buraya

Transkript

buraya
eSKiyENi’nin tanıtım amaçlı bültenidir. Para ile satılmaz.
Mart 2013 / Sayı: 8
erede çıkar
d
İki arada bir
1
ALLAH MUHAFAZA
Zorba kız kaçırır
Kamarot kurşun kaçırır
Karaborsacı döviz kaçırır
Zengin hanım kürk kaçırır
Ağa koyun kaçırır
Orman eşkıyası kütük kaçırır
Ve sonunda kaçırmak için bizlere
Elbette akıl kalır…
Evvel biz üç kişiydik.
Kafe Bar
Org. Tur. ve Tic. Ltd. Şti.
Sakarya Cad. İnkılâp Sok. No: 6/A
Kızılay - ANKARA
Tel: (0-312) 433 07 01
www.eskiyenibar.com
33-B Servisinden
http://www.facebook.com/eskiyeni.bar.ankara
Y… K…
https://twitter.com/eSKiyENibar
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler: İNİLTİ
Derleyen: Bedia Tuncer (1964)
Editör: Emel Aslan
Düzelti: Ali Serdar
Kapak: Deniz Karagül
Tasarım: Deniz Karagül, Koray Özbey
mahalle baskısı
Basım yeri: Primat Ajans
2
Ivır Zıvır Ebru Sargıcı
4
2K1L Levent Gönül6
Başka Erdal Ateş
8
Oyun; Küçük Kız, Hayatın Özü Marma Riyya
10
Peruka Özlem Ersavaş
14
Al Da At Dercesine İlkay Yıldız
16
Tek Kişilik Kısa Metraj: Canti-Psikiyatri Baran Öztürk
18
Oyun Saada Delen19
Tahsilat Nazlı Kalkan
20
Sürpriz! Emel Aslan
22
Yanan Gün Ve Kül Renkli Ejderha Vedat Yaşar
26
Fasulyeler Baş Olursa Saygın Sarbay
28
Gün Olur Hayali Cihan Değer Esin Pehlevan30
Bir Geyşa’nın Maceraları Geyşa
34
Eski-Yeni Cihan Tekin36
Ali İle Ayşe Pembe Akgün
40
Delirmeye Karar Vermek Aysun Gündoğdu Çevik
44
Bana Bir Gül Vermişti Sonra Geri Aldı Burcu Ada Soysop
46
Lütfen! Ayağa Kalkar Mısınız? Gizem Gürer 48
Yuvarlak Taş II Savaş İnan
50
İpimle Kuşağım Emel Aslan
54
Cin Ali Mahallede
57
eSKiyENi’de Bu Ara
58
eSKiyENi’de Her Hafta60
Derinlik Yoksunluğu
62
Sertan Abi İle Sık Sorulmayan Sorular Sertan Özer
64
Yemeli İçmeli Ankara Mekânları Özlem Ersavaş – Hasan Akcan
67
Ritmini Konuştur Özgür Ersavaş
68
Korhan Futacı &Kara Orkestra
70
Pisuarımın Köşesi Pek Yok Düğünün Neşesi! Tunca Arıcan
74
Existenz İlker Yavuz
76
Profesyonel Burcu Ada Soysop
77
Hediye Güven ile Her Telden Cihan Tekin
78
Match Point İlker Yavuz
82
Ağır Metal Derin Sıkıntıya Karşı Tunca Arıcan
84
Pavyon-7 Kuvvet Yurdakul
86
Gede gede üç eve vardık. İkisi yıkık mıkık, birinin de dört
duvarı yok. Dört duvarı yoğun içinde üç adam yatıyor.
İkisi ölü mölü, birinin heç canı yok. Heç canı yoğa bir depik vurduk. Sen emret, biz tutalım dedik. Ben emredip
siz tutacağsanız kundaksız tüfeği alın dedi. Anasından
doğmadık, bitmedik, tespih dibindeki tavşanları vurun
gelin dedi. Gettik, vurduk, geldik. Bir garıya gazan istemeye vardık. Üç tencere verdi garı. İkisi delik melik,
birinin dibi yok. Dibi yoğa gattık, ocağa goduk. Pişiyor,
biraz pişti. Bunun kapağını bir açalım, tuzuna bir bakalım dedik. Kapağını açtık. Patladı, gaçtı davşan. Bundan
yok bize bir hayır dedik. Bir al horozum var, bir de bal
horozum var. Al horoza bir gem taktım. Üstüne bindim.
Çarşıya vardım. Orda da bir değirmenci var. Eey! Arkadaş, biz bunu ne yapacağız dedik. Değirmenci dedi, geri
dep geri geri (çuvala geri koy). Orda da bir ceviz ağacı
var. Taşlayı taşlayı ettiler bir tarla. Tarlaya tuttuk bir
karpuz ektik. En büyüğü Hindistan cevizi gibi, en güççüğü eşek sıpası gibi. Birini yuvarlaya yuvarlaya kölgeye (gölgeye) getirdik. Kel anamın başı pekmez, çalarım
çalarım ötmez, goca garılara gücüm yetmez, himdiki
(şimdiki) devire akılım yetmez…(*)
* Bir Yörük Tekerlemesi
(Atlas: Yörüklerden Kayıp Masallar – Eylül 2009)
Merhaba!
Bildiğiniz üzere bu sayı OYUN oynadık. Yeni oyun arkadaşlarımız da katıldılar aramıza. Biz çok eğlendik, bol
bol yazdık, çizdik, söyleştik. Bayağı da yüklü oldu bu
sayı. Umarız siz de eğlenirsiniz…
Önümüzdeki sayı SES üzerine çiziktireceğiz. Sizin de diyecekleriniz varsa; [email protected],
http://eskiyeni-mahallebaskisi.com, facebook, twitter her
zamanki gibi yolunuzu gözler…
Bir dahaki görüşmemizde muhtemelen kışı kovalamış,
yazı karşılıyor olacağız. Her gününüz bahar gibi canlı,
mutlu, umutlu olsun…
Bize ulaşın:
http://eskiyeni-mahallebaskisi.com
[email protected]
http://www.facebook.com/eskiyenimahallebaskisi
https://twitter.com/MahalleBasks
Emel Aslan
3
mahalle baskısı
derleyen: EBRU SARGICI
[email protected]
Cambaz ip üstünde oynuyor…
4
“Oyun” kelimesi, Türkçede VIII. yy.’dan
bu yana mevcut. “Oy” kökü çukur,
oyuk, düşünce, kanı, tasarı gibi değişik anlamlara sahip. Bu kökten türeyip de anlam genişlemesine uğrayan
birçok kelime var ki “oyun” kelimesi
de bunlardan biri. Oyun kavramı
içinde sıraladığımız bütün faaliyetlerin tek bir ad altında birleşmesi daha
geç tarihlerde karşımıza çıktığından
bizde de ilk zamanlar köken kelimeyle uyumlu “çukur açma” anlamında
kullanılmış. Daha sonraları yarış, eğlenme anlamlarını içermiş. Türkçede
oynamak kelimesinin müzik aleti
çalma becerisini de içerecek şekilde kullanımı yok; müziği oyun alanı
içinde düşünme ve ifade eğilimi “raks”
ile sınırlı kalmış. Ancak, aşka ve sevişmeye dair erotik bir anlam içinde
ve özellikle de toplumsal ölçütün dışına çıkan ilişkilerin ifade edilişinde
(aşk oyunu, oynaşmak, oynaş) diğer
dillerden farklılaşmıyoruz.
Günümüzde; 1) Vakit geçirmeye yarayan, belli kuralları olan eğlence, 2)
Kumar, 3) Şaşkınlık uyandıran hüner,
4) Tiyatro ve sinemada sanatçının rolünü yorumlama biçimi, 5) Müzik eşliğinde yapılan hareketlerin bütünü,
6) Sahne veya mikrofonda oynamak
için hazırlanmış eser, temsil, piyes,
7) Bedence ve kafaca yetenekleri geliştirmek amacıyla yapılan, çevikliğe
dayalı her türlü yarışma, 8) Hile, anlamları oyuna dâhil.
“Oyunbaz” oynamayı seven ya da mecazen hilebaz, düzenbaz; “oyunbozan”,
mızıkçı; “sefilleri oynamak”, çok yoksul, parasız olmak; “isyanları oynamak”, çok öfkelenip başkaldırmak;
“aklını oynatmak”, çıldırmak; “oyuna
getirmek”, dalgaya düşürmek, kafakola almak, kolpoya düşürmek, kötüye
boğmak ve mandepsiye bağlamak ;
“oyuna gelmek”, kolpoya düşmek, tufaya gelmek, vb. diğer kullanımları.
Efsaneler, topluluk içinde törensel olarak terennüm
edilmekten çıkıp sadece okunur hâle gelince oyunla
bağlantısını kaybetmiştir. Hâlbuki tragedya, maceraların edebi bir yeniden üretiminden daha çok kutsal
bir oyundur. Tragedya kelimesinin kökenindeki keçilerin, Dionysos ve satirlerden geldiği kabul görür. Şarap
tanrısı Dionysos, yıldırım dolu şimşekler içinde doğmuş, yağmurlar tarafından yetiştirilmiştir. Üzümleri
olgunlaştıran yakıcı sıcaklık ve asmalara can veren su…
Ölümlü Semele’nin oğlu, babası Zeus’un katında oturamaz, insanlar arasında diyar diyar dolaşır. Gittiği bütün
yerlerde insanlara şarap yapmasını öğretir, insanlar da
onu karşılıksız bırakmaz; adına şölenler, ayinler, geçit
törenleri düzenlenir. Bu eğlencelerin olmazsa olmazı ise
Satyrler; belden üstü insan, belden aşağısı at ya da teke,
erkeklik uzuvları dolgun ve kalkık, doğayı simgeleyen
cinlerdir. Bu gülünç ve müstehcen yaratıklar sonradan
“soytarı” kelimesinde karşımıza çıkar.
Kutsal kitaplarda da oyunun farklı farklı anlamlarına
rastlarız:
“Ve Abner Yaoba dedi: Rica ederim, gençler kalkıp
önümüzde oynasınlar. Ve Yoab: Kalksınlar, dedi. Ve
kalktılar, ve Benyaminle Saulun oğlu İş-boşet için
on iki kişi, ve Davudun kullarından on iki kişi sayı
ile geçtiler. Ve herkes karşısında olanın başından
tuttu, ve kılıcını karşısında olanın böğrüne sapladı;
ve birlikte düştüler; ve Gilbeon’da olan o yere Helkathatsurim denildi.” (İkinci Samuel, 14-16)
“Fakat bu nesli neye benzeteyim? O, çarşı meydanlarında oturan çocuklara benzer, onlar ki, arkadaşlarına: Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız; biz yas
tuttuk, siz dövünmediniz, derler.” (Matta, Bap 11:
16-17)
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?” (En’am:32)
Oyunun, hatta grup hâlindeki oyunun tüm temel faktörleri -eğlence, mücadele, temsil, tahrik, gösteriş, taklit,
kısıtlayıcı kural, gerilim- hayvan âleminde de mevcuttur. Mardin, Trakya güvercinleri eğlenmek için, hava
güzel olduğu için, kur yapmak amacıyla taklalar atar;
saya (kelebek) güvercinleri ise rüzgârla oyun oynar; bir
kedinin önüne top yuvarlayın…
Homo economicus borsada oynar. Kitle ve İktidar’da Canetti, kedinin fareyle oyununu, güç
Ortaçağın sonunda Cenova’da, kişi- ve iktidar arasındaki ayrımı betimlemek için kullanır:
lerin hayat ve ölümleri, bazı kent- “Kedi, gücü, fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerin, müstahkem yerlerin fethi gibi
lerinin arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek
ekonomik olmayan olaylar üzerine
için kullanır. Ama fareyle oynarken bir başka etken daha
oynanan bahisler ticari ilişkilere dö- vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, biraz kaçmasına,
nüşerek vadeli piyasayı doğurmuştur.
hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre boyunca
fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ kedinin ik“Potlach” (Potlaç), Amerika yerlileri
tidar (alan)ının içindedir ve her an tekrar yakalanabiiçin önemli ve gösterişli bir seremo- lir… Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı umut
nidir. Doğum, ölüm, evlilik gibi her
alanları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında onu
önemli olay bir potlaç bahanesi ola- yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye gösterbilir. İki gruptan biri, gösteriş içinde
diği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması;
ve törensel bir havada diğer gruba
bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle izleme ve
çok sayıda armağan verir, amacı di- yok etme niyetine gerçek iktidar gövdesi ya da basit bir
ğer grubun karşısında üstünlüğünü
biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir.”
kanıtlamaktır. Potlaçta üstünlük
yalnızca zenginliklerin cömertçe ba- ODTÜ’lü öğrenciler, “terör örgütlerinin amaçları doğğışlanmasıyla değil, aynı zamanda
rultusunda faaliyette bulunmak” suçlamasıyla mahkemaddi olanı değersizleştirme yoluyla
meye sevk edildiler. 2010 yılında polis barikatı önünde
da iddia edilir. Kanada ve ABD’de 19. oynadıkları uzuneşek ve birdirbir “örgüt suçuna delil”
yy’ın sonlarında “medeni” değerlerle
olarak gösterildi.
çeliştiği, israfa yol açtığı gerekçeleriyle yasaklanmıştır.
Ali Nesin Matematik ve Oyun, Bekir Onur Oyuncaklı
Dünya - Oyuncağın Toplumsal Tarihi, benim de henüz
Oyun en çok çocuklara, sokaklara ya- okumadıklarım; okuyup önerdiklerim ise Sunay Akın
raşır. Carlos Marcos der ki: “Kapitalist
Kırdığımız Oyuncaklar, Bernard Suits Çekirge Oyun, Yaiçin çalışma zorunluluğu, çocukların
şam ve Ütopya, Johan Huizinga Homo Ludens Oyunun
oyun zamanlarına el koymakla kal- Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme.
maz; ev içinde, geleneksel sınırlar
dâhilinde, ailenin kendisi için özgür- Bir köyün kadınları kendi hayat öykülerini oyunlaştırır
ce harcayacağı emeğe de el koyar.”
ve bir kadın da bu süreci filme alırsa ortaya en keyifli
seyirlik çıkar: Oyun (Pelin Esmer)
Oyun Kent, İtalya’nın Toscana bölgesindedir. Ziyaretçiler, Toscana yollarında birkaç yerde duran, hepsi aynı
boy ve renkte, hepsi ikişer çift küçük
SONSÖZ:
beyaz yaz ayakkabısı giyen on iki
eşek tarafından çekilen arabayı yaka- Çekirge: Bir oyunu kurallarından
layarak buraya erişebilir; ulaşım be- birini çiğneyerek kazanmak
davadır. Burada sadece çocuklar yaolanaksızdır.
şar; her tarafta afacan sürüleri vardır, kimicicoz oynar, kimi saklambaç. Her
duvara “Yaşasın oyuncaklar, kahrolsun okul” yazılmıştır. Pinokyo, Oyun
Kent’e hoplaya hoplaya vardığında,
burada yaşayan çocukların beş ay
sonra eşeğe dönüşeceğinden bihaberdir. (İşte böyle: Önce ders sonra oyun
diye diye ömrümüzü çürüttüler!)
5
mahalle baskısı
LEVENT GÖNÜL
[email protected]
2K 1L
6
Sevgili dostum Erdal Ateş’e...
Bundan 24 sene önce olmuş bir olayın yazıya dökülmesinin hikâyesi de başka bir hikâye olabilirdi ama zamanımız ve dostumuzdan gelen sıcak, zarif rica bu yönde
devam etmesine izin verecek gibi görünmüyor. Bırakalım onun hikâyesi de başka bir zamanda ve yerde anlatılsın ve yazılsın; ya da kaybolsun, bizim hikâyelerimizin
de kaybolacağı gibi bir gün.
Güneşli bir öğleden sonrası. Deniz, yeşilmavisarı bir
renk ve su, güneşin ışınlarının dipteki kumun parıltısını
göstermesine izin verecek kadar berrak. Kumların sarısı
pek de etkilenmemiş gibi suyun bu renginden, tıpkı bir
süre sonra etkilenmeyeceği gibi tam da durduğum yerde olacak olaydan. Olağanüstü, ehlileştirilmemiş bir güzellik var etrafımda. Bilmiyorum size de olur mu, ama
güzellik bende hayranlığın yanı sıra bir dehşet duygusuna da neden olur. Gözlerim donuyor gibi hissederim.
Kıyıdan 10-15 m kadar uzakta dizlerime kadar suyun
içindeyim. İlerlemiyorum, ilerlesem de suyun seviyesi
dizlerimi geçecek gibi görünmüyor, ondan belki. Yüzüm
kıyıya dönük. Öylece dikiliyorum. Sessiz bir yaz sonu
havası var. Kimseler yok ortada. Belki de vardı ama belleğim izin vermiyor şu anda, o günün, o saatinin kayıtlarına ulaşmaya. Belki de gereksiz bularak habersizce
silmiş kimi detayları. Benim yüzüm ise zaten yok bu
anılar arasında. Tuhaf değil mi, insanın kendi yüzünün
anılarının arasında olmaması ve yüzümüzün her zaman
başkalarının anılarında var olacak olması. Bizi gören
son göz yok olduğunda biz de yok olacakmışız gibi gelmiyor mu, size de. Neyse… Sadece gözlerin belleğe yerleştirdiği bazı yarım yamalak görüntüler kalmış o sıra
dışı günden. Kim bilir belki de bazı detayları sonradan
eklemiştir zihnim, tıpkı bazılarını sildiği gibi sormadan.
Ben yine de bu hikâyeye ait olanları seçerek anlatmaya çalışacağım size. Söylediğim gibi, suyun içindeyim.
Denizin hafif dalgaları vuruyor bacaklarıma. Bedenim
ürperiyor esintinin getirdiği küçük damlaların dokunmasıyla. Kıyıda, suyun kumla birleştiği çizginin yirmi
metre kadar ilerisinde bir dizi küçük kum tepeciği ve
üstünde de çalılar var. Hava her zamanki gibi esintili
ve çalılar sert hareketlerle sallanıyor kumların üstünde.
Bazıları köklerini kaybetmiş ve bir sallanma, yuvarlanma hareketi içindeler. Her şey ben orada yokmuşum
gibi oluyor. Kum üstünde bir koşuşturmacanın ya da bir
kavganın sesleri geliyor tepeden. Çok önemsemiyorum.
Belki rüzgâr bir şeyleri sürüklüyor, onun patırtısıdır diyorum ama bir türlü durulmuyor orada her ne oluyorsa.
Öğle sonrası sessizliği içinde patırtılar giderek daha da
belirginleşiyor. Kulak kabartıp dinliyorum ve bir yandan da görmeye çalışıyorum ne olduğunu tepenin arkasında. Bir ara bir köpek görür gibi oluyorum. Herhâlde
birkaç köpek kumların arasında bir şeyler buldu ve
hırlaşıyorlar diyorum. Sonra tepenin üstünden benim
olduğum tarafa, denize doğru tuhaf hareketlerle koşan
sarı bir köpek ortaya çıkıyor. Ayaklarının altındaki kum
havaya savruluyor koşarken. Hızla benim suyun içinde durduğum yere doğru geliyor. Hem de o kadar hızlı
geliyor ki içimi bir korku ve ürperti kaplıyor. Olduğum
yere ulaşması saniyeler alacak gibi. Bana doğru koştuğundan neredeyse emin olmak üzereyken son anda
köpeğin önünde koşan kocaman yeşil bir kertenkele
olduğunu fark ediyorum. Kertenkelenin boyu kırk, elli
santim kadar var. Köpek öfkeli bir şekilde kertenkelenin
peşinde. Endişelerim boşuna. Ben var bile değilim onun
için. Kertenkelelerin ne kadar hızlı, şaşırtıcı ve keskin
hareketlerle koştuğunu bilirsiniz. Tam karşımda garip
bir olaylar dizgesi gerçekleşiyor. Önde, kumun üstünde
zikzaklar çizerek çılgın gibi koşan kocaman yeşil kertenkele, arkasında kudurmuş gibi koşan iri sarı köpek,
son sürat denize, benim olduğum yere doğru geliyorlar.
Üçümüz üç nokta gibiyiz düz bir çizgi üstünde. Sadece
enimiz ve boyumuz var gibi. İkisi de o kadar hızlılar ki
bir anda denizle karanın kesişme noktasına varıyorlar.
Aramızda on metre ya var ya yok. Kertenkelenin önünde su, arkasında köpek var. O bir saniyenin heyecanı ve
merakı akıl dışı. Köpek kertenkeleye, kertenkele kaçıp
canını kurtarmaya, ben de ikisinin arasındaki hareket
zincirine kilitlenmiş durumdayım. Hareket durmuyor.
Kertenkele hızını kesmiyor, kesemiyor belki, önündekinin deniz olduğunu, su olduğunu fark etmiyor. Ya da
fark ediyor ama çaresizlik ve yaşama arzusu, onu nedenini asla bilemeyeceğimiz bu tuhaf seçime itiyor. Hızını
kesmeden suyun içine dalıyor ve suyun dibindeki kumların üstünde tuhaf koşusunu sürdürerek bana doğru
geliyor. Giderek hızı azalıyor, azalıyor. Bu azalışı anlatacak söz yok. Hayvan ayaklarıma otuz santimetre kala
iyice ağırlaşıyor, son bir iki küçük hareket ve olduğu
yerde donup kalıyor. Hızını tükettiğinde yaşamı da bitiyor. Zaman donuyor. Suyun içinde, ayaklarımın dibinde,
gözleri açık, kocaman, yemyeşil bir kertenkele. Bakışı
yok. Ne ölü ne diri. Sanırım ben de en az onun kadar
donmuş ve hareketsizim. Hiçbir sözcüğün dolduramayacağı bir an bu. Kimseye ait olmaması gereken bu olağanüstü ânın sessiz tanığıyım; o iki canlıya ait olması
ve orada kalması gereken bu anı bana ait oluyor böylece.
Bu ânın taşıyıcısı ve anlatıcısı oluyorum ya da bir çeşit
emanetçisi o zamandan sonra. Neyse… Devam edeyim.
Köpek kıyıda, suyu fark eder etmez duruyor. Girmiyor
suya, sadece bakışlarıyla takip ediyor kertenkeleyi. O
da şaşkın olan biten karşısında. Anlayamıyor. Öfkesini kaybetmiş, kımıldamadan duruyor. Kertenkelenin
suyun içindeki hareketlerinin ve yaşamının ağır ağır
kayboluşu -ne benim ne de köpeğin- zihnimizden kay-
bolmuyor, içimize tanımsız bir ağırlık
bırakarak çakıyor âdeta ikimizi de
olduğumuz yere. Kımıldayamıyoruz.
Azalış korkunç. Hepimiz kımıltısızız o
anda. Düz bir çizgi üstünde üç nokta,
üç varlık. İki boyutlu bir dünyada...
Ne canlı ne de ölü! Kertenkele suyun
içinde, ayaklarımın dibinde, ben suyun üstünde, köpekse kıyıda.
Bu olayı çok az kişiye anlattım. Belki
de gizliden korktum anlatmaktan; ya
her anlattığımda bir şey ekliyor veya
bir şey çıkarıyorsam ya da değiştiriyorsam olayların örgüsünü diye.
Anlattığım herkes de bir şekilde bu
hikâyenin bir parçası, geçmişin bu
tuhaf çizgisinin üstünde dördüncü,
beşinci, altıncı noktalar oldu; zamanın o kesitinde yerini aldı. Çizginin
neresinde durduklarını göremiyorum
onların. Kendim için ne diyebilirim
bilmiyorum. Ne kadar derinden görmeye, anlatmaya çalışsam da bir şeyler eksik kalıyor.
Bu hikâyeyi her anlattığımda zamanda bir yırtılma oluyor sanki, bir yanım oraya gidiyor, orada, yıllar öncesinde, suyun içinde dikiliyor ve yine,
aynı inanmaz gözlerle bakıyor, seçim
yapmanın ve katlanmanın o korkunç
ve büyüleyici sahnesine.
Bir nedeni daha var, tekrar tekrar gitme arzumun aynı yere.
Ne bu hikâyede ne benim zihnimde
ne de bu olayı anlattığım insanların
hiçbirinin zihninde yüzümün yaşadığı dehşet yok, onu bulamıyorum.
Umutsuzca o köpeği görmeye gidiyorum.
Köpeğin gözbebeklerine takılı kalmış
bir görüntüyü,
olanları donmuş bir hâlde seyreden
yüzümün son görüntüsünü,
artık değişmeyecek ve
bir gün bana gerçek hikâyemi
anlatacak ve anlattıracak olan.
7
ERDAL ATEŞ
[email protected]
BAŞKA
Değerli Dostum Levent Gönül’e...
1.
O bahar ayında yine hastalandım. Nefes alıp verirken
göğsüm ağrıyordu. Bir de uykusuz günlerim başlamıştı.
Geceleri uyuyamıyordum hiç. Uykusuz ve huzursuz bir
adam olmuştum. Bütün gün ıhlamur, adaçayı ya da berbat kokulu kediotu çayı içiyordum. Annem benim için
endişeliydi.
Korkuyorum. Öleceğim. Yapacağım çok şey var. Var mı?
Ölüm korkusu, yapacağım işler doğuruyor. Yaşamayı seviyorum. Göğüs ağrıları, uykusuzluk geçer bir gün. Hem
geceleri sabaha dek yazabilirim. Uykusuzluğumu. Düşsüzlüğümü.
mahalle baskısı
2.
O sabah L.’yi ziyaret ettim. Ne kadar da sağlıklı görünüyordu. Hâlbuki ne kadar çok sigara içiyor. Sanki son hızla
kendini zehirlemek istiyor. Kalbi bungun bir adam L. Laf
dönüp dolaşıp şiire geliyor. Bazen bana eski şiirlerinden
okuyor. Yakıcı şiirler. L.’ye gizli şair, diyorum. Yıllar önce
tüm şiirlerini yok etmiş. Uzak yolculuklara çıkmış. Bazen
uzun uzun dalar, ilginç şeyler anlatır bana. Masal gibidir
anlattıkları. O gün de yıllar önce yaşadığı bir olayı anlattı.
Yüzü ciddileşti. Gerildi. Bir sigara yaktı. Dumanını tavana
üfledi ağır ağır. Telefonu çaldı. Açtı. “Toplantıdayım. Telefon bağlamayınız” dedi sekreterine. Gözlerini kıstı. Daldı
dipsiz suların bilinmezliğine. Ürkütür beni böylesi dalışlar. Ama bir bataklık gibi beni kendine de çeker.
“Yıllar evvel,” diye başladı L. “Güneşli bir öğleden sonrası.
Deniz, yeşilmavisarı bir renk ve su, güneşin ışınlarının
dipteki kumun parıltısını göstermesine izin verecek kadar berrak.”
Tatsız tutsuz çayımdan arada bir yudum alıyordum. L.,
sigarasının dumanını ciğerlerine ağdırıyordu. İmreniyordum. Sigara içtiğim anlar geliyordu gözümün önüne.
Oysa ne çok istiyordum sigara ile kendimi zehirlemeyi.
Sigara üstüne sigara içmek, gri bulutların ortasında yitip
gitmek.
8
3.
Göz kamaştırıcı doğa güzelliği. L., kıyıdan denize doğru
gidiyor. Çam ağaçlarının keskin kokusu baş döndürücü.
Güneş tam tepede. Yakıcı. L. yavaş yavaş ilerliyor. Sanki
erimsiz bir yolculuğa çıkartıyor ayakları onu. Bir ses onu
çağırıyor. Bir ses kovalıyor. Denizde kimse yok. Su pırıl
pırıl. Böyle güzel bir günde kimseciklerin olmamasını garipsiyor L. Oysa sahil kalabalık. Öğlen yemekleri yenmiş.
İnsanlar, güneş yağlarını tenlerine sürmüş. Güneşin sıcak
soluğuna bırakmışlar kendilerini. Genç bir çift öpüşüyor.
“Burası bir cennet” diyor sarışın mavi gözlü kadın. Bir an
suda yürüyen L.’ye bakıyor ve mırıldanıyor, “Stockholm
ise bir cehennem.”
L. ilerliyor. Küçük birkaç balık onu izliyor uzaktan. Saatlerden beri yürüyor suyun içinde ama su seviyesi dizlerini aşmıyor. Kıyıdan kimileri L.’ye bakıyor. Sessizce. Ve
kendilerini L.’nin yerine koyuyorlar. L. sırları dökülen
bir ayna. Taşımak istemiyor kuzguni ağırlığını. Önce bir
cama, sonra bir kum zerreciğine dönüşmeyi düşlüyor.
4.
Tatlı bir esinti. Küçük dalgalar. L.’nin bacakları üşüyor.
Denizi, harman sonrası yakılmış bir ekin tarlasına dönüştürüyor imgeleminde. Sapların çıtırtısı dalga dalga
yayılıyor. Hâlâ üşüyor. Titreyerek ilerliyor. İlerliyor. Ama
derinliklere varamıyor bir türlü. Suların kendisini yutacağı noktaya yaklaşamıyor. Deniz, L.’nin yürüdüğü boşlukları balık pulları ile dolduruyor. Bunu bilmiyor L. Bilemez
de. Ama bir tuhaflık olduğunu hissediyor. Suyun içinde
olduğunu biliyor. Suyun da kendi içinde olduğunu…
5.
Sessizlik. L. duruyor. Öylece kalakalıyor. Bir korkuluk gibi.
Kıyıdan gelen uğultu, üşüyen bedenini donduruyor. Sessizlik parçalanıyor. Yüksek tepeye bakıyor. Hiçbir şey göremiyor. Bir köpek silueti beliriyor suyun içinde. Hemen
kayboluyor. Bir köpek havlaması havada yankılanıyor.
L. dönüyor olduğu yerde. Kıyıda kendisine bakan gözler.
Gözlerle göz göze. Ama hiçbir şey görmüyor. Sarı bir köpek suya doğru koşuyor. Havada kızgın kum tanecikleri
uçuşuyor. Güneş daha da kızdırıyor. L. ilk kez bir şey görüyor. Köpeği. Kendisine gelişini izliyor. Ağzını açamıyor.
“Git, gelme!” diyemiyor köpeğe. Acıyor ona.
6.
Köpek soluk soluğa. Sarı tüyleri yapış yapış. Çok pis kokuyor. Suyun içinde. L. bir yontu gibi bakıyor köpeğe. O
an yeşil bir ip görüyor. İp değil yılan. Yılan değil. Bir kertenkele. Elli santim boyunda dev bir kertenkele. Anılarına dalıyor. Çocukken yakaladığı kertenkeleler geliyor
aklına. Onları kör jiletlerle kesip biçerdi. Bu gelen yeşil
dev kertenkele, camdan anılarını bir taş gibi darmadağın
ediyor. Şimdiye dönüyor. Köpek kızgın. Ölüme atmış kendini. Kertenkele bin yaşında. Yorgun. Hasta. Bin yıl daha
yaşamak istiyor, yüksek tepenin başındaki esmer büyük
kayanın altında. Kertenkele canhıraş çığlıklarla ilerliyor.
Hayatında ilk kez tüm bedeni suyun içinde deviniyor. Su
yakıyor onu. Kavuruyor. Nefesini tutuyor. Köpek çılgın
gibi. Kertenkelenin peşinde. Kertenkele L.’ye doğru gidiyor. Erimi L. Kurtuluşu L.’nin bedenine bağlı. Ona yaklaştığında onun donmuş bacaklarına tutunacak ve yukarı
doğru tırmanacak. Yanan bedenini sağaltacak L.’nin buzdan teni. Kertenkele göğe bakıp nefeslenecek. Ciğerlerine
temiz havayı dolduracak. Kendine gelecek. Bin yıl. Bin yıl
daha yaşayacak bu görkemli yerde. Bir daha asla yerin
bin metre altındaki yuvasından dışarı çıkmayacak hiç.
Gün ışığını merak etmeyecek. Söz vermişti kendisine. Bininci yaşında bir saatliğine dışarı çıkacaktı. Yalnızca bir
saat. Bin yıl sonra ilk kez gün ışığını, doğanın kokusunu, sesini içine dolduracak sonra yine sessiz ve karanlık
dünyasına dönecekti. Bin yıl sonra, iki bininci yaşında bir
saatliğine dışarı çıkacaktı belki yine. Ama yaşlı balıkçının
sarı köpeği, zeytin ağacının altındaki yeşil kertenkelenin
kokusunu aldı. Onu gördü. Kertenkele denizdeki L.’ye bakıyordu. Son beş dakikası kalmıştı. Köpek hırladı. Sonra
fırladı kertenkeleye doğru. Dünden beri açtı. Büyük bir
ziyafetti kertenkele.
On.
Dokuz.
Sekiz.
Yedi.
Altı.
Beş.
Dört.
Üç.
İki…
7.
Hızı azalan kertenkele L.’nin ayaklarına otuz santim kala ağırlaştı ve birkaç
saniye sonra öylece kalakaldı. Gözleri
açıktı. L. şaşkınlık içindeydi. Gözleri
kertenkelenin gözlerindeydi. Göz gözeydiler. Eriminin bu gözler olduğunu
anladı. Ama gözler fersizleşince erimi
de yitti.
Köpek kıyıda bekliyor. Suya girmemiş miydi? Islanmamış mıydı? L. ölü
kertenkeleye dokunuyor. İçi ürperiyor.
Kertenkele hissediyor L.’nin dokunuşunu belki de. Bin yıllık belleği L.’nin
belleğine akıyor.
8.
Akşamüstü.
L. tahta iskelede oturuyor.
Yüzü yemyeşil.
Bakışları yemyeşil.
Sessizce ağlıyor.
Ve kendi kendine mırıldanıyor:
Bir saat.
Beş dakika.
Bin yıl.
İki bin yıl.
Otuz santim.
Otuz…
9.
Annem öldü. Güzün başında toprağa
verdik onu. Çok ağladım. Ben hâlâ
uyuyamıyorum. Sanırım bir daha
uyuyamayacağım da. Alıştım bu duruma.
Geçen gün L.’ye “Bana anlattığın o
olayı yazsana” dedim. “Çok güzel bir
anlatı olur.”
“Hangi olayı?” dedi.
“Şu yeşil kertenkele…”
Zoraki güldü.
“Bırakalım o hikâye başka bir zamanda ve yerde anlatılsın ve yazılsın ya
da kaybolsun, bizim hikâyelerimizin
de kaybolacağı gibi bir gün.”
Not: Bu öykü Levent Gönül’ün “2K 1L” adlı öyküsünden yola çıkılarak yazılmıştır. Koyu italikler,
adı geçen öyküden alınmıştır. E.A.
9
MARMA RİYYA
[email protected]
OYUN;
KÜÇÜK KIZ, HAYAT’IN ÖZÜ...
Yedi cihanın en yaşlı ve bilge kız çocuğu Oyun Kadın,
yeni açmış masum hanımelinin “em beni” diye fısıldayan karşı konulmaz kokusuyla, uyandı o sabah. Uzaklardan incikli boncuklu yatağına doğru esen pamuk helva kıvamında bir meltem küçük bir köpek yavrusunun ısrarcı sabırsızlığıyla yaladı Oyun’un yüzünü
ve kalkıp işe koyulmasını sipariş etti. Oyun iyi bilirdi,
rüzgârların onu böyle uyandırdığı günler, eski dostların
kalben uyanışlarına delaletti. Demek yine eski bir dost
ziyaretini beklerlerdi. Demek bu gün de özel bir gündü...
Bu şekerli hissiyatın tadını çıkarmak adına söyle bir
gerindi yattığı yerde. Kendine gelir gelmez de, geleneği bozmayarak ona hep en samimi günaydınları sunan,
en aşina ve en sevgi dolu o yüzün sahibine; komik sesler
çıkarmakta ve göbeğini gıdıklamakta olan Hayat annesine içten kahkahalarını hediye etti cevaben.
Neşeyle doğruldu. Gece onu çağırıp ağırlamış olan, sonra da birbirlerine yaptıkları numaralardan yorgun düşüp bayıla kalan maymunların muzır hülyalarını bozmamak için flört sever bir ışık hâline bürünüp, kendini
sonsuz bir güvenle rüzgâra teslim etmiş raks eden yaprakların arasından toprakta sekerek yola koyuldu. Yolda, önce meraklı kaplan yavruları gözlerini diktiler
Oyun’a. Koca yavrular hoplaya zıplaya ardına takıla dursun, Oyun kâh kelebeklere, kâh kurbağalara, kâh kuşlara el verdi ve böylece karşısına çıkan hiçbir yavruyu
zevkten mahrum bırakmayarak yoluna devam etti.
Az gitti, uz gitti, derelerde balık sürüleri olup ayıları, tepelerde koyun sürüleri olup çoban köpeklerini eğledi. mahalle baskısı
Köyde mola vermek için durduğunda “bezirgân başı”
diye seslendiler çocuklar. Kapıları açtı, çocukların arkalarındakileri yadigâr eyledi. 10
Seyislere atları araziye salıverdirtti. Sinek oldu atlara
kondu. Onları divaneye çevirip dörtnal koşturdu. Aralarına muzipçe kıskançlık serpiştirip birbirleriyle yarışa
tuttu, sonra da onları güneşte çamurlarla güreşe tutturdu. Dağları aşıp, onu çağıran o ırak ülkedeki küçük evin
koridorunu bulana dek, güneşle beraber kalkıp, herkes
uyanana kadar evin bütün işlerini bitiriveren bir Anadolu kadınının tutturduğu müstehcen türkülerin inişliçıkışlı, duygudan duyguya geçişli nağmelerini kendine
yol haritası belledi.
İşte o evin koridoruna varıp, duvarın dibine çökmüş ihtiyarın kambur omzuna indiği anda, ihtiyarin boynundaki yazmada bir oya olarak buldu uykusunda kokusunu
duyduğu o tatlı hanımelini ve o anda hatırladı dostunu.
Evet, bu kokuyu uzun zaman önce aynı adamla beraber
duymuştu.
55 yıl kadar önce hâlâ unutamadığı
güzellikte bir meydan düğününde
olmuştu bu. Hanımeli ağaçları bütün
kasabanın neşesini taşıyor, rüzgârın
da etkisiyle dönerek, sema ayinlerindeki dervişler misali kendilerinden
geçmiş bir hâlde, sahip oldukları her
şeyi, son damlasına kadar tüm ballarını cömertçe salarak aşka geliyor,
düğünün tatlı telaşına şevk katıyorlardı.
Önce kız giydirmeler bitmiş, kızı
davet etme ve düğün hazırlıkları Oyun’un da iştirakiyle sorunsuz
geçmiş, köyün yası alınmış, gereken
baş sağlıkları dilenip bazı gönüller
alınmış, hediyeler ve kınalı şekerler
dağıtılmış, bütün köy düğüne davet
edilmişti.
Birinci gün damadın evinde başlayan
düğün sabahı, Oyun köylülerin içine
bir heyecan olup girmiş, onları güneş
doğarken uyandırmış ve damadın
evine düğün bitene kadar indirilmemek üzere bir bayrak astırmıştı. Bir
diğer bayrağı da bayraktarın eline tutuşturtup oyun havaları çalan davul
zurnayla kız evine gidenlerin önüne
takmıştı. Davulcu ve zurnacı, sabah
düğün kâhyasının davetiyle oturdukları kahvaltı sofrasında karınlarını
doyurup bir de bol bahşişle kalkınca
keyfetmişler, var güçleriyle nefesleri
ve kuvvetlerini zorlayıp ve halaylar,
ağırlamalar, üçayaklar, semahlar,
madımaklarla herkesi coşturmuşlardı.
Oyun, oğlan evinden kız evine salıkçı olarak düğünün başladığını haber
etmek ve özel istekleri iletmek üzere
gönderilmiş gencin tüm çabalarına
rağmen, ona kaptırmaması tembih
edilerek verilen yiyecek dolu heybeyi
mahsus kaptırtmış ve gencin cezalandırılmasını sağlamıştı. Çünkü ceza
olarak evdeki herkesi sırtına bindirip
gezdirmesi uygun görülen gencin
hâlleri, yıllar boyu yâd edilip aynı
taze kahkahaları attıracak ve bu kahkahalar atıldıkça oyunun ab-ı hayatı
çoğalacak, hızlanacak, Oyun’un canına can katacaktı.
11
MARMA RİYYA
[email protected]
Kız evindekiler neşesinden hızını alamamış, salıkçıya
bir de ortalığı temizletip gülüşürken, oğlan evinde koyunlar kesilmiş, etli bulgur pilavları büyük bir dikkatle
en usta kadınların efsunlarıyla pişmişti. Sonra haber
salınmış, yemekler yenmiş, içki sofraları kurulmuş, biralar, rakılar tokuşturulmuş, akşama kadar halaylar çekilmişti. Damat o geceyi âdet gereği sağdıcının yanında
geçirmiş, ertesi akşam kavuşacağı sevdiğinin hayaliyle,
yorgun, sabırsız, yarım yamalak bir uyku çekmişti.
Ertesi gün düğün alayı kızın evine gittiğinde, Oyun bir
elini bir gence, diğerini öbürüne vermiş, uzanıp halat
oluvermiş, alayın önünü kesmişti. Ayakbastı parası için
yapılan atışmalar neşe içinde geçmiş, sözcü gencin türlü şaklabanlıkları, kız tarafının ev kapısını kilitlemesine
mani olamamıştı. E, bunda da Oyun’un payı yok değildi
yine. Kâhyanın gönlünün uzun uğraşlar ve bolca gülüşmeler sonucu 10 şişe rakıya razı edilmesi, kapıyı kilitleyen gençlerin kâhyadan haklarını istemeleri, kız evinin
önünde susmaları için davul ve zurnacıya verilen bahşiş
ve nihayet bayraktara bayrağı kız evinin çatısına asması için verilen hediye fasılları da bitmişti. Oyun, namus
bayrağını kimseye kaptırtmamıştı o gün, böylece kaçmasız-kovalamasız, kavgasız-gürültüsüz bayraktarın işi
de kolayca görülmüştü.
mahalle baskısı
Düğüncüler akşama kadar eğlenip halay çekmişler, akşamki kapış kınasında Oyun genç kızların manilerine
girmiş, gelinin başındaki renkli pullu örtüyü parlatmış,
geniş tabaktaki kınanın üzerindeki mumları yakmış
ve dans etmeye doyamamıştı bu kızlarla. Bizim heyecanlı gelin kına yakılması için hemen avucunu açınca
bir kahkaha patlamış, kızın avucu kız kardeşleri tarafından alelacele kapatılıp oğlan tarafından altın gelene
kadar da açtırılmamıştı. Kınadan sonra gelinle üç kez
halay çekilmiş, artan kına gelen misafirlere dağıtılmıştı. Bekâr kızlar ve oğlanlar kapış kınasını “kapıştıktan”
ve bahtlarının açılması için dua ettikten sonra oğlan
evinden kuruyemişler gelmiş, bolluk ve bereket içinde,
manilerle, şakalarla, Oyun’un hatırlara getirdiği tüm eğlencelerle geç saatlere kadar hoşça vakit geçirmişlerdi.
12
Köylüler, imece usulü ağırladıkları misafirlerini de yanlarına katarak evlerinin yolunu tuttuklarında davulcu
ve zurnacı düğündeki herkesin içine işleyen ağıtlara
ve gelin çıkartma nağmelerine meyletmişlerdi. Gelin,
kardeşi yardımıyla bindiği ve sağdıcın dizginlerinden
çekerek götürdüğü kızıl ahreç donlu atın üstünde düğün alayının önünde oğlan evine götürülürken beyaz
bir gülün üzerinden süzülen çiğ tanesini andıran yaşlar
dökmüştü. Oğlan evine varılıp bayraktarın kız
evinden dönüşte söküp geri getirdiği
bayrağı oradaki bayrağın yanına takmasını fırsat bilen davul zurna yine
coşmuş, gözlerden yaşlar silinmiş,
yine halaylar çekilmişti. İlerleyen saatlerde sevdiğine kavuşmak için artık sabredemeyecek hâle
gelen damat, bahçesinde hanımeli çiçeklerinin hâlâ coşmakta olduğu gerdek evinin kapısından girerken, Oyun,
ardı ardına düşen akran yumruklarına eşlik ederek damadın sırtına ve
omuzlarına yağmıştı.
Bunca yıl sonra konduğu aynı omuz
olsa da, artık ne damat bir delikanlı
ne de omuzları öyle dikti. Eski dostuna dünyaya ilk geldiği günden evlendiği güne kadar eşlik etmiş olan Oyun,
anlamıştı. Başka dostlarına olan aynı
şey bu ihtiyarın da başına gelmişti.
Düğün gecesi bir delikanlıyken dünya evinin kapısını kapatmasıyla beraber başlayan sevdiğini koruyup kollama güdüsü, hayat mücadelesi ve
geçim kaygısı ona çok sevdiği Oyun’u
unutturmuştu.
Oyun, ondan vazgeçen diğer dostları gibi bu delikanlıyı da bir daha hiç
göremeyeceğini düşünürdü ama işte
şimdi yine onun omzundaydı. Oyun
sevinçten deliye dönmüş, ihtiyar
yine bir kuş kadar hafif ve bir delikanlı yiğitliğindeydi. Gözleri, kucağında oturan kız çocuğunun kumral,
bukleli saçları ardından parıldayan
bir çift ela göze kilitlenmişler, aşkı,
şakayı, Oyun’u yeniden kendine çağırır bir ışıltıyla süslenmişlerdi. İhtiyarın yüreği, bir balkan halayı altında
heybetle tozutan toprak gibi yükseliyordu. İhtiyar delikanlı, bunca yıl
sonra yine Oyun’un büyüsüne kendini bırakmaya hazırdı. Oyun, sabah içine çektiği hanımeli
meltemlerinden üfleyiverdi ihtiyarın
omzundaki yazmaya. İhtiyarın burnunun direkleri sızladı. Yazma, kendini ihtiyarın kucağında oturmakta
olan küçük kızın üzerinde buldu.
Ufaklık tamamıyla altında kaldığı
yazmadan kurtulmaya çalışırken,
renkli bir solucan gibi kıpraşıyordu.
Ruhu gıdıklanan ihtiyar öyle bir koyuverdi ki kendini, kahkahaları tüm
evi sardı. O güldükçe ufaklık gülüyor,
zaman duruyor ve haz büyüyordu.
Küçük kız, zaten tanıdığı Oyun’un
geldiğini hissetmiş ve iyice tatlanmıştı. Yazmanın altından kendini
kurtarıp yazmayı ihtiyarın kafasına
geçirdi. Bu sefer ihtiyar adam cebelleşir gibi yaptı yazmayla. Sonra da
bir anda yüzünden alıp “Ceee!” diye
haykırdı küçük kıza.
Ufaklık, bir saniye içinde hem şaşırdı, hem korktu, hem güldü. Sonra bu
hislere doyamayıp iştahlı bir neşe
içinde ihtiyarın kafasını birkaç kez
daha örttü. Her seferinde biraz bekleyen ihtiyar umulmadık bir anda
“Ceee!”yi basmış ve küçük kızı daha da
çok güldürmüştü.
İhtiyar, hayatın sırrını işte bu kahkahalarda çözmüştü. Neden hayata geldiğini, neden burada olduğunu, ne işe
yaradığını anlamış, içten içe dünyaya
dair sorduğu tüm soruların cevabını
almıştı. Her şey bu an içindi. Bu an,
her şeye değerdi. Geçtiği tüm yollar
buraya varmak içindi. Kaygısız, yargısız, tertemiz oynarken özüne dönmüş
ve kendi canına kavuşmuştu.
Artık hasret bitmiş, ihtiyar uzun zaman sonra Oyun’u kalbine geri almıştı. O da şimdi kendini gösterebilirdi
eski dostuna. İhtiyar, küçük kızın
yine başına dolamış olduğu yazmanın içinde gözlerini açınca Oyun
Kadın’ı gördü. Portakal kabuğundan
elbisesini, boncuktan ellerini, mercandan ayaklarını gördü. Gözlerinde
ışıldayan yunusları gördü. Atlayıverdi
o yunusların sırtına ve enginleri dolaşmaya çıktı.
Küçük kız bekledi, bekledi, sonunda dayanamayıp indiriverdi yazmayı.
“Dede? Dedeeee? De-deee..”
Çok komikti. Dedesi yüzünde kocaman bir gülümsemeyle uyuyakalmıştı. Üstelik gözleri de açıktı. Kahkahaları bir süre daha devam etti.
Küçük kız dedesini bir daha göremeyeceğini henüz bilmiyordu, ama onunla oynarken ruhunu teslim eden
dedesinin içi çok rahattı. Çünkü torununu en yakın
dostuna emanet etmişti. Enginlerde bir yerde, Oyun’a
ne olursa olsun, kendisini torununa unutturmamasını
ve hiç bırakmamasını tembihlemişti. Oyun için bundan
daha güzel bir rica olabilir miydi? Hem eski dostuna kavuşmuş hem yeni bir eğlenceye davet edilmişti. İhtiyarın ardında bıraktığı küçük kıza ne dedesinin ölümü, ne büyümek, ne hayatın zorluğu, ne aşk acısı, ne de
başına gelecek olan türlü ağır hadiseler dokunabilecekti.
Küçük kız büyüyecek, Oyun’la sarmaş dolaş yaşayacak,
onunla tavlaya, damaya, satranca, tiyatroya, sinemaya
gidecek, beraber yarışmalara girecek, kâh kazanacak,
kâh kaybedecek ama hep eğlenecek, spor yapacak, dans
edecek, şaşırtıcı hünerler keşfedecekti.
Oyun ona dertlerini açacak, onu davet edip cazibesini
kumar için, desise için, kullanan insanlardan, entrikanın içine karıştırmaya çalışan kıskançlardan, hile ile ruhunu kirletmek isteyenlerden bahsedecekti. Bazen böyleleriyle beraber karşılaşıp onlara beraber kanacaklardı,
ama onlarla da hep beraber cebelleşeceklerdi.
Bu dünyada ne küçük kızın ne de Oyun’un işi kolay
değildi. Ama Oyun mutluydu, ona ihtiyaç vardı ve onu
çağıranlar oldukça yaşamaya devam edecekti. Kıza ise
dedesi ona ihtiyacı olan her şeyi
vermişti; içinden asla çıkmayacak
bir oyun duygusu. Kız bu duyguyu
sıkıca saracak ve hakkını vererek,
tadını çıkararak yaşayacaktı. Yaşarken, hayatın ne kadar muazzam bir oyun olduğunu
hiç unutmayacaktı. En zor
anlarıyla bile oynaşacaktı.
İşte bu yüzden de onun
için karşılaştığı her şey
tatlı bir oyun kıvamında
olacak, Hayat annesi
her sabah bir yandan
onu gıdıklayıp severken biri hanımeli kokulu meltemleri yüzüne üfleyip, iştahını
kabartacaktı…
13
ÖZLEM ERSAVAŞ
özlemersavaş@gmail.com
mahalle baskısı
14
PERUKA
Masanın en kenarında oturup kendi
halimde içkimi içsem de sessizliğim
masadaki samimiyeti bozuyor, birçoğunu da huzursuz ediyor. Yabancının
kim olduğunu merak edenler, kaçamak bakışlar atıyor. Masadaki tek
tanıdığım, üç yıldır çalıştığım tiyatro
oyununun yardımcı yönetmeni ve
aynı zamanda alt komşum olan Sadu.
Her oyun çıkışında gidilen yemeklere
katılmayacağımı bilerek nezaketen
beni davet etmeyi alışkanlık edinmiş
olan komşumun huzursuzluğu da
gözümden kaçmıyor. Masadakilerin,
her konuda aynı tarafta olduklarını
vurgulayan kelimelerle ‘biz’ duygusunu pekiştirmek hoşlarına gidiyor.
Aslında yıllardır pek çok oyunda birlikte çalıştık ama beni tanımamaları
normal, ilk görüşleri olduğunu düşünüyorlar. Sadu masaya beni tanıtma
ihtiyacı duyarak oyunun perukacısı,
aynı zamanda da komşusu olduğumu söylüyor. Belli belirsiz mimiklerle
yapılan bu geç selamlaşmanın sonrasında ben de en az herkes kadar rahatlıyorum. Birisinin dönüp de bana
soru sorma ihtimalinden tedirginliğim arttıkça, masanın altına girip,
kimseye hissettirmeden sürünerek
uzaklaşmak ve kalabalığa karışmak
istiyorum. En ufak bir muhabbeti
beceremem. Hele şu hâlimle. Eninde sonunda iş kendimi ispatlama
çabasına döner ve ben paniğe kapılıp
yanlış cümleler kurarım endişesiyle
en fazla on dakika daha oturabiliyorum. Kalkmam lazım... Uzun süredir
ben yokmuşum gibi davranmalarına,
kendi aralarında konuşmalarına bozulduğumu sanacaklar. Başkalarının
yanına gitmem gerekiyormuş da geç
kalmışım gibi saatime bakıyorum,
toparlanıyorum, kalkıyorum. Masanın kenarındaki küllüğün altına para
bırakıyorum. Kaba buluyorlar, hatta
bunu gizleme gereği duymadan bakışlarıyla kınıyorlar açıkça. Hızlı hızlı yürüyorum sokağın en kalabalık
yerine doğru. Aklım hala küllüğün
altındaki parada. Hesabı öderken ilk
önce kim uzandı acaba o paraya. Hep
sarhoşken gelir başıma böyle şeyler ve hep sarhoş değilken yaparım
muhasebesini bu zamanların. Yani şimdi muhasebesini
yapmanın zamanı değil. Yarın sabah önce o karşı çaprazımda oturan kızıl saçlı kadının alaycı bakışları gelecek
aklıma. Kendimi anlatmaya boşuna çabaladığımı fark
ettiğim an! Sonra, şu anda silik olan her şey çok gerekliymiş gibi sıra sıra geçecek gözümün önünden. Sıkıntı,
kin, kızgınlık, utanma… En az üç ay daha eve kapanacağım. Zorla kazanabildiğim güvenimi kaybedeli tam kırk
üç dakika oldu. Beceriksiz adam, lanet olası adam, beceremiyorsun doğru dürüst konuşmayı işte! Lanet olsun
senin gibi sarhoşa! Yarın sakın ağlama içip içip yalnızlığına… Ilık ılık bir sıvı mı geziyor yüzümde ne? Burnum
kanıyor. Kendime mi geliyorum ne? Düşmüşüm kalabalığın ortasında. Bayılmış numarası mı yapsam? Kalkarsam eğer insanların bana bakışlarına katlanabilecek miyim? Sabah uyandığımda kızıl saçlının yanında bir de
bu bakışlar belirecek aklımda. Yok, bu kadarı fazla olur.
Bayılmış gibi yapmak en iyisi. Acısınlar diye mi bekliyorum yerde uzanmış? Ne kadar zaman geçti? Belki de
kimse farkında değildir yerde yattığımın. Başımı kaldırsam çevremde toplanmış insanlar mı göreceğim, yoksa
yanımdan geçip giden ayakları mı? Uzaktan bakan birkaç göz görüyorum, yanımdan geçip giden de onlarca
ayak. Yerde olmamla ayakta olmam arasında bir fark
yok çoğunluk için. Aynı hatanın içindeyim; yine fazla
önemsedim kendimi. Ayakaltından çekilmek en iyisi…
Düşe kalka eve doğru giderken içim bulanıyor. Bir umumi tuvalet bulup dalıyorum ve yıkıyorum elimi yüzümü.
Elimi iç cebime atıyorum ve mendilin içine sarıp sıkıca
katladığım kumral peruğumu çıkarıyorum. Özenle takıp düzeltiyorum. Evet, iyiyim, iyi hissediyorum... Oh
be! Eve dönmeden önce biraz daha dolaşabilirim artık
sokaklarda... Siyah saçlı, burnu kanayan ve sinmiş bir
adam olarak girdiğim tuvaletten kumral ve huzurlu çıkıyorum. Kapıda para almak için bekleyen adamın peruğumu fark ettiği belli ama şaşırmıyor, bakmıyor bile...
Adamın kalenderliğine, umursamazlığına ısınıyorum.
Biraz daha orada oyalanıp bir iki cümle laf etmek istiyor içim. O anda aklıma, yarın son aldığım siparişlerin
teslimi için tiyatroya gitmem gerektiği geliyor. Bu gece
hepsi yüzümü gördü, yarın olur da karşılaşırsam selam
verip vermeme arasında gidip gelecekler. Aynı huzursuzlukla üstümde gezinen o rahatsız bakışlar. Tam
unutmaya hazırken, her şey başa dönecek... Sabaha kadar yeni bir peruk yetiştirmem gerek, hemen eve gitmeliyim. Adama fazladan para verip sanki fark etmemişim
gibi hızla çıkıp gidiyorum. Az vermiş olsam da seslenmeyeceğini biliyorum ardımdan, şimdi de seslenmiyor.
Eve gidip, kabanımı çıkarmadan oturuyorum masanın
başına. Teslim edilmeyi bekleyen peruklar, yalnızca
boynundan üstü olan cansız mankenlerin başlarında
tüm masayı kaplıyor. Hiçbirini kaldırmadan kendime
küçük bir çalışma alanı açıyorum. Saat henüz çok geç
değil. Yetiştirebilirim. Saatler hızlandıkça elim de hızlanıyor, bazen titriyor. Kalkıp birkaç küp şeker atıyorum
ağzıma, bir de kahve yapıp tek seferde içiyorum hepsini.
Sabaha üç saat var; beş saat sonra da,
oyuncular kostümlü provaya başlamadan önce teslim etmiş olmalıyım
perukları. Bu da demek oluyor ki dört
buçuk saat sonra evden çıkmam gerekir. Hızlana yavaşlaya üç saat kırk
dakika daha çalışmanın nihayetinde yetiştirebiliyorum. Parmaklarım
şişmiş, ellerim sızlıyor. Önce teslim
edeceğim perukları paketleyip hazırlıyorum. Kalkıp kabanımı çıkarıp
üstümü değiştiriyorum. En renksiz
kıyafetlerimi geçiriyorum üstüme.
Hazırlanıyorum, paketleri alıyorum
ve hesapladığım saatte çıkıyorum
evden. Tam sekiz buçukta tiyatronun
önündeyim.
Akşamki masada birlikte oturduğum üç kişi dışarıda sigara içiyor;
tedirginlikle yanlarından geçiyorum.
Tam içeri girecekken, akşamki kızıl saçlı kadın beliriyor kapıda. Beni
fark etmeden arkadaşlarının yanına
yürüyor. İçeriye girip soldaki ilk kapıdan girip, perukları boş bir masaya
bırakıyorum. Odada henüz kimse yok.
Aralık pencereden dışarıdaki konuşmalarını dinliyorum. Akşam çıkan bir
tartışmadan, içkiyi fazla kaçırmaktan
konuşuyorlar, benden bahsetmiyorlar... Ellerimin zonklaması her geçen
dakika çoğalsa da değdi bütün bu
uğraşıma. Beni tanımadılar... Tanımadılar beni! Bütün gecemi alan bu
gri peruğun altında güvende olacağımı biliyordum… Uzun uzun rahatlıyorum. Paketlerdekilerin teslimini
bitirdikten sonra ağır adımlarla yürümeye başlıyorum sokak boyunca. Bu
renksiz halimle, iyice uykum gelene
kadar dolaşmak istiyor canım sokaklarda. Belki umumi tuvalete uğrayıp
yaşlı adamla bir iki laf ederim. Belki
de bu sefer az para bırakıp giderken
arkamdan seslenmesini beklerim...
15
T
A
A
D
AL
.
E
N
i
S
RCE
mahalle baskısı
İLKAY YILDIZ
ilkayyıldı[email protected]
DE
16
Saat 18.45 Kale arkası dolalı yıl oluyor, bizim sosyeteler anca teşrif
ediyor. Şu ilk sıradaki kızlar kim acaba? Bunları ilk kez görüyorum. Düğüne gelmişler sanki, saçlar başlar yapılmış, televizyona çıkacaklar ya. Çekmiyorlar ablacığım öyle herkesi.
Futbolcu karısı mısın sen? Bak neler yapıyor ya? Tabii,
tabii, Burak da duyacak seni ta buradan.
Çok nezih tribündür burası, sanırsın aile salonu. Öyle
pek bir taşkınlık da yapmazlar. Geçen maçta bir tanesi
ayağa fırlayıp “şuursuz!” diye bağırmıştı hakeme. Kültür
seviyesi çok yüksek bu tribünün. Küfrü bile medeni. Hah, benim belalılar da geldi. Hayret, bugün pek sessiz
geldiler. Bunlar var ya... Gizli manyak, sinsi
fanatik, sahtekâr elit.
Maç başlayana kadar hepsi temiz
yüzlü, iyi aile çocuğu, hepsi paşa maşallah. Ama ilk düdük çalıyor,bizim
efendi çocuklar ne oluyorsa anında
kurt adama dönüşüyor. Bak bugün
bir de kız getirmiş uzun saçlı olan.
Şimdi “canım, balım”la boya bakalım
kızın gözünü. Ah benim salak kızım.
Maç başlasın da bir gör bakalım senin beyaz atlı prens, karanlık tarafa
geçince neler oluyor. İnsan azıcık
kendini bilir be, rezil edeceksin kendini kıza, 90 dakika sonunda bu kız
seni bırakmazsa ben de adam değilim. Ve işte Deli Arif Bey ve oğlu Mert de
geldiler.
Şu çocuğu maça getirme be adam.
Getirme! Sezon başından beri psikolojisi bozuldu garibimin.
Çocukcağız önceden futbolculara çiçek vermek isterdi, saha kenarında
bir fotoğrafı olsun ona yeterdi, şimdi
teknik direktör oldu başımıza, sahaya taktik yağdırıyor, hakeme “Hobbit”
filan diyor edepsiz. Hobbit de neyse
artık, tövbe yarabbim.
Bizim hanım da bunları televizyonda
görüp tutturuyor “Bir gün çocuğu da
maça götür Osman!” Oldu! Osman da
sanki protokol tribününde, yaslanmış
arkasına, yakmış purosunu, orta sahanın tam ortasında koltuğu, dünya
umurunda değil, maç izliyor ya!
Yahu kadın, arkamı dönmüşüm futbola, tribünlere doğru boş boş bakmalardayım. Bazen ne iş yaptığımı ben
bile anlamıyorum. “Steward” diyorlar
ama bir sponsor terlik kadar olamadık.
Onlar kale arkasında zıp zıp, Osman
burada cezalı gibi, Sabri bir şut çekecek de kafasına gelecek diye 90 dakika diken üstünde.
Hadi çocuğu getirdik diyelim, “gel oğlum, otur kucağıma, bak tribündeki
abi nasıl seviniyor, izle bakalım” mı
diyeyim? Çocuk, Selçuk’u, Elmander’i
görmek istiyor; geçtim onları, gol görmek istiyor. Osman’ın gol filan gördüğü yok, Osman ancak taç kullanan
Semih’e yandan bir bakış atabilir. Gol
olursa herkes ayağa fırlar, Deli Arif
Bey çocuğunu havaya fırlatır, Osman
oradan anlar. Bir gün o çocuk da düşecek tepeme ama hadi bakalım. Aman Sabriiii! Hamdolsun top yine
teğet geçti. Top nerde be? Aha! Bak
yine atmıyorlar. Bir maç ağlatmayın
şu top toplayıcı çocukları be!
- Dur abicim, ben halledeyim. Hoop! Aloo! Üst taraf! Ver
topu ver! Nasıl bende değil, kucağındaki ne lan? Evden
getirdim diyor bir de! Arkadaşım at topu. Atar mısın canım kardeşim, taç kullanılacak. - Alo?! Neriman, beni görev başındayken arama demedim mi sana? Ciddi bir krizin ortasındayım. 40 bin kişi
elime bakıyor şu an. Top bende kızım top! Hey allahım
ya. Ne? Tamam alırız. “Gelirken ekmek al Osman”mış!
Olur alırız! Ben burada maçı kurtarıyorum, sen hâlâ ekmektesin, yoğurttasın be kadın!
Aha gol!Kim attı acaba? Bir gün de gel bu tarafta sevin
be Eboue! Bak taklalar atıyor kesin, nasıl coştu millet.
Ah ulan be! Neyse, kısmet Drogba’ya artık.
- Yahu kadın devre arasında ara demiyor muyum, ne var
yine?
Ne istiyor? Oldu! Kaleyi de söküp getireyim mi?
Muslera’yı da sararım ağlara, akşam bizde kalır. Tövbe
yarabbim ya! Ne demek niye? Hatun, nasıl alayım maçın topunu? Delirtme adamı. Off off! Vallahi ofsayttan
doğan endirekt vuruş gibisin Neriman. Kapat Neriman.
Sen konuyu kapat, ben telefonu kapatıyorum.
Hasbinallah. Bak yine arıyor, delirtecek beni.
- Alo! Efendim Hamdi? Nasıl abi? Yapma ya? Yüzüm
filan göründü mü? Yapma yaa! Ne dedi spiker? E, zor
işimiz tabii Hamdiciğim. Koskoca Gassaray takımı elimize bakıyor. Herkes gördü mü, Ahmetler filan? Sen
de selam söyle, sağ olsunlar. Topu… Getirmem mi ya?
Fatih Hoca’ya imzalatır getiririm ne demek,ayıp ediyorsun! Tabii, tabii, maçtan çıkar gelirim kahveye. Eyvallah
Hamdiciğim.
Çok şükür yarabbim! Hayatımın pası geldi. Al da at dercesine namussuzum!
- Pişt, koçum. Evladım? Top toplayıcı! Aloo, bir bak buraya.
Top taca çıkınca sahaya geri atmıyorsun, topla beraber
içeri kaçıyorsun tamam mı? Maç sonu alacağım topu
senden. Ne demek niye? Oğlum, demin yardım ettik
aldık topunu. Sen de beni gör. 20 lira vereceğim bak. Tamam be tamam, 50 olsun. Bana bak, yakalanırsan beni
tanımıyorsun. Ukalalık yapma lan! “Zaten tanımıyorum
ki” diyor bir de. Memleket tanıdı abini bu akşam be! Sen
tanımasan ne yazar?
17
mahalle baskısı
18
Girizgâh: Diyaloglardaki A, adam sesidir. K ise aynı
adamın kadınsı sesidir. Olay, koyu yeşil kalın kumaştan
bir perdenin güneş ışığını engelleyip ortamı loşlaştırdığı bir iç-mekânda geçmektedir. Adam çift kişilik eskice
ve paspal, yayları fırlamış bir kanepenin sol yakasında
oturmaktadır. Hemen önünde bir sehpa, üzerinde yabancı bir kitap ve boşalmış ilaç ambalajları durmaktadır. Kitabın üzerinde şunlar yazmaktadır: Abie Hoffmân
– “Circles that your mind: The organized trope at a paranoiac case”, Longlaugh Publishing, in Rapture and Katatonia Series. Karşısındaki duvara mor spreyle “Silahlı
Özeleştiri XeXdXa” yazılmıştır. Aynı duvarın altında bir
dergi balyası bulunmaktadır: Zamansız, Red, Yürüyüş,
Bireylikler dergileri seçilebilmektedir. Adamımız bir
çiftli sarmış, odayı dumana boğmaktadır. Ve monologu
başlar:
K: Çöpünü dışarı attın!
A: Ama mavi gözlü balıklar hep yalnız kalır.
K: Yancı jigolo!
A: Ha şöyle. Biraz daha söyle. Biraz dana söyle. Biraz
dada söyle. Biraz rakı, biraz rembetiko, sonra yine rakı
söyle!
K: Baban değilim ben senin!
A: Öyle ya, babam nerede benim? Babam meraktır benim.
K: Sahtekâr ibne!
A: Aynen böyle, aynen söyle. Yahut sor bir de kendine.
New York’a gönder beni. Sat nen varsa, al nen yoksa.
Gönder delireyim. Sana da bana da biter bu işkence.
K: Git babana söyle.
A: Gidemem, korkuyorum.
K: Neden?
A: Çünkü onu öldürmek istedim bir gündüz vakti, bir
otel odasında, annemin yanında.
K: Benimle konuşuyorsun!
A: Anne, sen o muydun? “Yalnızca bir kadın vardır yeryüzünde” diyordu filmde.
K: Öyleyse tekrar izle ve yaz, yazıl ona.
A: Sence söz dinliyor muyum ben anne?
K: Dalga geçme benimle.
A: This is the end, güzel arkadaş.
Ses: Kapı çarpma ve kilidin dönme sesiyle anahtar şıngırtıları bir arada.
Görüntü: Sesle beraber eş zamanlı olarak kırmızı renkli,
pamuklu-tüylü kumaştan kadın terlikleri yalnız yarım
saniye için görünür. Kapının iç eşiğinde durmaktadırlar.
A: Torbacıdaki laf iyiydi bak: Biz havasını alıyoruz. [Kısa bir geğirme sesiyle beraber fon müziği olarak “Heroin
and Your Veins” – The Lady çalmaya
başlar] Çocuk oyunu oynuyoruz. Küseceksek oynamayalım’ı yazmalı, ne
güzel dediydi amcaoğlu. Hayır, küseceksek oynamamalı. Gene de yazmalı. Kıymetlimsss… Ya damla, seni
özledim, zaten ben ne zaman yağ
damlasa seni özlerim. Yeni bir kısa
film çekiyorum, oynar mısın? “Ama
küseceksek oynamayalım.” Ne kokuyordu ki ayakların? Eh be, geç ulan,
başka yere bak. En azından bakış
açını değiştir. [Kamera plan değiştirir,
adamın kucağına yönelir, sol bacağına odaklanır. Siyah kadife pantolonda
tütün kırıntıları, bir de tebeşir lekesi.
Bacak titremektedir.] Şiveli, aksak,
aksanlı ayaklar mı yani? Yaz kızım:
Konuşanlar. Adın İnci miydi senin?
Tanırım, ne şişko karıydın. Böyle güzelleşeceğini bilsem başta yazılırdım
sana. Ne işim var burada adamı Tunç
karakteri mesela. Kafasında yıldızlar falan. Bu filmin ödüllü sorusunu
açıklıyorum: Kimdir bu karakterin
çizeri? Öğreten adam ve oğlu vardı
onun bir de. Adını unuttum diğerinin.
Ne işim var benim burada? Ne işim
var mizahta? Dünya ulan işte, ne mizahı, ne işin var dünyada? [Kamera
kadraj değiştirir, yabancı kitapla boş
ilaç ambalajlarının bulunduğu sehpaya yönelir.] Hey ekrandaki, sana
soruyorum: Ekranda görünen boş ilaç
ambalajlarından intiharı mı anlarsın,
yahut yalnızca ilaçların bitmiş bulunduğunu mu? Evet evet, biri bana
tıp öğretmeli. Hadi oynayalım (ama
küsmeyeceksek): Bir, ki, üç, TIP…
n
u
Oy
Derinden gelen bir dalga ile allak bullak olurken ve öldüğümü düşünürken, o en güvendiğim ses şöyle seslendi:
“Hey bu bir oyun, çok da ciddiye alma ve hep yanında
olduğumu unutma.”
Gözyaşlarımı tutamıyordum. Zaman kavramım olmadığı için ne zamandır bilmediğim, ama hep sahip olduğum ne varsa bırakıp, bilmediğim bir yere dalgalara
eşlik ederek gidiyordum. “Tamam” diyebildim hıçkırıklar
içinde.
Tamam… Ama nereye gidiyorum?
Uzunca bir süre geçti sanırım. Değişik bir yerdeydim…
Hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum… “Annem” diyerek
bana yakınlaşan o bildik kokuyu duyuyordum. Bu güven vericiydi. Şaşkındım ama mutluydum.
Aklıma sürekli benim dost dediğim, başkalarının ne dediğini bilmediğim ses geliyordu. “Bu bir oyun.”
Burası dünyaydı ve ben de oyuncuydum. Bunu artık
anlamıştım. Geldiğim yerden farklıydı. Ama buradakiler
de hep oradan geliyordu. Hepimiz aynı yerden geliyor
olmamıza rağmen burada çok farklıydık. Bildiğimiz her
şeyi de unutmuştuk.
Ve zamanla artık hepimiz aynıydık.
Gaz, diş çıkarma, yürüme gibi problemleri aştıktan sonra, her şey geçecek zannetmiştim. Okumayı öğrenmem,
iyi bir okul kazanmam ve iyi notlar almam da lazımmış.
Ergenlik dehşeti. Ardından üniversite, meslek, karnımın
en dibinde arada bana yaşadığımı hissettiren aşk, sonra
çok daha fazla âşık olup bunun dünyanın sonuna kadar süreceğine inandığım o kadın, sonra evlilik… Baba
olmak, işten kovulmak, arabamın kredisini ödeyememek, haciz gelmesi, yeni bir iş bulmak, oraya alışmak,
erkek olduğum için ağlayamamak, evliyken tekrar âşık
olmak, bunun duyulması, ne bileyim, boşanmak… Acılar çekmek, bazen nefes alamamak, kendinden nefret
etmek, çocuğuna sarıldığında yaşamı anlamak, bazen
pişman olmak, suçluluk duymak, sevdiklerini kaybetmek, ölümden korkmak, para kazanmak, geçici sevinmek, yine âşık olmak veya öyle zannetmek... Benim
hikâyem böyleydi. Diğerlerinin de çok farklı değildi.
Ayrı hikâyelerde aynı duygular vardı. Ve bir gün geldi
ben kuş gibi oldum. Ölmüşüm.
Korkmama fırsat bile yoktu. Bambaşka bir yerdeydim.
Yine ne kadar zaman geçti bilmediğim anlardan sonra, o tanıdığım sesi
duydum; “Bu sadece bir oyundu, yeniden oynasaydın eğer ne yapardın?”
dedi.
İşte orada tüm hayatım geçti gözümün önünden… İzledim, izledim, izledim…
SAADA DELEN
[email protected]
BARAN ÖZTÜRK
[email protected]
Tek kişilik kısa metraj:
Canti-Psikiyatri
Şaşkınlıkla, “Çok severdim” dedim.
“Düşerdim ama oyun olduğunu bildiğim için hızla kalkardım. Severdim
ve oyuncağımı sever gibi ondan bir
şey beklemezdim. Kazanınca çok sevinmez, kaybedince hiç üzülmezdim.
Tekrar tekrar aynı anların olacağını
bilirdim. Aslında ne de mutluymuşum. Değer bilirdim” dedim.
Sonra durdum ve o sese sordum;
“Savaşlar var, açlık var, acı var, orası
bildiğin gibi değil” dedim. “Hem de
hiç bildiğin gibi değil. İnsanlar birbirlerine işkence ediyorlar ve diğer canlılara. Neden bu kadar zor bir oyun
kuruldu o zaman” dedim. “Neden?”
Ses seslendi: “Ben diyerek seni yarattınız. İyi ile kötüyü ve bir gün geldi
savaş barışı, katil maktulu yarattı.
Kolay zoru… Siz yarattınız. Ama ben
kendini senden ayırmayı o kadar çok
sevdi ki…”
Oyunun başında bu yoktu. Karanlık
sizin sadece ışığı aranmanız için var
oldu. Oyunun kurallarını oyuncu koydu. Oysa oyunun sırrı kolaydı, “Beni
sevmesi, seni kabul etmesi gerekliydi.”
Belki de en zor soru şuydu:
Bu oyun yeniden kurulur muydu?
19
mahalle baskısı
NAZLI KALKAN
[email protected]
TAHSİLAT
20
Üç katlı ve kocaman, tozlu tabelalı gri
bina tam karşısındaydı. Beyaz parmaklıkların altındaki kapının camına
bir yazı asılmıştı: “Elektrik faturalarınızı saat 14.00’ e kadar ödeyebilirsiniz.” Buraya kadar her şey tamamdı.
Az bir zaman kalmıştı. Cebindeki not
defterini çıkardı, yazmaya başladı.
“Ödeme merkezini de buldum, şimdi
içeri gireceğim. Yarım saate kadar bu
meseleyi halletmiş olarak bu kapıdan
çıkacağım. Hepsi bitmiş olacak. Hadi
biraz dayan.”
Büyük demir kapıyı aralayıp içerideki
karanlık ve havasız ortama girdi. Elini
cebine attı, not defterini sıkıca kavradı. Sonra diğer cebini yokladı. Elektrik
faturasını, fazlasıyla nakit parasını
çıkardı, şimdiden elinde hazırda durmalıydı. Ne olur ne olmaz diye kimliğini de kolayda bir yere koymuştu,
çantaya elini atınca hemen onu da
çıkarabilirdi. Başka da bir şey lazım
olursa, aman ucunda ölüm yok ya, en
fazla kaçar giderdi. Ödeme gişelerine
doğru yürüdü. Bir gişede üç kişi, diğerinde iki kişi, üçüncüde de bir kişi
duruyordu. Hangi gişeye gitsem diye
karar vermek için düşündü, düşündü. O kadar çok düşündü ki, o kadar
çok yoruldu. Hâlâ hangi gişede bekleyeceğine karar verememişti, bir bunaltı çöktü üzerine. Burada bekleyen,
ayakta duran, oturan diğer insanlara
baktı. Rahat görünüyorlardı. Acaba
içlerinde bu acıyı çeken başka kimse var mıydı? Ne kadar da zor, hangi
gişeye gidip bekleyeceğine karar vermek, hangisi daha çabuk bitirirdi işini? Hangi gişe görevlisi onun hassas
kalbine daha nazik davranırdı? Belki
de buradaki en tahammülsüz gişe
görevlisini seçmiş olacaktı. Ne kadar
zordu düşünmek. Ne kadar da zor bu
kararı vermek. Küçükken tuhafiyecilik oynadıkları gibi olabilseydi keşke.
“Buyrun efendim hoş geldiniz?”
“Şuradaki makaraya bakabilir miyim acaba?”
“Tabii efendim, bu ipliğin rengi çok güzel! Hediye paketi yapalım mı?”
“Evet, onu çok beğendim, bir saniye paramı çıkaramadım.”
“Acele etmeyin, çay içer misiniz?”
O zamanlar böyle şeyler yoktu, kapısına dayanan bu ani bir davet, şimdi
çalan telefon gibi ödünü patlatmazdı
o zamanlar. Canı isterse gider, istemezse hiç gitmezdi. Hoş, genellikle
canı isterdi fakat sokağa çıkarken hiç
düşünmezdi.
“Çıksam mı? Çıkmasam mı?”
“Hadi dayan, hadi bakalım hop!” derken işte şimdi gişedeki kadının para
üzerini verme safhasına kadar gel“Güle güle.”
mişti. Kadın asık suratlı mı, değil mi,
İki kişinin olduğu gişeye gitmeye karar verdi. Saatine
hiç bilemedi. Zira kadının hiç yüzüne
baktı on dakika geçmişti. Yirmi dakika sonra özgür ola- bakmamıştı. Bir ara esmer bir surat
caktı. Fakat yarın önemli bir görüşmesi olacaktı. Hafta- görür gibi oldu fakat hemen duvarya sınava girecekti. Çarşamba günü doktora gidecekti.
daki afişe baktı. Kadın tahsilat makPazar gününe kadar toplantı notlarını temize çekip ra- buzu ile beş lirasını çıkarıp “Beş lira!”
por yazması gerekecekti. Perşembe günü üniversiteden
diye seslendi. Makbuzu ve parasını
arkadaşlarıyla buluşmaya gitmeliydi. Salı akşamı zaten
alıp döndü.
doluydu. Cuma akşamı partiye gidecekti ama üzerine
Derin bir nefes alıp yeni sıkıntılara
bir şeyler alması lazımdı, bir buçuk saat de yol, acaba
taksiye mi binseydi? İşyerinde akşamı beklese miydi, yer açmak üzereydi.
hiç eve gitmeden? Kaçıncı not defteriydi bu, dolup ta- “Sena, baban geldi. Hava karardı, çaşan. “Yarın bitmiş olacak.” “İşte gördün mü bitti.” “Dört
buk yukarı!”
saat sonra uçaktan inmiş eve varmış olacağım.” “Geri dönüyorum, az kaldı.” Sınavlardan önce yazmaya başladığı “Beş dakika daha anne!”
bu notları, bir şey yapmadan evvel sıkıntı bastığı za- Bu çok büyük, çok zor işi de halletmanlarda yazmaya başlamıştı. Yaklaşık dört sene içinde
mişti. Sıradaki zor işleri düşününce
neredeyse ne yaparsa yapsın bu notları yazıyordu. “Bir
üzerindeki rahatlamanın yerine bir
buçuk saat sonra bitecek.” “Az kaldı dayan.” “Kafanı to- ağırlık çöktü üzerine. Neydi bu ağırlık
parla, iki saat.” “Hadi, arkadaşlarınla eğleneceksin korka- nereden kalmıştı? Nereden gelmişcak bir şey yok.”
ti? Bazen onunla o kadar boğulmuş
“Yok, teşekkür ederim, üstü kalsın.”
“Sena! Sena!”
“Ne oldu?”
“Gelsene Fırat’ın dayısı eticin almış herkese!”
Kaç saat dışarıda kalacaktı acaba? Ne yapacaklardı arkadaşlarıyla? Acaba bundan keyif alacak mıydı, yoksa
canı sıkılacak mıydı? Ya zamanını boş yere harcarsa? O
zaman içinde belki şu toplantı notlarını toparlardı. Yazdığı hikâyenin sonunu getirirdi belki. Biraz kitap okuması da lazımdı. Belki evde bir film izler hayatı değişirdi.
Ama yok yok, evi mi temizleseydi?
olurdu ki; hiç düşünemez, aklından
hiç böyle fikirler geçmezdi. Fikrinin
berrak olduğu çok kısa aralıklarda
nereden kaldığını görebiliyordu o bunaltının. Beş dakikası daha kalmıştı
sokaklarda. Beş dakika alacağı vardı.
Ah onu bir alabilseydi, bir... Hatırlıyordu bazen, biliyordu. Hepsi geçebilir, hepsi bitebilirdi. Neden sonra
unutuyordu.
Not defterini çıkardı.
21
mahalle baskısı
EMEL ASLAN
[email protected]
Sürpriz!
22
Her şey iki sene önce başladı. İşyerinden bir arkadaşın
doğum günü kutlamasıydı. Birilerinin arkadaşıymış.
Görür görmez anlamıştım hayatımın kadını olduğunu.
Açık kahve, iri dalgalı saçları ensesinde rastgele toplanmıştı. Hafif bir makyaj vardı yüzünde. Sade, yaprak
desenli, krem rengi bir triko giymişti üzerine, altına da
üzerine cuk oturan, açık mavi bir kot pantolon. Onun da
uzaktan attığı kaçamak bakışlardan dikkatini çektiğimi
sezmiş, ne yapacağımı bilemeden kadehi dikip durmuştum kafama. Gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin saçtığı cesaretimi yerlerden toplayıp yanına yanaştım. Neler
anlattım hatırlamıyorum. Onun inci dişlerini göstererek
gülümsediğini, gonca dudaklarının kıpır kıpır oynadığını, gecenin sonunda da avucumda bir telefon numarasını ter içinde sıktığımı biliyorum sadece.
Sonrası bir şölen zaten. Birkaç gündüz buluşması, ardından birkaç akşam yemeği. Zaman nasıl geçti bilmiyorum; her gece kalbim ağzımdan çıkacak bir kuşmuş
gibi çarparak, beni kabul etmesini diledim. Sonra o gece
geldi; kavımı attığım, içimde hapsolmuş beni ayyuka
çıkaran, beni başka bir ben yapan, kadınımla “bir” olduğumuz o müthiş gece… Her şey değişti; yer, gök, ay,
güneş yer değiştirdi. Nereye gittikleri de umurumda
değildi. Hayat ne kadar güzeldi! Evimin kokusu değişti,
ben değiştim, ağaç değişti, yaprak değişti; kapıcı Sami
bile farklı davranmaya, minibüs şoförleri “abi” demeye
başladılar bana, ona “yenge”. Bakkal Hüseyin, adam yerine koydu, veresiye açtı dokuz yıldır ilk kez. Annemler
durumdan haberdar oldu, ne tantana koptu evde, görmeniz lazımdı…
Bu sefer her şey kusursuz olacak.
İşten erken izin aldım. Evi süsleyeceğim. Onun çok sevdiği yıldızlardan yapıştıracağım duvarlara, vanilya kokulu mumlar yakacağım, nergisler saçacağım dört bir
yana. Pikaba Zeki Müren koyacağım. Bir kızıl goncaya
benzer dudağın diye inceden söyleyecek. En sevdiği kıyafetlerimi giyeceğim; tanıştığımız gün giydiğim çizgili
gömleğim, mavi renkli v-yaka süveterim, koyu kahve
kadife pantolonum. Buz gibi rakılarımızı hazır edeceğim; yoğurtlu semizotu, kabak çiçeği dolması, şakşuka,
humus hazır bile. Dolmayı anneme yaptırdım, “gelinini
getireceğim sana” dedim, heyecan içinde haber bekliyor
benden. Fırına çinekop atacağım, ağır ağır pişecek. Arabayı park ettim, elimde paketlerle, hızlı adımlarla evine
doğru yürüyorum. Ceplerimi yokluyorum. Her şey yerli
yerinde. İyi ki anahtarı vaktiyle çoğaltmışım. Dışarı yemeğe çağırsam, şüphelenirdi şimdi. Bugün bizim tanışma yıldönümümüz. Mükemmel bir gece olacak.
...
Artık biz birbirimize aittik. Bazen o bende kalıyordu, bazen de ben onda. Evlerimiz yakın sayılırdı. Zaman zaman her ilişkideki gibi sorunlar yaşıyorduk, ama bunlar
aşılamayacak sorunlar değildi. Bazen, “Neden haber vermeden işyerime geliyorsun, tedirgin oluyorum” diyordu,
bazen “Ne olur biraz nefes alayım, boğuluyorum” diye
yalvarıyordu ya da “Beni hiç şaşırtmıyorsun. Yine tam
beklediğim şeyi yaptın” diye çemkiriyordu kıskançlık
krizlerim sonrası bana. Evet, biraz kıskanç bir adamdım,
evet, sürprizlerden biraz uzaktım. Hiç bilmemiştim ki
nasıl sevilir, görmemiştim ki sürpriz nasıl yapılır, nasıl şaşırtılır, mutlu edilir insan? Biz birbirimizi seviyorduk, önemli olan da buydu. O benim için vazgeçilmezdi.
Onsuz nefes alamıyor, insanlıktan çıkıyordum. Onun
da benim için aynı hisleri beslediğine emindim. Onun
beynini okuyor, ne düşündüğünü kelime kelime görüyordum. Benliğimizi birleştirmek için daha fazla beklemeye gerek var mıydı? Bence yoktu. İşte bu gece gerçek
bir sürprizle şaşırtacaktım onu. Kararlıydım.
Anahtarımı kapı kilidinde döndürürken, kapıcısı Levent’le karşılaştım.
Gözlükleri üzerinden hafif tedirgin
bakarak, “Hayırdır, epeydir görmüyorduk sizi?” dedi. “Şehir dışına çıkmam gerekti, bir süredir yoktum”
dedim. Ne anlama geldiğini anlamadığım bir şekilde kafasını yukarı aşağı salladı. Çok da umurumdaydı. Kendimden emin bir şekilde kapıyı açtım
ve hemen kapının ağzında dik dik
beni süzen kara kediyle karşılaştım.
Hâlâ kapı dışarı etmemişti demek.
Ne buluyordu şu gudubet hayvanda
bilmem; şeytanın sureti, çirkin şey…
İçeri süzülürken, çaktırmadan beni
gözleyen Levent’e yandan bir bakış
attım ve kapıyı örttüm. Mutfağa doğru yöneldim ve birden arkamı dönerek peşim sıra seğirten kediye gönül
rahatlığıyla nefis bir vole vurdum.
Ciyaklayarak karşı duvara yapıştı ve
ayakları yere değer değmez patinaj
çekerek küçük odaya kaçtı. Oh be! Ne
zamandır içimde kalmıştı. Ayağımın
altında dolanmazdı artık. Zaten illallah gelmişti “vurma kediye, etme kediye, iyi davran kediye” baskılarından.
Teklifimi bir kabul etsin, bu konuyu
da halledeceğim nasıl olsa.
Bir saat kadar zamanım var. Avucumun içi gibi bildiğim mutfakta
yanımda getirdiğim malzemeleri
tezgâha dizerken, içki şişelerini buzdolabına yerleştirdim. Mezeleri orta
tabaklara hazırladım, çinekopları fırına vermeye hazır şekilde tepsiye dizdim. Salon her zamanki gibi düzenliydi. Havalanması için pencerenin
birini açtım. Hızlıca yıldızları paketlerinden çıkarıp duvarlara yapıştırdım.
Nergisleri tane tane serptim koltuklara. Orta sehpayı boşalttım, yemek
servislerini, mezeleri koydum. Pikabı
ayarladım. Mumları konsola dizdim.
Kibriti hemen mumların yanına bıraktım, son anda yakmak için. İki
hediye paketimi de birbirine paralel,
yan yana özenle yerleştirdim sehpanın kenarına. İkisini de ince, uzun
kutulara hazırlattım ki, dışarıdan bakınca ne oldukları anlaşılmasın.
23
EMEL ASLAN
[email protected]
Biliyorum ki tam yediyi yirmi geçe
servisi evin önünde olur. Hadi, trafik
varsa, en kötü ihtimalle yedi buçuk.
Sıkıysa daha fazla geciksin zaten. Az
kavga etmedik sevgilimle de, servis
şoförüyle de, departman müdürleriyle de bu konu yüzünden.
Saatin yedi yirmiyi göstermesiyle
birlikte, mumları yaktım, rakıları
doldurdum, ışıkları söndürdüm fonda müzik ve elimde yakılmaya hazır
maytapla bekliyorum.
Kapıda anahtarın döndüğünü duydum.
“Hayırdır inşallah…” dedi sanki.
Tedirgin ayak sesleri.
Salon kapısından kafasını şöyle bir
uzattı.
Gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
“Niye öyle diyorsun aşkım? Hiç kâbus olur mu? Biz birbirimize aidiz, sen de biliyorsun bunu? Her ilişkide olur
sorunlar, çözeriz ki biz?” diye sarılmaya, teselli etmeye
çalıştım.
“Niye yapayım ki böyle bir şey? Ne var bu paketlerde?
İstemiyorum hediye falan…” diye çıkıştı bana.
“Ne ilişkisi, ne sorunu, yok ortada ilişki falan, çek ellerini!”
diye beni iteklemeye başladı bu sefer.
“Tamam” dedim, geri çekilerek. “Son bir oyun oynayalım
seninle. Sonra sonsuza dek çıkacağım hayatından, söz!”
dedim.
“Ne oyunu?” dedi, sümüklerini çekerek. Senin sümüklerini bile yerim ben be…
“Önce gel, lütfen karşıma bir otur... Bak, senin için ne
hazırlıklar yaptım ben... Bir lokma yemek ye, bir yudum
rakı içelim birlikte. Ne olursun, kırma beni…” dedim en
zarif hâlimle.
“Sonra gidecek misin?” dedi, umut dolu zeytin gözlerini
gözlerime dikerek.
En güzel gülümsememle, bir elimde
yanan maytap, kollarımı da iki yana
açarak, “Sürpriz!” diye bağırdım.
“Evet, sen hediyeni seçtikten sonra gideceğim” dedim.
“Bu paketlerden biri senin olacak bu gece. İlk seçtiğin
paketteki hediyeyi kabul edersen, senindir, mesele yok.
Etmezsen, ikinciyi mecbur almak zorundasın.” diyerek,
paketleri gösterdim.
“Tamam hayatım, abartma, şaşırttım
değil mi?” dedim sırıtmaya devam
ederek.
mahalle baskısı
“Evet” dedi, “Ben istediğini yerine getirdim, lütfen şimdi
sen de sözünü tut. Artık gitmeni istiyorum.”
“N’apıyorsun sen burada?” diye haykırdı.
“Ne sürprizi lan manyak, ne işin var
evimde?” diye bağırarak şaşkınlığını
iyice belli etti.
24
“Lütfen bak, biz ayrıldık uzun zaman önce, bitti, ne olur
kabullen artık! Taş çatlasa iki ay sürdü zaten, o kadar!
Yürütemedik… Anlaşamadık… Bitsin artık bu kâbus, ne
olursun!” diye ağlayarak yalvarmaya başladı bu kez. Bu
hâline hiç dayanamıyorum. Yufka yüreğim dağılıveriyor.
“Hayatımmış? Ne hayatı be? Hayat mı
bıraktın? Nasıl girdin evime? Hemen
çık, yoksa polis çağıracağım!” diye
feryada devam etti.
“Çağır… Ne olacak ki çağırınca? Daha
önce de çağırmadın mı sanki?” dedim,
tüm sempatikliğimle.
“Ne var ki o paketlerde?” dedi, şüpheyle gözlerini kırpıştırarak.
“Lütfen önce benimle bir kadeh tokuştur, ne olursun, bir
dakika sessizce oturalım birlikte, o kadar uğraştım…” dedim, en çocuk hâlimle.
Sessizce razı oldu, geçti karşıma oturdu.
Kadehimi uzattım, kadehine hafifçe vurdum. Birer yudum içtik. “Bak, sen kabak çiçeği dolması çok seversin
diye anneme yaptırdım” dedim. Çatalın ucuyla azıcık
aldı. “Ellerine sağlık annenin” dedi. Elbet Bir Gün Buluşacağız dinleyerek biraz oturduk.
“Bu paketlerden birini seç. Ondan sonra gideceğim.” dedim yumuşakça.
“Aşkım, fazla seçenek sunmadım sana. Seç işte birini,
işimi zorlaştırma!” diye tısladım. Sinirlenmeye başlıyordum.
O sırada gerzek kedi, korkusunu yenmiş olacak ki, tırsak
adımlarla odaya girip sehpaya doğru burnunu uzattı.
Yemek kokularını almış iblis. Kararlılığımı göstermek
için kediyi yakaladığım gibi, açık pencereden dışarı fırlattım. Garip bir çığlık attı aşağı doğru uçarken.
Sevgilimin gözleri yuvalarından oynadı, “Ne yapıyorsun
sen ruh hastası hayvan! Siktir git hayatımdan!” diye delirdi birden, üzerime saldırmaya, beni iterek pencereye
doğru koşmaya kalktı.
Bu kadarı da yeterdi artık. İnsanın biraz saygısı olurdu
verilen emeğe, gösterilen çabaya. Şu kedi kadar değerim
yoktu. Seviyorum ulan işte, daha ne istiyordu acaba?
Kolundan yakaladığım gibi suratına yumruğu çaktım,
koltuğa yapıştırdım bu sefer.
“Bana bak” diye kükredim, “Ya şunlardan birini seçersin
ya da ben seçerim senin yerine, sonuçlarına da katlanırsın!”
Bu sefer onu cidden şaşırtmayı başarmıştım. Burnundan sızan kanlar pıt pıt gömleğine damlarken, gözleri doldu. Yavaşça elini uzattı, birbirinin aynı iki paket
arasında kısa bir tereddüt yaşayıp birini eline aldı. Dualarım kabul olmuş, benim istediğim kutuyu seçmişti.
Diğerini nasıl açıklayacağımı bu aşamada tam bilemiyordum zira. Paketi donuk gözlerle açtı. Kutunun kapağını kaldırınca, gözlerindeki donukluk garip bir pırıltıya
dönüştü.
Gözlerime baktı, baktı, sinirli, gülmeye benzer bir ses çıktı genzinden.
“Sen kafayı yemişsin” diye hırıldadı,
yüzüğü pencereden aşağı fırlatırken.
“Sen bilirsin” dedim, en sakin halimle.
“O zaman diğer paketi kabul etmek
zorundasın. Kuralları baştan sana
söylemiştim.”
“Ver ulan, ver her ne boksa orospu çocuğu, seninle evleneceğime ölürüm
daha iyi, yeter ki siktir git hayatımdan!” diye avaz avaz bağırmaya başladı.
Kendi bilirdi artık… Benden bu kadar.
...
Yolda arabama doğru yürüyorum. İnsanlar tuhaf, korkulu gözlerle bakıyorlar bana. Muhtemelen üzerimdeki
kan lekelerinden. Ne kadar titiz davranmaya çalışsam da, olayı biraz doğasına bırakmaya özen gösteriyorum,
mücadele etme fırsatı veriyorum
karşımdakine. Sorun değil, annemin
çıkaramadığı bir leke olmadı şimdiye
kadar. O değil de, aslında ikinci paketteki aile yadigârı kamanın sapı
üzerindeki pırlantalar, yüzüktekinden daha fazlaydı, daha değerliydi.
İkna etmem daha kolay olabilirdi.
Önce onu mu verseydim acaba?
“Bu ne bu?” dedi. “Tek taş mı? Benimle evlenmek mi istiyorsun?”
“Evet aşkım, elbette, bundan doğal ne olabilir?” dedim,
dizimin üstüne çökmüş, elini tutarak ve tüm arzumla
gözlerini yakalamaya çalışarak.
25
YANAN GÜN VE
KÜL RENKLİ EJDERHA
Yaşamı seyretmek güzel olacaksa,
iyi oynanmalıdır oyun;
bunun için de iyi oyuncular gerekir.
VEDAT YAŞAR
[email protected]
Friedrich Nietzsche
Güzel bir bahar günü büyücü Yanan Gün ve ustası Siyah
Yolcu, Mu’ların şehri olan Melanezya’dan ayrılmışlardı.
Melanezya’daki Theravada okulu, tüm yeryüzündeki büyücülük okullarının bağlı olduğu, tarihin en eski
büyü fasiküllerinin toplanıldığı bilinen en eski vakıftı.
Mu’ların en yaşlısı Eru, Yanan Gün’ü kendi yolculuğuna
çıkarken kutsadı ve yol açıklığı diledi. Mu’lar şehre ilk
geldikleri günün anısına onları danslarla ve kutlamalarla yolcu ettiler. Şehirden uzaklaşmaya başladıklarında
Yanan Gün ustasına dönüp sordu.
- “Benim gibi bir insanı neden kutsadılar?”
Ustası cevap verdi:
mahalle baskısı
- “Onlar önce insanı kutsadılar ve önünde diz çöktüler
kadim zamanlarda. İnsanların onların ataları olduğuna
inanırlar. Onlara göre insanlar aslında evrimlerini sürdüren Mu’lardır.”
26
Bunun üzerine uzun bir sessizlik ile yollarına devam
ettiler. Şehrin etrafı metrelerce yüksek ağaçlardan oluşan ormanlarla çevrili olduğundan gündüzleri yollarına
devam ediyor, geceleri ise bir barınak hazırlayıp uyuyorlardı. Bir barınağı hazırlamak için sadece büyü yapmaları yeterli oluyordu. Yanan Gün, yollarında karşılarına
çıkacak tüm zorlukları aşmak için büyülerinin yeterli
olamayacağını biliyordu. Neyse ki ustası ona rehberlik
edecekti bu yolculuğunda... Efsaneye göre büyücülük
eğitimini tamamlamak için yeryüzünde sadece Işık
Dağı’nda bulunan Bilgi Ağacı’na ulaşılması gerekiyordu.
Sarp, derin uçurumların olduğu bu dağa çıkmadan önce
Seyfe Gölü’nü geçmeleri gerekti. Bu şekilde günlerce
yürüdüler. Yanan Gün bir önceki gece konakladıkları
gölün kenarında gölden bir dileği olacağını bildiği için
sabah erkenden kalktı. Seyfe Gölü’ne kendi ataları olan
şamanların kuşaklar boyu aktarmış olduğu bir ritüel ile
güzellemesini yaptı şafak vakti… Ve saygıyla eğildi hem
gölün hem de gölden beslenen bu topraklarda yaşamış
olan tüm ölümsüz ozanların karşısında…
Sonrasında ise kendisine gelmesi için bir kayığın ilk adını söyledi. Gölün sazlıklarla çevrili ucundan küçük bir
karartı belirdi. Göl suyunun üzerinde kendisine doğru
gelen kayığın suda bıraktığı izleri izledi sonra… Kayık,
Yanan Gün’ün yanına yaklaştığında ustası Siyah Yolcu
onunla birlikte yola çıkmaya hazırdı artık.
- “Işık Dağı’na ulaştığımızda büyülerimiz bizimle olmayacak. Orada sadece kalbimizi ve ruhumuzu dinleyeceğiz. Unutma bunu” dedi usta Siyah Yolcu.
Yanan Gün kayığın geldiği yöne doğru düşüncelere dalmış bir vaziyette
kafasını salladı sadece. Kayık yanlarına kadar geldiğinde ikisi de suyun
içine girmiş, kayığa binebilmek için
dizlerinin üzerine kadar çıkan göl suyunda yürümeye çalışıyorlardı. Kayığa bindiklerinde sislerle kaplı bir dağı
ve önlerinde derin bir sessizlik içinde
olan durgun gölü izliyorlardı. Yanan
Gün bir yandan göl suyunun kayığa
çarptığında çıkardığı sesi ve uzaklardan gelen öksüz kalmış bir çalgının
yüreğine dokunan belirli belirsiz sesini dinlerken, diğer yandan suyun tedavi edici gücüne güzellemeler yaptı
yol boyunca…
Işık Dağı’nın eteklerine ulaştıklarında
hava birden değişmiş ve soğuk bir kış
gününe çevirmişti kendini… İki yolcu
da üzerilerine pelerinlerini geçirdiler
ve dağın eteklerindeki patika yoldan
yürümeye başladılar. Dağda geçirdikleri ilk gecede Yanan
Gün bir rüya gördü. Rüyasında dağın derin uçurumlarının birinden düşüyordu. Karanlık, dipsiz bu kuyuya
doğru düşerken bedeninin soğuk bir
titreme ile mücadelesini duyumsuyordu. Bedeni neredeyse donacaktı
bu soğukta ve bilinci bu titremelerin
yarattığı acıyı günlerce duymaya devam edecekti sanki. Yanan Gün, Baş
Tanrı Marduk ile konuştu kurtarması
için onu, bu soğuk ve keskin titremelerden ve hızla düştüğü uçurumdan,
kullanabildiği bilinci ile. Bir söz verdi Marduk’a; eğer kurtulacak olursa
bu dipsiz kuyudan sağlıklı bir bilinç
ile, yeniden çıktığı bu yola ruhunun
ve kalbinin ihtiyacı olan bir varoluşla devam edecek ve karşısına çıkan
her ne olursa olsun, onların varlığına
katkısı olabilecek her şeyi yapmaya
çalışacaktı.
Ertesi sabah rüyasını ustasına anlattı. Usta Siyah Yolcu tüm ayrıntıları
ile dinledi Yanan Gün’ün rüyasını.
Sonrasında hiçbir şey söylemeden
toparlanmaya başladı ve yola çıkmaya hazırlandığında yanıt verdi Yanan
Gün’e…
- “Kara kışta büyümek zordur” dedi Siyah Yolcu ve ekledi “Hâlâ uzun bir yolumuz var. Umarım Tanrı Marduk’a
verdiğin sözü aklında tutarsın.”
Işık Dağı’nın patika yollarından çıkmışlardı artık. Tırmanmak zorunda
oldukları sarp kayalıklara ulaşmışlardı. Kayalara tırmanırken daha
kısa mesafeler kat ediyor ve zaman
zaman yine dağın uçurumlarında
yer alan doğal patika yollara ulaşıyorlardı. Dağın doruklarına yaklaştıklarında hava artık kara bir soğuğa
bürünmüştü. İki yolcunun da bedenleri artık kendilerini taşımakta zorlanıyordu. Yine de her sabah her ikisi
de uyanır uyanmaz evrene ve dağa
güzellemelerini yapıyor ve yolculuklarında yardımcı olması için şamanları aracılığı ile Baş Tanrı Marduk ile
konuşuyorlardı. Büyücüler gerçek adlarının ve şamanlarının ne olduğunu
kimseye söyleyemezlerdi. Çünkü bir
büyücünün gerçek adının ve şamanının ne olduğunu bilmek onun büyücülük güçlerinin bir başka büyücü
tarafından alınması için yeterli idi.
Bilgi Ağacı’na ulaşmalarına birkaç
günleri kaldığı bir gece Yanan Gün
yine bir düş gördü. Düşünde kül rengi bir ejderhanın üzerinde güzel bir
kadın kendilerine doğru yaklaşıyordu. Ejderha kendilerine yaklaşırken,
Siyah Yolcu konuştu:
- “Aurora derler ona; Şafak Tanrıçası,
diğer adıyla Gül Parmaklı Eos. Bir
cinsiyeti yoktur aslında… Karşısındaki insanı güzel aklı ve oyunları ile
baştan çıkarır. Onsuz tadı olmaz hiçbir oyunun.”
- “Bu iki dünya arasında oyun arkadaşlarımı bulmak için
gezinirim ejderham ile… Aradığım asıl oyunun ne olduğunu bulmak isterim ben de… Yine de her oyunun
sonunda, oyun arkadaşlarımı kendi gitmek istedikleri
yere bırakırım” dedi Aurora.
- “Oyundur insanın mutlu bir dünya kurgulamasını
sağlayan. Daha küçük bir çocukken arkadaşlarım ile
oynadığımız tüm büyülü oyunlarda farklı bir dünyanın
içinde kaybolduğumu hatırlarım. Beni oyuna almadıklarında ise mutsuzluğum derinleşirdi.” diye ekledi Yanan Gün.
- “Oyun, dengesizliklerin içinde mutlu bir denge arayışıdır aslında. Davet etmeden önce tüm oyun arkadaşlarıma söylerim bunu” dedi Aurora.
- “Bu senin yolculuğun. Ben sadece rehberlik etmek için
buradayım sana. Aurora ile gitmek istediğini görüyorum ışıldayan gözlerinde. Giderken sana verebileceğim
tek öğüt: Tüm oyunlarını evrenin ritmi ile dans ederek
oyna ve varlığın ile onurlandır kendini ve tüm oyun
arkadaşlarını…” dedi usta Siyah Yolcu.
- “Unutma; seni dâhil edeceğim oyunda başka oyuncular
da olacak. Her biri kendi varlıkları ile bu oyunda yer alacaklar ve hiçbir yeni oyuncuyu koşulsuz kabul etmezler kendi oyunlarına…” dedi Aurora.
- “Birçok oyun arkadaşımı yitirdim daha önce oynadığım
oyunlarda. Sağlam kalanlar arasında yanımda kalanlar
oldu ya da daha sonra yanımda görmek istediklerim…”
dedi Yanan Gün.
- “Büyücü diyorlar senin için. Yaşam ile ölüm arasında
düşünmez hiçbir büyücü. Her sır çözülür onun gözleri
önünde ve aydınlanır her bir nesnenin gerçek ismi tam
da o anda. Bir büyücü görmüş olandır o ânı… Gördüğün
tüm sırlar ve nesnelerin isimleri ile var da edebilirsin
karşındakileri, yok da… Budur belirleyecek olan senin
yolunu…” dedi Aurora.
Yanan Gün düşünden uyandığında ustası Siyah Yolcu
kül renkli bir ejderhanın yanında onu bekliyordu yola
çıkmak için.
- “Hadi” dedi Siyah Yolcu. “Bilgi Ağacı yolun kendisidir.”
27
SAYGIN SARBAY
[email protected]
FASULYELER BAŞ OLURSA
“Ne yapayım ya görüşmeyeli pek bir
değişiklik yok... Ha bir tek ‘apartman
yöneticisi’ oldum” dedim. Çok güldü.
Baktı, baktı, güldü. Sanırım hikâyenin
en komik yanı benim bu tiple apartman yöneticisi olmam ama yine de
biraz daha anlatmak isterim.
Aslında oyun tatsız bir zamanda,
beklenmedik bir şekilde başladı. Babamın yoğun bakımda, annemin refakatçi olarak hastanede kaldığı bir
gece, ben de onların yanından eve
dönüyordum. Apartmana girdiğimde
karşı komşumuz Cavidan, alt komşumuz Serpil ve ablası Küçükesatlı Sevgi Paşa beni bekliyorlardı. Babamla
ilgili havadisleri vermek üzere içeri
girdim, pencerenin önündeki ikili
koltuklardan birine geçtim ve anlatmaya başladım. Sonra ne ara, konu
Cavidan’ın sihirbazlığına, Serpil’in
radyo programına, Sevgi’nin şapkalarına geldi bilmiyorum ama konuştukça birbirini uzun süredir tanıyan
bu üç kadının yanında kendimi çok
güzel bir öyküde gibi hissetmeye
başladım, onlar ise gülmekten bezik
oynayamayan kadınlardı.
mahalle baskısı
O geceden sonra eve geç geldiğimde tıklattığım bir kapım oldu. Kimi
geceler sarhoş geldim, bana kahve
yaptılar, kimi zaman ayık geldim
beni sarhoş ettiler. Bir yazar, bir ses
sanatçısı ve bir oyuncudan oluşan bu
ekibe ben de fasulyeden dâhil oldum.
28
Muhabbetimiz
koyulaştığındakışa
girmek üzereydik, kaloriferler hafif
hafif yanmaya başlamıştı. Yalnız, ısı
rejimini anlamak pek mümkün değildi. Evimiz bir gün sıcak, bir gün serin
oluyordu. 25 yıldır apartman yönetimini elinde tutan Münevver Hanım’ı
kapıda yakalayan annem sebebini
sorduğunda oldukça güzel bir açıklama almıştı: “Dün banyo yaptım o
yüzden kaloriferi yükselttim.” O vakit
öğrendik ki Münevver Hanım merkezi sisteminin ısı ayar düğmesini
bir ara kablo ile 4. kata, kendi dairesine çektirmiş, ısıyı
keyfine göre değiştirmekteydi. Müzevirlemekgibi olmasın ama bu köhne yönetim, keyfi olarak kapıcımızı işten
çıkartmış ve apartmanın bakım işlerini de aksatmaya
başlamıştı. Üstelik yeni kapıcının da maaşını bir süredir
alamadığı duymuştuk.
Bir gün apartmanın giriş kapısında toplantı yapılacağına dair bir yazı gördük. Bana büyük eğlence çıkmıştı;
çünkü Münevver Hanım’ın evini çok merak ediyordum.
Münevver Hanım eşi Ahmet Bey’le yaklaşık yirmi sene
aynı evde küs yaşamış bir kadındı. Öyle ki yaptıkları
yemekleri bile ayrı tencerelerde saklıyorlar, her sabah
iki ayrı şişe süt alıyorlar ve çok gerekirse birbirlerine
sadece not yazıyorlardı. Sanmayın ki amacım tiridi
çıkmış bu iki ihtiyarı gözlemlemekti. Aklım Münevver
Hanım’ın mutfak masraflarından arttırarak sahip olduğu eşsiz resim koleksiyonundaydı. Bir gece Cavidan
anlatmıştı Münevver Hanım’ın duvarlarındaki Çobanları, Fahrettin Baykalları, Nuri Abaçları, Sabri Akçaları...
Hepsi bir yana asıl görmek istediğim bir kuş tablosuydu.
Kuşun hikâyesi şöyle: Bir gün Münevver Hanım bir Fahrettin Baykal sergisine gidiyor ve bir resmi çok beğeniyor. Ancak resmin ederini karşılayabilmesine imkân
yok. Elinin sıkılığıyla meşhur kocasıyla küs, üstelik bahsi geçen tablo serginin nadide bir eseri. Amma velakin
Münevver Hanım’daki resim merakı öğrenilmemiş, içsel
bir tutku. Ressamın evini buluyor, kapısını çalıyor. Diyor
ki: “Ben bu resmi çok beğendim, almak istiyorum ama
sadece şu kadar param var. Sabah uyandım mı ona baksam çok memnun olurum.” Hikâyeyi uzatmamak için
Münevver Hanım’ın sözlerini kısaltmadım, gerçekten
bunları söylüyor. Bu dolaysız, sade istek elbette ressamın da hoşuna gidiyor ve veriyor resmi. O veriyor da,
Münevver Hanım resmi alırken yüzünü biraz ekşitiyor:
“Resim güzel ama şurada bir kuş olaymış daha iyi olurmuş, kuşu eksik” demeden duramıyor. Bunun üstüne
ressam küçük bir kuş tablosu yapıp Münevver Hanım’ın
evine yolluyor. İşte ben o kuşu görmek için apartman
toplantısını bir heves bekledim.
Pazar öğleden sonra, apartman toplantısından hemen
önce bizde buluştuk. Bilirsiniz, fasulyeye sayı yapma
şansı pek doğmaz. Genellikle oyunu bir tarafın lehine
değiştiremeyeceği için “kardeş” kotasından alınan bu
küçük, aslen defa be defa yanmak üzere oyundadır.
Kimi fasulyeler, yansalar da oyundan çıkmadıkları için,
yanmayı oyunun ta kendisi sanarlar, o da ayrı. Neyse
toplantı öncesi bizde otururken Cavidan bana dönüp
“sen yönetici olsana” dedi. Tüm fasulyeler adına aldım
o pası.
Üst kata çıkarken kendi aramızda eski yönetimi devir-
meye karar vermiştik. Münevver Hanımların kapısını
çaldık, ama onlarda toplantı falan yoktu. Maaşını alamayan yeni kapıcı kendi kendine toplantı duyurusu
asmış, mükemmel planına hepimizi alet etmişti. Olsun,
isyan başlamıştı bir kere, toplantıyı Serpil’de yaptık,
artık “apartman yöneticisi”ydim. Ne yazık ki bir enkaz
devralmıştım, o yüzden işlere hemen soyundum.
Önce kazan ve bacanın tamirini yaptırdım, yeni sirkülasyon motoru sipariş ettim. Havalar iyice soğumuştu.
Kaloriferleri yakamadığımız için apartmanın dış kapısına bir duyuru asmaya karar verdim:
“Sayın apartman sakinlerimiz,
Kazan ve baca tamiratı sebebiyle merkezi ısıtma sistemi henüz çalıştırılamamıştır. Anlayışınızdan ötürü
teşekkür ederiz.”
Yönetici
Ertesi gün, benim duyurumun hemen altında, üstelik
biçimsel özellikleri bire bir taklit edilmiş olarak aşağıdaki yazıyı buldum:
“Sayın yöneticimiz,
Anlayışımıza teşekkür ettiğiniz için biz teşekkür
ederiz. Ancak anlayışımız sizin gevşekliğinize yakıt
olmamalıdır. Unutmayınız ki tarihi üşütenler değil
üşümüşler yazar.
İmza: Üşümüşler Cephesi”
Kahkahayı basıp yukarıya çıktığımda Serpil, Cavidan,
Göksel Abi ve biricik kızları Elif ve Ayşe Naz’ın ne yazık
ki tüm muhalif cepheler gibi bölünmüş olduklarını; “az
üşmüşler” ve “çok üşümüşler” olarak ikiye ayrıldıklarını
fark ettim. Ve her iktidar gibi krizden bir fırsat çıkarmayı akıl ettim. Onların duyuruların hemen altına yeni bir
yazı astım:
“Doğal gaza son bir yılda yapılan %49 oranında zam
sebebiyle, daha fazla üşümemeniz için apartman aidatının Kasım ayından itibaren 250 lira olarak yatırılmasını rica ederiz.”
Yönetici
Biz böyle yazışmayı sürdürürdük
ama ertesi gün bütün duyurular sökülmüştü. Ben apartmana yeni taşınan astsubay emeklimizden şüphelendim, komşular ise 2 numaradaki iş
yerinden. Neticede bu siyasi hareket,
ordunun ya da sermayenin hoşuna
gitmemişti.
Sonrasında günler günler kovaladı,
Serpil’in yeni dizisi televizyonda yayına girdi. Elbette benim iktidar dönemimde meydana gelen bu başarı
için bir açılış düzenledim. Kendime
güzel bir bayrak tasarladım. Sevgili
dostum Benan’ın tavsiyesi üzerine,
iktidarımın dayanağını ön plana çıkartıp doğal gazın simgesi olan “mavi
alev” figürünü kullandım. Açılış konuşmamda bir ara galeyana gelerek
yan apartmanı ilhak etmeyi bile
teklif ettim. Apartmanın giriş katında oturan Serpil’in arka odasından
direkt arka bahçeye açılan bir kapı
yaptırmak ise o geceden sonra ortak
ülkümüz.
Yani biz oynamaya devam ediyoruz.
Kimi zaman sokak kapısının önünde “Kesik Çayır”, kimi zaman gecenin
dördünde pavyonculuk... Çocukluğumuzu başka yerlerde, üstelik çok
başka zamanlarda yaşamış da olsak,
bizim apartmanda oyun, hâlâ çanak
çömlek patlatmak kadar tatlı. Yaşam uğraşının artistik hareketlerine,
kendi isimleriyle anılan figürler kattıkları için, bu yazı da benim onlara
selamım olsun: Islıktan ses çıkarabildiğim o ilk ânı hatırlıyorum, insana
öyle bir neşe veriyorsunuz!
Zam haberi ile sarsılan muhalif cephe, yeni duyuruyu
asmakta gecikmedi:
“Aidatları devlet ödesin.”
İmza: Üşümüş Sol
29
Gün Olur
Hayali
Cihan
mahalle baskısı
ESİN PEHLEVAN
[email protected]
Değer…
30
Takım Kurmaca
Kili Oyunu (Kini, Pila)
Takım oyunlarında gruplara ayrılmayı, oyunu iyi bilen, iyi oynayan iki kişi
yapar. Bunlar, bir iki metre uzaklıkta karşılıklı durup, sırayla birer ayak
atarak birbirlerine doğru yaklaşır. Her
ayak atışta “aldım verdim ben seni
yendim” tekerlemesinin bir kelimesini söyleyip, en son ayak atıp arayı
kapatan, ilk önce oyuncu seçme hakkını kazanır. Diğer oyuncuları seçmek
için sırayla, “ben beni, ben de beni,
eş isterim, al beğendiğini, Ayşe’yi
Ali’yi” diyerek Takım Başı istediği arkadaşını takımına alır. Sırayla bütün
oyuncular seçilince takımlar kurulur
oyuna başlanır.
Takım oyunudur. Değneklerlerle ve “kili” denilen, on beş
yirmi santimetre boyundaki ince çubukla oynanır. Eşit
sayıda oyunculardan oluşan iki takım kurulur. Oyunda
amaç, iki yüz, beş yüz arasında saptanan sayıya önce
ulaşmaktır.
Oyuna önce başlayacak takımı seçmek için, “yaş mı, kuru mu atma”
yapılır. Oyunculardan biri, düzgünce
küçük bir taş alır, taşın üstüne tükürür. Takım Başlarına, “Yaş mı, kuru
mu?” diye sorar. Onlar tahminlerini
söyleyince, taşı yukarı atar. Taş yere
düştüğünde üstteki tarafı tahmin
eden takım, oyuna önce başlar.
Ebeli oyunlarda ebe, saymaca sayılarak bulunur.
Oyuna sonradan katılan kişinin ebe
olması genel kuraldır.
Saymacalar
Düşünüyorum, düşünüyorum ilk oyunumu hatırlayamıyorum. Annem anlatırdı, babamla saklambaç oynarmışız
üç dört yaşlarımda. Bir keresinde sedirin altına saklanmışım, babam örtüyü kaldırıp sobeleyince “ama öbür sedire bakmadın” deyip oyunun erken bitişine sızlanmışım.
Meğer babam her oyuncunun oyunu bırakıp gitme ihtimalini belletirmiş. Çocukluğumdan beri hiç sevemedim
bu tatsız terk edişi. Hep bir sedir daha varmış gibi geldi
gitmeden önce altına bakılası…
Anneannemin zamanında bizim köyde oynanan çocuk
oyunları çok renkliymiş… Bilmiyorum kaç yüzyıldır vardı
bu oyunlar… Ne var ki önce babalar göçmüş, peşinden
diğerleri, sonra bütün köy… Oyunları da, ilkokulları da
sahipsiz kalmış. Ben bizim köyde hiç göremedim o kadar
çok çocuğu bir arada. Yazları tatile gittiğimiz zaman bir
iki komşu çocuğu ya olur ya olmazdı.
Yıllar sonra Sevgi Şenol, sadece çocuk
oyunlarını değil, büyün köyün dilini,
âdetlerini, geleneklerini mavi kaplı
bir kitapta toplamış. Sevgi Şenol’un
Artvin Ardanuç Ağzından Derlemeler
(1993), kitabındaki köy oyunlarından
bazılarını çok sevdim. Kitabın orijinali
yöresel ağız kullanılarak ve büyük büyük ninelerden dedelerden derlenerek
hazırlanmış.
Bazı oyunlara takım kurarak başlarlarmış. Takım kurma başlı başına bir
oyun aslında. Dedim ya çok ama çok
çocuk varmış.
Kımkırımkoz kımkırımkoz, biri beyaz
biri boz, bindim bozun boynuna, indim köyün yoluna, köyün yolu taşlıdır, baban gözü yaşlıdır, aç kapıyı aç
kapıyı, anam kaymak getirdi, pisik
(kedi) başını batırdı, eliyesin, meliyesin, pisiğin taşağını çiğneyesin.
Edin nene, bedin nene, suya düşmüş
kadın nene, al çık, bal çık, sen dur,
sen çık.
Bu çocuklardan biri sözünden dönerse vaymış hâline…
Yemin tekerlemesi
Yeminim yemin olsun, dişlerim kemik olsun, kuru derede boğulayım,
kör tüfekle vurulayım, at bokundan
atlayayım, kabak gibi patlayayım.
Oyun alanı iki uzun çizgi ile belirlenir. Orta boy bir taş
alınıp oyun alanının baş tarafına yerleştirilir. Burası
kale bölgesidir. Oyuncuların ellerinde değnekler ya da
dallı çubuklar vardır. “Yaş mı, kuru mu” atılarak oyuna
hangi takımın önce başlayacağı belirlenir. Önce başlayacak takım oyuncularından biri kaleye geçer. Karşı
takımın oyuncuları, oyun alanı içinde dağınık şekilde
yerlerini alırlar.
Kaledeki oyuncu, elindeki kiliye değneğiyle havadan
hızlıca vurarak, oyun alanı içinde oldukça uzağa atar.
Karşı takımın oyuncuları da, değnekleriyle kiliyi havadan kaleye atmaya ya da kalenin yakınına düşürmeye
çalışırlar. Kiliye havadayken vurabilirlerse, kaledeki
oyuncu yanar, “kaleden düşer”. Yerine takımından başkası girer. Havada vuramazlarsa, biri, kiliyi düştüğü
yerden elle alıp kaleye bir kez atar. Kaledeki oyuncu,
kili havadayken değneğiyle uzaklaştırabilir. Düştükten
sonra vuramaz. Kilinin kaleye değmesi ya da bir değnek
boyundan daha kısa uzaklığa düşmesi durumunda, kaledeki oyuncu yanar, yerine başkası girer.
Bu uzaklık ölçümü iki değişik şekilde yapılır. Birincide,
önceden saptanan bir değnekle ölçme yapılır. Kili ile
kale arası değnekten kısa olursa kaledeki oyuncu yanar. İkincide, kiliyi elle atan oyuncu, kili ile kale arasını
değneğiyle ölçer. Ellerini yumruk yaparak değneğin fazla kısmını üç kez tutar. Yumruklarından artan kısmın
tamamını ağzına sokabilirse, kaledeki oyuncu yanmış
olur.
Karşı takımın oyuncusu kiliyi elle attığında kaleye
değmez ve kaleden bir değnek boyundan daha uzağa
düşerse, kalede oynayan takım sayı alır. Kilinin bulunduğu yerle kale arası adımlarla ya da değnekle ölçülüp
sayılır. Beş adım veya beş değnek, bir sayı olur. Bu sayıya, kaledeki oyuncunun değneğiyle kiliyi havada (yere
düşürmeden) zıplattığı sayı da eklenir. Takımın bütün
oyuncuları sırayla, yanan arkadaşlarının yerine girerek
kalede oynar. Her birinin aldığı sayı önceki sayıya eklenerek takımın sayısı bulunur.
Bu arada, kaledeki oyuncunun attığı kilinin oyun alanı
dışına çıkmasına yankulaçdenir. Bu durumda,oyun alanındaki oyunculardan biri sol eliyle sağ kulağını tutar.
Sağ elini sol elinin arasından geçirir. Eğilerek yerdeki
kiliyi eline alıp kaleye üç kez atar. Kaleye değdirirse
kaledeki oyuncu yanar. Değdiremezse kalede oynayan
takım sayı alır.
31
ESİN PEHLEVAN
[email protected]
Birinci takımın bütün oyuncuları yanınca, karşı takımın
oyuncuları sırayla kaleye geçerler. Oyun böyle sürer.
Önceden belirlenen sayıya hangi takım önce ulaşırsa
oyunu kazanmış olur.
Kendi sayısı söylendiğinde geciken,
yanlış söyleyen oyuncu cezalandırılır.
Ceza, dayak olduğu gibi, hayvan taklitleri, çeşitli işler de olabilir.
Yenilen takım, karşı takımın oyuncularını sırtlarına
alıp, belirlenen yerden kaleye kadar taşımak zorundadır.
Taşıma yerinin tespiti genellikle oyundan sonra yapılır. Bunun için, kazanan takımdaki oyunculardan biri
kaleye gelir. Değneğiyle kiliye hızlıca vurup oyun alanı
içine atar. Yenilen takımdan bir oyuncu, kilinin düştüğü
yerden arkadaşını sırtına alıp kaleye kadar taşır. Taşıma
sırasında, yenen oyuncu: “Çüş eşeğim kuriye” der. Yenilen oyuncu: “Nereye” diye sorar. Üstteki: “İstanbul’a,
Bursa’ya git de gel” der, eğlenir, gülerler. Yenen takımın
bütün oyuncuları, sırayla yenilenlerin sırtına binince
oyun biter.
Bir Birliğim
Kutek Oyunu (Mamış, Honi Çurr)
Üç ya da daha çok kişiyle oynanır. Büyükçe düz bir taş
toprağa yerleştirilir. Oyuncular içlerinden bir ebe seçerler. Ebe, “kutek” denen yassı ve uzunca bir taşı yerdeki
büyük taşın üzerine koyar, “kurar”. Belirli uzaklıkta bir
kale çizgisi çizilir.
mahalle baskısı
Diğer oyuncular, bu çizgiyi geçmeden, ellerindeki yassı
taşlarla kuteği düşürmeye çalışırlar. Ebe, düşen kuteği
alıp yerine koyuncaya kadar, onlar attıkları taşları alıp
kale çizgisinin arkasına geçmek zorundadırlar. Ebe, kuteği kurduktan sonra kale çizgisinin önünde kimi yakalarsa o ebe olur, oyun yeniden başlar.
32
Yakalanmak üzere olan oyuncu, taşının üstüne çıkıp
ebeden kurtulur. Ebe uzaklaşınca, elini sürmeden, bir
ayağının yardımıyla taşını diğer ayağının üstüne çıkarır.
Ayağıyla havaya atıp eline alarak rahatça kale çizgisine
gelebilir.
Beş Geçili
Genellikle evlerde oynanan bir oyundur. Oyunculara, sırayla beş ve beşin katları olan sayılar verilerek herkesin
sayısı belirlenir.
Oyunculardan biri: “Ey ağalar, bu köye haraç geldi, bu
haracı kim verecek?” diye sorarak oyunu başlatır. İçlerinden biri, kendinin olmayan bir sayıyı söyleyerek: “On
geçili verecek” der. On sayısını alan oyuncu gecikmeden: “On geçili niye verecek?” diye sorar. Önceki: “Ya kim
verecek?” der. O da başka bir sayı söyleyerek: “Otuz geçili verecek” der. Otuz sayısını alan gecikmeden ve çabuk
çabuk cevap vermek zorundadır. Oyun, değişik sayıyı
alan oyuncuların böyle karşılıklı konuşmalarıyla sürer.
Bu oyun, genellikle, kapalı yerde canı
sıkılan küçük çocukları oyalamak
için, büyükler tarafından yönetilerek
oynanır.
Eller, açık olarak yere koyulur. Oyunu
oynatan kişinin de sol eli yerde olur.
Diğer elinin işaret parmağını parmaklara sırayla koyarak: “Bir birliğim,
iki ikiliğim, üç üçlüğüm, dört dörtlüğüm, beş beşliğim, altı elek, demir
delek, salla bunu, çek şunu” tekerlemesinin her bölümünü bir parmakta
söyler. “Çek şunu” sözü kimin hangi
parmağına gelirse, o parmağını içeri
doğru kıvırır. Oynatan kişi, sonraki
parmaktan saymaya başlar. Kimin
bütün parmakları önce kıvrılırsa oyunu kazanır. Sona kalana ceza verilir.
Oyun, okul öncesi çocuklarda sayı
kavramının gelişmesine de yardımcı
olur.
Kuva Kuva
Bu oyun küçük çocukları oyalamak
için büyükler tarafından oynatılır.
Çocuklar, ellerinin baş ve işaret parmaklarıyla, arkadaşlarının ellerinin
üstünden tutarlar. Oynatan kişi:
“Kuva kuva kunçala, bayırlara gün
çala, nene koko pişirir, karga gelir
kaçırır, çiçi kuva kuva pırrr…” tekerlemesini söylerken, çocuklar ellerini
aşağı yukarı sallarlar. “Pırrr” deyince
de ellerini bırakıp kuş gibi uçurur, eğlenirler.
Sesli sesli, hızlı hızlı ve her cümleyi
beş kere söyleyin de görün neden yanıltmaç dendiğini…
Yanıltmaçlar
Genellikle evlerdeki toplantılarda,
eğlencelerde, imecelerde bir araya
gelen gençler, büyükler, oyun oynamanın yanında, yanıltmaç da söyleyerek, eğlenirler. Söyleyemeyenlerin,
şaşıranların söylediği yanlış sözler
herkesi güldürür, eğlendirir.
Bir bacada yün var, bir bacada pestil
var, bir bacada bok var; yünü dittim,
pestili yuttum, boku attım.
Değirmene girdim, sildim, süpürdüm,
silkindim, çıktım.
Çocuklara taş çıkarmış hep çocuk kalanlar…
Yılbaşı Eğlenceleri
Ardanuç’ta yılbaşına ayrı bir önem
verilir. Yılbaşı nasıl geçirilirse yeni
yılın da öyle geçeceğine inanılır. Bu
nedenle çeşitli eğlenceler düzenlenir.
Yılbaşı gecesi eğlence düzenleyen
gruba Kadı Musur gurubu denir. Gurup yılbaşından önce toplanarak işbölümü yapar. İçlerinden, kadı, muhtar,
gelin, müftü, bekçi, soytarı, gelin koruyucuları seçilir. Deve ve ayıyı canlandıracaklarla, hortlak olacak olan
belirlenir. Yılbaşına kadar hazırlıklar
tamamlanır.
Yılbaşı akşamı yemekten sonra toplanılır. Herkes rolüne göre giyinir. Önde
davul zurna, arkada Kadı Musur grubu, kapı kapı gezmeye gidilir. Ellerinde külek (ağaç kova), torba, çuval
kalbur gibi kaplar vardır. Evin önüne
gelince davul zurna durur. Kadı, mani
söyleyerek ev sahibinden bir şey ister.
“Kadı geldi kapıya, dua etti yapıya, veren veren bin olsun,
vermeyenin iki gözü kör olsun, verenin bir
oğlu olsun, vermeyenin bir kör kızı
doğsun, o da bacadan düşsün ölsün.”
Davul zurna sesini ve manileri duyan ev sahibi dışarı
çıkar. Gruptan biri bayılarak yere düşer. Muhtar, değneğiyle onun karnına vurur. Yerdeki ayılmaz. Bu kez
muhtar: “Yaz kadı yaz” der. Kadı, “yazdım yazdım” diye
yanıtlar. Ev sahibi, istenen şeylerden verebildiği kadarını verir. Yağ vermezse o da maniyle istenir.
“Nebiye Hanım baksana, kepçeyi eline alsana, yağ küleğine varsana, sakın elin titremesin, her yeni yıl gelende,
Allah daha çok versin,verenin evine nur,vermeyenin
evine nalet yağsın.”
Ev sahipleri, istenenlerin dışında, gelenlere pestil, dut
kurusu, meyve kurusu da verirler. İstediklerini alınca
muhtar: “Yaz Kadı yaz, bir hokka tuz” der. Bayılıp yatan
da: “Biz de buradan vız” diyerek kalkar.
Davul zurna çalar, hep birlikte oynar eğlenirler. Bu
arada, Kadı Musur grubu dışındakiler gelini kaçırmaya,
yazmasını kapmaya çalışırlar. Koruyucuları onları yakalarsa para alırlar, vermeyeni döverler, kara basarlar.
Yakalayamazlarsa kartopuna tutarlar. Oyundan sonra
deveci devesini getirir.
“Bir deve aldım pazardan, sarardı soldu nazardan, baksanıza deveci babaya, yeni çıkmış mezardan” manisini
söyleyerek oradakileri güldürür. Yine maniyle, ev sahibinden devesine bahşiş ister. Yılbaşı eğlenceleri bu
şekilde, bütün evler, hatta yakın köyler de gezilerek
sürdürülür.
Ayı Oyunu
Oyunu iki kişi düzenler. Biri ayı, diğeri de sahibi olur.
Ayıyı oynayacak kişinin bütün vücuduna siyah postlar
bağlanır. Elleri ve yüzü karaya boyanır. Boynuna bir
zincir bağlanarak sahibi tarafından içeri getirilir. Sahibi
ayıya çeşitli soruları sorar: “Ayım, kocakarılar yaylaya
nasıl çıkar? Ayım, hanımlar nasıl gezer? Ayım neneler
nasıl gezer?”
Ayı, bu soruların her birine uygun taklitlerle karşılık
verir, seyredenleri güldürür. Sonra sahibi türkü söyleyerek ayıyı oynatır : “Ayımın gözleri humardır humar
(kahverengi), birini açar, birini yumar, dağda gezen sen
miydin? Dalları kıran sen miydin?”
Oyundan sonra sahibi: “Ayım çok yoruldun, şuradan bir
kısır koyun tut da ye” der. Ayı, grubun içinde en çok korkan birinin peşine düşünce herkes güler. Ayı, tuttuğu
kişiye sarılır, kendi yüzünden kara sürer.
Eğlenilir, hoşça vakit geçirilir, çocukların kahkahaları
bütün köyü çınlatır…
33
GEYŞA
[email protected]
Bir Geysa’nın Maceraları
’
Ben Super Mario’yu bitiremedim. 8’in 4’üne gelir, ejderhayı görür, sonra da ölürdüm. Heyecan yapardım. Arkadaşlarım bak bu böyle geçilir diye gösterirlerdi ama
yok, ben yine de beceremezdim. O prensesi kendi çabamla kurtarmak mümkün olmadı. Sonra da kendimi
beceriksiz biri olarak görmeye başladım. Bir oyunu bile
beceremedim. Zaten “kız”ım, kızlar oyun oynamaktan
anlamazlar.
Orta okula geldim, bilgisayarla tanıştım, sonra da başından kalkamadım. Harddisk sökmelerle başlayan donanım maceram en son anakart takmaya kadar gitti yıllar
içinde, ama bunun şimdi yeri değil.
Tomb Raider’ın yeni oyunu çıkmıştı, The Last Revelation. Bu yaşıma kadar oynadığım gerçekten en zor oyundu, hâlâ bitiremem, mümkün değil. O kadar karmaşık
kurgulanmış mekânı hayatımda ben başka bir oyunda
görmedim, muhtemelen de göremem. Ama işte, o yaşta,
o oyunla tanışınca ve de oynanan ilk bilgisayar oyunlarından biri bu denli kazık olunca, insan ister istemez
yine tarihin tekerrür ettiğini düşünür ve “beceriksizim”
der. Dedim ben de.
Zaman içinde oyun oynamayı çok sevdiğimi, ama hilesiz geçemeyecek kadar beceriksiz olduğumu düşündüm.
Zaten bir kadın olarak toplumdan bu yönde destek aldığımız için, aksini düşünmek o kadar da kolay değil.
mahalle baskısı
Liseye geldim, artık oyun oynamayı sevdiğimi söyleyecek cesareti az çok bulabilmeye başlamıştım. Donanımdan anlamamı o kadar yadırgamasalar da arkadaşlarım
oyun oynamama aşırı tepkililerdi. Sen kızsın, anlamazsın geçemezsin. Sonuçta cd-writer (o zamanlar cd vardı)
nasıl takılır, yok hdd nasıl sökülür gibi şeyler hep soruydu, basit sorular, ama “oynuyorum” başlı başına bir
cümleydi, kimsenin fikrini almadan, bu benim diyen.
34
Oynuyorum, bana oyun verin dediğimde uzun süre cevap alamadım. Sonunda bir arkadaşım, ekşi bir suratla,
e hadi bunu al oyna diyerek Age of Empires II’yi verdi, o zamanlar o vardı. İşte uzun süre bilgisayar başına
kitlenmelerim bu sayede başladı. Hep derim, eğer o zamanlar o arkadaşlarım bana evet oynarsın al bunu da
oyna gibi bir tavır takınıp oyunlarını benle paylaşsalardı,
ben üniversiteyi kazanamazdım. Neyse ki kendimdeki
bu potansiyeli üniversitede fark ettim, işler yoluna girdikten sonra.
Beş buçuk saat olmuştu, hatırlıyorum, benim işçilerim
hâlâ madenlerde “tamam, yaparım” diyip duruyorlardı.
Annem içeriden bağırıyordu “kızım kalk şu bilgisayarın
başından da ders çalış” diye, cevabım hazır “bitince kalkarım”. Sonra anne korkusuyla hile yapmalar, oyunu çabucak bitirmeler, bir saat göz doldurmak için bir şeyler
okur gibi yapmalar ve sonra da uyumalar elbette.
Yine de insanın elinde tek oyun olunca o kadar saramıyor. En nihayetinde
bir yerden sonra o oyunu oynamak
için şevk kalmıyor. Bende de öyle
oldu ve yine genel düşüncenin desteklediği şekilde “demek ben oyun
oynamayı o kadar da sevmiyorum,
bak sıkıldım, zaten beceremiyorum”
diye düşünmeye başladım.
Üniversiteye geldim, yine çok çalışmayan, hatta tembel, bilgisayar başından kalkmayan, asosyal kişiliğimle hayatıma kaldığım yerden devam
ettim. Ama biraz zordu, İzmir’i bırakıp Ankara’ya, ilk aşkım olan adamın
(o zamanlar o da çocuktu benim gibi)
peşinden gelmiştim. Hayat bana çok
zordu.
İşte gerçekten o sırada, hayatımın
dönüm noktalarından birini yaşadım.
Bilen bilir, ODTÜ’nün interneti nasıl
bir şeydir, DC++ kullananları nasıl
banlarlar, ama yine de nasıl bir arşiv
elde edilir. İşte ben de sınırsız internetle böyle tanıştım. Kısa sürede internetin tamamına yakınını eski püskü 4gb harddiski olan bilgisayarıma
indirip indirip yedeklemeyi başardım.
Artık neredeyse merak ettiğim indirilecek hiçbir şey kalmamıştı. Ben
de kullanıcıların paylaşımlarına göz
gezdireyim dedim. O an, hayatımın
bir diğer dönüm noktası, Diablo II’yi
gördüm. “Aa Diablo, geçen benim arkadaş da oynuyordu bunu” dedim ve
hadi indireyim dedim. İndirdim. Sonra .iso formatıyla tanıştım, oradan
bunun nasıl çalışacağını herkese sora
sora öğrendim. Ama kimse benim
kadın olduğumu anlamadan yaptım
bunu, yoksa tepkileri basitti, “sen nasıl yapacaksın, zaten kızsın” gibi.
Hazırlık atlama sınavımıza 2 gün
filan kalmıştı, zaten bütün dönem
yattığım için kendimden pek bir şey
beklemiyordum. Ortalamanın altında, sıradan bir öğrenciydim. Belliydi
ki geçemezdim o sınavı. Ama yine de
küçük bir umut vardı. İki gün çalışıp
belki ucundan kıyısından geçebilirdim. İşte o an kader ağlarını ördü ve
ben Diablo’nun başına oturdum. Kaç
saat kalkmadığımı hatırlamıyorum
ama rahat 18 saatim var. Büyü değiştirirken üstüme dökülen makarnaları
hiç saymıyorum bu esnada.
Kendi kendime dedim, “bugün sınava çalışsam, büyük ihtimal geçemem,
ama Diablo oynarsam mutlu olurum”. Böyle diyerek sınava girmedim
ve hayatımın oyunla ilgili ilk büyük
fedakârlığını yapmış oldum.
Zamanla oyun oynamadaki tutkumu
daha da kabullenip daha çok oyunla
tanıştım. Oyun sitelerini ziyaret eder,
haberler okur, dergiler alır bir şekilde
gündemi takip ederdim. Yine de bu
kadar konunun içinde olmak, beni
hilesiz oynayabilme korkusundan
uzak tutamadı. Yine kendime güvenmemeye devam ettim, yine oyunları
tatsız tuzsuz oynadım.
Oynaya oynaya ilk başta macera (adventure diyelim) oyunlarına sardım,
dedim aksiyon yok, ölmem. Klasik
korkak oyuncu modeli. Oynadım oynadım ama bir yerden sonra sıkıldım.
Bir gün bir arkadaşım beni rol yapma
(RPG olsun bu da) oyunlarıyla tanıştırdı ve bana Vampire the Masquerade – Bloodlines diye bir oyun önerdi.
Konsolu açtım (açıklama, konsol bir
çeşit oyun hile yeridir, oyun içinde bir
tuşla aktif olur, internette bulunabilecek kodları yazarak sizi istediğinize
ulaştırır. Para mı istiyorsunuz? “Add_money_100000”
tarzı bir şey yazın, işte para sizin), statlarımı fulledim,
başladım oynamaya. Oyun gerçekten çok güzeldi, ama
bir şekilde aldığım zevk yeterli değildi. Anlamıyordum.
Oynadıkça oynayasım geliyordu, ama sanki oynayan
ben değilim bir başkası gibi, elimde katanayla beceriksizce dolanıyordum.
Derken bir gün, büyük bir Star Wars fanı olarak, dedim
bunun o kadar oyunu var, oynayayım. Ve işte yine bir
dönüm noktası daha... Knights of the Old Republic diye
bir oyunu vardır Star Wars’un, onu oynamaya başladım.
Ne hikmetse konsolu açamadım. İnternette dolandım
dolandım, yok konsol açılamayan bir versiyonuymuş
bendeki oyun. Baktım birileri kolay molay yazmış
oyuna, e dedim hilesiz oynayayım, belki ölmem. İşte o
oyunla fark ettim ki çocukluk acemiliğimden eser kalmamış, aslında hileye ihtiyacım yokmuş benim. İhtiyacım olan tek şey biraz güven, biraz önyargıların dışına
çıkma, biraz kendimi kendime kanıtlamaymış.
O oyundan sonra hile yapmam neredeyse sıfıra indi.
Bunun keyfini aldıktan sonra hile yapamaz oldum. Çünkü hissetmeye başladım, bunları yapan benim, orada acı
çeken, savaşan, dünyayı kurtaran hep benim.
Derken rüyalarım değişti, artık kendimi bir kahraman
olarak görmeye başlamıştım. Dünyayı kurtarmaya, yaratıkların istilasına dair şeyler görmeye başladım. Gittikçe daha derin maceralara giriyor, hayal gücümün
sınırlarını geçip bambaşka yerlere gidiyordum.
Rüyalarımı yazmaya başladım, çünkü belli bir şekilde
her zaman acayip olan bilinçdışım, adeta oyun oynamaya yeniden başlamamla o alevi almıştı, artık durduramıyordum. Hayal gücünün sınırı olduğunu söyleyen
birileri varsa etrafınızda onu susturun, tıpkı kızlar oynayamaz diyenleri susturmanız gerektiği gibi, çünkü bu
iki cümle de yanlış.
Hayal gücünün sınırı yok ve kadınlar çok iyi oyun oynayabilir. Ben bunu yıllar içinde, zor da olsa görmeyi başardım. Ama kabullenme sürecim çok uzun ve zahmetli
oldu. Bunun esas nedeni hep cinsiyetime karşı takınılan tavır oldu. Şimdiyse merak ediyorum, o lisede bana
“kızlar oynayamaz” diyenler ne yapıyorlar acaba. Sadece
bunu merak ediyorum.
Ben ne mi yapıyorum. Ben bir oyun şirketinde tester
olarak çalışıyorum. Açıklayayım mı? İşim oyun oynamak benim. Çünkü çalıştığım yer benim ne kadar yetenekli olduğumu biliyor, çünkü benim oyundaki kararlarıma güveniyor.
Sadece benim farkına varmam zaman aldı bu yeteneği. Ve farkına varınca, artık beni kimse durduramazdı.
En sevdiğim şeyi bulmuştum, artık onu kaybedemezdim. Bu yolda gitmeliydim. Ve gideceğim, sonuna kadar,
sonu her neredeyse, oraya kadar.
35
Yapasım da yok zaten.
Birisi bir şey yapar mı? Muamma…
Benim en büyük yeteneğim her şeyi görmezden gelmek
artık. Tüm güzellikleri, iyilikleri, sevişmeleri, orgazmları,
sevgileri ve geceleri... Güzel müzikleri de… Görürsem acı
çekerim, kimsenin umurunda olmaz ki… Çaresizlik mi
dediniz? Size çaresizlik hakkında bir tek şey söyleyeyim:
“Aşk acısı değil bu… Aldatılmak… Bir insana değil,
insanlığa olan inanç kaybı… Güven yitimi… Boşluk
ve ertesi gününüzü değil, bir sonraki saniyenizi düşündüğünüz zaman gördüğünüz sis yığını… Bir türlü
çekilip çevrilmiş bulamadım kendimi… Ve en kötüsü artık alıştım buna… Ben artık iflah edilemez bir
yalnızım…”
***
mahalle baskısı
CİHAN TEKİN
[email protected]
Eski - Yeni…
36
Aldatılmış bir erkeğin ağzı bozulur.
Ruhu bozulur, kalbi kırılır. Ağzımdan
dumanlar çıkıyordu. Yalnızdım ve
yürüyordum Kızılay’da. Seyyar satıcılar sağımda ve solumdaydı. Ellerim
cebimde ama kollarım boştu. Beynim
dolu… Beynim çok dolu… Kalbim boş…
Yalnızlık Mevsimi albümü zamanına bir daha hiç dönmeyecek, hiçbir kadın Marika gibi onuru için ölmeyecek.
eSKiyENi’de 45’lik dinlemek, kırmızı şarap içmek ve
dans etmek asla yüzümü gülümsetemeyecek. Olabilir
dedim içimden, olabilir. İnsanlar ölmüşçesine yaşayabilir. Doğanın dengesi bu, ama insanlar birbirini terk edemez. Peki, eder. Ama öldürürcesine edemez. Sevgili içim;
benim saf, geri zekâlı içim! Sonsuz bir yalana inanmak
istersen, kesinlikle edemez.
“Sevgilim başkasının dudaklarında,
sevgilim başkasının ellerinde… Haberim yok.”
“Adriana: Fovamai, fovamai... (Korkuyorum, korkuyorum...)
Karanfil Sokak’taydım. Hava soğuk…
Hava çok soğuk ve kalbim de… Kalbim kırık, kalbim çok soğuk… Geceleri başıma bastırdığım yastık, ellerimle yırtarcasına sıktığım yatak… Ağzım
bozuk…
“Sevgilim başkasının altında… Sevgilim başkasının üzerinde… Ruhum
duymuyor.”
Tanrım, bu nasıl bir oyun? Bu oyunun içinde ben yokum. Pis bir oyunun içine çekildim. Şimdi, ayaklarım
boşlukta. Bu sokaklar, bu barlar, bu
çiçekçiler birden nasıl yok oldu? Bu
kaldırım, bu yollar dün vardı. Bugün
yok. Sadakat dün vardı, bugün yok.
Artık hiç olmayacak. Münir Özkul,
zengin ve şımarık patronun karşısına bir daha hiç dikilmeyecek, Kargo,
Thomas: Ti fovasai? (Neden korkuyorsun?)
Adriana: I moiramou... (Kaderimden)”-Rembetiko (1983)
Ne tuhaf… Ölmüyorsun. Bir daha hiç sevilmeyecek, sevemeyecek gibi hissederken bile ölmüyormuşsun. İnsan
kaderinden korkarak da yaşamaya alışıyormuş. Sonsuz
bir korkudan bahsediyorum. Ölmek hariç her şeyden
korkmak. Bir kadının eline kazayla dokunsan buz kesmek, sevgi sözcükleri karşısında boşluğa bakar gibi
bakmak, karşıdaki sesi duyamamak, yüzü görememek,
tenine değen dudağın bedenini es geçmiş hissi vermesi.
En önemlisi sonsuz bir güvensizlik hissi…
İnsan güven olmadan nasıl yaşardı değil mi? Yaşıyor
işte. Git bu masalı başkasına anlat. Yaşamak denirse yaşıyor işte basbayağı. Yemek yiyor, su içiyor, sigara içiyor,
uyuyor ve uyanıyor, işe filan gidiyor, eli kaleme gider
gitmez kin kusuyor, fatura ve kredi kartı ödüyor ama
yaşıyor işte. Bunlar içimdeki umudun son çırpınışları…
Öylesine iyi biliyorum ki; ama bir şey yapamıyorum.
Altı ay daha geçti.Bitkisel hayatta olan bir adam da
e-postalarını kontrol edebiliyor.“eSKiyENi’nin dergisi olan Mahalle Baskısı’nda yazdın mı hiç? Sanki yazını okudum orada…” içerikli bir posta okudum
bir sabah. eSKiyENi’de katilim ile çok anım vardı ama
Mahalle Baskısı’nı hiç duymamıştım. Yazmamıştım da.
Mahalle Baskısı’nı geçtim, neredeyse son bir senedir
eSKiyENi’nin önünden bile geçmeye cesaret edememiştim. Anı olan hiçbir yer, hiçbir mekân beni cezbetmiyordu. Katilimin yüzünü görüyor, havada süzülen
ruhum ile cinayetime doğru adım adım giden süreçleri
bir film izler gibi zihnimde yeniden izlemek zorunda
kalıyordum. Tuhaftır, onunla buluşmak istedim. Yazım
yayınlanmış mı, yayınlanmamış mı diye merak ettim
bir taraftan da. Yazı her şeye rağmen benim ince damarımdı. En azından bu konular üzerine tartışırız, belki
de biraz iç dökeriz diye düşündüm. Söz konusu uzun ve
yalnız süreçte birçok karşı cinsle buluşmuş, görüşmüştüm ve bana daha kötü gelmişlerdi. En azından ortak
bir noktamız var. “eSKiyENi” diye düşündüm. İkimiz de
orada vakit geçirmekten ne kadar çok hoşlandığımızdan
bahsediyorduk, bildiğimiz tek ortak noktamız da buydu.
Kendi adıma söylemem gerekirse koca bir yalandı oysa.
Anılardan kaynaklanan korkumdan dolayı neredeyse
oraya bir senedir uğramıyordum.
***
O cumartesi, şu malum cumartesi buluşmaya karar
verdik. Ankaralıysanız bilirsiniz, tabii ki önce Dost Kitabevi kararı alınır. Cumartesi gününü seçmemizin en
büyük nedeni ertesi gün yolculuğu olmasıydı. Ailesi Ankara’daydı fakat kendisi Kastamonu’nun Cide ilçesinde
öğretmendi ve tatil için buradaydı.
Dost Kitabevi’nde onu ilk gördüğüm zaman, saf gülücükten oluşan bir canlı olarak algıladım. Çok güzel gülüyordu.… Gülmek eylemini gözleri ile başaran bir kadın
görememiştim o güne dek. Ah, pardon… Tarık Akan’ın
karşısında Gülşen Bubikoğlu, Kadir İnanır’ın karşısında Türkan Şoray, Münir Özkul-Adile Naşit, hatta Şe-
ner Şen-Ayşen Gruda ikilileri… Tetos
Demetriades’e “Misirlou”yu söyleten
ilham da buradan geliyor olabilirdi
ancak. Beynimi, kalbimi ve bedenimi bu ilhama bırakmıştım farkında
olmadan. Hemen bir yere oturduk
ve anlatmaya başladım. Sadece dinliyordu. Sadece dinleyen bir kadın…
Tatlı tatlı, sevimli sevimli gülümseyen, gözlüklerinin ardındaki gözlerini
sola sola kaydırarak ve gülümseyerek
dinleyen bir kadın vardı karşımda.
Ne anlatırsam anlatayım, ne söylersem söyleyeyim… Esmer tenli, esmer
güzeli bir kadın, bir adamın gözüne
ancak bu kadar beyaz görünebilirdi.
Bembeyaz, kar beyazı bir sadelik, sessizlik… Ne desem ki? Bayan mimik!
Yüz hatlarından anlayabiliyordum
benim için üzüldüğünü. İlk defa, bir
erkek olarak ilk defa yalnızca yüz hareketleri ile benim için üzüldüğünü
belli edebilen bir kadın görüyordum.
Sonra lafa girdi. Onu bulamamaktan,
bulduğunu sansa bile kısa sürede hayal kırıklığına uğrayıp hüsranla geri
kendi dünyasına döndüğünden bahsediyordu uzun uzadıya. Sesini ve ne
anlattığını duyuyor ve anlıyordum
ama gözüm sürekli ayrıntılara dalıp
gidiyordu.
O esnada gözüm incecik örgüsüne
takıldı. Ara ara boynuna düşüyor,
sonra gerisin geriye sırtına yol alıyordu. “Örgünü öne atsana” dedim
gayriihtiyarî. Sanki kalabalıklar içinde fark edilmeyi bekleyen masalsı
bir objeydi. “Hayallerini örmüş gibi”
diye geçirdim içimden. O da ümidini,
hevesini, umudunu yitirmiş. Çığlık
çığlığa bağırmak, haykırmak yerine
örmüş işte. Örmüş ve ilk fark edene
açacak sanki dünyasını. Açtı da. Örgüsünü öne attı ve gülümsedi.
Açtı dünyasını. Hiçbir karşılık beklemeden, olağan saflığı ile dünyasını
açtı bana. Sahilden topladığı ve üzerine birbirinden güzel resimler yapıp
kolyeye dönüştürdüğü taşları döktü
önüme. Öyle heyecanlıydı ki. O heyecan ancak ve ancak yaratmanın,
güzelleştirmenin getirdiği heyecan
olabilirdi.“Yüzlerce taşı bu kadar güzelleştirmeyi başarabilen bir kadın,
bir kalbin dikkatini çekememiş mi
37
CİHAN TEKİN
[email protected]
bugüne dek?” diye geçirdim içimden.
Hani, taş kalpli olmayı geçtim, insan
taş olsa kayıtsız kalamaz. Kendini
bırakır ellerine, renklere, ışıl ışıllığa.
Sesten, gürültüden, karmaşadan, ihtirastan bu kadar arındırılabilmiş, sadelikten nasibini böylesine alabilmiş
bir güzellik… Ancak bakmayı bilenin
görebileceği, şifrelerini çözenin hazine ile karşı karşıya geleceği bir masal
dünyası…
***
eSKiyENi’ye geçme zamanı gelmişti.
Bu gece cumartesi gecesiydi, yani
45’lik gecesi. Biraz korku, biraz endişe olmaz mı insanın içinde? Olmadı.
Anımsadığım, hiçbir şey… Hiçbir şey,
yani boşluk… Öyle güzel bir boşluk ki,
içinde kaybolmanın hazzı anlatılamaz. “Beethoven elleri ile Moonlight
Sonata’yı çalıyor, duyuyor musun?”
demek geldi içimden. Sapsarı taksiler,
sağımda solumda kitapçılar, çiçekçiler… Barlar, telaş hâlinde bir yerlere
koşturan Ankara sakinleri, kaldırımlar, piyangocular, sokak müzisyenleri…
mahalle baskısı
Her şey yerli yerine gelmiş gibi… Varlar… Yeni bir oyuna başlıyorum. Ellerinle yeniden boyayıp gözlerimin
önüne serdiğin, bana var olduklarını yeniden hatırlattığın bu güzellikleri sen göremiyor musun şimdi
yani? Cansız, hissiz taşları boyayıp
rengârenk dünyalar sunan sen, benim için yeniden yarattığın bu renk
cümbüşünü fark edemeyecek misin?
Hayır, inanmam.
38
Bu oyunda ben varım. Herkes var,
bak. Herkes içinde var olmak için
yırtınırcasına bir çaba harcıyor sanki. Bir tek sen eksiksin. Keşke gelsen.
Gelir misin ki, söylesem?
Nasıl söyleyeceğim? Bak geldik bile.
***
eSKiyENi’ye girdiğimiz andan beri
aklımda tek şey vardı. Ona nasıl anlatacağım? Bu oyuna onu nasıl davet
edeceğimi bilemiyordum. Anılarım
canlanacak diye değildi etrafta olan
bitene olan umursamazlığım, “aklımdaki bu soruyu giderebilecek
miyim?”in endişesinden. Sanki bu-
raya ilk kez geliyormuşum gibi bir his. Sanki bir şeyler değişmiş, her şey sıfırdan var edilmişti barda. Hiç
yapmamıştım ki böyle bir şey? Hiç söylemek zorunda
kalmamıştım. Nasıl bir oyunun içine çekildim, bu rolü
bana kim veya ne biçti bilemiyorum ama tek bildiğim
şey bu oyunu oynamayı deliler gibi istediğimdi. En iyi
yolunun dans etmek olduğunu düşündüm. Öyle ya! Alkol ve dans varsa her şey kendiliğinden gelirdi. Romanlarda, filmlerde hep öyle olmaz mıydı?
âşık oldum ben. Hemen bir şey söyleme yalvarırım.
Bir sene bekleyebilirim, altı ay veya üç ay. Beklerim
seni. Ben uzun zamandır böyle hissetmedim. Hep senin gibi birini bekledim.” Susup kalmıştı, yüzündeki
şaşkın ifade dün gibi aklımda. Öylece yüzüme bakıyor
ve “Ama! Ama!” diye tekliyordu. Devam ettim: “Ama
deme bana yalvarırım. Amanın arkası genellikle belirsizliktir, bilinmezliktir. Ben ne istediğimi çok iyi
biliyorum. Beklerim, istediğin kadar beklerim.”
DJ 45’liklere başlamış, ben ise sessizce bir bekleyişe koyulmuştum. Bir yandan alkol alıyor, rahatlamaya çalışıyor, bir taraftan ise DJ’in hafif parçalara geçmesini bekliyordum. Bardakların biri boşalıyor, diğeri doluyor ama
bir türlü hafif parçalara sıra gelmiyordu. “Bu oyuna taş
koymak isteyen birileri var sanırım” diye geçirdim içimden. Ailesi Ankara’da olduğu için gece yarısı eve gitmesi
gerekiyordu ve saatler su gibi akıyordu. Bir bardak daha,
bir saat daha, bir bardak daha, bir saat daha. Beklenen
dans davetçisi parça gelmek bilmiyor, ben sinirden kızarıp bozarıyor, bar sakinleri coştukça coşuyordu. Olayın
absürt bir noktaya gideceği öyle aşikârdı ki? İnatla beklemeyi sürdürüyordum. İnsanlar ne güzel eğleniyorlar
değil mi?”
Birden yanımızda çiçekçi kızlar belirdi: “Abla ne olur
evet de! Abi seni çok sevmiş, bakışlarından, sözlerinden belli be abla! Ne olur kabul et!”
***
Gece yarısına gelmek üzere olan zamanı durdurmayı
hiç bu kadar dilememiştim. Seni oyuna davet edememekten öylesine korkuyorum ki? Gece yarısına kadar
vakit de ne demek ki şimdi? Masal mı bu? Kül Kedisi
misin sen? Gözlerim kaç kere ayaklarına kaydı istem
dışı bir bilsen. Ayakkabıların cam mı, değil mi? Gece
yarısı evine, yarın da erkenden Cide’ye gidecek olduğun
tek bildiğim şey. Arkandan gelemeyeceğimi de öyle iyi
biliyorum ki. Gelmeye cesaret edemeyeceğimi. Cesaret
diye bir şey varsa o, bu gece sergilenecek. Eğer cesaret
oyunu diye bir şey varsa, ben bunu ilk defa oynamak
zorundayım. Her oyunun sonu güzel bitmez ki. Korkuyorum.
Bir kadeh daha… Senin şerefine…
***
Şu DJ var ya! Millet de oynamaya doyamamıştı. Gözüm
kararmıştı… Tuborg gerçekten adam gibi bir biraydı
sanırım. Beynime sağlam bir yumruk sallamıştı. “Madem gideceksin” dedim içimden. “Madem gideceksin
ve ben tam bir korkak gibi arkandan gitmeni izleyeceğim. Oynayalım. Gel oynayalım bari! Şu şebek,
korkak ruhumu ancak seni oynayarak uğurlamak
paklar benim!” Onu zorlayarak piste götürdüğümü hatırlıyorum. Oynamak istemiyordu. Zorla ayakta tutuyor,
kollarını zorlayarak havaya kaldırmaya çalışıyordum.
Pistin önüne çöktü birden ve “başım ağrıyor” dedi. Kolundan tuttum ve kalabalığı yararak barın önüne sürükledim onu. Tam barın önündeki yolun ortasında durdurdum ve yüksek sesle konuşmaya başladım: “Sana
Boynuma sarıldı ani bir hamle ile. “Canım” dedi yalnızca. Beline sarıldım, teni sıcacıktı. Karşı barın bahçesinde içen insanların biralarını şerefimize kaldırdığını gördüm bir an. Adını sanını bilmediğim, yüzlerini ilk defa
gördüğüm onlarca insan bize doğru kadeh kaldırıyor, tebessüm ediyor, göz kırpıyordu. Gözlerindeki mutluluğu
görebiliyordum.
Telefonu çaldı o esnada, babası gelmişti, son kere sarıldık ve gitti. Ben ise eve vardığımda sarhoşluğun etkisi
ile sızıp kaldım. Ertesi sabah gözümü açtığımda kalbim
yerinden çıkacak gibiydi. “Allah’ım, yalvarırım bana
böyle bir kötülük yapmış olma! Bu şey rüya olmasın” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Telefonumu
elime aldığım an ilk işim rehberde onun adını aramak
oldu. O ismi orada gördüğüm anki sevincimi tarif etmem imkânsız. Aradım onu. Aradım ve dün gece hiç
tanımadığım insanların dahi güzelliğine dayanamayıp
içinde yer almak için yarıştığı oyunun gerçek olduğunu
anladım. Çiçekçi kızların sesi kulaklarımda çınlıyordu,
tanımadığım ve şerefimize kadeh kaldıran, göz kırpan
insanların yüzleri, bir türlü dans parçasına geçmek bilmeyen DJ, nazire yaparcasına pistte kendinden geçen
insanlar… Hepsine sonsuz teşekkürler ettim, o telefonda
sevgi sözcüklerini sıralarken.
***
Öyle bir oyun gelir ki. Yaşadığınız
tüm kötü şeyleri anlamlı kılar.
Aldatılmayı, kandırılmayı, çiğnenip
geçilmenizi bile… Biz birbirimize çoktan itiraf ettik. “Mahalle Baskısı’nda
yazını filan görmedim. Sana o maili neden yolladığımı bilmiyorum”
dediğinde, “Ben de neden seninle
buluştum, bilmiyorum. O bara en
son ne zaman gittiğimi bile hatırlamıyorum” dedim. Şimdi ise öykümüzün, yeni başlayan oyunumuzun
evi, yuvası konumunda bu bar. Ne
bu rastalı adamları tanıyorum ne
de garson kızları. Bir tanesinin bile
adını hâlâ bilmiyorum. O çiçekçi
kızlarla bugün karşılaşsam yüzlerini
tanımam. O bar bahçesinde kadeh
kaldıran insanlar kimdi, bilmiyorum.
Şimdi Mahalle Baskısı’nda bunu okuyorsun; 2013 takvimi bile olduk bu
renkli barın. Takvime çevirsene bir
gözünü... Çiçekçi kızlar sana hemen
bizim yanımızdan gülücük gönderiyor. Biz, 20 Ocak’ta evcilik oyununa
başlıyoruz…
Günler gelip geçerken Cide-Ankara arası devam etti bu
oyun. Bir süre ses ile oynadık, sonra. Sonrası… Ya da…
“Ya da, işte Cide diye bir yerdeydim. Yani o noktada dedim ki, onunla ilk birkaç günümü geçirip, otobüse binip
gideceğim o an.”
“Bitmeyecek bir güzellik mi yaşayacağım ben şimdi?
Sonsuza kadar sürecek bir güzellik.”
Bir endişe belirdi tam göğüs kafesimde. Sonsuza dek
güzellik diye bir şey olamazdı ama içim bu duyguyla
doluydu.
Toprak olmaktan korktum.
Sonu çok güzel, kusursuz bir huzur dahi olsa korktum.
Sonsuz cennet ırmakları bile vardı belki.
Benim kimseden ayrılasım yoktu.”
39
PEMBE AKGÜN
[email protected]
Ali
ile Ayşe
Salona giren genç kadın,
kendisini iyi hissetmiyordu. Bir süredir başı dönüyor, midesi bulanıyor, evdeki camların çoğunu açmış olmasına rağmen,
içerideki hava ona yeterli gelmiyordu.
Son bir gayretle eğilerek, kanepede
oturan adama elindeki bira şişesini uzattı. Adamın ağzından çıkan
homurtudan “adolesan dönemine”
dönüş yaptığını anladı; usulca ayakaltından çekilip yeniden mutfağa
yöneldi, zaten aklı az önce tezgâhın
üzerine bıraktığı çikolatalı pudingde
kalmıştı. Mutfağın kapısından içeri
girmiş, ağzına puding dolu kaşığı büyük bir iştahla sokmuştu ki içeriden
bir kez daha adamın kendisini çağıran sesini işitti:
Üniversitede ikinci yılları bitmek üzereydi, aynı evde
yaşamaya karar vermiş, kırık dökük birkaç parça eşyayla kendilerine bir yuva kurmuşlardı.“Bir kırlangıç yuvası,
çerden çöpten” böyle söylüyorlardı soranlara, gözlerinin
içine bakarak ve daha da sokularak birbirlerine. Arkadaşlarının günün her saati rahatça girip çıktığı, dökülenin saçılanın aranmadığı, bira şişelerinin tirbuşon yerine sehpanın kenarıyla, anahtarlıkla, çakmakla açıldığı
yıllardı. Eski bir radyonun uzaktan sohbetlerine, uzun
uzun şiirlerin okunduğu akşamlara eşlik ettiği, daha
televizyon denilen heyulanın salonlarının, hayatlarının
başköşesine geçip yerleşmediği yıllar. Derin bir iç çekti,
içeriden kendisini çağıran adamın sesini işitti yine. Düşünmek istemediği şeyleri zihninden uzaklaştırmak istediğinde hep yaptığı gibi elini kaldırıp başının önünde
birkaç kez sağa sola hızla salladı.
mahalle baskısı
“Ayşe! Ayşe yine açmamışsın bunu,
neyle açayım, dişimle mi?”
40
Sinirle
tezgâhın
üzerinde unuttuğu
tirbuşona attı elini,
hızla dönüp yeniden salona gitmek
istedi, fakat beline
giren sancı hareket
etmesini engelledi. Derin nefesler alıp vererek acıyı
ötelemeye uğraşırken gözleri; elini
dayadığı ahşap tezgâhın üzerindeki
bir noktaya, eski bir sigara yanığına
kilitlenip kaldı. Bu iz, adamın beş altı
ay önce balık pişirmek için ocağın başına geçtiği gün olmuştu. Balığa da o
gece balkonda yapmayı planladıkları
sohbete de limon sıkmış, konu komşuya pazar pazar magazin malzemesi
olmuşlardı. Oysa ilk oturdukları evde
hiç böyle şeyler için tartışmazlardı.
Akıllarına bile gelmezdi bunları dert
etmek. Yıllarca da gelmemişti. Şimdi
gözünün önünde o günlere ait binlerce görüntü uçuşuyor, arada bir o anlardan kopup bugünkü aklıyla düşünüyor ve kendine, neden bu aralar sık
sık o günleri hatırladığını soruyordu.
Yaptığı ani hareket canını yakmış, yeni bir
sancı dalgası sarmıştı vücudunu. Aldırmadı, tezgâha, duvarlara, kapılara tutunarak,
ufak adımlarla, fakat sık nefes alışverişlerle salona doğru ilerledi. Bu sırada elinde tuttuğu tirbuşon koridordaki pahalı duvar kâğıdında enlemesine
bir yırtık açtı. Heyecanla kâğıdı düzeltmeye, eski hâline
getirmeye koyuldu; tükürüğüne zamk muamelesi yapıp
kâğıdın arkasına sürdü, fakat beklediği sonucu alamadı.
Birden yaptığı şeyin anlamsızlığını fark etti! Arızalanınca tepesine vurulan radyolar, televizyonlar gibi, yırtılan
yeri tükürükle yapıştırmaya çalışmak da bir tür “toplumsal genetik” herhâlde diye düşündü kendisiyle alay
ederek. Adam içeriden tekrar seslendi; kadın komut almış bir hayvan gibi hemen kâğıtla uğraşmayı bırakıp,
karnını tutarak, fakat yırtılan yeri kapatacak bir çözüm
de üreterek aklında, aceleyle salona yöneldi.
İşte yine yapmıştı. İçindeki bu hizmete hazır,
bu itaate meyilli kadından nefret ediyordu!
Evlendiklerinin kaçıncı yılında fark etmişti bunu bilmiyordu. Bildiği tek şey; adamın bunu kendisinden çok
daha önce fark etmiş ve kullanmaya başlamış olmasıydı. İşin daha vahim yanı ise fark ettiği bu tutumunu değiştirmeyi başaramıyor olmasıydı. Oysa yıllarca bu işin
eğitimini almıştı. “Terzi kendi söküğünü dikemez” dedikleri şey bu olsa gerekti, ki belinden karnına, oradan
da bacaklarına vuran sancıya rağmen, yine de adamın
isteğini yerine getirmeye çabalıyor, herhangi bir hadise
çıkarmadığı gibi, yardım da istemiyordu.
“Bu Ali’nin kabahati
değil” diye düşündü
koridorda ilerlerken.
Her zaman yaptığı
gibi çuvaldızı önce
kendisine batırdı. -O,
kimi
atasözlerini
özellikle böyle, yani
bile isteye, kelimelerin yerlerini değiştirerek kullanırdı ve
bunu hangi atasözüne uygulayacağını o andaki duygu durumu belirlerdi.
Bunun kendisine acımanın başka bir
yolu olduğununsa henüz farkında değildi.- Çuvaldızı bu kez o kadar da derinine batırmadı, işin doğrusu; kendi
kendisiyle zihninde yaptığı ezbere bir
konuşmaydı bu ve aynı ezbere düşünüş, iğneyi çoktan muhayyilesindeki
annesinin etine sokmuştu bile.
“Öğrenilmiş
çaresizlik”
tanımı geçti aklından,
evet, durumunun en iyi
özeti buydu. Acaba aynı tanımı Ali
için de kullanmak mümkün müydü?
“Düşünsene!” dedi kendi kendine, bu
ülkede adamın bu tipte bir erkek olmaktan ve böyle davranmaktan başka kaçarı var mı? Yok! Sonra fikrini
değiştirip sinirle “saçmalama Ayşe!”
dedi. “Böyle davranmayan nice adam
var bu topraklarda yetişmiş.” Ali hakkında düşünürken seçtiği sözcükler
birden komik geldi kendisine; sanki
bir bitki ya da alg türünden söz ediyormuş gibiydi. Kasığına saplanan
ağrı dudaklarındaki gülümsemeyi
dondurdu. Kesik kesik nefesler alıp
vererek duvara yaslandı, soluğunu
bir süre içinde tutarak acının geçmesini bekledi. Usulca yere çömeldi,
tıpkı üniversite yıllarındaki gibi, tıpkı
Nazım’ın şiirinde söylediği gibi duruyordu şimdi.
Uzun zamandır bir hapishanede hissediyordu kendisini, bir açık hava hapishanesinde. Böyle hissettiğini bile bile dokuz
ay önce aldığı kararla da iyice cendereye
sokmuştu kendisini, bunu neden yaptığını ise gerçekten
bilmiyordu. Belki çoğunluğa uymak, onların binlerce
yıldır yaptığını yapmak, bir bildikleri olduğuna inanmak
istemiş, belki tepelerine sonsuz aşkla dolu bir nur inecek
sanmış, belki de artık aykırı olmaya çalışmaktan yorulmuştu. Velhasılıkelam daha pek çok şey söylenebilir, bir
dolu yorum yapılabilirdi bu tutumuyla ilgili. Bildiği tek
şey; bir gün mutlu olacağı zannıyla çok uzun zamandır
beklediğiydi. Birden üniversitedeki o çılgın, o gözü pek,
o erkek arkadaşlarının “feminist” diye takıldıkları kız
gelip oturdu karşısına. Geldiği gibi de çabucak kayboldu ve yerini annesine benzeyen bir kadın aldı yine. Bir
hüzün çöktü içine. Bunca zamandır çatışıp durduğu, her
seferinde ona benzememek için kendisine söz verdiği
annesi, birlikte geçirdikleri onca yıl içerisinde usul usul
ruhunun derinliklerine nüfuz etmiş, saklandığı yerden
ortaya çıkmasınaysa bir imza yetmişti. Elit bir muhit,
bu özel tasarım eşyalar, şu şıkırtılı avizeler, bembeyaz
halılar, vitrini süsleyen, kullanılmayan onca tabak çanak; eşin dostun,
kaynana kayınpederin birkaç çift sözü,
iması, beklentisi yetmişti. “Kimi zaman safrasını Ali’ye kustuğum, içimde büyüttüğüm bir yaratık gibi” dedi
kendi kendine ve bunu düşünürken
hissettiği derin suçluluk duygusuyla
karnına dokundu.
Ne kadar süre böyle kaldığını bilmiyordu, ama ağrı geçmişti, duvardan tutunarak yavaşça ayağa kalktı. Bacakları
uyuşmuş, ayaklarının altı karıncalanıyordu. Yine de ilerledi. Salon kapısına
yaklaştıkça adamın televizyonun sesine
karışan homurtularını, yükselip alçalan
heyecan dolu nidalarını daha net işitiyordu. İçeri girdi, oturduğu kanepeye yöneldi, bir eliyle
belinden destek alıp, dizlerini bükerek yana doğru eğildi
ve elindeki tirbuşonu adama uzattı. Gözünü televizyondan ayırmayan adam tirbuşonu alıp, önünde duran kül
tablasını uzatarak :
41
PEMBE AKGÜN
[email protected]
mahalle baskısı
42
“Şunu da bir boşaltıver be güzelim! Haydi bir tanem” dedi kadına. Ardından da
telaşla “çekil çekil çekil!” diye bağırarak
yanından uzaklaştırdı. Avucunun ortasında duran ve ölü bir balık gibi yatan
kül tablasına bakarak, adamın oturduğu kanepenin ardında kalakaldı kadın!
İçi acıyordu. Balayında gittikleri o güzelim sahil kasabasını, bu minik, denizkızı şeklindeki mavi kül tablasını aldıkları günü hatırlamıştı. Dayanılmaz bir öfke kapladı birden bedenini,
sırtından aşağıya doğru bir ter boşandı, fakat aynı anda
üşüyormuşçasına da titredi. Gözlerinden çıkan ateşin
yanaklarından, boynundan, kulaklarından fışkırdığını
hissediyordu. İlkel benliğinde bir süredir pusuya yatmış
olan puma işte şimdi dişlerini gıcırdatıyordu: “Defalarca”
diyordu kendi kendisine. “Defalarca rica etmeme rağmen hem salonun orta yerinde içtin hem de sehpanın
üzerine süs olarak koyduğumu bildiğin bu kül tablasına
söndürdün sigaranı, ha!”
Titremesi iyice artmıştı, fakat o buna şu
anda aldırmıyordu. Kanepenin ardında
dikilmiş, adamın denizkızının göbeğinin tam ortasına söndürdüğü sigaranın
izmarit izlerine bakıyordu. Göbeğinin
tam ortasına… Küçük Denizkızı’nın…
Uzun zamandır tıpkı onun gibi, tıpkı
hikâyedeki gibi hissediyor; cıvıldayan,
neşeli şarkılar söyleyen sesini, sonsuz
ihtimaller barındıran o güzelim gençlik denizini özlüyordu. O uçsuz bucaksız mavi denizi… Ağlamamak için
zor tuttu kendisini. Birden kasıklarına, kendisini aşağı
doğru iten bir sancı saplandı. Kesik kesik nefesler alıp
vermeye uğraşırken adamın çığlık çığlığa yükselen sesiyle yerinden sıçradı. Karnını tutarak adama baktı, o
şimdi koşarak kendisini televizyonun önünde yere atmış, ellerini göğsünün ortasında birleştirmiş, höykürerek takımı için dua ediyordu. Birden duanın arasına,
“Aşkım ya, biraz mısır patlatsan, ha! Ne
güzel giderdi biranın yanında?” sözlerini
ekledi. O sırada, yemek masasına tutunarak güçlükle ayakta duran kadın, beline
giren yeni bir acı dalgasıyla inledi. Gözünü televizyondan bir saniye bile ayırmayan adam:
“Kızma be güzelim! Şu maç bir bitsin;
hele bir de bizim takım yenerse, dile
benden ne dilersen. Ayak masajı bile
yaparım sana, söz.” diyordu. Kadınsa
gittikçe sıklaşan sancıdan nefes alamıyor, acıdan bayılacakmış gibi hissediyordu. Nefesini toplayıp kendisine geldiğinde adamın,
“Alt tarafı bir avuç mısır
patlatacaksın aşkım ya,
bu kadar da naz yapılmaz ki. Orada dikilip duracağına şimdiye kadar çoktan patlatıp getirmiştin” dediğini işitti. Yeni
bir alev dalgası yaladı yüzünü ve işte
tam o anda içindeki puma zincirlerinden kurtulup serbest kaldı:
“Ben şimdi sana bir patlatacağım
göreceksin gününü” diyerek sinirle
bağırdı adama. Maçın kalan kısmını
huzur içinde izlemek isteyen adamsa,
alttan alıyormuş gibi yaparak,
“Tamam ya, tamam, devre arası olsun
ben gider kendim patlatırım” dedi. Bu
sırada kadının bacaklarından aşağıya
ani bir su boşandı, ağzından şaşkınlık
içinde;
“ Patladı! Ali, patladı!” sözcükleri çıktı.
“Sen de taktın şu patlatma meselesine,
tamam sorun yok, istemiyorum artık,
relax” dedi adam ve birden bağırmaya başladı: “Heyt be oğlum, yaşa be!
Görüyorsun değil mi Ayşe? Analar ne
evlatlar doğuruyor, görüyorsun değil
mi?” dedi. Kadınsa şaşkınlık içinde
hâlâ yerdeki suya bakıyordu. Aşağısında bir basınç hissetti, boşta kalan
elini vajinasına doğru bastırdığında
farklı bir yumuşaklık olduğunu fark
etti:
“Doğuyor! Doğuruyor Ali!” dedi. Adam o sırada kendinden geçmiş, pür dikkat televizyona kilitlenmişti. Sırf cevap vermiş olmak
için kadına:
“Tabii ya, Türk evlatları bunlar... Türk analarının doğurduğu Türk evlatları…” dedi. Aniden bağırmaya başladı
yine: “Haydi ya… Bak, şimdi oldu mu bu ya? Şu hakemin
yaptığına bak ya. Satılmış bunların topu, satılmış. Topu
ibne lan bu hakemlerin” diyerek televizyonda gördüğü
oyuncu, hakem, her kim varsa onunla kavga ediyordu.
Kadın dehşet içinde kendi içinde boğulan bir çığlık daha
attı. Adam:
“Affedersin be güzelim, biliyorum hoşlanmıyorsun küfür etmemden, ama
ne yapayım, başka türlü de çıkmıyor
ki maçın keyfi. Stada da göndermedin
zaten, çocuklar da gelmek istemiyorlar
artık eve. Hay ben senin gibi! Oha, bir
de kırmızı kart çıkart bari. Çıkarttı ya
lan! Allah topunuzun…” derken sözünü
kadın tamamladı:
“Belanı versin. Ah!” Adam kadının uzaktan kendisiyle
birlikte maçı izlediğini düşünmüş olmalı ki:
“Hah şöyle. Et, küfür et aşkım, açılırsın. İnsan nasıl da
hafifliyor değil mi? İnsanın psikologa falan gitmesine
gerek yok, şöyle en okkalısından, ama ağzının içini doldura doldura iki küfür edeceksin, bak nasıl işe yarıyor”
dedi ve hemen ardından ekledi: “Ayşe be, gel inat etme
de patlat şu mısırı. Heyecandan sürekli bir şeyler yemek
istiyor canım. Boş boş içilmiyor bu meret.”
Kadın son bir hamleyle, canının acısından avucunun
içinde sıkı sıkıya tuttuğunu fark etmediği denizkızı kül
tablasını adama doğru savurdu. Acıyla başını tutan
adam bir saniye kadar ardına döndü, fakat kanepenin
arkasına yığılan ve yerde kıvranan kadını görmedi. Tam
bu sırada adamın tutuğu takım gol attı, televizyondan
gelen heyecan dolu seslere, adamın bağırtısıyla kadının
çığlıkları da karıştı. Son bir gayretle kanepeye tutunarak
doğrulan kadın, ağzından köpükler saçarak:
-“Ali!” diye hırladı. Adam
denizkızı kül tablasının
başına çarptığı yeri tutarak kadına döndü, yüzünde; takımının attığı
golden dolayı tuhaf bir
mutluluk ifadesi vardı. Kadın bağırmak istiyor, fakat bu durumda bile
adamın suratındaki ifade hakkında
düşünmekten alıkoyamıyordu kendisini: Adam şu an gözüne o kadar
embesil görünüyordu ki, bu ifadeyi az
sonra doğacak çocuklarının yüzünde
görmemek için Tanrı’ya bildiği tüm
dillerde dua etmek istiyordu. Nefes
kesen bir sancı daha saplandı karnına, düşüncelerini bölen bu acıya
artık dayanamayacağını ve bayılmak
üzere olduğunu anladı kadın. Gözleri kararmaya başladı. Artık başını ve
kanepeye asılı kollarını tutamıyordu.
Bıraktı. Son hatırladığı şey, yere doğru
uğultulu bir “gooool!” sesi eşliğinde
uzandığı,
televizyondan geldiğini
bildiği sese Ali’nin
şu sözlerinin eklendiğiydi:
“ Aşkım, aşkım, ne olur!
Ne olur, iki dakika daha
sık dişini! Söz veriyorum
devre arası yetiştiririm
seni hastaneye. Söz veriyorum! Hem bak! Bak aklıma ne geldi,
bu günün anısına Kartal koyalım oğlumuzun adını. Ha, ne dersin? Kartal
olsun mu adı? Alo, alo Kartal Devlet
Hastanesi mi?”
43
AYSUN GÜNDOĞDU ÇEVİK
[email protected]
e
y
e
m
r
Deli
r
a
r
a
k
verm
Havaalanı uğultusunun her şeyin üzerini örttüğü bu serin
yaz akşamında, geçmişe ve geleceğe dair ne kadar plan varsa orta yerde gözümün önünde çatırdadı. Yıllardır uyuyan
nefretin gün yüzüne çıkması hep kötü bir vesile ile olur sanıyordum. Olmadı. Yıllardır görürüm, aile birbirinin yüzüne
bakmaz derken biri ya ölür ya hastalanır ya kaza geçirir ne
bileyim bir felaket olur ve aile barışır. Ben de yıllardır başımıza bu tür bir felaket gelmesini bekledim. İnsan felaket
ister mi, istiyormuş, kırk yıllık ahir ömrümde ne olmazların
olduğuna ne olurların olmadığına bizzat şahidim. Neyse ki
başımıza bir felaket gelmedi, ha felaket olmaz düğün olur,
doğum olur, yine küsler barışır. Yok, bizde uzun yıllardır
düğün de doğum da olmadı. Bir araya gelmemize bir vesile
olmayınca da, böyle yanı başımızda arada dağlar, geçti gitti
yirmi beş yıl. Yirmi beş yıl dilde uzun, yaşarken kısa, bir
garip süre. Dile gelince nasıl da kekre, nasıl da bitmez tükenmez, nasıl da geçmez, ama biz yaşadık geçti. Yirmi beş
yıl oldu, bitti de biz baktık ardından.
mahalle baskısı
Şimdi üzerinden yirmi beş yıl geçmiş olayların kavgasını
etmek anlamsız, hesabını sormak yararsız, unutup gitmekse imkânsız bir dönemeçte bir havaalanında tostumu
kemirmekteyim. Gelse neyi neden sorarım, neden sormam
bilinmez, bu tost da fiyatından mıdır nedir boğazımdan
geçmez bir garip ucube oldum, oturdum kaldım. Şeytan
diyor kalk git, anam diyor otur, bekliyorum bakalım nereye
kadar.
44
Bekliyorum ya, hayatım bekleme salonu… Huzursuzca kıpırdanıp durarak beklemekle geçmiş akşamlar yığını. Bir
yere ulaşmaz, bir amaca hizmet etmez bakarken geçmiş
yirmi beş yıl. Çocuk doğursan şimdiye evlenir, ağaç diksen
şimdiye meyvesinden geçtim, odunundan geçtim, gölgesinden geçtim nerdeyse ömrünü devirir, neye başlasan
bitirir de üstüne iki tur daha atarsın da ben oturdum bekledim. Neyi beklediğimi bilmiyorum da neden beklediğimi
biliyorum ama ne siz sorun ne de ben söyleyeyim olur mu?
Geldi geçti işte, bir sürpriz, bir mucize, tv dramalarındaki gibi birden fazla âşık adam etrafında belki de pervane,
düşler kurarak ama zinhar kıpırdamayarak, bir şey seninse
senindire inanıp oturdum kaldım.
Sen ne diyorsun, adam kafasından keleşle vuruldu da yaşıyor, yaşıyor da yeniden sahneye çıkmaya uğraşıyor. Evet,
evet, hiçbir şey kesin değilse her şey olası…
Her şeyin olasılık dâhilinde olup hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dönemeçte sonunda elinde sadece bir hiçin kalacağı
da bir olasılık olsa bile bunu düşünmez insan. Düşünmez
de yola çıkabilir.
ek
Okuduğum kitap bir evin iki günlük konuğundan sırrını saklayabileceğini ama
on iki günlük konuğundan asla saklamayacağını iddia ettiğinde mi koptum
kitaptan -zira yirmi yıllık konuğundan
sır saklamış bir biçareyim- bilemem
ama kitaptan da tosttan da koptum.
Anam gözümün içine bakar durur.
Önce kötü davran sonra üzül, gönül al,
sonra yine kötü davran, yine üzül kısır
döngüsü içinde anamla yan yana oturup durduk. Kitap nafile, müzik nafile,
oyalanmak istemeye gör bir kere kimse
seni oyalayamıyor işte. Bu havaalanında kuruduk kaldık iki saattir. Havaalanında olduğumuzu söylemiştim değil
mi? Hayır o kadar çok ayrıntı veririm
ki zaman zaman, ben de, dinleyen de
konunun başını unutuveririz. Yine öyle
oldu sandım.
Aileden yılladır görüşmediğimiz birini
beklediğimizi anlamış olmalısınız. Kendisini değilse bile onu beklediğim bu
ânı epeyce bekledim evet. Bir gün tarihin bizi yeniden bir araya getireceğine
inancım tamdı. Tam olmasına tamdı ya,
hep daha büyük bir sebebin bu buluşmayı gölgeleyeceğine, arada kaynatacağına inanıyordum. Dediğim gibi, düğün
olur, doğum olur, cenaze olur, hani öyle
bir sebep olur ki araya yıllar girmiş olsa
da sonunda bir araya gelmek, vesilesinden önemsiz olur. Neyse… Olmadı.
Anam çok kederli, oğluna kavuşacağına
sevinir sandığınız kadın, yirmi beş yılın
yasını tutmaya şimdi başlamaya karar
verdi. Söylene söylene ağlıyor, delireceğim. Delirdiğimde hatırlayacaklarım
listesine yazdım bu ânı da. Evet, evet,
böyle bir listem var benim. Anamın
sesi yavaş yavaş uğultuya dönüştü, bir
uğultu duyduğum. Yalnızca rahatsız
eden, baş ağrıtan bir gürültü. Neden
dokunmuyor bana diye düşünmek isterdim ama ailemle ilgili düşünmeyi
bırakalı epey oldu. Delirince hatırlarım
artık, şu dizilerdeki flashback dedikleri
gibi çakıverir zihnimde bu an da. Aldım
listeye, aldım.
Beklediğimiz uçak rötar yapmış. Annem, “Rötar ne demek?”
dedi, “Daha çok beklersin demek annecim” dedim, küstü.
Kadın küsmatik zaten, vesileye ne gerek, küstü yine. Duygusuz eşek, gibi bir şey dedi sandım ama üstünde durmadım. Hem dursam ne olur, bunu da alayım listeye. Eğer bir
doktor neden delirdiniz diye sormaya gönül indirirse bunu
söylerim. “Annem duygusuz eşek olduğuma inanıyordu
doktor bey, ahh çok bedbahtım” derim. Her bir arazın sebebini, hatırlamadıkları sümüklü çocukluklarında arayan
entel kuzenlerime de gönderme olur. Kaldı ki kendileri masadaki tuzluğun mu yoksa biberliğin mi kendilerine yakın
konduğuna dikkat ederek anlam çıkarmaya muktedir kişilerdir. Biriniz soya çekim mi dedi? Neyse duymazlıktan
geldim, bu en usta olduğum konudur. Yalnızca çekirdek
aileniz yirmi iki kişi ise damatlar, gelinler, yeğenler dâhil,
damatların gelinlerin kardeşleri hariç, duymazlıktan gelme
sanatını acilen öğrenmeniz gerekir. Öğrenmez de her şeyi
duymaya ant içerseniz benim gibi delirdiğinizde hatırlayacağınız bir liste hazırlamaya zamanınız kalmadan kendinizi hastane odasında buluverirsiniz ve kaderin ipleri elinizden çıkıp gitmiş olur. Uyarmadı demeyiniz lütfen.
Ağabeyimin neden ülkeyi terk ettiğini ve yirmi beş yıl dönmediğini merak ediyor olabilirsiniz ancak ne yazık ki bir
sebebi yok. Babamdan nefret ediyordu (hepimiz gibi), bu
şehirde bir gelecek görmüyordu (hepimiz gibi), kendinden
de hoşlanmıyordu (hepimiz gibi), tahsilsiz ve mesleksizdi
(hepimiz gibi) ve cesurdu (hiçbirimizin olmadığı kadar) çekti gitti işte. Biz de her tür belayı ailenin en büyük erkek
çocuğunun aileyi terk etmesine bağladık, anam babamı,
babam anamı, biz ana babamızı suçladık, yokluğu ile varlık
kazanan ağabeyimizin arkasından yas tutarmış, onu özlermiş gibi yaptık ama sanırım çoğumuz onu hatırlamıyor,
hatırlasa da umursamıyordu. Çekip gidebilmiş olmasına
duyduğumuz hasetten de, aslında o çekip gitmemiş olsa,
o gittiği için bunlar çok üzülmemiş olsa biz de çekip gidebilirmişiz gibi yapmamızdan da söz etmiyorum, takdir
ederseniz. Sonuç olarak o gitti, biz arkasından baktık, o bizi,
biz onu unuttuk sandık. Yokluğunun orta yerde durduğu
gerçeği de zamanla silinmeye yüz tuttu. Tam unutmuştuk ki, unuttuğumuzu fark edip daraldık. Unutmak ayıptı,
unutmak günahtı, unutmak hainlikti, unutursak iyi anne
baba, iyi kardeş, iyi abla olamayacaktık. Unutmamamız,
affetmememiz gerekiyordu. Mahalleli böyle belletmişti.
Uyduk biz de. Nasıl olsa insan her duruma hemen uyum
sağlayabilme yeteneğine sahip bir garip canlıydı.
Annemin ne zaman kesildiğini fark etmediğim uğultusu,
beklediğimiz uçağın alana indiğini bildiren anonsla aynı
anda başladığı için anonsun tamamını duyamadım. “Uçak
inmiş olabilir” dememle kendini öne atan annemin peşinden, yakınlarını bekleyen insan kalabalığına doğru koşmaya başladım. Ellerinde bekledikleri kişilerin isimlerinin yazılı olduğu kartonları tutan insanları şaşkınlıkla izleyerek,
yaşlı gözlerle herkesi tek tek inceleyen annem, üç buçuk
saatin sonunda ağabeyimin bu uçakta olmayabileceğine
ikna olma izleri göstermeye başladı. Hemşehrimiz çıkan üç
kabin görevlisi, bir temizlikçi, bir dutyfree görevlisi, hatta evet yanlış duymadınız bir de pilot bulmuş olan babam da
topa girince yolcu listesine ulaşıldı ve
ağabeyimin adının yolcu listesinde olmadığı tespit edildi. Tüm bunlar uçağın
ineceği saatin üzerinden dört saat kırk
dakika geçtikten sonra oldu. Bu ânı da
yazdım listeme ve ağabeyim gelmedi…
Sonrasında annem babam ve artık olaylara tüm ilgisini kaybetmiş olan ben
arasında uçağın gün ve saati hakkındaki bilgiyi ilk kimin aldığı, bu bilginin
doğruluğu üzerine hiçbir yere varmayan bir tartışma başladı. Kimsenin ne
yapacağına dair bir fikri yoktu ve annemin uğultusuna bir de alanda bulunan
hemşehrilerin uğultusu eklenmişti ve
delirdiğimde hatırlayacaklar listemin
en başına da bu fotoğraf eklenmiş oldu.
Eve gitmek istiyordum, hatta herhangi
bir ev bile kabulümdü. Anlatmak zordu,
anlamak daha da zordu. Neden sonra
ağlamaktan yorulan annem hadi eve
gidelim dedi.
Eve gittiğimizde çıldırmış bir kalabalıkla karşılaştık. Midem ağzıma geldi. Evet,
gerçekten geldi. Bu deyimlerin gerçeği
yansıtıyor olabileceğini de ilk olarak o
an düşündüm. Midem ağzımda gibiydi.
Kusmak istiyordum. Bu kalabalığın sebebini anlamaya çalışacak takatim yoktu. Anne ve babamın yüzüne bakacak
da. Neden sonra ve nasıl içeri girmeyi
başarabildiğimizi şimdi hatırlamıyor
olsam da o kusma isteğini hatırlarım
hâlâ. İçeri girdiğimizde ağabeyimin
geldiğini öğrendik. Evet, evet gelmişti.
Bizim beklediğimiz uçağı kaçırmış, bize
bildirdiği saatten tam altı saat sonra
alana indiği ve altı saat beklemiş olabileceğimizi hesaplamamış olduğu için
de direkt eve gelmişti. Neyse ki evin
yolunu bulabilmişti. Ben mi, olanı biteni kavradığım andaki kalabalıktan
yararlanarak odama gittim, delirdiğimde hastaneye giderken hazırlama derdi
olmasın diye her daim kapının yanında
hazır tuttuğum çantamı aldım ve evden çıktım. Ne mi yapacağım? Bilmem…
Belki de bir hastanenin acil servisinden
içeri girip “Şey… Ben delirmeye karar
verdim de ne yapmalıyım?” diye sorarım. Hele şu sokaktan bir çıkayım da…
45
mahalle baskısı
BURCU ADA SOYSOP
[email protected]
Bana Bir Gül Vermişti
Sonra Geri Aldı
46
Yağmurlu bir kış günüydü. Eski İzmir’in Halilrıfatpaşa’sında anneannemin baba yadigârı iki katlı evinde
soba başında oturuyorduk. Sobanın üstündeki kestanelerle odunların çıtırtısı birbirine karışıyordu. En büyük keyfimdi anneannemle radyo tiyatrosu dinlemek.
Oyunları dinlemez adeta yaşardık. İşte o radyo oyunlarından biriydi duvarlarda yankılanan. Derin bir aşk öyküsü vardı oyunda. İki sevgilinin şömine başında sohbet
ettiği ana gelmişti ki; anlatıcının sesi duyuldu: ”Aşkın
Gözyaşları”,”Arkası Yarın!” Anneannem dalıp gitmişti.
”Kestaneler olmuş mu?” diye sorduğumda beni duymadı bile… Ve anlatmaya başladı: ”Biz de dedenle tıpkı bu
oyundaki gibi bir şömine başında oturmuştuk. O zamanlar nişanlıydık. Deden beni bir baloya götürmüştü.
Dans etmekten yorgun düşüp oturduk. Şömine alevinin
kırmızılığı yüzümüze vuruyordu. Gecenin son demleriydi. Deden benden bir şarkı söylememi istedi. Kıramadım
onu, söyledim:”Kirpiklerinin Gölgesi Güllerle Bezenmiş,
Rabbim Yaratırken Onu Bir Hayli Özenmiş”. Şarkının sonunda elindeki kadehi şömineye fırlattı, yerinden kalkıp
saygıyla bir reverans yaptıktan sonra kibarca elimi öptü.
Gözlerimin içine sevgiyle bakıp ”Hemen geliyorum” dedi.
Döndüğünde elinde kıpkırmızı bir gonca gül vardı. Gülü
almamla gözyaşlarımın tomurcuklanması bir oldu. “İşte
böyle kızım, hayatın anlamını onunla yakalamıştım
ben. Ne yazık ki, sadece iki sene evli kalabildik. Onu bir
iş kazasında kaybettim.”
Bunları anlattıktan sonra yeleğinin cebinden küçük bir
anahtar çıkartıp uzattı. ”Üst kattaki sandığın dibinde
tahta bir kutu bulacaksın” dedi. ”Onu bana getirir misin?”
Dünyaya sığamadığımı hissettim
birden… Dedemli, anneannemli bir
koridordan geçerken onların derin
sevgisini yürüdüm. Anahtarı çevirip,
düşümün kapısını araladım. Sandıktan yükselip yüzüme vuran bu
eski kokusuna bayılıyordum. Özenle
yerleştirilmiş öte-berinin arasından,
içine kapanmış tahta bir kutuydu
ellerimi uzattığım. Büyülenmiş gibi
sımsıkı kucakladım kutuyu. Alt kata
inerken ayaklarımın altından merdivenler âdeta kaydı. Anneanneme
uzattım kutuyu. Açtı; içinde birkaç
mektup, siyah-beyaz fotoğraflar, bir
de gül kurusu. Hazin bir iç geçirerek
okşadı hepsini bir bir… Fotoğrafların
hikâyelerini anlattı sonra. Sıra o gecenin fotoğrafına geldiğinde heyecanlandım. Öyle coşkuluydu ki içim,
kuş kanatlarından bir çırpınış sarmıştı yüreğimi. Bütün gece onlarla
dans etmiştim sanki. Usulca şömine
başında yanlarına oturmuştum ki;
anneannemin sesiyle kendime geldim. ”Al!” dedi. ”Bu kutu sana emanet.
Zamanın tanığıdır eski fotoğraflar,
bakıp dokundukça kulağına anıları
fısıldar. Mektupları zamanı geldiğinde okur, satırların hasretini duyarsın
içinde…” En son elindeki gülü uzattı;
”Sevgimizin yegâne gülü de dedenle
benden sana bir yadigâr olsun. Onu
en iyi sen saklarsın.” Gülü aldığımda
sanki o ânı da almıştım avuçlarımın
arasına… Anneanneme sarıldım. Gümüş saçlarını okşadım.
Aradan yıllar geçti. Şimdi bir hastane koridorundayım. Beni büyüten o
müthiş kadının; anneannemin son
günleri… Bir ağaç gölgesinin dinginliğinde uyuyup kalsam, gözlerimi
açtığımda her şey eskisi gibi olsa
diyorum. Dedemi kaybettiğinde o da
böyle demişti belki, kim bilir?
Tam da anneannem iyileşti, artık hastaneden çıkabiliriz
umudu içine girmişken her şey tersine dönmüş, tekrar
fenalaşmıştı. Kollarım iki yanıma düşmüş, başucunda
çaresizce bekliyordum. Zaman acımasız bir boşluğa düşmüş, geçip gitmek bilmiyordu. Yaşamla ölüm arasındaki
o ince çizginin anlamsızlığını düşünürken pencereden
baktım, dışarıdaki hava bile anlamsızdı. Gri bir kararsızlık içinde açıp kapanıyordu. Anneannem sürekli sayıklıyor, ölmüş arkadaşlarıyla konuşuyordu. Elini tuttum,
gözlerini araladı. Deniz mavisi gözleri dalgalıydı. Su
istedi, verdim. Sonra yine sayıklamalar, sayıklamalar…
Onu mutlu edecek bir şey yapmalıydım, ama ne? Bu
düşünceler içinde, eve gittim. Kutuyu sakladığım yerden çıkartıp sevgiyle okşadım. Kapağını kaldırdığımda
gözlerime inanamadım. Gül tüm tazeliğiyle karşımdaydı. Hemen hastaneye koştum. Anneannemin yüzünde
bir gülümseme… Elimde tahta kutu başucuna oturdum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bu sure içinde kutudaki gülün zaman zaman kuruyup zaman açmasını şaşkınlıkla izledim durdum. Gördüklerim rüyayla gerçek
arasında bir âleme çekiyordu beni. Gözkapaklarım iyice
ağırlaşmıştı ki, mırıl mırıl bir şarkıyla açtım gözlerimi.
Dedemin şarkısıydı. Anneannemin bilinci bir açılıp bir
kapanıyor; açıp kapanan havanın kararsızlığı sürüyor;
yüzündeki kırışıklıkların bir görünüp bir yok olması gibi
kutudaki gül akıl almaz bir biçimde bir kuruyor bir canlanıyordu. Bir ara güneş bulutlardan kurtulup tam da
yüzüne vurduğu sırada mutlu mutlu gözlerini açtı. Denizdeki mavi durulmuştu. Enginleşen gözleriyle uzaklara bakıp, şarkısını sayıklamaya devam ediyordu. Bir
süre sustuktan sonra gülümsedi. Yüzünde güller açan
bir gülümseme… ”Teşekkür ederim” dedi. Hayatımda
bu kadar güzel bir çiçek almamıştım.” Hemen kutudaki
gülü aldım. Olanca güzelliğiyle elimde duruyordu. Kıpkırmızı. Tıpkı anneannemin yanakları gibi… ”Canım anneannem!” dedim.” Seni çok seviyorum; n’olur bırakma
beni!” Ama o beni duymuyor, sürekli şömine başındaki
anı yaşıyordu. Elini bana doğru uzattı, gülü aldı. Sayıklaması kesildi, yüzüne bir rahatlama geldi. Biri tuttu,
kararan koridordan çekti sızlayan yüreğimi. Ve seyrettim kendimi kalbim titreyerek…
Dedeme kavuşmuştu anneannem. Elinde gülüyle gitmişti ona… Son bir kez öptüm onu. Odasından çıktım.
Ağlamakla gülmek arasındaki çocukluğuma yürüyüp
sonsuzluğa doğru seslendim; ”Bana bir gül vermişti,
sonra geri aldı!”
47
mahalle baskısı
GİZEM GÜRER
[email protected]
LÜTFEN!
ĞA
YA
A
LKAR MISINIZ?
A
K
48
Stadın, Gençlik Parkı karşısındaki kapısından girdim ve
gözümde güneş gözlüklerim, sırtımda çantam, altımda
şortumla (bir kadının maça şortla gitmesi cesaret ister
dediler!), 19 Mayıs Kompleksi’nin içinde ilerlemeye başladım. Hayatımda ilk kez edindiğim kombinemin bana
verdiği yetkiye dayanarak, artık içimde yıllardır zincire
vurulmuş ayarsız holigan Prometheus’un dışarı çıkma
vakti gelmişti. Sonuçta taraftarlık müessesesi büyüklerimizden gördüğümüz kadarıyla kutsal bir müesseseydi
ve içimizdeki bu ateş, azim ve hırs ile bu yolda hızla ilerlemek gerekiyordu! Ben de işte bu inançla ilk gördüğüm
yeşil alana doğru kendinden emin adımlarla ilerledim.
Her ne kadar arkadaş hatırı ile başlasa da bu maceram,
ben de bu “saadet” zincirine katılmıştım, benimle birlikte bir sürü kişinin kombine almasına aracı olmanın
haklı gururunu taşıyordum omuzlarımda. Nerde tezahürat edilip, hangi pozisyonlarda ayağa kalkıldığı gibi
kritik noktaları bir an evvel öğrenmem gerektiği için
hemen diğerlerini bulmam gerekiyordu. Zaten geç kalarak, kendi arkadaşlarımdan kurmuş olduğum mini seyirci takımıma rezil olmuş, maça 1-0 yenik başlamıştım
bile! (bkz: futbol terimleri lütfen). İlerledikçe uzakta maç
yapan insanları gördüm ve doğru yeri bu kadar kolay
bulmanın sevinci ile yeşil alana doğru ilerledim. Ankara’daki statların futbol severleri pek memnun etmediğini biliyordum ama bu kadar küçük olması garibime
gitti. Sonra birden içimde, “işte Anadolu takımlarının
içler acısı hâli” diye benim gibi futbola çok uzak birinin bile nerden duyup da içselleştirdiğini anlamadığım
o masum kırgınlığı hissettim. Stat çok küçüktü, hatta
bizim işyerinin halı sahasının hallicesiydi. Televizyonlar
sahaları da mı beş kilo fazla gösteriyordu? İşte ben tam
bunları düşünürken (aslında sadece aval aval bakınıyordum), birden arkamı döndüm ve koskocaman bir devle
karşılaştım. Dakikalardır saf saf, tel örgülerin arkasından maçı izlediğim yer gerçekten bir çeşit halı sahaymış
ve asıl stat tam da arkamda duruyormuş. Stadın upuzun kolonlarına öylece bakakaldım. Çünkü çok büyüktü.
Hayatımda hiç böyle bir stada gitmemiştim. Ben zaten
hayatımda bir kere maça gitmiştim, o da 6 yaşındayken
babamla gittiğim –şu tesadüfe bakın ki– Gençlerbirliği- Sarıyer maçıydı. Ama o maç Cebeci Stadı’ndaydı ve
Cebeci Stadı da üzerine ayrıca bir yazı yazılacak güzellikte bir stattı.
Burası ne kadar eski bir yerdi acaba?
Kaç yaşındaydı bu stat? Bir sürü kapısı vardı, ben hangisinden girecektim?
Aldığım kombine “Maraton” kombinesiydi, bunun bir de “Kapalı” ve
“Kale Arkası” olanları vardı. Maraton
neydi acaba? Atletizmle mi ilgiliydi?
“Kapalı” gerçekten kapalı mıydı? Acaba kışın soğuklar başlayınca bizi oraya mı alacaklardı? İçlerinden bir tek
“Kale Arkası” anlaşılırdı benim için,
o da herhâlde kale arkasındaydı. Bir
keresinde Ankara’ya iş için gelmiş bir
İngiliz arkadaşımı dışarı yemeğe götürmüştüm. O esnada televizyondaki
maça bakıp duyduğu “Aut! Korner!
Penaltı! Taç! Gol!” terimleri üzerine
“Gizem, sanırım ben Türkçe biliyorum”
demişti gülerek. Belki o gelse bilirdi
bu maratonu. Ama ben bilmiyordum. Babam gibi bir futbol fanatiği
ile yaşayıp da futbola merak sarmamak da ilginçti aslında. Gerçi babam
da herhâlde en son GençlerbirliğiSarıyer maçına gitmişti benim gibi.
Uzaktan taraftar olan tüm diğer dört
büyükçüler gibi… Buraya babamı da
getirmeliyim diye düşündüm. Çünkü
burası hep o yaşamayı sıklıkla hayal
ettiğim Ankara’nın 70’leri, 80’leri gibiydi sanki. Çok sonraları merak edip
internetten öğrendiğim kadarıyla
1930’larda ödüllü bir proje ile yapılmıştı burası. Düşündüğümün aksine
o kadar da genç değildi bu sevgili
bina. Ama ruhu gençti. Lüksten uzak
duran ama zevk sahibi insanların yaşadığı o eski Ankaralıların mekânıydı
sanki. Bu statla ilgili bir sürü duygusal şey yazılabilirdi belki de… Ama bir
“erkek sporu” olan futbolda doğası gereği duygusallığa yer yoktu ve hakem
başlama düdüğünü çoktan çalmıştı!
(Terimler öğreniyorum.)
“Maraton”un 11 no’lu kapısından içeri
girdiğimde herkes maça inanılmaz
konsantreydi ve gözünü sahadan
ayırmıyordu. Ama ben bir süre tribünlerdeki insanlara bakmaktan
maça konsantre olamadım. Babasının omzundaki küçük çocuklardan
tutun da sürekli tepinip eğlenen liseli gençler, heyecanla oturduğu yerden maçı izleyen her yaştan kadınlar,
erkekler, işportacılar, sucular, çekirdekçi amcalar, aa lise arkadaşlarım,
aa orda da ortaokul arkadaşlarım, e
şuradakiler de bizim işyerindekiler
derken bir baktım benim tüm Ankara maçta. Bir ben gelmemişim,
gelmişim de daha doğrusu biraz geç
kalmışım, yaklaşık yirmi sene kadar…
Sonra birden maçta önemli bir an
oldu ve Gençler taraftarı hep bir ağızdan “Lütfen ayağa kalkar mısınız!”
diye bağırmaya başladı. Lütfen derken? Tabii kalkarız, ne demek, aman
efendim, asıl siz şöyle buyurunuz
diyesim geldi. Dalga geçiyora pek
benzemiyorlardı. Sanırım bu Gençler
taraftarının bir tezahüratıydı. Bunları da bir bir öğrenmem gerekiyordu.
Aralardan geçen bir çekirdekçi amca
gözümden kaçmıyordu. Amca maçta
önemli bir pozisyon olduğunda bir
elinde kese kâğıdı, bir elinde içi çekirdek dolu mini çay bardağı, öylece
donmuş şekilde pür dikkat sahaya
bakıyordu. O an havaya doğru uzattığın 1TL ve sen hayattaki en anlamsız
fotoğrafı veriyordunuz birlikte. Çünkü çekirdekçi amca pozisyon nihayete ermeden asla sana bakmaz, hele
o çekirdeği asla sana vermezdi. Sen
o ara tüm çekirdekleri alıp kaçsan
farkına bile varmazdı. Bir kolunun
altında çekirdek çuvalı, bir elinde de
mini çay bardağı olan bu fütursuz
adam tam bir futbol aşığıydı. İçinde
bulunduğum şaşırtıcı durum beni
de heyecanlandırmıştı. Burası sanki farklıydı. Yani televizyonda ya
da AVM’lerde gördüğüm çılgınlar
gibi futbol kulübü mağazalarından
alışveriş eden diğer gözü dönmüş
taraftarlar gibi değildi buradakiler.
Televizyonda gördüklerim daha çok,
hani çok paralı adamlar, atıyorum
Hawaii’ye tatile gider de oranın yerel
nesi varsa şuursuzca üzerine geçirir
ya, çiçekli gömlekler, boyunlarında çiçekler, şapkalar,
hah işte o adamların burada, televizyonda adına futbol
taraftarı denen yansıması gibiydiler. Onların bağırması
şuna benziyordu bir bakıma “Ta Hawaii’ye gidip o kadar
para verdim, bir sürü çiçekli gömlek aldım, o zaman en
büyük Hawaii başka büyük yok!” demek gibi bir şeydi.
Ama Gençlerbirliği maçındakiler için öyle değildi sanki
bu durum. En büyük Hawaii değildi çünkü birbirleri ile
aralarındaki tek bağ, hep bu kentin insanı olmak, ortak
bir belleğin parçası olmaktı. Belki de Ulus Baker’in dediği gibi futbol da sanat gibi bir yaratıcılık alanıydı. Bunu
şimdiye kadar hiç fark etmemiştim gerçekten. Maratonda bunu iliklerime kadar hissettim.
Maçın bazı anlarında duraklamalar oluyor ve futbolcular giriyor, futbolcular çıkıyor, herkes sahada bir yerlere
koşuşturuyordu. İşte böyle anlarda ya da gol olduğunda
hoparlörlerden şarkılar yükselmeye başlıyordu. Televizyonda izlenen diğer maçlarda gözlemlediğim şey, böyle
ara zamanlarda ya kulübün resmi şarkısının çalındığı
ya da o zamanın meşhur popçularının tırıvırı şarkılarının çalındığıydı. Zaten günümüz pop müziği de tam
bu anlatmak istediğim futbol taraftarı klişelerine cuk
oturuyordu. Fakat Gençler maçında çalan Manu Chao
ve New Model Army’yi ya da gençlerin yeni gözdesi Ais
Ezhel’i ancak iyi bir alternatif mekânda, yine çalınan
Oğuz Yılmaz ya da Çubuklu Yaşar şarkılarını da yine
işinin ehli emektar yerel Ankara müzisyenlerinden
dinleyebilirdiniz. Bu kombinasyon bile, işi “etiket”ten
çok “öz”e yaklaştırıyordu. Müzik seçimleri yaşanan atmosferin en büyük destekçisiydi belki de… Maça gelen
50 yaşındaki Ulus esnafı amcanın bir Manu Chao’dan
haberi olmadığı gibi, “modern kentli elit sosyetik” bizleri
de, hep neden olduğunu anlayamadığım, bir köşeye atılmış olan yerel Ankara oyun havaları ile tanıştırıyordu.
Aslında müzikteki bu hassasiyet, ortadaki samimiyetin
bir anahtarı, bir özeti gibiydi.
Şimdiye kadar futbola karşı olan antipatim, belki de
kendimle bir ortaklık kuramamış olduğumdandı. Yani
çok para dönen, kaba saba adamların bağırıp çağırdığı,
gereksiz olduğunu düşündüğüm bir mecraydı benim
için. Karşımda kocaman bir yeşil saha vardı, yanımda
ise dans eden, tepinen, bağıran ama küfretmeyen, sevinen ama şımarmayan onlarca tanımadığım ama garip
bir şekilde yakınlık duyduğum binlerce insan. İçimde
de tarif edemediğim bir heyecan ve bir sevinç… Maç
esnasında tribünlerdeki binlerce insanın gözü aynı noktadaydı ve sanki tüm enerjiler o noktada toplanıyordu.
Belki de kişisel gelişim kurslarındaki zımbırtıların işe
yarayabileceği tek yer sahalardı. Odaklan! Enerjiyi avucunda hisset! Nefes aaaal! Fırlat! Nefes Al! Fırlat! Yok
yok, olmadı. En iyisi mi kişisel gelişim kurslarına gitmek yerine, insanlar maçlara gelmeliydi. Zaten insan
nasıl “kişisel” gelişebilirdi ki? Hele böylesine büyük kalabalıklar hâlâ bir araya gelebiliyorken…
49
Ge
de
n
vam
De
YUV
A
SAVAŞ İNAN
AŞ-I
T
K
A Bö
I
L
R çen lüm
Alıç, yuvarlak taşı gördü, sevindi. Çok sevindi. Hiç
korkusu, endişesi kalmadı. Altından akıp giden seli
umursamıyordu artık. “Taş baba!” diye seslendi olanca
heyecanı, sevinciyle. Yuvarlak taş, hiç istememişti kendisini görmesini. Baba oğul gibilerdi, şu dağın eteğinde.
Alıç, kafasını topraktan çıkardığında ilk onu görmüş,
baba bellemişti. Yuvarlak taş, ona yol göstermiş, kökünü
ne yöne doğru uzatması gerektiğini söylemişti. “ Kuzeye
ilerleme! Safi kayalıktır yerin altı. Batıya doğru serpil,
ham topraktır o taraflar” demişti. Bir ağaç için bundan
büyük iyilik olamazdı.
Alıç, aynı heyecanıyla tekrar bağırdı: “Taş baba, taş
baba! Beni duymuyor musun? Niye sesin çıkmıyor?”
Birbirlerini candan seven baba oğul, hüzünlü gözlerle
bakıştılar. Yuvarlak taş, “Alıç!” dedi. Alıcın kulağına bu
ses çok bitkin geldi, gücünü zayıflattı. Ve sordu:
“Söyledin mi dağımızın arzuhâlini?”
Yuvarlak taşın sağ tarafından bir parçası kırıldı, o yanı
çöküverdi. Anladı alıç, mermer gibi sağlam babası acıdan kütür kütür kırılıyordu. Bu iyiye alâmet değildi.
Biraz daha ufalmış taş:
“Beni dinleyen yok!” dedi, herkesin aklında kendi dünyaları var, yaşadıkları dünyayı umursayan yok!”
Alıcın gücü eridi, gövdesi daha fazla suya batmaya
başladı, geriye kaydı. Dikenleri duvarı çize çize suyun
içine kaymaya başladı. Bir umut, bir güzel laf bekleyen
gözlerle taş babasına bakıyordu; ama nafile! Umduğunu
bulamadı. Sel çekti onu, artık direnmedi, teslim oldu ve
azgın suların üzerinde akıp gitti.
Yuvarlak taş, acısından, kahrından, pıtır pıtır kırılıyordu. Ne yuvarlaklığı, ne de parlaklığı kalmıştı. Daha sert
ve gür sesleniyordu insanlara artık:
mahalle baskısı
Savaş İnan’ın anısına saygıyla…
50
Özet: Gebe Dağı’nın eteklerinde kopan
fırtına, derenin sularını sele katıp
köye götürür. Sel sularının içinden
köye fırlayan yuvarlak taş, dağın mesajını karşılaştığı insanoğluna iletmeye çalışır, ama derdini dinletemez. Son
olarak sele karşı el ele direnen alıçla
söğüdün mücadelesini ve söğüdün sulara kapılıp gidişini görür…
Yuvarlak taş, söğüdün en uç dalına kadar kayboluşunu
görmüştü. “Acının böylesi de varmış” dedi. İçine çöktü,
külçe gibi ağırlaştı. Gıkını çıkaramadan, oracıkta evlatlarından birinin boğuluşunu izlemişti. Su onu, oyuncak
gibi üzerinde oynatıp zıplattıktan sonra, leblebi niyetine
ağzına atmıştı. “Bari” dedi, “ Bari alıç kendini kıyıya atabilse”. İçinden, “ Hadi alıç! Hadi, at kendini öne!”
Alıç, sarıldığı söğüt dalına iyice yapıştı, öne doğru
yelkindi. Bütün ağırlığını, dallarına vermeye çalışıyordu. Küçük dikenleri, dayandığı duvarda kertik arıyordu.
Sel gövdesini hoplattı, bunu fırsat bildi, kendisini kıyıya doğru kaydırdı. Kolay lokma olmayacaktı. Söğüt dalı,
köküne sarılı duruyordu.
“Bak hele asker!” Asker tam tekmil durdu. Bütün
ciddiyetiyle taşı dinlemeye başladı, ama acelesi vardı.
“Şu koca dağın derdi var, beni bir güzel dinle. Son
cümlesini de hiç unutma!”
Asker, küçümser gözlerle bir taşa, bir dağa baktı:
“Taş, taş! Vatan elden gidiyor. Ben savaşa gidiyorum.”
Koşmaya başlayan asker bağırdı:
“O da dağ mı? Ondan daha nice büyük dağlarımız
var bizim.”
Taş iyice sinirlendi. “Ne oluyor bu insanlara! Hey
yaradan! Bunların aklı gitmiş.”
Geçen avcıya daha hiddetli bağırdı:
“Avcı, bir daha şu dağa uğramayasın ha! Bir tane kuş koymadınız dağımızda. Kim taşıyacak tohumları? Dağ
size çok kızgın bilesin! Bir de dedi ki...”
Avcı, tüfeğine güvendi, böbürlendi:
“Kızsın, kızsın otursun.”
Taş, “Demek öyle ha!” dedi kendisine. Ağlamaklı gözlerle dağına baktı,
hayıflandı. Koca dağdan bir Allah’ın
kulu korkmuyor, içleri cızlamıyordu.
O, herkesten daha eski, daha önce
buradaydı. Kimseye, değil kötülüğü,
faydası dokunmuştu. Beslediği insanlar artık düşmanı kesilmişti. Kurtlar, kuşlar, ayılar çok demişti zamanında dağa:
“Koca dağ, gel barındırma şu iki
ayaklıları! Bunlar doymaz, bunlar arsız, insafsızdır. Bitirirler bizi.”
Dağ, “Yok canım!” demişti. “ Benim
eteğimde barınacaklar, sonra da kafa
tutacaklar, ha! Mümkün mü, buna
izin verir miyim? Herkes haddini bilecek, sizler de onlar da kardeşçe yaşayacaksınız...”
Bu konuşmaya yuvarlak taş şahit
olmuştu. Kurtlar, kuşlar, yanında birikip konuşmuşlardı Gebe Dağ’la.
“Yapma dağ!” dediler, “Ah birazcık
inansak bize hainlik etmeyeceklerine! Güle oynaya kabul ederdik beraber olmayı. Yaradan bunlara çok büyük beyin vermiş; taşıyamayacakları,
kontrol edemeyecekleri kadar büyük!
Kafaları, bir ayınınkinden küçük ama
beyinleri büyük.”
Dağ hiddetlendi:
“Yok! Onlar sizlerden daha sefil,
zavallı durumdalar. Ne tırnakları, ne
dişleri, ne de kanatları var.”
Hayvanlar hayıflandı:
“Tek dedikleriniz olaydı da, beyinleri bu kadar büyük olmayaydı.”
51
SAVAŞ İNAN
Dağ, dingin bir ifadeyle:
“Çok masum bakıyorlar, korkuyorlar, korktuklarına tapıyorlar bir de.”
Hayvanlar, acıyan yürekleriyle gülümsediler:
“Hakların kazanımında her şey mübahtır.” Yata kalka
yine dağa doğru gitti.
Milletvekillerden birine; “bakan” olana nazikçe seslendi:
Dağ kaşlarını çattı, içi gümledi:
Yuvarlak taş, “Bir de öğretmene söyleyeyim!” dedi.
“Bir şey daha söylerseniz, kökünüzü kuruturum. Dağılın!”
“Şu dağ, ‘Yüz yıllardır ne öğretiyorlar çocuklara?’ diye
soruyor. Ve bir de diyor ki...”
“Sayın bakanım, şu yüce dağımızın bazı sorunları var.
İvedilikle giderilmesini talep ediyor. Ve diyor ki...”
Yuvarlak taş, o dağda olan biten
her şeyi biliyordu. Önce dağ doğmuştu, arkasından da kendisi. Ne de olsa
bir parçasıydı dağın… Kurtlar kuşlar
dünkü doğanlardı. Hele insanlar, dün
denemeyecek kadar yakının yaratıklarıydılar. Ama maalesef en zalimi,
en haini çıkmışlardı. Dağ bir peygamber sabrıyla binlerce yıldır dayanıyordu. Saf bir iyi niyet bağışlamıştı
insanoğluna karşı.
Fakat sabrı tükenmişti sonunda
artık dağın:
mahalle baskısı
“Militan, barındığın şu dağ var ya! Mağaralara bıraktığınız zehirli atıklardan, hareket eden her şeyi bombalamanızdan çok şikâyetçi. Ve dağ dedi ki...”
Onlar, milletin vekiliyse kendisi de koca dağın vekiliydi. Çok iyi anlaşacaklarını düşündü. Onlardan namuslu, onlardan şerefli, onlardan daha güvenilir kim
olabilirdi ki! Halkı temsil ettiklerine göre sevgi dolu olmalıydılar. O da kendisini vekil seçen dağa söz vermişti
işte! Verdiği sözü yerine getirecek, gururunu, onurunu,
kişiliğini yeniden kazanacaktı. Onun bu duygularını, bu
sorumluluğunu, bir vekilden daha iyi kim anlayabilirdi
ki? Umudu kabardı.
“Rol yapıyorlar. Az palazlanırlarsa,
dinden imandan çıkacaklar, kimse
durduramayacak, seni bile sahiplenecekler. Bunlar birbirlerini sevmiyorlar
ki, bizi sevsinler.”
Son söz söylenmişti. Değiştirilemez kanun gibi işleyecekti. Hayvanlar dağılırken, kendi aralarında mırıldandılar “Sana gerek kalmayacak
Gebe Dağ!” dediler sessizce, “Gün gelecek, iki ayaklılar yapacak dediğini.”
52
Yuvarlak taş sinirlendi, yalvardı, tehdit etti, her yolu
denedi ama meramını hâlâ anlatamamıştı. Tedirgin;
sağı solu silah dolu, sakallı birinin kendisine doğru, sinerek yaklaştığını gördü. Tanıdı bu adamı:
“Yanılmışım! Zaman kurdu kuşu
haklı çıkardı.”
Bir çare bulmak için yıllarca düşünmüş, hatta ufaktan ufaktan insanları uyarmaya başlamıştı, ama
onlar anlayamamışlardı bu işaretleri.
İşlerine gelmediğinden, vurdumduymaz davranıyorlardı belki de… Yoksa
her şeytanlığa akılları yetiyordu.
Nihayetinde yuvarlak taşı vekili
yapıp ayaklarının dibine göndermişti
işte! Sabrının sonuydu bu.
Militan, taşın yanına yattı, tetikte duruyordu:
Öğretmen, “Bizim dağla taşla işimiz olmaz! Bir de ona
hesap mı vereceğiz?” dedi.
İnsafı kurumuş sel, çevresini yıka devire çekti gitti.
Dere esikti, su küçücük masum akıntıya dönüştü. Günler yuvarlanıp gidiyordu. İnsanlar kıyameti çok çabuk
unuttu. Kaldıkları yerden, bildikleri gibi yaşamaya devam ediyorlardı. Yuvarlak taş şekilden çıkmış, çaresiz
vaziyette, yuvarlanıp geldiği yerde öylece kalakalmıştı.
Zannetmişti ki, herkes kendisini dinleyecek, hak verecek ve her şey düzelecekti. “Ben” dedi, “Dağdan da
safmışım. Nafile bir vazifeyi, gururlanarak kabul ettim.
Kendime çok güvendim. Uçarcasına yuvarlanıp geldim.
Oysa hiçbir şeymişim, sadece bulunduğum yerde ağırmışım. Koca dağa saygı göstermiyorlar, bana mı kıymet
verecek bunlar?”
Binlerce yıldır; soğuğun, rüzgârın, kışın, güneşin
yapamadığı aşınmayı şu insanlardan duyduğu laflar
yapmıştı. Yuvarlanıp geldiğinin üzerinden yaklaşık bir
yıl geçmişti. Artık sesi çıkmıyordu, eski heyecanının
yerini kasvet almıştı. İşte o günlerde, köyden kocaman
bir konvoy geçiyordu. Devletin en üstündeki adamları
taşıyan araba sürüsü köyde durdu.
Yuvarlak taş onları görünce tekrar cana geldi, umutlanır gibi oldu. Vekiller arabalardan indi. Yuvarlak taşın
yakınından geçiyorlardı.
“Aslında ben de aynı vazifeyi yapıyorum.” dedi kendi
kendine.
Bakan, taşa, dağa, tekrar taşa baktı:
“Bakanız diye, dağa da mı biz bakacağız yani? Olanca
işin içinde bir de bununla mı uğraşayım!”
Bakan sinirlenmişti, ağzından fırlayan tükürükler, taşın yüzüne yapıştı. Nefesinin kokusunu bile hissetmişti.
Çok iyi anlaşacaklarını düşünürken, hiç anlaşamayacaklarını anladı bakanla. Asabileşen bakan, yüzünü taştan döner dönmez sırıtarak etrafındakilere el sallamaya
başladı. Biraz ötede vekillerin ayakları önüne beş tane
koyun boğazlamaya hazırlanıyorlardı. Zavallıcıkların
ayakları bağlı, kasapların dizleri karınlarının üzerinde,
son nefeslerini alıp veriyorlardı. Koyunlar tek tek seslendiler yuvarlak taşa:
“Söyle, o yüce dağa; hakkını helal etsin. Çok yemini
yedik, çok suyunu içtik. Bir kusurumuz olduysa affetsin!”
Vekillerin adımlarının koyunların yanına varmasıyla
beraber, bıçaklar boğaza dayandı. Çırpınışları yuvarlak
taşın içini çürüttü. Yanından bakan geçti, başbakan
geçti, cumhurbaşkanı geçti; yuvarlak taş, taş kesildi, konuşmaya lüzum görmedi. Yüzünde çatlak oluştu, çektiği ıstıraba daha fazla dayanamayıp tam ortadan ikiye
bölündü.
Dağ, eteğinde olup biten her şeyi duydu, gördü! Derken yükseldi. Bütün bulutları karşısına aldı, geçit vermedi. Kendisi gibi kararttı bulutları. Tutup birbirine
karıştırdı, çıngılar çıkarttı bulutlardan. Yüreği güm güm
atıyordu. Soğuk bir yel estirdi, etrafını saran bulutlar
soğudu, hantallaştı ve olanca yüklerini dağın eteğine
bıraktılar. Kupkuru dağı yıkamaya başladılar. Bulutlar
damlamıyor, kovayla boşaltıyorlardı kendilerini. Dağ,
gövdesini gevşetti, olanca suyu içine çekti, eteklerine
kadar doldurdu.
Davul zurnanın gümbürtüsü, dağın eteklerindeki gök gürültüsünü
bastırıyordu. Köydeki herkes, dere
kenarından uzanan yoldaydı. Büyük
adamları selamlamaya inmişlerdi.
Büyük adamların büyük ellerini öpmek için yarış hâlindeydiler. Dereden akan cılız suya koyunların kanı
karışmış, kıpkırmızı akıyordu. Az
bir vakit sonra sütlü kahverengine
döndü, çoğaldı. Davul zurna herkesi
coşturmuştu. Deredeki su da coştu.
Gittikçe rengi koyulaşıyordu. Dereye
yakın kişiler bir uğultu duyuyorlardı ama kalabalığın çıkardığı gürültü
zannediyorlardı.
Yukarıdan, atlı askerlerin ayak
sesleri değil, koca bir ordu; tankıyla,
topuyla, tüfeğiyle hücuma geçmiş
geliyordu. Duyulmasıyla gözükmesi,
gözükmesiyle yanlarına varması bir
oldu. Büyük adamları, küçük adamları aldı içine, koşturdu aşağı doğru. Çamurdan selin içindekiler, dağa doğru
baktıklarında, dağın göbeğinin yok
olduğunu gördüler. Sonunda koskoca
Gebe Dağ doğurmuştu.
Yuvarlak taşı görenler son bir gayretle adeta yalvarırcasına sordular:
“Dağ bir de ne demişti, ne demişti?”
Yuvarlak taş onlarla birlikte bata
çıka sürüklenirken acı içinde haykırarak:
“Bir de, bir de demişti ki, ‘Beni yanlarına getirmesinler!’ demişti…”
53
EMEL ASLAN
[email protected]
mahalle baskısı
✚ Televizyonlarda en sevdiğim yarışma
programı, açık ara ile Bloomberg’de yayınlanan Kelime Oyunu. Gördüğüm kadarıyla bu yarışma İhsan Varol’un über
sempatik sunumuyla genel olarak da
pek beğeniliyor, seviliyor. Hatta bence,
abartmış olmayayım ama, Bloomberg’i
ayakta tutan program bu. Bugüne kadar
Bloomberg’de ne kendimin ne çevremde
kimsenin başkaca bir program izlediğini
hatırlamıyorum. Kelime Oyunu dışında ne
yayınladıklarını bilmiyorum bile. Sanırım
ekonomiyle ilgili söyleşiler falan oluyor.
Bu işlerden hiç anlamayan biri olarak soruyorum: Bütün kanallar reyting kaygısıyla kıran kırana birbirini yerken, sahi nasıl
ayakta kalıyor bu kanal?
✚ Söylemelere, anlatmalara doymadık,
farkındayım, ama bildiğiniz gibi biz çocukken sokaklarda oyun oynadık, top
koşturduk, ip atladık, bisiklet sefaları sürdük, çamurdan pasta yaptık, ağaca çıktık;
şimdiki çocukların yapamadığı birçok şey
yaptık (bkz: 80’lerde çocuk olmak). Bunların dışında, bizim mahallede öyle bir şey
yapılırdı ki, başka mahallelerde pek yapıldığını sanmıyorum (böyle deyince de
beklentiyi çok yükselttim şimdi, ‘striptiz
şov yapılırdı’ falan diyecekmişim gibi oldu,
yok öyle bir şey): Mahalle içinde satranç
turnuvaları düzenlenirdi. Benim abimle ablam genç yaşta satranca dadanmış,
bana ve tüm mahalleye bu virüsü zerk
etmişlerdi sanırım; onlar organize ederdi,
mahallenin tüm çocukları da duvarların
üstüne tüner satranç oynardı. Ne biçim
mahalleymişiz, ne kadar da rafine zevklerimiz varmış ya la? Hepimiz de gayet
ortadirek ve altı gelir düzeyinde, Sümerbank görünümlü bebelerdik ve sokaklarda
yaldır yaldır satranç oynardık. Şimdilerde
satrancın daha yeni yeni seçmeli ders olarak okullara girdiğini düşününce, daha da
acayip geliyor…
54
Esin’in bir tanesi, kabilenin en
tazesi, Ece Deniz geldi, iyi ki geldi,
hoşgeldi…
✚ Küçükken ablamın götürdüğü çocuk oyunlarını saymazsak,
sanırım ilk ciddi tiyatro oyununa ilkokul sonu ya da ortaokul
başında, annem ve babamla gitmiştim. Yıldız Kenter’in tek kişilik “Ben Anadolu” oyunuydu. İşin aksi yanı benim şişe dibi
gözlüklerim kırılmıştı ve sahnede bir b*k göremiyordum. Oyunu bir sis perdesinin ardında hayal meyal, uyukladığımı ise
gayet net hatırlıyorum. Yıldız Kenter’in “Ben Anadolu!” diye
haykıran güçlü sesi ise halen kulaklarımda. Uyandırıyordu zira.
Aslında güzel bir başlangıç yapacakmışım ama şartlar ağırmış,
neyleyim.
✚ Çocuk yaratıcılığında sınır yok. Tek bir mandalla, tek bir kovayla tüm gün oynayabilir. Yavru kedi yaratıcılığında sınır yok.
Havada uçan toz zerresiyle, pencereden giren güneş ışığıyla saatlerce oynayabilir. Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz.
✚ Oyun hakkımız engellenemez!
✚ Yukarıdaki cümleyi içimden öylesine geliverdiği için yazmıştım. Sonra ‘dur bakayım’ dedim, ‘Hz. Google’a bir sorayım’ dedim ve Radikal’de 13 Mayıs 2007 tarihli şöyle bir habere denk
geldim: “RADİKAL - İSTANBUL - Bakırköy 2. Yıldız Sitesi’nde
dün ilginç bir eylem vardı. Sitenin çocukları oyun haklarını engelleyen yaşlıları ve toplarını kesen site sakinlerini sloganlar
atarak protesto etti. ‘Oyun hakkımız engellenemez’ diyen çocuklar, site yönetiminde temsilci bulundurmaktan, yeni oyun
alanlarının sağlanmasına kadar isteklerini basın açıklamasıyla
kamuoyuna duyurdu. Yaşadıkları sitenin bahçesinde eylem yapan yaşları 7 ile 15 arasında değişen çocuklar, ‘Burası huzurevi
değil’, ‘Oyun hakkımız, söke söke alırız’, ‘Oyun hakkımız engellenemez’ şeklinde sloganlar atarak, site sakinlerine seslerini
duyurdu.” Efferim len size! =)
✚ Rüyalarımda oyun oynamayı öğreniyorum bu ara. Uyumayı,
rüya görmeyi hep ve çok seven biriydim, ama rüyalarla oyun
oynanabileceğini bilmezdim. Meğerse lüsid rüya denen bir şey
varmış; berrak rüya anlamına gelirmiş ve istersek rüyalarımızda, rüyada olduğumuzun farkında olarak, her şeyi yapabilirmişiz. Bilinçaltı kıvrımlarımızda dolaşabilirmişiz. Tüm fizik kurallarının üzerine çıkar, ister uçar, ister kaçarmışız. Kâbusumuz
bizi kovalarsa, durup geri döner, onu kovalarmışız. Korkularımızı yenebilirmişiz. Rüyalarımızda bilinçli, farkında, başka bir
hayatımız varmış. İstediğimiz şeyle yüzleşirmişiz, çağırmamız
yetermiş. Waking Life, Matrix, Inception, Tatlı Rüyalar tadında takılmak mümkünmüş. Ne kadar da güzelmiş! Hiç de özel
yetenek falan gerektirmiyormuş, herkes yapabilirmiş. Ben de
merak ediyorum diyorsanız, “Rüyalarınızdan Yararlanın – Derleyen: Gündüz Öğüt”, internette de “lüsid rüya” diye arayınca,
bolca bilgi mevcut.
✚ Bu kış pek kar da depresyon da yapmadı, değil mi ya? En
azından benim bu yazıyı yazdığım Şubat sonuna kadar. Halen yumuşak yumuşak takılıyoruz. Sanırım Mart’ın intikamı
acı olacak… O da olmazsa, yaz öttürecek. Bunu bizim yanımıza
komaz iklim baba. Ankara bu, boru değil…
✚ Haydi, ben kaçtım. Önümüzdeki sayı görüşmek üzere.
SES’imiz çıksın biraz…
55
resimleme: Akif Başaran
CİN ALİ MAHALLEDE
Sevgili Mahalleliler… Milli Eğitim
müfredatından
ayrılıp
Mahalle
Baskısı’na geldim. Olan biteni bu ilk
yazımda bir de benden duyun istedim.
mahalle baskısı
Bilirsiniz, biz maaile Milli Eğitim
emektarıyız. Çocukluğumdan beri
Selma, Suna, annem, babam ve benim her yaptığımız yazıldı-çizildi.
Ayaklarımızı uzatıp da bir gün evde
oturduğumuzu bilmeyiz. Hayatımız
pikniklerde, hayvanat bahçelerinde,
okullarda, hep bir oyun, hep bir macera içinde geçti. Ne yalan söyleyeyim, kendi halimizde, etliye sütlüye
karışmadan rahat olacağımızı sandık.
Ata bindik, topu attık, topaç çevirdik…
Zaman böyle geçti gitti.
56
Gelelim, bizim emektar ailenin müfredattan ayrılmasına. Babamı son
zamanlarda düşünceli düşünceli
Suna’nın eski oyuncaklarına bakarken görürdüm. Annem, bahçede otururken dalar giderdi uzaklara. Suna
ile Selma ne ata biner, ne hayvanat
bahçesine gider oldu. Beni sorarsanız,
bir türlü sıkıntımı nasıl anlatacağımı
bilemedim. Hepimiz birbirimizden
kaçar gibiydik aynı evin içinde.
O sabah babamla salonda yakalandık
birbirimize… Annem de elinde kitabıyla tam salona girerken bizi gördü
ve yanımıza geldi. Suna ile Selma
odanın kapısında konuşma zamanının geldiğini söyleyen gözlerle bakıyordu…
Babam, gözlerini yerden kaldırmadan “Duydun mu?”
dedi, “Zeze’ye neler söylemişler. Senin arkadaşın olan
Zeze’ye; yine koşup küçük portakal ağacına anlatmıştır
derdini, eğer bunu duyduysa…” Annem, sesi titreyerek
salonda gezindi: “Yıllarca sizinle birlikte büyüyen çocuklar mı şikâyet etmiş bizim Zeze’yi?” Suna ve Selma
kızgın ve ağlamaklı bakarken bir türlü nasıl anlatacağımı bilemediğim sözler aniden dökülüverdi:
“Cin Ailesi, müfredattan ayrıldım, bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Emektarısınız hepiniz. Bizle büyüyen çocuklardı onlar, evet. Okumuşlar bizim
hikâyelerimizi. Sonrası derseniz… Herhâlde sonrası pek
olmamış… Uzun lafın kısası verdim istifamı…”
Bu haberin ailede üzüntü yaratacağını düşünürken sevgili mahalleliler, herkesin sıkıntısının yavaş yavaş dağıldığını gördüm. Babam, gözleri parlayarak başını kaldırdı
ve sevinçle:
“Haydi topaçlarınızı, iplerinizi, toplarınızı alın da ailecek
pikniğe gidelim!” dedi.
Hepimiz bir heyecanla hazırlanmaya başlamıştık ki biranda aklıma geliverdi: “Babacığım siz, annem, Suna ve
Selma ile birlikte gidin. Ben Mahalle Baskısı’nın dergi
toplantısına yetişeceğim. Sonradan size katılırım” dedim.
Toplantı mahallede yapılacaktı, İnkılap Sokak’ta. Geç
kalmamak için babamlardan daha önce evden çıktım
ve yürümeye başladım. Her Ankaralı’nın gençliğinin,
olgunluğunun bir yerinde iz bırakmış, kimisi hiç değişmemiş, kimisi ise şimdi başka başka isimlerle yeniden
açılmış olan mekânların önünden geçerek Sakarya’da
bir tur attım. Yürürken, beni tanıyan ama benim tanımadığım bir sürü insanla selamlaştım, kimisiyle ayaküstü konuştuk. Sevindiler beni yeniden gördüklerine.
Mahallede olmak ne güzeldi…
CİN ALİ
57
CHE SUDAKA
eSKiyENi’de
Bu Ara
Konser
19 Mart Salı, kapı açılış 20:00
RADIO MOSCOW
Konser
4 Mart Pazartesi, kapı açılış 20:00
RUZBA
Konser
26 Mart Salı, kapı açılış 20:00
KİBİR
Domus Sanat Çiftliği Oyunu
4-11-18-25 Mart Pazartesi, 19:00
1-8-15-22-29 Nisan Pazartesi, 19:00
DOĞU-BATI
Konser
4 Nisan Perşembe, kapı açılış 20:00
DİLLİ DÜDÜK IMPRO SHOW
mahalle baskısı
Doğaçlama Tiyatro Gösterisi
6-20 Mart Çarşamba, 20:00
3-17 Nisan Çarşamba, 20:00
58
KÜÇÜK İSKENDER
Şiir Dinletisi
7 Nisan Pazar, 19:00
KADINLAR AŞKLAR ŞARKILAR
Domus Sanat Çiftliği Oyunu
7-14-21-28 Mart Perşembe, 19:00
4-11-18-25 Nisan Perşembe, 19:00
KULTUR SHOCK
Konser
6 Mayıs Pazartesi, kapı açılış 20:00
Etkinlik detayları için arayınız: 433 07 01
eSKiyENi’yi öğlen 12:oo’den ertesi sabah o5:oo’e kadar açık bulabilirsiniz…
59
60
61
mahalle baskısı
DERİNLİK
YOK
SUN
LUĞU
“Eurovision zaten beste ve şarkı yarışması değil, gay’lerin
yarışması! Katılmadığımız isabet olmuş. Yarışma hangi
ülkede yapılırsa yapılsın, gay’ler gidip birinciyi belirliyor. Böyle olmaz ki!”
Levent Yüksel – Müzisyen
“Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar!”
Nihat İnanç – Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü
“Ekşi Sözlük’ü kerhaneye çevirmişler, alın belgesi. Ekşi
Sözlük yazarı eskort kız. Yıllardır hakkımdaki ağır hakaretlere, belden aşağı iftiralara rağmen susmamın nedeni, sözlükteki okuyan fakir öğrenci yazarlardır. Ekşi
Sözlük’ü kapattırmak benim namus davamdır. Ben de
bu davayı kazanmazsam etek giyeceğim.”
Nihat Doğan – Müzisyen
“Kadınlar illa para kazanacağım dememeli. Koca bulamayabilirler.”
Mehtap Kayaoğlu – Psikolojik Danışman
“Sevgili okur dostlarım, bugün modemim bozulduğu için internete bağlanamadım bir türlü. Bu nedenle yazdığım yazıyı da göndermek mümkün
olmadı.”
Ayşe Aral – Hürriyet Kelebek yazarı
“Kitap okumam. En son galiba ilkokuldayken okudum.”
Şahan Gökbakar – Oyuncu
“Sayın Başbakanım, bu dizi (Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam) gerçekten
sahip çıkılmayı hak ediyordu.”
Özcan Deniz – Oyuncu
“(Galatasaray Üniversitesi yangını için) İnsan ölmemiş.
Mala mı ağlayalım?”
Yiğit Bulut – Gazeteci, televizyoncu
“Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz.”
Birgül Ayman Güler – CHP İzmir Milletvekili
“Eskiden karikatürü anlamadığınız zaman üstünde durmuyor, geçiyordunuz. Bugün yeni medya düzeninde,
anlamadığınız konu üstünde yorumlar yapıyorsunuz;
başka birileri de buna kapılıp gidiyor ve bir linç ortamı oluşuyor. Kağıt var, kalem var istediğini çizebilirsin;
ama iş yayınlanmaya gelince bir yerde eline sahip olman lazım veya birilerinin sana dur demesi gerekiyor.
Şimdiye kadarki tecrübemle ben kendim artık o sınırı
çizebiliyorum.”
Salih Memecan – Karikatürist
“TCDD’de herkesi evlerine göndersek,
paydos etsek, 3 trilyon (3 milyon lira)
tasarruf sağlarız. Onu da siz KOBİ’lere versek abad olursunuz.” Binali Yıldırım – Ulaştırma Bakanı
“Türkiye’nin son 10 yıllık demokrasi
sürecini anlatacak bir Erdoğan filmi
mutlaka çekilmeli. Türk yönetmenler
darılmasınlar ancak bu filmin yönetmen koltuğuna mutlaka Steven Spielberg oturmalı ve hiçbir masraftan
kaçınılmamalı.”
Elif Çakır – Star gazetesi yazarı
Not: Kendi gitti, adı kaldı yadigâr.
Her sayımızda baş tacı ettiğimiz
eski İçişleri Bakanı İdris Naim
Şahin’siz buralar çok ıssız kalacak…
mahalle baskısı
“İdris benim çok eski arkadaşım. İmam Hatip okulundan
sınıf arkadaşım aynı zamanda. Yani çalışkan, şey olarak öyle pek diplomaya doyan bir arkadaşımız da değil.
Bu süreç içerisinde, tabii biz her şeyi değerlendiriyoruz,
yani tek gönülle işe bakmıyoruz. Bu değerlendirmeler
içerisinde de bütün bu bakışta, bu istişarelerimiz vesaire... Bu süreç içerisinde böyle bir değişimin, çünkü terör olayı bizim için çok önemli bir süreç. Bir de tabii
İdris kardeşim aslında gözü kara bir kardeşimdir. Terör
bölgesinde vesairede filan falan... Oralarda görünmesi,
orada yaptığı görevleri vesairesiyle gözü kara bir arkadaşımızdır. Yani bu noktada herhangi bir sıkıntı söz
konusu değil. Böyle bir değişimin olması ihtiyacı, yaptığımız bazı araştırmalar neticesinde doğduğundan, bu
adımı atalım dedik. Hayırlısı olur inşallah.”
Recep Tayyip Erdoğan – Başbakan
“Heykel derken iğrenç şeylerden bahsediyorum. Mesela bir tanesi var ki, iğrenç kelimesinin çok hafif kalacağını düşünüyorum. Bu Michelangelo denilen zat,
Floransa’nın göbeğindeki meydana Hz. Davut’un anadan üryan kocaman bir resmini çizmiş. Hem de sünnetsiz bir şekilde! Doğrusu kanıma dokundu. Bir peygamberin fotoğrafını çizmek zaten başlı başına bir meydan
okumayken bir de sünnetsiz çıplak bir resmi dev bir
şekilde meydana monte etmek de ayrıca insanlık dışı
bir olaydır. İşte kimlerle bir araya gelmek için takla attığınızı görün istiyoruz.”
Ramazan Düzen – Saadet Partisi
Eğitim İşlerinden Sorumlu Antalya İl Başkan Yardımcısı
62
63
SERTAN ÖZER
[email protected]
SERTAN ABİ İLE
SIK SORULMAYAN
SORULAR
İlk bir’im!
Korkuyu Çinliler icat etmiştir. Uzaydan çıplak gözle görülebilecek büyüklükteki bu korku, günümüzde turistik
amaçlı kullanılmakta ve yılda milyonlarca insanın akınına uğramaktadır.
“Korku duygusunun “bulaşıcı” olduğunu söyleyen Uzman Psikolog”
bana korkuyu kimin bulaştırdığını da
söyler sanırım. Çocukluğuma dönelim…
mahalle baskısı
Çocukluğum
sokaklarda
geçti…
Şanslıydım ki oyun oynamak için
sokaklardaydım. Ben yukarı mahalledendim. Aşağı mahallede, karşı
mahallede arkadaşlarım vardı. Bazen
mahallede oynardık, bazen de “öteki”
mahalleye giderdik. Öteki mahallelere gidince annem endişelenirdi.
Annem zaten her zaman anneliğin
zirvesindedir; mühendis olup işe başladığımda “Aman oğlum, elektrikle
falan oynamayasın…” diye tembihleyecek kadar yüksektir anne kafası.
64
“Kaygı (endişe): Nedeni açık olmayan korku ya da giderilemeyen
isteklerden doğan sıkıntı.”
Çocuktuk, korkunun nedeni açıksa,
korkardık. Mesela akşama kadar sokaklarda sürtüp, geç saatte kir pas
içinde evin kapısına geldiğinde, zili
nedeni açık bir korkuyla çalardın;
anne terliği. Bizim zamanımızda henüz Kırım Kongo zararlı kenesi icat
edilmemişti, çimlerde oynamaktan
korkmamıza gerek yoktu. Kuş gribi
daha keşfedilmemişti, tavuk yırtıcı
bir kuş değilse de denk getirince yırtardı, ama biz tavuğun ölümcül grip
bulaştıracağı gibi fantastik bir korkuya sahip değildik. Danaların delirecek
düzeyde akıl sahibi olduklarından haberimiz yoktu, danayı kızdırınca biraz delirir gibi olurdu ama bu deliliğin virüse dönüşüp insanlığa zarar vermesi bilim kurgu
filmlerinde bile olmazdı. Dondurucu Sibirya soğukları
gelmiyordu, öldürücü Afrika sıcakları gelmiyordu, sokakta oyun devam ediyordu. Öteki mahalle henüz o kadar da ötekileşmemişti. Çocuk oyunda gerekti. Birkaç
“apartman çocuğu” vardı, aileleri onları oyun için sokağa
yollamaz, belirsiz bir şeylerden korumaya çalışırlardı. O
gariplerim melul melul pencereden bakar, oyun oynamakta ne bilinmez tehlikeler olabileceğini kavrayamazlardı. Artık nedeni açık olan korkular var; bulaşıcı bir
korku, nesilden nesle…
Tam da o sıralarda tek kişilik elektronik oyun dünyasının kapısını araladı birileri, korkuyla başlayan bu
apartman çocuğu pazarını geliştirmeye başladı birileri.
İlk Atari çıktı. Sokaktaki çocuklar birer birer evlere ışınlandı. Elektronik oyunlar bir süre evlerde arkadaşlarla
beraber oynandı, beraber derken biri oynadı, öbürleri sevindirik olup heyecanla baktı. Bisikletine bir tur binme
devri bitti, oyununu bir el oynama devri başladı. İyi kötü
bisiklet ediniliyordu benim çocukluğumda, ama elektronik oyun dünyasına girmek, yeni oyun edinmek herkesin harcı değildi, pahalıydı epeyce. Satın alacak kadar
varlıklı olmayan çocukları geleceğe toplu taşımayla götürelim diye, Atari salonları açıldı, yeni bir sektör oluştu. Makineyi satın alamıyorsan kiralayabilirsin, hem
oyun oynasın hem de Leasing öğrensin çocuklar. Hala
da umut vardı birlikte oynamak için; “hadi, atari oynamaya” beraber gidilebiliyordu. Sonra Commodore64,
Amiga derken bir dönem kapandı, yeni dönem başladı.
Sonuçta artık çocuklar evdeydi. Çok şükür, günümüzde
çocukların çoğu evinde güven ve yalnızlık içinde, oturduğu yerden dünyanın herhangi bir yerindeki başka bir
çocukla kahramanca oyun oynayabiliyor. Öteki mahalle
yok, ötekiler var.
“Bugünlerin babası dövdü oğlum senin babanı”
Bu sayının teması Oyun olunca, Kuvvet Yurdakul’un 2006
yılında Birgün Gazetesinde yayınlanmış olan köşe yazıları
aklıma geldi. Karayazankara isimli köşe yazılarından, Biten
şeyler; “Kumbara”, “Kahraman” ve “Sokak Oyunları” başlıklı
üç yazısından birini paylaşmak istiyorum.
Biten şeyler: SOKAK OYUNLARI
Sokak oyunları ne güzel çocuğa örgütlenmeyi anlatıyordu. Belirlenmiş
kurallar çerçevesinde bir gruba dâhil
olmayı, arkadaşın için feda olabilmeyi, onu kurtarabilmeyi, birlikte
sevinmeyi, birlikte hareket etmeyi,
kocaman bir coşkuyu paylaşabilmeyi
anlatıyordu. Herkes eşit başlıyordu.
Kimse kimsenin kukalı saklambacını satmıyor. Hiçbir oyuncu bir gazoz
uğruna bilerek yenilme teklifleriyle
karşılaşmıyordu. Efendi gibi aldım
verdim ben seni yendim. Onur’un
annesi çağırıncaya kadar sportmence kıran kırana bir kukalı saklambaç
mücadelesi. Kazanan takım birbirine
sarıldığında aradan counter strike’ın
en etkili mermisi geçmiyordu.
Oyunlarını yitirmiş bir çocuk neye
benzer? Bu ülkenin çocukları artık
oyun oynamıyorlar bununla ilgilenen var mı? Binbir türlü yeşillik olsa
gidip duvar önünde oturuyorlar, cep
telefonlarını gösteriyorlar birbirlerine, mesaj gönderiyorlar, oyun denilince akıllara “Street Fighter” geliyor.
Bilgisayar’dan başka oyun aracı bilmiyorlar. Oysa grup oyunları karşılık-
lı ilişkileri çoğaltır, oynayanların oluşturduğu ortak ve
kendiliğinden bir denetimi vardır. Kızmanın, üzülmenin,
sevinmenin yani insana dair bütün duyguların başka
insanlarla birlikte yaşanmasını sağlar.
Sistem, yerleşik bir yalnızlık duygusunu çocuklardan
başlatıyor... Tuhaf bir kopukluk yaşandı, aktarılamadı
bu oyunlar... Bir mahallede kimse oynayabilecekleri bir
grup oyunu bilmiyorsa çocuklar ne yapabilir ki...
Öneriyorum: İlkokullara “Oyun” dersi konulsun. Sınavı, pekiyisi, geçeri, notları, veli toplantısı filan olmasın.
Haftada iki saat ayrılsın, bahçede çocuklara oyunlar
anlatılsın sonra beraber oynansın, öğretmenler de oynasın...
Öyle değil mi? Kumbaralarımızı, kahramanlarımızı almakla kalmadılar binlerce yıldan beri sürmekte olan
hepsi birbirinden yaratıcı güzelim oyunlarımızı da
unutturdular işte. Arkadaşlık ilişkilerinin en canlı olduğu bu alanı bitirdiler. Herkes bu kocaman işgale ortak
oldu. Bu “level” bir türlü geçilemedi. Hile yapıldı, ölümsüz olundu, mermisi tükenmedi silahların. Kaydettik ve
uygun bir zamanda kaydettiğimiz yerden başladık. Bir
programın içine mahkûm edildik. Herkes içerdeydi zaten. Bize armut denildi ve çıkmadık bir daha. Onur’un
annesi huzura erdi...
Kuvvet Yurdakul – Birgün gazetesi (2006)
65
Yemeli İçmeli
Ankara Mekânlarında
Akşam Gezmeleri
66
Hiç saklambaç oynadınız mı?
Bir oyunda ebe oldunuz mu?
Ben çok oynadım, saklambaç, yakan
top, çelik çomak, neler neler… Bilgisayar oyunu pek bilmem, oynayamam
da. Bir ara Sims diye bir oyun oynamaya çalışmıştım, bendeki karakterler sadece karşılıklı sallanıp duruyorlardı, ne yapmam gerektiğini bir türlü
çözemedim. Öğrendiğim kadarıyla
oynadığım karakteri sosyalleştirmem gerekiyormuş. İşte ne bileyim,
iş buldurmak, para kazandırmak, ev
tutturmak, evi döşettirmek, alışverişe
götürüp bir şeyler satın aldırmak, bir
kızla diyalog kurdurmak, komşulara
börek çörek götürtmek falan. Arada
ortaya bir kız çıkıyordu, bakıyordum
kız öylece karşımda sallanıp duruyor,
demek ki bende gönlü var diye doğrudan öpüyordum, o da bana kızıyordu,
anladığım kadarıyla cebini doldur gel,
evini doldur gel, elin de dolu gel demek istiyordu ve ben oyunda bir tür
yanıyordum. E ne var, oyun bu, sosyalleşiyordum işte, acaba alışverişe
gidip eve kanepe almıyorum diye mi
kızıyordu bu yazılım kızı bana? Ne
oyunu oynayabildim, ne yendim, ne
yenildim, bir türlü sosyalleşemedim.
Sokaktaki oyunları kimse bana para
karşılığı satmaya çalışmamıştı. Saklambaç oynasam, bir insana dokunurdum, komşulardan ya da anneden
börek, kek gelirdi sokağa, arkadaşlarımla yerdim, belki elimiz yağlanırdı, mikropsuz toprağa çimene ağaca
silerdim elimi, Protex antibakteriyel
sabun tarafından korunmasam da
doğanın bir parçasıydım, herhangi
tüccarlar tarafından korunmaya ihtiyacım yoktu.
Çocukluğumuzda hep merak ettiğimiz ebemizinkini sonunda gördük, dünyamız aydınlandı. Ebe olmak ne ki,
körebe olduk topyekûn. Allah Allah nidalarıyla muhteşem bir yüzyıla en az üç çocukla giriyoruz. Elim sende
diyor ebemiz, ona göre…
Yeni kahramanımız Avatar. eSKiyENi kabilesinin de
birbirinden güzel Avatar adayları var artık ve giderek
sayıları artıyor! Toprak, Güz, Mavisu, Rüzgâr, Ekin, Çınar,
Kuzey, Asya, Defne Deniz, Zeynep, Atlas Aren, Ece Deniz
ve bilemediklerim… Yenidoğanlar şimdilik osuruk büküyorlar, popişleri sağolsun. Büyüyenler; ne sorular, ne
cevaplar büküyorlar, akıllarına bereket. eSKiyENi Bira
Tapınağında eğitimini tamamlayan her Avatar adayının
ilk içkisi, Güney Rakı Kabilesinden rakı bükücü Sertan
Abi’nizdendir, bükülmüş anne-baba-eşe-dosta duyurulur.
“Kimse benimle oynamıyor diye
ağlayan çocuk! Sen büyü hele, bak
ne oyunlar oynayacaklar seninle.”
Cemal Süreya
Gemisini yürüten, kaptandır... Böyle öğütlüyorlar çocuklara, işi bileceksin, işe gitmeyeceksin gibi. Yüzünden
gülüş çalınır, haberin olmaz, ne acayip dünya. Olur mu,
ne ayıp! İnsan kendi gemisini yürütür mü hiç? Hadi masadan çakmak yürütsen neyse, anlaşılabilir.
Ben aslında acayip bir dünya özlüyorum, ama dünya da
çok acayip zaten…
Sorularınız için:
[email protected]
Bitmeyen bir aydı… Hukuku savunanlara tutuklamalar, bir katledilişin
yıldönümü, ardından bir başka katledilişin yıldönümü ve aynı gün bir karar! Ocak ayı, kirli hırslarla kuralları
zorla kabul ettirilmiş tuzaklı oyunlar
koydu önümüze. Oyun kelimesinin
hiç de zevkli olmayan diğer yüzüyle
bir kez daha karşı karşıya geldik. Bu
oyunda ne ebe, ne kaybeden, ne de
oyuncuyuz. Ocak ayında yemek içmek boğazımıza düğümlendi, bu ay
yemeden içmeden söz etmek içimize
hiç sinmedi.
Sayko oyununu (psycho mu desek
acaba?) bilen bilir. Bilmeyen de belki
bir gün ebelikten başlayarak oyunu
öğrenecektir. Oyunu oynamak için
daha önce hiç oynamamış ve kuralları bilmeyen biri ebe seçilir ve oyunu
bilen diğer oyunculara sorular sorarak oyun mantığını çözmeye çalışır.
Herkes bir yanındakinin yerine geçmiştir ve hiç kimse kendisi olarak cevaplamaz soruları. Oyunun kurallarını bulduğunda oyun biter. Bu oyunu
yeniden oynamak için mutlaka daha
önce hiç oynamamış ve kurallarını
bilmeyen yeni oyuncular bulunmalıdır. Bulunduğunda oyun yeniden
başlar. Ebe olanın binbir güçlükle,
zaman zaman sıkılarak işin içinden
çıkma çabası izlenir. Kazanan da kaybeden de oldukça ilkel bir tarafımıza
ait olan oyun oynama, kazanma, mücadele etme gibi duygularını tatmin
etmiş, eğlenmiştir. Zararsız bir oyun.
Adı koyulmamış bir başka oyun... Zarar vermek bu oyunun ilk kuralı. Oyunun içine sürekli yeni birini dâhil
etmeye çalışan oyun kurucular ve kural koyucular; bir
yandan oyunu kendi lehlerine çevirecek yamaları yaparken, bir yandan da yeni girenlerin gittikçe büyüttüğü bir halka ile yeni oyunu başlatırlar... Sonunun baştan
yazıldığını gösteren karar metninde Pınar Selek iki kez
beraatın üzerine müebbede mahkûm edilir. Oyunun ne
aktörü, ne ebesi, ne de kaybedeni olmayı kabul etmesek
de hepimiz müebbedizdir artık… Kuru hissederken, kurunun yanında bile yanamayan yaşlar oluruz ve oyun
evrile çevrile sürer…
Her oyunu bozan, kendi kazanamayacağını anladığında kavga çıkaran, topunu alıp oyundan çıkan çocuklar
büyümüş, masumiyetleri kaybolmuş ve kendi yönetebildikleri oyunların içinde, kendilerine benzemeyen,
fikirlerini beğenmedikleri, dünyalarını sevmedikleri
herkesin mahkûm edilebileceğine inanmış birer “görev
adamına” dönüşmüştür. Bu oyun çocuklar için yazılmış
bir oyun değildir.
Toprağı keşfedip, yerleşip, çevresini çevirip, ‘bu benimdir’ diye başlayan oyunlar, diğerinin hayatını, fikirlerini,
bedenini yok ederek devam ediyor. Bu böyle süredururken, bir hatırlatma düşmek gerekir; maddenin tabiatı
gereği, her oyunun oyunbozanı da aynı oyunun içinden
çıkar...
Daha fazla sözü uzatmadan bitirmek gerek bu ayı ve bu
yazıyı. Bu yazının konusunun Esat’taki Trio Meyhanesi
olmasını isterdik. 30 yıla yakın zamandır eski ve yeni
Ankaralıların çok bilinmeyen küçük meyhanesini anlatmak, mahalle meyhanelerinden bahsetmekti maksadımız. Edemedik. Yine de bir fırsatını bulursanız, bir-iki
duble rakıyla bir akşam sohbeti için Trio’ya uğrayın deriz. Ne de olsa mahalle meyhaneleri güzeldir.
ÖZLEM ERSAVAŞ – HASAN AKCAN
[email protected] - [email protected]
mahalle baskısı
SERTAN ÖZER
[email protected]
Gelelim sorulara...
67
ÖZGÜR ERSAVAŞ
[email protected]
RİTMİNİ
KO
NUŞ
TUR
mahalle baskısı
Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı ritim
grubu, geçtiğimiz ekim ayında Afyon’un kardeş şehri
olan Almanya’nın Hamm şehrinde “Ritmini Konuştur”
(Let Your Beat Speak) adıyla bir etkinlik düzenlendi. Bu
etkinliğin ana teması “vücut perküsyonu” (body percussion) idi. Afyon’dan kalkıp Hamm şehrine giden ekibimizin heyecanı, endişesi, merakı ve ritme yolculuğu
böylece başladı…
68
Hamm şehrinde kalacağımız yer, küçük bir ormanın
tam ortasında bulunan büyük bir gölete bakıyordu.
Çevresinde yürüyüş parkuru vardı. Bu alan, ruhsal bozuklukları bulunan hastaların tedavisi amacıyla da
kullanılan, aynı zamanda isteyen herkesin gezip spor
yapabileceği büyük bir parktı. Oldukça ilginç bir başlangıç yaptığımızı söyleyebilirim… O gün, Hamm şehrinde
perküsyon ve ritim yapan Alman arkadaşlar da bize katılacak ve bir hafta boyunca birlikte çalışacaktık. Tabii,
bir sorun olarak dil engelini nasıl aşacağımız bizi biraz
düşündürüyordu. Neyse ki eğitim için Hamm şehrinde
bulunan bir arkadaşımız tercümanlığımızı üstlenerek
bize destek verdi. Oradaki arkadaşlarımızla ilk tanışmamız bir oyun şeklindeydi. Biraz kendimizden bahsettikten sonra ritimsel olarak bir vuruşa bir hece sığdıracak
şekilde isimlerimizi ve yanımızda oturan arkadaşımızın
ismini telaffuz ettik ve ritim başladı…
Günün akşamı müziklerle, ritimle ve
oyunlarla devam ederken, bu şehre
gelme amacımız olan ortak gösteri için ciddi bir çalışma temposuyla
hazırlanmaya başlamıştık… Gösteri
enstrümanlarımız olan damacanalar, su boruları, atık malzemeler ve
vücutlarımızı kullanarak ritim-perküsyon üzerinde çalışmaya devam
ediyor, en baştaki endişelerimizi
çoktan geride bırakmış olarak, farklı
kültürden gelip ortak bir notada birleşebilmenin, aynı duyguları hissedip
aynı dili konuşmanın çeşitli yolları
olduğunu anlamanın mutluluğunu
yaşıyorduk…
Başlarda birbirinden çekinen yabancılarken, akşam ilerleyip oyun ve ritim sürdükçe birbirimize alıştık. Endişelerimizin yerini keyif ve müzik aldı. Sabah olduğunda
Hamm şehrinin güzel yerlerinden biri olan “Kubus Sanat Evi”’ne gittik. Orada bize diğer ritimciler de (aslında
‘ritimci’ yerine, ‘body percussion’dan yola çıkarak ‘vücut
perküsyoncuları’ daha doğru bir tanımlama olabilir) katıldı ve ekip büyüdükçe ortam daha da eğlenceli olmaya
başladı. Ritim, bizim için sadece bir enstrüman aracılığıyla değil; ağaç parçaları, su damacanaları, plastik
borular ve insan bedeniyle çalınan ortak bir dile dönüşmeye başladı.
Çalışma aralarında Hamm kentinin güzelim sokaklarında gezip, susayınca bir barda meşhur Alman biralarının
tadına bakmayı da unutmadık. Sokakları sürprizlerle
dolu bu küçük şehirde, kitap paylaşımına dayanan ve
aniden karşımıza çıkan 4-5 raflı sokak kütüphaneleri,
tarihi kiliseyi, tren garını, hapishaneyi gezerken; bir
köşe başında şehrin çocuklarının “hava soğudu, biz üşüyoruz, ağaçlar da üşür” diyerek bir etkinlik başlattığını, yetişkinlerin de onlara katılıp, örgüler örüp, patikler
yapıp ağaçları giydirdiklerini gördük. Ağaçlar gövdelerindeki, dallarındaki rengârenk giysileri ve patikleriyle
tüm şehrin oynadığı bu oyuna olanca neşeleriyle katılmış gibiydi…
Gösterimize bir gün kala kısa bir
gezi için Dortmunt’a doğru yola çıktık. Şehrin en büyük binası olan eski
bira fabrikası karşıladı bizi. Tıpkı
Hamm’da olduğu gibi Dortmund sokakları da yaşıyor, müzik sokaklardan
eksik olmuyordu. Sokak müzisyenleri
ile dolu kalabalık bir sokakta yürürken, kiminin sokağa kurduğu duvar
piyanosuyla, kiminin keman ve gitarla çaldığı şarkılara eşlik ederek
dolaştık sokaklarda... Yaklaşan gösteri
zamanına kadar biraz daha çalışabilmek için Hamm’a döndüğümüzde
gösteri afişlerinin asılmış, biletlerinin
dağıtılmakta olduğunu gördük. Ve nihayet konser günümüz gelmişti. Tarifsiz bir heyecanla salona gidip son
provaları aldık. Artık sahnedeydik…
Birçok seyircinin başından sonuna
kadar konsere eşlik etmesiyle koromuzu, ritmimizi büyüterek ve onları
da aramıza katarak gösterimizi tamamladık…
Ertesi gün, dönüş günüydü. Artık hepimiz aynı dili konuşuyor ve birbirinden çok uzaktaki bu şehirlerin ritmine eşlik edebiliyorduk…
69
O klip aslında yolda geçiyor.
Evet, bir arabanın içinde geçiyor.
Benim aklıma şey geldi. Bu Dandanadan zamanında “Kara Araba”
için, bir tane sanırım fandı o, ve
kendisi “Lost Highway” filminden
görüntülerle youtube’a yüklemişti.
İnsanlar önce onunla dinlediler.
Evet, ondan sonra kendi videosu olmuştu o şarkının. Bilgi Üniversitesi
ile birlikte bir şey yapmıştık. E, tabii
hikâyeler birbirlerini tamamlıyorlar
aslında. Yarın bir gün başka bir arabalı klip daha görebilirsiniz.
mahalle baskısı
Korhan Futacı ve Kara Orkestra 22
Ocak’ta eSKiyENi’de şahane bir konser verdi. Konser öncesi “40 kişi” ekibi
Korhan Futacı ile söyleşi yaparak, canlı
olarak Facebook ve Twitter üzerinden
yayınladı. Buyurunuz, izleyicilerden gelen soruları da yanıtlayan Korhan Futacı
söyleşisinden bir kesit. İzlemek isterseniz
http://vimeo.com/58241550 adresinde
de mevcut.
70
Bir soru var. Klasik sorulardan birisi aslında bu: “Yeni
klip hangi şarkıya düşünülüyor ya da yeni klip düşünülüyor mu?”
Yeni klip düşünülüyor. Henüz hangi şarkıya olacağını
tam belirlemedik ama önümüzde birkaç alternatif var.
Ya “Duvar” şarkısı olacak ya “Pavurya”ya çekilecek klip.
Şimdilik ikisi arasında gidip geliyoruz. Yakın zamanda
bir karar verip işe koyulacağız.
Aslında youtube’a yüklediğiniz, kendi stüdyonuzda
kaydettiğiniz kayıtlar mı onlar? Ev ortamında çekilKORHAN FUTACI ve KARA ORKESTRA
miş bazı kayıtlar var. Onlar da klipten aşağı kalmıyor
zaten hani. O çekimlerin hikâyesi?
Bu bir “40 Kişi” işidir.
İlk albümde aslında öyle bir şey yapmıştık. Albüm kaSunucu
: Erdem Ceydilek
yıtları esnasında Umut kamerasıyla oradaydı albümü
Kamera
: Kutay Yeşilöz
zaten canlı kaydediyorduk, hücum kayıt yapıyorduk. O
Kamera Asistanı : Maksut Uzun
da kamerasıyla stüdyonun içine girdi ve o anda, o perReji
: Emre Mineoğlu
Yapım Asistanları : Aslı Zülal, Arzu Okur formansı çekti ve o video öyle oluştu. Daha sonra “Abrakadabra” şarkısına televizyon versiyonu dediğimiz, ayrı
Yapım
: Mavi Arı Media
bir video daha yaptık. Onun için ayrı bir kayıt daha yaptık. Parçayı yeniden kaydettik, başka bir versiyon hazırladık. Biraz daha kısa bir versiyondu. Orada da daha
böyle bildiğimiz klip kafasında bir şey hazırlamıştık.
Ekşisözlük’te şöyle başlıklar vardır:
“Yolda tek başına araba kullanırken
dinlenmemesi gereken şarkılar.” O
tarz bir kategoriye girebilir aslında.
Kara Orkestra, karanlık olma isteği.
Bunda saksafonun belli bir yeri var
ama sözlerin de belli bir yeri var.
Sözler ve melodi, notalar o ikisini
karşılaştırdığımız zaman hangisi
önce geliyor bu üretim sürecinde.
Şarkıları yaratırken hangisi önce
geldi?
Aslında eş zamanlı oluyor. Yazdığım
sözün melodisi aslında bir noktada
kendini çağırıyor gibi oluyor. Bazen
de bir melodi çıkıyor ortaya ona bir
söz yazıyorum ve o sözü melodinin
formuna oturtmaya çalışıyorum. Bazen yazdığım söze bir melodi yazıyorum, çıkan melodiden sonra sözde
birtakım değişiklikler yapıyorum. Bu
aslında böyle birbirinden ayıramadığınız bir süreç gibi. İkisi birbirine son
derece bağlı.
Şöyle bir soru gelmiş: “Kara Orkestra çok güzel ama
Dandanadan ve Tambura’yı da yeniden sahnede dinlemek istiyorum”. Böyle bir şey olası mı? Ara ara da
olsa...
Yani şimdi ara ara da olsa öyle bir şey sahneye yeniden
koymak, aslında zaman açısından çok kolay değil. Hepimizin koşturmaları var. Varolan projeleri sürdürmeye
çalışıyoruz. Öyle bir noktada da iyi bir konser ortaya
çıkartacak kadar bir repertuarı bir araya getirmek, çalışmak kolay bir iş değil. Bakalım yani zaman ne gösterir.
Belki ileride olur öyle bir şey belki olmaz. Şu anda böyle
ilerliyoruz.
Cover meselesine gelelim. Sizin müziğinizin kalitesi
ve altyapısıyla birçok insanın tanışması, “Ben Sana
Vurgum” şarkısıyla oldu. Onun hikâyesi? Neden o şarkıyı seçtiniz cover yapmak için?
O şarkı aslında benim çocukluktan beri çok sevdiğim
bir şarkı.Ne zaman dinlesem keyif aldığım bir şarkıdır.
Seneler sonra tekrar karşıma çıkmıştı bir durumda. Bu
şarkıyı ben söyleyebilirim diye düşündüm. İçselleştirebildim. Fakat ilk onun bir demosunu kaydetmiştik atölyede. Ondan sonra biz onu rafa kaldırdık. Kara Orkestra
ile birkaç defa çaldık kendi aramızda. Sahnede bir iki
defa çaldık. Daha sonra Akustikhane programına katıldık. Orada bizden mutlaka bir cover parça, bir yorum
istediler. Biz de aslında çok çalma taraftarı değildik, herhangi bir cover parça ama yoğun istek üzerine o parçayı
çaldık. Ondan sonra, o program sonucunda çok fazla ilgi
gördü o parça, orada yayınlandıktan sonra. Biz de o sırada albümü bitirmiştik. Paketlenmişti albüm, her şeyle
hazır bekliyordu. O parça işin içine girdikten sonra plak
şirketimiz de “Bence bu parçayı bu albüme koyun” dedi.
Biz de zaten bir kere artık o parçayı söylemişiz ve yayınlamış ve insanlar artık biliyordu. Tamam o zaman buna
yeni bir kayıt yapalım ve bu parçayı yayınlayalım dedik.
Daha sonra işte Midas Stüdyoları’nda canlı bir performans gerçekleştirdik, aynı zamanda orada video klibi de
çekildi. Öylece albüme girmiş oldu.
71
mahalle baskısı
Aslında önceki avazavazblog’da
yaptığınız röportajınızda televizyonun artık miadının dolduğunu ve
müziğin belli kitlelere ulaşmasında
farklı mecraların açılacağından
bahsediyorsunuz ve burada internetin etkisi bu şarkıda aslında gösterdi kendisini. Takip edebildiğimiz
kadarıyla çok yüksek sayıda paylaşıldı. Youtube izlenme oranları… Sizi
tanıtması açısından da keşke “Kara
Araba”yla ya da keşke “Pavurya”yla
bu patlama yaşansaydı ama…
Aslında bilmiyorum bana çok da öyle
gelmiyor. Yani o şarkı olsa da olurdu,
olmasa da olurdu. Muhakkak ki faydası oldu. Bugüne kadar en çok izlenen videomuz oldu sonuçta.
72
Aslında son zamanlara kadar İstanbul merkezli,
“Cenaze” şarkısının nasıl bir etkiyle
ortaya çıktığınızı sormuş bir izleyi- İstanbul’dan çıkmayan, Peyote tayfasına hitap eden,
o samimi kitleye hitap eden bir gruptunuz. Son zaci?
“Cenaze” aslen çok eskiden beri bizim- manlarda Ankara’yı da eklediniz.
le gelen bir parçaydı. Tambura’da hat- Ankara’yı evet ekledik güzel şekilde. Ankara’da olmak
ta onun öncesinde Naapjazz diye baş- çok keyifli. İyi bir seyirci var. Dinamik bir seyirci var.
Tepki gösteriyorlar, tepki veriyorlar, sahnede olup biten
ka bir grubumuz vardı bizim, liseden
şeylere, bu çok keyifli bir şey. İlgi de yoğun. O yüzden
arkadaşlarımla beraber kurduğum bir
Ankara’da olmak çok keyifli.
gruptu bu. Ta o gruptan beri gelen
bir şarkıydı, melodiydi aslında. Daha
sonra Tambura döneminde biraz
daha belirginleşmeye başladı formu. Grupta Ankaralı var mı? Ankara’dan yetişmiş?
Görkem var. Görkem Ankara’dan yetişmiş bir arkadaşıKonserlerde falan çalıyorduk ama
mız. Gökhan da Ankaralı sayılır aslında. Gökhan Şahinİngilizce sözlüydü. Özlem’le beraber
kaya, Görkem Karabudak.
ona bir söz yazmıştık. Daha sonra ben
sözlerini, yani o İngilizce versiyonu
değil de, tamamen başka bir hikâye
Aslında bize belki de inandırılmış bir yalan bu:
olarak Türkçeye çevirdim. Türkçeleş- “Çoğu güzel rock grubu, çoğu güzel alternatif grup
tirdik. Daha sonra da Dandanadan’ın
Ankara’dan çıkmıştır” diye. Biz arkadaş ortamlarında
albümüne girdi o parça. Senelerdir bi- İstanbullulara karşı kendimizi överiz. İstanbul’dan
zimle beraber gelen bir parça aslında.
bakınca Ankara müziği, Ankara’nın mekânları, müziHikâyesi de aslında parça anlatıyor
kal oluşumlar nasıl gözüküyor?
kendi hikâyesini. O yüzden öyle belirValla, iyi gözüküyor; çünkü böyle bir şeyden bahsedebiligin birine ya da bir konuya yazılmış
yoruz. Ankara’dan çıkan bir müzik dalgası olduğunu bilibir şarkı değil. Ölümle ilgili bir şarkı.
yoruz. Ankaralıların birbirlerine bağlılığı da çok kuvvetli
aslında. O da benim çok hoşuma gidiyor. İstanbul’da
İzmir’e gelmez misiniz? Bursa’ya
çok olmayan bir şey. Ne bileyim işte, İstanbul’dan da
gelmez misiniz?
hep beraber, atıyorum, New York’a gitsek belki orada
hepimiz de birbirimize bağlanırız. Ankaralıların birçoğu
Geliriz tabii, niye gelmeyelim. Bu tip
İstanbul’a geliyorlar ve İstanbul’da birbirlerini iyi kollukonular çok bizim isteğimizle alakalı
olmuyor. Biz tabii ki isteriz. Biz çağır- yorlar. Birbirlerine sahip çıkıyorlar. İlişkilerini kuvvetli
tutuyorlar, bu bence çok hoş bir şey. Bu hem müzikal
dıkları her yerde çalıyoruz. O yüzden
karşı taraftan bir talep olması gereki- anlamda hem dostluk anlamında hem insani anlamda
saygı gösterilmesi gereken bir şey.
yor ki o şehirlere gidelim.
Yurtdışıyla yürütülen belli projeler var galiba. Bunların sonuçlanması planlar dâhilinde mi? Neler planlanıyor ya da? Yurtdışında satışların yapılması?
Ben tam hâkim değilim bu konuya. Tabii ki yurtdışında
birtakım yerlerde çalma şansını elde ediyoruz. Birtakım
festivallerde. Hem Kara Orkestra projesiyle hem başka
alternatif biraz dahaavangart müzik projeleriyle. O tip
şeylere, biliyorsun, Avrupalılar biraz daha sıcak bakıyorlar ve daha büyük ilgi gösteriyorlar bizim ülkemizde
olduğundan. Devam edeceğiz buna. Bir ayağımızın da
oralarda olmasını istiyoruz.
Bunda müziğinizin -o ikilemi kurmak istersek hani
doğru bir ikilem değil ama- Batılı olması mı yoksa
biraz da Doğu’dan içerikler içermesi mi sizce daha
çekici kılıyor sizi?
İşte ikisi birden aslında. Hem kendilerinden bir şey
bulabiliyorlar hem de bizden bir şey bulabiliyorlar bu
müziğin içinde. O da onlara enteresan geliyor aslında.
Yani anlayabildikleri bir dilde, onlara buranın hikâyesini
anlatıyoruz aslında müzikal olarak. O yüzden de ilgi
gösteriyorlar aslında. Müzik hakikaten evrensel bir şey.
Sonuçta, dilin önemi yok bir yandan da. Biz Türkçe sözlü yapıyoruz ama çok içten bir şekilde anlatınca karşı
tarafın aklına kazınıyor o anlatılan, söylenen şeyler.
Ankara’yı konuştuk aslında, İstanbul ayağı nasıl
bu işin, İstanbullu dinleyici? Sizin yani o kentle ve
mekânla ilişkiniz grup olarak ne derece var? Var mı?
Muhakkak ki İstanbul’un kendine has bir aurası var.
Ondan beslenmemek, etkilenmemek de mümkün değil.
Kocaman bir şehir. Karmakarışık, her yerden insanlar.
Uçsuz bucaksız bir şehir âdeta, bitmiyor.O şehrin içinde
de kendinize ait bir kitle edinebildiyseniz ne mutlu size.
O kitleyle buluşmak için bir çok mekân var. Oralarda
bir araya geliyoruz, çalıyoruz. Bir yandan sanat ortamı güzel, keyifli. Çok insan var bu işlerle uğraşan, fikir
alışverişleri, dostluklar…En azından bizim jenerasyonumuzda herkes birbirine destek olmaya çalışıyor. Bu da
çok hoş bir şey bence. Çok kuvvetli bir şey çıkartıyor. Ve
umarım insanlar ileride bu jenerasyondan bahsederler.
İstanbul’daki,Türkiye’deki müziğe az da olsa bir şey katabildiysek, katabiliyorsak ne mutlu bize.
Önümüzdeki dönemde konser planı var mı?
Var.
İstanbul’da mı hepsi?
13 Şubat’ta İstanbul’da Çevre Tiyatroları, Semaver Kumpanya’nın sahnesinde olacağız. Orası için hatta özel
bir hazırlık yapıyoruz. Buradan duyuralım onu. Tam tarihleri bilemiyorum
ama 21’inde sanırım bir İstanbul
konserimiz, bir de Eskişehir konserimiz var. Sonra tekrar bir İstanbul
konserimiz olacak ama ben tarihleri
şu anda tam net bilemiyorum. Ama
önümüzdeki ay içerisinde 3-4 tane
daha performansımız olacak.
Bu “kara olma”, “karanlık olma” hissiyatı onunla ilgili kafanızda şekillenen hissiyat nedir?
Aslında “Kara”yı “karanlık” olarak hiç
düşünmedim. Bu ismi koyarken de
hiç öyle bir his yoktu içimde açıkçası.
Yani karanlık olmak, umutsuz, ışıksız,
anlamına gelmiyor benim için. “Kara”
daha çok belirsiz ve gizli manasında
da kullanılan bir kelime olduğu için.
Aslında çok enteresan bir kelime benim için. Türkçede bu tip kelimler
var. Kara da onlardan bir tanesi siyah
anlamına gelmiyor zaten, kesinlikle.
Renk değil aslında kara. Bir hâl, bilinmezlik hâlini temsil ediyor. Aslında
onunla alakalı konmuş bir isim.
Bugünkü konserle ilgili söylemek istediğiniz bir şey?
- Burası çok güzel bir yer, eSKiyENi
çok hoşumuza gitti. Umarım iyi bir
konser olur. Enerjisi yüksek olur. Seyircinin enerjisi yüksek olur, bizim
de yüksek olur. Karşılıklı söyle bir
çarpışırız. Sonra hep beraber yükseliriz. Gayet keyifli olacağa benziyor bu
akşam.
Çok teşekkür ederiz.
Çok sağol.
* Videodan deşifre: Saygın Sarbay
73
TUNCA ARICAN
[email protected]
Pisuarımın Köşesi
Pek Yok Düğünün Neşesi!
Bir arkadaşımızın yaz gecesindeki
düğününde, masa altından votka içmek zorunda bırakılıyorsak, zaman
artık bildiğimiz zaman değildir. Hele
ki nikâh masasına oturmuş arkadaşımız, okul yıllarını masaların üzerinde,
elinde tekilayla dans ederek geçirmiş
birisiyse durum daha da anlaşılması
güç bir hâl alacaktır.
Tek başına düğün, her memlekette,
ülkede, kültürde kendine has bir patikayı izleyen zaten çok karmaşık olan
bir etkinlik. Kimi yerde bir karnaval
havasında, kimisinde ise çocuğuna
yuva bulamamışların geçici oyun
bahçesidir. Fakat önünde sonunda
elde kalan, bir gecelik pahalı, “namus
kadar ak” çaput, kuyruğu pisliğe bulaşmış; diğer tarafta her daim ciddi
ve eril ortamların siyahî kürkü –yersen-. Düğün yerine yalnızca yedi-dokuz dakika süren nikâh merasimleri
gibi parlak fikirler sunulsa da düğün
mafyası acımadan her daim iş başındadır. Çaputundan fotoğrafçısına tam
teşekküllü bu örgütlü grup her tür
yöntemle aklınızı almayı başarır.
mahalle baskısı
Düğün gecelerinde neler olur, neler
biter diye gözlemlemeye başladığımda kendimi Kamber gibi hissetmeye
başlarım; neye hizmet ettiğimi bilirim ve artık gecenin karanlığını beklemeye koyulurum:
74
Düğünün vuku bulduğu mekânın
dans için ayrılmış bölgesinde tekmelenmeyi ya da patlatılmayı bekleyen
plastik balonları gördüğümde aklım
bir an için durur. Sinsice her birini
patlatmalı mı, yoksa bin yıl sonraki
diğer düğünlere kalmalarını mı sağlamalı? Hızlı hamlelerle, balonların
bir kısmıyla hemhal olup, birkaçıyla oynaşırım. Gelinliğin kuyruğuna
basmadan atik hareketlerle pisti bir
uçtan bir uca kat ederim. Aynı esna-
da, sönen ışıkların, ateş fışkırtan maytapların arasından herhangi katının herhangi diliminden
yememem gerektiğini iyi bildiğim apartman
kılıklı düğün pastası kendini gösterir. Kafa
başına düşen alkol miktarının azlığından ötürü yeteri kadar içememiş olduğumdan çişim henüz gelmemiş, bir
süre daha rahat olmanın verdiği
dinginlikle de, döner bıçağıyla
pastayı kesen şahsiyeti tüm
ayıklığım ve alıklığımla izlemeye koyulurum. Hemen
ardından düğünün orji kısmının başlayacağını da
iyi bilirim. “O şeker hamuruyla sıvanmış pastayla ne de güzel savaş
yapılırdı” diye düşünmeyi kısa kesip, orjiye yakalanmadan,
dans
pistinden
hızlıca
geçerek
sonunda
teşrif
etmiş çişimi yapmaya giderim.
Tuvaletlerin konumuna göre
“synth-oynak”
müziğin sesi
tuhaf bir yankı
ile pisuarıma
çarpar. Yerime
dönmek için
oynak pistini
geçtikten sonra, bilmem kaç
kişilik yuvarlak masanın bir
köşesinde oturan, bilmem kaç
yıldır görmediğim
ahbabımın beden
diliyle beni dans etmeye çağırmasıyla bir
an duraksarım. Bekâr olan
arkadaşımın, aklından kendi
düğününün diğerlerinden farklı ola-
cağını mı geçirdiğini düşünürüm. Bir anda karışan
pistin kargaşasından uzak durmayı her daim
başarırım. Yılların metalcisi olduğumdan
“moshpit”ten nasıl hızlıca kaçılır iyi biliyorum. Zira kaçamadığım bir metal konserindeki “arbede” yüce ve görkemli burnumun sağ duvarında ince bir sızı
ama bolca kan bırakmıştı. Neyse
ki siyahtı çaputum, namussuzca
da içmekten asgariydi acım.
Sigara içmeme rağmen, kendime kızdığım, bulunmak
duygusallığında bulunduğum düğün gecelerinden
ve kalabalıklardan sıvışmak için bana zaman
aralığı tanıdığından
sigara yasağını gönülden destekliyorum.
Bütün gece koca
makineleriyle
fotoğraf çeken
o “ciddi” adamların da işi zor,
benim de işim
zor
onlarla.
Burnumun
ucunda sürekli
flaş patlatan
bu
adamların
gecenin
herhangi bir
yerinde renkli
kâğıtlarla,
özellikle de en
çok rahatladığım helâların
önünde “bak seni
görüntüledim,
bunu satın almalısın” hâlleri beni çileden çıkartıyor. Bırakın
onları satın almayı, benzin
döküp yakmayı tercih edecek
denli içimi kaldırıyorlar. Tüm bu gece-
yi videoya kaydedenleri ise saymıyorum çünkü o denli köklü ve derin bir
“sinema bilgisini” haiz değilim!
Sıra, evlenen arkadaşımın masaları
tek tek dolaşıp tebrikleri, ahlaki-manevi destekleri kabul etmesine gelince gece daha bir şenleniyor. LCD
televizyon almalarına destek olacak,
almayı “ihmal ettiğim” çeyrek altın
yerine cüzdanımdaki prezervatifi gelinin kesesine atmamak için kendimi
zor tutuyorum. Karşıma gelin ve damat geçtiğinde, içimden “bu gece o
kadar yorulduktan sonra zor sevişirsiniz” düşüncesi geçiveriyor. Tebrikleri hızlı bir şekilde geçiştirdikten sonra
köşeme dönüyorum. Kendime de kızıyorum tabii: “Keşke gelinin kesesine prezervatif ataydım da en azından
çocuk yapmalarına milimetrik bir duvar çekeydim”. Zira kürtaj da mesele
bu memlekette, artan nüfus da…
Sona yaklaştıkça sakinlik ruhuma
çökecek diye beklerken öfkem daha
da kabarıyor. Sonunda çocuklar pisti terk etti. Bir kısmı ya gitti ya da
birleştirilmiş sandalyelerde sızdı.
Ama kalabalık düğün gecesinin arta
kalan balon ve yanan mumları çok
daha sinir bozucu olmaya başlıyor.
Yuvarlak masanın üzerinde duran yapay çiçeğin arkasındaki arkadaşımın
kendi düğününü bununla karşılaştırdığını işitince iyice dellenip yola
koyulmak için kalkıyorum. “Darısı
başına” lafını eden annelerin, babaların, dayıların, teyzelerin, amcaların can sıkıcı hâllerini de atlattıktan
sonra gecenin “ahlaklı” kısmı bitiyor.
Kendi geceme başlamadan önce, tüm
itliğimle düğün sahiplerin yüzlerine
gülüp mekândan çıktıktan sonra CD
çalarlı arabama biniyorum. Neyse
ki parmağımın ucunda müzik var ve
başlıyor çalmaya: Kudret Kurtçebe,
“Çocuk”...
75
PROFESYONEL
mahalle baskısı
İLKER YAVUZ
[email protected]
Varoluş (1999)
76
Çağdaş sinemanın kendine özgü, ticari sinemanın dışında dursa da starların çalışmaya can attığı senarist
yönetmeni David Cronenberg’in içine
kariyerinin başından beri ilgisini çeken cinsellik, beden, organik olanla
olmayanın biraraya gelmesi gibi temaları yerleştirdiği ve filme de ismini
veren sanal gerçeklik oyununu konu
alan filmi, ustanın sineması içinde
biraz geri planda kalmış gibi görünse
de, özellikle internet üzerinden oynanan oyunların giderek yaygınlaştığı, sosyalleşmenin de sosyal ağlar
üzerinden gerçekleştiği günümüzde
bir kez daha keşfedilmeyi hak ediyor.
eXistenZ aynı zamanda Cronenberg’in
fantastik sinemayla olan son ilişkisi,
neredeyse yönetmenin bir dönemini
kapatan film. Aynı zamanda tek bir
seks sahnesi içermeden seks üzerine
bir film nasıl yapılır iddiası üzerine
de bir film (ya da bende bir sorun var,
filmdeki sahneleri hayra yordum).
Oyun dünyasının dâhi tasarımcısı
Allegra Geller’ın son oyunu eXistenZ,
küçük bir kilisede, bizzat yaratıcısının katılımıyla tanıtılacaktır. Bu çok
oyunculu, oynayanların oyunda başka karakterlere büründüğü oyunun
en önemli farkı oyun konsollarının
organik (dokunmaya, daha doğrusu
okşamaya karşı duyarlı, kasılıp gevşeyen) görünümlü olup, doğrudan oyuncuların omurgalarına önceden açılmış
girişlere göbek kordonunu andıran
kablolarla bağlanmasıdır. Allegra ve
seçilmiş 12 oyuncu oyunu yüklemeye çalışırken, güvenlik önlemlerine
rağmen, oyun fanatiklerinden biri (ki
aslında oyun karşıtı, kendilerine “gerçekçiler” diyen bir grubun üyesidir)
kendi konsolunun içine gizlediği garip görünüşlü bir silahla Allegra’yı
vurur. Ortalık karışınca oyunun yapımcısı Antenna şirketinin yöneticisi
de pazarlama asistanı Ted’e Allegra’yı
dışarı çıkarıp başına bir şey gelmemesini sağlaması ve bunu yaparken
de kimselere güvenmemesi görevini
verir. Yolda durup Allegra’nın omzundaki kurşunu çıkardıklarında merminin insan dişi olduğunu görürler. Kemikten yapılmış silahın şarjörü de dişlerle doludur. Bu
sayede dedektöre takılmamıştır. Kapağı attıkları motel
odasında Allegra poduyla oynar (neredeyse her canı sıkılan internet bağımlısının yaptığı, sıkılınca ekran başına geçmekten kendini alamamak gibi) ama Allegra’nın
bebeğim diye hitap ettiği podunun saldırıdan etkilenip
etkilenmediği öğrenmenin tek yolu bir “müttefikle” oyun
oynamaktır. Ted ise oyun sektöründe çalışmasına rağmen daha önce hiç oyun oynamamış; dahası vücuduna
girilmesi düşüncesinden dehşete düştüğünden henüz
omurgasına bir giriş bile açtırmamıştır (burada da bir
gönderme var gibi).Koruma görevini ciddiye alan Ted
de bir benzin istasyonu işleten oyun fanatiği ve Allegra
hayranı Gas’in kendisine bu operasyonu yapmasına razı
olur. Oyun daha yüklenmeden konsolun devreleri yanar.
Kimselere güvenmeme kuralına uymadıklarından Gas’in
sabotajına maruz kalmışlardır. Allegra’nın ölüsüne 5
milyon dolar ödül konmuştur. Ted, Gas’in onu deldiği
aletle Allegra’yı öldürmek üzere olan Gas’i öldürür. Artık
Allegra’nın “güvenebileceği” tek kişiye sığınma zamanı
gelmiştir. Antenna hesabına çalışan bilim insanı Kiri,
Ted’in enfeksiyon kapmış girişini değiştirip et ve kandan
mamul konsolu da ameliyatla kurtarır. Oyun konsolu
aslında mutasyon geçirmiş bir amfibi hayvana sentetik
DNA yerleştirilmesinden elde edilmektedir. Enerji kaynağı da bağlandığı insanın bedenidir.
Artık oyun ve sanal gerçeklik zamanı gelmiştir. Allegra
parmağını ıslatıp kayganlaştırdığı girişe kabloyu yerleştirir (hastalıklı zihnim bana oyunlar oynuyor). Her oyunun kuralı ve bir amacı vardır, eXistenZ’i neden oynadığını bulmak için eXistenZ’i oynamak gerekir. Oyunda
seviye atlamak için gerçek yaşamdaki dürtülerle, korkularla başa çıkmak; karşılaşılan karakterlere doğru cümleler kurmak gerekir. Oyunun içinde gerçeklik duygusunu
yitiren Ted oyunu bir süreliğine duraklatır ama gerçek
hayat da o kadar gerçek değildir artık (hani oyunun zıddı
ciddiyet / gerçeklikti). Bir sonraki seviyede ne olacağını
merak etmedikten sonra gerçekliğin vereceği ne kalır ki?
Oyun işte bu yüzden oynanır; gerçeklik sıkıcıdır. Üstelik oyun gerçekten daha gerçek olabilir. Bir de oyunun
kuralları önemlidir. eXistenZ’in kuralı: Hiç kimseye güvenme!
Cronenberg, merak duygusunu sürekli körükleyip oyunun içine izleyiciyi de çekerken (oyunun bir özelliği de
oyuncuyla beraber izleyene de keyif vermesi değil midir?) filmin son yarım saatinde izleyiciyi art arda ters
köşeye yatırıp oyunu sıkı bir finalle bitiriyor.
İşte böyle başladı ve süregeldi duayen yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun
hikâyeleri… Bu kez de Sırp yazar Duşan Kovaçeviç’in yazdığı ”Profesyonel” adlı oyunu anlattı bizlere, kendi
rejisindeki yorumuyla…
Biz de
onun anlattığı hikâyeyi can kulağıyla
dinledik.
2010 yılında Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde Bülent Emin Yarar’a
“Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu”,
Tiyatro Dergisi Ödülleri’nde Yetkin
Dikinciler’e “Yılın Erkek Oyuncusu”
ödülünü kazandıran, İstanbul Devlet
Tiyatrosu’nun sahnelediği ”Profesyonel”, Ankara turnelerinde de defalarca kapalı gişe oynadı. Başar Sabuncu
ve Bilge Emin’in dilimize çevirdiği
”Profesyonel”in diğer oyuncuları, aynı
zamanda oyunun yönetmen yardımcısı olan Gülen Çehreli ve oyunun müziklerini besteleyen Cenap
Oğuz’du. Seyirciler tarafından büyük
ilgi ve hayranlıkla izlenen oyun dakikalarca ayakta alkışlandı.
Bir gün hiç tanımadığınız bir adam
elinde bir evrak çantası ve kocaman bir bavulla size geçmişinizi
getiriyor. Siz bir yandan geçmişinizle yüzleşirken bir yandan da
hayatın koşuşturması içinde sizin
kaçırdığınız ama o’nun en ince ayrıntısına kadar bildiği olayları öğreniyorsunuz.
Tito dönemi Yugoslavya’sında rejim karşıtı olarak damgalanan fakat rejim değişince, yani Tito sonrası Yugoslavya’sında özel görevlere getirilen yazarlardan biri olan
Duşan Kovaçeviç, ‘’Profesyonel’’ oyununu büyükelçilik
görevi esnasında yazmış.
Sırp yazar Duşan Kovaçeviç, ”Profesyonel” ile döneme
ve sisteme ait eleştiriler getirirken, aynı zamanda bugünün Türkiye’sine ve dünyanın toplumsal konjonktürüne
göndermelerle sorgulamalar yaparak, devlet-aydın ilişkisinde entelektüellerin rolüne ve bireyin yalnızlığına
değiniyor.
Usta yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun oyun kitapçığındaki `isyanı` şöyle: ”Değişmemekte ısrar eden dünyayı
değiştirmek istiyorum. Katkıda bulunmak istiyorum.
Çalışıyorum. Haykırıyorum. Yarı aydınların, yarım(!) sanatçıların kullanılmalarından, kendi kendilerini kullandırtmalarından bıktım... Hüzünlüyüm. İsyan ediyorum.
Teya gibi... Luka Laban gibi...”
BURCU ADA SOYSOP
[email protected]
eXistenZ
“Benim mesleğim başkalarına hikâyeler anlatmak. Bu
hikayeleri ille de anlatmalıyım. Anlatmadan yapamam!
Birilerinin hikayelerini diğerlerine anlatırım. Bazen de
kendi hikayelerimi, kendi kendime ya da başkalarına anlatırım. Bu hikâyeleri insanların da bulunduğu ahşap bir
sahne üzerinde bir takım eşyaların ve ışıkların ortasında
anlatırım. Ahşap bir sahne olmasaydı, yerde, herhangi
bir meydanda, bir sokak köşesinde ya da bir balkondan,
bir pencerenin arkasından anlatırdım. Yanımda insanlar
olmasaydı, tahta parçalarıyla, kumaş parçalarıyla, kesilmiş bir kâğıtla, tenekeyle ya da dünyanın bana sunduğu
herhangi bir şeyle anlatırdım. Şayet hiçbir şey olmasaydı, yüksek sesle konuşarak anlatırdım. Sesim olmasaydı,
ellerimle, parmaklarımla konuşurdum. Ellerim, parmaklarım olmasaydı, vücudumun geri kalan bölümleriyle anlatırdım. Sessizce anlatırdım, kıpırdamadan anlatırdım. Ne
yapar ne eder anlatırdım, çünkü benim için önemli olan,
bir şeyleri anlatmak beni dinleyenlere. Bundan ötesinin
hiçbir anlam ifade etmediğini anlamıyor musunuz? Beni
dinleyin yeter!”
Işıl Kasapoğlu
Tek perdelik bir sorgulamada aynı anda birden çok meseleye dokunan, usta oyunculuklar sayesinde iki saatin
bir çırpıda geçip gitmesiyle noktalanan oyun, bu işten
alnının akıyla profesyonelce sıyrılmış.
Son sözü Duşan Kovaçeviç’e bırakalım ve yazımızı
”PROFESYONEL” oyunundan aldığımız bir kaç cümleyle
bitirelim istiyorum.
“Gündüze özgü aydınlıktan bahseden bütün selamlaşmaları kaldıralım. Gün ortasında bile gece selamı
verelim. Aydınlığa kavuşana kadar da böyle davranmakla yetinelim.”
77
mahalle baskısı
Söyleşi: CIHAN TEKİN
[email protected]
ile HER TELDEN
78
Hediye Güven’in 2009 yılından bu yana
Beyoğlu Hayal Kahvesi’nde sahne aldığı,
Avustralya’da gösteri sanatları okuduğu,
orada türkü söylerken keşfedildiği, müzisyenliğin yanı sıra İngilizce öğretmenliği yaptığı ve Kasım 2012’de “Yengeç”
isimli albümü ile inanılmaz sesini hayatıma dâhil ettiği aklıma ilk gelen bilgiler
arasında... Emin olduğum şey ise önümüzdeki kısa süreçte adını daha çok duyacağınız, dinleyip müptelası olacağınız,
bir başlayıp bırakamayacağınız sesi bu
söyleşi ile daha yakından tanıyacağınız...
Selamlar... ODTÜ’de İngilizce öğretmenliği eğitimi ve
Avustralya’da gösteri sanatları eğitimi aldın. Sahneye olan yolculuğun bu süreçte nasıl gerçekleşti?
ODTÜ’deki eğitimim ile Avustralya’daki caz ve şan
eğitimim zaten aslında sahneyle iç içe geçti. Öğrendiklerimizin uygulamasına yönelik konserlerimiz ve
hazırlıklarla geçen bu 6 yıl sonrasında İstanbul’a gelip
yerleştiğimde kimseyi tanımıyordum ve bir an önce
bir grup kurup ya da bir grubun solisti olup sahneye
çıkmak, şarkı söylemek istiyordum ama buna tam olarak nereden başlayabileceğimi de bilemiyordum. Biraz
içime kapanıp depresif geçirdiğim bir dönemden sonra
ağır bir hastalık geçirdim ve kıl payı ölümden dönüp
kendime gelince artık sadece sevdiğim her neyse onu
her şekilde utanmadan kovalama cesareti geldi. Bir ilan
yazdım: “Basçı, davulcu, gitarist ve klavyeci arıyorum”
diye. Onu Beyoğlu’nda bir yere astım. İnsanlar güldüler, “Böyle ilan mı olur?” diye. Önemli değildi. Önemli
olan müzik yapacağım, beraber çalışmaya uygun olan
insanları seçebilmekti. İlk olarak bas gitaristimle tanışmış oldum. O, bize ilk gitaristimi getirdi. O gitarist
ilk davulcumla tanıştırdı beni ve böylelikle ilk grubum
“CelFish”i kurmuş olduk.
Sesime uygun, cover’lamak isteyeceğimiz şarkılar seçtik
ve onlara çalıştık ama çok fazla sahne almadık. Daha
çok zamanımız provalar ve haytalıkla geçti. Zamanla
elemanların yerini başkaları almaya başladı, daha farklı
bir playlist ve bir sound oturttuğumuzu hissettiğimiz
anda ikinci grubum “Playground”ın adını koyduk. İki ay
sonra ilk yazdığım şarkılarla Playground Roxy Müzik
Günleri`nin 2002 birincisi olduk ama ödül olan albüm
yapma sözü tutulmadı. Playground JazzCafe`de, Buddha Bar’da epey sahne aldı fakat albüm yapma konusunda asla hırslı olmadık ve çalışmalarımız yıllar içinde
yavaşladı. Grup elemanları başka projelere yöneldiler.
Bu durumdan hoşnut olmayan ben ve bas gitaristim
Burçak Kayacan, şarkılarımı benim adıma seslendirmeye karar verdik ve yeni bir oluşuma yöneldik, 2009
senesi civarında. Çok ciddi bir hazırlık sürecinden sonra
da sahnelere daha aktif olarak döndüm.
Peki, sahneden “Yengeç” albümüne
olan süreç?
“Yengeç”teki 10 şarkının dokuzu zaten
o yıllar içerisinde yazdığım şarkılardı
ve Hediye Güven Band’i çalıştırırken
şarkılar iyice kendi kimliklerini ortaya koymaya başladılar. Burçak ve
benim yönlendirmelerimle düzenlemeler son hâllerini aldılar. Aynen
öyle çalıyorduk onları biz sahnede.
Davulcumuz Berk Sarıoğlu’nun rutin
olarak beni her gün arayıp bıkmadan
usanmadan “Hadiii! Hadiiiii! Albüm
yapalım, eğer bu şarkılar bir albüme
girmezse ben de müziği bırakacağım!”
diye başımın etini yerken, ben de aslında onun gibi bir albüme girsinler
istiyordum. Son dönemde albümlerin
yapıldığı gibi yapmak istemiyordum.
Yani artık albümü müzisyen yapıyor,
bitmiş tamamlamış bu ürünü... Plak
şirketine götürüyor, onlar da sadece
dağıtıyor ya! Böyle olsun istemiyordum. “Bu şarkılar eski usulle (grup
sahnede söylerken ünlü bir prodüktör tesadüfen oradadır ve çalan grubu beğenir, onlara albüm teklif eder)
albümü yapılacak kadar güzeller!
Senin dediğin gibi olmayacak, benim
dediğim gibi olacak! Gör, bak!” diye
tartışıyordum Berk ile her gün. Açıkçası bir zaman sonra o hayalimdeki
teklifi beklemeyi de unuttum ve gerçekten, sahnede olup kendi yazdığım
şarkıları söylemenin keyfine bıraktım kendimi. İşte, böyle hissettiğim
mutlu bir performansımız sırasında
yapımcımız Haluk Polat, çaldığımız
mekândaymış ve aynen söylediğim
gibi bir arkadaşıma haber bırakmış.
“Beni arasın Hediye mutlaka” diye...
Onun hayal ettiğim şartlarda albüm
yapma teklifi üzerine “Yengeç”i yapma sürecimiz başladı.
Albümünde baban ile güzel bir Selanik türküsü olan
“Çalın Davulları” düetin dikkat çeken çalışmalardan
biri. İlk dinlediğimde çok duygulanmıştım açıkçası.
Müzisyen bir babanın kızı olduğunu biliyoruz. Bu
düetin bir öyküsü var mı? Bize biraz baban ile olan
ilişkinden de bahsedersen…
Babam, müzik hastalığına tutulmuş kocaman sesinin yükünü ömrü boyunca taşımış (güzel bir ses şarkı
söylemediğinde tuz yüküdür insana) bundan beni korumak isteyen bir adamdı hep... “İyi hoş da hadi evlen
artık, kızım bırak bu işleri” diyen bir baba, müzisyenlik
pırıltlı da olsa zor meslekmiş, bunu bana anlatmaksızın
sadece uzak tutmaya çalıştı. Ben ise zaten grup kurup
hepimizi bir tutmaya, prova ettirmeye, konserden konsere koşturmaya devam ederken anladım zor olduğunu.
İstemese de benim de bir yüküm vardı, üstelik şarkı yazan cinsinden olduğumu görünce artık sesi çıkmaz oldu.
Hele ki bir iki şarkıma hayret edince sevinçle, bıraktı
artık beni dizginlemeyi ve “hadi yap kızım, çok güzel
oluyor!” demeye başladı. İşte, daha olumlu olduğu bu
son yıllarda ev arkadaşımın bana youtube’dan dinlettiği
türküyü söylemesini istedim kendisinden: “Çalın davulları”... İnternette çeşitli versiyonlarını duymuştum ama
bir de babamdan dinlemek istemiştim. O söylerken de
bilgisayarıma kaydetmiştim. İstanbul’a dönünce babamın şarkıcılık yıllarından kalma bir fotoğrafını kullanarak minik bir video yapıp o kaydı youtube’da paylaştım.
Beni dinleyenlerin hangi kaynaktan geldiğimi görmelerini istedim. Akapella da olsa güzel bir kaydıdır, babamın davudi sesinin... Yapımcımla hangi türküyü cover’lasam diye düşünürken bu videoyu izlettim ve çok
etkilendiler. “Babanla söylesen ya, ne güzel olur” konuşmaları üzerine bunu kendisine ilettim. Sevinerek kabul
etti ve Samsun’dan gelip kayıtlarını tamamladı şarkının.
“Yapma! Dur!” diyen babam o güzel sesini kattı “Yengeç”e.
Muazzam bir mutluluk benim için... Çok seviniriz...
Müzik dünyasına sağlam denebilecek bir adım attın.
Bir gün öğretmenlikten vazgeçecek misin? Öğrencilerin ile nasıl bir ilişkin var?
Öğrencilerimi çok severim. Zaten sınıf öğretmenliği değildi benimkisi. İş İngilizcesi öğrettiğim veya ihtiyaca
göre butik bir hâle getirdiğim İngilizce koçluk denebilir
benim yaptığıma. Öyle olunca uzun yıllardır arkadaşlığa da dönüşmüş bir ilişkimiz var. Derslerimiz müzik
işlerinin yoğunluğu yüzünden azalsa hatta bitse de
görüşmelerimizin biteceğinden şüpheliyim. Mutlaka
görüşürüz...
79
Söyleşi: CIHAN TEKİN
[email protected]
Albümdeki tüm şarkıların söz ve müzikleri sana ait.
Kişisel bir soru olacak bence ama... Sabaha karşı NTV
Radyo açıktı. Rüya gibi bir geceydi benim için özel
anlamda. “Kuyu” isimli şarkı ile hayatıma girdin. Bu
şarkı benim için çok özel bir yere sahip. Kuyu’nun bir
öyküsü var mı?
Kuyu çok sevdiğim bir arkadaşımdan artık vazgeçmem
gerektiği bir dönemde yazdığım bir şarkıdır. Çok kötü bir
şekilde birbirimize girmiştik ve ne yapsak düzelemeyecek bir noktaya gelmiştik ve onu kaybetmek üstüne yazdığım bir şarkıydı. Karanlık bir dönemden geçersiniz, bir
arkadaşınızı arkanızda bırakmak zorunda kaldığınızda,
tüm sözler bunu anlatır şarkıda, bir tek sonu umutludur
ama. Çünkü anka kuşunun gözyaşından bahsediyorum
sonunda. Ölüyü dirilttiğini söylerler onun gözyaşının,
ben da artık iyileşmek ve üzgün olmayı bırakmak istediğim için sonunu ışıklı bitiriyorum o nedenle şarkının…
Yaptığın müzik “Pop-Caz” olarak lanse ediliyor. Sence
de böyle mi?
Öyle diyorlarsa öyledir. Belirli bir kategoriye ait hissetmiyorum aslında kendimi. İnsanlar bir forma benzetiyorlarsa ve bu o diyorlarsa “Tamam” diyorum, öyle...
Sonuçta ben en sevdiğim hâliyle bir müzik meydana
getiriyorum. Onu analiz edip bir şekilde lanse etmek
benim bilmediğim bir bölümü bu işin. Uzmanlara bırakmak lazım tabii... Şeref İbrahimova’lar, Sibel Köse’ler,
İskandinav Cazcıları var. Bunlar acayip yetenekler. Ne
mutlu bana...
mahalle baskısı
Müzik ve sahne sanatları haricinde herhangi bir sanat dalına, hobi seviyesinde de olsa ilgin var mı?
80
Edebiyatla ilgiliyim ve mezuniyet tezim de edebiyat
üzerineydi. Yani hobi seviyesinden biraz daha hastalıklı
bir içli dışlılığım var edebiyatla. Geçen baktırdım, gizli
bir hipermetrop başlamış gözlerimde, (gizli çünkü astigmat - bir de o varmış - hipermetropu saklıyormuş)
doktor “gereğinden fazla mı okuyorsun? Sana dinlenme
gözlüğü vermem lazım” deyince dünyam yıkıldı. Yazılmış tüm romanları okuyamadan ben de Borges gibi kör
mü olacağım bilmem kaç yaşımda diye hayıflandım,
ama sonra onun gibi yaparım diye planladım ve rahatladım. Bir asistan tutar, istediğim romanları, şiirleri okuturum yüksek sesle diye. Bu kitap okuma sevdası şarkı
sözü yazma mevzusunu besleyen bir şey... Yani müzikte
de bir hayli işime yarıyor. Tabii ne zaman roman yazacağımı soran çok ama ben albümle, ambalajıyla ilk
romanımı çıkardım bile! Adı “Yengeç”... Bir de bu arada
olimpiyatlara hazırlanır gibi de yüzüyorum. Hani haftada üç kere, duraksız minimum 1500 metreyi buluyor
her dalışım. O da nefesimle olan ilişkimi düşündürüyor.
Yine aslında o da şarkıcılığıma ve postürüme olumlu bir
etkide bulunuyor.
Müzik dünyasına albüm bazında yeni adım atmış
gibi görünsen de uzun yıllar sahne tozu yuttun.
Türkiye’de müzisyen olarak canını en çok sıkan şey ne
oldu? Karşılaştığın zorluklar elbette ki olmuştur, belki
hâlen oluyordur. Bu kadar mutluluk yeter, biraz da
şikâyetleri alalım...
Hiçbir aşk yok ki güllük gülistanlık
geçsin. Müzikle ilişkiye geçtiğinizde o
sektörde çalışmak, insanlarla olmak,
beraber ortaya bir şey çıkarmak, onu
pazarlamak, doğru yerlere ulaştırmak,
görsel sunumunuzla ilgilenmek, hepsi için ayrı bir yetkin kişilik gerekiyor.
Birini iyi yapan öbürünü yaparken
çuvallayabiliyor ama bizim müzik
sektöründe bir şarkı yazıp bırakmak
imkânsız. Onun tüm yolculuğunda
o şarkıyı taşımak ve bariyerlerinden
atlatmak zorundasınız. Ben sanatçıyım, şarkımı yazarım gerisine karışmam diye bir şey yok yazık ki... İşte,
gerisi dediğimiz bölümleri anlamak
ve her safhasında da uzmanlaşmaya
çalışmak bir ömür törpüsü gibi. Ama
yapmazsanız da karşınıza çıkıyor ve
“hadi sen bırak, şarkı söylemene bak,
o bölümle ben ilgilenirim artık” demeye başlıyor. “Oh be!” diyecekken
bir bakıyorsunuz kontrol manyağının
tekine dönüşmüşsünüz. Rahatça bir
işi uzmanına bırakamıyor oluyorsunuz. Kendinizi sakinleştirip dinlemeyi öğretmeye çalışıyorsunuz. Bu
ara ben dinlenmeye, öğrenmeye ve
kontrolü elden bırakmaya çalışıyorum nihayet... Ama zaten güzel şeyler
hiçbir zaman kolay elde edilemediler, o yüzden şikayetçi değilim. Tüm
bunlar arasında bana en zor gelen, en
canımı sıkan şey müzisyen egolarıyla uğraşmaktı. Ama o da artık sorun
olmaktan çıktı, tanıdık bir şey hâline
geldi. O yüzden “İş iştir!” diyorum. İşime bakıyorum.
Konserlerine olan ilgi ne durumda? Albümün geri dönüşlerinden memnun musun?
Konserler dolu geçiyor çok şükür. Gerçi her hafta bir
yerde çıkan biri değilim. O sebeple özleyenler de normal
olarak birikiyorlar sanırım. Çok güzel bir kalabalık şarkılara eşlik ediyor hep bir ağızdan ve ben topuklarımdan
gizlice kanatlanıyorum sevinçle. Ankara ve İzmir’den
konser talepleri artmaya başladı. Yakında oralarla ilgili
organizasyonlar netleşir. Ben de bir an önce farklı kentlerde şarkılarımı söylemek istiyorum. Zaten heyecanlıyım da... Albümle ilgili nefis şeyler yazılıyor, çiziliyor,
müzik eleştirmenleri tarafından ki bilirsin ne zordur onlara müzik beğendirmek (ve müzisyen milletine, bana!).
O nedenle müzik bilenlerin hele hele beğenmesi çok çok
onur verici benim için...
Bu güne dek sahnede unutamadığın bir olay yaşadın
mı?
Çok var. Geçenlerde çok şahane bir şey oldu: Flört eden
ama tam olarak bir yere varmayan ve mailleşmelerde benim bir şarkımı birbirlerine yollamaları üzerine
çıkmaya başlayan iki insanın bana ulaşması, onlarla
Facebook üzerinden tanışmamızın ve yüz yüze de görüşmelerimizle başlayan arkadaşlığımızın üstünden iki
sene sonra Melih (delikanlımız), Ilgıt’a evlenme teklif
edeceğini, bunu Ilgıt’ı İstanbul’a benim bir konserime
getirerek ve iznimle sahneye çıkıp mikrofondan Ilgıt’a
hitap ederek gerçekleştirmek istediğini belirtti. İstediği
gibi de oldu. Ilgıt, sahnede gözleri dolu dolu “Evet!” dedi.
Herkes sarıldı, ben de “yüzük isterim” diye tutturdum,
güldük ve aşklarının şarkısı hâline gelmiş olan şarkımı söyledim onlar için (“Armies on Hold”). Çok mutlu
bir geceydi. Sonra, ertesi sabah akşama kadar süren bir
kahvaltı yaptık hep beraber.
Peki, gelelim Ankara’ya... Ankara
sana ne ifade ediyor? Bu şehir ile ilgili bir anın, düşüncen varsa alalım.
Cevabında “gri” kelimesi geçerse
topluca intihar edeceğiz, belirtelim...
Ben Ankara’yı çok severim. 4,5 senem orada, ODTÜ’de öğrenciyken ve
ilk aşkımı dolu dolu yaşayarak geçti. İnsanları kibar ve saygılıdır. Kışı
soğuk bile olsa kemiklerine işlemez
insanın. Kışı bile kibardır. Cennet
gibi bir kampüste, kim olduğum,
neyi sevdiğim, neyin bana iyi geldiğine dair kafa yorduğum 4,5 sene.
Ankara’nın bana gösterdiği cömertliği
asla es geçemem ve orada edindiğim dostlarımın bir göz kırpışımda
yanımda biteceklerine dair sahip olduğum sonsuz güveni hiçbir şeye değişmem. Şu an İstanbul’a da aşığım
açıkçası ama eski sevgilimdir Ankara.
Ben eski sevgililerimizin, kendimizi
seviyorsak eğer, bizim bir parçamız
olarak kaldıklarına inanırım. Azalsa
da ilişkimiz eski sevgiliyle onu yine
de severiz. Hiç olmadı anısını...
Ankara’da seni dinlemeyi dört gözle
bekliyoruz. Çok teşekkür ediyoruz ve
sana çok uzun süreceğine inandığımız müzik yolculuğunda başarılar
diliyoruz.
Çok
teşekkür
ederim.
Canım
Ankara’ya çok çok selamlar. En yakın
zamanda şarkı söylemeye geleceğim.
Siz çağırın yeter!
81
İLKER YAVUZ
[email protected]
Match Point
mahalle baskısı
Maç Sayısı (2005)
82
1935 doğumlu kendine has bağımsız sinemacı Woody Allen’ın yönettiği 41. film olan Maç Sayısı, genelde kamerasını Manhattan’da kurup şehrin entelektüel
çevrelerine odaklayan yönetmenin yeni bir döneminin (Avrupa dönemi?) ilk filmi olmuştu. Allen bu kez
Londra’yı mesken edinmiş, alışık olduğumuzun aksine
filmin jeneriklerinde ve akış içinde caz parçaları yerine
opera aryaları kullanmış (sahi, bütün İngilizler opera mı
dinler?) ve sıkı bir “film noir” örneği sunmuştu. Değişmeyen şey ise Allen’ın kenti kullanmadaki, neredeyse
onu karakterlerinden biri hâline getirmedekiustalığıydı
(bunda görüntü yönetmeni Remi Adefarasin’in kusursuz çalışmasının da payı büyük).
Filmin girişinde, bir tenis sahasının ortasındaki ağ üzerinde sahanın bir o tarafına bir bu tarafına ağır çekimde
giden topu izlerken, sonradan filmin kahramanı olduğunu öğreneceğimiz Chris Wilton’un sesinden: “İyi olacağıma şanslı olmayı tercih ederim. Bir tenis maçında
topun ağın üzerine çarpıp sektiği zamanlar olur, saniyeden daha az bir süre içinde ileri ya da geri düşmeye
karar verir. Kazanmayı veya kaybetmeyi şans belirler”
dediğini duyarız. Bu, aynı zamanda Allen’ın fimin öyküsünü üzerine kuracağı zemindir.
Chris, Londra’ya yeni taşınmış eski bir tenis oyuncusudur. Teniste en tepeye tırmanmaya yetecek yeteneği
olmadığını kabul etmiş ve zengin üyelerine hizmet veren bir kulüpte tenis eğitmenliğine başlamıştır. Kendini
geliştirmeye çok önem verir: Dostoyevski okur (Suç ve
Ceza!), müzik ve plastik sanatlar alanlarından bilgisini
arttırmaya çabalar. Tom Hewett adında zengin bir aileye mensup öğrencisiyle tanıştıkları ilk gün samimi olup
ertesi akşam için ailesiyle gidecekleri operaya davet alır.
Tanıştıkları anda Chris’ten hoşlanan Tom’un kızkardeşi
Chloe’nun de bastırmasıyla haftasonu için de ailenin
kırdaki malikânesine davet edilir. Chloe’nun ilgisine
karşılık veren Chris, oyununu çok dikkatli oynar (konsere gitmeyi, biletleri kendisi alması şartıyla kabul eder).
Malikânede görür görmez etkilendiği Amerikalı Nola
Rice’ın çekimine kapılsa da akabinde kadının Tom’un
nişanlısı olduğunu öğrenir. Oyuncu olmaya çalışan
Nola’yı aile, özellikle de oğlan anası Eleanor, altı aylık
birlikteliklerine rağmen içine sindirememiştir. Baba
Alec ise -çocuklarının isteği yerine geldiği sürece- sınıflararası geçişler konusunda daha hoşgörülüdür.
Chris ve Chloe’nun ilişkisi hızla ilerler. Hewett ailesi
de, bu kendini geliştirmeye istekli, mücadeleci ve hırslı
genci benimser; Chloe’nun babasından ricasıyla Chris,
aile şirketlerinden birinde işe girer (görünürde böyle
şeyler “eski kafalı” Chris’i bozar ama bu iyiliğe karşı da
boynu kıldan incedir, biraz da bu yüzden ona bir şeyler
vermeyi istemek daha kolaydır). Bir gün tesadüfen karşılaştıkları Nola, Chris’e “eğer eline yüzüne bulaştırmazsa kendisi için çok iyi bir şey yaptığını” söyler. Eline yüzüne bulaştırmak için yapabileceği yegâne şey Nola’nın
peşine düşmektir.
Kır evinde bir başka haftasonu ise canı sıkkın ve sarhoş
Nola bu kez Chris’e karşı koyamaz ve sinema tarihinin
ender çıplaklık içermeyen fakat en tutkulu sevişme
sahnelerinden birine tanık oluruz. Sonrasında ise Nola
ilişkiyi devam ettirmek istemez. Tutku ve ayakları yere
basan bir ilişki onun için farklı şeylerdir ve ona göre
Chris ile onun birlikte bir geleceği yoktur. Çok geçmeden Chloe ve Chris evlenirler ve lüks bir eve taşınırlar
(baba gerçekten çok cömerttir). Tom ise görünüşte annesinin etkisiyle ama aslında bir başkasına âşık olduğundan Nola’dan ayrılır ve hamile kalan diğer sevgilisiyle evlenir. Nola’nın şansı yaver gitmemiştir.
Hamile kalmaya çalışan ama bir
türlü başaramayan Chloe, Chris’le
sevişmelerini sıkıcı bir proje hâline
getirmiştir. Karısıyla buluşmaya gittiği müzede tesadüfen – Amerika’dan
tekrar Londra’ya dönmüş olan–
Nola’yla karşılaşan Chris bir kez daha
beraber olmayı teklif eder ve bu iki
benzer insan bir araya gelirler. Onca
çabaya karşın eşini hamile bırakamayan Chris, korunmadan seviştikleri tek seferde Nola’yı hamile bırakır
(kaderin cilvesi). Artık bir karar verme zamanı gelmiştir. Elindekilere
sahip çıkmak mı, yoksa tutkularının
peşinde gidip her şeyi riske atmak
mı? Film, bu soruları çok iyi yazılmış
karakterleri aracılığıyla sorarken sonlara doğru kara film türünün en iyi
örnekleriyle yarışır bir şekilde gerilimi üst düzeye taşımayı da başarıyor.
Mekân olarak sınıflı toplumun en net
örneklerinden İngiltere’yi seçmesinin
hakkını ise fazlasıyla veriyor.
Maç Sayısı’nın oyuncu kadrosunda
yer alan 1977 Dublin doğumlu Jonathan Rhys Meyers, hesapçı, hakkı
olduğuna inandığı şeylere ulaşmak
için her yolu mübah gören, açgözlü Chris rolünde kariyerinin en iyi
performanslarından biri sunmuş.
Konfor seven, hazcı ama özünde iyi
zengin delikanlı Tom Hewett rolündeki Matthew Goode da çok nüanslı
bir oyunculuk sunuyor. Filmin diğer
İngiliz oyuncularından emektar Brian Cox ve tek Amerikalısı Scarlett
Johansson da çok iyiler ancak filmin
asıl sürprizi, 1971 doğumlu Emily
Mortimer. İlk bakışta ince, tatlı, zarif
görünen, ama aslında ailesi sayesinde istediği her şeyi elde etmiş olan
ve yaşamındaki insanı da isteyip elde
edeceği herhangi bir nesneden farklı
görmeyen Chloe karakterini canlandırıyor. Böyle bir karakteri perdeye
bu kadar başarıyla taşımak her oyuncunun harcı değil ve Mortimer gerçekten eşsiz bir oyunculuk gösterisi
sunuyor izleyiciye bence.
83
mahalle baskısı
TUNCA ARICAN
[email protected]
84
Ağır Metal
Derin Sıkıntıya Karşı
“Tanrıların dahi can sıkıntısına karşı olan mücadelesi beyhudedir” der
Nietzsche ki bundan daha önce
Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi ile
insanlığın en büyük can sıkıntısıyla
karşı karşıya kaldığını da suratımıza küstahça çarpmıştı (Bu söz Deccal, 48.bölümünde yer alır (1888);
Tanrı’nın ölümü 1882 yılında yazılmış Şen Bilim, 108.bölümde ilan edilir). Modern dünyanın en can yakıcı
hastalığı olarak sıkıntıyla başa çıkmaya çalışan insan, kendi kısır döngüsünü çoktan var etmiştir. Kabaca,
insanın doğayı alt etmek için giriştiği
teknolojik ilerleme ve ekonomik hırsları yüzünden ortaya çıkan nihilist
dünyanın ortasındaki can sıkıntısı,
bununla başa çıkmak için yeniden
üretilen ileri teknolojiyle git gide derinleşmektedir. Heidegger buna kısaca “derin sıkıntı” adını verir. Bu, modern insanın en belirgin ruh hâline
dönüşmüştür ki bundan kaçmak
artık imkânsız denecek denli güçleşmiştir. Keza, sıkıntı o kadar derinleşmiştir ki, her türlü çılgınlığa, dâhiliğe
sebep olabilecek gizil bir gücü içinde
barındırdığı gibi aynı zamanda hem
yok edici hem de felç edici de olabilmektedir. Bireye, bilgi ve uzak olana
en hızlı şekilde ve kolayca ulaşması
için tüm olanakları sunan teknoloji,
duygularını yavaş yavaş aldığı insanın daha fazlasını isteme hırsından
da beslenerek onu biçare bir hâlde
kendisine bağımlı kılmayı başarmak
üzeredir. Mikro düzeyde bu sıkıntıyla
başa çıkmasını öğrenmemekte direnen, kestirmeci, tembel, keçi yollu
aklıselim olan birey artık teknoloji
bağımlılığının yaşamın özü olduğunu var sayarak kendi alıklığını meşru
kılma çabasından öte bir yere gidememektedir.
Geniş ölçekli değişimlerin gerçekleşmesinin artık namümkün göründüğü dünyada, kendi yaşamının anlamını makine diliyle dillendiren ve örgütleyen bireylerin çoğalışına tanıklık ediyoruz. Hata payı azalmış
gibi görünse de iki rakamdan mürekkep bu dil, tek bir
hatayı dahi kaldıracak durumda değildir aslında. Hiçlik
ve varlık üzerinden anlam kazanan 0-1 rakamlarının
arasındaki sınırsızlık ve olasılıkların farkında olmayan
modern insan, bunlarla kodlanmış iç dünyasının dar
sınırları içine hapsolmuş fakat bunun nedenini kendinde aramak adına herhangi bir çabaya girmekten kaçınmıştır. Karmaşık teknolojinin geniş sınırlarıyla git gide
basitleşen insan ruhuna dair yanıtlar artık bırakın can
sıkıntısına çare olmayı, sıkıntıyı katmerleyen kodlara
dönüşmüş gibi görünmektedir. Hissiyatımızı çoktan
kaybetmiş bir hâlde git gide zihinsel olarak katatonikleşmenin önüne geçemiyoruz.
Altmışlarda, Durumcular (Situationists) bireyin gündelik hayatına sanat ve kültürle örülmüş devrimci bir
düşünce sokmayı denemişti. Sıkkınlığıyla başa çıkmaya
çabalayan bireyin, kendi iç dünyasından sanatı ve kültürel etkinliği dışlamadan, tersine bunları harmanlayarak yürümesini salık veren Durumcular, büyük bir dönüşümün mikro değişimlerde gizli olduğunu biliyordu.
Bu fikir, aynı kaos teorisinin ifade ettiği üzere, evrendeki büyük değişimlerin küçük oluşumlara bağlı olduğu
fikriyle özdeştir.
Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filmi, yaşam
kaynakları için mücadele veren iki maymun kabilesinin
savaşıyla başlar. Maymunlardan birinin uzun bir kemik
parçasını diğer kabilenin üyelerine saldırmak için kullanmayı keşfetmesiyle artık insanların ataları için yaşam başkalaşmaya başlar. Kemiği havaya fırlatan maymun ile uzay gemisine geçiş arasındaki “an”, şu anki
yaşamın da üzerine kurulduğu fikrin özünü oluşturur.
Yaşam artık süreksiz, belirsiz, kaotik anlardan oluşmaktadır. Bunların üzerinde kontrolümüz ise hergeçen an
daha da azalmaktadır. Bunun ardındaki sebep karmaşık,
yok edici karakteriyle teknolojik ve ekonomik ilerleme
hırsıdır. Kısaca, hızlanan yaşamın ortasında duygusuz
bir şekilde kalma tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Biliyoruz ki, metal sahnesi içerisinde
birçok farklı tür var. Her bir tür kendine münhasır müzikal ve anlamsal
özellikler taşımakta. Dünyanın gittiği
yönün hakkında sorular soran metal
ve alttürleri, git gide güvensizleşen,
hızlanan yaşamın ortasında, arta
kalan birkaç hissimizden olan umutsuzluk ve sıkkın canlarımızı en sert
ağızdan dillendiriyor. “Heavy metal
her çaldığında dünyayı durduruyoruz!” diyor Şanver Ofluoğlu. Bizi dinlemeden hızla ilerleyen tekno-yaşam,
heavy metal ile duruyor evet! Çünkü
bu sıkıntıyla bezenmiş hayatların
üzerine her bir tür, kendince yorum
katıyor. Yaşamdan kaçmak için durdurmuyoruz bu hızlanmış yaşamı biz
metal severler. Anlardan mürekkep
yaşamı daha iyi anlamak ve duyumsamak için durduruyoruz. Kaçmak
için durduran varsa, blackmetal’in
kaotik seslerini bu dünyada yaban
kalmak için kullanan, deathmetal’in
hiddetinden kırıp dökmek sonra da
rahatlamak adına faydalanan ya da
powermetal’i kılıcını çekip masallar
âleminde dolaşmak için dinleyen
varsa bu müzik onlar için değil. Rock
ve metal tüm hiddetiyle, bazen sıradışı ve gerçeküstücülüğüyle bile hâlâ
yaşama dair olanı tefekkür etmek
için varolur. Makine dili ile yazılmazlar, tersine insan teri ve kanıyla varolurlar. Tutkuları, duyguları ve iddiaları vardır. Didaktik olma iddiasında
değilim fakat artık tüm meramlarımız artakalan duygularımız ve tutkularımız üzerine odaklanmıştır. Onları
haykırmazsam ben bu dinlediğim
müziği duyumsayamam.
Robotları yalnızca mutfakta severim…
85
Aniden gittiniz girdim masanın altına
Yerde neler varmış vay canına üç düğme ben bir dal roka
Canım istese çıkardım istemedim ki roka yedim
Anladım soru işaretlerinin
Neden benzediğini yerdeki saçlara
Güzel işte yine bir şey anladım
Üstünü düşündüm masanın hemen rakı içtim
Rokadan söz etmiştim efendiler geliniz
Lazım olabiliriz artık neye olursa bulabiliriz
3 düğme bile vay canına daha neler dökülür
Yaşasın masanın altı öcüler bölüşsün üstünü
Elbet devrim olacak elbet devrim olacak
Rahat olunuz efendiler Red Kit büyüktür
mahalle baskısı
KUVVET YURDAKUL
[email protected]
Pavyon 7 – Aniden Gittiniz Girdim Masanın Altına
86
87
mahalle baskısı
88
Adres: İnkılap Sokak No:6/A
Kızılay Ankara
Telefon: 0.312.433.0701
E-Mail: [email protected]
Web:
www.eskiyenibar.com
http://www.facebook.com/eskiyeni.bar.ankara
https://twitter.com/eSKiyENibar
etkinlik detayları için facebook grubumuzu ziyaret edin.

Benzer belgeler