)ve güvercin göğsü(pectus
karinatum)” oluyor. Deformitesi olan
çocuklar genellikle diğer arkadaşlarından ayrı kalmayı tercih ediyorlar.
Havuza ve denize gitmeyi reddediyorlar. Beden eğitimi dersine bile girmek istemiyorlar. Tek kaygıları, deformitelerinin diğer çocuklar tarafından
farkedilip alay konusu yapılması. Hastalarımdan bazıları rüzgarlı havalarda
sokağa çıkmayı bile reddediyorlardı.
Kaygıları; dışarı çıktıklarında rüzgar
eserse tişörtleri göğüslerine yapışacak ve deformiteleri diğer insanlar
tarafından farkedilecekti. Bu çocukların büyük çoğunluğu deformiteleri
ile yatıp deformiteleri ile kalkıyorlar.
Tek yaşam kaygıları deformiteleri ve
onun nasıl düzeltileceği. Anne ve babaların bu çocuklara anlayışla yaklaşmaları gerekli. Her Çarşamba Marmara Üniversitesi Pendik Hastanesinde
yaptığımız poliklinikte bu çocuklardan 50-60 tanesini aileleri ile birlikte
görüyoruz.
Görülme sıklıkları hiç te azımsanmayacak seviyelerde . Kunduracı Göğsü
300 doğumda bir görülüyor. Kabaca
bir hesapla Türkiye’de 225 000 deformiteli kişi bulunuyor. Deformitenin
derecesine göre sınıflandırıyoruz.
İleri derecelerde kalbe ve akciğere
yaptığı baskı nedeniyle erken ameliyatı öneriyoruz. Orta şiddetteki deformitelilerde şikayetlerin artması ile
birlikte tedavi öneriyoruz. Bazen yakınmalar ileri yaşlara kadar gelişmeyebiliyor. İleri derecede deformitesi
olan bir hastamızda deformitenin
baskısına bağlı kalp ağrılarının artması üzerine 59 yaşında ameliyatla
deformitesini düzeltmiştik, hastamızın ameliyat sonrası bütün yakınmaları geçti.Kunduracı göğsünde
56
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
vakum tedavisi de kullanılabiliyor.
Vakum uygulaması zahmetli olsa da
ameliyat olmak istemeyen kişilerde
iyi bir tedavi seçeneği. Kunduracı
göğsünde esas tedavi seçeneği ameliyat. 10-12 yaşından sonra yapılıyor.
2005 yılında ilk Türkiye’de Marmara
Üniversitesi hastanesinde uygulamaya başladığım minimal invaziv
yöntem başarıyla uyguladığımız, yan
etkileri az ve sonuçları yüzgüldürücü
olan bir tedavi şekli.
Bu tedavi yönteminde dünyada iyi bir
yere sahibiz. Benim tarafımdan geliştirilip patenti alınan barlarla ameliyat
süresini artık 15-20 dakikaya indirmiş
bulunuyoruz.
2005 yılında başladığımız ve göğüs
duvarı deformite tedavisinde kullandığımız “Minimal İnvaziv Düzeltme
Ameliyatı” sayısı toplamda 800’lere
ulaştı. 1 000 sayısına ulaştığımızda
büyük bir kutlama yapacağımızı söylemiştik. Başlarda hiç olmayacak gibi
gelse de şu anda ulaştığımız sayı ve
teknik düzeyimiz övgüye değer olduğunu düşündürüyor.
Diğer deformite şekli olan güverci
göğsü toplumda 1 000 doğumda 1
görülüyor. Türkiye’de 75 bine yakın
hasta bulunuyor. Bu deformitede iç
organlara bası söz konusu değil. Çoklukla deformiteli kişiler kozmetik kaygılarla bizlere ulaşıyorlar. Bu defor-
mitede benim geliştirdiğim barlarla
yaptığım ameliyatların sayısı 150’ye
ulaştı. Sonuçlar yüz güldürücü.
Her iki ameliyatta da barlar 2 yıl hasta üzerinde kalıyor. 2 yıl sonra barları
genel anestezi ile çıkarıyoruz.
Geçen hafta Cardif Üniversitesinde göğüs cerrahı olarak çalışan Margaret’in
özel daveti üzerine Cardif’e giderek
minimal invaziv yöntemle benim geliştirdiğim barları ve tekniği kullanarak 2 adet Güvercin Göğsü (Pektus
Karinatum) ameliyatı yaptım. BBC’den
gelen televizyon muhabirleriyle ameliyattan sonra yaptığım röportajda bu
ameliyatın İngiltere’de ilk defa gerçekleştirildiğini öğrendim. Ben bunu
Türkiye’de 7 sene önce yapmış ve şu
an itibariyle 150 ameliyat sayısına
ulaşmıştım. Bana sorulan sorular arasında ameliyatın İngiliz cerrahlar tarafından kolayca uygulanmaya başlayıp
başlanamayacağı ve ameliyatta kullanılan Türkiye’de üretilen barlara kolayca ulaşılıp ulaşılamayacağı da vardı.
İngiltere’de Londra’nın Windsor kasabasında, Aralık ayının başında Avrupa Göğüs-Kalp Damar Cerrahisi
derneğinin(EACTS) merkezinde, başkanlığını benim yaptığım 3 günlük
bir toplantıda deformitelerdeki tedavi yöntemlerini bir sefer daha İngiliz
cerrahlara anlatma fırsatı bulacağız.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
röportaj
DUYGUDURUM
BOZUKLUKLARINA
FARKLI BİR
PENCEREDEN
BAKIŞ
Depresyon ve İki Uçlu Bozuklukta
Bağışıklık Sisteminin Rolü Var Mı?
Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümünde doktora sonrası çalışmalarını sürdüren
Psikiyatrist Dr. Sinan Gülöksüz, Hollanda Maastricht Üniversitesinde tamamladığı doktora
tezine konu olan duygudurum bozuklukları ile bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi araştıran
araştırma sonuçlarını değerlendirdi.
İnsanlar son yıllarda mutsuzluklarını
gidermek için farklı seçeneklere başvuruyor. Mutsuzluk düşüncesi insanları ilaca yönlendirirken, sanki ilacı
alınca tüm acılarının dindiğini düşünüyorlar. Peki aslında mutsuzluk ile
depresyonun arasindaki fark nedir ve
bu ilaçlar hangi durumlarda bir seçenek olmalıdır? Bağışıklık sistemimizin
depresyonla iliskisi var mi?
Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü’nden Dr. Sinan Gülöksüz, yaptığı araştırma hakkında sorularımızı yanıtladı.
58
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Depresyon nedir? İki uçlu bozukluk nedir?
Depresyon, klinik tabiriyle Major
Depresif Bozukluk, bireylerde yoğun
ve sürekli (günün büyük bir kısmını
kaplayacak düzeyde) olan mutsuzluk, umutsuzluk ve çökkünlük halinin
hakim olduğu, uyku ve iştah problemleriyle seyreden, ve bireyin gündelik, mesleki ve sosyal yaşantılarını
etkileyen bir tablo olarak tanımlanabilir. Şiddetli seyreden tablolarda yaşamak istememe ve özkıyım (intihar)
davranışları görülebilir.
İki uçlu bozukluk ise depresyon ile
birlikte genel olarak depresyonun
tam tersi belirtiler (aşırı mutluluk,
kendini aşırı önemli ve büyük hissetme hali, az miktarda uykuya rağmen
aşırı enerjik olma, taşkınlık, ve risk
içeren davranışlara yatkınlık gibi)
olarak tarif edebileceğimiz taşkınlık
(mani) dönemleri görülür. Depresyon ve iki uçlu (bipolar) bozukluk genel olarak duygudurum bozuklukları
başlığı altında toplanırlar.
Duygudurum bozukları pek çok bireyin yaşam kalitesini önemli ölçüde
etkiliyor. Ömür boyu görülme sıklığı kabaca %10-20 arasında değişen
Major Depresif Bozukluk, son yayınlanan Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre gelişmiş ülkelerde tüm
hastalıklar arasında yeti yitimi sıralamasında beşinci sırada yer alıyor. İki
uçlu bozukluk, görülme sıklığı görece daha az olmasına karşın, intihar
riski sıralamasında yaklaşık %30 ile
ilk sırada yer alıyor. Her iki psikiyatrik
tablonun da tedavisinde –gerek farmakolojik (ilaç ile tedavi) gerek psikoterapi (konuşma ile tedavi)– son
yıllarda önemli yol katedilmekle birlikte tedaviye yanıtsızlık veya kısmi
yanıt oranları halen oldukça yüksek
seyrediyor. Duygudurum bozuklarının oluşum düzeneklerinin henüz
yeterince anlaşılamamış olması bu
konuda önemli rol oynuyor.
Duygudurum bozukluklarının tedavisi
hakkında bilgi verir misiniz?
Antidepresanlar, duygudurum dengeleyiciler, antipsikotikler başta
duygudurum bozuklukları olmak
üzere birçok psikiyatrik hastalığın
tedavisinde kullanılan farklı etki mekanizmalarına sahip ilaclardir. Psikiyatrik rahatsızlıklar sonucunda beyin
kimyasında gelişen değişikliklerin
(serotonin, dopamin gibi beyin fonksiyonları açısından gerekli kimyasal
maddelerin oranlarında artma veya
azalma) giderilmesi için kullanılırlar.
Tedaviye dirençli depresyon ve iki uçlu
bozuklukta farklı ilaçlara ihtiyaç var mı?
Günümüzde, duygudurum bozuklukları yeni kuşak antipsikotikler,
antidepresanlar ve duygudurum
dengeleyiciler kullanılarak daha az
yan etki ile daha etkin tedavi edilebilmekte; ancak, mevcut tedaviye yanıt
vermeyen hastaların oranı halen oldukça fazla seyrediyor. Geniş örneklemli, Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı
Enstitüsünün finansal desteği ile yürütülen ve ilaç endüstrisi destekli olmayan, STAR-D çalışması depresyon
hastalarının yarısından fazlasının ilk
reçetelenen antidepresana yanıt vermediğini ve tedaviye yanıt oranının
tekrarlayan tedavi girişimleri sonrası
giderek azaldığını gösteriyor.
Farklı etki mekanizmalı ilaçlara ihtiyaç
duyuluyor mu?
İki uçlu bozukluğun, özellikle iki
uçlu depresyonun, etkin tedavisinde
zorluklarla karşılaşılıyor. Bu bilgiler,
nörotransmitterler (ör. serotonin, dopamin) üzerinden etki eden mevcut
tedavi seçeneklerinin yetersiz kaldığı
durumların olduğunu ve farklı etki
mekanizmalı ilaçlara ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor.
Duygudurum bozukluklarının oluşum
düzenekleri anlaşılmalı mı?
Farklı etki mekanizmalarına sahip
ilaçların üretilmesi için duygudurum
bozukluklarının oluşum düzenekleri-
nin anlaşılması gerekiyor. Son yıllarda
artan bilgi birikimi ve gelişen teknolojik olanaklar bu karışık yapbozun
kayıp parçalarının bulunmasında
önemli rol oynamakta ve yapbozun
parçaları kimi zaman bağışıklık sistemi gibi beklenmedik yerlerden çıkabiliyor.
Bağışıklık sistemindeki bozulma
depresyonun oluşumunda rol oynayabilir mi?
Epidemiyolojik çalışmalar bağışıklık
sistemini ilgilendiren hastalıklarda
duygudurum bozukluklarının görülme sıklığının arttığını doğrular
niteliktedir. Geçmişte, depresyonun
bağışıklık sisteminin direncinin düşmesine yol açtığı düşünülüyordu.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
59
Ancak, Ronald Smith, o güne kadar
tamamlanmış çalışmaları ayrıntılı bir
şekilde değerlendiren 1991 tarihli
makalesinde depresyonda makrofaj
teorisini ortaya attı. Bu teoriye göre,
depresyon bağışıklık direncinin düştüğü bir durum olmanın aksine bağışıklık sisteminin fazla çalışarak vücuda zarar verdiği diğer otoimmun
hastalıklar (romatoid artrit, multiple
skleroz) gibi artmış ve bozuk işleyen
bağışıklık yanıtının (inflamasyon) görüldüğü bir tablo olarak nitelendirilir.
İlerleyen yıllarda bu teoriyi destekleyen pek çok çalışma yapıldı.
Bağışıklık sistemi ile merkezi sinir sistemi
etkileşiyor mu?
Geçmişte, Merkezi Sinir Sistemi’nin
(MSS) kan beyin bariyeri nedeniyle
bağışıklık sistemi elemanlarından
etkilenmediği düşünülürken, günümüzde bağışıklık sisteminin MSS’nin
anne karnındaki (embriyolojik) gelişiminde rol oynadığı ve hatta hayatın ilerleyen döneminde bağışıklık
sistemi ile MSS arasında etkileşim
olduğuna dair kanıtlar mevcut. Ayrıca, bağışıklık sistemi hastalıklarıyla
depresyon sık olarak birliktelik gösteriyor. Klinik gözlemler ve bunlara dayanan klinik çalışmalarda, bağışıklık
sisteminden köken alan hastalıkların
(ör. Crohn hastalığı, romatoid artrit)
yorgunluk, enerji kaybı, iştah azalması, uyku düzensizlikleri gibi bazı
belirtilerinin depresyonun çekirdek
bedensel belirtileri ile ortak olduğu
ve bu hastalıkların tedavisinde kul-
lanılan anti-inflamatuar ilaçların (ör.
adalimumab, etarnecept) hastalığın
bedensel belirtilerinden bağımsız
olarak depresyon belirtilerinde azalmaya yol açtığı gözlemlenmektedir.
Hepatit gibi viral enfeksiyonların
tedavisinde kullanılan bağışıklık sistemini güçlendiren ilaçlar (ör. interferon), özellikle yatkın bireylerde,
depresyona yol açabilir. Epidemiyolojik çalışmalar bağışıklık sistemini
ilgilendiren hastalıklarda duygudurum bozukluklarının görülme sıklığının arttığını doğrular niteliktedir.
Duygudurum bozukluklarında bağışıklık
sistemi aktif hale geliyor mu?
Klinik gözlem ve epidemiyolojik çalışmaların yanı sıra hücresel düzeyde
yapılan çalışmaları ve bu çalışmalardan çıkan sonuçları test eden ve kliniğe aktarılmasını hedefleyen translasyonel çalışmalar bağışıklık sistemi
ile duygudurum bozuklukları arasında bir ilişki olabileceğine işaret ediyor. Duygudurum bozukluklarında
noröendokrin sistemin düzenlenmesinde önemli rol oynayan hipotalamik-pitituer-adrenal aksın işleyişinin
bozulması, inflamatuar sitokinlerde
(bağışıklık sisteminin düzenlenmesinde önemli rol oynayan küçük proteinler) aktivite artışı, inflamasyonla
tetiklenen triptofan yıkım yolağının
fazla çalışması elde edilen önemli
bulguları oluşturuyor. Çalışmaların
bütünü değerlendirildiğinde duygudurum bozukluklarinda, en azından
belirli bir alt grupta, bağışıklık sisteminin aşırı aktif çalıştığı bir yangı
(inflamasyon) tablosunun olduğu, ve
bunun MSS üzerindeki yıkıcı etkisinin
depresyon tablosununun oluşumunda rol oynayabileceği düşünülebilir.
Depresyona kıyasla iki uçlu bozuklukta
veriler daha az mı?
Dr. Sinan Gülöksüz
60
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Depresyon ile bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren çalışmalar
oldukça fazla olmasına karşın, iki
uçlu bozuklukta, özellikle ötimik
(hastalık belirtilerinin görülmediği)
ve depresif dönemdeki çalışmalar
şu an için yetersiz sayıdadır. Ayrıca,
mevcut çalışmaların çoğunluğu kandaki bağışıklık sistemi belirteçlerinin
(biyomarker)
değerlendirilmesine
dayanıyor. Hem MSS hem de perifer-
deki bağışıklık sistemi yanıtlarını eş
zamanlı değerlendiren çalışmalara
ihtiyacımız var.
İki uçlu bozukluğun belirtisiz
dönemlerinde bağışıklık sistemi sağlıklı
bireylerle benzer mi?
İki uçlu bozukluğun ötimik (belirtisiz)
döneminde yapılan kısıtlı sayıdaki çalışmanın sonuçlarının oldukça çelişkili olduğunu ve farklılıkların tedavide
kullanılan ilaçların bağışıklık sistemi
üzerindeki karıştırıcı (çeldirici) etkilerinden kaynaklanacağını düşünerek
iki uçlu bozukluğun otimik (belirtisiz)
döneminde görülen bağışıklık sistemi değişikliklerini farklı gruplarda değerlendirmeyi hedeflediğimiz bir calışma planladık. İki uçlu bozukluğun
ötimik (belirtisiz) döneminde kandaki sitokin seviyelerini (interferon alfa
(IFN-γ), tümör nekrotizan faktor alfa
(TNF-α), interlökin (IL)-2, IL-4, IL-5 ve
IL-10) değerlendirdiğimiz çalışmamızda, lityumun (iki uçlu bozuklukta
sık kullanılan hastalık dönemlerinden koruyan duygudurum dengeleyici ilaçlardan biri) sitokin seviyeleri
üzerine etkisini de görmek amacı ile
yaşları ve cinsiyetleri eşlendirilmiş
olmak üzere sadece lityum kullanan
ötimik iki uçlu hastalar, ilaç kullanmayan otimik iki uçlu hastalar ve sağlıkli
bireylerden olusan üç grup aldık. Çalışmamızın sonuçları, ilaç kullanmayan ötimik iki uçlu hastalarla sağlıklı
bireyler arasında sitokin seviyeleri
açısından fark olmadığını gösterdi.
Öte yandan, lityum kullanan otimik
iki uçlu hastalarda hem anti-inflamatuar [aktive olmuş bağışıklık sistemi
döngüsü basamaklarını (inflamatuar
kaskat) düzenleyen, baskılayan, tersine çeviren] sitokin IL-4’ün, hem de
pro-inflamatuar (bağışıklık sistemi
döngüsünü aktive eden) sitokin TNFα’nin, hem ilaç kullanmayan otimik
hastalara hem de sağlıklı bireylere
göre artmış olduğunu gösterdik.
Çalışmamızın sonuçlarını değerlendirdiğimizde iki uçlu hastalığın belirtisiz döneminde kanda ölçülebildigi
kadarı ile bağışıklık sistemi yanıtının
sağlıklı bireylerle benzer olduğunu
söyleyebiliriz. Çalışmamızın kesitsel
bir desene sahip olması dolayısıyla
neden-sonuç ilişkisini kurmak zor
olsa da lityumun bağışıklık yanıtı
üzerinde hem arttirici hem de azaltıcı
etkisinin (dengeye getirici) olduğunu
ve bu etkinin duygudurum dengeleyici etkisinde rol oynayabileceği tahmininde bulunabiliriz. Öte yandan,
bu konuda daha fazla hasta sayısına
sahip geniş orneklemli takip çalışmaları gerekiyor.
İki uçlu bozuklukta inflamatuar sitokinler
artıyor mu?
Ötimik dönemdeki eşik altı belirtilerin (hastalık dönemi ölçütlerini
karşılamayan manik veya depresif
belirtiler) dolaşımda çözünür halde
bulunan sitokin reseptörleri üzerine
etkisini değerlendirdiğimiz çalışmamızda, bağışıklık sistemi aktivasyonuna işaret eden tümör nekrotizan
faktör-1 reseptörünün (sTNF-R1) ve
interlökin-2 reseptörünün (sIL-2R)
hem eşik altı belirtileri olan hem de
belirti göstermeyen ötimik iki uçlu
bozukluk hastalarında sağlıklı bireylere göre artmış olduğunu gösterdik.
Öte yandan, eşik altı belirtileri olan
hastaların çözünür sitokin reseptör
düzeyleri belirti göstermeyen hastalardan farklı değildi. Çalışmamızın sonuçlarını değerlendirdiğimizde eşik
altı belirtilerin beklenenin aksine artmış bağışıklık yanıtı ile ilişkili olmadığını, ancak her iki hasta grubununda
da kandaki bağışıklık yanıtı belirteçlerinin artmış olduğunu görüyoruz.
Ancak hastaların çoğunluğunun ilaç
kullanıyor olması ve ilaçların kandaki
bağışıklık sistemi belirteçleri üzerinde net olarak açıklanamayan etkilerinin olması nedeniyle bu durumun
iki uçlu bozukluğun kendisinden mi
yoksa kullanılan ilaçlardan mi kaynaklandığını öngörmek zor.
Bağışıklık sisteminin aşırı çalışması
iki uçlu bozuklukta lityum tedavisine
yanıtsızlık ile ilişkili midir?
Lityum, iki uçlu bozuklukta etkinliğini kanıtlamış, çok uzun yıllardır
kullanılan bir duygudurum dengeleyicidir. Ancak bir grup hastada lityumun ataktan koruyucu özelliği yetersiz seyrediyor. Buradan yola çıkarak,
uzun dönemde lityumun koruyucu
etkinliğinin kandaki TNF-α seviyeleri ile ilişkisini değerlendirdiğimiz
çalışmamızda, uzunlamasına lityum
yanıtı ile TNF-α seviyelerinin zıt ilişkili olduğunu gösterdik. Lityum yanıtı
kötü olan hastaların TNF-α seviyeleri,
lityuma iyi yanıt gösterenlere göre
daha yüksekti. Lityumun bağışıklık
sistemi üzerinde etkileri olduğu çok
iyi biliniyor, çalışmamızın sonuçları
lityum yanıtı ile bağışıklık sistemindeki değişikliklerin ilişkisi olabileceğini göstermekle birlikte daha kesin
yorumlar yapabilmek için takip çalışmalarına ihtiyaç var.
İki uçlu bozuklukta bağışıklık sistemi rol
oynayabilir mi?
Bu çalışmalardan edindiğimiz sonuçlar, mevcut bilgiler ışığında değerlendirildiğinde, iki uçlu bozukluğun
oluşumunda bağışıklık sisteminin
rol oynayabileceğini gösteriyor. Ayrıca, bağışıklık sistemi üzerine etkileri
kanıtlanmış olan lityumun iki uçlu
bozukluktaki koruyucu etkinliğinin
altında yatan düzeneklerin arasında
bağışıklık sistemini düzenleyici etkisinin de olabileceğine işaret ediyor.
Öte yandan, bağışıklık sisteminin işleyişindeki bozulmanın sadece hastalık
dönemlerinde mi görüldüğü, yoksa
süregiden bir durum mu olduğu sorusunu yanıtlamak için daha fazla çalışma gerekiyor. İki uçlu bozukluğun
döngüsel oluşu ve psikiyatrik ilaçların
etkileri gibi pek çok karıştırıcı etmen,
çalışmaların sonuçlarını değerlendirirken zorluk yaratıyor.
Crohn hastalığı tedavisinde kullanılan
anti-inflamatuar tedavi depresif
belirtileri azaltıyor mu?
İki uçlu duygudurum bozukluklarında sitokin düzeylerini değerlendirdiğimiz çalışmalarımız dışındaki başka
bir çalışmamızda bağışıklık sistemi
ile depresyon arasındaki ilişkiyi farklı
bir çerçeveden incelemek amacıyla
bağışıklık sistemi hastalığı olduğu
iyi bilinen Crohn hastalığını ele aldık.
Crohn hastalığı, sindirim sisteminde
ataklar halinde giden ve kronik bir
seyir izleyen bir çeşit özbağışıklık
(otoimmun) hastalığı olarak tanımlanabilir. Crohn hastalığında bireyin
bagışıklık sistemi kendi dokularını
yabancı olarak algılayıp artmış bağışıklık yanıtı ile cevap verir. Crohn
hastalığında depresyonun görülme
sıklığı yüksek seyreder. Buradan yola
çıkarak Crohn hastalığında artmış
bağışıklık yanıtını baskılamak için
kullanılan ve antidepresan olmayan
farklı bir ilaç grubunun, Crohn hastası bireylerdeki depresif belirtilere
etkilerinin bağışıklık sistemi yanıtı
ile ilişkisini inceledik. Crohn hastalığı
tedavisinde kullanılan infliximabin
(TNF antagonisti anti-inflamatuar)
depresif belirtilerde azalmaya yol açtığını gösterdik. Depresif belirtilerdeki düzelme, Crohn hastalığının diğer
belirtilerindeki düzelmeden bağımsızdı. Ayrıca, depresyon tanılı Crohn
hastalarındaki bağışıklık sistemi aktivasyonunun, depresyon tanısı almamış Crohn hastalarına göre daha
fazla olduğunu bulduk. Bu çalışmamız, bağışıklık sistemi ile depresyon
arasındaki ilişkiyi doğrularken, aynı
zamanda artmış bağışıklık yanıtını
baskılayan tedavilerin depresyon
tedavisinde kullanilabileceğine dair
bilgiler sunuyor.
Elektrokonvulsif terapinin bağışıklık
sistemi üzerinde etkileri var mı?
Elektrokonvulsif terapi (hastaya uygun tıbbi koşullar altında elektrik
akımı verilmesiyle suni nöbet oluşturulan tedavi şekli) özellikle yoğun
intihar düşünceleri ile seyreden depresyon başta olmak üzere tedaviye
dirençli psikiyatrik hastalıkların tedavisinde kullanılan oldukça etkili ancak
olası yan etkileri nedeniyle son seçenek olarak düşünülen bir yöntemdir.
Elektrokonvulsif terapi (EKT) yaklaşık
bir asırdır kullanılıyor olmasına karşın
henüz etki düzeneği hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz. Calışmalarımız
sırasında, özellikle dirençli depresyon
tedavisinde kullanılan en etkin tedavi
yöntemi olan EKT ile bağışıklık sistemi
arasındaki ilişkinin yeterince değerlendirilmemiş bir alan olması dikkatimizi çekti. Bugüne kadar yapılan çalışmaları gözden geçirdiğimizde, yeterli
çalışma olmamasına karşın, EKT’nin
etki düzeneğinde bağışıklık sistemi
üzerindeki etkilerinin de rol oynayabileceğini gözlemledik. Buradan yola
çıkarak yürüttüğümüz çalışmada,
EKT’nin depresyonda pro-inflamatuar
sitokin (TNF, IL-1 ve IFN) artışı ile tetiklenen triptofan [serotonin öncülü
esansiyel (sentezlenemeyen, dışardan alınması gereken) aminoasit] yıkımı sonucu açığa çıkan ve nöronlar
üzerinde zararlı (toksik) etkileri olan
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
61
metabolitlerin (kinurenin), nöronları
koruyucu etkileri olan metabolitlere
(kinurenik asit) olan oranını azalttığını
gösterdik.
Bağışıklık sistemindeki değişiklikler
duygudurum bozuklukları için biyolojik
belirteç olarak kullanılabilir mi?
Çalışmalarımızın sonuçlarını toparladığımızda, duygudurum bozukları ile
bağışıklık sistemindeki bozulmanın
ilişkili olduğu düşünülebilir. Ancak,
bu teorinin kesin olarak doğrulanması ve klinikte kullanımı için geniş örneklemli, birçok karıştırıcı etmeni göz
önünde bulunduran takip çalışmalarına ihtiyaç var. Ayrıca, duygudurum
bozukluklarının heterojen olduğu ve
bağışıklık sistemindeki bozulmanın
bir grup, özellikle mevcut tedavilere
yanıt vermeyen hastalar, için önemli
bir rol oynayabileceği dikkate alınmalı. Günümüzde, psikiyatrik görüşme dışında psikiyatrik hastalıkların
tanısını doğrulamaya yönelik (diğer
tıbbi durumları dışlamak için kullanılan tanı araçları dışında) ölçüm
aracı mevcut değil. Çalışmalar umut
vermekle birlikte, şu an için ölçülen
bağışıklık sistemi belirteçleri pahalı,
özgül değil ve pek çok karıştırıcı etmenden etkileniyor. Dolayısıyla, şu
an icin klinikte kullanmaya elverişli
değiller. Ancak, duygudurum bozukluklarında bağışıklık sistemindeki
bozulmanın gelecekte daha iyi anlaşılması ile ayırıcı tanı, tedavi yanıtı,
hastalık gidişi ile ilgili öngörüde bulunmayı kolaylaştıracak biyolojik belirteçler (biyomarker) keşfedilebilir.
Bağışıklık sistemini düzenleyen ilaçların
duygudurum bozukluklarında etkinliğini
değerlendiren çalışmalar umut vaad
ediyor mu?
Yakın tarihli bir çalışmanın sonucları
antidepresanlara infliximab eklenmesinin tedaviye dirençli depresyonda
(iki uçlu ve tek uçlu) özellikle bağışıklık sisteminde aktivasyon görülen
hastalarda (tedavi öncesi TNF-α ve
C-Reaktif Protein seviyeleri artmış
olan grup) etkili olabileceğini gösteriyor. Benzer şekilde minosiklinin de
psikotik belirtili depresyonda etkili
olabileceğine dair açık çalışma gözlemleri var. Ek olarak, selekoksib (se-
62
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
çici non-steroid anti-inflamatuar) ve
asetil salisilik asidin (aspirin) de duygudurum bozukluklarında güçlendirme tedavisinde faydalı olabileceğini
gösteren çalışmalar var. Tedavi çalışmalarının sayısı giderek artıyor. Ancak
bağışıklık sistemini düzenleyen ilaçların yan etkilerinin fazla olması klinik
pratikteki kullanımlarını kısıtlıyor.
Yeni kuşak, özgül ve daha az yan etkili
anti-inflamatuar tedavi seçeneklerinin geliştirilmesi özellikle tedaviye dirençli duygudurum bozukluğu (depresyon ve iki uçlu bozukluk) hastaları
için bir umut ışığı olabilir.
Duygudurum bozuklukları (depresyon ve iki uçlu bozukluk) toplumda
sık görülür ve yaşam kalitesini ciddi
olarak etkiler. Tedavide son yıllarda
önemli yol katedilmekle birlikte tedaviye direnç oranı halen oldukça
yüksek seyrediyor. Mevcut tedavilere
ek olarak farklı etki mekanizmalarına sahip yeni ilaçların geliştirilmesi,
tedavi yanıtının biyolojik belirteçler
(biyomarker) ile öngörülmesi ve takibi duygudurum bozukları tedavisinde başarı oranını önemli ölçüde
arttıracaktır.
Çalışmalar, duygudurum bozukluklarında, özellikle tedavi yanıtının yetersiz olduğu hasta grubunda, bağışıklık
yanıtındaki bozulmanın rol oynayabileceğini gösteriyor. Güncel dizin
ve özetlediğimiz çalışmalarımızın sonuçları duygudurum bozuklukları ile
bağışıklık sisteminin bozukluğu arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor: 1-Bağışıklık sisteminden köken alan hastalıklara (ör. Crohn hastalığı, romatoid
artrit) duygudurum bozuklukları diğer kronik hastalıklara kıyasla daha
sık eşlik ediyor; 2- Bu hastalıkların
tedavisinde kullanılan anti-inflamatuar ilaçlar hastalığın bedensel belirtilerinden bağımsız olarak depresyon
belirtilerinde azalmaya yol açıyor;
3- Viral enfeksiyonların (ör. hepatit)
tedavisinde kullanılan bağışıklık sistemini güçlendiren ilaçlar (ör. interferon), özellikle yatkın bireylerde, depresyon riskini artıyor; 4-Duygudurum
bozuklarında, özellikle alevlenme
döneminde ve tedavi yanıtı yetersiz
olgularda, kanda bağışıklık sistemi
belirteçleri artıyor; 5- Duygudurum
bozukları tedavisinde kullanılan tedavilerin çoğunluğu, örneğin lityum
ve elektrokonvulsif terapi (EKT), ba-
ğışıklık sistemini etkiliyor ve bu etki
duygudurum bozuklukları tedavisinde rol oynayabilir.
Sonuçlar umut vaad edici olmakla birlikte duygudurum bozuklukları ile bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç
var. Henüz klinik pratikte kullanmaya
elverişli olmamakla birlikte duygudurum bozukluklarında bağışıklık sistemindeki bozulmanın gelecekte daha
iyi anlaşılması ile ayırıcı tanı, tedavi
yanıtı, hastalık gidişi ile ilgili öngörüde bulunmayı kolaylaştıracak biyolojik belirteçler (biyomarker) keşfedilebilir. Hastalık gidişinin öngörülmesi
ve tedaviye yanıtın düşük olabileceği
olguların belirlenmesi, başlangıç tedavi planında zaman kaybetmeksizin
ek (güçlendirme) ilaçların kullanılmasına olanak verebilir. Çalışmalar bağışıklık sistemini düzenleyen ilaçların
duygudurum bozukluğunda etkin
olabileceğini gösteriyor. Yeni kuşak,
özgül ve daha az yan etkili anti-inflamatuar tedavi seçeneklerinin geliştirilmesi özellikle tedaviye dirençli duygudurum bozukluğu hastaları için bir
umut ışığı olabilir.
Kaynakça
1- Guloksuz S, Arts B, Walter S, Drukker M,
Rodriguez L, Myint AM, Schwarz MJ, Ponds
R, van Os J, Kenis G, Rutten BP. The impact of electroconvulsive therapy on the
tryptophan-kynurenine metabolic pathway. Brain Behav Immun. 2015. pii: S08891591(15)00072-0.
2- Guloksuz S, Wichers M, Kenis G, Russel
MG, Wauters A, Verkerk R, Arts B, van Os J.
Depressive symptoms in Crohn’s disease:
relationship with immune activation and
tryptophan availability. PLoS One. 2013;
8(3):e60435.
3- Guloksuz S, Rutten BP, Arts B, van Os J, Kenis
G. The immune system and electroconvulsive therapy for depression. J ECT. 2014;
30(2):132-7.
4- Cetin T, Guloksuz S, Cetin EA, Gazioglu SB,
Deniz G, Oral ET, van Os J. Plasma concentrations of soluble cytokine receptors in
euthymic bipolar patients with and without subsyndromal symptoms. BMC Psychiatry. 2012; 12:158.
5- Guloksuz S, Altinbas K, Aktas Cetin E, Kenis
G, Bilgic Gazioglu S, Deniz G, Oral ET, van
Os J. Evidence for an association between tumor necrosis factor-alpha levels and
lithium response. J Affect Disord. 2012;
143(1-3):148-52.
6- Guloksuz S, Cetin EA, Cetin T, Deniz G, Oral
ET, Nutt DJ. Cytokine levels in euthymic
bipolar patients. J Affect Disord. 2010;
126(3):458-62.
sağlığımıziçin
ANTİK ÇAĞLARDAN GELEN
ŞİFALI BİTKİ; ASPİR
Dr. Ersel GEÇİOĞLU
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Akupunktur Birimi
Anavatanı Arabistan Yarımadası olup,
İran, Hindistan, Pakistan gibi ülkelere
yayılmıştır. Türkiye’de Anadolu’da yabani olarak rastlanmakta ve ekimi de
yapılmaktadır. Benzerliği sebebiyle
ticarette safran bitkisiyle sık sık karıştırıldığından “yalancı safran” denilmektedir.
Aspir insanlık tarihinin en eski ekin
türlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Bunun sebebi ise Tutankamon’un
mezarından çıkarılan antik Mısır kumaşlarının boyalarının analizlerinde
Safflower tespit edilmiş olmasıdır.
Safflower veya Benibana (Suetsumuhana) olarak da bilinen, kırmızı renkli
burnundan dolayı Japon prensesi
Hitachi’ye Safflower Princess adını
veren Aspir kesin tarih bilinmemekle beraber İpek Yolu’yla önce Çin’e
sonra Japonya’ya ulaşmış ve bazı
kaynaklara göre dünyanın ilk masalı
olarak da bilinen ‘’The Tale of Genji’’
ye konu olmuştur. 19. yüzyıla gelindiğinde ise Aspir artık Carthamin olarak bilinmeye başlanmıştır.
Aspir (Carthamus tinctorius), papatyagiller (Asteraceae) familyasından
50–100 cm boyunda, sarı, krem,
beyaz, kırmızı veya turuncu çiçekler açan dikenli ve dikensiz formları
olan, dikenli formları dikensizlere
göre daha fazla yağ içeren bir bitkidir. Ayrıca kır safranı, papağan yemi,
boyacı aspiri, haspir gibi isimlerle de
anılır. Renkli çiçekleri (petaller) kumaş ve gıda boyasında kullanılır.
Aspir tohumları, kahverengi, beyaz
ve üzerinde koyu çizgiler bulunan
beyaz taneler şeklindedir. Tohumlarında % 30-45 arasında yağ bulunur
ve yemeklik yağ olarak kullanılır. Yağı;
boya, sabun, vernik, cila olarak kullanıldığı gibi, Linoleik Asit içerdiğinden
yemeklik yağ kalitesi yüksektir.
Dr. Bilge GEÇİOĞLU
Ankara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü
Geleneksel olarak çiçekleri süsleme,
ilaç, kozmetik, çay ve içki yapımında;
kırmızı boyası, ilaç, tekstil, sanatsal
alanlarda; sarı boyası renklendirici
olarak kullanılırken tohumlarından
elde edilen yağ yemeklik yağ, ilaç,
boya ve mürekkep olarak; yaprakları
çay ve yemeklik yağ; sapları çay ve
hayvan yemi olarak kullanılır.
64
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Aspir günümüzde 60’tan fazla ülkede
ekiliyor.Bu ülkeler arasında Hindistan, Amerika ve Meksika başı çekiyor.
Diğer belli başlı üreticiler ise Etiyopya, Kazakistan, Çin, Arjantin, Avustralya ve Arap ülkeleridir.
Aspir, Türkiye’de Burdur, Eskişehir, Isparta gibi belli yörelerde üretilmekte
ve bizzat üretici tarafından tüketilmektedir. Günümüzde, sadece 3 aspir çeşidi mevcuttur. Bu çeşitlerden 2
tanesi (Yenice ve Dinçer), 1983 yılına
kadar tescil edilen çeşitler olup, diğeri 2005 yılında Remzibey-05 ismiyle
tescil edilmiştir. Bu çeşitler, Anadolu
Tarımsal Araştırma Enstitüsü tarafından geliştirilmiştir.
Geleneksel olarak renklendirici ve
baharat olarak kullanımı, ilaç, kırmızı
ve sarı boya olarak kullanılırken son
yıllarda bitkisel yağ üretimi amacıyla
tohumlarının kullanımı yaygınlaşmıştır.
Aspir yağı tatsız, renksiz, ayçiçek yağına benzer özelliktedir. Yemeklik, salatalık yağ olarak, margarin üretiminde
ve kozmetik amaçlı kullanımı yaygındır. Gıda takviyesi olarak kullanımı da
bulunmaktadır. Aspirin biyodizel yakıt üretiminde ve alternatif kuşyemi
olarak kullanımı da söz konusudur.
Önemli doğal bileşenlerine baktığımızda omega-6,omega-3, E vitamini
iyod kalsiyum, fosfor, demir ,lif, Tiyamin, Riboflavin, Niasin içerdiğini görüyoruz.
Yağ içeriğinde iki önemli komponent
vardır. Birincisi Oleik asit yani yüksek
tekli doymamış yağ asiti; ikincisi Linoleik asit yani yüksek çoklu doymamış yağ asitidir.Bazı çalışmalar yüksek Linoleik asit içerikli Aspir yağının
kan şekeri regülasyonunun sağlanmasında yardımcı olan Adinopektin
düzeyini yükselttiğini göstermiştir.
Kontrolsüz klinik çalışmalarda Aspir kullanımıyla CRP düzeyinde
düşme, HDL kolesterol düzeyinde
artış,HbA1c düzeyinde düşme gibi
verilere rastlanırken; kan şekeri düzeyi, yağ kitlesi, insülin seviyesi, insülin
duyarlılığı, LDL kolesterol düzeyinde, Trigliserid düzeyinde total vücut
ağırlığında belirgin değişikliklere
rastlanmamıştır.
Kontrollü klinik çalışmalarda ise Aspir
yağı ve CLA (Konjuge Linoleik Asit)
kıyaslanmış,postmenopozal diyabetik kadınlarda 12 hafta sonra diyabetik bulgularda hafif azalma ve vücut
yağ oranında azalma tespit edilmiştir. Bir başka klinik çalışmada Aspir
yağının antiinflamatuar etkisinin içeriğindeki vitamin E’ye bağlı olduğu
kanısına varılmıştır.
Geleneksel Çin Tıbbı’nda ağrıyı
azaltmak, kan dolaşımını arttırmak,
doku iyileşmesini sağlamak amacıyla küçük fiziksel travmalar ve menstrüal ağrılarda kullanılmaktayken
Hindistan’da ise çiçekleri laksatif olarak ve çocuklarda nezle, ateş ve döküntülü hastalıklarda kullanılmaktadır. Mısır’da ise gözleri güzelleştirmek
amacıyla kullanılmıştır.
Dünya’da gıda takviyesi olarak yaygın
kullanımı mevcut olan Aspir yağı ve
tohumu özellikle drug formunda kullanılırken ortaya çıkabilecek ilaç etkileşimleri ve kanamayı kolaylaştırıcı
etkileri nedeniyle dikkatli olunmalıdır. Antikoagülan ve antiinflamatuar
ilaçlarla birlikte alınmamalıdır. Aspir
çekirdekleri genelde güvenli kabul
edilmekle birlikte çiçeklerinin uterus
kontraksiyonlarını arttırabileceği ve
düşük nedeni olabileceği ileri sürülmektedir. Kanama diyatezlerinde
kullanımı kanamaya neden olabilir.
Cerrahi uygulamalardan 2 hafta önce
kullanımının bırakılması gerekmektedir.
Sonuç olarak; antik çağlardan beri
varlığını devam ettiren Aspir’in etkilerini anlayabilmek için daha çok
bilimsel çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Kaynaklar:
1. Zhang HL, et al Antioxidative compounds
isolated from safflower (Carthamus tinctorius L.) oil cake . Chem Pharm Bull (Tokyo).
(1997)
2. Nutrient data for 04511, Oil, safflower, salad or cooking, high oleic (primary safflower oil of commerce)
mation and blood lipids in obese, postmenopausal women with type 2 diabetes:
a randomized, double-masked, crossover
study . Clin Nutr. (2011)
5. Norris LE, et al Comparison of dietary conjugated linoleic acid with safflower oil on
body composition in obese postmenopausal women with type 2 diabetes mellitus .
Am J Clin Nutr. (2009)
6. Nicholls SJ, et al Consumption of saturated
fat impairs the anti-inflammatory properties of high-density lipoproteins and endothelial function . J Am Coll Cardiol. (2006)
7. Masterjohn C The anti-inflammatory properties of safflower oil and coconut oil may
be mediated by their respective concentrations of vitamin E . J Am Coll Cardiol. (2007)
8. Pfeuffer M, et al CLA does not impair endothelial function and decreases body
weight as compared with safflower oil in
overweight and obese male subjects . J Am
Coll Nutr. (2011)
9.http://w w w.mku.edu.tr/getblogfile.
php?keyid=1022
10.http://www2.lib.yamagata-u.ac.jp/benibana/bunken/book/bmuseum/bmuseum2.
html
11.https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Aspir
12.https://en.m.wikipedia.org/wiki/Suetsumuhana
13. h t t p : / / e x a m i n e. c o m / s u p p l e m e n t s /
Safflower+Oil
3. Nutrient data for 04510, Oil, safflower, salad or cooking, linoleic, (over 70%)
14.http://link.springer.com/article/10.1007%
2Fs11655-013-1354-5
4. Asp ML, et al Time-dependent effects of
safflower oil to improve glycemia, inflam-
15.http://www.phytomedicinejournal.com/
medline/record/ivp_09186158_27_1976
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
65
haber
KRONİK BÖBREK HASTALIĞINA DİKKAT
Amerikan Ulusal Böbrek Vakfı tarafından yayınlanan, kişide böbrek hastalığını düşündürecek 10 temel işarete
dikkat çeken Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk; “Kronik böbrek hastalığı, çoğu zaman belirti vermeden
ilerleyen sinsi bir hastalıktır ve bu
hastalığın önlenebilir olması da büyük bir avantajdır. Yüksek tansiyon,
şeker hastalığı ve aile geçmişinde
böbrek yetmezliği olması durumda
veya 60 yaş üzeri kimselerde böbrek
hastalığı açısından rutin kontrollerin
düzenli olarak yaptırılması son derece önemlidir” diyor.
Pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de çoğu yetişkin, kronik böbrek
hastası olduğunun farkına varmadan yaşamına devam ediyor. Kronik
böbrek hastalığının çeşitli fiziksel
belirtileri olduğu halde, kişiler çoğu
zaman bu belirtileri farklı durumlara
yorabiliyorlar… Ayrıca kronik böbrek
hastalığı olanlar, hastalığın belirtilerini ancak son evrelere doğru, böbrek
işlevleri azalmaya başladığında veya
idrarda yüksek miktarda protein görüldüğünde fark etmeye eğilimlidirler. Bu nedenle, hastaların sadece %
10’u kronik böbrek hastası olduklarının bilincindedirler.
Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk;
“Birçok hastalıkta olduğu gibi böbrek
hastalıklarında da kesin teşhis ancak
tıbbi tetkiklerle mümkündür. Bu noktada insanlara düşen en büyük görev,
böbrek sağlığını korumak için alınacak önlemlerin yanı sıra vücutlarını
tanıyarak olası belirtilere dikkat etmeleri ve bunları doktor kontrolleri sırasında detaylıca anlatmalarıdır” diyor.
Kronik Böbrek Hastalığının 10 Temel
İşareti
1. Daha yorgunsanız, daha az enerjiniz varsa veya dikkatinizi odaklamakta sorun yaşıyorsanız… Böbrek işlevlerindeki ciddi bir azalma,
kanda zararlı madde (toksin) ve
kirlilik oranını arttırır. Bu da kişilerde yorgunluk, zayıflık ve dikkat
toplamada zorlanmaya neden
olur. Böbrek hastalığının yol açtığı
bir diğer sorun ise güçsüzlüğe ve
yorgunluğa neden olan ve “anemi”
adı verilen kansızlıktır.
66
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
2.Uyuyamıyorsanız…
Böbrekler
olması gerektiği şekilde filtre işlevini yerine getiremezse, idrarla
atılması gereken zararlı maddeler (toksinler) kanda bulunmaya
devam ederler. Bu da uyumayı
oldukça zorlaştırır. Kronik böbrek
hastalığı ile obezite arasında da
bir bağlantı vardır ve uyku apnesi
adı verilen sorun, kronik böbrek
hastalarında genel nüfusa oranla
daha sık görülür.
3.Cildiniz kuruyorsa ve kaşınıyorsa… Sağlıklı böbrekler birçok
önemli görev üstlenirler. Vücuttan
atıkları ve fazla sıvıyı uzaklaştırırlar,
kırmızı kan hücrelerinin yapımına
yardım ederler, kemiklerin güçlü
kalmasını sağlarlar ve vücudun
mineral dengesini korurlar. Böbrekler kandaki mineral ve besin
dengesini sağlayamazsa ortaya
çıkan kuru ve kaşıntılı cilt sorunu,
çoğu zaman kronik böbrek hastalığının eşlik ettiği mineral ve kemik
hastalığının habercisi olabilir.
4. Daha sık idrara çıkma ihtiyacı hissediyorsanız… Her zamankinden
daha sık ve özellikle geceleri idrara çıkma ihtiyacı hissediyorsanız,
bu durum böbrek hastalığının bir
belirtisi olabilir. Böbreklerdeki filtrelerin hasar görmesi, idrara çıkma
dürtüsünde artışa neden olur. Bazı
durumlarda ise idrar yolları enfeksiyonunun veya erkeklerde prostat büyümesinin bir işareti olabilir.
5.İdrarınızda kan görüyorsanız…
Sağlıklı böbrekler, idrar oluşturarak atıkları vücuttan uzaklaştırırken, kan hücrelerini vücutta tutarlar. Ancak böbreklerdeki filtreler
hasar gördüğünde, kan hücreleri
idrara sızıntı yaparlar. Böbrek hastalığının işaret eden belirtilere ek
olarak idrarda kan görülmesi tümörlere, böbrek taşlarına veya enfeksiyona da işaret edebilir.
6.İdrarınız köpüklüyse… Özellikle
sifonu birden fazla defa çekmenizi
gerektirecek kadar aşırı köpüklü
idrar, idrarda protein olduğunu
gösterir. Aynı yumurta çırpmışçasına bir görünüme sahip olan bu
köpükler, idrarda genelde rastla-
nan bir protein olan “albumin”dir
ve yumurtada bulunan proteinle
aynıdır.
7. Gözlerinizin etrafında inatçı şişlikler varsa… İdrardaki protein böbreklerdeki hasarın erken işaretidir
ve proteinin idrara sızmasına yol
açar. Gözlerinizin etrafındaki geçmek bilmeyen şişlikler, böbreklerinizin fazla miktarda proteini
vücudunuzda tutmak yerine idrarınıza sızdırması yüzünden ortaya
çıkabilir.
8.Ayak bilekleriniz ve ayaklarınız şişiyorsa… Azalan böbrek işlevleri
sodyum tutulumuna, dolayısıyla
ayaklarınızın ve ayak bileklerinizin
şişmesine neden olur. Eller ve ayak
parmakları gibi uç organlardaki
şişlikler, kalp hastalıklarının, karaciğer hastalıklarının ve kronik bacak damarı hastalıklarının belirtisi
de olabilir.
9.İştahınız azalmışsa… Çok genel
bir belirti olmakla birlikte, düşük
böbrek işlevi nedeniyle artan atık/
zehirli maddeler (toksinler), iştah
azalmasının nedenlerinden biri
olabilir.
10.
Kaslarınıza kramp giriyorsa…
Vücudun sıvı ve mineral (elektrolit) dengesizliği, böbreklerin işlev
bozukluğunun bir sonucu olabilir.
Örneğin düşük kalsiyum düzeyi ve
iyi kontrol edilemeyen fosfor, kas
kramplarının oluşmasına katkıda
bulunabilir.
Timur Erk
Hastanelerinizin
daha etkin
yönetimi ve
verimliliği için...
sağlığımıziçin
SÜNNET
Doç. Dr. Volkan TUĞCU
Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim
ve Araştırma Hastanesi
Üroloji Kliniği İdari ve Eğitim Sorumlusu
Yaz dönemine girildiği bugünlerde
erkek bebek, çocuk sahibi anne ve
babaların akıllarında sünnet hakkında soru işaretleri olabilir. Toplumda
genel kanı olarak törensel bir işlemi
ifade eden sünnet, ciddi bir cerrahi
işlemdir. Bu sebeple uygun yaş aralığı, sünnetin kim tarafından ve hangi
dönemde yapılması gerektiği, uygun
koşullarda ve uygun ellerde yapılmayan sünnet sonrası olası komplikasyonlar, yenidoğan sünnetinin
detayları ve sünnet hakkında
bilinmesi gereken birçok
konu ayrıca önem taşıyor.
Bir bebek en erken ne zaman sünnet
edilebilir?
Önerilen yaş aralığı kaçırılırsa uygun
zaman ne olur?
Yenidoğan döneminde (yaşamın ilk
4 haftası içerisinde) sünnet uygulanmasında herhangi bir sakınca yoktur.
Bu dönemde doku iyileşmesi daha
hızlı ve sağlıklı olabileceği gibi, psikolojik olarak da çocuk sünnetten
en düşük düzeyde etkilenir. Yenidoğan döneminde yapılan sünnetlerde
özellikle doğal yapışıklıklar(fizyolojik
fimozis) görülebilmesi sebebiyle son
derece özenli ve dikkatli olunmalıdır.
Çocuklarda 2 ile 7 yaş arası “fallik”
dönem olarak adlandırılır ve bu dönemde çocuklar büyük çoğunlukla
cinsel organlarını tanırlar. Bu sebeple
2 ila 7 yaş aralığındaki bu dönemde
cinsel organa yapılan sünnet benzeri bir işlemin çocuktaki etkileri diğer
dönemlere göre daha fazla olmaktadır. Bu noktada yukarıda bahsedilen
uygun dönem kaçırıldığı taktirde ve
herhangi bir tıbbı gerekçe bulunmaması halinde sünnet 7 yaş sonrasına
ertelenmelidir. 7 yaşından büyük
çocuklarda sünnet sonrası çocukla iletişim halin-
Sünnet nedir?
Sünnet; dini ve kültürel sebeplerle 15 bin
yıldır uygulanan köklü bir işlem olmasının
yanı sıra modern tıpta
birçok hastalıktan koruyucu etkisi bulunan
cerrahi bir operasyondur.
Penis baş kısmını örten deri
dokusunun kesilmesi ve böylece baş
kısmının açıkta kalmasının sağlanmasıdır. İlk uygulayanların eski Antik
Mısır Uygarlıkları olduğu biliniyor.
Hatalı sünnet nelere yol açar?
Hatalı sünnet, kimi zaman telafi edilebilir durumlara sebep olurken kimi
zaman ise telafi mümkün olmayan
sonuçlar doğurabilir. Sünnet sonrasında görülen ciltle ilgili estetik hatalar ve eksik sünnet durumları, daha
sonra yapılacak bir dizi ameliyat ile
telafi edilebilir komplikasyonlardır.
Fakat özellikle idrar yolu yaralanmaları ve penis gövdesi/penis başı yaralanmaları maalesef telafi edilemez
sonuçlara yol açabilir.
68
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Sünnet için en sağlıklı yaş ya da ay
hangisidir?
Yapılan çalışmalar, doğumdan itibaren ilk 1 yıl içerisinde yapılan sünnetin
idrar yolu enfeksiyonu
geçirme riskini 10 kat
azalttığını gösteriyor. Ayrıca erken
yapılan
sünnet
sonrasında sünnet
derisinin iltihapları
azalmaktadır. Tüm
bu sebepler çocuklar için olası riskleri
azalttığından sünnetin ilk 1 yıl içerisinde
yapılmasını önermekteyiz.
de olmalı ve çocuğa gereken destek
sağlanmalıdır.
Sünnet hangi hastalıklardan korur?
Madde madde...
sünnet, sonrasında hem kozmetik
hem de fonksiyonel olarak birtakım
problemleri beraberinde getirir. Bu
problemler ise ileri yaşlarda daha
• Kanamaya
eğilimi tespit edilen
bebeklerde sünnet işlemi uygun
tedavi görene kadar ertelenmelidir, aksi halde sünnet sonrası
kanama kontrolü sağlıklı bir
şekilde yapılamayabilir.
•
- Penis Kanseri: Penis kanserinde
risk faktörlerinden biride sünnetsiz olmaktır. Sünnet olmak penis
kanseri için koruyucudur.
Peniste idrar çıkışı deliğinin
normal yerinde bulunmaması gibi
anomalisi olan bebeklerde sünnet
derisi ileride yapılacak düzeltici
- Rahim Ağzı Kanseri
ameliyatlar için gerekli
olabilir. Bu sebeple penis anomalisi olan bebeklerde sünnet ertelenmelidir.
• Bunların
- Üriner Sistem Enfeksiyonları: İdrar yolu enfeksiyonlarının sünnetsiz erkeklerde daha sık görüldüğü
yapılan çalışmalarla ortaya konulmuştur.
- Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar:
Sünnetin HIV gibi bulaşıcı ve cinsel hastalıklardan koruyucu etkileri yine yapılan çalışmalar ile ortaya
konmuştur.
- Vezikoüreteral reflü varlığında
Üriner Sistem Enfeksiyonları
-Parafimozis: Sünnet derisinin
geriye çekilmesiyle penis ucunda
oluşan dolaşım bozukluğu olarak
adlandırılır.
-Balanopostit: Penis başı ve sünnet derisi iltihapları olarak adlandırılır.
Sünneti kim gerçekleştirmelidir?
Sünnet toplumda bilinen törensel algının dışında ciddi cerrahi bir
işlemdir. Bu işlemde cerrahi prensiplere bağlı kalınmadığı takdirde
ciddi komplikasyonlara sebep olabilir. Doğru girişimlerle yapılmayan
büyük sorunlara yol açabilir. Ayrıca
steril koşullarda yapılmayan işlemler
ameliyat sonrası yara yeri enfeksiyon
riskinde artışlara sebep olacaktır. Bu
sebeplerle sünnetin, konusunda uzman hekimler tarafından, steril koşullarda gerçekleştirilmesi son derece önemlidir.
Doğar doğmaz yapılan sünnetin riski var
mıdır?
Yenidoğan sünneti denilen ve ilk
4 haftada yapılan sünnetin bilinen
herhangi bir sakıncası söz konusu
değildir. Sünnetin ertelenmesi gereken haller bulunmadığı durumlarda
sünnet uygulanabilir. Yeni doğan
sünnetinde dikkat edilmesi konu ise,
genel anestezi altında yapılmamasıdır. Bebeğin akciğerleri ilk 6 ayda gelişmeye ve olgunlaşmaya devam ettiğinden yenidoğan sünnetinin lokal
anestezi altında yapılması öneriler.
Hangi durumlarda yenidoğan sünneti
uygulanmaz?
• Düşük doğum ağırlıklı ve erken
doğan bebeklerde sendrom bulunma ihtimali vardır ve bu bebeklerde eşlik eden genitoüriner
anomaliler olabilir, bu sebeple bu
bebeklerde sünnet ertelenmelidir.
dışında genel durumu
sünnet için uygun olmayan solunumsal yada kardiyak problemleri
olan bebeklerde sünnet için uygun değildir.
Bebekler sünnet sırasında
acı hissederler mi?
Eskiden beri süregelen ve bebeklerin
ağrı hissetmediği yönündeki algılar
son yapılan araştırma çalışmalarıyla
birlikte değişmiştir. Sonuçlara göre
bebeklerin de ağrı hissedebildiği
tespit edilmiştir. Bu sebeple yeni doğanlarda uygulanan sünnet sırasında
ve sonrasında da uygun anestezi ve
analjezi(ağrı hissinin engellenmesi)
sağlanması oldukça önemlidir.
Doğar doğmaz yapılan sünnetin
avantajları nelerdir?
İlk sene içerisinde sünnet olan çocuklarda idrar yolu enfeksiyonu
geçirme riskinin 10 kat daha az olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bunun dışında erken sünnet
parafimozis(Sünnet derisinin geriye
çekilmesiyle penis ucunda oluşan
dolaşım bozukluğu), tekrarlayan
penis ucu ve sünnet derisi iltihapları gibi durumlarda koruyucudur.
Ayrıca mühim olan bir diğer konu
ise, çocuğun psikolojik olarak en az
etkileneceği yaş aralığı bu zamandır
ve dolayısı ile erken dönem sünneti
bebekler açısından avantajlıdır.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
69
Sünnet yaptırdıktan sonra nelere dikkat
etmek gerekir?
Sünnet cerrahi bir işlemdir ve her
cerrahi işlem gibi riskleri bulunmaktadır. Özellikle işlem sonrası erken
dönemde kanama açısından dikkatli
olunmalıdır.
• Kanama; sızıntı şeklindeki kana-
maların çoğu kendi kendine durmakla birlikte damlama şeklinde
kanama varlığında mutlaka hekime başvurmak gerekir.
• Enfeksiyon;
işlem sonrasında
özellikle steril koşullarda yapılmayan sünnetlerden sonra yara
yerinde enfeksiyon gelişmemesi
amacıyla mutlaka hijyene önem
verilmelidir. Olası durumlarda hekime başvurarak gerekirse topikal
antibiyotikler ile pansuman yapılmalıdır.
• İstirahat; ilk gün çocuğun yatak
istirahati yapmasında fayda vardır.
Olası komplikasyonlar nelerdir?
En sık görülen komplikasyonlar erken dönemde yara yeri enfeksiyonu
ve kanamadır. Bunun dışında nadiren uzun vadede penis çıkım darlığı,
idrar yolu yaralanmaları, penis derisinin az veya fazla çıkarılması gibi
komplikasyonlar görülebilir. Bu gibi
komplikasyonların bir kısmı bir dizi
operasyon ile düzeltilebilmekle birlikte bazıları telafi edilemez sonuçlara yol açabilir.
Sünnetin uzmanlar tarafından
yapılmaması ne gibi sonuçlar doğurur?
Sünnetin ideal mevsimi var mıdır?
Sünnet basit bir işlem gibi görünse
de aslında cerrahi bir operasyondur
ve cerrahi prensiplere hakim olmayan kişiler tarafından uygulandığında
estetik problemlerde, eksik sünnet
oranlarında, idrar yolu yaralanmaları,
işlem sonrası kanama ve yara yeri enfeksiyon riskinde artışlar izlenir.
Sünnet özellikle ailelerin tercihi sebebiyle Şubat ayları ya da yaz aylarında uygulanır fakat sünnet için şu
ay idealdir denilebilecek bir mevsim
yoktur.
Ne kadar hastanede kalınır?
Genel anlamda sünnet, hastanede
yatış gerektiren bir işlem değildir. İşlem bölgesine yapılan lokal anestezi
uygulanması halinde, sünnet işlemi
sonrasında bebekler/çocuklar eve
gönderilebilir. Sedasyon ya da genel
anestezi uygulanması halinde 2-3
saat ile yarım gün arasında değişen
sürelerde çocuğun takip edilmesi
gerekebilir, hatta bazı durumlarda bu
süre uzayabilir.
Kimlere sünnet yapılamaz ?
• Ciddi solunum veya kalp yetmezliği gibi çoçuğun genel durumunu
bozan durumlar varlığında,
• Hipospadias(idrar
deliğinin normal yerinde olmaması) gibi penis
anomalileri durumunda,
• Erken doğan bebeklerde,
• Yağ dokusu içerisine gömülü-saklı
penis varlığında,
• Testisler etrafında çift taraflı sıvı
toplandığı(hidrosel) durumlarda
ve konjenital penil ödem varlığında sünnet yapılmaz.
Herhangi bir genital yada üriner anomali şüphesi varsa bebeğin sünneti;
çocuk pediatrik üroloğu tarafından
değerlendirilene kadar ertelenmelidir.
Sünnet olurken daha dikkatli
davranılması gereken çocuklar kimlerdir?
Çocuğun genel durumuna etki edecek hastalıkların varlığında ve penis
anomalilerinin söz konusu olduğu
gibi durumlarda sünnete, çocuk pediatrik üroloğu tarafından değerlendirilerek karar verilmesi gereklidir.
Yetişkinlerle çocuklar arasında sünnette
bir farklılık var mıdır?
Sünnet bir cerrahi işlem olduğundan
sonrası dönem kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir fakat genel anlamda
cerrahi açıdan yetişkinler ile çocuklar
arasında uygulanan işlemin bir farkı
yoktur.
Hangi durumda doktora başvurmak
gerekir?
Özellikle işlem sonrasında kendiliğinden durmayan kanama varlığında,
yara yeri enfeksiyonları varlığında ve
bebeğin/çocuğun huzursuz olduğu
durumlarda hekime başvurmak gerekir.
Sünnetle ilgili doğru bilinen yanlışlar?
Lazer ile sünnet diye bir kavram yoktur. Lazer kelimesinin cazibesine aldanmamak gerekir. Burada yapılan
işlem elektrikle ısıtılmış bir havya ile
sünnet derisinin çıkarılmasıdır ve o
bölgenin damarlanmasını bozduğu
için sonrasında istenmeyen sonuçlar
doğurabilir.
70
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Doç. Dr. Volkan TUĞCU
kampus
TIP VE SAĞLIK EĞİTİMİNDE BİR MARKA:
MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ
Köklerini tıp ve sağlık alanından alan Medipol Üniversitesi, sağlık mesleklerine dair bünyesinde
barındırdığı lisans, ön lisans ve lisansüstü eğitim programları ile Türkiye’deki üniversiteler
arasında ortalamanın çok üzerinde bir eğitim veriyor. Tüm sağlık mesleklerine yönelik eğitim
veren Medipol Üniversitesi, öğrencilerine ilk yıllardan pratik eğitim imkânı ve araştırma
sahaları sunarak, sağlık alanında gelecek hayal eden öğrencilere tüm alternatifleri sunuyor.
Öğrencilerini yarınların güçlü Türkiye’sine hazırlamak ve onların başarılı kariyerini inşa etmek adına yola
çıkan Medipol; gücünü, uluslararası
birikime sahip uzman akademik kadrosu, güçlü sağlık altyapısı ve yüksek
teknolojiye sahip donanımlı laboratuvarlarından alıyor. Tıp Fakültesi,
Uluslararası Tıp Fakültesi, Eczacılık
Fakültesi, Diş Hekimliği Fakültesi,
Sağlık Bilimleri Fakültesi, 4 yıllık Sağlık Bilimleri Yüksekokulu, 2 yıllık Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu,
2 yıllık Meslek Yüksekokulunda Türk
sağlık sisteminde tanımlanmış tüm
branşlara dair lisans, ön lisans ve lisansüstü eğitim veriliyor.
Uluslararası Deneyime Sahip
217 Kişilik Dev Kadro
Modern tıp eğitiminin temelini oluşturan temel tıp bilimleri alanında oldukça iddialı bir kadroya sahip olan
72
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Medipol’de alanlarında uluslararası
deneyime sahip öğretim üyelerimizin birçoğu aynı zamanda araştırmacı kimlikleriyle de öne çıkıyor. Temel,
dâhili ve cerrahi bilimlere ait anabilim
ve bilim dallarında görev yapan 217
kişilik dev kadromuz; eğitimi önceleyen, çağın gerektirdiği değişimlere
açık, yüksek düzeyde bilgi ve beceriye sahip, bilimsel kimliği ile öne çıkan
öğretim üyelerimizden oluşuyor. Tıp
Fakültemiz ve Uluslararası Tıp Fakültemiz 1:2 öğretim üyesi-öğrenci oranı ile dünya ve Türkiye ortalamasının
çok üzerinde bir eğitime imza atıyor.
4 Hastane Bir Arada
Bir yandan Medipol Üniversitesi
Hastanesinin imkânlarını üniversite
öğrencilerine seferber ederken öte
yandan hastaneyi de kendi akademik kadrosuyla destekleyen özgün
bir iş birliği modeli oluşturan Medipol, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmiş
oldu. Medipol Üniversitesi Hastanesi;
bünyesinde Genel Hastane, Onkoloji
Hastanesi, Kalp-Damar Cerrahisi ve
Diş Hastanesi olmak üzere 4 hastaneyi barındırıyor. 470 yatak kapasitesi, 133 yoğun bakım ünitesi, 246
poliklinik odası ve 25 ameliyathaneyi
bünyesinde barındıran hastane akıllı sistemlerle donatılmış altyapı ve
teknolojiyi hasta odaklı üstün hizmet
yaklaşımı ile bütünlüyor.
REMER, Hücresel Görüntülemede
Türkiye’nin En Büyüğü
Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi
Rejeneratif ve Restoratif Tıp Araştırmaları Merkezi (REMER), Türkiye’nin
hücresel görüntüleme alanında en
önemli araştırma merkezi olarak öne
çıkıyor. Bazıları, alanında Avrupa’da
en ileri merkez olan çok sayıda laboratuvarı içeren REMER, nitelikli
pek çok araştırmacının istihdamına
zemin oluşturuyor. REMER, sinir sistemi ve kardiyovasküler sistem başta
olmak üzere hasarlanmış ve işlevini
yitirmiş doku ve organların yenilenmesine yönelik, alanında öncü olacak yüksek nitelikli araştırmalara ev
sahipliği yapıyor.
Ortez-Protez Bölümü İle Milli Cihaz
Sistemleri Üretecek
Geçtiğimiz yıl Türkiye’de bir ilk olarak
lisans düzeyinde ortez-protez eğitimini başlatan Medipol, bu alanda
Türkiye’nin ihtiyacı olan insan kaynağını karşılamayı hedefliyor. Ortezprotez bölümü öğrencileri Biyomedikal Mühendislik ile Fizyoterapi ve
Rehabilitasyon Bölümleriyle ortak
derslere girip araştırmalar yapabilecek. Bölümün amaçlarından biri de
Türk malı ortez-protez cihazlarının
üretilmesine öncülük etmek.
Geleceğin Donanımlı Diş Hekimleri
Medipol’de Yetişiyor
Güçlü akademik eğitim kadrosundan teorik ve uygulamalı eğitimleri
Prof. Dr. Sabahattin Aydın
Rektör
alan diş hekimliği öğrencileri, geleceğin donanımlı diş hekimleri olarak
Medipol’de yetişiyor. Şehrin kalbindeki büyük kapasiteli diş hastaneleri de Medipol öğrencileri için adeta
birer uygulama ve araştırma vahaları
konumunda. Bu uygulama alanlarından biri de Diş Hekimliği Simülasyon
Kliniği.
Klinik Eczacılık Eğitimi Artık
Önemli Bir Referans
Medipol Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi’ndeki çağdaş ve yenilikçi eğitim
anlayışıyla da öne çıkıyor. Klinik eczacılık tezli/tezsiz yüksek lisans programları, aktif olarak çalışan eczacılar
tarafından yoğun ilgi gördü.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
73
haber
KADINLARI İNCİTMEDEN
“KANSERSİN” DEMENİN SIRRI
Dokuz Eylül Üniversite (DEÜ) Hastanesinde görev yapan Genel Cerrah
Prof. Dr. Serdar Saydam, 37 yıldır
meme kanserine yakalanan kadınlara, onları yılgınlığa itmeden, incitmeden, mücadeleye ortak ederek,
kansere yakalandıklarını söylüyor.
Doktor Saydam, hastalarına ‘O kelimeyi kullanmadan’ o hastalığa yakalandığını nasıl açıkladığını anlattı.
“Hastayı Anlamanız Gerekiyor”
Hareketsiz yaşam, fast food beslenme, genetiği bozulmuş yiyecekler, hava ve çevre kirliliği nedeniyle
Türkiye’de kansere yakalanma oranı
hızla artıyor. DEÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serdar Saydam,
37 yıldır, adını kimsenin duymak istemediği, kendisine yakıştırmadığı
meme kanseri hastalığının tedavisiyle uğraşıyor. Doktorun hastasına kanser tanısı konduğunu söylemesinin
çok zor bir durum olduğunu belirten
Dr. Saydam, “Bu haberi vermeden
önce hastayı iyi analiz etmeli ve anlamanız gerekiyor. Kanser haberini
vermek kolay değil. Hastayı yılgınlığa itmeden, hastalığın da ciddiyetini
anlatarak, birlikte yapılacak çok şey
olduğunu ve mücadeleye birlikte devam edeceğimizi ifade ederek hastalığı söylüyorum” dedi.
Hastaya bu haberi vermenin bir kaç
günü bulduğunu anlatan Dr. Saydam, “Kanser tanısını patoloji uzmanları koyuyor. Hastaya yapılan her
tetkikte, kansere yakalanma ve yakalanmama riskini söylüyorum. Kitlenin
74
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
kötü huylu olduğu kesinleşmişse,
‘Kitle kötü huylu çıktı. Artık bunların
tedavisi var, birlikte mücadele edeceğiz’ diyorum Hastaya kanser olduğunu toplamda 4 saatte anlatıyorum”
diye konuştu.
“’Şu Kadar Ömrün Var”’
Demek Doğru Değil
Hastalığın hastanın ümidini kırmadan, köşeye sıkıştırmadan anlatılması gerektiğini vurgulayan Dr. Saydam,
“Hastaya, ‘sen şu kansersin, 6 ay ömrün var’ demek doğru değildir. Bir
defa her hastaya göre yaşam süresi
değişir” dedi.
“Kanser Olduğunu Söylemek Lazım,
Hayat Onun”
Hastaya kanser olduğunun söylenmesi gerektiğini ifade eden Dr. Saydam, “Hastaya hastalığını söylemek
lazım. Çünkü yaşam onun” diye konuştu. Hastaya kanser olduğunun
söylenmemesi halinde tedavi seçeneklerine hasta yakınlarının karar
vereceğini anlatan Dr. Saydam, hastanın memenin veya koltuk altındaki
lenflerin alınması, ilaçla veya ameliyatla tedaviye başlanması gibi seçeneklerden hastanın haberinin olmayacağını söyledi. Türk toplumunda
eskiden hastanın kanser olduğunun
saklandığını anlatan Saydam, “Eskiden hastalar başka doktorlara gidip,
‘Ben kanser miyim, raporlarıma bakar
mısınız’ diye sorardı. Ancak teknoloji
çok gelişti. İnsanlar raporunda yazılanları google’a yazıp hastalığı hakkında bilgi alabiliyor” dedi.
İncitmeden Kanser Demenin Sırları
Hastalara kanser demenin sırlarını
anlatan Dr. Saydam, şunları söyledi:
“Siz hastalığı hasta ve yakınlarının
anlayabileceği bir dille anlatırsanız,
hasta doktoruna inanır ve tedaviye de uyum gösterir. Hastaya doğruyu anlatmak lazım. Eğer doktor
hastaya gerçeği anlatmazsa, hasta
google’dan hastalığını öğrenebilir. O
zaman da hastada doktoruna karşı
bir güvensizlik oluşur. Hastanın hastalığını bilmesi lazım. ‘Hastalığımı
bilseydim dünya turuna çıkacaktım’
diyebilir. Hastalarımla konuşurken
hiçbir zaman kanser kelimesini kullanmam Kötü huylu derim. Hastalar
‘kanser’ ve ‘kötü huylu’ kelimelerine
farklı tepkiler gösteriyorlar. Kanser
lafı çok irite ediyor.
Hastaya kanser denmesi bizim toplumumuzda eşittir ölüm demektir.
Kanser olduğunu öğrenen hasta için
gelecek net değildir. Gelecekte ne
olacağını bilmiyordur. Siz hastaya geleceği onun anlayacağı dilde anlatıp
netleştirirseniz, hasta sizinle tedavide tam bir işbirliğine girer. Hastayla
konuşurken bir veya iki yakınını yanına alırım. Yakınlarına, “Benim anlattıklarımı iyi dinleyin” derim. Hasta
beni dinlerken, hayatı film şeridi gibi
önünden geçer. Benin dediklerimi
anlamaz. Hasta yakınlarına, daha
sonra hastanıza benim dediklerimi
anlatın derim. Tedaviyi kağıtlara çizdiğim şekillerle de anlatıyorum.
Prof. Dr. Şükran TUNALI
Dermatokozmetoloji Derneği Başkanı
Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı
(IARC - The International Agency for
Research on Cancer) tarafından yapılan 20’den fazla epidemiyolojik çalışmalar, 30 yaşından önce solaryum
ışınlarına maruz kalanlarda kanseri
riskinin yüzde 75 oranında arttığını
kanıtladı.
Elde edilen verilen veriler doğrultusunda, Dünya Sağlık Örgütü (WHO),
UVA ve UVB ışınlarına aşırına maruziyetten mutlaka kaçınılması gerektiği
uyarısında bulundu.
Dünyanın farklı yerlerinde yapılan bi-
limsel araştırmalara göre, Ultraviyole
ışınları insanlar üzerinde kanserojen
etki yaratıyor. Bu ışınlar güneş gibi
ister doğal kaynaklı olsun, ister solarium gibi yapay kaynaklı olsun, ciltle
aşırı teması durumunda kanser gelişme riskini büyük oranda artırıyor. Bu
risk, özellikle 30 yaşından önce solaryum cihazlarını kullananlarda daha
da artıyor.
Bronzlaşma Merakı Canınızı Almasın
İngiltere Kanser Araştırma Enstitüsü
tarafından yapılan araştırmaya göre,
her yıl yaklaşık 14 bin kişi cilt kanserine yakalanıyor ve buna bağlı olarak 2
binden fazla kişi hayatını kaybediyor.
Bu verilerin 40 yıl öncesine nazaran
10 katına çıktığını belirten kurum, bu
sağlığımıziçin
SOLARYUM
KANSERE DAVETİYE ÇIKARIYOR
artışın solaryuma giren insan sayısının artmasıyla doğru orantılı olduğuna dikkati çekiyor.
Yapılan farklı bilimsel araştırma sonuçlarına göre, UV ışınları göz retinasına ve konjonktiva tabakasına ciddi
zararlar veriyor . Solaryum ışınlarına
maruz kalan kişilerde en çok rastlanan ciddi göz hastalıkları arasında
makula dejenerasyonu, solar makulopati, gözde et büyümesi (pterjiyum), katarakt ve göz kapaklarını
kaplayan deride ve konjonktiva tabakasında kanser oluşumu yer alıyor.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre,
ultraviyole ışınlarına aşırı maruz kalan kişilerin ciltleri elastikiyetini kaybediyor ve bundan ötürü cilt daha
çabuk yaşlanıyor
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
75
gezelimgörelim
Canlar Ülkesi
Abhazya
“TanrıbütüninsanlarıözgürvemutlukılsınfakatAbhazya’yıdaunutmasın.”
Geleneksel Abhaz duası
Dr. Setenay MİT
1992 yılında Trabzon’dan Kameta
denilen garip deniz aracına binip
Karadeniz’in karşı kıyısına doğru yola
çıktığımızda henüz 20’li yaşlarında
olan bir grup genç olarak çok heyecanlıydık. Büyüklerimizden dinlediğimiz, masallarda yaşattığımız rüya ülkeye, atavatan’a gidiyorduk. Sohum’a
ulaştığımızda bizi televizyon ekipleri
ve büyük bir kalabalık bekliyordu.
Onlar 130 yıl önce o topraklardan
76
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
sürülüp çıkarılan kardeşlerini, biz de
geride kalanların evlatlarını görmek
için sabırsızlanıyorduk. Televizyon
ekipleri ile röportajlar, iskeledekilerle kucaklaşmalardan sonra bizi otele
götürdüler ve akşam yemeğinden
sonra gezmeler başladı. İlk durak yorgunluk kahvesi içmek için o zamanki adıyla Yazarlar Kahvesi dedikleri
deniz kıyısında bir parka götürdüler.
Hayatımda ilk kumda kahveyi orada içtim. Türkiye’ye doğru dönüp
Karadeniz’i seyrederek içtiğim o
kahvenin tadı hala damağımda. Ertesi gün sabahtan itibaren yoğun bir
program başladı. Sohum ile ilgili ilk
dikkatimi çeken şey şehrin doğa ile
uyumlu şekilde yeşilliklerin arasına
kurulmuş olmasıydı.
Son derece düzenli, birbirini dik
kesen cadde ve sokaklardan oluşuyordu. Bizi Sohum yakınlarındaki bir
köye at yarışları izlemeye götürdüler.
Evler ve köy son derece bakımlıydı.
Sonraki program Afon mağarasına
geziydi. Mağaraya gitmek için önce
mağara girişinden trene binilip yaklaşık beş dakika süren bir yolculuk
yapılması gerekiyordu. Sonrasında
karşılaştığımız mağara ise inanılmaz-
dı. Mağara içindeki galeriler köprülerle birbirine bağlanmıştı ve hepsi
özel olarak ışıklandırılmıştı. Masalsı
bir atmosfer vardı. Mağaranın bir kısmını yaklaşık iki saatte gezebildik.
Abhazya’nın güzellikleri anlatmakla
bitmez. Ritsa gölü ayrı bir dünya. Burada bir zamanlar Stalin’in yazlık evi
(Daça) varmış.
Bir de Lıhnı köyü var. Bu köy şaraplarıyla ünlü. Bu köydeki büyük meşe
ağacının altında kabilelerin, ailelerin
büyükleri toplanıp kararlar alır, sorunları çözerlermiş. Bir süre önce yıldırım çarpması sonucu ikiye ayrılmış.
Abhazya’da bir karış toprak göremezsiniz. Her yere yeşilin her tonu
hakimdir. Karayoluyla Soçi’ye doğru
geçerken Gudauta ve Pitsunda yeşilin arasına serpiştirilmiş beyaz binalarla gözlere ziyafet çektirdi. Hep
doğadan bahsettim. İnsanlarını da
unutmamak lazım. Abhazya’da sosyal yaşamda din baskın değil. Bir
Abhaz tarihçinin sözüyle “Abhazların
% 80’i Hristiyan, % 20’si Sünni Müslüman ama % 100’ü pagan”. Bu sözle
anlatılmak istenen aslında adetlerin
dini kurallardan daha baskın olduğu. Özellikle Afon kentinde Ortodoks
turistlerin ziyaret ettiği çok büyük
bir kilise vardı. Geziler sırasında bize
çeşitli dini yapılar gösterdiler ancak
bunlar daha çok turistik amaçla kullanılıyordu. Mezarlıklarda mezarın
başında yiyecek ve içki bulunuyor,
bizim dua etmemiz gibi ziyarete gelenlere ikram ediliyordu. Sonuçta
kimse kimsenin inancına karışmadan
çok kuvvetli geleneklerden gelen kurallara göre huzur içinde yaşıyorlardı.
Bütün özelliklerini düşününce Abhazya doğası, insanların birbirine
saygısı, huzuru ile aslında dünyadaki
cennet ve tam yaşanacak yer.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
77
film
HİPOKRAT
HİPPOCRATE
78
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
Uzm. Dr. Fatih BATI
2014 yılında çekilmiş Fransız yapımı bir filmdir. Bir tıp fakültesi son
sınıf öğrencisi(intörn doktor)‘nin
babasının doktor olduğu hastanede
staj yaparken yaşadıkları anlatılıyor.
imdb’den 6.8 oranında oy almış olan
filmin başrol oyuncusu Benjamin
karakteri ile izleyeceğimiz Vincent
Lacoste’dır.
Benjamin rolündeki intörn kahramanımız, idealleri olan ve mesleğini
seven insanlara yardımcı olmayı ilke
edinmiş bir son sınıf öğrencisidir.
İlk hastasını kaybettiğindeki üzüntüsü yüzüne yansımış olay sonrası kendisini toparlamaya çalışmakta zorlanmıştır. İlk hastasını kaybettikten
sonra yeni hasta almak istememiş
ama maalesef bu gibi durumlarda
yapacak başka bir şeyin olmadığını
da anlamıştır. Kaybettiği hastasının
karısı hastaneye bilgi almaya geldiğinde Benjamin o anki telaşla bir
başka intörnün ilgilendiğini söylemiş sonrasında intörnlerin hukuki
sorumluluğu var mı sigortası var mı
birini öldürürse ne olur gibi soruların
cevaplarını aramaya başlamıştır.
Aynı klinikte bir başka intörn daha
görev yapan Dr. Rezak, yabancı
kontenjanından staja başlamış ve
Benjamin’e göre kısmen daha iyi tıp
bilgisine sahip bir başka tıp öğrencisidir.
Filmde ilk dikkat çeken noktalardan
birisi intörn hekimlerin hemşireye
doğrudan order vermesi, hastanın
tedavisini planlaması. Bizim eğitim
sistemimize göre sorumluluğun biraz daha fazla olduğu görülüyor. Biliyorsunuz ki bizde asistan hekime
danışmadan bir intörn doğrudan
order verip tedavi ve ilaç başlayamıyor mevcut bir tedavi planlamasını
değiştiremiyor. Dikkat çeken bir diğer nokta ise bizde de olduğu gibi
hemşireler ile intörnler arasındaki
iletişimdeki sıkıntıdır. Diğer bir nokta
da ise her hastanın odasına girilirken
dezenfektan ile ellerin yıkanması
oldu ki bunun bizim hastanelerimizde de yaygınlaştırılması şart. Hem
hasta hem çalışan sağlığı açısından
önemli.
ların üzerinin örtüldüğünü, bazen
doktorlar arasında ayrımcılık yapıldığını da seyrediyoruz. Ama işte o vicdan denen şey asla peşini bırakmaz
insanın, tabi ki vicdanlı ise.
Tavsiye edebileceğim başta tıp öğrencileri olmak üzere herkesin keyifle izleyebileceği bir filmi size bir
nevi yazılı fragman olarak aktarmaya
çalıştım. İzleyeceklere şimdiden iyi
seyirler…
Son olarak: Bu mesleğin daha eğitim
hayatında iken zorlukları ile karşılaşmaya başlıyoruz, görevini yapan
yapmaya çalışan her şeye rağmen
hekimliği yaşam tarzına dönüştüren,
mesleğine sahip çıkan, meslektaşını
koruyan, hastasına en iyi şekilde empati yapabilen tüm meslektaşlarıma
saygı ve sevgiyle…
Sağlık sistemindeki gelir ve gider
kaygısının hastanın alacağı tedaviyi ve yatış süresini etkilediğini de görmekteyiz.
Doktorların daha öğrencilik hayatlarından
itibaren
hastaları
önemsediğini, çok
belli etmeseler de
onlarla üzüldüğünü de gözler önüne seren bir film.
Bazı tıbbi kusur-
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
79
kitap
BEDEN ASLA YALAN SÖYLEMEZ
(Üzerini Örttüğümüz Her Şeyin Altında Kalırız)
Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz. Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz.
Birine karşı hissettiğimiz duygu “ona karşı hissetmemiz gerekenler” diye önceden
tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile.
Yazarlar: Alice Miller
Yayınevi: Okuyan Us Yayınları
Sayfa Sayısı: 224
Baskı Yılı: 2014
Gerçek hayatta “Böyle hissetmem lazım!”, “Şöyle hissetmemem lazım!” diye bir şey
yoktur çünkü. Hisler ne yöne gideceklerini gerekliliklere sormazlar. Hiçbir ‘gerçek’
ve olgun ilişki özünde nesnel değildir. Özneler ‘gerçek’ paylaşımlarını nesnellik
üzerinden kurmazlar.
Kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akamayan bir irin gibi
bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizi hapseder.
KÖPEK GİBİ BÜYÜTÜLMÜŞ ÇOCUK
Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk, yayınlandığı 2007 yılından beri çok satanlar listesinden çıkmamış ve temel eser haline gelmiş bir kaynak. Bruce D. Perry, çocuk
psikolojisi ve travma üzerine uzmanlaşmış bir psikiyatrist olarak, yıllar içerisinde
deneyimlediği sarsıcı, yaralayıcı aynı zamanda ilham verici, en önemlisi sevmek
ve kaybetmek üzerine çok şey öğreten iyileşme hikayelerini bu kitapta topluyor.
Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk, her yaştan kişiye sevgiyi en baştan anlatıyor, öğretiyor. Çocukluktan başlayarak hayatımız boyunca hissettiğimiz iyi kötü bütün
duyguları tekrar tanımlıyor. Kendi duygularımıza, sevdiklerimizin duygularına bakışımızı yeniliyor.
Yazar Adı: Maia Szalavitz
Bruce D. Perry
Yayınevi: Okuyan Us Yayınları
Sayfa Sayısı: 303
Baskı Yılı: 2012
“Öteden beri insan doğasını ve nasıl bazı insanların sorumlu, üretken, iyi insanlar
olurken bazılarının diğer insanlara zarar veren cinsten olduğunu anlamaya çalıştım. Çalışmalarım bana ahlaki gelişimin, kötülüğün köklerinin, genetik eğilimlerin
ve çevresel etkilerin daha sonraki seçimlerimizi belirleyen hayati kararları ve sonunda kim olduğumuzu nasıl şekillendirdiği hakkında çok şey öğretti. Kötü muameleye maruz kalmış olmanın zarar verici davranışlar için birer “özür” olduğuna
inanmıyorum. Fakat erken çocuklukta gelişen karmaşık ve farklı ilişkilerin seçimlerimizi şekillendirdiğini ve en iyi kararları almamıza engel oluşturabileceğini biliyorum.
KENDİNE BAKMA KİTABI
Kapak kağıdında özel metalize bir kağıt kullanılan bu kitabın içi gibi kapağı da
gerçek bir ayna.
bugün yaşanan hayatın içinde kendini nereye koyacağını bulamayanlara,
gözünün gördüğünden fazlasını görmek isteyenlere ve «kendi”ne gelmek isteyenlere, bu dönemin klavuzluğunu yapacak bir kitap...
Sayfalar arasında Cem Mumcu’nun karalamalarıyla da karşılaşacaksınız.
Yazar : Cem Mumcu
Yayınevi: Okuyan Us Yayınları
Sayfa : 370
Baskı Yılı : 2011
80
80
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2015
“ Bir keresinde bir şey dinlemiştim göğsüme saplanmıştı, bir keresinde bir şey
okumuştum bir bıçağın ucu gibiydi, bir keresinde birine gerçekten bakmayı denemiştim gözüm kanamıştı ve bir keresinde aynaya bakmayı başarmıştım. O gün
bugün hepsi kovalar beni. Sonunda bıraktım kaçmayı… Anladım kaçacak bir yer
olmadığını dahası kaçılacak da bir şey.
Korkumun kendisiydi korktuğum, kaçtığım şeyse kaçmanın kendisi. “Aynadan kırık bir parça uzatsam okura, bakar mı acaba, eli kesilir mi?” demeyi de bıraktım.
Kimisi eldiven taksın, kimi kanamayı denesin, kimi kaçıp kendinden kurtulsun. “

Benzer belgeler